HASTALIK HİKÂYEM 2014 Hazırlayanlar Prof. Dr. Cengiz YAKINCI Prof. Dr. Hasan KAVRUK Prof. Dr. Saffet TÜZGEN ISBN : 978-605-85726-3-8 Baskı : Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A blok Kat: 2 34310 Haramidere - İstanbul Tel: 0212 412 17 77 Sertifika No: 12027 Tasarım : Mega Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş Elifnur Kirez Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A blok Kat: 2 34310 Haramidere - İstanbul Tel: 0212 412 17 00 Baskı Tarihi : Ağustos 2014 © Bu kitabın yayın hakları Bezmiâlem Vakıf Üniversitesine ve hazırlayanlara aittir. İzinsiz, kısmen veya tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz ÖNSÖZ Hikâyeler, ders kitaplarının kuru ve didaktik öğretim tarzından farklı olarak sıcak, duyarlı ve empatik söylemleriyle duygularımıza hitap eden, hayatın içinden bildik ve tanıdık yüzlerin öykülerine yer veren özgün metinlerdir. Hikâyeler insanların içinde yaşadıkları hayata ve kendilerine bakabilecekleri bir aynadır. Hastalıkları hikâye tadında anlatmak da şüphesiz ki insanlığa yeni bir ayna tutmakta ve tıp eğitimine farklı bir boyut kazandırmaktadır. “Hastalarımız bizlere kitaplarımızdan daha çok şey öğretir.” diyen doktor Latham, bu sözüyle ayna görevi gören bu öykülerin önemini vurgular. Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanlığı ile üniversitenin Kültür-Sanat ve Edebiyat Kulübü öğrencilerinin birlikte düzenlediği “Hastalık Hikâyem-2014” adlı ödüllü hastalık hikâyeleri yarışması, ikinci yılında ayna görevi üstlenmeye gönüllü olarak hem sağlık çalışanlarını hem de hikâyelerini paylaşmak isteyenleri bir araya getirdi. Yarışmaya 56 farklı ilimizden ve dört farklı ülkeden toplam 365 öykü gönderildi. Gönderilen öyküler ön jüri üyeleri Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren, Uzm. Dr. Atilla Özcan, Yrd. Doç. Dr. Salim Durukoğlu, Arş. Gör. Bahar Doğan ve Türkçe öğretmeni Kevser Akın tarafından değerlendirilerek jüri üyelerine sunuldu. Prof. Dr. Nilgün Bozbuğa, Prof. Dr. Mukaddes Eşrefoğlu, Prof. Dr. Mahmut Kaplan, Prof. Dr. Hasan Kavruk, Prof. Dr. Cengiz Yakıncı, Yrd. Doç. Mehmet Emin Ağar ve Yrd. Doç. Mahmut Gürgan’ın bulunduğu jüri, hikâyelerin son değerlendirmelerini yaparak dereceleri belirledi. Birinciliği “Hayalimdeki Gelincik” hikâyesiyle Ece Atalay, ikinciliği “Eşikten Öte” hikâyesiyle Ali Boz aldı. Yarışmanın üçüncülüğünü “Rüya Çarşıları” hikâyesiyle Fatih Ordu ile “Lösemili Kız ve Gitarist Çocuğun Şarkısı” hikâyesiyle Cemre Belçim Gölbaşı paylaştı. Yarışmada derece alan katılımcılara ödülleri 14 Mart 2014 tarihinde Bezmiâlem Vakıf Üniversitesinde düzenlenen Tıp Bayramı etkinliğinde takdim edildi. Elbette ki bu projede asıl amaç insanları yarıştırmak değildi. Hastalıkları hikâye yoluyla anlatma fikrini bir yarışma yoluyla insanlara duyurmak, bu sayede daha güzel hikâyelerin ortaya çıkmasını sağlamaktı. Bu III amaçla yarışmaya gönderilen hikâyelerin 29 adedini “Hastalık Hikâyem 2014” adlı kitap içerisinde sizlerle buluşturuyoruz. Yarışmaya ve hikâyenin sıcaklığına kucak açan Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet Akça’ya, Mütevelli Heyeti üyelerine, Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Belce’ye, Fakülte Sekreteri Yunus Yinanç’a, yarışmaya hikâyeleriyle katkı veren tüm katılımcılara, emeklerini esirgemeyerek hikâyeleri değerlendiren ön jüri ve jüri üyelerine, emeği geçen üniversite çalışanlarına sağlık eğitimine verdikleri katkılardan dolayı teşekkürlerimizi sunuyor, yarışmamızın başladığı günden bugüne proje için bizlerden desteklerini esirgemeyen Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Saffet Tüzgen’e şükranlarımızı iletiyoruz. Başlanılan bir işi sonuçlandırmak yapılan işi taçlandırır. Yarışmanın sonucunu görmek şüphesiz ki bizleri mutlu ediyor ancak hastalık hikâyelerini konu alan yarışmaların bir sona bağlanmadan, kısa sürede tüketilen bir fikir olmadan giderek yaygınlaşmasını ümit ediyoruz. Tıp eğitimine katkı sunduğunu düşündüğümüz bu hikâyelerin eğitimin yanı sıra hasta, hasta yakınları ve sağlık çalışanlarının ilişkilerini istenilen düzeye getireceğine ve geliştireceğine inanmaktayız. Hep birlikte daha iyiye, daha güzele ulaşmak dileğiyle… Prof. Dr. Cengiz Yakıncı Prof. Dr. Hasan Kavruk IV SUNUŞ Doktor olmak daha ilk adımı olan kayıt gününden sonra hastaları dinlemektir. Onlarla yaşamaktır. Onları anlamaya çalışmaktır. Anlamanın yollarından en etkilisi ise; onun haliyle hâllenmektir. Nasraddin Molla’nın vecizesiyle “Damdan düşeni anlamak için damdan düşen olmaktır.” Bazen hastalar hekimin kendisine vakit ayırmadığından, kendilerini ifade edemediklerinden bahseder. Bazen de hekimler vakit verilse de hastaların kendilerini ifade edemediklerinden yakınırlar. Biz bu eserde fırsat verilirse hastalara kendilerini, yaşadıklarını nasıl edebi ve etkili anlatabildiklerini, hislerini aktarırken bizi nasıl hislendirebildiklerini gördük. Okurken zaman zaman gözyaşlarınızı tutmakta zorlanacağınız bu hikâyelerin her biri bir roman veya tiyatro eseri olabilecek niteliktedir. Hepimiz ya hastayız ya hasta yakını ya da tedavi ediciler. Bu hikâyelerden hepimizin öğreneceği çok şey var. Oku, Şayet Sana Bir Hisli Yürek Lazımsa Oku, Zira Onu Yazdım İki Söz Yazdımsa M. Akif Şiir tadında hikâyelerle her zamankinden daha çok hisli yüreğe ihtiyacımız olan çağımızda size de bir şeyler sunabilirsek bahtiyar olacağız. Prof. Dr. Saffet Tüzgen Rektör V Kıssadan Hisse Her hastalık bir hikâyedir, bir kıssadır. Kıssalardan çıkarılacak çok hisseler vardır. Ama hekim olunca çıkaracağımız hisseler çoğu zaman gözden kaçabiliyor. Okuduğumuz tıp, okutan hocalarımız, tıp öncesi birikimimiz hastayı makine, hastalığı ise bir madde haline soktu gözümüzde. Öyle olunca da hasta derdini anlatır biz muayene ederiz, tetkik-tahlil-teşhis; tıbbî veya cerrahî tedavi… ve vazifemiz bitmiş olur. Hasta gözünde “evvel Allah, sonra siz doktor bey” sözüne “estağfurullah şifa Allahtan, biz de elimizden geleni yapacağız” demek yerine neredeyse “evelallah ne demek, bu iş benim işim” edasıyla yaklaşan insanüstü varlıklara dönüştük. Oysa halk zaten öyle bir yere konumlandırır ki hekimi, diğer tüm meslekler için kıskanılacak bir durumdur. Bu konumu beğenmemek Allah muhafaza Hakk’ın gazabını mucip olur. Nemrut’u bir sinekle aciz bırakan, en sağlam binaları bir gürültü ile yerle bir eden, bunu Allah bile batıramaz dedikleri Titanic’i ilk yolculuğunda sulara gark eden Mevla, bizi en güçlü olduğumuzu sandığımız anda ve en güçlü yerimizden imtihan etse ne yapabiliriz. Beyin cerrahisi asistanlığımın birinci yılında rabbim bize ilk yavrumuzu verdi. Hayatta en korktuğum şey özürlü bir evlat babası olmaktı. Görme, işitme, ortopedik özürlü neyse de hele hele beyin özürlüsü!.. “Buyur ya kulum” dedi bana. Ömrünü beyni araştırmakla, beyni öğrenmekle ve beyin hastalarına hizmet ile geçireceksin. Belki bununla gururlanacaksın. Oğlunun yüzde yetmiş olan IQ’sunu yüzde seksene çıkar bakalım. Anne baba doktordu. Dayılar, yeğenler, kuzenler, sülalede yirmiye yakın doktor… Hodri meydan dedi. Haddini bil dedi. VII Bırak hastalarına “Sizi ben kurtarırım, ben yaparım, ben ederim demeyi de kendi evladına tırnağını kesmeyi öğret, dört işlemi öğret, evin sırlarını dışarı ifşa etmemeyi; kendisini dışarda bekleyen tehlikeleri fark etmeyi, karını-zararını öğret” dedi. Yapabildim mi? Her türlü eğitimcilerden özel eğitimler, çocuk gelişim uzmanlarından, çocuk nörologlarından, çocuk psikiyatrlarından alınan destekler ancak vicdanımızı rahatlattı. Bir arpa boyu yol alınamadı. Destekleri için tüm pedagog ve psikolog arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Rabbime daha beterini vermediği için şükrediyorum ve artık biliyorum ki daha beteri her zaman vardır. Daha beteri ne olabilir ki? Bir çocuk yerine iki çocuğun böyle olması, şükür öyle olmadı ama oğlum henüz üç yaşındaydı ki babamda hızla ilerleyen bir Alzheimer bizi bir kere daha sarsarak uyandırdı. O çocuktu, bu erişkin… Yine doktorlar yine MR’lar, yine ilaçlar… Sonuç: Giderek kaybolan zihni melekeler onu en yakınını tanıyamaz hale getirirken, bizleri; evden kaçan, komşulardan açım deyip yemek isteyen, cebindeki sigaralar bitmesin diye yollardan izmarit toplayan bir babanın peşinden koşturuyordu. Bu oyunun son perdesini başına gelenler iyi bilir. Hane halkına her tür küfür ve iftiradan tutunda; fizik şiddete kadar daha neler yaşanır. Ama insanı olgunlaştıran çektiği çilelermiş. Bu sayede öğreniyor insan dünyanın cennet olmadığını, basit, günlük eksikliklere üzülmemeyi, hatta şükretmeyi, kahrın da hoş lütfun da hoş ya rabbi demeyi. Hoştur bana senden gelen: Ya hilat-ü yahut kefen, Ya taze gül, yahut diken. Kahrında hoş lütfun da hoş Gerek ağlat, gerek güldür, Gerek yaşat gerek öldür, Aşık Yunus sana kuldur, Kahrında hoş, lütfun da hoş. Elhamdülillah ala külli hal. Prof. Dr. Saffet Tüzgen VIII İÇİNDEKİLER Hayalimdeki Gelincik Ece ATALAY................................................................................. 1 Eşikten Öte Ali BOZ........................................................................................ 9 Sen Kimsin Anne? Ayla ABAK. ................................................................................ 14 Bir Asırlık Bekleyiş Nejla ŞEN.................................................................................. 20 Tülbent Kokusu Ahmet EREN.............................................................................. 28 Psikolojik Demeden Önce Derya TALAS.............................................................................. 35 Umut Yolu Elif GELGİT................................................................................ 43 Yokluk Enes Burak ŞENEL..................................................................... 51 Yedi Metre Karelik Esaretten Bir Karış Mutluluğa Funda ÖZTÜRK.......................................................................... 59 Ve Zaman Kemirildi Esra CERAN. ............................................................................. 70 Tükenip Gidiyor Ömür Dediğin Arzu KILIÇ. ................................................................................ 75 Beyaz Esaret Nurten AŞKAR............................................................................ 81 IX Delirmek Sanattır Ümmühan DURSUN. .................................................................. 88 Yol, Ev ve Mezarlar Ahmet Can DEMİR...................................................................... 95 “ARA”yış Mücahit TAŞDEMİR................................................................... 102 Hocam, Ben OKB miyim? Meral HORUZ........................................................................... 109 Koku Nuray IRMAK. ...........................................................................119 Yeni Hayat Pınar GÜZELBEY KALE............................................................ 126 Seslensem Duyar mısın? Derya YÜKSEL......................................................................... 134 Yaşlılık: Kaçınılmaz Bir Çöküş ve Kayıplar Dönemi Arif ÇELEBİ.............................................................................. 142 Yasak Meyvenin Tadı Eslem GÜNAYDIN..................................................................... 148 Suikast Notları Mustafa GÜNEY........................................................................ 158 Ayrık Otu Betül ÖZKUL............................................................................ 164 Dosta Veda Emrah AKKAN.......................................................................... 168 Benim İmzam Gülüşlerim Fatma DEMİR........................................................................... 175 X Gregor Sanrısı Gökhan SARIBIYIK................................................................... 184 Eğlencen Utancın Olmasın Necip Fazıl İLBAK..................................................................... 192 Bedenim Bir Kafestir Üstüngel ARI............................................................................. 197 Gülnihal Ali Yücel KARA......................................................................... 203 XI Hayalimdeki Gelincik HAYALİMDEKİ GELİNCİK* Ece ATALAY Nerede olduğunu bile bilmediğim bir parkta, hayatımda hiç görmediğim insanların arasında bir bankta oturuyorum. Saatin kaç olduğundan haberim yok, evimin dahi nerede olduğunu karıştırıyorum. Bir ara gözüm, ablası olduğunu düşündüğüm bir bayanın elinden sıyrılıp parka doğru koşan bir çocuğa takılıyor. Çocuk, kafesten özgürlüğe kavuşan bir kuş gibi nereye gideceğini şaşırıyor. En sonunda rengârenk kaydıraklar dikkatini çekiyor küçüğün. Koşarak yaşıtlarının yanına gidiyor. Çocuklar, diye düşünüyorum. Ne kadar çabuk kaynaşıyorlar. Sonra kendimi bir düşünce selinde buluyorum. Kendimi öyle kaybediyorum ki, yanıma oturmuş olan bayanın sesiyle irkiliyorum: “Çok güzel oynuyorlar değil mi?” Sesi öyle güzel geliyor ki, tüm gün durmadan onu dinleyebilirim gibi hissediyorum. “Haklısınız, öyleler.” diyorum. Ancak yanağımın kızarmasını engelleyemiyorum. Bir kızın benimle konuşması bile kızarmama yetiyor. Ne aptalım diye düşünüyorum. Ben yanağımın kızarmaması için uğraşırken bayanın bana gülümsediğini fark ediyorum. Bu daha da utanmama yol açıyor. Aklıma çocukluğum geliyor. Babamdan gizli bisikletini kaçırıp binmeye çalışırken düştüğümde babamın karşıma geçip söylediği cümleyi anımsatıyor bana yaşadıklarım: “Kes sesini. Erkek adam ağlamaz, erkek adam utanmaz, erkek adam karı gibi zırlamaz. Bir şey yaptıysan arkasında dur.” Babamdan bir kere daha nefret ediyorum. Bize veda bile etmeden çekip gittiği zaman ona inat sabahtan akşama kadar ağladığım günleri hatırlıyorum. *Hastalık Hikâyem - 2014 Yarışması Birincisi 1 Hastalık Hikâyem - 2014 Çocukluğumdan kurtulup tekrar banka döndüğümde bayanın hâlâ gülümsediğini görüyorum: “Bunda bu kadar gülünecek ne var? Alt tarafı biraz utandım.” diyorum, hislerimi gizlemek için. Bu sefer bayanın gülümsemesi latif bir kahkahaya dönüşüyor: “Siz neden bahsediyorsunuz? Ben utanmanıza gülmüyorum ki. Sadece bakışlarınız çok şey anlatmak istiyor gibi. Belki dert ortağı oluruz, bazen yaşadıklarınızı bir yabancıya anlatmak daha kolaydır, diye yanınıza geldim ancak yaklaşık 15 dakikadır sadece gözlerimin içine bakıp gülümsüyorsunuz. Ben buna gülüyorum.” Genç kadının ağzından dökülenler, bir masal gibi geliyor. Ben hangi 15 dakikadır gözlerine bakıyorum, daha buraya geleli 15 dakika olmadı, diye düşünüyorum. Sonra dehşete kapılıyorum. Bu, zaman kavramımı tamamıyla yitirmiş olduğum anlamına mı geliyor? Bana ne olduğunu çözmeye çalışıyorum ama işin içinden bir türlü kurtulamıyorum. “Ben… Özür dilerim bunu yaptığımın farkında de…” Sözümün yarısında bayan, banktan aceleyle kalkıp parka doğru koşuyor. Neler olduğunu anlamak için ben de peşinden koşuyorum. Az önce kaydıraklara doğru delice koşturan çocuğun yerde yattığını görüyorum. Banktaki bayanın gördüğüm çocuğun ablası olduğunu o an fark ediyorum. Çocuğu yerden kaldırmasına yardım ediyorum, birlikte yaralarına bakıyoruz. Fazla bir yarası yok çocuğun. Ufak sıyrıklar sadece. Fakat küçük huysuzlanıyor, eve gitmek istiyor. “Benim gitmem gerekiyor“ diyor sesine hayran kaldığım güzel. “Ancak yarın tekrar geleceğim. Eğer burada olursanız, tekrar konuşuruz.” Ne diyeceğimi bilmiyorum. Başıma ilk defa böyle bir şey geliyor. Kafamı sallıyorum. Gitmesine izin vermem gerektiğini biliyorum. Ancak içimden bir ses onu bırakma diye yalvarıyor. Tam arkasını dönmüş, gidecekken: “Adınızı söylemediniz!” diye bağı2 Hayalimdeki Gelincik rıyorum. Kısa bir süreliğine arkasını dönüyor: “Beni zaten tanıyorsunuz.” diyor ve beni kendimle baş başa bırakıyor. Nereye gideceğimi bilmeden yürümeye başlıyorum. Her yer yabancı ama bir o kadar tanıdık gözüküyor gözüme. Arabaların vızır vızır geçtiği, kocaman binaların olduğu bir caddede buluyorum kendimi. Kaldırımın kenarından yürümeye gayret ediyorum. Bir arabanın yanıma yanaştığını görüyorum sonra. Arabanın içindeki iyi giyimli bir adam ön koltuğun camını aralıyor: “Murat, senin ne işin var burada? Hadi atla, seni eve bırakayım.” diyor. Bu teklif bana ilaç gibi geliyor. Arabaya biniyorum. Sonunda tanıdığım biri, diye düşünüyorum. Mehmet, çalıştığım iş yerindeki oda arkadaşım. Yol boyunca iş yerindeki tatsızlıklardan konuşuyoruz. Ona parkta tanıştığım kızdan bahsetmiyorum. Bahsedersem büyüsü kaçacak gibi geliyor. Onu sadece biricik dert ortağım anneme anlatacağım diye seviniyorum içten içe. Sonunda eve geliyoruz. Teşekkür ediyorum Mehmet’e. O olmasa evin yolunu bulamayacağımı söylemiyorum tabi. Kapıyı açtığımda annemi mutfakta yemek hazırlarken buluyorum. Beni görünce seviniyor, uzun süredir dışarıda olduğumu, merak ettiğini söylüyor. Daha nerede olduğumu sormadan ağzımdan kaçırıveriyorum parkta tanıştığım kızı. “Sana gelin getireceğim anne.” diyorum. “Sesi güzel, yüzü güzel, huyu güzel, her şeyi güzel bir gelin.” Sonra kendime gülüyorum. Nereden biliyorum ki tüm bunları? Birkaç konuşmayla mı anladım huyunu suyunu? Ama anladım işte, diyorum. O, her şeyiyle hayatımı adayacağım kız. Annem, şaşkın gözlerle bana bakıyor. Karşıma oturtuyorum onu. Her şeyi anlatıyorum. İlk defa annemi bu kadar buruk gülerken yakalıyorum. Benim mutluluğum karşısında gülümsüyor, ama sanki kalbinde bir yerlerde sakladığı bir şey var gibi hissediyorum. Çok üstelemiyorum annemi, elbet çıkar ortaya diye düşünüyorum. Evde benim koltuğum olarak bilinen koltuğa yerleşiyorum 3 Hastalık Hikâyem - 2014 hemen, neşeli olduğum zamanlarda yaptığım gibi. Televizyonda çok bir şey yok. Çok fazla etkilemiyor beni. Hâlâ yaşadıklarımın etkisindeyim. Her an bir yerden hayallerimdeki kız çıkacakmış gibi hissediyorum. Çok geçmeden annem yemeğe çağırıyor. “Döktürmüşsün yine Nilgün Sultan.” Diyorum. Sofrada annemde gözle görülür bir değişim olduğunu görüyorum. Benim mutlu olmama sevinmiyor mu yoksa diye düşünmeden edemiyorum. Ne olduğunu soruyorum anneme. Cevabı her seferinde: “Bir şey yok oğlum. Bugün fazla ayakta kaldım herhâlde. Yorulmuşum, ondan hâ lsizim biraz.” Oluyor. Hiçbir şeyin moralimi bozmasına izin vermemeliyim diyorum kendime. Biraz hava almak için dışarı çıkmaya karar veriyorum. Annem hiç karşı çıkmadan kafa sallıyor gidişime. Tam köşeyi dönmüş, evden uzaklaşmaya başlamışken üşüdüğümü hissediyorum. Üstüme bir şeyler almak için eve dönüyorum. Şimdi geriye dönüp baktığımda keşke eve dönmeseydim diye düşünmeden edemiyorum. Her şey daha farklı olabilirdi. Üşümenin gerçekleri gizleyebileceğini kim bilebilirdi ki? Kapıda durmuş anahtarımı ararken içeriden ağlama sesleri geldiğini duyuyorum. Kulağımı sessizce kapıya dayıyorum sesleri duyabilmek için. Annemin sesi, hıçkırıklarının arasında boğuluyor. Hareket etmeden 5 dakika boyunca kapıda duruyorum. Nihayet annemin sesi duyuluyor: “Siz haklıydınız Doktor Bey. Sonunda ona bu gerçeği söylemem gerekiyor. Ancak öyle bir durumda ki, yıllardır oğlumu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Eğer tüm bu yaşadıklarının kendi hayal gücünün bir eseri olduğunu, aslında öyle bir kızın var olmadığını söylersem hayata küsecek. Benden hatta yeryüzündeki her şeyden nefret edecek. Bana böyle bir günün geleceğini söylemiştiniz. Şimdi söyleyin Doktor Bey, nasıl derim ben oğluma? Sen şizofrensin nasıl derim!” Annemin feryatları tüm odayı doldururken arkama bakmadan koşuyorum. Nereye gideceğimi ya da ne yapacağımı bilmiyorum. 4 Hayalimdeki Gelincik Hayatta bir amacım olmadığını hissediyorum ansızın. Yaşamak, mutlu olmak için bir nedenimin olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorum. Hayatınız koca bir yalandan oluşsaydı ne yapardınız? Şu ana kadar belki de olduğunu düşündüğünüz her şey aslında var olmayan, hayal ürünü şeyler olsa… Kendimi ardı arkası olmayan bir boşlukta hissediyorum. Sonra bir anda aklıma belki de babamın düşündüğüm kişi olmadığı geliyor. Belki de o benim sandığım gibi annem ve beni bir kadın için bırakıp gitmedi. Belki de o… Bir an duraksıyorum. Ölmüştür… Hangisi içimi daha çok rahatlatırdı bilmiyorum. Herhâlde bizden nefret ederek bir yerlerde nefes alması, bizi severek ölmesinden daha çok içimi yakardı. Akıl sağlığımı yitirmekten korkuyorum. Tabi henüz yitirmemişsem. Neyin doğru neyin gerçek olduğunu ayırt edemiyorum. Bir süre sonra yorulduğumu hissediyorum. Gecenin karanlığı her yeri sarmışken hiçbir yer tanıdık gözükmüyor gözüme. Çareyi biraz dinlenmekte buluyorum. İçimin acıdığını hissediyorum her nefeste. Gözyaşlarımın aktığını ise ancak rüzgârın suratıma çarpmasıyla fark ediyorum. Yarım saat belki daha fazla oturuyorum nerede olduğunu bilmediğim bir bankta. Annem çok telaşlanmış olmalı diye düşünüyorum. Eve dönmeliyim. Yapamıyorum. Böyle olmaktan nefret ediyorum. Belki de birazdan daha önce hiç görmediğim biri gelecek şu köşeden. Benimle konuşacak, dertleşeceğiz saatlerce. Ama aslında o kişi ben olacağım. Yani benim yarattığım biri olacak. Dışarıdaki insanlar kendimle konuştuğumu zannedecek. Gelen geçen gülecek arkamdan. Belki de farklı olan ben değilim, insanlar. Gerçekleri görememek, gerçeklerin var olduğunu değiştirmez… Kendimi böyle düşüncelere bırakmışken yanıma birinin oturduğunu fark ediyorum. Annem elimi avuçlarının içine alıyor. Ağlamaya başlıyorum: “Anne, o yaşıyor. Şu anda yıldızlara bakıp beni düşünüyor. Biliyorum, o gerçek.” 5 Hastalık Hikâyem - 2014 Annem daha önce yüzünde milyonlarca kez gördüğüm teselli edici gülümsemelerinden birini takınıyor yüzüne. Onu üzmekten nefret ediyorum. Kendimden emin bir şekilde ellerimi ellerinden çekip yanaklarına koyuyorum: “Söz veriyorum anne. Eğer yarın parka gelmezse, doktora kendi ayaklarımla gideceğim. Ama ben kendimden de, ondan da eminim. Gelecek.” Annem bu sefer daha umutla bakıyor yüzüme. Kabul ediyor teklifimi. Eve gidiyoruz. Hayata karşı en büyük sınavımı vereceğim gece bitmek bilmiyor. Sıcacık yatağıma girdiğimde elimi kalbime götürüyorum: “Göstereceğim onlara sevgilim.” diyorum. “Onlara senin yaşadığını göstereceğim. İşte o zaman kimseler karışamayacak bize. Hayata yeni bir başlangıç yapacağız birlikte. Kimsenin seni üzmesine izin vermeyeceğim.” O gece, hayatımda ilk defa, birinin hayaliyle uyuyorum. Gözlerimi açtığımda midemde kelebeklerin kıpraştığını hissediyorum. Kalbim birazdan uçacakmış gibi atıyor. Üzerime en sevdiğim gömleği geçirip mutfağa koşuyorum. Annem, sofrayı hazırlamış beni bekliyor. Yanaklarından öpüp karşısına geçiyorum: “Günaydın anneciğim.” Annem beni karşısında görünce gülmeye başlıyor. Nedenini soruyorum. Kahkahalarının arasında zar zor: “Kızın karşısına pijamayla mı çıkacaksın a benim şaşkın oğlum.” diyor. Kafamı eğiyorum. Gömleğin altından sarkan pijamalarımı görünce ben de annemin kahkahalarına katılıyorum. Annemle mükemmel bir kahvaltı ettikten sonra odama koşup altıma pantolon geçiriyorum. Erkenden gidip beklemek istiyorum. Onu kaçırmaktan öyle korkuyorum ki. Öncelikle mahalledeki çi6 Hayalimdeki Gelincik çekçiye gidip bir gelincik buketi yaptırıyorum. Sonra parkın nerede olduğunu unuttuğum aklıma geliyor. Mehmet’i arıyorum. Beni aldığı yeri soruyorum. Her şey öyle tıkırında gidiyor ki mutluluktan ağzım kulaklarımda geziyorum. Park önceki güne göre daha dolu gözüküyor gözüme. Hemen beraber oturduğumuz banka gidiyorum. Çevreme bakınıyorum. Göremiyorum onu. “Daha telaşlanmak için çok erken.” diyorum kendime. “ Daha yeni geldim.” Her geçen saat, her geçen dakika, her geçen saniye içimdeki umut ışığından bir parça alıp götürüyor. Akrep yelkovanı kovaladıkça hissizleşiyorum. Zamanı durdurmak istiyorum. Hayallerimin kadınının gerçekten de hayallerimde olduğuna inanmak istemiyorum. Güneş terk edince yeryüzünü, ayağa kalkıyorum. Ağladığımı fark ediyorum bu sefer. Kalbimin milyonlarca parçaya ayrıldığını hissediyorum. O parçaların üzerinde yürüdüğümü, bir daha hiçbir şeye güvenemeyeceğimi biliyorum. İçimdeki umut ışığı gibi solmaya yüz tutmuş çiçek buketini çöpe atıp arkama bakmadan terk ediyorum orayı. Doktorun muayenehanesinin ağır kapısını açtığımda karşımda annemi ve solgun yüzünü görüyorum. Başından beri bana inanmadığını fark ediyorum o an. İnanmış olsa burada olmazdı diye hayıflanıyorum kendi kendime. Doktor, bana farklı bir dilmiş gibi gelen birkaç şey sıralıyor. Ne dediğinin önemi yok, diye düşünüyorum. Vücudumdaki her bir hücrenin beynimle savaşta olduğunu hissediyorum. O gün, farkında olmadan hayatımın miladını yaşıyorum ben. Yıllar süren ağır ilaç tedavileri sonuç vermeyince beş yıl önce annemin arkadaşlarından birinin tavsiyesiyle bir doktora gidiyoruz. Elektroşok tedavisinden bahsediyor bize. El mahkûm, kabul ediyoruz. O anlarımı anlatmak yıllar sonra bile çok zor benim için. Çok acılı bir yılın sonunda doktor iyileşmemde büyük bir ilerleme 7 Hastalık Hikâyem - 2014 kaydettiğimizi söylüyor. Sevinemiyorum bile. İnsan böyle acılar çektikten sonra neye sevinebilir ki? Sonra, bir gün yoğun bir iş gününden sonra masama bırakılmış bir fotoğraf sergisi broşürü görüyorum. Oda arkadaşım Mehmet’ in yerine gelmiş olan Hâlil zorla sergiye götürüyor beni. Yorgun olduğumu, dinlenmem gerektiğini söylüyorum. Kabul etmiyor. Sergi çok dikkatimi çekmiyor. Hâlil, karşılaştığı arkadaşlarıyla sohbet ederken gözüme kestirdiğim bir koltuğa siniyorum hemen. Etrafıma bakınıyorum. Koltuğun hemen yanında asılı duran fotoğraf ilgimi çekiyor. O tanıdık gözleri ilk baktığım anda tanıyorum. Hayallerimin kadını kucağında küçük bir çocukla gülümsüyor bana fotoğraf karesinden. Serginin sahibi yanıma geliyor fotoğrafa dikkatli baktığımı görünce. “Ablam” diyor. “Onun elimdeki tek fotoğrafı bu. Ben 3-4 yaşlarındayken bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Onu hayal meyal hatırlıyorum. Beni her gün mahallemizdeki parka götürür, bıkmadan saatlerce oynardı benimle.” Genç adamın daha fazla konuşmasına izin vermeden çıkıyorum oradan. Bir taksiye atlayıp yıllardır önünden bile geçmediğim parka gidiyorum. Hayallerimdeki kadınla oturduğum banka gidiyorum vakit kaybetmeden. Yıllar önceki parkın yerinde yeller esiyor şimdi. Eskiden çocukların zevkle yuvarlandığı, koşturduğu yeşillik yerini yabani otların çıktığı toprağa bırakmış. Oturup ağlıyorum bir süre. Sonra, bankın yanında tek başına çıkmaya çalışan cılız bir gelinciğe takılıyor gözüm. Diz çöküyorum ona ulaşmak için. Gözyaşlarım akıyor toprağına. Kalkamayacağımı hissediyorum. Gözkapaklarım yavaş yavaş ağırlaşırken yüzümde bir tebessüm oluşuyor. “Geliyorum” diyorum. “Yanına geliyorum benim küçük gelinciğim.” 8 Eşikten Öte EŞİKTEN ÖTE* Ali BOZ Ayna, yaşamımın seçkin görüntülerini seriyor önüme. Karşımda iki uzun, muntazam bacak. Bükümlü, bitkin ama nasıl inatçılar! Titrettikleri şehri ayakaltı edip kenara çekilmiş, gıcır gıcır koca tekerlerin önünde kıpırdamadan, mecburi geçit törenlerine ev sahipliği yapıyorlar. Ziyaretçilerin çoğu iyi oyuncu. Beş dakika odama uğramasalar ayıp ederler. Nasıl umut ve heyecan içindeler anlatamam! Zannedersiniz ki eşikte yatanı ve sıkıca sarıldığı sevgilisini fark ettiler! Sarı boyalı, küçük ama sevimli odama “Saliiiih, nasılsın?” klişesiyle damlamayanı gördüğüm an dişimi kıracağım. Samimi başlayıp, kendi hâllerine şükretmeleriyle devam eden virgüllü gülümsemeleri, başucumdaki yüzyıllık su yeşili abajurda tamamlar turunu. Seni çok iyi gördüm!- Yalan! O heybetli hâlim yok artık. Gövdem ince, narin bir gül ağacı gibi, gözlerim ışık biriktirmeyi bırakmış, derinliği kaybolmak üzere. Yıllarca kortizon tedavileriyle şişen yüzüm şimdi elma kurusu. Gördükleri manzara, yineledikleri temennilere, ordan burdan aşina oldukları sallapati reçetelere yönlendirir sohbeti. Karbonatlı su iç! Sebze ağırlıklı beslen! Ahmet Hoca çok iyi okuyor!... Sıralanır vagonlar peş peşe. Ben o vagonlara, yolum eşiğe ulaşır umuduyla değil, sahteliklerini göz kaçırmalarında fark ettiğim ve bu değişmez manzaraya bir türlü alışamadığım için, ürpererek biniyorum. Hatta odadaki sohbet, kazara on dakika uzasa, karbonatlı suda yüzmüşlüğüm bile var! Hüzünlü kadınların mır mır sesleri kulağıma yapışmasa, bir süre sonra, salondan gelen şuh kahkahaların, kendilerine ait olduğuna şaşıracağım. Hâl hatır soran arkadaşlar, yabancı komşular, dürüst doktor, yüksüz annem, kardeşim ve birkaç dost, akraba... Ağaç yok, kır yok, Melis yok, ben aynalarda gördüklerimle varım. *Hastalık Hikâyem - 2014 Yarışması İkincisi 9 Hastalık Hikâyem - 2014 İki yanımda, bana hizmet etmeleri için doğalarından uzaklaştırılmış zarif yardımcılarımla tanıştığım dönemden çok kısa bir süre önce, hayatında hiçbir desteğe ihtiyacı olmayan, Boğaziçi’ni üçüncülükle bitirmiş, beş yıldızlı bir otelde halkla ilişkilerde çalışıp Almanca öğrenmeye çalışan, sevgilisiyle mutlu, üniversiteden arkadaş grubuyla Kenya’dan Kaz Dağları’na, bir elinde fotoğraf makinası, sırtında dağcılık malzemeleriyle gezen ve bu seyahatlerde yazdıklarını çeşitli dergilerde okurlarla paylaşan, hayatı dolu dolu içine çeken biriydim. Karşıma çıkan ilk uyuz adamı, böylesi bir değişimi hazmedemeyişimden olsa gerek, basbayağı döverek, bostan korkuluğu olmadığımı ispat etmeye çalışmak, bana bir başka hediyeyi beraberinde getirdi. Bastonların yerini walker -iki tekerlekli elde tutulan bir çeşit araba- aldı. Doğadan, bir kenara attığım bastonlarım kadar uzaklaşarak, beton pistlerde nam salmaya başlamıştım. Sağlam olsam, bu kadar dansa meraklı olur muydum bilmiyorum! Bir başka atak geldiğindeyse tekerlekli sandalyede karar kıldı bedenim. Evimin on sekiz yıllık çürük direği iyice egemen oldu hayatıma. Bağışıklık sistemim o kadar huysuz ki! Bir omzu yukarda, Murtaza kılıklı pezevenk! Cahil serseri kıvamında, masum sinir sistemime saldırıp duruyor gıcık! Nefret ediyorum! Nasıl inatçı şerefsiz! Savaşı nerde başlatacağı da belli değil! Adı ‘Multipl Skleroz’ bu huysuzun. Çaresi yok henüz hastalığımın. Kafasına göre mekânlarını değiştirip, her defasında gafil avlıyor beni. Huzurlu bir sükûnet dengesi yaratmak için kitaplara sarılıyorum hâlâ. Sayfaları bile çevirecek takatim kalmadı oysaki. Kuzenimin sergilerde, müzelerde çektiği fotoğraflarda, tek eğlencem durumuna geçen televizyonda, koynumdaki laptopta izlediklerimde, bir de kedimin büyük merakla dışarıya bakan gözlerinde çıkıyorum yolculuklara. Komedi filmleri seyrediyorum bol bol. Babam vefat etmeden önce daha bir hayatın içindeydim. Beni kucaklayıp, tekerlekli sandalyeye bindiriyor, engelimden dolayı yaşayabileceğim zorlukların önceden düşünüldüğü ve rahat hareket edebildiğim sitede keyifle gezdiriliyor, yine de her dakika babama ‘Sıkılmadın dimi?’ diye soracak kadar da bağımlı ve huzursuz hissediyordum. O’nun vefatından sonra, bazen çok iste10 Eşikten Öte sem de, anneme ve kız kardeşime yük olmamak için, bahçeye inip hava almak istediğimi dile getirmiyorum. Bir tek hastaneye gitmem gerektiği zamanlarda, kuzenlerimin kucağında, kendini misafir hisseden uzaylı duygusuyla sarhoş, gün ışığını içime çekiyorum. İki gün dışarı çıkmadığım için bunaldığım, üçüncü gün arkadaşlarla buluşup, dibine kadar eğlendikten sonra eve döndüğüm zamanlardaki içimi kaplayan huzurun kokusu, bazen pencere açıldığında, özellikle yağmurlu havalarda gelir, burnumun direğini sızlatır, sonra gider. O kadar uzak bir geçmişten gelir ki; sanki önceki hayatlarımdan birinin hipnozundayım. Onca gelen ziyaretçiye, beni gezdirir misin diye soramıyorsam, bana o kokunun ziyareti kadar etki etmiyorlarsa, ne diye ayıp olmasın tedirginliğinde, sohbetlerine ortak olayım! Evin kocaman, altın varaklı aynasını, en son üç ay önce girdiğim, kendilerinin kırk yılda bir bile gelseler, benden çok daha fazla vakit geçirdikleri salonda, kalabalıklarda biraz daha kaybolsunlar diye, inatla hizmetlerine sunmadım mı! Gerçi odamda olsa kedimin önüne geçmiş fil manzarası yaratırdı o ayrı! Sade, ahşap çerçeveli aynayı odama koyarak yalnız kalmak istediğimin ipucunu verdim aslında ama anlayana! Annem, kardeşim, kedimle biz bizeyken ama en çok da aynamla baş başayken mutluyum. Ahşap çerçevenin içinde, sadece yalnızken, ihtişamıyla karşımda duruyor şehir. O şehirde, semtleri tek tek gezip hayaller kuruyorum. Her şeyin sonsuza dek aynı kalacağına inanan çocuk gözlerim şaşkın. Sigaranın ucundaki ateşin, tütünü yavaş yavaş iğfal etmesi gibi, yüzeysel herhangi kişiye, o semtlerden birinde, derinliğimle yakalanıp, tükenme noktasına gelirsem, sadece tutkuyla yalvarıyorum. -’Bitecek’ de! - Ne bileyim al karşına en sevmediğim yemeği yedir! - ‘Tamam cezan bitti’de. Öpüyor dudaklarımdan Melis. Dudakları nerde? Kapıyı açarken, yirmi altı yaşında, fenalaşıp boylu boyunca kapaklandığım eşikte kaldı. -Bundan daha iyi bir yer var mı?- On sekiz senedir 11 Hastalık Hikâyem - 2014 yok.-Orada kalması yeterli mi?- Evet. Kalıcı misafirimle tanışmasını istemedim. Alman Kültür’den çıkışta ona sarılan ışıl ışıl gence erken vedası beni hayatta tuttu. Ziyaretçi olmasından korktum. Belki de evlenmiştir. Çoluk çocuğa karışmış da olabilir. İlk zamanlar uzunca süre telefonla aradı; kapıya da birkaç kez geldi ama göremedi Allah’tan. Dışarı adımımı atmadan başkalarıyla öpüştüm inadına. Çok da kıskançtır ha! Bir görse eline ne geçse fırlatır, yıkar geçer. Duyması yetti vazgeçişine. Arabasının uçuşunu gördüm perde arkasından. Odalara yerleştirdiğim aynalar şahit ki korkudan aldattım! Deliler gibi seviştim. Hırslanıp kendimle kavga ettim. İlaçlarımı aksatmadan, bunca yıl herkesten gizlediğim ümidimi artık kalem bile tutmayan ellerimle, yıllarca defterime çizdim. Yaptığım, yapamadığım her şey, Melis’in bu halde beni görmesinden iyi geldi. O sebeple şükrediyorum. Bıraktığım yerde kalması güzel. Herkes değişti, onun yüzü değişmedi belleğimde. Benimki de değişsin istemedim. Yırtmadım hiçbir resmi. İsimlerimizde ipucu verilmiş, tekamül sebebim odamdan çıkmıyor, ötesi yok. Hastaneye yatırıldıktan kısa bir süre sonra taburcu edilmiştim. O dönem, kısa bir bunalımdan sonra, çok daha ümitli, kendi vagonlarını oluşturan, tren raylarını eşiğe kadar yerleştiren ve umutlu haberlerle yola çıkarak, tekrar tekrar eşiğe ulaşmayı deneyen, enerji dolu, pozitif bir adamdım. Sonrasında, hastalığımın sıkıntılı evreleriyle birlikte birçok şeyin artık benim elimde olmadığını anlayarak tevekkülü seçtim. Kişisel gelişim kitaplarında evren hareketi destekler diyor. Hareket edemiyorum ki! Yemeğin her çeşidine bayılırken şimdi zorlanarak iki kaşık çorba içebiliyor, patates püresi yiyor, çok sevdiğim fırında sütlaç hariç hiçbir yiyeceğe heves etmiyorum. Ataklarla ilerleyen hastalığım sebebiyle özel yapım ikametgâhımda bir deri bir kemik yatıyor, nadiren, özel günlerde, tekerlekli sandalyeye iki üç kişinin yardımıyla oturabiliyorum. Anneme yük olduğum için çok üzgünüm ama maalesef yapabileceğim hiçbir şey yok. Kabul edebileceğim bir manzara, mesela el ele koşan sevgililer, esamesini hissetsem aynada, MS’e çarenin bulunduğunu 12 Eşikten Öte söylese doktorum, vitrinde sakladığım, üzerinde Melis’le son buluşmada çektiğimiz fotoğraf olan koca bardağa suyu doldurup, yavaş yavaş yudumlayarak, belki de saatler sonra bitirdiğimde, kapıyı ardına kadar açacağım. Eşikte görmesem de üzülmem. Nasılsa büyük resim bizi bir yerde, belki de çok ışıklı bir patikada buluşturacak. 13 Hastalık Hikâyem - 2014 SEN KİMSİN ANNE? Ayla ABAK Islak çamaşırlar selede bekliyor. İyi durulanmamış… Camlar açık… Bir kova su, envai çeşit bez… Bir kanadı yarım yamalak silinmiş pencere… Mutfakta kızaran bir şeyler var ama yanmaya yüz tutmuş belli. Annem yok; arka odada, banyoda, orada, burada… Okuldan evlerine neşe içinde gidiyor arkadaşlarım. Benimse adımlarım tutuluyor. Evime, hayır, onun evine, adım attığım anda tüyler ürperten elektrikli bir hava... Kınanma ve öfke bombardımanı… İş yapmalıyım, hayır çekilmeliyim çünkü hiçbir şey beceremiyorum; bir kenara oturmalıyım, hayır öyle boş oturmamalıyım; bir şeyler konuşmalıyım, hayır onu dinlemeyelim. Ne yapsam ve ne yapmasam onu sinir ediyorum. Kimseyle görüşmez; suskun, ürkek, sinirli, yorgun, mutsuz bir kadın olarak bildiğimiz annem, hemen her yıl en az üç ay böyle… Bambaşka bir kutupta… Bu üç ayda duyguları sertçe dalgalanıyor, sürekli dalgalanıyor. Anlamsız kahkahalarla gülüyor, ani bir düşüşle ağlıyor. Sonra hem ağlıyor hem gülüyor; gülmesi ağlamaya dönüşüyor; ağlıyor mu gülüyor mu anlaşılmıyor. Ona bakarken acı, çok derin bir acı duyuyorum. Gelirken eczaneden depresyon ilacı almışım, içmeyi reddettiği için havanda gizlice ezip boşalttığım antibiyotik kapsüllerine dolduruyorum. Bunu yaparken çok zorlanıyorum. Belki içer umudu bana sabır veriyor. Bütün gün başını sıktığı eşarpla inleyerek dolandığı hâlde hepimizden daha sağlıklı, daha akıllı olduğunu söylüyor. İlacı ağzına alıyor ama o kadar çok konuşuyor ki yuta14 Sen Kimsin Anne? mıyor. Babam televizyona dönük koltuğunda üst üste sigaralar içiyor. Bu sigaralar yüzünden akciğer kanseri olana dek kederinden içecek, içecek… Düşünceleri uçuşuyor sürekli, konudan konuya atlıyor annem. Bir konusu yok zaten, onu dinlemek imkânsız. Dinliyor gibi yapmak zorundayım, yoksa zihnim iflas edecek. Zaten yüzüme bakmıyor, gözünü bana yakın bir yere sabitleyip hiç durmadan konuşuyor. Fakat aniden anlıyor onu dinlemediğimi. Kızıyor, bağırıyor; hiçbir şey söylemediğim hâlde ömrünü kararttığımı söylüyor; camı güya silerken öfkeyle vurup kırıyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi süsleniyor, abartılı sarıya boyanmış saçlarını tarayıp kabartıyor, evdeki bütün parayı alıp dışarı çıkıyor. Biliyorum; bazı saçma resimleri çerçeveletecek, çeşitli şamdanlar, biblolar, antika zannettiği eski püskü şeyler, ihtiyacı olmayan şeylerden çifter çifter alacak. Kendisini dinleyecek birilerini bulacak. Manikür-pedikür yaptıracak. Abuk sabuk insanlarla aklı sıra dost olacak ve bütün mahremini anlatacak, evdeki yemekleri taşıyacak onlara. Hiçbir kuralı umursamayacak, dolmuşta mutlaka kavga edecek. Eve gelmesin istiyorum, hiç gelmesin. Kendimi ağlayarak dua ederken buluyorum: “Allah’ım! Ölse gam yemem Allah’ım.” Fakat annem ölmüyor. Psikiyatrist Ayhan Songar görüyor onu. Teşhisi, bipolar bozukluk. Manik depresif bozukluk da diyorlar ya da iki uçlu duygudurum bozukluğu… Karakteri bozuk, deli veya ağır depresyonda sandığımız annemiz hastaymış. Teşhiste geç kalınmış. Bu, umutları tüketiyor; biliyorum. Depresyon ilacı vermekle iyilik değil; kötülük etmişiz meğer. Vicdan azabı duyuyor muyum? Neredeyse hayır. Çünkü onunla birlikteyken onun hakkında düşünmek ve mantıklı hareket etmek, bir ölünün kabrini kırıp çıkması kadar imkânsız. Lityum diye bir ilaç; işte bunu veriyor bize ve annem neredeyse iyi oluyor. Sakin ve içine kapalı… Mutfaktan saatlerce çıkmıyor. Aynı tabak çanakla oynuyor. Tuzluğu buradan oraya, sonra tekrar oradan buraya koyuyor. Manik atakları daha seyrek ama belli de olmuyor. Sonra başka ilaçlar ekleniyor listeye. Bir sepet 15 Hastalık Hikâyem - 2014 ilaç… Zaman zaman eski durum nüksediyor. Evet, sevinçli olmaya gerek yok… Sular kesilse, banyo paspası yerinden oynasa yanına yaklaşılmıyor. Aksiliklere tahammülü yok. Sürekli parasızlıktan şikâyetçi… Yine de eskisi gibi çılgınca konuşmuyor, kırıp dökmüyor, çok bağırmıyor, canımızı yakmıyor; razıyız buna. Günler akıyor, hayat öyküsünde zaman durmuyor; büyüyorum. Artık kendimi idare ediyorum. Onunla aynı evde değilim. Nefretim olgun bir bakışa dönüşüyor. Yaralar katılaşıyor. Kanıksama gibi bir his… Hasta olmadığını zannettiğim zamanlarına ait fotoğraflarına bakıp ağlamayı çoktan bıraktım. Onun küçülen göz bebeklerinden içeriye derin bir kuyu indiğini ve bu kuyudakilerin karmakarışık şeyler olduğunu biliyorum. Hastalığının artık yerleşmiş, kronikleşmiş, kuytularını bilmediğim ruhunda çöreklenmiş olduğunu da biliyorum. Bu tahammülü zor genetik hastalığın çocuklarımda da ortaya çıkabilme ihtimali acıyı katmerleştiriyor. Evlenmemiş olsaydı, doğmamış olsaydık, dedirtiyor. İnsanın hayatta en değerli varlığı -evladı olana kadar en azından- annesi. Biliyorum, çünkü böyle oluşuna rağmen o benim sevmekten vazgeçemediğim annem. Hep affettiğim, hep ölmüş gibi acıyla hatırladığım annem… Nasıl birisi olduğunu bilmediğim annem… Kendisinden hiçbir şey beklemedim/ bekleyemedim. Ama bu, anlamını açıklayamadığım o sevgiye zarar vermedi. Öfke nöbetlerinde göğsüne vurduğunda elini tutmaya çalıştım. Hiç geçmeyen baş ağrılarında kulak arkalarına kolonyalı pamuklar hazırladım. Kırıp döktüklerini faraşa toplarken o eylemini de topladım çöpe attım. Sonra bir tek papatya koysa vazoya, varlığını tekrar tekrar yüreğime yazdım. Ona tahammül edecek gücü daima buldum. Beni dinlemeyi bilmedi hiç, hatta beni sevmeyi de; ama buna gücenmedim. Zor zamanımda, oğlumun ölümünde bile yanımda değildi benim; bunu bile hiç yadırgamadım. Bir annem olmasına rağmen annesiz gibi yaşamayı; boy boy saksı ve ıvır zıvır dolu küçücük ve dopdolu evinde eşyalardan izin isteyerek dolaşmayı öğrendim. Yapabildiğim buydu. 16 Sen Kimsin Anne? İyileşmeyen ve ölmeyen bir hastanın yakını olmak için insanın ruh sağlığını muhafaza edebilmesi gerek… Psikiyatri koridorlarında volta atarken odalardan dışarıya sızan o dehşetli kokuyu içe çekerek de sağlam durabilmek gerek… Hasta bekleme odasına anneniz ilaçların sararttığı yüzüyle gelirken onu gözler dolmadan dimdik karşılayabilmek gerek… Atlaya atlaya yaptıkları konuşmalarından bir şey çıkarabilmek için zihnin dupduru olması gerek… Evet, onlar tarafından çok yıpranmamak için iyi tanımak lazım onları. Biliniz ki, iltifatı pek severler, eleştirilemezler. Paraya asla doymazlar. Fakat iltifat ederek ve para vererek onlara iyilik etmiş olmazsınız. Sadece sizi kullanır, daima kullanır. Bazen iyi sözler, şakalar ve hediyelerle sizi yanında tutmaya çalışır. Onları size kötü davranmaktan bir süreliğine alıkoyan tek şey, sizin ondan daha güçlü olduğunuzu fakat ona bir kötülük etmeyeceğinizi bilmesidir. İçinden bilir ama söylemez. Sadece sizin gibi her açıdan güçlü birisini kaybetmek istemediği için kendini toplamaya çalışır ki, bu büyük bir şeydir. Deli gömleği giydiğini, defalarca elektrik şoku aldığını bilir annem. Fakat bunu sadece kötü bir kader olarak görür. Yaptığı resimlerin doktorlar tarafından nasıl yorumlanacağını sezecek kadar zekidir. Terapiye gider ama kendiyle ilgili bir şikâyeti yoktur. O, herkesin kendisine hak vermesini ve o garip ömrün hep sürmesini ister. Hep genç görünmeyi ve hep hastalıklarıyla ilgilenilmesini… Kendisine acınmasını ve evet, asla acınmamasını… Böyle hastaların yakını/evladı olmak dünyanın en zor işidir. - Anne, salatayı ben yapayım. - Hayır, karışma benim mutfağıma. - Senin yaptığın gibi yaparım. - Olmaz usulümü bilmezsin. Anlatamam şimdi. Sen bana maydanozu ver. 17 Hastalık Hikâyem - 2014 - Alt gözde mi? - Çekil sen bulamazsın. Sen soğanı soy. - Tamam. - Hayır! O bıçakla değil. Soğan bıçağı ayrı… - Tamam. - Öyle değil, ver bana sen. İşte bunlar, bezdirici bir ortak(!) çalışmanın ilk cümleleri... Maydanoz verişinizi beğenmez, çünkü dolaptan bir şeyleri alıp başka yere koymuş olabilirsiniz. Arkanızdan kontrol eder ve bunu yaparken yorulduğu için size öfkelidir. Salatayı soymanız için önünüze koyar ama sonra gelip elinizden alır. Başka bir iş verir ama bunu engellemek için sizi sıkıştırır, önünüze geçer; sizden sıkılır. Tek kurtuluş, bir bahane bulup oradan uzaklaşmaktır. Bir tavşan gibi munis, bir yavru kedi gibi sevimli olmanız asla işe yaramaz, ters teper; sizi maymuna çevirir. Ah lityum ah… Yaşının 77’ye dayandığı şu günlerde çeşit çeşit yemekler yaparak beni karşılayan annem, yine o yemekleri yaparken ne kadar eziyet çektiğini anlatıyor. Ekmek zeytin yesem daha mutlu olacağımı bilmiyor, bilmeyecek. O yemekler için ne kadar masraf yaptığını, malzemeleri nasıl zorlukla taşıdığını, soğan doğrarken gözünün nasıl yaşardığına kadar anlatıyor, anlatıyor. Fakat arada bir cümlesi var ki, onu dinler gibi yaparken kulağıma çalınıyor ve beni sendeletiyor. - Beni idare edin kızım. Elimden gelen bu kadar… Sonra yine devam ediyor. Altı yaşındayken kaybettiği babasını anlatıyor hâlâ. Mübadeleyle göç eden anneannesini… Konaklarında içine bağırdıkları koca kara küpleri… Hiç sesi soluğu 18 Sen Kimsin Anne? olmayan annesini… Söyledikleri birbirini tutmuyor yine. Gerçek bir soruyla bölünemeyen bir sürü karmaşık cümlenin ortasında, söylediği o cümle parlıyor: Elimden gelen bu kadar… Kendi evime dönmek üzere yola çıkarken içinde benim için hazırladığı türlü çeşit ıvır zıvırın bulunduğu poşetleri kendisi taşımak için ısrar ediyor ve şaşılacak bir enerjiyle önümden yürüyor. Beni tramvaya kadar geçirecek ve bana kısa yolu gösterecek. İncecik, hüzünlü bir yağmur yağıyor ve ben tek başıma yolu uzatarak yürümek istiyorum. Bir doktor sükûnetine ulaştığımı sanmıştım ama bu ıslak güz gününde yine yüreğim sızlıyor. Ah, anne. Dur artık. Ölmeden dur. Ölmeden huzuru tat! Bir rahatla! Canım annem! Yağmuru gör. Dal uçlarında bekleyen ışıklı damlaları gör. Neşeyle cıvıldayan serçelere kulak ver. Bir sus! Herkesle, her şeyle, hayatla, kendinle, bizimle tartışma artık. Biricik anneciğim; korkarım sen, mezarında da sorgu melekleriyle tartışacaksın. Bilmiyorum. Annemin nesi doğru ve yalansız, bilmiyorum. Annem aslında nasıl birisi, bilmiyorum. Onu idare etmemizi isteyişinin hâlâ kendi bayrağını yüceltme çabası olduğundan şüphelensem de o sözün; kırk yılda bir söylediği, belki gerçek tek cümlesi olduğunu seziyorum: “Elimden gelen bu kadar.” Annem… Nasıl bir derdin var böyle? Şifasının hâlâ tam olarak bulunduğuna inanmadığım bu hastalık, hasta yakınlarının da hastalığı... Ey bu hastaların eşleri, evlatları! Evet, işiniz çok zor. Fakat çare yok; sabredip onları idare edeceksiniz. Çünkü onlar da kendilerini tanımıyorlar ve çünkü yapabildikleri gerçekten bu kadar… 19 Hastalık Hikâyem - 2014 BİR ASIRLIK BEKLEYİŞ Nejla ŞEN Ameliyathanenin önünde oturmuş çaresiz bekliyorduk. Karım ve ben kaç saattir burada olduğumuz sorulsa ihtimal bu uzunluğu anlatacak kelime bulamazdık. Yan gözle ona baktım. Yüzünde yaşanması muhtemel bir acının bütün izlerini görmek mümkün. Kendini en kötüye hazırlamış ama bu en kötü onu ayağa kaldırmak yerine yaşamla arasında kalan son bağları da koparmış gibiydi. Ağlamaktan kurumuş gözleri boş ve manasız bakıyordu. Kaç zamandır ensemde olan vicdanımı ve suçluluk hissimi bir kenara bırakıp onun için üzüldüm. Zavallı. Bilse başına böyle bir şey geleceğini, yine de… kim bilir. Düşünmekten ve uykusuzluktan bir külçeye dönen başımı zorlukla ellerimin arasına aldım. Beyin cerrahı uzun ve riskli bir ameliyat olacak demişti. Bunu daha önce kaç kişiye söylemişti acaba? Bir oğlu var mıydı? Ya da ne bileyim hiç evladını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış mıydı? Uzun ve riskli... Tek tek bile sevimsiz olan bu iki kelime bir araya gelince bir babanın, daha beteri bir annenin ruhunu nasıl yaralar, kalbini nasıl kanatır, vücudunun acı çekmeyen tek hücresi kalır mıydı? Beyin cerrahı olurken bunları da öğrenmiş miydi? Uzun ve riskli. Ama doğruydu bu. Zira her şey bu ameliyata bağlıydı. Aniden, aslında hayatımın ne kadar değerli ve güzel olduğunu anlayıverdim. Her şey ne kadar güzelmiş aslında. Bir tek ben farkında değilmişim sahip olduğum güzelliklerin. Hep fazlasını istermişim. İçimden koca bir çığlık yükseldi. Elimi farkında olmadan kalbime bastırdım. Yüreğim kelimenin tam anlamıyla ağlıyordu. Ömrümün bu dönemeçten önceki kısmı bir film şeridi gibi 20 Bir Asırlık Bekleyiş geçmedi gözümün önünden. Bir hayalet gibi beni -bizi- bu ameliyathanenin önünde çaresiz bekleten bu sancılı süreci izlemeye başladım. İzlediği bir filmi yeniden izleyen bir seyirci gibi. Üniversiteyi dereceyle bitirdikten sonra büyük bir firmanın insan kaynaklarında işe başlamıştım. Çalışkanlığım ve becerimle kısa zamanda yükselmiş, genel müdür olmuştum. Şahsıma tahsisli şirket arabası, gösterişli bir ofis, dolgun bir maaşım vardı. Tek eksiğim kalmıştı o da evlenmek. Annemin benim için kız baktığını, hatta bunlardan birini çok beğendiğini duyduğumda gülmüştüm. Her annenin böyle bir hayali vardı herhâlde: Oğlunu kendi beğendiği kızla evlendirmek. Ama ben, annesinin beğendiği kızla evlenecek bir erkek değildim. Üstelik evlenmek için acelem de yoktu. Hangi noktadan sonra anneme evet dediğimi hatırlamıyorum. Onun sonu gelmez ısrarlarıyla baş etmenin tek yolu istediği kızla görüşüp “hayır, beğenmedim’’ demekti. Ben yakışıklı, başarılı, kariyer ve varlık sahibi, itibarlı bir ailenin biricik oğluydum. Hangi kız bana hayır diyebilirdi ki? Görüşmeyi her ikimizin de iyi bildiği bir cafede gerçekleştirme kararı aldık. Karar aldık diyorum ama bu zamana kadar olanlarda benim hiç payım yoktu. Bunlar hep annemin kararıydı. Kafamda söyleyeceklerimi sıraya koyarak kafeye her görgü sahibi erkeğin yapması gerektiği gibi buluşma saatinden on dakika kadar erken gittim. O ise tam buluşma saatinde geldi. İkimiz de birbirimizi resimlerimizden gördüğümüz için karşılaşmamız zor olmadı. Çay söyledik. İş bu noktaya geldiğinde söze nasıl başlayacağımı bir an şaşırdım. Çay bardağını tutan elimin terlediğini hayretle fark ettim. Bu fark edişle elim titredi az kalsın çay bardağını düşürecektim.’’Ah anne’’diye geçirdim içimden. “Beni ne hâle düşürdün böyle’’ - Öncelikle şunu bilmenizi isterim ki buraya kendi isteğimle gelmedim. Bu görüşmeyi kabul ettim çünkü annemin ısrarından kurtulmanın başka yolu yoktu. 21 Hastalık Hikâyem - 2014 Benim söylemeyi düşündüklerimi daha ben cümleleri zihnimde sıraya koymamışken ondan duymak bir an şaşkınlıktan donakalmama sebep oldu. Şimdi böyle bir durumda ne söylenebilirdi.“Evet ben de istemiyordum zaten’’ gibi kaba ve anlamsız bir savunmaya giremezdim. Öte yandan bu reddediliş benliğimi sarsmış, bildiğim her şey uçup gitmişti. O şaşkınlıkla ‘’yok önemli değil “ve’’ sizi sıkıntıya düşürdüğüm için üzgünüm’’gibi tutarsız ve söylemek istediklerimle bağlantısız laflar geveleyip kendimi iyice gülünç duruma düşürdüğümü hatırlıyorum. O ise yine geldiği gibi gitmeden önce kibarca “Çok üzgünüm.’’diye konuşmamızı ve daha başlamamış arkadaşlığımızı bitirdi. Ben öylece kalakaldım. Tanımadığım, tanımak ta istemediğim, az önce görüp ayrıldığım bir kız nasıl olup da bana bunu yapabilmişti. Eve dönüş yolunda şaşkınlıkla onu, sadece onu -ama söyledikleriyle değil, o kibar ve hoş gülümsemesiyle- düşünebildiğimi hayretle fark ettim. Bu beklenmeyen tanışma ve reddedilme benim hayatımın bundan sonrası için tam bir dönemeç oldu. Bildiğim bütün yöntemleri ve kurnazlıkları kullanıp onun dikkatini çekmeyi başardım. Arkadaşlığımız bu sefer büyüklerin müdahalesi olmadan kendi seyrinde ilerlemeye başladı. Zamanla birbirimizi tanıdık ve sevdik. Evlilik kararını da yine ikimiz, hiç kimsenin tesirinde kalmadan aldık. Sonraki günler herkesin hayatında olabilecek sıradan bir yaşantıydı. Bize sıra dışı gelse de karımın hamileliği, oğlumun doğumu, ilk adımları, konuşması. Okul çağı geldiğinde artık ikinci bir bebeğin hayalini kurmaya başlamıştık. Yalnız, hareketli ve ele avuca sığmaz oğlum okul hayatı başladıktan bir yıl sonra tutarsız ve ilgisiz davranışlar sergilemeye başladı. Okula çok istekli başlamış olmasına rağmen bazı sabahlar baş ağrısıyla kalkıyor ve “Bugün okula gitmesem olmaz mı? Başım çok ağrıyor’’ ya da “Midem çok bulanıyor. Öğretmenimi arasanız da gitmesem.’’ gibi bahanelerle evde kalmak istiyordu. Kendi çocukluğumu hatırlayıp benim de okula gitmek istemediğim zamanlarda “karnım ağrıyor’’ diye kıvrandığımı hatırlayınca bu baş ağrısı bana çok sıradan bir mazeret gibi gelirdi. Karım her seferinde anne hassasiyetiyle, “Bir doktora mı götürsek?’’ der ama ben onu hiç dinlemezdim. 22 Bir Asırlık Bekleyiş Onu isteksiz bir şekilde arabaya bindirip okula götürdüğüm günlerden biriydi. Acelem olduğu için arabadan inmeden onu okulun önüne bıraktım ve arkasından kaybolana kadar bakmak istedim. Sırf onu zorla okula getirdim diye gidip kafasını okulun yarı açık giriş kapısına çarptı. Bir yandan kafasını ovarken dönüp ağlamaklı bir yüz ifadesiyle dönüp bana bakmayı da ihmal etmedi. Ben de -annesinde olduğu gibi- herhangi bir yumuşama belirtisi göremeyince isteksiz olduğu her hâlinden belli olarak yürümeye başladı. Geri gitmek için arkama bakınca çantasını da almamış olduğunu fark ettim. Arabayı durdurup okuldan içeri girdim. Çantasını oğluma yetiştirmek için koşar adım yürürken oğlumun öğretmeniyle karşılaştım. Beni fark edince kısa bir duraklama geçirdi: - Merhaba, sizi gördüğüm iyi oldu. Benim de sizinle konuşmak istediklerim vardı. Oğlumun son zamanlarda okula karşı artan isteksizliğinin bu görüşmede payı olduğunu anlamak için çok zeki olmaya gerek yoktu. Üstelik acelem vardı ve zaten bildiğim şeyleri dinlemeye pek de niyetli değildim. Benim için zaman çok kıymetliydi. - İşe geç kaldım, mümkünse sonra görüşsek, dedim. - Çok kısa, lütfen, dedi. Diğer öğretmenler derse girdiği için boş kalan öğretmenler odasına girdik. Öğretmenin de acelesi olduğu her hâlinden belliydi. Direk konuya girmeyi uygun buldu: - Oğlunuzdaki değişiklikleri siz de fark etmişsinizdir umarım. - Evet, şu baş ağrılarını kastediyorsunuz. Farkındayım, çocuk işte. Okuldan kaçma çabaları. Öğretmen kısa bir süre duraklayıp, kararlı bir şekilde devam etti: 23 Hastalık Hikâyem - 2014 - Sadece baş ağrısı değil. Endişe ettiğim başka şeyler var. Mesela sık sık dengesini kaybedip ya düşüyor ya da bir şeylere çarpıyor. Çoğu zaman çantasını bile taşıyamıyor. Dahası konuşması ve okuması da bozuldu. Tahtayı göremediğinden şikâyetçi olduğu için en ön sıraya aldım ama yine yazılanları seçemiyor. - Gözlerinin bozuk olduğunu mu söylemeye çalıyorsunuz. Göz doktoruna götürebilirim. Ama hemen değil. İşlerim çok yoğun. Bunu söylerken saatime bakmayı ihmal etmemiştim. Öğretmen hayır anlamında kafasını salladı: - Ben çok daha ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bence oğlunuzu tam bir kontrolden geçirmeniz lazım. İnanın bana. Ben de bir anneyim ve oğlunuz iki yıldır bende. Son zamanlara kadar gayet uyumlu ve istekli bir öğrenciydi. Bu bozuklukların arkasında ciddi bir sorun olabilir lütfen ihmal etmeyin. Bunları söyledikten sonra derse geç kaldığı için gitmek zorunda olduğunu söyleyip çıktı. Gün boyu işte bunu düşündüm. Oğlumun nesi olabilirdi? Ertesi gün öğretmeni dinleyip oğlumu doktora götürmeye karar verdim. İçime sebepsiz yere, anlamsız bir sıkıntı ve şüphe yerleştirdiği için öğretmene kızdım. Eşim benim aksime oldukça tedirgindi. Bunu her hâlinden anlamak mümkündü. Öyle ki arabanın önüne, benim yanıma değil de arkaya, oğlumun yanına oturdu ve sanki uzun bir ayrılığa çıkacaklarmış gibi sımsıkı sarıldı ona… Ah kadınlar ve tabii bir de anneler. Her şeyi abartmakta üstlerine yok. Her an yaşarmaya hazır bir çift göz hepsinin ortak özelliği. Polikliniğe bu edayla ve kendimden emin girmiştim. Gözüm saatte, aklıma gelen kötü ihtimalleri uzaklaştırmaya çalışırken, bir yandan da bugünkü görüşmeleri ve burada kaybettiğim zamanı nasıl telafi edeceğimin planını yapıyordum. Doktor bizi ilgiyle ve güler yüzle karşıladı. İlerlemiş yaşına 24 Bir Asırlık Bekleyiş rağmen mesleğine olan saygısını devam ettirmeyi başarabildiği için onu takdir ettim. Bizi bu muayenehaneye getiren sebebi doktora kısaca anlattım. Buraya kadar her şey yolunda gitmişti ama sonra… Sorular sorulmaya başlayınca benim de kalbim gittikçe daha hızlı atmaya başladı: - Bahsettiğiniz baş ağrıları ne zamandan beri var? Çok sık oluyor mu? Sanki dersine çalışmış bir öğrenci gibiydim. Doktora ne lazımsa hepsini söylüyordum sırayla: - Aşağı yukarı iki üç aydır var ama bu son bir ayda çok artı. Bir de mide bulantısı eklendi. - Yürümesinde bir gariplik fark ettiniz mi ya da koşmasında? Sık düşüyor mu? Okulun önündeki o sahne canlandı gözümde. Kapıya çarptığı ve dönüp bana baktığı an “Her şey bir ipucuydu’’, diye düşündüm. Evet, anlamında kafamı salladım. Yerinden kalkıp oğlumu muayene etti. Yüzüne ve gözlerine dikkatle baktı. Oğlumdan iki kolunu da kullanarak onu iteklemesini istedi… Ben bu son muayene tarzına hafifçe gülümsedim. Onlar itiş kakış içindeyken sorularına devam ediyordu doktorumuz: - Hiç baygınlık geçirdi mi? Özellikle son zamanlarda. Bu sefer eşim endişeyle konuştu: - Evet, geçen hafta iki kere bayılmış okulda. Ben gittiğimde iyiydi ama. Doktorun her geçen saniye yüz ifadesinin değiştiğini ve artık yüzünün düşünceli bir hâl aldığını pekâlâ fark edebiliyordum. - Peki, görme problemi oldu mu? Bunu fark etmeniz zor ama 25 Hastalık Hikâyem - 2014 öğretmeniyle görüşüyor musunuz? O bir şey söyledi mi? İçimde büyümeye başlayan pişmanlık ve huzursuzlukla öğretmenle olan görüşmemizi anlattım. Doktor artık neredeyse kendinden emindi. Kesinlikle beyin cerrahının görmesi gerektiğini ve yine kesinlikle acele etmemizi söyledi. Bütün bu belirtiler beyin tümörünün işaretiydi. Bu zamana kadar beklediğimize ve bunu önemsememiş olmamıza kızdı. Yan gözle eşime baktım. Gözleri donuklaşmıştı. Bana bakmadı bile. İçimden doktorun yanılması için ne çok dua ettim kimse bilmez. Ama sonuç tam bir hüsrandı. Üniversite hastanesinin beyin cerrahi kliniğinden çıkarken karım ve ben yıkılmış, yarınımızı hatta burnumuzun ucunu göremez olmuştuk. Ne olurdu o tümör oğlum da değil de bende olsaydı. Bunu çoktan hak etmiştim. En çok 3 ve 12 yaşlar arasında ve 40 yaşından sonra görülen bu hastalık gelip yerleşeceği yer olarak benim oğlumun o minicik beynini seçmişti. Hep işim var bahanesiyle sevmeye bile vakit bulamadığım oğlumun… Hastalığını görmezden gelip hep ihmal ettiğim oğlumun. Hastaneye gidip gelmeler, farklı doktorlar, sonu boş çıkan umutlar ve MR sonucu: Ameliyat edilecekti. Tümör daha fazla büyümeden ameliyat edilmeliydi. Tek çare buydu. Şansımız vardı ki, ur dokunulamayacak bir yerde değildi ama biz erken davranmadığımız için büyümüş ve riskli bir operasyondan başka şansımız kalmamıştı. Yüreğimize biraz olsun su serpen tek şey tümörün kötü huylu olmamasıydı. Eğer öyle olsaydı ışın ve kemoterapiden başka şansımız yoktu. Üstelik kötü huylu tümörlerde tedavi garanti edilemezdi. Olsa olsa hayatta kalacağı süre uzatılabilirdi… Aldığım nefesin ciğerlerime kadar ulaştığından şüphe duydum… Ya öyle olsaydı? Ameliyathanenin soğuk ve sessiz, ürkütücü kapısında bekliyorduk umutla. Karım ve ben oğlumuzun o minik gözlerini açıp yeniden bize baba ve anne demesi için Allah’a yalvarıyorduk. Bilinmez kaçıncı defadır söz veriyorduk içimizden gizli gizli. Bir daha onu hiç üzmemeye, dünyanın en iyi anne ve babası ol- 26 Bir Asırlık Bekleyiş maya, iş telaşından nasıl büyüdüğünü anlamadığımız oğlumuza hediyelerin en kıymetlisi olan vaktimizi vermeye. Ve belki, belki değil mutlaka bir asırdır bu ameliyathanenin önünde bekliyorduk… Emindim bundan. Güçlü olmak zorundaydım. Hangisi daha zor bilemedim. Üzüntünü içinde yaşayarak güçlü olmaya çalışmak mı yoksa vücudunun bütün hücreleriyle ona teslim olmak mı? Eşime yaklaşıp elini tuttum. Hiç tepki vermedi. İhtimal, beni suçluyordu. Onu dinlemeyip bu kadar geç kaldığımız için, oğlumun yarınlarını garantiye alacağım diye deli gibi çalışırken onun bugününü kaçırdığım için, herkes hafta sonu babasıyla maça giderken ben ofisi eve taşıyıp çalıştığım için… Kim bilir. Otomatik kapı ağır ağır iki yana açıldı. Beyin cerrahı ameliyathane elbiseleriyle gözükünce kalbim artık baş döndürücü bir hızla atmaya başladı. Eşim düşmemek için bana tutundu... Doktorun yorgun ve ciddi yüz ifadesi belli belirsiz bir gülümsemeye dönüştü: - Geçmiş olsun. Çok başarılı bir ameliyattı. Yoğun bakımdan çıkınca oğlunuzu görebilirsiniz. Ellerimizi bir kez daha açtık. Gözyaşları içinde ve minnetle. Ağzımızdan iki kelime döküldü: - Çok şükür. 27 Hastalık Hikâyem - 2014 TÜLBENT KOKUSU Ahmet EREN Küçücükmüşüm ben; fukarânın hayallerinden bile küçük… Küçük evimizin henüz sobayla tanışmamış küçük odasında, Azize ebenin küçük avuçlarına doğmuşum. İlk tokadı Azize ebeden yemişim popoma. Ağlamamışım ama… O günden beri, ne zaman tokat yediysem, ağlamadım inadına Ağlamayınca ben, bir endişedir almış bizimkileri; “Öldü!” diye bağırmış annem. Annemin feryadı, Azize ebenin tokadından daha acı gelmiş bana; başlamışım ağlamaya… O gün bu gündür, gözlerim dolu dolu oluverir annemin her feryadında İsmimi, Ahmet koymuş dedem; emretmiş babama: “Oku bakalım ezanı, çocuğun kulağına..!” Abdestsiz olduğunu söyleyememiş babam; korkmuş, dindar dedemin hışmından. Çaresiz eğilmiş kulağıma, bir ezan patlatıvermiş hüzzam makamından. Abdestsizdir ama sesi yanıktır. Ben de uykusuz geçen gecelerimin sabahında, sabah ezanına eşlik ederim büyüleyici sabâ makamında. Abdestsizimdir ama sesim yanıktır. 28 Tülbent Kokusu Neyse, gel zaman git zaman… Yirmi beş günlük oluvermişim göz açıp kapayıncaya… ya. Lakin küçücükmüşüm hâlâ, nenem beni benzetirmiş karınca- Kel kafamdan tâ ayaklarıma varıncaya, öpermiş. Bu el kadar erkek çocuğu, bir anda, koca koca adamların, eteği belinde kadınların oyuncağı oluvermiş. Hayat, taze bahar yaprağı kadar güzelmiş… Derken, o uğursuz gece, gelivermiş. O gece babam, çalışıyormuş; işteymiş. Annem, ertesi sabah ekmek açmaya hamurunu yoğurmuş; iki bileziğini kolundan çıkarıp yastığının altına koymuş. Yatağına uzanıp uyumaya koyulmuş. Sağa dönmüş, sola dönmüş; nafile… Uyku tutmamış. Yataktaki, babamdan kalan boşluğa, bir türlü alışamamış. Derken, bir kulaç ötesindeki bez beşikten bir hırıltı duymuş. Hemen kulak kabartmış. Birkaç nefes alımlık süre içerisinde, hırıltıların sayısı da artmış, gürültüsü de… Hemen fırlamış yatağından. Tünemiş beşiğin başına. Birkaç saniye seyirci olmuş benim nefes alışıma… Sağ avucunu alnıma yapıştırmış; yanağıma, boynuma sonra da apışıma. Alev alevmişim, cayır cayır; bir yangın yalazı! -hâlen kahhar gecelerde ateşlenirim bazıHemen kapmış küçücük bedenimi. Fırlamış evden, alt kata 29 Hastalık Hikâyem - 2014 inmiş; yengeme göstermiş beni. Yengem almış beni kucağına, şöyle bir incelemiş; “Havale bu,” demiş. İki kadın bir de ben, gecenin kör karanlığına atılmışız. Derken, kar da bastırmış… Tabi o zamanlar, şimdiki gibi asfalt değil her yer. Sulu karın altında bir toprak ki çamurdan beter! Bata çıka, bir yüz metre kadar gitmişler. Kan ter içinde kalmışlar; nefes nefese… Bitmişler! Yengem bir daha bakmış annemin kucağındaki bana… “Öldü,” demiş; “eve dönüp haber verelim babasına…” “Hayır,” demiş annem; “Ölmedi. Ölseydi, hissederdim.” Tülbent kokulu annem… -kesif tülbent kokusudur annem benim için, o günden bu yanaKoşturmuşlar bir on - on beş dakika daha… Hastaneye varmışlar… -ben hastane diyeyim de siz inanmayın; küçük bir poliklinik aslındaNöbetçi doktor, kucağına almış beni. Can, kesilmiş bedenimden o sıra. “Ayy, öldü!” diye bağırmış doktor hanım, avazı çıktığınca. Üç kadın, koşmaya başlamışlar telaşla; doktor hanım önde, annemle yengem arkada. Doktor hanım üstümü soymuş. Beni, bir soğuk su havuzuna daldırmış. 30 Tülbent Kokusu Can gelmiş vücuduma… Babama haber edilmiş; babam gelmiş. Dayıma haber edilmiş; dayım gelmiş. Taşımışlar beni Şişli Etfal’e, gecenin ayazında. Hastaneye yatırılmışım, yeni yıla beş gün kala… Annem, babam tedirgin; beni sormuşlar yaşlı doktora. Doktor, “Korkmayın,” demiş; “hayati tehlikeyi atlattı. Lakin kesin teşhis için, biraz bekleyeceksiniz.” Beklemişler. Birkaç gün geçmiş. Bu sırada, çeşitli testler yapılmış vücudumda; beyin omurilik sıvısından örnek alınmış. ‘Bakteriyel menenjit’ tanısı konmuş hastalığıma. “Sebebi nedir bu hastalığın?” diye sormuş babam. “Bakteridir,” demiş doktor amca; “bildiğiniz mikrop yani. Çocuğunuzu mikroplardan uzak tutmalısınız.” “Nasıl yaparız,” diye düşünmüş annem; “köylüyüz biz; toz toprak eksik olmaz ocağımızda…” Yoğun antibiyotik tedavisine başlanmış bu arada. Annem her gün, onca yol tepmiş; beni görmeye gelmiş. Sokmamışlar odaya… Bir camın arkasından bakadurmuş, bir aylık evladına… “Hep uyuyordun,” diyor annem; “her geldiğimde uyuyordun. Hiç uyanık göremedim seni.” Tedavi uzadıkça babam, ilaca para yetiştiremez olmuş. 31 Hastalık Hikâyem - 2014 Bir eczaneye kimliğini rehin bırakmış; başka birine ehliyetini koymuş… Eee… Ailede tek çalışan oymuş. Yetmemiş, yettiremiyormuş… Yeni yıla hastanede girmişim. Bana, oyuncak bir at hediye etmiş doktor amca. Aynı gece benim durumumu soran babama, “Kurtardık sayılır,” demiş ve eklemiş, “Bu kadarla bitmez ama. Çok dikkatli olmalısınız. Zîrâ hastalık tekerrür edebilir zamanla. Bazı kalıcı hastalıklar da oluşabilir çocuğunuzda; sağırlık, felç, körlük gibi mesela…” Gel zaman git zaman; dünya dönmüş, günler geçmiş… Taburcu olmama karar verilmiş… Vezneye inmiş babam, hastane masrafını yatırmaya. Üç yüz yirmi lira çıkmış hesap, o zamanın parasıyla. Tabi babam işçi adam; ne gezer onda bu para… Benim doktor amcamı bulmuş; yaşlı doktor amcamı… Anlatmış durumu ona. “Yok,” demiş; “bende bu kadar para…” Doktor amca almış babamı, götürmüş başhekimin odasına. Durumu kabaca anlatmış mesai arkadaşına. Başhekim bir hesap yapmış; üç yüz yirmi lirayı kırk liraya indirmiş. Elindeki pusulayı babama uzatıp, “Bunu öde, yeter,” demiş. Parayı ödemiş babam. Almış beni, götürmüş yuvamıza. 32 Tülbent Kokusu İşte benim hikâyem de son buluyor burada… Sonrasında ne mi oldu öykümüzün kahramanlarına? Annem sağlıklı ama bel ağrısı çekiyor sıklıkla. Ekmek açmıyor artık; domates de yetiştirmiyor balkonda. Lakin, mis gibi tülbent kokuyor hâlâ… Babam Sağlıklı; hayatta… Abdestsiz namaz kıldığına dair rivayetler dolaşıyor ortalıkta. Doğruysa eğer, Allah acısın ahirette… Doktor amca Havale geçiren bir başka çocuk getirmişler hastaneye benden üç ay sonra. Kurtulamamış maalesef çocuk, ölmüş… Babası, doktoru suçlamış. Saldırmış; yaralamış bıçakla! Sol böbreğini almışlar doktor amcanın. Sonra da, yaşamamış daha fazla… -Allah rahmet eylesinOyuncak at. En son, yirmi sene önce oynadığımı hatırlıyorum onunla. Sonra ne oldu bilmiyorum; kayboldu gitti… Hâlâ, bazı bazı dolanır hatırıma… …ve Ben 33 Hastalık Hikâyem - 2014 Kendimi son gördüğümde, kafamı sayfalara gömmüş, harıl harıl bir şeyler yazıyordum. Kısık sesle bir şeyler mırıldanıyordum, bakarak duvarlara… Beden sağlığım yerinde gibiydi şimdilik; Ruhsal sağlığım konusunda emin değilim ama… Küçücük değildim artık; büyümüştüm zamanla. Ama içimdeki tülbent kokulu çocuk, küçücüktü hâlâ… 34 Psikolojik Demeden Önce PSİKOLOJİK DEMEDEN ÖNCE Derya TALAS Arabaya binilmeyecek kadar yakın, yürünülmeyecek kadar uzak, ben yürümeyi seçiyorum. Yol boyunca düşünüyorum yaşama sevinciyle dolu o insanın nasıl birden yok olduğunu. Düşünüyorum akciğer kanserini yenip de nasıl psikolojik sanıldığı için kalp krizine yenik düştüğünü. Keşke diyorum, sonra bir keşke daha, peşi sıra dökülüyor keşkeler ağzımdan sanki zamanı geri çevirebilecekmişim gibi. Çarelerin tükendiği yerde kaderle vade koşarmış biçare insanların imdadına. Ama ben hiç kader diyemedim, hiç vade diyemedim annemin çıktığı son yolculuğa. Yine çarnaçar keşkeler çıkıyor ağzımdan. Ağlayarak atıyorum her bir adımımı. Şaşkın bakışlara aldırmadan umarsızca sarılıyorum en yakın dostum olan gözyaşlarıma. Bakıyorum, yolun sonu görünüyor erteliyorum ağlamayı bir süreliğine. Yarım saatlik yolu bir saatte gitmişim, ağır yürüdüğümden mi? Hayır, sürekli dinlenmek zorunda kaldığımdan. Ufak adımlarla giriyorum kimi gün mutlulukların, çoğu zamanda acıların yuvasına. Her şey ağır çekimde ve puslu görünüyor gözlerime. Konuşma sesleri sadece uğultu şeklinde var kulaklarımda. Sıra bana gelince ağlamaktan kızarmış gözlerimle çıkıyorum kardiyologun karşısına. Kısık bir sesle sırtım, boynum, göğüsüm ve sol kolum ağrıyor, çok çarpıntım var, nefes almakta zorlanıyorum diyorum. Hemşire ağladığımı anlamış olmalı ki bir buruk bakıyor yüzüme. Doktor kalbimi dinleyip “Acın gözlerinden okunuyor, üzüntü ve stres kemiklerine, kaslarına vurduğu için bu ağrılar oluyor. Kalbinizde bir sorun yok, çarpıntınız psikolojik.” dedikten sonra, gözlerini sabırsızca yeni girecek hasta için kapıya dikiyor. Bir saatte geldiğim yolu iki saatte dönüyorum, eve dönmek istemediğimden mi? Hayır, çok yorulduğumdan. Ertesi gün ve 35 Hastalık Hikâyem - 2014 daha sonraki günler yine yüreğimde aynı üzüntülerle, aynı yollarda buluyorum kendimi. Yine hastanede, yine aynı şikâyetlerle, yine sıra bekliyorum. Bir bir dolaşıyorum hastanede ki bütün bölümleri. Kulaklarımda uğulduyor artık psikolojiktir kelimesi. Aylarca kullanıyorum verilen ağrı kesicileri. O dayanılmaz sırt ağrıları artık beni Allah’a şu canımı al diye yalvartıyor. Hele o çarpıntı yatarken sanki birisi şiddetle sarsıyormuş gibi bütün vücudumu sallıyor. Dertlerime derman olmaya çalışan ablamla beraber, dertlerime derman olmayan o hastanedeyim yine. Sıra bana geldiğinde umutsuzca giriyorum kardiyologun yanına. Daha önceki göründüğüm doktorların en genci. Aynı sözleri duyacağımdan emin bir şekilde tek tek sıralayıp şikâyetlerimi sözü doktora bırakıyorum. Evet, yanılmamışım bu doktorda “Bu yaşlarda kalp rahatsızlığı pek olmaz muhtemelen psikolojiktir.” cümlesiyle başlıyor, ama bitirmiyor cümlesini “Bazen de psikolojik zannedilen şikâyetlerin altından büyük sorunlar çıkabiliyor.” diyerek tamamlıyor sözünü. Bu genç doktor diğer doktorlardan daha çok ciddiye alıyor beni, bunu morarmış gözaltlarımla morarmış dudaklarıma takılan gök mavisi gözlerinden anlıyorum. Çeşitli pozisyonlarda kalbimi dinledikten sonra “Ekstra bir ses duyuyorum biz bu sese üfürüm deriz.” diyerek EKO (ekokardiyografi) odasına alıyor beni. Göğsüme bir jel sürüp monitörden kalbimi izlemeye başlıyor. Merak ediyordum o ekranda neler gördüğünü, çünkü ben hiçbir şey anlayamıyorum. Sonra “Galiba kalbinizde bir delik var kesin tanı transözofageal ekokardiyografi (TÖE) testiyle konulabilir. Eğer delik çok küçükse bir şey yapılmaz. Büyükse, ya ameliyatla ya da şemsiye yöntemiyle kapatılır.” diyor tebessüm ederek. Peki, kapattırmazsam ne olur? “Bir süre sonra kalp yetmezliği ve arkasından diğer organ yetmezlikleri başlar ve o kaçınılmaz son…” cevabını veriyor buruk bir sesle. Kalbim isyan bayrağını kaldırmış dörtnala koşuyor. Yıllardır sakladığı sırrının apansız ele verilişine çok öfkelenmiş olmalı ki gittikçe hızlanıyor, doktor bile telaşlanıyor ama belli etmiyor. Son derece ilgili davranan bu doktorun yanından kendisine hayır dua36 Psikolojik Demeden Önce sı ederek, biraz üzgün, biraz buruk ama yine de çok mutlu çıkıyorum. Kalbimin delik olmasına mı mutlu oldum bu kadar? Elbette ki hayır, aylarca psikolojik zannedilen sorunlarımın kaynağının bulunmasınaydı bütün sevincim. Artık bu dayanılmaz ağrılardan ve hâlsizlikten kurtulacaktım, gerisi kolay diyorum. TÖE testi için kardeşim kendi çalıştığı hastaneden randevu alıyor. Cevapsız sorular, zincirini koparmış düşünceler adeta zihnimde dans ediyor iki hafta boyunca. Geceleri uyuyamıyorum düşünmekten, ya gerçekten doğruysa diyorum. İlk duyduğumda ağrılarımın kaynağı bulundu diye sevinmiştim ama artık korkmaya başlıyorum. Ölmekten korkmuyorum ben, sürünmekten korkuyorum. Ya doğruysa, ya büyükse, o zaman… Göğsümde oluşacak ameliyat izi bir tokat gibi iniyor suratıma, içim sızlıyor, damarlarımda bir acı dolaşıyor. Bu düşüncelerle iki haftayı mı yiyip bitiriyorum yoksa kendimi mi bilemiyorum. Ve yine hastanedeyiz aile boyu. Babamın yüzünde acı bir ifade. Korktuğunu belli etmemeye çalışıyor ama sesinin titremesiyle ele veriyor kendini. Ablam yine donuk, yine boş gözlerle bakıyor bana, ya kardeşim benden heyecanlı yerinde duramıyor ceylan gözlüm. Aç olarak girdiğim karanlık odada ağzıma konan ortası delik ağızlık içinden ucunda kamera olan TÖE probunu ben daha ne olduğunu anlamadan bir anda yutturuveriyor doktor. Sonra yan yatırıp probu yemek borumda aşağı yukarı hareket ettirerek kalbime bakıyor. Beyaz hemşire kıyafetiyle bir melek gibi karşımda duran kardeşim biçare dikmiş gözlerini gözlerime. O da ne! O ceylan gözlerinden yaşlar sızıyor kardeşimin. Bir hemşireye hiç yakışmıyor böyle çaresizce, böyle içli içli ağlamak. İşlem bittiğinde “Sol-sağ şantlı sekundum tip atriyal septal defekt (ASD) yani kulakçıklar arasında doğuştan bir delik var ve bunun kapatılması gerek. Anjiyoyla deliğin gerçek çapının ölçülmesi ve çeperlerinin kontrol edilmesi lazım. Çünkü çok büyük olan ve çeperleri sağlam olmayan deliklerde şemsiye yöntemi uygulanmıyor.” diyor doktor. En zoru bitti gerisi kolay. 37 Hastalık Hikâyem - 2014 Anjiyo olmak için farklı bir hastaneden randevu alıyorum. Nedendir bilinmez ama hep doktor hep hastane değiştiriyorum. Düşünceler ve korkular eşliğinde bir ayı geçirdikten sonra anjiyo olmak için yine aile boyu hastanedeyiz. Babam, ablam ve kardeşim hepsinin gözlerinde iki damla yaş, kapatsalar dökülüverecek. Ama hepsi birbirinden inat kapatmıyorlar gözlerini. Hele babam bir enkaz yığınının altından fırlamış gibi. İnkâr aşamasını hiç geçemedi hiç kabul edemedi hastalığımı. Sırayla öpüyorlar sanki bir daha gelmeyecekmişim gibi. Arkamdan bakıp yıllarca dönmeyecek bir yolcu uğurlar gibi korkuyla el sallıyorlar, işte hepsinin yanaklarına sızıyor inatla gözlerinde tutmaya çalıştıkları o yaşlar. Oldukça soğuk anjiyo odası, yağmurda kalmış kedi yavrusu gibi titriyorum. Doktor benim hangi acıları yaşadığımı bilmeden tek hissedeceğin acı bu olacak diyerek kasık bölgeme lokal anestezi yapıyor. Sonra damarımdan kalbime usul usul yol alıyor. Ekrandan kalbine bak diyor, korkuyla çeviriyorum başımı ekrana. Aşkı anlatmak için çizilen kartpostallardaki romantik şekline hiç benzemiyor esası. Bu organı görünce Yaradan’ın kudretini daha iyi anlıyorum. Nasıl da hiç üşenmeden bir harita gibi damarları döşemiş, nasıl da kılcalları bu organa nakış gibi işlemiş, gizleyemiyorum şaşkınlığımı bu şaheserin karşısında. İşte benim 34 yıllık emektarım diyorum. En sadık sırdaşım, en sinsi düşmanım, en kadim arkadaşım. Hiç göremediğim, acılarımın mezarı, mutluluklarımın ortağı, hatıralarımın tek yuvası. Şimdi meydan senin, kameralar sadece seni çekiyor, ekranlar yalnızca seni gösteriyor, altı göz bir tek sana bakıyor. Belki bir sinema salonu değil, belki küçük bir ekranda sergiliyorsun oyununu, belki seyircin az ama sen yine de en güzel oyununu oyna, çünkü bu senin çevirdiğin ilk filmin diyorum. Seyrediliyor olmanın utancını gizlemek istercesine vuruyor göğsüme. Bilmem ki ya da gizeminin çözülmesine öfkelendi bu kadar. Kalbimin çevirdiği bu ilk filminde yıllarca saklamayı başardığı sırrının boyutları keşfediliyor. Anjiyo bittikten sonra yüreğimin sineme vurduğu yetmezmiş gibi bir de girilen yere yumruklarla bastırıyorlar. Odanın önünde bekleyen ailem hacıdan gelmişim gibi sevinçle karşılıyor beni. Odamda kasığımın üzerine konulan 5-6 kiloluk torbalarla 7-8 38 Psikolojik Demeden Önce saat kalkmadan yatıyorum. Delik 4,5 santimmiş ameliyat diyor doktor. En zoru bitti gerisi kolay. Ameliyat için kardeşimin çalıştığı hastaneden bir profesör cerrahla konuşuyorum. Doktor sorularımdan oluşacak ameliyat izine üzüldüğümü anlamış olmalı ki “İsterseniz sağ göğsünüzün altından açar estetik dikiş yaparız görünürde hiçbir iz olmaz.” diyor. Doktorun ağzından bu sözler dökülünce ben ameliyat olmak için kararımı bu doktorda veriyorum. Benim en geç ne zamana kadar ameliyat olmam gerekiyor diye sormamın üzerine, doktorun “Zaten 29 yıl geç kalmışsınız.” demesi beni güldürüyor. Stres, üzüntü ve korku dolu bir ayın ardından ameliyat olmak için yine hastanedeyim. Akşam geç vakit kan buldunuz mu yoksa ameliyatınız ertelenir diyor asistan şaşırıyorum, çünkü hiç söylenmedi ki kanı kendimizin bulacağı. Evdekilere telefon açtıktan sonra bana eşlik eden düşünceler ve korkularla yatağıma uzanıyorum ki birden kardeşimin sesi geliyor kulaklarıma. Ah canım benim, gelme demiştim ama yine dayanamamış. Çok zor da olsa geç vakit toplamış babam sağdan soldan tanıdıkları, akrabaları gelmiş hastaneye. Nihayet kan işi de böylelikle hallediliyor. Kardeşimle o geceyi kantinde sabahlıyoruz sohbet ederek. Sabah olunca ameliyat önlüğünü giyinirken, ölmeden kefenimi giydirmişler gibi geliyor, bir tuhaf oluyor içim. Ya babamı bir daha göremezsem, ya sağ çıkamazsam, o zaman ne yapar, nasıl dayanır annemden sonra bir de evlat acısına? Çok erken bir vakitte ameliyata aldıkları için babam ve ablam yetişemiyor. Telefonda üzülmeyin çıkınca görüşürüz diyorum ama yine de bir hüzün kaplıyor her bir yanımı. Babam telefonda son kelimeleri getiremiyor sesi titriyor tıkanıp kalıyor öylece, ya ablam, sadece seni seviyorum diyip başlıyor ağlamaya. Sedyeyle götürülürken acı bir surat ifadesiyle eşlik ediyor kardeşim bana, dokunsan ağlayacak. Öpüp kokluyorum ceylan gözlümü belki bir daha göremem diye, bir tavşan gibi ürkek her yanı titriyor. Usulca yanaklarında yol alıyor yaşlar arkamdan biçare el sallarken. Üzülme ceylan gözlüm geri geleceğim diyorum öpücük atarken. 39 Hastalık Hikâyem - 2014 Ameliyathaneye gittiğimi zannediyorum ama götürüldüğüm küçük bir oda. Doktor damardan ilacı verdikten sonra her şey ağır çekimde görünüyor gözlerime. Gerisini hatırlamıyorum. Ameliyathanenin morgu anımsatan soğuğunu hissetmiyor, o ürpertici ışıklarını, beni kesip dikecek, kemiklerimi kıracak olan o aletleri, ağızları maskeli doktorları, hemşireleri görmediğime mutlu oluyorum. Kaç saat sonra bilmiyorum gözlerimi yoğun bakım odasında açıyorum. Kolumda otomatik çalışan bir tansiyon aleti, ağzımda ciğerlerime kadar inen bir boru, vücudumun her yerinde elektrotlar, biriken kanı dışarı atan drenler, idrarı dışarı atan sonda, kalp atışımın gösterildiği monitör, damarlarımdan akıp giden serumlar ve o dayanılmaz ağrılar. Evet, en kötüsü ağrılar ve bu ağrıları söyleyememek. Bütün vücut fonksiyonlarım makinelere, ben ise ellerimden ve ayaklarımdan yatağa bağlıyım. Ağzımdaki o boruyu çıkarsalar çok ağrım var diye feryat edeceğim ama çıkartmıyorlar. Elimin bağını çözebilirsem bir hamlede entübasyon tüpünü çekip çıkartırım diye düşünüyorum. Her nedense bilmiyorum ama o boru beni çok rahatsız ediyor. Elimin bağını çözmeye çalışırken karşıda iki bacağın hiç kıpırdamadan durduğunu fark ediyorum, ama o bacakların ait olduğu gövdeyi hiç göremiyorum. O zamanki aklımla hep orada duracağını sandığım o bacakların yürüyüp bana gelebileceğini düşünemiyorum bile. Uzun uğraşlar sonunda elimdeki bağı çözüyorum ki tam o sırada bacaklar birden yanıma geliyor. Bir el bileğimden tutup daha sıkı bağladıktan sonra kayboluyor. Kaç zaman sonra doktorun biri bana doğru eğildiğinde enfes bir koku burnuma geliyor. O ilaç kokularının arasında doktordan yayılan ve hiç unutamayacağım o parfüm kokusu, sanki anestezik bir etki yaparak bir anda bütün ağrılarımı dindiriyor. Koku değildi aslında ağrılarımı geçiren doktorun yaptığı ağrı kesiciydi ve ben içimden o doktora dua ediyorum. Zamandan haberim yok, gece mi gündüz mü olduğu o ışıkları hiç sönmeyen kabir sessizliğindeki yoğun bakım odasında belli olmuyor. Tüpün ne zaman ve nasıl çıkarıldığını hiç hatırlamadığım gibi en kötü şeyin beni beklediğini de bilmiyorum. Ya40 Psikolojik Demeden Önce nıma gelen bir hemşireyle bir erkek hasta bakıcı ayağa kalkman gerekiyor diyerek beni ayağa kaldırıyorlar. Ellerimden bir erkek tutuyor ve ben o erkeğin karşısında çırılçıplak ayakta duruyorum. “Utanma bacım utanma biz alışığız.” sözleri kulaklarımda çınlıyor. O an kabir azabı çektiren o ağrıları bile hissetmiyorum. Siz alışıksınız da ben alışık mıyım çırılçıplak bir erkeğin karşısında dikilmeye? En zoru bitti gerisi kolay. Yoğun bakımdan odama çıkartılırken ailemin hele de babamın mutluluğuna diyecek yok. Annem vefat ettikten sonra ilk kez babamı bu kadar mutlu görüyorum. Serviste bir hafta yattıktan sonra nihayet özlediğim evime kavuşuyorum ama bu hiçte uzun sürmüyor. Çünkü bir hafta sonra sağ tarafıma giren ve hiç hareket ettirmeyen dayanılmaz bir ağrıyla yine hastanedeyim. Akciğerlerim su toplamış. Ameliyattan sonra bir unutkanlık bende, aldı başını gidiyor. Evdekiler ve arkadaşlar Alzheimer’li diye takılıyorlar. Doktorlar ameliyattan sonra normal, bir süre sonra geçer diyor onun için üzerine düşmüyorum. 3-4 ayı geceleri oturur tarzda uyuyarak geçirdikten sonra nihayet kaburgalarım da iyileşiyor ama unutkanlık, çarpıntı ve göğüs ağrılarım hiç geçmiyor. Doktorlar artık hastalık psikolojisinden çıkmam gerektiğini bunların psikolojik olduğunu söylüyor. Kendi kendime her şeyi çok abartıyorsun dediğim bir zamanda göğüs ağrılarım ve çarpıntım öyle dayanılmaz bir hâl alıyor ki nefes alamıyor, yatamıyor, hareket edemiyor, ateşler içinde yanıyorum. Bu dayanılmaz ağrılar ancak öne eğilmekle birazcık hafifliyor. Psikolojiktir denilecek diye hastaneye gitmek istemiyorum ama ailemin zoruyla yine en yakın hastanenin acilindeyim. İlk önce çarpıntıma panik ataktır denilse de daha sonra yine genç bir doktorun koyduğu perikardit (Kalbi saran en dış zarın iltihaplanıp su toplaması.) teşhisiyle ameliyat olduğum hastaneye sevk edilip orada 10-15 gün yatarak ilaç tedavisi görüyorum. Sebebi bulunamayan perikarditlerin ardı arkası kesilmiyor ve altışar hafta aralarla 5-6 kez perikardit geçiriyorum. Aylar sonra 41 Hastalık Hikâyem - 2014 nihayet bu illet hastalıktan da kurtuluyorum ama bu arada geçmesini beklediğim unutkanlığım tavan yapıyor, artık sağdan sola dönmeye unutuyorum. Bir süre sonra baş dönmesi, mide bulantısı ve denge bozukluğu yaşamaya başlayınca bir nörologa gidiyorum. Doktor vertigo teşhisi koyuyor ve istediği MRG tetkikiyle tesadüfen unutkanlığımın sebebini de buluyor, ılımlı serebral atrofi yani beyin küçülmesi. Keşke, keşke diyorum psikolojik demeden önce… En zoru bitti gerisi kolay. 42 Umut Yolu UMUT YOLU Elif GELGİT 18/06/2010 - KONYA (İKİNCİ TÜP BEBEK DENEMESİ) Yusuf Hayaloğlu’nun şiirini bilir misiniz? ”Hayat nedir, nedir ki anne? Bir oyun, bir masal değil mi, Kırıldı bak oyuncaklarım. Ömrüm bitti, sevdam gitti, İnan ben hiç büyümedim ki…” Küçüklüğümde, gençliğimde hiç gelinlik hayalim olmadı benim. Eşim sarışın olsun, esmer olsun, boyu 1,80 olsun, gözü ela olsun diye de hayalim olmadı. Sadece 3-5 tane bebeğim olsun isterdim. İşte herkesin imtihanı farklı, istediklerimizle değil, aklımıza gelmeyenlerle deneniyoruz çoğu zaman. Evliliğimizin beşinci yılı bitti bu yıl. Anlamadan geçen koskoca beş yıl ama hâlâ baş başayız, iki kişi, tın tın... Evlendiğimiz günden beri Sait’imle hep hayırlısı demiştik hakkımızda, Rabbim en iyisini bilir dedik. Ama yıllar geçtikçe, aile -akraba- arkadaşlardan sorular, baskılar başladıkça ve günleri saysan saysan da olmayınca ister istemez üzülüyor insan. Herkesin sorusu hazır ne de olsa:“Daha yapmıyor musunuz çocuk? Ne zaman yapacaksınız? Filanın olmuş bebeği, siz de yapın artık. Erken kalkan yol alır bak… vs. vs. Ah bir yapabilsek zaten, ah bir o mutlu haberi alabilsek ama… Hatta bazıları işi abartıp “bak deneyin, şöyle olursa kız olur” diye anlatmaz mı? Gel de üzülme… Olsa zaten kızına, oğluna bakmıyoruz biz diyemiyorsun ki ilk zamanlar… Sorun mu var, olur mu acaba diye bekliyorsun 43 Hastalık Hikâyem - 2014 bekliyorsun sadece kimseye bir şey diyemeden… “Daha yaşınız genç, olur elbet” diyenleri beklemeden (ben 2007’de 29, Sait’im 36 yaşındayız, ne kadar da genciz değil mi?) ve şükür ki evliliğimizin 2. yılı sonunda, bir yıl deneyip olmayınca doktora gittik Mayıs 2007de. İlk süreçte eşimin sperm tahlilleri normal çıktı, benim de ultrason muayenesinde normal olduğu için yumurtlamayı arttırmayı denedi doktorumuz. Ama denemelerde yumurtlamayı arttıran hapların yan etkisiyle kistler oluşunca bıraktık, HSG istedi. İkimiz de işten zor izin alarak, stresle doktor saatini beklerken hastanede hamile bayanları, yanlarında eşlerini gördükçe iç geçirdiğimiz sessizce, daha da çok gerildiğimiz o günler hep hafızamın bir köşesinde işte. 22 Ekim 2007’de ilk HSG çekildi. Herşeyi göze alıp gittiğin için acısını, zorluğunu düşünmeden yapılan HSG’den sonra raporu alıp doktora gittik tabi, kötü sonuç düşünmeden. Çekilen film ve A4 kâğıdının yarısı boyutta HSG sonucu elimizde içeri girdik: “Her iki tarafta tuba uterina çapları normal ve lümenleri açıktır. Kontrast madde her iki tuba uterinada ampullaya kadar izlenmekle birlikte periton boşluğuna geçiş saptanmamıştır. “O an doktorum içinde zordur tabii ama teşhis: Siz normal yolla hamile kalamazsınız, tüpleriniz tıkalı.” deyişi yıkmıştı her şeyi bizim için. Ve bize açıklamak için HSG raporunun arkasına çizdiği o şekil… Ne zaman görsem o gün canlanıyor zihnimde, yıkıldığım an hayatımda… Odasından çıktığımızı hatırlıyorum ve yanaklarımdan süzülen yaşlar var sadece sahnede. Bir de eşimin bana destek olmak için sarılması sıkı sıkı… Hani insanların hiç yaşamamış olmayı isteyeceği zamanlar vardır, silip atmak istedikleri ama silinmeyen bir türlü, hiçbir ilacın acısını dindiremediği yara gibi, durup durup kanayan… Sonra Ocak 2008’de tekrar HSG çektirdik ama sonuç - teşhis aynı… Tüpleriniz tıkalı… Sıra geldi durumu ailelere açıklamaya. Onlar güzel haberler beklerken bizden, iki tarafta ilk kez torun sahibi olacakken 44 Umut Yolu biz toplantı yapıp durumu anlatmaya çalıştık. Şanslıyız, çünkü ailelerimiz olumlu karşıladı bizi. “İmtihan” dediler, Allah beterinden saklasın… Sadece onlar da, iyi düşünüp “kimseye söylemeyiz, merak etmeyin.” deyince. Onlar söylemedi, biz diyemedik arkadaşa-akrabaya derdimizi, derken küçük sır KOCAMAN bir sıkıntı oldu içimizde, malum sorular çoğaldıkça. Aslında insanın saklamak yerine gerçeği olduğu gibi anlatabilmesi ne büyük bir rahatlık, bir bilseniz. Açıkça, içinizden geldiği gibi, yanan, kavrulan içinizi anlatabilseniz… Ama biz bu rahatlığı 2,5-3 yıl içimizde saklayıp bayağı sıkıntı çektikten sonra yaşayabildik. Ve geldik tedavi olarak aşılama mı, tüp bebek mi sorusuna? İnternetten, doktorlarla görüşüp, fiyat alıp araştırdık, maddi durumumuzu kontrol edip, psikolojik olarak hazırlanıp bu arada… İkisi de tedavi ama bir doktor öyle diyor, diğeri ötekini söylüyor. Biz de yaşımız itibariyle ve bir an önce bebeğimize kavuşma isteğiyle “direkt tüp bebekte” karar kıldık sonunda. Ve ilk tüp bebek denememiz… Özel sektörde, yoğun tempoda çalışınca izin almak problem, malum. Ancak Temmuz 2008’de oldu ilk denememiz, tedavi yerimiz Bursa. Hatıralar arasında bir sahne beliriyor yine. Doktora gidiyoruz, içeri giriyorum. Ne diyecek doktor, olacak mı acaba, tedavi iyi gidiyor mu? sorular sorular kafanda. Ve ilk şok: ”Sizin yumurta rezerviniz 40 yaşında bir kadınınki kadarrrr…”Ne yazık ki bu teşhise karşı ben 29-30 yaşındayım daha… Ama başka bir uyarı vs. yok bu aşamada söylenen bize. Sonradan şubat 2012’de öğreniyoruz, yumurta rezervi takibi ile tüp bebek planlamasında geç kalmamak için izlenen AMH denen bir hormon varmış. Kırk yaşındaki yumurta reservi, gelişimi ile devam ettik tedaviye. İlaçlar, iğneler, stresli bekleyiş, kaç tane gelişti yumurta, gelişenleri alabilecekler mi, ne zaman alınacak vs. derken Ağustos 2008’de alınan 1 yumurta yerleştiriliyor. Ve 12 günlük yatış dönemi… İyi sonuçlanır inşallah diye günleri geriye sayarak, stresi ikiye, üçe katlayarak beklenen… Aile içi “Aman o kadar masraf, o kadar zahmet, doktor yat dedi, sen kıpırdama” diyerek 45 Hastalık Hikâyem - 2014 her işinin yapıldığı, gebelik testine kadar “inşallah tutunsun da, olsun” diye kıpırdamadan kitaplar devirdiğin dönem… 13. gün sabah Bursa yolcuları, Edi ile Büdü çıkıyoruz eşimle birlikte. Kan alan hemşiremizde sonuç iyi çıkarsa ararız sizi hemen diyor, biz de umutla saatlerce Bursa sokaklarında telefon bekliyoruz, ha şimdi arayacaklar,“yok öğle yemeği geçti yerlerine gelmişlerdir, ararlar artık” derken en sonunda ikindiye doğru eşim “ben gidip sorucam” diyor. Ben her ne kadar “aramadıklarına göre olmadı, gitmene gerek yok” desem de, gidip konuşuyor doktorumuzla. Cevap şöyle: “Bazı durumlarda rahim, yerleştirilen yumurtayı yabancı madde olarak görüp atar ve gebelik olmaz.” Bu kadar işte… Sait’imin gelip acı gerçeği yüzüme kibarca açıklamaya çalışması bile gözyaşlarımı engelleyemiyor yine… İçten içe yanan yüreğimi söndürmek istercesine süzülüyor yanaklarımdan, O da içine akıtıyor sessizce gözyaşlarını… Birinci başarısız denemeden sonra “40 yaş yumurta rezervine” dikkat etmemiz gerektiği hakkında uyarılmadığımız için ona hiç takılmadan,umursamadan (ne de olsa daha gençmişiz!..) Mayıs 2010’da “İkinci Tüp Bebek” denemesi için maddi-manevi gücümüzü topladık, yine özel sektörde işe başladığımdan izin olayını ayarladım tedavi süreci için ve hazırdık yine. Bu sefer Konya’ya götürdü bizi rüzgâr, çok güvendiğimiz yakınlarımızın tavsiyesi ile. Süreç takip altında, doktorumuza güvenerek, stresi az tutmaya çalışarak (özel sektörde, yıllık izin dönemi olan 14 güne bu süreci sıkıştırmaya çalışıp yumurta gelişiminde takip süresi uzayınca da işe dönme, bebek olma/olamama sorularıyla ne kadar stressiz olursa) 15 günlük iğneler, ilaçlar sonrası toplanan iki yumurtadan en iyi gelişen bir tanesi yerleştirildi. Sonra doktorumuzun söylediği: “Rahim içinde yerleştiren yer iyi, yumurta da olanın en iyisi, umutla bekleyeceğiz, inşallah hayırlısı”… Ve beklenen 12 günde de iğneler, ilaçlarla stres tavan yaparak, sevdiklerinin moral vermek için elinden geleni yaptığını görüp eriyip bitip “inşallah bu sefer olur da, benim yüzümden üzülmezler daha” diye içinden geçirdiğin günler… 13. gün, gebelik tahlili ve kanda Beta-HCG “negatif.” İkinci yıkım, tükeniş… 46 Umut Yolu 20/02/2011-İSTANBUL (ÜÇÜNCÜ TÜP BEBEK DENEMESİ) İkinci deneme sonrası vücudun toparlanması için altı ay kadar bekliyoruz. Bu arada yeni deneme evimize, işimize yakın olsun diye araştırıyoruz hastane, doktor ismi, fiyatlar, tedavi süreç farkları vb. Malum artık iki deneme geçirince kıdemli ve tecrübeli oluyor insan, ne zaman, ne, neden olacak, ilaçlar ne için, nasıl kullanılacak biliyorsun. Karar verdiğimiz doktorumuza önceki raporlar, sonuçlarla birlikte hem tedavi hakkında bilgi hem de iki başarısızlıktan sonra başka önerisi varsa diye danışmak için giriyoruz. Sorularımızı yanıtlayıp tavsiyelerini anlatıyor. “Bir hastam var ki, Almanya’dan buraya geliyor, on kez denedik olmadı,on birincide de aynı ilaçları kullandık, aynı süreç ama bu sefer oldu. Olacağı varsa ne yaparsan yap, hopla-zıpla vs. oluyor, olmayacaksa da kaç kez denersen dene, olmuyor. Takdir edene bağlı, biz elimizden geleni yapıyoruz, bütün meslektaşlarım da tabi” dedi. Bu doğru biliyoruz, “Rabbim inşallah bizleri de 11 denemelerle imtihan etmez” diyerek başladık üçüncü denememize. Süreç normal bilindiği gibi gitti, alınan beş yumurtadan üçü birleştirilip iki tanesi yerleştiriliyor. Yine bekleme süreci başlıyor, geri sayım, artan stres, önceki denemelerden biriken korku, umut… Yine her şey var içimizde… Ve yine o sabah, kan veriyor, sonucunu almayı bekliyorsun, bir tarafın “iyi düşün iyi olsun” diyor, diğer yanın “sonu belli ne olacak ki, kendini kötüye de alıştır” diyor. Ama ne yazık ki bu sefer de diğer yanım kazanıyor, Beta-HCG “negatif”. Bu kadar deneyip olmamasına, üzüntüye rağmen unutulmaz an: “Ben seninle çocuk için evlenmedim ki, En güzel hediyem sensin” diyen muhteşem eşimin desteği, asla ödeyemeyeceğim hakkını bir kez daha gösterdiği an... 01/02/2012 - İSTANBUL (DÖRDÜNCÜ TÜP BEBEK DENEMESİ) Biz sahnedeyiz yine, bu sefer dördüncü deneme için. Aynı hastanede yine aynı doktorla başlıyoruz. Ben yine hem çalışıp, 47 Hastalık Hikâyem - 2014 doktora gitmem gereken günlerde izin alıp iki saate muayenemi halledip işe dönüyorum. Ama bu sefer gidişat çok daha kötü, doktorum “O kadar ilaca rağmen gelişen bir tane yumurtam olduğunu, ama alındığı takdirde döllenmeye uygun olup olmayacağını bilemeyeceğimizi fakat bir sonraki ay bu bir taneyi de bulamazsak daha kötü olacağı için bunu almamız gerektiğini” söyledi. O an 33 yaşında, bebek için yanıp tutuşan bir bayan için “Ne yaşıyorsun sen, bir işe yaramıyorsun, bak bebeğin de olmayacak doktor ne dedi, bir sonraki ay olmayabilir, bitti her şey...” diye içinin yandığı, tükendiği, umutlarla ayakta kalmaya çalışırken “umut yok senin için” diye kapının suratına çarpıldığı an… Doktorumuzu dinledik, yumurta alındı ama transfer edilemedi, uygun olmadığı için. Çok şükür ki doktorumuz AMH denen hormonu ve yumurta reservi ilişkisini öğretti bize. AMH Hormon tahlilim AMH: 0,91 (Ref: 1,0-6,8 / premenopozal) çıkmıştı. Yani kısaca “MENOPOZ”a bir adım… 2008’den bu yana umutların boşa yeşertildiği, emeklerin boşuna verildiği, menopozla birlikte her şeyin biteceği zaten, benim yüzümden Sait’imin de “Baba” olma hayallerinin suya düşmesi vs. vs… Devlet hastanelerinde yoğunluk ve başka sebeplerle süreç daha ileri tarihlere atılabildiği için biz her denememizi özel tüp bebek merkezlerinde denedik ki, maddi olarak denedikçe tükeniyor insan ama bu son denemede AMH içimi kemirdi, umutlarımı yedi bitirdi zaten. 28/04/2012 - İSTANBUL (BEŞİNCİ TÜP BEBEK DENEMESİ) Artık AMH bilgimiz sonrası acele etmemiz gerektiğini bilerek tekrar denemeye karar verdik. Bu sefer farklı bir hastane, farklı bir doktor ile ve işten tamamen ayrılmış olarak (Hani reklamlarda bir söz vardı, bilirsiniz: “Çocuk da yaparım, kariyer de…” Ben bu ikisini beraber yapamadım hiç, tedavi süreçlerim çalışıp denerken ister istemez stresli geçti hep). Ama son doktorumuza tecrübeleri, yaklaşımı ile her konuda güvenerek, ailemizden biri gibi sıcaklığı ile her sorunda görüşebilerek, emin ellerde olduğumuzu 48 Umut Yolu hissederek başladık ve öyle de gitti şükür. Önceki tahlil, sonuç vs. görünce tek eksik olarak “Kromozom analizi” istedi. Onda da sorun olmayınca tedaviye başladık ve hiç olmadığı kadar tedavi süreci iyi gitti şükür. On ik folikülden sekiz iyi toplandı, bu benim tarihimde bir “İLK” ve dört tanesi döllendi, iki tanesi yerleştirildi. Bekleme döneminde doktorum hiç kısıtlamadı bu sefer,” rahim içine yatar pozisyonda mı daha rahat tutunur, yoksa otururken mi, ayakta mı bilemeyiz, sürekli yatman gerekmiyor, çok ağır olmayan günlük hayatındaki işlere devam” dedi. Ve daha rahat 12 gün sonunda yine tahlil zamanı… Kanı verdik, süre sonunda sonucu zarf içinde alıyoruz, açmaya cesaret edemeden kim açacak diye birbirimize bakarak… Ama bu sefer içinden farklı bir şey çıkıyor, negatif yazmıyor Beta-HCG, rakamlar var… İşte yine acemiyiz, hemen doktora koşuyoruz, bu rakamlar iyi mi kötü mü diye… Ve mutlu haber… “Tebrikler, başardınız”… Rüya gibi o sözleri duymak, inanamadık günlerce, haftalarca… İlk kese görünüp, kalp atışları duyulana kadar hep gerçek mi diye düşündük… Acaba gerçekten geliyor mu bebişimiz? dedik birbirimize… Beş deneme sonunda öğrendiğim: Her denemede alınan ilaçlar ve yan etkileri, olur/olmaz psikolojisi, süreçte yaşanan maddi ve manevi zorluklar çookkk sabır, çoookk teslimiyet gerektiriyor “dıştan dilinle söylediğin” kadar, en önemlisi “kalbinle yürekten inandığına”… 16/06/2012 - İSTANBUL (Gebelik 6. hafta- BEBEĞİMİZE MEKTUP) Hoş geldin bebeğim; Hoş geldin ailemize; Öyle çok bekledik ki biz seni… Öyle çok özleminle yandı ki içimiz… Hep ya gelirsen diye gün saydık… Hep olmaz demişlerse de bize, sen sürpriz yaparsın diye umudumuza, dualarla Rabbime sarıldık senin için… Seni beklerken… Dualarımızda hayırlısı ile sana kavuşmak için yalvardık… Senin mis gibi cennet kokunu içimizde hissedebilmenin, melek gibi o tatlı, gül yüzünü okşayıp 49 Hastalık Hikâyem - 2014 sevebilmenin hayalini kurduk sessizce, dualarda… Gördüğümüz her bebekte içimiz eridi, seni daha da özledik… “Annem” diyen her çocukta, babasına koşarak “Çikolata aldın mı Babacım?” diye sarılırken biz de seni düşündük… Çocuk parklarında sensiz otururken, senin hayalin vardı yanımızda, bir de dualarımız senin için… Biz şimdiden seni çok özledik. Kokunu duyamasak da daha, içimize çekemesek de seni özledik işte… İlk test sonucumuzu alıp senin bizimle olduğunu öğrendiğimiz gün inanamadık önce. Hep beklediğimiz, hep özlemlerle aradığımız Sen gelmiştin, artık aramızdaydın… Sen de bizim ailemizin ferdi oluyordun, ailemizin üçüncü ferdi… Hele o ilk kalp atışlarını duymak var ya... Heyecanla doktordan iyi ya da kötü haber alacağız derken, güzel haberi duymak, senin küçücük kalbinin atışları “Ben de buradayım artık, ben de sizin her anınızda yanınızdayım” dediğinde nasıl bir mutluluk anlatmak mümkün değil hiç… Hani anlatılmaz, yaşanır denen şeylerden sanırım hayatta. Daha tanışamasak da, biz seni, sen bizi göremesen de, Sen canımızsın bizim… Canımızdan öte can hem de... İçimizdekileri anlatmaya kelimelerin bile yetersiz kaldığı, seni hissedip bizimle olduğunu bilmenin çok ama çok güzel olduğu, bir mucizesin işte… 50 Yokluk YOKLUK Enes Burak ŞENEL İstediğiniz yere geldim. İnanır mısınız? Buraya gelirken öyle tuhaf hislere kapıldım ki yol boyunca sanki gece bütün dişleriyle bana sırıtıyor, beni küçük düşürüyor ve aşağılıyordu. Sabahın erken saatlerinde şehre vardım. Bir büfede kahvaltı yapıp tarifini verdiğiniz hastaneye ulaştım. Ah profesör! Kusura bakmazsınız değil mi? Çalakalem rapor yazıyorum. Çünkü öyle heyecanlıyım ki nasıl heyecanlanmayım, Şizofreni hastalık tarihinde görülmüş en ilginç hastalardan biriyle görüşeceğim. Kabalığımı bağışlayın profesör duygularıma hakim olamıyorum. Ve aslında görüşme bittikten sonra rapor vermeliydim ama olmadı. Profesör görüşme izni için geliyorlar burada kesmeliyim... Profesör görüşmeye maalesef izin vermediler. Hastanın görüşebilecek durumda olmadığını ve yetkili doktorun görüşmeye müsaade etmediğini söylediler. Ama ben işin peşini bırakır mıyım, beni iyi bilirsiniz inatçı biriyimdir. Görevliyle özel konuştum, bana hastanın hayat hikâyesini anlattığı önceden kaydedilmiş görüşme kasedini verdi. Sonra ardından: Aslında bu kasedi izinsiz vermesinin bir suç olduğunu ama benim hastayla görüşmeye olan iştiyakımdan dolayı bana bu kasedi verdiğini söyledi. Ona içten bir teşekkür ettim. Ve sonrasında bir ellilik vermek istedim. Ama kabul etmedi. Gerçekten iyi birine denk gelmişim. Birazdan kasedi dinleyeceğim. Bir değişiklik yapıp diyalogu an be an elimdeki kâğıda yazacağım. Şimdi siz neden böyle saçma sapan bir şey yapacağımı soracaksınız. Neden mi? Nedeni şu: ‘’O zaman nasıl size birinci kişiden rapor veremedim” diye kendimi affettirebilirim. ‘’Profesör size karşı saygısızlık etmiyorum değil mi? Siz hep bana ‘’Beni bir arkadaş olarak gör.’’ derdiniz. Tam da şimdi ben, bu sözün arkasına sığınıyor ve kredisini yiyorum. (Rapora dönmek gerekirse) Benden, hastalığın iz dü51 Hastalık Hikâyem - 2014 şümlerini, hastada daha iyi görebilmek için raporda hastalıktan söz etmemi istemiştiniz. Emriniz başımın üstüne efendim. Şizofreni; düşünüş, duyuş ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı ruhsal bir hastalıktır. Genellikle 15-30 yaşları arasında ortaya çıkar. Bildiğimiz üzere nedeni henüz kesin olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmalar sonucu bilim adamları, şizofreniye yol açan birtakım faktörleri ortaya çıkarmışlardır. Bunları başında genetik faktörler gelir. Şizofreninin belli başlı türleri vardır; Dezorganize, Katatonik, Ayrışmamış, Kalıntı, Paranoid tür ve ICD-10 sınıflama sisteminde ise bu türlere ek olarak iki alt tip daha mevcuttur. Bunlar; Şizofreni-ardı çökkünlük (Bu türde ayırıcı tanı için hasta öyküsü önemlidir.) ve bir debasit şizofreni alt tipi vardır. Şizofreni çok değişik ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve süresi, bilişsel yetileri, genel sağlığı ve özkıyım. Bu kadar anlatıdan sonra isterseniz kasedi başlatayım evet... Doktor: Merhaba bayım bugün nasılsınız? Hasta: Her zamanki gibi iyi olduğumu düşünüyorum. Neden iyi olmayım ki? Buranın tüm hizmetlerinden ücretsiz yararlanıyorum. Doktor: Bu gün sizi daha iyi bir gördüm. Hasta: Doktor olan sizsiniz. Doktor: Peki. Şimdi sizinle beraber yeni bir şey yapalım sizden hayat hikâyenizi dinleyeyim, bana anlatır mısınız? Hasta: Doğrusu ben de tedavi olmaya başladığım şu kısa süreçten bu yana bu soruyu bekliyordum. Her şeyi baştan anlatmak istiyorum tabi müsaadenizle. 52 Yokluk Doktor: Buyrun Hasta: Başta şunu iyi bilin ki doktor; ben dürüst bir aile tarafından yetiştirildim. Dürüst bir aile... Hatta dürüstlüğü bir insan tarafında sahip olunabilecek en büyük erdem olarak görmüşümdür. İşte tam da bu sebeple, benden kesinlikle küçük bir yalan dahi beklemeyin. Şimdi başlayabiliriz. Kendimi bildim bileli edebiyata merak duymuşumdur: Şiirlere, romanlara, hikâyelere ve özellikle tiyatrolara büyük ilgim vardır. Hatta tiyatroya olan ilgimi büyültüp onu: “Hayatı bir oyun sahnesi ve bizleri de birer oyuncu.’’ şeklinde kabul ederek, ‘Tiyatroyu’ kendime hayat felsefesi edinmişimdir. Tiyatrolara olan bu ilgim ve alakamdan dolayı zamanında birçok tiyatro eseri okumuştum. Hâliyle, belli bir yaşa gelince okuduklarımı sahnede görme arzusuyla tutuştum. İşte asıl hikâye şimdi başlıyor. Sahip olduğum bu güçlü arzuyla bir çok tiyatro oyununa gittim. Ve bir zaman devamlı olaraktan, aynı yere ve oyuna aynı; aynı günde gittiğimi fark ettim. Gittiğim oyun ise “Hamlet idi.’’ bu oyunun beğendiklerim arasından en iyisi olmadığı biliyordum. Peki sizce neden sürekli bu oyuna gidiyorumdur? Doktor: Bilmem ki neden olabilir? Hasta: Ah doktor! Anlaşılan ders çalışmaktan âşık olmaya hiç vaktiniz olmamış, size ipucu vermiştim ama değerlendiremediniz. Doktor: Bayım emin olun aşkta farklı bir hastalıktır. Ve doğrusu doktorlara hastalanmak pek yakışmaz. Devam edin lütfen! Hasta: O sıralar yirmi bir yaşında ya vardım ya yoktum. O zamanda da yakın zamanlarda olduğu gibi kasvetli, durağan ve yabaniliğe varan yalnız bir yaşam tarzım vardı. Kimseyle görüşmüyor ve konuşmuyor, hatta insanlarla yüz yüze gelmek bile istemiyordum. Bir kıza açılmak benim için neredeyse imkânsız denebilirdi. Ama ondan ciddi manada hoşlanıyordum. Ah! Onu sahnede bir görebilseydiniz. Rolünü öyle müthiş oynuyordu ki; sahnede gülüyor, ağlıyor, kederleniyor, kaygılanıyor yani anlaya53 Hastalık Hikâyem - 2014 cağınız bir insanın sahip olabildiği tüm duyguları, sahnede ustaca işliyordu. Ben ise uç duygular hariç onun hissettiği gibi hissetmeye çalışıyordum. Aşk da bu değil miydi zaten “Bütün duyguları, tek bir varlığa karşı hissetmek.’’ Öylesine güzeldi ki doktor... Uzun yüzü ve iri gözleri ona yetkin bir güzellik katıyordu. Kuzguni siyahı saçları, farklı bir gerçekliğe götüren bembeyaz dişleri ve yemyeşil rüyaları andıran kadife bir sesi vardı. Doğrusu onun güzelliği, ne bir karaktere ne de bir kişiliğe indirgenebilirdi. Doktor: Sözünüzü kesiyorum ama vaktimiz daralıyor bayım biraz daha hızlı anlatabilir misiniz? Hasta: Peki. Âşıkken zaman çok hızlı geçer derler. Öyle de oluyordu. Zaman su gibi akıp geçiyordu. Ve ben yeni bir şeyi fark etmiştim, artık daha ön sıralarda oturuyordum; oturmak için günler öncesinden yer ayırıyor ve hiç en ön sırayı kaçırmıyordum. Bundan ötürü fark edilmem kaçınılmazdı. Öyle de olmuştu. Kısa bir süre sonra beni fark etmişti. Sadece o değil! Bütün herkes! Herkes o adama bakıyordu. Mütemadiyen gelen ve hep en ön sıraya oturan o garip adama... Hatta bazı oyuncular benden rahatsız bile oluyorlardı. Özet geçmek gerekirse o artık beni biliyordu. Bu yüzden dayanamıyordum. Harekete geçmem gerekti. Yine bir gün onu izliyordum. Sabrım artık iyice tükenmişti. Gösteri bitmiş ve ben, onu son bir kez daha görebilme şansımı kaçırmamak için hızlıca dışarı çıkmıştım. Aradan birkaç dakika sonra o da dışarı çıkmıştı. Nasıl oldu bilmem ve hiç bir zaman da bilemeyeceğim, birden kendimi ona doğru yürürken buldum. Ayaklarım gayri ihtiyari bir şekilde ona doğru hareket ediyordu. Kısa bir zaman sonra onun yanına gelmiştim. Bana baktı ve benden bir şeyler söylememi bekledi. Kelimenin tam manasıyla tutulmuştum. Konuşmayı bırakın, hareket dahi edemiyordum. Zaman durmuştu. Fakat kaçamak bir şekilde de ilerliyordu. Tam onun çekip gideceğini düşündüğüm anda “Yarın saat kaçta buluşalım?’’ dedi. Hiç bir şey söyleyemedim. “Altıda olsun.’’ dedi. Ben ise “Kabul’’ diye- 54 Yokluk bildim sadece, sonra yavaşça yürümeye başladı. Ve arkasını dönüp’’Nerede buluşacağımızı biliyorsun değil mi?’’ diye sordu. “Evet biliyorum.’’ dedim. Sonra bana, beni bulutlara taşıyan bir gülümseme hediye etti. Eğer bu soruyu bana başka bir yerde sorsa asla cevaplayamazdım. Ama cevabı biliyordum çünkü sanat ve kültür merkezinin önündeydik. Eve gittim. Gün çoktan bitmişti. Zamanın çabucak geçmesi için hemen yatmaya karar vermiştim. Bütün bir geceyi yarı uykulu bir şekilde geçirdim ve ertesi gün buluşma yerine tam bir saat önce gittim. Onu bekliyordum. Beni fazla bekletmedi, o da tam yarım saat evvel gelmişti. Beraber bir parka doğru yürümeye başladık, önümüzde yol boyu uzanmış kuru yapraklar vardı. Şu an bile o manzara aklımda. Bana, sohbet etmek için fazla vakti olmadığını, bu yüzden benimle uzun konuşamayacağını söyledi. Yürümeye devam ettik. Daha sohbetin başlarında dediği şeyden sonra konuşmasının devamını duyamadım. Söyledi şey: ‘’Artık benden kurtulacaksınız, işime bir hafta sonra Fransa’da devam edeceğim.’’ O anda durumun ciddiyetini pek anlayamamıştım. Onunla beraber Fransa’ya gitmeyi ve orada bir iş bulup yaşamayı düşündüm. Sohbet denilemeyecek kadar kısa konuştuk, kendimi evin yoluna koyulmuş buldum. Buluşmadan tam üç gün geçmişti, ve ben kalmak ya da gitmek konusunda bir türlü karar veremiyordum. Belki de iki gün sonra onu sahnede son görüşüm olacaktı. Evet ya iki gün... Kim bilebilirdi ki iki gün sonra babamın yataktan kalkamayacak kadar hasta olacağını. Babamın hastalığı ‘’kalmak’’ kararını almam için son noktayı koymuştu. Bu arada size başta söylemeyi unuttuğum bir şey var. Annem ben daha henüz çocukken hayata gözlerini yumdu. Bu nedenle babamın benden başka bakacak kimsesi yoktu. Babam ağır hastalanmıştı. Onu muayene eden doktor, babamın fazla ömrünün kalmadığı söylemişti. Acı çekiyordum ama babamın ölmek üzere olmasından değil, onu sahnede son bir kez daha göremeyecek olmaktan, bu yüzden 55 Hastalık Hikâyem - 2014 kendimden öyle tiksiniyordum ki; tiksiniyor ve nefret ediyordum. Kalbe söz geçirmenin elde olan bir şey olmadığını düşünerek, kendimi avutmaya çalışıyordum. Sonra bu hadsiz düşüncemden dolayı kendimden bir kez daha iğreniyordum. Babam kısa bir süre sonra ölmüştü. İşte o zaman doktor, perde benim için açıldı. Ama ben “Hayır’’ dedim. Eğer şu hayatta istediğim rollerden birini oynayamayacaksam hiç bir rolde yokum! Evet hayat insanlara bir rol katalogu verir ve bizler içinden istediğimiz rolü seçeriz tabi oynayabileceksek, baba rolü, evlat rolü, koca rolü, doktor rolü... Bu rollerin arasında eğer istediğim rolü oynayamayacaksam, başarısız olacağım ve yapamayacağım için “Hiç birinde yokum!’’ Doğru ya bizler zaten insan olmakla pek ala bir role bürünmüştük. Ama bunun o an için bir önemi yoktu. Asıl amacım, herkesten ve her şeyden uzaklaşmaktı. Amacıma ulaşmıştım. Kısa süre içerisinde babamdan bana kalan, her şeyi kaybedip yalnız başıma kalmıştım. Yanımda kimseciklerin olmadığı o sıralarda insanları öyle iyi gözlemliyordum ki bir kaldırımın üzerinde dilenirken, insanların gözlerinin içine bakmayı yakaladığım fırsatı; başka hiçbir yerde, hiç bir şekilde yakalayamazdım. Kazandığım üç beş kuruş parayla sürekli aynı yerden alışveriş yapıp aynı kişilerle muhattap oluyordum. Bu sayede onlardaki merhamet duygusunu ateşleyerek, zor durumlarımda bana yardımcı olmalarını sağlıyordum. Bu hareketim insanları iyi tanımamın meyvesiydi. Belki sizin için inanması zor gelecek, hatta bazen dilenmeyi bile bırakıyordum. Nedeni şuydu: Kendimi büsbütün bir dilenci olarak hissetmeye başlıyordum. Bu benim için çok yanlıştı. Evet dilenciliği taklit edebilirdim ama dilenci olamazdım. Bu şekilde kendime rol biçmiş ve hayatımı değiştiren o acı serzenişe leke sürmüş olurdum. Öyle ki kaçık bir adamdan da bu beklenirdi. (Profesör rapor 56 Yokluk fazla uzadığı için kasedi ileri alıp size son bölümü aktaracağım.) Hasta: Ah! Benim sokak lambam, nerden bilebilirdim ki bir gün beni hüsrana uğratacağını. Son olarak size nasıl delirdiğimi, delirirken sokak lambamın bana olan ihanetini ve delirişimi nasıl anladığımı anlatıp hikâyemi noktalamak istiyorum. O gün zaman, akşamı beklermişçesine çabuk geçmişti. Zemin, dinen yağmur sonrası hiç kokmadığı kadar toprak kokuyordu. Etrafta en ufak bir ses dahi yoktu. Her şey öpülesi yağmurun getirmiş olduğu arınmışlıkla susuyordu. Ve ben her zamanki oturduğum bankın üzerinde oturuyor, o güne değin hiç beklemediğim bir şeyleri bekliyor gibiydim. Sonra aniden paslı demirler arasından acı bir çığlık yükseldi. Bir de ne göreyim! Sokak lambamın aydınlattığı köşede kimliği belirsiz biri var! Duymakta olduğum çığlık yükselmeye başlamıştı. Ve ben artık karşımdaki kişiyi daha net görüyordum. Gördüğüm kişi oydu. İri gözleriyle bana bakıyor, sanki karşımda bütün insanlığın beklediği Mesih gibi dikiliyordu. Çok geçmeden çığlığın kendime ait olduğunu anlamıştım. Şimdi siz benim ona âşık olmama rağmen, aslında onun gerçek olmadığını nasıl kabullendiğime şaşırdınız öyle değil mi? Size başlangıçta da söylediğim gibi doktor, ben dürüst bir aile tarafından yetiştirildim. Bu nedenle kendimi kandıramam. Her ne kadar onu beklesem de, onun bir zaman geleceği umuduyla gün geçirsem de, gördüğüm şeyin aslında gerçek olmadığını anlayacak kadar akıllı biriyim ben. İşte benim hastalıklı hikâyem bu, hepsi bu kadar doktor. Profesör şu an çok şaşkınım. Size raporda söylemediğim bir şey var. Buraya gelir gelmez hastanın dosyasını inceledim. Dosyada hastanın henüz yirmi yaşlarındayken hastalığa yakalandığı tespit edilmişti. Bu da demek oluyor ki aslında hastanın âşık olduğu kişinin gerçekte hiç var olmadığı, gittiği tiyatro merkezinin zihninde oluşturduğu bir mekandan ibaret olduğu, çektiği sefalete bile bir şüphe söz konusu olduğu, ama hasta sadece son bölümdeki anlattığı olayın gerçek olmadığını biliyor. Anlamıyorum profesör, nasıl olur da bu hastanın esasında bütün hayatı 57 Hastalık Hikâyem - 2014 denebilecek kısmı yalan olabilir. Şimdi ben onu muayene eden doktorun yerinden olsam bu durumu hastaya nasıl anlatacağımı düşünüyorum. Profesör, affınıza sığınarak şunu söylüyorum ki bizler neyle mücadele ettiğimizi bilmiyoruz: Bizler, her şeyi silip süpüren yoklukla mücadele ediyoruz. Evet yoklukla... 58 Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa YEDİ METRE KARELİK ESARETTEN BİR KARIŞ MUTLULUĞA Funda ÖZTÜRK Boşanmamın ardından iki sene geçmişti. Tüm mal varlığını eski eşine kaptıran bir kadındım. İtibarım, param, arabam, mağazalarım… hiçbir şeyim kalmamıştı. Yasal işlemler, maddi yaptırımlar her gün boğazımı sıkıyordu. Tam iki sene hep bunlarla uğraştım ama başardım. En azından ciddi problemlerimi artık bitirmiştim. İş hayatına başkasının yanında çalışmaya başlayarak geri döndüm. Herkes bana yapamazsın diyordu. Onca sene patronluktan sonra başkasından emir alamazmışım. Kimse bilmiyor ki çalışan olmak ne kadar kolay… Ay sonunda maaşımı alırım, gelirim belli, mesaim belli. En önemlisi eve gittiğimde yarın işyerinde ne yapmalı diye yatağa yatmıyordum. Bana ne? Patron değilim ki? Hem ödemeleri düşünmemek kadar güzel bir şey olabilir mi bu dünyada? Üstelik benimle ilgilenen biri de var hayatımda. Kötü günler yavaş yavaş geride kalıyordu. Birkaç ay geçti 2012 başlarında ishal olmuştum. Tıp merkezindeki gaita testinden sonra doktor, enfeksiyon olduğunu söyleyip Novosef, Reflor, Metpamid verdi yavaşlamayınca Debridat, Tranko-Buskas ve Nidazol... işe yaramadı. Günde 10-12 kere ishalim vardı ama kan yoktu. İlaçlar tuvalete çıkış sayımı 7-8’lere düşürmüştü ama hâlsizliğim devam ediyordu. Normalde insanlar ishal olunca koşturarak tuvalete gider ve rahatlar ama bende bir türlü bitmiyordu sanki öyle bir his vardı. Rahatlama hissi olmadığı için dakikalarca tuvaletin üzerinde oturduğumu bilirim. İyileşemeyince tıp merkezindeki doktora bunu söyledim. Kolonoskopi istendi ve inflamatuvar bağırsak hastalığı şüphesini ilk o gün duydum. Kolonoskopi sonucu “ülseratif kolit” çıktı. “Amann, iyi bari kötü bir şey (kanser) değilmiş, içer ilacımı iyileşirim” de59 Hastalık Hikâyem - 2014 miştim. Eve gelip internetten bir baktım ki, ömür boyu diyetten ve ilaçlardan bahsediyordu (ki ben ilaçtan nefret ederim, kolayca da içmem) ve hiçbir tedavisi olmadığını, sadece bazı zamanlar uykuya girdiği yazıyordu. “Ben bu hastalığı kabul etmiyorum” dedim, sanki elimdeymiş gibi… Nisan başında artık işime gidemez hâle gelmiştim. Günlerim tuvalette geçiyordu. Özel bir hastanede ilaç raporum yazıldı; etken madde mesalazin yani Salofalk ve tabi ki Prednol. İlaçları kullanmaya başlayalı bir hafta bile olmadı fenalaştım, ateşim yüksek ve ishal inanılmaz seviyeye çıktı. İlaçlar bende tam ters tepki yapmıştı. Bunun üzerine özel üniversite hastanesine gittim ve artık günlüğümde zor bir hastalığın savaşı vardı: 27 Nisan 2012: Kolonoskopiden bir gün öncesi içtiğim sıcak deniz suyu lezzetindeki ilaçlı sular bile artık midemi bulandırmıyordu. Bu seferki kolonoskopim özel bir klinikte gastroenterolog tarafından yapıldı. Kolonoskopi mutlaka bir gastroenterolog tarafından yapılmalı bir genel cerrah değil. Tamam, ikisi de doktor olabilir ama algıda seçici olmaları branşlarından dolayıdır. Ameliyat öncesinde bir daha bu işleme maruz kalmamak için mutlaka dediğimi yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. Kolonoskopi sonucu hemen çıktı “Ben ülseratif kolittim.” Bu artık kesinleşti. Ateşim düşmüyordu. Bugün 39 civarıydı hep ve en sonunda hastanede fenalaştım. Doktorum Birol Bey hemen yatışımı sağladı. Bugün itibariyle ateş düşürücü, prednol, salofalk kullanmaya başladım. Ama pek iştahım yoktu. Bir kâğıt kalem verdiler, günde kaç kere tuvalete çıktığıma dair tarih atıp kansızsa (-) eksi, kanlı ise (+) işareti yapmamı istediler. Ama bende hâlâ kan yoktu. Ateşim düşmüştü. 28 Nisan 2012: Doktorlar her zaman geliyor ama çoğunlukla asistan. Ateşim bugün de yükseldi ve artık kan gelmeye başladı. Tuvalet kıpkırmızı oluyordu ve artık ağrılarımı kesmiyordu, sanki ilaç. Ateşim hâlâ ilaç ile kontrol altındaydı. 29 Nisan 2012: Yemekleri yiyemiyordum, Prednol sebebiyle hiç tuz yoktu ve gerçekten çok lezzetsizdi. Bu arada vitaminsiz60 Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa likten dilimde bir şeyler çıktı. Acıyordu, mantar olmuş. Damla verdiler. Bu arada akciğer filmi falan çekildi. Bir sürü idrar, gaita testi, vs. aklınıza ne gelirse yapılıyor. Ama hâlâ BT çekilmedi bu da işin komik kısmı olsa gerek. Hâlâ ateşim çıkıyordu. CRP oranım gün gün yavaş da olsa artıyordu. 30 Nisan 2012: İshal sayım 35’e çıktı. Canım yanıyordu ve ağrı kesici bir şeye yaramıyordu. İştahsızlığım iyice arttı. Yoğurt ve meyve suyu yiyebiliyorum sadece. 1 Mayıs 2012: Resmi tatil nedeniyle hastanede kimse yok. Ama ben iyi hissetmiyorum kendimi hâlâ bir düzelmem yok gibi sanki. Hâlâ yemek yiyemiyorum, mide bulantım var. Bir de çok terliyorum. 2 Mayıs - 7 Mayıs 2012: Doktorlara iyi olmadığımı söyledim. Zaten CRP gün gün yükseliyor. Prednol’u iyice arttırdılar, Salofalk ise aynı dozda. Günler geçti. Ama ben hiç iyi olmadım. 7 Mayıs gecesi ilk kez tuvalette yığıldım. Ağrım inanılmazdı başım dönüyordu ve sabahtan beri ara ara kusuyordum. Gelen ziyaretçilerin sadece sesini duyuyordum, gözümü açamıyordum, çok terliyordum. Yatağıma su dökülmüş gibiydi. Bu arada 8 kg vermiştim. 8 Mayıs 2012: CRP bir anda ani artış gösterdi ve ben artık bitiktim. Bir sürü teste tabi tutuldum, akciğer filmime kadar tekrar çekildi. Her gün şeker ve diğer kan testleri yapılıyordu. Bazı kan değerlerim (kalsiyum, potasyum, demir, vs.) panik değere geçmiş. BT henüz çekildi ama artık bir yudum da yesem çıkartıyordum. BT öncesi içilen ilacı dayanamadım ve BT esnasında kustum. Dün gece tuvalette yıkıldığımı duyunca annem bu gece benimle hastanede kaldı. Arkadaşlarım gelmiş. Hiçbirini hatırlamıyorum. Hâlâ çok fazla terliyordum ve ağrı kesiciler sancılarımı kesmiyordu artık. 9 Mayıs 2012: Hiç gözümü açamadığımı hatırlıyorum. Çok terliyordum, bazen uyandığımda sesleri duyuyordum. Karnım çok şişmişti. O kadar kilo vermeme rağmen 4-5 aylık hamile gibi 61 Hastalık Hikâyem - 2014 karnım vardı. Canım yanmıyor artık, sanki ya da ben hissedemiyordum. Bugün hiç kimseyi ne duydum, ne de gördüm. Sadece annemin bir ara kızıma bir şeyler oluyor diye doktorlara söylendiğini hatırlıyorum. Bir ara Dr. Orhan Bey geldi elini hızla karnıma basıp çekiyordu ve canımı cidden yaktı. O odadan gittikten sonra gözlerim yine kapandı. Bundan sonrasını annem anlatıyor; bir anda beyaz önlüklü doktorların biri gidiyor, ikisi geliyor, ikisi gidiyor üçü geliyor, sonra biri gidiyor… ama içlerinde yeşil ameliyathane kıyafetleri vardı. Anladım kötü bir şeyler oluyordu, diyor. Benimle ilgili bazı kâğıtlar getirmişler ve birkaç saat içinde ameliyata alınmazsam öleceğim söylenmiş. Çünkü bağırsağım ülseratif kolit veya ilaç veya her nedense bilinmeyen bir sebepten perfore olmuştu yani bizlerin anlayacağı tabirle patlamıştı ve bütün pislik içime akıyordu. Beni ameliyata götürdüklerini sedyeyi hatırlıyorum. Bakın bunu üzerine basa basa söylüyorum, daha önce duymuştum; ameliyata nasıl girersen öyle çıkarsın. Ben anestezi öncesi orman bitiminde başlayan bir kumsal ve cam gibi bir denizde yüzdüğümü hayal ettim. Anestezi uzmanı olduğunu söyleyen bir Asım Bey sedyemi devraldı, iyi olacağımı hiç korkmamı söyledi. Şefkat güzel bir şey; serumumu taktı, boneme yardımcı oldu, konuştu. Üçe kadar saymam lazımdı. Biirrr, ikiiii… Ama hemen uyumuşum daha üç diyecektim. Beş buçuk saat ameliyatta kaldım. Bağırsaklarımı dökmüşler, yıkamışlar, ayıklamışlar ve tekrar içeri koymuşlar ve ileostomi açmışlardı. Bu ameliyata sub-total kolektomi deniliyormuş. Epikrizimi başka doktorlar okuduğunda Dr. Süleyman Bey’in beni ölümden kurtardığını hep söylemişlerdi. 10 Mayıs 2012: Uyandığımda hâlâ ateşim vardı, üzerimden bir sürü kablo çıkıyordu. Dit dit dit dit… taşikardim vardı. Nabzım 150’lerdeydi. Çok susamıştım, sadece su istiyordum. Doktorlar bunun mümkün olmayacağını söyledi. Karnımın sağ yanından ilk kez gördüğüm bir karış boyunda poşet sarkıyordu, ostomiymiş. Bundan sonra gaita karnımdan poşet gibi bir şeye dolacaktı. Çok susamıştım. Ona bir şeyler gelmeden içmemin mümkün olmadığını söylediler Allah’tan 12 saat sonra poşet dolmaya başladı. 62 Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa Hemen su istedim. 1,5 litre suyu ve 1 litre meyve suyunu içtim o gün. Ateşim hâlâ çıkıp duruyor. 11 Mayıs 2012 - 17 Mayıs 2012: Bahtsız bedeviyim; doktorum bandajları söktü ve leş gibi kokuyordu. Enfeksiyon dedi. Alttan birkaç dikiş aldılar ve ilk temizleme işlemi çığlıklarım arasında yapıldı. Her gün ateşim vardı, CRP yükseliyordu. Tuşe yaptılar, makattan sıvı ve biraz kan geldi. Sondamı bugün çıkardılar. Bu arada Ensure diye bir içecek verdiler, mama diyebiliriz. Kakaolusunun tadı süper. Zaten bayağı aç olduğum için tenekeyi kafama diktim ve yarısına kadar içtim. Hay yapmaz olaydım. Kimse beni uyarmamıştı da. Öyle ağrım oldu ki anlatamam. Karnımda bir aslan var sanki devamlı gırrr, hırrr, gürrr sesler çıkartıyor. Hani seslerden rahatsızlığım yok ama ağrı beni mahvediyordu. Karnıma her gün pansuman yapılıyordu. Tekerlekli pansuman aracının sesini duyduğumda titremeye başlıyordum. Böyle bir acı yoktu; karnımda 2 parmak derinliğinde bir yarık vardı ve her gün birkaç dikiş alınıyordu ve temizleniyordu. Açık yaranın temizlenmesi kadar acı veren bir şey yok. Tüm yapılanlara rağmen CRP ve lökosit yükseliyor, bunun bir sonu olması lazım diye düşünüyorum. Ateşim çıkıyor ve inmek bilmiyor. Sanırım kilo vermiştim yine el bileklerimin inceldiğini fark ettim ve takatım hiç yoktu, umudum da kalmamıştı. Helallik falan istedim ve kimseyi hastanede istemiyordum. Beni herkes son hâlimle hatırlasın. Artık pansuman yapılırken sadece inliyordum, gözlerimden yaşlar akıyordu. Karnımdaki koca yarık bir takım yakan sıvılarla devamlı temizleniyordu ve o kötü kokular gün geçtikçe azalıyordu. Son gün bütün dikişleri aldılar tamamen ve bu gece ilk kez korsem ile yatmam gerektiğini söylediler. 18 Mayıs 2012: Bugün benim doğum günüm 32 yaşına girdim ve Doç. Dr. Hüseyin Bey her zamanki gibi güler yüzle gelip bugün ameliyata alınacağımı söyledi. Öğlen ameliyata aldılar. 63 Hastalık Hikâyem - 2014 Yine 1, 2… 3’ü yine duyamadım. Karnımdaki ölü derileri temizleyeceklerdi basit bir şeydi 1-1,5 saat süreceği söylenmişti. Ama doktorum Süleyman Bey titiz davranıp bağırsaklarımda gördüğü yapışmaları tek tek temizleyip tekrar yerleştirmiş. Dolayısıyla 3,5 saat sonra beni odama getirdiler. Bu sefer daha beterdi, göğsümde kablolar vardı, karnımda 3 tane diren, aşağıdan sonda, ostomi torbam ve burnumdan sarkan hortum, üzerine bir de boynumda açtıkları damar yolum vardı. Her tarafımdan bir şeyler sarkıyordu. Yaratık olduğuma yemin edebilirdim. Yine susuzdum, sadece su istiyordum, deliler gibi su içmek istiyordum ve doktorlarımı bezdirecek şekilde yalvarıyordum. Ama 1. ameliyatta dedikleri gibi ostomi torbama bir şeyler gelmeden bu mümkün değil. 19 Mayıs 2012: Benim neyim doğru gitmiş ki, ameliyatım doğru gitsin! Ostomi torbam hâlâ çalışmıyor. Deliler gibi su istiyorum. Karnım acıyor ve çok gergin. 21 Mayıs 2012: Hâlâ ostomi torbama gelen bir şey yok. Ve sonunda bugün doktorum gelip bana içecek bir şeyler vereceğini söyledi. Masaya yarım litrelik pet su şişesini koyduğunda sevinçten gözüm döndü, hemen içmek istiyordum ama sevimli gülüşle içine bir şey boşaltı “ 2 saatte bunu iç geliyorum” dedi. Allah’ım!!! Hayatımda bu kadar berbat, acı bir şey içmemiştim. Sonrasında BT çekildi ve floroskopiye girdim. 22 Mayıs 2012: Öyle acı öyle iğrenç bir ilaçtı ki floroskopi öncesi içtiğim o şey… eminim onun tadından dolayı çalıştı bu ostomi. Bugün bir baktım ki poşete bir şeyler geliyor. Bugün itibariyle artık sıvıları alabilmeye başladım. Bu sefer çok dikkatliyim; öyle kafama falan dikmiyorum. Bu arada Dr. House, Grey’s Anatomy ve Doktorlar dizisinde asistanları izlerdim, doğruymuş: hepsi hırslıydılar. Benim durumum sanırım farklıydı, dosyamı ezbere biliyorlardı ve hepsi ilgileniyordu. Yalnız bir şey fark ettim; cerrahlık da farklı bir ruh yapısı gerektiriyordu. 57 saattir hastaneden ayrılmadığını gördüğüm cerrah vardı. Kızım olsa doktora vermezdim dedim içimden. 64 Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa 26 Mayıs 2012: Bugün katılara başlandı. Üstelik “boool protein” diye yazmışlardı kâğıdıma. Ne olduysa oldu azcık bir şeyler yedim, kusma hissi bir türlü yakamı bırakmadı. Ağrım falan da olmadı ama devamlı öğürüyordum. Ne olduğunu hiç anlamadım. Tabi hastaneden çıktıktan sonra internetten okuyunca anladım; mide çalışmamaktan bu hâle geliyormuş sanırım. Bundan sonra gün gün durumum iyiye gitti. Kongre nedeniyle doktorum şehir dışındaydı. 4 Haziran 2012: Beklediğim doktorum Süleyman Bey gelmişti. Artık taburcu olabileceğimi onun ağzından duydum. Kapama ameliyatını 6 aydan önce olmayacağını söyledi. Çünkü bayağı hırpalanmıştım. Ben bu hastaneden hiç çıkamayacağımı düşünmüştüm ne yalan söyleyeyim. Çok zor yürüyordum hiç gücüm yoktu. Hastanenin dışında derin bir nefes aldım. Arabaya bindim, oturmak çok garipti. Eve vardığımızda annem tam eşyaları indirirken olan oldu, yere yığıldım, bacaklarım tutmuyordu sanki. Çok yorgundum ve TV izlemek ilk kez bu kadar yabancı geldi. Tuvalete giderken terazinin üzerine çıktım ve şokkkk! Tam 20 kilo vermiştim. Aynada kendimi gördüm hortlağa benziyordum, hastalıkla zayıflamak acayip bir şeymiş. Yatağıma uzandım, ağrım sızım yok. Evimde olmak çok güzel… 5 Haziran 2012: Evimde uyandım, hayalim gerçek oldu; yağmur yağıyordu. Sabah annem yavaşça başucumdaki pencereyi açmıştı. Hastanede kaldığım sürede kapalı camlar vardı ve yağmur yağarken çok ağlamıştım. O kokuyu, hissi yaşamak istemiştim. Camları açamayacaklarını söylemişlerdi zaten kilitliydi. Hâlâ yağmur yağarken şemsiye kullanmıyorum, yüzüme değen her yağmur damlasına şükrediyorum. 9 Haziran 2012: Evde otururken o kadar çok internet sitelerine girdim ve o kadar çok kötü şeyler okudum ki… Kısırlık, ilaçlar, kan kanseri, böbrek yetmezliği, diyaliz, vs. oturduğum yerden kendime işkence ediyordum. Hepsi ümitsizlik, hepsi kötü anılarla doluydu. Sonra yabancı internet sitelerine baktım ve bir Türk hastanın bloğunu okudum. 65 Hastalık Hikâyem - 2014 O kadar güzel anlatıyordu ki, bisiklete binişlerini, yediklerini, yaptıklarını zevkle okudum. Kayak bile yapıyordu. O, ostomiyle bunları yapıyorsa ben de yaparım, bunu aşan var ben de aşarım dedim. Ben ki ameliyata girerken bile deniz hayal eden biri olarak acil yüzebilme planları yaptım. Bu gece çok rahat uyuyacaktım, başaran biri vardı. O site bana yaşama ve hastalıkla savaşma gücü verdi. 14 Haziran 2012: Karın kaslarımı hissedebilecek miyim? Quasimodo gibi kambur duruyordum. Üstelik Allah muhafaza ama hapşırdığımda sanki dikişlerim ayrılıyordu. Araştırmalarıma göre bunlar da sona erecek. Pek bir şey yiyemiyordum. Peynir, ekmek, yoğurt, muhallebi ve çorba en güzel yiyeceklerdi benim için. Yoğurt yemenin hem sıcaklarda beni rahatlattığını hem de gücümü yavaş yavaş yerine getirdiğinin farkındayım. Torbam çok sık doluyor. Doktorum sakın bana ara ameliyat yaptırma dedi. O yüzden lifli hiçbir gıda yemiyorum. Günde en az 2-2,5 litre su içiyorum yudum yudum… Su bu dönemde en büyük yardımcı oluyor. Çok çiğnemem gerekiyordu. Biraz çiğnemeden yutsam poşetten aynen olduğu gibi çıktığını görebiliyordum. Yediklerime göre renk değişiyordu. Yoğurt, ayran ağırlıklı olunca beyaza yakın bir renk oluyordu. İleriki günlerde kırmızı lahana yediğimde yeşil geldiğini bile gördüm. Artık öyle silinerek temizlenmek yoktu, ameliyattan sonra saçlarımı sadece bir kez yıkayabilmiştim. O da yıkamak denilirse… Bugün ilk kez yıkandım. Küvete girebilmem çok zor oldu, bacağımı karnıma çekemiyordum. Üstelik hâlâ takatsizim. Bazen koridorda yürürken sanki bacaklarımı hissetmiyorum, kaslarım yokmuş gibi yere yıkılıyorum. Annem çok üzülüyor bu duruma 100 m zor yürüyorum. Merdiven çıkmak ise hayal gibi. Banyodan çıktığım sırada komşumuz geldi ve ne olduysa o an saçımı takarken saçım komple tarağa geldi, annem mutfağa kaçtı, komşumuz direkt ağlamaya başladı. Birkaç tarak darbesi sonucunda saçlarım neredeyse tamamen döküldü, ne olduğunu anlayamadım. Ben kanser değildim ki kemoterapi falan da gör66 Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa medim. Zaten öyle olsa kaşlarım niye duruyor ki… Doktoruma gittik “100 km hızla giderken el freni çekildi, sence ne olur?” dedi. Acaba vücudumdaki tek hasar bu mu? 23 Haziran 2012: Bugün ilk kez dışarı çıktım ve yürüdüm. Arkadaşım yanımdaydı, hâlâ gücüm yerinde değildi ama doktorumun dediği gibi biraz yürüyüp bir banka oturup dinlendikten sonra diğer banka kadar yürüyordum. Üstelik deniz havası iyi geldi. Ülseratif kolit çok hızlı kilo kaybına sebebiyet verdiği için kas kaybı da oluyor. Başlarda zor gelse de yatmamak ve yürüyüş yapmak çok iyi geliyor. Hatta yeğenimin pusetini iterek yürümek benim için en keyifli ve en güvenli olan yürüyüşlerdi. Zira öne doğru düşme riskimi sıfırlıyordu ve destek almamı sağlıyordu. 21-22 Temmuz 2012: Her gün saçlarım biraz daha döküldü ve artık neredeyse kel bir kadınım. Çok garip bir milletiz vesselam “ayy yazık çok genç, kanser, kanser, belli, belli” konuşmaları beni iyice hasta ediyor. Alışveriş merkezinde bandanamı ve aşırı zayıflığımı fark eden birkaç insanın fısıldaması eve gözlerim dolu dönmeme sebep verdi. Daha kötüsü ben bir kadınım ve acınarak bakılmak hiç mi hiç hoşuma gitmedi. Zira kanser olmasam bile sırf bu bakışlardan sebep olabilirim. Bunun bir çözümü olmalıydı. Kız kardeşime söylediğim gibi perukçunun yolunu tuttuk, öyle bir şey aldık ki, kendime bayıldım diyebilirim. Toparlanma evresinde hiç kendimi bırakmadım; manikür, pedikür, kaşım, bıyığım, kıyafetim asla hastaymışım gibi olmadı. Güven geldi ve ertesi sabah ailemle ilk kez boğazda kahvaltı yaptım. Ülseratif kolitli biri için dışarıda yenilebilecek en güvenli öğün diyebilirim. Zaten kahvaltı bence günün en güzel öğünü hiç atlattığımı hatırlamam, ne demiş Cemal Süreyya “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” “Bundan sonrasında ciddi bir kilo alma savaşına girdim” kayıtlara girmesi açısından bunu yazıyorum ki hayatımda böyle bir cümle kurmamıştım ve ne yalan söyleyeyim kortizondan sonra kullanacağımı da sanmıyorum. Ne kadar yersem yiyeyim bir türlü kilo alamıyordum. Süresini uzatmaya çalıştığım yürüyüşler, hafif 67 Hastalık Hikâyem - 2014 squat ve lunge derken 200 g almışım. Bundan sonrası geldi ve spor ile kaslarımı kazanmaya başladım. Tabi ki tenise dönmeyi hayal dahi edemiyorum ama yüzme için hazırlanıyorum. 18 Ağustos 2012: Hava bayağı rüzgârlı ve deniz Ege’de bayağı dalgalı, gözümü kararttım bir kere. İleostomimi tamamen kapatan ve emniyete alan kemerimi kolayca taktım, kel kafama da boneyi geçirdiğim gibi arkadaşımın eline kamerayı verdim. Bu kayıtta kalması gereken bir hatıraydı. O günden sonra her şey farklı oldu. Ben başardım, denize tekrar girip yüzebiliyorum. Canım hiç yanmadı, karnımın biraz gerildiğini hissettim ama oralı bile olmadım. Bundan sonra ise elimden geldiği her anda denize girdim. Yüzdükçe güçlendim, kilo alabildim. Vücudum dümdüz olmaktan çıkıp şekillenmeye başladı. 10-15 km bisiklet sürdüm. Her şeyden de öte ben “mutluyum,” Allah’a bana yüzmekten ayıracak bir rahatsızlık vermediği için binlerce kez şükrediyorum. Çocukluktan beri defter tutmayı severim; bazı günlerimi, duygularımı ve bazen de unutmak istemediğim sözleri yazardım. Bunlardan biriydi: “Tanrım, değiştirebileceğim şeyler için değiştirme cesareti, değiştiremeyeceğim şeyler için ise kabullenme gücü ver.” Zaman böyle geçti ve ben o karnımdan sarkan poşetle sağlıklı ve güzel günler yaşamaya alıştım. Ülseratif kolit rahatsızlığı bende çok hızlı gelişti, her şey bir anda oldu. Yirmi yıl boyunca çeken insanlar var. Şunu söylemeden edemiyorum: hastalığı ömür boyu diyet ve kanama korkuları ile tuvaletin üzerinde oturarak yaşamaktansa istediğimi yiyerek mutlu, ağrısız, sancısız ama bir poşetle yaşamak kesinlikle karşılaştırılamayacak kadar güzel. Bu kadar kolay mıydı? Tabi ki değil. Zaman zaman dizlerimin üzerine çöküp ağladığım çok oldu. Hiç isyan etmedim. İnancıma göre zaten bu dünya geçiciydi ve bu da benim imtihanımdı. Bu hastalıkta ve özellikle hayati ameliyatlarda psikolog ve psikiyatrist desteği alınmalı diye düşünüyorum. Aldım da… ilaçlar gerginliğimi oldukça azaltıp geceleri daha rahat uyuyabilmemi sağlı- 68 Yedi̇ Metre Kareli̇ k Esaretten Bi̇ r Karış Mutluluğa yordu. Psikologum Müge Hanım da terapileriyle (benim tabirimle) “baca temizliği” yapıyordu. Nefes almaya başladım. Elbise, tayt-tunik ve özellikle hamile reyonlarından aldığım kotlar sayesinde kimse ileostomimi fark edemiyordu. Ben dışarıdan bakıldığında herkesten daha sağlıklı gözüküyordum. Saçlarım “Sinead O’Connor” şeklinden çıkalı çok oldu. Ben bu sefer gerçekten sıfırdan başlıyordum hayata; artık kendim için yaşıyordum. Bu hastalık zaten bunu gerektiriyordu; tamamen sağlıklı beslen, spor yap, kafana hiçbir şeyi takma ve asla kaygılanma! Yoksa kanamalar başlar. Geçen sene doğum günümde ikinci ameliyatıma giriyorken bu sene on yıllık hayalimi gerçekleştirdim, yunuslarla yüzdüm. Bir kitapta okumuştum: Hayat mors alfabesi gibidir, bir uzun çizgi hüzün ardından bir nokta mutluluk. Sonra iki uzun çizgi, bir nokta. Bundan sonra benim hayatım ise… 69 Hastalık Hikâyem - 2014 VE ZAMAN KEMİRİLDİ Esra CERAN Bölüm 1 Yıl 2004; güneş yarım kapatılmış perdeden yatağıma doğru sızarken son 6 aydır olduğu gibi şiddetli bir baş ağrısı ile uyanıyorum. Tamam bugün kararlıyım, doktora gideceğim, yine bir ağrı kesici yazıp gönderecek biliyorum ama 6 ay boyu sürmemişti hiç bir stres ağrım ya da en güçlü ağrı kesicilerin nazını geçiremediği bir ağrı olmamıştı. Sanırım yaşlandıkça ağırlaşıyor ya da benim canım tatlılaşıyor ee olsun o kadar yaş oldu 42… Düşünceler, düşünceler yatak keyfi zamanı değil, bu baş ağrısıyla ne keyif ya! Artık kalkmam gerek ah şu yorganımdan sıyrılır gibi derdimden sıkıntımdan da sıyrılsam ya! Kahvaltısız güne başlayamam ama bu ağrı o kadar haddini aştı ki önce randevu aldım. Trafik, müzik, hafif parfüm kokusu derken doktordayım… Delik deşik ettiler beni hadi o neyse de tomografi nerden çıktı şimdi, oldum olası sevmedim hastaneleri zaten… Tam iki haftadır hastanede girmediğim test, tahlil, cihaz kalmadı; Fizik muayene, Nörolojik muayene, Bilgisayarlı tomografi, MR tetkiki, Anjiyografi, 70 Ve Zaman Kemirildi BOS (beyin omurilik sıvısı örneklemesi) Biyopsi Adını anlamını bilmediğim şeyler son günlerimin birincil uğraşı oldu. Bölüm 2 Şaka değil mi şaka, ne yani basit bir baş ağrısı, bir iki kez bayıldım diye ne olmuş yani? Ne demek ya ne demek her bayılanın gelecek yılları tehlikede miymiş? Kemoterapi de neymiş? Bu çok saçma çok… Hayır yapmayacağım, bunların hiç birini yapmayacağım, iyiyim ben! Doktorlar hep abartmaz mı zaten? İyiyim ben iyi! Bugün kızım Aylin geldi yanıma, doktorla konuşmuş daha önce, yüzündeki bu çaresizliği babasının ölümünde görmüştüm. Daha babasını kaybedeli bir yıl bile olmamışken benim kanser oluşum onu çok korkuttu, tedavi olmam için ısrar etti. Uyuşturucu ilaçlar, tutam tutam dökülen saçlar, 39 derece ateşle geçen sayısız günler, her gün bir çok anlamsız tahliller, sürekli duymaya maruz kaldığın anlamını bile bilmediğin kelimeler, sevdiklerinin sana acıması… Bütün bunların yanı sıra kesin tedavi olur mu olmaz mı o bile belli değil. İhtimaller adına bu kadar sıkıntı çekilir mi? Küçükde olsa bir ihtimal diye onca cefayı çek sonra “elimizden geleni yaptık ama olmadı.” Ne yani bu kadar basit mi? Eğer sayılı günlerim varsa bu kısa zamanı hastanelerde değil sevdiklerimle geçiririm. Aylin beni anlamıyor. Tedavi olmak istemiyorum ama Aylin’in bakışları yüreğimi yakıyor. Onun için bunlara katlanacağım, biliyorum hiçbir işe yaramayacak ama Aylin için değer… 71 Hastalık Hikâyem - 2014 Bölüm 3 4 Şubat 2004 kemoterapi başladı, doktor iki hafta öncesi gelip bilgi verdi; kemoterapi sırasında kemik iliğinin baskılanması ile kemik iliğinde üretilen akyuvarların, alyuvarların, trombositlerin sayısı düşüyormuş, bu da kişinin kendini çok daha yorgun hissetmesine neden oluyormuş. Bulantı, kusma, ağız içi yaraları, saç, kaş ve kirpiklerin dökülmesi adet düzensizlikleri kemoterapide görülebilecek yan etkiler arasında bulunuyormuş. Bunlara takılıp canımı sıkmamam ümidimi asla yitirmemem gerekiyormuş. Sen bunca olumsuz kelime sarf et, teşhis için geç kaldığımı söyle ondan sonra olumlu düşün de, çok mantıksız değil mi? Eğer metastazı engelleyebilseymişiz radyoterapiye gerek kalmazmış, o da neyse? Bıraksalar da evime gitsem bir de psikolojik süreç daha önemli diye psikiyatristleri sardılar kafama gördüğüm tek insanlar doktorlar, hastalar sıkıldım gerçekten… Kızım da olmasa hiç çekilmez. Şu hastanede olmasam kendimi böyle hasta hissetmezdim. Tedavi mi ediyorlar hasta mı ediyorlar belli değil. Her istediklerini yapıyorum ama Aylin yine ağlıyor yine her yerim ağrıyor. Hatta daha kötü, çok çaresizim güçlü durmak istiyorum Aylin için ama olmuyor. O kadar zayıf ve yorgun hissediyorum ki kirpiklerim kuruyana kadar bile ağlamadan duramıyorum. Ne demek ya ölümü beklemek ne demek, hem de elinden gelen her şeyi yapmışken. Daha önce elimden gelmeyen hiç bu kadar büyük bir çaresizliğim olmamıştı. Benden ölüme alışmamı istemeyin, bunu yapmayın, saçlarımı, sayılı dediğiniz günlerimi feda ettim yine de hiçbir şey değişmedi mi? Yani; yine de ölecek miyim? Kızımın hâline acıyorum, kendi hâlime acıyorum, geride bıraktığım 42 yıla acıyorum… Kocamın ölümünde ölüm neymiş anladım sanmıştım ama Azrail’in soluğunu ensende hissetmekmiş ölümü anlamak. En kötüsü her şey için geç kalmak… Yaşanacak çok şey olduğuna inanırken o ağrının beni ölüme sürükleyeceğini hiç düşünmemiştim. Ruhum da bedenim de hâlsiz hasta…Damarlarımdaki kimyasal, hücrelerimdeki zararlı ışınlar, ruhumdaki sıkıntı kadar bunaltmıyor beni… Çok yorgunum… 72 Ve Zaman Kemirildi Bölüm 4 Tedaviye artık katlanmak istemediğim için evime getirdiler beni. Kırk üçüncü yaş günümü evimde geçireceğim, son yaş günüm belki… Ben yaşlandım ama Aylin daha çok yaşlanmış son bir yılda, ne kadar çökmüş benim güzel kızım. Gözlerinin altında halkalar, bakışları acınası çaresiz…. Kabullendim sanırım ölümü… Kızımla geçireceğim son günlerimi, son sözlerimi ona söyleyeceğim, son nefesimi onun kollarında vereceğim… Belki sevinmem gereken bir durumdur bu! Ne bileyim sessiz, soluksuz, habersiz ölen nice gençler varken sevdiklerimi bu duruma hazırlayıp Aylin’in saçlarını okşadıktan sonra kapatacağım gözlerimi… Hem biraz daha vaktim varmış saçlarım da uzar belki. Aylin ile sabahlara kadar konuşur güzel anılar bırakırım boş geçen yılların ardından… Yine de son sözlerimi yazmalıyım bir kenara ne de olsa keskin bir çizgiyle çizilmedi ya ölümüm… Zaman saçlarımdaki beyazlarda kaybolmuşken ümidini yitirmiş biri olarak şimdi sonsuzluğu bekliyorum. Bedenim toprağı arzuluyor. Zamanın ise tek derdi beni sonsuzluğa uğurlamak, o bunu çok seviyor. Arkamdan el sallamak ve yoluna devam etmek hoşuna gidiyor olmalı. Gözümden inip çeneme doğru ilerleyen yalnızlıkta hissediyorum hayatımı. Hayatım kadar küçük ve yorgun gözyaşlarım zamanın bir imzası olan çizgilerimde boğuyor beni! Aç bir çocuk gibiyim ölümü beklerken, hayata aç ama en önemlisi yaralı bir çocuğum. Yaramı sarıp -bak geçti- diyecek bir anne kucağı ararken zaman beni toprağın kucağına itiyor. Belki 2 yıl öncesine kadar tek şikâyetim çizgilerimken sayılı günlerin ve çaresizliğin tadı dilimi lal etti. Bu öyle bir acı tat ki baldıran zehri Sokrates’e değil de bana verilseydi diye çok iç geçirdim. Kızım Aylin’im ölmek yok olmak değildir. Seni hep sevip gözetleyeceğim, başka yerlerde benim için yas tutacağın tek şey yaşamasını bilemedim, değerini anlamadığım 43 yıl olsun, telafisi için ise dolu dolu yaşadığın ömrün olsun, benim için zaman kemirildi…. 73 Hastalık Hikâyem - 2014 Bölüm 5 Son sözlerimi kâğıtla buluşturalı 7 yıl oldu. Aylin’imin, Aylin’imden tatlı meyvelerini o karanlık yılların ardından parkta gezdirebileceğime asla imkân vermemiştim. Ölümü beklerken hiç umudunu yitirmeyen kızımın, evime getirdiği yarı sıyrık doktorun beni önce umutlara, sonra hayata bağlayabileceğine hiç imkân vermemiştim. Burası dünya, imkânsızların imkân bulduğu yer. Eğer seni seven insanlar varsa, baharda çiçeklenen ağaçlar varsa ölen yeryüzü, güneşin gülümsemesi, yağmurun yıkamasıyla hayat buluyorsa neden yaşamak ve savaşmak için sebep olmasın ki? Öleceğini söyleyenlere rağmen seni sevdiklerini söyleyenler her şeyi değiştirebiliyor, yeter ki inan… Nasıl olduğunu sormayın inanç yetti de arttı… 74 Tükeni̇ p Gi̇ di̇ yor Ömür Dediğin TÜKENİP GİDİYOR ÖMÜR DEDİĞİN Arzu KILIÇ Annem ah, annem ah! On beşinde babamın sevdalandığı, uğruna iki yıl hapis yattığı, cezasının bitmesine 5 ay kala nişanlandığı ve hakimin “Oğlum, kızı mahkemeye çağıralım o da onaylasın nişanlandığınızı boş yere beş ay yatma” deyince, “Olsun hakim bey, yeter ki o mahkeme kapılarına gelmesin ben cezamı çekerim” dediği 50 yıllık hayat arkadaşı… Hey gidi Hacı Herdem! Adını duyunca insanların imrendiği, sevdiği, çoğu zaman da kıskandığı kadın... Aklına koyduğunu mutlaka yapardı. Gece yatarken yarınki bütün işlerini programlar, ertesi gün sırasıyla yapardı. 68 yıllık bir ömür, 50 yıllık bir evlilik ve bu ömrü süsleyen altı evlat, 16 torun... Bir insanın gönlü bu kadar geniş mi olur? Evlatlarını hiç birbirinden ayırmazdı. Birine kibrit çöpü verse hepsine aynı payda verirdi. Bir lokma bir şey yese çocukları da onu seviyorsa ağlayarak yer; ama en küçük detayı bile atlamadan aynı sofrayı bütün evlatlarının evinde kurmak için hepsine paketler hazırlayıp gönderirdi. Boyu 150 cm, 65 kgağırlığında tam bir atom karınca idi. Herkese, her şeye yetişmeye adamıştı kendini. İnsanlara hizmet etmek ona çok büyük bir haz veriyordu. O koca ömürde o kadar çok hastalık atlatmıştı ki... Babam bazen takılırdı: “Sana harcadığım doktor parasıyla kaç tane karı alırdım.” diye. O da “Alsaydın ya, niye almadın, alacaktın da niye benim için yattın?” derdi. Babam da: “Yattıysam yattım, yine olsun yine yatarım hem de 10 sene daha” diye cevap verirdi. Annem kızar gibi yapardı; ama bunu duymak çok hoşuna giderdi. O çok farklıydı, asla pes etmezdi, yol arkadaşıydı “umut ve yaşama sevinci”. En güzel özelliği buydu belki de. Çünkü hiç- 75 Hastalık Hikâyem - 2014 bir bünye kolay kolay atlatamazdı onun yaşadıklarını. Kimi sene midesinin 3/4 büyüklüğündeki yarasıyla ölüm kalım savaşı verirken, kimi sene karaciğer büyümesi, kalp rahatsızlığı yüksek tansiyonla mücadele vermişti. İki defa ameliyat olmuş, kadın hastalıklarından ve tiroitten. Ama her seferinde yol arkadaşı olan umut ve yaşama sevincine dört elle sarılmıştı. Bunca iniş çıkışların içinde tüm derdi bütün çocuklarını evlendirip, ev bark sahibi yapmaktı. Ağabeylerim ve ablam evliydiler. Sadece bekar ben vardım. Annem “Seni de bir evlendirsem ölsem de gam yemem” derdi. Yıllar böylece gelip geçiyordu ve biz zamanın hızına yetişemiyorduk. Annem hep sol tarafında karın boşluğundaki ağrıdan ve sırtının belirli bölgelerinin kaşıntısından şikâyet ederdi. Sık sık doktora gider benim safra kesemde ağrı var, derdi. O kadar çok doktora gitmişti ki hastalıkları için kendi kendine teşhis bile koyardı. Teşhisin konulmasından bir yıl önce gitti Erzurum’da büyük bir hastaneye. Bütün tetkikler yapılmasına rağmen herhangi bir hastalık bulunamıyordu. Derken bir yıl sonra benim talibim çıktı ve ben nişanlandım. Aynı dönemde ablamın da eşi mide kanseriydi, son dönemine geldiğini, tedavi için yapılacak bir şey kalmadığını öğrendik. Annem bir taraftan son beşiğini evlendirmenin mutluluğunu yaşarken diğer taraftan da ilk göz ağrısı ablamın yaşadığı acıyı ve üzüntüyü paylaşmaya çalışıyordu. Başına gelecek hastalık içine doğmuştu sanki, zaman azalıyordu. Dört bir elden çeyiz tamamlamak için koşturmaya çalıştığı kimsenin dikkatinden kaçmıyordu. Bu koşuşturmaların içinde annemin nefes alırken ve her zaman hızlıca gidip geldiği mesafeleri artık yürümekte zorlandığı gözümüzden kaçmadı. Kendine konduramayıp belli etmemeye çalışsa da bir doktora görünmenin vakti geldiğini biliyordu. Kars, Kağızman’dan Erzurum’a gidip tüm tahlilleri en baştan yaptırdık. Ve sonuçlar elimize geldiğinde kabullenememiştik duyduklarımızı, ciğerlerinin su topladığını öğrenmiştik çünkü. Düştük yollara ama bu sefer Erzurum olmazdı daha derin bir araştırma yapılma76 Tükeni̇ p Gi̇ di̇ yor Ömür Dediğin sını istiyorduk. Annemi de ikna edip Ankara’da Onkoloji uzmanı olan kuzenim Tunç’un yanına gittik. Ciğerdeki sıvıyı boşaltıp iğne ucu biyopsisi ile ciğerden parça aldılar. Şükür sonuçlar temiz çıkmıştı. Tabi bu gidişlerinden sonra ilk göz bebeği, eşini kaybetmiş, 40 yaşlarda 4 çocukla dul kalmıştı. Bu onun için büyük bir üzüntüydü. Cenazede kızının yanında bile olamamıştı. Ankara dönüşü hem testlerin temiz çıkmasının mutluluğunu hem de acı kaybın üzüntüsünü yaşıyorduk. Çok geçmeden annem aynı şikâyetleri tekrar yaşamaya başladı. Bir kez daha Erzurum’a götürdük, bu defa göğüs hastanesine yönlendirildik. Ciğerlerdeki sıvıdan örnek alınacakmış. Yok böyle bir şey! En büyük şırıngayı sırtına saplıyorlar, itiyorlar ama iğne ilerlemiyor. Bir... üç... beş... yok olmuyor, iğne ilerlemiyor, annemin iniltisi kulaklarımdan gitmiyor. En son doktorlar yok biz bunu yapamıyoruz diyerek Erzurum’daki başka bir hastaneye yönlendirdi. Gittik ve elimizde tetkiklerle doktorun kapısını çaldık. Doktor sert görünüşlü gençten biriydi. Raporlara baktı, ilaçla çekilecek bir tomografi verdi. Söylenilenleri yapıp tekrar doktorun yanına döndük. Çekilen tomografiye bakıp “Tam tahmin ettiğim gibi. Ciğer zarında kalınlaşma ve kitleler var, biz sırtından kamera ile girip o kitlelerden parça alacağız, o sonuca göre ne yapmamız gerekeceğine karar veririz. Ama bunun öncesinde ciğerdeki sıvıyı boşaltmamız lazım, hemen odaya geçin hortum takılsın” dedi. Ciğerin alt kısmından delik açıp bir hortumu iterek ciğere sokuyorlardı. Annemin yaşadığı acıyı dışarıda kulaklarımı kapatarak bile iliklerime kadar hissedebiliyordum. Annemin ciğerlerine önce hortum takıldı, ertesi gün de kamera ile incelemek için operasyona alındı. Narkoz verildi uyanırken bir ablamı bir de ona en çok düşkün olan ağabeyimi sayıkladı. Ben de moral verip biraz güldürmek için “Hacı Hanım, varsa kızınla oğlun! Beni hiç sevmiyorsun galiba, bir tek onları sayıkladın.” dedim. “Sus kız!” dedi annem, “Kıskançlık yapma!” Ağabeyim sonucu daha hızlı öğrenelim diye biyopsiyi hemen dışarıda özel bir laboratuara götürdü. Biyopsi sonuçları ertesi gün açıklandı. Ağabeyimim gitti; 77 Hastalık Hikâyem - 2014 ama dönmesi uzun sürdü. Benim içimi bir korku sardı. Ağabeyim sonra arayarak beni koridora çağırdı. Odadan uzaklaştırıp bir köşeye götürdü ve çok bekletmeden acı gerçeği söyledi. “Bacım, metanetli ve anneme çok destek olmamız lazım” dedi. Sonuç mu? Mezotolyama; yani akciğer zarında kalınlaşma ve kitlelerden oluşan bir kanser türüymüş. Olduğum yere yığılıp kaldım, sesim anneme gidecek diye için için ağladım. Doktor, annemin yaşından dolayı ameliyatı riskli gördü. Yalnız sırtındaki hortum çıkarılmadan ciğerlere bir ilaç verilip ciğer zarı yapıştırılacak daha sonra kemoterapi verilecekmiş. Ankara’da Onkoloji uzmanı olan kuzenim olayı öğrenince “Halamı buraya getirin, ben hocalarıma ameliyat yaptıracağım, halam mutlaka buraya gelmeli” dedi. Biz ikilemde kaldık: iki farklı doktor, iki farklı tedavi şekli... Telefon trafiği başladı. Babam, dayım, kuzenim derken ağabeylerim… Tahmin edilemez bir psikolojik savaş veriyorduk. Kararı babam versin istedik. Zavallı babam benim bu dünyada ikisevdam var derdi: “Bir arılarım, bir de karım.” O gün de arıların yanındaydı. Yanındaki küçük ağabeyim olanları söyleyince ceketini almış, hiç konuşmamış, çıkarken de sadece siz doğru olanı yaparsınız demiş ve uzun süre yalnız kalmış. Nitekim kararımızı annemin de ona duyduğu sevgi, güven ve muhabbete inanarak tedavi için kuzenimizi tercih ettik. Sıra geldi bu kararı hastalığını söylemeden anneme kabul ettirmeye. İçeri girdik içimiz kan ağlarken gülmeye çalışarak. Ciğerinde bir kitlenin olduğunu ve bununda ameliyatla iyileşebileceğini ama tekrar Ankara’ya gitmemiz gerektiğini söyledik. Annem bu kabul eder mi? “Senin düğünün var, ben bu düğünü yapmadan olmam da olmam.” diye tutturdu. Ben de “Sen bu hâldeyken ben evlenmek istemiyorum, sen iyileş, ben sonra evleneceğim” dedim. Tabi annem son noktayı koydu. “Bilsem ki o ameliyat benim son kurtuluşum, seni gelinlikle bu evden çıkarken görmeden beni hiçbir kuvvet o masaya yatıramaz.” dedi. Eve geldik, hazırlık yapıp ertesi gün Ankara’ya uçtuk. Benimse düğünüme 20 gün var. Ankara’da odamız hazırdı. Tüm raporlar incelenip tekrar filmler çekildi. Ama kitleler kalbe çok yakın 78 Tükeni̇ p Gi̇ di̇ yor Ömür Dediğin yerde olduğu için, ciğer zarı soyulurken kalp damarlarına zarar verebilir diye oradaki doktorlarda ameliyattan vazgeçtiler. Sonra birinci seans kemoterapiyi verdiler. Annem verilen ilaçlardan şüpheleniyor; ama bizim ve doktorların davranışlarından kanser olduğu aklına bile gelmiyordu. Çünkü 40 gün önce damadını mide kanserinden kaybetmişti ve en sevdiği kuzeni de lenf kanserinden son dönemini yaşıyordu. Her ikisi de kemoterapiyi çok anlatmışlardı. Kemoterapiden sonra annem yaşına göre en az düzeyde verilmesine rağmen mide bulantısı ve hâlsizliği çok fazlaydı. Bir an önce eve gitmek için can atıyordu. Benim kına gecem memlekette olacaktı, düğünüm İstanbul’da. Gelinliğimin siparişini vermiştim; ama bir kere bile provaya gidememiştim. Eve geldik; annem hâlsiz, bitkin, yorgun yatıyor ve duyan herkes geçmiş olsun demek için eve akın akın geliyordu. Beni “Gelinlik dikilmiş, bari bir dene üzerine oluyor mu?” diyerek gelip aldılar. Daha evden çıkmadan misafirler arkamdan konuşuyorlar anneme: “Sen bu hâldeyken hevesi geliyor evlenmekten de vazgeçemiyor, annesi yatakta kız gelinlik derdinde” diye söyleniyorlardı, biliyorlardı aslında içimde yanan ateşi... Annem hepsine çıkıştı “O istemiyor, ben eğer evlenmezse tedavi olmayacağımı söyledim ve ikna ettim” dedi. Ben 28 yaşında her genç kız gibi beni seven bir insanla evlenip o beyaz gelinliği giymeyi hayal etmiştim; ama şimdi o gelinliği giymeye ağlayarak gidiyordum. Kendini biraz toparlayan annem kalan eksikleri tamamladı ve sonunda kına günü geldi. Sabah kalkıp ilaçlarını içti, giyinip kuşandı yüzü gülerek ama içi kan ağlayarak benim yanımda oldu. Her dakika “Bak kızım ben çok iyiyim, benim en mutlu günüm; seni gelin ediyorum.” diyordu. Annem mutluydu da ben ne hissediyordum? O duygunun ne olduğuna hâlâ bilemiyorum, mutluluk ve acı beraber yaşanır mı? Annem ikinci kemoterapiden sonra yeni hastalıkla yüz yüze olduğunu öğrendi. Bu hastalık “Zona” olarak adlandırılıyordu, yani sinir ucu iltihaplanması. Zonanın tedavisinden sonra tekrar 79 Hastalık Hikâyem - 2014 kemoterapisi verildi. Zaman hızla geçiyordu ve annemde gözle görülür bir iyileşme göremiyorduk. İştahı kapanıyor, az yemek yediği ve az sıvı tükettiği için de hâlsiz düşüyordu. Altı seans kemoterapi aldı. İki yıl bu şekilde geçti. Artık evliydim ve bir kızım vardı. Annemin tedaviye cevap vermediği aşikârdı ve beni memlekete çağırdılar. Gittiğimde annemin refleks kayıplarının olduğunu, artık yataktan hiç çıkamadığını, sürekli morfin tarzı ilaçlarla ağrılarını dindirmeye çalıştıklarını gördüm. Evin içerisinde bile sandalyeye oturtarak taşıyorduk. Kan değerleri fazla düşünce memlekette hastaneye yatırdık, serum tedavisi ile biraz daha toparlanıyordu; ama doktorlar artık 4. evreye girdiğini yapacak bir şeyin olmadığını sadece acılarını azaltmaya çalıştıklarını söylüyorlardı. Hastaneden eve gönderdiler. Annem artık ayakta bile duramıyordu. Kardeşi ziyarete gelmişti. Annem çok sevdiği kardeşini bile görmez olmuştu. Kardeşinin döneceği gün annemin büyük abdestinin simsiyah olduğunu fark ettik. Kuzenime söyleyince mide kanaması geçirdiğini 4. evredeki son noktanın olduğunu söyledi. İlaç isimleri söyledi, alıp eve hemşire çağırıp serum taktırdık. Annem o gün öğleden sonra iyice fenalaştı. Ağabeylerimi arayıp onları da çağırdık. Annem artık tamamen kendinden geçmişti. Ağabeylerim yola çıktılar, memleketteki akrabalar toplanmaya başladılar. O gece saat bir buçuk sularında annem hırıltıyla nefes almaya başladı. Zaten başında sırasıyla oturup ağzına zemzem suyu döküyorduk. En son suyu ben döküyordum, annem son defa nefesini aldı, son yudum suyunu içti… Annem yaşarken her işini hızlı yapardı. Ölünce de bütün işleri çok hızlı devam etti. İki saat içerisinde kefenlenip tabuta konulmuştu bile. Annem, senden ayrılalı sekiz yıl oldu; ama seni düşünmeden tek bir gün bile uyumadım ve seni düşünmeden tek bir sabah bile uyanmadım, mekânın cennet olsun annem... “BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ? TÜKENİP GİDİYOR ÖMÜR DEDİĞİN.” 80 Beyaz Esaret BEYAZ ESARET Nurten AŞKAR Küçüktüm, ufacıktım. Ölümün ne olduğunu anlamayacak kadar saf ve masumdum. Annemin öldüğünü ve bir daha gelmeyeceğini anladığım zaman da babamı anlamamaya başlamıştım. Sessizleşiyordu, konuşmuyordu benimle, göz çukurları her geçen gün daha da morarıyordu. Bana her şeyini kaybettiğini söylüyordu sadece. Her şeyini kaybettiyse ben hiçbir şey miydim onun için? Kafamdaki soruların cevapları beni oldukça ürkütüyordu. Çünkü benim ondan başka hiç kimsem yoktu. Bana hiçbir zaman kol kanat germedi. Okulda önüme serilen alkol, sigara, esrar konusunda beni hiç uyarmadı. Daha doğrusu ne yapıyorum, nerelere gidiyorum; hiç öğrenmek istemedi. Bir defa bile sormadı bana. Çünkü o her şeyini kaybetmişti kendince, eşini kaybettiğinde. Ben de annemi kaybetmiştim; ama bunu unutuyordu çoğu zaman. Günün birinde yollarımızın ayrılacağını çok iyi biliyordum. Ben evde misafir gibiydim; ha vardım, ha yoktum. Babam zorunlu ihtiyaçlarım dışında isteklerimi yerine getirmemeye fazlasıyla çaba gösteriyordu. Bilmiyordu ki kızı evinde bulamadığı mutluluğu, huzuru dışarıda aramak zorunda kalacak… Önce sigara, sonra da esrar kullanmaya başladım. Bir kız için sıradan şeyler değil bunlar; ama benim için gayet normaldi. Grubumuzdaki hiç kimse esrara ismiyle hitap etmiyordu. Hep sigaralık deyip geçiyorduk. Bir gün kafamı yapacak olan sigaralığımı çekip eve gittim. Durup dururken gülüyor, şen kahkahalar atıyordum. Ortada hiçbir şey yokken de ağlıyordum. Babam bana bakıp “Kızım manyak 81 Hastalık Hikâyem - 2014 mısın? Git uyu.”demişti o gün. Babamın bu sözleri işime gelmişti, hemen yatağa koşup sevinmiştim. Sigaralık içtiğimi anlamadı diye mutlu olmuştum. Şimdiki aklım olsaydı hiç sevinmezdim. Keşke babamın yanına gidip “Ben uyuşturucu kullanmaya başladım, kızının neler yaptığını öğren, bana sahip çık!” deseydim. Keşke, keşke deseydim bunları, o zaman sahip çıkardı belki de bana. Ne ben dedim bunları, ne de o anladı uyuşturucu kullandığımı. Sigaralık içtiğim zaman içim kıyılırdı. Hep tatlı yemek isterdim. Babam bunu da fark etmedi. Çünkü ben onun gözünde çocuktum ve hiçbir şey bilmiyordum. Bunları bilmemeyi ben de isterdim baba. Öyle ahım şahım bir çocukluk değildi benim çocukluğum. Herkesten farklıydı. Diğer çocuklar anne ve babalarıylaydı. Ben ise annemi kaybetmiş, babamdan çoook uzaktım… Kendi başıma buyruk bir insan oldum yıllar geçtikçe. Babamla aramdaki uçurum da her geçen gün biraz daha büyüdü. Ne o ne de ben uçurumu kaldırmak için çaba harcadık. Evde yalnız kalıyordum. Babam işe gidiyordu. Ben de arkadaşlarımı çağırıyordum, birlikte sigaralık çekiyorduk. Mutlu oluyorduk fazlasıyla. Kısa süreliğine de olsa her şeyi unutmuş olmak farklı bir histi hepimiz için. Kelimenin tam anlamıyla huzursuzdum. Ne okulda ne evimde mutlu olabiliyordum. Bir şeyler yapmak istiyordum. Ama ne? İşte bunu bilemiyordum. Sadece 14 yaşına gelmiştim. Kendimi genç bir kız olarak görüyordum. Kendi kararlarını kendi veren genç ve güzel bir kız… Bir gün çok iyi anlaştığım arkadaşıma içinde bulunduğum durumu anlattım. Anlattıklarımdan çok etkilendi ve karşılıklı birer sigara yaktık. Biraz sessiz kaldık. Sonra ellerimden tuttu ve bana “Evden kaç!” dedi heyecanlı bir şekilde. “Kimse sana karışmaz huzuru bulursun.” deyip gitti. 82 Beyaz Esaret Fena fikir değildi, aklıma yattı, kararımı verdim hemen. Yarından tezi yok evden kaçarak beni sigara ve uyuşturucu zinciriyle tanıştıran arkadaşlarımla kalacaktım boş bir inşaatta. Eşyalarımı toplayıp evden çekip gitmiştim o gün, arkama bile bakmadan. Bakınız zincirin halkaları nasıl gidiyor. Sigara, esrar, evden kaçış, her şeye isyan… Ve sonrası… Bunalımlı bir genç kızdım açıkçası. Ailemden ayrılalı iki yıla yakın bir zaman olmuştu. Bu kadar zaman içinde babamla sadece iki defa görüşmüştüm. Bu görüşmeler oldukça soğuk ve kısa sürmüştü, eve gelmemi beni merak ettiğini söylemişti. Reddetmiştim tereddüt etmeden. Keşke babamla gitseydim. Çoğunluğu benim gibi olan büyük bir grubumuz vardı. Okulda ve okul dışında birlikte oluyoruz. Aklınıza ne gelirse yapıyoruz. Tam bir çılgınlık içinde yaşıyoruz. Diğer insanların bize korkuyla bakışını umursamayacak kadar da rahat… Bir gün bir arkadaşım cebinden çıkardığı tütünle bir sigara hazırlamaya başladı. Tütünün üzerine bir şeyler serpiştirdiğini fark ettim. Ne olduğunu sordum. Boş ver, dedi. Bir mana veremedim, sigarasını ateşledi, ortalığı değişik bir koku kapladı. Bir anda burnumun direği kırılıyor zannettim. Yarım saat kadar bir zaman geçti. Arkadaşım “Şu anda uçuyorum. Sen de uçmak istiyor musun? Birlikte uçmuş oluruz” deyince, şaşkınlığım bir kat daha arttı. Şen kahkahalar atıyor, uçuyorum, diye bağırıyordu. Anlam veremedim. Ben de ne olduğunu bilmediğim bir sigara yaktım daha sonra bunun esrar olduğunu öğrendim. Sevgisiz bir hayatım vardı ve ben de esrara sığındım. Böylece esrarlı günlerim başladı. Hiç kimse bana gittiğim yolun yanlış olduğunu söylemiyor, yardım için kollarını açmıyordu. Yani bir akıntıya kapıldım, gidiyordum. İnsanlardan kaçıyor, çoğu zaman okula gitmiyor, tek başıma bomboş bir inşaat köşesinde oturuyordum. Neden böyle olduğuma dair hiçbir düşüncem de yoktu. Aslına bakarsanız tüm bu yaşadıklarımdan sıkılmış ve eve gitmek istiyordum. Gel gelelim dönmeyi de gururuma yediremi- 83 Hastalık Hikâyem - 2014 yordum. Tahmin ettiğiniz gibi esrarlı günlerime devam ediyordum. Peynir ekmek gibi esrarla yaşıyorduk. Tabi bu esrarı almak için dolandırdığımız onca kişiyi, yaptığımız hırsızlığı söylememe gerek yok sanırım. Bir gün dersten çıkmıştım. Öğretmenim benimle konuşmak istediğini söylemişti. İrkilmiştim. Derslerim hiç iyi değildi. Hiç kimseyle de konuştuğum yoktu, ne olabilirdi ki? “Peki, konuşalım.” dedim. Diğer öğrencilerden uzak bir köşeye çekildik. Öğretmenim bana; “Sen uyuşturucu kullanıyorsun; hem de eroin, bana yalan söyleme.” dedi. Doğrusu böyle bir cümle beklemiyordum. Daha babam bilmezken öğretmenim nerden biliyordu ki? Afalladım ve “Evet” dedim, “Evet kullanıyorum.” Öğretmenim haklı çıkmanın üzüntüsüyle bana sarılmıştı. Neden üzülmüştü ki? Bana yolun başında iken tedavi olmamı bir psikiyatri kliniğine yatmamı böylece her şeyden uzaklaşacağımı söylemişti. Eskisi gibi olabileceğimi de eklemişti aynı zamanda. Ama ben hep öyleydim zaten. Her şey birkaç dakika içinde gelişmişti. Hemen cevap veremedim. Akşam arkadaşlarıma tedavi olup olmamam gerektiğini sorduğum zaman bana bir bağımlı olmadığımı söylemişlerdi. Bu beni oldukça düşündürmüştü. Fazlasıyla fazlasıyla düşündüm. Sigaraya başladığım günde hissettiklerimi düşündüm bir an; midem bulanmıştı, öksürmeye başlamıştım. Ama daha sonra beni ilk gün rahatsız eden kokusu her şeyden güzeldi benim için. Sigara benim için vazgeçemeyeceğim bir nimetti. Sonra eroine başladığım gün, beyazla tanıştığım ilk günün bana hissettirdiği mutluluk öyle güzeldi ki… Tek seferlik kullanımda dahi çok yüksek bağımlılık potansiyeline sahipti ve özellikle diğer maddelere oranla hızla tolerans geliştiren bir maddeydi. Öyle ki beyazdan mahrum kaldığım tek bir gün bile krizlere girmemi terlememi, yüksek sesle bağırmamı, saçlarımı yolacak kadar kendimden geçmemi sağlıyordu. Beyazın maliyeti biraz yüksekti; bunun için hırsızlık yapmamız her şeyden önemliydi bizim için. Onlar ne kadar bağımlı olmadığımı söylese de ben bunu bilmiyordum. 84 Beyaz Esaret Sefalet içinde yaşıyorum. İnsan olduğumu bile unuttum. Güzel olan her şeye hasret kaldım. Hasretlerimin biteceği günü iple çekiyorum. Uzun bir düşünme sürecinden sonra bağımlı olduğumu kabul ettim; ama hastaneye yatmaya karar veremedim. Birkaç gün daha beyazlı günler geçirecek ve sonra hastaneye yatacaktım. Günler sonra arkadaşlarımdan biri aşırı dozda eroin yüzünden gözlerini hayata yumdu. Öldüğünü birkaç gün sonra fark ettik. Soğumuş cesedini kuytu bir köşede bulduk. Polise haber verdik ve olanları uzaktan izledik. Polisle gelen doktor kalbini dinledi, kollarına baktı ve “Fazla miktarda eroin alarak ölmüş.” diyordu. Sonrası; sonrası yok işte. Ben ölmekten korkuyorum. Herkes gibi korkuyorum. Ama ölüme her geçen gün biraz daha yaklaşıyorum. Ama tedavi olacaktım. Beni tamamıyla ele geçiren, almadığımda krizlere girmeme sebep olan şeyi bırakmalıydım. En azından deneyeceğim. Ne kaybederim ki? Bakarsınız belki başarılı olurum? Ölümden korkuyorum. Beyaz kullananların sonunu da biliyorum artık. Bu acı sona gelmemek için yardım almaya karar verdim ve öğretmenimin yardımıyla bir kliniğe yattım. İlk olarak psikolog kadın ile tanıştım. Çok sakin birisiydi. Yüzünden gülücükleri eksik etmiyordu. Ölümden korktuğuma dair konuşmalarımı ilgiyle dinledi ve hiç merak etmemem gerektiğini, tedavimin çok kolay olacağını, zehirden kurtulacağımı söyledi. Cesaretim için beni kutladı. Genellikle uyuşturucu kullanan insanlar başkasının zoruyla kliniğe yatarmış. Psikolog kadın ilgisini üzerimden eksik etmedi. Gece gündüz hatırımı sordu. Sakinleştirici hapları kullanıp kullanmadığımı kontrol etti hep. Tam olarak hatırlamıyorum. Klinikteki ikinci günümdü sanırım. Normal hayatımda da beni ele geçiren krizim tuttu. Kanım be85 Hastalık Hikâyem - 2014 yaza o kadar susamıştı ki!... Yatağımdan çıktım odanın içinde amaçsız bir şekilde dönmeye başladım. Feryatlarım odadan koridora taştı. Güçlü iki kişi gelip koluma girdi ve beni yatağa doğru sürükledi. Direndim. Yalvarmaya başladım. Bir yudumluk beyaz istedim, beyazı yavaş yavaş keseceğimi söyledim. Ama sözlerim hiç etki etmedi. Büyük bir mücadele sonrasında yatağıma yatırıldım, kollarımdan ve ayaklarımdan bağlandım. Hemşire sol kolumdan iğnesini yaptı. Bir süre sonra kendimden geçtim. Uyandığımda avazım çıktığı kadar bağırdım. Yatağımdan doğrulmaya çalıştım, mümkün olmadı. Kollarım, ayaklarım hâlâ bağlıydı. Çırpındım ama faydasızdı. Hemşire geldi ve sakin olmamı bir süre böyle kalacağımı söyledi. Ben deli değildim ki!... Böyle bağlanmayı hak etmemiştim. Hemşire iyi olacağıma dair umut verici konuşmasının yanında yine iğnesini yaptı ve gitti. Yine uyumuştum, saat mi desem gün mü desem bilemiyorum. Ağlamak yürek rahatlatmıyor maalesef. Odada benden başkası da vardı ruhsal sorunlarından dolayı oradaydı. Kendi hastalığını unutup beni rahatlatmaya başladı bitmek bilmeyen ağlamalarımın ardından. Bu pek kolay olmadı. Ama her şeye rağmen sağlığımı yavaş yavaş kazanmaya başlamıştım. Doktorlar da aynı şeyi söylüyorlardı. Ara sıra afakanlar basıyor, birisinin boğazımı sıktığını ve beni öldürmek istediğini hayal ediyordum; ama sadece hayal ediyordum. Hastanede kaldığım sürece yüzüme kan geldi ve moralim düzeldi. Her şeyden önemlisi krizler ilk günlerdeki gibi sık sık gelmez oldu. Her şey yoluna giriyordu. Zaman zaman babama ve öğretmenime haber verip sağlığıma kavuşmaya başladığımı kötülüklerden arınmaya başladığımı haber vermeyi bile düşünüyordum. Psikolog kadın, durumumu onlara da haber vermem gerektiğini söyledi. Defalarca yan çizdim. Ama bir gün gözümü karartarak babama haber verdim. Benden utanacağını düşünmeme rağmen babama haber verdim. Sesimi duymak ona ne hissettirdi hiç kestiremedim. Eroin kullandığım için klinikte olduğumu; ama durumumum iyiye gittiğini söyleyip telefonu hemen kapattım. 86 Beyaz Esaret Altı ay sonraydı sanırım klinikten çıktığım gün, vücudumum beyazdan tamamıyla arındığı gün, karşımda beni bekleyen babamı ve öğretmenimi gördüm. Babamı gördüğüm için şaşırmıştım; ama ne yalan söyleyeyim, çocuk gibi sevinmiştim. Koşup sarılmak istedim ve bunu yaptım. O da değişmişti ben de; değişmiştik. Şimdi yaklaşık bir yıldır beyaz kullanmıyorum. Kendimi babamın yanında olduğum için mutlu ve herkesten şanslı hissediyorum. Keşke hiç başlamasaydım diyorum şimdi; ama beni bilgilendiren kimse olmadığı için yanlış arkadaş grubuna dahil olmuştum. Her şeyi babama yükleyemem ki ben de suçluydum. Beyazdan gelen mutluluğun gerçek olmadığını şimdi fark ediyorum. Yaptığımız hırsızlık, kandırdıklarımız benim için hayatımdaki kötü anılar içine dahil. Başlamak o kadar kolayken bırakmak fazlasıyla sancılı. Ama beyazı bıraktıktan sonra hayata tekrar başlamanız o kadar güzel ki… Bir köşede her an cesedimin bulunacağı bir gerçekken bir zamanlar, şimdi umutla ve mutlulukla yaşıyor olduğum da bir gerçek. Bir zamanlar insanlar benden korkarken şimdi ben de onlar gibiyim. Bir şırınganın sizi mutlu olacağınıza inandırmasına izin vermeyecek kadar güçlü olun… 87 Hastalık Hikâyem - 2014 DELİRMEK SANATTIR Ümmühan DURSUN O ses neydi öyle? Nereden geldi? Kim var orda? Göremiyorum sizi; ama fısıltılarınızı duyabiliyorum. Ne istiyorsunuz benden? Hayır yapamayacaksınız. İzin vermeyeceğim. Bütün planlarınızı biliyorum. Hepsini duyuyorum. Her yerde fısıltılarınızı işitiyorum. Benim hakkımda konuşuyorsunuz, biliyorum. Rahat bırakın artık beni! Benden ne istiyorsunuz? Kimsiniz siz? Defolun buradan! Merhaba! Ben seslendim. Dikkatli bakın işte buradayım. Mavi bekleme koltuklarında oturan kısa saçlı, esmer, zayıf kadını görebiliyor musunuz? İşte o benim. Üzerimde turuncu bir yağmurluk var. Görebildiniz mi? Evet, gördünüz sanırım. Tekrardan merhabalar, hoş geldiniz. Şimdi diyorsunuz ki: Nereye geldik? Burası da neresi? Bu kadın da kim? Sakin olun! Bütün sorularınızın cevabını alacaksınız zaten buraya bunun için çağırdım sizi. İyisi mi daha fazla kafanızı karıştırmadan en baştan başlayayım. Adım Zeynep. Yirmi yedi yaşındayım. Son dört yıldır her ay bir kere düzenli olarak gelirim buraya. Önceleri daha sık gelirdim haftada iki gün, haftada bir, iki haftada bir derken bu süre ayda bir kere olarak devam etti. Burası neresi mi? Burası bir hastanenin psikiyatri bölümü. Ben bir şizofreni hastasıyım. Bu hastalıkla sekiz sene önce yine bu hastanede tanıştım. Ailemin beni bir gece bu hastanenin acil servisine getirmesiyle hayatımda yeni bir dönem başladı. Bir sabah gözlerimi açtığımda kendimi beyaz bir odada, beyaz bir yatakta yatarken buldum. Yatağımın başucundaki koltukta ise annem uyuyordu. Hastalığımla olan mace88 Delirmek Sanattır ram da kendimi bu fark etme anımdan sonra başladı. Hastalığımı fark etmeden önce ben kimdim, nasıl yaşardım, bu hastalığım ne zaman başlamıştı; biraz bunlardan bahsedeyim size. Küçükken kendi hâlimde, sessiz, içine kapanık, zararsız bir çocukmuşum Yılların ilerlemesiyle bu durum değişmemiş. İlk gençlik yıllarımda da bu durum sürmüş. Genellikle yalnızlığı seven, arkadaşı az, asosyal denilebilecek bir kişiymişim. On sekiz yaşına geldiğim zaman tamamen toplumdan soyutlanmışım, ailemle bile az konuşur hâle gelmişim. Üniversite sınavını kazanamamla birlikte odamdan hiç çıkmamaya, günlerce aynı kıyafetleri giymeye, kişisel bakımımı aksatmaya başlamışım. Bütün günümü odamda yalnız başıma geçirir olmuşum. Ailem bu durumu sınavı kazanamamamın verdiği üzüntüden kaynaklandığını düşünüp ciddiye almamış. Ama daha sonraları hastalığım ilerledikçe geceleri bağırarak uyanmaya, bir takım sesler duyduğumu iddia etmemle birlikte telaşlanmaya başlamışlar. Bu durum kısa bir süre sürmüş ve sonra yine sakinleşince doktora götürme gereği görmemişler. Ta ki o geceye kadar. Bense tüm bu anlatılanlardan daha farklı bir hayat yaşıyordum. Bu hayatım beyazlar içinde orta yaşlı bir adamın “Zeynep Hanım siz şizofreni hastasısınız.” diyene kadar sürdü. Şizofreni kelimesini duymam benim için Külkedisi masalındaki gibi saatin 12 olması anlamını taşıyordu. Şizofreni kelimesiyle tanışmamla tüm gerçek sandığım hayatım bir bal kabağına dönüşüverdi. Oysaki o kelimeyle tanışmadan öncede benim bir hayatım vardı. Hiçbir zaman figüran olmadığım başrolünde hep benim oynadığım bir hayat. Nefesimin hiçbir zaman hissedilmediği ama hızlı hızlı soluk aldığım bir evrendeydim. Hatırladığım küçükken hiç de anlatıldığı gibi bir çocuk değildim, her gün yeni yeni maceraların peşinde koşar, akşama kadar arkadaşlarımla, hareket eden oyuncaklarla, uslu kırmızı balonlarla oynardım. Babaannemin anlattığı masallardaki halılarla tüm dünyayı gezerdim. Bazen 89 Hastalık Hikâyem - 2014 de çok korktuğum zamanlar olurdu. Ormanlarda kaybolurdum, kötü kalpli kurtlar peşime düşerdi, dev yılanlardan kaçardım. Ama zaten tüm bunlar her çocuğun hayallerinde yer alırdı. Hani derler ya dünyada herkes çocuk olsa, herkes çocuk olarak kalsa insanlar arasında bu kıskançlıklar, hırslar, kötülükler, toplumlar arasındaki bu gereksiz savaşlar, kıyımlar, katliamlar olmazdı. Ben de çocuk olarak kalsaydım belki kimse bana hasta olduğumu söyleyemeyecekti. Benim davranışlarım diğer insanlardan farklı karşılanmayacaktı. Neyse anlatacaklarım bunlar değil. Daha sonra büyüyüp okula gitme yaşına geldiğimde her çocuk gibi ben de okula başladım. Okul dönemi benim için sıkıntılı bir dönemdi, hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olamadım. Başarılı olmayı bırak hiçbir şey öğrenemiyordum. Ailemle ilk başlarda bu konuda biraz sıkıntı yaşasak da daha sonraları onlar da pes edip beni böyle kabul ettiler, küçük kardeşimin başarılarıyla övündüler. İlkokulda okumayı zar zor da olsa öğrenebildim. Öğretmenlerim uslu, zararsız bir çocuk olduğum için beni sınıf tekrarına bırakmadılar. Bu durum liseye kadar sürdü. Lisede dikkat bozukluğum daha da arttı, derslere ilgim kalmadı. Doktorumun teşhisine göre hastalığımın kendini göstermeye başladığı dönem bu dönemdi. Lisede okuduğum dönemde 16-17 yaşlarındaydım sanırım. Bir gece odamdayken çok güzel bir şarkı duymaya başladım. Sesin nereden geldiğine anlam veremedim. Daha önce bu şarkıyı hiç duymamıştım, gece uykuya dalana kadar bu şarkı devam etti. Bunu izleyen günlerde de bu şarkıyı duymaya devam ettim. Bir erkeğin seslendirdiği sözlü bir şarkıydı ve sanki benim için söylendiğini hissediyordum. Bahar döneminin sonlarına doğru okulda yıl sonu festivalleri başladı. Hayatımın seyrini değiştiren o olayda bu festivalde gerçekleşti. Festivalin son günleriydi, amatör bir şarkı grubunun konseri vardı. Konsere ben de gittim. Orta sıralarda bir yerde ben de grubu dinlemek için bekliyordum. Grup sahneye çıktı ve şar- 90 Delirmek Sanattır kılarını söylemeye başladı. O anda içimde bir ürperti hissettim çünkü sürekli duyduğum o şarkı söyleyen kişinin sesi bu sesti. Müthiş bir heyecanla şarkıyı söyleyen genç soliste bakakaldım. O ise gözlerini bana dikmiş sadece bana bakıyordu ve birden o gece duyduğum şarkıyı söylemeye başladı. O anda vücudumda sıcak bir sıvının dolaştığını hissettim ve bütün vücudum kızarmaya başladı. Şarkının sonlarına doğru konsere gelenlerin tümü de bana bakmaya başladı. Çünkü genç solist şarkıyı söylerken sadece bana bakıyordu. Şarkının sonunda genç solist ayağa kalktı ve Bu şarkıyı bana yazdıran güzel kız, seni seviyorum dedi. Etrafımdaki bütün gözler bana döndü. Burak ile tanışmam böyle başladı. Ben de kısa zamanda ona âşık oldum. Her şey o kadar yolundaydı ki kendimi çok mutlu hissediyordum. Burak, her gün ders çıkışında beni okulumun önünde bekliyordu. Eve kadar onunla beraber gidiyorduk. Biz birlikte çok mutluyduk ancak sınıfımdaki kızların kıskanç bakışlarını ve benim hakkımda yaptıkları dedikoduları duyuyordum. Bu durumu çok önemsemedim. Ama bir gün sınıfta tek muhabbet ettiğim kişi olan sıra arkadaşıma, Burak’tan ve festival gününden bahsederken bana olan tuhaf bakışlarına anlam veremedim. Daha sonra bunu da kıskançlığa yordum ve bu konuda bir daha konuşmadım. Bu durum ne kadar sürdü bilmiyorum; ama gün geçtikçe bizi kıskanan kız arkadaşlarımın seslerini her yerde duymaya başladım. Kıskançlıklarından her yerde beni Burak’tan ayırmak için planlar kurduklarını işitiyordum. Tüm gün okulda onların kötü bakışları, sesleri beni çıldırtacak gibi oluyordu. Ben kulaklarımı tıkadıkça sesler daha da çok artıyordu. Okulun bitmesiyle artık Burak ile odamda buluşuyorduk. Her gece annemler fark etmesin diye merdivenle odamın camına geliyordu, mutluydum ama o kızların sesi olmasaydı. Her yerdeydiler ben kızdıkça, bağırdıkça, duymak istemedikçe sesler daha da çok artıyordu. Ve bir gün dayanamayıp elime gelen her şeyi fırlatmaya, onları dövmeye ve bağırmaya başladım. 91 Hastalık Hikâyem - 2014 Anlatılanlara göre o gece hastalığımın ilk büyük atağını geçirmişim. Ailem odamda beni, kırılmış eşyaların kestiği vücudumu kanlar içinde görünce beni hastaneye götürmüşler. Uyandığım zaman kendimi bilmediğim beyaz bir odada başucumda annemi uyurken buldum. Kollarımda ve vücudumun her yerinde sargılar vardı. Ben yatağın içinde hareket edince annem de uyandı, o gün anneme ve gelen herkese bir şeyler anlattığımı anımsıyorum; fakat anlattıklarımı hiçbir zaman hatırlayamadım. Daha sonraları öğrendiğime göre Burak’tan, kıskanç arkadaşlarımdan ve daha bir sürü karmaşık şeylerden bahsetmişim. Bunun üzerine ailem Burak’ı ve bana kötülük yapmayı planladıklarını iddia ettiğim sınıf arkadaşlarımı bulmaya çalışmışlar. Karşılaştıkları manzara onları dehşete düşürmüş; çünkü benim bahsettiğim gibi Burak diye biri yokmuş. Evet, okuldaki yıl sonu bahar festivalinde bir amatör grup sahne almış; ancak solist beni tanımadığını adının da Burak olmadığını söyleyince ailem bu durumu doktorlara iletmişler. Doktorlar da beni psikiyatri bölümüne göndermiş ve uzun süreli muayeneden sonra paranoid şizofreni teşhisi konulmuş ve antipsikotik ilaç tedavisine başlanmış. O dönem hayatımın en zor dönemleriydi. 19 yaşındaydım ve önümde yenmem gereken bir hastalık, bulmam gereken gerçek bir hayat vardı. O gece hastalığımın teşhisi konulduktan sonra üç hafta kadar hastanede kaldım. Bu sürede ilaçlarımın dozu ve türü ayarlandı. Üç haftanın sonunda evde tedavime devam ettim. Düzenli olarak almam gereken antipsikotik ilaçlarımı yanımda getirdim ve haftada iki kere psikososyal tedavi için hastaneye gelmeye başladım. Başlangıçta hastalığım beni öyle kolay bırakacağa benzemiyordu ve ben de hastalığımın durumunun pek de farkında değildim. Hâlâ Burak’ı, tehlikeli sesleri ve uzun zamandır görmediğim çocukluk hayallerimi, uçan halıları, konuşan tavşanları görmeye başladım. -Bu durumun iyileşme sürecinin sonucu olduğunu daha sonra öğrendim.- Annemin ilaçlarımı içmemi istemesini anlamsız buluyordum; çünkü kendimi iyi hissediyordum ve ilaç92 Delirmek Sanattır lar bana yorgunluk veriyordu. Anneme ilaçlar konusunda zaman zaman zorluklar çıkardığım oldu. Ama o hiç pes etmedi ve hastalığımla savaşmamda en büyük destek oldu bana. Her hafta doktora benimle birlikte geldi ve bu süreçte bana nasıl yardımcı olacağı konusunda bilgi alıyordu. Annemin ve doktorlarımın desteğiyle ilaç tedavimi ve hastanedeki tedavilerimi aksatmadım, gün geçtikçe gördüğüm gerçek olmayan görüntüleri görmemeye başladım. Doktorlarım bu gerçek dışı görüntülerimi halüsinasyon olarak adlandırdı. Tedavimin birinci senesinin dolmasına yakın halüsinasyonlar tamamen kayboldu diyebilirim. Fakat sesler peşimi o kadar kolay bırakmadı. Zamansız bir şekilde sesleri yine duyuyordum, beni tehdit eden sesler… Psikososyal tedaviler sayesinde artık hastalığımı tanımıştım ve neyle savaşacağımın farkındaydım. Gerçek seslerle, kafamda duyduğum sesleri ayırımına varabiliyordum. Halüsinasyonlar azaldıkça ilaçlarımın dozları da buna uygun olarak ayarlanıyordu ve yaklaşık dört zorlu senenin sonunda halüsinasyonlardan ve seslerden tamamen kurtulabildim. Ancak doktorlarımın tavsiyesiyle ne ilaç tedavisini ne de psikososyal tedavimi bırakmadım. Hastalığımın o büyük atağını geçirdiğim gecenin üstünden tam sekiz sene geçti ve ben yine kontrol için her ay düzenli olarak doktoruma geldim. Aslına bakarsanız bu anlattıklarım kadar kolay olmadı iyileşmem. Çünkü ben ve benim gibi şizofreni hastalığına yakalanan insanlar bu güne kadar tanıdıkları ve onunla yaşadıkları kişiden ayrılmak zorundadır. Toplumun genelinde bu duruma çift kişilikli olma durumu olarak tanımlar. Hayır, şizofreni hastalarındaki durum tam da böyle bir şey değildir. Çünkü gerçek dünyanın algıladığı yani hastanın dışındaki kişilerin gördüğü kişiyi yani gerçek kişiyi şizofreni hastası görmez. O gerçeği ve gerçek dışını bir bütünmüş gibi görür. Burada anlatmak istediğim aslında şu; ben de kafamda kurduğum o kişiden ayrılmak istemedim başlarda. Çünkü o başarılıydı, güzeldi, çalışkandı, çevresindeki herkesi etkiliyordu; yani gerçekte bende olmayan her şey vardı. İyileşmeye başlayıp aslında gerçekte hiçbir eyleme geçemediğimin farkına 93 Hastalık Hikâyem - 2014 varınca bu durumu kabullenmem zorlaştı. Çünkü iyileştikçe ve gerçek dünyayı gördükçe kendimi işe yaramaz bir insan olarak hissediyordum ve bu durumun nedenini antiseptik ilaçlarıma bağlıyordum ve tedavi olmak istemiyordum. Bu düşünceyi yenmem, iyileşmeyi istemem ailemin ve doktorumun desteğiyle gerçek hayatta var olabileceğim ve üretebileceğim bir eğitime katılmamla başladı. Orada resimle tanıştım. Resimle tanışmam benim için Külkedisi masalındaki gibi camdan ayakkabının sahibini bulması anlamını taşıyordu. Ayakkabının doğru ayağı bulmasıyla her şey birden güzelleşmeye başladı. Resim yaptıkça üretiyordum ve ürettiklerim beni toplumda var ediyordu. Bununla birlikte ben yine hayallerimi kuruyordum, gerçek dışı şeyler düşünüyordum; ama düşüncelerim gerçeklik kazanıyordu. Resim benim için gerçek dışı şeyleri gerçek yapan sihirli bir makineydi. Aslına bakarsanız sizi çağırıp bu hastane koridoruna hastalığım hakkında bir araba laf ettim. Benim bu hastalığım ve iyileşme sürecimden çıkardığım sonuç, hayaller kurup bu hayallerin içinde yaşadığınız bir dünya kuruyorsanız o zaman delirmişsinizdir; ancak bu dünyayı resmettiğinizde o zaman sanat olur. Kısacası delirmek sanattır. 94 Yol, Ev ve Mezarlar YOL, EV ve MEZARLAR Ahmet Can DEMİR Kulağımda çalan melodiler John Lennon’a mı ait? Tüm sarsıntının sebebi son ses çalan bu melodi mi? Müzik bu kadar güçlü mü? Kulaklarımı hissedemiyorum. Yalpalıyorum, yere düşmek üzereyim. Etrafımda tutunabileceğim bir şey yok. Etrafımda yardım isteyebileceğim kimse yok. Etrafımda canlı biri yok. Babam nerede? “Bence biraz daha burada kalmalı,” dedi yaşlı doktor, oldukça bilge göründüğünü itiraf etmeliyim. “Sizinle aynı fikirdeyim hocam, biraz daha zamana ve tedaviye ihtiyacı var.” dedi genç ve kıdemsiz doktor. Gözlerim benim değil artık. Kulaklarım kiralık bir eşya sanki. Zihnim ölmüş gibi ve en kötüsü hatırlayamamak hiçbir şeyi. Birileri beni ayağa kaldırıyor, gözlerim buğulu bir cam gibi. Kulaklarım suyun altındaymış gibi. Bütün yetilerim benden alınmış gibi, Tanrı beni sevmiyor sanırım. Yemeğim geliyor. Biftek, patates püresi ve brokoli var önümde, bir bardak da su. Önce patates püresinden başlıyorum, her şeyin bir sırası var. Sonra biftek ve en son da brokoli… Her şey sırasına uygun bir şekilde mideye indiriliyor. Ama suyu içmiyorum, suyu ellerim için saklıyorum. Suyun bir kısmını önce sol, sonra sağ elime döküyorum. Babam böyle öğretmişti bana, yemekten sonra ellerini yıkamalısın, derdi. Yemekten önce miydi yoksa? Hatırlayamıyorum. Babam nerede? “Aradan tam üç yıl geçti doktor, hâlâ aynı mı?” “Hayır, aynı değil elbette, daha da kötüleşti,” soğukkanlılık buydu işte. 95 Hastalık Hikâyem - 2014 Uyuyamıyorum günlerdir, belki de haftalar olmuştur. Burada zaman kavramı yok. Ölü deri koleksiyonumu buldular geçenlerde ve bana uyuşturucu bir iğne yapıp bir köşeye attılar. Çünkü onlara saldırmıştım, onlardan birini öldürebilirdim. Onlara zarar vermek istemem. Kimsenin canını yakmak istemem. Sürekli kapıyı kontrol ediyorum, kilitli olduğunu biliyorum ama yine de kontrol ediyorum işte. Kilitli olduğunu bilmek bana güven veriyor. Bugün yemekte; mısır çorbası, makarna ve salata vardı. Salata da domates yoktu ve tuzsuzdu. Salatayla başladım yemeğe, çorba ve sonra makarna ile devam ettim. Hepsini sırayla yedim. Gözlerimin önündeki buğulanma hâlâ kalkmış değil. Önümde birkaç deste kart var. Bunlar iskambil kartları. Onlardan ev yapmaya karar verdim. Buralarda zaman hiç geçmez, çünkü zaman yoktur buralarda. İlk katı düzgün bir biçimde yerleştirdim, zemin sağlam olmalı. İkinci kat için düzgün iskambil kartlarını aradım desteden. İkinci katı da sağlam ve düzgün bir şekilde bitirdim. Bu, iskambilden ev yapma işi hoşuma gitmişti. Üçüncü kat için dikkatli olmalıydım. Hata yapmamalıydım. İskambil kartlarını yerleştirirken ellerim titriyor, buna engel olamıyorum, hata yapmamalıyım. Üçüncü kat için gerekli olan iskambil kartlarını bir tarafa ayırıyorum, hepsi de düzgün ve diğerlerine göre daha iyi. İlk iki iskambil kartını koyuyorum, ellerim hâlâ titriyor, iskambil kartları titriyor, ilk iki kat yerle bir olmak üzere acele etmeliyim. Üçüncü kat için gerekli ilk iki iskambil kartını yerleştiriyorum. İşte bu, hiçbir sarsıntı olmuyor ve sapasağlam gözüküyor. Üçüncü katı bitirmek için gereken diğer üç kartı alıyorum şimdi elime, bir tanesini bir köşeye diğeri de öbür köşeye gelecek şekilde yerleştiriyorum yavaşça. Üçüncü katın son kartını da yerleştirip biraz geri çekiliyorum ve yaptığım güzel şeyi izliyorum. Birden tüm iskambil kartları devriliyor, bütün katlar çöküyor, bütün düzen bozuluyor, hata yapmış olamam, her şey kusursuzdu. Ellerimdeki titreme artıyor, bütün vücuduma sıçrıyor bu titreme. Benim kusursuz iskambilden evlerim, şimdi yerle bir oldular. Buradaki insanlar beni durdurmaya çalışıyor. Hayır, tekrar yapmalıyım iskambilden evlerimi. Daha sağlam, daha dengeli ve daha mükemmel olmalı. Beni uyuşturmayın, diye bağırıyorum bu 96 Yol, Ev ve Mezarlar insanlara. Birkaç dakika sonra iskambiller kayboluyor ve gözlerimin buğusu daha da artıyor, karanlık şimdi her yerde. Bu insanlar kim? Neden beni uyuşturdular? Babam nerede? “Onu buraya getirdiğin ilk günü hatırlıyor musun?” “Nasıl unutabilirim ki? Tam yedi saat banyoda kalmıştı. Üzerinde küçük böcekler olduğunu söyleyip duruyordu. Sürekli “Babam nerede?” diye soruyor ve sürekli kapıları kontrol ediyordu. Kilitleri filan işte. Bazen kapı tokmaklarına dokunamıyor, bazen de bütün gün sağlam kapı tokmaklarını tamir etmeye çalışıyordu. Onu tam dört yıl önce buraya getirmiştim.” “Artık kendini sürekli pis hissedip yıkanmaya çalışmıyor, rutin temizlikler dışında bu konuda pek bir çabası da yok zaten. Bu normale dönüşü için atması gerek ilk adımdı ama diğer adımlar gelmedi. Sadece bunu aşabildik. Hâlâ kilitlerle arası aynı. Hâlâ bu hastalıkla iç içe ve hâlâ fazla bir umut yok,” açık sözlülük buydu işte. Bugün yemekte ne vardı hatırlamıyorum, ama dün; domates çorbası, fasulye, pilav ve cacık vardı. Her şeyin belirli bir sırası olmalı, kusursuz olmak için düzen önemlidir. Önce pilav ve domates çorbasını bitirdim sonra fasulye ve cacığı. Artık iskambillerim yok, gözümdeki buğu kalktı ve bütün melodiler benden alındı. Odanın içinde tam 82 kere yukarı aşağı ilerledim bugün. Her gün 82 kere yaparım bunu. Dokuzuncu Senfoni mi bu duyduğum melodi? Yoksa bir yanılsama mı? Kendimi melodiler dünyasındaki bir nota anahtarı gibi müziğin ritmine ve insanı rahatlatan o huzurlu sesine bırakıyorum. Nereden geliyor bu melodiler? Hiçbir önemi yok, sadece biraz daha devam etsin yeter. Babamın en sevdiği melodiler bunlar. Neredesin baba? Babam nerede? “O benim kardeşim ve ben onun ablasıyım, bir şeyler yapmalıyım.” Onu ilk kez buraya kapattıkları günü hatırlıyorum. Doktorlarla yaptığım konuşmaları hatırlıyorum. 97 Hastalık Hikâyem - 2014 “Bu Obsesif-kompülsif bozukluk olarak adlandırılan bir hastalık. Kardeşinizi bize ilk getirdiğiniz zamanlarda da bunun belirtilerini görmüştük. Pislik veya mikrop bulaşmasından korkmak, başkasına zarar vermekten korkmak, düzen, simetri ve kusursuzluk ihtiyacı, hata yapmaktan korkmak, tekrar tekrar yıkanmak, duş almak veya elleri yıkamak, kilit, ocak gibi şeyleri sürekli kontrol etmek, belirli kelimeleri ya da cümleleri tekrarlamak, değeri olmayan şeyleri biriktirmek, işleri belirli bir sayıda yapmak, bunlar bu hastalığın bazı belirtileri, size verdiğim kağıtta da yazmakta tüm bunlar. Üzülerek söylüyorum ki, bu belirtileri çoğu kardeşinizde mevcut.” “Ne kadar kalması gerekecek?” “İyileşmesi zaman alacak ve gayret etmesi gerekecek.” “O benim kardeşim ve ben onun ablasıyım, bir şeyler yapmalıyım.” Günde sekiz kere odayı düzeltiyorum, her seferinde daha da dağınıklaşıyor sanki. Nedenini anlamıyorum. Ablam geldi bugün, hâlâ eskisi gibi güzel. Ağladı biraz, nedenini anlamadım. Saçları çok dağınıktı, kendime engel olamadım ve saçlarını topladım ablamın. Bana nasıl olduğumu sordu, “iyiyim ama burada çok sıkıldım,” dedim. “Babam nerede?” diye sordum ona. “Babam nerede?” “Her şeyin nasıl başladığını anlat, ne zamandan beri bu şekilde davranıyor?” Doktorlarla ilk konuşmamız, kardeşimin ilk gelişi buraya. Hâlâ hatırlıyorum her şeyi. Ben onun ablasıyım. “Geçen yıl başladı her şey, annemin ölümünün üzerinden bir buçuk sene geçmişti ve kardeşim atlatamamıştı bu durumu. Aslına bakarsınız, kimse atlatamaz bu durumu, ben hâlâ annemi çok özlüyorum. Ölüm ve ölümün sevdiklerimizi alması alışılacak ya da atlatılacak bir şey değil. Annemin mezarına giderdik sıkça ve kardeşim sürekli mezarını temizlerdi annemin. O sıralar başlamıştı sanırım bu hastalık. Bana verdiğiniz kağıtta yazdığı 98 Yol, Ev ve Mezarlar gibi; obsesif-kompülsif bozukluğa neden olan faktörler bazen biyolojik bazen de çevresel olabilir. Bazı sarsıcı çevresel faktörlerin bu hastalığı tetikleyebileceği yazıyor burada. Taciz, yaşamsal değişiklikler, iş ve okulla ilgili değişiklikler ve problemler, ilişkiyle ilgili kaygılar, sevilen birinin ölmesi. Sanırım annemin ölmesiydi bu hastalığı tetikleyen ama asıl ortaya çıkarıcı faktör babamdı. Bana bu hastalığın oldukça yaygın olduğunu söylemiştiniz. Obsesif-kompülsif bozukluk kendi kendine geçmez demiştiniz, bu yüzden kardeşimi buraya yatırdık değil mi? İlaçlar ve tedaviler bu yüzden değil mi? Elektrik şokları ve tüm antidepresanlar bu yüzden değil mi? Kardeşim giderek saplantılı bir hâl aldı. Annemin mezarı mükemmel olmalıydı ona göre. Okula gitmemeye ve mezar süslemesiyle ilgili kitaplar okumaya başladı, mezar süslemesiyle ilgili kitapların olduğunu o dönem öğrenmiştim. Asıl sarsıcı şey ise, babamın kardeşimin gözlerine bakarken ölmesiydi. Babam, annem öldükten sonra toparlanamamıştı ve çok dalgınlaşmıştı. Yine dalgın olduğu zamanların birinde, evimizin karşısındaki yola doğru ilerliyordu. Kardeşim kapıdaydı ve bende evde televizyon izlemekteydim. Dalgınlığı onu kamyonetin birinin altına atmadan hemen önce fren sesiyle irkilip kapının önünde duran kardeşime baktı ve gülümsedi. Kardeşim bana böyle anlattı bütün olayı ve ifademizi almaya gelen polislere de. O günlerden sonra daha da kötüleşti. Sanırım ölüm ona ağır geldi.” Babam nerede? Babam; her gece rüyalarımda, her gün şu kilitli kapının ardında, her gün 82 kere dönüp durduğum şu odanın içinde ve babam her gün yediğim bu yemeklerde. Babam bütün kamyonetlerin altında. Babam bütün mezarlarda ve bütün ölümlerde. “Gerçekten bugün çıkacak mı?” “Tamamen iyileşti. O artık normal bir birey, hastalığın hiçbir belirtisi ve hastalığın hiçbir davranışsal bozukluğu kalmadı. Kardeşiniz artık sağlıklı bir birey.” 99 Hastalık Hikâyem - 2014 “Öğleden sonra çıkacak değil mi?” “Aslında hemen de çıkarabiliriz. Birkaç evrak işini halledelim ve çıkaralım kardeşinizi. Beni izleyin.” Bugün son yemeğimi yiyorum burada, her şeyi biliyorum artık babam öldü, annem öldü. Ölüm çok acı. Son yemeğim şöyle; patates kızartması, köfte, ayran ve salata. Artık hiçbir sıranın önemi yok. Rastgele yiyorum tüm yemeği, hızla bitiriyorum. Yaşam o kadar karmaşık ve düzensiz ki, artık düzenli olmak ve kusursuzu yakalamak gelmiyor içimden. Bir an önce harcayıp tüm yaşam enerjimi ölmek istiyorum. Buralarda öğrendiğim en kesin bilgi şu; hayat bu dört duvar kadar basit değil. Ablam gelecek birazdan ve çıkaracak beni buradan. Yıllarca benim için kilitli olan o kapı açılıyor ve ablam geliyor içeri, yanında da doktor. Doktor yaşlı ve bilge görünüyor gözüme. Ablam yine ağlıyor, sanırım sevinçten ağlıyor şimdi. Beraberce çıkıyoruz buradan, doktorlara yapmacık gülümseyişimle teşekkür edip, ellerini sıkıyorum sahte bir minnettarlıkla. Şimdi yoldayız ablamla, nereye gidiyoruz bilmiyorum, ablam bir şeyler anlatıyor ama ben dinlemiyorum. Bir süre yürüdükten sonra yol ayrımının birinde duruyorum. Ablam benim durduğumu fark ediyor ve yüzü korku yüklü bir duyguyla doluyor. Gülümsüyorum, aynı yapmacık duyguyla, sarılıyorum ona sımsıkı. Onu da kaybedemem, o da ölemez. Eve gelmeden hemen önce ablam bir arkadaşını görüyor ve duruyoruz, arkadaşına benim bugün diğer insanların arasına bırakılacağımı ve artık hasta olmadığımı söylemiş olmalı. İçtenlik dışı bir gülüş var bu insanlarda, bu çok ürkütücü. Evle aramızda sadece yol var, yolun karşısında duruyor ev. Ah yollar… Ablama bakıyorum ve onun ölüşünü de görmemeliyim, diyorum kendi kendime. Yolun ilerisinde bir şey bize doğru yaklaşıyor, kaldırımdayız. Bu bir araba, keşke kamyonet olsaydı, ama seçim şansım yok. Babamın da yoktu, annemin de ve ablamın da olmayacak. Benim de olmamalı. Araba yaklaştıkça etraf yavaşlıyor, araba hızlandıkça gözüm buğulanıyor. Araba yaklaşıyor ve yola 100 Yol, Ev ve Mezarlar doğru koşuyorum. Ablam ve arkadaşı acı fren sesiyle senkronize bir şekilde çığlık atıyorlar. Araba bana çarpıyor ve ben ölüyorum. Henüz ölmedim biliyorum. Ablam, birazdan cansız olacak bedenime doğru yaklaşıyor. Bir şeyler söylüyor ve yine ağlıyor. Onun için üzülüyorum, ne kadar da bencilim, sırf kendi acılarımı dindirmek için ablamı bütün bu acıya mahkûm ettim. Şimdilerde ölüyorum ve son hissettiğim şey ablamın gözlerinden düşen mucizevi tuzlu gözyaşı damlası, ne kadar da serin ve güzel bir ölüm. Kardeşim öldü, babam öldü ve annem öldü. Bu acı çok fazla. Artık insanlarla tokalaşamıyorum, onlara sarılmıyorum, evi günde beş kez temizliyorum, her şeyi düzeltiyorum ve kusursuz olana dek uğraşıyorum. Ocağın açık olup olmadığını sürekli kontrol ediyorum. Bazı takıntılarım oluştu. Sürekli yoldan geçen arabaları ve banyodaki mermerin üzerindeki küçük şekilcikleri sayıyorum. Doktora gitmeliyim. Ama ne fark eder ki? Kardeşim ölü, babam ölü ve annem ölü. Ben de ölüyorum. Her an yok oluyorum parça parça. 101 Hastalık Hikâyem - 2014 “ARA”YIŞ Mücahit TAŞDEMİR Geniş bozkırların ötesinde koca bir ümit vardır, özlemle beklenen günler vardır. Suya doymuş; yeşilliğiyle, geniş çayırlarıyla koca bir memleket vardır. Eli toprağa değmiş nice güzel insanımız, yüzü nurlu ninelerimiz, tebessümü şifa olan analarımız, kısacası bir yudum Anadolu insanı vardır. Hiçbir beklentisi olmayan yüreği sağlam babalar, yetişmiş nice evlatlar vardır. Oldum olası sevdim Anadolu kasabalarını. Çocukluğum, gençliğim hep orada geçti. Ne güzeldir insanları, ne farklıdır ve temizdir hayalleri, ne geniştir yürekleri, lakin yoktur imkânları, yani en azından o zamanlar yoktu. Kasabamızın doktoru yoktu. Ama şikâyet etmezdi bile kimsecikler, çünkü umut etmeyi severdi bizim insanımız. İşte ben böyle bir kasabada doğdum. Annemi hiç göremedim ya da hatırlamıyorum. En çok da kokusunu unutmak ya da bilememek üzüyor ya beni. Babam bizi pek severdi, fakat annemden sonra o da pek bir içine kapanık olmuştu ablamın dediğine göre. Bazen dalar giderdi, gözlerimizin içine bakamazdı hiç. Hasan Emmi derlerdi ona, bağ bahçe işleriyle uğraşırdı. Yazlar uzun geçerdi, güneşin kavurucu sıcaklığı altında büyümüş, toprağın kokusu ellerine sinmiş çocuklardık biz. İki ablam vardı, biri erkenden evlendirilmişti, diğeri ise daha küçük yaştan bana annelik yapmak zorunda kalmıştı. Hayalleri vardı ablamın, yıldızlı gökyüzüne bakardık damda, anlatırdı düşlerini. Güze doğru havalar soğumaya başlayınca şehre inilir, eldeki ürünler satılırdı. Kendi emeğini satmak kadar muhteşemi yoktur bu dünyada. Babamı her gece eve yorgun dönerken görürdüm. Alnındaki teri, yorgun bakışlarını izlerdik önce; sonra ablam yemeği koyar- 102 “ARA”yış dı. Yüzünde koca bir hayatın derin izleri, kalbinde kim bilir ne yangınlar vardı. Bir şey gelmezdi ufacık ellerimizden. Biz gülüşürdük ablamla, “Baba şehre ne zaman inilecek, bu yıl yeni pabuçlar alınacak mı?” diye sorardık. Ne safmış çocukluk, ne güzel yıllarmış onlar. Gece babam uyur, biz rüzgârdan uğuldayan pencerenin sesini dinlerdik. Sonra ablam sıkıca sarılırdı bana ve yine o geceler boyu dinlediğim hayallerinden bahsederdi. Derim ya: Anadolu insanı hayalleri ile vardır. Başka varlığı yoktur çünkü. Ablam da benim kahramanımdı işte. Güçlü dururdu; ama gece benim yattığımı sanıp ağladığına çok kez şahit olmuştum. İşte o yüzdendir bu yüzümdeki hüzün çizgileri, yıllar geçti bugün bile hâlâ sorarlar anlatmam, belki de anlatamam. Çocukluk insanın hayatının en güzel dönemi... Bütün hayaller, sevinçler, hüzünler orda saklıdır. Hep bir arayıştı hayatımız, bir şeyleri, belki de eksik kalan bir sevgiyi arayış. Kimi sevgiyi arar, kimi sevdiklerini; kimi parayı, kimi geçmişini, özünü, kimi ise yüzündeki hüznün sebebini arar ve kaderinin peşinden koşar herkes. Yaz iyiden iyiye çekilmiş, yapraklar dökülmeye başlamış, sonbahar gelmişti. Babam bir haftalığına şehre inecekti. Sekiz yaşlarındaydım, o yıl okula başlayacaktım. Annem ne de çok isterdi okumamızı. Başka bir heyecanlıydım o yüzden. Babamla şehre gideceğim diye tutturmuştum. Merak etmiştim oraları, büyük ısrarlarıma dayanamadı babam. Bir bavul ve iki insan, uzunca bir yol, bir traktör üstünde... Şehre gittik, daha ışıltılıydı, daha bir farklıydı. Galiba o gün bir şeyler değişmişti benim dünyamda. Koca bir şehir, farklı giyimde insanlar, farklı hayatlar ve biz. Belki de ilk o gün farklılıklarımızı görmüştüm. Hep aynı insanları görünce dünyayı o kadardan ibaret sanıyorsunuz. Belki de benim hayallerim bu yeni dünyadaydı ama buraya ait değildim, bunu yıllar geçse de hiç unutmadım. Demiştim ya bizim elimize toprak kokusu sinmişti, yüreğimize de merhamet… Pazarda ürünlerini satarken babama yardım ediyordum. Canım babam, üşümeyeyim diye üstündekini bana 103 Hastalık Hikâyem - 2014 vermişti ama kendi de üşüyordu biliyordum. Pazardaki amcaların beni köylü kızı diye çağırmalarını hatırlarım. Derken işlerimiz bitti köye dönüyoruz artık. Babamda yine o sessizlik, benim yüreğime işleyen. Uzun bir haftanın ardından eve döndük ama ben çok fazla yorgundum, bitkin düşmüştüm. Eve ulaşır ulaşmaz, minderin üzerinde uyuyakalmışım. Sonra uyanır gibi olduğumda başımda bekleyen ablam ve komşu teyzelerden birini buldum. Ateşim çok yükselmiş, ablamın çorbasını dahi içemiyordum; çünkü boğazım acıyordu. Belli ki bir hastalık kapmıştım. Ablamlar ıslak bezle ateşimi düşürmeye çalışıyorlardı. Teyzelerde değişik karışımları içirip duruyorlardı. Babam ise suçluluk duyuyormuşçasına bana pek yanaşamıyordu. Ablamlar “Geçer, çocuktur hasta olur elbet.” diyorlardı. Geçti de, birkaç güne iyileştim. Ama özellikle kış aylarında durmadan aynı şekilde hastalandım. Kasabamızda doktor yoktu. Sürekli atlattığımız içinde şehre inilmezdi her basit görülen hastalık için. Yıllar geçti, nice baharlar nice kışlar gördü bu topraklar. Ben artık biraz daha büyümüş ortaokula geçmiştim. Ama köyde yoktu ortaokul, babam beni şehirde yatılı bir okula gönderecekti. Hayallerim adına sevinmiştim, ama buralardan ayrılmak çok zor olacaktı. Ablalarım okumamışlardı. O yüzden benim okumam çok değerliydi annemin hatırası adına. O yaz ablamın düğünü oldu. Benim küçük annem gidiyordu ve kendi çocuklarına gerçek bir anne olacaktı. Ablam ve çocukluğum… O küçük elleriyle şekillendirdiği koca zorlu bir hayat, benim küçük ablamdı ama en büyük kahramanımdı. En çok da ondan ayrılmak zorluyordu beni. En son ablamın düğününde hastalanmıştım, zaten 4 hafta sonra da okulum başlayacaktı. Bu son hastalıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Genç bedenim adeta beni zorluyordu, daha çabuk yoruluyordum ve eklem ağrılarım oluyordu. Ama Anadolu’da dizin ağrıdı mı romatizmadır denir ve geçilir işte, ben de çok aldırış etmiyordum. Son günlerin tadını çıkarıyordum köyde, çocukluğumun verdiği o heyecanla koşuyordum; ama bu sefer daha yeniktim hayata karşı. Günler birbirini kovaladı durdu. 104 “ARA”yış Ortaokul yılları başlamıştı artık. Yatılı kalıyor ve ailemi çok özlüyordum. Ama artık daha büyük sıkıntılarım vardı. Dizlerim çok fena şişiyor, kızarıyor, ağrı yapıyordu. Zaman zaman farklı eklemlerimi tutuyordu. Hareket edemiyordum. Derslere gidemediğimi bilirim ben. Ama yatakhane arkadaşım ağrılarım olunca bana bir aspirin verirdi ve bu çok iyi gelirdi özellikle eklemlerime. Ama şu göğsümdeki zaman zaman gelen ağrı yok muydu, eskisi gibi koşamaz yorulurdum, nefes nefese kalırdım. Öğretmenim derslere giremediğimi fark etmiş olmalı ki bir gün yine yatakhanede yatarken geldi ve “Bu böyle olmaz Zeliha, hastaneye gidelim.” dedi. “Ama benim o kadar param yok.” demiştim o zamanlar öğretmenime. Çünkü hayatımda ilk kez gidiyordum hastaneye. Öğretmenim “Sorun değil, giyin çıkıyoruz.” demişti ve gitmiştik. Doktoru görünce başta çok çekinmiştim. Meğerse öğretmenimin arkadaşıymış. Ben de daha rahat davrandım, o da beni çok sevdi zaten. Doktorum bana “Sık sık enfeksiyon geçirir misin?” diye sordu, bende “Evet, ama önemli değil.” dedim. Gülümsedi önce “Boğazın şişer mi?”dedi “Evet” dedim, “Peki yakın zamanda oldu mu?” dedi, “Bir ay öncesinde oldu.” dedim. Dizlerimi gösterdim ona, sonra bizi EKO diye bir şeye yolladı. Kan tahlilleri alındı. Sonuçlar çıktığında doktorumuzun yanındaydık. Doktor bey beni karşısına aldı “Otur kızım, sen artık büyük bir kızsın, sana her şeyi anlatacağım. Sende Akut Romatizmal Ateş dediğimiz bir hastalık var” dedi, ben de “Evet, bende romatizma var” dedim. Gülümsedi “Hayır öyle değil, bu bir hastalık” dedi. Geçirdiğim enfeksiyonun ismi Beta-hemolitik streptokok diye bademciklerimi şişiren bir şeymiş. Vücudum bunlarla savaşa savaşa artık kendi yapılarını da düşman bellemiş; kalbim ve eklemlerime zarar vermiş. Hatta doktor “Bu hastalık eklemleri yalar, kalbi ısırır.” demişti ve ben o yaşta bir onu anlamıştım. Aklımda hep ismi ARA olan, ısıran bir canavar kalmış. Hatta bu hastalıktan olan bir çocuk daha vardı koridorda, böyle değişik değişik hareketler yapıyordu, ona da Syndenham koresi deniyormuş. Deride eritema marjinatum denilen lekeler ve deri altında küçük nodüller de oluyormuş. Neyse ki bende bunlar yoktu ama iki ta105 Hastalık Hikâyem - 2014 nesinin olması da yetiyormuş. Doktorumun dediğine göre bende kardit, mitral kapak yetersizliği ve artrit varmış. ASO değerlerimin yüksek olması da bu enfeksiyonu geçirdiğimi gösteriyormuş. Tabi bazen ateş, artralji dedikleri eklemlerde şişlik olmadan ağrı ve bazı akut faz reaktanlarının yüksek olması da daha küçük bulgular olarak var olabiliyormuş. Eee, o kadar araştırmıştım ki bunları artık her şeyini bilir olmuştum. Ama o zamanlar tam anlayamamıştım yine de. Çocuk aklı işte... Bir de kalbimi dinleyen doktor “Kalbinde üfürüm var” demişti, sol kalp kapağım kan kaçırıyormuş. Bana çok komik gelmişti kalbin üfürmesi o zamanlar. Doktorum tedavide bu bakteriyi yok etmek için on günlük penisilin, ayrıca kalbim için prednizolon denilen bir ilacı 3-4 hafta süreyle kullanılacak diye verdi. Eklemlerim içinse salisilat verdi, ama galiba ben bu ilacı tanıyordum. Onu da 3-4 hafta kullanacaktım. Ayrıca kalbim etkilendiği için ömür boyu aylık Penadur diye bir iğne yaptıracaktım. Başta o kadar korkunç gelmişti ki bunca şey. İnsan kendine yakıştıramıyordu bunca şeyi. Bir ömür ne demektir, 13 yaşında bir çocuğa bunca şey ne kadar ağır gelir bilinmez ama ben zaten yaşıtlarımdan daha olgun düşünebiliyordum. Bazıları çabuk büyür, acılardan mıdır bilinmez ama bazıları erkenden tanır hayatı. Hastalığımın adını ezberleyememiştim o gün, doktorum kısacası ARA demişti. “Bir şeye ihtiyacın olursa da ara beni, asla kendinden ödün verme, hayallerinin peşinde koş ve asla insanını unutma daima özünü ara.” demişti. O kadar iyi bir insandı ki doktor bey, o kadar baba şefkatiyle yaklaşmıştı ki bana, kendisine ne kadar teşekkür etsem azdı. Odadan çıkarken son bir bakışım vardı, tebessüm dolu, şefkat dolu, belki de gelecek dolu… El salladı Doktor Salim, daha da görmedim onu. Okula dönüşüm bir başkaydı bu sefer. Beni yoran, her yerimi ağrıtan şeyin kim olduğunu biliyordum artık. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. Hayallerime yürürken önümdeki en büyük engel bu hastalıkmış meğerse. Doktorum bir süre kendini çok yorma demişti, iyice dinlen demişti. Öyle de yaptım. O gün fedakâr öğretmenim ve Doktor Salim Bey benim hayatımın dönüm noktası olmuştu. Belki 106 “ARA”yış de onlara gitmesem kalbim daha da yenik düşecek, kalp yetmezliği gelişecekti. Nice acılar çekmiş bu kalbim zaten yetemezken koca bir hayata, bir de hastalıklar yenecekti beni ve vücuduma bile yetemeyecekti kalbim. Çektiğim o ağrılar ve hasta kalbim adeta iyileşmiş, dışarıda olduğu gibi benim vücuduma da bahar gelmişti artık. Yaz tatilinde evime toprağıma gitmiştim. Artık daha rahat koşabiliyordum. Eklemlerimde hiçbir hasar kalmadan iyileşmişti, kalbimse bana iyi davranıyordu bu aralar. Ruhumdaki yaralar ise acıtmıyordu eskisi kadar. Yağmurdan sonra toprak kokusunu içime çekmeyi özlemişim, ıslanmayı, köyümün dar patikalarından yürümeyi özlemişim. Babam iyice yaşlanmıştı, daha da bir sessizleşmişti. Ablamın kendi çocukları vardı artık. Ama benim gözümde yeri hiç değişmeyecekti ömür boyu. Bu köyün memleket kokusu başımı döndürüyordu. Her 21 gün iğneler devam ediyordu. Babam “Bu neyin nesi, nerden çıktı bunlar?” diye söyleniyordu. Belki de küçük kızının kalbinin hastalanması fikrine bir türlü alışamıyordu. Meğerse bilgisizlikten, dahası çaresizlikten ne çok insan geri dönülmez yollara giriyormuş, ne çok insan kaybediliyormuş, ne çok anneler ölüyormuş, çocuklar öksüz kalıyormuş... Daha nice hastalık vardı ve bu tertemiz Anadolu topraklarının tertemiz insanları bu hizmeti hak ediyorlardı. Başkası olmasa da yetiştirdiği evlatlarının böyle bir borcu vardı yaşadığı yere, insanına, toprağına… Yıllar geçiyordu, Lise’yi de bitirmiştim, kocaman bir kız olmuştum, artık önümü net görebiliyordum, hayatı anlamlı kılan her şeyden haberdardım. Annemin istediği gibi okumuştum, hatta Tıp fakültesini kazanmış, doktor olmuştum. Bir gün kapıma bir Zeliha gelirse kalbini iyileştirip, kalbine umudu yerleştirmek için doktor olmuştum. Günün birinde bir Anadolu evladı umutsuzca bakmasın yüzüme diye… Sırf bunun için neler feda edilirdi. Doktorluk, uzmanlık derken, hayal ettiğim gibi kardiyolog olmuştum. Uzman olur olmaz ilk çalışmam bir kongrede ARA ile ilgili bir sunum yapmak olmuştu. Destekleyici ASO, Anti-DNaseB bakılabileceği, kardit, artrit, eritema marjinatum, subkütan nodüller, Sydenham koresinin major bulgu; ateş, atralji, P-R uzamasının minör 107 Hastalık Hikâyem - 2014 bulgu olduğunu, mitral hatta aort kapak yetmezliği yapabileceğini anlatırken yıllar önce 13 yaşındayken, doktorun karşısında hiçbir şey anlamayan o hâlim geldi aklıma, belki de çaresizliğim. Sunumun sonunda, o büyük salondaki dinleyicilere şunu söyledim: “Aslında olay ne biliyor musunuz, Zeliha’nın anladığı kadar, yani eklemi yalar kalbi ısırır” dedim, salondaki herkes güldü buna. Bense tebessüm ettim sadece. Çünkü hâlâ profilaktik olarak Benzathine penicillin G almaya devam ediyordum, artrit içinde 21 yaşına kadar ya da yaş artı beş yıl almak gerekirdi ama ben sürekli aldığım için gerek kalmadı ona da. Belki ciddi bir sorunum olmadı, ama imkânsızlıklar içinde nice ciddi sorunları olacaklar vardı ve onlar için savaşmaya değerdi inanın. Okulum da bitti, artık dönme zamanıdır, yeşerdiğin topraklara, tertemiz insanlara, aynen söz verdiğim gibi… Geçenlerde gittim köyüme, bir çocukluk kapladı içimi hiç sormayın, nasıl da özgürce koşuşturdum, içime çektim yayılan ekmek kokularını… Şimdi ablam da, babam da benimle gurur duyuyor. Babamın bana bir bakışı var ki anlatamam, artık gözlerinin içine rahatça bakar oldum. Çünkü gözlerindeki kederin yerini, sevinç ve gurur almış. O gurur duydukça ben hüzünlenirim. Bilemezsiniz, bazen hayatı kurtulacak binlerce çocuğun kaderi minik bir Zeliha’nın hayallerinde gizlidir. Hatırlamak, o günlere dönmek, dahası kendine dönüş, kendini bulmak… Yıllar sonra sunum yaptığım bu kongreden çıkışta dinleyicilerden biri bana yanaştı ve gülümsedi, yaşlıca bir hekimdi. “Ben Doktor Salim.” dedi, hiç tereddüt etmedim; biliyor musunuz, hemen tanıdım onu, o kadar mutlu olmuştum ki… Bana “Çok iyi anlattın, belli ki her şeyi anlamışsın, hatta anlattığımdan fazlasını anlamışsın” dedi. Ayrılırken en son “ARAn nasıl?” dedi. Ben de gülümseyerek “ARAmız çok iyi, mesele bir değil bin olmaktaymış, herkese el uzatmaktaymış, ben aradığımı buldum” dedim. Ne güzeldir kendine dönmek, kendini bıraktığın gibi bulmak… Hayat belki de sisli bir yolda umudunu ARAyıştır. 108 Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m? HOCAM, BEN OKB MİYİM? Meral HORUZ Gözlerimi zorlukla açtım, Allah’ım uyku ne güzel bir şeydi, hele sabahları ders olmasa! Her zamanki gibi kendimi zorlayarak kalktım yataktan. Yarı uykulu hâlde yüzümü yıkadım, akşamdan hazırladığım kıyafetlerimi giyip su ısıtıcısının düğmesine bastım ve kantine biraz kahvaltılık almaya indim. Döndüğümde ısıtıcının düğmesine yeniden bastım, tek kaynama yetmiyor ki güzel bir çay içmeye. Hem tam kaynamamış su öldürür insanı. Yalnız bu anlattıklarım aramızda kalsın. Biliyorum söylemezsiniz başkalarına ama olsun, duyanlar ‘deli’ gözüyle bakıyorlar bana. Ama gerçekten öldürebilir insanı. Kahvaltıyı aceleyle yaptıktan sonra yine geceden hazırladığım defterimi çantamı aldım. Çıkarken odaya baktım, öyle ortalıkta bir şey bırakmamıştım. Yurdun koridorundaki aynalardan birine baktım, nasıl görünüyorum diye. Saçlarım taralı ve düz, kıyafette sıkıntı yok, botumun bağcıkları da güzel duruyor, mavi kotumun paçalarını dışarıda bırakmam güzel olmuş; öyle insanların tuhaf bakmasına neden olacak bir tipim de yok yani. Tam asansöre yönelirken gözüm odamın kapısına takıldı. Dönüp kontrol ettim yeniden, hırsız girebilirdi çünkü. Asansörün önüne geldim ve bizim kata gelmesini beklerken sağa bakıp kafamı çevirdim ne var ne yok diye. Hâliyle bir şey yoktu, fakat istemsiz olarak yine çevirdim. Yine bir şey yok. 109 Hastalık Hikâyem - 2014 Yeniden dönüp bakmazsam arkamdan bir şey gelecek ve bana zarar verecek gibi gelir hep. O esnada asansör geldi ve bindim. Beş dakikada amfiye yetişeceğimi düşünüyordum. Kampüs içinde yurtta kalıyorum. Ne sıkış tepiş otobüs derdi, ne kalabalık ne de herkesin elini sürüp oturduğu koltuklara oturma ve demirlere tutunma derdi. Ohh, mis!... Yurttan çıkarken her zamanki gibi çekinerek görevli ablaya ‘Günaydın abla’ dedim. Hafif gülümseyerek ‘Günaydın’ dedi. Yani benden rahatsız olmamıştı ve cevap da vermişti. Ne saçma, sanki ölüm kalım mevzusu. Demeyiversin, n’olacak ki, neden bu kadar takıyorum? Yeni komiteye başladık bu hafta, Tıp fakültesinin 3. sınıfında öğrenciyim. 2’yi atlatırsanız okul bitti diyenler, bu yıl da aynı şeyi söylüyorlardı. “Üç bitti, okul bitti.” Sanırım 4. sınıf olunca da aynı şeyleri söyleyecekler, bir nevi kandırmaca bu bence. Yürürken fakülteden birçok kişiyi görüyorum, fakat sınıfımdakilerin bile hepsini tanımıyorum. Hoş, 200 küsur kişiyi nasıl tanıyacaksam! Kimseyle göz göze gelmemek için başımı öne eğerim ya da gökyüzüne filan bakarım. Ama bu kadar pasif de olunmaz diyerek arada sırada insanlara baktığım da oluyor. Sınıftan bir kızı gördüm, günaydın bile demeden geçip gitti yanımdan. Oysa bir merhabalaşmak ne güzel olurdu. Moralim durduk yere bozuldu, tüm enerjim gitti resmen. Gerçi genelde böyle olur, alışmamam hata sanırım. Sınıfa girdim ve amfinin sol bloğunda ön taraflardan bir yere oturdum. Amfinin sağına oturmayı sevmiyorum, mecbur kalmadıkça da sola otururum. Hoca henüz gelmemişti, sırada oturup beklemek ne can sıkıcı ve boş! Tırnaklarımı kemirmeye başlamıştım ki hocanın geldiğini fark ettim. ‘Günaydın’ dedi sınıfa, Tanrım, günaydın hocam demek istiyorum fakat yüksek sesle mi söylesem, alçak sesle mi? Ya benim günaydın demediğimi dü- 110 Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m? şünürse, saygısızlık olmaz mı? Sınıftan yükselen hafif uğultunun arasında korkarak söylediğim günaydın da kaynayıp gitti. Bugün 16 Ocak 2014, Perşembe. Ders: Farmakoloji. Konu: Diüretikler... Hoca, 1. ve 2. dersler. Sayfa başına yazdım yine, Artık bu dersin varlığı da tamamdır, karıştırmam nerede, kim ne zaman diye. Proksimaldekiler, Henle kulpu, distaldekiler ve toplayıcıdakiler diye, etki ettikleri kısımlara göre ayrılıyormuş bu ilaçlar. Hoca başta slaytı açmadan anlattığı için, her söylediğini hızla yazmaya çalışıyordum. Fakat aklımda tutması çok zor, bir sürü şey söyledi ve ben birkaç cümlesini yazabildim, onların da eksikleri vardı ve soru işaretleriyle doldurmuştum sayfayı bu yüzden. Yazmaya devam ediyordum, fakat bir şey anladığım söylenemezdi. Zaten aklıma ders dışı bir sürü şey geliyordu, hayallere daldığımı fark edip yeniden odaklanmaya çalışıyordum ama bu, ara ara yineleyince dersin bütünlüğü gitmiş oluyordu bir kere. Bir de hoca bakışlarımı yakalayınca dinliyormuşum sansın diye başımı sallayıp onay vermenin sıkıntısı oluyor. ‘Asetazolamid, proksimale etkili diüretiklerden, özellikle glokom tedavisine etkilidir.’ Ovv, hoca önem verdi buraya! Glokom ve asetazolamid kelimelerini daire içine alıp yanlarına yıldız attım. Şu yıldızlar kaç çizgiyle atılıyor? Bir (+) yapıp iki çapraz çizgi attım, olmadı. Çizgilerden biri yamuk, ortalayamamışım. Bir çizgi daha attım, bu sefer yoğunluk farkı var, çaprazına bir çizgi daha… Bu sefer oldu. Yıldızı tamamladıktan sonra bir de nokta yaptım yanına her zamanki gibi. Gülümsedim, tamamdır diye. Fakat hocanın bu arada söylediklerini kaçırdım yine. Yarım saatten sonra uykum gelmeye başlıyordu çoğu zaman, zaten yarım yamalak alabilmiştim notu. Yine de dersi dinlemeye 111 Hastalık Hikâyem - 2014 çalışıyordum. “Tiazidler, HT’li hastalarda ilk tercih edilen diüretiktir.” Allah’ım yine gelmişti, sayıyordum harfleri. Bu saçmalık yüzünden dersi dinleyemiyordum, anlamıyordum hiçbir şey. Yapmamaya çalışıyordum; ama alışmıştım artık, otomatikman kendisi başladı zaten: Telefonda mesaj yazarken T9 ya da normal ABC vardır, bilirsiniz. Mesela ‘k’ harfi T9’da 5’e bir kez basmakla çıkarken, “ABC” durumunda iki defa basmak gerekir. Ben de duyduğum, okuduğum, söylediğim, yazdığım... her sözcüğün harflerini teker teker sayıyorum, o tuşa bir kez mi basmak gerekiyor yoksa daha fazla mı; daha doğrusu tek sayı kadar mı basmak gerekiyor çift sayı kadar mı diye. T, telefonda normal ABC iken, 8’e 1 kez bastığında çıkar, sorun yok. İ, normal ABC’de çıkmıyor, fakat T9’da iken 1 kez basmayla çıkıyor, güzel bu da. A da aynı T gibi, hatta T9’da da ilk seferde çıkıyor mesaj yazarken, bunu zaten geç. Z, normal ABC’de 9’a ilk basmada çıkmıyor, T9’da da çıkmıyor. “Eyvah, tek kaldı bu! Bunu çiftlemem lazım.” Sonraki harflere bakıyorum hızlıca: İ, D geç. L de Z gibi, tamamdır çift oldu, ohh. Ama cümle daha bitmedi, Allah’ım inşallah başka ilk basmada çıkmayan yoktur ya da çifttir. H,T,L(1),İ, H,A,S,T,A,L(2),A,R(1),D,A, İ,L(2),K, T,E,R(1),- 112 Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m? C(2),İ,H(1), E,D,İ,L(2),E,N(1), D,İ,Ü(2),R(1),E,T,İ,K,T,İ,R(2). Çok şükür, çift. Tamamlamak için yüksek sesle evet, hmm, yaa... gibi bir şey dememe gerek kalmadı. “Çünkü kimse tek kalmamalıydı. Yalnızlığın, samimi ve dürüst diyebileceğin bir arkadaşının dahi olmayışının zorluğunu yaşamıştım bir dönem, bilirim.” Saniyeler içinde yapmıştım bunu yine, hocanın bu cümlesinde ne diyor şimdi anlamaya çalışabilirdim artık. Derste ara ara yapıyordum bunu, hatta biraz aşırıya kaçtığı da oluyordu. Yapmaya çalışırken yüzümü buruşturur ya da tavana doğru baktığım için yanımda oturanlar filan “ne yapıyor bu kız” diye beni izliyorlar bazen. Böyle olunca dersi dinliyormuş gibi yapıyorum ve onlar da derse döndükten sonra hemen devam ediyorum. Ufak bir hile, eh eh. Yapmak istemiyorum, hiçbir şeye yaramayan anlamsız, zamanımı çalan ve dersi kaçırmama sebep olan bu aptal aptal şeyi, fakat yapmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Sanki yapmamak istediğim kadar yapmaya zorluyordum kendimi. Yaparken de nefret ediyorum kendimden. Sürekli neden böyle oluyor ki? Slaytın yansıdığı duvarın sağındaki saate baktım, 10 dk. kalmıştı dersin bitmesine. Sonra bir daha bakmak zorunda kaldım, bakmasam çok kötü hissediyorum kendimi, sanki bakmazsam bir şeyler ters gidecek gibi. Boş yere baktım hâlbuki yani saatin kaç olduğuna değil, sadece o yöne baktım. Sınıftakiler niye sürekli o tarafa bakıyor derler diye de endişeleniyordum, nitekim ben sağa birkaç kez baktıktan sonra, yanımdaki arkadaşlar da zaman zaman baktığım yere bakıyorlardı benden sonra. Üçüncü kez baktım. Yetmez, bir daha bakmam lazım dedim ve yine baktım. Tamam. Dört kez yeterli. Ben hariç dört kişi var ailemde. Her 113 Hastalık Hikâyem - 2014 biri için bir defa. İkinci derse girdik. Yine ara ara T9’la saate bakmayı yapıyorum, istemeyerek fakat zorla. Not alırken harflerin bitimini yeniden çizmeden duramıyorum. Geçen derste ve uzun zamandır olduğu gibi, bu da kendimi kaptırdığım bir durum. Tabloya önem verin dedi hoca, defterime “… tablosu önemli!” diye yazdım. Önemlideki İ’nin noktası tam olmamıştı, bir kez daha nokta koydum. Fakat en son ne yazmışsam onun da üzerinden geçmem gerekiyordu artık. Devamını anlatmayayım, T9’dan daha karışık ve yaparken çok zorlandığım, düzgün yapana kadar defalarca baştan denediğim-denemek zorunda olduğum bir huyum çünkü. Tamam, biliyorum. Kafama silah dayamıyorlar, mantıklı hiçbir sebebi yok. Fakat aklıma gelince zoraki olarak yapıyorum, yapmazsam kötü bir şeyler olacak, bir hata yapacağım, rezil olacağım bir iş başıma gelecek diye düşünüyorum ve bu huylarımı yapana kadar da aklımdan çıkmıyorlar. Hayatıma güzel devam etmeyi, rahat kafayla yaşamayı, dikkatimi gerekli olan şeylere yoğunlaştırabilmeyi, kendimi geliştirmeyi, böyle şeyler düşünmemeyi istiyorum. Normal insanların da akıllarına böyle huylar sıkıntılar geliyor mu acaba? İkinci ders 10 dk. erken bitmişti. Ufak bi tekrar yapayım, daha iyi aklımda kalır diyerek yazdıklarımı okumaya başladım. Fakat maalesef bir kelimeyi 1 defa okumalıydım, eğer birini diğerlerinden fazla sayıda okursam, diğer kelimeleri -okuma sayımı o kelimeyle eşitleyene kadar-yeniden okuyordum. Fakat bu cümleyi okuma sayım, tek rakam olmalıydı. ‘Çünkü dersi derste bir kerede anlayan bir öğrenciydim ben…’ Şimdi de böyle devam etmeliydi. Hiç değilse bir gibi ‘tek sayı’ olmalıydı. 114 Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m? Hah, düşünün ki okuduğunu bir seferde anlamayı böyle bir saçmalıkla bağdaştıracak kadar sorunlu bir insanım. İşte böyle hocam! Bu anlattıklarım sadece bir sabahtan ve ilk iki derste yaşadıklarımdan. Neredeyse her ders bunları tekrarlıyorum, arkadaşlarımla konuşurken onların söylediklerini, bahsettiğim T9’a çevirip analiz ediyorum, bu yüzden ne konuştuğumuzu unutup kendilerine boş boş baktığım çok oluyor. Çünkü o esnada onlara bakmıyorum esasen, kafam ortada tek başına uğraştıran -ilk seferde çıkmayan- harf bırakmamakta. Ve bazen bu bakışlarımdan endişe duyanları fark ediyorum. Mesela yanınıza gelirken yola sağ adımla başlamaya dikkat ettim. Başladığım zamanı hatırlamıyorsam, durup bir sağ adım atarak yola devam ediyorum. Aynı hareketi dört kez, iki kez yapma gibi huylarım da vardır. Mesela saçımı kaşıyorsam dört defa kaşımalıyım, boynumu esnetirken iki sağa iki sola doğru yapıyorum, yapmalıyım, bir yere bakmışsam en azından bir kez daha bakmak zorunda kalıyorum. Sayıları duruma göre değişiyor, bazen iki bazen 4, 8… Bunları bırakmaya çalışıyorum, kısa süreliğine başarıyorum çoğu zaman. Fakat yine aklıma geliyorlar ve yapmadan duramıyorum. Anlamsız, saçma sapan. Buraya gelip bunları anlatarak kendimi ne konuma düşürdüğüm için acıyorum da kendime. ‘Çünkü aklıma gelince onu yapana kadar sıkıntıdan stresten kurtulamadığım, yapmayayım diye düşündüğümde ‘yapmazsam bir şeyler ters gidecek, rezil olacağım’ diye düşündüğüm bu saçma şeyler yüzünden sınıfta kalabilirim, arkadaşlarımla iletişimimin bozulmasına sebep oluyor ve artık konuşurken insanların ne söylediği yerine, o harfin ekranda çıkması için tuşa kaç kez basılmalı, ilkinde çıkmayan harfler tek sayıda mı kaldı diye düşünüp istemeyerek fakat zorla analiz etmekten yoruluyorum ve söyleneni anlamak için yeniden ‘Ne dedin?’ diye sormaktan bıkmış durumdayım ve bu hâllerim beni mahvediyor. 115 Hastalık Hikâyem - 2014 En basitinden o saate ailemdeki her bir kişi için hiç değilse bir defa bakmazsam, onun başına kötü bir şey geleceğini düşüyorum ve bunu engellemek için saate yeniden bakmak zorunda kalıyorum. (Ve her biri için ayrı bakıyorum, -bunu annem için baktım… Bazen her biri için iki defa baktığımda, bu ikinciyi onların eşi vb. için bakıyorum, yalnız kalmasınlar.) Hah, yedinci sınıftayken ‘ıımm,ıımm’ şeklinde sesleri çıkarmaya başladığımı, yapmadan duramadığı hatırlıyorum. 1 - 2 yıl devam etti; fakat ondan kurtulmayı başarabildim. Lise son sınıftayken ise bir yerlere -masaya, sıraya vb.- belli sayıda dokunmaya başladım. Allah’ım ne eziyet verici! Bunu fark eden kardeşime kıpkırmızı olup anlattığımda gülmesini ve bana tuhaf bakışlarını hatırlıyorum. Gerçi o da içinden istemeden ‘Yemin ederim şunu yapacağım’ dediğini ve bu defa o dediği ne ise onu yapmak zorunda kaldığını anlattı. Allah’ım deliyiz biz diye kahkaha atmıştık. Ve kardeşim “Yemin ederim bir daha yemin etmeyeceğim”diyerek bundan kurtulduğunu anlattı geçen yıl. O sıra ben de dokunmalardan kurtulmuştum. Kahkahalar yine var tabi ki. Uzun zamandır gelmeyi düşünüyordum, fakat bunlardan kendi kendime de kurtulabilirim diyordum. O ses çıkarıp dokunmalarımdan kurtulduysam, bunları da yenerdim. Tabi bir de “Ya ciddi bir şey çıkarsa, ya gerçekten deliriyorsam, ben deli miyim, millet ne gözle bakar?” korkuları vardı. Obsesif kompülsif bozukluğu tıp 1. sınıfta duymuştum, bizim üst devrede bir çocukta varmış. O zamanlar araştırmadım, fakat o yıl ve geçen yıl etraftan öğrendiklerimden, bendeki bu acayipliklerin OKB olabileceğini düşündüm ve 3. sınıfın yani bu dönemin başında internetten biraz araştırma yaptım. Allah’ım, acaba? Geçen komitede siz de gelmiştiniz derslere. OKB’yi hoca anlatmıştı. O dersten sonra endişelerim kat kat arttı, çünkü OKB’de cinsel impulslar, Tanrı’ya -haşa- hakaret obsesyonları bıçak vs. görünce ‘ya birilerine zarar verirsem’ düşüncesi ve buna karşı 116 Hocam, Ben OKB Mi̇ yi̇ m? orta yerde bıçak bırakmama, saklama kompülsiyonları vb. olduğunu öğrendim. Ve bunların hepsi bende vardı! Psikiyatri derslerinden sonra, hâlimi belki abarttığımı, fakat artık bu konuda yardım istemem gerektiği kanısına vardım. Çünkü tamam, önceki huylarımdan kurtulmuştum. Fakat bunlar çıkmıştı. ‘Ya bu huylarımdan kurtulduktan sonra yerine yenileri gelirse?!!’ İşte o yüzden bugün buradayım ve şimdi size soruyorum, Hocam, ben OKB miyim? Psikiyatri hocamın yanından çıktım, kapının önünde kısa bir an duraklayıp yürümeye başladım. Kaldığım yurda doğru gidiyorum şu an. OKB’ymişim. Dönem dönem iyice belirginleşmiş bunlar. Üstelik başka sorunlar da varmış. Yedinci sınıftayken tik bozuklukları başlamış bende. Geçen komitede görmüştük bunu gerçi. Ciddi travmalar geçirdiğimi, ergenlikte bir dönem depresyon geçirdiğimi fakat şu an belirtilerinin nerdeyse hiç kalmadığını, sosyal fobim olduğunu, bir de kafiyeli konuşmanın da kısmen varlığını fakat henüz patolojik boyutlara ulaşmadığını söyledi. Fakat şu an bulunduğum yere dayanarak ve yendiğim obsesyonlarımı, kompülsiyonlarımı ve tedavisiz geçirdiğim depresyonu göstererek güçlü bir kız olduğumu da ekledi. Geçmişte yaşadığın ailesel ve çevresel travmalar olmuş ve sen çoğu olayı kendine yönlendirip benliğini suçlamışsın, OKB ve buna ikincil olarak depresyon böylece gelişmiş. Tik bozukluğunun genetik olma ihtimali yüksek, kardeşinde de gelişmiş. Dikkatini toparlayamaman, konuşmanın özünü yansıtmada zorlanman ve hissettiğin sıkıntıların kaynağı bu söylediklerim. Ayrıca anladığım kadarıyla bahsetmediğin ailesel ve çevresel sorunlar 117 Hastalık Hikâyem - 2014 yaşamışsın, bunlar da hastalıkların için büyük birer etken olmuş. Fakat yaşantını düzeltmek için uğraş vermişsin. Düşüncelerinde duygularında izler kalsa da tedavisiz kısmen atlatabilmişsin. Doğru bir karar vererek yanıma geldiğin için seni tebrik ederim. Ne yazık ki çoğu insan kendisinin ve toplumun önyargılarından ötürü psikiyatriste gitmiyor, ihtiyacı olduğu hâlde. Evet, obsesif-kompülsifsin ve buna eşlik eden başka sorunlar da görülüyor. Fakat senin iyileşme isteğin ve tedaviye yaklaşımın sayesinde yeneceğiz bunları da. 118 Koku KOKU Nuray IRMAK Her zaman tetikte olmanın nasıl bir duygu olduğunu bazı insanlar iyi bilir, bazıları da bilmez. Hayatta her zaman bir denge vardır. Ben tetikte olma duygusunu iyi bilenlerdenim, hem de çok iyi bilenlerden… Bu duygu beni bulduğunda on yaşında bile değildim. Annem çok hızlı büyüdüğümü iddia ettiyse de, bu duygu beni bulduğundan beri hiç büyümedim, bu şehrin en büyük sigorta şirketinde çalışan ve yirmi yedi yaşında başarılı bir insan olsam da içimde bir yerde hâlâ on yaşında bile değilim. Olay başıma ilk geldiğinde okuldan eve dönüyordum. Komşumuzun köpeği de her zamanki gibi elimden bir şeyler kapabilme umuduyla peşimden geliyordu; ama bugüne kadar hiçbir şey vermemiş olmama rağmen hiç vazgeçmiyordu. Hayvanlar bazen ümidini hiç kaybetmiyor. Eve geldiğimde annem mutfakta yoktu, bunun anlamı annemin eve gelmemiş olmasıydı. Babam bizi terk ettiğinden beri annem evde sadece mutfakta vakit geçirir. Söylediğine göre yemek yapmak ona iyi geliyormuş. Okuldan geldiğimde her zaman aç olurdum. Mutfağa girdim, üst rafların birinde en sevdiğim krakeri aramaya başladım. Boyum yaşıma göre uzun olduğu için üst raflara erişebiliyordum. Her neyse kraker yoktu. Nasıl olsa annem birazdan gelir düşüncesiyle salona gidip televizyonu açtım. Sonra o koku geldi, o gün hiçbir şeyin o kadar kötü kokmayacağını düşünmüştüm hâlâ da öyle düşünüyorum. Koku burun deliklerime dolduğunda gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtığımda kokunun geçeceğini ümit etmiş olabilirim. Çocuklar bazen çılgınca şeyler düşünür. Her yer çürük kokuyordu. Neyin çürüdüğünü bilmiyorum, belli bir nesneye ait değilmiş gibiydi. Çürük kokusu salonda ayrı bir varlıktı. Dünyada 119 Hastalık Hikâyem - 2014 çürüyen her şey, sanki ayrı bir varlıkta hayat bulmuş gibiydi. Gözlerimi açtım ve midemin bulandığını hissettim. Temiz hava almak için mutfaktan balkona açılan kapıya koştum. Balkona çıktım ve günden güne kirlenen havanın kokusunu sanki tertemizmiş gibi büyük bir özlemle içime çektim. Hiçbir şey olmadı. Koku hâlâ benimleydi. O kadar yoğundu ki görüşüm bulanıklaştı, kaslarımın titrediğini hissettim ve sonra her şey karardı. Uyandığımda yatağımdaydım. Annem de öyle. Genelde mutfaktan sadece yatmak için yatak odasına gittiğinde çıkıyordu. Babam gittiğinden beri benimle doğru düzgün konuşmuyordu bile. Ama o gün uyandığımda yanımda yatıyordu. Belki de ayıldığımda demeliyim. Çünkü son hatırladığım şey kaslarımın çılgınca titremesiydi. Çocuk aklımla bile bunun bayılmak olduğunu idrak edebilmiştim; ama annem galiba uyuyakaldığımı düşündü ve belki de beni o yüzden bir doktora götürmedi. Annem kafası karışık bir kadındır, onu anlamak çoğu zaman zordur. Her neyse kendimi o an iyi hissediyordum ama kokudan asla anneme bahsetmedim. Başka birilerine de söylemedim. Zaten okulda hiç arkadaşım yoktu. Arkadaşım olmayan birine evde bayılmadan önce çürük bir varlığın kokusunu aldım ve az daha boğuluyordum diyemezdim ya. Çocukların hayal gücü çok geniştir, o yüzden herkes bunu geniş hayal gücümün bir ürünü olarak görebilirdi. Aradan bir hafta geçti, gününü tam olarak hatırlamasam da okulda ve matematik dersinde olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Derste ödev kontrolü yapıldıktan sonra öğretmenim tahtaya yazdığı bir problemi çözmem için kalkmamı söyledi. Oturduğum eski tahta sandalyeden kalkıp tahtaya kadar yürüdüm. Elime tebeşiri aldım ve probleme baktım. Sınıftan birinin adımı söylediğini duyduğumda hâlâ tahtaya donuk bir şekilde baktığımı fark ettim. Sonra o koku geldi. Belki o an sınıftakilerin haftalardır yıkanmadığını ve bu yüzden öldürücü derecede pis koktuklarını düşünüp gülmüş bile olabilirim; ama sonra kaslarımın titremeye başladığını ve sınıftakilerin bana seslendiklerini hatırlıyorum. Ve sonra bana saatlerce sürmüş gibi gelen karanlık dakikalar… Kendime geldiğimde burnuma çürük kokusu yerine hastanelere has olan 120 Koku alkolümsü koku geliyordu. Yattığım odanın kapısı aralıktı ve kapının hemen dışında konuşan annemle doktoru duyabiliyordum… Annemin dediğine göre onu okuldan aramışlar ve daha sonra beni apar topar buraya getirmişler. Annem bunun bir hafta önce de olduğunu ama ciddi bir şey olmadığını düşündüğü için hastaneye getirmediğini söyledi. Annemi hâlâ anlamıyorum, şimdi düşünüyorum da bir çocuğun bayılmasından daha ciddi bir şey olmamalı. Çocuğunuz bayılırsa, hastaneye götürün. Doktor bana kan testi yaptıklarını ve testte herhangi bir anormallik olmadığını, bayılmanın nedenini anlamak için başka tetkikler de yapmaları gerektiğini söylüyordu. Başka tetkikler kısmının içinde iğne olmasa iyi olurdu; çünkü şu an koluma bağladıkları serumun ucundaki iğne bana yeterince acı veriyordu. Annem, doktorla konuşmasını bitirince odama girdi ve elimi tutup nasıl olduğumu sordu. Ben iyi olup olmadığımı söyleyemeden babamın gitmiş olması ve yalnız bir kadın olduğu için sorunlarla baş edemediğinden yakınmaya başladı. Annem yanında bulunan insanların yaşına, hatta onu dinleyip dilemediklerine bakmaksızın hep yakınırdı. O an annemin sesini duymamak için serum şişesini kulaklarıma sokabilirdim. Ama sonra kokuyu hissettim. İşte, yine geliyordu ama her ne kadar beni boğmak ister gibi burun deliklerime dolsa da annemi artık duyamadığım için ufacık bir an olsa da mutluydum. Kokuyu sevdiğim tek an oydu. Sonra yine titreyerek karanlıklara gömüldüm. Sonra yine uyandım. Odamda kırk yaşlarında beyaz önlük giymiş, sivri kafası ve iri gözleriyle uzaylılara benzeyen doktorla annem konuşuyordu. Benim uyandığımı fark ettiklerinde, doktor bana nasıl hissettiğimi sordu. Ona iyi olduğumu ve eve gitmek istediğimi söyledim; ama o bunun mümkün olmadığını ve bir süre daha burada kalacağımı, ayrıca yapılacak tetkikler sırasında uslu durursam istediğim kadar çikolata yiyebileceğimi söyledi. Söz konusu çikolataysa bir orangutanla bile dövüşebilirdim, bu yüzden sesimi çıkarmadım. Doktor ve yanındaki hemşiresi beni uzun bir koridordan geçirdiler. O an bir peri kızı kadar güzel olan hemşireyle kol kola yürümek isterdim, ne yazık ki ben yürüyemeyecek kadar hâlsiz 121 Hastalık Hikâyem - 2014 olduğumdan tekerlekli sandalyedeydim. Hemşire de sandalyemi iterek beni götürüyordu. Sonunda çok da büyük olmayan ve içinde birkaç bilgisayarın olduğu beyaz duvarlı odaya geldik. Beni daha yüksek olan ve tekerlekleri olmayan başka bir sandalyeye oturmam için kolumdan tutup kaldırdılar. Hemşire saç derime denk gelecek şekilde kafama çok sayıda kablo yerleştirdi. Kablolar birleşerek bilgisayarlardan birinin ekranına bağlanıyordu. Ekranda da yüzlerce kıvrımlı çizgi vardı. Kendilerince değişik şekillerde dalgalanıyorlardı. O an uzaylıya benzeyen doktorun bu kablolarla zihnimi okumaya çalıştığını düşünmüştüm. Hastanenin kasvetli havası ve her an o kokunun gelebileceği tedirginliğini yaşıyor olsam da bu düşünce beni gülümsetmişti. Şimdi bile o anki düşüncelerimin komikliği beni güldürmeye devam ediyor. Eğer o günden sonra uzun bir süre gülemeyeceğimi bilseydim, son kez doya doya gülerdim. Her neyse işleri bittiğinde, hemşire kabloları tek tek çıkardı. Doktor, hemşireye beynimde epileptik dalgalanmalar olduğunu ve bir sonraki nöbete kadar bekleyip, nöbet sırasında MRG çekmeleri gerektiğini söyledi. Eğer nöbetler düşündüğü gibi tekrarlayıcı nitelikteyse epilepsi olma ihtimalim yüksekmiş. Dediklerini duyduysam da tek kelimesini bile anlamadım. Ama yine de sorunun beynimde olduğunu anlayabilmiştim. Çocuklar bazı şeyleri anlamayabilirler ama yanlarında konuşulan her şeyi çok iyi duyarlar, o yüzden hemşire ve doktor odanın dışında konuşmayı deneselerdi, daha az endişeli olurdum. Her neyse, bu sıkıcı zihin okuma işleminden sonra yine tek kişilik hastane odasında, yatağımdaydım. Annem de yatağın yanındaki sandalyede oturup nasıl olduğumu, karnımın acıkıp acıkmadığımı sordu. Doktorun verdiği çikolata sözünü hatırladım ama canım çikolata istemiyordu. Aç olmadığımı söyledim. Yatakta ne kadar yattığımı hatırlamıyorum. Uyandığımda annem hâlâ yanımda duruyor, bir de sanırım ağlıyordu. Odanın kapısı kapalı olmasına rağmen koridordaki sesleri duyabiliyordum. Sonra aniden sesleri kafamın içinden geliyormuş gibi hissetmeye başladım. Sonra bu tuhaf hissime eşlik eden, çürük kokusu 122 Koku burnuma dolmaya başladı. Bu duyguyu kimsenin kimseye anlatabileceğini sanmıyorum. Nefes almaya o kadar çok ihtiyacım vardı ki, kulaklarımdan bile nefes almaya başlasam koku hâlâ burnumun içinde dönüp duracaktı. Bunu kaslarımın titremesi izledi. Ben bunları yaşarken odada bir alarm çaldı ve yüzlerini net göremediğim birkaç kişi üzerime doğru eğilip bana bakmaya başladılar. Duyduğum son ses annemin çığlığıydı. Sonra içinde zamanı kestirmenin mümkün olmadığı sonsuz karanlık… Ve gözlerimi açtığımda hâlâ karanlığa bakıyordum. Önce rüya gördüğümü sandım ama bilincim yerindeydi. Ellerimi kıpırdatamıyordum, sanırım bir tür kemerle üstünde yattığım yatağın kenarına bağlanmışlardı. Birkaç dakika sonra beni içinde yattığım tünelden çıkardılar. Anladığım kadarıyla yine bazı tetkikler yapıyorlardı. Hemşire tekerlekli sandalyeme oturmama yardım etti ve doktorla birlikte odama döndük. Annem telaş içinde bekliyordu. Beni sandalyemden kaldırıp, yatağıma yatırdılar. Doktor, nöbet sırasındayken MRG çektiklerini ve beynimin temporal lobunda yoğun elektriksel iletim olduğunu bu sebeple temporal lop epilepsisi olduğumu, kendince üzgün bir ifadeyle anneme anlattı. Yine tek kelimesini anlamamıştım, elimi istemsizce başıma koydum. Demek ki koku başımın içinden geliyordu. Doktor, epilepsiye neden olabilecek tümör ya da başka bir anormallik olmadığını, bu durumun büyük ihtimalle gebelikte ya da doğum sırasında olan bir anormallik nedeniyle olabileceğini söyledi. Bir de önemli bir stres yaşantısı olduğunda iyice tetikleniyormuş. Sorunun kaynağının temporal lobumda olması nedeniyle nöbet başlamadan önce hoş olmayan koku ve tatlar da alabilirmişim. Doktor, sanki benim aldığım çürük kokusunu biliyormuş gibi bunu söylemişti. Bu arada epilepsi halk arasında sara hastalığı diye biliniyormuş. Duyduğumda bu isimden nefret ettim. Hastaneden bir gün sonra ayrıldık. Tabii kullanmam gereken bir sürü ilaçla birlikte… Bunlara antiepileptik ilaç deniyormuş. Her 123 Hastalık Hikâyem - 2014 gün, aynı saatte bu ilaçları kullandım. Doktor, anneme nöbet sırasında yapılması gerekenleri anlatmış, annem de okulda nöbet geçirebileceğim ihtimaline karşı öğretmenime anlattı bir de okulda kendimi çok yormamam gerektiğini söyleyip duruyordu. Zaten arkadaşım yoktu ki, kimseyle oyun da oynamıyordum, nasıl yorulabilirdim? Ayrıca arkadaşım olmaması çok da önemli değildi, sadece okulda nöbet geçirmekten korkuyordum. Sınıf arkadaşlarımın bana acıdığını belki de benimle alay ettiklerini düşünüyordum. Belki de benden bahsederken saralı Mert diyorlardı. İnsan her şeye alışır. Ben de zamanla hastalığımdan utanmamaya alıştım. Her neyse, koku her geldiğinde ve sonrasında nöbet geçirdiğimde gününü ve saatini kaydediyorduk. Sık sık doktor kontrolüne gitmek de yapmam gerekenler arasındaydı. Aradan sekiz yıl geçmişti. Nöbetler de iyice azalmıştı, hatta son bir yıldır kokuyu almadığımı bile söyleyebilirdim. Yine de kendime güvenemiyordum. İnsanlarla ilişkilerim zayıftı. Hastalığım nedeniyle üniversite hayatım boyunca dilediğim hiçbir şeyi gerçekleştiremedim. En büyük hayalim de motosiklet kullanmaktı, ne yazık ki epilepsisi olan hastalar için böyle şeyler tehlikeliymiş. Üniversiteyi altı yılda bitirebildim. Annem de mezuniyetimin ertesi günü öldü. Sanırım hayata veda etmek için kendi ayaklarım üstünde durmamı beklemişti. İnsanın her şeye alıştığını söylemiştim. İki sene sonra acım biraz hafiflemişti. Bu yıllardan ilki annemin ölümünün acısıyla birlikte nöbetlerin artmasıyla, ikinci yıl da mezun olduğum bölüme uygun bir iş aramakla geçmişti. Her şey ne kadar kötü olursa olsun bir gün mutlaka düzeliyor. Söylediğim gibi şimdi 27 yaşındayım ve işim de çok yorucu olmadığı için nöbetler çok seyrek tekrarlıyor. Bir de iş yerinde tanıştığım kız arkadaşımla beraber kalıyorum. Kendisi, uzun boylu, karamel rengi saçları ve kömür gözleriyle harika bir kadın, ben ise epilepsili bir adamım. Her neyse onun beni sevdiğini biliyorum. Hatta son zamanlarda kendimi daha iyi hissetmemin nedeni aramızdaki yoğun sevgi olabilir. Sevgi her hastalığa iyi geliyor. 124 Koku Son olarak, her zaman yapmak istediğim şeyin motosiklete binmek olduğunu söylemiştim. Biraz önce bunu yaptım. Motosikletin üstünde, rüzgâr kaskımın boşluklarından burnuma dolarken, kokunun da gittiğini hissettim. Son 17 yıldır olan tetikte olma hissim bir anda yok oluverdi. Evet, hikâyemin başında hâlâ içimde bir yerlerde on yaşında bile olmayan bir çocuk olduğumu söylediğimi biliyorum, ama motosikletimin üstündeyken hâlâ çocuk olduğumu bilsem de çok mutluydum, çocuklar görüp görebileceğiniz en mutlu varlıklardır. Sadece ben vardım ve o an tek kelimeyle hastalığın pençesini üzerimde hissetmeden özgürdüm. Onlarca kez nöbet geçirme ihtimalim olduğunu bilsem de, o nöbetler arasında özgürdüm. Bu özgürlüğün tadını ya yıllarca hapishanede kalırsanız bilirsiniz ya da çocukluktan beri epilepsi hastası olursanız. Ziyanı yoktu. Ben hayatın tadını bir kere de olsa almıştım. Şimdi nerde miyim? Elimde, kırmızı kadife kutusunun içinde, mütevazı bir yüzükle dairemin kapısının önünde duruyorum. Biraz önce zile bastım. Kız arkadaşımın ayak seslerini duyuyorum. Kapıyı açar açmaz ona “Benimle evlenir misin?” diyeceğim. 125 Hastalık Hikâyem - 2014 YENİ HAYAT Pınar GÜZELBEY KALE Bir süredir var olan baş ağrısı, mide bulantısı ve aşırı yorgunluk şikâyetleri ile geldiği doktorun kapısında bekleyen Ali Bey oldukça sıkılmıştı. Tam yanındaki bankta oturan kesik sarı benizli, yüzü ve gözleri şiş içindeki çocuğunda kendisi gibi sıkılmış olabileceğini düşündü. Tamamen vakit geçirmek niyetiyle çocukla konuşmaya başladı: Ali Bey: Sen de beklemekten sıkıldın mı? Çocuk: Evet, biraz. Ali Bey: Sana bir hikâye anlatmamı ister misin? Çocuk: Hı hı, iyi olur. Ali Bey: Bir varmış, bir yokmuş… Çocuk: Bir dakika, bir dakika böyle başlamasın hikâye. Ali Bey: Oğlum, tüm öyküler böyle başlar. Çocuk: Nedenmiş? Biri ilk böyle anlattı diye biz de her zaman böyle anlatmak zorunda mıyız yani? Ali Bey: Evet, çünkü tüm öyküler insanların yaşamına dair bir şeyler anlatır. İnsanlar da bir vardır. Doğar, yaşar, büyür. Bir de bakmışsın ki ölmüş. Yok olup, gitmiş. Ve çocuğun duyamayacağı bir sesle kendi kendine mırıldandı. “Ya örnek yaşarlar, ya da ibret olurlar önemli olan bu aslında.’’ 126 Yeni Hayat Çocuk: Hiç de öyle değil. Dünyada hep insanlar var öyle değil mi? Ali Bey: Evet, ama… Çocuk: Eee o zaman. Sadece başka başka insanlar var. Ama insanlar hep var. Ali Bey: Peki sen söyle nasıl başlamalı öyküler? Çocuk: Nasıl olacak hep varmış, hep varmış. Elbette ki böyle başlamalı. Ali Bey: Tamam, tamam. Hep varmış, hep varmış. Diyerek başladı Ali Bey de öyküye. Yanındaki minik çocuğu kırmak istemiyordu. O, bu diyaliz merkezindeki fiziksel olarak en küçük, fikirce en büyük adam olacaktı Ali Bey’in gözünde. İki çocuk sahibi, aile babası, müzik öğretmeni Ali Bey’in hayatına, farkında olmadan katacağı yeni bakış açısı; onun yeni hayatındaki uyum sürecini daha kolay atlatmasına yardımcı olacaktı. Sonuçta Ali Bey‘in kısa zaman önce öğrendiği böbrek yetmezliği teşhisinden sonraki süreçte yeni arkadaşı idi; bu küçük dev adam. Ali Bey şikâyetlerinin böbrek yetmezliği nedeniyle olduğunu başka bir nefrologdan öğrenmişti. Ama teşhis öncesinde hiçbir zaman böbrek ağrısı yaşamadığı için doktorun yanlış teşhis koyduğunu düşünüyordu. Daha doğrusu öyle olmasını umuyordu. Fikrini, teşhisi koyan doktorla kibarca paylaşmıştı. Ama doktor durumun sabit olduğunu söylemiş, kendisini de tedavi seçeneklerini değerlendirmek konusunda acele etmesi için uyarmıştı. Beynini kemiren “ya doğruysa” düşüncesiyle gelmişti buraya. Sonuçta bu doktor da ona duymak istemediği şeyleri söylemişti. Meslektaşının teşhisini onayarak tedavi seçeneklerini anlatmıştı. Diyaliz merkezinden çıktığında üzgündü, hem de çok… Kızgındı; ama kime ve neye kızdığını bilmiyordu. Yaşamında belirsizliklerle dolu yeni bir sayfa açılmıştı. O kadar hızlı düşünüyordu 127 Hastalık Hikâyem - 2014 ki kendi bile aklından geçenlere hakim olamıyordu. Doktorla kavga ediyordu içinden. “Tedavi seçenekleriymiş: Haftada 3 gün 4 saat diyaliz merkezine gidebilirmişim. İstersem öğrenip evde de kendim uygulayabilirmişim.” Ama bir taraftan kavganın yanında çözüm üretmeye de çalışıyordu sorununa. Okullar tatil olacak nasıl olsa. Üç ay diyaliz merkezine giderim. Okullar açıldığında iyice öğrenmiş olurum. Kendi kendime evde diyalize geçerim. Doktor ne de olsa bir tedavi şekline başlamak, diğerine geçişe engel değil demişti. O anda aklına gelen düşünceyle “eyvaaah” diye geçirdi içinden. Çocukları bu yıl tatile götüreceğine söz vermişti. Nasıl olurdu ki... Koşar adım yürürken yollara bakmıyordu bile. Bir anda dolmuş durağındaki görevlinin “Binevler, Binevler!” diye bağırdığını duyarak irkildi. Kendine geldi ve dolmuşa bindi. Yaşamında şu ana kadar yapmayı ertelediği her şey ama her şey başına üşüşmüştü adeta. Dünyanın son günü bugündü sanki. Dolmuşta oturduğu yerde oturamıyordu adeta. Mesafe çok uzaktı ama yürümek iyi gelir düşünerek dolmuş şoförüne yeniden işaret ederek dolmuştan indi. Hâlâ doktorun söylediklerini geçiriyordu aklından. Serbestçe yaşamaya olanak veren en iyi tercih nakil demişti. Evet böbrek nakli demişti. Ya kadavradan ya da canlıdan olabilirmiş nakil. Önemli olan doku uyumunun sağlanması diye bastırmıştı doktor. Ama kardeşiyle doku uyumu sağlayamayan bir hasta kan bağı olmayan kadavra ile daha yüksek doku uyumu sağlayabilir bu belli olmaz demişti. Ancak genelde kan bağı olanlarda doku uyumunun sağlanma ihtimali daha yüksek diye eklemişti. Kardeşleriyle kavgalı olan Ali Bey benim onlarla yaşamım boyunca fikirlerim uyuşmadı, dokularım ne uyuşacak diye kendi kendine baş salladı. Beynindeki fikir karmaşası içinde eşi Ayşe Hanım’ın “Bir dört tekerimiz olsaydı Ali” serzenişleri kulağında çınlıyordu. Ona verdiği sözü tutmak için yeterli zamanı var mıydı ki? Yürürken bir kırtasiyecinin önünden geçti. İçerden gelen rast makamındaki şarkı gönlüne bir avuç huzur serpelemişti adeta. Şarkıyı dinlemek gayesiyle içeriye girdi. O kadar plansız ve 128 Yeni Hayat farkında olmadan davranıyordu ki “ne istemiştiniz” diye soran görevliden hiç düşünmeden küçük bir bloknot ve kalem istedi. Öğrenci iken aklına gelen dizeleri unutmamak gayesiyle tıpkı Mehmet Akif Ersoy gibi yatağının yanındaki duvarlara yazardı. Adamın uzattığı not defteri ise, duvarlarda yer kalmadı diye bir arkadaşının ona hediye aldığı defterle aynı renk ve büyüklükte idi. O defteri hatırladı neredeydi ki anımsayamadı. Neler yazmıştı, anımsayamadı. Defterin ilk sayfasına önce bir varmış, diye yazdı. Sonra üzerini çizip; büyük harflerle HEP VARMIŞ, HEP VARMIŞ, diye değiştirdi. Ona boş boş bakan görevliye aldıklarının ücretini ödedi. Rast şarkının son nağmelerinde bir dem daha huzur bularak oradan ayrıldı. Bu, onun yeni başlayan hayatının ilk cümlesi olacaktı. HEP VARMIŞ, HEP VARMIŞ. Elinde defter ve kalemle eve kadar yürüdü. Kapıyı açan Ayşe Hanım’la sohbetin ardından doktorun hemen başlaması için tembihlediği ilaçlarını almayı unuttuğunu hatırladı. Ancak vakit çok geçti. Nöbetçi eczane aramak istemiyordu. Bu işi yarına erteledi. Çocuklarla akşam yemeği yerken hiç konuşmadı ve her akşam çocuklarla kavga nedeni olan televizyonun kumandasını eline almadı. Çocuklar şaşkın şaşkın kanalları dolaşırken o gece haber dinlemedikleri için gülüşüyorlardı her şeyden habersiz. Hayat arkadaşı Ayşe ne söyleyeceğini bilemez hâlde; bir mutfağa gidip bir Ali Bey’in yanına geliyordu. “Sana kahve yapayım mı?’’ “Ya çaya ne dersin? Biraz meyve iyi gider değil mi? Bak tazecik bak bu sabah pazardan aldım. Muza hayır demezsin biliyorum…” Ayşe Hanım’ın kurduğu her cümle doktorun bir yasağını anımsatıyordu. Onun her cümlesi fırtına öncesi çakan şimşekler gibiydi yüreğine. Öyle eskisi gibi dur duraksız kahve çay içmek yoktu. Taze besinlerde potasyum oranı çok yüksek olduğu için KBY hastası taze besinleri fütursuzca tüketemezdi. Hele muz potasyum oranı en yüksek ürünlerden biriydi. Ali Bey boş boş televizyon ekranına bakarken gönlüne çakan şimşekler gözlerinden yağmur olup aktı. Ayşe Hanım ne yaptığını bilmez şekilde eşinin yanına yere oturdu ve sadece ellerini tuttu. O gece hiç kimse ile bir şey konuşamadan usulca odasına 129 Hastalık Hikâyem - 2014 çekildi. Sabah Ali Bey’in ilk işi eczaneye gitmek oldu. Oldum olası sevmezdi eczane kokularını. İçeri girerken o kokudan burada var mı diye şöyle bir kokladı eczaneyi. Eczanede o kötü kokudan yoktu. İçeri girerek reçeteyi eczacıya uzattı. Hastanın raporunun yeni olduğunu gören eczacı ona ilaçlarını özenle tarif etti. Kullandığı ilaçlarla tuz tüketimini iyice kısıtlaması hatta 6 gramı asla geçmemesi konusunda özellikle uyardı. Günlük su tüketiminiz 1,5 litre ile sınırlı olduğu için ilaçlarınızı bol su ile tüketmenize gerek yoktur dedi. Ali Bey ilaçların arasında eczacının mide koruyucu diye tarif ettiği ilacı almak istemedi. Yeteri kadar ilaç alıyordu işte. Midesi sağlamdı ona ne gerek vardı ki? Ne kadar az ilaç alırsa böbreğine o kadar az yüklenmiş olacaktı kendince. Ama eczacı bu ilacın böbreklerden değil, yüksek oranda karaciğerden yıkıldığını ve endişe duymamasını söyledi. Onun dediğine göre bu ilaç sonra ortaya çıkabilecek olası problemleri ortadan kaldırmak için gerekli idi. Ali Bey ilaçlarını aldıktan sonra yeniden diyaliz merkezine gitti. Problemleri ötelemek ona göre değildi. Bir an önce olayı kabullenip çözüm sürecini oluşturmaya başlamalıydı. Oraya gittiğinde gözleri; küçük arkadaşını aradı. Çocuk diyaliz aparatları üzerinde uyuyordu. Usulca yanına oturdu. Eskiyen sandalyeden çıkan gıcırtı sesiyle, uyuyan çocuk gözlerini açtı. Çocuk: Hoş geldin masalcı amca. Ali Bey: (gülümseyerek) Merhaba arkadaşım, hoş bulduk Çocuk: Sana da bu hortumlardan takacaklar mı? Ali Bey: Evet Çocuk: Ama çok can sıkıcı biliyor musun? Bir şey istesem yapar mısın? Ali Bey: Tabiî ki Çocuk: Hadi bana İri İsmail’in masalını anlat. Ali Bey: O da kim? 130 Yeni Hayat Çocuk: İşte bu (diyaliz aparatlarını göstererek) Ali Bey: Bunun adı İri İsmail mi? İyi de neden öyle? Çocuk: Ben okula giderken yan sınıfta bir çocuk vardı. İri İsmail. Hepimizden uzun ve güçlü. Bahçede oynarken kim denk gelse ona vurur canını acıtırdı. Hepimiz ondan korkardık. Elimizden simidimizi alırdı. Onun için ben de buna İri İsmail adını verdim. Ali Bey bir taraftan diyaliz işlemleri yapılırken bir taraftan İri İsmail ile ilgili masallar uydurdu çocuğa. Diyaliz merkezinden ayrılırken sadece biraz başı dönmüştü. Doktor bu işlemin tansiyonunu düşürebileceğini, endişelenecek bir şey olmadığını söyledi . Hemodiyaliz gitgelleri sırasında Ali Bey’in gözleri hep küçük arkadaşını arıyordu. Bir süredir çocuğu görememiş olmak onu endişelendirmişti. Hemşireden çocuğa nakil işlemi yapıldığını öğrendi. 18 yaşında bir çocuk trafik kazası yapmış ve beyin ölümü gerçekleşmişti. Acılı aile böbrek bekleyen bir çocuk olduğunu öğrendiğinde gencin böbreklerini bağışlamıştı. Ali Bey küçük arkadaşını hemen ziyaret etmek istiyordu. Onu bulduğunda her ikisinin de mutluluktan gözleri ışıdı adeta. Çocuk: Masalcı amca, merhaba. Ali Bey: Merhaba yavrum, geçmiş olsun Çocuk: Geçti zaten artık hepsi geçti biliyorum. Seni yeni dostum Kudret ile tanıştırayım mı? Ali Bey: O kim? Çocuk: Yeni böbreğimin adı. Kudret İri İsmail’den bile güçlü biliyor musun? Ali Bey: Memnun oldum Kudret (çocuğun sırtını sıvazlayarak) 131 Hastalık Hikâyem - 2014 Ali Bey o gün ona gözleri dolarak Kudret’in hikâyesini anlattı. Bu çocuk Ali Bey’e hayatı çocuk gözüyle ve masal tadında yaşamanın keyfini tattırmıştı. Artık kendine acımaktan vazgeçmişti. Çünkü artık biliyordu ki ülkemizdeki altı kişiden biri KBY hastası olmaya aday. Başına gelenleri sadece ona yapılmış bir haksızlık gibi görmüyordu. Ali Bey de çocuk gibi kadavradan nakil beklemek zorunda idi. Tanışları ve akrabaları ile doku uyumu sağlanamamıştı. O aslında buna seviniyordu. Çünkü sevdiği insanlara ‘ya zarar verirsem’ düşüncesi adeta içini kemiriyordu. Bu sebeple doku uyumumun olmaması adeta ona derin bir oh çektirdi. Ama hemodiyaliz sürecinin uzaması ve uygun verici bulunamaması çok yorucu bir süreçti. Gerçekten tam üç keredir hastaneden çağrılmıştı nakil denemesi için. Oradaki on kişi ile bekleşip doku uyumu olmadığı için geri gönderilmişti. Artık hastaneye gideceği çanta hazır bekliyordu ve biliyordu ki haber geldikten sonra hiçbir şey yiyip içilemeyecek. Ali Bey 4. defa çağrıldığında doku uyumu sağlandı ve kadavradan nakil işlemi yapıldı. Üç saat süren operasyonun ardından 14 gün hastanede kaldı. Ali Bey yeni böbreğine “Neva’’ adını verdi. Türk Sanat Musikisinde “gönül okşayan makam” olarak bilinen bu makamın eskiden müzikle tedavi merkezlerinde böbrek hastalarına şifa gayesiyle dinletildiğini okumuştu. Şimdilerde ise; saba makamından aldığı cesaretle, buselik makamında kendinde güç kuvvet buluyor ve rehavi makamıyla sonsuzluk ve beka fikrini tüm iliklerinde hissediyor. Her gün farklı farklı makamlarda güzel güzel besteler yapıyor. Hep varmış, hep varmış diye yaşayabilmek için. Yaşam tuvaline her gün güzel bir dokunuş yapıp o renkli dünyanın sessizce dönüşüne ben de varım diye haykırabilmek için. Memleketinde neden yok diye pek hayıflandığı müzik okulunu kurdu. Hem de hiç uyuşmadığını düşündüğü kardeşleriyle birlikte. Artık orada tüm enerjisi ile öğretmenlik yapıyor. Müzikten aldığı huzurun ezgisini kepçe kepçe sunuyor tüm dünyaya. Ve öğrencilerine her fırsatta, elinden geldiğince organ naklinin öne132 Yeni Hayat mini, kendi yaşadıklarını anlatıyor. Çünkü artık biliyor ki bunu anlatarak bir kişiyi farklı düşündürebilse bir kişiden iki, üç, dört hatta beş, altı kişi yaşam bulabilir bu güzel dünyada. Hep varmış, hep varmış bile değil. Hep varmış, çok varmış, çoook varmış diyebilmek için. Artık hikâyelerini böyle başlayarak anlatıyor çocuklara. HEP VARMIŞ, ÇOK VARMIŞ. Hastalığı boyunca bir şeyler karaladığı defterinin son sayfasında, yeni hayatındaki yaşam felsefesini özetleyen şu dörtlük yazılı: Hep varmış, çok varmış öyküleri anlatıyorum artık çocuklara Başlamadan biten sevda gibi; bir varmış bir yokmuşlara inat. Her nefesimi, tüm hücrelerimde hissederek yaşıyorum artık. Yanlış yaşanmış kırk yıla hayret. 133 Hastalık Hikâyem - 2014 SESLENSEM DUYAR MISIN? Derya YÜKSEL Severek yaptığım ve biraz ara verdikten sonra, yapmaya devam etmeyi planladığım rahat bir işim vardı. Masa başı işi dedikleri türden… Otuz haftalık hamileydim. İstenen ve özlenen bir hamilelikti bu. Bir kızım vardı ve Allah’ın izniyle bir de oğlum olacaktı. Her şey güzel ve yolundaydı. Son döneme yaklaştığım o günlerde de dikkatliydim ve kontrollerimi aksatmıyordum. Doktorum; ‘Bebeğin beyin kanalları, bu dönemde olması gerekenden daha geniş ve kilosu da normalden biraz daha az’ dediğinde, içimi ferah tutmaya çalışmış ama buna rağmen endişelenmiştim. Sorun olup olmadığından, muayenehanesindeki ultrason cihazıyla emin olamayacağını, daha önce girmiş olmama rağmen tekrar Doppler kontrolüne girmem gerektiğini söylediğinde endişelerim ister istemez arttı. Zor da olsa kontrol için aynı hafta içinde randevu alabilmiştik. Doktor muayeneye başladığında, oldukça sakindim. O güne kadar ciddi hiçbir sorunla karşılaşmamıştım. Hatta bunu düşünmeyecek kadar bencildim. Belki de bu yüzden doktor konuşmaya başlar başlamaz sessizce ağlamaya başlamıştım. “Bebekte gelişme geriliği var” dedi doktor. “Beyin kanallarının genişliği normalde 0,10 ya da 0,12 mm olması gerekirken bebekte bu genişlik 0,16 mm. Dalak büyüklüğü var ayrıca bebeğin kilosu da 1,40 kg Gelişme geriliği olduğundan bebeği kaybetme riskimiz de yüksek. Anne karnında ölüm olabilir. Bu yüzden sürekli çocuğun tekmeleri, hareketleri dinlenmeli ve haftada iki kez NST’ye girerek kalp atışları takip edilmeli.” 134 Seslensem Duyar Mısın? Bu kadarını hiç beklemiyordum. Hamileliğin verdiği aşırı duygusallığın yanında doktorun, benden bağımsız ve soğukkanlı bir şekilde olabilecekleri sıralamaya devam etmesi gözyaşlarımı daha da körüklüyordu. Bebeğin akciğerlerinde, beyninde, gözlerinde, kulaklarında kalıcı hasarlar olabileceğini söylediğinde iyice zihnim bulandı sanırım. Her hâliyle normal giden bir hamilelik hâli yaşarken aniden bu noktada kendini bulmak çok yıkıcıydı. Bunların sebebinin ne olduğunu sorduğumda aldığım cevap acımı hafifletmedi. ‘Şu an bunu bilmemizin imkânı yok’ dedi doktor. Belki de bir enfeksiyondan kaynaklanmıştı bu durum. Talep edersek karnımdan sıvı alınacak ve sorunun ne olduğu araştırılacaktı; fakat bunun hem bebek, hem de benim için oldukça riskli olduğundan haberim vardı. Ayrıca sıvı alınsa bile; anne karnında bebeğin tedavi olma imkânı yoktu. Önerinin üzerinde bir saniye bile düşünmeyişimin tek sebebi buydu. Eğer müdahale etme şansımız yoksa zaten sorunlarla uğraşan o minicik bebeğe bunu yapmaya hiç niyetim yoktu. Ne yazık ki bundan sonra yapmamız gereken şey alternatifsizdi: Beklemek!... Sorunlarla hemen karşılaşmayı seven biri olarak, bunun pek de sevdiğim bir şey olduğu söylenemezdi. 45 dakikada bunalıma sürüklendiğim bu muayeneyle anlamıştım ki; ‘sebep belli değildi ama bir enfeksiyon olabilirdi.’ Doktora göre doğum için en fazla 4 ya da 5 hafta beklemeliydik. Doğum kilosu en fazla 1,85 kg olabilirdi; ancak o da her şeyin yolunda gitmesi hâlinde gerçekleşebilecek iyimser bir tahmindi. “Hiç bir rahatsızlığı olmama ihtimali de var” demişti doktor. Bu cümleye tutunarak hayatımın en zor altı haftasını geçirmeye çalıştım. Doktorumun talimatıyla alelacele işi bıraktım. Haftanın iki günü NST’ye giriyor ve “Ye, iç, dinlen!” direktifleriyle mütemadiyen tekme dinlemeye çalışıyordum. “Acaba”larla yaşamaktan nefret eden biri olarak; sürekli kontrol ve artan stres yüzünden sezaryene alınacağım günü iple çekmiştim. Doğumhaneye girdiğimde çokça dua ettiğimi ve sebep olmaksızın birden bire ağladığımı hatırlıyorum. 135 Hastalık Hikâyem - 2014 Kırk üç santimetre boyunda, 1,95 kg olarak kucağıma aldım oğlumu. İlk kucakladığım an da dahil olmak üzere doktor ve hemşireler odama her uğradığında; hamilelikteki sorunlarımdan bahsederek, tahlillerde herhangi bir şey çıkıp çıkmadığını öğrenmeye çalıştım. Bana göre bebek benim yanımda olmamalıydı. Kucağıma almaya kıyamadığım bebeğimin hastalığına bir an evvel deva bulunmasını istiyordum. Yorgun ve üzgündüm. Ertesi gün, hemşire hanım kuvöze konacağını ve ısrarlı sorularım üzerine herhangi bir sorun olmadığını söyleyerek, alıp götürdü oğlumu benden. Mecalsizliğimi unutup, hastane koridorlarını turlamaya başlayışım; ağrı, sızı hissetmeyişim o ana rastlar. Oğlumu ne zaman alabileceğimi, hastalığının ne olduğunu, iz bırakıp bırakmayacağını bilememek kötüydü. Eve onsuz dönmek de öyle… Hayatı normal geçmiş biri olarak; o an en acısı; doğumdan sonra bebeği hastanede bırakmış olmaktı. Günde iki kez süt bırakmaya gidiyor ve her seferinde “Yenidoğan” bölümünden sorumlu olan doktorun kapısını aşındırıyorduk. Doktor bebeğimizde trombositopeni (trombosit düşüklüğü) tespit edildiğini söylüyordu. Neden kaynaklandığı belli değildi. Eve geliyor, elimiz kolumuz bağlı, doktordan aldığımız her yorumla internetten araştırmalar yapmaya çalışıyorduk. Ne yazık ki okuduklarımız hiç de iç açıcı şeyler değildi. Normalde kanın 1 mm3’ünde olması gereken trombosit miktarı 150.000 ile 400.000 adet arasındaydı. Oysa bebeğimizde bu sayı 33.000’lerdeydi. Üstelik bu sayının 30.000’in altına düşmesi daha da tehlikeliydi. Trombosit yüklemesi yapıyordu doktorumuz ve bunun ardından sayı 80.000’lere yükseliyordu ama ertesi gün yapılan tahlillerde sayı yine düşmüş oluyordu. Defalarca denememize rağmen trombosit yüklemeleri bir işe yaramamıştı. Doktor anlayabilmemiz için basit bir dille; yüklenen trombositlerin vücut tarafından dalakta parçalandığını söyledi. İkinci hafta dolduğunda şüphelendiği bir virüs olduğunu söyledi doktor. Tahlili her yerde yapılamadığı için kan özel bir laboratu- 136 Seslensem Duyar Mısın? ara gönderilmişti ve iki gün içinde sonuç alınabilecekti. Kuvözdeki 18. gününde bebekte CMV olduğunu söyledi doktor. Kanındaki kopya sayısı 16 milyondu. CMV hakkında doktordan duyduğum ve sonrasında okuduğum her şey kahrediciydi. Hayatı düzenli seyretmiş biri olarak yıkılmaya çok yakındım. Kucağımda 18 günlük bebeğimle ambulansta sevk edildiğimiz hastaneye giderken şaşkın, çaresiz, ne yapacağını bilemez bir hâldeydim. Sevk edildiğimiz ikinci hastanede de yer yoktu fakat acildeki genç doktor sürekli telefon görüşmeleri yapıyor; “On beş günlük bebeği nereye göndereyim?” diyordu. “Konjenital CMV” denilen hastalıkla ilk kez karşılaşmış biri olarak, minicik bebeğime bakıyor; fakat söylenen olasılıkların hiçbirini ona yakıştıramıyordum. Gözleri, kulakları, beyni etkilenebilir ve ölüme kadar gidebilirdi. Nihayet enfeksiyon servisinde bir odaya yatış için alındığımızda, bebeğin kimlik numarasını soran sekretere yaşamasından yana pek umutlu olmadığımız için kimlik çıkarmadığımızı söyleyemedik. Yatışımızın ardından sabah akşam “gansiklovir” tedavisi görmeye başladı bebeğimiz. Adını Yusuf koymuştuk. İkinci gün sabah, ilacı damar yoluna verildikten sonra yüzünün, daha da kötüsü vücudunun mosmor olduğunu fark edip odadan fırladığımda çılgına dönmüştüm. Hemşire ve doktorlar odaya dolup bebeği soyarak müdahale etmeye başladıklarında ağlayarak onları izliyordum. Doktorun söylediği şeyleri yapıyor; ama gözümün önünde, mosmor olmuş yavrumu kaybetmeye çok yakın olduğumu bir kez daha anlıyordum. Bebeğim deli gibi ağlıyor, doktor bu ağlamanın iyi bir şey olduğunu söylüyordu. O apne geçirmişti, bense ölmüştüm. Her şeyin normale döndüğünü söylediklerinde bile yüzündeki gölgelerin morluk olduğunu düşünüyordum. Yatışın ilk haftasında akciğer filmi çekildi ve uygulanan kısa süreli bir tedavi sonrası akciğerlerinde bir rahatsızlığı olmadığı söylendi. Muayenehaneden çıkarıldığım ve bebeğin canhıraş ağ- 137 Hastalık Hikâyem - 2014 lamalarıyla geçen bir göz muayenesi sonrası da, çok şükür ki, bebeğimin gözlerinde bir sorun olmadığını öğrendik. Çekilen tomografinin ardından beyin cerrahı, ameliyata gerek olmadığını; ancak hastayı takip etmesi gerektiğini söyledi. Bu sırada sabah akşam “gansiklovir” ve gün aşırı da “IVIG” tedavisi alıyordu Yusuf. Her hafta CMV tahlilinin yapılabildiği bir hastaneye kanı gönderiliyor ve kopya sayısı takip ediliyordu. Tedavinin yedinci gününde kopya sayısı 1.760 kopya olarak tespit edildi. Tedaviden çok hızlı bir şekilde yanıt almıştık ve umudumuz da artmıştı. Yusuf bir aylıkken yapılan işitme (Yenidoğan tarama) testinden olumlu bir sonuç alınamadı. İki hafta sonraki test tekrarında da sonuç değişmemişti. “Bu testler doğru çıkmayabilir” diyen görevli hanıma bir şey söylemedim. Kendimi avutulmaya çalışılıyormuş gibi hissetmiştim. Yusuf çok şükür görüyordu; ama belki de duymuyordu. Bu, benim için ağırdı; ama Yusuf için daha da ağırdı. Aralıklarla yapılan gansiklovir tedavisi olumlu sonuç vermeye başlamıştı. İki tahlilden de art arda “negatif” sonuç alınmasını bekledi doktorlarımız. Yatışımızın ellinci gününde şifa bulmuş, taburcu olmuştuk. Yusuf kilo alıyor, gelişiyor; ama çevremdekilerin söylediklerinin aksine bizi duymuyordu. Tencere, şarkı, kapı hatta davulu bile duymuyor, tepki vermiyordu. İrkilmelerin refleksten kaynaklanabileceğini de bu dönemde öğrendim. O duymuyor, ben şükrediyordum; ama bu üzülmeme de engel değildi. 4 aylık olduğunda derin uyku hâlindeyken girdiğimiz Bera testi ne yazık ki beni yanıltmadı. Bunu hissetmek ayrı bir şeydi, uzmandan duymak ayrı bir şeydi. Yine de kesin emin olamayacaklarını, testi tekrarlamaları gerektiğini söylediklerinde; benim emin olmak için tekrara ihtiyacım kalmamıştı. Ben, duymadığından emindim. Üzülsem de tekrarı yapılan testler beni doğruladığında şaşırmadım. Yusuf’un bilateral çok ileri derecede sensörinöral tip işitme kaybı vardı. 95 dB’lik bu kayıpla belki hemen yanındaki bir uçağın kalkışını fark edebilirdi o kadar. 138 Seslensem Duyar Mısın? Bize ilk olarak biyonik kulak olduğu söylenen Koklear İmplant’ı araştırmaya başlamıştım hemen. İnternetteki forumlar ümit verici değildi nedense. Ameliyat olan kimileri hiç memnun kalmamış, şimdilerde cihazı kullanmadıklarını ve sessiz dünyalarında mutlu olduklarını söyleyen kişilerdi. Bu ameliyatın tek alternatifiyse sessizlikti. Yusuf ya ameliyatla bizi bir şekilde duyabilecek ya da hiçbir şey duymadan işaret diliyle hayatını sürdürecekti. İşaret dilinden yana şikâyetim yoktu. Hatta çok önceleri işaret dili kursuna gitmeyi bile düşünmüştüm. Ama implantlı yaşam, işaret diliyle olana kıyasla oldukça göz kamaştırıcıydı. Hiç duyamayan çocuğum; duyacak, anlayıp konuşacak, şarkı söyleyecek, hayata sesiyle katılacaktı. Sesini duyuracaktı. Kısacası; ‘”koklear implant” benim için adeta bir milattı! Elbette doğal işitme gibi değildi ve özellikle ameliyat sonrası eğitim süreci zorlu ve zahmetliydi. Ama önemli değildi bu zorluklar. Sonunda Yusuf inşallah duyacaktı. Önemli olan tek şey buydu. Cihazlandırılıp, eğitime başladığımızda Yusuf bir yaşındaydı. Hiç sevmedi işitme cihazlarını, bir türlü alışamadı. Her fırsat bulduğunda parçalara ayırdı, sağa sola attı. O çıkardıkça ben taktım. İnatçıydı ama ben daha inatçıydım. Kullandığımız cihaz iyiydi; ama yine de gözle görülür bir gelişme kaydedemiyorduk. Hastaneye kontrollere gidiyor, ameliyat için hazırlanıyor, eğitimleri hiç aksatmıyorduk. Oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyor ve dört gözle Yusuf’tan bir kelime bekliyorduk. Ama istediğimiz cevapları bir türlü alamıyorduk. Bu sessizlik hepimizi yıpratıyordu. Çabalıyorduk ama gözle görülür bir gelişme yoktu. Hayatımız Yusuf’a endekslenmişti. Tedirginliğimizi küçük kızımıza yansıtmamaya çalışıyorduk; ama o da her şeyin farkındaydı. Hayatımıza devam ediyor, alışmaya çalışıyorduk; ama çok üzgündük. Sağlık kuruluna girdik sonunda ve ekim ayı ameliyat tarihi olarak verildi. O tarihte Yusuf 20 aylık olacaktı. Bu ameliyat ne kadar erken yapılırsa o kadar iyiydi; ama elimizden daha fazlası gelmiyordu. Hastaneden çağrılmamız üzerine iki kez ameliyat öncesi gereken tahlil ve tetkikler yapıldı. Doktorlar Yusuf’un durumunu değerlendirdiler. Sabırla ameliyat gününü beklediğimiz o günlerde 139 Hastalık Hikâyem - 2014 üçüncü telefon geldi. Bu kez tetkikler için çağrılmıyorduk. Verilen tarihin üç ay öncesinde ameliyat içindi bu kez aranmamızın sebebi. Hastaneye koşturup yatışımızı gerçekleştirdik. Yusuf ertesi gün ameliyata girecekti. O an hissettiklerimi anlatacak kelimeler şu an gelmiyor aklıma. Ertesi gün yaklaşık üç saat süren ameliyattan çıkan oğlumun, anestezi sonrası inlemelerini sarıp sarmalayarak, teskin etmeye çalıştığım o anda bile çok mutluydum. Yusuf duyacaktı; gerisi teferruattı. Ameliyattan iki gün sonra taburcu olmuş ve dikişlerine maksimum dikkat gösterdiğimiz dört haftanın ardından cihazın dış parçasının takılması için hastaneden aranmıştık. Dış cihaz ilk takıldığında ve ayar yapılırken; on dakika boyunca çığlık çığlığa ağladı Yusuf. Bir kaç kişiden duyduğuma göre bu; ilk kez duyan o minicik bebeklerin ‘ses’e verdikleri ortak tepkiydi. Yusuf duyuyor ve yabancısı olduğu gürültüye itiraz ediyordu adeta. Hastaneden eve giderken; 18 aylık oğlum o gün ilk kez duyduğu seslerin de etkisiyle, şaşkın şaşkın bize bakıyordu. Eğitime gittiğimizde biliyordum ki; duyarak çalışıyorduk artık. Onun davul sesine dönüp baktığını görmek, hiç sevmediğim davulu bile sevimli kılmıştı gözümde. Yusuf, beş aydır implant cihazıyla bizi duyuyor, eğitimine devam ediyor. Henüz hiç kelimesi yok. Ameliyat öncesi hiçbir şey duymayan, sese bakmayan, tepki alamadığımda umutsuzca gözlerimin yaşarmasına sebep olan oğlum, şimdilerde seslere tepki veriyor, oyuncaklarla amacına uygun oynuyor, en önemlisi artık beni anlar gibi bakıyor ve ‘ba, ga, ma’ gibi daha önce hiç çıkarmadığı bıgıldama aşamasındaki sesleri çıkarıyor. İmplant cihazıyla mücadelesi devam ediyor hâlâ. O çıkarıyor, ben takıyorum. Haftalarca çalıştığımız ama tepki alamadığımız seslere evde çalışırken birdenbire, sanki hep anlıyormuş gibi tepki vermeye başladığında, beni anlayıp söylediğim şeyleri yaptığında hissettiklerimi anlatacak kelime bulamıyorum. Önüme çıkan herkesi durdurup Yusuf’u anlatmak; doğal olarak duyan, konuşan, 140 Seslensem Duyar Mısın? kendilerini anlayan çocuklara sahip olmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu insanlara anlatmak istiyorum. Eğitimine sabırla devam ettikçe biliyorum ki inşallah konuştuğunu da duyacağım Yusuf’un. Benim için her şeyin daha güzel ve daha anlamlı olacağı o günü sabırla ve duayla bekliyorum… 141 Hastalık Hikâyem - 2014 YAŞLILIK: KAÇINILMAZ BİR ÇÖKÜŞ VE KAYIPLAR DÖNEMİ (ve ölüm nerede, nasıl, ne zaman gelir bilemeyiz) Arif ÇELEBİ Benim hastalığım yaşlılıkla ilgili. Yaşlılık; hastalıkların ve kayıpların art arda ortaya çıktığı bir dönem. Yaşlanmanın bende ne zaman ve nasıl başladığını tam hatırlamıyorum. Yaşlı insanları yakınlarımdan, tanıdıklarımdan biliyordum; ama benim de zamanla onlar gibi olacağım hiç aklıma gelmezdi. Zamanla benim de ellerimin derisi inceldi, buruştu, dokunsan kırılacak gibi şeffaflaştı, altındaki damarlar görünür oldu. Ellerimde, yüzümde lekeler ortaya çıktı. Dudaklarım inceldi, çizgi hâline geldi, kenarları aşağı doğru sarktı ki bu, bana mutsuz bir görünüm veriyor. Gözlerim daha çukura kaçtı, üst göz kapaklarım düştü. Alt göz kapaklarım gözüme tam yapışmıyor. Sabahları bu nedenle gözyaşım yanaklarımdan aşağıya süzülüyor. “Ağlıyor musun?” diyorlar. “Hayır! yaşlılıktan” diyorum. Başımın keli iyice büyüdü, kalan saçlarım kırlaştı. Gözümün parıltısı gitti, boz bulanık oldu. Kamburum zaten vardı, giderek arttı. Yürümem sarsak, merdivenlerden inerken düşmemek için dikkat etmem gerekiyor. Yıllar önce evin duvarına oğlumun ve kendimin boylarını kara kalemle işaretlemişiz. Geçenlerde tekrar ölçtük, 4 santim kısalmışım. Şaşırdım, bu hiç aklıma gelmezdi. Günün birinde merdivenleri eskisi gibi çıkamadığımı fark ettim. Bir başka zaman yeni şeyleri öğrenmede ve dikkatimi toparlamada zorlanmaya başladım, belleğim hepten zayıfladı. Bildiğim kişilerin adı aklıma gelmiyor, daha sonra hatırlıyordum. Günün birinde gözümün önünde karartılar belirdi, önceleri gözümün önünde bir şey var sanıp elimle uzaklaştırmaya çalışıyordum, zamanla aldırmaz oldum. Birkaç yıl sonra karşıdan gelen ışıklar 142 Yaşlılık: Kaçınılmaz Bi̇ r Çöküş ve Kayıplar Dönemi gözümü kamaştırmaya başladı, görmem bulanıklaştı, netliğini yitirdi. Katarakt dediler. Ameliyat için daha da artmasını beklemem gerekiyormuş. Zamanla bütün bunlara alıştım, mevcut görmemle idare ediyorum. Son 10 yıl içinde toplam 5-6 kere kulaklarımda gümbürtülü uğultular, çınlamalar oldu, ani işitme kaybı yaşadım. Her olaydan sonra biraz düzeldi; ama şimdi her iki kulağım da az duyuyor ve sürekli çınlıyor. Konuşmaları anlamak için dikkat etmem, dudak hareketlerini izlemem ve konuşana yakın durmam gerekiyor. Çalıştığından hiç haberim olmayan kalbim arada bir teklemeye başladı. Önceleri korktum; ama baktım teklemelere rağmen yine de çalışıyor, artık aldırmıyorum. Merdivenleri çıkarken tıkanıyorum. Metrobüs duraklarının merdivenlerinde öteki insanlara ayak uydurmakta zorlanıyorum, beni geçip gidiyorlar. Zorunlu kalınca kısa bir süreliğine hızlı yürüyebiliyorum; ama koşamadığımı fark ettim. Bedenim sanki koşmayı unutmuş ya da sadece gücü yetmiyor. En çok rahatsız edeni de sık tuvalete gitmek zorunda kalmam oldu. Geceleri idrara bir iki kere kalkarken, şimdi dört beş kere kalkıyorum. Şehir içinde uzun süren otobüs yolculuklarında, otobüse binmeden önce idrarımı tutup tutamayacağım endişesine kapılıyorum. Uçaklarda koridor tarafına ve tuvalete yakın oturuyorum. Seks gücüm zamanla kayboldu, bunu biraz da sevinerek kabul ettim. Tabii, bütün bu şikâyetlerim için bir sürü de ilaç alıyorum. Mesleğim koşuşturma, yenilikleri izleme ve yeni koşullara uyum gerektiriyor. Mesleğimde giderek geri kaldığımı fark ettim. Bir çalışmayı düzenleyip sonlandıracak yoğunlaşmayı gösteremiyordum. Yönetici konumundayken, özellikle son yıllarda, genç arkadaşlarımın benden daha bilgili olduğunu ve kritik durumlarda daha güncel, geçerli ve doğru kararlar verdiklerini gözledim. Eksikliklerimi tamamlamaya çalışsam da genç arkadaşların arkasından yetişmem mümkün olmuyordu. Bilimsel yazı yazmada zorlanıyordum. Bilimsel çalışmalar, ilgi alanım olmaktan çıkmıştı. Önümde daha önemli sorunlar vardı. Kalan sayılı yıllarımı bilimsel çalışmalarla değil daha yaşamsal ve ruhsal sorunlara yönelt143 Hastalık Hikâyem - 2014 mek gereğini duydum. Günün birinde “Senin yaşın doldu, emekli olacaksın” dediler, elime o zamana kadarki başarılı hizmetlerimden dolayı bir teşekkür mektubu, hatta bir de plaket verdiler. Fakat işten ayrılmaya cesaret edemedim. Ayrılınca ne yapacaktım? Nasıl geçinecektim? Aynı kurumda anlaşmalı olarak çalışmaya devam ettim; ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Çalışma sistemi, çalışma yöntemleri ve hekimlik anlayışı çok değişmişti. Neredeyse her şey dijital ortamda işlem görüyordu. İşleri yürütecek kadar uyum sağladım; ama eski uygulamalardaki doğrudan insandan insana iletişim şeklini hep özlemle hatırlıyorum. Şimdiki idari düzende üsten assa doğru hiyerarşik, dikine ve tek yönlü bir ilişki var. Yani yukarılardan emir veriliyor ve aşağıdakiler uyguluyor. Çalışan kişiler arasındaki yatay ilişkiler azaldı. Kimse yanındakini çok dikkate almıyor. Yeni gelen yöneticilerin idari ve iş uygulaması benim dönemime kıyasla farklı; fakat daha başarılı. Yöneticiler ve çalışma arkadaşlarım bana yaşlı bir meslektaşları olarak saygı gösteriyorlar fakat ciddiye almıyorlar, itibarım kalmadı, değerim yok artık. Eskimiş, iyi çalışmayan bir alet gibi bir köşeye atıldım, sanki işe yaramayan bir nesnenin ayaklarına dolaşmasını istemiyorlar. Gitmemi istediklerini sanıyorum. “Git artık devrin doldu. Git artık arkadan gelen genç kişilere yer açılsın” dediklerini sanıyorum. İçimden onlara kızıyorum. “Sizin de yaşlanacağınız bir gün gelecek, bakalım siz nasıl olacaksınız” diyorum. Tabii o zaman ben olmayacağım. Ah! Yatsam uyusam mı? Uyuyup hiç uyanmasam mı? Sonra, yine de bu yaşa kadar aktif olarak geldiğim, iyi kötü bir şeyler başardığım için kendimi şanslı saymam gerektiğini düşünüyorum. “Her şeyin bir sonu var” diyorum. “Kabul et ve uyum sağla.” Duygularımı zor kontrol ediyorum. Biraz duygusal yanı olan bir şey söyleyecek olsam ağlamaklı oluyorum. Arada bir, şiirle efkâr dağıtıyorum: Hoyrattır bu akşamüstüler daima. / Gün saltanatıyla gitti mi bir defa / Yalnızlığımızla doldurup her yeri / Dalga dalga hücum eder pişmanlıklar / Kardır yağan üstümüze gece144 Yaşlılık: Kaçınılmaz Bi̇ r Çöküş Ve Kayıplar Dönemi den, / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, / Kar yağıyor üstümüze, inceden. Ömrümüz Kumsala yazılmış Kelebeğin kanat vuruşu gibi geçer Hayatın ne olduğunu anlayacakken Bir dalga siler tümünü Biraz iz kalır anılarda Sonra o da kaybolur Evde de bir itibarım kalmadı. Eşim bana söyleyeceği hiçbir sözü sakınmıyor. Beni işe yaramaz biri olarak görüyor. Evden çekip gitmemi, başka yerlerde kalmamı istiyor. Oğlum kendi âleminde, yapıp edeceği hiçbir şeyi bana sormaz. Geçenlerde “Bana öğüt verme. Doğru ve yanlış şeyler konusunda beni yönlendirmeye çalışmandan hoşlanmıyorum.” dedi. İnsan, oğluna doğru ve yanlış bildiği şeyleri söyleyemezse kime söyleyebilir ki… Dünya çok değişti, insanlar da. Gençler benim zamanımıza göre çok farklı. Elektronik aletlere bağımlı yaşıyorlar ve elektronik aletler aracılığıyla iletişim kuruyorlar. Çevremde gördüğüm gençlerin hemen hepsi yakışıklı, iyi giyim kuşamlı, fakat yakından tanıyınca bazılarının eğitiminin, beceri ve donanımlarının yetersiz olduğunu görüyorum. Buna rağmen çoğunun benlik duyguları yüksek, sanki dünyanın merkezi kendileriymiş gibi davranıyorlar; fakat aralarında şövalye ruhlu olanlar da var ki onları daha çok seviyorum. Hocalarımın ancak bir ikisi hayatta kaldı. Arkadaşlarımdan bazıları öldü, bazıları çok uzaklarda, bazılarıyla yıllar içinde koptuk. Yani çevremdeki insanlar azaldı, olanlarla da iletişim kura- 145 Hastalık Hikâyem - 2014 maz olduk. İş yerinde ve kişisel hayatımda konuşacak, sohbet edecek birileri olmasını çok istiyorum; ama yok. Kendimi yalnız hissediyorum. İş yerinde, evde yalnızım. Alışveriş merkezlerine gidiyorum. Bir kahve, çay içip kitabımı okuyorum, notlar alıyorum ya da boş gözlerle çevreye bakıyorum. Birlikte dolaşan, konuşan, paylaşan kişilere imreniyorum. Kendimi olayların, ilişkilerin, günlük hayatın uzağında kalmış hissediyorum. Yaşam ışıltılı, içinden müzik, şarkı sesleri gelen bir gemi gibi süzülüp gidiyor. Ben bir sandalda onun gidişini seyrediyorum. Sesleniyorum duyan yok. Yaşamın dışında kaldım. Her yeri dolduran bu genç insanlarla arkadaş olamayacağım. Alanımda önemli görevleri başkaları yürütecek. Hayal ettiğim şeyleri yapabilecek miyim? Olasılıkla yapmayı düşündüklerim sadece bir hayal olarak kalacak. Kalan yıllarımın şimdikinden daha iyi olmayacağı belli... Bulunduğum kurumun hoşgörüsü ile hâlen, devrine yabancı kalmış biri de olsam, uyum sağlamaya gayret ederek çalışmayı sürdürüyorum. İş, şimdilik beni hayata bağlıyor ve oyalıyor. Önümüzdeki bir iki yıl içinde ayrılmamın kaçınılmaz olduğu belli. Hepten boş kalınca ne yapacağım ve başıma neler geleceği üstüne senaryolar üretiyorum, çeşitli endişeler ve sorular kafamı dolduruyor. Ailesi, çocukları, torunları ile beraber yaşayan, onlar tarafından kollanan ve sevilen bir ihtiyar ne kadar şanslı, farkına varmasa bile, ne kadar mutludur. Çevremden böyle bir destek gelmeyeceğini ve yalnız yaşayacağımı biliyorum. Yarın çalışmayan, hepten yalnız ve ihtiyar biri olunca, depresyona girer miyim? Hastalık, çöküş, ne zaman ve nasıl olacak? Ömrümün son zamanlarını nasıl yaşayacağım? Nasıl öleceğim? Şu kesin ki elim ayağım tuttukça ve aklım başımda oldukça ayakta kalmak, yaşamı güzel ve anlamlı şeylerle doldurmak için elimden geleni yapacağım. Her şeye rağmen yaşam çok güzel ve dünya o kadar güzel şeylerle dolu ki… Bu ışık, var olmak, var olmanın bilinci çok güzel ve yapılacak o kadar güzel şey var ki… 146 Yaşlılık: Kaçınılmaz Bi̇ r Çöküş Ve Kayıplar Dönemi Günün uğraşları, yürümek ve bedensel aktiviteler, imkân olursa tanışıp konuşacak insanlar, imkân olursa gezilip görülecek yerler, kitaplar, filmler, müzik, kafamızda şekillenmiş insanlığın geçmiş ve gelecek hikâyeleri ve kendi hayat hikâyelerimiz ve nerden gelip nereye gittiğimiz üstüne düşünüp akıl erdirmeye çalışmak, okumak, yazmak, elimden gelirse bazı yaşantı ve anılarımı kitaplaştırmak… Ölüm nerede, nasıl, ne zaman gelir bilemeyiz; ama sonuçta hepimiz ölürüz. Benim ölümüm yalnız bir ihtiyar olarak biraz daha hüzünlü olacak. Yatıp uyumak ve kalp durmasından mesela, bir daha uyanmamak, güzel bir ölüm. Grip, zatürre yaşlılar için bir kurtarıcı olabilir, bir iki gün öksürüp hapşırırken bilincimiz kapanır ve gideriz. Fazla ağrı yapmayan ve hepten yatağa düşürmeyen bir kansere de razıyım. Bunama bana göre değil; çünkü bakacak kimsem yok. En kötüsü de felç olup yatalak ve bakıma muhtaç kalmak. Dileğim, ölümüm, vaktiyle anneannemin dediği gibi olur: “Azıcık ağrı, ehvence ölüm.” 147 Hastalık Hikâyem - 2014 YASAK MEYVENİN TADI Eslem GÜNAYDIN Yaşadığım büyük acıları hafifletebilmek, yüreğimdeki duyguları aktarabilmek, bu acıyı yaşayan ve yaşayacak olanlara da acılar karşısında bir nebze olsun teselli kapılarını açabilmek ümidiyle yazıyorum. Gözlerimi açtığımda boğazımda daha önce hiç tatmadığım bir acı hissediyor, ağzımdan ciğerlerime kadar inen bir solunum cihazına bağlı nefes alıyordum. Boğazımdaki müthiş yanma hissinden dolayı tüpü ağzımdan çekip atmak istiyordum. Zira bilinci yerinde olmayanların uyandıklarında yaptıkları ilk şey buydu; fakat benim bunu yapmak için takatim bile yoktu. Peki ya ne olmuştu bana? Bir ramazan günü iftardan sonra rahatsızlanmıştım. Kanlı ishâl gibi basit gözüken bir hastalık olmasına rağmen her gün farklı bir doktora gidiyorduk; antibiyotikler, serumlar fayda etmiyordu. Bir hafta sonra sol kolumda bariz bir morarma belirdi. Bu sefer gastroenteroloji bölümüne gitmiştik. Doktor kolumu gece uykumda bir yere çarpmış olacağımı söylüyordu; lakin cevap vermeye mecalim kalmadığı için gözlerimle reddediyordum bunu. Tam teşhis konulabilmesi için bazı kan tahlilleri istemişti benden. Sonuçları bankların üzerine yığılmış bir şekilde bekliyordum. Tahlilleri gören laborant yanıma gelip tekrar kanımı almak istediğini söylemişti; fakat sonuç yine aynıydı. Her bir kan değerinin üzerinde yıldız vardı. Bu demek oluyordu ki hepsi referans aralığının dışındaydı. Sonuçları gören doktorun yüzü düşmüştü ve biraz sonra kafasını kaldırıp: “HÜS” deyiverdi. Şaşırmıştık; çünkü ilk kez böyle bir hastalık duyuyorduk. Doktor bir an önce Çapa’ya yatırılmam gerektiğini söylüyordu. Neye uğradığımızı şaşırmış 148 Yasak Meyvenin Tadı olarak ağlamaya başlamıştık bile. Daha bir hafta önce ağrı kesici bile kullanmayan ben, adını daha önce hiç duymadığım bir hastalık sebebiyle Çapa’da mı yatacaktım? Doktor yolda giderken çok dikkat etmemi, vücudumun hiçbir yerine en ufak bir darbe almamam gerektiğini, aksi takdirde hemen moraracağını söylüyordu. Bu sırada babam da şehir dışındaydı ve Çapa’ya kaldırıldığımı duyunca ilk uçakla İstanbul’a gelmişti. Doktorum Çapa’yı aradı ve acilden giriş yaptık. Apar topar beni bir sedyeye yatırıp ilk incelemelerini yaptılar. Netice olarak kateter takmaya ve kanımı değiştirmeye karar verdiler. Biraz sonra bir doktor, ekibiyle birlikte içeri girdi. Odadakileri dışarı çıkardılar ve acı dolu işlem başladı. İşlem öncesinde ağrıyı hissetmemem için uyuşturucu iğne yapmışlardı; lakin iğnenin yavaş etki etmesinden olsa gerek her işlemi birebir hissediyordum. Dişlerimi sıkıyordum ve gözümden sel gibi yaşlar boşanıyordu. Her iğne vücudumda birer hançerdi sanki. Uzun bir süre deneyip başarısız olunca boynuma geçmeye karar verdiler. Yüzüm yeşil bir örtüyle kapatılmış, sadece boynum açıkta kalmıştı. Bu sefer hiç kıpırdamamam gerekiyordu. Her derdin tabibi olan sahibime, Rabbime sığınmaktı tek çarem. Bu acı dolu işlem tam bir buçuk saat sürmüştü. Saat 22.00 olmasına rağmen beni aferez odasına götürüp plazmaferez işlemine başladılar. Bendeki kanı çıkartıp yerine başka birisinin kanını veriyorlar, sanki bedenimden ruhumu çıkarıyorlardı. Üstelik bunun için her gün on iki kişinin kanına ihtiyacım vardı. Ertesi gün yapılan kan tahlili plazmaferezin biraz olsun işe yaradığını gösteriyordu; lakin böbrek iyilik hâlini gösteren değerim yani kreatinin, haddinden fazla yükselmiş ve akut böbrek yetmezliği başlamıştı. Ertesi gece uykumda “Hüsnü” diye sayıklamam ve ismi “Bayerma” olan doktorumu “Salamura” diye çağırmam üzerine teşhisimin HÜS’ün bilinç kaybına neden olan türünden, yani TTP olmasından şüphelenmişler. 149 Hastalık Hikâyem - 2014 Ben acilde yatarken her yerde “Eslem Günaydın için 0 Rh (-) kan aranıyor!” ilanları verilmeye başlamıştı. Ramazan dolayısıyla kanlar sadece iftardan sonra alınmasına rağmen Kan Merkezi tıklım tıklım doluyor, bahçeye taşıyordu. Kan vermek isteyenler arasında şehir dışından gelenler mi yoktu, hamile kadınlar mı, saatlerce beklediği hâlde sıra gelmediği için geri dönenler mi, yoksa sırası geldiğinde bütün kanını vermek isteyenler mi? Anladım ki bu sadece benim değil, herkesin imtihanı idi. Kimi Makedonya’dan, kimiyse Almanya’dan gelmişti. Sanki onlar kan vermezse ben değil de onlar ölecekti. Kan grubumun hiç de kolay bulunmamasına rağmen Kan Merkezi, adeta benim için çalışıyordu ve kan ilanlarımda bir kişinin değil altı kişinin numarası yazıyordu. Buna rağmen telefonlar hiç susmuyor, donörleri Çapa’ya getirmek için belli noktalardan servis kaldırılıyordu. Bir gece gelen bir arama ile acil bir kan ihtiyacının olduğunu öğrenmiştim. Eslem’i hiç tanımıyor olmama rağmen kan ilanlarını yaymaya başlamış, sabaha karşı hastaneye gitmiştim. Tam üç gün çok yoğun bir tempoyla çalışmış, toplamda sadece dört saat uyumuştum. Uykusuz ve oruçlu olmama rağmen Rabbim elimden tutmuş, mucizevi bir güç vermişti sanki bana. İşte o üç günde telefon görüşmeleri nedeniyle sahur bile yapamamıştım. “İyi günler, Eslem Günaydın için Çapa’da 300 ünite 0 Rh (-) kana ihtiyaç var, gelirseniz ben kan merkezinin önündeyim, sizinle ilgileneceğim” şeklindeki kısacık konuşmama rağmen bir keresinde 12-13 saniyelik bir telefon görüşmesinde 21 kişi arama bekletme kaydına geçmişti. Aradığımız kan miktarı normal değildi, dolayısıyla bizi kan mafyası sanıp polise şikâyet edenler bile olmuştu. Nihayet polis gelip durumu görünce özür dileyip gitmişti. Kan merkezindeki görevlilerden birisi dört yıldır orada çalıştığını, ama hiç öyle bir kalabalık görmediğini söylemişti. Eslem için kan aramayan yoktu! Kiliseler Birliği Başkanı aramış, Müslümanların Ramazan’da kan vermesinin zor olacağını, eğer talep edersek cemaatine haber verebileceğini söylemiş, ben de kabul etmiştim. İşte merhamet buydu… Çapa’da yaşadığım günlerin anlatılması benim için bile 150 Yasak Meyvenin Tadı bu kadar zorsa kendisini sadece sedyeyle önümden geçerken gördüğüm Eslem ve ailesi için nasıldı, kim bilir? Bir akşam dışarıya çıkmak için ısrar etmem üzerine beni kıramamışlar ve Kan Merkezi’nin önüne kadar götürmüşlerdi. O manzarayı unutmam mümkün değildi. İçerisi ve dışarısı insan kaynıyordu. Gördüğüm manzara beni çok etkilemişti; fakat o gece akciğerlerim su topladığı için nefes almam zorlaşmıştı. Sonrasını hatırlamıyorum. Beni bayıltıp entübe etmişler ve Çapa’da yer olmadığı için Cerrahpaşa’ya kaldırmışlar. Doktorum gözyaşlarıyla aileme, “Biz elimizden geleni yaptık, her an her şeye hazır olun” demiş. Bir diğeriyse aileme yerimi hazırlamalarını söylemiş. 17 Ağustos... Bizim ve kızım Eslem’i sevenlerin yüreklerini alt üst eden deprem gecesi... Eslem, önceki gün dayısının aldığı kuşlu pijamayı çok sevmiş ve hiç çıkarmak istememişti. İşte o pijama, bıçakla paramparça edilmiş bir hâlde kanlar içinde bize yollandı. Tam durumu iyiye giderken ne olmuştu birden? Nasıl bir hastalıktı bu HÜS? Türkiye’de çok nadir olan bu hastalık nasıl da bulmuştu kızımı? Yetişkinlerde yaşama ihtimalinin az olduğunu aklıma getirmemeye çalışırken doktorların sözleri çivi gibi çakılıyordu beynime. Babam ve kayınpederim oturup Eslem kimin köyüne defnedilsin diye hazırlıklara başlamışlardı çaresizce. Herkes bir köşeye çekilmiş Eslem’in ruhuna Yasin okurken büyük kızım ve bense şifa ayetleri okuyorduk. Öyle ya, Allah’tan ümit kesilmezdi. Canı veren de O’ydu, alan da. O gece tanıdık tanımadık hep birlikte Cerrahpaşa’daydık. Sahur vakti ellerimizi açtık semaya. Herkes sesli bir şekilde dua ediyordu. Bense, “Rabbim, sen her şeyi güzel edensin. Eslem’in de hastalığını güzel et. Hakkında hayırlısı neyse onu nasip et; ama ben kızımın yaşamasını istiyorum” diye dua etmiştim. “Cerrahpaşa’ya koydum canımın yarısını” türküsü işte o gece herkesin dilindeydi. Bense: “Eslem’in teyemmüm taşını atmayın.” diyordum. O gece çocuklar dahi uykudan kaldırılmış, mübarek sahur 151 Hastalık Hikâyem - 2014 vakti Eslem bir kez daha gözlerini açsın diye dua etmeyen kalmamıştı. Çalıştığı kursta hiçbir sınıfta ders işlenmemiş ve küçük büyük herkes Eslem için dua etmeye koyulmuştu. Sadece bir yerden on iki tane hatim okunmuş, şehitler kanı kadar dua edilmişti o gece. Kimin duası kabul olundu bilinmez; ama sabah on bire doğru gözlerini açmıştı dua çiçeği. Ara sıra ayılıyor, etrafta neler olduğuna bakıyordum. Doktor ambulans gelmediği için öfke saçıyordu. Çünkü Çapa’da yer açılmış ve sevkim için saatlerdir ambulans bekleniyormuş. Sonunda donanımsız bir ambulansla Çapa’nın yoğun bakımına gönderilmişim. Narkozun etkisi hâlâ sürüyor, ara ara uyanıyordum. Uyandığımda boğazımda müthiş bir acı hissediyor, makinelerle nefes alıyordum; ama her saniye öylesine acı çekiyordum ki… Ağzımda o tüp varken midem bulanıyor, sürekli istifrağ ediyordum. Hemşireler hava veren hortumu ağzımdan ayırıp başka bir tüple ciğerlerimi temizlerken nefes alamadığım için sudan çıkarılan balık gibi çırpınıyordum. En kötüsü de boğazımın yanması sebebiyle hiçbir şekilde uyuyamayışım ve her acıyı hissetmemdi. Hemşirelere uyku ilacı verin diye yalvarmama rağmen bunun daha zararlı olduğunu ve iyileşmemi zorlaştıracağını söylüyorlardı. Benim haricimde odada yedi kişi vardı ve yedisi de hiç uyanmadan, her şeyden bihaber uyuyorlardı. Bense yirmi dört saat etrafı gözlüyordum. Düşünüyordum, aslında şükredecek ne kadar çok şeyimiz olduğunu. Kendi kendine nefes alabilmek, yürüyebilmek, konuşabilmek, kendi ihtiyacını giderebilmek, yemek yiyebilmek, hatta hareket edebilmek… Bunlar ve farkında olmadığım pek çok şey paha biçilemez nimetlermiş… Yoğun bakımda doktor ve hemşirelerin üzüm yemeleri asla gözümün önünden gitmez. Sanki o üzümler bu dünyadan değil de cennetten getirilmiş yasak meyvelerdi… Her şeye rağmen yaşıyordum ve moralim her zaman çok yüksekti. Bunda ailemin ve dostlarımın etkisi paha biçilemezdi. Sürekli içeriye birbirinden güzel sürprizler yolluyor, ben dışarı çı152 Yasak Meyvenin Tadı kamasam da sokağı içeriye gönderiyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki onların ta kendileriydi benim mutluluk kaynağım. Hediyelerden beni en çok mutlu edense rulo şeklinde bir kâğıda tanıdık tanımadık bir sürü kişinin bana yazdıklarıydı. Tam iki buçuk saatte beş yüzü aşkın kişinin yazdıklarını okumuştum. Doktorum bu yazıları gördükçe kıskanıyor, “Ben ölsem kimsenin umurunda olmaz, kız hasta oldu diye dünya ayağa kalkmış!” diye yakınıp ben yazıları okurken fotoğraflarımı çekiyordu. Bazı doktor ve hemşireler de yerlere uzanan o kâğıdın birer ucundan tutup okuyorlardı. Abdest taşım steril olmadığı için yoğun bakıma girememişti. Onun yerine önüme sürülen yemek masasında teyemmüm edip namaz kılmaya çalışıyordum. Bazen namazım bir saati buluyordu; çünkü narkozun etkisiyle zaman zaman dalıp gidiyor, uyandığımda hatırladığım yerden devam ediyordum. Yoğun bakımda geçirdiğim günlerin arasında tatlı bir heyecanım vardı. İki gün sonra üniversite sonuçlarım açıklanmış, doktorlar şifreyi verdiğim takdirde sonucuma bakabileceklerini söylemişlerdi. Fakat ben ısrarla ailemden birisiyle öğrenmeyi isteyince babam yanıma geldi ve birlikte sonucuma baktık. Şükürler olsun, ilk tercihim olan üniversiteyi kazanmıştım. Yüreğim sevinç çığlıkları atarken tüm gücümle babamın elini sıkıyordum. Babama yazdığım cümle ise “Baba, okuyabilecek miyim?” idi. Şükürler olsun hâlâ yaşıyordum ve hiçbir zaman umudumu yitirmemiştim. Her sabah vizit esnasında bir kâğıda “Ben çok iyiyim, beni ekstübe edin” yazıyordum. Ve bir hafta sonra ekstübe edildim. O kadar mutluydum ki yemek yiyeceğim için. Hemşireden anneme incir kurusu ve üzüm getirmesini rica eder misin diye sormuştum. O da; “Peki” demişti. Biraz sonra yemeğim geldiğinde üzümleri görmenin heyecanıyla hemşire hanıma teşekkürlerimi sunarken, “Ama ben onları söylemeyi unuttum!” demesin mi? Evet, gerçekten inanmıştım; bu üzümler kesinlikle cennettendi. Onlar bana hediyeydi. Bir annenin varlığı, evladı için bu dünyadaki cennet değil miydi zaten? Yoğun bakımdan çıkacağım gece tanıdık tanımadık herkes 153 Hastalık Hikâyem - 2014 heyecanlanmış, hatta bazıları yoğun bakımın kapısında sabahlamışlardı. Bu sefer sürpriz yapma sırası bendeydi. Hemşiremden yardım istedim malzeme temini için. Boş bir serum şişesi, yüz maskesi, şırınga ve Batikon ile hediye hazırlayacağım nereden gelirdi aklıma? Bir kâğıda umut dolu birkaç cümle yazıp katladım ve kâğıdı şırınganın içine, şırıngayı da serumun içine koydum. Maskeyi de seruma bağlayıp Batikon ile gülen bir yüz çizdim. Serumu hemşirelere verip arkadaşlarıma yollattım. Meğer bu küçük sürprizle ne kadar çok sevinmişler. Sabah olup da dışarıya çıktığımda eş dost ellerinde üzerinde birbirinden güzel şeyler yazan pankartlarla beni bekliyorlardı. “29 Mayıs Üniversitesi Eslem Günaydın’ı kazandı!” “İftar soframızda bir bardak suyumuz gibisin.” “Orada gözünün makinelerden başka bir şey görmediğini söylüyormuşsun, bizim de gözümüz senden başkasını görmüyor!” “Hepimizin kan grubu Eslem!” “Senin kana, bizim cana ihtiyacımız var.” “Haydi Eslem! Gamzesi ol insanlığın!” Yoğun bakım ünitesinde hasta bakıcısı göreviyle çalışırken Eslem’i çok sevmiş, onun yaşadıklarından etkilenmiş ve servise çıktıktan sonra da ziyaretine devam etmiştim. Gencecik yaşına rağmen büyük imtihanlar atlatıyor, her gün gözlerimle yaşadıklarına şahitlik ediyor ve elimden geldiğince ona yardımcı olmaya çalışıyordum. Makinelere bağlı olmasına rağmen moralini her zaman çok yüksek tutuyor, oradan çıkacağı günü iple çekiyordu. O zor şartlar altında bile namaz kılmasıydı beni en çok etkileyen. Karar vermiştim, kızım olursa adını Eslem koyacaktım. O gün geldi ve Eslem’i tanıdıktan iki buçuk yıl sonra doğan kızıma Eslem adını koydum. Sonradan öğrendim ki sadece ben değilmişim Eslem’den etkilenip de kızına onun ismini koyan. Eslem yoğun bakımdayken kıymetli bir hocası da doğan kızına Eslem adını koymuş. Şimdilerde kızımın isminin anlamını soran herkese Eslem’in kelime anlamını değil, Eslem’i anlatıyorum… Yoğun bakım sonrası yeni bir yerdeydim: Nefroloji. Artık yeni doktor ve hemşirelerim vardı ve şaşkınlık sırası onlardaydı. Dok154 Yasak Meyvenin Tadı torlara günü gününe başımdan geçenleri anlatırken doktorların yüz ifadeleri değişiyordu. En sonunda asistan doktorum yaşadıklarımı dosyaya yazmaya bile dayanamayıp hocasına, “Bu nasıl şey, ben anlamadım.” demişti. Yeni hemşirelerim de beni sevmişlerdi. İyi olduğum zamanlarda canları sıkılınca yanıma geliyorlardı ve ben ney üflerken onlar benim yanımda dosya işlerini yapıyorlardı. Arkadaşlarım serviste de boş durmamışlar, duvarlara moral kartonları asmışlardı: “Çok su içiyorum, +500 önde gidiyorum.”, “PLT’m yükseliyor, LDH’em düşüyor, Kreatinin’im taban yaptı.”, “İyiyiz iyiyiz” gibi olması umut edilen cümleler… Bir diğer sürprizleri ise altmış iki tane fotoğraf çıkartıp getirmeleriydi. Her fotoğrafımız birbirinden çılgın maceraları ve sevdiklerimi gösteriyordu. Ne güzel günler geçirmiştim. Hayatı dolu dolu geçirip, en güzel şekilde yaşıyordum. Nereden gelirdi aklıma on sekiz yaşımda sapasağlamken birden yatağa düşüp o günlerin fotoğraflarına özlemle bakacağım? Sırada yeni bir imtihan vardı: Ramazan Bayramı yaklaşıyordu. Artık herkes bayram telaşına düşecek ve benim için kan bulmak zorlaşacaktı. Tahmin ettiğimiz gibi de oldu. Artık yeni ilanlar yayılıyordu: “O, bayramda bayram şekeri değil; ünite ünite kan yiyor. Ama yine yetmiyor. Aranan kan bir türlü yeterli miktarda bulunamıyor.” şeklinde. Dile kolaydı her gün 12 ünite 0 Rh (-) kan alışım. Kanı bulmak ayrı bir zordu, vücuda kabul ettirmek ayrı… Bir gün yine nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Artık oturarak uyumaya çalışıyordum; çünkü akciğerlerim yine su toplamıştı ve uzanınca öksürmeye başlıyordum. Bu sefer farklı bir durum söz konusuydu: Öksürürken ağzımdan kan geliyordu. Aksilik bu ya, dokuz günlük bayram tatilindeydik ve beş katlı binaya tek nöbetçi doktorun baktığı hastanede doktoru bulmak hiç de kolay değildi. Nihayet nöbetçi doktor ve yoğun bakımdan birkaç doktor geldi ve yine beni makineye bağladılar. Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi ve kan kusmaya devam ediyordum. Doktorlar yaptıkları istişare sonucu beni yoğun bakıma götürmeye karar verdiler. Bu sefer ayıktım ve gittiğimde doktorum 155 Hastalık Hikâyem - 2014 kapıda bekliyordu. Gerisini hatırlamıyorum; çünkü beni bayıltmışlardı ve yine boğazımdaki o acıyla uyanmıştım, yani entübey idi… Yoğun bakım çalışanları beni tekrar orada gördükleri için çok üzülmüşlerdi. Orada çalışan yaşlı bir teyze beni gördükçe gözleri doluyor, “Senin yüzünden işi bırakacağım be yavrum” diyordu. Ben de sürekli ona iyi olduğumu yazıyor, onu teselli ediyordum. İkinci yoğun bakımda makinelere bağlı olmama rağmen birden nefes alamamaya başlamıştım. İşte bu duygu çok kötüydü. Nefes alamayınca ölecekmişim gibi hissediyordum. Doktor gelene kadar elime geçen şeylerle kendime hava yapmaya çalışıyor ve yerimde duramıyordum. Kendimi zorla kaldırıp ayaklarımı yataktan aşağıya atmıştım. Doktor tansiyonumun yirmilere çıktığını görünce “Çıkarın!” diye bağırdı ve saniyeler içinde ağzımdaki tüpü çektiler. Gördüğümüz manzara karşısında hayretler içinde kaldık. Tüpün içi tamamen kan doluydu ve nefes alamayışımın sebebi buydu. Ekstube edildiğim için çok mutluydum ve tekrar entube edilmemek için tüm gücümü toplayıp kısık bir sesle: “Ben çok iyiyim” dedim. İkinci yoğun bakım sonrası bir daha kan değişimi yapılmamış, vücudum kendini toparlamaya başlamıştı. Tam üç yüz otuz kişi benim için kan bağışlamış, kanların yüz sekseni bana verilmişti. Bu sayı gerçekten dile kolaydı, özellikle de 0 Rh (-) kan grubu için. Tabii bir o kadar da gelip kan verme şartları tutmadığı için geri dönenler vardı. Allah hepsinden razı olsun. Allah insanı en sevdiği şeyle imtihan edermiş ya, benim hikâyem de öyleydi. Bir gün bile evde duramayan ben, kırk gün hastanede kalmıştım. Tramvay seslerini duymak bile acıtıyordu artık içimi. Kuşların kanatlarına umutlarımı yüklüyor, ben de onlar gibi özgür olmak istiyordum. Tam bunları düşünürken birden silkelenip, “Şükret ki nefes alıyorsun Eslem!” diyordum. Evet, hem de makinelere bağlı olmadan! İnsanoğlu ne çabuk unutuyor zor günlerini? Kim bilir, belki de hatırlamak istemiyordu. Her gün biraz olsun dışarıya çıkmak için izin almaya çalışıyordum; ama 156 Yasak Meyvenin Tadı nafile… Üniversite kaydımı yapmaya gidebilmek için çok ısrar etmiştim; ama yine de izin çıkmamıştı. Olsun, kazanmıştım ya… Kararlıydım, bir an önce iyileşip okuluma gitmeye. Hatta sadece okulla yetinmeyip hariçte gideceğim çini, ney, ebru, yüzme kurslarını bile ayarlamıştım. Gelin görün ki hayat her zaman istediğimiz yüzünü göstermiyor bizlere. Yoğun kortizon ve uzun süre yatmam sonucu kaslarım zayıflamıştı ve merdivenleri bile çıkamıyordum. Birkaç gün okula gitmeyi denedikten sonra bir yıl istirahat etmemin daha faydalı olduğuna ikna oldum ve dondurdum okulu çaresizce. Bir ay sonra yapılan böbrek biyopsisi ve konulan FSGS teşhisi ile farklı imtihanlar yaşayacağımdan ve bir yıl evde tek başıma zor günler geçireceğimden habersizce... Tüm bunlara rağmen bir yıl sonra büyük bir heyecanla okuluma başlamıştım. Gün geçtikçe sevdiklerimin de desteğiyle daha iyi oluyor ve hayata farklı bir gözle bakıyordum. Artık benim için anlamı vardı aldığım her nefesin. Bir yanda bitmek tükenmek bilmeyen hayaller, bir yanda yaşam mücadelesi… Hangimizin aklına gelir bir anda ölümle hayat arasında gidip geleceği? Bilmezdim ki aslında insan her saniye ölümden dönüyormuş. Hayatsa uzunluğunun ne kadar olduğunu bilmediğimiz iki nefes arası bir var oluşmuş. Ve Allah bana ikinci bir nefes vermiş, “Yürü kulum!” demişti. Şimdi sıra bende... Ardına bakarak yürümek yerine ürkek adımlarla, emin adımlarla koşmak gerek ufuklara… 157 Hastalık Hikâyem - 2014 SUİKAST NOTLARI Mustafa GÜNEY Büyük, kocaman, depderin bir sessizlik... Yarı ölü bir insan olarak, insanları az da olsa küçümsemeye hakkım var diye düşünüyorum. Onların yaşıyor olmalarıyla, yaşayacak olmalarıyla, bu yaşama eziyetine katlanacak olmalarıyla dalga geçmezsem, bu hastalık benim için iyice katlanılmaz bir hâl alacak. Tıpkı küçüklüğümde, babamın merdivenleri yavaş yavaş, ayaklarını yere vura vura yukarı çıkıp odamın başında durarak alıp verdiği o gürültülü nefesine ve mahalleyi ayağa kaldıran öksürüğüne katlanamamam gibi… Ah şu sigara tiryakiliği beni ne de çok sinirlendiriyordu. Aslına bakarsanız, hastalıklı bir ruha sahip babanın hastalıklı bir ruha sahip oğlundan başka bir şey değildim, kasaba halkına göre. Hem kendi kasabamdan hem de tüm taşra insanlarından nefret etmemin temel nedeni belki de burada yatıyordu ve gayet tabii kuzenlerimle olan ilişkilerimde. Bugün elime geçen bir kâğıt parçasıyla birlikte zaten ara ara yapıyor olmaktan hoşlandığım, şu anki hayatım ile beş yıl önceki, on yıl önceki hayatımı kıyaslama eğlencem ayrı bir derinlik kazandı. Üniversite için kasabadan ayrılmamdan birkaç ay sonra, babamın bir trafik kazası geçirdiğini ve olay yerinde hemencecik öldüğünü öğrenmiştim. İlk düşündüğüm şey, annemin ve kız kardeşimin yaşamaya nasıl devam edecekleriydi. Babamın emekli maaşı ve kendimize ait bir evimiz vardı, ne de olsa artık onlara ben de masraf çıkarmıyordum. Devletin verdiği bursla rahatça geçinebilirdim. Belki ayda iki yüz, iki yüz elli lira bile gönderebilirdim. Öte yandan garip olan şey şuydu ki; tüm bu gerekli gereksiz 158 Suikast Notları düşüncelerin, planların yanı sıra babam için üzülüp üzülmediğimi bir türlü hatırlayamıyorum. Bu kazadan üç yıl sonra gittiğim bir genel cerrahi uzmanı, bana bir psikiyatra görünmemi tavsiye etti. Nedenini az biraz tahmin edebiliyordum. Aynı hastanedeki dört uzmanın dördüncüsüydü bu adam. Ben diğer üçünü denemiş, istediğim şeyi hiçbirinden duyamamış ve son çare olarak bu adama da başvurmuştum. Ancak onlar benim hiçbir şeyim olmadığı konusunda gayet hemfikirdi. Bugün bulduğum şu kâğıt parçası da, o zamanlarda yazdığım bir metin; tahminimce doktora ilk gidişimin ardından kaleme almışım. Bu metin, ayrıca o zamanlardaki yazar olma hevesimi tekrar hatırlatıyor: “Doktorların, tüm olumlu tavırlarına karşın, hâli hazırda kendini rahatlamış hissetmiyordu. Hayatı boyunca kendini hasta hissetmiş, tüm hayatını bunun üzerine kurmuştu. Bir yandan doktorlara inanmadığı, inanamadığı da söylenebilirdi; ancak onlara duyduğu sonsuz saygı bunu engelliyordu. Aslında, engelliyordu demek de pek mümkün değildi. Yine de, aklının derinliklerinde yalan söylediklerini hissediyordu. Bunun için uygun zemin de yok değildi; çok fazla heyecanlıydı, fazlasıyla tedirgindi, doktorlar ona bu üzüntüyü yaşatmamak için yalan söylemiş olamazlar mıydı? Derinlerde bir yerde bu fikri engelleyemiyordu, yine çok hızlı düşünüyordu. Sonuçta ettikleri bir yemin vardı ve bu vaziyette gördükleri ilk hasta “o” değildi. Gerçi yarın için yaptırması gereken bir testi daha vardı, belki hâlâ aklında soru oluşmasına neden olan şey bu testti. Peki, işin psikiyatrik boyutu yadsınmadan geçilebilir miydi? Hayatı boyunca kendini hasta bilmiş birine “Hasta değilsin” demek, dünyadaki en güzel şey olmalıydı. Ancak beynin bir anda hasta psikolojisinden çıkması kolay mıydı? Şimdi tüm planlarını, hayatını yeniden düzenlemesi gerekecekti. Bunun için şükrediyordu. Belki bir yerde onun bu “kendini hasta hissetme” durumunun nedenlerine değinmekte gerekir. Babaannesiyle büyümüştü. Tüm ergenlik döneminde, babaannesini hasta yatağında gör159 Hastalık Hikâyem - 2014 müş, bu da yetmezmiş gibi, babasından sürekli “Ben yakında öleceğim” feryatlarını duymuştu. Bu durum ve feryatlar arasında o da kendini hasta olarak addetmiş ve babası gibi yakın bir zamanda öleceğini öngörmüştü. Peki, neden bugün gitmişti doktora? Neden, kendini hasta hissettiği son beş yıldır değil de, bugün? Bunun cevabı kısa ve öz olmasına rağmen derinliği tartışılabilirdi. “Hastalığını bilmeden ölecek bir cahil olmak istemiyordu.” Ayrıca son dokuz - on aydır hayatının önemli olduğunu düşünmeye başlamıştı. Önceleri, hayatının ailesine ait olduğunu düşünür, hasta babaannesi ve depresif babasının üzerine bir de o yük olmak istemezdi. Fakat hayatının kendisine ait olduğunu düşünmeye başladığından beri bu doktor ziyaretini kafasına koymuştu. Bunu başardığı için mutluydu, ama hâlâ tedirgindi, yarını beklemek istiyordu yeni bir hayat için. Hastalık hissinin doruğa ulaştığı günlerde kendi kendine, “Sağlıklı bir hayatta yapılacak çok fazla şey var.” derdi. Evet... Sağlıklı bir hayatta yapılacak çok fazla şey var. Garipti ki bu psikiyatra gitme olayını gayet ciddiye almıştım. Sanki yıllardır bir psikiyatr ile konuşmak istiyor da, bunun için bir itici güç bekliyordum. İlk görüşmemizde o kadar çok konuşmuş olmalıyım ki, hastaneden çıkıp eve uçarak gitmiş ve hemencecik uyuyuvermiştim. İkinci görüşmemiz de böyle sayılırdı. Ancak üçüncü görüşmemizde konuşma sırası doktordaydı. Doktor, bipolar bozukluk sahibi olduğumu söyledi. Obsesif kompülsif, şizofroni gibi bazı psikiyatrik hastalıkları bilmeme karşın bunu ilk kez duymuştum. Bir hastalığım olduğunu -doktorun ciddiye aldığı bir hastalık- öğrenmeme karşın yine de şükrediyordum. Şüphelendiğim gibi cerrahlık bir hastalığım yoktu; sadece ruhumda, kafamda bir takım problemler vardı. Bunları atlatabilirdim. Doktor, birkaç kutu ilaç yazıp haftaya görüşmek temennisiyle beni 160 Suikast Notları yolladı. İlaçlarımı kullanmaya, doktorla görüşmeye devam ettim. Teşhis konulalı yedi ay civarı olmuş ve son bir - bir buçuk aydır da doktorla görüşmemiştim. İyiye gidiyordum. Bir cuma akşamı, “Six Feet Under” isimli, son zamanlarda epey müptelası olduğum dizinin on birinci bölümünü izlemek için mısır patlatıp meyve soyarken aklıma delicesine bir fikir geldi. Sanki soğuk, buz gibi bir bıçağı tenimde hissetmiştim. İlk randevularımdan birinde -sanırım ikinci olanında- doktor, ailemde psikolojik sorunları olan birinin var olup olmadığını; teşhisi koyduğu üçüncü randevuda da, ailemde bipolar bozukluk sahibi insanlar olup olmadığını sormuştu. Pek umursamadığım sorulardı bunlar. Bir de doktorun verdiği şu broşürlerin en altında yazan şu küçük not: “İyi bir gün ile hipomoni” ve “Kötü bir gün ile depresyon” arasındaki farkı bilmelisiniz. Aklıma babam geldi, böyle günleri çok fazla olurdu. Biz ise, işin verdiği strestendir, deyip geçerdik. İşte günlerdir uykularımı kaçıran düşünce şu ki, babam intihar etmiş olabilir miydi? Bu kadar iyi bir sürücü hem de ben kasabadan ayrıldıktan yalnızca birkaç ay sonra, nasıl trafik kazası geçirebilirdi. Bu tabii ki mümkündü; ancak yine de aklımda bu soru ve bir kelime dönüp duruyordu: “İntihar” Babam, bu genetik hastalığımız yüzünden zaten düşüncelerinin, hislerinin sürekli değişe durduğu bir hayat yaşıyordu; bu katlanılmazdı. Benim evden ayrılışım, dış dünyasındaki hayatının da değişmesi anlamına geliyordu. Belki de bu onun için çok ağırdı ve bir akşam eve dönerken tüm bu acılarını sonlandırmak istemişti. “Bipolar bozukluğu olan kişilerin %25-50’sinin hastalıklarının gidişi sırasında bir noktada intihar girişiminde bulunduğu bildirilmiştir. Etkili tedavi uygulanmadığında, bipolar bozukluk olguların 161 Hastalık Hikâyem - 2014 yaklaşık %10-15’inde intihara yol açabilmektedir; bu da bipolar bozukluğu en ciddi ve ölümcül psikiyatrik hastalıklardan biri yapmaktadır.” Bu düşünceyle aynı evde, bir hafta geçirmemin ardından doktora gittim ve bu fikri ona da açtım. Bilemeyeceğini söyledi, “Olayları, görmek istediğin gibi görürsün. Bu sadece bir yorum ve asla bilinemeyecek bir gerçek.” Bazı gerçekler zehirliydi ve benim bunu bilmemem gerekirdi. Doktor ayrıca, “Bu düşünceye, hastalığın sebebiyle kapılmış olabilirsin. Senin hastalığına sahip insanlar bazen çok hızlı düşünür, biliyorsun ve bu hızlı düşünme sekansları seni yanlış sonuçlara götürebilir” demişti. Belki haklıydı, belki haksız. İşin komik yanı, doktorun kesin bir kanaati olamamasıydı. Bazı akşamlar düşünüyorum da, nereden geldiği ve nereye gideceği belirsiz bir hastalığa sahipken geleceğim hakkında nasıl plan yapabilirdim. Bugün delicesine istediğim bir şeyi, nesneyi hatta bir insanı, yarın akşam üzeri ilelebet istemeyeceğimi düşünebilirdim. İşin diğer komik yanıysa, artık küçümsemeden varlıklarını kabul edemediğim o taşra insanlarının haklı olmalarıydı. Evet, ben hasta bir babanın, hasta oğluydum. Bugünse, hayata dair tüm ufak tefek, orta ölçekli pişmanlıklarım uçup gitmekle beraber, babamı kurtarabilirdim düşüncesi aklıma, kalbime saplanıp kalıyor: “Babamı kurtarabilirdim” Bu düşünceye, öfke dolu anlarımda kapılmam ise aklımın sınırlarını zorluyor. Cehalete, kendi cehaletime lanet ediyorum. Haftanın beş akşamı ailesiyle vakit geçirmek yerine arkadaşlarıyla içmeye giden Fırıncı Haldun amcaya, sırf kasabada yaşıyor oldukları için kitap okumamalarını mazur göstermeye çalışan ve Kocababalar Kıraathanesi’nde zamanlarını öldüren gençlere, kuzu pirzolanın kilosunu üç lira fazladan satan yukarı çarşı kasabına, siyasetten bir gram anlamadığı hâlde başıma Rousseau 162 Suikast Notları kesilen Hasan biraderime, sanat okuluna girememesini torpilinin yeterince kuvvetli olmamasına bağlayan salak kuzenime, üniversite yıllarımda yaşayan en önemli edebiyatçılardan biri olduğunu söyleyen oda arkadaşım Bahtiyar’a, anne tarafından kuzenlerim yüzmek için ırmağa giderken bana izin vermeyen ortanca halama, hepsine ama hepsine lanet ediyorum. Bu öfke nöbetinden yorgun düşüp uyuyakalışımın ardından, sakinleşmiş hâlde uyanıyorum ve aklımdaki tek düşünce, “Özür dilerim baba!” oluveriyor. “Özür dilerim baba” Bazı geceler, babam gibi intiharı düşünür olur, geçmişimle bugünümü hatta geleceğimi kıyaslayadururum. Hiçbir zaman kesin yargılara, kararlara sahip olamadığım ve olamayacağım bir hayat görürüm ve intiharı daha da çok düşünür, daha da derinden hissederim. Schopenhauer’ın “Hayatın Anlamı” kitabında söylediği gibi, “Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve hepsinin en kötüsü gelip çatıncaya kadar böyle devam edecek.” 163 Hastalık Hikâyem - 2014 AYRIK OTU Betül ÖZKUL İnanılmaz güzellikte bir kızdı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Tuhaf bir çekiciliği vardı. Peşinden gitmekten hem de sorgusuz sualsizce gitmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bana verdiği içkiden mi yoksa sardığı sigaramın içindeki bir şeyden mi bilinmez, tarifi zor bir ruh hâlindeydim. Her yer rengârenk, sanki neonlarla kaplı gibiydi. Burnumun ucundan ciğerlerimin en derin yerlerine kadar hissettiğim garip bir koku alıyordum. Daha evvel bilmediğim bir kokuydu, üstelik pek de sevmemiştim. Ama ne koku ne karanlık ne de ağır hava; hiçbir şey ama hiçbir şey onunla olmayı gölgeleyemezdi… Birkaç gün sonra kendime geldiğimde, annemin gözbebeklerinde kendimi gördüm. Nasıl gelmiştim, kim getirmişti, içeriden gelen ses babamın sesi miydi, bu giysileri kim giydirmişti; offf Allah’ım hiçbir şey hatırlamıyordum… Sonra yavaş yavaş zihnimde görüntüler dönmeye başladı, ahh evet, o neredeydi?... Olan biteni anlamam uzun sürmedi; ama ailemin anlaması imkânsızdı ve sonunda davranışlarımın sebebi için aranan kılıf bulunmuştu. Onlara göre o kız bana şeytani bir şey yapmıştı. İçtiğim veya yediğim bir şeyden dolayı bu hâle geldiğimi, kafayı yediğimi söylüyorlardı. Sürekli hakkımda konuşuyorlar, kararlar alıyorlardı; artık kendi hayatımı kontrol etmekte güçlük çekiyordum. Söylediğim her söz, davranışım, tepkim ya da düşüncelerim onlara göre deli saçması idi. Beni korkutuyorlardı, kendimi sürekli olarak baskı altında hissediyordum, paniklemeye başlamıştım. İlk önce okuldan koptum, zaten Paris bana göre bir şehir değildi. Doğduğum, bahçesinde oynadığım, benimle aynı dili konu164 Ayrık Otu şan çocukların olduğu memleketimi özlüyordum, hem de çok... Annem ile babamın fırtınalı, aldatma, ihanet, yalan ve hırslarla dolu ilişkisi neticesinde önce babam İtalya’ya, ardından annem de Fransa’ya gitmeyi, kaçmayı tercih etmişlerdi. Ablam ve ben ise onlar için sadece valizlerinden biriydik. Yaş avantajını kullanan ablam kendini kurtarmış ayrı eve çıkmıştı, ben ise hâlâ annemleydim. Tanrım, onunla yaşamak cehennem gibiydi, beni ne anlıyor ne de dinliyordu. Artık düzenli bir işte çalışamaz duruma gelmiştim. Ne öğrenci olabiliyor ne de iyi bir işe girip çalışabiliyordum. Cebimde işsizlik maaşıyla annemin eline kalmıştım. Ne kadar çok sigara içiyordum, paketler ardı ardına bitiyordu. Annem sürekli yakınıyordu, biraz da babamda ya da ablamda kalmamı teklif ediyordu. Denemiştim; ama babamdan hatırladığım tek şey benden kaldığım süre için kira istemesi, durmadan annemi çekiştirmesi, sevgilisinin çocuğuna gösterdiği ilgiydi. Ablamda ise durum felaketti, 25 metrekarelik bir evcikte, erkek arkadaşlarıyla sevişme seslerini duymak beni çıldırtıyordu. Ben de annemi çıldırtıyordum. Artık aldığım ilaçların faydalı olmadığını düşünüyordu. Oysa aldığım ilaçlardan dolayı insanların sorularına 5 dakika geç cevap verir hâle bile gelmiştim. Yine de yetmiyordu, varlığım onlar için bir tehditti. Bir araya geldiklerinde konuştukları tek şey “Ya beni öldürürse ya bir gece vakti boğazıma bıçak dayarsa, kaç yaşına geldi benim ömrüm ona bakmakla mı geçecek, koskoca herif üstelik çalışmıyor da…” Bitmiyordu ben bitmeden bitmeyecekti. Sonunda evde tedavi yerine akıllarına başka bir şey geldi. Hep beraber yüce Fransa devletine sığındılar, “Biz bakamıyoruz, alın siz bakın” dediler. İşte o gün çok üzüldüm be, hem de çok… Sanırım bu maceram altı ay kadar sürdü, bir çeşit ilaç yükleme merkezinde, yeşillikler içinde hapsolmuş bir şekilde yaşadım. Artık sesim hiç çıkmıyordu, sersemlemiştim, yürüyüşüm bile değişmişti; ama onlara göre gayet iyiydim. İğnelerimi, ilaçlarımı düzenli kullanmanın çok büyük faydasını görmüştüm. Ve bundan sonra da bu şekilde devam etmem gerektiği bilgisi verilerek yollanmıştım. Ama artık o evde durmayacaktım ve durmadım da. Herkes 165 Hastalık Hikâyem - 2014 hâlinden memnundu, yeni bir eve taşınmıştım, üstelik annemin asla evime giremez dediği sefil arkadaşlarımı da eve davet edebiliyordum sonunda. Sigarayı da artık evin içinde içiyordum, hem de bol bol. Bir de inanılmaz bir tatlı isteği vardı, sürekli tatlı bir şeyler yemek istiyordum, gözümün önünden kaymaklı ekmek kadayıfı geçiyordu, artık en güzel rüyam olmuştu. Ara sıra akrabalardan, arkadaşlardan haberler alıyordum; ama mevzu değişmemişti, hâlâ onların gözünde mahallenin delisiydim. Ben de başka şeylere kafayı sardım “Tanrı, Kadın, Erkek, Şeytan, Melekler, Illumınati” sürekli kafamın içinde dönüyordu. Bazen küçük kâğıt parçalarına bir şeyler yazıyordum, sonra onları bir yerlere saklıyor olmalıydım; çünkü bulamıyordum. Bir türlü diğer insanlarla düzgün iletişim kuramıyordum, ne kadın ne de erkek, ne yaşlı ne de genç. Herkese, her şeye yabancıydım, kopuk yaşıyordum, pislik içinde yaşamak beni tiksindirmiyordu. Bazen zorluyordum kendimi; ama başaramıyordum. En güzeli eve kapanmaktı. Orada istediğim gibi konuşabilir, düşünebilirdim. Boşuna dememişler: “Home Home Sweet Home; evim evim güzel evim” İlaçlarım, sigara paketlerim, ara sıra üç sokak aşağıda oturan annemin getirdiği yemekler, bazen de sokaktan topladığım benim gibi arkadaşlarımla beraber hazırladığımız keyifli sofralar hayatım olmuştu. Evimde yatsınlar istiyordum, sokakta gördüğüm tanımadığım, diğerlerinin korktuğu tiksindiği insanlar gelip bende kalsınlar istiyordum. Sağ olsunlar onlar da bu isteklerimi geri çevirmiyorlardı. Ayrı ayrı gibiydik, yani dışarıdan bakınca odada ayrı ayrı 5 adam var sanırsın: ama değil, birdik aslında. Onlarla konuşurken, yaptığım resimler geliyordu aklıma, “Hadi bakalım bir resim çiz” ile başlayan doktor görüşmelerim ağzımın kulaklarıma kadar yayılmasını sağlıyordu. O an bildiğim bütün dillerde küfretmeye başlıyordum; Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce; ama Türkçe değil. Türkçe konuşmayı, Hakan’ı, amcamın oğlu can arkadaşımı ne kadar çok özlemiştim. Ne yormuştu beni, nasıl yorulmuştum bu kadar hiç anlamıyordum. Korkuyordum, küçücük evime yüzler dolsun istiyordum. Uyuyamıyordum, uykum gelmiyordu, oysa uyumak istiyordum; ama bir türlü uyku tutmuyordu, uyumak istiyordum, sadece biraz uyumak istiyordum. 166 Ayrık Otu Etrafta berbat bir koku vardı. Peynir beyazı ten rengim afroamerikan ev arkadaşım kadar siyah simsiyah olmuştu. Sonunda o galvaniz kutudan kurtulmuştum. İlaçlarla harman olmuş bedenim toprakla buluşurken, Hakan’ı gördüm. Yüzüme bakabilmek toprağa gömdüğü kişinin ben olduğumdan emin olabilmek için, yüzüme son bir kez bakmak istiyordu belli ki … Ama ne mümkün, kefenimdeki küçük delikten gördüğü omzumun karası yüzüme bakmaktan alıkoyuyordu onu. Korktu çocuk. Ne diyeyim, haksız sayılmazdı. Öldükten dört gün sonra bulmuştular beni odamda, odacığımda. Evden gelen kokulardan dolayı komşular polise şikâyet etmişler, polis annemle beraber eve gelmiş ve beni bulmuşlardı. Sanırım aldığım uyku ilaçları, kullandığım diğer ilaçlarla pek anlaşamamışlardı. Bir müddet Fransa morglarında bekledikten sonra paketlenip İstanbul’a gelmiştim. Gâvurlar işi biliyor canım, öyle bir kutu içinde muhafaza etmişlerdi ki dışarı zerre kokum çıkmıyordu. Ne zaman paketim açıldı, o zaman annem anneciğim bile benden üç adım geri durdu. Bir yandan eliyle ağzını burnunu kapatıyor bir yandan gözlerindeki yaşları siliyordu. Onu en son deli dayım intihar ettiğinde böyle görmüştüm. Ağlıyorum Allah’ım, hem de çok, durduramıyorum gözümdeki yaşları kendiliğinden akıyorlar, inşallah inşallah her şey konuştuğumuz gibidir … Bir AYRIK OTU’yum Kökü olmayan, sevilmeyen. Sarmaşık olmaya özenen, Öylece bir ot işte …. 167 Hastalık Hikâyem - 2014 DOSTA VEDA Emrah AKKAN İçeri girdi. Bugün, günlerdir kafasını meşgul eden soruşturmayı çözeceğine dair güçlü bir his vardı içinde. Şehirden uzak, eski, beş katlı gri binanın olduğu bu yerde yoğun bir gün bekliyordu onu. Yıllar önce binaya yapılan bombalı saldırı sırasında büyük hasar gören asansörü kullanmıyordu korktuğu için. Dördüncü kattaki odasına çıkmak için merdivenleri kullanmak zorunda kalacaktı yine. Odasına vardığında Komiser Kemal elindeki birkaç evrakla onu bekliyordu: - Başkomiserim, günaydın. - Günaydın Kemal. İyi haberlerinin olduğunu söyle. - Maalesef efendim, durum aynı, annem istedi diyor hâlâ. Katil 21 yaşındaki bir üniversiteliydi. Kırk beş yaşlarındaki bir kadını öldürmekten yargılanacaktı. Kendisini suça azmettiren kişinin annesi olduğunu söylüyordu. Annesi ise kayıptı, yaklaşık bir senedir kimse haber alamamıştı ondan. Soruşturma sırasında çevreden edinilen bilgilere göre, katil çevresinden kopuk, yalnız yaşayan biriydi. Birkaç kez türbanlı ve gözlüklü bir bayanın kendisini ziyarete geldiği gören komşular dışında annesine dair hiç ipucu yoktu. Katil ise annesinin, kendisini bunaltan şehir hayatından kaçarak topraktan bir evde yaşamak için buralardan ayrıldığını söylüyordu, nerede yaşadığıysa muammaydı. Suça azmettiren anne bulunmadan başkomiserin içi rahatla168 Dosta Veda mayacak, uyumakta zorlandığı geceler çoğalacaktı. - Maktulün eşi kendine geldi mi? - Adam hâlâ şokta efendim. Doktorlar, olayın etkisiyle uzun süreli hafıza kaybı yaşama ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyor. - Hımm… Maktulün evini arayın, en ince ayrıntısına kadar araştırın, ipucu bulmadan gelmek yok, Kemal. Akşam üzeri… Komiser kemal kapıyı çalıp odaya girdi. - Başkomiserim, maktule ait bir günlük bulduk. Onun katille bağlantısına ilişkin çok önemli bilgiler mevcut içinde. Eski bir psikolog olan maktul tesadüfen tanıştığı gence sorunları nedeniyle yardımcı oluyormuş efendim. Katilin istemesi sebebiyle, maktul oraya giderken türban ve gözlük kullanıyormuş efendim. Başkomiser şaşkınlık içindeydi. Buldukları bu önemli detay katilin annesine dair en önemli ipucunu alıp götürmüştü, lakin maktulün eski bir psikolog olması gencin ise sorunlu biri olması ona, asıl gerekli olan ipucunu veriyordu. - Sorunlu bir gence yardımcı olmaya çalışan bir psikolog demek… Başkomiser hızla ayağa kalkıp Komiser Kemal’e keskin ve düşünceli gözlerle baktı. - Onu soruşturma odasına al. Annesinin ziyarete geldiğini söyle sonra. Çıkarken soruşturma odasının kapısını açık bırak. Başkomiser katilin kendisini göremeyeceği camın arkasına geçerek olmasını beklediği şeye hazırladı kendini. Olayların tahmin ettiği şekilde gelişeceğinden emindi. Az sonra bir hareketlilik oldu içeride. Suçlu, aniden kapıya doğru yönelip konuşmaya 169 Hastalık Hikâyem - 2014 başladı: - Anne neden geldin. Onlara senin istediğini söyledim. Olay çözülmüştü, o bir şizofreni hastasıydı. Katilin kendi kendine konuştuğunu tesadüfen fark eden başkomiser için parçaları birleştirmek zor olmamıştı. Geriye kayıp anneyi bulmak kalmıştı. Kendi kendine konuşurken “Salıncaklı topraktan evinde mutlu musun?” demişti suçlu. Bu yeterliydi tecrübeli başkomiser için. Hemen bir ekip gönderdi kayıp annenin evine. Bahçede yapılan kazıda bulunan ceset anneye aitti. Başkomiser yanılmamıştı, ceset bahçedeki salıncağın altına gömülmüştü. Başkomiser olayı çözmüş olmanın verdiği rahatlıkla emniyet müdürlüğü binasından çıkarak evinin yolunu tuttu. Bazı akşamlar gördüğü birkaç evsiz yine kendisine bakarak bir şeyler konuşuyor ve ona gülüyorlardı. Aldırış etmedi. Acıyordu onlara. Bu ıssız yerdeki binadan ayrılırken düşündüğü son şey, onların bir tas sıcak çorbaya ne kadar hasret kalmış olabilecekleriydi. Üç ay sonra… Komiser Kemal içeri girdi: - Başkomiserim, üç ay önce yakalanan üniversiteli katil akıl hastanesinden kaçmış efendim. Oradan ayrılmadan önce öldürdüğü güvenlik görevlisinin kanıyla, duvara bir not düşmüş. Başkomiser öfkeyle gürledi: - Neee? - Annem istedi. Başkomiser ürkmüştü. Odanın içinde durmadan fısıldayan birkaç kişi görüyordu. Onların neyi fısıldadıklarını korku içinde 170 Dosta Veda Komiser Kemal’e söyledi: -Bizim için gelecek, bizim için gelecek. … Güneşli bir cuma günüydü. Başkomiser geniş bahçeli, büyük binanın bahçe kapısından içeri girdi. -İ yi günler hanımefendi. Buraya geçen gece hastaneden kaçan suçlu için geldik. Şey… Çayınız var mı? Havalar çok sıcak bu aralar, değil mi? Kapıdaki güvenlik görevlisi anlamsız cümleler kuran bu adamın kim olduğunu anlamamıştı. - Siz kimsiniz? -Ben Başkomiser Cevat. Şu ağacın yanında gördüğünüzse Komiser Kemal. Görevli kadın, polisin kimliğini görmeye gerek duymamıştı. - Peki, bekleme odasına alayım sizi, size yardımcı olacak ilgili birime haber veriyorum şimdi. On dakika sonra polis arabası yanaştı kaldırıma. Kapıdaki güvenlik görevlisiyle göz göze gelen polisler bekleme odasına yöneldiler. Onları gören başkomiser sevindi kendisine gelen yardıma, ta ki elleri kelepçelenene kadar. - Durun ne yapıyorsunuz, ben Başkomiser Cevat. Kemal söyle onlara. -Öyle biri yok burada. - Kör müsün be adam, orada işte, ağacın yanında. Bırakın beni lan, bırakın, bırakın!… 171 Hastalık Hikâyem - 2014 Polis karakolu… - Cevat Bey gerekli araştırmaları yaptık, bunu kabul etmek zor, biliyorum; ama siz şizofreni hastasısınız. Verdiğiniz bilgiler yanlış, bahsettiğiniz insanlar gerçekte yok. - Niye kaçırdınız beni, bu işte kimin parmağı var söyle. O çok tehlikeli bir suçlu. Bırakın beni dedim. Polis olmayan sizsiniz ben değil. Uzun bir konuşmanın ardından başkomiser odadan ayrıldı, söylediklerini düşünsün diye ona zaman verdi. Çıkmadan önce birkaç fotoğraf ile iki sayfalık yazı bıraktı masanın üstüne. O bir şizofreni hastası olsa bile Allah’ın yaratmış olduğu değerli bir kuldu başkomiser için. Bu inatçı hastanın şizofreni olduğunu kabul edip sağlıklı bir şekilde tedavi olması için elinden geleni yapıyordu. İlk olarak fotoğraflara baktı o. Burası yıkık dökük bir emniyet müdürlüğüydü, görev yaptığı bina. Fotoğrafın üstünde oranın aslında terk edilmiş bir bina olduğu yazıyordu. Düşündü o… Bazı akşamlar emniyet müdürlüğünden çıkıp evine giderken kendisine gülen evsizler geldi aklına. Fotoğrafı bırakıp kâğıtlardan birini aldı eline. Başlık, şizofreni belirtileriydi. Antisosyal yazıyordu ilk maddede, sonraki maddede sarsılmaz yanlış inançlar. Evet, Komiser Kemal dışında hiç arkadaşı yoktu, akrabalarından ise kendisine zarar verecekleri endişesi ile uzaklaşmıştı. Üçüncü madde. Hayali ses, görüntü ve kokular. Komiser Kemal diye biri yok demişlerdi, ağacın dibince durup olanları izlediği sırada görmemişlerdi onu. Ve her gün, nereye giderse gitsin, burnuna gelen o iğrenç lağım kokusu. Geriye kalan maddeleri okumadı, hastalığını kabul etmişti. Sonra bir akıl hastanesine yatırıldı. Birçok şizofreni hastasının aksine hastalığını kabul etmiş olmanın etkisiyle kısa zamanda iyileşmeye başladı. İlk günlerde yanına sık sık gelen Komiser Kemal daha az gelmeye, o iğrenç lağım kokusu azalmaya başladı. 172 Dosta Veda Tedavisinde kendisine yardımcı olan doktorlar arasından üç samimi dost bile edinmişti kendine üç hafta sonra. Onlardan hastalığı hakkında birçok şey öğrenmişti. Dediklerine göre bu hastalığın nedeni tam olarak bilinmiyordu. Genetik yatkınlığın önemli olduğu bu hastalığın en önemli nedeni olarak beyinde haberci rolü üstlenen nörotransmitter maddelerden biri olan dopaminin aktivite artışı olarak görülüyordu. Bu artış; unutkanlığa, konsantrasyon kaybına, saçma ve anlamsız cümlelere neden olabiliyordu. Hastanın bu etkileri hafifletmek için antipsikotik ilaçları düzenli olarak kullanması gerekiyordu. İlaçlar bu hastaları kesin olarak tedavi etmiyordu; lakin psikotik atakların şiddetini azaltarak hastanın gerçekle olan bağlantısını güçlendiriyor, ona kaliteli bir yaşam olanağı sunuyordu. O, Komiser Kemal’in gerçekte olmadığını bilse bile arada özlüyordu onu, hayali de olsa en iyi dostuydu o. Saate baktı, sonra masaya. Onu Komiser Kemal’den daha fazla uzaklaştıracak ilaçlardan ikisine baktı ardından. Ricus ve Zeldox yazıyordu; ama o bütün ilaçları tek bir isimde birleştirmişti kendince: Gerçeğe çağrı. Bir ay sonra taburcu oldu. İlk olarak akrabalarını ve eski dostlarını ziyaret etti. Bu hastalıkla baş etmesi içi gerekli olan ilgiyi kendisine verebilecek insanlara ihtiyacı vardı. Anlattı onlara başından geçenleri, ağladı kimi zaman, neden beni anlamaya çalışmadınız diye kızdı. Ve günler sonra hatırlamaya başladı, çocukluğunu, o dehşet gecesini. Cesaretini toplayıp o eve gitmeye, geçmişiyle yüzleşmeye karar verdi. Kapının açılmasıyla yıllarca biriken tozlar havalandı. Adım adım girdi içeri. İlk adım özlem. İkinci adım korku. Üçüncü adım yüzleşme. Salona girdiğinde tam karşıda duran dolaba baktı. Anılar geçti taarruza, titredi, büzüştü utancından, korktu, tıpkı o gün olduğu gibi. Anne ve babasının kurşuna dizildiği o gece, o 173 Hastalık Hikâyem - 2014 küçük delikten bakarken hissettiği her şey geri gelmişti. Kendini güçlükle topladı. O geceden sonra yıllarca kendisiyle kalacak olan vicdanının sesini bastırdı, kendisini gerçeklerden koparan, Komiser Kemal’i kendisine hediye eden sesi…Korkuyordu, geri dönmek istedi. Kapıya yöneldi. - Şimdi yapamazsan, kurtulamazsın, bununla yaşamak zorunda kalırsın. - Çok korkuyorum Kemal, bu oda, şu dolap… Beni o kanlı geceye geri götürüyorlar. Kısa bir kararsızlıktan sonra dostunun dediğini yapmaya karar verdi. Yatak odasına gidip anne babasının eşyalarını gözden geçirdi. Gözyaşlarının damladığı yerlerde biriken toz yığınları yıllar sonra suya kavuşuyordu. Yatağın yanında duran komodini açtı, gördüğü defter babasına ait olan günlüktü. Okumaya başladı. “Artık susamazdım, İçimdeki dinmek bilmeyen yangını söndürmeli, çorak topraklarımı sulamalıydım. Önce, “Bir insanda, insanlığın bütün hâlleri gizlidir” diyen Monteigne’nin kapısını çaldım, ardından, “Sen kendini bilmezsen, ya bu nice okumaktır” diyen Yunus’u aldım kapımdan. Farkında olmadan atlaya atlaya okuyordu satırları. Devam etti. “Yürüdüğüm tüm yollar kendimeymiş geç anladım…Artık susamazdım. Aşkın sesine kulak vermeliydim.” Devamını okumadı, okuyamadı… Babasının ölmeden bir gün önce yazdıklarını kendisine kalan miras olarak aldı. Anne ve babasının katilini bulmak için şizofren bir polise dönüşen hastalıklı ruhu, babasının mirasıyla yatışacak, huzur bulacaktı. Cebindeki ilaçlardan birini çıkardı. Hapı yutmadan önce, dostuna baktı. Gülümsüyordu kendisine. Tebessümle baktı Komiser Kemal’e. Bir daha dostunu görememe ihtimaline karşın, ona veda etti. 174 Benim İmzam Gülüşlerim BENİM İMZAM GÜLÜŞLERİM Fatma DEMİR Küçükken herkes benimle ilgilensin diye hasta olmak isterdim. Annemin şefkatli kollarındaki huzuru daha fazla hissedebilmek içindi isteğim. Çocukların duası kabul olur denilen şey tam anlamıyla bu olmalı bence. Hayatımın bu döneminde her şeyiyle sağlıklı bir genç kız ne hisseder bilemiyorum artık. Geçmişteki sağlıklı günlerimi de anımsayamıyorum; sanki başımda dolaşan griye dönük bulutlar hep vardılar. Belirsiz bir hastalık yaşamak en kötü olanıymış. Böyle pusuda bekleyen sinsi bir düşman var gibi hissediyor insan kendini. Güneşli bir günde yağmura yakalanan birinin çaresizliğini hissediyor iliklerinde. Ölümün tatlı kardeşindeyken başladı her şey. Uykumdan şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım, bu ağrı daha önce yaşadıklarım gibi değildi. Sanki beynimin duvarlarına dayanmış bir alacaklı vardı, hiç durmadan vuruyordu kapılarıma. Hâlbuki yatmadan önce gayet normaldi yaşamım. Kız kardeşim yola gidecekti sabahın erken saatlerinde, onun için yol hazırlığı yapıyorduk. Uykunun koynuna gireli daha çok olmamıştı ki “Anne, ölüyorum ben, kurtar beni!” diyerek uyandım. Ağlamıyorum; ama gözümden istemsiz yaşlar akıyor, kafamda bir ağırlık sanki oturduğumuz beş katlı binanın yükü benim başımda. Yalvarıyorum anneme, anne ne olur bir şeyler yap öleceğim, ölüyorum diye. Benim canım anam hayatımdaki kutsal kadın afallıyor, o gece beynime kazınan ağrı dışında annemin korkuyla bana bakan gözlerini anımsıyorum bir tek. Akrabalarımızdan birini arıyor, gecenin bir vakti rahatsız etmiş olmanın verdiği çekingenlikle. Acil serviste olanları da çok fazla anımsayamıyorum. Gözlerim kepenklerini çekmiş bir bakkaldı. Hafiften bir ışık sızıyordu ara175 Hastalık Hikâyem - 2014 lıktan; ama gözlerimi açamıyor, kafamı kaldıramıyordum. Siyah toz zerrecikleri uçuşuyordu gözlerimin önünden. Ağrı kesici bir serum taktılar. Gecenin zifiri karanlığında geldiğim, buram buram ilaç kokan odadan sabah ayrıldım. Doktor sabah, nasılsın diye sordu. İyi hissetmiyordum kendimi, mesai saatini bekleyecek derman yoktu dizlerimde. Evimize gidip uyumak istiyordum sadece. Akrep ile yelkovanın dokuzun üzerinde buluşmasını güç bela bekledim, doktora derdimi anlattım; ama nafile bir ağrı kesici karalanan reçete kaldı elimde, bir de migren atağı olabilir diye dizilen anlamsız cümleler beynimde. Önümüzdeki haftalar boyunca sürekli bir uyku hâli hâkim oldu vücuduma. Oturduğum yerde uykuya dalıyordum, çalışma koşulları esnek bir iş yerinde çalıştığım için çoğu zaman iş yerimde bile uyukluyordum. Böyle geçen birkaç hafta birbirini takip etti. İnsan, daha önce başına gelmeyen bir durumu ifade etmekte zorluk çekiyor; mesela başım dönmeden önce baş dönmesi nasıl bir şeydir bilmiyordum. Başım ilk döndüğü zaman acaba etrafım mı dönüyor diye düşünmüştüm. Vücudumun sağ kısmında hissettiğim uyuşma da tam anlamıyla ifade edemediğim bir şeydi işte. Ağzımın içi, gözlerimde bile bir uyuşma hissediyordum. Bir ay kadar bir süre zarfında elimizdeki imkânlarla yetindik. Kafam o kadar dalgındı ki çok unutkanlaşmıştım. Annem geceleri yatmadan önce hepimize tek tek sarılır, öperdi. Bir gece gittim yanına, anne aşk olsun sen bana sarılmadın diye, annem böyle afallamış bir şekilde yüzüme bakakaldı. Kızım beş dakika önce yanına gelip sarıldım ya sana diye; ama ben hatırlamıyordum. Günlük hayatta bir yerlerde elbette bir şeyler unutulur; cüzdanımı, telefonumu bir yerlerde unuttuğum çok olmuştur, ama insanın gerçekleştirdiği bir eylemi hatırlayamaması gerçekten tuhaf bir durum. Arkadaşımın birinden bir konuda bana yardımcı olmasını istemiştim. Aradan zaman geçti; kendi kendime herhâlde unuttu dedim, hatırlatma amacı ile aradığımda beni aradığını benim onu onayladığımı söyledi; ama sonuç gene aynı, ben telefonla konuştuğum zamanı hatırlamıyordum. 176 Benim İmzam Gülüşlerim Hastalandığım günler hayatımda her manada değişiklik yaşadığım günlerdi. Bacaklarımı beni taşıyamayacak kadar güçsüz hissediyordum, ben bir adım attıkça bacaklarım iki adım geri gidiyordu sanki ve ben olduğum yerde sayıyordum. Uyuşmalarım şiddetlenince korktum; fakat derdimi anlatamadım, kimse yakıştıramıyor hastalığı gülen gözlerime, hastalığım üzerimde eğreti duran bir kostüm gibi yapıştı kaldı tenime. Bir gün soluğu Nöroloji Polikliniğinde aldım doktor çok sıcak karşıladı beni, şikâyetlerimi tek tek dinledi, söylediklerim doğrultusunda farklı sorular yöneltti. Karar olarak, MR (Manyetik Rezonans Görüntüleme) çekmekte fayda var dedi. Böylelikle benim için hastane temposu başlamış oldu. Günlerce MR günü bekledim, insan canı ucuz sonuçta; biraz erken veya geç ne değişir! Kimse bilmez ki bölünen uykularını, aklına gelen kötü olumsuz duyguları, alt tarafı biraz bekleyeceksin hepsi bu. Sonuçta elin mahkûm bekliyorsun ve hiç olmadığı kadar başka insanları düşünüyorsun. Bir çocuk alacağı hediyelerin hayali ile doğum gününü beklerken, başka bir yerde bir insan ölümü için verilen tarihe gün sayıyor, belki de başka bir yerde bir anne evladına gelecek kanı, organı, gün ışığını bekliyor, dua ediyor. Aklımda bin bir düşünce vardı MR günü geldiğinde, o makine içinde nasıl duracağım bilmiyorum. Karanlık ürkütür de insanı beyazlık ürkütür mü hiç? Ürkütüyor, her şeyin beyaz olduğu bir yerde insan daha çok korkuyor. Maddi sıkıntılarımız öğretti bana her zaman tetikte olmayı, babamın işleri yolunda gitmeyip işyerimizi kapattıktan sonra ardı ardına gelen borçlardı düşüncelerimin katili. Her biten borç sonrası derin bir nefes alıp hevesimizin kursağımızda kalmasıydı beyazdan bu kadar korkmamın nedeni. Makinenin içine girdiğimde çok heyecanlandım. Belirsizlik içinde sonuçları bekledik, bu da yine çekilmek için beklediğimiz kadar uzun bir süreçti. Raporda her şey yolunda görünüyordu; ama benim şikâyetlerim devam ediyordu. Vücudumdaki karıncalanmalar, hâlsizlik, uyku hâli, bacaklarımda oluşan kasılmalar… 177 Hastalık Hikâyem - 2014 Böyle geçirdim bu süreci. Doktorum şikâyetlerim geçmediği için tekrardan MR çekmeyi uygun gördü ve ben gene o makinenin içindeydim. İlkine göre daha sakin; insanın alışkanlıkları böyle oluşuyor demek ki. Alışıyorsun acıya, sevgiye içine işleyen her şeye. Doktorun odasındayım, yüzünde tuhaf bir ifadeyle sonuç CD’sine bakıp, sayfaları yavaş yavaş geçiyordu. Acıyan bir ifade görüyordum gözlerinde, bir taraftan da bir şey bulmuş olmanın verdiği sevinci. Cümleler kuruyor, bir şeyler anlatıyordu; ama sanki ben duymuyordum. Bulunduğumuz şehirde imkânların yeterli olmadığını, beynimde bir lekelenme olduğunu, farklı tetkiklerden geçmem gerektiğini bunların hepsi için de sağlık imkânları gelişmiş bir şehre gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Bir de MS (multipl skleroz) olabilir, belirtiler onu gösteriyor diye eklemişti. M ve S harflerinin yan yana gelmesiyle oluşan hastalık. İlkokuldayken acaba bu harfleri kaç kere yazmıştım yazı defterime? Bugüne kadar duymadığım hastalığın adı mıhlandı resmen aklıma. İkinci bir görüş almak, ufak bir umut kırıntısı bulabilmek için başka bir doktora görünmekte bulduk çareyi. Bir sürü ilaç yazdı, yaşına göre ağır ilaçlar ama bunun tedavisi budur dedi. Doppler çekilmemi, beyinde görünen bazı sıkıntıların kalpten gelebileceği ihtimalini değerlendirerek kalbimden muayene olmamı istedi. Damar tıkanıklığı var beyninde, dedi. Her doktorun farklı bir şey söylemesi daha fazla çaresiz bırakıyordu beni. Sürekli ağlıyordum; çünkü çok korkuyordum. Doppler çekimimde nodüller alanlara rastlandı; ama beynime giden kanın akış hızında herhangi bir sıkıntı yoktu. Bu iyi bir şeydi. Kalp muayenemde de ufak ama çok büyük sıkıntı doğurmayan bir sonuç beni karşıladı.(Soldan sağa minimal geçiş PFO) Ama asıl konumuz beynimde görülen lekeler ve geçmeyen şikâyetlerimdi. Aradan bir gün geçti, doktora tekrar gittik, bizi kapıda karşıladı, bir hekim arkadaşına danıştığını, yazmış olduğu ilaçları kullanmayarak büyük bir şehre gitmem gerektiğini söyledi. Hastane bahçesinde oturdum, ne yapacağımı bilmeden ağladım. Aklıma bir sürü şey geldi, olumlu düşünceler uçtu gitti beynimden, hepsi beni terk etti. 178 Benim İmzam Gülüşlerim Benim için Ankara serüveninin başlama zamanı gelmişti. Telefonlarım hiç susmadı. Artık kimseyi duymak istemiyordum; sanki ölecekmişim gibi “tüh, vay” seslerini duymaya tahammülüm yoktu. Ankara’da ilk olarak bir kalp cerrahına göründüm, bize yol gösterdi, bir kâğıt yazıp da tutuşturdu elime. Kâğıtta çok yakın dostumun elemanı ilgilenirsen mutlu olurum tarzında bir şey yazıyordu ve yine o baş belası iki harfin yan yana gelmesiyle oluşan MS ve kocaman soru işareti. Gittiğim bölüm memleketimde gittiğim gibi nöroloji bölümüydü. İyiyim ben diye kavga ediyordu içimdeki kız. Herkes dertli, dertler sıralanıyor boydan boya; ama herkesin derdi kendine göre en büyük bu hastane koridorlarında. Şimdi başka bir hastanenin kapısındaydım ve bugüne kadar varlığımdan haberdar olmayan bir doktorun karşısında derdimi anlatıyordum. Hastaneye yatış işlemleri yapılsın, dedi. Sekreterlikte bana yardımcı olunacağını söyledi. Daha önceden çektirdiğim MR sonuçlarıma bakarken özel kan tahlilleri yaptırmalıyız, yeniden MR çekimlerini gerçekleştirmeliyiz, dedi. Şüphelenilen hastalık herkeste farklılık gösteren, bazısında yaşam kalitesini düşürürken bazısında önemli tahribatlar oluşturmayan bir hastalıkmış. Memleketteki doktorum söyledikten sonra aklıma mıhlanan o hastalığın ismini çok araştırdım. Aklıma kazınanlar, doktorun iki dudağı arasından dökülenler, okuduklarım ve beynimde çakan şimşekler, ezberlediğim cümleler geçiyordu şimdi gözümün önünden. MS hastalığı, diğer bir adıyla multipl skleroz, beyin ve omurilik (merkezî sinir sistemi) hastalığıymış. Bu hastalığa multipl skleroz denmesinin nedeni hastalığın beyin ve omuriliğin birçok yerinde sertleşmiş dokular oluşturmasıymış. Merkezi sinir sistemi sinirler boyunca vücudumuzun farklı yerlerinde elektriksel mesajlar gönderen bir santral gibiymiş. Sağlıklı sinir liflerinin çoğu mesajların iletilmesini kolaylaştıran miyelin denilen yağlı bir madde ile çevriliymiş. Bu doku sinir liflerinin elektrik uyarılarını iletmelerine yardımcı olurmuş. MS hastalığında miyelin parçalanır ve miyelin yeri179 Hastalık Hikâyem - 2014 ni sertleşmiş dokular alırmış. Böylece mesajın geçişi engellenir ya da saparmış. Sonuçta vücut fonksiyonları kontrol edilemez hâle gelirmiş. Görme, konuşma, yürüme gibi fonksiyonlar üzerindeki kontrol kabiliyetini bozar. Koordinasyon bozulur, kuvvet azalır, aşırı hâlsizlik yapar, uyuşma, hissetmeme görülebilirmiş, mesane ve bağırsak fonksiyonları bozulabilir, hafıza problemleri görülebilir, ellerde titreme olabilir, belirtiler hafif ya da ağır olabilir, aniden ortaya çıkabilir ya da kaybolabilirmiş. Ve insanın hayatındaki en verimli yıllarında belirti gösterirmiş (20-40 yaşlarında), kesin bir tedavi yöntemi ise yokmuş. Ve gene ben… Her söz, duydukça geçip karşısına kendime sorular yönelttiğim bir ayna oluveriyor ellerimde. İnsan şikâyetlerinin hepsini hatırlayamıyor, unutuyor birçoğunu. Konuşma bozukluğum olduğunu hiçbir doktora diyemedim mesela. Seneler önce bir giyim mağazasında çalışırken, akşam saatlerine doğru artık konuşamaz olurdum. Ben bile gülerdim hâlime, arkadaşlar dalga geçerdi, tamam artık akşam olmuş, bu kız konuşamamaya başladığına göre diye. Günlerce geçmeyen kasılmalarım olurdu, gece yatıp dizimi kolumu bükemeyecek kadar şiddetli ağrılı sabahlara uyandığım çok olmuştu. Zaman zaman şiddetlenen kanamalı kabızlığım bazen ise yediğim anda lavaboya çıkaran ishalim olurdu. Bağırsak problemlerim irsi, kasılmalarımın ve konuşamamamın sebebi ise aşırı yorgunluktu o zamanlar bana göre. Sokak köşelerine saklanıp beni takip eden hastalığı fark edememişim işte! Şimdi bir hastane odasındaydım. Odayı hafızasını kaybetmiş, artık yemek yemeyi bile unutmuş bir teyze ile paylaşıyorum. O benden haberdar bile değilken ben onun için dua ediyorum. Anasının başından ayrılmayan emekli öğretmenden çok şey öğrendim. Hastane odalarından yükselen inlemeler, ağlama sesleri insanı bambaşka bir dünyaya götürüyordu. Benden kötü durumda olan milyonlarca hasta vardı o odalarda, hastane koridorlarında. Günler sonra; biyokimyasal testler, hormon testleri, koagülasyon testleri, spesifik proteinler, tiroit testleri, otoantikorlar (IFA ve EIA Yöntemi- İmmünoloji Laboratuvarı), otoantikorlar Hep-2 180 Benim İmzam Gülüşlerim (Western blot- İmmünoloji laboratuvarı) genel hemotoloji laboratuvarının verdiği birkaç kağıttan oluşan sonuç listesi ve manyetik rezonans görüntüleme inceleme raporu ile doktorun karşısında oturuyordum. Kafa MRG sonuç raporunda: “Sağda orta serebellar pedinkül düzeyinde 4x3 mm boyutlu T2 ve FLAIR sekanslarda hiperintens sinyal özelliğinde lezyon.” göründüğü yazıyordu. Doktorum bir şey söylemek için erken olduğunu MR takibi ile lezyondaki değişimleri inceleyerek karar vermenin doğru olacağını söyledi. Koagülasyon (pıhtılaşma) test sonuçlarımda ise Aktive Protein C Rezistansı (APC) değerim pozitif çıkmıştı. Doktorumun demesine göre pıhtılaşma eğilimi görünüyormuş kanımda. Başka bir ihtimal de beynime pıhtı atmış olabileceğiydi. Her gün düzenli olarak Coraspin 100 mg 30 tablet kullanmamı önerdi. İlacın mideme zarar vermemesi için öğle saatlerinde tok karına, bir bardak süt ile içmemi tavsiye etti. Ve işte şimdi canımı acıtan cümleler dökülüyordu iki dudağının arasından; kanımda görülen bu değerler hamilelik sürecinde düşükle sonuçlanan gebeliğe neden oluyormuş. İleride anne olmaya karar verdiğin zaman mutlaka bir “kadın doğum uzmanı”na görün dedi. Ben, ablam evlendikten sonra yani küçüklüğümden beri hep teyze olmak isterdim, teyze demek anne yarısı demek olduğu için. Anne olabilme ihtimalimi, kendime hep uzak görürdüm, beni böyle düşünmeye sevk eden neydi bilmiyordum; ama şimdi doktor bana bunları söylerken seneler önce bu andan habersiz kurduğum cümleleri anımsıyorum. İlk defa gözlerimden yaş akmıyor; fakat içimdeki kız hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Doktorum çocuğun olmaz demedi; sadece senin hamileliğin diğer hamile bayanlara oranla daha zorlu geçer dedi. Ama seneler önce kurduğum aptalca cümleler, aklımdan geçirdiğim düşüncelerdi benim canımı yakan. Düşüncelerin insan hayatına yön veren pusulalar olduğuna inandım her daim, çevremde moralsiz bir insan olduğunda güzel düşün, güzel şeyler olsun dedim. Bu konuda tek bir dileğim var o da pusulamın yanılmış olması. Koagülasyon testlerimde çıkan sonucun moleküler yöntemlerle desteklenmesi önerildiği için hematoloji(kan bilimi) bölümüne gittim. 181 Hastalık Hikâyem - 2014 Faktör V (LEIDEN) heterozigot mutasyon ve MTHFR A1298C heterozigot mutasyon saptandı. Artık dikkat etmem gerekenlerin yazıldığı bir kâğıt vardı elimde. Her gün düzenli olarak Coraspin 100 mg kullanmak, güneşli günlerde fazla güneş altında durmamak, uzun süreli yolculuklara çıktığım zamanlarda veya istirahat etmem gerekirse Clexane 0,6 1x1 kullanmak, oral kontraseptif (OK ve OKS) yani ağızdan alınan gebelik önleyici ilaçlardan kullanmamak (pıhtılaşma eğilimini arttırdığı için), pasif ve aktif olarak sigaradan uzak durmak gibi. Hayat beklenmedik zamanlarda beklenmedik sonuçlarla karşılaştırıyor insanı, yeri geldi en azından teşhis konulduğu için mutlu oldum. Daha beterinden korusun Rabbim diye dua ettim. MR takiplerime düzenli olarak gittim ve bir gün güneş dağlar ardından yüzünü tekrar gösterdi bana. Uzun süre aynı şekilde olan sonuçlarım değişmişti artık ve beynimde görünen lezyonlar silikleşmeye başlamıştı. Doktorumu ilk defa gülerken görmüştüm. Odamı benimle paylaşan teyzenin kızına sevinçli haberi vermeye gittiğimde, bir genç kızla tanıştım, MS hastasıymış ve ilaç tedavisi alıyormuş. O kız konuşurken ağlamamak için zor tutmuştum kendimi. Kız evliliğini, çocuk sahibi olmak istediğini; fakat kullandığı ilaçların gebelikte sakat doğuma neden olabileceği için doktorunun hamileliği önermediğini, sırf bu yüzden birkaç hamileliğini kürtaj ile sonlandırdığını anlattı. Anlatırken bile özlemle suçluluğun harmanlandığı ifadeyi görebiliyordum yüzündeki çizgilerde. Bir gün yine hamileyim diye doktora gitmiş, sonuç ise negatifmiş, mutlu olmuş, tekrardan kürtaj olmayacağım diye. Aradan zaman geçmiş, karnı büyümeye başlamış, ultrason çekimlerinde hamileliğini öğrendiğinde itiraz etmiş, şaşırmış, doktora bütün tetkiklerini yaptırdığını, kürtaj olmak istediğini anlatmaya çalışmış; ama bunun için zaman çoktan geçmiş. Duraksayıp tekrar konuşmaya başladığında çocuğunu sağlıklı bir şekilde kucağına almanın verdiği mutluluğu gördüm bu sefer gözlerinde. 182 Benim İmzam Gülüşlerim O gün bir insanın yiyeceği ekmek varsa, öyle böyle dünyaya gözlerini açtığını öğrendim. MS hastalığı neden kaynaklandığı bilinmeyen; fakat doğurganlığa etki etmeyen bir hastalıkmış, bunu çok okumuştum; ama iyi sonuçlar aldığım gün, dinlediğim hikâye yüreğime gerçekten su serpmişti. Önümde nasıl bir yol var bilmeden yürüyorum. Sığınaklarım var gönlümün ücra köşelerinde. Dualarım var dilimin döndüğünce Rabbim kimseye dert verip derman aratmasın diye. Hikâyemin altına gülüşlerimden bir imza atmak istiyorum, herkes beni gülen gözlerimle anımsasın diye. 183 Hastalık Hikâyem - 2014 GREGOR SANRISI Gökhan SARIBIYIK Bir sabah korkulu bir düşten uyandığında, kendini yatağında... O sabahın, her zamanki sabahlar gibi olmadığının henüz farkına varmamışken kapıdaki ses ile irkildi yatağında. Kapı aralandı. Ayak seslerinden parkelere değen ayakkabıların, topuklu ayakkabı olduğunu anladı. Yavaşça ve sert adımlarla kapıya doğru geliyordu. İçinde ürpertiyle bir yalnızlık hissi duydu. Sırtındaki soğuk titremeyi hissetti. Korktuğunda hep böyle olurdu. Başını yastığa gömüp beklemek istedi. Korkusu durmadan büyüyordu. Yastık her zamankinden daha şefkatli geldi yüreğine. Saatin “tik-tak”larına takıldı kulağı ve ses gittikçe kulağını kemiriyordu. Hızlı hızlı ve kesik nefes alıyordu. Kapıdaki topuklu ayakkabıyı unuttuğunu hatırladı. Ses kesilmişti. Oradaki her kimse mutfağa gitmiş olmalı, mutfaktan yeni aldığım bıçağı bulup tekrar geri dönüp beni öldürecek olmalı diye düşündü. Nefesinin sesini kesti. Yorganın altına gizlenip nefesinin sesini müstakbel katiline duyurmamalıydı. “Katil mi?” diye düşündü önce. Ne diye onu öldürecekti ki? Bu şehirde kimsesi yoktu. Kaldı ki onu kim öldürmek istesin? Bakkala borç biriktirdim. Evet evet, olsa olsa bakkaldır bu. Hem son gittiğimde beni azarlamıştı da. Ödeyeceğimi söyledim. Uzun bir süredir ödemiyor da değildim ki! Sadece birkaç haftalık… Her gün aldığım; ekmek, biraz nevale ve sigara. Beni öldürmek isteyecek kadar bir borç birikmemişti ki. Evet, evet, evet, o olmalı. Geçen gün iş dönüşü bakkala uğramış ekmek ve çerez alıp eve gelirken evin karşısında bir anlam 184 Gregor Sanrısı veremediğim o gölge de oymuş meğer! Ne kadar aptalmışım! Nasıl tanıyamam? Aptallığım ölümüme sebep oldu işte! Fakat hayır bu duyduğum ses topuklu ayakkabı sesi. Hayır, o zaman bir kadın... O zaman katilim bir kadın. Ne kadar şanslıyım bir kadın öldürecek beni. Ama bir dakika ben hiçbir kadınla görüşmem ki! Çevremde hiç hoşlandığım bir kadının olmamasından ziyade, hepsi itici, pahalı, tiksinç parfüm kokan, basit, boş beyinli, aptal kadınlardı. Ah çevremde ne çoklar Tanrım! Hiçbiri Shakespeare’in adını duymamış, Michelangelo’nun eserlerini bile bilmiyorlardır. Beethoven’nın o eşsiz fırtınalarına bile tangırtı, gürültü derler. Ah ne kadar beyhude bir hayat onlarınki! Sanattan ve estetikten velhasıl güzel olan her ne varsa bu dünyada hep onlardan uzak, onların gözlerinden ve de dimağlarından geçmez. Kadınlar! Evet, haklıymış Menander: “Dünya’nın en yabani canavarlarıymış’’ bir tanesi beni az sonra öldürecek. Yoksa Menander’i de mi bir kadın öldürdü? Karizmatik bir ölüm olsa gerek bu benim için. Bu hayatta hiç hayalini bile kuramayacağım bir ölüm şekli bu. Bir kadın tarafından öldürüleceğim hiç aklıma gelmezdi. Beyaz elleriyle saplayacak bıçağı göğsüme. Kırmızı ojeleri daha bir kırmızı olacak! Şöyle kan kırmızısı… Son nefesimi acı içinde inlerken ben; o, timsah derisi çantasında sigarasını arıyor olacak. Bulduğunda ruhum, çoktan bedenimi terk etmiş olur. Sigarasını kıpkırmızı dudaklarına götürüp mutlaka benim çakmağımla yakmalı. Belki hatıram olarak çakmağımı deri montunun cebine atarken ellerine, sonrada montuna bulaşan kanıma küfür edecek. Karşıma oturup eteğini sıyıracak, bacak bacak üstüne atacak. Katilimin mutlaka güzel bacakları olmalı. Evet evet, mutlaka güzel bacakları ve bir adamı gecenin bir vakti evine giderken onu eve gitmekten vazgeçirecek kadar da güzel dudakları olmalı. İşte yine o ses, işte yine o topuk sesi! Nereye gidiyor? 185 Hastalık Hikâyem - 2014 Yoksa, yoksa geliyor mu? Ah Tanrım! Ölüyorum işte. Yalvarırım yardım et! Biliyorum yolundan döndüm, sana yeterince dua etmedim. Ah Tanrım! Ben de bir ekmek parası derdinde, nefsi olan, pek hissedemesem de bir gençtim. Elbette günah işlemeliydim. Elbette bazı geceler birkaç kadeh içmeliydim. Tanrım, elbette ben de kadınlara düşkün olmalıydım. Ben bir insandım; ben aciz, ben bir kul, ben bir insandım! Tanrım affet! Hem Adem de günah işledi. O meyveyi yedi ve onu cezalandırdın. Beni de şimdi affet. Evet bir cennette yaşamıyorum; fakat beni yanına alarak cezalandırma. İşte o ses! gidiyor mu ne? Uzaklaşıyor olmalı. İşte kapı kapandı, gidiyor. Tanrım, şükürler olsun!... Radyo’da “La Bohemya’’ çalıyordu. Perdenin aralanmış ucundan camdan dışarıya baktı, akşam oluyor “usul usul’’ dedi kendi kendine. Dağılan kitaplarının arasından telefonunu buldu. Numarayı çevirip kulağına dayadı. Radyo’nun sesini kıstı şarkı biterken: “Alo nerdesin? Hiç, aramak istedim. Zor günler geçiriyorum. Evime biri geliyor. Bilmiyorum. Beni öldürmek istiyor. Bilmem, tanımadığım biri olmalı ama, güzel bacakları var. Nasıl desem, güzel bir kadın... Hayır hayır, korkuyorum işte, yine geldi! Yardım et, kapatmak zorundayım.” Şu koltuğun arkasına saklanmalıyım. Niye saklanacak bir yer belirlemediysem daha önceden? Lanet olsun bu kez haklayacak beni! Bu kez hiç şansım yok. Gregor! Kahretsin Gregor diğer odada kaldı. Şans ondan yana olsun ve katil beni seçsin. Lütfen Tanrım. Hem Gregor’la bir işi olamaz ki onun. Daha öncede gelmişti katil, demek ki o beni öldürecek. Ya onu ben sanarsa? Ne iyi adamdı Gregor. Birlikte neler neler yapmıştık. Hayatımın en güzel günlerini onunla geçirdim diyebilirim. O hep kadınlardan konuşmak isterdi. Kadınların ne kadar kusursuz bir mukadderatı oluşundan ve aşktan... Aşk! 186 Gregor Sanrısı Âşk mı? Gregor hiç âşık olmuş muydu? Bunu ona hiç sormamıştım. Olmamış olmalıydı. Çünkü, çünkü bilmem... Âşık olunacak kadını nerden bulabilirdi ki? Ama o bulabilirdi. O sokakta gördüğü hoş kadınları bile takip edebiliyordu. Bir keresinde nasıl da akşama kadar bir kadın için kahve içtiğinden söz etmişti, ne kadar komikti. Ah bir kadın için, yalnızca aptal bir kadın için... Ah Gregor! Tanrım, katil ne yapıyor acaba? Gregor’un kapısında mı? Gregor’la mı konuşuyor? Ama Gregor kapıyı açmazdı ki ve daima kilitlidir kapısı. Bilmez misin nasıl inatçıdır o... Bir keresinde; annesi, babası hatta patronu kapısına dayanmış yine de açmamıştı kapıyı. Ne için açmamıştı hatırlamıyorum; fakat açmamıştı kapıyı. Tanrım! Gregor ve o kadın birlik olmuş olabilir mi? Gregor kadınları çok sever. Düşkündür. Ve şeytana tapar gibi tapabilir kadınlara. Yalnız bir kez bile görmüş olsa o güzel bacakları, yapamayacağı iş yoktur onun için. Ah işte şimdi bittim. Benim katilim tam da Gregor’un tapındığı kadınlardan. Gregor’un kadınlarından mıydı o? Ah neyse ki gidiyor işte. Ne ürkütücü. Derhâl Gregor’u bulmalıyım. Ama dışarıya çıkamam ki. Ölmüş müydü ? Belki de o alçak kadının sapladığı bıçakla Gregor’un henüz soğumamış kanı parkelerime sızıyordur. Ah temizlikçi çağırmalıyım. Nerden bulurum şimdi temizlikçiyi? Hem inanırlar mı onu benim öldürmediğime? Temizlikçi Gregor’u gördüğü an önce acı bir çığlık atar, sonra ardına bile bakmadan kaçar. Hem polise haber verse ki verir. Eyvah! Ne yapacağım şimdi? İşe de gitmedim iki gündür. Şüphelenmiş olmalılar. Hasta demişlerdir belki de. Ama ben de Gregor gibi hiç hastalanmazdım, kaldı ki bu yüzden işe gitmezliğim. Hapse girmek istemiyorum; dünya yeterince dört duvar zaten ve en az bir hapishane kadar karanlık. Hayır hayır, böyle olmaz. Bu gece kokmaya başlar. Ah dostum Gregor! Öyle acıyorum ki sana. Nasıl etsem de çıkabilsem odadan dışarıya. Ya blöf yapıyorsa katil; bir yere gizlenmiş ve benim çıkmamı pusuda bekliyorsa? Hayır, hayır, hayır çıkamam. Zaman mefhumunu da yitirdim zaten. Hangi gündeyiz? Kaç gün olmuştu işe gitmeyeli. Ah annem! Her gün arayan annem, şimdi ne için 187 Hastalık Hikâyem - 2014 aramıyor? Oysa her akşam sesimi duymadan rahat yatamazdı. O sebeple her akşam muhtelif vakitlerde arar, havadan sudan konuşarak içini rahatlatırdı. Neyse neyse yavaşça kalkmalıyım, doğrulayım gizlendiğim yerden. Zaten odaya girmiş olsa, bu koca kafamı hemen görür. Gizlenmem anlamsız. Çıkmak istiyorum artık evden. Duvarların üzerime üzerime geldiğini gözlerimle görebiliyorum. Kapımı çalıyor ne? Kim bu gelen şimdi? Katilim olamaz o kapıyı çalmaz. Belli etmeden bakmalıyım pencereden. Annem mi o? Annem! Ama... Ama... Onun da ayağında topuklu ayakkabısı var. Katilim annem olabilir mi? Niye olmasın? Hep şakasını edip “Sen benim oğlum olamazsın, hastanede bebekleri karıştırmış olmalılar. Baksana benim tanıdığım kimse senin gibi değil’’ der dururdu. Doğruymuş meğer. Son geldiğinde, ne olur ne olmaz diye vermemeliydim o anahtarı! İki sıfatın birbirine karışması kadar acı veren bir şey tatmadım ömrümde ben. Nasıl olur da canım olan bir kadın, canımın diğer yarısı dediğim Gregor’u nasıl öldürebilir? Ve daha da fenası beni niye, hangi sebeple öldürmek isteyebilir? İşte merdivenlerden çıktı. Ölüyorum, Tanrım bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür biliyorum Tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat fena değildir... Üstü kalsın.. - Doktor Bey, oğlum iki yıl önce tuhaf hareketleri, halüsinasyonlar ve duygu karışıkları belirtileriyle doktora, o şartlarda şehrimizdeki Devlet Hastanesine kaldırıldı. - Duygu karışıkları nelerdi ? - O günlerden birinde ailecek misafirlerimizle oturmuş yemek yerken eşim; televizyondaki bir program üzerinden birkaç espri yapmıştı. Misafirlerimiz ve biz gülmekten yerlere yatarken o, çok garip bir şekilde duygulandı, en sonunda ağlamaya başladı. Bu olaya kadar küçük gariplikler oluyordu; fakat bu endişelenmemize sebep oldu. Neyse Devlet Hastanesinde yattığı sıralarda geceleri sinir nöbetleri geçiriyordu. Kimse durduramıyor, sakinleştiricilerle uyutuluyordu. Birkaç gün sonra Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesine sevk edildi. O günden sonra Özgür’üm hiç 188 Gregor Sanrısı konuşmadı. Hep kitap okurdu. Aylarca, yıllarca sandıklarla kitap götürürdüm ona. Yıllarca hiç konuşmadı. Tedavisi süresince ilaç kullanımı devam etti. O dönemin doktorları zaten hastalığı tamamen yok edemeyeceklerini, sadece topluma, insanların arasında yaşayabilecek duruma indirgeyebileceklerini söylediler. Nitekim; tedavi yıllarca sürdü. Tedavi süresince halüsinasyonlar ve sinir krizleri olduğunu doktorlar gözlemlemişler. Şüphesiz o güne dek! - Hangi gün? - O gün hastaneye yeni atanan hemşirelerden biri; oğlumun çok kitap okuduğunu öğrenip bir kitap hediye etmek istemiş. Odaya girdiğinde oğlumu yatağın arkasında gizlenmiş korkudan titrerken bulmuş, elinden tutup su içirmiş. Kendinden bahsedip, kitabı uzatmış ve Neyzen Tevfik’i anlatmaya başlamış; o hastanedeki anılarından, fıkralarından; velhasıl uzunca bir müddet Neyzen’i anlatmış hemşire hanım. O gece Özgür bütün bir kitabı sabaha kadar okuyup fıkralarını ezberlemiş. Sabah erken saatlerde hemşire hanımın odasına gidip oturmuş ve beklemeye başlamış. Çok geçmeden hemşire hanım gelmiş. Oğlumu odasında gördüğüne memnun olup yanına oturmuş. Ve oğlum yıllar sonra o an konuşmaya başladı doktor bey. Söylediği ilk cümle; ‘’Beni Neyzen’in odasına götür.” olmuş. Oğlum Neyzen’in odasına girdiğinde dakikalarca hareketsiz durmuş ve ‘’Ney’ini duyuyorum, beni lütuflandırdın üstat’’ diye dönmüş durmuş odada. O günden sonra hızlı bir gelişme gösterdi ve biz yıllar sonra hastaneden el ele çıkabildik. - Belli ki oğlunuz Neyzen ile bir bağ kurmuş. Ona yakınlık duyarak aklen güvenilir bir huzur bulmuş. Bunu da tedavimizde kullanacağız hanımefendi. Şimdilik yapılabilecek bir şey yok. Sakinleşmesini bekleyip sonra konuşmayı deneyeceğiz. Bu arada siz evine gidip birkaç parça eşya, kitap, dergi getiriniz belki faydası olur. - Peki, Doktor Bey, hemen gidiyorum. 189 Hastalık Hikâyem - 2014 Fatma Hanım kapıyı açtığında kapının altından atılmış faturaları, mektupları gördü. Görmemiş gibi yaparak merdivenleri çıktı. Ona bu evi Fatma Hanım kiralamıştı. Aylar önce Özgür, girdiği sınavı kazanıp, buraya atandığında ne çok sevinmişlerdi. Her şeye yeniden başlayabilir diye düşünmüştü. Başlamıştı da; fakat bu gün yine nüksetmişti işte. Benim canım oğlumun neler geldi başına, içmediği ilaç, görmediği tedavi kalmadı diye düşünürken; masanın üzerindeki kitaba ilişti gözleri, onu da çantasına koydu. Çıkmadan önce perdenin aralanmış yerinden dışarıya baktı, akşam olmuştu. Saat, 6.45’i gösterirken kapıyı çekip çıktı. Hava güzeldi onun için. Yürümek iyi gelir diye taksiye binmek istemedi. Oğluma acıyorum diye mırıldandı. Ne suçu vardı? Herkes gibi yaşamak, gençliğini sürdürmek onun da hakkıydı. Şimdi annemi daha iyi anlıyorum. Neler çekmişti kadın! Daha o zamanlar okula yeni başlamıştım. Annem daima dedemle ilgilenmek zorunda olduğundan, bir kez bile elimden tutup beni parka götürememiştir. Ama tabi ‘’annenin kaderi hep kızınaydı.’’ İllet hastalık kaç nesildir yakamızı bırakmadı: şizofreni. Filmlerde, kitaplarda ne kadar hoş gösteriyorlar bu hastalığı. Keşke o denli tatlı bir hastalık olsa. İlaçlarını alamadık her zaman, evlere temizliğe gittiğim bile oldu ilaçları için. Bizlere neler yapmadı ki; eve tanımadığımız insanları çağırıp oyunlar mı oynamadık? Karakollara mı düşmedik? Tanrım, daha neler neler... Tam düzeldi derken yine eskiye döndük. -Merhaba Doktor Bey, istediğiniz kitapları getirdim. En son okuduğu kitap buymuş ‘’Dönüşüm’’... -Evet, şimdi anlaşılıyor, buyurun, buyurun odamda konuşalım... Sonra odasına geçtik. Benim eve gittiğim dakikalarda oğlum “Gregor! Gregor!” diye sayıklamış birkaç kez. Doktor meseleyi anladığını ve uygun tedaviyi saptadığını izah etti odasında bana. Meğer okuduğu kitaptaki karakteri sanki arkadaşıymış gibi tahayyül ediyor ya da sanıyormuş ve bu yüzden de sinir krizleri 190 Gregor Sanrısı geçiriyormuş. Daha fazlasını bilmiyoruz. Fakat benim dayanacak gücüm kalmadı. Burada hastanenin bahçesinde kendimi öldürmek istiyorum. İntihar etmek istiyorum. Ben bir anneyim ve ölmek istemek gibi bir hakkım yokmuş. Bunu şu an idrak ettim. Ben ölemem ben oğlum için yaşamalıyım! Onun için, oğlum için her şeye rağmen dimdik durmalıyım. Ah yavrum, ah benim biricik gözbebeğim. Senin için yaşayacağım. Senin o güzel gözlerin hep gülsün diye... 191 Hastalık Hikâyem - 2014 EĞLENCEN UTANCIN OLMASIN Necip Fazıl İLBAK Çocukluğum mutluluk doluydu. Daha dün gibi hatırlıyorum. Yapraksız dallar buğu tutmuş cama çarpıyor. Dışarıdaki müthiş tipi yıldızları görmeye engel oluyor. Zar zor yürüyen kedi sığınak olarak camın hemen önünü buluyor. Dışarının aksine içerisi adeta cennet. Sobanın üzerinde kaynayan çaydanlığın sesi ve ona eşlik eden kestane kokusu. Perdenin arkasından çıkıp uyuklayan annemin yanı başına kıvrılıyorum. Her zamanki gibi anneme seslenip onu uyandırıyorum. Bana bakıp yarı uykulu, tatlı tatlı gülümsüyor. Babaannem namazını kılmak için henüz ateşini yakmadığımız yan odaya geçiyor. Babam günün yorgunluğunu atmak için koltuğuna uzanmış haberleri seyrediyor. Ailecek içilen bir çayın ardından herkes yataklarına çekiliyor, ben ateşin tavandaki dansını seyre dalıyorum. Gece bir ara hareket alanımın daraldığını fark ediyorum çok kuvvetli bir horlama sesiyle... Babam yine annemi çok horladığı için kovmuş, o da uykusu kaçmadan hemen benim yorganımın altına girmiş olmalı. Horlama sesi gerçekten dayanılmaz. Normal bir horlama değil. Önce horlama, sonra çok derin bir sessizlik… Öyle ki; uzunca bir süre nefes alamıyor. Endişeleniyorum ve yavaşça uykusunu kaçırmak için kolunu dürtüyorum. Yeniden nefes almaya başlıyor. Sonra tekrar ve tekrar... Hemen sonra annem uyanıyor ben hemen uyuyor numarası yapıyorum. Şu gün düşünüyorum da dünya hiçbir zaman o günkü kadar dertsiz, tasasız olmamıştı benim için. Köy hayatını seviyordum. Sınırsız bir özgürlük sunan köy hayatını… 192 Eğlencen Utancın Olmasın Ama artık küçük bir çocuk değildim. Kocaman olmuş, Anadolu Lisesini kazanmıştım. Eğitimim için ailemden ayrılıp şehre yerleşmek zorunda kalmıştım. Her fırsatta evime dönüyor ve krallar gibi karşılanıyordum. Kuş sütünün bile eksik olmadığı sofralardan kalkıp yöresel kahvelerden içiyordum. İlerleyen saatlerde yataklarımı hazırlarken anneme yardım ediyor, yatağın üzerine uzanıp annem ve babaannemle saatlerce muhabbet ediyordum. Yine böyle bir ziyarette çok ilginç bir şey fark ettim. Annem yine koltukta otururken uyukluyor, babaannem de sitem edip duruyordu. İlginç olan bu değil, annemin eskisinden çok daha fazla uyuklamasıydı. Geceleri iyi uyuyamadığı belliydi. Babam, babaannem ve benim ısrarıma dayanamayıp ortopedik bir yatak aldı. Belirgin bir etkisini göremedik. Ama her ziyaretimde annem koltukta uyuklayıp komşularımızın esprilerine malzeme olmaya devam ediyordu. Bense annemi her uyumaya başladığında seslenerek uyandırıyordum. Geceleri ise çok horluyordu. Öyle ki anneme ‘Yan odada bile kafamı yastığın altına koyuyorum’ diyerek takılıyordum. Kendisi de bununla ilgili yapılan şakalara hiç alınganlık göstermez ve bizimle beraber gülerdi. Gündüzleri eğlence konusu olan bu durum, gece çöküp herkes yatağa çekildiğinde önce babama sonra da bana eziyet olarak geri dönüyordu. Babam tıpkı eski günlerdeki gibi annemi yine odadan çıkarıyordu. Annemde artık yatağımı değil odamı mesken tutuyordu. Yine de sabırlı adammış babam. Annem benim odamdayken kafamı yastığın altına koyarak uyumaya çalışıyordum. Ailemin, ciddi rahatsızlıkları biz “küçüklerden” saklamak gibi huyları vardı. Boğazındaki sorun da bunlardan biriydi. Annemin guatr isimli tiroit bezi büyümesi ile oluşan bir çeşit endokrin sistemi rahatsızlığına yakalandığını öğrendiğimde üzülmenin yanı sıra geç öğrenmiş olmanın vermiş olduğu sinirle birlikte aileme özellikle halama ve babaanneme çok kızıyordum. Kendilerince haklı sebepleri vardı. Benim hakkımı umursayan yoktu. 193 Hastalık Hikâyem - 2014 İyot yetersizliği sonucu ortaya çıkan bu rahatsızlığın tedavisi mümkündü. Nitekim annem de teşhisin konduğu ay ameliyat masasına yattı ve ömrünün geri kalanını ilaç kullanarak geçirmek zorunda kaldı. Artık eskisi kadar horlamadığı için babam bu işe çok sevinmişti. Sevinci sadece kendisi için değildi elbet. Eşi içinde mutluydu. Her ne kadar azalmış olsa da annem horlamasından dolayı yine yatağını başka bir odaya taşımak zorunda kalmıştı. Bu hep olmuyordu elbet. Babam genelde uzun iş seyahatlerinde oluyordu ve eve geldiğinde yatabilirse annemden önce uyumaya çalışıyordu. Babamın, annemin horlamasına karşı bulduğu geçici çözüm buydu işte. Neyse ki horultuya sadece hafta sonları katlanmam gerekiyordu. Okulun yurdu evime çok uzak olduğu için sadece hafta sonları ziyaret edebiliyordum ailemi. Yurtta kaldığım bir gün gece geç saatlerde bir telefonum çaldı. Arayan babamdı. Gece geç saatlerde araması normal değildi. Önce sakin olmamı istedi. Annemi hemen üç sokak ötedeki şehir hastanesine kaldırmışlar. Gözyaşlarıma hâkim olamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Hızlıca yurttan çıkıp yurt kapısına ulaştım. Güvenliktekilerle kısa bir tartışmanın ardından olanca hızımla hastaneye koştum. Yolda aklıma bin bir türlü olasılık geliyordu. En kötüleri... Öyle ya; ciddi rahatsızlıkları bile saklayan ailem beni gece yarısı hastaneye çağırıyordu. Sıradan bir şey olması düşünülemezdi bile. Hava soğuktu ve gözyaşlarım, yüzüme çarpan soğuk hava ile boynumdan içeri sızıyordu. Nefes nefese hastanenin acil servis bölümüne ulaştım. İçeri girer girmez komşularımızdan Nazire teyze ile karşılaştım. Gözleri dolmuştu. Gelip sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ağzımdan titrek bir sesle tek bir soru döküldü: “Yaşıyor mu?” Yaşıyor olduğunu öğrenmemle bir nebze olsun rahatlamıştım. 194 Eğlencen Utancın Olmasın Ama durumu çok ciddi imiş. O kadar paniklemiştim ki ne olduğunu bile soramadım. Babamı aramaya çıktım. Çok geçmeden kapının yanında kan çanağına dönmüş gözlerle bana bakan yıkılmış adamı, babamı, gördüm. Aklımda onlarca soru ile karşısına dikilmiş, şu güne dek en ufak zayıflığını görmediğim babama bakıyordum. Ben sormadan söze başladı: “Annen birden rahatsızlandı. Durumu hakkında bildiğimiz hiçbir şey yok.” Yalan söylüyordu. Az evvel komşumuz durumun ciddi olduğunu söylemişti. Rahatlamam için söylediğini biliyordum; ama yine de hoşuma gitmemişti. Gözlerim babaannemi aradı. Bulamadım. Endişe ile babama sordum. Annemin durumunu görünce bayılmış. Bu işin ciddiyetini anlamış olmam için yeter de artardı bile. Yaşlı bir adam bize doğru hızlı adımlarla geliyordu. Tanıdıkların hepsi toplandı yaşlı adamın başına. Ağzından dökülen kelimeler sessiz birer ağız hareketine dönüşmeye başladı. Bulanık yüzler görüyordum. Tavandaki beyaz göz alıcı lambayı… Bayıldığımı anlamam çok uzun sürmedi. Annemin felç olmasına dayanamamıştım. Hâlâ kabullenemiyordum. Aklıma geldikçe kendimden geçiyor, annemin bana gülümseyen tatlı yüzünü hatırlıyordum. Ayağa kalkmaya çalıştım; ama başım çok kötü ağrımaya başlamıştı. Başımdaki sargıları hissetmemiştim bile. Bayıldığımda kafamı çarpmışım. Aldırış etmeden ayağa kalktım. Nazire teyzemin kızı hemen müdahale etti. Dinlenmemi, hareket etmememi istiyordu; ama benim istediğim tek şey annemi görmekti. Israrıma ve titreyen sesime daha fazla dayanamadı. Koluma girerek beni annemin yattığı odanın kapısına kadar götürdü. İçeri giremiyordum. Herkesi orada beklerken buldum. Kimisi ağlıyor, kimisi sessiz sessiz oturuyordu. O günü asla unutamıyorum. Hayatımın en kötü günüydü. 195 Hastalık Hikâyem - 2014 Annem bir daha hiç konuşamadı, hiç yürüyemedi. Bize, buna neden olarak ‘uyku apnesi’ dendi. İsmi çok masumdu: Apne… Bir çeşit sivilce gibi bir şey olmalıydı. Hayır! Uyku sırasındaki solunum duraklamalarından kaynaklanan ve uyku düzeninin bozulmasına sebep olan önemli bir hastalık. En azından internette araştırdığımda böyle diyordu. Basit bir solunum cihazı ile çözülebilecek bir hastalık felce hatta kalp krizine sebep olabiliyormuş. Düzensiz solunum, uykuda nefesin durması, gündüz aşırı uyku hâli gibi belirtiler bu hastalığın en büyük belirtileri ve benim annemle aramdaki esprilerin temel malzemesiydi. Annemi yatağa mahkûm eden şey uyku apnesi değil cahillikti. 196 Bedenim Bir Kafestir BEDENİM BİR KAFESTİR Üstüngel ARI Yaklaşık on iki dakikadır buradayım. Yedi katlı bir apartmanın çatısında. Üç dakika içinde vereceğim karar, hayatımın geri kalanını nasıl geçireceğimi belirleyecek. Yedi kat aşağı düşerek mi geçireceğim bu süreyi yoksa devam mı edeceğim direnmeye? Şimdilik bilmiyorum. Neden mi buradayım ve neden mi fonumuzda art arda “My body is a cage” çalıyor? Bunu size üç dakikada anlatabilir miyim bilmiyorum; ama deneyeceğim. Her şey blast hücrelerimin kemik iliğime saldırmaya karar vermesiyle başladı. Bunu neden yaptıklarını bilmiyorum; ama benden izin almadıklarına eminim. Vücudumda kırmızı lekeler çıktı ilkin ve ben de her Türk erkeği gibi bunu çok da önemsemedim. Fakat lekeler yanlarına iştahsızlık, diş eti kanaması, kemik ağrıları, zayıflama ve en sonunda da yüksek ateş gibi arkadaşlar alıp bedenimi bir cumartesi gecesine dönüştürmeye karar verdiğinde kendimi bir hastane odasında sedyeye uzanmış olarak buldum. İçeri giren doktorun elindeki kalın iğneyi gördüğümdeyse, bu belirtileri göstermemin İstanbul’un soğuğuyla pek de ilgisi olmadığını anladım. “Henüz konuşmak için erken” diyordu doktor, kalça kemiğimin arkasına batırdığı iğnesinin içinden kemik iliklerimin geçtiği sırada “Ama birkaç test daha yapıp emin olmak istediğimiz bir durum var. Siz lütfen meraklanmayın.” Acıyı iliklerine kadar hissetmek sanırım bu olmalıydı diye düşünüp, anestezinin kollarına bıraktım ben de kendimi. İnsanın kendi bedenini bile tanıyamıyor ve ona söz geçiremiyor olması fazla garip değil mi? Kendisine karşı bile fazla çaresiz insan. Kendisine karşı bile fazla acımasız. Kendisine karşı bile fazla uzak… “Hastalığınızın ismi ALL” dedi kapının önündeki me197 Hastalık Hikâyem - 2014 tal tablaya onkolog yazdırabilmek için yıllarını vermiş olan doktor; “Yani akut lenfoblastik lösemi.” Panikler değil mi insan bu haberi duyduğunda? İçinden çıkılmaz acılara sürüklenmesi gerekir normal şartlar altında. Fakat benim aklıma ilk gelen neydi biliyor musunuz? Yeşilçam filmleri. Yeşilçam filmlerindeki kan kanseri gösterimleri. Burun kanamaları. Teatral tepkiler ve şüphesiz ki Filiz Akın. Gülümsediğimi gördüğü için hastalığımı anlamadığımı düşünmüş olacak ki, “Halk arasında bilinen ismiyle, kan kanseri” dedi bir zamanlar onkolojiye giriş dersinden kalmış ve okulunu bir dönem uzatmış olan doktor şaşkın bir biçimde. Gülümsememi değil, “Neden ben?” diye sormamı bekliyordu belki de. Kötü niyetli değildi bu beklentisi eminim; ama sonuçta beklediğini alamamış, beklediği ile karşılaşamamış olmanın verdiği şaşkınlık okunabiliyordu yüzünden. Neden ben? Ben bu soruyu ilk kez beş sene önce sormuştum kendime. Yirmi iki yaşındaydım ve sevgilim tarafından aldatılmışım. “Neden ben?” dedim hem içimden hem dışımdan. Sonra oturup “Neden olmasın?” diye düşündüm. Ve bilirsiniz, bir sözün İngilizcesi, Türkçesi kadar havalı değildir hiçbir zaman. Ben de bu sebeple, aldatılışın ve ayrılığın ardından kendimi en yakın dövmecide buldum ve “Koluma bir dövme istiyorum” dedim, “Why not! yazacak sadece.” İşte masasındaki ikili dolma kaleminin arasında yatay duran tablanın üzerinde Uzm. Dr. Hüseyin Bey yazan doktorun karşısında otururken de hayatımın merkezine koyduğum felsefenin somutlaşmış hâli olan dövmemle göz göze geldik ve ben sormadım bile kendime “Neden ben?” sorusunu. Çünkü basitti cevabı; neden olmasın? Sonuçta hiçbirimiz seçilmiş değildik. Farkımız yoktu bir diğerimizden. Her şey, herkesin başına gelebilirdi. Kendi hayatımızın başrol oyuncusu olmamız, yapımcımızın ya da senaristimizin bize ayrıcalık tanıyacağı anlamına gelmezdi hiçbir zaman. Dert etmeye değmezdi. Yeni bölümün senaryosunu elimize alır ve oynamamız gereken oyunu sürdürürdük hayat karşısında. Ta ki bir kadın çıkana kadar karşımıza -ki her hikâyede en az bir kadın çıkardı mutlaka. 198 Bedenim Bir Kafestir Herkes maske takıyor etrafımızda, sadece ben değil. Sokaklarda, caddelerde evlerde… Hepimiz bir maskenin altındayız. Olmak istediğimiz kişinin maskesini takıyoruz olduğumuz kişinin yüzüne. Çünkü mutlu değiliz hiçbirimiz, sadece ben değil. Çünkü mutlu olmak için onlarca faktörün aynı anda gerçekleşmesi gerekiyor. İşinde terfi aldığın bir gün, annen ölebilir örneğin. Güzel bir seksin ardından, eski sevgilin mesaj atıp tüm ilişkini mahvedebilir. İşleri yoluna koymak için, onlarca güzel şey gerekir. Sağlıklı olmak, iş sahibi olmak, evli olmak… Ama treni rayından çıkarmak için tek bir hamle yeter. Tek bir hamlede yolundan çıkar koca tren. Tek bir hamlede parçalarına ayrılır tüm vagonlar. Benim yolumdan çıkmam ise bir cümle ile vücut bulmuştu: “Biraz uzak durabilir misiniz?” Metrobüsteydim. Kendisine neden 34 A ismi takıldığını hiç sorgulamadığım fakat iki kıtayı aktarma yapmadan aşan toplu taşıma aracında… Mecidiyeköy’deydim ve iş çıkış saatine denk gelmiştim. Mahşer kalabalığı… Birbirlerini içeri bastıranlar, sıkışanlar, nefes alamayanlar… Zor bela attım kendimi içeri ve tutundum bir yere. Fakat şöyle bir etrafıma bakınca, diğerlerine göre rahatımın daha yerinde olduğunu fark ettim. İnsanlar görünmez duvarlardan oluşan bir karantina bölgesi oluşturmuşlardı etrafımda. Aldırmadım. Nasılsa aylardır gördüğüm kemoterapinin sonucu olarak saçsız ve maskeli şekilde dolaşmaya alışmıştım. Sokaklarda daha rahat yürüyordum artık. Görünmez bir koruyucu kalkanım olmuştu adeta. Fakat o kadın… Gözlerime bakıyordu. Gülümsedim. Gülümsediğimi göremedi. Maskeme takılmıştı gülümsemem, fakat yine de gerilen yüz hatlarımdan gülümsediğimi anlayabilirdi. Anlamadığını düşündüm-sadece anlamadığını. Oysa anlamıştı; fakat karşılık vermemişti. Çünkü ben, ona göre uzak durması gereken hastalıklı biriydim. Zincirlikuyu’ya geldiğimizde ayrılanlar oldu aramızdan. Eklenenler oldu aramıza. Eklenenler ayrılanlardan fazla olmalıydı ki, ne kadar istemesem de biraz daha yaklaşmak zorunda kalmıştım kadına. Biraz daha ve biraz daha… Köprüye girdik. Sıkışıktı trafik. İlerleyişin ağırlığından mıdır yoksa hiçbir 199 Hastalık Hikâyem - 2014 zaman havalandırmayan havalandırmadan mıdır bilinmez, eller yelpaze görevi görmeye başlamıştı. Sıcak basıyordu herkesi. Sıcak, daha da basıyordu çevremdekileri. Mikropların sıcak ortamlarda kendilerine daha rahat yuva bulabileceklerini bir televizyon programından öğrenmiş olan bilinçli ve bilinçli olduğu kadar da makyajlı olan kadınımız, üçüncü üflemesinin ardından birbiri ardında dizdi o büyülü kelimeleri: “Biraz uzak durabilir misiniz?” İlkin kendimi, metrobüs kalabalığında bir kadını rahatsız edecek kadar yakınlaşmış bir adam olarak gördüm. Başka bir sebep gelmedi aklıma -ne kadar da aptalım! Çünkü toplu taşımaların kaderiydi belki de taciz ve kadınlar önlemlerini sadece seslerini yükselterek alabiliyorlardı mecburen. Seslerini yükseltiyor, tacize uğradıklarını söylüyor ya da ima ediyor ve o andan itibaren potansiyel tacizci kendisini yadırgayan bakışlarla baş başa bırakılıyordu. Buydu toplu taşımaların taciz-politiği. Fakat ben, dikkat ederdim bunlara. Bir kadını taciz etmeyi bırakın, kendisini rahatsız hissetmesine bile mahal vermemeye çalışırdım elimden geldiğince böyle durumlarda. Bakışların tam üzerime doğru hareketlenmeye başlayacakları sırada “Hanımefendi” dedim, “Değmiyorum bile size. Hem bakın, ellerim yukarıda.” “Biraz uzaklaş işte!” dedi bana sırtını dönmeye çalışırken, “Hastalık mastalık bulaşacak, bi’şey olacak.” Ve bakışlar, başka türlü yadırgıyordu artık. Tüm bakışlar, bulaşıcı sanıyordu hastalığımı. Göz göze gelmeye bile korkuyorlardı; oysa bakışarak bulaşmazdı lösemi. Sevişerek bile bulaşmazdı. İnsanlar taktığım maskenin, onları değil kendimi korumak için olduğunu ne zaman anlayacaklardı? Benden onlara değil, onlardan bana bulaşabilecek olan küçücük bir gribal enfeksiyonun bile beni öldürebileceğini ne zaman anlayacaklardı? Korunan bendim sizden! Asıl siz biraz uzak durabilir misiniz “benden”! Aklıma Filiz Akın’ı getirdiğim o andan itibaren iki yıl geçmişti ve ben bir çatının tepesindeydim. Çünkü yorucu geçmişti iki yıl. İki yıl… Dile bile kolay değil düşününce, bana nasıl olsun? Bakış- 200 Bedenim Bir Kafestir lardan sıkıldım artık. Yoruldum insanların benimle aynı bardaktan su içmeye çekinmesinden. Yoruldum kullandığım kaşıkların, ardımdan çöpe atılmasından ya da çamaşır suyuna bastırılmasından. Yoruldum insanlardan. İnsanların yargılarından… Hepsinden yoruldum. Elime bir silah alıp yollara düşebilir ve önüme gelen herkesi öldürebilirdim. Fakat en az yedi milyar mermi gerekiyordu bunun için. Oysa daha kolay bir yolu vardı herkesi öldürmenin; intihar. Çünkü kendini öldürdüğünde, seninle birlikte ölüyordu tüm dünya. Ne bakışlar kalıyordu geriye ne de bir başkası. Erken gençlik yıllarımda Camus’ın bir kitabını okumuştum. “Tersi ve Yüzü”ydü sanırım. Bir adamın hem de mutlu, başarılı, işinde iyi olan bir adamın bir gece sırf bir dostu onunla dalgın konuştu diye bile gidip intihar edebilmesini olanaklı görüyordu Camus. Hiçbir neden yoktu oysa ve zaten olması gerekmezdi. Sırf yakın dostu, dalgın konuştu diye öldürmüştü adam kendini. Size neydi! Bırakınız, öldürebilsindi. Ölüm, günümüzde fazla abartılıyordu. Oysaki istatistikî bir veriden daha fazlası değildi. Aşağı bakayım. Şu insanlar da geçip gitsinler evlerine. Tepelerine düşüp, onları da peşimden sürüklemek istemem. Hayır, hayır! Şimdi olmaz! Açmak istemiyorum telefonu. İstemiyorum kimseyi cevaplamak. Bir “alo” daha duymak istemiyorum. Bir insan sesi daha duymak istemiyorum. Kim arıyor? Hüseyin Bey. Bugün neden gelmediğimi soracak herhâlde. Ne cevap vereceğim? İki yıllık emeklerimizi on saniyede çöpe atacağımı mı? Hayır, kendimi öldürecek dahi olsam, içimde barındırdığım son hissin utanç olmasını istemiyorum. Korku olmalı içimde en sona kalan ve eğer varsa buradan başka bir dünya, korku eşlik etmeli bu yolcuğuma. Utanç değil! Hayır. Neyse. Sustu telefon. Görüşürüz Hüseyin Bey. Ya da hoşça kal mı demek gerekir? Ama kim bilir, görüşürüz belki de, kim bilebilir? Mesaj sesi. Bu adam hiç bırakmayacak peşimi. Cevap vermek zorunda değilim. Okuyabilirim. Sadece okuyabilir ve utanç duymayabilirim. Çünkü utanç, bir başkasına karşı duyulabilir ancak. Bir başkası varsa, utanç 201 Hastalık Hikâyem - 2014 vardır. Bir başkası varsa, sen de varsındır. Dokunmatik ekran. Şifre. Mesaj. “Beni ara hemen. Uyumlu bir ilik bulundu. Yarın işlemlere başlamamız gerekiyor.” No. Ekranı kapat. Aşağıya bakıyorum. Yürüyor insanlar. Yürümeye devam ediyorlar. Gülmeye, şakalaşmaya, sevmeye, kandırmaya ve ölmeye… Devam ediyorlar. Devam edecekler hepsine. Dünya yok olana kadar devam edecekler. Devam edeceğiz. Sanırım ölümle, başka bir bahar bir araya geleceğiz. “My body is a cage” diyor hâlâ fonumda Peter Gabriel. “Benimki değil artık” diyorum içimden, “Benimki artık değil.” 202 Gülnihal GÜLNİHAL Ali Yücel KARA Gülnihal, elleri yüzünde çömelmiş hâlde… Balkonun bahçeye inen basamağına biraz önce bırakılan o bohçaya bakıyor. Yeşile çalan gözlerinden süzülen damlalar uzun kirpiklerini ıslatırken, dudakları acı bir hıçkırığı hapsetmenin zorluğu içinde kıvranıyor. “Kızım, ne oldu? Başın mı döndü? Niye oraya yığılıp kaldın?” Neden sonra gözleri bohçaya takılan annesinin deminki şefkat dolu sesi artık öfkeye bulanmıştır: “Bak hele edepsizlerin yaptığına!… Utanmazlar… Kuldan utanmıyorsunuz bari Allah’tan korkun. Yok kızım yok… İyi ki varmıyorsun bu zalimlerin evine.” Kızını kucaklayıp kaldırıyor ana yüreği, kestane rengi saçlarını okşuyor. Dillere destan bir güzelliği vardı Gülnihal’in. Fidan boyu, bakılmaya doyulmayan yüzü, uzun parlak saçları, yürekleri ısıtan gülümsemesi, ruhu okşayan bakışları, biçimli elleri, ayakları… Aklı başında, huyu suyu düzgün bir kızdı üstelik. Hâliyle isteyeni de çok oldu. Ama Gülnihal razı olmadı hiçbirine ta ki karşısına o çıkana dek. Yirmi sekiz yaşına kadar onu mu beklemişti yani? Üstelik mavi oyalı bir yazma hediye edip gönlümü açmaya karar verdiğim sırada. Onda bende olmayan ne vardı? Ahh… İşte içinden bir türlü çıkamadığım soru. Hep “candan bir dost” kabul etti beni Gülnihal. Ötesine geçmeme ne o ne de hayat bir türlü müsaade etmedi. Nişan alışverişi, hazırlık, temizlik… Böyle bir koşuşturmanın içine dalmışken Gülnihal özellikle hareketli olduğu zamanlarda bulanık gördüğünü fark eder. Önceleri yorgunluğuna, heyecanına verir. Ama bir türlü geçmeyince annesine söyler. “Hele şu nişan aradan çıksın. Geçmezse bir göz doktoruna gideriz, canım kızım.” diyerek rahatlatır annesi. Öyle de yaparlar. Ama doktor 203 Hastalık Hikâyem - 2014 bulanık görmenin yanında ellerde ve bacaklarda uyuşmanın, karıncalanmanın ve yanma hissinin olduğunu öğrenince Nörolojiye sevk eder. Tüm bunları nişan telaşına vermişlerdi oysa. Tedirgin olmaya başlarlar. Nörolog, muayeneden sonra beyin MRG’nin çekilmesi gerektiğini izah eder. “Ne var doktorum? Ciddi bir şey yoktur inşallah” ısrarlarına rağmen doktor; durumun ancak MRG’den sonra netlik kazanabileceğini söyler ve güzel temennilerde bulunur. Gülnihal, bu gürültülü görüntüleme cihazına ürkerek kendini bırakır. Işık huzmesinde rastgele gezinen zerrecik gibidir artık. Doktor uzun uzun bakar MR görüntülerine. Arada Gülnihal’i süzer. Birazdan çok önemli şeylerden söz edecek insanlara has o gergin ifade oturmuştur artık yüzüne: “Beynin birkaç yerinde lekeler mevcut. Buradaki lekelere tıpta sklerotik plak deniyor. Plakları özellikle periventriküler bölge dediğimiz -belli belirsiz bir yeri göstererek- şu alanda görmekteyiz. Bu plaklar kısaca MS denilen multipl skleroz hastalığında görülür. Kadınlarda daha sık görülen bu hastalık ataklar hâlinde seyreder. Yani belirtilerin olmadığı bir süreçten sonra sorunlu bir dönem yaşanır. Sonra tekrar bir rahatlama sonrasında…” Sözcükler Gülnihal’in kafasında bir süre yankılanır sonra da bir yığın anlamsız ses parçası olarak çöker. Doktorun söylediklerinden hiçbir şey anlayamaz olur artık. Çocukluğundaki gibi onu korkutan ama uyanıp annesine sarılınca dağılıveren bir düş görür gibidir. Yalnızca kötü bir düş… “Biricik yavrumuz… Gözümüz gibi baktık hep. Bugüne getirinceye kadar hep üzerine titredik. Nerden musallat oldu bu maraz?” diye bir feryat duyarak irkilir Gülnihal. Bu sözlerin sahibi posta idaresinden emekli sessizliği ve beyefendiğiyle bilinen babası Rıza Beydir. “Aslında nedeni tam olarak bilinmiyor, beyefendi. Ancak genetiğin, çevresel etkenlerin, enfeksiyonların rol aldığı düşünülüyor. Bir şekilde bağışıklık hücreleri uyarılıp, sinir hücrelerinin miyelin kılıflarına saldırıyor. Sonuçta zarar gören kılıflar da daha önce bahsettiğim plak görünümüne neden oluyor.” diye cevap verir doktor bir süre bekleyip yutkunduktan sonra. 204 Gülnihal Kulağı delik müstahdemlerden biri yememiş içmemiş hemen haber uçurmuş dünürlere. Böyleleri hep bulunur zaten. O kansızlar da bir iki soruşturup haberi teyit ettikten sonra nişanı atıp gönderivermişler bohçayı, yüzüğü işte. Gülnihal en çok da buna üzülmüş. Kendisi söylemek istermiş sevdiğine. Ne bileyim anlattıktan sonra başını omzuna koyup ağlamak geçmiş belki yüreciğinden. Ben de iyice hastalığı öğrenmeye çalıştım o ara. Tamamen şifaya kavuşturacak bir tedavisi yokmuş. Ama hastalığı hafifleten, şu atak belası gelince kısa zamanda onu bertaraf edebilecek ilaçlar da yok değilmiş. Hem herkese farklı yüzünü gösterirmiş hastalık. Kimisinde hafif kimisinde ağır… Ben hep Gülnihal’e en güzel yüzünü göstersin diye dua ettim. Sonra düşünüp durdum; şimdi ona âşık olduğumu onu herkesten ve her şeyden çok sevdiğimi söylersem bana inanır mı? Yoksa sadece acıyarak bu tür laflar ettiğimi mi düşünür? Yine çıkamadım işin içinden. Ben de kendimi bıraktım; onun etrafında dönüp duran bir zerrecik gibi… Elleri titremeye başlayan, denge kaybı yaşayan Gülnihal’e steroit tedavisi başlanır. Yorgundur Gülnihal. Ölesiye, biteviye yorgundur. Altı hafta sürer ilk atağı. Sonrasında toparlanmaya başlar. Steroitle şişmiş bedenini eve atar. Depresyonuyla, yorgunluğuyla, başlanan interferon iğneleriyle, komşuların canını daha da sıkan dedikodularıyla uğraşarak geçmeye başlar günler. O yıl sanırım üç atak geçirdi. Son atağında kasılmaları belirgindi. Bir de ağrılar peyda olmuştu yüzünde. Arada kontrollere gidiyordu. İğnelerinin dozunu, sayısını değiştiriyorlardı. Bir keresinde belinden su da aldılar. IgG indeksi yüksek dediler. MS’le ilgiliymiş başka bir şey değilmiş. Sonra yorgunluğu için, titremeleri için, kasılmaları için başka başka ilaçlar… Yeni ataklarla, iğnelerle, kontrol MRG’leriyle, hastane yataklarıyla, eve dönüşlerle geçti yıllar. Babası ve annesi de göçmüştü dünyadan Gülnihal’in. MS’le geçen 20 yılın ardından “sevgili” olamamıştım ama onunla yaşlanmıştım ben de. İyice yürüyemez olmuştu artık. Tekerlekli 205 Hastalık Hikâyem - 2014 sandalye kullanmaya başlamıştı. Bir yerden duymuş; şifalı otlarla MS’i tedavi eden biri varmış şehirde. Tutturdu “Beni oraya götür” diye. “Öyle iş olmaz, buradaki tedavine mani olur” dedimse de dinletemedim. Mecbur kaldım götürdüm. Bu şifacı herif normal tedavisini kestirip otlardan yaptığını söylediği şeyleri vermeye başladı Gülnihal’e. İşte bir umut. Böyle devam etti bir süre. Sonra idrarını tutamaz oldu. Ne kadar da utanmaya başladı bu başına gelince! Dayanamadım artık, apar topar çıkarıp hastaneye götürdüm. Birkaç tetkikten sonra vaziyet anlaşıldı. İdrar torbası MS’den ötürü kaskatı kesilince böbrekler tam boşalamamış. İnen idrar da torbada duramaz olmuş. Tam boşalamayan böbrekler şişmiş ve hasar görmüş. Bunlar daha sıkıntılı günlerin başlangıcını haber veriyordu. Böbrek yetmezliği, diyaliz, üstüne eklenen enfeksiyonlar ve artık durgunlaşan, bulanıklaşan bir zihin. Yoğun bakımda geçen onca günden sonra Gülnihal’in beni yapayalnız bırakışı… Yaşlı adam bunları anlattıktan sonra uzaktaki bir servi ağacına doğru bakarak derin bir iç çeker. Ceketinin cebinden özenle katladığı mavi oyalı yazmayı çıkarıp mezar taşını silmeye koyulur. Dudaklarından bir ezgi dökülmeye başlar: “Yine bir gülnihal Aldı bu gönlümü Sim ten gonca fem Bî-bedel ol güzel Âteşin ruhları Yaktı bu gönlümü Pür eda pür cefa Pek küçük pek güzel” 206 207
© Copyright 2024 Paperzz