İhsan Koluaçık, Nesrin Kula Türk Sinemasında İşçi Temsili

Türk Sinemasında İşçi Temsili: 1960lı Yıllara Sosyolojik ve İdeolojik Bir
Bakış
İhsan Koluaçık
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Nesrin Kula
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Giriş
1896 yılında Lumiere Kardeşler tarafından Fransa’da icat edilen sinematografın İstanbul’a
girişi, Osmanlı’nın son dönemlerine rastlamaktadır. Türkiye’de sinemayla ilgilenen ilk isim
Enver Paşa olmuştur. Enver Paşa I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’yı ziyaretinde Alman
ordusunun Ordu Film Dairesi kurduğunu görmüş, sinemanın ne kadar önemli bir araç
olduğunun farkına varmış ve Türkiye’de Bir Ordu Film Dairesi kurulmasını sağlamıştır. Ordu
Film Dairesi’nin başına önce Sigmund Weinberg, sonrasındaysa yardımcısı olan Fuat
Uzkınay getirilmiştir. Fuat Uzkınay ile göreve gelmesiyle birlikte birçok kaynakta Türk
Sinemasının ilk filmi olarak gösterilen 1914 yapımı “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin
Yıkılışı” adlı belge filmi çekilmiştir. İlk dönem çekilen filmlerin tamamı belge film
niteliğindedir ve devletin desteğiyle gerçekleştirilmiştir.
1922 yılında Muhsin Ertuğrul ile birlikte Türk Sineması açısından yeni bir dönem
başlamış ve Türk Sineması Türk Tiyatrosu’nun etkisi altına girmiştir. Ertuğrul daha çok kendi
oyunlarının filmlerini çekmiştir. Bu dönemin belirleyici özellikleri, kentsel, tek parti
döneminin kültür ideolojisiyle ve siyasetiyle bütünleşmiştir. 1922 yılından 1939 yılına kadar
geçen 17 yıllık Muhsin Ertuğrul dönemiyle ilgili Alim Şerif Onaran (1999, s. 20) “Türk
Sineması” adlı çalışmasında şu tespitleri yapmıştır:
Tiyatrocular deyimiyle çoğul olarak ifade ettiğimiz halde bu döneme, oyuncular dışında tek bir
tiyatrocu, Muhsin Ertuğrul egemendir. Dünyanın hiçbir ülkesinde, o ülkenin sinemasına 17 yıl
süreyle tek bir sanatçının egemen olması görülmemiştir. Bunun nedeni, o yıllarda, sinemamızda,
stüdyo çalışmalarımızda deneyimli yönetmen olarak Ertuğrul’dan başkasını bulunmaması,
bulunsa da böyle bir işe ilgi duymamasıdır.
II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber Türk Sineması yeni bir döneme girmiştir.
1939 ile 1952 yılları arasını kapsayan ve Tiyatrocular Döneminden, Sinemacılar Dönemine
geçişi simgeleyen bu dönem; sinema tarihçileri tarafından “Geçiş Dönemi” olarak
adlandırılmıştır. Bu dönemde Muhsin Ertuğrul’un dışında birçok yönetmen ortaya çıkmıştır.
Bu yönetmenlerin çektiği filmler konu açısından Tiyatrocular Döneminden çok da farklı
olmamakla birlikte, özellikle Mısır ve Amerikan melodramları Türk Sinemasını etkisi altına
almıştır. Çekilen birçok film, ya Mısır ya da Amerikan melodramlarını yeniden çevrimleridir.
Toplumsal ve siyasal konular hemen hemen hiç işlenmemiştir. Erman Şener (Şener’den akt.
Uçakan; 1977, s. 19) bu dönemi şöyle değerlendirmiştir; “Türkiye’de kuruluş halindeki
sinema, kendisini içinde yaşadığı toplumun bir köşesi saymamakta, olaylara sırt çevirip,
kendi türkülerini söylemeye devam etmektedir.”
1
1950li yıllara kadar Türk Sinemasında ortaya çıkan gelişmeleri genel olarak
değerlendirmek gerektiğinde, Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde oyunlar, filmler egemen
ideoloji tarafından saptanmış, toplumsal ve siyasal konular egemen ideolojinin istediği
biçimde ele alınmıştır. Toplumun istekleri ve onunla ilişki kurarak bir sinema
gerçekleştirebilme noktasında eksik kalınmıştır (Ayça; 1994, s. 44).
1950li yıllar Türk Sineması için yeni bir dönemin başlangıcını ve toparlanmayı
simgelemektedir. Ömer Lütfi Akad’ın 1952 yılında yapmış olduğu “Kanun Namına” adlı
filmiyle başlayan bu dönem, Sinemacılar Dönemi olarak ifade edilmiştir. Bu dönemin bir
diğer adı da Yeşilçam Dönemi’dir. Yeşilçam Dönemi birçok tartışmayı da beraberinde
getirmesine rağmen, Türk Sinema’sını 1980li yıllara kadar etkisi altına almayı başarmıştır.
1950 yılında tek parti iktidarının sona ermesiyle beraber toplumsal yaşamda büyük
değişikliler olmuştur. 1950lerdeki özellikle iki olay Türk Sinemasını önemli ölçüde
etkilemiştir. Bunlardan birincisi; kırdan kente göçün artması ve kentlerin bu aşırı göçlerle
beraber kırsallaşması; diğeri ise, kentlerle sınırlı sinema salonlarının kırsal alanlara
yayılmasıdır. Siyasi alandaki popülist politikalar sinemada da karşılığını bulmuştur.
Böylelikle popülist Yeşilçam Sineması ortaya çıkmıştır. Kırsal alandaki sinema sahipleri
Yeşilçam’ı istedikleri gibi yönlendirmeye başlamışlardır. Bölge yapımcıları kendi istedikleri
doğrultuda sipariş filmler ve hemen hemen birbirinin aynı olan bir sürü film çektirmişlerdir.
Engin Ayça (Ayça’dan akt Uçakan; 1977, s. 19) Türk Sineması’nın içine düştüğü durumun
nedenini devletin sinemaya gerekli desteği vermemesi olarak görmüş ve Yeşilçam hakkında
şunları söylemiştir:
Devlet, sahne sanatlarını ve orkestraları parasal olarak desteklerken, sinema alanını ticaret
ilişkileri içinde gelişmeye bırakmıştır. Bunun sonucu olarak, Yeşilçam ticari, dolayısıyla halk
kitlelerinin isteklerine, beklentilerine uyan, popüler filmler üretmek durumuyla karşı karşıya
kalmıştır. Bu, Yeşilçam’ı giderek, dönemin siyasetiyle uyum içinde, popülist bir çizgi izlemeye
kadar götürmüştür. Yeşilçam ticari bir sinemadır. Yeşilçam popüler bir sinemadır. Yeşilçam
popülist bir sinemadır. Yeşilçam halkın geleneksel sözlü kültür yapısına eklemlenmiş, onunla
bütünleşmiş bir sinemadır.
Yukarda sayılanların tamamı Türk Sineması’nda kalburüstü yapımların artmasını
engellemiştir. Yine Amerikan ve Mısır filmlerinin yeniden çevrimleri yapılmaya devam
etmiş, bölge yapımcılarının istedikleri tarzda gişe başarısı elde edebilecek filmler yapılmış,
onların istediği oyuncular sinemalarda boy göstermiş (böylelikle yıldız sistemi kendiliğinden
oluşmuş), kişisel konular tekrar edilmiş, Türk Sineması toplum meselelerinden son sürat
uzaklaşmıştır. Türk Sineması açısından bir Rönesans olacağı düşünülen Yeşilçam dönemi,
hayal kırıklığından öteye geçememiştir.
1960’lar Türk Sineması
1950’lerdeki Demokrat Partinin iktidarıyla birlikte Türkiye’de değişim rüzgârları
kendini göstermeye başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçerli olan ekonomi
politik yaklaşımda keskin bir dönüşüm meydana gelmiş ve o zamana kadar uygulanmakta
olan devletçi ve üretim esaslı politikanın yerini, özel sektör destekli ve tüketime dayalı
ekonomi politik yaklaşıma bırakmıştır. Böylece kapitalist ekonomik sisteme eklemlenme
işlemi hızlandırılmıştır. Özel girişimin devlet eliyle desteklenmesi, zengin olmayı ve
fırsatçılığı ön plana çıkaran politikalar, toplumsal ve kültürel anlamda gerçekleşecek olan
değişimlerin de önünü açmıştır. 1950lerle birlikte özellikle kentlerde Amerikan kültürünün ve
buna bağlı olarak gelişen tüketim kültürünün kendisine bir alan bulduğunu belirtmek
gerekmektedir. Kırsal kesimdeyse kentin cazibesi kendisini göstermiş ve kırdan kente göçün
yoğun bir şekilde yaşanmaya başladığı döneme girilmiştir. Bu durum, hem kırdan kente göç
2
eden insanlarda hem de kentte yaşayan insanlarda travmatik sorunları da beraberinde
getirmiştir (Aydın; 1997, s. 21).
27 Mayıs 1960 darbesi bütün bu değişim ve dönüşümlerin söz konusu şekilde devam
etmesine dair bir eleştirinin sonucu olmuştur. 1960 askeri darbesiyle beraber Türkiye’nin hem
siyasi, hem toplumsal, hem de ekonomik yapısı yeniden değişime uğramıştır. Bu durum
sanatsal alanda da kendisini göstermiş ve 1960-65 yılları arasında “toplumcu bir sanat”
anlayışının yeşermesini sağlayabilecek sosyo-politik altyapıyı hazırlamıştır. Darbeyi izleyen
yıllarda özellikle “ilerici” olarak tanımlanan “kentsoylu orta tabakalar arasındaki yakınlaşma,
toplumcu ve demokratik öğeler taşıyan bir Anayasanın kabulü, sanayi burjuvazisinin ticaretle
zenginleşen tabakalara karşı sağladığı üstünlük ve planlı ekonomiye geçiş” (Daldal; 2003, s.
104), bu altyapının temel taşlarını oluşturmuştur.
27 Mayıs darbesiyle birlikte Türkiye’nin gündemine giren yeni görüşler, Türk
Sineması’nda da yankısını bulmuştur. Bu yeni görüşleri destekleyen 1961 Anayasası,
sinemaya görece özerk bir ortam sunmuş ve daha önce tabu olan, korkulan, konular ele alınıp
işlenmiştir. Artık Türk Sineması’nda sinemacılar toplumsal konulara eğilmişler, eleştirmenler
ve yönetmenler sinemanın öz ve biçiminde “dil” sorununu ele alabilmişlerdir. Sinemanın
ticari bir araç olduğu fikri az da olsa birkaç yönetmen tarafından kırılmaya başlanmıştır.
1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamında gerçekleştirilen bu yeniliklere
rağmen, Türk Sineması’nda yozlaşma durmamıştır. Bu dönemi Mukadder Çakır Aydın (1997,
s. 13) şöyle özetlemektedir:
Dönem 1965’lere dek süren özerk yapısına rağmen, yozluktan pek uzaklaşılamayan bir
dönemdir. Sıradan aile filmleri, arabesk melodramlar, sulu güldürüler en büyük ağırlığı
oluşturur. Yaşanılan film enflasyonu, çok sayıda dar bütçeli, düzeyi düşük filmler anlamına gelir.
Harcamalar az tutularak, mümkünse aynı anda iki film çekilmektedir. Tamamen ticari amaçlı,
Anadolu’ya çalışan ‘paravan’ yapıdaki küçük yapım şirketleri bu işin öncülüğünü
yürütmektedirler. Uyarlama ve taklide dayalı, belirli kalıplarda el çabukluğu ile kotarılan filmler,
konusu birbirinden türetilmiş, torna işi ürünlere benzemektedir. Furyalar, fotoroman
uyarlamaları, diziler, ilerleyen yıllarda moda olacak salon güldürülerinin, polisiye ve dinsel
filmlerin, westernlerin ve cinsel filmlerin başlangıcı olur. Her furya birkaç mevsim sürüp sona
erer. Yıldızcılık bu dönemin en tipik olgularındandır. Bu dönemde sinemacılar oldukça çok para
kazanırlar ve bu olanaklara göre alınan sonuç yetersizdir.
Bu dönemde yozlaşmaya devam eden Türk Sineması’na alternatif sinema denemeleri
de yapılmıştır. 1960ların özgürlükçü ortamında çeşitli yönetmenler Avrupa’daki sinema
akımlarının da etkileriyle, sinemada yeni arayışlara girmişlerdir. Bu arayışlardan ilki
Toplumcu Gerçekçi Sinema anlayışı olmuştur.
Toplumcu Gerçekçi Sinema
Toplumcu Gerçekçi Sinema tanımlaması Türk Sinema tarihini yazanlar tarafından çok fazla
tercih edilmemiştir. Hatta toplumcu gerçekçi bir dönemin varlığı bile tartışılmaktadır. Çünkü
bu ilk “toplumsal gerçekçi” hareketle ilgili estetik ve toplumsal boyutları göz önüne
bulundurulduğunda tam bir uzlaşma sağlandığı söylenememektedir. Bununla birlikte
toplumcu gerçekçi sinemayla ilgili bir manifestonun da olmayışı, bu tartışmayı daha da
ateşlemiştir (Daldal; 2003, s. 105). Ancak özellikle 1960 ile 1965 arasındaki dönemde böyle
bir sinema anlayışından söz etmek gerekmektedir.
Öncülüğünü başta Metin Erksan, Halit Refiğ, Memduh Ün, Ertem Göreç gibi
yönetmenlerin yapmış olduğu Toplumcu Gerçekçi sinema anlayışının kaynaklarından
bahsedecek olduğumuzda ikiye ayırmak doğru olacaktır. İlk kaynak Dünya Sinemasını
derinden etkileyen İtalyan Yeni Gerçekçilik akımıdır. İkinci kaynak ise kuşkusuz ki Türk
3
Edebiyatı’ndaki toplumcu harekettir. Toplumcu Gerçekçi Sinema; özellikle Yaşar Kemal,
Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Vedat Türkali gibi usta yazarlarla başlayan
toplumcu hareketin sinemadaki yansıması olarak görülmüştür. İlk önce bir köy edebiyatı
oluşturulmuş, sonra şehir, kırsaldan kente göçün getirdikleri, kentteki işçilerin, emekçilerin
yaşayışları Türk edebiyatının konusu olduğu gibi Türk Sinemanın da konusu olmuştur. Mesut
Uçakan, “Türk Sineması’nda İdeoloji” adlı çalışmasında durumu biraz daha politize ederek,
Marksist zihniyetin Türk Sineması’nda yansımalarını bulduğunu ve bu durumun toplumcu
gerçekçiliğin kaynağını oluşturduğunu belirtmiştir (Uçakan; 1977, s. 24); “Marksist tavır, aynı
dönemde sinemada ‘Toplumcu Gerçekçilik’ adı ile boy attı. Önceleri pratiğini vermeye
başlayan bu zihniyetin teorik tartışmaları daha sonra (Susuz Yaz’dan sonra ) açığa çıkmıştır.”
Yukarda Mesut Uçakan’ın da belirttiği gibi tüm bu hareketliliğe rağmen Türk
Sineması’nda bu oluşumun bir teorik altyapı ürünü olduğu söylemek mümkün değildir. İlk
önce pratiğini vermeye başlayan filmler, Toplumcu Gerçekçilik adını almaya hak kazanmıştır.
Bu noktada Nijat Özön daha ağır bir eleştiri getirmiş ve toplumsal gerçekçilik adıyla
anılabilecek bir akımın Türk Sineması’nda hiçbir zaman var olamadığını ifade etmiştir.
Çünkü bu dönemde çekilen filmler, kaynağını o dönemin toplumsal, kültürel üretim
ilişkilerinden almış olsalar da bilinçli, dürüst ve derinlemesine bir gerçeklik hedefi ortaya
koyamamışlardır ve sadece sansürün el verdiği ölçüde toplumsal konulara dokunabilen
filmlerden bahsetmek mümkün olmuştur. Özön (Özön’den akt. Vardar; 2006, s. 40) “bu işi
moda olduğu için bile yapanlar vardı” biçiminde özetleyerek, bu durumun Batı’da bir moda
olduğunu ve bunun Türk Sineması’nda da yansımasını bulduğunu belirtmiştir. Scognamillo
(1998, s. 52) da Toplumcu Gerçekçi bir akımın varlığından söz etmenin mümkün olmadığı
noktasında hemfikir olmakla birlikte, daha çok bir “formül” veya “kodlama” olarak
değerlendirmiştir. Kendisinden sonra gelecek olan kuramsal yaklaşımlara ortam hazırlayan bir
etiket niteliği taşıdığını ifade etmiştir.
1965 yılına gelindiğinde Türk Sineması’ndaki Toplumcu Gerçekçi anlayış yavaş yavaş
etkisini yitirmeye başlamıştır. 1965 yılında yapılan seçimlerde Adnan Menderes’in Demokrat
Partisi’nin devamı olan Adalet Patisi’nin seçimleri kazanmasıyla beraber Türkiye yeniden sağ
ideolojinin hâkim olduğu bir ortama sürüklenmiştir. Bu noktada Adalet Partisi’nin ipleri eline
almasıyla beraber, toplumsal gerçekçi sinema anlayışına ket vurulmuştur. Bir süre sonra,
toplumsal gerçekçi film çeken yönetmenler, Yeşilçam ortamında film çekemez duruma
gelmişlerdir. Yeşilçam’daki para babaları ya da Yeşilçam ağaları toplumsal gerçekçi
filmlerden ürküntü duymuşlardır. Sinemanın kitlesel bir sanat olmasından dolayı sosyal
sorunların açıkça ve çarpıcı bir dille anlatılması egemen çevreleri rahatsız etmiştir. Toplumcu
Gerçekçi filmler çeken yönetmenlerin hemen hemen hepsi ideolojik bir amaç gütmemelerine
rağmen Marksist etiketi yiyip film yapmaları engellenmiştir. Toplumcu Gerçekçi anlayışın
etkisini yitirmesinin bir diğer nedeni, bu anlayışı temsil eden yönetmenlerin ya da
eleştirmenlerin kendi içlerinde birbirleriyle çatışmalarıdır. Bu dönemden sonra Türk
Sineması’nda toplumsal konular eksik olmamış ve yeni sinema anlayışları etkili olmaya
başlamıştır.
Devrimci Sinema
Hemen hemen Ulusal Sinema ile aynı dönemde ortaya çıkan Devrimci Sinema, dönemin bir
diğer tartışma grubunu oluşturmaktadır. Aslında Türk Sineması’nda Devrimci Sinema
tartışmaları, Toplumcu Gerçekçi sinemayla birlikte başlamıştır. Her iki grubun da ortaya
çıkmasında en önemli etken, 1961 Anayasası sonrasında kurulan Türkiye İşçi Partisi ve
dünyadaki gelişimine paralel olarak yeniden yeşermekte olan antiemperyalist, ulusal
kalkınmacı sosyalist harekettir.
4
1965 yılında İstanbul’da kurulan sinematek çevresinde bir araya gelen Onat Kutlar,
Şakir Eczacıbaşı, Hüseyin Baş, Jak Şalom… gibi çoğu sinema yazarı isimler, öncelikle,
sinema sanatının ortaya çıkmasında etkili olan filmler başta olmak üzere, Yeni Gerçekçilik,
Yedi Dalga… gibi akımların içinde yer almış yönetmenlerin (Godard, Antonioni, Fellini,
Truffaut … vb.) filmlerini izlenmiş ve filmler üzerinden tartışmalar yaparak, dönemin Türk
Sineması’na ilişkin tespitlerde bulunmuşlardır. Devrimci Sinema grubu, film izleyip
tartışmalar yapmanın yanı sıra; kitap, afiş, fotoğraf, senaryo, arşivcilik, film gösterimleri gibi
birçok etkinlik düzenlemiş ve Türkiye’de batılı anlamda bir sinema kültürünün oluşmasına
katkıda bulunmuşlardır. Yayın organları olan “Yeni Sinema” dergisi sayesinde yurtdışında
çekilen filmlerin en önemlilerinin Türkiye’de tanıtılmasında ve gösterim şansı bulmasında
önayak olmuşlardır.
Sinematek etrafında toplanan Devrimci Sinemacılar, Yeşilçam’ın basmakalıp
yapısının dışında, ulusal yapıda emperyalizme karşı ve ilerici bir sinemanın ilk
savunucudurlar. Yeşilçam sistemini acımasızca eleştiren Devrimci Sinemacılara göre, asıl
sorun içinde bulunulan sistemin kökten değiştirilmesidir. Yeşilçam’ı bir şeylerin sebebi olarak
değil, sinema piyasasını da içine alan kapitalist düzenin siyasi, iktisadi ve ahlaki sonucu
olarak görmüşlerdir. Hollywood ve Yeşilçam’ı aynı kefeye koyan ve her ikisinin de
uyuşturucu sineması olduğunu savunan Devrimci sinemacılar, “toplumdaki sınıfsal
çatışmaları sergileyen, ezilen sınıfların haklarını savunan, geri kalmışlığın ve yoksulluğun
sorgulandığı, gelişmiş bir dil kullanan” (Esen; 2010, s. 74) bir sinema önermişlerdir. Böylece
dönemin Türk Sineması’nın içinde bulunduğu durum eleştirilmiş; sinemaya gerçekçi ve
politik bir yaklaşımın gerekliliği savunulmuştur. Bu anlamda, Yeşilçam sisteminin tamamen
değişebilmesi için, sistemin politik eylemler yapılması gerekliliğinden bahsedilmiştir. Bu
durumda öncelikle yapılması gereken şeylerin başında, politik eyleme geçebilecek kitleyi
oluşturmak gelmektedir. Kitleyi yaratabilme noktasında bilincin içten mi, yoksa dıştan mı
olması gerektiği kaygısı sinematekçileri ikiye bölmüştür. Bu durumu, Mesut Uçakan (1977, s.
74) “Bu husus (strateji), devrimci zümreyi siyasi hayatta olduğu kadar sinemada da ikiye
ayırmıştır. Ya, bizzat bugünkü Türk Sineması’nın içine girerek, mevcut kuralların elverdiği
nispette devrime yararlı filmler yapmak veya bu günkü sinemanın tamamen dışında yapım ve
dağıtım örgütleri kurarak, kendi başına bir devrimci sinema piyasası oluşturmak.” şeklinde
değerlendirmektedir.
1960’ların sonuna doğru Sinematek’ten ayrılarak “Genç Sinema” dergisini kuran grup,
Yeşilçam dışında bir sinema piyasası oluşturmayı düşünmüş, bağımsız yapımlar yapmayı
amaçlamıştır. Bu istekleri doğrultusunda 8 mm ve 16 mm kısa filmler çekip bunların halkla
buluşması için kısa film yarışmaları düzenlemişlerdir. Aralarında Mutlu Parkan, Ahmet
Soner, Jak Şalom … gibi isimlerin de olduğu “Genç Sinema” dergisi etrafında toplanan
Sinemacılar, 67 ilde dağıtım şebekeleri kurmayı hayal etmişler, ama bunun o zaman
gerçekleşemeyeceğini görünce kendilerine ait, 8 mm ve 16 mm kameralarla grev, miting
görüntüleriyle belgesel filmler çekmişlerdir. Daha sonra da çeşitli parti, dernek, birlik ve
kulüplerde gösterimler düzenleyerek militan sinema yapmayı amaçlamışlardır.
Sinematek derneğinde devam eden Onat Kutlar ve arkadaşları ise sinemada Yılmaz
Güney, Atıf Yılmaz, Ömer Lütfi Akad, Süreyya Duru, Ertem Eğilmez… gibi yönetmenlerle
yakın ilişkilere girmiş, Türk Sineması üzerine sempozyumlar, açıkoturumlar, seminerler, özel
gösterimler düzenlemişlerdir.
Devrimci sinemacılar dönemin politik olaylarından (1968 sonrasında tüm dünyada
ortaya çıkan sol hareketler), özellikle İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden ve Fransız Yeni Dalga
akımlarından önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Zaten Sinematek kurulması fikri, Fransız Yeni
Dalga Hareketi’nin ortaya çıkışından esinlenilerek yapılmıştır. Ama pratikte Fransız Yeni
Dalga Hareketi’nin yaptığı gibi, ne film çekme, ne de bu filmleri dağıtma olanağı
5
bulunmuştur. Devrimci sinema anlayışı ilk meyvesini vermek için kurulduktan sonra bazı
kaynaklara göre üç bazılarına göreyse beş sene1 beklemek zorunda kalmıştır. 1970 yılında
çekilen “Umut” filmi Türk Sineması’nda Yeni Gerçekçi akımın en önemli yansıması olarak
gösterilmiştir. Yılmaz Güney’in yönettiği “Umut” filminde, sistemin bozukluğu ve insanların
bu sistem içinde adalet beklememeleri gerektiği Yeni Gerçekçilik’e özgü şiirsel bir dille
seyircileriyle buluşturulmuştur. Böylelikle, sinema-politika ilişkisi bağlamında doğrudan
politik göndermeler yapılmıştır. Zaten Devrimci sinemacıların amacı, sinema yaparak halkı
aydınlatmak, onların politikleşmelerine katkıda bulunmak ve onları eyleme geçirmek
olmuştur. Bu bağlamda, Devrimci sinemacılara kadar, Türk Sineması’nda politik temaları bu
kadar açıkça kullanan bir sinema anlayışı görülmemiştir.
Halk Sinemasından Ulusal Sinemaya
Ulusal sinema kavramından önce Halk sineması kavramı ortaya atılmıştır ve halk sineması
“halka dönük sinema” olarak nitelendirilmiştir. Bu akımı savunanlara göre devlet tiyatroya
gösterdiği ilgiyi sinemaya göstermemiştir ve Türk Sineması kendi olanaklarıyla gelişmek
zorunda kalmıştır. Özellikle Türk Sineması seyircisinin desteğiyle ayakta durabilmiş ve buna
bağlı olarak da halk sinemasının işlevi, seyircinin istedikleri ve gereksinimleri doğrultusunda
film yapmak olmuştur. Yeşilçam’a düşen görev halkın büyük çoğunluğunun özlemlerini
gerçekleştirmektir. Oysa bu filmler halkı bilinçlendirmeye yönelik, toplumsal ve siyasal
kaygılar taşıyan filmler değil, tam tersine halkı eğlendirici ve oyalayıcı, günlük boşalımını
sağlayıcı isteklerden oluşmuştur. Halit Refiğ’in (1971, s. 87) Halk sineması tezi şöyledir:
Türk Sineması yabancı sermaye tarafından kurulmadığı için emperyalizm sineması, milli
kapitalizm tarafından kurulmadığı için burjuva sineması, devlet tarafından kurulmadığı için
devlet sineması değildir… Türk Sineması Türk halkının doğrudan doğruya film seyretme
ihtiyacından doğan ve sermaye değil emeğe dayanan bir sinema olduğu için halk sinemasıdır.
Halk Sineması bazı budalaların yazdığı gibi ne aklının ekonomik refahının gerçekleştirmesine
fikir ve estetik planda destek olan sineması ne de emekçi sınıfların ağırlığını koyduğu, giderek
insanlığın sinema ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş bir sinemadır. Bu teknik tanımlardan
birisi halkçı sinema, ikincisi ise bir devlet sineması için yapılabilir.
Halit Refiğ’in bu tanımlamasından yola çıktığımızda Türk Sineması’nın sosyoekonomik yapısı, işçinin yapımcıya, yapımcının işletmeciye, işletmecinin ise seyirciye (halka)
bağlı olduğu bir zincir gibidir ve her biri diğerine bağlıdır. Bu filmler gerçek sermayelerle
değil, işletmecilerden alınan avanslarla yapıldığı, yani halkın parasıyla çekildiği için, ne
devlet sineması ne de bir sınıfın sinemasıdır. Yani filmler her yönüyle halkın zevklerini duygu
ve düşüncelerini içermek zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır.
Sinemaya Toplumcu Gerçekçi olarak başlayan Halit Refiğ, bir süre sonra fikirlerini
değiştirmiş ve toplumcu gerçekçi filmler yapmaktan vazgeçmiştir. Halit Refiğ, halkçı sinema
yapmaya başladığı dönemlerde, Toplumcu Gerçekçi anlayışta çektiği filmlerini sakat şeklinde
değerlendirmiştir, böylece o dönem yapmış olduğu işleri reddetmiş ve batı özentisi bir
dönemden vazgeçildiği şeklinde yorumlamıştır. Refiğ’e göre; Türk halkı, Toplumcu Gerçekçi
yönetmenler tarafından yanlış değerlendirilmiş, toplumcu gerçekçiliği yanıltma olarak görmüş
ve buna bağlı olarak da kendi öz değerlerinden kopmuş bir sinema (Scognamillo; 1998, s. 52)
olarak yorumlamıştır. Refiğ, Toplumcu gerçekçi ya da batı etkisindeki Türk yönetmenlerin,
1
Bazı kaynaklar Yılmaz Güney’in “Seyithan”(1968) filmini, bazıları da “Umut” (1970) filmini Devrimci
sinemanın ilk pratiği olarak yorumlamıştır.
6
Türk toplum yapısıyla ilgili yapmış oldukları analizleri geçersiz olarak nitelendirmiş, batılı
terimlerle Türk toplum yapısının açıklanamayacağını ve toplumsal değerler açısından
birbirlerinden tamamen farklı olduklarını savunmuştur. Bundan dolayı Türk Sineması
kaynağını Türk kültürüne ait kaynaklardan almalıdır. Refiğ (1971, s. 88), “Ulusal Sinema
Kavgası” adlı çalışmasında bu konuyla ilgili şunları belirtmiştir:
Sinemanın kapalı ekonomik yapısı onu Türk sanatlarıyla kaynaştırmıştır ve daha da
kaynaştırmalıdır. Bunlar, Anadolu halk resimleri, Türk halk hikayeleri, meddah, ortaoyunu ve
Karagöz gibi geleneklerimiz ve kültürlerimizdir. Tüm bu sanatlar gibi Türk Sineması da fazla bir
değişime açık değildir. Çünkü Türk toplumu batılı olmuş bir toplum değildir.
Scognamillo (1998, s. 53) halk sinemasını ideolojik bir kuram olmaktan çok ekonomik
ve estetik bir kuram olarak değerlendirmiştir. Her ne kadar birbirleriyle aynı olmasalar da
Yeşilçam sinemasını önemsemiş ve Yeşilçam’ın halk sinemasının oluşmasında önemli
katkılarının olduğunu savunmuştur. Böylelikle estetik ve ekonomik kriterler göz önüne
alındığında Halk sinemasının temellerinde Yeşilçam sinemasının varlığı kabul edilmiştir
(Refiğ: 1971, ss. 90-91). Ama bir süre sonra Halk sineması da içinde bulunulan dönemin
ruhuna uygun olarak yozlaşmıştır. Böylece ulusal niteliği yitirilmiş ve birbirinin aynısı olan
filmler yapılmıştır. Bu da onun sonunu getirmiştir.
Başını Halit Refiğ ve Metin Erksan’ın çektiği yönetmenlerin ortaya attığı Halk
sineması tezi, Ulusal sinema tezinin öncülüdür. Halk sinemasıyla ortaya atıkları bu
düşünceleri, Ulusal sinemayla beraber teorileştirmişler. Ulusal sinema görüşü, 1966-1967
yıllarında, Yeşilçam’ın halkı sadece eğlendiren ve oyalayan filmlerinin karşısına teorik
altyapısı Metin Erksan, Halit Refiğ gibi yönetmenler ve Türk Film Arşivi gibi kurumlar
tarafından oluşturulan bir akım olarak çıkmıştır. Prof. Dr. Jur. Alim Şerif Onan (2001, s. 240)
“Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabında Ulusal Sinema Akımını destekleyenlerin
hangi tezle ortaya çıktıklarını şöyle belirtmektedir:
Türk insanının bin yıllık kültürünün oluşturduğu bir davranış bütünlüğü, kendi sorunlarını
vurgulamada kendine özgü bir deyiş özelliği vardır. Sinemada bu özelliği belirleyen bir görsel
anlatım aracı olmalıdır. “Nasıl bir Fransız Sineması, bir Amerikan Sineması, Bir İngiliz
Sineması, Bir Hint Sineması ya da Japon Sineması varsa, sessiz olarak gösterildiğinde bile kendi
özelliklerini belirleyen bir Türk Sineması ortaya koymakla ancak Ulusal sinema yaptığımızı
savunabiliriz” diyorlardı bu görüşü destekleyenler.
Ulusal sinema yaklaşımı, hem toplumcu gerçekçi sinemaya, hem de sonrasında gün
geçtikçe yozlaşan halk sinemasına bir tepkinin ürünü olarak doğmuştur. Ama ulusal sinema
yaklaşımını özü itibariyle, Sinematek’in başını çekmiş olduğu batılı anlayışta film yapımına,
tepkinin bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. Çünkü batılı anlayışta yapılan sanatsal
üretimlerin halktan kopuk olduğu ve Türk ulusunu yansıtmadığı eleştirisi sıklıkla işlenmiştir.
Bunun karşısına ise, emperyalist yayılma karşısında ulusal bağımsızlığı temel alan ve
emperyalizmi sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir bağlama da oturtan bir tezle
ortaya çıkmışlardır. Türk Sinemasının ulusal hedeflere ulaşmak için milli kaynaklardan ve
halkından başka bir desteğinin olmadığını savunmuşlardır (Sağıroğlu; 1966, s. 29). Eğer
halktan destek gelmezse, bilinçli bir devlet politikası güdülmeli ve yaşatılmalıdır (Refiğ;
1971, s. 92).
Ulusal Sinemacılar kendi tezlerine bilimsel bir altyapı bulmak için, Kemal Tahir’e
sarılmışlardır. Ulusal Sinema yanlıları Türk toplumunun Orta Asya’dan getirdiği kültürü,
kendi bünyesinde erittiği ve başkalaştırdığı İslam kültürüyle de yoğurarak, geleneklerin ağır
bastığı ortamda belirli siyasi ve toplumsal bilince ulaşması gerektiğini, içinde bulunduğu
ekonomik sorunları da bu bilinç içinde çözümlemesi gerektiği savıyla yola çıkmışlardır.
Özellikle Kemal Tahir etrafında toplanan Ulusal Sinemacılar, tüm sanatlar için ulusallığı
savunmuşlardır.
7
Ulusal Sinemacılar arasında Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz Batıbeki,
Duygu Sağıroğlu… gibi birçok yönetmen gösterilse de bu grup homojen bir yapıya sahip
değildir. 1960’lı yıllarda yapmış oldukları filmler, ideolojik olarak yekpare olmasa da
kullanmış oldukları dilin benzerliği sayesinde Ulusal sinema akımı içinde yer almışlardır.
Engin Ayça (Atam ve Görücü; 1994, s. 49) Görüntü dergisinde yaptığı röportajda bu grubu
şöyle değerlendirmiştir:
Diyelim ki Akad, bu fikirleri benimsemiştir, o eğilimlere yakındır ama militanı değildir. Aynı
şekilde Yılmaz ve Erksan da. Bunları konjüktür içinde bir araya gelmiş belli çizgi etrafında
buluşmuş insanlar olarak görmek gerekiyor. Bazıları ulusal lafını tutmuştur bazıları da milli
lafını. Aralarında farklar vardır, ama ikisi de Sinematek’in batılı düşünüşüne karşıdır.
1960’ların sonundan itibaren ulusal sinema akımı etkisini giderek kaybetmiş ve yerini,
bir anlamda devamı olan, milli sinema akımına bırakmıştır. Teorik olarak aynı kaynaklardan
beslenen Ulusal ve Milli sinema akımlarında ideolojik bir ayrım söz konusu olmuştur. Ulusal
sinemacıların Osmanlıcı ve Kemal Tahir etkisinde geliştirmiş olduğu anlayışın karşısında,
Milli sinemacıların Osmanlıcı olmanın yanında, dini motiflere daha fazla atıf yapan ve
milliliği de dinsel motiflerle ören anlayışı bulunmaktadır (Aydın; 1997, s. 18). Bu iki anlayış
ilk başta birbirlerine mesafeli yaklaşmış olsalar da, Batılı anlayışı simgeleyen Sinematek
karşıtlığı noktasında birleşmişlerdir.
Türk Sinemasında İşçi Temsili
Türk Sinemasında işçi temsili iki şekilde olmuştur. İlki, ana karakterin işçi olduğu ama bu
durumun melodramik öykü içinde sadece arka planda kaldığı ve ana öyküye yan öykü
katabilecek nitelik kazandırdığı filmler (ki bunların sayısı yüzlercedir ve toplumsal bir bilinç
aşılama noktasında son derece zayıftır), ikincisi ana karakteri işçi olmakla birlikte iş, işçi ve
işveren temelli sorunları önceleyen ve var olan ekonomik sistemi eleştiren filmler; yani
işçilerin ana karakter olduğu ve işçi sorunlarına değinen filmler. Bunun dışında ikincil
karakterlerin işçi olduğu filmler de bulunmaktadır, ama konu yukarıda belirtilen ikilikler
bağlamında ele alınacaktır. Türk Sinema tarihinde işçi temsili konusuna bakıldığında 1960
öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmak gerekmektedir.
1960 Öncesi Türk Sinemasında İşçi Temsili
Türk Sineması’nda işçinin ele alınması ve onun sosyo-ekonomik sorunlarına yönelik filmlerin
yapılması için öncelikle sansür mekanizmasının aşılması gerekmiştir. Özellikle 1950
öncesinde Türk Sineması’ndan ziyade Türkiye’nin konumu göz önüne alındığında işçi
haklarını savunmanın dahi çok zor olduğu koşullardan geçilmiştir. Çünkü işçi haklarına dair
bir şeylerin yapılması ideolojik bir yaklaşımı da beraberinde getirmek zorundadır. Türk
Sineması’nın ilk yıllarında egemen ideolojinin dışında filmler yapmanın mümkün olmadığı
göz önüne alındığında, işçi ya da bir başka toplumsal sorunu işleyen filmin yapılmasının
zorluğu daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Nezih Coş (1974, s. 5) dönemi şöyle
değerlendirmiştir:
İşçinin kendi doğal hakları yasaklanırken, ‘işçi’ sorunlarından söz eden filmlerin yapımı oldukça
güçtü. Grevin suç sayıldığı, işçilerin örgütlenmelerinin durdurulmuş bulunduğu Cumhuriyet
yıllarında ve sonrası sesli sinema döneminde, tek sinemacımız Muhsin Ertuğrul’un polis
sansürünü aşıp da ‘tabu’ olan işçi sorunlarına yaklaşmaması, hele sinemanın henüz başladığı
yıllar olduğu düşünülürse doğaldı.
Bu durum tabi ki, sadece sinemayla sınırlı kalmamaktadır. Sanatın her alanında
toplumsal konular göz ardı edilmiştir. Özellikle bu dönemde toplumcu gerçekçi bir edebiyatın
8
eksikliği kendini göstermiştir. 1950lerle birlikte sinemacılar döneminin başlaması, Türk
Sinemasının olgunlaşmasında oldukça önemlidir, çünkü Türk Sineması yavaş yavaş bir dil
oluşturma kaygısı gütmüştür, ama yine de toplumsal anlamda işçi sorunlarına değinen
filmlere pek rastlanmamaktadır. 1953 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönetmiş olduğu “Halıcı
Kız” filminde Heyecan Baran halı tezgâhında çalışan dokuma işçisi olarak görülmektedir. Bu
kapsamda 1950’li yıllarda işçi temasını fon olarak da olsa işleyen ilk film “Halıcı Kız”dır.
Ama babası tarafından halıcı tezgâhından uzaklaştırılmıştır. Toplumcu köy edebiyatının
oluşmasına paralel olarak, köy sorunlarını işleyen filmlere yine bu dönemde rastlanmaktadır.
Özellikle 1952 yılında Metin Erksan’ın yönetmiş olduğu “Âşık Veysel’in Hayatı/Karanlık
Dünya” o döneme kadar ki Türk Sineması düşünüldüğünde köy yaşamını bir sorun olarak ele
almak gayretini gösteren ilk film olmuştur (Scognamillo; 1973, s. 10). Bunun dışında güncel
siyasi konulara değinilmiş, particilik tartışmaları, Kurtuluş Savaşı dönemi ve Kore Savaşına
dair filmler yapılmıştır (Coş; 1974, s. 5).
1960 Sonrası Türk Sinemasında İşçi Temsili:
Çalışmada daha önce de belirtildiği gibi, Türk Sineması’nın toplumsal konulara eğilimi 1960lı
yıllarda artmaktadır. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, sonrasında yeni anayasanın kabulü,
sansürün sınırlandırılması, toplumsal özgürlükler noktasında alınan ivme, sol düşüncenin daha
gür bir biçimde dillendirilmeye başlanması ve askeri darbe sonrasında tam da nerede olduğu
anlaşılamayan, netleşemeyen ideolojik durum, Türk Sineması’nın 1960 sonrasında geçirmiş
olduğu evrimde oldukça önemli yer kaplamaktadır. Rıza Kıraç (2008, s. 64) dönemi şöyle
değerlendirmektedir:
Sol düşüncenin dillendirilmeye başlanmasıyla birlikte, Yeşilçam’da (özellikle köylü
edebiyatından uyarlamalarla) ‘iktidarların’ henüz netleşmeyen politik ideolojik perspektiflerine
‘ters düşen’ konularda filmler yapılmaya başlandı. Buradaki gariplik, iktidar partilerinin ve
askerlerin ideolojik tutumlarının belli kriterlerinin olmaması, olamamasıdır. Sinemacılar bu
konuda bürokrasiyi ve sansür kurumlarını süreç içinde eğitti. Mizah gibi görünse de bu tarihsel
bir gerçektir.
1960 sonrası yeni anayasayla birlikte işçilerin grev, lokavt gibi hakları kazanmış
olmasının yanında siyasal bir örgüt olarak Türkiye İşçi Partisinin kurulmuş olması, Türk
siyasal yaşamındaki en önemli dönüm noktalarından birisini oluşturmaktadır. 1960 darbesiyle
birlikte sinemacıların politik bir yapılanma etrafında birleşmeye başladıkları görülmektedir.
Özellikle batıda ve üçüncü dünya ülkelerindeki sol/sosyalist hareketlerin politik yapılanmada
oynamış olduğu rol çok önemlidir. Bu sayede özgürlük, eşitlik, sosyal adalet, iş, işçi, sendika,
grev gibi temalar Türk Sineması’nda karşılığını bulmaya başlamıştır. 1963 yılında kurulan
SİNE-İŞ (sinema işçileri sendikası) sonrasında Ar Film Stüdyolarında gerçekleşen grev ve
1964 yılında çekilen ilk grev filmi olan “Karanlıkta Uyananlar” Türk Sinemasının izlemiş
olduğu politik süreci özetlemesi bağlamında oldukça önemlidir (Kıraç: 2008, s. 78).
Türk Sinemasında işçi temsilleri özellikle 1960 ile 1965li yıllar arasında kendini
göstermiştir. Bu yıllar arasında iki türlü işçi temsili söz konusudur: İlki yan kahramanı işçi
olan filmler, ikincisi de ana kahramanı işçi olan filmler.
Yan kahramanı işçi olan filmlerde işçi, ana hikâyenin içinde yan karakter olarak
bulunmakta ve işçi sorunlarına çok az değinilmektedir. Mesela Memduh Ün’ün “Ayşecik”
filminde işçi özelliği yaşlı baba da toplanmıştır. Atıf Yılmaz’ın “Ayşecik Şeytan Çekici” de
anne-babası ayrı olan Ayşecik’e fabrikada işçi olarak çalışan babası bakmaktadır. Bu
filmlerde popülist bir çizgi izlenerek çocuk kahramanlar çerçevesinde işçi aileler anlatılmıştır.
Ama, bunlar tam anlamıyla iş-işçi sorunlarını ele alan filmler değildir. Atıf Yılmaz’ın Orhan
9
Kemal’den uyarlamış olduğu “Suçlu” adlı filmde İstanbul’un varoşlarında yaşayan bir ailenin
öyküsü filme aktarılmış ve filmde işçi olarak yaşlı ve alkolik baba gösterilmiştir.
İşçinin yan kahraman olarak alındığı filmlerin bir bölümünde işçi sorunlarından
ekonomik olanlara vurgu yapılmıştır. Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi” (1960), Halit
Refiğ’in “Şehirdeki Yabancı” (1963) … gibi filmler toplumsal gerçekçilik akımının önemli
temsilcileri olarak görülmüştür. Bunların dışında 1962 yılında Metin Erksan’ın “Acı Hayat”
filminde Kasımpaşa Tersanesi’nde çalışan bir kaynak işçisi olarak Ayhan Işık’ı görmek
mümkün olmuştur. Fakir işçinin bir piyango biletiyle zengin olup sınıf atlaması gerçeklikten
uzak bir dille aktarılmıştır. Orhan Nevzat Pesen’in 1962 yılında John Steinbeck’in “Fareler ve
İnsanlar” adlı romanından uyarladığı “İkimize Bir Dünya” adlı filminde Orhan Günşiray ve
Kadir Savun inşaat işçisi rollerini oynamıştır.
Ana kahramanı işçi olan filmlerin başında gelen, Memduh Ün’ün 1961 yılında çektiği
“Kırık Çanaklar”, Ertem Göreç’in 1961 yılında çektiği “Otobüs Yolcuları”, yine Ertem
Göreç’in 1964 yılında yönettiği “Karanlıkta Uyananlar”, Atıf Yılmazın sinemaskop tekniğiyle
çektiği “Toprağın Kanı”, Ertem Göreç’in “Yiğit Yaralı Olur”, Duygu Sağıroğlu’nun
“Bitmeyen Yol” filmleri, 1960lı yılların ortalarında birer “tatlı su kahramanları” olarak değil
de, gerçeklerden yola çıkarak toplumsal sorunları, daha özgün konular içinde işçileri ve işçi
sorunlarını işleyen filmler olmuşlardır.
Araştırma İçin İncelenen Filmler
Kırık Çanaklar
1961 yılında Memduh Ün’ün, Edmon Morris’in “Tahta Çanaklar” adlı tiyatro eserinden
sinemaya uyarladığı film, konunun ele alınışı itibariyle kendisinden sonra çekilecek birçok
filme kaynak oluşturması bakımında önem taşımaktadır. Filmde yoksul bir işçi ailesinin bir
komşu kadının dedikodusu yüzünden dağılıp, sonra da gerçek anlaşılınca bir araya geliş
öyküsü melodramik öğelere dayanılarak anlatılmıştır. Filmin ana karakteri Cemal bir işçi
sınıfına dâhildir. Ama ne Cemal’in bir işçi statüsünde fabrikada kamyon şoförü olarak
çalışması, ne de Cemal tarafından evden kovulan karısı Sabahat’in bir fabrikada çalışması
filmin ana konusunu oluşturmamaktadır. Filmin içinde işçilerin sorunlarına (az para kazanma,
iş güvenliği… gibi) ve patron/işçi ikilemine değinilmiş olsa da, bu durum film içinde çok
fazla yer tutmamıştır. Filmin temel izleğinde aile içi sorunlar, evlilik, namus gibi konular
bulunmaktadır. Bütün bu konular filmin dramatik yapısının temelini oluşturmaktadır. İşçi
sorunları ise dramatik yapının güçlenmesinde yan unsur olarak göze çarpmaktadır. Cemal ile
patronun sürtüşmeleri sınıfsal bir temelden uzak olarak, Cemal’in kişisel/psikolojik
özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Vitesi tutmayan kamyon son anda durarak büyük bir kazadan atlatılmıştır ve Cemal
kamyondan inerek “kabahat benim değil beni bu hurda makineyle yola çıkaranın” diyerek
patronuna atıfta bulunmaktadır. İnşaata iş yerine geldiğinde oradakilerle dertleşip, durumu
ifade ederken kâtip efendi “son günlerde senin dilin çok uzadı” diye tehdit etmiştir. Bunun
sonucunda tartışmaya başlamışlar, son olarak da kâtip efendi Cemal’e; “beğenmiyorsan çeker
gidersin” sözünü söylemiştir. Bunun üzerine iki taraf birbirine girerek kavgaya
tutuşmuşlardır.
Filmde Cemal ve Sabri karakterleri iş koşullarının kötülüğünden rahatsızlık duyup,
bundan dolayı isyan etmek isteyen, ama çevresindeki diğer işçiler tarafından işten atılma
korkusundan dolayı, sürekli engellenen işçi profilini sergilemişlerdir.
10
Karanlıkta Uyananlar
Türk Sineması’ndaki işçi temsilini en iyi biçimde sunan ve kendisinden sonraki birçok filme
ilham kaynağı olan “Karanlıkta Uyananlar” filmi, 1964 yılında Ertem Göreç tarafından
çekilmiştir. Türk Sineması açısından düşünüldüğünde işçi, grev, sendika gibi konularda
yapılmış olan tek dürüst ve başarılı sinema örneği olarak betimlenmiştir (Coş; 1974, s. 14).
Filmin ismi, güneşin doğuşuyla fabrikalarda çalışmaya giden insanları ifade etmesi
bağlamında “Karanlıkta Uyananlar” olmuştur. Film bir işçi kahramanının değil, topyekûn
boya fabrikasında çalışan işçilerin öyküsünü anlatmaktadır. Türkiye’de işçi sınıfı üzerine
yapılmış ilk film olma özelliğini taşımaktadır. Filmde bir boya fabrikasında çalışan işçilerle,
babasının ölümünden sonra işin başına geçen ve işçilerden yana olan genç bir patronun
öyküsü anlatılmaktadır.
Film bir boya fabrikasında çalışan işçilerin dayanışmasını ve dayanışmayla birlikte
sınıf bilincinin ortaya çıkmasını anlatmaktadır. Filmde fabrika sahibinin işlerini görmek için
meclisi devreye sokması, vergi kaçırmak için yaptığı sahtekârlıklar, gerçekçi ve yalın bir dille
anlatılmaktadır. Filmde fabrika sahibi Şeref kendisi de işçilikten fabrikatörlüğe yükselmesine
rağmen, işçileri hor görmüş, diğer fabrikatörlerle rekabet edemeyince iflas edip ve kalp krizi
geçirerek ölmüştür. İşçiler, alacaklı firmaların kapıya dayanmasına engel olup ve fabrikayı
işgal etmişlerdir. Artık kendileri yönetecek, kendileri üretecek ve içeride kalmış alacaklarını
böylece tahsil edeceklerdir.
Filmde bir boya fabrikasında daha önce söz verilmesine rağmen ücret zamlarının
gerçekleşmemesi ve sendika üyesi olan işçilerin işten çıkarılması, geriye kalanların ise işten
atılma korkusuyla sendikaya girmekten çekinmeleri, başta Nuri Baba olmak üzere işçilerin
greve gitme kararı almaları, patronun işçilerin arasına ihbarcıları yerleştirmiş olması, patronun
oğlu Turgut’un işçi mahallesinden arkadaşlarıyla kurmuş olduğu yakın dostluğun babasının
ölümünden sonra fabrika başına geçmesiyle sonuçlanmasına bağlı olarak bozulması,
Turgut’un yakın arkadaşı ve aynı zamanda fabrikada işçi olan Ekrem’in işçileri sendikalı
olmaya ve greve katılmaya ikna etme çabaları ve sonunda iş yerinde grevin başlaması ve sarı
sendikacılık son derece başarılı bir biçimde işlenmiştir.
Filmle ilgili bir diğer ayrıntının ise, halktan birçok oyuncu kullanılmasının yanında,
filme 1960 sonrası kurulan sendikalar tarafında gönüllü olarak destek verilmesi ve figüran
açığının bu şekilde giderilmesi olduğu görülmektedir. Bununla birlikte filmde 1960ların
İstanbul’unda çok kültürlü bir toplum yapısının olduğunu gösterilmeye çalışılmıştır. Özellikle
Rum, Yahudi ve Ermeni yurttaşların varlığı, filmde isimlerden yola çıkılarak ulaşılabilecek
bir diğer önemli unsuru oluşturmakta ve hepsinin en büyük endişesinin bir gün işsiz kalabilme
korkusu olduğu gösterilmektedir. Film, sınıfsal dayanışma içinde etnik grupların hiçbir
öneminin olmadığını vurgulaması bağlamında oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Vedat Türkali, Ertem Göreç ikilisinin işçi üzerine kurulmuş olan sömürü
mekanizmasından yola çıkarak ülkenin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi ve dışa bağımlı
hale getirilmesi de dâhil olmak üzere, birçok sorunu gündeme getiren filmin sonunda
vurgulanan konunun, işçi sınıfının birliği olduğu görülmektedir. Bu birlik içte ve dışta işçi
sınıfını sömürenlerin yenilmesi ve işçi sınıfının kazanması anlamına gelmektedir. Bu film,
dışa bağımlı sermayecilere karşı erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, çocuğuyla dayanışma içinde
olan, grev yapan ve haklarını sonuna kadar savunan “ ‘bu milleti soymaya, köle etmeye
gelenlerin karşılarında biz varız …’ diye haykıran bir sınıfın bilinçlenme hikâyesidir…”
şeklinde özetlemek mümkündür (Coş; 1974, s. 14).
Vedat Türkali’nin senaryosu; sınıf çatışması, yerli ve yabancı sermaye ayrımı,
sendikal örgütlenme ve grev… gibi, sadece filmin çekildiği 60’larda değil bugün bile üzerinde
11
rahatça konuşulamayan konular hakkında cesur bir izleğe sahiptir. Nitekim Türk Sinemasının
bu ilk işçi hareketi yahut grev filmi yasaklanmış ve ancak bir takım müdahalelerle sınırlı bir
gösterim imkânı bulabilmiştir. Filmin sonunda bilinç ve özgüven kazanarak, kapitalizme karşı
kenetlenen işçiler üzerinden 68 kuşağının itirazcı, gerektiğinde düzene karşı duran, ezilen ve
sahipsiz kalanın yanında yer alan karakteristiği yansıtılmıştır.
Bitmeyen Yol
Duygu Sağıroğlu’nun 1965 yılında yönetmiş olduğu “Bitmeyen Yol” filmi Türk Sineması’nda
Anadolu’dan büyük kente göç eden işçi temsilini en iyi biçimde yansıtma özelliğine sahiptir.
Altı kişiden oluşan grubun Haydarpaşa’dan itibaren başlayan serüvenleri toplumcu gerçekçi
bir dille sinemaya yansıtılmıştır. Köyden kente göç eden ve köyde artık karınların
doymayacağını düşünen bir grup insanın görüntüsü yakın çekimde verilmiştir. Büyükşehir’in
yüzlerinde yaratmış olduğu şaşkınlık ifadesine dikkat çekilmek istenmiştir. Köyden gelenler
İstanbul’un gecekondu mahallelerinde hemşerilerinin yanlarına gidip orada iş aramaya
başlarlar. Filmin sonunda ana kahraman Ahmet iş ararken kendisine kötü davranan
işverenlerden birisini öldürür ve hapse düşer.
Filmde başta işsizlik teması olmak üzere, kır-kent ayrımı; katı, kopuk, bencilce
yaşanan ilişkiler, birbirlerini ezerek iş bulmaya çalışan işsizler ordusu, işçilerin çalışma
koşullarının zorlukları, işverenin gözünde işçinin durumu, işçi haklarının savunul(ama)ması,
makineleşme, yabancılaşma, sendika, sigorta… gibi konular işlenmiştir. Sağıroğlu büyük
kentin işçilerinin hikâyesini, çok fazla sulandırmadan, Türk Sinemasında bir çok örneğin içine
düştüğü gibi melodrama kurban etmeden, olabildiğince somut ve gerçekçi bir dille izleyiciye
verebilmiştir (Coş; 1974, s. 12). Özellikle filmin başında bir gecekondu semti görüntülenmiş
ve oradaki evlerden birinde yaşayan Güllü Bacı’nın evinde son bulmuştur. Makal’ın
(1987:34) deyimiyle “kamera, önceleri yeni sanayi bölgeleri içinde oluşan, sonraları her yerde
ortaya çıkan, fakat henüz büyük bir oylum gösteremeyen gecekondu ve burada yaşananlara ilk
kez bu denli yakın plandan bakmaktadır.” Film de Güllü Bacının kızlarından gündelikçi
Fatma’nın sınıf atlama özlemini verirken, Fatma’nın evin hanımının kıyafetlerini giyip,
makyaj yapması, küçük bir tekstil atölyesinde çalışan Cemile’nin diktiği kıyafete göz ucuyla
bakması ve ürettiği şeyi hiçbir zaman giyemeyeceğini bile bile hala bu işi yapıyor olması,
yani ürettiği ürüne yabancılaşması İtalyan Yeni Gerçekçiliğine has son derece yalın bir dille
verilmiştir.
Filmde değinilen bir diğer durum ise dış göçtür. Özellikle Cemile’nin kocasının
Almanya’dan yazdığı mektup sahnesi ve Ahmet’in İstanbul’da iş ararken “İş ve İşçi Bulma
Kurumu”‘ nun yanından geçerken yurtdışına işçi gönderen bir iş takipçisi tarafından yolunun
kesilip, onu belli bir miktar para karşılığında Almanya’ya gönderebileceğini söylemesi bu
durumun en iyi örneklerinden birisi (Makal; 1987, s. 34) olmaktadır.
Filmde dikkati çeken bir diğer bölüm ise Ahmet’in iş ararken yola yazılmış olarak
gördüğü Türk İş’in “Petrol millileştirilecektir” sloganıdır. Ama hemen arkasından mobil
firmasının petrol taşıyan tanker görüntüsü gelmektedir. Sendikaların ne demek istediğini
anlatan en güzel örneklerden başında gelmektedir. Bir diğer önemli husus da sonrasında Milli
sinema akımı içinde yer alacak olan Duygu Sağıroğlu’nun ideolojik olarak gideceği yönü
göstermesi bağlamındaki önemidir.
Filmde işçi görüntülerine sıkça yer verilmiştir. Bunlar özellikle küçük ölçekli
atölyelerde çalışan işçilerin gerçek görüntüleridir ve hiçbir müdahale yapılmadan (belgesel
edasıyla) gösterilmiştir. Özellikle genç ve çocuk işçilerin çokluğu dikkat çekmektedir.
İnşaatlarda çalışanlar, hamallar, tamircide çalışanlar, demir taşıyanlar, ayakkabı boyayanlar…
12
gibi bir çok işçi figürü film içinde gösterilmiştir. Seçilen bu kareler kapitalizmin ilkel
koşullarının Türkiye’de nasıl yaşandığını göstermesi bağlamında önemlidir. Filmin sonunda
Ahmet’in fabrikatörü öldürüp, hırsızlık yapmaya yönelmesini manidar bulan Nezih Coş
(1974, s. 12) şunları belirtmiştir; “Bu şematik sonuç, bireysel düzeyde dahi çözüm değildir,
ama herhalde düşündürücüdür ve en azından bir tavır olarak yerinde bir etki gücü sağlar. Yol
Bitmemiş’tir, gelecek yolların ağzında işçi köylü Ahmetlere, güllü Bacı’nın gecekondusunda
okuma öğrenen küçük Osman gibiler de katılabilecektir.”
Sonuç
Türk sinemasında işçi temsillerine genel olarak baktığımızda, başarılı olarak görebileceğimiz
birkaç örneğin dışında dönemin popülist politikalarına paralel olarak yapılan, içleri
boşaltılmış, ideolojik yönden saptırıcı, sosyo ekonomik problemleri göz ardı eden melodramik
ve polisiye öğelerle takviye edilmiş daha çok yan karakterler ya da yan temalar üzerinden işçi
sorunlarını ele alan filmler yapılmıştır. Türkiye’de gerçek anlamda bir işçi sınıfının
oluşamaması bu durumunun en önemli nedenidir. Bununla birlikte ele alınan dönem
düşünüldüğünde sol/sosyalist hareketlerin etkilerine ve dünyadaki sol/sosyalist siyasetin
gelişmesine rağmen, Türkiye’deki yansıması geçmişe göre ümit verici ama olması gerekenden
çok uzak olduğu görülmektedir.
İncelenen filmlerde Cemal (Kırık Çanaklar), Ekrem (Karanlıkta Uyananlar) ve Ahmet
(Bitmeyen Yol) karakterlerinin işçi temsilleri olarak görülmektedir. Cemal karakteri (Turgut
Özatay) mesleğinin fabrikada işçilik olmasının dışında, Türk toplumundaki erkek
karakterlerden bir farkı görülmemektedir. Film, ikili ahlak anlayışı, toplumda kadına ve
erkeğe atfedilen roller … vb. açısından geleneksel ataerkil ideolojinin devamlılığını
sağlamaktadır. Ekrem karakteri (Beklan Algan) Karanlıkta Uyananlar filminde güçlü,
sendikalaşmaktan yana, dayanışmaya inanan, sınıf bilincine sahip, kitleleri etkileyen bir işçi
sınıfı temsili olarak tanımlanmaktadır. Filmde işçi karakterin temsili olumlu bir şekilde
sunulmaktadır. Yan karakter olan işçilerde aynı bilince sahip olarak tanımlanmaktadır. Son
olarak Ahmet (Fikret Hakan) karakteri Bitmeyen Yol filminde köyden kente göç etmiş, ezik,
korkak, şaşkın, sınıf bilincine sahip olmayan, kolayca yönlendirilen bir işçi temsili olarak
görülmektedir. Bu anlamda Ekrem karakteri ile zıt özellikler taşımaktadır. Ancak yönetmen
(Duygu Sağıroğlu) izleyicinin Ahmet karakteri ile özdeşleşmesini sağlayarak, ideolojik bakış
açısını, işçi karakterden yana olacak şekilde, ortaya koymuştur.
Seçilen filmlere bakıldığında, daha önce belirtilen karakterin işçi olduğu ama işçi sınıfı
sorunlarına değinmeyen filmlere örnek olarak Kırık Çanaklar filmi gösterilebilmektedir.
Diğer iki filme bakıldığında işçi sınıfı sorunlarının filme konu edildiği ancak Bitmeyen Yol
filminin konuya daha olumsuz/umutsuz yaklaştığı görülmektedir. Bitmeyen Yol ve Karanlıkta
Uyananlar filmlerinin çekim teknikleri, kurgu ve sinemada anlamın oluşturulması açısından
Sovyet Sineması, İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Şiirsel Gerçeklik akımlarından etkilendiği
görülmektedir.
Sonuç olarak, 1960lar Türk Sinemasındaki akımlar dönemin filmlerine yansımaktadır.
Toplumcu Gerçekçi yaklaşımla başlayan, ulusal ve devrimci sinema ile devam eden süreç
Türk Sinemasında toplumsal konulara eğilen ve özellikle işçi karakterleri konu edinen
filmlerin yapılmasını beraberinde getirmiştir. Bu filmlerdeki işçi karakterlerin temsili,
güçlü/güçsüz, etken/edilgen olsa dahi, işçi sınıfına ait sorunların tartışılması için bir zemin
hazırlamıştır. Bunun sonucunda işçilerin sorunları, sınıf çatışması, yerli ve yabancı sermaye
ayrımı, sendikal örgütlenme ve grev… gibi konular Türk Sinemasında ilk örneklerini
13
vermiştir. Daha sonraki dönemlerde Türk Sinema tarihine bakıldığında, işçi temsilleri ve işçi
sorunları anlamında bu dönemi aşan filmlerin çekil(e)mediği görülmektedir.
Kaynakça
Atam, Z. ve Görücü, B. (1994). Türk Sinemasının Periyodizasyonu/ Engin Ayça ile Söyleşi.
Görüntü Dergisi, Sayı:2.
Ayça, Engin (1996), Yeşilçam’a Bakış, Türk Sineması Üzerine Düşünceler, İstanbul: Doruk
Yayınları.
Aydın, M. Ç. (1997). 1960’lar Türkiye’sinde Sinemadaki Akımlar. 25. Kare Sinema Dergisi,
Sayı:21.
Coş, N. (1974). Türk Sinemasında İşçi. Yedinci Sanat Dergisi. İstanbul: Eko Matbaası.
Daldal; A. (2003). Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik: Bir Tanım Denemesi. Birikim
Dergisi, Sayı: 172.
Esen, Ş. (2010). Türk Sinemasının Kilometre Taşları. İstanbul: Agora Yayınları.
Kıraç, R. (2008). Film İcabı Türk Sinemasına İdeolojik Bir Bakış. Ankara: De Ki Yayınları.
Makal, O. (1987). Sinemada Yedinci Adam Türk Sinemasında İç ve Dış Göç Olayı. İzmir:
Marş Matbaası.
Onaran, A. Ş. (1999). Türk Sineması Cilt: I. Ankara: Kitle Yayınları.
Refiğ, H. (1971). Ulusal Sinema Kavgası, İstanbul: Hareket Yayınları.
Sağıroğlu, D. (1966), Türk Sineması Üzerine. Görüntü Dergisi, İstanbul: Robert Koleji
Sinema Kulübü Yayın Organı.
Scognamillo, G. (1998). Türk Sinemasında Tartışmalar/Polemikler/ Kuramlar. Yeni İnsan
Yeni Sinema Dergisi, Sayı:4.
Scognamillo, G. (1973). Türk Sinemasında Köy Filmleri. Yedinci Sanat Dergisi, Sayı: 4.
Uçakan, M. (1977). Türk Sinemasında İdeoloji. İstanbul: Düşünce Yayınları.
Vardar, B. (2006), Türkiye’de Sinemanın Gelişimi ve Ulusal Sinema Tartışmaları, Sinematürk
Dergisi, Sayı: 2.
14