Cilt / Volume: 31 Sayı / Number: 2 Nisan / April 2014 YENİ TIP DERGİSİ EDİTÖR Dr. Ali AKÇAY EDİTÖR YARDIMCILARI Dr. Şenol DANE Dr. Mehmet GÜNDÜZ Dr. Mustafa YILDIRIM Dr. Hanefi KURTARAN Dr. Nüket RÜZGARESEN Dr. Esra GÜNDÜZ YÜRÜTME KURULU ÜYELERİ Dr. Mikdat BOZER Dr. Aydan EROĞLU Dr. Aslı KÖKTENER Dr. Özlem Şahin BALÇIK Dr. Kadir DEMİRCAN Dr. Ayşe Mukadder BİLGİÇ DANIŞMA KURULU ÜYELERİ Dr. Bahattin ADAM Dr. Fatih AKÇAY Dr. Banu AKÇAL Dr. İlyas AKDEMİR Dr. Ömer Faruk AKINCI Dr. Davut AKTAŞ Dr. Seçil ALDEMİR Dr. Richard A.ANDERSON, NC, USA Dr. Fatih ANDIRAN Dr. Nesibe ANDIRAN Dr. Şefik ALKAN PhD, New Jersey, USA Dr. Ali ATAN Dr. Filiz AVŞAR Dr. Mahmut Nedim AYTEKİN Dr. Mehmet BİLGE Dr. Richard J.BABAIAN, USA Dr. Ahmet BEKTAŞ Dr. Nurhayat BEYAZIT Dr. Patrick BROSNAN, TX, USA Dr. Bülent BOZKURT Dr. Başak COŞKUN Dr. Ömer ÇAKIR Dr. Ferhat ÇATAL Dr. Adnan ÇINAL Dr. Ersin ÇİMENTEPE Dr. Nevzat ÇİZMECİ Dr. Hüseyin ÇOPUR, New York, NY, USA Dr. Salim DEMİRCİ Dr. Cenap DENER Dr. Nuri DENİZ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Mikdat BOZER Türkçe Redaktör Dr. Burak UZ İngilizce Redaktör Dr. Nevzat Çizmeci Tasarım İm Ajans Yayın İdare Merkezi Ayvalı mah. 158. cad. No. 7, Etlik-ANKARA e-mail: [email protected] Tel: 0 312 203 55 89 Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Dr. Tuncay DELİBAŞI Gülçin DİLMEN Uğur DİLMEN Melike DOĞANAY A. Selman DOĞUKAN Murat DURANAY Mustafa DURMUŞ Bülent ERDOĞAN Ethem GEÇİM Norbert GLEICHER, IL, USA Muhammed GÖZDEMİR Murat GÜNAYDIN Mehmet GÜNDOĞDU Ahmet GÜREL Aydın İNAN Osman KAFTAN Ahmet KARADAĞ Remzi KARADAĞ Antti KAUPPILA, Finland İ. Safa KAYA Esra KESKİN Ali KOŞAR Mahmut KÖMÜRCÜ Hakan LEBLEBİCİOĞLU Kamran MAHMUTYAZICIOĞLU Emin METE Rudolfo MONTIRONI, Ancona, I Bünyamin MUSLU Yunus NAZLI Ender ÖDEMİŞ Necati ÖRMECİ Sahibi Turgut Özal Üniversitesi Adına Dr.M.Ramazan YİĞİTOĞLU ISSN 1300-2317 Basım Tarihi 05.04.2014 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Dr. Remzi Arif ÖZERDEMOĞLU Dr. Fatih ÖZKARAGÖZ Dr. Tülin ÖZKARAGÖZ PhD. CA, USA Dr. Duygu ÖZOL Dr. Prem PURİ, Dublin, El Dr. Hüseyin SERT Dr. Evren SARIFAKIOĞLU Dr. Yusuf SELÇOKİ Dr. Peter R. SERRAO, TX, USA Dr. F. Müjgan SÖNMEZ Dr. Hakan ŞATIROĞLU Dr. Şerif Ali TEKALAN Dr. Oğuz TEKİN Dr. Mehmet TEKŞAM Dr. Banu TOPÇU Dr. Ahmet Ruhi TORAMAN Dr. Bahattin TUNÇ Dr. Hamdi TUTKUN Dr. Süleyman TÜRK Dr. Fatmagül Cansel TÜRKAY Dr. Sadi TÜRKAY Dr. Ahmet TÜRKÇAPAR Dr. Ergun UÇMAKLI Dr. İsmail URAŞ Dr. Nurdan URAŞ Dr. Mustafa ULUKANLIGİL Dr. Burak UZ Dr. Dharmapuri VVIDYASAGAR, IL, USA Dr. M. Oğuz YENİDÜNYA Dr. Horst ZINCKE Cin OH, SW Yayın Sekreteri Nevin CEYLAN Matbaa Baskı Başak Matbaacılık Tanıtım Hiz.İth.İhr.Tic.Ltd.Şti Anadolu Bulvarı No:5/15 Meka Plaza Gimat/ANKARA Tel: 0 312 397 16 17 Vergi Dairesi: Ostim 144 005 6234 THE NEW JOURNAL OF MEDICINE EDITOR- IN CHIEF Ali AKCAY MD ASSOCIATE EDITORS Senol DANE, MD Mehmet GUNDUZ, MD Mustafa YILDIRIM, MD Hanefi KURTARAN, MD Nuket RUZGARESEN, MD Esra GUNDUZ, MD Bahattin ADAM, MD Fatih AKCAY, MD Banu AKCAL, MD Ilyas AKDEMIR, MD Omer Faruk AKINCI, MD Davut AKTAŞ, MD Secil ALDEMIR, MD Richard A. ANDERSON, NC, USA, MD Fatih ANDIRAN, MD Nesibe ANDIRAN, MD Sefik ALKAN PhD, New Jersey, USA, MD Ali ATAN, MD Filiz AVSAR, MD Mahmut Nedim AYTEKIN, MD Mehmet BİLGE, MD Richard J. BABAIAN, USA, MD Ahmet BEKTAŞ, MD Nurhayat BEYAZIT, MD Patrick BROSNAN, TX, USA, MD Bülent BOZKURT, MD Başak COŞKUN, MD Omer CAKIR, MD Ferhat CATAL, MD Adnan CINAL, MD Ersin CIMENTEPE, MD Nevzat CIZMECI, MD Huseyin COPUR, New York, USA, MD Salim DEMIRCI, MD Cenap DENER, MD Nuri DENIZ, MD Correstpondent Managing Editor Mikdat BOZER, MD Turkish Redactor Burak UZ, MD English Redactor Nevzat CIZMECI, MD Design Im Ajans Publication Management Center Ayvalı mah. 158. cad. No. 7, Etlik-ANKARA e-mail: [email protected] Tel: 0 312 203 55 89 EXECUTIVE COUNCIL MEMBERS Mikdat BOZER MD, Aydan EROGLU MD, Asli KOKTENER MD, Ozlem Sahin BALCIK, MD Kadir DEMIRCAN, MD Ayşe Mukadder BILGIC, MD Tuncay DELIBAS, MD Gulçin DILMEN, MD Ugur DILMEN, MD Melike DOGANAY, MD A. Selman DOGUKAN, MD Murat DURANAY, MD Mustafa DURMUŞ, MD Bulent ERDOGAN, MD Ethem GECIM, MD Norbert GLEICHER, IL, USA, MD Muhammed GOZDEMIR, MD Murat GUNAYDIN, MD Mehmet GUNDOGDU, MD Ahmet GUREL, MD Aydın INAN, MD Osman KAFTAN, MD Ahmet KARADAG, MD Remzi KARADAG, MD Antti KAUPPILA, Finland, MD I. Safa KAYA, MD Esra KESKIN, MD Ali KOSAR, MD Mahmut KOMURCU, MD Hakan LEBLEBICIOGLU, MD Kamran MAHMUTYAZICIOGLU, MD Emin METE, MD Rudolfo MONTIRONI, Ancona, I, MD Bunyamin MUSLU, MD Yunus NAZLI, MD Ender ODEMIS, MD Necati ORMECI, MD Remzi Arif OZERDEMOGLU, M.D Fatih OZKARAGOZ, MD Tulin OZKARAGOZ PhD. CA, USA Duygu OZOL, MD Aziz POLAT, MD Prem PURI, Dublin, El, MD Huseyin SERT, MD Evren SARIFAKIOGLU, MD Yusuf SELCOKI, MD Peter R. SERRAO, MD TX, USA, MD F. Mujgan SONMEZ, MD Hakan SATIROĞLU, MD Serif Ali TEKALAN, MD Oğuz TEKIN, MD Ahmet Ruhi TORAMAN, MD Bahattin TUNC, MD Hamdi TUTKUN, MD Süleyman TURK, MD Fatmagul Cansel TURKAY, MD Sadi TURKAY, MD Ahmet TURKCAPAR, MD Ergun UCMAKLI, MD Ismail URAS, MD Nurdan URAS, MD Mustafa ULUKANLIGIL, MD Burak UZ, MD Dharmapuri VVIDYASAGAR, IL, USA, MD Oguz YENIDUNYA L, MD Sinan YOL, MD Horst ZINCKE Cin OH, SWL, M.D Owner On behalf of Turgut Ozal University M. Ramazan YIGITOGLU, MD ISSN 1300-2317 Publication Date 05.04.2014 Publication Type Local Periodical Publication Editorial Secretary Nevin CEYLAN Printing House Başak Matbaacılık Tanıtım Hiz.İth.İhr.Tic.Ltd.Şti Anadolu Bulvarı No:5/15 Meka Plaza Gimat/ANKARA Tel: 0 312 397 16 17 Tax Department: Ostim 144 005 6234 İÇİNDEKİLER DERLEMELER Hemofilik artropati ve rehabilitasyonu Betül Bakan, Metin Canbal 78-82 Meme kanserinde moleküler alt tiplere göre cerrahi tedavi yaklaşımları Aydan Eroğlu, Egemen Çiçek 83-87 ORİJİNAL MAKALELER Obez ve diyabetik olmayan hastalarda alkol dışı karaciğer yağlanması ile tiroid fonksiyonları arasındaki ilişki Benan Kasapoğlu, Cansel Türkay, Kadir Serkan Yalçın, Ayşe Çarlıoğlu, Alper Bozkurt Ulnar sinir tuza nöropatisinin kubital oluk düzeyinde insitu dekompresyon yöntemi cerrahi tedavisi tedavisi: 59 olgunun değerlendirilmesi Ahmet Eroğlu, Ali Kıvanç Topuz Şizofrenide duygu dışavurumu: Sosyodemografik ve klinik özellikler ile ilişkisi Nalan Kara Serum 25(OH) vitamin D düzeyinin kas kuvveti ve denge üzerine etkisi: 65 yaş üzeri popülasyonda kesitsel bir çalışma Özlem Cemeroğlu, Emine Rabia Koç, Kevser Gök, Pelin Piştav, Haşim Çakırbay Romatoid artrit hastalık aktivitesinde tartışmalı belirteç: Ortalama platelet hacmi İbrahim Tekeoğlu, İhsan Hakkı Çiftçi, Gönül Gürol, Halil Harman, Engin Karakeçe 88-91 92-95 96-101 102-105 106-108 Endodontik tedavi görmüş dişlerde farklı kanal patı ve doldurma tekniğinin vertical kök kırığı direnci üzerine etkisinin kaldırılması Dt. Ayşegül Tola Yıldırım 109-113 Ankara’da yaşayan postmenopozal ev hanımlarına kemik mineral dansitesi ve D vitamini arasındaki ilişkinin açıklanması Rabia Balcı, Derya Akdeniz, Ayşe Çarlıoğlu, Feridun Karakurt, Aysel Derbent, Yeter Bayram 114-117 Postmenopozal hormone replasman tedavisinin anjiotensinojen dönüştürücü enzim seviyeleri üzerine etkisi Özlem Gün Eryılmaz, Seval Atabey Haktankaçmaz, Banu Uslu Akçal, Aylin Aker Ayrım 118-121 OLGULAR Kriterlerin dışında otoimmün pankreatit: Bir olgu Tonguç Utku Yılmaz, Bülent Salman, Merter Gülen, Mehmet İbiş, Abdülkadir Bedirli, Nusret Akyürek 122-124 Yetişkin hastada intestinal malrotasyon Yusuf Tanrıkulu, Ceren Şen Tanrıkulu, Ayetullah Temiz, Serhat Karaman, Sevilay Akalp Özmen 125-127 Otoimmün hepatite bağlı karaciğer sirozu ve gastrointestinal nöroendokrin tumor birlikteliği olan nadir bir olgu İbrahim Arslan, Ahmet Uyanıkoğlu, Timuçin Aydoğan, Haşim Nar, Necati Yenice 128-130 Atipik yerleşimli kist hidatik Serdar Yüce, Ömer Faruk Koçak, Gülay Bulur, Hakan Tekin, Ahmet Kahraman 131-132 Apendisyal nöroma: Akut apandisitin nadir bir nedeni Meral Şen, Murat Özgür Kılıç, Ümran Yıldırım 133-134 Sağlıklı yaşlı bir hastada ishale bağlı hipokaleminin sebep olduğu ventriküler fibrilasyon Fatih Büyükcam, Akif Altınbaş 135-136 Yenidoğanda cekum ve duodenum duplikasyon kistleri: Nadir bir olgu Nihat Demir, Mehmet Melek, Sultan Kaba, Şekibe Zehra Doğan, Oğuz Tuncer 137-138 Laparoskopik low anterior rezeksiyon sonrası oluşan anastomoz darlığında balon dilatasyonu 139-140 Sezgin Yılmaz, Ahmet Bal, Taner Özkeçeci, Bahadır Celep, Mustafa Özsoy, Nazan Okur, Çiğdem Tokyol, Yüksel Arıkan CONTENTS REVIEWS Hemophilic arthropathy and rehabilitation Betül Bakan, Metin Canbal 78-82 Surgical treatment approaches according to the molecular subtypes in breast cancer Aydan Eroğlu, Egemen Çiçek 83-87 ORIGINAL ARTICLES The association of thyroid function tests with non-alcoholic fatty liver disease among non-obese diabetic cases Benan Kasapoğlu, Cansel Türkay, Kadir Serkan Yalçın, Ayşe Çarlıoğlu, Alper Bozkurt The surgical treatment of ulnar nerve entrapment neuropathy by in-suti decompression method at the level of cubital groove: The evaluation of 59 cases Ahmet Eroğlu, Ali Kıvanç Topuz Expressed emotion in schizophrenia: Relationship with sociodemographic and clinical variables Nalan Kara Effect of serum 25(OH) vitamin D on muscle strength and balance over 65 years of age: A cross sectional study Özlem Cemeroğlu, Emine Rabia Koç, Kevser Gök, Pelin Piştav, Haşim Çakırbay Mean platelet volume: A controversial marker of disease activity in rheumatoid arthritis İbrahim Tekeoğlu, İhsan Hakkı Çiftçi, Gönül Gürol, Halil Harman, Engin Karakeçe Effects of different root canal sealers and filling techniques on resistance to vertical root fracture in endodontically treated teeth Dt. Ayşegül Tola Yıldırım 88-91 92-95 96-101 102-105 106-108 109-113 Association of bone mineral density and vitamin D levels in postmenopausal women in Ankara Rabia Balcı, Derya Akdeniz, Ayşe Çarlıoğlu, Feridun Karakurt, Aysel Derbent, Yeter Bayram 114-117 Postmenopausal oxygen saturation variability in infants with incubator oxygen support Özlem Gün Eryılmaz, Seval Atabey Haktankaçmaz, Banu Uslu Akçal, Aylin Aker Ayrım 118-121 CASE REPORTS Autoimmune pancreatitis out of the criteria: A case report Tonguç Utku Yılmaz, Bülent Salman, Merter Gülen, Mehmet İbiş, Abdülkadir Bedirli, Nusret Ekyürek 122-124 Intestinal malrotation in an adult patient Yusuf Tanrıkulu, Ceren Şen Tanrıkulu, Ayetullah Temiz, Serhat Karaman, Sevilay Akalp Özmen 125-127 Association of gastrointestinal neuroendocrine tumor and autoimmune hepatitis induced liver cirrhosis: A rare case report İbrahim Arslan, Ahmet Uyanıkoğlu, Timuçin Aydoğan, Haşim Nar, Necati Yenice 128-130 Hydatid cyst with atypical location Serdar Yüce, Ömer Faruk Koçak, Gülay Bulur, Hakan Tekin, Ahmet Kahraman 131-132 Appendiceal neuroma: A rare cause of acute appendicitis Meral Şen, Murat Özgür Kılıç, Ümran Yıldırım 133-134 Diarrhea related hypokalemia induced ventricular fibrillation in a healthy elderly patient Fatih Büyükcam, Akif Altınbaş 135-136 Duplication cysts of the cecum and duodenum in an infant: A rare case report Nihat Demir, Mehmet Melek, Sultan Kaba, Şekibe Zehra Doğan, Oğuz Tuncer 137-138 The ballon dilatation of anastomotic stricture following laparoscopic low anterior resection Sezgin Yılmaz, Ahmet Bal, Taner Özkeçeci, Bahadır Celep, Mustafa Özsoy, Nazan Okur, Çiğdem Tokyol, Yüksel Arıkan 139-141 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:78-82 Derleme Hemofilik Artropati ve Rehabilitasyonu (Hemophilic arthropathy and rehabilitation) Betül BAKAN 1, Metin CANBAL 1 Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı, KAHRAMANMARAŞ 2 Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Hemofili kronik, herediter bir kanama bozukluğudur. Tekrarlayan eklem içi kanamaları ilerleyen kıkırdak harabiyeti ve sakatlıkla sonuçlanabilir. Hemofilik artropati gelişiminde üç dönem tanımlanmaktadır; tekrarlayan kanamalar dönemi, kronik sinovit dönemi, fibrozis ve kontraktürlerin olduğu son dönem. Hemofilide gelişen eklem sorunlarına rehabilitasyon yaklaşımı, hastalığın şiddetine ve dönemine göre değişir. Uygun medikal tedavi ve egzersiz programı ile eklem problemlerinin ortaya çıkmasını önlemek veya kabul edilebilir düzeyde kalmasını sağlamak mümkündür. Hastaların mobilizasyonunun devam ettirebilmesi için tüm hastalara koruyucu ev egzersiz programı, gerekli olgularda ise agresif rehabilitasyon programları uygulanmalıdır. Anahtar Kelimeler: Hemofili; artropati; sinovit; rehabilitasyon GİRİŞ Hemofili, kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan proteinlerin eksikliği, yokluğu veya işlevlerinin bozukluğu sonucu gelişen, kanama bozukluğu ile seyreden kronik bir hastalıktır1. X’e bağlı resesif kalıtım gösterir, kadınlar asemptomatik taşıyıcı olup, hastalık kliniği erkeklerde görülür. Hemofilinin en yaygın formu (1/5000 canlı erkek doğum) Tip A veya klasik hemofili olarak bilinen faktör VIII eksikliği ile seyreden tipidir. Tip B (1/30 000 canlı erkek doğum) veya Christmas hastalığı olarak bilinen tipinde ise faktör IX eksikliği mevcuttur2. Nadiren de kazanılmış hemofili hastalığı mevcuttur ki, faktör VIII’e karşı antikor aracılı otoimmün reaksiyonla gelişir ve tipik olarak yaşlılarda görülür3. Hastalık, şiddetine göre çeşitli organ ve dokular içine kanamalarla seyreder. Hastalığın şiddeti dolaşımdaki fonksiyonel pıhtılaşma faktörü miktarına göre değerlendirilir. Faktör düzeyi 1 U/dl’den az olan hastalar ağır, 1-5 U/dl olanlar orta ve 6-40 U/dl olanlar hafif hemofili olarak kabul edilir4. Hafif hemofilili olgularda kanamalar ağır travmalar veya büyük cerrahi girişimlerle, Yazışma adresi: Dr. Betül BAKAN Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı, Kahramanmaraş e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 25.01.2013 Yayına kabul tarihi : 26.02.2013 78 78 2 ABSTRACT Hemophilia is a chronic, hereditary bleeding disorder. Repeated intra-articular bleeding results in progressive cartilage destruction and disability. Three periods in the development of hemophilic arthropathy are defined. The recurrent bleeding period, the chronic synovitis period, and the fibrosis and contractures period also called last period. Rehabilitation approach to joint problems developing in hemophilia, varies depending on the severity and the period of disease. Appropriate medical treatment and exercise programs should be arranged to prevent the emergence of joint problems, or in order to keep an acceptable level of disease. Preventive home exercise program for all patients and aggressive rehabilitation program in patients whom require rehabilitation therapy should be applied for the mobilization of the patients. Key Words: Hemophilia; arthropathy; synovitis; rehabilitation orta şiddetteki hastalarda küçük travmalarla, ağır hastalarda ise doğumdan itibaren spontan olarak gelişir5. Eklem içine kanama en sık görülen klinik bulgu ve en önemli morbidite sebebidir4. Hemofilide koagülasyon mekanizmasının intrensek sisteminin bozukluğu ile birlikte, sinovyal dokuda ekstrensek sistemde görevli doku faktörünün eksik olması da eklem içi kanamayı kolaylaştıran bir faktördür 6. Ağır hemofili hastalarında hemartroz sıklığı %50-95 arasında değişen oranlarda rapor edilmiştir 7. Hemofiliye bağlı eklem içi kanamaları çok sıklıkla diz, ayak bileği, dirsek ve omuzda görülür. Hemofilik artropati sinovya ve eklem kıkırdağının metabolize kan ürünlerine kronik maruziyeti nedeniyle gelişen sakat bırakıcı immün bir artrittir1. Bu süreç tam olarak anlaşılamamakla birlikte, mevcut bilgilerle mekanizma şöyle açıklanmaktadır: hemosiderin ve diğer kan ürünlerinin ekleme kronik birikimi, fagositik sinoviyal hücreler ve kondrositlerden eklem içine sitokinler ve hidrolitik enzimlerin salınımını indükler. Bunun sonucu sinovyal hiperemi, sinovit ve kondrosit apoptozu oluşur. İlerleyen süreç yaygın kıkırdak kaybı, subkondral kemik yıkımı ve eklemde fleksiyon kontraktürü ile sonuçlanan hemofilik artropati gelişimine sebep olur8-10. Hemofilik artropati gelişiminde üç dönem tanımlanmaktadır. Birinci dönem tekrarlayan kana- Yeni Tıp Dergisi 2014;31:78-82 B. Bakan ve M. Canbal malar dönemi, ikinci dönem enflamatuvar yanıtın olduğu kronik sinovit dönemi, üçüncü dönem ise fibrozis ve kontraktürlerin olduğu son dönemdir5,11. Hemofilide gelişen eklem sorunlarına rehabilitasyon yaklaşımı, hastalığın şiddetine ve dönemine göre özellikler gösterir. Profilaktik faktör tedavisi eşliğinde, tedavi ekibi ve ailenin katılımı ile yapılan rehabilitasyon, gelişebilecek dejeneratif artropati ve sonuçta özürlülüğün önlenmesinde önemlidir12. Bu yazıda hemofilik artropati rehabilitasyonu ile ilgili güncel tedavi yaklaşımları literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir. Akut Hemartroz, Hemofilinin en yaygın klinik görünümüdür. Hafif-orta hemofiliklerde herhangi bir travmayı takiben görülebileceği gibi, ağır hemofiliklerde spontan olarak da görülebilir. Akut dönemde eklem kanamalarının kontrol edilmesi eklem harabiyetinin oluşmasını önlemek yönünden çok önemlidir. Eklem kanamasının kliniğinde ağrı, şişlik, ısı artışı ve hareket kısıtlılığı mevcuttur. Sinovyumda sınırlı kanama olduğunda hastalar gerginlik ve uyuşukluk hissinden yakınırlar, kanama artıp eklem boşluğunu doldurduğu zaman ise şiddetli ağrı, kas spazmı ve eklemde hareket kısıtlılığından yakınırlar13. Erken dönemde tedavi alabilen hastalarda faktör replasmanı ile kanama hızla kesilir. Tedavisiz hastalarda ise kanamanın eklem içi basıncını giderek artırması kanamanın durmasına neden olur. İlk kanamadan sonra hematomun rezorbsiyonu ile 1-2 hafta içinde eklem normal fonksiyonuna kavuşabilir. Fakat uygun tedaviye rağmen kanama tekrarlayabilir14,15. Akut dönem tedavisi, Faktör replasmanı, istirahat, kompresyon, elevasyon, soğuk uygulama, analjezikler15, egzersiz ve gerekli durumlarda aspirasyon tedavisini içermektedir11. Replasman tedavisi, Kanamayı durdurmak için ilk olarak, tercihen kanamayı takiben iki saat içinde eksik olan faktörün plazma düzeyi %30-50 olacak şekilde, faktör replasmanı yapılmalıdır4,5,13. İstirahat-kompresyon-ortezleme, Minör hemartrozlarda immobilizasyon gerekli olmayabilir ama elastik bandaj veya basit ortezler rahatlatıcı olabilir. Ciddi kanamalarda ise eklemin immobilizasyonu tedavinin önemli bir adımıdır. İmmobilizasyon hastanın en rahat ettiği ve olabildiğince fonksiyonel pozisyonda yapılmalıdır11,16,17. Soğuk uygulama, Akut dönemde kanama bölgesine soğuk uygulama önemlidir. Soğuk uygulandığı bölgede damarlarda vazokonstriksiyon yaparak kanamanın, duyusal sinirlerin iletimini yavaşlatarak ağrının kontrol altına alınmasına yardımcı olur. İnflamasyonu baskılar, spazmı çözer17,18. Buz paketleri, soğuk su torbaları, ıslak soğuk havlular gibi malzemeler kullanılabilir. Gün içinde 10-15 dakika süreyle, 2-3 saatte bir tatbik edile- bilir. Akut kanama döneminde sıcak uygulama kontrendikedir19. Analjezikler, Eklem içine kanama ağrı oluşturur. Ağrıyı azaltmak için pıhtılaşma mekanizması üzerindeki etkileri göz önünde bulundurularak uygun ağrı kesiciler kullanılabilir. Aspirin ve nonsteroid antiinflamatuvar ilaçlar trombosit fonksiyonlarını inhibe ederek kanamayı artırabilecekleri için kullanılmamalıdırlar. Asetaminofen, kodein benzeri ağrı kesiciler tercih edilebilirler11,17. Oral steroidler, kanamaya eşlik eden inflamatuvar süreci azaltmak için kullanılabilirler. Literatürde 3-4 gün, 1-2 mg/kg/gün dozunda kullanılan oral kortikosteroid etkili bulunmuş ve herhangi bir yan etki bildirilmemiştir20,21. Transkutanöz elektriksel stimülasyon (TENS), Ağrı tedavisi için hemofilik eklemin her döneminde kullanılması uygundur. Literatürde replasman tedavisinden hemen sonra kullanılan TENS’in ağrıyı ve hematomun boyutlarını azalttığı bildirilmiştir18,22. Egzersiz, Rehabilitasyon programına yeterli replasman tedavisi altında olabildiğince çabuk başlanmalıdır. Akut semptomlar hafifleyince; kanamalı bölgede pasif eklem hareket açıklığı (EHA) ve izometrik egzersizlere, diğer bölgelerde aktif EHA ve dirençli egzersizlere başlanmalıdır7,18. Egzersizler ağrı sınırları içinde ve her seansta 10’ar kez olmak üzere gün için sık sık tekrarlanmalıdır19. Aksi takdirde istirahati takiben hareket kısıtlılığı, kas gücü kaybı ve atrofinin gelişmesi kaçınılmazdır23,24. Akut dönemde izometrik egzersizler hastada kanamaya yol açmadan veya rahatsızlık yaratmadan güvenle uygulanabilir ve kas gruplarının kuvvetini ve dayanıklılığını %40’dan %70’e kadar arttırabilir24,25. Aspirasyon, Hemartrozlu bir eklemde kanın aspirasyonu tedaviye yanıtı hızlandırabilir. Hafif kanamalarda mutlak endikasyon yoktur. Bununla birlikte faktör replasmanına 24 saat içinde cevap vermeyen ağrılı ve duyarlı eklem, nörovasküler bulguların varlığı, septik artit şüphesi eklem aspirasyonu için mutlak endikasyondur. Aspirasyon yapılacağı zaman faktör düzeyinin en az %50 olması sağlanmış olmalıdır. Aspirasyon sonrası elastik bandaj uygulaması, 12-24 saat sonra ikinci kez faktör infüzyonu kanamanın kontrolü için önerilmektedir26. Kontrol edilemeyen inhibitör varlığında aspirasyon kotrendikedir11. Kronik Sinovit, Akut bir kanamadan sonra rezidü kan-kan ürünlerinin temizlenmesi ve sinovyal reaksiyon üç aydan uzun devam ederse kronik sinovit olarak kabul edilir27. Genel olarak tekrarlayan birkaç akut kanamadan sonra gelişir. Kronik inflamasyon, sinoviyumda progresif olarak kalınlaşmaya ve intraartiküler efüzyon gelişimine neden olur. 79 79 B. Bakan ve M. Canbal Kliniğinde eklemde şişlik, sıcaklık ve instabilite mevcuttur. EHA genellikle korunmuş olmakla birlikte bazı vakalarda azalabilir. Ekleme yük verilmesi ile ağrı ortaya çıkar, bu sebeple hareketin süresi ve sayısı azalmıştır27,28. Kronik sinovit tedavisi, Profilaktik faktör replasmanı, analjezikler, ısı tedavisi, hidroterapi ve egzersizi içerir. Hedef eklemdeki rezidünün azalması, progresif sürecin baskılanması ve fonksiyonel durumun sağlanıp korunmasıdır27,29. Isı tedavisi, Ekleme soğuk uygulanmasına devam edilebilir. Şişlik az, ısı artışı yok ve kanama tamamen kesilmiş ise sıcak tedavi de uygulanabilir. Bu amaçla sıcak su paketleri, sıcak-ıslak havlular kullanılabilir. Sıcağın etkisi ile yerel dolaşım hızlanarak kan atıklarının uzaklaştırılması kolaylaşır, bağ dokusu esnekliği ve viskozitesi artar, kas spazmı çözülür, EHA artar, ağrı azalır ve egzersiz töleransı artar30. Hidroterapi, Suyun kaldırma gücü kasların ekonomik şekilde çalışmasına, eklemlerin daha rahat hareket etmesine, yardımlı-aktif ve dirençli egzersizlerin daha kolay yapılmasına yardımcı olur, dolaşım artar, spazm çözülür. Genel-lokal su banyoları, hidroterapi havuzları kullanılabilir31. Egzersiz, Kronik sinovit döneminde hastanın ağrısı azalmıştır. İzometrik egzersizlere devam edilir. Aktif yardımlı, aktif, dirençli izotonik, izokinetik ve aktif EHA egzersizlerine geçilir7. Genel kural olarak dirençli egzersizlere olabildiğince düşük ağırlıkla başlanır ve aşamalı olarak arttırılır. Düşük ağırlıklarla yapılan fazla tekrarlar, yüksek ağırlıklarla yapılan az tekrarlara tercih edilir. Bu, ağrı ya da kanamanın tekrarlama riskini azaltır ve kasın daha etkili güçlenmesini sağlar23,24. Ayrıca egzersiz faktör düzeyini yükselterek faktöre olan gereksinimi azaltır27. Traksiyon, Spazmı azaltmak, eklemi rahatlatmak için manuel traksiyondan yararlanılabilir 27. Hemofilik artropati, kronik hipertrofik sinovit ilerlediği zaman kalınlaşmış sinovya ve kıkırdak dejenerasyonu kemiklerde erozyona yol açar ve nihayetinde eklem şişliği, kronik ağrı ve EHA’da ciddi kısıtlanma şeklinde ağır hemofilik artropati gelişir. Son aşama kemiksel veya fibröz ankiloz sonucu tam hareket kaybıdır4,10. Hemofilik artropati tedavisi, Bu döneme ilerlemiş eklemin tedavisi yine analjezikler, proflaktik faktör replasmanı eşliğinde ortezleme, fizik tedavi modaliteleri ve egzersizi içerir. Amaç hastanın mobilizasyonunu devam ettirebilmesidir29. Ortezleme, ambulasyona yardımcı cihazların, eklemde stabiliteyi sağlamak, pozisyonel feedback kazandırmak, alt ekstremitenin biyomekanik yükü- 80 80 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:78-82 nü azaltmak, yürümeye yardımcı olmak gibi fonksiyonları vardır32. Eklemde kontraktür gelişmişse veya ağrı ve spazmdan dolayı böyle bir risk varsa ortez kullanımı düşünülmelidir29. Literatürde eklem tutulumu olan hemofilik hastalara uygulanan fonksiyonel ortezlerin kanama ve ağrıda azalma yaptığı33, fleksiyon kontraktürü tedavisinde seri alçılama ve ekstansiyon/desubluksasyon ortezlerinin eklem kontraktüründe anlamlı azalmalar sağladığı rapor edilmiştir34. Isı, Subakut hemartroz tedavisinde uygulanan sıcak tedavilere ve hidroterapiye ek olarak derin ısıtıcı tedavi ajanlarından da yararlanılır. Kısa dalga cihazındaki yüksek frekanslı akımlar ağrı ve kas spazmını azaltarak, bağ dokusunun elastikiyetini artırarak egzersiz kapasitesini artırır. Dolaşımı artırarak hemartrozun rezorpsiyonunu kolaylaştırır, inflamasyonu azaltır. Ancak verdiği derin ısıyla küçük damarları tahrip ederek veya vazodilatasyon yaratarak kanamalara sebep olabilir35. Düşük dozda kullanımı önerilmektedir36. Terapötik ultrason (US), Yüksek frekanslı ses dalgaları ile ısı enerjisinin üretilmesi esasına dayalı bir yöntemdir. Kollajenin esneyebilme yeteneğini arttırır ve ağrıyı azaltır 37. Düşük yoğunluklu lazer tedavisi (DYLT), Elektromanyetik alan oluşturarak etki eder. Fizyolojik ve terapötik etkisini esas olarak hücre membran potansiyelini değiştirirerek yapar35. Hemofili hastalarında analjezik etki ve hematomların rezorbsiyonu için kullanılır38. Düşük frekanslı elektromanyetik alan tedavisi (DFEAT), Hemofili hastalarında ağrıyı azaltmak amacı ile kullanılır. İnflame ve dejenere hücrelerde bozulmuş olan membran potansiyelini düzelterek, hücreyi depolarize edip ağrıya karşı desentizisasyon oluşturarak, ağrı eşiğini yükselterek etki eder39. Hemofilik artropatili eklemlere uygulanan DFEAT tedavisinin ağrıyı anlamlı derecede azalttığı, EHA’yı ve mobilizasyonu artırdığı bildirilmişdir39,40. Yüzeyel EMG, hemofilili hastalarda tedavi hedeflerini gerçekleştirmede yardımcı tedavi yöntemlerindendir. Birçok hemofilik hastada kanamalı eklemin disfonksiyonuna bağlı eklem çevresindeki kaslarda ve bağlarda kullanılmama atrofisi ve buna bağlı eklemde instabilite mevcuttur41. Atrofik kaslara yüzeyel EMG ile elektriksel stimülasyon kasın gelişmesine, instabilitenin düzelmesine ve fonksiyonel mobilizasyonun sağlanmasına yardımcı olur. Literatürde hemofilik hastaların atrofik biceps kasına yüzeyel EMG ile elektriksel stimülasyon uygulandığı ve anlamlı trofik değişiklikler oluştuğu bildirilmiştir42. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:78-82 B. Bakan ve M. Canbal Egzersiz tedavisi, Kronik sinovit dönemindeki egzersizlere ek olarak, kondüsyon, balans ve koordinasyon egzersizlerine başlanır43. İntraartiküler Tedaviler Hyaluronik asit, eklem içi hiyalüronik asit enjeksiyonu eklemlerin dejeneratif hastalıklarının tedavisinde kullanılan güncel bir yöntemdir44,45. Sinovyal sıvı içeriğinde bulunan hiyalüronik asit eklem kıkırdağının fonksiyonları ve yenilenmesi için gerekli olan önemli bir bileşendir. Diğer dejeneratif hastalıklarda olduğu gibi hemofilik artropatide de sinovyal sıvının içeriğinde değişiklikler olmaktadır. Ekleme enjekte edilen hiyalüronik asit; eklem sıvısının bozulan viskositesini ve lubrikatif özelliklerini artırır, sinovyal membran ve eklem yüzeyinde koruyucu bir bariyer oluşturarak mekanik şokların absorbsiyonuna yardım eder, kıkırdak esnekliğini ve hasara dayanıklılığı artırır, eklem efüzyonunun azalmasını sağlar, nosiseptörler üzerine direkt etki ederek ağrıyı azaltır, sinovyal permeabilite üzerine etki ederek serbest oksijen radikalleri ve matriks metalloproteinazları inhibe eder44. Literatürde hemofilik hastaların problemli eklemlerine intraartiküler hyaluronik asit uygulamasının ağrıyı azalttığı, EHA’yı ve mobiliteyi artırdığı bildirilmiştir45,46. Kortikosteroid, eklem içi steroid enjeksiyonu inflamatuvar eklem hastalıklarının tedavisinde kullanılan bir yöntemdir. Enjeksiyon sonrası; nötrofil kemotaksisi ve fonksiyonlarında değişme, sinovyal sıvı vizkozitisinde artış, hücresel lizozom membranında stabilizasyon ile inflamasyon süprese olur. Şişlik, kızarıklık, ısı ve ağrıda azalma görülür47. Yapılan çalışmalarda hemofilik eklemlere intraartiküler steroid enjeksiyonunun sinoviti kontrol ettiği, hemartroz sıklığını ve ağrıyı azalttığı, EHA’yı artırdığı, günlük yaşam aktivitelerinde anlamlı iyileşme sağladığı bildirilmiştir47. Elektif ortopedik prosedürleri takiben rehabilitasyon, hastaların bir kısmında uygun replasman, koruma ve rehabilitatif yaklaşımlara rağmen sık kanamaların ve eklemdeki destrüktif sürecin önüne geçilemeyebilir. Süreci baskılamak veya ekleme fonksiyon kazandırabilmek için sinovektomi, artodez, artroplasti gibi cerrahi girişimler gerekebilir48. Sinovektomi sonrası rehabilitasyon, Kanama-sinovit kısır döngüsünü kırmak için dirençli olgulara sinovektomi önerilir48. Sinovektomi proliferatif, kırılgan sinovyanın çıkartılması veya harap edilmesi işlemidir. Bu işlem direkt cerrahi eksizyonla veya sinovioortez olarak adlandırılan sinovyada fibrozis ve skleroza yol açan radyoaktif veya kimyasal madde enjeksiyonu ile yapılabilir49,50. Sinovektomi sonrası kanama riski oldukça azalır (sinovya yeniden gelişinceye kadar), bu dönemde EHA’nın artırılması, kas gücünün ve esnekliğinin yeniden sağlanması amacı ile etkili fizik tedavi programı ve terapötik egzersizler uygulanmalıdır48. Cerrahi sonrası rehabilitasyon, Hemofilik hastalarda en az bir eklem olmakla birlikte genellikle birçok eklem etkilenmiş ve hastanın aktivitesi sınırlanmıştır. Tedavi ekibindeki ortopedist ve fiziyatristin değerlendirmesi sonucu, bir veya farklı kombinasyonlarda birden fazla ekleme aynı anda cerrahi müdehale yapılabilir50. Diz artroplastisi sonrası rehabilitasyon, total diz artroplastisi öncesi EHA derecesi, cerrahi sonrası EHA derecesiyle direkt alakalıdır. Bu sebeple elektif cerrahi öncesi faktör replasmanı eşliğinde uygun fizik tedavi programı ile sağlanabilecek maksimum EHA, kuadriseps gücü ve eklem stabilitesine ulaşılmalıdır. Postoperatif dönemde erken mobilizasyon rehabilitasyonun en önemli kuralıdır. Postoperatif birinci gün elle veya sürekli pasif mobilizasyon cihazı yardımı ile eklemin mobilizasyonuna başlanmalıdır51. Kuadriseps restorasyonu için izometrik egzersizler ve hafif açık kinetik zincir egzersizleri başlangıç için uygundur. İki gün sonra dize kısmi yük vererek yürüme başlatılabilir. Süreç titiz bir fizik tedavi programı ile devam etmelidir. Seanslar EHA açıklığını maksimuma çıkarmaya odaklanmalı, fleksiyon-ekstansiyon egzersizleri, balans, proprioseptif, güçlendirme ve kapalı zincir egzersizlerine geçilmelidir. Skar dokusunun iyleşmesi için hidroterapi, ağrının ve şişliğin azaltılması için kriyoterapi uygun tedavi yaklaşımlarıdır48. Omuz artroplastisi sonrası rehabilitasyon, Optimal omuz fonksiyonu için rotator manşon kaslarının omuz stabilitesini ve hareketlerin kontrolünü sağlayacak güçte olması gerekir. Genellikle ağrı, tekrarlayan kanamalar veya cerrahi sebebi ile kaslar zayıflamıştır. Fonksiyonel bir omuz için cerrahi öncesi ağrının azaltılarak, EHA açıklığının sağlanması ve kaslarının güçlendirilmesi gerekir52. Cerrahi sonrası ilk 6 hafta omuza yük bindirici hareketlerden kaçınılmalıdır. EHA ve rotator manşon kaslarını güçlendirici hareketlerin erken dönemde başlatılıp, progresif olarak artırılması uygundur48. SONUÇLAR Sonuç olarak hemofili hastalarının tedavisi; hasta-aile-hematoloji uzmanı-fiziyatrist-ortopedisthemşire işbirliği içinde yaşam boyu süren bir süreçtir. Hastalığın başlangıcından itibaren yeterli rehabilitasyon hastaların yaşamını kaliteli kılar. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) 81 81 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:78-82 B. Bakan ve M. Canbal REFERANSLAR 1. Carvajal Alba JA, Jose J, Clifford PD. Hemophilic arthropathy. Am J Orthop (Belle Mead NJ) 2010;39:548-50. 2. Luck JV Jr, Silva M, Rodriguez-Merchan EC, Ghalambor N, Zahiri CA, Finn RS. Hemophilic arthropathy. J Am Acad Orthop Surg 2004;12:234-45. 3. Yu W, Lin Q, Guermazi A, Yu X, et al. Comparison of radiography, CT and MR imaging in detection of arthropathies in patients with haemophilia. Haemophilia 2009;15:1090-6. 4. Raffini L, Manno C. Modern management of haemophilic arthropathy. Br J Haematol 2007;136:777-87 5. Gürçay E, Ekşioğlu E, Çakcı A. Hemofilik artropati ve rehabilitasyon. Artroplasti Artroskopik Cerrahi 2003;14:188-93. 6. Heck LW. Arthritis associated with hematologic disorders of lipid metabolism and dysproteinemias. in: Koopman WJ, editör. Arthritis and Allied Conditions A Textbook of Rheumatology. Philadelphia: Williams and Wilkins; 2001;1914–16. 7. Gurcay E, Eksioglu E, Ezer U, Cakir B, Cakci A. A prospective series of musculoskeletal system rehabilitation of arthropathic joints in young male hemophilic patients. Rheumatol Int 2008;28:541–5. 8. Maclachlan J, Gough-Palmer A, Hargunani R, Farrant J, Holloway B. Haemophilia imaging: a review. Skeletal Radiol 2009;38:949-57. 9. Jansen NWD, Roosendaal G, Lafeber FP. Understanding hemophilic arthropathy:an exploration of current open issues. Br J Hematol 2008;143: 632-40. 10. Dunn AL. Pathophysiology, diagnosis and prevention of arthropathy in patients with hemophilia. Hemophilia 2011;17:571-8. 11. Çapacı K. Hemofili ve Rehabilitasyon. III. Ege Hemofili Günleri. Hemofili 2000. 12. Heijnen L. The impact of physical therapy and rehabilitation for haemophilia. V. Ege Hemofili Günleri Özet Kitabı. Kavaklı K, editör 2003: 21–8. 13. Rodriguez-Merchan EC. Common orthopedic problems in hemophilia. Hemophilia 1999;5:53-60. 14. York JR. Endocrine and hemoglobin-related arthropathies and storage diseases. Hemophilia. in: Klippel JH, Dieppe PA, editors. Rheumatology. London:Mosby; 2000:4-17. 15. De Kleijn P, Gilbert MS, Roosendaal G, Poonnose PM, Narayan PM, Tahir N. Functional recovery after bleeding episodes in haemophilia. Haemophilia 2004;10:157-60. 16. Heim M, Wershavski M, Martinowitz U, Varon D, ChacickA, Azaria M. The role of ortoses in the management of elbow joints in persons with hemophilia. Hemophilia 1999;5:43-5. 17. Rodriguez–Merchan EC, Jimenez-Yuste V, Aznar JA, et al. Joint protection in hemophilia. Hemophilia 2011;17:1-23. 18. Philips WJ, Currier BL. Analgesic pharmacology:II.Spesific analgesics. J Am Acad Orthop Surg 2004;12:221-33. 19. Çapacı K, Hepgüler S. Hemofili rehabilitasyonu. Kavaklı K, editör. Hemofili Rehberi 2001. Ege Hemofili Yayınları No:6; 2001:169–73. 20. Valentino LA. Secondary prophylaxis therapy: what are the benefits, limitations and unknown? Haemophilia 2004;10:147-57. 21. Manco-Johnson MJ, Nuss R, Funk S, Murphy J. Joint evaluation instruments for children and adults with hemophilia. Hemophilia 2000;6: 649-57. 22. Roche PA, Gijsbers K, Belch JJ, Forbes CD. Modification of haemophiliac haemorrhage pain by transcutaneous electrical nerve stimulation. Pain 1985;21:43-8. 23. Mulvany R, Zucker-Levin AR, Jeng M, et al. Effects of a 6-week, individualized, supervised exercise program for people with bleeding disorders and hemophilic arthritis. Phys Ther 2010;90:509-26. 24. Hilberg T, Herbsleb M, Puta C, Gabriel HH, Schramm W. Physical training increases isometric muscular strength and proprioceptive performance in haemophilic subjects. Haemophilia 2003;9:86-93. 25. Buzzard BM. Physiotherapy for prevention and treatmentof chronic hemophilic synovitis. Clin Orthop Rel Res 1997;343:42-6. 26. Montgomery RR, Scott P. Hemorhagic and thrombotic diseases. in: Behrman RE, Kliegman RM, editors. Nelson Textbook of Pediatrics. Philadelphia: W.B Saunders; 2003:1657-60. 27. De Kleijn P. Physical therapy in hemophilia 2007. In: Paul Brown, interview. Physical therapy in hemophilia. 2007 Stakeholder meeting. 82 82 28. Roosendaal G, Lafeber FP. Pathogenesis of haemophilic arthropathy. Haemophilia 2006;12:117-21. 29. Ribbans WJ, Giangrande P, Beton Karen. Conservative treatment of hemarthrosis for prevention of hemophilic synovitis. Clin Orthop Rel Res 1997; 343:12-8. 30. Lehmann JF, De lateur BJ. Therapeautic heat. In: Lehmann JF, editor. Therapeautic heat and cold. Baltimore: Williams and Wilkins; 1990:150-78. 31. Garcia MK, Capusso A, Montans D, Massad E, Battistella LR. Variations of the articular mobility of elbows, knees and ankles in patients with severe haemophilia submitted to free active movimentation in a pool with warm water. Haemophilia 2009;15:386-9. 32. Heim M, Wershavski M, Martinowitz U, Chechick A, AzariaM. Elbow joint, crutches and locomotion: special reference to persons with hemophilia. Hemophilia 2000;6:556-61. 33. Slattery M, Tinley P. The efficacy of functional foot orthoses in the control of pain in ankle joint disintegration in hemophilia. J Am Podiatr Med Assoc 2001;91:240-4. 34. Fernandez-Palazzi F, Battistella LR. Non-operative treatment of flexion contracture of the knee in hemophilia. Hemophilia 1999;5:20-4. 35. Watson T. The role of electrotherapy in contemporary physiotherapy practice. Man Ther 2000;5:132–41. 36. Ghosh K, Ghosh K. Management of chronic synovitis in patients with hemophilia: with special reference to developing countries. Indian J Hematol Blood Transfus 2008;24:151-4. 37. Wong RA, Schumann B, Townsend R, Phelps CA. A survey of therapeutic ultrasound use by physical therapists who are orthopaedic certified specialists. Phys Ther 2007;87:986-94. 38. Baxter GD. Low ıntensity laser therapy for pain relief in therapeutic lasers: theory and practice. New-York: Churchili Livingstone; 1994. 39. Tiktinsky R, Chen L, Narayan P. Electrotherapy: yesterday, today and tomorrow. Haemophilia 2010;16:126-31. 40. Pawluk W. Pain management with pulsed electro-magnetic field (PEMF) treatment: natural health. Newsletters. New York; 2008. 41. Seuser A, Böhm P, Kurme A, Kurnik K. Predictive parameters of fitness in hemophiliac children. 37 th Hemophilia Symposium: Springer, Milan 2008: 41–4. 42. Gomis M, Gonzalez LM, Querol F, Gallach JE, Toca-Herrera JL. Effects of electrical stimulation on muscletrophism in patients with hemophilic arthropathy. Arch Phys Med Rehabil 2009;90:1924–30. 43. Holdredge SA, Cotta S. Physical theraphy and rehabilitation in the care of the adult and child with hemophilia. In: Hillgardner MW, Pocnedny C, eds. Hemophilia in the child and adult. New York: Raven Press; 1989:235-62. 44. Goldberg VM, Buckwalter JA. Hyaluronans in the treatment of osteoarthritis of the knee: evidence for disease-modifying activity. Osteoarthritis Cartilage 2005;13:216-24. 45. Fernandez-Palazzi F, Viso R, Boadas A, Ruiz-Saez A, Caviglia H, De Bosch NB. Intra-articular hyaluronic acid in the treatment of hemophilic chronic artropathy. Haemophlia 2002;8:375-81. 46. Wallny T, Brackman HH, Semper H, et al. Intra-articular hyaluronic acid in the treatmant of hemophilic artropathy of the knee. Clinical, radiological and sonographical assessment. Hemophilia 2000;6:566-70. 47. Hirsch G, Kitas G, Klocke R. Intra-articular corticosteroid injection in osteoarthritis of the knee and hip: Factors predicting pain relief-A systematic review. Semin Arthritis Rheum 2013;42:451-73. 48. De Kleijn P, Blamey G, Zourikian N, Dalzell R, Lobet S. Physiotherapy following elective orthopaedic procedures. Haemophilia 2006;12:108-12. 49. Dunn AL, Busch MT, Wyly JB, Abshire TC. Radionuclide synovectomy for hemophilic arthropathy. A comprehensive review of safety and efficacy and recommendation for standardized treatment protocol. Thromb Haemost 2002;87:383-93. 50. Bossard D, Carrillon Y, Stieltjes N, Larbre JP, Laurian Y, Molina V, et al. Management of hemophilic arthropathy. Haemophilia 2008;14:11-9. 51. Lenssen AF, Crijns YH, Waltjé EM, Roox GM, van Steyn MJ, Geesink RJ, et al. Effectiveness of prolonged use of continuous passive motion (CPM) as an adjunct to physiotherapy following total knee arthroplasty: design of a randomised controlled trial [ISRCTN85759656]. BMC Musculoskelet Disord 2006;7:15. 52. Green S, Buchbinder R, Hetrick S. Physiotherapy interventions for shoulder pain. Cochrane Database Syst Rev 2003;2:CD004258. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:83-87 Derleme Meme Kanserinde Moleküler Alt Tiplere Göre Cerrahi Tedavi Yaklaşımları (Surgical treatment approaches according to the molecular subtypes in breast cancer) Aydan EROĞLU 1, Egemen ÇİÇEK 1 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Cerrahi Onkoloji Bilim Dalı, ANKARA 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Meme kanseri oldukça sık görülen bir hastalıktır ve farklı biyolojik davranışlar sergileyen heterojen bir tümördür. cDNA mikrodizin çalışması ve immünohistokimyasal belirteçlere dayanarak meme kanseri 4 temel alt tipe ayrılmıştır: luminal A (estrojen reseptör [ER] pozitif ve/ veya progesteron reseptör [PR] pozitif, human epidermal growth factor receptor 2 [HER2] negatif, Ki67 ekspresyonu düşük; luminal B (ER pozitif ve/veya PR pozitif, HER2 pozitif, Ki67 yüksek); HER2-pozitif (ER negatif, PR negatif, HER2 pozitif); ve bazal tip (ER negatif, PR negatif, HER2 negatif, cytokeratin 5/6 pozitif). Son yıllarda bazı çalışmalarda meme kanserinin bu moleküler alt tipleri ile sağ kalım arasındaki ilişki araştırılmıştır. Genel olarak luminal tip tümörler daha iyi prognoza sahip iken, bazal tip ve HER2 pozitif tip meme kanserinde nüks hastalık gelişimi daha fazladır. Yeni çalışmalar meme kanserli olgularda bu farklı alt tipleri arasında tedavi stratejilerinde belirgin farklılıkları göstermektedir. Bu derlemede moleküler alt tiplere göre yapılan bu yeni sınıflamanın cerrahi tedavi yaklaşımları üzerine yararı olup olmadığı ve bu moleküler alt tipler ile meme kanseri prognozu arasında ilişki tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Meme kanseri; mikrodizin; moleküler alt tipler; cerrahi; tedavi GİRİŞ Meme kanseri klinik, morfolojik, histopatolojik, steroid hormon reseptörü gibi biyolojik özellikleri ile tedaviye yanıtlarına göre farklılıklar gösteren heterojen bir tümördür. Dr. W.S. Halsted’in uyguladığı ve yaygınlaştırdığı radikal mastektomi yaklaşık bir asır meme kanserinin tedavisinde en önemli yeri tutmuştur1. Dr.C.D. Haagensen da radikal mastektomiyi uygulamış bir cerrahtır, ancak o her meme kanserli olguda cerrahi tedavinin uygulanmamasını savunmuş ve Dr Stout ile birlikte 1943 yılında meme kanserinde inoperabilite kriterlerini tanımlamıştır2. Yazışma adresi: Dr. Aydan EROĞLU Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Ankara e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 15.06.2012 Yayına kabul tarihi : 24.11.2012 ABSTRACT Breast cancer is a very common disease and heterogeneous tumor that exhibits very different biological behavior. Based on cDNA microarrays and immunohistochemical markers, breast cancer is classified into four distinct subtypes: luminal A(estrogen receptor [ER] positive and/or progesterone receptor [PR] positive, human epidermal growth factor receptor 2 [HER2] negative, Ki67 low); luminal B (ER positive and/ or PR positive, HER2 positive, Ki67 high); HER2-enriched (ER negative, PR negative, HER2 positive); and basal-like (ER negative, PR negative, HER2 negative, cytokeratin 5/6 positive). Several studies have investigated the association between survival and the molecular subtypes of breast cancer. It is generally reported that luminal type tumors have a more favorable prognosis but, basallike and HER2-enriched types more likely to develop the recurrence. Recent reports have examined the identified significant difference in treatment strategies in patients of varying molecular subtypes of breast cancer. In this review we discuss whether the new classification according to the molecular subtypes is useful for the surgical treatment approaches and the correlation between the molecular subtypes and prognosis of breast cancer. Key Words: Breast cancer; microarray; molecular subtypes; surgery; treatment Aynı yıl Cleveland Klinikten Dr. Portmann meme kanserinin klinik ve patolojik özelliklerine dayanan 4 evreli bir sınıflama tanımlayarak sadece evre 1 ve 2 olgular için radikal mastektominin uygulanabileceğini evre 3 ve 4 olgular için radyoterapi yapılmasını önermiştir3. Daha sonra Haagensen tarafından meme kanserinin evrelemesinde “Colombia sınıflaması” tanımlanarak her olguda radikal mastektomi şeklinde cerrahi tedavinin yapılamayacağı, bu tedavinin erken evrede uygulanabileceği bildirilmiştir. Ayrıca, uluslararası yaygın olarak kullanılmış olan meme kanserinin bu sınıflamasına göre Halsted tipi radikal mastektomi uygulanmış olgularda uzun süreli sağkalım sonuçları da bildirilmiştir4. 1954 yılında tüm kanserler için uygulanabilecek tümör, lenf nodülü ve metastaz (TNM) şeklindeki evreleme sisteminin prensipleri geliştirilmeye başlanmış International Union Against Cancer tara- 83 83 A. Eroğlu ve E. Çiçek fından yayınlanmıştır1. Bu tarihten itibaren, tümörün anatomik varlığının ifadesi olan bu TNM evrelendirmesi, meme kanserinde tedavinin planlanması, prognozun öngörülmesi ve tedavi sonrası izlemde ortak bir dil olarak yaygın olarak kullanılmıştır1,5,6. Ancak, heterojen bir yapıya sahip olan meme kanserinin biyolojik davranışını anlamada, anatomik bir sınıflandırma olan TNM evrelendirme sistemi yetersiz kalmaktadır 5. Meme kanserinin prognostik faktörlerinin büyük bölümü tümörün biyolojik özellikleri ile ilgili iken anatomik bir evreleme olan TNM sistemi tedavi ve sağkalım öngörüsünde yetersiz kaldığı için TNM sınıflamasının son versiyonlarına “mikrometastaz”, “lenf nodülünde izole tümör hücresi” gibi kavramlar dahil edilmiştir6. Avrupa Onkoloji Enstitüsü 2006’da tümörün biyolojik özelliklerini de içeren yeni bir TNMEIO önermiştir; ancak yaygın kullanım alanı bulamamıştır7. Teknolojideki gelişmelere paralel olarak tümörün biyolojisini daha iyi açıklayacak teknik ilerlemeler de kaydedilmiştir. Gen ekspresyon profili ile meme kanserinin heterojen biyolojik yapısını açıklama ile tümörün moleküler sınıflaması gündeme gelmiştir. cDNA mikrodizin metodu ile saptanan gen ekspresyon paternlerine göre meme kanseri 5 alt tipe ayrılmıştır: luminal A, luminal B, HER2+grup, bazal tip ve normal meme benzeri tip. Bu yeni moleküler alt tiplere göre sınıflandırma tümörün köken aldığı hücre tipine özgü genlerin ekspresyonuna göre belirlenmiştir. cDNA mikrodizin analizi ve meme kanserinde moleküler alt grupların tanımlanması DNA mikrodizin analizi ile bir örnekten eş zamanlı olarak onlar ile binler arasında değişen sayıda genin analizi yapılabilmektedir. Kısaca, taşıyıcı bir solid yapı üzerine oluşturulan yuvalara, bu yapıya kovalan bağlanan tek zincir spesifik DNA parçalarının yerleştirilmesi ve bu taşıyıcı üzerine örnek tek zincir DNA’nın veya RNA’nın uygulanmasına dayanır8. Taşıyıcı üzerindeki her yuvada ayrı bir genin yapışma düzeyi tarayıcılar kontrolünde ölçülerek puanlanması ile bu genlerin ekspresyon düzeylerine bakılır. Perou ve ark. 42 hastanın tümörünü cDNA mikrodizin ile incelemişlerdir ve gen ekspresyon durumlarına göre 4 gruba ayırmışlardır. Bu 4 grup luminal benzeri, bazal benzeri, cErbB2+ ve normal meme benzeridir9,10. Bu gruplar ve özellikleri Tablo 1’de özetlenmiştir. Luminal A tip estrojen reseptörü (ER) ilişkili genlerde yüksek ekspresyonla seyreder. Progesterone reseptörü (PR) pozitif olabilir. Orta veya düşük gradlıdır, Ki-67 ile zayıf boyanırlar; dolayı- 84 84 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:83-87 sıyla proliferasyon hızları düşüktür. Luminal sitokeratin (CK) ekspresyonu luminal tipte daha yoğundur. CCND1, TFF1, GATA3 genleriyle ilişkilidir. Luminal A tipik olarak human epidermal growth factor receptor (HER2) negatiftirler. CK8/ 18 ile kuvvetli boyanırlar. Luminal A grubu tümörler hormonoterapi de alabildiklerinden en iyi prognozlu grupturlar. Luminal B tümörlerde ER+ olmakla birlikte ilişkili genlerin ekspresyonu düşük seviyededir. HER2 pozitiftir ve bazal benzeri tipe daha yakındır. Ayrıca lüminal A tiplerde p53 mutasyonları %13 oranında iken HER2+ ve bazal tümörlerde %7080, lüminal B tiplerde %67 düzeyindedir. Luminal B tip, hormon reseptörü pozitif kanserler içinde kötü prognozlu olan tipidir. Luminal A ve B tipi kanserler yaklaşık meme kanserlerinin dörtte üçünü oluşturmaktadır11. HER2 pozitif tümör grubunda hormon reseptörleri negatiftir. HER2 pozitifliği luminal B grubundan daha kuvvetlidir. GRB7, TOPO2A ve GATA4 genleriyle ilişkilidir. Çoğunlukla yüksek gradeli invaziv duktal karsinom olarak karşımıza çıkar. Agresif tümörlerdir12. Bazal tip meme kanserleri (BTMK) bazal ve myoepitelyal sitokeratin (CK 5/6,14,17) ürünlerin yoğun olduğu tümörlerdir. P-cadherin ve epidermal büyüme faktörü reseptörü (EGFR) ekspresyonu da yoğundur. Aralarında bire bir örtüşme olmasa da üçlü negatif (triple negatif) tümörler olarak da adlandırılırlar. Bu isimlendirme ER, PR ve HER2 negatifliğinden ileri gelir. Üçlü negatif meme kanserlerinin %80’i bazal tip özellik taşır. BTMK P53 mutasyonu ve BRCA1’e bağlı DNA onarım defektiyle ilişkilidir. Proliferasyon hızı yüksek ve kötü prognozludur. %80-90 oranında BRCA1 mutasyonu vardır. Yüksek gradlı invaziv duktal karsinomlar, metaplastik karsinomlar, medüller karsinomlar ve adenoid kistik karsinomlar sık olarak bazal tiptedir13. Üçlü negatif meme tümörlerin diğerlerine göre daha erken yaşta görüldüğü, yüksek gradlı, tümör boyutunun daha büyük olduğu ve lenf nodülü pozitifliğinin daha sık olduğu bildirilmiştir. Lokal nüks oranları diğer tümörlere benzer iken, uzak nükslerin bu tümörlerde daha sık olduğu gözlenmiştir. Ölüm oranındaki 3 kat fazlalık ise bu tümörün kötü prognozuna işaret etmektedir 14. Claudin-low adlı ayrı bir grup da 2007’de tanımlanmıştır. Bu tipte de üçlü negatiflik söz konusudur ancak bunlar farklı olarak meme kanseri kök hücresi özelliklerini taşır. Morfolojisi metaplastik tümör özelliklerine benzer. Yeni Tıp DergisiA.2014;31:83-87 Eroğlu ve E. Çiçek Tablo 1. Mikrodizine Göre Sınıflandırılmış Meme Kanserlerinin Genel Özellikleri Moleküler Tip ER PR HER2 Bazal belirteç Proliferasyon Histolojik Karşılığı Moleküler Yolaklar Luminal A +++ +++ - - Düşük Tubuler Ca, Kribriform Ca, Düşük grade inv. Duktal Ca, lobuler Ca Lüminal sitokeratinler, CCND1,TFF1, GATA3 Luminal B + +/- +/- +/- Yüksek İnv duktal Ca, Mikropapiller Ca HER2/ER- - - + +/- Yüksek Yüksek gradeli invaziv duktal karsinom Bazal benzeri - - - + Yüksek Yüksek grade inv. Duktal Ca, Metaplastik Ca, Meduller Ca Metastazda rol oynadığı düşünülen adezyon ürünleri eksprese ederler. Bazal sitokeratinleri pozitif olmayabilir ve metaplastik kanser ve grad 3 invaziv kanser daha sıktır15. Klinik özellikler, Prognoz ve Sağkalım Van’t Veer ve ark. ile West ve ark. çalışmalarında meme kanserinin bu moleküler alt tiplerinin farklı biyolojik davranış sergilediği gösterilmiştir. Bu çalışmaların sonucunda hastalıkla ilişkili gen ekspresyon profillerinin çıkarılması ve yeni tedaviler için hedeflerin tanımlanması umudu doğmuştur16,17. Son yıllarda meme kanserinin moleküler alt tipleri ile sentinel lenf nodülü tutulumu arasındaki ilişki incelenmektedir. Zhou ve ark. çalışmasında, 130 meme kanserli olguda sentinel lenf nodülü değerlendirmiş, luminal A ve B tip tümörlerde nonsentinel lenf nodu metastazı diğer gruplara göre daha yüksek bulunmuştur. HER2+grup ile üçlü negatif meme kanserleri arasında anlamlı fark saptanmamıştır18.Wong ve ark. lenf nodülü negatif, meme koruyucu cerrahi uygulanan 541 meme kanserli hastayı retrospektif olarak değerlendirmiştir. Tüm hastalara radyoterapi uygulanmış olup %36 sına kemoterapi, %68 ine hormon tedavisi uygulanmıştır. Asyalı meme kanserli hastalarda da moleküler alt tiplerin prognostik açıdan anlamlı olabileceği gösterilmiştir19. Tedaviye yanıtın değerlendirilmesi Adjuvan kemoterapi evre I – III meme kanserli hastalarda yaygın olarak kullanılmakta olup sağ kalımı iyileştirmektedir. Adjuvan kemoterapiden görülecek faydanın öngörülmesinde neoadjuvan kemoterapiye (NKT) yanıt olması önemlidir. Kemoterapiye duyarlı ve duyarsız tümörlerde yapılacak gen ekspresyon analizleri bize faydalı gen profillerinin belirlenmesine katkı sağlayabilir. Bu alanda yapılmış çalışmalardan en geniş olanlarından birisi Ayers ve ark. aittir20. NKT öncesi biyopsi örneklerinde 72 genlik bir paketle inceleme yapılmış ve patolojik tam yanıtı oranı %43 olarak bulunmuştur. Lüminal sitokeratinler, CCND1, TFF1,GATA3; TP53 mutasyonu GRB7, TOPO2A, GATA4; TP53 mutasyonları Bazal sitokeratinler, TP53 mutasyonları, BRCA1 yolağı Moleküler alt tiplere göre meme kanserli olguların prognozu, tedaviye yanıtları arasında farklılıklar gözlenmiştir21-28. Nguyen ve ark. 793 meme koruyucu cerrahi ve radyoterapi alan olgularından, luminal A tipte lokal nüks belirgin olarak düşük bulunurken HER2+ ve bazal tipte ise anlamlı olarak yüksek nüks oranı saptanmıştır. BRCA 1 mutasyonu da olan bazal tipte; meme koruyucu cerrahi yerine mastektomi yapılmasını önermişlerdir22. HER2+ meme kanserinde, genç yaş, lenf nodülü metastazı, büyük tümör boyutu, lenfovasküler invazyon, yüksek grad gibi kötü prognostik faktörler diğer gruplara göre daha yüksek orandadır ve bu grupta multisentrik tümörler daha fazladır. HER2+ ve luminal B tipte lokal nüks oranı daha fazladır23. Gabos ve ark. serisinde, meme koruyucu cerrahi uygulanmış olgulardan HER2 + hasta grubunda lokal nüks oranı 11 kat fazla bulunmuştur24. Üçlü negatif grupta ise mastektomi sonrası lokal nüks oranı yüksektir. Bu yazarlar, triple negatif tümörlerde T1/T2 N0 olgularda mastektomi yapılmasını ve T3N0 olgular için mastektomi ve ardından radyoterapi uygulanmasını önermektedir. Çok değişkenli analizde bazal tip meme kanserinde genel sağ kalım oranı daha düşüktür. HER2 pozitif grup için meme koruyucu cerrahi sonrası radyoterapi kullanımı önerilmektedir. Üçlü negatif meme kanserlerinde meme koruyucu cerrahi sonrası nüks hastalık oranı mastektomi yapılanlardan daha yüksek olduğu gözlenmiştir26. Miyamoto ve Harris’in yeni sistematik derleme çalışmasında meme koruyucu cerrahi uygulanan HER+ ve bazal tip tümörlü olgularda lokal nükssüz sağkalımın mastektomi geçirmiş olgulara göre belirgin olarak daha kötü olduğu vurgulanmıştır27. HER2+ meme kanserinde beyin metastazı sıklığı diğer moleküler alt tiplere göre daha yüksektir. Beyin metastazı gelişiminden sonra tedavi, şifa şansı düştüğü için, bazı klinisyenler HER2+ grup için mastektomi sonrası profilaktik kranial ışınlama da önermektedir27,28. 85 85 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:83-87 A. Eroğlu ve E. Çiçek Hormonoterapiye direnç meme kanseri tedavisinde önemli bir sorundur. Jansen ve ark. tamamında nüks gelişmiş bir hasta grubunda progresif hastalık ve tamoksifene yanıt veren hastaları ayırmada 44 genlik paketi kullanmıştır ve %77 olguda tamoksifen direncini belirleyebilmişlerdir25. Hormonoterapiye direncin önceden bilinmesi bu hastaların diğer tedaviler için aday olmalarını sağlayabilir. Cerrahi tedavi seçiminde moleküler alt tiplerin etkisi Bilindiği üzere meme kanserinde tedavi planlanırken tümörün evresi, lenf nodülü durumu, önceden kemoterapi almış ise uygulanan rejim, risk profili, olgunun performansı, hormon reseptörü, tümörün lenfovasküler invazyon durumu, grad gibi parametreler göz önüne alınmaktadır. Moleküler alt tiplerinin tanımlanmasından sonra, bu sınıflama ile tedavi arasındaki ilişkiler geriye dönük çalışmalar ile değerlendirilmiştir. Ihemelandu ve ark. meme kanserli 372 olgunun değerlendirdiği çalışmasında, bazal tip meme kanserinin yüksek oranda uzak organ metastazı yaptığı ve bu moleküler alt tipin kötü prognozlu tip olduğu saptanmıştır. Yine bazal tipte meme koruyucu cerrahi sonrası lokal nüks oranı daha yüksek bulunmuştur29. Meyers ve ark. tarafından bildirilen araştırmada evre 2 veya 3 149 meme kanserli olgunun 49’u meme koruyucu cerrahi ve radyoterapi, 82 mastektomi ve radyoterapi, 18 hasta ise sadece mastektomi geçirmiş; ortalama 55 aylık izlemde lokorejiyonel rekürrens (LRR) oranları meme koruyucu cerrahi uygulananlarda %4, mastektomi yapılanlarda %9 olarak bulunmuştur. Moleküler alt tiplerin LRR oranları karşılaştırıldığında bazal tipte anlamlı olarak yüksek olup; bu grupta lokal kontrolün sağlanması için mastektomi ve radyoterapi önerilmektedir30. NKT’ye verilen yanıt ile moleküler alt tipler arasındaki ilişki son yıllarda sorgulanmaktadır31. HER2+ grup ve bazal tip NKT’ye luminal tiplere göre daha iyi yanıt vermektedir. Lokal ileri evre meme kanserinde neoadjuvant tedavi verilen olgularda patolojik tam yanıt oranı yüksek ise prognoz daha iyi olabilir. Yeni bir çalışmada bu konu araştırılmış ve luminal A tip meme kanserinde neoadjuvant tedavi yapılmadan direk cerrahi yapılması ve ardından hormonoterapiyi de içeren sistemik tedavinin hemen başlanması önerilmektedir (Tablo 2). HER2 ekspresyonu yüksek olan meme kanserinde aksiller lenf nodülü metastaz sıklığı diğer tiplere göre daha yüksek bulunmaktadır. Buna göre aksiller bölgeye uygulanacak lokal tedavilerde (cerrahi veya radyoterapi) bu durum dikkate alınmalıdır. Erken evre meme kanserinde bazal tipte aksiller metastaz sıklığı düşük olduğu için cerrahi ve radyoterapi uygulamasında daha seçici davranılabilir32. Tablo 2. Moleküler Alt Tiplere Göre Meme Kanserinde Cerrahi Tedavi Seçimi Luminal A Luminal B Her2+ Bazal NKT Hayır Hayır Evet Evet MKC Evet Evet Hayır Hayır Mastektomi Hayır Hayır Evet Hayır NKT: neoadjuvan kemoterapi; MKC: meme koruyucu cerrahi Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, meme kanserinin moleküler alt tipleri farklı biyolojik davranış göstermektedir ve bu da hastalığın prognozu ve sağkalımına etki etmektedir. Cerrahi tedavinin seçiminde hastaya ve tümöre ait özelliklerin yanı sıra tümörün moleküler alt tipi de dikkate alınmalıdır. HER2+ ve bazal tipte lokal nüks oranı anlamlı olarak yüksek olduğu için, yine HER2+- grupta tümör multisentrik özellikte olduğu için, bu moleküler alt tiplerde meme koruyucu cerrahi yerine mastektomi tercih edilmesi önerilebilir. Moleküler alt tiplerin tanımlandığı 2000 yılından sonra yayınlanan bu bilgiler genel olarak geriye dönük olduğu için, yeterli izlem süresinin olduğu ileriye dönük kontrollü çalışmalar ile bu bilgiler doğrulanarak cerrahi tedavi seçimine karar verilmelidir. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Donegan WL. Staging and primary treatment. Donegan WL, Spratt JS (Eds) In: Cancer of the Breast. WB Saunders Company 1995;pp:375-442. 2. Haagensen CD, Stout AP. Carcinoma of the breast: criteria for operability. Ann Surg 1943;118:859. 3. Portmann UV. Clinical and pathologic criteria as a basis for classifying cases of primary cancer of the breast. Cleveland Clin Q 1943; 10:41. 4. Haagensen CD, Bondian C. A personal experience with Halsted’s radical mastectomy. Ann Surg 1984;199:143. 5. Çavuşoğlu AÇ, Saydam S, Canda T, Sakızlı M. Tümör sınıflamasında yenilik çabaları. Meme Sağlığı Dergisi 2009;5:187-90. 6. www.cancerstaging.net. ve TNM online: http://www3.interscience. wiley.com. 7. Veronesia U, Vialeb G, Rotmensza N et al. Breast cancer TNM classification for treatment decision-making research. The Breast 2006; 15:3-8. 86 86 8. Hardiman G. Microarray platformscomparisons and contrasts. Pharmacogenomics 2004;5:487-502. 9. Perou CM, Jeffrey SS, Van De Rijn M et al.: Distinctive gene expression patterns in human mammary epithelial cells and breast cancers. Proc. Natl. Acad. Sci. USA 1999;96:9212-7. 10. Perou CM, Sorlie T, Eisen MB et al.: Molecular portraits of human breast tumours. Nature 2000;406:747-52. 11. Brenton JD, Carey LA, Ahmed AA, et al. Molecular classification and molecular forecasting of breast cancer: ready for clinical application? J Clin Oncol 2005;23:7350-60. 12. Geyer CE, Forster J, Lindquist D, et al. Lapatinib plus capecitabine for HER2-positive advanced breast cancer. N Engl J Med 2006;355:2733-43. Yeni Tıp DergisiA.2014;31:83-87 Eroğlu ve E. Çiçek 13. Nielsen TO, Hsu FD, Jensen K, et al. Immunohistochemical and clinical characterization of the basal-like subtype of invasive breast carcinoma. Clin Cancer Res 2004;10:5367-74. 14. Rakha EA, El-Sayed ME, Green AR, et al. Prognostic markers in triplenegative breast cancer. Cancer 2007;109:25-32. 15. Herschkowitz JI, Simin K, Weigman VJ, et al. Identification of conserved gene expression features between murine mammary carcinoma models and human breast tumors. Genome Biol 2007;8:R76. 16. West M, Blanchette C, Dressmann H et al. Predicting the clinical status of human breast cancer by using gene expression profiles. Proc. Natl. Acad. Sci. USA 2001;98:11462-7. 17. Van’t Veer LJ, Dai H, Van De Vijver MJ et al. Gene expression profiling predicts clinical outcome of breast cancer. Nature 2002;415:530-6. 18. Zhou W, He Z, Xue J. et al. Molecular subtype classification is a determinant of non-sentinel lymph node metastasis in breast cancer patients with positive sentinel lymph nodes. PLoS One 2012;7(4):e35881. 19. Wong FY, Chin FK, Lee KA, et al. Hormone receptors and HER-2 status as surrogates for breast cancer molecular subtypes prognosticate for disease control in node negative Asian patients treated with breast conservation therapy. Ann Acad Med Singapore 2011;40:90-6. 20. Ayers M, Symmans WF, Stec J et al. Gene expression profiles predict complete pathologic response to neoadjuvant paclitaxel and fluorouracil, doxorubicin, and cyclophosphamide chemotherapy in breast cancer. J. Clin. Oncol 2004;22:2284-93. 21. Chang JC, Wooten EC, Tsimelzon A, et al. Gene expression profiling for the prediction of therapeutic response to docetaxel in patients with breast cancer. Lancet 2003; 362: 362-369. 22. Nguyen PL, Taghian AG, Katz MS, et al. Breast cancer subtype approximated by estrogen receptor, progesterone receptor, and HER-2 is associated with local and distant recurrence after breast-conserving therapy. J Clin Oncol 2008;26:2373-8. 23. Wiechmann L, Sampson M, Stempel M, Presenting features of breast cancer differ by molecular subtype. Ann Surg Oncol 2009;16:2705-10. 24. Gabos Z, Thoms J, Ghosh S, et al. The association between biological subtype and locoregional recurrence in newly diagnosed breast cancer. Clin Trial 2010;124:187-94. 25. Jansen MP, Foekens JA, Van Staveren IL et al.: Molecular classification of tamoxifen-resistant breast carcinomas by gene expression profiling. J Clin Oncol 2005;23:732-40. 26. Ramos DM, Sos JE, Ramos AT et al. Is conservative surgery a good option for patients with triple negative breast cancer. The Breast 2012;21: 401-5. 27. Miyamoto BT, Harris JR. Molecular predictors of local tumor control in early-stage breast cancer. Sem Rad Oncol 2011;21:35-42. 28. Sioshansi S, Huber KE, Wazer DE. The implications of breast cancer molecular phenotype for radiation oncology. Frontier Oncol 2011;1:1-9. 29. Ihemelandu CU, Naab TJ, Mezghebe HM et al. Treatment and survival outcome for molecular breast cancer subtypes in black women. Ann Surg. 2008;247:463-9. 30. Meyers MO, Klauber-Demore N, Ollila DW, et al. Impact of breast cancer molecular subtypes on locoregional recurrence in patients treated with neoadjuvant chemotherapy for locally advanced breast cancer. Ann Surg Oncol 2011;18:2851-7. 31. Kim SI, Sohn J, Koo JS, et al. Molecular subtypes and tumor response to neoadjuvant chemotherapy in patients with locally advanced breast cancer. Oncology. 2010;79:324-30. 32. Crabb SJ, Cheang MC, Leung S. et al. Basal breast cancer molecular subtype predicts for lower incidence of axillary lymph node metastases in primary breast cancer. Clin Breast Cancer 2008;8:249-56. 87 87 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:88-91 Orijinal makale Obez ve Diyabetik Olmayan Hastalarda Alkol Dışı Karaciğer Yağlanması ile Tiroid Fonksiyonları Arasındaki İlişki (The association of thyroid function tests with non-alcoholic fatty liver disease among non-obese and nondiabetic cases) Benan KASAPOĞLU 1, Cansel TÜRKAY 1, Kadir Serkan YALÇIN 2, Ayşe ÇARLIOĞLU 3, Alper BOZKURT 4 1 2 Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi Gastroenteroloji Bilim Dalı, ANKARA Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, ANKARA 3 Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi Endokrinoloji Bilim Dalı, ANKARA 4 Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi Radyoloji Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Giriş: Alkol dışı karaciğer yağlanması (ADKY) alkol kullanım hikâyesi olmayan hastalarda, alkole bağlı karaciğer hastalığında gözlenen morfolojik değişiklikler ile karakterizedir. Tiroid hormonları karbonhidrat ve protein metabolizması yanında lipid metabolizmasında da son derece önemli rolü olan hayati hormonlardır. Bu çalışmanın amacı obez ve diyabetik olmayan yağlı karaciğer hastalarında hipotiroidi birlikteliğini saptamaktır. Materyal ve Metot: Nisan 2010 ve Nisan 2011 tarihleri arasında Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji poliklerine başvuran diyabetik olmayan ve beden kitle indeksleri <30 olan 970 kadın, 312 erkek olmak üzere toplam 1282 gönüllü çalışmaya dâhil edilmiştir. Tüm hastaların karaciğer fonksiyon testleri, lipit profilleri, serbest T3, serbest T4 ve TSH düzeyleri çalışıldı. Vakaların hepsine karaciğer ultrasonu yapıldı ve yağlı karaciğer evrelemesi ultrasonografik bulgulara göre yapıldı. Bulgular: Çalışmaya 620 hasta, 662 kontrol olmak üzere toplam 1282 gönüllü dâhil edildi. Yağlanma derecesine göre evrelenen hastalarda görülen subklinik hipotiroidi sıklığı kontrol grubunda %2,8 iken, evre 1 hastalarda %4, evre 2 hastalarda %5,7 ve evre 3 hastalarda %10,8 olarak saptanmıştı. Evre 3 hastalarda subklinik hipotiroidi sıklığı diğer gruplara göre istatistiksel anlamlı şekilde daha yüksekti (p:0,001). Sonuç: Toplumda sık görülen subklinik hipotiroidi ile ADKY birlikteliğinin farkına varmak klinik olarak önemlidir ve akılda tutulmalıdır. Ayrıca, moleküler çalışmalarla hipotiroidi ile karaciğer yağlanması arasındaki ilişkinin belirlenmesi, yeni tedavi metotları hakkında da ışık tutabilecektir. ABSTRACT Background: Non-alcoholic fatty liver disease (NAFLD) is characterized by the morphological changes similar to those observed in alcohol related liver disease, in patients without significant alcohol consumption. Thyroid hormones are essential hormones in not only carbohydrate and protein metabolisms, but also in fatty liver oxidation. The aim of this study was to determine the association of hypothyroidism with NAFLD among non-obese and non-diabetic cases. Material and Methods: Totally 1282 non-diabetic, nonobese cases, 970 female, 312 male, admitted to Internal Medicine and Gastroenterology outpatient clinics of Turgut Ozal University Hospital, in between April 2010 and April 2011, were included in the study. Body mass index, liver function tests, lipid profile, thyroid stimulating hormone, free T3 and free T4 levels were studied. Liver ultrasound was applied to all cases. Results: Totally 1282 cases, 620 with NAFLD and 662 controls were included in the study. The prevalence of subclinical hypothyroidism among cases with grade 1, grade 2 and grade 3 NAFLD were as follows; 4,0%, 5,7%, and 10,8% respectively, while this ratio was 2,8% in control group. In statistical evaluation, the prevalence of subclinical hypothyroidism was statistically and significantly higher in grade 3 NAFLD group than all other groups (p:0.001) Conclusions: The association of subclinic hypothyroidism with grade 3 NAFLD is important in clinical practice since both conditions are very common. Moreover, molecular studies to determine the association of hypothyroidism with fatty liver disease may elucidate new treatment modalities. Anahtar Kelimeler: Alkol dışı karaciğer yağlanması; tiroid fonksiyon testleri; subklinik hipotiroidi Key Words: Non-alchololic fatty liver disease, thyroid function tests, subclinical hypothyroidism GİRİŞ Alkol dışı karaciğer yağlanması (ADKY) anlamlı alkol kullanım hikâyesi olmayan hastalarda, alkole Yazışma adresi: Dr. Benan KASAPOĞLU Turgut Ozal Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı, Ankara e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 26.10.2013 Yayına kabul tarihi : 05.02.2014 88 88 bağlı karaciğer hastalığında gözlenen morfolojik değişiklikler ile karakterize bir durumdur. Yapılan karaciğer biyopsi görüntülerinin alkolik yağlı karaciğerde bulunan değişikliklerle benzerlik göstermesi nedeni ile Ludwig ve ark. tarafından ilk kez 1980 yılında alkol dışı karaciğer yağlanması olarak tanımlanmıştır1. Herhangi bir nedenle bakılan karaciğer fonksiyon testlerinde bozukluk saptanan Yeni Tıp DergisiB.2014;31:88-91 Kasapoğlu ve ark. hastalarda altta yatan gösterilebilmiş bir karaciğer hastalığı (viral hepatit, alkol, kalıtımsal karaciğer hastalıkları, ilaçlar gibi) yok ise, bu hastaların %90’ında ADKY tespit edilmektedir2. Hastalığın asemptomatik seyretmesi nedeni ile tam olarak prevalansı bilinmemekle birlikte, populasyonda yaklaşık %10-20 oranında alkol dışı karaciğer yağlanması, %1-2 oranında ise alkol dışı steatohepatit olduğu düşünülmektedir. Burada ADKY alkol dışı nedenlere bağlı olarak meydana gelen karaciğer yağlanmalarını tanımlarken; alkol dışı steatohepatit ise karaciğerde yağlanma ile birlikte alkolik karaciğer hastalığında olduğu gibi hepatositlerde balonlaşma, iltihabi infiltrasyon, Mallory cisimcikleri ve fibrozis gibi bulguların görüldüğü, ADKY’nın bir alt tipidir. Tiroid hormonları karbonhidrat ve protein metabolizması yanında başta yağ asidi oksidasyonu basamağında olmak üzere lipid metabolizmasında da son derece önemli rolü olan hayati hormonlardır3. Sıklıkla hormon sentezinin azalması ile karakterize bir hastalık olan hipotiroidizm toplumda yaygın görülmekte, metabolizmanın yavaşlamasına bağlı olarak ortaya çıkan kilo alımı ve insülin rezistansı ile sık birliktelik göstermektedir. Ayrıca buna ek olarak hipotiroidik hastalarda metabolik sendrom ve hiperlipidemi riski daha yüksektir. Ancak hipotirodi ve yağlı karaciğer hastalığı arasındaki ilişki net olarak ortaya konulabilmiş değildir. Bu çalışmanın amacı obez ve diyabetik olmayan yağlı karaciğer hastalarında hipotiroidinin önemini ve bu hastalıkla birlikteliğini saptamaktır. MATERYAL ve METOT Nisan 2010 ve Nisan 2011 tarihleri arasında Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji polikliniklerine başvuran diyabetik olmayan ve beden kitle indeksleri <30 olan 970 kadın, 312 erkek olmak üzere toplam 1282 gönüllü çalışmaya dâhil edilmiştir. Çalışmaya başlamadan önce Helsinki deklerasyonuna göre çalışTablo 1. Hastaların Genel Özellikleri Özellik CİNSİYET (K/E) BKİ (kg/m2) BEL ÇEVRESİ (cm) ALT (U/L) AST (U/L) GGT KOLESTEROL (mg/dL) HDL (mg/dL) LDL (mg/dlL) Kontrol (n=662) 529/133 25,4±3,2 92,2±2,3 20,7±8,2 18,9±7,9 21,24±10,2 198,9±42,7 57,4±11,4 119,1±37,1 ma protokolü düzenlenmiş, etik kurul komitesine sunulmuş ve gerekli izinler alınmıştır. Anlamlı olarak alkol kullanım öyküsü olan hastalar (erkekler için >30 gr/gün, kadınlar için >20 gr/gün), HbsAg ya da anti HCV pozitif olanlar, otoimmün hepatit tanısı olanlar, Wilson, hemakromatozis ya da benzer kronik karaciğer hastalığı olanlar, bilinen böbrek hastalığı olanlar, diyabet tanısı almış ya da açlık kan şekeri yüksek (>200 mg/dl) saptanmış olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Tüm hastaların karaciğer fonksiyon testleri, lipit profilleri, serbest T3, T4 ve TSH düzeyleri çalışıldı; beden kitle indeksleri (ağırlık/boy2) hesaplandı. Vakaların hepsine aynı radyolog tarafından karaciğer ultrasonu yapıldı ve yağlı karaciğer evrelemesi ultrasonografik bulgulara göre yapıldı. Hastalar yağlanma evresine göre gruplara ayrıldı. Tüm istatistiksel analizler Statistical Package for Social Sciences 17,0 (SPSS) for Windows programı kullanılarak yapıldı. Grupların demografik özelliklerin hesaplanması ve karşılaştırılması için Fisher’s Exact Testi ve Pearson X2 testi kullanıldı. Gruplar arası farkın anlamlı olup olmadığını değerlendirmek için ANOVA testi kullanıldı. Elde edilen farkın hangi gruptan kaynaklandığını değerlendirmek için Mann–Whitney U testi kullanıldı. Sonuçlar ortalama ± standart sapma olarak verildi. p <0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR Çalışmaya 620 hasta, 662 kontrol olmak üzere toplam 1282 gönüllü dâhil edildi. Çalışmaya alınan hastaların büyük çoğunluğunu (%75,6) kadınlar oluşturmaktaydı. Ancak evre 3 ADKY olan vakalarda erkekler anlamlı olarak daha yüksek oranda (%51,0) saptandı. Yağlanma evresine göre gruplandırılan hastaların genel özellikleri Tablo 1’de gösterilmiştir. Tüm hastaların beden kitle indeksleri 30’un altında olmakla birlikte, BKİ, evre 3 yağlı karaciğer grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olacak şekilde daha yüksek idi (p= 0,002). ADKY EVRE 1 (n=265) 212/53 26,7±2,7 96,3±3,2 20,7±8,4 19,9±9,4 23,4±9,7 205,1±52,1 55,4±9,2 125,1±39,7 ADKY EVRE 2 (n=209) 157/52 27,1±2,3 98,1±1,3 25,9±9,7 21,5±9,4 26,8±11,7 198,2±51,2 52,9±8,8 117,2±24,2 ADKY EVRE 3 (n=146) 72/74 28,8±1,2 98,9±1,2 28,9±10,4 23,7±10,4 37,2±9,2 203,5±56,2 49,2±8,7 118,1±24,1 ADKY: Alkol dışı karaciğer yağlanması, BKİ: Beden kitle indeksi, ALT: Alanin amino transferaz, AST: Aspartat amino transferaz, GGT: Gama glutamil transferaz, HDL: Yüksek yoğunluklu lipoprotein, LDL: Düşük yoğunluklu lipoprotein 89 89 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:88-91 B. Kasapoğlu ve ark. Tablo 2. Yağlanma Derecesine Göre Evrelenen Hastaların Ortalama Serbest T3, Serbest T4 Ve TSH Düzeyleri Özellik Kontrol (n=662) ADKY EVRE 1 (n=265) TSH FT3 FT4 2,4±1,1 2,9±0,8 14,2±3,6 3,2±1,0 2,9±1,0 15,1±3,9 ADKY EVRE 2 (n=209) 3,7±1,1 2,8±0,8 14,5±4,1 ADKY EVRE 3 (n=146) 3,9±1,0 2,6±0,8 14,9±3,7 pa pb pc pd pe pf 0,003 0,61 0,45 0,001 0,32 0,56 0,001 0,45 0,53 0,11 0,56 0,65 0,041 0,63 0,85 0,31 0,35 0,56 TSH: Tiroid stimulan hormon, FT3: Serbest T3, FT4: Serbest T4, Pa: Kontrol grubu ile ADKY evre 1 hastalar arasındaki istatistiksel p değeri; Pb: Kontrol grubu ile ADKY evre 2 hastalar arasındaki istatistiksel p değeri; Pc: Kontrol grubu ile ADKY evre 3 hastalar arasındaki istatistiksel p değeri; Pd: ADKY evre 1 hastalar ile ADKY evre 2 hastalar arasındaki istatistiksel p değeri; Pe: ADKY evre 1 hastalar ile ADKY evre 3 hastalar arasındaki istatistiksel p değeri; Pf: ADKY evre 2 hastalar ile ADKY evre 3 hastalar arasındaki istatistiksel p değeri Bunun yanı sıra, bel çevresi (p=0,002), ALT (p=0,001) ve GGT (p=0,001) seviyeleri de evre 3 yağlı karaciğer grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olacak şekilde daha yüksekti. Yağlı karaciğeri olan hastalarla kontrol grubu arasında lipit profili açısından istatistiksel anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Yağlanma derecesine göre evrelendirilen hastalarda görülen subklinik hipotiroidi sıklığı kontrol grubunda %2,8 iken evre 1 hastalarda %4, evre 2 hastalarda %5,7 ve evre 3 hastalarda %10,8 olarak saptanmıştı ve evre 3 hastalarda subklinik hipotiroidi sıklığı diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksekti (p=0,001). Tiroid fonksiyon testleri ve yağlı karaciğer varlığı ve evresi arasındaki ilişki Tablo 2’de gösterilmiştir. TARTIŞMA Çalışmamızda alkol dışı karaciğer yağlanması olan hastalarda kan TSH düzeyleri ve subklinik hipotiroidi sıklığı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek saptanmıştır. Bu bulgu günümüzde sıklığı giderek artan alkol dışı karaciğer yağlanmasının etyolojisi açısından özellikle önemlidir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda hipotiroidi ve kilo alımı arasındaki ilişki daha net olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Tiroid hormonları, enerji metabolizması, yağ dengesi ve vücut ağırlığını dengeler, aynı zamanda termogenez ve homeostazdan da sorumludurlar. Metabolik sendromlu hastalarda yağlı karaciğer sıklığının artmış olması karaciğer yağlanmasının metabolik sendrom komponentlerinden biri olabileceğini akla getirmektedir4. Gerçekten de diyabetik, obez veya dislipidemisi olan hastalarda sıklıkla yağlı karaciğer tespit edilmektedir. Ancak buna karşılık yapılan bir çalışmada 144 karaciğer biyopsili ve ADKY tanısı almış olan hastanın %29’unda diyabet, obezite ya da yüksek kolesterol düzeylerine rastlanmamıştır5. Buna paralel olarak bizim çalışmamıza dâhil ettiğimiz hastalar obezite, diyabet ya da dislipidemi tanısı almamış olan ve bu nedenle karaciğer 90 90 yağlanması için risk faktörleri düşük olan hastalardı. Hipotiroidik hastaların büyük çoğunluğunda anormal lipit parametrelerine rastlanabilir6. Bunun nedeni olarak hipotiroidik hastalarda hepatik yağ asitlerinin esterifikasyonunun artması, lipoproten lipaz aktivitesinin azalması ve sonuç olarak trigliserit seviyelerinin artması gösterilebilir7,8. Dolayısı ile hipotiroidik hastalarda displipidemi olması ADKY’nın olası mekanizmaları arasında gösterilebilir. Ancak biz çalışmamızda her üç yağlanma grubunun da kan kolesterol düzeyleri ve trigliserit seviyeleri benzerdi. Buna karşılık yağlanma düzeylerinin anlamlı olarak birbirinden farklı olması, hipotiroidide dislipidemi dışında farklı mekanizmaların da devreye girerek ADKY’ya neden olduğunu düşündürmektedir. Dislipidemi ve hipotiroidi arasındaki ilişki özellikle hipotiroidik hastalarda dislipideminin daha sık ortaya çıktığının anlaşılmasından sonra önem kazanmıştır9. Bu konuda yapılmış bir çalışmada subklinik hipotirodisi olan hastaların ALT ve GGT seviyelerinin kontrol grubuna göre atmış olduğu, ADKY prevelansının da bu hastalarda 2-3 kat daha sık olduğu gösterilmiştir10. Biz de çalışmamızda yaş, cinsiyet, beden kitle indeksi bakımından birbiri ile uyumlu hasta ve kontrol gruplarını karşılaştırdık ve hipotiroidik olan grupta yağlı karaciğer hastalığı prevelansını daha yüksek bulduk. Bunun nedenleri arasında hipotiroidik hastalarda insülin resistansının artmasından bahsedilebilir. Çeşitli insan ve hayvan deneylerinde insüline karşı adipoz doku ve iskelet kasında hipotiroidik bireylerde bir direnç söz konusu olduğu gösterilmiştir11-13. Ayrıca bu direncin tirod hormon replasmanı yapılarak ortadan kaldırılabileceği de götserilmiştir12. Hipotirodinin normal populasyona oranla diyabetik hasta populasyonunda daha yaygın olarak bulunması bu tezi desteklemektedir14. Özellikle hipotiroidik hastalarda yağlı karaciğer sıklığındaki artışın nedeni olarak insülin direnci altta yatan bir fizyopatolojik neden olarak değerlendirilebilir. Yeni Tıp DergisiB.2014;31:88-91 Kasapoğlu ve ark. Tiroid hormanları, özellikle triiyodotironin (T3), hücresel metabolik hız, kalp ve sindirim fonksiyonları, kas fonksiyonları, beyin gelişimi ve kemik metabolizması da dahil olmak üzere pek çok fizyolojik aktivitenin en güçlü düzenleyicilerindendir15. Karaciğer de tiroid hormonlarının hedef organlarından biridir ve hepatositlerde tiroid hormon reseptörleri α1 ve β1 bulunmaktadır16. Triiyodotironin analogları ile tedavinin hepatik steatoz gelişimini önlediği önceki raporlarda bildirilmiştir17,18. Tiroid hormonlarının fizyolojik etkileri hemen hemen tüm sistemlerde görülmektedir. Klinik olarak bu etkiler metabolik hızda değişiklikler, lipit metabolizmasında değişiklikler ve kardiyovasküler sistem üzerindeki etkilerdir. ADKY sık görülen bir hastalık olmasına ve ciddi sekel yaratabilme potansiyeline rağmen, hastalığın ilerlemesini belirleyebilecek olan altta yatan etyolojik faktörler henüz tam olarak açıklanamamıştır; dolayısıyla efektif tedavi seçenekleri de tam olarak geliştirilememektedir. Son dönemde yapılan çalışmalarda insülin direnci ve metabolik sendrom ile yakın ilişkisi gösterilmiştir. Önemli olarak, tiroid hormonlarının ADKY önlenmesinde potansiyel terapötik rolleri olmaktadır. Perra ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları bir çalışmada, bir haftalık T3 tedavisinin karaciğerde trigliserit birikimini dramatik olarak azalttığını bildirmişlerdir19. Ayrıca yine bu çalışmada inflamasyonla ilişkili genler olan STAT3 ve siklooksijenaz-2’nin de T3 tedavisi ile baskılandığı ve karaciğerdeki hasarın bu yolla da azaltıldığı gösterilmiştir. Son dönemde yapılan bir çalışmada subklinik hipotiroidizmin, TSH düzeyleri normalin üst sınırlarındayken bile, ADKY ile dozbağımlı bir ilişki gösterdiği bildirilmiştir20. Bu çalışmada subklinik hipotiroidinin bilinen metabolik risk faktörlerinden bağımsız olarak ADKY ile yakından ilişkili olduğu da bildirilmiştir. Yine son dönemde yapılan bir diğer çalışmada da serum serbest T4 düzeyleri ile hepatik steatoz arasında ters ilişki olduğu gösterilmiştir21. Ancak ötiroid hastalarda TSH düzeyinin ADKY gelişiminde bağımsız bir belirteç olmadığı ve TSH düzeylerinin ADKY prevalansında etkili olmadığı gösterilmiştir22. Çalışmamızda tüm hastalarda BKİ 30’un altında olmakla birlikte BKİ ve bel çevresi evre 3 ADKY olan hastalarda kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olacak şekilde daha yüksekti. Bu bulgu da literatürle uyumlu olacak şekilde abdominal obezitenin ADKY gelişiminde önemli rol oynadığını desteklemektedir. Alkol dışı karaciğer yağlanması görülme sıklığı giderek artan ve sistemik sekellere neden olabilecek ciddi bir sağlık sorunudur. Bu hastalığın etyolojisinin ve eşlik eden hastalıkların belirlenmesi, özellikle yeni tedavi metotlarının geliştirilmesi açısından önemlidir. Bu nedenle çok sık görülen subklinik hipotiroidi ile ADKY birlikteliğinin farkına varmak klinik olarak çok önemlidir ve akılda tutulmalıdır. Ayrıca, moleküler çalışmalarla hipotiroidi ile karaciğer yağlanması arasındaki ilişkinin belirlenmesi, yeni tedavi metotları hakkında da ışık tutabilecektir. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Ludwig J, Viggiano TR, Mc Gill DB, Ott BJ. Nanalcoholic steatohepatitis. Mayo Clinic Proc 1980;55:434-38. 2. Angulo P. Nolalcoholic fatty liver diease. N Engl J Med 2002;346:122131. 3. Pucci E, Chiovato L, Pinchera A. Thyroid and lipid metabolism. Int J Obes Relat Metab Disord 2000;24(Suppl 2):109-12. 4. Shantha GP, Kumar AA, Jeyachandran V, et al. Association between primary hypothyroidism and metabolic syndrome and the role of C reactive protein: a cross-sectonal study from South India. Thyroid Res 2009;2:2. 5. Angulo P, Keach JC, Batts KP, Lindor KD. Independent predictors of liver fibrosis in patients with nonalcholic steatohepatitis. Hepatology 199;30:1356-62. 6. O’Brien T, Dinen SF, O’Brien PC, Palumbo PJ. Hyperlipidemia in patients with primary and secondary hypothyroidism. Mayo Clin Proc 1993;68:8606. 7. Pucci E, Ciovato L, Pinchera A. Thyroid and lipid metabolism. Int J Obes Relat Metab Disord 2000;24:109-12. 8. Pearce EN. Hypothyroidism and dyslipidemia: modern concepts and approaches. Curr Cardiol Rep 2004;6:4516. 9. Valkoska Nakova V, Krstevska B, Bosevski M, Dimitrovski Ch, Serafimoski V. Dyslipidaemia and hypertension in patients with subclinical hypothyroidism. Prilozi 2009;30:93-102. 10. Liangpunsakul S, Chalasani N. Is hypothyroidism a risk factor for nonalcoholic steatohepatitis? J Clin Gastroenterol 2003;340-3. 11. Dimitriadis G, Mitrou P, Lambadiari V, et al. Insulin action in adipose tissue and muscle in hypothyroidism. J Clin Endocrinol Metab 2006;91:4930-7. 12. Rochon C, Tauveron I, Dejax C, et al. Response of glucose disposal to hyperinsulinaemia in human hypothyroidism and hyperthyroidism. Clin Sci (Lond) 2003;104:7-15. 13. Kosovskii MI, Katkova SP, Mirakhmedov MM, Rakhimdzhanov RT. Insulin resistance in experimental hypo and hyperthyroidism. Probl Endokrinol (Mosk) 1989;35:50-4. 14. Smithson MJ. Screening for thyroid dysfunction in a community population of diabetic patients. Diabet Med 1998;15:148-50. 15. Huang YH, Tsai MM, and Lin KH. Thyroid hormone dependent regulation of target genes and their plysiological significance. Chang Gung Medical Journal 2008;31:325-34. 16. Chamba A, Neuberger, A, Strain J, Hopkins MC, Sheppard MC, Franklyn JA. Expression and function of thyroid hormone receptor variants in normal and chronically diseased human liver. Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism 1996;81:360-7. 17. Cable EE, Finn PD, Stebbins JV, et al. Reduction of hepatic steatosis in rats and mice after treatment with a liver-targeted thyroid hormone receptor agonist. Hepatology 2009;49:407-17. 18. Mollica MP, Lionetti L, Moreno M, et al. 3,5-diiodo-l-thyronine, by modulating mitochondrial functions, reverses hepatic fat accumulation in rats fed a high-fat diet. Journal of Hepatology 2009;51:363-70. 19. Perra A, Simbula G, Simbula M, et al. Thyroid hormone (T3) and TRβ agonist GC-1 inhibit/verse nonalcoholic fatty liver in rats. The FASEB Journal 2008;22:2981-9. 20. Chung GE, Kim D, Kim W, et al. Non-alcoholic fatty liver disease across the spectrum of hypothyroidism. Journal of Hepatology 2012;57:150-6. 21. Itterman T, Haring R, Wallaschofski H, et al. Inverse association between serum free thyroxine levels and hepatic steatosis: results from the Study of Health in Pomerania. Thyroid 2012;22:568-74. 22. Zhang J, Sun H, Chen L, et al. Relationship between serum TSH level with obesity and NAFLD in euthyroid subjects. Journal of Huazhong University of Science and Technology 2012;32:47-52. 91 91 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:92-95 Orijinal makale Ulnar Sinir Tuzak Nöropatisinin Kubital Oluk Düzeyinde İnsitu Dekompresyon Yöntemi ile Cerrahi Tedavisi: 59 Olgunun Değerlendirilmesi (The surgical treatment of ulnar nerve entrapment neuropathy by in-situ decompression method at the level of cubital groove: the evaluation of 59 cases) Ahmet EROĞLU 1, Ali Kıvanç TOPUZ 2 1 2 Van Asker Hastanesi, Beyin Cerrahi Servisi, VAN GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Beyin Cerrahi Servisi, İSTANBUL ÖZET Amaç: Ulnar sinir tuzak nöropatileri (TNP), üst ekstremitede karpal tünel sendromundan sonra ikinci sıklıkta görülen tuzak nöropatilerdir. Anatomik özellikleri nedeniyle ulnar sinir en sık dirsek bölgesinde basıya uğramaktadır. Tedavisi konservatif yaklaşım veya cerrahidir. Bu çalışmadaki amacımız ulnar TNP’de uyguladığımız insitu dekompresyon tekniğinin cerrahi sonuçlarını incelemektir. Materyal ve Metot: 2005-2010 yılları arasında GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Beyin Cerrahi Kliniğinde ulnar TNP tanısı alan 59 hasta opere edildi. Hastaların 37’si erkek, 22’si ise bayan idi. Yaş ortalaması 34,4 (2262 yaş) idi. Hastaların tümüne lokal anestezi altında kubital oluk düzeyinde insitu dekompresyon yapıldı. Bulgular: Hastaların %91,5‘inin şikayetleri ameliyattan sonra belirgin derecede düzeldi. 5 hasta cerrahiden fayda görmediğini ifade etti. Bu hastaların 3’ü Tip-II diyabet, 1’i romatoid artrit tanısı ile takip ediliyordu. Bir hastada ise ulnar sinirin aşırı dekompresyonuna bağlı instabilite geliştiği belirlendi. Ulnar instabilite gelişen hastamız dışında hiçbir hastada cerrahi komplikasyon gelişmedi ve hastaların şikayetleri ameliyattan sonra artmadı. Sonuçlar: İnsitu dekompresyon kubital oluk düzeyindeki ulnar sinir TNP’sinde yaygın olarak kullanılan güvenilir bir cerrahi yöntemdir. Sistemik tutulumlu hastalığı olanlar ve diabetli olgularda uygulanan cerrahi yüz güldürücü olmadığından bu olgular preoperatif dönemde iyi değerlendirilmelidir. ABSTRACT Background: Ulnar Nerve Entrapment Neuropathies (UNE) are the second most frequently encountered entrapment neuropathies in the upper extremity. Due to anatomical properties, the ulnar nerve is compressed most frequently in the elbow region. Its treatment is a conservative approach or surgery. Our objective in this study is to examine surgical results of the in-situ decompression method we applied for UNE. Material and Methods: 59 patients diagnosed by UNE were operated in GATA Haydarpasa Training Hospital between 2005-2010. The neural integrity was present in all of these patients. 37 of patients were male, 22 of them were female. The mean age was 34,4 (22-62 age). Under local anesthesia, at the level of the cubital groove, the simple decompression operation was performed for all of patients. Results: 91.5 % of patients were completely recovered from their complaints. 5 patients were unable to benefit from the surgery. 3 of these patients were being followed up with the diagnosis of type II diabetes, 1 of them with rheumatoid arthritis. An instability developed in 1 patient. No surgical complication was seen in any patient. Conclusions: The simple decompression is the most appropriate and least invasive surgical method for UNE at the level of the cubital groove of the ulnar nerve. Patients with systemic involvement and diabetes mellitus should be evaluated preoperatively, because in these cases surgery may be not pleasing. Anahtar Kelimeler: Ulnar sinir; dekompresyon; tuzak nöropati Key Words: Ulnar nerve; decompression; entrapment neuropathy GİRİŞ Bası veya tuzak nöropatileri, sinirin mekanik olarak etkilenmesi ile meydana gelir. Ulnar sinir tutulumu, median sinir periferik kompresyon nöropatisinden sonra en sık görülen tuzak nöropatisidir1,2. Hastalar sıklıkla 5. parmak ve 4. parmak yarısında uyuşma ve paresteziden yakınırlar. El sıkma gücünde azalma, intrensek kas güçsüzlüğü, el becerilerinde kayıp eşlik edebilir. Bu semptomlara Yazışma adresi: Dr. Ahmet EROĞLU Van Asker Hastanesi Beyin Cerrahi Servisi, Van e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 01.10.2013 Yayına kabul tarihi : 12.12.2013 92 92 ek olarak, dirsekler üzerinde dururken veya dirsek fleksiyonuyla semptomlarda artma ortaya çıkar. Dirsek düzeyinde, proksimale ve distale yayılabilen ağrı ve hassasiyet tanımlayabilirler. Semptomlar künt bir rahatsızlık hissinden hiperesteziye kadar değişebilir. Özellikle dirsek fleksiyonu ile birlikte ortaya çıkan gece yakınmaları oldukça rahatsız edicidir. Şiddetli, uzun süreli olgularda intrensek kaslarda güçsüzlüğe bağlı olarak pençe el deformitesi gelişebilir3. TNP’de öncelikle konservatif tedavi denenmelidir. Altı ile 12 haftalık konservatif tedaviye yanıt yoksa, progresif paralizi, uzun süreli lezyon varlı- Yeni Tıp Dergisi 2014;31:92-95 A. Eroğlu ve A. K. Topuz ğını gösteren klinik kanıtlar eşlik ediyorsa (pençe el, kas atrofisi) cerrahi tedavi mutlaka düşünülmelidir4,5. Cerrahi tedavi seçenekleri arasında basit dekompresyon, medial epikondilektomi ve transpozisyon (anterior subkutanöz, anterior intermüsküler ve anterior submüsküler) gelir2. Biz bu çalışmada ulnar sinir tuzak nöropatisinin tedavisinde insitu dekompresyonun tek başına en etkili cerrahi tedavi yöntemi olduğunu göstermeyi ve literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık. MATERYAL ve METOT 2005-2010 yılları arasında GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Beyin Cerrahi Kliniğinde ulnar TNP tanısı alan 59 hasta opere edildi. Hastaların tümüne iğne elektromiyografi (EMG) tetkiki yapıldı. Ulnar TNP tanısı hastaların öyküsü, klinik bulgular ve elektrofizyolojik testler yardımıyla kondu. Hastaların tümü lokal anestezi altında insitu dekompresyonla tedavi edildi. Hastaların tümü 1 saat kliniğimizde takip edildikten sonra evine gönderildi. Postoperatif takiplerinde yara yeri problemi gelişmedi. Ameliyat sonrası ortalama takip süresi 12 aydı ve takiplerde nörolojik muayene ve ulnar sinire yönelik elektromyografi (EMG) kullanıldı. Ulnar sinirin stabil olduğu, kübital oluk tabanının osteofit veya fraktüre bağlı anormal olmadığı olgularda bu cerrahi yöntemi tercih ettik. Hastalara supin pozisyonda dirsek fleksiyonda, kol abduksiyon ve dış rotasyonda olacak şekilde pozisyon verildi. Lokal anestezi ile medial epikondil proksimalinden başlayan, önkolda fleksör karpi ulnaris’in medial sınırına uzanan yaklaşık 7 cm’lik insizyon yapıldı. Ulnar sinir seyri boyunca kübital olukta bası altında kaldığı bant ve ligamanlar açılarak, fleksör karpi ulnaris kasına girdiği yere kadar dekomprese edildi (Resim 1 a, b). Ulnar sinirde instabiliteye yol açmamak için fleksör karpi ulnaris kas bütünlüğünü bozacak kesme işleminden kaçınıldı. Künt uçlu disektörle ulnar sinirin tam olarak dekomprese olduğu kontrol edildi. Dren koymadan ciltaltı ve cildi kapatıp operasyonu sonlandırdık. BULGULAR 2005 ile 2010 yıllarında opere edilmiş 59 hastanın dosyaları ve ameliyat notları incelendi. Hastalar ameliyat sonrası ortalama 3. ayda değerlendirildi. 59 hastanın 37’si erkek, 22’si kadın idi. Hastaların ortalama yaşı 34,4 (22-62 yaş) idi. Hiçbir hastada dirsek bölgesine ait geçirilmiş operasyon öyküsü ve ulnar sinire bası yapabilecek anomali yoktu. Hastaların 5’i ameliyattan sonra şikayetlerinin devam ettiğini belirtti. Predispozan faktör olarak bu hastaların 3’ünde Tip-II diyabet, 1’inde romatoid artrit, 1 hastada ise ulnar sinirin aşırı dekompresyonuna bağlı instabilite olduğu belirlendi. Muayenede tanıya yardımcı provakatif testlerden dirsek fleksiyon testi olgularımızın tümünde pozitif olarak saptanırken, ulnar sinir kompresyon testi olguların 53’ünde pozitif bulundu. British Medical Research Council Ölçeği’ne göre yapılan motor kuvvet muayenesinde (Tablo 1); 13’ünde parmak abduksiyon-adduksiyonu M3 kuvvette, 26’sında M4 kuvvette, ve geri kalan 20 hastada ise kas gücü tamdı. Kas gücü M3 olan olgularda hipotenar ve interosseoz kaslarda atrofi mevcuttu. Resim 1 a,b. Lokal anestezi ile insizyon Tablo 1. British Medical Research Council Motor Güç Değerlendirme Ölçeği M0 M1 M2 M3 M4 M5 Hiç kasılma yok Eser miktarda kasılma var Yerçekimsiz ortamda aktif hareket var Yerçekimine karşı aktif hareket var Dirence ve yerçekimine karşı aktif hareket var Normal kuvvet şeklinde değerlendirilir Postoperatif 3. Ayda yapılan motor kuvvet kontrol muayenesinde; hastaların 2’sinde parmak abduksiyon-adduksiyonu M3 kuvvette, 3’ünde M4 kuvvette, diğer olgularda kas gücü tamdı. Hastalarda yapılan preoperatif iğne EMG tetkikinde 5’inde duyu, 54’ünde duyu+motor liflerinin etkilendiği ulnar TNP tespit edildi. Postoperatif 3. ay kontrol iğne EMG tetkiklerinde olguların 3’ünde duyu, 2’sinde duyu+motor liflerindeki bası etkilerinin devam ettiği tespit edildi (Tablo 2). Tablo 2. İnsitu Dekompresyon Cerrahisi Sonrası EMG ile Motor Kuvvet Sonuçları Preop. EMG Duyu lif etkilenimi: 5 Duyu+Motor lif etkilenimi: 54 Postop. EMG Duyu lif etkilenimi: 3 Motor lif etkilenimi: 2 Preop. hasta sayısı/ motor kuvvet 13: M3 26: M4 20: M5 Postop. hasta sayısı/ motor kuvvet 2: M3 3: M4 54: M5 93 93 A. Eroğlu ve A. K. Topuz TARTIŞMA Ulnar sinir, anatomik seyri nedeniyle çok çeşitli nedenlerle hasara ve tuzaklanmaya uğrayabilmektedir. Ulnar sinir en sık, lokal basıya ve travmaya en açık olduğu bölge olan dirsek bölgesinde tuzaklanmaktadır. Periferik kompresyon nöropatileri arasında median sinir tutulumlarından sonra 2. sıklıkla görüiür2,6. Ulnar sinir brakial pleksusun C7-C8-T1’den oluşan alt turunkus medial kord liflerinden çıkmaktadır. Medial epikondilin 8 cm proksimalinde, trisepsin medial başını intermusküler septuma bağlayan Struthers arkadının altından geçerek dirsek seviyesinde medial epikondilin posteriorundan geçer. Ulnar sinir medial epikondilin posterioruna geçince lateralde Osborne ligamenti ve posteromedialinde ise fleksor karpi ulnaris kasının (FKU) başı tarafından sarılır. Bu iki yapı kubital tüneli oluşturur. Kubital tünelin medial sınırını medial epikondil, lateral sınırını olekranon oluştururken, zemini dirsek kapsülü, çatısı da humero-ulnar arkad (Osborne ligaman) tarafından yapılır. Ulnar sinir kubital tünelden çıkınca FKU’nun iki başı arasında seyrederek ön kolun anterior kompartmanına girer7-10. Dirsek seviyesindeki ulnar sinir nöropatisinin etyolojisinde tekrarlayan bası ve travmalar, konjenital anomaliler, artritis, kemik fraktürleri, iatrojenik yaralanmalar, romatolojik hastalıklara bağlı gelişen sinovit, osteofit, yumuşak doku tümörleri ve ganglion kistleri, nutrisyonel veya metabolik hastalıklar, mesleki hastalıklar, sinirin geçtigi yoldaki anatomik varyasyonlar gibi sistemik ve lokal etkenler dirsekte ulnar siniri etkileyebilirler7,11. Klinik olarak küçük parmak ve elin medial yüzünde uyuşukluk, dirsekten ele doğru yayılan ağrı, dirsek fleksiyonunda parestezide artma, ilerleyen sinir tuzaklanmalarında ise interosseöz kaslarda, baş-parmak adduktoru ve 5. parmak abduktor kasında kuvvet kaybı görülebilir7,12. Ulnar TNP’nin doğru teşhis ve tedavisi dikkatli fizik muayene, klinik ve elektrofizyolojik değerlendirme ile olur. Fizik muayenede tenar ve interosseos kaslarda atrofi değerlendirilmeli, provokasyon testleri mutlaka yapılmalıdır. Dirsek fleksiyon testi en tanısal testtir13,14. Dirsek 90 dereceden fazla fleksiyon, aynı anda ön kol süpinasyon ve el bileği ekstansiyona getirilir. 1 dakika içinde parestezinin ortaya çıkması ya da mevcut parestezinin artması durumunda pozitif kabul edilir13. Ulnar sinir kompresyon testi; dirsekte kübital oluğun 10 saniye süresince komprese edilmesi ile yapılır. Uyuşma ve parestezi gelişmesi durumunda test pozitif kabul edilir. Provokasyon testi olarak dirsek fleksiyon testi ve ulnar sinir kompresyonunun birlikte uygulanmasının tanıya yardımcı olarak daha 94 94 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:92-95 anlamlı olduğu belirtilmiştir14. Bizde olgularımızın tümünde dirsek fleksiyon testi ve ulnar sinir kompresyon testini birlikte uyguladık. Tanıyı klinik muayene bulguları ve EMG desteği ile koyduk. Dirsekte oluşan ulnar nöropatinin tedavisi konservatif ve cerrahi olarak 2 kısımdan oluşur15. Hastalığın erken dönemlerinde ve nörolojik defisiti olmayan olgularda öncelikle konservatif tedavi düşünülmelidir ve 6 hafta süreyle devam ettirilmelidir. Ara ara parestezileri olan, ancak normal klinik muayenesi olan olgulara konservatif tedavi ile birlikte steroid injeksiyonu da uygulanabilir16. Ancak enjeksiyona bağlı skar doku oluşması, ya da enjeksiyon yaralanması olasılığı nedeni ile bu yöntemi önermiyoruz17. Semptomları artırıcı hareketler yapılmamalı, günlük faaliyetlerde sinire direk bası ya da travmadan koruma amaçlı olarak dirsek splinti kullanımı, uykuda dirsek fleksiyonunu önlemek için antekubital fossaya yastık konulması, dirençli ağrı ve parestezi varlığında dirseği 45° fleksiyonda tutan termoplastik rijit splint kullanımı gibi konservatif tedavi yöntemleri denenmelidir12,18. Altı ile 12 haftalık konservatif tedaviye yanıt yoksa giderek artan ağrı, progresif paralizi, kas gruplarında atrofi, elektrofizyolojik olarak anlamlı denervasyonu olan olgularda cerrahi düşünülmelidir4,5. Olgularımızın tümünde belirgin klinik ve elektrofizyolojik denervasyon bulguları mevcut olduğundan cerrahi yaklaşım gerektirmiştir. Cerrahi yaklaşımların başlıcaları; insitu dekompresyon, medial epikondilektomi, endoskopik ulnar sinirin dekompresyonu ve transpozisyondur (subkutanöz, intramusküler veya submusküler transpozisyon)4,5,19. Kubital oluk tuzak nöropatisinde standart cerrahi yöntem; insitu dekompresyon olarakta adlandırılan basit dekompresyondur6,19. Bu yöntem fasial aponevrozun ve arkuat ligamanın serbestleştirilmesidir ve çoğu zamanda bizim de bu olguda uyguladığımız gibi dekompresyonun fleksör karpi ulnaris ve pronotor teres başlangıcına kadar ilerletilmesi önerilir2. Sinir bütünlüğünün tam olduğu ve dirsek bölgesinde önceden geçirilmiş operasyon öyküsü olmayan hastalarda ideal cerrahi teknik olmakla birlikte sinirin vaskülarizasyonuna ve terminal dallarına zarar verilme ihtimali düşüktür5,20. Keiner ve ark. basit dekompresyonun tekrarlayan ulnar sinir tuzaklanmasına neden olabileceğini belirtmişlerdir5. Bizim olgularımızda tekrarlayan ulnar sinir tuzaklanması görülmezken, 1 olgumuzda ulnar sinir dislokasyonuna bağlı instabilite gelişti. Ulnar sinir instabilitesi terimi; ulnar sinirin, dirseğin fleksiyon-ekstansiyonuyla kubital oluktan dışarı çıkarak subluksasyonu olarak tanımlanır21. Bizim 1 olgumuzda sinirin dislokasyona bağlı olarak instabilite gelişti. Hastayı tekrar opere ettik. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:92-95 A. Eroğlu ve A. K. Topuz Pronotor teres ve fleksör karpi ulnaris kaslarını içeren anterior intermuskuler transpozisyon yöntemi uygulayarak yeni bir lokalizasyon oluşturarak sinirin önkol fleksiyon ve ekstensiyonu sırasında stabilitesini sağladık. Transpozisyon cerrahisinde ulnar sinir kubital oluktan çıkarılarak dirsek anteromedialine alınır. Kubıtal oluk ve ona komşu yapılarda mevcut anatomik bozukluklarda, bu bölgeden operasyon geçirmiş olgularda ve sinirin dislokasyonlarında genellikle transpozisyon teknikleri tercih edilir4,5. Ulnar TNP’de cerrahi tekniğin seçimi daha çok cerrahın alışkanlığına ve tecrübesine bağlıdır. Cerrahi teknikleri kıyaslayan pek fazla çalışma bulunmamakla birlikte basit dekompresyonla anterior transpozisyon cerrahisinin benzer sonuçlar verdiğini gösteren çalışmalar bulunmaktadır20,22. Literatürlerde Dellon23 tarafından yapılan çalışmada anterior submüsküler transpozisyonla, en iyi sonuçların alındığı bildirilmiştir. Literatürde insitu dekompresyon tekniğiyle opere edilen olgularda nüks belirtilmişse de19,20 bizim olgularımızın hiçbirinde nüks gözlenmedi. 1 olgumuz sinirin dislokasyonuna bağlı gelişen instabilite nedeni ile reopere edildi. Olguların hiçbirinde ameliyat sonrası ek nörolojik defisit gelişmedi. Sonuç olarak insitu dekompresyon; lokal anestezi altında yapılması, görüş alanının tam olması nedeni ile sinir hasarı ihtimalinin az olması, kısa operasyon süresi, günlük hayata kısa sürede dönebilme, cerrahi başarı oranının yüksek olması nedeni ile kübital olukta ulnar sinir tuzak nöropatisinde tek başına etkili ve kolay cerrahi tekniktir. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Merlevede K, Theys P, Van Hees J. Diagnosis of ulnar neuropathy: a new approach. Muscle Nerve 2000;23:478-81. 2. Bartels RH. History of the surgical treatment of ulnar nerve compression at the elbow. Neurosurgery 2001;49:391-400. 3. Svernlöv B, Larsson M, Rehn K, Adolfsson L. Conservative treatment of the cubital tunnel syndrome. J Hand Surg Eur 2009;34:201-7. 4. Charles YP, Coulet B, Rouzaud JC, Daures JP, Chammas M. Comparative clinical outcomes of submuscular and subcutaneous transposition of the ulnar nerve for cubital tunnel syndrome. J Hand Surg 2009;34:866-74. 5. Keiner D, Gaab MR, Schroeder HW, Oertel J. Comparison of the longterm results of anterior transposition of the ulnar nerve or simple decompression in the treatment of cubital tunnel syndrome-a prospective study. Acta Neurochir (Wien) 2009;151:311-5. 6. Elhassan B, Steinmann SP. Entrapment neuropathy of the ulnar nerve. J Am Acad Orthop Surg 2007;15:672-81. 7. Artico M, Pastore FS, Nucci F, Giuffre R. 290 surgical procedures for ulnar nerve entrapment at the elbow: physiopathology clinical experience and results. Acta Neurochir (Wien), 2000; 303-8. 8. Bain GI, Bajhau A. Endoscopic release of the ulnar nerve at the elbow using the Agee device: a cadaveric study. Arthroscopy 2005;21:691-5. 9. Spinner M, Kaplan E. The relationship of the ulnar nerve to the medial intermuscular septum in the arm and its clinical significance. Hand 1976;8: 239-42. 10. Osborne G. Compression neuritis of the ulnar nerve at the elbow. Hand 1970;2:10-3. 11. Doğan S, Sahin S, Aksoy K. Dirsekte sinoviyal kistin neden olduğu ulnar sinir tuzak nöropatisi: Olgu sunumu. Türk Nöroşirürji Dergisi 2003; 13:62-4. 12. Robertson C, Saratsiotis J. A review of compressive ulnar neuropathy at the elbow. J Manipulative Physiol Ther 2005;28:345. 13. Novak CB, Lee GW, Mackinnon SE, Lay L. Provocative testing for cubital tunnel syndrome. J Hand Surg Am 1994;19:817-20. 14. Kuschner SH, Ebramzadeh E, Mitchell S. Evalution of elbow flexion and Tinel tests for cubital tunnel syndrome in asymptomatic individuals. Orthopedics 2006;29:305-8. 15. Kline DG, Reeves J, EI-Gindi S, et al. Treatment of ulnar neuropathy. Surg Neurol 2000;53:524-9. 16. Bradshaw DY, Shefner JM. Ulnar neuropathy at the elbow. Neurol Clin 1999;17:447-61. 17. Topuz K, Kutlay M, Simşek H, Atabey C, Demircan M, Senol Güney M. Early surgical treatment protocol for sciatic nerve injury due to injection--a retrospective study. Br J Neurosurg 2011 ;25:509-15. 18. Piligian G, Herbert R, Hearns M, Dropkin J, Landsbergis P, Cherniack M. Evaluation and management of chronic workrelated musculoskeletal disorders of the distal upper extremity. Am J Ind Med 2000;37:75-93. 19. Huang JH, Samadani U, Zager EL. Ulnar nerve entrapment neuropathy at the elbow: simple decompression. Neurosurgery 2004;55:1150-3. 20. Bartels RH, Termeer EH, van der Wilt GJ. Simple decompression or anterior subcutaneous transposition for ulnar neuropathy at the elbow: a cost-minimization analysis-part 2. Neurosurgery 2005;56:531-6. 21. Xarchas KC, Psillakis I, Koukou O, Kazakos KJ, Ververidis A, Verettas DA. Ulnar Nerve Dislocation at the Elbow: Review of the Literature and Report of Three Cases. The Open Orthopaedics Journal 2007;1:1-3. 22. Oertel J, Horn J, Schroeder HW, Gaab MR. Surgery of the ulnar-nerve entrapment syndrome: neurolysis versus ventral submuscular transposition. In: Steudel WI, ed. Abstract book: 54. Jahrestagung der Deutschen Gesellschaft für Neurochirurgie. Aachen, Germany: Shaker 2003; pp:139. 23. Dellon AL. Review of treatment results for ulnar nerve entrapment at the elbow. J Hand Surg (Am) 1989;14:688-700. 95 95 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:96-101 Orijinal makale Şizofrenide Duygu Dışavurumu: Sosyodemografik ve Klinik Özellikler ile İlişkisi (Expressed emotion in schizophrenia: Relationship with sociodemographic and clinical variables) Nalan KARA Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Amaç: Bu çalışmada DSM-IV-TR’ye göre tanı almış bir grup şizofrenik bozukluğa sahip bireyde ve bu bireylerin yakınlarında duygu dışavurumu düzeyleri bunun sosyodemografik ve klinik değişkenlerle ilişkisinin incelenmesi hedeflenmiştir. Materyal ve Metot: Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği’ne başvuran ve DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre şizofreni tanısı almış olan 69 hasta ve birinci dereceden yakını çalışmaya alındı. Hastalara sosyodemografik bilgi formu, DSM IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I), Pozitif Semptomları Değerlendirme Ölçeği (SAPS), Negatif Semptomları Değerlendirme Ölçeği (SANS) ve Duygu Dışavurumu Düzeyi Ölçeği (LEE), hasta yakınlarına ise Duygu Dışavurumu Ölçeği (DDÖ) uygulandı. Bulgular: 69 hastanın 41’i (%59,4) erkek, 28’i (%40,6) kadın, yaş ortalaması 35,4±8,6, ortalama hastalık süresi 9,2±6,4 yıl idi. Hastaların % 59,4’ü (n=41) ilk atak sonrası tekrarlayan ataklara sahipti. Tekrarlayan psikotik atakları olan hastalarda eleştirellik/düşmanlık (p=0,019) ile toplam DDÖ (p=0,012) düzeyleri daha yüksekti. İntihar girişimi ile eleştirellik/düşmanlık arasında pozitif korelasyon saptandı (p=0,044). SAPS puanı ile toplam DDÖ (p=0,031), SANS puanı ile eleştirellik/düşmanlık (p=0,042), aşırı ilgi/koruma-kollama (p=0,042) ve toplam DDÖ (p=0,016) puanları arasında pozitif korelasyon saptandı. SAPS puanı ile hoşgörü/beklenti (p=0,001), SANS puanı ile müdahalecilik (p=0,031), hoşgörü/ beklenti (p=0,003) ve toplam LEE (p=0,015) düzeyleri arasında pozitif korelasyon saptandı. Sonuçlar: Ailede duygu dışavurumunun yüksek olması şizofreninin seyrini olumsuz etkileyebilmektedir. Şizofreni hastalarının tedavilerinde aile faktörünün göz önünde bulundurulması ve duygu dışavurumunu azaltacak psikoterapötik girişimlerin uygulanması hastalığın seyrine olumlu etki edecektir. Anahtar Kelimeler: Şizofreni; duygu dışavurumu; aile GİRİŞ Şizofreni, bireyin sosyal ve mesleki işlevselliğini etkileyen ve yeti kaybına yol açan bir sendromdur. Yazışma adresi: Dr. Nalan KARA Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, ANKARA e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 07.01.2014 Yayına kabul tarihi : 19.02.2014 96 96 ABSTRACT Background: In this study, we aimed to investigate the level of expressed emotion of a group of schizophrenic patients diagnosed according to DSM-IV-TR and their relatives and its relationship with sociodemographic and clinical features. Material and Methods: Sixty nine patients diagnosed as schizophrenia according to DSM-IV-TR criteria and first-degree relatives who came to Diskapi Yildirim Beyazit Education and Research Hospital Psychiatry unit were included for the study. The patients were assessed by sociodemographic data form, Structered Interview for the Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders-Fourth Edition (SCID-I), Scale for the Assessment of Positive Symptoms (SAPS), Scale for the Assessment of Negative Symptoms (SANS) and Level of Expressed Emotion (LEE) and their relatives were assessed by Expressed Emotion Scale (EES). Results: Among sixty-nine patients, 41 (59,4%) were male, 28 (40,6%) were female, mean age was 35,4±8,6 years, mean disease period was 9,2±6,4 years. % 59,4 (n=41) of patients had relapses after the first psychotic episode. Criticism/hostility (p=0,019) and total EES (p=0,012) levels were higher in patients with relapses. Positive correlation was found between suicide attempt and criticism/hostility levels (p=0,044). Positive correlation was found between SAPS and total EES levels (p=0,031) and between SANS and criticism/hostility (p=0,042), emotional overinvolvement (p=0,042) and total EES (p=0,016) levels. Positive correlation was found between SAPS and tolerance/expect (p=0,001) and SANS and intrusiveness (p=0,031), tolerance/ expect (p=0,003) and total LEE (p=0,015) levels. Conclusions: High expressed emotion levels in families of schizophrenic patients may affect the prognosis of the disorder. Consideration of family factors in schizophrenia and addition of psychotherapeutic interventions which lower expressed emotion levels may contribute to the prognosis positively. Key Words: Schizophrenia; expressed emotion; family Diğer kronik hastalıklarda olduğu gibi, seyri psikososyal faktörlerden etkilenmektedir. Aile, şizofreninin seyrini etkileyebilecek önemli bir psikososyal alandır. 1950’lerden önce şizofrenide etiyolojik bir faktör olarak görülen aile, sonraları şizofreninin seyri ve tedavisi noktalarında ele alınmaya başlanmıştır. 1960’lardan itibaren şizofreni hastalarının akıl hastanelerinden çıkıp toplum içinde yaşamaya Yeni Tıp Dergisi 2014;31:96-101 N. Kara başlamaları ile aileler hastaların bakımı konusunda birinci derecede yükümlü hale gelmişlerdir1,2. Günümüzde şizofrenide aileyi dışarıda tutan tedavi yaklaşımların yetersiz olduğu bilinmektedir ve birçok araştırmacı aile tedavilerine odaklanmıştır3,4. Duygu dışavurumu (DD), 1960 ve 1970’li yıllarda İngiltere’de Tıbbi Araştırma Merkezi’nin şizofren bireyler üzerinde yaptığı çalışmalara dayanmaktadır5. Şizofrenide yüksek duygu dışavurumu (DD) birçok araştırmanın konusu olmuştur6-8. DD, şizofreni tanısı almış bireye karşı akrabalarının ifade ettiği eleştiri, düşmanlık ya da duygusal aşırı ilgilenme olarak tanımlanmaktadır8. Aile ve hasta birey arasındaki etkileşimlerin duygusal yönünün şizofreninin gidişini etkilediği belirlenmiştir9. Ailede yüksek DD’nin, şizofreni hastalarında nüksleri arttırdığı birçok çalışmada gösterilmiştir1,6,10-12. Şizofren bireyin anahtar yakını ile yapılan yarı yapılandırılmış görüşme olan Camberwell Aile Görüşmesi (Camberwell Family Interview / CFI) DD’nin değerlendirilmesinde altın standart kabul edilmektedir13. Fakat hem uygulayıcının belirli bir eğitimden geçmesi gerekliliği, hem de uygulama ve değerlendirmenin zaman alıcı ve güç olması araştırmacıları daha kısa ölçüm araçları geliştirmeye sevk etmiştir14. Bu ölçüm araçlarından biri, Cole ve Kazarian tarafından geliştirilen Duygu Dışavurumu Düzeyi Ölçeği (Level of Expressed Emotion/LEE) dir15. CFI ile orta düzeyde korelasyon gösteren LEE’nin şizofreni hastalarında nüksleri yüksek derecede öngördüğü gösterilmiştir16,17. Ülkemizde de geçerlilik ve güvenilirlik çalışması yapılan LEE, DD’yi değerlendirmek için birçok araştırmada kullanılan bir ölçektir9. Şizofrenide DD’nin hastalık nüksüyle ilişkili olduğu birçok çalışmada gösterilmiş olsa da, yüksek DD’nin hangi klinik özelliklerle ilişkili olduğu konusu henüz net değildir. Bu çalışmada DSMIV-TR’ye göre tanı almış bir grup şizofrenik bozukluğa sahip bireyde ve bu bireylerin anahtar akrabalarında DD düzeyleri ve bunun sosyodemografik ve klinik değişkenlerle ilişkisinin incelenmesi hedeflenmiştir. MATERYAL VE METOT Sağlık Bakanlığı Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği’ne başvuran ve araştırma ölçütlerine uyan DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre şizofreni tanısı almış olan 69 hasta ve bu hastaların aynı sayıda en az 5 yıldır birlikte yaşadıkları birinci dereceden yakını (anne, baba, eş, kardeş) çalışmaya alındı. Etik kurulu onayı alınarak tüm hastalar ve değerlendirmeye alınan hasta yakınları, çalışma hakkında ayrıntılı olarak bilgilendirildi ve hasta ve yakınlarından gönüllü olarak çalışmaya katılacaklarına dair onam alındı. Çalışmaya alınma koşulu hastalar için; eşlik eden fiziksel ve nörolojik hastalığa ya da zeka geriliğine sahip olmaması, alkol ve madde bağımlılığının olmaması, en az ilkokul düzeyinde eğitim görmüş olması, çalışmaya katılımını engelleyecek şiddette psikotik belirtinin olmaması olarak öngörüldü. Hasta yakınları için en az ilkokul düzeyinde eğitim görmüş olması, eşlik eden psikotik düzeyde bir ruhsal bozukluğunun ve zeka geriliğinin olmaması koşulları arandı. Ayaktan tedavi gören hastalar başvuru esnasında, yatarak tedavi gören hastalar ise hastaneye yatışlarından bir hafta sonra değerlendirmeye alındı. Veri Toplama Araçları Sosyodemografik bilgi formu: Hastaların sosyodemografik özellikleri, araştırmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi formu ile değerlendirildi. Yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi gibi sosyo-demografik bilgiler yanında, intihar girişimi, tekrarlayan atak varlığı gibi hastalık ile ilgili özellikler değerlendirmeye alındı. DSM IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I): Şizofreni ve eşlik eden eksen 1 tanıları SCID-I ile konuldu18. SCID-I’in Türkiye için uyarlama ve güvenirlik çalışmaları Özkürkçügil ve ark. tarafından yapılmıştır19. Pozitif Semptomları Değerlendirme Ölçeği (SAPS): Şizofreninin pozitif belirtilerinin düzeyini, dağılımını ve şiddet değişimini ölçmek için kullanılan görüşmecinin değerlendirdiği bir ölçektir. Varsanılar, hezeyanlar, garip davranış ve formal düşünce bozukluğunu değerlendiren 4 alt ölçek ve 34 maddeden oluşur. Her maddenin puanlaması 05 arasında değişmekte ve toplam puan 0-170 arasında elde edilmektedir20. Ölçek Andreasen tarafından geliştirilmiş21, Türkçe formunun uyarlaması ise Erkoç ve ark. tarafından yapılmıştır22. Negatif Semptomları Değerlendirme Ölçeği (SANS): Şizofreninin negatif belirtilerinin düzeyini, dağılımını ve şiddet değişimini ölçmek için kullanılan görüşmecinin değerlendirdiği bir ölçektir. Affektif küntleşme, aloji, apati, anhedoni ve dikkat eksikliğini değerlendiren 5 alt ölçek ve 25 maddeden oluşur. Her maddenin puanlaması 0-5 arasında değişmekte ve toplam puan 0-125 arasında elde edilmektedir20. Ölçek, Andreasen tarafından geliştirilmiş21, Türkçe formunun uyarlaması ise Erkoç ve ark. tarafından yapılmıştır23. Duygu Dışavurumu Düzeyi Ölçeği (LEE): Cole ve Kazarian tarafından geliştirilmiştir15. Hasta yakınlarının hastaya tutumunu inceleyen bu ölçeğin Türkçe’ye uyarlanması ve geçerlilik-güvenirlik 97 97 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:96-101 N. Kara çalışması Berksun tarafından yapılmıştır9. Hasta tarafından doldurulan 60 maddelik 2 seçenekli LEE ölçeği 15’er maddelik müdahalecilik (M), duygusal tepki (DT), hastalığa karşı tutum (T) ve hoşgörü/ beklenti (HB) alt ölçeklerinden oluşmuştur. Alt ölçek puanları 0-15, toplam puan 0-60 arasında değişir. Puanlar ne kadar yüksekse, ailenin duygu dışavurumu o düzeyde yüksektir. Duygu Dışavurumu Ölçeği (DDÖ): Berksun tarafından geliştirilmiş ve geçerlilik güvenilirliği yapılmış olan 41 soruluk bir ölçektir24. Hasta yakınları tarafından doldurulan ölçekte 29 madde eleştirel-düşmancıl oluşu (ED), 12 madde ise aşırı ilgi-koruyucu kollayıcı olmayı (AİKK) göstermektedir. Doğru-yanlış şeklinde doldurulan ve 0-1 arası derecelendirilen ölçekte puanlar yükseldikçe DD düzeyi yükselmektedir. Toplam puan 0-41, ED puanı 0-29, AİKK puanı 0-12 arasında olmaktadır. Verilerin analizi SPSS for Windows 11.5 paket programında yapıldı. Kesikli sayısal değişkenlerin dağılımının normale yakın olup olmadığı Kolmogorov Smirnov testiyle araştırıldı. Tanımlayıcı kesikli sayısal değişkenler için ortalama ± standart sapma veya ortanca (minimum-maksimum) şeklinde, kategorik değişkenler için ise gözlem sayısı ve % biçiminde ifade edildi. Gruplar arasında ortanca değerler yönünden farkın önemliliği Mann Whitney U testi ile incelendi. Kesikli sayısal değişkenler arasında anlamlı korelasyon olup olmadığı Spearman’ın Korelasyon testi kullanılarak araştırıldı. p<0,05 için sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR Tablo 1'de çalışmaya alınan olguların sosyodemografik özellikler açısından dağılımı görülmektedir. Çalışmaya alınan 69 hastanın 41’i (%59,4) erkek, 28’i (%40,6) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 35,4±8,6 idi. Hastaların 19’u ilkokul (%27,5), 10’u ortaokul (%14,5), 27’si lise (39,1) ve 13’ü (%18,8) üniversite mezunuydu. Hastaların ortalama hastalık süresi 9,2±6,4 yıl olup %59,4’ü (n=41) ilk atak sonrası tekrarlayan ataklara sahipti. Tablo 2 ve 3’te bazı sosyodemografik ve klinik özellikler açısından DDÖ ve LEE toplam ve alt ölçek puanlarının karşılaştırılması görülmektedir. Erkek hastaların AİKK alt ölçeği, kadın hastalarda ise DT alt ölçek puanı diğer cinsiyete göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,05). Diğer alt ölçek puanları ile toplam DDÖ ve LEE puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Eğitim düzeyi ile AİKK (r=-0,281; p=0,020), toplam DDÖ (r=-0,276; p=0,022), DT (r=-0,242; p=0,046) ve HB (r=-0,259; p=0,031) puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon görülmektedir. Tablo 1. Olguların Sosyodemografik Özellikleri Yönünden Dağılımı Özellikler Yaş Cinsiyet Kadın Erkek Eğitim Düzeyi İlkokul Ortaokul Lise Üniversite Hastalık süresi (yıl) Tekrarlayan atak Var Yok n:69 35,4±8,6 28 (%40,6) 41 (%59,4) 19 (%27,5) 10 (%14,5) 27 (%39,1) 13 (%18,8) 9,2±6,4 41 (% 59,4) 28 (% 40,6) Tablo 2. Olguların DDÖ Alt Ölçek ve Toplam Ölçek Puanlarının Demografik ve Klinik Özelliklerle İlişkisi Özellikler Cinsiyet Kadın Erkek p-değeri Eğitim düzeyi p-değeri Tekrarlayan atak Yok Var p-değeri İntihar girişimi p-değeri SAPS p-değeri SANS p-değeri ED AİKK Toplam DDÖ 8 (0-14) 8 (0-18) 0,350 r=-0,145 0,234 9 (2-17) 12,5 (3-19) 0,023* r=-0,281 0,020** 17(7-29) 21 (9-35) 0,073 r=-0,276 0,022** 7,5 (0-14) 8 (5-18) 0,019* r=0,243 0,044** r=0,180 0,139 r=0,246 0,042** 10 (2-19) 12 (0-19) 0,055 r=0,201 0,097 r=0,222 0,066 r=0,286 0,017** 17 (7-30) 21 (11-35) 0,012* r=0,207 0,089 r=0,260 0,031** r=0,289 0,016** *Mann-Whitney U testi, **Spearman korelasyon testi, ED=Eleştirellik/düşmanlık, AİKK=Aşırı ilgi/koruma-kollama, DDÖ=Duygu dışavurumu ölçeği, r= korelasyon katsayısı 98 98 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:96-101 N. Kara Tablo 3. Olguların LEE Alt Ölçek ve Toplam Ölçek Puanlarının Demografik ve Klinik Özelliklerle İlişkisi Özellikler Cinsiyet Kadın Erkek p-değeri Eğitim Düzeyi p-değeri Tekrarlayan atak Yok Var p-değeri İntihar girişimi p-değeri SAPS p-değeri SANS p-değeri M DT T HB 9,5 (5-15) 9 (2-15) 0,956 r=-0,016 0,896 9 (4-12) 8 (3-13) 0,017* -0,242 0,046** 8 (5-13) 9 (3-13) 0,273 -0,156 0,202 8 (6-13) 8 (5-15) 0,501 -0,259 0,031** 8 (0-12) 10 (0-15) 0,067 r=-0,037 0,763 r=0,161 0,185 r=0,260 0,031** 8 (4-11) 9 (3-13) 0,199 r=0,191 0,115 r=0,112 0,360 r=0,190 0,118 8 (4-11) 8 (3-13) 0,934 r=0,045 0,716 r=0,137 0,261 r=0,149 0,223 8 (0-13) 9 (5-15) 0,033* r=-0,030 0,808 r=0,398 0,001** r=0,348 0,003** Toplam LEE 33,5 (29-52) 33,5 (22-56) 0,278 -0,203 0,095 32,5 (27-52) 36 (22-56) 0,148 r=-0,047 0,700 r=0,187 0,125 r=0,293 0,015** *Mann-Whitney U testi, **Spearman korelasyon testi, M=Müdahalecilik, DT=Duygusal Tepki, T=Hastalığa karşı tutum, HB= Hoşgörü/beklenti, LEE=Level of expressed emotion, r= korelasyon katsayısı. Tekrarlayan psikotik atakları olan hastalarda eleştirellik/düşmanlık (ED), toplam DDÖ ve HB puanları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,05). İntihar öyküsü ile ED puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif bir korelasyon (r=0,243; p=0,044) bulunmuştur. SAPS puanı ile toplam DDÖ puanı (r=0,260; p=0,031) ve HB puanı (r=0,398; p=0,001) arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. SANS puanı ile ED (r=0,246; p=0,042), AİKK (r=0,286; p=0,017), toplam DDÖ (r=0,289; p=0,016), M (r=0,260; p=0,031), HB (r=0,348; p=0,003) ve toplam LEE (r=0,293; p=0,015) puanları arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Tablo 4. DDÖ Alt Ölçek ve Toplam Ölçek Puanları ile LEE Alt Ölçek ve Toplam Ölçek Puanları Arasındaki Korelasyon Katsayıları ve Önemlilik Düzeyleri M p-değeri DT p-değeri T p-değeri HB Toplam LEE p-değeri ED r=0,125 0,307 r=0,068 0,581 r=0,064 0,599 r=-0,025 0,835 AİKK r=0,277 0,021* r=0,075 0,542 r=0,294 0,014* r=0,152 0,211 r=0,179 0,141 r=0,324 0,007* Toplam DDÖ r=0,251 0,037* r=0,081 0,509 r=0,230 0,057 r=0,124 0,310 r=0,321 0,007* *Spearman korelasyon testi, r= korelasyon katsayısı. Tablo 4’te DDÖ ve LEE ölçek puanlarının birbirleri ile korelasyon düzeyleri görülmektedir. AİKK ile M (r=0,277; p=0,21), hastalığa karşı tutum (T) (r=0,294; p=0,014) ve toplam LEE puanları (r=0,324; p=0,007) arasında pozitif korelasyon; toplam DDÖ puanı ile M (r=0,251; p=0,037) ve toplam LEE puanları (r=0,321; p=0,007) arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. TARTIŞMA Şizofrenide ailede yüksek DD’nin hastalık alevlenmesi ile ilişkisi olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir8,25,26. Ülkemizde yapılan sınırlı sayıda çalışmalar, toplumumuzda şizofrenik bozukluğun nüksünde aile içi yüksek DD’nin önemli rolü olabileceğini göstermektedir. Ebrinç ve ark. sadece erkek şizofrenler üzerindeki yaptıkları çalışmada DD düzeyi yüksek olanlarla düşük olanlar arasında yaşam boyu yineleme sıklığı açısından fark gösterememişlerdir27. Deniz ve ark. ise T alt ölçeği ile son 2 yılda nüks arasında anlamlı bir ilişki bulmuşlardır28. Çalışmamızda ilk atak sonrasında en az bir kez hastalık nüksü olanlarda hem hastanın hem de yakınının DD düzeyi daha yüksek bulunmuş, bu yükseklik ED, toplam DDÖ ve HB puanlarında anlamlılığa ulaşmıştır. Bu bulgular, diğer çalışmaların sonuçlarını destekler şekilde hastalık nüksünün yüksek DD ile ilişkili olduğu gözlemine paraleldir. Çalışmalarda ED’nin nüksü en fazla arttırdığı, duygusal aşırı ilgilenmenin eleştirellik kadar sık görülen bir bulgu olmadığı ve nüksü daha az öngördüğü bildirilmiştir5. Yüksek AİKK’nin nüksü arttırırken, orta derecede AİKK’nın nükslere karşı koruyucu olabileceği bildirilmiştir25,29. Geleneksel kültürlerde ailelerin hastalığın nedenini daha fazla dışsal etmenlere bağladıkları ve hastayı daha az suçladıkları saptanmıştır30,31. Karancı ve İnandılar, toplumumuzda AİKK puanlarının daha yüksek olduğunu ve bunun geleneksel kültürle ilişkili olduğunu bildirmişlerdir32. Çalışmamızda elde edilen DD düzeyleri ülkemizde yapılan çalışmalarla uyumludur27,33. AİKK alt ölçeği ile hastalık nüksü arasında bir ilişki bulunamaması, aşırı ilgilenmenin toplumsal bir özelliğimiz olması ve bu durumun hasta tarafından negatif algılanmayarak nükse yol açabilecek bir stres oluşturmaması ile açıklanabilir. 99 99 N. Kara DD, klasik olarak anahtar akraba ile yapılan görüşmenin değerlendirilmesine dayansa da, hastanın algıladığı eleştirellik düzeyinin de nüksü öngörmede önemli olduğu gösterilmiştir10,27,28,34. Çalışmamızda tekrarlayan psikotik atağı olan hastalarda, algılanan DD’nin daha yüksek olduğu görülmektedir. Hastanın ailesini algılaması psikopatolojinin etkisiyle çarpıtılmış olsa da, hastanın algısı ile ailenin algısının yüksek düzeyde tutarlı olduğu gösterilmiştir34,35. Çalışmamızda da M, T ve toplam LEE düzeyleri ile yakınının AİKK ve toplam DDÖ düzeyleri arasında pozitif korelasyon bulunmuş olması, hastanın algıladığı DD düzeyinin de aile içi duygusal atmosferi önemli derecede yansıtabileceğini göstermektedir. Çoğu çalışmada, şizofreni hastalarında yüksek DD ile psikotik belirtilerin şiddeti arasında ilişki olduğu gösterilmiştir12,36,37. Türkiye’den bir çalışmada Tüzer ve ark., SAPS puanları ile DDÖ puanları arasında pozitif korelasyon saptamışlardır38. Deniz ve ark. yüksek DD grubunda Kısa Psikiyatrik Değerlendirme ölçeği (BPRS) puanlarının daha yüksek olduğunu bildirmişlerdir28. Lenior ve ark. ise DD ile hastalık şiddeti arasında ilişki gösterememişlerdir39. Bizim çalışmamızda, psikotik belirtilerin şiddetini değerlendiren SAPS ve SANS puanları ile DD puanları arasındaki pozitif ilişki yüksek DD ile psikotik belirti şiddeti arasındaki ilişkiyi destekler niteliktedir. DD ile psikotik belirtiler arasındaki ilişki net değildir. King, DD’nin belirti şiddetinin artışında neden değil sonuç olduğunu göstermiştir40. Alvarez-Jimenez ve ark., ilk psikotik atakta yüksek ED düzeyinin ailenin hastayı hastalığının nedeni olarak görme ve sorunu anlama yetersizliğine bağlı bir tepki olduğuna işaret etmişlerdir41. Bunun tersine, birçok çalışmada DD düzeyini düşüren tedavi girişimlerinin nüks oranlarını düşürdüğünün gösterilmesi, DD’nin nüksler için güçlü bir etmen olduğuna işaret etmektedir42,43. Cutting ve ark. da özellikle ED’nin hastalar tarafından açık bir şekilde algılandığını ve bu nedenle de stres oluşturduğunu öne sürmüşlerdir44. Tüm bu veriler, hem hastanın yüksek psikotik belirti düzeyinin aile içinde olumsuz duygusal atmosfere yol açabildiğine, hem de aile içinde yüksek DD düzeyinin hasta üzerinde stres oluşturarak psikotik belirtilerin ortaya çıkmasına katkıda bulunabildiğine işaret etmektedir45. Birçok çalışmada sosyodemografik özelliklerle DD arasında anlamlı bir ilişki gösterilememiştir38,46. Carra ve ark. yüksek DD grubunda eğitim düzeyinin anlamlı olarak daha düşük olduğunu 100 100 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:96-101 bulmuşlar, bunu, yüksek eğitim düzeyinin daha geniş sosyal ağ sağlayarak hasta ile yakınının daha az birlikte zaman geçirmelerini ve hastaya karşı daha az eleştirel ya da koruyucu olmalarını sağlaması ile açıklamışlardır47. Arslantaş ve ark. eğitim düzeyi düşük hastalarda daha yüksek DD düzeyi bildirmişler, ilkokul ve altında eğitim düzeyi olan hastalarda ailenin nesnel yük algısının daha yüksek olduğunu belirtmişlerdir33. Ebrinç ve ark. eğitim düzeyi ile DD arasında ilişki bildirmemiş27, Deniz ve ark. ise eğitim düzeyi ile DT alt ölçeği arasında pozitif korelasyon bildirmiştir28. Çalışmamızda eğitim düzeyi arttıkça AİKK, toplam DDÖ, DT ve HB puanlarının düştüğü bulunmuştur. Bu bulgu, yüksek eğitim düzeyinin düşük DD ile ilişkili olduğunu gösteren çalışmalarla uyumludur. Çalışmamızda olguların hastalık süresi ile DD düzeyleri arasında anlamlı olmayan fakat negatif bir korelasyon görülmektedir. Gibbons ve ark. hastalık süresi arttıkça DD düzeylerinin düştüğünü bulmuşlardır48. Bunun, hasta yakınlarının zamanla daha uysal ya da hastalıkla daha fazla başa çıkan hale geliyor olmalarıyla ilişkili olabileceğini belirtmişlerdir. Çalışmamızda göze çarpan bulgulardan biri de, erkek hastaların yakınlarında AİKK, kadın hastalarda ise DT puanlarının diğer cinsiyete göre anlamlı olarak daha yüksek olmasıdır. Deniz ve ark., hasta cinsiyeti ile değil fakat anahtar yakının cinsiyeti ile DD arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulmuşlar, düşük DD grubunda hasta yakınının çoğunlukla kadın olduğunu bildirmişlerdir28. Bu bulgular, net olmasa da, DD düzeyi açısından cinsiyetler arası farklılıklar olabileceğine işaret edebilir. Sonuç olarak çalışmamızın bulguları diğer çalışmaların bulguları ile birlikte değerlendirildiğinde, şizofrenide DD birçok sosyodemografik ve klinik değişkenle ilişkili görünmektedir. DD’nin yüksek olduğu ailelerle birlikte yaşayan hastalarda hastalık nüksü daha fazla olmakta ve psikotik belirtilerin şiddeti artmaktadır. Şizofreni hastalarının tedavilerinde aile faktörünün göz önünde bulundurulması ve DD düzeyini azaltacak psikoterapötik girişimlerin kullanılması hastalığın seyrine olumlu etki edecektir. Şizofrenide DD düzeyini azaltacak tedavi girişimlerinin hastalık seyri üzerindeki etkilerini anlamak için ileriye dönük çalışmalara gereksinim vardır. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) Yeni Tıp Dergisi 2014;31:96-101 N. Kara REFERANSLAR 1. Spiegel D, Wissler T. Family environment as a predictor of psychiatric rehospitalization. Am J Psychiatry 1986;143:56-60. 2. Falloon IR, Pederson J. Family management in the prevention of morbidity of schizophrenia: the adjustment of the family unit. Br J Psychiatry 1985;147:156-63. 3. Domenici N, Griffin- Francell C. The role of family education. J Clin Psychiatry 1993;54:31-5. 4. Goldstein MJ, Miklowitz DJ. The effectiveness of psychoeducational family treatment of schizophrenic disorders. J Marital Fam Ther 1995;21: 361-76. 5. Brown GW, Birley JLT, Wing JK. Influence of family life on the course of schizophrenic disorders: A replication. Br J Psychiatry 1972;121:241–258. 6. Vaughn CE, Leff LP. The influence of family and social factors on the course of psychiatric illness. Br J Psychiatry 1976;129:125-37. 7. Leff J, Kuipers L, Berkowitz R, Eberlein-Vries R, Sturgeon D. A controlled trial of social intervention in the families of schizophrenic patients. Br J Psychiatry 1982;141:121-34. 8. Kavanagh DJ. Recent developments in expressed emotion and schizophrenia. Br J Psychiatry 1992;160:601-20. 9. Berksun OE. “Expressed emotion” kavramı. Psikiyatri Bülteni 1992;1: 104-7. 10. Hooley JM. Expressed emotion and relapse of psychopathology. Ann Rev Clin Psychol 2007;3:329–52. 11. Bebbington P, Kuipers L. The predictive utility of expressed emotion in schizophrenia: an aggregate analysis. Psychol Med 1994;24:707-18. 12. Halford WK, Varghese FN. Effects of family environment on negative symptoms and quality of life of psychotic patients. Hosp Community Psychiatry 1991;42:1241-7. 13. Leff JP, Vaughn CE. Expressed emotion in families. New York: Guilford Press 1985. 14. Hooley JM, Parker HA. Measuring Expressed Emotion: An Evaluation of the Shortcuts. J Fam Psychol 2006;20:386–96. 15. Cole JD, Kazarian SS. The level of expressed emotion scale: a new measure of expressed emotion. J Clin Psychol 1988;44:392-7. 16. Kazarian SS, Malla AK, Cole JD, Baker B. Comparisons of two expressed emotion scales with the Camberwell Family Interview. J Clin Psychol 1990;46:306–9. 17. Cole JD, Kazarian SS. Predictive validity of the Level of Expressed Emotion (LEE) Scale: Readmission follow-up data for 1, 2, and 5-year periods. J Clin Psychol 1993;49:216–8. 18. First MB, Spitzer RL, Gibbon M, Williams JBW. Structed Clinical interview for DSM IV Axis Disorders (SCID-1) Clinical version. Washington DC and London: American Psychiatric Pres. 1997. 19. Özkürkçügil A, Aydemir Ö, Yıldız M, Esen Danacı A, Köroğlu E. DSM-IV Eksen I bozuklukları için yapılandırılmış klinik görüşmenin Türkçeye uyarlanması ve güvenilirlik çalışması. İlaç ve Tedavi Dergisi 1999;12:233236. 20. Aydemir Ö, Köroğlu E. Psikiyatride kullanılan klinik ölçekler. Hekimler Yayın Birliği 2006;46-87. 21. Andreasen NC. Methods for assessing positive and negative symptoms. Mod Probl Pharmacopschiatry 1990;24:73-88. 22. Erkoç Ş, Arkonaç O, Ataklı C, Özmen E. Pozitif semptomları değerlendirme ölçeğinin güvenilirliği ve geçerliliği. Düşünen Adam: Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 1991;4:20-22. 23. Erkoç Ş, Arkonaç O, Ataklı C, Özmen E. Negatif semptomları değerlendirme ölçeğinin güvenilirliği ve geçerliliği. Düşünen Adam: Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 1991;4:20-4. 24. Berksun OE. Dışavurulan duygulanım ölçeği: Ölçek uyarlama üzerine bir pilot çalışma. Türk Psikoloji Dergisi 1993;8:10-15. 25. Raune D, Kuipers E, Bebbington P. Expressed emotion at first-episode psychosis: investigating a carer appraisal model. Br J Psychiatry 2004;184:321-6. 26. Ronald L, Butzlaff AM, Hooley JM. Expressed emotions and psychiatric relapse. A meta-analysis. Arch Gen Psychiatry 1998;55:547-52. 27. Ebrinç S, Çetin M, Başoğlu M ve ark. Şizofren hasta ve ailelerinde aile işlevselliği, sosyal destek ve duygu dışavurumunun incelenmesi. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2001;2:5-14. 28. Deniz H, İlnem C, Yener F. Şizofren bireyin algıladığı duygu dışavurum düzeyinin relapsla ve aile işlevleriyle ilişkisi. Düşünen Adam Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 1998;11:5-15. 29. Breitborde N, Lopez S, Wickens D, Jenkins J, Karno M. Toward specifying the nature of the relationship between expressed emotion and schizophrenic relapse: the utility of curvilinear models. Int J M Psychiatr Res 2007;16:1-10. 30. Weisman de Mamani AG, Kymalainen JA, Rosales GA, Armesto JC. Expressed emotion and interdependence in White and Latino/Hispanic family members of patients with schizophrenia. Psychiatr Res 2007;151:107–13. 31. Weisman AG, Gomes L, López SR. Shifting blame away from ill relatives: Latino families' reactions to schizophrenia. J Nerv Men Dis 2003;191: 574–81. 32. Karanci AN, Inandilar H. Predictors of components of expressed emotion in major caregivers of Turkish patients with schizophrenia. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol 2002;37:80-88. 33. Arslantaş H, Adana F. Şizofreni hastalarının bakım vericilerinin yük algısını ve duygu dışavurumunu etkileyen etkenler. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2012;13:8-15. 34. Kazarian SS, Malla AK, Cole JD, Baker B. Comparisons of two expressed emotion scales with the camberwell family interview. J Clin Psychol 1990;46:306–9. 35. Fernandez CS, Kuipers L, Katz R. Unpredictability as a correlate of expressed emotion in the relatives of schizophrenics. Br J Psychiatry 1986;148:727-31. 36. Cechnicki A, Bielanska A, Hanuszkiewicz I, Daren A. The predictive validity of Expressed Emotions (EE) in schizophrenia. A 20-year prospective study. J Psychiatr Res 2013;47:208-14. 37. Glynn SM, Randolph ET, Eth S et al. Patient Psychopathology and expressed emotion in schizophrenia. Br J Psychiatry 1990;157:877-880. 38. Tüzer V, Zincir S, Başterzi AD, Aydemir Ç, Kısa C, Göka E. Şizofreni Hastalarında Aile Ortamı ve Duygu Dışavurumunun Değerlendirilmesi. Klinik Psikiyatri Dergisi 2003;6:198-203. 39. Lenior ME, Dingemans PMAJ, Schene AH et al. The course of parental expressed emotion and psychotic episodes after family intervention in recent-onset schizophrenia. A longitidunal study. Schizopr Res 2002;57:183-90. 40. King S. Is expressed emotion cause or effect in the mothers of schizophrenic young adults? Schizophr Res 2000;45:65-78. 41. Alvarez-Jimenez M, Gleeson JF, Cotton SM, Wade D, Crisp K, Yap MBH. Differential predictors of critical comments and emotional over-involvement in first episode psychosis. Psychological Med 2008;40:63-72. 42. Leff J. Needs of the families of people with schizophrenia. Adv Psychiatr Treat 1998;4:277-84. 43. Tarrier N, Barrowclough C, Porceddu K, Fitzpatrick E. The Salford Family Intervention Project: relapse rates of schizophrenia at five and eight years. Br J Psychiatry 1994;165:829-32. 44. Cutting LP, Aakre JM, Docherty NM. Schizophrenic patients’ perceptions of stress, expressed emotion, and sensitivity to criticism. Schizophr Bull 2006;26:1-8. 45. Kuipers L, Bebbington P. Expressed emotion research in schizophrenia: theoretical and clinical implications. Psychological Med 1988;18:893-909. 46. Smith J, Birchwood M, Cochrane R, George S. The needs of high and low expressed emotion families: a normative approach. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol 1993;28:11–6. 47. Carrà G, Cazzullo CL, Clerici M. The association between expressed emotion, illness severity and subjective burden of care in relatives of patients with schizophrenia. Findings from an Italian population. BMJ Psychiatry 2012;12:140. 48. Gibbons JS, Horn SH, Powel JM, Gibbons JL. Schizophrenic patients and their families. A survey in a psychiatric service based on a DGH unit. Br J Psychiatry 1984;144:70-7. 101 101 The New Journal of Medicine 2014;31:102-105 Original article Effect of Serum 25(OH) vitamin D On Muscle Strength and Balance Over 65 Years of Age: A Cross Sectional Study (Serum 25(OH) vitamin D düzeyinin kas kuvveti ve denge üzerine etkisi: 65 yaş üzeri popülasyonda kesitsel bir çalışma) Özlem CEMEROĞLU 1, Emine Rabia KOÇ 2, Kevser GÖK 1, Pelin PİŞTAV 3, Haşim ÇAKIRBAY 1 1 Turgut Özal University Faculty of Medicine Department of Physical Medicine and Rehabilitation, ANKARA 2 Balıkesir University Faculty of Medicine Department of Neurology, BALIKESİR 3 Celal Bayar University PhD, MANİSA ÖZET Amaç: Vitamin D’nin kırığa karşı koruyucu etkisi yanında, kas kuvvetini arttırarak düşmeleri azaltabileceği de bilinmektedir. Kesitsel çalışmalarda düşük serum 25 hidroksi vitamin D [25 (OH) D] seviyesinin kas kuvvetinde azalma, denge bozukluğu ve düşme riskinde artışla ilişkisi gösterilmiştir. Bu çalışmada, yaşlı popülasyonda, serum 25 (OH) D konsantrasyonu ile elin kavrama kuvveti ve denge arasındaki ilişkinin araştırılması ve klinik pratikte kuvvetinin vitamin D eksikliğine bağlı gelişen kas kuvvetsizliği ve düşme riskinin anlaşılmasında el kavrama kuvvetinin kullanılıp kullanılamayacağını araştırmak üzere planlandı. Materyal ve Metot: Kesitsel olarak planlanan bu çalışmaya 65 yaş üstü, 53 katılımcı kabul edildi. Demografik özellikleri ve serum kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz (ALP), 25 OH D ve paratiroid hormon düzeylerini kapsayan laboratuar sonuçları değerlendirildi. Elin kavrama kuvveti, el dinamometresi ile, denge ise Berg Denge Skalası ile değerlendirildi. Bulgular: 25 (OH) D düzeylerine göre 20 ng/mL‘nin altında ve üstünde olarak iki gruba ayrılan katılımcıların el kavrama kuvvetleri ve Berg denge skalasının total skorları karşılaştırıldı. Berg denge skalası total skoru, 25 (OH) D düzeyi 20 ng/mL altında olan grupta diğer gruba göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olarak saptandı (r:0,627, p=0,000). Ayrıca, 25 (OH) D düzeyi 20 ng/mL’nin üstünde olan hastaların kavrama kuvvetleri daha yüksek bulundu (p=0,023 and p=0,037, sırası ile dominant ve non-dominant eller için). Sonuçlar: Bu çalışma Vitamin D’nin kas kuvveti, fonksiyonu ve denge üzerine önemli etkileri olduğunu desteklemektedir. Geriatri popülasyonunda vitamin D eksikliğinin tedavisi kas kuvveti ve dengeyi düzelterek düşmelere de engel olacaktır. ABSTRACT Background: Vitamin D has protective effect on fractures and improves muscle strength. Cross sectional studies have shown that low serum concentration of 25 hydroxy vitamin D[25 (OH) D] is related to decreased muscle strength, balance disorders and increased risk of falls. The purpose of this study was to assess the correlation between serum 25 (OH) D concentrations, grip strength and balance in older population to determine if grip strength could be used in clinical practice to estimate the risk of falls and muscle weakness secondary to vitamin D insufficiency. Materials and Methods: Fifty three participants over 65 years of age were enrolled. Demographics and laboratory results including serum calcium, phosphorous, alkaline phosphatase, 25 (OH) vitamin D and parathyroid hormone concentrations were assessed. Hand grip strength was measured by a hand dynamometer. Berg balance scale was used for the assessment of balance. Results: Grip strength and total score of Berg balance scale of participants with 25 (OH) vitamin D levels <20 ng/mL versus ≥20ng/mL were compared. Berg balance scale scores of patients with 25 (OH) D<20 ng/mL were higher than the other group (r:0.627, p=0.000). Participants with 25 (OH) D vitamin level of ≥20 ng/mL had higher grip strength compared to the other group (p=0.023 and p=0.037 for dominant and non-dominant hand respectively). Conclusions: Vitamin D is essential for muscle strength and balance and therefore treatment of vitamin D deficiency reduce the incidence of falls in older population by improving muscle strength and balance. Key Words: Vitamin D; geriatrics; Berg balance; muscle strength Anahtar Kelimeler: Vitamin D; geriatri; Berg denge; kas kuvveti INTRODUCTION Vitamin D, in addition to its well known protective effect on fracture, may also improve muscle strength Correspondence: Ozlem CEMEROGLU, M.D. Turgut Özal University Faculty of Medicine Department of Physical Medicine and Rehabilitation, Ankara e-mail: [email protected] Arrival date : 24.12.2013 Acceptance date : 10.01.2014 102 102 therefore reduce falls1. Many randomized controlled studies show that vitamin D supplementation decreases incidence of falls in older people. In a randomized controlled study, 800 IU/day vitamin D supplementation with 1200 mg/day calcium intake in older women had 4-11% improvement in musculoskeletal function compared to the ones taking same amount of calcium alone2. The New Journal of Medicine 2014;31:102-105 O. Cemeroglu et al. Vitamin D synthesis decreases in the older people. The prevalence of vitamin D insufficiency in people aged 65 years or older is estimated to be as high as 50%3. Serum 25 hydroxy vitamin D [25 (OH) D], a known indicator of nutritional vitamin D status, decreases with age4. Vitamin D insufficiency in older people is partly due to low sun light exposure and decreased ability of the aged skin to synthesize vitamin D3 in response to ultraviolet light5. Low serum vitamin D concentration impairs muscle metabolism and muscle function. Longterm vitamin D deficiency results in severe muscle weakness6. Cross sectional studies have shown that low serum concentration of 25(OH) vitamin D is related to lower muscle strength and increased incidence of balance disorders and therefore increases the risk of falls. Longitudinal Aging Study Amsterdam has shown that, low serum 25(OH) vitamin D concentration and high serum PTH concentration were associated with loss of muscle strength and muscle mass during a 3 years of follow-up period7. In another study, a better lower extremity function was detected in patients with higher 25 (OH) D levels with a threshold value of 40 nmol/L8. The purpose of this study was to determine the association between 25 (OH) vitamin D concentrations, grip strength and balance in the older population. If a correlation is proven to exist between these parameters, grip strength as an easy measurement of muscle strength can be routinely used in clinical practice to estimate the risk of falls secondary to vitamin D insufficiency induced muscle weakness. MATERIALS and METHODS The study was approved by the institutional ethical committee of the University Hospital. In this cross-sectional study, 53 participants over 65 years of age referred to physical medicine and rehabilitation and neurology outpatient clinics were enrolled. Participation to the study was offered to all patients aged 65 years or older. Exclusion criteria included patients with previous cerebrovascular accidents, carpal tunnel syndromee, peripheral polyneuropathy, severe vitamin B12 (Vit B12) deficiency, severe osteoarthritis of the hand, knee or hip and severe spondylosis of cervical vertebra. After gathering demographic data and past medical history, patients underwent baseline clinical examination. Grip strength was used as an indicator of muscle strength since it has been shown to correlate with both lower extremity and upper extremity strength in older people9. Hand grip strength (in kilograms) was measured three times for each hand using a digital hand dynamometer (JAMAR®) and the average value was noted. Venous blood samples were obtained from the participants and serum calcium (Ca), phosphorous (P), alkaline phosphatase (ALP), 25 (OH) vitamin D and parathyroid hormone (PTH) concentrations were measured. Berg Balance Scale was used for evaluation of the postural control. Berg Balance Scale was translated to Turkish and has been studied for validity and reliability for Turkish population.10 Berg Balance Scale includes 14 items to assess static sitting balance and standing balance, as well as balance during activities commonly performed in routine daily activities including, transfers, turning and retrieving objects from the floor. Serum level of 25 (OH) D below 20 ng/mL has been accepted as the threshold value that inhibits secondary hyperparathyroidism and prevents bone resorption11. Therefore 20 ng/mL was accepted as the threshold value for 25(OH) vitamin D level in this study. Based on this, participants were divided into two groups according to their serum 25 (OH) D levels for statistical analysis: patients with 25 (OH) D levels <20 ng/mL and patients with 25 (OH) D levels ≥20 ng/mL. The data was analyzed using “SPSS for Windows 18.0” program. Kolmogrov test was used to determine the distribution of continuous and intermittent variables. The data for serum Ca, P, Vit B12, 25 (OH) D, ALP, PTH levels and grip strength of dominant and non-dominant hand and the total score of Berg balance scale showed normal distribution, therefore these variables were assessed with parametric tests. Independent sample test was used to assess the significance of the difference between the clinical parameters among the groups. Pearson correlation test was used to determine the correlation between the groups. For all the statistical methods used in the study, p value of <0.05 was accepted as statistically significant at 95% confidence interval. RESULTS Among the 53 participants, 38 (71.1%) were female and 15 (28.3%) were male. Demographic properties, clinical assessment and laboratory values are shown in Table 1. Only 3 patients had clinically insignificant osteoarthritis which did not interfere with the performance of Berg balance test. Out of 53 participants, 37 (69.8%) had 25(OH) D concentration <20 ng/mL. Among all 53 participants, no correlation was found between serum 25 (OH) D and the grip strength of 103 103 The New Journal of Medicine 2014;31:102-105 O. Cemeroglu et al. dominant (r:-0.100 p=0.478) and non-dominant (r:-0.140 p=0.316) hand. The correlation between the total score of Berg Balance test and 25 (OH) D levels was not strong or stronger than typical (r: 0.627, p=0.000). There was a much stronger than typical correlation between the grip strength of dominant and non-dominant hands (r:0.972, p=0.000). When the correlation between 25 (OH) D and the subscales of Berg balance scale were tested there was a medium or typical strong/ stronger than typical correlation (p= 0.000). Table 1. Demographic Properties, Clinical and Laboratory Findings of the Participants (N:53) Parameters Age (years) Weight (kg) Height (cm) BMI (kg/m2) Serum Ca (mg/dL) Serum P (mg/dL) Serum Vit B12 (pg/mL) Serum 25 (OH) D (ng/mL) ALP (U/L) PTH (pg/mL) Grip strength of dominant hand (kg) Grip strength of non -dominant hand (kg) BERG balance test total score Mean SD 72.43±7.27 71.4±13.35 158.79±8.74 28.22±4.64 9.45±0.48 3.65±0.59 464.71±218.14 Range 65-93 43-106 143-180 21-39 8.50-10.80 2.58-4.71 220-1135 16.02±11.29 4.1-63.8 78.56±24.16 77.35±37.37 37.2-144.2 17-209 20.04±7.47 10-40 17.93±7.06 10-38 40.66±8.22 27-53 Patients with 25 (OH) vitamin D levels below and ≥ 20 ng/mL were compared with respect to the grip strength and total score of Berg balance scale. Patients with 25 (OH) vitamin D levels ≥20 ng/mL had stronger grip strengths in both hands compared with those of patients with 25 (OH) vitamin D levels below 20 ng/mL and the difference between these two groups were statistically significant (p=0.023 and p=0.037 respectively for dominant and non-dominant hand). When total scores of Berg Balance scale of two group of participants were compared, average scores of patients with 25 (OH) D <20 ng/mL were higher than the average scores of patients with 25 (OH) D ≥ 20 ng/mL and this difference was statistically significant (p=0.000) (Table 2). DISCUSSION Plasma 25 (OH) vitamin D measurements are at present considered to be the best method for describing nutritional vitamin D status in various risk groups, including older population. Several cross-sectional studies were done to determine a threshold in different populations based on an increased risk of secondary hyperparathyroidism, high bone turnover or low bone mineral density (BMD). For maximum calcium absorption and optimum calcium metabolism, serum 25 (OH) vitamin D level should be above 30 ng/mL. Serum level of 25 (OH) D below 20 ng/mL has been accepted as the threshold value that inhibits secondary hyperparathyroidism and prevents bone resorption11. Therefore 20 ng/mL was accepted as the threshold value of 25(OH) vitamin D in this study. The prevalence of vitamin D insufficiency in people aged 65 years or older is estimated to be as high as 50%3. Vitamin D deficiency in older people is believed to be due to low sun light exposure and decreased ability of the aged skin to synthesize vitamin D3 in response to ultraviolet light5. In our study, 69.8% of the participants had serum 25(OH) vitamin D concentration <20 ng/mL. This study was carried out during winter months in a city with cold climate causing minimal sun exposure at the time of the study, which may have contributed to the higher incidence vitamin D insufficiency in this age group. A limitation of our study was the sample size being small. However, the study was done in a University Hospital located in a metropolitan area with patients from different socioeconomic status. Therefore we believe that the sample in this study is composed of a heterogeneous group of participants and therefore is a good representation of the general population. The role of vitamin D in the maintenance of bone health is well documented in various populations12,13. In addition to maintaining bone health, the effect of vitamin D on muscle strength has been subject to many studies. Clinically, vitamin D deficiency may cause muscle weakness and impaired physical function. Table 2. The Difference Between total Berg Scale Scores and Grip Strength of the Participants with 25 (OH) vitamin D levels 25 (OH) D concentration N <20 ng/mL 37 ≥20 ng/mL 16 104 104 Grip strength (Dominant hand, kg) MeanSD p 17.06±4.92 0.023 21.32±8.05 Grip strength (Nondominant hand, kg) MeanSD p 15.38±4.56 0.037 19.04±7.69 Total score of BERG scale MeanSD 36.43±5.90 50.44±2.06 p 0.000 The New Journal of Medicine 2014;31:102-105 O. Cemeroglu et al. The association between muscle disease and low vitamin D level seems to be strong and symptoms related to poor muscle strength have been reported to respond well to vitamin D replacement. 1, 25(OH)2 vitamin D receptors have been identified in skeletal muscle tissue. The quadriceps and grip strength differ in relation to genetic variations in the VDR polymorphisms14. In a population-based cohort of Swedish older women, low 25 (OH) D levels correlated with poor balance, low gait speed and low physical activity and increased risk of fracture15. In our study, there was a positive correlation between serum 25 (OH) D level and muscle strength determined by the hand grip strength. Furthermore, the participants with lower serum levels of 25 (OH) D had poor balance. Consistent with the results of this study, a former study analyzing the relation between vitamin D status and muscle function in a group of healthy women aged over 65 years showed that serum 25 (OH) D levels ≥20 ng/ml are needed for a better muscle function and strength16. In that study, no difference in performance on the balance test were observed between groups which was concluded to be due to the age related degenerative changes in sensorial systems maintaining balance and posture rather than low serum 25 (OH) D level. For this reason, in our study we excluded the participants that have degenerative and neurologic diseases that would affect balance to avoid the bias of the study mentioned above. CONCLUSIONS In conclusion, in this small population of patients over 65 years of age, a large percentage of participants had nutritional vitamin D deficiency. Hand grip strength as an easy measurement of muscle strength and Berg balance scale for assessment of balance could be routinely used in clinical practice to estimate the risk of falls in older population. The results of our study revealed that serum 25 (OH) D levels correlate with muscle strength and balance. Vitamin D deficiency must be treated to improve muscle strength and balance to reduce falls and fall-related complications in older population. Preventive measures for vitamin D insufficiency should also be considered especially in older population including routine prescription of vitamin D3 supplements similar to the recommendations for other vulnerable populations such as exclusively breast-fed newborns and infants. Conflict of interest statement: None declared. REFERENCES 1. Dawson-Hughes B, Harris SS, Krall EA, Dallal GE. Effect of calcium and vitamin D supplementation on bone density in men and women 65 years of age or older. N Engl J Med 1997;337:670-6. 2. Bischoff HA, Stähelin HB, Dick W, et al. Effects of vitamin D and calcium supplementation on falls: a randomized controlled trial. J Bone Miner Res 2003;18:343-51. 3. Nashimoto M, Nakamura K, Matsuyama S, Hatakeyama M, Yamamoto M. Hypovitaminosis D and hyperparathyroidism in physically inactive elderly Japanese living in nursing homes: relationship with age, sunlight exposure and activities of daily living. Aging Clin Exp Res 2002;14:5-12. 4. Kazutoshi N, Nishiwaki T, Ueno K, Yamamato M. Age related decrease in serum 25-hydroxyvitamin D concentrations in the frail elderly: a longitudinal study. J Bone Miner Metab 2007;25:232-6. 5. MacLaughlin J, Holick MF. Aging decreases the capacity of human skin to produce vitamin D3. J Clin Invest 1985;76:1536-8. 6. Prabahala A, Garg R, Dandona P. Severe myopathy associated with vitamin D deficiency in western New York. Arch Intern Med 2000;160: 1199–203. 7. Visser M, Deeg DJ, Lips P: Longitudinal Aging Study Amsterdam. Low vitamin D and high parathyroid hormone levels as determinants of loss of muscle strength and muscle mass (sarcopenia): the Longitudinal Aging Study Amsterdam. J Clin Endocrinol Metab 2003;88:5766-72. 8. Bischoff-Ferrari HA, Dietrich T, Orav EJ, et al. Higher 25-hydroxyvitamin D concentrations are associated with better lower-extremity function in both active and inactive persons aged >or=60 y. Am J Clin Nutr 2004;80: 752-8. 9. Diamond T, Wong YK, Golombick T. Effect of oral cholecalciferol 2,000 versus 5,000 IU on serum vitamin D, PTH, bone and muscle strength in patients with vitamin D deficiency. Osteoporos Int 2013;24:1101-5. 10. Sahin F, Yilmaz F, Ozmaden A, Kotevolu N, Sahin T, Kuran B. Reliability and validity of the Turkish version of the Berg Balance Scale. J Geriatr Phys Ther 2008;31:32-7. 11. Binkley N, Ramamurthy R, Krueger D. Low vitamin D status: definition, prevalence, consequences, and correction. Endocrinol Metab Clin North Am 2010;39:287-301. 12. Lips P, Duong T, Oleksik A, et al. A global study of vitamin D status and parathyroid function in postmenopausal women with osteoporosis: baseline data from the multiple outcomes of raloxifene evaluation clinical trial. J Clin Endocrinol Metab 2001;86:1212–21. 13. Lamberg-Allardt CJ, Outila TA, Kärkkainen MU, Rita HJ, Valsta LM. Vitamin D deficiency and bone health in healthy adults in Finland: could this be a concern in other parts of Europe? J Bone Miner Res 2001;16:2066-73. 14. Geusens P, Vandevyver C, Vanhoof J, Cassiman JJ, Boonen S, Raus J. Quadriceps and grip strength are related to vitamin D receptor genotype in elderly non-obese women. J Bone Miner Res 1997;12:2082–8. 15. Gerdhem P, Ringsberg KA, Obrant KJ. Akesson K. Association between 25-hydroxy vitamin D levels, physical activity, muscle strength and fractures in the prospective population-based OPRA Study of Elderly Women. Osteoporos Int 2005;16:1425–31. 16. Mastaglia SR, Seijo M, Muzio D, Somoza J, Nuñez M, Oliveri B. Effect of vitamin D nutritional status on muscle function and strength in healthy women aged over sixty-five years. J Nutr Health Aging 2011;15:349-54 105 105 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:106-108 Orijinal makale Romatoid Artrit Hastalık Aktivitesinde Tartışmalı Belirteç: Ortalama Platelet Hacmi (Mean platelet volume: A controversial marker of disease activity in rheumatoid arthritis) İbrahim TEKEOĞLU 1, İhsan Hakkı ÇİFTÇİ 2, Gönül GÜROL 3, Halil HARMAN 1, Engin KARAKEÇE 1 Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Romatoloji Bilim Dalı, SAKARYA 2 Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, SAKARYA 3 Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, SAKARYA ÖZET Amaç: Çalışmamızda amacımız Romatoid Artrit (RA) hastalarında hastalık aktivitesi ve inflamatuar belirteçler ile ortalama platelet hacmi (MPV) değerlerinin ilişkisini araştırmaktır Materyal ve Metot: Çalışmaya ilimiz Tıp Fakültesi Hastanesi Romatoloji polikliniğinde takipli 86 kayıtlı RA hastası retrospektif olarak alındı. RA hastalık aktivitesini değerlendirmek için DAS 28 skorları hesaplandı. Klinik sorgulamada hastaların şikayetlerinin başlama süreleri, tanı süreleri, tanıda gecikme süreleri, klinik remisyon varlığı, kullandığı DMARD sayıları, aile öyküsü varlığı not edildi. Laboratuar değerlendirmesi olarak lökosit ve platelet sayısı, MPV, eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), C reaktif protein (CRP) değerleri kayıt edildi. Parametreler arası ilişki Pearson korelasyon testi kullanılarak SPSS 20.0‘da hesaplandı. P değeri <0,05 anlamlılık düzeyi olarak belirlendi. Bulgular: Hastaların ortalama DAS 28 skorları 3,14± 0,57 idi. DAS 28 skorları ile ESH ve CRP arasında istatistiksel olarak orta derecede anlamlı pozitif korelasyon bulundu (sırasıyla p:0.000, r:0.603; p:0.000, r:0.640). DAS 28 skorları ile platelet sayısı arasında istatistiksel olarak zayıf derecede fakat anlamlı pozitif korelasyon bulundu (p:0.000, r:0.403). DAS 28 skorları ile MPV değerleri arasında ise istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p:0.383 r:-0.098). Sonuçlar: RA’da hastalık aktivitesi ile MPV değerleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Yüksek hastalık aktivitesi olan RA hastalarında MPV değerlendirmesinin incelenmesi önemli araştırma konularından biri olabilir. Anahtar Kelimeler: Romatoid artrit; ortalama platelet hacmi; inflamasyon GİRİŞ Romatoid artrit (RA) bütün dünyada genel nüfusun %0,5-1’ini etkileyen, en sık rastlanan inflamatuar artrittir. RA’da hem T hücre bağımlı hem de bağımsız süreçler inflamasyonun başlamasına ve devamına katkıda bulunabilirler1. RA’da sinovyum immün hücreler tarafından inflame olur ve kan damarları dilate olur, patolojik mikrodamarlar ortaya Yazışma adresi: Dr. İbrahim TEKEOĞLU Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı, Sakarya e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 19.12.2013 Yayına kabul tarihi : 11.02.2014 106 106 2 ABSTRACT Background: The aim of the study was to investigate the correlation between mean platelet volume (MPV) and inflammatory markers in rheumatoid arthritis (RA). Material and Methods: The study was designed in the Sakarya University Faculty of Medicine Department of Rheumatology. Eighty-six patients with RA were enrolled retrospectively into the study. We evaluated DAS 28 for disease activity. The following clinical data were recorded (the time elapsed first clinical symptoms, the time passed after diagnosis, presence of regular medication, presence of clinical remission). Laboratory assessments included complete blood cell count, erythrocyte sedimentation rate (ESR), C-reactive protein (CRP) and MPV. Variables were correlated with Pearson correlation test using SPSS 20.0. p value <0.05 was considered to indicate a significant difference. Results: Mean DAS 28 scores of the patients was 3.14±0.57. There was a moderately positive correlation between DAS 28 scores and ESR, CRP (respectively, p:0.000, r:0.603; p:0.000, r:0.640). There was a weakly positive correlation between DAS 28 scores and platelet counts (p:0.000, r:0.403). But we did not find any correlation between DAS 28 scores and MPV values (p<0.05, r:-0.098). Discussions: MPV did not correlate with disease activity in RA. MPV assessment can be one of the important research topics to be investigated with high disease activity in RA patients. Key Words: Rheumatoid arthritis; mean platelet volume; inflammation çıkar. Hastalığın ilerlemesinde hem kazanılmış hem de doğal bağışıklık rol oynar. Hastalığın ortaya çıkmasında ve alevlenmelerinde lenfositlerin, nötrofil ve mast hücreleri gibi doğal bağışıklık sistemi hücrelerinin patogenezde rol oynadığına dair birçok verinin olduğu öngörülmesine rağmen, plateletlerin fonksiyonlarına yönelik çok az çalışma bulunmaktadır. Bazı çalışmalarda RA’lı sinovyal sıvıda platelet ilişkili mikropartiküllerin bulunması inflamasyondaki plateletlerin rolüne dikkat çekmektedir2,3. Sinoviyal sıvının yanında aktif RA’lı hastalarda periferik kanda da trombositozun inflamasyona eşlik ettiği bilinen bir gerçektir4. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:106-108 İ.Tekelioğlu ve ark. Çalışmamızda RA’lı hastalardaki inflamasyonda, platelet indeksini ve ortalama platelet hacmi (Mean platelet volume=MPV) değerlerini incelemeyi amaçladık. MATERYAL VE METOT Çalışmaya Şubat 2012-Eylül 2013 yılları arasında ilimiz Tıp Fakültesi Hastanesi Romatoloji polikliniğinde takipli 86 kayıtlı RA hastası retrospektif olarak alındı. Retrospektif incelemede RA için ACR/EULAR 2010 sınıflandırma kriterlerini karşılayan hastalar çalışmaya dahil edildi. Bu kriterlerde eklem tutulum sayısı, serolojik değerlendirmeler, akut faz reaktanları ve semptom süreleri dikkate alınmaktadır5. Dışlama kriterleri içinde MPV değerlendirmesini etkileyecek hematolojik, kardiyovasküler, metabolik hastalıklar vardı. Çalışmamızda RA hastalık aktivitesini değerlendirmek adına 28 eklem için şiş ve hassas eklem sayısını, ESH veya CRP ve hastanın vizüel analog skalasını (VAS) değerlendiren bir yöntem olan “DAS 28 CRP” skorlaması verileri kullanıldı 6. Hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksleri ve sigara alışkanlıkları kayıt edildi. Klinik sorgulamada hastaların şikayetlerinin başlama süreleri, tanı süreleri, tanıda gecikme süreleri, klinik remisyon varlığı, kullandığı DMARD sayıları, aile öyküsü varlığı not edildi. Laboratuvar değerlendirmeleri 86 hastanın bilgisayar kayıtlarından alındı. Laboratuvar değerlendirmesi olarak lökosit sayısı (WBC), platelet sayısı, MPV, ESH, CRP kayıt edildi. Rutin tetkikler için antekubital venden alınan 2 ml hasta kanı EDTA’lı steril standart tüplere konulmaktadır. MPV ve platelet ölçümünü etkilememek için önerilere uygun olarak oda ısısında bekletilmektedir. MPV’nin referans değerleri 7.0–11.0 fentolitre (fl) arasındadır. Veriler Statistical Package for Social Sciences version 20.0 (SPSS for Windows 20.0) kullanılarak yapıldı. Tanımlayıcı istatistik olarak verilerin ortalama ve standart sapmaları hesaplandı. MPV ve diğer laboratuar ve klinik datalar arasında ilişkiyi hesaplamada Pearson korelasyon analizi yapıldı. P değerleri <0,05 olduğunda istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR Hastaların sosyodemografik verileri ve klinik özellikleri analiz edilerek Tablo 1’de özetlendi. Hastaların ortalama DAS 28 skorları 3,4±0,7 idi. DAS 28 skorlarına göre hastalar sınıflandırıldığında 17%’si (n=15) remisyonda (DAS 28 skoru <2,6), 39%’u (n=34) düşük hastalık aktivitesinde (DAS 28 skoru: 2,6-3,2), 42%’si (n=36) orta derecede hastalık aktivitesinde (DAS 28 skoru: 3,2-5,1), 1%’inde (n=1) yüksek derecede hastalık aktivitesindeydi (DAS 28 skoru >5,1). Tablo 1. RA'lı Hastaların (n=86) Klinik Özellikleri Yaş, ort ± SD [IQR], yıl Cinsiyet, kadın, % VKİ, ort ± SD [IQR], kg/cm² Şikayetlerin başlama süresi, ort ± SD [IQR], ay Tanı süresi, ort ±SD[IQR], ay Tanı ve tedavide gecikme süresi, ort.±SD [IQR], ay 50,75±14,07 (52,5) 60 28,9±2,33 (28,7) 41,9±25,81 (39,0) 36,36±23,5 (33,50) 5,54±3,95 (4,50) *VKİ: Vücut kitle indeksi Hastaların kullandıkları DMARD sayısı ortalama ve standart sapması 2,17 ± 0,85 idi. DAS 28 skorları ile hastaların kullandıkları DMARD sayıları arasında istatistiksel olarak anlamlı zayıf düzeyde pozitif ilişki gösterildi (p:0,002, r:0,336). Çalışmada irdelenen hastaların laboratuvar sonuçları Tablo 2’de sunuldu. Tablo 2. RA'lı Hastaların (n=86) Laboratuvar Özellikleri Normal aralık Lökosit sayısı,μl Platelet, 10³/μl MPV, fl ESH, mm/saat CRP, mg/dl 4600-10200 150-400 7.0-11.0 0-20 0-5 Ortalama ve Standart Sapma (IQR) 7648±2808 (7150) 289±72 (292) 7,58±1,32 (7,45) 21,56±14,8 (21,12) 11,01±13,54 (7,78) * MPV: ortalama platelet hacmi, ESH: Eritrosit sedimantasyon hızı, CRP: C reaktif protein Şekil 1. DAS 28 skorları ile MPV arası ilişki DAS 28 skorları ile ESH ve CRP arasında istatistiksel olarak orta derecede anlamlı pozitif korelasyon bulundu (sırasıyla p: 0,000, r:0,603; p:0,000, r:0,640). DAS 28 skorları ile platelet sayısı arasında istatistiksel olarak zayıf derecede fakat anlamlı pozitif korelasyon bulundu (p:0,000, r:0,403). CRP değerleri ile platelet sayısı arasında zayıf derecede fakat anlamlı pozitif korelasyon bulundu (p:0,002, r:0,312). DAS 28 skorları ile MPV değerleri arasında ise istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p<0,05, r:-0,098). MPV değerlerinin hastalık aktivitesine göre dağılımı Şekil 1’de gösterildi. 107 107 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:106-108 İ.Tekelioğlu ve ark. TARTIŞMA İnflamatuar eklem hastalığı patogenezinde platelet fonksiyonları çoğu zaman göz ardı edilen konulardandır. Plateletler ve RA arasındaki doğrudan ilişki çok az sayıda çalışmada değerlendirilmiştir. Boiler ve ark. bir çalışmalarında plateletlerin inflamatuar artrit gelişiminde beklenmedik şekilde önemli rol oynadıklarını belirtmişlerdir 7. Platelet fonksiyonlarının RA patogenezindeki etkileri dışında, RA’da inflamatuar aktivitenin arttığı durumlarda trombositozun olması uzun süreden beri bilinen bir durumdur. Platelet sayısı, hastalık aktivitesinin değerlendirilmesinde ESH ve CRP gibi önemli parametrelerden biridir4. Nitekim bizde çalışmamızda, platelet sayısının hastalık aktivitesi ile doğru orantılı olduğunu gözlemledik. Ek olarak beklendiği gibi ESH ve CRP değerlerinin hastalık aktivitesi ile pozitif ilişkili olduğu belirledik. Çalışmamızın esas amaçlarından biri RA’da hastalık aktivitesi ile MPV ilişkisini araştırmaktı. Bu konuda yapılmış çalışmalara bakıldığında, MPV değerlerinin Ankilozan Spondilit (AS) ve RA hastalarında inflamasyon konusunda ek bilgiler sağladığı belirtilmiştir8. Kısacık ve ark. retrospektif bir çalışmada RA ve AS hastalık aktivitesi ile MPV arasında negatif korelasyonu araştırmışlardır. Bu çalışmaya 32 aktif RA hastası, 30 aktif AS hastası, 26 osteoartrit (OA) hastası ve 26 yaş ve cinsiyet eşleştirmeli sağlıklı kontrol grubu hastası alınmıştır. MPV değerleri, aktif olan AS ve RA hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha düşük bulunmuştur. MPV değerleri ise RA hastalarında OA hastalarına göre de daha düşük saptanmıştır. Bu çalışmada aktif RA hastalarında tedavi öncesi ve sonrası MPV değerlerine bakılmış ve MPV değerlerinin tedavi ile uyumlu olarak yükseldiği tespit edilmiştir8. Balbaloğlu ve ark. sinovitli diz OA’sı olan ve olmayan hastalarda yaptıkları bir çalışmada sinoviti olan hastalarda MPV değerlerini daha düşük bulmuşlardır. MPV değerlerinin OA’da da sinoviti olan vakalarda infla- masyonun bir belirteci olarak göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtmişlerdir 9. Gasparyan ve ark. RA ve ailesel akdeniz ateşi gibi yüksek derecede inflamatuar hastalıklarda tedaviyle MPV değerlerindeki düşüşün düzelebileceğini iddia etmişlerdir10. Bu çalışmalardan anlaşılacağı gibi, literatürde RA hastalarında hastalık aktivitesi ile MPV değerlerinde düşüş gözlenmesi çoğunlukta olan bir görüştür. Bu çalışmaların aksine Yazıcı ve ark. 2010 yılında yaptıkları bir çalışmada RA’da MPV değerleri ile, DAS 28 skorları ve hastalık aktivitesi arasında pozitif bir korelasyon bulmuşlardır. Gerek konvansiyonel ilaçlarla gerekse anti tümör nekroz Faktör (TNF) ajanlarla yapılan tedavide MPV değerlerinde düşme gözlemlemişlerdir11. Bizim çalışmamızda MPV değerleri ile DAS 28 skorları arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Yapılan diğer çalışmalara göre çalışmamızdaki hastaların %17’si klinik olarak remisyonda, %82’si ise düşük ya da orta hastalık aktivitesinde olup yüksek hastalık aktivitesine sahip olan hasta sayımız düşüktü. MPV değerlerinde anlamlı negatif korelasyon bulunamaması hasta populasyonumuzun daha az aktif olması ve MPV değerlerini etkileyebilecek olası enfeksiyöz nedenlerin dışlanmaması ile ilişkili olabilir. CRP ile MPV arasında korelasyonun olmaması, RA hastalarında farklı metabolik yolakların etkileşebileceğini akla getirmektedir. Sonuç olarak, çalışmamızda RA’da hastalık aktivitesi ile MPV değerleri arasında anlamlı bir ilişki bulamadık. Fakat MPV değerleri ve diğer platelet parametrelerinin RA’da ve diğer inflamatuar hastalıklarda araştırılması gerektiğini düşünmekteyiz. MPV ve hastalık aktivitesi arasındaki etkileşimin daha iyi açıklanabilmesi için platelet derivesi mikro partiküller gibi alt parametreler ortaya konabilir. Özellikle prospektif ve kontrollü, değişik hasta gruplarında yapılacak çalışmaların bu konuda değerli olabileceği kanısındayız. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Smeets TJ, Dolhain RJ, Breedveld FC, Tak PP. Analysis of the cellular infiltrates and expression of cytokines in synovial tissue from patients with rheumatoid arthritis and reactive arthritis. J Pathol 1998;186:75-81. 2. Knijff-Dutmer EA, Koerts J, Nieuwland R, Kalsbeek-Batenburg EM, van de Laar MA. Elevated levels of platelet microparticles are associated with disease activity in rheumatoid arthritis. Arthritis Rheum 2002;46:1498–503. 3. Choy EH, Panayi GS. Cytokine pathways and joint inflammation in rheumatoid arthritis. N Engl J Med 2001;344:907–16. 4. Dahlqvist SR, Nilsson TK, Norberg B. Thrombocytosis in active rheumatoid arthritis. Relation to other parameters of inflammatory activity and confounding effect of automated cell counting. Clin Rheumatol 1988;7: 335-41. 5. Aletaha D, Neogi T, Silman AJ, et al. 2010 Rheumatoid arthritis classification criteria: an American College of Rheumatology/European League Against Rheumatism collaborative initiative. Arthritis Rheum 2010; 62:2569-81. 108 108 6. Kiely P, Walsh D, Williams R, Young A. Outcome in rheumatoid arthritis patients with continued conventional therapy for moderate disease activity-the early RA network (ERAN). Rheumatology (Oxford) 2011;50:926-31. 7. Boilard E, Blanco P, Nigrovic PA. Platelets: active players in the pathogenesis of arthritis and SLE. Nat Rev Rheumatol 2012;8:534-42. 8. Kisacik B, Tufan A, Kalyoncu U. Mean platelet volume (MPV) as an inflammatory marker in ankylosing spondylitis and rheumatoid arthritis. Joint Bone Spine 2008;75:291-4. 9. Balbaloglu O, Korkmaz M, Yolcu S, Karaaslan F, Beceren NG. Evaluation of mean platelet volume (MPV) levels in patients with synovitis associated with knee osteoarthritis. Platelets 2013 Mar 7. 10. Gasparyan AY, Ayvazyan L, Mikhailidis DP, Kitas GD. Mean platelet volume: a link between thrombosis and inflammation? Curr Pharm Des 2011;17:47-58. 11. Yazici S, Yazici M, Erer B, et al. The platelet indices in patients with rheumatoid arthritis: mean platelet volume reflects disease activity. Platelets 2010;21:122-5. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:109-113 Orijinal makale Endodontik Tedavi Görmüş Dişlerde Farklı Kanal Patı ve Doldurma Tekniğinin Vertikal Kök Kırığı Direnci Üzerine Etkisinin İncelenmesi (Effects of different root canal sealers and filling techniques on resistance to vertical root fracture in endodontically treated teeth) Dt. Ayşegül Tola YILDIRIM Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Endodonti Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Amaç: Bu çalışmanın amacı açılı tek kon veya lateral kompaksiyon teknikleri kullanılarak iki farklı kök kanal dolgu patının, Apexit ve AH Plus’ın, vertikal kök kırığı üzerine etkilerinin in vitro incelenmesidir. Materyal ve Metot: 60 adet, çekilmiş tek kanallı insan premolar dişi seçilmiştir. Mine-sement birleşim bölgesinden kronlar uzaklaştırılmış ve kök uzunlukları 13 mm olacak şekilde ayarlanmıştır. Bukkolingual ve meziodistal çaplar ölçülmüş ve dişler rastgele olarak 6 gruba ayrılmıştır. Kontrol 1’de instrumantasyon ve kanal dolgusu yapılmamıştır. Diğer kökler nikel-titanyum ProTaper rotary aletler ile çalışma boyunda F3 boyutuna kadar kemomekanik olarak hazırlanmıştır. Kontrol 2 doldurulmadan bırakılmıştır. Grup 1 ve 2 sırasıyla uygun açıda tek kon ve lateral kondenzasyon tekniği ile Apexit kullanılarak doldurulmuştur. Grup 3 ve 4’te Apeksit yerine AH Plus kullanılmıştır. Tüm kökler 9 mm’lik koronal kısımları dışarıda kalacak şekilde vertikal olarak otopolimerize akrilik rezin bloklar içerisine gömülmüştür. Ardından, köklere vertikal yönde kuvvet (1 mm/dk) uygulanmıştır. Fraktür oluşması için gerekli olan kuvvet değeri Newton cinsinden kaydedilmiştir. Veriler KruskalWallis ve Conover çoklu karşılaştırma testleri ile analiz edilmiştir (p=0,05). Bulgular: Kontrol 1 ve Kontrol 2, deney gruplarından anlamlı olarak farklılık göstermiştir. AH Plus ile doldurulan köklerin fraktür dirençleri Apexit kullanılarak doldurulanlardan önemli derecede daha yüksekti (p<0,05). Tek kon ve lateral kompaksiyon tekniği arasında istatistiksel olarak fark bulunamamıştır (p>0,05). Sonuçlar: Endodontik işlemler sırasında yapılan instrumantasyon ve irrigasyon diş yapısında zayıflamaya neden olur. Rezin içerikli patlarla yapılan kanal dolgusu kırılmaya karşı kök direncini artırmaktadır. Anahtar Kelimeler: AH Plus; lateral kompaksiyon tekniği; tek kon tekniği; Apexit; kırılma direnci GİRİŞ Vertikal kök kırığı longitudinal düzlemde oluşan ve genellikle kökün iç duvarından başlayarak kök Yazışma adresi: Dr. Ayşegül Tola YILDIRIM Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fak. Endodonti Anabilim Dalı, ANKARA e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 22.01.2014 Yayına kabul tarihi : 04.03.2014 ASTRACT Background: The aim of this study was to evaluate in vitro influence of two different root canal sealer, Apexit and AH Plus, using either taper single cone or lateral condensation technique on resistance to vertical root fracture. Materials and Metods: Sixty extracted human single canal mandibular premolar teeth were selected. Crowns were sectioned at the cementoenamel junction and the length of the roots were adjusted to 13 mm. The buccolingual and mesiodistal diamaters were measured and the teeth were randomly divided into 6 groups. In control 1, no instrumentation or obturation was performed. The rest of the roots were chemomechanically prepared with nickel-titanium ProTaper rotary instruments up to size F3 at the working length. Control 2 was left unobturated. Groups 1 and 2 were obturated with Apexit used with the matched-taper single-cone and lateral condensation techniques, respectively. In groups 3 and 4, AH Plus was used instead of Apexit. All of the roots were mounted vertically in self-curing acrylic resin blocks that exposed 9 mm of the coronal part. Then, the roots were subjected to a vertical loading force (1 mm/min). The force required to produce a fracture was recorded in newtons. The data were analyzed by using Kruskal–Wallis and Conover multiple comparison tests (p=0.05). Results: Control 1 and Control 2 showed a significant difference in comparison with the test groups. Fracture strength of roots filled with AH Plus was significantly greater than those filled using Apexit (p<0.05). There were no significant differences between the groups single cone and lateral kondenzation technique (p>0.05). Conclusions: The instrumentation and irrigation steps of the root canals during endodontic treatment weaken the tooth structure. Root canal filling with resin-based sealers may increase the fracture resistance of the roots. Key Words: AH Plus, lateral condensation technique; matched-taper single-cone technique; Apexit; fracture resistance yüzeyine doğru ilerleyen kırıklardır. Kronda veya kök apeksinde başlayabilir veya bazı durumlarda kök boyunca bu iki nokta arasında oluşabilir1. Endodontik tedavi görmüş dişlerde oluşan vertikal kök kırığının prognozu oldukça kötüdür ve genellikle çekimle sonuçlanır2. Endodontik tedavi görmüş dişler doku kaybı, dentin dehidratasyonu 109 109 A. T. Yıldırım ve doldurma sırasında uygulanan aşırı kuvvetler nedeniyle kök kırığına daha yatkın hale gelebilirler3. Kök kanal tedavisi yapılan dişlerde vertikal kök kırığı gelişme insidansının kök kanal tedavisi uygulanmamış dişlere oranla daha yüksek olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur4. Kök kanal dolgu maddeleri dişte meydana gelen kaybı mümkün olduğunca geri kazandırarak bu durumu avantaja çevirebilirler. Patların radiküler dentine bağlanma özelliklerinin artırılması, restore edilen dişi güçlendirerek daha yüksek kırılma direnci sağlayabilir. Böylece uzun dönemde başarılı bir endodontik tedavi sağlanmış olur5. Dental bir materyalin dişi güçlendirmesi için, materyalin dentine bağlanması gerekmektedir. Birçok çalışmada epoksi rezin içerikli patların dentine bağlanma kabiliyetinin iyi olduğu gösterilmiştir. AH plus epoksi rezin içerikli bir pat olup birçok çalışmada diğer dolgu patları ile karşılaştırmak üzere kullanılmıştır6-8. Kalsiyum hidroksit içerikli patlar ise biyolojik olarak iyi doku toleransı gösterirler. Ancak dentine bağlanma kuvvetleri rezin kadar iyi değildir9. Çalışmamızda epoksi rezin içerikli pat olan AH plus (Dentsply-Detrey, Konstanz, Germany) ve kalsiyum hidroksit içerikli pat olan Apexit (Ivoclar/ Vivadent, Schaan, Liechtentein) kullanılarak farklı tekniklerle kanal dolgusu yapılan dişlerde vertikal kök kırığına karşı kırılma dirençlerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. MATERYAL VE METOT Bu çalışmada kullanılmak üzere 60 adet yeni çekilmiş tek köke sahip alt çene premolar dişler seçilmiştir. Üzerlerindeki yumuşak doku artıkları temizlendikten sonra herhangi bir kırık, çatlak ya da yan kanal bulunma ihtimalini elemine etmek amacıyla bukko-lingual ve mezio-distal yönde radyograflar alınmıştır ve dişler stereo mikroskop altında incelenmiştir. Dişlerin kronları kök uzunlukları 13 mm olacak şekilde su soğutması altında elmas separe yardımıyla mine sement sınırından uzaklaştırılmıştır. Kesilen köklerin mine sement sınırından meziodistal, bukko-lingual yönde çapları ölçülerek benzer boyutlara sahip olanları kullanılmıştır. 10 adet kök kontrol 1 grubunu oluşturmak üzere hiçbir işlem uygulanmadan ayrılmıştır. Geriye kalan dişlerin kanal çalışma boyunu belirlemek amacıyla, 15 nolu K tipi (MANI, inc. Japan) eğe apikalden görünecek şekilde kanala yerleştirilmiştir ve 1 mm geri çekilerek çalışma boyu kaydedilmiştir. Kök kanal preparasyonu master apikal eğe (MAF) F3 olacak şekilde Ni-Ti döner aletler kullanılarak yapılmıştır (ProTaper, DentsplyMaillefer, Balligeus, Switzerland). Her eğe işleminden sonra 110 110 2 mL %2,5’lik NaCl solüsyonu ile kök kanal irrigasyonu yapıldı. Apikalde oluşabilecek tıkanmayı engellemek için preparasyon işlemi sırasında 15 nolu K eğe ile apikal açıklık kontrol edildi. Standart kanal girişi sağlamak için koronal 1 mm’lik kısım 5 numaralı gates-glidden frezi (MANI, inc. Japan) kullanılarak genişletilmiştir. Preparasyonu takiben smear tabakasını uzaklaştırmak için 5 mL %17’lik EDTA 1dk boyunca uygulanmış, son yıkama 10 mL salin solüsyonu ile yapılmıştır. Kanallar steril kağıt konilerle kurulandıktan sonra her bir grupta 10’ar diş olacak şekilde dişler rastgele 5 gruba ayrılmıştır. Kontrol 1: Kökte herhangi preparasyon ve dolgu işlemi yapılmadı. Kontrol 2: Preparasyon işlemi uygulandı ancak kök kanal dolgusu yapılmadı. Grup 1 (Apexit+F3 İle Tek Kon Tekniği): Bu grup .06 taperlı F3 güta perka kon (ProTaper, DentsplyMaillefer, Ballaigues, Switzerland) ve Apexit (Ivoclar Vivadent N.A.) kök kanal patı kullanılarak tek kon tekniği ile doldurulmuştur. Apikalde kullanılan son eğeye uygun F3 güta perka kon çalışma boyutunda kanal içerisine yerleştirilerek uyumu kontrol edilmiştir. Kon kanaldan çıkarıldıktan sonra Apexit kök kanal patı üretici firmanın önerisi doğrultusunda karıştırılmış ve lentülo yardımıyla apikalden taşmayacak şekilde kanallara gönderilmiştir. Kanala uyumlandırılmış güta perka kon kanal içerisine yerleştirilerek dolgu işlemi tamamlanmıştır. Grup 2 (Apexit+Lateral Kompaksiyon Tekniği): Bu grup .02 taperlı güta perka (Diadent, USA) konlar ve Apexit kök kanal patı kullanılarak soğuk lateral kompaksiyon tekniği ile doldurulmuştur. 30 numaralı .02 taperli ana güta perka konu çalışma boyunda işaretlenerek kanal içerisine uygunluğu kontrol edilmiştir. Ana kon kanal içerisinden çıkarıldıktan sonra uygun bir spreader seçilmiştir. Apexit kök kanal patı üretici firmanın önerisi doğrultusunda hazırlandıktan sonra lentülo yardımıyla apikalden taşmayacak şekilde kanallara gönderildi. Ana kon çalışma boyunda yerleştirilmiştir. Kanal dolgusu spreader yardımıyla yardımcı güta perkalara yer açılarak soğuk lateral kopmaksiyon tekniği ile tamamlanmıştır. Grup 3 (AH plus+F3 İle Tek kon Tekniği): Bu grup apikalde kullanılan son eğeyle uyumlu olan .06 taperli F3 güta perka kon (ProTaper, Dentsply, Maillefer, Ballaigues, Switzerland) ve AH plus kök kanal patı kullanılarak tek kon tekniği ile doldurulmuş, kanal dolgu işlemi Grup 1’de olduğu gibi yapılmıştır. Grup 4 (AH plus+Lateral Kompaksiyon Tekniği): Bu grup .02 taperlı guta perka (Diadent) konlar ve AH plus kök kanal patı kullanılarak A. T. Yıldırım soğuk lateral kompaksiyon tekniği ile doldurulmuştur. 30 numaralı güta perka kon çalışma boyunda işaretlenerek kanal içerisine yerleştirildi ve uyumu kontrol edilmiş, grup 2’de olduğu gibi kanal dolgu işlemleri uygulanmıştır. Kanal dolguları tamamlanan her bir gruptaki köklerin radyografisi alınarak kanal dolgu kalitesi kontrol edilmiştir. Dişlerin giriş kavitesindeki fazla konlar ısıtılmış bir el aleti yardımıyla uzaklaştırılmış ve bir plugger yardımıyla vertikal yönde sıkıştırılmıştır. Kök kanal ağızları geçici dolgu maddesi (B.M.C. Italy) ile kapatılmıştır. Tüm gruplardaki dişler kanal patlarının sertleşmesi amacı ile %100 nemli ortamda 37˚C de 1 hafta bekletildi. Bu süre sonunda dişler kırılma deneyinin uygulanması için hazırlanmıştır. Bu amaçla 30 mm boyunda ve 30 mm çapında plastik silindirler kullanılmıştır. Bunların içerisi soğuk akrilik rezin ile doldurulmuştur. Rezin üretici firma talimatlarına uygun şekilde karıştırıldıktan sonra dişler uzun aksına paralel, apikal 4 mm’lik kısımları akril içinde 9 mm’lik kısımları akril dışında olacak şekilde rezin içerisine gömülmüştür. Geçici dolgu maddeleri çelik rond frez yardımıyla uzaklaştırılmış, her akrilik blok universal test makinesına yerleştirilmiştir. Vertikal kuvvet uygulamak için 1,7 mm çapında yuvarlak uç kullanılmıştır. Vertikal kuvvet dişler kırılıncaya kadar 1 mm/dak. olacak şekilde uygulanmış elde edilen verilen Newton cinsinden kaydedilmiştir. Verilerin analizi SPSS for Windows 11,5 paket programında yapılmıştır. Gruplar arasında vertikal kırılma direnci yönünden farkın önemliliği Kruskal-Wallis testi ile değerlendirilmiştir. Kruskal-Wallis test istatistiği sonucunun önemli bulunması halinde farka neden olan durumları tespit etmek amacıyla Conover’in parametrik olmayan çoklu karşılaştırma testi kullanılmıştır. p<0,05 için sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. BULGULAR Kontrol ve deney gruplarına ait ortalamalar ve istatistiksel sonuçlar Tablo 1 ve Şekil 1’de gösterilmiştir. Hiçbir işlem yapılmamış kontrol 1 grubunda en yüksek ortalama kırılma direnci (294,74±89,6) gözlenirken en düşük değer genişletilmiş ancak kanal dolgusu yapılmamış olan kontrol 2 grubunda (99,8±5,3) gözlendi. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001). Apexit kanal patı ve farklı teknikle doldurulan Grup 1 ve Grup 2’de ortalama kırılma direnci değerleri arasında fark olsa da istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Yine AH Plus ile doldurulan gruplarda da (Grup 3 ve Grup 4) istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmemiştir. Ancak farklı patların kullanılması gruplar arasında vertikal kırılma direnci yönünden anlamlı farklılık oluşturmuştur. AH Plus ile doldurulan gruplarda Apexite göre daha yüksek ortalama kırılma direnci gözlenmiş ve istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmiştir. (P<0,05) Şekil 1. Gruplara Göre Kırılma Direnci Düzeyleri Kontrol grupları ile kanal dolgusu yapılan grupların ortalamaları arasındaki arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Yani kanal dolgusu köklerin vertikal kuvvetlere karşı direncini anlamlı olarak artırmıştır. Tablo 1. Gruplara Göre Kırılma Direnci Düzeyleri Gruplar Kontrol 1 Kontrol 2 Grup 1 Grup 2 Grup 3 Grup 4 p-değeri † Hiçbir işlem uygulanmamış Genişletilmiş fakat doldurulmamış Apexit+Tek Kon Tekniği (F3) Apexit + Lateral Kompaksiyon Tekniği AH Plus + Tek Kon Tekniği (F3) AH Plus+ Lateral Kompaksiyon Tekniği Kırılma direnci değerleri (N)±SS Median Değerler 294,7±89,6a 270,0 99,8±5,3 b 100,0 156,1±38,0c,d 151,5 148,6±37,0 c 151,3 191,3±24,5 e 193,8 192,2±49,3d,e 180,5 <0,001 †: Kruskal Wallis testi, aynı küçük harflerle gösterilen gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı (p>0,05). TARTIŞMA Kök kanal tedavisi sırasında enfekte pulpa ve dentinin mekanik instrumantasyonla uzaklaştırıl- 111 111 A. T. Yıldırım masını takiben kök kanalını temizlemek ve yeniden enfeksiyonu önlemek için bazı kimyasal maddelerle irrigasyon yapılmaktadır. Kök kanalında irrigasyon solüsyonlarının kullanılması dentinde dehidratasyon, dentinin elastisite modulu ve dayanıklılığında azalmaya neden olur. Kök kanalının preparasyonu ve irrigasyonu endodontik tedavi gören dişlerde zayıflamaya neden olmakta ve vertikal kök kırığı riskini artırmaktadır10. Endodontik tedavinin amacı; dişin ağızda fonksiyonel olarak kullanılmasının yanında uzun dönem prognozu açısından sızıntıya karşı iyi bir tıkama sağlamak ve kalan diş yapısının direncini artırmaktır11,12. İdeal kök kanal dolgusu için tüm kök kanal sistemini üç boyutlu olarak doldurmalıdır. Üç boyutlu bir tıkama sağlamak için güta perka konları ile beraber kök kanal dolgu patları kullanılmalıdır. Kök kanal patları sadece kök dentinin ve güta perkanın adezyonunu sağlamakla kalmaz aynı zamanda kök kanal duvarı ve güta perka konları arasındaki minör uyuşmazlıkları ve boşlukları da doldurur. Kök kanallarının güta perka ile doldurulması için birçok yöntem geliştirilmiş olmakla beraber klinik olarak en çok lateral kompaksiyon yöntemi kullanılmaktadır. Günümüzde eğe sistemlerinin geliştirilmesi ile daha çabuk ve daha kolay kanal preparasyonu sağlanmaktadır. Döner sistemde kullanılan kanal aletlerine uygun güta perka konların üretilmesi ile tek konla kanalın doldurulması daha popüler hale gelmiştir. Bu nedenle çalışmamızda hem lateral kompaksiyon hem de taperli guta perka ile tek kon tekniği kullanılmıştır. Çalışmamızda tüm deneysel gruplar için standardize edilmiş instrumantasyon ve irrigasyon protokolleri kullanılmıştır. Versluis ve ark. yaptıkları bir çalışma sonucunda13 kök kanal preparasyonu sonrasında daha yuvarlak kesitlerin elde edilmesi ile kanal doldurulması sırasında daha uniform bir stres dağılımı oluşturarak kırığa yatkınlığın azaldığını bildirmişlerdir. Mevcut çalışmamızda yuvarlak şekilli kanallar elde etmek için Pro Taper Ni-Ti rotary sistemi kullanılmıştır. Preparasyon sonrası smear tabakasının uzaklaştırılması için %17’lik EDTA kullanılmıştır. Smear tabakasının uzaklaştırılması, kök kanal patlarının kanal duvarlarına adaptasyonunu ve adhezyonunu artırarak daha etkili bir örtücülük sağlamaktadır14-16. Kırılma dayanıklılığını ölçmek için birçok çalışmada vertikal yönde kuvvet uygulanmıştır. Bizim çalışmamızda da kuvvetin daha uniform dağılması için kuvvetler vertikal yönde ve köklere paralel olarak uygulanmıştır. Çalışmamızın sonuçlarına göre kök kanalının genişletilmesiyle köklerin zayıfladığı ve kök kanal dolgusu ile kaybedilen direncin belli miktarda geri 112 112 kazanıldığı gözlenmiştir. Sonuçlarımıza göre, bu geri kazanımda kanal patının önemi daha ön plana çıkmaktadır. Rezin esaslı kanal patı olan AH Plus ile doldurulan köklerde kırılmaya karşı direnç kalsiyum hidroksit içerikli bir pat olan Apexit ile doldurulan köklere göre daha yüksek bulunmuştur. Kanal dolgusu sırasında kullanılan dolgu yöntemi bizim sonuçlarımıza göre anlamlı farklılık oluşturmamıştır. Çalışmamıza paralel olarak Ersev ve ark.17 yaptığı bir çalışmada, kökleri AH Plus ve Metaseal patları tek kon ve lateral kompaksiyon tekniği kullanarak doldurduktan sonra kırılma direnci açısından incelemişlerdir. Kanal dolgusunda AH Plus patının tek kon veya lateral kompaksiyon tekniği ile kullanılmasının kökte kırılma direnci açısından istatistiksel olarak anlamlı fark oluşturmadığını bildirmişlerdir. Ayrıca tek kon tekniğinde spreader kullanılmamasından dolayı köke uygulanan kuvvetlerin ekarte edildiğini söyleyen çalışmalar mevcuttur3,18. Apexit gibi kalsiyum hidroksit içerikli patlar biyolojik özellikleri yönünden tercih edilirler. Aynı zamanda bu pat iyi bir akıcılığa sahiptir, bu da patın kök kanal morfolojisine iyi bir şeklide uyumuna izin verir. Ayrıca örtücülük özelliğinin de iyi olduğu bildirilmiştir19. AH Plus patının yüksek akıcılık özelliği ve sertleşme süresinin uzun olması nedeniyle kanaldaki mikrodüzensiliklere daha iyi penetre olmaktadır. Patın molekülleri arasındaki kohezyon kuvveti patın dentin yüzeyinden uzaklaştırılması veya çıkarılmasına karşı direnci arttırır. AH Plus düşük eriyebilirlik, iyi adhezyon, antimikrobial etki ve iyi biyolojik özelliklere sahiptir20,21. Haragushiku ve ark.19 yaptıkları çalışmada endodontik patların kök dentinine adhezyon özelliklerini incelemişlerdir. Apexit ve AH plus kanal patlarını kullandıkları çalışmalarında, AH Plus’ın dentine bağlanma kuvvetinin Apexit ve diğer patlara göre oldukça yüksek olduğunu tespit etmişlerdir. Bunun nedenini patların molekülleri arasındaki kohezyona ve patın tübüller içerisindeki penetrasyonuna bağlamışlardır. Birçok çalışmada epoksi rezin içerikli patların kalsiyum hidroksit ve çinko oksit ojenol içerikli patlara oranla, dentin duvarlarına daha fazla adezyon ve dentin tübülleri içerisine daha derin penetrasyon gösterdiği ifade edilmiştir 7,8,22. Mevcut çalışmamızda epoksi rezin içerikli bir pat olan AH Plus’ın, Apexit patına göre daha yüksek kırılma direnci göstermiş olmasının nedeninin patların adezyon ve penetrasyon özellikleri ile ilgili olduğunu düşünmekteyiz. Literatür incelendiğinde, AH Plus kök kanal patlarının kırılma direnci üzerine olan güçlendirici etkilerini değerlendiren çalışmalar mevcuttur 7,23,24. A. T. Yıldırım Kazandağ ve ark. farklı kök kanalı dolgu sistemleri ile kök kanalı tedavisi yapılmış dişlerin kırılma dirençlerini inceledikleri çalışmalarında kırılmaya karşı en dirençli dişlerin güta-perka/AH Plus grubu olduğunu belirtmişlerdir24. Bu sonuçlar bizim çalışmamızın sonuçlarını desteklemektedir. dayanım direnci açısından istatistiksel olarak fark bulunamamıştır. Kullanılan patların kökte kırılma direncini etkilediği görülmüştür. AH plus patı ile doldurulan grupların Apexit ile doldurulan gruplara göre kökte kırılma direncini arttırdığı görülmüştür. SONUÇLAR Bu çalışmada kullanılan tek kon tekniği ve lateral kompaksiyon tekniği arasında kırılmaya Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Pitts DL, Natkin E. Diagnosis and treatment of vertical root fractures. Journal of Endodontics 1983;9:338-46. 2. Meister F, Lommel TJ, Gerstein H. Diagnosis and possible causes of vertical root fractures. Oral Surgery, Oral Medicine and Oral Pathology 1980;49:243-53. 3. Sornkul E, Stannard JG. Strength of roots before and after endodontic treatment and restoration. Journal of Endodontics 1992;18:440-3. 4. Bender IB, Freedland JB. Adult root fracture. Journal of the American Dental Association 1983;107:413-9. 5. Teixeira FB, Teixeira EN, Thompson JY, Trope M. Fracture resistance of roots endodontically treated with a new resin filling material. J Am Dent Assoc 2004;135:646–52. 6. Jainaen A, Palamara JE, Messer HH. Effect of dentinal tubules and resinbased endodontic sealers on fracture properties of root dentin. Dent Mater 2009;25:73–81. 7. Jainaen A, Palamara JE, Messer HH. The effect of resin based sealers on fracture properties of dentine. Int Endod J 2009;42:136-43. 8. Sousa-Neto MD, Silva Coelho FI, Marchesan MA, Alfredo E, Silva-Sousa YT. Ex vivo study of the adhesion of an epoxybased sealer to human dentine submitted to irradiation with Er:YAG and Nd:YAG lasers. Int Endod J 2005;38:866-70. 9. Saleh IM, Ruyter IE, Haapasalo MP, Orstavik D. Adhesion of endodontic sealers: scanning electron microscopy and energy dispersive spectroscopy. Journal of Endod 2003;29:595-601. 10. Belli S, Cobankara FK, Eraslan O, Eskitascioglu G, Karbhari V. The effect of fiber insertion on fracture resistance of endodontically treated molars with MOD cavity and reattached fractured lingual cusps. J Biomed Mater Res B Appl Biomater 2006;79:35-41. 11. Selden HS. Repair of incomplete vertical root fractures in endodontically treated teeth in vivo trials. Journal of endodontics 1996;22: 426-9. 12. Trope M, Ray H Jr. Resistance to fracture of endodontically treated roots. Oral surgery Oral Medicine Oral Pathology 1992;73:99-102. 13. Versluis A, Messer HH, Pintado MR. Changes in compaction stress distributions in roots resulting from canal preparation. Int Endod J 2006; 39:931-9. 14. Weiger R, Heuchert T, Hahn R, Lost C. Adhesion of a glass ionomer cement to human radicular dentine. Endod Dent Traumatol 1995;11:214-9. 15. White RR, Goldman M, Lin PS. The influence of the smeared layer upon dentinal tubule penetration by plastic filling materials. J Endod 1984;10: 558-62. 16. White RR, Goldman M, Lin PS. The influence of the smeared layer upon dentinal tubule penetration by endodontic filling materials. Part II. J Endod 1987;13:369-74. 17. Ersev H ,Yılmaz B ,Pehlivanoğlu E, Çalışkan E , Erişen Fr. Resistance to vertical root fracture of endodontically treated teeth with Metaseal, Journal of Endodontics 2012;38:653-6. 18. Holcomb JQ, Pitts DL, Nichols Jı. Further investigation of spreader loads required to cause vertical root fracture during lateral cendensation Journal of Endodontics 1987;13:277-84. 19. Haragushiku GA, Sousa-Neto MD, Silva-Sousa YT, Alfredo E, Silva SC, Silva RG. Adhesion of endodontic sealers to human root dentine submitted to different surface treatments. Photomedicine And Laser Surgery 2010; 28:405-10. 20. Kayaoğlu G, Erten H, Alaçam T, Orsavik D. Short-term antibacterial activity of root canal sealers towards Enterococuc faecalıs. Int Endodont J 2005;38,483-8. 21. Willershausen B. Marroquin B. Schafer D. Schulze R. Cytotoxicity or foot canal filling materials to three different human cell lines. J Endodont 2000;26:703-7. 22. Sousa-Neto MD, Marchesan MA, Pecora JD, Junior AB, Silva-Sousa YT, Saquy PC. Effect of Er:YAG laser on adhesion of root canal sealers. J Endod 2002;28:185-7. 23. Karapinar Kazandag M, Sunay H, Tanalp J, Bayirli G. Fracture resistance of roots using different canal filling systems. Int Endod J 2009; 42:705-10. 24. Hurmuzlu F, Serper A, Siso SH, Er K. In vitro fracture resistance of root-filled teeth using new-generation dentine bonding adhesives. Int Endod J 2003;36:770-3. 113 113 The New Journal of Medicine 2014;31:114-117 Original article Association of Bone Mineral Density and Vitamin D Levels in Postmenopausal Women in Ankara (Ankara'da yaşayan postmenopozal ev hanımlarında kemik mineral dansitesi ve D vitamini Arasındaki İlişkinin İncelenmesi) Rabia BALCI 1, Derya AKDENİZ 1, Ayşe ÇARLIOĞLU 2, Feridun KARAKURT 2, Aysel DERBENT 3, Yeter BAYRAM 1 1 3 Turgut Ozal University Faculty of Medicine Department of Internal Medicine, ANKARA 2 Turgut Ozal University Faculty of Medicine Department of Endocrinology, ANKARA Turgut Ozal University Faculty of Medicine Department of Obsterics and Gynecology, ANKARA ÖZET Amaç: D vitamini, kemik mineralizasyonu için gerekli olup, eksikliğinde osteoporoz, rikets, osteomalazi ve kemik kırıkları oluşabilmektedir. Postmenopozal kadınlarda, fizyolojik olarak hem östrojen hormonu düzeyinin azalması, hem de yaşa bağlı kemik mineral dansitesinde azalma olmaktadır. Postmenopozal kadınlarda kemik sağlığını etkileyebilecek faktörlerin birden fazla olması nedeniyle, D vitamini düzeyleri ve kemik sağlığı arasındaki ilişkinin belirlenebilmesi zordur. Bu nedenle araştırmamızda Ankara şehir merkezinde yaşayan, ev hanımı, menopoz sonrası kadınlarda D vitamini düzeyini ve D vitamininin kemik mineral dansitesi ile arasındaki ilişkiyi belirlemek istedik. Materyal ve Metot: 2012 yaz döneminde Ankara’da yaşayan, yaş ortalaması 59,7±9,2 olan, güneş ışığına yeterince maruz kalabilecek şekilde giyinen 223 postmenopozal kadın çalışmaya dahil edildi. Vitamin D, kalsiyum, parathormon, fosfor, kemik tara-ması ve genel laboratuar testleri değerlendirildi. Bulgular D vitamini ortalaması 27,4±21,3 ng/ml olarak saptandı. Osteopenik ve osteoporotik olan gruba göre kıyaslandığında normal kemik dansitometrisi olanlarda D vitamini düzeyleri daha yüksekti (p<0,05). Femur boyun dansitesi ve vertebra dansiteleri D vitamini düzeylerine göre kıyaslandığında anlamlı fark izlenmedi (p>0,05). Sonuçlar: Sağlıklı kemik mineralizasyonu için, postmenopozal kadınlar mutlaka D vitamini açısından kontrol edilmeli ve eksikliği durumunda gerekli takviye verilmelidir. Anahtar Kelimeler: D vitamini, kemik mineral yoğunluğu; menapoz; osteoporoz; femur boynu; vertebra INTRODUCTION Vitamin D is a hormone which plays an important role in bone metabolism. In humans, 90% of vitamin D is supplied by synthesis in the skin via ultraviolet sunlight; a small portion is obtained from food intake1. Multi-pigmented skin, inadequate exposure to sunlight, obesity, inadequate intake, Correspondence: Derya AKDENIZ, M.D. Turgut Ozal University Faculty of Medicine Department of Internal Medicine, Ankara e-mail: [email protected] Arrival date : 21.11.2013 Acceptance date : 04.12.2013 114 114 ABSTRACT Background: It is known that bone mineral density changes with sexual hormone levels and age in postmenopausal women. Introduction: The association between vitamin D levels and bone mineralization in postmenopausal women is not completely understood. Our study aimed to determine the levels of vitamin D in postmenopausal women and their association with bone mineral density. Material and Methods: In summer 2012, 223 postmenopausal housewives (mean age 59.7±9.2) living in Ankara and dressing in a manner such that they could be exposed to sufficient sunlight were included in the study. Vitamin D levels, bone density, serum calcium, phosphorus, magnesium, parathyroid hormone (iPTH), alkaline phosphatase, fasting glucose, lipid profile and thyroid function tests were performed and analysed. Systolic and diastolic blood pressure measurements, exercise, daily sunshine exposure, body mass index and duration of menopause were recorded and associations of these parameters to vitamin D were assessed. Results: The mean level of vitamin D of the cases was found to be 27.4±21.3 ng/ml. The vitamin D level was found to be higher in the group with normal bone densitometry compared to the osteopenic and osteoporotic groups (p<0.05). No difference was found between femur neck density and vertebral density in respect to vitamin D levels (p>0.05). Conclusions: To ensure bone mineralization, vitamin D levels of postmenopausal women must be analysed routinely and vitamin D must be supplemented. Key Words: Vitamin D; bone mineral density; menopause; osteoporosis; femur neck; vertebrae malabsorption and medication are known factors for vitamin D deficiency. Vitamin D deficiency causes osteomalasia in adults. In senile osteoporosis, decreased vitamin D causes secondary hyperparathyroidism and decreased osteoblast activity with age. After menopause, the sensitivity of bone to parathyroid hormone (PTH) is increased, so a greater amount of calcium is mobilized from bone tissue to circulation. Secondary to hypercalcemia, vitamin D production is decreased. Post-menopausal osteoporosis is The New Journal of Medicine 2014;31:114-117 R. Balci et al. characterized by decreased trabecular bone mass and vertebrae-radius fracture. It is known that replacement of vitamin D causes a significant reduction in fractures, but there is no consensus about the vitamin D level in postmenopausal women necessary to protect bone-mass density. Therefore, the objective of the current report was to study vitamin D levels and its association with bone mineral density in postmenopausal housewives. MATERIAL and METHODS The study was conducted between July and August 2011 at Turgut Ozal University Hospital, Ankara, Turkey. Two hundred and twenty-three postmenopausal women under the age of 75 (mean age 59.7±9.2) and living in the city centre were included in this study. Informed consent was obtained from each patient and the study protocol conformed to the ethical guidelines of the Declaration of Helsinki, as reflected in its prior approval by the institution’s human research committee. The local ethics committee also approved the study. Because some drugs may affect vitamin D values, patients using thyroid hormone preparations, diuretics, oral contraceptives and steroids were excluded. Women with a history of surgical menopause or of using alcohol were also excluded. Body mass index (BMI), diet, duration of menopause, age, medications, accompanying diseases and exercise habits of patients were evaluated. The BMI was calculated as weight in kg/height in meters squared, for all participants. Blood samples were collected from patients and a control group after an overnight fast. 25hydroxy-vitamin D3 (25-(OH) D3), PTH, calcium (Ca), phosphorus (P) and alkaline phosphatise (ALP) levels were studied. Patients were divided into four groups according to their vitamin D levels: 1) 25-(OH)D3 level below 10 ng/mL (n=36); 2) between 10-20 ng/mL (n=64); 3) between 20-30 ng/mL (n=52); and 4) vitamin D level above 30 ng/ mL (n=71). Age distribution was similar for all groups. 25-(OH)D3 vitamin levels were tested using an E-170 device using the electro chemilumiscence method (Roche Ltd, Germany). Ca, P and ALP levels were studied in the same serum samples using reactives (Integra 800 device, Roche, Germany). Intact PTH was tested using the electrochemiluminescence method with an Immulite 2000 device. Bone mineral densitometry measurements were performed from the neck of right femur and lumbar vertebrae using a Hologic QDR Explorer device and the X-ray absorptiometry method. All analyses were performed using the Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) for Windows, version 14.0 package of programs (SPSS Inc., Chicago, Illinois, USA). Data were presented as mean±SD unless otherwise noted. Differences between the groups were analysed using a Mann-Whitney U-test. The Kologomorov Smirnov test was used to calculate whether or not the distribution is normal. The relationships among the variables were analysed using Spearman’s correlation test. A p value of less than 0.05 was considered statistically significant. RESULTS A total of 223 postmenopausal women under the age 75 were included in the study. The mean age of the group was 59.7±9.2 years. Patients were divided into four groups according to vitamin D levels: 1) Apparent vitamin D deficiency, 25(OH)D3 level below 10 ng/mL; 2) Normal vitamin D deficiency, between 10–20 ng/ mL; 3) Mild vitamin D deficiency, between 20-30 ng/mL; 4) Normal vitamin D group, vitamin D level above 30 ng/mL. There was no significant relationship between age and vitamin D levels (p›0.05). Vitamin D levels were higher in patients with normal bone mineral density compared to osteopenic and osteoporotic groups (p‹0.05). Also, vitamin D levels were higher in the osteopenic group than in the osteoporotic group, but the difference was not statistically significant. There was no significant difference in vitamin D levels between patients with only femur-neck, only vertebrae, and femur neck + vertebrae osteoporosis. Comparisons of vitamin D levels between these groups are shown in Table 1. Table 1. Vitamin D Values Compared with Bone Mineral Density Normal BMD Femur-neck osteoporosis Vertebrae osteoporosis Femur + vertebrae osteoporosis Total Mean vitamin D levels (ng/ml) 35.3 27.2 30.2 30.6 33.0 ± SD 25.5 26.5 16.1 22.6 22.5 Minimal 3.20 13.00 8.00 9.00 3.20 Maximal 118.00 67.00 67.00 77.00 118.00 BMD: Bone mineral densitometry 115 115 The New Journal of Medicine 2014;31:114-117 R. Balci et al. Table 2. Comparison of Demographic Features of Patient Groups According To Vitamin D Levels Age (years) Exposure to sun (hour per day) Age of menopause (years) Duration of menopause (years) Systolic BP (mmHg) Diastolic BP (mmHg) Apparent vitamin D deficiency 59.5±10.2 Normal vitamin D deficiency 58.8±8.2 Mild vitamin D deficiency 61.1±8.6 Normal vitamin D group 59.6±10.1 59.7±9.2 2.3±1.2 3.5±1.7 2.7±1.5 7.5±6.3 3.1±2.9 48.3±4.1 46.7±4.8 49.5±4.5 48.3±5.1 48.1±4.8 7.2±4.7 11.4±6.9 9.1±7.9 8.7±6.9 9.3±7.2 135.3±23.0 130.6±17.3 132.0±17.5 134.2±17.9 132.7±18.1 85.3±14.5 81.5±9.6 83.0±8.8 84.5±9.5 83.3±10.0 Total BP: Blood pressure The average duration of exposure to the sun was higher in group 4, but the difference between groups was not statistically significant. Serum calcium levels were similar between groups with apparent vitamin D deficiency and those with a level above 30 ng/mL. Also, there were no significant relationships between serum magnesium, phosphorus and alkaline phospatase and vitamin D levels (p›0.05). Serum free t4, but not t3 or thyroid-stimulating hormone, levels were relatively lower in the patients with ‹10 ng/mL vitamin D level (p‹0.05). The mean of PTH levels was 75.8 pg/mL. Also, PTH levels were not significantly related to vitamin D levels (p›0.05), and blood glucose and lipid profile were also not associated with vitamin D levels. The mean BMI of group 1 patients was significantly lower compared to group 2 patients, but there was no significant difference between the BMI values of normal, osteopenic and osteoporotic groups (p›0.05). Comparisons of the demographic features of patients grouped accoring to vitamin D levels are given in Table 2. DISCUSSION Vitamin D is essential to maintaining skeletal calcium balance by promoting calcium absorption in the intestines, promoting bone resorption by increasing osteoclast number, maintaining calcium and phosphate levels for bone formation, and allowing proper functioning of parathyroid hormones to maintain serum calcium levels. In our study, we have observed that bone mineral density is lower in patients with vitamin D deficiency. These results are similar with to the populations examined in previous studies2,3. There are also some studies that found no relationship between bone density and vitamin D levels4, so the differences among these studies may depend on the demographic features of the study population. 116 116 The mean vitamin D level was 22.3±10.9 ng/mL in osteoporotic patients. In another study, the mean value of this hormone was measured as 17.8 ng/mL, but the mean age of patients (n=53) in that study was 82, which is older than the current study, and the number of patients was also lower than in the current study5. A higher mean vitamin D level was also measured in another study. Lips et al.6 conducted a study in five countries with 7,654 postmenopausal women. All of the subjects were osteoporotic and had at least 2 lumber osteoporotic fractures. The mean vitamin D level was 28.36 ng/mL in this patient group. Only 28% of patients had vitamin D levels below 29 ng/mL, whereas 44.7 % of our patient group had this level. The population of this study had a more severe osteoporotic state compared to our patients. These results show that a vitamin D level above 20 ng/mL is not sufficient to protect bone mineral density. Higher levels must therefore be targeted for patients. The vitamin D level required to protect bone integrity is not well-documented yet. The mean vitamin D level was 21.9 ng/mL and most osteoporotic patients had 25(OH)-D3 vitamin levels above 25 ng/mL in a study conducted in Belgium. This study also supported the view that a vitamin D level of about 25 ng/mL is not sufficient to protect bone integrity in postmenopausal women7. The vitamin D level was lower in patients with femur-neck osteoporosis when compared to vertebra-osteoporotic subjects (27.2 vs 30.2) in our study. Vitamin D is more effective on cortical bone than trabecular bone tissue. This difference was not statistically significant, but this may be related to the small study population. However, it has been proven in another study that parathyroid hormone level can be decreased to normal values when vitamin D level is maintained above 20 ng/mL and normal femur-neck bone density can be achieved when vitamin D is increased to 28 ng/m8. The New Journal of Medicine 2014;31:114-117 R. Balci et al. In our study, 16% of patients had 10 ng/mL vitamin-D and 44.7% of them had vitamin D levels below 20 ng/mL. It has previously been found that 40-100% of people living in USA and Europe have vitamin D deficienc9. In a study performed in Australia (n= 1,098), its prevalence is estimated about 26%10. Also, 700 postmenopausal women were assessed in Italy for vitamin D deficiency and the mean of this hormone level was about 10.6 ng/mL11. Differences between the reports may be related to genetic and environmenttal factors. Calcium absorption from intestine increases by 45-60% when the vitamin D level is elevated to 20-32 ng/mL12. Vitamin D deficiency causes hypocalcaemia, leading to calcium resorption from the bone and increased alkaline phospatase. In our report, calcium, phosphorus and ALP levels were not associated with vitamin D. It is proven in some reports that only severe vitamin D deficiency (≤10 ng/mL) can cause significant changes in ALP, Ca and phosphorus levels13. These reports are compatible with our study results. Synthesis of vitamin D depends on various factors, such as geographical features, seasons, the melanin concentration of the skin, clothing style and age of skin. Our study was performed in the summer time in a sunny city. The mean vitamin D level was 27.4±21.3 ng/mL in our women population. A study conducted in the United States evaluated vitamin D levels in the late summer and in the late winter and found levels of 49 ng/mL and 30 ng/mL, respectively. No change in calcium levels were observed in the same study14. Age, BMI, hypertriglyceridemia and hyperglycaemia are inversely proportional to vitamin D levels. In our study, age was not significantly associated with the vitamin D level. In patients with apparent vitamin D deficiency, the mean BMI was 33.9, whereas in patients with normal vitamin D deficiency the average BMI was 28.7 (p<0.05). The reason for this is the accumulation of vitamin D in adipose tissue in obese patients. Vitamin D can increase insulin synthesis15; and vitamin D deficiency may cause insulin resistance and risk of diabetes12. We did not find any significant relationship between blood glucose and vitamin D levels. The reason for this may be the exclusion of diabetic patients from our study. Vitamin D also increases the amplitude of myocardial contraction. In a previous study, patients were exposed to the sun for three months. A three-times increase in vitamin D levels was observed alongside a 6 mmHg decrease in systolic blood pressure12. We did not find any relationship between vitamin D and blood pressure levels. CONCLUSIONS In conclusion, bone mineral density is affected by vitamin D levels. If severe vitamin D deficiency exists, calcium, phosphorus and parathyroid hormone levels can also change due to bone resorption. Our study sheds light on the determination of intended vitamin D levels in postmenopausal women. Acknowledgements This study is supported by Turgut Ozal University Hospital. Conflict of interest statement: None declared. REFERENCES 1. Heath DA, Shaw NJ. Calcium and bone metabolism. Ed: Brook CGD, Hindmarsch PC, Clinical Pediatric Endocrinology. Oxford. Blackwell Science Press 2001;pp:377-89, Oxford, ABD. 2. Mezquita-Raya P, Munoz-Torres M, Luna JD, et al. Relation between vitamin D insufficiency, bone density, and bone metabolism in healthy postmenopausal women. J Bone Miner Res 2001;16:1408-15. 3. Malavolta N, Pratelli L, Frigato M, Mule R, Mascia ML, Gnudi S. The relationship of vitamin D status to bone mineral density in an Italian population of postmenopausal women. Osteoporos Int 2005;16:1691-7. 4. Garnero P, Munoz F, Sornay-Rendu E, Delmas PD. Associations of vitamin D status with bone mineral density, bone turnover, bone loss and fracture risk in healthy postmenopausal women. The OFELY study. Bone 2007;40:716-22. 5. Sakuma M, Endo N, Oinuma T, et al. Vitamin D and intact PTH status in patients with hip fracture. Osteoporos Int 2006;17:1608-14. 6. Lips P, Duong T, Oleksik A, et al. A global study of vitamin D status and parathyroid function in postmenopausal women with osteoporosis: baseline data from the multiple outcomes of raloxifene evaluation clinical trial. J Clin Endocrinol Metab 2001;86:1212-21. 7. Neuprez A, Bruyere O, Collette J, Reginster JY. Vitamin D inadequacy in Belgian postmenopausal osteoporotic women. BMC Public Health 2007;7: 64. 8. Nakamura K, Tsugawa N, Saito T, et al. Vitamin D status, bone mass, and bone metabolism in home-dwelling postmenopausal Japanese women: Yokogoshi Study. Bone 2008;42:271-7. 9. Zittermann A. Vitamin D in preventive medicine: are we ignoring the evidence? Br J Nutr 2003;89:552-72. 10. Kudlacek S, Schneider B, Peterlik M, et al. Assessment of vitamin D and calcium status in healthy adult Austrians. Eur J Clin Invest 2003;33: 323-31. 11. Isaia G, Giorgino R, Rini GB, Bevilacqua M, Maugeri D, Adami S. Prevalence of hypovitaminosis D in elderly women in Italy: clinical consequences and risk factors. Osteoporos Int 2003;14:577-82. 12. Holick MF. Vitamin D deficiency. N Engl J Med 2007;357:266-81. 13. Hashemipour S, Larijani B, Adibi H, et al. The status of biochemical parameters in varying degrees of vitamin D deficiency. J Bone Miner Metab 2006;24:213-8. 14. Francisco B, Luiz G, Patricia D, Catia E, Cristina F. Vitamin D defficiency: A global perspective. Arq Bras Endoc Metab 2006;50:640-6. 15. van der Wielen RP, Lowik MR, van den Berg H, de Groot LC, Haller J, Moreiras O, et al. Serum vitamin D concentrations among elderly people in Europe. Lancet 1995;346:207-10. 117 117 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:118-121 Orijinal makale Postmenopozal Hormon Replasman Tedavisinin Anjiotensinojen Dönüştürücü Enzim Seviyeleri Üzerine Etkisi (Effect of postmenopausal hormone replacement therapy on the levels of angiotensinogen converting enzyme) Seval Atabey HAKTANKAÇMAZ 1, Özlem Gün ERYILMAZ 1, Banu Uslu AKÇAL 2, Aylin Aker AYRIM 1 2 Zekai Tahir Burak Kadın Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü, ANKARA 2 Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Giriş: Postmenopozal dönemde, artan anjiotensinojen dönüştürücü enzim (ACE) seviyeleri, kardiovasküler hastalık risklerinin artışı ile ilişkilendirilmiştir. Hormon replasman tedavisi (HRT) ile bu enzim aktivitesinin azaldığı, böylece kardioprotektif bir etki göstereceği belirtilmiştir. Materyal ve Metot: Prospektif, randomize ve kontrollü bir çalışma olarak yapılan bu araştırmada, 39 hasta transdermal HRT (Grup A; 1,5 mg estradiol +100 mg mikronize progesteron) alırken, geri kalan 52 hastaya da oral HRT (Grup B; 0.625 mg konjuge ekin estrojen + 2,5 mg medroksiprogesteron asetat) verildi. Kontrol grubunu (Grup C) HRT kullanmayan 22 hasta oluşturdu. Altı aylık tedavi sürecini takiben, tüm gruplar, kolesterol, trigliserid, düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol, çok düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol, yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol ve ACE düzeyleri açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Oral HRT alan hastaların, VLDL ve ACE değerleri, kontrol hastalarına oranla anlamlı olarak düşükken, HDL değerleri de anlamlı olarak yüksek ölçüldü (sırasıyla p=0,04; p=0,01; p=0,01). Transdermal HRT alan grupta, VLDL ve ACE değerleri, kontrolle karşılaştırıldığında, anlamlı olarak düşük tespit edildi (sırasıyla p=0,0001, p=0,04). Transdermal ve oral HRT alan gruplar karşılaştırıldığında, ACE değerleri açısından bir fark tespit edilmedi (p>0,05). Tartışma: Postmenopozal HRT kullanımı sonrası azalan ACE seviyeleri, hipertansif hastalarda, kardiovasküler hastalık risklerine karşı sekonder koruyucu etki gösterebilir. Normotansif hastalarda da, bu etki, primer koruyuculuk yönünde gelişebilir. ABSTRACT Background: To analyze the cardioprotective effect of postmenopausal hormone replacement therapy on the levels of angiotensinogen converting enzyme (ACE). Material and Methods: In this prospective, randomised, controlled study, a total of 81 postmenopausal women were given HRT. Transdermal HRT was given to 39 patients (Group A), and another 52 patients took oral HRT (Group B). Twenty-two patients served as controls in Group C. After sixth months of treatment period all of the groups were compared with respect to serum cholesterol, low density lipoprotein, very low density lipoprotein, high density lipoprotein and ACE levels. Results: Serum VLDL and ACE levels of the oral route HRT group were significantly lower than the control group, whereas HDL levels were significantly higher (p=0.04; p=0.01; p=0.01, respectively). Serum VLDL and ACE levels of the transdermal route HRT group were also lower than the control group with significant results (p=0.0001; p=0.04, respectively). The comparison of ACE levels between the oral and the transdermal route groups was insignificant (p>0.05). Conclusions: HRT decreases the serum ACE levels in postmenopausal women. This action may have primary cardioprotective effects in normotensive women or it may secondarily prevent the cardiovascular morbidity in hypertensive women. Key Words: Menopause; hormone replacement therapy; angiotensinogen converting enzyme Anahtar Kelimeler: Menopoz; hormon replasman tedavisi; anjiotensinojen dönüştürücü enzim GİRİŞ Postmenopozal hormon replasman tedavisi (HRT), menopozal şikayetleri hafifletmek ve hayat kalitesini artırmak amaçlı bir tedavidir. Menopoz ile birlikte artan kardiovasküler risklere karşı HRT’nin koruyuculuğu, sıkça çalışılan konulardan biridir. Yazışma adresi: Özlem Gün ERYILMAZ Zekai Tahir Burak Kadın Eğitim ve Araştırma Hastanesi e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 27.11.2012 Yayına kabul tarihi : 01.03.2013 118 118 Gözlemsel olan pek çok çalışma sonucunda, kardiovasküler hastalık riskleri ve mortalite oranlarının HRT etkisi ile azaldığı ifade edilmiştir1-3. Kardiovasküler risklerin belirlenmesinde, reninanjiotensin sistemi de çalışılan konulardandır. Anjiotensinojen dönüştürücü enzim (ACE), anjiotesinojeni aktif formu olan ve potent hipertansif etkilere sahip anjiotensine çevirir. Bu enzim seviyesinin yüksekliği ile kardiovasküler hastalık riskleri arasında, doğrudan bir ilişki tespit edilmiştir4. Düşük ACE seviyeleri, hipertansiyona karşı koru- Yeni Tıp Dergisi 2014;31:118-121 B.U. Akçam ve ark. yucu etki gösterirken, diğer kardiak problemlerin de morbiditesini azaltır5. Kardioprotektif etkileri nedeniyle, postmenopozal dönemdeki ACE seviyeleri ve HRT’nin bu enzim üzerindeki etkileri, pek çok araştırma tarafından detaylandırılmıştır. Yapılan deneysel bir çalışmada, östrojenin, ACE mRNA üretimini azalttığı tespit edilmiştir6. Başka bir araştırmada, HRT’nin, ACE seviyelerini düşürerek, postmenopozal dönemde, kardiovasküler hastalıklara karşı, primer koruyucu olduğu ifade edilmiştir7. HRT etkisi ile azalan ACE aktivitesinin hipertansif kadınlarda, sekonder koruyucu olduğunu destekleyen çalışmalar da mevcuttur8-10. Biz de mevcut çalışmamızda, postmenopozal HRT tedavisinin, serum ACE seviyelerine olan etkisini belirleyerek, HRT’nin, kardiak koruyuculuğu konusunda devam eden tartışmalara katkı sağlamayı amaçladık. ekin estrojen+2,5 mg medroksiprogesteron asetat) verildi. Toplam altı ay süresince tedaviye devam eden gruplar, çalışma süresi sonunda kolesterol, trigliserid, düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL), çok düşük yoğunluklu lipoprotein (VLDL), yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) ve ACE düzeyleri açısından karşılaştırıldı. Lipid ölçümleri, hastanemiz merkez laboratuarında gerçekleştirildi. ACE değerleri, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Laboratuarında, kalorimetrik ve enzimatik olarak çalışıldı (ACE RAXT, Tecnicon, Autoanalyser). İstatistiksel analizler için SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 11.0 programı kullanıldı. Tanımlayıcı ve niceliksel verilerin karşılaştırılmasında independent samples ttest ve Manny-Whitney U Test frekans dağılımı testleri kullanıldı. Gruplar arası analizde, one-way ANOVA, Tukkey ve Dunner testleri kullanılmıştır. MATERYAL VE METOT BULGULAR Prospektif, randomize ve kontrollü bir çalışma olarak planlanan bu araştırma, Ekim 2001 ve Ocak 2002 tarihleri arasında, Zekai Tahir Burak Kadın Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Menopoz Polikliniği’nde gerçekleştirildi. FSH değerleri sırasıyla 30 IU/ml üzerinde olan ve estradiol değerleri 20 pg/ ml’nin altında olan, menopoz tanısı almış toplam 140 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu gruptan, hipertansiyon (n=8), postmenopozal kanama (n=3), bozuk kan lipid profil değerleri (n=9), diabet (n=1) ve tromboembolik hastalık hikayesi (n=2) nedeniyle toplam 27 hasta, çalışma dışı bırakıldı. Randomizasyon öncesi, 22 hasta ilaç kullanmak istemediğini ifade etti. Sonuç olarak, araştırma toplam 81 hasta üzerinden gerçekleştirildi. Çalışmaya katılmayı reddeden 22 hasta, kontol grubunu oluşturdu. Randomizasyon tablosuna göre yapılan dağılım sonrası, 39 hasta transdermal HRT (1,5 mg estradiol+100 mg mikronize progesteron) alırken, geri kalan 52 hastaya da oral HRT (0,625 mg konjuge Tablo 1’de hastaların demografik özellikleri görülmektedir. Yaş, menopoz süresi ve vücut kitle indeksi açısından, gruplar arasında fark yoktur (p>0,05). Oral HRT ve transdermal HRT alan hastaların kan değerleri sırası ile Tablo 2’de ve Tablo 3’de özetlenmiştir. Oral HRT alan hastaların, VLDL ve ACE değerleri, kontrol hastalarına oranla anlamlı olarak düşükken, HDL değerleri de anlamlı olarak yüksek ölçülmüştür; sırasıyla p=0,04; p=0,01; p=0,01. Transdermal HRT alan grupta, VLDL ve ACE değerleri, kontrolle karşılaştırıldığında, anlamlı olarak düşük tespit edildi sırasıyla p=0,0001), p=0,04). Tablo 4’de, HRT alan her iki grubun kıyaslanması özetlenmiştir. Oral HRT alan hastaların, trigliserid değerleri, transdermal HRT hastalarına göre anlamlı olarak daha düşük ölçülürken, HDL değerlerinin, oral HRT grubunda, anlamlı olarak daha yüksek bulundu (sırasıyla p=0,04, p=0,01). ACE değerleri, her iki grup arasında istatistiksel olarak bir anlama ulaşmadı (p>0,05). Tablo 1. Transdermal ve Oral Yolla HRT Alan ve Almayan Hastaların Demografik Özellikleri Yaş (yıl) Menopoz süresi (yıl) BMI (kg/m2) Transdermal (n=39) 51,4±1,9 1,2±0,4 28,0±4,8 Oral (n=52) 51,0±3,1 2,0±2,0 28,0±3,2 Kontrol (n=22) 51,3±2,5 1,5±0,8 30,1±5,2 p değeri >0,05 >0,05 >0,05 Tablo 2. Oral HRT Alan ve Almayan Hastaların Kan Değerleri Kolesterol (mg/dl) Trigliserid (mg/dl) LDL (mg/dl) VLDL (mg/dl) HDL (mg/dl) ACE (UL/l) Oral (n=52) 219,9±27,5 187,6±49,4 111,7±21,3 30,5±11,4 55,8±5,7 48,3±30,9 Kontrol (n=22) 245,9±34,7 207,9±64,5 227,5±18,3 40,6±9,1 50,1±10,8 57,9±37,7 p değeri 0,04 >0,05 >0,05 0,04 0,01 0,01 119 119 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:118-121 B.U. Akçam ve ark. Tablo 3. Transdermal HRT alan ve Almayan Hastaların Kan Değerleri Kolesterol (mg/dl) Trigliserid (mg/dl) LDL (mg/dl) VLDL (mg/dl) HDL (mg/dl) ACE (UL/l) Transdermal (n=39) 216,4±81,0 219,5±47,3 105,5±00,0 35,5±1,0 50,5±5,7 38,9±22,1 Kontrol (n=22) 245,9±34,7 207,9±64,5 227,5±18,3 40,6±9,1 50,1±1,0 57,9±37,7 p değeri >0,05 >0,05 >0,05 0,0001 >0,05 0,04 Tablo 4. Transdermal ve Oral Yolla HRT Alan Hastaların Kan Lipid Değerleri ve ACE Ölçümleri Kolesterol (mg/dl) Trigliserid (mg/dl) LDL (mg/dl) VLDL (mg/dl) HDL (mg/dl) ACE (UL/l) Transdermal (n=39) 215,6±29,7 222,6±44,7 117,5±23,8 35,5±7,4 48,8±6,2 28,2±24,3 Oral (n=52) 209,0±34,4 168,9±49,9 110,4±18,9 28,0±10,1 54,6±5,1 36,2±24,3 p değeri >0,05 0,04 >0,05 >0,05 0,01 >0,05 Tüm tablolarda değerler ortalama ± SD olarak verilmiştir. Postmenopozal HRT ve kardiovasküler hastalıklar arasındaki ilişki, sıkça çalışılmış konulardandır. Yapılan araştırmaların çoğu gözlemsel ve retrospektif olmakla birlikte, HRT’nin postmenopozal kalp hastalıklarından koruduğu, koroner damar hastalıklarını %30-50 oranında azalttığı ifade edilmiştir11,12. HRT ve kardiovasküler etkiler ile ilgili en geniş araştırma, hemşire grubuna ait bir çalışmadır (Nurse Health Study)13. Kalp damar hastalıklarına karşı koruyucu ve riskleri azaltıcı etkisi olduğu ifade edilen bu çalışmada, HRT’nin, primer koruyuculuğa yönelik kullanımı, özellikle menapozun ilk yıllarında tavsiye edilmektedir. Konu ile alakalı olarak, HRT ve renin-anjiotensin sistem arasındaki ilişkiyi içeren çalışmalarda, HRT etkisi ile ACE seviyelerinin, hem hipertansif hem de normotensif postmenopozal hastalarda düştüğü gösterilmiştir5,14. Benzer başka bir çalışmada, HRT’nin 3 ay gibi kısa bir dönem kullanımının dahi, ACE seviyelerini azalttığı belirtilmiştir8. Aynı grup çalışmacının diğer bir analizinde, uzun süreli HRT kullanımı ile, hipertansif ve normotensif hastalarda ACE ölçümlerinin düştüğü ve bradikinin ölçümlerinin de yükseldiği, böylece, kardiovasküler etkileşimde, primer ve sekonder koruyucu etkinliğin ortaya çıktığı gösterilmiştir9. Araştırmamız sonucunda elde ettiğimiz veriler, yukarıdaki literatür sonuçları ile paralellik göstermektedir. Çalışmamızda, HRT ile ACE aktivitesinin azaldığını belirledik. Bu etki ile postmenopozal dönemde, artmış kalp damar hastalıklar riskleri açısından HRT’nin koruyuculuğunu destekledik. Düşük ACE seviyelerinin kardiovasküler koruyuculuğu oldukça iyi bilinen bir konu olduğundan, özellikle hipertansif kadınlardaki menopozal semptomlara 120 120 yönelik tedavilerde, HRT mortalite ve morbiditeyi azaltmak adına etkili olabilir. ACE düşüşleriyle birlikte, kan lipid profilinin de aterosklerotik değişimleri engeleyici yönden daha olumlu hale gelmesi, HRT’nin damar koruyuculuğu hakkında daha da güçlü etkilere sahip olduğunun bir göstergesidir. Çalışmamızdan çıkan diğer bir sonuç da, oral yoldan alınan HRT’nin, transdermal yola oranla, kan lipid değerlerini düzeltmede daha etkili olduğudur. Bu sonuç, benzer yorumlara sahip diğer yayınlarla paralel çıkmıştır15. Oral yolun lipid seviyelerindeki olumlu etkisi, ACE seviyelerinde gözlenmemiştir. Genel olarak HRT’nin ACE düşürücü etkisi, veriliş yolundan bağımsız gibi görünmektedir. SONUÇLAR Mevcut çalışmamızda, HRT’nin, ACE seviyelerini düşürdüğünü belirlerken, ilaç uygulama yolunun (oral veya transdermal), ACE aktivitesini azaltmada, herhangi bir etkiye sahip olmadığını gördük. Sonuç olarak, postmenopozal dönemde azalan östrojen etkisi ile artan kardiovasküler problemler, HRT ile azaltılabilir. Çalışmamız sonucunda gözlediğimiz, HRT kullanımı sonrası azalan ACE seviyeleri, hipertansif hastalarda sekonder koruyucu etki gösterebilir. Normotensif hastalarda da, bu etki, primer koruyuculuk yönünde gelişebilir. Kan lipid profilindeki düzelmelerin de eklenmesi ile HRT’nin periferik damar hadiselerine ve hipertansiyona karşı primer koruyucu olabileceğini veya varolan patolojilerde sekonder iyileştirici etki edebileceği düşüncesini destekledik. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) Yeni Tıp Dergisi 2014;31:118-121 B.U. Akçam ve ark. REFERANSLAR 1. Grodstein F, Stampfer MJ, Colditz GA, et al. Postmenopausal hormone therapy and mortality. N Engl J Med 1997;336:1769–75. 2. Grodstein F, Manson JE, Colditz GA, et al. A prospective, observational study of postmenopausal hormone therapy and primary prevention of cardiovascular disease. Ann Intern Med 2000;133:933–41. 3. Rosano GM, Vitale C, Fini M. Cardiovascular aspects of menopausal hormone replacement therapy. Climacteric 2009;12 (Suppl 1):41–6. 4. Yusuf S, Sleight P, Pogue J, et al. Effects of an angiotensinogen converting enzyme inhibitor, ramipril, on cardiovascular events in high-risk patients. New Engl J Med 2000;342:145-53. 5. Proudler AJ, Ahmed AIH, Crook D, Fogelman I, Rymer JM, Stevenson JC, et al. Hormone replacement therapy and serum angiotensin-converting enzyme activity in postmenopausal women. Lancet 1995;346:89–90. 6. Gallagher PE, Li P, Lenhart JR, Chappell MC, Brosnihan KB. Estrogen regulation of angiotensin-converting enzyme mRNA. Hypertens 1999;33: 323–8. 7. Sumino H, Ichikawa S, Kanda T, et al. Hormone replacement therapy in postmenopausal women with essential hypertension increases circulating plasma levels of bradykinin. Am J Hypertens 1999;12:1044–7. 8. Nogawa N, Sumino H, Ichikawa S, et al. Effect of longterm hormone replacement therapy on angiotensin-converting enzyme activity and bradykinin in postmenopausal women with essential hypertension and normotensive postmenopausal women. Menopause 2001;8:210–5. 9. Umeda M, Ichikawa S, Kanda T, Sumino H, Kobayashi I. Hormone replacement therapy increases plasma level of angiotensin II in postmenopausal hypertensive women. Am J Hypertens 2001;14:206–11. 10. Yıldırır A. Postmenopausal hormone replacement therapy and cardiovascular system. Arch Turk Soc Cardiol 2010;38(Suppl 1):32-40. 11. Turhan NÖ, Simavlı S, Gümüş İİ. Postmenopozal Hormon Tedavisi Kardiyovasküler Hastalık Riskini Azaltıyor mu? Yeni Tıp Dergisi 2010;27:769. 12. Winkler UH. Menopause, hormone replacement therapy and cardiovascular disease: a review of haemostaseological findings. Fibrinolysis 1992;6:5–10. 13. Kornhauser C, Malacara JM, Garay ME, Perez-Luque EL. The effect of hormone replacement therapy on blood pressure and cardiovascular risk factors in menopausal women with moderate hypertension. J Hum Hypertens 1997;11:405-11. 14. Godsland IF. Effects of postmenopausal hormone replacement therapy on lipid, lipoprotein, and apolipoprotein (a) concentrations: analysis of studies published from 1974–2000. Fertil Steril 2001;75:898–915. 121 121 The New Journal of Medicine 2014;122-124 Case report Autoimmune Pancreatitis Out of the Criteria: A Case Report (Kriterlerin dışında otoimmun pankreatit: Bir olgu) 1 Tonguç Utku YILMAZ , Bülent SALMAN 1, Merter GÜLEN 1, Mehmet İBİŞ 2, Abdülkadir BEDİRLİ 1, Nusret AKYÜREK 1 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, ANKARA Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı, ANKARA 2 ÖZET Otoimmun pankreatit tıkanma sarılığı, pankreasda büyüme gibi pankreas kanserine benzeyen özellikler taşıyan fibroinflamatuar bir hastalıktır. Pankreas kanserine benzerliği, semptomlarda coğrafi değişikliklerin olması farklı tanı kriterlerine neden olmuştur. Dört aydır kilo kaybı, sarılık, iştahsızlık şikâyetleri olan 83 yaşındaki hastada pankreas kanserinden şüphelenilmiştir. Tetkik sonuçlarında otoimmun pankreatiti kriterlerine uymadığı görülmüştür. Pankreas kanseri ön tanısı ile Whipple operasyonu yapılan hastanın patoloji sonucu sitomegalovirüs inklüzyon cisimcikleri içeren otoimmün pankreatit şeklinde gelmiştir. Otoimmün pankreatit için farklı tanı kriterleri olmasına rağmen halen tanıda yetersizlikler mevcuttur. Bu olgu da yayınlanmış kriterlere uymamıştır. Otoimmün pankreatit etiyolojisi net olmamakla beraber farklı otoimmün ve pankreas hastalıklarına yol açabilen sitomegalovirüs etiyolojide düşünülmeli ve araştırılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Otoimmun pankreatit; pankreas kanseri; sitomegalovirüs ABSTRACT Autoimmune pancreatitis is the result of systemic fibroinflammatory disease which mimics pancreatic cancer with the signs of obstructive jaundice, and pancreas enlargement. As it has similarities with pancreas cancer; the symptoms of autoimmune pancreatitis show geographic changes, there have been several diagnostic criteria. Pancreas cancer was suspected in 83 years old man who had symptoms like weight loss, jaundice, loss of appetite for 4 months. He has been searched by laboratory, radiological and nuclear medicine investigations. Autoimmune pancreatitis was not suspected according to different diagnostic criteria. After whipple operation, the patological evaluation of the surgical specimen showed autoimmune pancreatitis; also cytomegalovirus inclusion bodies were seen in the pancreas tissue. Although there have been several diagnostic criteria for autoimmune pancreatitis, they are still inadequate. Our case was out of the diagnostic criteria. Although the etiology of autoimmune pancreatitis has not been found yet, cytomegalovirus should be thought and investigated in the etiology. Key Words: Autoimmune neoplasm; cytomegalovirus INTRODUCTION An autoimmun pancreatitis (AP) which mimics pancreas cancer with the signs of obstructive jaundice, enlargement of pancreas, is a pancreatic involvement of systemic fibroinflammatory disease1. It’s generally confused with pancreas cancer because of common signs like mass in pancreas, obstruction in billiary system, painless jaundice, diabetes, and weight loss; for this reason several unnecessary resections have been performed for AP2-4. Although several factors like hystology of pancreas, imaging studies, serological tests, other organ involvements and response to steroid treatment have been used for differential diagnosis, still diagnostic diffculties exist in %30 of the cases. Yazışma adresi: Tonguç Utku YILMAZ M.D. Gazi University Faculty of Medicine Department of General Surgery, Ankara e-mail: [email protected] Arrival date : 07.12.2012 Acceptance date : 06.02.2013 122 122 pancreatitis; pancreatic The criteria used in the diagnosis of AP were published from Korea, Italy, Japan and Mayo Clinics5,6. In this study, we to reported a patient who had mass in the pancreas with inappropriate findings with the AP criteria mentioned in the literature, but diagnosed as AP and cytomegalo-virus inclusion bodies were encountered in patological examination after Whipple procedure. CASE REPORT Eightythree-year old male patient came to our clinic with the symptoms of weight loss, painless jaundice and loss of appetite for 4 months. Total bilirubin 18 mg/dL, ALT 154 U/L, AST 34 U/L, GGT 90 U/L, ALP 158 U/L were found. The levels of tumor markers and serum autoimmune markers were in normal ranges. In computer tomography (CT) examination of abdomen, pathological contrast enhancing mass in 1.5 cm diameter with irregular borders was seen in the head of the pancreas (Figure 1). Also dense contrast enhancement in 1 The New Journal of Medicine 2014;122-124 T. U. Yılmaz et al. cm diameter was seen in the tail of the pancreas (Figure 2). In CT images of thorax, mass lesion with irregular borders was seen in the right lung. Figure 1. Pathological contrast enhancement with irregular borders and 1.5 cm diameter in the head of pancreas in evaluation of computed tomography Figure 3. Dense lymphoproliferative infiltrations in the pathological evaluation of pancreas. (H/E staining, X100) Also cytomegalovirus inclusion bodies were prominent in the pancreas tissue (Figure 4). The patient died because of the intrabdominal sepsis and pulmonary embolism on the 20th day of the surgery. Figure 2. Dense contrast enhancement with 1 cm diameter in the tail of pancreas in evaluation of computed tomography. There is no edema and duct enlargement in pancreas Endoscopic retrogradecholangiopancreatography (ERCP) showed narrowed distal choledoch which is 1.5 cm in length and starting 1 cm away from the ampulla vateri and dilated choledoch behind the narrowed portion. The level of serum IgG4 was 60 mg/dL (0-125 mg/dL). In positron emission tomography, low attenuation (SUV max: 2.1) was seen in the lesion of lung whereas local low dose patologic attenuation (SUV max: 3.1) was seen in the lesion in distal choledoch. The lesion in lung was pleurit and organised penumonia with areas of fibrosis. As the symptoms, radiological findings, laboratory results and the lack of extrapancreatic autoimmune findings did not support the diagnosis of AP, the patient underwent total pancreatectomy and Roux-N-Y hepaticojejunostomy for suspicion of pancreas cancer (PC) following the informed consent form. In the pathological evaluation of the pancreas, autoimmune pancreatitis with diffuse plasma cells were seen (Figure 3). Figure 4. Cytomegalovirus inclusion bodies are seen in the pathological evaluation of ampulla of the pancreas. (H/E staining, X100) DISCUSSION Autoimmune pancreatitis is a type of chronic pancreatitis which has histological findings like dense lymphoplasmocytic infiltrations, interstitial fibrosis, periductal inflammation in pancreas1. As AP is frequently seen with accompanying systemic autoimmune diseases like romatoid arthritis, sjogren syndrome etc. (20-56%), it might be a form of systemic autoimmune disease6-9. The etiology has not been clear. Increasingly published cases showed geographic distribution5,6. Although AP is frequently seen with systemic disease and high IgG4 levels in Japan, these features are rare in European countries6. These differences have led different diagnostic criteria. However histological criteria, high serum levels of 123 123 The New Journal of Medicine 2014;122-124 T. U. Yılmaz et al. IgG4, autoimmune markers, radiologic findings and response to steroid treatment are common criteria5,6. It has been shown that only clinical findings were insufficient to differentiate PC and AP3-4. Jaundice, mild abdominal pain, weight loss, and diabetes which are the most frequent signs and symptoms of AP but are also common in pancreas cancer, too. Serologic tests like serum gama globulin, IgG4, ANA, AMA, ASMA, romatoid factor, antilactoferrin antibody and anticarbonic anhydrase antibody-II can be used for differential diagnose for AP. The existance of IgG4 in AP is 64%, 71% and 94% in the studies performed in UK, USA and Japan, respectively. The sensitivity and spesificity of IgG4 are 76% and 93% respectively4. Serum IgG4 higher than 140 mg/d L and serum Ca 19-9 level below 55U/L are suggestive for AP rather than PC. However Ca 199 might be high in AP patients, too. The rate of increased serum Ca 19-9 levels in the study performed in Turkey is 70%4,9. Also it was shown that there was a correlation between the levels of IgG4 and severity of disease3. The levels of serum IgG4 decrease with the treatment of AP. However normal serum levels of IgG4 were found in 24% of AP patients1. Increased levels of IgG4 is characteristic for AP but not diagnostic. The radiologic findings of AP are diffuse or local pancreas enlargement, irregularities in main pancreatic ducts, stenosis in distal choledoch and rarely calsifications5,6. Diffuse enlargement and a capsule like image around pancreas are important for the differantiation from a PC. Appereance of normal pancreas can be seen in 10% of cases with AP3. All of the cases presented in the studies in our country were accompaning with pancreas mass4,9. Accompanying extrapancreatic organ diseaseas with AP are renal pathologies (interstitial nephritis), sclerosing cholangitis, sclerosing silioadenitis, retroperitoneal fibrosis, proximal extrahepatic strictures and ulserative colitis. Although none of these pathologies were seen, there was pleuritis in our case. Pleuritis might be the extrapancreatic involvement of AP. Thirty percent of the patients with AP were unable to be diagnosed by mentioned criteria. At that time lymphoplasmocyst infiltration shown by biopsy is helpful. Biopsy is a prefered method for diagnosis of AP in criteria. However biopsy wasn’t preferred in our case because of strong evidences about the cancer and the location of masses in the tail of pancreas. Response to a steroid treatment can be tried in patients who don’t fullfil the AP criteria with typical radiological findings. However our case had pneumonia. An endoscopic ultrasonography (EUS) might have given information about lesion. But it’s a subject of future study to evaluate AP with EUS. Auotoimmune pancreatitis which is rarely seen in our country has different diagnostic criterias in different geographic regions. However the cases presented previously in our country didn’t fulfill the mentioned criterias exactly, like our case. This showed us that there had been still some deficiencies in diagnostic criteria. CMV infection is shown in our case which hasn’t been shown before. CMV infection can be a triggering factor in some autoimmune diseases10. Both autoimmune antibodies and organ involvement of CMV infections can be a factor for autoimmune diseases. This effect might be triggering, starting, or aggravating factor of autoimmune diseases. CMV infection has not been shown in AP before, but CMV has been shown to be the reason for diabetes after transplantation11. Although the lack of association between AP and varicella zoster was showed, CMV hasn’t been shown11. CMV infections can affect the pancreas. Although there’s possibility for coincidental AP and CMV infection, this should be investigated. Future studies are needed to rule out the relation between CMV and AP in large series. Conflict of interest statement: None declared. REFERENCES 1. Finkelberg DL, Sahani D, Deshpande V. Brugge WR. Autoimmune pancreatitis. N Eng J Med 2006;355:2670-6. 2. Brauner E, Ben-Ishay O, Kluger Y. Autoimmune pancreatitis misdiagnosed as a tumor of the head of the pancreas. World J Gastrointest Surg 2012;4:185-9. 3. Ghazale A, Chari ST, Smyrk TC, Levy MJ, Topazian MD, Takahashi N, et al. Value of serum IgG4 in the diagnosis of autoimmune pancreatitis and in distinguishing it from pancreatic cancer. Am J Gastroenterol 2007;102: 1646-53. 4. Tekin F, Oruç N, Nart D, et al. Otoimmün pankreatit: 9 hastanın irdelenmesi. (Autoimmune pancreatitis: Evaluation of 9 patients) Akademik Gatroenteroloji Dergisi 2008;7:156-9. 5. Chari ST, Smyrk TC, Levy MJ, Topazian MD, Takahashi N, Zhang L, et al. Diagnosis of autoimmune pancreatitis: The Mayo clinic experience. Clin Gastroenterol Hepatol 2006;4:1010-6. 124 124 6. Kamisawa T, Okazaki K, Kawa S, Shimosegewa T, Tanaka M. Japanese consensus guidelines for management of autoimmune pancreatitis: III. Treatment and prognosis of AIP. J Gastrenterol 2010; 45:471-7. 7. Ohara H, Nakazavva T, Ando T, Joh T. Systemic extrapancreatic lesions associated with autoimmune pancreatitis. J Gastroenterol 2007;42(Suppl 18):15-21. 8. Strategy to differentiate autoimmune pancreatitis from pancreas cancer. World J Gastroenterol 2012;18:1015-20. 9. Kasapoğlu B, Türkay C. Otoimmun pankreatit. (Autoimmune pancreatitis). Güncel Gastroenteroloji 2008;12/1:46-50. 10. Varani S, Landini MP. Cytomegalovirus-induced immunopathologv and its clinical consequences. Herpesviridae 2011;2:6-20. 11. Patel NC, Palmer WC, Krishna M, Lewis MD, Wallace MB. Lack of an association between autoimmune pancreatitis and varicella zoster virus. JOP J Pancreas 2011;12:614-5. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:125-127 Olgu sunumu Yetişkin Hastada İntestinal Malrotasyon (Intestinal malrotation in an adult patient) Yusuf TANRIKULU 1, Ceren ŞEN TANRIKULU 2, Ayetullah TEMİZ 1, Serhat KARAMAN 2, Sevilay AKALP ÖZMEN 3 1 Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği, ERZURUM 2 Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Tıp Kliniği, ERZURUM 3 Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Kliniği, ERZURUM ÖZET İntestinal malrotasyonlar embriyojenik dönemde orta barsağın fizyolojik herniasyonu sırasında oluşurlar. Malrotasyonların farklı formlarından dolayı tanısı oldukça zordur. Malrotasyonlar sıklıkla konjenital peritoneal bantlarla ilişkilidirler. Bu bantların en yaygını Ladd’s bantlarıdır. Bunlar çekumdan subhepatic alana kadar uzanabilirler ve duodenuma baskı yapabilirler. Bunlar infantlarda daha sıktırlar, ancak yaşamın herhangi bir döneminde görülebilirler. İnfantlarda genellikle safralı kusma şeklinde klinik görünüm mevcutken, yetişkinlerde bu durum oldukça değişkendir. Tedavide altın standart Ladd’s prosedürüdür. Biz 4 yıldır nonspefisik gastrointestinal semptomları olan, tomografide malrotasyondan şüphelenilen ve Ladd’s prosedürü ile tedavi edilen 23 yaşındaki bayan hastayı sunduk. Anahtar Kelimeler: İntestinal malrotasyon; konjenital bant; Ladd’s prosedürü GİRİŞ İntestinal malrotasyonlar, fetal gelişim esnasında ortaya çıkan fiksasyon ve rotasyon anomalileridir1. Malrotasyonlar acil müdahale gerektiren akut bir durum olarak ya da kronik abdominal semptomlar ile ortaya çıkabilirler. Malrotasyonların akut prezantasyonları genellikle yaşamın erken dönemlerinde (genellikle ilk yaşta) bulgu verirler ve ileoçekal segmentin ya da orta barsakların volvulusu şeklinde görülürler. Kronik prezantasyonları ise daha çok ilk iki dekatta ortaya çıkarlar ve kronik karın ağrısı ile dispeptik yakınmaların olduğu bir tablo sergilerler2,3. Biz bu çalışmada kronik karın ağrıları olan 23 yaşındaki bayan hastada intestinal malrotasyon anomalisini sunduk. Yazışma adresi: Dr. Yusuf TANRIKULU Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği, ERZURUM e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 18.01.2013 Yayına kabul tarihi : 08.05.2013 ABSTRACT Intestinal malrotations occur during the physiological herniation of midgut in the embryonic period. Diagnosis is difficult because of the different forms of malrotations. They are often associated with congenital peritoneal bands. The most common of these bands is Ladd’s band. They can lie down from the caecum to the sub-hepatic area, and cause compression of the duodenum. These are more frequent in infants yet can occur at any age. Clinical appearance in the adults are quite variable while it usually occurs in infancy as bilious emesis. In adults, the most common symptom is recurrent bouts of colicky abdominal pain. The gold standart treatment is Ladd’s procedure. We report a case of 23-year-old female patient with a 4-year history of non-specific gastrointestinal symptoms and suspected malrotation on the tomography. She was treated by Ladd’s procedure. Key Words: Intestinal malrotation; congenital band; Ladd’s procedure OLGU SUNUMU Yirmi üç yaşında bayan hasta 1 haftadır devam eden karın ağrısı, aralıklı bulantı-kusma ve karın şişkinliği şikayeti ile acilde görüldü. Hastanın hikayesinden ağrısının 3-4 yıldır olduğu, son zamanlarda şiddetinin ve atak sıklığının giderek arttığı, kendi yaşıtlarına göre gelişme geriliği olduğu, son 1 yılda 3-5 kg. kilo kaybettiği öğrenildi. Fizik muayenesinde batın minimal distandü olup, özellikle sağ alt kadranda hassasiyet mevcuttu. Rebaund bulgusu yoktu ve rektovajinal muayenesi normaldi. Abdominal ultrasonografide “batın sağ alt kadranda intestinal segmentlerin iç içe girmiş olduğu” görüldü. Ayakta direkt batın grafisi ve akciğer grafisi normaldi. Diyafram altında serbest hava yoktu. Abdominal tomografide “sağda superior mezenterik arter etrafındaki barsakların rotasyon anomalisine bağlı iç içe geçmiş barsak anslarının olduğu girdap şeklinde bir yapı” izlendi (Resim 1a, 1b). Görünümün öncelikle rotasyon anomalisi ile uyumlu olabileceği düşünüldü ve hastaya ameliyat planlandı. Sağ paramedian kesiyle batına girildi. Gözlemde çekum superior yerleşimliydi ve ileoçekal valv dahil yaklaşık 140 cmlik ileojejunal ans peritoneal bant ile sarılıydı ve 125 125 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:125-127 Y. Tanrıkulu ve ark. duodenuma bası yapmaktaydı (Resim 2a, 2b). Sağdaki Todd’s fasyası vertikal insizyonla açılarak çekum havalandırıldı. Ardından duodenum üzerindeki bant eksize edildi ve ileojejunal segmentler künt diseksiyonla serbestlendi (Ladd’s prosedürü). Resim 1a, 1b. Abdominal tomografide malrostasyonla uyumlu olabilecek sağ üst kadranda girdap görünümü Resim 2 a, 2 b. İntestinal malrotasyon ile ileoçekal bölgedeki ve distal barsak ansları üzerindeki konjenital peritoneal bantlar. Resim 3 a. Akut apandisite ait histopatolojik görünüm (lümene dökülmüş iltihabi proçesler), 3 b. Kas lifleri arasına girmiş nötrofiller Duodenojejunal bileşke sol abdominal bölgedeki yerine konuldu. Ameliyatın sonunda insidental olarak apendektomi yapıldı. Postoperatif 2. günde hastanın oral alımı açıldı ve ek problemi olmayan hasta 3. günde taburcu edildi. Hastanın 126 126 apendiksine ait histopatolojik sonuç akut apandisit olarak rapor edildi (Resim 3). TARTIŞMA Duodenojejunal ve ileokolik barsak segmentlerinin omfalomezenterik damarların çevresinde saat yönünün tersinde 270o dönmesiyle duodenojejunal bileşke superior mezenterik arterin solunda ve arkasında, çekum ise sağ alt kadranda yerleşir. Mezenterin duodenojejunal bileşkeden çekum düzeyine kadar geniş olarak uzanması malrotasyonu önler4. Peritoneal bantlar daima intestinal malrotasyonla ilişkili olup 4 tip konjenital peritoneal bant vardır. Tip 1; çekumdan sağ üst kadrana uzanan anormal bir bant mevcuttur ve duodenumun 2. ve 3. kısmını çaprazlar ve duodenuma bası yapar. Bu Ladd’s bandı olarak adlandırılır. Tip 2; hepatik fleksuradan uzanan bir bant duodenumun 2. kısmını çaprazlar ve duodenuma bası yapar. Tip 3; hipertrofiye olmuş hepatoduodenal ligament olup duodenumun 1. ve 2. kısmında obstrüksiyona neden olur. Tip 4; yoğun fibröz bir banttır ve duodenumun son kısmını paravertebral fasyaya sıkıca bağlayarak obstrüksiyona neden olur5. İntestinal malrotasyonlar yaklaşık olarak 500 doğumda 1 görülür ve erkek/kadın oranı eşittir. Bunların yaklaşık %60’ı yaşamın ilk ayında, %20’si bir ay ile bir yaş arasında ve kalanı da bir yaşından sonra ortaya çıkar6. İntestinal malrotasyonlarda semptomlar oldukça değişken olup infantlarda en sık görülen semptom safralı kusmadır. Daha ileri yaşlarda ise hastalar uzun bir süre asemptomatik kalabileceği gibii görülen semptomlar non-spesifiktir ve sıklıkla aralıklı kolik karın ağrısı, rekürren kusmalar, hematemez ve konstipasyon görülebilir7. Bizim olgumuz 23 yaşında bayan hastaydı ve doğumundan itibaren hiç acil cerrahi müdahale geçirmemişti. Semptomları ise aralıklı karın ağrısı ve dispeptik yakınmalardı. Tanıda doğruluk oranı en yüksek olan ve en yaygın kullanılan test opaklı grafilerdir. Ayrıca bu grafilerle volvulus-malrotasyon ayrımı da oldukça iyi yapılmaktadır. Tanıda kullanılan bir diğer tetkik de abdominal tomografidir. Tomografide superior mezenterik arter kökünde girdap görünümü, arter ile venin anormal yerleşimi, duodenumun distansiyonu ve distal segmentlerin kollabsı malrotasyon için önemli ipuçlarıdır8,9. Hastaya ait abdominal tomografide superior mezenterik arter kökünde girdap görünümü mevcuttu. İntestinal malrotasyonun tedavisi ilk kez 1936’da Ladd tarafından tanımlanmıştır ve günümüzde hala malrotasyon tedavisinin temelini teşkil etmektedir10,11. Bu prosedürde peritoneal bantlar (duodenokolik, duodenojejunal, ileokolik) eksize edilerek duodenum serbestleştirilir. Sonunda ince Yeni Tıp Dergisi 2014;31:125-127 Y. Tanrıkulu ve ark. barsaklar abdomenin sağına, ileoçekal bölge ise abdomenin soluna yer değiştirir12. Bu ameliyat ilk zamanlarda konvansiyonel olarak yapılıyorken, günümüzde laparoskopik olarak başarılı bir şekilde yapılmaktadır13. Aynı zamanda şüpheli akut apandisit varlığında ve/veya abdominal organlar yer değiştirdiğinde ileride ortaya çıkabilecek tanı zorluklarından dolayı ameliyata apendektomi eklenmelidir8. Bizde hastamızdaki konjenital Ladd’s bandını eksize ettik. İleoçekal bölgeyi ve ileum ile jejunal ansları serbestleştirdik. Ek olarak Ladd’s prosedürü sonrası çekumun abdomende yer değiştirdiğinden, gelecekte olabilecek tanı zorluğunu ortadan kaldırmak ve aynı zamanda da ödemli olan ve lümeninde fekaloidin olduğu apendiksi insidental olarak eksize ettik. Acil şartlarda laparoskopik ünitemiz kapalı olduğundan, ameliyatı konvansiyonel olarak yaptık. Konjenital peritoneal bantlar daima malrotasyonla ilişkilidirler ve bu durum orta barsağın volvulusuna neden olabilir. Malek ve ark.14 yaptıkları 219 vakalık bir seride, 31 tane volvulus tespit etmişler, bunların 7 tanesine rezeksiyon uygulamışlar ve ameliyat sonrasında 1 hastayı kaybetmişlerdir Bundan dolayı konjenital bant tespit edildiği zaman da rutin olarak Ladd’s prosedürü ameliyatının yapılmasını önermişlerdir. Bu ameliyattan sonra batın içi adezyon formasyonuna bağlı barsak obstrüksiyonu iyi tanımlanmış bir risk faktörüdür ve önemli bir postoperatif komplikasyondur. Bu durum palyatif tedavi ile düzelebileceği gibi bazen cerrahi gerektirebilmektedir. Prosedürün diğer iyi bilinen bir komplikasyonu da volvulustur. Bunun önlenmesi içinde Ladd’s prosedür sonrası çekum fiske edilmeli ve duodenopeksi yapılmalıdır15. Akut pankreatit ve gastroözefagial reflü de daha nadir olarak görülen komplikasyonlar arasında yer almaktadır16,17. Sonuç olarak; konjenital malrotasyonlar yetişkinlerde çok nadir görülmesine rağmen bazen acil cerrahi müdahale gerektirmektedir. Bu nedenle hastanın şikayetlerine yönelik ya da rutin yapılan tetkiklerinde intestinal malrotasyon tespit edildiğinde, hastanın şikayetleri ve ileride ortaya çıkabilecek durumlar da göz önünde bulundurularak rutin Ladd’s prosedürü uygulanmalı ve ameliyata apendektomi dahil edilmelidir. Ameliyat sonrası ortaya çıkabilecek komplikasyonları en aza indirmek için ameliyat mümkünse laparoskopik olarak yapılmalıdır. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Strouse PJ. Disorders of intestinal rotation and fixation ("malrotation"). Pediatr Radiol 2004;34:837-51. 2. Prasil P, Flageole H, Shaw KS, Nguyen LT, Youssef S, Laberge JM. Should malrotation in children be treated differently according to age? J Pediatr Surg 2000;35:756-8. 3. Spigland N, Brandt ML, Yazbeck S. Malrotation presenting beyond the neonatal period. J Pediatr Surg 1990;25:1139-42. 4. McCollough M, Sharieff GQ. Abdominal surgical emergencies in infants and young children. Emerg Med Clin North Am 2003;21:909-35. 5. Akgür FM, Tanyel FC, Büyükpamukçu N, Hiçsönmez A. Anomalous congenital bands causing intestinal obstruction in children. J Pediatr Surg 1992;27:471-3. 6. Kamal IM. Defusing the intra-abdominal ticking bomb: intestinal malrotation in children. CMAJ 2000;162:1315-7. 7. Uba AF, Chirdan LB, Edino ST. Intestinal malrotation: presentation in the older child. Nijer J Medicine 2005;14:23-6. 8. Ford EG, Senac MO Jr, Srikanth MS, Weitzman JJ. Malrotation of the intestine in children. Ann Surg 1992;215:172-8. 9. Wanjari AK, Deshmukh AJ, Tayde PS, Lonkar Y. Midgut malrotation with chronic abdominal pain. N Am J Med Sci 2012;4:196-8. 10. von Flüe M, Herzog U, Ackermann C, Tondelli P, Harder F. Acute and chronic presentation of intestinal nonrotation in adults. Dis Colon Rectum 1994;37:192-8. 11. Ladd WE. Congenital obstruction of the duodenum in children. N Engl J Med 1932;206:273-83. 12. Kamiyama T, Fujiyoshi F, Hamada H, Nakajo M, Harada O, Haraguchi Y. Left-sided acute appendicitis with intestinal malrotation. Radiat Med 2005;23:125-7. 13. Adrales GL, Gandsas A, Beales D, Draper K, George IM, Park AE. Laparoscopic Ladd's procedure in two adults: malrotation and the minimally invasive approach. Surg Endose 2004;18:161. 14. Malek MM, Burd RS. Surgical treatment of malrotation after infancy: a population-based study. J Pediatr Surg 2005;40:285-9. 15. Stauffer UG, Herrmann P. Comparison of late results in patients with corrected intestinal malrotation with and without fixation of the mesentery. J Pediatr Surg 1980;15:9-12. 16. Demirbilek S, Karaman A, Gurunluoglu K, et al. Delayed gastric emptying in gastrooesophageal reflux disease: the role of malrotation. Pedatr Surg Int 2005;21:423-7. 17. Sasaki T, Soh H, Kimura T, Hasegawa T, Okada A, Fukuzawa M. Recurrent acute pancreatitis caused by malrotation of the intestine and effective treatment with laparoscopic Ladd's procedure. Pediatr Surg Int 2005;21:994-6. 127 127 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:128-130 Olgu sunumu Otoimmün Hepatite Bağlı Karaciğer Sirozu ve Gastrointestinal Nöroendokrin Tümör Birlikteliği Olan Nadir Bir Olgu (Association of gastrointestinal neuroendocrine tumor and autoimmun hepatitis induced liver cirrhosis: A rare case report) İbrahim ARSLAN 1, Ahmet UYANIKOĞLU 2, Timuçin AYDOĞAN 2, Haşim NAR 2, Necati YENİCE 2 1 Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, ŞANLIURFA 2 Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı, ŞANLIURFA ÖZET Otoimmün hepatit (OİH) karaciğerin nedeni bilinmeyen, kronik, ilerleyici, inflamatuar bir karaciğer hastalığıdır. Gastrointestinal nöroendokrin tümörler (GI NET), 2/100.000 olgu/yıl insidansına sahip, nadir görülen tümörlendendir. En sık ileum, apendiks ve rektumda, nadiren midede görülürler. OİH’e bağlı karaciğer sirozu ve midede GI NET birlikteliği olan 47 yaşında bayan hasta sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Otoimmün hepatit; nöroendokrin tümör, karaciğer sirozu GİRİŞ Otoimmün hepatit (OİH) karaciğerin nedeni bilinmeyen, kronik, ilerleyici, inflamatuar bir karaciğer hastalığıdır. Serumda çeşitli otoantikorların varlığı, gamaglobulin yüksekliği ve histolojik olarak periportal veya portal alanda mononükleer hücre infiltrasyonu ile tanımlanmaktadır1-5. Tedavi edilmediğinde hızla siroza ilerlediğinden, erken tanı ve tedavi önemlidir6,7. Gastrointestinal nöroendokrin tümörler (GI NET), 2/100.000 olgu/yıl insidansına sahip nadir tümörlerdir8. Gastrointestinal kanal tümörlerinin sadece %2’sini oluştururlar ve en sık ileum, apendiks ve rektumda görülürler. Olguların ancak %6’sında mide tutulumu vardır9. Ancak son yıllarda mide NET’lerinde bir artış dikkati dikkat çekmektedir10. Bu, gerçek bir artış olabileceği gibi, endoskopik inceleme sıklığının artması, bu tür lezyonların tanınması ve patolojik tanı koyma yöntemlerinin daha etkin kullanılmasına bağlı, göreceli bir artış da olabilir11. GI NET’lerin biyolojik davranışlarını belirleyen faktörler çok çeşitlidir. WHO’ya göre tümör çapı, invazyon derinliği, Ki 67 indeksi, histolojik diferansiyasyon, anjiyoinvazyon Yazışma adresi: Dr. Timuçin AYDOĞAN Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı, Şanlıurfa e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 29.11.2012 Yayına kabul tarihi : 17.06.2013 128 128 ABSTRACT Autoimmune hepatitis (AIH) of unknown etiology, chronic, progressive, inflammatory disease of the liver. Neuroendocrine tumors of the gastrointestinal (GI NET), 2/100.000 cases/year, with the incidence of rare tumors. The most common ileum, appendix and rectum, rarely seen in the stomach. AIH and GI NET in the stomach due to the coexistence of liver cirrhosis and the 47-yearold female patient is presented. Key Words: Autoimmun hepatitis; neuroendocrin tumor, liver cirrhosis varlığı ve metastaz durumu, bu tümörleri sınıflandırmada önemli parametrelerdir12. Bu yazıda literatürde nadir görülen, otoimmün hepatite bağlı gelişmiş karaciğer sirozu ve gastrointestinal nöroendokrin tümör birlikteliği olan bir vaka sunulmuştur. OLGU Kırk yedi yaşında bayan hasta, halsizlik ve dispeptik yakınmalarla gastroenteroloji polikliniğine müracaat etti. Yaklaşık 2 yıldır otoimmün hepatite bağlı karaciğer sirozu tanısı ile takip edilen hastanın, 2 defa özofagus varis kanaması geçirdiği, 2 defa endoskopik band ligasyonu uygulandığı, propranolol 2x20 mg, pantaprozol 1x40 mg, spiranolakton 1x100 mg kullandığı öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde, genel durum iyi, bilinç açık, yer ve zaman oryantasyonu tam, arteryel tansiyonu 110/76 mmHg, nabız 80/ dakika/ ritmik, epigastrik bölgede palpasyonla hassasiyet, traube kapalı, splenomegali (dalak midklavikular hatta, kot altından 5 cm palpabl) saptandı. Diğer sistem muayenelerinde özellik saptanmadı. Laboratuvar tetkikleri Tablo 1‘de verilmiştir. Tüm abdomen ultrasonografisinde; karaciğer parankimi kaba granüler paternde, heterojen, konturları lobule, boyutları atrofik, splenomegali (dalak 200 mm), splenik ven hilusta çapı 15 mm, dilate ve tortioze izlendi. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:128-130 İ. Arslan ve ark. Tablo 1. Hastaya Ait Laboratuvar Bulguları Parametre WBC Hemoglobin Hematokrit Trombosit Sedimantasyon Üre Kreatinin AST ALT GGT ALP Total bilirubin Total protein Albumin HbsAg AntiHbs Antinükleer Antikor Sonuç (Referans aralığı) 1,390/mm³ (4,3-10,3) 9,45 gr/dl (12-18,1) %27 (35-53,1) 36590 (142000-424000) 88 mm/saat (0-20) 27 mg/dl (10-50) 0,59 mg/dl (0,5-1,2) 26 U/L (5-41) 13 U/L (5-38) 41 U/L (80-61) 63 U/L (50-270) 0,6 mg/dl (0,2-1,1) 7,8 g/dl (6,6-8,7) 2,1 g/dl (3,4-4,8) 0,39 S/CO (0-1) 1,2 mIU /mL (0-10) Pozitif Üst gastrointestinal endoskopisinde; özofagusta küçük-orta varisler, portal hipertansif gastropati izlendi. Korpus büyük kurvaturda 6-7 mm’lik, üzeri erode, polipoid lezyon çıkarıldı (Resim 1). Parametre Na K CRP Fe TDBK Ferritin CEA CA 19-9 AFP LDH IgG IgA IgM Protombin zamanı Anti HCV Gama globulin SMA Sonuç (Referans aralığı) 142 mmol/L (136-145) 4,2 mmol/L (3,3-5,1) 5,1 mg/dl (0-5) 119 mg/dl (37-158) 260 ug/dl (150-450) 152 ug/dl (13-150) 1,6 (0,5-1,2) 0,6 (<27) 2,4 IU/ml (0-5,8) 162 IU/L (240-480) 27 g/L (7-17) 8,1 g/L (0,7-4) 2,2 g/L (0,4-2,3) 12 saniye (3,4-4,8) 0,29 S/CO (0-0,99) 4 g/dl (0-10) Negatif fizyolojik sınırlarda radyofarmasötik tutulum saptandı. Başka bir bölgede GI NET saptanmadı. Mevcut verilerle, hastaya otoimmün hepatite bağlı karaciğer sirozu ve gastrointestinal nöroendokrin tümör tanıları konularak karaciğer sirozu tedavisi düzenlendi ve poliklinik takibine alındı. TARTIŞMA Resim 1. Sirotik hastada korpusta patoloji sunucu nöroendokrin tümör gelen polibin çıkarılması Lezyonun patoloji sonucu, iyi diferansiye nöroendokrin tümör, histolojik grade 1, tümör muskularis mukazaya invaze, lenfovasküler-perinöral invazyon yok, Ki67 indeksi <1, yapılan immünohistokimyasal boyamalarda tümör hücreleri Sinaptofizin (+), kromogranin (+), pansitokeratin (+) boyanma göstermekte’ olarak gelen hastada GI NET teşhisi konuldu. Tümörün primerinin araştırılması ve olası metastazlar için yapılan tüm batın magnetik rezonans (MR), bilgisayarlı tomografi (BT) görüntülemelerinde, normalden küçük karaciğer, splenomegali, dalak hilusu ve pankreas kuyruğu çevresinde variköz venler görüldü, metastaz saptanmadı. Oktreotid sintigrafisinde, dalak boyutları normale göre artmış olup, radyofarmasötik tutulumu diffüz olarak artmıştı, Vücudun diğer bölgelerinde Otoimmün hepatit (OİH), nedeni bilinmeyen, kronik, ilerleyici, inflamatuvar bir karaciğer hastalığıdır. Kadınlarda daha sık olup, serumda çeşitli otoantikorların varlığı, sedimantasyon, gama-globülin yüksekliği ve diğer otoimmün hastalıklarla birliktelik, bu hastalığı düşündürür1-5. Hastamız hızlı progresyon nedeniyle sirotik evrede olan, orta yaşlı bir kadın idi. Sedimentasyon yüksek, ANA (+), gamaglobulin yüksek, viral serolojisi negatif idi. Transaminazlar normal ve sirotik evrede olduğundan, kortizon ve immünsüpresif tedavi almıyordu. Gastrointestinal nöroendokrin tümörler (GI NET), klinik gidişleri oldukça geniş bir spektrum gösteren, nadir görülen tümörlerdir. Bu tümörlerin biyolojik davranışını belirleyen faktörler kompleks ve çok yönlüdür. Tümörün gastrointestinal trakttaki yerleşim yeri, primer tümör çapı, lokalize ya da uzak metastaz varlığı, bu parametrelerden bazılarıdır13,14. Hastamızda NET, mide yerleşimli olup, tamamı çıkarıldı. Ki67 indeksi <1 idi. Taramada metastaz veya başka bir bölgede NET saptanmadı. Mide nöroendokrin tümörlerinin spesifik semptomları bulunmayıp hastalar genellikle karın ağrısı ve dispeptik şikayetlerle doktora başvururlar. Yapılan gastroskopilerde genellikle eritematöz gastrit tanısı ile nonspesifik tedaviler alırlar15. Bizim hastamızda da daha önce birkaç defa gastroskopi yapılmasına rağmen tümör saptanma- 129 129 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:128-130 İ. Arslan ve ark. mış; dispepsi nedeniyle yapılan en son endoskopide tesadüfen tümör varlığı saptanmıştı. Nöroendokrin hücreler birçok organda bulunur. NE tümörler elektron mikroskopisi ile tespit edilebilen, membrana bağlı intrastoplazmik nörosekretuar granüllerle karakterizedir. İmmünohistokimyasal olarak sinaptofizin, kromogranin, NSE gibi spesifik proteinler ışık mikroskobu ile gösterilebilir16. Hastamızın patolojik tanısı, iyi diferansiye nöroendokrin tümördü, yapılan immünohistokimyasal boyamalarda tümör hücreleri sinaptofizin (+), kromogranin(+), pansitokeratin (+) boyanma göstermekte idi. Otoimmün hepatitle diğer otoimmün hastalıkların birlikteliği, bilinen bir durumdur3-5. Literatürde otoimmün hepatit ve otoimmün gastrit, karsinoid tümör birlikteliği, seyrek vaka bildirimleri şeklinde olmuştur. De Block CE ve arkadaşlarının bildirdiği bir vaka, 45 yaşında, tip I diyabetes mellituslu erkek hasta olup, bu hastaya 29 yaşında yeni başlayan sirozlu OİH tanısı konmuş ve 5 yıl sonra başarılı karaciğer/pankreas transplantasyonu yapılmıştır. 18 ay sonra pankreas yetmezliği, pernisiyöz anemi, otoimmün gastrit tanıları konulmuştur. 45 yaşında da gastrik karsinoid tümör tespit edilmiştir17. Orman W’nin bildirdiği bir diğer vaka ise 48 yaşında kadın hasta olup, tip II diyabetes mellituslu idi. Sedimentasyon, karaciğer enzimleri ve gama globülin yüksek, antinükleer antikor (ANA), anti düz kas antikoru (ASMA) pozitif idi. Laparoskopide küçük nodüler karaciğer sirozu saptanmıştı. Prednizolon ve azotiopürin verilmiş, 1 yıl sonra gastrik polip saptanan ve eksize edilen hastanın histopatolojisinde karsinoid saptanmış. 1 yıl sonraki kontrolünde karsinoid rekürrensi saptanmamıştır17,18. Hastamız, 2. vaka gibi kadın hastaydı, diğer vakalardan farklı olarak tip 1, tip 2 diyabet, otoimmün gastrit ve pernisiyöz anemi saptanmamıştı. Her üç vakanın ortak özelliği, aynı yaş grubunda ve sirotik olmalarıydı. Otoimmün hepatit ve GI NET birlikteliği tesadüfi olabileceği gibi, aralarında immün bir ilişki de olabilir. Böylece, GI NET’lerin sirotik evredeki OİH zemininde de gelişebileceği söylenebilir. Otoimmün hepatite bağlı gelişen karaciğer sirozu ve gastrointestinal nöroendokrin tümör birlikteliği, nadir rastlanılabilecek bir durumdur. Otoimmün hepatitli hastalarda gastroskopide polip saptandığında, nöroendokrin tümör olabileceği akla getirilmelidir. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Oettinger R, Brunnberg A, Gerner P, Wintermeyer P, Jenke A, Wirth S. Clinical features and biochemical data of Caucasian children at diagnosis of autoimmune hepatitis. J Autoimmun 2005;24:79-84. 2. Mackay IR. Historical reflections on autoimmune hepatitis. World J Gastroenterol 2008;14:3292-300. 3. Vergani D, Mieli-Vergani G. Aetiopathogenesis of autoimmune hepatitis. World J Gastroenterol 2008;14:3306-12. 4. Czaja AJ. Autoimmune hepatitis: evolving concepts and treatment strategies. Dig Dis Sci 1995;40:435-56. 5. Ben-Ari Z, Czaja AJ. Autoimmune hepatitis and variant forms. Gut 2001;49:589-94. 6. Czaja AJ. Clinical features, differential diagnosis and treatment of autoimmune hepatitis in the elderly. Drugs Aging 2008;25:219-39. 7. Zachou K, Rigopoulou E, Dalekos GN. Autoantibodies and autoantigens in autoimmune hepatitis: important tools in clinical practice and to study pathogenesis of the disease. J Autoimmune Dis 2004;15:1-2. 8. Hemminki K, Li X. Incidence trends and risk factors of carcinoid tumors. A nationwide epidemiologic study from Sweden. Cancer 2001;92: 2204-10. 9. Modlin IM, Lye KD, Kidd M. A 5-decade analysis of 13,715 carcinoid tumors. Cancer 2003;97:934-59. 10. Modlin IM, Lye KD, Kidd M. A 50-year analysis of 562 gastric carcinoids: small tumor or larger problem? Am J Gastroenterol 2004;99:2332. 130 130 11. Sezak M, Oruç N. Midenin nöroendokrin tümörlerinde P-16 ekspresyonu. Akademik Gastrontoloji Dergisi 2010;9:41-7. 12. Klöppel G, Rindi G, Anlauf M, Perren A, Komminoth P. Site-specific biology and pathology of gastroenteropancreatic neuro-endocrine tumors. Virchows Arch 2007;451(Suppl 1):S9-27. 13. Van Gompel JJ, Sippel RS, Warner TF, Chen H. Gastrointestinal carcinoid tumors: factors that predict outcome. World J Surg 2004;28:38792. 14. Rorstad O. Prognostic indicators for cardinoid neuroendocrine tumors of the gastrointestinal tract. J Surg Oncol 2005;89:151-60. 15. Ganzalez JA, De Miguel R, Martinez D. Multiple gastric carcinoids atrophic gastritis, hipergastrinemia: a confirmed association. Reu Esp Enform Apar Dig 1989;76:161-9. 16. Spigel DR, Hainsworth JD, Greco FA. Neuroendocrine carcinoma of unknown primary site. Semin Oncol 2009;36:52-9. 17. De Block CE, De Leeuw IH, Pelckmans PA, Michielsen PP, Bogers JJ, Van Marck EA, et al Autoimmune hepatitis, autoimmune gastritis, and gastric carcinoid in a type 1 diabetic patient:a case report. J Diabetes Complications 2000;14:116-20. 18. Ormann W. Autoimmune hepatitis, autoimmune gastritis, hypergastrinemia and stomach carcinoid. Dtsch Med Wochenschr 1995;120:361-5. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:131-132 Olgu sunumu Atipik Yerleşimli Kist Hidatik (Hydatid cyst with atypical location ) Serdar YÜCE 1, Ömer Faruk KOÇAK 1, Gülay BULUT 2, Hakan TEKİN 1, Ahmet KAHRAMAN 1 3 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, VAN 2 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, VAN 3 Mustafa Kemal Üniversitesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, HATAY ÖZET Hidatik kist hastalığı Echinococcus granulosusun neden olduğu zoonotik bir enfeksiyondur. Echinococcus granulosus, sıklıkla karaciğer ve akciğerde enfeksiyona neden olmakla birlikte nadir olarak baş ve boyun bölgesinde kistlere sebep olduğuna dair raporlar bulunmaktadır. Baş boyun bölgesinde hidatik kistlerin bulunduğu bölgeler arasında parotis bezi, parafarengeal alan, maksiller sinüs, nasolabial bölge, preaurikular bölge bulunmaktadır. Bu olgu sunumunda, sağ yanak bölgesinde yerleşimli nadir rastlanılan bir hidatik kist olgusu rapor edilmiştir. ABSTRACT Hydatic disease is a zoonotic infection caused by Enchinococcus granulosus. Enchinococcus granulosus frequently causes pulmonary and liver infection and there are reports that it rarely causes cysts in head and neck region. There are parotid gland, parafarengeal region, maxillary sinus, nasolabial region and preauricular region among regions in which hydatic cysts are found in head and neck region. In this case report, the case of a hydatic cyst, which is rarely seen in located right cheek region, was reported. Anahtar Kelimeler: Hidatik kist; yüz; atipik yerleşim Key Words: Hydatid cyst; face; atypical location GİRİŞ Hidatik kist hastalığı Echinococcus granulosusun neden olduğu zoonotik enfeksiyondur. Genellikle karaciğer ve akciğerde enfeksiyona neden olur. Daha az oranda dalak, kalp, kemik ve santral sinir sisteminde enfeksiyona rastlanır1,2. Baş ve boyun bölgesinde yerleşimli hidatik kist olgularına ise nadir olarak rastlanmaktadır. Bu yazıda, malar bölge yerleşimli bir hidatik kist olgusu sunulmuştur. OLGU 29 yaşında bayan hasta 4 aydan beridir sağ yanak bölgesinde giderek büyüyen şişlik şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın fizik muayenesinde sağ yanak bölgesinde yaklaşık 6x5 cm ebatında zeminden hareketli yumuşak kıvamlı bir lezyon bulunmaktaydı (Resim 1 a,b). Hasta kistik lezyon öntanısı ile lokal anestezi altında operasyona alındı. Operasyon sırasında kistik lezyonunun içinde kız veziküllerinin olduğu gözlendi. Hastadan çıkarılan lezyonun histopatolojik muayenesi sonucunda hidatik kist tanısı konuldu (Resim 2). Yara iyileşmesinde herhangi bir sorun yaşanmadı. Hastada başka odak araştırılması için AC grafisi, Abdomen USG, beyin BT ve kan tahlilleri yapıldı. Bu tahlillerin sonucunda ve hastanın 6 aylık süren takibinin sonucunda başka bir lezyona rastlanmadı. Resim 1 a. Preoperatif görüntü Resim 1 b. Postoperatif 6. ay görüntüsü Yazışma adresi: Dr. Serdar YÜCE Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Van e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 12.07.2013 Yayına kabul tarihi : 04.09.2013 Resim 2. Hidatik kistin histopatolojik görüntüsü H&EX200) 131 131 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:131-132 S. Yüce ve ark. TARTIŞMA Hidatik kist hastalığı etkeni Echinococcus sestodu kendi yaşam döngüsünü tamamlamak için 2 memeli canlıya ihtiyaç duyar. Bu döngüdeki ilk canlı köpekler, ikinci aracılar koyunlar, atlar gibi hayvanlar ve nadiren insanlardır. İnsanların kontamine gıdaları yemeleri ile sıklıkla %70 karaciğerde, %20 akciğerde hastalık ortaya çıkmaktadır. Portal ven yoluyla sistemik dolaşıma karışan sestodlar kaslar (%5), dalak (%1), kemikler (%3), böbrekler (%2), kalp (%1) ve diğer iç organlara yerleşebilirler1,2. Maksillofasiyal bölgede yerleşimli hidatik kist olguları literatürde nadir olarak bildirilmiş olup temporal bölge, parotis bezi, pterygopalatineinfratemporal fossa, preaurikular bölge, submental, boyun yerleşimli kistler rapor edilmiştir1-8. Hidatik kist olguları genellikle asemptomatiktir, semptomlar ise yerleştiği lokalizasyona ve kistin büyüklüğüne bağlıdır. Atipik yerleşimli kist hidatik olgularında genellikle odak olarak karaciğer ya da akciğer araştırılmalıdır. Eğer bu odaklarda herhangi bir şey bulunamazsa daha nadir yerleşimlerin görüldüğü dalak, kaslar, kemikler, böbrekler, kalp yada diğer iç organlar araştırılmasına yönelik her hangi bir literatür verisi bulunmamaktadır. Ayrıca tanı için serolojik testler, direk hemaglutinasyon, latex aglütinasyon, immun elektroferez, spesifik Ig-E düzeyi, eosinofil artışı vb parametreler rutinde kullanılmaktadır. Tanı konulduktan sonra kist hidatik tedavisinde vezikül içine inaktivasyon için %95 ethanol veya %20 salin verilmesi, durumu düşkün hastalarda izole albendazol kullanımı ve cerrahi müdahale ile kistin komplete olarak çıkartılması uygulanabilir1,2. Cerrahi hidatik kist için önemli bir tedavi şeklidir. Hidatik kist 3 tabakadan oluşur: perikist en dış tabakadır, alerjik reaksiyona neden olur. Orta tabaka, kutikuler membran ve en iç tabaka germinative tabakadır ve scolies üretir. Ameliyat sırasında kist germinative tabaka ile beraber eksize edilmelidir. Eğer kist içeriği dışarı dökülürse alerjik reaksiyon görülebilir ya da hastalık multipl odaklar şeklinde yayılabilir. Kistin yerleşim lokalizasyonuna göre blok olarak eksize edilir, kist eksizyonu sonrası potansiyel boşluk oblitere edilir. Parankimal yerleşimlerde, akciğer gibi, parankim korunması için perikistik doku geride bırakılabilir8. Sonuç olarak; baş boyun kistik büyümelerinde özellikle endemik olmadığı bölgelerde ayırıcı tanıda hidatik kist hastalığı düşünülmemektedir. Bu anatomik lokalizasyonlarda hastalığın nadir olarak görülmesi tanı konulmasını zorlaştırmaktadır. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Bansal C, Lal N, Jain RC, Srivastava AN, Fatima U. Primary hydatid cyst in the soft tissue of the face: an exceptional occurrence. Indian J Dermatol 2011;56:768-70. 2. Tekin M, Osma U, Yaldiz M, Topcu I. Preauricular hydatid cyst: an unusual location for echinoccosis. Eur Arch Otorhinolaryngol 2004;261:879. 3. Gangopadhyay K, Abuzeid MO, Kfoury H. Hydatid cyst of the pterygopalatine-infratemporal fossa. J Laryngol Otol 1996;110:978–80. 4. Eroğlu A, Atabekoğlu S, Kocaoğlu H. Primary hydatid cyst of the neck. Eur Arch Otorhinolaryngol1999;256:202–4. 132 132 5. Kumar J, Chacko J, Sen S. Submental primary hydatid cyst: A rare differential diagnosis of midline neck swelling in children. International Journal of Pediatric Otorhinolaryngology Extra 2009;4:53-5. 6. Safioleas M, Giannopoulos A, Manti Ch, et al. Hydatid disease of the parotid gland: a rare case report. Parasitol Int 2007;56:247-9. 7. Karahatay S, Akcam T, Kocaoglu M, Tosun F, Gunhan O. A rare cause of parotid swelling: primary hydatid cyst. Auris Nasus Larynx 2006; 33:227-9. 8. Katilmiş H, Oztürkcan S, Ozdemir I, Adadan Güvenç I, Ozturan S. Primary hydatid cyst of the neck. Am J Otolaryngol 2007;28:205-7. Yeni Tıp Dergisi 2014;31-133-134 Olgu sunumu Apendisyal Nöroma: Akut Apandisitin Nadir Bir Nedeni (Appendiceal neuroma: A rare cause of acute appendicitis) Meral ŞEN 1, Murat Özgür KILIÇ 1, Ümran YILDIRIM 1 2 Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, ANKARA 2 Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, ANKARA ÖZET Akut apandisit akut karın ağrısının en sık cerrahi gerektiren nedenidir. En sık olarak 20-30’lu yaşlarda görülür. Akut apandisit etiyolojisinde lümen obstrüksiyonu en önemli faktördür. Çocuklarda lenfoid hiperplazi, yetişkinlerde fekalit, yaşlılarda ise tümörler, apandiks lümeninin obstrüksiyonuna en sık sebep olan etkenleri oluşturur. Son zamanlarda apendiks stromasındaki nöroendokrin hücrelerinin proliferasyonunun akut apandisit patofizyolojisinde rol oynadığı saptanmıştır. Bu durum önceleri fibröz obliterasyon, oblitere apendiks, nörojenik apendiks gibi tanılarla adlandırılmakta ise de günümüzde apandisyal nöroma terimi daha fazla kullanılmaktadır. Bu yazıda, akut apandisitin nadir görülen bir nedeni olan apendisyal nöroma olgusunu sunduk. Anahtar Kelimeler: Apendisyal nöroma; akut apandisit; akut karın GİRİŞ Akut apandisit genel cerrahi pratiğinde en sık karşılaşılan ve acil cerrahi gerektiren klinik antitedir. En sık olarak 20-30’lu yaşlarda ve erkeklerde biraz daha fazla görülen akut apandisitin etiyolojisinde fekalitler, meyve çekirdekleri, lenfoid hiperplazisi, tümörler gibi birçok faktör rol oynar. Apendiks lümeninin bu etkenlerle obstrüksiyonu patolojik olayı başlatan asıl olaydır. Akut apandisitin sık görülmeyen bir nedeni olan apendisyal nöromanın fizyopatolojisindeki en kabul gören hipotez, tekrarlayan minör subklinik yangı ataklarının apandiks stromasındaki nöral doku hiperplazisini tetiklemesidir. Bu yazıda, genç bir kadın hastada akut apandisite neden olan apendisyal nöroma olgusunu nadir görülmesi nedeniyle sunduk. ABSTRACT Acute appendicitis is the most common surgical cause of acute abdominal pain. Most commonly seen in 20-30s. The most important factor in the etiology of acute appendicitis is obstruction of the lumen. Lymphoid hyperplasia in children, fecalit in adults and the tumors in elderly were the most common causes of obstruction of the appendiceal lumen. Recently, proliferation of neuroendocrine cells in the stroma of appendix have been implicated in the pathophysiology of acute appendicitis. This situation is called previously with various diagnoses such as fibrous obliteration, obliterated appendix and neurogenic appendix, now the term of appendiceal neuroma is mostly recommended. In this paper, we presented a case of appendiceal neuroma as a rare cause of acute appendicitis. Key Words: Apendiceal neuroma; acute appendicitis; acute abdomen özellik bulunmayan hastanın yapılan fizik muayenesinde karın sağ alt kadranda hassasiyet vardı, ancak defans ve rebound hassasiyet saptanmadı. Ateşi 38,2 C olan olgunun kan testlerinde beyaz küre sayısı 11,300 /mm3 (3,6-9,6), CRP 18 mg/L (0-8) idi. Ayakta yapılan direkt karın grafisinde özellik olmayan hastanın yapılan karın ultrasonografisinde de apendiks yoğun barsak gazı nedeniyle vizüalize edilemedi. Bunun üzerine yapılan karın tomografisinde kalibrasyonu minimal artmış apendiks ile birlikte mezenter yağ dokusunda genel olarak diffüz dansite artışları izlendi (Resim 1 a,b). OLGU Otuz yaşında herhangi bir ek hastalığı olmayan kadın hasta 1 gündür devam eden karın sağ alt kadran ağrısı, bulantı ve kusma şikayetleri ile acil servise başvurdu. Özgeçmiş ve soygeçmişinde Yazışma adresi: Dr. Meral ŞEN Turgut Özal Üniversitesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Ankara e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 09.09.2013 Yayına kabul tarihi : 11.09.2013 Resim 1 a. Resim 1 b. Resim 1 a. Kalibrasyonu min. artmış apendiks, Resim 1 b. Mezenterde diffüz dansite artışı 133 133 Yeni Tıp Dergisi 2014;31-133-134 M. Şen ve ark. Akut apandisit ön tanısıyla ameliyata alınan hastada apendiksin ödemli ve hiperemik olduğunun görülmesi üzerine apendektomi uygulandı. Hasta postoperatif 1. gün sorunsuz olarak taburcu edildi. Patoloji sonucu apendisyal nöroma olarak raporlandı (Resim 2). Resim 2. Lümeni tama yakın dolduran fibromiksoid zeminde yerleşim gösteren kronik iltihabi hücreler ve yağ hücreleri ile karışık halde iğsi hücre proliferasyonu izlenmektedir TARTIŞMA Akut apandisit en sık cerrahi gerektiren akut karın ağrısı nedenidir1. Karın içi cerrahi müdahaleler içerisinde en fazla yapılan ameliyat, apendektomidir. Her yaş grubunda görülebilmesine karşın sıklıkla 20-30'lu yaşlarda görülmektedir2. Akut apandisitte mortalite %1’in altındadır 3. Akut apandisit etiyolojisinde en önemli faktör apendiks lümeninin obstrüksiyonudur. Bu obstrüksiyonun nedenleri arasında fekalit, lenfoid doku hiperplazisi, tümör, yabancı cisim (özellikle meyve çekirdekleri), askaris gibi barsak parazitleri bulunur. Çocuklarda lenfoid hiperplazi, yetişkinlerde fekalit, yaşlılarda ise tümörler, apandiks lümeninin obstrüksiyonuna en sık sebep olan etkenleri oluşturur4. Hastanın anamnezi ve fizik muayene bulguları akut apandisit tanısında en önemli rolü oynamaktadır. Kan testleri, ultrason ve tomografi yardımcı tanı yöntemleri olup, negatif olmaları akut apandisit tanısını dışlamaz. Hastaların tipik başvuru şekli periumbilikal bölgede başlayıp 24 saat içinde sağ alt kadrana yerleşen karın ağrısı, bulantı, kusma ve iştahsızlık olmakla birlikte, bu bulgular hastaların sadece %60'ında görülür5. Lümenin obstrüksiyonu sonucu biriken mukus ile beraber intraluminal basınç artar. Basınç artışı apendiksin kan dolaşımını bozar ve bakteriyel translokasyona neden olur. Apendiks duvarındaki iskemi ilerlediğinde nekroz ve perforasyonla sonuçlanır. Son zamanlarda akut apandisit patofizyolojisinde nöral komponentin varlığının ileri sürüldüğü olgular vardır. Bu olguların çoğu, patolojik değerlendirme sonucunda fibröz obliterasyon, oblitere apendiks, nörojenik apendiks, nörofibrom, kronik apandisit gibi tanılarla adlandırılmaktadır6-8. Bu tanımlar apendisyal nöroma terimiyle benzer histopatolojik karşılığa sahiptir. Apendisyal nöroma akut apandisit tanısıyla ameliyat edilen hastaların yaklaşık %0,04-%4,2'sini oluşturmaktadır6-8,12. Nasıl adlandırılmış olursa olsun oblitere appendikslerin oranı literatürde %35'lere kadar çıkmaktadır9. Diniz ve ark.’nın çalışmasında oblitere apendiks apendektomi materyallerinin %4,2’sini oluştururken, Olsen ve Holck 237 olguluk serilerinde oblitere appendiks oranını %22 bulmuşlardır6,10. Tekrarlayan minör subklinik yangı ataklarının apandiksteki stromal argirofilik hücrelerin irritasyonuyla nöral doku hiperplazisini tetikledikleri en yaygın hipotezdir. Baskın olarak veya tümüyle fibröz dokudan oluşan lezyonların ise bu sürecin son basamağını oluşturduklarına inanılmaktadır6,9-11. Sonuç olarak, apendisyal nöroma akut apandisitin çok sık görülmeyen bir nedenidir. Önceleri oblitere apandiks olarak tanımlanan olguların birçoğunun aslında apendisyal nöroma olduğu günümüzde kabul görmektedir. Benign bir durum olan apendisyal nöromaların tedavisinde apendektomi yeterlidir. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Hou SK, Cherm CH, How CK, et al. Diagnosis of appendicitis with left lower quadrant pain J Chin Med Assoc 2005;68:599-63. 2. Hardin MD. Acute appendicitis: Review and update. Am Fam Physician 1999;60:2027-34. 3. Blomqvist PG, Andersson REB, Granath F, et al. Mortality after appendectomy in Sweden, 1987-1996. Ann Surg 2001;233:455-60. 4. Walker AR, Segal I. What causes appendicitis? J Clin Gastroenterol 1990;12:127-9. 5. Fales WD, Overton DT. In: Tintinalli JE. Ed. A study in emergency medicine. 4th edn. Dallas,TX: Mc Graw-Hill 1996:217. 6. Diniz G, Üstün M, Çengel M, Tunakan M. Nörojenik hiperplazi appendiks obliterasyonu nedeni midir? 1397 olgunun retrospektif iredelenmesi. ADÜ Tıp Fakültesi Dergisi 2001;2:15-8. 134 134 7. Marudanayagam R, Williams GT, Rees BI. Review of the pathological results of 2660 appendicectomy specimens. J Gastroenterol 2006;41:74549. 8. Chan W, Fu KH. Value of routine histopathological examination of appendices in Hong Kong. J Clin Pathol 1987;40:429-33. 9. Petras RE, Goldblum JR. Appendix. In : Danjanov I, Linder J (eds). Anderson's Pathology, 10 ed. Missouri : Mosby-Year Book, 1996:1728-40. 10. Olsen BS, Holck S. Neurogenous hyperplasia leading to appendiceal obliteration: an immunohistochemical study of 237 cases. Histopathology 1987;11:843-49. 11. Stanley WM, Cherwitz D, Hagen K, Snover DC. Neuromas of Appendix: A light- Microscopic, Immunohistochemical and Electron- Microscopic Study of 20 Cases. Am J Surg Pathol 1986;10:811-15. 12. Köksal H, Akın N. Apendiks Nöromaları: Retrospektif Klinik İnceleme. Kolon Rektum Hast Derg 2009;19:118-21. The New Journal of Medicine 2014;31:135-136 Case report Diarrhea Related Hypokalemia Induced Ventricular Fibrillation in A Healthy Elderly Patient (Sağlıklı yaşlı bir hastada ishale bağlı hipokaleminin sebep olduğu ventriküler fibrilasyon) Fatih BUYUKCAM, Akif ALTINBAS Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Tıp Kliniği, ANKARA ÖZET İshal yaşlı hastalarda morbidite ve mortalitenin önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Su dengesindeki bozukluklar ve azalmış sıvı alım isteği özellikle ishal durumlarında yaşlı hastalarda dehidratasyon için risk oluşturmaktadır. 62 yaşında bayan hasta acil servise bayılma sonrasında getirildi. Hastanın bir gündür devam eden ishal, bulantı ve halsizlik şikâyeti vardı. Hastanın bilinen hastalığı ve sürekli kullandığı ilaç yoktu. Başvuru anında alınan kan örneğinde potasyum seviyesi 2,6 mmol/L idi, birinci saatte potasyum verilmeye başlandı. Başvurunun ikinci saatinde hastada ventriküler fibrilasyon gelişti, resüsitasyon ile sinüs ritmi sağlandı. Hasta koroner yoğun bakıma yatırıldı, burada yapılan koroner anjiyografide birkaç küçük plak haricinde koroner arterlerin normal olduğu ve belirgin daralmanın olmadığı görüldü. Sonuç olarak, yaşlı bir hastada basit bir ishalin ventrüküler fibrilasyona yol açabileceği akılda tutulmalıdır. Acil servise ishali olup dehidratasyon ve hipotansiyon belirtileri ile gelen yaşlı hastalarda sıvı ve elektrolit kaybına bağlı olarak gelişebilecek akut böbrek yetmezliği, ciddi elektrolit bozuklukları gibi olumsuz durumları gözden kaçırmamak için elektrolit seviyelerine bakılması gerekir. Key Words: İshal; hipokalemi; ventriküler fibrilasyon; senkop INTRODUCTION Diarrheal diseases remain a significant cause of morbidity and mortality in the elderly population because of a weakened immune system, intestinal motility disorders, poor nutritional status and other underlying chronic medical diseases1. Abnormalities in water homeostasis and decreased thirst perception put elderly patients at higher risk for dehydration, especially in the setting of diarrhea. Hypokalemia as a result of diarrhea could be seen in vulnerable patients like elderly. Herein, we reported a healthy elderly patient experienced with ventricular fibrillation (VF) because of severe hypokalemia due to diarrhea. Yazışma adresi Fatih BUYUKCAM, M.D. Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Tıp Kliniği, Ankara e-mail: [email protected] Arrival date : 21.07.2013 Acceptance date : 11.09.2013 ABSTRACT Diarrheal diseases remain a significant cause of morbidity and mortality in the elderly population. Abnormalities in water homeostasis and decreased thirst perception put elderly patients at higher risk for dehydration, especially in the setting of diarrhea. A 62year-old female patient was admitted to the emergency department after a syncope attack. She was suffering from nausea and malaise with a history of diarrhea for only one day. She has not any chronic medical disease or medication. Potassium level was 2.6 mmol/L at the blood serum that was taken on admission; potassium replacement was started in the first hour. At the second hour of admission ventricular fibrillation was detected, sinus rhythm was achieved by resuscitation. Patient was hospitalized in coronary intensive care unit; coronary angiography revealed normal coronary vessels with a few plaques, without any significant narrowing. In conclusion, even a simple gastroenteritis could provide a basis for a serious ventricular fibrillation in elderly people. In the elderly patients that have gastroenteritis and presented with symptoms of dehydration and hypotension, blood electrolyte levels should be checked not to miss some of the adverse conditions like acute renal failure and electrolyte imbalance that could develop due to fluid and electrolyte loss. Key Words: Diarrhea; hypokalemia; ventricular fibrillation; syncope CASE A 62-year-old female patient was admitted to the emergency department after a syncope attack with duration of 5 minutes with no micturition or defecation. She was suffering from nausea and malaise with a history of diarrhea for only one day. She didn’t complain of chest pain, palpitation and dyspnea. She had not experienced any cardiac disease or cerebrovascular disease. On examination, her blood pressure was 80/40 mmHg, heart rate was 65 beats/min, body temperature was 36.5°C. Cardiac auscultations and neurological examination were normal. There wasn’t any significant electrocardiogram (ECG) finding including ST segment changes. On admission, significant laboratory results were as follows; Hgb: 8.7 g/dL (normal range: 13.6-17.2 g/dL), potassium: 2.6 mmol/L (normal range: 3,5-5,1 mmol/L), calcium: 6.3 mg/dL (normal range: 8.9-10.3), magnesium: 135 135 The New Journal of Medicine 2014;31:135-136 F. Buyukcam and A. Altinbas 1.93 mg/dL (normal range: 1.6-2.6 mg/dL), phosphorus: 2.4 mg/dL (normal range: 2.5-4.5 mg/dL), troponin-I: 3.22 ng/mL (normal range: <0.04 ng/mL). In the first hour as initial therapy, 10 mEq/h potassium chloride was started to be given intravenously in 500 cc 0,9% NaCl and 100 mg/h calcium gluconate infusion in 100 cc 0,9% NaCl intravenously at the same time. At the second hour of admission her consciousness was lost. At this time the hearth rhythm was ventricular fibrillation. Normal cardiac rhythm was achieved by the first defibrillation with 300 J by monophasic defibrillator. Patient was hospitalized in coronary intensive care unit. Coronary angiography done to exclude myocardial infarction revealed a few plaques on left anterior descending artery (LAD), right coronary artery (RCA) and circumflex artery (CX) without any significant narrowing. It was assumed that the entire cause of ventricular fibrillation was hypokalemia. After two days of follow up, hypokalemia and hypocalcemia were treated and patient was discharged. DISCUSSION The most common cause of hypokalemia is increased loss of potassium such as gastrointestinal loss. Gastrointestinal loss of potassium occurs by vomiting, nasogastric suction, diarrhea, malabsorbtion, ureterosigmoidostomy, enteric fistula and villous adenoma2. Kc et al. reported that hypokalemia was seen 64.70% of patients presenting with acute gastroenteritis3. The clinical manifestations of hypokalemia usually start when serum concentrations decrease 2.5 mEq/L2 Ventricular arrhythmias are among cardiovascular side-effects of hypokalemia4. The elderly and those patients with underlying ischemic heart disease, appear to have the highest risk for hypokalemia-related complications4. We experienced one of the most serious complications of hypokalemia with a potassium level of 2.5 mEq/L and the cause of hypokalemia was diarrhea in our patient. Although malnutrition, some diuretics and antibiotics can cause hypokalemia5, the patient wasn’t receiving any medication and she didn’t tell any history of loss of appetite, so we excluded malnutrition and medication as the cause of hypokalemia. In conclusion, diarrhea related severe hypokalemia may trigger VF even in a healthy elderly patient. So, physicians should not underestimate electrolyte imbalances in elderly patients presenting with syncope. Conflict of interest statement: None declared. REFERENCES 1. Trinh C, Prabhakar K. Diarrheal diseases in the elderly. Clin Geriatr Med 2007;23:833-56. 2. Londner M, Hammer D. Kelen GD, Fluid and electrolyte problems, in Emergency Medicine: A Comprehensive Study Guide, J.E. Tintinalli, Editor, The McGraw-Hill Companies; 2004;172-173. 3. Kc M, Gurubacharya DL, Lohani R, Rauniyar A. Serum urea, creatinine and electrolyte status in patients presenting with acute gastroenteritis. JNMA J Nepal Med Assoc 2006;45:291-4. 136 136 4. Caralis PV, Materson BJ, Perez-Stable E. Potassium and diuretic-induced ventricular arrhythmias in ambulatory hypertensive patients. Miner Electrolyte Metab 1984;10:148-54. 5. Weiner ID, Wingo CS. Hypokalemia consequences, causes, and correction. J Am Soc Nephrol 1997;8:1179-88. The New Journal of Medicine 2014,31:137-138 Olgu sunumu Duplication Cysts of the Cecum and Duodenum in an Infant: A Rare Case Report (Yenidoğanda çekum ve duodenumda duplikasyon kistleri: Nadir bir olgu) Nihat DEMIR 1, Mehmet MELEK 2, Sultan KABA 1, Sekibe Zehra DOGAN 1, Oguz TUNCER 1 1 2 Department of Pediatrics Yuzuncu Yil University School of Medicine, VAN Department of Pediatric Surgery Yuzuncu Yil University School of Medicine, VAN ÖZET Enterik duplikasyon kisti (EDC) ağızdan anüse kadar uzanan gastrointestinal sistemin herhangi bir yerinden kaynaklanan nadir bir konjenital anomalidir. EDC en sık ileumda görülür. Klinik bulgular; duplikasyon kistinin boyutuna, tipine ve bulunduğu bölgeye göre farklılık gösterir. Burada fışkırır tarzda kusma ve batın distansiyonu ile gelen, çekal ve duodenal duplikasyon kisti tanısı konan term bir yenidoğan olgusu sunulmuştur. Bilgilerimize göre literatürde daha önce böyle bir birliktelik yayınlanmamıştır. Anahtar Kelimeler: Duplikasyon kisti; çekum; duodenum; yenidoğan INTRODUCTION Duplications of the alimentary tract make up a group of rare malformations that vary greatly in appearance, size, location, and symptoms. As the science of the embryology has advanced, multiple theories have arisen to explain the occurrence of enteric duplications, but no single theory accounts for all the known variants1. Enteric duplications are generally cystic or tubular masses. Main symptoms include nausea, vomiting, bleeding, pain, swelling, distention, dysphagia, dyspepsia, respiratory distress, chronic constipation. Complications include bleeding, perforation, malignancy, and obstruction of the alimentary tract and vessels. The diagnosis of EDC is made by ultrasonography (USG), magnetic resonance imaging (MRI), computerized tomography (CT), and nuclear scan1. In this first report we describe a full-term infant who presented with bilious vomiting and abdominal distension and diagnosed cecal and duodenal cyst. Correspondence: Nihat Demir, M.D. Hospital of the Yuzuncu Yil University, Van e-mail: [email protected] Arrival date : 17.07.2013 Acceptance date : 27.07.2013 ABSTRACT Enteric duplication cyst (EDC) is a rare congenital anomaly that may occur anywhere along the length of the alimentary tract from the mouth down to the anus. Ileum is the most common site of occurrence in overall of gastrointestinal tract. Clinical manifestations of EDC are variable, and are determined by the tip, site, and size of the duplication. In this report we describe a fullterm infant who presented bilious vomiting and abdominal distension; the infant was diagnosed cecal and duodenal cyst. To our knowledge, these combinations have not been described previously in the literature. Key Words: Duplication cysts; cecum; duodenum; newborn CASE REPORT A full-term girl infant, weighing 3400 gr, was born to a healthy mother. Beginning with the 15th day of life, the infant had projectile bilious vomiting and irritability, the frequency of which increased and necessitated hospital admission. Abdomen physical examination demonstrated a palpable mass, moderate tenderness and fullness in the right upper quadrant. Hematological, biochemical, blood gas examinations were normal. Abdominal USG examination revealed 4.5x3.5 cm pure cystic mass. Radiocontrast CT scan demonstrated a trim-walled, fluid-containing, two cystic mass without a septum, located on the second part of the duodenum, and at the cecum with toward displacement of the transverse colon, and they were 1.8 x 1.6 x 1.5 cm and 4.5x3x3.5 cm in size, respectively (Figure 1). Laparotomy was performed by right transverse incision the upper side of the umbilicus, during which we found a 2.5 x 2 cm cystic mass arising from the proximal duodenum (Figure 2 a, 2 b). Duodenal cyst was opened and lining the inner surface mucosa completely robbed. Following, the muscular layer of the cyst wall was excised at close range of the duodenum and the defect closed by capitonnage. Through the same incision we have been reached to cyst of the cecum (Figure 1). This lesion was approximately 4 cm in diameter and adjacent to the wall of the cecum. 137 139 The New Journal of Medicine 2014,31:137-138 N. Demir et al. The terminal ileum, cecum, and appendix were excised along with the cyst. End-to-end anastomosis of the bowel was done. Both cecal and duodenal cysts did not communicate with the bowel segment. Histopathologic evaluation demonstrated these to be a cecal duplication and duodenal cyst lining composed of colonic mucosa and gastric mucosa, respectively. Post-operative recovery was uneventful. The patient is currently well after followup of 8 months. 362 cases of duplication cysts reported in the literature and found only 16 cases of cecal duplications. Multiple EDC account for about 715% of all gastrointestinal tract duplications4. Moreover, multiple duplication has been reported and when present, tend to occur in the same portion of the alimentary tract. Also to our knowledge, cecal and duodenal duplication have not been described previously in association EDC. The diagnosis of a duplication cyst is difficult to be made clinically. Radiological studies play an important role in the diagnosis of the EDC. USG is especially well suited for the identification and characterization of duplication cysts. If USG, a relative marker, is performed by a non-experienced radiologist, it may result in false findings as in our Figure 1. CT scan of the abdomen showing duodenal and cecal cysts Figure 2a, 2b. Operative view of the duodenal and cecal cysts DISCUSSON Enteric duplication cysts are rare congenital anomalies that can occur anywhere from the mouth to the anus on the mesenteric side. The small intestine is most commonly involved. Stomach, colon and duodenal duplications are less frequent. In an 18-year review, Grosfeld et al.2 could find only one case of cecal duplication in a neonate. Oudshoorn and Heij3 have reviewed case. Radiocontrast CT examination is useful in such cases. CT and MRI are less often used, but can be helpful in difficult cases that require a multiplanar approach5. Duplication cysts are an important differential diagnosis to consider in children, especially in neonates who present with a palpable abdominal mass such as mesenteric cyst, ovarian cyst, pancreatic cyst or choledochal cyst6. Though EDC is regarded to be a clear lesion and mostly asymptomatic, they may result in important morbidity and mortality if left untreated7. Indications for surgical intervention often arise in an acute setting, in the form of complications6. Resection of the duplication cyst and the adjacent bowel is suggested owing to the possibility of malignant changes and the risk of gastrointestinal obstruction, ulceration and hemorrhage due to ectopic gastric mucosa8. In this report we describe a full-term infant who presented with bilious vomiting and abdominal distension; the infant was diagnosed cecal and duodenal cyst. When enteric cyst is detected in an area of the gastrointestinal tract in other areas should be screened for a second cystic formation. To our knowledge, these combinations have not been described previously in the literature. Conflicts of interest statement: None declared. REFERENCES 1. Lund DP. Alimentary tract duplications. In: Coran AG, Adzick NS, Krummel TM, et al: Pediatric Surgey. 7th ed. Philedelphia: Saunders; 2012: 1155-63. 2. Grosfeld JL, O'Neill JA, Clatworthy HW. Enteric duplications in infancy and childhood: an 18 year review. Ann Surg 1970;172:83-90. 3. Oudshoorn JH, Heij HA. Intestinal obstruction caused by duplication of the caecum. Eur J Pediatr 1996;155:338-40. 4. Robert W. Intestinal duplication. In: Kliegman RM, Jenson HB, Behrman RE, Stanton BF. Nelson textbook of pediatrics. 18th ed. Philadelphia: WB Saunders Co, 2007;1562-3. 138 140 5. Hayden CK Jr. Ultrasonography of the gastrointestinal tract in infants and children. Abdom Imaging 1996;2:9-20. 6. Holcomb GW 3rd, Gheissari A, O'Neill JA Jr, Shorter NA, Bishop HC. Surgical management of alimentary tract duplications. Ann Surg 1989;209:167-74. 7. Chen CC, Yeh DC, Wu CC, et al. Huge cystic duplication of the ascending colon in adult. Zhonghua Yixue Zazhi (Taipei) 2001;64:174-8. 8. Horie H, Iwasaki I, Takahashi H. Carcinoid in a gastrointestinal duplication. J Pediatr Surg 1986;21:902-4. Yeni Tıp Dergisi 2014;31:139-141 Olgu sunumu Laparoskopik Low Anterior Rezeksiyon Sonrası Oluşan Anastomoz Darlığında Balon Dilatasyonu (The balloon dilatation of anastomotic stricture following laparoscopic low anterior resection) Sezgin YILMAZ 1, Ahmet BAL 1, Taner ÖZKEÇECİ 1, Bahadır CELEP 1, Mustafa ÖZSOY 1, Nazan OKUR 2, Çiğdem TOKYOL 3, Yüksel ARIKAN 1 1 Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, AFYON 2 Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, AFYON 3 Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, AFYON ÖZET Kolorektal anastomozlarda %5,8 ile %20 oranında benign striktür görülür. Her ne kadar tedavide pek çok endoskopik girişim önerilmekteyse de, balon dilatasyonu düşünülmesi gereken ilk seçenektir. Cerrahi, endoskopik yaklaşımlara yanıtsız olgularda ya da komplikasyonlarda düşünülmekle birlikte önemli mortalite ve morbidite oranlarına sahiptir. 52 yaşında bayan hasta laparoskopi yardımlı low anterior rezeksiyon ve stapler anastomoz sonrası 6. ayda ciddi anastomoz darlığı nedeniyle başvurdu. Akalazya balonu kullanılarak yapılan iki seans endoskopik dilatasyonla anastomoz dilatasyonu başarıyla tamamlandı. Anahtar Kelimeler: Laparoskopi; rektum kanseri; balon dilatasyon GİRİŞ Rektum kanseri nedeniyle yapılan stapler yardımlı kolorektal anastomozlardan sonra 6% ile 20% oranında benin striktürlerle karşılaşılmaktadır1. Nedeni tam olarak anlaşılamamakla birlikte, anastomoz tekniği, barsakta veya anastomoz hattında iskemi ve radyoterapi gibi pek çok faktörün etkili olduğu düşünülmektedir2,3. Hastaların pek çoğunda anastomoz darlığı, endoskopik tedaviler ya da cerrahiye ihtiyaç gösteren ciddi klinik durumlara yol açmaktadır. Bu yazıda rektum kanseri nedeniyle laparoskopi yardımlı low anterior rezeksiyon yapılan bir hastada cerrahiden altı ay sonra gelişen anastomoz darlığının akalazya için geliştirilen balon yardımı ile dilatasyonu sunulmuştur. ABSTRACT Benign strictures at the colorectal anastomosis occur with a frequency of 5.8% to 20%. Although several endoscopic interventions are recommended for the treatment, balloon dilatation is the first choice to be considered. Surgery is reserved for the patients unresponsive to endoscopic modalities and complications of them, however, it carries significant mortality and morbidity rates. A 52-years old female patient presented with a severe anastomotic stricture 6 months after the laparoscopy assited low anterior resection and stapled anastomosis. Dilatation was successfully completed by using achalasia dilatation balloon after two sessions dilatation. Key Words: dilatation Laparoscopy; rectum cancer; balloon rapor edildi (Resim 1). Abdominopelvik tomografide herhangi bir metastaz olmadığı ve perirektal yağlı planların korunarak bu bölgelerde herhangi bir lokal invazyon ya da metastatik görünümlü lenf nodunun bulunmadığı saptandı. Hastaya bu bulgularla laparoskopi yardımlı low anterior rezeksiyon ve 31 No stapler anastomoz yapılarak koruyucu ileostomi açıldı. Spesimenin patoloji raporu musküler tabakaya kadar invazyon gösteren, proksimal, distal ve tanjansiyel cerrahi sınırların salim olduğu evre 2 rektum adenokarsinomu olarak rapor edildi. Diseke edilen 8 adet lenf nodunda herhangi bir metastaz saptanmadı. OLGU Elli iki yaşında kadın hasta ishal-kabızlık atakları ve rektal kanama nedeniyle polikliniğimize başvurdu. Kolonoskopisinde rektum 7. cm’de lümeni 1/3 oranında kaplamış vejetan kitle tespit edildi ve buradan alınan biopsi sonucu adenokarsinom olarak Yazışma adresi: Dr. Sezgin YILMAZ Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Afyon e-mail: [email protected] Yazının geldiği tarih : 12.07.2013 Yayına kabul tarihi : 14.09.2013 Resim 1. Rektum 7. cm’de adenokarsinom, endoskopik görünüm 139 139 Yeni Tıp Dergisi 2014;31:139-141 S. Yılmaz ve ark. Onkoloji konseyinde herhangi bir adjuvant tedaviye gerek görülmeyen hasta takip programına alındı ve üç hafta sonra stoması kapatıldı (Resim 2). İlk cerrahi girişimden altı ay sonra yine rektal kanama şikayetleri ortaya çıkan hastaya tekrar yapılan kolonoskopide anastomozun ciddi oranda daraldığı ve buradan endoskopun geçişine dahi izin vermediği görüldü (Resim 3 a). Skopi altında dar bölgenin distalinden verilen kontrast maddenin ince bir hat olarak anastomozu geçtikten sonra proksimal kolona ilerlediği görüldü (Resim 4 a). Resim 5. Rektuma yönelik midsagital reformasyon BT imajı. Anastomoz düzeyinde, kum saati şeklinde, konsantrik luminal daralma izlenmekte (oklar). R: Rektum; U: Uterus; M: Mesane TARTIŞMA Resim 2. Hastada üç hafta sonra geçici ileostomi kapatıldıktan sonra görünüm Resim 3 a, b, c. Anastomozdaki darlık, dilatasyondan hemen sonra ve iki hafta sonraki görünümü Resim 4 a, b. Anastomozdaki darlığın anal kanaldan kontrast madde verildikten sonra ve balon dilatasyon yapılırken floroskopik görünümü Tümör nüksü açısından anastomozdan alınan biopsi sonucu da non spesifik iltihap olarak rapor edildi. Kontrol tomografisinde de herhangi bir nüks kitle olmamakla beraber anastomoz düzeyinde kum saati şeklinde konsantrik daralma saptandı (Resim 5). Bunun üzerine hastaya endoskopik dilatasyon kararı alınarak akalazya dilatasyon balonu kullanılarak iki seans halinde dilatasyon yapıldı (Resim 4 b) ve darlığın işlem sonrası önemli oranda kaybolduğu saptandı (Resim 3 b). İki hafta sonra yapılan kontrol kolonoskopisinde anastomozun kolonoskopun geçişine rahatlıkla izin verecek ölçüde geniş olduğu hastanın şikayetlerinin kaybolduğu saptandı (Resim 3 c). 140 140 Kolorektal cerrahi sonrası görülen anastomoz darlıkları, kolonoskopun geçmesine izin vermeyecek kadar dar bir anastomoz lümeninin bulunması ve hastada bununla ilişkilendirilebilecek kabızlık, ishal, karın ağrısı, inkontinans ve kanama gibi yakınmaların olmasıyla tanınır4. Kolorektal cerrahisi sonrası vakaların %6 ile %20’si arasında görülen bu tür benin darlıklarda iskemi, radyoterapi, gergin anastomoz kaçakları dahil pek çok neden etiyolojik faktör olarak sorumlu tutulmuştur. Bizim de kliniğimizde laparoskopik low anterior rezeksiyon ve anastomoz yapılan 14 olgudan birinde benign anastomoz darlığı gelişmiştir. Geçmişde tıbbi tedaviye yanıtsız anastomoz darlıklarının tümünde cerrahi tedavi uygulanırken günümüzde endoskopik yöntemler daha konservatif oldukları için ön plana çıkmaktadır5. Bunlar arasında Savary-Giliard polivinil bujiler6 ya da balon ile dilatasyon7, düzelmeyen vakalarda ise metalik stent uygulamaları sayılabilir. 8 Bazı vakalarda bunlarla kombine ya da ayrı olarak NDYAG Lazer ya da ERCP prekut iğnesi ile insizyon başarılı sonuçlar verebilir9. Ancak endoskopik tedavilerin uygulanması düşünülen vakalarda anastomozdan biopsiler alınıp tümör nüksünün ekarte edilmesi gerekir. Endoskopik tedavilerin yararlı olmadığı olgularda cerrahi, mortalite ve morbiditesi yüksek olsa da uygulanması gereken tedavidir. Dar alanın çapının 5 mm’den az ve boyunun da 1 cm’den fazla olduğu vakalarda endoskopik tedavilerin başarı şansı azdır ve cerrahi yaklaşım ön plana çıkar. Bu olgularda endoskopik girişim sonrası perforasyon oranları fazladır. Olgumuzda floroskopi altında yapılan incelemede anal kanala yerleştirilen bir foley sondadan verilen kontrast maddenin boyu 1 cm’den kısa ancak genişliği oldukça dar bir striktür segmentini geçerek proksimale ilerlediği saptanmıştır (Resim 4 a). Anastomoz darlıklarında balon dilatasyonu minimal invaziv, başarı oranı yüksek ve uygulaması kolay bir yöntemdir. Hastaların %30-40’ında tek Yeni Tıp Dergisi 2014;31:139-141 S. Yılmaz ve ark. bir seans yeterli olabilirken, genel olarak ortalama 2,4 seans dilatasyon gereklidir4,8. Bizim hastamızda da ardışık iki seans dilatasyon uygulandı. Elektroinsizyon ya da lazer kullanılarak dilatasyonun başarısı artırılabilir ve böylelikle perforasyon riski azaltılabilir10. Bu hastalarda anastomoza endoskopik bakı altında iki-üç adet küçük radyal elektroinsizyon yapılarak 15-20 dakikalık balon dilatasyonu uygulanır11. Balon dilatasyonunda güç hem çevresel hem de radyal olarak etki eder. Böylelikle dilatasyon kuvveti tüm striktür boyunca etkisini gösterir ve rijid bujilerle yapılan dilatasyonlarda görülen yırtılma etkisi daha az görülür4. Anastomoz darlıklarında endoskopik balon dilatasyonu propofol anestezisi altında floroskopik destek ile yapılır. Kılavuz tel anastomozdan geçirildikten sonra üzerinden balon ilerletilerek kolo- noskopla direk bakı altında uygun pozisyon verilip şişirilir. Anastomozdaki balon yardımı ile gerçekleştirilen dilatasyon floroskopi altında gözlenebilir (Resim 4 b). Hastaların çoğunluğunda 1-2 seans dilatasyon yeterli olur12. Daha fazla dilatasyona ihtiyaç duyulan olgularda işleme bağlı komplikasyon oranı da artar. Sonuç olarak kolorektal cerrahiden sonra sık görülen komplikasyonlardan olan anastomoz darlıklarının tedavilerinde öncelikle düşünülmesi gereken endoskopik yaklaşımlar içerisinde balon dilatasyonu, hızla uygulanabilen, başarı oranı yüksek ve komplikasyon oranı düşük minimal invaziv bir yöntem olarak ön plana çıkmaktadır. Yazarın beyanı: Çıkar çatışması bulunmamaktadır. (Conflict of interest statement: None declared) REFERANSLAR 1. Tuson JR, Everett WG. A retrospective study of colostomies, leaks and strictures after colorectal anastomosis. Int J Colorectal Dis 1990;5:44-8. 2. Chung RS, Hitch DC, Armstrong DN. The role of tissue ischemia in the pathogenesis of anastomotic stricture. Surgery 1988;104:824-9. 3. Polglase AL, Hughes ES, McDermott FT, Pihl E, Burke FR. A comparison of end-to-end staple and suture colorectal anastomosis in the dog. Surg Gynecol Obstet 1981;152:792-6. 4. Di Giorgio P, De Luca L, Rivellini G, Sorrentino E, D'amore E, De Luca B. Endoscopic dilation of benign colorectal anastomotic stricture after low anterior resection: A prospective comparison study of two balloon types. Gastrointest Endosc 2004;60:347-50. 5. Yaman İ, Derici H. Kolon benign anastomoz darlığında endoskopik balon dilatasyon. Kolon Rektum Hast Derg 2010;20:134-38. 6. Werre A, Mulder C, van Heteren C, Bilgen ES. Dilation of benign strictures following low anterior resection using Savary-Gilliard bougies. Endoscopy 2000;32:385-8. 7. Solt J, Hertelendi A, Szilágyi K. Balloon catheter dilatation of lower gastrointestinal tract stenoses: long-term results. Orv Hetil 2002;143: 1835-40. 8. Delaunay K, Barthelemy C, Dumas O, et al. Endoskopic therapy of benign colonic postoperative strictures: report on 27 cases. Gastroenterol Clin Biol 2003;27:610-3. 9. Dieruf LM, Prakash C. Endoscopic incision of a postoperative colonic stricture. Gastrointest Endosc 2001;53:522-4. 10. Truong S, Willis S, Schumpelick V. Endoscopic therapy of benign anastomotic strictures of the colorectum by electroincision and balloon dilatation. Endoscopy 1997;29:845-9. 11. Hoffmann JC, Heller F, Faiss S, et al. Through the endoscope balloon dilation of ileocolonic strictures: prognostic factors, complications, and effectiveness. Int J Colorectal Dis 2008;23:689-96. 12. Virgilio C, Cosentino S, Favara C, Russo V, Russo A. Endoscopic treatment of postoperative colonic strictures using an achalasia dilator: short-term and long-term results. Endoscopy 1995;27:219-22. 141 141 Yeni Tıp Dergisi Yazarlara Bilgi Formu Yeni Tıp Dergisi Hakkında Yeni Tıp Dergisi genel tıp bilimi çatısı altında temel ve klinik bilimlerle ilişkili orijinal araştırma, meta-analiz, derleme, vaka takdimi ve editöre mektupların yayınlandığı, yılda 4 sefer basılan hakemli bir dergidir. Derginin temel amacı hekimlerin tıbbın değişik alanlarındaki gelişmeler hakkında bilgilendirilmesini sağlayarak halk sağlığının iyileştirilmesi ve bilimin teşvik edilmesidir. Dergiye yazı göndermeden önce aşağıdaki tüm bölümleri okuyunuz. Yazarlar için Yayın Politikaları Ambargo Politikası Kabul edilen yazıların içeriği ile ilgili tüm bilgiler gizli tutulmalıdır. Kabul edilen yazıların basım öncesi izinsiz olarak başka kaynaklarda yayınlanması yazının reddiyle sonuçlanabilir. Yazarlar ve Katkıda Bulunanlar Tüm yazarlar çalışmanın uygun bölümlerinde sorumluluk almak üzere yeterince katkıda bulunmuş olmalıdır. Bir veya birden fazla yazar başlangıçtan yayın aşamasına kadar çalışmayla ilgili sorumluluk almalıdır. Uluslararası ICMJE (International Committee of Medical Journal Editors) komitesinin kuralları kapsamında yazarlar (1) çalışmanın tasarımında veya verilerin toplama, analiz veya yorumlanmasında önemli katkıda bulunmuş olmak (2) makalenin hazırlanması veya önemli bir entellektüel içerik açısından revize etmek (3) yayınlanmak üzere son onayı vermek sorumluluklarını yerine getirmelidir. Bu 3 koşulun hepsi sağlanmalıdır. Tüm yazarlar yayın hakkı devir ve çıkar çatışması beyan formunu doldurarak imzalamalıdır. Çalışmaya katkıda bulunmuş (ör: veri toplama, analiz, yazım veya düzenlemeye katkıda bulunma) ancak yazarlar arasında olma kriterlerini karşılamayan diğer tüm kişilerin isimleri ve katkıları Teşekkür kısmında belirtilmelidir. Yazarlar ayrıca yazının geçerli bir çalışmayı temsil ettiğini ve ne bu yazının ne de benzer içerikli başka bir yazının kendi yazarlıkları altında daha önce basılmadığını veya basım için incelenmekte olmadığını da belgelendirmek zorundadır. Çıkar Çatışması ve Finansal Açıklamalar Yazarların kararlarını, çalışmalarını veya makaleyi etkileyebilecek finansal veya kişisel ilişkileri veya bağlantıları çıkar çatışmasına neden olabilir. Tüm yazarlar yazıları gönderildikten sonra Çıkar Çatışması Beyan Formu’nu doldurarak göndermelidir. Bu formda, yazar ilgili mali çıkarları, faaliyetleri, ilişkileri ve bağlantıları (yazının başlık sayfasında listelenen bağlantıları hariç) dahil olmak üzere tüm potansiyel çıkar çatışmalarını belirtilmelidir. Çıkar çatışması olmayan yazarlar bu durumu formda belirtmelidir. Bu konuda eksiklik olması yazının değerlendirilmesinde gecikmeye neden olabilir. Kabul edilen tüm makalelerde, yazışan yazarın tüm bu bilgilerin geçerli, güncel ve Teşekkür kısmındaki bilgilerle uyumlu olduğunu teyit etmesi istenecektir. Bu politika Editöre Mektup dahil tüm yazılar için geçerlidir. Yazarlar ayrıca yazının Teşekkür kısmında tüm mali destekler ve materyal desteği konusunda detaylı bilgi vermelidir. Etik Onay ve Bilgilendirilmiş Onam Formu Çalışmalarında insanlar ve hayvanların yer aldığı araştırmacılar etik kurul onayı almak zorundadır ve bu durum Materyal ve Metot kısmında belirtilmelidir. Resmi etik kurulu olmayan araştırmacılar için, Helsinki Bildirgesi’nin ilkelerine titizlikle uyulmalıdır. İnsanlarla yapılan çalışmalarda çalışmaya katılanlardan bilgilendirilmiş onam alınmalıdır. Editörler istedikleri takdirde Etik Kurul Onay evraklarını talep edebilir. Hasta Fotoğrafları Hasta fotoğrafları kullanıldığı takdirde bu fotoğraflar tanınamaz olmalı ya da kullanım açısından yazılı olarak izin alınmış olmalıdır. Hayvan Deneyleri Makalede tanımlanan tüm hayvan deneyleri için NIH Laboratuar Hayvanlarının Kullanım ve Bakımı Kılavuzları’na uygunluk Materyal ve Metot kısmında belirtilmelidir. Değerlendirme Süreci ve Karar Gönderilen tüm yazılar başlangıçta bir editör tarafından değerlendirilmektedir. Değerlendirilme aşamasında dikkate alınan kriterler; materyalin orijinal ve zamanlı olması, yazımın açık olması, çalışma metotlarının uygun olması, verilerin geçerli olması, sonuçların makul olması ve verilerle desteklenmesi, verilen bilginin önemli ve konunun genel tıp alanında ilgi çekici olmasıdır. Yayın açısından yetersiz olan makaleler derhal reddedilmektedir. Diğer makaleler alanında tecrübeli hakemlere gönderilmektedir. Hakem kimlikleri gizli tutulmakta ancak yazar bilgileri hakemlere bildirilmektedir. Hakemler değerlendirmekte oldukları yazılar hakkında, yazıların gizliliğini korumakla yükümlüdürler ve dergi editörlerinin izni olmadan bir yazı veya içeriği hakkında bir bilgiyi üçüncü bir şahsa ifşa edemezler. Makale Hazırlanması ve Gönderme Koşulları Makale Türleri Orijinal Araştırmalar Orijinal araştırmalar planlanmış deneysel çalışmalar olup önemli bir soruya yanıt aranan 3000 kelime veya daha azından oluşan (kapak sayfası, şekil açıklamaları, tablolar, ve referanslar hariç) geleneksel makalelerdir. Gönderilen makaleler; kapak sayfası, özet, giriş, materyal ve metot, bulgular, tartışma, teşekkür, referanslar, şekil açıklamaları ve tablolar şeklinde düzenlenmelidir. Kapak sayfasında başlık, yazarlar ve kurumları, özet ve metnin ayrı kelime sayımları, yazışan yazarın adresi, telefon, faks ve e-mail bilgileri verilmelidir. Özet 250 kelime veya daha azından oluşmalı, amaç, materyal ve metot, bulgular ve sonuç olmak üzere 4 paragraf içermelidir. Özet bölümünde kısaca çalışmada vurgulanan problem, çalışmanın nasıl yapıldığı, belirgin bulgular ve bu bulgulardan çıkartılan sonuçlar belirtilmelidir. Meta-analiz Bu eserler çeşitli konularda neden, tanı, prognoz, tedavi veya korunmaya yönelik literatürün sistematik olarak değerlendirildiği yazılardır. Araştırma ve seçme kriterleri tanımlanarak güncel tüm makaleler veya veri kaynakları sistematik olarak taranmalıdır. Maksimum uzunluk 3500 kelime (özet, şekiller, tablolar, ve referanslar hariç) olup, özet kısmı amaç, veri kaynakları, seçim kriterleri, ana sonuç ve ölçüler, bulgular ve sonuç, başlıklarını içermelidir. Derleme Derlemeler; klinik uygulamada özel bir konuya değinen ve kanıta dayalı ve hasta odaklı derlenen eserlerdir. Maksimum 3500 kelime uzunluğunda (özet, şekiller, tablolar ve referanslar hariç) olmalıdır. Vaka Takdimi Vaka takdimleri, 600 kelime ve 5 referansı geçmeyen, okuyucuya karşılaşabilecekleri bir klinik durum veya bir prezentasyonu gösteren, açıklayıcı resim ve grafik resimlerin faydalı olduğu eserlerdir. Editöre Mektup Yeni yayınlanmış bir makaleyi tartışan mektuplar makalenin basım tarihinden sonraki 4 hafta içerisinde gönderilmelidir. Mektuplar 400 kelime, 5 referans (1’i o güncel makale olmak üzere) ve 3 yazarı geçmemelidir. Basılmış olan materyalin tekrarı olmamalı ve basılmamış veri içermemelidir. Anahtar kelimeler: http://www.bilimterimleri.com adresinden seçilmelidir. Tablolar Başlıklı, çift boşlukta düzenlenmiş, orijinal makaleler için şekil ve tablo toplam en fazla 5 adet olacak şekilde gönderilmelidir. Şekiller Şekillere, metinde Arabik numaralandırma kullanılarak sırasıyla atıfta bulunulmalıdır. Her bir fotoğraf, grafik ve illüstrasyon için makalenin sonunda şekil açıklamaları verilmelidir. Referanslar Referanslar çift boşluklu şekilde atıf edilme sırasına göre düzenlenmelidir. Yazar sayısı 6 veya daha az olduğunda tüm yazarlar, 7 ve üzerinde olduğunda ilk 3 yazarın adı ve ark. şeklinde belirtilmelidir. Henüz basılmamış, değerlendirme aşamasında olan makaleler referans olarak kabul edilemez. Aşağıda referans örnekleri bulunmaktadır: Shapiro AMJ, Lakey JRT, Ryan EA, et al. Islet transplantation in seven patients with type 1 diabetes mellitus using a glucocorticoidfree immunosuppressive regimen. N Engl J Med 2000;343:230-8. Goadsby PJ. Pathophysiology of headache. In: Silberstein SD, Lipton RB, Dalessio DJ, eds. Wolff's headache and other head pain. 7th ed. Oxford, England: Oxford University Press, 2001:57-72. Kuczmarski RJ, Ogden CL, Grammer-Strawn LM, et al. CDC growth charts: United States. Advance data from vital and health statistics. No. 314. Hyattsville, Md.: National Center for Health Statistics, 2000. (DHHS publication no. (PHS) 2000-1250 0-0431.) U.S. positions on selected issues at the third negotiating session of the Framework Convention on Tobacco Control. Washington, D.C.: Committee on Government Reform, 2002. The New Journal of Medicine Instructions to Authors About The New Journal of Medicine The New Journal of Medicine is a peer-reviewed general medical journal published 4 times per year that publishes original investigations, metaanalysis, brief reviews, case reports and letters to the editors in areas of basic and clinical science relevant to the broad discipline of general medicine. The journal’s key objective is to promote the science and art of medicine and the betterment of the public health by enabling physicians to remain informed in multiple areas of medicine, including developments in fields other than their own. Please read all sections below before submitting a manuscript. Editorial Policies for Authors Embargo Policy: All information regarding the content and publication date of accepted manuscripts is strictly confidential. Unauthorized prepublication release of accepted manuscripts may result in rescinding the acceptance and rejecting the paper. Authors and Contributors: Each author should have participated sufficiently in the work to take public responsibility for appropriate portions of the content. One or more authors should take responsibility for the integrity of the work as a whole, from inception to published article. Per the guidelines of the International Committee of Medical Journal Editors (ICMJE), authorship credit should be based only on (1) substantial contributions to conception and design, or acquisition of data, or analysis and interpretation of data; and (2) drafting the article or revising it critically for important intellectual content; and (3) final approval of the version to be published. Conditions 1, 2, and 3 must all be met. All authors (ie, the corresponding author and each coauthor) must complete and submit an Authorship Form with signed statements on Authorship Responsibility, Criteria, and Contributions; Confirmation of Reporting Conflicts of Interest and Funding; and Copyright Transfer/Publishing Agreement. All other persons who have made substantial contributions to the work reported in this manuscript (eg, data collection, analysis, or writing or editing assistance) but who do not fulfill the authorship criteria should be named with their specific contributions in an Acknowledgment in the manuscript. The authors also must certify that the manuscript represents valid work and that neither this manuscript nor one with substantially similar content under their authorship has been published or is being considered for publication. The corresponding author will serve on behalf of all coauthors as the primary correspondent with the editorial office during the submission and review process. Conflicts of Interest and Financial Disclosures: A conflict of interest may exist when an author (or the author’s institution or employer) has financial or personal relationships or affiliations that could influence the author’s decisions, work, or manuscript. All authors are required to complete and submit the Conflict of Interest Disclosure Form (can be found at the journal’s web site) after a manuscript has been submitted. In this form, authors will disclose all potential conflicts of interest, including relevant financial interests, activities, relationships, and affiliations (other than those affiliations listed in the title page of the manuscript). Authors without conflicts of interest, should indicate such in the form. Failure to include this information may delay evaluation and review of the manuscript. For all accepted manuscripts, the corresponding author will be asked to confirm that each coauthor’s disclosures of conflicts of interest and relevant financial interests, activities, relationships, and affiliations and declarations of no such interests are accurate, up-to-date, and consistent with the disclosures reported in the Acknowledgment section of the manuscript because this information will be published in the Acknowledgment section of the article. The policy requiring disclosure of conflicts of interest applies for all manuscript submissions, including letters to the editor. Authors also are required to report detailed information regarding all financial and material support for the research and work in the Acknowledgment section of the manuscript. Ethical Approval of Studies and Informed Consent For all manuscripts reporting data from studies involving human participants or animals, formal review and approval by an appropriate institutional review board or ethics committee is required and should be described in the Methods section. For those investigators who do not have formal ethics review committees, the principles outlined in the Declaration of Helsinki should be followed. For investigations of humans, state in the Methods section the manner in which informed consent was obtained from the study participants (ie, oral or written). Editors may request that authors provide documentation of the formal review and recommendation from the institutional review board or ethics committee responsible for oversight of the study. Identification of Patients in Photographs If photographs of patients are used, either they should not be identifiable or the photographs should be accompanied by written permission to use them. Animal Experimentation: For all animal experimentation described in the manuscript, The New Journal of Medicine requires that authors state in the Methods section their adherence to the NIH Guide for the Care and Use of Laboratory Animals or the equivalent. Review Process and Decisions: All submitted manuscripts are reviewed initially by an editor. Manuscripts are evaluated according to the following criteria: material is original and timely, writing is clear, study methods are appropriate, data are valid, conclusions are reasonable and supported by the data, information is important, and topic has general medical interest. Manuscripts with insufficient priority for publication are rejected promptly. Other manuscripts are sent to expert consultants for peer review. Peer reviewer identities are kept confidential, but author identities are made known to reviewers. Peer reviewers are required to maintain confidentiality about the manuscripts they review and must not divulge any information about a specific manuscript or its content to any third party without prior permission from the journal editors. Manuscript Preparation and Submission Requirements Manuscript types Original Investigation:These reports are traditional full-length manuscripts of 3000 words or less (excluding title page, figure legends, tables, and references) that address an important research question with a thoughtful and clever experimental design. The order of the submitted manuscript should be as follows: title page, abstract, introduction, material and methods, results, discussion, acknowledgments, references, figure legends, and tables. The title page should include title, authors and affiliations, separate word count for abstract and text, and the corresponding author’s address, phone, fax, and email information. An abstract is required of not more than 250 words. It should consist of four paragraphs, labeled Objective, Materials and Methods, Results, and Conclusions. They should briefly describe, respectively, the problem being addressed in the study, how the study was performed, the salient results, and what the authors conclude from the results. Meta-analysis: These manuscripts are systematic, critical assessments of literature and data sources pertaining to clinical topics, emphasizing factors such as cause, diagnosis, prognosis, therapy, or prevention. All articles or data sources should be searched for and selected systematically for inclusion and critically evaluated, and the search and selection process should be described in the manuscript. The data sources should be as current as possible, ideally with the search having been conducted within several months of manuscript submission. Maximum length: 3500 words of text (not including abstract, tables, figures and references) and a structured abstract is required (including Objective, Data Sources, Study Selection, Data Extraction and Synthesis, Main Outcome and Measures, Results and Conclusions). Review: Systematic reviews address a specific question or issue that is relevant for clinical practice and provide an evidence-based, balanced, patient-oriented review on a focused topic. Maximum length: 3500 words of text (not including abstract, tables, figures and references) is required. Case Report: Case reports should tell readers about a condition or presentation that they might encounter and should not exceed 600 words and 5 references. Explanatory and graphic pictures (up to a maximum of two) can be helpful. Letter to the Editor: Letters discussing a recent article should be submitted within 4 weeks of the article’s publication in print. Letters received after 4 weeks will rarely be considered. Letters should not exceed 400 words of text and 5 references, 1 of which should be to the recent article. Letters may have no more than 3 authors. Letters must not duplicate other material published or submitted for publication and should not include unpublished data. Key Words: The key worlds must be selected from http://www.bilimterimleri.com. Tables: Double-space tables (including any footnotes) and provide a title for each. For Original Articles, there is normally a limit of 5 figures and tables (total) per manuscript. Additional figures and tables may be considered as supplements for Web-only publication. Figures : Figures must be cited in the text, in numerical order using Arabic numerals. A legend for each photograph, graph, and illustration at the end of the manuscript (maximum length, 40 words) must be included. Reference Formats: References must be double-spaced and numbered consecutively as they are cited. List all authors when there are six or fewer; when there are seven or more, list the first three, followed by “et al.” Numbered references to personal communications, unpublished data, or manuscripts either “in preparation” or “submitted for publication” are unacceptable. The following are sample references: Shapiro AMJ, Lakey JRT, Ryan EA, et al. Islet transplantation in seven patients with type 1 diabetes mellitus using a glucocorticoid-free immunosuppressive regimen. N Engl J Med 2000;343:230-8. Goadsby PJ. Pathophysiology of headache. In: Silberstein SD, Lipton RB, Dalessio DJ, eds. Wolff's headache and other head pain. 7th ed. Oxford, England: Oxford University Press, 2001:57-72. Kuczmarski RJ, Ogden CL, Grammer-Strawn LM, et al. CDC growth charts: United States. Advance data from vital and health statistics. No. 314. Hyattsville, Md.: National Center for Health Statistics, 2000. (DHHS publication no. (PHS) 2000-1250 0-0431.) U.S. positions on selected issues at the third negotiating session of the Framework Convention on Tobacco Control. Washington, D.C.: Committee on Government Reform, 2002.
© Copyright 2024 Paperzz