Van Bölgesinde Kadının Değişen Toplumsal Rolü Savaş Dede Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü Lisans Öğrencisi Özet Kürt Toplumu’ndaki aşiret yapısı ve bu aşiretler arasında zaman zaman ortaya çıkan kan davaları birçok sosyal bilimcinin dikkatini çekmiştir. Yerli ve yabancı birçok araştırmacının araştırma konusu olan bu sosyal olguya sebep olan faktörler araştırılırken aşiret yapısı klasik feodal yapıyla özdeşleştirilmiş ve kan davalarında kadın faktörü üzerinde fazla durulmamıştır (örn: Beşikçi, 1970; Topses, 2012). Yapılan araştırmalarda ise birbirinden farklı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Bruinessen (2003), devletin bir aşireti başka bir aşirete karşı destekleyerek otoriteyi güçlendirmeye çalıştığını savunurken; Ünsal (2003) ise devletin kan davalarında aciz kaldığını sıklıkla dile getirmektedir. Yazara göre bu tip davaların hala sürmesindeki devlet ve aydın yaklaşımı gibi faktörlere ek olarak kadın ve otorite gibi iç faktörler çok önemlidir. Bu çalışmada da bu görüşten yola çıkılarak, Van İli ve çevresindeki aşiret yapılarına kısaca değinilecek daha sonra bu aşiretler arasında ortaya çıkan kan davaları ve bu davalarda kadının rolü üzerinde durulacaktır. - 160 - GİRİŞ Bu yazıyı yazmaktaki asıl amacın aşiret yapısını ya da kan davaları sürecini mükemmel bir şekilde analiz ya da deşifre etmek olmadığını başta belirtmek gerekmektedir. Çünkü böyle bir hedef, bu yazıyı yazmak için harcanan emeği, çabayı ve imkânı oldukça aşmaktadır. Yazının yazılmasının asıl amacı aşiret olgusu ve kan davası süreci ile ilgili olarak, yaşanılanlardan yola çıkarak bu kavramlar hakkında üretilen bilgiye bir eleştiride bulunmaktır. Kan davası gibi olayın taraflarının bütün hayatını her detayına kadar etkileyecek bir konunun literatür üzerinden gidilerek araştırılması, var olan gerçekliği tam olarak ortaya çıkaramayacağı gibi sosyal travmayı aşacak bir reçete sunmaktan da uzaktır. Kan davası farklı şekillerde tanımlanabilse de (Ökten, 2013) bu kavram ilk öldürme sonrası taraflar arasında öldürme eylem ya da amacının sürekli düşmanlık tarafından karakterize edildiği bir ritüel olarak tanımlanabilir (Peters,1990 akt. Ökten, 2013). Kan davası, sürekli bir öldürme amacı olduğundan ve kişilerarası olmaktan çok gruplar arası bir ritüel olduğundan cinayet suçunu içermesinin yanı sıra bu kavramdan daha geniş, sosyolojik bir olaydır (Öğün, 1998). Cinayet sonrasında öldüren taraftan kan bedeli verme, iki taraf da aynı bölgede yaşıyorsa burasını belli bir süre terk etme ve öldürülen tarafın yaşam alanına girmeme gibi cinayeti tüm sorumluluklarıyla üstlenmesi beklenir (Bruinessen, 2003). Olayın kişileri aşıp sosyal olaya dönüşmesinde aşiret yapısı dediğimiz sosyal form da önemli rol almaktadır. Aşiret kısaca birbirine kan bağıyla bağlı olan gruplar arasındaki “idari ve siyasi birlik” (Beşikçi, 1971:108)olarak tanımlanabilir. Fakat bu yapı içerisindeki kan bağının, aşirete katılmak isteyen kişilerin aşiretle aynı soydan geldiğine dair ortaya attığı bir varsayımdan da kaynaklandığı araştırma sürecinde görülmüştür. Aşiret yapısı içerisinde Torun denilen aile bu aşiretin “hanedanı” sayılır. Aşiret hiyerarşisi içerisinde en üstte yer alan bu aile mensuplarına özel bir saygı gösterilir ve bu grubun erkek üyeleri genel olarak “ağa” kabul edilir. Torun’a mensup bir kişinin öldürülmesi kan davasına ayrı bir boyut kazandırır çünkü bu durumda ırgat/çoban ağaya karşı geldiği için sosyal çevreden baskı görmektedir. Bunların dışında aşiret ağasının siyasi koruması altına giren ve bugünkü idari sınırlarla düşünüldüğünde iki ya da üç ilçe sınırını aşan büyüklükte bir aşiret nüfusu söz konu olabilmektedir. Aşiret ağalarının bu nüfusun üretim ilişkilerine doğrudan bir müdahalesi söz konusu değildir. Buradaki bağlar üretim ilişkileri üzerinden değil ağırlıklı olarak siyasi ilişkiler üzerinden kurulur. Fakat bir aşiretin sınırının bittiği yerde başka bir aşiretin sınırları - 161 - başladığından arada kalanlar genellikle bir aşiretin himayesini kabul eder ve bundan sonra da bu aşiretin mensubu olarak anılırlar (Bruinessen, 2003). YÖNTEM Yıldırım ve Şimşek’in de ifade ettiği gibi (2008:36) sosyal olguları araştırırken nesnel davranma çabasıyla araştırmacının kendini tamamen araştırmadan uzak tutması bazen olayları içeriden tetikleyen faktörleri gözden kaçırmasına yol açabilir. Türkiye toplumunda aile yapısının ve kan birliğine bağlı sosyal örgütlenmelerin halen kapalı bir kutu halinde olmaları, bu yapıların araştırılmasında metodolojik olarak büyük güçlüklerle karşılaşılmasına yol açmaktadır. Bu nedenle bu tarz araştırmalarda nitel analizlere başvurmak araştırma sürecinde daha sağlam verilere ulaşmamızı kolaylaştırmaktadır. Bu çalışmada yukarıdaki varsayımlardan yola çıkılarak “Herhangi bir ortamda ya da kurumda oluşan davranışı ayrıntılı olarak tanımlamak amacıyla kullanılan bir yöntem” (Şimşek ve Yıldırım, 2008:169) olan gözlem yöntemi kullanılmıştır. OLAY 13 Mayıs 2007 tarihinde Van İl’i merkezine bağlı Çakırbey Köyü’nde Şevgin aşiretinin Torun ailesine mensup E. Ş, korkutma amacı taşıyan ve karşı tarafı öldürme amacı gütmeyen silah sıkma sonucu Sağınç ailesine mensup kişilerce öldürülmüştü. Cinayet sonrası Sağınç ailesinden iki kişi mahkeme tarafından suçlu bulunmasına rağmen aile bu suçu kabul etmeyip “kan davasına uygun” hareket etmemişti. Bunun sonucunda iki aile arasında öldürme ya da yaralamaya varmayan çatışmalar çıkmıştı. Son olarak bu aile maktulün abisinin evinin altındaki çayırda ot biçmeye kalkınca iki taraf arasında bu sefer karşı tarafı öldürme kastı içeren silahlı çatışma çıkmıştı. Ölen ya da yaralananın olmadığı bu olay maktulün ailesi için “bardağı taşıran son damla” olmuştu. Birkaç gün sonra 27 Haziran 2008 tarihinde Van-Erciş yolu üzerinde bir minibüs, rastgele taranmış ve Sağınç ailesinden ikisi kadın ikisi erkek olmak üzere dört kişi hayatını kaybetmişti. İddialara göre saldırı Şevgin ailesine mensup kişilerce yapılmıştı. VAN BÖLGESİNDE AŞİRETLERİN SOSYAL YAŞAMDAKİ ROLÜ Van Bölgesi’ndeki aşiret yapısı geçmişteki gücünü büyük bir oranda kaybetmiştir fakat düğün, sünnet, bayram, seçim ya da kan davası, namus cinayeti gibi olağandışı veya olağanüstü durumlarda aşiretçilik refleksi tekrar ortaya çıkmaktadır. Çoğu durumda da bu asabiyet, refleks olmanın ötesinde zorunlu bir tercihtir çünkü kanlının, aşiret aidiyetini kabul eden kişileri öç alma kastıyla öldürmesi ya da bu aidiyeti kabul eden kişinin başına kan davası benzeri bir olay geldiğinde aşiretin diğer mensuplarının destek vermemesi gibi durumlar - 162 - kişileri tercih yapmak durumunda bırakmaktadır (Topses, 2012). Bu durumun da etkisiyle ülke sınırındaki Kürt aşiretlerinin kolları diğer ülkelere uzanabildiğinden olağanüstü durumlarda Türkiye’deki bir kan davası başka ülkelere bile taşabilmektedir (Ünsal, 2003). Türkiye’de aşiretlerin günümüzde ayakta kalmasını sağlayan faktörlerden biri de ülke içerisindeki siyasi durum ya da siyasi dengedir. Osmanlı devletinde özellikle II. Mahmut ile beraber merkezileşme hareketinden sonra bölgede birbirine rakip aşiretlerin otoritesinin yanında devlet otoritesi de buraya egemen olmaya başlamış ve buradaki aşiretler gerek birbirine karşı ve gerekse “dış güçlere” karşı devlet tarafından kullanılmıştır (Zürcher, 2008). Ayakta kalmak için bu denli güçlü nedenleri bulunan aşiretler özellikle çok partili hayata geçişten sonra siyasi partiler tarafından da etkili bir şekilde kullanılmışlardır (Kışlalı, 1998). Bugün bile bölgedeki sağ partilerin çoğu aşiretler üzerinden örgütlenmekte ve gerek mahalli seçimlerde gerekse milletvekili seçimlerinde adayların büyük bir kısmı aşiret ileri gelenlerinden seçilmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan isyanların bastırılmasına yardım eden aşiret üyelerinin son zamanlara kadar parlamento üyesi olmaları rastlantı değildir (Heckman, 2006:94) Siyasal ilişkilerin bu denli işlevsel olduğu ağalık sisteminde bireylerin teker teker vatandaşlık haklarını kullanması söz konusu olmayabilir. “Aşiret reislerinin kendilerini vazgeçilmez kılmalarının başka bir yolu da devletle olan tüm ilişkilerinde arabuluculuk yapmalarıdır” (Bruinessen, 2003:448). Var olan çatışmalar aşiretsel bağları kuvvetlendirdiğinden durum aşiret ağası tarafından da kullanılmaktadır. Ayrıca kan davalarında taraflar konumlarını güçlendirmek için var olan güçler arasında denge politikası yürüttüklerinden kaçınılmaz olarak kolluk kuvvetleri ve siyasi otoriteye yanaşmaya çalışmaktadırlar. SOSYAL ALANDA KADIN Anaerkil bir sistem olan Trobyantlılarda çeşitli araştırmalar yapan Malinowski (1992) bu aile yapısında evin reisinin “anne”ye en yakın erkek olduğunu söylemektedir. Anaerkil bir sistemde bile reisin erkek olması bugün bildiğimiz anlamda ataerkil yapının simetriği olan bir anaerkil sistemin varlığını şüpheye düşürmektedir. Delaney (2001) ise Anadolu insanında yaratılış kaynağının erkek olduğuna dair inanışlar –tanrının dahi erkek olarak simgelenmesiolduğunu ve bu durumun kadının sosyal konumunu daha da zayıflattığını iddia etmektedir: “Kadınlar… …çocuğun yaratılışında eşit hatta eşitten fazla katkıya sahiptirler. Yine de sürece ilişkin görece yeni olan bu anlayış; sadece eğitimli sınıflar arasında bilinmekte.” Nikitine (2008) “Kürtler” adlı kitabında Kürt kültürü içerisinde kadının yüksek bir - 163 - konuma sahip olduğunu hatta kadının sosyal yaşama katılma konusunda Anadolu halkları içerisinde Avrupalılara en yakın halk olduğunu iddia etmektedir. Bu durumun Kürt toplumundaki tüm kadınlar için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir, ayrıca düğünlerde erkek ve kadınların yan yana gelmesi gibi Nikitine’in sosyal yaşama katılma olarak ifade ettiği çoğu durum genellikle “sapkın” hareket olarak görülmektedir. Olayın geçtiği bölgede de İslam kültürünün de etkisiyle benzer durumların söz konusu olduğu görülmektedir. Kadının boşanma hakkı olmadığı gibi erkek kadını boşadığında çocuklar da erkekte kalmaktadır. Bu durum da Delaney’in (2001) tespitlerinin burası için de kısmen geçerli olduğunu göstermektedir. Fakat ataerkil sistem, dini bir bütün olarak değil genellikle kendi yorumuna göre sistemine katmaktadır. Örneğin İslam hukukuna göre mirasta kadına erkek kardeşinin yarısı kadar pay düşmesine rağmen bu kurala uyulmayarak en iyi ihtimalle kız kardeş mirastan kendine düşen payı almamaya “razı” edilmekte bir başka deyişle İslam Hukuku “işine geldiği şekilde” yorumlanıp Hile-i Şer’ yapılmaktadır. Doğu Anadolu gölgesi gibi toprağın temel üretim aracı olduğu bir bölge için öteden beri uygulanan bu sistem kadının toplumsal alandaki hareketini de oldukça kısıtlamaktadır. Örnek verilebilecek bir diğer uygulama da nikâh esnasında damat tarafının geline verdiği ve örneğin boşanma esnasında kadının bir “sigortası” durumunda olan mehir parasının geline takılan takılar üzerinden hesaplanması ve genellikle evlilikten sonra bu takıların da satılmasıdır. Aslında nikâhın bir şartı olan mehirin satılması nikâh şartlarını ortadan kaldırmaktadır. Fakat buna uyulmadığı çok rahat görülebilmektedir. Kadının berdel olarak verilmesi ya da kanlıya kan bedeli olarak verilmesi toplumun kritik durumlarda onu adeta bir meta olarak gördüğünü göstermektedir. Bu örneklerin yanı sıra verilebilecek sayısız örnekte de görülebileceği gibi sosyal alanda egemen güç erkektir ve en azından bazı alanlarda kadın bu egemenliği kabul etmiş gibi görünmektedir. Anadolu kültüründe “iffetli kadın” sıfatının kocasına her şekilde itaat eden sosyal yaşama mümkün olduğunca az katılan, kısacası “kadın olduğunun farkında olan” kadınlar için kullanılması kadının sosyal yaşamdaki yerini net bir biçimde göstermektedir. Tüm bu koşullar aşiret yapısı gibi ataerkil sistemin bir kurumun içerisinde kadının sosyal yaşama katılmasını, bu alanda söz sahibi olmasını oldukça kısıtlamaktadır. KAN DAVASINDA KADIN Sosyal alandan soyutlanmış kadının, ev içinde göreli bir güce sahip olduğundan koşullar oluştuğunda bunu sonuna kadar kullanmaya çalışmaktadır. Fakat bu doğrudan kullanılabilen bir iktidar değil, erkek egemenliği üzerinden kurulan ve genellikle de ev - 164 - içerisinde kalan bir iktidar kullanma biçimidir. Çünkü olayın geçtiği çevrede bir adam sırf yüzünü asıyor diye karısına şiddet uyguladığını gururla anlatmıştır. Bu nedenle de “kadının kan davasında aktif rol oynamasını” bu çerçevede görmek ve kadının sosyal alandaki rolünü abartmamak gerekmektedir. Heckman (2006) kadınların ev içi ilişkilerde kocaları üzerinde bir kontrol mekanizmasına sahip olduğunu söylemektedir. Kadın bunu; çocuğu babaya karşı kışkırtma, kocayı yatağa almama gibi yollarla sağlamaktadır. Bu durum ev dışında örneğin köy kahvesinde konuşulduğunda evin erkeğini zor durumda kalacağından etkili bir silah olarak kullanılabilmektedir. Fakat Heckman kadının bu gücünün ev içi yaşamla sınırlı olduğunu ve sosyal yaşam söz konusu olduğunda tam tersi bir durumun söz konusu olabileceğini dile getirmektedir. Mesela özellikle kırsal kesimdeki kadının hayatı sadece kendi köyünden ibaret olabilmekte ve çoğu defa sadece anne-babasının köyü dışında dışarı çıkamamaktadır. Tezcan’a (2003) göre kadının bu derece izole edilmesinin altınki temek sebep ise kadın namusunun aile namusu olarak görülmesidir. “Erkekler tarafından kadının bekâreti titizlikle korunur ve bekâretin bozulması aile için büyük felaket sayılmakta, tüm ailenin namusu kirlenmiş olmaktadır”. Fakat kadının kullandığı bu sınırlı güç kan davaları gibi olağanüstü durumlarda çok daha işlevsel hale gelebilmektedir. Kan davalarında erkek öç alma konusunda ağır bir toplumsal baskı altındadır. Her ne kadar toplumda öç almaması konusunda telkin edilse de çok daha önce kurumsallaşmış ilişkiler kesinlikle bu davanın sürdürülmesi “gerçekliğini” kan sahibine dayatmaktadır. Haliyle bu durumda erkek sürekli öç alma sorumluluğu ile hareket etmektedir. Kadın, erkeğin bu hassas durumunu bazen çok iyi kullanabilmektedir. Mesela kan davalarında kadınlar tarafından erkeklere ”erkeksen öcünü alırsın, sen de erkek misin?” gibi laflar söylenmesi erkek için “altından kalkılması gereken” bir yüktür. Bu çalışmanın yapılmasına neden olan olaydan hemen sonra öç alan taraftan görüşülen bir kişi öç almanın onlar için zorunlu hale geldiğini çünkü artık “kadınlarına dahi söz geçiremediklerini” olaydan yaklaşık bir hafta önce kız kardeşine kızan abinin bu kardeşinden “erkek ol da önce öcünü al” azarı işittiğini söylemiştir. Ayrıca bu çevrede bir yakını öldürülenler sürekli olarak “önce öcünü al da öyle konuş” azarını sürekli işitebilmektedir. Kan davaları üzerine yapılan bazı araştırmalar da kadının kan davasını bilerek ya da bilmeden körüklediğini ortaya koymaktadır. “Kadınlar genellikle olayların oluşumuna yardım etmekte, aracı olarak kullanılmaktadır” tespitini yapan Tezcan (1972:39) aynı kitabında ailedeki erkelerin öç almak için kadınlar tarafından sürekli telkin edildiğini söylemektedir. Bu taraf olma ve öç alma bazen öyle bir dereceye varmaktadır ki bir kadın için yaşadığı acının - 165 - aynısının başkasına da yaşatılmasının hiçbir önemi kalmamaktadır. Çünkü kan davalarında alınan öç “bir haktır ve ödevdir” (Heckman 2006). Olaydan hemen sonra Şevgin ailesinden görüşülen kişilerden sadece bir iki kişi yapılanın haksızlık olduğunu, en azından bu kadar insanın canına kıyılmaması gerektiğini belirtmişlerdi. Özellikle kendini kan sahibi kabul eden kişilerin olaydan sonra oldukça sevindiği gözlenmiştir. Görüşülen bu insanların “hak yerini buldu” demesi Heckman’ın yaptığı tespitlerin burası için de geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Bölgede öldürme olaylarından sonra bazen olayın kan davasına dönüşmesi engellenebilmektedir. Fakat bu durum sosyal alanda geçerli olmakta, aile içinde ise genellikle bu kan hakkı ve kini canlı tutulmaktadır. Gözlemlenen başka bir olayda babasını yaklaşık elli yıl önce kaybetmiş bir kadın olay kan davasına dönüşmediği için yakın çevresindeki kadınların sürekli kendisine “önce babanın öcünü alsaydın ya” dediğini söylememiştir. Kan davalarında öldürülen kişilerin kanlı elbiselerinin de yine kan sahibi kadınlar tarafından saklandığı görüşülen kişiler tarafından dile getirilmiştir. Öldürülen kişilerin eşyalarının saklanmasındaki temel amaç ise ileride öç alınması için kişililerin daha rahat telkin edilebilmesidir. Araştırma sürecinde Sağınç ve Şevgin ailesine mensup olmayan fakat Çakırbey Köyü’de ikamet eden bir görüşmecinin kan davasının başlamasına ilişkin söylediği sözler ise oldukça ilginçtir: “Öldürülmeden önce E. Ş. defalarca diğer tarafa ‘Elimde silahımla dağa gidiyorum ya kendiniz gelin ya da karınızı gönderin’ demişti. Bu elbette yenilir bir laf değildi ve sonunun kötü olacağı belliydi ”. SONUÇ Toparlamak gerekirse Van ilinde aşiretler güçlerini büyük oranda kaybetmişlerdir ve gündelik hayatta aşiret veya ağalık hemen hemen yok gibidir. Aşiretin “Torun” ailesi de sıradan bir aile gibi yaşamaktadır. Fakat kan davasına benzer durumlarda aşirete mensup olduğu iddia edilen kişiler arasında isteyerek veya istemeden bir dayanışma oluşmaktadır. İşte bu durumlarda eski gelenekler kısmen de olsa tekrar ortaya çıkmaktadır . Günümüzde ağaçoban ikiliği neredeyse tamamen ortadan kalkmasına rağmen bahsi geçen olayda Şevgin tarafı sık sık çobanın ağaya karşı gelemeyeceğini vurgulamaktaydılar. Kadının kan davalarında rolü ise ilginçtir. Kadının buradaki tavrı ataerkil sistemi yeniden yaratıyor gibi görünse de aslında kendi alanında bir iktidar üretme çabasından ileri gelen bu hareket adeta sosyal yaşamın dışına itilmişliğe karşı bir isyandır. Çoğu defa da bu isyanın öfkesi kan davası kurumunu yaratan patriarşiye karşı olmayan ve aslında yine kadını mağdur eden bir eyleme dönüşmektedir. Kadının bu durumunun tarihsel bir süreçte kabul ettirilen rolü ile ilgili olduğu söylenebilir. Aslında rol kavramı bile kadının olağanüstü - 166 - durumlarda kadının sosyal hayata etkisi konusunda abartı olabilir çünkü kanımca kan davaları gibi olağandışı durumlar kadının sosyal alanda en etkili olduğu süreçtir. Örneğin “töre cinayetlerinde” failler çoğu defa erkek olmasına rağmen kesilen “ceza”nın mağduru neredeyse her zaman kadın olmaktadır. Kadının sosyal hayata etkisinin oldukça göreli olduğunu gösteren bu iki sosyal olay arasındaki çelişkili konum kadın için bir iktidar travması yaratmakta ve kendine yapılanın başkasına yapılmasında çoğu defa beis görmemektedir. - 167 - KAYNAKLAR Beşikçi, İ. (1970) Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller II, Yurt: Ankara. (1971) Kürt Toplumu Üzerine, Yurt: Ankara. Bruinessen, M. V. (2003) Ağa, Şeyh, Devlet (çev. B. Yalkut) İstanbul: İletişim. Delaney, C. (2001) Tohum ve Toprak (çev. S. Somuncuoğlu, A. Bora) İstanbul: İletişim. Heckmann, L. Y (2006) Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri (çev. G. Erkaya) İstanbul: İletişim. Kışlalı, A. T. (1998) Siyasal Sitemler, Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, Ankara: İmge. Malinovski, B. (2003) Vahşilerin Cinsel Yaşamı (çev. S. Özkal) İstanbul: Kabalcı. Nikitine, B. (2008) Kürtler (çev. E. Karahan, H. Akkaş) İstanbul: Örgün. Öğün, A. (1998) Türkiye’de Adam Öldürme Suçunda Etkili Olan Bazı Sosyal/Kültürel İlişkilere İlişkin Sosyolojik Bir Araştırma, Polis Bilimleri Dergisi, 1(2):73-83. Tezcan, M. (1972) Kan Gütme Olayları Sosyolojisi, Ankara: A.Ü.E.F. (2003) Türkiye’de Töre (Namus) Cinayetleri, Ankara: Natural. Topses, M. D. (2012) Türkiye’de Kan Davası Geleneğinin Sosyolojik Çözümlemesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 4(2):189-197. Ünsal, A. (2003) Anadolu’da Kan Davası, İstanbul: Yapı Kredi. Yıldırım, A ve Şimşek, H. (2008) Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri, Ankara: Seçkin. Zürcher, E. J. (2008) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (çev. Y. Saner)İstanbul: İletişim. - 168 -
© Copyright 2024 Paperzz