hastalık hikâyem - hastalikhikayem

HASTALIK
HİKÂYEM
2014
Hazırlayanlar
Prof. Dr. Cengiz YAKINCI
Prof. Dr. Hasan KAVRUK
Prof. Dr. Saffet TÜZGEN
ISBN
: 978-605-85726-3-8
Baskı : Pasifik Ofset
Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1
Baha İş Merkezi A blok Kat: 2
34310 Haramidere - İstanbul
Tel: 0212 412 17 77
Sertifika No: 12027
Tasarım
: Mega Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş
Elifnur Kirez
Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1
Baha İş Merkezi A blok Kat: 2
34310 Haramidere - İstanbul
Tel: 0212 412 17 00
Baskı Tarihi
: Ağustos 2014
© Bu kitabın yayın hakları Bezmiâlem Vakıf Üniversitesine ve hazırlayanlara aittir.
İzinsiz, kısmen veya tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz
ÖNSÖZ
Hikâyeler, ders kitaplarının kuru ve didaktik öğretim tarzından farklı
olarak sıcak, duyarlı ve empatik söylemleriyle duygularımıza hitap eden,
hayatın içinden bildik ve tanıdık yüzlerin öykülerine yer veren özgün metinlerdir. Hikâyeler insanların içinde yaşadıkları hayata ve kendilerine
bakabilecekleri bir aynadır. Hastalıkları hikâye tadında anlatmak da şüphesiz ki insanlığa yeni bir ayna tutmakta ve tıp eğitimine farklı bir boyut
kazandırmaktadır. “Hastalarımız bizlere kitaplarımızdan daha çok şey
öğretir.” diyen doktor Latham, bu sözüyle ayna görevi gören bu öykülerin
önemini vurgular.
Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanlığı
ile üniversitenin Kültür-Sanat ve Edebiyat Kulübü öğrencilerinin birlikte düzenlediği “Hastalık Hikâyem-2014” adlı ödüllü hastalık hikâyeleri
yarışması, ikinci yılında ayna görevi üstlenmeye gönüllü olarak hem
sağlık çalışanlarını hem de hikâyelerini paylaşmak isteyenleri bir araya
getirdi. Yarışmaya 56 farklı ilimizden ve dört farklı ülkeden toplam 365
öykü gönderildi. Gönderilen öyküler ön jüri üyeleri Yrd. Doç. Dr. Cemil
Gülseren, Uzm. Dr. Atilla Özcan, Yrd. Doç. Dr. Salim Durukoğlu, Arş.
Gör. Bahar Doğan ve Türkçe öğretmeni Kevser Akın tarafından değerlendirilerek jüri üyelerine sunuldu. Prof. Dr. Nilgün Bozbuğa, Prof. Dr.
Mukaddes Eşrefoğlu, Prof. Dr. Mahmut Kaplan, Prof. Dr. Hasan Kavruk,
Prof. Dr. Cengiz Yakıncı, Yrd. Doç. Mehmet Emin Ağar ve Yrd. Doç.
Mahmut Gürgan’ın bulunduğu jüri, hikâyelerin son değerlendirmelerini
yaparak dereceleri belirledi. Birinciliği “Hayalimdeki Gelincik” hikâyesiyle Ece Atalay, ikinciliği “Eşikten Öte” hikâyesiyle Ali Boz aldı. Yarışmanın
üçüncülüğünü “Rüya Çarşıları” hikâyesiyle Fatih Ordu ile “Lösemili Kız
ve Gitarist Çocuğun Şarkısı” hikâyesiyle Cemre Belçim Gölbaşı paylaştı. Yarışmada derece alan katılımcılara ödülleri 14 Mart 2014 tarihinde
Bezmiâlem Vakıf Üniversitesinde düzenlenen Tıp Bayramı etkinliğinde
takdim edildi.
Elbette ki bu projede asıl amaç insanları yarıştırmak değildi. Hastalıkları hikâye yoluyla anlatma fikrini bir yarışma yoluyla insanlara duyurmak, bu sayede daha güzel hikâyelerin ortaya çıkmasını sağlamaktı. Bu
III
amaçla yarışmaya gönderilen hikâyelerin 29 adedini “Hastalık Hikâyem
2014” adlı kitap içerisinde sizlerle buluşturuyoruz.
Yarışmaya ve hikâyenin sıcaklığına kucak açan Bezmiâlem Vakıf
Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet Akça’ya, Mütevelli Heyeti
üyelerine, Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Belce’ye,
Fakülte Sekreteri Yunus Yinanç’a, yarışmaya hikâyeleriyle katkı veren
tüm katılımcılara, emeklerini esirgemeyerek hikâyeleri değerlendiren ön
jüri ve jüri üyelerine, emeği geçen üniversite çalışanlarına sağlık eğitimine verdikleri katkılardan dolayı teşekkürlerimizi sunuyor, yarışmamızın
başladığı günden bugüne proje için bizlerden desteklerini esirgemeyen
Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Saffet Tüzgen’e şükranlarımızı iletiyoruz.
Başlanılan bir işi sonuçlandırmak yapılan işi taçlandırır. Yarışmanın sonucunu görmek şüphesiz ki bizleri mutlu ediyor ancak hastalık
hikâyelerini konu alan yarışmaların bir sona bağlanmadan, kısa sürede
tüketilen bir fikir olmadan giderek yaygınlaşmasını ümit ediyoruz. Tıp
eğitimine katkı sunduğunu düşündüğümüz bu hikâyelerin eğitimin yanı
sıra hasta, hasta yakınları ve sağlık çalışanlarının ilişkilerini istenilen
düzeye getireceğine ve geliştireceğine inanmaktayız. Hep birlikte daha
iyiye, daha güzele ulaşmak dileğiyle…
Prof. Dr. Cengiz Yakıncı
Prof. Dr. Hasan Kavruk
IV
SUNUŞ
Doktor olmak daha ilk adımı olan kayıt gününden sonra hastaları dinlemektir. Onlarla yaşamaktır. Onları anlamaya çalışmaktır. Anlamanın yollarından en etkilisi ise; onun haliyle hâllenmektir. Nasraddin Molla’nın vecizesiyle “Damdan düşeni anlamak için
damdan düşen olmaktır.”
Bazen hastalar hekimin kendisine vakit ayırmadığından, kendilerini ifade edemediklerinden bahseder. Bazen de hekimler
vakit verilse de hastaların kendilerini ifade edemediklerinden yakınırlar.
Biz bu eserde fırsat verilirse hastalara kendilerini, yaşadıklarını nasıl edebi ve etkili anlatabildiklerini, hislerini aktarırken bizi
nasıl hislendirebildiklerini gördük.
Okurken zaman zaman gözyaşlarınızı tutmakta zorlanacağınız bu hikâyelerin her biri bir roman veya tiyatro eseri olabilecek
niteliktedir.
Hepimiz ya hastayız ya hasta yakını ya da tedavi ediciler. Bu
hikâyelerden hepimizin öğreneceği çok şey var.
Oku, Şayet Sana Bir Hisli Yürek Lazımsa
Oku, Zira Onu Yazdım İki Söz Yazdımsa
M. Akif
Şiir tadında hikâyelerle her zamankinden daha çok hisli yüreğe ihtiyacımız olan çağımızda size de bir şeyler sunabilirsek
bahtiyar olacağız.
Prof. Dr. Saffet Tüzgen
Rektör
V
Kıssadan Hisse
Her hastalık bir hikâyedir, bir kıssadır. Kıssalardan çıkarılacak çok
hisseler vardır. Ama hekim olunca çıkaracağımız hisseler çoğu zaman
gözden kaçabiliyor.
Okuduğumuz tıp, okutan hocalarımız, tıp öncesi birikimimiz hastayı
makine, hastalığı ise bir madde haline soktu gözümüzde. Öyle olunca
da hasta derdini anlatır biz muayene ederiz, tetkik-tahlil-teşhis; tıbbî
veya cerrahî tedavi… ve vazifemiz bitmiş olur.
Hasta gözünde “evvel Allah, sonra siz doktor bey” sözüne “estağfurullah şifa Allahtan, biz de elimizden geleni yapacağız” demek yerine
neredeyse “evelallah ne demek, bu iş benim işim” edasıyla yaklaşan
insanüstü varlıklara dönüştük.
Oysa halk zaten öyle bir yere konumlandırır ki hekimi, diğer tüm
meslekler için kıskanılacak bir durumdur. Bu konumu beğenmemek
Allah muhafaza Hakk’ın gazabını mucip olur. Nemrut’u bir sinekle aciz
bırakan, en sağlam binaları bir gürültü ile yerle bir eden, bunu Allah bile
batıramaz dedikleri Titanic’i ilk yolculuğunda sulara gark eden Mevla,
bizi en güçlü olduğumuzu sandığımız anda ve en güçlü yerimizden
imtihan etse ne yapabiliriz.
Beyin cerrahisi asistanlığımın birinci yılında rabbim bize ilk yavrumuzu verdi. Hayatta en korktuğum şey özürlü bir evlat babası olmaktı.
Görme, işitme, ortopedik özürlü neyse de hele hele beyin özürlüsü!..
“Buyur ya kulum” dedi bana. Ömrünü beyni araştırmakla, beyni öğrenmekle ve beyin hastalarına hizmet ile geçireceksin. Belki bununla
gururlanacaksın. Oğlunun yüzde yetmiş olan IQ’sunu yüzde seksene
çıkar bakalım. Anne baba doktordu. Dayılar, yeğenler, kuzenler, sülalede yirmiye yakın doktor…
Hodri meydan dedi.
Haddini bil dedi.
VII
Bırak hastalarına “Sizi ben kurtarırım, ben yaparım, ben ederim demeyi
de kendi evladına tırnağını kesmeyi öğret, dört işlemi öğret, evin
sırlarını dışarı ifşa etmemeyi; kendisini dışarda bekleyen tehlikeleri fark
etmeyi, karını-zararını öğret” dedi.
Yapabildim mi? Her türlü eğitimcilerden özel eğitimler, çocuk gelişim
uzmanlarından, çocuk nörologlarından, çocuk psikiyatrlarından alınan
destekler ancak vicdanımızı rahatlattı. Bir arpa boyu yol alınamadı. Destekleri için tüm pedagog ve psikolog arkadaşlarıma teşekkür
ediyorum. Rabbime daha beterini vermediği için şükrediyorum ve artık
biliyorum ki daha beteri her zaman vardır. Daha beteri ne olabilir ki? Bir
çocuk yerine iki çocuğun böyle olması, şükür öyle olmadı ama oğlum
henüz üç yaşındaydı ki babamda hızla ilerleyen bir Alzheimer bizi bir
kere daha sarsarak uyandırdı. O çocuktu, bu erişkin… Yine doktorlar
yine MR’lar, yine ilaçlar… Sonuç: Giderek kaybolan zihni melekeler
onu en yakınını tanıyamaz hale getirirken, bizleri; evden kaçan, komşulardan açım deyip yemek isteyen, cebindeki sigaralar bitmesin diye
yollardan izmarit toplayan bir babanın peşinden koşturuyordu.
Bu oyunun son perdesini başına gelenler iyi bilir. Hane halkına her tür
küfür ve iftiradan tutunda; fizik şiddete kadar daha neler yaşanır.
Ama insanı olgunlaştıran çektiği çilelermiş. Bu sayede öğreniyor insan
dünyanın cennet olmadığını, basit, günlük eksikliklere üzülmemeyi,
hatta şükretmeyi, kahrın da hoş lütfun da hoş ya rabbi demeyi.
Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken.
Kahrında hoş lütfun da hoş
Gerek ağlat, gerek güldür,
Gerek yaşat gerek öldür,
Aşık Yunus sana kuldur,
Kahrında hoş, lütfun da hoş.
Elhamdülillah ala külli hal.
Prof. Dr. Saffet Tüzgen
VIII
İÇİNDEKİLER
Hayalimdeki Gelincik
Ece ATALAY................................................................................. 1
Eşikten Öte
Ali BOZ........................................................................................ 9
Sen Kimsin Anne?
Ayla ABAK. ................................................................................ 14
Bir Asırlık Bekleyiş
Nejla ŞEN.................................................................................. 20
Tülbent Kokusu
Ahmet EREN.............................................................................. 28
Psikolojik Demeden Önce
Derya TALAS.............................................................................. 35
Umut Yolu
Elif GELGİT................................................................................ 43
Yokluk
Enes Burak ŞENEL..................................................................... 51
Yedi Metre Karelik Esaretten Bir Karış Mutluluğa
Funda ÖZTÜRK.......................................................................... 59
Ve Zaman Kemirildi
Esra CERAN. ............................................................................. 70
Tükenip Gidiyor Ömür Dediğin
Arzu KILIÇ. ................................................................................ 75
Beyaz Esaret
Nurten AŞKAR............................................................................ 81
IX
Delirmek Sanattır
Ümmühan DURSUN. .................................................................. 88
Yol, Ev ve Mezarlar
Ahmet Can DEMİR...................................................................... 95
“ARA”yış
Mücahit TAŞDEMİR................................................................... 102
Hocam, Ben OKB miyim?
Meral HORUZ........................................................................... 109
Koku
Nuray IRMAK. ...........................................................................119
Yeni Hayat
Pınar GÜZELBEY KALE............................................................ 126
Seslensem Duyar mısın?
Derya YÜKSEL......................................................................... 134
Yaşlılık: Kaçınılmaz Bir Çöküş ve Kayıplar Dönemi
Arif ÇELEBİ.............................................................................. 142
Yasak Meyvenin Tadı
Eslem GÜNAYDIN..................................................................... 148
Suikast Notları
Mustafa GÜNEY........................................................................ 158
Ayrık Otu
Betül ÖZKUL............................................................................ 164
Dosta Veda
Emrah AKKAN.......................................................................... 168
Benim İmzam Gülüşlerim
Fatma DEMİR........................................................................... 175
X
Gregor Sanrısı
Gökhan SARIBIYIK................................................................... 184
Eğlencen Utancın Olmasın
Necip Fazıl İLBAK..................................................................... 192
Bedenim Bir Kafestir
Üstüngel ARI............................................................................. 197
Gülnihal
Ali Yücel KARA......................................................................... 203
XI
Hayalimdeki Gelincik
HAYALİMDEKİ GELİNCİK*
Ece ATALAY
Nerede olduğunu bile bilmediğim bir parkta, hayatımda hiç
görmediğim insanların arasında bir bankta oturuyorum. Saatin
kaç olduğundan haberim yok, evimin dahi nerede olduğunu karıştırıyorum. Bir ara gözüm, ablası olduğunu düşündüğüm bir
bayanın elinden sıyrılıp parka doğru koşan bir çocuğa takılıyor.
Çocuk, kafesten özgürlüğe kavuşan bir kuş gibi nereye gideceğini şaşırıyor. En sonunda rengârenk kaydıraklar dikkatini çekiyor küçüğün. Koşarak yaşıtlarının yanına gidiyor. Çocuklar, diye
düşünüyorum. Ne kadar çabuk kaynaşıyorlar. Sonra kendimi bir
düşünce selinde buluyorum. Kendimi öyle kaybediyorum ki, yanıma oturmuş olan bayanın sesiyle irkiliyorum:
“Çok güzel oynuyorlar değil mi?”
Sesi öyle güzel geliyor ki, tüm gün durmadan onu dinleyebilirim gibi hissediyorum. “Haklısınız, öyleler.” diyorum. Ancak yanağımın kızarmasını engelleyemiyorum. Bir kızın benimle konuşması bile kızarmama yetiyor. Ne aptalım diye düşünüyorum. Ben
yanağımın kızarmaması için uğraşırken bayanın bana gülümsediğini fark ediyorum. Bu daha da utanmama yol açıyor. Aklıma
çocukluğum geliyor. Babamdan gizli bisikletini kaçırıp binmeye
çalışırken düştüğümde babamın karşıma geçip söylediği cümleyi
anımsatıyor bana yaşadıklarım: “Kes sesini. Erkek adam ağlamaz, erkek adam utanmaz, erkek adam karı gibi zırlamaz. Bir
şey yaptıysan arkasında dur.” Babamdan bir kere daha nefret
ediyorum. Bize veda bile etmeden çekip gittiği zaman ona inat
sabahtan akşama kadar ağladığım günleri hatırlıyorum.
*Hastalık Hikâyem - 2014 Yarışması Birincisi
1
Hastalık Hikâyem - 2014
Çocukluğumdan kurtulup tekrar banka döndüğümde bayanın
hâlâ gülümsediğini görüyorum:
“Bunda bu kadar gülünecek ne var? Alt tarafı biraz utandım.”
diyorum, hislerimi gizlemek için. Bu sefer bayanın gülümsemesi latif bir kahkahaya dönüşüyor: “Siz neden bahsediyorsunuz?
Ben utanmanıza gülmüyorum ki. Sadece bakışlarınız çok şey
anlatmak istiyor gibi. Belki dert ortağı oluruz, bazen yaşadıklarınızı bir yabancıya anlatmak daha kolaydır, diye yanınıza geldim
ancak yaklaşık 15 dakikadır sadece gözlerimin içine bakıp gülümsüyorsunuz. Ben buna gülüyorum.”
Genç kadının ağzından dökülenler, bir masal gibi geliyor. Ben
hangi 15 dakikadır gözlerine bakıyorum, daha buraya geleli 15
dakika olmadı, diye düşünüyorum. Sonra dehşete kapılıyorum.
Bu, zaman kavramımı tamamıyla yitirmiş olduğum anlamına mı
geliyor? Bana ne olduğunu çözmeye çalışıyorum ama işin içinden bir türlü kurtulamıyorum.
“Ben… Özür dilerim bunu yaptığımın farkında de…”
Sözümün yarısında bayan, banktan aceleyle kalkıp parka
doğru koşuyor. Neler olduğunu anlamak için ben de peşinden
koşuyorum. Az önce kaydıraklara doğru delice koşturan çocuğun
yerde yattığını görüyorum. Banktaki bayanın gördüğüm çocuğun
ablası olduğunu o an fark ediyorum. Çocuğu yerden kaldırmasına yardım ediyorum, birlikte yaralarına bakıyoruz. Fazla bir yarası yok çocuğun. Ufak sıyrıklar sadece. Fakat küçük huysuzlanıyor, eve gitmek istiyor.
“Benim gitmem gerekiyor“ diyor sesine hayran kaldığım güzel. “Ancak yarın tekrar geleceğim. Eğer burada olursanız, tekrar
konuşuruz.”
Ne diyeceğimi bilmiyorum. Başıma ilk defa böyle bir şey geliyor. Kafamı sallıyorum. Gitmesine izin vermem gerektiğini biliyorum. Ancak içimden bir ses onu bırakma diye yalvarıyor. Tam
arkasını dönmüş, gidecekken: “Adınızı söylemediniz!” diye bağı2
Hayalimdeki Gelincik
rıyorum. Kısa bir süreliğine arkasını dönüyor:
“Beni zaten tanıyorsunuz.” diyor ve beni kendimle baş başa
bırakıyor. Nereye gideceğimi bilmeden yürümeye başlıyorum.
Her yer yabancı ama bir o kadar tanıdık gözüküyor gözüme. Arabaların vızır vızır geçtiği, kocaman binaların olduğu bir caddede
buluyorum kendimi. Kaldırımın kenarından yürümeye gayret ediyorum. Bir arabanın yanıma yanaştığını görüyorum sonra. Arabanın içindeki iyi giyimli bir adam ön koltuğun camını aralıyor:
“Murat, senin ne işin var burada? Hadi atla, seni eve bırakayım.” diyor. Bu teklif bana ilaç gibi geliyor. Arabaya biniyorum.
Sonunda tanıdığım biri, diye düşünüyorum. Mehmet, çalıştığım
iş yerindeki oda arkadaşım. Yol boyunca iş yerindeki tatsızlıklardan konuşuyoruz. Ona parkta tanıştığım kızdan bahsetmiyorum.
Bahsedersem büyüsü kaçacak gibi geliyor. Onu sadece biricik
dert ortağım anneme anlatacağım diye seviniyorum içten içe.
Sonunda eve geliyoruz. Teşekkür ediyorum Mehmet’e. O olmasa
evin yolunu bulamayacağımı söylemiyorum tabi.
Kapıyı açtığımda annemi mutfakta yemek hazırlarken buluyorum. Beni görünce seviniyor, uzun süredir dışarıda olduğumu,
merak ettiğini söylüyor. Daha nerede olduğumu sormadan ağzımdan kaçırıveriyorum parkta tanıştığım kızı.
“Sana gelin getireceğim anne.” diyorum. “Sesi güzel, yüzü
güzel, huyu güzel, her şeyi güzel bir gelin.” Sonra kendime gülüyorum. Nereden biliyorum ki tüm bunları? Birkaç konuşmayla
mı anladım huyunu suyunu? Ama anladım işte, diyorum. O, her
şeyiyle hayatımı adayacağım kız. Annem, şaşkın gözlerle bana
bakıyor. Karşıma oturtuyorum onu. Her şeyi anlatıyorum. İlk defa
annemi bu kadar buruk gülerken yakalıyorum. Benim mutluluğum karşısında gülümsüyor, ama sanki kalbinde bir yerlerde sakladığı bir şey var gibi hissediyorum. Çok üstelemiyorum annemi,
elbet çıkar ortaya diye düşünüyorum.
Evde benim koltuğum olarak bilinen koltuğa yerleşiyorum
3
Hastalık Hikâyem - 2014
hemen, neşeli olduğum zamanlarda yaptığım gibi. Televizyonda
çok bir şey yok. Çok fazla etkilemiyor beni. Hâlâ yaşadıklarımın
etkisindeyim. Her an bir yerden hayallerimdeki kız çıkacakmış
gibi hissediyorum. Çok geçmeden annem yemeğe çağırıyor.
“Döktürmüşsün yine Nilgün Sultan.” Diyorum. Sofrada annemde gözle görülür bir değişim olduğunu görüyorum. Benim mutlu
olmama sevinmiyor mu yoksa diye düşünmeden edemiyorum.
Ne olduğunu soruyorum anneme. Cevabı her seferinde: “Bir şey
yok oğlum. Bugün fazla ayakta kaldım herhâlde. Yorulmuşum,
ondan hâ lsizim biraz.” Oluyor. Hiçbir şeyin moralimi bozmasına
izin vermemeliyim diyorum kendime. Biraz hava almak için dışarı
çıkmaya karar veriyorum. Annem hiç karşı çıkmadan kafa sallıyor gidişime.
Tam köşeyi dönmüş, evden uzaklaşmaya başlamışken üşüdüğümü hissediyorum. Üstüme bir şeyler almak için eve dönüyorum. Şimdi geriye dönüp baktığımda keşke eve dönmeseydim
diye düşünmeden edemiyorum. Her şey daha farklı olabilirdi.
Üşümenin gerçekleri gizleyebileceğini kim bilebilirdi ki?
Kapıda durmuş anahtarımı ararken içeriden ağlama sesleri
geldiğini duyuyorum. Kulağımı sessizce kapıya dayıyorum sesleri duyabilmek için. Annemin sesi, hıçkırıklarının arasında boğuluyor. Hareket etmeden 5 dakika boyunca kapıda duruyorum.
Nihayet annemin sesi duyuluyor:
“Siz haklıydınız Doktor Bey. Sonunda ona bu gerçeği söylemem gerekiyor. Ancak öyle bir durumda ki, yıllardır oğlumu hiç
bu kadar mutlu görmemiştim. Eğer tüm bu yaşadıklarının kendi
hayal gücünün bir eseri olduğunu, aslında öyle bir kızın var olmadığını söylersem hayata küsecek. Benden hatta yeryüzündeki
her şeyden nefret edecek. Bana böyle bir günün geleceğini söylemiştiniz. Şimdi söyleyin Doktor Bey, nasıl derim ben oğluma?
Sen şizofrensin nasıl derim!”
Annemin feryatları tüm odayı doldururken arkama bakmadan
koşuyorum. Nereye gideceğimi ya da ne yapacağımı bilmiyorum.
4
Hayalimdeki Gelincik
Hayatta bir amacım olmadığını hissediyorum ansızın. Yaşamak,
mutlu olmak için bir nedenimin olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorum. Hayatınız koca bir yalandan oluşsaydı ne yapardınız? Şu
ana kadar belki de olduğunu düşündüğünüz her şey aslında var
olmayan, hayal ürünü şeyler olsa… Kendimi ardı arkası olmayan bir boşlukta hissediyorum. Sonra bir anda aklıma belki de
babamın düşündüğüm kişi olmadığı geliyor. Belki de o benim
sandığım gibi annem ve beni bir kadın için bırakıp gitmedi. Belki
de o… Bir an duraksıyorum. Ölmüştür… Hangisi içimi daha çok
rahatlatırdı bilmiyorum. Herhâlde bizden nefret ederek bir yerlerde nefes alması, bizi severek ölmesinden daha çok içimi yakardı.
Akıl sağlığımı yitirmekten korkuyorum. Tabi henüz yitirmemişsem. Neyin doğru neyin gerçek olduğunu ayırt edemiyorum.
Bir süre sonra yorulduğumu hissediyorum. Gecenin karanlığı
her yeri sarmışken hiçbir yer tanıdık gözükmüyor gözüme. Çareyi biraz dinlenmekte buluyorum. İçimin acıdığını hissediyorum
her nefeste. Gözyaşlarımın aktığını ise ancak rüzgârın suratıma
çarpmasıyla fark ediyorum. Yarım saat belki daha fazla oturuyorum nerede olduğunu bilmediğim bir bankta. Annem çok telaşlanmış olmalı diye düşünüyorum. Eve dönmeliyim. Yapamıyorum.
Böyle olmaktan nefret ediyorum. Belki de birazdan daha önce hiç
görmediğim biri gelecek şu köşeden. Benimle konuşacak, dertleşeceğiz saatlerce. Ama aslında o kişi ben olacağım. Yani benim
yarattığım biri olacak. Dışarıdaki insanlar kendimle konuştuğumu zannedecek. Gelen geçen gülecek arkamdan. Belki de farklı
olan ben değilim, insanlar. Gerçekleri görememek, gerçeklerin
var olduğunu değiştirmez…
Kendimi böyle düşüncelere bırakmışken yanıma birinin oturduğunu fark ediyorum. Annem elimi avuçlarının içine alıyor. Ağlamaya başlıyorum:
“Anne, o yaşıyor. Şu anda yıldızlara bakıp beni düşünüyor.
Biliyorum, o gerçek.”
5
Hastalık Hikâyem - 2014
Annem daha önce yüzünde milyonlarca kez gördüğüm teselli
edici gülümsemelerinden birini takınıyor yüzüne. Onu üzmekten
nefret ediyorum. Kendimden emin bir şekilde ellerimi ellerinden
çekip yanaklarına koyuyorum:
“Söz veriyorum anne. Eğer yarın parka gelmezse, doktora
kendi ayaklarımla gideceğim. Ama ben kendimden de, ondan da
eminim. Gelecek.”
Annem bu sefer daha umutla bakıyor yüzüme. Kabul ediyor
teklifimi. Eve gidiyoruz. Hayata karşı en büyük sınavımı vereceğim gece bitmek bilmiyor. Sıcacık yatağıma girdiğimde elimi kalbime götürüyorum:
“Göstereceğim onlara sevgilim.” diyorum. “Onlara senin yaşadığını göstereceğim. İşte o zaman kimseler karışamayacak bize.
Hayata yeni bir başlangıç yapacağız birlikte. Kimsenin seni üzmesine izin vermeyeceğim.”
O gece, hayatımda ilk defa, birinin hayaliyle uyuyorum.
Gözlerimi açtığımda midemde kelebeklerin kıpraştığını hissediyorum. Kalbim birazdan uçacakmış gibi atıyor. Üzerime en sevdiğim gömleği geçirip mutfağa koşuyorum. Annem, sofrayı hazırlamış beni bekliyor. Yanaklarından öpüp karşısına geçiyorum:
“Günaydın anneciğim.”
Annem beni karşısında görünce gülmeye başlıyor. Nedenini
soruyorum. Kahkahalarının arasında zar zor:
“Kızın karşısına pijamayla mı çıkacaksın a benim şaşkın oğlum.” diyor. Kafamı eğiyorum. Gömleğin altından sarkan pijamalarımı görünce ben de annemin kahkahalarına katılıyorum.
Annemle mükemmel bir kahvaltı ettikten sonra odama koşup
altıma pantolon geçiriyorum. Erkenden gidip beklemek istiyorum.
Onu kaçırmaktan öyle korkuyorum ki. Öncelikle mahalledeki çi6
Hayalimdeki Gelincik
çekçiye gidip bir gelincik buketi yaptırıyorum. Sonra parkın nerede olduğunu unuttuğum aklıma geliyor. Mehmet’i arıyorum. Beni
aldığı yeri soruyorum. Her şey öyle tıkırında gidiyor ki mutluluktan ağzım kulaklarımda geziyorum.
Park önceki güne göre daha dolu gözüküyor gözüme. Hemen
beraber oturduğumuz banka gidiyorum. Çevreme bakınıyorum.
Göremiyorum onu. “Daha telaşlanmak için çok erken.” diyorum
kendime. “ Daha yeni geldim.”
Her geçen saat, her geçen dakika, her geçen saniye içimdeki
umut ışığından bir parça alıp götürüyor. Akrep yelkovanı kovaladıkça hissizleşiyorum. Zamanı durdurmak istiyorum. Hayallerimin kadınının gerçekten de hayallerimde olduğuna inanmak
istemiyorum.
Güneş terk edince yeryüzünü, ayağa kalkıyorum. Ağladığımı
fark ediyorum bu sefer. Kalbimin milyonlarca parçaya ayrıldığını
hissediyorum. O parçaların üzerinde yürüdüğümü, bir daha hiçbir şeye güvenemeyeceğimi biliyorum. İçimdeki umut ışığı gibi
solmaya yüz tutmuş çiçek buketini çöpe atıp arkama bakmadan
terk ediyorum orayı.
Doktorun muayenehanesinin ağır kapısını açtığımda karşımda annemi ve solgun yüzünü görüyorum. Başından beri bana
inanmadığını fark ediyorum o an. İnanmış olsa burada olmazdı
diye hayıflanıyorum kendi kendime. Doktor, bana farklı bir dilmiş gibi gelen birkaç şey sıralıyor. Ne dediğinin önemi yok, diye
düşünüyorum. Vücudumdaki her bir hücrenin beynimle savaşta
olduğunu hissediyorum.
O gün, farkında olmadan hayatımın miladını yaşıyorum ben.
Yıllar süren ağır ilaç tedavileri sonuç vermeyince beş yıl önce
annemin arkadaşlarından birinin tavsiyesiyle bir doktora gidiyoruz. Elektroşok tedavisinden bahsediyor bize. El mahkûm, kabul
ediyoruz. O anlarımı anlatmak yıllar sonra bile çok zor benim için.
Çok acılı bir yılın sonunda doktor iyileşmemde büyük bir ilerleme
7
Hastalık Hikâyem - 2014
kaydettiğimizi söylüyor. Sevinemiyorum bile. İnsan böyle acılar
çektikten sonra neye sevinebilir ki?
Sonra, bir gün yoğun bir iş gününden sonra masama bırakılmış bir fotoğraf sergisi broşürü görüyorum. Oda arkadaşım
Mehmet’ in yerine gelmiş olan Hâlil zorla sergiye götürüyor beni.
Yorgun olduğumu, dinlenmem gerektiğini söylüyorum. Kabul etmiyor. Sergi çok dikkatimi çekmiyor. Hâlil, karşılaştığı arkadaşlarıyla sohbet ederken gözüme kestirdiğim bir koltuğa siniyorum
hemen. Etrafıma bakınıyorum. Koltuğun hemen yanında asılı
duran fotoğraf ilgimi çekiyor. O tanıdık gözleri ilk baktığım anda
tanıyorum. Hayallerimin kadını kucağında küçük bir çocukla gülümsüyor bana fotoğraf karesinden. Serginin sahibi yanıma geliyor fotoğrafa dikkatli baktığımı görünce.
“Ablam” diyor. “Onun elimdeki tek fotoğrafı bu. Ben 3-4 yaşlarındayken bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Onu hayal
meyal hatırlıyorum. Beni her gün mahallemizdeki parka götürür,
bıkmadan saatlerce oynardı benimle.”
Genç adamın daha fazla konuşmasına izin vermeden çıkıyorum oradan. Bir taksiye atlayıp yıllardır önünden bile geçmediğim parka gidiyorum. Hayallerimdeki kadınla oturduğum banka
gidiyorum vakit kaybetmeden. Yıllar önceki parkın yerinde yeller
esiyor şimdi. Eskiden çocukların zevkle yuvarlandığı, koşturduğu yeşillik yerini yabani otların çıktığı toprağa bırakmış. Oturup
ağlıyorum bir süre. Sonra, bankın yanında tek başına çıkmaya
çalışan cılız bir gelinciğe takılıyor gözüm. Diz çöküyorum ona
ulaşmak için. Gözyaşlarım akıyor toprağına. Kalkamayacağımı
hissediyorum. Gözkapaklarım yavaş yavaş ağırlaşırken yüzümde bir tebessüm oluşuyor. “Geliyorum” diyorum. “Yanına geliyorum benim küçük gelinciğim.”
8
Eşikten Öte
EŞİKTEN ÖTE*
Ali BOZ
Ayna, yaşamımın seçkin görüntülerini seriyor önüme. Karşımda iki uzun, muntazam bacak. Bükümlü, bitkin ama nasıl inatçılar! Titrettikleri şehri ayakaltı edip kenara çekilmiş, gıcır gıcır
koca tekerlerin önünde kıpırdamadan, mecburi geçit törenlerine
ev sahipliği yapıyorlar. Ziyaretçilerin çoğu iyi oyuncu. Beş dakika
odama uğramasalar ayıp ederler. Nasıl umut ve heyecan içindeler anlatamam! Zannedersiniz ki eşikte yatanı ve sıkıca sarıldığı sevgilisini fark ettiler! Sarı boyalı, küçük ama sevimli odama
“Saliiiih, nasılsın?” klişesiyle damlamayanı gördüğüm an dişimi
kıracağım. Samimi başlayıp, kendi hâllerine şükretmeleriyle devam eden virgüllü gülümsemeleri, başucumdaki yüzyıllık su yeşili abajurda tamamlar turunu. Seni çok iyi gördüm!- Yalan! O
heybetli hâlim yok artık. Gövdem ince, narin bir gül ağacı gibi,
gözlerim ışık biriktirmeyi bırakmış, derinliği kaybolmak üzere. Yıllarca kortizon tedavileriyle şişen yüzüm şimdi elma kurusu. Gördükleri manzara, yineledikleri temennilere, ordan burdan aşina
oldukları sallapati reçetelere yönlendirir sohbeti. Karbonatlı su iç!
Sebze ağırlıklı beslen! Ahmet Hoca çok iyi okuyor!... Sıralanır vagonlar peş peşe. Ben o vagonlara, yolum eşiğe ulaşır umuduyla
değil, sahteliklerini göz kaçırmalarında fark ettiğim ve bu değişmez manzaraya bir türlü alışamadığım için, ürpererek biniyorum.
Hatta odadaki sohbet, kazara on dakika uzasa, karbonatlı suda
yüzmüşlüğüm bile var! Hüzünlü kadınların mır mır sesleri kulağıma yapışmasa, bir süre sonra, salondan gelen şuh kahkahaların,
kendilerine ait olduğuna şaşıracağım. Hâl hatır soran arkadaşlar,
yabancı komşular, dürüst doktor, yüksüz annem, kardeşim ve birkaç dost, akraba... Ağaç yok, kır yok, Melis yok, ben aynalarda
gördüklerimle varım.
*Hastalık Hikâyem - 2014 Yarışması İkincisi
9
Hastalık Hikâyem - 2014
İki yanımda, bana hizmet etmeleri için doğalarından uzaklaştırılmış zarif yardımcılarımla tanıştığım dönemden çok kısa bir
süre önce, hayatında hiçbir desteğe ihtiyacı olmayan, Boğaziçi’ni
üçüncülükle bitirmiş, beş yıldızlı bir otelde halkla ilişkilerde çalışıp Almanca öğrenmeye çalışan, sevgilisiyle mutlu, üniversiteden
arkadaş grubuyla Kenya’dan Kaz Dağları’na, bir elinde fotoğraf
makinası, sırtında dağcılık malzemeleriyle gezen ve bu seyahatlerde yazdıklarını çeşitli dergilerde okurlarla paylaşan, hayatı
dolu dolu içine çeken biriydim. Karşıma çıkan ilk uyuz adamı,
böylesi bir değişimi hazmedemeyişimden olsa gerek, basbayağı
döverek, bostan korkuluğu olmadığımı ispat etmeye çalışmak,
bana bir başka hediyeyi beraberinde getirdi. Bastonların yerini
walker -iki tekerlekli elde tutulan bir çeşit araba- aldı. Doğadan,
bir kenara attığım bastonlarım kadar uzaklaşarak, beton pistlerde nam salmaya başlamıştım. Sağlam olsam, bu kadar dansa
meraklı olur muydum bilmiyorum! Bir başka atak geldiğindeyse
tekerlekli sandalyede karar kıldı bedenim. Evimin on sekiz yıllık çürük direği iyice egemen oldu hayatıma. Bağışıklık sistemim
o kadar huysuz ki! Bir omzu yukarda, Murtaza kılıklı pezevenk!
Cahil serseri kıvamında, masum sinir sistemime saldırıp duruyor gıcık! Nefret ediyorum! Nasıl inatçı şerefsiz! Savaşı nerde
başlatacağı da belli değil! Adı ‘Multipl Skleroz’ bu huysuzun. Çaresi yok henüz hastalığımın. Kafasına göre mekânlarını değiştirip, her defasında gafil avlıyor beni. Huzurlu bir sükûnet dengesi
yaratmak için kitaplara sarılıyorum hâlâ. Sayfaları bile çevirecek
takatim kalmadı oysaki.
Kuzenimin sergilerde, müzelerde çektiği fotoğraflarda, tek
eğlencem durumuna geçen televizyonda, koynumdaki laptopta izlediklerimde, bir de kedimin büyük merakla dışarıya bakan
gözlerinde çıkıyorum yolculuklara. Komedi filmleri seyrediyorum
bol bol. Babam vefat etmeden önce daha bir hayatın içindeydim.
Beni kucaklayıp, tekerlekli sandalyeye bindiriyor, engelimden dolayı yaşayabileceğim zorlukların önceden düşünüldüğü ve rahat
hareket edebildiğim sitede keyifle gezdiriliyor, yine de her dakika
babama ‘Sıkılmadın dimi?’ diye soracak kadar da bağımlı ve huzursuz hissediyordum. O’nun vefatından sonra, bazen çok iste10
Eşikten Öte
sem de, anneme ve kız kardeşime yük olmamak için, bahçeye
inip hava almak istediğimi dile getirmiyorum. Bir tek hastaneye
gitmem gerektiği zamanlarda, kuzenlerimin kucağında, kendini
misafir hisseden uzaylı duygusuyla sarhoş, gün ışığını içime çekiyorum.
İki gün dışarı çıkmadığım için bunaldığım, üçüncü gün arkadaşlarla buluşup, dibine kadar eğlendikten sonra eve döndüğüm
zamanlardaki içimi kaplayan huzurun kokusu, bazen pencere
açıldığında, özellikle yağmurlu havalarda gelir, burnumun direğini sızlatır, sonra gider. O kadar uzak bir geçmişten gelir ki; sanki
önceki hayatlarımdan birinin hipnozundayım. Onca gelen ziyaretçiye, beni gezdirir misin diye soramıyorsam, bana o kokunun
ziyareti kadar etki etmiyorlarsa, ne diye ayıp olmasın tedirginliğinde, sohbetlerine ortak olayım! Evin kocaman, altın varaklı
aynasını, en son üç ay önce girdiğim, kendilerinin kırk yılda bir
bile gelseler, benden çok daha fazla vakit geçirdikleri salonda,
kalabalıklarda biraz daha kaybolsunlar diye, inatla hizmetlerine sunmadım mı! Gerçi odamda olsa kedimin önüne geçmiş fil
manzarası yaratırdı o ayrı! Sade, ahşap çerçeveli aynayı odama
koyarak yalnız kalmak istediğimin ipucunu verdim aslında ama
anlayana!
Annem, kardeşim, kedimle biz bizeyken ama en çok da aynamla baş başayken mutluyum. Ahşap çerçevenin içinde, sadece yalnızken, ihtişamıyla karşımda duruyor şehir. O şehirde,
semtleri tek tek gezip hayaller kuruyorum. Her şeyin sonsuza
dek aynı kalacağına inanan çocuk gözlerim şaşkın. Sigaranın
ucundaki ateşin, tütünü yavaş yavaş iğfal etmesi gibi, yüzeysel
herhangi kişiye, o semtlerden birinde, derinliğimle yakalanıp, tükenme noktasına gelirsem, sadece tutkuyla yalvarıyorum. -’Bitecek’ de! - Ne bileyim al karşına en sevmediğim yemeği yedir!
- ‘Tamam cezan bitti’de.
Öpüyor dudaklarımdan Melis. Dudakları nerde? Kapıyı açarken, yirmi altı yaşında, fenalaşıp boylu boyunca kapaklandığım
eşikte kaldı. -Bundan daha iyi bir yer var mı?- On sekiz senedir
11
Hastalık Hikâyem - 2014
yok.-Orada kalması yeterli mi?- Evet. Kalıcı misafirimle tanışmasını istemedim. Alman Kültür’den çıkışta ona sarılan ışıl ışıl gence erken vedası beni hayatta tuttu. Ziyaretçi olmasından korktum. Belki de evlenmiştir. Çoluk çocuğa karışmış da olabilir. İlk
zamanlar uzunca süre telefonla aradı; kapıya da birkaç kez geldi
ama göremedi Allah’tan. Dışarı adımımı atmadan başkalarıyla
öpüştüm inadına. Çok da kıskançtır ha! Bir görse eline ne geçse
fırlatır, yıkar geçer. Duyması yetti vazgeçişine. Arabasının uçuşunu gördüm perde arkasından. Odalara yerleştirdiğim aynalar şahit ki korkudan aldattım! Deliler gibi seviştim. Hırslanıp kendimle
kavga ettim. İlaçlarımı aksatmadan, bunca yıl herkesten gizlediğim ümidimi artık kalem bile tutmayan ellerimle, yıllarca defterime çizdim. Yaptığım, yapamadığım her şey, Melis’in bu halde
beni görmesinden iyi geldi. O sebeple şükrediyorum. Bıraktığım
yerde kalması güzel. Herkes değişti, onun yüzü değişmedi belleğimde. Benimki de değişsin istemedim. Yırtmadım hiçbir resmi.
İsimlerimizde ipucu verilmiş, tekamül sebebim odamdan çıkmıyor, ötesi yok.
Hastaneye yatırıldıktan kısa bir süre sonra taburcu edilmiştim. O dönem, kısa bir bunalımdan sonra, çok daha ümitli, kendi
vagonlarını oluşturan, tren raylarını eşiğe kadar yerleştiren ve
umutlu haberlerle yola çıkarak, tekrar tekrar eşiğe ulaşmayı deneyen, enerji dolu, pozitif bir adamdım. Sonrasında, hastalığımın
sıkıntılı evreleriyle birlikte birçok şeyin artık benim elimde olmadığını anlayarak tevekkülü seçtim. Kişisel gelişim kitaplarında
evren hareketi destekler diyor. Hareket edemiyorum ki! Yemeğin
her çeşidine bayılırken şimdi zorlanarak iki kaşık çorba içebiliyor,
patates püresi yiyor, çok sevdiğim fırında sütlaç hariç hiçbir yiyeceğe heves etmiyorum. Ataklarla ilerleyen hastalığım sebebiyle
özel yapım ikametgâhımda bir deri bir kemik yatıyor, nadiren,
özel günlerde, tekerlekli sandalyeye iki üç kişinin yardımıyla oturabiliyorum. Anneme yük olduğum için çok üzgünüm ama maalesef yapabileceğim hiçbir şey yok.
Kabul edebileceğim bir manzara, mesela el ele koşan sevgililer, esamesini hissetsem aynada, MS’e çarenin bulunduğunu
12
Eşikten Öte
söylese doktorum, vitrinde sakladığım, üzerinde Melis’le son buluşmada çektiğimiz fotoğraf olan koca bardağa suyu doldurup,
yavaş yavaş yudumlayarak, belki de saatler sonra bitirdiğimde,
kapıyı ardına kadar açacağım. Eşikte görmesem de üzülmem.
Nasılsa büyük resim bizi bir yerde, belki de çok ışıklı bir patikada
buluşturacak.
13
Hastalık Hikâyem - 2014
SEN KİMSİN ANNE?
Ayla ABAK
Islak çamaşırlar selede bekliyor. İyi durulanmamış… Camlar
açık… Bir kova su, envai çeşit bez… Bir kanadı yarım yamalak
silinmiş pencere… Mutfakta kızaran bir şeyler var ama yanmaya
yüz tutmuş belli. Annem yok; arka odada, banyoda, orada, burada…
Okuldan evlerine neşe içinde gidiyor arkadaşlarım. Benimse adımlarım tutuluyor. Evime, hayır, onun evine, adım attığım
anda tüyler ürperten elektrikli bir hava... Kınanma ve öfke bombardımanı… İş yapmalıyım, hayır çekilmeliyim çünkü hiçbir şey
beceremiyorum; bir kenara oturmalıyım, hayır öyle boş oturmamalıyım; bir şeyler konuşmalıyım, hayır onu dinlemeyelim. Ne
yapsam ve ne yapmasam onu sinir ediyorum.
Kimseyle görüşmez; suskun, ürkek, sinirli, yorgun, mutsuz bir
kadın olarak bildiğimiz annem, hemen her yıl en az üç ay böyle…
Bambaşka bir kutupta…
Bu üç ayda duyguları sertçe dalgalanıyor, sürekli dalgalanıyor. Anlamsız kahkahalarla gülüyor, ani bir düşüşle ağlıyor. Sonra hem ağlıyor hem gülüyor; gülmesi ağlamaya dönüşüyor; ağlıyor mu gülüyor mu anlaşılmıyor. Ona bakarken acı, çok derin bir
acı duyuyorum.
Gelirken eczaneden depresyon ilacı almışım, içmeyi reddettiği için havanda gizlice ezip boşalttığım antibiyotik kapsüllerine
dolduruyorum. Bunu yaparken çok zorlanıyorum. Belki içer umudu bana sabır veriyor. Bütün gün başını sıktığı eşarpla inleyerek
dolandığı hâlde hepimizden daha sağlıklı, daha akıllı olduğunu
söylüyor. İlacı ağzına alıyor ama o kadar çok konuşuyor ki yuta14
Sen Kimsin Anne?
mıyor. Babam televizyona dönük koltuğunda üst üste sigaralar
içiyor. Bu sigaralar yüzünden akciğer kanseri olana dek kederinden içecek, içecek…
Düşünceleri uçuşuyor sürekli, konudan konuya atlıyor annem. Bir konusu yok zaten, onu dinlemek imkânsız. Dinliyor gibi
yapmak zorundayım, yoksa zihnim iflas edecek. Zaten yüzüme
bakmıyor, gözünü bana yakın bir yere sabitleyip hiç durmadan
konuşuyor. Fakat aniden anlıyor onu dinlemediğimi. Kızıyor, bağırıyor; hiçbir şey söylemediğim hâlde ömrünü kararttığımı söylüyor; camı güya silerken öfkeyle vurup kırıyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi süsleniyor, abartılı sarıya boyanmış saçlarını tarayıp
kabartıyor, evdeki bütün parayı alıp dışarı çıkıyor. Biliyorum; bazı
saçma resimleri çerçeveletecek, çeşitli şamdanlar, biblolar, antika zannettiği eski püskü şeyler, ihtiyacı olmayan şeylerden çifter
çifter alacak. Kendisini dinleyecek birilerini bulacak. Manikür-pedikür yaptıracak. Abuk sabuk insanlarla aklı sıra dost olacak ve
bütün mahremini anlatacak, evdeki yemekleri taşıyacak onlara.
Hiçbir kuralı umursamayacak, dolmuşta mutlaka kavga edecek.
Eve gelmesin istiyorum, hiç gelmesin. Kendimi ağlayarak dua
ederken buluyorum: “Allah’ım! Ölse gam yemem Allah’ım.”
Fakat annem ölmüyor. Psikiyatrist Ayhan Songar görüyor
onu. Teşhisi, bipolar bozukluk. Manik depresif bozukluk da diyorlar ya da iki uçlu duygudurum bozukluğu… Karakteri bozuk, deli
veya ağır depresyonda sandığımız annemiz hastaymış. Teşhiste
geç kalınmış. Bu, umutları tüketiyor; biliyorum. Depresyon ilacı
vermekle iyilik değil; kötülük etmişiz meğer. Vicdan azabı duyuyor muyum? Neredeyse hayır. Çünkü onunla birlikteyken onun
hakkında düşünmek ve mantıklı hareket etmek, bir ölünün kabrini kırıp çıkması kadar imkânsız.
Lityum diye bir ilaç; işte bunu veriyor bize ve annem neredeyse iyi oluyor. Sakin ve içine kapalı… Mutfaktan saatlerce çıkmıyor. Aynı tabak çanakla oynuyor. Tuzluğu buradan oraya, sonra
tekrar oradan buraya koyuyor. Manik atakları daha seyrek ama
belli de olmuyor. Sonra başka ilaçlar ekleniyor listeye. Bir sepet
15
Hastalık Hikâyem - 2014
ilaç… Zaman zaman eski durum nüksediyor. Evet, sevinçli olmaya gerek yok… Sular kesilse, banyo paspası yerinden oynasa
yanına yaklaşılmıyor. Aksiliklere tahammülü yok. Sürekli parasızlıktan şikâyetçi… Yine de eskisi gibi çılgınca konuşmuyor, kırıp
dökmüyor, çok bağırmıyor, canımızı yakmıyor; razıyız buna.
Günler akıyor, hayat öyküsünde zaman durmuyor; büyüyorum. Artık kendimi idare ediyorum. Onunla aynı evde değilim.
Nefretim olgun bir bakışa dönüşüyor. Yaralar katılaşıyor. Kanıksama gibi bir his… Hasta olmadığını zannettiğim zamanlarına ait
fotoğraflarına bakıp ağlamayı çoktan bıraktım. Onun küçülen göz
bebeklerinden içeriye derin bir kuyu indiğini ve bu kuyudakilerin
karmakarışık şeyler olduğunu biliyorum. Hastalığının artık yerleşmiş, kronikleşmiş, kuytularını bilmediğim ruhunda çöreklenmiş olduğunu da biliyorum.
Bu tahammülü zor genetik hastalığın çocuklarımda da ortaya çıkabilme ihtimali acıyı katmerleştiriyor. Evlenmemiş olsaydı,
doğmamış olsaydık, dedirtiyor.
İnsanın hayatta en değerli varlığı -evladı olana kadar en azından- annesi. Biliyorum, çünkü böyle oluşuna rağmen o benim
sevmekten vazgeçemediğim annem. Hep affettiğim, hep ölmüş
gibi acıyla hatırladığım annem… Nasıl birisi olduğunu bilmediğim
annem… Kendisinden hiçbir şey beklemedim/ bekleyemedim.
Ama bu, anlamını açıklayamadığım o sevgiye zarar vermedi.
Öfke nöbetlerinde göğsüne vurduğunda elini tutmaya çalıştım.
Hiç geçmeyen baş ağrılarında kulak arkalarına kolonyalı pamuklar hazırladım. Kırıp döktüklerini faraşa toplarken o eylemini de
topladım çöpe attım. Sonra bir tek papatya koysa vazoya, varlığını tekrar tekrar yüreğime yazdım. Ona tahammül edecek gücü
daima buldum. Beni dinlemeyi bilmedi hiç, hatta beni sevmeyi
de; ama buna gücenmedim. Zor zamanımda, oğlumun ölümünde bile yanımda değildi benim; bunu bile hiç yadırgamadım. Bir
annem olmasına rağmen annesiz gibi yaşamayı; boy boy saksı
ve ıvır zıvır dolu küçücük ve dopdolu evinde eşyalardan izin isteyerek dolaşmayı öğrendim. Yapabildiğim buydu.
16
Sen Kimsin Anne?
İyileşmeyen ve ölmeyen bir hastanın yakını olmak için insanın
ruh sağlığını muhafaza edebilmesi gerek… Psikiyatri koridorlarında volta atarken odalardan dışarıya sızan o dehşetli kokuyu
içe çekerek de sağlam durabilmek gerek… Hasta bekleme odasına anneniz ilaçların sararttığı yüzüyle gelirken onu gözler dolmadan dimdik karşılayabilmek gerek… Atlaya atlaya yaptıkları
konuşmalarından bir şey çıkarabilmek için zihnin dupduru olması
gerek…
Evet, onlar tarafından çok yıpranmamak için iyi tanımak lazım
onları. Biliniz ki, iltifatı pek severler, eleştirilemezler. Paraya asla
doymazlar. Fakat iltifat ederek ve para vererek onlara iyilik etmiş
olmazsınız. Sadece sizi kullanır, daima kullanır. Bazen iyi sözler,
şakalar ve hediyelerle sizi yanında tutmaya çalışır. Onları size
kötü davranmaktan bir süreliğine alıkoyan tek şey, sizin ondan
daha güçlü olduğunuzu fakat ona bir kötülük etmeyeceğinizi bilmesidir. İçinden bilir ama söylemez. Sadece sizin gibi her açıdan
güçlü birisini kaybetmek istemediği için kendini toplamaya çalışır
ki, bu büyük bir şeydir.
Deli gömleği giydiğini, defalarca elektrik şoku aldığını bilir
annem. Fakat bunu sadece kötü bir kader olarak görür. Yaptığı
resimlerin doktorlar tarafından nasıl yorumlanacağını sezecek
kadar zekidir. Terapiye gider ama kendiyle ilgili bir şikâyeti yoktur. O, herkesin kendisine hak vermesini ve o garip ömrün hep
sürmesini ister. Hep genç görünmeyi ve hep hastalıklarıyla ilgilenilmesini… Kendisine acınmasını ve evet, asla acınmamasını…
Böyle hastaların yakını/evladı olmak dünyanın en zor işidir.
- Anne, salatayı ben yapayım.
- Hayır, karışma benim mutfağıma.
- Senin yaptığın gibi yaparım.
- Olmaz usulümü bilmezsin. Anlatamam şimdi. Sen bana
maydanozu ver.
17
Hastalık Hikâyem - 2014
- Alt gözde mi?
- Çekil sen bulamazsın. Sen soğanı soy.
- Tamam.
- Hayır! O bıçakla değil. Soğan bıçağı ayrı…
- Tamam.
- Öyle değil, ver bana sen.
İşte bunlar, bezdirici bir ortak(!) çalışmanın ilk cümleleri...
Maydanoz verişinizi beğenmez, çünkü dolaptan bir şeyleri alıp
başka yere koymuş olabilirsiniz. Arkanızdan kontrol eder ve bunu
yaparken yorulduğu için size öfkelidir. Salatayı soymanız için
önünüze koyar ama sonra gelip elinizden alır. Başka bir iş verir
ama bunu engellemek için sizi sıkıştırır, önünüze geçer; sizden
sıkılır. Tek kurtuluş, bir bahane bulup oradan uzaklaşmaktır. Bir
tavşan gibi munis, bir yavru kedi gibi sevimli olmanız asla işe
yaramaz, ters teper; sizi maymuna çevirir.
Ah lityum ah…
Yaşının 77’ye dayandığı şu günlerde çeşit çeşit yemekler
yaparak beni karşılayan annem, yine o yemekleri yaparken ne
kadar eziyet çektiğini anlatıyor. Ekmek zeytin yesem daha mutlu
olacağımı bilmiyor, bilmeyecek. O yemekler için ne kadar masraf
yaptığını, malzemeleri nasıl zorlukla taşıdığını, soğan doğrarken
gözünün nasıl yaşardığına kadar anlatıyor, anlatıyor. Fakat arada bir cümlesi var ki, onu dinler gibi yaparken kulağıma çalınıyor
ve beni sendeletiyor.
- Beni idare edin kızım. Elimden gelen bu kadar…
Sonra yine devam ediyor. Altı yaşındayken kaybettiği babasını anlatıyor hâlâ. Mübadeleyle göç eden anneannesini… Konaklarında içine bağırdıkları koca kara küpleri… Hiç sesi soluğu
18
Sen Kimsin Anne?
olmayan annesini… Söyledikleri birbirini tutmuyor yine. Gerçek
bir soruyla bölünemeyen bir sürü karmaşık cümlenin ortasında,
söylediği o cümle parlıyor: Elimden gelen bu kadar…
Kendi evime dönmek üzere yola çıkarken içinde benim için
hazırladığı türlü çeşit ıvır zıvırın bulunduğu poşetleri kendisi taşımak için ısrar ediyor ve şaşılacak bir enerjiyle önümden yürüyor.
Beni tramvaya kadar geçirecek ve bana kısa yolu gösterecek. İncecik, hüzünlü bir yağmur yağıyor ve ben tek başıma yolu uzatarak yürümek istiyorum. Bir doktor sükûnetine ulaştığımı sanmıştım ama bu ıslak güz gününde yine yüreğim sızlıyor. Ah, anne.
Dur artık. Ölmeden dur. Ölmeden huzuru tat! Bir rahatla! Canım
annem! Yağmuru gör. Dal uçlarında bekleyen ışıklı damlaları gör.
Neşeyle cıvıldayan serçelere kulak ver. Bir sus! Herkesle, her
şeyle, hayatla, kendinle, bizimle tartışma artık. Biricik anneciğim;
korkarım sen, mezarında da sorgu melekleriyle tartışacaksın.
Bilmiyorum. Annemin nesi doğru ve yalansız, bilmiyorum. Annem aslında nasıl birisi, bilmiyorum. Onu idare etmemizi isteyişinin hâlâ kendi bayrağını yüceltme çabası olduğundan şüphelensem de o sözün; kırk yılda bir söylediği, belki gerçek tek cümlesi
olduğunu seziyorum: “Elimden gelen bu kadar.” Annem… Nasıl
bir derdin var böyle?
Şifasının hâlâ tam olarak bulunduğuna inanmadığım bu hastalık, hasta yakınlarının da hastalığı... Ey bu hastaların eşleri,
evlatları! Evet, işiniz çok zor. Fakat çare yok; sabredip onları idare edeceksiniz. Çünkü onlar da kendilerini tanımıyorlar ve çünkü
yapabildikleri gerçekten bu kadar…
19
Hastalık Hikâyem - 2014
BİR ASIRLIK BEKLEYİŞ
Nejla ŞEN
Ameliyathanenin önünde oturmuş çaresiz bekliyorduk. Karım
ve ben kaç saattir burada olduğumuz sorulsa ihtimal bu uzunluğu
anlatacak kelime bulamazdık. Yan gözle ona baktım. Yüzünde
yaşanması muhtemel bir acının bütün izlerini görmek mümkün.
Kendini en kötüye hazırlamış ama bu en kötü onu ayağa kaldırmak yerine yaşamla arasında kalan son bağları da koparmış
gibiydi. Ağlamaktan kurumuş gözleri boş ve manasız bakıyordu.
Kaç zamandır ensemde olan vicdanımı ve suçluluk hissimi bir
kenara bırakıp onun için üzüldüm. Zavallı. Bilse başına böyle bir
şey geleceğini, yine de… kim bilir. Düşünmekten ve uykusuzluktan bir külçeye dönen başımı zorlukla ellerimin arasına aldım.
Beyin cerrahı uzun ve riskli bir ameliyat olacak demişti. Bunu
daha önce kaç kişiye söylemişti acaba? Bir oğlu var mıydı? Ya da
ne bileyim hiç evladını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış
mıydı? Uzun ve riskli... Tek tek bile sevimsiz olan bu iki kelime bir
araya gelince bir babanın, daha beteri bir annenin ruhunu nasıl
yaralar, kalbini nasıl kanatır, vücudunun acı çekmeyen tek hücresi kalır mıydı? Beyin cerrahı olurken bunları da öğrenmiş miydi? Uzun ve riskli. Ama doğruydu bu. Zira her şey bu ameliyata
bağlıydı.
Aniden, aslında hayatımın ne kadar değerli ve güzel olduğunu anlayıverdim. Her şey ne kadar güzelmiş aslında. Bir tek ben
farkında değilmişim sahip olduğum güzelliklerin. Hep fazlasını istermişim. İçimden koca bir çığlık yükseldi. Elimi farkında olmadan
kalbime bastırdım. Yüreğim kelimenin tam anlamıyla ağlıyordu.
Ömrümün bu dönemeçten önceki kısmı bir film şeridi gibi
20
Bir Asırlık Bekleyiş
geçmedi gözümün önünden. Bir hayalet gibi beni -bizi- bu ameliyathanenin önünde çaresiz bekleten bu sancılı süreci izlemeye
başladım. İzlediği bir filmi yeniden izleyen bir seyirci gibi.
Üniversiteyi dereceyle bitirdikten sonra büyük bir firmanın insan kaynaklarında işe başlamıştım. Çalışkanlığım ve becerimle
kısa zamanda yükselmiş, genel müdür olmuştum. Şahsıma tahsisli şirket arabası, gösterişli bir ofis, dolgun bir maaşım vardı.
Tek eksiğim kalmıştı o da evlenmek. Annemin benim için kız
baktığını, hatta bunlardan birini çok beğendiğini duyduğumda
gülmüştüm. Her annenin böyle bir hayali vardı herhâlde: Oğlunu kendi beğendiği kızla evlendirmek. Ama ben, annesinin beğendiği kızla evlenecek bir erkek değildim. Üstelik evlenmek için
acelem de yoktu. Hangi noktadan sonra anneme evet dediğimi
hatırlamıyorum. Onun sonu gelmez ısrarlarıyla baş etmenin tek
yolu istediği kızla görüşüp “hayır, beğenmedim’’ demekti. Ben yakışıklı, başarılı, kariyer ve varlık sahibi, itibarlı bir ailenin biricik
oğluydum. Hangi kız bana hayır diyebilirdi ki?
Görüşmeyi her ikimizin de iyi bildiği bir cafede gerçekleştirme
kararı aldık. Karar aldık diyorum ama bu zamana kadar olanlarda
benim hiç payım yoktu. Bunlar hep annemin kararıydı.
Kafamda söyleyeceklerimi sıraya koyarak kafeye her görgü
sahibi erkeğin yapması gerektiği gibi buluşma saatinden on dakika kadar erken gittim. O ise tam buluşma saatinde geldi. İkimiz
de birbirimizi resimlerimizden gördüğümüz için karşılaşmamız
zor olmadı. Çay söyledik. İş bu noktaya geldiğinde söze nasıl
başlayacağımı bir an şaşırdım. Çay bardağını tutan elimin terlediğini hayretle fark ettim. Bu fark edişle elim titredi az kalsın çay
bardağını düşürecektim.’’Ah anne’’diye geçirdim içimden. “Beni
ne hâle düşürdün böyle’’
- Öncelikle şunu bilmenizi isterim ki buraya kendi isteğimle
gelmedim. Bu görüşmeyi kabul ettim çünkü annemin ısrarından
kurtulmanın başka yolu yoktu.
21
Hastalık Hikâyem - 2014
Benim söylemeyi düşündüklerimi daha ben cümleleri zihnimde sıraya koymamışken ondan duymak bir an şaşkınlıktan
donakalmama sebep oldu. Şimdi böyle bir durumda ne söylenebilirdi.“Evet ben de istemiyordum zaten’’ gibi kaba ve anlamsız
bir savunmaya giremezdim. Öte yandan bu reddediliş benliğimi
sarsmış, bildiğim her şey uçup gitmişti. O şaşkınlıkla ‘’yok önemli
değil “ve’’ sizi sıkıntıya düşürdüğüm için üzgünüm’’gibi tutarsız ve
söylemek istediklerimle bağlantısız laflar geveleyip kendimi iyice
gülünç duruma düşürdüğümü hatırlıyorum. O ise yine geldiği gibi
gitmeden önce kibarca “Çok üzgünüm.’’diye konuşmamızı ve
daha başlamamış arkadaşlığımızı bitirdi. Ben öylece kalakaldım.
Tanımadığım, tanımak ta istemediğim, az önce görüp ayrıldığım
bir kız nasıl olup da bana bunu yapabilmişti. Eve dönüş yolunda
şaşkınlıkla onu, sadece onu -ama söyledikleriyle değil, o kibar
ve hoş gülümsemesiyle- düşünebildiğimi hayretle fark ettim. Bu
beklenmeyen tanışma ve reddedilme benim hayatımın bundan
sonrası için tam bir dönemeç oldu. Bildiğim bütün yöntemleri ve
kurnazlıkları kullanıp onun dikkatini çekmeyi başardım. Arkadaşlığımız bu sefer büyüklerin müdahalesi olmadan kendi seyrinde
ilerlemeye başladı. Zamanla birbirimizi tanıdık ve sevdik. Evlilik
kararını da yine ikimiz, hiç kimsenin tesirinde kalmadan aldık.
Sonraki günler herkesin hayatında olabilecek sıradan bir yaşantıydı. Bize sıra dışı gelse de karımın hamileliği, oğlumun doğumu, ilk adımları, konuşması. Okul çağı geldiğinde artık ikinci
bir bebeğin hayalini kurmaya başlamıştık. Yalnız, hareketli ve ele
avuca sığmaz oğlum okul hayatı başladıktan bir yıl sonra tutarsız
ve ilgisiz davranışlar sergilemeye başladı. Okula çok istekli başlamış olmasına rağmen bazı sabahlar baş ağrısıyla kalkıyor ve
“Bugün okula gitmesem olmaz mı? Başım çok ağrıyor’’ ya da “Midem çok bulanıyor. Öğretmenimi arasanız da gitmesem.’’ gibi bahanelerle evde kalmak istiyordu. Kendi çocukluğumu hatırlayıp
benim de okula gitmek istemediğim zamanlarda “karnım ağrıyor’’
diye kıvrandığımı hatırlayınca bu baş ağrısı bana çok sıradan
bir mazeret gibi gelirdi. Karım her seferinde anne hassasiyetiyle,
“Bir doktora mı götürsek?’’ der ama ben onu hiç dinlemezdim.
22
Bir Asırlık Bekleyiş
Onu isteksiz bir şekilde arabaya bindirip okula götürdüğüm
günlerden biriydi. Acelem olduğu için arabadan inmeden onu
okulun önüne bıraktım ve arkasından kaybolana kadar bakmak
istedim. Sırf onu zorla okula getirdim diye gidip kafasını okulun
yarı açık giriş kapısına çarptı. Bir yandan kafasını ovarken dönüp ağlamaklı bir yüz ifadesiyle dönüp bana bakmayı da ihmal
etmedi. Ben de -annesinde olduğu gibi- herhangi bir yumuşama
belirtisi göremeyince isteksiz olduğu her hâlinden belli olarak yürümeye başladı. Geri gitmek için arkama bakınca çantasını da
almamış olduğunu fark ettim. Arabayı durdurup okuldan içeri
girdim. Çantasını oğluma yetiştirmek için koşar adım yürürken
oğlumun öğretmeniyle karşılaştım. Beni fark edince kısa bir duraklama geçirdi:
- Merhaba, sizi gördüğüm iyi oldu. Benim de sizinle konuşmak
istediklerim vardı.
Oğlumun son zamanlarda okula karşı artan isteksizliğinin bu
görüşmede payı olduğunu anlamak için çok zeki olmaya gerek
yoktu. Üstelik acelem vardı ve zaten bildiğim şeyleri dinlemeye
pek de niyetli değildim. Benim için zaman çok kıymetliydi.
- İşe geç kaldım, mümkünse sonra görüşsek, dedim.
- Çok kısa, lütfen, dedi.
Diğer öğretmenler derse girdiği için boş kalan öğretmenler
odasına girdik. Öğretmenin de acelesi olduğu her hâlinden belliydi. Direk konuya girmeyi uygun buldu:
- Oğlunuzdaki değişiklikleri siz de fark etmişsinizdir umarım.
- Evet, şu baş ağrılarını kastediyorsunuz. Farkındayım, çocuk
işte. Okuldan kaçma çabaları.
Öğretmen kısa bir süre duraklayıp, kararlı bir şekilde devam
etti:
23
Hastalık Hikâyem - 2014
- Sadece baş ağrısı değil. Endişe ettiğim başka şeyler var.
Mesela sık sık dengesini kaybedip ya düşüyor ya da bir şeylere
çarpıyor. Çoğu zaman çantasını bile taşıyamıyor. Dahası konuşması ve okuması da bozuldu. Tahtayı göremediğinden şikâyetçi
olduğu için en ön sıraya aldım ama yine yazılanları seçemiyor.
- Gözlerinin bozuk olduğunu mu söylemeye çalıyorsunuz.
Göz doktoruna götürebilirim. Ama hemen değil. İşlerim çok yoğun.
Bunu söylerken saatime bakmayı ihmal etmemiştim. Öğretmen hayır anlamında kafasını salladı:
- Ben çok daha ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bence
oğlunuzu tam bir kontrolden geçirmeniz lazım. İnanın bana. Ben
de bir anneyim ve oğlunuz iki yıldır bende. Son zamanlara kadar
gayet uyumlu ve istekli bir öğrenciydi. Bu bozuklukların arkasında ciddi bir sorun olabilir lütfen ihmal etmeyin.
Bunları söyledikten sonra derse geç kaldığı için gitmek zorunda olduğunu söyleyip çıktı. Gün boyu işte bunu düşündüm.
Oğlumun nesi olabilirdi? Ertesi gün öğretmeni dinleyip oğlumu
doktora götürmeye karar verdim. İçime sebepsiz yere, anlamsız
bir sıkıntı ve şüphe yerleştirdiği için öğretmene kızdım.
Eşim benim aksime oldukça tedirgindi. Bunu her hâlinden anlamak mümkündü. Öyle ki arabanın önüne, benim yanıma değil
de arkaya, oğlumun yanına oturdu ve sanki uzun bir ayrılığa çıkacaklarmış gibi sımsıkı sarıldı ona… Ah kadınlar ve tabii bir de
anneler. Her şeyi abartmakta üstlerine yok. Her an yaşarmaya
hazır bir çift göz hepsinin ortak özelliği.
Polikliniğe bu edayla ve kendimden emin girmiştim. Gözüm
saatte, aklıma gelen kötü ihtimalleri uzaklaştırmaya çalışırken,
bir yandan da bugünkü görüşmeleri ve burada kaybettiğim zamanı nasıl telafi edeceğimin planını yapıyordum.
Doktor bizi ilgiyle ve güler yüzle karşıladı. İlerlemiş yaşına
24
Bir Asırlık Bekleyiş
rağmen mesleğine olan saygısını devam ettirmeyi başarabildiği
için onu takdir ettim. Bizi bu muayenehaneye getiren sebebi doktora kısaca anlattım. Buraya kadar her şey yolunda gitmişti ama
sonra… Sorular sorulmaya başlayınca benim de kalbim gittikçe
daha hızlı atmaya başladı:
- Bahsettiğiniz baş ağrıları ne zamandan beri var? Çok sık
oluyor mu?
Sanki dersine çalışmış bir öğrenci gibiydim. Doktora ne lazımsa hepsini söylüyordum sırayla:
- Aşağı yukarı iki üç aydır var ama bu son bir ayda çok artı. Bir
de mide bulantısı eklendi.
- Yürümesinde bir gariplik fark ettiniz mi ya da koşmasında?
Sık düşüyor mu?
Okulun önündeki o sahne canlandı gözümde. Kapıya çarptığı
ve dönüp bana baktığı an “Her şey bir ipucuydu’’, diye düşündüm. Evet, anlamında kafamı salladım.
Yerinden kalkıp oğlumu muayene etti. Yüzüne ve gözlerine
dikkatle baktı. Oğlumdan iki kolunu da kullanarak onu iteklemesini istedi… Ben bu son muayene tarzına hafifçe gülümsedim. Onlar itiş kakış içindeyken sorularına devam ediyordu doktorumuz:
- Hiç baygınlık geçirdi mi? Özellikle son zamanlarda.
Bu sefer eşim endişeyle konuştu:
- Evet, geçen hafta iki kere bayılmış okulda. Ben gittiğimde
iyiydi ama.
Doktorun her geçen saniye yüz ifadesinin değiştiğini ve artık
yüzünün düşünceli bir hâl aldığını pekâlâ fark edebiliyordum.
- Peki, görme problemi oldu mu? Bunu fark etmeniz zor ama
25
Hastalık Hikâyem - 2014
öğretmeniyle görüşüyor musunuz? O bir şey söyledi mi?
İçimde büyümeye başlayan pişmanlık ve huzursuzlukla öğretmenle olan görüşmemizi anlattım. Doktor artık neredeyse kendinden emindi. Kesinlikle beyin cerrahının görmesi gerektiğini ve
yine kesinlikle acele etmemizi söyledi. Bütün bu belirtiler beyin
tümörünün işaretiydi. Bu zamana kadar beklediğimize ve bunu
önemsememiş olmamıza kızdı. Yan gözle eşime baktım. Gözleri
donuklaşmıştı. Bana bakmadı bile.
İçimden doktorun yanılması için ne çok dua ettim kimse bilmez. Ama sonuç tam bir hüsrandı. Üniversite hastanesinin beyin cerrahi kliniğinden çıkarken karım ve ben yıkılmış, yarınımızı
hatta burnumuzun ucunu göremez olmuştuk. Ne olurdu o tümör
oğlum da değil de bende olsaydı. Bunu çoktan hak etmiştim.
En çok 3 ve 12 yaşlar arasında ve 40 yaşından sonra görülen bu hastalık gelip yerleşeceği yer olarak benim oğlumun o
minicik beynini seçmişti. Hep işim var bahanesiyle sevmeye bile
vakit bulamadığım oğlumun… Hastalığını görmezden gelip hep
ihmal ettiğim oğlumun. Hastaneye gidip gelmeler, farklı doktorlar,
sonu boş çıkan umutlar ve MR sonucu: Ameliyat edilecekti. Tümör daha fazla büyümeden ameliyat edilmeliydi. Tek çare buydu.
Şansımız vardı ki, ur dokunulamayacak bir yerde değildi ama biz
erken davranmadığımız için büyümüş ve riskli bir operasyondan
başka şansımız kalmamıştı. Yüreğimize biraz olsun su serpen
tek şey tümörün kötü huylu olmamasıydı. Eğer öyle olsaydı ışın
ve kemoterapiden başka şansımız yoktu. Üstelik kötü huylu tümörlerde tedavi garanti edilemezdi. Olsa olsa hayatta kalacağı
süre uzatılabilirdi… Aldığım nefesin ciğerlerime kadar ulaştığından şüphe duydum… Ya öyle olsaydı?
Ameliyathanenin soğuk ve sessiz, ürkütücü kapısında bekliyorduk umutla. Karım ve ben oğlumuzun o minik gözlerini açıp
yeniden bize baba ve anne demesi için Allah’a yalvarıyorduk.
Bilinmez kaçıncı defadır söz veriyorduk içimizden gizli gizli. Bir
daha onu hiç üzmemeye, dünyanın en iyi anne ve babası ol-
26
Bir Asırlık Bekleyiş
maya, iş telaşından nasıl büyüdüğünü anlamadığımız oğlumuza
hediyelerin en kıymetlisi olan vaktimizi vermeye. Ve belki, belki
değil mutlaka bir asırdır bu ameliyathanenin önünde bekliyorduk… Emindim bundan.
Güçlü olmak zorundaydım. Hangisi daha zor bilemedim.
Üzüntünü içinde yaşayarak güçlü olmaya çalışmak mı yoksa vücudunun bütün hücreleriyle ona teslim olmak mı? Eşime yaklaşıp
elini tuttum. Hiç tepki vermedi. İhtimal, beni suçluyordu. Onu dinlemeyip bu kadar geç kaldığımız için, oğlumun yarınlarını garantiye alacağım diye deli gibi çalışırken onun bugününü kaçırdığım
için, herkes hafta sonu babasıyla maça giderken ben ofisi eve
taşıyıp çalıştığım için… Kim bilir.
Otomatik kapı ağır ağır iki yana açıldı. Beyin cerrahı ameliyathane elbiseleriyle gözükünce kalbim artık baş döndürücü bir
hızla atmaya başladı. Eşim düşmemek için bana tutundu... Doktorun yorgun ve ciddi yüz ifadesi belli belirsiz bir gülümsemeye
dönüştü:
- Geçmiş olsun. Çok başarılı bir ameliyattı. Yoğun bakımdan
çıkınca oğlunuzu görebilirsiniz.
Ellerimizi bir kez daha açtık. Gözyaşları içinde ve minnetle.
Ağzımızdan iki kelime döküldü:
- Çok şükür.
27
Hastalık Hikâyem - 2014
TÜLBENT KOKUSU
Ahmet EREN
Küçücükmüşüm ben; fukarânın hayallerinden bile küçük…
Küçük evimizin henüz sobayla tanışmamış küçük odasında,
Azize ebenin küçük avuçlarına doğmuşum.
İlk tokadı Azize ebeden yemişim popoma. Ağlamamışım
ama…
O günden beri, ne zaman tokat yediysem, ağlamadım inadına
Ağlamayınca ben, bir endişedir almış bizimkileri; “Öldü!” diye
bağırmış annem.
Annemin feryadı, Azize ebenin tokadından daha acı gelmiş
bana; başlamışım ağlamaya…
O gün bu gündür, gözlerim dolu dolu oluverir annemin her
feryadında
İsmimi, Ahmet koymuş dedem; emretmiş babama: “Oku bakalım ezanı, çocuğun kulağına..!”
Abdestsiz olduğunu söyleyememiş babam; korkmuş, dindar
dedemin hışmından.
Çaresiz eğilmiş kulağıma, bir ezan patlatıvermiş hüzzam makamından. Abdestsizdir ama sesi yanıktır.
Ben de uykusuz geçen gecelerimin sabahında, sabah ezanına eşlik ederim büyüleyici sabâ makamında. Abdestsizimdir ama
sesim yanıktır.
28
Tülbent Kokusu
Neyse, gel zaman git zaman… Yirmi beş günlük oluvermişim
göz açıp kapayıncaya…
ya.
Lakin küçücükmüşüm hâlâ, nenem beni benzetirmiş karınca-
Kel kafamdan tâ ayaklarıma varıncaya, öpermiş. Bu el kadar erkek çocuğu, bir anda, koca koca adamların, eteği belinde
kadınların oyuncağı oluvermiş. Hayat, taze bahar yaprağı kadar
güzelmiş…
Derken, o uğursuz gece, gelivermiş.
O gece babam, çalışıyormuş; işteymiş.
Annem, ertesi sabah ekmek açmaya hamurunu yoğurmuş;
iki bileziğini kolundan çıkarıp yastığının altına koymuş. Yatağına
uzanıp uyumaya koyulmuş.
Sağa dönmüş, sola dönmüş; nafile… Uyku tutmamış.
Yataktaki, babamdan kalan boşluğa, bir türlü alışamamış.
Derken, bir kulaç ötesindeki bez beşikten bir hırıltı duymuş.
Hemen kulak kabartmış.
Birkaç nefes alımlık süre içerisinde, hırıltıların sayısı da artmış, gürültüsü de…
Hemen fırlamış yatağından. Tünemiş beşiğin başına. Birkaç
saniye seyirci olmuş benim nefes alışıma…
Sağ avucunu alnıma yapıştırmış; yanağıma, boynuma sonra
da apışıma.
Alev alevmişim, cayır cayır; bir yangın yalazı! -hâlen kahhar
gecelerde ateşlenirim bazıHemen kapmış küçücük bedenimi. Fırlamış evden, alt kata
29
Hastalık Hikâyem - 2014
inmiş; yengeme göstermiş beni.
Yengem almış beni kucağına, şöyle bir incelemiş; “Havale
bu,” demiş.
İki kadın bir de ben, gecenin kör karanlığına atılmışız.
Derken, kar da bastırmış…
Tabi o zamanlar, şimdiki gibi asfalt değil her yer. Sulu karın
altında bir toprak ki çamurdan beter!
Bata çıka, bir yüz metre kadar gitmişler. Kan ter içinde kalmışlar; nefes nefese… Bitmişler!
Yengem bir daha bakmış annemin kucağındaki bana…
“Öldü,” demiş; “eve dönüp haber verelim babasına…”
“Hayır,” demiş annem; “Ölmedi. Ölseydi, hissederdim.”
Tülbent kokulu annem… -kesif tülbent kokusudur annem benim için, o günden bu yanaKoşturmuşlar bir on - on beş dakika daha…
Hastaneye varmışlar… -ben hastane diyeyim de siz inanmayın; küçük bir poliklinik aslındaNöbetçi doktor, kucağına almış beni. Can, kesilmiş bedenimden o sıra.
“Ayy, öldü!” diye bağırmış doktor hanım, avazı çıktığınca.
Üç kadın, koşmaya başlamışlar telaşla; doktor hanım önde,
annemle yengem arkada.
Doktor hanım üstümü soymuş. Beni, bir soğuk su havuzuna
daldırmış.
30
Tülbent Kokusu
Can gelmiş vücuduma…
Babama haber edilmiş; babam gelmiş. Dayıma haber edilmiş;
dayım gelmiş.
Taşımışlar beni Şişli Etfal’e, gecenin ayazında.
Hastaneye yatırılmışım, yeni yıla beş gün kala…
Annem, babam tedirgin; beni sormuşlar yaşlı doktora.
Doktor, “Korkmayın,” demiş; “hayati tehlikeyi atlattı. Lakin kesin teşhis için, biraz bekleyeceksiniz.”
Beklemişler. Birkaç gün geçmiş. Bu sırada, çeşitli testler yapılmış vücudumda; beyin omurilik sıvısından örnek alınmış.
‘Bakteriyel menenjit’ tanısı konmuş hastalığıma.
“Sebebi nedir bu hastalığın?” diye sormuş babam.
“Bakteridir,” demiş doktor amca; “bildiğiniz mikrop yani. Çocuğunuzu mikroplardan uzak tutmalısınız.”
“Nasıl yaparız,” diye düşünmüş annem; “köylüyüz biz; toz toprak eksik olmaz ocağımızda…”
Yoğun antibiyotik tedavisine başlanmış bu arada.
Annem her gün, onca yol tepmiş; beni görmeye gelmiş. Sokmamışlar odaya…
Bir camın arkasından bakadurmuş, bir aylık evladına…
“Hep uyuyordun,” diyor annem; “her geldiğimde uyuyordun.
Hiç uyanık göremedim seni.”
Tedavi uzadıkça babam, ilaca para yetiştiremez olmuş.
31
Hastalık Hikâyem - 2014
Bir eczaneye kimliğini rehin bırakmış; başka birine ehliyetini
koymuş…
Eee… Ailede tek çalışan oymuş. Yetmemiş, yettiremiyormuş…
Yeni yıla hastanede girmişim.
Bana, oyuncak bir at hediye etmiş doktor amca.
Aynı gece benim durumumu soran babama, “Kurtardık sayılır,” demiş ve eklemiş, “Bu kadarla bitmez ama. Çok dikkatli
olmalısınız. Zîrâ hastalık tekerrür edebilir zamanla. Bazı kalıcı
hastalıklar da oluşabilir çocuğunuzda; sağırlık, felç, körlük gibi
mesela…”
Gel zaman git zaman; dünya dönmüş, günler geçmiş… Taburcu olmama karar verilmiş…
Vezneye inmiş babam, hastane masrafını yatırmaya.
Üç yüz yirmi lira çıkmış hesap, o zamanın parasıyla.
Tabi babam işçi adam; ne gezer onda bu para…
Benim doktor amcamı bulmuş; yaşlı doktor amcamı…
Anlatmış durumu ona. “Yok,” demiş; “bende bu kadar para…”
Doktor amca almış babamı, götürmüş başhekimin odasına.
Durumu kabaca anlatmış mesai arkadaşına.
Başhekim bir hesap yapmış; üç yüz yirmi lirayı kırk liraya indirmiş.
Elindeki pusulayı babama uzatıp, “Bunu öde, yeter,” demiş.
Parayı ödemiş babam. Almış beni, götürmüş yuvamıza.
32
Tülbent Kokusu
İşte benim hikâyem de son buluyor burada…
Sonrasında ne mi oldu öykümüzün kahramanlarına? Annem
sağlıklı ama bel ağrısı çekiyor sıklıkla.
Ekmek açmıyor artık; domates de yetiştirmiyor balkonda.
Lakin, mis gibi tülbent kokuyor hâlâ…
Babam
Sağlıklı; hayatta…
Abdestsiz namaz kıldığına dair rivayetler dolaşıyor ortalıkta.
Doğruysa eğer, Allah acısın ahirette…
Doktor amca
Havale geçiren bir başka çocuk getirmişler hastaneye benden
üç ay sonra.
Kurtulamamış maalesef çocuk, ölmüş…
Babası, doktoru suçlamış. Saldırmış; yaralamış bıçakla!
Sol böbreğini almışlar doktor amcanın.
Sonra da, yaşamamış daha fazla… -Allah rahmet eylesinOyuncak at.
En son, yirmi sene önce oynadığımı hatırlıyorum onunla.
Sonra ne oldu bilmiyorum; kayboldu gitti…
Hâlâ, bazı bazı dolanır hatırıma…
…ve Ben
33
Hastalık Hikâyem - 2014
Kendimi son gördüğümde, kafamı sayfalara gömmüş, harıl
harıl bir şeyler yazıyordum.
Kısık sesle bir şeyler mırıldanıyordum, bakarak duvarlara…
Beden sağlığım yerinde gibiydi şimdilik;
Ruhsal sağlığım konusunda emin değilim ama…
Küçücük değildim artık; büyümüştüm zamanla.
Ama içimdeki tülbent kokulu çocuk, küçücüktü hâlâ…
34
Psikolojik Demeden Önce
PSİKOLOJİK DEMEDEN ÖNCE
Derya TALAS
Arabaya binilmeyecek kadar yakın, yürünülmeyecek kadar
uzak, ben yürümeyi seçiyorum. Yol boyunca düşünüyorum yaşama sevinciyle dolu o insanın nasıl birden yok olduğunu. Düşünüyorum akciğer kanserini yenip de nasıl psikolojik sanıldığı için
kalp krizine yenik düştüğünü. Keşke diyorum, sonra bir keşke
daha, peşi sıra dökülüyor keşkeler ağzımdan sanki zamanı geri
çevirebilecekmişim gibi. Çarelerin tükendiği yerde kaderle vade
koşarmış biçare insanların imdadına. Ama ben hiç kader diyemedim, hiç vade diyemedim annemin çıktığı son yolculuğa. Yine
çarnaçar keşkeler çıkıyor ağzımdan. Ağlayarak atıyorum her bir
adımımı. Şaşkın bakışlara aldırmadan umarsızca sarılıyorum en
yakın dostum olan gözyaşlarıma.
Bakıyorum, yolun sonu görünüyor erteliyorum ağlamayı bir
süreliğine. Yarım saatlik yolu bir saatte gitmişim, ağır yürüdüğümden mi? Hayır, sürekli dinlenmek zorunda kaldığımdan. Ufak
adımlarla giriyorum kimi gün mutlulukların, çoğu zamanda acıların yuvasına. Her şey ağır çekimde ve puslu görünüyor gözlerime. Konuşma sesleri sadece uğultu şeklinde var kulaklarımda.
Sıra bana gelince ağlamaktan kızarmış gözlerimle çıkıyorum kardiyologun karşısına. Kısık bir sesle sırtım, boynum, göğüsüm ve
sol kolum ağrıyor, çok çarpıntım var, nefes almakta zorlanıyorum
diyorum. Hemşire ağladığımı anlamış olmalı ki bir buruk bakıyor yüzüme. Doktor kalbimi dinleyip “Acın gözlerinden okunuyor,
üzüntü ve stres kemiklerine, kaslarına vurduğu için bu ağrılar
oluyor. Kalbinizde bir sorun yok, çarpıntınız psikolojik.” dedikten
sonra, gözlerini sabırsızca yeni girecek hasta için kapıya dikiyor. Bir saatte geldiğim yolu iki saatte dönüyorum, eve dönmek
istemediğimden mi? Hayır, çok yorulduğumdan. Ertesi gün ve
35
Hastalık Hikâyem - 2014
daha sonraki günler yine yüreğimde aynı üzüntülerle, aynı yollarda buluyorum kendimi. Yine hastanede, yine aynı şikâyetlerle,
yine sıra bekliyorum. Bir bir dolaşıyorum hastanede ki bütün bölümleri. Kulaklarımda uğulduyor artık psikolojiktir kelimesi. Aylarca kullanıyorum verilen ağrı kesicileri. O dayanılmaz sırt ağrıları
artık beni Allah’a şu canımı al diye yalvartıyor. Hele o çarpıntı
yatarken sanki birisi şiddetle sarsıyormuş gibi bütün vücudumu
sallıyor.
Dertlerime derman olmaya çalışan ablamla beraber, dertlerime derman olmayan o hastanedeyim yine. Sıra bana geldiğinde
umutsuzca giriyorum kardiyologun yanına. Daha önceki göründüğüm doktorların en genci. Aynı sözleri duyacağımdan emin bir
şekilde tek tek sıralayıp şikâyetlerimi sözü doktora bırakıyorum.
Evet, yanılmamışım bu doktorda “Bu yaşlarda kalp rahatsızlığı
pek olmaz muhtemelen psikolojiktir.” cümlesiyle başlıyor, ama
bitirmiyor cümlesini “Bazen de psikolojik zannedilen şikâyetlerin
altından büyük sorunlar çıkabiliyor.” diyerek tamamlıyor sözünü.
Bu genç doktor diğer doktorlardan daha çok ciddiye alıyor beni,
bunu morarmış gözaltlarımla morarmış dudaklarıma takılan gök
mavisi gözlerinden anlıyorum. Çeşitli pozisyonlarda kalbimi dinledikten sonra “Ekstra bir ses duyuyorum biz bu sese üfürüm
deriz.” diyerek EKO (ekokardiyografi) odasına alıyor beni. Göğsüme bir jel sürüp monitörden kalbimi izlemeye başlıyor. Merak
ediyordum o ekranda neler gördüğünü, çünkü ben hiçbir şey anlayamıyorum. Sonra “Galiba kalbinizde bir delik var kesin tanı
transözofageal ekokardiyografi (TÖE) testiyle konulabilir. Eğer
delik çok küçükse bir şey yapılmaz. Büyükse, ya ameliyatla ya
da şemsiye yöntemiyle kapatılır.” diyor tebessüm ederek. Peki,
kapattırmazsam ne olur? “Bir süre sonra kalp yetmezliği ve arkasından diğer organ yetmezlikleri başlar ve o kaçınılmaz son…”
cevabını veriyor buruk bir sesle.
Kalbim isyan bayrağını kaldırmış dörtnala koşuyor. Yıllardır
sakladığı sırrının apansız ele verilişine çok öfkelenmiş olmalı ki
gittikçe hızlanıyor, doktor bile telaşlanıyor ama belli etmiyor. Son
derece ilgili davranan bu doktorun yanından kendisine hayır dua36
Psikolojik Demeden Önce
sı ederek, biraz üzgün, biraz buruk ama yine de çok mutlu çıkıyorum. Kalbimin delik olmasına mı mutlu oldum bu kadar? Elbette
ki hayır, aylarca psikolojik zannedilen sorunlarımın kaynağının
bulunmasınaydı bütün sevincim. Artık bu dayanılmaz ağrılardan
ve hâlsizlikten kurtulacaktım, gerisi kolay diyorum.
TÖE testi için kardeşim kendi çalıştığı hastaneden randevu
alıyor. Cevapsız sorular, zincirini koparmış düşünceler adeta zihnimde dans ediyor iki hafta boyunca. Geceleri uyuyamıyorum
düşünmekten, ya gerçekten doğruysa diyorum. İlk duyduğumda
ağrılarımın kaynağı bulundu diye sevinmiştim ama artık korkmaya başlıyorum. Ölmekten korkmuyorum ben, sürünmekten
korkuyorum. Ya doğruysa, ya büyükse, o zaman… Göğsümde
oluşacak ameliyat izi bir tokat gibi iniyor suratıma, içim sızlıyor,
damarlarımda bir acı dolaşıyor.
Bu düşüncelerle iki haftayı mı yiyip bitiriyorum yoksa kendimi
mi bilemiyorum. Ve yine hastanedeyiz aile boyu. Babamın yüzünde acı bir ifade. Korktuğunu belli etmemeye çalışıyor ama
sesinin titremesiyle ele veriyor kendini. Ablam yine donuk, yine
boş gözlerle bakıyor bana, ya kardeşim benden heyecanlı yerinde duramıyor ceylan gözlüm. Aç olarak girdiğim karanlık odada
ağzıma konan ortası delik ağızlık içinden ucunda kamera olan
TÖE probunu ben daha ne olduğunu anlamadan bir anda yutturuveriyor doktor. Sonra yan yatırıp probu yemek borumda aşağı
yukarı hareket ettirerek kalbime bakıyor. Beyaz hemşire kıyafetiyle bir melek gibi karşımda duran kardeşim biçare dikmiş gözlerini gözlerime. O da ne! O ceylan gözlerinden yaşlar sızıyor
kardeşimin. Bir hemşireye hiç yakışmıyor böyle çaresizce, böyle
içli içli ağlamak.
İşlem bittiğinde “Sol-sağ şantlı sekundum tip atriyal septal defekt (ASD) yani kulakçıklar arasında doğuştan bir delik var ve
bunun kapatılması gerek. Anjiyoyla deliğin gerçek çapının ölçülmesi ve çeperlerinin kontrol edilmesi lazım. Çünkü çok büyük
olan ve çeperleri sağlam olmayan deliklerde şemsiye yöntemi
uygulanmıyor.” diyor doktor. En zoru bitti gerisi kolay.
37
Hastalık Hikâyem - 2014
Anjiyo olmak için farklı bir hastaneden randevu alıyorum.
Nedendir bilinmez ama hep doktor hep hastane değiştiriyorum.
Düşünceler ve korkular eşliğinde bir ayı geçirdikten sonra anjiyo
olmak için yine aile boyu hastanedeyiz. Babam, ablam ve kardeşim hepsinin gözlerinde iki damla yaş, kapatsalar dökülüverecek.
Ama hepsi birbirinden inat kapatmıyorlar gözlerini. Hele babam
bir enkaz yığınının altından fırlamış gibi. İnkâr aşamasını hiç geçemedi hiç kabul edemedi hastalığımı. Sırayla öpüyorlar sanki
bir daha gelmeyecekmişim gibi. Arkamdan bakıp yıllarca dönmeyecek bir yolcu uğurlar gibi korkuyla el sallıyorlar, işte hepsinin
yanaklarına sızıyor inatla gözlerinde tutmaya çalıştıkları o yaşlar.
Oldukça soğuk anjiyo odası, yağmurda kalmış kedi yavrusu gibi
titriyorum. Doktor benim hangi acıları yaşadığımı bilmeden tek
hissedeceğin acı bu olacak diyerek kasık bölgeme lokal anestezi yapıyor. Sonra damarımdan kalbime usul usul yol alıyor. Ekrandan kalbine bak diyor, korkuyla çeviriyorum başımı ekrana.
Aşkı anlatmak için çizilen kartpostallardaki romantik şekline hiç
benzemiyor esası. Bu organı görünce Yaradan’ın kudretini daha
iyi anlıyorum. Nasıl da hiç üşenmeden bir harita gibi damarları
döşemiş, nasıl da kılcalları bu organa nakış gibi işlemiş, gizleyemiyorum şaşkınlığımı bu şaheserin karşısında. İşte benim 34
yıllık emektarım diyorum. En sadık sırdaşım, en sinsi düşmanım,
en kadim arkadaşım. Hiç göremediğim, acılarımın mezarı, mutluluklarımın ortağı, hatıralarımın tek yuvası. Şimdi meydan senin,
kameralar sadece seni çekiyor, ekranlar yalnızca seni gösteriyor,
altı göz bir tek sana bakıyor. Belki bir sinema salonu değil, belki
küçük bir ekranda sergiliyorsun oyununu, belki seyircin az ama
sen yine de en güzel oyununu oyna, çünkü bu senin çevirdiğin
ilk filmin diyorum. Seyrediliyor olmanın utancını gizlemek istercesine vuruyor göğsüme. Bilmem ki ya da gizeminin çözülmesine
öfkelendi bu kadar. Kalbimin çevirdiği bu ilk filminde yıllarca saklamayı başardığı sırrının boyutları keşfediliyor.
Anjiyo bittikten sonra yüreğimin sineme vurduğu yetmezmiş
gibi bir de girilen yere yumruklarla bastırıyorlar. Odanın önünde
bekleyen ailem hacıdan gelmişim gibi sevinçle karşılıyor beni.
Odamda kasığımın üzerine konulan 5-6 kiloluk torbalarla 7-8
38
Psikolojik Demeden Önce
saat kalkmadan yatıyorum. Delik 4,5 santimmiş ameliyat diyor
doktor. En zoru bitti gerisi kolay.
Ameliyat için kardeşimin çalıştığı hastaneden bir profesör cerrahla konuşuyorum. Doktor sorularımdan oluşacak ameliyat izine
üzüldüğümü anlamış olmalı ki “İsterseniz sağ göğsünüzün altından açar estetik dikiş yaparız görünürde hiçbir iz olmaz.” diyor.
Doktorun ağzından bu sözler dökülünce ben ameliyat olmak için
kararımı bu doktorda veriyorum. Benim en geç ne zamana kadar
ameliyat olmam gerekiyor diye sormamın üzerine, doktorun “Zaten 29 yıl geç kalmışsınız.” demesi beni güldürüyor.
Stres, üzüntü ve korku dolu bir ayın ardından ameliyat olmak
için yine hastanedeyim. Akşam geç vakit kan buldunuz mu yoksa
ameliyatınız ertelenir diyor asistan şaşırıyorum, çünkü hiç söylenmedi ki kanı kendimizin bulacağı. Evdekilere telefon açtıktan
sonra bana eşlik eden düşünceler ve korkularla yatağıma uzanıyorum ki birden kardeşimin sesi geliyor kulaklarıma. Ah canım
benim, gelme demiştim ama yine dayanamamış. Çok zor da olsa
geç vakit toplamış babam sağdan soldan tanıdıkları, akrabaları
gelmiş hastaneye. Nihayet kan işi de böylelikle hallediliyor. Kardeşimle o geceyi kantinde sabahlıyoruz sohbet ederek.
Sabah olunca ameliyat önlüğünü giyinirken, ölmeden kefenimi giydirmişler gibi geliyor, bir tuhaf oluyor içim. Ya babamı bir
daha göremezsem, ya sağ çıkamazsam, o zaman ne yapar, nasıl dayanır annemden sonra bir de evlat acısına? Çok erken bir
vakitte ameliyata aldıkları için babam ve ablam yetişemiyor. Telefonda üzülmeyin çıkınca görüşürüz diyorum ama yine de bir hüzün kaplıyor her bir yanımı. Babam telefonda son kelimeleri getiremiyor sesi titriyor tıkanıp kalıyor öylece, ya ablam, sadece seni
seviyorum diyip başlıyor ağlamaya. Sedyeyle götürülürken acı
bir surat ifadesiyle eşlik ediyor kardeşim bana, dokunsan ağlayacak. Öpüp kokluyorum ceylan gözlümü belki bir daha göremem
diye, bir tavşan gibi ürkek her yanı titriyor. Usulca yanaklarında
yol alıyor yaşlar arkamdan biçare el sallarken. Üzülme ceylan
gözlüm geri geleceğim diyorum öpücük atarken.
39
Hastalık Hikâyem - 2014
Ameliyathaneye gittiğimi zannediyorum ama götürüldüğüm
küçük bir oda. Doktor damardan ilacı verdikten sonra her şey
ağır çekimde görünüyor gözlerime. Gerisini hatırlamıyorum.
Ameliyathanenin morgu anımsatan soğuğunu hissetmiyor, o ürpertici ışıklarını, beni kesip dikecek, kemiklerimi kıracak olan o
aletleri, ağızları maskeli doktorları, hemşireleri görmediğime mutlu oluyorum.
Kaç saat sonra bilmiyorum gözlerimi yoğun bakım odasında
açıyorum. Kolumda otomatik çalışan bir tansiyon aleti, ağzımda
ciğerlerime kadar inen bir boru, vücudumun her yerinde elektrotlar, biriken kanı dışarı atan drenler, idrarı dışarı atan sonda,
kalp atışımın gösterildiği monitör, damarlarımdan akıp giden serumlar ve o dayanılmaz ağrılar. Evet, en kötüsü ağrılar ve bu
ağrıları söyleyememek. Bütün vücut fonksiyonlarım makinelere,
ben ise ellerimden ve ayaklarımdan yatağa bağlıyım. Ağzımdaki
o boruyu çıkarsalar çok ağrım var diye feryat edeceğim ama çıkartmıyorlar. Elimin bağını çözebilirsem bir hamlede entübasyon
tüpünü çekip çıkartırım diye düşünüyorum. Her nedense bilmiyorum ama o boru beni çok rahatsız ediyor. Elimin bağını çözmeye
çalışırken karşıda iki bacağın hiç kıpırdamadan durduğunu fark
ediyorum, ama o bacakların ait olduğu gövdeyi hiç göremiyorum.
O zamanki aklımla hep orada duracağını sandığım o bacakların
yürüyüp bana gelebileceğini düşünemiyorum bile.
Uzun uğraşlar sonunda elimdeki bağı çözüyorum ki tam o sırada bacaklar birden yanıma geliyor. Bir el bileğimden tutup daha
sıkı bağladıktan sonra kayboluyor. Kaç zaman sonra doktorun
biri bana doğru eğildiğinde enfes bir koku burnuma geliyor. O
ilaç kokularının arasında doktordan yayılan ve hiç unutamayacağım o parfüm kokusu, sanki anestezik bir etki yaparak bir anda
bütün ağrılarımı dindiriyor. Koku değildi aslında ağrılarımı geçiren doktorun yaptığı ağrı kesiciydi ve ben içimden o doktora dua
ediyorum. Zamandan haberim yok, gece mi gündüz mü olduğu o
ışıkları hiç sönmeyen kabir sessizliğindeki yoğun bakım odasında belli olmuyor. Tüpün ne zaman ve nasıl çıkarıldığını hiç hatırlamadığım gibi en kötü şeyin beni beklediğini de bilmiyorum. Ya40
Psikolojik Demeden Önce
nıma gelen bir hemşireyle bir erkek hasta bakıcı ayağa kalkman
gerekiyor diyerek beni ayağa kaldırıyorlar. Ellerimden bir erkek
tutuyor ve ben o erkeğin karşısında çırılçıplak ayakta duruyorum.
“Utanma bacım utanma biz alışığız.” sözleri kulaklarımda çınlıyor. O an kabir azabı çektiren o ağrıları bile hissetmiyorum. Siz
alışıksınız da ben alışık mıyım çırılçıplak bir erkeğin karşısında
dikilmeye? En zoru bitti gerisi kolay.
Yoğun bakımdan odama çıkartılırken ailemin hele de babamın mutluluğuna diyecek yok. Annem vefat ettikten sonra ilk kez
babamı bu kadar mutlu görüyorum. Serviste bir hafta yattıktan
sonra nihayet özlediğim evime kavuşuyorum ama bu hiçte uzun
sürmüyor. Çünkü bir hafta sonra sağ tarafıma giren ve hiç hareket ettirmeyen dayanılmaz bir ağrıyla yine hastanedeyim. Akciğerlerim su toplamış.
Ameliyattan sonra bir unutkanlık bende, aldı başını gidiyor.
Evdekiler ve arkadaşlar Alzheimer’li diye takılıyorlar. Doktorlar
ameliyattan sonra normal, bir süre sonra geçer diyor onun için
üzerine düşmüyorum. 3-4 ayı geceleri oturur tarzda uyuyarak
geçirdikten sonra nihayet kaburgalarım da iyileşiyor ama unutkanlık, çarpıntı ve göğüs ağrılarım hiç geçmiyor. Doktorlar artık
hastalık psikolojisinden çıkmam gerektiğini bunların psikolojik
olduğunu söylüyor. Kendi kendime her şeyi çok abartıyorsun dediğim bir zamanda göğüs ağrılarım ve çarpıntım öyle dayanılmaz bir hâl alıyor ki nefes alamıyor, yatamıyor, hareket edemiyor,
ateşler içinde yanıyorum. Bu dayanılmaz ağrılar ancak öne eğilmekle birazcık hafifliyor. Psikolojiktir denilecek diye hastaneye
gitmek istemiyorum ama ailemin zoruyla yine en yakın hastanenin acilindeyim. İlk önce çarpıntıma panik ataktır denilse de daha
sonra yine genç bir doktorun koyduğu perikardit (Kalbi saran en
dış zarın iltihaplanıp su toplaması.) teşhisiyle ameliyat olduğum
hastaneye sevk edilip orada 10-15 gün yatarak ilaç tedavisi görüyorum.
Sebebi bulunamayan perikarditlerin ardı arkası kesilmiyor ve
altışar hafta aralarla 5-6 kez perikardit geçiriyorum. Aylar sonra
41
Hastalık Hikâyem - 2014
nihayet bu illet hastalıktan da kurtuluyorum ama bu arada geçmesini beklediğim unutkanlığım tavan yapıyor, artık sağdan sola
dönmeye unutuyorum. Bir süre sonra baş dönmesi, mide bulantısı ve denge bozukluğu yaşamaya başlayınca bir nörologa gidiyorum. Doktor vertigo teşhisi koyuyor ve istediği MRG tetkikiyle tesadüfen unutkanlığımın sebebini de buluyor, ılımlı serebral atrofi
yani beyin küçülmesi. Keşke, keşke diyorum psikolojik demeden
önce… En zoru bitti gerisi kolay.
42
Umut Yolu
UMUT YOLU
Elif GELGİT
18/06/2010 - KONYA (İKİNCİ TÜP BEBEK DENEMESİ)
Yusuf Hayaloğlu’nun şiirini bilir misiniz?
”Hayat nedir, nedir ki anne? Bir oyun, bir masal değil mi, Kırıldı bak oyuncaklarım.
Ömrüm bitti, sevdam gitti, İnan ben hiç büyümedim ki…”
Küçüklüğümde, gençliğimde hiç gelinlik hayalim olmadı benim. Eşim sarışın olsun, esmer olsun, boyu 1,80 olsun, gözü ela
olsun diye de hayalim olmadı. Sadece 3-5 tane bebeğim olsun
isterdim. İşte herkesin imtihanı farklı, istediklerimizle değil, aklımıza gelmeyenlerle deneniyoruz çoğu zaman.
Evliliğimizin beşinci yılı bitti bu yıl. Anlamadan geçen koskoca
beş yıl ama hâlâ baş başayız, iki kişi, tın tın...
Evlendiğimiz günden beri Sait’imle hep hayırlısı demiştik hakkımızda, Rabbim en iyisini bilir dedik. Ama yıllar geçtikçe, aile
-akraba- arkadaşlardan sorular, baskılar başladıkça ve günleri
saysan saysan da olmayınca ister istemez üzülüyor insan. Herkesin sorusu hazır ne de olsa:“Daha yapmıyor musunuz çocuk?
Ne zaman yapacaksınız? Filanın olmuş bebeği, siz de yapın artık. Erken kalkan yol alır bak… vs. vs. Ah bir yapabilsek zaten, ah
bir o mutlu haberi alabilsek ama… Hatta bazıları işi abartıp “bak
deneyin, şöyle olursa kız olur” diye anlatmaz mı? Gel de üzülme… Olsa zaten kızına, oğluna bakmıyoruz biz diyemiyorsun ki
ilk zamanlar… Sorun mu var, olur mu acaba diye bekliyorsun
43
Hastalık Hikâyem - 2014
bekliyorsun sadece kimseye bir şey diyemeden…
“Daha yaşınız genç, olur elbet” diyenleri beklemeden (ben
2007’de 29, Sait’im 36 yaşındayız, ne kadar da genciz değil mi?)
ve şükür ki evliliğimizin 2. yılı sonunda, bir yıl deneyip olmayınca
doktora gittik Mayıs 2007de. İlk süreçte eşimin sperm tahlilleri
normal çıktı, benim de ultrason muayenesinde normal olduğu
için yumurtlamayı arttırmayı denedi doktorumuz. Ama denemelerde yumurtlamayı arttıran hapların yan etkisiyle kistler oluşunca
bıraktık, HSG istedi. İkimiz de işten zor izin alarak, stresle doktor
saatini beklerken hastanede hamile bayanları, yanlarında eşlerini gördükçe iç geçirdiğimiz sessizce, daha da çok gerildiğimiz o
günler hep hafızamın bir köşesinde işte.
22 Ekim 2007’de ilk HSG çekildi. Herşeyi göze alıp gittiğin
için acısını, zorluğunu düşünmeden yapılan HSG’den sonra raporu alıp doktora gittik tabi, kötü sonuç düşünmeden. Çekilen
film ve A4 kâğıdının yarısı boyutta HSG sonucu elimizde içeri
girdik: “Her iki tarafta tuba uterina çapları normal ve lümenleri
açıktır. Kontrast madde her iki tuba uterinada ampullaya kadar
izlenmekle birlikte periton boşluğuna geçiş saptanmamıştır. “O
an doktorum içinde zordur tabii ama teşhis: Siz normal yolla hamile kalamazsınız, tüpleriniz tıkalı.” deyişi yıkmıştı her şeyi bizim
için. Ve bize açıklamak için HSG raporunun arkasına çizdiği o
şekil… Ne zaman görsem o gün canlanıyor zihnimde, yıkıldığım
an hayatımda… Odasından çıktığımızı hatırlıyorum ve yanaklarımdan süzülen yaşlar var sadece sahnede. Bir de eşimin bana
destek olmak için sarılması sıkı sıkı… Hani insanların hiç yaşamamış olmayı isteyeceği zamanlar vardır, silip atmak istedikleri
ama silinmeyen bir türlü, hiçbir ilacın acısını dindiremediği yara
gibi, durup durup kanayan…
Sonra Ocak 2008’de tekrar HSG çektirdik ama sonuç - teşhis
aynı… Tüpleriniz tıkalı…
Sıra geldi durumu ailelere açıklamaya. Onlar güzel haberler beklerken bizden, iki tarafta ilk kez torun sahibi olacakken
44
Umut Yolu
biz toplantı yapıp durumu anlatmaya çalıştık. Şanslıyız, çünkü
ailelerimiz olumlu karşıladı bizi. “İmtihan” dediler, Allah beterinden saklasın… Sadece onlar da, iyi düşünüp “kimseye söylemeyiz, merak etmeyin.” deyince. Onlar söylemedi, biz diyemedik
arkadaşa-akrabaya derdimizi, derken küçük sır KOCAMAN bir
sıkıntı oldu içimizde, malum sorular çoğaldıkça. Aslında insanın
saklamak yerine gerçeği olduğu gibi anlatabilmesi ne büyük bir
rahatlık, bir bilseniz. Açıkça, içinizden geldiği gibi, yanan, kavrulan içinizi anlatabilseniz… Ama biz bu rahatlığı 2,5-3 yıl içimizde
saklayıp bayağı sıkıntı çektikten sonra yaşayabildik.
Ve geldik tedavi olarak aşılama mı, tüp bebek mi sorusuna?
İnternetten, doktorlarla görüşüp, fiyat alıp araştırdık, maddi durumumuzu kontrol edip, psikolojik olarak hazırlanıp bu arada…
İkisi de tedavi ama bir doktor öyle diyor, diğeri ötekini söylüyor.
Biz de yaşımız itibariyle ve bir an önce bebeğimize kavuşma isteğiyle “direkt tüp bebekte” karar kıldık sonunda.
Ve ilk tüp bebek denememiz… Özel sektörde, yoğun tempoda çalışınca izin almak problem, malum. Ancak Temmuz 2008’de
oldu ilk denememiz, tedavi yerimiz Bursa. Hatıralar arasında bir
sahne beliriyor yine. Doktora gidiyoruz, içeri giriyorum. Ne diyecek doktor, olacak mı acaba, tedavi iyi gidiyor mu? sorular sorular kafanda. Ve ilk şok: ”Sizin yumurta rezerviniz 40 yaşında
bir kadınınki kadarrrr…”Ne yazık ki bu teşhise karşı ben 29-30
yaşındayım daha… Ama başka bir uyarı vs. yok bu aşamada
söylenen bize. Sonradan şubat 2012’de öğreniyoruz, yumurta
rezervi takibi ile tüp bebek planlamasında geç kalmamak için izlenen AMH denen bir hormon varmış.
Kırk yaşındaki yumurta reservi, gelişimi ile devam ettik tedaviye. İlaçlar, iğneler, stresli bekleyiş, kaç tane gelişti yumurta,
gelişenleri alabilecekler mi, ne zaman alınacak vs. derken Ağustos 2008’de alınan 1 yumurta yerleştiriliyor. Ve 12 günlük yatış
dönemi… İyi sonuçlanır inşallah diye günleri geriye sayarak,
stresi ikiye, üçe katlayarak beklenen… Aile içi “Aman o kadar
masraf, o kadar zahmet, doktor yat dedi, sen kıpırdama” diyerek
45
Hastalık Hikâyem - 2014
her işinin yapıldığı, gebelik testine kadar “inşallah tutunsun da,
olsun” diye kıpırdamadan kitaplar devirdiğin dönem… 13. gün
sabah Bursa yolcuları, Edi ile Büdü çıkıyoruz eşimle birlikte. Kan
alan hemşiremizde sonuç iyi çıkarsa ararız sizi hemen diyor, biz
de umutla saatlerce Bursa sokaklarında telefon bekliyoruz, ha
şimdi arayacaklar,“yok öğle yemeği geçti yerlerine gelmişlerdir,
ararlar artık” derken en sonunda ikindiye doğru eşim “ben gidip
sorucam” diyor. Ben her ne kadar “aramadıklarına göre olmadı,
gitmene gerek yok” desem de, gidip konuşuyor doktorumuzla.
Cevap şöyle: “Bazı durumlarda rahim, yerleştirilen yumurtayı
yabancı madde olarak görüp atar ve gebelik olmaz.” Bu kadar
işte… Sait’imin gelip acı gerçeği yüzüme kibarca açıklamaya çalışması bile gözyaşlarımı engelleyemiyor yine… İçten içe yanan
yüreğimi söndürmek istercesine süzülüyor yanaklarımdan, O da
içine akıtıyor sessizce gözyaşlarını…
Birinci başarısız denemeden sonra “40 yaş yumurta rezervine”
dikkat etmemiz gerektiği hakkında uyarılmadığımız için ona hiç
takılmadan,umursamadan (ne de olsa daha gençmişiz!..) Mayıs
2010’da “İkinci Tüp Bebek” denemesi için maddi-manevi gücümüzü topladık, yine özel sektörde işe başladığımdan izin olayını
ayarladım tedavi süreci için ve hazırdık yine. Bu sefer Konya’ya
götürdü bizi rüzgâr, çok güvendiğimiz yakınlarımızın tavsiyesi ile.
Süreç takip altında, doktorumuza güvenerek, stresi az tutmaya
çalışarak (özel sektörde, yıllık izin dönemi olan 14 güne bu süreci
sıkıştırmaya çalışıp yumurta gelişiminde takip süresi uzayınca da
işe dönme, bebek olma/olamama sorularıyla ne kadar stressiz
olursa) 15 günlük iğneler, ilaçlar sonrası toplanan iki yumurtadan
en iyi gelişen bir tanesi yerleştirildi. Sonra doktorumuzun söylediği: “Rahim içinde yerleştiren yer iyi, yumurta da olanın en iyisi,
umutla bekleyeceğiz, inşallah hayırlısı”… Ve beklenen 12 günde
de iğneler, ilaçlarla stres tavan yaparak, sevdiklerinin moral vermek için elinden geleni yaptığını görüp eriyip bitip “inşallah bu
sefer olur da, benim yüzümden üzülmezler daha” diye içinden
geçirdiğin günler… 13. gün, gebelik tahlili ve kanda Beta-HCG
“negatif.” İkinci yıkım, tükeniş…
46
Umut Yolu
20/02/2011-İSTANBUL (ÜÇÜNCÜ TÜP BEBEK DENEMESİ)
İkinci deneme sonrası vücudun toparlanması için altı ay kadar bekliyoruz. Bu arada yeni deneme evimize, işimize yakın olsun diye araştırıyoruz hastane, doktor ismi, fiyatlar, tedavi süreç
farkları vb. Malum artık iki deneme geçirince kıdemli ve tecrübeli
oluyor insan, ne zaman, ne, neden olacak, ilaçlar ne için, nasıl
kullanılacak biliyorsun. Karar verdiğimiz doktorumuza önceki raporlar, sonuçlarla birlikte hem tedavi hakkında bilgi hem de iki
başarısızlıktan sonra başka önerisi varsa diye danışmak için giriyoruz. Sorularımızı yanıtlayıp tavsiyelerini anlatıyor. “Bir hastam
var ki, Almanya’dan buraya geliyor, on kez denedik olmadı,on
birincide de aynı ilaçları kullandık, aynı süreç ama bu sefer oldu.
Olacağı varsa ne yaparsan yap, hopla-zıpla vs. oluyor, olmayacaksa da kaç kez denersen dene, olmuyor. Takdir edene bağlı,
biz elimizden geleni yapıyoruz, bütün meslektaşlarım da tabi”
dedi. Bu doğru biliyoruz, “Rabbim inşallah bizleri de 11 denemelerle imtihan etmez” diyerek başladık üçüncü denememize.
Süreç normal bilindiği gibi gitti, alınan beş yumurtadan üçü
birleştirilip iki tanesi yerleştiriliyor. Yine bekleme süreci başlıyor, geri sayım, artan stres, önceki denemelerden biriken korku,
umut… Yine her şey var içimizde… Ve yine o sabah, kan veriyor,
sonucunu almayı bekliyorsun, bir tarafın “iyi düşün iyi olsun” diyor, diğer yanın “sonu belli ne olacak ki, kendini kötüye de alıştır”
diyor. Ama ne yazık ki bu sefer de diğer yanım kazanıyor, Beta-HCG “negatif”.
Bu kadar deneyip olmamasına, üzüntüye rağmen unutulmaz
an: “Ben seninle çocuk için evlenmedim ki, En güzel hediyem
sensin” diyen muhteşem eşimin desteği, asla ödeyemeyeceğim
hakkını bir kez daha gösterdiği an...
01/02/2012 - İSTANBUL (DÖRDÜNCÜ TÜP BEBEK DENEMESİ)
Biz sahnedeyiz yine, bu sefer dördüncü deneme için. Aynı
hastanede yine aynı doktorla başlıyoruz. Ben yine hem çalışıp,
47
Hastalık Hikâyem - 2014
doktora gitmem gereken günlerde izin alıp iki saate muayenemi halledip işe dönüyorum. Ama bu sefer gidişat çok daha kötü,
doktorum “O kadar ilaca rağmen gelişen bir tane yumurtam
olduğunu, ama alındığı takdirde döllenmeye uygun olup olmayacağını bilemeyeceğimizi fakat bir sonraki ay bu bir taneyi de
bulamazsak daha kötü olacağı için bunu almamız gerektiğini”
söyledi. O an 33 yaşında, bebek için yanıp tutuşan bir bayan için
“Ne yaşıyorsun sen, bir işe yaramıyorsun, bak bebeğin de olmayacak doktor ne dedi, bir sonraki ay olmayabilir, bitti her şey...”
diye içinin yandığı, tükendiği, umutlarla ayakta kalmaya çalışırken “umut yok senin için” diye kapının suratına çarpıldığı an…
Doktorumuzu dinledik, yumurta alındı ama transfer edilemedi, uygun olmadığı için. Çok şükür ki doktorumuz AMH denen
hormonu ve yumurta reservi ilişkisini öğretti bize. AMH Hormon
tahlilim AMH: 0,91 (Ref: 1,0-6,8 / premenopozal) çıkmıştı. Yani
kısaca “MENOPOZ”a bir adım… 2008’den bu yana umutların
boşa yeşertildiği, emeklerin boşuna verildiği, menopozla birlikte
her şeyin biteceği zaten, benim yüzümden Sait’imin de “Baba”
olma hayallerinin suya düşmesi vs. vs…
Devlet hastanelerinde yoğunluk ve başka sebeplerle süreç
daha ileri tarihlere atılabildiği için biz her denememizi özel tüp
bebek merkezlerinde denedik ki, maddi olarak denedikçe tükeniyor insan ama bu son denemede AMH içimi kemirdi, umutlarımı
yedi bitirdi zaten.
28/04/2012 - İSTANBUL (BEŞİNCİ TÜP BEBEK DENEMESİ)
Artık AMH bilgimiz sonrası acele etmemiz gerektiğini bilerek
tekrar denemeye karar verdik. Bu sefer farklı bir hastane, farklı
bir doktor ile ve işten tamamen ayrılmış olarak (Hani reklamlarda
bir söz vardı, bilirsiniz: “Çocuk da yaparım, kariyer de…” Ben bu
ikisini beraber yapamadım hiç, tedavi süreçlerim çalışıp denerken ister istemez stresli geçti hep). Ama son doktorumuza tecrübeleri, yaklaşımı ile her konuda güvenerek, ailemizden biri gibi
sıcaklığı ile her sorunda görüşebilerek, emin ellerde olduğumuzu
48
Umut Yolu
hissederek başladık ve öyle de gitti şükür. Önceki tahlil, sonuç
vs. görünce tek eksik olarak “Kromozom analizi” istedi. Onda da
sorun olmayınca tedaviye başladık ve hiç olmadığı kadar tedavi
süreci iyi gitti şükür. On ik folikülden sekiz iyi toplandı, bu benim
tarihimde bir “İLK” ve dört tanesi döllendi, iki tanesi yerleştirildi.
Bekleme döneminde doktorum hiç kısıtlamadı bu sefer,” rahim
içine yatar pozisyonda mı daha rahat tutunur, yoksa otururken
mi, ayakta mı bilemeyiz, sürekli yatman gerekmiyor, çok ağır olmayan günlük hayatındaki işlere devam” dedi. Ve daha rahat 12
gün sonunda yine tahlil zamanı…
Kanı verdik, süre sonunda sonucu zarf içinde alıyoruz, açmaya cesaret edemeden kim açacak diye birbirimize bakarak…
Ama bu sefer içinden farklı bir şey çıkıyor, negatif yazmıyor Beta-HCG, rakamlar var… İşte yine acemiyiz, hemen doktora koşuyoruz, bu rakamlar iyi mi kötü mü diye… Ve mutlu haber…
“Tebrikler, başardınız”… Rüya gibi o sözleri duymak, inanamadık
günlerce, haftalarca… İlk kese görünüp, kalp atışları duyulana
kadar hep gerçek mi diye düşündük… Acaba gerçekten geliyor
mu bebişimiz? dedik birbirimize…
Beş deneme sonunda öğrendiğim: Her denemede alınan ilaçlar ve yan etkileri, olur/olmaz psikolojisi, süreçte yaşanan maddi
ve manevi zorluklar çookkk sabır, çoookk teslimiyet gerektiriyor
“dıştan dilinle söylediğin” kadar, en önemlisi “kalbinle yürekten
inandığına”…
16/06/2012 - İSTANBUL (Gebelik 6. hafta- BEBEĞİMİZE MEKTUP)
Hoş geldin bebeğim; Hoş geldin ailemize;
Öyle çok bekledik ki biz seni… Öyle çok özleminle yandı ki içimiz… Hep ya gelirsen diye gün saydık… Hep olmaz demişlerse
de bize, sen sürpriz yaparsın diye umudumuza, dualarla Rabbime sarıldık senin için… Seni beklerken… Dualarımızda hayırlısı
ile sana kavuşmak için yalvardık… Senin mis gibi cennet kokunu
içimizde hissedebilmenin, melek gibi o tatlı, gül yüzünü okşayıp
49
Hastalık Hikâyem - 2014
sevebilmenin hayalini kurduk sessizce, dualarda… Gördüğümüz
her bebekte içimiz eridi, seni daha da özledik… “Annem” diyen
her çocukta, babasına koşarak “Çikolata aldın mı Babacım?”
diye sarılırken biz de seni düşündük… Çocuk parklarında sensiz
otururken, senin hayalin vardı yanımızda, bir de dualarımız senin için… Biz şimdiden seni çok özledik. Kokunu duyamasak da
daha, içimize çekemesek de seni özledik işte…
İlk test sonucumuzu alıp senin bizimle olduğunu öğrendiğimiz
gün inanamadık önce. Hep beklediğimiz, hep özlemlerle aradığımız Sen gelmiştin, artık aramızdaydın… Sen de bizim ailemizin
ferdi oluyordun, ailemizin üçüncü ferdi…
Hele o ilk kalp atışlarını duymak var ya... Heyecanla doktordan iyi ya da kötü haber alacağız derken, güzel haberi duymak,
senin küçücük kalbinin atışları “Ben de buradayım artık, ben de
sizin her anınızda yanınızdayım” dediğinde nasıl bir mutluluk anlatmak mümkün değil hiç… Hani anlatılmaz, yaşanır denen şeylerden sanırım hayatta.
Daha tanışamasak da, biz seni, sen bizi göremesen de, Sen
canımızsın bizim… Canımızdan öte can hem de... İçimizdekileri
anlatmaya kelimelerin bile yetersiz kaldığı, seni hissedip bizimle olduğunu bilmenin çok ama çok güzel olduğu, bir mucizesin
işte…
50
Yokluk
YOKLUK
Enes Burak ŞENEL
İstediğiniz yere geldim. İnanır mısınız? Buraya gelirken öyle
tuhaf hislere kapıldım ki yol boyunca sanki gece bütün dişleriyle
bana sırıtıyor, beni küçük düşürüyor ve aşağılıyordu. Sabahın
erken saatlerinde şehre vardım. Bir büfede kahvaltı yapıp tarifini
verdiğiniz hastaneye ulaştım. Ah profesör! Kusura bakmazsınız
değil mi? Çalakalem rapor yazıyorum. Çünkü öyle heyecanlıyım
ki nasıl heyecanlanmayım, Şizofreni hastalık tarihinde görülmüş
en ilginç hastalardan biriyle görüşeceğim. Kabalığımı bağışlayın
profesör duygularıma hakim olamıyorum. Ve aslında görüşme
bittikten sonra rapor vermeliydim ama olmadı. Profesör görüşme
izni için geliyorlar burada kesmeliyim...
Profesör görüşmeye maalesef izin vermediler. Hastanın görüşebilecek durumda olmadığını ve yetkili doktorun görüşmeye
müsaade etmediğini söylediler. Ama ben işin peşini bırakır mıyım, beni iyi bilirsiniz inatçı biriyimdir. Görevliyle özel konuştum,
bana hastanın hayat hikâyesini anlattığı önceden kaydedilmiş
görüşme kasedini verdi. Sonra ardından: Aslında bu kasedi izinsiz vermesinin bir suç olduğunu ama benim hastayla görüşmeye
olan iştiyakımdan dolayı bana bu kasedi verdiğini söyledi. Ona
içten bir teşekkür ettim. Ve sonrasında bir ellilik vermek istedim.
Ama kabul etmedi. Gerçekten iyi birine denk gelmişim.
Birazdan kasedi dinleyeceğim. Bir değişiklik yapıp diyalogu
an be an elimdeki kâğıda yazacağım. Şimdi siz neden böyle saçma sapan bir şey yapacağımı soracaksınız. Neden mi? Nedeni
şu: ‘’O zaman nasıl size birinci kişiden rapor veremedim” diye
kendimi affettirebilirim. ‘’Profesör size karşı saygısızlık etmiyorum değil mi? Siz hep bana ‘’Beni bir arkadaş olarak gör.’’ derdiniz. Tam da şimdi ben, bu sözün arkasına sığınıyor ve kredisini
yiyorum. (Rapora dönmek gerekirse) Benden, hastalığın iz dü51
Hastalık Hikâyem - 2014
şümlerini, hastada daha iyi görebilmek için raporda hastalıktan
söz etmemi istemiştiniz. Emriniz başımın üstüne efendim.
Şizofreni; düşünüş, duyuş ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı ruhsal bir hastalıktır.
Genellikle 15-30 yaşları arasında ortaya çıkar. Bildiğimiz üzere
nedeni henüz kesin olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmalar
sonucu bilim adamları, şizofreniye yol açan birtakım faktörleri ortaya çıkarmışlardır. Bunları başında genetik faktörler gelir. Şizofreninin belli başlı türleri vardır; Dezorganize, Katatonik, Ayrışmamış, Kalıntı, Paranoid tür ve ICD-10 sınıflama sisteminde ise bu
türlere ek olarak iki alt tip daha mevcuttur. Bunlar; Şizofreni-ardı
çökkünlük (Bu türde ayırıcı tanı için hasta öyküsü önemlidir.) ve
bir debasit şizofreni alt tipi vardır. Şizofreni çok değişik ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın
belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve
süresi, bilişsel yetileri, genel sağlığı ve özkıyım. Bu kadar anlatıdan sonra isterseniz kasedi başlatayım evet...
Doktor: Merhaba bayım bugün nasılsınız?
Hasta: Her zamanki gibi iyi olduğumu düşünüyorum. Neden
iyi olmayım ki? Buranın tüm hizmetlerinden ücretsiz yararlanıyorum.
Doktor: Bu gün sizi daha iyi bir gördüm.
Hasta: Doktor olan sizsiniz.
Doktor: Peki. Şimdi sizinle beraber yeni bir şey yapalım sizden hayat hikâyenizi dinleyeyim, bana anlatır mısınız?
Hasta: Doğrusu ben de tedavi olmaya başladığım şu kısa süreçten bu yana bu soruyu bekliyordum. Her şeyi baştan anlatmak
istiyorum tabi müsaadenizle.
52
Yokluk
Doktor: Buyrun
Hasta: Başta şunu iyi bilin ki doktor; ben dürüst bir aile tarafından yetiştirildim. Dürüst bir aile... Hatta dürüstlüğü bir insan tarafında sahip olunabilecek en büyük erdem olarak görmüşümdür.
İşte tam da bu sebeple, benden kesinlikle küçük bir yalan dahi
beklemeyin. Şimdi başlayabiliriz.
Kendimi bildim bileli edebiyata merak duymuşumdur: Şiirlere,
romanlara, hikâyelere ve özellikle tiyatrolara büyük ilgim vardır.
Hatta tiyatroya olan ilgimi büyültüp onu: “Hayatı bir oyun sahnesi ve bizleri de birer oyuncu.’’ şeklinde kabul ederek, ‘Tiyatroyu’
kendime hayat felsefesi edinmişimdir. Tiyatrolara olan bu ilgim
ve alakamdan dolayı zamanında birçok tiyatro eseri okumuştum.
Hâliyle, belli bir yaşa gelince okuduklarımı sahnede görme arzusuyla tutuştum. İşte asıl hikâye şimdi başlıyor. Sahip olduğum
bu güçlü arzuyla bir çok tiyatro oyununa gittim. Ve bir zaman
devamlı olaraktan, aynı yere ve oyuna aynı; aynı günde gittiğimi
fark ettim. Gittiğim oyun ise “Hamlet idi.’’ bu oyunun beğendiklerim arasından en iyisi olmadığı biliyordum. Peki sizce neden
sürekli bu oyuna gidiyorumdur?
Doktor: Bilmem ki neden olabilir?
Hasta: Ah doktor! Anlaşılan ders çalışmaktan âşık olmaya hiç
vaktiniz olmamış, size ipucu vermiştim ama değerlendiremediniz.
Doktor: Bayım emin olun aşkta farklı bir hastalıktır. Ve doğrusu doktorlara hastalanmak pek yakışmaz. Devam edin lütfen!
Hasta: O sıralar yirmi bir yaşında ya vardım ya yoktum. O
zamanda da yakın zamanlarda olduğu gibi kasvetli, durağan ve
yabaniliğe varan yalnız bir yaşam tarzım vardı. Kimseyle görüşmüyor ve konuşmuyor, hatta insanlarla yüz yüze gelmek bile
istemiyordum. Bir kıza açılmak benim için neredeyse imkânsız
denebilirdi. Ama ondan ciddi manada hoşlanıyordum. Ah! Onu
sahnede bir görebilseydiniz. Rolünü öyle müthiş oynuyordu ki;
sahnede gülüyor, ağlıyor, kederleniyor, kaygılanıyor yani anlaya53
Hastalık Hikâyem - 2014
cağınız bir insanın sahip olabildiği tüm duyguları, sahnede ustaca
işliyordu. Ben ise uç duygular hariç onun hissettiği gibi hissetmeye çalışıyordum. Aşk da bu değil miydi zaten “Bütün duyguları,
tek bir varlığa karşı hissetmek.’’ Öylesine güzeldi ki doktor...
Uzun yüzü ve iri gözleri ona yetkin bir güzellik katıyordu. Kuzguni siyahı saçları, farklı bir gerçekliğe götüren bembeyaz dişleri
ve yemyeşil rüyaları andıran kadife bir sesi vardı. Doğrusu onun
güzelliği, ne bir karaktere ne de bir kişiliğe indirgenebilirdi.
Doktor: Sözünüzü kesiyorum ama vaktimiz daralıyor bayım
biraz daha hızlı anlatabilir misiniz?
Hasta: Peki. Âşıkken zaman çok hızlı geçer derler. Öyle de
oluyordu. Zaman su gibi akıp geçiyordu. Ve ben yeni bir şeyi fark
etmiştim, artık daha ön sıralarda oturuyordum; oturmak için günler öncesinden yer ayırıyor ve hiç en ön sırayı kaçırmıyordum.
Bundan ötürü fark edilmem kaçınılmazdı. Öyle de olmuştu. Kısa
bir süre sonra beni fark etmişti. Sadece o değil! Bütün herkes!
Herkes o adama bakıyordu. Mütemadiyen gelen ve hep en ön
sıraya oturan o garip adama... Hatta bazı oyuncular benden rahatsız bile oluyorlardı.
Özet geçmek gerekirse o artık beni biliyordu. Bu yüzden dayanamıyordum. Harekete geçmem gerekti. Yine bir gün onu izliyordum. Sabrım artık iyice tükenmişti. Gösteri bitmiş ve ben,
onu son bir kez daha görebilme şansımı kaçırmamak için hızlıca
dışarı çıkmıştım. Aradan birkaç dakika sonra o da dışarı çıkmıştı. Nasıl oldu bilmem ve hiç bir zaman da bilemeyeceğim, birden kendimi ona doğru yürürken buldum. Ayaklarım gayri ihtiyari
bir şekilde ona doğru hareket ediyordu. Kısa bir zaman sonra
onun yanına gelmiştim. Bana baktı ve benden bir şeyler söylememi bekledi. Kelimenin tam manasıyla tutulmuştum. Konuşmayı bırakın, hareket dahi edemiyordum. Zaman durmuştu. Fakat
kaçamak bir şekilde de ilerliyordu. Tam onun çekip gideceğini
düşündüğüm anda “Yarın saat kaçta buluşalım?’’ dedi. Hiç bir
şey söyleyemedim. “Altıda olsun.’’ dedi. Ben ise “Kabul’’ diye-
54
Yokluk
bildim sadece, sonra yavaşça yürümeye başladı. Ve arkasını
dönüp’’Nerede buluşacağımızı biliyorsun değil mi?’’ diye sordu.
“Evet biliyorum.’’ dedim. Sonra bana, beni bulutlara taşıyan bir
gülümseme hediye etti. Eğer bu soruyu bana başka bir yerde
sorsa asla cevaplayamazdım. Ama cevabı biliyordum çünkü sanat ve kültür merkezinin önündeydik.
Eve gittim. Gün çoktan bitmişti. Zamanın çabucak geçmesi
için hemen yatmaya karar vermiştim. Bütün bir geceyi yarı uykulu bir şekilde geçirdim ve ertesi gün buluşma yerine tam bir
saat önce gittim. Onu bekliyordum. Beni fazla bekletmedi, o da
tam yarım saat evvel gelmişti. Beraber bir parka doğru yürümeye
başladık, önümüzde yol boyu uzanmış kuru yapraklar vardı. Şu
an bile o manzara aklımda. Bana, sohbet etmek için fazla vakti
olmadığını, bu yüzden benimle uzun konuşamayacağını söyledi.
Yürümeye devam ettik. Daha sohbetin başlarında dediği şeyden
sonra konuşmasının devamını duyamadım. Söyledi şey: ‘’Artık
benden kurtulacaksınız, işime bir hafta sonra Fransa’da devam
edeceğim.’’
O anda durumun ciddiyetini pek anlayamamıştım. Onunla beraber Fransa’ya gitmeyi ve orada bir iş bulup yaşamayı düşündüm. Sohbet denilemeyecek kadar kısa konuştuk, kendimi evin
yoluna koyulmuş buldum. Buluşmadan tam üç gün geçmişti, ve
ben kalmak ya da gitmek konusunda bir türlü karar veremiyordum. Belki de iki gün sonra onu sahnede son görüşüm olacaktı.
Evet ya iki gün...
Kim bilebilirdi ki iki gün sonra babamın yataktan kalkamayacak kadar hasta olacağını. Babamın hastalığı ‘’kalmak’’ kararını
almam için son noktayı koymuştu. Bu arada size başta söylemeyi unuttuğum bir şey var. Annem ben daha henüz çocukken
hayata gözlerini yumdu. Bu nedenle babamın benden başka bakacak kimsesi yoktu. Babam ağır hastalanmıştı. Onu muayene
eden doktor, babamın fazla ömrünün kalmadığı söylemişti. Acı
çekiyordum ama babamın ölmek üzere olmasından değil, onu
sahnede son bir kez daha göremeyecek olmaktan, bu yüzden
55
Hastalık Hikâyem - 2014
kendimden öyle tiksiniyordum ki; tiksiniyor ve nefret ediyordum.
Kalbe söz geçirmenin elde olan bir şey olmadığını düşünerek,
kendimi avutmaya çalışıyordum. Sonra bu hadsiz düşüncemden
dolayı kendimden bir kez daha iğreniyordum.
Babam kısa bir süre sonra ölmüştü. İşte o zaman doktor, perde benim için açıldı. Ama ben “Hayır’’ dedim. Eğer şu hayatta istediğim rollerden birini oynayamayacaksam hiç bir rolde yokum!
Evet hayat insanlara bir rol katalogu verir ve bizler içinden istediğimiz rolü seçeriz tabi oynayabileceksek, baba rolü, evlat rolü,
koca rolü, doktor rolü...
Bu rollerin arasında eğer istediğim rolü oynayamayacaksam,
başarısız olacağım ve yapamayacağım için “Hiç birinde yokum!’’
Doğru ya bizler zaten insan olmakla pek ala bir role bürünmüştük. Ama bunun o an için bir önemi yoktu. Asıl amacım, herkesten ve her şeyden uzaklaşmaktı. Amacıma ulaşmıştım. Kısa süre
içerisinde babamdan bana kalan, her şeyi kaybedip yalnız başıma kalmıştım.
Yanımda kimseciklerin olmadığı o sıralarda insanları öyle iyi
gözlemliyordum ki bir kaldırımın üzerinde dilenirken, insanların
gözlerinin içine bakmayı yakaladığım fırsatı; başka hiçbir yerde,
hiç bir şekilde yakalayamazdım. Kazandığım üç beş kuruş parayla sürekli aynı yerden alışveriş yapıp aynı kişilerle muhattap
oluyordum. Bu sayede onlardaki merhamet duygusunu ateşleyerek, zor durumlarımda bana yardımcı olmalarını sağlıyordum. Bu
hareketim insanları iyi tanımamın meyvesiydi.
Belki sizin için inanması zor gelecek, hatta bazen dilenmeyi
bile bırakıyordum. Nedeni şuydu: Kendimi büsbütün bir dilenci
olarak hissetmeye başlıyordum. Bu benim için çok yanlıştı. Evet
dilenciliği taklit edebilirdim ama dilenci olamazdım. Bu şekilde
kendime rol biçmiş ve hayatımı değiştiren o acı serzenişe leke
sürmüş olurdum.
Öyle ki kaçık bir adamdan da bu beklenirdi. (Profesör rapor
56
Yokluk
fazla uzadığı için kasedi ileri alıp size son bölümü aktaracağım.)
Hasta: Ah! Benim sokak lambam, nerden bilebilirdim ki bir gün
beni hüsrana uğratacağını. Son olarak size nasıl delirdiğimi, delirirken sokak lambamın bana olan ihanetini ve delirişimi nasıl
anladığımı anlatıp hikâyemi noktalamak istiyorum.
O gün zaman, akşamı beklermişçesine çabuk geçmişti. Zemin, dinen yağmur sonrası hiç kokmadığı kadar toprak kokuyordu. Etrafta en ufak bir ses dahi yoktu. Her şey öpülesi yağmurun
getirmiş olduğu arınmışlıkla susuyordu. Ve ben her zamanki oturduğum bankın üzerinde oturuyor, o güne değin hiç beklemediğim
bir şeyleri bekliyor gibiydim. Sonra aniden paslı demirler arasından acı bir çığlık yükseldi. Bir de ne göreyim! Sokak lambamın
aydınlattığı köşede kimliği belirsiz biri var! Duymakta olduğum
çığlık yükselmeye başlamıştı. Ve ben artık karşımdaki kişiyi daha
net görüyordum. Gördüğüm kişi oydu. İri gözleriyle bana bakıyor,
sanki karşımda bütün insanlığın beklediği Mesih gibi dikiliyordu.
Çok geçmeden çığlığın kendime ait olduğunu anlamıştım.
Şimdi siz benim ona âşık olmama rağmen, aslında onun gerçek olmadığını nasıl kabullendiğime şaşırdınız öyle değil mi?
Size başlangıçta da söylediğim gibi doktor, ben dürüst bir aile
tarafından yetiştirildim. Bu nedenle kendimi kandıramam. Her ne
kadar onu beklesem de, onun bir zaman geleceği umuduyla gün
geçirsem de, gördüğüm şeyin aslında gerçek olmadığını anlayacak kadar akıllı biriyim ben. İşte benim hastalıklı hikâyem bu,
hepsi bu kadar doktor.
Profesör şu an çok şaşkınım. Size raporda söylemediğim
bir şey var. Buraya gelir gelmez hastanın dosyasını inceledim.
Dosyada hastanın henüz yirmi yaşlarındayken hastalığa yakalandığı tespit edilmişti. Bu da demek oluyor ki aslında hastanın
âşık olduğu kişinin gerçekte hiç var olmadığı, gittiği tiyatro merkezinin zihninde oluşturduğu bir mekandan ibaret olduğu, çektiği
sefalete bile bir şüphe söz konusu olduğu, ama hasta sadece
son bölümdeki anlattığı olayın gerçek olmadığını biliyor. Anlamıyorum profesör, nasıl olur da bu hastanın esasında bütün hayatı
57
Hastalık Hikâyem - 2014
denebilecek kısmı yalan olabilir. Şimdi ben onu muayene eden
doktorun yerinden olsam bu durumu hastaya nasıl anlatacağımı
düşünüyorum. Profesör, affınıza sığınarak şunu söylüyorum ki
bizler neyle mücadele ettiğimizi bilmiyoruz: Bizler, her şeyi silip
süpüren yoklukla mücadele ediyoruz. Evet yoklukla...
58
Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa
YEDİ METRE KARELİK ESARETTEN BİR KARIŞ MUTLULUĞA
Funda ÖZTÜRK
Boşanmamın ardından iki sene geçmişti. Tüm mal varlığını
eski eşine kaptıran bir kadındım. İtibarım, param, arabam, mağazalarım… hiçbir şeyim kalmamıştı. Yasal işlemler, maddi yaptırımlar her gün boğazımı sıkıyordu. Tam iki sene hep bunlarla
uğraştım ama başardım. En azından ciddi problemlerimi artık bitirmiştim. İş hayatına başkasının yanında çalışmaya başlayarak
geri döndüm. Herkes bana yapamazsın diyordu. Onca sene patronluktan sonra başkasından emir alamazmışım. Kimse bilmiyor
ki çalışan olmak ne kadar kolay… Ay sonunda maaşımı alırım,
gelirim belli, mesaim belli. En önemlisi eve gittiğimde yarın işyerinde ne yapmalı diye yatağa yatmıyordum. Bana ne? Patron değilim ki? Hem ödemeleri düşünmemek kadar güzel bir şey olabilir
mi bu dünyada? Üstelik benimle ilgilenen biri de var hayatımda.
Kötü günler yavaş yavaş geride kalıyordu.
Birkaç ay geçti 2012 başlarında ishal olmuştum. Tıp merkezindeki gaita testinden sonra doktor, enfeksiyon olduğunu söyleyip Novosef, Reflor, Metpamid verdi yavaşlamayınca Debridat,
Tranko-Buskas ve Nidazol... işe yaramadı. Günde 10-12 kere
ishalim vardı ama kan yoktu. İlaçlar tuvalete çıkış sayımı 7-8’lere
düşürmüştü ama hâlsizliğim devam ediyordu. Normalde insanlar ishal olunca koşturarak tuvalete gider ve rahatlar ama bende bir türlü bitmiyordu sanki öyle bir his vardı. Rahatlama hissi
olmadığı için dakikalarca tuvaletin üzerinde oturduğumu bilirim.
İyileşemeyince tıp merkezindeki doktora bunu söyledim. Kolonoskopi istendi ve inflamatuvar bağırsak hastalığı şüphesini ilk o
gün duydum. Kolonoskopi sonucu “ülseratif kolit” çıktı. “Amann,
iyi bari kötü bir şey (kanser) değilmiş, içer ilacımı iyileşirim” de59
Hastalık Hikâyem - 2014
miştim. Eve gelip internetten bir baktım ki, ömür boyu diyetten
ve ilaçlardan bahsediyordu (ki ben ilaçtan nefret ederim, kolayca
da içmem) ve hiçbir tedavisi olmadığını, sadece bazı zamanlar
uykuya girdiği yazıyordu. “Ben bu hastalığı kabul etmiyorum” dedim, sanki elimdeymiş gibi… Nisan başında artık işime gidemez
hâle gelmiştim. Günlerim tuvalette geçiyordu. Özel bir hastanede
ilaç raporum yazıldı; etken madde mesalazin yani Salofalk ve
tabi ki Prednol. İlaçları kullanmaya başlayalı bir hafta bile olmadı
fenalaştım, ateşim yüksek ve ishal inanılmaz seviyeye çıktı. İlaçlar bende tam ters tepki yapmıştı. Bunun üzerine özel üniversite
hastanesine gittim ve artık günlüğümde zor bir hastalığın savaşı
vardı:
27 Nisan 2012: Kolonoskopiden bir gün öncesi içtiğim sıcak
deniz suyu lezzetindeki ilaçlı sular bile artık midemi bulandırmıyordu. Bu seferki kolonoskopim özel bir klinikte gastroenterolog
tarafından yapıldı. Kolonoskopi mutlaka bir gastroenterolog tarafından yapılmalı bir genel cerrah değil. Tamam, ikisi de doktor
olabilir ama algıda seçici olmaları branşlarından dolayıdır. Ameliyat öncesinde bir daha bu işleme maruz kalmamak için mutlaka
dediğimi yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. Kolonoskopi sonucu
hemen çıktı “Ben ülseratif kolittim.” Bu artık kesinleşti. Ateşim
düşmüyordu. Bugün 39 civarıydı hep ve en sonunda hastanede
fenalaştım. Doktorum Birol Bey hemen yatışımı sağladı. Bugün
itibariyle ateş düşürücü, prednol, salofalk kullanmaya başladım.
Ama pek iştahım yoktu. Bir kâğıt kalem verdiler, günde kaç kere
tuvalete çıktığıma dair tarih atıp kansızsa (-) eksi, kanlı ise (+)
işareti yapmamı istediler. Ama bende hâlâ kan yoktu. Ateşim
düşmüştü.
28 Nisan 2012: Doktorlar her zaman geliyor ama çoğunlukla
asistan. Ateşim bugün de yükseldi ve artık kan gelmeye başladı.
Tuvalet kıpkırmızı oluyordu ve artık ağrılarımı kesmiyordu, sanki
ilaç. Ateşim hâlâ ilaç ile kontrol altındaydı.
29 Nisan 2012: Yemekleri yiyemiyordum, Prednol sebebiyle
hiç tuz yoktu ve gerçekten çok lezzetsizdi. Bu arada vitaminsiz60
Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa
likten dilimde bir şeyler çıktı. Acıyordu, mantar olmuş. Damla verdiler. Bu arada akciğer filmi falan çekildi. Bir sürü idrar, gaita testi,
vs. aklınıza ne gelirse yapılıyor. Ama hâlâ BT çekilmedi bu da işin
komik kısmı olsa gerek. Hâlâ ateşim çıkıyordu. CRP oranım gün
gün yavaş da olsa artıyordu.
30 Nisan 2012: İshal sayım 35’e çıktı. Canım yanıyordu ve
ağrı kesici bir şeye yaramıyordu. İştahsızlığım iyice arttı. Yoğurt
ve meyve suyu yiyebiliyorum sadece.
1 Mayıs 2012: Resmi tatil nedeniyle hastanede kimse yok.
Ama ben iyi hissetmiyorum kendimi hâlâ bir düzelmem yok gibi
sanki. Hâlâ yemek yiyemiyorum, mide bulantım var. Bir de çok
terliyorum.
2 Mayıs - 7 Mayıs 2012: Doktorlara iyi olmadığımı söyledim.
Zaten CRP gün gün yükseliyor. Prednol’u iyice arttırdılar, Salofalk
ise aynı dozda. Günler geçti. Ama ben hiç iyi olmadım. 7 Mayıs
gecesi ilk kez tuvalette yığıldım. Ağrım inanılmazdı başım dönüyordu ve sabahtan beri ara ara kusuyordum. Gelen ziyaretçilerin
sadece sesini duyuyordum, gözümü açamıyordum, çok terliyordum. Yatağıma su dökülmüş gibiydi. Bu arada 8 kg vermiştim.
8 Mayıs 2012: CRP bir anda ani artış gösterdi ve ben artık
bitiktim. Bir sürü teste tabi tutuldum, akciğer filmime kadar tekrar çekildi. Her gün şeker ve diğer kan testleri yapılıyordu. Bazı
kan değerlerim (kalsiyum, potasyum, demir, vs.) panik değere
geçmiş. BT henüz çekildi ama artık bir yudum da yesem çıkartıyordum. BT öncesi içilen ilacı dayanamadım ve BT esnasında
kustum. Dün gece tuvalette yıkıldığımı duyunca annem bu gece
benimle hastanede kaldı. Arkadaşlarım gelmiş. Hiçbirini hatırlamıyorum. Hâlâ çok fazla terliyordum ve ağrı kesiciler sancılarımı
kesmiyordu artık.
9 Mayıs 2012: Hiç gözümü açamadığımı hatırlıyorum. Çok
terliyordum, bazen uyandığımda sesleri duyuyordum. Karnım
çok şişmişti. O kadar kilo vermeme rağmen 4-5 aylık hamile gibi
61
Hastalık Hikâyem - 2014
karnım vardı. Canım yanmıyor artık, sanki ya da ben hissedemiyordum. Bugün hiç kimseyi ne duydum, ne de gördüm. Sadece
annemin bir ara kızıma bir şeyler oluyor diye doktorlara söylendiğini hatırlıyorum. Bir ara Dr. Orhan Bey geldi elini hızla karnıma basıp çekiyordu ve canımı cidden yaktı. O odadan gittikten
sonra gözlerim yine kapandı. Bundan sonrasını annem anlatıyor; bir anda beyaz önlüklü doktorların biri gidiyor, ikisi geliyor,
ikisi gidiyor üçü geliyor, sonra biri gidiyor… ama içlerinde yeşil
ameliyathane kıyafetleri vardı. Anladım kötü bir şeyler oluyordu,
diyor. Benimle ilgili bazı kâğıtlar getirmişler ve birkaç saat içinde
ameliyata alınmazsam öleceğim söylenmiş. Çünkü bağırsağım
ülseratif kolit veya ilaç veya her nedense bilinmeyen bir sebepten
perfore olmuştu yani bizlerin anlayacağı tabirle patlamıştı ve bütün pislik içime akıyordu. Beni ameliyata götürdüklerini sedyeyi
hatırlıyorum.
Bakın bunu üzerine basa basa söylüyorum, daha önce duymuştum; ameliyata nasıl girersen öyle çıkarsın. Ben anestezi öncesi orman bitiminde başlayan bir kumsal ve cam gibi bir denizde
yüzdüğümü hayal ettim. Anestezi uzmanı olduğunu söyleyen bir
Asım Bey sedyemi devraldı, iyi olacağımı hiç korkmamı söyledi.
Şefkat güzel bir şey; serumumu taktı, boneme yardımcı oldu, konuştu. Üçe kadar saymam lazımdı. Biirrr, ikiiii… Ama hemen uyumuşum daha üç diyecektim. Beş buçuk saat ameliyatta kaldım.
Bağırsaklarımı dökmüşler, yıkamışlar, ayıklamışlar ve tekrar içeri
koymuşlar ve ileostomi açmışlardı. Bu ameliyata sub-total kolektomi deniliyormuş. Epikrizimi başka doktorlar okuduğunda Dr.
Süleyman Bey’in beni ölümden kurtardığını hep söylemişlerdi.
10 Mayıs 2012: Uyandığımda hâlâ ateşim vardı, üzerimden
bir sürü kablo çıkıyordu. Dit dit dit dit… taşikardim vardı. Nabzım
150’lerdeydi. Çok susamıştım, sadece su istiyordum. Doktorlar
bunun mümkün olmayacağını söyledi. Karnımın sağ yanından ilk
kez gördüğüm bir karış boyunda poşet sarkıyordu, ostomiymiş.
Bundan sonra gaita karnımdan poşet gibi bir şeye dolacaktı. Çok
susamıştım. Ona bir şeyler gelmeden içmemin mümkün olmadığını söylediler Allah’tan 12 saat sonra poşet dolmaya başladı.
62
Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa
Hemen su istedim. 1,5 litre suyu ve 1 litre meyve suyunu içtim o
gün. Ateşim hâlâ çıkıp duruyor.
11 Mayıs 2012 - 17 Mayıs 2012: Bahtsız bedeviyim; doktorum bandajları söktü ve leş gibi kokuyordu. Enfeksiyon dedi. Alttan birkaç dikiş aldılar ve ilk temizleme işlemi çığlıklarım arasında
yapıldı. Her gün ateşim vardı, CRP yükseliyordu.
Tuşe yaptılar, makattan sıvı ve biraz kan geldi. Sondamı bugün çıkardılar. Bu arada Ensure diye bir içecek verdiler, mama
diyebiliriz. Kakaolusunun tadı süper. Zaten bayağı aç olduğum
için tenekeyi kafama diktim ve yarısına kadar içtim. Hay yapmaz
olaydım. Kimse beni uyarmamıştı da. Öyle ağrım oldu ki anlatamam. Karnımda bir aslan var sanki devamlı gırrr, hırrr, gürrr
sesler çıkartıyor. Hani seslerden rahatsızlığım yok ama ağrı beni
mahvediyordu.
Karnıma her gün pansuman yapılıyordu. Tekerlekli pansuman
aracının sesini duyduğumda titremeye başlıyordum. Böyle bir acı
yoktu; karnımda 2 parmak derinliğinde bir yarık vardı ve her gün
birkaç dikiş alınıyordu ve temizleniyordu. Açık yaranın temizlenmesi kadar acı veren bir şey yok. Tüm yapılanlara rağmen CRP
ve lökosit yükseliyor, bunun bir sonu olması lazım diye düşünüyorum. Ateşim çıkıyor ve inmek bilmiyor. Sanırım kilo vermiştim
yine el bileklerimin inceldiğini fark ettim ve takatım hiç yoktu,
umudum da kalmamıştı. Helallik falan istedim ve kimseyi hastanede istemiyordum. Beni herkes son hâlimle hatırlasın.
Artık pansuman yapılırken sadece inliyordum, gözlerimden
yaşlar akıyordu. Karnımdaki koca yarık bir takım yakan sıvılarla
devamlı temizleniyordu ve o kötü kokular gün geçtikçe azalıyordu. Son gün bütün dikişleri aldılar tamamen ve bu gece ilk kez
korsem ile yatmam gerektiğini söylediler.
18 Mayıs 2012: Bugün benim doğum günüm 32 yaşına girdim ve Doç. Dr. Hüseyin Bey her zamanki gibi güler yüzle gelip
bugün ameliyata alınacağımı söyledi. Öğlen ameliyata aldılar.
63
Hastalık Hikâyem - 2014
Yine 1, 2… 3’ü yine duyamadım. Karnımdaki ölü derileri temizleyeceklerdi basit bir şeydi 1-1,5 saat süreceği söylenmişti. Ama
doktorum Süleyman Bey titiz davranıp bağırsaklarımda gördüğü
yapışmaları tek tek temizleyip tekrar yerleştirmiş. Dolayısıyla 3,5
saat sonra beni odama getirdiler. Bu sefer daha beterdi, göğsümde kablolar vardı, karnımda 3 tane diren, aşağıdan sonda, ostomi
torbam ve burnumdan sarkan hortum, üzerine bir de boynumda
açtıkları damar yolum vardı. Her tarafımdan bir şeyler sarkıyordu. Yaratık olduğuma yemin edebilirdim. Yine susuzdum, sadece su istiyordum, deliler gibi su içmek istiyordum ve doktorlarımı
bezdirecek şekilde yalvarıyordum. Ama 1. ameliyatta dedikleri
gibi ostomi torbama bir şeyler gelmeden bu mümkün değil.
19 Mayıs 2012: Benim neyim doğru gitmiş ki, ameliyatım doğru gitsin! Ostomi torbam hâlâ çalışmıyor. Deliler gibi su istiyorum.
Karnım acıyor ve çok gergin.
21 Mayıs 2012: Hâlâ ostomi torbama gelen bir şey yok. Ve
sonunda bugün doktorum gelip bana içecek bir şeyler vereceğini
söyledi. Masaya yarım litrelik pet su şişesini koyduğunda sevinçten gözüm döndü, hemen içmek istiyordum ama sevimli gülüşle
içine bir şey boşaltı “ 2 saatte bunu iç geliyorum” dedi. Allah’ım!!!
Hayatımda bu kadar berbat, acı bir şey içmemiştim. Sonrasında
BT çekildi ve floroskopiye girdim.
22 Mayıs 2012: Öyle acı öyle iğrenç bir ilaçtı ki floroskopi öncesi içtiğim o şey… eminim onun tadından dolayı çalıştı bu ostomi. Bugün bir baktım ki poşete bir şeyler geliyor. Bugün itibariyle
artık sıvıları alabilmeye başladım. Bu sefer çok dikkatliyim; öyle
kafama falan dikmiyorum.
Bu arada Dr. House, Grey’s Anatomy ve Doktorlar dizisinde
asistanları izlerdim, doğruymuş: hepsi hırslıydılar. Benim durumum sanırım farklıydı, dosyamı ezbere biliyorlardı ve hepsi ilgileniyordu. Yalnız bir şey fark ettim; cerrahlık da farklı bir ruh yapısı
gerektiriyordu. 57 saattir hastaneden ayrılmadığını gördüğüm
cerrah vardı. Kızım olsa doktora vermezdim dedim içimden.
64
Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa
26 Mayıs 2012: Bugün katılara başlandı. Üstelik “boool protein” diye yazmışlardı kâğıdıma. Ne olduysa oldu azcık bir şeyler
yedim, kusma hissi bir türlü yakamı bırakmadı. Ağrım falan da
olmadı ama devamlı öğürüyordum. Ne olduğunu hiç anlamadım.
Tabi hastaneden çıktıktan sonra internetten okuyunca anladım;
mide çalışmamaktan bu hâle geliyormuş sanırım. Bundan sonra
gün gün durumum iyiye gitti. Kongre nedeniyle doktorum şehir
dışındaydı.
4 Haziran 2012: Beklediğim doktorum Süleyman Bey gelmişti. Artık taburcu olabileceğimi onun ağzından duydum. Kapama
ameliyatını 6 aydan önce olmayacağını söyledi. Çünkü bayağı
hırpalanmıştım. Ben bu hastaneden hiç çıkamayacağımı düşünmüştüm ne yalan söyleyeyim. Çok zor yürüyordum hiç gücüm
yoktu. Hastanenin dışında derin bir nefes aldım. Arabaya bindim,
oturmak çok garipti. Eve vardığımızda annem tam eşyaları indirirken olan oldu, yere yığıldım, bacaklarım tutmuyordu sanki.
Çok yorgundum ve TV izlemek ilk kez bu kadar yabancı geldi.
Tuvalete giderken terazinin üzerine çıktım ve şokkkk! Tam 20 kilo
vermiştim. Aynada kendimi gördüm hortlağa benziyordum, hastalıkla zayıflamak acayip bir şeymiş. Yatağıma uzandım, ağrım
sızım yok. Evimde olmak çok güzel…
5 Haziran 2012: Evimde uyandım, hayalim gerçek oldu; yağmur yağıyordu. Sabah annem yavaşça başucumdaki pencereyi
açmıştı. Hastanede kaldığım sürede kapalı camlar vardı ve yağmur yağarken çok ağlamıştım. O kokuyu, hissi yaşamak istemiştim. Camları açamayacaklarını söylemişlerdi zaten kilitliydi. Hâlâ
yağmur yağarken şemsiye kullanmıyorum, yüzüme değen her
yağmur damlasına şükrediyorum.
9 Haziran 2012: Evde otururken o kadar çok internet sitelerine girdim ve o kadar çok kötü şeyler okudum ki… Kısırlık, ilaçlar,
kan kanseri, böbrek yetmezliği, diyaliz, vs. oturduğum yerden
kendime işkence ediyordum. Hepsi ümitsizlik, hepsi kötü anılarla doluydu. Sonra yabancı internet sitelerine baktım ve bir Türk
hastanın bloğunu okudum.
65
Hastalık Hikâyem - 2014
O kadar güzel anlatıyordu ki, bisiklete binişlerini, yediklerini,
yaptıklarını zevkle okudum. Kayak bile yapıyordu. O, ostomiyle
bunları yapıyorsa ben de yaparım, bunu aşan var ben de aşarım
dedim. Ben ki ameliyata girerken bile deniz hayal eden biri olarak
acil yüzebilme planları yaptım. Bu gece çok rahat uyuyacaktım,
başaran biri vardı. O site bana yaşama ve hastalıkla savaşma
gücü verdi.
14 Haziran 2012: Karın kaslarımı hissedebilecek miyim? Quasimodo gibi kambur duruyordum. Üstelik Allah muhafaza ama
hapşırdığımda sanki dikişlerim ayrılıyordu. Araştırmalarıma göre
bunlar da sona erecek. Pek bir şey yiyemiyordum. Peynir, ekmek, yoğurt, muhallebi ve çorba en güzel yiyeceklerdi benim için.
Yoğurt yemenin hem sıcaklarda beni rahatlattığını hem de gücümü yavaş yavaş yerine getirdiğinin farkındayım. Torbam çok
sık doluyor. Doktorum sakın bana ara ameliyat yaptırma dedi.
O yüzden lifli hiçbir gıda yemiyorum. Günde en az 2-2,5 litre su
içiyorum yudum yudum… Su bu dönemde en büyük yardımcı
oluyor. Çok çiğnemem gerekiyordu. Biraz çiğnemeden yutsam
poşetten aynen olduğu gibi çıktığını görebiliyordum. Yediklerime
göre renk değişiyordu. Yoğurt, ayran ağırlıklı olunca beyaza yakın bir renk oluyordu. İleriki günlerde kırmızı lahana yediğimde
yeşil geldiğini bile gördüm.
Artık öyle silinerek temizlenmek yoktu, ameliyattan sonra saçlarımı sadece bir kez yıkayabilmiştim. O da yıkamak denilirse…
Bugün ilk kez yıkandım. Küvete girebilmem çok zor oldu, bacağımı karnıma çekemiyordum. Üstelik hâlâ takatsizim. Bazen koridorda yürürken sanki bacaklarımı hissetmiyorum, kaslarım yokmuş gibi yere yıkılıyorum. Annem çok üzülüyor bu duruma 100 m
zor yürüyorum. Merdiven çıkmak ise hayal gibi.
Banyodan çıktığım sırada komşumuz geldi ve ne olduysa o
an saçımı takarken saçım komple tarağa geldi, annem mutfağa
kaçtı, komşumuz direkt ağlamaya başladı. Birkaç tarak darbesi
sonucunda saçlarım neredeyse tamamen döküldü, ne olduğunu
anlayamadım. Ben kanser değildim ki kemoterapi falan da gör66
Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa
medim. Zaten öyle olsa kaşlarım niye duruyor ki… Doktoruma
gittik “100 km hızla giderken el freni çekildi, sence ne olur?” dedi.
Acaba vücudumdaki tek hasar bu mu?
23 Haziran 2012: Bugün ilk kez dışarı çıktım ve yürüdüm.
Arkadaşım yanımdaydı, hâlâ gücüm yerinde değildi ama doktorumun dediği gibi biraz yürüyüp bir banka oturup dinlendikten
sonra diğer banka kadar yürüyordum. Üstelik deniz havası iyi
geldi. Ülseratif kolit çok hızlı kilo kaybına sebebiyet verdiği için
kas kaybı da oluyor. Başlarda zor gelse de yatmamak ve yürüyüş
yapmak çok iyi geliyor. Hatta yeğenimin pusetini iterek yürümek
benim için en keyifli ve en güvenli olan yürüyüşlerdi. Zira öne
doğru düşme riskimi sıfırlıyordu ve destek almamı sağlıyordu.
21-22 Temmuz 2012: Her gün saçlarım biraz daha döküldü
ve artık neredeyse kel bir kadınım. Çok garip bir milletiz vesselam “ayy yazık çok genç, kanser, kanser, belli, belli” konuşmaları
beni iyice hasta ediyor. Alışveriş merkezinde bandanamı ve aşırı
zayıflığımı fark eden birkaç insanın fısıldaması eve gözlerim dolu
dönmeme sebep verdi. Daha kötüsü ben bir kadınım ve acınarak
bakılmak hiç mi hiç hoşuma gitmedi. Zira kanser olmasam bile
sırf bu bakışlardan sebep olabilirim. Bunun bir çözümü olmalıydı.
Kız kardeşime söylediğim gibi perukçunun yolunu tuttuk, öyle bir
şey aldık ki, kendime bayıldım diyebilirim. Toparlanma evresinde
hiç kendimi bırakmadım; manikür, pedikür, kaşım, bıyığım, kıyafetim asla hastaymışım gibi olmadı. Güven geldi ve ertesi sabah
ailemle ilk kez boğazda kahvaltı yaptım. Ülseratif kolitli biri için
dışarıda yenilebilecek en güvenli öğün diyebilirim. Zaten kahvaltı bence günün en güzel öğünü hiç atlattığımı hatırlamam, ne
demiş Cemal Süreyya “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz
bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
“Bundan sonrasında ciddi bir kilo alma savaşına girdim” kayıtlara girmesi açısından bunu yazıyorum ki hayatımda böyle bir
cümle kurmamıştım ve ne yalan söyleyeyim kortizondan sonra
kullanacağımı da sanmıyorum. Ne kadar yersem yiyeyim bir türlü
kilo alamıyordum. Süresini uzatmaya çalıştığım yürüyüşler, hafif
67
Hastalık Hikâyem - 2014
squat ve lunge derken 200 g almışım. Bundan sonrası geldi ve
spor ile kaslarımı kazanmaya başladım. Tabi ki tenise dönmeyi
hayal dahi edemiyorum ama yüzme için hazırlanıyorum.
18 Ağustos 2012: Hava bayağı rüzgârlı ve deniz Ege’de bayağı dalgalı, gözümü kararttım bir kere. İleostomimi tamamen
kapatan ve emniyete alan kemerimi kolayca taktım, kel kafama
da boneyi geçirdiğim gibi arkadaşımın eline kamerayı verdim. Bu
kayıtta kalması gereken bir hatıraydı. O günden sonra her şey
farklı oldu. Ben başardım, denize tekrar girip yüzebiliyorum. Canım hiç yanmadı, karnımın biraz gerildiğini hissettim ama oralı
bile olmadım.
Bundan sonra ise elimden geldiği her anda denize girdim.
Yüzdükçe güçlendim, kilo alabildim. Vücudum dümdüz olmaktan
çıkıp şekillenmeye başladı. 10-15 km bisiklet sürdüm. Her şeyden de öte ben “mutluyum,” Allah’a bana yüzmekten ayıracak bir
rahatsızlık vermediği için binlerce kez şükrediyorum.
Çocukluktan beri defter tutmayı severim; bazı günlerimi, duygularımı ve bazen de unutmak istemediğim sözleri yazardım.
Bunlardan biriydi: “Tanrım, değiştirebileceğim şeyler için değiştirme cesareti, değiştiremeyeceğim şeyler için ise kabullenme
gücü ver.” Zaman böyle geçti ve ben o karnımdan sarkan poşetle
sağlıklı ve güzel günler yaşamaya alıştım. Ülseratif kolit rahatsızlığı bende çok hızlı gelişti, her şey bir anda oldu. Yirmi yıl boyunca çeken insanlar var. Şunu söylemeden edemiyorum: hastalığı
ömür boyu diyet ve kanama korkuları ile tuvaletin üzerinde oturarak yaşamaktansa istediğimi yiyerek mutlu, ağrısız, sancısız ama
bir poşetle yaşamak kesinlikle karşılaştırılamayacak kadar güzel.
Bu kadar kolay mıydı? Tabi ki değil. Zaman zaman dizlerimin
üzerine çöküp ağladığım çok oldu. Hiç isyan etmedim. İnancıma
göre zaten bu dünya geçiciydi ve bu da benim imtihanımdı. Bu
hastalıkta ve özellikle hayati ameliyatlarda psikolog ve psikiyatrist desteği alınmalı diye düşünüyorum. Aldım da… ilaçlar gerginliğimi oldukça azaltıp geceleri daha rahat uyuyabilmemi sağlı-
68
Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa
yordu. Psikologum Müge Hanım da terapileriyle (benim tabirimle)
“baca temizliği” yapıyordu. Nefes almaya başladım.
Elbise, tayt-tunik ve özellikle hamile reyonlarından aldığım
kotlar sayesinde kimse ileostomimi fark edemiyordu. Ben dışarıdan bakıldığında herkesten daha sağlıklı gözüküyordum. Saçlarım “Sinead O’Connor” şeklinden çıkalı çok oldu. Ben bu sefer
gerçekten sıfırdan başlıyordum hayata; artık kendim için yaşıyordum. Bu hastalık zaten bunu gerektiriyordu; tamamen sağlıklı
beslen, spor yap, kafana hiçbir şeyi takma ve asla kaygılanma!
Yoksa kanamalar başlar. Geçen sene doğum günümde ikinci
ameliyatıma giriyorken bu sene on yıllık hayalimi gerçekleştirdim,
yunuslarla yüzdüm.
Bir kitapta okumuştum: Hayat mors alfabesi gibidir, bir uzun
çizgi hüzün ardından bir nokta mutluluk. Sonra iki uzun çizgi, bir
nokta.
Bundan sonra benim hayatım ise…
69
Hastalık Hikâyem - 2014
VE ZAMAN KEMİRİLDİ
Esra CERAN
Bölüm 1
Yıl 2004; güneş yarım kapatılmış perdeden yatağıma doğru
sızarken son 6 aydır olduğu gibi şiddetli bir baş ağrısı ile uyanıyorum. Tamam bugün kararlıyım, doktora gideceğim, yine bir ağrı
kesici yazıp gönderecek biliyorum ama 6 ay boyu sürmemişti hiç
bir stres ağrım ya da en güçlü ağrı kesicilerin nazını geçiremediği
bir ağrı olmamıştı. Sanırım yaşlandıkça ağırlaşıyor ya da benim
canım tatlılaşıyor ee olsun o kadar yaş oldu 42…
Düşünceler, düşünceler yatak keyfi zamanı değil, bu baş ağrısıyla ne keyif ya! Artık kalkmam gerek ah şu yorganımdan sıyrılır gibi derdimden sıkıntımdan da sıyrılsam ya! Kahvaltısız güne
başlayamam ama bu ağrı o kadar haddini aştı ki önce randevu
aldım. Trafik, müzik, hafif parfüm kokusu derken doktordayım…
Delik deşik ettiler beni hadi o neyse de tomografi nerden çıktı
şimdi, oldum olası sevmedim hastaneleri zaten…
Tam iki haftadır hastanede girmediğim test, tahlil, cihaz kalmadı;
Fizik muayene,
Nörolojik muayene,
Bilgisayarlı tomografi,
MR tetkiki,
Anjiyografi,
70
Ve Zaman Kemirildi
BOS (beyin omurilik sıvısı örneklemesi)
Biyopsi
Adını anlamını bilmediğim şeyler son günlerimin birincil uğraşı oldu.
Bölüm 2
Şaka değil mi şaka, ne yani basit bir baş ağrısı, bir iki kez bayıldım diye ne olmuş yani? Ne demek ya ne demek her bayılanın
gelecek yılları tehlikede miymiş? Kemoterapi de neymiş? Bu çok
saçma çok… Hayır yapmayacağım, bunların hiç birini yapmayacağım, iyiyim ben! Doktorlar hep abartmaz mı zaten? İyiyim ben
iyi!
Bugün kızım Aylin geldi yanıma, doktorla konuşmuş daha
önce, yüzündeki bu çaresizliği babasının ölümünde görmüştüm.
Daha babasını kaybedeli bir yıl bile olmamışken benim kanser
oluşum onu çok korkuttu, tedavi olmam için ısrar etti. Uyuşturucu
ilaçlar, tutam tutam dökülen saçlar, 39 derece ateşle geçen sayısız günler, her gün bir çok anlamsız tahliller, sürekli duymaya maruz kaldığın anlamını bile bilmediğin kelimeler, sevdiklerinin sana
acıması… Bütün bunların yanı sıra kesin tedavi olur mu olmaz
mı o bile belli değil. İhtimaller adına bu kadar sıkıntı çekilir mi?
Küçükde olsa bir ihtimal diye onca cefayı çek sonra “elimizden
geleni yaptık ama olmadı.” Ne yani bu kadar basit mi? Eğer sayılı
günlerim varsa bu kısa zamanı hastanelerde değil sevdiklerimle
geçiririm. Aylin beni anlamıyor. Tedavi olmak istemiyorum ama
Aylin’in bakışları yüreğimi yakıyor. Onun için bunlara katlanacağım, biliyorum hiçbir işe yaramayacak ama Aylin için değer…
71
Hastalık Hikâyem - 2014
Bölüm 3
4 Şubat 2004 kemoterapi başladı, doktor iki hafta öncesi gelip
bilgi verdi; kemoterapi sırasında kemik iliğinin baskılanması ile
kemik iliğinde üretilen akyuvarların, alyuvarların, trombositlerin
sayısı düşüyormuş, bu da kişinin kendini çok daha yorgun hissetmesine neden oluyormuş. Bulantı, kusma, ağız içi yaraları, saç,
kaş ve kirpiklerin dökülmesi adet düzensizlikleri kemoterapide
görülebilecek yan etkiler arasında bulunuyormuş. Bunlara takılıp
canımı sıkmamam ümidimi asla yitirmemem gerekiyormuş. Sen
bunca olumsuz kelime sarf et, teşhis için geç kaldığımı söyle ondan sonra olumlu düşün de, çok mantıksız değil mi? Eğer metastazı engelleyebilseymişiz radyoterapiye gerek kalmazmış, o da
neyse? Bıraksalar da evime gitsem bir de psikolojik süreç daha
önemli diye psikiyatristleri sardılar kafama gördüğüm tek insanlar
doktorlar, hastalar sıkıldım gerçekten… Kızım da olmasa hiç çekilmez. Şu hastanede olmasam kendimi böyle hasta hissetmezdim. Tedavi mi ediyorlar hasta mı ediyorlar belli değil.
Her istediklerini yapıyorum ama Aylin yine ağlıyor yine her
yerim ağrıyor. Hatta daha kötü, çok çaresizim güçlü durmak istiyorum Aylin için ama olmuyor. O kadar zayıf ve yorgun hissediyorum ki kirpiklerim kuruyana kadar bile ağlamadan duramıyorum.
Ne demek ya ölümü beklemek ne demek, hem de elinden gelen
her şeyi yapmışken. Daha önce elimden gelmeyen hiç bu kadar
büyük bir çaresizliğim olmamıştı. Benden ölüme alışmamı istemeyin, bunu yapmayın, saçlarımı, sayılı dediğiniz günlerimi feda
ettim yine de hiçbir şey değişmedi mi? Yani; yine de ölecek miyim? Kızımın hâline acıyorum, kendi hâlime acıyorum, geride bıraktığım 42 yıla acıyorum… Kocamın ölümünde ölüm neymiş anladım sanmıştım ama Azrail’in soluğunu ensende hissetmekmiş
ölümü anlamak. En kötüsü her şey için geç kalmak… Yaşanacak
çok şey olduğuna inanırken o ağrının beni ölüme sürükleyeceğini
hiç düşünmemiştim. Ruhum da bedenim de hâlsiz hasta…Damarlarımdaki kimyasal, hücrelerimdeki zararlı ışınlar, ruhumdaki
sıkıntı kadar bunaltmıyor beni… Çok yorgunum…
72
Ve Zaman Kemirildi
Bölüm 4
Tedaviye artık katlanmak istemediğim için evime getirdiler
beni. Kırk üçüncü yaş günümü evimde geçireceğim, son yaş günüm belki… Ben yaşlandım ama Aylin daha çok yaşlanmış son
bir yılda, ne kadar çökmüş benim güzel kızım. Gözlerinin altında halkalar, bakışları acınası çaresiz…. Kabullendim sanırım
ölümü… Kızımla geçireceğim son günlerimi, son sözlerimi ona
söyleyeceğim, son nefesimi onun kollarında vereceğim… Belki
sevinmem gereken bir durumdur bu! Ne bileyim sessiz, soluksuz, habersiz ölen nice gençler varken sevdiklerimi bu duruma
hazırlayıp Aylin’in saçlarını okşadıktan sonra kapatacağım gözlerimi… Hem biraz daha vaktim varmış saçlarım da uzar belki. Aylin ile sabahlara kadar konuşur güzel anılar bırakırım boş geçen
yılların ardından… Yine de son sözlerimi yazmalıyım bir kenara
ne de olsa keskin bir çizgiyle çizilmedi ya ölümüm…
Zaman saçlarımdaki beyazlarda kaybolmuşken ümidini yitirmiş biri olarak şimdi sonsuzluğu bekliyorum. Bedenim toprağı
arzuluyor. Zamanın ise tek derdi beni sonsuzluğa uğurlamak, o
bunu çok seviyor. Arkamdan el sallamak ve yoluna devam etmek
hoşuna gidiyor olmalı. Gözümden inip çeneme doğru ilerleyen
yalnızlıkta hissediyorum hayatımı. Hayatım kadar küçük ve yorgun gözyaşlarım zamanın bir imzası olan çizgilerimde boğuyor
beni! Aç bir çocuk gibiyim ölümü beklerken, hayata aç ama en
önemlisi yaralı bir çocuğum. Yaramı sarıp -bak geçti- diyecek bir
anne kucağı ararken zaman beni toprağın kucağına itiyor. Belki
2 yıl öncesine kadar tek şikâyetim çizgilerimken sayılı günlerin ve
çaresizliğin tadı dilimi lal etti. Bu öyle bir acı tat ki baldıran zehri
Sokrates’e değil de bana verilseydi diye çok iç geçirdim. Kızım
Aylin’im ölmek yok olmak değildir. Seni hep sevip gözetleyeceğim, başka yerlerde benim için yas tutacağın tek şey yaşamasını bilemedim, değerini anlamadığım 43 yıl olsun, telafisi için ise
dolu dolu yaşadığın ömrün olsun, benim için zaman kemirildi….
73
Hastalık Hikâyem - 2014
Bölüm 5
Son sözlerimi kâğıtla buluşturalı 7 yıl oldu. Aylin’imin, Aylin’imden tatlı meyvelerini o karanlık yılların ardından parkta
gezdirebileceğime asla imkân vermemiştim. Ölümü beklerken
hiç umudunu yitirmeyen kızımın, evime getirdiği yarı sıyrık doktorun beni önce umutlara, sonra hayata bağlayabileceğine hiç
imkân vermemiştim. Burası dünya, imkânsızların imkân bulduğu
yer. Eğer seni seven insanlar varsa, baharda çiçeklenen ağaçlar
varsa ölen yeryüzü, güneşin gülümsemesi, yağmurun yıkamasıyla hayat buluyorsa neden yaşamak ve savaşmak için sebep
olmasın ki? Öleceğini söyleyenlere rağmen seni sevdiklerini söyleyenler her şeyi değiştirebiliyor, yeter ki inan… Nasıl olduğunu
sormayın inanç yetti de arttı…
74
Tükeni̇ p Gi̇ di̇ yor Ömür Dediğin
TÜKENİP GİDİYOR ÖMÜR DEDİĞİN
Arzu KILIÇ
Annem ah, annem ah! On beşinde babamın sevdalandığı,
uğruna iki yıl hapis yattığı, cezasının bitmesine 5 ay kala nişanlandığı ve hakimin “Oğlum, kızı mahkemeye çağıralım o da onaylasın nişanlandığınızı boş yere beş ay yatma” deyince, “Olsun
hakim bey, yeter ki o mahkeme kapılarına gelmesin ben cezamı
çekerim” dediği 50 yıllık hayat arkadaşı…
Hey gidi Hacı Herdem! Adını duyunca insanların imrendiği,
sevdiği, çoğu zaman da kıskandığı kadın... Aklına koyduğunu
mutlaka yapardı. Gece yatarken yarınki bütün işlerini programlar,
ertesi gün sırasıyla yapardı. 68 yıllık bir ömür, 50 yıllık bir evlilik
ve bu ömrü süsleyen altı evlat, 16 torun... Bir insanın gönlü bu
kadar geniş mi olur? Evlatlarını hiç birbirinden ayırmazdı. Birine
kibrit çöpü verse hepsine aynı payda verirdi. Bir lokma bir şey
yese çocukları da onu seviyorsa ağlayarak yer; ama en küçük
detayı bile atlamadan aynı sofrayı bütün evlatlarının evinde kurmak için hepsine paketler hazırlayıp gönderirdi. Boyu 150 cm, 65
kgağırlığında tam bir atom karınca idi. Herkese, her şeye yetişmeye adamıştı kendini. İnsanlara hizmet etmek ona çok büyük
bir haz veriyordu. O koca ömürde o kadar çok hastalık atlatmıştı
ki... Babam bazen takılırdı: “Sana harcadığım doktor parasıyla
kaç tane karı alırdım.” diye. O da “Alsaydın ya, niye almadın,
alacaktın da niye benim için yattın?” derdi. Babam da: “Yattıysam
yattım, yine olsun yine yatarım hem de 10 sene daha” diye cevap
verirdi. Annem kızar gibi yapardı; ama bunu duymak çok hoşuna
giderdi.
O çok farklıydı, asla pes etmezdi, yol arkadaşıydı “umut ve
yaşama sevinci”. En güzel özelliği buydu belki de. Çünkü hiç-
75
Hastalık Hikâyem - 2014
bir bünye kolay kolay atlatamazdı onun yaşadıklarını. Kimi sene
midesinin 3/4 büyüklüğündeki yarasıyla ölüm kalım savaşı verirken, kimi sene karaciğer büyümesi, kalp rahatsızlığı yüksek tansiyonla mücadele vermişti. İki defa ameliyat olmuş, kadın hastalıklarından ve tiroitten. Ama her seferinde yol arkadaşı olan umut
ve yaşama sevincine dört elle sarılmıştı.
Bunca iniş çıkışların içinde tüm derdi bütün çocuklarını evlendirip, ev bark sahibi yapmaktı. Ağabeylerim ve ablam evliydiler.
Sadece bekar ben vardım. Annem “Seni de bir evlendirsem ölsem de gam yemem” derdi.
Yıllar böylece gelip geçiyordu ve biz zamanın hızına yetişemiyorduk. Annem hep sol tarafında karın boşluğundaki ağrıdan
ve sırtının belirli bölgelerinin kaşıntısından şikâyet ederdi. Sık sık
doktora gider benim safra kesemde ağrı var, derdi. O kadar çok
doktora gitmişti ki hastalıkları için kendi kendine teşhis bile koyardı. Teşhisin konulmasından bir yıl önce gitti Erzurum’da büyük
bir hastaneye. Bütün tetkikler yapılmasına rağmen herhangi bir
hastalık bulunamıyordu.
Derken bir yıl sonra benim talibim çıktı ve ben nişanlandım.
Aynı dönemde ablamın da eşi mide kanseriydi, son dönemine
geldiğini, tedavi için yapılacak bir şey kalmadığını öğrendik. Annem bir taraftan son beşiğini evlendirmenin mutluluğunu yaşarken diğer taraftan da ilk göz ağrısı ablamın yaşadığı acıyı ve
üzüntüyü paylaşmaya çalışıyordu. Başına gelecek hastalık içine
doğmuştu sanki, zaman azalıyordu. Dört bir elden çeyiz tamamlamak için koşturmaya çalıştığı kimsenin dikkatinden kaçmıyordu. Bu koşuşturmaların içinde annemin nefes alırken ve her zaman hızlıca gidip geldiği mesafeleri artık yürümekte zorlandığı
gözümüzden kaçmadı. Kendine konduramayıp belli etmemeye
çalışsa da bir doktora görünmenin vakti geldiğini biliyordu. Kars,
Kağızman’dan Erzurum’a gidip tüm tahlilleri en baştan yaptırdık.
Ve sonuçlar elimize geldiğinde kabullenememiştik duyduklarımızı, ciğerlerinin su topladığını öğrenmiştik çünkü. Düştük yollara
ama bu sefer Erzurum olmazdı daha derin bir araştırma yapılma76
Tükeni̇ p Gi̇ di̇ yor Ömür Dediğin
sını istiyorduk. Annemi de ikna edip Ankara’da Onkoloji uzmanı
olan kuzenim Tunç’un yanına gittik. Ciğerdeki sıvıyı boşaltıp iğne
ucu biyopsisi ile ciğerden parça aldılar. Şükür sonuçlar temiz çıkmıştı. Tabi bu gidişlerinden sonra ilk göz bebeği, eşini kaybetmiş, 40 yaşlarda 4 çocukla dul kalmıştı. Bu onun için büyük bir
üzüntüydü. Cenazede kızının yanında bile olamamıştı. Ankara
dönüşü hem testlerin temiz çıkmasının mutluluğunu hem de acı
kaybın üzüntüsünü yaşıyorduk.
Çok geçmeden annem aynı şikâyetleri tekrar yaşamaya başladı. Bir kez daha Erzurum’a götürdük, bu defa göğüs hastanesine yönlendirildik. Ciğerlerdeki sıvıdan örnek alınacakmış. Yok
böyle bir şey! En büyük şırıngayı sırtına saplıyorlar, itiyorlar ama
iğne ilerlemiyor. Bir... üç... beş... yok olmuyor, iğne ilerlemiyor,
annemin iniltisi kulaklarımdan gitmiyor. En son doktorlar yok biz
bunu yapamıyoruz diyerek Erzurum’daki başka bir hastaneye
yönlendirdi. Gittik ve elimizde tetkiklerle doktorun kapısını çaldık.
Doktor sert görünüşlü gençten biriydi. Raporlara baktı, ilaçla çekilecek bir tomografi verdi. Söylenilenleri yapıp tekrar doktorun
yanına döndük. Çekilen tomografiye bakıp “Tam tahmin ettiğim
gibi. Ciğer zarında kalınlaşma ve kitleler var, biz sırtından kamera ile girip o kitlelerden parça alacağız, o sonuca göre ne yapmamız gerekeceğine karar veririz. Ama bunun öncesinde ciğerdeki
sıvıyı boşaltmamız lazım, hemen odaya geçin hortum takılsın”
dedi. Ciğerin alt kısmından delik açıp bir hortumu iterek ciğere
sokuyorlardı.
Annemin yaşadığı acıyı dışarıda kulaklarımı kapatarak bile
iliklerime kadar hissedebiliyordum. Annemin ciğerlerine önce
hortum takıldı, ertesi gün de kamera ile incelemek için operasyona alındı. Narkoz verildi uyanırken bir ablamı bir de ona en
çok düşkün olan ağabeyimi sayıkladı. Ben de moral verip biraz güldürmek için “Hacı Hanım, varsa kızınla oğlun! Beni hiç
sevmiyorsun galiba, bir tek onları sayıkladın.” dedim. “Sus kız!”
dedi annem, “Kıskançlık yapma!” Ağabeyim sonucu daha hızlı
öğrenelim diye biyopsiyi hemen dışarıda özel bir laboratuara götürdü. Biyopsi sonuçları ertesi gün açıklandı. Ağabeyimim gitti;
77
Hastalık Hikâyem - 2014
ama dönmesi uzun sürdü. Benim içimi bir korku sardı. Ağabeyim
sonra arayarak beni koridora çağırdı. Odadan uzaklaştırıp bir köşeye götürdü ve çok bekletmeden acı gerçeği söyledi. “Bacım,
metanetli ve anneme çok destek olmamız lazım” dedi. Sonuç
mu? Mezotolyama; yani akciğer zarında kalınlaşma ve kitlelerden oluşan bir kanser türüymüş. Olduğum yere yığılıp kaldım,
sesim anneme gidecek diye için için ağladım. Doktor, annemin
yaşından dolayı ameliyatı riskli gördü. Yalnız sırtındaki hortum çıkarılmadan ciğerlere bir ilaç verilip ciğer zarı yapıştırılacak daha
sonra kemoterapi verilecekmiş. Ankara’da Onkoloji uzmanı olan
kuzenim olayı öğrenince “Halamı buraya getirin, ben hocalarıma
ameliyat yaptıracağım, halam mutlaka buraya gelmeli” dedi. Biz
ikilemde kaldık: iki farklı doktor, iki farklı tedavi şekli...
Telefon trafiği başladı. Babam, dayım, kuzenim derken ağabeylerim… Tahmin edilemez bir psikolojik savaş veriyorduk. Kararı babam versin istedik. Zavallı babam benim bu dünyada ikisevdam var derdi: “Bir arılarım, bir de karım.” O gün de arıların
yanındaydı. Yanındaki küçük ağabeyim olanları söyleyince ceketini almış, hiç konuşmamış, çıkarken de sadece siz doğru olanı
yaparsınız demiş ve uzun süre yalnız kalmış. Nitekim kararımızı
annemin de ona duyduğu sevgi, güven ve muhabbete inanarak
tedavi için kuzenimizi tercih ettik. Sıra geldi bu kararı hastalığını söylemeden anneme kabul ettirmeye. İçeri girdik içimiz kan
ağlarken gülmeye çalışarak. Ciğerinde bir kitlenin olduğunu ve
bununda ameliyatla iyileşebileceğini ama tekrar Ankara’ya gitmemiz gerektiğini söyledik. Annem bu kabul eder mi? “Senin düğünün var, ben bu düğünü yapmadan olmam da olmam.” diye
tutturdu. Ben de “Sen bu hâldeyken ben evlenmek istemiyorum,
sen iyileş, ben sonra evleneceğim” dedim. Tabi annem son noktayı koydu. “Bilsem ki o ameliyat benim son kurtuluşum, seni gelinlikle bu evden çıkarken görmeden beni hiçbir kuvvet o masaya
yatıramaz.” dedi.
Eve geldik, hazırlık yapıp ertesi gün Ankara’ya uçtuk. Benimse düğünüme 20 gün var. Ankara’da odamız hazırdı. Tüm raporlar incelenip tekrar filmler çekildi. Ama kitleler kalbe çok yakın
78
Tükeni̇ p Gi̇ di̇ yor Ömür Dediğin
yerde olduğu için, ciğer zarı soyulurken kalp damarlarına zarar
verebilir diye oradaki doktorlarda ameliyattan vazgeçtiler. Sonra birinci seans kemoterapiyi verdiler. Annem verilen ilaçlardan
şüpheleniyor; ama bizim ve doktorların davranışlarından kanser olduğu aklına bile gelmiyordu. Çünkü 40 gün önce damadını mide kanserinden kaybetmişti ve en sevdiği kuzeni de lenf
kanserinden son dönemini yaşıyordu. Her ikisi de kemoterapiyi
çok anlatmışlardı. Kemoterapiden sonra annem yaşına göre en
az düzeyde verilmesine rağmen mide bulantısı ve hâlsizliği çok
fazlaydı. Bir an önce eve gitmek için can atıyordu.
Benim kına gecem memlekette olacaktı, düğünüm İstanbul’da. Gelinliğimin siparişini vermiştim; ama bir kere bile provaya gidememiştim. Eve geldik; annem hâlsiz, bitkin, yorgun
yatıyor ve duyan herkes geçmiş olsun demek için eve akın akın
geliyordu. Beni “Gelinlik dikilmiş, bari bir dene üzerine oluyor
mu?” diyerek gelip aldılar. Daha evden çıkmadan misafirler arkamdan konuşuyorlar anneme: “Sen bu hâldeyken hevesi geliyor evlenmekten de vazgeçemiyor, annesi yatakta kız gelinlik
derdinde” diye söyleniyorlardı, biliyorlardı aslında içimde yanan
ateşi... Annem hepsine çıkıştı “O istemiyor, ben eğer evlenmezse
tedavi olmayacağımı söyledim ve ikna ettim” dedi.
Ben 28 yaşında her genç kız gibi beni seven bir insanla evlenip o beyaz gelinliği giymeyi hayal etmiştim; ama şimdi o gelinliği giymeye ağlayarak gidiyordum. Kendini biraz toparlayan
annem kalan eksikleri tamamladı ve sonunda kına günü geldi.
Sabah kalkıp ilaçlarını içti, giyinip kuşandı yüzü gülerek ama içi
kan ağlayarak benim yanımda oldu. Her dakika “Bak kızım ben
çok iyiyim, benim en mutlu günüm; seni gelin ediyorum.” diyordu. Annem mutluydu da ben ne hissediyordum? O duygunun ne
olduğuna hâlâ bilemiyorum, mutluluk ve acı beraber yaşanır mı?
Annem ikinci kemoterapiden sonra yeni hastalıkla yüz yüze
olduğunu öğrendi. Bu hastalık “Zona” olarak adlandırılıyordu,
yani sinir ucu iltihaplanması. Zonanın tedavisinden sonra tekrar
79
Hastalık Hikâyem - 2014
kemoterapisi verildi. Zaman hızla geçiyordu ve annemde gözle
görülür bir iyileşme göremiyorduk. İştahı kapanıyor, az yemek
yediği ve az sıvı tükettiği için de hâlsiz düşüyordu. Altı seans kemoterapi aldı. İki yıl bu şekilde geçti. Artık evliydim ve bir kızım
vardı. Annemin tedaviye cevap vermediği aşikârdı ve beni memlekete çağırdılar. Gittiğimde annemin refleks kayıplarının olduğunu, artık yataktan hiç çıkamadığını, sürekli morfin tarzı ilaçlarla
ağrılarını dindirmeye çalıştıklarını gördüm. Evin içerisinde bile
sandalyeye oturtarak taşıyorduk. Kan değerleri fazla düşünce
memlekette hastaneye yatırdık, serum tedavisi ile biraz daha toparlanıyordu; ama doktorlar artık 4. evreye girdiğini yapacak bir
şeyin olmadığını sadece acılarını azaltmaya çalıştıklarını söylüyorlardı. Hastaneden eve gönderdiler. Annem artık ayakta bile
duramıyordu. Kardeşi ziyarete gelmişti. Annem çok sevdiği kardeşini bile görmez olmuştu. Kardeşinin döneceği gün annemin
büyük abdestinin simsiyah olduğunu fark ettik. Kuzenime söyleyince mide kanaması geçirdiğini 4. evredeki son noktanın olduğunu söyledi. İlaç isimleri söyledi, alıp eve hemşire çağırıp serum
taktırdık. Annem o gün öğleden sonra iyice fenalaştı. Ağabeylerimi arayıp onları da çağırdık. Annem artık tamamen kendinden
geçmişti. Ağabeylerim yola çıktılar, memleketteki akrabalar toplanmaya başladılar. O gece saat bir buçuk sularında annem hırıltıyla nefes almaya başladı. Zaten başında sırasıyla oturup ağzına zemzem suyu döküyorduk. En son suyu ben döküyordum,
annem son defa nefesini aldı, son yudum suyunu içti… Annem
yaşarken her işini hızlı yapardı. Ölünce de bütün işleri çok hızlı
devam etti. İki saat içerisinde kefenlenip tabuta konulmuştu bile.
Annem, senden ayrılalı sekiz yıl oldu; ama seni düşünmeden
tek bir gün bile uyumadım ve seni düşünmeden tek bir sabah bile
uyanmadım, mekânın cennet olsun annem...
“BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ? TÜKENİP GİDİYOR ÖMÜR DEDİĞİN.”
80
Beyaz Esaret
BEYAZ ESARET
Nurten AŞKAR
Küçüktüm, ufacıktım. Ölümün ne olduğunu anlamayacak kadar saf ve masumdum. Annemin öldüğünü ve bir daha gelmeyeceğini anladığım zaman da babamı anlamamaya başlamıştım.
Sessizleşiyordu, konuşmuyordu benimle, göz çukurları her geçen gün daha da morarıyordu. Bana her şeyini kaybettiğini söylüyordu sadece. Her şeyini kaybettiyse ben hiçbir şey miydim onun
için? Kafamdaki soruların cevapları beni oldukça ürkütüyordu.
Çünkü benim ondan başka hiç kimsem yoktu. Bana hiçbir zaman kol kanat germedi. Okulda önüme serilen alkol, sigara, esrar konusunda beni hiç uyarmadı. Daha doğrusu ne yapıyorum,
nerelere gidiyorum; hiç öğrenmek istemedi. Bir defa bile sormadı
bana. Çünkü o her şeyini kaybetmişti kendince, eşini kaybettiğinde. Ben de annemi kaybetmiştim; ama bunu unutuyordu çoğu
zaman.
Günün birinde yollarımızın ayrılacağını çok iyi biliyordum.
Ben evde misafir gibiydim; ha vardım, ha yoktum. Babam zorunlu ihtiyaçlarım dışında isteklerimi yerine getirmemeye fazlasıyla
çaba gösteriyordu. Bilmiyordu ki kızı evinde bulamadığı mutluluğu, huzuru dışarıda aramak zorunda kalacak…
Önce sigara, sonra da esrar kullanmaya başladım. Bir kız için
sıradan şeyler değil bunlar; ama benim için gayet normaldi. Grubumuzdaki hiç kimse esrara ismiyle hitap etmiyordu. Hep sigaralık deyip geçiyorduk.
Bir gün kafamı yapacak olan sigaralığımı çekip eve gittim. Durup dururken gülüyor, şen kahkahalar atıyordum. Ortada hiçbir
şey yokken de ağlıyordum. Babam bana bakıp “Kızım manyak
81
Hastalık Hikâyem - 2014
mısın? Git uyu.”demişti o gün.
Babamın bu sözleri işime gelmişti, hemen yatağa koşup sevinmiştim. Sigaralık içtiğimi anlamadı diye mutlu olmuştum. Şimdiki aklım olsaydı hiç sevinmezdim. Keşke babamın yanına gidip
“Ben uyuşturucu kullanmaya başladım, kızının neler yaptığını
öğren, bana sahip çık!” deseydim. Keşke, keşke deseydim bunları, o zaman sahip çıkardı belki de bana. Ne ben dedim bunları,
ne de o anladı uyuşturucu kullandığımı.
Sigaralık içtiğim zaman içim kıyılırdı. Hep tatlı yemek isterdim. Babam bunu da fark etmedi. Çünkü ben onun gözünde
çocuktum ve hiçbir şey bilmiyordum. Bunları bilmemeyi ben de
isterdim baba.
Öyle ahım şahım bir çocukluk değildi benim çocukluğum.
Herkesten farklıydı. Diğer çocuklar anne ve babalarıylaydı. Ben
ise annemi kaybetmiş, babamdan çoook uzaktım…
Kendi başıma buyruk bir insan oldum yıllar geçtikçe. Babamla
aramdaki uçurum da her geçen gün biraz daha büyüdü. Ne o
ne de ben uçurumu kaldırmak için çaba harcadık. Evde yalnız
kalıyordum. Babam işe gidiyordu. Ben de arkadaşlarımı çağırıyordum, birlikte sigaralık çekiyorduk. Mutlu oluyorduk fazlasıyla.
Kısa süreliğine de olsa her şeyi unutmuş olmak farklı bir histi
hepimiz için.
Kelimenin tam anlamıyla huzursuzdum. Ne okulda ne evimde
mutlu olabiliyordum. Bir şeyler yapmak istiyordum. Ama ne? İşte
bunu bilemiyordum. Sadece 14 yaşına gelmiştim. Kendimi genç
bir kız olarak görüyordum. Kendi kararlarını kendi veren genç ve
güzel bir kız…
Bir gün çok iyi anlaştığım arkadaşıma içinde bulunduğum durumu anlattım. Anlattıklarımdan çok etkilendi ve karşılıklı birer
sigara yaktık. Biraz sessiz kaldık. Sonra ellerimden tuttu ve bana
“Evden kaç!” dedi heyecanlı bir şekilde. “Kimse sana karışmaz
huzuru bulursun.” deyip gitti.
82
Beyaz Esaret
Fena fikir değildi, aklıma yattı, kararımı verdim hemen. Yarından tezi yok evden kaçarak beni sigara ve uyuşturucu zinciriyle
tanıştıran arkadaşlarımla kalacaktım boş bir inşaatta. Eşyalarımı
toplayıp evden çekip gitmiştim o gün, arkama bile bakmadan.
Bakınız zincirin halkaları nasıl gidiyor. Sigara, esrar, evden kaçış,
her şeye isyan… Ve sonrası…
Bunalımlı bir genç kızdım açıkçası. Ailemden ayrılalı iki yıla
yakın bir zaman olmuştu. Bu kadar zaman içinde babamla sadece iki defa görüşmüştüm. Bu görüşmeler oldukça soğuk ve kısa
sürmüştü, eve gelmemi beni merak ettiğini söylemişti. Reddetmiştim tereddüt etmeden. Keşke babamla gitseydim.
Çoğunluğu benim gibi olan büyük bir grubumuz vardı. Okulda
ve okul dışında birlikte oluyoruz. Aklınıza ne gelirse yapıyoruz.
Tam bir çılgınlık içinde yaşıyoruz. Diğer insanların bize korkuyla
bakışını umursamayacak kadar da rahat… Bir gün bir arkadaşım cebinden çıkardığı tütünle bir sigara hazırlamaya başladı.
Tütünün üzerine bir şeyler serpiştirdiğini fark ettim. Ne olduğunu
sordum. Boş ver, dedi. Bir mana veremedim, sigarasını ateşledi,
ortalığı değişik bir koku kapladı. Bir anda burnumun direği kırılıyor zannettim. Yarım saat kadar bir zaman geçti. Arkadaşım “Şu
anda uçuyorum. Sen de uçmak istiyor musun? Birlikte uçmuş
oluruz” deyince, şaşkınlığım bir kat daha arttı. Şen kahkahalar
atıyor, uçuyorum, diye bağırıyordu. Anlam veremedim. Ben de
ne olduğunu bilmediğim bir sigara yaktım daha sonra bunun esrar olduğunu öğrendim. Sevgisiz bir hayatım vardı ve ben de esrara sığındım. Böylece esrarlı günlerim başladı.
Hiç kimse bana gittiğim yolun yanlış olduğunu söylemiyor,
yardım için kollarını açmıyordu. Yani bir akıntıya kapıldım, gidiyordum. İnsanlardan kaçıyor, çoğu zaman okula gitmiyor, tek
başıma bomboş bir inşaat köşesinde oturuyordum. Neden böyle
olduğuma dair hiçbir düşüncem de yoktu.
Aslına bakarsanız tüm bu yaşadıklarımdan sıkılmış ve eve
gitmek istiyordum. Gel gelelim dönmeyi de gururuma yediremi-
83
Hastalık Hikâyem - 2014
yordum. Tahmin ettiğiniz gibi esrarlı günlerime devam ediyordum. Peynir ekmek gibi esrarla yaşıyorduk. Tabi bu esrarı almak
için dolandırdığımız onca kişiyi, yaptığımız hırsızlığı söylememe
gerek yok sanırım.
Bir gün dersten çıkmıştım. Öğretmenim benimle konuşmak
istediğini söylemişti. İrkilmiştim. Derslerim hiç iyi değildi. Hiç kimseyle de konuştuğum yoktu, ne olabilirdi ki? “Peki, konuşalım.”
dedim. Diğer öğrencilerden uzak bir köşeye çekildik. Öğretmenim bana; “Sen uyuşturucu kullanıyorsun; hem de eroin, bana
yalan söyleme.” dedi. Doğrusu böyle bir cümle beklemiyordum.
Daha babam bilmezken öğretmenim nerden biliyordu ki? Afalladım ve “Evet” dedim, “Evet kullanıyorum.” Öğretmenim haklı çıkmanın üzüntüsüyle bana sarılmıştı. Neden üzülmüştü ki? Bana
yolun başında iken tedavi olmamı bir psikiyatri kliniğine yatmamı
böylece her şeyden uzaklaşacağımı söylemişti. Eskisi gibi olabileceğimi de eklemişti aynı zamanda. Ama ben hep öyleydim
zaten. Her şey birkaç dakika içinde gelişmişti. Hemen cevap veremedim.
Akşam arkadaşlarıma tedavi olup olmamam gerektiğini sorduğum zaman bana bir bağımlı olmadığımı söylemişlerdi. Bu
beni oldukça düşündürmüştü. Fazlasıyla fazlasıyla düşündüm.
Sigaraya başladığım günde hissettiklerimi düşündüm bir an; midem bulanmıştı, öksürmeye başlamıştım. Ama daha sonra beni
ilk gün rahatsız eden kokusu her şeyden güzeldi benim için.
Sigara benim için vazgeçemeyeceğim bir nimetti. Sonra eroine
başladığım gün, beyazla tanıştığım ilk günün bana hissettirdiği
mutluluk öyle güzeldi ki… Tek seferlik kullanımda dahi çok yüksek bağımlılık potansiyeline sahipti ve özellikle diğer maddelere
oranla hızla tolerans geliştiren bir maddeydi. Öyle ki beyazdan
mahrum kaldığım tek bir gün bile krizlere girmemi terlememi,
yüksek sesle bağırmamı, saçlarımı yolacak kadar kendimden
geçmemi sağlıyordu. Beyazın maliyeti biraz yüksekti; bunun için
hırsızlık yapmamız her şeyden önemliydi bizim için. Onlar ne kadar bağımlı olmadığımı söylese de ben bunu bilmiyordum.
84
Beyaz Esaret
Sefalet içinde yaşıyorum. İnsan olduğumu bile unuttum. Güzel olan her şeye hasret kaldım. Hasretlerimin biteceği günü iple
çekiyorum. Uzun bir düşünme sürecinden sonra bağımlı olduğumu kabul ettim; ama hastaneye yatmaya karar veremedim.
Birkaç gün daha beyazlı günler geçirecek ve sonra hastaneye
yatacaktım.
Günler sonra arkadaşlarımdan biri aşırı dozda eroin yüzünden gözlerini hayata yumdu. Öldüğünü birkaç gün sonra fark
ettik. Soğumuş cesedini kuytu bir köşede bulduk. Polise haber
verdik ve olanları uzaktan izledik. Polisle gelen doktor kalbini
dinledi, kollarına baktı ve “Fazla miktarda eroin alarak ölmüş.”
diyordu. Sonrası; sonrası yok işte. Ben ölmekten korkuyorum.
Herkes gibi korkuyorum. Ama ölüme her geçen gün biraz daha
yaklaşıyorum.
Ama tedavi olacaktım. Beni tamamıyla ele geçiren, almadığımda krizlere girmeme sebep olan şeyi bırakmalıydım. En azından deneyeceğim. Ne kaybederim ki? Bakarsınız belki başarılı
olurum?
Ölümden korkuyorum. Beyaz kullananların sonunu da biliyorum artık. Bu acı sona gelmemek için yardım almaya karar verdim ve öğretmenimin yardımıyla bir kliniğe yattım.
İlk olarak psikolog kadın ile tanıştım. Çok sakin birisiydi. Yüzünden gülücükleri eksik etmiyordu. Ölümden korktuğuma dair
konuşmalarımı ilgiyle dinledi ve hiç merak etmemem gerektiğini,
tedavimin çok kolay olacağını, zehirden kurtulacağımı söyledi.
Cesaretim için beni kutladı. Genellikle uyuşturucu kullanan insanlar başkasının zoruyla kliniğe yatarmış.
Psikolog kadın ilgisini üzerimden eksik etmedi. Gece gündüz hatırımı sordu. Sakinleştirici hapları kullanıp kullanmadığımı
kontrol etti hep.
Tam olarak hatırlamıyorum. Klinikteki ikinci günümdü sanırım.
Normal hayatımda da beni ele geçiren krizim tuttu. Kanım be85
Hastalık Hikâyem - 2014
yaza o kadar susamıştı ki!... Yatağımdan çıktım odanın içinde
amaçsız bir şekilde dönmeye başladım. Feryatlarım odadan koridora taştı. Güçlü iki kişi gelip koluma girdi ve beni yatağa doğru
sürükledi. Direndim. Yalvarmaya başladım. Bir yudumluk beyaz
istedim, beyazı yavaş yavaş keseceğimi söyledim. Ama sözlerim
hiç etki etmedi. Büyük bir mücadele sonrasında yatağıma yatırıldım, kollarımdan ve ayaklarımdan bağlandım. Hemşire sol kolumdan iğnesini yaptı. Bir süre sonra kendimden geçtim.
Uyandığımda avazım çıktığı kadar bağırdım. Yatağımdan
doğrulmaya çalıştım, mümkün olmadı. Kollarım, ayaklarım hâlâ
bağlıydı. Çırpındım ama faydasızdı. Hemşire geldi ve sakin olmamı bir süre böyle kalacağımı söyledi. Ben deli değildim ki!...
Böyle bağlanmayı hak etmemiştim. Hemşire iyi olacağıma dair
umut verici konuşmasının yanında yine iğnesini yaptı ve gitti.
Yine uyumuştum, saat mi desem gün mü desem bilemiyorum.
Ağlamak yürek rahatlatmıyor maalesef. Odada benden başkası da vardı ruhsal sorunlarından dolayı oradaydı. Kendi hastalığını unutup beni rahatlatmaya başladı bitmek bilmeyen ağlamalarımın ardından. Bu pek kolay olmadı.
Ama her şeye rağmen sağlığımı yavaş yavaş kazanmaya başlamıştım. Doktorlar da aynı şeyi söylüyorlardı. Ara sıra afakanlar
basıyor, birisinin boğazımı sıktığını ve beni öldürmek istediğini
hayal ediyordum; ama sadece hayal ediyordum. Hastanede kaldığım sürece yüzüme kan geldi ve moralim düzeldi. Her şeyden
önemlisi krizler ilk günlerdeki gibi sık sık gelmez oldu. Her şey
yoluna giriyordu. Zaman zaman babama ve öğretmenime haber
verip sağlığıma kavuşmaya başladığımı kötülüklerden arınmaya
başladığımı haber vermeyi bile düşünüyordum. Psikolog kadın,
durumumu onlara da haber vermem gerektiğini söyledi. Defalarca yan çizdim. Ama bir gün gözümü karartarak babama haber
verdim. Benden utanacağını düşünmeme rağmen babama haber verdim. Sesimi duymak ona ne hissettirdi hiç kestiremedim.
Eroin kullandığım için klinikte olduğumu; ama durumumum iyiye
gittiğini söyleyip telefonu hemen kapattım.
86
Beyaz Esaret
Altı ay sonraydı sanırım klinikten çıktığım gün, vücudumum
beyazdan tamamıyla arındığı gün, karşımda beni bekleyen babamı ve öğretmenimi gördüm. Babamı gördüğüm için şaşırmıştım; ama ne yalan söyleyeyim, çocuk gibi sevinmiştim. Koşup
sarılmak istedim ve bunu yaptım. O da değişmişti ben de; değişmiştik.
Şimdi yaklaşık bir yıldır beyaz kullanmıyorum. Kendimi babamın yanında olduğum için mutlu ve herkesten şanslı hissediyorum. Keşke hiç başlamasaydım diyorum şimdi; ama beni
bilgilendiren kimse olmadığı için yanlış arkadaş grubuna dahil
olmuştum. Her şeyi babama yükleyemem ki ben de suçluydum.
Beyazdan gelen mutluluğun gerçek olmadığını şimdi fark ediyorum. Yaptığımız hırsızlık, kandırdıklarımız benim için hayatımdaki kötü anılar içine dahil. Başlamak o kadar kolayken bırakmak
fazlasıyla sancılı. Ama beyazı bıraktıktan sonra hayata tekrar
başlamanız o kadar güzel ki… Bir köşede her an cesedimin bulunacağı bir gerçekken bir zamanlar, şimdi umutla ve mutlulukla yaşıyor olduğum da bir gerçek. Bir zamanlar insanlar benden
korkarken şimdi ben de onlar gibiyim. Bir şırınganın sizi mutlu
olacağınıza inandırmasına izin vermeyecek kadar güçlü olun…
87
Hastalık Hikâyem - 2014
DELİRMEK SANATTIR
Ümmühan DURSUN
O ses neydi öyle? Nereden geldi? Kim var orda? Göremiyorum sizi; ama fısıltılarınızı duyabiliyorum. Ne istiyorsunuz benden? Hayır yapamayacaksınız. İzin vermeyeceğim. Bütün planlarınızı biliyorum. Hepsini duyuyorum. Her yerde fısıltılarınızı
işitiyorum. Benim hakkımda konuşuyorsunuz, biliyorum. Rahat
bırakın artık beni! Benden ne istiyorsunuz? Kimsiniz siz? Defolun
buradan!
Merhaba! Ben seslendim. Dikkatli bakın işte buradayım. Mavi
bekleme koltuklarında oturan kısa saçlı, esmer, zayıf kadını görebiliyor musunuz? İşte o benim. Üzerimde turuncu bir yağmurluk var. Görebildiniz mi? Evet, gördünüz sanırım. Tekrardan merhabalar, hoş geldiniz.
Şimdi diyorsunuz ki: Nereye geldik? Burası da neresi? Bu kadın da kim? Sakin olun! Bütün sorularınızın cevabını alacaksınız
zaten buraya bunun için çağırdım sizi. İyisi mi daha fazla kafanızı
karıştırmadan en baştan başlayayım.
Adım Zeynep. Yirmi yedi yaşındayım. Son dört yıldır her ay
bir kere düzenli olarak gelirim buraya. Önceleri daha sık gelirdim
haftada iki gün, haftada bir, iki haftada bir derken bu süre ayda
bir kere olarak devam etti. Burası neresi mi? Burası bir hastanenin psikiyatri bölümü. Ben bir şizofreni hastasıyım. Bu hastalıkla sekiz sene önce yine bu hastanede tanıştım. Ailemin beni bir
gece bu hastanenin acil servisine getirmesiyle hayatımda yeni
bir dönem başladı. Bir sabah gözlerimi açtığımda kendimi beyaz
bir odada, beyaz bir yatakta yatarken buldum. Yatağımın başucundaki koltukta ise annem uyuyordu. Hastalığımla olan mace88
Delirmek Sanattır
ram da kendimi bu fark etme anımdan sonra başladı.
Hastalığımı fark etmeden önce ben kimdim, nasıl yaşardım,
bu hastalığım ne zaman başlamıştı; biraz bunlardan bahsedeyim
size.
Küçükken kendi hâlimde, sessiz, içine kapanık, zararsız bir
çocukmuşum Yılların ilerlemesiyle bu durum değişmemiş. İlk
gençlik yıllarımda da bu durum sürmüş. Genellikle yalnızlığı seven, arkadaşı az, asosyal denilebilecek bir kişiymişim. On sekiz
yaşına geldiğim zaman tamamen toplumdan soyutlanmışım, ailemle bile az konuşur hâle gelmişim. Üniversite sınavını kazanamamla birlikte odamdan hiç çıkmamaya, günlerce aynı kıyafetleri
giymeye, kişisel bakımımı aksatmaya başlamışım. Bütün günümü odamda yalnız başıma geçirir olmuşum. Ailem bu durumu sınavı kazanamamamın verdiği üzüntüden kaynaklandığını düşünüp ciddiye almamış. Ama daha sonraları hastalığım ilerledikçe
geceleri bağırarak uyanmaya, bir takım sesler duyduğumu iddia
etmemle birlikte telaşlanmaya başlamışlar. Bu durum kısa bir
süre sürmüş ve sonra yine sakinleşince doktora götürme gereği
görmemişler. Ta ki o geceye kadar.
Bense tüm bu anlatılanlardan daha farklı bir hayat yaşıyordum. Bu hayatım beyazlar içinde orta yaşlı bir adamın “Zeynep
Hanım siz şizofreni hastasısınız.” diyene kadar sürdü. Şizofreni
kelimesini duymam benim için Külkedisi masalındaki gibi saatin
12 olması anlamını taşıyordu. Şizofreni kelimesiyle tanışmamla
tüm gerçek sandığım hayatım bir bal kabağına dönüşüverdi.
Oysaki o kelimeyle tanışmadan öncede benim bir hayatım
vardı. Hiçbir zaman figüran olmadığım başrolünde hep benim
oynadığım bir hayat. Nefesimin hiçbir zaman hissedilmediği ama
hızlı hızlı soluk aldığım bir evrendeydim. Hatırladığım küçükken
hiç de anlatıldığı gibi bir çocuk değildim, her gün yeni yeni maceraların peşinde koşar, akşama kadar arkadaşlarımla, hareket
eden oyuncaklarla, uslu kırmızı balonlarla oynardım. Babaannemin anlattığı masallardaki halılarla tüm dünyayı gezerdim. Bazen
89
Hastalık Hikâyem - 2014
de çok korktuğum zamanlar olurdu. Ormanlarda kaybolurdum,
kötü kalpli kurtlar peşime düşerdi, dev yılanlardan kaçardım.
Ama zaten tüm bunlar her çocuğun hayallerinde yer alırdı.
Hani derler ya dünyada herkes çocuk olsa, herkes çocuk olarak kalsa insanlar arasında bu kıskançlıklar, hırslar, kötülükler,
toplumlar arasındaki bu gereksiz savaşlar, kıyımlar, katliamlar
olmazdı. Ben de çocuk olarak kalsaydım belki kimse bana hasta
olduğumu söyleyemeyecekti. Benim davranışlarım diğer insanlardan farklı karşılanmayacaktı. Neyse anlatacaklarım bunlar
değil.
Daha sonra büyüyüp okula gitme yaşına geldiğimde her çocuk gibi ben de okula başladım. Okul dönemi benim için sıkıntılı
bir dönemdi, hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olamadım. Başarılı
olmayı bırak hiçbir şey öğrenemiyordum. Ailemle ilk başlarda bu
konuda biraz sıkıntı yaşasak da daha sonraları onlar da pes edip
beni böyle kabul ettiler, küçük kardeşimin başarılarıyla övündüler.
İlkokulda okumayı zar zor da olsa öğrenebildim. Öğretmenlerim
uslu, zararsız bir çocuk olduğum için beni sınıf tekrarına bırakmadılar. Bu durum liseye kadar sürdü. Lisede dikkat bozukluğum
daha da arttı, derslere ilgim kalmadı. Doktorumun teşhisine göre
hastalığımın kendini göstermeye başladığı dönem bu dönemdi.
Lisede okuduğum dönemde 16-17 yaşlarındaydım sanırım.
Bir gece odamdayken çok güzel bir şarkı duymaya başladım. Sesin nereden geldiğine anlam veremedim. Daha önce bu şarkıyı
hiç duymamıştım, gece uykuya dalana kadar bu şarkı devam etti.
Bunu izleyen günlerde de bu şarkıyı duymaya devam ettim. Bir
erkeğin seslendirdiği sözlü bir şarkıydı ve sanki benim için söylendiğini hissediyordum.
Bahar döneminin sonlarına doğru okulda yıl sonu festivalleri başladı. Hayatımın seyrini değiştiren o olayda bu festivalde
gerçekleşti. Festivalin son günleriydi, amatör bir şarkı grubunun
konseri vardı. Konsere ben de gittim. Orta sıralarda bir yerde ben
de grubu dinlemek için bekliyordum. Grup sahneye çıktı ve şar-
90
Delirmek Sanattır
kılarını söylemeye başladı. O anda içimde bir ürperti hissettim
çünkü sürekli duyduğum o şarkı söyleyen kişinin sesi bu sesti.
Müthiş bir heyecanla şarkıyı söyleyen genç soliste bakakaldım.
O ise gözlerini bana dikmiş sadece bana bakıyordu ve birden o
gece duyduğum şarkıyı söylemeye başladı. O anda vücudumda
sıcak bir sıvının dolaştığını hissettim ve bütün vücudum kızarmaya başladı. Şarkının sonlarına doğru konsere gelenlerin tümü de
bana bakmaya başladı. Çünkü genç solist şarkıyı söylerken sadece bana bakıyordu. Şarkının sonunda genç solist ayağa kalktı
ve Bu şarkıyı bana yazdıran güzel kız, seni seviyorum dedi. Etrafımdaki bütün gözler bana döndü. Burak ile tanışmam böyle
başladı. Ben de kısa zamanda ona âşık oldum.
Her şey o kadar yolundaydı ki kendimi çok mutlu hissediyordum. Burak, her gün ders çıkışında beni okulumun önünde
bekliyordu. Eve kadar onunla beraber gidiyorduk. Biz birlikte çok
mutluyduk ancak sınıfımdaki kızların kıskanç bakışlarını ve benim hakkımda yaptıkları dedikoduları duyuyordum. Bu durumu
çok önemsemedim. Ama bir gün sınıfta tek muhabbet ettiğim kişi
olan sıra arkadaşıma, Burak’tan ve festival gününden bahsederken bana olan tuhaf bakışlarına anlam veremedim. Daha sonra
bunu da kıskançlığa yordum ve bu konuda bir daha konuşmadım.
Bu durum ne kadar sürdü bilmiyorum; ama gün geçtikçe bizi
kıskanan kız arkadaşlarımın seslerini her yerde duymaya başladım. Kıskançlıklarından her yerde beni Burak’tan ayırmak için
planlar kurduklarını işitiyordum. Tüm gün okulda onların kötü
bakışları, sesleri beni çıldırtacak gibi oluyordu. Ben kulaklarımı
tıkadıkça sesler daha da çok artıyordu. Okulun bitmesiyle artık
Burak ile odamda buluşuyorduk. Her gece annemler fark etmesin diye merdivenle odamın camına geliyordu, mutluydum ama o
kızların sesi olmasaydı. Her yerdeydiler ben kızdıkça, bağırdıkça, duymak istemedikçe sesler daha da çok artıyordu. Ve bir gün
dayanamayıp elime gelen her şeyi fırlatmaya, onları dövmeye ve
bağırmaya başladım.
91
Hastalık Hikâyem - 2014
Anlatılanlara göre o gece hastalığımın ilk büyük atağını geçirmişim. Ailem odamda beni, kırılmış eşyaların kestiği vücudumu
kanlar içinde görünce beni hastaneye götürmüşler. Uyandığım
zaman kendimi bilmediğim beyaz bir odada başucumda annemi
uyurken buldum. Kollarımda ve vücudumun her yerinde sargılar
vardı. Ben yatağın içinde hareket edince annem de uyandı, o
gün anneme ve gelen herkese bir şeyler anlattığımı anımsıyorum; fakat anlattıklarımı hiçbir zaman hatırlayamadım.
Daha sonraları öğrendiğime göre Burak’tan, kıskanç arkadaşlarımdan ve daha bir sürü karmaşık şeylerden bahsetmişim.
Bunun üzerine ailem Burak’ı ve bana kötülük yapmayı planladıklarını iddia ettiğim sınıf arkadaşlarımı bulmaya çalışmışlar.
Karşılaştıkları manzara onları dehşete düşürmüş; çünkü benim
bahsettiğim gibi Burak diye biri yokmuş. Evet, okuldaki yıl sonu
bahar festivalinde bir amatör grup sahne almış; ancak solist beni
tanımadığını adının da Burak olmadığını söyleyince ailem bu durumu doktorlara iletmişler. Doktorlar da beni psikiyatri bölümüne
göndermiş ve uzun süreli muayeneden sonra paranoid şizofreni
teşhisi konulmuş ve antipsikotik ilaç tedavisine başlanmış.
O dönem hayatımın en zor dönemleriydi. 19 yaşındaydım ve
önümde yenmem gereken bir hastalık, bulmam gereken gerçek
bir hayat vardı. O gece hastalığımın teşhisi konulduktan sonra
üç hafta kadar hastanede kaldım. Bu sürede ilaçlarımın dozu ve
türü ayarlandı. Üç haftanın sonunda evde tedavime devam ettim. Düzenli olarak almam gereken antipsikotik ilaçlarımı yanımda getirdim ve haftada iki kere psikososyal tedavi için hastaneye
gelmeye başladım.
Başlangıçta hastalığım beni öyle kolay bırakacağa benzemiyordu ve ben de hastalığımın durumunun pek de farkında değildim. Hâlâ Burak’ı, tehlikeli sesleri ve uzun zamandır görmediğim
çocukluk hayallerimi, uçan halıları, konuşan tavşanları görmeye başladım. -Bu durumun iyileşme sürecinin sonucu olduğunu
daha sonra öğrendim.- Annemin ilaçlarımı içmemi istemesini
anlamsız buluyordum; çünkü kendimi iyi hissediyordum ve ilaç92
Delirmek Sanattır
lar bana yorgunluk veriyordu. Anneme ilaçlar konusunda zaman
zaman zorluklar çıkardığım oldu. Ama o hiç pes etmedi ve hastalığımla savaşmamda en büyük destek oldu bana. Her hafta
doktora benimle birlikte geldi ve bu süreçte bana nasıl yardımcı
olacağı konusunda bilgi alıyordu.
Annemin ve doktorlarımın desteğiyle ilaç tedavimi ve hastanedeki tedavilerimi aksatmadım, gün geçtikçe gördüğüm gerçek
olmayan görüntüleri görmemeye başladım. Doktorlarım bu gerçek dışı görüntülerimi halüsinasyon olarak adlandırdı. Tedavimin
birinci senesinin dolmasına yakın halüsinasyonlar tamamen kayboldu diyebilirim. Fakat sesler peşimi o kadar kolay bırakmadı.
Zamansız bir şekilde sesleri yine duyuyordum, beni tehdit eden
sesler… Psikososyal tedaviler sayesinde artık hastalığımı tanımıştım ve neyle savaşacağımın farkındaydım. Gerçek seslerle,
kafamda duyduğum sesleri ayırımına varabiliyordum. Halüsinasyonlar azaldıkça ilaçlarımın dozları da buna uygun olarak ayarlanıyordu ve yaklaşık dört zorlu senenin sonunda halüsinasyonlardan ve seslerden tamamen kurtulabildim. Ancak doktorlarımın
tavsiyesiyle ne ilaç tedavisini ne de psikososyal tedavimi bırakmadım. Hastalığımın o büyük atağını geçirdiğim gecenin üstünden tam sekiz sene geçti ve ben yine kontrol için her ay düzenli
olarak doktoruma geldim.
Aslına bakarsanız bu anlattıklarım kadar kolay olmadı iyileşmem. Çünkü ben ve benim gibi şizofreni hastalığına yakalanan
insanlar bu güne kadar tanıdıkları ve onunla yaşadıkları kişiden
ayrılmak zorundadır. Toplumun genelinde bu duruma çift kişilikli
olma durumu olarak tanımlar. Hayır, şizofreni hastalarındaki durum tam da böyle bir şey değildir. Çünkü gerçek dünyanın algıladığı yani hastanın dışındaki kişilerin gördüğü kişiyi yani gerçek
kişiyi şizofreni hastası görmez. O gerçeği ve gerçek dışını bir
bütünmüş gibi görür. Burada anlatmak istediğim aslında şu; ben
de kafamda kurduğum o kişiden ayrılmak istemedim başlarda.
Çünkü o başarılıydı, güzeldi, çalışkandı, çevresindeki herkesi etkiliyordu; yani gerçekte bende olmayan her şey vardı. İyileşmeye
başlayıp aslında gerçekte hiçbir eyleme geçemediğimin farkına
93
Hastalık Hikâyem - 2014
varınca bu durumu kabullenmem zorlaştı. Çünkü iyileştikçe ve
gerçek dünyayı gördükçe kendimi işe yaramaz bir insan olarak
hissediyordum ve bu durumun nedenini antiseptik ilaçlarıma
bağlıyordum ve tedavi olmak istemiyordum.
Bu düşünceyi yenmem, iyileşmeyi istemem ailemin ve doktorumun desteğiyle gerçek hayatta var olabileceğim ve üretebileceğim bir eğitime katılmamla başladı. Orada resimle tanıştım.
Resimle tanışmam benim için Külkedisi masalındaki gibi camdan
ayakkabının sahibini bulması anlamını taşıyordu. Ayakkabının
doğru ayağı bulmasıyla her şey birden güzelleşmeye başladı.
Resim yaptıkça üretiyordum ve ürettiklerim beni toplumda
var ediyordu. Bununla birlikte ben yine hayallerimi kuruyordum,
gerçek dışı şeyler düşünüyordum; ama düşüncelerim gerçeklik
kazanıyordu. Resim benim için gerçek dışı şeyleri gerçek yapan
sihirli bir makineydi.
Aslına bakarsanız sizi çağırıp bu hastane koridoruna hastalığım hakkında bir araba laf ettim. Benim bu hastalığım ve iyileşme
sürecimden çıkardığım sonuç, hayaller kurup bu hayallerin içinde yaşadığınız bir dünya kuruyorsanız o zaman delirmişsinizdir;
ancak bu dünyayı resmettiğinizde o zaman sanat olur. Kısacası
delirmek sanattır.
94
Yol, Ev ve Mezarlar
YOL, EV ve MEZARLAR
Ahmet Can DEMİR
Kulağımda çalan melodiler John Lennon’a mı ait? Tüm sarsıntının sebebi son ses çalan bu melodi mi? Müzik bu kadar güçlü mü?
Kulaklarımı hissedemiyorum. Yalpalıyorum, yere düşmek üzereyim. Etrafımda tutunabileceğim bir şey yok. Etrafımda yardım isteyebileceğim kimse yok. Etrafımda canlı biri yok. Babam nerede?
“Bence biraz daha burada kalmalı,” dedi yaşlı doktor, oldukça
bilge göründüğünü itiraf etmeliyim.
“Sizinle aynı fikirdeyim hocam, biraz daha zamana ve tedaviye
ihtiyacı var.” dedi genç ve kıdemsiz doktor.
Gözlerim benim değil artık. Kulaklarım kiralık bir eşya sanki.
Zihnim ölmüş gibi ve en kötüsü hatırlayamamak hiçbir şeyi. Birileri beni ayağa kaldırıyor, gözlerim buğulu bir cam gibi. Kulaklarım
suyun altındaymış gibi. Bütün yetilerim benden alınmış gibi, Tanrı
beni sevmiyor sanırım. Yemeğim geliyor. Biftek, patates püresi ve
brokoli var önümde, bir bardak da su. Önce patates püresinden
başlıyorum, her şeyin bir sırası var. Sonra biftek ve en son da brokoli… Her şey sırasına uygun bir şekilde mideye indiriliyor. Ama
suyu içmiyorum, suyu ellerim için saklıyorum. Suyun bir kısmını
önce sol, sonra sağ elime döküyorum. Babam böyle öğretmişti
bana, yemekten sonra ellerini yıkamalısın, derdi. Yemekten önce
miydi yoksa? Hatırlayamıyorum. Babam nerede?
“Aradan tam üç yıl geçti doktor, hâlâ aynı mı?”
“Hayır, aynı değil elbette, daha da kötüleşti,” soğukkanlılık buydu işte.
95
Hastalık Hikâyem - 2014
Uyuyamıyorum günlerdir, belki de haftalar olmuştur. Burada
zaman kavramı yok. Ölü deri koleksiyonumu buldular geçenlerde ve bana uyuşturucu bir iğne yapıp bir köşeye attılar. Çünkü
onlara saldırmıştım, onlardan birini öldürebilirdim. Onlara zarar
vermek istemem. Kimsenin canını yakmak istemem. Sürekli
kapıyı kontrol ediyorum, kilitli olduğunu biliyorum ama yine de
kontrol ediyorum işte. Kilitli olduğunu bilmek bana güven veriyor.
Bugün yemekte; mısır çorbası, makarna ve salata vardı. Salata da domates yoktu ve tuzsuzdu. Salatayla başladım yemeğe,
çorba ve sonra makarna ile devam ettim. Hepsini sırayla yedim.
Gözlerimin önündeki buğulanma hâlâ kalkmış değil. Önümde
birkaç deste kart var. Bunlar iskambil kartları. Onlardan ev yapmaya karar verdim. Buralarda zaman hiç geçmez, çünkü zaman
yoktur buralarda. İlk katı düzgün bir biçimde yerleştirdim, zemin
sağlam olmalı. İkinci kat için düzgün iskambil kartlarını aradım
desteden. İkinci katı da sağlam ve düzgün bir şekilde bitirdim.
Bu, iskambilden ev yapma işi hoşuma gitmişti. Üçüncü kat için
dikkatli olmalıydım. Hata yapmamalıydım. İskambil kartlarını yerleştirirken ellerim titriyor, buna engel olamıyorum, hata yapmamalıyım. Üçüncü kat için gerekli olan iskambil kartlarını bir tarafa
ayırıyorum, hepsi de düzgün ve diğerlerine göre daha iyi. İlk iki
iskambil kartını koyuyorum, ellerim hâlâ titriyor, iskambil kartları
titriyor, ilk iki kat yerle bir olmak üzere acele etmeliyim. Üçüncü
kat için gerekli ilk iki iskambil kartını yerleştiriyorum. İşte bu, hiçbir sarsıntı olmuyor ve sapasağlam gözüküyor. Üçüncü katı bitirmek için gereken diğer üç kartı alıyorum şimdi elime, bir tanesini
bir köşeye diğeri de öbür köşeye gelecek şekilde yerleştiriyorum
yavaşça. Üçüncü katın son kartını da yerleştirip biraz geri çekiliyorum ve yaptığım güzel şeyi izliyorum.
Birden tüm iskambil kartları devriliyor, bütün katlar çöküyor,
bütün düzen bozuluyor, hata yapmış olamam, her şey kusursuzdu. Ellerimdeki titreme artıyor, bütün vücuduma sıçrıyor bu
titreme. Benim kusursuz iskambilden evlerim, şimdi yerle bir oldular. Buradaki insanlar beni durdurmaya çalışıyor. Hayır, tekrar
yapmalıyım iskambilden evlerimi. Daha sağlam, daha dengeli ve
daha mükemmel olmalı. Beni uyuşturmayın, diye bağırıyorum bu
96
Yol, Ev ve Mezarlar
insanlara. Birkaç dakika sonra iskambiller kayboluyor ve gözlerimin buğusu daha da artıyor, karanlık şimdi her yerde. Bu insanlar
kim? Neden beni uyuşturdular? Babam nerede?
“Onu buraya getirdiğin ilk günü hatırlıyor musun?”
“Nasıl unutabilirim ki? Tam yedi saat banyoda kalmıştı. Üzerinde küçük böcekler olduğunu söyleyip duruyordu. Sürekli “Babam nerede?” diye soruyor ve sürekli kapıları kontrol ediyordu.
Kilitleri filan işte. Bazen kapı tokmaklarına dokunamıyor, bazen
de bütün gün sağlam kapı tokmaklarını tamir etmeye çalışıyordu.
Onu tam dört yıl önce buraya getirmiştim.”
“Artık kendini sürekli pis hissedip yıkanmaya çalışmıyor, rutin
temizlikler dışında bu konuda pek bir çabası da yok zaten. Bu
normale dönüşü için atması gerek ilk adımdı ama diğer adımlar
gelmedi. Sadece bunu aşabildik. Hâlâ kilitlerle arası aynı. Hâlâ
bu hastalıkla iç içe ve hâlâ fazla bir umut yok,” açık sözlülük
buydu işte.
Bugün yemekte ne vardı hatırlamıyorum, ama dün; domates
çorbası, fasulye, pilav ve cacık vardı. Her şeyin belirli bir sırası
olmalı, kusursuz olmak için düzen önemlidir. Önce pilav ve domates çorbasını bitirdim sonra fasulye ve cacığı. Artık iskambillerim yok, gözümdeki buğu kalktı ve bütün melodiler benden alındı.
Odanın içinde tam 82 kere yukarı aşağı ilerledim bugün. Her gün
82 kere yaparım bunu. Dokuzuncu Senfoni mi bu duyduğum melodi? Yoksa bir yanılsama mı? Kendimi melodiler dünyasındaki
bir nota anahtarı gibi müziğin ritmine ve insanı rahatlatan o huzurlu sesine bırakıyorum. Nereden geliyor bu melodiler? Hiçbir
önemi yok, sadece biraz daha devam etsin yeter. Babamın en
sevdiği melodiler bunlar. Neredesin baba? Babam nerede?
“O benim kardeşim ve ben onun ablasıyım, bir şeyler yapmalıyım.”
Onu ilk kez buraya kapattıkları günü hatırlıyorum. Doktorlarla
yaptığım konuşmaları hatırlıyorum.
97
Hastalık Hikâyem - 2014
“Bu Obsesif-kompülsif bozukluk olarak adlandırılan bir hastalık. Kardeşinizi bize ilk getirdiğiniz zamanlarda da bunun belirtilerini görmüştük. Pislik veya mikrop bulaşmasından korkmak, başkasına zarar vermekten korkmak, düzen, simetri ve kusursuzluk
ihtiyacı, hata yapmaktan korkmak, tekrar tekrar yıkanmak, duş
almak veya elleri yıkamak, kilit, ocak gibi şeyleri sürekli kontrol
etmek, belirli kelimeleri ya da cümleleri tekrarlamak, değeri olmayan şeyleri biriktirmek, işleri belirli bir sayıda yapmak, bunlar bu
hastalığın bazı belirtileri, size verdiğim kağıtta da yazmakta tüm
bunlar. Üzülerek söylüyorum ki, bu belirtileri çoğu kardeşinizde
mevcut.”
“Ne kadar kalması gerekecek?”
“İyileşmesi zaman alacak ve gayret etmesi gerekecek.”
“O benim kardeşim ve ben onun ablasıyım, bir şeyler yapmalıyım.”
Günde sekiz kere odayı düzeltiyorum, her seferinde daha da
dağınıklaşıyor sanki. Nedenini anlamıyorum. Ablam geldi bugün,
hâlâ eskisi gibi güzel. Ağladı biraz, nedenini anlamadım. Saçları çok dağınıktı, kendime engel olamadım ve saçlarını topladım
ablamın. Bana nasıl olduğumu sordu, “iyiyim ama burada çok
sıkıldım,” dedim. “Babam nerede?” diye sordum ona. “Babam
nerede?”
“Her şeyin nasıl başladığını anlat, ne zamandan beri bu şekilde davranıyor?” Doktorlarla ilk konuşmamız, kardeşimin ilk gelişi
buraya. Hâlâ hatırlıyorum her şeyi. Ben onun ablasıyım.
“Geçen yıl başladı her şey, annemin ölümünün üzerinden bir
buçuk sene geçmişti ve kardeşim atlatamamıştı bu durumu. Aslına bakarsınız, kimse atlatamaz bu durumu, ben hâlâ annemi
çok özlüyorum. Ölüm ve ölümün sevdiklerimizi alması alışılacak
ya da atlatılacak bir şey değil. Annemin mezarına giderdik sıkça ve kardeşim sürekli mezarını temizlerdi annemin. O sıralar
başlamıştı sanırım bu hastalık. Bana verdiğiniz kağıtta yazdığı
98
Yol, Ev ve Mezarlar
gibi; obsesif-kompülsif bozukluğa neden olan faktörler bazen biyolojik bazen de çevresel olabilir. Bazı sarsıcı çevresel faktörlerin bu hastalığı tetikleyebileceği yazıyor burada. Taciz, yaşamsal
değişiklikler, iş ve okulla ilgili değişiklikler ve problemler, ilişkiyle
ilgili kaygılar, sevilen birinin ölmesi. Sanırım annemin ölmesiydi
bu hastalığı tetikleyen ama asıl ortaya çıkarıcı faktör babamdı.
Bana bu hastalığın oldukça yaygın olduğunu söylemiştiniz. Obsesif-kompülsif bozukluk kendi kendine geçmez demiştiniz, bu
yüzden kardeşimi buraya yatırdık değil mi? İlaçlar ve tedaviler
bu yüzden değil mi? Elektrik şokları ve tüm antidepresanlar bu
yüzden değil mi?
Kardeşim giderek saplantılı bir hâl aldı. Annemin mezarı mükemmel olmalıydı ona göre. Okula gitmemeye ve mezar süslemesiyle ilgili kitaplar okumaya başladı, mezar süslemesiyle ilgili
kitapların olduğunu o dönem öğrenmiştim. Asıl sarsıcı şey ise,
babamın kardeşimin gözlerine bakarken ölmesiydi. Babam, annem öldükten sonra toparlanamamıştı ve çok dalgınlaşmıştı.
Yine dalgın olduğu zamanların birinde, evimizin karşısındaki yola
doğru ilerliyordu. Kardeşim kapıdaydı ve bende evde televizyon
izlemekteydim. Dalgınlığı onu kamyonetin birinin altına atmadan
hemen önce fren sesiyle irkilip kapının önünde duran kardeşime
baktı ve gülümsedi. Kardeşim bana böyle anlattı bütün olayı ve
ifademizi almaya gelen polislere de. O günlerden sonra daha da
kötüleşti. Sanırım ölüm ona ağır geldi.”
Babam nerede? Babam; her gece rüyalarımda, her gün şu
kilitli kapının ardında, her gün 82 kere dönüp durduğum şu odanın içinde ve babam her gün yediğim bu yemeklerde. Babam
bütün kamyonetlerin altında. Babam bütün mezarlarda ve bütün
ölümlerde.
“Gerçekten bugün çıkacak mı?”
“Tamamen iyileşti. O artık normal bir birey, hastalığın hiçbir
belirtisi ve hastalığın hiçbir davranışsal bozukluğu kalmadı. Kardeşiniz artık sağlıklı bir birey.”
99
Hastalık Hikâyem - 2014
“Öğleden sonra çıkacak değil mi?”
“Aslında hemen de çıkarabiliriz. Birkaç evrak işini halledelim
ve çıkaralım kardeşinizi. Beni izleyin.”
Bugün son yemeğimi yiyorum burada, her şeyi biliyorum artık
babam öldü, annem öldü. Ölüm çok acı. Son yemeğim şöyle; patates kızartması, köfte, ayran ve salata. Artık hiçbir sıranın önemi
yok. Rastgele yiyorum tüm yemeği, hızla bitiriyorum. Yaşam o
kadar karmaşık ve düzensiz ki, artık düzenli olmak ve kusursuzu
yakalamak gelmiyor içimden. Bir an önce harcayıp tüm yaşam
enerjimi ölmek istiyorum. Buralarda öğrendiğim en kesin bilgi şu;
hayat bu dört duvar kadar basit değil. Ablam gelecek birazdan
ve çıkaracak beni buradan. Yıllarca benim için kilitli olan o kapı
açılıyor ve ablam geliyor içeri, yanında da doktor. Doktor yaşlı ve
bilge görünüyor gözüme. Ablam yine ağlıyor, sanırım sevinçten
ağlıyor şimdi. Beraberce çıkıyoruz buradan, doktorlara yapmacık
gülümseyişimle teşekkür edip, ellerini sıkıyorum sahte bir minnettarlıkla. Şimdi yoldayız ablamla, nereye gidiyoruz bilmiyorum,
ablam bir şeyler anlatıyor ama ben dinlemiyorum.
Bir süre yürüdükten sonra yol ayrımının birinde duruyorum.
Ablam benim durduğumu fark ediyor ve yüzü korku yüklü bir duyguyla doluyor. Gülümsüyorum, aynı yapmacık duyguyla, sarılıyorum ona sımsıkı. Onu da kaybedemem, o da ölemez. Eve gelmeden hemen önce ablam bir arkadaşını görüyor ve duruyoruz,
arkadaşına benim bugün diğer insanların arasına bırakılacağımı
ve artık hasta olmadığımı söylemiş olmalı. İçtenlik dışı bir gülüş
var bu insanlarda, bu çok ürkütücü. Evle aramızda sadece yol
var, yolun karşısında duruyor ev. Ah yollar…
Ablama bakıyorum ve onun ölüşünü de görmemeliyim, diyorum kendi kendime. Yolun ilerisinde bir şey bize doğru yaklaşıyor,
kaldırımdayız. Bu bir araba, keşke kamyonet olsaydı, ama seçim
şansım yok. Babamın da yoktu, annemin de ve ablamın da olmayacak. Benim de olmamalı. Araba yaklaştıkça etraf yavaşlıyor,
araba hızlandıkça gözüm buğulanıyor. Araba yaklaşıyor ve yola
100
Yol, Ev ve Mezarlar
doğru koşuyorum. Ablam ve arkadaşı acı fren sesiyle senkronize bir şekilde çığlık atıyorlar. Araba bana çarpıyor ve ben ölüyorum. Henüz ölmedim biliyorum. Ablam, birazdan cansız olacak
bedenime doğru yaklaşıyor. Bir şeyler söylüyor ve yine ağlıyor.
Onun için üzülüyorum, ne kadar da bencilim, sırf kendi acılarımı
dindirmek için ablamı bütün bu acıya mahkûm ettim. Şimdilerde
ölüyorum ve son hissettiğim şey ablamın gözlerinden düşen mucizevi tuzlu gözyaşı damlası, ne kadar da serin ve güzel bir ölüm.
Kardeşim öldü, babam öldü ve annem öldü. Bu acı çok fazla.
Artık insanlarla tokalaşamıyorum, onlara sarılmıyorum, evi günde beş kez temizliyorum, her şeyi düzeltiyorum ve kusursuz olana dek uğraşıyorum. Ocağın açık olup olmadığını sürekli kontrol
ediyorum. Bazı takıntılarım oluştu. Sürekli yoldan geçen arabaları ve banyodaki mermerin üzerindeki küçük şekilcikleri sayıyorum. Doktora gitmeliyim. Ama ne fark eder ki? Kardeşim ölü,
babam ölü ve annem ölü. Ben de ölüyorum. Her an yok oluyorum
parça parça.
101
Hastalık Hikâyem - 2014
“ARA”YIŞ
Mücahit TAŞDEMİR
Geniş bozkırların ötesinde koca bir ümit vardır, özlemle beklenen günler vardır. Suya doymuş; yeşilliğiyle, geniş çayırlarıyla
koca bir memleket vardır. Eli toprağa değmiş nice güzel insanımız, yüzü nurlu ninelerimiz, tebessümü şifa olan analarımız, kısacası bir yudum Anadolu insanı vardır. Hiçbir beklentisi olmayan
yüreği sağlam babalar, yetişmiş nice evlatlar vardır. Oldum olası
sevdim Anadolu kasabalarını. Çocukluğum, gençliğim hep orada
geçti. Ne güzeldir insanları, ne farklıdır ve temizdir hayalleri, ne
geniştir yürekleri, lakin yoktur imkânları, yani en azından o zamanlar yoktu. Kasabamızın doktoru yoktu. Ama şikâyet etmezdi
bile kimsecikler, çünkü umut etmeyi severdi bizim insanımız. İşte
ben böyle bir kasabada doğdum. Annemi hiç göremedim ya da
hatırlamıyorum. En çok da kokusunu unutmak ya da bilememek
üzüyor ya beni.
Babam bizi pek severdi, fakat annemden sonra o da pek bir
içine kapanık olmuştu ablamın dediğine göre. Bazen dalar giderdi, gözlerimizin içine bakamazdı hiç. Hasan Emmi derlerdi ona,
bağ bahçe işleriyle uğraşırdı. Yazlar uzun geçerdi, güneşin kavurucu sıcaklığı altında büyümüş, toprağın kokusu ellerine sinmiş
çocuklardık biz. İki ablam vardı, biri erkenden evlendirilmişti, diğeri ise daha küçük yaştan bana annelik yapmak zorunda kalmıştı. Hayalleri vardı ablamın, yıldızlı gökyüzüne bakardık damda, anlatırdı düşlerini. Güze doğru havalar soğumaya başlayınca
şehre inilir, eldeki ürünler satılırdı. Kendi emeğini satmak kadar
muhteşemi yoktur bu dünyada.
Babamı her gece eve yorgun dönerken görürdüm. Alnındaki
teri, yorgun bakışlarını izlerdik önce; sonra ablam yemeği koyar-
102
“ARA”yış
dı. Yüzünde koca bir hayatın derin izleri, kalbinde kim bilir ne
yangınlar vardı. Bir şey gelmezdi ufacık ellerimizden. Biz gülüşürdük ablamla, “Baba şehre ne zaman inilecek, bu yıl yeni pabuçlar alınacak mı?” diye sorardık. Ne safmış çocukluk, ne güzel yıllarmış onlar. Gece babam uyur, biz rüzgârdan uğuldayan
pencerenin sesini dinlerdik. Sonra ablam sıkıca sarılırdı bana ve
yine o geceler boyu dinlediğim hayallerinden bahsederdi. Derim
ya: Anadolu insanı hayalleri ile vardır. Başka varlığı yoktur çünkü.
Ablam da benim kahramanımdı işte. Güçlü dururdu; ama gece
benim yattığımı sanıp ağladığına çok kez şahit olmuştum. İşte
o yüzdendir bu yüzümdeki hüzün çizgileri, yıllar geçti bugün bile
hâlâ sorarlar anlatmam, belki de anlatamam.
Çocukluk insanın hayatının en güzel dönemi... Bütün hayaller, sevinçler, hüzünler orda saklıdır. Hep bir arayıştı hayatımız,
bir şeyleri, belki de eksik kalan bir sevgiyi arayış. Kimi sevgiyi
arar, kimi sevdiklerini; kimi parayı, kimi geçmişini, özünü, kimi
ise yüzündeki hüznün sebebini arar ve kaderinin peşinden koşar
herkes.
Yaz iyiden iyiye çekilmiş, yapraklar dökülmeye başlamış, sonbahar gelmişti. Babam bir haftalığına şehre inecekti. Sekiz yaşlarındaydım, o yıl okula başlayacaktım. Annem ne de çok isterdi
okumamızı. Başka bir heyecanlıydım o yüzden. Babamla şehre gideceğim diye tutturmuştum. Merak etmiştim oraları, büyük
ısrarlarıma dayanamadı babam. Bir bavul ve iki insan, uzunca
bir yol, bir traktör üstünde... Şehre gittik, daha ışıltılıydı, daha
bir farklıydı. Galiba o gün bir şeyler değişmişti benim dünyamda.
Koca bir şehir, farklı giyimde insanlar, farklı hayatlar ve biz. Belki
de ilk o gün farklılıklarımızı görmüştüm. Hep aynı insanları görünce dünyayı o kadardan ibaret sanıyorsunuz. Belki de benim
hayallerim bu yeni dünyadaydı ama buraya ait değildim, bunu
yıllar geçse de hiç unutmadım.
Demiştim ya bizim elimize toprak kokusu sinmişti, yüreğimize de merhamet… Pazarda ürünlerini satarken babama yardım
ediyordum. Canım babam, üşümeyeyim diye üstündekini bana
103
Hastalık Hikâyem - 2014
vermişti ama kendi de üşüyordu biliyordum. Pazardaki amcaların
beni köylü kızı diye çağırmalarını hatırlarım. Derken işlerimiz bitti
köye dönüyoruz artık. Babamda yine o sessizlik, benim yüreğime
işleyen. Uzun bir haftanın ardından eve döndük ama ben çok fazla yorgundum, bitkin düşmüştüm. Eve ulaşır ulaşmaz, minderin
üzerinde uyuyakalmışım. Sonra uyanır gibi olduğumda başımda
bekleyen ablam ve komşu teyzelerden birini buldum. Ateşim çok
yükselmiş, ablamın çorbasını dahi içemiyordum; çünkü boğazım
acıyordu. Belli ki bir hastalık kapmıştım. Ablamlar ıslak bezle
ateşimi düşürmeye çalışıyorlardı. Teyzelerde değişik karışımları
içirip duruyorlardı. Babam ise suçluluk duyuyormuşçasına bana
pek yanaşamıyordu. Ablamlar “Geçer, çocuktur hasta olur elbet.”
diyorlardı. Geçti de, birkaç güne iyileştim. Ama özellikle kış aylarında durmadan aynı şekilde hastalandım.
Kasabamızda doktor yoktu. Sürekli atlattığımız içinde şehre
inilmezdi her basit görülen hastalık için. Yıllar geçti, nice baharlar
nice kışlar gördü bu topraklar. Ben artık biraz daha büyümüş ortaokula geçmiştim. Ama köyde yoktu ortaokul, babam beni şehirde
yatılı bir okula gönderecekti. Hayallerim adına sevinmiştim, ama
buralardan ayrılmak çok zor olacaktı. Ablalarım okumamışlardı.
O yüzden benim okumam çok değerliydi annemin hatırası adına.
O yaz ablamın düğünü oldu. Benim küçük annem gidiyordu
ve kendi çocuklarına gerçek bir anne olacaktı. Ablam ve çocukluğum… O küçük elleriyle şekillendirdiği koca zorlu bir hayat,
benim küçük ablamdı ama en büyük kahramanımdı. En çok da
ondan ayrılmak zorluyordu beni. En son ablamın düğününde
hastalanmıştım, zaten 4 hafta sonra da okulum başlayacaktı. Bu
son hastalıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Genç
bedenim adeta beni zorluyordu, daha çabuk yoruluyordum ve
eklem ağrılarım oluyordu. Ama Anadolu’da dizin ağrıdı mı romatizmadır denir ve geçilir işte, ben de çok aldırış etmiyordum. Son
günlerin tadını çıkarıyordum köyde, çocukluğumun verdiği o heyecanla koşuyordum; ama bu sefer daha yeniktim hayata karşı.
Günler birbirini kovaladı durdu.
104
“ARA”yış
Ortaokul yılları başlamıştı artık. Yatılı kalıyor ve ailemi çok
özlüyordum. Ama artık daha büyük sıkıntılarım vardı. Dizlerim
çok fena şişiyor, kızarıyor, ağrı yapıyordu. Zaman zaman farklı
eklemlerimi tutuyordu. Hareket edemiyordum. Derslere gidemediğimi bilirim ben. Ama yatakhane arkadaşım ağrılarım olunca
bana bir aspirin verirdi ve bu çok iyi gelirdi özellikle eklemlerime.
Ama şu göğsümdeki zaman zaman gelen ağrı yok muydu, eskisi
gibi koşamaz yorulurdum, nefes nefese kalırdım.
Öğretmenim derslere giremediğimi fark etmiş olmalı ki bir gün
yine yatakhanede yatarken geldi ve “Bu böyle olmaz Zeliha, hastaneye gidelim.” dedi. “Ama benim o kadar param yok.” demiştim
o zamanlar öğretmenime. Çünkü hayatımda ilk kez gidiyordum
hastaneye. Öğretmenim “Sorun değil, giyin çıkıyoruz.” demişti
ve gitmiştik. Doktoru görünce başta çok çekinmiştim. Meğerse
öğretmenimin arkadaşıymış. Ben de daha rahat davrandım, o da
beni çok sevdi zaten. Doktorum bana “Sık sık enfeksiyon geçirir
misin?” diye sordu, bende “Evet, ama önemli değil.” dedim. Gülümsedi önce “Boğazın şişer mi?”dedi “Evet” dedim, “Peki yakın
zamanda oldu mu?” dedi, “Bir ay öncesinde oldu.” dedim. Dizlerimi gösterdim ona, sonra bizi EKO diye bir şeye yolladı. Kan
tahlilleri alındı. Sonuçlar çıktığında doktorumuzun yanındaydık.
Doktor bey beni karşısına aldı “Otur kızım, sen artık büyük bir
kızsın, sana her şeyi anlatacağım. Sende Akut Romatizmal Ateş
dediğimiz bir hastalık var” dedi, ben de “Evet, bende romatizma
var” dedim. Gülümsedi “Hayır öyle değil, bu bir hastalık” dedi.
Geçirdiğim enfeksiyonun ismi Beta-hemolitik streptokok diye
bademciklerimi şişiren bir şeymiş. Vücudum bunlarla savaşa savaşa artık kendi yapılarını da düşman bellemiş; kalbim ve eklemlerime zarar vermiş. Hatta doktor “Bu hastalık eklemleri yalar,
kalbi ısırır.” demişti ve ben o yaşta bir onu anlamıştım. Aklımda
hep ismi ARA olan, ısıran bir canavar kalmış. Hatta bu hastalıktan olan bir çocuk daha vardı koridorda, böyle değişik değişik
hareketler yapıyordu, ona da Syndenham koresi deniyormuş.
Deride eritema marjinatum denilen lekeler ve deri altında küçük
nodüller de oluyormuş. Neyse ki bende bunlar yoktu ama iki ta105
Hastalık Hikâyem - 2014
nesinin olması da yetiyormuş. Doktorumun dediğine göre bende
kardit, mitral kapak yetersizliği ve artrit varmış. ASO değerlerimin
yüksek olması da bu enfeksiyonu geçirdiğimi gösteriyormuş. Tabi
bazen ateş, artralji dedikleri eklemlerde şişlik olmadan ağrı ve bazı
akut faz reaktanlarının yüksek olması da daha küçük bulgular olarak
var olabiliyormuş. Eee, o kadar araştırmıştım ki bunları artık her şeyini bilir olmuştum. Ama o zamanlar tam anlayamamıştım yine de.
Çocuk aklı işte... Bir de kalbimi dinleyen doktor “Kalbinde üfürüm
var” demişti, sol kalp kapağım kan kaçırıyormuş. Bana çok komik
gelmişti kalbin üfürmesi o zamanlar. Doktorum tedavide bu bakteriyi
yok etmek için on günlük penisilin, ayrıca kalbim için prednizolon
denilen bir ilacı 3-4 hafta süreyle kullanılacak diye verdi. Eklemlerim
içinse salisilat verdi, ama galiba ben bu ilacı tanıyordum. Onu da 3-4
hafta kullanacaktım. Ayrıca kalbim etkilendiği için ömür boyu aylık
Penadur diye bir iğne yaptıracaktım.
Başta o kadar korkunç gelmişti ki bunca şey. İnsan kendine
yakıştıramıyordu bunca şeyi. Bir ömür ne demektir, 13 yaşında bir
çocuğa bunca şey ne kadar ağır gelir bilinmez ama ben zaten yaşıtlarımdan daha olgun düşünebiliyordum. Bazıları çabuk büyür, acılardan mıdır bilinmez ama bazıları erkenden tanır hayatı.
Hastalığımın adını ezberleyememiştim o gün, doktorum kısacası
ARA demişti. “Bir şeye ihtiyacın olursa da ara beni, asla kendinden
ödün verme, hayallerinin peşinde koş ve asla insanını unutma daima özünü ara.” demişti. O kadar iyi bir insandı ki doktor bey, o kadar
baba şefkatiyle yaklaşmıştı ki bana, kendisine ne kadar teşekkür
etsem azdı. Odadan çıkarken son bir bakışım vardı, tebessüm dolu,
şefkat dolu, belki de gelecek dolu… El salladı Doktor Salim, daha
da görmedim onu.
Okula dönüşüm bir başkaydı bu sefer. Beni yoran, her yerimi
ağrıtan şeyin kim olduğunu biliyordum artık. Kendimi çok daha iyi
hissediyordum. Hayallerime yürürken önümdeki en büyük engel bu
hastalıkmış meğerse. Doktorum bir süre kendini çok yorma demişti,
iyice dinlen demişti. Öyle de yaptım. O gün fedakâr öğretmenim ve
Doktor Salim Bey benim hayatımın dönüm noktası olmuştu. Belki
106
“ARA”yış
de onlara gitmesem kalbim daha da yenik düşecek, kalp yetmezliği
gelişecekti. Nice acılar çekmiş bu kalbim zaten yetemezken koca bir
hayata, bir de hastalıklar yenecekti beni ve vücuduma bile yetemeyecekti kalbim. Çektiğim o ağrılar ve hasta kalbim adeta iyileşmiş,
dışarıda olduğu gibi benim vücuduma da bahar gelmişti artık.
Yaz tatilinde evime toprağıma gitmiştim. Artık daha rahat koşabiliyordum. Eklemlerimde hiçbir hasar kalmadan iyileşmişti, kalbimse
bana iyi davranıyordu bu aralar. Ruhumdaki yaralar ise acıtmıyordu
eskisi kadar. Yağmurdan sonra toprak kokusunu içime çekmeyi özlemişim, ıslanmayı, köyümün dar patikalarından yürümeyi özlemişim. Babam iyice yaşlanmıştı, daha da bir sessizleşmişti. Ablamın
kendi çocukları vardı artık. Ama benim gözümde yeri hiç değişmeyecekti ömür boyu. Bu köyün memleket kokusu başımı döndürüyordu. Her 21 gün iğneler devam ediyordu. Babam “Bu neyin nesi, nerden çıktı bunlar?” diye söyleniyordu. Belki de küçük kızının kalbinin
hastalanması fikrine bir türlü alışamıyordu. Meğerse bilgisizlikten,
dahası çaresizlikten ne çok insan geri dönülmez yollara giriyormuş,
ne çok insan kaybediliyormuş, ne çok anneler ölüyormuş, çocuklar
öksüz kalıyormuş... Daha nice hastalık vardı ve bu tertemiz Anadolu
topraklarının tertemiz insanları bu hizmeti hak ediyorlardı. Başkası olmasa da yetiştirdiği evlatlarının böyle bir borcu vardı yaşadığı
yere, insanına, toprağına…
Yıllar geçiyordu, Lise’yi de bitirmiştim, kocaman bir kız olmuştum, artık önümü net görebiliyordum, hayatı anlamlı kılan her şeyden haberdardım. Annemin istediği gibi okumuştum, hatta Tıp fakültesini kazanmış, doktor olmuştum. Bir gün kapıma bir Zeliha gelirse
kalbini iyileştirip, kalbine umudu yerleştirmek için doktor olmuştum.
Günün birinde bir Anadolu evladı umutsuzca bakmasın yüzüme
diye… Sırf bunun için neler feda edilirdi.
Doktorluk, uzmanlık derken, hayal ettiğim gibi kardiyolog olmuştum. Uzman olur olmaz ilk çalışmam bir kongrede ARA ile ilgili bir
sunum yapmak olmuştu. Destekleyici ASO, Anti-DNaseB bakılabileceği, kardit, artrit, eritema marjinatum, subkütan nodüller, Sydenham koresinin major bulgu; ateş, atralji, P-R uzamasının minör
107
Hastalık Hikâyem - 2014
bulgu olduğunu, mitral hatta aort kapak yetmezliği yapabileceğini
anlatırken yıllar önce 13 yaşındayken, doktorun karşısında hiçbir
şey anlamayan o hâlim geldi aklıma, belki de çaresizliğim. Sunumun sonunda, o büyük salondaki dinleyicilere şunu söyledim: “Aslında olay ne biliyor musunuz, Zeliha’nın anladığı kadar, yani eklemi
yalar kalbi ısırır” dedim, salondaki herkes güldü buna. Bense tebessüm ettim sadece. Çünkü hâlâ profilaktik olarak Benzathine penicillin G almaya devam ediyordum, artrit içinde 21 yaşına kadar ya da
yaş artı beş yıl almak gerekirdi ama ben sürekli aldığım için gerek
kalmadı ona da. Belki ciddi bir sorunum olmadı, ama imkânsızlıklar
içinde nice ciddi sorunları olacaklar vardı ve onlar için savaşmaya
değerdi inanın.
Okulum da bitti, artık dönme zamanıdır, yeşerdiğin topraklara,
tertemiz insanlara, aynen söz verdiğim gibi… Geçenlerde gittim
köyüme, bir çocukluk kapladı içimi hiç sormayın, nasıl da özgürce
koşuşturdum, içime çektim yayılan ekmek kokularını… Şimdi ablam da, babam da benimle gurur duyuyor. Babamın bana bir bakışı
var ki anlatamam, artık gözlerinin içine rahatça bakar oldum. Çünkü
gözlerindeki kederin yerini, sevinç ve gurur almış. O gurur duydukça ben hüzünlenirim. Bilemezsiniz, bazen hayatı kurtulacak binlerce
çocuğun kaderi minik bir Zeliha’nın hayallerinde gizlidir. Hatırlamak,
o günlere dönmek, dahası kendine dönüş, kendini bulmak…
Yıllar sonra sunum yaptığım bu kongreden çıkışta dinleyicilerden biri bana yanaştı ve gülümsedi, yaşlıca bir hekimdi. “Ben Doktor
Salim.” dedi, hiç tereddüt etmedim; biliyor musunuz, hemen tanıdım
onu, o kadar mutlu olmuştum ki… Bana “Çok iyi anlattın, belli ki her
şeyi anlamışsın, hatta anlattığımdan fazlasını anlamışsın” dedi. Ayrılırken en son “ARAn nasıl?” dedi. Ben de gülümseyerek “ARAmız
çok iyi, mesele bir değil bin olmaktaymış, herkese el uzatmaktaymış, ben aradığımı buldum” dedim. Ne güzeldir kendine dönmek,
kendini bıraktığın gibi bulmak… Hayat belki de sisli bir yolda umudunu ARAyıştır.
108
Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m?
HOCAM, BEN OKB MİYİM?
Meral HORUZ
Gözlerimi zorlukla açtım, Allah’ım uyku ne güzel bir şeydi,
hele sabahları ders olmasa! Her zamanki gibi kendimi zorlayarak
kalktım yataktan. Yarı uykulu hâlde yüzümü yıkadım, akşamdan
hazırladığım kıyafetlerimi giyip su ısıtıcısının düğmesine bastım
ve kantine biraz kahvaltılık almaya indim. Döndüğümde ısıtıcının
düğmesine yeniden bastım, tek kaynama yetmiyor ki güzel bir
çay içmeye.
Hem tam kaynamamış su öldürür insanı. Yalnız bu anlattıklarım aramızda kalsın. Biliyorum söylemezsiniz başkalarına ama
olsun, duyanlar ‘deli’ gözüyle bakıyorlar bana. Ama gerçekten
öldürebilir insanı.
Kahvaltıyı aceleyle yaptıktan sonra yine geceden hazırladığım defterimi çantamı aldım. Çıkarken odaya baktım, öyle ortalıkta bir şey bırakmamıştım. Yurdun koridorundaki aynalardan
birine baktım, nasıl görünüyorum diye. Saçlarım taralı ve düz,
kıyafette sıkıntı yok, botumun bağcıkları da güzel duruyor, mavi
kotumun paçalarını dışarıda bırakmam güzel olmuş; öyle insanların tuhaf bakmasına neden olacak bir tipim de yok yani. Tam
asansöre yönelirken gözüm odamın kapısına takıldı.
Dönüp kontrol ettim yeniden, hırsız girebilirdi çünkü.
Asansörün önüne geldim ve bizim kata gelmesini beklerken
sağa bakıp kafamı çevirdim ne var ne yok diye.
Hâliyle bir şey yoktu, fakat istemsiz olarak yine çevirdim. Yine
bir şey yok.
109
Hastalık Hikâyem - 2014
Yeniden dönüp bakmazsam arkamdan bir şey gelecek ve
bana zarar verecek gibi gelir hep.
O esnada asansör geldi ve bindim. Beş dakikada amfiye yetişeceğimi düşünüyordum. Kampüs içinde yurtta kalıyorum. Ne
sıkış tepiş otobüs derdi, ne kalabalık ne de herkesin elini sürüp
oturduğu koltuklara oturma ve demirlere tutunma derdi. Ohh,
mis!...
Yurttan çıkarken her zamanki gibi çekinerek görevli ablaya
‘Günaydın abla’ dedim. Hafif gülümseyerek ‘Günaydın’ dedi.
Yani benden rahatsız olmamıştı ve cevap da vermişti. Ne saçma,
sanki ölüm kalım mevzusu. Demeyiversin, n’olacak ki, neden bu
kadar takıyorum?
Yeni komiteye başladık bu hafta, Tıp fakültesinin 3. sınıfında
öğrenciyim. 2’yi atlatırsanız okul bitti diyenler, bu yıl da aynı şeyi
söylüyorlardı. “Üç bitti, okul bitti.” Sanırım 4. sınıf olunca da aynı
şeyleri söyleyecekler, bir nevi kandırmaca bu bence.
Yürürken fakülteden birçok kişiyi görüyorum, fakat sınıfımdakilerin bile hepsini tanımıyorum. Hoş, 200 küsur kişiyi nasıl tanıyacaksam! Kimseyle göz göze gelmemek için başımı öne eğerim
ya da gökyüzüne filan bakarım. Ama bu kadar pasif de olunmaz
diyerek arada sırada insanlara baktığım da oluyor. Sınıftan bir
kızı gördüm, günaydın bile demeden geçip gitti yanımdan. Oysa
bir merhabalaşmak ne güzel olurdu. Moralim durduk yere bozuldu, tüm enerjim gitti resmen. Gerçi genelde böyle olur, alışmamam hata sanırım.
Sınıfa girdim ve amfinin sol bloğunda ön taraflardan bir yere
oturdum. Amfinin sağına oturmayı sevmiyorum, mecbur kalmadıkça da sola otururum. Hoca henüz gelmemişti, sırada oturup
beklemek ne can sıkıcı ve boş! Tırnaklarımı kemirmeye başlamıştım ki hocanın geldiğini fark ettim. ‘Günaydın’ dedi sınıfa,
Tanrım, günaydın hocam demek istiyorum fakat yüksek sesle mi
söylesem, alçak sesle mi? Ya benim günaydın demediğimi dü-
110
Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m?
şünürse, saygısızlık olmaz mı? Sınıftan yükselen hafif uğultunun
arasında korkarak söylediğim günaydın da kaynayıp gitti.
Bugün 16 Ocak 2014, Perşembe. Ders: Farmakoloji. Konu:
Diüretikler... Hoca, 1. ve 2. dersler.
Sayfa başına yazdım yine, Artık bu dersin varlığı da tamamdır, karıştırmam nerede, kim ne zaman diye.
Proksimaldekiler, Henle kulpu, distaldekiler ve toplayıcıdakiler diye, etki ettikleri kısımlara göre ayrılıyormuş bu ilaçlar. Hoca
başta slaytı açmadan anlattığı için, her söylediğini hızla yazmaya
çalışıyordum. Fakat aklımda tutması çok zor, bir sürü şey söyledi
ve ben birkaç cümlesini yazabildim, onların da eksikleri vardı ve
soru işaretleriyle doldurmuştum sayfayı bu yüzden.
Yazmaya devam ediyordum, fakat bir şey anladığım söylenemezdi. Zaten aklıma ders dışı bir sürü şey geliyordu, hayallere
daldığımı fark edip yeniden odaklanmaya çalışıyordum ama bu,
ara ara yineleyince dersin bütünlüğü gitmiş oluyordu bir kere. Bir
de hoca bakışlarımı yakalayınca dinliyormuşum sansın diye başımı sallayıp onay vermenin sıkıntısı oluyor.
‘Asetazolamid, proksimale etkili diüretiklerden, özellikle glokom tedavisine etkilidir.’
Ovv, hoca önem verdi buraya! Glokom ve asetazolamid kelimelerini daire içine alıp yanlarına yıldız attım.
Şu yıldızlar kaç çizgiyle atılıyor? Bir (+) yapıp iki çapraz çizgi attım, olmadı. Çizgilerden biri yamuk, ortalayamamışım. Bir
çizgi daha attım, bu sefer yoğunluk farkı var, çaprazına bir çizgi
daha… Bu sefer oldu. Yıldızı tamamladıktan sonra bir de nokta
yaptım yanına her zamanki gibi. Gülümsedim, tamamdır diye.
Fakat hocanın bu arada söylediklerini kaçırdım yine.
Yarım saatten sonra uykum gelmeye başlıyordu çoğu zaman,
zaten yarım yamalak alabilmiştim notu. Yine de dersi dinlemeye
111
Hastalık Hikâyem - 2014
çalışıyordum.
“Tiazidler, HT’li hastalarda ilk tercih edilen diüretiktir.”
Allah’ım yine gelmişti, sayıyordum harfleri. Bu saçmalık yüzünden dersi dinleyemiyordum, anlamıyordum hiçbir şey. Yapmamaya çalışıyordum; ama alışmıştım artık, otomatikman kendisi başladı zaten:
Telefonda mesaj yazarken T9 ya da normal ABC vardır, bilirsiniz. Mesela ‘k’ harfi T9’da 5’e bir kez basmakla çıkarken, “ABC”
durumunda iki defa basmak gerekir. Ben de duyduğum, okuduğum, söylediğim, yazdığım... her sözcüğün harflerini teker teker
sayıyorum, o tuşa bir kez mi basmak gerekiyor yoksa daha fazla
mı; daha doğrusu tek sayı kadar mı basmak gerekiyor çift sayı
kadar mı diye.
T, telefonda normal ABC iken, 8’e 1 kez bastığında çıkar, sorun yok.
İ, normal ABC’de çıkmıyor, fakat T9’da iken 1 kez basmayla
çıkıyor, güzel bu da.
A da aynı T gibi, hatta T9’da da ilk seferde çıkıyor mesaj yazarken, bunu zaten geç.
Z, normal ABC’de 9’a ilk basmada çıkmıyor, T9’da da çıkmıyor.
“Eyvah, tek kaldı bu! Bunu çiftlemem lazım.”
Sonraki harflere bakıyorum hızlıca:
İ, D geç. L de Z gibi, tamamdır çift oldu, ohh. Ama cümle daha
bitmedi, Allah’ım inşallah başka ilk basmada çıkmayan yoktur ya
da çifttir.
H,T,L(1),İ, H,A,S,T,A,L(2),A,R(1),D,A, İ,L(2),K, T,E,R(1),-
112
Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m?
C(2),İ,H(1), E,D,İ,L(2),E,N(1), D,İ,Ü(2),R(1),E,T,İ,K,T,İ,R(2).
Çok şükür, çift. Tamamlamak için yüksek sesle evet, hmm,
yaa... gibi bir şey dememe gerek kalmadı.
“Çünkü kimse tek kalmamalıydı. Yalnızlığın, samimi ve dürüst
diyebileceğin bir arkadaşının dahi olmayışının zorluğunu yaşamıştım bir dönem, bilirim.”
Saniyeler içinde yapmıştım bunu yine, hocanın bu cümlesinde
ne diyor şimdi anlamaya çalışabilirdim artık.
Derste ara ara yapıyordum bunu, hatta biraz aşırıya kaçtığı
da oluyordu. Yapmaya çalışırken yüzümü buruşturur ya da tavana doğru baktığım için yanımda oturanlar filan “ne yapıyor bu kız”
diye beni izliyorlar bazen. Böyle olunca dersi dinliyormuş gibi yapıyorum ve onlar da derse döndükten sonra hemen devam ediyorum. Ufak bir hile, eh eh.
Yapmak istemiyorum, hiçbir şeye yaramayan anlamsız, zamanımı çalan ve dersi kaçırmama sebep olan bu aptal aptal şeyi,
fakat yapmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Sanki yapmamak istediğim kadar yapmaya zorluyordum kendimi. Yaparken de nefret
ediyorum kendimden. Sürekli neden böyle oluyor ki?
Slaytın yansıdığı duvarın sağındaki saate baktım, 10 dk. kalmıştı dersin bitmesine. Sonra bir daha bakmak zorunda kaldım,
bakmasam çok kötü hissediyorum kendimi, sanki bakmazsam bir
şeyler ters gidecek gibi. Boş yere baktım hâlbuki yani saatin kaç
olduğuna değil, sadece o yöne baktım. Sınıftakiler niye sürekli o
tarafa bakıyor derler diye de endişeleniyordum, nitekim ben sağa
birkaç kez baktıktan sonra, yanımdaki arkadaşlar da zaman zaman baktığım yere bakıyorlardı benden sonra.
Üçüncü kez baktım. Yetmez, bir daha bakmam lazım dedim ve
yine baktım.
Tamam. Dört kez yeterli. Ben hariç dört kişi var ailemde. Her
113
Hastalık Hikâyem - 2014
biri için bir defa.
İkinci derse girdik. Yine ara ara T9’la saate bakmayı yapıyorum, istemeyerek fakat zorla.
Not alırken harflerin bitimini yeniden çizmeden duramıyorum.
Geçen derste ve uzun zamandır olduğu gibi, bu da kendimi kaptırdığım bir durum. Tabloya önem verin dedi hoca, defterime “…
tablosu önemli!” diye yazdım.
Önemlideki İ’nin noktası tam olmamıştı, bir kez daha nokta
koydum. Fakat en son ne yazmışsam onun da üzerinden geçmem
gerekiyordu artık. Devamını anlatmayayım, T9’dan daha karışık
ve yaparken çok zorlandığım, düzgün yapana kadar defalarca
baştan denediğim-denemek zorunda olduğum bir huyum çünkü.
Tamam, biliyorum. Kafama silah dayamıyorlar, mantıklı hiçbir
sebebi yok. Fakat aklıma gelince zoraki olarak yapıyorum, yapmazsam kötü bir şeyler olacak, bir hata yapacağım, rezil olacağım
bir iş başıma gelecek diye düşünüyorum ve bu huylarımı yapana
kadar da aklımdan çıkmıyorlar.
Hayatıma güzel devam etmeyi, rahat kafayla yaşamayı, dikkatimi gerekli olan şeylere yoğunlaştırabilmeyi, kendimi geliştirmeyi,
böyle şeyler düşünmemeyi istiyorum. Normal insanların da akıllarına böyle huylar sıkıntılar geliyor mu acaba?
İkinci ders 10 dk. erken bitmişti. Ufak bi tekrar yapayım, daha
iyi aklımda kalır diyerek yazdıklarımı okumaya başladım. Fakat
maalesef bir kelimeyi 1 defa okumalıydım, eğer birini diğerlerinden
fazla sayıda okursam, diğer kelimeleri -okuma sayımı o kelimeyle eşitleyene kadar-yeniden okuyordum. Fakat bu cümleyi okuma
sayım, tek rakam olmalıydı.
‘Çünkü dersi derste bir kerede anlayan bir öğrenciydim ben…’
Şimdi de böyle devam etmeliydi. Hiç değilse bir gibi ‘tek sayı’
olmalıydı.
114
Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m?
Hah, düşünün ki okuduğunu bir seferde anlamayı böyle bir
saçmalıkla bağdaştıracak kadar sorunlu bir insanım.
İşte böyle hocam! Bu anlattıklarım sadece bir sabahtan ve ilk
iki derste yaşadıklarımdan. Neredeyse her ders bunları tekrarlıyorum, arkadaşlarımla konuşurken onların söylediklerini, bahsettiğim T9’a çevirip analiz ediyorum, bu yüzden ne konuştuğumuzu
unutup kendilerine boş boş baktığım çok oluyor. Çünkü o esnada
onlara bakmıyorum esasen, kafam ortada tek başına uğraştıran
-ilk seferde çıkmayan- harf bırakmamakta. Ve bazen bu bakışlarımdan endişe duyanları fark ediyorum.
Mesela yanınıza gelirken yola sağ adımla başlamaya dikkat
ettim. Başladığım zamanı hatırlamıyorsam, durup bir sağ adım
atarak yola devam ediyorum.
Aynı hareketi dört kez, iki kez yapma gibi huylarım da vardır.
Mesela saçımı kaşıyorsam dört defa kaşımalıyım, boynumu esnetirken iki sağa iki sola doğru yapıyorum, yapmalıyım, bir yere
bakmışsam en azından bir kez daha bakmak zorunda kalıyorum.
Sayıları duruma göre değişiyor, bazen iki bazen 4, 8…
Bunları bırakmaya çalışıyorum, kısa süreliğine başarıyorum
çoğu zaman. Fakat yine aklıma geliyorlar ve yapmadan duramıyorum. Anlamsız, saçma sapan. Buraya gelip bunları anlatarak
kendimi ne konuma düşürdüğüm için acıyorum da kendime.
‘Çünkü aklıma gelince onu yapana kadar sıkıntıdan stresten
kurtulamadığım, yapmayayım diye düşündüğümde ‘yapmazsam
bir şeyler ters gidecek, rezil olacağım’ diye düşündüğüm bu saçma şeyler yüzünden sınıfta kalabilirim, arkadaşlarımla iletişimimin bozulmasına sebep oluyor ve artık konuşurken insanların
ne söylediği yerine, o harfin ekranda çıkması için tuşa kaç kez
basılmalı, ilkinde çıkmayan harfler tek sayıda mı kaldı diye düşünüp istemeyerek fakat zorla analiz etmekten yoruluyorum ve
söyleneni anlamak için yeniden ‘Ne dedin?’ diye sormaktan bıkmış durumdayım ve bu hâllerim beni mahvediyor.
115
Hastalık Hikâyem - 2014
En basitinden o saate ailemdeki her bir kişi için hiç değilse
bir defa bakmazsam, onun başına kötü bir şey geleceğini düşüyorum ve bunu engellemek için saate yeniden bakmak zorunda
kalıyorum. (Ve her biri için ayrı bakıyorum, -bunu annem için baktım… Bazen her biri için iki defa baktığımda, bu ikinciyi onların
eşi vb. için bakıyorum, yalnız kalmasınlar.)
Hah, yedinci sınıftayken ‘ıımm,ıımm’ şeklinde sesleri çıkarmaya başladığımı, yapmadan duramadığı hatırlıyorum. 1 - 2 yıl
devam etti; fakat ondan kurtulmayı başarabildim. Lise son sınıftayken ise bir yerlere -masaya, sıraya vb.- belli sayıda dokunmaya başladım. Allah’ım ne eziyet verici! Bunu fark eden kardeşime
kıpkırmızı olup anlattığımda gülmesini ve bana tuhaf bakışlarını
hatırlıyorum. Gerçi o da içinden istemeden ‘Yemin ederim şunu
yapacağım’ dediğini ve bu defa o dediği ne ise onu yapmak zorunda kaldığını anlattı. Allah’ım deliyiz biz diye kahkaha atmıştık.
Ve kardeşim “Yemin ederim bir daha yemin etmeyeceğim”diyerek bundan kurtulduğunu anlattı geçen yıl. O sıra ben de dokunmalardan kurtulmuştum. Kahkahalar yine var tabi ki.
Uzun zamandır gelmeyi düşünüyordum, fakat bunlardan kendi kendime de kurtulabilirim diyordum. O ses çıkarıp dokunmalarımdan kurtulduysam, bunları da yenerdim. Tabi bir de “Ya ciddi
bir şey çıkarsa, ya gerçekten deliriyorsam, ben deli miyim, millet
ne gözle bakar?” korkuları vardı.
Obsesif kompülsif bozukluğu tıp 1. sınıfta duymuştum, bizim
üst devrede bir çocukta varmış. O zamanlar araştırmadım, fakat
o yıl ve geçen yıl etraftan öğrendiklerimden, bendeki bu acayipliklerin OKB olabileceğini düşündüm ve 3. sınıfın yani bu dönemin başında internetten biraz araştırma yaptım. Allah’ım, acaba?
Geçen komitede siz de gelmiştiniz derslere. OKB’yi hoca anlatmıştı. O dersten sonra endişelerim kat kat arttı, çünkü OKB’de
cinsel impulslar, Tanrı’ya -haşa- hakaret obsesyonları bıçak vs.
görünce ‘ya birilerine zarar verirsem’ düşüncesi ve buna karşı
116
Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m?
orta yerde bıçak bırakmama, saklama kompülsiyonları vb. olduğunu öğrendim.
Ve bunların hepsi bende vardı!
Psikiyatri derslerinden sonra, hâlimi belki abarttığımı, fakat artık bu konuda yardım istemem gerektiği kanısına vardım. Çünkü
tamam, önceki huylarımdan kurtulmuştum. Fakat bunlar çıkmıştı.
‘Ya bu huylarımdan kurtulduktan sonra yerine yenileri gelirse?!!’
İşte o yüzden bugün buradayım ve şimdi size soruyorum,
Hocam, ben OKB miyim?
Psikiyatri hocamın yanından çıktım, kapının önünde kısa bir
an duraklayıp yürümeye başladım. Kaldığım yurda doğru gidiyorum şu an.
OKB’ymişim. Dönem dönem iyice belirginleşmiş bunlar. Üstelik başka sorunlar da varmış. Yedinci sınıftayken tik bozuklukları
başlamış bende. Geçen komitede görmüştük bunu gerçi. Ciddi
travmalar geçirdiğimi, ergenlikte bir dönem depresyon geçirdiğimi fakat şu an belirtilerinin nerdeyse hiç kalmadığını, sosyal
fobim olduğunu, bir de kafiyeli konuşmanın da kısmen varlığını
fakat henüz patolojik boyutlara ulaşmadığını söyledi. Fakat şu an
bulunduğum yere dayanarak ve yendiğim obsesyonlarımı, kompülsiyonlarımı ve tedavisiz geçirdiğim depresyonu göstererek
güçlü bir kız olduğumu da ekledi.
Geçmişte yaşadığın ailesel ve çevresel travmalar olmuş ve
sen çoğu olayı kendine yönlendirip benliğini suçlamışsın, OKB
ve buna ikincil olarak depresyon böylece gelişmiş. Tik bozukluğunun genetik olma ihtimali yüksek, kardeşinde de gelişmiş. Dikkatini toparlayamaman, konuşmanın özünü yansıtmada zorlanman ve hissettiğin sıkıntıların kaynağı bu söylediklerim. Ayrıca
anladığım kadarıyla bahsetmediğin ailesel ve çevresel sorunlar
117
Hastalık Hikâyem - 2014
yaşamışsın, bunlar da hastalıkların için büyük birer etken olmuş.
Fakat yaşantını düzeltmek için uğraş vermişsin. Düşüncelerinde duygularında izler kalsa da tedavisiz kısmen atlatabilmişsin.
Doğru bir karar vererek yanıma geldiğin için seni tebrik ederim. Ne yazık ki çoğu insan kendisinin ve toplumun önyargılarından ötürü psikiyatriste gitmiyor, ihtiyacı olduğu hâlde.
Evet, obsesif-kompülsifsin ve buna eşlik eden başka sorunlar
da görülüyor. Fakat senin iyileşme isteğin ve tedaviye yaklaşımın
sayesinde yeneceğiz bunları da.
118
Koku
KOKU
Nuray IRMAK
Her zaman tetikte olmanın nasıl bir duygu olduğunu bazı insanlar iyi bilir, bazıları da bilmez. Hayatta her zaman bir denge
vardır. Ben tetikte olma duygusunu iyi bilenlerdenim, hem de çok
iyi bilenlerden… Bu duygu beni bulduğunda on yaşında bile değildim. Annem çok hızlı büyüdüğümü iddia ettiyse de, bu duygu
beni bulduğundan beri hiç büyümedim, bu şehrin en büyük sigorta şirketinde çalışan ve yirmi yedi yaşında başarılı bir insan
olsam da içimde bir yerde hâlâ on yaşında bile değilim.
Olay başıma ilk geldiğinde okuldan eve dönüyordum. Komşumuzun köpeği de her zamanki gibi elimden bir şeyler kapabilme umuduyla peşimden geliyordu; ama bugüne kadar hiçbir şey
vermemiş olmama rağmen hiç vazgeçmiyordu. Hayvanlar bazen
ümidini hiç kaybetmiyor. Eve geldiğimde annem mutfakta yoktu,
bunun anlamı annemin eve gelmemiş olmasıydı. Babam bizi terk
ettiğinden beri annem evde sadece mutfakta vakit geçirir. Söylediğine göre yemek yapmak ona iyi geliyormuş.
Okuldan geldiğimde her zaman aç olurdum. Mutfağa girdim,
üst rafların birinde en sevdiğim krakeri aramaya başladım. Boyum yaşıma göre uzun olduğu için üst raflara erişebiliyordum.
Her neyse kraker yoktu. Nasıl olsa annem birazdan gelir düşüncesiyle salona gidip televizyonu açtım. Sonra o koku geldi, o gün
hiçbir şeyin o kadar kötü kokmayacağını düşünmüştüm hâlâ da
öyle düşünüyorum. Koku burun deliklerime dolduğunda gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtığımda kokunun geçeceğini ümit etmiş
olabilirim. Çocuklar bazen çılgınca şeyler düşünür. Her yer çürük
kokuyordu. Neyin çürüdüğünü bilmiyorum, belli bir nesneye ait
değilmiş gibiydi. Çürük kokusu salonda ayrı bir varlıktı. Dünyada
119
Hastalık Hikâyem - 2014
çürüyen her şey, sanki ayrı bir varlıkta hayat bulmuş gibiydi. Gözlerimi açtım ve midemin bulandığını hissettim. Temiz hava almak
için mutfaktan balkona açılan kapıya koştum. Balkona çıktım ve
günden güne kirlenen havanın kokusunu sanki tertemizmiş gibi
büyük bir özlemle içime çektim. Hiçbir şey olmadı. Koku hâlâ benimleydi. O kadar yoğundu ki görüşüm bulanıklaştı, kaslarımın
titrediğini hissettim ve sonra her şey karardı.
Uyandığımda yatağımdaydım. Annem de öyle. Genelde mutfaktan sadece yatmak için yatak odasına gittiğinde çıkıyordu.
Babam gittiğinden beri benimle doğru düzgün konuşmuyordu
bile. Ama o gün uyandığımda yanımda yatıyordu. Belki de ayıldığımda demeliyim. Çünkü son hatırladığım şey kaslarımın çılgınca titremesiydi. Çocuk aklımla bile bunun bayılmak olduğunu
idrak edebilmiştim; ama annem galiba uyuyakaldığımı düşündü
ve belki de beni o yüzden bir doktora götürmedi. Annem kafası
karışık bir kadındır, onu anlamak çoğu zaman zordur. Her neyse kendimi o an iyi hissediyordum ama kokudan asla anneme
bahsetmedim. Başka birilerine de söylemedim. Zaten okulda hiç
arkadaşım yoktu. Arkadaşım olmayan birine evde bayılmadan
önce çürük bir varlığın kokusunu aldım ve az daha boğuluyordum
diyemezdim ya. Çocukların hayal gücü çok geniştir, o yüzden
herkes bunu geniş hayal gücümün bir ürünü olarak görebilirdi.
Aradan bir hafta geçti, gününü tam olarak hatırlamasam da
okulda ve matematik dersinde olduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Derste ödev kontrolü yapıldıktan sonra öğretmenim tahtaya yazdığı bir problemi çözmem için kalkmamı söyledi. Oturduğum eski
tahta sandalyeden kalkıp tahtaya kadar yürüdüm. Elime tebeşiri aldım ve probleme baktım. Sınıftan birinin adımı söylediğini
duyduğumda hâlâ tahtaya donuk bir şekilde baktığımı fark ettim.
Sonra o koku geldi. Belki o an sınıftakilerin haftalardır yıkanmadığını ve bu yüzden öldürücü derecede pis koktuklarını düşünüp
gülmüş bile olabilirim; ama sonra kaslarımın titremeye başladığını ve sınıftakilerin bana seslendiklerini hatırlıyorum. Ve sonra
bana saatlerce sürmüş gibi gelen karanlık dakikalar… Kendime
geldiğimde burnuma çürük kokusu yerine hastanelere has olan
120
Koku
alkolümsü koku geliyordu. Yattığım odanın kapısı aralıktı ve
kapının hemen dışında konuşan annemle doktoru duyabiliyordum… Annemin dediğine göre onu okuldan aramışlar ve daha
sonra beni apar topar buraya getirmişler. Annem bunun bir hafta
önce de olduğunu ama ciddi bir şey olmadığını düşündüğü için
hastaneye getirmediğini söyledi. Annemi hâlâ anlamıyorum, şimdi düşünüyorum da bir çocuğun bayılmasından daha ciddi bir şey
olmamalı. Çocuğunuz bayılırsa, hastaneye götürün.
Doktor bana kan testi yaptıklarını ve testte herhangi bir anormallik olmadığını, bayılmanın nedenini anlamak için başka tetkikler de yapmaları gerektiğini söylüyordu. Başka tetkikler kısmının
içinde iğne olmasa iyi olurdu; çünkü şu an koluma bağladıkları
serumun ucundaki iğne bana yeterince acı veriyordu. Annem,
doktorla konuşmasını bitirince odama girdi ve elimi tutup nasıl
olduğumu sordu. Ben iyi olup olmadığımı söyleyemeden babamın gitmiş olması ve yalnız bir kadın olduğu için sorunlarla baş
edemediğinden yakınmaya başladı. Annem yanında bulunan insanların yaşına, hatta onu dinleyip dilemediklerine bakmaksızın
hep yakınırdı. O an annemin sesini duymamak için serum şişesini kulaklarıma sokabilirdim. Ama sonra kokuyu hissettim. İşte,
yine geliyordu ama her ne kadar beni boğmak ister gibi burun
deliklerime dolsa da annemi artık duyamadığım için ufacık bir an
olsa da mutluydum. Kokuyu sevdiğim tek an oydu. Sonra yine
titreyerek karanlıklara gömüldüm. Sonra yine uyandım. Odamda
kırk yaşlarında beyaz önlük giymiş, sivri kafası ve iri gözleriyle
uzaylılara benzeyen doktorla annem konuşuyordu. Benim uyandığımı fark ettiklerinde, doktor bana nasıl hissettiğimi sordu. Ona
iyi olduğumu ve eve gitmek istediğimi söyledim; ama o bunun
mümkün olmadığını ve bir süre daha burada kalacağımı, ayrıca
yapılacak tetkikler sırasında uslu durursam istediğim kadar çikolata yiyebileceğimi söyledi. Söz konusu çikolataysa bir orangutanla bile dövüşebilirdim, bu yüzden sesimi çıkarmadım.
Doktor ve yanındaki hemşiresi beni uzun bir koridordan geçirdiler. O an bir peri kızı kadar güzel olan hemşireyle kol kola
yürümek isterdim, ne yazık ki ben yürüyemeyecek kadar hâlsiz
121
Hastalık Hikâyem - 2014
olduğumdan tekerlekli sandalyedeydim. Hemşire de sandalyemi
iterek beni götürüyordu. Sonunda çok da büyük olmayan ve içinde birkaç bilgisayarın olduğu beyaz duvarlı odaya geldik. Beni
daha yüksek olan ve tekerlekleri olmayan başka bir sandalyeye oturmam için kolumdan tutup kaldırdılar. Hemşire saç derime denk gelecek şekilde kafama çok sayıda kablo yerleştirdi.
Kablolar birleşerek bilgisayarlardan birinin ekranına bağlanıyordu. Ekranda da yüzlerce kıvrımlı çizgi vardı. Kendilerince değişik
şekillerde dalgalanıyorlardı. O an uzaylıya benzeyen doktorun
bu kablolarla zihnimi okumaya çalıştığını düşünmüştüm. Hastanenin kasvetli havası ve her an o kokunun gelebileceği tedirginliğini yaşıyor olsam da bu düşünce beni gülümsetmişti. Şimdi bile
o anki düşüncelerimin komikliği beni güldürmeye devam ediyor.
Eğer o günden sonra uzun bir süre gülemeyeceğimi bilseydim,
son kez doya doya gülerdim.
Her neyse işleri bittiğinde, hemşire kabloları tek tek çıkardı.
Doktor, hemşireye beynimde epileptik dalgalanmalar olduğunu
ve bir sonraki nöbete kadar bekleyip, nöbet sırasında MRG çekmeleri gerektiğini söyledi. Eğer nöbetler düşündüğü gibi tekrarlayıcı nitelikteyse epilepsi olma ihtimalim yüksekmiş. Dediklerini
duyduysam da tek kelimesini bile anlamadım. Ama yine de sorunun beynimde olduğunu anlayabilmiştim. Çocuklar bazı şeyleri anlamayabilirler ama yanlarında konuşulan her şeyi çok iyi
duyarlar, o yüzden hemşire ve doktor odanın dışında konuşmayı
deneselerdi, daha az endişeli olurdum. Her neyse, bu sıkıcı zihin
okuma işleminden sonra yine tek kişilik hastane odasında, yatağımdaydım. Annem de yatağın yanındaki sandalyede oturup
nasıl olduğumu, karnımın acıkıp acıkmadığımı sordu. Doktorun
verdiği çikolata sözünü hatırladım ama canım çikolata istemiyordu. Aç olmadığımı söyledim.
Yatakta ne kadar yattığımı hatırlamıyorum. Uyandığımda annem hâlâ yanımda duruyor, bir de sanırım ağlıyordu. Odanın kapısı kapalı olmasına rağmen koridordaki sesleri duyabiliyordum.
Sonra aniden sesleri kafamın içinden geliyormuş gibi hissetmeye başladım. Sonra bu tuhaf hissime eşlik eden, çürük kokusu
122
Koku
burnuma dolmaya başladı. Bu duyguyu kimsenin kimseye anlatabileceğini sanmıyorum. Nefes almaya o kadar çok ihtiyacım
vardı ki, kulaklarımdan bile nefes almaya başlasam koku hâlâ
burnumun içinde dönüp duracaktı. Bunu kaslarımın titremesi
izledi. Ben bunları yaşarken odada bir alarm çaldı ve yüzlerini
net göremediğim birkaç kişi üzerime doğru eğilip bana bakmaya
başladılar. Duyduğum son ses annemin çığlığıydı. Sonra içinde zamanı kestirmenin mümkün olmadığı sonsuz karanlık… Ve
gözlerimi açtığımda hâlâ karanlığa bakıyordum. Önce rüya gördüğümü sandım ama bilincim yerindeydi. Ellerimi kıpırdatamıyordum, sanırım bir tür kemerle üstünde yattığım yatağın kenarına
bağlanmışlardı.
Birkaç dakika sonra beni içinde yattığım tünelden çıkardılar.
Anladığım kadarıyla yine bazı tetkikler yapıyorlardı. Hemşire
tekerlekli sandalyeme oturmama yardım etti ve doktorla birlikte
odama döndük. Annem telaş içinde bekliyordu. Beni sandalyemden kaldırıp, yatağıma yatırdılar. Doktor, nöbet sırasındayken
MRG çektiklerini ve beynimin temporal lobunda yoğun elektriksel iletim olduğunu bu sebeple temporal lop epilepsisi olduğumu,
kendince üzgün bir ifadeyle anneme anlattı. Yine tek kelimesini
anlamamıştım, elimi istemsizce başıma koydum. Demek ki koku
başımın içinden geliyordu.
Doktor, epilepsiye neden olabilecek tümör ya da başka bir
anormallik olmadığını, bu durumun büyük ihtimalle gebelikte ya
da doğum sırasında olan bir anormallik nedeniyle olabileceğini
söyledi. Bir de önemli bir stres yaşantısı olduğunda iyice tetikleniyormuş. Sorunun kaynağının temporal lobumda olması nedeniyle nöbet başlamadan önce hoş olmayan koku ve tatlar da
alabilirmişim. Doktor, sanki benim aldığım çürük kokusunu biliyormuş gibi bunu söylemişti. Bu arada epilepsi halk arasında
sara hastalığı diye biliniyormuş. Duyduğumda bu isimden nefret
ettim.
Hastaneden bir gün sonra ayrıldık. Tabii kullanmam gereken
bir sürü ilaçla birlikte… Bunlara antiepileptik ilaç deniyormuş. Her
123
Hastalık Hikâyem - 2014
gün, aynı saatte bu ilaçları kullandım. Doktor, anneme nöbet sırasında yapılması gerekenleri anlatmış, annem de okulda nöbet
geçirebileceğim ihtimaline karşı öğretmenime anlattı bir de okulda kendimi çok yormamam gerektiğini söyleyip duruyordu. Zaten
arkadaşım yoktu ki, kimseyle oyun da oynamıyordum, nasıl yorulabilirdim? Ayrıca arkadaşım olmaması çok da önemli değildi,
sadece okulda nöbet geçirmekten korkuyordum. Sınıf arkadaşlarımın bana acıdığını belki de benimle alay ettiklerini düşünüyordum. Belki de benden bahsederken saralı Mert diyorlardı.
İnsan her şeye alışır. Ben de zamanla hastalığımdan utanmamaya alıştım. Her neyse, koku her geldiğinde ve sonrasında nöbet
geçirdiğimde gününü ve saatini kaydediyorduk. Sık sık doktor
kontrolüne gitmek de yapmam gerekenler arasındaydı.
Aradan sekiz yıl geçmişti. Nöbetler de iyice azalmıştı, hatta
son bir yıldır kokuyu almadığımı bile söyleyebilirdim. Yine de
kendime güvenemiyordum. İnsanlarla ilişkilerim zayıftı. Hastalığım nedeniyle üniversite hayatım boyunca dilediğim hiçbir şeyi
gerçekleştiremedim. En büyük hayalim de motosiklet kullanmaktı, ne yazık ki epilepsisi olan hastalar için böyle şeyler tehlikeliymiş. Üniversiteyi altı yılda bitirebildim. Annem de mezuniyetimin
ertesi günü öldü. Sanırım hayata veda etmek için kendi ayaklarım üstünde durmamı beklemişti.
İnsanın her şeye alıştığını söylemiştim. İki sene sonra acım
biraz hafiflemişti. Bu yıllardan ilki annemin ölümünün acısıyla birlikte nöbetlerin artmasıyla, ikinci yıl da mezun olduğum bölüme
uygun bir iş aramakla geçmişti. Her şey ne kadar kötü olursa
olsun bir gün mutlaka düzeliyor. Söylediğim gibi şimdi 27 yaşındayım ve işim de çok yorucu olmadığı için nöbetler çok seyrek
tekrarlıyor. Bir de iş yerinde tanıştığım kız arkadaşımla beraber
kalıyorum. Kendisi, uzun boylu, karamel rengi saçları ve kömür
gözleriyle harika bir kadın, ben ise epilepsili bir adamım. Her neyse onun beni sevdiğini biliyorum. Hatta son zamanlarda kendimi daha iyi hissetmemin nedeni aramızdaki yoğun sevgi olabilir.
Sevgi her hastalığa iyi geliyor.
124
Koku
Son olarak, her zaman yapmak istediğim şeyin motosiklete
binmek olduğunu söylemiştim. Biraz önce bunu yaptım. Motosikletin üstünde, rüzgâr kaskımın boşluklarından burnuma dolarken, kokunun da gittiğini hissettim. Son 17 yıldır olan tetikte
olma hissim bir anda yok oluverdi. Evet, hikâyemin başında hâlâ
içimde bir yerlerde on yaşında bile olmayan bir çocuk olduğumu söylediğimi biliyorum, ama motosikletimin üstündeyken hâlâ
çocuk olduğumu bilsem de çok mutluydum, çocuklar görüp görebileceğiniz en mutlu varlıklardır. Sadece ben vardım ve o an
tek kelimeyle hastalığın pençesini üzerimde hissetmeden özgürdüm. Onlarca kez nöbet geçirme ihtimalim olduğunu bilsem de,
o nöbetler arasında özgürdüm. Bu özgürlüğün tadını ya yıllarca
hapishanede kalırsanız bilirsiniz ya da çocukluktan beri epilepsi
hastası olursanız. Ziyanı yoktu. Ben hayatın tadını bir kere de
olsa almıştım.
Şimdi nerde miyim? Elimde, kırmızı kadife kutusunun içinde,
mütevazı bir yüzükle dairemin kapısının önünde duruyorum. Biraz önce zile bastım. Kız arkadaşımın ayak seslerini duyuyorum.
Kapıyı açar açmaz ona “Benimle evlenir misin?” diyeceğim.
125
Hastalık Hikâyem - 2014
YENİ HAYAT
Pınar GÜZELBEY KALE
Bir süredir var olan baş ağrısı, mide bulantısı ve aşırı yorgunluk şikâyetleri ile geldiği doktorun kapısında bekleyen Ali Bey oldukça sıkılmıştı. Tam yanındaki bankta oturan kesik sarı benizli,
yüzü ve gözleri şiş içindeki çocuğunda kendisi gibi sıkılmış olabileceğini düşündü. Tamamen vakit geçirmek niyetiyle çocukla
konuşmaya başladı:
Ali Bey: Sen de beklemekten sıkıldın mı?
Çocuk: Evet, biraz.
Ali Bey: Sana bir hikâye anlatmamı ister misin?
Çocuk: Hı hı, iyi olur.
Ali Bey: Bir varmış, bir yokmuş…
Çocuk: Bir dakika, bir dakika böyle başlamasın hikâye.
Ali Bey: Oğlum, tüm öyküler böyle başlar.
Çocuk: Nedenmiş? Biri ilk böyle anlattı diye biz de her zaman
böyle anlatmak zorunda mıyız yani?
Ali Bey: Evet, çünkü tüm öyküler insanların yaşamına dair bir
şeyler anlatır. İnsanlar da bir vardır. Doğar, yaşar, büyür. Bir de
bakmışsın ki ölmüş. Yok olup, gitmiş.
Ve çocuğun duyamayacağı bir sesle kendi kendine mırıldandı. “Ya örnek yaşarlar, ya da ibret olurlar önemli olan bu aslında.’’
126
Yeni Hayat
Çocuk: Hiç de öyle değil. Dünyada hep insanlar var öyle değil
mi?
Ali Bey: Evet, ama…
Çocuk: Eee o zaman. Sadece başka başka insanlar var. Ama
insanlar hep var.
Ali Bey: Peki sen söyle nasıl başlamalı öyküler?
Çocuk: Nasıl olacak hep varmış, hep varmış. Elbette ki böyle
başlamalı.
Ali Bey: Tamam, tamam. Hep varmış, hep varmış.
Diyerek başladı Ali Bey de öyküye. Yanındaki minik çocuğu
kırmak istemiyordu. O, bu diyaliz merkezindeki fiziksel olarak en
küçük, fikirce en büyük adam olacaktı Ali Bey’in gözünde. İki çocuk sahibi, aile babası, müzik öğretmeni Ali Bey’in hayatına, farkında olmadan katacağı yeni bakış açısı; onun yeni hayatındaki
uyum sürecini daha kolay atlatmasına yardımcı olacaktı. Sonuçta Ali Bey‘in kısa zaman önce öğrendiği böbrek yetmezliği teşhisinden sonraki süreçte yeni arkadaşı idi; bu küçük dev adam.
Ali Bey şikâyetlerinin böbrek yetmezliği nedeniyle olduğunu
başka bir nefrologdan öğrenmişti. Ama teşhis öncesinde hiçbir
zaman böbrek ağrısı yaşamadığı için doktorun yanlış teşhis koyduğunu düşünüyordu. Daha doğrusu öyle olmasını umuyordu.
Fikrini, teşhisi koyan doktorla kibarca paylaşmıştı. Ama doktor
durumun sabit olduğunu söylemiş, kendisini de tedavi seçeneklerini değerlendirmek konusunda acele etmesi için uyarmıştı.
Beynini kemiren “ya doğruysa” düşüncesiyle gelmişti buraya.
Sonuçta bu doktor da ona duymak istemediği şeyleri söylemişti.
Meslektaşının teşhisini onayarak tedavi seçeneklerini anlatmıştı.
Diyaliz merkezinden çıktığında üzgündü, hem de çok… Kızgındı; ama kime ve neye kızdığını bilmiyordu. Yaşamında belirsizliklerle dolu yeni bir sayfa açılmıştı. O kadar hızlı düşünüyordu
127
Hastalık Hikâyem - 2014
ki kendi bile aklından geçenlere hakim olamıyordu. Doktorla kavga ediyordu içinden. “Tedavi seçenekleriymiş: Haftada 3 gün 4
saat diyaliz merkezine gidebilirmişim. İstersem öğrenip evde de
kendim uygulayabilirmişim.” Ama bir taraftan kavganın yanında
çözüm üretmeye de çalışıyordu sorununa.
Okullar tatil olacak nasıl olsa. Üç ay diyaliz merkezine giderim. Okullar açıldığında iyice öğrenmiş olurum. Kendi kendime
evde diyalize geçerim. Doktor ne de olsa bir tedavi şekline başlamak, diğerine geçişe engel değil demişti. O anda aklına gelen
düşünceyle “eyvaaah” diye geçirdi içinden. Çocukları bu yıl tatile
götüreceğine söz vermişti. Nasıl olurdu ki... Koşar adım yürürken
yollara bakmıyordu bile. Bir anda dolmuş durağındaki görevlinin
“Binevler, Binevler!” diye bağırdığını duyarak irkildi. Kendine geldi ve dolmuşa bindi. Yaşamında şu ana kadar yapmayı ertelediği
her şey ama her şey başına üşüşmüştü adeta.
Dünyanın son günü bugündü sanki. Dolmuşta oturduğu yerde
oturamıyordu adeta. Mesafe çok uzaktı ama yürümek iyi gelir düşünerek dolmuş şoförüne yeniden işaret ederek dolmuştan indi.
Hâlâ doktorun söylediklerini geçiriyordu aklından. Serbestçe yaşamaya olanak veren en iyi tercih nakil demişti. Evet böbrek nakli
demişti. Ya kadavradan ya da canlıdan olabilirmiş nakil. Önemli
olan doku uyumunun sağlanması diye bastırmıştı doktor. Ama
kardeşiyle doku uyumu sağlayamayan bir hasta kan bağı olmayan kadavra ile daha yüksek doku uyumu sağlayabilir bu belli
olmaz demişti. Ancak genelde kan bağı olanlarda doku uyumunun sağlanma ihtimali daha yüksek diye eklemişti. Kardeşleriyle
kavgalı olan Ali Bey benim onlarla yaşamım boyunca fikirlerim
uyuşmadı, dokularım ne uyuşacak diye kendi kendine baş salladı. Beynindeki fikir karmaşası içinde eşi Ayşe Hanım’ın “Bir dört
tekerimiz olsaydı Ali” serzenişleri kulağında çınlıyordu. Ona verdiği sözü tutmak için yeterli zamanı var mıydı ki?
Yürürken bir kırtasiyecinin önünden geçti. İçerden gelen rast
makamındaki şarkı gönlüne bir avuç huzur serpelemişti adeta. Şarkıyı dinlemek gayesiyle içeriye girdi. O kadar plansız ve
128
Yeni Hayat
farkında olmadan davranıyordu ki “ne istemiştiniz” diye soran
görevliden hiç düşünmeden küçük bir bloknot ve kalem istedi.
Öğrenci iken aklına gelen dizeleri unutmamak gayesiyle tıpkı
Mehmet Akif Ersoy gibi yatağının yanındaki duvarlara yazardı.
Adamın uzattığı not defteri ise, duvarlarda yer kalmadı diye bir
arkadaşının ona hediye aldığı defterle aynı renk ve büyüklükte
idi. O defteri hatırladı neredeydi ki anımsayamadı. Neler yazmıştı, anımsayamadı. Defterin ilk sayfasına önce bir varmış, diye
yazdı. Sonra üzerini çizip; büyük harflerle HEP VARMIŞ, HEP
VARMIŞ, diye değiştirdi. Ona boş boş bakan görevliye aldıklarının ücretini ödedi. Rast şarkının son nağmelerinde bir dem daha
huzur bularak oradan ayrıldı. Bu, onun yeni başlayan hayatının
ilk cümlesi olacaktı. HEP VARMIŞ, HEP VARMIŞ.
Elinde defter ve kalemle eve kadar yürüdü. Kapıyı açan Ayşe
Hanım’la sohbetin ardından doktorun hemen başlaması için tembihlediği ilaçlarını almayı unuttuğunu hatırladı. Ancak vakit çok
geçti. Nöbetçi eczane aramak istemiyordu. Bu işi yarına erteledi.
Çocuklarla akşam yemeği yerken hiç konuşmadı ve her akşam
çocuklarla kavga nedeni olan televizyonun kumandasını eline almadı. Çocuklar şaşkın şaşkın kanalları dolaşırken o gece haber
dinlemedikleri için gülüşüyorlardı her şeyden habersiz. Hayat arkadaşı Ayşe ne söyleyeceğini bilemez hâlde; bir mutfağa gidip bir
Ali Bey’in yanına geliyordu. “Sana kahve yapayım mı?’’ “Ya çaya
ne dersin? Biraz meyve iyi gider değil mi? Bak tazecik bak bu
sabah pazardan aldım. Muza hayır demezsin biliyorum…” Ayşe
Hanım’ın kurduğu her cümle doktorun bir yasağını anımsatıyordu. Onun her cümlesi fırtına öncesi çakan şimşekler gibiydi yüreğine. Öyle eskisi gibi dur duraksız kahve çay içmek yoktu. Taze
besinlerde potasyum oranı çok yüksek olduğu için KBY hastası
taze besinleri fütursuzca tüketemezdi. Hele muz potasyum oranı
en yüksek ürünlerden biriydi.
Ali Bey boş boş televizyon ekranına bakarken gönlüne çakan
şimşekler gözlerinden yağmur olup aktı. Ayşe Hanım ne yaptığını bilmez şekilde eşinin yanına yere oturdu ve sadece ellerini
tuttu. O gece hiç kimse ile bir şey konuşamadan usulca odasına
129
Hastalık Hikâyem - 2014
çekildi. Sabah Ali Bey’in ilk işi eczaneye gitmek oldu. Oldum olası
sevmezdi eczane kokularını. İçeri girerken o kokudan burada var
mı diye şöyle bir kokladı eczaneyi. Eczanede o kötü kokudan
yoktu. İçeri girerek reçeteyi eczacıya uzattı. Hastanın raporunun
yeni olduğunu gören eczacı ona ilaçlarını özenle tarif etti. Kullandığı ilaçlarla tuz tüketimini iyice kısıtlaması hatta 6 gramı asla
geçmemesi konusunda özellikle uyardı. Günlük su tüketiminiz
1,5 litre ile sınırlı olduğu için ilaçlarınızı bol su ile tüketmenize
gerek yoktur dedi. Ali Bey ilaçların arasında eczacının mide koruyucu diye tarif ettiği ilacı almak istemedi. Yeteri kadar ilaç alıyordu işte. Midesi sağlamdı ona ne gerek vardı ki? Ne kadar az ilaç
alırsa böbreğine o kadar az yüklenmiş olacaktı kendince. Ama
eczacı bu ilacın böbreklerden değil, yüksek oranda karaciğerden
yıkıldığını ve endişe duymamasını söyledi. Onun dediğine göre
bu ilaç sonra ortaya çıkabilecek olası problemleri ortadan kaldırmak için gerekli idi. Ali Bey ilaçlarını aldıktan sonra yeniden diyaliz merkezine gitti. Problemleri ötelemek ona göre değildi. Bir an
önce olayı kabullenip çözüm sürecini oluşturmaya başlamalıydı.
Oraya gittiğinde gözleri; küçük arkadaşını aradı. Çocuk diyaliz
aparatları üzerinde uyuyordu. Usulca yanına oturdu. Eskiyen
sandalyeden çıkan gıcırtı sesiyle, uyuyan çocuk gözlerini açtı.
Çocuk: Hoş geldin masalcı amca.
Ali Bey: (gülümseyerek) Merhaba arkadaşım, hoş bulduk
Çocuk: Sana da bu hortumlardan takacaklar mı?
Ali Bey: Evet
Çocuk: Ama çok can sıkıcı biliyor musun? Bir şey istesem
yapar mısın?
Ali Bey: Tabiî ki
Çocuk: Hadi bana İri İsmail’in masalını anlat.
Ali Bey: O da kim?
130
Yeni Hayat
Çocuk: İşte bu (diyaliz aparatlarını göstererek)
Ali Bey: Bunun adı İri İsmail mi? İyi de neden öyle?
Çocuk: Ben okula giderken yan sınıfta bir çocuk vardı. İri İsmail. Hepimizden uzun ve güçlü. Bahçede oynarken kim denk
gelse ona vurur canını acıtırdı. Hepimiz ondan korkardık. Elimizden simidimizi alırdı. Onun için ben de buna İri İsmail adını verdim.
Ali Bey bir taraftan diyaliz işlemleri yapılırken bir taraftan İri İsmail ile ilgili masallar uydurdu çocuğa. Diyaliz merkezinden ayrılırken sadece biraz başı dönmüştü. Doktor bu işlemin tansiyonunu düşürebileceğini, endişelenecek bir şey olmadığını söyledi .
Hemodiyaliz gitgelleri sırasında Ali Bey’in gözleri hep küçük
arkadaşını arıyordu. Bir süredir çocuğu görememiş olmak onu
endişelendirmişti. Hemşireden çocuğa nakil işlemi yapıldığını
öğrendi. 18 yaşında bir çocuk trafik kazası yapmış ve beyin ölümü gerçekleşmişti. Acılı aile böbrek bekleyen bir çocuk olduğunu öğrendiğinde gencin böbreklerini bağışlamıştı. Ali Bey küçük
arkadaşını hemen ziyaret etmek istiyordu. Onu bulduğunda her
ikisinin de mutluluktan gözleri ışıdı adeta.
Çocuk: Masalcı amca, merhaba.
Ali Bey: Merhaba yavrum, geçmiş olsun
Çocuk: Geçti zaten artık hepsi geçti biliyorum. Seni yeni dostum Kudret ile tanıştırayım mı?
Ali Bey: O kim?
Çocuk: Yeni böbreğimin adı. Kudret İri İsmail’den bile güçlü
biliyor musun?
Ali Bey: Memnun oldum Kudret (çocuğun sırtını sıvazlayarak)
131
Hastalık Hikâyem - 2014
Ali Bey o gün ona gözleri dolarak Kudret’in hikâyesini anlattı.
Bu çocuk Ali Bey’e hayatı çocuk gözüyle ve masal tadında yaşamanın keyfini tattırmıştı. Artık kendine acımaktan vazgeçmişti.
Çünkü artık biliyordu ki ülkemizdeki altı kişiden biri KBY hastası
olmaya aday. Başına gelenleri sadece ona yapılmış bir haksızlık
gibi görmüyordu.
Ali Bey de çocuk gibi kadavradan nakil beklemek zorunda idi.
Tanışları ve akrabaları ile doku uyumu sağlanamamıştı. O aslında buna seviniyordu. Çünkü sevdiği insanlara ‘ya zarar verirsem’
düşüncesi adeta içini kemiriyordu. Bu sebeple doku uyumumun
olmaması adeta ona derin bir oh çektirdi. Ama hemodiyaliz sürecinin uzaması ve uygun verici bulunamaması çok yorucu bir
süreçti. Gerçekten tam üç keredir hastaneden çağrılmıştı nakil
denemesi için. Oradaki on kişi ile bekleşip doku uyumu olmadığı için geri gönderilmişti. Artık hastaneye gideceği çanta hazır
bekliyordu ve biliyordu ki haber geldikten sonra hiçbir şey yiyip
içilemeyecek. Ali Bey 4. defa çağrıldığında doku uyumu sağlandı
ve kadavradan nakil işlemi yapıldı. Üç saat süren operasyonun
ardından 14 gün hastanede kaldı.
Ali Bey yeni böbreğine “Neva’’ adını verdi. Türk Sanat Musikisinde “gönül okşayan makam” olarak bilinen bu makamın eskiden müzikle tedavi merkezlerinde böbrek hastalarına şifa gayesiyle dinletildiğini okumuştu. Şimdilerde ise; saba makamından
aldığı cesaretle, buselik makamında kendinde güç kuvvet buluyor ve rehavi makamıyla sonsuzluk ve beka fikrini tüm iliklerinde
hissediyor. Her gün farklı farklı makamlarda güzel güzel besteler
yapıyor. Hep varmış, hep varmış diye yaşayabilmek için. Yaşam
tuvaline her gün güzel bir dokunuş yapıp o renkli dünyanın sessizce dönüşüne ben de varım diye haykırabilmek için.
Memleketinde neden yok diye pek hayıflandığı müzik okulunu
kurdu. Hem de hiç uyuşmadığını düşündüğü kardeşleriyle birlikte. Artık orada tüm enerjisi ile öğretmenlik yapıyor. Müzikten
aldığı huzurun ezgisini kepçe kepçe sunuyor tüm dünyaya. Ve
öğrencilerine her fırsatta, elinden geldiğince organ naklinin öne132
Yeni Hayat
mini, kendi yaşadıklarını anlatıyor. Çünkü artık biliyor ki bunu anlatarak bir kişiyi farklı düşündürebilse bir kişiden iki, üç, dört hatta
beş, altı kişi yaşam bulabilir bu güzel dünyada. Hep varmış, hep
varmış bile değil. Hep varmış, çok varmış, çoook varmış diyebilmek için. Artık hikâyelerini böyle başlayarak anlatıyor çocuklara.
HEP VARMIŞ, ÇOK VARMIŞ.
Hastalığı boyunca bir şeyler karaladığı defterinin son sayfasında, yeni hayatındaki yaşam felsefesini özetleyen şu dörtlük
yazılı:
Hep varmış, çok varmış öyküleri anlatıyorum artık çocuklara
Başlamadan biten sevda gibi; bir varmış bir yokmuşlara inat.
Her nefesimi, tüm hücrelerimde hissederek yaşıyorum artık.
Yanlış yaşanmış kırk yıla hayret.
133
Hastalık Hikâyem - 2014
SESLENSEM DUYAR MISIN?
Derya YÜKSEL
Severek yaptığım ve biraz ara verdikten sonra, yapmaya devam etmeyi planladığım rahat bir işim vardı. Masa başı işi dedikleri türden… Otuz haftalık hamileydim. İstenen ve özlenen bir hamilelikti bu. Bir kızım vardı ve Allah’ın izniyle bir de oğlum olacaktı.
Her şey güzel ve yolundaydı. Son döneme yaklaştığım o günlerde
de dikkatliydim ve kontrollerimi aksatmıyordum.
Doktorum; ‘Bebeğin beyin kanalları, bu dönemde olması gerekenden daha geniş ve kilosu da normalden biraz daha az’ dediğinde, içimi ferah tutmaya çalışmış ama buna rağmen endişelenmiştim. Sorun olup olmadığından, muayenehanesindeki ultrason
cihazıyla emin olamayacağını, daha önce girmiş olmama rağmen
tekrar Doppler kontrolüne girmem gerektiğini söylediğinde endişelerim ister istemez arttı.
Zor da olsa kontrol için aynı hafta içinde randevu alabilmiştik.
Doktor muayeneye başladığında, oldukça sakindim. O güne kadar ciddi hiçbir sorunla karşılaşmamıştım. Hatta bunu düşünmeyecek kadar bencildim. Belki de bu yüzden doktor konuşmaya
başlar başlamaz sessizce ağlamaya başlamıştım.
“Bebekte gelişme geriliği var” dedi doktor. “Beyin kanallarının
genişliği normalde 0,10 ya da 0,12 mm olması gerekirken bebekte
bu genişlik 0,16 mm. Dalak büyüklüğü var ayrıca bebeğin kilosu
da 1,40 kg Gelişme geriliği olduğundan bebeği kaybetme riskimiz
de yüksek. Anne karnında ölüm olabilir. Bu yüzden sürekli çocuğun tekmeleri, hareketleri dinlenmeli ve haftada iki kez NST’ye
girerek kalp atışları takip edilmeli.”
134
Seslensem Duyar Mısın?
Bu kadarını hiç beklemiyordum. Hamileliğin verdiği aşırı duygusallığın yanında doktorun, benden bağımsız ve soğukkanlı
bir şekilde olabilecekleri sıralamaya devam etmesi gözyaşlarımı
daha da körüklüyordu. Bebeğin akciğerlerinde, beyninde, gözlerinde, kulaklarında kalıcı hasarlar olabileceğini söylediğinde iyice
zihnim bulandı sanırım. Her hâliyle normal giden bir hamilelik hâli
yaşarken aniden bu noktada kendini bulmak çok yıkıcıydı. Bunların sebebinin ne olduğunu sorduğumda aldığım cevap acımı hafifletmedi. ‘Şu an bunu bilmemizin imkânı yok’ dedi doktor. Belki
de bir enfeksiyondan kaynaklanmıştı bu durum. Talep edersek
karnımdan sıvı alınacak ve sorunun ne olduğu araştırılacaktı; fakat bunun hem bebek, hem de benim için oldukça riskli olduğundan haberim vardı. Ayrıca sıvı alınsa bile; anne karnında bebeğin
tedavi olma imkânı yoktu. Önerinin üzerinde bir saniye bile düşünmeyişimin tek sebebi buydu. Eğer müdahale etme şansımız
yoksa zaten sorunlarla uğraşan o minicik bebeğe bunu yapmaya
hiç niyetim yoktu.
Ne yazık ki bundan sonra yapmamız gereken şey alternatifsizdi: Beklemek!... Sorunlarla hemen karşılaşmayı seven biri olarak,
bunun pek de sevdiğim bir şey olduğu söylenemezdi. 45 dakikada bunalıma sürüklendiğim bu muayeneyle anlamıştım ki; ‘sebep
belli değildi ama bir enfeksiyon olabilirdi.’ Doktora göre doğum
için en fazla 4 ya da 5 hafta beklemeliydik. Doğum kilosu en fazla
1,85 kg olabilirdi; ancak o da her şeyin yolunda gitmesi hâlinde
gerçekleşebilecek iyimser bir tahmindi.
“Hiç bir rahatsızlığı olmama ihtimali de var” demişti doktor. Bu
cümleye tutunarak hayatımın en zor altı haftasını geçirmeye çalıştım. Doktorumun talimatıyla alelacele işi bıraktım. Haftanın iki
günü NST’ye giriyor ve “Ye, iç, dinlen!” direktifleriyle mütemadiyen
tekme dinlemeye çalışıyordum. “Acaba”larla yaşamaktan nefret
eden biri olarak; sürekli kontrol ve artan stres yüzünden sezaryene alınacağım günü iple çekmiştim. Doğumhaneye girdiğimde
çokça dua ettiğimi ve sebep olmaksızın birden bire ağladığımı
hatırlıyorum.
135
Hastalık Hikâyem - 2014
Kırk üç santimetre boyunda, 1,95 kg olarak kucağıma aldım
oğlumu. İlk kucakladığım an da dahil olmak üzere doktor ve hemşireler odama her uğradığında; hamilelikteki sorunlarımdan bahsederek, tahlillerde herhangi bir şey çıkıp çıkmadığını öğrenmeye
çalıştım. Bana göre bebek benim yanımda olmamalıydı. Kucağıma almaya kıyamadığım bebeğimin hastalığına bir an evvel deva
bulunmasını istiyordum. Yorgun ve üzgündüm.
Ertesi gün, hemşire hanım kuvöze konacağını ve ısrarlı sorularım üzerine herhangi bir sorun olmadığını söyleyerek, alıp
götürdü oğlumu benden. Mecalsizliğimi unutup, hastane koridorlarını turlamaya başlayışım; ağrı, sızı hissetmeyişim o ana rastlar. Oğlumu ne zaman alabileceğimi, hastalığının ne olduğunu, iz
bırakıp bırakmayacağını bilememek kötüydü. Eve onsuz dönmek
de öyle… Hayatı normal geçmiş biri olarak; o an en acısı; doğumdan sonra bebeği hastanede bırakmış olmaktı.
Günde iki kez süt bırakmaya gidiyor ve her seferinde “Yenidoğan” bölümünden sorumlu olan doktorun kapısını aşındırıyorduk.
Doktor bebeğimizde trombositopeni (trombosit düşüklüğü) tespit
edildiğini söylüyordu. Neden kaynaklandığı belli değildi. Eve geliyor, elimiz kolumuz bağlı, doktordan aldığımız her yorumla internetten araştırmalar yapmaya çalışıyorduk. Ne yazık ki okuduklarımız hiç de iç açıcı şeyler değildi. Normalde kanın 1 mm3’ünde
olması gereken trombosit miktarı 150.000 ile 400.000 adet arasındaydı. Oysa bebeğimizde bu sayı 33.000’lerdeydi. Üstelik bu
sayının 30.000’in altına düşmesi daha da tehlikeliydi.
Trombosit yüklemesi yapıyordu doktorumuz ve bunun ardından sayı 80.000’lere yükseliyordu ama ertesi gün yapılan tahlillerde sayı yine düşmüş oluyordu. Defalarca denememize rağmen
trombosit yüklemeleri bir işe yaramamıştı. Doktor anlayabilmemiz
için basit bir dille; yüklenen trombositlerin vücut tarafından dalakta
parçalandığını söyledi.
İkinci hafta dolduğunda şüphelendiği bir virüs olduğunu söyledi doktor. Tahlili her yerde yapılamadığı için kan özel bir laboratu-
136
Seslensem Duyar Mısın?
ara gönderilmişti ve iki gün içinde sonuç alınabilecekti. Kuvözdeki
18. gününde bebekte CMV olduğunu söyledi doktor. Kanındaki
kopya sayısı 16 milyondu.
CMV hakkında doktordan duyduğum ve sonrasında okuduğum her şey kahrediciydi. Hayatı düzenli seyretmiş biri olarak
yıkılmaya çok yakındım. Kucağımda 18 günlük bebeğimle ambulansta sevk edildiğimiz hastaneye giderken şaşkın, çaresiz, ne
yapacağını bilemez bir hâldeydim. Sevk edildiğimiz ikinci hastanede de yer yoktu fakat acildeki genç doktor sürekli telefon görüşmeleri yapıyor; “On beş günlük bebeği nereye göndereyim?”
diyordu.
“Konjenital CMV” denilen hastalıkla ilk kez karşılaşmış biri olarak, minicik bebeğime bakıyor; fakat söylenen olasılıkların hiçbirini ona yakıştıramıyordum. Gözleri, kulakları, beyni etkilenebilir ve
ölüme kadar gidebilirdi. Nihayet enfeksiyon servisinde bir odaya
yatış için alındığımızda, bebeğin kimlik numarasını soran sekretere yaşamasından yana pek umutlu olmadığımız için kimlik çıkarmadığımızı söyleyemedik.
Yatışımızın ardından sabah akşam “gansiklovir” tedavisi görmeye başladı bebeğimiz. Adını Yusuf koymuştuk. İkinci gün sabah, ilacı damar yoluna verildikten sonra yüzünün, daha da kötüsü vücudunun mosmor olduğunu fark edip odadan fırladığımda
çılgına dönmüştüm. Hemşire ve doktorlar odaya dolup bebeği soyarak müdahale etmeye başladıklarında ağlayarak onları izliyordum. Doktorun söylediği şeyleri yapıyor; ama gözümün önünde,
mosmor olmuş yavrumu kaybetmeye çok yakın olduğumu bir kez
daha anlıyordum. Bebeğim deli gibi ağlıyor, doktor bu ağlamanın
iyi bir şey olduğunu söylüyordu. O apne geçirmişti, bense ölmüştüm. Her şeyin normale döndüğünü söylediklerinde bile yüzündeki gölgelerin morluk olduğunu düşünüyordum.
Yatışın ilk haftasında akciğer filmi çekildi ve uygulanan kısa
süreli bir tedavi sonrası akciğerlerinde bir rahatsızlığı olmadığı
söylendi. Muayenehaneden çıkarıldığım ve bebeğin canhıraş ağ-
137
Hastalık Hikâyem - 2014
lamalarıyla geçen bir göz muayenesi sonrası da, çok şükür ki,
bebeğimin gözlerinde bir sorun olmadığını öğrendik.
Çekilen tomografinin ardından beyin cerrahı, ameliyata gerek
olmadığını; ancak hastayı takip etmesi gerektiğini söyledi. Bu sırada sabah akşam “gansiklovir” ve gün aşırı da “IVIG” tedavisi
alıyordu Yusuf. Her hafta CMV tahlilinin yapılabildiği bir hastaneye kanı gönderiliyor ve kopya sayısı takip ediliyordu. Tedavinin
yedinci gününde kopya sayısı 1.760 kopya olarak tespit edildi.
Tedaviden çok hızlı bir şekilde yanıt almıştık ve umudumuz da
artmıştı.
Yusuf bir aylıkken yapılan işitme (Yenidoğan tarama) testinden
olumlu bir sonuç alınamadı. İki hafta sonraki test tekrarında da
sonuç değişmemişti. “Bu testler doğru çıkmayabilir” diyen görevli
hanıma bir şey söylemedim. Kendimi avutulmaya çalışılıyormuş
gibi hissetmiştim. Yusuf çok şükür görüyordu; ama belki de duymuyordu. Bu, benim için ağırdı; ama Yusuf için daha da ağırdı.
Aralıklarla yapılan gansiklovir tedavisi olumlu sonuç vermeye
başlamıştı. İki tahlilden de art arda “negatif” sonuç alınmasını
bekledi doktorlarımız. Yatışımızın ellinci gününde şifa bulmuş, taburcu olmuştuk.
Yusuf kilo alıyor, gelişiyor; ama çevremdekilerin söylediklerinin aksine bizi duymuyordu. Tencere, şarkı, kapı hatta davulu bile
duymuyor, tepki vermiyordu. İrkilmelerin refleksten kaynaklanabileceğini de bu dönemde öğrendim. O duymuyor, ben şükrediyordum; ama bu üzülmeme de engel değildi. 4 aylık olduğunda
derin uyku hâlindeyken girdiğimiz Bera testi ne yazık ki beni yanıltmadı. Bunu hissetmek ayrı bir şeydi, uzmandan duymak ayrı
bir şeydi. Yine de kesin emin olamayacaklarını, testi tekrarlamaları gerektiğini söylediklerinde; benim emin olmak için tekrara ihtiyacım kalmamıştı. Ben, duymadığından emindim. Üzülsem de
tekrarı yapılan testler beni doğruladığında şaşırmadım. Yusuf’un
bilateral çok ileri derecede sensörinöral tip işitme kaybı vardı. 95
dB’lik bu kayıpla belki hemen yanındaki bir uçağın kalkışını fark
edebilirdi o kadar.
138
Seslensem Duyar Mısın?
Bize ilk olarak biyonik kulak olduğu söylenen Koklear İmplant’ı
araştırmaya başlamıştım hemen. İnternetteki forumlar ümit verici değildi nedense. Ameliyat olan kimileri hiç memnun kalmamış,
şimdilerde cihazı kullanmadıklarını ve sessiz dünyalarında mutlu olduklarını söyleyen kişilerdi. Bu ameliyatın tek alternatifiyse
sessizlikti. Yusuf ya ameliyatla bizi bir şekilde duyabilecek ya da
hiçbir şey duymadan işaret diliyle hayatını sürdürecekti. İşaret dilinden yana şikâyetim yoktu. Hatta çok önceleri işaret dili kursuna
gitmeyi bile düşünmüştüm. Ama implantlı yaşam, işaret diliyle olana kıyasla oldukça göz kamaştırıcıydı. Hiç duyamayan çocuğum;
duyacak, anlayıp konuşacak, şarkı söyleyecek, hayata sesiyle
katılacaktı. Sesini duyuracaktı. Kısacası; ‘”koklear implant” benim
için adeta bir milattı! Elbette doğal işitme gibi değildi ve özellikle
ameliyat sonrası eğitim süreci zorlu ve zahmetliydi. Ama önemli
değildi bu zorluklar. Sonunda Yusuf inşallah duyacaktı. Önemli
olan tek şey buydu.
Cihazlandırılıp, eğitime başladığımızda Yusuf bir yaşındaydı.
Hiç sevmedi işitme cihazlarını, bir türlü alışamadı. Her fırsat bulduğunda parçalara ayırdı, sağa sola attı. O çıkardıkça ben taktım.
İnatçıydı ama ben daha inatçıydım. Kullandığımız cihaz iyiydi;
ama yine de gözle görülür bir gelişme kaydedemiyorduk. Hastaneye kontrollere gidiyor, ameliyat için hazırlanıyor, eğitimleri hiç
aksatmıyorduk. Oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyor ve dört gözle
Yusuf’tan bir kelime bekliyorduk. Ama istediğimiz cevapları bir türlü alamıyorduk. Bu sessizlik hepimizi yıpratıyordu. Çabalıyorduk
ama gözle görülür bir gelişme yoktu. Hayatımız Yusuf’a endekslenmişti. Tedirginliğimizi küçük kızımıza yansıtmamaya çalışıyorduk; ama o da her şeyin farkındaydı. Hayatımıza devam ediyor,
alışmaya çalışıyorduk; ama çok üzgündük.
Sağlık kuruluna girdik sonunda ve ekim ayı ameliyat tarihi olarak verildi. O tarihte Yusuf 20 aylık olacaktı. Bu ameliyat ne kadar
erken yapılırsa o kadar iyiydi; ama elimizden daha fazlası gelmiyordu. Hastaneden çağrılmamız üzerine iki kez ameliyat öncesi
gereken tahlil ve tetkikler yapıldı. Doktorlar Yusuf’un durumunu
değerlendirdiler. Sabırla ameliyat gününü beklediğimiz o günlerde
139
Hastalık Hikâyem - 2014
üçüncü telefon geldi. Bu kez tetkikler için çağrılmıyorduk. Verilen
tarihin üç ay öncesinde ameliyat içindi bu kez aranmamızın sebebi. Hastaneye koşturup yatışımızı gerçekleştirdik. Yusuf ertesi
gün ameliyata girecekti. O an hissettiklerimi anlatacak kelimeler
şu an gelmiyor aklıma. Ertesi gün yaklaşık üç saat süren ameliyattan çıkan oğlumun, anestezi sonrası inlemelerini sarıp sarmalayarak, teskin etmeye çalıştığım o anda bile çok mutluydum.
Yusuf duyacaktı; gerisi teferruattı.
Ameliyattan iki gün sonra taburcu olmuş ve dikişlerine maksimum dikkat gösterdiğimiz dört haftanın ardından cihazın dış
parçasının takılması için hastaneden aranmıştık. Dış cihaz ilk
takıldığında ve ayar yapılırken; on dakika boyunca çığlık çığlığa
ağladı Yusuf. Bir kaç kişiden duyduğuma göre bu; ilk kez duyan o
minicik bebeklerin ‘ses’e verdikleri ortak tepkiydi. Yusuf duyuyor
ve yabancısı olduğu gürültüye itiraz ediyordu adeta.
Hastaneden eve giderken; 18 aylık oğlum o gün ilk kez duyduğu seslerin de etkisiyle, şaşkın şaşkın bize bakıyordu. Eğitime
gittiğimizde biliyordum ki; duyarak çalışıyorduk artık. Onun davul
sesine dönüp baktığını görmek, hiç sevmediğim davulu bile sevimli kılmıştı gözümde.
Yusuf, beş aydır implant cihazıyla bizi duyuyor, eğitimine devam ediyor. Henüz hiç kelimesi yok. Ameliyat öncesi hiçbir şey
duymayan, sese bakmayan, tepki alamadığımda umutsuzca gözlerimin yaşarmasına sebep olan oğlum, şimdilerde seslere tepki
veriyor, oyuncaklarla amacına uygun oynuyor, en önemlisi artık
beni anlar gibi bakıyor ve ‘ba, ga, ma’ gibi daha önce hiç çıkarmadığı bıgıldama aşamasındaki sesleri çıkarıyor.
İmplant cihazıyla mücadelesi devam ediyor hâlâ. O çıkarıyor,
ben takıyorum. Haftalarca çalıştığımız ama tepki alamadığımız
seslere evde çalışırken birdenbire, sanki hep anlıyormuş gibi tepki
vermeye başladığında, beni anlayıp söylediğim şeyleri yaptığında
hissettiklerimi anlatacak kelime bulamıyorum. Önüme çıkan herkesi durdurup Yusuf’u anlatmak; doğal olarak duyan, konuşan,
140
Seslensem Duyar Mısın?
kendilerini anlayan çocuklara sahip olmanın ne kadar büyük bir
nimet olduğunu insanlara anlatmak istiyorum.
Eğitimine sabırla devam ettikçe biliyorum ki inşallah konuştuğunu da duyacağım Yusuf’un. Benim için her şeyin daha güzel ve
daha anlamlı olacağı o günü sabırla ve duayla bekliyorum…
141
Hastalık Hikâyem - 2014
YAŞLILIK: KAÇINILMAZ BİR ÇÖKÜŞ VE
KAYIPLAR DÖNEMİ
(ve ölüm nerede, nasıl, ne zaman gelir bilemeyiz)
Arif ÇELEBİ
Benim hastalığım yaşlılıkla ilgili. Yaşlılık; hastalıkların ve kayıpların art arda ortaya çıktığı bir dönem. Yaşlanmanın bende
ne zaman ve nasıl başladığını tam hatırlamıyorum. Yaşlı insanları yakınlarımdan, tanıdıklarımdan biliyordum; ama benim de
zamanla onlar gibi olacağım hiç aklıma gelmezdi. Zamanla benim de ellerimin derisi inceldi, buruştu, dokunsan kırılacak gibi
şeffaflaştı, altındaki damarlar görünür oldu. Ellerimde, yüzümde
lekeler ortaya çıktı. Dudaklarım inceldi, çizgi hâline geldi, kenarları aşağı doğru sarktı ki bu, bana mutsuz bir görünüm veriyor. Gözlerim daha çukura kaçtı, üst göz kapaklarım düştü. Alt
göz kapaklarım gözüme tam yapışmıyor. Sabahları bu nedenle
gözyaşım yanaklarımdan aşağıya süzülüyor. “Ağlıyor musun?”
diyorlar. “Hayır! yaşlılıktan” diyorum. Başımın keli iyice büyüdü,
kalan saçlarım kırlaştı. Gözümün parıltısı gitti, boz bulanık oldu.
Kamburum zaten vardı, giderek arttı. Yürümem sarsak, merdivenlerden inerken düşmemek için dikkat etmem gerekiyor. Yıllar
önce evin duvarına oğlumun ve kendimin boylarını kara kalemle
işaretlemişiz. Geçenlerde tekrar ölçtük, 4 santim kısalmışım. Şaşırdım, bu hiç aklıma gelmezdi.
Günün birinde merdivenleri eskisi gibi çıkamadığımı fark ettim. Bir başka zaman yeni şeyleri öğrenmede ve dikkatimi toparlamada zorlanmaya başladım, belleğim hepten zayıfladı. Bildiğim
kişilerin adı aklıma gelmiyor, daha sonra hatırlıyordum. Günün
birinde gözümün önünde karartılar belirdi, önceleri gözümün
önünde bir şey var sanıp elimle uzaklaştırmaya çalışıyordum,
zamanla aldırmaz oldum. Birkaç yıl sonra karşıdan gelen ışıklar
142
Yaşlılık: Kaçınılmaz Bi̇ r Çöküş ve Kayıplar Dönemi
gözümü kamaştırmaya başladı, görmem bulanıklaştı, netliğini yitirdi. Katarakt dediler. Ameliyat için daha da artmasını beklemem
gerekiyormuş. Zamanla bütün bunlara alıştım, mevcut görmemle
idare ediyorum. Son 10 yıl içinde toplam 5-6 kere kulaklarımda
gümbürtülü uğultular, çınlamalar oldu, ani işitme kaybı yaşadım.
Her olaydan sonra biraz düzeldi; ama şimdi her iki kulağım da
az duyuyor ve sürekli çınlıyor. Konuşmaları anlamak için dikkat
etmem, dudak hareketlerini izlemem ve konuşana yakın durmam
gerekiyor. Çalıştığından hiç haberim olmayan kalbim arada bir
teklemeye başladı. Önceleri korktum; ama baktım teklemelere
rağmen yine de çalışıyor, artık aldırmıyorum. Merdivenleri çıkarken tıkanıyorum. Metrobüs duraklarının merdivenlerinde öteki
insanlara ayak uydurmakta zorlanıyorum, beni geçip gidiyorlar.
Zorunlu kalınca kısa bir süreliğine hızlı yürüyebiliyorum; ama koşamadığımı fark ettim.
Bedenim sanki koşmayı unutmuş ya da sadece gücü yetmiyor. En çok rahatsız edeni de sık tuvalete gitmek zorunda kalmam oldu. Geceleri idrara bir iki kere kalkarken, şimdi dört beş
kere kalkıyorum. Şehir içinde uzun süren otobüs yolculuklarında,
otobüse binmeden önce idrarımı tutup tutamayacağım endişesine kapılıyorum. Uçaklarda koridor tarafına ve tuvalete yakın
oturuyorum. Seks gücüm zamanla kayboldu, bunu biraz da sevinerek kabul ettim. Tabii, bütün bu şikâyetlerim için bir sürü de
ilaç alıyorum.
Mesleğim koşuşturma, yenilikleri izleme ve yeni koşullara
uyum gerektiriyor. Mesleğimde giderek geri kaldığımı fark ettim.
Bir çalışmayı düzenleyip sonlandıracak yoğunlaşmayı gösteremiyordum. Yönetici konumundayken, özellikle son yıllarda, genç
arkadaşlarımın benden daha bilgili olduğunu ve kritik durumlarda daha güncel, geçerli ve doğru kararlar verdiklerini gözledim.
Eksikliklerimi tamamlamaya çalışsam da genç arkadaşların arkasından yetişmem mümkün olmuyordu. Bilimsel yazı yazmada
zorlanıyordum. Bilimsel çalışmalar, ilgi alanım olmaktan çıkmıştı.
Önümde daha önemli sorunlar vardı. Kalan sayılı yıllarımı bilimsel çalışmalarla değil daha yaşamsal ve ruhsal sorunlara yönelt143
Hastalık Hikâyem - 2014
mek gereğini duydum.
Günün birinde “Senin yaşın doldu, emekli olacaksın” dediler, elime o zamana kadarki başarılı hizmetlerimden dolayı bir
teşekkür mektubu, hatta bir de plaket verdiler. Fakat işten ayrılmaya cesaret edemedim. Ayrılınca ne yapacaktım? Nasıl geçinecektim? Aynı kurumda anlaşmalı olarak çalışmaya devam
ettim; ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Çalışma sistemi, çalışma
yöntemleri ve hekimlik anlayışı çok değişmişti. Neredeyse her
şey dijital ortamda işlem görüyordu. İşleri yürütecek kadar uyum
sağladım; ama eski uygulamalardaki doğrudan insandan insana
iletişim şeklini hep özlemle hatırlıyorum. Şimdiki idari düzende
üsten assa doğru hiyerarşik, dikine ve tek yönlü bir ilişki var. Yani
yukarılardan emir veriliyor ve aşağıdakiler uyguluyor. Çalışan
kişiler arasındaki yatay ilişkiler azaldı. Kimse yanındakini çok
dikkate almıyor. Yeni gelen yöneticilerin idari ve iş uygulaması
benim dönemime kıyasla farklı; fakat daha başarılı.
Yöneticiler ve çalışma arkadaşlarım bana yaşlı bir meslektaşları olarak saygı gösteriyorlar fakat ciddiye almıyorlar, itibarım
kalmadı, değerim yok artık. Eskimiş, iyi çalışmayan bir alet gibi
bir köşeye atıldım, sanki işe yaramayan bir nesnenin ayaklarına
dolaşmasını istemiyorlar. Gitmemi istediklerini sanıyorum. “Git
artık devrin doldu. Git artık arkadan gelen genç kişilere yer açılsın” dediklerini sanıyorum. İçimden onlara kızıyorum. “Sizin de
yaşlanacağınız bir gün gelecek, bakalım siz nasıl olacaksınız”
diyorum. Tabii o zaman ben olmayacağım. Ah! Yatsam uyusam
mı? Uyuyup hiç uyanmasam mı? Sonra, yine de bu yaşa kadar
aktif olarak geldiğim, iyi kötü bir şeyler başardığım için kendimi
şanslı saymam gerektiğini düşünüyorum. “Her şeyin bir sonu var”
diyorum. “Kabul et ve uyum sağla.”
Duygularımı zor kontrol ediyorum. Biraz duygusal yanı olan
bir şey söyleyecek olsam ağlamaklı oluyorum. Arada bir, şiirle
efkâr dağıtıyorum: Hoyrattır bu akşamüstüler daima. / Gün saltanatıyla gitti mi bir defa / Yalnızlığımızla doldurup her yeri / Dalga
dalga hücum eder pişmanlıklar / Kardır yağan üstümüze gece144
Yaşlılık: Kaçınılmaz Bi̇ r Çöküş Ve Kayıplar Dönemi
den, / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, / Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Ömrümüz
Kumsala yazılmış
Kelebeğin kanat vuruşu gibi geçer
Hayatın ne olduğunu anlayacakken
Bir dalga siler tümünü
Biraz iz kalır anılarda
Sonra o da kaybolur
Evde de bir itibarım kalmadı. Eşim bana söyleyeceği hiçbir
sözü sakınmıyor. Beni işe yaramaz biri olarak görüyor. Evden çekip gitmemi, başka yerlerde kalmamı istiyor. Oğlum kendi âleminde, yapıp edeceği hiçbir şeyi bana sormaz. Geçenlerde “Bana
öğüt verme. Doğru ve yanlış şeyler konusunda beni yönlendirmeye çalışmandan hoşlanmıyorum.” dedi. İnsan, oğluna doğru
ve yanlış bildiği şeyleri söyleyemezse kime söyleyebilir ki…
Dünya çok değişti, insanlar da. Gençler benim zamanımıza
göre çok farklı. Elektronik aletlere bağımlı yaşıyorlar ve elektronik aletler aracılığıyla iletişim kuruyorlar. Çevremde gördüğüm
gençlerin hemen hepsi yakışıklı, iyi giyim kuşamlı, fakat yakından
tanıyınca bazılarının eğitiminin, beceri ve donanımlarının yetersiz olduğunu görüyorum. Buna rağmen çoğunun benlik duyguları
yüksek, sanki dünyanın merkezi kendileriymiş gibi davranıyorlar;
fakat aralarında şövalye ruhlu olanlar da var ki onları daha çok
seviyorum.
Hocalarımın ancak bir ikisi hayatta kaldı. Arkadaşlarımdan
bazıları öldü, bazıları çok uzaklarda, bazılarıyla yıllar içinde koptuk. Yani çevremdeki insanlar azaldı, olanlarla da iletişim kura-
145
Hastalık Hikâyem - 2014
maz olduk. İş yerinde ve kişisel hayatımda konuşacak, sohbet
edecek birileri olmasını çok istiyorum; ama yok. Kendimi yalnız
hissediyorum. İş yerinde, evde yalnızım. Alışveriş merkezlerine gidiyorum. Bir kahve, çay içip kitabımı
okuyorum, notlar alıyorum ya da boş gözlerle çevreye bakıyorum. Birlikte dolaşan, konuşan, paylaşan kişilere imreniyorum.
Kendimi olayların, ilişkilerin, günlük hayatın uzağında kalmış
hissediyorum. Yaşam ışıltılı, içinden müzik, şarkı sesleri gelen bir
gemi gibi süzülüp gidiyor. Ben bir sandalda onun gidişini seyrediyorum. Sesleniyorum duyan yok. Yaşamın dışında kaldım. Her
yeri dolduran bu genç insanlarla arkadaş olamayacağım. Alanımda önemli görevleri başkaları yürütecek. Hayal ettiğim şeyleri
yapabilecek miyim? Olasılıkla yapmayı düşündüklerim sadece
bir hayal olarak kalacak. Kalan yıllarımın şimdikinden daha iyi
olmayacağı belli...
Bulunduğum kurumun hoşgörüsü ile hâlen, devrine yabancı
kalmış biri de olsam, uyum sağlamaya gayret ederek çalışmayı sürdürüyorum. İş, şimdilik beni hayata bağlıyor ve oyalıyor.
Önümüzdeki bir iki yıl içinde ayrılmamın kaçınılmaz olduğu belli.
Hepten boş kalınca ne yapacağım ve başıma neler geleceği üstüne senaryolar üretiyorum, çeşitli endişeler ve sorular kafamı
dolduruyor. Ailesi, çocukları, torunları ile beraber yaşayan, onlar
tarafından kollanan ve sevilen bir ihtiyar ne kadar şanslı, farkına
varmasa bile, ne kadar mutludur. Çevremden böyle bir destek
gelmeyeceğini ve yalnız yaşayacağımı biliyorum. Yarın çalışmayan, hepten yalnız ve ihtiyar biri olunca, depresyona girer miyim?
Hastalık, çöküş, ne zaman ve nasıl olacak? Ömrümün son zamanlarını nasıl yaşayacağım? Nasıl öleceğim?
Şu kesin ki elim ayağım tuttukça ve aklım başımda oldukça
ayakta kalmak, yaşamı güzel ve anlamlı şeylerle doldurmak için
elimden geleni yapacağım. Her şeye rağmen yaşam çok güzel
ve dünya o kadar güzel şeylerle dolu ki… Bu ışık, var olmak, var
olmanın bilinci çok güzel ve yapılacak o kadar güzel şey var ki…
146
Yaşlılık: Kaçınılmaz Bi̇ r Çöküş Ve Kayıplar Dönemi
Günün uğraşları, yürümek ve bedensel aktiviteler, imkân olursa
tanışıp konuşacak insanlar, imkân olursa gezilip görülecek yerler, kitaplar, filmler, müzik, kafamızda şekillenmiş insanlığın geçmiş ve gelecek hikâyeleri ve kendi hayat hikâyelerimiz ve nerden
gelip nereye gittiğimiz üstüne düşünüp akıl erdirmeye çalışmak,
okumak, yazmak, elimden gelirse bazı yaşantı ve anılarımı kitaplaştırmak…
Ölüm nerede, nasıl, ne zaman gelir bilemeyiz; ama sonuçta
hepimiz ölürüz. Benim ölümüm yalnız bir ihtiyar olarak biraz daha
hüzünlü olacak. Yatıp uyumak ve kalp durmasından mesela, bir
daha uyanmamak, güzel bir ölüm. Grip, zatürre yaşlılar için bir
kurtarıcı olabilir, bir iki gün öksürüp hapşırırken bilincimiz kapanır
ve gideriz. Fazla ağrı yapmayan ve hepten yatağa düşürmeyen
bir kansere de razıyım. Bunama bana göre değil; çünkü bakacak
kimsem yok. En kötüsü de felç olup yatalak ve bakıma muhtaç
kalmak. Dileğim, ölümüm, vaktiyle anneannemin dediği gibi olur:
“Azıcık ağrı, ehvence ölüm.”
147
Hastalık Hikâyem - 2014
YASAK MEYVENİN TADI
Eslem GÜNAYDIN
Yaşadığım büyük acıları hafifletebilmek, yüreğimdeki
duyguları aktarabilmek, bu acıyı yaşayan ve yaşayacak
olanlara da acılar karşısında bir nebze olsun teselli
kapılarını açabilmek ümidiyle yazıyorum.
Gözlerimi açtığımda boğazımda daha önce hiç tatmadığım
bir acı hissediyor, ağzımdan ciğerlerime kadar inen bir solunum
cihazına bağlı nefes alıyordum. Boğazımdaki müthiş yanma hissinden dolayı tüpü ağzımdan çekip atmak istiyordum. Zira bilinci yerinde olmayanların uyandıklarında yaptıkları ilk şey buydu;
fakat benim bunu yapmak için takatim bile yoktu. Peki ya ne olmuştu bana?
Bir ramazan günü iftardan sonra rahatsızlanmıştım. Kanlı ishâl gibi basit gözüken bir hastalık olmasına rağmen her gün farklı
bir doktora gidiyorduk; antibiyotikler, serumlar fayda etmiyordu.
Bir hafta sonra sol kolumda bariz bir morarma belirdi. Bu sefer
gastroenteroloji bölümüne gitmiştik. Doktor kolumu gece uykumda bir yere çarpmış olacağımı söylüyordu; lakin cevap vermeye mecalim kalmadığı için gözlerimle reddediyordum bunu. Tam
teşhis konulabilmesi için bazı kan tahlilleri istemişti benden. Sonuçları bankların üzerine yığılmış bir şekilde bekliyordum. Tahlilleri gören laborant yanıma gelip tekrar kanımı almak istediğini
söylemişti; fakat sonuç yine aynıydı. Her bir kan değerinin üzerinde yıldız vardı. Bu demek oluyordu ki hepsi referans aralığının
dışındaydı. Sonuçları gören doktorun yüzü düşmüştü ve biraz
sonra kafasını kaldırıp: “HÜS” deyiverdi. Şaşırmıştık; çünkü ilk
kez böyle bir hastalık duyuyorduk. Doktor bir an önce Çapa’ya
yatırılmam gerektiğini söylüyordu. Neye uğradığımızı şaşırmış
148
Yasak Meyvenin Tadı
olarak ağlamaya başlamıştık bile. Daha bir hafta önce ağrı kesici
bile kullanmayan ben, adını daha önce hiç duymadığım bir hastalık sebebiyle Çapa’da mı yatacaktım?
Doktor yolda giderken çok dikkat etmemi, vücudumun hiçbir yerine en ufak bir darbe almamam gerektiğini, aksi takdirde
hemen moraracağını söylüyordu. Bu sırada babam da şehir dışındaydı ve Çapa’ya kaldırıldığımı duyunca ilk uçakla İstanbul’a
gelmişti.
Doktorum Çapa’yı aradı ve acilden giriş yaptık. Apar topar
beni bir sedyeye yatırıp ilk incelemelerini yaptılar. Netice olarak
kateter takmaya ve kanımı değiştirmeye karar verdiler. Biraz sonra bir doktor, ekibiyle birlikte içeri girdi. Odadakileri dışarı çıkardılar ve acı dolu işlem başladı. İşlem öncesinde ağrıyı hissetmemem için uyuşturucu iğne yapmışlardı; lakin iğnenin yavaş etki
etmesinden olsa gerek her işlemi birebir hissediyordum. Dişlerimi sıkıyordum ve gözümden sel gibi yaşlar boşanıyordu. Her
iğne vücudumda birer hançerdi sanki.
Uzun bir süre deneyip başarısız olunca boynuma geçmeye
karar verdiler. Yüzüm yeşil bir örtüyle kapatılmış, sadece boynum açıkta kalmıştı. Bu sefer hiç kıpırdamamam gerekiyordu.
Her derdin tabibi olan sahibime, Rabbime sığınmaktı tek çarem.
Bu acı dolu işlem tam bir buçuk saat sürmüştü. Saat 22.00 olmasına rağmen beni aferez odasına götürüp plazmaferez işlemine başladılar. Bendeki kanı çıkartıp yerine başka birisinin kanını veriyorlar, sanki bedenimden ruhumu çıkarıyorlardı. Üstelik
bunun için her gün on iki kişinin kanına ihtiyacım vardı. Ertesi
gün yapılan kan tahlili plazmaferezin biraz olsun işe yaradığını
gösteriyordu; lakin böbrek iyilik hâlini gösteren değerim yani kreatinin, haddinden fazla yükselmiş ve akut böbrek yetmezliği başlamıştı. Ertesi gece uykumda “Hüsnü” diye sayıklamam ve ismi
“Bayerma” olan doktorumu “Salamura” diye çağırmam üzerine
teşhisimin HÜS’ün bilinç kaybına neden olan türünden, yani TTP
olmasından şüphelenmişler.
149
Hastalık Hikâyem - 2014
Ben acilde yatarken her yerde “Eslem Günaydın için 0 Rh (-)
kan aranıyor!” ilanları verilmeye başlamıştı. Ramazan dolayısıyla
kanlar sadece iftardan sonra alınmasına rağmen Kan Merkezi
tıklım tıklım doluyor, bahçeye taşıyordu. Kan vermek isteyenler arasında şehir dışından gelenler mi yoktu, hamile kadınlar
mı, saatlerce beklediği hâlde sıra gelmediği için geri dönenler
mi, yoksa sırası geldiğinde bütün kanını vermek isteyenler mi?
Anladım ki bu sadece benim değil, herkesin imtihanı idi. Kimi
Makedonya’dan, kimiyse Almanya’dan gelmişti. Sanki onlar kan
vermezse ben değil de onlar ölecekti. Kan grubumun hiç de kolay bulunmamasına rağmen Kan Merkezi, adeta benim için çalışıyordu ve kan ilanlarımda bir kişinin değil altı kişinin numarası
yazıyordu. Buna rağmen telefonlar hiç susmuyor, donörleri Çapa’ya getirmek için belli noktalardan servis kaldırılıyordu.
Bir gece gelen bir arama ile acil bir kan ihtiyacının olduğunu
öğrenmiştim. Eslem’i hiç tanımıyor olmama rağmen kan ilanlarını yaymaya başlamış, sabaha karşı hastaneye gitmiştim. Tam
üç gün çok yoğun bir tempoyla çalışmış, toplamda sadece dört
saat uyumuştum. Uykusuz ve oruçlu olmama rağmen Rabbim
elimden tutmuş, mucizevi bir güç vermişti sanki bana. İşte o üç
günde telefon görüşmeleri nedeniyle sahur bile yapamamıştım.
“İyi günler, Eslem Günaydın için Çapa’da 300 ünite 0 Rh (-) kana
ihtiyaç var, gelirseniz ben kan merkezinin önündeyim, sizinle ilgileneceğim” şeklindeki kısacık konuşmama rağmen bir keresinde
12-13 saniyelik bir telefon görüşmesinde 21 kişi arama bekletme
kaydına geçmişti.
Aradığımız kan miktarı normal değildi, dolayısıyla bizi kan
mafyası sanıp polise şikâyet edenler bile olmuştu. Nihayet polis gelip durumu görünce özür dileyip gitmişti. Kan merkezindeki
görevlilerden birisi dört yıldır orada çalıştığını, ama hiç öyle bir
kalabalık görmediğini söylemişti. Eslem için kan aramayan yoktu!
Kiliseler Birliği Başkanı aramış, Müslümanların Ramazan’da kan
vermesinin zor olacağını, eğer talep edersek cemaatine haber
verebileceğini söylemiş, ben de kabul etmiştim. İşte merhamet
buydu… Çapa’da yaşadığım günlerin anlatılması benim için bile
150
Yasak Meyvenin Tadı
bu kadar zorsa kendisini sadece sedyeyle önümden geçerken
gördüğüm Eslem ve ailesi için nasıldı, kim bilir?
Bir akşam dışarıya çıkmak için ısrar etmem üzerine beni kıramamışlar ve Kan Merkezi’nin önüne kadar götürmüşlerdi. O
manzarayı unutmam mümkün değildi. İçerisi ve dışarısı insan
kaynıyordu. Gördüğüm manzara beni çok etkilemişti; fakat o gece
akciğerlerim su topladığı için nefes almam zorlaşmıştı. Sonrasını
hatırlamıyorum. Beni bayıltıp entübe etmişler ve Çapa’da yer olmadığı için Cerrahpaşa’ya kaldırmışlar. Doktorum gözyaşlarıyla
aileme, “Biz elimizden geleni yaptık, her an her şeye hazır olun”
demiş. Bir diğeriyse aileme yerimi hazırlamalarını söylemiş.
17 Ağustos... Bizim ve kızım Eslem’i sevenlerin yüreklerini alt
üst eden deprem gecesi... Eslem, önceki gün dayısının aldığı
kuşlu pijamayı çok sevmiş ve hiç çıkarmak istememişti. İşte o
pijama, bıçakla paramparça edilmiş bir hâlde kanlar içinde bize
yollandı. Tam durumu iyiye giderken ne olmuştu birden? Nasıl bir
hastalıktı bu HÜS? Türkiye’de çok nadir olan bu hastalık nasıl da
bulmuştu kızımı? Yetişkinlerde yaşama ihtimalinin az olduğunu
aklıma getirmemeye çalışırken doktorların sözleri çivi gibi çakılıyordu beynime.
Babam ve kayınpederim oturup Eslem kimin köyüne defnedilsin diye hazırlıklara başlamışlardı çaresizce. Herkes bir köşeye
çekilmiş Eslem’in ruhuna Yasin okurken büyük kızım ve bense
şifa ayetleri okuyorduk. Öyle ya, Allah’tan ümit kesilmezdi. Canı
veren de O’ydu, alan da. O gece tanıdık tanımadık hep birlikte
Cerrahpaşa’daydık. Sahur vakti ellerimizi açtık semaya. Herkes
sesli bir şekilde dua ediyordu. Bense, “Rabbim, sen her şeyi güzel edensin. Eslem’in de hastalığını güzel et. Hakkında hayırlısı
neyse onu nasip et; ama ben kızımın yaşamasını istiyorum” diye
dua etmiştim. “Cerrahpaşa’ya koydum canımın yarısını” türküsü
işte o gece herkesin dilindeydi. Bense: “Eslem’in teyemmüm taşını atmayın.” diyordum.
O gece çocuklar dahi uykudan kaldırılmış, mübarek sahur
151
Hastalık Hikâyem - 2014
vakti Eslem bir kez daha gözlerini açsın diye dua etmeyen kalmamıştı. Çalıştığı kursta hiçbir sınıfta ders işlenmemiş ve küçük
büyük herkes Eslem için dua etmeye koyulmuştu. Sadece bir
yerden on iki tane hatim okunmuş, şehitler kanı kadar dua edilmişti o gece. Kimin duası kabul olundu bilinmez; ama sabah on
bire doğru gözlerini açmıştı dua çiçeği.
Ara sıra ayılıyor, etrafta neler olduğuna bakıyordum. Doktor
ambulans gelmediği için öfke saçıyordu. Çünkü Çapa’da yer açılmış ve sevkim için saatlerdir ambulans bekleniyormuş. Sonunda donanımsız bir ambulansla Çapa’nın yoğun bakımına gönderilmişim. Narkozun etkisi hâlâ sürüyor, ara ara uyanıyordum.
Uyandığımda boğazımda müthiş bir acı hissediyor, makinelerle
nefes alıyordum; ama her saniye öylesine acı çekiyordum ki…
Ağzımda o tüp varken midem bulanıyor, sürekli istifrağ ediyordum. Hemşireler hava veren hortumu ağzımdan ayırıp başka bir
tüple ciğerlerimi temizlerken nefes alamadığım için sudan çıkarılan balık gibi çırpınıyordum. En kötüsü de boğazımın yanması
sebebiyle hiçbir şekilde uyuyamayışım ve her acıyı hissetmemdi. Hemşirelere uyku ilacı verin diye yalvarmama rağmen bunun
daha zararlı olduğunu ve iyileşmemi zorlaştıracağını söylüyorlardı. Benim haricimde odada yedi kişi vardı ve yedisi de hiç uyanmadan, her şeyden bihaber uyuyorlardı. Bense yirmi dört saat
etrafı gözlüyordum.
Düşünüyordum, aslında şükredecek ne kadar çok şeyimiz
olduğunu. Kendi kendine nefes alabilmek, yürüyebilmek, konuşabilmek, kendi ihtiyacını giderebilmek, yemek yiyebilmek, hatta
hareket edebilmek… Bunlar ve farkında olmadığım pek çok şey
paha biçilemez nimetlermiş… Yoğun bakımda doktor ve hemşirelerin üzüm yemeleri asla gözümün önünden gitmez. Sanki o
üzümler bu dünyadan değil de cennetten getirilmiş yasak meyvelerdi…
Her şeye rağmen yaşıyordum ve moralim her zaman çok
yüksekti. Bunda ailemin ve dostlarımın etkisi paha biçilemezdi.
Sürekli içeriye birbirinden güzel sürprizler yolluyor, ben dışarı çı152
Yasak Meyvenin Tadı
kamasam da sokağı içeriye gönderiyorlardı. Oysa bilmiyorlardı
ki onların ta kendileriydi benim mutluluk kaynağım. Hediyelerden
beni en çok mutlu edense rulo şeklinde bir kâğıda tanıdık tanımadık bir sürü kişinin bana yazdıklarıydı. Tam iki buçuk saatte beş
yüzü aşkın kişinin yazdıklarını okumuştum. Doktorum bu yazıları
gördükçe kıskanıyor, “Ben ölsem kimsenin umurunda olmaz, kız
hasta oldu diye dünya ayağa kalkmış!” diye yakınıp ben yazıları
okurken fotoğraflarımı çekiyordu. Bazı doktor ve hemşireler de
yerlere uzanan o kâğıdın birer ucundan tutup okuyorlardı.
Abdest taşım steril olmadığı için yoğun bakıma girememişti.
Onun yerine önüme sürülen yemek masasında teyemmüm edip
namaz kılmaya çalışıyordum. Bazen namazım bir saati buluyordu; çünkü narkozun etkisiyle zaman zaman dalıp gidiyor, uyandığımda hatırladığım yerden devam ediyordum. Yoğun bakımda
geçirdiğim günlerin arasında tatlı bir heyecanım vardı. İki gün
sonra üniversite sonuçlarım açıklanmış, doktorlar şifreyi verdiğim
takdirde sonucuma bakabileceklerini söylemişlerdi. Fakat ben ısrarla ailemden birisiyle öğrenmeyi isteyince babam yanıma geldi ve birlikte sonucuma baktık. Şükürler olsun, ilk tercihim olan
üniversiteyi kazanmıştım. Yüreğim sevinç çığlıkları atarken tüm
gücümle babamın elini sıkıyordum. Babama yazdığım cümle ise
“Baba, okuyabilecek miyim?” idi.
Şükürler olsun hâlâ yaşıyordum ve hiçbir zaman umudumu yitirmemiştim. Her sabah vizit esnasında bir kâğıda “Ben
çok iyiyim, beni ekstübe edin” yazıyordum. Ve bir hafta sonra
ekstübe edildim. O kadar mutluydum ki yemek yiyeceğim için.
Hemşireden anneme incir kurusu ve üzüm getirmesini rica eder
misin diye sormuştum. O da; “Peki” demişti. Biraz sonra yemeğim geldiğinde üzümleri görmenin heyecanıyla hemşire hanıma
teşekkürlerimi sunarken, “Ama ben onları söylemeyi unuttum!”
demesin mi? Evet, gerçekten inanmıştım; bu üzümler kesinlikle cennettendi. Onlar bana hediyeydi. Bir annenin varlığı, evladı
için bu dünyadaki cennet değil miydi zaten?
Yoğun bakımdan çıkacağım gece tanıdık tanımadık herkes
153
Hastalık Hikâyem - 2014
heyecanlanmış, hatta bazıları yoğun bakımın kapısında sabahlamışlardı. Bu sefer sürpriz yapma sırası bendeydi. Hemşiremden
yardım istedim malzeme temini için. Boş bir serum şişesi, yüz
maskesi, şırınga ve Batikon ile hediye hazırlayacağım nereden
gelirdi aklıma? Bir kâğıda umut dolu birkaç cümle yazıp katladım
ve kâğıdı şırınganın içine, şırıngayı da serumun içine koydum.
Maskeyi de seruma bağlayıp Batikon ile gülen bir yüz çizdim. Serumu hemşirelere verip arkadaşlarıma yollattım. Meğer bu küçük
sürprizle ne kadar çok sevinmişler.
Sabah olup da dışarıya çıktığımda eş dost ellerinde üzerinde
birbirinden güzel şeyler yazan pankartlarla beni bekliyorlardı. “29
Mayıs Üniversitesi Eslem Günaydın’ı kazandı!” “İftar soframızda bir bardak suyumuz gibisin.” “Orada gözünün makinelerden
başka bir şey görmediğini söylüyormuşsun, bizim de gözümüz
senden başkasını görmüyor!” “Hepimizin kan grubu Eslem!” “Senin kana, bizim cana ihtiyacımız var.” “Haydi Eslem! Gamzesi ol
insanlığın!”
Yoğun bakım ünitesinde hasta bakıcısı göreviyle çalışırken
Eslem’i çok sevmiş, onun yaşadıklarından etkilenmiş ve servise
çıktıktan sonra da ziyaretine devam etmiştim. Gencecik yaşına
rağmen büyük imtihanlar atlatıyor, her gün gözlerimle yaşadıklarına şahitlik ediyor ve elimden geldiğince ona yardımcı olmaya
çalışıyordum. Makinelere bağlı olmasına rağmen moralini her
zaman çok yüksek tutuyor, oradan çıkacağı günü iple çekiyordu.
O zor şartlar altında bile namaz kılmasıydı beni en çok etkileyen.
Karar vermiştim, kızım olursa adını Eslem koyacaktım. O gün
geldi ve Eslem’i tanıdıktan iki buçuk yıl sonra doğan kızıma Eslem adını koydum. Sonradan öğrendim ki sadece ben değilmişim
Eslem’den etkilenip de kızına onun ismini koyan. Eslem yoğun
bakımdayken kıymetli bir hocası da doğan kızına Eslem adını
koymuş. Şimdilerde kızımın isminin anlamını soran herkese Eslem’in kelime anlamını değil, Eslem’i anlatıyorum…
Yoğun bakım sonrası yeni bir yerdeydim: Nefroloji. Artık yeni
doktor ve hemşirelerim vardı ve şaşkınlık sırası onlardaydı. Dok154
Yasak Meyvenin Tadı
torlara günü gününe başımdan geçenleri anlatırken doktorların
yüz ifadeleri değişiyordu. En sonunda asistan doktorum yaşadıklarımı dosyaya yazmaya bile dayanamayıp hocasına, “Bu nasıl
şey, ben anlamadım.” demişti. Yeni hemşirelerim de beni sevmişlerdi. İyi olduğum zamanlarda canları sıkılınca yanıma geliyorlardı ve ben ney üflerken onlar benim yanımda dosya işlerini
yapıyorlardı. Arkadaşlarım serviste de boş durmamışlar, duvarlara moral kartonları asmışlardı: “Çok su içiyorum, +500 önde gidiyorum.”, “PLT’m yükseliyor, LDH’em düşüyor, Kreatinin’im taban
yaptı.”, “İyiyiz iyiyiz” gibi olması umut edilen cümleler… Bir diğer
sürprizleri ise altmış iki tane fotoğraf çıkartıp getirmeleriydi. Her
fotoğrafımız birbirinden çılgın maceraları ve sevdiklerimi gösteriyordu. Ne güzel günler geçirmiştim. Hayatı dolu dolu geçirip,
en güzel şekilde yaşıyordum. Nereden gelirdi aklıma on sekiz
yaşımda sapasağlamken birden yatağa düşüp o günlerin fotoğraflarına özlemle bakacağım?
Sırada yeni bir imtihan vardı: Ramazan Bayramı yaklaşıyordu. Artık herkes bayram telaşına düşecek ve benim için kan bulmak zorlaşacaktı. Tahmin ettiğimiz gibi de oldu. Artık yeni ilanlar
yayılıyordu: “O, bayramda bayram şekeri değil; ünite ünite kan
yiyor. Ama yine yetmiyor. Aranan kan bir türlü yeterli miktarda
bulunamıyor.” şeklinde. Dile kolaydı her gün 12 ünite 0 Rh (-) kan
alışım. Kanı bulmak ayrı bir zordu, vücuda kabul ettirmek ayrı…
Bir gün yine nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Artık
oturarak uyumaya çalışıyordum; çünkü akciğerlerim yine su toplamıştı ve uzanınca öksürmeye başlıyordum. Bu sefer farklı bir
durum söz konusuydu: Öksürürken ağzımdan kan geliyordu. Aksilik bu ya, dokuz günlük bayram tatilindeydik ve beş katlı binaya
tek nöbetçi doktorun baktığı hastanede doktoru bulmak hiç de
kolay değildi. Nihayet nöbetçi doktor ve yoğun bakımdan birkaç
doktor geldi ve yine beni makineye bağladılar. Kalbim yerinden
çıkacakmış gibiydi ve kan kusmaya devam ediyordum.
Doktorlar yaptıkları istişare sonucu beni yoğun bakıma götürmeye karar verdiler. Bu sefer ayıktım ve gittiğimde doktorum
155
Hastalık Hikâyem - 2014
kapıda bekliyordu. Gerisini hatırlamıyorum; çünkü beni bayıltmışlardı ve yine boğazımdaki o acıyla uyanmıştım, yani entübey
idi… Yoğun bakım çalışanları beni tekrar orada gördükleri için
çok üzülmüşlerdi. Orada çalışan yaşlı bir teyze beni gördükçe
gözleri doluyor, “Senin yüzünden işi bırakacağım be yavrum” diyordu. Ben de sürekli ona iyi olduğumu yazıyor, onu teselli ediyordum.
İkinci yoğun bakımda makinelere bağlı olmama rağmen birden nefes alamamaya başlamıştım. İşte bu duygu çok kötüydü.
Nefes alamayınca ölecekmişim gibi hissediyordum. Doktor gelene kadar elime geçen şeylerle kendime hava yapmaya çalışıyor
ve yerimde duramıyordum. Kendimi zorla kaldırıp ayaklarımı yataktan aşağıya atmıştım. Doktor tansiyonumun yirmilere çıktığını görünce “Çıkarın!” diye bağırdı ve saniyeler içinde ağzımdaki
tüpü çektiler. Gördüğümüz manzara karşısında hayretler içinde
kaldık. Tüpün içi tamamen kan doluydu ve nefes alamayışımın
sebebi buydu. Ekstube edildiğim için çok mutluydum ve tekrar
entube edilmemek için tüm gücümü toplayıp kısık bir sesle: “Ben
çok iyiyim” dedim.
İkinci yoğun bakım sonrası bir daha kan değişimi yapılmamış,
vücudum kendini toparlamaya başlamıştı. Tam üç yüz otuz kişi
benim için kan bağışlamış, kanların yüz sekseni bana verilmişti.
Bu sayı gerçekten dile kolaydı, özellikle de 0 Rh (-) kan grubu
için. Tabii bir o kadar da gelip kan verme şartları tutmadığı için
geri dönenler vardı. Allah hepsinden razı olsun.
Allah insanı en sevdiği şeyle imtihan edermiş ya, benim hikâyem de öyleydi. Bir gün bile evde duramayan ben, kırk gün hastanede kalmıştım. Tramvay seslerini duymak bile acıtıyordu artık
içimi. Kuşların kanatlarına umutlarımı yüklüyor, ben de onlar gibi
özgür olmak istiyordum. Tam bunları düşünürken birden silkelenip, “Şükret ki nefes alıyorsun Eslem!” diyordum. Evet, hem
de makinelere bağlı olmadan! İnsanoğlu ne çabuk unutuyor zor
günlerini? Kim bilir, belki de hatırlamak istemiyordu. Her gün biraz olsun dışarıya çıkmak için izin almaya çalışıyordum; ama
156
Yasak Meyvenin Tadı
nafile… Üniversite kaydımı yapmaya gidebilmek için çok ısrar
etmiştim; ama yine de izin çıkmamıştı. Olsun, kazanmıştım ya…
Kararlıydım, bir an önce iyileşip okuluma gitmeye. Hatta sadece okulla yetinmeyip hariçte gideceğim çini, ney, ebru, yüzme kurslarını bile ayarlamıştım. Gelin görün ki hayat her zaman
istediğimiz yüzünü göstermiyor bizlere. Yoğun kortizon ve uzun
süre yatmam sonucu kaslarım zayıflamıştı ve merdivenleri bile
çıkamıyordum. Birkaç gün okula gitmeyi denedikten sonra bir yıl
istirahat etmemin daha faydalı olduğuna ikna oldum ve dondurdum okulu çaresizce. Bir ay sonra yapılan böbrek biyopsisi ve
konulan FSGS teşhisi ile farklı imtihanlar yaşayacağımdan ve
bir yıl evde tek başıma zor günler geçireceğimden habersizce...
Tüm bunlara rağmen bir yıl sonra büyük bir heyecanla okuluma
başlamıştım. Gün geçtikçe sevdiklerimin de desteğiyle daha iyi
oluyor ve hayata farklı bir gözle bakıyordum. Artık benim için anlamı vardı aldığım her nefesin.
Bir yanda bitmek tükenmek bilmeyen hayaller, bir yanda yaşam mücadelesi… Hangimizin aklına gelir bir anda ölümle hayat
arasında gidip geleceği? Bilmezdim ki aslında insan her saniye
ölümden dönüyormuş. Hayatsa uzunluğunun ne kadar olduğunu
bilmediğimiz iki nefes arası bir var oluşmuş. Ve Allah bana ikinci bir nefes vermiş, “Yürü kulum!” demişti. Şimdi sıra bende...
Ardına bakarak yürümek yerine ürkek adımlarla, emin adımlarla
koşmak gerek ufuklara…
157
Hastalık Hikâyem - 2014
SUİKAST NOTLARI
Mustafa GÜNEY
Büyük, kocaman, depderin bir sessizlik...
Yarı ölü bir insan olarak, insanları az da olsa küçümsemeye
hakkım var diye düşünüyorum. Onların yaşıyor olmalarıyla, yaşayacak olmalarıyla, bu yaşama eziyetine katlanacak olmalarıyla
dalga geçmezsem, bu hastalık benim için iyice katlanılmaz bir
hâl alacak. Tıpkı küçüklüğümde, babamın merdivenleri yavaş yavaş, ayaklarını yere vura vura yukarı çıkıp odamın başında durarak alıp verdiği o gürültülü nefesine ve mahalleyi ayağa kaldıran
öksürüğüne katlanamamam gibi… Ah şu sigara tiryakiliği beni ne
de çok sinirlendiriyordu.
Aslına bakarsanız, hastalıklı bir ruha sahip babanın hastalıklı
bir ruha sahip oğlundan başka bir şey değildim, kasaba halkına
göre. Hem kendi kasabamdan hem de tüm taşra insanlarından
nefret etmemin temel nedeni belki de burada yatıyordu ve gayet
tabii kuzenlerimle olan ilişkilerimde. Bugün elime geçen bir kâğıt
parçasıyla birlikte zaten ara ara yapıyor olmaktan hoşlandığım,
şu anki hayatım ile beş yıl önceki, on yıl önceki hayatımı kıyaslama eğlencem ayrı bir derinlik kazandı.
Üniversite için kasabadan ayrılmamdan birkaç ay sonra, babamın bir trafik kazası geçirdiğini ve olay yerinde hemencecik
öldüğünü öğrenmiştim. İlk düşündüğüm şey, annemin ve kız kardeşimin yaşamaya nasıl devam edecekleriydi. Babamın emekli
maaşı ve kendimize ait bir evimiz vardı, ne de olsa artık onlara
ben de masraf çıkarmıyordum. Devletin verdiği bursla rahatça
geçinebilirdim. Belki ayda iki yüz, iki yüz elli lira bile gönderebilirdim. Öte yandan garip olan şey şuydu ki; tüm bu gerekli gereksiz
158
Suikast Notları
düşüncelerin, planların yanı sıra babam için üzülüp üzülmediğimi
bir türlü hatırlayamıyorum.
Bu kazadan üç yıl sonra gittiğim bir genel cerrahi uzmanı,
bana bir psikiyatra görünmemi tavsiye etti. Nedenini az biraz
tahmin edebiliyordum. Aynı hastanedeki dört uzmanın dördüncüsüydü bu adam. Ben diğer üçünü denemiş, istediğim şeyi hiçbirinden duyamamış ve son çare olarak bu adama da başvurmuştum. Ancak onlar benim hiçbir şeyim olmadığı konusunda gayet
hemfikirdi. Bugün bulduğum şu kâğıt parçası da, o zamanlarda
yazdığım bir metin; tahminimce doktora ilk gidişimin ardından kaleme almışım. Bu metin, ayrıca o zamanlardaki yazar olma hevesimi tekrar hatırlatıyor:
“Doktorların, tüm olumlu tavırlarına karşın, hâli hazırda kendini rahatlamış hissetmiyordu. Hayatı boyunca kendini hasta hissetmiş, tüm hayatını bunun üzerine kurmuştu. Bir yandan doktorlara inanmadığı, inanamadığı da söylenebilirdi; ancak onlara
duyduğu sonsuz saygı bunu engelliyordu. Aslında, engelliyordu
demek de pek mümkün değildi. Yine de, aklının derinliklerinde
yalan söylediklerini hissediyordu. Bunun için uygun zemin de
yok değildi; çok fazla heyecanlıydı, fazlasıyla tedirgindi, doktorlar ona bu üzüntüyü yaşatmamak için yalan söylemiş olamazlar
mıydı? Derinlerde bir yerde bu fikri engelleyemiyordu, yine çok
hızlı düşünüyordu. Sonuçta ettikleri bir yemin vardı ve bu vaziyette gördükleri ilk hasta “o” değildi. Gerçi yarın için yaptırması
gereken bir testi daha vardı, belki hâlâ aklında soru oluşmasına
neden olan şey bu testti. Peki, işin psikiyatrik boyutu yadsınmadan geçilebilir miydi? Hayatı boyunca kendini hasta bilmiş birine
“Hasta değilsin” demek, dünyadaki en güzel şey olmalıydı. Ancak beynin bir anda hasta psikolojisinden çıkması kolay mıydı?
Şimdi tüm planlarını, hayatını yeniden düzenlemesi gerekecekti.
Bunun için şükrediyordu.
Belki bir yerde onun bu “kendini hasta hissetme” durumunun
nedenlerine değinmekte gerekir. Babaannesiyle büyümüştü.
Tüm ergenlik döneminde, babaannesini hasta yatağında gör159
Hastalık Hikâyem - 2014
müş, bu da yetmezmiş gibi, babasından sürekli “Ben yakında
öleceğim” feryatlarını duymuştu. Bu durum ve feryatlar arasında
o da kendini hasta olarak addetmiş ve babası gibi yakın bir zamanda öleceğini öngörmüştü.
Peki, neden bugün gitmişti doktora? Neden, kendini hasta
hissettiği son beş yıldır değil de, bugün? Bunun cevabı kısa ve
öz olmasına rağmen derinliği tartışılabilirdi. “Hastalığını bilmeden
ölecek bir cahil olmak istemiyordu.” Ayrıca son dokuz - on aydır hayatının önemli olduğunu düşünmeye başlamıştı. Önceleri,
hayatının ailesine ait olduğunu düşünür, hasta babaannesi ve
depresif babasının üzerine bir de o yük olmak istemezdi. Fakat
hayatının kendisine ait olduğunu düşünmeye başladığından beri
bu doktor ziyaretini kafasına koymuştu.
Bunu başardığı için mutluydu, ama hâlâ tedirgindi, yarını beklemek istiyordu yeni bir hayat için. Hastalık hissinin doruğa ulaştığı günlerde kendi kendine, “Sağlıklı bir hayatta yapılacak çok
fazla şey var.” derdi.
Evet...
Sağlıklı bir hayatta yapılacak çok fazla şey var.
Garipti ki bu psikiyatra gitme olayını gayet ciddiye almıştım.
Sanki yıllardır bir psikiyatr ile konuşmak istiyor da, bunun için bir
itici güç bekliyordum. İlk görüşmemizde o kadar çok konuşmuş
olmalıyım ki, hastaneden çıkıp eve uçarak gitmiş ve hemencecik uyuyuvermiştim. İkinci görüşmemiz de böyle sayılırdı. Ancak
üçüncü görüşmemizde konuşma sırası doktordaydı. Doktor, bipolar bozukluk sahibi olduğumu söyledi. Obsesif kompülsif, şizofroni gibi bazı psikiyatrik hastalıkları bilmeme karşın bunu ilk
kez duymuştum. Bir hastalığım olduğunu -doktorun ciddiye aldığı
bir hastalık- öğrenmeme karşın yine de şükrediyordum. Şüphelendiğim gibi cerrahlık bir hastalığım yoktu; sadece ruhumda,
kafamda bir takım problemler vardı. Bunları atlatabilirdim. Doktor, birkaç kutu ilaç yazıp haftaya görüşmek temennisiyle beni
160
Suikast Notları
yolladı. İlaçlarımı kullanmaya, doktorla görüşmeye devam ettim.
Teşhis konulalı yedi ay civarı olmuş ve son bir - bir buçuk aydır
da doktorla görüşmemiştim. İyiye gidiyordum.
Bir cuma akşamı, “Six Feet Under” isimli, son zamanlarda
epey müptelası olduğum dizinin on birinci bölümünü izlemek için
mısır patlatıp meyve soyarken aklıma delicesine bir fikir geldi.
Sanki soğuk, buz gibi bir bıçağı tenimde hissetmiştim. İlk randevularımdan birinde -sanırım ikinci olanında- doktor, ailemde psikolojik sorunları olan birinin var olup olmadığını; teşhisi koyduğu
üçüncü randevuda da, ailemde bipolar bozukluk sahibi insanlar
olup olmadığını sormuştu. Pek umursamadığım sorulardı bunlar.
Bir de doktorun verdiği şu broşürlerin en altında yazan şu küçük
not:
“İyi bir gün ile hipomoni” ve “Kötü bir gün ile depresyon” arasındaki farkı bilmelisiniz.
Aklıma babam geldi, böyle günleri çok fazla olurdu. Biz ise,
işin verdiği strestendir, deyip geçerdik. İşte günlerdir uykularımı
kaçıran düşünce şu ki, babam intihar etmiş olabilir miydi? Bu kadar iyi bir sürücü hem de ben kasabadan ayrıldıktan yalnızca
birkaç ay sonra, nasıl trafik kazası geçirebilirdi. Bu tabii ki mümkündü; ancak yine de aklımda bu soru ve bir kelime dönüp duruyordu:
“İntihar”
Babam, bu genetik hastalığımız yüzünden zaten düşüncelerinin, hislerinin sürekli değişe durduğu bir hayat yaşıyordu; bu
katlanılmazdı. Benim evden ayrılışım, dış dünyasındaki hayatının da değişmesi anlamına geliyordu. Belki de bu onun için çok
ağırdı ve bir akşam eve dönerken tüm bu acılarını sonlandırmak
istemişti.
“Bipolar bozukluğu olan kişilerin %25-50’sinin hastalıklarının
gidişi sırasında bir noktada intihar girişiminde bulunduğu bildirilmiştir. Etkili tedavi uygulanmadığında, bipolar bozukluk olguların
161
Hastalık Hikâyem - 2014
yaklaşık %10-15’inde intihara yol açabilmektedir; bu da bipolar
bozukluğu en ciddi ve ölümcül psikiyatrik hastalıklardan biri yapmaktadır.”
Bu düşünceyle aynı evde, bir hafta geçirmemin ardından
doktora gittim ve bu fikri ona da açtım. Bilemeyeceğini söyledi,
“Olayları, görmek istediğin gibi görürsün. Bu sadece bir yorum
ve asla bilinemeyecek bir gerçek.” Bazı gerçekler zehirliydi ve
benim bunu bilmemem gerekirdi. Doktor ayrıca, “Bu düşünceye,
hastalığın sebebiyle kapılmış olabilirsin. Senin hastalığına sahip
insanlar bazen çok hızlı düşünür, biliyorsun ve bu hızlı düşünme
sekansları seni yanlış sonuçlara götürebilir” demişti. Belki haklıydı, belki haksız. İşin komik yanı, doktorun kesin bir kanaati olamamasıydı.
Bazı akşamlar düşünüyorum da, nereden geldiği ve nereye
gideceği belirsiz bir hastalığa sahipken geleceğim hakkında nasıl
plan yapabilirdim. Bugün delicesine istediğim bir şeyi, nesneyi
hatta bir insanı, yarın akşam üzeri ilelebet istemeyeceğimi düşünebilirdim. İşin diğer komik yanıysa, artık küçümsemeden varlıklarını kabul edemediğim o taşra insanlarının haklı olmalarıydı.
Evet, ben hasta bir babanın, hasta oğluydum.
Bugünse, hayata dair tüm ufak tefek, orta ölçekli pişmanlıklarım uçup gitmekle beraber, babamı kurtarabilirdim düşüncesi
aklıma, kalbime saplanıp kalıyor:
“Babamı kurtarabilirdim”
Bu düşünceye, öfke dolu anlarımda kapılmam ise aklımın
sınırlarını zorluyor. Cehalete, kendi cehaletime lanet ediyorum.
Haftanın beş akşamı ailesiyle vakit geçirmek yerine arkadaşlarıyla içmeye giden Fırıncı Haldun amcaya, sırf kasabada yaşıyor oldukları için kitap okumamalarını mazur göstermeye çalışan
ve Kocababalar Kıraathanesi’nde zamanlarını öldüren gençlere,
kuzu pirzolanın kilosunu üç lira fazladan satan yukarı çarşı kasabına, siyasetten bir gram anlamadığı hâlde başıma Rousseau
162
Suikast Notları
kesilen Hasan biraderime, sanat okuluna girememesini torpilinin
yeterince kuvvetli olmamasına bağlayan salak kuzenime, üniversite yıllarımda yaşayan en önemli edebiyatçılardan biri olduğunu
söyleyen oda arkadaşım Bahtiyar’a, anne tarafından kuzenlerim
yüzmek için ırmağa giderken bana izin vermeyen ortanca halama, hepsine ama hepsine lanet ediyorum.
Bu öfke nöbetinden yorgun düşüp uyuyakalışımın ardından,
sakinleşmiş hâlde uyanıyorum ve aklımdaki tek düşünce, “Özür
dilerim baba!” oluveriyor.
“Özür dilerim baba”
Bazı geceler, babam gibi intiharı düşünür olur, geçmişimle bugünümü hatta geleceğimi kıyaslayadururum. Hiçbir zaman kesin
yargılara, kararlara sahip olamadığım ve olamayacağım bir hayat görürüm ve intiharı daha da çok düşünür, daha da derinden
hissederim. Schopenhauer’ın “Hayatın Anlamı” kitabında söylediği gibi, “Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve hepsinin en
kötüsü gelip çatıncaya kadar böyle devam edecek.”
163
Hastalık Hikâyem - 2014
AYRIK OTU
Betül ÖZKUL
İnanılmaz güzellikte bir kızdı. Gözlerimi ondan alamıyordum.
Tuhaf bir çekiciliği vardı. Peşinden gitmekten hem de sorgusuz
sualsizce gitmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bana verdiği içkiden mi yoksa sardığı sigaramın içindeki bir şeyden mi bilinmez,
tarifi zor bir ruh hâlindeydim. Her yer rengârenk, sanki neonlarla
kaplı gibiydi. Burnumun ucundan ciğerlerimin en derin yerlerine
kadar hissettiğim garip bir koku alıyordum. Daha evvel bilmediğim bir kokuydu, üstelik pek de sevmemiştim. Ama ne koku ne
karanlık ne de ağır hava; hiçbir şey ama hiçbir şey onunla olmayı
gölgeleyemezdi…
Birkaç gün sonra kendime geldiğimde, annemin gözbebeklerinde kendimi gördüm. Nasıl gelmiştim, kim getirmişti, içeriden
gelen ses babamın sesi miydi, bu giysileri kim giydirmişti; offf Allah’ım hiçbir şey hatırlamıyordum… Sonra yavaş yavaş zihnimde
görüntüler dönmeye başladı, ahh evet, o neredeydi?...
Olan biteni anlamam uzun sürmedi; ama ailemin anlaması
imkânsızdı ve sonunda davranışlarımın sebebi için aranan kılıf
bulunmuştu. Onlara göre o kız bana şeytani bir şey yapmıştı.
İçtiğim veya yediğim bir şeyden dolayı bu hâle geldiğimi, kafayı
yediğimi söylüyorlardı. Sürekli hakkımda konuşuyorlar, kararlar
alıyorlardı; artık kendi hayatımı kontrol etmekte güçlük çekiyordum. Söylediğim her söz, davranışım, tepkim ya da düşüncelerim
onlara göre deli saçması idi. Beni korkutuyorlardı, kendimi sürekli
olarak baskı altında hissediyordum, paniklemeye başlamıştım.
İlk önce okuldan koptum, zaten Paris bana göre bir şehir değildi. Doğduğum, bahçesinde oynadığım, benimle aynı dili konu164
Ayrık Otu
şan çocukların olduğu memleketimi özlüyordum, hem de çok...
Annem ile babamın fırtınalı, aldatma, ihanet, yalan ve hırslarla
dolu ilişkisi neticesinde önce babam İtalya’ya, ardından annem
de Fransa’ya gitmeyi, kaçmayı tercih etmişlerdi. Ablam ve ben
ise onlar için sadece valizlerinden biriydik. Yaş avantajını kullanan ablam kendini kurtarmış ayrı eve çıkmıştı, ben ise hâlâ annemleydim. Tanrım, onunla yaşamak cehennem gibiydi, beni ne
anlıyor ne de dinliyordu.
Artık düzenli bir işte çalışamaz duruma gelmiştim. Ne öğrenci
olabiliyor ne de iyi bir işe girip çalışabiliyordum. Cebimde işsizlik
maaşıyla annemin eline kalmıştım. Ne kadar çok sigara içiyordum, paketler ardı ardına bitiyordu. Annem sürekli yakınıyordu,
biraz da babamda ya da ablamda kalmamı teklif ediyordu. Denemiştim; ama babamdan hatırladığım tek şey benden kaldığım
süre için kira istemesi, durmadan annemi çekiştirmesi, sevgilisinin çocuğuna gösterdiği ilgiydi. Ablamda ise durum felaketti, 25
metrekarelik bir evcikte, erkek arkadaşlarıyla sevişme seslerini
duymak beni çıldırtıyordu. Ben de annemi çıldırtıyordum. Artık
aldığım ilaçların faydalı olmadığını düşünüyordu. Oysa aldığım
ilaçlardan dolayı insanların sorularına 5 dakika geç cevap verir
hâle bile gelmiştim. Yine de yetmiyordu, varlığım onlar için bir
tehditti. Bir araya geldiklerinde konuştukları tek şey “Ya beni öldürürse ya bir gece vakti boğazıma bıçak dayarsa, kaç yaşına
geldi benim ömrüm ona bakmakla mı geçecek, koskoca herif
üstelik çalışmıyor da…” Bitmiyordu ben bitmeden bitmeyecekti.
Sonunda evde tedavi yerine akıllarına başka bir şey geldi.
Hep beraber yüce Fransa devletine sığındılar, “Biz bakamıyoruz,
alın siz bakın” dediler. İşte o gün çok üzüldüm be, hem de çok…
Sanırım bu maceram altı ay kadar sürdü, bir çeşit ilaç yükleme
merkezinde, yeşillikler içinde hapsolmuş bir şekilde yaşadım. Artık sesim hiç çıkmıyordu, sersemlemiştim, yürüyüşüm bile değişmişti; ama onlara göre gayet iyiydim. İğnelerimi, ilaçlarımı düzenli kullanmanın çok büyük faydasını görmüştüm. Ve bundan sonra
da bu şekilde devam etmem gerektiği bilgisi verilerek yollanmıştım. Ama artık o evde durmayacaktım ve durmadım da. Herkes
165
Hastalık Hikâyem - 2014
hâlinden memnundu, yeni bir eve taşınmıştım, üstelik annemin
asla evime giremez dediği sefil arkadaşlarımı da eve davet edebiliyordum sonunda. Sigarayı da artık evin içinde içiyordum, hem
de bol bol. Bir de inanılmaz bir tatlı isteği vardı, sürekli tatlı bir
şeyler yemek istiyordum, gözümün önünden kaymaklı ekmek kadayıfı geçiyordu, artık en güzel rüyam olmuştu. Ara sıra akrabalardan, arkadaşlardan haberler alıyordum; ama mevzu değişmemişti, hâlâ onların gözünde mahallenin delisiydim. Ben de başka
şeylere kafayı sardım “Tanrı, Kadın, Erkek, Şeytan, Melekler,
Illumınati” sürekli kafamın içinde dönüyordu. Bazen küçük kâğıt
parçalarına bir şeyler yazıyordum, sonra onları bir yerlere saklıyor olmalıydım; çünkü bulamıyordum. Bir türlü diğer insanlarla
düzgün iletişim kuramıyordum, ne kadın ne de erkek, ne yaşlı
ne de genç. Herkese, her şeye yabancıydım, kopuk yaşıyordum,
pislik içinde yaşamak beni tiksindirmiyordu. Bazen zorluyordum
kendimi; ama başaramıyordum. En güzeli eve kapanmaktı. Orada istediğim gibi konuşabilir, düşünebilirdim. Boşuna dememişler: “Home Home Sweet Home; evim evim güzel evim”
İlaçlarım, sigara paketlerim, ara sıra üç sokak aşağıda oturan
annemin getirdiği yemekler, bazen de sokaktan topladığım benim gibi arkadaşlarımla beraber hazırladığımız keyifli sofralar hayatım olmuştu. Evimde yatsınlar istiyordum, sokakta gördüğüm
tanımadığım, diğerlerinin korktuğu tiksindiği insanlar gelip bende kalsınlar istiyordum. Sağ olsunlar onlar da bu isteklerimi geri
çevirmiyorlardı. Ayrı ayrı gibiydik, yani dışarıdan bakınca odada
ayrı ayrı 5 adam var sanırsın: ama değil, birdik aslında. Onlarla
konuşurken, yaptığım resimler geliyordu aklıma, “Hadi bakalım
bir resim çiz” ile başlayan doktor görüşmelerim ağzımın kulaklarıma kadar yayılmasını sağlıyordu. O an bildiğim bütün dillerde
küfretmeye başlıyordum; Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce; ama Türkçe değil. Türkçe konuşmayı, Hakan’ı, amcamın oğlu
can arkadaşımı ne kadar çok özlemiştim. Ne yormuştu beni, nasıl yorulmuştum bu kadar hiç anlamıyordum. Korkuyordum, küçücük evime yüzler dolsun istiyordum. Uyuyamıyordum, uykum
gelmiyordu, oysa uyumak istiyordum; ama bir türlü uyku tutmuyordu, uyumak istiyordum, sadece biraz uyumak istiyordum.
166
Ayrık Otu
Etrafta berbat bir koku vardı. Peynir beyazı ten rengim afroamerikan ev arkadaşım kadar siyah simsiyah olmuştu. Sonunda
o galvaniz kutudan kurtulmuştum. İlaçlarla harman olmuş bedenim toprakla buluşurken, Hakan’ı gördüm. Yüzüme bakabilmek
toprağa gömdüğü kişinin ben olduğumdan emin olabilmek için,
yüzüme son bir kez bakmak istiyordu belli ki … Ama ne mümkün,
kefenimdeki küçük delikten gördüğü omzumun karası yüzüme
bakmaktan alıkoyuyordu onu. Korktu çocuk. Ne diyeyim, haksız
sayılmazdı.
Öldükten dört gün sonra bulmuştular beni odamda, odacığımda. Evden gelen kokulardan dolayı komşular polise şikâyet
etmişler, polis annemle beraber eve gelmiş ve beni bulmuşlardı. Sanırım aldığım uyku ilaçları, kullandığım diğer ilaçlarla pek
anlaşamamışlardı. Bir müddet Fransa morglarında bekledikten
sonra paketlenip İstanbul’a gelmiştim. Gâvurlar işi biliyor canım,
öyle bir kutu içinde muhafaza etmişlerdi ki dışarı zerre kokum
çıkmıyordu. Ne zaman paketim açıldı, o zaman annem anneciğim bile benden üç adım geri durdu. Bir yandan eliyle ağzını burnunu kapatıyor bir yandan gözlerindeki yaşları siliyordu. Onu en
son deli dayım intihar ettiğinde böyle görmüştüm.
Ağlıyorum Allah’ım, hem de çok, durduramıyorum gözümdeki
yaşları kendiliğinden akıyorlar, inşallah inşallah her şey konuştuğumuz gibidir …
Bir AYRIK OTU’yum
Kökü olmayan, sevilmeyen.
Sarmaşık olmaya özenen,
Öylece bir ot işte ….
167
Hastalık Hikâyem - 2014
DOSTA VEDA
Emrah AKKAN
İçeri girdi. Bugün, günlerdir kafasını meşgul eden soruşturmayı çözeceğine dair güçlü bir his vardı içinde. Şehirden uzak,
eski, beş katlı gri binanın olduğu bu yerde yoğun bir gün bekliyordu onu.
Yıllar önce binaya yapılan bombalı saldırı sırasında büyük hasar gören asansörü kullanmıyordu korktuğu için. Dördüncü kattaki odasına çıkmak için merdivenleri kullanmak zorunda kalacaktı
yine.
Odasına vardığında Komiser Kemal elindeki birkaç evrakla
onu bekliyordu:
- Başkomiserim, günaydın.
- Günaydın Kemal. İyi haberlerinin olduğunu söyle.
- Maalesef efendim, durum aynı, annem istedi diyor hâlâ.
Katil 21 yaşındaki bir üniversiteliydi. Kırk beş yaşlarındaki bir
kadını öldürmekten yargılanacaktı. Kendisini suça azmettiren kişinin annesi olduğunu söylüyordu. Annesi ise kayıptı, yaklaşık bir
senedir kimse haber alamamıştı ondan.
Soruşturma sırasında çevreden edinilen bilgilere göre, katil çevresinden kopuk, yalnız yaşayan biriydi. Birkaç kez türbanlı ve gözlüklü bir bayanın kendisini ziyarete geldiği gören komşular dışında
annesine dair hiç ipucu yoktu. Katil ise annesinin, kendisini bunaltan şehir hayatından kaçarak topraktan bir evde yaşamak için buralardan ayrıldığını söylüyordu, nerede yaşadığıysa muammaydı.
Suça azmettiren anne bulunmadan başkomiserin içi rahatla168
Dosta Veda
mayacak, uyumakta zorlandığı geceler çoğalacaktı.
- Maktulün eşi kendine geldi mi?
- Adam hâlâ şokta efendim. Doktorlar, olayın etkisiyle uzun
süreli hafıza kaybı yaşama ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyor.
- Hımm… Maktulün evini arayın, en ince ayrıntısına kadar
araştırın, ipucu bulmadan gelmek yok, Kemal.
Akşam üzeri…
Komiser kemal kapıyı çalıp odaya girdi.
- Başkomiserim, maktule ait bir günlük bulduk. Onun katille
bağlantısına ilişkin çok önemli bilgiler mevcut içinde. Eski bir psikolog olan maktul tesadüfen tanıştığı gence sorunları nedeniyle
yardımcı oluyormuş efendim. Katilin istemesi sebebiyle, maktul
oraya giderken türban ve gözlük kullanıyormuş efendim.
Başkomiser şaşkınlık içindeydi. Buldukları bu önemli detay
katilin annesine dair en önemli ipucunu alıp götürmüştü, lakin
maktulün eski bir psikolog olması gencin ise sorunlu biri olması
ona, asıl gerekli olan ipucunu veriyordu.
- Sorunlu bir gence yardımcı olmaya çalışan bir psikolog demek…
Başkomiser hızla ayağa kalkıp Komiser Kemal’e keskin ve
düşünceli gözlerle baktı.
- Onu soruşturma odasına al. Annesinin ziyarete geldiğini
söyle sonra. Çıkarken soruşturma odasının kapısını açık bırak.
Başkomiser katilin kendisini göremeyeceği camın arkasına
geçerek olmasını beklediği şeye hazırladı kendini. Olayların tahmin ettiği şekilde gelişeceğinden emindi. Az sonra bir hareketlilik oldu içeride. Suçlu, aniden kapıya doğru yönelip konuşmaya
169
Hastalık Hikâyem - 2014
başladı:
- Anne neden geldin. Onlara senin istediğini söyledim.
Olay çözülmüştü, o bir şizofreni hastasıydı. Katilin kendi kendine konuştuğunu tesadüfen fark eden başkomiser için parçaları
birleştirmek zor olmamıştı.
Geriye kayıp anneyi bulmak kalmıştı. Kendi kendine konuşurken “Salıncaklı topraktan evinde mutlu musun?” demişti suçlu.
Bu yeterliydi tecrübeli başkomiser için. Hemen bir ekip gönderdi
kayıp annenin evine. Bahçede yapılan kazıda bulunan ceset anneye aitti. Başkomiser yanılmamıştı, ceset bahçedeki salıncağın
altına gömülmüştü.
Başkomiser olayı çözmüş olmanın verdiği rahatlıkla emniyet
müdürlüğü binasından çıkarak evinin yolunu tuttu. Bazı akşamlar
gördüğü birkaç evsiz yine kendisine bakarak bir şeyler konuşuyor ve ona gülüyorlardı. Aldırış etmedi. Acıyordu onlara. Bu ıssız
yerdeki binadan ayrılırken düşündüğü son şey, onların bir tas sıcak çorbaya ne kadar hasret kalmış olabilecekleriydi.
Üç ay sonra…
Komiser Kemal içeri girdi:
- Başkomiserim, üç ay önce yakalanan üniversiteli katil akıl
hastanesinden kaçmış efendim. Oradan ayrılmadan önce öldürdüğü güvenlik görevlisinin kanıyla, duvara bir not düşmüş.
Başkomiser öfkeyle gürledi:
- Neee?
- Annem istedi.
Başkomiser ürkmüştü. Odanın içinde durmadan fısıldayan
birkaç kişi görüyordu. Onların neyi fısıldadıklarını korku içinde
170
Dosta Veda
Komiser Kemal’e söyledi:
-Bizim için gelecek, bizim için gelecek.
…
Güneşli bir cuma günüydü. Başkomiser geniş bahçeli, büyük
binanın bahçe kapısından içeri girdi.
-İ yi günler hanımefendi. Buraya geçen gece hastaneden kaçan suçlu için geldik. Şey… Çayınız var mı? Havalar çok sıcak
bu aralar, değil mi?
Kapıdaki güvenlik görevlisi anlamsız cümleler kuran bu adamın kim olduğunu anlamamıştı.
- Siz kimsiniz?
-Ben Başkomiser Cevat. Şu ağacın yanında gördüğünüzse
Komiser Kemal.
Görevli kadın, polisin kimliğini görmeye gerek duymamıştı.
- Peki, bekleme odasına alayım sizi, size yardımcı olacak ilgili
birime haber veriyorum şimdi.
On dakika sonra polis arabası yanaştı kaldırıma. Kapıdaki
güvenlik görevlisiyle göz göze gelen polisler bekleme odasına
yöneldiler. Onları gören başkomiser sevindi kendisine gelen yardıma, ta ki elleri kelepçelenene kadar.
- Durun ne yapıyorsunuz, ben Başkomiser Cevat. Kemal söyle onlara.
-Öyle biri yok burada.
- Kör müsün be adam, orada işte, ağacın yanında. Bırakın
beni lan, bırakın, bırakın!…
171
Hastalık Hikâyem - 2014
Polis karakolu…
- Cevat Bey gerekli araştırmaları yaptık, bunu kabul etmek
zor, biliyorum; ama siz şizofreni hastasısınız. Verdiğiniz bilgiler
yanlış, bahsettiğiniz insanlar gerçekte yok.
- Niye kaçırdınız beni, bu işte kimin parmağı var söyle. O çok
tehlikeli bir suçlu. Bırakın beni dedim. Polis olmayan sizsiniz ben
değil.
Uzun bir konuşmanın ardından başkomiser odadan ayrıldı,
söylediklerini düşünsün diye ona zaman verdi. Çıkmadan önce
birkaç fotoğraf ile iki sayfalık yazı bıraktı masanın üstüne. O bir
şizofreni hastası olsa bile Allah’ın yaratmış olduğu değerli bir kuldu başkomiser için. Bu inatçı hastanın şizofreni olduğunu kabul
edip sağlıklı bir şekilde tedavi olması için elinden geleni yapıyordu.
İlk olarak fotoğraflara baktı o. Burası yıkık dökük bir emniyet
müdürlüğüydü, görev yaptığı bina. Fotoğrafın üstünde oranın aslında terk edilmiş bir bina olduğu yazıyordu. Düşündü o… Bazı
akşamlar emniyet müdürlüğünden çıkıp evine giderken kendisine gülen evsizler geldi aklına. Fotoğrafı bırakıp kâğıtlardan birini aldı eline. Başlık, şizofreni belirtileriydi. Antisosyal yazıyordu
ilk maddede, sonraki maddede sarsılmaz yanlış inançlar. Evet,
Komiser Kemal dışında hiç arkadaşı yoktu, akrabalarından ise
kendisine zarar verecekleri endişesi ile uzaklaşmıştı. Üçüncü
madde. Hayali ses, görüntü ve kokular. Komiser Kemal diye biri
yok demişlerdi, ağacın dibince durup olanları izlediği sırada görmemişlerdi onu. Ve her gün, nereye giderse gitsin, burnuna gelen o iğrenç lağım kokusu.
Geriye kalan maddeleri okumadı, hastalığını kabul etmişti.
Sonra bir akıl hastanesine yatırıldı. Birçok şizofreni hastasının
aksine hastalığını kabul etmiş olmanın etkisiyle kısa zamanda
iyileşmeye başladı. İlk günlerde yanına sık sık gelen Komiser Kemal daha az gelmeye, o iğrenç lağım kokusu azalmaya başladı.
172
Dosta Veda
Tedavisinde kendisine yardımcı olan doktorlar arasından üç
samimi dost bile edinmişti kendine üç hafta sonra. Onlardan hastalığı hakkında birçok şey öğrenmişti. Dediklerine göre bu hastalığın nedeni tam olarak bilinmiyordu. Genetik yatkınlığın önemli
olduğu bu hastalığın en önemli nedeni olarak beyinde haberci
rolü üstlenen nörotransmitter maddelerden biri olan dopaminin
aktivite artışı olarak görülüyordu. Bu artış; unutkanlığa, konsantrasyon kaybına, saçma ve anlamsız cümlelere neden olabiliyordu. Hastanın bu etkileri hafifletmek için antipsikotik ilaçları
düzenli olarak kullanması gerekiyordu. İlaçlar bu hastaları kesin
olarak tedavi etmiyordu; lakin psikotik atakların şiddetini azaltarak hastanın gerçekle olan bağlantısını güçlendiriyor, ona kaliteli
bir yaşam olanağı sunuyordu.
O, Komiser Kemal’in gerçekte olmadığını bilse bile arada özlüyordu onu, hayali de olsa en iyi dostuydu o.
Saate baktı, sonra masaya. Onu Komiser Kemal’den daha
fazla uzaklaştıracak ilaçlardan ikisine baktı ardından. Ricus ve
Zeldox yazıyordu; ama o bütün ilaçları tek bir isimde birleştirmişti
kendince: Gerçeğe çağrı.
Bir ay sonra taburcu oldu. İlk olarak akrabalarını ve eski dostlarını ziyaret etti. Bu hastalıkla baş etmesi içi gerekli olan ilgiyi
kendisine verebilecek insanlara ihtiyacı vardı. Anlattı onlara başından geçenleri, ağladı kimi zaman, neden beni anlamaya çalışmadınız diye kızdı.
Ve günler sonra hatırlamaya başladı, çocukluğunu, o dehşet
gecesini. Cesaretini toplayıp o eve gitmeye, geçmişiyle yüzleşmeye karar verdi.
Kapının açılmasıyla yıllarca biriken tozlar havalandı. Adım
adım girdi içeri. İlk adım özlem. İkinci adım korku. Üçüncü adım
yüzleşme. Salona girdiğinde tam karşıda duran dolaba baktı.
Anılar geçti taarruza, titredi, büzüştü utancından, korktu, tıpkı o
gün olduğu gibi. Anne ve babasının kurşuna dizildiği o gece, o
173
Hastalık Hikâyem - 2014
küçük delikten bakarken hissettiği her şey geri gelmişti. Kendini güçlükle topladı. O geceden sonra yıllarca kendisiyle kalacak
olan vicdanının sesini bastırdı, kendisini gerçeklerden koparan,
Komiser Kemal’i kendisine hediye eden sesi…Korkuyordu, geri
dönmek istedi. Kapıya yöneldi.
- Şimdi yapamazsan, kurtulamazsın, bununla yaşamak zorunda kalırsın.
- Çok korkuyorum Kemal, bu oda, şu dolap… Beni o kanlı
geceye geri götürüyorlar.
Kısa bir kararsızlıktan sonra dostunun dediğini yapmaya karar verdi. Yatak odasına gidip anne babasının eşyalarını gözden
geçirdi. Gözyaşlarının damladığı yerlerde biriken toz yığınları yıllar sonra suya kavuşuyordu.
Yatağın yanında duran komodini açtı, gördüğü defter babasına ait olan günlüktü. Okumaya başladı.
“Artık susamazdım, İçimdeki dinmek bilmeyen yangını söndürmeli, çorak topraklarımı sulamalıydım. Önce, “Bir insanda,
insanlığın bütün hâlleri gizlidir” diyen Monteigne’nin kapısını çaldım, ardından, “Sen kendini bilmezsen, ya bu nice okumaktır”
diyen Yunus’u aldım kapımdan. Farkında olmadan atlaya atlaya
okuyordu satırları. Devam etti.
“Yürüdüğüm tüm yollar kendimeymiş geç anladım…Artık susamazdım. Aşkın sesine kulak vermeliydim.”
Devamını okumadı, okuyamadı… Babasının ölmeden bir gün
önce yazdıklarını kendisine kalan miras olarak aldı. Anne ve babasının katilini bulmak için şizofren bir polise dönüşen hastalıklı
ruhu, babasının mirasıyla yatışacak, huzur bulacaktı.
Cebindeki ilaçlardan birini çıkardı. Hapı yutmadan önce, dostuna baktı. Gülümsüyordu kendisine. Tebessümle baktı Komiser Kemal’e. Bir daha dostunu görememe ihtimaline karşın, ona veda etti.
174
Benim İmzam Gülüşlerim
BENİM İMZAM GÜLÜŞLERİM
Fatma DEMİR
Küçükken herkes benimle ilgilensin diye hasta olmak isterdim. Annemin şefkatli kollarındaki huzuru daha fazla hissedebilmek içindi isteğim. Çocukların duası kabul olur denilen şey tam
anlamıyla bu olmalı bence. Hayatımın bu döneminde her şeyiyle
sağlıklı bir genç kız ne hisseder bilemiyorum artık. Geçmişteki
sağlıklı günlerimi de anımsayamıyorum; sanki başımda dolaşan
griye dönük bulutlar hep vardılar. Belirsiz bir hastalık yaşamak en
kötü olanıymış. Böyle pusuda bekleyen sinsi bir düşman var gibi
hissediyor insan kendini.
Güneşli bir günde yağmura yakalanan birinin çaresizliğini hissediyor iliklerinde. Ölümün tatlı kardeşindeyken başladı her şey.
Uykumdan şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım, bu ağrı daha önce
yaşadıklarım gibi değildi. Sanki beynimin duvarlarına dayanmış
bir alacaklı vardı, hiç durmadan vuruyordu kapılarıma. Hâlbuki
yatmadan önce gayet normaldi yaşamım. Kız kardeşim yola gidecekti sabahın erken saatlerinde, onun için yol hazırlığı yapıyorduk. Uykunun koynuna gireli daha çok olmamıştı ki “Anne,
ölüyorum ben, kurtar beni!” diyerek uyandım. Ağlamıyorum; ama
gözümden istemsiz yaşlar akıyor, kafamda bir ağırlık sanki oturduğumuz beş katlı binanın yükü benim başımda. Yalvarıyorum
anneme, anne ne olur bir şeyler yap öleceğim, ölüyorum diye.
Benim canım anam hayatımdaki kutsal kadın afallıyor, o gece
beynime kazınan ağrı dışında annemin korkuyla bana bakan
gözlerini anımsıyorum bir tek. Akrabalarımızdan birini arıyor,
gecenin bir vakti rahatsız etmiş olmanın verdiği çekingenlikle.
Acil serviste olanları da çok fazla anımsayamıyorum. Gözlerim
kepenklerini çekmiş bir bakkaldı. Hafiften bir ışık sızıyordu ara175
Hastalık Hikâyem - 2014
lıktan; ama gözlerimi açamıyor, kafamı kaldıramıyordum. Siyah
toz zerrecikleri uçuşuyordu gözlerimin önünden. Ağrı kesici bir
serum taktılar. Gecenin zifiri karanlığında geldiğim, buram buram ilaç kokan odadan sabah ayrıldım. Doktor sabah, nasılsın
diye sordu. İyi hissetmiyordum kendimi, mesai saatini bekleyecek derman yoktu dizlerimde. Evimize gidip uyumak istiyordum
sadece. Akrep ile yelkovanın dokuzun üzerinde buluşmasını güç
bela bekledim, doktora derdimi anlattım; ama nafile bir ağrı kesici
karalanan reçete kaldı elimde, bir de migren atağı olabilir diye
dizilen anlamsız cümleler beynimde.
Önümüzdeki haftalar boyunca sürekli bir uyku hâli hâkim oldu
vücuduma. Oturduğum yerde uykuya dalıyordum, çalışma koşulları esnek bir iş yerinde çalıştığım için çoğu zaman iş yerimde
bile uyukluyordum. Böyle geçen birkaç hafta birbirini takip etti.
İnsan, daha önce başına gelmeyen bir durumu ifade etmekte
zorluk çekiyor; mesela başım dönmeden önce baş dönmesi nasıl
bir şeydir bilmiyordum. Başım ilk döndüğü zaman acaba etrafım
mı dönüyor diye düşünmüştüm. Vücudumun sağ kısmında hissettiğim uyuşma da tam anlamıyla ifade edemediğim bir şeydi
işte. Ağzımın içi, gözlerimde bile bir uyuşma hissediyordum. Bir
ay kadar bir süre zarfında elimizdeki imkânlarla yetindik. Kafam
o kadar dalgındı ki çok unutkanlaşmıştım.
Annem geceleri yatmadan önce hepimize tek tek sarılır, öperdi. Bir gece gittim yanına, anne aşk olsun sen bana sarılmadın
diye, annem böyle afallamış bir şekilde yüzüme bakakaldı. Kızım
beş dakika önce yanına gelip sarıldım ya sana diye; ama ben
hatırlamıyordum. Günlük hayatta bir yerlerde elbette bir şeyler
unutulur; cüzdanımı, telefonumu bir yerlerde unuttuğum çok olmuştur, ama insanın gerçekleştirdiği bir eylemi hatırlayamaması gerçekten tuhaf bir durum. Arkadaşımın birinden bir konuda
bana yardımcı olmasını istemiştim. Aradan zaman geçti; kendi
kendime herhâlde unuttu dedim, hatırlatma amacı ile aradığımda
beni aradığını benim onu onayladığımı söyledi; ama sonuç gene
aynı, ben telefonla konuştuğum zamanı hatırlamıyordum.
176
Benim İmzam Gülüşlerim
Hastalandığım günler hayatımda her manada değişiklik yaşadığım günlerdi. Bacaklarımı beni taşıyamayacak kadar güçsüz
hissediyordum, ben bir adım attıkça bacaklarım iki adım geri gidiyordu sanki ve ben olduğum yerde sayıyordum. Uyuşmalarım
şiddetlenince korktum; fakat derdimi anlatamadım, kimse yakıştıramıyor hastalığı gülen gözlerime, hastalığım üzerimde eğreti
duran bir kostüm gibi yapıştı kaldı tenime. Bir gün soluğu Nöroloji
Polikliniğinde aldım doktor çok sıcak karşıladı beni, şikâyetlerimi
tek tek dinledi, söylediklerim doğrultusunda farklı sorular yöneltti.
Karar olarak, MR (Manyetik Rezonans Görüntüleme) çekmekte
fayda var dedi. Böylelikle benim için hastane temposu başlamış
oldu. Günlerce MR günü bekledim, insan canı ucuz sonuçta; biraz erken veya geç ne değişir! Kimse bilmez ki bölünen uykularını, aklına gelen kötü olumsuz duyguları, alt tarafı biraz bekleyeceksin hepsi bu.
Sonuçta elin mahkûm bekliyorsun ve hiç olmadığı kadar başka insanları düşünüyorsun. Bir çocuk alacağı hediyelerin hayali
ile doğum gününü beklerken, başka bir yerde bir insan ölümü
için verilen tarihe gün sayıyor, belki de başka bir yerde bir anne
evladına gelecek kanı, organı, gün ışığını bekliyor, dua ediyor.
Aklımda bin bir düşünce vardı MR günü geldiğinde, o makine içinde nasıl duracağım bilmiyorum. Karanlık ürkütür de insanı
beyazlık ürkütür mü hiç? Ürkütüyor, her şeyin beyaz olduğu bir
yerde insan daha çok korkuyor. Maddi sıkıntılarımız öğretti bana
her zaman tetikte olmayı, babamın işleri yolunda gitmeyip işyerimizi kapattıktan sonra ardı ardına gelen borçlardı düşüncelerimin katili. Her biten borç sonrası derin bir nefes alıp hevesimizin
kursağımızda kalmasıydı beyazdan bu kadar korkmamın nedeni.
Makinenin içine girdiğimde çok heyecanlandım. Belirsizlik
içinde sonuçları bekledik, bu da yine çekilmek için beklediğimiz
kadar uzun bir süreçti. Raporda her şey yolunda görünüyordu;
ama benim şikâyetlerim devam ediyordu. Vücudumdaki karıncalanmalar, hâlsizlik, uyku hâli, bacaklarımda oluşan kasılmalar…
177
Hastalık Hikâyem - 2014
Böyle geçirdim bu süreci. Doktorum şikâyetlerim geçmediği
için tekrardan MR çekmeyi uygun gördü ve ben gene o makinenin
içindeydim. İlkine göre daha sakin; insanın alışkanlıkları böyle oluşuyor demek ki. Alışıyorsun acıya, sevgiye içine işleyen her şeye.
Doktorun odasındayım, yüzünde tuhaf bir ifadeyle sonuç CD’sine
bakıp, sayfaları yavaş yavaş geçiyordu. Acıyan bir ifade görüyordum gözlerinde, bir taraftan da bir şey bulmuş olmanın verdiği sevinci. Cümleler kuruyor, bir şeyler anlatıyordu; ama sanki ben duymuyordum. Bulunduğumuz şehirde imkânların yeterli olmadığını,
beynimde bir lekelenme olduğunu, farklı tetkiklerden geçmem gerektiğini bunların hepsi için de sağlık imkânları gelişmiş bir şehre
gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Bir de MS (multipl skleroz) olabilir, belirtiler onu gösteriyor diye eklemişti. M ve S harflerinin yan
yana gelmesiyle oluşan hastalık. İlkokuldayken acaba bu harfleri
kaç kere yazmıştım yazı defterime? Bugüne kadar duymadığım
hastalığın adı mıhlandı resmen aklıma.
İkinci bir görüş almak, ufak bir umut kırıntısı bulabilmek için
başka bir doktora görünmekte bulduk çareyi. Bir sürü ilaç yazdı,
yaşına göre ağır ilaçlar ama bunun tedavisi budur dedi. Doppler
çekilmemi, beyinde görünen bazı sıkıntıların kalpten gelebileceği ihtimalini değerlendirerek kalbimden muayene olmamı istedi.
Damar tıkanıklığı var beyninde, dedi. Her doktorun farklı bir şey
söylemesi daha fazla çaresiz bırakıyordu beni. Sürekli ağlıyordum; çünkü çok korkuyordum. Doppler çekimimde nodüller alanlara rastlandı; ama beynime giden kanın akış hızında herhangi bir
sıkıntı yoktu. Bu iyi bir şeydi. Kalp muayenemde de ufak ama çok
büyük sıkıntı doğurmayan bir sonuç beni karşıladı.(Soldan sağa
minimal geçiş PFO) Ama asıl konumuz beynimde görülen lekeler
ve geçmeyen şikâyetlerimdi.
Aradan bir gün geçti, doktora tekrar gittik, bizi kapıda karşıladı,
bir hekim arkadaşına danıştığını, yazmış olduğu ilaçları kullanmayarak büyük bir şehre gitmem gerektiğini söyledi. Hastane bahçesinde oturdum, ne yapacağımı bilmeden ağladım. Aklıma bir sürü
şey geldi, olumlu düşünceler uçtu gitti beynimden, hepsi beni terk
etti.
178
Benim İmzam Gülüşlerim
Benim için Ankara serüveninin başlama zamanı gelmişti.
Telefonlarım hiç susmadı. Artık kimseyi duymak istemiyordum;
sanki ölecekmişim gibi “tüh, vay” seslerini duymaya tahammülüm
yoktu. Ankara’da ilk olarak bir kalp cerrahına göründüm, bize yol
gösterdi, bir kâğıt yazıp da tutuşturdu elime. Kâğıtta çok yakın
dostumun elemanı ilgilenirsen mutlu olurum tarzında bir şey yazıyordu ve yine o baş belası iki harfin yan yana gelmesiyle oluşan MS ve kocaman soru işareti.
Gittiğim bölüm memleketimde gittiğim gibi nöroloji bölümüydü. İyiyim ben diye kavga ediyordu içimdeki kız. Herkes dertli,
dertler sıralanıyor boydan boya; ama herkesin derdi kendine
göre en büyük bu hastane koridorlarında. Şimdi başka bir hastanenin kapısındaydım ve bugüne kadar varlığımdan haberdar
olmayan bir doktorun karşısında derdimi anlatıyordum. Hastaneye yatış işlemleri yapılsın, dedi. Sekreterlikte bana yardımcı
olunacağını söyledi. Daha önceden çektirdiğim MR sonuçlarıma
bakarken özel kan tahlilleri yaptırmalıyız, yeniden MR çekimlerini
gerçekleştirmeliyiz, dedi. Şüphelenilen hastalık herkeste farklılık gösteren, bazısında yaşam kalitesini düşürürken bazısında
önemli tahribatlar oluşturmayan bir hastalıkmış. Memleketteki
doktorum söyledikten sonra aklıma mıhlanan o hastalığın ismini
çok araştırdım. Aklıma kazınanlar, doktorun iki dudağı arasından
dökülenler, okuduklarım ve beynimde çakan şimşekler, ezberlediğim cümleler geçiyordu şimdi gözümün önünden.
MS hastalığı, diğer bir adıyla multipl skleroz, beyin ve omurilik
(merkezî sinir sistemi) hastalığıymış. Bu hastalığa multipl skleroz
denmesinin nedeni hastalığın beyin ve omuriliğin birçok yerinde
sertleşmiş dokular oluşturmasıymış. Merkezi sinir sistemi sinirler
boyunca vücudumuzun farklı yerlerinde elektriksel mesajlar gönderen bir santral gibiymiş. Sağlıklı sinir liflerinin çoğu mesajların
iletilmesini kolaylaştıran miyelin denilen yağlı bir madde ile çevriliymiş.
Bu doku sinir liflerinin elektrik uyarılarını iletmelerine yardımcı olurmuş. MS hastalığında miyelin parçalanır ve miyelin yeri179
Hastalık Hikâyem - 2014
ni sertleşmiş dokular alırmış. Böylece mesajın geçişi engellenir
ya da saparmış. Sonuçta vücut fonksiyonları kontrol edilemez
hâle gelirmiş. Görme, konuşma, yürüme gibi fonksiyonlar üzerindeki kontrol kabiliyetini bozar. Koordinasyon bozulur, kuvvet
azalır, aşırı hâlsizlik yapar, uyuşma, hissetmeme görülebilirmiş,
mesane ve bağırsak fonksiyonları bozulabilir, hafıza problemleri
görülebilir, ellerde titreme olabilir, belirtiler hafif ya da ağır olabilir,
aniden ortaya çıkabilir ya da kaybolabilirmiş. Ve insanın hayatındaki en verimli yıllarında belirti gösterirmiş (20-40 yaşlarında),
kesin bir tedavi yöntemi ise yokmuş. Ve gene ben…
Her söz, duydukça geçip karşısına kendime sorular yönelttiğim bir ayna oluveriyor ellerimde. İnsan şikâyetlerinin hepsini
hatırlayamıyor, unutuyor birçoğunu. Konuşma bozukluğum olduğunu hiçbir doktora diyemedim mesela. Seneler önce bir giyim
mağazasında çalışırken, akşam saatlerine doğru artık konuşamaz olurdum. Ben bile gülerdim hâlime, arkadaşlar dalga geçerdi, tamam artık akşam olmuş, bu kız konuşamamaya başladığına
göre diye. Günlerce geçmeyen kasılmalarım olurdu, gece yatıp
dizimi kolumu bükemeyecek kadar şiddetli ağrılı sabahlara uyandığım çok olmuştu. Zaman zaman şiddetlenen kanamalı kabızlığım bazen ise yediğim anda lavaboya çıkaran ishalim olurdu.
Bağırsak problemlerim irsi, kasılmalarımın ve konuşamamamın
sebebi ise aşırı yorgunluktu o zamanlar bana göre. Sokak köşelerine saklanıp beni takip eden hastalığı fark edememişim işte!
Şimdi bir hastane odasındaydım. Odayı hafızasını kaybetmiş,
artık yemek yemeyi bile unutmuş bir teyze ile paylaşıyorum. O
benden haberdar bile değilken ben onun için dua ediyorum. Anasının başından ayrılmayan emekli öğretmenden çok şey öğrendim. Hastane odalarından yükselen inlemeler, ağlama sesleri insanı bambaşka bir dünyaya götürüyordu. Benden kötü durumda
olan milyonlarca hasta vardı o odalarda, hastane koridorlarında.
Günler sonra; biyokimyasal testler, hormon testleri, koagülasyon testleri, spesifik proteinler, tiroit testleri, otoantikorlar (IFA
ve EIA Yöntemi- İmmünoloji Laboratuvarı), otoantikorlar Hep-2
180
Benim İmzam Gülüşlerim
(Western blot- İmmünoloji laboratuvarı) genel hemotoloji laboratuvarının verdiği birkaç kağıttan oluşan sonuç listesi ve manyetik
rezonans görüntüleme inceleme raporu ile doktorun karşısında
oturuyordum. Kafa MRG sonuç raporunda: “Sağda orta serebellar pedinkül düzeyinde 4x3 mm boyutlu T2 ve FLAIR sekanslarda hiperintens sinyal özelliğinde lezyon.” göründüğü yazıyordu.
Doktorum bir şey söylemek için erken olduğunu MR takibi ile lezyondaki değişimleri inceleyerek karar vermenin doğru olacağını
söyledi. Koagülasyon (pıhtılaşma) test sonuçlarımda ise Aktive
Protein C Rezistansı (APC) değerim pozitif çıkmıştı.
Doktorumun demesine göre pıhtılaşma eğilimi görünüyormuş
kanımda. Başka bir ihtimal de beynime pıhtı atmış olabileceğiydi.
Her gün düzenli olarak Coraspin 100 mg 30 tablet kullanmamı
önerdi. İlacın mideme zarar vermemesi için öğle saatlerinde tok
karına, bir bardak süt ile içmemi tavsiye etti. Ve işte şimdi canımı acıtan cümleler dökülüyordu iki dudağının arasından; kanımda görülen bu değerler hamilelik sürecinde düşükle sonuçlanan
gebeliğe neden oluyormuş. İleride anne olmaya karar verdiğin
zaman mutlaka bir “kadın doğum uzmanı”na görün dedi. Ben,
ablam evlendikten sonra yani küçüklüğümden beri hep teyze olmak isterdim, teyze demek anne yarısı demek olduğu için. Anne
olabilme ihtimalimi, kendime hep uzak görürdüm, beni böyle düşünmeye sevk eden neydi bilmiyordum; ama şimdi doktor bana
bunları söylerken seneler önce bu andan habersiz kurduğum
cümleleri anımsıyorum. İlk defa gözlerimden yaş akmıyor; fakat
içimdeki kız hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Doktorum çocuğun olmaz demedi; sadece senin hamileliğin
diğer hamile bayanlara oranla daha zorlu geçer dedi. Ama seneler önce kurduğum aptalca cümleler, aklımdan geçirdiğim düşüncelerdi benim canımı yakan. Düşüncelerin insan hayatına yön
veren pusulalar olduğuna inandım her daim, çevremde moralsiz
bir insan olduğunda güzel düşün, güzel şeyler olsun dedim. Bu
konuda tek bir dileğim var o da pusulamın yanılmış olması. Koagülasyon testlerimde çıkan sonucun moleküler yöntemlerle desteklenmesi önerildiği için hematoloji(kan bilimi) bölümüne gittim.
181
Hastalık Hikâyem - 2014
Faktör V (LEIDEN) heterozigot mutasyon ve MTHFR A1298C
heterozigot mutasyon saptandı.
Artık dikkat etmem gerekenlerin yazıldığı bir kâğıt vardı elimde. Her gün düzenli olarak Coraspin 100 mg kullanmak, güneşli
günlerde fazla güneş altında durmamak, uzun süreli yolculuklara
çıktığım zamanlarda veya istirahat etmem gerekirse Clexane 0,6
1x1 kullanmak, oral kontraseptif (OK ve OKS) yani ağızdan alınan gebelik önleyici ilaçlardan kullanmamak (pıhtılaşma eğilimini
arttırdığı için), pasif ve aktif olarak sigaradan uzak durmak gibi.
Hayat beklenmedik zamanlarda beklenmedik sonuçlarla karşılaştırıyor insanı, yeri geldi en azından teşhis konulduğu için
mutlu oldum. Daha beterinden korusun Rabbim diye dua ettim.
MR takiplerime düzenli olarak gittim ve bir gün güneş dağlar ardından yüzünü tekrar gösterdi bana. Uzun süre aynı şekilde olan
sonuçlarım değişmişti artık ve beynimde görünen lezyonlar silikleşmeye başlamıştı. Doktorumu ilk defa gülerken görmüştüm.
Odamı benimle paylaşan teyzenin kızına sevinçli haberi vermeye gittiğimde, bir genç kızla tanıştım, MS hastasıymış ve ilaç tedavisi alıyormuş. O kız konuşurken ağlamamak için zor tutmuştum kendimi. Kız evliliğini, çocuk sahibi olmak istediğini; fakat
kullandığı ilaçların gebelikte sakat doğuma neden olabileceği için
doktorunun hamileliği önermediğini, sırf bu yüzden birkaç hamileliğini kürtaj ile sonlandırdığını anlattı. Anlatırken bile özlemle
suçluluğun harmanlandığı ifadeyi görebiliyordum yüzündeki çizgilerde. Bir gün yine hamileyim diye doktora gitmiş, sonuç ise
negatifmiş, mutlu olmuş, tekrardan kürtaj olmayacağım diye.
Aradan zaman geçmiş, karnı büyümeye başlamış, ultrason
çekimlerinde hamileliğini öğrendiğinde itiraz etmiş, şaşırmış,
doktora bütün tetkiklerini yaptırdığını, kürtaj olmak istediğini anlatmaya çalışmış; ama bunun için zaman çoktan geçmiş. Duraksayıp tekrar konuşmaya başladığında çocuğunu sağlıklı bir
şekilde kucağına almanın verdiği mutluluğu gördüm bu sefer
gözlerinde.
182
Benim İmzam Gülüşlerim
O gün bir insanın yiyeceği ekmek varsa, öyle böyle dünyaya
gözlerini açtığını öğrendim. MS hastalığı neden kaynaklandığı
bilinmeyen; fakat doğurganlığa etki etmeyen bir hastalıkmış,
bunu çok okumuştum; ama iyi sonuçlar aldığım gün, dinlediğim
hikâye yüreğime gerçekten su serpmişti. Önümde nasıl bir yol
var bilmeden yürüyorum. Sığınaklarım var gönlümün ücra köşelerinde. Dualarım var dilimin döndüğünce Rabbim kimseye dert
verip derman aratmasın diye.
Hikâyemin altına gülüşlerimden bir imza atmak istiyorum, herkes beni gülen gözlerimle anımsasın diye.
183
Hastalık Hikâyem - 2014
GREGOR SANRISI
Gökhan SARIBIYIK
Bir sabah korkulu bir düşten uyandığında, kendini yatağında...
O sabahın, her zamanki sabahlar gibi olmadığının henüz farkına varmamışken kapıdaki ses ile irkildi yatağında. Kapı aralandı. Ayak seslerinden parkelere değen ayakkabıların, topuklu
ayakkabı olduğunu anladı. Yavaşça ve sert adımlarla kapıya
doğru geliyordu. İçinde ürpertiyle bir yalnızlık hissi duydu. Sırtındaki soğuk titremeyi hissetti. Korktuğunda hep böyle olurdu.
Başını yastığa gömüp beklemek istedi. Korkusu durmadan büyüyordu. Yastık her zamankinden daha şefkatli geldi yüreğine.
Saatin “tik-tak”larına takıldı kulağı ve ses gittikçe kulağını kemiriyordu. Hızlı hızlı ve kesik nefes alıyordu. Kapıdaki topuklu ayakkabıyı unuttuğunu hatırladı. Ses kesilmişti. Oradaki her kimse
mutfağa gitmiş olmalı, mutfaktan yeni aldığım bıçağı bulup tekrar
geri dönüp beni öldürecek olmalı diye düşündü. Nefesinin sesini
kesti. Yorganın altına gizlenip nefesinin sesini müstakbel katiline
duyurmamalıydı.
“Katil mi?” diye düşündü önce.
Ne diye onu öldürecekti ki? Bu şehirde kimsesi yoktu. Kaldı
ki onu kim öldürmek istesin? Bakkala borç biriktirdim. Evet evet,
olsa olsa bakkaldır bu. Hem son gittiğimde beni azarlamıştı da.
Ödeyeceğimi söyledim. Uzun bir süredir ödemiyor da değildim ki!
Sadece birkaç haftalık… Her gün aldığım; ekmek, biraz nevale ve sigara. Beni öldürmek isteyecek kadar bir borç birikmemişti
ki. Evet, evet, evet, o olmalı. Geçen gün iş dönüşü bakkala uğramış ekmek ve çerez alıp eve gelirken evin karşısında bir anlam
184
Gregor Sanrısı
veremediğim o gölge de oymuş meğer! Ne kadar aptalmışım!
Nasıl tanıyamam? Aptallığım ölümüme sebep oldu işte! Fakat
hayır bu duyduğum ses topuklu ayakkabı sesi. Hayır, o zaman
bir kadın...
O zaman katilim bir kadın. Ne kadar şanslıyım bir kadın öldürecek beni. Ama bir dakika ben hiçbir kadınla görüşmem ki! Çevremde hiç hoşlandığım bir kadının olmamasından ziyade, hepsi
itici, pahalı, tiksinç parfüm kokan, basit, boş beyinli, aptal kadınlardı. Ah çevremde ne çoklar Tanrım! Hiçbiri Shakespeare’in
adını duymamış, Michelangelo’nun eserlerini bile bilmiyorlardır.
Beethoven’nın o eşsiz fırtınalarına bile tangırtı, gürültü derler.
Ah ne kadar beyhude bir hayat onlarınki! Sanattan ve estetikten
velhasıl güzel olan her ne varsa bu dünyada hep onlardan uzak,
onların gözlerinden ve de dimağlarından geçmez.
Kadınlar! Evet, haklıymış Menander: “Dünya’nın en yabani
canavarlarıymış’’ bir tanesi beni az sonra öldürecek. Yoksa Menander’i de mi bir kadın öldürdü?
Karizmatik bir ölüm olsa gerek bu benim için. Bu hayatta hiç
hayalini bile kuramayacağım bir ölüm şekli bu. Bir kadın tarafından öldürüleceğim hiç aklıma gelmezdi.
Beyaz elleriyle saplayacak bıçağı göğsüme. Kırmızı ojeleri
daha bir kırmızı olacak! Şöyle kan kırmızısı… Son nefesimi acı
içinde inlerken ben; o, timsah derisi çantasında sigarasını arıyor
olacak. Bulduğunda ruhum, çoktan bedenimi terk etmiş olur. Sigarasını kıpkırmızı dudaklarına götürüp mutlaka benim çakmağımla yakmalı. Belki hatıram olarak çakmağımı deri montunun
cebine atarken ellerine, sonrada montuna bulaşan kanıma küfür
edecek. Karşıma oturup eteğini sıyıracak, bacak bacak üstüne
atacak. Katilimin mutlaka güzel bacakları olmalı. Evet evet, mutlaka güzel bacakları ve bir adamı gecenin bir vakti evine giderken
onu eve gitmekten vazgeçirecek kadar da güzel dudakları olmalı.
İşte yine o ses, işte yine o topuk sesi! Nereye gidiyor?
185
Hastalık Hikâyem - 2014
Yoksa, yoksa geliyor mu? Ah Tanrım! Ölüyorum işte. Yalvarırım
yardım et! Biliyorum yolundan döndüm, sana yeterince dua etmedim. Ah Tanrım! Ben de bir ekmek parası derdinde, nefsi olan,
pek hissedemesem de bir gençtim. Elbette günah işlemeliydim.
Elbette bazı geceler birkaç kadeh içmeliydim. Tanrım, elbette
ben de kadınlara düşkün olmalıydım. Ben bir insandım; ben aciz,
ben bir kul, ben bir insandım! Tanrım affet! Hem Adem de günah
işledi. O meyveyi yedi ve onu cezalandırdın. Beni de şimdi affet.
Evet bir cennette yaşamıyorum; fakat beni yanına alarak cezalandırma.
İşte o ses! gidiyor mu ne? Uzaklaşıyor olmalı. İşte kapı kapandı, gidiyor. Tanrım, şükürler olsun!...
Radyo’da “La Bohemya’’ çalıyordu. Perdenin aralanmış ucundan camdan dışarıya baktı, akşam oluyor “usul usul’’ dedi kendi
kendine. Dağılan kitaplarının arasından telefonunu buldu. Numarayı çevirip kulağına dayadı. Radyo’nun sesini kıstı şarkı biterken:
“Alo nerdesin? Hiç, aramak istedim. Zor günler geçiriyorum.
Evime biri geliyor. Bilmiyorum. Beni öldürmek istiyor. Bilmem,
tanımadığım biri olmalı ama, güzel bacakları var. Nasıl desem,
güzel bir kadın... Hayır hayır, korkuyorum işte, yine geldi! Yardım
et, kapatmak zorundayım.”
Şu koltuğun arkasına saklanmalıyım. Niye saklanacak bir yer
belirlemediysem daha önceden? Lanet olsun bu kez haklayacak
beni! Bu kez hiç şansım yok.
Gregor! Kahretsin Gregor diğer odada kaldı. Şans ondan
yana olsun ve katil beni seçsin. Lütfen Tanrım. Hem Gregor’la bir
işi olamaz ki onun. Daha öncede gelmişti katil, demek ki o beni
öldürecek. Ya onu ben sanarsa? Ne iyi adamdı Gregor. Birlikte
neler neler yapmıştık. Hayatımın en güzel günlerini onunla geçirdim diyebilirim. O hep kadınlardan konuşmak isterdi. Kadınların
ne kadar kusursuz bir mukadderatı oluşundan ve aşktan... Aşk!
186
Gregor Sanrısı
Âşk mı? Gregor hiç âşık olmuş muydu? Bunu ona hiç sormamıştım. Olmamış olmalıydı. Çünkü, çünkü bilmem... Âşık olunacak kadını nerden bulabilirdi ki? Ama o bulabilirdi. O sokakta
gördüğü hoş kadınları bile takip edebiliyordu. Bir keresinde nasıl
da akşama kadar bir kadın için kahve içtiğinden söz etmişti, ne
kadar komikti. Ah bir kadın için, yalnızca aptal bir kadın için...
Ah Gregor! Tanrım, katil ne yapıyor acaba? Gregor’un kapısında
mı? Gregor’la mı konuşuyor? Ama Gregor kapıyı açmazdı ki ve
daima kilitlidir kapısı. Bilmez misin nasıl inatçıdır o... Bir keresinde; annesi, babası hatta patronu kapısına dayanmış yine de
açmamıştı kapıyı. Ne için açmamıştı hatırlamıyorum; fakat açmamıştı kapıyı. Tanrım! Gregor ve o kadın birlik olmuş olabilir
mi? Gregor kadınları çok sever. Düşkündür.
Ve şeytana tapar gibi tapabilir kadınlara. Yalnız bir kez bile
görmüş olsa o güzel bacakları, yapamayacağı iş yoktur onun için.
Ah işte şimdi bittim. Benim katilim tam da Gregor’un tapındığı kadınlardan. Gregor’un kadınlarından mıydı o? Ah neyse ki gidiyor
işte. Ne ürkütücü. Derhâl Gregor’u bulmalıyım. Ama dışarıya çıkamam ki. Ölmüş müydü ? Belki de o alçak kadının sapladığı bıçakla Gregor’un henüz soğumamış kanı parkelerime sızıyordur.
Ah temizlikçi çağırmalıyım. Nerden bulurum şimdi temizlikçiyi?
Hem inanırlar mı onu benim öldürmediğime? Temizlikçi Gregor’u
gördüğü an önce acı bir çığlık atar, sonra ardına bile bakmadan
kaçar. Hem polise haber verse ki verir. Eyvah! Ne yapacağım
şimdi? İşe de gitmedim iki gündür. Şüphelenmiş olmalılar. Hasta
demişlerdir belki de.
Ama ben de Gregor gibi hiç hastalanmazdım, kaldı ki bu yüzden işe gitmezliğim. Hapse girmek istemiyorum; dünya yeterince
dört duvar zaten ve en az bir hapishane kadar karanlık. Hayır
hayır, böyle olmaz. Bu gece kokmaya başlar. Ah dostum Gregor! Öyle acıyorum ki sana. Nasıl etsem de çıkabilsem odadan
dışarıya. Ya blöf yapıyorsa katil; bir yere gizlenmiş ve benim çıkmamı pusuda bekliyorsa? Hayır, hayır, hayır çıkamam. Zaman
mefhumunu da yitirdim zaten. Hangi gündeyiz? Kaç gün olmuştu
işe gitmeyeli. Ah annem! Her gün arayan annem, şimdi ne için
187
Hastalık Hikâyem - 2014
aramıyor? Oysa her akşam sesimi duymadan rahat yatamazdı.
O sebeple her akşam muhtelif vakitlerde arar, havadan sudan
konuşarak içini rahatlatırdı. Neyse neyse yavaşça kalkmalıyım,
doğrulayım gizlendiğim yerden. Zaten odaya girmiş olsa, bu
koca kafamı hemen görür. Gizlenmem anlamsız. Çıkmak istiyorum artık evden. Duvarların üzerime üzerime geldiğini gözlerimle
görebiliyorum. Kapımı çalıyor ne? Kim bu gelen şimdi? Katilim
olamaz o kapıyı çalmaz. Belli etmeden bakmalıyım pencereden.
Annem mi o? Annem! Ama... Ama... Onun da ayağında topuklu ayakkabısı var. Katilim annem olabilir mi? Niye olmasın? Hep
şakasını edip “Sen benim oğlum olamazsın, hastanede bebekleri
karıştırmış olmalılar. Baksana benim tanıdığım kimse senin gibi
değil’’ der dururdu. Doğruymuş meğer. Son geldiğinde, ne olur ne
olmaz diye vermemeliydim o anahtarı! İki sıfatın birbirine karışması kadar acı veren bir şey tatmadım ömrümde ben. Nasıl olur
da canım olan bir kadın, canımın diğer yarısı dediğim Gregor’u
nasıl öldürebilir? Ve daha da fenası beni niye, hangi sebeple öldürmek isteyebilir? İşte merdivenlerden çıktı. Ölüyorum, Tanrım
bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür biliyorum Tanrım. Ama,
ayrıca, aldığın şu hayat fena değildir... Üstü kalsın..
- Doktor Bey, oğlum iki yıl önce tuhaf hareketleri, halüsinasyonlar ve duygu karışıkları belirtileriyle doktora, o şartlarda şehrimizdeki Devlet Hastanesine kaldırıldı.
- Duygu karışıkları nelerdi ?
- O günlerden birinde ailecek misafirlerimizle oturmuş yemek
yerken eşim; televizyondaki bir program üzerinden birkaç espri
yapmıştı. Misafirlerimiz ve biz gülmekten yerlere yatarken o,
çok garip bir şekilde duygulandı, en sonunda ağlamaya başladı. Bu olaya kadar küçük gariplikler oluyordu; fakat bu endişelenmemize sebep oldu. Neyse Devlet Hastanesinde yattığı sıralarda geceleri sinir nöbetleri geçiriyordu. Kimse durduramıyor,
sakinleştiricilerle uyutuluyordu. Birkaç gün sonra Bakırköy Ruh
ve Sinir Hastanesine sevk edildi. O günden sonra Özgür’üm hiç
188
Gregor Sanrısı
konuşmadı. Hep kitap okurdu. Aylarca, yıllarca sandıklarla kitap
götürürdüm ona. Yıllarca hiç konuşmadı. Tedavisi süresince ilaç
kullanımı devam etti. O dönemin doktorları zaten hastalığı tamamen yok edemeyeceklerini, sadece topluma, insanların arasında
yaşayabilecek duruma indirgeyebileceklerini söylediler. Nitekim;
tedavi yıllarca sürdü. Tedavi süresince halüsinasyonlar ve sinir
krizleri olduğunu doktorlar gözlemlemişler. Şüphesiz o güne dek!
- Hangi gün?
- O gün hastaneye yeni atanan hemşirelerden biri; oğlumun
çok kitap okuduğunu öğrenip bir kitap hediye etmek istemiş.
Odaya girdiğinde oğlumu yatağın arkasında gizlenmiş korkudan
titrerken bulmuş, elinden tutup su içirmiş. Kendinden bahsedip,
kitabı uzatmış ve Neyzen Tevfik’i anlatmaya başlamış; o hastanedeki anılarından, fıkralarından; velhasıl uzunca bir müddet
Neyzen’i anlatmış hemşire hanım.
O gece Özgür bütün bir kitabı sabaha kadar okuyup fıkralarını
ezberlemiş. Sabah erken saatlerde hemşire hanımın odasına gidip oturmuş ve beklemeye başlamış. Çok geçmeden hemşire hanım gelmiş. Oğlumu odasında gördüğüne memnun olup yanına
oturmuş. Ve oğlum yıllar sonra o an konuşmaya başladı doktor
bey. Söylediği ilk cümle; ‘’Beni Neyzen’in odasına götür.” olmuş.
Oğlum Neyzen’in odasına girdiğinde dakikalarca hareketsiz durmuş ve ‘’Ney’ini duyuyorum, beni lütuflandırdın üstat’’ diye dönmüş durmuş odada. O günden sonra hızlı bir gelişme gösterdi ve
biz yıllar sonra hastaneden el ele çıkabildik.
- Belli ki oğlunuz Neyzen ile bir bağ kurmuş. Ona yakınlık
duyarak aklen güvenilir bir huzur bulmuş. Bunu da tedavimizde
kullanacağız hanımefendi. Şimdilik yapılabilecek bir şey yok. Sakinleşmesini bekleyip sonra konuşmayı deneyeceğiz. Bu arada
siz evine gidip birkaç parça eşya, kitap, dergi getiriniz belki faydası olur.
- Peki, Doktor Bey, hemen gidiyorum.
189
Hastalık Hikâyem - 2014
Fatma Hanım kapıyı açtığında kapının altından atılmış faturaları, mektupları gördü. Görmemiş gibi yaparak merdivenleri çıktı.
Ona bu evi Fatma Hanım kiralamıştı. Aylar önce Özgür, girdiği
sınavı kazanıp, buraya atandığında ne çok sevinmişlerdi. Her
şeye yeniden başlayabilir diye düşünmüştü. Başlamıştı da; fakat
bu gün yine nüksetmişti işte. Benim canım oğlumun neler geldi
başına, içmediği ilaç, görmediği tedavi kalmadı diye düşünürken;
masanın üzerindeki kitaba ilişti gözleri, onu da çantasına koydu.
Çıkmadan önce perdenin aralanmış yerinden dışarıya baktı, akşam olmuştu.
Saat, 6.45’i gösterirken kapıyı çekip çıktı. Hava güzeldi onun
için. Yürümek iyi gelir diye taksiye binmek istemedi. Oğluma
acıyorum diye mırıldandı. Ne suçu vardı? Herkes gibi yaşamak,
gençliğini sürdürmek onun da hakkıydı. Şimdi annemi daha iyi
anlıyorum. Neler çekmişti kadın! Daha o zamanlar okula yeni
başlamıştım. Annem daima dedemle ilgilenmek zorunda olduğundan, bir kez bile elimden tutup beni parka götürememiştir.
Ama tabi ‘’annenin kaderi hep kızınaydı.’’ İllet hastalık kaç nesildir yakamızı bırakmadı: şizofreni. Filmlerde, kitaplarda ne kadar
hoş gösteriyorlar bu hastalığı. Keşke o denli tatlı bir hastalık olsa.
İlaçlarını alamadık her zaman, evlere temizliğe gittiğim bile oldu
ilaçları için. Bizlere neler yapmadı ki; eve tanımadığımız insanları
çağırıp oyunlar mı oynamadık? Karakollara mı düşmedik? Tanrım, daha neler neler... Tam düzeldi derken yine eskiye döndük.
-Merhaba Doktor Bey, istediğiniz kitapları getirdim. En son
okuduğu kitap buymuş ‘’Dönüşüm’’...
-Evet, şimdi anlaşılıyor, buyurun, buyurun odamda konuşalım...
Sonra odasına geçtik. Benim eve gittiğim dakikalarda oğlum
“Gregor! Gregor!” diye sayıklamış birkaç kez. Doktor meseleyi
anladığını ve uygun tedaviyi saptadığını izah etti odasında bana.
Meğer okuduğu kitaptaki karakteri sanki arkadaşıymış gibi tahayyül ediyor ya da sanıyormuş ve bu yüzden de sinir krizleri
190
Gregor Sanrısı
geçiriyormuş. Daha fazlasını bilmiyoruz. Fakat benim dayanacak
gücüm kalmadı. Burada hastanenin bahçesinde kendimi öldürmek istiyorum. İntihar etmek istiyorum. Ben bir anneyim ve ölmek istemek gibi bir hakkım yokmuş. Bunu şu an idrak ettim.
Ben ölemem ben oğlum için yaşamalıyım! Onun için, oğlum için
her şeye rağmen dimdik durmalıyım. Ah yavrum, ah benim biricik gözbebeğim. Senin için yaşayacağım. Senin o güzel gözlerin
hep gülsün diye...
191
Hastalık Hikâyem - 2014
EĞLENCEN UTANCIN OLMASIN
Necip Fazıl İLBAK
Çocukluğum mutluluk doluydu. Daha dün gibi hatırlıyorum.
Yapraksız dallar buğu tutmuş cama çarpıyor. Dışarıdaki müthiş tipi yıldızları görmeye engel oluyor. Zar zor yürüyen kedi sığınak olarak camın hemen önünü buluyor.
Dışarının aksine içerisi adeta cennet. Sobanın üzerinde kaynayan çaydanlığın sesi ve ona eşlik eden kestane kokusu. Perdenin arkasından çıkıp uyuklayan annemin yanı başına kıvrılıyorum. Her zamanki gibi anneme seslenip onu uyandırıyorum.
Bana bakıp yarı uykulu, tatlı tatlı gülümsüyor. Babaannem namazını kılmak için henüz ateşini yakmadığımız yan odaya geçiyor. Babam günün yorgunluğunu atmak için koltuğuna uzanmış
haberleri seyrediyor. Ailecek içilen bir çayın ardından herkes yataklarına çekiliyor, ben ateşin tavandaki dansını seyre dalıyorum.
Gece bir ara hareket alanımın daraldığını fark ediyorum çok kuvvetli bir horlama sesiyle...
Babam yine annemi çok horladığı için kovmuş, o da uykusu
kaçmadan hemen benim yorganımın altına girmiş olmalı. Horlama sesi gerçekten dayanılmaz. Normal bir horlama değil. Önce
horlama, sonra çok derin bir sessizlik… Öyle ki; uzunca bir süre
nefes alamıyor. Endişeleniyorum ve yavaşça uykusunu kaçırmak
için kolunu dürtüyorum. Yeniden nefes almaya başlıyor. Sonra
tekrar ve tekrar... Hemen sonra annem uyanıyor ben hemen uyuyor numarası yapıyorum. Şu gün düşünüyorum da dünya hiçbir
zaman o günkü kadar dertsiz, tasasız olmamıştı benim için. Köy
hayatını seviyordum. Sınırsız bir özgürlük sunan köy hayatını…
192
Eğlencen Utancın Olmasın
Ama artık küçük bir çocuk değildim. Kocaman olmuş, Anadolu
Lisesini kazanmıştım. Eğitimim için ailemden ayrılıp şehre yerleşmek zorunda kalmıştım. Her fırsatta evime dönüyor ve krallar
gibi karşılanıyordum. Kuş sütünün bile eksik olmadığı sofralardan kalkıp yöresel kahvelerden içiyordum. İlerleyen saatlerde
yataklarımı hazırlarken anneme yardım ediyor, yatağın üzerine
uzanıp annem ve babaannemle saatlerce muhabbet ediyordum.
Yine böyle bir ziyarette çok ilginç bir şey fark ettim. Annem
yine koltukta otururken uyukluyor, babaannem de sitem edip
duruyordu. İlginç olan bu değil, annemin eskisinden çok daha
fazla uyuklamasıydı. Geceleri iyi uyuyamadığı belliydi. Babam,
babaannem ve benim ısrarıma dayanamayıp ortopedik bir yatak
aldı. Belirgin bir etkisini göremedik. Ama her ziyaretimde annem
koltukta uyuklayıp komşularımızın esprilerine malzeme olmaya devam ediyordu. Bense annemi her uyumaya başladığında
seslenerek uyandırıyordum. Geceleri ise çok horluyordu. Öyle ki
anneme ‘Yan odada bile kafamı yastığın altına koyuyorum’ diyerek takılıyordum. Kendisi de bununla ilgili yapılan şakalara hiç
alınganlık göstermez ve bizimle beraber gülerdi.
Gündüzleri eğlence konusu olan bu durum, gece çöküp herkes yatağa çekildiğinde önce babama sonra da bana eziyet olarak geri dönüyordu. Babam tıpkı eski günlerdeki gibi annemi yine
odadan çıkarıyordu. Annemde artık yatağımı değil odamı mesken tutuyordu. Yine de sabırlı adammış babam. Annem benim
odamdayken kafamı yastığın altına koyarak uyumaya çalışıyordum.
Ailemin, ciddi rahatsızlıkları biz “küçüklerden” saklamak gibi
huyları vardı. Boğazındaki sorun da bunlardan biriydi. Annemin
guatr isimli tiroit bezi büyümesi ile oluşan bir çeşit endokrin sistemi rahatsızlığına yakalandığını öğrendiğimde üzülmenin yanı
sıra geç öğrenmiş olmanın vermiş olduğu sinirle birlikte aileme
özellikle halama ve babaanneme çok kızıyordum. Kendilerince
haklı sebepleri vardı. Benim hakkımı umursayan yoktu.
193
Hastalık Hikâyem - 2014
İyot yetersizliği sonucu ortaya çıkan bu rahatsızlığın tedavisi mümkündü. Nitekim annem de teşhisin konduğu ay ameliyat
masasına yattı ve ömrünün geri kalanını ilaç kullanarak geçirmek
zorunda kaldı. Artık eskisi kadar horlamadığı için babam bu işe
çok sevinmişti. Sevinci sadece kendisi için değildi elbet. Eşi içinde mutluydu.
Her ne kadar azalmış olsa da annem horlamasından dolayı
yine yatağını başka bir odaya taşımak zorunda kalmıştı. Bu hep
olmuyordu elbet. Babam genelde uzun iş seyahatlerinde oluyordu ve eve geldiğinde yatabilirse annemden önce uyumaya çalışıyordu. Babamın, annemin horlamasına karşı bulduğu geçici
çözüm buydu işte.
Neyse ki horultuya sadece hafta sonları katlanmam gerekiyordu. Okulun yurdu evime çok uzak olduğu için sadece hafta
sonları ziyaret edebiliyordum ailemi.
Yurtta kaldığım bir gün gece geç saatlerde bir telefonum çaldı. Arayan babamdı. Gece geç saatlerde araması normal değildi.
Önce sakin olmamı istedi. Annemi hemen üç sokak ötedeki şehir
hastanesine kaldırmışlar.
Gözyaşlarıma hâkim olamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Hızlıca yurttan çıkıp yurt kapısına ulaştım. Güvenliktekilerle kısa bir
tartışmanın ardından olanca hızımla hastaneye koştum. Yolda
aklıma bin bir türlü olasılık geliyordu. En kötüleri... Öyle ya; ciddi rahatsızlıkları bile saklayan ailem beni gece yarısı hastaneye
çağırıyordu. Sıradan bir şey olması düşünülemezdi bile. Hava
soğuktu ve gözyaşlarım, yüzüme çarpan soğuk hava ile boynumdan içeri sızıyordu. Nefes nefese hastanenin acil servis bölümüne ulaştım. İçeri girer girmez komşularımızdan Nazire teyze ile
karşılaştım. Gözleri dolmuştu. Gelip sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ağzımdan titrek bir sesle tek bir soru döküldü: “Yaşıyor
mu?”
Yaşıyor olduğunu öğrenmemle bir nebze olsun rahatlamıştım.
194
Eğlencen Utancın Olmasın
Ama durumu çok ciddi imiş. O kadar paniklemiştim ki ne olduğunu bile soramadım. Babamı aramaya çıktım. Çok geçmeden
kapının yanında kan çanağına dönmüş gözlerle bana bakan yıkılmış adamı, babamı, gördüm. Aklımda onlarca soru ile karşısına dikilmiş, şu güne dek en ufak zayıflığını görmediğim babama
bakıyordum.
Ben sormadan söze başladı:
“Annen birden rahatsızlandı. Durumu hakkında bildiğimiz hiçbir şey yok.”
Yalan söylüyordu. Az evvel komşumuz durumun ciddi olduğunu söylemişti. Rahatlamam için söylediğini biliyordum; ama yine
de hoşuma gitmemişti.
Gözlerim babaannemi aradı. Bulamadım. Endişe ile babama
sordum. Annemin durumunu görünce bayılmış. Bu işin ciddiyetini anlamış olmam için yeter de artardı bile. Yaşlı bir adam bize
doğru hızlı adımlarla geliyordu. Tanıdıkların hepsi toplandı yaşlı
adamın başına. Ağzından dökülen kelimeler sessiz birer ağız hareketine dönüşmeye başladı.
Bulanık yüzler görüyordum. Tavandaki beyaz göz alıcı lambayı… Bayıldığımı anlamam çok uzun sürmedi. Annemin felç olmasına dayanamamıştım. Hâlâ kabullenemiyordum. Aklıma geldikçe kendimden geçiyor, annemin bana gülümseyen tatlı yüzünü
hatırlıyordum. Ayağa kalkmaya çalıştım; ama başım çok kötü
ağrımaya başlamıştı. Başımdaki sargıları hissetmemiştim bile.
Bayıldığımda kafamı çarpmışım. Aldırış etmeden ayağa kalktım.
Nazire teyzemin kızı hemen müdahale etti. Dinlenmemi, hareket
etmememi istiyordu; ama benim istediğim tek şey annemi görmekti. Israrıma ve titreyen sesime daha fazla dayanamadı. Koluma girerek beni annemin yattığı odanın kapısına kadar götürdü.
İçeri giremiyordum. Herkesi orada beklerken buldum. Kimisi ağlıyor, kimisi sessiz sessiz oturuyordu. O günü asla unutamıyorum.
Hayatımın en kötü günüydü.
195
Hastalık Hikâyem - 2014
Annem bir daha hiç konuşamadı, hiç yürüyemedi. Bize, buna
neden olarak ‘uyku apnesi’ dendi. İsmi çok masumdu: Apne…
Bir çeşit sivilce gibi bir şey olmalıydı. Hayır! Uyku sırasındaki
solunum duraklamalarından kaynaklanan ve uyku düzeninin bozulmasına sebep olan önemli bir hastalık. En azından internette
araştırdığımda böyle diyordu. Basit bir solunum cihazı ile çözülebilecek bir hastalık felce hatta kalp krizine sebep olabiliyormuş.
Düzensiz solunum, uykuda nefesin durması, gündüz aşırı uyku
hâli gibi belirtiler bu hastalığın en büyük belirtileri ve benim annemle aramdaki esprilerin temel malzemesiydi. Annemi yatağa
mahkûm eden şey uyku apnesi değil cahillikti.
196
Bedenim Bir Kafestir
BEDENİM BİR KAFESTİR
Üstüngel ARI
Yaklaşık on iki dakikadır buradayım. Yedi katlı bir apartmanın
çatısında. Üç dakika içinde vereceğim karar, hayatımın geri kalanını nasıl geçireceğimi belirleyecek. Yedi kat aşağı düşerek mi
geçireceğim bu süreyi yoksa devam mı edeceğim direnmeye?
Şimdilik bilmiyorum. Neden mi buradayım ve neden mi fonumuzda art arda “My body is a cage” çalıyor? Bunu size üç dakikada
anlatabilir miyim bilmiyorum; ama deneyeceğim.
Her şey blast hücrelerimin kemik iliğime saldırmaya karar vermesiyle başladı. Bunu neden yaptıklarını bilmiyorum; ama benden izin almadıklarına eminim. Vücudumda kırmızı lekeler çıktı
ilkin ve ben de her Türk erkeği gibi bunu çok da önemsemedim.
Fakat lekeler yanlarına iştahsızlık, diş eti kanaması, kemik ağrıları, zayıflama ve en sonunda da yüksek ateş gibi arkadaşlar alıp
bedenimi bir cumartesi gecesine dönüştürmeye karar verdiğinde
kendimi bir hastane odasında sedyeye uzanmış olarak buldum.
İçeri giren doktorun elindeki kalın iğneyi gördüğümdeyse, bu belirtileri göstermemin İstanbul’un soğuğuyla pek de ilgisi olmadığını anladım. “Henüz konuşmak için erken” diyordu doktor, kalça
kemiğimin arkasına batırdığı iğnesinin içinden kemik iliklerimin
geçtiği sırada “Ama birkaç test daha yapıp emin olmak istediğimiz bir durum var. Siz lütfen meraklanmayın.” Acıyı iliklerine
kadar hissetmek sanırım bu olmalıydı diye düşünüp, anestezinin
kollarına bıraktım ben de kendimi.
İnsanın kendi bedenini bile tanıyamıyor ve ona söz geçiremiyor olması fazla garip değil mi? Kendisine karşı bile fazla çaresiz
insan. Kendisine karşı bile fazla acımasız. Kendisine karşı bile
fazla uzak… “Hastalığınızın ismi ALL” dedi kapının önündeki me197
Hastalık Hikâyem - 2014
tal tablaya onkolog yazdırabilmek için yıllarını vermiş olan doktor;
“Yani akut lenfoblastik lösemi.” Panikler değil mi insan bu haberi duyduğunda? İçinden çıkılmaz acılara sürüklenmesi gerekir
normal şartlar altında. Fakat benim aklıma ilk gelen neydi biliyor
musunuz? Yeşilçam filmleri. Yeşilçam filmlerindeki kan kanseri
gösterimleri. Burun kanamaları. Teatral tepkiler ve şüphesiz ki
Filiz Akın. Gülümsediğimi gördüğü için hastalığımı anlamadığımı
düşünmüş olacak ki, “Halk arasında bilinen ismiyle, kan kanseri”
dedi bir zamanlar onkolojiye giriş dersinden kalmış ve okulunu
bir dönem uzatmış olan doktor şaşkın bir biçimde. Gülümsememi değil, “Neden ben?” diye sormamı bekliyordu belki de. Kötü
niyetli değildi bu beklentisi eminim; ama sonuçta beklediğini alamamış, beklediği ile karşılaşamamış olmanın verdiği şaşkınlık
okunabiliyordu yüzünden.
Neden ben? Ben bu soruyu ilk kez beş sene önce sormuştum
kendime. Yirmi iki yaşındaydım ve sevgilim tarafından aldatılmışım. “Neden ben?” dedim hem içimden hem dışımdan. Sonra
oturup “Neden olmasın?” diye düşündüm. Ve bilirsiniz, bir sözün
İngilizcesi, Türkçesi kadar havalı değildir hiçbir zaman. Ben de bu
sebeple, aldatılışın ve ayrılığın ardından kendimi en yakın dövmecide buldum ve “Koluma bir dövme istiyorum” dedim, “Why
not! yazacak sadece.” İşte masasındaki ikili dolma kaleminin
arasında yatay duran tablanın üzerinde Uzm. Dr. Hüseyin Bey
yazan doktorun karşısında otururken de hayatımın merkezine
koyduğum felsefenin somutlaşmış hâli olan dövmemle göz göze
geldik ve ben sormadım bile kendime “Neden ben?” sorusunu.
Çünkü basitti cevabı; neden olmasın? Sonuçta hiçbirimiz seçilmiş değildik. Farkımız yoktu bir diğerimizden. Her şey, herkesin
başına gelebilirdi. Kendi hayatımızın başrol oyuncusu olmamız,
yapımcımızın ya da senaristimizin bize ayrıcalık tanıyacağı anlamına gelmezdi hiçbir zaman. Dert etmeye değmezdi. Yeni bölümün senaryosunu elimize alır ve oynamamız gereken oyunu
sürdürürdük hayat karşısında.
Ta ki bir kadın çıkana kadar karşımıza -ki her hikâyede en az
bir kadın çıkardı mutlaka.
198
Bedenim Bir Kafestir
Herkes maske takıyor etrafımızda, sadece ben değil. Sokaklarda, caddelerde evlerde… Hepimiz bir maskenin altındayız.
Olmak istediğimiz kişinin maskesini takıyoruz olduğumuz kişinin
yüzüne. Çünkü mutlu değiliz hiçbirimiz, sadece ben değil. Çünkü
mutlu olmak için onlarca faktörün aynı anda gerçekleşmesi gerekiyor. İşinde terfi aldığın bir gün, annen ölebilir örneğin. Güzel bir
seksin ardından, eski sevgilin mesaj atıp tüm ilişkini mahvedebilir. İşleri yoluna koymak için, onlarca güzel şey gerekir. Sağlıklı
olmak, iş sahibi olmak, evli olmak… Ama treni rayından çıkarmak
için tek bir hamle yeter. Tek bir hamlede yolundan çıkar koca
tren. Tek bir hamlede parçalarına ayrılır tüm vagonlar. Benim
yolumdan çıkmam ise bir cümle ile vücut bulmuştu: “Biraz uzak
durabilir misiniz?”
Metrobüsteydim. Kendisine neden 34 A ismi takıldığını hiç
sorgulamadığım fakat iki kıtayı aktarma yapmadan aşan toplu
taşıma aracında… Mecidiyeköy’deydim ve iş çıkış saatine denk
gelmiştim. Mahşer kalabalığı… Birbirlerini içeri bastıranlar, sıkışanlar, nefes alamayanlar… Zor bela attım kendimi içeri ve tutundum bir yere. Fakat şöyle bir etrafıma bakınca, diğerlerine göre
rahatımın daha yerinde olduğunu fark ettim. İnsanlar görünmez
duvarlardan oluşan bir karantina bölgesi oluşturmuşlardı etrafımda. Aldırmadım. Nasılsa aylardır gördüğüm kemoterapinin sonucu olarak saçsız ve maskeli şekilde dolaşmaya alışmıştım. Sokaklarda daha rahat yürüyordum artık. Görünmez bir koruyucu
kalkanım olmuştu adeta.
Fakat o kadın… Gözlerime bakıyordu. Gülümsedim. Gülümsediğimi göremedi. Maskeme takılmıştı gülümsemem, fakat yine
de gerilen yüz hatlarımdan gülümsediğimi anlayabilirdi. Anlamadığını düşündüm-sadece anlamadığını. Oysa anlamıştı; fakat
karşılık vermemişti. Çünkü ben, ona göre uzak durması gereken
hastalıklı biriydim. Zincirlikuyu’ya geldiğimizde ayrılanlar oldu
aramızdan. Eklenenler oldu aramıza. Eklenenler ayrılanlardan
fazla olmalıydı ki, ne kadar istemesem de biraz daha yaklaşmak
zorunda kalmıştım kadına. Biraz daha ve biraz daha… Köprüye
girdik. Sıkışıktı trafik. İlerleyişin ağırlığından mıdır yoksa hiçbir
199
Hastalık Hikâyem - 2014
zaman havalandırmayan havalandırmadan mıdır bilinmez, eller
yelpaze görevi görmeye başlamıştı. Sıcak basıyordu herkesi. Sıcak, daha da basıyordu çevremdekileri. Mikropların sıcak ortamlarda kendilerine daha rahat yuva bulabileceklerini bir televizyon
programından öğrenmiş olan bilinçli ve bilinçli olduğu kadar da
makyajlı olan kadınımız, üçüncü üflemesinin ardından birbiri ardında dizdi o büyülü kelimeleri: “Biraz uzak durabilir misiniz?”
İlkin kendimi, metrobüs kalabalığında bir kadını rahatsız edecek kadar yakınlaşmış bir adam olarak gördüm. Başka bir sebep
gelmedi aklıma -ne kadar da aptalım! Çünkü toplu taşımaların
kaderiydi belki de taciz ve kadınlar önlemlerini sadece seslerini
yükselterek alabiliyorlardı mecburen. Seslerini yükseltiyor, tacize uğradıklarını söylüyor ya da ima ediyor ve o andan itibaren potansiyel tacizci kendisini yadırgayan bakışlarla baş başa
bırakılıyordu. Buydu toplu taşımaların taciz-politiği. Fakat ben,
dikkat ederdim bunlara. Bir kadını taciz etmeyi bırakın, kendisini
rahatsız hissetmesine bile mahal vermemeye çalışırdım elimden
geldiğince böyle durumlarda. Bakışların tam üzerime doğru hareketlenmeye başlayacakları sırada “Hanımefendi” dedim, “Değmiyorum bile size. Hem bakın, ellerim yukarıda.”
“Biraz uzaklaş işte!” dedi bana sırtını dönmeye çalışırken,
“Hastalık mastalık bulaşacak, bi’şey olacak.”
Ve bakışlar, başka türlü yadırgıyordu artık. Tüm bakışlar, bulaşıcı sanıyordu hastalığımı. Göz göze gelmeye bile korkuyorlardı; oysa bakışarak bulaşmazdı lösemi. Sevişerek bile bulaşmazdı. İnsanlar taktığım maskenin, onları değil kendimi korumak
için olduğunu ne zaman anlayacaklardı? Benden onlara değil,
onlardan bana bulaşabilecek olan küçücük bir gribal enfeksiyonun bile beni öldürebileceğini ne zaman anlayacaklardı? Korunan bendim sizden! Asıl siz biraz uzak durabilir misiniz “benden”!
Aklıma Filiz Akın’ı getirdiğim o andan itibaren iki yıl geçmişti
ve ben bir çatının tepesindeydim. Çünkü yorucu geçmişti iki yıl.
İki yıl… Dile bile kolay değil düşününce, bana nasıl olsun? Bakış-
200
Bedenim Bir Kafestir
lardan sıkıldım artık. Yoruldum insanların benimle aynı bardaktan su içmeye çekinmesinden. Yoruldum kullandığım kaşıkların,
ardımdan çöpe atılmasından ya da çamaşır suyuna bastırılmasından. Yoruldum insanlardan. İnsanların yargılarından…
Hepsinden yoruldum.
Elime bir silah alıp yollara düşebilir ve önüme gelen herkesi
öldürebilirdim. Fakat en az yedi milyar mermi gerekiyordu bunun
için. Oysa daha kolay bir yolu vardı herkesi öldürmenin; intihar.
Çünkü kendini öldürdüğünde, seninle birlikte ölüyordu tüm dünya. Ne bakışlar kalıyordu geriye ne de bir başkası. Erken gençlik
yıllarımda Camus’ın bir kitabını okumuştum. “Tersi ve Yüzü”ydü
sanırım. Bir adamın hem de mutlu, başarılı, işinde iyi olan bir
adamın bir gece sırf bir dostu onunla dalgın konuştu diye bile gidip intihar edebilmesini olanaklı görüyordu Camus. Hiçbir neden
yoktu oysa ve zaten olması gerekmezdi. Sırf yakın dostu, dalgın
konuştu diye öldürmüştü adam kendini. Size neydi! Bırakınız, öldürebilsindi. Ölüm, günümüzde fazla abartılıyordu. Oysaki istatistikî bir veriden daha fazlası değildi.
Aşağı bakayım. Şu insanlar da geçip gitsinler evlerine. Tepelerine düşüp, onları da peşimden sürüklemek istemem. Hayır, hayır! Şimdi olmaz! Açmak istemiyorum telefonu. İstemiyorum kimseyi cevaplamak. Bir “alo” daha duymak istemiyorum.
Bir insan sesi daha duymak istemiyorum. Kim arıyor? Hüseyin
Bey. Bugün neden gelmediğimi soracak herhâlde. Ne cevap vereceğim? İki yıllık emeklerimizi on saniyede çöpe atacağımı mı?
Hayır, kendimi öldürecek dahi olsam, içimde barındırdığım son
hissin utanç olmasını istemiyorum. Korku olmalı içimde en sona
kalan ve eğer varsa buradan başka bir dünya, korku eşlik etmeli
bu yolcuğuma. Utanç değil! Hayır. Neyse. Sustu telefon. Görüşürüz Hüseyin Bey. Ya da hoşça kal mı demek gerekir? Ama kim
bilir, görüşürüz belki de, kim bilebilir? Mesaj sesi. Bu adam hiç
bırakmayacak peşimi. Cevap vermek zorunda değilim. Okuyabilirim. Sadece okuyabilir ve utanç duymayabilirim. Çünkü utanç,
bir başkasına karşı duyulabilir ancak. Bir başkası varsa, utanç
201
Hastalık Hikâyem - 2014
vardır. Bir başkası varsa, sen de varsındır. Dokunmatik ekran.
Şifre. Mesaj.
“Beni ara hemen. Uyumlu bir ilik bulundu. Yarın işlemlere başlamamız gerekiyor.”
No. Ekranı kapat. Aşağıya bakıyorum. Yürüyor insanlar. Yürümeye devam ediyorlar. Gülmeye, şakalaşmaya, sevmeye, kandırmaya ve ölmeye… Devam ediyorlar. Devam edecekler hepsine. Dünya yok olana kadar devam edecekler. Devam edeceğiz.
Sanırım ölümle, başka bir bahar bir araya geleceğiz.
“My body is a cage” diyor hâlâ fonumda Peter Gabriel.
“Benimki değil artık” diyorum içimden, “Benimki artık değil.”
202
Gülnihal
GÜLNİHAL
Ali Yücel KARA
Gülnihal, elleri yüzünde çömelmiş hâlde… Balkonun bahçeye
inen basamağına biraz önce bırakılan o bohçaya bakıyor. Yeşile
çalan gözlerinden süzülen damlalar uzun kirpiklerini ıslatırken,
dudakları acı bir hıçkırığı hapsetmenin zorluğu içinde kıvranıyor.
“Kızım, ne oldu? Başın mı döndü? Niye oraya yığılıp kaldın?” Neden sonra gözleri bohçaya takılan annesinin deminki şefkat dolu
sesi artık öfkeye bulanmıştır: “Bak hele edepsizlerin yaptığına!…
Utanmazlar… Kuldan utanmıyorsunuz bari Allah’tan korkun. Yok
kızım yok… İyi ki varmıyorsun bu zalimlerin evine.” Kızını kucaklayıp kaldırıyor ana yüreği, kestane rengi saçlarını okşuyor.
Dillere destan bir güzelliği vardı Gülnihal’in. Fidan boyu, bakılmaya doyulmayan yüzü, uzun parlak saçları, yürekleri ısıtan
gülümsemesi, ruhu okşayan bakışları, biçimli elleri, ayakları…
Aklı başında, huyu suyu düzgün bir kızdı üstelik. Hâliyle isteyeni
de çok oldu. Ama Gülnihal razı olmadı hiçbirine ta ki karşısına
o çıkana dek. Yirmi sekiz yaşına kadar onu mu beklemişti yani?
Üstelik mavi oyalı bir yazma hediye edip gönlümü açmaya karar verdiğim sırada. Onda bende olmayan ne vardı? Ahh… İşte
içinden bir türlü çıkamadığım soru. Hep “candan bir dost” kabul
etti beni Gülnihal. Ötesine geçmeme ne o ne de hayat bir türlü
müsaade etmedi.
Nişan alışverişi, hazırlık, temizlik… Böyle bir koşuşturmanın
içine dalmışken Gülnihal özellikle hareketli olduğu zamanlarda
bulanık gördüğünü fark eder. Önceleri yorgunluğuna, heyecanına verir. Ama bir türlü geçmeyince annesine söyler. “Hele şu
nişan aradan çıksın. Geçmezse bir göz doktoruna gideriz, canım
kızım.” diyerek rahatlatır annesi. Öyle de yaparlar. Ama doktor
203
Hastalık Hikâyem - 2014
bulanık görmenin yanında ellerde ve bacaklarda uyuşmanın, karıncalanmanın ve yanma hissinin olduğunu öğrenince Nörolojiye
sevk eder. Tüm bunları nişan telaşına vermişlerdi oysa. Tedirgin
olmaya başlarlar. Nörolog, muayeneden sonra beyin MRG’nin
çekilmesi gerektiğini izah eder. “Ne var doktorum? Ciddi bir
şey yoktur inşallah” ısrarlarına rağmen doktor; durumun ancak
MRG’den sonra netlik kazanabileceğini söyler ve güzel temennilerde bulunur. Gülnihal, bu gürültülü görüntüleme cihazına ürkerek kendini bırakır. Işık huzmesinde rastgele gezinen zerrecik
gibidir artık.
Doktor uzun uzun bakar MR görüntülerine. Arada Gülnihal’i
süzer. Birazdan çok önemli şeylerden söz edecek insanlara has
o gergin ifade oturmuştur artık yüzüne: “Beynin birkaç yerinde
lekeler mevcut. Buradaki lekelere tıpta sklerotik plak deniyor.
Plakları özellikle periventriküler bölge dediğimiz -belli belirsiz bir
yeri göstererek- şu alanda görmekteyiz. Bu plaklar kısaca MS
denilen multipl skleroz hastalığında görülür. Kadınlarda daha sık
görülen bu hastalık ataklar hâlinde seyreder. Yani belirtilerin olmadığı bir süreçten sonra sorunlu bir dönem yaşanır. Sonra tekrar bir rahatlama sonrasında…” Sözcükler Gülnihal’in kafasında
bir süre yankılanır sonra da bir yığın anlamsız ses parçası olarak
çöker. Doktorun söylediklerinden hiçbir şey anlayamaz olur artık.
Çocukluğundaki gibi onu korkutan ama uyanıp annesine sarılınca dağılıveren bir düş görür gibidir. Yalnızca kötü bir düş…
“Biricik yavrumuz… Gözümüz gibi baktık hep. Bugüne getirinceye kadar hep üzerine titredik. Nerden musallat oldu bu maraz?” diye bir feryat duyarak irkilir Gülnihal. Bu sözlerin sahibi
posta idaresinden emekli sessizliği ve beyefendiğiyle bilinen babası Rıza Beydir. “Aslında nedeni tam olarak bilinmiyor, beyefendi. Ancak genetiğin, çevresel etkenlerin, enfeksiyonların rol aldığı
düşünülüyor. Bir şekilde bağışıklık hücreleri uyarılıp, sinir hücrelerinin miyelin kılıflarına saldırıyor. Sonuçta zarar gören kılıflar
da daha önce bahsettiğim plak görünümüne neden oluyor.” diye
cevap verir doktor bir süre bekleyip yutkunduktan sonra.
204
Gülnihal
Kulağı delik müstahdemlerden biri yememiş içmemiş hemen haber uçurmuş dünürlere. Böyleleri hep bulunur zaten. O
kansızlar da bir iki soruşturup haberi teyit ettikten sonra nişanı
atıp gönderivermişler bohçayı, yüzüğü işte. Gülnihal en çok da
buna üzülmüş. Kendisi söylemek istermiş sevdiğine. Ne bileyim
anlattıktan sonra başını omzuna koyup ağlamak geçmiş belki
yüreciğinden. Ben de iyice hastalığı öğrenmeye çalıştım o ara.
Tamamen şifaya kavuşturacak bir tedavisi yokmuş. Ama hastalığı hafifleten, şu atak belası gelince kısa zamanda onu bertaraf
edebilecek ilaçlar da yok değilmiş. Hem herkese farklı yüzünü
gösterirmiş hastalık. Kimisinde hafif kimisinde ağır… Ben hep
Gülnihal’e en güzel yüzünü göstersin diye dua ettim. Sonra düşünüp durdum; şimdi ona âşık olduğumu onu herkesten ve her
şeyden çok sevdiğimi söylersem bana inanır mı? Yoksa sadece
acıyarak bu tür laflar ettiğimi mi düşünür? Yine çıkamadım işin
içinden. Ben de kendimi bıraktım; onun etrafında dönüp duran
bir zerrecik gibi…
Elleri titremeye başlayan, denge kaybı yaşayan Gülnihal’e
steroit tedavisi başlanır. Yorgundur Gülnihal. Ölesiye, biteviye
yorgundur. Altı hafta sürer ilk atağı. Sonrasında toparlanmaya
başlar. Steroitle şişmiş bedenini eve atar. Depresyonuyla, yorgunluğuyla, başlanan interferon iğneleriyle, komşuların canını
daha da sıkan dedikodularıyla uğraşarak geçmeye başlar günler.
O yıl sanırım üç atak geçirdi. Son atağında kasılmaları belirgindi. Bir de ağrılar peyda olmuştu yüzünde. Arada kontrollere
gidiyordu. İğnelerinin dozunu, sayısını değiştiriyorlardı. Bir keresinde belinden su da aldılar. IgG indeksi yüksek dediler. MS’le
ilgiliymiş başka bir şey değilmiş. Sonra yorgunluğu için, titremeleri için, kasılmaları için başka başka ilaçlar… Yeni ataklarla, iğnelerle, kontrol MRG’leriyle, hastane yataklarıyla, eve dönüşlerle
geçti yıllar. Babası ve annesi de göçmüştü dünyadan Gülnihal’in.
MS’le geçen 20 yılın ardından “sevgili” olamamıştım ama onunla
yaşlanmıştım ben de. İyice yürüyemez olmuştu artık. Tekerlekli
205
Hastalık Hikâyem - 2014
sandalye kullanmaya başlamıştı. Bir yerden duymuş; şifalı otlarla
MS’i tedavi eden biri varmış şehirde. Tutturdu “Beni oraya götür”
diye. “Öyle iş olmaz, buradaki tedavine mani olur” dedimse de
dinletemedim. Mecbur kaldım götürdüm. Bu şifacı herif normal
tedavisini kestirip otlardan yaptığını söylediği şeyleri vermeye
başladı Gülnihal’e. İşte bir umut. Böyle devam etti bir süre. Sonra idrarını tutamaz oldu. Ne kadar da utanmaya başladı bu başına gelince! Dayanamadım artık, apar topar çıkarıp hastaneye
götürdüm. Birkaç tetkikten sonra vaziyet anlaşıldı. İdrar torbası
MS’den ötürü kaskatı kesilince böbrekler tam boşalamamış. İnen
idrar da torbada duramaz olmuş. Tam boşalamayan böbrekler
şişmiş ve hasar görmüş. Bunlar daha sıkıntılı günlerin başlangıcını haber veriyordu. Böbrek yetmezliği, diyaliz, üstüne eklenen
enfeksiyonlar ve artık durgunlaşan, bulanıklaşan bir zihin. Yoğun
bakımda geçen onca günden sonra Gülnihal’in beni yapayalnız
bırakışı…
Yaşlı adam bunları anlattıktan sonra uzaktaki bir servi ağacına doğru bakarak derin bir iç çeker. Ceketinin cebinden özenle
katladığı mavi oyalı yazmayı çıkarıp mezar taşını silmeye koyulur. Dudaklarından bir ezgi dökülmeye başlar:
“Yine bir gülnihal
Aldı bu gönlümü
Sim ten gonca fem
Bî-bedel ol güzel
Âteşin ruhları
Yaktı bu gönlümü
Pür eda pür cefa
Pek küçük pek güzel”
206
207