Varoluşsal Travmalar ve Günah İşleme Özgürlüğü

LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
VAROLUŞSAL TRAVMALAR VE GÜNAH İŞLEME ÖRGÜRLÜĞÜ !
Prof. Dr. Hasan Şimşek
İstanbul Kültür Üniversitesi
(www.hasansimsek.net)
4 Mart 2014-03-08
Dokuz yaşıma kadar köyde yaşadım. Bu nedenle küçük bir köy çocuğu olarak tipik bir
köy ekolojisi içinde atlar, köpekler, inekler, tavuklarla ortak mekanları paylaştım. Bu
ortam içinde doğal olarak hayvanlardan korkma davranışı da gelişmiyor. Dokuz
yaşımdan sonra şehir hayatına başladım. Üniversite yıllarımda bir tanıdığımızın küçük
bir köpeğiyle oynarken önceleri sakin sakin benimle oynaşan küçük köpek ansızın
elimi ısırdı. Bu olaydan sonra köpeklere karşı bende hafif bir çekinme ve korku oluştu.
Daha sonraları bunun üstesinden geldim, ancak şimdi bile bir köpekle karşılaştığımda
hala elimi ısıran o minik köpek aklıma gelir. Köpeklerle ilgili kurguladığım gerçekliğim
ve ilişki dünyası bu olayla birlikte sarsıntıya uğradı. Sonuçta, o minik köpek
kurgulamış olduğum dünyamda bir travmaya neden oldu. Bu travma o gerçekliği
yeniden oluşturmama yol açtı.
Yirminci yüzyılın en önemli halk ozanı Aşık Veysel İstanbul ziyaretlerinden birinde
Sirkeci’de bir otelde kalmakta. Bir kaç gazeteci haber yapmak için kendisini ziyarete
gidiyor. Sohbet sırasında gazetecilerden birisi büyük ozana dönerek; “Veysel Baba,
biz gerekli yerlerle temas edelim, kaynak bulalım, gerekirse bir yardım kampanyası
düzenleyelim, gözlerini açtıralım” diyor. Aşık Veysel şu karşılığı veriyor: “Ben bu
halimle şu ana kadar kafamda bir yuva kurdum! Şimdi gözlerim açılırsa kafamdaki bu
yuva yıkılır, bu yaştan sonra yenisini de kuramam!” Aşık Veysel’in “kafasındaki yuvası”
onun varoluşsal gerçeği. Kendisi. Her şeyi. O’nu o yapan bütün her şey: Değerleri,
doğruları, dünyaya ve bu dünyadaki her şeye ilişkin gerçeklik kalıpları. Gözlerinin
açılması bütün bu varoluşsal gerçeği yerle bir edecek bir travma yaratma potansiyeli
olan dışsal bir etki aslında.
“Bütün dünyam yerle bir oldu,” “bütün dünyam alt üst oldu,” “Allah’ım, bunuda mı
görecektim,” “bu bir kabus olmalı,” “güvendiğim dağlara kar yağdı” gibi tepki
tümcelerinde ifade edilen duygu durumu aslında köklü birer varoluşsal travma
işaretleri. Yıllar süren bir ilişki sonucu eşe, akrabaya, arkadaşa duyulan güvenin yerle
Page 1 of 7
LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
bir olması her insanın yaşamında derin izler bırakır ve adeta varoluşsal bir
sorgulamaya neden olur. Bu tür bir deneyimden geçmiş insanlarda ilerleyen yıllarda
başkalarına karşı güvensizlik sık rastlanan durumdur. Böylesi bir travma sonucu kalıcı
ve dengeli yeni ilişkiler geliştirmekte zorluk çekebilirler. Aslında olan yukarıda dile
getirdiklerimizden çok farklı değil. “Oluşturulmuş gerçekliklerin,” yani bizi biz yapan
her şeyin bir tür dışsal etkiyle yerle bir olması gerçeklikle bağımızı kopartır, varoluşsal
bir boşluğa düşeriz.
İntihar duygusu ve düşüncesi de böyle bir varoluşsal sorunla ilgilidir. “Anlam”ın yittiği
durumlar varoluşsal sorgulama anlarıdır. Eski anlamın yerine yenisini koymalı ve
durumu “ikame” etmeliyiz, aksi halde “şeyler” anlamını yitirir! “Yaşamanın bir anlamı
yok” sadece bir Yeşilçam repliği değildir; varoluşsal bir duygu ifadesidir.
Toplumlar da varoluşsal travmalar yaşarlar. İşgal gören, soy kırımdan geçirilen, uzun
dönemler kıyıma uğrayan, sistematik haksızlığa maruz kalan grup ve toplumlar da
“anlam ve gerçeklikle” sorgulamalar yaparak bu anlam kaymasıyla mücadele
edebilecekleri yeni gerçeklik kalıpları oluştururlar. Bu dönemler aynı zamanda
peygamberlerin; Atatürk, Lenin, Washington, Gandi, Simon Bolivar gibi ulusal
kahramanların ve toplum önderlerinin yükseldiği dönemlerdir. Özet olarak tekrar
vurgulayalım: Varoluşsal travmalar önderler de yaratır!
Klasik rasyonalist-pozitivist görüş “gerçekliğin” bizim dışımızda olduğunu ve bu
“önceden oluşmuş gerçekliğin” (İngilizce “given”) bireyler tarafından algılanarak
(duyularımız ve dışımızdaki gerçeği temsil eden aklımız yoluyla) içselleştirildiğini var
sayar. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar kabul gören bu yaklaşım yabana atılamaz.
Upuzun “Aydınlanma” hareketinin arkasında bu gerçeklik algısı vardır; çünkü
Aydınlanma boyunca büyük devrimlerin ana motoru olan pozitif bilimler insan aklına
duyulan müthiş bir inancın ürünüdür. “Gerçek tektir, bizim dışımızdadır; insan, aklı
yoluyla bu gerçeği keşfedebilir, hatta çözdüğü sırlar üzerine aklı yoluyla kurguladığı
yeni tasarımlarla işleyişin yönünü değiştirebilir!” Bu yabana atılamaz müthiş bir
devrimdir. En azından Aydınlanmaya kadar geçen yazılı tarih boyunca, hatta
kaydedilmemiş insanlık tarihinin de ötesine giden derinliklerde, insan aklının tanrısal
buyruğa veya mistik güçlere boyun eğdiği uzun bir geçmiş vardır. Bu uzun geçmişte
hemen bütün insani olgulara ilişkin nesnel gerçekliğin büyük ölçüde “uhrevi” bir
Page 2 of 7
LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
yorum üzerine bina edildiği sır değildir. İşte Aydınlanma ile ivmelenen “aklın
egemenliği” hareketi “dünyevi” olanı “akılla” açıklama girişimidir.
“Tek gerçeklik” ve “aklın egemenliği” giderek insanı zaman ve mekandan bağımsız
mekanik bir olgu olarak görmemize de yol açtı. Kültür, yerleşik coğrafi koşullar, tarih,
gelenek, töreler, değerler gibi insani ve toplumsal unsurlar henüz bilimin ilgi odağında
değildi. “Tekil (Yeknesak)” ve “evrensel” kuramlar bu dünyada her şeyi açıklayabilirdi.
“Varoluşun” tarih, zaman ve mekan bağımsız evrensel açıklaması vardı. Burada,
“varoluşa” ilişkin aklın ilkelerini kullanmayan dine ve dinle de ilgisi olayan her türlü
yerel ve bireysel ayrışma ve farklılıklara da yer yoktu. Bu nesnel dünyada bitkilerin
yetişme dinamiği, hayvanların fiziksel ve duygu dünyası, mevsimler ve doğal
dinamikler ve benzeri şeyleri pozitif bilim açıklama gücüne sahipse, insan ve insanla
ilgili her şey de aynı ilke ve yöntemlerle açıklanabilir. Bulunanlar genellenebilir ve
evrenseldir.
Sonuçta,
rasyonalist-pozitivist
dünya
görüşünde
“varoluşsal
travma”
akılla
açıklanabilir bir durum değildir! Genel değildir, sürekli değildir, evrensel değildir.
Çünkü, rasyonalist-pozitivist gelenekte gerçeklik nesneldir, her yere teşmil edilir.
Atipik bir durum, var sayalım “intihar,” genele teşmil edilemez, nesnel ölçütlerle
açıklanamaz. Örneğin, bitkiler ve hayvanlar dünyasında veya doğanın başka
alanlarında “kendi kendini yok etme” davranışı gözlenebilir nesnel bir durum değilse,
bu standarda uymayan her şey istisnadır ve ihmal edilebilir. İnsan için de bu durum
istisnai bir durum olacaktır ve ihmal edilebilir derecede bir ayrıntıdır.
Rasyonalist-pozitivist paradigmanın alternatifi ise ta antik Yunan’dan beri bu evrende
varlığını sürdürmekteydi. Ancak, en azından Avrupa’da, neredeyse bin yıldır süren
skolastik din felsefesine savaş açarken safları katıksız bir “akıl” üstünlüğü etrafında
sıklaştırmak zorundaydı. “Tanrı buyruğu” ve “insan aklı” arasındaki bu savaşta insan
aklı lehine dönen ivme hızla “aklın kayıtsız şartsız egemenliği”ne evrilmekteydi. Bu
yeni durum, neredeyse “Tanrı buyruğunun kayıtsız şartsız egemenliği”nin antiteziydi.
“Aklın kayıtsız şartsız egemenliği”ne doğru süren bu ivme yirminci yüzyılın ortalarına
kadar devam etti. “Aklın egemenliği” yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren
neredeyse farklı türde bir “pozitivist taassuba” dönüşme eğilimine girmeye
başladığında Antik Yunan’da kökleri olan “yorumlamacı-oluşturmacı” (“interpretivistPage 3 of 7
LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
constructivist”) felsefenin bilim evreninin uç galaksilerinde yeşermeye başladığına
tanık olduk. Temel yaklaşım pozitivist-akılcı akımdan epeyce farklıydı: Gerçeklik
oluşturulur; dış dünya bizim dışımızda nesnel bir olgu olabilir, ancak aktif insan bilinci
tarafından sürekli yorumlanarak anlam verilir. Bireyler arasında bu anlam kümeleri
farklılıklar gösterebilir ve bu durum normaldir; çünkü her bireyin oluşturduğu
gerçeklik kendine özgüdür. Gerçeğin oluşturulması sürekli ve aktif bireysel bir
girişimdir, bir seferde olup bitmez. Sonuçta, insan aktif biçimde dış nesnel gerçeklikle
temas içinde kendi özgün yorumlarına dayalı kendi özgün gerçeklik kalıplarını
oluşturur.
Eğer “gerçek” bu kadar öznel ve bireysel bir girişimse, bu dünyada belirli konularda
nasıl ortaklıklar kuruyoruz? Hiç tanımadığımız farklı kişilerle aynı düşünsel evreni
paylaşıp, ülke ve coğrafi sınırları da aşarak ortak hareket edebiliyoruz? Yanıtı basit:
“Gerçekliğin oluşturulması” bireysel olduğu kadar toplumsal da bir süreçtir. Türk
olmak, Alman olmak, Müslüman olmak, Hristiyan olmak, Alevi olmak, kadın olmak,
sağcı olmak, solcu olmak, vb. gerçeklik kalıpları belirli sayıda insanın ortak
girişimleriyle oluşturulmuş “toplumsal gerçeklik kalıplarıdır.”
Sonuç: “Gerçeklik,
bireysel ve toplumsal olarak oluşturulmuş kalıplardır.”
Başa dönelim: Belirli ilkeler, doğrular, yanlışlar, değerler üzerine bina edilmiş bu
“bireysel ve toplumsal olarak oluşturulmuş gerçeklik” ciddi biçimde ve temelden
sarsıldığında “varoluşsal” bir “sorun” ortaya çıkar. Bu tür “varoluşsal travma”
dönemleri yeni yolların tercih edilmesi, yeni yöntemlerin keşfedilmesi, yeni liderlerin
sahneye çıkması, alışılmadık olan şeylerin denenmesi için bulunmaz koşullardır.
1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasından sonra toplumsal dinamiklere egemen
olmuş bir kaç siyasal ve toplumsal akım vardır. Bu siyasal ve toplumsal akımların pek
çoğu
aslında
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e
intikal
etmiştir.
Bunların
en
güçlü
olanlarından birisi Atatürk’ün de parçası olduğu ve 19. Yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Osmanlı coğrafyasında ve bütün dünyada kök salan Aydınlanmacı-modernist
akımdır. Genç Türkler ve İttihat ve Terakki yoluyla bu akım Cumhuriyet’e intikal
etmiştir. İkincisi, İslamcı görüştür. Dağılan Osmanlı coğrafyasının ancak İslam’la
tekrar bir araya getirilebileceği inancına Osmanlı’nın son döneminde sıkı sıkıya sarılan
bu siyasal eğilimin en önemli taraftarlarından birisi Padişah Abdülhamit olmuştur.
Page 4 of 7
LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
Koyu İslamcı ideolojileri nedeniyle ta başından Aydınlamacı Cumhuriyet rejimine
muhalif olan bu siyasal akım Cumhuriyet boyunca örtülü örgütlenmesini aksatmamış,
1950’lerden sonra da sağ siyasi partiler üzerinde perde arkasında hep etkili olmuştur.
Üçüncüsü, Türkçü (Pantürkist) ideolojidir. Yine Osmanlı’nın dağılma sürecinde yıkılan
imparatorluğu, imparatorluk coğrafyasında yaşayan Türkleri Türk kimliği etrafında
örgütleyerek yeni bir çıkışın mümkün olduğuna inanmışlardır. Milliyetçi duruşları
zaman zaman aşırıya kaçarak toplum içindeki farklı din ve ırk aidiyetine karşı ayrımcı
bir tutumla da sonuçlanmıştır. Cumhuriyet döneminde klasik sağ duruşundan ödün
vermeyen bu gelenek, nadiren Aydınlanmacı, laik, modernist akımın yanında yer
alırken özellikle kritik kavşaklarda İslamcı ideoloji ile aynı saflarda konumlanmayı
tercih etmiştir.
2002 yılında iktidara gelen AKP aslında yukarıda sözünü ettiğimiz ve Osmanlı’nın son
dönemlerinde alternatif ideolojilerden birisi olan İslamcı ideolojinin bir devamıdır.
Aslında İslamcı yeniden doğuşun iktidara yürüyüşü 1990’ların ortasında hızlanmıştı.
Bu siyasal akımın Cumhuriyet’in kuruluşunda yeni rejim aleyhine koydukları bütün
rezervasyonlar 1990’larda da tam anlamıyla devam etmekteydi. Daha da önemlisi,
farklı siyasal partiler içinde milletvekili olarak, zaman zaman bakan ve başbakan
olarak elde ettikleri yetki ve gücü bu rezervasyonları tamamen dönüştürebilecek
şekilde kullanamamışlardı. 2002 bu açıdan tam anlamıyla bir “beklenen randevu” idi.
Neredeyse yüz yıldır özlenen ve beklenen an gelmişti. 2002-2013 yılları arasında
Türkiye’de tam anlamıyla bir İslami yeniden doğuş dönemi yaşandı. Ya da bu akıma
önderlik eden siyasi elit böyle bir hava yarattı. Başörtüsünden İmam Hatip’lere, din
eğitiminden içki yasaklarına, yaşam tarzına ilişkin vurgulara kadar oniki yıl boyunca
ağır bir dini söylem giderek toplumun neredeyse her alanını etkisi altına aldı.
2013 yılının sonlarına doğru, 17 Aralık’ta alışılmadık bir şey oldu! Yıllardır toplum
içinde kulaktan kulağa yayılan bazı söylentileri doğrularcasına bazı kayıtlar gün
yüzüne çıkmaya başladı. 2014 Mart ayı başında gündemde olan konuları burada
tekrar etmeye gerek yok.
Sonuçta, yıllar yılı muhafazakar bir dünya görüşü doğrultusunda özel yaşamını
düzenleyen, inancını çoğu durumda pek çok şeyin önüne koyan ve bu doğrultuda
kendilerince pek çok fedakarlıklara katlanan geniş bir kitle ortaya çıkan bu yeni
Page 5 of 7
LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
durumla, dini sembolleri ve değerleri özel ve siyasi yaşamlarının her alanında kullanan
siyasi elitle ilgili bu gelişmeleri nasıl karşılayacak? Hele, bundan sonra
da ortaya
çıkması muhtemel yeni yolsuzluk ve haksız kazanç iddiları ortamında bu kitlenin
duygu durumu nereye sürüklenecek? “Günah işleme özgürlüğü” gibi akıla, mantığa,
ahlaka, sağ duyuya takla attıran, normal insan aklıyla alay eden görüş ve açıklamalar
hakkında bu naif kitle ne yargıda bulunacak?
Bundan 400 yıl önce Shekaspare’in yazdığı Hamlet’te “olmak ya da olmamak; işte
bütün mesele bu!” tümcesi gerçekte varoluşsal bir travmanın dışa vurumu:
“Gözümüzü dünyaya merhaba diyerek açtığımızdan; son yolculuğumuza gideceğimiz anda
kapayıncaya kadar olup bitenler ‘olmak ya da olmamaktan’ ibarettir.
Yaşamak bazen umut vermiyor insana. Oturur düşünürsün bir yerlerde kendi hayatını,
bugüne kadar neler yaptığını sorarsın, kendin için faydalı ne yaptığını; sonra da sıkılırsın,
kendinden nefret edersin, sen başkalarından uzaklaşmaya çalışırken ve insanlardan kendini
soyutlarken bir de bakmışsın özün diye bir şey kalmamıştır hayatında. İşte en korkunç olan
da insanın özünü kaybetmesidir. Düşünürüm de; özü olmayan insan yaşayabilir mi bu
hayatta?”
(http://erezegilmez.tumblr.com/post/3202107157/olmak-ya-da-olmamak-butun-meseleburda)
Şu anda, mütedeyyin, muhafazakar kitlenin geniş bir kesitinde içten içe ciddi bir
sorgulamanın yaşandığı inancındayım. İlerleyen süreçte içinde bulunduğumuz toz
dumanın dağılması ile olup bitenleri bu kitlenin daha rahat değerlendirmesi fırsatı
ortaya çıkacaktır. Bu kitle, yakın veya orta vadede bu olup bitenler etrafında ciddi bir
“varoluşsal travma” sürecine girmiştir ve bu devam edecektir. “Varoluşsal travmalar”
birey ve toplum yaşamında ciddi savrulmalara neden olur. Bu “varoluşsal travma”
sonucu sözünü ettiğimiz kitle içinde kayda değer bir kesimin uzun yıllardır kendisine
belletilen “din düşmanı Cumhuriyet” görüşünü bırakarak laik, modern Cumhuriyet
değerlerini benimseme yolunda daha istekli olacağını öngörebiliriz. İslamcı ideolojinin
yükselişe geçtiği 1997 yılında yayınlanan “Paradigmalar Savaşı ve Kaostaki Türkiye”
kitabımda şunu dile getirmiştim:
“Paradigma perspektifinden baktığımda, İslam'ı politize ederek devlet yönetimi gibi ideolojik
bir alanda işe koşmak isteyenlere şunu söylemek isterim: İran deneyinde olduğu gibi, din
dahil olmak üzere hangi paradigmayı devlet yönetme gibi günlük bir işe koşarsanız, bu
paradigmanın yükselme dönemini bir düşüş dönemi izleyecektir. Her paradigma er ya da geç
düşer. Düşen bir paradigma taraftar kaybeder, eski hükmetme gücünü yitirir. İslam gibi
Page 6 of 7
LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK KULLANINIZ
2014
bireysel alanda hoşgörü kaynağı olan ve akla hizmet eden bir dini politize ederek devlet
yönetmek isteyenlerin, uzun vadede İslam'ın düşüşüne hizmet edeceklerini bilmeleri
gerekir...” (Paradigmalar Savaşı ve Kaostaki Türkiye, 1997, s. 138-139).
Bunu 17 yıl önce yazdığımız kitapta dile getirmişiz! O tarihte AKP siyasi bir parti
olarak ortada yoktu ve kurulmasına da daha dört yıl vardı! Ne diyelim: İslamcıların da
çağdaş sosyal bilim perspektifinden toplum bilim analizleri yapan kitapları okumaları
gerekiyor!
Page 7 of 7