Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi 3 2014 Kongre Kitabı 29 Mayıs 2014 Umuttepe / KOCAELİ ISBN 978 - 605 - 62169 - 3 – 0 Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Yusuf Bayraktutan Doç.Dr. Esat Harmancı Arş. Gör. Hakan Küçüksaraç Arş. Gör. Yavuz Kılınç Kapak ve Konsept Tasarım: Arş. Gör. Hakan Küçüksaraç Yazıların hakları yazarlara aittir. Bildiri metinlerindeki hata, anlam bozukluğu ve yanlışlardan metnin yazar(lar)ı sorumludur. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi 3 2014 ISSN 1302 - 6658 Prof. Dr. Esat Harmancı (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Füsun Alver (Kocaeli Üniversitesi) BİLİM KURULU Prof. Dr. Özer Kanburoğlu (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Sinan Özbek (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Yusuf Bayraktutan (Kocaeli Üniversitesi) Doç. Dr. Hülya Gündüz Çekmecelioğlu Prof. Dr. Yusuf Bayraktutan (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Esat Harmancı (Kocaeli Üniversitesi) Arş.Gör. Ahmet İçöz Arş.Gör. Hakan Küçüksaraç Arş.Gör. Meltem Tarı Özgür DÜZENLEME KURULU Arş.Gör. Hanife Bıdırdı Arş.Gör. Yavuz Kılınç Arş.Gör. Gökçe Özyılmaz Arş.Gör. Arda Ercan Arş.Gör. Bilge Ercan Arş.Gör. Fatma Şen KOÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Umuttepe Merkez Yerleşkesi, 41380 Kocaeli. Telefon: 0 262 303 17 52 - Fax: 0 262 303 17 53 Sunuş … Üniversitelerin temel işlevlerinden biri, bilgi üretimi ve paylaşımıdır. Akademik çalışmaların literatüre kazandırılması, genel kamuoyu ve aynı alanda araştırma yapacak olanların istifadesine sunulması, yayın organları yanında kongre, sempozyum, vb etkinlikleri önemli bir konuma taşımaktadır. Türkiye’de akademik atama ve yükseltmelerin nesnel standartlara dayandırılması amacıyla oluşturulan ölçütler, akademik değerlendirme/hakemlik süreç ve mekanizmalarına sahip dergilere ve akademik faaliyetlere ihtiyacı artırmıştır. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, bir yandan paydaşları ve ilgili kesimlerle yakın diyaloglar geliştirmekte; bürokratik süreçlerini etkinleştirmekte; öte yandan akademik etkinliklerle Enstitü anlayışını değiştirmektedir. Eğitim, iletişim, güzel sanatlar, edebiyat, hukuk, iktisadi ve idari bilimler gibi farklı alanlardan 7 ayrı fakültenin 25 ayrı bölümünü ilgilendiren uzmanlık alanlarının yüksek lisans ve doktora programlarına kayıtlı 1850 civarında öğrencinin kariyer faaliyetleri yanında yerel-ulusal-küresel sorunları konu alan araştırma ve yayın faaliyetleri yürütmektedir. Bu bağlamda, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin katılımına açık olan ve seminer, proje, tez gibi akademik faaliyetleri kamuoyuna sunma fırsatı sağlamayı amaçlayan Sosyal Bilimler Kongresi'nin üçüncüsü, Mayıs 2014'te gerçekleştirilmiştir. Kongrede, başvuranlar arasından hakem değerlendirme sürecini takiben uygun görülen, iktisattan edebiyata, güzel sanatlardan iletişime, sosyal bilimlerin farklı alanlarından 19 katılımcının çalışmaları tartışılmış; redaksiyon sonrasında bu çalışmaların yer aldığı kongre kitabı yayına hazırlanmıştır. Danışma ve hakem kurulu üyelerine, bildiri yazarlarına ve emeği geçen herkese teşekkür ederim. Artık geleneksel hale gelen ve her yıl mayıs ayı sonunda gerçekleştirilen Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi’ne katılmak isteyenleri, Enstitü web sayfasındaki yazım kurallarına ve dergi formatına uygun çalışmalarını, elektronik ortamda Enstitümüze ulaştırmaya davet ederken sosyal bilimlerin farklı disiplinlerini temsil eden çalışmalar içeren bu kongre kitabının, araştırmacılara ve okuyuculara yararlı olmasını diliyorum. Prof. Dr. Yusuf Bayraktutan Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi 3 2014 ISSN 1302 - 6658 Fahrettin GÜLLÜCE Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil (1-19) Farız GUSSEINOV Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk (21-35) Berat ORHAN Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi Şebnem OĞUZ UZUNER Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları (49-74) Cengiz BAYDAN Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişlik Khadar AINANSHE Semra AYÇİÇEK Ömer Faruk KAYA Murat KIZMAZ Berat ORHAN Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma (85-100) Çağdaş BEŞOĞUL Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri İle Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki (101-118) Yasemin SEVİM EFQM Mükemmellik Modeli ve Örgütsel Bağlılık Arasındaki İlişkiye Yönelik Uygulamalı Bir Araştırma (119-130) Mücadelede (37-48) (75-84) Sena DEMİR İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış (131-147) İbrahim DUMAN Haleb Selçuklu Meliki Rıdvan Bin Tutuş Döneminin Siyasî Olaylarına Genel Bir Bakış (488-507/1095-1113) (149-154) Emre VURAL 17.Yüzyıla Ait Bir Şiir Mecmuasında Açmazdan Redifli Nazire Matlaları (155-160) Mehmet Furkan ÇELİK Yayımlanmış Divanlarda Yer Almayan Şiirler Bağlamında Bâkî Mahlaslı Bir Gazel (161-168) Mustafa Uğur KARADENİZ Süleymaniye Kütüphanesi, 34 Sü-Tarlan 67/1 Numaradaki Yazma Eserin 1-54 Varakları Arasında Yer Alan Şiirler Hakkında Değerlendirme (169-174) Gül Sevgi Karaca Çocuk Tiyatrosunda Toplumsal Cinsiyet Ebru Aklar Modern Sanat Akımlarının Kostüm Tasarımına Etkileri ve Postmodern Kostüm Tasarımı ( (183-191) (175-182) Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 1 - 19 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil ∗∗ Fahrettin Güllüce ∗ The Deficient Dimension on the Presidential System Discussions: The Presidential System is not Monotype Özet Başkanlık sistemi, 1980’lerin başından bu yana, Türkiye’de tartışılmaktadır. Sistemin Türkiye’de uygulanması gerektiğine inananların en önemli dayanağı, başkanlık sistemi ile birlikte hükümet koalisyonlarına olan ihtiyacın sona ereceği ve böylelikle de siyasi istikrarın artacağı düşüncesidir. Buna karşın, sistemi Türkiye için sakıncalı bulanlar, monist yürütme yapısının diktatörlüğe dönüşme ihtimalinin yaratacağı tehlikelere dikkat çekerler. Bu çalışma, tarafların argümanlarının dayanaklarını sorgulamayı amaçlamaktadır. Muhalefetin başkanın vetosunu geçersiz kılamadığı durumlarda tıkanıklığın veya bir faaliyetsizlik durumunun ortaya çıkması muhtemeldir. Dahası, bu tür durumlarda, başkanlar için meclis içerisindeki gruplarla koalisyon arayışına girmek de, ihtimal dâhilinde olabilmektedir. Dolayısıyla da, istikrar ve koalisyon kavramları bakımından başkanlık sisteminin, iki partili başkanlık sistemi ve çok partili başkanlık sistemi ayrımı yapılarak tartışılması gerekmektedir. Diğer yandan, diktatörlük gibi itham edici ifadeler yerine, başkanlık sistemi ve başkancıl sistem şeklinde bir ayrım yapılmalıdır. Sonuç olarak, optimize edilmiş bir sistem tasarlamak için, tartışmaların çok boyutlu bir düzleme taşınması gerekmektedir. Anahtar Terimler: Başkanlık sistemi, siyasi istikrar, koalisyon, kuvvetler ayrılığı, diktatörlük JEL Kodları: F50, D72 The Deficient Dimension on the Presidential System Discussions: The Presidential System is not Monotype Abstract The presidential system has been discussed in Turkey since the beginning of 1980’s. The most important ground suggested by those who believe that the system should be implemented in Turkey, is the idea of terminating coalition governments and so increasing the political stability thanks to the presidential system. Despite that, those who finds the system unfavorable for Turkey, point out that the possibility of mutation of monist executive structure to dictatorship. This paper aims to interrogate the aforementioned grounds of parties. It is possible that a stalemate occasion may emerge in the situations in which the opposition can’t override the presidential veto. Moreover, in this situation, pursuits of coalition with the groups in the legislative for presidents can be within the bounds of possibility. Thereby, in terms of stability and coalition concepts, the presidential system should be discussed by taking into consideration the differentiation between two-party system and multi-party system. On the other side, instead of imputative expressions like dictatorship, a differentiation of the presidential system and formal presidential system should be made. As a result, in order to design an optimized system, the system discussions have to relocate to a multidimensional plane. Key Words: presidential system, political stability, coalition, separation of powers, dictatorship JEL Codes: F50, D72 ∗ Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, Eyüp Belediyesi Müfettiş Yardımcısı, [email protected] ∗∗ Bu çalışma, Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER’in danışmanlığında hazırlanan “Başkanlık Sistemi ve Türk Siyasal Hayatında Reform Tartışmaları” başlıklı yüksek lisans tezi dayanak alınarak hazırlanmıştır. 2• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Siyaset biliminde demokratik yönetim sistemleri denildiğinde ilk olarak üç yönetim biçimi akla gelmektedir. Bunlar; başkanlık sistemi, parlamenter sistem ve yarı-başkanlık sistemidir. İşte, bu noktada şu hususun altının çizilmesi önemlidir. Ülkemizde sıkça düşülen bir hata vardır ki, o da başkanlık sistemini diktatöryel bir yönetim biçimi olarak görmek ve başkanlık sistemi ile birlikte despot bir iktidar tarafından yönetilme kuşkusuna kapılmaktır. Aksine, başkanlık sistemi de en az parlamenter sistem kadar demokratiktir. Bununla birlikte, sistemin adından ziyade sistemin siyasal tasarımının nasıl olduğu daha büyük önem arz etmektedir. Şöyle ki, sistem bir yandan sert kuvvetler ayrılığı ve kontrol/denge mekanizması gözetilerek öyle tasarlanır ki başkanlık sistemi adını alırken, diğer yandan, kontrol ve denge açısından aksaklıkları barındırarak öyle de bir tasarlanır ki başkancıl sistem şeklinde anılmaya mahkûm olur. O halde, başkanlık sisteminin ve başkancıl sistemlerin ayırt edici bir şekilde nasıl tanımlanacakları bu noktada önemlidir. Yoğunluğu değişkenlik gösterse de, 1980’lerden günümüze Türkiye’de başkanlık sistemi tartışılmaktadır. Sistemi savunanlar için sistem, yürütme erkini koalisyon hükümetlerinden soyutlayacak ve böylelikle siyasi istikrar zemininin sağlanmasına yardımcı olacaktır. Eleştirenler için ise sistem, ülkede tek adam yönetimi şeklinde bir yönetim anlayışının kurulmasına ve eyalet sisteminin kaçınılmaz olarak gündeme gelmesine, böylelikle de ülkenin bölünmesine neden olacaktır. Şurası bir gerçek ki, başkanlık sistemi ikiparti ve çok parti sistemi, başkanın yetkileri gibi bağımsız değişkenler dikkate alınmaksızın tartışıldığında hem savunanlar, hem de eleştirenler hataya düşebilir. Bu çalışmanın amacı da, başkanlık sisteminin farklı boyutlarını ortaya koyabilmektir. Çünkü sistem tartışmalarının doğru zeminde gerçekleşebilmesi için bu boyutlar önemlidir. Belirtilen amaç doğrultusunda, çok partili sistem bir bağımsız değişken olarak ele alınacak, Jose Antonio Cheibub’ın altını çizdiği, yasama ve yürütme ilişkilerinde yaşanması muhtemel üç senaryo çerçevesinde analiz edilecektir. Öncelikle, siyasi istikrarın tam olarak ne anlama geldiği, ardından kuvvetler ayrılığının ortaya çıkış sebebi ve onun başkanlık sistemi ile olan ilişkisi incelenecektir. Cheibub’ın senaryolarından birisi -ki özellikle çok partili başkanlık sistemleri için geçerlidir- yasama içerisindeki muhalif grubun kanun çıkarabildiği, ancak başkanın vetosunu geçersiz kılamadığı durumları ifade etmektedir. Başkanlık sisteminin asli unsurlarından birisi olan kuvvetler ayrılığı ise, zaten, tek adam yönetimlerine son verebilmek amacıyla tasarlanmış bir modeldir. Çalışma dört bölüm ve çeşitli alt bölümlerden oluşmaktadır. Birinci bölümde, başkanlık sisteminin tanımı ve unsurlarına yer verilmekle beraber başkancıl sistemden ayrıldığı noktaların altı çizilmiştir. İkinci bölümde, başkanlık sisteminin Türkiye’de tartışıldığı dönemler ele alınmıştır. Üçüncü bölümde, Türkiye için başkanlık sistemini savunanların gerekçelerine yer verilmiş ve bu gerekçelerin sorgulanması amacıyla başkanlık sistemi ile istikrar kavramı ve koalisyon hükümetleri ilişkisi incelenmiştir. Dördüncü ve son bölümde ise, Türkiye için başkanlık sistemini sakıncalı bulanların gerekçeleri sıralanmış ve yine bu gerekçelerin sorgulanması amacıyla başkanlık sistemi ile tek adam yönetimi ve federal devlet sistemi ilişkisi açıklanmaya çalışılmıştır. Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 3 1. Başkanlık Sisteminin Tanımı ve Unsurları Başkanlık sistemi için çok çeşitli tanımların yapıldığı görülmektedir. Şöyle ki, kimilerine göre başkanın meclisi feshedebilmesi sadece bir anormallik iken (Sartori, 1997: 118), kimilerine göre ise başkana verilecek böyle bir yetki sistemin adını değiştirmektedir (Kuzu, 2012: 38). Bu hatırlatmadan sonra başkanlık sisteminin tanımının, genel olarak, şu şekilde yapıldığı söylenebilir: “Başkanlık hükümeti; kuvvetler ayrılığı prensibini sert bir şekilde tatbik eden, kuvvetleri birbirine kontrol ettirmekle beraber icra organının üstünlüğünü sağlayan temsili bir hükümet biçimidir” (Aldıkaçtı, 1960: 141-142). Yine, bir siyasal sistem ancak ve ancak devlet başkanı (başkan) halkoyundan çıktığı, önceden belirlenmiş görev süresi içinde parlamentonun oyuyla görevden uzaklaştırılamadığı ve atadığı hükümetlere başkanlık ettiği veya onları başka şekillerde yönlendirdiği takdirde, başkanlık sistemidir (Sartori, 1997: 115). Başkanlık sisteminin unsurları asli unsurlar ve fer’i (yan) unsurlar olarak ikiye ayrılmaktadır. Asli unsurlar sistem açısından olmazsa olmaz iken, fer’i unsurların, ülkelerin kendi özel durumlarına göre, sistemin daha iyi işlemesi ve kuvvetlendirilmesi amacıyla kullanılması tercihe bağlıdır. Başkanın halk tarafından doğrudan veya dolaylı olarak belirli bir süre için seçilmesi, kuvvetler ayrılığının daha sert bir yapıya sahip olması, hükümet üyelerinin bizzat başkan tarafından seçilmesi ve buna paralel olarak başkan tarafından azledilmesi, devlet başkanı ve hükümet başkanı şeklinde bir ayrıma yer verilmemesi ve başkanın görevi ile ilgili işlerden dolayı sorumsuz olması sistemin asli unsurlarıdır (Özer, 2010: 185-186). Başkanın yasama organını feshetme yetkisine sahip olmaması, başkanın kanunları veto etmesi ve başkanın vetosunun yasama organının özel çoğunluğu (3/5 – 2/3) ile aşılması ve başkanın yasama organının bir üyesi olamaması sistemin yan unsurlarıdır (Özer, 2010: 187). 1.1. Başkancıl Sistem Nedir Başkancıl sistem tanımlaması erkler arasındaki kontrol ve denge mekanizmasının sert kuvvetler ayrılığı prensibine uygun olmayan bir şekilde ayarlandığı başkanlık sistemleri için kullanılmaktadır. 1 Başkancıl sistemlerde görülen en temel uygulamalar başkanın meclisi feshetmesi ve başkanın başkanlık kararnameleri ile bir çeşit yasama görevi üstlenmesidir. Latin Amerika’daki başkanlık sistemlerinin hemen hepsi bu şekilde tanımlanabilir. Örneğin, Şili Cumhuriyeti’nde başkanın bu çeşit yetkileri bulunmaktadır. Kazakistan gibi, SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsızlıklarını ilan eden Orta Asya ülkelerinin çoğunluğu da bu tanıma örnek gösterilebilir durumdadır. Otoriter yönetim veya diktatörlük gibi yakıştırmalara maruz kalsalar da, düzenli ve açık seçimler yapılıyor, başkan eleştirilebiliyor ve muhalefet partileri örgütlenebiliyorsa ‘süperbaşkanlık’ şeklinde tanımlanmaları daha uygun görülmektedir (Fish, 1997: 326). 2. Türkiye’de Başkanlık Sisteminin Tartışıldığı Dönemler Ülkemizde başkanlık sistemi tartışmalarının ilk olarak 1982 Anayasası’nın hazırlanış sürecinde yaşandığı bilinmektedir. 12 Eylül sonrasında başlayan “Başkanlık sistemi” tartışmalarında Danışma Meclisi, İstanbul Hukuk Fakültesi Yönetim Kurulu, İstanbul Barosu 1 Bu sistemlerin ‘başkancı sistem’ veya ‘bozulmuş başkanlık sistemi’ şeklinde adlandırıldığı da görülmektedir. 4• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ve bazı hukukçular, başkanlık sistemini tartışmışlardır (Fendoğlu, 2010: 22). Süleyman Sırrı Kırcalı’nın (Manisa), Danışma Meclisi’nin cumhurbaşkanının nitelikleri ve tarafsızlığının görüşüldüğü toplantısında, cumhurbaşkanı ve yardımcısının halk tarafından seçilmesi teklifinin gerekçesi bu tartışmalara örnektir. Kırcalı, burada, başkanlık sisteminin Türklerin geleneksel yönetim anlayışına en uygun sistem olduğunu 2, parlamenter sistemin ise Türk karakter ve geçmişine uymadığını öne sürmüştür (Danışma Meclisi Tutanakları, 1982: 375). Ancak, o dönemde bu görüşler yeterince taraftar toplayamamıştır (Beceren ve Kalağan, 2007: 175). Esasen, bu dönemde yapılan tartışmalar kamuoyunun gündemine girebilecek yoğunlukta da değildi. Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları, ilk defa ve ciddi bir biçimde Sayın Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde kamuoyunun gündemine girdi (Yılmaz: 2012). Burada, Özal’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra bu düşünceyi savunmaya başladığı söylense de, cumhurbaşkanı olmadan önce de –tam olarak başkanlık sistemini işaret etmese de- sistemi tartışmaya açtığını gösteren konuşmaları mevcuttur. 1987’de bir röportajda: “Ben Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini daha demokratik görüyorum. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın epey yetkileri var. 1961 Anayasası gibi değil. Partiler aday gösterebilir veya dışarıdan aday gösterebilir, ama meclis yerine Cumhurbaşkanı'nı halk seçmelidir. Cumhurbaşkanı’da ona göre kendini güçlü hissetmelidir. Dikkat edin, bu başkanlık sistemi değil. Yani Amerika’daki başkanlık sistemi değil. Cumhurbaşkanımıza yetkiler vermişiz… Ağırlık onda… Halk seçerse daha güçlü olur.” demiştir (Hürriyet Gazetesi, 23 Nisan 1987: 13’den aktaran Onar, 2005: 84-85). Görüldüğü gibi, o dönemde Turgut Özal, cumhurbaşkanının elinde bulundurduğu geniş yetkileri ancak halkın doğrudan seçmesi ile yani doğrudan seçilmenin vermiş olduğu meşruiyet ile kullanması gerektiğine, bunun daha uygun olacağına inanıyordu. 3 Tabi, Özal’ın Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini teklif etmesi, onun başkanlık sistemini savunduğunu, açıkça, ortaya koymaz. Yani Özal’ın yukarıdaki ifadelerinden başkanlık sistemi sonucuna ulaşılamaz. Ancak bu ifadeler, Özal’ın yakın çalışma arkadaşlarından Hasan Celal Güzel’in aşağıdaki ifadeleri ile birlikte düşünüldüğünde başkanlık sisteminin bir hazırlığı olarak değerlendirilebilir: “Bizde karizmatik liderler hep 'Başkanlık Sistemi'ni istemişlerdir. 'Başkanlık Sistemi'ni en fazla arzu eden karizmatik lider merhum Özal'dır. Esasen rahmetli Özal, 1982 Anayasası'ndan haklı olarak şikâyetçi idi. Bana, kısa, öz ve esnek bir Anayasa taslağı hazırlama görevi verdi. Her üç sisteme göre 35'er maddelik anayasa taslakları hazırlayarak kendisine verdim. Beğendiğini söyledi. Lâkin 1989 Mahallî Seçimlerinden sonra ANAP süratle güç kaybetmeye başlamıştı” (Güzel: 12 Mayıs 2012). Kırcalı: “Gazneli Mahmut'lar, Babür Şah'lar, Alpaslan'lar, Timur'lar, Osman Bey'ler hepsi devletlerinin başına yetenekleri ile gelmiş büyük Türk komutanlarıdır. Onlar; bugün başkanlık sistemi denilen sistemle yönetilen devletlerin başkanlarının icra gücüne sahiplerdi. Fakat onların, kendilerine yardımcı olacak ve kanunlarla bağlayacak parlamentoları yoktu. Bugün ki başkanlık sisteminden belki en büyük farkları buydu” (Danışma Meclisi Tutanakları, 1982: 375). 3 Nur Uluşahin’de, cumhurbaşkanının yetkilerinin genişliği nedeniyle halk tarafından seçilmesinin makul karşılanabileceğini öne sürmektedir. “Seçimsiz temsil ve vekâlet olmayacağına göre halk tarafından seçilen geniş yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanının, halk tarafından seçilmeyen geniş yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanına yeğlenmesi normal görülebilir” (Uluşahin, 2011: 35). 2 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 5 Ayrıca, Burhan Kuzu’da bu görüşü destekleyen bir aktarımda bulunmuştur. Kuzu, ölümünden kısa bir önce Özal’ın kendisine “Burhan Hocam! Senin başkanlık modeliyle alakalı kitaplarını, çalışmalarını epey inceledim, okudum… Ben bu modeli 1983’de Türkiye’ye getirmek istedim. Ancak ekonomi çok kötüydü. Türkiye adeta batmıştı. Hemen ekonomiye sarıldım. Derken 1987 geldi, siyasal, sayısal o gücümü bulamadım” dediğini ifade etmiştir (Zaman Gazetesi: 18 Nisan 2013). Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başkanlık sistemini savunurken öne çıkardığı husus parlamentonun denetleme görevidir. Bu konuda şu görüşleri paylaşmıştır: “Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçersek, bu parlamentonun denetleme görevini, asli görevini yapması demektir… İcranın denetlenmesi… Parlamenter sistem bu denetlemeyi iyi yapamaz. Çünkü koalisyon olarak dahi olsa parlamentoya parti grupları hâkim olur. Ancak azınlık hükümeti olur. O da mümkün değil” (En Son Haber: 03 Kasım 2012). Başbakanlığı döneminde cumhurbaşkanının yetkileriyle orantılı bir meşruiyete sahip olmadığını ön plana çıkaran Özal, cumhurbaşkanı iken, mevcut sistemde, parlamentonun denetim fonksiyonunu etkili bir şekilde yerine getirememesini gerekçe göstererek sistem değişikliğini tartışmaya devam etmiştir. Türkiye’de başkanlık sistemini tartışmaya açan bir diğer isim de yine eski bir Cumhurbaşkanı olan Sayın Süleyman Demirel olmuştur. Demirel’de cumhurbaşkanlığı makamına, halk tarafından seçilmiş olmaktan kaynaklanacak meşruiyetin kazandırılması gereğine inanarak bu tartışmadaki yerini almıştır. Bir diğer deyişle, Demirel, başkanlık ya da yarı-başkanlık saptamasına gitmeksizin, cumhurbaşkanını halkın seçmesinin daha isabetli olacağını belirtmiştir (Onar, 2005: 85). Sistem saptamasına gitmiyordu ancak, meclisi feshetme yetkisini gündeme getiren Demirel, başkanlık yoklaması yapar gibi güçlü cumhurbaşkanlığı istiyordu (Ünal: 1996). 1 Ekim 1999 tarihinde TBMM’nin yeni yasama yılını açış konuşmasında: “Cumhurbaşkanı, iki turlu seçimle halk tarafından seçilmelidir; eğer, meclisiniz muvafık görürse, iki defa seçilmelidir; ama mutlaka halk tarafından seçilmelidir. Bunun bir takım mahzurları vardır; ama maksadınız, eğer demokrasiyi güçlendirmekse, demokrasinin kurumlarına daha çok otorite kazandırmaksa, mutlaka halkın rızasına ve yetkisine Cumhurbaşkanlığı makamını bırakmak lazımdır” (TBMMTD, 1999: 28’den aktaran Onar, 2005: 85), diyerek meclis genel kuruluna hitap etmiştir. Türkiye’de başkanlık sisteminin tartışılması, Liberal Demokrat Parti tarafından da arzu edilmektedir. LDP’yi bu anlamda farklı kılan, başkanlık sisteminin parti içerisinde ki bir bireyin beklentisi olarak değil, parti programına dâhil edilmek suretiyle bir parti politikası olarak savunulmasıdır. Zira tam başkanlık sistemini 1994’den beri programına almış tek siyasi parti LDP’dir. Liberal demokrat parti, tam başkanlık sisteminin kesinlikle ve kesinlikle yasamanın yürütmeden bağımsız olması gereği “iki turlu dar bölge seçim sistemi” ile birlikte uygulanmasını savunur (Toker: t.y.). Çünkü parti, iki turlu dar bölge seçim sistemini, başkanlık sisteminin olmazsa olmazı görmektedir (Mutlu: 23 Kasım 2012). 4 Parti Genel Başkanı Toker başkanlık sistemini bu seçim sistemi ile birlikte savunmalarının nedenini şu cümlelerle açıklamaktadır: “Başkanların milletvekillerini belirledikleri mevcut seçim sistemimizle uygulanacak bir başkanlık sistemi zaten eşiğinde olduğumuz diktatörlük rejiminin kapısını sonuna kadar açacaktır” (Toker: t.y.). 4 6• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ LDP, başkanlık sistemine olan inancını kuvvetler ayrılığı ilkesine dayandırmaktadır. Onlara göre, 1946’dan bu yana uygulanan çok partili parlâmenter sistemin, toplumumuz ve insanımız için Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile amaçlanan sonuçları vermemiş olmasının temelinde, yürürlüğe konulan hiçbir anayasanın, demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez koşulu olan kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsememiş olduğu gerçeği yatmaktadır (LDP: t.y). Bu nedenle de, parti programının anayasa adlı bölümünde: “T.C. Anayasası, demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez özelliği olan kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca, yasama, yürütme ve yargının birbirinden tamamen bağımsız şekilde işlemesini temin eden hükümlere yer verecek; birbirlerini denetleyen ve dengeleyen bu güçlerin, birbirleri ile işbirliği ve koordinasyon esaslarını belirleyecektir. T.C. Anayasası, demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez özelliği olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin işlerliğini temin etmek için: Yürütme gücünün (hükümetin) iki turlu seçimle millet bütünü tarafından seçilen ve asgari %50+1 oy alan bir Başkana ve bu Başkanın belirleyeceği bir Kabine’ye verilmesi ilkesine ve Başkanlık Sistemi olarak adlandırılan bu yapının işleyiş esaslarına yer verecektir. Yargının Başkan ve üyelerini toplumsal iradenin belirleyeceği bir Yüksek Mahkeme’ye ve bu makama bağlı etkin bir adli mekanizmaya verilmesi ilkesine ve bu yapının işleyiş esaslarına yer verecektir. Yasamanın (Parlâmento) dar bölge ve iki turlu seçimle asgari %50+1 oy alan siyasi parti temsilcilerinin oluşturduğu Temsilciler Meclisi ile yürütüleceği ilkesine ve bu yapının işleyiş esaslarına yer verecektir.” denilerek başkanlık sisteminin tartışılmasını istemektedirler. Başkanlık sistemi, AK Parti iktidarının ilk yıllarında, AB 2004 Yılı İlerleme Raporu ile birlikte, yeniden gündeme gelecekti. Raporda Türkiye’deki seçim barajı eleştirel bir bakış açısı ile ele alınmıştı. Dönemin Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, raporda altı çizilen yüzde on barajına yönelik eleştiriye şu sözlerle cevap vermiştir. “Bu baraj istikrarı korumak için getirilmiştir, eğer bundan vazgeçilmesi düşünülecekse, istikrar sistem değişikliğine gidilerek sağlanabilecek, bu durumda da tercih edilmesi gereken başkanlık sistemi olacaktır (Radikal Gazetesi, 7 Aralık 2004’den aktaran Onar, 2005: 86)”. Aslında, Ak Parti döneminde başkanlık sistemi tartışmaları, 21 Nisan 2003’te Başbakan Sayın R.T. Erdoğan’ın: “Siyasetteki arzum başkanlık sistemi, benim için en ideali Amerikan modeli (Sabah Gazetesi: 2004)” dediğinde başlamıştı. 2003’te başlayan bu tartışmalar, AK Parti’nin, on yıl sonra, yani 2013’te Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na 5 sunduğu öneriler ile somutlaşmıştır. 3. Başkanlık Sistemini Savunanların Gerekçeleri Türkiye, 1876 Anayasası’ndan bugüne, meşruti monarşi, meclis hükümeti, karma hükümet sistemi, parlamenter sistem gibi birçok modeli tecrübe etmiştir. Bununla birlikte, 1982 Anayasası’nın -hazırlanış süreci de dâhil olmak üzere- geçerli olduğu dönemde, sistem 5 AUK, anayasa yapım sürecini yönetmek ve anayasa taslak metnini hazırlamakla görevli komisyondur. Komisyonun Başkanı TBMM Başkanıdır. Mecliste gurubu bulunan partilerin her biri komisyona üç üye gönderir. Bu şekilde bir başkan ve on iki üyeden oluşan komisyon, bütün siyasi partilerin mutabakatı ile karar alır. Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 7 tartışmalarının yaşandığı görülmektedir. Ülkemiz için başkanlık sisteminin daha efektif olacağını düşünenler bu sistemin tartışılmasını istemektedirler. Gerekçelerinin ise, yoğun olarak, birkaç maddede toplandıkları gözlemlenmektedir. Bunlar; 1-) Siyasi istikrar isteği, 2-) Hızlı gelişme için güçlü icra, 3-) Tarihsel geçmişimizin başkanlık sistemine uygunluğu, 4-) Başkanlık sisteminin diktatörlük ve askeri darbeye neden olmadığı (Yılmaz, 2012: par. 19), 5-) parlamenter sistemden kaynaklanan sorunların giderilmesi (Arslan, 2003: 161) düşünceleridir. Parlamenter sistemden kaynaklanan sorunlardan biri, “siyasi nedenlerle meclis hükümeti denetleyemiyor” söylevi ile ifade edilmektedir. Yukarıdaki ilk iki gerekçe, doğal olarak, birbirleriyle bağlantılıdır ve parlamenter sistemlerin, genellikle, koalisyon hükümetlerine mahkûm oldukları, koalisyon hükümetlerinin de, yine genellikle, sakıncalı oldukları görüşüne dayanmaktadır. Başkanlık sisteminin siyasi istikrar ile ilişkisi ve koalisyon hükümetlerinin kalkınmanın önünde engel teşkil ettiği görüşü bu tartışmalar kapsamında en fazla gündeme gelen konular olduğu için, aşağıda detaylı bir şekilde incelenecektir. 3.1. İstikrar Kavramının Başkanlık Sistemi Açısından Değerlendirilmesi Başkanlık sistemini savunanların en önemli gerekçesi, bu sistem sayesinde siyasi istikrar ortamının ülkede hâkim olacağı düşüncesidir. Bu nedenle burada, başkanlık sistemi ile istikrar kavramının ne kadar alakalı olduğunu araştırmakla beraber, başkanlık sisteminin her zaman için istikrar anlamına gelip gelmeyeceği sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Ancak öncesinde istikrarın ne olduğunun ortaya konulması gerekmektedir. Siyasi istikrar; demokratik bir süreçte, hukuk kuralları dâhilinde etkili ve verimli bir siyasi yapının oluşması şeklinde tanımlanabilir. Siyasi istikrarsızlık da, bunun tersi olarak, demokratik bir süreçte, hukuk kuralları dâhilinde etkili ve verimli bir siyasi yapının oluşturulamaması anlamına gelmektedir (Öztürk, 2004: 9). “Siyasal istikrar kavramına belli başlı iki unsur egemendir: Düzen ve süreklilik. Birincisi siyasal sistemin şiddetten, kaba kuvvetten, zorlamadan ve yıkıcılıktan nispeten uzak olması demektir. İkincisi ise istikrarı, siyasal sistemin temel unsurlarının pek değişmemesiyle, siyasal süreçte kesintilerin olmamasıyla, toplumda siyasal sistemi temelden değiştirmek isteyen önemli sosyal güçlerin ve siyasal hareketlerin bulunmamasıyla özdeşleştirir” (Caniklioğlu, 1999: 18). Başkanlık sistemi ile istikrar kavramı arasında ilişki kurulabilmesi için, istikrarın, belirli bir meclis çoğunluğuna ulaşmış olmak gibi, herhangi bir şart aranmaksızın, başkanlık seçimini önde bitiren kişinin hükümetin başına geçmesi ile sağlanabileceğine inanmak gereklidir. Gerçekten de, başkanlık sistemi bu anlamda bir istikrar sağlayacaktır. Çünkü yürütmenin başına geçecek olan başkan adaylarından herhangi birisi, ilk turda yüzde elli + bir oy alamasa dahi, en nihayetinde ikinci turda seçilmiş olacaktır. Ancak yukarıdaki tanımlara bakıldığında, siyasi istikrarın sadece bu olmadığı anlaşılmaktadır. Zira başkanlık sistemi hükümetlerin kolaylıkla kurulabileceği bir model vaat etse de, kurulacak olan hükümetlerin her zaman için etkili ve verimli olabileceği hususu tartışmalıdır. Bununla birlikte, siyasal süreçte kesintilerin olmayacağı da başkanlık sisteminin garanti edemediği konulardan biridir. Jose Antonio Cheibub, yasama – yürütme ilişkileri bakımından üç muhtemel duruma işaret etmektedir (Cheibub, 2000: 3-4). Birincisi, yani yasama içerisindeki muhalefetin başkanın vetosunu nitelikli çoğunlukla aşabildiği ve bu nedenle de egemen olduğu varsayılan 8• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ durumlarda, kongre muhalefetin tercih ettiği tasarıları onaylar ve bu tasarıların kanunlaşması muhtemeldir. Çünkü başkan tasarıyı veto etse bile, muhalefet bu vetoyu geçersiz kılacak çoğunluğa sahiptir. 6 İkinci, yani başkanın domine ettiği durumda ise, kongre başkanın tercih ettiği tasarıları onaylar ve bu tasarılar başkanında imzası ile kanunlaşır. Bu iki durumda sistem bir şekilde çalışmaktadır. Cheibub’ın işaret ettiği bir üçüncü durum bulunmaktadır ki, meydana gelme ihtimali başkanlık sisteminin istikrar kavramı ile ilişkisinin sorgulanmasına neden olmaktadır. Cheibub bu durumu 100-V≤P<M ve M≤O<V şeklinde formüle etmiştir ve formül bir tıkanıklığın sembolüdür. 7 Çünkü ilk iki durumdan farklı olarak, ne başkan ne de muhalefet baskındır. Şöyle ki, kongre muhalefetin tercih ettiği tasarıları onaylamış, başkan bu tasarıları veto etmiş, kongrede bu vetoları geçersiz kılamamış, sonuç olarak da yasama, yani kanun çıkarma süreci tıkanmış olacaktır. Yukarıda dikkatlere sunulan bu risk, özellikle, disiplinsiz/çok partili başkanlık demokrasilerinde daha fazla yaşanmaktadır (Mainwaring, 1997: 55). 8 Yine bu riskin, siyasi uzlaşı kültürünün zayıf olduğu ülkeler için daha fazla geçerli olduğunun ve etkilerinin bir sonraki seçimlere kadar sürme ihtimalinin çok yüksek olduğunun altı ayrıca çizilmelidir. Çünkü senaryoya göre, yasama ve yürütme arasında bir yenişememe (stalemate) durumu ortaya çıkmaktadır. 9 Bu anlamda otomatik bir çözüm ihtimali, hem yasamanın hem de yürütmenin bağımsız otorite temelleri bulunmasından ötürü, düşüktür (Cheibub, 2000: 4). Bir diğer deyişle, çift meşruiyet kavramı ile orantılı olarak, her iki organda halka güvenmektedir. Cheibub’a göre, bu son durum başkanlık sistemini en savunmasız yapan nedenlerden birisi olmalıdır. Çünkü hem başkan hem de muhalefet, bu faaliyetsizlik durumu için, anayasa ötesinde bir çözüm arayışı eğiliminde olabilirler (Cheibub, 2000: 4). Burada da, başkanlık sisteminin bir diğer sakıncalarından olan katılık problemi akla gelmektedir. 10 Hatırlanacağı gibi, katılık problemi, sistemde bir kilitlenme söz konusu olduğunda yeni seçimler yapılana Bu durumlarda görev yapan hükümetler için ‘azınlık hükümetleri’ (minority governments) tanımı yapılmaktadır. Azınlık hükümetleri, başkanın partisinin yasama içerisinde çoğunluğu kontrol edemediği veya çift-meclisli sistemde, meclislerden en az birinin bu parti tarafından kontrol edilemediği dönemlerde mevcuttur (Cheibub, 2000: 3). 7 Bu formül içerisinde ki ‘P’ sembolü başkanın mensup olduğu partinin kongrede ki sandalye sayısını, ‘O’ sembolü muhalefet partisinin kongrede ki sandalye sayısını, ‘M’ sembolü bir tasarının kongreden geçmesi için ihtiyaç duyulan sayıyı, ‘V’ sembolü ise başkanın vetosunu geçersiz kılabilmek için ihtiyaç duyulan sayıyı temsil etmektedir. Muhalefetin bir tasarıyı onaylayacak çoğunluğa sahip olduğu, ancak, aynı zamanda başkanın vetosunu aşamadığı, yani anayasada gösterilen nitelikli çoğunluğa ulaşamadığı durumları ifade etmektedir. 8 Mainwaring bu görüşüne dayanak olarak, 1946-1964 ve 1985-1992 arası Brezilya’nın siyasi yapısını ele almıştır. Tabi burada, parçalanmış parti sistemi ile mecliste başkana karşı önemli bir muhalefet çoğunluğunun bulunmasının yanı sıra, Brezilya’nın demokrasiye geçişinin kongre yetkilerinin arttırıldığı bir anayasa yazımını kapsadığını da (Mainwaring, 1997: 55-109’dan aktaran Eaton, 2002: 51) hatırlamakta fayda bulunmaktadır. 9 Gelinen bu nokta, satranç oyunundaki ‘pat olma’ durumuna benzer. Zira satrançta da, sırada olan oyuncu kurallara uygun hamle yapamıyor ve şahı da tehdit altında bulunmuyor ise oyun berabere biter. Bu durumda oyun pat olarak bitmiş olur. Pat yapan hamlenin kurallara uygun bir hamle olması halinde, oyun derhal sona erer (Kulaç, 2003: 22). 10 Başkanlık sisteminin sakıncaları için bkz Linz, 1990: 51-69 6 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 9 dek başkanı değiştirip tıkanıklığı aşmanın mümkün olmadığı görüşü sorunsallaştırılmıştı (Linz, 1994: 19’dan aktaran Tunç ve Yavuz, 2009: 33). temelinde Güney Amerika ülkelerinde tıkanıklığı fiilen açma vazifesini ordunun kendisinde görebilmesi, bu ihtimalin olumsuz bir yansımasıdır (Tunç ve Yavuz, 2009: 33). Çünkü yasama çoğunluğu bulunmayan başkan düşmeyecektir ve söz konusu katılık nedeniyle şu birkaç sonucun ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir: (a) bölünmüş hükümet veya yenişememe; (b) anayasal krizler; (c) yasamayı tuzağa düşürme girişimleri; (d) travmatik bir deneyim olabilecek impeachment; (e) rejim istikrarsızlığı (Altman, 2000: 260). Tüm bu bilgiler ışığında sonuç yerine bir cevap vermek gerekirse, Cheibub’ın yasama ve yürütme ilişkileri açısından değerlendirdiği üç senaryodan en az birisinin siyasi istikrarsızlık anlamına geldiği aşikârdır. O halde, denilebilir ki, istikrar sorununu bir boyutu ile çözüme kavuşturacak olmakla beraber, başkanlık sistemi de nev-i şahsına münhasır (sui generis) bir istikrarsızlık durumuna açıktır. Parlamenter sistemde hükümetin kurulamaması veya her daim düşme ihtimali olarak kendisini gösteren siyasi istikrarsızlık, başkanlık sisteminde erkler arasındaki ilişkinin tıkanması şeklinde görülmektedir. 3.2. Koalisyon Hükümetleri ile Başkanlık Sistemi İlişkisi Bir başkanlık sisteminde koalisyonlar oluşturmanın ve koalisyonları sürdürmenin güdüleri tamamen farklıdır. 11 Bu farkları David Altman dört grupta incelemiştir. Birincisi, bir tarafın -yani başkanın- koalisyonun doğal bir üyesi olması beklendiğinden, bu sistemde, görece daha az yoğunluklu bir koalisyon şekillenmesi muhtemeldir. İkincisi, başkanın unvanının vatandaşların hükümet performansı değerlendirmelerindeki etkisi koalisyon ortakları tarafından, titizlikle, takip edilmektedir. Bir diğer deyişle, katkıları ne boyutta olursa olsun, koalisyon ortakları, iyi hükümet performansının sadece başkanın popülaritesini arttıracağını düşünmektedirler. 12 Bu nedenle de, başkanlık sisteminde oyuncular bir koalisyona katılma veya koalisyonda kalma konusunda, parlamenter sisteme nazaran, daha az güdüleyiciye sahiptirler. Üçüncüsü, taraflar, sonuçların hükümet performansının seçmen değerlendirmeleri tarafından belirleneceği bir sonraki seçimlerde oylarını maksimize etmek için çabalamaktadırlar. 13 Dördüncüsü de, önceki varsayımlara bağlı olarak, güdüleyicilerin çoğunun, belirli seçim takvimi ile uyumlu bir şekilde, zamanla değişmesi beklenmektedir (Altman, 2000: 260-261). 14 Bu farklılığın nedeni sistemin asli unsurlarından kaynaklanmadır. Parlamenter sistemde yürütme koalisyonuna katılmaya davet edilme şansı yüksektir. Hiç kimse yasama içerisinde ki güçler dengesini nazar-ı dikkate almadan hükümete öncülük ediyormuş gibi görünemez; şayet hükümet yasama güvenini kaybederse, başbakan ve onun kabinesi istifa etmek durumunda kalır (Altman, 2000: 260). Ancak başkanlık sisteminde durum çok daha farklıdır. Başkan, yürütmenin görev süresi sabit olduğundan ve aynı zamanda güvene dayalı olmadığından, olağanüstü bir gelişme olmadıkça görevinde kalacaktır (Shugart ve Carey, 1992’den aktaran Altman, 2000: 260). 12 Hatırlanacağı gibi, kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin de her şeyi kaybettiği ‘sıfır toplamlı oyun’ kuralının bu sistem için geçerli olduğu öne sürülmekteydi. 13 Bu yaklaşım, bir önce ki yaklaşımın doğal bir sonucudur. 14 Bir sonraki seçimlerin ne zaman yapılacağını bildiklerinden dolayı, taraflar seçilebilme şanslarını arttırmak için kendilerini başkandan ayırma güdülerine sahiptir (Altman, 2000: 261). 11 10• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Başkanlık sisteminde koalisyonların daha az olduğu, üzerinde genellikle uzlaşılmış bir düşüncedir. Sistemin ‘kazanan her şeyi alır’ mizacına vurgu yapan Linz’e göre, başkanlık sistemi siyasal işbirliğini destekleyici bir sistem değildir (Altman, 2000: 261). Arturo Valenzuela’da başkanlık sistemi kurallarının koalisyon oluşturma mantığına zarar verdiğini belirtmiştir (Valenzuela, 1994: 93’ten aktaran Altman, 2000: 261). Benzer görüşler Stepan, Skach ve Mainwaring tarafından da dile getirilmiştir. 15 Koalisyon ihtimali, parlamenter sisteme kıyasla, başkanlık sistemlerinde, yukarıda sıralanan birçok nedenden ötürü, daha düşüktür. Ancak yine birtakım etkenlere bağlı olarak, rejim başkanlık sistemi de olsa, koalisyonlar gündeme gelebilmektedir. Altman bu hususta, kısmen bölünmüş ancak fazlaca parçalara ayrılmış bir parti sistemine sahip olan Uruguay örneğini incelemiştir. Uruguay’ı incelemeye değer kılan neden ise, seçim öncesi ve seçim sonrası koalisyonların eşzamanlı ortaya çıkması ile anlaşma dönemlerinden karşılıklı engelleme ve erteleme dönemlerine sürekli bir dalgalanmanın var oluşudur (Altman, 2000: 262). Cheibub, hatırlanacağı gibi, yasama ve yürütme ilişkileri bakımından üç ihtimalin altını çizmişti. 16 Bu ihtimaller arasında, sistemin faaliyetsiz ve tıkanmış kalmasına neden olabilecek üçüncü senaryo 17 başkanlık sisteminin koalisyon hükümetleri bakımından değerlendirilmesinde de önemlidir. Zira özellikle başkanların çoğunluk desteğinden yoksun oldukları durumlarda, ilave politikalar uygulayacak ve hükümet koalisyonu oluşturacak kesintisiz bir kapasiteye olan ihtiyaç anlaşılır hale gelmektedir (Valenzuela, 2004: 13). Mezkûr koalisyon ihtiyacı da, genellikle, çok partili başkanlık sistemlerinde yaşanmaktadır. Çok partili başkanlık modelleri, başkanları her konuda yasama koalisyonları oluşturmak zorunda bırakan doğaları nedeniyle, parlamenter azınlık hükümetlerini andırmaktadır (Mainwaring, 1993: 200). 18 Hâsılı, koalisyon kurumu ile başkanlık sistemi ilişkisi parti sistemi ile yakından alakalıdır. İki-partili sistemde ve/veya başkanın partisinin meclise hâkim olduğu dönemlerde koalisyon ihtiyacı belirmemektedir. Buna karşın, çok partili başkanlık sistemlerinde, başkanın partisinin meclisteki etkinliğinin azalma ihtimali yüksek olduğundan, koalisyon ihtiyacı ortaya çıkabilecektir. Yani başkanlık sistemi, nasıl ki her zaman için istikrar anlamına gelmiyorsa, her zaman için koalisyonlardan kurtulmak anlamına da gelmemektedir. Böyle olduğu gibi, ihtiyaç duyulduğunda tarafları koalisyona katılmaktan alıkoyan yeterli sayıda neden de bulunmaktadır. Bu yüzden de, başkanlık sistemlerinde partiler arası koalisyon oluşturmak daha zordur ve oluşturulan koalisyonlar daha az istikrarlıdır (Mainwaring, 1993: 213). 15 Stepan ve Skach başkanlık makamının ‘bölünmezliğini’ vurgulayarak başkanlık sisteminde koalisyon işbirliği için çok daha az teşvik edici etkenin bulunduğunu belirtmiştir (Stepan ve Skach, 1993: 13). 16 Daha fazla bilgi için bkz §3.1. 17 Azınlık hükümeti dönemleri veya muhalefetin etkin olduğu, ancak başkanın vetosunu geçersiz kılamadığı durumlar. 18 İki-parti sisteminin sakıncalarına yer vermekle birlikte, Mainwaring başkanlık sisteminde iki-partili düzenin istikrarlı demokrasi için daha uygun olduğunu ifade etmektedir (Mainwaring, 1993: 212). Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 11 Son olarak, siyasi sistemlerin koalisyonlarla ilişkisi bakımından dikkat çekici bir ayrıntı göze çarpmaktadır. Şöyle ki, Türkiye’de parlamenter sistem “koalisyona meyilli oluşu ile siyasi istikrarsızlığa yol açtığı” gerekçesiyle eleştirilirken 19, batıda da -özellikle ABD’debaşkanlık sistemi “ihtiyaç duyulduğunda koalisyon kurulmasına engel teşkil ediyor ve bu nedenle de tıkanmalar yaşanıyor” denilerek eleştirilmektedir. 4. Başkanlık Sistemini Eleştirenlerin Gerekçeleri 1980’lerin başından bu yana Türkiye’de tartışılmakta olan başkanlık sistemine çeşitli nedenler gerekçe gösterilerek itiraz edilmektedir. Savunanların öne sürdüğü gerekçelerde olduğu gibi, sistemi eleştirenlerin dayandığı gerekçelerde tartışmaya açıktır ve itiraz edilebilir yönleri bulunmaktadır. 20 Bu gerekçeler; (a) diktatörlük/tek adam yönetimi endişeleri, (b) federalizme zorunlu gidişat ile bölünme endişeleri, (c) sistemin cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlarla uyumlu olmadığı görüşü 21, (d) başkanlık sisteminin Türk devlet geleneği ile alakası olmadığı savı şeklinde sıralanabilir. 22 Bunlarla birlikte yüz yılı aşkın bir tarihi geçmişi bulunan parlamenter sistemimizin yerine, yeni bir yönetim tarzının belirsizliklere açık ve riskli olabileceği şeklindeki diskurda bu gerekçelere eklenebilir. 23 Sistemi eleştirenler için dayanak olan gerekçelerin en başında başkanlık sisteminin bir çeşit diktatörlük veya tek adam yönetimine dönüşebileceği gelmektedir. 1982 Anayasası hazırlanırken, başta üniversiteler olmak üzere, barolar ve Anayasa Mahkemesi gibi kuruluşlar, başkanlık ve yarı-başkanlık sistemlerine geçiş yönündeki önerilere Türkiye’nin cumhuriyet geleneğine aykırı olacağı ve kolayca diktatörlüğe dönüşebileceği gerekçeleriyle açıkça itiraz etmişlerdi (Yazıcı, 2011: 160). Aynı şekilde, 22. Dönem Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’da başkanlık sistemi önerilerine diktatörlük ya da padişahlığa dönüşeceği savıyla itiraz etmiştir (Radikal: 5 Ocak 2005’ten aktaran Oder, 2005: 64). 24 Prof. Dr. Anıl Çeçen’de tartışmaya benzer bir görüşle katılmaktadır. Ona göre, başkanlık sistemleri 19 Tabi bu görüşe de itiraz edilmektedir. Onlardan biri, “Oysa Avrupa’nın en istikrarlı ülkelerinde yıllardan beri koalisyon hükümetleri bulunmaktadır. Hollanda, yüzlerce yıldır koalisyonlarla yönetilmektedir. Bugün Avrupa’nın en güçlü ülkelerinden biri olan Almanya ve İngiltere’de de koalisyon hükümetleri iş başındadır. Türkiye’nin koalisyon kültürü yok deniyorsa aynı sorun başkanlık sisteminde sistem krizi çıkmasına yol açabilecektir (Eren, 2013: 699)” düşüncesidir. 20 Siyaset Bilimci Doç. Dr. Yusuf Tekin’de tartışmaların sorunlu görünümüne dikkat çekerek, eleştirenlerin öne sürdüğü gerekçeleri birer manipülasyon olarak adlandırmayı tercih etmiştir (bkz. Tekin, 2013: 190-198). 21 “Başkanlık sistemi altında demokrasinin çöküntüye uğraması, parlamenter sistemdekinden daha güçlü bir ihtimal olabilirdi” (Özbudun, 1989: 30’dan aktaran Yazıcı, 2011: 166) şeklinde bir görüş bulunmaktadır. 22 Bu sav çok büyük ihtimalle, “Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet yönetimi sistemi bakımından bir monarşi oluşu, sistem içerisinde padişahın yetkilerini sınırlandıracak hukuk kuralları ve bu kuralları etkili kılacak hukuki mekanizmaların olmayışı ve bütün devlet yetkilerinin padişahta toplanmış olması (Özbudun, 1989: 3)” gerekçelerine dayanmaktadır. 23 Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu başkanlık sisteminin Türk devlet geleneği ile ve Osmanlı Devleti’ndeki padişahlıkla yakından uzaktan benzerliğinin bulunmadığını düşünmektedir. Yine ona göre, 137 yıllık bir tarihi geçmişi bulunan parlamenter sistemimizin yerine, sonu meçhul olan yeni bir yönetim tarzının uygulamaya konulmasının, riskleriyle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’yi gereksiz bir maceraya atmak anlamına gelecektir (Halaçoğlu, 2013: 145). 24 Ersönmez Yarbay bu itirazını şu cümlelerle dile getirmiştir: "Başkan yanlış yaptığında dur diyecek güçlü bir mekanizma yok. Bizde bir söz vardır: 'Şeyh uçmaz; ama müritleri uçurur' diye. Ben başkanı uçururlar diye korkuyorum" (Mynet Haber: 4 Ocak 2005). 12• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ günümüzde seçimle gelen krallar olarak adlandırılmakta ve sistem içerisinde seçimle gelen başkan kendisini kral olarak görmeye başlayabilmektedir (Çeçen, 2013: 402) Başkanlık sistemi için federalizmin olmazsa olmaz bir model olduğu ve bu nedenle de Türkiye’nin başkanlık sistemini tercih etmesi halinde üniter yapıdan vazgeçerek eyalet sistemini uygulamaya başlayacağı, bunun sonucunda da bölünme yaşanacağı, sistemi eleştirenlerin sıklıkla dile getirdiği bir düşüncedir. Örneğin, Prof. Dr. Anıl Çeçen’e göre, yarıbaşkanlık sistemleri ulusal ve üniter devlet yapılarında uygulanabilir ancak tam başkanlık sistemleri beraberinde federasyon ve eyalet sistemi getirmektedir (Çeçen, 2013: 404). Çalışmanın bundan sonraki bölümünde, Türkiye’deki bu iki yaygın endişenin haklılık paylarını araştırmak ve sorgulamak amacı doğrultusunda, başkanlık sistemi ile tek adam yönetimi kavramı ve üniter – federal devlet ilişkisi ortaya konulmaya çalışılacaktır. 4.1. Başkanlık Sistemi ile Tek Adam Yönetimi İlişkisi Başkanlık rejiminin tek adam yönetimi 25 ile ilişkili olup olmadığını anlamak için sistemin tasarımlanma amacına ve temel niteliklerine bakmak, kanaatimizce, yeterli olacaktır. Zira başkanlık rejimini tasarlayanlar için amaç, 18.yy’daki Kral III. George yönetimindeki İngiliz idaresi gibi bir istibdat (tyranny) rejiminin ortaya çıkmasını engellemekti (Kalaycıoğlu, 2005: 16). Bu amaç doğrultusunda, çoğulcu demokrasinin gelişmesinde başkanlık sisteminin etkisi büyük olmuştur (Gözübüyük, 2003: 34). Diğer yandan, asli unsurlarından biri katı kuvvetler ayrılığı olan bir sistemin, diktatörlük kavramı ile anılması da çok büyük bir çelişkidir. 26 ABD’nin başkanlık sistemi tercihi için tek neden çok güçlü bir yürütme organı tesis etmek değildi. Çünkü Amerikalılar için ‘iyi hükümet’ etkin karar veren, dediğini yaptıran hükümet değildir. İyi hükümet birbirini denetleyen, dengeleyen ve hatta frenleyen güçlerin çatışan çıkarların uzlaşabildiği konularda kanun yapabildiği, diğer konularda ise hiçbir şey yapamadığı hükümettir (Kalaycıoğlu, 2005: 16). Bu nedenle, özde bir başkanlık sisteminin tek adam yönetimi ile hiçbir alakası yoktur. Kaldı ki, diktatörlük veya tek adam yönetimi gibi modeller tek bir anayasal yönetim sistemi ile bağdaştırılamaz. Friedrich ve Brzezinski’de, “karar verme yetkisi, hiç olmazsa belli bir süre için, ya tek bir liderde ya da kolektif bir organda Tek adam yönetimi ve diktatörlük kavramları, teknik olarak farklı tanımlarla açıklanabilir. Ancak Türkiye’de sistem tartışmaları yapılırken yanlış bir şekilde yan yana getirilmelerinden ve çeşitli kavram ve tanımlarla genişleterek asıl konudan uzaklaşılması arzu edilmediğinden ötürü ‘tek adam yönetimi’ söylemini tercih edeceğiz. 26 Çünkü kuvvetler ayrılığı teorisinin ardındaki temel dürtü, Aristo, Eflatun, Çiçero, Makyavel, Locke ve Montesquieu’dan bu yana, hep Devleti yönetme gücünün tamamının, bir kişi veya bir grup kişilerde toplanmasının mutlakiyete yol açacağı endişesi ve bunu önlemek düşüncesidir (Güran, 1994: 193). Bununla birlikte, diktatörlüğe en müsait ortam, devletin üç temel kuvvetinin (yasama, yürütme ve yargı) aynı elde bulundurulmasıdır. En eski despotluklardan, en son faşist ve sosyalist diktalara kadar, yaygın rastlanan pratik şudur: Diktatör, bu üç kuvveti de bünyesinde toplar. Yürütme zaten kendisidir, Yasama organı üyelerini o seçer, yargıçlar Hitler veya Stalin’e sadakat yemini yaparak işe başlar. Fakat insana en uygun sistem olarak; bu üç kuvvetin gerçekten birbirinden ayrılması, ilk çağlardan beri ima edilegelmekle birlikte, en tutarlı biçimde Fransız düşünür Montesquieu (1689-1755) tarafından formüle edilmiş ve tarihin ilk Anayasal Demokrasisi olan Amerika Birleşik Devletlerinde hayata geçmiştir (Sakman, 1998). 25 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 13 toplanmıştır, bunun için devlet yapısı fazla bir anlam taşımaz (Friedrich ve Brzezinski, 1964: 22)”, sözleriyle benzer görüşün altını çizmişlerdir. 27 Sistem eleştirisi yapılırken, Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sisteminin diktatörlük yönetimine dönüştüğü, sıklıkla, dile getirilmektedir. Ancak bu dile getirilirken de, sıklıkla, göz ardı edilen iki husus vardır. Birincisi, bu ülkelerden hiçbirinin özde başkanlık sistemini uygulamadıklarıdır. 28 İkincisi ise, bu ülkelerde başkanlık sisteminin uygulandığı varsayılsa bile, ortaya çıkan olumsuz sonuçların topyekûn bu sisteme atfedilmesidir. Prof. Dr. Ergun Özbudun’a göre, “Latin Amerika'daki Başkanlık Sistemi deneyimlerinin kişisel diktatörlüklere dönüşmesi veya askeri darbelerle kesintiye uğraması, elbette sadece bu ülkelerde uygulanan başkanlık sistemine izafe edilemez. Bunun yanında, sözü geçen ülkelerde ekonomik azgelişmişlik, gelir farklarının büyüklüğü, demokratik siyasal kültürün zayıflığı ve siyasal mücadelenin aşırı ölçüde kutuplaşmış olması, demokrasinin sürdürülebilirliği üzerinde, muhtemelen hükümet sisteminden daha fazla etkili olmuştur” (Özbudun, 2005: 109). Görüldüğü gibi, kontrol ve denge mekanizması iyi ayarlanmış ve sert kuvvetler ayrılığı tam anlamıyla tatbik edilen bir başkanlık sisteminin diktatörlükle sonuçlanma ihtimali yoktur. Ancak asli unsurlarında erklerden herhangi birine ağırlık kazandıracak bir değişiklik yapılan bir sistem de -diktatörlük veya tek adamlık olarak adlandırılamasa da- başkanlık sistemi değildir. Burada süperbaşkanlık 29 terimi vurgulanabilir. Bir süperbaşkanlık sisteminde, başkan kararnameler marifetiyle yasama yetkisi kullanır, hükümet kompozisyonunu belirler 30, yürütme erkini meclis denetiminden korur (Fish, 1997: 326). Başkanlık, yarıbaşkanlık ve parlamentarizm gibi süperbaşkanlık sistemi de bir demokrasi biçimidir. 31 Çünkü birkaç nedenden ötürü, kolaylıkla otokratik yönetim biçiminden ayırt edilebilir. Şöyle ki, süperbaşkanlık sisteminde düzenli ve açık seçimler yapılmakta, başkan eleştirilebilmekte ve muhalefet partileri örgütlenebilmektedir (Fish, 1997: 326). 4.2. Türkiye’de Üniter Devlet/Federasyon Tartışmaları Başkanlık sistemi ile federal devlet sistemi arasında zorunlu bir birliktelik olduğu söylenemez. Federal model başkanlık sistemi için, tercihe göre, ancak bir fer’i unsur olarak değerlendirilebilir. Prof. Dr. Birgül Ayman Güler de, başkanlık rejiminin federalizmi şart koşmadığı, ancak federalizmin başkanlık sistemi ile daha uygun ilerlediği 32, buna karşılık parlamenter hükümet rejiminin federalizme önemli sınırlamalar getirdiği (Güler, 2013: 162) şeklindeki 27 Onlara göre, totaliter diktatörlük sistemlerin devlet yapısı ya da anayasasının fazla bir önemi yoktur. Çünkü bunlar sürekli değişmekte ama (sonuç) aynı kalmaktadır (Friedrich ve Brzezinski, 1964: 22). 28 Guillermo O’Donnell’in tanımlamasıyla, yasama ve yürütme arasındaki tıkanıklıkları çözmek için başkanların yasama organlarını devre dışı bırakarak ülkeyi kararnameler ile yönettikleri delegasyoncu demokrasiler. Başkancıl sistemler. 29 Zayıf yasama organına nazaran, olağanüstü güçlü bir başkanlık makamına yer veren anayasal düzen. 30 Fish, hükümet kompozisyonunun başkan tarafından belirlenmesini süperbaşkanlık emaresi gibi göstermiş olsa da bu yetki özde başkanlık sistemi bakımından bir aykırılık değildir. 31 Bununla beraber, demokrasi açısından birkaç temel problemi de bünyesinde barındırmaktadır. Çünkü liyakati, muhakeme yeteneği ve sağlık durumu olağanüstü önemli olan bir kişiye çok fazla yetki verilmektedir. Doğal olarak da, başkanın makamı komuta etmesinde ki herhangi bir aksaklık durumunda, otomatik olarak, güç boşluğu ortaya çıkmaktadır (Fish, 1997: 327). 32 Aslında, başkanlık sistemi federalizm ile daha uygun ilerlemektedir. 14• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ düşünceyi paylaşmıştır. 33 Dünyada başkanlık sistemini uyguladığı halde, Şili Cumhuriyeti ve Kazakistan Cumhuriyeti gibi üniter yapılı devlet sistemini benimseyen örnekler mevcuttur. Federal yapının başkanlık sistemi açısından zorunluluk olmadığı savunulurken, bu örneklere -özellikle Şili örneğine- sıklıkla gönderme yapılmaktadır. 34 Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları kapsamında, şayet federalizme geçilmeyecekse, illerin idaresinin nasıl olacağı, yerel yönetimlerin durumunun ne olacağı soruları gündeme gelmektedir. Bakanlar kurulunun olmayacağı bir düzende valilerin başkan tarafından atanacak olmasının başkanı çok fazla güçlendireceği ve bunun da dikey kuvvetler ayrılığı bakımından bir sorun olabileceği düşünülmektedir. Başbakan Sayın R.T. Erdoğan “Halk yüzde 40’ın üzerinde başkanlık sistemine olumlu bakıyor. Dünyadaki başkanlık sistemlerinin iyi araştırılıp, geleneklerimize göre yeni bir sistem ortaya koymamız lazım. Böyle bir şey olsun demiyorum ama valilerin de seçimle işbaşına gelmesi tartışılmalı (Radikal: 23 Kasım 2012)” diyerek bu konuya dikkat çekmiştir. Başbakan Erdoğan’ın seçilmiş vali modeli tartışılmalı dediği günlerde yerel yönetim alanında reform niteliğinde bir kanun gündemdeydi. Kasım 2012’de kabul edilerek 6 Aralık 2012 tarihinde RG’de yayımlanan 6360 sayılı kanunla 35 büyükşehir belediyesine dönüştürülen illerdeki 36 il özel idarelerinin tüzel kişilikleri kaldırılmıştır (6360: md. 1, fk. 5). Böylelikle, 2014 yerel seçimleri sonrasında, valiler artık tüzel kişiliği ve özel bütçesi olan il özel idarelerine değil, tüzel kişiliği ve bütçesi olmayan Yatırım İzleme Koordinasyon Başkanlığı’na (YİKB) başkanlık edecektir. Yani, büyükşehir belediyelerindeki valiler artık nakısta olsa bir mahalli idare biriminin başkanı değildir. Ayrıca, büyükşehir belediyelerinin yetki alanı il mülki sınırlarını kapsayacak şekilde genişletilmiştir (6360: md. 1, fk. 2). 6360 sayılı kanun ile birlikte, il özel idareleri bakımından il özel idareli iller ve il özel idaresiz iller olmak üzere ikili bir yapı ortaya çıkmıştır (İzci ve Turan, 2013: 128). Bu ikili yapının ilânihaye sürdürüleceği perspektifi ile ortaya çıkmadığı, belediyelerin büyükşehir belediyesine dönüşebilmesi için gereken şartların azaltılmasından anlaşılmaktadır. 37 Bu Federalizmin bir zorunluluk olmadığını belirtmekle beraber, başkanlık hükümet sisteminin Türkiye’de üniter yapıyı, bölgesel ve yerel yönetimlerin doğasını dönüştürerek kırmak amacıyla ilerleyen federalizme geçiş çabalarını kolaylaştırarak destekleyeceğini de düşünmektedir (Güler, 2013: 162). 34 Şu da bir gerçek ki, ne Şili ne de Kazakistan özde başkanlık sistemine sahip değildir. Ancak bu ülkelerde sistemi biçimsel yapan, katı kuvvetler ayrılığı ve kontrol/denge mekanizmasının iyi ayarlanmamış olmasıdır. Dolayısıyla üniter yapının bu ülkelerde başkanlık sisteminin işlerliği üzerine etkisi tam olarak anlaşılamayacağı söylenebilir. 35 On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun 36 Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde sekseninin yaşadığı toplamda otuz il. 37 Önceden belediyelerin büyükşehir belediyesine dönüştürülebilmesi için üç şart bulunmaktaydı. Bu şartlar sınırlar içerisinde en az üç ilçenin bulunması, son nüfus sayımına göre nüfusun 750.000’den fazla olması ve fiziki yerleşim ve ekonomik kalkınmış düzeyinin belli bir seviyede olmasıydı (5216: md. 3-4). Ancak 6360 sayılı kanun bu şartları, sayılarını bire indirerek, sadece nüfusun 750.000’den fazla olmasıyla sınırlamıştır (5216: d. md. 4). 33 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 15 bağlamda, Türkiye’de yerel yönetim anlayışında, il özel idaresiz bir yapılanma hedefi doğrultusunda, yumuşak bir geçiş sürecinin yaşandığı söylenebilir. 38 Sonuç olarak, yeni büyükşehir belediye sistemi başkanlık sistemi tartışmaları bağlamında ele alınabilir. Çünkü sistem tartışmaları içerisinde, valilerin kim tarafından atanacağı sorunu gündeme gelmekte, şayet başkan tarafından atanacaksa çok güçlü bir başkanın ortaya çıkmasından endişe duyulmaktadır. Bu nedenle de, valilerin ABD’deki eyalet valileri gibi seçimle işbaşına gelmelerinin daha doğru olacağı akla gelmektedir. Ancak bu defa da, il bazında bir çift meşruiyet sorunun yaşanması muhtemel olacağından, kanaatimizce, yeni yasada valilerin konumlarının zayıflatılması anlamlıdır. Burada seçilmiş validen çok, büyükşehir belediye başkanının konumu zaten ön plana çıkmış durumdadır. Dolayısıyla, yetki genişliği ilkesi 39 gözden geçirilerek, 6360 sayılı yasa ile konumu zayıflatılan valilik makamının -kaldırılma ihtimali saklı tutulduğu halde- yeniden düzenlenmesi gerekebilir. Böylelikle de, başkanlık sistemi ile entegre olmuş bir şekilde, üniter yapının sürdürülebilmesi mümkündür. SONUÇ Türkiye’de sistem tartışmalarının, genel olarak, ‘başkanlık sistemi her sorunu çözer’ ve ‘başkanlık sistemi ülkeyi felakete götürür’ gibi, her ikisi de sorunlu olan yaklaşımları üzerinde barındıran iki uç zeminde cereyan ettiği görülmektedir. Birinci yaklaşım başkanlık sisteminin koalisyon hükümetlerine zemin kalmayacağından siyasi istikrar sağlayacağına olan inancın, ikinci yaklaşım ise başkanlık sistemi sonucunda ülkenin diktatörlüğe dönüşeceğine ve ayrıca federalizmin kaçınılmaz olduğunu düşünerek bölünmenin yaşanacağına olan inancın tezahürüdür. Birinci yaklaşımı sorgulayabilmek için başkanlık sistemini homojen bir sistem gibi düşünmemek, iki partili başkanlık sistemi ve çok partili başkanlık sistemi şeklinde ikiye ayırmak gerekir. Çünkü iki partili başkanlık sistemleri istikrar açısından çok fazla sorunlu görünmezken, çok partili başkanlık sistemi başkan ve meclisin yenişemediği tıkanıklık durumları için uygun bir atmosferdir. İkinci, yani eleştirel olan yaklaşım da eleştirilmeye muhtaçtır. Zira olmazsa olmazlarından biri sert kuvvetler ayrılığı olan bir sistemin, diktatörlüğe dönüşeceğini iddia etmek bir çeşit ironidir. Çünkü diktatörlükler için en elverişli ortam kuvvetlerin bir elde toplandığı ortamdır. Kaldı ki, sert kuvvetler ayrılığının olmadığı, kuvvetlerin bir yerde toplandığı, dolayısıyla kuvvetlerin birbirlerini kontrol etme, frenleme ve dengeleme ihtimalinin bulunmadığı bir sisteme de, zaten, başkanlık sistemi denilemez. Dolayısıyla burada da başkanlık sistemi ve başkancıl sistem ayrımı yapılmalıdır. 38 Şöyle ki, gerekirse illerin büyükşehir belediyesine dönüşebilme şartında bir yenilemeye gidilerek tüm illerin il özel idaresiz yapıya dönüşmesi sağlanabilir. Zira DPT’ye göre Türkiye’deki il nüfus büyüklükleri açısından büyükşehir belediyesi kurulabilmesi için 500.000 nüfus sayısı daha rasyoneldir (DPT, 2001: 29’dan aktaran Sezer ve Torlak, 2005: 525). 39 Merkezden yönetimin katı biçimde uygulanmasına ‘aşırı merkeziyetçilik’ (concentration), yumuşatılmış biçimine ise yetki genişliği (deconcentration) adı verilir. Yetki genişliği ilkesi ile merkezi yönetimin bir takım yetki ve sorumluluklarının aynı hiyerarşik yapı içindeki alt birimlere devredilerek merkezdeki yoğunlaşmanın azaltılması ve bu yola etkinliğin sağlanması amaçlanır (Arıkboğa, 1998: 5). 16• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Diğer yandan, federalizmin ABD başkanlık sistemine yaptığı katkı, üniter bir devlette uygulanacak başkanlık sisteminde valilerin seçimle iş başına geleceği bir yerel yönetim formülasyonu ile sağlanabilir. Sonuçta buradaki zorunlu amaç federalizm değil, dikey kuvvetler ayrılığının tesis edebilmesidir. Dolayısıyla, başkanlık sistemi tek tip bir sistem olarak düşünülmemeli ve bu sistem değerlendirilirken, istikrar ve koalisyon hükümetleri bakımından, iki partili başkanlık sistemi ve çok partili başkanlık sistemi şeklinde ayrı biçimleri olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte, ‘başkanlık sistemi tek adam yönetimine dönüşebilir’ şeklindeki önermeler bakımından ise, sistem başkanlık sistemi ve başkancıl sistem şeklinde bir ayrıma tabi tutularak değerlendirilmelidir. KAYNAKÇA Aldıkaçtı, Orhan (1960). Modern Demokrasilerde ve Türkiye’de Devlet Başkanlığı. Doçentlik Tezi. İstanbul Altman, David (2000). The Politics of Coalition Formation and Survival in Multi-Party Presidential Democracies: The Case of Uruguay, 1989-1999. Party Politics, Cilt: 6, Sayı: 3, ss. 259-283 Arıkboğa, Erbay (1998). Yerel Yönetimler, Katılım ve Mahalle Muhtarlığı. Yüksek Lisans Tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İstanbul Arslan, Nagehan Talat (2003). Yönetimde İstikrar Arayışları Çerçevesinde Siyasal Sistem Tartışmaları ve Başkanlık Sisteminin Türkiye Açısından Değerlendirilmesi. Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 3, ss. 161-173 Beceren, Ertan, Gökhan Kalağan (2007). Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemi; Türkiye’de Uygulanabilirliği Tartışmaları, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 11, Bahar 2007/2, ss. 163-181 Caniklioğlu, Meltem (1999). Seçim Sistemlerinin Siyasal İstikrarın Sağlanmasında ki Rolü. Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt: 16, ss. 17-44 Cheibub, Jose Antonio (2000). Minority Presidents, Deadlock Situations, and the Survival of Presidential Democracies. University of Yale. http://www.yale.org/leitner /resources/docs/2000-08.pdf, Erişim Tarihi: 07.05.2014 Çeçen, Anıl (2013). Başkanlık Sistemi ve Sömürgeleşen Federasyon. Yeni Türkiye Dergisi Başkanlık Sistemi Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 51, ss. 394-405 Danışma Meclisi Tutanakları (1982). 141. Birleşim, 3. Oturum, 02.09.1982. Danışma Meclisi Tutanakları Dergisi, Cilt: 9, ss. 358-438 Eaton, Kent (2002). Politicians and Economic Reforms in New Democracies: Argentina and the Philippines in the 1990s. University Park: Pennsylvania State University Press En Son Haber (03 Kasım 2012). Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın son röportajı. http://www.ensonhaber.com/merhum-cumhurbaskani-turgut-ozalin-son-roportaji2012-11-03.html, Erişim Tarihi: 16.05.2014 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 17 Eren, Abdurrahman (2013). “İtirazım Var” Başkanlık Sistemine!. Yeni Türkiye Dergisi Başkanlık Sistemi Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 51, ss. 698-701 Fendoğlu, Hasan Tahsin (2010). Başkanlık Sistemi Tartışmaları (SDE Analiz). Ankara: Başak Matbaacılık Fish, M. Steven (1997). The Pitfalls of Russian Superpresidentialism. Current History, Cilt: 96, Sayı: 612, ss. 326-330 Friedrich, Carl J., Zbigniew K. Brzezinski (1964). Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi (Çev. O. Onaran). Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları Gözübüyük, Şeref (2003). Anayasa Hukuku – Anayasa Metni – 11. Ek Protokol’e Göre Hazırlanmış Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. (12.b.). Ankara: Turhan Kitabevi Yayınları Güler, Birgül Ayman (2013). Başkanlık Rejimi ve Kamu Yönetimi. Yeni Türkiye Dergisi Başkanlık Sistemi Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 51, ss. 157-162 Güran, Sait (1994). Anayasa’nın Kuvvetler Ayrılığı İlkesine ve Yönetim Yargı İlişkilerine Bakış Açısında Değişiklik. Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt: 11, ss. 191-200 Güzel, Hasan Celal (12 Mayıs 2012). Başkanlık Sistemi Neden Olmasın? (1). Sabah Gazetesi Halaçoğlu, Yusuf (2013). Türkiye’de Başkanlık Sistemi Tartışmaları. Yeni Türkiye Dergisi Başkanlık Sistemi Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 51, ss. 140-145 İzci, Ferit, Menaf Turan (2013). Türkiye’de Büyükşehir Belediye Sistemi ve 6360 Sayılı Yasa ile Büyükşehir Belediyesi Sisteminde Meydana Gelen Değişimler: Van Örneği. Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1, ss. 117-152 Kalaycıoğlu, Ersin (2005). “Başkanlık Rejimi: Türkiye’nin Diktatörlük Tehdidiyle Sınavı”. Şu Kitapta: Haz. Teoman Ergül. Başkanlık Sistemi. Ankara: TBB Yayınları, ss. 13-29 Kulaç, Olgun (2003). Satranç: Kurallar, Basit Matlar ve Mat Konumları, Açılışlar, Taşların Değeri, Strateji ve Taktik, Pozisyon Değerlendirmesi, Oyun Ortası, Oyun Sonu. http://www.aygulce.com/wp-content/uploads/Satranc.pdf, Erişim Tarihi: 09.05.2014 Kuzu, Burhan (2012). Her Yönü ile Başkanlık Sistemi. (2.b). İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı Mainwaring, Scott (1993). Presidentialism, Multipartism, and Democracy: The Difficult Combination. Comparative Political Studies, Cilt: 26, ss. 198-228 Mainwaring, Scott (1997). “Dilemmas of Multi-Party Presidential Democracy: The Case of Brasil”. Şu Kitapta: Haz. Scott Mainwaring ve Matthew Shugart. Presidentialism and Democracy. New York: Cambridge University Press, ss. 55-109 Oder, Bertil Emrah (2005). “Türkiye’de Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Rejimi Tartışmaları: 19912005 Yılları Arasında Basına Yansıyan Öneri ve Tepkilerden Kesitler”. Şu Kitapta: Haz. Teoman Ergül. Başkanlık Sistemi. Ankara: TBB Yayınları, ss. 31-69 Özbudun, Ergun (1989). Türk Anayasa Hukuku. (2.b.). Ankara: Yetkin Yayınları 18• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Özbudun, Ergun (2005). “Başkanlık Sistemi Tartışmaları”. Şu Kitapta: Haz. Teoman Ergül. Başkanlık Sistemi. Ankara: TBB Yayınları, ss. 103-111 Özer, Attila (2010). Anayasa Hukuku: Genel İlkeler. (4.b.). Ankara: Turhan Kitabevi Öztürk, Hüseyin (2004). Siyasi İstikrarsızlık ve Ekonomi Üzerinde ki Etkileri: Türkiye Uygulaması (1950-2003). Yüksek Lisans Tezi. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Isparta Radikal Gazetesi (23.11.2012). Valiler İçin Seçim Vakti mi Geliyor?. http://www.radikal.com.tr/politika/valiler_icin_secim_vakti_mi_geliyor1109048, Erişim Tarihi: 15.05.2014 Resmi Gazete (23.07.2004). Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 25531. Resmi Gazete (06.12.2012). On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, 28489. Sabah Gazetesi (2004). Başkanlık Sistemi. http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/baskanlik 799/dosya_799.html, Erişim Tarihi: 12.05.2014 Sakman, Sabahattin (1998). Başkanlık Sistemi. http://www.ldp.org/baskanlik-sistemi/, Erişim Tarihi: 14.05.2014 Sartori, Giovanni (1997). Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği: Yapılar, Özendiriciler ve Sonuçlar Üzerine bir İnceleme (Çev. E. Özbudun). Ankara: Yetkin Yayınları Sezer, Yasin, S. Evinç Torlak (2005). Belediye ve Büyükşehir Belediyesi Kuruluş Kriterleri. Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 3-4, ss. 515-531 Stepan, Alfred, Cindy Skach (1993). Constitutional frameworks and democratic consolidation. Parliamentarism versus presidentialism. World Politics, Cilt: 46, ss. 1-22. Tekin, Yusuf (2013). Hükümet Sistemi Tartışmalarının Sorunlu Görünümü. Yeni Türkiye Dergisi Başkanlık Sistemi Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 51, ss. 190-198 Toker, Cem (t.y.). Tam Başkanlık Sistemini 17 yıldır Destekliyoruz. Liberal Demokrat Parti. http://www.ldp.org/tam-baskanlik-sistemini-17yildir-destekliyoruz/, Erişim Tarihi: 05.05.2014 Tunç, Hasan, Bülent Yavuz (2009). Avantaj ve Dezavantajlarıyla Başkanlık Sistemi. TBB Dergisi, Sayı: 81, ss. 1-39 Uluşahin, Nur (2011). Türkiye’de Mevcut Hükümet Sisteminin Niteliği ve Rejimin Başkanlık Sistemine Kaymasının Getireceği Tehdit ve Tehlikeler. Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 1, ss. 29-38 Ünal, Mustafa (1996). Rota Başkanlık Sistemi. http://www.aksiyon.com.tr/ aksiyon/haber-2090-33-rota-baskanlik-sistemi.html, Erişim Tarihi: 12.05.2014 Valenzuela, Arturo (2004). Latin American Presidencies Interrupted. Journal of Democracy, Cilt: 15, Sayı: 4, ss. 5-19 Başkanlık Sistemi Tartışmalarında Eksik Boyut: Başkanlık Sistemi Tek Tip Değil • 19 Yazıcı, Serap (2011). Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Türkiye İçin Bir Değerlendirme. (2.b). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları Yılmaz, Sait (2012). Başkanlık Sistemi: ABD, Türkiye’ye Örnek Olabilir mi?. 21. Y.Y. Türkiye Enstitüsü. http://www.21yyte.org/tr/arastirma/abd/2012/05/28/6618/baskanliksistemi-abd-turkiyeye-ornekolabilirmi. Erişim Tarihi: 10.05.2014 Kuru, Mehmet (18 Nisan 2013). Özal, başkanlık sistemini Türkiye'ye 1983’de getirmek istemiş. Zaman Gazetesi. http://www.zaman.com.tr/politika_ozal-baskanlik-sisteminiturkiyeye-1983de-getirmekistemis_2079783.html, Erişim Tarihi: 16.05.2014 Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 21 - 35 Farız GUSSEINOV ∗ Kazakistan Hukuku’na Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk According to Kazakstani Law The Law to be Practiced to the Contractual Debt Relations Özet Milletlerarası ticari ilişkilerde genellikle alım-satım, kira gibi sözleşmesel ilişkiler kurulmaktadır. Fakat, bu sözleşmeler ile ilgili hükümler her ülke hukukunda farklılık gösterebilir. Bu nedenle taraflar, milletlerarası ticari ilişkilerde herhangi bir sözleşmeyi imzalama sırasında sözleşmede kullanılan terimleri ve sözleşmeye uygulanacak hukuku göz önüne almalıdır. Milletlerarası ticari sözleşmeler yabancılık unsurunu taşımaktadır. Bundan dolayı, Kazakistan Cumhuriyeti’nde kanun koyucu bu sözleşmeleri düzenlemek ve milletlerarası ticareti daha fazla geliştirmek amacıyla Kazakistan mevzuatında bu sözleşmeler için özel hükümlere yer vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti dünya ekonomisi açısından hızlı gelişen bir ülkedir. Çalışmamız kapsamında, öncelikle Kazakistan Hukuku’nu inceleyeceğiz, Kazakistan Hukuku inceledikten sonra Türk Hukuku’na göre sözleşmelere uygulanacak hukuk hakkında da kısaca bilgi verilecektir. Böylelikle Kazakistan ve Türk Hukuklarının hem benzer hem farklı yanlarını görmek mümkün olacaktır. Anahtar Kelimeler: Kazakistan Hukuku, Uygulanacak Hukuk, Sözleşmelere Uygulanacak Hukuk. JEL Kodu: K19, K39. According to Kazakstani Law the Law To Be Practiced to the Contractual Debt Relations Abstract Generally in international trade relations contractual relationships such as commerce, rent are establishing, but the provisions related to those contracts may be different in each law. For this reason, the parties should keep the terms and law to be practised in view when signing any contract in international trade relations. International trade contracts contain element of foreignness. For this reason, the legislator in the Republic of Kazakhstan gives place to the private provisions for those contracts in order to draw up such a contract and develop the international trade. Turkish Republic is a country rapidly developped in terms of world economy. We, in the scope of our study, are going to inspect the Kazakhistani Law. Later a brief information is going to be given to The law to be applied to contracts according to the Turkish Law. In this way it is going to be possible to understand the aspects that are different and similar between Kazakhatani and Turkish Laws. Keywords: Kazakhistani Law, the Law to be applied to, the Law to be applied to contracts JEL Codes: K19, K39. ∗ Farız GUSSEINOV, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Özel Hukuk Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi; e-posta adresi: [email protected] 22• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Milletlerarası ticarette sözleşmeden doğan borç ilişkilerine uygulanacak hukuku gösteren kanunlar ihtilafı kuralları önemli rol oynamaktadır. Çünkü bu sözleşmeler özel hukuk ilişkileri alanında ve genellikle de ticari alanda kurulmaktadır ve bu sözleşmelerde taraflardan biri çoğunlukla yabancıdır. 16 Aralık 1991 yılında Kazakistan bağımsızlığını ilan etmiştir 1. Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke Türkiye Cumhuriyeti’dir. 1991 yılından itibaren iki kardeş devletin yani Kazakistan Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin pek çok farklı alanda hukuki ilişkileri güçlenmektedir. Çalışmamızda öncelikle 1 Temmuz 1999 tarihli- 410-1 sayılı, Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunun (Özel Kısım) Milletlerarası Özel Hukuk başlıklı 7.Bölümünde yer alan § 5. "Sözleşme Yükümlülükleri" başlığını taşıyan konudan bahsedeceğiz. Bu kapsamda "Sözleşme Taraflarının Hukuk Seçimi" (madde 1112), "Tarafların Hukuk Seçimi Söz Konusu Olmadığında Sözleşmeye Uygulanacak Hukuk" (madde 1113), "Yabancı İştirakçinin Katılmasıyla Tüzel Kişinin Kurulmasına İlişkin Sözleşmeye Uygulanacak Hukuk" (madde 1114) ve "Uygulanan Hukukun Kapsama Alanı" (madde 1115) konularını incelemeye çalışacağız. Daha sonra ise, Türk Hukuku’nu, özellikle 27.11.2007 tarihinde yürürlüğe giren 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun (MÖHUK) kapsamında, “Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerinde Uygulanacak Hukuk” (madde 24) konularını inceleyeceğiz. Bu genel madde dışında, ‘’Taşınmazlara İlişkin Sözleşmeler’’ (madde 25), ‘’Tüketici Sözleşmeleri’’ (madde 26), ‘’İş Sözleşmeleri’’ (madde 27), ‘’Fikri Mülkiyet Haklarına İlişkin Sözleşmeler’’ (madde 28), ‘’Eşyanın Taşınmasına İlişkin Sözleşmeler’’ (madde 29) konularında uygulanacak olan hukuka da kısaca değineceğiz. 1.Genel Bilgi 16 Aralık 1991 yılında Kazakistan bağımsız devlet olarak kendi mevzuatını oluşturmak için bazı çalışmalar başlatmıştır. Bu kapsamda, ekonominin, özel sektörün ve girişimciliğin gelişmesini sağlayan Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunun oluşturulmasına başlanmıştır. 1 Mart 1995 yılında Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu (Genel Kısmı) yürürlüğe girmiştir 2. Fakat, Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun Özel Kısmı oluşturulmamıştı. Bu nedenle Kazakistan’da 1963 yılında yürürlüğe giren ‘’Sovyetler Sosyalist Kazak Cumhuriyeti (SSKC) Medeni Kanunu’’nun Özel Kısmı yürürlükteydi. Oysa 1963 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanunu’nun (Özel Kısmı) açık piyasanın esas ilkelerine aykırıydı. Bu 11008-XII sayılı 16.12.1991 tarihli ‘’Kazakistan Cumhuriyeti Bağımsızlığı Hakkında’’ Kazakistan Cumhuriyeti Anayasal Kanunu; bkz. Конституционный Закон Республики Казахстан от 16.12.1991г. №1008-XII «О государственной независимости Республики Казахстан». 2Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu (Genel Kısmı) 01.03.1995 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 269XII sayılı 27.12.1994 tarihli ‘’Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunun (Genel Kısmı) Yürürlüğe Girmesi Hakkında’’ Kazakistan Cumhuriyeti Yüksek Kurulu’nun Kararnamesi; bkz. Гражданский кодекс Республики Казахстан (Общая часть) от 27.12.1994г.; Постановление Верховного Совета Республики Казахстан от 27.12.1994г. №269-XII «О введении в действие Гражданского Кодекса Республики Казахстан (Общая часть)». Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 23 durum ise Kazakistan ekonomisinin gelişmesine engel olmuştu. Kazakistan mevzuatındaki bu boşluğun doldurulması için 1991 tarihinde Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Yüksek Kurulu tarafından kabul edilen “SSCB ve Cumhuriyetler Medeni Mevzuatı Esasları Kanunu’’ 1993 yürürlüğe girmiştir (Suleymenov ve Basin, 2006 (a):3). 1 Temmuz 1999 yılında ise 410-1 Sayılı Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu (Özel Kısmı) yürürlüğe girmiştir 3. Bu tarihten itibaren söz konusu kanun yürürlüktedir. Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun (Özel Kısmı) “Milletlerarası Özel Hukuk” başlıklı 7. Bölümünün 62. Başlığında “Kanunlar İhtilafı Kuralları” yer almaktadır. Adı geçen 62. Başlığın §5. kısmı “Sözleşme Yükümlülükleri” olarak adlandırılmıştır. Bu kapsam dahilindeki 5. Madde; “Sözleşme Taraflarının Hukuk Seçimi” (madde 1112), “Tarafların Hukuk Seçimi Söz Konusu Olmadığında Sözleşmeye Uygulanacak Hukuk” (madde 1113), “Yabancı İştirakçinin Katılmasıyla Tüzel Kişinin Kurulmasına İlişkin Sözleşmeye Uygulanacak Hukuk” (madde 1114), “Uygulanan Hukukun Kapsama Alanı” (madde 1115) konularını içermektedir. 2.Sözleşme Taraflarının Hukuk Seçimi Piyasa ekonomisinde herhangi bir devletin milletlerarası ticaret yapmaması düşünülemez. Bunun yanısıra milletlerarası ticarette faaliyet gösteren süjelerin ilişkilerini düzenleyen araç, sözleşmelerdir (Abdıkadır, 2013: 85). Sözleşmeler tarafların iradesi ile kurulmaktadır. Genel olarak milletlerarası ticarette faaliyet gösteren gerçek veya tüzel kişiler alım-satım sözleşmeleri akdetmektedirler. Belirtmek gerekir ki, piyasa ekonomisinde sözleşmeler sadece tarafların bir araya gelerek sözleşmeyi imzalaması yoluyla kurulmamaktadır. Sözleşmeler; bunun dışında, örneğin taraflarca mektup, faks, elektronik belge yolu ile de kurulabilir (Biyahmetova, 2011: 69). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nda (KC MK) sözleşme taraflarının hukuk seçimi m.1112’de öngörülmüştür. Bu madde dört fıkradan oluşmaktadır. Maddeye göre; Kazakistan Cumhuriyeti kanunlarında aksine hükmedilmedikçe, sözleşme, tarafların anlaşarak seçtiği ülke hukukuna tabidir (KC MK m.1112 f.1). Görüldüğü gibi Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m. 1112’de Milletlerarası Özel Hukukta irade serbestisi prensibi kabul edilmiş olduğundan, taraflar anlaşarak uygulanacak hukuku seçebilmektedir (lexvoluntatis) (Suleymenov ve Basin 2, 2006 (b): 751). Ancak bazı durumlarda Kanun, tarafların hukuk seçmesine izin vermemektedir. Örneğin Kazakistan Medeni Kanunu m.1114, “yabancı iştirakçinin katılmasıyla tüzel kişinin kurulmasına ilişkin sözleşmeye uygulanacak hukuk, tüzel kişinin kurulduğu veya kurulmakta olduğu ülkenin hukuku uygulanır” (Suleymenov ve Basin 2, 2006 (b): 751-752) hükmünü içermektedir. 3Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu (Özel Kısmı) 01.07.1999 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 410-I sayılı 1 Temmuz 1999 tarihli Kazakistan Cumhuriyeti ‘’Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunun (Özel Kısmı) Yürürlüğe Girmesi Hakkında’’ Kanun; bkz. Гражданский кодекс Республики Казахстан (Особенная часть) от 01.07.1999г.; Закон Республики Казахстан от 1 июля 1999 года №410-I «О введении в действие Гражданского кодекса Республики Казахстан (Особенная часть)». 24• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Hukuk seçimi, açıkça yapılmalıdır veya sözleşme şartlarından ve işin mahiyetinden doğrudan anlaşılmalıdır (KC MK m.1112/f.2). Sözleşmenin tarafları, sözleşmenin tamamı veya herhangi bir kısmı için uygulanacak hukuku seçebilirler (KC MK m.1112/f.3). Uygulanacak hukukun seçimi sözleşmenin taraflarınca, sözleşmenin kurulması anında veya daha sonra yapılabilir. Taraflar her zaman sözleşme için uygulanacak hukukun değiştirilmesi konusunda anlaşabilir (KC MK m.1112/f.4). Gerçekten sözleşmenin kurulması sırasında taraflar bazı nedenlerden dolayı sözleşmeye uygulanacak hukukun doğuracağı sorunlarını tam olarak göz önüne almayabilirler. Bu nedenle kanun koyucu uygulamada çıkacak sorunları engellemek için taraflar açısından daha uygun şartlar içeren bu hükmü kabul etmiştir. 3. Tarafların Hukuk Seçimi Söz Konusu Olmadığında Sözleşmeye Uygulanacak Hukuk Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nda tarafların hukuk seçimi söz konusu olmadığında sözleşmeye uygulanacak hukuk, diğer bir ifade ile, hukuk seçimi yapılmaması halinde objektif olarak uygulanacak hukuk, m.1113’de düzenlenmiştir. Bu madde altı fıkradan oluşmaktadır. Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1113/f.1’e göre, sözleşmenin tarafları uygulanacak hukuku kararlaştırmadığında, sözleşmeye aşağıdaki sözleşme türlerinde belirtilmiş olan tarafın kurulduğu, ikamet ettiği veya esas faaliyet yaptığı ülkenin hukuku uygulanır: 1) alım-satım sözleşmesinde satıcı; 2) hibe sözleşmesinde hibe eden; 3) kira sözleşmesinde kiraya veren; 4) mülkiyetin ücretsiz kullanım sözleşmesinde mülkiyeti veren; 5) eser sözleşmesinde müteahhit; 6) nakliye sözleşmesinde nakliyeci; 7) sevkiyat sözleşmesinde mal sevkeden 8) kredi veya istikraz sözleşmesinde kredi veren; 9) talimat sözleşmesinde talimat alan; 10) komisyon sözleşmesinde komisyon alan; 11) emanet sözleşmesinde muhafaza eden; 12) sigorta sözleşmesinde sigortacı; 13) kefalet sözleşmesinde kefil; 14) ipotek sözleşmesinde ipotek veren; 15) istisnai hakları kullanma ile ilgili lisans sözleşmesinde lisans veren. Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 25 Böylece Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nda tarafların hukuk seçimi söz konusu olmadığında sözleşmeye uygulanacak hukuk her bir sözleşme için ayrı bir kural ile belirlenmiştir. Buradaki bağlama satıcının ülke hukukudur. Bununla birlikte, söz konusu hükümde yer alan düzenlemeler sınırlı sayıda değildir. Satıcının ülke hukuku bağlaması her hangi bir sözleşme için de uygulanabilir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 752). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun m.1113/f.2 kapsamında, konusu gayrimenkul olan sözleşme ve malın vekaletname ile yönetimi sözleşmesinde yer alan hak ve yükümlülüklere, malın bulunduğu ülke hukuku uygulanır. Kazakistan Cumhuriyeti’nde tapu siciline kaydedilen mal için ise Kazakistan Hukuku uygulanır. Burada yer alan bağlamaya eşyanın bulunduğu yer hukuku bağlaması (lex rei sitae) denilmektedir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 751-755). Özel bağlama kurallarından bir diğeri yine Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun m.1113/f.3’de yer almaktadır. Bu hükme göre, sözleşme taraflarının arasında uygulanacak hukuka ilişkin bir anlaşmanın olmaması durumunda aşağıdaki hallerde, işbu maddenin 1’nci fıkrasına bakılmaksızın belirtilen hukuk uygulanır: 1) Ortak faaliyet bulunması ve inşaat taahhüt sözleşmeleri için – söz konusu faaliyetin gerçekleştirildiği veya sözleşme ile öngörülen sonuçların oluşturulduğu ülkenin hukuku uygulanır. Buradaki bağlamaya “faaliyette bulunduğu ülke hukuku” bağlaması (lexlociactivitis) denilmektedir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 755). 2) İhale veya artırma sonuçlarına göre yapılan sözleşmelere veya borsada yapılan sözleşmelere – ihale veya artırma yapılan veya borsanın bulunduğu ülkenin hukuku uygulanır. Buradaki bağlamaya ‘’akdin kurulmasının ülke hukuku’’ (lexlociactus) denilmektedir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 755). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1113/f.4’e göre, işbu maddenin 1 – 3. fıkralarında sayılmayan sözleşmelere; tarafların arasında sözleşme ile hukuk seçimi yapılmamış olması halinde, sözleşmeyi ifa eden ve böylece sözleşmenin içeriği için karakteristik edim borçlusu olan tarafın kurulduğu, ikamet ettiği veya esas faaliyette bulunduğu ülkenin hukuku uygulanır. Sözleşmenin içeriği için karakteristik edim borçlusu olan tarafın tespit edilememesi durumunda sözleşme ile en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır (KC MK m.1113/f.4). Maddede “sözleşme ile en sıkı ilişkili olan hukuk” bağlamasının yer aldığı görülmektedir. Kanaatimizce “sözleşme ile en sıkı ilişkili olan hukuk” bağlaması hem özel bir bağlamadır hem de uygulamada nadir uygulanan bir bağlamadır. Ancak nadir olmakla birlikte uygulamada karşılabilen bir meseledir. Bazen öyle durumlarla karşılaşılabilir ki, sözleşmede karakteristik edim borçlusunu tespit etmek zor olur. Örneğin, ham madde rafine etme sözleşmesinde öncelikle ham madde gönderilmektedir. Bundan sonra ham madde rafine edilmektedir ve rafine edildikten sonra geri teslim edilmektedir. Bu durumda hangi sözleşme tarafının karakteristik edim borçlusu olduğunu tespit etmek güçtür. Bu nedenle mevcut durumda “sözleşme ile en sıkı ilişkili olan ülke hukuku” bağlaması uygulanacaktır (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 756). Diğer bağlama kuralı ise Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1113/f.5’de yer almaktadır. Bu bağlamaya “ifa edilen yer hukuku” bağlaması (lexlocisolutions) denilmektedir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 756). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1113/f.5’e 26• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ göre; taraflarca diğeri öngörülmediği için, sözleşmenin ifasının alınmasında, ifanın alındığı yer hukuku dikkate alınmaktadır. Mevcut fıkrada yer alan ifadeye dikkat edilmesi gerekmektedir. Çünkü kanun koyucu mevcut fıkrada ifanın alındığı yer hukuku dikkate alınmaktadır demiştir. Mahkeme esas olarak satıcının ülke hukuku bağlamasını (lexvenditoris) uygular. Fakat sözleşmenin ifa edilmesinde “satıcının ülke hukuku” (lexvenditoris) ile birlikte “sözleşmenin ifa edildiği yer hukuku” (lexlocisolutions) bağlamasını da dikkate alabilecektir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 756). Sözleşmede milletlerarası ticari tanımların kullanılması halinde; sözleşmede bu konuyla ilgili herhangi bir husus belirtilmemiş olması durumunda, ilgili ticari tanımlara ilişkin mevcut iş geleneklerinin uygulanması taraflarca kabul edilmiş sayılmaktadır (Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun m.1113/f.6). Genel olarak en bilinen milletlerarası ticari tanımlar Paris’te bulunan Milletlerarası Ticaret Odası tarafından oluşturulmaktadır. Örneğin Milletlerarası Ticaret Odası Tarafından kabul edilen milletlerarası ticari tanımlar İNCOTERMS-2000’de (İnternational Commercial Terms) yer almaktadır (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 756). İNCOTERMS zamanla milletlerarası ticarette yaşanan gelişmelere bağlı olarak değişikliğe uğramıştır. İNCOTERMS’ın son baskısı ‘’INCOTERMS-2010’’ 1 Ocak 2011 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Piyasada son on yıl içinde taraflarca bazı standart veya model sözleşme tipleri kabul edilmektedir (Butakova, 2012: 11). Böylelikle ticari hayatta model sözleşmelerin koşullarının kullanıldığı görülmektedir. Bu durum tarafların sözleşmesinin hazırlanması aşamasında uzun görüşmeler yapmalarına ve zaman kaybına engel olmaktadır (Butakova, 2012: 11). Günümüzde böyle bir standart veya model alım-satım veya temsil sözleşmesinin şartlarını içeren tanımlar İNCOTERMS’ta yer almaktadır. İNCOTERMS şartları genel olarak alım-satım ve teslim sözleşmelerinde kullanılmaktadır (Abdıkadır, 2013: 86) ve böylece milletlerarası ticaret alanında farklı ülkelerin şirketleri için kolaylık yaratmaktadır. Çünkü İNCOTERMS ticaret alanındaki önemli tanımları içermektedir ve farklı ülkelerde faaliyet gösteren şirketlerin milletlerarası ticari sözleşmelerinde bu tanımları kullanmaları sebebiyle sözleşmenin içeriğini detaylandırmalarına gerek olmamaktadır. 4. Yabancı İştirakçinin Katılmasıyla Tüzel Kişinin Kurulmasına İlişkin Sözleşmeye Uygulanacak Hukuk Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nda ayrı bir madde ile yabancı iştirakçinin katılmasıyla tüzel kişinin kurulmasına ilişkin sözleşmeye uygulanacak hukuk öngörülmüştür (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 759). Konuyla ilgili olan Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1114 üç fıkradan oluşmaktadır. Maddeye göre, yabancı iştirakçinin katılmasıyla tüzel kişinin kurulmasına ilişkin sözleşmeye uygulanacak hukuk, tüzel kişinin kurulduğu veya kurulmakta olduğu ülkenin hukuku uygulanır (KC MK m.1114/f.1). Maddeye göre yabancı iştirakçinin katılmasıyla tüzel kişilerin kurulmasına ilişkin sözleşmelere uygulanacak hukuk “tüzel kişinin hukuku”dur (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 759). Bu madde ile ilgili olarak yabancı iştirakli yatırımcılar bir çok itirazda bulunmuşlardır. Çünkü yatırımcılar Kazakistan Cumhuriyeti sınırları içinde yabancı şirketin kurulması için Kazakistan Cumhuriyeti kanunlarının uygulanmasını istememişlerdir. Ancak bu itirazlar Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 27 sonuç vermemiştir. Söz konusu madde kaldırılmayarak maddeye ikinci ve üçüncü fıkralar eklenmiştir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 759). Çeşitli ülkelerde tüzel kişilere uygulanacak hukuku belirlemek için doktrinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Örneğin tüzel kişinin yönetim merkezinin bulunduğu yer hukuku; tüzel kişinin esas faaliyet gösterdiği yer hukuku; tüzel kişinin kurulduğu ülke (yer) hukuku gibi. Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’na göre Kazakistan’da tüzel kişinin kurulduğu ülke (yer) hukuku uygulanmaktadır (Abdıkadır, 2013: 86). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1114/f.2’e göre; işbu madde ile düzenlenen ilişkiler, tüzel kişinin kuruluşunu ve sona ermesini, ortaklık payının devrini ve tüzel kişi iştirakçilerinin karşılıklı hak ve yükümlülüklerine bağlı (bununla birlikte gelecekteki sözleşmeler ile belirlenen) diğer ilişkileri kapsar. Yabancı ortaklı tüzel kişi iştirakçilerinin karşılıklı hak ve yükümlülüklerinin başka kuruluş evrakları ile tespit edildiği durumda da işbu madde uygulanır (m.1114/ f.3). 5. Uygulanan Hukuk Kapsama Alanı Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun m.1115 iki fıkrayı içermektedir. Birinci fıkraya göre; işbu maddeye göre sözleşme için uygulanacak hukuk özellikle aşağıdakileri de kapsar: 1) Sözleşmenin yorumlanmasını; 2) Tarafların hak ve borçlarını; 3) Sözleşmenin ifa edilmesini; 4) Sözleşmenin ifa edilmemesi veya gereken şekilde ifa edilmemesinin sonuçları; 5) Sözleşmenin sona ermesini; 6) Sözleşmenin geçersiz olmasının hükümleri ve sonuçlarını; 7) Sözleşmeden dolayı alacağın temliği ve borcun devrini. Mevcut fıkrada kanun koyucu yedi unsurdan bahsetmektedir. Kanun koyucu “özellikle” kelimesini koyarak bu listeyi sınırlamamıştır. Bu nedenle söz konusu hükümde sayılmayan durumlar da uygulanacak hukukun kapsamına girebilmektedir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 760). İfanın gerçekleştirilmemesi durumunda, ifa ile ilgili tarzlar, üsul ve alınması gereken tedbirler konusunda, uygulanacak hukuk dışında, ifanın gerçekleştirildiği ülke hukuku da dikkate alınmaktadır (m.1115/f.2). Görüldüğü gibi, Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu m.1115 f.2 ile m.1113 f.5’te kanun koyucu sözleşme ifanın gerçekleştirildiği ülke hukukunu da uygulanacak hukuk yanında dikkate almıştır. Örneğin, milletlerarası alım-satım sözleşmesinde taraflarca uygulanacak hukuk olarak Alman Hukuku seçilmiştir; fakat bu sözleşmenin Kazakistan sınırlarında ifanın gerçekleştirilme tarzı ve usulü ile ilgili sorunlar ortaya çıkmıştır. Mahkeme bu davaya bakarken ve Alman Hukuku'nu esas alarak aynı zamanda sözleşme ifanın 28• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ gerçekleştirilme ve tedbirlerini düzenleyen Kazakistan Hukuku’nda yer alan bazı normlarını da uygulayabilir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 762). Sözleşme gereken şekilde ifa edilmelidir. Sözleşmenin gereği gibi ifa edilmesi; gereken borçlu tarafından gereken alacaklıya, gereken süre içinde, gereken yerde, gereken şeyi kararlaştırılan şekilde ve gereken tarzda ifa edilmesi demektir (Suleymenov ve Basin, 2006 (b): 153). Sözleşmenin borçlu tarafından gerekli şekilde ifa edilmesi halinde alacaklı tatmin olabilecektir. 6. Türk Hukuku’na Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk 6.1. Genel Bilgi 5718 Sayılı “Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında” Kanun (MÖHUK) 27.11.2007 tarihinde kabul edilmiştir (Resmi Gazete 27.11.2007). Bu nedenle 2675 Sayılı “Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında” Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. MÖHUK’ta sözleşmeden doğan borç ilişkilerinde uygulanacak hukuk ve taşınmazlara ilişkin sözleşmeler, tüketici sözleşmeleri, iş sözleşmeleri, fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmeler, eşyanın taşınmasına ilişkin sözleşmeler ile getirilmiş kurallar Roma Sözleşmesi’nde düzenlenen kurallar ile benzerlik göstermektedir (Tarman, 2010: 523). MÖHUK’un 24’ncü maddesi ‘’Sözleşmeden doğan borç ilişkilerinde uygulanacak hukuk’’ adını taşımaktadır. Adı geçen madde dört fıkradan oluşmaktadır. Böylece, sözleşmeden doğan borç ilişkileri için uygulanacak hukuk taraflarca seçilebilir (MÖHUK m.24/f.1). Taraflar sözleşmenin tamamına veya bir kısmına uygulanacak hukuku seçebilir (MÖHUK m.24/f.2). Taraflar uygulanacak hukuku her zaman seçebilir ve değiştirebilir (MÖHUK m.24/f.3). Sözleşme taraflarının hukuk seçimi yapmamış olmaları halinde, sözleşme ile en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır (MÖHUK m.24/f.4). Görüldüğü gibi, MÖHUK’un 24’cü maddesi ile Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1112’nci maddesi birbirine benzemektedir. Her iki maddede de sözleşmeye, tarafların serbestçe seçtiği hukuk uygulanacaktır (KC MK m.1112/1 ve MÖHUK m.24/1). Taraflar sözleşmenin tamamına veya bir kısmına uygulanacak hukuku seçebilir (KC MK m.1112/3 ve MÖHUK m.24/2). Taraflarca hukuk seçimi her zaman yapılabilir ve değiştirebilir (KC MK m.1112/4 ve MÖHUK m.24/3). Bununla birlikte, MÖHUK’un 24’ncü maddesinin 4’ncü fıkrasına göre, taraflarca hukuk seçimi yapılmamış ise sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşme ile en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır. KC MK’nın 1113’ncü maddesinde ise, tarafların hukuk seçimi söz konusu olmadığında sözleşmeye uygulanacak hukuka yer verilmiş ve bazı sözleşmeler için uygulanacak olan hukuk ayrıca sayılmıştır. 6.2. Sübjektif Yöntem (İrade Serbestisi) Sözleşme taraflarının uygulanacak hukuku serbestçe seçebilmesine milletlerarası özel hukukta ‘’irade serbestisi prensibi’’ denilmektedir‘’ (Demirkol, 2011: 24; Acun-Mekengeç, 2010: 82-83). Biz de bu görüşe katılmaktayız. Kural olarak sözleşmelerde taraflar bir devletin hukukunu seçebilmektedir ve bu hukuku seçmekte serbesttirler. Bununla birlikte, taraflar sözleşme kurduğunda her hangi bir hukuku seçmeden önce seçmek istedikleri hukuku iyi Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 29 bilmelidirler. Çünkü sözleşme kurulduktan sonra bu sözleşmeden doğan sorunlar seçilen hukuka tabi olarak çözülecektir. İrade serbestisi prensibi pek çok ülkede kabul edilmiştir ve ülke mevzuatlarında yer almıştır. İrade serbestisi prensibinin ülkeler mevzuatında yer almasının temel sebebi; tarafların diğer ülkeler hukukun bilmemeleridir. Bu prensip hukuk seçiminde taraflar için kolaylık sağlamaktadır. Bu nedenle irade serbestisi prensibi ülkeler tarafından uygun prensip olarak kabul edilmiş ve evrensel bir nitelik kazanmış diyebiliriz (Acun-Mekengeç, 2010: 84). Bununla birlikte, belirtmemiz gerekir ki, her ülkenin kendi hukukunun özellikleri bulunmaktadır. Taraflar herhangi bir ülkenin hukukunun uygulanacak hukuku olarak seçebilmektedir. Ayrıca, uygulanacak hukuk seçildikten sonra seçilen ülke hukukunun emredici kuralları da sözleşmede uygulanmalıdır (Çelikel, 2012: 317). Bu nedenle her bir hukukçunun veya avukatın her hangi bir hukuku seçmeden önce veya kendi müvekkiline her hangi bir hukuku seçmeyi tavsiye etmeden önce bu hukukun ayrıntılı noktalarını dikkatli incelemesi gerekmektedir. Çünkü ileride sözleşmeden doğan sorunlara sözleşmede yer alan hukuk uygulanacaktır. Uygulanacak hukuk seçimi ikiye ayrılmaktadır. Bunlar açık hukuk seçimi ve örtülü hukuk seçimidir. Eğer hukuk seçimi taraflarca sözleşmenin her hangi bir maddesinde öngörülmüş ise açık hukuk seçimi söz konusudur. Taraflarca hukuk seçimi sözleşmede açık olarak yapılmamışsa ve uygulanacak hukuk sözleşmenin yorumlanması yoluyla tespit edilebiliyor ise, bu durumda uygulanacak hukuk örtülü hukuk seçimi ile seçilmiştir. 6.3. Objektif Olarak Uygulanacak Hukuk Tarafların hukuk seçimi konusunda serbest olmalarına rağmen, bazen taraflar hukuk seçimi yapmamayı tercih edebilirler. Bu durumlarda sözleşmeye hangi hukukun uygulanması gerekmektedir tespit edilmelidir. Kural olarak böyle durumlarda uygulanacak hukuk objektif esaslara göre belirlenir. Doktrinde, hukukun seçilmemesi durumunda “akdin inikat yeri”, “akdin ifa yeri”, “işin yapıldığı yer”, “tarafların vatandaşlığı”, “mutad meskenleri”, “ikametgahları”, “en sıkı ilişkili hukuk” ve “lexfori” gibi bağlama noktaları önerilmektedir (Çelikel, 2012: 325-326). Bununla birlikte, MÖHUK’un 24’ncü maddesinin 4’ncü fıkrasına göre;‘’Tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları halinde sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşmeyle en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanır. Bu hukuk, karakteristik edim borçlusunun, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki mutad meskeni hukuku, ticari veya mesleki faaliyetler gereği kurulan sözleşmelerde, karakteristik edim borçlusunun işyeri, bulunmadığı takdirde yerleşim yeri hukuku, karakteristik edim borçlusunun birden çok işyeri varsa söz konusu sözleşmeyle en sıkı ilişki içinde bulunan işyeri hukuku olarak kabul edilir. Ancak halin bütün şartlarına göre sözleşmeyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması halinde sözleşme, bu hukuka tabi olur’’. Objektif yönteme göre, uygulanacak hukukun belirlenmesinde karakteristik edim önemli rol oynamaktadır. Karakteristik edim teorisi 19.yüzyılında, Savigny tarafından savunulmuştur. Karakteristik edimde önceden ''ifa yeri'' bağlama kuralı olarak tanınmıştır. Bilindiği gibi, ifa yeri birkaç yerde de olabilir. Bu nedenle, ifa yeri bağlama kuralı eleştirilere uğramıştır. Savigny’den sonra karakteristik edim teorisi İsviçreli hukukçu Schnitzer, 30• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ tarafından da savunulmuştur. Schnitzer’e göre, ‘’sözleşme, en sıkı mülki ilişki içinde bulunduğu hukuka tabidir’’ (Çelikel, 2012:326). Kanaatimizce karakteristik edim konusunda yerleşim yeri, mutad mesken, iş yeri ve en sıkı ilişkili olan hukukunun açıklamalarını yapmamız gerekmektedir. Çünkü bu kavramlar benzerlik gösterdiği gibi kendi içinde farklılıklar da barındırmaktadır. Yerleşim yeri, Medeni Kanunun 19’ncu maddesine göre ‘’bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yerdir’’. Kişinin bir yerde, bir süre oturduğunda mutad mesken söz konusu olacaktır. Yani yerleşim yerinde bir kişinin yerleşmek niyetiyle sürekli oturması gerekirken mutad meskende ise bir kişinin, bir yerde ve belirli bir süre içerisinde oturması yeterlidir. Tüzel kişiler için mutad mesken kavramı yerine ‘’esas idari merkezi’’ kavramı kullanılmaktadır. En sıkı ilişkili hukukun tespit edilmesi bazen çok zor olmasına rağmen, en sıkı ilişkili hukuk tespit edildiğinde bu hukuk uygulanır. En sıkı ilişkili hukuku bulmak için bir takım kriterler kullanılmaktadır. Örneğin, ‘’sözleşmeden doğan borçların ifa yeri, tarafların mutad meskenleri, yerleşim yerleri, tüzel kişilerin idare merkezleri, sözleşmenin dili gibi bazı bağlantılar dikkate alınarak’’ kriteri kabul edilebilir (Acun-Mekengeç, 2010: 130-131). 6.4. Sözleşme Statüsünün Kapsamı Sözleşme statüsü ile ilgili hüküm MÖHUK’un 32’nci maddesinde yer almaktadır. Adı geçen maddeye göre; ‘’Sözleşmeden doğan ilişkinin veya bir hükmünün varlığı ve maddi geçerliliği, sözleşmenin geçerli olması halinde hangi hukuk uygulanacaksa o hukuka tabidir’’ (MÖHUK m.32/f.1). Mevcut fıkraya göre sözleşme statüsü tarafların iradesiyle veya objektif bağlama kuralıyla seçilmiş olmasına rağmen sözleşmenin geçerli olması halinde, sözleşmenin kuruluşunda taraflarça seçilmiş hukuk uygulanacaktır (Nomer, 2013: 325). MÖHUK’un 32’nci maddesinin 2’nci fıkrasında bir istisna kuralı yer almaktadır. Adı geçen fıkraya göre, her hangi bir taraf, irade beyanının varlığına, kendi rızasının olmadığını iddia ediyor ise, iddia eden tarafın mutad meskeninin bulunduğu ülke hukuku uygulanacaktır (m.32/f.2). Bu hukukun uygulanması için sözleşmenin kurulması ile ilgili rızasının bulunmadığını iddia eden tarafın davranışı, sözleşmeye uygulanacak hukuka göre hakkaniyete uygun olması gerekmektedir (Nomer, 2013: 326). 6.5.Diğer Sözleşme Tiplerine Uygulanacak Hukuk Türk hukukunda MÖHUK’ta bazı sözleşme tipleri için uygulanacak olan hukuk ayrıca düzenlenmiştir. Bunlar; taşınmazlara ilişkin sözleşmelere uygulanacak hukuk, tüketici sözleşmelerine uygulanacak hukuk, iş sözleşmelerine uygulanacak hukuk, fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmelere uygulanacak hukuk, eşyanın taşınmasına ilişkin sözleşmelere uygulanacak hukuktur. MÖHUK’ta; Kazakistan hukukunda olduğu gibi, yabancı iştirakçinin Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 31 katılmasıyla tüzel kişinin kurulmasına ilişkin sözleşmesiye uygulanacak hukuk konusunda ayrı bir düzenleme bulunmamaktadır 4. 6.5.1.Taşınmazlara İlişkin Sözleşmelere Uygulanacak Hukuk Taşınmazlara ilişkin sözleşmeler MÖHUK’un 25’nci maddesinde yer almaktadır. Bu madde yalnız bir fıkradan oluşmaktadır. Maddeye göre, taşınmazlara veya taşınmazların kullanımına ilişkin sözleşmeler bu taşınmazın bulunduğu yer hukukuna tabidir denilmiştir (m.25). Taşınmazlara ilişkin sözleşmelere uygulanan ülke hukuku kuralı pek çok ülkelerin mevzuatında düzenlendiğinden dolayı evrensel bir kural niteliğini taşımaktadır. İşbu madde KC MK’un 1113’ncu maddenin 3’ncü fıkrası ile hemen hemen aynıdır. 6.5.2. Tüketici Sözleşmelerine Uygulanacak Hukuk MÖHUK bazı sözleşmeler için hukuk seçimini tanımıştır. Bu sözleşmelerden biri tüketici sözleşmedir. Taraflarca seçilen hukuk tüketicinin mutad meskeninin hukukuna göre tüketicinin korunması için daha az elverişli ise bu durumda tüketicinin mutad mesken hukuku uygulanacaktır (Çelikel, 2012: 361). Eğer taraflar hukuk seçimini yapmamış ise, tüketici sözleşmelerine tüketicinin mutad meskeni hukuku uygulanır. Fakat bu hukukun uygulanabilmesi için, ‘’tüketici sözleşmesinin kuruluşu veya hükümleri itibariyle yurt sınırları dışına taşan bir tüketici sözleşmesi olması gerekir’’ (Nomer, 2013: 338). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nda tüketici sözleşmelerine yer verilmemiştir. Fakat Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1113’cü maddesinin 4’ncü fıkrasına göre, işbu maddenin 1 – 3. fıkralarında sayılmayan sözleşmelere, tarafların arasında ilgili sözleşmenin yer almaması halinde, sözleşmenin içeriği için önemli anlam taşıyan ifa eden tarafın kurulduğu yer (tüzel kişiler için), ikamet ettiği veya esas faaliyet yaptığı ülkenin hukuku uygulanır. Sözleşmenin içeriği açısından önemli anlam taşıyan ifanın tespit edilememesinde, sözleşmenin en sıkı bağlı olduğu ülkenin hukuku uygulanır. Görüldüğü gibi, Kazakistan kanun koyucusu tüketiciden değil sözleşmeyi ifa eden taraftan bahsetmektedir. 6.5.3. İş Sözleşmelerine Uygulanacak Hukuk Çağdaş dünyamızda işçiler yalnız yurt içinde değil, yurt dışında da çalışmaktadır. Dolayısıyla işçinin yurt dışında kurulan sözleşmesi yabancılık unsuru taşıyacaktır. Bu nedenle, iş sözleşmesine hangi ülke hukuku uygulanacaktır önemli bir konudur. Bununla birlikte, iş sözleşmenin kendi özellikleri bulunmaktadır ve bu sözleşme diğer sözleşme tiplerinden ayrılır. Maalesef, genel olarak iş sözleşmelerinde korunması gereken taraf işçidir. Bundan dolayı, devlet işçinin korumasına önem vermektedir. Bu korunma için kanunlar vasıtası ile koruyucu hükümler getirmektedir. Doktrinde “İş hukukunun, kamu hukuku karakteri yönlerinin 4 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. GÜVEN Pelin, Ortaklıkların Merkez Değişikliğinde, Birleşme Bölünme Malvarlığının Veya İşletmenin Devrinde Uygulanacak Hukuk ve Uyuşmazlıkların Çözümü, Yenilenmiş İkinci Bası, Yetkin Yayınları, Ankara 2008. 32• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ de bulunması ve işçinin edimini orada yerine getirmesi, “işyerinin bulunduğu ülke” hukukunun bu ilişkide objektif bağlama kuralı olarak uygulanmasını zorunlu kılmıştır. Bu gerekçelerle maddede, bireysel iş sözleşmelerinde, en sıkı ilişkili hukuk olarak “mutad işyeri hukuku”nun uygulanacağı kabul edilmiştir” denilmektedir (Çelikel, 2012: 371). MÖHUK iş sözleşmelerinde de taraflara hukuk seçimi imkanını tanımıştır. MÖHUK’un 27’nci maddesinin 1’nci fıkrasına göre, tarafların seçmiş oldukları hukuk uygulanır denilmiştir. Aynı zamanda, adı geçen fıkraya göre, taraflarca hukuk seçimi olsa bile ‘’işçinin mutad iş yeri hukukunun emredici hükümleri uyarınca sahip olacağı asgari koruma saklı tutulmuştur’’. Eğer taraflar iş sözleşmesinde hukuku seçmemiş ise, iş sözleşmesine, işçinin mutad olarak yaptığı iş yeri hukukuna tabi olacaktır (MÖHUK m.27/f.2). Bazı işçilerin iş yeri aynı zamanda birkaç ülkede olabilir. İşçi işini mutad olarak belirli bir ülkede yapmıyor ise, bu durumda taraflarca kurulan iş sözleşmesi işverenin asıl işyerinin bulunduğu ülke hukukuna tabi olacaktır (Çelikel, 2012: 371-372). Burada da görüldüğü gibi Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’na göre farklılık bulunmaktadır. Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun aynı tüketici sözleşmesi gibi iş sözleşmelerine uygulanacak hukuku da Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu 1113’ncü maddenin 4’ncü fıkrasında yer ayırmaktadır. 6.5.4. Fikri Mülkiyet Haklarına İlişkin Sözleşmelere Uygulanacak Hukuk MÖHUK’un 28’nci maddesinde fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmelere uygulanacak hukuk konusuna yer verilmiştir. Aynı zamanda belirtmemiz gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti Dünya Fikri Mülkiyet Sözleşmesi’ne (TRIPS) katılıp onaylamıştır (Ruhi, 2009: 254). MÖHUK fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmelerde de taraflara hukuk seçimi imkanını tanımıştır. MÖHUK’un 28’nci maddesinin 1’nci fıkrasına göre, fikri milkiyet haklarına ilişkin sözleşmelere, sözleşme taraflarının seçtikleri hukuk uygulanacaktır. Bununla birlikte, MÖHUK’un 28’ci maddesinin, 2’nci fıkrasına göre, fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmelerde taraflarca hukuk seçimi yapılmamış ise, bu sözleşmelere uygulanacak hukuk objektif bağlama kuralı ile düzenlemiştir. Doktrindeki bir fikre göre, “Tarafların hukuk seçiminde bulunmamaları halinde, fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmelere, karakteristiktir edim borçlusu olan fikri hakkı tümüyle devreden veya lisans sözleşmesi yapmak suretiyle sadece kullanımı devreden tarafın, sözleşmenin kuruluşu sırasındaki işyeri hukuku, işyerinin bulunmaması halinde ise mutad meskeninin bulunduğu yer hukuku uygulanacaktır” (Çelikel, 2012: 383). MÖHUK’un 28’nci maddesinin 2’nci fıkrasının son cümlesine göre, halin bütün şartlarına göre sözleşmeyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması halinde sözleşmeye bu hukuk uygulanacaktır. MÖHUK m. 28/3’3 göre; ‘’işçinin, işi kapsamında ve işinin ifası sırasında meydana getirdiği fikri ürünler üzerindeki fikri mülkiyet haklarıyla ilgili işçi ve işveren arasındaki sözleşmelere, iş sözleşmesinin tabi olduğu hukuk uygulanır’’. Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu kendi milletlerarası özel hukuk bölümünde §7 ‘’Fikri mülkiyet’’ ile ilgili yalnız 1120’nci madde öngörülmüştür. Böylece Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1120’nci maddesinin 1’nci fıkrasına göre, fikri mülkiyet Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 33 haklarına, hakların savunması istenen ülkenin hukuku uygulanır. Bununla birlikte Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1120’nci maddesinin 2’nci fıkrasına göre, konusu fikri mülkiyet hakları ile ilgili sözleşmeler olduğunda, işbu bölümün sözleşme yükümlülüklerine ait maddelerine göre belirlenen hukuk yolu ile düzenlenir. Görüldüğü gibi, Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1120’nci maddesine istinaden fikri mülkiyet haklarına ilişkin sözleşmeler Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1113’ncü maddesinin 4’ncü fıkrasına göre düzenlenir. 6.5.5. Eşyanın Taşınmasına İlişkin Sözleşmelere Uygulanacak Hukuk Eşyanın taşınmasına ilişkin sözleşmelere MÖHUK’un 29’ncu maddesinde yer verilmiştir. Eşyanın taşınmasına ilişkin sözleşmeleye, sözleşme taraflarının seçtikleri hukuk uygulanır (MÖHUK m.29/f.1). MÖHUK’un 29’ncu maddesinin 2’nci fıkrasına göre, taraflarca hukuk seçimi yapılmamış ise, bu durumda eşya taşıma sözleşmesine uygulanacak hukuk, objektif bağlama kuralı olarak, özellikle “taşıyıcının işyeri” hukuku şeklinde tespit edilmiştir (MÖHUK m.29/f.2). Fakat, taşıyıcının işyeri hukukunun uygulanabilmesi için, maddeye göre, ‘’Tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları halinde, sözleşmenin kuruluşu sırasında taşıyıcının esas işyerinin bulunduğu ülke aynı zamanda yüklemenin veya boşaltmanın yapıldığı ülke veya gönderenin esas işyerinin bulunduğu ülke ise bu ülkenin sözleşmeyle en sıkı ilişkili olduğu kabul edilir ve sözleşmeye bu ülkenin hukuku uygulanır. Tek seferlik çarter sözleşmeleri ve esas konusu eşya taşıma olan diğer sözleşmeler de bu madde hükümlerine tabidir’’ (MÖHUK m.29/f.2). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’na göre, eşyanın taşımasına ilişkin sözleşmeler taraflarca seçilen hukuka tabidir. Oysa böyle bir hukuk taraflarca seçilmemiş ise eşyanın taşınmasına ilişkin sözleşmelere Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1113’ncü maddesinin 1’nci fıkrası uygulanacaktır. Böylece Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1113’ncü maddesinin 1’nci fıkrasına göre, sözleşme taraflarının arasında sözleşme için uygulanacak hukuk hakkında bir sözleşme söz konusu olmadığında, aşağıdaki nitelikte olan tarafın kurulduğu, ikamet ettiği veya esas faaliyette bulunduğu ülkenin hukuku uygulanır. Bu nakliye sözleşmesinde nakliyecinin hukuku uygulanır. Kazakistan kanun koyucu nakliyecinin kurulduğu, ikamet ettiği veya faaliyette bulunduğu ülkenin hukuku uygulanır demiştir. Sonuç Sözleşmeden doğan borç ilişkilerine uygulanacak hukuk konusundaki bakış açısının; irade serbestisi bağlamasına öncelik verilmesi, objektif olarak uygulanacak hukukun tespit edilmesi gibi, Kazakistan Hukuku ile Türk Hukuku’nda benzer şekilde yer aldığı görülmektedir. Örneğin, MÖHUK’un 24’ncü maddesi ile Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun 1112’nci maddesi benzer şekilde düzenlenmiştir. Buna göre sözleşme, tarafların serbestçe seçtiği hukuka tabi olacaktır (KC MK m.1112/1 ve MÖHUK m.24/1). Taraflar sözleşmenin tamamına veya bir kısmına uygulanacak hukuku seçebilirler (KC MK m.1112/3 ve MÖHUK m.24/2). Taraflarca hukuk seçimi her zaman yapılabilir ve değiştirebilir (KC MK m.1112/4 ve MÖHUK m.24/3). Bununla birlikte, taraflarca hukuk seçimi yapılmamış olması durumunda uygulanacak olan hukuk konusunda diğer bir ifade ile objektif olarak uygulanacak hukuk konusunda 34• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kazakistan Hukuku ile Türk Hukuku arasında farklılıklar olduğu görülmektedir. Örneğin, MÖHUK’un 24’ncü maddesinin 4’ncü fıkrasına göre, taraflarca hukuk seçimi yapılmamış ise, sözleşmeden doğan ilişkiye, o sözleşme ile en sıkı ilişkili olan hukuk uygulanması, Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun m. 1113’de ise konuyla ilgili farklı bir düzenleme bulunması gibi. Ayrıca belirtmemiz gerekir ki, Kazakistan’da ayrı bir Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun kabul edilmemiştir. Bu nedenle, sözleşmeden doğan borç ilişkilerine uygulanacak hukuk ile ilgili maddeler Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu'nda yer almıştır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise ilgili maddeler ayrı bir kanunda yani MÖHUK’ta yer almıştır. Ancak her iki hukuk sisteminde yapılan düzenlemelerde de; gelişmiş ülkelerdeki, sözleşmeden doğan uyuşmazlıklarda uygulanacak hukuk konusundaki mevzuatta yer alan hükümlerin dikkate alındığı görülmektedir. Kaynakça Acun-Mekengeç Merve (2014). Milletlerarası Özel Hukukta Finansal Kiralama (Leasing) Sözleşmeleri. İstanbul: On İki Levha Yayıncılık A.Ş. Abdıkadır A. (2013). Milletlerarası Özel Hukukta Girişim Sözleşmesi. Kazakistan Cumhuriyeti İlimler Hukuku ‘‘ZANGER’’, 4 (141): s.85-86. Абдыкадыр А. (2013). Предпринимательский договор в международном частном праве. Вестник права Республики Казахстан «ЗАҢГЕР», №4 (141): с.85-86. Biyahmetova B. (2010). Piyasa Şartlarında Sözleşme. Kazakistan Cumhuriyeti İlimler Hukuku ‘‘ZANGER’’, 10 (123): s.69. Бияхметова Б. (2010). Сделка в условиях рынка. Вестник права Республики Казахстан «ЗАҢГЕР», №10 (123): с.69. Butakova N. (2012). Kontraktın Standart Şekli. Federasyon Aylık Dergisi ‘‘Yurist’, 9: s.11. Бутакова Н. (2012). Стандартная форма контракта. Федеральный ежемесячный журнал «Юрист», №9: с.11. Çelikel Aysel (2012). Milletlerarası Özel Hukuk. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Demirkol Berk (2011). Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun’un 24.Maddesi Çerçevesinde Sözleşmelere Uygulanacak Hukuk. İstanbul: Vedat Kitapçılık. Güven Pelin (2008). Ortaklıkların Merkez Değişikliğinde, Birleşme Bölünme Malvarlığının Veya İşletmenin Devrinde Uygulanacak Hukuk ve Uyuşmazlıkların Çözümü. Ankara: Yetkin Yayınları. Madiyev D. (2013). Medeni Hukuk Sözleşme Çerçevesinde Borçlu ve Alacaklının Taahhüdünün Yerine Getirilmesi. Kazakistan Cumhuriyeti İlimler Hukuku ‘‘ZANGER’’, 4 (141): s.64. Kazakistan Hukukuna Göre Sözleşmeden Doğan Borç İlişkilerine Uygulanacak Hukuk • 35 Мадиев Д. (2013). Исполнение обязательств должником и кредитором в рамках гражданско-правовой сделки. Вестник права Республики Казахстан «ЗАҢГЕР», №4 (141): с.64. Nomer Ergin (2013). Devletler Hususi Hukuku. İstanbul: Beta Basım A.Ş. Ruhi Ahmet Cemal (2009). Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun. Ankara: Seçkin Yayıncılık. Suleymenov Maydan, Basin Yuriy (2006). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu (Özel Kısmı). Maddeler Yorumları. Kitap 1. Almatı: Hukuk Bürosu ‘’ZANGER’’. Сулейменов Майдан, БАСИН Юрий (2006). Гражданский кодекс Республики Казахстан (Особенная часть). Комментарий, постатейный. Книга 1. Алматы: Издательство «Юридическая фирма «ЗАҢГЕР». Suleymenov Maydan, Basin Yuriy (2006). Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunu (Özel Kısmı). Maddeler Yorumları. Kitap 2. Almatı: Hukuk Bürosu ‘’ZANGER’’. Сулейменов Майдан, Басин Юрий, Гражданский Кодекс Республики Казахстан (Особенная часть). Комментарий, постатейный. Книга 2. Алматы: Издательство «Юридическая фирма « ЗАҢГЕР». Tarman Zeynep Derya (2010). Yabancılık Unsuru Taşıyan iş Sözleşmelerine Uygulanacak Hukuk. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (AÜHFD), 59 (3): 521-550: s.523. 5718 Sayılı 27.11.2007 Tarihli Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında” Kanun (MÖHUK). 410-I Sayılı 01.07.1999 Tarihli Kazakitan Cumhuriyeti ‘‘Kazakistan Cumhuriyeti Medeni Kanunun (Özel Kısmı) Yürürlüğe Girmesi Hakkında’’ Kanun. Закон Республики Казахстан от 1 июля 1999 года № 410-I «О введении в действие Гражданского кодекса Республики Казахстан (Особенная часть)». 1008-XII Sayılı 16.12.1991 Tarihli Kazakistan Cumhuriyeti ‘’Kazakistan Cumhuriyeti Bağımsızlığı Hakkında’’ Anayasal Kanunu. Конституционный Закон Республики Казахстан от 16.12.1991г. государственной независимости Республики Казахстан». №1008-XII «О 269-XII Sayılı 27.12.1994 Tarihli Kazakistan Cumhuriyeti Yüksek Kurulu’nun ‘‘Kazakistan Cumhuriyet Medeni Kanunun (Genel Kısmı) Yürürlüğe Girmesi Hakkında’’ Kararnamesi. Постановление Верховного Совета Республики Казахстан от 27 декабря 1994 года №269XII «О введении в действие Гражданского Кодекса Республики Казахстан (Общая часть)». Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 37 - 48 Berat ORHAN ∗ Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Mücadelede Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi The Effect of the Ombudsman Institution Fighting With Corruption in Public Administration Özet Kamu yönetiminin denetimi olarak karşımıza idari, yargısal, siyasi ve kamuoyu olarak farklı şekillerde denetimler çıkmaktadır. Bu denetim şekilleri bazı prosedürleri gerektirmekte, işleyişleri ve sonuç almaları bazen uzun süreler almaktadır. Klasik olan bu denetim yolları yönetilenler tarafından kanıksanmış, içlerine girildiğinde çıkılmaz bir hal alacağı endişesi veya başvuru ve işleyiş süreci yönündeki zorlukları sebebiyle çoğu vatandaşı hak arayışından vazgeçirmektedir. Bu bağlamda kamu yönetiminde ortaya çıkan yozlaşmada, vatandaş da oluşan yılgınlık ve isteksizlik yozlaşmayla mücadelede önemli bir güç kaybettirmektedir. Kamu denetçiliği-ombudsmanlık- kurumu ise başvuru yolunun kolaylığı, denetim sahasının genişliği, tarafsızlığı, bilgilere ulaşabilmesindeki hızı ve etkinliği sayesinde kamu yönetiminin denetiminde tamamlayıcı bir rol üstlenmektedir. Kurulum aşamasında hedeflenen ombudsmanlık, gelişen demokrasimiz açısından vatandaşa etkin bir rol yüklemekte pasif durumundan, hakkını arayan, yetkilerini emanet ettiği kamu görevlileri üzerinde etkin kontrol gücü olan aktif bir role geçmesinde önemli işlev görmektedir. Bu çalışmada kamu yönetiminde ortaya çıkan yozlaşma problemine karşı ombudsmanlık kurumunun etkisi ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Kamu Yönetimi, Denetim, Yozlaşma, Ombudsmanlık Jel Kodu: Y800 The Effect of The Ombudsman Institution Fighting With Corruption In Public Administration Abstract There has some different inspections such as administrative, judicial, political and public opinion in the inspection of public administration. These types of inspection require some procedures; also, sometimes their carrying out and to get result take a long while. These classical types of inspection discourage many citizens who demand their rights because they have become inured to some difficulties and problems of the application process. In this context, the discouragement and the reluctance of the citizens weaken the fight against corruption. The ombudsman’s role is a supplementary role in the inspection of the public administration thanks to ease of the application, large of the inspection area, the impartiality and quick access to information. In terms of our developing democracy, the ombudsman institution has an important role to enable an active and demanding citizen. In this study, the effect of the ombudsman institution has been evaluated for corruption problem in public administration. Keywords: Public Administration, Inspection, Corruption, Ombudsman Jel Code: Y800 ∗ KOÜ, SBE, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ABD, Yönetim Bilimleri Yüksek Lisans Öğrencisi [email protected] 38• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Geçmişin basit topluluklarından günümüzün gelişmiş toplumlarına kadar, insanların oluşturdukları küçük ya da büyük her örgütlenmede var olan “denetim” olgusu, yönetim süreci içerisinde yer alan, yönetimin vazgeçilmez unsurlarından biridir (Acar,2009:3). Denetimin ve özellikle kamu yönetiminde denetimin farklı yazarlarca farklı tanımları yapılmakla birlikte, bunları karsılaştırdığımız zaman hepsinde de ortak özellikler bulmak mümkündür. Gözübüyük (2001), ilk bakışta denetimi, yönetimin durumunu değerlendirmek, aksayan yönlerini saptamak için başvurulan yöntem olarak tanımlamaktadır. Avşar’ın (2007) tanımına göre kamu yönetiminde denetim, kamu adına yetki ve güç kullanan, eylem ve tasarrufta bulunan, kamu görevi yapan ve kamu hizmeti sunan kurumların ve kişilerin yine bir güç tarafından üst irade ile sınırlandırılabilmesi veya onaylanabilmesini ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Yani burada, kamu hizmeti sunanların kusurları ve kusurların denetlenmesi söz konusudur (Özden,2005:14). Kamu denetimi, bir kurum veya kurulusun belirli bir plan, program veya projenin yapısı, işleyişi ve çıktılarının önceden belirlenmiş standartlara uygunluk derecesinin araştırma, gözlemleme, sorgulama gibi yöntemlerle tespit edilmesi ve elde edilen bulguların objektif ve sistematik bir biçimde değerlendirilerek, ilgili taraf veya taraflara iletilmesi süreci olarak tanımlanabilir (Atay,1999:16). Kamu denetimi, görev ve yetkilerini yasalardan alan ve kamu adına, kamunun ihtiyaçlarına cevap vermek üzere denetim yapan kişilerce gerçekleştirilen denetimleri belirtmektedir (Özer,1998:144). Günümüzde idare, çok değişik şekillerde birden çok organ tarafından denetlenmektedir. 1. İdareyi Denetleme Yöntemleri İdare, çeşitli yöntemlerle denetlenir. Bu yöntemleri başta yargı denetimi olmak üzere, siyasi denetim, idari denetim, baskı grupları ve kamuoyu denetimi, yönetimde açıklık denetimi başlıkları altında toplamak mümkündür (Gözler, 2003; Gözübüyük ve Tan, 2001; Eryılmaz, 1993; Tortop, 1974: 27). 1.1 Yargısal Denetim İdarenin yargı tarafından denetimi, hukuk devleti düşüncesinin yerleşmesine, kişi hak ve hürriyetlerinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkmıştır. Hukuk devletinin bir gereği olarak, idarenin eylem ve işlemlerine karşı yargı denetimini bütün siyasi sistemlerde görmek mümkündür (Gözübüyük ve Tan, 2001: 13-17). Yargı denetiminin amacı, idareyi hukuka uygun davranmaya zorlamak suretiyle, vatandaşları idare karşısında korumaktır. Yargısal denetim, sadece hukukilik denetimi ile sınırlıdır. Dolayısıyla yargısal denetime konu olan idari işlem ya da eylem yerinde olmamakla birlikte hukuka uygunsa, yargı organlarının bu işlem hakkında bir karar vermesi mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde, yargısal başvuru işlemlerinin karmaşıklığı, teknik hukuk bilgisini gerektirmesi ve yargılamanın yavaş işlemesi gibi sebeplerle yargısal denetimin, idarenin denetlenmesinde sınırlı bir etkiye sahip olduğu söylenebilir (Kahraman, 2011:357). 1.2 İdari Denetim Bir kamu kuruluşunun, hem kendi kendini denetlemesi (iç denetim), hem de kendi dışındaki başka bir kuruluş tarafından denetlenmesi (dış denetim) şeklinde gerçekleşen bir denetimdir. Kamu kuruluşunun kendi içinde gerçekleştirilen denetime “hiyerarşik denetim”; kendi dışındaki bir kamu kuruluşu tarafından denetlenmesine ise “vesayet denetimi” denilmektedir (Gözübüyük ve Tan, 2001: 930; Gözler, 2003: 297). Hiyerarşik denetim ve vesayet denetimi hem “hukuka uygunluk” hem de “yerindelik” bakımlarından yapılabilmektedir. Türkiye’de, 24.12.2003 tarih ve 25326 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Mücadelede Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi • 39 yürürlüğe giren 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununu ile yeni bir iç denetim yolu oluşturulmuştur. 5018 Sayılı Kanunun 63. maddesinde iç denetimin, iç denetçiler tarafından yapılacağı belirtilmiş; 66’ıncı maddesi ile de “kamu idarelerinin iç denetim sistemlerini izlemek, bağımsız ve tarafsız bir organ olarak hizmet vermek üzere Maliye Bakanlığı bünyesinde “İç Denetim Koordinasyon Kurulu” kurulmuştur. 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanununda iç denetim şu şekilde tanımlanmıştır: “İç denetim, kamu idaresinin çalışmalarına değer katmak ve geliştirmek için kaynakların ekonomiklik, etkililik ve verimlilik esaslarına göre yönetilip yönetilmediğini değerlendirmek ve rehberlik yapmak amacıyla yapılan bağımsız, nesnel güvence sağlama ve danışmanlık faaliyetidir” (m.63). Aynı maddenin devamında, bu faaliyetlerin, “idarelerin yönetim ve kontrol yapıları ile malî işlemlerinin risk yönetimi, yönetim ve kontrol süreçlerinin etkinliğini değerlendirmek ve geliştirmek yönünde sistematik, sürekli ve disiplinli bir yaklaşımla ve genel kabul görmüş standartlara uygun olarak” gerçekleştirileceği belirtilmiştir. Görüldüğü gibi bu tanımda, denetimin iç denetçiler eliyle yapılacağı belirtilmekte, hukuka uygunluk denetiminden söz edilmeyip, yalnızca performans denetiminden bahsedilmektedir (Kahraman, 2011:358). 5018 sayılı yasanın iç denetçilerin görevlerini düzenleyen 64. maddesi, “denetim sırasında veya denetim sonuçlarına göre soruşturma açılmasını gerektirecek bir duruma rastlandığında, ilgili idarenin en üst amirine bildirmek” demek suretiyle, müfettişlerin kısmen kullanabildiği soruşturma açma yetkisini fiilen kaldırılmıştır. Aynı maddede iç denetçinin görevinde bağımsız olduğu belirtilmiş, ancak bunun nasıl sağlanacağı açıklanmamıştır (Dikmen, 2004). Aynı şekilde, iç denetçiye asli görevi dışında hiçbir görev verilemeyeceği ve yaptırılamayacağı belirtilmiştir. 1.3 Siyasal Denetim İdarenin yasama organı tarafından denetlenmesidir. Siyasal denetim araçları “Soru”, “Meclis Araştırması”, “Genel Görüşme”, “Gensoru” ve “Meclis Soruşturması” dır. Siyasal denetim araçlarından gensoru ile hükümetin veya bir bakanın görevden alınması mümkündür. Bununla birlikte, bu durumun gerçekleşmesi çok özel bazı şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Aynı şekilde bu denetim sonucunda gerekli görüldüğü takdirde yasama organı tarafından yasal düzenleme yapılabilir. Öte yandan, bu denetim yoluyla, idarenin eylem ve işlemleri nedeniyle menfaatleri ihlal edilen veya hakları muhtel olan vatandaşlar, ilgili idari işlemin ortadan kaldırılması ve varsa maddi zararlarının tazmini gibi sonuçlara her zaman ulaşamayabilirler (Gözler, 2003: 296 ). 1.4 Baskı Grupları Ve Kamuoyu Denetim Baskı grupları, ortak çıkarlarını gerçekleştirmek için siyasi ve idari otoriteleri etkilemeye çalışan örgütlü gruplardır. Bunlar, çoğu zaman yasama organı, hükümet ve genel anlamda idare üzerinde etkili olmaya çalışırlar. Zira yasama organı idareye önemli ölçüde takdir ve düzenleme yapma yetkisi vermektedir (Aktaran: Kahraman,2011:359). Yasama organının bütün ihtimalleri düşünerek kanun yapması mümkün olmadığından, yasama organının boş bıraktığı ya da önceden göremediği alanlar, düzenleyici işlemlerle idare tarafından düzenlenmektedir. Baskı gruplarının idareyi etkilemek için yürüttükleri faaliyetler, bazı ülkelerde yasal düzenlemelerle kurumsallaşmıştır. Örneğin, Amerikan siyasal kültürü baskı gruplarının faaliyetlerini olağan sayarak, onları hoşgörü ile karşılamaktadır. Bu faaliyetler Amerika’da “lobicilik” (lobbying) olarak ifade edilmektedir. Baskı grupları, idareyi açıklık ve verimliliğe yöneltmekte, yönetime katılma kanallarını genişletmekte, temel hak ve özgürlükleri korumada aktif rol oynayabilmektedirler (Kahraman,2011:359). 40• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 1.5 Yönetimde Açıklık Gizlilik, idarenin ya da bürokrasinin yapısında vardır. Nitekim idare, rakiplerine karşı iktidarını güçlendirmek ve sürdürmek için, gizliliği önemli bir politik araç olarak kullanmak eğilimindedir. Weber’e göre “bütün bürokrasiler, bilgilerini ve niyetlerini gizli tutarak, meslekten yetişmiş olanların üstünlüğünü artırmaya çalışırlar. İdare, işlem ve eylemlerini eleştirel gözlerden olabildiğine saklamaya özen gösterir…” Weber, eleştirilme endişesinden başka maddi, diplomatik, askeri ve ticari çıkarların da, yönetimdeki gizliliği artırdığını savunmaktadır (Aktaran: Kahraman,2011:360). Gizliliğin diğer bir sebebi de, halkın idareye müdahale etmesini ve onun kararlarını etkilemesini önlemektir. Bununla birlikte demokratik değerlerin, kitle iletişim araçlarının, bilgi düzeyinin ve dolayısıyla sosyal ilginin gelişmesi, idarenin görev ve sorumluluklarının yeniden değerlendirilmesini ve kamu hizmetlerinin halkın denetim ve gözetimi altında yürütülmesini gerekli hale getirmiştir. Nitekim günümüz bilgi toplumlarında idarenin açıklığı genel kabul gören bir düşünce olmuştur. Ülkemizde de, Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin de etkisiyle şeffaf bir yönetime dönüşme yolunda önemli çalışmalar yapılmaktadır. 4982 sayılı Bilgi Edinme Kanunu’nun kabul edilmesiyle birlikte bu yolda önemli bir adımın atıldığı söylenebilir (Kahraman,2011:360). 2. Yönetimde Yozlaşma Yozlaşma; genel anlamda devlet sistemindeki bozukluğun yani kamu görevlilerinin görevleriyle ilgili menfaat sağlamalarını ve her türlü ayrıcalıklı işlem yapmalarını ve özellikle kamu görevlerine yapılan atamalardaki kayırmacılık, haksızlık ve yanlış uygulamaları ifade etmektedir. Ayrıca literatürde “Yozlaşma” kavramının karşılığı olarak bazı durumlarda “Yolsuzluk” ya da “Rüşvet ve Yolsuzluk” gibi kavramlar da kullanıldığı görülmektedir. Ancak yozlaşma kavramının ifade ettiği anlam “Yolsuzluk” veya “Yolsuzluk ve Rüşvet” kavramlarının ifade ettiği anlamdan daha geniş olup onları da içine almaktadır. “Yolsuzluk” terimi; maddesel kazanç için (örneğin rüşvet), ya da parasal olmayan özel amaçlara yönelik olarak (örneğin kayırma) kamusal yetkinin yasadışı kullanımını içeren davranış ve eylemleri kapsamaktadır (Aktaran: Çevikbaş,2006:273). İngilizce’de yolsuzluk terimi karşılığı olarak kullanılan “Corruption” kelimesi ise; “Kamu hizmetlerinin yürütülmesinde rüşvet veya menfaat sağlama suretiyle dürüstlüğün yitirilmesi veya dürüstlükten sapma, özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında rüşvetin mevcut olması” (Heidenheimer, 1989: 4). Bu tanımlamalardan hareketle, yolsuzlukların kamu görevini ve hizmetini yerine getiren kamu kuruluşlarında, kamu gücünü ve yetkisini kullanma aşamasında ortaya çıktığı görülmektedir. Kamu gücü ve yetkisini kullanma durumuna göre de yolsuzluğu “Siyasal Yolsuzluk” ve “Yönetsel Yolsuzluk” olarak iki kategoriye ayırmak mümkün olmaktadır. İki yolsuzluk türü arasındaki ayırt edici fark ise, kamu gücü ve yetkisinin hangi yetkili tarafından ve hangi aşamada kullanıldığına bağlı olmaktadır. Eğer kamu gücü ve yetkisi siyasal yönetim tarafından siyasa yapım sürecinde çıkar gözetilerek kullanılırsa siyasal yolsuzluk, buna karşılık kamu yönetimi tarafından yönetsel işlevlere ilişkin olarak siyasi uygulama sürecinde çıkar gözetilerek kullanılırsa yönetsel yolsuzluk olarak ortaya çıkmaktadır (Aktaran: Çevikbaş,2006:273). Ancak teorik olarak böyle bir sınıflandırma yapılmasına karşılık, siyasal iktidar ve kamu yönetiminin iç içe olmaları ve birlikte çalışmaları, dolayısıyla birbirini karşılıklı olarak etkilemeleri göz önüne alındığında, ayrı gibi görülen siyasal ve yönetsel yolsuzluk uygulamada iç içe geçmiş iki kavram olarak görülmektedir (Eken,1994:8 ). Yönetim alanındaki yozlaşmanın biçimleri, aşağı yukarı bütün ülkelerde aynı özellikleri gösterir ve bunlar şöyle sıralanabilir (Eryılmaz, 2008:3): Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Mücadelede Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi • 41 • Adam kayırmacılığı Akraba, eş-dost kayırmacılığı (Nepotizm), hemşericilik, Siyasal kayırmacılık (siyasal patronaj), • Hizmet kayırmacılığı, • Lobicilik, • Aracılar yoluyla işlerin yürütülmesi, • Rant kollama ve vurgunculuk, • Rüşvet ve irtikap; zimmet ve ihtilas, • Hediye alma, • Verimsizlik, etkinsizlik, israf, • Yetersiz hazırlanma, • Sorumluluktan kaçma/sorumluluğu yayma, • Değişime gönülsüzlük/direnç, Yozlaşma her toplumda, psikolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetsel sorunlara neden olmaktadır. Bu sorunlar, şu başlıklar altında sıralanabilir (Eryılmaz, 2008:3): • Yönetime karşı güven krizi, yabancılaşma ve meşruiyet sorunu, • Verimsizlik, etkinsizlik, israf, mali kriz, • Kamu hizmetlerinin pahalılaşması, • Gelir dağılımında bozulma, • Kamu görevlilerin liyakatsizliği, • Etik değerlerin itibardan düşmesi, • Sosyal dokunun zayıflaması, • Ekonomik gelişmenin, demokrasinin, hukuk devletinin zayıflamasıdır. Yozlaşmanın en yüksek olduğu toplumlar, genellikle az gelişmiş ve demokratik performansı düşük olan ülkelerdir. Uluslararası Saydamlık Örgütü (Transparency International) her yıl yolsuzluk algılama endeksi yayınlamaktadır. Bu endekse bakıldığında son sıraları, az gelişmiş ve demokratik performansı düşük ülkelerin paylaştığı görülmektedir (Eryılmaz, 1993: 81-106). 3. Yeni Bir Denetim Anlayışı: Kamu Denetçiliği Kamu Denetçiliği İsveç dilinde “temsilci” ya da “görevli” anlamına gelen “Ombud” ve “kişi” anlamına gelen “man” kelimelerinin birleşmesinden oluşan Ombudsman sözcüğü, dilimize farklı biçimlerde çevrilse de en yaygın kullanımının “kamu denetçisi” biçiminde olduğu görülmektedir. Kamu denetçisi, “yönetimin eylem ve işlemleri hakkında halkın yakınmalarını kabul eden ve bunları araştırarak sonuca bağlayan kişi ya da kurum” olarak tanımlanmaktadır (Bozkurt, Ergun ve Sezen, 1998:185). Dar anlamda kamu denetçisi, kamu kurumları ile vatandaşlar arasında arabuluculuk, hakemlik görevini üstlenen kişi anlamında kullanılmaktadır (Özden ve Gündoğan, 2000: 48). Bu anlamıyla kamu denetçisi, vatandaşlar ile kamu kurumları arasında ortaya çıkan 42• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ uyuşmazlıkların hızlı, adaletli, sağlıklı bir zeminde çözümlenmesine hizmet eden bir “akil adam” işlevi görmektedir. Diğer taraftan kamu denetçisini, halkın idarenin eylem ve işlemlerine ilişkin yakınmalarını incelemeye ve haklı olduğu yakınmalara sebebiyet veren eylem ve işlemlerin kendilerinin ya da zararlı sonuçlarının ortadan kaldırılması için çaba göstermeye yetkili olan bağımsız bir kurum olarak değerlendiren yazarlar da bulunmaktadır (Keneş,1997:790). Kamu denetçiliği kurumunu her ülke kendi hukuksal, idari, siyasal ve sosyal koşullarına göre yorumlayarak oluşturduğu için kavramın üzerinde mutabakata varılmış bir tanımı bulunmamaktadır. Dolayısıyla kavram, uygulandığı her ülkedeki özel koşullarına bağlı olarak farklı biçimlerde tanımlanmıştır (Kahraman,2011:361). Bazı tanımlarda kamu denetçisinin göreve gelme biçimi, sorumluluğu, yetkileri, çalışma usulü, yetki alanı, şikayetleri ele alma ve çözümleme yöntemi gibi bazı özelliklerine vurgu yapıldığı görülmektedir. Buna göre kamu denetçisi, prensip olarak ataması yasama organı tarafından yapılan ancak parlamentoya karşı da hükümete karşı olduğu kadar bağımsız olan, idarece mağdur edilen bireylerin hiçbir şekle bağlı olmaksızın şikayette bulunmaları üzerine harekete geçen, geniş bir inceleme-soruşturma-araştırma denetim yetkisine sahip olan; idare tarafından yapılan haksızlıkları ortaya koymak, takdir yetkisinin kötüye kullanılmasına engel olmak, mevzuata saygılı olmayı ve uygun davranmayı sağlamak, icrai niteliği bulunmayan öneriler yapmak, kamu hizmetlerinin hakkaniyete uygun bir şekilde ve daha iyi yerine getirilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması yönünde öneride bulunmak amaçlarını taşıyan bir kurum olarak tanımlanmaktadır (Ataman,1997: 779). Yapılan bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, kamu denetçisinin varlık nedeni, bireylerin temel haklarını korumak, kişi hak ve özgürlüklerini savunmak, idare karşısında zor durumda kalan yurttaşlara yardım etmek ve kötü yönetimden kaynaklanan haksızlıkları önlemek amacıyla, idarenin eylem ve işlemlerinin iyileştirilmesine çalışmaktır. Yapılan tanımlamalar ışığında, idare karşısında vatandaşın yanında yer alarak kişi hak ve özgürlüklerini savunmak suretiyle hukuk devletinin yerleşmesine önemli katkılar yapma potansiyeline sahip olduğu söyleyebiliriz. Genel olarak kamu denetçiliği kurumunun görevi, kamu otoriteleri ile bireyler arasındaki ilişkiler nedeniyle ortaya çıkan sorunlarla ilgilenmektir. Kamu denetçiliği kurumu, kamu yönetimine karşı bireylerin şikayetlerini kabul etmekte ve ortaya çıkan sorunlara bir çözüm getirme çabası içine girmektedir. Hak ve özgürlüklerin koruyuculuğu görevini üstlenen kamu denetçiliği, kendisine aracısız olarak ulaşan şikayetler üzerine ya da kendiliğinden harekete geçerek soruşturma görevini yerine getirmektedir. Kamu denetçiliği kurumu, hak ve özgürlüklerin savunucusu olarak görüldüğü ülkelerde, sadece kötü yönetim olarak adlandırılabilecek konularla kendilerini sınırlandırmamakta, yapılan haksızlıkların nedenlerini bulmak için sistematik araştırmalara girişmekte ve böylece idareyi iyileştirmek amacıyla önerilerde de bulunabilmektedirler. Bu nedenle kamu denetçiliği kurumunun “tamamlayıcı misyon” icra ettiği söylenmektedir (Özden,2000:48-54). 4. Ülkemizde Kamu Denetçiliği Kurumu Türkiye’de ise daha önceki yıllarda gündeme gelmesine rağmen uygulama imkanı bulamayan ombudsmanlık kurumu, 6328 sayılı Kanunun 29.06.2012 tarih ve 28338 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmasının ardından Kamu Denetçiliği Kurumu adıyla faaliyet göstermeye başlamıştır. 6328 sayılı Kanunun 1. maddesine göre, kamu hizmetlerinde kalitenin artırılmasına yönelik bağımsız ve etkin bir şikayet mekanizması oluşturulması suretiyle idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını insan haklarına dayalı, adalet anlayışı içinde hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Mücadelede Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi • 43 önerilerde bulunmak üzere Kamu Denetçiliği Kurumu kurulmasını öngörülmüştür. Bununla birlikte 5. maddeye göre, Cumhurbaşkanı'nın tek başına yaptığı işlemler ile re’sen imzaladığı kararlar ve emirler, yasama yetkisinin kullanılmasına ilişkin işlemler, yargı yetkisinin kullanılmasına ilişkin kararlar ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sadece askeri nitelikteki faaliyetleri, Kurum'un görev alanının dışında bırakılmıştır. Kanunun 4. Maddesine göre Kamu Denetçiliği Kurumu, TBMM Başkanlığı'na bağlı, kamu tüzel kişiliğini haiz, özel bütçeli ve Ankara merkezlidir. Baş denetçilik ve genel sekreterlikten oluşacak olan Kurum’a, 1 baş denetçi, 5 denetçi ve genel sekreter, uzman ve uzman yardımcıları ile diğer personelden oluşan kadrolar tahsis edilmiştir. Kurum ayrıca iş yoğunluğuna göre uygun gördüğü yerlerde büro açabilecektir. Kanun’un 11. maddesine göre baş denetçi ve denetçi aday adayı olmak isteyenler TBMM Başkanlığı’na başvuracaktır. TBMM Dilekçe Komisyonu ile İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyelerinden oluşacak karma komisyon, baş denetçi seçiminde başvuruda bulunan adaylar arasında üç adayı, başvuru süresinin bittiği tarihten itibaren 15 gün içinde belirleyerek Genel Kurul'a sunulmak üzere Meclis Başkanlığı'na bildirecektir. TBMM Genel Kurulu, bildirim tarihinden itibaren 15 gün içinde baş denetçi seçimlerine başlayacaktır. Baş denetçi, gizli oyla ve üye tamsayısının üçte iki çoğunluğuyla seçilecektir. Komisyon; denetçi seçiminde başvuruda bulunan aday adayları arasından seçilecek denetçi sayısının 3 katı kadar adayı, başvuru süresinin bittiği tarihten itibaren 30 gün içinde belirleyecek ve sonraki 30 gün içinde denetçi seçimlerini yapacaktır. Seçimler, Kurum'un TBMM Başkanlığı'na başvurduğu tarihten itibaren en geç 90 gün içinde sonuçlandırılacaktır. Ancak bu süreler TBMM'nin tatilde veya ara vermesi sırasında işlemeyecektir. Ayrıca, hiçbir organ, makam, merci veya kişi, baş denetçi ve denetçilere görevleriyle ilgili olarak emir ve talimat veremeyecek, genelge gönderemeyecek, tavsiye ve telkinde bulunamayacaktır. Baş denetçi ve denetçiler görevlerini yerine getirirken tarafsızlık ilkesine uygun davranacaklardır. Baş denetçi seçilenler TBMM'de, denetçiler ise Komisyon önünde ant içerek görevlerine başlayacaklardır. Türkiye’de kamu denetçiliği kurumu oluşturulmasına karşı çıkılmasının nedenlerinden biri kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlal edilmesi ihtimali olup, aynı şekilde yargının yerindelik denetimi bakımından yetkisinin sınırlandırılmasına ilişkin gerekçeler, kamu denetçiliği kurumunun eleştirisinde de kullanılmaktadır. Özellikle hükümet tasarruflarına karışacak ve bu tasarrufların kalitesi hakkında değerlendirme yapma yetkisinin tek bir kişinin inisiyatifine bırakılması, fazla iyimser bulunmaktadır (Esgün,1995: 269). Bunun dışında, farklı uzmanlıklar gerektiren idari etkinliklerin denetlenmesinde, uzman olmayan bir kişinin başarılı olamayacağı savunulmaktadır (Aktaran: Kahraman,2011:369). Doktrindeki eleştiriler ise, kurumun gereksizliğinden çok, Türkiye gibi bir ülkede uygulanmasının zorluğu üzerinde toplanmaktadır. Türkiye'de mevcut denetim sistemlerinin yeterince sağlıklı ve objektif çalıştırılamadığına ilişkin tartışmalar yaşanırken, bir de ombudsmanlık kurumu oluşturulması, bu tartışmaları artırmaktan başka işe yaramayacaktır (Arslan,1990:1044-1045). Kamu denetçiliği veya buna benzer kuruluşlar eliyle yapılan denetimin, aynı nitelikte olmamakla birlikte, uygulandığı ülkelerde başarılı olduğu görülmektedir. Bu kuruma sahip devletleri incelediğimizde, idareyi denetleme yollarının eksikliğinden ya da bu yolların başarısızlığından dolayı ombudsman kurumunu oluşturmadıkları; söz konusu denetim mekanizmalarının yanında ek bir denetim mekanizması olarak bu kurumu oluşturdukları görülmektedir. Bu devletlerin amaçları bu mekanizmalara alternatif bir denetim kurumu oluşturmak değil; idarenin denetlenmesini gerçekleştirmek için ne kadar mekanizma varsa hepsini ülkenin özel şartlarına uyarlayıp değerlendirmektir. Ombudsmanlık kurumu, tarafsız ve bağımsız olmasından kaynaklanan bir saygınlığa sahip olması ve idare üzerinde olumlu psikolojik etkiler yapabilmesi dolayısıyla tercih edilmektedir (Kahraman,2011:370). 44• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Ombudsmanın diğer denetim mekanizmaları yanında tercih edilme nedeni, daha hızlı işletilebilecek bir denetim mekanizmasına sahip olması ve yargının yapamadığı yerindelik denetimini de yapabilmesidir. Çünkü hukuk devletinde, idarenin eylem ve işlemlerinin sadece yasalara uygun olması yetmez; hukuka uygun olması da gereklidir (Wade,1974: 600). Türkiye’de idarenin temel problemlerinin aşırı merkeziyetçi gelenek ve bürokratik kültür, idari alanlarda çeşitlilik, idari faaliyet alanlarının genişliği ve koordinasyon yokluğu, kapalılık, hesap verebilir olmaması, kayırmacılık, katılım eksikliği, taleplere cevap verilmemesi, yetersiz denetim, adaletsiz personel rejimi, yolsuzluk, rüşvet ve insan hakları ihlalleri olduğu söylenebilir. İyi kurulmuş ve çalışan bir kamu denetçiliği kurumu, idareye bu problemlerin üstesinden gelmede ve demokrasinin geliştirilmesinde yardımcı olabilir (Şahin, 2010: 145-146). Dolayısıyla, ülkemizde kamu denetçiliği kurumu ile, hem demokratikleşmeye yönelik bir şartın yerine getirildiği ve hem de hukuk devleti olma yolunda önemli bir adımın daha atıldığı söylenebilir (Kahraman,2011:370). 5. Kamu Yönetiminde Başgösteren Yozlaşma Karşısında Ombudsmanlık Günümüz kamu yönetimleri gittikçe karmaşık bir yapıya bürünmektedirler. Yönetimin karmaşıklığı ve bürokratik aşırılıkları karşısında geleneksel denetim usullerinin yetersizlikleri nedeniyle yönetilenlere ek güvenceler sağlamak gerekmektedir. Çeşitli ülkelerde yapılan yönetsel reformların amacı da yönetilenlerin konumlarını yönetimin bürokratik gücü ve kötü yönetim uygulamaları karşısında güçlendirmeye yöneliktir (Şengül,2005:139). 1999 yılında Güney Afrika da düzenlenen 9’uncu Uluslar arası Yozlaşmaya Karşı Konferansında yozlaşmayla mücadelede Pienar (1999:3-4) ombudsmanlık konusunda şu önemli tespitleri yapmıştır: “….Kamu Hizmetinde ahlaki veya etik standartlarının bozulması, yetkililerin dürüstlüklerini kaybetmeleri ve bunların yol açacağı kaçınılmaz sonuç, kısaca etkili bir devlet yönetiminin yıkılması gibi etkenlerin tümü yozlaşma başlığı altında sınıflandırılabilir. Rüşvet almak ya da vermek örneklerden sadece biridir, ancak kötü yönetim de aynı zamanda devlet idaresinin (geniş anlamda) bozulmasına yol açabilir. Yönetimdeki böyle bir bozulmanın, cehalet, kötü niyet, tembellik ya da sadece zamanına ve usulüne uygun alınmayan kararlar ya da tamamen kasıtlı, kötü niyet sebebiyle olup olmadığı önemli değildir. Benzer şekilde, görevde yetkiyi kötüye kullanılma, etik standartlarda bozulmanın veya dürüstlükten sapmanın bir göstergesi olabileceği gibi, bir memurun, haksız, kaprisli, nezaketsiz veya diğer uygunsuz davranışları da yozlaşma olarak kabul edilebilir. Bir memurun işleri sebepsiz geciktirmesi bile böyle bir bozulma veya sapkınlığın göstergesi olabilir. Bu tür uygunsuz davranışlar, etik standartlarda bozulmanın veya kamu hizmeti içinde dürüstlükten sapmanın ve dolayısıyla genel anlamda yozlaşmanın da belirtisi olabilirler. Bu gibi alanlar tamamen Kamu Denetçisinin yetki ve sorumluluğundadır ve böylece, Kamu Denetçisinin yozlaşmayla dar ve geniş anlamda önemli bir rol oynadığını gösterir. …. Kamu Denetçisinin soruşturma yetkisi, sadece ceza mahkemelerinde yargılanacak suçlar olarak sınıflandırılabilecek şikâyetlerin basit bir soruşturmasının çok daha ötesine gider. Suç teşkil eden davranışlar ve kabul edilebilir davranışlar arasında Kamu Denetçisinin soruşturacağı ve düzeltici eylemler ve işlemler tavsiye edebileceği büyük bir gri alan vardır. Böylece o, yasal bir ihlal olmasa da toplumdaki doğru/yanlış algısının kaybolmasına yol açan ve etiğin genelde gri ve kötü tanımlanmış alanına giren konuları Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Mücadelede Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi • 45 soruşturabilir. Kamu Denetçisinin bu karakteristik sorumluluğundan dolayı kurum, cezai yolsuzluğun dar tanımının yetersiz kaldığı etik davranış standartlarının kendi içindeki sapmalarını gözlemleme sorumluluğuyla bir erken uyarı sistemi gibi çalışabilir. Bu nedenlerle Kamu Denetçisi zehirli gazları algılamak için kömür madenlerine taşınan kafeslerdeki kanaryalara veya su kaynaklarında zehirli kirletici maddelerin varlığının bir göstergesi olarak hizmet veren kurbağalara benzetilebilir. Bu anlamda Kamu Denetçisi, Transparency International’ın 'bütünlük kayması' olarak adlandırdığı, genellikle usulsüzlük ve yozlaşmanın göstergesi değilse de bunlarla daha farklı şekilde ilişkili şeyleri rapor etmek için benzersiz bir şekilde görevlendirilmiştir.” Birçok ülkede kötü yönetim şikâyetlerini çözümleme konusunda mevcut denetim yollarında görülen eksiklikler nedeniyle girişilen arayışlarda, tamamlayıcı bir rol oynayan Ombudsman kurumunun kabul edilmesi yoluna gidilmektedir (Şengül,2005:135). Kamu denetçiliği kurumunun kurulmasıyla hedeflenen amaçlarında, yaptığı çalışmalarla bir yandan idarenin daha iyi ve etkin denetlenmesini sağlamak, öte yandan vatandaşların haklarını aramalarına katkıda bulunarak insan haklarının korunmasına ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesine katkıda bulunmaktır. Ombudsman diğer denetim yöntemlerinin alternatifi olmayıp, onların eksikliğini gideren ve onlardan kalan boşluğu dolduran ek bir yanlıştan arınma denetimidir. Ombudsman sisteminin diğer denetim yollarına oranla bireylere sağladığı basitlik, ucuzluk, çabukluk, ona ulaşmadaki kolaylık, resen harekete geçebilirlik ve yerindelik denetimi yapabilmesi, günümüz toplumunun demokratik hukuk devletine olan güvenini pekiştirerek, yönetime yabancılaşmasını önlemektedir. Ayrıca sunduğu çözüm önerileriyle bireyle idare arasındaki uyuşmazlıkları en aza indirgeyerek, idari yargının da yükünün azalmasına ve böylece mahkemelerin daha rahat ve verimli çalışmasına yardımcı olabilmektedir(Acar,2009:110). Vatandaş için başvurma konusunda bilindik bürokratik zorlukların olmayışı, kurumun cevap verebilirliğini kısa süreli oluşu ve çalışma alanı olarak çok kapsamlı olması sebebiyle tercih edilebilirliği yüksek seviyededir. Kamu denetçiliği sağlamış olduğu bu kolaylıklarla var olan idare denetim organlarının paralelinde çok daha etkin bir role bürünmektedir. Kamu yönetiminde yozlaşma başlığı altında toplanan her türlü eylemin karşısında, bu hareketlere muhatap olan ister vatandaş isterse kamu yönetimi içinde olan kamu görevlileri olsun ombudsmanlık kurumuna başvurarak yozlaşmayla mücadele birer tuğla koyacaktır. Bu mücadelede iki önemli unsurun altını çizmek gerekmektedir. Birinci olarak Kamu Denetçiliği Kurumu altında görevli denetçi-ombudsmanlık görevini yürüten personel ne kadar kamu yönetiminde görevli olsalar da, idari vesayetin altında kalmamalı, üstlenmiş oldukları görevlerde objektif, cesur, adaletli ve hukuki olmalıdırlar. Kurumun göstermiş olduğu misyonu ve sunmuş olduğu vizyona şahit olan yurttaş, kuruma güvenecek ve onu sahiplenecektir. Bundan sonra vatandaş her türlü yozlaşma karşısında çaresizliğe düşmeyecek, “kol kırılır, yen içinde kalır” mantığıyla sessizliğe bürünmeyerek hakkını arayacak ve hiç kimsenin yaşanmasını istemediği bu davranışlar karşısında birer savunucu olacaktır. Bu doğurgan daire toplumumuz daha demokratik bir seviyeye ulaştıracaktır. Kamu Denetçiliği Kurumu bu vasıflarıyla kamu yönetimindeki yozlaşmayla mücadelede ne kadar görev üstlenirse o kadar etkin bir rol olacaktır. Burada ikinci önemli unsur kurumun bu mücadelede etkin olabilmesi için, yozlaşmayla karşılaşan vatandaşın veya kamu görevlisini kuruma başvurmasıdır. Halkın bu yönde bir talebi olmaması kurumu pasifleştirecek, klasik kamu yönetiminde belirli mevzuatlar gereği kurulmuş alelade bir kamu kurumu olarak kalacaktır. 46• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Sonuç Birçok ülkenin yönetim yapısında yer bulan Ombudsman Kurumu, vatandaşların şikayetlerine konu olan yönetimin hata ve eksikliklerinin düzeltilmesinde etkin rol oynayarak yönetilenlerin koruyucusu durumuna gelmiştir. Ombudsman bu işleviyle kötü yönetimin meydana gelmesinde etkili olan yönetsel prensiplerin ve kamu görevlilerinin tutumlarının iyi yönetim doğrultusunda evrimleşmesine yardımcı olmaktadır (Şengül,2005:139 ). Az gelişmiş ülke statüsünden gelişmiş ülke statüsüne koşar adım gitmekte olan ülkemiz bunu yaparken sadece ekonomik, mali veya teknolojik olarak değil yönetimsel olarak da muasır medeniyetler seviyesine ulaşmalıdır. Bu konuda yapacağı reformlar “vitrin yöneticiliği” kıvamında olmamalı, ayağı yere basan ve uygulama alanında da etkili ve etkin olacak adımlar atılmalıdır. Yükselen bir değer olan ülkemiz kamu yönetiminde baş gösteren yozlaşma gibi sorunların aşılmasında her türlü mücadeleye önem vererek bu evrimini tam olarak gerçekleştirmelidir. Bu mücadelede önemli unsurlardan biri olan Kamu Denetçiliği-Ombudsmanlık Kurumu etkin bir role kavuşması için bürokrasi tarafından da hak ettiği değeri görmelidir. Yine bu kapsamda kurumun tanınabilirliği artırılmalı vatandaşın bu konuda daha bilgili olması için çalışmalar düzenlenmelidir. Türkiye gibi idari yargı sistemine sahip olan ülkelerden birisi olan Fransa’da Ombudsman Kurumu kötü yönetim şikayetlerini çözmede önemli katkılar sağlamaktadır (Şengül,2003:32-38). Bizim ülkemizde de bunu gerçekleştirebilmemiz içinde kurumun aktif olması, denetçilerin cesaretli, hukuki, adaletli ve objektif olmaları, yurttaşın kuruma sahip çıkması ve onu kullanması gerekmektedir. Kaynakça : ACAR Tünay (2009), Kamu Yönetiminde Yeni Bir Denetim Yolu: Kamu Denetçiliği Kurumu, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta. ALTUĞ, Y. (1968). "Vatandaşı İdarenin Yetki Tecavüzlerine Karşı Koruyan Ombudsman Müessesesi". Yargıtay 100. Yıldönümü Armağanı, AB Yayınevi. ARSLAN, S. (1990). "Yıldırım Uler'in 'Ombudsman' Başlıklı Konuşmasına Katkı". Birinci Ulusal İdare Hukuku Kongresi, 1-4 Mayıs 1990, Ankara: Çeşitli İdare Hukuku Konuları-III. Kitap. ATAMAN, T. (1997). “Ombudsman ve Temiz Toplum”, Yeni Türkiye Siyasette Yozlaşma Özel Sayısı II, 3(14), 779-789. ATAY, Cevdet.(1999). Devlet Yönetimi ve Denetimi, Alfa Yayınları, İstanbul. ATAY, Cevdet, Devlet Yönetimi ve Denetimi, Alfa Yayınları, İstanbul,1999. AVSAR, B. Z. (2007), Ombudsman İyi Yönetilen Türkiye İçin Kamu Hakemi, Asil Yayıncılık, Ankara. BERKMAN A. Ü. (1983), Azgelişmiş Ülkelerde Kamu Yönetiminde Yolsuzluk ve Rüşvet, TODAİE Yayınları. BOZKURT, Ö., TURGAY E. ve SERİYE S. (1998). Kamu Yönetimi Sözlüğü. Ankara: TODAİE Yayınları. Kamu Yönetimindeki Yozlaşmayla Mücadelede Ombudsmanlık Kurumunun Etkisi • 47 DİKMEN, A.A. (2004). “Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu ÜzerineDeğerlendirmeler”,http://www.ceterisparibus.net/maliye/kamu Tarihi: 18.05.2014). Tasarısı (Erişim EKEN M. (1994), “Kamu Yönetiminde Gizlilik Geleneği Ve Açıklık İhtiyacı”,Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 22, Sayı:2. ERYILMAZ, B. (1993). “Kamu Bürokrasisinin Denetlenmesinde Yeni Gelişmeler”. Amme İdaresi Dergisi, C. 26, S. 4, s.81-106. ERYILMAZ B.(2008), "Etik Kültürü Geliştirmek", Türk İdare Dergisi, Sayı: 459, Haziran 2008, s. 1-12. ESGÜN, İ. U., “Ombudsman Kurumunun Türkiye İçin Gerekliliği Üzerine Bir eğerlendirme”. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/297/2711. pdf (Erişim Tarihi: 17.05.2014). GÖZLER, K. (2003). İdare Hukuku Dersleri. 2. b., Bursa: Ekin Kitabevi. GÖZÜBÜYÜK A.Ş. ve Tan T. (2001). İdare Hukuku. 2.b., C.1, Ankara: Turhan Kitabevi. HEİDENHEİMER A. J.,(Ed.),(1989), Political Corruption; Reading In Comparative Analysis, Holt, Renehard And Winston, Newyork. KAHRAMAN, M. (2011), Hukuk Devletine Katkıları Bakımından Kamu Denetçiliği , Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2011,Cilt: 8, Sayı: 16, s. 355-373. KENEŞ, B. (1997). “Bir Denetim Mekanizması Olarak Ombudsman, Türkiye’deki İhtiyaçlara Ne Kadar Cevap Verebilir?”. Yeni Türkiye, Siyasette Yozlaşma Özel Sayısı II, 3 (14), 790- 799. ÖZDEN, Kemal.(2005). Ombudsman Yeni Yönetim Anlayısı İçin Bir Model, İstanbul, Tasam Yayınları, s. 14. ÖZER, M. A. (1998),“Yönetimin Denetlenmesinde Etkenlik Arayışları ve Son Gelişmeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı 28. ÖZER, M. Akif, “Yönetimin Denetimi, Temel Unsurları, Đlkeleri ve Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi”, Türk Đdare Dergisi, Sayı: 419 (Haziran), 1998, s. 142. ÖZDEN, K. ve GÜNDOĞAN, E. (2000). “Ombudsmanlık Sistemi: Tanımı, Tarihi Gelişimi, Dünyadaki Uygulamalar ve Türkiye’deki Uygulanabilirlik Tartışmaları”. Türkiye Günlüğü, 62, 48-54. PETERS, B. G. (1989). The Politics of Bureaucracy, Third Edition, Longman, New York. PIENAAR, Gary (1999), The Role Of The Ombudsman In Fıghtıng Corruptıon, 9th International Anti-Corruption Conference, 10-15 October 1999, Durban, South Africa. REİF, L. C. (2004). “The Ombudsman, Good Governance and the International Human Rights Systems”, Leiden, Martinus Nijhoff Publishers. SHARKANSKY, I.(1970), Public Administration, Markham, Chicago, Publishing Company. ŞAHİN, R. (2010). “Ombudsman Kurumu ve Türkiye’de Kurulmasının Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve Avrupa Birliği Üyeliği Üzerine Etkileri”. Türk İdare Dergisi, Eylül 2010, S. 468, s. 131-158. ŞENGÜL, R. (2003), “Fransa’da Kamu Yönetiminin Denetlenmesinde Kamu Arabulucusunun (Médiateur de la République) Rolü”, Danıştay Dergisi, Yıl.33, S.105, ss.31-38. 48• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ŞENGÜL, R. (2005), Ombudsman Kurumu Kötü Yönetime http://www.etikturkiye.com/etik/kyonetim/Sengul.pdf. Çare Olabilir mi?, TORTOP, N. (1974). “Yönetimin Denetlenmesi ve Denetleme Biçimleri”. Amme İdaresi Dergisi, 7 (1), 27. WADE, H.W.R. (1974). "The Ombudsman in Britain", Prof. Dr. Tahsin Bekir BALTA'ya Armağan, Ankara: AÜSBF ve TODAİE Yay. WEBER, M. (1986). Sosyoloji Yazıları, (Çev., Parla T.), İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 49 - 74 Şebnem OĞUZ UZUNER ∗ Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları Özet Temeli milli mücadele döneminde atılan Türk siyasal sistemi demokratik esaslara dayanıyordu. Halkın iradesinin gerçekleştirilmesinde Cumhuriyetin ilanı önemli bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan çok partili yaşama geçiş dönemi başarısız olmuş ve demokratik hayat tam olarak uygulanamamıştır. 1945 yılı çok partili hayata geçişin başlangıcını teşkil etmektedir. Bu tarihten itibaren Türkiye demokrasiyi geliştirmek ve uygulamak için çaba harcamaya başlamıştır. 1950 yılında başlayan on yıllık Demokrat Parti iktidarı askeri bir darbe ile sonlandırılmıştır. Bu ilk sürekli çok partili dönemde yaşanan olaylar daha sonraki yılların siyasal yaşamında önemli izler bırakmıştır. Bu dönemin demokratik işleyiş ve kurumlar bağlamında incelenmesi ve demokratik hayatımızdaki yerinin tespiti son derece önemlidir. Çünkü bu süreç şu anki mevcut demokrasimizdeki sorunların da temel kaynağını ortaya koyacaktır. Bu çalışmada Atatürk dönemi uygulamalarının demokrasi bağlamındaki değerlendirilmesi yapıldıktan sonra, çok partili yaşama geçişin iç ve dış etkenleri ve çok partili dönemin ilk beş yılının demokratik analizini yapmaya çalışacağız. Anahtar Kelimeler: demokrasi, CHP, tek parti dönemi, muhalefet GİRİŞ I. Meşrutiyet döneminde başlayan ve kısa süren parlamenter yaşam, II. Meşrutiyet’in ilanı ve siyasi partilerin de kurulmasıyla ilk çok partili hayat denemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. III. Selim dönemi ile başlayan ve II Mahmut ile devam eden yenileşme hareketi, özellikle II. Mahmut’un açtığı modern okullarda yetişen ve yurt dışına gönderilen öğrencilerin mücadelesi I. Meşrutiyete giden en önemli adımdır. Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Şinasi’nin öncülüğünü yaptığı ve Mithat Paşa’nın devlet adamı kimliği ile destek verdiği, Genç Osmanlı hareketi yurt içinde ve dışında basın yoluyla sürdürülen mücadelenin ortak sonucu ve önemli bir dönemin başlangıcı olmuştur (Çavdar, 2008: 35-38). 1875’li yıllara gelindiğinde, Genç Osmanlıların sürdürdüğü mücadele ile birlikte, dış borçların ödenemez hale gelmesi ve yaşanan ekonomik kaos I. Meşrutiyetin ilan edilmesinde ve 1876 Anayasasının hazırlanmasında tetikleyici rol üstlenmiştir ( Günal, 2009: 50). 1876 Anayasası, hiçbir zaman Batılı Devletlerce demokratik bir belge niteliğinde algılanmamıştır. Kanun-i Esasiye göre; padişahın herhangi bir kurum ya da kişiye karşı sorumluluğu yoktu, istediği ∗ Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi, e-posta [email protected] 50• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ zaman parlamentoyu kapatma ve anayasa güvencelerini kaldırma yetkisine sahipti (Shaw ve Kural Shaw, 1983: 221-223) . Bu şartlar altında başlayan parlamenter yaşam 1878’de II. Abdülhamit’in parlamentoyu tatil etmesi ile yerini 1908 yılına kadar sürecek olan baskıcı rejime bırakmıştır. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi karşısında bir muhalefetin ortaya çıkması gecikmedi. Bu muhalefeti oluşturanlar ise II. Mahmut ve Abdülhamit’in açtığı okullarda yetişen gençlerdi (Günal, 2009: 17-18). 1889’da Paris’te örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Selanik’te ki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile birleşmesinin ardından muhalefetin merkezi Selanik olmuştu. İttihat ve Terakki çatısı altında sürdürülen muhalefet hareketi II. Meşrutiyetin ilanını sağlamıştır (Tunaya, 1989: 7-27). 23 Temmuz 1908’de, II. Meşrutiyet dönemi başlar. Bu dönemin en önemli özelliğinden biri demokratik yaşamın vazgeçilmezi olan siyasal partilerin var olmasıdır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1909 da, 1876 Anayasasında demokratikleşme adına yapılan en önemli değişiklik, meclisi açma ve kapatma yetkisinin padişahtan alınıp, meclise verilmesi ve padişahın parlamento üzerindeki denetiminin azaltılmasıdır (Shaw ve Kural Shaw, 1983: 342). Bu dönemde dört genel seçim yapılmıştır. II. Meşrutiyet 1908 ile 1913 yılları arasında çok partili, sonraki yıllarda ise tek partili rejim olarak varlığını sürdürmüştür. Birçok parti kurulmuş olmasına rağmen sadece Ahrar Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkaları seçimlere katılmıştır. Buna rağmen meşruti yönetimin olduğu yıllar İttihat ve Terakki’nin egemenliği altında geçmiştir (Tunaya, 1984: 5). Ahrar Fırkası siyasi varlığını uzun süre devam ettirememiştir. Fırkanın temel amacı Osmanlıdaki etnik unsurlara eşitlik tanınması ve zaman içinde yerinden yönetim ilkesinin geçerli olduğu siyasal bir düzen kurulmasını sağlamaktı. İttihat ve Terakki bu özelliğinden dolayı Ahrar Fırkasını bölücülükle suçlamış ve 31 Mart Olayından sonra da kapatılmasını sağlamıştır (Tunaya, 1984: 145). Hürriyet ve İtilaf Fırkası 1911’de kurulmuş ve II. Meşrutiyet’in en güçlü muhalefet partisi olmuştur. İttihat ve Terakki’ye muhalif olanların birleşmesi ile oluşmuş ve iktidarın tekelini kırmayı hedeflemiştir. Osmanlıcılık fikri etrafında birleşmişlerdir. Ancak partinin karmaşık ve türdeşlikten uzak yapısı ve herhangi bir sosyal sınıfa dayanmayışı etkisini göstermiş, Mahmut Şevket Paşa suikastinden sonra karışan politik ortamla birlikte, herhangi bir fesih kararı olmamasına rağmen, siyasetteki varlığı son bulmuştur (Tunaya, 1984: 279-283). I. Balkan Savaşı’nın sonunda, yenilgi ve toprak kaybının yarattığı siyasi karmaşa ve iktidar-muhalefet mücadelelerinden dolayı, İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. 1913 Ocak ayında Enver Paşa’nın başını çektiği Babıali baskınıyla İttihatçılar yönetimi ellerine aldılar. İttihat ve Terakki’nin baskıcı rejim ve yönetim anlayışı böylece başlamış oldu. 1918 yılına kadar süren bu dönem I. Dünya Savaşı yenilgisine kadar devam etmiştir (Shaw ve Kural Shaw, 1983: 342). 21 Aralık 1918’de meclisin padişahın emri ile süresiz tatil edilmesi ile beraber parlamenter yaşam sona ermiştir. Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 51 Osmanlı dönemi parlamenter yaşamını demokrasi bağlamında göz önüne aldığımızda, padişahın egemenliğinde varlığını sürdüren bir parlamento ve siyasi partilerden söz edebiliriz. Anayasa ve parlamentonun gücü ve etkisi mutlak otorite olan padişahın insiyatifinde varlığını sürdürüyordu. Özellikle I. Meşrutiyet dönemi demokrasi ile hiçbir bağlantısı olmayan parlamenter düzendi. II. Meşrutiyet döneminde ise birçok parti kurulmuş ve seçimler yapılmış olmasına rağmen bu süreçte de demokrasinin varlığından söz edilemez. Çünkü İttihat ve Terakkinin seçimlerde uyguladığı baskı ve yıllara yayılan otoriter yönetim anlayışı bu dönemin özelliği olmuştur. Tüm bunların sonunda iç karışıklıklar, I. Dünya savaşının getirmiş olduğu zor koşullar ve işgallerle geçen dönemin ardından mütareke dönemine kadar gelinmiştir. 1. Milli Mücadele Dönemi Mustafa Kemal ile başlayan ulusal mücadelenin ruhu halk egemenliği esasına dayandığı için bu süreçte yaşanan gelişmeler demokrasi tarihimizde önemli yer tutar. Bu dönemde yaşanan önemli gelişmeleri örgütlenme sürecinden başlayarak ayrı ayrı demokratik hayata katkıları bağlamında irdelemeye çalışacağız. 1.1 Amasya Genelgesi Mustafa Kemal, 19 Mayıs’ta Anadolu’ya geçmesinin ardından 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesini yayınladı. Amasya Genelgesinin, demokratik kazanım olarak en önemli yönü, kurtuluş mücadelesinin halkın gücü ve iradesiyle yapılmasını öngörmektir. Mustafa Kemal, Amasya Bildirisinde, ulusun bağımsızlığının tek yolunun, halkın kendi kaderini eline almak olduğunu belirtiyordu, bunun için de mevcut olan monarşinin yıkılması gerekmekteydi. Dolayısıyla Amasya Genelgesi mevcut olan monarşiye karşı çıkmak anlamını taşıyordu. Ayrıca milletin haklarını savunamayan ve halkın sesini duyuramayan İstanbul Hükümeti yerine, halkın sesini dünyaya duyuracak yeni bir kurulun kurulacağını ve bu amaçla Sivas’ta bir kongre toplanacağının bildirilmesi, halk iradesine dayanan yeni bir devletin kurulması konusunda ilk işareti de vermiştir. Böylece bağımsızlık savaşı hem içte işgalcilere karşı hem de onunla işbirliği yapan saltanata karşı olacaktır. Alınması zorunlu kararlar gündeme geldiğinde, kongreler aracılığı ile bu kararların tartışılıp, kamuoyunun tepkisinin ölçülüp, sonrasında uygulanmasını sağlamak istiyordu (Günal, 2009: 17-18). 1.2. Erzurum Kongresi (23 Temmuz 1919) 1919 yılı içinde bölgesel birçok kongre yapıldı. Bu kongreler içinde Erzurum kongresi önemli bir yer teşkil eder. Demokrasinin en temel ilkelerinden biri olan milli iradenin egemen kılınacağı kararı alınmıştır. Temsil heyetinin oluşturulması ve ülkenin içinde bulunduğu zor koşullarla mücadele edebilmesi için merkezi hükümetin meclisi en kısa zamanda toplaması gerektiği ifade edilir. Ayrıca TBMM açılana kadar görev yapacak ve ulusal mücadeleyi yürütecek olan Heyet-i Temsiliye’nin kurulması da yeni devletin temellerinin atılması yolunda önemli bir adımdır. Bununla birlikte demokratik yapıların oluşturulmasında 52• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ bağımsız ulusal devlet olmanın ön şart olması nedeniyle manda ve himayenin kabul edilmeyeceği de vurgulanmıştır. Böylece tek bir parola vardır: Ya istiklal ya ölüm. Erzurum Kongresi, bir bölge kongresi olmanın ötesinde anlam taşır. Çünkü bu kongreye Mustafa Kemal’in başkanlık etmesi ve alınan kararlar kongreyi yerel olmaktan çıkarmıştır. Ayrıca kongre kararlarının Sivas Kongresi’nde de aynen onaylanmış olması nedeniyle ulusal nitelikli sayılmaktadır. Kongre ile ulusal hareket, halkı temsil ettiğini düşünebileceğimiz taban ve örgüte sahip olmuştur (Akşin, 2010: 435-437). 1.3.Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) Erzurum Kongresi, taşıdığı anlam bakımından ulusal özelliklere sahip olsa da, milli mücadelenin bölgesel olmaktan çıkıp, ulusal nitelik kazanması Sivas Kongresi kararları ile sağlanmıştır. Erzurum Kongresi’nde dokuz kişi olarak belirlenen Temsil Heyeti, Sivas’ta onaltı kişiye çıkarılmıştır. Kongrede Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada sınırlarımız içinde kalan Türk ve Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerin ayrılmaz bir bütün olduğu ilan edilmiştir. Ayrıca yukarıda da belirtildiği gibi Erzurum Kongre kararları aynen kabul edilerek bütün ülkeye mal edilmiştir. Yurttaki bütün ulusal hakları savunan cemiyetler de birleştirilerek tek çatı altında toplanmış ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında toplanmıştır. Sivas Kongresi sonrasında alınan kararları İstanbul Hükümeti’ne kabul ettirmeye çalışan Temsil Heyeti başkanı Mustafa Kemal sonunda Damat Ferit’in istifa ettirilerek yerine Ali Rıza Paşa’nın hükümet kurmasında rol oynamıştır. Ali Rıza Paşa hükümeti de ilk iş olarak Anadolu’daki ulusal mücadeleyi hukuksal olarak tanımalarını sağlayan Amasya görüşmeleri Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı görevlendirerek Mustafa Kemal ile iletişim kurulmasını sağlamıştır. Bu görüşmelerde Mustafa Kemal’in ilk isteği yasaya aykırı olarak halen kapalı bulunan meclisin bir an önce açılarak, halkın temsilcilerinin halkın kaderinde söz sahibi olmalarının sağlanması olmuştur. Bu istek Mustafa Kemal’in halk iradesine ve halkın temsil hakkına erdiğinin açık kanıtı olacaktır. Amasya Genelgesi ve kongrelerde hem milli mücadelenin nasıl yürütüleceği, hem de bağımsızlık mücadelesinden sonra kurulacak olan yeni Türk Devletinin temelleri atılmıştır. Daha bağımsızlık tam olarak sağlanmadan önce de demokratik esasları devletin temeline oturtmak için, koşullar ne olursa olsun, başlangıçtaki amaç olan ulusal egemenlik kavramından en ufak bir sapma bile söz konusu edilmemiştir. Bu durum belki hiçbir bağımsızlık savaşında olmayan biçimde, bağımsızlık mücadelesi aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi de olmuştur. Bağımsızlık hedefinin gerçekleştiği noktada demokratik esaslara dayanan yeni bir yönetim şeklinin egemen olacağı fikri ifade edilmişti (Çavdar, 2008: 175-182) 1.4.TBMM’nin Açılması Amasya Görüşmeleri sonrasında İstanbul Hükümeti’ne 21 Aralık 1918’de Padişah tarafından süresiz olarak tatil edilen Osmanlı Mebusan Meclisi yeniden toplatılması kabul ettirilmişti. Yapılan seçimler sonrası 12 Ocak 1920’de açılan Meclis-i Mebusan’ın en önemli Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 53 icraatı Misak-ı Milli’nin kabul edilmesiydi. Ancak Mustafa Kemal’in uyarılarına rağmen İstanbul’da toplanan meclis, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgaliyle basılmış ve çok sayıda milletvekili tutuklanarak Malta’ya sürülmüştü. Bunun üzerine Mustafa Kemal, en kısa zamanda ulusal meclisin Ankara’da toplanacağını ve bu amaçla sancaklardan beşer kişinin seçilerek Ankara’ya gönderilmesini 19 Mart 1920 tarihli genelgesiyle tüm yurda duyurmuştu. Mustafa Kemal en başından beri meclisin bağımsız çalışabilmesi ve baskıya uğramaması için Anadolu’da bir yerde toplanması gerektiğini savunmuş ve Ankara’da toplanma ihtimalini göz önünde tutmuştur. Bu nedenle İstanbul resmen işgal edilir edilmez yeni meclis toplanma hazırlıklarını başlatmıştır. Yapılan seçimler sonrası milletvekilleri Ankara’ya gelmişlerdir. Bu genelgede henüz resmen kapatılmamış Meclis-i Mebusan üyelerinden kaçabilenlerin de Ankara’daki meclise katılabileceklerini duyurmuştur (Turan, 1992: 121-125) . Milletvekillerinin Ankara’da toplanmasının ardından 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Ulusal mücadelenin getirmiş olduğu olağanüstü şartlar, meclisin de olağanüstü yetkilerle çalışmasını gerektirmişti. Yeni açılan meclisin adı saltanatı da etkisiz kılacak biçimde Büyük Millet Meclis adını almıştı. Kısa süre içinde başına Türkiye’de eklenmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi ne saltanatı, ne İstanbul Hükümetini temsil ediyordu. Temsil yetkisini asıl kaynağı olan halktan almıştı. TBMM’nin açılması Amasya’dan beri her fırsatta dile getirilen ulusal egemenliğin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Böylece Türk milleti kendi kaderini eline alarak, kendini temsil etme hakkını temsilcilerinden oluşan TBMM’ye vermiş ve bu meclisin otoritesinden daha büyük bir otorite de yok sayılmıştır. Demokratik yaşamın en önemli aşaması parlamenter sistem de böylece kurulmuştur. Bu tarihten sonra TBMM çıkardığı yasalar ve yaptığı düzenlemelerle, otoritesini tüm yurda yayarak, halkçılık prensibini esas alarak yeni bir devlet kurma sürecinde önemli yol almıştır. Bu aşamada bağımsızlık mücadelesi için meclisin tek otorite ve güç olarak tanınması sağlanmış, yasama yürütme ve yargı yetkileri de bu olağanüstü dönemde meclise verilmiştir. Henüz rejimin tam olarak adının verilmediği ve savaşın başarıyla sonuçlandırılmasının amaç olarak benimsendiği bu dönemde bu uygulama geçici olarak zorunlu görülmüştür. Ama savaşın kazanılıp barış dönemi kurulduğunda rejimin adı konulup olağan parlamenter yaşama geçilmesi düşünülüyordu (Turan, 1992: 121-125). 1.5. 1921 Anayasası TBMM, 20 Ocak 1921’de “Teşkilat-ı Esasiye” adıyla ilk anayasasını hazırladı. Anayasanın ilk maddesinde “hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” ifadesi yer almaktaydı. Yürütme ve yasama yetkilerinin büyük millet meclisinde olduğu ifade edilmişti. Bu anayasa ile görüyoruz ki; 1921 Anayasası’nda aslında yeni kurulacak olan devletin ve yönetim şeklinin esasları ortaya konmuştu (Çavdar, 2008: 175-182). Ancak, TBMM dönemindeki demokrasi anlayışı, liberal demokrasinin ilkelerini içermiyordu. Bu dönemde demokrasi, milli güçlerin katılımına dayalı olan bir rejimin karşılığıydı. Çünkü mevcut koşullar olağanüstü nitelikteydi ve demokrasinin temellerinin sağlam bir şekilde atılabilmesi için bu dönem olağanüstü tedbir ve uygulamaların olması gereken bir süreçti (Tanör, 2002: 124-125). 54• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 1.6.Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) Kurtuluş Savaşı kazanılıp barış görüşmeleri için Lozan’ın belirlendiği bir dönemde görüşmelere İstanbul Hükümeti’nin de çağrılması, halk egemenliğinin tam olarak gerçekleştirilebilmesi fırsatını da doğurmuştu. Saltanat kaldırılarak halk egemenliği tam anlamıyla sağlandığı gibi, görünüşte iki başlılığa da son verilmiş olacaktı. 1 Kasım 1922’de çıkarılan kanunla daha Amasya’dan itibaren benimsenen halk egemenliği kavramı tam olarak uygulama alanı bulmuş ve ülkedeki tek otorite TBMM olmuştur. 1921 Anayasası da bu yasaya meşruluk kazandırmıştır. TBMM’nin üzerinde hiçbir güç yoktur denildiğinde saltanat ve hilafeti onun altında ve denetiminde bir kurum haline sokmuş olmaktaydı. Dolayısıyla bu beklenen bir adımdı (Turan, 1992: 276-280). Demokratik ilkeler esas alındığında, saltanatın kaldırılması demokratikleşme süreci içinde önemli yer tutar. Gücünü halkın iradesinden alan meclis ve hükümetten başka siyasi otorite kalmamıştır. Tüm bu gelişmeler yeni kurulacak olan rejimin temellerini de atmıştır. 2. Cumhuriyetin İlanından Çok Partili Hayata (1923-1945) 2.1. Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri (1923-1930) İlk aşaması ulusal bağımsızlık ve egemenlik olan devrim hareketinin, 1922-1924 yılları arasında ise demokratik karakteri oluşturulmuştur (Tanör, 2002: 183). Milli mücadeleyi gerçekleştiren meclisin 1 Nisan 1923 seçimleri ile yenilenmesinden ardından II. TBMM, 11 Ağustos 1923 günü ilk toplantısını yaptı. Devrimlerin büyük bir kısmını gerçekleştirecek olan yeni meclis öncelikle Lozan Antlaşmasını onayladı (Çavdar, 2008: 268-273). 2.1.1 Halk Fırkasının Kurulması Saltanatın kaldırılmasının ardından halk egemenliğini temel alan yeni bir rejimin ve devletin kurulacağı kesinlik kazanmıştı. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Grubu Başkanı olan Mustafa Kemal 6 Aralık 1922’de kamuoyuna ilk defa yeni bir partinin kurulacağını duyurmuştu. Partinin adının Halk Fırkası olacağı ve reformlara öncülük edeceğini açıklayarak, partinin her hangi bir ayırım gözetmeden tüm ulusun partisi olacağını vurgulamıştı (Torun, 2003: 40-42). 1923 yılı seçimleri için karar alındıktan sonra, 8 Nisan 1923’de “dokuz umde” olarak isimlendirilen ve Halk Fırkasının ilk programı olarak kabul edilen seçim bildirgesi yayınlanmıştır. Seçim kararının nedenleri ile milleti tek bir hedef etrafında birleştirmek ve ulusal egemenlik çerçevesinde siyasi bir teşkilat oluşturmak için Halk Fırkasının kurulacağı açıklanmıştı (Torun, 2003: 47). 1923 yılı seçimlerinden sonra çoğunluğu tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmek, devrimleri gerçekleştirmek ve ulusal egemenlik çerçevesinde siyasi bir teşkilat oluşturmak için Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Grubu Halk Fırkası’na dönüştürülmüştür. Partinin nizamnamesi de II.TBMM milletvekillerinin görüşleri alınarak hazırlanmış ve 9 Eylül’de kabul edilmiştir (Torun, 2003: 47). 23 Ekim 1923’de İçişlerine verilen kuruluş dilekçesi ile de Halk Fırkası’nın kuruluşu tamamlanmıştır. Fırkanın genel başkanı Mustafa Kemal, genel sekreteri Recep Peker olmuştur. Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 55 13 Ekim 1923’de Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra, tek eksik yeni rejimin adının konulmasıydı. 29 Ekim 1923 yeni Türkiye Devletinin rejiminin Cumhuriyet olduğu ilan edildi. Saltanat ve hilafetin 1922’de birbirinden ayrılması ile hilafetin dayandığı siyasal otorite ortadan kalkmıştı. 3 Mart 1924’de meclise verilen bir önerge ile din ve devlet işlerinin bir arada yürütülemeyeceği ve hilafet makamının Türkiye Cumhuriyetinin demokratik niteliklerine uygun olmadığı belirtilerek kaldırılmasına karar verilmiştir (Tanör, 2002: 211). Böylece demokratik ve laik bir rejimin önündeki en önemli engel olan ve teokratik yapıyla özdeşleşen kurum kaldırılmıştır. 1924 yılının nisan ayında yapılan değişikliklere uygun yeni bir anayasa ihtiyacına da cevap verilmiştir. Yeni anayasanın demokratik bakımdan en önemli özelliklerinden biri siyasi partilerin kurulmasını yasaklayan herhangi bir maddenin olmamasıdır. Cumhuriyet de bir devlet şekli olarak tanımlanmıştır (Çavdar, 2008: 292). 2.1.2 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kurulması Çok partili demokrasi denemelerinin ilk muhalefet partisi, Halk Fırkası içindeki muhalif milletvekillerinin, fırkadan ayrılarak, 17 Kasım 1924’de kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır (TCF). Bu fırkanın kurucularına bakıldığında milli mücadelenin önder kadrosunda yer alan isimler olduğu görülecektir. TCF’nın genel başkanı Kazım Karabekir’dir. Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar gibi isimler de fırkada üst düzeyde görevler almışlardır. Liberal ekonomiyi benimseyen bu fırkanın kurulması, Cumhuriyetin ilanıyla başlayan devrimlere yapılan eleştirel tutumun, hilafetin kaldırılmasıyla muhalefete dönüşmesi ve Musul konusunda Mustafa Kemal ile görüş farklılıklarında etkisiyle siyasi bir partinin kurulmasına yol açmıştır. Hükümet olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın karşısına ilk muhalefet partisi ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal’in Musul sorununun gündemi meşgul ettiği bir dönemde ordunun önde gelen komutanlarının bu girişimini komplo olarak değerlendirir ve ordu siyaset ayrışmasını sağlamak için bir neden olarak da kullanır. Muhalefet partisinin programında en çok tepki çeken ise, parti dini fikirlere saygılıdır hükmünün yer almasıdır (Torun, 2003: 82-84). İlk zamanlar iki partili sistem tartışmalara rağmen devam etmiş ve büyük sorunlar yaşanmamıştır. İsmet Paşa yerine Ali Fethi Okyar’ın başbakanlığa getirilmesinin bu sükunet ortamında önemli payı olabilir. Ancak bu ortam 13 Şubat 1925’te başlayan Şeyh Sait ayaklanmasıyla bozulmuştu. Ayrılıkçı, dinci emellerle yapılan bu ayaklanmanın İngilizlerin desteğiyle gerçekleştirildiği saptanmıştır. Türkiye tarihinin bu en büyük ayaklanması, çok partili yaşamın sonunu getirmiş, Şark İstiklal Mahkemesi, muhalefet partisinin kapatılmasını Bakanlar kuruluna tavsiye etmiş ve 3 Haziran 1925’te ise kurul tarafından kapatılmıştır (Torun, 2003: 40-42). Böylece çok partili hayata geçiş bir süre için kesintiye uğramıştır. Çok partili hayatın bu ilk denemesinin başarılı olacağını o zamanlar bile düşünmek pek mümkün değildi. Zira cumhuriyet henüz kurulmuş ve devrimlerin arka arkaya ve süratle yapılması konusunda kararlılık söz konusuydu. Muhalefet liderleri özünde devrimlerin 56• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yapılmasına karşıydılar. Dolayısıyla iki partili yaşamın sorunsuz sürebilmesi belki de devrimlerden vazgeçmeyi zorunlu kılacaktı. Aynı zamanda halkın yarısını teşkil eden kadınların siyasal yaşamın dışında yer alması, 10 yıldan fazla devam eden savaşlar sürecinin yeni bitmiş olması nedeniyle ekonomik durumun son derece kötü olması, okuma yazma oranının %10 seviyesinde olması, yarı feodal yapıların Anadolu’da hala önemli yer tutması, teokratik yapıların ve kurumların varlığı, devrimlerin bir an önce yapılarak halkın ekonomik ve kültürel gelişmesini sağlamak zorunluluğu gibi sebepler daha en başından çok partili hayatın devamına pek olanak sağlamıyordu. Bu koşullar içinde istenildiği gibi demokrasi ortamı yaratmak olanaksız görünüyordu. 2.1.3 Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Kurulması Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasıyla siyasi muhalefet önemli ölçüde engellenmişti. Bunun yanı sıra İzmir suikasti vesilesiyle İttihatçı muhalefet de ortadan kaldırılmıştı. Böylece 1926 yılından itibaren rejime ve iktidara karşı muhalif hareketler kesin olarak engellenmişti. Bu sırada da CHF reformlarla laikleşme ve modernleşme sürecine hız vermiştir. Toplumsal yapının laikleştirilmesi adına birçok yenilik uygulamaya konulmuştu (Demirel, 2013: 81). Bu düzenlemeler toplumun yapısını kökten değiştirecek ciddi reformlardı. Ancak tüm bunlar, halkın talebinden çok yönetimin isteği doğrultusunda gerçekleştirilen uygulamalar olduğu için halk arasında tepkilere yol açmıştı. Bununla birlikte hoşnutsuzluğun asıl nedeni ekonomik durumdu. 1929 dünya ekonomik bunalımının yarattığı olumsuz durum Türkiye’yi çok kötü etkilemişti. Yönetici kitlelerin giderek halktan uzaklaşması da hoşnutsuzluğun artmasına sebep olmuştur. Mustafa Kemal, ülkede halkın durumunu çıktığı yurt gezilerinde yakından görüyor ve onlardan sorunlar konusunda bilgi alıyordu. Ekonomik krizin olumsuz etkilerinin iyice hissedildiği 1930 yılı yaz aylarında Yalova’ya gelen Paris Büyükelçisi Fethi Okyar ile ekonomik sorunlar ve çözüm önerileri konusunda konuşmuşlardır. Liberal ekonomi yanlısı olan Okyar’a Mustafa Kemal görüşlerini bir parti kurarak daha iyi savunabileceğini söylemiştir. Bu konuşma parti kurması konusunda Okyar için bir mesaj niteliği taşıyacaktır. Nitekim hazırlıklar hemen yapılmış ve 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası Ali Fethi Okyar tarafından kurulmuştur. Mustafa Kemal laik cumhuriyet esaslarına bağlı kalındığı sürece fırkayı destekleyeceğini belirtmişti. Fırkanın kurucularının büyük çoğunluğu Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarıydı ve O’nun destek ve teşviki ile fırkaya dahil olmuşlardı. Kuruluş aşamasında güdümlü bir parti olması eleştirilen SCF zaman içinde ülkedeki muhalif kesimin toplandığı ve hızla farklı kesimleri bünyesinde barındıran bir hale gelmişti. Bunlar arasında İsmet Paşa ve CHF’ ye karşı olanlar, cumhuriyete karşı olanlar, vergilerden ve ekonomik kararlardan memnun olmayan tüccar, çiftçi ve sanayiciler ile laikliğe karşı olanlar vardı. Ilımlı muhalefet yapması ve ülkedeki gerilimi azaltması hedeflenirken neredeyse iktidara alternatif olmuştu. Gittikçe büyüyen muhalefet, Fethi Okyar’ın İzmir mitinginde coşkulu halk kitlelerine dönüştü. İzmir mitingi olaylı geçmişti. Serbest Fırka taraftarlarının, CHF binasının ve Anadolu gazetesinin matbaası önünde yaptıkları taşkın Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 57 gösterilerde polisin ateş açması sonucu bir çocuğun ölmesi ve on beş kişinin yaralanması mitingin tansiyonunun ne kadar yüksek olduğunun net kanıtıydı. Bu olaylar CHF milletvekillerinin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e çağrı yapan açık mektuplara ve eleştirilere neden oldu. Mustafa Kemal’in kurduğu ve başkanı olduğu partiye sahip çıkması ve onu desteklemesi istendi (Çavdar, 2008: 329-335). Mustafa Kemal giderek A. Fethi Okyar ile karşı karşıya bırakılmaya çalışılıyordu. Mustafa Kemal ise arzuladığı demokratik sistemin devamını sağlamak için yükselen tansiyonu düşürmeye gayret gösteriyordu. Fırkanın kapanmasına yol açan olay ise, Fethi Okyar’ın TBMM’ye verdiği belediye seçimleri ile ilgili yolsuzluk önergesidir. Bu önerge tartışılırken Fethi Bey, CHF vekilleri tarafından rejim düşmanlığı ile suçlanmıştı. Bu arada 1930 sonbaharında yapılan belediye seçimlerinde SCF’nın beklenmeyen bir şekilde oy almasıyla, arkasındaki toplum desteği hızla büyüdü (Demirel, 2013: 109). Ortamın iyice gerilmesinden dolayı, Fethi Bey ve arkadaşları fırkayı kapatma kararı aldılar 17 Kasım 1930’da fırka feshedildi (Çavdar, 2008: 329-335). Bu olayın ardından, Türkiye Cumhuriyeti on beş yıl tek parti hükümetinin yönetiminde, muhalefet olmaksızın idare edildi. SCF’sı kısa bir süre siyaset yapmış olsa da, varlığı siyaseti hareketlendirmeye yetmişti. Başka parti kurma girişimleri de yapıldı. İlk olarak II.Meşrutiyet döneminde kurulan Sosyal Demokrat Fırka tekrar Hasan Rıza Bey tarafından kurulmak istendi, ancak partiye kuruluş izini verilmedi. Edirne’de Mimar Tahsin Bey’in kurmak istediği Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisinin kuruluşuna da izin verilmedi. SCF dışında kurulmasına izin verilen merkezi Adana’da olan Ahali Cumhuriyet Fırkası’dır. Ancak hükümet taraftarı, basın tarafından hiç hoş karşılanmayan bu partinin etkisi neredeyse hiç olmamıştır. SCF’nın feshedilmesinden sonra 21 Aralık’ta hükümet emri ile kapatılmıştır ( Demirel, 2013: 110). 2.2 1930-1945 Dönemi Uygulamaları SCF kapanmasından sonra, 1945 yılına kadar 15 yıl boyunca iktidarda olan CHP dışında başka bir siyasi parti kurulmamıştır. En son deneyimin başarısız olması demokratik yaşamın tam olarak kurulabilmesi için gerekli siyasi, ekonomik ve kültürel alt yapıların yoksunluğu dikkati çekmiş olmalıdır. Çünkü bu dönemde çok partili bir yaşam olmamasına rağmen demokratik yaşamın tam olarak oluşturulabilmesi için bazı girişimlerde bulunulmuştur. Halkevlerinin kurulmasından müstakil grubunun mecliste kurulmasına kadar, esasen tek partili rejimlerde hiç rastlanmayan uygulamalar göze çarpmaktadır. Ayrıca tek partili olan bu dönemde, toplumun sosyal ve siyasal yapısını derinden etkileyecek reformların gerçekleştirilmiştir. Bu süreç demokrasinin oluşturulması adına önemli adımların atıldığı ama aynı zamanda da bu hedefe ulaşmak için demokrasi ile bağdaşmayacak uygulamaların bir arada olduğu dönemdir. Türkiye’nin demokratikleşme süreci, reformların kök salması ve toplum düzenin çağdaş normlarda kurulabilmesi için sekteye uğramıştır. Yapılan reformların çok parti rejimi ile hedefine ulaşamayacağı TCF ve SCF denemeleri ile de anlaşılmıştır. Tarih boyunca da görüyoruz ki, hiçbir devrim toplumun her kesimini, eşit olarak memnun edecek şekilde olmamıştır. Devrimler ve reformlar, bir kesimin mutsuzluğu 58• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ve hak arayışı sonucunda doğmuştur. Bu nedenledir ki, devrimler ve reformlara karşı tepkiler bu sürecin doğal işleyişidir. 1930 yılından, çok partili hayatın başladığı 1945 yılına kadar olan süreçte yaşanan gelişmeleri Atatürk dönemi ve 1938-1945 tek parti dönemi uygulamaları olarak incelemeye çalışacağız. 2.2.1 1930- 1938 Atatürk Dönemi 1930’lu yıllar tüm dünyayı derinden etkileyen ekonomik buhranın yaşandığı yıllardı. Bu süreç hem ekonomik zorluklarla mücadele, hem de modernleşme reformlarının uygulanabilmesi çabaları ile geçmiştir. 1930’lu yılların başında Türkiye, hem 1923’ten itibaren uygulanmaya çalışılan yarı liberal ekonomi politikalarının başarısızlığı hem de dünyadaki ekonomik buhran nedeniyle ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Halk bu sorunlardan hükümeti sorumlu tuttuğundan ve kurulan partilerin ekonomik sorunlar konusunda fakir halkı kolayca etkilediğinden ve halkın her şeyden önce karnını doyurma çabasında olduğundan kolayca yeni kurulan partilerde kümeleşebiliyorlardı. Bu durumda cahil halkın bireysel veya devletin bağımsızlığından çok geçim derdi daha fazla gündemini oluşturuyordu. Bu noktada demokrasi için de her şeyden önce ekonomik olarak kalkınmış bir toplum gerekmekteydi. SCF’nin kapatılmasıyla halkın tepkilerinin örgütlü siyasal bir tepki haline gelmesi önlenmiş olmasına rağmen yine de giderek kendini hissettiriyordu. Siyasi iktidar için artık öncelik halkın bir an evvel kalkındırılması ve refahının sağlanması için devletçilik politikasının uygulamaya konulmasıydı. Böylece özel sektör yanında bizzat devlet de işletmeci ve denetimci olarak ekonomik yaşamda yer almaya başladı (Zürcher, 1993: 374-379). Başbakan İnönü, iktisadi kalkınmanın ve bağımsızlığın devletçilik ilkesi ile gerçekleşebileceğini ifade etmişti (Çavdar, 2008: 348). Bu hamle demokrasinin ekonomik ön koşulu için önemli bir adımdı. Ancak yeterli değildi. 1930’lu yılların başında devrimlerin büyük kısmı tamamlanmış olmasına rağmen toplumun tümüne özellikle toplumun büyük kısmını oluşturan kırsal kesime pek ulaştırılamamıştı. Hem toplumun geneline devrimleri ulaştırmak hem de halkın çağdaş kültür değerleriyle tanıştırmak ve demokratik kültürün oluşturulması amacıyla 1931’de halkevleri kurulmuştur (Torun, 2006: 128). Demokratik yaşamı hazırlama amaçlı çalışmalar bununla sınırlı değildir. Demokratik bir yaşamın olmazsa olmazlarından biri kadınların seçmen ve seçilen olarak siyasal yaşamda yer almalarıdır. İki çok partili hayat denemesinde de kadınların siyasal varlığı söz konusu olmamıştır. Bu açık 1930’da önce kadınların belediye seçimlerine katılma hakkı kazanmasıyla önemli bir adım atılmıştır. 1934’de ise bu kez Anayasa’da kadınların da milletvekili seçilebilmelerine ilişkin anayasal değişiklik yapılmış ve bunun sonucunda 4. TBMM’ye 18 kadın milletvekili girmiştir. Böylece demokratik yaşamın en önemli eksiği de böylece giderilmiş, Türk kadını erkeği ile eşit haklara sahip olmuştur. Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 59 Atatürk dönemi tek partili hayatta, demokrasi yolunda bir başka önemli adım da bazı bölgelerden CHP’nin aday göstermeyerek bağımsız milletvekillerinin meclise girmesinin sağlanmış olmasıdır. 1931 seçimlerinde 30 milletvekili bağımsız milletvekili meclise girmiştir. 1935 seçimlerinde de aynı uygulama devam etmiştir. Bu kez sayı 16’dır ve bunlardan 4’ünün gayrimüslim olması da ayrıca önemlidir (Albayrak, 2004: 17). Bağımsız adayların seçilebilmeleri için CHP bazı yerlerde aday göstermemişti. Ancak yine de meclise giren bağımsız vekiller yeterli muhalefet ve iktidar üzerinde etki gücüne sahip değillerdi. Hem sayıları çok azdı, hem de iktidarı eleştirerek uygulanan politikalar üzerinde değişiklik yapılmasını sağlayacak kadar güçlü değillerdi. Bu demokratik hamlelere rağmen, kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili bu dönemde bazı kısıtlamalara da rastlanmaktadır. 1931 yılında kabul edilen Matbuat Kanunu bunlardan biridir. Bu kanunla, hükümete “ülke çıkarlarına ters düşen yayınları” kapatma yetkisi verilmişti. Bu durum gazete ve gazeteciler üzerinde ciddi baskı unsuru oluşturmuştur. Bu kanunla birlikte 1930ların basındaki bir derece serbest ortamı yerini baskıcı ve kontrolcü, tek sesli basın hayatına bırakmıştı. 28 Haziran 1938’e gelindiğinde ise kanunda yeni bir değişiklik daha yapılmış, bu değişiklikle, gazete ve dergi çıkartmak için bildirim yapılmasının yeterli olmadığı, yayının çıkarılacağı yerdeki valiliklerden ruhsat alınması kuralı getirilmişti. Ayrıca hükümete bağlı bir basın birliği de kurulmuştur (Akandere, 1998: 211-212). Basın üzerindeki denetim demokrasi bağlamında değerlendirildiğinde, demokrasi ile bağdaşmayacak bir uygulamadır. Avrupa’da faşizm rüzgarlarının esmesi de basın üzerinde ciddi kontrolün sağlanmasında etkili olmuştur. 18 Haziran 1936’da parti hükümet birleşmesi ile de ülkede tek parti hakimiyeti kesinlikle sağlanmış ve olası her muhalefet hareketi engellenmiştir. Parti faaliyetleri ile hükümet idaresi arasında daha sıkı bir yakınlık kurulması ve valilerin parti il başkanlığı görevini üstlenmesi kararı alınmıştı. Genel müfettişler görev bölgeleri içinde devlet işleri ile beraber partinin faaliyet ve örgütünü de denetlemekle görevlendirilmişti (Demirel, 2013: 212). Ayrıca bu dönemde demokratik yaşamın önemli kurumlarından biri olan sivil toplum örgütlerine de kısıtlama getirilmiştir. Türk Ocakları’nın kapatılmasıyla başlayan süreç, Türk Kadınlar Birliği’nin, Türk Mason Cemiyeti, Talebe Birliğinin kapatılmasıyla devam etmiştir. Türk Spor Kurumu da CHP’ye katılmıştır. Resmi gerekçelerde CHP’nin tüm halkı temsil ettiği dolayısıyla bu tip örgütlere gerek duyulmadığı yolundadır (Demirel, 2013: 210).Arka arkaya yaşanan bu gelişmeler tek parti yönetiminin cemiyetler ve sosyal kurumlarla olan ilişkisini ortaya koyması açısından oldukça düşündürücüdür. Demokratik hayatın ayrılmaz parçası olan cemiyetler ve sosyal kurumların kurulması yasa ile engellenmemiş olmalarına rağmen, fiilen faaliyet göstermeleri engellenmiştir. Bununla beraber CHP’nin bu uygulamalarına bakıldığında başta Almanya olmak üzere totaliter rejimlerden etkilenmiş olabileceği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken tüm ömrünü Türk ulusunun bağımsızlığına adamış olan Atatürk’ün sağlığı günden güne bozulmaya başlamıştı. 10 Kasım 1938’de ise Atatürk’ün vefatı ile Türk siyasi hayatında yeni bir dönem başlamıştı. 60• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 2.2.2 1938-1945 Dönemi Tek Parti Yönetimi Atatürk’ün vefatının ardından 11 Kasım günü TBMM toplandı ve İsmet İnönü oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı seçildi. Bununla beraber Türkiye yeni bir sürecin içine de girmiş oldu. Bu süreç, İsmet İnönü’nün 26 Aralık 1938’de CHP I. Olağanüstü Kurultayında değişmez genel başkan seçilmesi ile Milli Şeflik dönemi olarak kabul edilir. Bu dönemde demokrasi bağlamında gerçekleşen önemli gelişmelerin üzerinde durmaya çalışacağız. 29 Mayıs 1939’da toplanan beşinci CHP kurultayı önemlidir. 1936’da başlayan partidevlet birleşmesine son verilmiştir. Ayrıca kabul edilen yeni tüzükle partinin ve hükümetin çalışmalarını denetlemek üzere Müstakil Grup kurulması kararı alınmıştı. Buna göre seçilen CHP milletvekilleri içinden 40 kişilik bir grup kurulacak ve hükümetin icraatlarını eleştirecekti. Ancak bu milletvekillerinin oy hakkı bulunmuyordu. Tek parti yönetimin hakim olduğu bir ülkede, iktidarın kendini denetleyecek bir organ oluşturma kararı alması demokrasi adına önemli bir adımdır (Demirel, 2013: 261-262). Ancak Müstakil Grup milletvekillerine oy hakkının tanınmamış olması da onları etkisiz hale getirmiş oluyordu. Bu dönemde, II. Dünya Savaşının etkileri ile beraber, ülke içinde hayat gittikçe zorlaşmıştı. Hükümet birtakım tedbirler almak zorunda kalmıştı. Alınan tedbirlerin başında sıkıyönetim ilanı gelmiştir. Önceleri Trakya ve Marmara Bölgesinde ilan edildi, sonrasında yaygınlaştırıldı. Sıkıyönetimin en ağır uygulandığı alan basın oldu. Gazete ve dergiler, hükümet ya da sıkıyönetim tarafından birçok kez kapatılmıştır. Çok sınırlı olan radyo yayınları da sürekli denetlenmiş ve yayın içerikleri hükümet tarafından belirlenmiştir. Bu dönem, düşünce ve yayın üzerine yasaklı ve baskılı yıllar olarak geçmiştir. 1940-1945 yılları arasında ekonomik ve toplumsal yapıyı derinden sarsıp değiştirecek üç yasa yürürlüğe girdi. Milli Korunma Yasası, Varlık Vergisi Yasası ve Toprak Mahsulleri Vergisi. Bu vergiler ve uygulamalar halkın ekonomik yükünü iyice arttırmıştı. Savaşa her an hazır olma niyetiyle 1 milyon dolayında askerin beslenmesi ve silah ve teçhizat donanımı için savunma giderleri artmıştı. Karaborsacılık ve ihtikar hat safhadaydı ve hükümet buna engel olamamıştı. Bu durumda enflasyon hızla artmış halkın alım gücü düşmüştü. Bu durum halkın her kesiminin hükümete karşı tepkisini arttırmıştır. Savaş boyunca iç politikada pek iç açıcı değildi. Basın ciddi bir baskıya maruz kalmış, hükümet sık sık gazete kapatmıştır. Hükümetin politikasına aykırı yazı yazmak söz konusu değildi. Kişi hak ve özgürlükleri ve toplanma ve dernek kurma hakkı son derece kısıtlıydı (Çavdar, 2008: 420-442). Halk bir taraftan bu yasaların getirdiği yükümlülüklerin altında sıkıntılı günler yaşarken, diğer yanda hükümet, tek partili hayatın önemli kilometre taşlarından biri olan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu 15 Mayıs 1945’de görüşmeye başlamıştı. Yasanın amacı, tarımla uğraşan ancak, topraksız olan veya toprağı yetmeyenlere yeterince toprak verilmesidir. Ancak bu yapılırken de toprağın belirli kimselerde toplanmaması ve aynı zamanda da çok küçülüp dağılmaması istenmiştir. Devlete, belediyelere, özel idareye ve köylere ait değerlendirilmeyen araziler öncelikle çiftçiliği zanaat edinen topraksız ya da çok az Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 61 topraklı kişilere dağıtılacaktı. Sonrasında ise, kişilere ait fakat işletilmeyen toprakların dağıtılması planlanıyordu. Bu yasa çok sert geçen tartışmalara neden oldu ve günlerce konuşuldu. Adnan Menderes, Cavit Oral, Emin Sazak başta olmak üzere birçok milletvekili yasayı eleştirdi. Bu milletvekillerinin çoğu büyük toprak sahibi olan kimselerdi. Bu yasa ile birlikte CHP ve toprak sahipleri arasındaki gerilim yükselmiş ve sonunda bağlar tamamen kopmuştur. Bu yasayla Türk siyasi tarihinde yeni bir dönem başlamış olacaktı (Çavdar, 2008: 436-444). 2.2.3. Dönemin Demokrasi Bağlamında Değerlendirilmesi Atatürk döneminin ilk yılları çok partili hayat denemelerine sahne olurken ikinci dönemi ise tek partili olarak geçmiştir. Bu durum ülke koşularından kaynaklı zorunluluk olarak görülmüştür. Demokratik yapının tam olarak oluşturulabilmesi için belli koşulların varlığının vazgeçilmez olduğu anlaşılmıştır. Bununla beraber demokrasi amaç, araç ise tek partili rejim görülmüştür. Cumhuriyetçilik ve halkçılık demokrasinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Cumhuriyetçilik siyasal yönünü, halkçılık ise sosyal yönünü oluşturmaktadır. Hatta buna devletçilik ilkesi bile eklenebilir. Atatürk’ün ölümünden II. Dünya Savaşı sonuna kadar olan dönem ise inişli çıkışlı yıllar olmuştur. Bu durumda savaşın önemli payı vardır. Bir yandan hükümeti denetlemesi için müstakil bir grup oluşturulurken, kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili önemli kısıtlamalar yapılmıştır. Ekonomik sorunlar siyasi iktidara tepkiyi arttırmıştır. Genel olarak bu dönemi bir bütün olarak değerlendirdiğimizde tek partili rejimlerin karşılaştırılmasından yola çıkmak zorundayız. Bu konuda en önemli yorumlar ve değerlendirmeler ünlü Fransız siyaset bilimcisi Duverger tarafından yapılmıştır. Duverger, tek parti ve demokrasi kavramlarını sorgulayarak Türkiye’deki tek partili rejimi incelemeye çalışmıştır. Ona göre, tek parti ve demokrasi kavramını tanım olarak yan yana getirmek mümkün olmasa bile tüm tek parti yönetimlerini de faşist ya da totaliter olarak adlandırılmamalıdır. Çünkü Türkiye’deki tek parti ne faşist ne de komünist tek partiye benzemektedir. Bu tek partilerde bir başka partinin bırakın kurulmasını adının telaffuzuna bile tahammülleri yoktur. Demokratik rejim içinde kurulmuş olmakla birlikte iktidar olduklarında ilk yaptıkları şey demokrasiyi yıkmak olmuştur. Amaçları ise tek partili rejimi sonsuza kadar yaşatmaktır. 1923-1945 yılları arasındaki dönemdeki CHP ise, tek parti olarak ülkeyi idare etmiş olsa da yönetim esasları demokratik idealler üzerine kurulmuştu. Anayasada vurgulanan egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur ilkesi, tek parti yönetiminin demokratikleşme sürecinde sadece demokratik hedeflerin gerçekleştirilmesi için bir araç niteliğinde olması, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren tek partili totaliter rejimlerden farkını ortaya koymuştur. Tek parti yönetiminin demokratik olduğunu söyleyemesek de uygulamaları demokrasi adına önemli gelişmelerdir. Tek parti yönetimi geçici kabul edilmiş, bu süreçte hedefin demokratik ilkeler üzerine kurulu bir rejimin köklerinin güçlü olması amaçlanmıştı. Türk tek parti sistemi demokrasiye geçiş için bir hazırlık süreci özelliğindedir (Duverger, 1974: 359-363). 62• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 3. Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Siyasal Hayat (1945-1950) Bu dönemde, irdeleyeceğimiz konu, çok partili demokratik hayata geçişte etken olan iç ve dış nedenler, bununla birlikte dönemin siyasi şartlarını da gözden geçirmiş olacağız. 3.1 Çok Partili Hayata Geçişte Etkili Olan İç ve Dış Nedenler 3.1.1 İç Nedenler Çok partili hayata geçişte birçok faktör rol oynamaktadır. En başta cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çok partili hayatın kurulmasına yönelik iki denemenin söz konusu olmasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi sürekli hale getirilememiş ve çok partili düzen kurulamamıştır. Yaklaşık 15 yıl süren bir tek partili düzen söz konusu olmuştur. Çok partili hayata geçiş nedenlerinden ilki olarak Cumhurbaşkanı İnönü’nün gösterebileceği kanısındayım. Özellikle milli şeflik sürecinde ne denli belirleyici ise demokratik yaşama geçiş konusunda da belirleyici olmuştur. Türkiye gibi ülkelerde liderlerin etkileri son derece önemli olmuştur. Tek partili dönemde bile daima çok partili hayatın ideal olarak benimsendiği görülmektedir. Daha 1939 kongresi toplanmadan önce Cumhurbaşkanı İnönü’nün 6 Mart 1939’da İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada milletin yönetim üzerindeki denetiminin fiili ve gerçek olmadıkça ve böyle olduğuna milletçe inanılmadıkça halk iradesi vardır denilemez diyerek meclisin görevini tereddütte yer vermeyecek biçimde yerine getirmesini istemiştir. Bu konuşma bazıları tarafından demokrasiye geçiş işareti sayılsa da bazıları içinde başka partilerin kurulacağı ile ilgili bir söz bulunmadığı belirtilerek, demokrasinin kurulması yolunda bir mesaj niteliği olmadığı savunulmaktadır (Turan, 1999: 206-207). Bunu bir kenara bırakırsak, ülkede demokrasiden söz eden ilk yazılar basında 1944 yılında başlamıştır. İnönü 1 Kasım 1944 tarihinde TBMM’yi açış konuşmasında da demokrasinin faydalarını övmüştür. İnönü, hükümetin demokrasi ilkelerini Türkiye’nin bünyesine ve özel şartlarına göre geliştirmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Nihayet savaşın sona erdiği dönemde 19 Mayıs 1945 tarihinde Gençlik Bayramında yaptığı konuşmada ülkenin demokrasi yolunda ilerleyeceğinin altını çizmesi, demokratik yaşama geçişte en net mesajlardan biri olarak yorumlanmıştır(Turan, 1999: 207-209). İnönü’nün etkisi yanında içte savaş boyunca giderek artan hükümete yönelik tepkiler de çok partili yaşama geçişte etkili olmuştur. Bir türlü yoluna girmeyen ekonomi, artan yoksulluk ve alınan ekonomik tedbirler halkı iyice yıldırmış ve mutsuz etmişti. Ekonomideki darlık, verimsizlik ve üretimin yetersizliği son noktasına ulaşmıştı (Aydemir, 1973: 148). II. Dünya Savaşına girilmemiş olsa da, büyük bir ordunun giderlerini karşılamak zorunda kalan hükümet, çareyi Merkez Bankasına para bastırmakta buldu. Bu durum enflasyonun yükselmesine neden oldu. Mevcut duruma Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi de eklenince iktidara karşı tepkiler arttı. Her ne kadar Varlık Vergisi en çok gayrimüslim iş Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 63 çevrelerini etkilemişse de toplumda genel huzursuzluk ve tepki hali yaygınlaşmıştı (Zürcher, 1993: 301). Toprak Mahsulleri Kanunun çıkarılması büyük toprak sahiplerinin tepkilerine neden oldu. Bu tepkiyi 15 Mayıs 1945’de görüşülmeye başlayan Çiftçiyi Topraklandırma Yasası körükleyerek, bu kesimin iktidara karşı cephe almasında ve muhalefetin ortaya çıkmasında etkili oldu (Zürcher, 1993: 301-302). Halkın giderek artan tepkisi, CHP içinde farklı görüşlerin yer alması ve İnönü’nün belirleyici etkisi çok partili hayatın iç nedenleri sayılabilir. Ancak her şeyden önce Türkiye cumhuriyetinin demokratik bir devlet olarak kurulma amacı, ilkelerin ve siyasal gelişimlerin bu amaca yönelik oluşturulması, rejimin plüralist yapıya sahip olması ve demokratik niteliği çok partili hayata geçişi kolaylaştıran etkenlerin başında gelecektir. Nitekim çok partili hayata herhangi bir anayasal değişiklik veya bir karışıklık yaşanmadan gidilmesi de bunun açık kanıtlarındandır. 3.1.2 Dış Nedenler II. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Türkiye denge politikası izleyerek savaştan uzak kalmayı hedeflemişti. 1939 tarihli Türk-İngiliz-Fransız İttifak antlaşmasına rağmen savaş içinde Almanlara krom satmaya devam etmiş ve saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bu müttefiklerin sert tepkilerine neden oldu. Ancak 1944 yılında kadar Türkiye Almanya ile ilişkilerini sürdürdü. 1944 Temmuz ayında ilişkilerini kesti ancak savaş ilanı, 1945 yılı şubat ayında Yatla Konferansında alınan kararlar nedeniyle 25 Şubat 1945 tarihinde yapıldı. Bu karar Türkiye’ye San Francisco konferansına giden yolu açmıştı (Albayrak, 2004: 36). Türkiye’nin savaştaki bu tutumu savaştan sonra dış politikada yalnızlığa itilmesine neden oldu. Savaşı demokratik cephenin kazanması demokratik yönetimleri öne çıkarmıştı. Birleşmiş Milletler’i kuracak olan San Francisco Konferansı’na katılmanın ön şartlarından biri de demokratik yönetime geçmekti. Türkiye ekonomik, siyasi, kültürel ve en başta da güvenlik nedeniyle 1939’dan itibaren bağlandığı ve demokratik cepheyi oluşturan Batı bloğuna katılmak için de çok partili hayata geçmek istemiştir (Yılmaz, 2008: 35). 1945 yılının Nisan ayında Türkiye San Francisco Konferansına kurucu üye olarak katılmış ve Birleşmiş Milletler antlaşmasını imzalamıştır. Bu bir anlamda Türkiye’nin demokratik ilkelere bağlı olacağı ve demokrasinin gereklerini yerine getireceğine dair verdiği bir sözdü (Zürcher, 1993: 302). II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyet tehdidi de Türkiye’nin Batı bloğuna katılmak istemesinin en önemli nedenlerinden birisi olmuştur. Hem Rus baskısı hem de ekonomik durum nedeniyle Amerikan yardımlarından faydalanmak amacı da Türkiye’de çok partili hayata geçilmesinde etkili olmuştur (Koçak, 2012: 244) 64• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Tüm bu nedenler bir araya geldiğinde Türkiye’nin çok partili hayata geçişi kaçınılmaz olmuştu. Bu saydığımız nedenlerin hiç birisi tek başına yeterli ve etkili değildi. Ancak dış etkenlerin daha belirleyici olduğunu görmekteyiz. 3.2 Demokrat Parti Kuruluşu 1945 yılı bütçe görüşmelerinde, bütçe tasarısına ciddi eleştiriler yapılmıştı. 29 Mayıs’ta oylamaya geçildiğinde 368 kabul oyuna karşı 5 ret oyu kullanıldı. Çiftçiyi Topraklandırma Yasası ise, çok partili hayata geçişte bir dönüm noktasıdır. Görüşmeler sırasında parti içindeki muhalefet açıkça kendini göstermeye başlamıştır. Başta Adnan Menderes ve Refik Koraltan olmak üzere toprak sahiplerinin 500 dönümden fazla olan toprağının elinden alınıp topraksız çiftçiye dağıtılmasına karşı çıkmışlar ve sertçe eleştirmişlerdir (Torun, 2006: 208-209). Bu yasanın görüşüldüğü günlerde Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan imzasıyla “Dörtlü Takrir” CHP meclis grubuna 7 Haziran 1945’te verilmiştir. Bu takrirde demokrasinin geliştirilmesi, kişi hak ve özgürlüklerinin sağlanmasını talep edilmekteydi. Üstü kapalı da olsa çok partili hayata geçilmesini istiyorlardı (Torun, 2006: 209). Esasen İnönü’nün açıklamaları da demokrasiyi geliştirmek olmasına rağmen önergenin neden reddedildiğini anlamak pek mümkün değildir. Önergenin reddedilmesi önergeyi veren dörtlüyü yeni bir parti kurmaya götürmüştür (Yılmaz, 2008: 136). Muhalefet partisi kurma çalışmaları Menderes ve Köprülü’nün CHP’den ihraç edilmelerinden sonra başlamıştı. Arkasından onları Koraltan takip etmiş ve partiden ihraç edilmişti. Celal Bayar ise önce milletvekillikten daha sonra da CHP’den istifa etmiştir. Bu arada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1946’da TBMM açış konuşmasında demokrasinin tek eksiğinin bir muhalefet partisinin olmadığını belirtmesi yeni partilerin kurulması konusunda onay çıkması olarak değerlendirilmelidir. Nitekim hazırlık sürecinin ardından 7 Ocak 1946’da Celal Bayar basın toplantısı düzenleyerek Demokrat Parti’nin kurulduğunu ve parti programının hazır olduğunu ilan etti (Yücel, 2001: 49-51). Parti kurma çalışmaları sırasında Bayar’ın İnönü ile görüştüğü bilinmektedir. Demokrat Parti’nim kuruluşuyla birlikte Türkiye resmen çok partili hayat geçtiği kabul edilmektedir. Bu süreçte esasen iş adamı Nuri Demirağ’ın 18 Temmuz 1945’te kurduğu Milli Kalkınma Partisi olmasına rağmen İnönü nazarı dikkate neden almadığı bilinmemektedir. 1946’dan itibaren siyasi, yelpazenin en sağından en soluna kadar birçok siyasi parti kurulmuştur (Akandere, 1998: 408). 4. 1945- 1950 Dönemi Siyasi Hayat ve Demokrasi 4.1. İktidar Muhalefet İlişkileri 1945 yılı bütçe görüşmelerinde, bütçe tasarısına ciddi eleştiriler yapılmıştı. 29 Mayıs’ta oylamaya geçildiğinde 368 kabul oyuna karşı 5 ret oyu kullanıldı. Bu beş kişiden Menderes, Bayar, Köprülü ve Koraltan Toprak Yasası için de dörtlü önerge vermişti (Eroğul, 2003: 25-27). Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 65 Önergenin reddedilmesi önergeyi veren dörtlüyü yeni bir parti kurmaya götürmüştür. 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti ile birlikte Türkiye’de çok partili hayat resmen başlamıştır. CHP iktidarı Demokrat Parti’nin kurulmasından hemen sonra bazı değişiklikler yapmıştır. Toprak mahsulleri vergisinin kaldırılması, liberal ekonomi politikalarının güçlendirilmesi, üniversitelere özerklik veren yasanın çıkarılması gibi. Bu arada 13 Nisan 1946’da yapılan ara seçimlerde aday göstermeyerek bağımsızların meclise girmesi sağlanmıştı. Bu arada yerel seçimlerin öne alınması Demokrat Parti’nin seçimleri boykot etmesine neden olmuştur. 26 Mayıs 1946’da yapılan yerel seçimlere yeni kurulan partilerden sadece Milli Kalkınma Partisi katılmıştı. O partide zaten ciddi bir muhalefet partisi olarak görülmüyordu. Ancak seçim günü baskılar ve yolsuzluklar yapıldığını ileri sürerek o da seçimlerden çekilmişti. Seçime katılma oranı bir hayli düşüktü. Resmi olan sonuçlara göre 61 ilden sadece 44’ünde seçimlere katılma oranı %50’nin üzerinde olmuştu (Turan, 1995: 225-226; Albayrak, 2004: 82-84). CHP bu dönemde ikinci olağanüstü kurultayı toplama kararı almıştır. Parti tüzüğünde değişiklikler yapılmıştır. Konumuzla ilgili en önemli değişiklik tek dereceli seçim sisteminin benimsenmesidir. Kurultay sonrası seçim yasasında değişiklik yapılarak tek dereceli seçim sistemi kabul edilmiş; ayrıca açık oy gizli sayım yöntemi benimsenmiştir. En büyük muhalefet partisi olarak göze çarpan Demokrat Parti ile iktidardaki CHP, yerel seçimlerin öne çekilmesinden sonra ikinci kez karşı karşıya geldiler. CHP’nin açık oy ve gizli sayım yöntemine karşı çıkmıştır. Bu dönemde CHP 26 Mayıs’ta yerel seçimleri gerçekleştirdikten sonra genel seçimleri de öne çekerek, baskın bir seçimle iktidar süresini uzatma amacındaydı. DP ve diğer partilerin yanı sıra basında da tartışmalara yol açan bu karar, seçimleri bir yıl erkene çekiyordu. Anlaşılan siyasi iktidar, muhalefet partisinin zaman içinde güçlenmesinden çekiniyordu. Tepkilere rağmen mecliste çoğunluğa sahip CHP’nin oylarıyla seçimlerin 21 Temmuz 1946’da yapılması kararlaştırılmıştır. DP önceleri seçimlere katılmama kararındayken, 10 Haziran’da katılma kararı almıştır. Seçim kampanyaları çok ateşli başlamıştır. Her kentte büyük kalabalıkların toplandığı mitinglerde CHP hükümetlerini eleştiri yağmuruna tutmuşlardır (Turan, 1995: 226-230). 24 Temmuz’da açıklanan resmi sonuçlara göre toplam 465 milletvekilliğinin dağılımı, CHP 397, DP 61, DP listesinde yer alarak seçilen bağımsızlar 4, bağımsız aday olarak seçilenler ise 3 şeklindeydi (TBMM, http://global.tbmm.gov.tr/docs/secim_sonuclari/secim3_tr.pdf). DP, seçim sonuçlarına çok ciddi tepkiler verip CHP’nin yolsuzluk ve sonuçlar üzerinde değişiklik yaptığını ifade ederek 36 ildeki sonuçlara itiraz etmişti. İtirazları incelemek için mecliste bir komisyon kuruldu. TBMM’deki yoğun tartışmaların sonunda seçim tutanağı iktidar milletvekillerinin oyları ile kabul edildi (Aydemir, 1973: 164). DP kazandığı milletvekillikleri ile meclis sıralarındaki yerini almış olsa bile seçimlerde hile ve usulsüzlük yapıldığı iddiasını sürekli gündemde tutmasından dolayı iktidar ve muhalefet ilişkileri iyice gerilmiş, politik ortam karışmıştı (Zürcher, 1993; 308). 66• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Türkiye ilk tek dereceli genel seçimlerinden siyasi tarihe düşen soru işaretleri ve puslu bir görüntü ile çıkmıştı. Seçimler sonucunda ortaya çıkan gerilim Türk demokrasisi için olumsuz bir adımdı. Buna rağmen, seçimler öncesinde yapılan yasa değişiklikleri iktidarın çok partili demokratik hayatın gerektirdiği koşulları sağlayabilmek için dönemin şartları içinde çaba harcadığının net göstergesi olmuştu. Seçimlerden sonra hükümeti kurma görevi Recep Peker’e verilmişti. Peker Hükümeti kabinesini kurduktan sonra hükümet programının mecliste okunmasının ardından DP adına Adnan Menderes ve Fuat Köprülü program ile ilgili görüşlerini açıklayabilmeleri için görüşmelerin 2 gün ertelenmesini istemişlerdir. Bu isteklerinin kabul edilmemesi üzerine oylamaya katılarak aleyhte oy kullanmışlardır. Buna rağmen 53’e karşı 353 oyla Peker hükümeti güvenoyunu meclisten almıştır. Peker Hükümeti il genel meclis seçimleri nedeniyle DP ile bir kez daha karşı karşıya gelmiştir. Birçok bölgede baskı yapıldığı gerekçesiyle DP seçimlere katılmamıştır (Turan, 1995: 233-235). Ancak iktidar ve muhalefet arasında en sert tartışmalar 1947 bütçe görüşmeleri sırasında yaşanmıştır. 7 Eylül kararlarını sert biçimde eleştiren Adnan Menderes, Başbakan Peker tarafından “psikopat” olarak nitelendirilince iktidar ve muhalefet arasındaki ipler kopma noktasına gelmiştir. Celal Bayar başkanlığındaki DP milletvekilleri görüşmeleri topluca terk etmişlerdir. Kamuoyunda büyük tepkilere yol açan bu gerginlik, DP’lilerin meclisi boykot etmesiyle daha da tırmanmış ve iki parti arasında karşılıklı suçlamalarla giderek sertleşen ortamda, iki parti arasındaki görüşme trafiğinin ardından, DP 9 günlük boykottan sonra meclise tekrar dönmüştür (Turan, 1995: 236-238). Seçimlerin ardından, DP’nin Birinci Büyük Kongresi, partinin 1. kuruluş yıldönümü olan 7 Ocak 1947’de Ankara’da toplanmıştı. Genel Başkan Celal Bayar açılış konuşmasını yapıp kongrenin önemini ifade ettikten sonra demokrasi ve demokratikleşme ile ilgili görüşlerini açıkladı. Bu konuda söyledikleri şöyle özetlenebilir. Vatandaşların hak ve özgürlüklerini engeller nitelikteki demokratik anayasa ile bağdaşmayacak kanunların kaldırılması. Seçim güvenliği ile seçim yasasında yapılması gereken değişiklikler. Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının birbirinden ayrılması ve Cumhurbaşkanının tarafsızlığının sağlanması (Yücel, 2001: 59-60). Aslında, Celal Bayar tarafından dile getirilen bu üç konu parti görüşleri ile ilgili olmaktan çok, demokrasi gereklerini içeriyordu. Demokratikleşme yolunda ilerleme sağlamaya çalışan Türkiye için bu konu partiler üstü bir önem taşıyordu. Bu üç konu “Hürriyet Misakı” adıyla anılan ilkeler olarak siyasi tarihteki yerini almıştır. Genel seçimler ve belediye seçimlerinin ardından siyasal ortam iyice gerilmişti. 16 Şubat 1947’de olaylı geçen muhtarlık seçimlerinden sonra ise iktidar ve muhalefet ilişkileri kopma noktasına gelmişti. Cumhurbaşkanı İnönü’nün mevcut durumu normalleştirmek için, iktidar ve muhalefet arasında yürüttüğü diyalog 11 Temmuz 1947’e kadar devam etti. 12 Temmuzda yayınlanan bir uzlaşma bildirisi ile de kamuoyuna duyuruldu. 12 Temmuz Beyannamesi olarak anılan bu bildiride İnönü hem iktidar, hem muhalefet için kemikleşmiş Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 67 olan sorunların çözülmesinin zorunlu olduğunu ifade ediyordu. Kendisini her iki partiye de eşit mesafede gördüğünü açıklamıştı. İktidarın, muhalefetin kanuni haklarını düzenleyip korumasının önemini ve zorunluluğunu da ifade etmişti. İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayınlamasının birçok nedeni vardı (Yücel, 2001: 67-68). II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili hayata geçiş her bakımdan Türkiye için çok önemli hale gelmişti (Kuyaksil, 1994: 94). Siyasi hayatı normalleştirmeye ve iki parti arasındaki anlaşmazlık ateşini söndürmeye çalışıyordu. İnönü, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve politik ortamı çok iyi değerlendirmişti. Demokrasiden ödün vermemenin tek geçer şart olduğunu görmüştü. İç politikadaki gerginlik, tekrardan ortaya çıkan Sovyet tehdidi ve gündemde olan Amerikan yardımını alabilmek için demokrasinin önündeki engelleri kaldırmak ve demokratik ortamın şartlarını yerine getirmek kaçınılmaz olmuştu. Beyannamenin ardından CHP’de Başbakan Recep Peker’e yönelik 35’ler olarak anılan bir hareket ortaya çıkmıştı. Peker sonunda sağlık sorunlarını gerekçe göstererek görevinden istifa etti. Yerine ılımlı ve demokrasiye inanan Hasan Saka’ya hükümeti kurma görevi verildi. Hasan Saka muhalefetle uyum içinde olmaya ve siyasi ortamı gerginliğe sürükleyecek politikalardan uzak durmaya özen gösteriyordu (Eroğul, 2003: 60). Haziran 1949’da DP Kongresi toplandı. Kongrenin en dikkat çeken sonucu Hürriyet Misakının devamı niteliğinde olan Milli Teminat Misakı’nın kabul edilmesi olmuştur. Özellikle seçim yasası üzerinde durulmuştu fakat Hürriyet Misakı’na göre daha tehditkar bir tarafı vardı. Bu durum iktidarın tepkisine neden oldu. Kongre öncesi gerilen iktidar – muhalefet ilişkileri iyice sertleşti. Buna karşılık hükümet yayınladığı bildiride, Milli Teminat Misakı’nı, Milli Husumet Andı olarak isimlendirmişti (Yücel, 2001: 72-73). Hükümet, iktidarın ılımlı bir politika izlediği bu zamanlarda DP’nin halkı yasadışı yollara sevk olmaya özendirdiği gerekçesi ile bu andın demokrasi ile bağdaşmayacak nitelikte olduğunu belirtmişti. İktidar-muhalefet ilişkilerinin en fazla gerildiği konu seçim yasasıydı. 1946 yılı seçim yasasında bazı demokratik değişiklikler yapılmışsa da, bu değişiklikler muhalefet tarafından yeterli bulunmadığı için eleştiriler sürekli artan bir tonda devam etmişti (Zürcher, 1993: 312). 1950 seçimleri öncesinde, Şemsettin Günaltay ve kabinesi, muhalefetin de katılımıyla yeni bir seçim yasası tasarısı hazırladı. Yasa, listelerin hazırlanmasından, seçim sürecinin her evresine kadar güvenli bir seçim ortamı sağlanması için gerekli tüm değişiklikleri içeriyordu (Çavdar, 2008: 14). 14 Ağustos 1949’da yasa tasarısının maddeleri basın yoluyla kamuoyuna duyuruldu. Tasarı, tek dereceli ve çoğunluk seçim sistemini, genel, eşit, gizli oy ve açık sayım prensibini esas alıyordu. Seçim güvenliği de adli teminat altına alınmıştı. Yeni seçim tasarısı 7 Şubat 1950’de mecliste görüşülmeye başladı. Görüşmeler zaman zaman gerilse de 16 Şubat’ta yapılan son oylamada CHP ve DP’lilerin oyları ile yasalaştırıldı (Eroğul, 2003: 81-82). 68• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Çok partili hayatın bu ilk yıllarında iki parti arasında ilişkiler çoğunlukla gergin geçmiştir. Ne siyasi iktidarın muhalefete tahammülü vardır, ne de muhalefet partisinin muhalefette kalmaya. CHP iktidarı, kitlelerin DP’ye verdiği destekten endişe duymaktadır. Devrim ilklerini gevşeterek seçimlerde oy alma hevesine düşmüştür. Muhalefet partisi de her konuda sert eleştirilerde bulunduğu için iki taraf da pek uzlaşamamışlardır. Ne iktidar ne muhalefet çok partili hayata alışkın değildir. Bunun yarattığı zorluk, iki partinin neredeyse hiçbir konuda anlaşamamasına neden olmuştur. Her iki tarafın demokrasi anlayışları da birbirinden farklı olması, CHP’nin iktidarı kaybetme endişesi siyasi ortamın sertleşmesine önemli etkenler olmuştur. 4.2. İktidar ve Basın İkinci Dünya Savaşı yıllarında ilan edilen sıkıyönetimin en ağır uygulandığı alan basın oldu. Gazete ve dergiler, hükümet ya da sıkıyönetim tarafından birçok kez kapatılmıştır. Çok sınırlı olan radyo yayınları da sürekli denetlenmiş ve yayın içerikleri hükümet tarafından belirlenmiştir. Bu dönem, düşünce ve yayın üzerine yasaklı ve baskılı yıllar olarak geçmiştir İktidarın basın organlarına yönelik baskıcı tutumunun izlendiği bu yılların, demokrasinin mantığıyla çelişmektedir. Hükümetin ve muhalefetin ilişkilerinde başlayan gerginlikler, iktidarın müdahaleci tavırları ve muhalefeti istemediği yönündeki fiilleri, gelişen demokrasi için olumlu etkiler olmamıştır. Bu yıllarda basın iktidar yanlısı ve muhalefet yanlısı olarak ikiye bölünmüştü. İktidar tarafında Cumhuriyet ve Ulus, muhalefet tarafında ise Vatan gazetesi vardı. Bu dönemde basın organları konusunda bazı düzenlemeler göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki 1946 yılından itibaren CHP Hükümetinin çok partili hayata uyum için çıkardığı yasalardan biridir. II. Dünya Savaşı yıllarında basının üzerinde demoklesin kılıcı gibi duran, hükümetin gazete kapatma yetkisinin kaldırılmasıdır. 13 Haziran 1946’da kabul edilen yasayla gazeteler ile ilgili kapatma kararı ancak mahkemeler tarafından verilebilecekti (Turan, 1995: 228). Basın üzerindeki denetim demokrasi bağlamında değerlendirildiğinde, demokrasi ile bağdaşmayacak bir uygulamadır. Ancak ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar altında, hükümetin bu uygulamaları, demokratik yaşama geçebilmek için şartlar uygun hale gelene kadar araç olmuştur. Bundan dolayıdır ki, 13 Kasım 1947’de CHP yedinci kurultayında Cumhurbaşkanı İnönü, demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden biri olan basın yasasının iktidar ve muhalefetin ortak çalışması sonucu değiştirilmesi gerektiğinin altını çizmişti (Albayrak, 2004: 125. Esasen çok partili hayatın getirdiği ortamda basın özgürlüğünden yana olan gazeteciler Basın Birliğini toplayarak, yaklaşık 7 yıldır birliğin başında olan Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay yerine Hüseyin Cahit Yalçın’ı seçmişlerdir. Ancak Atay, bu durumu mahkemeye götürmüştür. CHP iktidarı çareyi Basın Birliğini kaldırmakta görmüştür. Gazeteciler bunun üzerine Gazeteciler Cemiyeti’ni kurmuşlar başına da Sedat Simavi’yi getirmişlerdir (Atatürk Araştırma Merkezi, Yeşilçayır, http://atam.gov.tr/wpcontent/uploads/05-nese-yesilcayir.pdf: 151). Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 69 Basın yasasında 13 Haziran’da değişiklik yapılmıştı. Buna göre, basın yasasının hükümete gazete kapatma yetkisi veren 50. maddesinde değişiklik yapılarak bu yetki mahkemelere devredilmişti. Buna ek olarak çıkarılan af yasası ile tüm basın suçları affedildi (Eroğul, 2003: 32-33). Hükümet çok partili rejime geçilmesine rağmen basını denetim altında tutmaya devam etmiştir. 1946 yılından itibaren basın yasasının demokratik esaslara göre yeniden yapılacağı belirtilmesine rağmen 1950 seçimlerine kadar hayata geçirilememiştir. 1948’de Hükümet antidemokratik hükümlerin basın yasasından çıkarılacağını açıklaması üzerine Gazeteciler Cemiyeti bir komisyon kurarak rapor hazırlamış ve değiştirilmesi gereken maddeleri ve taleplerini ortaya koymuşlardır. Bu tasarı mecliste 14 Mayıs 1950’ye kadar görüşülememiş ve basın yasası yeni hükümete kalmıştır ( Atatürk Araştırma Merkezi, Yeşilçayır, http://atam.gov.tr/wp-content/uploads/05-nese-yesilcayir.pdf : 152). Görüldüğü gibi çok partili hayatın doğal sonucu olması beklenen özgür basın bu dönemde sağlanamamıştır. Bunun en büyük nedeni geçmişin bir alışkanlığı ile olsa gerek CHP’nin basını kontrol etme arzusudur. Zaten basının özgür olmadığı bir ortamda da gerçek demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Gerçi eskiye oranla basın daha serbesttir, hükümete yönelik eleştiriler cesurca yapılabilmektedir. Ama bunun karşılığında bazen cezalar söz konusu olmaktadır. 4.3. İktidar ve Sivil Toplum Kuruluşları II. Dünya Savaşı yıllarında, Türkiye’nin dış politikası ve savaş süresince belirlediği tavır, gelecek yıllarda Türkiye’de demokrasinin gelişmesinin önemini net bir şekilde ortaya koyuyordu. Mayıs 1946’da yapılan CHP kurultayında, cemiyetlerin ve partilerin sınıf esasına göre kurulmasını yasaklayan maddenin kaldırılması için karar alınmıştı (Ahmad ve Turgay Ahmad, 1976: 20). Bundan dolayıdır ki, 1938 yılında kabul edilen Cemiyetler Kanununa göre derneklerin kurulmasını önceden alınacak izne bağlayan, derneklerin çalışmasında yürütme organına geniş bir denetim yetkisi veren ve derneğin kapatılabilmesi olanağı da bu organa tanıyan yasa demokrasisini geliştirme idealindeki Türkiye ile bağdaşmıyordu. Bu durum 1946 yılına kadar sürdü. 5 Haziran 1946 tarihli ve 4919 sayılı yasa ile 1938 yasasında önemli değişiklikler yapılarak dernek kurma özgürlüğü yeniden serbestlik ilkesine kavuşmuştur (Ahmad ve Turgay Ahmad, 1976: 21). 5 Haziran 1946 tarihinde kabul edilen Cemiyetler Kanunu’nda cemiyetlerin kurulmaları ve feshetmeleri konusunda herhangi bir izin veya onay alma uygulaması getirilmemiştir. Cemiyetlerin herhangi bir nedenle kapatılabilmesi için de mahkeme kararı zorunlu hale getirilmiştir. Cemiyetler hükümet tarafından keyfi olarak artık kapatılamayacaktır. Bu son derece önemlidir, çünkü bu yasanın çıkmasından 1950’ye kadar geçen sürede kurulan dernek sayısı 7219’dur. Bu sayısal artış son derece önemlidir. 1946’da çıkarılan Cemiyetler Kanunu ile ülkede işçilere sendika kurma hakkı da tanınmıştır. Sendikalar önce devlet işletmelerinde CHP iktidarının teşvikiyle kurulmuştur. Kısa zamanda ülkenin birçok kesiminde farklı iş kollarını kapsayan sendikalaşma hareketleri artmıştır. 70• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ CHP’nin sendika kurmaya yönlendirme, dernek ve parti kurmayı kolaylaştırmasının nedenleri arasında başta işçiler olmak üzere toplumun geniş kesiminin oylarını alma hedefi vardır. Ayrıca Batı bloğundaki ülkelere hızla demokratikleştiğini gösterme kaygısıdır da nedenler arasındadır (Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Kaştan, http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/VIII1/ykastas.pdf 2006: 130). 4.4 CHP’de Yaşanan Gelişmeler Çok partili hayata geçişin zeminini oluşturan CHP içindeki muhalefet hareketi 1945 yılı içinde kendini göstermişti. Daha önce açıklamaya çalıştığımız üzere, çiftçiyi topraklandırma kanunu üzerinde yapılan çalışmalar ve bütçe kanununa verilen ret oyları parti içi muhalefetin belirgin bir şekil almasına neden olmuştu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından verilen dörtlü takrir CHP içinde oluşan muhalefetin ulaştığı en kritik nokta olmuştu. Çünkü bu takrir CHP Meclis Grubunda yapılan gizli oturum sonucunda reddedildi. Bunu CHP’nin ülke için yeni bir dönem olan çok partili sisteme geçmek adına bir basamak olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Dönemin şartları göz önüne alındığında bu takririn sahiplerinin yeni bir parti kurmak üzere CHP’den ayrılmaları beklenmeyen bir gelişme olmayacaktı (Ünal, 1994: 207). 1946’da yapılan olağanüstü CHP kurultayında, tek dereceli seçim sistemine geçilmesinin benimsenmiş olduğunu ayrıca, cemiyet ve parti kurmada sınıf esasına dayanan maddenin kaldırılma kararı alındığından daha önce söz etmiştik. Bunlara ilaveten kurultayda, parti genel başkanının dört yıllık bir süre için büyük kurultay tarafından seçilmesi karar alındı. Partinin değişmez genel başkanı İsmet İnönü’dür ifadesindeki değişmez kelimesi çıkartılmıştır (Toker, 1990: 103-106). 13 Kasım 1947’de CHP yedinci kurultayı Ankara’da toplandı. Bu kurultayın siyasetin dinamiklerini değiştirmesi açısından önemi büyüktür. Cumhurbaşkanı ve Parti Genel Başkanı İnönü konuşmasında, idarenin siyasi partilere olan mesafesinin eşit ve tarafsız olması gerektiğinin altını çizdi. Basın özgürlüğü, Polis Yasası, Yargı Örgütü, Seçim Yasası, Memurlar Yasası gibi demokratikleşmenin önünde engel olarak duran düzenlemelerin de muhalefetle beraber, ortak fikirler ve memleket menfaatleri gözetilerek yapılacak çalışmalar ile demokrasiye uygun hale getirilmesinin gereğinden söz etti. Ayrıca kurultayda parti genel başkanlığının, bütün yetki ve sorumluluğunun parti genel başkan vekiline ait olması kararı alındı. Bu karar parti genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması konusunda atılmış ciddi bir adımdır (Albayrak, 2004: 124-125). Bu kongre içindeki tartışmalara bakıldığında CHP’nin homojen bir parti olmadığı ortaya çıkacaktır. Parti içinde devrimciler, ılımlılar ve tutucular olmak üzere üç grup belirmişti. Ayrıca ilkeler özellikle laiklik ve devletçilik günün liberal ortamında yeniden tanımlanması konusunda talepler gündeme gelmiş ve ciddi tartışmalar da yaşanmıştır (Torun, 2006: 241-246). Kurultayın ardından Şubat 1948’de Hükümet, polisin görev ve yetkilerindeki 18. Maddeyi (olağanüstü hallerde, bu durum ortadan kalkana kadar polise şüphelileri nezarette tutma ve genel ve özel araçlara mülki idare amirinin emri ile el koyma hakkı) kaldırma, ilahiyat fakültesi kurma ve ilkokullarda isteğe bağlı din dersi okutulması kararını aldı. 4 Mayıs 1949’da ise İstiklal Mahkemeleri Yasasını yürürlükten kaldırdı (Ahmad ve Turgay Ahmad, 1976: 40-54). Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 71 Sonuç Türkiye’nin tek parti yönetiminden demokrasiye geçişini, siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerle birlikte Cumhuriyet’in temelinde var olan ideoloji sağlamıştır. Atatürk’ün ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliğini yaptığı dönemden itibaren, demokrasiye olan inancı, Türkiye’yi dünyadaki diğer tek parti yönetimlerinden ayıran en önemli kıstas olmuştur. Bunun en açık kanıtı da Büyük Önder’in vefatına kadar olan sürede yaşanan çok partili demokrasiye geçiş denemeleridir. Partilerin kurulması için gerekli zeminin hazırlanması ve desteklenmesi, demokrasinin en önemli şartlarından olan katılımın sağlanması adına kadınların da seçme ve seçilme hakkına sahip olmaları bu yönde atılmış önemli adımlardır. Dönemin şartları ve gereklilikleri nedeni ile yaşanan bu deneyimler istenen sonuca ulaşmasalar da Atatürk’ün ideali olan demokratik Cumhuriyet fikri 1950’de iktidarın sorunsuz ve olaysız geçen seçimler sonunda el değiştirmesine kadar CHP tarafından daima hedefte tutulmuştur. Halk partisi iktidarda olduğu yıllar içinde daima demokratik ideallere bağlı olduğunu, ancak dönemin zor şartları içinde demokrasi için yeterli ortamın bulunmadığından dolayı tek parti iktidarının süregeldiğini her fırsatta dile getirmişti. 1946’de DP’nin kurulması ile başlayan çok partili dönemin ilk yıllarında iktidar ve muhalefet ilişkileri sık sık gerilmiştir. Bunun en belirgin nedenlerinden biri, DP’nin varlığını sürdürebilme refleksi ile CHP iktidarının karşısında sürekli eleştirel bir tavır alması olmuştur. Öte yandan CHP her ne kadar çok partili hayata geçişin mücadelesini vermiş olsa da uzun yıllara dayanan tek parti olmanın verdiği alışkanlıkla, muhalefetin eleştirileri karşısında sert çıkışlar yapmıştır. 1950 seçimlerine genelde gergin devam eden iktidar-muhalefet ilişkileri zaman zaman Cumhurbaşkanı İnönü’nün çabaları ile dengelenmiş ve normalleştirilmiştir. 1950 yılına kadar olan bu döneme iki parti arasında yaşanan gerginlikler, demokratikleşme adına çıkarılan yasalar ve yapılan yasa değişiklikleri ile ülkenin içinde olduğu zor ekonomik koşullar damgasını vurmuştur. 1950 yılında seçim sürecine girildiğinde her iki parti de seçim bildirgesini yayınlamıştı. DP seçim bildirisinde CHP’yi izlediği politikalardan ötürü eleştirerek, daha fazla özgürlük, refah ve hak vaat ediyordu. İşçiye grev hakkı verileceği, basının önündeki tüm engellerin kalkacağı, anti- demokratik yasaların kaldırılacağı ve değiştirileceği belirtilerek “söz milletindir” sloganı ile bildiri son buluyordu (Çavdar, 2008: 17-19. CHP ise halkın refah düzeyini yükseltecek hedeflerini vurguladı. Devletçi ekonominin kurallarının esnetileceği ve özel mülkiyetin ön planda olacağının sözünü vermişti. Ayrıca yabancı sermayenin ülke ekonomisine katılacağını vergi reformundan 72• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ yapılacağını ve paranın değerinin korunacağı vaadinde bulundu. Anayasadan tek parti yönetimini destekleyen maddelerin çıkarılacağının da altı çizildi (Altaş, 2011: 54). Seçim sonuçları herkes için çok şaşırtıcı ve beklenenin dışında olmuştu. Türkiye genelinde, DP oyların 4.241.393’nü alarak %52.68 oran ile ilk sırada yer aldı. CHP, 3.176.561 oy ve %39.45 de kaldı. Bağımsızlar 383.282 oy alarak %4.76 paya sahip oldular. MP ise 250.414 oy ve %3.11 oranı ile son sırada kaldı ( TBMM, http://www.tbmm.gov.tr/develop/ owa/secim_sorgu.secimdeki_partiler?p_secim_yili=1950). Alınan oy oranlarına göre 487 milletvekilliğinden, 415 tanesini DP, 69’nu CHP, 3’nü bağımsızlar ve 1’ni de MP aldı. Sonuçların bu kadar farklı çıkması benimsenen çoğunluk sisteminin doğal neticesiydi. Bu sistem demokratik iradeyi TBMM’ye yansıtmaktan uzaktı çünkü küçük partilere hiç şans tanımıyordu (Velidedeoğlu, 1974: 159-161). Demokrat Parti’nin mutlak zaferi ile sonuçlanan seçimler, hem CHP’de hem de DP’de şaşkınlık ile karşılandı. DP kazanacağına inansa da böylesine bir fark beklememekle beraber, CHP’de hezimet denilebilecek bir yenilgiyi aklına getirmemişti (Toker, 1990: 25). Yurt dışında seçim sonuçlarına verilen tepkiler çok olumlu olmuştu. Türkiye’nin batı demokrasileri yanında yer aldığı ve demokrasinin temellerinin sağlamlaştırıldığı vurgusu yapıldı. Seçim sonuçları Atatürk’ün demokratik Türkiye hedefini gerçekleştirmişti. Ayrıca gerçekleşen bu hedefin, İnönü’nün çabalarının bir sonucu olduğu ve bu kadar genç bir cumhuriyet için gelinen noktanın taktire şayan olduğu ifade edilmişti (Giritlioğlu, 1965: 253255). 1876, 1908 ve 1923 devrimleri ile kıyaslandığında, 23 yıllık tek parti iktidarının 4 yıllık bir muhalefet sonrasında el değiştirmesi ve bu değişimin en kritik süreci ve en son noktası olan seçimlerde gösterilen hassasiyet Türk demokrasisi adına kazanılmış bir zafer olarak tarihe geçti. CHP hükümeti serbest ve barış içinde bir seçim yürütmüştü. Dünya genelinde tek partilerin yönetim süreçleri sonunda Türkiye’de ki gibi bir geçiş olmamıştır. Türkiye’de tek parti yönetimi milli mücadelenin başından beri amaç değil demokrasi kurma aracı olmuş ve geçiş süreci sağlamıştır. Demokratikleşme yolunda büyük bir adım atılmış ve iktidarın sivil otoritelerin kontrolünde değişmesi sağlanmıştı. Çok Partili Hayatın İlk Yıllarında Demokrasi Uygulamaları • 73 Kaynakça : Ahmad, Feroz, Bedia Turgay Ahmad, (1976) Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi. İstanbul. Akandere, Osman (1998). Milli Şef Dönemi Çok Partili Hayata Geçişte Rol Oynayan İç ve Dış Tesirler. İstanbul. İz .Yayınları. Akşin, Sina (2010). İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele. İstanbul. İş Bankası Kültür Yayınları. Albayrak, Mustafa (2004). Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960). Ankara. Phoenix Yayınevi. Altaş, Sedat (2011). Demokrat Parti’nin İktidar Mücadelesi Çarıklı Demokrasi. İstanbul. İkinci Adam Yayınları. Aydemir, Şevket Süreyya (1973). İhtilalin Mantığı. İstanbul. Remiz Kitapevi. Çavdar, Tevfik (2008). Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1950’den Günümüze. Ankara. İmge Yayınları. Demirel, Ahmet (2013). Tek Partinin İktidarı, Türkiye’de Seçimler ve Siyaset (1923-1946), İstanbul. İletişim Yayınları. Eroğul, Cem (2003) Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi. İstanbul. İmge Yayınları. Giritlioğlu, Fahir (1965). Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisinin Mevkii. Ankara. Ayyıldız Matbaası. Günal, Erdoğan (2009).Türkiye’de Demokrasinin Yüzyıllık Serüveni. İstanbul. Karakutu Yayınları. Kaştan, Yüksel (2006). “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Partili Dönemden Çok Partili Döneme Geçişte Chp’nin Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler (1938-1950)”. Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi. 8 (2): 130 http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/VIII1/ykastas.pdf / erişim tarihi 20.05.2014. Koçak, Cemil (2012). Türkiye’de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları 1945-1950 İktidar ve Demokratlar. İstanbul. İletişim Yayınları. Kuyaksil, Ali (1994). Türkiye’de Yönetimi Yeniden Düzenleme Çalışmaları Çok Partili Dönem (1945-1963). İstanbul. Der Yayınevi. Shaw, Stanford Ezel Kural Shaw (1983). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C.II., çev: Mehmet Harmancı. İstanbul. E yayınları. Tanör, Bülent (2002) Kurtuluş Kuruluş. İstanbul. Çağ Yayınları. TBMM.http://global.tbmm.gov.tr/docs/secim_sonuclari/secim3_tr.pdf/ 15.05.2014. erişim tarihi 74• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ TBMM.http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/secim_sorgu.secimdeki_partiler?p_secim_yi li=1950/erişim tarihi 15.05.2014. Toker, Metin (1990). DP’nin Altın Yılları 1950-1954. Ankara. Bilgi Yayınları. Torun, Esma (2003) Sivas’tan Büyük Kongreye Cumhuriyet Halk Partisi. Kocaeli. Kocaeli Üniversitesi Yayınları. Torun, Esma (2006). Türkiye’de Kültürel Değişimler- İç ve Dış etkenler-(1945-1960). Antalya. Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları. Tunaya, Tarık Zafer (1984). Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi 1908-1918. İstanbul. Hürriyet Vakfı Yayınları. Tunaya, Tarık Zafer (1989). Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki. İstanbul. Hürriyet Vakfı Yayınları. Turan, Şerafettin (1992). Türk Devrim Tarihi, Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti’ne. Ankara. Bilgi Yayınları. Turan, Şerafettin (1995). Türk Devrim Tarihi, Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye, 1. Bölüm. İstanbul. Bilgi Yayınları. Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet (1974). Türkiye’de Üç Devir. İstanbul. Sinan Yayınları. Yeşilçayır, Neşe. “Çok Partili Döneme Geçişte Türk Basını” . http://atam.gov.tr/wpcontent/uploads/05-nese-yesilcayir.pdf. erişim tarihi 20.05.2014. Yılmaz, Ensar (2008). Yayıncılık. Türkiye’nin Demokrasiye Geçiş Yılları 1945-1950. İstanbul. Birey Yücel, M. Serhan (2001). Demokrat Parti. İstanbul. Ülke Kitapları. Zürcher, Erık Jan (1993).Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (Çev;Y.Saner Gönen) . İstanbul. İletişim Yayınları. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 75 - 84 Cengiz BAYDAN ∗ Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişlik Özet Kamu sektöründe çalışanların yoğun iş yükü, çalışma süresi ve koşulları, kaynak yetersizliği, üstlerle ve akranlarla yaşanan çatışmalar, iş-yaşam dengesinin ayarlanamaması, maddi olanakların yetersizliği gibi nedenlerle çoğu zaman tükenmişlik semptomları sergiledikleri bilinmektedir. Maslach’a göre tükenmişlik; “Kişisel, sosyal ve örgütsel nedenlerle insanlarla çalışan bireyler arasında ortaya çıkan duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı azalması” anlamına gelmektedir. Mevcut çalışmada tükenmişlik kavramı, bu kavramın boyutları, nedenleri, belirtileri ve sonuçları üzerinde durulduktan sonra kamu kesimi çalışanlarında tükenmişlik ile ilgili gerek yurtiçi gerek yurtdışında yapılan araştırmalara değinilecektir. Dolayısıyla çalışmada; “kamu sektöründe çalışanların tükenmişlik sendromu ile ilgili ne kadar ilişkili olduğu belirlenmeye çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Tükenmişlik, Maslach, Kamu Sektörü. GİRİŞ İletişim ve bireyler arası ilişkiler bağlamında her gün biraz daha köy haline gelen dünyamızda bireyler ekonomik ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla daha yoğun ve fakat daha az doyumun olduğu işlerle uğraşmak zorunda kalmaktadır. İş yoğunluğunun ve mekanik ilişkilerin arttığı, iş, yaşam, evlilik vb. doyumların azaldığı davranış örüntüleri daha sıklıkla sergilenmektedir (Kaya, 2010) Çağımızda özellikle büyük kentlerde teknolojik gelişmenin getirdiği değişimleri yaşayan birey, bu gelişmenin yarattığı evrensel çatışmaların, gelişmelerin olumsuz etkisiyle zorlanırken, yaşadığı çevrenin doğal, toplumsal kaynaklı zararlı etkenlerini de yüklenmek zorunda kalmıştır (Şanlı,2006). Modern çağın sorunlarından biri haline gelen stres devamında Tükenmişlik kavramını da literatürümüze sokmuştur. Çalışma yaşamında görülebilen çeşitli olumsuz etmenler çalışanların iş verimini, sağlığını ve sosyal yaşantısını etkilemekte, bu etkilenim de çalışanların iş doyumunda azalmaya ve tükenmişlik sendromunun oluşmasına neden olabilmektedir (Özbek ve Girgin, 1993). Kamu sektöründe çalışanların yoğun iş yükü, çalışma süresi ve koşulları, kaynak yetersizliği, üstlerle ve akranlarla yaşanan çatışmalar, iş-yaşam dengesinin ayarlanamaması, maddi olanakların yetersizliği gibi nedenlerle çoğu zaman tükenmişlik semptomları sergiledikleri bilinmektedir. Maslach’a göre tükenmişlik; “Kişisel, sosyal ve örgütsel nedenlerle insanlarla çalışan bireyler arasında ortaya çıkan duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı azalması” anlamına gelmektedir. ∗ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ABD, Yönetim Bilimleri Yüksek Lisans öğrencisi, [email protected] 76• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Mevcut çalışmada tükenmişlik kavramı, bu kavramın boyutları, nedenleri, belirtileri ve sonuçları üzerinde durulduktan sonra kamu kesimi çalışanlarında tükenmişlik ile ilgili gerek yurtiçi gerek yurtdışında yapılan araştırmalara değinilecektir. Dolayısıyla çalışmada; “kamu sektöründe çalışanların tükenmişlik sendromu ile ilgili ne kadar ilişkili olduğu belirlenmeye çalışılacaktır. 1.1. Tükenmişlik 1.1.1. Kavram Tükenmişlik kavramı ilk olarak 1974 yılında psikanalist Herbert Freudenberger tarafından ortaya atılmıştır. Freudenberger (1974) tükenmişliği, insanların fazla çalışma sonucunda sorumlu olduğu işin gereğince yapamama durumuna gelmesini ifade eden duygusal tükenme durumu olarak tanımlamıştır. “Staff Burn-Out” isimli makalesinde “başarısız olma, yıpranma, güç ve enerjinin azalması veya karşılanamayan istekler sonucu bireyin iç kaynaklarında tükenme durumu” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdan hareketle iş yerinde başarısızlık enerji yoksunluğuna, bunun da bireyin sorumlu olduğu işine karşı duyarsızlaşması diyebiliriz. Tükenmişlik, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olan bireylerde görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde tanımlayan Maslach ise bu kavramın en popüler teorisyenlerinden biridir (Maslach ve Jackson, 1981:99). Maslach’ın geliştirmiş olduğu ölçekle literatürde en bilinen Maslach Tükenmişlik Ölçeği (Maslach Burnout Inventory Manual) ile bu kavramın yaygınlaşmasına ve çalışanlar üzerinde araştırma yapılabilmesine katkısı büyük olmuştur. Tükenmişlik hissi içerisinde olan çalışanlar, mesleğin ve işin gereklerini yerine getiremez duruma gelmektedirler. Tükenmişlik, bireyler kadar örgütler üzerinde de olumsuz sonuçlar yaratan bir durumdur. (Arı ve Bal, 2008) 1.1.2. Boyutları Freudenberger (1974) tükenmişliğin sadece duygusal tükenmişlik boyutunu tanımlarken, Maslach ve Jackson (1981) tükenmişliği; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve azalan kişisel başarıdan oluşan üç boyut altında incelemiştir. + Duygusal Tükenme + Duyarsızlaşma - Kişisel Başarı Şekil 1 (Polatcı ve Ardıç, 2008) 1.1.2.1. Duygusal Tükenme Duygusal tükenme, tükenmişliğin ilk boyutunu oluşturmaktadır. Tükenmişlik öncelikle bireyin duygusal kaynaklarını tüketmesi ile ortaya çıkmakta ve kişinin duygusal anlamda tükenmesi ile sonuçlanmaktadır (Maslach ve Jackson, 1981). Kişinin yaptığı iş nedeniyle aşırı yüklenilmesi ve tüketilmiş olma duyguları ve bitmiş duygusal kaynakların ve enerji eksikliğinin hissedilmesi şeklinde tanımlanmıştır. Bu şekilde çalışanlar, psikolojik bir durum içinde kendilerini işe verme noktasında yetersiz hissederler (Lingard, 2003: 70). Duygusal yönden yoğun bir çalışma temposu içinde bulunan birey, kendini zorlamakta ve diğer insanların duygusal talepleri altında ezilmektedir. Duygusal tükenme bu duruma bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır (Maslach ve Jackson, 1981). Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişlik • 77 1.1.2.2. Duyarsızlaşma Kişinin bakım ve hizmet verdiklerine karşı, duygudan yoksun biçimde tutum ve davranışlar sergilemesini içermektedir. Bu davranış katı, soğuk ve ilgisiz şekillerde kendini belli eder. Duygusal tükenme yaşayan kişi, kendisini diğer insanların sorunlarını çözmede güçsüz hisseder ve duyarsızlaşmaya bir kaçış yolu olarak kullanır. İnsanlarla olan ilişkilerini işin yapılabilmesi için gerekli olan en az düzeye indirir (Maslach ve Jackson, 1981). Maslach’a göre bu boyut en problemli boyut olarak görülmektedir (Kaya, 2010). Duyarsızlaşma, Maslach tarafından hizmet verilen kişilere karşı uzaklaşma, insandan çok nesnelermiş gibi muamele etme eğilimi, hatta insancıl olmayan bir yanıt olarak tanımlanmıştır. Uzaklaşmanın artmasıyla, diğerlerinin gereksinmelerine aldırış etmeyen bir tutum ve duygularına aldırmama durumu meydana gelmektedir (Garden, 1987). 1.1.2.3. Azalan Kişisel Başarı Bu kavram “kişinin kendisini olumsuz değerlendirme eğiliminde olması”nı ifade etmektedir (Maslach,2003). Maslach tükenmişlik modelinin üçüncü ve son boyutudur. Kişinin içindeki yeterlilik ve başarı duygularını tanımlar. Kişisel başarı eksikliği kişinin kendini olumsuz değerlendirme eğilimi, kendini yeterli bulmama olarak tanımlanır. Çalışanlar duygusal anlamda kendilerini işlerine verememekte, içinde başarısız olduğu düşüncesiyle tatminsizlik duymakta ve iş dışı faaliyetlere yönelmektedir (Ergin, 1996). 1.1.3. Nedenler/Kaynaklar Tükenmişliğin oluşmasında, bireysel ve örgütsel pek çok faktör etkili olmaktadır. Tükenmişlik konusunda yapılan araştırma ve gözlemler sonucu tükenmişliğe etki ettiği tespit edilen bu faktörler, tükenmişliğin daha iyi tanınması ve tükenmişlik ile başa çıkılmasını sağlaması açısından önemlidir (Beşyaprak,2012). Farklı kişilikteki insanların, tükenmişliğe sürükleyecek faktörlerin hâkim olduğu bir örgüt ortamında farklı şekilde etkilenir. Tükenmişliğin yaşanma sıklığı ve derecesinde bireysel farklılıklar saptanmıştır. İncelemeler tükenmişliğin bireysel düzeyde yaşanan bir olgu olduğunu; olumsuz bir duygusal yaşantıyı içerdiğini ve kronik, kesintisiz süren bir duyguya dayandığını göstermektedir. Bireyin ortama getirdiği özellikler tükenmişlikte önemli rol oynamaktadır. Bu durum, neden bir kişi iş yerinde tükenmişlik yaşarken diğer bir kişinin aynı iş yerinde tükenmişlik yaşamadığını açıklamaktadır (Dolu, 1997). 1.1.3.1. Bireysel Faktörler Tükenmişliğin yaşanma sıklığı ve derecesinde bireysel farklılıklar saptanmıştır. İncelemeler tükenmişliğin bireysel düzeyde yaşanan bir olgu olduğunu; olumsuz bir duygusal yaşantıyı içerdiğini ve kronik, kesintisiz süren bir duyguya dayandığını göstermektedir (Dolu, 1997). Çalışanların kişilik yapılarının, tükenmişlik yaşama olasılıkları üzerinde önemli etkisi vardır. Kişilik yapısı açısından idealist, mükemmeliyetçi, amaç odaklı, mücadeleci, rekabetten hoşlanan, kaybetmeyi sevmeyen, çevrelerine karşı öfkeli ve saldırgan davranışlar sergileyen, eleştirici, aceleci, verilen işleri zamanında bitirme gayretinde olan, sözüne sadık, sorumluluk sahibi, kişisel çıkarlarını her şeyden üstün tutan, hızlı hareket eden ve hızlı konuşan bireyler, yaşamlarını şans ve kader gibi dışsal faktörlerin yönettiğini düşünenler, karşılanması zor beklentileri olan, öz yeterliliğe sahip olmayan bireyler ve empati kuramayan bireyler daha fazla tükenme riski altındadırlar (Beşyaprak,2012). Biz bu çalışmada tükenmişliğin, bireysel faktörlerden ziyade örgütsel faktörler açısından nedenlerini irdelemeye çalışacağız: 78• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 1.1.3.2. Örgütsel Faktörler Tükenmişlik kavramının ilk kez tanımlandığı yıllarda, tükenmişliğin daha çok “bireysel özellikler kaynaklı” bir sorun olduğu kabul görmüştür. Bu geleneksel bakış açısına göre, sorun bireydedir ve çözüm bireyin sorunlarını ortadan kaldırmak ya da bireyden kurtulmaktadır. Ancak ilerleyen yıllarda yapılan çalışmalarda tükenmişliğin sadece birey odaklı bir sorun olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu görüşe göre; tükenmişlik bireysel değişkenlerden çok, meslek ve iş ortamı ile ilgili değişkenlerden etkilenen “örgütsel faktörler kaynaklı” bir sorundur (Beşyaprak, 2012). Maslach ve Leiter (1997), bireyin iş çevresindeki altı faktörü çalışma alanları olarak tanımlamış ve bu faktörler açısından birey ve işi arasındaki uyum veya uyumsuzluğu konu alan bir model oluşturmuşlardır. Bu model; tükenmişlik olgusunu, “iş talepleri ile işi yapan bireylerin ihtiyaçları arasında temel bir uyuşmazlıktan kaynaklanan ve yavaş yavaş gelişen bir süreç” olarak tanımlamaktadır. Modele göre tükenmişlik sendromunun artı ve eksi uçları vardır. İşin talepleri ile işi yapan bireylerin ihtiyaçları arasındaki fark ne kadar büyükse, başka bir deyişle birey ile işi arasındaki uyumsuzluk ne kadar fazla ise, tükenme olasılığı o kadar yüksektir. Aksi taktirde uyum ne kadar fazla ise, işle bütünleşme olasılığı da o kadar fazla olacaktır (Maslach, Schaufeli ve Leiter, 2001). 1.1.3.2.1. İş Yükü Çalışma hayatının temel alanlarından biri olan iş yükü “belirli bir zamanda, belirli kalitede yapılması gereken iş miktarı” şeklinde tanımlanabilir. İş yükü örgüt açısından verimliliği, bireysel açıdan ise işi yapmak için harcanan zaman ve enerjiyi ifade etmektedir (Beşyaprak, 2012). Maslach ve Leiter (1997) modelinde, sadece gereğinden fazla iş yükü değil, aynı zamanda gereğinden az iş yükünün de birey üzerinde stres oluşturduğu belirtilmiştir (Ardıç ve Polatcı, 2009). Birey ile iş arasında iş yükü açısından bir uyum varsa bireyin yaptığı iş, belirli bir düzene sahiptir. Ancak iş ne bireyi yoracak ve kapasitesini zorlayacak kadar fazla, ne de onu boş bırakıp sıkılmasına neden olacak kadar azdır. Birey ile iş arasında iş yükü açısından uyum sağlandığında bireyler işlerini severek yaparlarken, kendilerini mesleki açıdan geliştirerek bireysel kariyerlerini de planlamaktadırlar (Beşyaprak,2012). Birey ve iş arasındaki iş yükü açısından uyumsuzluk genellikle tükenmişliğin temelindeki bitkinliğe (duygusal tükenmeye) neden olmaktadır (Ardıç ve Polatcı, 2009). 1.1.3.2.2. Kontrol Bireyin iş üzerinde sahip olduğu “seçim yapma, karar verme, sorun çözme ve sorumluluklarını yerine getirme olanağı” kontrol olarak tanımlanmaktadır. Birey ve işi arasında kontrol açısından uyum, bireyin işi üzerinde sahip olduğu kontrolün yine işi üzerinde sahip olduğu sorumlulukla örtüşmesi durumunda ortaya çıkmaktadır (Beşyaprak,2012). Kontrol konusundaki birey ve iş uyumsuzluğu, bireylerin işleri için gerekli kaynaklar üzerinde kontrol sağlayamamaları veya işin yapılış şekli konusunda karar verme yetkisine sahip olmamaları durumunda ortaya çıkmaktadır. Kontrol açısından yaşanan uyumsuzluk, tükenmişliğin kişisel başarıda düşme boyutu ile ilişkilidir (Maslach, Schaufeli ve Leiter, 2001). 1.1.3.2.3. Ödüller Ödül, bireyin örgüte yaptığı katkılara karşılık olarak maddi veya manevi açıdan takdir edilmesidir. Başarılı bir ödüllendirme sistemi, bireylerin işe yaptıkları katkıların fark edildiğinin ve değerli bulunduğunun göstergesidir (Leiter, 2003). Bireyler elde ettikleri, beklentileriyle uyumlu ödüller neticesinde kendilerinin örgüt için anlamlı ve önemli olduğuna Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişlik • 79 inanırlar (Beşyaprak,2012). Birey ile iş arasında ödül açısından uyumsuzluk; bireyin işiyle ilgili konularda kurumuna sağladığı katkı karşılığında herhangi bir ödüllendirmenin olmaması veya eksik olması durumunda ortaya çıkmaktadır. Birey yaptığı işten dolayı elde etmesi gerektiğini düşündüğü ödülleri elde edemiyorsa, sağladığı katkıların örgüt tarafından göz ardı edildiğini düşünür, bu da onun motivasyon ve performansının düşmesine neden olur. Ödüllerin yetersizliği bireylerde işe yaramadıkları duygusunu geliştirdiğinden, bu konudaki uyumsuzluk, tükenmişliğin kişisel başarıda düşme boyutuyla ilişkilidir (Maslach, Schaufeli ve Leiter, 2001: 414). 1.1.3.2.4. Aidiyet Tükenmişliğe etki eden çalışma hayatı alanlarının dördüncüsü aidiyet duygusudur. İnsanlar bir topluluğa ait olma ve diğer bireylerle yakın ilişki kurma ihtiyacı hissederler. Bu tür gereksinimlerin tatmin edilmesi, kişinin sosyal yönden belirli bir doyuma ulaşmasını ve çalışma güdüsünün artmasını sağlar. Birey ile iş arasında aidiyet açısından uyumsuzluk; bireyin iş arkadaşlarıyla pozitif iletişimi yakalayamaması veya kaybetmesi sonucuna neden olmaktadır (Beşyaprak, 2012). Aidiyet açısından uyumsuzluk yaşayan birey kendisini geri planda, yalnız ve çevreden soyutlanmış hisseder ve diğerleriyle aktif bir çatışma içerisine girer (Leiter, 2003). 1.1.3.2.5. Adalet Adalet kavramı, “örgütün herkes için tutarlı ve eşit kurallara sahip olması” anlamına gelmektedir. Bir örgütte adaletin varlığından söz edilebilmesi için örgütün herkes için tutarlı ve eşit kurallara sahip olması gerekmektedir (Beşyaprak, 2012). Birey ile iş arasında adalet açısından uyumsuzluk; örgüt çalışanlarının örgüt için önemli olan kararların, güçlü birey ve kliklerin (küçük örgütsel gruplardır) çıkarları doğrultusunda alındığını düşünmelerini ifade eder. İş yükü ile ilgili eşitsizlikler, tarafların çıkarları doğrultusunda karar verilmesi, üst yönetimin değerlendirme ve terfileri doğru ve eşit yapmaması örgüt içi adaletsizliğe örnektir. Diğer yandan, anlaşmazlık ve çatışmalarla ilgili prosedürler, tarafların eşit bir şekilde kendilerini savunmalarına izin vermediğinde de, adaletsizlik ortaya çıkmaktadır (Beşyaprak, 2012). 1.1.3.2.6. Değerler Değer, en yalın haliyle, “hangi tür davranışların iyi, doğru ve arzulanan olduğunu belirten, paylaşılan ölçüt veya fikirler” olarak tanımlanabilir. Buna göre bir değer, belirli bir davranış tarzının veya yaşama amacının bir diğerine göre üstün olduğu yönündeki tutarlı ve derin inançtır (Beşyaprak, 2012). Birey ile iş arasında değerler açısından uyumsuzluk; örgütün yapısındaki bazı özelliklerin, bireyin beklentileriyle ters düşmesi durumunda ortaya çıkmaktadır. Uyumsuzluk, örgütün sunduğu hizmetlerle, dış dünyayla etkileşimiyle ve çalışanlarına davranış şekliyle ilgili olabilir. Değerler açısından birey ve iş arasındaki uyumsuzluk, tükenmişliğin her üç boyutuyla da ilişkili bulunmuştur (Beşyaprak, 2012). Sonuç olarak eğer bu altı alanda uyum sağlanırsa, bu uyumdan doğacak sinerji tükenmişlik yaşanmasına izin vermeyeceği gibi, tükenmişliğin tam tersi özelliklere sahip olan ve örgütsel başarı için çok önemli sayılabilecek işle bütünleşmeyi sağlayacaktır (Ardıç ve Polatcı, 2009). 1.1.4. Belirtiler Günümüzün gittikçe, karmaşıklaşan iş dünyasında tükenmişlik küçük sinyaller vererek başlar. Tükenmişlik, yavaş ve sinsice başlayan, ortaya çıkışı ne kadar ani de olsa, sürekli gelişen, kronik bir olgudur (Maslach, Schaufeli ve Leiter, 2001). Tükenme yavaş ve 80• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ sinsice başlamasına rağmen, ortaya çıkışı anidir. Bazen çok seyrek de olsa herhangi bir olay olmadan birden bire ortaya çıkabilse de genelde tükenme durumuna gelmeden kısa bir süre önce, kişiyi zorlayacak travmatik bir olay örüntüsü (baskı, aileden birinin hastalığı, ayrılık, ölüm vb.) yaşanır (Tümkaya,1996). Tükenmişlik oluşmaya başladığı andan itibaren çalışanlarda fiziksel şikâyetler, ruhsal sıkıntılar ve çevresindeki kişiler tarafından da açıkça gözlenebilen davranış değişiklikleri ortaya çıkar. Tükenmişlik belirtileri incelendiğinde tükenmişliğin fiziksel şikâyetlerle başladığı, çalışanların çeşitli duygusal sorunlar yaşadıkları, bireysel veya iş ortamında oluşan sorunlara zamanında müdahale edilmediği takdirde problemlerin kronikleştiği, davranışlarının olumsuz yönde etkilendiği ve sonuçta kişiler arası ilişkilerin bozularak yaşam biçiminin olumsuz olarak etkilendiği belirtilmiştir (Pines, 2002). 1.1.5. Sonuçlar Tükenmişliğin sonuçlarının neler olduğu araştırıldığında, çeşitli bilgilerle karşılaşılmıştır. Tükenmişliğin belirtileri olarak ifade edilen çeşitli faktörler tükenmişliğin sonuçları olarak da ifade edilmektedirler. Tükenmişliğin bireylerde fiziksel, duygusal ve iş yaşamını etkileyen bazı sonuçları olduğu görülmüştür. Tükenmişlik yaşayan insanların çok karmaşık duygular yaşadığı bunun sonucu olarak birçok davranış bozukluğu gösterdiği saptanmıştır (Torun, 1997). Bu kapsamda, işi savsaklama, aksatma, hastalık nedeniyle işe gelmemede artış, işe geç gelmedeki artış, işi bırakma eğilimi ya da niyetindeki artış, insan ilişkilerinde uyumsuzluk, eş ve aile bireylerinden uzaklaşma şeklindeki sonuçlardan söz edildiği görülmüştür. Tükenmişlik geniş bir sosyo-ekonomik etkiye sahiptir. Birçok meslek sahibi tükenmişlik nedeniyle mesleklerinden erken bir şekilde emekli olmaktadırlar. Tükenmişlik sonucunda iş günü kayıpları ve üretimde azalma belirgindir. Ayrıca bireyin kişilerarası ve aile ilişkilerinde zararlı etkiler yaratabilir ve yaşama karşı olumsuz tavır geliştirmesine neden olabilir (Çam, 1995). Tükenmişlik yaşayan bireylerin birçok davranış bozukluğu gösterebilmektedir. Yapılan araştırmalarda tükenmişlik yaşayan bireylerin doğru olmayan şekilde sakinleştirici, uyuşturucu, sigara ya da alkole yöneldikleri tespit edilmiştir (Siliğ, 2003). Yine bu bireylerde genellikle yanlış beslenme alışkanlığından dolayı sağlık sorunları görülebilmektedir. Duygusal baskı altındaki birey, sık olarak öğünlerini atlayabilmekte veya yemek molalarını, işlerini yetiştirmeye çalışmakla geçirebilmektedir (Kervancı, 2013). 1.2. Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişliğe Yaklaşımlar Emniyet teşkilatında tükenmişlik düzeylerinin incelendiği bir çalışmada, genel olarak duygusal ve kişisel başarı şeklindeki tükenmişlik alt boyutlarında orta düzeyde, duyarsızlaşma şeklindeki tükenmişlik alt boyutunda ise düşük düzeyde bir tükenmişlik yaşadıklarını gözlemlemiştir. Unvanlarına ve mesleği yapıyor olma nedenlerine göre emniyet görevlileri arasında duygusal ve kişisel başarı şeklindeki tükenmişlik puanları arasında anlamlı fark saptanmıştır. Üstlerinden takdir görme durumuna göre emniyet görevlilerinin tükenmişlik puanları arasında duygusal ve duyarsızlaşma şeklindeki alt boyutlarında anlamlı fark bulunurken, kişisel başarı alt boyutunda anlamlı fark saptanmamıştır. Emniyet görevlilerini en çok rahatsız eden durumların başında ekonomik yetersizlik, üstlerinden memnuniyetsizlik ve siyasi müdahaleler gibi sorunların geldiği gözlenmiştir (Murat, 2003). İlkokul, ortaokul ve lise öğretmenlerinden toplam 720 öğretmen üzerinde yapılan bir çalışmada; Tükenmişlik, görülen psikolojik belirtiler ve başa çıkma davranışlarını erkek öğretmenlerin daha çok tükenmişlik yaşadıkları, medeni durum açısından fark olmadığı, öğrencilere yönelik tutumlar açısından daha çok dört yıllık yüksek okul yada fakülte mezunu Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişlik • 81 öğretmenlerin tükenmişlik gösterdikleri, okul tiplerine göre “görülen idari destek” alt ölçeğinde ilköğretim okullarında ve “öğrencilere yönelik tutumlar” alt ölçeğinde ise liselerde görev yapan öğretmenlerin daha fazla tükendikleri, “işe bağlı stresle başa çıkma” da müdür yardımcılarının en fazla tükendiği, hizmet süresi arttıkça iş doyumu ve öğrencilere yönelik olumlu tutumların da arttığı, öğretmenlerin tükenmişliklerinde branş açısından fark olmadığı, sosyo-ekonomik düzey arttıkça tükenmişliğin azaldığı, yaş ile ilgili faktörlerin sadece “somatizasyon” alt ölçeğinde önemli olduğu, eğitim düzeyi arttıkça olumsuz stres tepkilerinin azalmakta olduğu saptanmıştır (Tümkaya, 1996) Adana’da 2006 yılında yapılan bir çalışmada, polislerin tükenmişlik düzeylerini belirleyerek bazı demografik değişkenler (yas, cinsiyet, medeni durum, öğrenim durumu, rütbe, görev yaptıkları şube, mesleki kıdem, günlük çalışma sistemi, alınan takdir ve taltif, ekonomik durumlarını algılama) açısından farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiştir. 355 polisin katıldığı analizler sonucunda, örnekleme giren polislerin duygusal tükenmişlik düzeyinin, cinsiyet, görev yapılan şube ve ekonomik durumlarını algılamalarına; duyarsızlaşma düzeyinin cinsiyet, görev yapılan şube, günlük çalışma sistemi, mesleki kıdem ve ekonomik durumlarını algılamalarına; kişisel başarı duygusunda azalma düzeyinin ise yas, cinsiyet, takdir, taltif, görev yapılan şube ve mesleki kıdeme göre farklılık gösterdiği saptanmıştır. Rütbe, medeni durum, öğrenim durumuna göre tükenmişlik düzeyleri arasında anlamlı fark saptanmamıştır (Şanlı, 2006). Gaines ve Jermier (1983) Amerika’da görev yapan polis merkezlerindeki 169 polisin duygusal tükenmişliğini stres ve çeşitli değişkenler (kişisel özellikler, kişilerarası özellikler, örgütsel faktörler ve büro değişkenleri) açısından incelediği çalışmasında, polislerin medeni durumlarının ve mesleki deneyim sürelerinin tükenmişlik düzeyleri üzerinde etkisi olmadığı, birimler arasına göre araştırma biriminde çalışanların tükenmişlik derecelerinin masa başı görevi bulunanlardan daha düşük olduğu saptanmıştır. Meslekte ilerleme ve ücret değişkenlerinin ise, anlamlı yönde etkileyen en belirgin faktörler olduğunu göstermektedir. Alcorn ve Petrie (1997) Avustralya’da kadına yönelik tutum ve aile içi şiddeti 133 kadın ve 602 erkek polis üzerinde incelediği çalışmasında, polislerin insanlara hizmet veren diğer meslek çalışanlarına yakın düzeyde tükenmişlik yaşadıklarını ortaya koymuştur. Ancak, polislerin duyarsızlaşma alt boyutunda, insanlara hizmet veren diğer mesleklerdekinden daha yüksek, buna karşın kişisel başarı boyutunda ise daha düşük tükenmişlik bildirdikleri saptanmıştır. Kadın polislerin tükenmişlik düzeyleri duygusal tükenme ve duyarsızlaşma boyutlarında erkeklerinkinden farklılık göstermemiş ancak kişisel başarı boyutunda erkeklerden daha az tükenmişlik yaşadıkları belirlenmiştir. Kadın polisler, düşük rütbeli polisler ve az alkol kullananların diğer gruplardakilere göre daha olumlu davrandıkları tespit edilmiştir. Kop, Euwema ve Schaufeli (1999) 358 Hollanda polisi ile yaptıkları çalışmada özellikle polislerin yerine getirdikleri hizmet esnasında sivillerle olan ilişkilerinin karşılıklı olmaması (girdi-çıktı dengesinin olmaması) konusuna odaklanarak polis mesleğindeki stres kaynaklarını inceledikleri çalışmalarında, örgütsel stres kaynaklarının, görevle ilgili stres kaynaklarından daha yaygın olduğunu saptamışlardır. İnsanlara hizmet veren diğer meslek gruplarıyla karşılaştırıldığında, polisler Maslach Tükenmişlik Ölçeğinin her üç boyutunda düşük düzeyde duygusal tükenme, orta düzeyde bir duyarsızlaşma ve yüksek düzeyde kişisel başarı yaşadıkları görülmüştür. Polislerin tükenmişlik düzeyleriyle, sivillerle ve meslektaşlarıyla olan ilişkilerinde girdi ve çıktı dengesinin olmaması ile ilişki saptanmıştır. Tükenmişlik şiddet kullanmaya ilişkin tutumla ve memurun görevi sırasında şiddet kullanmasıyla pozitif yönde ilişkilidir. 82• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Euwema, Kop, Bakker (2004) tükenmişliğin, baskın davranışlarda azalma ile ilişkili olduğu ve bunun çatışma durumlarında daha etkin sonuçlara yol açabileceği düşüncesinden ve mesleklerin uygulanmasında tükenmişliğin sonuçlarına ilişkin bilgi eksikliğinden hareketle bu dinamikleri daha iyi anlamak amacıyla bir araştırma yapmışlardır. Bu çalışma polislere tükenmişlik ölçeğinin uygulanmasının yanı sıra sivillerle olan etkileşimdeki davranışlarının incelendiği birden fazla metot içeren tek araştırma özelliği taşımaktadır. Çalışmada, polislerin talep-ödül dengesizliği, mesleki tükenmişlikleri ve çatışma durumlarındaki davranışları baskın davranışlar ve verimlilik açısından incelenmiştir. Ölçekler aracılığıyla 358 Hollanda polisinin tükenmişliği ve ödüllendirme durumu incelenmiş ve buna ek olarak sivillerle olan etkileşimleri 122 gün boyunca gözlenmiştir. Araştırma sonuçları, talep-ödül dengesizliğinin tükenmişliğin (duygusal tükenme ve duyarsızlaşma boyutlarında) yordayıcısı olduğunu göstermiştir. Bulgulardan, azaltılmış başatlığın çatışma durumlarındaki mesleki davranış için olumlu sonuçlar doğurabileceği kanısına varılmıştır. Bu sonuçlara dayanılarak, bu tür durumlarda baskın davranışların azaltılmasının faydalı olduğu konusunun polis eğitiminde ele alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. Yukarıda belirtilen gerek yurt içi gerekse yurt dışında tükenmişlikle ilgili çalışmalarda değişik meslek elemanların tükenmişlik düzeylerine farklı değişkenler açısından etkileri araştırılmıştır (Kaya, 2010). Sonuç Kamu sektöründe çalışanların yoğun iş yükü, çalışma süresi ve koşulları, kaynak yetersizliği, üstlerle ve akranlarla yaşanan çatışmalar, iş-yaşam dengesinin ayarlanamaması, adaletsizlik, maddi olanakların yetersizliği gibi nedenlerle görülebilmesi mümkün olan tükenmişlik olgusunun kamu sektörü tarafından önemsenmesi gereken sosyal bir problem olduğu farkındalığına sahip olması gerekir. Zira tükenmişlik, bir kamu personelinde görülüyorsa bu şahsın kendi sorunu olmaktan öte bağlı bulunduğu kamu kurumun da sorunudur. Eğer kurumdaki bir bireyde tükenmişlik sendromu belirtileri görülüyorsa diğer çalışma arkadaşlarından da tükenmişlik sendromuna yakalanması muhtemeldir. Çünkü bir kamu görevlisi çalıştığı kamu kurumunun olumsuz ortamından kaynaklı tükenmişlik sorunuyla karşı karşıya kalmış olabilir. Dolayısıyla kamu örgütünün diğer çalışanlarının da gizli tükenmişlik sendromu diyebileceğimiz yani kurumun farkına varmadığı birçok personelinin bu duruma sahip olabileceği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir. “Sepetteki çürük elmalar araştırmacıların sepetin kendisini incelemeye yöneltmektedir” deyişi ise kamu örgütlerinin aynayı kendisine çevirmesini anlamlı bir şekilde örneklendirmiştir (Kırlangıç, 1995). Kurum olarak tükenmişliği önleme, ilk olarak personel seçimi ile başlar. Çeşitli kuruluşlar, mesleğinin ve yapacağı işlere haiz yani işe uygun olun bireyleri işe almalıdır. Kamu örgütlerinin verimli ve etkin bir şekilde görevlerini yerine getirebilmesi için tükenmişlikle mücadele adına; stresli iş saatlerini azaltmak, örgütsel esnekliği artırmak, kişisel gelişme ve eğitim olanaklarını artırmak, iş koşullarını iyileştirmek, kararlara katılımı artırmak, işteki monotonluğu azaltmak, çalışanın işle ilgili gerçekçi hedefler gerçekleştirmesini sağlamak gibi sayabileceğimiz birçok olumlu adımları atması gerekmektedir (Dalkılıç, 2014). Kamu Kesimi Çalışanlarında Tükenmişlik • 83 Kaynakça Alcorn ve Petrie (1997), “Police Burnout and Attitudes to Women and Domestic Violence”, Second Australasian Women and Policing Conference. Ardıç K. ve Polatcı. (2008), “Tükenmişlik SendromuAkademisyenler Üzerinde Bir Uygulama”, (GOÜ Örneği) Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10/2, s. 6996. Ardıç, K. ve Polatcı, S. (Ocak-Haziran 2009). Tükenmişlik Sendromu ve Madalyonun Öbür Yüzü: İşle Bütünleşme. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. 32 (2): 21-46. ARI S. Güler ve BAL Ç. Emine (2008), Tükenmişlik Kavramı: Birey ve Örgütler Açısından Önemi, “Yönetim ve Ekonomi”, Cilt 15, Sayı 1, 131-148. Beşyaprak, S. (2012), “Personel Güçlendirmenin Tükenmişlik Sendromu Üzerine Etkisi”, YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir. Canan Ergin, “Maslach Tükenmişlik Ölçeği’nin Türkiye Sağlık Personeli Normları”, 3PDergisi, Cilt:4, 1996, s.28. Çam O., “Tükenmişlik Envanterinin Geçerlik ve Güvenirliğinin Araştırılması”,VII. Ulusal Psikoloji Kongresi Bilimsel Çalışmaları Türk Psikologlar Derneği Yayınları, Ankara, 1993, s.155. Çam O., Tükenmişlik, Saray Medikal Yayıncılık, s.11. İzmir, 1995, s.11 Dalkılıç O. S., Çalışma Hayatında Tükenmişlik Sendromu Tükenmişlikle Mücadele Teknikleri, Nobel Yayıncılık, 2. Baskı, 2014. Dolu Ü., “Onkolojide Çalışan Hekimlerde Tıbbi Sosyal Çalışma Açısından Tükenmişlik (Burnout) Sendromunun Araştırılması”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, İstanbul, 1997, s.9. Euwema M, Kop N, ve Bakker A. B. (2004) “The Behaviour of Police Officers in Conflict Situations: How Burnout and Reduced Dominance Contribute to Better Outcomes”, Taylor and Francis, 18 (1) 23 – 38. Freudenberger, Herbert J. (1974), “Staff Burn-Out”, Journal of Social Issues, Vol.30, Number 1, 159-165. Gaines J. ve Jermier J. (1983) “Emotional Exhaustion In A High Stress Organization”, Academy of Management Journal, 26, 567-586. Kaya, O. Şamil (2010), “Ankara İlinde Çalışan Polislerin TükenmişlikDüzeylerinin Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi”, YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana. Kervancı F. (2013), “Tükenmişlik Sendromunun Örgütsel Bağlılık Ve İşten Ayrılma Niyetine Etkisini Belirlemeye Yönelik Bir Araştırma”, YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi, Niğde Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Niğde. Kırlangıç Çam, Olcay M. (1995), Tükenmişlik, Saray Medikal Yayıncılık, 1. Baskı, İzmir. 84• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kop N., Euwema M. ve Schaufeli W. (1999) “Burnout, job stress and violent behaviour among Dutch police officers”, Taylor and Francis, 13 (4) 326 – 340. Leıter, M. P. (2003). Areas of WorklifeSurvey Manual. Third Edition, Wolfville NS Canada: CentreforOrganizationalResearchand Development. Lingard H. (2003);“TheImpact of IndividualandJobCharacteristics on BurnoutAmongCivilEngineers in AustraliaandtheImplicationsforEmployeeTurnover”, Construction Management andEconomics, 21, 69–80. MaslachChristina ve JacksonSusan E. (1981), “TheMeasurement of ExperiencedBurnout”, Journal of OccupationalBehavior, Vol.2, 99-113. MaslachC. ve P. G. Zımbardo(1982), “Burnout – TheCost of Caring”, Prentice-Hall, Inc.,EnglewoodCliffs, New Jersey. MaslachC., W. B. Schaufelıve M. P. Leiter(2001), “JobBurnout”, AnnualReviewPsychology, Vol. 52, pp. 397 – 422. Maslach, C. ve Leiter, M.P. (1997). TheTruthAboutBurnout. CA San Francisco: Jossey-Bass. Maslach, Christina. (2003), “JobBurnout: New Directions in ResearchandIntervention” CurrentDirections in PsychologicalScience, Vol.12, 5, 189-192. Murat, M. (2003), “Emniyet Görevlilerinin Tükenmişlik Durumları”, Polis Bilimleri Dergisi, Cilt:5 Sayı:2. Özbek, K. ve Girgin G. (1993), “Sağlık Bakanlığı İzmir İl Teşkilatında Çalışan Hekimlerde Tükenmişlik (Burnout) Sendromunun Araştırılması”, Ankara: T.C. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü Ruh Sağlığı Bülteni. Pines A.Malach, A Psychoanalytic-existentialapproachtoBurnout: Demonstraed in thecases of a nurse, a teacherand a manager”, Pyschotherapy: Theory, Research, Practice, Training, Vol.39 No:1 Spr 2002, s.105. Şanlı, S., (2006), “Adana İlinde Çalışan Polislerin İş Doyumu Ve Tükenmişlik Düzeylerinin Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi”, Yayınlanmamış” Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana. Tümkaya S., “Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeyleri ve Kullandıkları Başa Çıkma Davranışları”, Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 1996, s.12. Torun A., “Stres ve Tükenmişlik, Endüstri ve Örgütsel Psikolojisi”, 2.Baskı, Türk Psikologlar Derneği, 1997, s.48. Tümkaya, S. (1996), “Öğretmenlerdeki Tükenmişlik Görülen Psikolojik Belirtiler ve Başa Çıkma Davranışları”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 85- 100 Khadar AINANSHE Semra AYÇİÇEK Ömer Faruk KAYA Murat KIZMAZ Berat ORHAN 1 Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma Özet Bu çalışma yerel yönetimlerde çok fazla çalışılmamış olan çalışan performansını etkileyen/belirleyen faktörleri tespit etmek için tasarlanmıştır. Çalışmada literatür taranarak ve çalışma grubu üyeleri arasında tartışılarak beş temel performansı etkileyen/belirleyen faktör kategorileri ortaya çıkarılmıştır. Bunlar; eğitim, çevresel etkenler, psikolojik etkenler, fizyolojik etkenler, Yöneticinin objektiflik sorunu olarak belirlenmiştir. Bunun ardından çalışmanın uygulama bölümü nitel araştırma yöntemleri ile gerçekleştirilmiştir. Bu aşamada İzmit Belediyesi çalışanlarından oluşan 25 kişilik grupla derinliğine görüşmeler yapılarak birincil kaynaklardan veri toplanmıştır. Veri toplamada literatüre dayalı olarak oluşturulan açık uçlu soruları kapsayan görüşme formları kullanılmıştır. Görüşme formunda 5 kategoriye ilişkin 15 soru katılımcılara yöneltilmiştir. Görüşmelerden elde edilen veriler kategorilere göre dağıtılarak analiz edilmiştir. Buna göre literatüre dayalı olarak çalışma grubunca belirlenen yerel yönetimlerdeki çalışanlarının bireysel performanslarını etkileyen/belirleyen faktörler görüşmelerden elde edilen veriler doğrultusunda doğrulanmıştır. Böylece yerel yönetimlerde çalışanların bireysel performansını etkileyen/belirleyen eğitim, çevresel, psikolojik, fizyolojik etkenler ve yöneticinin objektiflik sorunu olarak 5 farklı faktör ortaya çıkarılmıştır. Anahtar Kelimeler: Yerel Yönetim, Çalışan Performansı, Performans Etkenleri Factors Affectıng The Performance of Staff Workıng at Local Admınıstratıons Abstract This study has been developed to determine the performance of the staff working at İzmit Municipality and 5 factor categories affecting/determining the performance were identified after the discussions among the study groups. The factors are the following: Education, Environmental Factors, Psychological Factors, Physiological Factors, The Problem of the Objectivity of The Managers After the discussion, the implementation phase of the study was held by a qualitative research method. At this stage data was collected from the primary sources who were the employees of the İzmit Municipality (a group of 25 participants). During the data collection stage we used interview forms with open-ended questions based on the literature. There were 15 questions about the 5 categories in these forms. The data collected from the forms have been analyzed by categories. After the analysis we have verified the factors affecting/determining the performance of the civil servants based on the study group. In conclusion, 5 different factors affecting the individual performance of the staff working at local administrations were identified: education, environmental factors: psychological factors, physiological factors and the problem of the objectivity of the managers. Keywords: Local Administration, Staff Performance, Performance Factors. 1 KOU Sosyal Billimler Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ABD Yönetim Bilimleri Yüksek Lisans Programı yazışmacı [email protected] 86• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Gerek kamu yönetiminde gerekse özel sektörde çalışanların performansının ölçülmesi, değerlendirilmesi ve performans yönetim sistemleri ile performans planlama ve geliştirmeyi konu edinen birçok çalışmanın yapıldığı bilinmektedir. (Örn: Tural, 2007; Özen 2011; Acar, 2009) Bununla birlikte çalışanın bireysel performansına etki eden faktörleri konu edinen, özellikle de yerel yönetimler çerçevesinde inceleyen çok fazla uygulamalı çalışmanın bulunmadığı söylenebilir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “başarım“ olarak tanımlanan performans (www.tdk.gov.tr), aynı zamanda amaca ulaşmak için gösterilen çabaların toplamı olarak da ifade edilmiştir (Coşkun ve Semercioğlu, 2011). Performans kavramından bahsederken sadece belirli bir süre sonunda elde edilen neticeyi değil, bu süreç zarfında gösterilen etkinlik ve çabaların da anlaşılması gerektiğini belirtmek gerekir. Bu bağlamda performansı gerçekleştirirken çalışanın çabalarını ve çalışmasını etkileyen faktörleri de göz önünde bulundurmak ve değerlendirmek gerekmektedir. Bu çalışmada, özellikle yerel yönetimlerde faaliyet gösteren çalışanlar açısından performansı etkileyen/belirleyen faktörlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Çalışmada İzmit Belediyesi’nde çeşitli düzeylerde çalışmakta olan işgörenler ile görüşmeler gerçekleştirilmiş, elde edilen veriler literatür taraması ile birlikte analiz edilmiş ve sonuçta eğitim, çevresel, psikolojik, fizyolojik etkenler ve yöneticinin objektiflik sorunu olarak çalışanın kişisel performansını etkileyen/belirleyen 5 farklı faktör ortaya çıkarılmıştır. Nitel araştırma yöntemlerine dayalı olarak hazırlanan çalışmanın ilk bölümü literatür taraması, ikinci bölümü araştırma ve bulguları, son bölümü ise sonuç kısmından oluşmaktadır. 1. Teorik Çerçeve Genel anlamda “performans” kavramı, bireylerin performansı ile ilişkilidir ve insan kaynakları yönetimi literatürünün önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bireysel performans genel olarak, tek tek bireylerin performansının kurumsal performans ve stratejilere ne ölçüde ve nasıl katkıda bulunduğu ile ilgilidir (Kırılmaz,2011:204). Literatürde ve uygulamada, bireysel ve kurumsal performans arasında bariz bir farklılık görülmediği; gerek normatif, gerekse ampirik düzlemde bireysel ve kurumsal performans uygulamaları ve politikaları arasında belirgin bir ayrımın olmadığı kabul edilmektedir (Talbot,2005:491-517). Performans; belirli bir amaç için yapılan planlar doğrultusunda ulaşılan noktayı nicel ve nitel yönleriyle belirleyen bir kavramdır (Halis ve Tekinkuş, 2003: 169-201). Literatürde çoğunlukla başka kavramların yerine kullanıldığı ve birbiriyle karıştırıldığı hususu dikkatleri çekmektedir. Bu kavramların başında etkinlik, verimlilik ve etkililik gelmektedir. Bu kavramların yanı sıra tutumluluk, ekonomiklik, kârlılık gibi kavramlar da performansla birlikte veya onun yerine kullanılan kavramlar olarak öne çıkmaktadır. Ancak bu kavramların birbirleri yerine ikame edilebilir kavramlar olarak düşünülmemesi gerektiğinin de altını çizmekte fayda vardır (Tortop vd 2007). Bu tespitler ışığında kısaca “amaca yönelik tespit edilmiş standartlara uygun davranışların sergilenmesi ve hedefe yakınlaşma seviyesi” olarak tanımlayabileceğimiz performans kavramını bir “çerçeve kavram” olarak değerlendirmenin daha yerinde bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle; etkililik, verimlililik, ekonomiklik, tutumluluk, kalite kavramları birbirleriyle doğrudan ilgili ve birbirinin tamamlayıcısı olup bir bileşen olarak performans kavramının parçaları durumundadırlar. Basit bir örnekle anlatmak gerekirse, “doğru işleri yapmak” anlamındaki etkililik ile “işleri doğru yapmak” anlamındaki verimlilik, bir madalyonun iki yüzü gibidir (Ateş,2007:1-20). Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 87 Performans yönetimi; herhangi bir kurumda çalışanların etkinliğini artırmak için kullanılan bir yöntem olarak, hedef belirlenmesi, değişikliklerin izlenmesi, mentorluk, motivasyon, yeniden gözden geçirme ve insan kaynaklarının gelişimi gibi birçok aktivitenin bir araya geldiği sistem olarak tanımlamak mümkündür (Luecke,Çev. Aslı Özer,2010:211). Performans yönetimi, kurumun yönetimi ile ilgili olup; genel anlamda organizasyon ve çevre faktörleri ile bağlantılıdır. Performans yönetimi sadece “yönetim” boyutuyla kısıtlı olmayıp kurumun genelini ilgilendirdiği gibi, yönetim sürecinin bütün safhalarını da farklı bir yaklaşımla ele almaktadır. Bir kurumda yöneticilerin ve çalışanların sorumluluğu, ortak karar alma ve uygulama, uygulamaların nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirileceği ve uygulamaların değerlendirilmesi gibi konular performans yönetimini oluşturan parçalardır (Öztürk,2009:132). Kamu sektörü açısından bakıldığında performans yönetimi; “kamu kurumlarının başarılı şekilde doğru ve gerekli hizmetleri yerine getirme ve hizmet sunumunda kullandığı yol, yöntem ve araçlarla ilgili olarak yapılan faaliyet” olarak ifade edilmektedir (Çevik, 2007:86). Diğer bir ifadeyle performans yönetimi, kamu kurumlarında yapılan işlerin hangi derecede kurumsal amaç ve hedeflere göre gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğinin ölçülüp değerlendirilmesi konusunu ve genel olarak bu sürecin yönetimini ele almaktadır. Kamu sektöründe performansın odak noktasının kurumsal yapı üzerinde olması malî ve yönetsel sorumluluk ve hesap verebilirliğin yanı sıra, özel sektörden performans yönetimi modeli ve tekniklerinin devşirilmesine olanak sağlamaktadır. Bu nedenle performans, kamu kurumlarının yönetiminde önemli bir araç olarak öne çıkmaktadır (Tortop vd 2007:176). 1.1 Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansı Her örgütün kendine özgü bir amacı vardır. Örgütler amaçlarını gerçekleştirmek için değişik faaliyetlerde bulunurlar. Örgütlerin amaçlarına ulaşmasında personelin davranışları en önemli etmenlerden biridir (Arslan,2004:204). Örgütsel amaçları gerçekleştirmede gösterilen davranışlar personelin performanslarını oluşturmaktadır. Performansın gerçekleştirilmesinin tabandan başladığını; diğer bir ifadeyle bireysel performansın değişiminin, bireyden takıma / takımlara, takımlardan örgüt fonksiyonlarına ya da bölümlerine oradan örgütün tamamına, nihayet kuruluş bazında iç ve dış tüm paydaşların tamamına yansıdığını söyleyebiliriz. Bireylerin özellikle bazı çalışma alanlarında (askerlik, polislik, koruma, profesyonel spor, maden ocağı işçiliği, belediye otobüsü şoförlüğü gibi) alanlarda fiziksel yeterliliklerinin olması gerekmektedir. Diğer taraftan zihinsel / psikolojik olarak bazı meslek gruplarında (yukarıda sayılan meslek grupları yanı sıra hekimlik, hemşirelik, ambulans personeli, öğretmenlik gibi) bireyin yıpranma payının yüksek olduğu da görülebilmektedir. Bu bağlamda bu tip meleklerde uzun süreli mesailerde ve artan çalışma yılları içinde gerek fiziksel, gerekse zihinsel / psikolojik yıpranmışlık bireyin özellikle stres yönelimli etkileri doğurmakta ve bireylerin saldırgan tavırları nedeniyle hem bireysel, hem de örgütsel çatışma ortamı doğmaktadır (Işıkhan, 2004: 145-184). Bu tanımlamalar ışığında; yerel yönetimler de birer örgüt olup örgütsel amaçları olan kamu hizmetleri ve diğer hizmetlerin gerçekleştirilmesi çalışanların gösterecekleri performansla doğru orantılı olarak ilişkilidir. Çalışanların performansları içinde bulundukları örgütsel iklim, kendilerinin psikolojik durumu, çalışma ortamının fiziki şartları vb. koşullar çerçevesinde değişmektedir. Bu koşullar ne kadar iyi bir seviye de tutulursa çalışan performansları yükselecek ve bunun doğrultusunda örgüt performansı da yükselecektir. Burada önemli bir hususta örgütlerde ki performans yönetimidir. Performans yönetimi, gerçekleştirilmesi beklenen örgütsel amaçlara ve bu yönde çalışanların ortaya koyması gereken performansa ilişkin ortak bir anlayışın organizasyonda yerleşmesi ve çalışanların bu amaçlara ulaşmak için gösterilen ortak çabalara yapacağı katkıların düzeyini artırıcı bir biçimde yönetilmesi, değerlendirilmesi, 88• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ücretlendirilmesi ya da ödüllendirilmesi ve geliştirilmesi sürecidir (Canman, 2000:135). Başka bir deyişle performans yönetimi, işletmenin hedeflerine ulaşması amacıyla personelin performansının konulan standartlarla, organizasyon ve bölümün kontrolleriyle uyum içinde olmasını sağlamaktır (Clayton, 2000:101). Kamu yönetiminde performans uygulamalarının amacı; kamu hizmeti gören merkezi yönetimin merkez ve taşra örgütü ile yerel yönetimleri etkili, süratli, ekonomik, verimli ve nitelikle hizmet görecek bir düzene kavuşturulması; kamu yönetiminin gelişen çağdaş koşullara uyumunun sağlanması; kamu kuruluşlarının amaçlarında, görev, yetki ve sorumluluklarında ve bunların bölünüşünde, örgüt yapılarında, personel sistemlerinde, kaynaklarında ve bu kaynakların kullanılış biçimlerinde, yönetimlerinde, mevzuatında, var olan aksaklıkların, bozuklulukların ve eksikliklerin saptanması, benzeri sorunların analiz edilmesi ve çözüm önerileri geliştirilmesidir (Akçakaya,2012:200). 1.2 Yerel Yönetimler Açısından Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler Performansın çok sayıda unsuru bulunmaktadır. Bu unsurlar performansa (başarıya) sayısız etkide bulunurlar. Güvenlik, işe devam, yetki, stoklar, çevre, kalite, yenilik, alışlar vd. performansın unsurları olarak kabul edilebilir. Reklamlar, müşteri hizmetleri, satışlar, faturalama, muhasebe, mekanik yapı, bilişim sistemi, bakım onarım, üretim ve dağıtım da performansın süreç düzeyindeki unsur ve bileşenleridir (Usta,2010:35). Yerel yönetimler de birer örgüt oldukları için örgütün performansını belirleyen, çalışanların performansıdır. Örgütler içerisinde çalışanların performansı etkileyen başlıca faktörleri yapılan literatür taraması sonucunda beş başlık altında sıralayabiliriz; eğitim, çevre, kişisel-psikolojik, yöneticinin objektifliği ve fizyolojik faktörlerdir 1.2.1 Eğitimin Performansa Etkisi Eğitim, insanı değiştirmenin ve kalkınma için gerekli nitelik ve nicelikte insan gücü yetiştirmenin en önemli aracıdır (Peker,1989:2). Eğitim, amaçlara ulaşma olasılığını artırmak için personelin tutum ve davranışlarında değişiklik yaratma sürecidir (Yüksel,1999:244). Bir başka tanıma göre de eğitim, çalışanların ileride yüklenecekleri görevleri daha etkili bir şekilde yapabilmeleri için, onların mesleki bilgi ufuklarını genişleten, düşünce, rasyonel karar alma, davranış ve tutum, alışkanlık ve anlayışında olumlu değişmeler yapmayı amaçlayan, bilgi görgü ve yeteneklerini arttıran eğitsel faaliyet ve eylemlerin tümüdür (Özen, 2011:35). İş gücünden beklenen yüksek katılım ve verimlilik nitelikli, eğitim görmüş iş görenden geçmektedir. Yüksek kalitede hizmet sunumu nitelikli eleman gerektirmektedir (Ross,1997). Yine aynı şekilde iş gücünün bu beklentileri karşılaması için de ciddi bir eğitim alması zorunlu olmaktadır. İnsan öğesinin yani iş gücünün etkinliği, verimliliği ve mesleki başarısı; almış olduğu eğitimin bir sonucu olmaktadır (Dallı, 1988;Küçükaltan,1998; Akova, 2000;Kanten, 2002). Eğitim uzun soluklu ve yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Gerek lise/üniversite, gerekse üniversite sonrası yüksek lisans ve sertifika programları ya da hizmet içi eğitimler bu sürecin bir parçasıdırlar. Bu aşamaların her birinin çalışan performansına doğrudan ya da dolaylı etkileri olmakla birlikte çalışmamızda aradığımız cevap okulda alınan eğitimin etkileri olacaktır. Günümüzde insanların eğitimden beklentileri arasındaki en önemli faktörlerden biri, eğitim sayesinde kişinin elde edeceği kazançtır. Okuldan mezun olan öğrencilerin kazanç düzeyleri de eğitim kurumlarının etkililiğini gösterir. Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre üniversite sonrası eğitimin birçok sektörde üretimi % 4.9 dan, % 8.5 lere kadar artırdığı Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 89 kanıtlanmıştır. Aynı zamanda eğitim programlarının önemi İngiltere’de yapılan benzer araştırmalarla desteklenmiştir (Mason & Wilson, 2003). Yine “Psikolojik Sözleşme Teorisi”ne göre, işverenlerin çalışanlarının sertifika programlarına veya yüksek lisans eğitimlerine devam etmelerini desteklemesi, sadece çalışanların memnuniyetini artırmıyor, aynı zamanda işteki performanslarını da artırıyor (Humphry & Wong, 2007). 1.2.2 Çevresel Faktörler Örgütler yapıları gereği çevreleri ile ilişki içinde olup, etkileşim içine girmektedirler. Çevre, faaliyet halindeki örgütü, fiili ve potansiyel olarak etkileyen tüm etmenleri temsil eder (Naktiyok ve Bayrak Kök, 2006: 82). Bir örgütün çevresi, iç çevre ve dış çevre olmak üzere iki grupta incelenebilir. İç çevre, örgütü doğrudan etkileyen ve karşılığında örgüt faaliyetlerinden doğrudan etkilenen etmenlerden oluşur (Karalar, 2003: 27). Örgütte faaliyetleri yürütenler, yönetenler, örgüt kültürü, örgüt yapısı gibi unsurlar, örgütün iç çevresinde yer almaktadır. Örgütlerin dış çevresiyle ilgili yapılan çalışmalar incelendiğinde, dış çevrenin gerçek dış çevre, algılanan dış çevre ve uygulama çevresi olarak sınıflandırıldığı görülmektedir (Taşkıran, 2003: 36). Bir örgütün gerçek dış çevresi, örgüt dışında yer alan etken ve koşulların tamamından oluşur. Rakipler, diğer örgütler, genel ekonomik çevre, hukuki çevre, politik çevre gibi pek çok etmeni barındıran bu çevre, örgütün faaliyetlerini sürdürürken sürekli olarak etkileşim halinde bulunduğu çevredir. Ancak, gerçek dış çevre etmenlerinin her zaman olduğu gibi algılanamaması durumu söz konusu olduğundan, algılanan dış çevre kavramından söz etmek gerekmektedir. Örgütü yöneten ve yönlendiren kişiler, aynı çevre etmenleri hakkında farklı düşüncelere ve farklı algılamalara sahip olabilirler. Dolayısıyla, örgütteki uygulamaları şekillendiren, büyük ölçüde algılanan dış çevre olmaktadır. Uygulama çevresi ise, örgütü yönetenlerin algılanan çevre içinde tercih ettiği alanı ifade eder (Altunoğlu ve Doğan,2013:24). Personelin görevlerini yaparken zevkle ve isteyerek çalışmasında çok farklı değişkenlere bağlı olarak tanımlanan örgüt ikliminin etkisi büyüktür. Örgüt iklimi; örgütü diğer örgütlerden ayırarak ona belli bir kimlik kazandıran, örgütteki personel tarafından algılanan ve onların davranışları üzerinde etkide bulunan bireysel, örgütsel ve çevresel nitelikteki özelliklerin bütünüdür. Çalışma ortamındaki çevresel faktörlerin keşfedilmesi ve geliştirilmesi, personelin daha istekli çalışması ve yüksek performans gösterip üretimi artırmalarına neden olmaktadır (Arslan, 2004 : 204-205). Bu süreçte fizik ve metafizik açıdan insan çevresel koşullardan açık bir şekilde etkilenmektedir. İnsan canlı, dinamik, etkileyen ve etkilenebilen bir varlıktır. Bu nedenle, çalışan insandan bir makine gibi sürekli aynı performansı göstermesi beklenemez. Aynı çalışma ortamlarında insanlar farklı performans gösteririler. Hatta aynı insan bile farklı yıllarda, mevsimlerde, aylarda, haftalarda, günlerde ve günün değişik saatlerinde farklı performans gösterir. Ancak burada önemli olan, çalışan insanın ortalama performans düzeyini, kişinin iş yapabilme gücünü ve ihtiyaçlarını da göz önünde tutarak, daha da üst düzeylere çıkarabilme sorunudur. Mesela; bilindiği üzere, renkler insanlar üzerinde psikolojik olarak yarattıkları etkiye göre sıcak ve soğuk diye ikiye ayrılır. Sıcak renkler: kırmızı, turuncu, sarı; soğuk renkler; yeşil, mavi, mor diye bilinir. Bunların dışında da sıcak veya soğuk diye bilinen renkler söz konusudur (Milli Eğitim Bakanlığı,2011:11). Yapılan bir araştırma, çalışılan ortamlara hakim olan renklerin, çalışanlar üzerlerinde değişik etkiler yarattığını ortaya koymuştur. Farklı şirketlerden yüzlerce çalışan üzerinde yapılan araştırmaya göre; çalışanlar maviye boyanmış bir ofiste çalışırken kendilerini depresif hissettiklerini, duvarları ve tavanı sarı olan ofislerde çalışanların böyle bir ortamda kendilerini mutlu ve enerjik hissettikleri ve işlerine de daha çok konsantre olabildiklerini, kırmızının hakim olduğu ofis ortamında çalışanların kendilerini tutkulu ve normale göre daha öfkeli hissettiklerini, ifade ettiğini anlaşılmıştır (Akkın vd, 2004:278). Yine bu konu üzerine 90• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ örgüt içerisinde çalışan personelin teknik açıdan, kullandıkları aletlerin, cihazların, masa veya sandalye gibi gereçlerin ergonomisi kişisel performansı etkilemektedir. Ergonomi; maksimum is güvenliği ve verimlilik sağlamak amacıyla, insanların anatomik ve bilisel özelliklerinin, çalıştıkları çevre ve sistemlerin incelenmesine ve bu öğeler arasında maksimum uyumun sağlanmasına yönelik çalışmaların bütünü olarak tanımlanabilir (Ulucan ve Zeyrek,2012:3). Ergonominin amacı; • Çalışanların etkinliğini arttırmak • Gereksiz ve aşırı zorlamalardan kaçınmak • Çalışmanın yöntemli bir şekilde düzenlenmesini sağlamak • Lüzumsuz aktiviteleri önlemek • İnsan-makine-çevre uyumunu sağlamaktır. Bu amaçların kişisel performansı dolayısıyla örgütsel performansı olumlu yönde etkilediğini, ergonominin performansı yükseltmek konusunda etkili bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Örgütleri çevresel olarak fiziki şartlarda etkileyen unsurları şöyle sıralayabiliriz (Ulucan ve Zeyrek,2012:3); • Gürültü, • Sıcaklık, nem ve hava akımı (Termal konfor), • Aydınlatma, • İş ortamındaki kimyasallar, • Bina, iş yeri yerleşim planı, • Çalışma ortamının hijyeni. Bahsedilen tüm bu fiziksel koşullar iş görenlerin motivasyon düzeylerini, morallerini, stres düzeylerini, iş tatminlerini, bedensel ve zihinsel eforlarını doğrudan etkilemekte ve devamsızlık, iş kazaları, işten bıkmalar, yıpranma ve işten ayrılma oranlarına yansıyarak kişisel performanslarda dolayısıyla örgüt performansında belirleyici olmaktadırlar (Pekel, 2001: 52-53). Fiziksel koşullarda oluşturulacak uygun ortamlar performansı artırmanın yanı sıra bireyin güvenli ve rahat bir ortamda çalışmaları, iş ve iş ortamından doyumlarını artırarak işe bağlılığın güçlenmesini sağlayabilir (Çakır, 2001: 148). 1.2.3 Psikolojinin Performansa Etkisi İnsan psikolojisinin, diğer bir deyişle insanın ruh halinin en belirleyici unsurları duygu ve davranışlardır. Duygu kelimesi Latince “movere” (hareket etme) kökünden gelmektedir. Duygu; mutluluk, üzüntü, korku, nefret ya da hoşlanma gibi bilinci etkileyen, bilme ve bilinçli irade durumlarını fark etme ve birbirinden ayırmayı sağlayan bir durumdur (Akçay, Çoruk, 2012). Goleman duyguyu bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi anlamında kullanmıştır (Goleman, 2007). Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 91 Bireyler gerek iş, gerekse iş dışındaki yaşamlarında birçok duygu yaşar. Bu anlamda duygular, insan davranışının bir parçası olup bireyin iç dünyasından karşılıklı ilişkilere kadar birçok alanda belirleyicidir ve insan davranışında temel bir role sahiptir (Erkuş ve Günlü, 2008). Duygular, davranışları pek çok şekilde etkileyebildiğinden örgütteki davranışları anlamak açısından önemlidir (Özkalp ve Cengiz, 2003). Çalışma yaşamı duygulardan bağımsız olarak düşünülemez. Özellikle insan unsurunun ön planda olduğu işlerde duyguların yoğunluğu daha da fazla hissedilmektedir. (Akçay ve Çoruk, 2012) Bireyin içinde bulunduğu duygusal durum hangi sebeple olursa olsun yüzüne, iş arkadaşlarına, etkinliğine ve verimliliğine yansır. Duygular, yaşama yönelik bakış açısını, morali ve performansı olumlu veya olumsuz yönde etkileyebildiklerinden, birey için önemlidir ve iyi yönetilebilirse bireyin moralini ve performansını yükseltebilmektedir (Kervancı,2008). Performansı arttıran olumlu duygular; mutluluk, takdir edilmek, rahat olduğunu hissetmek, güven duymak, gurur duymak ve heyecanlı ve coşkulu olmak. Performansı olumsuz etkileyen duygular ise; korku, kaygı, öfke,hayal kırıklığı, üzüntü, depresyon, yalnızlık, utanma duygusu olarak sayılabilir. Performans ve duygular ilişkisine bakıldığında, basit bir korelasyon ilişkisi görülebilmektedir. Olumlu psikoloji ile birlikte yüksek performans görülürken, olumsuz ruh halinin hakim olduğu iş ortamlarında ise performansın düşme eğilimde olduğudur (Kaya,2014). 1.2.4 Yöneticinin Objektiflik Sorunu Objektif Fransızca kökenli olup “Nesnel” anlamındadır. Objektiflik ise “Nesnellik”, “Tarafsız Olmak” olarak tanımlanmaktadır (Türk Dil Kurumu,2014). Hemen hemen her alandan konuşulan ve tartışılan objektiflik kavramıyla birlikte “Bilimsellik”, “Rasyonellik”, “Doğruluk”, “Nedensellik” ve “Tarafsızlık” kavramlarını da görmekteyiz. Objektifliğin ne olduğuna ilişkin yaygın görüşe göre “değer yargılarından, beklenti ve tercihlerden, kişisel inanç ve eğilimlerden” bağımsız olma olarak anlaşılmaktadır (Yıldırım 1993:40-44). İnsanın bir yandan sosyal etkilerden, isteklerden, dileklerden, duygulardan, pratik kaygılardan bağımsız olma isteği, başka bir deyişle insanın rasyonel olma isteği belirtilirken öte yandan insanın bu etkilerden bağımsız olamayacağı iddia edilmektedir (Yıldırım 1985:17). Yöneticinin de sahip olduğu değerler, eğilimler, değer yargıları ve birlikte çalıştığı insanlarla aynı mekanda olması objektifliğini olumsuz etkileyebilecektir (Kılıç,1997). Yönetimi Koçel (2003) “sanatların en eskisi, bilimlerin en yenisi” olarak tanımlamaktadır. Yönetici başkaları aracılığı ile iş yapan ve işletmeyi amaçlarına ulaştıran kişidir. Bu noktada önemli olan yöneticinin yeterli özelliklere sahip olması ve işletmeyi en uygun biçimde yönlendirebilmesidir (Gökmen,2010). İyi bir yönetici, her durumda, herkese karşı eşit uzaklıkta olabilmeli, objektiflik ve tarafsızlığını koruyabilmeli, örgütsel adaleti sağlayabilmelidir. Örgütsel adalet nedir dendiğinde ise, genelde iş ortamında çalışanların adalet algılarından hareket eden ve tanımlanmaya çalışılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Geniş bir tanımla olarak örgütsel adalet, örgütsel uygulamalarla ilgili olarak işgörenlerde oluşan adalet algısıdır (Özdevecioğlu, 2003, 78). 92• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Örgütsel güvenin sağlanması, örgütte çalışan bireylerin, olumlu duygulara sahip olmasıyla sonuçlanmakta, bu da kişilerin sinik olmasına, yani olumsuz duygular taşımasına engel olmaktadır. Kısacası, güvenin olduğu yerde sinik duygular barınamamakta, güvensizliğin hakim olduğu örgütlerde ise, siniklerin sayısı artmaktadır. İşletme sahip ve yöneticilerinin, aynı zamanda örgüt içindeki doğal liderlerin örgütte güven ortamının tesisi için üstün bir çaba göstermesi, sinik duyguların oluşmasını engelleme üzerinde etkili olacaktır (Özler, Atalay, Şahin, 2010). Bunun yanında Eren (2010: 551), olaya daha farklı bir perspektiften bakmış ve örgütsel adalet kavramının eşitlik teorisinin (Adams, 1963) bir uzantısı olduğunu belirtmiştir. Bu teoride çalışanların işyerlerinde yüksek moral düzeyi ve motivasyonla çalışabilmeleri, örgüte bağlılıklarının artması, örgüte ve amirlerine güven duygularının oluşması için adil bir biçimde takdir görmeleri ve ödüllendirilmelerine bağlı olduğu ileri sürülmektedir (Yeşil, Dereli, 2012). Çalışanın iş başarısı ve tatmin olma derecesi çalıştıkları ortamla ilgili olarak algıladıkları eşitlik veya eşitsizliğe bağlı olmaktadır (Luthans, 1995, 197). Adams’ın Denklik kuramı, çalışanlara örgüt tarafından eşit bir şekilde davranıldığı takdirde çalışanların daha iyi bir performans sağlayacağı ve güdülenebileceğini eşitsiz bir şekilde davranıldığında güdülenmenin bundan olumsuz etkileneceğini ve performansının düşebileceğini ortaya koymaktadır (Sat, 2011). 1.2.5 Fizyolojik Etkenler Fizyoloji en basit tanımıyla, yaşamın mantığını araştıran bir bilim dalıdır. Yunanca doğa anlamına gelen “physis” kelimesi ile bilim anlamına gelen “logos” kelimesinin birleşmesi ile ortaya çıkmış olan fizyoloji terimi, moleküler düzeyden hücre, doku, organ, sistem ve organizma düzeylerine kadar fonksiyonu ve bu fonksiyonun altında yatan mekanizmaları araştırır (http://www.tfbd.org.tr/fizyo). Antropometri; tüm yaş gruplarında insan vücudunun fiziksel boyutlarının, orantılarının ve kabaca bileşiminin ölçülüp değerlendirilmesidir (Kır vd 2000, Bağcı-Bosi 2003).Vücut bileşimi, büyüme ve gelişme, yaşlılık, ırk, cinsiyet, beslenme durumu, özel diyetler, egzersiz, hastalık ve genetik etmenlerden etkilenmekte ve değişkenlik göstermektedir. Günümüzde vücut bileşimi atomik, moleküler, hücresel doku sistem ve tüm vücut düzeylerinde değerlendirilmektedir (Alikaşifoğlu ve Yordam 2000, Kır vd 2000, Pekcan 2000). Bu tanımlamalarla görüyoruz ki performans sergileyen insanı etkileyen kendisinden kaynaklı bazı önemli etkenler mevcuttur. Bu etkenler onun doğasından kaynaklanmakta bazıları doğuştan bazıları ise kendisine performans sergileme sürecinde iyi bakması ile alakalıdır. Çalışanların fizyolojik kapasitelerinin üst düzeyde tutulması ve korunması verimli bir iş hayatının temelidir. Yapılan araştırmalar, sağlıklı insanların günde ortalama 2000 Kcal. iş enerjisi harcayarak çalışabileceğini göstermektedir (Yardımcı ve Özçelik, 2006). Ancak, bu ölçüde verimliliğin devamlı olması için de, çalışanların sağlık durumlarının ve fizyolojik kapasitelerinin korunması gerekmektedir. İnsan vücudu belirli fizyolojik özelliklere sahiptir. Bu özellikler (Kaya,2008:27-28); • Kas gerilimi • Metabolik iş verimi, • Hastalıklara karşı direnci • Uyku ve dinlenme süresi gereksinmeleri, şeklinde özetlenebilir. Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 93 İnsanın bu özelliklerinin boyutları insandan insana, hatta aynı insanda gün içinde ve günden güne değişim gösterir. Bu değişimler insan performansı üzerinde önemli etkilere sahiptir. Aynı iş üzerinde iki insan düşündüğümüzde; kas gerilimi veya yorgunluğu olarak birinin direnci diğerinden daha yüksek olduğunda, direnci yüksek olan çalışanın aynı sürede daha iyi bir performans sergileyeceği aşikardır. Çünkü direnci düşük olan çalışan bu sürede daha çabuk yorulacak ve mola verme ihtiyacı duyacaktır. Bu ihtiyaç onun az çalışması veya işten kaçması olarak tanımlanmamalı, fizyolojik olarak birinin birine üstünlüğünün göstergesidir. İnsan fizyolojik özellikleri aşağıdaki durumlarda olumsuz etkilenebilmektedir (Kaya,2008:28); • Yorgunluk, • Alkol ve sigara kullanımı, • Kimyasal maddelerin bulunduğu ortamda çalışma, • Hastalık ve ortam koşullarının (sıcaklık, rutubet, toz, v.b) titreşim ve gürültü etkileri, • Vibrasyon üreten makinelerin uzun süre kullanımı, • Ellerin ve kasların dönmesine neden olan görev ve aletler, • Ters yöne güç uygulamalarında, • Ellere, bileklere, sırta ve eklemlere fazla yük bindiği hallerde, • Kolların baş üzerinde çalışmaya zorlandığı zaman, • Belin eğilmeye zorlandığı işlerde, • Ağır yüklerin itildiği veya kaldırıldığında. Olumsuz bu etmenlerin asgari seviye indirebilmek ve performansı artırabilmek için ortaya ergonomi bilimi çıkmıştır. Ergonomi, maksimum is güvenliği ve verimlilik sağlamak amacıyla, insanların anatomik ve bilişsel özelliklerinin, çalıştıkları çevre ve sistemlerin incelenmesine ve bu öğeler arasında maksimum uyumun sağlanmasına yönelik çalışmaların bütünü olarak tanımlanabilir (Kaya,2008:25). 2. Araştırma Tasarımı ve Yöntem Neuman’a göre nitel araştırmacılar ham verilerin zenginliği, dokusu ve yarattığı hisle daha çok ilgilenir ve yorumlayıcı veya eleştirisel sosyal bilimlere güvenir, tümevarımcı yaklaşımla toplanan verilerden yola çıkarak anlayışlar ve genellemeler geliştirmeyi vurgular (Neuman ,2013: 221-225). Bu anlayış doğrultusunda çalışma grubu yerel yönetimlerde çalışanların performansını belirleyen/etkileyen faktörleri tespit etmek üzere çalışmayı tasarlamıştır. Bu bağlamda araştırma, yerel yönetimlerde çalışan performansını etkileyen/belirleyen faktörler nelerdir sorusuna cevap bulmak üzere, çalışma grubu tarafından yapılan literatür taraması ve kaynakların verilerinden yola çıkılarak yapılan tartışmalarla, performansı belirleyen/ etkileyen, eğitim, çevresel etmenler, psikolojik etmenler, yöneticinin objektifliği sorunu ve fizyolojik etmenler olarak kategorize edilen 5 faktör belirlenmiştir. Çalışmayı ilgi çekici kılan bir husus da literatürde yerel yönetimlerde çalışanların performansını etkileyen faktörlere ilişkin çok fazla araştırmanın bulunmamasıdır. Bu durum çalışmayı literatüre kazandırma açısından önemlidir. Veri toplama aracı olarak İzmit Belediyesi çalışanlarının seçilmiş olması, veriye kolay ulaşma yönünden önemlidir. 94• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Belirlenen faktörlerin alışan performansını ne ölçüde etkilediğini belirlenmek amacıyla İzmit Belediyesi’nde 25 görevliyle derinlemesine mülakatlar yapılmıştır mülakatlardan edinilen bulgular kodlanarak belirlenen 5 faktör altında elde edilen bulgular katılımcı isimleri gizli tutularak yeniden yapılandırılmış, her bir faktör için elde edilen sonuçlar Kategorilerine göre yorumlanmıştır. Çalışma grubunca belirlenen her faktörle ilişkin yapılan anketten elde edilen bulgular aşağıya çıkarılmıştır. 3. Bulgular ve Tartışma Eğitim Görüşme yapılan katılımcıların büyük bir bölümü aldıkları eğitimin içerik olarak aynı ve benzer olması durumunda almış oldukları eğitimleri iş hayatına yansıtabildiklerini belirtmektedirler. Görüşme yapılan çalışanların çoğunluğuyla cevabı örtüşen ve G1 olarak kodlanan çalışanın “ İnsan ilişkileri ve yönetimi eğitimi aldım, sahip olduğum eğitim ve yaptığım iş isim olarak uymasa da içerik olarak aynı olması nedeniyle uygun olduğunu düşünüyorum. Eğitiminle işimin uyumlu olması da performansıma katkıda bulunuyor.” yönündeki düşüncesi eğitim ile iş performansı arasında doğrudan ilişki olduğu görüşünü desteklemektedir. Görüşmeciler aldıkları eğitim ile iş performansı arasında kuvvetli bir ilişki olduğu yönünde görüş bildirmekle beraber, teorik eğitim ile uygulama arasında farklılıklar olabildiğini, bu bağlamda ortaya çıkabilecek eksikliklerini meslek hayatlarında kazandıkları tecrübe ve hizmet içi eğitim ile tamamladıklarını belirterek, eğitimin sürekli olduğunu öğrenilen her bilginin iş performanslarını büyük ölçüde etkilediğini vurgulamışlardır. G13 olarak kodlanan çalışan “Gerek edindiğim tecrübeler, gerekse almış olduğum hizmet içi eğitimler işimi direkt etkiliyor. Sadece bugünkü işime değil gelecekteki işlerinize de yardımcı oluyor. Bir sonraki adımı daha iyi kestirebiliyorsunuz. Bir işi yaparken karşınıza ekstra neler çıkabilir bunları tahmin edebiliyorsunuz ve hazırlıklı oluyorsunuz. Bunlar da performansıma olumlu katkı sağlıyor” yönündeki açıklaması ve diğer katılımcılarında benzer cevapları vermelerinden edinilen bulgular eğitim ile çalışan performansı arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu ve eğitimin iş performansını etkileyen etkenlerden biri olduğunu doğrulamaktadır. Çevresel Etkenler Edinilen bulgulardan, çalışma alanının temiz, düzenli, havadar iklim koşullarına göre yapılandırılmış olması çalışanın iş performansını olumlu yönde etkilemekte iken söz konusu şartların tam tersi durumlarda çalışma performansı olumsuz yönde değişebildiği söylenebilir. G4 olarak kodlanan çalışanın “Çalıştığım yerde klima olmadığında özellikle yazın sürekli terleme ile karşılaşıyoruz ve sık sık elimizi yüzümüzü yıkamak için yerimizden kalkmak zorunda kalıyoruz. bu da işimizin bölünmesine dolayısıyla da performansımızı olumsuz yönde etkiliyor” yönünde açıklaması fiziki ortamın performans üzerindeki olumsuz etkisini belirtmektedir. Katılımcıların büyük bir bölümü çalışma alanının dar olması, kişisel mahremiyetlerinin kısıtlanması, kalabalık ortamların oluşturacağı gürültü gibi çalışanların fiziki olarak birbirine yakın çalışmanın iş performanslarını olumsuz yönde etkileyeceğini belirtmekle beraber, bir bölümü de çalışma ortamındaki bilgi alışverişi ve iletişim açısından olumlu olabileceğini de belirtmektedirler. Bu görüşe katılan görüşmeciler belirtilen durumun çalışma ortamında bulunan çalışanların arasındaki ilişkiler ile çalışma alanının çalışan sayısı ile uyumlu olması durumlarında geçerli olduğunu belirtmektedirler. Katılımcılar içinde çalıştıkları binanın şehir merkezine yakınlığı, birimler arası iletişimi ve bilgi akışını kolaylaştırıcı nitelikte inşa edilmiş olmasının performanslarını olumlu yönde etkilediğini ve bunun da performanslarına olumlu yönde yansıdığını belirtirken Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 95 çalışanlardan G14 olarak kodlanan görüşmecinin açıklaması şu şekildedir; “Şu anki bina olumlu etkiliyor. Daha iyi ve sağlıklı bir ortam var. Birimler birbirine daha yakın olduğundan birimler arası iletişim daha kolay oluyor. Müdürüme daha rahat ulaşabiliyorum. Problem çözme noktasında performansımı olumlu etkiliyor. Eskiden mesela işleri çok ağırlaştırıyordu. Birimler birbirine uzaktı ve bağlantılı çalışması gerektiğinde zaman kaybı çok fazla oluyordu. Binanın iş şekline göre şekillenmesi olması gerekir.” Çevresel etkenler konusunda çalışma ortamında çalışanların fiziki olarak birbirine yakın olması ve alanın dar olması çalışan performansını nasıl etkiler sorusuna G19 olarak kodlanan görüşmecinin açıklamaları farklı bir bakış açısı sunmaktadır; “Kesinlikle olumsuz etkiler. Öncelikle bayan olmanın dezavantajlarını yaşarsınız yanınızdaki iş arkadaşlarınız bayan değilse özellikle. İşinize odaklanmanız gerekirken üstümü başımı düzelteyim ya da başkalarına temas olmamasını sağlayayım bunu düşünürsünüz. Ya da monitörümü başkalarının da görebileceği yakınlıkta olmam da beni rahatsız eder. Öncelikle işinin sürekli kontrol ediliyor olması performansı olumsuz etkiler. Heyecan ve strese neden olabilir. Daha az iş çıktısı alabilirim ve aynı dikkati sağlayamam. Aynı zamanda bunun avantajı da var, eğer ekranımı başkalarının görebileceğini biliyorsam boş işlerle ilgilenemezsiniz.” Yukarıdaki bulgulardan hareketle Çevresel Faktörler ile Bireysel Performans arasında doğrudan bir ilişki olduğu ve çevresel faktörlerin performansı etkileyen faktörlerden biri olduğu doğrulanmaktadır. Psikolojik Etkenler Erkus ve Günlü’ye göre bireyler gerek iş gerekse iş dışındaki yaşamlarında birçok duyguyu yaşar ve bu anlamda duygular birçok alanda belirleyicidirler (Erkuş ve Günlü, 2008). Bu bağlamda yapılan mülakatlarda elde edilen bulgularda çalışanlar, farklı kişilik özellikleri ve beklentileri nedeniyle iş yerindeki çalışma ortamının tüm çalışanlar tarafından aynı şekilde algılanmadığını düşünmektedirler. G10 olarak kodlanan çalışanın ”Herkesin buradaki havayı aynı şekilde algılamasını beklemek mümkün değil. Herkesin aldığı eğitim, sosyal ortamı, yetiştiği çevre farklı. Dolayıyla herkes ile farklı şekilde iletişim kurmanız gerekebilir” ve G19 olarak kodlanan çalışan “Hayır düşünmüyorum. İş ortamı hiçbir zaman aynı şekilde algılanmaz. Biri çok sıkıcı bulabilirken başka biri aynı çalışma ortamında kendini daha mutlu hissedebilir. Çünkü her insanın duyguları, karakteri, beklentileri farklıdır” şeklindeki benzer açıklamaları katılımcıların görüşünü doğrular niteliktedir. Çalışanın kendini göstermesine olanak tanıyan ve iyi yönde motive bir iklimde, en azından çalışmasının karşılığı olarak takdir gördüğünde ya da teşekkür edildiğinde kendini daha üretken ve verimli hissetmekte, yaptığı işi daha fazla sahiplenmesine sebep olduğu performanslarının olumlu yönde etkilendiği söylenebilir G9 olarak kodlanan çalışanın ifadesi şöyledir. “İnsanlar kendini kanıtlamayı ve başarılı yönlerini göstermek ister ve başarı hem tatmin eder hem de daha iyisini yapmak için güdüler. Ayrıca takdir edilmek de güdüleyicidir. Böyle bir ortamda çalışanlar arasında rekabette artar böylece iş yerinin başarısı artar”. Bu görüşü destekler şekilde G19 olarak kodlanan çalışanın ifadesi ise şöyledir; “Olumlu etkiler. Daha iyi çalışırsınız, yanlış yapmaktan korkmazsınız. Çünkü insanlara güven verilmesi, motive edilmesi daha hırslı çalışmalarını sağlar. Daha iyi çalışayım diye düşünürüm ve işi daha hızlı bitirebilirim.” Bireyin sorumluluk sahibi, disiplinli, prensipli olması, kararlı kişilik yapısı ya da inisiyatif sahibi olması çalışan performansını olumlu yönde etkilerken, agresif ve içe dönük kişilik yapısı çalışan performansını olumsuz etkilediği söylenebilir. Bu konuda G11 olarak kodlanan çalışanının ifadesi şöyledir; “Sorumluluk sahibi bir karaktere sahibim. Bu da bana verilen işlerin en iyi şekilde yapılıp bitirilmesi sorumluluğunu taşımama neden oluyor. Sonuç olarak performansımı pozitif yönde etkilediğini düşünüyorum.” G13 olarak kodlanan çalışanın ifadeleri 96• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ise şu şekildedir; “Karakter yapılarının etkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin, ben biraz agresif bir yapıya sahibim bu da zaman zaman olumsuz etkileyebiliyor. Bazı şeylere olan tahammülümü azaltabiliyor. Ya da arkadaşlara karşı kırıcı davranabiliyorum. Hem kendimin hem de arkadaşlarımın performanslarını etkileyebiliyor çünkü böyle durumlarda kişinin çalışma şevki düşüyor.” Çalışanların büyük bölümü iş hayatı dışında yaşadıkları olayların performanslarını etkilediklerini düşünmektedirler. Her ne kadar iş hayatları ile özel hayatlarının birbirine karıştırılmaması gerektiğini ya da yaptıkları iş nedeniyle yansıtmamaları gerektiği düşünseler de, insanın yaşadığı duygulardan tam olarak izole olamadığı dolayısıyla da özellikle yaşanan kötü bir olayın performanslarını olumsuz yönde etkilediğini belirtmektedirler G9 kodlu çalışanın görüşü ; ” Her ne kadar iş hayatı ile özel hayatın karıştırılmaması gerektiğini düşünsem de bu pek olanaklı değil, bence her insan için geçerli, yaşanan kötü bir olay mutlaka performansa yansır, isteksizlik ve dikkat dağınıklığına yol açar, iyi bir olay yaşandığında hem iş yerindeki iletişimi hem de iş performansını artırır” yönündedir. G19 olarak kodlanan çalışanın ifadeleri ise olumlu etkiler bırakacak bazı durumların da farklı yansımalara sebep olabileceği konusunda değişik bir bakış açısı sunmaktadır; “Dışarıda yaşadığım olumsuz bir olay, iş yerinde de olumsuz etkiler. Sonuçta aynı insan benim. Dışarıdaki benle işyerindeki ben aynıdır. İş yerinde farklı bir kimlik yansıtmaya çalışsak da içinde bunu yaşıyordur, aklı devamlı yaşadığı sorunlara takılı kalır. Tam tersi iyibir haber alsam da bunun heyecanı yüzünden yine işime odaklanamam. Adrenalin artıkça iştah bozulduğu gibi işteki iştah da bozulur.” Bu doğrultuda görüşmecilerden elde edilen bulgularla Psikolojik etkenler arasında doğrudan bir ilişki bulunmakta ve Psikolojik etkenlerin çalışan performansını belirleyen faktörlerden biri olduğu doğrulanmaktadır. Yöneticinin Objektiflik Sorunu Katılımcıların tamamının yöneticinin davranışının performanslarını doğrudan etkilediği yönünde belirttikleri görüşleri doğrultusunda edinilen bulgulardan, yöneticinin objektifliği ile çalışanların iş performansı arasında doğrudan ve kuvvetli bir ilişinin olduğunu söylemek mümkündür. Bu görüşlerden hareketle; yöneticinin tavır ve tutumları çalışanın örgüte bağlılığını, iş kapasitesini, iş yerindeki diyalogları kısacası bireyin iş yaşamının tamamını etkilediği görülmektedir Bulgular Objektif olmayan yöneticinin çalışanın iş performansını kuvvetli şekilde olumsuz etkiledi, bu durumunda iş ortamına yansıdığı, çalışanlar arasındaki ilişkiyi bozabildiğini, çalışanın sadece kendine verilen görevi yerine getirerek yaptığı işe değer katmayı düşünmeyeceğini ve bilgisinin tamamını işine yansıtmayacağı ve sonuçta da verimliliğinde ve üretkenliğinde negatif yönde değişimin olabileceğini gösterdiği gibi çalışanın birim değiştirme ve hatta işten ayrılma yoluna gidebileceğini söylemek mümkündür. Katılımcılardan G14 olarak kodlanan çalışanın açıklamaları şöyledir; “Performansımı kesinlikle etkiler. Ona güvenmediğim zaman, ona inanmadığım zaman, tarafsızlığından şüphe duyduğum zaman öncelikle diyalog kurmak istemem, bundan kaçarım. Sorumluluk almam, inisiyatif kullanmam. İyi çalışanla çalışmayana eşit mi davranmalı? Davranış olarak herkesin performansını artırmak öncelikli olarak yöneticinin görevi. Eğer bir arkadaşımız yeterli performans sergilemiyorsa, yeterli düzeyde çalışmıyorsa o zaman yöneticinin buna müdahale etmesi lazım. Belki iş tanımını değiştirmesi lazım. Birisi sırf işi daha iyi yapabiliyor diye hep onunla çalışmak hem onun hem de diğer çalışma arkadaşlarının performansını düşürür. Çünkü daha iyi yaptığı için daha çok iş yüklenen personelin performansı zaman içinde düşmeye başlar. Diğer personel de kendisinin iyi yapamadığını düşünüp işten daha da uzaklaşıyor, yalnızlaşıyor. Kendini toplumdan soyutlamış oluyor”. Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 97 Sonuç olarak araştırmada elde edilen bulgular yöneticinin objektiflik sorunu ile çalışan performansı arasındaki kuvvetli ve doğrudan ilişkinin performansı etkileyen faktörlerden biri olduğu doğrulanmıştır. Fizyolojik Etkenler Uykuya dayanıklı olmak, çabuk yorulmak/dayanıklı olmak, açlığa dayanamamak/ açlığa dayanmak ya da bağışıklık sisteminin zayıf yada kuvvetli oluşu arasında kuvvetli bir ilişki olduğu bulgularla doğrulanmaktadır. Bulgulara göre uykusuzluk açlığa dayanamamak ya da bağışıklık sisteminin zayıf olması durumlarında çalışan performansı olumsuz etkilenmektedir. Buna karşın çabuk yorulmayan açlığa ve uykusuzluğa dayanıklı fizyolojik yapıya sahip çalışanın söz konusu özellikleri performanslarını arttırıcı niteliktedir. Bireyin fizyolojik özellikleri çalışma ortamına bağlı olarak iş performanslarında etkili olmaktadır. Örneğin Bir büro çalışanı için kilolu olmak çok fazla sorun olmazken sahada görevli çalışan için çok fazla ayakta durmasına engel olduğu için kilo performans düşüren bir etken olarak görülmektedir. Çalışanın iş yerinde kullandığı araç ve gereçlerin konforu ve ergonomisinin performansı ile doğrudan ilişkisi olduğu görülmektedir. Özellikle vücut yapısına uygun olmayan araç gereçlerin performans üzerindeki etkisi olumsuz yöndedir. G1 olarak kodlanan çalışanın “Çalıştığımız masa ve koltuklar konforlu değilse ve sırt ve bel ağrısı yapması durumunda, sık sık iş kesintileri olacağından performansımız olumsuz etkilenmekte, ergonomik yapımıza uygun araç ve gereçlerle daha rahat bir çalışma ortamının oluşacağını düşünüyorum “ açıklaması diğer çalışanların büyük çoğunluğunun görüşünü yansıtmaktadır. Elde edilen bulgular fizyolojik etkilerin çalışan performansını etkileyen faktörlerden biri olduğu doğrulanmıştır. SONUÇ Performans; bir çalışanın, bir üretim aracının ya da bir işletmenin belli bir dönemdeki verim gücünü mutlak ya da oransal olarak ifade eden bir kavramdır. Bir işi yapan bir bireyin, bir grubun, bir birimin, bir sürecin ya da şirketin o işle amaçlanan hedefe yönelik olarak nereye varabildiği, başka bir deyişle neyi sağlayabildiğinin nicel ve nitel olarak anlatımıdır. Performans, üretim sürecinde çalışanın yapılması gereken bir görevin yerine getirilmesi sırasında başarı için ortaya konulan çabaların bütünüdür(Aytaç, 2011) Kurumların performansının ana kaynağının çalışanlarıdır. Çalışanın kişisel performans sonuçlarının kurum performansını doğrudan etkileyeceği gerçeği kurumlar tarafından bilinmeli ve çalışan performansını etkileyen faktörleri belirleyerek kurumun hedef ve beklentilerini gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar. Çalışma bu doğrultuda literatür taraması yapılarak, çalışan performansını içeren çalışmalarda yapılan araştırma sonunda çalışan performansını belirleyen eğitim, çevresel etkenler, psikolojik etkenler, fizyolojik etkenler, yöneticinin objektiflik sorunu olarak belirlenen faktörlerin çalışan performansı üzerindeki etkileri İzmit Belediyesi çalışanlarının katılımıyla gerçekleştirilen anketle belirlenmiştir. Çalışmada elde edilen bulgular belirlenen faktörleri doğrular niteliktedir. Kurumların elde edilen bulgular doğrultusunda çalışan performansını arttıracak önlemler almaları ve önlemleri hayata geçirmeleri tavsiye edilebilir. Bununla birlikte bir kamu kurumu olan yerel yönetimlerde yapılan çalışmanın, mevzuat çalışma alanı yada örgüt yapısı nedeniyle farklılık gösteren kamu kurumlarında dikkate alınması durumunda, çalışma alanı ve mevzuat açısından farklılık gösterebileceği de dikkate alınmalıdır. Çalışmanın çeşitli yönlerden kısıtlı olduğu da ayrıca belirtilmelidir. 98• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kaynakça Acar Dilek, Belediyelerde Performans Ölçümü, Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009 Adams Stacey John. 1965. Inequity in Social Exchange Adv.Exp Soc.Psychol 62:335-343. Alikaşifoğlu, A. ve Yordam, N. (2000), Obezitenin Tanımı ve Prevelansı. Katkı Pediatri Dergisi, 21 (4); 475-481 Altunoğlu, A.Ender & Doğan, B. (2014), Bilgi Yönetimi, Çevre, Teknoloji ve Örgütsel Performans İlişkileri, İnternet Uygulamaları ve Yönetimi Dergisi Akçakaya, Murat (2012), Kamu Sektöründe Performans Yönetimi ve Uygulamada Karşılaşılan Sorunlar, Karadeniz Araştırmaları, Kış 2012, Sayı 32 ,171202 Akkın, Cezmi, Eğrilmez, Sait, Afrashi, Filiz(2004), Renklerin İnsan Davranışı ve Fizyolojisine Etkileri, Türk Oftalmaloji Derneği,Gaz.33, 274-282, İzmir Akova Orhan (2000), “Ön büro Elemanlarında Arana Nitelikler Üzerine Bir Araştırma”, Yeni Bin Yılda Turizm ve Türkiye Semineri,ss. 153-169 Ateş, Hamza (2007), “Kavramlar, Tartışmalar ve Genel Çerçeve”, Editörler: Ateş, Hamza, Harun Kırılmaz ve Sabahattin Aydın, Sağlık Sektöründe Performans Yönetimi: Türkiye Örneği, Asil Yayınları, Ankara, s. 1-20 Arslan,N.Talat (2004), Örgütsel Performansı Belirleyici Bir Etmen olarak Örgüt Kültürü ve İklimi Hakkında Bir Değerlendirme, Süleyman Demirel Üni. İİBF Y.2004,C.9,S.1 Campbell J.P. (1990), Modeling The Performance Prediction Problem İn İndustrial And Organizational Psychology. In md. Dunnette & l.m. hough (eds.), Handbook Of İndustrial And Organizational Psychology Palo Alto, CA: Consulting Psychologists Press. 2nd ed., Vol:1, s.687-732. Coşkun Bayram ve Şekercioğlu Lale Sanem (2011), “Belediyelerde Bireysel Performans Değerlendirme: İzmir İli İlçe Belediyelerinin İncelenmesi”, Cilt 13, Sayı 2 Çakır, Ö., (2001), “İşe Bağlılık Olgusu ve Etkileyen Faktörler”, 1. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara Çevik, Hasan Hüseyin, Turgut Göksu &Veysel K. Bilgiç, Muhittin Karakaya, Kazım Seyhan, Serdan Kenan Gül (2008), Kamu Kurumlarında Performans Yönetimi, Seçkin Yayınları, Ankara Dallı Özen (1988),“Gelişen Turizm Endüstrisinin Ortaya Çıkardığı Eğitime İlişkin Sorunlar”, TUGEV, sayı. 5, ss. 1-13, 1988 Eren Erol, (2010). Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, 12. Baskı, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 642s. Gökmen Aytaç, (2010). Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi Cilt 2, Sayı 2, 2010 ISSN: 1309 -8039 Halis, Muhsin & Mehmet Tekinkuş (2003), “Kamuda Performans Yönetimi”, Editörler: Balcı, Asım, Ahmet Nohutçu, Namık Kemal Öztürk ve Bayram Coşkun, Kamu Yönetiminde Çağdaş Yaklaşımlar: Sorunlar, Tartışmalar, Çözüm Önerileri, Dünya ve Türkiye Yansımaları, Seçkin Yayınları, Ankara, s. 169-201 Yerel Yönetimlerde Çalışan Performansını Etkileyen Faktörler: İzmit Belediye Kapsamında Bir Çalışma • 99 Humphry H, & Wong Y. H.(2007), The Relationship Between Employer Endorsement Of Continuing Education And Training And Work And Study Performance: A Hong Kong Casestudy, Blackwell Publishing Ltd. Işıkhan, V. (2004), Çalışma Hayatında Stres ve Başa Çıkmanın Yolları, Sandal Yay., Ankara. Kanten Selahattin (2002), “Konaklama İşletmelerinde İnsan Kaynakları Eğitimi”, II Turizm Şurası Bildirileri Cilt:II Karalar, R. (2003), Genel İşletme, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınevi. Kır, T., Ceylan, S. ve Hasde, M. (2000), Antropometrinin Sağlık Alanında Kullanımı,Türkiye Klinik Tıp Bilimleri, 20; 378 – 384 Kırılmaz, Harun (2011), Kamu Kurumlarında Performans Yönetimi Uygulamaları, Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, Haziran-Temmuz-Ağustos 2011 19. Sayı Koçel Tamer, (2003). İşletme Yöneticiliği, Beta Yayın, İstanbul Köseoğlu Özer (2005), “Belediyelerde Performans Yönetimi”, Türk İdare Dergisi, (447) Küçükaltan Derman. “Türkiye’de Otel İşletmelerinde İşgören Seçimi ve Eğitiminin Hastane İşetmeciliği ile Karşılaştırılmasına Yönelik Bir Uygulama”,Anatolia Dergisi, ss.51-59, yıl:9 1998 Luecke, Richard (2010), Performans Yönetimi, 2. Baskı, Çeviren: Aslı Özer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Luthans, Fred, (1995). Organizational Behavior(7.th Edt. ),Newyork:Mc Graw–Hill inc. Mason, G,& Wilson, R., Employer Skill Survey. New Analysis and Lessons Learned, DfES Research Report, 2003. Naktiyok, A. & Bayrak Kök, S. (2006). Çevresel Faktörlerin İç Girişimcilik Üzerine Etkileri,Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 8 (2), 77-96. Neuman, W.Lawrence, Toplumsal Araştırma Yöntemleri, Yayınodası Yayıncılık,Çev: Sedef Özge Yayın Yılı: 2013 İstanbul Özdevecioğlu Mahmut, (2003). Algılanan Örgütsel Adaletin Bireylerarası Saldırgan Davranışlar Üzerindeki Etkilerinin Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma,Erciyes Ünv. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,S. 21, Temmuz-Aralık 2003,ss. 77-96. Özler E. Derya, Atalay G. Ceren, ŞAHİN D. Meltem, (2010). Örgütlerde Sinism Güvensizlikle mi Bulaşır? Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi Cilt 2, Sayı 2, 2010 ISSN: 1309 8039 Özgen H., Öztürk A., Yalçın A., İnsan Kaynakları Yönetimi, Adana: Nobel Kitabevi, 2005 Öztürk, Ümit (2009), Performans Yönetimi, Alfa Yayınları, İstanbul. Peker Ömer (1989), “Yönetici Eğitimi”, Ankara: TODAİE Yayını. Saran Ulvi, Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma-Kalite Odaklı Bir Yaklaşım, Atlas Yayıncılık, Ankara, 2004. 100• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Talbot, Colin (2005), “Performance Management”, Editörler: Ferlie, Ewan, Laurence E. Lynn ve Christopher Pollit, Public Management, Oxford University Press, New York, s. 491517 Tortop, Nuri, Eyüp G. İsbir, Burhan Aykaç, Hüseyin Yayman ve M. Akif Özer (2007), Yönetim Bilimi, 7. Baskı, Nobel Yayınları, Ankara Taşkıran, N. (2003). İşletme Stratejileri ve Politikaları, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Yayın Birimi Ulucan,H.Figen&Zeyrek Serap (2012), Ofislerde İş Sağlığı Ve Güvenliği, İş Sağlığı Ve Güvenliği Enstitüsü Müdürlüğü, Ankara Usta, Aydın (2010), Kamu Kurumlarında Örgütsel Performans Yönetim Süreci, Sayıştay Dergisi, Sayı:78, İstanbul Yardımcı, H. ve Özçelik, A.Özfer (2006), Ankara İli Gölbaşı İlçesinde Yetişkin Kadınların Antropometrik Ölçümleri ve Beslenme Alışkanlıkları Üzerinde Bir Araştırma, Ankara Üni. Ev Ekonomisi Yüksekokulu, Yayın no:13, Ankara Yeşil Salih, Dereli Selçuk Fatih, (2012). Örgütsel Adalet ve İş Tatmini Üzerine Bir Alan Çalışması, Kahramanmaraş Sütcü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, S.1, Eylül 2012. Yıldırım Cemal, (1985). Bilim Felsefesi, İstanbul: Remzi Kitapevi. Yıldırım Cemal, (1993). Bilimsel Nesnellik ve Değer Yargıları, Felsefe Tartışmaları, İstanbul: 13. Kitap, 40-45. Yüksel Öznur (1999), Uluslararası İşletme Yönetimi Ve Türkiye Uygulamaları, Ankara: Gazi Kitapevi. Logotri, “Performance Measurement and Management in Asia-Pacific Local Government”, A Discussion Paper, Report 4, (September 2003),s.4, http://www.logotri.net Özen Paşa, Performans, Eğitim İlişkisinin İrdelenmesi Ve Çalışan Performansının Artırılmasında Eğitimin Rolünün Betimlenmesine Yönelik Bir Araştırma, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana, 2011 Pekel, H. N. , 2001. , İşletmelerde motivasyon verimlilik ilişkisi, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Antalya Havalimanı çalışanlara arasında bir örnek olay araştırması, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 212 s. Ross F . Glenn. “Hospitality/Tourism Job Applications And Educationalexpctation”, Http://Www.Emerald-Library.Com.2005. Sat Sultan, (2011). Örgütsel Ve Bireysel Özellikler Açısından İş Doyumu İle Tükenmişlik Düzeyi Arasındaki İlişki: Alanya’da Banka Çalışanları Üzerinde Bir İnceleme, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi. Tural Mehmet, Örgütlerde Performans Yönetimi: Bir Kamu Kuruluşundaki Performans Değerleme Sisteminin İncelenerek Karşılaşılan Sorunların Tespit Ve Çözümüne Yönelik Bir Araştırma, Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana, 2007 http://www.tfbd.org.tr/fizyo Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 101- 118 Çağdaş BEŞOĞUL • Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri İle Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki Özet Bu araştırmanın amacı, öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılık düzeyleri arasında bir ilişkinin olup olmadığını incelemektir. Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ve örgütsel bağlılık düzeyleri çeşitli demografik değişkenler açısından incelenmiştir. Araştırma, 2013–2014 eğitim öğretim yılında Kocaeli ili Gölcük ilçesinde bulunan kamuya ait liselerde görev yapan 258 öğretmene uygulanan anket sonuçlarına dayanmaktadır. Araştırma verilerinin toplanması için “Olumsuz Davranışlar Ölçeği” ve "Örgütsel Bağlılık Ölçeği" kullanılmıştır. Araştırmadan elde edilen sonuçlara göre, öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri eğitim düzeyi değişkenine göre; öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri ise yaş, eğitim düzeyi, bulundukları okuldaki hizmet süresi ve meslekî hizmet süresi değişkenlerine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılığın uyum alt boyutu arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde, özdeşleşme alt boyutu arasında negatif yönlü ve orta düzeyde, içselleştirme alt boyutu arasında negatif yönlü ve düşük düzeyde anlamlı bir ilişki vardır. Anahtar Kelimeler: Mobbing, öğretmen, örgütsel bağlılık Jel Kodu: M12 The Relationship Between Teachers' Mobbing Exposure Levels and Organizational Commitment Levels Abstract The purpose of this research is to investigate whether there is a correlation between teachers' mobbing exposure levels and organizational commitment levels. Teachers' mobbing exposure levels and organizational commitment levels were examined in terms of varied demographic variables.The research is based on the results of questionnaire administered on 258 teachers who served at official high schools from Gölcük district of Kocaeli province on 2013-2014 academic year. "Negative Acts Questionnaire" and "Organizational Commitment Scale" were applied to collect data of research. According to the results that acquired from research; teachers' mobbing exposure levels varies significantly according to education level variable; teachers' organizational commitment levels varies significantly according to age, education level, working time in the school they work and professional service period variable. There is a positive and medium level significant relation between teachers' mobbing exposure levels and coherence sublevel of organizational commitment, negative and medium level significant relation between teachers' mobbing exposure levels and identification sublevel of organizational commitment, negative and low level significant relation between teachers' mobbing exposure levels and internalization sublevel of organizational commitment. Keywords: Mobbing, teacher, organizational commitment Jel Code: M12 • Kocaeli Üniversitesi İİB Fakültesi, İşletme Bölümü, [email protected] 102• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Rekabetin her geçen gün arttığı globalleşen dünyada, işgörenler bir örgütün sahip olduğu en değerli unsurudur. Örgütlerin hedeflerine ulaşmasında önemli rol oynayan insan faktörünün doğru ve verimli bir şekilde yönetilmesi oldukça önemlidir. Bir işyerinde günün neredeyse büyük bölümünü birlikte geçiren işgörenler arasındaki ilişkilerde bazen olumsuz davranışlar sergilenmekte, bu davranışlar hedef alınan işgöreni işyerinden uzaklaştırmak veya ona psikolojik açıdan zarar vermek için sistematik olarak uygulanmaktadır. Mobbing, birinin veya nadir olarak birkaç kişinin, bir veya daha fazla kişi tarafından, uzun süre sistematik olarak duygusal yönden zarar verici davranışlara maruz bırakılmasıdır. Mobbinge maruz kalan bireyde fiziksel veya zihinsel rahatsızlıklar ortaya çıkarken; örgüt açısından işgörenin devamsızlığı, erken emeklilik, yüksek işgücü devri, verimsizlik gibi sonuçlar baş gösterebilmektedir. Örgütsel bağlılık, işgörenin çalıştığı örgüte karşı hissettiği bağın gücüdür. İşgörenin örgütün değer yargıları ve hedefleri ile özdeşleşmesi ve örgütten karşılık beklemeksizin bu hedefleri gerçekleştirmek için kendini sorumlu hissetmesidir. Örgütsel bağlılığı yüksek olan bir işgören, bulunduğu örgütün amaç ve değerlerini benimsemekte, örgüt için büyük çaba sarf etmekte ve örgütte kalmak için daha fazla istek duymaktadır. Mobbing, işgörenleri örgütten uzaklaştırmakta ve onların örgütsel bağlılığını olumsuz yönde etkilemektedir. Mobbing sonucunda örgütte olumsuz bir çalışma ortamı meydana gelmekte, işgörenlerin verimleri ve performansları düşmekte, iş tatminleri ve örgütsel bağlılıkları azalmakta, bu duruma bağlı olarak işten ayrılma niyeti oluşmaktadır. Bu araştırmada, öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılık düzeyleri arasındaki ilişki incelenmiştir. 1. Mobbing ve Örgütsel Bağlılık 1.1. Mobbing Kavramı İşyerinde bir çalışanın veya çalışan grubunun, diğer bir çalışana yönelttiği olumsuz istenmeyen davranışlarla açıklanan mobbing, günümüzde sıklıkla karşılaşılan ve hem bireysel hem de örgütsel düzeyde ciddi tehlike arz eden bir sorundur (Tınaz vd, 2013:40). Mobbing, tüm kültürlerde ve ülkelerde, cinsiyet, yaş, öğrenim düzeyi, dış görünüm, kıdem, hiyerarşik konum farkı gözetmeksizin çalışan herkesin başına gelebilecek bir işyeri sorunudur (Tınaz, 2012:13). Mob sözcüğü, kanun dışı şiddet uygulayan düzensiz kalabalık anlamına gelmektedir. Latince’de “kararsız kalabalık” anlamına gelen “mobile vulgus” sözcüklerinden türetilmiştir. Mob fiili “ortalıkta toplanmak, saldırmak veya rahatsız etmek” olarak tanımlanmaktadır (Davenport vd, 2003:3). “Mob” kökünün İngilizce eylem biçimi olan “mobbing” ise; psikolojik şiddet, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamına gelmektedir (İbicioğlu vd, 2009:26). Mobbing, bir çalışana, bir ya da birkaç çalışan tarafından sistematik olarak yapılan düşmanca ve etik olmayan iletişim biçimi olup çalışanı yalnız ve savunmasız bırakan sürekli devam eden bir davranıştır. Bu davranışlar sıklıkla ve uzun bir periyotta meydana gelmektedir (en az haftada bir kez ve en az 6 ay boyunca). Düşmanca davranışın çok sık ve uzun bir süre devam etmesi, bireyin ciddi psikolojik, psikosomatik rahatsızlıklar ve sosyal ıstırap yaşamasıyla sonuçlanmaktadır. Bu tanım, geçici çatışmaları bir yana bırakıp psikosomatik ve psikiyatrik rahatsızlıkla sonuçlanan psikolojik durumun başladığı zamana Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 103 odaklanmaktadır. Bir başka deyimle, çatışma ve mobbingin birbirinden ayrıldığı nokta, yapılan davranışın ne olduğu ya da nasıl yapıldığı değil, ne sıklıkta ve ne kadar süre ile yapıldığıdır (Leymann, 1990:120; 1996:168). Çalışma ortamındaki rekabet ve anlaşmazlıklar ile mobbing arasında çok büyük fark vardır. Bu nedenle, mobbing ile çalışma ortamının gereği olan rekabet ve fikir ayrılıklarını birbiri ile karıştırmamak gerekmektedir (Ocak, 2008:21). İşyerlerindeki olumsuz davranışlar, uzun bir süre içerisinde (en az 6 ay boyunca) sistematik olarak tekrarlandığı taktirde (haftada en az 1 kere) mobbing olarak kabul edilmelidir. Mobbing, örgütsel yapıda dikey veya yatay olarak uygulanır. Dikey veya “hiyerarşik mobbing”de üstler astlarına veya astlar üstlerine mobbing uygular. Yatay veya “fonksiyonel mobbing”de ise, birbirleriyle kurmay-fonksiyonel ilişki içinde olan eşitler birbirine mobbing uygular. Davenport ve arkadaşlarına göre mobbingin yatay veya dikey olarak hüküm sürmesi, örgütün kültürü ve seçtiği hiyerarşik yapı ile ilişkilidir. Hiyerarşi fazla ise, mobbing çoğunlukla dikey, hiyerarşi daha az ise çoğunlukla yatay olur (Aktaran: Sönmezışık, 2011: 15). Mobbing, tek bir nedene bağlanamayacak kadar karmaşıktır. Mobbingin nedenleri temelde kişisel faktörler ve dışsal faktörler olarak iki grupta ele alınmakta, saldırganların ve kurbanın psikolojisi ve karakter özellikleri, kişisel faktörler olarak değerlendirilirken; kurum kültürü, organizasyon yapısı, kurum içi çatışmalar, toplumsal değer ve kurallar ise dışsal faktörler olarak ele alınmaktadır. Bütün bu faktörler, çoğu zaman tek başlarına olmasa da birbirleriyle etkileşim halinde mobbingin ortaya çıkmasına ve belki de devam etmesine neden olabilmektedirler (Aktaran: Göktürk ve Bulut, 2012:56). 1.2. Örgütsel Bağlılık Kavramı İşgören ile örgütü arasındaki uyumun bir göstergesi olan örgütsel bağlılık kavramı günümüz iş hayatında kâr amacı güden veya gütmeyen tüm örgütler için büyük önem taşımaktadır. Örgütsel bağlılık, kişilerin örgüte gösterdikleri pasif bir sadakatten çok, kişilerin örgütün başarılı olması ve hedeflerine ulaşmasına yardımcı olabilmek için bir şeyler yapma isteğini ortaya koydukları daha aktif bir ilişkiyi kapsamaktadır (Aktaran: Çetin vd, 2011:63). Örgütsel bağlılıkla ilgili en çok kabul edilen tanımlardan biri Porter ve diğerlerinin yaptıkları tanımdır. Bu tanıma göre örgütsel bağlılık, bireyin örgüt amaç ve değerlerini kabul etmesi, bu amaçlara ulaşması yönünde çaba sarf etmesi ve örgütteki üyeliğini devam ettirme arzusudur (Mercan, 2006). Meyer ve Allen, (1990); bağlılığın üç unsurdan meydana geldiğini ifade etmektedirler. Bunlar (Çolakoğlu vd, 2009:78): • Örgütsel amaç ve değerleri kabul etmek ve bunlara inanmak, • Örgütsel amaçların gerçekleştirilmesinde ekstra çaba sarf etmek, • Örgüt üyeliğini devam ettirmek için güçlü bir istek duymaktır. Örgütsel bağlılıkla ilgili birbirinden değişik sınıflandırmalar yapmak mümkünse de literatürde özellikle Şekil 1'de gösterilen üç sınıflandırma türü ön plana çıkmaktadır. 104• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Şekil 1 : Örgütsel Bağlılığın Sınıflandırılması ÖRGÜTSEL BAĞLILIĞIN SINIFLANDIRILMASI TUTUMSAL BAĞLILIK DAVRANIŞSAL BAĞLILIK • Kanter’in Yaklaşımı • Etzioni’nin Yaklaşımı • O’Reilly ve ÇOKLU BAĞLILIK • Becker’in Yaklaşımı • Salancik’in Yaklaşımı Kaynak: (Gül, 2002:40). Chatman’ın Yaklaşımı • Penley ve Gould’un Yaklaşımı Huselid ve Day’e (1991) göre tutumsal bağlılık, örgütte kalma isteği ve duygusal olarak örgüte bağlı olmayı ifade eder. Tutumsal bağlılık daha çok işgörenlerin örgüte duygusal anlamda bağlanması nedeniyle örgütte çalışmayı tercih ettiği ve örgütte kalmayı istediği bir bağlılık türü olarak açıklanabilir. Tutumsal bağlılık düzeyi yüksek olan işgören, örgütün değerlerini güçlü bir şekilde kabul eder ve örgütün bir parçası olarak kalmayı ister. Bu kişiler, her işverenin işletmesinde çalıştırmak istediği, gerçekten kendini örgüte adamış ve sadık birer işgörendir. Davranışsal bağlılık, kişinin geçmişteki davranışları nedeniyle örgüte bağlı kalma süreci ile ilgilidir (Mowday vd., 1982). Burada örgüte bağlı kalmaktan kastedilen, örgütte kalmaya niyetli olma, örgütten ayrılmama ve devamsızlık yapmama gibi davranışlardır (Gül, 2002:47). Davranışsal bağlılık gösteren işgörenler, örgütün kendisinden ziyade, yaptıkları belli bir faaliyete bağlanmaktadırlar Reichers tutumsal bağlılığı biraz daha geliştirerek çoklu bağlılık yaklaşımını ileri sürmüştür (Reichers, 1985). Çoklu bağlılık yaklaşımı, bir kişi tarafından duyulan bağlılığın bir başkası tarafından duyulan bağlılıktan farklı olabileceğini öngörmektedir. Dolayısıyla, bir kişinin örgüte bağlılığının kaynağı kaliteli ürünleri uygun bir fiyatla piyasaya sunuyor olması olabilirken, bir başkasının bağlılık kaynağı örgütün, işgörenlerine gösterdiği yakın ilgi olabilmektedir (Aktaran: Gül, 2002:50). Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 105 1.3. Örgütsel Bağlılık ve Mobbing Arasındaki İlişki Mobbingle örgütsel bağlılık arasındaki ilişkiye yönelik gerçekleştirilen çalışma sonuçları, söz konusu iki kavram arasındaki ilişkinin genellikle negatif yönlü olduğu yönünde bulgular sunmaktadır. Mobbing davranışlarına maruz kalan işgörenlerin örgütsel bağlılığının zayıfladığı görülmektedir (Pelit ve Kılıç, 2012:126). Ergun Özler ve diğerlerine (2008) göre ise, örgütsel bağlılık ve mobbing arasındaki ilişki bazen pozitif bazen de negatif yönlü olabilmektedir. İşletmelerde işgörenlerin örgütsel bağlılığı arttıkça mobbing davranışlarına maruz kalma düzeylerinin yükseldiği ve mobbing davranışlarına maruz kalan işgörenlerin de örgütsel bağlılığının zayıfladığı görülmektedir (Ergun Özler vd, 2008:52). 2. Yöntem Araştırma betimsel nitelikte ilişkisel tarama modelindedir. Bu araştırmanın amacı, öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılık düzeyleri arasında bir ilişkinin olup olmadığını incelemektir. Araştırmanın evrenini 2013-2014 eğitim-öğretim yılında, Kocaeli ili Gölcük ilçesinde yer alan kamuya ait liselerde görev yapan öğretmenler oluşturmaktadır. Gölcük ilçesinde toplam 13 lise bulunmakta olup, bu liselerde toplam 510 öğretmen görev yapmaktadır. Gölcük ilçesindeki 10 lisede görev yapan 325 öğretmene anket dağıtılmış, dağıtılan anketlerden 270 (% 79)'i cevaplandırılmıştır. Cevaplandırılan anketlerden eksik veya hatalı doldurulan 12'si değerlendirmeye alınmamış, 258 anket kullanılabilir bulunarak değerlendirilmeye alınmıştır. Araştırmada kullanılan veri toplama aracı üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, araştırmaya katılan öğretmenlerin demografik özelliklerini belirlemek amacıyla araştırmacı tarafından geliştirilen “Kişisel Bilgi Formu”, ikinci bölümde, araştırmaya katılan öğretmenlerin mobbing davranışlarına maruz kalma düzeyini ve maruz kaldıkları davranışları belirlemek amacıyla “Olumsuz Davranışlar Ölçeği", üçüncü bölümde ise, araştırmaya katılan öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerini belirlemek amacıyla Balay tarafından eğitim kurumlarında görev yapan idareci ve öğretmenlere yönelik geliştirilmiş olan 5'li Likert tipi "Örgütsel Bağlılık Ölçeği" kullanılmıştır. Araştırmanın hipotezi şu şekilde belirlenmiştir: H 1: Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılık düzeyleri arasında bir ilişki vardır. 106• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 3. Bulgular ve Yorumlar Araştırmaya katılan öğretmenlerin demografik özelliklerine ilişkin bulgular Tablo 1'de verilmektedir. Tablo 1: Öğretmenlere Ait Demografik Bulgular ÖZELLİK F % ÖZELLİK F % GENEL 258 100 GENEL 258 100 Evli 207 80,2 0-2 Yıl 106 41,1 Bekâr 46 17,8 3-5 Yıl 75 29,1 Dul/Boşanmış 5 1,9 6-8 Yıl 31 12,0 20-29 30 11,6 9 Yıl ve Üzeri 46 17,8 30-39 115 44,6 1-5 Yıl 45 17,4 40-49 98 38,0 6-10 Yıl 33 12,8 50 ve üzeri 15 5,8 11-15 Yıl 73 28,3 Önlisans 6 2,3 16-20 Yıl 62 24,0 Lisans 216 83,7 21 Yıl ve Üzeri 45 17,4 Lisansüstü 36 14,0 Kadın 157 60,9 Erkek 101 39,1 MEDENİ DURUM YAŞ EĞİTİM DÜZEYİ BULUNDUĞU OKULDAKİ HİZMET SÜRESİ MESLEKÎ HİZMET SÜRESİ CİNSİYET Buna göre, öğretmenlerin % 60,9'u kadın, % 39,1'i erkektir. Medeni durumları incelendiğinde % 80,2'si evli, % 17,8'i bekâr ve %1,9'u ise dul/boşanmıştır. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu 30-39 yaş arasında ve lisans eğitim düzeyinde, bulunduğu okuldaki hizmet süresi çoğunlukla 0-2 yıl arasında, meslekî hizmet süresi ise 11-15 yıl arasındadır. Tablo 2 öğretmenlerin düşük düzeyde mobbinge maruz kaldıklarını göstermektedir. Öğretmenler mesai saatlerinin büyük bölümünü yöneticiler veya diğer öğretmenler yerine öğrencileriyle geçiriyor olup, bu durumun mobbinge maruz kalma düzeylerini azalttığı değerlendirilmektedir. Aritmetik ortalamalar incelendiğinde, "işlerinin aşırı denetlenmesi", "mantıksız ya da yetiştirilmesi mümkün olmayan işler verilmesi", "başarılarını etkileyecek bilginin saklaması", "üstesinden gelinemeyecek kadar iş yüküne maruz bırakılmaları" gibi davranışların öğretmenlerin en çok karşılaştığı mobbing davranışları olduğu görülmektedir. Literatüre göre, örgütlerde dikey mobbing yatay mobbingden daha yoğun yaşanmakta ve yöneticiler tarafından gerçekleştirilmektedir. En çok karşılaşılan mobbing davranışları açısından, araştırma sonuçlarının literatürü desteklediği görülmektedir. Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 107 Tablo 2: Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin Aritmetik Ortalamaları ve Standart Sapma Değerleri MADDELER X ss 1 Birinin başarınızı etkileyecek bilgiyi saklaması 1,37 0,61 2 Yeterlilik düzeyinizin altındaki işlerde çalışarak küçük düşürülmek 1,21 0,61 3 Ustalık/Yeterlilik seviyenizin altındaki işleri yapmanızın istenmesi 1,33 0,68 4 Önemli alanlardaki sorumluluklarınızın kaldırılması veya daha önemsiz ve istenmeyen görevlerle değiştirilmesi 1,23 0,51 7 Kişiliğiniz (örneğin alışkanlıklar ve görgü), tutumlarınız veya özel hayatınız hakkında hakaret ve aşağılayıcı sözler söylenmesi 1,12 0,37 8 Bağırılmak veya anlık öfkenin hedefi olmak 1,31 0,59 9 Parmakla gösterme, kişisel alana saldırı, itme, yolunu kesme gibi gözdağı veren davranışlar 1,09 0,40 11 Yanlış ve hatalarınızın sürekli hatırlatılması/söylenmesi 1,29 0,58 13 İşinizle çabalamanızla ilgili bitmek bilmeyen eleştiriler 1,25 0,50 15 İyi geçinmediğiniz kişiler tarafından hoşlanmadığınız şakalar yapılması 1,15 0,43 16 Mantıksız ya da yetiştirilmesi mümkün olmayan işler verilmesi 1,39 0,65 18 İşinizin aşırı denetlenmesi 1,42 0,69 19 Hakkınız olan bazı şeyleri (örneğin; hastalık izni, tatil hakkı, yol harcırahı) talep etmemeniz için baskı yapılması 1,17 0,47 20 Aşırı alay ve sataşmalara konu olmak. 1,05 0,27 21 Üstesinden gelinemeyecek kadar iş yüküne maruz bırakılmak 1,35 0,67 Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeylerinin cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için yapılan T-testi sonucu Tablo 3'te verilmekte olup, mobbinge maruz kalma düzeyleri cinsiyetlerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Tablo 3 : Öğretmenlerin Cinsiyetlerine Göre Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin TTesti Sonuçları Mobbing Cinsiyet N X ss Kadın 157 1,23 0,32 Erkek 101 1,28 0,32 t -1,240 p 0,216 p<0,05 Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeylerinin medeni durum değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için yapılan Kruskal Wallis testi 108• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ sonucu Tablo 4'te verilmekte olup, mobbinge maruz kalma düzeyleri medeni durumlarına göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Tablo 4: Öğretmenlerin Medeni Durumlarına Göre Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Mobbing Medeni Durum N Sıra Ortalamaları Evli 207 131,45 Bekâr 46 119,17 Dul/Boşanmış 5 143,80 Kikare p df Anlamlı Fark 1,249 0,536 2 - p<0,05 Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeylerinin yaş değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için yapılan Kruskal Wallis testi sonucu Tablo 5'te verilmekte olup, mobbinge maruz kalma düzeyleri yaşlarına göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Örneklemdeki çeşitli yaş grubunda bulunan öğretmenler, mobbinge eşit düzeyde maruz kalmaktadır. Bununla birlikte, 50 ve üzeri yaş grubunda bulunan öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyinin diğer gruptaki öğretmenlere nazaran daha az olduğu görülmektedir. Türk toplumunda yaşı büyüklere saygı gösterme geleneği bu farkın nedeni olarak yorumlanabilir. Tablo 5: Öğretmenlerin Yaşlarına Göre Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Mobbing Yaş N Sıra Ortalamaları 20-29 30 129,42 30-39 115 131,90 40-49 98 128,40 50 ve Üzeri 15 118,47 Kikare p df Anlamlı Fark 0,484 0,922 3 - p<0,05 Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeylerinin eğitim düzeyi değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için yapılan Kruskal Wallis testi sonucu Tablo 6'da verilmekte olup, mobbinge maruz kalma düzeyleri eğitim düzeylerine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Bu sonuçlara göre, lisansüstü eğitim düzeyindeki öğretmenlerin daha düşük eğitim düzeyindeki öğretmenlere nazaran daha çok mobbinge maruz kaldığı görülmektedir. Mobbing davranışlarının genellikle daha başarılı insanlara uygulanması, insanların kıskançlık ve başarıyı çekememek gibi nedenlerle mobbing davranışları sergilemesi bu farkın gerekçesi olarak yorumlanabilir. Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 109 Tablo 6 : Öğretmenlerin Eğitim Düzeylerine Göre Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Mobbing Eğitim Düzeyi N Sıra Ortalamaları Önlisans 6 50,00 Lisans 216 130,39 Lisansüstü 36 137,39 Kikare p df Anlamlı Fark 7,501 0,024 2 0,026 p<0,05 Anova testinin yapılmasının uygun olmaması nedeniyle, öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeylerinin bulundukları okuldaki hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini test etmek için Welch ve Brown-Forsythe testleri kullanılmıştır. Sonuçlar Tablo 7'de verilmiştir. Her iki testin p değerleri 0,05'ten büyük olduğundan, öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri bulundukları okuldaki hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Bununla birlikte, bulunduğu okulda 9 yıl veya 9 yıldan daha fazla görev yapan öğretmenlerin örneklemdeki diğer gruplarda yer alan öğretmenlere göre daha az mobbinge maruz kaldığı görülmektedir. Bunun nedeni, mobbinge maruz kalan öğretmenlerin başka bir okula tayin isteyerek görev yaptığı okulu değiştirmesi olabilir. Tablo 7 : Öğretmenlerin Bulundukları Okuldaki Hizmet Sürelerine Göre Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin Welch ve Brown-Forsythe Testi Sonuçları İstatistik df1 df2 p Welch 2,342 3 95,914 0,078 Brown-Forsythe 2,339 3 156,931 0,076 Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeylerinin meslekî hizmet süresi değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için yapılan Anova testi sonucu Tablo 8'de verilmekte olup, mobbinge maruz kalma düzeyleri meslekî hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Tablo 8 : Öğretmenlerin Meslekî Hizmet Sürelerine Göre Mobbinge Maruz Kalma Düzeylerine İlişkin Anova Testi Sonuçları Mobbing p<0,05 Mesleki Kıdem N X ss 1-5 Yıl 45 1,18 0,24 6-10 Yıl 33 1,31 0,27 11-15 Yıl 73 1,29 0,40 16-20 Yıl 62 1,26 0,31 21 Yıl ve Üzeri 45 1,20 0,2 F p Anlamlı Fark 1,401 0,234 - 110• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerine ilişkin aritmetik ortalamalar ve standart sapma değerleri Tablo 9'da verilmektedir. Tablo 9 : Öğretmenlerin Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin Aritmetik Ortalamaları ve Standart Sapma Değerleri MADDELER X ss 1 Bu okuldaki görevimi büyük ölçüde parasal kaygılarla yapıyorum. 2,00 1,14 2 Bu okulda çalışmaya karar vermekle hata ettiğimi düşünüyorum. 1,56 0,89 3 Emek ve birikimlerim bu okuldan ayrılmamı engelliyor. 1,97 1,17 4 Öğrencilerin başarısına ilişkin çabamın ders saatleriyle sınırlı olduğunu düşünüyorum. 2,26 1,24 5 Bu okula uyum sağlamada güçlük çekiyorum. 1,54 0,87 6 Bu okulun kurallarına mecbur olduğum için uyuyorum. 1,80 1,04 7 Bu okulda çalışma şevkimin her geçen gün azaldığını hissediyorum. 2,02 1,14 8 Bu okulda yönetimin beni okula bağlama çabalarından rahatsızlık duyuyorum. 1,49 0,77 9 Bu okulun çalışmak için mükemmel bir yer olduğunu düşünüyorum. 3,34 1,19 11 Bu okulun, mesleğimle ilgili değişiklik ve yenilikleri takip etme olanağı sağladığı kanısındayım. 3,23 1,15 12 Bu okul işimde beni en yüksek performansı göstermeye özendiriyor. 3,08 1,20 13 Bu okulun eğitim-öğretim etkinlikleri açısından uygun bir ortam sağladığını düşünüyorum. 3,35 1,13 16 Bu okulda yeteneklerimi en üst düzeyde gerçekleştirdiğime inanıyorum. 3,04 1,08 17 Okulumun başarısı için beklenenin ötesinde çaba gösteriyorum. 3,70 0,94 18 Bu okulun geleceğini gerçekten düşünüyorum. 3,97 0,92 19 Bu okulun problemlerini kendi problemlerim olarak algılıyorum. 3,69 1,00 20 Okuluma karşı yapılan eleştirileri kendime yapılmış sayarım. 3,60 1,03 21 Zamanımın çoğunu okuluma ilişkin etkinlikler dolduruyor. 3,20 1,03 22 Okulumun değerleriyle bireysel değerlerim oldukça benzerdir. 3,40 1,00 23 Okulumun önceliklerini kendi önceliklerim olarak algılıyorum. 3,35 1,01 24 Okulumun çıkar ve beklentilerine uygun hareket etmeyi görev sayarım. 3,80 0,94 25 Okulum övüldüğünde kendimi övülmüş hissediyorum. 3,79 1,00 26 Okulumu başkalarına anlatmaktan zevk alıyorum. 3,67 1,12 27 Okulumun yararı için her türlü fedakarlığı yaparım. 3,71 0,99 Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 111 Araştırmaya katılan öğretmenler, örgütsel bağlılıkla ilgili en çok “Bu okulun geleceğini gerçekten düşünüyorum”, “Okulumun çıkar ve beklentilerine uygun hareket etmeyi görev sayarım" ve “Okulum övüldüğünde kendimi övülmüş hissediyorum” ifadelerine katılmaktadır. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin örgütsel bağlılığın uyum, özdeşleşme ve içselleştirme alt boyutlarına ilişkin aritmetik ortalamalar ve standart sapma sonuçları Tablo 10'da gösterilmiştir. Tablo 10 : Öğretmenlerin Örgütsel Bağlılık Düzeylerinin Örgütsel Bağlılığın Alt Boyutlarına İlişkin Aritmetik Ortalamaları ve Standart Sapma Değerleri ALT BOYUTLAR X ss Uyum 2,00 0,59 Özdeşleşme 3,17 1,00 İçselleştirme 3,6 0,76 Örgütsel Bağlılık 2,94 0,46 Bu sonuçlara göre, öğretmenlerin örgütsel bağlılığın içselleştirme alt boyutuna ilişkin düzeyinin diğer alt boyutlara göre daha yüksek düzeyde olduğu belirlenmiştir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin cinsiyetlerine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için T-testi kullanılmıştır. Sonuçlar Tablo 11'de gösterilmiştir. T-testi sonucuna göre örgütsel bağlılık düzeyleri cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Tablo 11 : Öğretmenlerin Cinsiyetlerine Göre Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin T-Testi Sonuçları Alt Boyutlar Uyum Özdeşleşme İçselleştirme Cinsiyet N X ss Kadın 157 1,97 0,57 Erkek 101 2,04 0,63 Kadın 157 3,23 0,98 Erkek 101 3,09 1,02 Kadın 157 3,66 0,72 Erkek 101 3,57 0,83 t p -0,857 0,392 1,095 0,274 0,904 0,367 p<0,05 Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin medeni durum değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek için yapılan Kruskal Wallis testi sonucu Tablo 12'de verilmekte olup, örgütsel bağlılık düzeyleri medeni durumlarına göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. 112• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Tablo 12 : Öğretmenlerin Medeni Durumlarına Göre Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Alt Boyutlar Uyum Özdeşleşme İçselleştirme Medeni Durum N Sıra Ortalamaları Evli 207 128,48 Bekâr 46 132,89 Dul/Boşanmış 5 140,40 Evli 207 134,30 Bekâr 46 107,15 Dul/Boşanmış 5 136,50 Evli 207 133,06 Bekâr 46 113,80 Dul/Boşanmış 5 126,60 Kikare p df Anlamlı Fark 0,242 0,886 2 - 5,061 ,080 2 - 2,518 ,284 2 - p<0,05 Araştırma sonucuna göre, öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri arasında medeni durumlarına göre anlamlı bir fark ortaya çıkmasa da, evli öğretmenlerin özellikle bekâr öğretmenlere göre daha yüksek düzeyde okullarına bağlı oldukları görülmektedir. Literatürde, evli olan işgörenlerin ailelerine karşı maddi sorumlulukları olduğu için yatırımlarını kaybetmek ve işsiz kalma tehlikesini göze almak istemeyecekleri ifade edilmektedir. Bekâr işgörenlerin ise evli işgörenlere göre alternatif iş olanaklarını değerlendirmede daha girişken davranmaları söz konusudur (Gündoğan, 2009:24-25). Bu kapsamda, araştırma bulgusu literatür ile uygunluk göstermektedir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin yaşlarına göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini test etmek için Kruskal Wallis testi kullanılmıştır. Sonuçlar Tablo 13'de sunulmuştur. Tablo 13 : Öğretmenlerin Yaşlarına Göre Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Alt Boyutlar Uyum Özdeşleşme Yaş N Sıra Ortalamaları 20-29 30 129,70 30-39 115 129,25 40-49 98 132,88 50 ve Üzeri 15 108,90 20-29 30 105,90 30-39 115 119,15 40-49 98 145,75 Ki-kare p df Anlamlı Fark 1,354 0,716 3 - 11,060 0,011 3 0,039 Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 113 İçselleştirme 50 ve Üzeri 15 149,90 20-29 30 103,15 30-39 115 122,79 40-49 98 139,24 50 ve Üzeri 15 169,97 10,772 0,013 3 0,037 p<0,05 Uyum alt boyutunda p değeri 0,05'ten büyük olduğundan, öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri yaşlarına göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Ancak, özdeşleşme ve içselleştirme alt boyutlarında p değeri 0,05'ten küçük olduğundan, öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri yaşlarına göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Test sonucuna göre, yaşı büyük öğretmenlerin yaşı küçük öğretmenlere göre daha yüksek düzeyde okullarına bağlı oldukları görülmektedir. Literatürde bazı araştırmalarda (Angle ve Perry, 1981; Mathieu ve Zajac, 1990; Durna ve Eren, 2005; Salami, 2008) örgütsel bağlılık ile yaş arasında bir ilişki bulunurken; bazılarında (Stevens, Beyer ve Trice, 1978; Morris ve Sherman, 1981; Cohen, 1992; Wahn, 1998; Hartman ve Bambacas, 2000; Özcan, 2008; Karahan; 2008) anlamlı ilişkiye rastlanamamıştır (Kurşunoğlu vd, 2010:111). Bu araştırma bulgusu, literatürdeki örgütsel bağlılık ile yaş arasında bir ilişki olduğunu savunan araştırmaları destekler niteliktedir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin eğitim düzeylerine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini test etmek için Kruskal Wallis testi kullanılmıştır. Sonuçlar Tablo 14'de yer almaktadır. Tablo 14 : Öğretmenlerin Eğitim Düzeylerine Göre Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Alt Boyutlar Uyum Özdeşleşme İçselleştirme Eğitim Düzeyi N Sıra Ortalamaları Önlisans 6 85,50 Lisans 216 131,69 Lisansüstü 36 123,71 Önlisans 6 182,25 Lisans 216 133,80 Lisansüstü 36 94,89 Önlisans 6 172,92 Lisans 216 133,04 Lisansüstü 36 101,04 Ki-kare p df Anlamlı Fark 2,503 ,286 2 - 11,542 ,003 2 0,047 7,767 ,021 2 0,029 p<0,05 Uyum alt boyutunda p değeri 0,05'ten büyük olduğundan, öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri eğitim düzeylerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Ancak, özdeşleşme ve içselleştirme alt boyutlarında p değeri 0,05'ten küçük olduğundan, 114• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri eğitim düzeylerine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Sıra ortalamaları incelendiğinde, lisansüstü eğitim seviyesinde olan öğretmenlerin diğer eğitim seviyelerindeki öğretmenlere göre daha düşük düzeyde okullarına bağlı oldukları görülmektedir. İşgörenlerin eğitim düzeyi de örgüte olan bağlılıklarını etkilemektedir. Eğitim düzeyi ile örgütsel bağlılık arasında ters yönlü bir ilişkinin varlığı bazı araştırmacılar tarafından ortaya konulmuştur (Angle ve Perry, 1981; Chen ve diğerleri, 1996; Glisson ve Durick, 1988; Morris ve Steers, 1980; Shore ve diğerleri, 1995; Steers, 1977) (Gündoğan, 2009:26). Bu araştırma sonucu da, literatürü destekler niteliktedir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin bulundukları okuldaki hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini test etmek için Anova testi kullanılmıştır. Sonuçlar Tablo 15'de yer almaktadır. Tablo 15 : Öğretmenlerin Bulundukları Okuldaki Hizmet Sürelerine Göre Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin Anova Testi Sonuçları Alt Boyutlar Uyum Özdeşleşme İçselleştirme Hizmet Süresi N X ss 0-2 Yıl 106 2,00 0,54 3-5 Yıl 75 2,03 0,67 6-8 Yıl 31 2,01 0,56 9 Yıl ve Üzeri 46 1,93 0,59 0-2 Yıl 106 3,14 1,04 3-5 Yıl 75 3,00 1,04 6-8 Yıl 31 3,08 0,71 9 Yıl ve Üzeri 46 3,59 0,91 0-2 Yıl 106 3,55 0,79 3-5 Yıl 75 3,63 0,78 6-8 Yıl 31 3,53 0,64 9 Yıl ve Üzeri 46 3,86 0,71 F p Anlamlı Fark 0,277 0,842 - 3,655 0,013 9 yıl ve üzeri 3-5 yıl 2,021 0,111 - p<0,05 Öğretmenlerin bulundukları okuldaki hizmet sürelerine göre örgütsel bağlılık düzeyleri, özdeşleşme alt boyutunda anlamlı bir farklılık göstermektedir. Hangi grupların birbirinden farklı olduğunu belirlemek amacıyla yapılan Scheffe test sonucuna göre, bulundukları okuldaki hizmet süreleri 9 yıl ve üzerinde olan öğretmenlerin örgütsel bağlılık Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 115 düzeyleri, bulundukları okuldaki hizmet süreleri 3-5 yıl olan öğretmenlere göre daha yüksektir. Öğretmenlerin bulundukları okuldaki hizmet süreleri arttıkça okullarına “ait olma” hislerinin de arttığı ve okulları ile özdeşleştikleri söylenebilir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeylerinin meslekî hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini test etmek için Kruskal Wallis testi kullanılmıştır. Sonuçlar Tablo 16'da verilmiştir. Tablo 16 : Öğretmenlerin Meslekî Hizmet Sürelerine Göre Örgütsel Bağlılık Düzeylerine İlişkin İlişkin Kruskal Wallis Testi Sonuçları Alt Boyutlar Uyum Özdeşleşme İçselleştirme Meslekî Hizmet Süresi N Sıra Ortalamaları 1-5 Yıl 45 123,40 6-10 Yıl 33 153,00 11-15 Yıl 73 127,79 16-20 Yıl 62 134,24 21 Yıl ve Üzeri 45 114,61 1-5 Yıl 45 114,28 6-10 Yıl 33 101,83 11-15 Yıl 73 129,68 16-20 Yıl 62 145,52 21 Yıl ve Üzeri 45 142,63 1-5 Yıl 45 120,67 6-10 Yıl 33 101,18 11-15 Yıl 73 126,71 16-20 Yıl 62 137,87 21 Yıl ve Üzeri 45 152,09 Ki-kare p df Anlamlı Fark 5,686 0,224 4 - 10,737 0,030 4 0,02 10,408 0,034 4 0,016 Uyum alt boyutunda p değeri 0,05'ten büyük olduğundan, öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri meslekî hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Ancak, özdeşleşme ve içselleştirme alt boyutlarında p değeri 0,05'ten küçük olduğundan, öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri meslekî hizmet sürelerine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Sıra ortalamaları incelendiğinde, 6-10 yıl arası meslekî hizmet süresine sahip olan öğretmenlerin diğer meslekî hizmet süresine sahip olan öğretmenlere göre daha düşük düzeyde okullarına bağlı oldukları görülmektedir. Bunun yanı sıra meslekî hizmet süresi fazla olan öğretmenlerin okullarına daha çok bağlı oldukları görülmektedir. Örgütsel bağlılığı ele 116• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ alan araştırmaların sonuçları, hizmet süresi, diğer bir ifade ile meslekte çalışılan sürenin artması ile örgütsel bağlılık arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılıklarının düzeyi arasında anlamlı bir ilişkinin var olup olmadığına ilişkin korelasyon istatistiği Tablo 17'de gösterilmiştir. Tablo 17: Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri İle Örgütsel Bağlılıklarının Düzeyine İlişkin Korelasyon İstatistiği Sonuçları Mobbing Davranışları Örgütsel Bağlılık Alt Boyutları r p Uyum 0,490** 0,000 Özdeşleşme -0,321** 0,000 İçselleştirme -0,122* 0,050 Korelasyon analizi sonuçlarına göre, 0,01 anlamlılık düzeyinde öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılığın uyum alt boyutu arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde anlamlı bir ilişki vardır. Uyum bağlılığı, örgüte yüzeysel bir bağlılığı ifade etmektedir. Bu bağlılık türünde, işgörenin bir şeyi gerçekten inandığı için değil, ceza korkusu veya ödül beklentisi içinde yapması söz konusudur. Bu tür bağlılığa sahip işgörenlerin örgütte kalma istekleri de oldukça azdır. Bu kapsamda, mobbinge maruz kalan öğretmenlerin uyum bağlılığının artması, buna paralel olarak özdeşleşme ve içselleştirme bağlılıklarının da azalması beklenen bir sonuç olarak yorumlanabilir. 0,01 anlamlılık düzeyinde öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılığın özdeşleşme alt boyutu arasında negatif yönlü ve orta düzeyde anlamlı bir ilişki bulunmaktadır. 0,05 anlamlılık düzeyinde öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılığın içselleştirme alt boyutu arasında negatif yönlü ve düşük düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu görülmektedir. Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılığın alt boyutları arasındaki ilişkiler korelasyon analizi sonuçlarına göre şu şekilde yorumlanabilir. Öğretmenlere yönelik mobbing davranışlarında artış yaşandıkça, öğretmenlerin okullarına olan bağlılık düzeyleri uyum alt boyutunda artmakta, özdeşleşme ve içselleştirme alt boyutunda ise azalmaktadır. Mobbing davranışlarına maruz kalan öğretmenler, okullarıyla özdeşleşmemekte ve okullarını içselleştirmemektedir. Bu yorumların yanı sıra, okullarına bağlılık düzeyi düşük olan öğretmenlerin daha çok mobbing davranışlarına maruz kaldığı söylenebilir. Sonuç Bu araştırmada öğretmenlerin maruz kaldıkları mobbing davranışları, mobbing davranışlarının ve örgütsel bağlılıklarının demografik değişkenlere göre düzeyi, maruz kaldıkları mobbing davranışlarının düzeyi ile örgütsel bağlılıklarının düzeyi arasındaki ilişkiye yönelik olarak aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır: Öğretmenler yüksek düzeyde olmasa da mobbing davranışlarına maruz kalmakta ve daha çok dikey mobbing türüyle karşılaşmaktadır. Öğretmenler mesai saatlerinin büyük bölümünü derslere girerek öğrencileri ile geçirmektedir. Okuldaki idareciler ve diğer öğretmenlerle az vakit geçiriyor olmalarının mobbinge maruz kalma düzeylerini azalttığı Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 117 değerlendirilmektedir. Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri demografik özelliklerden sadece eğitim düzeyi değişkenine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılığın uyum alt boyutuna ilişkin düzeyleri düşük, özdeşleşme alt boyutuna ilişkin düzeyleri orta ve içselleştirme alt boyutuna ilişkin düzeyleri ise yüksek düzeydedir. Araştırmaya katılan öğretmenlerin örgütsel bağlılığa sahip oldukları kanısı ortaya çıkmaktadır. Öğretmenlerin örgütsel bağlılığın içselleştirme alt boyutuna ilişkin düzeyinin diğer alt boyutlara göre daha yüksek düzeyde olduğu belirlenmiştir. Öğretmenlerin örgütsel bağlılık düzeyleri yaş, eğitim düzeyi, bulundukları okuldaki hizmet süresi ve meslekî hizmet süresi değişkenlerine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Öğretmenlerin mobbinge maruz kalma düzeyleri ile örgütsel bağlılığın uyum alt boyutu arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde, örgütsel bağlılığın özdeşleşme alt boyutu arasında negatif yönlü ve orta düzeyde, örgütsel bağlılığın içselleştirme alt boyutu arasında negatif yönlü ve düşük düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu görülmektedir. Bu sonuçlar beklentilere uygun olup, öğretmenlere yönelik mobbing davranışlarında artış yaşandıkça, öğretmenlerin okullarına olan bağlılık düzeylerinin azalmakta olduğunu göstermektedir. Mobbing davranışlarına maruz kalan öğretmenler, okullarıyla özdeşleşmemekte ve okullarını içselleştirmemektedir. Bu yorumların yanı sıra, okullarına bağlılık düzeyi düşük olan öğretmenlerin daha çok mobbing davranışlarına maruz kaldığı söylenebilir. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde mobbingle ilgili farkındalık arttırıcı tedbirler alınmalı, yönetmelik ve yönergelerde mobbingi önleyici düzenlemelere yer verilmelidir. Okullarda yaşanan çatışmaların artması mobbingin habercisi olarak yorumlanabilir. Bu nedenle, çatışmaları fark etmeleri ve çatışmaları çözmek için gerekli girişimlerde bulunmaları okul yöneticilerine önerilebilir. Mobbing, öğretmenler arasındaki iletişim eksikliğinden kaynaklanabilir. Bu nedeni ortadan kaldırabilmek için okullarda öğretmenlerin katılabileceği ortak etkinlikler düzenlenerek okullarda iletişim kanallarının açık olduğu, paylaşımcı, çağdaş bir örgüt kültürü oluşturulabilir. Bu tür etkinlikler mobbing davranışlarını azaltmanın yanı sıra öğretmenlerin örgütsel bağlılıklarının artmasına da katkıda bulunacaktır. Kaynakça Çetin, Fatih, H. Nejat Basım ve Oğuz Aydoğan (2011). “Örgütsel Bağlılığın Tükenmişlik İle İlişkisi Öğretmenler Üzerine Bir Araştırma”. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 25, 61-70. Çolakoğlu, Ülker (2009). “Çalışanların Demografik Özelliklerine Göre Örgütsel Bağlılık Boyutlarında Algılama Farklılıkları: Kuşadası’ndaki Beş Yıldızlı Konaklama İşletmeleri Örneği”. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 20(1), Bahar: 77-89. Davenport, Noa, R. T. Schwartz ve G. Elliot (2003). Mobbing-İşyerinde Duygusal Taciz. (Çev. Osman Cem Önertoy). İstanbul: Sistem Yayıncılık. Ergun Özler, Derya, Ceren Giderler Atalay ve Meltem Dil Şahin (2008). "Mobbing’in Örgütsel Bağlılık Üzerine Etkisini Belirlemeye Yönelik Bir Araştırma". Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 22, 37-60. Göktürk, Gamze Yeşim ve Sefa Bulut (2012). "Mobbing: İşyerinde Psikolojik Taciz". Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2012-1(24), 53-70. 118• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Gül, Hasan (2002). “Örgütsel Bağlılık Yaklaşımlarının Mukayesesi Ve Değerlendirmesi”. Ege Akademik Bakış, 2(1), 37-56. İbicioğlu, Hasan, Münire Çiftçi ve Seher Derya (2009). “Örgütlerde Yıldırma (Mobbing): Kamu Sektöründe Bir İnceleme”. Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi, 1(2), 2538. Leymann, Heinz (1990). “Mobbing and Psychological Terror at Workplaces”. Violence and Victims, 5(2), 119-126. Leymann, Heinz (1996). “The Contant and Development of Mobbing at Work” European Journal of Work and Organizational Psychology, 5(2), 165-185. Ocak, Serhat (2008). “Öğretmenlerin Duygusal Taciz (Mobbing)’e İlişkin Algıları (Edirne İli Örneği)”. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne. Pelit, Elbeyi ve İbrahim Kılıç (2012). “Mobbing ile Örgütsel Bağlılık İlişkisi: Şehir ve Sayfiye Otellerinde Bir Uygulama”. İşletme Araştırmaları Dergisi, 4(2), 122-140. Sönmezışık, Selen (2011). "Anadolu Lisesi Öğretmenlerinin Psikolojik Yıldırmaya İlişkin Algıları". Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. Tınaz, Pınar (2012). "Mobbing Nedir? Ne Değildir?". (Ed.) Emine Sonal. 2012 Uluslararası İşyerinde Psikolojik Taciz Kongresi. İzmir: Bilinder Yayınları:12-18. Tınaz, Pınar, Sibel Gök ve Işıl Karatuna (2013). “Sosyal Güvenlik Kurumu Çalışanlarının İşyerinde Psikolojik Taciz Algıları: Yaygınlık, Türler, Nedenler ve Bireysel Mücadele Yöntemleri”. Çalışma İlişkileri Dergisi, 4(1), 39-53. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 119- 130 Yasemin SEVİM • EFQM Mükemmellik Modeli ve Örgütsel Bağlılık Arasındaki İlişkiye Yönelik Uygulamalı Bir Araştırma Özet Bu araştırmanın amacı, EFQM modelini tanımak, sistemin nasıl uygulandığını incelemektir. Diğer bir amacı ise model ve örgütsel bağlılık arasındaki ilişkiyi tespit etmektir. Avrupa Kalite Yönetimi Vakfı (EFQM) tarafından olusturulmus olan EFQM Mükemmellik Modeli, kuruluslara mükemmelliğe giden yolda nerede olduklarını göstermeye, problemleri saptamaya ve çözüm bulmaya dayalı bir sistemdir. Sistem gerek Avrupa’dan gerekse dısından gelen geri beslemeler sayesinde sürekli gelistirilmekte ve güncel hale getirilmektedir. EFQM, bu sistemi basarıyla uygulayan kuruluslara her yıl yapılan değerlendirmeler neticesinde EFQM Mükemmellik Ödülü vermektedir. Bu çalışmada öncelikle EFQM Mükemmellik Modeli’nin yararları, yapısı, ve kriterleri ardından örgütsel bağlılık ’ın tanımı, öne çıkma nedenleri aktarılacaktır. Sonrasında EFQM Mükemmellik Modeli ve Örgütsel Bağlılık İlişkisinden bahsedilerek, Avrupa Kalite Ödülü almıs kuruluşlar olarak Kocaeli Sanayi Odası ve Arçelik-LG’ de modelin nasıl uygulandığına yönelik bilgi aktarılmaya çalışılacaktır. Anahtar kelimeler: EFQM Mükemmellik Modeli, KSO, Arçelik- LG Abstract The aim of this research is to recognize EFQM, to learn the system of EFQM. Another aim is to determine the relationship between the model and organizational commitment. EFQM shows the companies where they are in the way of excellence and teachs them how they can make their products excellent. Using this system, the firms can find where problems are and how they can solve them. This system has been devoloping day by day. The feedbacks which which are coming from European firms and outside of firms are helping for devoloping. EFQM gives EFQM Quality Rewards every year to the organizations that apply the EFQM system best. In this study firstly, the benefits of the EFQM Excellence Model, the structure and criteria following organizational commitment 's definition, causes stand out will be transferred. After mentioning the EFQM Excellence Model and Organizational Commitment Relationship, as organizations have received the European Quality Award Kocaeli Chamber of Industry and Arcelik-LG, model for how the information is applied will be described. Keywords: EFQM Excellence Model, KCI, Arçelik- LG • Kocaeli Üniversitesi İİBF, İşletme Anabilim Dalı Yönetim ve Organizasyon Tezli YL Programı, Kocaeli. E-posta: [email protected] 120• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Küreselleşmeyle birlikte ekonomik platformda artan bütünleşme hareketleri, ekonomik liberalizasyon ve bunun sonucu olarak işletmeler arasında yoğunlaşan rekabet ortamında “kalite” bir ayrıcalık değil, hak olarak ön plana çıkmıştır. Toplam Kalite Yönetimi felsefesini özümseyen şirketler kaliteye verdikleri önemle büyük başarılara imza atmış ve içinde bulundukları sektörde tartışılmaz üstünlükler elde etmişlerdir. Kalite, performans ölçümü ve stratejik yönetimin öneminin anlaşılması şirket üst yönetimlerini bu konulara bir bütün olarak bakabilecekleri entegre modellere yöneltmiştir. Bunlardan en çok ses getiren ve şirketlere acımasız piyasanın gerektirdiği stratejik davranış için bir alt yapı oluşturabilenlerden biri de EFQM Mükemmellik Modeli’dir. Kalitenin işletme içinde tasarlanmasına ve değerlendirilmesine ilişkin bir sistem sunan ve kalite bakış açısını bütünsel bir bakış açısına yönlendirip, genişleterek, işletmenin ana hedeflerine odaklanılmasını sağlayan model, işletmelerin faaliyetlerinin ve faaliyet sonuçlarının sistematik ve düzenli bir şekilde sorgulanmasını sağlayarak, işletmelere kendi güçlü ve zayıf yanlarını tespit etmeleri konusunda yardımcı olan özdeğerlendirme araçlarından bir tanesidir. Modelin temeli, ”Performansa, müşterilere, çalışanlara ve topluma yansıyan mükemmel sonuçlar, politika ve stratejinin, çalışanların, kaynakların ve süreçlerin uygun bir liderlik anlayışıyla yönlendirilmesi ile sağlanabilir” düşüncesine dayanmaktadır. Diğer yandan işletme çalışanlarının, tüm örgütsel yapılar için en önemli unsur haline gelişi yani işletmelerin ürettikleri mal ve hizmet kalitesinde, çalışma verimliliğinde ve etkinliğinde kritik öneme sahip olması, örgütsel bağlılığın örgütsel başarının arkasındaki sürükleyici güç olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Model içerisindeki çalışanlar kriteri ve özünde çalışanların yeteneklerinin çeşitli süreçler aracılığı ile iş sonuçlarına dönüştürüldüğü görüşünün hakim olması Mükemmellik Modeli uygulaması ve Örgütsel Bağlılık arasındaki ilişkinin varlığının araştırmaya konu edilmesinin temel gerekçesidir. Bu çalışmada öncelikle EFQM Mükemmellik Modeli’nin genel yapısı, kriterleri ve yararları ele alınacaktır. Ardından Örgütsel Bağlılık’ın tanımı ve öne çıkma nedenleri aktarılacaktır. Sonrasınsa Model ile Örgütsel Bağlılık ilişkisine değinilerek uygulama kısmında EFQM Mükemmellik Modeli’ni uygulayan kuruluşlar olarak Kocaeli Sanayi Odası ve Arçelik- LG’ nin Modelinin kriterlerine yönelik yaklasımları incelenecektir. 1.Yöntem Bu araştırmada, örnek olay incelemesine uygun olarak birincil veri kaynaklarından olan görüşme ile ikincil veri kaynaklarından olan doküman inceleme yöntemleri kullanılmıştır. Görüşme yönteminde deneyimler, tutumlar, düşünceler, niyetler, yorumlar ve zihinsel algılar ve tepkiler gibi gözlenemeyen şeyler belirlenmeye çalışılır. Bu süreçte sorulan sorulara karşı tarafın rahat, dürüst ve doğru bir şekilde tepkide bulunmasını sağlamak görüşmecinin temel görevidir. Görüşme formu yönteminde benzer konulara yönelmek yoluyla değişik insanlardan aynı tür bilgilerin alınması amaçlanır. Araştırmada yarı yapılandırılmış görüşme tekniği kullanılmıştır. Bu teknikte görüşmeci önceden hazırladığı konu veya alanlara sadık kalarak hem önceden hazırlanmış soruları sorma, hem de bu sorular konusunda daha ayrıntılı bilgi alma amacıyla ek sorular sorma özgürlüğüne sahiptir. Görüşmede, sorular EFQM Mükemmellik Modeli’nin uygulanma sürecinde sürecinde aktif olarak rol almış, mühendis ve uzman seviyesindeki 5 katılımcı ile yüz yüze ve birebir Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 121 görüşmeler yoluyla gerçekleştirilmiştir. yöneltilmiştir. Görüşmelerin tümü araştırmacı tarafından Doküman incelemesi, mevcut kayıt ya da belgelerin veri kaynağı olarak sistemli bir biçimde incelenmesi olarak ifade edilebilmektedir. Olgular hakkında sonradan yazılmış ve çizilmiş her türlü mektup, rapor, kitap, ansiklopedi, resmi ve özel yazı ve istatistikler, tutanak, anı, yaşam öyküsü vb.’ leridir.Araştırma için gerekli diğer verilere elektronik ortamdan ulaşılmıştır. Bulgular 1. EFQM Mükemmellik Modeli Mükemmellik kavramı, kalite kavramının farklı anlamlarının (denetim, kontrol, kalite güvencesi ve toplam kalite yönetimi) geliştirilmiş bir sonucudur. Bu bağlamda kalite, insanların ve sistemlerin sıfır hata yapma isteği ile mükemmele ulaşma arzusundan doğmuş olup mükemmelliğin oluşabilmesi ve yönetilebilmesi için ihtiyaç duyulan argümanların tasarlanmasında kullanılmaktadır. Bir rekabet stratejisi olarak kullanılan mükemmellik, kaliteyi değerlendirmek ve geliştirmek için yapılan çeşitli faaliyet veya çabaların entegrasyonunu sağlamaktadır(Saban ve Vargün, 2011: 58). Aynı zamanda mükemmellik, paydaşların (müşteri, çalışanlar, toplum, hissedarlar) tatminini sağlayarak, uzun vadeli başarı elde etmek için gösterilen çabaların toplamıdır. Paydaşlar için olağanüstü sonuçlar yaratma, temel faaliyet alanlarında ve süreçlerden çıkan somut sonuçların ve bunların sürdürülebilme becerisinin mevcudiyetini gerektirmektedir. Bu sonuçlar sadece finansal sonuçlardan ibaret olmayıp, müşteri memnuniyeti ve bağlılığı, çalışanların motivasyonu ve yeterlilikleri ve genel olarak topluma olan etkiyi de içine almaktadır. Ayrıca bu sonuçları sağlayacak kurumsal kaynakların ve faaliyetlerin gözden geçirildiği sistematik bir anlayışın varlığı zorunludur. EFQM Mükemmellik Modeli bütün bu ihtiyaçlara cevap vermektedir(Çömlek, 2009: 21). EFQM Mükemmellik Modeli, işletmelerin başarıya ulaşmada yararlandıkları bir kalite yaklaşımıdır. Model, iyi bir liderlik yönlendirmesi ile çalışanların yönetildiği, motive edildiği ve yönetimde politika ve stratejilerin önem kazandığı, alt katmanlara kadar yayıldığı, işbirliklerinin ve kaynakların en iyi şekilde kullanılıp yararlanıldığı ve süreçler marifetiyle yönetimin sağlandığı mükemmellik yönetim sisteminin değerlendirilmesi için çeşitli ölçütleri içermektedir. İşletmelere mükemmelliğe giden yolun neresinde olduklarını göstermektedir. Örgütün bütünsel performansı üzerinde etkilidir ve kuruluşların organizasyonel mükemmelliğe erişmesine yardım etmektedir(Özkan ve Tütüncü, 2006: 41). Organizasyonların sürdürülebilir avantaj elde edebilmeleri için değerlendirme ve iyileştirme adına bir çalışma çerçevesi olma amacıyla çıkarılan bu model, yönetimin dikkat edeceği alanları yapılandırmakta, spesifik amaçlara odaklandırmakta ve değerlendirme araçlarını etkin hale getirmektedir.(Marrewijk vd 2004: 87). Organizasyonların yönetiminde en iyi yolu tanımlamaktadır. Entegre Yönetim Sistemi’ nin gelişimini, benimsenen değerleri besleme, verimlilik, inovasyon, çevrenin korunması ve örgüte bağlılık gibi faktörlerle teşvik ederek desteklemek için bir meydan okumadır(Janes ve Dolinsek, 2009: 14). Toplam kalite yönetimi ilkeleri, EFQM Mükemmellik Modeli'nin temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, model, toplam kalite yönetimi için Avrupa'nın en çok uygulanan modelidir. Toplam kalite yönetimi uygulanırken tüm organizasyon seviyesinde faaliyetlerin oluşturulması gerektiği ve bunun da EFQM Mükemmellik Modeli ile uygulanabilir olacağı öne sürülmektedir. Model, örgütün kilit faaliyetlerini nasıl yerine getireceğiyle ilgili beş belirleyici (liderlik, politika ve strateji, çalışanlar, kaynaklar ve süreçler) ve dört tane de ulaşılması gereken sonuç göstergesinden (müşterilerle, çalışanlarla, toplumla 122• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ve temel performansla ilgili sonuçlar) oluşan 9 ana kriter üzerine kurulmuş ve zorunluluk içermeyen bir model yapısına sahiptir(Ağca, 2009: 53). Modelde kullanılan kriterler kalitenin ve uzun dönemli stratejik küresel rekabet gücüne sahip olmanın yaşamsal parçalarıdır. Kriterler, kritik başarı faktörleri olmakla beraber toplam kalite yönetimi prensipleriyle paralellik göstermektedir(Tütüncü ve Küçükusta, 2007: 1084). Model sayesinde organizasyon içerisinde entegrasyon kolaylığı sağlanmaktadır. İşletmenin kalite bakış açısını bütünsel, objektif bir bakış açısına yönlendirip, genişleterek, işletmenin ana hedeflerine odaklanılmasına olanak vermektedir. Organizasyonun farklı yönlerini ilişkilendirerek bir dengede tutmaya yardım etmektedir. Böylece “mükemmellik”; aynı anda müşteri, çalışan ve diğer çıkar gruplarının tatmini ve örgütsel performansın geniş kapsamlı bir değerlendirmesi anlamına gelmektedir(Barlı ve Avcı, 2012: 29). Dolayısıyla toplam kalite yönetiminin farklı elementlerini kapsamakta ve katalizör görevi görerek organizasyonel farkındalığı, bilinci canlandırmaktadır. Bu nedenle, toplam kalite yönetimi ve EFQM Mükemmellik Modeli işletme ve kuruluşların mevcut piyasada varlıklarını başarılı bir şekilde devam ettirebilmeleri adına birbirlerini tamamlamaktadır(Adebanjo, 2001: 40). 1992 yılının başında kuruluşlar için Avrupa Kalite Ödülü'nü değerlendiren bir taslak çerçeve olarak sunulmuştur. Model şimdi Avrupa'da bir örgütsel çerçeve olarak yaygın şekilde kullanılmaktadır. Ayrıca ulusal ve bölgesel kalite ödülleri için de bir temel sağlamaktadır(Boulter vd 2005: 2). Bugün; Avrupa’da kamu ve özel kuruluşlar olmak üzere (şirketler, okullar, sağlık kuruluşları, polis örgütleri, kamu hizmetleri kuruluşları ve devlet kuruluşları) 30.000’den fazla organizasyonun yaklaşık % 80’nin, EFQM Mükemmellik Modelini özdeğerlendirme yoluyla performans ölçümü, strateji formülasyonu ve vizyon geliştirme amacıyla kullandığı bilinmektedir(Jonica, 2010: 130). Model, kuruluşlar için ortak bir yönetim dili oluşturduğundan farklı sektörlerdeki “iyi uygulamaların” paylaşılmasına olanak tanımaktadır. Bundan dolayı günümüzün gelişen kalite ve yönetim yaklaşımları doğrultusunda kurumsal mükemmellik anlayışını benimseyen ülkeler, bu çağdaş yaklaşımı ulusal/uluslar arası modellerle sürekli teşvik etmektedir(Karakaya ve Karaaslan, 2012: 1237). EFQM Mükemmellik Modeli, Avrupanın içinde ve dışında yürütülen iyi uygulamaların girdilerini toplayarak modeli her daim güncelleştirmektedir. Dolayısıyla, yönetim konusundaki güncel görüşlerin yansıtılması sağlanmaktadır. EFQM, bu dinamikliğin sağladığı avantajla günümüz yoğun rekabet ortamında işletmelere çevreye daha iyi adapte olabilmeleri yani çevredeki değişikliklere daha kolay tepki verebilmeleri ve her alanda mükemmele erişebilmeleri konusunda yardımcı olmaktadır(Sümer ve Gül, 2013: 3). Model, 1997, 1999, 2003 ve 2010 olmak üzere dört kez gözden geçirilmiştir. Güncel bilgiler ve yeni yaklaşımlar geliştirilmiştir. 1999 yılındaki inceleme sonucunda, model "EFQM Mükemmellik Modeli’’ olarak adlandırılmıştır(Uygur ve Sümerli, 2013: 981). Model sayesinde en iyi performansla mevcut performans arasındaki boşluklar kolayca tanımlanmakta ve bu durum performans değerlendirme bağlamında düşünüldüğünde amaçlara ulaştıracak hedeflerin açık ve net bir biçimde ortaya konmasında rasyonel bir bakış açısı sağlamaktadır(Barlı ve Avcı, 2012: 29). EFQM Mükemmellik Modeli, kuruluşundan bu yana Avrupalı kuruluşların küresel rekabet avantajı yakalamaları amacıyla kullandıkları bir strateji olarak hizmet etmektedir. Organizasyonun faaliyetleri arasındaki iyileştirmeye açık alanlar ve güçlükleri değerlendirmek için kullanılan kapsamlı organizasyonel gelişme ve ilerleme çerçevesi olarak da tanınmaktadır. Yani bir özdeğerlendirme aracıdır. Model bu özelliğiyle kalite hareketine yeni bir yön vermekle birlikte katılımcı örgütleri derin ve kalıcı değişiklikler adına harekete Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 123 geçirmektedir(Tütüncü ve Küçükusta, 2006: 41). EFQM Mükemmellik Modeli bir kuruluşun güçlü ve iyileştirmeye açık alanları için sistemik önlemler sağlamakla birlikte eylem planlarının oluşturulması ve uygulanmasında iş planlamasına entegre olarak yol göstermektedir. Uygun çözümleri teşvik eden pratik bir araçtır. İşletmelerin ne yaptığı ve hangi sonuçları elde ettiğine ilişkin neden-sonuç ilişkilerini anlamasını sağlayan bir çerçevedir. Aynı zamanda dışsal bir karşılaştırmaya da imkan sağlamaktadır. Bu modeli çekici hale getiren özelliği ise hizmet sağlayıcının en iyi değeri yaratmaya çalışması konusunda yardımcı olmasıdır(Vouldis ve Kokkinaki, 2011: 477). Mükemmellik modeli, mükemmelliğin; kesin prensiplerle sınırlandırılmadan, farklı yaklaşımlar yoluyla elde edilebileceğini ve sürdürülebilir bir durum olduğunu öne süren, kural koyucu olmayan bir çerçevedir. Dolayısıyla bu modeli uygulayan kuruluşlar kendileri lehine kalıcı üstünlükler sağlama eğilimindedir. Mükemmellik modeli yaklaşımının bir bütün olarak şirketlere en büyük faydası ise her seviyede şirket performansının iyileştirilmesini teşvik etmesi, değişim için katalizör görevi üstlenmesi, iç ve dış en iyi uygulamaların paylaşıldığı bir düzenek sağlayarak detaylı performans ölçümünün, sürekli öğrenmenin ve sürekli iyileştirmenin sağlanması, işlerin doğru yapılmasını garanti altına almaya çalışmasıdır(Efil ve Saraç, 2009: 45). 2.Örgütsel Bağlılık Örgütler, amaçlarını gerçekleştirebilmek için bilgili, yetenekli, becerikli ve aynı zamanda örgütün amaçları doğrultusunda motive olmuş insan kaynağına sahip olmayı arzu etmektedir. Diğer taraftan örgütler bu özelliklere sahip insan kaynağının örgütte kalmasını sağlama çabası da göstermek zorundadır. Bu durum, "bağlılık" kavramının örgütsel açıdan incelenmesi sonucunu doğurmaktadır(Gülova ve Demirsoy 2012: 50). 1956'lardan itibaren literatürde tartışılmaya başlanan, son 30 yıldır endüstri psikolojisi ve örgütsel davranışın konuları arasında artan bir ilgiyle ön plana çıkan, büyük oranda örgütün uyguladığı yönetim stratejilerine dayanan ve bireyin organizasyona bağlılık derecesini ifade eden örgütsel bağlılık, değişim için önemli bir güç ve örgütsel başarıya ulaşmada kritik bir unsur olarak değerlendirilmektedir(Dick ve Metcalfe, 2001: 112). Bağlılık kavramını ilk inceleyen araştırmacılardan Harol Guetzkov (1955) bağlılığı, bireyi belli bir düşünceye, örgüte ya da başka bir bireye karşı önceden hazırlayan ve amaca süreklilik kazandıran duygular ve amacın gerçekleşmesini sağlayan eylemlerle şekillenen bir davranış olarak tanımlamaktadır. Becker (1960) örgütsel bağlılık kavramını yan fayda “çalışanların bakış açısında değerli olan herhangi bir şey olabilir; emekli aylığı, kıdem, tatil, para ve örgütsel arkadaşlık gibi” şeklinde tanımlarken, kişinin bağlılık duymadığı takdirde kaybedilecek faydaların ya da değerlerin bilincinde olması nedeniyle ortaya çıkan bir durum olarak açıklamaktadır(Emhan ve Gök, 2011: 159). Kelman ise (1958) bağlılığı, üç farklı güdüleyici süreç altında meydana gelen bir tutum olarak ele almıştır. Tutum ve davranışlar, belirli amaç ya da ödüllere ulaşmak ya da belirli cezalardan kaçınmak amacıyla ortaya konuyorsa “zorunlu” bir bağlılık; bir doyuma ya da hoşlanılan bir durumun varlığına dayalı olarak meydana geliyorsa “özdeşleşmeye dayalı” bir bağlılık; bireyin değerler sistemine uygun olduğu için nesneye uyumlu davranış ve tutumların sergilenmesiyle oluşuyorsa “içselleştirme” şeklindeki bağlılık sergilenmektedir. İşletmecilik yazınında ise bağlılık genel olarak, bağlanılan nesneler açısından ele alınarak, mesleki bağlılık, işe bağlılık, çalışmaya bağlılık, çalışma grubuna bağlılık, yöneticiye bağlılık, sendikaya bağlılık veya örgütsel bağlılık gibi farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. 124• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Örgütsel bağlılık yazınındaki ilk çalışmalarda; kavram, örgüte inanmak, örgütün bir parçası olmak için çaba göstermek ve güçlü bir aile üyesi gibi hissetmek olarak tanımlanmıştır. Bağlılığın, çalışanların örgütün değer, norm ve amaçlarına ilişkin daha fazla bilgi edinmesiyle; bireyin kendi amaçları ile örgütün amaçlarını özdeşleştirmesi ve örgütün amaçlarını içselleştirmesiyle gelişmekte olduğuna inanılmıştır. Ayrıca örgütsel bağlılık konsepti, sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın önemli bir faktörü olarak değerlendirilmenin yanısıra hem yüksek performans hem de endüstriyel yaşama uygun davranışların kabulünü içermektedir(Singh vd 2008: 58). Örgütsel bağlılık; kişinin bireysel istek, amaç ve değerlerine katkıda bulunan, onların gerçekleşmesine vesile olan, örgütün amaçlarına bağlılık hatta sadakatle hizmet etme, örgüt lehine özverili davranma, kendini örgüte adama duygu ve tutumları olarak ifade edilebilmektedir(Eren, 2012: 555). “Bireyin örgüte olan bağının gücü” ya da “bireylerin bağlılık tutumlarının sonucunda ortaya çıkan davranışsal eylemler” olarak da tanımlanmaktadır. Diğer bir ifade ile örgütsel bağlılık, bir işgörenin, örgütün amaçlarına ve değerlerine kuvvetle inanması ve onları kabul etmesi; örgütün yararına olacak şekilde kendisinden beklenenin ötesinde çaba göstermeye gönüllü olması (fazladan rol davranışı) ve örgütün üyesi olarak kalmayı kuvvetle arzu etmesidir(Özdaşlı ve Akın, 2013: 32). Örgütsel bağlılık; bireyin belirli bir örgütteki katılımı ve o örgütle özdeşleşmesinin derecesidir. Doğal olarak gelişen, örgüte olumlu katkıda bulunan ve çalışma ortamına değer katan bir faktördür. Meyer ve Allen’a (1990) göre örgütsel bağılılık, çalışanın örgüte karşı psikolojik yaklaşımını içermektedir ve çalışanın örgütle ilişkisini karakterize eden, örgütte kalmayı sürdürme kararına yol açan psikolojik bir durumdur ya da işgörenlerin psikolojik gereksinimlerinin bir dışavurumu olduğu şeklinde de ifade edilebilmektedir(Güneş vd 2009: 485). Mowday, Steers ve Porter’ın (1979) tanımına göre ise sahip olunan ortak değerler, örgütte kalma isteği ve örgüt adına çaba gösterme istekliliği ile karakterize edilen ve çalışanlarla, ilgili işletme arasında oluşan duygusal bağıntının doğası ve kalitesi olarak ifade edilebilmektedir(Gülova ve Demirsoy, 2012: 56). 3. EFQM Mükemmellik Modeli ve Örgütsel Bağlılık Günümüzde işletmelerin sahip olduğu kaynakların içinde kuşkusuz en dinamik, en yaratıcı ve en değerli olanı insandır. İnsanın zihinsel, fiziksel gücü ve enerjisi olmadan kaynakların çıktılara dönüşmesi mümkün olmadığı gibi verimlilik, kalite, yenilik ve yaratıcılık gibi hususların hiçbirinin gerçekleşmesi de düşünülememektedir. Çünkü teknolojinin temel kaynağını iyi motive edilmiş insan zihinsel gücü oluşturmaktadır. Şu halde yeterli miktar, kalite ve kapasitede işgücüne sahip olmak, işletmelerin üretimde, diğer işletme fonksiyonlarında ve pazar hakimiyetlerinde gerekli olan rekabet avantajlarının temek koşuludur(Eren, 2010: 387). Yani teknikler, modeller ve prosedürler kendi başlarına rekabet gücü yaratamamaktadır. Ancak örtülü faktörlerini( örneğin organizasyon kültürü, çalışanların yetkinlikleri, bağlılık ya da tavır) geliştirebilen kuruluşlar rekabette üstünlükler yaratabileceklerdir. Kilit nokta bireysel ve kolektif gelişmenin özendirildiği ve kolaylaştırıldığı bir ortam yaratmaktır. Özünde başarının anahtarı çalışanlardır, teknikler değildir(Hardjono vd 1997: 85). Bu sebeplerle mükemmellik yolunda ilerleyen kuruluşların, insan kaynaklarını etkin yönetebilmek adına çalışanların kendi içlerindeki iletişimlerini kusursuz sağlıyor olmaları ve bu durumu örgüt kültürü ile organizasyona yerleştiriyor olmaları gerekmektedir(Carrillo vd 2005: 41). Zaten çalışanlara odaklanma, kalite yönetiminin ancak ve Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 125 ancak kültür, davranışlar ve normlar gibi “yumuşak” ya da “maddi olmayan” unsurlardan etkilenebilirse bir kuruluşa rekabet gücünde üstünlük sağlayabileceği bilinciyle ilişkilidir. Bu, piyasa analizlerinin, prosedürlerin ve yönetmenin öteki “sert” unsurlarının önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir. Sadece bu “sert” unsurları gerçekleştirmenin yalnızca bir başlangıç noktası olduğu, esas farkın çalışanlardan kaynaklandığı demektir(Hardjono vd 1997: 49). Bu yüzden insana yönelik olan ve özünde toplam kalite bilincinin olduğu Mükemmellik Modeli’ nde İKY’ nin etkisi büyüktür ki bu kriter de İKY süreçlerinin etkinliğini ve iyileştirmesini temel almaktadır(Duman, 2009: 96). Kendi kendini kontrol, otonomi, çalışanlar arasında yaratıcılığın artışı ve aktif işbirliği bu etkilerin sonucudur. Çalışan memnuniyeti ve bağlılığı ise toplam kalite yönetimi için bir zorunluluktur(Patro, 2013: 2691). Her düzey, fonksiyon ve departmanda çalışanlar arası kalite bilincinin arttırılması kurumsal performansın artışıyla sonuçlanmaktadır. Yani kalite bir organizasyondaki tüm çalışanların katılımı ve gösterecekleri performansla sağlanabilecek bir süreçtir(Shahraki ve Konarizadeh, 2011: 2). Dolayısıyla çalışan faktörüyle kalite ve verimlilik geliştirme, iyi yönetimin en önemli boyutudur. Çalışanlar artık kendi iş süreçlerinin sorumlusudur ve inisiyatif alabilmektedir. İnsan kaynaklarına yapılan yatırım, yaratıcılığın ve yenilikçiliğin teşvik edilmesi yoluyla işgücünün benzersiz hale gelmesine ve farklılaşmasına neden olmaktadır. Böylelikle kuruluşlar, çalışanların bilgi birikimlerini ve tüm potansiyellerini bireysel düzeyde, ekip düzeyinde ve kuruluşun bütününde yönetip, geliştirerek özgürce kullanmalarına olanak vermektedir. Tüm çalışanlara adil ve eşit davranmakta, faaliyetlere katılımı özendirmekte ve çalışanları yetkilendirmektedir. Yüksek güven kültüründe yetkilendirme ve kalite iç içe geçmiştir. Kaliteden önce yetkilendirme, yetkilendirmeden önce güven ve güvenden önce güvenilirlik gelmektedir(Gibson, 1997: 34). Kurum içinde güven arttıkça kurumsal kontrol ve bireysel özgürlük arasındaki çatışma ortadan kalkmaktadır. Bu anlayışla birlikte, çalışanlar işletme için çalışmanın sonuçta kendi yararlarına olduğunu ve yöneticiler de çalışanların bireysel özgürlüklerini sağlamanın işletmenin yararına olduğunu anlamakta ve her şeyi kontrol altında tutma ihtiyacı yok olmaktadır. Diğer yandan karşılıklı güven ortamı oluşturulmuş bir işletmede bireysel özgürlük sayesinde çalışanlar, kendi kapasitelerini herkes için faydaya dönüştürdüğü, kendi etkinliklerinin kurumun maksimum faydayı sağlaması için planladığı ve kontrol ettiği bir süreci başlatmaktadır. Böylece kazan kazan temelinde yönetim anlayışıyla birlikte işletmeler, bazı çalışanların diğerlerini kontrol ettiği, herkesin kontrol altında olduğu kurum olmaktan çıkıp, çalışanların sonuçlar bakımından işletmenin bütününe karşı sorumlu olduğu kontrol içinde kurum olabilmektedir(Covey, 2005: 61-62). Beceri ve bilgi birikimlerini kuruluşun çıkarları doğrultusunda kullanmaları için çalışanlarına önem veren mükemmel kuruluşlar, onları tanıyarak ve başarılarını takdir ederek motive etmektedir. Ödüllendirme ve geribildirim sistemleri ise rekabeti değil işbirliğini teşvik ettiği sürece kalite çabalarını destekleyici etkiye sahiptir. Çünkü insanların daha iyi çalışmaları için ödüllendirilmesi gerektiği ve işletmenin başarısının bireysel çabalarla ortaya çıktığı paradigması yerine, insanların finansal ödül veya cezalar ile motive olmayacağı ve işletme başarısının kişilerin ne kadar iyi çalıştığına değil ne ölçüde işbirliği yaptığına bağlı olduğu anlayışı yer almalıdır. Ödüller ya da geribildirimler; çalışanların özsaygılarını besleyerek, ekip ruhunun güçlenmesine, örgüt kültürünün ve kalite hedeflerinin benimsetilmesine yardımcı olmaktadır(Maden, 2009: 26). Dolayısıyla kurumlar kalitenin ötesinde iş mükemmelliğine erişmek adına çalışanların bağlılığını önemli bir etken olarak değerlendirmektedir. Şöyle de denilebilir ki iş mükemmelliği çalışanların organizasyonel bağlılığını mecbur kılmaktadır(Gümüş ve Hamarat, 2006: 8). Son olarak; EFQM Mükemmellik Modeli Uygulamasının Örgütsel Bağlılığı sağlamadaki başarısı model içerisindeki çalışanlar kriteriyle ve modelin özünde çalışanların yeteneklerinin 126• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ çeşitli süreçler aracılığı ile iş sonuçlarına dönüştürüldüğü görüşünün hakim olmasına bağlanabilir. Çalışanlarla başarma kavramını temel değerleri arasında bulunduran EFQM Mükemmellik Modeli mükemmelliğe giden yolda temel elemanın, düşünme, öğrenme, yaratıcılık ve sinerji yaratma yeteneğine sahip çalışanlar olarak kabul etmektedir. Ayrıca İşgücü yönetimi, kalite yönetiminin temel dinamiklerinden birisidir. İşletme çalışanlarının tüm örgütsel yapılar için en önemli güç olduğunu anlamak ve onlara gereken değeri vererek motivasyonu sağlamak mükemmelliğe erişmede en kritik şart olarak görülmektedir. Mükemmellik Modeli’nin öne sürdüğü yenilik ve sürekli geliştirme kavramları, çoğunlukla çalışanlara dayanan örgütsel öğrenme sürecinin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda organizasyonun uzun dönemli rekabet gücü, çalışanların beceri ve tecrübelerinin kalite yönetimi faaliyetlerinin hedefleri doğrultusunda uygulamaya dönüştürülmesine bağlıdır. Ki bu rekabet gücü sürdürülebilir ve kolay kolay taklit edilemez bir nitelik taşımaktadır. Çalışanlarına kaliteyi işleyebilen bir şirket kaliteli üretim yolunu da zaten yarılamış demektir. Dolayısıyla çalışanların katılımı, sadakati ve memnuniyetlerinin sağlanması örgütlerdeki sürdürülebilir mükemmelliğin elde edilmesinde itici güç olmakta ve hayati önem taşımaktadır. 4. EFQM Mükemmellik Modeli Kriterlerinin Yaklaşım ve Yayılım Bakımından Arçelik- LG ve Kocaeli Sanayi Odası’ nda Uygulanması EFQM Mükemmellik Modelinin 9 ana kriterinden ilk 5’i Girdi kriterlerini olusturmaktaydı. 4’ü ise Sonuç kriterlerini olusturur. Girdi kriterleri kurulusun yaptığı faaliyetleri içerirken, Sonuç kriterleri ise, o kurulusun neler gerçeklestirdiğini gösterir. Sürdürülebilir mükemmellik yolunda örnek kuruluşlar olarak Kocaeli Sanayi Odası ve Arçelik- LG’ nin uyguladığı yaklasımlar ve yayılım örnekleri kriterler bazında sorgulanmış ve karşılaştırmalı olarak analiz edilmiştir. Örgütsel bağlılık ve modelin ilişkili olup olmadığı hem kriterler hem de ek sorular ve ikincil veri kaynakları aracılığıyla açık ve net hale getirilmiştir. Liderlik a) Liderler misyon, vizyon ve değerleri geliştirir ve bir mükemmellik kültürünün rol modelidirler. b) Liderler, organizasyonun yönetim sisteminin geliştirilmesi, uygulanması ve sürekli olarak iyileştirilmesini sağlamayla kişisel olarak ilgilidir. c) Liderler müşteriler, ortaklar ve toplumun temsilcileriyle ilgilenmelidir. d) Liderler, organizasyondaki insanları motive etmeli, desteklemeli ve tanımalıdır. Politika ve Stratejiler a) Politika ve strateji çıkar gruplarının bugün ve gelecekteki gereksinimlerine ve beklentilerine dayalı olmaktadır. b) Politika ve strateji, performans ölçümü, araştırma, öğrenme ve yaratıcılıkla ilişkili faaliyetlerden elde edilen bilgilere dayalı olarak anahtar süreçleri iyileştirmektedir. c) Politika ve strateji, iletilmekte ve uygulamaya geçirilmektedir. d) Politika ve strateji geliştirilmekte, gözden geçirilmekte ve güncelleştirilmektedir. Çalışanlar a) İnsan kaynakları planlanmakta, yönetilmekte ve iyileştirilmektedir. Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 127 b) Çalışanların bilgisi ve yetenekleri tespit edilmekte, geliştirilmekte ve devam ettirilmektedir. c) Çalışanların hedefleri kabul etmeleri için çaba harcanmakta ve sürekli olarak performansları gözlenmektedir. d) Çalışanların katılımı sağlanmakta, onlara yetki verilmekte ve ödüllendirilmektedir. e) Çalışanlar ve organizasyon arasında diyalog söz konusudur. f) Çalışanlar, tanıtılmakta ve kendilerine özel ilgi gösterilmektedir. İşbirlikleri ve Kaynaklar a) Finansal kaynakların yönetilmesi, b) Bilginin ve bilimsel bilginin yönetilmesi, c) Binalar, ekipmanlar ve materyallerin yönetilmesi, d) Dışsal işbirliklerin ve ortaklıkların yönetilmesi, e) Teknolojinin yönetilmesi. Süreçler, Ürün ve Hizmetler a) Süreçlerin sistematik olarak tasarlanması ve anahtar süreçlerin belirlenmesi. b) Müşterilere ve diğer tüm paydaşlara en yüksek değeri yaratması için süreçlerin sistematik bir şekilde yönetilmesi ve gerektiğinde iyileştirilmesi. c) Ürünler ve hizmetlerin, müşterilerin gereksinim ve beklentilerine uygun olarak tasarlanması ve geliştirilmesi. d) Ürünler ve hizmetlerin üretilmesi, dağıtılması ve hizmete sunulması. e) Müşteri ilişkilerinin yönetilmesi ve zenginleştirilmesi. Müşterilerle ilgili Sonuçlar a) Algısal Ölçüler b) Performans Göstergeleri Çalışanlarla İlgili Sonuçlar a) Algısal Ölçüler. b) Performans Göstergeleri. Toplumla İlgili Sonuçlar a) Algısal Ölçüler b) Performans Göstergeleri Temel Performans Sonuçları a) Temel Performans Çıktıları b) Temel Performans Göstergeleri 128• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Sonuç Model, sistematik yapısı itibariyle kamu ve özel sektör dahil bütün kuruluslar için uygulanabilecek sekilde bir özdeğerlendirme çalısmasına çerçeve olusturmaktadır. Modelin özünde, çalısanların yeteneklerinin çesitli süreçler aracılığıyla is sonuçlarına dönüstürüldüğü görüsü bulunmaktadır. EFQM, Mükemmellik Modelini olustururken isletmelerin sürdürülebilir mükemmellik çizgisine ulasmalarını sağlayacak bir yönetim anlayısının arkasında durmaktadır. EFQM Mükemmellik Modeli sekiz temel yaklasım üzerine oturtulmustur. Bunlar sonuçlara yönlendirme, müsteri odaklılık, liderlik ve amacın tutarlılığı, süreçler ve verilerle yönetim, çalısanların gelistirilmesi ve katılımı, sürekli öğrenmeyenilikçilik ve iyilestirme, isbirliklerinin gelistirilmesi ve son olarak toplumsal sorumluluktur. 2004 yılında bir ilki gerçeklestirerek kamu sektörü kategorisinde “Avrupa Kalite Büyük Ödülü” nün sahibi olan ve son olarak 2007 yılında KalDer tarafından verilen Mükemmellikte Süreklilik Ödülünün sahibi olan Kocaeli Sanayi Odası’nin ve Arçelik’in 1993 yılında başlayan özdeğerlendirme çalışmaları 1997’de TÜSİAD-KalDer Büyük Ödülü ve 2000 yılında alınan EFQM Kalite Başarı Ödülü ve böylelikle Arçelik- LG’ de devam ettirilen mükemmellik kültürü ve uygulamaları, Mükemmellik Modelini örnek alan diğer kamu ve özel kuruluslara ısık tutması açısından dikkate değerdir. Kurumların ortaya koyduğu basarılı sonuçlar, modeli uygulamanın ve ödül süreçlerinin getirdiği olumlu katkıları göstermektedir. Kuruluşların model kapsamında mevcut durumda ve gelecekte hedeflediği sonuçlara erisebilmek için uyguladığı sağlam temelli yaklasımlar, elde ettiği sonuçlara temel olusturmaktadır. Görüşmede sorgulanmaya çalışılan model uygulaması ve örgütsel bağlılık ilişkisi, çalışanların örgütün bütünsel performasının arttırılmasında temel değer olarak kabul edildikleri, katılım ve gelişimlerinin son derece önemsendiği, uygulamaların sinerji oluşturduğu, motivasyonu ve farkındalığı arttırdığı gibi düşüncelerle pekişmiştir. Çalışanların yeteneklerinin çeşitli süreçler aracılığı ile iş sonuçlarına dönüştürüldüğü görüşü doğrulanmaktadır. Toplam Kalite Yönetimini uygulayan kurumların, daha fazla iyilesme sağlayabilmeleri amacıyla, ödül çalısmalarına da önem verirlerse kriterlerin uygulanmasına yönelik önem derecesi artacaktır. Kalite ödülleri ve modelin uygulanması bir uygulama rehberi olarak düsünülmelidir. Özellikle ödülün bir öz değerlendirme aracı olarak kullanılması ve daha sonra özdeğerlendirmenin kurumun vazgeçilmez bir parçası haline gelmesi yolunda olumlu bir alıskanlık sağlayacak böylelikle mükemmellik kültürü özemsenecektir. Kurumlar güçlü ve zayıf yönlerini tespit edebilecekler ve zayıf yönlerini gelistiren kurumların doğal olarak performans göstergeleri de yükselecektir. Kaynakça 1. Kitaplar Eren, Erol (2010). Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası. İstanbul: Beta Yayınevi. Eren, Erol (2012). Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi. İstanbul: Beta Yayınevi. Gibson, Rowan (1997). Geleceği Yeniden Düşünmek (Çev. S. Gül). İstanbul: SabahYayınları. Hardjono, T. W., S.ten Have, W.D. ten Have (1997). Mükemmele Ulaşmanın Yolları(Çev. Entra Dil Hizmetleri). İstanbul: İpek Kağıt San. ve Tic. A.Ş. 2. Makaleler, Bildiriler, Diğer Basılı Yayınlar Adebanjo, D. (2001). ”TQM and business excellence: is there really a conflict?”. Measuring Business Excellence, 4 (3), 40. Öğretmenlerin Mobbinge Maruz Kalma Düzeyleri ile Örgütsel Bağlılık Düzeyleri Arasındaki İlişki • 129 Ağca, Veysel (2009). “Türk İmalat İşletmelerinde Çok Boyutlu Performans Değerleme (PD) Modellerine Dayalı Performans Göstergelerinin Kullanılabilirliliği”. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı (23), 53. Barlı, Önder, İbrahim Avcı (2012). ”EFQM Mükemmellik Modeli’nin Türkiye’deki Bazı Üst Kurullarda Değerlendirilmesi”. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 26 (2): 29. Boulter, L., T. Bendell, H. Abas, J. Dahlgaard, V. Singhal (2005). “Report on the Impact of the Effective Implementation of Organisational Excellence Strategies on Key Performance Results”. Leicester: CQE University Of Leicester. Carrillo, Ruiz, J. Ignacio, R. Fernandez, R. Ortiz (2005). “Theoretical foundation of the EFQM model: the resource-based view’, Total Quality Management, 16 (1): 31-50. Covey, Stephen R. (2005). “Kazan Kazan Anlayışı Temelinde Liderlik”. Önce Kalite. Yıl: 13, sayı (91), 61-62. Çömlek, Orhan (2009). Özdeğerleme ve Verimlilik Analizi Yoluyla Performans Değerlemeye Yönelik Bir Model Önerisi. Doktora Tezi, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gebze. Dick, G., B. Metcalfe (2001). “Managerial Factors and Organizational Commitment: A Comparative Study of Police Officers and Civilian Staff”. The International Journal of Public Sector Management, 14 (2), 112. Duman, Ekrem (2009). EFQM Mükemmellik Modeli’nin İnsan Kaynakları Performans Sonuçları Üzerine Etkisi ve Bir Uygulama. Yüksek lisans tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Efil, İsmail, Mehlika Saraç (2009). ”Stratejik Yönetim ve Performans Ölçümünde Performans Karnesi ve EFQM Mükemmellik Modeli ile Sinerji Yaratmak”. İş, Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 11 (2): 45. Emhan, Abdurrahim, Remzi Gök (2011). “Bankacılık Sektöründe Personel Memnuniyeti ve Örgütsel Bağlılık Arasındaki İlişkilerin Araştırılması”. Muhasebe ve Finansman Dergisi, sayı (51): 159. Gülova, Asena, Özge Demirsoy (2012). “Örgüt Kültürü ve Örgütsel Bağlılık Arasındaki İlişki: Hizmet Sektörü Çalışanları Üzerinde Ampirik Bir Araştırma”. Business and Economics Research Journal, 3 (3): 50-56. Gümüş, Murat, Bahattin Hamarat (2006). ”Business Excellence And Organizational Commitment In Seasonal Hotels”. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6 (2): 8. Güneş, İlkay, Serkan Bayraktaroğlu, R. Özen Kutanis (2009). “Çalışanların Örgütsel Bağlılık ve Tükenmişlik Düzeyleri Arasındaki İlişki: Bir Devlet Üniversitesi Örneği”. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 14 (3): 485. Janes Aleksander, Slavko Dolinsek (2009). “Is The Excellence Model An Answer To Global Competitiveness ?”. International Conference: Economic Integrations, Competition and Cooperation, p.14. Jonica, Andreea, Virginia Baleanu, Eduard Edelhauser, Sabina Irimie (2010). “TQM And Business Excellence”. Annals of the University of Petroşani, Economics, vol. 10 (4): 129. 130• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Karakaya, Abdullah, Zeren Karaarslan (2012). ”Kardemir A.Ş’ de EFQM Mükemmellik Modeli Tasarımı Üzerine Bir Araştırma” , Karabük: International Iron & Steel Symposium, Karabük. Maden, Oğuz (2009). Toplam Kalite Yönetimi’nde Mükemmellik Modeli’nin İncelenmesi: Sağlık Sektöründe Bir Araştırma. Yüksek lisans tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu. Marrewijk, M., I. Wuisman, W. De Cleyn, J. Timmers, V. Panapanaan, L. Linnanen (2004). “A Phase-Wise Development Approach to Business Excellence Towards an Innovative, Stakeholder-Oriented Assessment Tool for Organizational Excellence and CSR”. Journal of Business Ethics, 55 (2): 87. Özdaşlı, Kürşat, Osman Akın (2013). “Etik Liderlik ve Örgütsel Bağlılık İlişkisi: Muhasebe Bürolarında Çalışanlar Üzerine Bir Araştırma”. Muhasebe ve Denetime Bakış Dergisi, 13 (40): 32. Patro, Chandra Sekhar (2013). ”The Role of Human Resource Management in Implementation of TQM”. International Journal of Computer Science and Management Research, 2 (6): 2691. Saban, Metin, Hakan Vargün (2011), “Etkin Bir Performans Yönetimi İçin Balanced Scorecard Modeli İle Mükemmellik Modellerinin Birlikte Uygulanabilirliğine Yönelik Teorik Bir Yaklaşım”, Muhasebe Bilim Dünyası Dergisi, 13 (2): 58-66. Shahraki, Alireza, Mina Konarizadeh (2011). ” HRM effects on TQM”. Society for Business and Management Dynamics , 1 (3): 2. Singh, Bhupinder, P.K. Gupta, Sushila Venugopal (2008). “Organisational Commitment: Revisited”. Journal of the Indian Academy of Applied Psychology, 34 (1): 58-61. Tütüncü, Özkan, Deniz Küçükusta (2006). “Relationship Between Job Satisfaction and Business Excellence: Empirical Evidence from Hospital Nursing Departments”. Journal of Comparative International Management, 9 (2): 41. Tütüncü, Özkan, Deniz Küçükusta (2007). ”Relationship between Organizational Commitment and EFQM Business Excellence Model: A Study on Turkish Quality Award Winners”. Total Quality Management, 18 (10): 1084. Uygur, Akyay, Sevgi Sümerli (2013). “EFQM Excellence Model”. International Review of Management and Business Research, 2 (4): 981. Vouldis, Angelos, Angelica Kokkinaki (2011). “A Critical Review of Business Performance Models and Frameworks and Their Application to Sales Organisations”. Proceedings of the European Conference on Intellectual Capital. Nicosia: 3rd European Conference on Intellectual Capital Nicosia :477-478. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 131- 147 Sena DEMİR • İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış Özet Herakleios tahta çıktığında imparatorluk, Balkanlarda Avar ve Slavlar, Anadolu’da ise Sâsânîler tarafından işgal altındaydı. Herakleios öncelikle bu devletlerle barış sağlamaya çalıştı. Çünkü ordu saldırı yapabilecek güçte değildi. Şehirler kaybetmeye başlayınca da orduda yenileme çalışmaları yaptı. Thema sistemini kurarak saldırılara hazırlandı. Amacı imparatorluğu eski sınırlarına ulaştırmaktı. Savaşlar sırasında, bölgedeki güçlü ve stratejik açıdan öncem taşıyan devletlerden destek almaya çalıştı ve tehlike oluşturabilecek devletlerle sağladığı barışı korumaya çalıştı. Herakleios Hazarlardan aldığı destekle, Sâsânîleri mağlup etti. Ayrıca Konstantinopolis’e ulaşan Avar istilalarına son verdi. Sâsânîlerden geri aldığı eyaletler imparatorluğun monofizitlik sorunuyla karşılaşmasına neden oldu. Herakleios daha iç huzuru sağlayamadan, Arap istilaları başladı. Bu sırada Bizans kuvvetleri zayıf bir durumdalardı ve kısa sürede Araplar Herakleios’un Sâsânîlerden geri aldığı eyaletleri ele geçirdiler. Anahtar Kelimeler: Bizans, Herakleios Dönemi, Balkanlar, Anadolu GİRİŞ Roma İmparatorluğu Iustinianos döneminin ardından neredeyse çökmüş bir duruma gelmişti. Iustinianos’un ardılları Iustinos, Tiberios ve Maurikios da imparatorluğu eski gücüne ulaştırmak yerine daha da zayıflatmışlardı. Maurikios’un ardından tahta çıkan Phocas baskı rejimi uygulayarak imparatorluğu sona iyice yaklaştırmıştı. (Ostrogorsky, 2011, s.86) Phocas’ın uyguladığı bu baskı rejimine karşı, Baba Herakleios, Mısır eyaletini de yanına alarak ayaklanma başlattı ve oğlu Herakleios’u Kuzey Afrika birlikleri ile birlikte Konstantinopolis üzerine gönderdi. (Demirkent, 1998, s.210) Herakleios Konstantinopolis’te sevinçle karşılandı. Yeşiller Partisinin ve Patrik Sergios’un desteğini alarak, Phocas’ı tahttan indirdi ve 610 yılının 3/4 Ekim günü imparator ilan edildi. (Theophanis, 1839, s.461; Theophanes, 1997, s.428; Kazhdan, 1991, s.916; Baynes, 1957, s.288; Küçüksipahioğlu, 2008, s.195; Stratos, 1968, s.90) Tahtı devraldığında imparatorluk ekonomik olarak oldukça zayıf düşmüş bir durumdaydı. Phocas imparatorluk hazinesini boşaltmıştı. Bunun sonucunda paralı asker sistemine dayanan ordu da eskisi gibi güçlü değildi. Ayrıca askeri olarak böylesi zayıf bir • Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Öğrencisi, [email protected] 132• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ durumda olan imparatorluk Balkanlarda Avar-Slav; Anadolu’da Sâsânî baskısı altındaydı. Bu akınlar Herakleios’un ilk yıllarında imparatorluğu oldukça yıpratmışlardı. Aynı zamanda imparatorluk iç sıkıntılarla da meşguldü. Phocas taraftarları Antiokhia’da, komutan Komentiolos Ankyra’da Herakleios’a karşı başkaldırmış durumdalardı. (Bury, 1889, s.208; Demirkent, 1998, s.210 vd.; Kazhdan, 1991, s.916) İşgallerle başa çıkamayan Herakleios, imparatorluğun varlığını sürdürebilmesi için düşmanlarına karşı savunma politikası benimsemek durumundaydı.(Demirkent, 1998, s.211; Ostrogorsky, 2011, s.86) Herakleios öncelikle imparatorluğun dış ilişkilerinde barış sağlama girişimlerinde bulundu. Çünkü saldırı yapabilmek için güçlü bir ordu gerekiyordu. Saldırılara karşı hazırlık yapabilmek amacıyla, ilk yıllarını idari mekanizması çökmüş olan imparatorluğu düzene sokmakla geçirdi. (Bury, 1889, s.209vd.; Bailly, ty.,s.121) Herakleios dönemi Bizans dış ilişkilerine baktığımızda, bu dönemde Bizans imparatorluğu, Avar, Slav, Sâsânî, Hazar ve Araplarla ilişki kurmuştur. İmparatorluk Avar, Slav, Sâsânî ve Müslüman Araplarla savaş halindeyken, Hazar ve Gassâni Arapları ile ise dostça ilişkiler içindedir. 1.İmparatorluğun Herakleios’un İlk Yıllarında Maruz Kaldığı İstilalar Sâsânî imparatoru Husrav II, Maurikios’un intikamını almak için Phocas’a savaş açmıştı ve Herakleios döneminde de bu durum devam ediyordu. İmparatorluğun zayıf ordusu 609 yılında Kalkhedon’da başlayan Sâsânî akınlarına karşılık verememişti. 610 yılına gelindiğinde Sâsânîler Callinicum ve Circessium’u işgal etmişler ve Fırat’ı geçmişlerdi. Herakleios bu saldırılar üzerine Sâsânî kralı Husrav II. ile düşmanlığı sona erdirmek konusunda anlaşma yapmaya çalıştı. Ama Husrav barıştan yana bir tavır takınmadı. (Theophanıs, 1839,s.463; Theophanes, 1997, s.430; Baynes, 1957, s.288; Bury, 1889, s.209 vd.; Alexander, 1977, s.218; Abû’l-Farac, 1999, s.168) Husrav ve ordusu Bizans topraklarında artarda zaferler elde ettiklerinden, barış yapmaya ihtiyaç duymamışlardı. 623 yılına kadar Herakleios ve Bizans kuvvetleri Sâsânîler karşısında savunma yapmak zorunda kalacaklardı. (Bury, 1889, s.209 vd.; Alexander, 1977, s.218) Sâsânî saldırılarının yanı sıra imparatorluk bir de Balkanlarda Avar-Slav baskılarına maruz kalıyordu. Slavlar imparator Maurikios döneminden beri Avarlar’ın yardımıyla Bizans arazisine doğru ilerleyerek Balkanlardaki Bizans hâkimiyetine son vermiş ve Makedonya dâhil birçok araziyi ele geçirmişlerdi. (Ostrogorsky, 2011, s.86vd.; Kobylinski, 2008, s.539; Gregory, 2011, s.157) Bütün Trakya, İstanbul surlarına kadar tahrip edilmişti. Selanik üzerine şiddetli saldırılar düzenleniyordu. Şehir kendini savunabilse de bütün civarı Slavlar tarafından zapt edilmiş durumdaydı. Slavlar biryandan da Pelopones üzerinden Yunan adalarına Girit’e kadar ulaşmış durumdalardı. 614 yılında Dalmaçya’da Slona tahrip edilmişti. Ayrıca, Balkan yarımadasındaki Naissus(Niş), Viminacium (Kostolac), ve Sardica(Sofya) gibi önemli Bizans şehirleri Slavların eline düşmüştü. (Ostrogorsky, 2011, s.87; Charanis, 1959, s.38) İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 133 Aynı zaman içinde Sâsânîler de Önasya’da Bizans üzerine ilerlemekteydiler. 611 Caesarea (Kayseri)’yı işgal ettiler ve birçok kişiyi esir aldılar. (Theophanis, 1839, s.461; Theophanes, 1997,s.429; Stratos, 1968, s.105; Kaegi, 2007, s.68; Michael Syrian, 2013, s.131) Ardından Armenia’ya doğru ilerlediler. Bunun üzerine Herakleios, Priskos’un bir yıldır işgal ile mücadele ettiği Caesarea’ya bizzat gitti. Theodosios I(395)’den bu zamana kadar hiçbir Roma/Bizans imparatoru bizzat İmparatorluk ordusunun başında savaşa katılmamıştı ve aslında imparatorun ordunun başkumandanı olduğuna dair, Roma döneminden süregelen geleneksel bir yapı vardı. Bu adımıyla Herakleios Theodosios I.’in ölümünden bu yana unutulan bir şeyi ‘imparatorun aynı zamanda asker de olduğunu’ bu şekilde simgesel olarak hatırlatmıştır. (Stratos, 1968, s.105; Kaegi, 2007, s.68 vd.) Herakleios’un başında bulunduğu birliklerle Bizans, 612 yılının sonunda özellikle haberleşme konusunda coğrafi olarak önemli bir konumda bulunan Caesarea’yı tekrar ele geçirdi. Caesarea’nın kurtarılması, Sâsânî birliklerinin kaçıp kurtulduğu için Herakleios’a göre tam bir zafer sayılmazdı. Çünkü Sâsânîler Suriye’nin büyük kısmını ve Antakya’da da önemli bölgeleri ele geçirerek Bizans’ın Filistin, Mısır ve Afrika ile iletişimini ve haberleşmesini kesmiş oldular. (Stratos, 1968, s.105; Kaegi, 2007, s.69vd.) 613 yılında Güneye doğru ilerleyerek Damaskos (Dimaşk/Şam)’u işgal ettiler, Kuzey’de Kilikya yolunu geçip, önemli bir merkez olan Tarsos (Tarsus) kalesini ele geçirdiler. Böylece Bizans Armenia’dan tamamen çıkarılmış oldu ve Sâsânîlere güney yolu da açılmış oldu. (Stratos, 1968, s.107; Kaegi, 2007, s.77; Ostrogorsky, 2011, s.88; Bahadır, 2011, s.695; Theophanes, 1997, s.430; Michael Syrian, 2013, s.131) Sâsânî ve Bizans arasındaki mücadeleler Adhri’at (Deraa)’da ve Busra’da devam etti ve burada Sâsânîler Bizans’a karşı bir zafer daha kazandılar 1. (al-Tabari, 1999, s.327)Buradan Kudüs’e doğru ilerlediler ve üç hafta süren bir mücadele sonrası mayıs ayında Kudüs de Sâsânîlerin eline geçti. (Movses Dasxuranci, 1961, s.77; Sebeos, 1999, s.69; Kaegi, 2007, s.78; Ostrogorsky,, 2011, s.88) Kuşatma sırasında Sâsânîlerin şehri yağmalamakla kalmayıp, Kutsal Haçı’da Ktesiphon’a götürmüş olmaları, aldığı yenilgi nedeniyle zaten sarsılmış olan Herakleios’u manevi olarak da derinden etkilemiştir. (Movses Dasxuranci, 1961, s.77; Ostrogorsky, 2011, s.88) 615 yılında Sâsânîlerin Kalkhedon’a yaklaştıklarını haber alan Herakleios güçlü bir ordusu bulunmadığından dolayı Sâsânîlerle anlaşma yapmanın yollarını aradı. Ama Sâsânîler anlaşmaya varmak yerine savaşmayı tercih ettiler. (Michael Syrian, 2013, s.131; Greatrex, 2005, s.193 vd.; Kaegi, 2007 s.83; Sebeos, 1999, s.78 vd.) İki kuvvet arasında bir deniz savaşı yaşandı ve sonuçta Bizans Sâsânîleri geri çekilmek durumunda bıraktı. (Theophanes, 1997, s.432; Sebeos, 1999, s.78 vd.; Greatrex, 2005, s.194) İşte Bizans’ın bu yenilgisinin üzerine Kuran’ın Rum suresinin geldiği düşünülmektedir. Rum suresinde Rumların önce yenilseler de birkaç sene sonra düşmanlarına galip gelecekleri bildirilir. (Yazır, 2009, s.405; Kaegi, 2007, s.78) Gerçekten de Sâsânîler karşısında büyük yenilgiler yaşayan Bizans birkaç yıl içinde zaferler elde etmeye başlayacaktır. 1 134• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Herakleios Sâsânîleri püskürtmüş olmasına rağmen, yine de onlarla barış yapmak için, Husrav’e Roma senatosu ve halkı adına bir mektup gönderdi. (Kaegi, 2007, s.83; Greatrex, 2005, s.195; Stratos, 1968, s.116). Sâsânîler bu sefer de Bizans’ın anlaşma yapma konusundaki adımlarına olumlu cevap vermediler ve Theophanes’e göre bir sonraki yıl Kalkhedon’a tekrar salındırarak burayı ele geçirdiler. (Theophanes, 1997, s.433) Husrav kazandığı zaferlerin ardından Bizans’ın üzerine ilerlemeye devam etti. Sharbaraz Filistin’den çıkıp sırasıyla, Pelusium, Nikiu ve Babylon (Old Cairo)’u ele geçirdi. Ardından Sharbaraz Alexandria’ya(İskenderiye) doğru yelken açtı. Uzun süren bir kuşatmanın ardından 619 yılında şehir düştü. Birçok can kaybı yaşandı. (Stratos, 1968 s.113; Kaegi, 2007, s.91 vd.; Baynes, 1957, s.291 vd.). Bu sırada Alexandria (İskenderiye) savunması devam etmekteydi. Sâsânîler Mısır’a doğru ilerliyorlardı. Mısır’ın işgali 619 yılında başladı ve kısa sürede Sâsânî donanması Sharbaraz komutasında Mısır’ı işgal etti 2. Ardından Sâsânîler Mısır’dan Ethiopia’ya kadar ilerlediler. Tarımsal olarak gelir sağladığı Mısır ve Suriye’yi kaybetmiş olması imparatorluğa büyük sıkıntı içine soktu. Ayrıca Akdeniz’in en büyük limanına sahip olan Mısır’ın düşmesi, maddi olarak imparatorluk bütçesine büyük zarar verdi. Bu kayıp, Herakleios’un Sâsânîlere karşı saldırıya geçmek konusunda harekete geçmesini sağlayacaktı. (Ostrogorsky, 2011, s.89; Kaegi, 2007, s.92; Stratos, 1968, s.114) Sâsânîler 620/2 yılında Anadolu’nun önemli bir merkezi olan Ankyra’ya saldırdılar ve ele geçirdiler. 3.622/3 yılında da Rhodos’u işgal ettiler. (Greatrex, 2005, s.197; Theophanes, 1997, s.434; Theophanis, 1839, s.465) 2.Herakleios’un Askeri Hazırlıkları ve Sâsânîlere Karşı Saldırıları Saldırılara karşılık veremeyen Herakleios, imparatorluğun savunma gücünü arttırmaya yönelik çalışmalar yapmaya koyuldu. Fetihleri önlemek için asker toplamak ve onları talim ettirmek gerekiyordu. Bunun içinde para gerekiyordu. Herakleios imparatorluğun askeri sisteminde yenilikler yapmadan savunmayı sağlayamayacaktı. Bunun yanı sıra imparatorluktaki iç huzursuzlukları, siyasi kaynaşmaları ve dini düşmanlıkları sonlandırmaya çalışacaktı. (Bailly, ty., s.121) Herakleios’un askeri yeniliklerinin başında, thema sistemi gelir. Thema sistemi Herakleios dönemine atfedilir ancak aslında belirli bir süreç içinde gelişmiş ve Herakleios döneminde nihai şeklini almıştır. (Vasiliev, 1964, s.226; Öztürk, 2012, s.169 vd.) 2 Theophanes Mısır ‘ın 614/615 yıllarında işgal edildiğini söyler. Stratos’a göre ise işgal 616 yılında da başlamış ama 620 yılında ancak bitmişti. Ostrogorsky işgalin 619 yılı baharında başladığını söyler ama ne zaman sonuçlandığı konusunda bir bilgi vermemektedir. (Theophanes, 1997, s.432; Ostrogorsky, 2011, s.89; Stratos, 1968, s.114) 3 Theophanes yine bir kronolojik hata yaparak Sâsânîlerin Ankyra’yı 618/9 yıllarında ele geçirdiğini söyler. (Theophanes, 1997, s.434; Theophanis,1839, s.465) İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 135 Maurikios döneminde thema sisteminin temellerini oluşturduğu düşünülen, Ravenna ve Kartaca eksarkhlık’ları kurulmuştur. (Nicol, 2000, s.5; Uçar, 1990, s.50; Gregory, 2011, s.152). Herakleios da bu oluşumu tamamlayarak, imparatorluğu dört ana thema’ya ayırdı. Bunlar sınırları, Doğu’da Kilikya, Batı’da Ege denizine kadar uzanan Armeniakoi ve Anatolikoi themaları, Marmara civarındaki Opsikion theması ve Caravisionorum deniz themasıdır. (Vasiliev, 1964, s.228; Uçar, 1990, s.53) Herakleios thema sistemini kurarken Bizans imparatorluğunun savunma sistemindeki eksik yanını tamamlamayı planlamıştı. Böylece imparatorluk paralı asker toplama mecburiyetinden kurtulacak ve aynı zamanda devlet hazinesine de katkı sağlayacaktı. (Demirkent, 1998, s.211; Ostrogorsky, 2011, s.89) Herakleios askeri sistemdeki yenilikleriyle, orduyu savaşabilir hale getirmesinin ardından saldırı hazırlıkları yapmaya başladı. Savaş hazırlıkları yaparken Maurikios’un Strategikon 4’unu kendisine rehber edindiğini de görmekteyiz. Ayrıca savaşlar sırasında mümkünse zafer kazanma arzusu içinde olmayan karşı tarafın askerlerini kendi tarafına geçirme stratejisi uygulayacaktır. İmparator sefere çıkmadan önce, ardından yaşanacak herhangi bir taht karışıklığını önlemek amacıyla yaşça küçük olmasına rağmen oğlu Konstantinos III.’u, Paskalyanın ikinci gününde (4/5, Nisan, 622) 5 taht varisi olarak ilan etti. (Movses Dasxuranci, 1961, s.78; Kaegi, 2007, s.112; Ostrogorsky, 2011, s.94; ; Stratos, 1968, s.135) Deniz yoluyla ertesi sabah Bithynia’da, Pylai’da durdu ve oradan Anadolu’ya yöneldi (Kaegi, 2007, s.113; Stratos, 1968, s.137) Herakleios’un kilisenin de desteğini alarak düzenlediği seferlerin amacı imparatorluğu eski sınırlarına ulaştırmaktır. Bizans birlikleri ve Sâsânîler Capadokia’da Caesarea yakınlarında bir bölgede karşılaşırlar. Herakleios’un birlikleri Maurikios’un savaş taktiklerini kullanarak, düzlükte savaşmak konusunda deneyimsiz olan Sâsânîlere, düzlükte saldırırlar ve Sâsânîleri geri çekilmek durumunda bırakırlar. (Kaegi, 2007, s.115) 622 yılında da Sâsânîleri bozguna uğratır. (Pisidia,1837, s.23-25; Greatrex, 2005, s.199; Theophanes, 1997, s.436 vd.; Kaegi, 2007,s.115; Stratos, 1968, s.140) Ardından birlikleri ile Armenia’ya doğru yöneldi. Ama bu sırada, Konstantinopolis Avar tehlikesi altındaydı. Avarlar 6 daha öne yaptıkları anlaşmayı bozarak Konstantinopolis’e saldırıyorlardı. Bu nedenle imparator, 622 yazında başkente dönmek zorunda kaldı. Döndüğünde, Sâsânîler karşısında Bizans’ın aldığı yenilgiler sonrasında, Herakleios’un kazandığı bu zafer Konstantinopolis’te büyük coşku ile karşılanmasını sağladı. (Theophanes, 1997, s.438; Kaegi, 2007, s.116,118; Stratos, 1968,s.143) Ayrıntılı bilgi için bkz. Maurikios, 2011 Bu tarih Ostrogorsky’e göre 5 Nisan, Kaegi’ye göre ise 4 Nisandır. ( Kaegi, 2007, s.112; Ostrogorsky, 2011, s.94) 6 Avarlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Baştav (b), 1987, s. 195-203 4 5 136• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Muhtemelen bu gidişinde Herakleios ve Avar kağanı Trakya’da Herakleia’da buluştular. Herakleios Sâsânîle karşı saldırılarına devam etmek için Avarlarla barış sağlamak durumundaydı. Bu sırada Avar kağanı Herakleios’u tuzağa düşürdü. Herakleios ağır koşullara sahip bir anlaşmayı imzaladı. Avarlara yapılan ödemeyi yükselterek barışı sağladı ve imparatorluğu güvence altına aldıktan sonra yeniden Sâsânîler üzerine ilerledi. (Ostrogorsky, 2011, s.95; Kaegi, 2007, s.118) Herakleios, Sâsânîlere karşı yeni bir sefer başlatmak üzere, Konstantinopolis’den 25 Mart 624’de Armenia’ya doğru yola çıkmak üzere ayrıldı. (Greatrex 2005,s.200; Chronicon Paschale, 1832, s.713,714, Theophanes, 1997, s.438; Kaegi,2007 s.122) Herakleios Sâsânîlerin ele geçirdikleri Bizans topraklarını geri almak ve onları eşit bir barışa ikna etmek istiyordu. Daha önce kazandıkları zafer ordunun moralini yükseltmişti ve böylece Sâsânîleri yenebileceklerine inanıyorlardı. (Stratos, 1968, s.143 vd.) Herakleios Armenia’ya geldiğinde Husrav II ile barış yapmak için tekrar bir teklifte bulunur. Bir önceki karşılaşmada uğradığı bozguna rağmen, Husrav genel olarak Bizans Sâsânî savaşlarında üstün taraf olduğu için barıştan yana bir tavır takınmaz. Bizans’ın Sâsânî topraklarını işgal etmeye cesaret edebileceğini de düşünmemektedir. Bunun üzerine Herakleios’a Hristiyan inancı ile alay eden ve küstahça ifadelerle savaşa tahrik edici, bir mektup gönderir 7 (Ostrogorsky, 2011, s.95; Kaegi, 2007, s.122; Stratos, 1968, s.154) Bunun üzerine Herakleios Theodosiopolis(Erzurum)’e doğru ilerledi ve bölgeyi kolayca ele geçirdi. Ardından Dvin ve Nakhchawan üzerinden geçerek ve geçtiği yerleri tahrip ederek ilerlemeye devam etti (Stratos, 1968, s.154vd.; Sebeos, 1999, s.80 vd.; Kaegi, 2007, s.127; Greatrex, 2005, s.200). Theophanes’e göre, 20 Nisan 624 yılında Herakleios, Sâsânî topraklarını istila etti. (Theophanes, 1997, s.439) Herakleios daha önce uyguladığı gibi, Kafkaslarda da bölgede yaşayan halk arasından kendine müttefik arayışına girdi. Onlar gibi savaşçı bir halkla ordusunu genişletmenin onun için faydası çok olacaktı. Ayrıca onların dostluğunu kazanarak, hem bölge konusunda coğrafi olarak bilgi alabilecek hem de iletişim sağlaması konusunda engeller kalkacaktı. Bu amaçla bölgedeki prenslere ve hükümdarlara mektuplar yazarak onları kendisiyle birlikte savaşmaya ikna etmeye çalıştı. (Movses Dasxuranci, 1961, s.79 vd.; Kaegi, 2007, s.126) Herakleios, Husrav’ın Ganzak(Gence) ‘da olduğunu haber alınca 40.000 kişilik ordusuyla burayı hedef alır. (Theophanes, 1997, s.439;Ostrogorsky, 2011, s.35; Kaegi, 2007, s.127) Sâsânî ordusunu mağlup eder ve Husrav şehirden Dastagard’a kaçmak zorunda kalır. Sebeos, mektubu yazan kişinin Husrav olduğunu, Theophanes ise Herakleios olduğunu söylemektedir. Başka yazarlar bahsetmedikleri için gerçekliğinden emin olamıyoruz. Belki de ikisi de gerçeği yansıtmaktadır. (Stratos, 1968, s.151) 7 İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 137 Herakleios da 624 yılı kışında kuzeye yönelerek Kafkaslarda Albania’ya doğru ilerledi. Birliklerini Laz, Abasg(Abaza) ve İberialılar(Gürcüler) ile takviye etti. (Stratos, 1968, s.157vd. ; Kaegi, 2007, s.128; Ostorogorsky, 2011, s.95) Bizans ordusu Partaw yakınlarında ordugâh kurdu. Husrav II. Herakleios’u bölgeden çıkarmak için, üzerine üç ayrı ordu gönderdi, ordular Herakleios’un üzerine yürüdüler ve Bizans’ı Siwnik’e kadar geri püskürttüler. (Kaegi, 2007, s.128) Ardından Heraklieos kendisi düzlükte savaşmak istediğinden Bizans’ın eski bir stratejisini 8 uygulayarak Sâsânî kuvvetlerini düzlüğe getirdi, Caucassian Tigranocerta yakınlarında bir düzlükte, Sarablangas ve Shahin’in birliklerini kuşatıp, bozguna uğrattı. (Theophanes, 1997, s.442 vd.; Stratos, 1968, s.160 vd.; Kaegi, 2007, s.129) Daha sonra Herakleios’un birlikleri Sâsânîlerle Armenia bölgesinde zorlu mücadeleler yaptılar ve askeri takviyeler sayesinde zaferlerde kazanmalarına rağmen İran’a girilemedi. (Sebeos, 1999, s.82; Kaegi, 2007, s.130) 625 yılının Şubat ayında, Herakleios Van Gölü yakınlarında Aliovit’teki Sharbaraz ve kuvvetleri üzerine beklenmedik bir anda 20.000 kişilik bir kuvvet gönderdi ve Sâsânî kuvvetlerinde bir tek kişi hariç herkesi yok eder. (Sebeos, 1999, s.82; Theophanes, 1997, s.432; Theophanis, 1839, s.480; Kaegi, 2007, s.130; Stratos, 1968, s.162) 3. Sâsânîlerin Avarlarla Birlikte 626 yılında Konstantinopolis’e Düzenledikleri Saldırı Bizans’ın 625 yılında kazandığı bu zafere rağmen, Sâsânîler Bizans’ın İran topraklarına girmelerine izin vermemişlerdi. Yine de onlar için Bizans hala büyük bir tehlikeydi ve bunun için Husrav, Herakleios’a yıkıcı bir darbe vurmak amacıyla iki yönlü bir taarruz başlatarak, bir yandan İran topraklarındaki Bizans ordusuna Shahin komutasında, bir yandan da Sharbaraz Avarlarla birlikte Konstantinopolis’e saldırı düzenledi. (Theophanes, 1997, s.446; Theophanis, 1839, 484 vd.; Stratos, 1968, s.165) Bunun üzerine Herakleios, daha önce yaptığı gibi, Avar Kağanı ile barış yapmaya çalıştı. Bizans’ın barış yapmak için yaptığı tüm tekliflere, rağmen, Avarlar para karşılığında barış yapmaya yanaşmadılar. Aslında Avarlar bağımsız bir şekilde hüküm sürebilecekleri topraklar elde etmek istiyorlardı ve bu amaçla da Bizans’ın karşı tarafında yer alıyorlardı. (Stratos, 1968, s.178) Sâsânî kuvvetlerini düzlüğe getirmek için onlara asker kaçağı olduğunu söyleyen iki kişi gönderdi. Onlar Sarablangas ve Sharbaraz’ı Shahin’in başka bir orduyla geldiğini ve Bizans’ın askerlerinin kaçmakta olduğu konusunda ikna etmeye çalıştılar. Sharbaraz ve Sarablangas Shahin’in rakipleriydiler ve zaferlerini paylaşmak istemiyorlardı. Herakleios onları takip etmek konusunda ikna edip, Caucassian Tigranocerta yakınlarında bir düzlükte, Sarablangas ve Shahin’i kuşatıp, bozguna uğrattı. (Theophanes, 1997, s.442 vd.; Stratos, 1968, s.160 vd.; Kaegi, 2007, s.129) 8 138• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Herakleios, Avarlarla barış yapamayınca, daha önce yaptığı gibi ordusunu üçe bölmeye karar verdi. Biri savunma yapmak üzere Konstantinopolis’e gönderildi, bir kısmı kardeşi Theodore’nin emrine Shahin’e karşı savunma yapması için bırakıldı, diğeri ise kendisi ile birlikte Lazika’ya doğru ilerledi. (Theophanes, 1997, s.446; Theophanis, 1839, s.485) Muhtemelen 626 yılının Temmuz ayında, Theodore Koloneia (Shebinkarahisar) ve Satala (Sadak, kuzey Erzincan)’arasında bir yerlerde Shahin’in birliklerini bozguna uğrattı.(Stratos, 1968, s.178; Kaegi, 2007, s.132) Herakleios, Avar-Slav-Sâsânî İşbirliği nedeniyle aynı anda iki cephede birden savaşmak zorunda bırakıldı. Zaten Sâsânîlerle savaş halinde olduğundan, kuvvetleri Avarlar ve Slavlara karşı zayıf kaldı.(Ostrogorsky, 2011, s.95) Avarlar 626 yılında Avar, Slav, Bulgar ve Gepit kitlelerinden oluşan birlikleriyle Konstantinopolis’i hem karadan hem denizden kuşatmaya başladılar. (Theophanes, 1997, s.446; Theophanis, 1839, s.485; Georgius Pisidia, 1837, s.58, Kaegi, 2007, s.133) Bizans’ın Konstantinopolis savunması patrik Bonos komutasında 12.000 kişiden oluşuyordu. (Chronicon Paschale, 1832, s.718; Kaegi, 2007, s.134; Stratos, 1968, s.174) Bizans askerleri bir yandan düşmanı geri püskürtmeye çalışırken Patrik Sergios’da halkı vaazlar, kilise törenleri ve gece ibadetleri ile dini şevk ve heyecanla sakinleştiriyordu (Ostrogorsky,2011, s.96) Saldırıya ilk Slavların hafif silahlı askerleri başladı, ardından Avarlar ve diğer kuvvetler saldırdı. Slavlar Pigae bölgesindeki kiliseye bile saldırmışlardı bu saldırıyı Bizans büyük kayıplar vermesine rağmen güçlükle önlenebilmişti.( Kaegi, 2007, s.134; Stratos, 1968, s.185) Ertesi gün Avarlar, Polyandriou ve St. Romanos kapısı arasına çok sayıda kuleleri Bizans surlarına dayadılar. Bunun üzerine Bonos deniz kuvvetlerini savunmaya destek olmaları için çağırdı. (Chronicon Paschale,1832, s.719vd.; Stratos,1968, s.185) Bizans patrik Bonos aracılığıyla, Avar kağanına saldırıdan vazgeçmeleri için tekrar para teklifinde bulunsa da kağan yine reddetti ve saldırıya devam etti. Saldırılara Slavlar kanolar üzerinden devam ettiler. (Kaegi, 2007, s.137) Esas kuşatma 31 Temmuz’dan itibaren başladı. Avar birlikleri Haliç’ten Marmara Denizi sahillerine kadar yayılmışlardı. Bu tarihten itibaren on beş gün boyunca Bizans kapılarını koçbaşlarıyla yıkmaya çalışacaklardı. (Mangaltepe, 2006, s.13) 7 Ağustos da Haliç’te, iki donanma arasında bir deniz savaşı yapıldı. Büyük kayıplara rağmen Bizans, Sâsânî saldırılarını püskürtmeyi başardı. Ayrıca bu zaferle Sâsânîlerin gemideki askerlerine zarar vermenin yanı sıra onların Avarlarla olan iletişimlerini de kesmişti. Bu sırada Bizans, Slavların monoxyla kanolarla yaptıkları saldırıya da karşı koydu. Bizans gemileri, kanoların yanına yaklaşıp onlara taşlar oklar ve mızraklar fırlatmışlardı bunun üzerine onlarda birbirlerine çarparak parçalanmışlardı. (Kaegi, 2007, s.137; Stratos, 1968, s.187, 189vd., ) İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 139 8 Ağustos günü, Bizans savunması karşısında, Avalar kuşatmayı bırakıp geri çekildiler. (Kaegi, 2007, s.138). Bizans, düşman kuvvetlerinin deniz savaşlarındaki deneyimsizliği sonucunda, 10 Ağustos’ta kesin zafer kazandı. Slav kayıkları Bizans donanmasının karşısında direnemediler ve geri çekilmeye başladılar. Sâsânîlerin taarruz planları uygulanamadı ve Sharbaraz Kalkhedon’dan ayrılarak Suriye’ye çekildi.(Ostrogorsky, 2011, s.96) Kuşatman sonucunda, birçok insan öldürülmüş, yağmalar yapılmış, birçok şehir ev kilise yakılıp yıkılmıştı ama şehrin duvarları hala sağlamdı ve Bizans bu saldırılar sonucu galip gelmeyi başarabilmişti. Ayrıca savaşın sonucu Bizanslılar için dini bir zaferdi (Kaegi, 2007, s.138) Dönemin tarih yazarları şehrin tanrı tarafından savunulduğunu düşünüyorlar, Theodore Synkellos, Chronicon Paschale ve Pisidia’ya göre şehir tanrı ve Meryem Ana sayesinde kuşatmadan kurtulmuş ve böylece Bizans manevi olarak eski gücüne kavuşmuştu. (Kaegi, 2007, s.139vd.; Stratos, 1968, s.173) Ayrıca bu dönemde Vizigot Kralı, Bizans’ın iki ayrı cephede savaş durumunda olmasından faydalanarak, İspanya üzerine bir saldırı düzenledi. Herakleios bunun üzerine, onunla şartlarını bilmediğimiz bir anlaşma yapmak durumunda kaldı, Sâsânîlerle olan mücadeleler bitmeden bir savaşa daha giremezdi. (Kaegi, 2007, s.141) Kuşatma sırasında, Herakleios’un şehir dışında olması onun bir imparator olarak sorumluluklarını yerine getirmediği anlamına gelmez, başka bir cephede Sâsânîlere karşı bir sefer düzenliyor olduğundan dolayı şehirde değildi. Ayrıca hala Suriye ve Mısır gibi önemli Bizans provinciaları Sâsânîlerin elindeydi ve Herakleios mücadelesine devam edecekti. Bu yüzden şehre gelmektense takviye birlikler gönderip uzaktan kumanda etmeyi tercih etmiş olmalıdır. (Stratos, 1968 s.175; Kaegi, 2007, s.139) 4. Herakleios’un Sâsânîler Üzerine İlerleyişi ve Hazar Desteği 627 yılında Herakleios Konstantinopolis’i güvence altına aldıktan sonra Sâsânîler üzerine yeni bir sefer başlattı. Lazika’ya doğru ilerledi.(Theophanes, 1997, s.446; Theophanis, 1839 , [6117], s.485; Kaegi, 2007, s.142; Stratos, 1968, s.197) Bu mücadeleye hazırlanırken imparatorluk ordusunun yetersiz kalacağını düşünerek ve imparatorluğun süregelen politikasını izleyerek o dönemde Anadolu’da önemli bir güç haline gelmeye başlamış olan Hazarlar’dan destek istemişti. Hazarların olumlu cevaplarıyla, bu tarihten itibaren HazarBizans müttefikliği de başlamış oldu. Hazarlar 9 bu dönemde Göktürklere bağlı, Yabgu Kağan (Ziebel) tarafından yönetilmekteydiler. Herakleios Yabgu Kağan’a Andre adlı elçisini Sâsânîlere karşı onların yanında yer almaları konusunda, ikna etmek için çeşitli hediyelerle birlikte gönderir. Yabgu Kağan ‘savaşta bizzat kuvvetlerinin başında olacağını’ söyler. (Baynes, 1957, s.297; Movses Dasxuranci, 1961, s.87; Stratos, 1968, s.200) Yapılan anlaşma her iki taraf için kârlı olacaktı, aslında Hazarlar 626 yılında Sâsânîler Bizans’ın doğu eyaletlerini işgal ederlerken onları mağlup etmişlerdi ve birçok ganimet elde etmişlerdi. Şimdi de Sâsânîlere karşı Bizans 9 Hazarlar hakkında detaylı bilgi için bakınız. Baştav (a), 1987, s.139-181; Gürbüz, 1998 140• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ tarafında yer alarak, Bizans’ın zaferine katkıda bulunacaklar ve kendi güneylerini güvence altına alarak, bölgede önemli bir güç olmaya başlayacaklardı. (Kaegi, 2007, s.143; Gürbüz, 1998,s.38 vd.) Bu sırada Herakleios Iberia’ya doğru ilerledi. Buradaki prensleri kendisine müttefik olmaları için davet etti. Iberialı prenslerin birçoğu anlaşmayı kabul ederek Herakleios’un ordusuna katıldı (Constantine Porphyrogenitus, 1967, s.207) Buradan ordusuna katılan Iberialı müttefikleriyle Yabgu Kağanla buluşacağı Tiflis’e doğru yola çıktı. (Stratos, 1968, s.201) Anlaşma sonrasında, Yabgu Kağan askeri güçlerini talim ederek ve yeniden düzenleyerek saldırılar için hazırlıklara başlamıştı. (Kaegi, 2007, s.143) Yabgu yanındaki 40.000 atlı ile 627 yılının haziran ayında Herakleios ile Tiflis’te buluştu. Theophanes’e göre buluşma yerine geldiğinde Yabgu atından inerek, imparatoru saygıyla selamlamış ve onu öpmüştü. Herakleios da ona kızı Eudokia’nın resmini göstererek, anlaşmayı bir düğünle sağlamlaştırma gayreti içine girmişti. (Nicephoros, 1990, s.54-57; Theophanes, 1997, s.447; Theophanis, s.486; Kaegi, 2007, s.143; Abû’l Farac, 1999, s.171; Michael Syrian, 2013, s.133) Herakleios yanında Hazar ve Iberialı müttefikleriyle Tiflis’i kuşatma altına aldı. Husrav bunun üzerine kendi Iberialı müttefiklerinin savunmalarını güçlendirebilmek için takviye kuvvet gönderdi. Shahraplakan komutasında 1.000 kişilik takviye kuvvet Bizans karşısına gönderildi. Husrav askeri desteğinin yanı sıra şehre erzak da gönderdi. (Kaegi, 2007, s.144; Stratos, 1968, s.202vd.; Movses Dasxuranci, 1961, s.85) Tiflis’in güçlü bir savunması vardı ama Herakleios’un saldırılarına daha fazla dayanamadı ve kısa sürede şehir ele geçirildi. Kala’nın da kuşatılmasının ardından Yabgu Kağan, Herakleios’a 40.000 atlıyı bırakarak ülkesine döner. (Theophanes, 1997, s.447; Theophanis, 1839, s.486; Abû’l Farac, 1999, s.171; Stratos, 1968, s.203) Herakleios’un bu zaferi sadece askeri başarılar ile elde edilmemişti. Hazarlarla kurduğu iyi diplomatik ilişkiler sonucunda ordusunu kuvvetlendirmiş ve Sâsânîleri tekrar mağlup etmişti. (Kaegi, 2007, s.145) Herakleios, yapılan mücadeleler sonrası zayıf düşmüş olan Sâsânîler üzerine ilerlemeye devam etmek istiyordu. Olasılıkla 627 yılının Eylül ayında kendi kuvvetlerinin yanında yaklaşık 20.000 Yunan, Laz ve Iberialı ve 40.000 kişilik Hazar atlıları ile birlikte Tiflis’ten ayrıldı. Ve Ctesiphon’a doğru ilerlemeye karar vererek, yola koyuldu. (Stratos, 1968, s.205) Herakleios, Hazarlarla birlikte geçtikleri kentleri yağmalayarak ve yakıp yıkarak ilerliyorlardı. Ama Kış yaklaştığında Hazarların birçoğu kış mevsiminin ağır koşulları dolayısı ile yıpranarak, Bizans’tan ayrılmak istediler ve ülkelerine geri döndüler. 10(Theophanes, 1997, 10 Theophanes burada kronolojik bir hata yapıyor olabilir. Sefere eylül ayında çıktıklarını söylüyor ama daha seferin başında Hazarların kış şartlarına dayanamayıp döndüklerini söylüyor. Ayrıca dönemin diğer kaynakları Hazarların Ctesiphon’a kadar gelip, daha sonra söndüklerini yazmaktadırlar. (Theophanes, 1997, s.448; Theophanis, 1839, s.487; Stratos, 1968, s.207) İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 141 s.448; Theophanis, 1839, s.487; Kaegi, 2007, s.158) Ardından Herakleios kalan birlikleri Ctesiphon’a ilerlediler. (Stratos, 1968, s.209) Herakleios’un Sâsânîlere karşı mücadelesinde, bölgenin önemli bir noktası olan Ninneveh regionunun ele geçirilmesi ona Mezopotamya’nın kapılarını açacaktı. (Kaegi, 2007, s.156) Bu amaç doğrultusunda, Herakleios 4-5 Aralıkta Nineveh yakınlarına ordugâhını kurar. (Kaegi, 2007, s.159; Stratos, 1968, s.210; Theophanes, 1997, s.449) Nineveh’de Herakleios daha önce planladığı gibi, Sâsânîlerin takviye kuvvetleri gelmeden onların bu düzlüğe gelmelerini sağlar ve onları bir meydan savaşı yapmak durumunda bırakır. Ayrıca bölgede iletişimlerini ve takviyeleri engellemek adına gereken tüm yolları da kapatır. (Kaegi, 2007, s.160; Stratos, 1968, s.211) Savaşın sonunda Sâsânîler ağır kayıplara maruz kalarak, dağların eteklerine doğru çekilmek zorunda kadılar. (Kaegi, 2007, s.163; Stratos, 1968, s.213) Nineveh yakınlarında yapılan bu savaş Herakleios’un, Maurikios’un strategikon’undaki taktikleri uyguladığı savaşlardan biridir. Bu savaş sırasında, uyguladığı iyi savaş tekniklerinin yanı sıra, Herakleios’un fırsatları iyi değerlendirdiğini de söylememiz mümkündür. Hem Sâsânîleri kendi savaş taktiklerine uygun bir düzlüğe çekmeyi başarmış hem de takviye birliklerin gelmesini engellemişti. (Kaegi, 2007, s.168) Bizans kuvvetleri Zab’ı 23 Aralık günü geçtiler. Bunu öğrenen Husrav, onların üzerine yeni bir ordu gönderir. Herakleios bu kuvvetleri mağlup ederek, Beklal’ı ele geçirir. busırada Husrav’ın Dastagerd’den kaçtığını öğrenir ve ordusunun yarısını Dastagerd’e gönderir ve şehir ele geçirilir (Stratos, 1968, s.215; Chronicon Paschale, 1832, s.730) Herakleios’un kendisinin de başında olduğu diğer kısmıysa Bebdarch(Tazaristan)’ya gider.. (Theophanes, 1997, s.451; Kaegi, 2007, s.172; Movses Dasxuranci, 1961, s.88 vd.) Bu sırada Herakleios Husrav’a barış yapmak için tekrar teklifte bulunur. (Kaegi, 2007, s.172) Herakleios’un seferi Husrav için hem utanç hem de üzüntü sebebi oldu. Saldırılar sonucu saygınlığı ciddi anlamda sarsıldı ama Herakleios’un anlaşma teklifine yine de olumlu yanıt vermedi. (Kaegi, 2007, s.174; Theophanes, 1997, s.453) 5. Sâsânî ve Bizans Arasındaki Mücadelelerin Sonu ve Barış Yapılması Husrav’ın 23 Şubat 628’de devrilir ve ardından tahta, daha önceden de Sâsânî birliklerini kumanda etmiş olan oğlu Kavad çıktı. (Uçar, 1990, s.61; Kaegi, 2007, s.175; Nicephoros, 1990, s.62 vd.) ve Kavad’ın ilk işi Bizans ile barış yapmak oldu. (Baynes, 1957, s.299; Stratos, 1968, s.229vd.) Yapılan barışla Kavad Bizans topraklarını boşaltacaktı ve Kutsal Haç Bizans’a iade edilecekti (Kaegi, 2007,s.178;Chronicon Paschale, 1832, s. 735vd.) Böylece Armenia, Roma Mezopotamya’sı, Suriye, Filistin ve Mısır gibi daha önce Bizans’a ait olan araziler Bizans’a geri verildi. Sâsânîler ancak bu şekilde ülkelerini huzurlu bir ortama sokabildi. (Ostrogorsky, 2011, s.96) 142• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kavad’ın yaptığı barışı tanımayan Sharbaraz güçlü bir pozisyondaydı. Hala kontrolü altındaki birçok asker ile birlikte Bizans’ın ele geçirdiği topraklarda bulunuyordu. Kavad 7 ay hükümdarlık yaptıktan sonra öldü ama Filistin kontrolü hala Sharhbaraz’ın elindeydi. (Kaegi, 2007, s.181) Herakleios Sharbarazla 629 yılının Temmuz ayında Cappadokia’daki Arabissos’da bir barış anlaşması yaptı. Baynes’e göre, Herakleios Sharbaraz’a Sâsânî tahtını kurtarması için, emrine imparatorluğun askeri birliklerini vereceğini vaat etmişti. (Greatrex, 2005, s.226; Baynes, 1957, s.299; al-Tabari, 1999, s.400vd.) Böylece artık Bizans’ın Sâsânî sorunu da çözülmüş oldu. (Kaegi, 2007, s.185). Anlaşma sonucu Sharbaraz Suriye’deki, Filistin’deki, Mısır’daki ve Mezopotamya’daki Bizans bölgelerinden kuvvetlerini çekeceğini taahhüt etti. Sâsânîlerin bölgeyi terk etmesinin ardından Bizans bölgede yeniden hâkimiyet kurmaya çalıştı. Bizans birlikleri Güneye doğru ilerlerken, Kuzeye ilerleyen Müslümanlar karşılarına sorun olarak çıkacaktı. İslam orduları her iki kuvvetinde zayıf durumundan faydalanarak ilerliyorlardı. Bizans anlaşmanın ardından Mute savaşına devam etti. (Kaegi, 2000, s.116vd.) 624-628 yılları arasında süren savaşlar, Anadolu’da geniş bir araziyi kaplayacak şekilde yapılmıştı. Savaşlar, Kafkaslar, İran’ın doğusu ve Mezopotamya’da yapıldı. Belirli bir sınır yoktu, geniş arazide dağınık bir düzende gerçekleşmişti. (Kaegi, 2007, s.125) Herakleios böylece Sâsânîlerle barış yaparak istediği zaferi elde etmişti. Ama aslında onun için, Sâsânî savaşlarının esas amacı Kutsal Haçı eski yerine getirmekti. Sharbarazın oğlu patrik Niketas’ın 11 Kutsal Haçı Herakleios’a göndermesiyle, 14 Eylül 629 günü Konstantinopolis’te özel bir seremoni düzenlendi.(Kaegi,2007, s.189) Bu sırada Filistin ve Suriye hala Sharbaraz’ın kontrolü altındaydı Herakleios, 630 yılında Sâsânîlerden geri aldığı Kutsal Haçı eski yerine koymak için Kudüs’e gitmişti. Hatta Ostrogorsky’ bu merasimin, Hristiyanlık devrinin ilk büyük inanç mücadelesinin muzafferane sonucunu ilan ve temsil ettiğini düşünmektedir. (Kaegi, 2007, s.189; Ostrogorsky, 2011, s.97) Herakleios, karısı Martina ile birlikte, Mart ayında Kutsal Haç’ı eski yerine, Kudüs’e getirdi. (Alexander, 1977, s.220) Sâsânîlerden aldığı doğu eyaletleri geri kazanılınca imparatorluk monofizitlik sorunuyla karşılaşır ve Herakleios imparatorluğun iç sıkıntılarına çözüm aramaya çalışır. Geri aldığı eyaletlerde iç huzur sağlanamadan yeni savaşlara yönelmek istemez ancak bu sırada Arap istilalarına maruz kalır. Nasıl ki Sâsânîlere karşı Hazarlardan destek aldıysa Araplar karşısında da kendi egemenli altındaki Gassânilerin desteğini alır. Ancak Bizans kuvvetleri de bu savaşlar neticesinde oldukça hırpalanmışlardı. Bunun dışında Bizans iç karışıklıkları ile meşguldü. Konstantinopolis ve doğu eyaletleri arasında sürüp giden dini anlaşmazlıkların Kaegi Niketas’ın gönderdiğini söylüyor ancak Taberi’ye göre de Kutsal Haçı Bizans’a gönderen, Husrav II.’nin kızı Puran’dır. (al-Tabari, 1999, s.404) 11 İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 143 yanı sıra bölgedeki savunma sistemindeki askeri bozukluklar ve mahalli büyük toprak sahiplerinin üstün kudreti yüzünden idari olarak da sarsılmış durumdaydı. Bizans’ın içinde olduğu bu karışık durum Müslüman Araplar için Mısır’ın fethini kolaylaştıracaktı (Ostrogorsky, 2011, s.102 vd.). 6. İmparatorluğun Arap Sorunu Araplar, Bizans-Sâsânî savaşları devam ederken, Hz. Muhammed önderliğinde dini ve siyasi birleşmenin temellerini atmış ve peygamberlerinin 632 yılındaki vefatıyla birlikte Arap muhaceretini başlatmışlardı. Aslında Herakleios, Hz. Muhammed’in gönderdiği İslam’a davet mektubunu aldığında, O’nun tanrının elçisi olduğunu kabul ve ilan etmişti. Ama Gassâni kralının Busra’ya mektup taşıyan elçilik heyetini oklarla öldürmesi üzerine Hz. Muhammed Gassâniler üzerine 3.000 kişilik bir orduyla savaş açtı ve Bizans da bu savaşta Gassânilerin tarafında yer aldı (Cheikh, 2012, s.57; Fayda, 2005, s.419; Avcı, 2010, s.72; İbnü’l-Esir, 1991, s.218) Mute’deki bu muharebede Bizans ve Gasâniler Müslüman ordularına karşı zafer elde ederler. Bu savaş Müslüman Araplar ve Bizans’ın ilk karşılaşması olması bakımından ve Arapların yarımada dışındaki ilk askeri adımları olması bakımından ayrıca önem taşımaktadır (Kaegi, 1993, s.71) Daha sonra Hz. Muhammed, Herekleios’un Sâsânîlerin gönderdiği Kutsal Haçı Kudüs’e götürdüğü sırada, yanında yaklaşık 30.000 kişilik bir kuvvetle kuzeye doğru ilerleyerek Tebük’te karargâh kurmuş ve bu bölgedeki Bizans’a ait şehirlere Müslüman hâkimiyetini kabul ettirmiştir. Bizans ordusu, Herakleios’un da Kudüs’te olması sonucu Arapların karşılarına çıkamamış ve bölge adeta Araplara terk edilmişti. (Apak, 2009, s.99 vd.; Kaegi, 2000, s.110) Hz. Muhammed’in ölümünün ardından Müslüman Araplar, Suriye’nin güney ve güneydoğu bölgesinde Bizans’a karşı askeri harekâtlara başladılar. Bölge halkı Araplardan böyle bir saldırı beklemediklerinden dolayı Araplar Dathin mevkiinde Bizans ordusuna karşı zafer kazandılar. (Becker, 1957, s.340; Kaegi, 2000, s.143) Elde ettikleri zaferlerin ardından ilerlemeye devam eden Müslüman Araplar, muhtemelen 634 yılında Ecnadeyn yakınlarında Bizans’a bir saldırı daha düzenlerler, Arapların karşısında Herakleios’un kardeşi Theodoros yanında Gassânilerden oluşan destek birliğe rağmen Araplara yenilir. (Kaegi, 2000,s.155.;Becker, 1957, s.341) Araplar 635 senesinde Gassâniler üzerine Busra’ya doğru ilerlediler, Bu sırada Herakleios Bizans’ın vassalı olan Gassânilere destek olmak amacıyla yine kardeşi Theodoros komutasında bir orduyu yardıma gönderdiyse de Fihl (Pelle) şehri kısa sürede düştü ve ardından Araplar Damascus(Şam)’u da ele geçirdiler. (Becker, 1957, s.341; Vasiliev, 1943, s.269; Bury, 1889, s.265; İbnü’l Esir, 1991, s.393 vd.) Bizans’ın bu yenilgileri Araplara Filistin yolunu açar ve Bizans’ın Suriye’nin güneyindeki bütün yerleşimlerdeki dengeleri altüst olur. (Kaegi, 2000, s.156) 144• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Herakleios 636 yılında kardeşi Theodoros’u Gassani ve Ermenilerden oluşan 50.000 kişilik bir orduyla Araplar üzerine gönderir. Yermuk vadisinde yapılan mücadelede İslam ordusu Bizans’a karşı kesin bir zafer kazanır. Bu zafer Suriye’de yapılan mücadelelerin sonucunu da ortaya çıkarmış oldu. 639 yılının ardından Suriye’deki birçok şehir savaş yapmadan Araplara teslim edildi.(Ostrogorsky, 2011, s.103; Kaegi, 2000, s.186; .Becker, 1957, s.343-5) Arap saldırıları Kudüs’te devam etti. Bizans’ın Kudüs savunması Patrik Sergios’un elindeydi ama Sergios Halife Ömer’in saldırılarına dayanamadı ve 637/8 yılında tüm şehri kuşatıldı. (Ostorogsky, 2011, s.269) Araplar 640 yılına kadar hem Sâsânî topraklarını hem de Bizans Mezopotamya’sını, Armenia’daki Dvin kalesi dâhil olmak üzere ele geçirmişlerdi. (Christophilopoulou, 1993,s.40; Ostorgosky, 2011, s.103) Sonuç Herakleios saltanatının ilk yıllarında, imparatorluğun askeri imkânsızlıkları nedeniyle saldırılara karşı savunma politikası benimsemiş, dış ilişkilerinde genelde barış yapma girişimlerinde bulunmuştu. Herkaleios savaşları sırasında Maurikios’un Strategikon’unu kendine rehber edinerek onun taktiklerini sık sık uygulamıştır. Bunun dışında imparatorluğun en büyük stratejisi savaşlar sırasında sınırlarını güvence altına almak için komşularından destek almak, sefere çıktığında da güçlü ve mümkünse bölgeye coğrafi olarak hâkim olan devletlerle müttefiklik ilişkileri kurarak askeri destek sağlamaktı. Hazarlar, Gassâniler, Gürcüler ve Ermeniler bunların en önemlileri arasında yer alır. İlk yıllarında imparatorluk balkanlarda Avar-Slav baskısı ile ve Sâsânî istilaları ile meşguldü. Herakleios Avar-Slav istilalarını sonlandırmasının ardından İmparatorluğun en büyük sorunu Sâsânîler olarak görülmüştü, oysa Herakleios Sâsânî saldırılarını bertaraf edip, onlara karşı zaferler elde etmeye başlamış ve sonuçta bu mücadeleleri bir barışla noktalamıştı. Oysa imparatorluğun asıl sorunu Araplardı, Araplar kendilerine ait verimli toprak arayışı içerisinde ilerleyişlerinde önce Sâsânîlere son vermiş ardından da Bizans’ı hedef alarak, Herakleios’un yıllar içinde Sâsânîlerden geri aldığı imparatorluk topraklarını istila etmişlerdi. Herakleios Sâsânîlere karşı mücadele ederken ordusunun bizzat başında yer almıştı ama Arap istilalarını uzaktan kumanda etmeyi tercih etmişti. Bunun tam olarak ne ölçüde bir etkisi oldu bilemiyoruz ama Araplar 10 yıl gibi kısa bir süre içerisinde Suriye, Mısır, Filistin ve Mezopotamya’yı ele geçirmişlerdi. Herakleios’a da en büyük darbe Araplardan gelmişti. İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 145 Kaynakça Abû’l-Farac (Bar Hebraeus),(1999) Abû’l-Farac Tarihi, (Çev. Ö. Rıza Doğrul), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basım Evi Al-Tabari,(1999), The History of al-Tabari, (Trans. C.E.Bosworth), Vol V., Albany, State University of New York Press Apak, Adem, (2009), “Emeviler Döneminde Anadolu’da Arap-Bizans Mücadelesi”, T.C. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı:2, s.95-122 Alexander, Suzanne Spain, (1977) “Heraclius, Byzantine Imperial Ideology and the David Plates”, Speculum A Journal of Medieval Studies, Vol LII., No.2, s. 217-237 Avcı, Casim, 2010, Son Peygamber Hz. Muhammed, İstanbul, İsam Yayınları Bahadır, Gürhan, (2011) “Anadolu’da Bizans-Sasani Etkileşimi (IV.-VII. Yüzyıllar)”, Turkish Studies, Vol 6/1, s.685-703 Bailly, Auguste, (ty.) Bizans Tarihi, Cilt 1, (Çev. H. Şaman), Tercüman 1001 Eser Baştav (a), Şerif, (1978) “Hazar Kağanlığı Tarihi”, Tarihte Türk Devletleri I., Ankara, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, s.139-181; Baştav (b), Şerif, (1987), “Avar İmparatorluğu”, Tarihte Türk Devletleri I., Ankara, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, s.195-203 Baynes, Norman, H., 1957, “The Successors of Justinian” The Cambridge Medieval History, C..II Becker, C.H., (1957), “The Expansion of the Saracens”, The Cambridge Medieval History, Cambridge, C.II Bury, J.,B., (1889), A History of the Later Roman Empire, From Arcadius to Irene (395 A.D. to 800 A.D.), Vol II., New York Charanis, Peter, (1959), “Ethnic Changes in The Byzantine Empire in the Seventh Century”, Dumbarton Oaks Papers, Vol 13, Dumbarton Oaks Cheikh, Nadia Maria, (2012), Arapların Gözüyle Bizans, (Çev. M. Moralı), İstanbul, Alfa Yayınları Chronicon Paschale, (1832) Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae, Niebuhr, B., G, Bonnae Constantine Porphyrogenitus,(1967) De Administrando Imperio, Corpus Fontium Historiae Byzantinae, Consilio Societatis Internationalis Studiis Byzantinis Provehendis Destinatae Editum, Volumen I, (Ed. GY. Moravcsik), (Trans. R.J.H. Jenkins) Dumbarton Oaks 146• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Demirkent, Işın, (1998),“Herakleios”, DIA, 17. Cilt, s.210-215 Fayda, Mustafa, (2005), “Muhammed”, DIA XXX, İstanbul, s.408-423 Georgius Pisidia, (1837), De Expeditione Persica, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae, Niebuhr, B., G, Bonnae, Gregory, E. Timothy,(2011) Bizans Tarihi, (Çev. E. Ermert), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları Greatrex, Geoffrey, Lieu,Samuel N. C.,(2005), The Roman Eastern Frontier and the Persian Wars Part II AD 363-630, New York Gürbüz, Meryem,, (1998), Hazar-Müslüman İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul İbnü’l-Esîr, (1991), İslam Tarihi El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, (Çev. M. Beşir Eryarsoy), C.II, İstanbul, Bahar Yayınları Kaegi, Walter, E.,(1993), Byzantium and The Early Islamic Conquests, Cambridge University Press Kaegi, Walter, E.,(2000), Bizans ve İlk İslam Fetihleri, (Çev. M. Özay), İstanbul, Kaknüs Yayınları Kaegi, Walter, E., (2007), Heraclius Emperor of Byzantium, Cambridge University Press Kazhdan, Alexander, P.,(1991), Oxford University Press The Oxford Dictonary of Byzantium, I-II-III, New York, Kobyliński, Zbigniew, (2008) ,“The Slavs”, The New Cambridge Medieval History, Volume I c.500-c.700, (Ed. P. Fouracre), Cambridge University Press Küçüksipahioğlu, Birsel, (2008) “Bizans’ın Karanlık Günleri: İmparator Phokas Devri (602610)”, Prof. Dr. Işın Demirkent Anısına, İstanbul, Dünya Yayıncılık Mangaltepe, İsmail, (2006), “Avar Tarihinin En Önemli Savaşı: 626 İstanbul Muhasarası”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, Sayı: 10, s.1-24 Maurikios,(2011), Strategikon, Bizans Kültüründe Strateji Sanatı, (Haz. T. G. Dennis), (Çev., V. Atmaca), İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınevi Michael Syrian, (2013), The Chronicle, (Çev. R. Bedrosian), Long Branch N.J., Soruces of the Armenian Tradition Movses Dasxuranci, (1961), The History of the Caucasian Albanians, (Trans. C.J.F. Dowsett), London, Oxford University Press Nicephoros, (1990), Short History, (Trans. C. Mango), Washington, Dumbarton Oaks İmparator Herakleios Dönemi (610-641) Bizans Dış Politikasına Genel Bir Bakış • 147 Nicol, Donald M., (2000), Bizans ve Venedik, Diplomatik ve Kültürel İlişkiler Üzerine, İstanbul, Sabacı Üniversitesi Ostrogorsky, Georg, (2011), Bizans Tarihi,( Çev. F. Işıltan) Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları Öztürk, Yücel, (2012)“Tımar Teriminin Ortaya Çıkması, Bizans Uygulaması ve Osmanlı ile Mukayesesi”, OTAM, 31/Bahar Sebeos, (1999), The Armenian History Attributed to Sebeos, (Trans. R.W. Thomson),Liverpool, Liverpool University Press Stratos, Andreas, N.,(1968) Byzantium in the Seventh Century I, (Trans., O. M. Grant, M. Adolf), Amsterdam, Hakkert Publisher Theophanes, (1997), The Chronicle, (Çev. C. Mango, R. Scott), Oxford, Calerondon Press Theophanis, (1839), Chronographia, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae, Volumen I, Niebuhr, B., G, Bonnae Uçar, Şahin, (1990), Anadolu’da İslam-Bizans Mücadelesi, Ankara, İşaret Yayınları Vasiliev, A., A., (1943), Bizans İmparatorluğu Tarihi, (Çev.,A. M. Mansel), Ankara, Maarif Matbaası Vasiliev, A., A.,(1964), Hyistory of the Byzantine Empire, 324-1453, Vol. I.,Canada, The University of Wisconsin Press Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, (2009), Kur’an-ı Kerim ve Kelime Meali, Konya, Kervan Yayın Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 149- 154 İbrahim DUMAN • Haleb Selçuklu Meliki Rıdvan Bin Tutuş Döneminin Siyasî Olaylarına Genel Bir Bakış (488-507/1095-1113) Özet 488/1095 yılında babası Tâcüddevle Tutuş’ un ölümünden sonra Suriye Selçuklu Devleti’ nin başına geçen Melik Rıdvan, hakimiyetini ilk önce Haleb’ de ilan etti. Dımaşk başta olmak üzere babasının hakim olduğu yerleri ele geçirmek istedi. Bunun için yanındaki emîrlerle beraber Urfa, Harran, Dımaşk ve Hıms’ a seferler gerçekleştirdi. Ancak Melik Rıdvan hem emîrlerin kişisel çıkarları hem de kendisinin stratejik hatalar yapması nedeniyle bu seferlerde başarılı olamadı. 491/1098 yılında Suriye bölgesine Haçlıların da gelmesiyle Melik Rıdvan’ ın Haleb ve çevresindeki hâkimiyet alanı da tehlikeye girmiş oldu. Hükümdarlığını korumak için düşmanlarına karşı müttefikler arayan Melik Rıdvan, İslâm dünyasında pek kabul görmeyen Batınîlerle anlaşmak zorunda kaldı. Haçlılara karşı bölgedeki diğer Müslüman emîrler ile samimi bir şekilde ittifak kuramayan Melik Rıdvan, Haleb’ de sıkışıp kaldı. Bir süre sonra ruh ve beden sağlığı da bozulan Melik Rıdvan, 507/1113 yılında Haleb’ de vefat etti. Anahtar Kelimeler: Melik Rıdvan, Haleb, Selçuklu, Haçlılar, Batınîler A General View to Political Events of Reign of Aleppo Seljuk Prince Rıdwan Bin Tutush (488507/1095-1113) Abstract In 488/1095, Malik Rıdwan, which throned Syria Seljuk State after death of Tacuddawla Tutush, announced sovereignty in Aleppo. He wanted to seize locations of sovereignty of his father especially Damascus. So he campaigned to Urfa, Harran, Damascus and Homs with governor of his side. Yet Malik Rıdwan didn’ t succeeded these campaigns because of not only personality interests of governor but also doing strategic mistake himself. In 491/1098 with came Crusaders to region of Syria ran a risk sovereignty of Malik Rıdwan in Aleppo and environment of its. Malik Rıdwan, which looked for allieds to protect sovereignty of his against enemies, had to agree with Assassins which got to refuse in world of İslam. Malik Rıdwan, which didn’t agree with sincerely other Muslim governors in region against Crusaders, tighted in Aleppo. After for a while Malik Rıdwan, which went bad healthy of spirit and body, died in Aleppo in 507/1113. Keywords: Malik Rıdwan, Aleppo, Seljuk, Crusaders, Assassins • Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı YL Öğrencisi, [email protected] 150• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Türk Tarihi’ nin en önemli devletlerinden olan ve İslâm öncesi Türk devletleri ile Türk-İslâm devletleri arasında bir geçiş rolü üstlenen Büyük Selçuklu Devleti (431-551/10401157), altın çağını Sultan Melikşah (465-485/1072-1092) zamanında yaşadı. Sultan Melikşah, Büyük Selçuklu tahtına geçtikten sonra Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi gereği devletin topraklarını genişletmek için çalıştı. Bu kapsamda Suriye-Filistin bölgesinin fethini devletin güçlü beylerinden Emîr Atsız’ a verdi (Atsız hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, 1991: IV, 9293). Suriye-Filistin bölgesinin hakîm devleti olan Fâtımîler ile mücadele eden bu Türk kumandanı, başarılı savaşlar çıkararak birçok şehri Büyük Selçuklular’ a kazandırdı. Bir müddet sonra devam eden savaşlar sırasında öldüğü sanılan Emîr Atsız’ ın yerine Sultan Melikşah’ ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş, Suriye ve Filistin’ in ele geçirilmesi ile görevlendirildi. Daha sonra Emîr Atsız’ ın ölmediği anlaşıldı. Bu nedenle Tâcüddevle Tutuş, Diyarbekir taraflarına gönderildi. Ancak Suriye yönetimini ele geçirmek isteyen Tutuş ile Emîr Atsız arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Neticede bu hâkimiyet mücadelesi, Tutuş’ un Emîr Atsız’ ı ortadan kaldırması ile sonuçlandı. Böylece Tâcüddevle Tutuş, 471-1079 yılında Büyük Selçuklu Devleti’ ne bağlı olarak Suriye Selçuklu Devleti’ ni kurdu (Sevim, 2000: 72-84; Kafesoğlu, 1953: 31-38). Suriye Selçuklu Hükümdarı olduktan sonra Tâcüddevle Tutuş, topraklarını genişletmek için Fâtımîler ile savaşmayı sürdürdü. Musul Hakîmi Ukayloğlu Şerefüddevle Müslim gibi bölgedeki Büyük Selçuklu vasalı Müslüman emîrler ile de mücadele eden Tâcüddevle Tutuş, büyük oranda Suriye-Filistin bölgesini kendi yönetimi altında topladı. Tutuş’ un güçlenmesinden çekinen Sultan Melikşah, onun hâkimiyetini sınırlamak için 479/1086 yılında Suriye’ ye bir sefer düzenleyerek Emîr Yağısıyan’ ı Antakya’ ya, Emîr Kâsımüddevle Aksungur’ u Haleb’ e, Emîr Bozan’ ı da Urfa’ ya atayarak buraları doğrudan merkeze bağladı. Böylece Tutuş’ un kuzeye çıkması engellendi. Bu durum 485/1092’ de Sultan Melikşah’ ın ölümüne kadar devam etti. Sultan Melikşah’ ın ölmesiyle Tâcüddevle Tutuş, Büyük Selçuklu tahtının müddeileri arasında yerini aldı. Ancak Sultan Melikşah’ ın oğlu Berkyaruk ile yaptığı 488/1095 yılındaki Rey Savaşı’ nı kaybederek öldürüldü (Cahen, 1948: 49; Köymen, 1993: 92-93; Sevim, 2005: I, 435-445). Tâcüddevle Tutuş’ un öldürülmesinden sonra Suriye Selçuklu Devleti ikiye bölündü. Tutuş’ un oğulları Rıdvan b. Tutuş Haleb’ de, Dukak b. Tutuş’ da Dımaşk’ da 488/1095 yılında kendi hâkimiyetlerini ilân ettiler (İbnü’l-Adîm, 1954: 119-121; 2011: 79; İbnü’l-Esîr, 1987: X, 208-210; Azîmî, 2006: 34; Aynî, ty: III, varak 292; Crawford, 1959: 136; Sevim, 2000: 244). 1. Melik Rıdvan’ ın Hâkimiyetini Genişletme Çabaları 488/1095 yılında Haleb’ de hükümdarlığını ilân eden Melik Rıdvan, derhal babası Tâcüddevle Tutuş’ un hakim olduğu yerleri tekrar ele geçirmek istedi. Zira Tutuş’ un öldüğünü öğrenen bazı vasal emîrler, kendi başlarına hareket etmeye başlamışlardı. Bu suretle Melik Rıdvan veziri ve atabegi Cenâhüddevle, Yağısıyan, Yusuf b. Abak gibi emîrler ile Diyarbekir taraflarını zapt etmek için harekete geçti. Bu sırada henüz hakîmi olmayan Suruc’ u ele geçirmek istedi. Ancak bölgedeki Türk emîrlerden Sökmen b. Artuk, Melik Rıdvan’ dan önce Suruc’ u aldı. Kenti kuşatan Melik Rıdvan’ a karşı şehri savunmaya başladı. Melik Rıdvan muhasarayı şiddetlendirerek Sökmen b. Artuk’ u ve Suruc halkını zor durumda bıraktı. Bu durum üzerine Sökmen halktan Melik Rıdvan’ a bir heyet gönderdi. Halk heyeti, Melik Rıdvan’ a Haleb askerlerinin ekinleri tahrip ettiğini, bağ ve bahçeleri yağmaladığını söyleyerek ondan Suruc önünden ayrılmasını istedi. İnsanları daha fazla zor duruma Haleb Selçuklu Meliki Rıdvan Bin Tutuş Döneminin Siyasî Olaylarına Genel Bir Bakış (488-507/1095-1113) • 151 düşürmemek ve daha sonra kenti tekrar kuşatmak düşüncesiyle Melik Rıdvan ordusuyla birlikte Suruc’ dan ayrıldı (İbnü’l-Esîr, 1987: X, 208-209; Sevim, 2000: 164; Sökmen b. Artuk için bkz. Sevim, 2005: I, 161-187). Melik Rıdvan maiyyeti ile Suruc önlerinden ayrıldıktan sonra Urfa’ yı muhasara etmeye gitti. Bu sırada Urfa’ da Ermeni Kürpolat Toros bulunuyordu. Melik Rıdvan şehri 40 bin asker ile kuşattı. Ancak Toros şehri çok sağlam bir şekilde tahkim etmişti. Bu nedenle Melik Rıdvan şehrin hemen düşmeyeceğini anladı ve kuşatmayı şiddetlendirdi. Sıkı muhasara nedeniyle bunalan Urfa halkını Kürpolat Toros azimlendirmeye çalışıyordu. Halkın gereksinimlerini bol bir şekilde karşılamaya gayret gösteriyordu. Neticede Melik Rıdvan’ ın bütün saldırılarına karşı Urfa halkı şehri tam manâsıyla savundu ve Melik Rıdvan’ ı Urfa’ dan eli boş gönderdi. Böylece Melik Rıdvan bir teşebbüsünden daha başarısız bir şekilde ayrıldı (Urfalı Mateos, 1987: 185-186). Melik Rıdvan Urfa önlerinde iken Harran halkı, ona haber gönderip şehirde düzenin bozulduğunu, yöneticilerin insanlara zulmettiğini söyleyerek şehri kendisine teslim etmek istediklerini söyledi. Harran’ a Karaca hakimdi. O, Tâcüddevle Tutuş tarafından görevlendirilmişti. Halkın Melik Rıdvan ile haberleştiğini öğrenen Karaca, bu işten yine Harran’ da üst düzey görevli olduğu anlaşılan İbnü’l Müftî’ yi sorumlu tuttu. Onu öldürmek için gizlice plân yapan Karaca, İbnü’l Müftî ve kardeşlerinin çocuklarını öldürttü. Harran’ ı tamamen kontrolü altına aldı. Harran halkının davetine Suruc ve Urfa kuşatmalarından başarısız bir şekilde ayrıldığı için moralsiz olan ve bu başarısızlıklarla alakalı olduğunu düşündüğümüz emîrler arasındaki çekişmeler yüzünden Melik Rıdvan, olumlu bir hareket gösteremedi (İbnü’l-Esîr, 1987: X, 209; Sevim, 2000: 165). Melik Rıdvan’ ın ardı ardına gerçekleştirdiği başarısız toprak kazanma teşebbüslerinin üzerine bir de yanındaki emîrlerin arası bozuldu. Vezir Cenâhüddevle’ yi en başından beri hazmedemeyen Yağısıyan ile Yusuf b. Abak Cenâhüddevle’ ye karşı birleştiler. Bu durumu sezerek güvenliğini tehlikede gören Cenâhüddevle, hemen Haleb’ e döndü. Yanındaki emîrlerin tartışmaları ve seferlerin başarısız sonuçlanması nedeniyle Melik Rıdvan’ da Haleb’ e dönmeyi uygun buldu. Yağısıyan ile Yusuf b. Abak ise Antakya’ ya gittiler (İbnü’l-Esîr, 1987: X, 209; İbnü’l-Adîm, 1954: II, 123; Sevim, 2000: 165). 489-490/1096 yılında Melik Rıdvan Suruc ve Urfa seferlerinden sonra kardeşi Melik Dukak’ ın elinde olan Dımaşk’ ı ele geçirmeye karar verdi. Zira Melik Rıdvan’ ın en büyük amacı Suriye Selçuklu birliğini sağlamaktı. Buna karşılık Melik Dukak’ da topraklarını genişletmeye gayret gösteriyordu. Bu suretle Melik Rıdvan emîrlerle arası bozuk olduğu için Suruc Hakîmi Sökmen b. Artuk’ dan Dımaşk’ ı muhasara edebilmek için yardım istedi. Sökmen b. Artuk, Melik Rıdvan’ ın yardım çağrısını alarak Fırat’ ı geçti ve Haleb’ e doğru hareket etti. Bu sırada Yusuf b. Abak ile karşılaştı. Onunla anlaştı. Bu durumu öğrenen Cenâhüddevle’ nin Haleb askerleriyle üzerlerine geldiğini haber alınca Yusuf b. Abak’ ı tek bıraktı. Yusuf’ da Antakya’ ya doğru hareket etti. Sökmen Haleb’ e gelince Melik Rıdvan ona Maarratu’n-Nûmân’ ı ıkta olarak verdi. Kısa bir süre sonra Melik Rıdvan ile Sökmen Dımaşk’ ı kuşatmaya gitseler de başarılı olamadılar. Melik Rıdvan bir zaman sonra Dımaşk üzerinde tekrar şansını denese de şehri almaya yine muvaffak olamadı (İbnü’l-Adîm, 1954: II, 123-125; Azîmî, 2006: 34; Sevim, 2000: 170-171). 490/1097 yılına geldiğimizde Cenâhüddevle’ de Melik Rıdvan ile anlaşamayarak kendi ıktaı olan Hıms’ da bağımsız bir yönetim kurdu. Bu gelişme üzerine tek başına kalan ve emellerini gerçekleştirmek için mutlaka müttefik bulmak zorunda olan Melik Rıdvan, Fâtımîler’ e başvurdu. Haleb’ e gelen Fâtımî heyeti Melik Rıdvan’ dan bütün yardımlarına karşılık Haleb ve çevresinde Şiî hutbesi okutmasını istedi. Bu şartı kabul eden Melik Rıdvan 152• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 17 Ramazan 490/28 Ağustos 1097 Cuma günü Haleb minberlerinden Şiî hutbesi okuttu. Bu olay ile tarihte ilk defa bir Selçuklu mensubu hakîmi olduğu yerlerde Şiî hutbesi okutmuş oluyordu. Ancak bu durum bir ay kadar sürdü. Çünkü Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk ve Abbâsî Halifesi Mustazhir ile Sünnî Müslüman emîrler Melik Rıdvan’ ı azarlayıp tehdit ettiler. Bu baskılar karşısında geri adım atan Melik Rıdvan’ da Haleb’ de tekrar Abbâsî hutbesi okutmak zorunda kaldı (İbnü’l-Adîm, 1954: II, 128-129; İbnü’l-Esîr, 1987: X,225; Azîmî, 2006: 36; Sevim, 2000: 175-176). 2. Melik Rıdvan’ ın Haçlılar ile Mücadelesi 491/1098 yılında Papa II. Urbanus’ un yoğun gayretleri ve özellikle Bizans’ ın Türklerin geri püskürtülmesine yönelik talepleri doğrultusunda önce düzensiz insan toplulukları şeklinde, onların başarısız olmasını müteakip düzenli ordu ve tecrübeli şövalyeler eşliğinde Kudüs’ ü Müslümanlardan almayı amaçlayan I. Haçlı Seferi düzenlendi. Bu Haçlı seferi nedeniyle Avrupalı yöneticiler ayrı gruplar eşliğinde İstanbul’ a geldiler. Derhal Bizans İmparatoru tarafından Anadolu yakasına geçirilen Haçlılar İznik’ i Selçukluların elinden alarak Antakya önlerine geldiler ve uzun bir muhasaradan sonra bin bir güçlükle Antakya’ yı ele geçirdiler. Buna karşılık olarak Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa, Selçuklu vasalı yöneticiler ile Haçlıları geri püskürtmeyi denediler ve Antakya’ yı kuşattılar. Fakat hem Kürboğa’ nın diğer emîrlerin tavsiyelerini dikkate almaması hem de ordudaki yöneticilerin kendi içlerinde rekabet etmesi vb. gibi nedenlerle Selçuklu ordusu Antakya’ yı alamadı. Melik Rıdvan’ da Emîr Kürboğa’ nın Antakya’ yı ele geçirmesinden sonra Haleb’ i de kendisinden alacağını düşünmüş olmalıdır ki Antakya’ yı kuşatan Selçuklu ordusuna yardım etmemeyi uygun bulmuştur. Böylece Haçlılar, Kudüs’ ü Müslümanlardan kurtarma gayeleri doğrultusunda düzenlenen I. Haçlı Seferi’ nin ilk merhalesini başarılı bir şekilde tamamlamış oldular ( İbnü’lAdîm, 1954: II, 146-147; İbnü’l-Esîr, 1987: X, 230-231; İbnü’l-Kalânisî, 1932: 46; Azîmî, 2006: 37). Yine 491/1098 yılında Antakya’ yı ele geçirdikten sonra Haçlılar, kendilerine yaşam alanı oluşturmak ve sınırlarını genişletmek için Haleb mıntıkalarını almaya çalıştılar. Bu suretle Haleb’ e bağlı olan el-Bâre ve Maarratu’n-Nûmân’ ı kuşattılar. el-Bâre’ yi kolayca ele geçiren Haçlılar, daha müstahkem bir şehir olan Maarra’ da zorlandılar. Burada büyük bir açlık çektiler. Çeşitli savaş aletleri yaparak muhasarayı şiddetlendirdiler. Nihayetinde Haçlıların acınacak hâllerine aldanan şehir muhafızlarının yerlerini terk etmesiyle surlar boş kaldı. Bunu gören Haçlılar, merdivenleri surlara dayayarak rahatça yukarı çıktılar ve şehri ele geçirdiler. Şehirde müthiş bir kıyım yaptılar. Melik Rıdvan ise Haçlılara karşı hiçbir icraat da bulunmadı (İbnü’l-Adîm, 1954: II, 141-143; Albertus, 2009: 369-377; İbnü’l-Esîr, 1987: X, 231232; İbnü’l-Kalânisî, 1932: 46-47; Azîmî, 2006: 37; Fulcherıus, 2009: 96; Anonymi Gesta, 1962: 72-74; Raımundus, 1968: 75-79). Ortadoğu’ ya geldiklerinden bu yana Haleb ve çevresine büyük zararlar veren Haçlılar, bu kez de doğrudan Haleb’ i kuşattılar. 495/1101 yılında şehri şiddetli bir şekilde sıkıştıran Haçlılar, Melik Rıdvan’ a zor anlar yaşattılar. Ancak Malatya Hakîmi Gabriel’ in Dânişmendli Hükümdarı Gümüştekin’ e karşı Haçlılardan yardım istemesi üzerine Haleb önlerinden çekildiler. Böylece Melik Rıdvan, büyük bir tehlike atlatmış oldu (İbnü’l-Adîm, 1954: II, 144-145; Sevim, 2000: 193). Haçlılar karşısında zor durumda olan ve onlarla tek başına mücadele edemeyen Melik Rıdvan, kaybettiği topraklarını Haçlılar bölgeden gidince tekrar ele geçirebiliyordu. Ancak Haçlılar döndüklerinde Haleb havalisine eskisinden daha çok zarar veriyorlardı. Bu nedenle Melik Rıdvan’ ın Haçlılara karşı güçlü bir ordu bulundurması ve diğer Müslüman emîrler ile birleşmesi zaruri idi. Buna rağmen Haçlıların Haleb ve çevresi üzerine 498/1105 ve 503- Haleb Selçuklu Meliki Rıdvan Bin Tutuş Döneminin Siyasî Olaylarına Genel Bir Bakış (488-507/1095-1113) • 153 504/1110 yıllarında yaptıkları harekâtlar da Melik Rıdvan’ ın Haçlılara karşı direncini kırmış ve Haleb dolaylarında üstünlüğün Haçlılara geçmesine neden olmuştu. 3. Melik Rıdvan’ ın Haçlılara Karşı İttifak Girişimleri Melik Rıdvan 488/1095 ‘ de Haleb’ de hükümdarlığını ilân ettiğinden beri amaçlarına ulaşamamıştı. Hâkimiyet alanını Haleb ve çevresinin dışına çıkarmaya çalışmış ancak başaramamıştı. Bunda yanındaki emîrlerin kendi çıkarlarına göre hareket etmeleri ve Melik Rıdvan üzerinde nüfuz sahibi olma gayretleri büyük rol oynamıştı. Buna ek olarak bir de Suriye bölgesine Haçlılar gelmişti. Haçlılar 491/1098 yılında Antakya’ yı ele geçirdikten sonra Haleb ve havalisine göz dikmişlerdi. Suriye bölgesindeki en büyük amaçları ise Haleb ve Dımaşk’ ı ele geçirmekti. Bu suretle devamlı Haleb topraklarına saldıran Haçlılara karşı Melik Rıdvan tek başına mücadele edememekteydi. Bu nedenle hem kendi hâkimiyeti için hem de Suriye’ deki Müslümanlar için müttefikler bulmalıydı. 499/1106’ da ilk olarak Melik Rıdvan, İlgazi b. Artuk ve Sincâr Hakîmi Alpı b. Arslantaş ile anlaşmasına rağmen yine Müslüman emîrlerin kendi menfaatlerini ön plâna çıkarmaları nedeniyle bu ittifak gereğini yerine getiremedi (İbnü’l-Esîr, 1987: X, 326-327; Aynî, ty: III, varak 318; Sevim, 2005: I, 201-203; 2000: 200-201). Müslüman emîrler ile bir türlü ittifak oluşturamayan Melik Rıdvan çareyi Batınîleri Haleb ve çevresinde etkin hâle getirme de buldu. O Batınîlerin Haleb’ de propaganda merkezi kurmalarına göz yumdu. Faaliyetlerini görmezden geldi. Bu nedenle Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar ve Abbâsî Halifesi Mustazhir’ den çekinse de Haleb’ de Batınîleri korumayı sürdürdü. Ancak Batınîler zaman içerisinde Melik Rıdvan’ ı etkileri altına aldılar. Haçlılara karşı kendi oyunlarını kurdular. Bu suretle Suriye bölgesinde daha da güçlü hâle geldiler. Nitekim onlar 499/1106’ da Efamiye meselesinde Melik Rıdvan’ ı bir kenara iterek kendi güçleri ile Efamiye şehrini ele geçirdiler. Ancak bir süre sonra Haçlılar kenti onlardan aldılar (İbnü’l-Adîm, 1954: II, 151-152; İbnü’l-Esîr, 1987: X, 328-330; İbnü’l-Kalânisî, 1932: 7274; Azîmî, 2006: 42). 505-506/1112 yılında Melik Rıdvan, Dımaşk Hakîmi Atabeg Tuğtekin ile Haçlılara karşı anlaşma yaptı. Bu ittifak diğerlerine göre daha samimiydi. Çünkü hem Melik Rıdvan hem de Atabeg Tuğtekin ortak düşmanları olan Haçlılara karşı savaşıyorlardı. Fakat bu anlaşma da amacına ulaşamadı. Çünkü Melik Rıdvan, ittifakın gereklerini yerine getirmedi. Atabeg Tuğtekin’ de ona kızdı ve anlaşma dahilinde Dımaşk’ da onun adına okuttuğu hutbeyi ve bastırdığı sikkeyi kaldırdı (İbnü’l-Adîm, 1954: II, 163-164; İbnü’l-Esîr, 1987: 395-396; Azîmî, 2006: 46; Sevim, 2000: 220). Sonuç 488/1095 yılında Haleb’ de melikliğini kuran Melik Rıdvan, babası Tâcüddevle Tutuş’ un hakim olduğu bütün yerlere sahip olmak istedi. Bu suretle çeşitli seferlere çıktı. Melik Rıdvan, teşebbüslerinde başarılı olamadığı gibi kardeşi Melik Dukak’ da Dımaşk’ da kendi hâkimiyetini ilân etti. Böylece Suriye Selçuklu Devleti ikiye bölünmüş oldu. Hâkimiyetinin ilk yıllarını Suriye Selçuklu birliğini sağlamakla geçiren Melik Rıdvan, 491/1098 yılında Haçlıların Suriye bölgesine gelmeleriyle Haleb’ e mahkum oldu. Çünkü Haçlılar Haleb ve havalisini talan ettiler. Melik Rıdvan ise bu duruma karşı bir reaksiyon veremedi. Haçlılara karşı müttefikler arasa da başarılı olamadı. Bu sebeple İslâm dünyasında kabul görmeyen Batınîlere sarıldı. Ancak bir süre sonra onları kontrol edemedi. Hayatının çoğunu Haçlılarla savaşmakla ve Haleb’ i korumakla geçirdi. Neticede 507/1113 yılında gayelerinin çoğunu gerçekleştiremeden Haleb’ de vefât etti. 154• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kaynakça Albertus Aquensis (2009). Hıstoria B.Edgington), Oxford, England. Anonymi Gesta Francorum et Aliorum Rosalind Hıll), Oxford, England. Aynî, Ierosolimitana, (İngilizce Hierosolymitanorum Bedrüddin Mahmud, Ikdü’l Cüman fî Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Beşir Ağa, no: 00456. Cahen, C. (1948). “La Premiere Byzantion, XVIII (1946-1948). Penetration Susan (1962). (İngilizce Trc: târihi Azîmî (2006). Azîmî Tarihi: Selçuklular Dönemiyle 538=1038/39-1143-44 (Trc: Ali Sevim) , Ankara: TTK. Trc: Ehli’z-zaman, III, İlgili Bölümler H.430- Turque en Asie- Mineure”. Bruxelles: Crawford, Robert W. (1959). “Rıdwan The Maligned”, Edited By James Krıtzeck and R. Bayly Wınder, The World of Islam Studies in honour of Phılıp K. Hıttı, London, 135-145. Fulcherıus Carnotensis (2009). Gesta Francorum Iherusalem Peregrinantium: Kudüs Seferi (Kutsal Toprakları Kurtarmak) (Trc: İlcan Bihter Barlas), İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık. İbnü’l -Adîm (2011). Buğyat at-Talab fî Târîhi Selçuklularla İlgili Haltercümeleri, Ankara: TTK. Haleb, (Trc. Ali Sevim) İbnü’l-Adîm (1954). Zübdetü’l-Haleb min tarihi Haleb, II, thk. Sami ed- Dehhan, Dımaşk: Institut Français de Damas. İbnü’l-Esîr (1987). el-Kâmil Özaydın), İstanbul. fi’t-târih: İslâm Tarihi, X, (Trc. İbnü’l-Kalânisî (1932). Zeylü Târîhi Dımaşk, (İngilizce Trc. H.A.R. GIBB), Abdülkerim London. Kafesoğlu, İbrahim (1953). Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Köymen, Mehmet Altay (1993). Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara: TTK Raımundus Aguilers (1968). Historia Francorum Qui Ceperunt Iherusalem, (İngilizce Trc: John Hugh Hıll and Laurita L. Hıll), Phıladelphıa: The Amerıcan Phılosophıcal Society Independence Square. Sevim, Ali (2000). Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi. Ankara: TTK. Sevim, Ali (2005). “Artukoğlu İlgazi”. Haz. Semih Yalçın-Süleyman Özbek. Makaleler, Cilt I, Ankara: Berikan Yayınevi, 187-243. Türkiye Diyanet Sevim, Ali (1991). “Atsız bin Uvak”. İstanbul: IV, 92-93. Sevim, Ali (2005). “Tutuş’ un Büyük Selçuklu Teşebbüsü”, Yay. Haz. Semih Yalçın – Süleyman Berkan Yayınevi, 415-448. Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Saltanatını Ele Geçirme Özbek, Cilt I, Ankara: Urfalı Mateos (1987). Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’ un Zeyli (1136-1162), (Trc. Hrant D. Andreasyan), Ankara: TTK Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 155- 160 Emre VURAL • 17.Yüzyıla Ait Bir Şiir Mecmuasında Açmazdan Redifli Nazire Matlaları Özet Şiir mecmuaları, Klasik edebiyat araştırmalarına kaynaklık eden önemli malzemelerdendir. Bu mecmualar, derlendikleri dönemin edebi beğenisini, beğenilen şairlerini ve şiirlerini ortaya koyarlar. Ayrıca mecmualar, divanı bulunmayan ya da başka kaynaklarda adı geçmeyen şairlerin şiirlerini ihtiva ettiklerinden edebiyat tarihimiz için önemlidirler .Bu mecmualarda dönemin öne çıkan bazı şiirlerine de rastlamaktayız. Bu şiirlerde şairler birbirlerine nazire yaparak dönemin öne çıkan şiirine beğenilerini sunmakta aynı zamanda da şairliklerini yarıştırmaktadırlar. Bu yarış bazen yüzyıllar boyunca sürer. Ele aldığımız açmazdan redifli şiirler muhtemelen 15.yüzyılda başlamış olup yüzyıllar boyunca sürmüştür. Çalışmamızda Michigan Üniversitesi 356 numaralı şiir mecmuası olan Mecmūa-i eş’ar ve Envāi Hutūt adlı eserde yer alan açmazdan redifli nazire matlaları tanıtılacaktır. Anahtar Kelimeler: Klasik Türk Edebiyatı, Mecmualar, Şiirler. Poems Of Açmazdan Rhymes That Are In Poetry Collectıons From 17.Century Abstract Poetry collections are important materials for Classical literature resarches. These collections exhibit the literature fancy, poets and poems of their era. Also collections contain poems of many poets who had no divan and whose names were not available in other sources. Also collections,or others ources not mentioned in the poems found incourt since they contain important for the history of literatüre. In that poetry collections we find some popular poems. That poems poets do nazire each others and they are racing againist other poets. Sometimes this race goes centuries. In our article poems of açmazdan rhymes probably start to write in 15. Century and go on to centuries by the poets. In our article we will introduce poetry that has açmazdan rhyme that are in Michigan university poetry collection that number is 356. Keywords: Classical Turkish Literature, Poetry Collections,Poems. • Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected] 156• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Türkiye kütüphanelerinde tasnifi yapılmış binlerce mecmua mevcut bulunmaktadır. Bunlar içinde en önemli olanlar edebi ve tarihi değer taşıyanlardır. Mecmuaların konuları daha çok edebiyatla ilgilidir. Gazel, kaside, musammat, tarih, mektup v.s. şekiller ile tevhid, naat, mersiye v.b. türleri üzerinde oluşturulmuş mecmualar bunlardandır. Ancak fıkıh, kelam gibi dini ilimler; simya, reml, sihir, falcılık gibi eski batıl ilimler; musiki, hat gibi sanat dalları v.s. üzerine derlenmiş mecmualar da vardır. Bu tür mecmualar bir konu birliğine sahiptir. Buna karşılık her mecmua derleyicisi aynı titizliği göstermemekte ve her çeşit hoşa giden yazıyı mecmuasına alabilmektedir.(Pala, 2002: 300) Mecmualar, genelde bir veya daha fazla yazar yahut şaire ait çeşitli şekil ve hacimlerdeki dini, din dışı nesir ya da şiirlerden oluşan derleme kitaplarıdır: Mecmuatü’lehadis, mecmua-i fetava, mecmua-i ed’iye, mecmuatü’r-resa’il,mecmua-i eş’ar, mecmua-i tevarih, mecmua-i feva’id gibi. Mecmua başlangıçta birçok bakımdan benzediği cönk gibi ayetler, hadisler, fetvalar, dualar, hutbeler, şiirler, ilahiler, şarkılar, mektuplar, latifeler, lugaz ve muammalarla ilaç tariflerinin ve faydalı bilgilerin (fevaid),notların, tarihi belge ve kayıtların (tevarih) derlendiği bir not defteri halinde ortaya çıkmış, zamanla gelişip düzenli bir tertip ve şekle kavuşarak türlerine göre bazı farklılıklar gösteren bir kitap veya telif çeşidi özelliği kazandırmıştır. Bir telif türü olarak gelişimini tamamladıktan sonra genellikle kitap hüviyetindeki teliflerden farklı bir tarafı kalmamıştır.(Uzun, 2003: 265) Agah Sırrı Levend’in edebiyat tarihimiz bakımından çok önemli olan mecmualarla ilgili yaptığı tasnif şöyledir: 1.Nazire mecmuaları 2.Meraklılarına toplanmış, birer antoloji niteliğinde seçme şiir mecmuaları. 3.Türlü konulardaki risalelerin bir araya getirilmesiyle meydana gelen mecmualar 4.Aynı konudaki eserlerin bir araya getirilmesiyle meydana gelen mecmualar, 5.Tanınmış kişilerce hazırlanmış, birçok yararlı bilgileri, fıkraları ve özel mektupları kapsayan mecmualar. (Levend, 1998: 166-167) 1.Nazire Bir şairin şiirine başka bir şairce aynı ölçü, uyak ve redifte yazılan benzerlerine denir. Divan şairlerince bir şairin şiirini tanzir etmek, ona karşı bir saygı duyulduğunu ve onun şiirinin ve üslubunun beğenildiğini anlatmak içindir. Bundan dolayı divan edebiyatında nazirelerin önemli bir yeri vardır.(Dilçin, 2013:269) Arapça isim. Benzer. Edebiyatta bir şiirin (genellikle gazel) başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiye ile yazılmış benzerlerine denir. Nazire yazmaya tanzir; bu tür şiirlerin derlendiği kitaplara da nazire mecmuası denir. Nazire, beğenilen bir şiire karşı yazılır. Yeni yazılan şiirde orijinal şiirin biçimi ile konusu yeniden ele alınmış olur. Divan şiirinin dar çerçevesi içinde en mükemmel olanı söyleme endişesi, şairleri nazire yazmağa yöneltmiştir. Ancak bu tutum kesinlikle kuru bir taklitçilik değildir. Nitekim bazen nazire olarak söylenen şiir orjinalinden daha güzel olabilir. Şiirine nazire yazılan şaire değer verilmiş, ona iltifatta bulunulmuş demektir. Buna rağmen divan şairlerinin birçoğu nazireyi kuru bir biçim benzerliğinden öteye götürememişlerdir. 17.Yüzyıla Ait Bir Şiir Mecmuasında Açmazdan Redifli Nazire Matlaları • 157 Örneğin Fuzuli tarzında şiirler yazan Kazım Paşa, onun birçok gazelini tanzir etmişse de Fuzuli’deki ruh ve sanat düzeyine asla erişememiştir. Oysa nazirede asıl amaç, şairin kendi sanatçı kişiliğini göstermesidir. Nitekim Nedim, Fuzuli’ye ait aşıkane bir gazeli tanzir ederken kendi şuh ve nükteli üslubunu yansıtmıştır. Bu gazellerin ilk beyitleri şöyledir. ‘’ Hayret ey büt sûretin gördükte lâl eyler meni/ Sûret-i hâlin gören sûret hayâl eyler meni’’(Fuzuli). ‘’Bûs-ı la’lin şöyle sîrâb-ı zülâl eyler beni/ Kim gören âb-ı hayât içmiş hayâl eyler beni’’(Nedim). Eski edebiyatımızda gelişme eğitimi yapan genç şairlerin usta şairlere ait manzumelere nazire yazması da bir gelenektir. Nitekim bu gelenek zamanla ileri düzeylere varmış, gazel gibi kısa nazım şekilleri yanında terkib-i bend (msl. Ruhi’nin ünlü terkib-i bendine Sami, Vasıf, Kazım Paşa ve Ziya Paşa gibi şairler tarafından nazireler yazılmıştır.) ve mesnevilerde de kendini göstermiştir. Leyla vü Mecnun, Hüsrev ü Şirin, Yusuf u Zeliha gibi İslam edebiyatlarının ortak aşk hikayeleri nesilden nesle nazire şeklinde aktarılmış ; birçok dini tasavvufi, ilmi ve didaktik eserler de tercüme yoluyla tanzir edilmiştir. Divan şiirinde nazireciliğin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Hatta meraklılarınca bu yolda nazire mecmuaları oluşturulmuştur. Mezidoğlu Ömer’in Mecmuatü’nNezair’i(derlenişi 1487, Oxford Üniversitesi Ktp. nr. 27689), Eğirdir’li Hacı Kemal’in Camiu’nNezair’i(derlenişi 1512, Bayezid Devlet Ktp. nr. 5782), Edirne’li Nazmi’nin Mecmuau’nNezair’i(derlenişi 1523, TS. III.Ahmet B1.nr.2644; Millet Ktp. Ali Emiri, manzum nr. 683, 684; Nuruosmaniye Ktp. Nr. 43222), Pervane Bey Mecmuası (derlenişi 1560, Ts Bağdat B1. nr. 406) ve Hisali’nin Metaliu’n-Nezair’i (derlenişi 1651’den önce, Nuruosmaniye Ktp.nr. 4252,5253) bunlardandır. (Pala, 2007:354) 2.Açmazdan redifli nazire matlaları Çâk idüp dilber girîbânın şarâb-ı nâzdan Sînesin seyr itdürür ya‘nî bize açmazdan (Mustafa Çelebi ) Çeşm-i hûn-rîzüŋ görüŋ hancer takınmış nâzdan Hışm ile bir gûşe idüp rahm ider açmazdan (Aşkî ) Açdı kapuyu görüp ben nâtüvânı nâzdan Yapdı dîvâr eyledi san görmedi açmazdan (İzarî ) Gerçi açmadı kapu dilber rakîbe nâzdan Baŋa bir mihr itdi ma‘nîde yine açmazdan (Ref‘î) Kapuyu dîvâr idüp erbâb-ı ‘ışka nâzdan Kendüyi bir gûşe ile gösterür açmazdan (Zâtî) 158• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Dügmeler sanmaŋ anı gördükçe gögsin nâzdan Sînesin seyr itdürür ol meh baŋa açmazdan (Necâtî) Dersin okurken kapar gâhî kitâbın nâzdan Ezber eyler şîve bâbın varısa açmazdan (Ahdî) Geh açıldı gonçe geh dürdi yüzini nâzdan ‘Âşıka yüz gösterür bu vech ile açmazdan (Misâlî) Nergisi üzre çeküp tarf külâhın nâzdan Gûşe-i çeşm ile bakdı hâlime açmazdan (Misâlî) Yüzine mecmû‘asın tutdukca dilber nâzdan ‘Âşıkuŋ hâlât-ı vecdin seyr ider açmazdan (Nizârî ) Serv-i kaddin gösterüp salar miyânın nâzdan Sanmaŋuz rahm ider anı sihr ider açmazdan (Rûhî) Metinde karşımıza çıkan açmaz kelimesinin anlamları şunlardır: 1. Satranç oyununda şahı koruyan taşlardan birinin yerinden oynatılamaması durumu. 2. Tuluatta karşısındakine bir nükte veya tekerleme söyleme kolaylığını veren söz. 3. mec. İçinden zor çıkılır durum.(TDK,2014) Açmaz sözcüğü argoda ise gizlice, belli etmeden anlamlarına da gelmekle beraber yine argoda bazı deyimler de oluşturmuştur: Açmaza düşmek: Deyim. Bir hileye aldanmak. Zor bir sorunla karşılaşmak.(Açmaza gelmek de denir.), Açmaz oynamak: Deyim. (Oyunda)Hile yapmak. Hileli oynamak. Açmaz yapmak: Deyim. Hile yapmak. Dalavere, oyun bozanlık yapmak.(Konuşmada) Yanıtı kolayca verilmeyecek bir şey söylemek. Başka sözler gerektirecek, başka sözlere çanak tutacak biçimde konuşmak. Dişi konuşmak.(Aktunç,1998:29) Beyitleri incelediğimizde açmazdan sözcüğünün diğer anlamlarından ziyade gizlice, belli ettirmeden, sinsice manalarında kullanıldığını görüyoruz. Yapmış olduğumuz araştırmalarda açmaz kelimesinin satranç oyununda kullanılan bir terim olarak da Divan edebiyatı içerisinde kullanıldığını görmekteyiz. Bizim burada vermiş olduğumuz beyitler içerisinde yer almayan bu müstesna beyit şudur: Ruhlaruñ üstine kâkül salsa ol meh nâzdan Mât ider na’t-ı sipihrüñ şâhını açmazdan (Behiştî) 17.Yüzyıla Ait Bir Şiir Mecmuasında Açmazdan Redifli Nazire Matlaları • 159 Bu noktadan yola çıkarak elde edilen veriler ışığında açmaz kelimesini şairlerin gerçek, mecaz ve terim anlamları ile şiirlerinde yer vermiş olduğunu görmekteyiz. Metinden hareketle açmaz kelimesinin 15. Yüzyılda dilimizde var olduğunu ve hemen hemen bugün ki anlamlarına eşdeğer bir anlamda kullanılmakta olduğunu tespit edebiliriz. Şairlerin birbirine nazire yazdıkları bu şiirlere bakarak açmazdan redifli şiirlerin anlamı, musikisi ve beyitlerin anlamları içerisinde yer alan konumu itibariyle şairler tarafından beğenildiğini ve nazireler yazıldığını görmekteyiz. Ele aldığımız 17. Yüzyıla ait şiir mecmuasında 11 şairin açmazdan redifli nazire matlasına rastlamaktayız. Bu şairler içerisinde Aşkî ve Necâtî 15. Yüzyılda yaşamış olan şairlerdir. Bu şairlerden Necâtî özellikle şiirlerinde bolca Türkçe kelimeler kullanılmış, yazmış olduğu şiirler ile Türkçenin divan şiiri içerisinde edebi bir dil olarak yer edinmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Necâtî, şiirlerinde Türkçe atasözü ve deyimleri sık sık kullanmış, Türkçe redifli şiirler yazarak kendinden sonraki şairlere örnek olmuştur. Aşkî ise büyük ihtimalle Fatih(2.Mehmed) dönemi şairlerindendir. Hem Necâtî hem de Aşkî çağdaştır ancak elimizdeki eksik bilgilerden dolayı hem şairlerin doğum ve ölüm yılları hakkında kesin bir bilgi hem de hangisinin açmazdan redifli şiiri daha önce söylediği konusunda kesin bir bilgiye ulaşamamaktayız. Metindeki şiirlere nazire yazan diğer şairler ise 16.Yüzyıl şairleridir. Bunlar içerisinde yer alan Zâtî hem 16.yüzyılın hem de bütün divan edebiyatının en önemli şairleri arasında yer almaktadır. Rûhî ve Ahdî ise yine 16. Yüzyıl şairlerinden olup Bağdat yöresinde yaşamış olan dönemin önemli iki şairlerindendir. Sadece bu şairler ışığında baktığımızda açmazdan redifli şiirlerin aynı yüzyıllar içerinde İstanbul, Edirne, Bağdat gibi birbirinden farklı ve uzak şehirler çerisinde söylendiğini gösteriyor. Sırf bu bilgi bile Osmanlı coğrafyasında divan şairlerinin birbirlerini ne kadar iyi takip ettiklerini birbirlerinin şiirini takip ve taklit ettiklerini göstermektedir. Birbirlerine nazire yazarak sadece şiirlerini beğendiklerini göstermeyip aynı zamanda da birbirlerine karşı bir üstünlük yarışı içerisine girişiyorlar. Bu üstünlük yarışı sadece bu dönem içerisinde değil divan edebiyatının hüküm sürdüğü bütün yıllar içerisinde süre gelmiş bir gelenektir. Hem beğenme, takdir etme hem de bir önceki şiiri geçmeye çalışma. Sonuç Sonuç olarak çalışmamızda 200-250 yıllık bir süre zarfında benzer kelime ve hayal dünyası içerisinde birbirini hem beğenen hem de daha iyi ve güzel bir imaj çizmeye çalışan şairlerin yazmış oldukları açmazdan redifli nazire matlalarını belirtmiş olduk. Yapılacak başka çalışmalarla bu nazirelerin daha önce ve daha sonra yazılmış olan başka nazirelere de ulaşılarak bir rediften yola çıkarak yüzyıllar içerinde bir kelimenin ve onun oluşturduğu şiir dünyasındaki yerini tespit edebiliriz. Böylelikle Zengin Türk dili içerisindeki açmaz kelimesinin anlam katmanlarına ulaşılmış olacak ve Türk diline bir katkı daha yapılmış olunacaktır. 160• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kaynakça Aktunç, Hulki(1998).Türkçenin Yayınları.ss.29 Büyük Argo Sözlüğü (Tanıklarıyla). İstanbul: YKY Dilçin, Cem (2013). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: TDK Yayınları. ss. 269 Levend, Agah Sırrı (1973). Türk Edebiyatı Tarihi(1. Baskı).Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Pala, İskender (2002). Divan Edebiyatı. İstanbul: Leyla ile Mecnun Yayınları. ss.17-44 Pala, İskender(2007). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Kapı Yayınları. ss.354. TDK, Güncel Türkçe Sözlük Uzun, Mustafa (2003). Mecmua. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,28,265-268. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 161- 168 Mehmet Furkan ÇELİK • Yayımlanmış Divanlarda Yer Almayan Şiirler Bağlamında Bâkî Mahlaslı Bir Gazel Özet Klasik Türk Edebiyatı şairlerinin, çeşitli nazım şekilleriyle söyledikleri şiirlerinin genellikle belli bir düzene göre sıralanarak içinde yer aldığı hacimli eserler olan divanlar, şairlerin sözlü miraslarının yazılı tanıklarıdır. Şairin sağlığında ya da ölümünden sonra hazırlanan divanlarda, çeşitli nedenlerden dolayı bazı şiirler yer almayabilir. Ancak divanlarda kendine yer bulamayan bu şiirler, şiir mecmualarında karşımıza çıkabilmektedir. Bu bağlamda Michigan Üniversitesi’nin veri tabanında yer alan 416 kayıt numaralı şiir mecmuasında, ünlü şair Bâkî’ nin, yayımlanmış divanlarında yer alamayan bir gazeli tespit edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Klasik Türk Edebiyatı’nın en parlak devri olarak kabul edilen 16. yüzyılda, sanatıyla ve ustalığıyla kendine önemli bir yer edinen Bâkî’ nin, söz konusu mecmuada bir şiirinin var olması son derece dikkat çekici ve önem arz eden bir buluştur. Bu çalışmada da mecmuada yer alan ancak yayımlanmış divanlarda yer almayan Bâkî mahlasının bulunduğu şiir incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Divan, Mecmua, Şiir, Bâkî Published Within The Context of The Diwan To Be Entered in Poetry Is an Ode of Bâkî Abstract Classical Turkish Literature of the poet , said in various verse forms are ranked by order of the poems usually takes place within a certain volume of the works council , which , poets are written witness of the oral heritage . After the death of the poet 's health or prepared in sofa , can take place due to various reasons some poems . But the court can not find a place in this poem , poetry may be seen in magazines . In this context, situated in the University of Michigan's database registration number 416 poems in magazines , famous poet Bâkî 's, can not be included in the published an ode sofas have been identified . Of the Ottoman Empire and Classical Turkish literature 's most brilliant period as adopted in the 16th century , with the art and mastery of himself with an important place in the Bâkî 's such magazines a poem in the existence of an extremely remarkable and of importance is an invention . In this study, published in the journal sofa in the area but not included in the appellation is located in the Bâkî poems were investigated. Keywords: Diwan, Mecmua, Poem, Bâkî • Kocaeli Üniversitesi, Fen Edeb. Fak., Türk Dili ve Edebiyatı Böl., [email protected] 162• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Klasik Türk şiirinin en parlak devri olarak kabul edilen 16. yüzyıla damgasını vurmuş bir şair olan Bâkî, sanatı ve sanatındaki maharetiyle adından söz ettirmeyi başarmış, devlet büyükleri tarafından himaye edilmiş bir şair olmuştur. Bâkî henüz hayattayken bile şöhreti Anadolu topraklarını aşmış bir şairdir. Şöhret ve tesiri asırlarca devam eden, klasik Osmanlı şiirine söyleyiş gücü kazandıran ve “Sultânü’ş-şuarâ” diye anılmış büyük divan şairi Bâkî’nin asıl adı Mahmud Abdülbâkî olup 1526-27 yıllarında İstanbul’da doğmuştur. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi olup 1566 yılında hac yolculuğu sırasında vefat etmiştir. Bâkî, gençliğinde saraç çıraklığı yapmış olsa da yaratılıştan gelen okuma ve öğrenme arzusu, onu medresede ilim öğrenmeye sevk etmiştir. İyi bir medrese eğitimi gördüğünü bildiğimiz Bâkî, devrin meşhur alimlerinden Karamânî-zâde Mehmed Efendi’den ders almıştır. Medrese hayatı boyunca asrın büyük şairleri Nev’î, Üsküplü Vâlihî, Edirneli Mecdî, Hoca Sadeddin, Karamanlı Muhyiddin gibi isimlerle ders arkadaşlığı etmiştir. Tahsil hayatı sırasında şiirle de yakından ilgilenmeye başlayan Bâkî, zamanın meşhur şairleri ile de tanışma fırsatı bulmuş, onlara nazireler söyleyerek kabiliyetini göstermeye çalışmıştır. Bu tanınmış şairlerin başında Zâtî gelmektedir. Şairlerinde toplanma noktası olan Beyazıt Camii avlusundaki remil dükkanında genç şairlerin şiirlerini tenkit eden ve onların olgunlaşmasında yardımcı olan Zâtî, Bâkî’nin bir beytini tazmîn ederek gazelini divanına koymuş, böylece Bâkî’nin şiirdeki ustalığını kabul etmiştir. Bâkî,. Hocası Karamânî-zâde Mehmed Efendi’ye yazdığı ‘sünbül’ redifli kaside ile de şiir konusunda kendini iyiden iyiye kabul ettirmeye başlamış, şöhretini artırmış ve tanınan genç şairlerden biri haline gelmiştir. Bâkî, Kanuni’nin büyük desteğini kazanmış hatta birbirlerine şiirlerini göndererek nazireler yazdıkları bilinmektedir. Padişah sayesinde ikbal ve saadet günlerini yaşayan şairin bu mutlu günleri uzun sürmemiştir. 1566 yılında Kanuni’nin ölümü üzerine bir mersiye yazmış ama, yerine tahta geçen II. Selim’e bir cülûsiyye yazmasına rağmen umduğu ilgiyi bulamamış ve o sırada görevde bulunduğu Mahmud Paşa Medresesi’nden azledilmiştir. Münşeat sahibi Feridun Bey vasıtasıyla Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesine giren şair, padişaha da kasideler sunarak onun özel meclisine girmeye başladı. Bunun sonucunda 1573’te Sahn Müderrisliğine atandı. II. Selim’in ölümü ve yerine geçen III. Murad’ın döneminde de şairin bu ikbal günleri devam etti. 1575’te Süleymaniye müderrisliğine getirildi. Şairin bu edindiği yüksek payeler etrafında kıskançlığı beraberinde getirdi. Bâkî’ye isnat edilen bir beyit yüzünden padişah tarafından bulunduğu görevden azledildi. Fakat onu himaye edenler sayesinde padişah tarafından affedildi. Kasım 1576’da Edirne’de Selimiye müderrisliğine, 1579’da Mekke kadılığına atandı. 1582’de İstanbul’a geldi. Mekke kadılığı sırasında Mekke tarihini anlatan ‘el-ilâm fi ahvâli beledi’llâhi’l-harâm’ adlı tercüme eserini padişaha takdim etti. Bunun üzerine Molla Ahmed Efendi yerine İstanbul kadısı oldu ise de aynı yıl azledilerek Üsküdar’da oturması emrolundu. 1586’da tekrar İstanbul kadısı, bir müddet sonra da Anadolu Kazaskeri oldu. 1588 yılında bu görevden azledildi. 1591 yılında tekrar bu göreve getirildi. 1592’de Rumeli Kazaskeri oldu. Aynı yıl emekliliğe ayrıldı fakat birkaç yıl sonra tekrar bu göreve getirildi. O dönemde şeyhülislam olan Bostanzâde’nin vefatı üzerine şeyhülislam olarak atanmayı beklese de, bu göreve yıllar önce medrese arkadaşı olduğu Hoca Sadeddin Efendi getirildi. Hoca Sadeddin Efendi’nin iki yıl sonra vefatı üzerine şeyhülislam olmayı tekrar bekleyen şair, göreve Sun’ullah Efendi’nin getirilmesiyle büyük hayal kırıklığı yaşadı. Bu Yayımlanmış Divanlarda Yer Almayan Şiirler Bağlamında Bâkî Mahlaslı Bir Gazel • 163 hadiseyle bünyesindeki hastalıklar iyice nükseden şair, 7 Nisan 1600 Cuma günü vefat etti. Şeyhülislam Sun’ullah Efendi’nin namazını kıldırdığı ve tabutunun önünde, Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî Durup el bağlayalar karşına yârân sâf sâf beytini okuduğu cenaze namazına bütün devlet ricali, alimler, şairler ve çok sayıda kişi katılmış ve. Edirnekapı mezarlığına defnedilmiştir. Bâkî’nin, Kanuni zamanında saraydan Tûtî Hanım adlı biriyle evlendirildiği ve bu evlilikten Mehmed ve Abdurrahman isminde iki oğlu olduğu rivayet edilmektedir. 1 Bâkî hakkında yapılan lisans, yüksek lisans, doktora tezlerinin, yazılan makalelerin ve kitapların, sunulan bildirilerin çok sayıda olması, onun Klasik Türk Edebiyatı bünyesindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. Manzum ve mensur eserleri bulunan Bâkî’nin en önemli eseri Divan’ıdır. Bâkî bu divanını, Kanuni Sultan Süleyman’ın isteği üzerine onun sağlığında tertip etmiştir. Tertip ettiği bu divanından sonra da sanatını icra etmeye devam eden Bâkî’nin yeni şiirleri, farklı tarihlerde tertip edilmiş yeni divanlarda yer almıştır. Haluk İpekten’e göre Bâkî Divanı’nın şair hayatta iken yazılmış 15 yazma nüshası ele geçmiştir. Bunlardan en eski tarihli olanları hicrî 980 (İstanbul Üni. Ktp. TY 3864), 990(İstanbul Üni. Ktp. TY 2853), 996 (Süleymaniye Ktp. Esat Efendi 2610 ve Çorum Fevzi Paşa Ktp.2158), 1000 (İstanbul Üni. Ktp. TY 1969 ve Atatürk Üni. Ktp. Agâh Sırrı Levend 9) yıllarında yazılmış yazmalardır 2. İpekten, diğer on yazma hakkında ise bilgi vermemektedir. Yurt içi ve yurt dışındaki yazma nüshaları yüz civarında olan Bâkî Divanı’nın, bugüne dek üç baskısı yapılmıştır. Bu üç çalışmadan biri Rudolf Dvorak tarafından “Bâkî’s Dîwân-Ghazalijjât” adıyla, birinci cildi 1908; ikinci cildi ise 1911 tarihinde Hollanda’nın Leiden şehrinde yapılmıştır. İkinci çalışma Sadettin Nüzhet Ergun tarafından “Bâkî, Hayatı ve Şiirleri” adıyla 1935 yılında İstanbul’da yapılmış, Sühulet Yurdu Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Üçüncü çalışma ise Sabahattin Küçük tarafından yapılmış ve bu çalışma Bâkî Divanı (Tenkitli Basım) adıyla, 1994 yılında Ankara’da Türk Dil Kurumu Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Sabahattin Küçük, bu çalışmayı yirmiye yakın nüshayı karşılaştırarak tenkitli olarak yapmıştır. Söz yadigarlarını kalıcı hale getirmek ve şairliklerini ispat etmeyen isteyen sanatçılar, meydana getirdikleri şiirlerini divanlarında toplamışlardır. Divanın oluşabilmesi için çok sayıda şiir icra etmesi gereken şair, çeşitli nazım şekilleriyle meydana getirdiği şiirlerini genellikle belli bir sıraya göre dizerek divanında toplamıştır. Yeteri kadar şiir üretmeyen/üretemeyen şairler divan sahibi olamamışlardır. Bazı şairlerin ise divanları, günümüze kadar ulaşmamıştır. Yeteri kadar şiir söylediği halde sağlığında bir divan oluşturamayan şairlerin şiirleri ise ölümlerinin ardından çeşitli yollarla 1 Bâkî hakkındaki bu bilgilerin yazılması konusunda İslam Ansiklopedisi’nden yararlanılmıştır. Bkz. http://www.islamansiklopedisi.info/madde.php?klme=b%C3%A2k%C3%AE&secim=mdd&find=+ARA+ (Erişim tarihi 22.05.2014) 2Bkz. Haluk İpekten, Bâkî (Hayatı-Sanatı-Eserleri), Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s. 36 164• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ bir araya getirilip toplanarak divan haline getirilmiştir. Helaki, Behişti, Seliki gibi şairlerin divanları, mecmuaların taranması neticesinde araştırmacılar tarafından oluşturulmuştur. Bâkî, divanını sağlığındayken tertip etmiş ancak daha sonra yeni şiirler de yazmıştır. Yazdığı bu yeni şiirlerin bazıları, oluşturulan yeni divanlarda yer almıştır. Bazı şiirleri ise divanlara girmemiş ama şiir mecmualarında yer almıştır. Bu mecmualardan, nazire mecmualarında mevcut olup yayımlanmış divanlarda yer almayan şiirlerin ortaya çıkarılmasıyla ilgili olarak M. Fatih Köksal’ın üzerinde çalıştığı Mecmâ’u’n- Nezâ’ir örnek gösterilebilir. Bu mecmûada Muhibbî’ye ait 68, İbn-i Kemâl’e ait 21, Cem Sultana ait 8, Zatî’ye ait 6, Hayalî Bey’e ait 4, Ahmet Paşa, Mesihî ve Kemâl-i Zerd’e ait ikişer, Meâlî ve Vasfî’ye ait birer gazelin yayımlanmış olan divanlarda bulunmadığı Mehmet Fatih Köksal tarafından tespit edilmiştir. (Köksal, 2010:229-267) Çalışmamıza konu olan, yayımlanmış Bâkî Divanlarında bulunmayan, Michigan Üniversitesi 416 numarada kayıtlı şiir mecmuasında yer alan Bâkî’ ye ait olduğu düşünülen gazelin tanıtımından önce mecmuaların önemi ve türleri hakkında biraz bilgi vermek daha uygun olacaktır. 1. Mecmualar ve Mecmuaların Önemi İnsanların tarihi süreç içerisinde yaşadıkları devinimleri, devrimleri, geçiş süreçleri, buhranları, coşkuları, acıları, sevinçleri ve daha nice duyguları sözlü ve yazılı edebiyatlarına yansımıştır. Bu bağlamda duyguların en etkili bir şekilde aktarımı daha çok şiir türü üzerine olmuştur. Bu nedenle; şairlerin şiirlerinden seçki yapılarak bir derleyici tarafından oluşturulan mecmualar Klasik Türk Edebiyatı’nda en az divanlar kadar önemli sayılabilecek diğer bir kaynak vazifesinde olup mecmuaların, tarihin aktarımı ve kültürün taşınması noktasında rolü çok büyüktür.(Çelik, 2013:1) Mecmua kelimesi cem’ kökünden gelmekte ve toplamak, bir araya getirmek demektir. Çeşitli şairlere ait farklı nazım şekilleriyle yazılmış şiirlerin toplandığı eserler olan mecmualar, müellifin nezdinde toplumun beğeni zevkini yansıtan ve zamanının popüler şair ve şiirlerinin yer aldığı eserlerdir. Mecmualar, çeşitli şairlerin bazı şiirlerinin bir araya getirilerek toplandığı eserler olarak kabul edilir. Edebi değerinin yanı sıra tarihi değeri de olan mecmualarda yer alan şairler ve onların şiirleri, mecmuayı meydana getiren kişinin şahsi beğenileri doğrultusunda oluşmuştur. Bu bakımdan mecmuaların içeriği gerek konu gerekse şair nezdinde çeşitlilik arz edebilir. Mecmualar genellikle, kendi dönemi içerisinde rağbet gören şairlerin şiirlerinden oluşur. Mecmualarda yer alan şair ve şiirlerden hareketle, toplumun değer kriterlerini, edebî açıdan geldiği noktayı ve dönemin tarihsel durumunu tespit etmek mümkündür. Bu yönüyle mecmuaların, bilimsel ve kültürel birikime sağladığı katkı bir hayli fazladır. Mecmualar üzerine yapılan çalışmalarla, yayımlanmış divanlarda yer almayan şiirlerin, divanı olmayan şairlerin şiirlerinin keşfi ya da tezkirelerde adı geçmeyen bir şairin gün yüzüne çıkarılması amaçlanmaktadır. Edebiyat tarihçiliği görevini layıkıyla yerine getiren mecmualar, yayımlanmış divanlarda yer almayan şiirlerin ortaya çıkması, tezkirelerde adı geçmeyen şairlerin tespit edilmesi noktasında önemli bir rol üstlenmiştir. Divanların yayımı konusunda mecmua taramalarının ne kadar önemli olduğu, günümüz araştırmacıları için oldukça aşikârdır. Mecmuaların önemi ile ilgili olarak Yaşar Aydemir şöyle söylemektedir: Mecmûalar, içindeki şiir ve şairler ile dönemin edebî zevkini ve şairin okunurluğunu anlatırlar. Edebiyat tarihinin birinci derece kaynakları olan tezkirelerde bulunmayan birçok şair, şiir, tür ve Yayımlanmış Divanlarda Yer Almayan Şiirler Bağlamında Bâkî Mahlaslı Bir Gazel • 165 belgede de mecmûalar tarihi kaynak durumundadır. Günümüzde üslup çalışmalarının önemli bir kısmını teşkil eden bazı kavramların, unsurların; sevgilinin güzellik unsurları gibi, farklı şairlerden örneklerle mecmûalarda yer almaktadır. Şairin edebî kişiliğinin tespitinde de mecmûaların katkısı oldukça çoktur. Nazîre mecmûalarında mevcut şiirlerden şairin kimlerden etkilendiği kimlere nazîre yazdığı gibi sorulara cevap bulunmaktadır. (Aydemir, 2007:125) Divan nüshalarında olmayıp da mecmualarda bulunan şiirlerin divan nüshalarına girmemesiyle ilgili olarak muhtemel sebepleri Yaşar Aydemir şöyle sıralamıştır: - Divan neşirlerinde yer almadığı halde mecmualarda bulunan bir şiir, metin tenkiti yapılan çalışmalarda görülemeyen nüshalardan kaynaklanmış olabilir. - Şair, divanını tertip ettikten sonra şiir yazmış, yazdığı bu şiir tertip ettiği divan nüshasına girmemiş olabilir. Ömrü vefa etmediği ya da başka sebeplerle tekrar tertibe girişemediği için bu şiir dışarıda kalmıştır. - Divan şiiri büyük oranda meşk etme, egzersiz yapma üzerine kuruludur. Meşk edilen bu şiir bir anlamda karalamadır ve şair divanına girmesini istememiş olabilir. - Şair, meşk ettiği çalışmaların hepsini değil en güzelini divan tertibine almak istemiş olabilir. Bazı çift matlalı gazel örnekleri buna delil teşkil edebilir. - Şair, bazı şiirlerini estetik açıdan yetersiz gördüğü veya çalışmasını tamamlama noktasında eksik kaldığını düşündüğü için divan tertibine almamış olabilir. - Şair, divanını kendisi tertip etmemiş, sonradan bir başkası tarafından tertip edilmiş, böylelikle bazı şiirleri tertip dışında kalmış olabilir. - Bazı şairlerin müsveddeleri ölümünden sonra yayılmış olabilir. - Bazı şairlerin, özellikle çok okunan şiirlerinin dilden dile dolaşması sonucu, bir anlamda miri malı olarak görülen ve zamanla aslından uzaklaşan ikinci bir manzume olarak ortaya çıkmış olabilir. - Özellikle mesaj yüklü tasavvufi şiirler, çoğunlukla müridin eğitimi amaçlı kullanılmasından dolayı şifahi kültürde yer etmiş, arkasından da yazıya geçirilmiş olabilir. - Kimi şiirler, bazı şairlerin, çoğunlukla da mutasavvıf şairlerin şiirlerine ilaveler yapılması, hatta Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinde olduğu gibi onun adına şiirler söylenmesi sonucu tertibe girmemiş olabilir. - Bir başka önemli husus da mecmua tertip eden kişiden kaynaklanabilir. Mecmuayı tertip eden kişi profesyonel olabileceği gibi amatörce bu işle uğraşıyor da olabilir. Bu durum beraberinde birtakım yanlışları da getirir: Bir şaire ait şiiri başkasına ait göstermek gibi. (Aydemir, 2007: 132-133) 2. Mecmua Türleri Mecmualar, edebî bir tür olmasının yanı sıra aynı zamanda farklı disiplinlere ait malzemeleri de bünyesinde barındırmaktadır. Sadece edebiyatla uğraşanlar değil; tıp, felsefe, sosyoloji, tarih ve coğrafya gibi çeşitli bilim dallarıyla ilgilenenler de mecmualardan istifade edebilmektedirler. Mecmualarda şiirlerin yanı sıra, yararlı bilgiler, fıkralar, mektuplar gibi gündelik hayata dair birtakım konular da yer alabilmektedir. Mecmualar bu zengin yönüyle bazı alt başlıklara ayrılmıştır: 166• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Mecmualar; 1. Nazîre mecmuaları, 2. Seçme şiir mecmuaları (Mecmû‘a-ı Eş‘âr, Mecmû‘a-ı Devâvîn) 3. Aynı konu ile ilgili eserlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan mecmûlar (Mecmû‘a-ı Edviyye, Mecmû‘a-ı Tevârîh, Mecmû‘a-ı Mu‘ammeyât, Mecmû‘a-ı Münşe‘at, Mecmû‘a-ı Resâ‘il…) 4. Karışık, yani manzûm ve mensûr veya farklı dillerle yazılmış parçalarından oluşan mecmualar, Derleyeni belli mecmualar (Ömer bin Mezîd, Mecmû‘tü’n-Nezâ’ir; Eğirdirli Hacı Kemâl, Câmi‘ü’n-Nezâ’ir; Edirneli Nazmî, Mecma‘u’n-Nezâ’ir; Pervâne Bey Mecmû‘ası; Budinli Hisâlî, Metalî‘ü’n-Nezâ’ir) şeklinde tasnîf edilir. (Kut, 1986: 170) Agah Sırrı Levend’e göre ise: 1. Nazire mecmuaları 2. Antoloji niteliğindeki seçme şiir mecmuaları 3. Türlü konularda risalelerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan mecmualar 4. Aynı konudaki eserleri içine alan mecmualar; tababet, ilahiyat gibi, 5. Tanınmış kişilerce hazırlanmış, yararlı bilgileri, fıkraları ve özel mektupları kapsayan mecmualar olarak gruplamak mümkündür. (Levend, 1984: 166-167) 3. Michigan Üniversitesi Veri Tabanı 416 Numarada Kayıtlı Mecmua Çalışmamıza konu olan şiirin bulunduğu Mecmû‘a-i Eş‘âr’da, 416 kayıt numarası ile Michigan Üniversitesi’nin mührü bulunmakta ve mecmua 123 varak tutarındadır. Eser dijital ortamda sondan başa doğru kaydedilmiştir. Bez kaplamalı karton cilt ve cilt üzerindeki yaldızlı modern motiften oluşan çerçeve, eserin son yüz-yüz elli yıl öncesinde ciltlendiği izlenimini vermektedir. İçteki iki sayfa kartondandır. Formalar halinde dikilerek şiraze ile örülen eser sağlam durumdadır. Metnin içerisinde tamir bulunmamaktadır. Mecmuanın ön kapağından sonra ebru ile süslenmiş bir sayfa, sonra sadece kütüphane kayıt numarasının yer aldığı boş bir sayfa, şiirlerin başladığı sayfadan önce ise yine ebru ile süslenmiş bir sayfa olup bir beyit yer almaktadır. Eserde yer alan şiirler transkribe edilmiş ve daha önce yapılan çalışmalarla karşılaştırılmıştır. Bu karşılaştırma esnasında mecmua’da yer aldığı halde, yayımlanmış divanlarda yer almayan Bâkî mahlasının yer aldığı şu şiir tespit edilmiştir. Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün 1. Zaħmından irişürse baña dôstlar ölüm Yoluñda koñ o gözleri cellâdımuñ ölüm 2. Ámân ile gidem gide ger bir iki íadem Tâbûtumuñ öñünce benüm ol yüzi gülüm 3. Atından inse üstüme şâyed o şeh diye Yayımlanmış Divanlarda Yer Almayan Şiirler Bağlamında Bâkî Mahlaslı Bir Gazel • 167 Nûr indi buña žulm ile ölmişdi bu íulum 4. Şâd olduġı ‘ayân ola gül gibi rûħumuñ Ger öldügüme şâd ola ol şûħ-ı şengülüm 5. BÂÍÁ kül itse yandurup eczâmı nâr-ı ‘ışí Kuĥl edine felekde melekler benüm külüm Şiirin ünlü şair Bâkî’ye ait olduğunu işaret eden göstergeler: -317 adet şiirin yer aldığı mecmuada, basılmış Bâkî divanlarında bulunan Bâkî’ye ait 143 şiirin olması, -Aynı şaire ait şiirlerin, genel itibariyle art arda olması ve bu şiirin de Bâkî’ye ait şiirlerin arasında yer alması, -Mecmua’da yer alan şairlerin büyük bir bölümünün 16. yüzyıl şairlerinden olması, -Döneme ait tezkirelere bakıldığında 16. yüzyılda yaşamış Bâkî mahlaslı sadece bir şairin olması, -Üslûp ve dil açısından bakıldığında tek bir şiirle kesin bir kanaate varmak zor olsa da şiirin tasavvufane tarzdan uzak olması Şiirin ünlü şair Bâkî’ye ait olmaması ihtimali: olması, -Bâkî mahlasını kullanan ama kaynaklarda adı geçmeyen başka bir şairin yazmış Sonuç Basılmış divanlarda yer almayan ya da divan oluşturacak kadar şiiri olmayan bir şaire ait şiirler, hatta tezkirelerde dahi adı geçmeyen şairlere ait şiirler, mecmualar vasıtasıyla günümüze ulaşır. Bu bağlamda incelenen mecmu’a-yı eş’ar’da Bâkî mahlasının olduğu ancak basılmış divanlarda yer almadığı tespit edilen şiirin, Bâkî’ye ait olduğunu gösteren ipuçları ve olmama ihtimaline dair bazı tespitler verilmiştir. Bu veriler ışığında söz konusu şiirin, büyük ihtimalle 16. yüzyıl şairi Bâkî’ye ait olduğu düşünülmektedir. Bu çalışma neticesinde, yeni keşifler konusunda mecmuaların önemli bir rolü olduğu bir kez daha ortaya çıkmış olup incelenecek başka mecmualarla yeni tespitlerin ve buluşların ortaya çıkacağından hiç kuşku yoktur. 168• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Kaynakça Aydemir, Yaşar, (2007 Summer). “Metin Neşrinde Mecmûaların Rolü ve Karşılaşılan Problemler”, Turkish Studies/ Türkoloji Araştırmaları, V.2/3, s. 122-137 Çelik, Mehmet Furkan (2013). Michigan Üniversitesi 416 Numaralı Şiir Mecmuası (İncelemeMetin). Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kocaeli Dvorak, Rudolf (1908). Bâkî’s Dîwân-Ghazalijjât C. I, Leiden Dvorak, Rudolf (1911). Bâkî’s Dîwân-Ghazalijjât C. II, Leiden Ergun, Sadettin Nüzhet, Baki Hayatı ve Şiirleri, Cilt 1, Sühulet Yurdu Yayınları, İstanbul, 1935 İpekten, Haluk (2004). Bâkî (Hayatı-Sanatı-Eserleri), Ankara: Akçağ Yayınları Köksal, M. Fatih (2011). “Biyografik Kaynak Olarak Şiir Mecmûaları ve Kastamonulu İshâkzâde Fevzî Mecmûası” Prof. Dr. Mustafa İsen Adına Uluslararası Klâsik Türk Edebiyatında Biyografi Sempozyumu- Bildiriler, Nevşehir Üniversitesi, 6-8 Mayıs 2010, Nevşehir, AKM Yayını, Ankara 2011, s.449-467. Kut, Günay (1986). Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ( Devirler, İsimler, Eserler, Terimler), İstanbul: Dergâh Yayınları Küçük, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı (Tenkitli Basım) Ankara: TDK Yayınları Küçük, Sabahattin (2002). Bâkî ve Divanı’ndan Seçmeler, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları Levend, Agah Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: TDK Yayınları Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 169- 174 Mustafa Uğur KARADENİZ • Süleymaniye Kütüphanesi, 34 Sü-Tarlan 67/1 Numaradaki Yazma Eserin 1-54 Varakları Arasında Yer Alan Şiirler Hakkında Değerlendirme Özet Klasik Türk edebiyatı diye isimlendirilen, Türk edebiyatında önemli bir dönemi karşılayan bu edebiyatta beğenilen şiirler birçok seçkiye dahil edilmiştir. Bu seçki, Klasik Türk edebiyatında "mecmua, mecmua-ı eş'ar" adlarını alır. Şiirin hayattaki yerini ve dönemin ya da hazırlayanın estetik anlayışını yansıtan "mecmua" bir tür antropolojik veri olarak okunabilir. Dilden sanata, dinden siyasete, "kültürden irfana" birçok başlığa dahil edebileceğimiz bu veriler, "Geçmiş, geçmemiştir." fehvasınca ayrıca kıymet taşır. Bu makalede Süleymaniye Kütüphanesi 34 Sü-Tarlan 67/1 numarada yer alan toplam 111 varak olan yazma eserin 1-54 varak arasında yer alan 120 şaire ait 320 gazel ve 20 musammat hakkında bilgi verilmiştir. Ayrıca bunların anlaşılması için "mecmua" kavramı hakkında da bilgi verilmiştir. Mecmuanın kim tarafından ve ne zaman yazıldığı bilinmemektedir. Mecmua sadelik barındıran, söyleyiş kolaylığı olan, terkip yoğunluğu az, Türkçe kelime oranın fazla olduğu ve deyimlerin bulunduğu metinlerden oluşuyor. Anahtar kelimeler: Klasik Türk edebiyatı, mecmua, yazma, mecmua-ı eş'ar. Abstract In this type of literature which is called Turkish classical Literature and has a crucial period in Turkish Literature the favourite poetries are included into many poetry collections. These collections are called "mecmua, mecmua-ı eşar" in Turkish Classical Literature . The "mecmua", reflecting aesthetics perceptions of the writer and the period of which it is written ,expressing the place of poetry in life, can be seen as a kind of antropological data. From language to art, from religion to the politics from culture to learning and understanding, these data, which can be included in many content heading, has a value in the concept of "past is not past, past is present -it is not over it is underway. In this article the information about 20 musammats and 320 ghazals of 118 poets were given. These manuscripts of 120 poets are in Suleymaniye Library in number 67-1 34 Sü-Tarhan.These ghazals and musammats take place between 1-55 leaves of total 111 leaves. Also to understand the work completely some information was given about the concept of macmua as well. It is not known that macmuas written by whom or what date. Macmua is composed of texts which is plain and has idioms, less intensive pharases high percentages of Turkish words and easy to tell. Keywords: Classical Turkish Literature, manuscript, macmua, macmua-i esar. • Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi. [email protected] 170• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Yazub mecmû'aya Medhî dil-i uşşâka vakf itdi * Zamâne şâ'irine nazm-ı eş'ârı ben ögretdüm Medhî Sözlükte "dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak" anlamındaki cem' mastarından türeyen mecmu'dan (bir araya getirilmiş, toplanmış) gelmektedir. "Mecmua'nın yanı sıra mecami', mecma', cami' gibi aynı kökten türemiş kelimelerle -yalnız Osmanlı Türkçesi'nde- cüzdan, defter ve ceride isimleri de aynı manada kullanılmıştır."( Uzun, 2003: 265-268.) "Şiir mecmuaları derleyenin zevkine göre seçilmiş şiirlerin bulunduğu ve formuna göre “sefine, cönk, danadili, mecmûa-i eş’âr” gibi isimlerin verildiği eserlerdir." (Ersoy, 2013: 249-266.) "Mecmua başlangıçta, birçok bakımdan benzediği cönk gibi ayetler, hadisler, fetvalar, dualar, hutbeler, şiirler, ilahiler, şarkılar, mektuplar, latifeler, lugaz ve muammalarla ilaç tariflerinin ve faydalı bilgilerin (fevaid), notların, tarihi belge ve kayıtların (tevarih) derlendiği bir not defteri halinde ortaya çıkmış, zamanla gelişip düzenli bir tertip ve şekle kavuşarak türlerine göre bazı farklılıklar gösteren bir kitap veya telif çeşidi özelliği kazanmıştır." (Uzun, 2003: 265-268.) Mecmualar, içinde barındırdığı şiir ve şairle dönemin okuyucu zevkini ve şairin okunurluğunu, popülaritesini verir. Bu seçkiler, günümüzdeki şiir yıllıklarına benzer. Tabi yine bu özelliği dolayısıyla hazırlayanın öznel beğenisini de yansıtır. Bu yönüyle kültür ve sanat tarihi açısından bir tür öz(n)el vakanüvislik de sayılabilir. "Osmanlı dönemindeki gelişimine bakarak XV. yüzyıldan itibaren dikkat çekmeye başladıklarını, XVI. yüzyıldan sonra ise sayı ve çeşitlerinin iyice arttığını söylemek mümkündür. Daha çok Osmanlı ve İran sahasında rağbet gördüğü anlaşılan özel mecmuaların kağıdının kalitesi, rengi, boyutları, cildi, yazısı, tezhibi, şekli gibi vasıfları ve maddi nitelikleri itibariyle birbirlerinden çok farklı olduğu , bir kısmının düzensiz, adeta karalama defteri, bir kısmının çok düzenli ve özenli bir sanat eseri niteliği taşıdığı görülmektedir." ( Uzun, 2003: 265-268.) Mecmualarla ilgili çeşitli tasnif denemeleri yapılmıştır. Bunlardan biri de Agah Sırrı Levend'e aittir: "1. Nazire mecmuaları, 2. Antoloji niteliğindeki seçme şiir mecmuaları, 3. Türlü konularda risalelerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan mecmualar, 4. Aynı konudaki eserleri içine alan mecmualar; tababet, ilahiyat gibi, 5. Tanınmış kişilerce hazırlanmış, yararlı bilgileri, fıkraları ve özel mektupları kapsayan mecmualar olarak gruplamak mümkündür." (Levend, 1984: 166-167.) Daha ayrıntılı bir mecmua tasnifi ise şöyledir: "Şiir mecmuaları (mecmû’a-i eş’âr), risale mecmuaları (mecmû’atü’r-resâ’il), hadis mecmuaları (mecmû’atü’l-ehâdîs), fetva mecmuaları (mecmû’a-i fetâvâ), dua mecmuaları (mecmû’a-i ed’iye), tarih manzumelerini içeren mecmualar (mecmû’a-i tevârîh), fevâid mecmuaları (mecmû’a-i fevâ’id), hutbe mecmuaları (mecmû’atü’l-huteb), tıpla ilgili * Beyit bu mecmuadan alınmıştır. Süleymaniye Kütüphanesi, 34 Sü-Tarlan 67/1 Numaradaki Yazma Eserin 1-54 Varakları Arasında Yer Alan Şiirler Hakkında Değerlendirme • 171 mecmualar (mecmû’a-i tıb, mecmû’a-i mücerrebât, mecmû’a-i mu’âlece), gizli ilimlerden bahseden mecmualar (mecmû’atü’l-havâss, mecmû’a-i cifr ve reml, mecmû’a-i ilm-i nücûm, mecmû’a-i tılısmât, mecmû’a-i melâhîm, mecmû’a-i vefk), letaif mecmuaları (mecmû’atü’lletâ’if), zikir ve evrâd mecmuaları (mecmû’a-i zikr ü evrâd), hikâye mecmuaları (mecmû’a-i hikâyât), münşe’ât mecmuaları (mecmû’a-i münşe’ât), müzikle ilgili mecmualar (mecmû’a-i beste ve semâ’î, mecmû’a-i mûsikî, mecmû’a-i ilâhiyyât, mecmû’a-i sâz u söz), mektup mecmuaları (mecmû’a-i mekâtib), müsvedde mecmuaları (mecmû’a-i müsevvedât), ilâm mecmuaları (mecmû’a-i sukûk), söz, deyiş mecmuaları (mecmû’a-i makâlât), hadis ve tefsir benzeri kaynaklardan edinilen dinî bilgilerin yer aldığı mecmualar (mecmû’a-i menkûlât) bunlardan bazılarıdır (Gıynaş, 2011: 245-260.). Bu tasnif, mecmuaların içeriği ile ilgili daha ayrıntılar barındırır. Mecmuaların büyük bir kısmı el yazmasıdır. Ancak matbu olanları da vardır. Bunlar, divanları elimizde bulunmayan şairleri ya da divanlara girmemiş şiirleri barındırması yönüyle keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir. Şiir mecmualarının edebiyat tarihi çalışmalarında önemli bir yeri vardır. Öyle ki bazı akademik çalışmalarla mecmualar taranarak divanı elimizde olmayan şairlerin şiirleri bir araya getirilmiştir. Helâkî ve Selîkî ile ilgili araştırmalar buna örneklik teşkil etmektedir. "Bazı metin tesisi çalışmalarında divanlarda bulunmayan şiirler mecmualardan alınarak divan, içerdiği şiirler bakımından daha da zenginleştirilmiştir. Buna örnek olarak Amrî, Çâkerî, Vizeli Behiştî ve Bursalı Rahmî divanları ile ilgili çalışmaları getirebiliriz. Bazı mecmualar, tezkirelerde ya da diğer kaynaklarda tesadüf edilemeyen biyografik bilgileri ihtiva etmeleri bakımından önem taşırlar." (Zülfe, 2011: 151-169.) Mecmuaların tertibinde belli bir düzen yoktur. Bazen çok düzenli tertip edilmiş bir mecmuaya rastlayabileceğimiz gibi bir düzenden yoksun istif şeklinde tertip edilmiş mecmular da vardır. Gelenekte de örneğin divanlar için belirlenmiş bir tertip biçimi mecmualarda yoktur. Bazı mecmua düzenleyiciler ise tertip usullerini belirtmişlerdir. "Eğirdirli Hacı Kemal, Câmiü’n-Nezâir’in dibacesinde “Bu zikr olunan şuarânın ben dahı ol dîvânlarına nazar idüp her birinin dürr-i meknûn gibi kelimâtların görüp radiyallâhü teâlâ anhüm diyüp elfâz-ı ibârâtlarına özümüz teslim kılduk. Pes eyle olsa her birinün dîvânlarından niçe yâdigârlarından bir mikdâr ebyâtın zabt idüp bir araya cem idüp mertebesi üzere yazdum. Hurûf-ı teheccî üzre nazîrelerin elhak niçe müddet buna cidd-i belîğ ve cehd-i bî-dirîğ idüp elhamdü li’llâh zuhûra getürdüm ve ismin Câmiü’n-Nezâ’ir kodum.” (İnce 1985, 1) ifadeleriyle nazire mecmuasını meydana getirirken şiirleri, bizzat şairlerin divanlarından seçtiğini ifade etmektedir. Yine Ahdî Tezkiresi’nde Sabrî Çelebi’nin bugün kayıp olan mecmuasını “Ebyât-ı şuarâ-yı mütekaddimîn ve kelimât-ı fuzelâ-yı müteahhirînün dîvânların tetebbu” ederek meydana getirdiği bilgisi vardır (Solmaz, 2005: 378). Oldukça hacimli bir mecmua sahibi olan Ahmed bin Musa, hatime bölümünde eserini hangi beklentilerle ve hangi yöntemlerle tertip ettiğini anlatır. Buna göre kendisinin de dâhil olduğu ma‘ârif ile ma‘rûf olan ahbabın sohbet meclislerinde yârân mâbeyninde söylenen dürr-i kelimât-ı ulûmun derc edilmesini mecmuasının tertip yöntemi olarak kaydeder." (Kafadar, 2012: 48) Mecmualar, medeniyetimizin anahtarları yitik hazine sandıklarıdır. İçinde ne olduğunu bilmeden sakladığımız bu sandıklar, bazen adeta nobran ve vandalca muameleler görmüştür. Yine de korunabilenlerden elimizde kalanlar bize başka hazinelerin "harita"sını bile sunmuştur. Hâdî’nin "Saray Şehrengizi", Behiştî’nin "Vize Şehrengizi" bu sandıklardan çıkan "harita"lardan bazılarıdır. Bizim ele aldığımız mecmua ise bir "şiir sandığı"dır. 172• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 1. Kayıp Hazinelerden Bir Şiir Sandığı: Mecmua-ı Eşar Süleymaniye Kütüphanesi, 34 SÜ-TARLAN 67/1 numarada yer alan ve 111 varak olan yazma eserin bizim okuduğumuz 1a-54a varakları arasında 320 gazel, 20 adet de tahmis, muhammes, muaşşer vb. musammatlar bulunuyor. Yazmada en çok şiiri bulunan şairler ve şiir sayıları şöyle: Sâbit (37 gazel), Bâkî (30 gazel), Rûhî (27 gazel), Kâdı (25 gazel), Yahyâ (14 gazel), Fuzûlî (12 gazel), Nef'î (12 gazel), Nâbî (11 gazel), Feyzî (7 gazel), Hayâlî (6 gazel), Necâtî (5 gazel), Riyâzî (5 gazel), Vahdetî (5 gazel)... Yazma eserde her sayfa iki sütundan oluşuyor. Her şiirin başında şairin adı başlık olarak kırmızıyla yazılmış. Ayrıca mahlas beyitlerindeki mahlaslar da kırmızıyla yazılmış, kırmızı ile yazılmayan mahlasların üzerine kırmızı çizgi çekilmiş. Metnin çok büyük bir bölümü eğik satırlardan oluşuyor. Her sayfada 3-4 gazel yer alıyor. Her sayfa, arasında iki dikey çizgi ile iki sütuna ayrılmış. Bununla birlikte tek sütuna yazılan az da olsa şiirler de var. Seçilen şiirler sadelik barındıran, söyleyiş kolaylığı olan, terkip yoğunluğu az, halk söyleyişlerine yer veren, bazen konuşma dili havasında, Türkçe kelime oranın fazla olduğu metinlerden oluşuyor. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda seçki yapan mürettibin özellikle yalın şiirleri seçtiği anlaşılıyor. Seçilen bu şiirlerin lirizminin çok güçlü olmadığını söyleyebiliriz, öyle ki Fuzuli, Baki, Nef'i gibi lirizmleriyle tanınmış şairlerin seçilen gazelleri divanlarındaki diğer gazellere göre lirizm bakımından zayıf; fakat dilleri oldukça sade. Gazellerin önemli kısmında Türkçe deyim olması mecmua için şiir seçiminde deyim tercihinin de ön planda olduğuna bir işaret sayılabilir. Bu deyimlere şu beyitleri örnek verebiliriz(deyimler italik yazılmıştır, mahlasın yanında varak numarası belirtilmiştir): Dün gice ol gazâlı kaçırmış ağyâr gülâb İtler gibi aradı bu gice yatak yatak Bâkî(5b) Aldanma eger tilkülenürse sana ağyâr O kilâb kuzucağum dahı bilmezsin o kurdı Tîğî (6b) Âteş-i hasret ile yandı kül oldı bedenüm Öldürür cevri beni 'âkıbet olmam iflâh Ciddî (7a) Dün bir ehl-i derde 'ışķuŋ çâresin sordum didi Ya seferdür ya tahammül ikiden hâli degül Rûhî (16a) Tâlib olsam bulmam mı sen put-ı ra'nâyı ben Bu meseldür Tanrısın bulur nigârâ isteyen Askerî (51b) Mecmuada bazı, okunuşu zor olacağı düşünülen kelimeler harekelenmiş; ama bu harekeli kelimelerin sayısı oldukça az. Mecmuanın özenli ve güzel bir imlası var. Yine de bazı yerlerde yazım hataları mevcut. Ayrıca bazı eklerin yazımında farklılıklar var. Benzer redif ve kafiyeli metinler çoğunlukla art arda sıralanmış. Zemin şiirler ile onların nazirelerine peş peşe yer verilmiş. Yine bazı aynı vezinli gazeller birbirini takip etmiş. Mecmuada yer alan bazı şiirler yayımlanan divanlarda bulunmamaktadır. Örneğin; Sen seni bil sen seni saŋa gerekse seni Sen seni bulmayınca bilemezsin sen seni Ruhi (7a) Süleymaniye Kütüphanesi, 34 Sü-Tarlan 67/1 Numaradaki Yazma Eserin 1-54 Varakları Arasında Yer Alan Şiirler Hakkında Değerlendirme • 173 Olubdur nûr-ı hak ile sirişte Anuŋ çün yârüme dirler ferişte Fuzuli (18a) Yazılmış ism-i a'zam vechine şâhum kitâb-âsâ Kelâmu'llâh-ı nâtıkuŋ söz nedür intihâb-âsâ Nabi (40b) Kangı dilber cevr iderse 'âşık-ı şeydâsına Söz budur bi'l-ittifak 'âsi olur Mevlâsına Baki (41a) matla'lı şiirler, şairlerin divanlarında yer almıyor. Fuzuli başlığı altında yer alan ancak mahlas beyiti bulunmayan (46a) numaralı gazel de Fuzuli divanında yok. Ayrıca bazı şiirler mecmuada divana göre daha fazla beyite sahipken bazıları ise mecmuada divana göre daha az beyitle yer alıyor. Sütun ve sayfa sonlarında şiir bitmeyip diğer sayfa ve sütunda devam ediyorsa sütun ve sayfanın sonunda; ayrıca yine sütun ve sayfanın başında kırmızıyla "ve lehu" ifadesi geçiyor. Şiir sütun ve sayfa sonlarında bitiyorsa sonunda kırmızıyla yazılmış "mim" var. Ayrıca tek sütuna yazılan şiirlerin sonunda takip eden sayfanın ilk kelimesine (reddade, ayak) yer verilmiş. Şiirler incelendiğinde bazı şiirlerin de şairleri belirtilmemiş olduğunu görüyoruz. Ayrıca pek çoğunda vezin kusurları bulunmakta. Bazı mısralarda vezne göre eksik kelimeler varken bazı mısralar fazla kelime barındırıyor. Bu da müstensihin dikkatsizliğinden, edebi bilgisinin yetersizliğinden ya da şiirleri aldığı kaynaklardaki hatalardan meydana gelmiş olabilir. Yazmada bazı kopukluklar, eksiklikler olduğunu şiirlerin farklı devam etmesinden bir de bazen kullanılan reddadeden anlıyoruz. Mecmua tertibinde belli bir düzen bulunmuyor. Mecmuada şiirleri bulunan şairlerin önemli kısmı biyografi kaynaklarında yer almıyor. Mecmuayı kimin ne zaman yazdığına dair metinde bir kayıt yok. Yine mecmuada derleyenin eseri meydana getirme amacı ve derleme yöntemini anlatan sebeb-i telif bölümü de bulunmamaktadır. Sonuç Latin harflerine çevirdiğimiz ve incelediğimiz bu mecmua deyimler ve dönemin söz dağarcığını tanımada yardımcı olacaktır. Bu çalışmada mecmua kavramı ve adı geçen mecmuanın teknik özellikleri de açıklanmaya çalışılmıştır. Günümüzde ulaşılabilen mecmua sayısının on bin civarında olduğu düşünülürse mecmuların sadece Latin harflerine aktarılması bile büyük bir kıymet taşır. Kaynakça Aynur, Hatice, Müjgan Çakır, Hanife Koncu, vd (2012). Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları 7: Mecmûa: Osmanlı Edebiyatının Kırkambarı. İstanbul: Turkuaz yay. Aydemir, Yaşar (2001). "Şairlerin Edebî Kişiliğinin Tesbitinde Mecmuaların Rolü", Türk Kültürü, S. 464, s.731-744. Aydemir, Yaşar (2002). "Şiir Mecmuaları ve Metin Teşkilinde Mecmuaların Rolü", Bilig, S.19, s.149-157. 174• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Aydemir, Yaşar (2007). "Metin Neşrinde Mecmuaların Rolü ve Karşılaşılan Problemler", Turkish Studies-Türkoloji Araştırmaları - International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 2/3, s.122-137. Aydemir, Yaşar (2011). “Biyografi Kaynağı Olarak Mecmualar”, Klâsik Türk Biyografi-Bildiriler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, s. 86-100. Edebiyatında Bursalı Mehmed Tâhir (1997). Müntehebât-ı Mesâri‘ ve Ebyât, (Haz. O. Kemal Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları TAVUKÇU), Ersoy, Ersen XIV-XVI. Yüzyıllar Arasında Yazılmış Bazı Şiirleri İhtiva Eden Bir Mecmua ve İbn-i Ömer’in Şiirleri İnternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Winter 2013 s. 249-266. Gıynaş, Kamil Ali, Şiir Mecmuaları Hakkında Yapılan Çalışmalar Bibliyografyası Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yıl: 2011, Sayı: 25, Sayfa: 245-260. Gürbüz, Mehmet; Şiir Mecmualarının Kaynakları Üzerine Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Ankara, Volume 8/1 Winter 2013, p. 315-322, Gölpınarlı, Abdulbaki, Hafız Divanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011. Harmancı, M. Esat (2007). Süheylî Dîvânı, Ankara: Akçağ Yayınları. İnce, Ferit (1985). Eğridirli Hacı Kemal – Câmi‘ü’n-Nezâ‘ir (Bayezid Genel Kitaplığı No: 5732, 455 yaprak) 1-35 Yapraklardaki Şiirlerin Çeviri Yazısı, Yayımlanmamış Bitirme Tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi. Kafadar, Cemal (2012). “Sohbete Çelebi, Çelebiye Mecmua”, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları VII, Mecmua: Osmanlı Edebiyatının Kırkambarı, (Haz.: Hatice Aynur, Müjgan Çakır, Hanife Koncu, Selim S. Kuru, Ali Emre Özyıldırım), İstanbul: Turkuaz Yayınları, s. 43-52. Levend, Agah Sırrı, (1984) Türk Edebiyatı Tarihi Giriş, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,. s. 166-167. Mengi, Mine, “Bir Şiir Mecmuası Hakkında”, Ankara Üniversitesi Türkoloji Dergisi, C. VII, Ankara, 1997. SOLMAZ, Süleyman (2005). Ahdî ve Gülşen-i Şu‘arâ’sı (İnceleme – Metin), Ankara: AKM Yayınları. TANYILDIZ, Ahmet; Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Cilt: 5 Sayı: 21 Volume: 5 Issue: 21 Bahar 2012 Spring 2012 UZUN, Mustafa (2003). “Mecmua” İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı. C. 29, s. 265-268. ZÜLFE, Ömer (2011). “Biyografik Bilgiler Açısından İki Nazire Mecmuası”, Sosyal Araştırmalar Dergisi, 18: 151-169. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 175- 182 Gül Sevgi Karaca • Çocuk Tiyatrosunda Toplumsal Cinsiyet Özet Bu çalışmada model oyunlarla çocuk tiyatrosu ve toplumsal cinsiyet ilişkisi çalışılacaktır. Toplumsal cinsiyet, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılır. Toplumsal cinsiyet kodlamaları, çocukluktan itibaren, aile, okul ve medya aracılığıyla kişiye işlenir. Çocuk tiyatrosu da bu kodlamaların işlenmesi konusunda gayet etkin bir rol oynamaktadır. Çocuk tiyatromuz hâlihazırda, çocukların gündeminden uzak, didaktik oyunların etkisindedir. Bu bağlamda, kimi zaman, eşitlikten uzak, ataerkil düzenin devamının sağlanmasına yönelik toplumsal cinsiyet kodlamalarına da -bilinçli veya bilinçsiz- katkıda bulunduğu ileri sürülebilir. Anahtar Kelimeler: Çocuk tiyatrosu, toplumsal cinsiyet, oyun yazımı. Gender In Children’s Theatre Abstract This study will examine children's theatere and gender relation with model plays. Gender, women and men to identify social and cultural societies to distinguish between these two type of format, is used to describe social roles given to them. Codes of gender process through family, school and the media from childhood. Children's theater is also very active in the processing this codes. At present, our children's theater is influence of didacticism and issues which far away from children’s agenda. In this context, children’s theatre sometimes can contribute far from equality, intended continue the patriarchal codes of gender-consciously or unconsciously. Keywords: Children’s theatre, gender, playwriting. • [email protected] 176• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Çocuk tiyatrosu kavramı, bugün yüklediğimiz anlamları içermeye yirminci yüzyıl itibarıyla başlar. Bundan önce çocuklar tiyatroda usta-çırak ilişkisi içinde bulunabiliyor ya da günümüzde müsamere olarak adlandırdığımız etkinliklerde sahneye çıkıyorlardı. Bilinçli çocuk tiyatrosunun başlangıcı Stanisvlavski’nin sahnelediği Maeterlinck’in Mavi Kuş’u olarak kabul edilir. Bu anlamda Rusya ön plana çıkmıştır, Amerika ve Fransa’da da dikkate değer çalışmalar yapılmıştır. 68’de öğrenci hareketlerinin etkisiyle Almanya’da oluşum gösteren GRIPS ise toplumsal gerçekçi çocuk tiyatrosu anlayışıyla ortaya çıkmış, çocuk tiyatrosuna yeni bir açılım kazandırmıştır. Ülkemizde de 1935’te Muhsin Ertuğrul’un yoğun çabasıyla temelleri atılan çocuk tiyatrosu çalışmaları, 1973’te yine Muhsin Ertuğrul ve Haldun Taner’in teşvikiyle kurulan AÇOK’la (Anadolu Çocuk Oyunları Kolu) sürer, GRIPS’in toplumsal gerçekçi anlayışını benimseyen tiyatro, uzun yıllar hem sahneledikleri oyunlar hem de çocuk tiyatrosuna dair fikirleriyle ülkemizde önemli bir boşluğu doldurmuştur. Günümüzde ülkemizde çocuk tiyatrosuna dair olumlu çalışmaların olduğunu söylemek mümkündür ancak çoğunlukla kontrolü sağlanamayan korsan çocuk tiyatrolarının tamamen hatalı dil ve söyleme sahip oyunları çocuklara sunduklarını bilmekteyiz. Çocuk tiyatrosu en kaba tanımıyla, profesyonel ve her biri birer pedagog olmak zorunda olan oyuncular tarafından çocuklara sunulan gösteridir. Sahne yapısı, yaş grubu, dekor-kostüm biçimi, oyunculuk anlayışı ve pedagoji yıllar içinde çocuk tiyatrosunun tartışılan ve uygulamaya tam olarak geçilemese de belli çözümler üretilmiş elemanları olmuştur. Bugün uygulamada sıkıntı yaşasak da, çocuk tiyatrosunun parmak sallayarak öğreten, didaktik bir dile sahip olmaması gerektiğini, 5-7, 7-12, 12-15 olmak üzere üç yaş grubu hedeflenerek yazılması ve sahnelenmesi gerektiğini, 12-15 yaş grubuna gelinceye dek çerçeve sahneden kaçınılması gerektiğini, oyuncunun samimiyetsiz ve çocuksu tavırlardan kaçınması gerektiğini, dekor ve kostümün işlevsel, çocuğun hayal gücünü beslemeye yönelik bir tavra sahip olması gerektiğini biliyoruz. Çocuk tiyatrosunun, en çok beslendiği kaynaklardan biri olan masalların ise son yıllarda toplumsal cinsiyet rollerine olan katkıları birer birer ortaya çıkmaya başlamıştır. Tüm çocuk oyunlarında özellikle masalsı ve fantastik çocuk oyunlarında da bu etkinin uzantılarını görmek mümkündür. Gerçekçi çocuk tiyatrosu ise belli bir pedagojik eğilime sahip olduğundan, oyun yazım sürecinde pedagoglarla işbirliğini öngördüğünden, bu doğrultuda yapıldığı takdirde bu tip yanlışlara düşmekten kurtulmaktadır. Bu çalışmanın amacı toplumsal cinsiyetin çocuk dünyasına etkilerini göstererek, model alınan çocuk oyunlarındaki, bu üstü kapalı dayatmaları tespit etmek, en az didaktizm kadar ciddi bir sorun olan toplumsal cinsiyetin çocuk tiyatrosundaki yansımalarını ortaya çıkarmaktır. Toplumsal Cinsiyet Rollerinin İnşası Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir kavramdır. 1970’lerden itibaren toplumsal cinsiyet konusunda üç önemli aşama kaydedilmiştir. Birinci aşamada, çalışmaları yapanlar kadınerkek farklılıklarının biyolojik özelliklerden kaynaklandığını düşünmektedirler. İkinci aşamada, öğrenilen cinsiyet rolleri ve toplumsallaşmanın etkisi üzerine yoğunlaşılır. Üçüncü aşamada ise toplumsal cinsiyetin tüm sosyal sistemlerde Çocuk Tiyatrosunda Toplumsal Cinsiyet • 177 merkezi bir rolü olduğu belirlenmiştir. Böylece toplumsal cinsiyet pek çok alanda analizlere katılmış bir alan olarak ön plana çıkmıştır. 1 Çoğu zaman sorgulanmadan kabul edilen ve “doğal” olduğu düşünülen farklılıklar aslında toplumsallaşmanın bir ürünüdür, kadınların erkeklere tabi olmasına neden olan toplumsal ilişkileri de bu sürecin bir sonucudur. Mesela annelik ve “kadınsılık” ilişkisi biyolojik değil, toplumsaldır. Kadının naif, yumuşak başlı, duyarlı ve duygusal olmasının anne olmasından ileri geldiği öne sürülür ancak kadın anne olduğu için hırçın, aşırı korumacı, sert de olabilir. 2 Yani kadın ve “kadınsılık” arasında kurulan bağ biyolojik değil toplumsaldır. “Kadınlar anne oldukları için fedakar değiller, kadınların fedakar olmaları beklendiği için annelik de fedakarlıkla tanımlanıyor.” 3 Toplum tarafından öngörülen cinsiyet kalıplarına göre, kadın sevecen ve fedakar, sessiz, ayrıntıcı, duygusal, tek eşliliğe yatkın, insan ilişkilerine duyarlı ve dedikoducudur. Erkeğinse, zihinsel yaratıcılığı yüksektir, sorumluluk duygusu güçlüdür, yönetmeyi bilir, erk sahibidir, rasyoneldir, çok eşliliğe yatkındır, teknoloji ve nesnelere ilgi duyar, saldırgandır. Oysaki bunlar toplumsal cinsiyetin kişilere yüklediği kalıpyargılardır. 4 Peki, bu roller nasıl böylesine benimseniyor ve çoğu zaman sorgulanmaz hale geliyor? Bu noktada kişinin toplumsallaşma süreci devreye girmektedir, birincil toplumsallaşma diye adlandırılan, aile ve diğer yüz yüze ilişkileri ifade eden süreç ve ikincil toplumsallaşmanın yaşandığı eğitim kurumları, medya gibi daha dış etkenlerin oluşturduğu süreç. 5 Aslında henüz çocuk doğmadan toplumsal cinsiyet rolleri şekillenmeye başlıyor. Uzun sessizliklerde “kız doğdu” denilen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, erkek çocuk henüz doğmadan daha değerli olmayı başarıyor. Hemen ardından yine ailenin beklentisini yansıtan isimler devreye giriyor, çoğunlukla kız çocuklarına daha naif, yumuşak, duygusal isimler (Sevgi, Çiçek, Duygu, Gül vb.) koyulurken, erkek çocuklara erk bildiren, hırs, dayanıklılık, azim ifade eden isimler (Yılmaz, Hakan, Savaş, Hıncal, Aslan vb.) koyulması tercih ediliyor. Araştırmalar, erken çocukluk evresinde ebeveynlerin kız ve erkek çocuklara farklı davrandıklarını ortaya koyuyor. Kızlara karşı daha korumacı, erkeklere karşı daha cesaretlendirici davranılıyor, aynı şekilde erkek çocuğun yaptığı yaramazlık deyim yerindeyse bıyık altından gülerek karşılanırken kız çocuğunun yaramazlığı daha büyük tepkilere neden oluyor. 6 Çocukların oyuncakları da bu şekilde ayrılmaktadır, kız çocukları bebeklerinin annesi olup, toplumsal rollerinin en önemlisine adapte olurken, evcilik oynayarak eve bağlılıklarının provasını yaparlar ve fincanlar, çay takımlarıyla oynarlar. Buna karşılık erkeklerse ev dışına çıkmaya teşvik eden arabalar, gücü temsil eden tanklar ve süper kahramanlarla oynarlar. 7 Oyuncak ve çocuk ilişkisinde bir diğer dikkat çekici detaydan Ümit Görgülü, metalaştırılan Bkz. Prof. Dr. Yıldız Ecevit, “Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisine Başlangıç”, Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi, T.C Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, Mayıs 2012. s. 4 2 Bkz. Doç. Dr. Aksu Bora, “Aile, Ataerkillik ve Toplumsal Cinsiyet”, Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, Eskişehir, T.C. Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim Fakültesi Yayını, Haziran 2012, ss. 86- 87 1 A.g.e., Doç. Dr. Aksu Bora, s. 87 A.g.e., Doç Dr. Aksu Bora, s. 86 5 A.g.e., Doç Dr. Aksu Bora, s. 86 6 A.g.e., Doç Dr. Aksu Bora, s. 89 7 Melek Özlem Sezer, Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, Mart 2012, s.79. 3 4 178• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ çocuk kavramına dikkat çektiği makalesinde bahseder, Hitler’in iktidara geldiğinde Alman çocuklara savaşan oyuncak askerler dağıttığını ve 6-7 yıl sonra savaşmaya hazır ordu mensupları elde ettiğini belirtip günümüz gençliğinin oyuncaklarına dikkat çekiyor; Barbie gibi, zayıf, mümkünse sarı saçlı, tek tip genç kadınlar ve Action Man gibi kaslı, güçlü, tek tip genç erkekler… 8 Yönlendirmeler bununla da kalmaz. “Oğlanı düğün dernek sünnet ederiz, böylece erkekliğiyle gurur duymayı öğrenir (ve erkek olmanın bir bedeli olduğunu!) Kızın kadınlığa geçişi böyle törenle olmaz, bedenin gelişimi onun için doğaldır. Sessizce utanç ve sıkıntıyla geçer, hatta bazen annesinden bir tokat yer (kadınlığın bedeli bir kerede ödenip bitmez!).” 9 Bu yönlendirmeler, okul hayatında da sürer, okul kitaplarında erkek/baba figürü çalışırken, kadın/anne figürü ev işlerinden sorumludur. Kadın/anne figürü çalışsa bile, hemşirelik, öğretmenlik gibi toplumsal normlarda dişil görülen meslekleri icra eder. Toplumun algısı sanat, eğitim bilimleri, sağlık bilimleri, insan hakları gibi konuları “kadın işi” olarak tayin eder. 10 Çocuk “hayatı” bu kitaplardan öğrenirken öğretmenlerinin çoğunun kadın ama çoğunlukla müdürünün erkek olduğunu zihninin köşesine yazar. 11 Okul kadar önemli olan bir diğer toplumsallaşma süreci medyadır. Medya, reklamlarla, dizilerle, filmlerle hatta haberlerle toplumsal cinsiyetin temelini oluşturduğu toplumsal düzenin devamlılığına yardım eder. Medyanın sunduğu toplumsal cinsiyet rolleri klişeler üzerinde temellenir. “Kadınlar kurban, erkekler canavardır” Burada kadına acırken edilgenliğini de kabulleniriz, erkek ise canavardır ama öznedir. Bir diğer klişe kadınların fettan, erkeklerin saf olduğudur ki burada da kadın özne olabilmiş ancak gücünü kötüye kullanıp, erkeği baştan çıkararak erkeğin hayatını mahvetmiştir. 12 Yine medya kadınların çok çok ince olması gerektiğini dayatmaktadır ve bu her geçen gün daha fazla genç kızın yeme bozukluğu rahatsızlıklarını yaşamasına sebep olmaktadır. Masallar, çocuk tiyatrosunun en çok beslendiği alandır ve masallar da toplumsal cinsiyetin getirdiği kalıpları uygular ve mevcut toplumsal yapının devamını hedefler. Zaten bir yere kadar anlatı geleneğiyle günümüze ulaşmış masalların, toplumun düşüncesinin aksini söylemesi, yenilikçi, çığır açıcı nitelikte olmaları beklenmez. Bu özelliklere sahip masalların var olmuş olduğu ama günümüze ulaşamadıkları düşünülmektedir. 13 Masallarda çoğunlukla karşımıza çıkan kalıplarıysa şöyle sıralamak mümkündür; maceraya atılan prensin ödülü prensestir. Prenses ancak erkek kılığında veya ona sahip çıkacak- cinsel olarak ona ilgisi olmayacağı özellikle belirtilmiş erkeklerle dışarıdaki dünyada yer alabilir (yaşlı bir amca, hancı veya en bilindik örnek olarak yedi cüceler) ya da tutsak edilmiştir ve/veya belli bir baskı altında tutulmaktadır. Prensesin tutsak edildiği kuyu, kule gibi öğeler fallik sembollerdir. Cam, bekâreti, kırmızı ise kızlıktan kadınlığa geçişi sembolize eder. Prensesin dünyanın en iyisi ve en güzeli olmak dışında bir özelliği yoktur, son derece edilgendir. Prens ise maceracı, gezgin, savaşçı özellikleriyle karşımıza çıkar. Yenilmesi imkânsız canavarları yener, aşılması imkânsız yolları aşar ve ödülünü yani prensesi alır. Bir M. Ümit Görgülü, “Meta”laştırılan Çocuk/luk ve Çocuk Tiyatrosu” Dramatik, İstanbul, Bahar 2012, s. 124. A.g.e. Doç. Dr. Aksu Bora, s. 85. 10 Firdevs Gümüşoğlu, Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet 1928-2013, İstanbul, Kaynak Yayınları, Mart 2013, ss. 43- 50 11 A.g.e. Doç. Dr. Aksu Bora, s. 85 12 A.g.e. Doç. Dr. Aksu Bora, ss. 85-86 13 A.g.e., Melek Özlem Sezer, ss. 15-16 8 9 Çocuk Tiyatrosunda Toplumsal Cinsiyet • 179 şekilde dışarıda var olmuş prenses ise, evlilikle birlikte tekrar evcimen yaşamına geri döner. Prensesin ödülü prens değil, evliliktir. Edilgen olmayan bir kadın ya çirkin bir büyücü ya da femme fatale bir karakter olarak karşımıza çıkacaktır, Pamuk Prenses’in üvey annesi gibi. Masallarda güzel olmayan bir kızın, güçlü olmayan bir erkeğin kabul görmesi çok uzak ihtimaldir ve sayıca çok az masalda mevcuttur. Masal hep en güzeli, en güçlüyü konu alır. Masallar, kadını güzelliğiyle, erkeği ise aklı veya gücüyle tanımlar. Bağımlı kadını yücelir, bağımsız kadını cezalandırır. 14 Çocukluk evresinde tüm bu toplumsal kodlar kişiye yerleştirilir. Olumsuz özellikleri, ataerkil düzeni korumaya yönelik olduğu için daha çok kadınlar üzerinde görülse de, erkeklerde de güçlü olunması gerektiğine karşı oluşturulan yoğun baskı sonucu strese bağlı rahatsızlıkların daha sık görüldüğü belirlenmiştir. 15 Kadınlarda toplumsal cinsiyetin yarattığı baskılar elbette daha fazladır. Tüm sistem erkek egemen toplumu devamlı kılmak üzere şekillenmiştir. Ayrıca tarih boyunca süregelen kadından korkma gerçeği de bunu teşvik etmiştir, kadın daha doğal olarak tanımlanır ve bu doğallık “annelik” ve “ölmeden kanama” yetisine dayandırılır, bu nitelikler kadını anlaşılması güç ve ürkütücü kılar. Kadınlar bu sebeple tarih boyunca çeşitli kültürlerde ikincilleştirilmiştir. 16 Sebebi ne olursa olsun devam eden düzen içinde her ne kadar gelişim gösterildiyse de kadının toplumsal cinsiyetin dayattığı rolden sıyrılabildiğini söylemek güçtür. Çağdaş kadının bağımsızlık korkusu, özellikle ön plana çıkan bir kavramdır. Tüm bu kodlamalarla yetişmiş kadınlardan derhal bağımsız bir kişilik oluşturmaları bekleniyor, üstelik geleneksel beklentiler hala sürerken. Bu şartlarda kadın, iş yaşamında yırtıcı ve tuttuğunu koparan bir bireyken, eve geldiğinde ev işlerinden, çocuk bakımından sorumlu, sevecen ve fedakâr bir bireye dönüşmek zorundadır. 17 “Kadınların başarılarıyla kuracakları ilişki için yol gösterici, sağlıklı bir kültürel arka plan yoktur. Onlar erkeğin başarısının dayanağı olmak üzere eğitilmiştir. Bunun doğal sonucu olarak kadın, başarılarında başkalarının payını abartırken, başarısızlığın sorumluluğunu hemen üstlenir. Sanki başarısı partnerininkini aşıyorsa, bu ilişkiye ihanet anlamına gelirmiş gibi ya da erkeğin diğer başarılarının daha üstün olduğunu kanıtlama yoluna ya da erkeğin desteği olmadan bunları yapamayacağını söyleyerek başarısını kocasına mal eder.” 18 Günümüz kadınına cazip gelen ev kadını olmak değildir, okumak, meslek edinmek, meslek icra etmektir ancak burada dikkatle incelenmesi gereken nokta bunun yine erkek kaynaklı olduğudur. Kız çocuğunun bu tercihi hak değil, babasının ona verdiği özgürlüktür. Günümüz kız çocuğu babasının projesidir ve anne, kızının değil kocasının projesinin başarısını desteklemek için kızının dış dünyadaki varlığını sürdürmesi uğruna evdeki işleri yapmaktadır. Yani toplumsal cinsiyet rolleri ilk bakışta görünenin aksine tıkır tıkır işlemektedir. 19 Kadının tüm bu kodlanmış rol ve arka planı, bağımsızlığını, hatta bağımsızlığa cesaret etmesini dahi engellemektedir. Bu bilgiler ışığında, çocuk tiyatrosunun da toplumsal cinsiyete A.g.e., Melek Özlem Sezer, ss. 17. A.g.e. Doç. Dr. Aksu Bora, s. 89 16 A.g.e. Doç. Dr. Aksu Bora, s. 97 17 A.g.e., Melek Özlem Sezer, ss. 67-68 18 A.g.e., Melek Özlem Sezer, s. 70 19 A.g.e., Melek Özlem Sezer, ss. 72-73 14 15 180• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ etkisinden bahsetmek gerekir. Toplumsal kodların aktarımında çocuk oyunu yazarları da isteyerek veya istemeyerek etkili olmuşlardır. İncelediğim oyunların çoğunda, kadın/ anne figürü ve erkek/ baba figürü toplumsal kodlara uygun hareket etmektedirler. Bu durum çocuk, hatta hayvan karakterlerde de değişmez, kız ve erkek, güçsüz ve güçlü yansılanır, kadın- erkek hiyerarşisi korunur. “Bir tiyatro oyununda, çocukların erkek ve kadın şahıslar karşısında nasıl tepki gösterdikleri konusunda yapılan bir araştırmaya göre (7-12 yaş çocuklarında) erkek çocukların %74’ü, kız çocukların da %64’ü kendi cinsiyetinde olanları seçmişlerdir. (X² = 12; P. 01). H. Wallon’un da işaret ettiği gibi, genel olarak kendi cinsiyetlerini seçmiş olmakla beraber, söz konusu tercihte bir asimetri vardır. Yani, erkek çocuklar bu yaşlarda, kadın olma fikrini şiddetle reddettikleri halde, kız çocuklara, erkek olmak düşünüsü çok ters düşmemektedir.” 20 Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin bir maddesinde belirtildiği üzere, “Tam bir eşitlik için toplumsal rollerde değişiklik gerekmektedir.” Toplumsal cinsiyet rollerinin inşasında çocuk tiyatrosunun etkilerini görmezden gelmek veya çocuk tiyatrosundan bu konuda bir eşitliğin oluşması yolunda faydalanmamak ancak naiflik olabilir. Çocuk tiyatromuz hâlihazırda, çocukların gündeminden uzak, didaktik, rejisi, oyunculuğu, dekoru ve kostümü yanlış- hatta zararlı- yorumlanmış oyunların kuşatmasından tam olarak kurtulmuş değildir, bir de toplumsal cinsiyet kodlamalarına katkıda bulunupbilinçli veya bilinçsiz- eşitlikten uzak, ataerkil düzenin devamının sağlanmasına ortak olmaktadır. Tiyatro, yapısı gereği öncü ve dönüştürücüdür, bu alanda da üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Ormanın Bekçileri- Ülker Köksal Sevginin para ve/veya güce karşı vereceği mücadeleyi kazanacağı mesajını veren oyun, çevre duyarlığını da fon olarak kullanıyor. Ana çatışma Kara Oduncu’nun, Mavi Bekçi’nin karısı Maviş’i elde etmek istemesiyle kuruluyor ve bu uğurda ormanı yakıp yıkmaya başlıyor. Kara Oduncu artık kendisini ormanın sahibi ilan etmiştir. Mavi Bekçi’nin ormandaki dostları ve çocukların komşu köylere yazdıkları mektuplara cevap veren köylüler sayesinde orman kurtuluyor, Kara Oduncu yeniliyor ve tüm köy eski huzuruna tekrar kavuşuyor. Oyunda Mavi Bekçi’nin sürekli destekçisi iki çocuk; Ayşe ve Mehmet karşımıza çıkmakta. Ayşe ve Mehmet birer küçük çocuk olarak oluşturulmuş olsalar da toplumsal cinsiyet kalıplarından nasibini almış karakterler. Mehmet’in çocukça davranmaya hakkı varken, Ayşe daha anaç, Mehmet’i adeta toparlıyor. Üzülecek bir durum olduğunda Ayşe’nin ağlama özgürlüğü var fakat Mehmet’in sessiz ve sinirli olması bekleniyor. Orman için savaşma fikri ortaya atıldığında Kaşıkçı buna gücü olmadığını etraflıca açıklarken karısı Sepetçi çocuklarının olduğunu özellikle belirtiyor. Çocukların sorumluluğu Sepetçi’nin üzerinde ancak Kaşıkçı’nın aklına dahi gelmediğini görüyoruz. Yine kalıpyargılar doğrultusunda yemek yapmanın kadın işi olması dolayısıyla Dede, Nine’nin yemeklerine laf ediyor ve Nine bu durumda zayıf bir kadın olduğu ve “hayattaki en büyük başarısına” laf edildiği için ağlayarak tepki veriyor. Oyunda kalıpların dışına sadece bir yerde Sepetçi çıkıyor ve Kara Oduncu’nun karşısına dikiliyor, Sepetçi iyi ve cesur bir kadın karakter olacakken, kocasının müdahalesi, 20 Neriman Samurçay, “Çocuk Psikolojisi Açısından Tiyatro”, s. 26. Çocuk Tiyatrosunda Toplumsal Cinsiyet • 181 Kara Oduncu’nun ayaklarına kapanmasıyla affediliyor. Kadın ne söylemiş olursa olsun, erkekler arasındaki iletişim daha önemli oluyor. Ve en önemlisi, Maviş, Mavi Bekçi’nin eşi olmasının dışında iyiler iyisi bir karakter, başka bir özelliği yok, kaçıp saklanmak durumunda kendisini savunamıyor, çoğunlukla kendisinin yerine Mavi Bekçi konuşuyor, Maviş kocasına hak veriyor. Kara Oduncu, Maviş’i görür görmez almaya çalışarak, Mavi Bekçi’ye dahi bunun için para teklif ederek Maviş’i bir eşya gibi gördüğünü ortaya koyuyor, Kara Oduncu’nun kötü karakter olması dolayısıyla bunu görmezden gelmeyi seçebiliriz ancak Maviş’i seven kocasının da aksi yönde herhangi bir hareketini görmüyoruz. Ayrıca Maviş, sadece iyi ve güzel olduğu için var oluyor, oyundaki tek genç ve mesleksiz yetişkin kendisi. Gökten Kaydı Üç Yıldız- Ülker Köksal Oyun sahip olunanların ancak paylaşılırsa anlamı olacağını, ancak kişiyi bu şekilde mutlu edeceğini anlatıyor. Kendilerini fakir, güçsüz, çirkin ve akılsız olarak tanımlayan üç çocuk karakterle karşı karşıya geliyoruz bu oyunda. Fatma fakir ve çirkin olduğunu söylüyor, para ve güzellik diliyor, Mehmet, akılsız olduğunu söylüyor, kimsenin onu dinlemediğinden yakınıyor ve insanların ona boyun eğmesini diliyor, Ahmet’se çok güçsüz olduğu için çocukların oyunlarına almadığını söyleyip, herkesi yenebilecek/dövebilecek kadar güç diliyor. Bu güçlerle mutlu olamayacakları mesajını verecek olan oyun, bir mesaj daha veriyor aslında burada. Bir kızın sevilebilmesi için güzel veya zengin, bir erkeğin kabul görmesi içinse güçlü, akıllı veya erk sahibi olması gerekir sonucu çıkıyor. Hatta sonrasında Fatma’ya zenginlik veriliyor fakat güzellik verilmiyor ve ironik bir niyetle altın güzelleştirir dedirtiyor yazar Fatma’ya. Aynı zamanda yine mutsuzluk karşısında kızın ağlaması, erkeklerinse sinirli olması öngörülüyor yazar tarafından. Çalınan Melek- Kerem Gökçer Çocuklara çalışmaları gerektiği öğüdünü veren, didaktik bir dilden kaçmaya çalışsa da bu hataya sıkça düşen oyun, Can ile Canan kardeşlerin babaannelerinde geçen bir gününü anlatıyor. İlk başta sahnede bir kedi ve bir köpeğimiz var, cinsiyet özellikleri henüz verilmeden, birbirine cinsiyetçi hitaplarından hangisinin dişi hangisinin erkek olduğunu anlıyoruz. Elbette ikisi içinde daha güçlü kabul edilecek köpek Bonbon erkek, kedi Pamuk dişidir. Can ve Canan geldiğinde de taraf tutma ve sevme tercihlerini hemcinsi hayvanlar yönünde kullanır. Yine Pamuk’un güzelliği, Bonbon’un güçlü ve akıllı oluşu övülür. Dişi karakterlerin, anaç, toparlayıcı, erkek karakterlerinse tembel ve oyuna düşkün olduğu sürekli vurgulanır. Bu oyunda da Canan adeta büyümüş de küçülmüş bir kadın, Can ise gerçekten çocuktur. Kaynakça Çocuk Tiyatrosu. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, 1979. Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar. Genel Koordinatör Doç. Dr. Müjgan Bozkaya. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim Fakültesi Yayını, Haziran 2012. Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi. Genel Koordinatör Prof. Dr. Levend Kılıç. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim Fakültesi Yayını, Mayıs 2012. Türkiye'de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları: Eşitsizlikler, Mücadeleler, Kazanımlar. Derleyenler Hülya Durudoğan, Fatoş Gökşen, Betil Emrah Oder, Deniz Yükseker. İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınlar, Eylül 2010. 182• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Ertuğrul, Muhsin. Benden Sonra Tufan Olmasın. İstanbul: Remzi Kitabevi, Temmuz 2007. Fine, Cordelia. Toplumsal Cinsiyet Yanılsaması. Çeviren Kıvanç Tanrıyar. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2010. Goldberg, Moses. Tiyatro ve Çocuk. Çeviren Funda Özşener. İstanbul: Mitos-Boyut, 2008. Gümüşoğlu, Firdevs. Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet 1928-2013. İstanbul: Kaynak Yayınları, Mart 2013. İpşiroğlu, Nazan, ve Zehra İpşiroğlu. Çocuk Kültürü. İstanbul: Mavibulut Yayınları, 1997. Köksal, Ülker. Çocuk Oyunları. İstanbul: Mitos- Boyut Yayınları, 2012. Kuyumcu, Nihal. Çocuklarla Tiyatro, Eğitimde Tiyatro. İstanbul: Papirüs Yayınevi, 2003. Nutku, Prof. Dr. Özdemir. Oyun, Çocuk, Tiyatro . İstanbul: Özgür Yayınları, Ekim 2006. Onur, Bekir, Toplumsal Tarihte Çocuk. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 1994. Özertem, Dr. Tekin. Türkiye'de Çocuk Tiyatrosu. Kültür Bakanlığı Yayınları , Ağustos 1979. Schneider, Wolfgang. Çocuklar İçin Tiyatro. Çeviren Ayşe Selen. İstanbul: Mitos Boyut, 2005. Sezer, Melek Özlem. Masallar ve Toplumsal Cinsiyet. İstanbul: Evrensel Basım, Mart 2012. Kuyumcu, Nihal. Çocuk Tiyatosu. İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, Ocak 2000. Yörükoğlu, Atalay. Çocuk Ruh Sağlığı. İstanbul: Özgür Yayınları, Ekim 2010. Yörükoğlu, Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. İstanbul: Özgür Yayınları, Eylül 2007. B-MAKALELER Ahrens, Thomas. «Çocuk Tiyatrosu Oyuncularına Birkaç Söz.» Tiyatro Tiyatro, no. 80 (Nisan 1998): 46-47. Baykul, Yalçın. «Bir Model Olarak Grips I.» Yeni Tiyatro, no. 3 (Ocak-Şubat 2008): 42-46. Baykul, Yalçın. «Bir Model Olarak Grips II.» Yeni Tiyatro, no. 4 (Mart-Nisan 2008): 19-22. Baykul, Yalçın. «Yaratıcı Drama mı? Oyun ve Tiyatro Pedagojisi mi?» Yeni Tiyatro, no. 2 (Kasım- Aralık 2007): 36-39. Denizer, Ümit. «Çocuk Tiyatrosunda Tavır Saptama.» Tiyatro Tiyatro, Nisan 1989: 24-25. Ertuğrul, Muhsin. «Çocuk Tiyatromuz.» Şehir Tiyatrosu, no. 429 (1981) Görgülü, M. Ümit. « “Meta”laştırılan Çocuk/luk ve Çocuk Tiyatrosu.» Dramatik, Bahar 2012. İpçeken. «Yirmi Senelik Bir Tiyatro.» Darülbedayi, no. 57 (1935) Samurçay, Neriman. «Çocuk Psikolojsi Açısından Tiyatro.» Tiyatro Araştırmaları Dergisi, no. 7 (1978). C-TEZ Mutlu, Deniz. «"İlkokul Dönemi" Çocuk Tiyatrosu Uygulamalarında Sahne Tasarımının Etkileri.» Doktora Tezi. İzmir, 1991. http://www.assitej.org.tr/. http://www.grips-theater.de/. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Kongresi: 183-191 Ebru Aklar • Modern Sanat Akımlarının Kostüm Tasarımına Etkileri ve Postmodern Kostüm Tasarımı Özet 20. Yüzyıl'ın başlarında ortaya çıkan modern sanat akımları arasında özellikle Fütürizm, Gerçeküstücülük ve Bauhaus, kostüm tasarımınlarına doğrudan etkili olmuştur. Bu akımlar içerisinde yaratılan sahne yapıtları için tasarlanan kostümlerin günümüz Postmodern Tiyatro yapıtlarına da dolaylı yoldan etkisi bu makalenin konusu olacaktır. Her ne kadar Postmodern döneme ait eserlerin temel özellikleri arasında yer alan üslupsuzluk, kostüm tasarımlarını da belirli bir kategoride değerlendirmeyi imkansız kılsa da, çağdaş sanatın geçmiş dönemlerden izler barındırdığı yadsınamaz. Bu makalede özellikle Fütürizm ve Bauhaus akımlarında sahne kostümleri analiz edilerek, 1970 sonrası Performans Sanatı'ndan itibaren günümüze kadar olan süreçte bedenin ve onun üzerindeki kostümün gösteriye olan katkısı incelenecektir. Anahtar kelimeler: postmodernizm, bauhaus, fütürizm, kostüm tasarımı, performans sanatı Influence of The Modern Art Movements on Costume Design and Postmodern Costume Design Abstract Amongst the modern art movements which were emerged the beginning of the 20th century, specially Futurism, Surrealism and Bauhaus, were directly effective on costume designs. This article's subject will be the indirect influence of those costumes to the creations of today's Postmodern Theatre concept. However, between the basic characteristics of art works which are belong to Postmodern era, incongruity is doing impossible to make assessment of costume designs in a specific category but it can not be deny that contemporary art carries traces which come from the past. Through this article, costume designs in Futurism and Bauhaus movements and in Performance Art after 1970's will be analysed with an examination of the contribution of the body and its costumes to the performance. Keywords: postmodernism, bauhaus, futurism, costume design, performance art • KOÜ, SBE, Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı, Dramatik Sanatlar Disiplinlerarası Yüksek Lisans öğrencisi 184• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ GİRİŞ Postmodernizm 1970'lerin başlarından itibaren tüm sanat dallarında geçerlik kazanmaya başlamıştır. Birbirini izleyen, birbirine tepki olarak doğan tüm sanat dallarında olduğu gibi postmodern sanatı da takipçisi olduğu modern sanattan farklı kılan birçok değişimler, kavramlar ve görüşler kaydedilmiştir. Ancak postmodernizmin henüz bir akım mı, hareket mi olduğu ve modernizme tepki olarak doğup doğmadığı tartışılmaktadır. 1 Gösteri sanatları kapsamında ele alınabilecek Performans Sanatı, tiyatro kadar şiiri, müziği, dansı da içerebilen sınırsız bir yaklaşımlar bütünüdür. 2 Performans Sanatı'nın kökenleri fütürist gösterilere ve hatta Bauhaus Sahnesi'ne kadar uzanır. Sanatçılar gösterilerde vücutlarını bir araç, bir "malzeme" olarak kullanırlar. Ahu Antmen bu durumu şu şekilde aktarır: "1915'te yayımlanan "Fütürist Sentetik Tiyatro" manifestosu, bedenini kullanmak isteyen sanatçılara, "çeşitli durumları, duyuşları, fikirleri, olguları ve simgeleri birkaç sözcüğe ya da harekete sığdırarak ifade etmelerini" önermiştir. " 3 Fütürist Sentetik Tiyatro'daki gösteriler, 1960'ların sonlarından itibaren gündeme gelen Performans Sanatı'na oldukça yakındır. Kostüm olarak bakıldığında ise Performans Sanatı'nda beden bir tür sanatsal malzeme olarak kullanıldığından dolayı sanatçının kendi bedeni bir anlatım aracına dönüşür. Sırp sanatçı Marina Abramovic, Thomas'ın Dudakları adlı performansında çıplak vücudunun karnına çizilmiş yıldız resminin üzerinden jiletle geçer. Kübalı sanatçı Ana Mendieta ise Hayat Ağacı'nda vücudunu çimen ve toprakla kaplayıp bir ağaca yaslanarak kadın vücudunun tabiatla ilişkisini sorgular. Tablo 1: Marina Abramovic, Thomas'ın Dudakları, 1975- 2005 * KOÜ, SBE, Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı, Dramatik Sanatlar Disiplinlerarası Yüksek Lisans öğrencisi 1 2 3 Yamaner, 2007:27 Antmen,2008:219 Antmen, 2008: 221 Modern Sanat Akımlarının Kostüm Tasarımına Etkileri ve Postmodern Kostüm Tasarımı • 185 Tablo 2:Ana Mendieta, Hayat Ağacı, 1976 Bununla beraber, Fütürist sahnede zaman zaman canlı oyuncuların yerine kuklalar da kullanılmıştır. 1918 tarihli Fotunato Depero'nun tasarımı olan Plastik Danslar'da bunun örneği görülebilir. Fütüristlerin kuklayı tercih etmelerinin sebebini Ruth Markus şu şekilde açıklar: "Fütüristler mekanik sahneyle oyuncuları bütünlemek, bir bütün haline getirmek istemişlerdir. Çoğu zaman bu sahnedeki parçalar gerçek oyuncular tarafından oynanmıştır. Onları, mekanik hareketler ve mekanik kostümlerle insan görünümünden çıkarıp mekanik sahneyle birleştirmişlerdir." 4 Tablo 3: Fotunato Depero, Plastik Danslar, 1918 1920'lerde Bauhaus'ta kurulan "sahne atölyesi" ise, bir sanat okulu bünyesinde kurulan ilk performans atölyesi olarak bilinmektedir. Bauhaus Sahnesi, Oscar Schlemmer'in yönetimindeyken resim, heykel, dans, tiyatro gibi farklı disiplinleri buluşturan deneysel bir 4 Markus, 1999: 159 186• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ atölye olarak işlev görmüş; disiplinlerarası bir sanatsal anlayışın temellerinin atılmasında önemli rol oynamıştır. 5 Bauhaus dansları arasında yer alan Form Dansı, Çubuk Dansı gibi çeşitli danslar öğrenciler tarafından geliştirilmişse de Schlemmer, deneyimli dansçılar ve oyuncularla birlikte de prova yapmıştır. Schlemmer bu deneyimlerinin sonucunda doğal ve yapay figürün yani insan ve kuklanın bir sentezine ulaşmıştır. Tablo 4: Bauhaus Dans Kostümleri, 1920'ler Fütürizmin ve Bauhaus'un kukla oyuncuları 80'lerde Julie Taymor'un tasarımlarında yeniden canlanmışlardır. Özellikle Edgar Allan Poe'nun kısa hikayesi Hop-Frog'dan senaryolaştırılan Fool's Fire adlı filmde içlerinde oyuncular olan büyük kukların tasarlandığı gözlemlenir. 80'ler boyunca tasarladığı ve yönettiği oyunlarda kuklavari karakterlere yer vermesi Julie Taymor'un işlerinin karakteristik özelliklerindendir. 5 Antmen, 2008: 222 Modern Sanat Akımlarının Kostüm Tasarımına Etkileri ve Postmodern Kostüm Tasarımı • 187 Tablo 5: Julie Taymor, Fool's Fire, 1992 Tablo 6: Julie Taymor, The King Stag- Carlo Gozzi, 1984 188• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 1980'lerin sonu ve 1990'ların başından günümüze kadar adından sıklıkla bahsedilen Postmodernizm'de yönetmen Robert Wilson'un çalışmaları dikkat çekicidir. Ayşın Candan'ın belirttiği gibi; "Günümüz sanatı için, özellikle de 1980 sonrası yaratıcı etkinliklerin sınıflandırılmasında sıkça kullanılan "postmodern" deyimi, çağdaş tiyatro görünümleri arasından en çok Robert Wilson'un sahne yapıtı için geçerlidir." 6 Wilson'un yapıtlarına bakıldığında Gerçeküstücülük akımındaki sanatçıların yarattıkları dünyalardaki figürlere benzer varlıklar görülür. Wilson'un çıkış noktası Gerçeküstücü akımla özdeşleşmese de bir bakıma görünümsel olarak gerçeküstücü özellikler barındırır. Ayşın Candan'ın bu konudaki değerlendirmesi şu şekildedir: "Oyunlarındaki varlık gösteren figürler, az konuşan insanlar, düş yaratığı gibi beliren tarihsel kişilikler, masal boyutlarında dev ya da minyatür nesneler, fasulye ağaçları, konuşan hayvanlardır. Bu bakımdan sanatçının yapıtı Artaud'un tiyatrosuyla koşutluk içinde görülür. Ama tarihsel gerçeküstücülükle özdeşleşmeyen çok farklı bir çıkış noktası olduğu da yadsınmaz." 7 Robert Wilson'un çalışmalarında da gözlemlendiği üzere, postmodern kostüm tasarımlarında idealize edilmiş bir kolaj söz konusudur. Postmodern tasarımlar, tüm dönemlerin, stillerin ve akımların bir karışımı olabilir. Örneğin, bir dönemin silüetini yansıtan kostümler çağdaş kumaşlarla yapılabilir. Bu konuda Güzin Yamaner'in verdiği örnek şöyledir: "... birçok postmodern Shakespeare yapımında bugünün deri, metal düğmeler, zincirler ve botlarından oluşan savaşçı sokak giysileriyle geçmişin askeri giysileri birbirine karışmaktadır. Burada amaç, geçmişin daha geleneksel ve renkli askeri döneminin yerine "barbar video- rock askerlik görüntüsünü" sunmak olacaktır. Bu düşünce mesafeli bir resimsel imajı göstermekten daha çok "askerlik" ideası için seyircide bilinçaltıyla algılanan düzeyde bir yanıt oluşturmaya yöneliktir. Böylece kostümler seyircinin bilinç altındaki fiziksel duyarlığına fiziksel- dokunumsal bir saldırı olarak gerçekleştirilmektedir." 8 Tablo 7: Robert Wilson, Shakespeare's Sonnets, 2009 6 7 8 Candan, 2013: 183 Candan, 2013: 184 Yamaner, 2007: 100 Modern Sanat Akımlarının Kostüm Tasarımına Etkileri ve Postmodern Kostüm Tasarımı • 189 Türk Tiyatrosu'na baktığımızda ise, son dönemlerde sahnelenen oyunlarda postmodern etkinin izlerine rastlayabiliriz. Örneğin, Kemal Aydoğan'ın yönettiği Shakespeare'in Hamlet oyununda Bengi Günay'ın tasarımında, bazı karakterlerin kostümleriyle oyuncuların prova kıyafeti gibi duran giysileri bir arada kullanılır. Burada, örneğin Hamlet'in babasının hayaletinin giydiği askeri kostüm, günümüze dair simgesel anlamlar yüklenerek oluşturulmuştur. Yine, Kemal Başar'ın yönettiği Shakespeare'in Romeo ve Juliet oyunu için Canan Göknil'in tasarladığı kostümlerde görüldüğü üzere modern parçalarla dönemsel etkinin hissedildiği parçalar bir arada kullanılmıştır. Aynı şekilde, Nurullah Tuncer'in yönettiği ve tasarımlarını yaptığı Meşa Selimoviç'in Derviş ve Ölüm'ünde dönemi yansıtan kostümlerle stilize edilerek karakteri yorumlayan parçalara yer verilmiştir. Tablo 8: Kemal Aydoğan, Hamlet- Shakespeare, 2014 Tablo 9: Kemal Başar, Romeo ve Juliet-Shakespeare, 2010 190• KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Tablo 10: Nurullah Tuncer, Derviş ve Ölüm -Meşa Selimoviç, 2009 Sonuç olarak, çağdaş sanatın biçimlenmeye başladığı 1970'lerden günümüze gösteri sanatlarındaki kostüm tasarımlarında izlenen gelişim süreci bağlamında modern sanat akımlarının etkileri hissedilmektedir. Postmodern dönem olarak ele alınan süreçte kostümler ve çıplak beden birer sembol olarak kullanılmaktadır. Üslupsuzluğun belirgin bir özellik olarak görüldüğü tasarımlarda dönem ve stil birlikteliği aranmamakta, oyunun karakterlerine yüklenen simgesel anlamlar önem kazanmaktadır. Bu bağlamda modern sanat akımlarından Fütürizm, Bauhaus ve Gerçeküstücülük akımlarının gösteri kostümlerine getirdiği yeniliklerin postmodern döneme katkıları önemli ve etkili olmuştur. Kaynakça Kitaplar ANTMEN, Ahu; 2008, 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, İstanbul, Sel Yayıncılık CANDAN, Ayşın; 2013,Öncü Tiyatro ve Digital Çağda Gösterim, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları YAMANER, Güzin; 2007, Postmodernizm ve Sanat, Ankara, Algıyayın Makaleler ARONSON, Arnold; Postmodern Design, http://www.columbia.edu/~apa4/pdfs/Aronson_pomodesign.pdf, (26.01.2014) GÜLLÜ, Fırat; 20.Yüzyıl Tiyatro Tarihi Avantgarde'ın Tarihidir, http://www.bgst.org/temel-metinler/20-yuzyil-tiyatro-tarihi-avantgardein-tarihidir , (26.01.2014) MARKUS, Ruth; Futurist Scenography: From Revolutionary Theory to Practice, http://en.ruthmarkus.com/wp-content/uploads/2013/01/futurist-scenography.pdf, (26.01.2014) Görseller www.brooklynrail.org, (26.01.2014) www.artwhat.tumblr.com, (26.01.2014) www.chavdron.blogspot.com, (26.01.2014) www.douban.com, (26.01.2014) Modern Sanat Akımlarının Kostüm Tasarımına Etkileri ve Postmodern Kostüm Tasarımı • 191 www.uncubemagazine.com, (26.01.2014) www.rosswolfe.wordpress.com, (26.01.2014) www.arisschindler.com, (26.01.2014) www.michaelcurrydesign.smugmug.com, (26.01.2014) www.msmagazine.com, (26.01.2014) www.theatre.ru, (26.01.2014) www.sfgate.com, (26.01.2014) www.enquirer.com, (26.01.2014) www.robertwilson.com, (26.01.2014) www.vliegendevederlander.blogspot.com.tr, (26.01.2014) www.ibb.gov.tr, (26.01.2014) www.ihhsan.blogcu.com, (26.01.2014) www.kocaeli.bel.tr, (26.01.2014) www.tiyatrodunyasi.com, (26.01.2014)
© Copyright 2024 Paperzz