indirmek için tıklayınız

21. Yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Politikadaki Rolü
ve
Küresel Güvenlik
Nejat Doğan*
Özet
Amerikan dış politikası ile güvenlik ve savunma stratejileri Uluslararası İlişkiler disiplinin
çeşitli teorileri etrafında incelenmektedir. Bu teorilerden biri de hegemonik istikrar teorisidir.
Bu teori çerçevesinde ABD’nin sistemde başat olup olmadığı konusu işlenegelmiş ve
Amerikan gücünün unsurları tartışılmıştır.
Ticari ve ekonomik konumu yanında bilim ve teknoloji alanındaki performansı ve kültürel
çekiciliği ile uluslararası kurumlardaki statüsü ABD’nin halen başat ve birincil güç olduğunu
göstermektedir. Çin, Japonya, Rusya ve Avrupa Birliği ABD’ye rakip olarak gösterilmektedir.
Ancak bu aktörler Amerikan gücünü 21. yüzyılın başında yakalamaktan uzaktır. Avrupa
Birliği, güçlü bir “örgüttür”, ama halen devletlerden oluşan bir sistemde yaşamaktayız. Çin,
gerek finansal sistemde gerekse zenginliğin bireylere yansıtılmasında halen sorunlar
yaşamaktadır. Rusya ise yeniden yapılanma dönemindedir ve petrol ile gaz satımının ulusal
ekonomik ve politik kalkınmaya fazla bir katkısı olmadığını Arap dünyasının yüzyıllık tarihi
kanıtlamıştır. Son on yıldaki ekonomik durgunluk ise, Avrupa ülkeleri kadar Japonya’yı da
etkilemiştir. Hindistan ise büyük güç olmaktan halen uzaktır.
Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.
Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale,
uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması,
*
Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
367
uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için
politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma
bunlardan en önemlileridir. Ayrıca, küresel güvenliğin sağlanması yolunda hem diğer büyük
güçlerin hem de bölgesel aktörlerin ve genel olarak tüm devletlerin üstlenmesi gereken bazı
sorumluluklar mevcuttur.
Küresel güvenliğin sağlanması ve güçlendirilmesi yolunda önemli bir konu, dünyadaki
gelişmelerin azımsanmaması ve aşırı uçlardaki teorilerin (realizm ve idealizm gibi)
varsayımlarının gözden geçirilmesidir. Aşırı kötümser veya aşırı iyimser olmaya gerek
bulunmamaktadır; hâlihazırdaki kurumların desteğiyle, elimizdekilerle başlayarak uluslararası
sistemin geliştirilmesi mümkündür ve bu yönde çaba gösterilmelidir.
Anahtar Kelimeler: ABD, Amerikan dış politikası, küresel güvenlik, hegemonik istikrar
teorisi, Çin, Rusya, dünya istikrarı.
Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Amerikan Dış Politikasının Açıklanması
Uluslararası İlişkiler disiplinindeki gelişmelere bakıldığında öyle anlaşılmaktadır ki, belirli
uluslararası ilişkiler teorileri “ABD’nin sistemdeki konumunu açıklayabilme ve bu konumu
savunabilme gücüne göre disiplin içinde yükselmekte veya gözden düşmektedir. Aynı
zamanda, disiplindeki gelişmeler Thomas Kuhn’un bilimdeki değişimin nasıl gerçekleştiği
hakkındaki görüşlerine uymaktadır.1 Uluslararası ilişkiler teorileri disiplininde doğrusal bir
gelişimden ziyade, uzmanlardan çoğunun (her on yılda bir gibi) kısa denilebilecek bir süre
içerisinde “yeni” veya “moda” denilebilecek teorileri benimsediği gözlemlenmektedir.
Böylece disiplinde sürekli bir ‘paradigma değişimi’nden söz edilebilir. Tabii ki bu durum,
varolan teorilerin tamamen ortadan kalktığını değil, artık eskisi kadar benimsenmediğini ve
disipline yeni giren akademisyenler ve öğrencilerin bu teoriler üzerine gittikçe daha az
1
Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Nilüfer Kuyaş (Çev.), İstanbul, Alan Yayıncılık, 2003.
368
araştırma yaptığını göstermektedir. Paradigma değişimini takiben, uzmanların çoğunun
“normal bilim” yaptığı, yani revaçta olan teorileri benimseyerek ABD’nin sistemdeki konumu
ve bu konumu savunma üzerine çalışmalar yaptığı sonucuna varılabilir.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında gerçekçilik (realism), disiplinde başat konuma
yükseldi ve tartışmasız bir şekilde bu konumunu uzunca bir süre korudu. Gerçi işlevselcilik
(functionalism) gerçekçiliğe alternatif akım olarak ilgili dönemde ortaya çıksa da, başat teori
olabilmek için yeterli düzeyde araştırmacının ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir.
Fakat
1950’li ve 1960’lı yıllarda işlevselcilik teorisinin bölgesel düzeyde uygulaması olan yeniişlevselcilik (neo-functionalism) teorisi, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bölgeden uzak tutma ve
Alman gücünü kontrol altına alma gibi Avrupa’yı ortak amaçlar ve çıkarlar etrafında
birleştirme politikasına katkıda bulunmasından dolayı araştırmacıların dikkatini çekmiştir.
1970’li yılların başından itibaren Amerikan gücünün zayıflamaya başlamasıyla birlikte,
hegemonik istikrar (hegemonic stability), karşılıklı kompleks bağımlılık (complex
interdependence) ve rejim (regime) teorilerinin uluslararası ilişkiler disiplininde öne çıktığı
görülmektedir. Bu gelişmeler 1970’li yılların sonunda gerçekçilik akımının yeniden
güçlenmesi yolunda bir tepkiye yol açmıştır; ancak bu tepkinin temelinde Sovyetler Birliği ile
ABD arasındaki politik ve askeri rekabetin artması ile çeşitli coğrafyalarda Sovyetler
Birliği’nin askeri müdahalelerde bulunarak buralarda Amerika’nın etkisinin nispeten
azalmasına yol açmasında yatmaktadır. Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla da, yine liberal
teorilerin ön plana çıktığı görülmektedir. 1980’lerin ortası ile 1990’ların başında özellikle
demokratik barış (democratic peace) teorisinin güçlenmesi rastlantı değildir; çünkü Doğu
Bloğu’nun çekildiği yerlerde demokratik rejimlerin kurularak geliştirilmesi ABD’nin birincil
dış politika amacı ve eylemi olmuştur. Son zamanlarda da, ABD’nin etnik çatışmaları ve
terörizm gibi savaş dışındaki şiddet kullanım yollarını uluslararası istikrara ve kendi ulusal
güvenliğine temel tehdit olarak görmeye başlamasıyla, kültürel çalışmaların uluslararası
369
ilişkiler disiplininde başat konuma yükseldiğini görüyoruz. Tüm bu gelişmeler birlikte
değerlendirildiğinde, uluslararası ilişkiler teorilerinin bir disiplin olarak gelişimi ile ABD’nin
uluslararası sistemdeki konumu arasında ilginç bir paralellik olduğu sonucuna varılabilir.”2
Bu tespitin ötesinde, bugünkü teorik tartışmaların ABD’nin sitemdeki konumu ve küresel
güvenlik açısından açıklayıcı ve politikaların belirlenmesinde yol gösterici bir katkısının olup
olmadığı da irdelenmelidir. Bu açıdan hegemonik istikrar teorisine daha yakından bakmak
faydalı olacaktır. Soğuk Savaş ve özellikle 11 Eylül olayları sonrasında dünyanın tek kutuplu
olup olmadığı ve diğer büyük güçlerin sistemdeki rolleri ve Amerikan gücünü nasıl
“dengeleyebileceği” konuları ön plana çıkmıştır. Aşağıdaki öncelikle hegemonik istikrar
teorisinin ABD’nin sistemdeki konumu hakkındaki tartışmalarına değinilecek, sonra da
ABD’nin diğer büyük güçlerle karşılaştırmalı bir analizi yapılacaktır.
Hegemonik İstikrar Teorisi ve ABD’nin Sistemdeki Yeri3
1960ların sonları ve 1970lerin başlarında ABD’nin uluslararası sistemdeki konumu
“hegemonik güç” üzerinde akademik tartışmaları başlatmıştı. ABD’nin Vietnam Savaşı’nı
kaybetmesi, Avrupalı devletlerin uluslararası finansal rejimlere meydan okuması ve petrol
krizi gibi problemler; uluslararası ilişkiler uzmanlarının hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında
sistemin nispeten istikrarlı olmasının asıl nedenlerini, hem de ABD’nin bu istikrara gerçek
katkısının ne olduğunu irdelemesine yol açtı.
Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), bu sorulara yanıt arayan en önemli akımdı. “Kamu malları”
düşüncesini esas alan HİT,
2
sistemde ancak güçlü bir devlet varsa uluslararası sistemin
Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve Teorilerin
Paradigmasal Değişimi” C. Çakmak, C. Dinç ve A. Öztürk (eds.), Yakın Dönem Amerikan Dış Politikası: Teori
ve Pratik, Ankara, Nobel, 2011, s. 15-16.
3
Bildirinin bu bölümü Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve
Teorilerin Paradigmasal Değişimi” makalesi ss. 21-23’den alınmıştır.
370
açıklığından, diğer bir deyişle liberal politik ekonominin geçerli olmasından söz
edilebileceğini savunuyordu. Bu güçlü devletin, sistemde işbirliği kurallarına uyulması
yönünde yaptırım uygulama yetkinliğine ve isteğine sahip olması gerekiyordu. Tek başına
yetkinlik veya tek başına istek, sistemin açıklığını sağlayamazdı. Hegemonik gücün asıl rolü
de,
işbirliği kurallarına uyan devletleri ödüllendirmek ve karşılığını ödemeden sistemde
belirli hizmetlerden faydalanmaya çalışan devletleri (free riders) cezalandırmaktı. Bu teoriyi
savunanlara göre, rolünü yerine getirebilmek için hegemonik gücün hammadde ve sermaye
açısından zengin olmasının yanında, dünya pazarları ve finansal kurumlar üzerinde
kontrolünün olması ve “değerli mallar” (en ileri teknoloji ve bu teknolojiyle üretilen mallar)
açısından karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olması gerekiyordu.4 Dolayısıyla, uluslararası
ilişkiler uzmanlarını uğraştıran asıl soru, ABD’nin halen bir hegemonik güç olarak kabul
edilip edilmeyeceğiydi. Tahmin edileceği üzere, bu konuda çok farklı görüşler ortaya atıldı.
Örneğin Bruce Russett ABD’nin hala bir hegemon olduğunu öne sürüyordu. “Is Mark Twain
Really Dead?” başlıklı makalesinde Russett, ABD’nin artık bir hegemon olmadığını kabul
eden teorisyenlerin temel hatalarının gücün kaynaklarına odaklanmaları ve fakat sistemdeki
politika çıktılarını gözardı etmeleri olduğunu savunuyordu. Russett’a göre, ABD nispeten güç
kaybetmiş olsa da, sistemdeki politika çıktılarını kontrol etmeye devam ediyordu. Bu
başarının önemli bir nedeni kültüreldi; diğer bir deyişle ABD, Antonio Gramsci’nin
çalışmalarına dayanılarak geliştirilen “kültürel hegemon” tanımına uymaktaydı. Hegemon,
sadece ekonomik ve askeri kaynaklarla değil, kültürünü tüm dünyaya yayıp geliştirmekle de
gücünü ve otoritesini kabul ettirebilirdi. Nitekim Russett’a göre, liberal demokrasi dünyada
4
Robert O. Keohane, After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political Economy, Princeton,
Princeton University Press, 1984.
371
tek model olarak karşımızda duruyordu.5
Diğer taraftan Susan Strange, Russett ile aynı sonuca ulaşsa da, ABD’nin hala hegemon
olmasını farklı nedenlere dayandırıyordu. Strange’e göre, Amerikan gücünün kaynakları
tükenmemişti; teorisyenlerin yaptıkları temel hata, bu gücün kaynaklarına bakmak yerine,
karşılaştırmalı güç analizi (relational power) yapmalarıydı. Tabii ki ABD, 1940lı yıllardaki
gibi uluslararası sistemin tartışmasız tek süper gücü değildi. O yıllarda hemen tüm önemli
güçler yıkıma uğramış ve ekonomileri altüst olmuştu. Dolayısıyla, dönemin verilerini 1940lı
yılların verileriyle karşılaştırarak, ABD’nin güçten düştüğünü öne sürmek yanıltıcı olacaktı.
Strange, gücün yapısının (structure of power) bir devletin sistemdeki pozisyonunu
belirleyeceğini savunuyor ve birbirinden farklı ancak aralarında yakın bir ilişki bulunan dört
adet güç yapısı olduğunu söylüyordu: ticari mal üretimi, finansal pozisyon, güvenlik, bilgi
üzerindeki kontrol. Böylece, dünya gayri safi milli hasılasının eski dönemlerdeki gibi yarısını
üretmiyor olsa da, dünya üretiminin yaklaşık yüzde yirmisine sahip olan, finansal piyasalara
hakimiyeti süregelen, önemli bir askeri güce sahip olan ve temel güç kaynaklarını kontrol
eden ABD, hala sistemin hegemonuydu.6
ABD’nin hala hegemon olduğunu savunan teorisyenlerin kendi aralarında tartıştıkları önemli
bir konu da, ABD’nin halim mi (benign) yoksa tehlikeli (malign) mi bir hegemon olduğuydu.
Kolektif eylem teorisine göre, işbirliğiyle yapılacak herhangi bir eylemde grubun bazı üyeleri
üzerlerine düşen görevleri yerine getirmedikleri halde bu eylemin faydalarından yararlanmaya
5
Bruce Russett. “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or, Is Mark Twain Really Dead,” International
Organization, Vol. 39, No. 2, 1985, ss. 205-231. Bu görüşler, Soğuk Savaş’ın bitiminde de kendini hissettirecek
ve Francis Fukuyama, “tarihin sonu”nun geldiğini ilan ederek, liberalizmin Soğuk Savaş’ı kazandığını ve ABD
liberal demokrasisinin bugün için ve gelecekte artık tek model olduğunu savunacaktı Bkz. Francis Fukuyama,
“The End of History?” The National Interest, Summer 1989, ss. 3-18; The End of History and the Last Man,
New York, Free Press, 1992.
6
Susan Strange, “The Persistent Myth of Lost Hegemony,” International Organization, Vol. 41, No. 4, 1987, ss.
551-574.
372
çalışacaklardır. Diğer bir deyişle, grubun bu üyeleri hegemon tarafından sağlanan mallardan
faydalanırlarken sorumluluklarını yerine getirmeyeceklerdir. Bu durumda hegemonun rolü,
bir yandan sistemde güvenlik ve serbest ticaret rejimi gibi kamusal malları sağlarken, diğer
yandan da sorumluluğunu yerine getirmeyen devletleri bulup gerekli işlemi yapmaktır. Ancak
bu işlem neleri kapsayacaktır? Hegemon bu üyeleri cezalandırıp kamusal mal alanı dışına mı
çıkaracaktır, yoksa siyasal ideoloji gibi sistemdeki diğer etkenler nedeniyle bu üyelerin
yaklaşımını gözardı ederek kamusal mal alanını onlara da mı açık tutacaktır? Kısaca, kamusal
mal alanının sınırı ne olacaktır?
Teorisyenler, ilgili dönemdeki özellikle güvenlik ve savunma alanlarında ABD’nin konumu
ve gereksinimlerini dikkate alarak, ABD’nin “halim” bir hegemon olduğunu savunmuşlardır.
ABD’nin bir yandan kamusal malları sağladığı diğer yandan da gerekli katkıyı yapmayan
devletleri cezalandırmadığı savunulmakta ve bu dış politika yaklaşımının da özellikle iki
kutuplu dünyanın çatışmacı ortamına bağlandığı görülmektedir. Bu yaklaşıma göre,
demokratik liberal bir kültüre sahip ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletleri
işbirliğine özendirmiş ve çatışmaların barışçıl yollardan çözümüne uğraşmıştır. Bu yaklaşımın
temel ögelerinin John Lewis Gaddis’in “We Now Know” başlıklı çalışmasında da özetlenmiş
olduğu görülmektedir. Gaddis’in öne sürdüğü üzere, Soğuk Savaş döneminde her iki süper
güç de bir çeşit “imparatorluk” kurmasına rağmen, Sovyet İmparatorluğu güç ve baskı ile
Amerikan İmparatorluğu ise diğer devletlerin davetiyle kurulmuştu. ABD, Avrupa’da
işbirliğine dayalı bir sistem kurarken bu sisteme katılmaları için Avrupalı devletlere karşı ne
askeri kuvvet kullanmış ne de kuvvet kullanma tehdidinde bulunmuştu. Böylece,
bu
devletlerle çok özel bir ilişki geliştiren ABD, NATO’yu da demokratik bir temel üzerine inşa
etmişti. Diğer taraftan Sovyetler, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkelerine bir “uydu”
muamelesi yaparak onların demokrasiye ulaşmasını engellemişti.7
7
John Lewis Gaddis, We Now Know: Rethinking Cold War History, New York, Oxford University Press, 1997.
373
ABD’nin 21. Yüzyılda Sistemdeki Konumu
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve özellikle 11 Eylül olaylarıyla ABD’nin sistemdeki konumu ve
kapasitesi uluslararası politikanın temel konularından biri olmuştur. 1990-2000 döneminde
sistemde her ne kadar çatışma olsa da, Irak-Kuveyt (I. Körfez) krizinde görüldüğü gibi, bu
çatışmalar görece işbirliğiyle çözülmüş ve küresel politikada Soğuk Savaş dönemine göre
iyimserlik hakim olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin Afganistan’dan
Irak’a geniş bir coğrafyada büyük çapta bir askeri ve politik mücadeleye girişmesi ABD’nin
yeterlilikleri konusunda bir taraftan akademik tartışmaları başlatmış diğer taraftan da
Rusya’nın yeniden yapılanma sürecine girmesiyle tek kutuplu dünya görüşünün büyük oranda
kabulüne neden olmuştur. Dolayısıyla temel soru ABD’nin bugün için sistemdeki konumu ve
21. yüzyılda sistem için Amerikan gücünün olumlu neler yapabileceğidir.
Soğuk Savaş döneminde yukarıda değinilen Russett, Strange, Gaddis gibi teorisyenlerin öne
sürdükleri temel görüşlerin 2013 itibariyle de çoğunlukla geçerli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Gerek BM ve NATO gibi resmi uluslararası örgütler gerekse ekonomi, finans, enerji, güvenlik
gibi değişik alanlardaki kurumlar ve kurallar (rejimler) yoluyla ABD’nin uluslararası
politikanın çıktılarını hala kontrol edebildiğini gözlemlemekteyiz.
Diğer taraftan, Russett’ın düşüncelerine paralel olarak Soğuk Savaş sonrasında Joseph S. Nye
gücün sadece askeri ve ekonomik kaynaklı olmadığını vurgulayarak “yumuşak güç” teorisini
ortaya atmıştır. Nye’a göre “Bir ülke dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü
onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer
ülkeler onu izlemek ister. Bu anlamda sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik
yaptırımları kullanarak diğerlerini değişmeye zorlamak değil, dünya siyasetinde gündemi
oluşturmak ve onları kendine çekmek de önemlidir. Bu yumuşak güç, yani diğerlerinin senin
istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak yerine kendi yanına çeker.”8
8
Joseph S. Nye, Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu. Ankara, Elips, 2005, ss.14-15.
374
ABD’nin bu politikayı uygulamada başarılı olduğunu görüyoruz. Gerek iç politikada liberal
demokrasinin bir rejim olarak tüm dünyada uygulanabileceği düşüncesi, gerekse ekonomik
refah ve askeri başarının Amerikan örneğiyle olabileceği düşüncesi bugünkü sistemde
yaygındır. Her ne kadar yumuşak gücün “çok da yumuşak olmadığı” iddia edilse ve
“demokratik barış” teorisi ve uygulamasının şiddet getirdiği öne sürülse de, genel anlamda
model ülke ve model rejim sunma anlamında ABD’nin görece gücünü koruduğu söylenebilir.9
Gerçek ile sanal dünyaların pek de ayırt edilemediği bugün, uluslararası politikada bir şeyi
uygulamak kadar uyguladığına inandırmak da önem kazanmaktadır; yumuşak güç ve
demokrasi buna iyi bir örnektir. Sonuçta Plato’dan bugüne politika, düşüncelerin eyleme yön
vermeye çalıştığı bir bilimdir.
ABD’nin uluslararası sistemdeki konumuna 2013 itibariyle Susan Strange’in sunduğu bakış
açısından bakarsak da aynı sonuçlara ulaşabiliriz. Ticari mal üretimi, finansal pozisyon, askeri
güç ve bilgi üzerindeki kontrol açısından ABD’nin görece güçlü konumunu sürdürdüğü iddia
edilebilir.
Tablo 1: Ülkelerin Safi Milli Hasılaları, 2012
Ülke
GSMH – 2012
(GDP /
Amerikan Doları)
Almanya
A.B.D.
3,399,588,583,183
15,684,800,000,000
Çin
8,358,363,135,690
Fransa
2,612,878,387,760
9
Yumuşak gücün yumuşak olmadığı teorik tartışması hakkında bkz. Janice Bially Mattern, “Why Soft Power
isn’t So Soft: Representational Force and the Sociolinguistic Construction of Attraction in World Politics,”
Millennium, No. 33/3, 2005, ss. 583-612; Demokratik barış teorisi için bkz. Nejat Doğan, “The Interaction
Between Democracy and Peace: Bridging the Gap Between Liberalism and Realism in International Relations,”
Expanded EU: From Autonomy to Alliance, K.M. Khovanova, N. Doğan, M. Kovalev (eds.), Amsterdam/New
York, Rodopi, 2008, ss. 13-26.
375
Hindistan
1,841,717,371,770
İngiltere
2,435,173,775,671
Japonya
5,959,718,262,199
Rusya
2,014,776,311,555
Türkiye
789,257,487,572
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD
Dünya Bankası verilerine göre ABD’nin gayri safi milli hasılası (GSMH), diğer
ülkelerinkinden hala oldukça yüksektir. ABD’ye rakip gösterilen Almanya, Rusya, Fransa,
İngiltere ve Çin’in gayri safi milli hasılalarının toplamı neredeyse ancak ABD’nin GSMH’sı
düzeyindedir. ABD’nin üretimine en yakın olan Çin’in GSMH’sı ABD’nin GSMH’sının
yarısı kadardır.
Tablo 2: Ülkelerin Üretim Ortalama Yıllık Artışı %, 2000-2011 dönemi
Ülke
Dünya Kalkınma Göstergeleri: Üretim Ortalama Yıllık
Artışı (%), 2000-2011
GSMH
Tarım
Endüstri
İmalat
Hizmetler
Almanya
1.1
-0.2
0.1
0.5
1.7
A.B.D.
1.6
1.5
0.2
1.5
2.0
Çin
10.8
4.4
11.7
11.2
11.4
Fransa
1.2
0.3
0.5
0.1
1.7
Hindistan
7.8
3.2
8.4
8.6
9.4
İngiltere
1.7
Veri yok
-0.7
Veri yok
Veri yok
Japonya
0.7
-1.2
0.5
1.6
0.9
Rusya
5.1
1.8
3.7
Veri yok
6.2
Türkiye
4.7
1.7
5.2
5.2
4.9
Kaynak: Dünya Bankası, http://wdi.worldbank.org/table/4.1
376
Aynı ülkelerin 21. yüzyılın ilk on yılındaki gelişme hızlarına baktığımızda, Dünya
Bankası’nın ortalama yıllık üretim artışı verilerine göre, Avrupa devletleri, ABD ve
Japonya’nın her yıl %1 ila %1.7 arasında büyüyebildiğini görüyoruz. Rusya’nın toparlanma
dönemine girdiği söylenebilir. Hindistan ve özellikle Çin’in büyüme hızları ise çarpıcıdır.
2000-2011 döneminde her yıl yaklaşık %10 büyüyen Çin, ABD’ye ekonomi ve ticaret
alanlarında rakip olarak görünmektedir. Ancak Çin, bazı ticari, finansal ve ekonomik konular
açısından dezavantajlıdır.
Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir, 2012
Ülke
Kişi Başına Düşen Milli Gelir (GNI)
Satın Alma Paritesine (PPP) Göre-ABD
Doları
Almanya
41.890
A.B.D.
50.160
Çin
Fransa
9.060
36.720
Hindistan
3.840
İngiltere
36.880
Japonya
36.290
Rusya
22.720
Türkiye
18.190
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GNP.PCAP.PP.CD
Öncelikle kişi başına düşen milli gelir açısından Çin başat güç veya büyük güç olarak kabul
edilen diğer ülkelerle karşılaştırılacak düzeyde değildir. Ortalama bir Amerikalı ortalama bir
Çinliye göre yaklaşık 6 kat fazla ferah içindedir. Avrupalı devletlerin ise kişi başına milli
geliri 36.000 Dolar’ın üzerindedir. Her ne kadar ekonomik kalkınması hızlansa da,
Hindistan’ın kişi başına milli gelir düzeyi diğer devletlerin verilerinden oldukça geridedir. Bir
377
devlet açısından kalabalık bir nüfusa sahip olmak askeri güç hesaplamalarında önemli olsa da,
ekonomik refah, verimlilik, eğitim, teknolojiye kullanma gibi alanlarda dezavantaj olduğu
açıktır. Bu durum, ülkelerin kişi başına düşen gayri safi milli hasılası verilerinde de
gözlemlenmektedir (bkz. Tablo 4). Ayrıca, Dünya Bankası’nın 2009 verilerine göre Çin
nüfusunun % 11.8’i (160 milyon kişi) günde 1.25 ABD Doları’nın altında bir gelirle
yaşamaktadır. Hindistan içinse bu oran %32.7 gibi ürkütücü bir düzeydedir.10
Tablo 4: Kişi Başına Gayri Safi Milli Hasıla, 2012
Ülke
Kişi Başına Düşen Gayri Safi Milli Hasıla
(GDP Per Capita)- ABD Doları, 2012
Almanya
41.514
A.B.D.
49.965
Çin
6.188
Fransa
39.772
Hindistan
1.489
İngiltere
38.514
Japonya
46.720
Rusya
14.037
Türkiye
10.666
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD
Dolayısıyla sadece ticari veriler yanıltıcı olabilir. Ticari verileri genel ekonomik verilerle
karşılaştırdığımızda ilgili devletlerin hem ekonomik hem de politik güçleri hakkında daha
dengeli bir görüşe sahip olabiliriz. Diğer taraftan, Çin ve Rusya gibi başat güç statüsü için
ABD ile rekabet eden devletlerin bir dezavantajı da finansal konumlarıdır. Her ne kadar Çin
Amerikan küresel borcunun önemli bir kısmına sahip olsa da, dünyada rezerv ve ödeme
birimi olarak halen ABD Doları kullanılmaktadır. Aslında ABD’nin tüm dış borcu neredeyse
10
Dünya Bankası; http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.DDAY. Erişim: 29.9.2013
378
Çin ve Japonya arasında paylaştırılmıştır. Bu durum, hem ilgili üç devlet arasındaki finansal
ve ticari simbiyotik yaşamı göstermekte, hem de bu devletler açısından alacakların tahsili ve
yatırıma çevrilmesinin güçlüğünü açığa çıkarmaktadır. Çünkü dünya piyasalarında geçerli
olmayacak bir ABD Doları, Çin ve Japonya’nın da işine gelmeyecektir.
Tablo 5: ABD hazine bonosuna sahip ülkeler ve payları, 2012 Temmuz itibariyle
Ülkeler
Milyar Dolar
Çin
1160.0
Çin/ Tayvan
194.4
Çin/Hong Kong
137.1
Japonya
1119.8
Almanya
66.5
Fransa
55.2
Türkiye
30.3
Kaynak: ABD Hazinesi (US Treasury), http://www.treasury.gov/resource-center/data-chartcenter/tic/Documents/mfh.txt.
Dolayısıyla Çin ve diğer devletlerin başat güç olabilmeleri için hem ekonomik kalkınmalarını
tamamlamaları hem de dünyada kabul görecek rezerv ve ödemelerde kullanılacak bir para
birimi oluşturmaları hiç de kolay görünmemektedir.
Askeri harcamalar ve askeri güç açısından da büyük güçleri karşılaştırdığımızda yine
ABD’nin diğer devletlerden önde olduğu görülmektedir. ABD’nin 2010 yılındaki savunma
bütçesi 692 milyar Dolar civarındadır. Çin’in savunma bütçesi ise 2011 tahminlerine göre 100
milyar Dolar’dır (603 milyar Yuan). Dolayısıyla ABD’nin savunma harcaması Çin’inkinden
yaklaşık 7 kat fazladır. Oransal olarak bu verileri değerlendirecek olursak ABD’nin savunma
harcaması GSMH’nın % 4.7’si iken, Çin’in harcaması GSMH’nın %1.6’sıdır. Diğer taraftan
379
ABD’nin 5,113 nükleer savaş başlığı varken Çin’in savaş başlığı sayısı 250’dir.11 2011 IISS
(International Institute for Strategic Studies) raporuna göre, Rusya’nın savunma harcaması
52.7 milyar Dolar, İngiltere’nin 62.7 milyar Dolar ve Hindistan’ın 31.9 milyar Dolar’dır.
Temel savaş teçhizatı açısından da ABD diğer devletlerin oldukça ilerisindedir (bkz. Tablo 6).
Tablo 6: Askeri Denge-Temel Teçhizat Sayıları
Ülke
Askeri Denge- Temel Teçhizat Sayıları
Aktif
Tank
Savaş Uçağı
Denizaltı
Personel
Karada konuşlanmış
nükleer füze rampası
A.B.D.
1,569,000
6,302
3, 252
71
450
Çin
2,285,000
7,400
1, 669
62
66
Hindistan
1,325,000
3,233
784
15
0
İngiltere
174,000
227
220
11
0
Rusya
956,000
3,310
1,439
65
292
Kaynak: IISS 2011 raporu, aktaran BBC, http://www.bbc.co.uk/news/world-us-canada16428133
Bilginin üretilmesi, araştırma ve geliştirme açısından devletleri karşılaştıracak olursak,
OECD’nin 2011 Bilim, Teknoloji ve Endüstri verileri raporuna göre ABD diğer devletlerden
açık ara öndedir. “GSMH’den araştırma ve geliştirmeye (ARGE) harcanan yüzdelik oran
anlamına gelen ARGE yoğunluğu, bir ekonominin yeni bilgi yaratmaya yaptığı yatırımı
göstermektedir.” Tüm OECD bölgesine yapılan yatırım %100 ise, bu oranda ABD’nin payı
11
http://en.wikipedia.org/wiki/Comparison_of_US_and_Chinese_Military_Armed_Forces. Erişim tarihi: 3 Ekim
2013.
380
%41.24; Japonya’nın payı %15, Almanya’nın payı %8, Çin’in payı %12.51 ve Rusya’nın payı
ise sadece %3.11’dir. Avrupa Birliği’nin 27 üyesinin toplam payı ise %30.47’dir.12
Tüm bu veriler dikkate alındığında ABD, diğer devletlere nazaran 21. yüzyılın başında halen
en güçlü devlettir. Bu sonuç, diğer devletlerin güçsüz olduğu veya ABD’nin tek güçlü devlet
olduğu veya dünyanın tek kutuplu olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak ABD’nin hem
sistemdeki konumu, hem yeterlilikleri açısından diğer devletlerden farklı olduğu ve halen en
güçlü olduğu sonucuna varılabilir.
Başat Güç Olarak ABD’nin Rolü ve Küresel Sorumlulukları
Uluslararası sistemdeki bu özel konumu ABD’ye özel sorumluluklar ve işlevler
yüklemektedir ve yüklemelidir de. 21. yüzyılda güvenliğin artık sadece devletlerin güvenliği
değil, bireylerin de güvenliği anlamına geldiği genel kabul görmektedir.
Bu açıdan
bakıldığında güvenliğin, sadece askeri boyutu değil, ekonomik ve sosyal boyutları da
bulunmaktadır. Dolayısıyla öncelikle ABD olmak üzere büyük devletler dünyanın askeri ve
güvenlik açısından istikrarının yanında, ekonomik, finansal ve sosyal istikrarını da dikkate
almak durumundadırlar.
Ancak bireylerin güvenliğine ve küresel barışa giden yol sistemde devletler arasındaki
istikrardan geçmektedir. Bu nedenle ABD’nin güvenlik ve istikrar açısından genel rolü şöyle
özetlenebilir:
ABD, uluslararası sorunlarda ve politik çatışmalarda öncelikle barışçıl çözüme şans
tanımalıdır. Suriye hakkında Eylül 2013’te yaşanan gelişmeler Suriye’ye askeri müdahale
olasılığını doğurmuş ve bazı çevrelerce müdahale desteklenmişti. Ancak ABD, Rusya ve
Çin’in anlaşarak askeri müdahaleden ziyade kimyasal silahların imhası politikasını
12
OECD (2011), “R&D expenditure”, OECD Science, Technology and Industry Scoreboard 2011, OECD
Publishing. http://dx.doi.org/10.1787/sti_scoreboard-2011-16-en
381
benimsemeleri ve bu yönde Birleşmiş Milletler’in mekanizmalarını kullanmaları olumlu bir
gelişmedir. Gerek bu bölgede askeri güç kullanımının sorunları çözmemesi, gerekse
Amerikan ekonomik gücünün kendi ekonomisindeki sorunları gidermek için kullanılmasının
faydalı olacağı dikkate alındığında, Suriye’ye diplomatik şans tanınması yerindedir.
Orta Doğu, Kafkasya, Orta Asya, Afrika coğrafyalarında devletlerin demokrasiyle imtihanı
devam etmektedir. Her ne kadar “tarihin sonu” tezi yanlışsa da, demokrasi ve liberal yönetim
yapısı bu coğrafyadaki devletler açısından cazip ve umut verici bir seçenek olmaya devam
etmektedir. Ancak askeri ve askeri olmayan müdahaleler demokrasinin bu bölgede desteğini
azaltmaktadır. ABD ve büyük devletler bu bölgelerde demokrasinin gelişmesini desteklerken
askeri müdahale seçeneğini metot olarak devre dışı bırakmalıdır. J.S. Mill’in dediği gibi, iyi
toplumlar ancak kendi üyelerinin eseri olacaktır.13 Dolayısıyla Ortadoğu’da demokrasiye
gerçek bir şans verilmedir.14
Terörizmin ve terör eylemlerinin engellenmesi konusunda da ABD’ye ve genel olarak Batılı
devletlere rol düşmektedir. Terör eylemleri Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen gibi
görece kalkınmamış bölgelerde meydana gelmekte veya filizlenmektedir. Bu eylemlere
girişenlerin de daha ziyade eğitimini tamamlamamış, dezavantajlı kişiler olduğu ve ekonomik
açıdan umutlarını da yitirmiş oldukları gözlemlenmektedir.
Dolayısıyla, ABD ve Batılı
devletler “uluslararası toplum” vizyonunu ve uygulamasını genişletmeli ve diğer
coğrafyalardaki, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Orta Asya devletlerini de
“uluslararası toplum” içine dahil etmelidir. Uluslararası toplum bugüne kadar hem akademik
13
John Stuart Mill, “A Few Words on Non-Intervention,” Gertrude Himmelfarb (Ed.), Essays on Politics and
Culture, New York, Doubleday, 1962, ss. 396-413.
14
Nejat Doğan, “Demokrasi ve Ortadoğu’nun Geleceği,” 38th International Congress of Asian and North
African Studies (ICANAS), International Relations - Vol. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Ankara, 2011, ss. 601-620.
382
hayatta hem de politik uygulamada, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika bölgesi ile Avustralya ve
Japonya gibi birkaç devletle sınırlandırılmıştır.15 Genişlemiş uluslararası toplumun pratik
sonucu, dünya istikrarı ve ekonomisinin daha geniş bir açıdan değerlendirilmesi olacaktır.
Yani dar bir grup ülkenin refahı ve güvenliği değil, daha geniş bir coğrafyanın (ve mümkünse
tüm kürenin) refahı ve güvenliğinin dikkate alınması sağlanacaktır.16
ABD’nin askeri gücünün gerekli olabileceği bir konu, soykırıma varabilen büyük çaptaki
insan trajedileridir. Bunların niteliklerini belirlemek kolay değildir ve belki de gerekli
değildir. Burada kastedilen “insani müdahale” teorisi değildir; yani insani gerekçeler öne
sürülerek politik ve ekonomik amaçların elde edilmesine yönelik askeri bir tercihten farklı bir
yaklaşım önerilmektedir. Tarihsel örnekler bu tür trajediler hakkında bir fikir verebilir.
Örneğin bir taraftan Bosna-Sırbistan çatışmasına müdahalede çok geç kalındığı ve
Srebrenitsa’da soykırım yaşandığı, diğer taraftan da Ruanda’ya hiç müdahale edilmeyerek bir
trajediye sadece tanıklık edildiği genel kabul görmektedir. Her ne kadar bir büyük güç olarak
uluslararası sorunlara askeri müdahalede bulunsa da bulunmasa da Amerikan dış politikasının
eleştirilecek olsa da, yukarıdaki örneklerde açık olduğu üzere, bazı durumlarda ABD ve
büyük güçlerin müdahalesi uluslararası istikrar ve bireysel güvenlik açısından gereklidir.
Dolayısıyla ABD, “seçici müdahale” yaklaşımını dış politikasına yansıtmalıdır.
ABD aynı zamanda küresel güvenliğin ve istikrarın sağlanması yolunda liderlik gösterebilir.
Uluslararası politikada bürokratik liderlik yetersiz kalmaktadır. Örneğin BM genel
sekreterlerinin yetkileri içerisinde gösterdikleri liderlik uluslararası sorunların çözümünde
çoğu durumda yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla büyük güçlerin liderliği, yani politik liderlik
15
Örneğin bkz. Hedley Bull ve Adam Watson (Eds.), The Expansion of International Society, New York,
Oxford University Press, 1984.
16
Nejat Doğan, “Fighting International Terrorism: Combining Sic Semper Tyrannis with E Pluribus Unum,” 3rd
International Social Science Congress of the Turkish World, Celalabat/ Kırgızistan, 2005, vol. 1, ss. 269–278.
383
sistemde gerekli olmaktadır.17 Çevresel sorunlardan kitle imha silahlarının yayılmasının
engellenmesine, göç sorunundan eğitimin yaygınlaştırılmasına kadar birçok uluslararası konu
vizyon ve finansal destek gerektirmektedir. Bunu da ABD, Rusya, Çin, Japonya ve Almanya
başta olmak üzere büyük devletler ve bu devletlerin ortak eylemi başarabilecektir. Bu noktada
önemli bir teorik yaklaşım “çevre amaçları”dır (milieu goals).18 Bu yaklaşıma göre devletler,
komşularına ve diğer devletlere yardım ederken aslında kendilerine de yardım etmiş
olacaklardır. Çünkü istikrarsız ve kalkınmamış bir coğrafyanın olumsuzlukları, sonuçta bu
bölgede bulunan devletleri etkileyecektir. Dolayısıyla ulusal çıkarlar ile küresel amaçlar
arasında bir etkileşim vardır; yani küresel amaçlara hizmet ederek ulusal amaçlar daha iyi elde
edilecektir. Bu nedenle devletler, ulusal çıkarları ile küresel amaçlar arasında bir denge
kurmak durumundadırlar.
ABD’nin ve Büyük Devletlerin Küresel Güvenlikteki Rolünü Gerçekleştirmesi Yolunda
Diğer Devletlerin Muhtemel Katkısı: Küresel Güvenlik ve Temel Çatışma Bölgesi
Olarak Ortadoğu
Başat güç olarak ABD’nin ve diğer büyük devletlerin küresel güvenliği sağlamaları yolundaki
rolünden yukarıda bahsedildi. Ancak bu rolü ve sorumluluklarını yerine getirirken büyük
güçlere diğer devletlerin de yardımından söz edilmesi gerekir. Politik ve askeri her tür ilişki
bir etkileşim içinde gelişeceğinden sorumluluklardan tek taraflı bahsedilmesi yeterli
olmayacaktır. Bu nedenle, uluslararası politikada son dönemlerde yaşanan gelişmeler
nedeniyle örnek bölge olarak Ortadoğu incelenecektir.
17
Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University
Press of America, Maryland, December 2012, ss. 161-194.
18
Inis L. Claude Jr. “National Interest and the Global Environment: A Review of Arnold Wolfers, Discord and
Collaboration: Essays on International Politics,” Conflict Resolution, No. 8/3, 1964, ss. 294-296.
384
Neden çatışmalar ve temel sorunlar Ortadoğu merkezli olmaktadır? 1948’den bugüne
Ortadoğu sorunlu bir bölge olmasına rağmen, 1990 sonrasındaki gelişmeler Ortadoğu’nun
tamamen bir savaş, çatışma ve en iyi ihtimalle bir rekabet bölgesi haline geldiğini
göstermektedir. Örneğin şu gelişmelerden bahsedilebilir: 1) Körfez Savaşı (1990) ve ardından
Irak’ta yıllarca süren çatışma ve istikrarsızlık; 2) Lübnan’da bitmeyen çatışma ve krizler; 3)
Irak’ın tamamen işgali ve Balkanlaştırılması; 4) Libya’ya askeri müdahale, işgal ve siyasal
sistemin tasfiye edilmesi; 5) Mısır’da darbe ve karşı-darbe süreçlerinde yaşanan çatışma ve
süren istikrarsızlık; 6) Suriye iç savaşı; 7) Filistin sorunu ve Arap-İsrail çatışması. Anılan bu
gelişmeler, Ortadoğu bölgesinin niteliğini ve uluslararası politikadaki yerini açıkça
göstermektedir.
Neden bu çatışmalar yaşanmıştır? Bu konuda değişik fikirler/hipotezler öne sürülebilir.
Örneğin:
Bölgedeki petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarını ele geçirme,
Petrolün güvenli bir şekilde dünya piyasalarına sevkiyatı,
Büyük güçlerin mücadelesi,
Bölge devletlerindeki rejimlerin istikrarsızlığı ve rekabetleri,
Bölge toplumları arasındaki ayrılıklar ve anlaşmazlıklar,
Silah endüstrisinin ürün deneme, tanıtım ve satış ihtiyacı,
Büyük (grand) stratejiler için uygun ortamın varlığı,
Medyanın gündem yaratma isteği,
Temel stratejik konuların ve gündemin gizlenmesi için hedef yanıltma.
Başka nedenler de öne sürülebilir olmasına rağmen, tüm bu nedenlerin bizi götürdüğü sonuç,
bölgenin her ne kadar doğal, coğrafi, siyasi ve toplumsal yapısı itibariyle bir istikrarsızlık
bölgesi olmaya aday olmasına rağmen, temelde bu yapının kullanmaya ve yönlendirmeye açık
olduğudur.
385
Bu yönlendirme ve kullanma stratejisinden kurtulmak için birşeyler yapılabilir mi? Bölge
devletlerinin ve özellikle Arapların diplomatik yollarla aralarındaki sorunları çözmeleri
(günlük dildeki ifadeyle “oturup konuşmaları”) bir tavsiye olarak sunulabilir olmasına
rağmen, zaten asıl sorunun da bu olduğundan hareketle, böyle bir tavsiyenin ne faydası ne de
pratikte bir anlamı olacaktır. Immanuel Kant’ın doğru öngörüsünden hareketle, bölgede barış
ve istikrar yolunda tarihin bize faydalı olacağı, ancak bireylerin tarihten ders çıkarmalarının
zaman alacağı ve bu nedenle gereksiz zarar ve acıya maruz kalınacağı söylenebilir.19 Bu
sürecin nasıl kısaltılabileceği yönünde bazı tavsiyeler verilebilir:
Bölge devletlerinin eğitime, ancak bu eğitimde rasyonel düşünceye önem ve ağırlık vermesi
gerekir. Eğitim sürecinin kolay olmadığı ve sonuçları için beklenmesi gerektiği genel olarak
kabul gören bir düşüncedir. Ancak bölgenin kemikleşmiş sorunlarına kısa yollardan cevap
verilmesi mümkün değildir. Eğitim ve diğer alanlarda sorunlara çözüm aramak ve bulmak, bir
süreç işidir.
Birinci tavsiyeden hareketle, bölge devletleri, toplumları ve bireylerinin bilim ve teknolojiye
önem vermesi gerekmektedir. Bilimsel gelişme ve bunun günlük yaşama pratik uygulamasını
sağlayacak teknolojik ilerleme olmadan, bölgede gelişmeden bahsetmek mümkün
olmayacaktır. Saat, matbaa, uçak gibi teknik gelişme ve icatların Ortadoğu toplumlarına geç
geldiğini biliyoruz.20 Bunun temel nedenlerinden biri de bilim ve teknolojik gelişmelere
direnmek olmuştur. Dolayısıyla bölgenin talihi açısından gelişimlere açık olmak ve bizzat
teknolojik ve bilimsel yenilikler oluşturmak birincil önemdedir.
Bölgede insani kalkınmaya ağırlık verilmelidir. Ortadoğu bölgesinin ve devletlerinin
ekonomik açıdan yoksul olduğunu söylemek zordur. Hatta bölge, tarihin başlangıcından
19
Immanuel Kant, “Perpetual Peace: A Philosophical Sketch,” Hans Reiss (Ed.) Kant: Philosophical Writings,
Cambridge, Cambridge University Press, 1991, ss.93-130.
20
Örneğin bkz. Bernard Lewis, What Went Wrong?: Western Impact and Middle Eastern Response, London,
Phoenix, 2002, ss. 130-147.
386
bugüne “Verimli Hilal” olarak adlandırılmaktadır. Ancak bu zenginliğin günlük yaşama ve
kitlelere yansıtıldığını söylemek zordur. Bunun temel nedeni, milli gelirin savaşa, çatışmaya
ve rekabete harcanmasıdır. Ekonomiden insani kalkınmaya ayrılan pay artırılmalıdır.
Bölgenin Balkanlaşması ve yeni zayıf devletlerin ortaya çıkması bölgesel ve küresel istikrar
açısından faydalı olmayacaktır. Küçük ve zayıf devletler büyük güçlerin çekişmesine davetiye
çıkarmaktadır. Dolayısıyla Balkanlaşma sürecine bölge devletleri karşı çıkmalıdır.
İç politik rejimlerin bir “kurum” olduğu anlaşılmalıdır. Klasik liberal yaklaşımın tarihsel
olarak temel zayıf noktası ve hatası, gelişme ve kalkınmanın kurumsal değişimle olacağı
inancı ve bu inancı yaygınlaştırmasıdır. Ancak kurumsal gelişme, toplumsal ve siyasal
kalkınmanın sadece bir yöntemi ve safhasıdır. Dolayısıyla, yönetim şekillerini değiştirerek
bölgenin kaderini değiştirmeye çalışmak, “şekilsel” bir değişiklik olacaktır. Sonuçta
kalkınma, ilerleme ve gelişim “birey” düzeyinde ve bireyle mümkün olacaktır. Ortadoğu’da
tüm rejimlerin demokrasi olması durumunda sorunların çözüleceği teorisi (Demokratik Barış
teorisi) yanlış olduğu kadar sorunlar yaratacak bir reçetedir. Kaldı ki demokrasinin yönetim
sistemi ve değişimiyle çok da ilgisi yoktur. Bölge devletlerinin, parti ve sandık siyasetinden
(yani iç politikada particilik yaklaşımından) uzak durması faydalı olacaktır. Partiler ve seçim,
demokrasinin sadece şekilsel bir şartıdır. Ortadoğu devletleri daha az siyaset yapmayı ve fakat
daha çok çalışmayı öğrenmek durumundadır. Yukarıda belirtildiği üzere, gerçek demokrasinin
gelişmesi için bölgeye şans tanınmalıdır.
Bölge dışından kurtarıcı beklemek de rasyonel değildir. Kısa dönemde rejimlerin ayakta
kalmasına faydalı gibi gözükse de, uzun vadede bölge devletleri ve toplumlarının politik
kalkınması ve ekonomik refahı kendi güçlerine dayanarak sağlanabilir. Yukarıda John Stuart
Mill’in düşüncesine değinildiği üzere, iyi bir toplum ancak kendi üyelerinin eseri olabilir.
Burada kastedilen, bölge dışından gelecek bilimsel, teknolojik veya ekonomik destek değil,
387
bu desteğin bölge kaderi için bir kurtarıcı olarak görülmemesi gerektiğidir. Doğaldır ki bölge,
karşılıklı etkileşim ve dışa açık bir şekilde gelişecektir.
Gerek siyaset insanları (politika yapımcıları) gerekse medya, hem iç hem de dış politikada
Ortadoğu ve çatışma yerine, gerçek ve temel konulara ağırlık vermelidir. İç politikada
yukarıda değinildiği üzere, eğitim-gelişme-teknoloji-bilim-ekonomi-kalkınma gibi konular
asıl ve temel konular ve sorunlar olarak ön plana çıkarken, dış politikada da gerçek ve birincil
çatışma konuları vurgulanmalıdır. Örneğin, Arktik bölgede kaynakların bölüşümü, alternatif
enerji kaynaklarının gelişimi, teknolojik ve bilimsel rekabet, dünya istikrarı, barış, az
gelişmişlik gibi konular temel dış politika konularıdır.
Bölge devletleri yukarıdaki tavsiyeleri gerçekleştirmek yerine, bugünkü politikalarını
uygulamaya devam ederlerse, hem bölgedeki savaş ve çatışmalar devam edecek, hem de
kendi toplumları sosyal, politik ve ekonomik açıdan kalkınamayacaktır. Böyle bir durumda da
ABD başta olmak üzere büyük devletleri suçlamaya hakları olmayacaktır.
Sonuç
Gerek hegemonik istikrar tartışmalarında kullanılan gerekse Uluslararası İlişkiler disiplininde
genel kabul gören kriterlere göre, ABD bugünkü sistemde en güçlü devlettir. Sadece
GSMH’sının büyüklüğü ve ticari imalat gibi ekonomik verileri değil, sahip olduğu askeri
teçhizat hacmi ve ARGE’ye ayırdığı pay da ABD’nin diğer devletlerden farklı bir konumda
olduğunu göstermektedir.
Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Rusya gibi devletler ABD’nin küresel çaptaki rakipleridir.
Ama şimdilik sadece rakipleridir. Çin ve Hindistan’ın temel sorunu nüfus büyüklüğüdür.
Ekonomik açıdan son dönem göstergeleri ve kalkınma hızları iyi olsa da, nüfuslarının büyük
bölümü fakirlik içindedir. Ayrıca ARGE’ye ayırdıkları pay ve teknolojik inovasyon
kapasiteleri de ABD ile karşılaştırılmaz. Rusya halen yeniden yapılanma döneminden
388
geçmektedir. Ayrıca Rusya’nın ARGE’ye ayırdığı pay ve askeri harcama düzeyi ABD’nin
oldukça gerisindedir. Avrupa Birliği bazen büyük güç olarak değerlendirilse de, tek başına
Almanya’nın mücadelesi ve bazen Almanya’ya Fransa ve İngiltere’nin desteği AB’yi süper
güç yapmaktan uzaktır. Ayrıca, devletlerden oluşan bir sistemde yaşıyoruz, AB ise halen
hükümetler arası bir örgüt niteliğindedir. 2011 verilerine göre 27 AB üyesinin OECD
bölgesindeki toplam ARGE payı %30’dur, tek başına ABD’nin payı ise %41’den fazladır.
Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir.
Çatışmaların barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale,
uluslararası toplumun genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması,
uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için
politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma
bunlardan en önemlileridir.
Ancak küresel güvenlik yolunda büyük güçlerle ABD’nin uyumlu çalışması yanında, diğer
devletlerin ve özellikle sorunlu bölgelerdeki devletlerin de bu sürece katkıda bulunması
gerekmektedir. Yukarıda örnek bölge olarak Ortadoğu ele alındı. Ortadoğu devletlerinin de,
bu süreçte eğitime ve sosyal konulara yatırım yapması ve insani kalkınmaya öncelik vermesi
gerekecektir. Kalkınma, gelişme ve refahın küresel düzeyde ele alınması gereklidir, ancak bu
yolda Ortadoğu devletlerinin de kendi ev ödevlerini yapması gerekmektedir.
Böylece vurgulanması gereken felsefi ve teorik nokta, uluslararası sistemde elimizdekilerden
yola çıkarak bu sistemin daha iyiye götürülebileceğidir.21 Aşırı iyimser veya aşırı kötümser
teoriler ve yaklaşımlar ne doğrudur ne de faydalıdır. Küresel güvenliği ve buradan hareketle
küresel refahı ve barışı gerçekleştirme noktasında konumu ne olursa olsun her devlete görev
21
Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University
Press of America, Maryland, December 2012.
389
düşmektedir. Tabii ki bu görevlerin önemli bir kısmını da ABD ve diğer büyük devletler
üstlenmelidir.
390