AĞIZ VE DĠġ BĠYOKĠMYASI Prof. Dr. Tamer YILMAZ 2012 1 ISBN: ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ BASIMEVĠ ĠncitaĢı Sokak No: 10 06510 BeĢ evler / ANKARA Tel: 0 (312) 213 66 55 Basım Tarihi: 28/09/2012 2 Bana ümidi, sevgiyi ve güzellikleri avuçlarımda tutma fırsatı veren, güçle ve inançla yaşama tutunmamı sağlayan, emeğim, göz nurum, evlatlarım Defne’ye Barış’a ve Aslıcan’a. 3 ÖNSÖZ Bu kitap diĢ hekimliği tıp eğitimi alan öğrencilerimize, uzmanlık eğitimine baĢlayan diĢ hekimlerimize ve özellikle ağız bölgesini uzmanlık alanı içinde bulunduran hekimlerimize yardımcı olma amacıyla hazırlanmıĢtır. Anlatımda bütünlük sağlamak amacıyla öncelikle kısaca ağız içi yumuĢak ve sert dokuları ile bu dokuların geliĢimine değinildi. Bu dokuları meydana getiren organik ve inorganik yapılar ve oluĢumları açıklanmaya çalıĢıldı. DiĢ inorganik temel yapısını oluĢturan kalsiyum ve fosforun öncelikle yapıları, fiziksel ve kimyasal özellikleri ile metabolizmaları açıklandıktan sonra diĢ ve kemik doku kristal yapısı açıklanmaya çalıĢıldı. Ağız içindeki çok önemli yapılardan biri olan ve pek çok metabolik fonksiyonları bulunan tükürük bezleri ile meydana getirdiği tükürüğün özellikleri ile fonksiyonları anlatılarak normal yapı tamamlandıktan sonra ağız ve diĢ sağlığının bozulmasında çok önemli yeri olan bakteri plağı yapısı oluĢumu ve etkileri anlatıldı. Hemen sonrasında da bakteri plağının ağızda kalmasına bağlı olarak geliĢen diĢ taĢlarına değinildi. Son bölümde öncelikle çürük biyokimyasına değinildikten sonra gene pek çok kiĢi için önemli bir sorun olan ağız kokusu ve nedenlerin açıklanmaya çalıĢıldı. Kitabımın hazırlanması sırasında ”CANLIDA ORGANĠK YAPI” kitabımda olduğu gibi eksik olan bilgilerimi tamamlamak ve konuları daha iyi açıklayabilecek Ģekil ve fotoğraflara ulaĢmak amacıyla teknolojinin en önemli ürünlerinden biri olan internetten yararlandım. Bilgilerini aldığım ve kendi hazırladığım Ģekillerin dıĢında Ģekillerinden ve fotoğraflarından yararlandığım internet sitelerinin listesini arzu edenlerin yararlanabilmeleri için kitabımın sonuna kaynaklar bölümüne koydum. Kendilerinden bilgilerini Ģekillerini ve fotoğraflarını aldığım değerli çalıĢmacılara Ģükranlarımı sunuyorum. Kitabımın hazırlanmasında çok değerli destek ve katkılar veren fakültemiz çalıĢma arkadaĢlarıma, basımında yardım ve desteklerini esirgemeyen Üniversite‟miz Basımevi Müdürü Sayın Hakan Büyükçaylı‟ya, sayfa düzenlemelerini yapan Sayın Gülcan Yalçın‟a ve kitabımın kapak tasarımını gerçekleĢtiren Sayın Yasemin Erdal‟a Ģükranlarımı sunuyorum. Prof. Dr. Tamer YILMAZ 4 ĠÇĠNDEKĠLER GĠRĠġ 1. AĞIZ BOġLUĞU ....................................................................................... 1 2.DĠġLER ....................................................................................................... 6 DiĢin morfolojik yapısı ...................................................................... 7 Kuron ................................................................................................. 7 Kole. ................................................................................................... 7 Kök..................................................................................................... 7 Apeks ................................................................................................ 7 2.1. Ġnsanda diĢ gurupları ............................................................................... 8 Kesici diĢler (Incisors) ...................................................................... 8 Köpek diĢleri (Canines) .................................................................... 8 Küçük azı diĢleri (Premolars) ........................................................... 9 Büyük azı diĢleri (Molars) ................................................................ 9 Brakidont (Brachydont) ya da düĢük kronlu diĢler .......................... 10 Hipsodont (Hypsodont) ya da yüksek kronlu diĢer ......................... 10 2.2. DiĢin histolojik yapısı ........................................................................... 12 Mine ................................................................................................ 12 Dentin .............................................................................................. 16 Pulpa ............................................................................................... 21 Sement ............................................................................................. 29 2.3. DiĢi destekleyen yapılar. ....................................................................... 32 Periodonsium .................................................................................. 32 Periodontal ligament ....................................................................... 33 Periodontal ligamnetin yapısal organizasyonu ................................ 34 Fiberler ........................................................................................... 35 Periodontal ligamentte damarlanma ................................................. 40 Alveolar kemik ................................................................................ 40 2.4. Diğer ağız içi dokuları. ......................................................................... 41 Oral mukoza .................................................................................... 41 Çiğneme mukozası ........................................................................... 42 ÖzelleĢmiĢ mukoza (dil ve tat papillaları) ...................................... 43 DiĢeti ............................................................................................... 44 Temporomandibular eklem ............................................................. 46 DiĢ geliĢimi. .................................................................................... 46 DiĢ oluĢumunu ve geliĢimini uyaran faktörler. ............................... 59 Damar ve sinir oluĢumu ................................................................................ 62 DiĢ oluĢum ve geliĢim hipotezleri ................................................................ 62 DiĢ sürmesi .................................................................................................. 63 3. KEMĠK VE DĠġĠN ĠNORGANĠK YAPISI. ............................................ 65 3. 1. Kalsiyum .............................................................................................. 65 3. 2. Fosfor ................................................................................................... 75 5 3. 3. Kalsiyum fosfat bileĢikleri. .................................................................. 81 3. 4. Apatitler ............................................................................................... 86 Apatit kristal yapısı ......................................................................... 87 Hidroksiapatit kristali ...................................................................... 89 3.5 Mine, dentin ve sementin kristal yapısı ................................................. 92 Minenin kristal yapısı ..................................................................... 92 Apatit kristallerinin oluĢumu ve nükleasyon ................................... 94 Minenin kompozisyonu ................................................................... 96 Minenin fiziksel özellikleri ........................................................... 100 Minenin kimyasal özellikleri ........................................................ 101 Minede gözlenen koyu (incrementel) çizgiler................................ 101 Retsius çizgileri .............................................................................. 102 Yenidoğan çizgileri ....................................................................... 103 Perikymata ................................................................................... 103 Çapraz çizgiler .............................................................................. 104 Hunter-Schreger bantları ............................................................... 104 Vitamin ve hormon düzensizliklerinde mine oluĢumu. ................. 106 Vitamin A yetmezliği. .................................................................... 106 Vitamin D yetmezliği .................................................................... 106 Paratiroit hormon .......................................................................... 107 Dental hidroksiapatitin demineralizasyon ve remineralizasyonu... 107 4. TÜKÜRÜK VE TÜKÜRÜK BEZLERĠ ................................................ 109 4. 1. Tükürük (Saliva) ve tükürük bezleri (salivary glands). ...................... 109 4. 2. Tükürüğün kaynağı. ............................................................................ 109 4. 3. Majör tükrük bezleri. .......................................................................... 110 Majör tükrük bezlerinin embriyolojik geliĢimi .............................. 110 4. 4. Tükürük bezlerinin anatomik yapısı ................................................... 111 Major Tükrük Bezleri..................................................................... 111 Parotis tükürük bezi ...................................................................... 111 Submandibular salgı bezi. ............................................................. 116 Sublingual tükürük bezi ................................................................ 117 Minör tükürük bezleri ................................................................... 118 Majör Tükürük bezleri mikroanatomi ve histolojisi ...................... 118 4. 5. Tükürük .............................................................................................. 122 4. 6. Tükürüğün oluĢumu ve sekresyonunun sinirsel uyarılması. ............... 122 Tükürük oluĢumu. .......................................................................... 124 Tükürükte protein salınımı. ............................................................ 133 4. 7. Tükürüğün kompozisyonu. ................................................................. 134 Tükürüğün organik bileĢenleri ....................................................... 140 4. 8. Tükürüğün fiziksel ve kimyasal özellikleri......................................... 144 Tükürüğün fiziksel özellikleri ........................................................ 145 Tükürüğün tamponlama kapasitesi ................................................ 145 4. 9. Tükürüğün fonksiyonları. ................................................................... 148 Çiğneme, yutma ve sindirime katkı. .............................................. 149 6 Tükürük ile ağız ve çevresinin korunması ..................................... 149 Tükürüğün antibakteriyel antiviral ve antifungal etkisi ................. 150 Ağızda homeostazisin sağlanmasında müsinlerin rolü .................. 153 Tükürük müsinlerinin yapı ve fonksiyon iliĢkileri. ........................ 154 Fonksiyonu tam olarak bilinemeyen tükürük proteinleri. .............. 156 Tükürükteki Ca ve PO4 ın mine kristal yapısının korunmasındaki rolü ................................................................................................. 156 Tükürüğün tat almada ve konuĢmadaki rolü .................................. 158 4. 10. Hidrasyon kabuğu. ............................................................................ 159 4. 11. Tükürük bezlerinde salgılama bozukluklarına neden olan hastalıklar. ........................................................................................ 160 Kserostomi. .................................................................................... 160 Siyalore. ......................................................................................... 161 Siyalolitiyazis. ................................................................................ 162 Siyaloadenozis. .............................................................................. 164 Akut Süpüratif Siyaladenit. ............................................................ 164 Kronik rekürrent parotit. ................................................................ 165 Epidemik Parotit. ........................................................................... 165 HIV. ............................................................................................... 167 Sjögren Sendromu. ......................................................................... 167 Sarkoidoz. ...................................................................................... 167 5. BAKTERĠ PLAĞI .................................................................................. 168 5. 1. Pellikl .................................................................................................. 170 5. 2. Bakteri plağı oluĢumu. ........................................................................ 171 Bakteri plağı oluĢum aĢamaları ...................................................... 173 Mikrobiyal yapıĢma (adhesion) ..................................................... 174 Plak oluĢumunda meydana gelen olaylar. ...................................... 175 1. Öncü bakterilerin kolonizasyonu. .............................................. 176 2. GeliĢme ...................................................................................... 177 3. Sekonder kolonizasyon .............................................................. 178 4. Toplanmanın ilerlemesi (Climax community). .......................... 179 5. 3. Bölgelere göre bakteri plağı türleri. .................................................... 179 Fissur plak ...................................................................................... 179 Aproksimal plak ............................................................................. 179 Gingival cep plağı .......................................................................... 179 5. 4. Bakteri plağında ekstrasellular matriks (hücre dıĢı ortam) ................. 181 5. 5. Plağın kimyasal yapısı ........................................................................ 186 Bakteri plağı proteinleri ................................................................. 187 Bakteri plağı karbonhidratları ........................................................ 187 Fruktanlar ....................................................................................... 188 Glukanlar........................................................................................ 191 5. 6. Ekstrasellular polisakkaritler ve çürük etiyolojisi............................... 195 5. 7. Bakteri plağında görülen mikroorganizma türleri ............................... 197 7 5. 8. Çevresel değiĢikliğe bakteri plağının cevabı. ..................................... 198 5. 9. Bakteri plağı ve hastalık. .................................................................... 200 5. 10. Bakteri plağında organik asit sentezi. ............................................... 202 6. DĠġ TAġI (Dental Calculus) ................................................................... 208 6. 1. DiĢ taĢı oluĢlumu. ............................................................................... 208 6. 2. DiĢ taĢının kimyasal kompozisyonu. .................................................. 209 6. 3. DiĢ taĢının klinik önemi. ..................................................................... 211 7. ÇÜRÜK BĠYOKĠMYASI. ...................................................................... 212 7. 1. Çürük oluĢum teorileri. ....................................................................... 214 7. 2. DiĢ çürükleri. ...................................................................................... 216 7. 3. DiĢ çürüklerinin sınıflandırılması. ...................................................... 221 7. 4. Pit ve fissür çürükleri. ......................................................................... 232 7. 5. Düz yüzey çürükleri ............................................................................ 233 7. 6. Mine çürükleri..................................................................................... 234 7. 7. Mine yapısına girebilen baĢlıca dıĢ kaynaklı iyonların minede dağılımı ve konsantrasyonları ............................................................. 236 7. 8. Non-apatitik Mineral Faz .................................................................... 238 7. 9. Çürük atakları sırasında meydana gelen histokimyasal değiĢiklikler . 238 Minede çürük atakları sırasında meydana gelen değiĢiklikler ....... 241 Kimyasal değiĢikliklerle çürük atakları sırasında mine por yapısında meydana gelen değiĢikliklerin birbirleri ile iliĢkileri ... 241 7. 10. Dentin çürükleri ................................................................................ 251 Sekonder dentin. ............................................................................ 252 Sklerotik dentin .............................................................................. 253 Tersiyer dentin (Tertiary dentin) .................................................... 253 7. 11. Çürük oluĢum ve geliĢim süreci ........................................................ 255 8. AĞIZ KOKUSU (Oral malodor) ............................................................ 257 8. 1. Kötü ağız kokusu çeĢitleri................................................................... 259 Ozostomia ...................................................................................... 260 Stomatodisodia ............................................................................... 260 Halitozis ......................................................................................... 261 Fetor oris (fetor eks ore)................................................................. 262 8. 2. Kötü ağız kokusunu açıklamada yararlanılan özgün terimler ............. 263 8. 3. Kötü kokulu nefesin nedenleri ............................................................ 264 8. 4. Kötü kokulu bileĢikler ........................................................................ 266 Kükürtlü bileĢikler ......................................................................... 266 Fenil bileĢikleri .............................................................................. 269 Nitrojen içeren bileĢikler................................................................ 270 Yağ asitleri ..................................................................................... 272 Keton cisimleri ............................................................................... 276 Alkol .............................................................................................. 277 8. 5. Gaz oluĢturma mekanizması ve uçuculuğu kontrol eden faktörler ..... 278 8 Gaz yapımı ..................................................................................... 278 Çözünürlük ve gaz oluĢumu (uçuculuk) ........................................ 279 8. 6. Nefesin kokmasında tükürüğün rolü ................................................... 280 Nefeste koku oluĢumunu düzenleyen koĢullar ............................... 281 8. 7. Ağız kokusunun yapımı ve kaynağı. ................................................... 282 Ağız içi kaynağı (intraoral kaynak) ............................................... 283 Dil örtüsü ve dil dorsumunun posterior bölgesi ............................. 285 8. 8. Uçucu kükürt bileĢiklerinin (VSC) periodonsiuma etkileri ................ 286 8. 9. Hastalıklar ve ağız kokusu .................................................................. 287 Kserostomia (Xerostomia) ............................................................. 287 Kulak, burun ve boğaz hastalıkları ................................................ 289 Postnazal akıntı. ............................................................................. 291 Atrofik rinit (Atrophic rhinitis - ozena) ......................................... 291 Tonsillit ve tonsillolit (tonsillitis and tonsillolith) ......................... 291 Peritonsiller abse ............................................................................ 292 Retrofaringeal abse ........................................................................ 292 Akciğerler ...................................................................................... 293 Akciğer absesi ................................................................................ 293 Wegener‟s granulomatozis ............................................................. 293 Tüberküloz ..................................................................................... 294 Sifilis .............................................................................................. 294 Rinoskleroma ................................................................................. 294 Adenoiditis ..................................................................................... 294 Nazofaringeal abse ......................................................................... 294 Larinks kanserleri........................................................................... 295 Akciğer kanseri .............................................................................. 295 Vincent‟s anjina ............................................................................. 295 Tonsil ya da farenks kanserleri ...................................................... 295 Pharyngitis sicca ............................................................................ 295 Gangrenöz angina .......................................................................... 295 Ösefagus ve mide ve barsak hastalıkları ........................................ 295 Gastroösefageal reflu ..................................................................... 295 Zenker‟s divertikülü ....................................................................... 296 Ösefageal akhalsia (achalasia) (esophageal aperistalsis) ............... 296 Malabsorpsiyon sendromları .......................................................... 297 Gastrointestinal bozukluklar .......................................................... 297 Hepatik hastalıklar ......................................................................... 297 Renal hastalıklar............................................................................. 298 Diyabetik ketoasidozis ................................................................... 298 Nörolojik hastalıklar ...................................................................... 298 Sistemik hastalıklar ........................................................................ 298 7. 10. Sabah nefesi ...................................................................................... 299 7. 11. Çocuklarda ağız kokusu .................................................................... 300 9 7. 12. Eksojen ağız kokusu kaynakları........................................................ 301 7. 13. DüĢünsel (imaginary)/ Delusional/ Psikolojik (psychological) ağız kokusu............................................................................................... 302 7. 14. Ağız kokusunun tanımlanması .......................................................... 302 Fizyolojik ağız kokusu ................................................................... 302 Patolojik ağız kokusu ..................................................................... 303 7. 15. Ağız kokusu prevalansı ve tanı koyma teknikleri. ............................ 307 KAYNAKLAR ........................................................................................... 309 ĠNDEKS ...................................................................................................... 333 10 AĞIZ VE DĠġ BĠYOKĠMYASI GĠRĠġ: Her iki dudak, ön giriĢ boĢluğu, diĢler, diĢ etleri, dil, ağız mukozası, tükürük bezleri, damak, küçük dil, çene ve çene eklemi, yutak kısmı baĢlangıcına açılan tüm alan ve tüm bu bölgenin beslenmesini sağlayan kan damarları ile bölgenin dengeli çalıĢmasını kontrol altına alan sinir ağları ağız kelimesi ile ifade edilen bölgeyi oluĢturmaktadır. Bu kitapta ağız içinde gözlenen yapılar ile bu yapıların fonksiyonları ele alınarak incelenmeye çalıĢılmıĢtır. 1. AĞIZ BOġLUĞU: Ağız boĢluğu (oral kavite) adı verilen bölge ise önde vermillion hattından (alt ve üst dudakların mukoza ve deri birleĢim hattından) arkada isthmus fausiuma kadar uzanan, alttan ağız tabanı, üstten sert damak ve yanlarda yanak mukozası ile sınırlı bir anatomik boĢluktur (ġekil 1. 1). Yanda ön tonsil plikaları, üstte tonsil üst kutupları seviyesinden geçen hayali çizgi ve altta sulcus terminalisin oluĢturduğu isthmus fausium, arkada oral kaviteyi orofarenksten ayırır. ġekil 1. 1 Ağız kapalı iken üst ve alt diĢ arkusları oral kaviteyi 2 bölüme ayırır: Ön bölüme vestibulum oris (oral kavite giriĢi), arka bölüme kavum oris propria (esas ağız boĢluğu) denir. Ağız kapalı iken, bu 2 boĢluğu birbirine bağlayan bölge, mandibula ramusu ile son molar diĢ arasında kalan retromolar trigon‟dur. Bu alanın önemi; maksillofasiyal trauma veya baĢka bir nedenle mandibülomaksiller fiksasyon yapılan kiĢilerde, bu bağlantı ile sulu gıdaların (bir pipet yardımıyla) alınabilmesidir (ġekil 1. 2). Oral kavite bir boĢluk olmasına rağmen, anatomik olarak homojen bir bölge değildir ve birçok alt anatomik bölgeyi içermektedir. Bu alt anatomik bölgeler: alt ve üst dudak mukozası, yanak mukozası, diĢetleri ve diĢler, sert damak, yumuĢak damağın bir kısmı, dil korpusu, ağız tabanı ve retromolar trigondur. 11 ġekil 1. 2 Ağızda ve tüm gastointestinal sistemin dıĢa açılan yüzeyini mukoza tabakası örter. Mukoza bütün ağız ve diğer organların iç yüzeylerini kaplayan tabakadır. Ağız içi mukozasını 3 guruba ayırarak incelemek mümkündür: 1.Çiğneme mukozası (masticator mucosa) : Ağız içine bakan bölümü para-keratinize çok katlı yassı epitel doku hücrelerinden oluĢur. Dilin dorsumunda, sert plakta ve diĢetine bağlı olarak bulunur. 2.Örtü mukozası (lining mucosa): non-keratinize çok katlı yassı epitelyum doku hücrelerinden oluĢur. Ağız boĢluğunun hemen her yerinde bulunur. Bukkal mukoza örtü mukozasının bir kısmı olup yanağın iç kısmını örten mukozadır. 3.ÖzelleĢmiĢ mukoza (specialized mucosa): Tat tomurcukları ve dilin dorsumunda bulunan özelleĢmiĢ hücrelerden oluĢan doku gurubudur. Kemik ya da kas tabakası üzerine yerleĢmiĢ olan mukoza 4 tabakadan oluĢur. Bu tabakalar epitelyum, bazal membran, lamina propriya ve submukoza tabakalarıdır. Bu tabakalardan en içte olanı ve bütün diğer tabakalı kaplaya tabaka mukoza tabakasıdır. Mukoza ağız ile birlikte bütün gastrointestinal sistem organlarının iç yüzeylerini kaplar. 12 ġekil 1. 3 Manish S. Wani Mukozanın en üstteki tabakası silindirik ve yassı epitelyum hücrelerinden oluĢan çok katlı epitel doku tabakasıdır. Lamina propria üzerine yayılmıĢ olan epitel doku hücrelerinden yanaklar, dudakların iç kısımları, dilin ventral yüzeyi, ağız tabanı ve yumuĢak damak yüzeyini örtü epiteli kaplar. Dilin dorsali, sert plak ve diĢeti yüzeyleri ise keratinize epitelyum doku ile kaplıdır. Epitel dokuda 4 farklı tabaka gözlenir: Stratum bazale (basal layer) Stratum spinozum(spinous layer) Stratum granulozum (granular layer) Stratum korneum (keratinized/superficial layer) En alt sırayı oluĢturan silindirik stratum bazale hücreleri hücresiz bir tabaka olan bazal membran üzerine oturmuĢtur. Epitelyum ve bazal membranın oluĢturduğu kombinasyona mukoperiosteum adı da verilir. Salgılanan polimerlerle oluĢturulan bu tabaka epitelyum doku hücrelerinin beslenmesi ve oksijen alımı için gereklidir. Hemen epitelyum doku altında gevĢek bağ dokudan oluĢan lamina propria tabakası bulunur. Lamina propria gevĢek bağ dokudan oluĢan ince bir tabakadır. Bu iki doku ağız mukozasını oluĢtururlar. Mukozanın altındaki tabakaya submukoza tabakası adı verilir. Burası bağ dokudan oluĢan kalın bir tabakadır. Bu tabakada kan damarları lenf kanalları ve sinirler bulunur. Ağız içindeki önemli yapılardan biri de dildir. Çok katlı yassı epitelle döĢeli bir kas ve yumuĢak doku kitlesidir. Corpus linguae (dil gövdesi) ve 13 radix linguae (dil kökü) olmak üzere 2 ana bölüme ayrılır. Hareketli ve fonksiyon açısından daha önemli olan ve kaslardan oluĢan dil gövdesi dilin 2/3 ön kısmını oluĢturur ve oral kavitede bulunur. Hareketsiz olan ve daha çok lenfoid dokudan oluĢan dil kökü, dilin 1/3 arka kısmını oluĢturur ve orofarenkste bulunur. Bu iki bölümü ayıran yapı ters V Ģeklindeki sulcus terminalistir. Bu sulkusun arka orta bölümündeki çukurluk foramen ceacum linguaedır ve buradan embriyolojik olarak tiroid bezi köken alır. Dil gövdesinin sert damağa doğru bakan bir dorsal yüzü, ağız tabanına doğru bakan bir ventral yüzü, bir ucu ve 2 yan kenarı mevcuttur. Dorsal yüzünde tat duyusu için özelleĢmiĢ olan tat tomurcukları (uçta filiform papillalar, ön-yanda fungiform papillalar, arka-yanda foliat papillalar ve arkada sulkus terminalis boyunca sirkumvallat papillalar) bulunmaktadır. Dilin özel tat duyusu dıĢında, artikülasyon, çiğneme ve yutma fonksiyonlarında da temel görevi vardır. Dil bu görevleri için gerekli hareketliliğini, dilin intrensek (dilin içinde baĢlayıp, içinde sonlanan) ve ekstrensek (dilin dıĢında baĢlayıp, dile uzanan) kasları sağlar. Dilin kaslarını innerve eden sinir 12. kafa çifti nervus hipoglossusdur Dilin ventral yüzünde dil ucundan ağız tabanına doğru bir mukoza katlantısı frenulum linguae görülür. Frenulumun kısa ve veya fibrotik kalın olması halk arasında dil bağı diye adlandırılan ankiloglossidir. Frenulum lingua, altta ağız tabanı boyunca yanlara doğru plica sublingualis adlı mukoza katlantıları ile devam eder. Bu 2 mukoza katlantısının birleĢtiği yerdeki tümseğe caruncula sublingualis denir. Bu bölgede 2 adet ostium görülür. Bunlar submandibüler bezlerin kanallarının (Wharton) açıldığı deliklerdir. Sublingual bezlerin kanalları (Bartholin) ise sublingual plika üzerindeki multipl deliklerle sonlanır. Diğer major tükrük bezi olan parotisin kanalı (Stenon) ise yanak mukozasında 2. üst molar diĢ hizasında sonlanır. Ağız tabanı esas olarak U Ģeklindeki mandibula ile hiyoid kemik arasında gergin bir Ģekilde diyafram gibi uzanan milohiyoid kas tarafından oluĢturulur. Ayrıca genioglossus ve geniohiyoideus kasları da burayı desteklemektedir. Ağız tabanı histolojik olarak içten dıĢa doğru, mukoza, mukoza altı, kas, cilt altı ve ciltten oluĢan, sert desteği olmayan bir bölgedir. Bu nedenle bu alandaki enfeksiyonlar ve malign neoplastik patolojiler çok kolaylıkla lokal yayılım gösterebilirler. Mandibula oral kaviteyi ön, alt ve yandan çevreleyen en önemli rijit yapılardan biridir. Embriyolojik olarak 2 ayrı kemikten oluĢup, yaklaĢık 1 yaĢında bu 2 kemiğin birleĢmesi ile tek kemik halini alır. Kondiler ve koronoid olmak üzere 2 çıkıntısı, ramusu, kollumu, korpusu ve mentumu vardır. Trigeminal sinirin mandibular dalından kaynaklanan inferior alveolar sinir, damarla birlikte kollum seviyesinde mandibula içine girerek, foramen ovaleden cilt altına çıkar. Bu nedenle bu uzanım boyunca olan fraktürler veya cerrahi tedavi amacıyla yapılan mandibula kesileri (mandibulotomi 14 veya mandibülektomi) veya sinirin malign neoplastik patolojilerle invaze olması, alt diĢlerde anesteziye neden olur. Mandibulanın kondiler çıkıntısı ile temporal kemiğin fossa mandibülarisi arasındaki eklem temporamandibüler eklemdir. Dental patolojilerden, maksillofasiyal ve kafa tabanı travmalarından, stomatotolojik hastalıklardan ve genel artropatilerden etkilendiğinden günlük pratikte klinik önemi büyüktür. Genel olarak hastalıklarına Temporamandibular eklem sendromu adı verilir ve baĢta baĢ ağrısı olmak üzere, birçok diğer hastalık tablosunu taklit eden yakınmalara neden olabilir. Eklem çevresindeki travmatik, enflamatuar ve neoplastik olaylar trismusa neden olabilir. Çene ekleminin baĢta çiğneme olmak üzere artikülasyonda da rolü vardır. Ağızda görev yapan baĢlıca çiğneme kasları: Muskulus temporalis superfisyalis, Muskulus masseterikus, Muskulus piterigoideus lateralis ve Muskulus piterigoideus medialistir. Tüm bu kasların motor innervasyonu 5. kafa çifti trigeminusun 3. dalı (nervus mandibülaris) ile sağlanmaktadır. Oral kavitenin fonksiyonlarını iki gurupta toplamak mümkündür: 1.Vital fonksiyonlar: dil ve diĢler yardımı ile çiğneme, salgıladığı enzimlerle sindirim, dildeki kemoreseptörler yardımı ile tat alma, larinks, dil, yanaklar ve dudaklar yardımı ile konuĢma ve sert ve yumuĢak damak yardımı ile yutkunma. 2.Sosyal fonksiyonları: ıslık ve enstruman çalma öpme ve gülümseme örnek olarak verilebilir. Ağızda görev yapan en önemli yapılardan biri de diĢlerdir. AĢağıdaki bölümlerde diĢlerden baĢlayarak bu yapılardan ve metabolik foınksiyonlarından söz edilecektir. 2. DĠġLER: DiĢler omurgalıların çenelerinde bulunan besinleri koparmak, parçalamak ve çiğnemek için kullanılan küçük beyazımsı kemik doku orijinli yapılardır. Çene kemiği içine yerleĢmiĢ olan diĢlerin etrafı diĢeti ile çevrelenmiĢtir. Diğer vücut kemiklerinden çok farklı sertlikte ve yoğunlukta yapılardır. Çiğneme fonksiyonlarının yanı sıra fonasyon ve estetik fonksiyonları da vardır. DiĢler memeli türlerinde çok farklı özellikler gösterirler. Paleantolojistler bu özellikleri çeĢitli canlı türlerini birbirlerinden ayırmada kullanırlar. DiĢlerin Ģekilleri canlının beslenme biçimi ile çok yakından ilgilidir. Otoburlar (herbivorlar) sindirimi zor bitkileri sindirebilmek için çok sayıda molar diĢe sahip iken etoburlar (karvivorlar) diğer canlıların etlerini koparabilmek ve parçalayabilmek için çok güçlü köpek diĢlerine sahiptirler. DiĢ geliĢim biçimleri de çeĢitli canlı türlerinde büyük farklılıklar gösterir. Bazı canlı türleri polifiyodontturlar (polyphyodont). Balıklarda 15 olduğu gibi diĢlenme sürekli olarak meydana gelir. Örneğin köpek balıklarında her hafta aĢınmıĢ diĢerin yerine yenileri çıkar. Bazı canlı türleri ise monofiyodontturlar (monophyodont). DiĢlenmenin bir kere olmasına karĢın örneğin kemirgenlerde çok fazla kullanılıp aĢındığı için kesici diĢlerin sürekli geliĢtiği ve uzadığı görülür. Ayrıca gene bazı tür kemirgenler de yaĢamları boyunca sadece bir kez diĢ çıkarırlar ve ayrıca molarlar da kesiciler gibi sürekli büyümektedir. Ġnsanlar ise dipiyodont (diphyodont) (iki defa diĢ çıkaran) canlılardır. Memelilerin en geliĢmiĢi olan insanda bu nedenle diĢ geliĢimi iki aĢamalıdır. DiĢlenmenin ilk aĢaması ortalama doğum sonrası 6. ayda baĢlar. Bu aĢamaya geçici diĢlenme adı verilir. Daha sonraki yıllarda ikinci aĢama görülmeye baĢlar. Ġlk aĢamada görülen süt diĢerinin yerini sürekli diĢler alır. Süt diĢlerinin sayısı 20 iken sürekli diĢlerin sayısı ortalama 13. yaĢtan itibaren giderek artarak 32 ye ulaĢır. Ġlk diĢler embriyolojik geliĢim sırasında anne karnında çene kemiği içinde geliĢmeye baĢlar ve doğum sonrası 6. aydan itibaren ağız içinde görülür. Sürekli diĢler 14- 20 yaĢlar arasında ortaya çıkar. Bu diĢlerin 20 adedi süt diĢleri yerine 8 adedi ise ilk olarak çıkarlar. 17- 20 yaĢ arası da 3. molar diĢler de çıkarak çenedeki yerlerini alırlar ve diĢlenme tamamlanır. Farklı özellikleri ve fonksiyonlarına karĢın diĢlerin morfolojik yapılarını incelediğimizde (external anatomy) hepsinde ortaklaĢa özelliklere sahip belirli bölgeler bulunmaktadır. DiĢlerin morfolojik yapılarını 3 kısımda incelemek mümkündür (ġekil1, 4) : DiĢin morfolojik yapısı: Kuron (Crown): DiĢlerin ağız içinde diĢ etinden itibaren göründükleri kısma kuron ya da anatomik kuron (anatomical crown) denir ve mine (enamel) adı verilen tabaka ile kaplıdır. Morfolojik görünümü bulundukları yerlere ve fonksiyonlarına göre büyük farklılıklar gösterir. Kuronun büyük kısmı merkezinde pulpa kavitesi ile birlikte dentinden oluĢmuĢtur. Kuron sürmeden önce kemiğin içindedir. DiĢ sürdükten sonra büyük kısmı dentinden oluĢan üzeri mine ile kaplı görülen bölgedir. Kanallar dıĢında kalan büyük kısmı dentinden oluĢan kökler mine-sement birleĢme bölgesinden itibaren sementle kaplıdır ve alveol kemik içine gömülmüĢtür. DiĢte bir ya da birden çok kök bulunabilir. Bu genel yapı dıĢında diĢlerin fazladan kök içermesi süpernumerer kökler (supernumerary roots) olarak tanımlanır. 16 ġekil 1. 4 Kole: Kuron ile kökün birleĢtiği kısma kole ( neck-boyun ) adı verilir. Ġnsanlarda bu bölge diĢeti sınırındadır (Gum magrin). Kök: DiĢlerin diĢeti içinde ve çene kemiklerinde bulunan alveol boĢluğu içinde gömülü olan kısımlarıdır. DıĢ yüzeylerinde oluĢan çok özel yapılarla çene kemiğine sıkıca tutunurlar. Bulundukları bölgeler ve fonksiyonlarına göre farklı morfolojik yapı gösterirler. Kesici ve köpek diĢlerinin kökleri bir tanedir. Premolarlarda kök sayısı 1 ya da 2 olabilir. Ağız içindeki yerine ve tipine göre molar diĢlerde de 1, 2 ya da 3 kök bulunabilir. Kökler apikal foramen adı verilen küçük bir delikle dıĢa açılır. Her bir kök içine bu bölgeden damarlar, sinirler ve lenf kanalları girer. Apeks: Apikal foramen ile biten diĢin çene kemikleri içindeki en son kısmıdır. ġekil 1. 5 17 2. 1. Ġnsanda diĢ gurupları: Ġnsanlar genellikle 20 primer diĢ (geçici ya da süt diĢleri) ile 32 kalıcı diĢe sahiptir. Süt diĢlerinin 10 tanesi üst çenede 10 u ise alt çenededir. Bütün süt diĢleri molarlar dıĢında zaman içinde benzerleri ile yer değiĢtirirler. Sadece süt molarlar premolarlarla yer değiĢtirirler. Maksilla ve mandibulada 16 Ģar adet kalıcı diĢ bulunur. Her bir yarım çenede bulunan kalıcı diĢler santral insisor, lateral insisor, kanin, birinci premolar, ikinci premolar, birinci molar, ikinci molar ve üçüncü molarlardır. Üçüncü molarlar akıl diĢleri olarak da adlandırılırlar ancak bu diĢler tam olarak oluĢmayabilir ya da bütünüyle çıkmayabilirler. Dördüncü ya da beĢinci molarlar gibi ilave diĢ oluĢumu söz konusu olursa bu diĢlere süpernumerer diĢler (supernumerary teeth) adı verilir. Ġnsanda yapı ve fonksiyonlarına göre değiĢik özellikler taĢıyan 4 farklı gurup diĢ bulunmaktadır (ġekil 1. 5): Kesici diĢler (Incisors): Önde bulunan keskin yüzeyli diĢlerdir. Santral ve lateral olmak üzere her yarım çenede iki adet bulunur. Kürek benzeri görünümlü bu diĢler besinleri ısırmaya ve kesmeye yararlar. Köpek diĢleri (Canines): Köpek diĢleri (kanin diĢler) ağızda bulunan diĢ diziliminde en uzun ve çene kemiğine en kuvvetli bağlanmıĢ diĢlerdir. Her yarım çenede 1 adet bulunur. Geleneksel dental literatürde kaninler dental arkın köĢe taĢı olarak kabul edilirler. Sivri yüzeyli diĢlerdir ve besinleri koparmaya ve parçalamaya yararlar. Küçük azı diĢleri (Premolars): Bu diĢlerin çiğneme yüzeylerinde iki tüberkül (çıkıntı) bulunur. Bu nedenle biküspit olarak da tanımlanırlar. Her yarım çenede kanin diĢler ile molar diĢler arasına yerleĢmiĢlerdir ve 2 adettir. Kanine yakın olanı birinci premolar diğeri ikinci premolar adını alır. Besinleri ezmeye ve parçalamaya yararlar. Birinci premolarda bukkal tüberkül ikinci premolarda lingual tüberkül diğerine nazaran daha yüksektir. Büyük azı diĢleri (Molars): Kalıcı diĢlerde molarlar dental arkın posterior kısmını oluĢtururlar. 3 ya da 4 büyük tüberküllü geniĢ çiğneme yüzeylerine sahiptirler. Alt kalıcı molarlarda daima 2 lingual tüberkül üst kalıcı molarlarda ise ikiĢer bukkal büyük tüberkül bulunur. Alt molarlar 2 üst molarlar 3 köklüdürler. Her yarım çenede 3 adet bulunurlar. Besinleri ezmeye ve öğütmeye yararlar. Ġnsanda 3. molarlar 20 yaĢ diĢi ya da akıl diĢi (wisdom teeth) olarak da adlandırılırlar. Bu diĢler 17 ile 25 yaĢ arasında çıkarlar. Genellikle ağızda bulunan diğer diĢleri sıkıĢtırıp diziliĢ bozukluklarına neden olduklarından ağızda kalmalarına çoğunlukla izin verilmez. 18 AĢağıda Tablo 2. 1 de ağızda bulunan diĢler ile sürme dönemleri verilmiĢtir. Dental Formül Süt diĢleri 2 1 0 2 = 10 2102 Kalıcı diĢler 2 1 2 3 2123 = 16 DiĢ çıkma dönemi Süt diĢleri Kalıcı diĢler Kesici diĢler 6 - 10 ay 7 – 8. yıllar Köpek diĢleri 16 - 20 ay 11. yıl 11 – 13. yıllar Premolarlar Molarlar 6 – 25. yıllar 10 - 24 ay Tablo 2. 1 Her bir diĢin diğerlerinden kolayca ayrılabilen belirgin özellikleri vardır. Özgün diĢlerin her birinin belirlenmesinde kullanılan çeĢitli iĢaretleme sistemleri vardır. Bunlardan en çok ve yaygın olarak kullanılanları FDI World Dental Federation iĢaretleme sistemi, üniversal numaralama sistemi ve Palmer iĢaretleme metodudur. Dünyada yaygın olarak FDI Amerika‟da ise universal sistem kullanılmaktadır. ÇeĢitli hayvan türlerinde diĢ yapıları çok büyük farklılıklar gösterir. Memelilerde büyüme seyri ve morfolojileri açısından birbirinden farklı 2 tip diĢ bulunur: Brakidont (Brachydont) ya da düĢük kronlu diĢler: Ġnsanda, kedi ve köpek gibi karnivorlarda ve domuzlarda görülür. Bu tip diĢlerde kronun gingivanın üzerinde oluĢtuğu gözlenir (ġekil 2. 2). DiĢeti çizgisinde daralmıĢ bir boyun kısmı gözlenir ve kök çene kemiği içinde devam eder. ġekil 2. 2 19 Kron tamamen mine ile kaplıdır ve kök yüzeyi sement ile örtülüdür. Mine bu canlıların vücutlarında bulunan yoğun kalsiyum tuzlarından oluĢmuĢ hidroksiapatit kristallerinden meydana gelen en sert yapıdır. Sement kalsifiye bağ dokudur. Dentin minenin altında bulunan ve diĢin büyük kısmını oluĢturan kemik benzeri bir yapıdır. Pulpa kavitesi kan damarları, lenf kanalları ve sinir uçlarını içerir. Hipsodont (Hypsodont) ya da yüksek kronlu diĢer: Bu gurup diĢler canlıların yaĢamları boyunca çıkmaya devam ederler. Bu tür diĢlere en güzel örnekler atların bütün kalıcı diĢleri ve geviĢ getirenlerin arka diĢleri gösterilebilir. Hipsodont diĢlerin genellikle büyük kısmının diĢeti çizgisinin altında mine yapılaĢmasına ve çene kemiğinde bulunan alveol boĢluk içinde uzanan köklere sahip oldukları belirlenmiĢtir (ġekil 2. 3). Mine kökler dıĢında diĢin geri kalan kısmının tamamını çevreler. ġekil 2. 3 Her iki tür de çene kemiğinde alveol adı verilen boĢluğun içine yerleĢmiĢtir. DiĢlerin tutunması gomphosis adı verilen fibröz bir kapsül ile olur. Gomphosis maksilla ya da mandibula içinde bulunan boĢluklara diĢlerin bağlandığı bir bağlanma yeridir (ġekil 2. 4). Ġçinden bölgedeki hücreleri ve diĢetini besleyen damarlar ile sinirler geçer. DiĢ kökleri ġekil 2. 4 (yiss-anatomy2010-11) 20 maksilla ve mandibula içindeki boĢluklarla tam uyum halindedir. Vücutta bu tip periodontal bağlanma bir tek diĢlerde görülür. DiĢi çevreleyen periodontal membranın bir parçası olan kollajen fiber demetleri (periodontal ligament) alveol boĢluğu kemik duvarlarından diĢerin köklerine uzanırlar (ġekil 2. 5). Maksilla ve mandibula ile bağlanma özellikle diĢin sementum tabakası aracılığı ile gerçekleĢir. Bu fiberler özellikle çiğneme sırasında diĢlere uygulanan basınca diĢlerin direnmesine ve alveol boĢluk içinde sabit kalmasına yardım eder. ġekil 2. 5 2. 2. DiĢin histolojik yapısı (internal diĢ anatomisi): DiĢler morfolojik yapılarıyla birbirlerinden önemli göstermelerin karĢın benzer histolojik yapıya sahiptirler. farklılıklar DiĢte birbirinden farklı 4 yapı gözlenir: 1. Mine (enamel): DiĢin ağız içinde kuron adı verilen görünür yüzeyini kaplayan beyaz parlak sert yapıdır. Sement, pulpa ve dentinle birlikte diĢi oluĢturan dört tabakadan biridir. GeliĢimi sürme öncesinde oral kavite içinde tamamlanır. Yoğun hidroksiapatit kristallerinden oluĢur. Kristal yapının en önemli bileĢeni kalsiyum fosfat molekülleridir. Vücutta sentez edilen en sert doku tabakasıdır. Minenin % 96 sı mineral geri kalan kısmı ise su ve organik materyalden oluĢur. Mine beyaz açık sarı ve beyaza yakın gri renklerde olabilir. Minenin altında dentinin bulunmadığı kenarlar bölgelerinde renk daha beyaz ya da bazen açık mavi renklerde olabilir. Süt diĢleri genellikle birbirine benzer renk ve görünümdedir. Sürekli diĢlerin ise renk ve görünümlerinde farklılıklar ortaya çıkabilir. Mine yarı geçirgen bir tabaka olduğundan altında bulunan dentin ya da restoratif dental materyaller diĢin görünümünü önemli ölçüde etkilerler. Ayrıca su ve bazı iyonların ozmoz yoluyla geçiĢine izin verir. DiĢ yüzeylerinin değiĢik bölgelerinde mine kalınlığı değiĢiklikler gösterir. Tüberkülün tepesinde (cusp) kalınlığı 2.0 2.6 mm arasında değiĢmektedir. Sement ile minenin birleĢme bölgeleri 21 (mine-sement sınırı- cementoenamel junction- CEJ) minenin en ince olduğu bölgelerdir. Mine-sement birleĢme bölgesinde ise bıçak ağzı gibi incelir. Mine yapısını oluĢturan baĢlıca yapı kristal kalsiyum fosfat moleküllerinden oluĢan hidroksiapatittir. Hidroksiapatit oldukça sert aynı zamanda çok kırılgan bir maddedir. Minenin altında bulunan ve mineyi destekleyen dentin tabakası mineye oranla daha yumuĢak ve daha az kırılgan bir tabakadır. Dentin ve kemik dokunun aksine mine kollajen içermez. Bunun yerine kristal yapı içinde çok az miktarda amelogenin ve enamelin adı verilen proteinler bulunur. Bu proteinlerin fonksiyonları bugün için tam olarak anlaĢılamamıĢtır. Ancak bir tür kafes oluĢturarak kristal oluĢumunu desteklediği düĢünülmektedir. ġekil 2. 6 da mine prizmalarının elektron mikroskobik görüntüleri ve kristallerin diziliĢ yönleri gösterilmiĢtir. ġekil 2. 6 (202.116.0.134/gate/big5/course.jnu.edu.cnl) Minenin temel yapısal birimleri kristal prizmalardır. Bu kristal yapılar vücutta tek mine oluĢturabilen hücreler olan ameloblastların katkısıyla sentezlenir. Her bir kristal prizma kesintisiz ve düzenli biçimde dentinden dıĢarı doğru dentine dik biçimde sıralanmıĢtır. Her bir kuronda 5 ile 12 milyon arası kristal bulunmaktadır. Prizmaların çapları 4 ile 8 mikron arasında değiĢmektedir. Mine dentin sınırından dıĢarıya doğru ıĢın demetleri biçiminde yayılmıĢlardır. Mine aĢırı kırılgandır ve dayanıklılığı üzerini kapladığı kendisini destekleyen dentinle arttırılmıĢtır. Mine dentin sınırı (dentinoenamel junction) dentin ile mine arasındaki ara yüzdür (ġekil 2. 7). Laboratuvarlarda diĢ kesitleri alınırken kolayca gözlenebilir. Elektron mikroskobundan elde edilen aĢağıdaki Ģekilde bu birleĢme bölgesi daha detaylı olarak gözlenebilir. Mine içine bir miktar giren 22 iğcikler (spindles) kısa, düz, ince koyu renkli yapılar halinde görülmektedir. BirleĢme bölgesinden itibaren mine kristallerinin oluĢmaya baĢlaması ile ortaya çıkan ve odontoblastik süreçte oluĢan tübüllerin kalıntılarıdır. ġekil 2. 7 (Maha Mounir- netterimages.com/image) Mine hem doğumdan önce hem doğumdan sonra oluĢur. Mine oluĢumu diĢin en ucunda baĢlar ve belirli bir eğimle alt uca kadar devam eder. Mine, diĢ yüzeylerinde, yer yer ince çukurlar oluĢturan ve perikymata adı verilen ve dairesel yapılarla sonlanır (ġekil 2. 8). Ġlerleyen aĢamalarda ameloblastların mine oluĢturarak çekilmesi ile mine içinde geriye ġekil 2. 8 (Jay Kelley and Tanya Smith) bıraktıkları bölgelere Retzius çizgileri (lines of Retzius) adı verilir. Mine geliĢimi sırasında organizmanın metabolizmasındaki değiĢiklikler minede biriken organik maddenin miktarında değiĢimlere neden olur. Bu da minenin renklenmesinde değiĢikliklerle sonuçlanır ve mine yapısında koyu (çok organik materyal) ve açık (az organik materyal) bantlar ortaya çıkar. Bu bantlar Retzius çizgileri (Stria of Retzius) olarak adlandırılır. Retzius çizgileri genellikle mine-dentin birleĢme bölgelerinde sonlanır. DiĢ enine kesitinde Retzius çizgileri dentin-enamel birleĢme bölgesine (DEJ) paralel eĢmerkezli (konsentrik) bantlar halinde görülür. Hipomineralize koyu Rertzius çizgilerine ilave olarak dentin-mine birleĢme bölgeleri (DEJ) boyunca da hipomineralize koyu renkli çizgiler ortaya çıkar (ġekil 2. 9). 23 ġekil 2. 9 (embruos.weebly.com/) Retzius çizgilerinden biri diğerlerinden çok önemlidir ve çok belirgindir. Bu bölge doğumdan önce ve doğumdan sonra oluĢan bölgeler arasındaki Yenidoğan (neonatal) çizgisidir (ġekil 2. 10). Bu çizgi süt diĢlerinde ve sürekli 1. molarların uçlarında bulunabilir. Yenidoğan çizgisi doğumla birlikte ortaya çıkan koyu renkli bir Retzius çizgisidir. Doğum stresi nedeniyle meydana gelir. Genellikle Retzius çizgilerinden daha kalın ve daha koyu bir çizgidir. Neonatal çizgi özellikle adli diĢ hekimliğinde sıkça kullanılmaktadır. ġekil 2. 10 (embruos.weebly.com/) DiĢin uç bölgelerinde mine genellikle dalgalı bir görünüm ortaya koyar. Bu mineye gnarled (pürüzlü) mine adı verilir. Bu bölgeler hipomineralize bölgeler değildir. Uç bölgelerde diĢi dirençli kılmak için oluĢturulmuĢ bölgelerdir. 2.Dentin: Dentin diĢin mine ya da sement ile pulpa arasındaki bölümüdür. DiĢin ağız içinde görünen kuron tabakasından baĢlayarak köklere kadar diĢin temel kütlesini oluĢturan ve bağ dokudan oluĢan tabakadır. Fil, domuz, hipopotam, mors balığı, mamut ve gergedanların diĢlerini oluĢturan kütle de benzer yapıda olduğundan bu tabakaya fildiĢi tabakası (ivory) adı da verilir. Odontoblastlar tarafından sentezlenen kollajen lifleri ile liflerin üzerine çökelmiĢ kalsiyum hidroksiapatit kristallerinden oluĢan kemik benzeri mineralize bağ dokudur. Sertliği mineden daha az ancak kemik ve sement 24 dokusundan daha fazladır. Mineden daha yumuĢak ve yapısında çok sayıda küçük kanallar bulunduğundan dıĢ uyarılara karĢı mine dokusundan daha hassastır. Daha çabuk yıkıma uğrar ve tedavi edilmez ise kavite süratle büyür. Dentin kompozisyonunun büyük kısmı mineralden oluĢur. Esnek ve sert bir dokudur. Pöröz sarı renkli maddenin ağırlığının ortalama % 50-70 i inorganik madde, % 20-40 ı organik madde ve % 5-10 u sudur. % 3 den daha az oranda lipit bulunur. Organik matriksin yaklaĢık % 93 ü kollajen fiberlerden oluĢur. Bu kollajenlerin % 30 u tip I kollajenlerden meydana gelmiĢtir ve tübüllerin uzun eksenine dikey olarak yerleĢim gösterir. Organik yapının kollajen dıĢındaki bileĢenleri ise fosfoproteinler, glikozaminoglikanlar, proteoglikanlar, proteinler, asit proteinler, büyüme faktörleri ve yağlardır. Ġnorganik matriks ise diğer mineralize dokularda olduğu gibi genel olarak kalsiyum hidroksiapatit kristallerinden [Ca10(PO4)6(OH)2] oluĢmuĢtur. Kemik ve dentinde gözlenen hidroksiapatit kristallerinin uzunlukları 20 ile 50 nm kalınlıkları ise 12 ile 20 nm arasında değiĢmekte olup boyutları mine kristallerine oranla ortalama 10 kez daha küçüktür. Dentin kristal yapısının en önemli farkı kristallerin bulunduğu ortamdaki organik yapıdır. DiĢin yenilenebilen bölümünü oluĢturan dentinin kristal boyutları yaĢ, sağlık koĢulları ve çevre faktörlerine bağlı olarak da değiĢebilir. Farklı yüzey derinliklerinde organik ve inorganik bileĢenlerin oranları farklılıklar gösterir. Dentin pulpadan mineye ya da pulpadan semente uzanan dentin tübülleri adı verilen mikroskobik kanallara sahiptir. Derin dentin dokularında tübül sayısı ve yoğunluğu arttığından yüzey dentine göre daha fazla su içerir ve mineralize doku oranı düĢüktür. Derin dentinde tübül çapının artması intertübüler dentin kalınlığının azalmasına ve kollajen miktarının yüzeysel dentine oranla daha az görülmesine neden olur. Organik yapıyı oluĢturan kollajen ağ üzerine çökelmiĢ olan hidroksiapatit kristallerinin oluĢturduğu dentine intertübüler dentin adı verilir. Ġntertübüler dentin tüm dentin dokusunun esas kütlesini oluĢturur. Ġntertübüler dentinin mine-dentin sınırında kapladığı alan % 96 iken bu oran pulpaya yakın bölgelerde % 12 ye kadar geriler (ġekil 11, 12). ġekil 2. 11 ġekil 2. 12 (Dr. Nurul Ġslam) 25 Dentin tübüllerinin çapları pulpa kenarlarında 2.5 μ orta kısımlarda 1.2 μ ve dentin-mine birleĢme bölgelerinde 0.9 μ civarındadır (ġekil 2. 13). Tübüller içerisinde kollajenden fakir hipermineralize peritübüler bir halka bulunur. Tübüller arasında kollajen ağın bulunmadığı bu kısma peritübüler dentin adı verilir. Peritübüler dentin diĢlerin dıĢ etkenlerle karĢılaĢması sonucu oluĢan hipermineralize bir dokudur. Hipermineralize yapıdaki peritübüler dentin intertübüler dentinden yaklaĢık 5 kat daha sert olup tübül çapını yüzeyel dentinde yaklaĢık 0.6- 0.8 μ a kadar daraltabilir. ġekil 2. 13 (Martin S. Spiller) Minenin bütünüyle asellular yapısına karĢın dentin baĢlangıçta odontoblast adı verilen hücrelerin temel yapısını oluĢturduğu yumuĢak bir dokudur (ġekil 2, 14). Dentinin en önemli özelliği bütün doku gövdesi boyunca sıkıca paketlenmiĢ ve içinde dentinin yapısını oluĢturan ve destekleyen, stoplazmik uzantıları bulunan hücrelerin bulunduğu tüplerden oluĢmasıdır. Bu nedenle pulpa öldüğü ya da diĢ hekimleri tarafından uzaklaĢtırıldığında dentin giderek direncini kaybeder ve kolay kırılabilen bir dokuya dönüĢür. Mine gibi dentin de belirli iyonlara karĢı yarı geçirgendir. ġekil 2, 14 (Thomas Caceci) Dentin oluĢumuna dentinogenezis adı verilir. Dentin oluĢumu diĢin yaĢamı boyunca gözlenen bir süreçtir. Dentinogenezis sırasında, odontoblastların geri çekilmeleri ile oluĢan bölgelere dental tübülüs adı 26 verilir. Odontoblastik süreçte bu bölgelere odontoblastlar kollajen salgılarlar. Predentin adı da verilen bu matriks bölgelerinde daha sonra kalsiyum ve fosfat birikimi ve sonrasında kristalizasyon gözlenir. Ortaya çıkan mineralizasyon aĢamaları Owen kontur çizgileri (contour lines of Owen) ile gözlenebilir (ġekil 2, 15). Bu çizgiler minede gözlenen Retzius çizgilerinin anoloğudur. ġekil 2 15 (healthcare.uiowa.edu/anatomy/) Her bir odontoblast stoplazmik uzantılarını dentinin kalınlığını arttırmak amacıyla farklı yönlere uzatmıĢtır. Bu süreçte oluĢan yapıya Tomes fiberleri (Tomes’ fibres) adı verilir (ġekil 2 16). Her bir fiber bir odontoblast tarafından oluĢturulmuĢtur. Daha sonraki aĢamada tübülüsler mineralize yapılar tarafından doldurulur. YaĢayan diĢte dentin hassasiyeti Tomes fiberleri tarafından düzenlenir. Bir milimetre kare dentin yaklaĢık 30.000 Tomes fiberlerini oluĢturan odontoblast içerir. Bu canlı yapı ısıya karĢı oldukça dayanıksızdır. Bu nedenle deneyimli bir klinisyen restoratif uygulamalar sırasında hiçbir zaman dentinin aĢırı ısınmasına ya da kurumasına izin vermez. ġekil 2. 16 (Stacey E. Mills) DiĢ geliĢimi yönünden incelendiğinde 3 tip dentin oluĢumu gözlenir. Bunlar primer dentin, fizyolojik sekonder dentin ve tersiyer dentindir. Primer dentin diĢ sürmesinden önce ekdomezenĢimal hücrelerden köken alan odontoblastlar tarafından oluĢturulur. Büyük oranda sürme döneminden önce oluĢan ancak diĢ sürmesinden sonra da kök geliĢiminin 27 tamamlanmasına kadar yaklaĢık 3 yıl boyunca yapımı devam eden orijinal tübüler dentindir. Primer dentin ile diĢ günde ortalama 4 μ kalınlığa ulaĢabilmektedir. Primer dentinin yapımının tamamlanmasından sonra belirgin bir uyarı olmadan yine primer dentin yapımından sorumlu odontoblaslar tarafından sentezlenen dentin tabakasına fizyolojik sekonder dentin adı verilir. Fizyolojik sekonder dentin günde ortalama 5 μ kalınlığa ulaĢabilecek kadar üretilebilir. Bu iki tür dentinin tübülleri arasında devamlılık gözlenmiĢtir. DiĢ sürdükten sonra da yapısında odontoblastlar yaĢamlarını devam ettirdiğinden dentin dokusu yenilenebilir bir dokudur. AĢınma, çürük ve irritanlara cevap olarak dentin kayıpları olduğunda bu kayıplar sekonder dentin oluĢumu ile yerine konulabilmektedir. Minenin böyle bir özelliği yoktur. Hafif bir irritasyon karĢısında intertübüler mineral depozisyonu ya da peritübüler dentinin geniĢlemesi ile oluĢan dentine sklerotik dentin adı verilir. Sklerotik dentin tübüllerin kısmen ya da tamamen tıkanması ile karakterizedir. Sklerotik alanlar daha sert daha az geçirgen ve daha az hassas alanlardır. Pulpa dentin bütünlüğünün çürük, abrazyon, erozyon veya restoratif iĢlemler sırasında meydana gelen uyarılara dokunun gösterdiği yanıt sonuncu tersiyer dentin oluĢur. Reparatif ve reaksiyonel tip olmak üzere iki tür tersiyer dentin mevcuttur. Pulpa dentin bütünlüğünde irritason oluĢturan etken hafif ya da orta Ģiddette ise primer ve fizyolojik sekonder dentin oluĢturan hücreler hayatta kalarak reaksiyoner tersiyer dentini oluĢtururlar. Reaksiyoner tersiyer dentin yapım hızı fizyolojik sekonder dentin yapım hızının 3 katıdır. Lokal tersiyer dentin yapısı ve bileĢenleri primer ve sekonder dentinden oldukça farklıdır. Tersiyer dentin düzensiz, daha az mineralize ve primer dentinden daha yüksek oranda organik içeriğe sahip bir yapıdır. Sekonder ve tersiyer dentin bölgelerinde tübüller arasında belirgin birleĢme olmadığı gözlenmiĢtir. Ortaya çıkan bu kesintili yapı ile yabancı maddelerin pulpaya ulaĢmaları engellenmeye çalıĢılmaktadır. 28 ġekil 2. 17 3.Pulpa: Dental pulpa ya da pulpa kavitesi diĢin merkezini oluĢturur. Pulpa diĢ geliĢiminden geriye kalan embriyolojik organ kalıntısıdır. Pulpa dokusu, içinde hücreler, fibriller hücre dıĢı ortam, diĢi besleyen arterler venalar ile lenfatik doku ve sinirlerin bulunduğu dentinle çevrelenmiĢ yumuĢak bağ doku tabakasıdır (ġekil 2. 17). Kuronda ve kökte dentin ile çevrilidir. Pulpa kron pulpası ve kök pulpası olmak üzere 2 kısma ayrılır (ġekil 2.18). Kron pulpası (coronal pulp) diĢin ağız içinde görünen kısmının içindeki bölgedir. Bu bölgeye pulpa odası adı da verilir. Pulpa odasında tüberküller içerisine uzanan çıkıntılar vardır. Bu oluĢumlara pulpa boynuzu (coruna) adı verilir. Kök pulpası (radicular pulp) diĢin servikalinden kök apeksine kadar uzanır. Keser ve kanin diĢlerde genelde tek, premolar ve molar diĢlerde ise birden fazladır. 29 ġekil 2. 18 (Dr. Nurul Ġslam) Pulpa ve dentin embriyolojik dönemden itibaren yapılaĢması gereği yapısal ve fonksiyonel olarak birbirine bağlıdır. Bu nedenle pulpa ve etrafındaki dentin tabakasına dentin-pulpa kompleksi adı da verilir. Dentin, diĢin en hacimli mineralize bağ dokusudur. Pulpa ise gevĢek bağ dokudan oluĢan ve dentinin canlı olarak kalmasını ve yaĢamını sürdürmesini sağlayan doku gurubudur. Dentin sıkıca paketlenmiĢ içinde bölgeye yerleĢmiĢ odontoblastların kullanacağı maddelerin bulunduğu sıvıyla dolu tübülüsler içerir. Dentin- pulpa kompleksinin bu çok özel hücreleri dental pulpanın sınırını oluĢturmak üzere predentin sınırı boyunca uzanırlar. Bu sınırdan itibaren pulpa dokusu 4 tabakadan oluĢur(ġekil 2. 19): 1.Ġlk tabaka odontoblastlardan oluĢan bölgedir. Dentin-pulpa sınırında odontoblastların bulunduğu tabakadır. Üzerinde predentin tabakası vardır. Odontoblastların gövdeleri pulpa sınırında, uzantıları dentinde bulunur. ġekil. 2.19 (kck.usm.my/ppsg/histology)/ 2. Bu odontoblastların altında hücreden yoksun bölge (Subodontoblastik bölge) uzanır. Weil’s bölgesi ya da Weil’s bazal 30 tabakası adı da verilen bu bölge odontoblastların hemen altındaki tabakadır. Bu tabakanın varlığı/yokluğu pulpanın fonksiyonel durumuna bağlıdır. YaĢlı pulpada görülmeyebilir. 3. Onun da altında çok çeĢitli hücrelerin bir arada bulunduğu hücreden zengin bölge vardır. Bu bölgede fibroblastların yanı sıra makrofaj, lenfosit ve farklılaĢmamıĢ mezenĢimal hücreler bulunur. 4. Damar ve sinirlerden zengin olan ve yoğun bağ dokudan oluĢan pulpa çekirdeğinde hücre yoğunluğu yeniden azalır. Dentin-pulpa kompleksi dentinin oluĢumundan ve korunmasından sorumludur. Bu iki doku gurubunun iĢbirliği özellikle ilerlemiĢ dentin çürüklerinde kolayca gözlenebilir. Bu tür bir patolojik durumda pulpaya bakan dentin yüzeylerinde kanallarda bulunan sıvı dolu ortam bakterilerin dentini geçmesine ve pulpada reaksiyon oluĢturmasına neden olur. Kısa dönemde pulpada bu kimyasal uyaranlara karĢı makro moleküllerin ve dentin sıvısının dıĢarı doğru hareketine neden olan Ģiddetli bir inflamatuar cevap ortaya çıkar. Uzun dönemde ise pulpa dokuları biyolojik cevap olarak pulpa-dentin kompleksinin geçirgenliğini azaltmak üzere tersiyer dentin üretirler. OluĢan tersiyer dentin bariyeri ile diĢ korunmaya çalıĢılır. Ayrıca in vivo radyoaktif izotop deneyleri ağız ortamına açılmıĢ dentinde, dentin sıvısı-pulpa sıvısı devamlılığının sağlanması ve pulpa içi sıvılardaki dıĢ kaynaklı materyallerin temizlenmesinde pulpa kan akımının önemli olduğunu göstermiĢtir. Bundan dolayı pulpa-dentin kompleksi bütünleĢmiĢ bir yapı olarak fonksiyon görmektedir. Pulpanın baĢlıca hücreleri odontoblastlar (dentinoblastlar), fibroblastlar, rezerv hücreler (farklılaĢmamıĢ mezenĢim hücreleri) ve histiyositlerdir. Pulpanın Hücreleri: Fibroblastlar: Pulpadaki hücrelerin büyük kısmı fibroblastlardır. Bu hücreler çok farklı oranlarda farklılaĢma gösterebilirler. Pulpa fibroblastları iğ Ģeklinde yuvarlak çekirdekli hücrelerdir. Ekstrasellular matriks kütlesini oluĢturan kollajen ve diğer ekstrasellular matriks moleküllerini sentezleyip salgılarlar. Kök hücreleri (Stem cells)(farklılaĢmamıĢ mezenĢim hücreleri): DiĢ pulpası kök hücreleri veya (DPSC) çeĢitli hücre tiplerine dönüĢme potansiyeli olan çok özel hücrelerdir. Savunma hücreleri: a.Histiyositler ve makrofajlar: Belli bir uyarıya cevap olarak kan damarları civarında bulunan andiferensiye mezenĢimal hücreler sabit ya da hareketli histiyositlere diferensiye olurlar. Hareketli histiyositler yani makrofajlar damarlardan bu bölgeye gelen monositlerden de geliĢirler. Yüksek oranda fagositoz yapabilen bu hücreler bakteriler, yabancı maddeler, ölü hücreler ve diğer kalıntıları ortamdan uzaklaĢtırırlar. 31 b. Polimorfonükleer lökositler: Eozinofil ve bazofil hücreleri görülse de lökositlerin pulpa inflamasyonlarında en yaygın olarak gözlenen hücre gurubu nötrofillerdir. Sağlıklı pulpada gözlenmeyen bu hücreler infeksiyon ya da yabancı molekül görülmesi halinde kan damarlarından süratle bu bölgeye göç ederler. Mikroabse (microabscess) oluĢumunda en etkili hücrelerdir. Makrofajlarla birlikte bakterilerin ve ölü hücrelerin fagosite edilmelerinde ve yıkılmalarında önemli role sahiptirler. c. Lenfositler ve plazma hücreleri: Ġnflamasyon yapan bu hücreler genellikle hasarlı bölgelerde nötrofillerden sonra ortaya çıkarlar. Normal sağlıklı pulpada bulunmazlar. Hasarın ortaya çıktığı bölgelerdeki yabancı maddelerin yıkılması, hasara uğratılması ya da nötralize edilmesini sağlarlar. Bu yolla irritasyona sebep olan maddeler etkisiz hale getirilir. d. Mast hücreleri: Mast hücreleri sağlıklı pulpada nadiren çok miktarda bulunur. Genellikle sayıları oldukça azdır. Ancak inflame pulpada yaygın olarak bulundukları görülür. Hücre granüllerinde taĢıdıkları histamin molekülleri çok güçlü inflamasyon ve heparin mediyatörüdür. Bu hücreler genellikle kan damarlarına yakın bölgelerde bulunurlar. Histamin vasküler düz kasların gevĢemesine ve vazodilatasyona neden olur. Kapiller geçirgenliği artar ve yabancı madde ya da hücre ile savaĢan hücreler ve diğer moleküller damardan daha kolayca çıkarlar. Odontoblastlar (dentinoblastlar): Dentini oluĢturan tabakanın en önemli hücreleri odontoblastlar dentinden uzaklaĢıp pulpaya yaklaĢtıkça karĢımıza çıkan en önemli hücre gurubudur. Pulpa odasının çevresine tek sıra halinde yerleĢmiĢ olan olgun odontoblastlar farklılaĢmıĢ mezenĢimal hücrelerdir. Diferensiye odontoblastlar düzenli hücre siklusu göstermeyen postmitotik hücrelerdir. Ġyi geliĢmiĢ granüle endoplazmik retikulumu, çok sayıda mitokondrisi, golgi aygıtı, çekirdeği ve çok sayıda salgı vezikülleri olan polarize uzun gövdeli hücrelerdir. Hücreler çok sayıda longitudinal düzenlenmiĢ mikroflamentler ve mikrotübülüsler içerirler. Her bir odontoblastik uzantı, bir dentin kanalı içerisinde seyreder. Bu uzantılar, dentin kanalları içerisinde pulpadan gelen dentin lenfi (interselüler sıvı) içerisinde bulunur. Hücrede değiĢik aĢamalarda kalsiyum tuzları, kollajen ve glikoprotein sekresyonu yapabilen organelleri vardır. Sentezledikleri glikoproteinler mineralize edilebilen predentin matriksini oluĢtururlar. Ayrıca hücreler endositoz ve ekzositoz yapabilen süreç için gerekli çok sayıda veziküle sahiptir. Odontoblastlar predentinin altında bulunurlar. Kron pulpasında daha yoğundurlar. Pulpada dıĢ ortama en yakın olan ve çevresel uyaranlarla ilk yaralanan hücrelerdir. Diğer odontoblastlarla aralarında bir membran bulunmaz ve bu hücrelerle yakın temas halindedirler. 32 Hücre yüzeyleri üzerinde bağlantıları ve haberleĢmeyi sağlayan özel bölgeler bulunmaktadır. Bu bölgeler: Sıkı bağlantı bölgesi (Tight junction): DıĢarıdan yabancı madde giriĢini engeller. YapıĢtırıcı bölge (Spot desmozom): DıĢarıdan gelen uyarılara karĢı birlikte hareket etmeyi sağlar, yani savunma görevi vardır. Geçit bölgesi (Gap junction): Hücreler arası alıĢveriĢ ve iletiĢimi sağlar. Görevleri hem geliĢen, hem olgun diĢte dentin oluĢturmaktadır. YetiĢkin diĢlenmesinde odontoblastların aktivitesi süreklidir. Sekonder dentin oluĢumu bu hücrelerle gerçekleĢir. Odontoblastlar, dentinogenezin baĢından diĢ ömrünün sonuna kadar dentin oluĢturan hücrelerdir. Bu nedenle dentin dokusu içinde odontoblastların kalıntısı olan odontoblast uzantıları (Tomes fiberleri) vardır. Bu uzantılar dentin kalınlığı boyunca mine ġekil 2. 20 (ValentinMartin) sınırından pulpanın dıĢ tabakasına kadar devam eder (ġekil 2. 20). Bu uzantılara dentin kanalları da denir. Dentin oluĢum sürecinde odontoblastların baĢlıca görevlerinden biri dentin organik matriksini oluĢturmak üzere kollajen ve nonkollajen proteinleri sentez etmektir. Ayrıca TGF-β süper ailesi baĢta olmak üzere hücreler için çok gerekli olan çeĢitli sinyal moleküllerini de salgılarlar. Odontoblastlar ekstrasellular matriks yapısını ve mineral iyonların akıĢını kontrol ederek dentin matriksinin mineralizasyonunu kontrol altında tutarlar. Primer dentin oluĢumu tamamlandıktan sonra odontoblastlar hücrelerini daha küçültüp düzleĢtirerek resting poziyona dönerler ve ortamdan çekilirler. Ancak daha sonra da odontoblastlar sentez ve salgılama fonksiyonlarını çok yavaĢ olarak devam ettirirler ve sekonder dentini oluĢtururlar. ÇeĢitli uyarılara bağlı olarak resting pozisyondaki odontoblastlar yeniden aktive olabilirler ve tersiyer dentini oluĢtururlar. Hücre dıĢı ortam (ekstrasellular matriks): Pulpa hücre dıĢı ortamı pulpa kütlesinin oluĢumu için gerekli olan fiberler ile diğer ekstrasellular bileĢiklerden meydana gelmiĢtir. Fiberlerin 33 baĢında polimerlerin en önemli kısmını oluĢturan kollajenler gelir. Dentinde Tip-I, pulpada Tip-II kollojen baskın olarak bulunur. Bu fibriller kan damarları ve odontoblastların çevresinde bulunur. Pulpadan orijin alan bu retiküler fibriller, dönen bantlar halinde odontoblastlar arasından geçerek mineralize olmayan predentin ağ yapısına girer. Bu fibriller “von Korf Fibrilleri” olarak adlandırılır. Kollajenlerin dıĢında pulpayı oluĢturan jöle benzeri kütle tüm gevĢek bağ dokularda olduğu gibi proteinler karbonhidratlar su ve inorganik bileĢiklerden oluĢmuĢtur. Hücre dıĢı ortamda bulunan bir baĢka molekül gurubu glikoproteinler ve asit mukopolisakkaritlerden (hiyaluronik asit ve kondroitin sülfat) ve diğer glikoproteinlerden oluĢan oluĢan yapıdır. Bu ortamda pulpanın damarlı yapıları arterioller, kapillerler, venüller ve lenf damarları ile sinirler bulunur. Bu bölge pulpa dokusunu oluĢturan hücrelerin yaĢamları için gerekli molekülleri ve oksijeni alabilmeleri ve yabancı maddeler ile hücre artıklarının damar yolu ile uzaklaĢtırılmaları için gereklidir. Pulpada hücre dıĢı ortamda gözlenen baĢlıca damarlı yapılar arterioller, kapillerler, venüller ve lenf damarlarıdır. Pulpa içinde koronel bölgedeki kan akımı radiküler bölgedekinin yaklaĢık 2 katıdır. Pulpanın duyu sinirleri, N. trigeminusun (5. kafa çifti) maksiller ve mandibuler kollarının dallanmalarıdır. Sinirler ve kan damarları pulpa odacığına apikal foramen yoluyla ulaĢır. Pulpa geliĢimi: Embriyolojik hayatın 12-13. haftalarında çan organının iç bölümünü dolduran bağ dokusuna dental papilla denir. Pulpa dental papilanın ektomezenĢimal hücrelerinden (derived from the neural crest) orjin alır. Bu hücreler geliĢen diĢ yapısını tetikleyen hücrelerdir. Bu dönemde dental papillanın hücre yoğunluğu fazladır ve damarlanması zengindir. Bazal membrana komĢu hücreler preodontoblastlara farklılaĢır. Odontoblastların geliĢimi ile dentinin oluĢumu sonucunda dental papilla dental pulpaya dönüĢür. Pulpa dokusu da diĢin sert doku geliĢimleri gibi diĢin en tepe noktasından apikaline doğru Ģekillenir. DiĢin kökünün oluĢumu, servikal bölgede iç ve dıĢ mine epiteli arasındaki birleĢme bölgesinden baĢlar. Bu yapı Hertwig epitel kök kını adını alır ve odontoblastların farklılaĢarak kök dentinini oluĢturmaları için rehber olur. Hertwig epitel kök kını, köklerin geliĢip oluĢmasına rehberlik eden bir yapıdır ve kök/köklerin sayı, Ģekil ve boyutlarını belirler. Ġlk oluĢan dentin mineralize oldukça, üzerindeki Hertwig epitel kök kını da parçalanır ve aralanmalar olur. Bu aralanmalarla çıplak kalan kök dentini dental folikülün iç yüzeyindeki mezenĢimal bağ dokusu hücreleri ile temasa geçer ve sementi oluĢturacak olan sementoblastlar meydana gelir. Böylece kök dentini üzerinde sement birikimi ile kök formasyonu tamamlanır. DiĢi besleyen damar ve sinirlerin diĢe giriĢ yeri olan foramen apikale Hertwig epitel kök kınının proliferasyonu sırasında 34 apikalde kalan açıklıktır. Foramen apikale, tek veya çok sayıda olabilir. Birden fazla foramenin bulunduğu durumda, en geniĢ olan foramen apikale, diğerleri aksesuar foramenlerdir (ġekil 2. 18 ). Odontoblastların görevleri hem geliĢen, hem olgun diĢte dentin oluĢturmaktır. YetiĢkin diĢlenmesinde odontoblastların aktivitesi süreklidir. Sekonder dentin oluĢumu bu hücrelerle gerçekleĢir. Odontoblastlar, dentinogenezin baĢından diĢ ömrünün sonuna kadar dentin salgılayan hücrelerdir. Bu nedenle dentin dokusu içinde odontoblastların kalıntısı olan odontoblast uzantıları (Tomes fiberleri) vardır. Bu uzantılar dentin kalınlığı boyunca mine sınırından pulpanın dıĢ tabakasına kadar devam eder (ġekil 2. 20). Bu uzantılara dentin kanalları da denir. Pulpada dıĢ ortama en yakın olan ve çevresel uyaranlarla ilk yaralanan hücrelerdir. Pulpanın fonksiyonları: 1. Beslenme: Kapiller ağ aracılığı ile pulpa-dentin bütününün beslenmesini sağlar. 2. Defansif fonksiyonu (koruma): Odontoblastların yaralanmasıyla dentin pulpa kompleksi savunmaya geçer ve bu yolla: a.YavaĢ ilerleyen çürük, abrazyon-erozyon-atrizyon, kavite preparasyonuna bağlı irritasyon ve yaĢlanmaya bağlı olarak dentin kanallarında skleroz meydana gelir. Skleroz sonucu kanallar boyunca oluĢan tıkanma, irritanların pulpaya ulaĢmasına engel olur. Görüldüğü gibi sklerotik dentin üretimi dentin-pulpa kompleksinin savunma mekanizmasıdır (ġekil 2. 21). ġekil 2. 21 (Dr. Nurul Ġslam) b. Savunma mekanizmasının ikinci atağı reperatif dentin (tamir dentini) oluĢumudur. Tersiyer (reperatif, irregüler,defansif) dentin aĢırı çevresel uyaranlar (çürük, aĢınma, operatif iĢlemler) sonucu oluĢan atipik dentindir. Hızlı oluĢturulduğundan normal dentine göre düzensizdir. c. Uzun süreli ve Ģiddetli irritasyonlara karĢı bağ dokuda oluĢan iltihap bir diğer savunma mekanizmasıdır. 3. Sinirsel fonksiyonu: Pulpanın duyu sinirleri, N. trigeminusun (5. kafa çifti) maksiller ve mandibuler kollarının dallanmalarıdır. Motor sinirler, 35 otonom sinir sisteminin sempatik bölümünden gelir. Pulpada A ve C sinir lifleri bulunur. A dan C ye doğru fibrillerin çapı daralır. A lifleri miyelinlidir ve ağrı duyusunu hızla taĢır. A delta fibrillerinin ileti hızları fazla olduğu için; bunlar baĢlangıç ağrısının algılanmasından sorumludur. C- lifeleri: küçük çaplı (2 mm) daha kısa miyelinsiz ve yavaĢ uyarılabilen sinirlerdir. Tekdüze yavaĢ ve yaygın ağrının uyarısı bu sinirlerle beyne gelir. Devamlı zonklayan ağrıdan sorumludurlar. 4. Formatif fonksiyon: Pulpanın primer fonksiyonu dentini oluĢturmaktır. Bu sayede diĢ canlı kaldığı sürece dentin oluĢturarak aĢınma ve çürük nedeni ile pulpanın açılmasını önler ve pulpanın savunma fonksiyonunu destekler. DiĢ olgunlaĢmasını tamamladıktan sonra, dentin oluĢumu bitmez diĢ vital kaldığı sürece devam eder. OlgunlaĢma sonrası üretilen bu dentine sekonder dentin adı verilir. AĢırı çevresel uyaranlar (çürük, aĢınma, operatif iĢlemler) sonucu oluĢan atipik dentine ise tersiyer(reperatif, irregüler, defansif) dentin adı verilir. Pulpada gözlenen baĢlıca hastalıklar: Genellikle kötü ağız hijyeni çürüklerin ağrıların ve diğer ağız hasarlarının en önemli nedenidir. BaĢta diĢ çürükleri olmak üzere çeĢitli nedenlerle diĢte ortaya çıkan hasardan sonunda pulpa da etkilenmektedir. Pulpa hasarlarının türüne bağlı olarak semptomlar ve Ģiddetleri değiĢmektedir. Tatlı, sıcak ya da soğuğa bağlı olarak diĢ ya da diĢlerde ağrı meydana gelebilmektedir. Ağızda aniden ağrı güçlü ve Ģiddetli bir ağrı ortaya çıkabilir. Ağızda infeksiyon ve buna bağlı olarak ağrılı bir tablo geliĢebilir. Reversibl pulpitis: Reversibl pulpitis ya da pulpanın hafif iltihabında yenilen ya da içilen tatlı, soğuk ya da sıcak herhangi bir Ģeye bağlı olarak ortaya çıkan ağrı en önemli belirtidir. Tedavi edilmediği taktirde bakteri ve püy toplanmasıyla apsenin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ağız hijyenine dikkat etmek ile baskılanabilmesi bazen mümkün olsa da genellikle hekim müdahalesini gerektirir. Çürük dıĢında diĢ çatladığında ya da kırıldığında da reversibl pulpitis ortaya çıkabilir. Ġrreversibl pulpitis: Ġrreversibl pulpitis ya da pulpanın Ģiddetli iltihabı genellikle tedavi edilemez bir tablodur. En önemli belirtisi ani ve Ģiddetli ağrıdır. Tedavi edilmemesi halinde hem diĢ kaybedilir hem de diĢ etinde be bağ dokusunda yaygın infeksiyon geliĢir. Ġrreversibl pulpitis kanal tedavisi ile ortadan kaldırılır. Bu tedavide baĢarılı olunamazsa diĢin kaybı kaçınılmazdır. Pulpa kalsifikasyonu: Pulpa kalsifikasyonu pulpa taĢları olarak da bilinir. Pulpa dokusunda kalsifikasyon ve sertleĢme ortaya çıktığından pulpa sinirleri baskı altındadır. Buna bağlı olarak da pulpa dokusu çok hassastır ve aĢırı ağrılıdır. Genellikle pulpa ve kanalların bu taĢlardan temizlenerek uzaklaĢtırılması gerekir. 36 Pulpanın açığa çıkması: Kırılma ya da çürüklerin oluĢturduğu hasara bağlı olarak sağlam pulpa ortaya çıkabilir. Pulpa bakterilerden ya da besinlerin irritasyonundan korunabilmiĢtir. En sık görülen belirti ağrıdır. Hemen müdahale edilmediğinde geliĢebilen çok hafif bir infeksiyon kolayca Ģiddetlenebilir. Genellikle dikkatli bir kanal tedavisi ile diĢ kurtarılabilir. 4.Sement: DiĢ köklerinin etrafını çevreleyen ve diĢlerin periodontal ligamentler aracılığı ile çene kemiklerinde bulunan alveol boĢluklara sıkıca tutunmasına yardımcı olan sarımsı, sert kemik benzeri kalsifiye bağ dokudur. DiĢ kökünü çevreleyen özel kemik yapıdır. DiĢin yaĢamsal fonksiyonlarının devamı için destek görevini yerine getiren diĢin en zor görülebilen dokusudur. Sement bileĢiminde ortalama % 45 inorganik materyal ( çoğunluğu hidroksiapatit), % 33 organik madde (çoğunluğu kollajen) ve % 22 su bulunur. Sementum sementoblastlar tarafından diĢ köklerine salgılanırlar. Sement diĢ köklerinde diğer bölgelere nazaran daha kalındır. Açık sarıdır ve dentin ve mineden daha yumuĢaktır. Sementumun baĢlıca rolü diĢlerin stabilizasyonu için salgılanan periodontal ligamentler için ortam oluĢturmaktır. Sementum periodontal ligamentleri diĢin köküne bağlar (ġekil 2. 22). ġekil 2. 22 Sement, sementoenamel bağlanma bölgesinde (cementoenamel junction- CEJ) en ince apekste ise en kalın yapıdadır. DiĢle birlikte diĢin yaĢamı boyunca ortamda bulunur ve hazırlanan histolojik preparatlarda gözlenebilir. Okluzal dayanıklılığın fizyolojik olarak devam edebilmesi için diĢ kökü boyunca sement birikimi devamlı olarak sürdürülür. YaĢlı hastaların diĢ köklerinin çıkarılması sırasında zaman zaman bu sement birikimi makroskobik olarak da gözlenebilir (ġekil 2. 23). 37 ġekil 2. 23 (preview006.png dc395.4shared.com) Sement dokusu ortodontik açıdan çok önemlidir. Rezorpsiyona alveolar kemikten daha dirençlidir. Bu özelliği ile kök rezorpsiyonu olmadan diĢin ortodontik hareketlerine izin verir. Histolojik olarak iki tür sement vardır. Hücre içermeyen asellular sement ve sementosit adı verilen hapsedilmiĢ hücrelerden oluĢan hücreli bölge. Asellular sement genellikle dentine yakın bölgelerde bulunur. Sementoenamel birleĢme bölgesinde sementoblastlar görülmez ve bu bölge hücresiz (asellular) bölgedir. Asellular bölge köklerin 2/3 sini çevreler Sementumun daha geçirgen hücreli bölgesi kökün apekse yakın 1/3 lik kısmını çevreler. Sement oluĢumu sementogenezis olarak adlandırılır ve diĢ geliĢiminden daha sonra ortaya çıkar. Sementoblastlar sementogenezisi gerçekleĢtiren hücrelerdir. DiĢ kökünde önce asellular sement oluĢur. Sementoblastlar Hertwig‟s epitelyum kök kılıfının yıkılmaya baĢlamasından önce diĢ köküne yayılmıĢ olan folliküler hücrelerden farklılaĢırlar. Sementoblastlar kökten göç etmeden önce diĢ kökü boyunca çok düzenli kollajen fiberler salgılarlar. Sementoblastlar hareket ettikçe kollajen fiberlerin demetleri kalınlaĢır ve uzarlar. Sialoprotein ve osteokalsin gibi nonkollajen proteinler de salgılanır. Asellular sement salgılanan bu fiberler ve proteinleri içerir. Mineralizasyon oluĢmaya baĢlayınca sementoblastlar sementumdan uzaklaĢırlar ve yüzeyleri boyunca oluĢturulan fiberler ile ligamentleri oluĢtururlar. Sellular sementum kök oluĢumu büyük ölçüde tamamlandıktan ve diĢ diğer arktaki bir diĢle temas ettikten sonra geliĢmeye baĢlar. Bu sementum tipi periodontal ligamentlerin fiber demetlerinin çevresinde oluĢur. Sementoblastlar kendi oluĢturdukları sementum içinde tutularak sellular sementumu oluĢtururlar. Formative sementobalstların orijinlerinin sellular ve asellular sementumdan farklı olduğuna inanılır. En geçerli hipotezlerden birine göre 38 dental follikülden ortaya çıkan hücreler asellular sementumu yaparken sellular sementumu yapan hücreler kemikteki komĢu bölgeye göç ederler. Bununla birlikte genellikle tek köklü diĢte sellular sementum bulunmaz. Premolar ve molarlarda sellular sementum kökün sadece bir kısmında apekse çok yakın bölgelerde ve çok köklü diĢlerde interradikular bölgelerde bulunur. Sementin fonksiyonları Ģöyle özetlenebilir: (1) periodontal ligamentler aracılığı ile diĢleri alveol kemiğe bağlar. (2) diĢin dayanıklılığını düzenler. (3) diĢin devamlı sürmesinde payı vardır. AĢırı sement birikimine hipersementozis adı verilir. ÇekilmiĢ diĢlerde bu yapı gözlenebilir. Mine-sement birleĢme bölgesi (cementoenamel junction): CEJ olarak kısaltılan mine-sement birleĢme bölgesi (cementoenamel junction) diĢ üzerinde anatomik olarak tanımlanmıĢ bir bölgedir. DiĢin kronunu kaplayan mine ile diĢin kökünü kaplayan sementin buluĢtuğu bölgedir. Anatomik kuron diĢin sementoenamel birleĢme bölgesinden (CEJ) itibaren mineyle çevrelendiği bölgedir. Bu iki dental doku tarafından oluĢturulan sınır büyük öneme sahiptir. Bu bölgeden baĢlayarak gingiva diĢe gingival fiberler adı verilen protein molekülleri ile bağlanırlar. Gingivanın aktif olarak geri çekilmesi mine-sement birleĢme bölgesinden baĢlar ve sağlıksız diĢetinin önemli belirtisidir. Ligamentler sement ile minenin minesement birleĢme bölgesinde farklı özelliklerde görülürler. DiĢlerin minesement birleĢme bölgeleri incelendiğinde ortalama % 60- 65 inde sementin mine üzerini kısmen kapladığı gözlenmiĢtir (overlap junction) (ġekil 2. 24). DiĢerin % 30 unda sement ile mine uç uca birleĢmiĢtir (meet junction). DiĢlerin sadece % 10- 15 inde mine ile sement arasında belirli bir mesafe vardır ve buradan dentin kolayca görülebilir (gap junction). ġekil 2. 24 2. 3. DiĢi destekleyen yapılar: 1. Periodonsium (periodontium) diĢi destekleyen ve diĢin çevre dokulara tutunmasını, basınç ve güç uygulanmasına karĢı direncini sağlayan 39 dokudur. Periodonsium sementum, periodontal ligamentler, alveolar kemik ve gingivadan oluĢur. Bunlardan sadece sementum diĢin bir bölümüdür. Periodontal ligamentler alveol kemiği semente bağlarlar. Alveol kemik alveolus ya da soket adını verdiğimiz boĢluğu oluĢturarak diĢ kökünü çevreler ve destek sağlar. Alveol kemik üzerinde ağızda kolayca görülebilen gingiva ya da diĢeti dediğimiz yapı uzanır. Periodontal ligament (PDL): Periodontal ligament diĢ kökünü çevreleyen sementum ile alveolü oluĢturan ve diĢ soketi adı verilen çene kemiği bölümü arasına yerleĢmiĢ sementumu alveol kemiğe bağlayan özgün yumuĢak bağ dokudur. Periodontal ligamentin her bir bileĢeni çiğneme sırasında ortaya çıkan gücün diĢten onu destekleyen kemiğe geçmesini sağlar. Ġnsanda periodontal ligamentin kalınlığı 0.15 ile 0.38 mm arasında değiĢir. Ancak bu değer zaman içinde artabilir. En ince yeri diĢin boyun kısmından baĢlayan diĢin 2. üçte birlik bölgesidir. Fonksiyon sırasında meydana gelen okluzal yüklenmeler periodontal ligamentin kalınlığını etkiler. Fizyolojik limitlerde olmak Ģartıyla fonksiyonların artması ve buna bağlı olarak okluzal güçlerin artması halinde fiber demetlerinin kalınlığının ve Sharpey's fiberlerinin çaplarının ve sayılarının da arttığı gözlenir. Sharpey’s fiberleri (Sharpey's fibres) aynı zamanda kemik fiberleri (bone fibres) ya da perforating fiberler olarak bilinirler (ġekil 2. 25). Kemik lamellerinin hücreler arası boĢluklarına kadar uzanabilen periosteumu kemiğe bağlayan bağ dokunun güçlü kollajen ekstrasellular matriks fiberleridir. ġekil 2. 25 DiĢin fonksiyonları azaldığı ya da sona erdiğinde periodontal ligamentin kalınlığının da azaldığı görülür. Fiberlerin sayısı ve yoğunluğu azalır ve kök yüzeyine paralel olarak düzenlenmeye baĢlar. Periodontal ligamentlerin en önemli fonksiyonu soket içinde diĢi desteklemektir. Ayrıca diĢ hareketleri, hassasiyeti ve sürmesi sırasında kemiğin oluĢumu ve rezorpsiyonunu sağlar. En önemli bir baĢka fonksiyonu beklenmeyen sert bir Ģey ısırıldığında ortaya çıkar. Semente ve alveol kemiğine sıkıca bağlı PDL fiberleri aĢırı kuvvete rağmen diĢi soketi içinde tutar. Periodontal ligamentin yapısal organizasyonu: 40 Yapısal organizasyonda en önemli bölümü periodontal ligament hücreleri oluĢturur. Bu bölge hücreler dıĢında temel madde, doku sıvısı, sinirler ve damarları içerir. Bu hacmin %1-2 lik kısmı damarlı yapılardan oluĢur ve bu oran yaĢın ilerlemesi ile birlikte azalma eğilimindedir. Hücrelerin oluĢturduğu fiberlerin varlığı ile meydana gelen ekstrasellular matriks hücrelerin bu polimerlerin oluĢabilmesi için gerekli olan kimyasal moleküller ile oksijenin damarlardan alınarak hücrelere aktarılması için gerekli ortamı sağlarlar. Periodontal ligament oluĢumunda süt diĢleri ile kalıcı diĢler ve çeĢitli hayvan türlerinde farklı yapılaĢmalar ortaya çıkabilir. Hangi durumda olursa olsun periodontal ligament oluĢumu dental follikülde fibroblastlar ile baĢlar. Bu fibroblastlar komĢu kemik ve sement yüzeylerinde bulunan fiberlerle etkileĢen kollajenleri salgılarlar. Bu etkileĢim kollajenlerin bağlanmalarına neden olur bağlanmalar diĢ sürmesi sırasında artarak devam eder. DiĢleri düzenleyen ve hangi diĢin karĢıda hangi diĢle etkileĢeceğini düzenleyen oklüzyon, periodontal ligament oluĢumunu sürekli olarak etkiler. Periodontal ligamentlerin bu oluĢumu sırasında horizontal ve oblik fiberler gibi farklı oluĢumlar da ortaya çıkar. Periodontal ligament hücreleri osteoblastlar, osteoklastlar, fibroblastlar, makrofajlar, sementoblastlar, sementoklastlar ve Malassez‟in kalan epitel hücreleridir (epitelial cell rests of Malassez- ERM) (ġekil 2. 26). Malassez’in kalan epitel hücreleri Hertwig’s epitel kanal kılıfı hücrelerinden (HERS) kalan ve bütünüyle kaybolmayan bir hücre gurubudur. Bu hücre kalıntılarının çeĢitli uyarılara bağlı olarak geliĢen radikular kistler (radicular cyst) gibi çeĢitli odontojenik kistlerin öncüleri olduğu düĢünülmektedir. Adını bu hücreleri belirleyen Louis-Charles Malassez‟den almıĢtır. Osteoblastlar ve osteoklastlar fonksiyonlarını alveolar kemikle, sementoblastlar ve sementoklastlar ise fonksiyonlarını sementumda sürdürürler. Isırma ya da çiğneme sırasında olduğu gibi diĢe bir kuvvet uygulandığında diĢ çok hafif olarak soket içinde hareket eder ve periodontal ligamente bir basınç uygular. Bu basınç bilgisini burada bulunan sinirler beyine iletirler. Mekanik olarak hamak benzeri yapı ile diĢlerdeki süspansiyon etkisi çok iyi bilinmektedir. Periodontal ligament dıĢarıdan uygulanan güçlere cevap olarak sürekli değiĢebildiğinden ortodontik tedaviler mümkün olabilmektedir. Periodontal ligamentin ekstrasellular içeriği kollajen fiberler (büyük ölçüde Tip I ve Tip III), oksitalan (oxytalan) fiberler, temel yapısal bileĢenler, sinirler ve damarlardan oluĢur. 41 ġekil 2. 26 (The Free Dictionary by Farlex, n.d.) Fiberler: Dentoalveolar fiber demetleri periodontal ligament hacminin ortalama 2/3 sini doldurur. Ġnterfasikular bölge hacminin yaĢla birlikte arttığı belirlenmiĢtir. Kollajen fibrillerin çoğu fiber demetleri halindedir. BağlanmıĢ bir ipe benzeyen fiberlerin her biri bulundukları yere ve fonksiyonlarına göre düzenlenmiĢtir. Sharpey's fiberleri (Sharpey's fibres) adı da verilen bu iplikçiklerin düzenlenmesi ile periodontal ligamentin sürekli olarak ortaya çıkan strese direnmesi sağlanır. Fiber demetleri temel birkaç farklı gurup halinde düzenlenmiĢtir (ġekil 2. 27). Bir ucu sement dokuda bulunan fiberlerin diğer uçları içinde bulunduğu alveol kemik içine gömülüdür. 42 ġekil 2. 27 (Angelo Caputo and Robert Wylie) Bu fiberler bazen bir diĢin alveolar kemiğinden geçerek komĢu periodontal ligament içinde de devam edebilir. Fiberler bukkal ve lingual bölgelerde alveolar yapıyı çevreleyen periosteum fiberlerine bağlanarak ilerlerler. (ġekil 2. 28 ve 2. 29). Ġnsan periodontal ligament fiber demetleri birbirleri üzerine binerek kompleks üç boyutlu bir ağ oluĢturacak Ģekilde düzenlenmiĢlerdir. Doğal olarak bütün fiberler sıklıkla kıvrılarak, dallanarak ve anastomozlar yaparak kökten kemiğe doğru ilerlerler. Kan damarları çoğunlukla longitudinal yönde ilerleyen demetler arasında bulunur. ġekil 2. 28 (Angelo Caputo and Robert Wylie) 43 ġekil 2. 29 (Angelo Caputo and Robert Wylie) Fiberler demet yapılarına göre guruplandırılırlar ve bulundukları yerlere göre adlandırılırlar. Demet yapılarına göre belirlenen fiber guruplarının baĢlıcaları, alveolar tepe fiberleri (alveolar crest), horizontal fiberler, oblik (oblique) fiberler, periapikal fiberler ve interradikular fiberlerdir (ġekil 2. 30). ġekil 2. 30 (Wikipedia) Fiberler bulundukları yere göre de 4 gurup altında toplanırlar: 1. Dentogingival gurup: Tip I kollajen fiberler demetler halinde gingivanın supepitelial bölgesinde toplanmıĢtır. Lifler serbest gingiva içinde diĢ boyun bölgesinin sementumundan serbest gingivaya uzanırlar ve gingivaya bağlanırlar (ġekil 2. 30). Bu gurup içinde 3 tip fiber bulunur: 1.DiĢeti tepesine doğru uzanan fiberler. 2.Lateralde diĢetinin dıĢ yüzeyine doğru uzanan fiberler. 3.Dentoperiosteal fiberler. Alveol kemiğin tepesinden geçerler ve alveolar kemiğin korteksi boyunca aĢağı doğru inerler. 44 2. Osseogingival gurup - Horizontal ya da oblik bağlarla diĢi alveol kemiğe bağlarlar. Apikalde ise gingival fiberler alveolar kemiğin bukkal tabakasının fasial yüzüne bağlanırlar. 3. Sirkular gurup – Fiberler içinde yalnızca bu gurup gingiva içinde görülürler ancak diĢe herhangi bir bağlantıları yoktur (ġekil 2. 29). 4. Transseptal gurup – Bu fiberler genellikle içinde gömülü olan komĢu diĢler arasındaki interproksimal doku olarak tanımlanır (ġekil 2. 31). Bu gurup içinde iki ayrı tip fiber belirlenmiĢtir. 1.Semisirkular fiberler: her bir diĢin çevresinde fasiyal ve lingual gingiva boyunca ilerleyen fiberler aynı diĢin interproksimal yüzeyine tutunur. 2.Transgingival fiberler: bitiĢik olmayan diĢler arasında uzanırlar ve proksimal yüzeyde bulunan sementum içine gömülüdürler. DiĢ çevrelerinde dolanan fiberler iki diĢin arasındaki bölgelerde bu fiberlere tutunurlar (ġekil 2. 31). ġekil 2. 31 Ġnsan periodontal ligamentinde kollajen fiberler içinde immatür elastin fiberlere benzeyen oksitalan (oxytalan) fiberler bulunur (ġekil 2. 32). Oksitalan fiberler bir ağ oluĢturarak kan damarlarını sementuma bağlarlar. Periodontal damarlar farklı bir bölge oluĢturan bu fiberler ya da fiber gurupları ile vertikal bağlarla bağlanırlar. Bu oksitalan –vasküler yapılar sadece damarları duvarlara bağlamazlar aynı zamanda arter, vena ve lenf damarlar sistemini çevreleyen kompleks bir ağ oluĢtururlar. Damarların özel olarak semente bağlanmadığı bölgelerde bu damar fiber bağlanmaları gözlenmektedir. Bazı araĢtırıcılara göre bu fiberler periodontal ligament fonksiyon görürken damarlara destek sağlamaktadır. Bazı araĢtırıcılar da kan akıĢını etkilediğini ve bu yolla diĢe destek sağladığını öne sürmektedir. 45 ġekil 2. 32 (Angelo Caputo and Robert Wylie) Temel yapı (ground substance): Periodontal ligament hücreler ile fiberler dıĢında kalan ekstrasellular matriks kısmıdır. Periodontal ligamentin önemli kısmını bu temel yapı oluĢturmaktadır. Yapıda bulunan baĢlıca moleküller hyaluronik asit, glikoproteinler ve proteoglikanlardır. Hyaluronik asit ve proteoglikanların polisakkarit kısımları glikozaminoglikanlardır (GAG). Glikozaminoglikanlar dallanma göstermeyen düz zincirli tekrarlayan disakkarit birimlerinden oluĢmuĢtur. Uzun zincirli ve düz yapısı ile hyaluronik asit ve proteoglikanların polisakkarit kısımları çok miktarda su tutabilmektedirler. Bu nedenle temel yapının % 70 inin büyük bir kısmı bu polimerlere bağlı olan su ve suda çözünür moleküllerden oluĢur. Bu temel yapı hücrelerin beslenmesi ve solunumu için gerekli amino asitler, inorganik elementler, glukoz ve diğer moleküller ile oksijenin sağlanmasına ortam oluĢturmasının yanı sıra periodontal ligamentin iĢlevini sürdürmesi için gerekli olan viskoelastik yapıya uygun bir ortam sağlar. Periodontal ligamentte damarlanma: Periodontal ligamentin temel kan kaynağı alveolar kemik yolu ile gelen damarlardır (ġekil 2. 33) . Ancak apikal ve gingival damarlardan da destek alır. Periodontal ligamentin ana damarları diĢin uzun aksına paralel olarak kollajen fiber demetleri arasında ve alveol kemiğe daha yakın uzanır. Bu ana damarlar basket potası ağı biçiminde yapılar oluĢturarak diĢ kökünü saralar. Periodontal ligamentin servikal bölgesinde kapillerler glomeriluslardakine bezer yapılar oluĢtururlar. Ligament içinde çok fazla arteriovenöz anastomoz vardır. Özellikle apikal ve alveolar tepe bölgesinde çok sayıda arteriovenöz anastomoz gözlenir. Aksillar yönlü damarlar periodontal bölgenin apikal kısmında basket potası benzeri kapiller ağa direne olurlar. Daha büyük damarlar alveol kemik septaları içindedir. Bu vasküler yapılar periodonsiuma hem beslenmelerinde ve oksijen alımlarında hem de fiber yapılarla birlikte oluĢan viskoelastik hidrolik sistemin oluĢmasında önemli bir destek sağlarlar. 46 ġekil 2. 33(Angelo Caputo Dr. Robert Wylie) Alveolar kemik: Anatomik olarak maksilla ve mandibulada diĢler için gerekli boĢlukları (alveolileri) içeren kemiklerdir (ġekil 2. 34). Kemiklerde içinde önceleri diĢlerin bulunduğu küçük çukurlar vardır. Bu çukurlara alveolar soketler adı verilir. Bu duvarlar özel alveolar oluĢumlardır. DiĢleri korur ve destek sağlarlar. Kök ve sement oluĢumu baĢladığında hemen yakınında kemik doku da oluĢturulmaya baĢlanır. DiĢ, diĢ etine doğru sürerek çıkmaya baĢladığında alveolar yapı da diĢ çevresinde geliĢerek onu destekler. Ġnsan vücudunda diğer kemiklerde olduğu gibi, alveolar kemik de yaĢam boyu sürekli düzenlenir. Özellikle diĢe herhangi bir baskı uygulandığında kemiği oluĢturan hücrelerde osteoklastlar ortaya çıkarak o bölgedeki oluĢumu yıkarlar. Ortodontik tedavi amacıyla bir bölgeye kuvvet uygulandığında o diĢin bulunduğu kemiğin kuvvet uygulanan bölgesinde osteoklastik aktivitenin arttığı ve rezorpsiyonun ortaya çıktığı gözlenir. Gerilmeler sonucu diĢ hareket ederek ayrıldığında ve kemik içinde boĢluklar oluĢtuğunda bölgelerde yeniden osteblastik aktivite artar ve bu bölgeler kemik ile doldurulur. Alveolar kemiğin yapısını düzenli sürdürebilmesi diĢlere uygulanan güçlere ve diĢlerin yapısını düzenli olarak sürdürmelerine bağımlıdır. DiĢ kaybedildiğinde zaman içinde alveolar kemik de kaybedilecektir. Bu kemikler diĢ kayıpları sonrası yapılacak protezlerin kullanılabilmesi için gereklidir. ġekil 2. 34 47 2. 4. Diğer ağız içi dokuları Oral mukoza: Oral kavite, en önemli fonksiyonu salgı yapmak ve ağız içindeki yumuĢak dokuları korumak olan mukoz membranla kaplıdır (ġekil 2. 35). Oral mukoza fibroblastlar ve bağ doku temel bileĢenleri ile ince kan damarları (kapillerler) inflamasyon hücreleri (makrofajlar) ve ekstrasellular ġekil 2. 35 matriksten (ECM) oluĢan lamina propria ve submukoza üzerine yayılmıĢ çok katlı epitel hücrelerinden oluĢur (ġekil 2. 36). Dilin dorsal yüzeyi, sert plak ve gingivanın aksine hareketli mukozanın (yanak içi, dudakların iç ġekil 2. 36 (Nature) tarafları, dilin ventral yüzeyi, ağız tabanı ve yumuĢak damak) epitelyumu keratinize değildir. Oral epitelyum deride olduğu gibi bazal tabakada bulunan ana hücrelerden meydana gelip yüzeye göç eden proliferasyon yapabilen hücrelerle sürekli yenilenen bir dokudur. Aynı zamanda hareketli organlar olan çene kemikleri ve diĢerin kolayca hareket etmelerini de sağlar. Oral mukoza aĢağıdaki yapılardan oluĢmuĢtur. 1.Çiğneme mukozası (masticator mucosa) : Ağız içine bakan bölümü para-keratinize çok katlı yassı epitel doku hücrelerinden oluĢur. Dilin dorsumunda, sert plakta ve diĢetine bağlı olarak 48 bulunur. Çiğneme mukozası sert plağı ve gingivayı çevreleyen dokudur. Genellikle açık pembe renkli (deri rengine bağlı olarak değiĢebilir) ve keratinize bir dokudur. Mastikatör mukozanın baĢlıca özellikleri: 1.Mastikatör mukoza altında submukoza bulunmaz 2.Bulunduğu yerde kemiğe çok sıkıca tutunur ve hareket etmez 3.Yoğun ve sert bir örtüdür 4.Çiğneme ve yutma sırasında yapının korunmasına yardımcı olur. 2. Örtü mukozası (lining mucosa): Dudağın, yanağın, vestibülün, yumuĢak plağın iç taraflarında ve dilin alt kısmında bulunur. Ġnce hareketli ve bol damarlı bir dokudur. Lining mukoza mastikatör mukozadan daha parlak kırmızı renktedir. Lining mukoza içinde aynı zamanda alveolar mukoza da bulunur. Apikalde mukogingival birleĢme bölgesine kadar yayılır ve gevĢekçe birleĢir. 3. ÖzelleĢmiĢ mukoza (dil ve tat papillaları): Dile pürüzlü bir görünüm veren, dilin üst yüzeyinde ve yanlarında yer alan minik çıkıntılara verilen isimdir. Bu hücre3lerin bir kısmı tat tomurcuklarını oluĢtururlar. Bu tomurcuklar içerisinde ise tat hücreleri vardır (ġekil 2. 37). ġekil 2. 37 (Gray's Anatomy) Papillalar histolojik yapılarına göre farklı guruplara ayrılırlar (ġekil 2. 38). Bu 49 ġekil 2. 38 (Charles Zuker) papillaların bir kısmı tat tomurcuklar içerirler. Bu papillalar ilk 3 guruptaki papillalardır: 1.Papillae fungiformes: Dilin ön bölümlerinde bulunan mantarsı papillalardır (ġekil 2. 39). Dilin kenarında ve dilin ucunda yerleĢim gösterirler. Tatlı ve tuzluya duyarlıdırlar. Özellikle süt içtikten sonra daha da görünür hale gelirler. Bu papillaların kısa olanlarına Papillae lentiformes adı verilir. Lens Ģeklindeki papillalardır. ġekil 2. 39 ( Dr. Suraj Kumar)(quizlet.com/9073243/organ-histology) 2. Papillae vallatae: Diğerlerine göre daha büyük ve daha az sayıda olan çanaksı papillalar (Papilla vallate): Dilin arkasında ters bir V harfi biçiminde dizilmiĢlerdir. Dilin en büyük papillalarıdır. Kısa ve daha geniĢ fungiform papillalardır. Sayıları 5-15 tanedir. Bu papillalar acıya karĢı duyarlıdırlar. 3. Papillae foliatae: Dilin arka yan kenarında bulunan tat tomurcuklarını içeren paralel yerleĢimli çok sayıda papilla gurubudur. Ġçlerinde ekĢiye duyarlı tat tomurcukları bulunur. 4. Papillae filiformes: Ġpliksi papillalar. Tat tomurcuğu içermeyen papillalardır. Daha uzunca ve kalın olanına papillae conicae adı verilir. Sayıca en çok olan papillalardır. Neredeyse dilin tüm yüzeyini kaplarlar ve ısı ve dokunma duyusuyla ilgili olarak görev yaparlar. DiĢeti (Gingiva) (Gum): 50 DiĢeti (Gingiva) ağız boĢluğundaki dokulardan birisidir. Keratinize olmuĢ epitelle kaplı fibröz dokudur. DiĢleri çevreleyen pembe hassas ve yumuĢak oluĢumdur. SürmüĢ olan diĢi çevreleyen bu özgün mukoza tabakası iki guruba ayrılır (ġekil 2. 40): (1) DiĢi çevreleyen serbest gingiva bölgesi. (2) Alttaki kemiğe çok sıkı bağlı portakal kabuğu gibi pürüzlü keratinize mastikatör mukoza adı da verilen bağlı gingiva tabakası. Serbest gingivanın bittiği yer olan gingiva oluğundan (gingival groove – herkeste gözlenmeyebilir) alveolar mukozanın mukogingival birleĢme noktasına kadar uzanır. ġekil 2. 40 (Free dictionary) DiĢeti ile diĢin bağlandığı bölgeye dentogingival bağlanma bölgesi (dentogingival junction) adı verilir. Bu bölgede 3 tip epitelyum bulunur: gingival epitelyum, sulkular epitelyum ve bağlantı epitelyumu (junctional epithelium) (ġekil 2. 41). Epitelyum hücrelerinin bu üç tipi de ağız ve diĢ arasındaki epiteliyal katlanma bölgeleri olarak bilinen bölge epitelyum hücrelerinden kaynaklanır. DiĢeti, periodonsiyum (periodontium) adını verdiğimiz doku gurubu içindedir. Çene kemikleri üzerinde uzanırlar ve boyun bölgelerinden itibaren diĢleri sıkıca kavrarlar. 51 ġekil 2. 41 (Daniel/&Harfst) Gingiva oluĢumunun çok büyük kısmı henüz anlaĢılamamıĢtır. Ancak gingival epitelyum ile diĢler arasında hemidesmozom oluĢumunun primer epitelial bağlanmaya cevap olduğu bilinmektedir. Epitel doku bazal yüzeylerinde bulunan hemidesmosomlar ameloblastlar tarafından bırakılan küçük flament benzeri yapılarla birbirlerine bağlanırlar. Önce mine epitelyumunun uyarılmasıyla hızla bölünerek mine organının ürünlerinden biri olan bağlantı epitelyumu (junctional epithelium) oluĢur. Bunun sonucunda da bağlantı epitel tabakasının boyutları uzar. Bu geliĢme sonucunda ameloblast kalıntılarının beslenmeleri giderek zorlaĢır ve devamında ameloblastlar dejenere olurlar. Ameloblastların dejenerasonu ile gingival sulkus (gingival sulcus) ortaya çıkar. DiĢeti hastalıklarının ilk aĢamasına gingivitis adı verilir. Bu aĢamada diĢeti kırmızı inflamasyonlu görünümdedir ve kolayca kanar. Daha ileri aĢamalarda muhtemelen kemik ve diĢ kayıpları ile birlikte seyreden periodontitis tablosu ortaya çıkar. Temporomandibular eklem: Mandibula ile kafatasının bilateral temporal kemiklerin bağlandığı bölgedir. Sağ ve sol bölgelerden oluĢan çift taraflı bir eklemdir. Çene kemiğinin hareketine imkan veren kompleks bir sistemdir (ġekil 2. 42). ġekil 2. 43 (nature.com/nrc/) DiĢ geliĢimi: DiĢ geliĢimi embriyonik hücrelerin farklılaĢması ile baĢlayan, büyüyerek devam eden doğum sonrasındaki geliĢmesiyle ağız içine süren ve kuron (corona dentis) kısmının açığa çıkması ile sonlanan kompleks bir süreçtir. Ġnsanlarda mine, dentin, sement ve periodonsiumdan oluĢan ağız bölgesi fetal geliĢimin değiĢik aĢamalarında geliĢerek ortaya çıkarlar. DiĢler çok farklı özelliklere sahip olsalar da tüm canlılarda diĢ geliĢimi insanlardaki 52 gibidir. DiĢ geliĢimi doğumdan sonra da yıllarca devam eden bir süreçtir. Ancak diĢlerin hepsinin geliĢmesi aynı anda baĢlamaz. Süt diĢleri intrauterin yaĢamın 6-8. haftalarında, kalıcı diĢler ise 20. haftasında oluĢmaya baĢlar. Eğer bu dönemlerde diĢler geliĢmeye baĢlamazlarsa bir daha hiç geliĢmezler. DiĢ geliĢimini anlayabilmek için çok sayıda araĢtırma yapılmıĢtır. Bu araĢtırmalardan elde edilen bilgilere dayanarak birinci brankial arkus (branchial arch) içinde bulunan dokuların diĢ geliĢimi için gerekli oldukları kabul edilir (ġekil 2. 44). ġekil 2. 44 (Wolters Kluwer) DiĢler, ektoderm ve mezodermden geliĢirler. Ağız boĢluğunun ektoderminden mine geliĢirken, diğer diĢ bölgeleri mezoderm türevi olan çevre mezenĢim hücrelerinden geliĢir. MezenĢimin üstteki ektoderme yaptığı indüksiyonla diĢ geliĢimi baĢlar. Buradaki mezenĢim nöral krest (ektoderm) kökenlidir. Nöral krest vertebra embriyogenezinde geçici bir yapıdır (ġekil 2. 45). Nöral oluğun yan kısımlarındaki bir gurup hücre (nöral krest) toplu olarak göç ederek periferik sinir sisteminin bir bölümünü oluĢturur. Ancak bu hücreler vücutta hemen her organın oluĢumunda görev alır. ġekil 2. 45 (Moore/Persaud) Ġlk diĢ tomurcukları ön mandibular bölgede görülür. Ardından ön maksillar bölgede ve daha sonra her iki çenede arkaya doğru ilerler. DiĢ geliĢimi, 8. haftada yüzey ektoderminin bir türevi olan ağız epitelinin kalınlaĢması ile baĢlar. Dental lamina olarak adlandırılan bu "u" biçimli bantlar ilkel çenelerin oluĢmaya baĢlaması ile birlikte ortaya çıkarlar. Bir bütün olan diĢ geliĢiminin kolay anlaĢılabilmesi için genel olarak Ģu 53 aĢamalara bölünerek incelenir: Tomurcuklanma aĢaması (the bud stage), kep oluĢumu (the cap), çan oluĢumu (the bell), ve son olarak da olgunlaĢma (maturation) (ġekil 2. 46). ġekil 2. 46 (Institute of Dentistry, University of Helsinki, Finland) Dental lamina diĢ geliĢiminin ilk belirtisidir ve geliĢmekte olan diĢin histolojik kesitlerinde gözlenen bir epitel doku bandıdır. Uterin yaĢamın altıncı haftasında ya da bukkofaringeal rüptürden 3 hafta sonra ortaya çıkar. Oral ektoderm diğer bölgelerden daha hızlı çoğalmaya baĢladığında oluĢur. Oral ektodermin hızlı büyümesi ile birlikte geliĢmeye baĢlayan dental laminanın vestibuler laminadan ayrıldığı da kolayca gözlenebilir (ġekil 2. 47). Ortaya çıktığında dental lamina geliĢmekte olan diĢ tomurcuğunu oral kavite epitelyumuna bağlar. Sonunda dental lamina epitelyumun küçük gurupları arasında parçalanır ve rezorbe edilir. Eğer bu bölge hücreleri rezorbe edemezlerse diĢ geliĢimi sırasında sürgün kistleri (eruption cysts) oluĢur ve oral kavite içinde diĢin sürmesi gecikir. Ekdodermal dokunun bu invajinasyonu ile ortaya çıkan hücreler gurubu daha sonra görülecek olan ameloblastlar ve minenin öncül hücreleridir. EktomezenĢim ise dental papilla ve daha sonra odontoblastlardan sorumludur. 54 ġekil 2. 47 (Hans Peter Philipsen / Peter A. Reichart) Dental lamina geliĢimi sürerken dıĢ (bukkal ya da labial) bant, içinde vestibular laminanın geliĢeceği dudak çizgi bandı (lip-furrow band) oluĢumuna öncülük eder. Vestibular lamina ektomezenĢim içinde çok yavaĢ olarak büyür ve belirli aĢamalardan geçerek çekirdek hücreleri kavitasyonu yaparlar. Sonuçta yarık-benzeri kavite (slit-like cavity) ağzın vestibulünü oluĢturur. Ġnsan embriyosundan seri kesitlerle oluĢturulan üç boyutlu modellemeler vestibular laminanın kenarında yaygın epitelial oluĢumların bulunduğunu göstermiĢtir. Bu oluĢumların bir kısmı geliĢerek ağız boĢluğu çevresinde küçük tükürük bezlerini (glandula labiales ve glandula buccales gibi) oluĢtururlar. ġekil 2. 48 (Gartner and Hiatt) Tomurcuklanma aĢaması: Ağzın epitel doku tabakalarından dental lamina belirli bir zaman periyodunda geliĢmiĢ olan diĢ tomurcuğunu içerir. Her bir dental lamina daha sonra, altta bulunan mezenĢim içine doğru büyüyen ve diĢ tomurcukları olarak adlandırılan 10 tane proliferasyon merkezi oluĢturur. Bu diĢler, çocukluk çağında döküldüğü için geçici diĢler olarak adlandırılır. Her çenede 10 tane diĢ tomurcuğu vardır. DiĢ tomurcuğu (diĢ jermi) dental laminanın ucunda bir sonraki süreçte diĢi oluĢturacak hücreler topluluğudur. Tomurcuk evresi diĢ tomurcuğunun çok muntazam düzenlenmiĢ hücreler arasında farklı görünümü ile tanımlanır. DiĢ oluĢumunun bu ilk evresi ancak mikroskobik olarak vestibüler lamina ve dental lamina ayırt edilerek gözlenebilir. Dental laminanın ucundaki bu hücreler birinci yan arkus ektoderminden (ectoderm of the first branchial arch) ve nöral krestin ekdomezenĢiminden (neural crest of the ectomesenchyme) üretilirler (ġekil 2. 48). Bu evre teknik olarak epitel doku hücrelerinin bir kısmının çene kemiğinin ektomezenĢimine doğru proliferasyonu ile baĢlar. Fetus 6 haftalık olduğunda bu yapı çok belirgin olarak görülür. 55 ġekil 2. 49 (encycl.opentopia.com) Hücreler 3 bölümde organize olmuĢlardır: mine organı, dental papilla ve dental follikül (ġekil 2. 49). Mine organı dıĢ mine epiteli (outher enamel epithelium), iç mine epiteli (inner enamel epithelium) uydu retikulum (satellate reticulum) ve stratum intermediumdan oluĢur (ġekil 2. 50). Bu hücreler mineyi ve redüklenmiĢ mine epitelini yapan ameloblastlara dönüĢürler. RedüklenmiĢ mine epiteli baĢlıca iki tabakadan oluĢur: 1. Mineyle bağlantılı redüklenmiĢ ancak artık bölünmeye devam etmeyen ameloblastlar. 2. Stratum intermediumun çoğunluğunu oluĢturan redükte mine epitelinin eksternal hücreleri. Redükte mine epiteli eksternal hücrelerinin oluĢturduğu nondiferensiye epitel hücreleri çoğalabilen hücrelerdir. ġekil 2. 50 (David A. Crossley/ Susanna Penman) Redükte mine epitelinin eksternal hücreleri sonunda bağlantı epiteline (cunctional epithelium) dönüĢeceklerdir. Ancak yapıda satellit retikulum ve 56 dıĢ mine epiteli kalıntıları da bulunabilir. DiĢ mine epiteli ile iç mine epitelinin birleĢtiği bölgeye servikal lup (cervical loop) adı verilir. Servikal lup hücreleri dokunun içine doğru büyüyerek Hertwig’s epitelial kök kılıfını oluĢtururlar. Dental papilla hücreleri dentini oluĢturan hücreler olan odontoblastlara dönüĢen hücrelerdir. Ayrıca dental papilla ve inner epitelyum birleĢme bölgesi diĢin kuron Ģeklini belirler. Dental papilla içindeki mezenĢimal hücreler diĢ pulpasının oluĢumundan sorumludur. Dental follikülde 3 önemli hücre gurubu bulunur: sementoblastlar, osteoblastlar ve fibroblastlar. Sementoblastlar diĢin sement dokusunu oluĢturur. Osteoblastlar diĢ kökü etrafındaki alveol kemiğini oluĢturur. Fibroblastlar ise sementte alveol kemiği diĢ köküne bağlayan periodontal ligamentlerin geliĢiminde rol oynarlar. ġapka evresi: DiĢ tomurcuğunda hücre düzenlenmelerinin ilk yapılanma belirtisi Ģapka aĢamasında ortaya çıkar. Her bir diĢ tomurcuğu altta bulunan bağ doku içine çekilerek mine organı adı verilen epitelial yapıyı oluĢturmaya baĢlar. Bu hali ile mine organı Ģapkaya benzetildiğinden bu aĢamaya Ģapka aĢaması denir. Dental papilla adı verilen bölgede biriken küçük bir gurup ekdomezenĢimal hücre ekstrasellular madde yapımını durdurur. Bu noktada diĢ tomurcuğu birikmiĢ olduğu çevresindeki ekdomezenĢimal bölgeye doğru büyümeye baĢlar ve Ģapka Ģeklini alarak mine organı (ya da dental organ) oluĢmaya baĢlar. ġapka aĢaması erken ve geç olmak üzere ikiye ayrılabilir. ġekil 2. 51 ve ġekil 2. 52 de erken ve geç Ģapka aĢamaları gösterilmiĢtir. Geç Ģapka aĢamasında kalıcı diĢ tomurcuğunun ortaya çıktığı gözlenir. ġekil 2. 51 (Gartner / Hiatt) 57 ġekil 2. 52 (Gartner /Hiatt) EktomezenĢimal hücrelerin yoğunlaĢması ile dental follikül adı verilen bölgede mine organının etrafı sarılır ve dental papilla sınırlanır. DıĢta bulunan ektodermal kısım mineyi üreten mine organını (dental organ) oluĢturur (ġekil 2. 51). Mine organı ağız epiteli ile birlikte bulunan bazal lamina ile yayılıp geniĢlemeye baĢlar. Mine organının dıĢ hücre tabakası, dıĢ mine epiteli olarak, iç hücre tabakası yani Ģapka kısmı ise iç mine epiteli olarak adlandırılır. Mine organı 4 tabakadan oluĢmuĢtur (ġekil 2. 52): 1. Ağız epitelinin stratum germinativum tabakası ile bütünleĢerek devam eden iç dental epitel ya da ameloblast tabakası. 2. Bu tabakaya bitiĢik derinin stratum spinozum tabakasına benzeyen stratum intermedium tabakası. 3. Ġntersellular alana dağılmıĢ olan epitel hücrelerinin oluĢturduğu satellate retikulum. 4. Skuamoz hücrelerden oluĢan ve stratum germinativum tabakası ile devam eden dıĢ dental epiteli, iç ve dıĢ dental epitel Ģapkanın kenarlarında servikal lup olarak devam eder. Bu diĢin boynunu ya da kuron ile kökün birleĢme bölgesini belirler. BaĢlangıçta insanlarda süt diĢlerini oluĢturan mine organı ileride kalıcı diĢleri oluĢturacak olan diĢ tomurcuğunu da meydana getirir (ġekil 2. 52). Ayrıca diĢ öncüsü bu hücreler her bir çenede oluĢan 10 süt diĢinin altına yerleĢirler. OluĢan bu tomurcuk hücreleri üzerlerinde bulunan süt diĢlerinin dökülmesi ile kalıcı diĢleri oluĢturacaklardır. Mine organın iki fonksiyonu vardır: 1. DiĢ kuronunu çevreleyen mineyi oluĢturmak 2. Mine organına yakın olan neural krest mezenĢimini uyararak dentini salgılayacak odontoblastları oluĢturmak. Mine organı, mineyi, dental papillayı, dentini ve pulpayı, dental follikül de diĢi çevreleyen dokuları yapacaktır. Mine epitel tabakaları arasındaki gevĢekçe düzenlenmiĢ hücreler satellit retikulum hücreleri (stellate retikulum) olarak adlandırılır. GeliĢen 58 diĢi çevreleyen mezenĢim yoğunlaĢarak dental kese olarak adlandırılan kapsüle benzer bir yapı oluĢturur. Bu yapı sementum ve periodontal ligamentin öncüsüdür. Mine düğümü iç mine epitelinin merkezinde toplanarak kalınlaĢmıĢ olan hücreler topluluğudur (ġekil 2. 53). Mine düğümü sıklıkla mine kordonu (enamel septum) ile birlikte bulunur. Mine düğümü diĢin morfogenezisi hakkında pozisyonel bilgi sağlayan ve Ģapka oluĢumunu düzenleyen bir sinyal merkezidir. Mine düğümünde fibroblast büyüme faktörü (FGF), kemik morfogenetik proteinler (BMP), Hedgehog sinyalleri (Hh) ve Wnt sinyalleri gibi geniĢ bir gurup sinyal molekülü oluĢturulur. Bu konunun sonunda diĢ oluĢumunu uyaran yukarıdaki moleküller ile ilgili bilgi aktarılmaya çalıĢılmıĢtır. ġekil 2. 53 (Hans Peter Philipsen/Peter A. Reichart) Çan evresi: Çan evresinde diĢ Ģeklini almaya baĢlar. OluĢumu sırasında kuron bütünüyle büyüyen yapının çevresinde geliĢen alveolar kemik içine gömülüdür. Ġlkel dental papillada odontoblastlar ve iç dental epitelin (ameloblastlar) birleĢmesi gelecekte amelodentinal birleĢme bölgesi (ADJ) olacak olan bölgeyi belirler. Çan aĢaması histolojik ve morfolojik farklılaĢmanın yer aldığı aĢamadır. Bu aĢamada mine düğümü (enamel knot), mine kordonu (enamel cord) ve mine niĢi (enamel niche) gibi diğer yapılar da ortaya çıkar. DiĢ jerminin devam eden çoğalma ve farklaĢması ile mine organı çan Ģeklini alarak dental papillayı sarar. Dental lamina mine organının dıĢ mine epitelini oral epitele bağlar. 59 ġekil 2. 54 (histol.chuvashia.com) Mine organının periferindeki hücreler üç tabakaya ayrılır: Dental organın periferi üzerindeki hücreler dıĢ mine epiteli olarak bilinen kübik hücrelerdir. Dental papillaya komĢu silindirik hücreler iç epitel hücreleri olarak bilinir. Mine epitel tabakaları arasındaki gevĢekçe düzenlenmiĢ hücreler bölgesi satellit retikulum (stellate retikulum) olarak adlandırılır (ġekil 2. 54). Ġç mine epiteli ve satellit retikulumu arasındaki hücre tabakası stratum intermmediumdur. DıĢ ve iç mine epitelinin birleĢtiği dental organ bölgesi servikal loop olarak da bilinir (ġekil 2. 55) . ġekil 2. 55 (Gartner/Hiatt) Özet olarak içten dıĢa tabakalar halinde dentin, mine, iç mine epitelyumu ve stratum intermedium tabakaları görülür. Stratum intermedium iç mine epitelyumunun sentez aktivitesini destekleyen yıldızlaĢmıĢ hücrelerden oluĢmuĢtur. Mine, iç mine epiteli ya da ameloblastlar 60 tarafından dıĢarıya doğru oluĢturulur. Bu oluĢumların hepsi dıĢ mine epiteli tarafından kaplanır. Mine niĢi geliĢmekte olan diĢlerden elde edilen histolojik slaytta tek bir plandan alınan kesitte görülen bir yapıdır. Bu slaytta mine organı iki ya da daha çok dental lamina iplikçiği ile oral epitelyuma bağlı gibi görünür. Mine niĢi dental lamina iplikçikleri tarafından sarılmıĢ gibi görülen mezenĢimal hücrelerin adıdır. Gerçekte orada dental lamina tarafından bütünüyle sarılmıĢ mezenĢim yoktur. Mine kordonu (enamel cord) ya da mine septumu, mine organı üzerinde dıĢ mine epitelinden mine düğümüne doğru ortaya çıkan hücrelerin lokalizasyonuyla ortaya çıkan yapıdır. Mine kordonu ve mine düğümünün fonksiyonu tam olarak bilinmemektedir. Ancak diĢte geliĢen ilk ucun (cusp-zirve) yerleĢiminde rolü olduğu düĢünülmektedir. Çan aĢamasında baĢka olaylar da ortaya çıkar. Dental lamina parçalanır, geliĢmekte olan diĢ bütünüyle oral kavite epitelinden ayrılır. Ġkisi artık diĢ sürünceye kadar bir araya gelmezler. Ġç mine epitelinden Ģekillenen diĢ kuronu bu aĢamada Ģeklin alır. Tüm ağız boyunca diĢler aynı aĢamalarla geliĢirler. Aralarındaki tek fark her bir diĢin aldığı özel Ģekildir. Kuron (corona dentis) evresi: Mine ve dentinden oluĢan sert dokular diĢ geliĢiminin bu aĢamasında ortaya çıkarlar. Bu evre araĢtırmacılar tarafından maturasyon evresi olarak da adlandırılır. Bu evrede önemli hücresel değiĢiklikler ortaya çıkar. AĢamanın baĢında bütün iç mine epitelyum hücreleri diĢ tomurcuğunun bütün boyutlarını arttırmak amacıyla mitoz ile hızla bölünmeye baĢlarlar. Kuron aĢamasında diĢin uçlarının oluĢtuğu noktalarda mitoz bölünme artık durmuĢtur. Ġlk mineralize sert dokular bu noktalarda oluĢmaya baĢlar. Aynı zamanda iç mine epitel hücreleri Ģekillerini kübikten silindirik epitel hücrelerine değiĢtirirler. Bu hücrelerin çekirdekleri stratum intermediuma daha yakındır ve dental papilladan uzaklaĢmıĢtır. 61 ġekil 2. 56 (healthcare.uiowa.edu/anatomy) Dental papilladaki komĢu hücreler birden boyutlarını arttırarak dentini oluĢturacak olan odontoblastlara farklanırlar (ġekil 2. 56) . Ġç mine epitelinde değiĢikliklerin meydana gelmesi ve odontoblastların oluĢumu uçlardan baĢlayarak devam eder. Odontoblastlar en yakın çevrelerine organik matriksi salgılamaya baĢlarlar (ġekil 2. 57) . ġekil 2. 57 (Gartner and Hiatt) Organik matrikste dentin oluĢumu için gerekli bileĢikler bulunmaktadır. Biriken organik matriks içindeki odontoblastlar dental papilla merkezine doğru göç etmeye baĢlarlar. Böylece minenin aksine dentin dıĢ tarafa en yakın bölgeden oluĢmaya baĢlayarak içeriye doğru geliĢir. Odontoblastlar iç tarafa doğru stoplazmaları geniĢliğinde izler bırakarak ilerlerler. Dentinin bu çok özel tübüler yapısı böylece ortaya çıkar. Dentinin dıĢ tarafında mineyi oluĢturan ameloblastlar bulunur. Bu hücreler dentine karĢılık organik matriksi salgılarlar. Bu matriks süratle mineralize olur ve mineye dönüĢür. Bu nedenle mine oluĢumu dıĢa doğru yeni maddelerin ilavesiyle gerçekleĢir. ġekil 2. 58 (H.E. Schroeder /M.A. Listgarten) ġekil 2. 58 da amelogenezisi tamamlanmıĢ ancak henüz sürmemiĢ diĢ görülmektedir. Kuron kemik bir odacığa yerleĢmiĢtir. Mine ince redükte mine epitelyumu ile çevrelenmiĢtir. Bağdoku, dentin, mine bölgesi (enamel space), ağız epiteli kesitte açık olarak görülmektedir. Amelogenezisin 62 sekretuar fazının tamamlanmasıyla bu fazın devamında ortaya çıkan maturasyon aĢamasında ameloblastlar yapısal ve fonksiyonel değiĢikliğe uğramaya baĢlarlar. Bu fazda mine olgunlaĢırken çok muntazam ve düzgün bir mineralizasonu oluĢturarak kristalizasyonu tamamlamak amacıyla su ve proteinler ortamdan uzaklaĢtırılırlar. Mine bütünüyle mineralize olduğunda ameloblastlar küçülerek silindirik Ģekilden kübik ya da yassı epitelyum hücrelerine dönüĢürler. Ancak kalan bir kısım redükte mine epiteli tamamlanmıĢ mine etrafında devamlı olarak bulunan bir astar oluĢturur. DiĢ kökü, dentin ve mine oluĢumu iyice ilerledikten sonra geliĢmeye baĢlar (ġekil 2. 59). Ġç ve dıĢ mine epiteli, diĢin boyun kısmında bir araya gelirler ve Hertwig’s epitelial kök kını adı verilen bir kıvrım oluĢtururlar. ġekil 2. 59 (Gartner and Hiatt) Bu kın mezenĢim içine doğru büyür ve kök oluĢumunu baĢlatır. Epitelial kök kınına komĢu odontoblastlar kronda devam eden dentini oluĢtururlar. Dentin artarken, pulpa kavitesi damarların ve sinirlerin içinden geçtiği dar bir kök kanalı haline gelir. Dental kesenin iç hücreleri sementumu üreten sementoblastlara farklanırlar. Bu madde diĢin boyun kısmında minenin bittiği yerden (sementoenamel kavĢak) baĢlayarak dentin üzerinde birikir. DiĢler geliĢirken ve çeneler kemikleĢirken, dental follikül hücreleri kemik oluĢumunda aktif hale gelirler. Her diĢ, taç kısmı dıĢında kemikdoku ile çevrelenir. DiĢ, dental kesenin bir türevi olan kuvvetli periodontal ligament ile kendi alveol kemiğine yuvalanır. Farklı boyutlarda ve yönlerde geliĢen protein fibrillerle diĢ alveol kemik içine sıkıca tutturulur. DiĢ OluĢumunu ve geliĢimini uyaran Faktörler: Fibroblast büyüme faktörü (FGF): Fibroblast büyüme faktörü (FGF) birçok dokuda etkin olup hücresel çoğalma ve farklılaĢmayı aktive eden bir uyarıcı ailesidir. Bu gurup polipeptit büyüme faktörlerinin büyük bir grubunu oluĢtururlar. Fibroblast Büyüme Faktörleri (FGF) birçok organizmada bulunmaktadır. Endotel 63 hücreleri fibroblast büyüme faktörünü hem sentezler hem de ona yanıt verirler. Her iki tip fibroblast büyüme faktörü de endotel proliferasyonunu ve motilitesini arttırarak yeniden damarlanmayı hızlandırır. Büyüme faktörlerinin etki Ģekilleri ġekil 2. 60 da gösterilmiĢtir. Fibroblast büyüme faktörü gurubu jukstakrin etkili bileĢiklerdir. Jukstakrin etki doğrudan bitiĢik hücreye yapılan etkidir. Hedef doku olma Ģartı aranmaz. Parakrin etki en yakındaki hedef dokuya yapılan etkidir. Jukstakrin etki mekanizmasında büyüme faktörleri sentezlendikleri hücrelerin hemen yanındaki hücrelerin plazma membranına bağlanıp doğrudan bitiĢik hücreyi etkileyerek biyolojik aktivitelerini gösterirler. ġekil 2. 60 Fibroblast büyüme faktör ailesinin yaklaĢık 22 adet yapısal ve biyolojik aktiviteleri açısından benzerlik gösteren, 17-34 kDa aralığında molekül ağırlığına sahip olan üyesi vardır. Omurgalılarda gen yapısı ve aminoasit sırası bakımından fibroblast büyüme faktörü yüksek oranda korunmuĢ moleküllerdendir. Fibroblast büyüme faktörleri çeĢitli mezoderm ve norektoderm kökenli hücreler (fibroblastlar, osteoblastlar, düz kas hücreleri, endotel hücreler, kondrositler, melonositler gibi) için kuvvetli mitojenik etkileri, nörotropik özellikleri ve heparin bağlanma yetileriyle özelleĢmiĢlerdir. Fibroblast büyüme faktörlerinin en çok bilinen iki tipi vardır. Bunlar farklı izoelektrik noktalara (pL) sahiptirler. Asidik fibroblast büyüme faktörlerinin (aFGF) izoelektrik noktası 4.5 – 6.0, bazik fibroblast büyüme faktörlerinin (bFGF) ise 9.6 - 9.8 dir. Bu iki büyüme faktörü amino asit dizilimleri % 55 sıra benzerliğine sahiptir. aFGF ve bFGF nin birinci derece ürünleri 155 amino asitli 18 kDa ağırlığında olup yüksek oranda birbirine benzerler. Her iki Ģekil benzer fizyolojik etkiler içerir ve aynı reseptör üzerinden etkileĢirler. Benzer özellikleri mezodermal kökenli hücreleri uyarmaları ve aktivitelerinin hücre dıĢı matriksle yakından iliĢkili 64 olmasıdır. Ancak, heparin olmadığında aFGF, bFGF den 30-100 kez daha az etkindir. Fibroblast büyüme faktörleri yaralanan dokuların iyileĢmesini aktive ederler. Fibroblast büyüme faktörü hücre çoğalması döngüsünde G1 fazının kısalmasını uyarır. Bölünme zamanı 72 saatten 18 saate düĢer. bFGF, hedeflenen hücrelerde proteaz üretimini arttırarak matriksin yeniden Ģekillenmesini hızlandırabilir. Fibroblast büyüme faktörüne karĢı antikor uygulamasıyla granülasyon dokusunun oluĢumunda artıĢ olur. bFGF 1974 yılında karakterize edilmiĢtir. ÇeĢitli uzunluklarda insan bFGF vardır. Dokulardan ilk izole edilen baskın formu 146 aminoasitli (Pro1-Ala-Leu……Ser146) ve N (azot) ucundan en az 11 aminoasit dizisi (Gly- Thr-Met-Ala1-Ala2-Gly3-ser4-lle5-Thr6-Thr7-Leu8) olan Ģeklidir. Genom taraması ile bir çok fibroblast büyüme faktörü geni bulunmuĢtur. Ġnsanda 22 FGF geni tanımlanmıĢtır. bFGF‟yi kodlayan, FGF 2 geni insanlarda 4.kromozom, q26-q27 bandı üzerinde yer almaktadır. bFGF nin yapısı 4nm çapında hidrofobik dizilerin iç kısmında ve çok sayıda yüklü dizilerin ise yüzeyde yer aldığı küresel bir proteindir. bFGF, β-bükülmeleri ile birbirine bağlı 12 antiparalel β-yaprak Ģeritlerinden oluĢmaktadır. bFGF salınımı hala biyoloji alanında yanıt bekleyen bir sorudur. bFGF klasik bir iĢaret sırasına sahip değildir ve bu nedenle iĢaret iletim yolu ile salınmaz. Hücrelerden bFGF‟nin salınımı ile ilgili görüĢ ise bFGF‟nin hücre oluĢumu, yaralanma ve kimyasal yaralanma gibi nedenler sonucu salındığı görüĢüdür. Salınan bFGF ekstraselüler alanda heparan sülfat proteoglikanlarına (HSPG) bağlı olarak depolanmaktadır. bFGF çok sayıda hücre, doku ve organ sistemlerinin fonksiyon ve geliĢiminde etkili olan bir büyüme faktörüdür. bFGF öncelikle, fibroblastik hücreler için mitojenik bir faktör olarak tanımlanmıĢtır. bFGF dokuların rejenerasyonunda etkilidir. Endotel hücre çoğalması, göç etmesi ve yeni kan damarı oluĢumunun uyarılması bFGF‟nin en iyi karakterize edilen fonksiyonlarıdır. Ayrıca bFGF nöronlar, hipokampus, striatum, medulla spinalis, beyincik ve parasempatik gangliyonlar üzerine tropik etkiye sahiptir. Mitoz sonrası farklılaĢmıĢ nöronların yaĢamını uzatır. Santral sinir sistemi yaralanmaları sonrasında sistemin rejenerasyonunda bFGF önemli bir rol oynamaktadır. Nörodejeneratif hastalıklarda, Parkinson hastalığında, substantia nigra nöronlarında bFGF ve reseptörlerinin düzey kaybı söz konusudur. Claus ve arkadaĢları tarafından in vivo bFGF uygulamasının dopaminerjik nöronları kurtardığı ve bu nedenle Parkinson hastalığının tedavisinde ümit verici olduğu bildirilmiĢtir. Her iki tip fibroblast büyüme faktörü de endotel proliferasyonu ve motiliteyi arttırarak neovaskülarizasyonu hızlandırır. Kemik morfogenetik proteinleri (Bone morphogenetic proteins) (BMPs): Kemik morfojenik proteinleri (Bone morphogenetic proteins) (BMPs) Transforming Growth Factor beta (TGF-beta) süper ailesi üyesi bir 65 gurup proteindir. Transforming Growth Factor beta (TGF-beta) süper ailesi aktivinler/inhibinler, BMP ler, TGF ler ve mullarian inhibe edici faktörleri içeren çok geniĢ bir molekül gurubudur. Kemik morfojenik proteinleri sitokinler ve metabolojenler olarak bilinen bir gurup büyüme faktörüdür. Kemik morfojenik proteinlerinin varlığına iliĢkin olarak elde edilen ilk ipuçları fasialardaki kemik oluĢumu gözlemleri sırasında elde edilmiĢtir. Memeli dokularında kemik doku yapımı ve tamiri ile embriyolojik dönemde kemik doku geliĢimini uyardığına iliĢkin önemli bulgular elde edilmiĢtir. Embriyogenezis sırasında dorsal-ventral yapının oluĢması, embriyolojik vücut planının belirlenmesi, hücre apoptozisi, sinir hücrelerinin farklılaĢması, limb tomurcuğunun oluĢumu ve organogenezis sırasında epitelial- mezenĢimal iliĢkilerin düzenlenmesinde etkili olduğu belirlenmiĢtir. Kemik morfojenik proteinleri çok geniĢ ve çok yaygın hücreler gurubunda diferensiasyon, proliferasyon, büyümenin inhibisyonu ve olgunlaĢmanın sonlandırılmasında önemli role sahiptir. Bu fonksiyonunu çok yakın çevresinde diğer regülatör molekülleri etkileyerek yerine getirir. Kemik morfojenik proteinleri 30-38 kDa molekül ağırlıklı homodimerlerdir. BaĢlangıçta 400- 525 amino asitli propeptitler halinde sentezlenir Salgılanma öncesi yapıdan bir kısmı koparılarak molekül aktif hale getirilir. Ortaya çıkan C-terminal 100- 140 amino asitli moleküller dimerleri oluĢturarak aktif hale geçerler. Bu gurup içinde belirlenen baĢlıca moleküller BMP-2 ve BMP-4, BMP-3 ve BMP-3b, BMP-5, BMP-6, BMP-7 ve BMP-8, BMP-9 ve BMP-10, BMP-12, BMP-13, ve BMP-14 ile BMP-11 dir. Kemik ve kıkırdak doku oluĢumunda gerekli oldukları belirlenmiĢtir. Vücutta doku oluĢumu sırasında sinyaller oluĢturarak doku yapılanmasına katkıda bulunur. Fizyolojide düzensiz kemik morfojenik proteinleri sinyallerinin pek çok patolojik süreçte rollerinin olduğu belirlenmiĢtir. Özellikle kanserli dokularda bu düzensiz sinyal sisteminin etkili olduğu bildirilmektedir. Damar ve sinir oluĢumu: Kan damarları dental follikülde büyürler ve Ģapka aĢamasında dental papillaya girerler. Kan damarları gurupları dental papilla giriĢinde oluĢurlar. Kuron aĢaması baĢladığında kan damarları sayısı maksimuma ulaĢır ve sonunda dental papilla diĢ pulpasını oluĢturur. YaĢam boyunca, diĢ içindeki pulpa dokusunun miktarı giderek azalır. Bu bulgudan yola çıkarak yaĢın ilerlemesiyle diĢe daha az kan gittiği söylenebilir. Mine organı epitel doku orijinli olduğundan kan damarlarından yoksundur. Ayrıca mine ve dentinin mineralize dokuları kandan gelen besin maddelerine ihtiyaç duymazlar. Sinir lifleri diĢ geliĢiminin Ģapka aĢamasında diĢin hemen yanında ortaya çıkar ve dental folliküle doğru geliĢmeye baĢlar. Sinirler önce diĢ tomurcuğu çevresinde geliĢmeye baĢlar daha sonra dentin oluĢumu baĢladığında dental papillaya girerler. Sinirler asla mine organı içine prolifere olmazlar. 66 DiĢ oluĢum ve geliĢim hipotezleri: DiĢlerin farklı Ģekillerde oluĢmasına iliĢkin olarak iki hipotez geliĢtirilmiĢtir. "Field model" hipotezine göre diĢ geliĢimi sırasında her bir diĢin farklı Ģekli ektomezenĢim içinde bulunmaktadır. Ġnsisor, kanin gibi kendine özgü yapısıyla her bir diĢin büyümesine iliĢkin faktörler ağız içinde kendi özel bölgelerine dağılmıĢtır. Böylece örneğin insisor field faktörün bulunduğu bölgelerde diĢ insisor Ģeklinde geliĢir. Bu faktör çenenin sadece insisorun çıktığı bölgesinde vardır. Diğer bölgelerde konsantrasyonu süratle azaltılmıĢtır. Klon modeli - clone model adı verilen bir diğer hipoteze göre, diĢlerin özel Ģekillerini oluĢturmak üzere bir gurup ekdomezenĢimal hücreyi epitelyum programlar. Klon adı verilen bu hücre gurubu diĢ geliĢimi sırasında diĢin belirlenen Ģeklini alması için dental laminayı yönlendirir. Dental laminanın büyümesi geliĢme bölgesi - progress zone adı verilen bölgede devam eder. Bölgede geliĢme tamamlandığında bu bölgede 1. ya da 2. diĢ tomurcuğu geliĢmeye baĢlar. Bu iki model de mutlaka tümüyle geçerli ve kabul edilebilir modeller değildir. Her ikisinin de açıklanmayı bekleyen pek çok Ģüpheli yanı bulunmaktadır. DiĢ sürmesi: Ġnsanda diĢ sürmesi ağız içinde diĢ geliĢimi ile devam eden ve görünür hale gelmesiyle sonlanan bir süreçtir. Çocuklarda 20 geçici diĢ bulunur. EriĢkinlerde 32 diĢ bulunur. DiĢ kökleri büyürken, taç kısmı yavaĢ yavaĢ ağız epiteli içinden çıkar. DiĢler geliĢirken, dıĢa doğru sürekli olarak hareket etmeye baĢlarlar. Mandibular diĢler genellikle maksiller diĢlerden daha önce çıkar. Kızlar, erkeklere göre daha geç diĢ çıkarırlar. Çıkan diĢin etrafındaki oral mukoza kısmı diĢ eti (gingiva) haline gelir. Geçici diĢler bebek 6- 24 aylıkken çıkarlar. Ġlk çıkan diĢler mandibular orta kesicilerdir ve genellikle bebek 6- 8 aylıkken çıkar. Fakat bazı çocuklarda 12-13. aya kadar diĢ çıkmayabilir. Buna rağmen sağlıklı çocuklarda 2. yaĢın sonunda 20 diĢ genellikle tamamlanır. ġahıs 6 yaĢına geldiğinde bunlardan sadece 1 gurubu ağızda kalır. Tüm diĢlerin rötarlı çıkıĢı, hipopitutarizm veya hipotiroidizm gibi sistemik nedenlerle olabildiği gibi beslenme gibi nedenlere bağlı olarak da görülebilir. 6. yaĢtan itibaren ilk kalıcı diĢ sürmeye baĢlar. Kalıcı ve süt diĢlerinin bulunduğu bu dönem karıĢık dönem (mixed stage) olarak bilinir. KarıĢık dönem son süt diĢi kaybedildiğinde sonlanır. Kalıcı diĢler de geçici diĢlere benzer bir biçimde geliĢirler. Bir kalıcı diĢ geliĢirken geçici diĢin kökü kademeli olarak osteoklastlar tarafından rezorbe edilir. Sonuçta, geçici diĢ alveol kemikten uzaklaĢtırıldığı zaman sadece taç kısmından ve kökün en üst kısmından oluĢtuğu görülür. Kalıcı diĢler, genellikle 8.yaĢ esnasında çıkmaya baĢlarlar ve eriĢkinliğin baĢlangıcına kadar görülmeye devam ederler. Yüz geliĢimi, paranazal sinüsler, diĢlerin yerleĢtiği mandibula ve maksillanın geliĢiminden etkilenirler. Bunun nedeni, geliĢim sırasında yüzün tam ortasında kemiklerin geliĢimi ile alveolar çıkıntıların uzamasıdır. 67 DiĢ sürmesinin nedenlerine iliĢkin pek çok teori geliĢtirilmiĢtir. Bu teorilerden bazıları Ģöyle sıralanabilir: 1. Teorilerden birine göre bir diĢin kökünün geliĢimi diĢi ağız içine doğru iter. 2. DiĢler çevresinde geliĢen kemik doku tarafından dıĢarıya doğru itilirler. 3. DiĢler damar içi basınçla dıĢarı doğru itilirler. 4. Bir diğeri teori yastıklı hamak teorisidir (cushioned hammock theory). Cushioned hammock teorisi, ilk kez Harry Sicher tarafından önerilmiĢtir. Bu teoriye göre diĢin altında Sicher tarafından histolojik slaytlarda da gözlendiği belirtilen diĢin sürmesinden sorumlu bir ligament olduğu kabul edilmektedir. Ancak daha sonra Sicher tarafından gözlenen bu ligamentin preparat hazırlanması sırasında ortaya çıkan bir kalıntı olduğu belirlenmiĢtir. Bu gün için çok yaygın olarak kabul edilen ve geçerli olan teoriye göre diĢ sürmesine etki eden çeĢitli güçler vardır. Periodontal ligament bu sürece önemli destek sağlar. Teorisyenler periodontal ligamentlerin kollajen fiberleri ile çekerek ve çapraz bağlanıp fibroblastları küçülterek diĢ sürmesini ilerlettiğini öne sürerler. DiĢ sürmesi 3 aĢamalıdır. Ġlki geçici diĢlenme olarak bilinir ve süt diĢlerinin tamamen ağızda görülmesi ile sonlanır. Ağızda ilk kalıcı diĢ sürdüğünde karıĢık ya da geçici diĢlenme dönemi ortaya çıkmıĢtır. Son süt diĢi ağızdan çıktıktan sonraki dönem kalıcı diĢlenme dönemidir. Primer diĢlenme dönemi 6 ile 9. aylar arası mandibular santral kesici diĢlerin sürmesi ile baĢlar ve genellikle 6 yaĢ civarında birinci kalıcı molarların ağızda görülmesi ile sonlanır. Süt diĢleri genellikle Ģu sırayı izleyerek çıkarlar: (1) santral kesiciler (2) lateral kesiciler, (3) birinci molarlar (4) köpek diĢleri (kaninler) (5) ikinci molarlar Genellikle 6 yaĢ civarında ağızda ilk kalıcı diĢ ortaya çıktığında karıĢık diĢlenme dönemi baĢlar ve son süt diĢi düĢtüğünde sona erer. Maksilladaki kalıcı diĢler sürme sırasında mandibuladaki kalıcı diĢlerden biraz farklı bir yol izler. Maksillar diĢler sürme sırasında Ģu yolu izler: (1) 1.molar (2) santral kesici (3) lateral kesici (4) birinci premolar (5) ikinci premolar (6) köpek diĢi (kanin) (7) ikinci molar 68 (8) üçüncü molar Mandibular diĢler Ģu sıra ile sürerler: (1) birinci molar (2) santral kesici (3) lateral kesici (4) köpek diĢi(kanin) (5) birinci premolar (6) ikinci premolar (7) ikinci molar (8) üçüncü molar Primer diĢlenmede premolarlar olmadığından primer molarlar kalıcı diĢlenmede yerlerini alırlar. Eğer herhangi bir süt diĢi yerine gelecek kalıcı diĢ geliĢmeden kaybedilecek olursa açılan bu bölgeye arkadaki diĢler sürüklenirler ve kalıcı diĢlerin çıkacağı bölgeyi kapatırlar. Devamında da ağızda hatalı diĢ dizilimleri ortaya çıkar. Bu bozukluklar ortodontistlerin çabaları ile ortadan kaldırılmaya çalıĢılır. Kalıcı diĢlenme genellikle 11 ile 12 yaĢ civarı son süt diĢi ağızdan atıldıktan sonra baĢlar ve bütün diĢler ağızdan dökülünceye kadar (edentulism) yaĢam boyu devam eder. Bu aĢamada 3. molarlar (akıl diĢleri) genellikle hatalı sürdükleri ya da diziliĢ bozukluklarına yol açabilecekleri için operasyonla alınırlar. Bu dönemde diĢ kayıplarının baĢlıca nedenleri çürükler ya da periodontal hastalıklardır. 3. KEMĠK VE DĠġĠN ĠNORGANĠK YAPISI: Kemik doku ve diĢlerin sert doku oluĢumundan kalsiyum fosfat bileĢikleri sorumludur. Farklı yapılanmalar ile fiziksel ve kimyasal özellikleri birbirinden biraz farklı sert dokular kalsiyum fosfat kristalleri kemik doku ve diĢlerin sert yapısını oluĢturur. 3. 1. Kalsiyum: Kalsiyum (Ca) atom numarası 20 molekül ağırlığı 40.078 Da (atom kültle birimi-Dalton) olan periyodik cetvelin 4. periyodunda 2a grubunda bulunan bir toprak alkali elementtir. Ġsmi latince kireç anlamına gelen “calx” kelimesinden gelmektedir. Kalsiyum atomunun çekirdeğinde 20 proton 20 nötron çekirdek etrafında 20 elektron bulunur. Elektronların dağılımı ġekil 3. 1 de gösterilmiĢtir. Ġlk olarak 1808 yılında Berzelius ve Pontin, civa içerisindeki CaO‟in (lime) elektrolizi ile kalsiyum amalgam (civalı maden alaĢımı) elde etmiĢ. Daha sonra Humphry Davy tarafından ilk defa saf olarak izole edilmiĢtir. Elementin erime noktası 839.0 0C kaynama noktası 1484.0 0 C ve yoğunluğu 1.55 g/cm3 dür. Oksijen silikon alüminyum ve demirden sonra yer kabuğunda en çok bulunan 5. elementtir. Aynı zamanda denizlerde de sodyum, klor, magnezyum ve sülfatlardan sonra erimiĢ halde en fazla bulunan 5. elementtir. Saf hali ile gümüĢ renklidir. Kalsiyum atom yapısı gereği son yörüngesindeki iki elektronu kolayca kaybederek +2 değerli iyon haline (Ca+2) gelebilir. Bu nedenle yer kabuğunda element halinde 69 bulunmaz. Ancak kalsiyum klorür ya da kalsiyum karbonat gibi bileĢiklerin elektrolizi ile saf olarak elde edilebilir. ġekil 3. 1 Yeryüzünde altı doğal izotopu bulunmaktadır: Ca40, Ca42, Ca43, Ca44, Ca ve Ca48. Bunlardan ilk dördü kararlı izotoplardır. Dünya üzerindeki kalsiyum elementinin % 97‟si Ca40 izotopudur. Yapay olarak pek çok radyoaktif izotopları elde edilmektedir. Ayrıca kozmojenik izotop olarak kullanılan ve yarı ömrü 103.000 sene olan Ca41 izotopu kullanılmaktadır. Ca41 Ca40 ın nötron aktivasyonu ile elde edilir. ÇeĢitli amaçlarla kullanılan izotoplardan biri de Ca45 olup, kemikte kalsiyum kalıntısı üzerinde yapılan araĢtırmalarda, su tasfiye iĢlemlerinde, deterjan aktivitesi için ve yüzey ıslanması olayları üzerindeki çalıĢmalarda kullanılmaktadır. 46 Kalsiyumun fiziksel ve kimyasal özellikleri: Kalsiyum kolay reaksiyona giren yumuĢak bir elementtir ( bıçakla kolayca kesilebilir). Kalsiyum klorür gibi çözünür bileĢiklerin elektrolizinde elde edilen saf kalsiyum gümüĢ renkli bir elementtir. Ancak süratle havanın oksijen ya da azotu ile reaksiyona girer ve gri-beyaz okside formuna dönüĢür. Magnezyumun aksine kolay tutuĢturulamaz. Ancak tutuĢtuğunda parlak güçlü kırmızı ıĢık vererek yanar. Su ile çok çabuk ve kolayca hidrojen 70 çıkararak reaksiyona girer ve kalsiyum hidroksiti oluĢturur [Ca(OH)2 ]. Doğada en çok bulunan formu kalsiyum karbonattır (kireç taĢı- CaCO3 ). Kireç taĢı 900- 1000 °C sıcaklıkta ısıtıldığında CaCO3 CaO + CO2 reaksiyonu ile meydana gelen kalsiyum oksit (CaO) söndürülmemiĢ kalsiyum (kalker) kirecidir. CaO, su ile reaksiyon girdiğinde CaO + H2O Ca(OH)2 + Isı reaksiyonu ile suda çözünmez kalsiyum hidroksite [Ca(OH)2 - sönmüĢ kireç] dönüĢür. 1.55 g/cm3 yoğunluğu ile en hafif toprak alkali elementtir. Magnezyum (1.74) ve berilyumun (1.84) molekül ağırlıkları daha düĢük olmasına karĢın kalsiyumdan daha yoğun elementlerdir. Elektrik akımını çok zor iletir. Yapılarında bulunduğu kalsiyum tuzları genellikle suda zor erirler. Ġyonize kalsiyum ve suda eriyebilen kalsiyum tuzları genellikle renksizdir. Çözelti içinde kalsiyum iyonları hafif tuzlu, ekĢi ya da mineral benzeri tatlar oluĢturabilir. Kalsiyum yer yüzünde en bol bulunan beĢinci elementtir. Volkanik kayaların % 3-63‟ünü teĢkil eder. Kimyasal reaktivitesi yüksek olduğundan serbest halde bulunmaz. En çok rastlanan mineralleri kireç taĢı (CaCO3), mermer (%90-98 i CaCO3), kalsit (CaCO3), dolamit (MgCO3 CaCO3), fluorit (CaF2), apatit Ca3(PO4)2 Ca(FCl)2, cips (CaSO4.2H2O) ve fosfittir Ca3(PO4)2. Kalsiyum bileĢikleri: Kalsiyum Karbonat (CaCO3) : CaCO3 çimento, kireç, kireçtaĢı, hazır sıva ve diĢ pastası üretiminde kullanılır. Kalsiyum hidroksit(Ca(OH)2): SöndürülmüĢ kireç olarak da bilinir. Kalsiyum arsenat (Ca3(AsO4)2): ÇeĢitli insektisitlerin üretiminde kullanılır. Kalsiyum karbit (CaC2): edilmesinde kullanılır. Asetilen gazı ve plastiklerin elde Kalsiyum klorür (CaCl2): Buzun erimeden taĢınmasında beton oluĢumunda düzenleyici olarak ve domates konservelerinde tatlandırıcı olarak kullanılır. Kalsiyum siklamat (Ca(C6H11NHSO3)2): Önceleri tatlandırıcı olarak kullanılıyordu. Ancak kanser oluĢumuna neden olduğu belirlendiğinden artık kullanılmasına izin verilmemektedir. Kalsiyum glukonat (Ca(C6H11O7)2): Besinlerde katkı maddesi olarak ve vitamin haplarında kullanılmaktadır. Kalsiyum hipoklorit (Ca(OCl)2): Yüzme havuzlarında dezenfektan olarak, ağartıcı bir ajan olarak deodorantlarda ve alglerle ve mantarlarla mücadelede algisit ve fungisit olarak kullanılmaktadır. Kalsiyum permanganat (Ca(MnO4)2): Sıvı roket fırlatıcılarda, tekstil üretiminde, su sterilizasyonunda ve dental uygulamalarda kullanılmaktadır. 71 Kalsiyum fosfat (Ca3(PO4)2): Hayvan besinlerine katkı olarak, bitkiler için suni gübre, maya ve hamur üretiminde cam sanayisinde ve dental materyallerin üretiminde kullanılmaktadır. Kalsiyum fosfit (Ca3P2): Havai fiĢek, fare zehiri, torpil ve havai fiĢek üretiminde kullanılmaktadır. Kalsiyum stearat (Ca(C18H35O2)2) Pastel kalem ve çimento sanayisinde, bir kısım plastik ve kozmetik sanayisinde makyaj malzemelerinin üretiminde, besinlere katkı maddesi olarak ve su geçirmeyen malzemelerin üretiminde kullanılmaktadır. Kalsiyum sülfat (CaSO4·2H2O): TebeĢir üretiminde ve Plaster of Paris adı ile kemik kırıklarının sarılmasında kullanılan hazır bantların üretiminde kullanılır. Kalsiyum tungstat (CaWO4): Parlak boyalarda floresans lambalarda ve X-ray çalıĢmalarında kullanılmaktadır. Hidroksiapatit (Ca5(PO4)3(OH): Aynı zamanda Ca10(PO4)6(OH)2) formülü ile de gösterilir. Kemik dokunun % 70 ini oluĢturur. Ayrıca mine ve dentinin de temel maddesidir. Kalsiyum metabolizması : Kalsiyum insan vücudunda en fazla ve yaygın olarak bulunan yapısal ve fonksiyonel pek çok görevleri olan 5. elementtir. Vücutta iskelet sistemi baĢta olmak üzere yumuĢak dokularda ve hücre dıĢı sıvılarda bulunur. Ġskelet sistemi, hücre içi ve hücre dıĢı sıvılara kalsiyum sağlayan ana depo olarak fonksiyon görmektedir. EriĢkin bir insanda ortalama 1 kg kadar kalsiyum bulunur. Mevcut kalsiyumun % 99 u kemik dokudadır. Ġskelet dıĢında kalan % 1 kalsiyum diğer vücut sıvılarında bulunur ve sinir dokuda elektrik iletiminde, kas kontraksiyonunda, kanı pıhtılaĢmasında ve membran geçirgenliğinde rol oynar. Vücutta 3 önemli kalsiyum havuzu bulunmaktadır: 1. Ġntrasellular kalsiyum: Hücre içindeki kalsiyumun büyük kısmı mitokondri ve endoplazmik retikuluma dağılmıĢtır. Hücre içi kalsiyum hücreden serbest bırakılmasına ve hücreye alınmasına bağlı olarak 100 nM ile 1µM arasında değiĢir. Bu dağılım kalsiyumun hücre içi sinyal iletimi, enzim aktivasyonu ve kas kasılmasında önem taĢımaktadır. 2. Ekstrasellular sıvı ve kandaki kalsiyum: Kanda bulunan kalsiyumun yaklaĢık yarısı proteinlere bağlıdır. Bu bölümdeki iyonize kalsiyum konsantrasyonu her zaman sabittir ve yaklaĢık 1mM ya da hücre içi serbest kalsiyumun bazal konsantrasyonunun 10.000 katı kadardır. Bu sıvı bölüğünün fosfor konsantrasyonu da kalsiyum konsantrasyonuna eĢdeğerdedir. 3. Kemikteki kalsiyum: 72 Vücuttaki kalsiyumun en büyük kısmı kemiktedir. Kemikteki kalsiyumun % 99 u kristal yapıdadır. Geriye kalan % 1 lik kısmı ekstrasellular sıvıya aktarılabilen bir havuz oluĢturur. Vücutta bulunan fosfatın da yaklaĢık % 85 kadarı kalsiyumla birlikte kemik dokuda bulunur. Geriye kalan % 15 i ise vücudun ekstrasellular ve intrasellular bölüklerine dağılmıĢtır. Kan fosfat konsantrasyonu kalsiyumunkine çok benzer. EriĢkin sağlıklı bir insanda serumunda 8,5- 11,5 mg/dL arasında kalsiyum bulunur. Plazma kalsiyumunun yaklaĢık olarak % 50 kadarı serbest halde, % 40 kadarı proteine bağlı, % 10 kadarı ise bikarbonat, laktat, fosfat ve sitrat gibi diffüze olabilen küçük anyonlarla kompleks oluĢturmuĢtur. Plazmada serbest (iyonize) kalsiyum fizyolojik olarak aktiftir. Kan kalsiyum konsantrasyonunun yukarıdaki sabit değerler arasında tutulması çok önemlidir. Bu sabit değerler 3 organ arasında kana kalsiyum aktarılarak ya da geri alınarak gerçekleĢtirilir (ġekil 3. 2): 1. Ġnce barsaklar: Besinlerle alınan kalsiyumun emildiği bölgedir. Besinlerle alınabilecek kalsiyumun miktarı barsak epitel hücrelerinde bulunan kalsiyum bağlayan protein konsantrasyonuna bağlıdır. 2. Kemikler: Kemik diğer fonksiyonlarının yanı sıra vücudun önemli bir kalsiyum deposudur. Uyarıldığında kan konsantrasyonu yükselinceye kadar kalsiyum kana salınır. Konsantrasyonun yükselmesi halinde ise kemik dokuda kalsiyumun tutulması artar. 3. Böbrekler: Kalsiyum homeostazisinin sağlanmasında önemli bir role sahiptir. Kan konsantrasyonunun düĢmesi halinde yeterince yükselinceye kadar glomerular filtrat içinde bulunan kalsiyumun tamamı tübülüslerden emilerek kana iade edilir. Kan konsantrasyonu yükseldiğinde ise absorbsiyon durur ve primer idrar içinde bulunan kalsiyum dıĢarı atılır. ġekil 3. 2 Kalsiyum homeostazisinin sağlanmasında ince bağırsaklar, böbrekler ve iskelet sisteminin yanı sıra gebelikte plasenta, ve fetus, emzirme döneminde meme bezleri de önem taĢımaktadır. Kalsiyum homeostazisi, kalsiyum 73 metabolizması ile düzenlenmektedir. iliĢkili olan organları etkileyen hormonlarla Kan kalsiyum düzeyini belirli sınırlarda tutan hormonlar: Parathormon: Paratiroit adı verilen tiroit içine gömülü genellikle 4 adet küçük bezden salgılanırlar. Kan kalsiyum düzeyinin düĢmesi ile salgılanır. AĢağıdaki yollardan kalsiyum düzeyinin fizyolojik sınırlara çıkmasını sağlar: 1.Böbreklerde bulunan 1α-hidroksilaz enzim sentezini uyararak 25hidroksi D nin aktivasyonuyla 1,25-dihidroksi D (kalsitrol) sentezini uyarır. 2.Kemik dokudan kalsiyumun mobilizasyonunu uyarır 3.Böbreklerden kalsiyum geri emilimini uyarır. Vitamin D: Parathormonun uyarısı ile aktive edilir. Ġnce barsak hücrelerinde kalsiyum bağlayan protein sentezini uyararak besinlerle alınan kalsiyumun emilimini uyarır. Kalsitonin: Kalsitonin sentezine modifiye olmuĢ tiroit hücrelerinden kan kalsiyum düzerinin yükselmesine cevap olarak salgılanır. Böbreklerden kalsiyumun reabsorbsiyonunun supresyonu ve kemik dokudan rezorpsiyonun inhibisyonu ile kan kalsiyum düzeyinin fizyolojik sınırlara inmesini sağlar. Gastrointestinal sistemde kalsiyum emiliminin düzenlenmesi: EriĢkin bir insanın kalsiyum metabolizmasının dengede kalabilmesi için gastrointestinal sistemden ortalama 400 mg/gün kalsiyumun emilmesi gereklidir. Çocukluk çağında günlük kalsiyum gereksinimi yaĢ ve büyüme hızı ile yakından iliĢkilidir. Günlük kalsiyum gereksinimi çocuklarda ilk altı ayda 360 mg, ikinci altı ayda 540 mg, 1-10 yaĢ (yıl) arasında 800 mg, 11-18 yaĢ (yıl) arasında 1200 mg iken, prematürelerde gereksinim 100 ile 150 mg/kg/gün düzeyindedir. Kalsiyumun gastrointestinal sistemden emilimi üzerine birçok faktör etkilidir. Diyetin kalsiyum içeriği, diyetin bileĢimi, yaĢ, gastrointestinal sistemin yapısal özelliği, vücut kalsiyum dengesi ve hormonal faktörler kalsiyum emilimini belirleyen baĢlıca faktörlerdir. Kalsiyumun intestinal sistemden esas emilim bölgesi duedonum ve jejunum olup, aktif intestinal Ca+2 emilimi üzerine etkili tek hormonal uyaran aktif vitamin D ya da kalsitroldür (1,25-dihidroksivitamin D). Kalsitriol intestinal kalsiyum bağlayan protein sentezini uyarır. Plazma kalsitrol konsantrasyonundaki artıĢa bağlı olarak kalsiyum bağlayan protein sentezinin arttırılması ile intestinal kalsiyum emilimi arttırılır. Ġntestinal kalsiyum emilimini arttıran ve azaltan faktörler Ģu Ģekilde sıralanabilir: Ġntestinal kalsiyum emilimini arttıran faktörler: a.Kalsitrol sentezini arttıran renal faktörler: 74 Büyüme Hamilelik Süt verme Primer hipertiroidi Ġdiyopatik kalsüri b.Kalsitrol sentezini arttıran eksternal faktörler: Sarkoidoz Diğer granulomatoz hastalıklar B-hücreli lenfoma Ġntestinal kalsiyum emilimini azaltan faktörler: a.Kalsitrol sentezini azaltan renal faktörler: Vitamin D eksikliği Vitamin D ye bağımlı raĢitizm tip I Kronik böbrek yetmezliği Hipoparatiroidi YaĢlılık b.Kalsitrol sentezi normal iken emilimi azaltan faktörler: Glukokortikoit fazlalığı Hipertiroidi Kısa barsak sendromu. Kalsiyumun böbreklerden emilim ve atılımının düzenlenmesi: Total vücut kalsiyumunun % 99 u kemiklerde, ancak %1 i ekstrasellular sıvıda bulunur. Kalsiyum homeostazisinin düzenlenmesinde ekstrasellular sıvıda bulunan kalsiyum rol oynar. Ekstrasellular sıvıda bulunan kalsiyumun % 50 si iyonize kalsiyumdur. Geriye kalan kalsiyumun % 40 ı proteine bağlı, % 10 nu da sitrat ve fosfat iyonları ile kompleks yapmıĢ haldedir. Kompleks ve iyonize yapıdaki kalsiyum glomerular filtrasyona geçebilir, proteine bağlı kalsiyum ise geçemez. Proteine bağlı kalsiyumun % 90 ı albumine geriye kalan % 10 u ise globulinlere bağlanır. Sağlıklı bir eriĢkinde bir gram albumin % 0.8 mg kalsiyum bağlar. Albumin düĢüklüğünde total kalsiyum konsantrasyonu azalmasına rağmen iyonize kalsiyum oranı değiĢmez. Total kalsiyum oranı normal değerleri % 8.5-11,5 mg arasında düzenlenir. Ekstrasellular sıvıda bulunan kalsiyumun % 80 i glomerular filtrasyona geçer. 70 kilogramlık bir insanda günde ortalama 180 litre glomerular filtrat oluĢur. 180 litrelik glomerular filtrata 270 mmol Ca2+ geçer. Bu miktar günlük gastrointestinal emilen kalsiyumdan çok yüksek olduğundan, vücut kalsiyum dengesinin korunabilmesi için glomerular filtratta bulunan kalsiyumun % 98 nin böbrek tübülüslerinden geri emilmesi gereklidir. Filtrata geçen kalsiyumun geri emilimi % 70 proksimal tübülüsten 75 gerçekleĢir. Proksimal tübülüsten kalsiyum geri emilimi, bu bölgeden emilen sodyum ve su ile birlikte olur. Bu bölgeden kalsiyum emilimine katkısı bulunan diğer faktör kalsiyumun lümen ile interstisyum arasındaki konsantrasyon ve potansiyel gradient farklılığıdır. Proksimal tübülüsün sonlarına doğru kalsiyum aktif transport ile emilir. Aktif transport magnezyum bağımlı kalsiyum adenosin trifosfataz (ATPase) ve sodyum tarafından gerçekleĢtirilir. Glomerular filtrasyona geçen kalsiyumun % 20 si Henle kulpundan geri emilir. Henle kulpunun maksimum kalsiyum emilim bölgesi distal tübülüs kalın segmentidir. Na-K-2Cl transporter sistem tarafından gerçekleĢtirilen lümen-pozitif voltaj ile aktif emilim gerçekleĢtirilir. Distal tübülüslerden glomerular filtrasyonda bulunan kalsiyumun % 8 i geri emilir. Bu bölge idrar ile kalsiyum atılımının en önemli düzenlenme bölgesidir. Bu bölgeden elektriksel ve kimyasal gradientçe karĢı kalsiyum emilimi gerçekleĢtirilebilir. Bu bölgeden sodyum emilimini takiben kalsiyum emilim gerçekleĢiyor ise de düzenlenme mekanizmalarının devreye girmesi ile kalsiyum emilimi arttırılıp azaltılabilir. Kalsiyum kanalları, vitamin D-bağımlı kalsiyum-bağlayıcı protein (calbindin) bu bölge hücrelerinde bulunur. Filtre edilen kalsiyumun % 5 den azı idrarın daha sonra içinden geçtiği toplayıcı kanallardan geri emilir. Kalsiyum reabsorbsiyonunu etkileyen faktörlerin baĢında sodyum gelir. Kalsiyum atılımı ve emilimi büyük ölçüde sodyum ile birlikte gerçekleĢir. Diyet ile kalsiyum alımının artması idrar ile kalsiyum atılımının artmasına neden olur. Hiperkalsemide iyonize ve kompleks yapıdaki kalsiyum konsantrasyonu artarak glomerular filtrasyona geçen kalsiyum artar. Ortaya çıkan tabloya hiperkalsüri adı verilir. Ancak hiperkalsiüri böbrek fonksiyonlarını azaltacak boyutlarda ise glomerular filtrat oluĢumu azalarak idrar ile kalsiyum atımının da azalacağı hatırda tutulmalıdır. Hipokalsemide ise parathormon sekresyonu arttığından tübüler kalsiyum reabsorbsiyonu artar, idrar ile atılım azalır. Oral veya intravenöz fosfat verilmesi durumunda idrar ile kalsiyum atılımı azalır, distal tübülüsten kalsiyum emilimi artar. Fosfat alımını takiben kalsiyumun idrar ile atılımının azalmasında birden fazla mekanizma rol oynar. Fosfat arttığı zaman direkt olarak parathormon (PTH) salgılanımını arttırır. Parathormon artıĢı kalsiyumun tübüler reabsorbsiyonunu arttırır. Fosfat intestinal sistemde kalsiyum ile kompleks yaparak kalsiyum emilimini azalmasına neden olur. Fosfat kemik ve yumuĢak dokuda da kalsiyum ile kompleks yaparak filtrasyona uğrayan kalsiyum miktarını azaltır. Akut ve kronik metabolik asidoz idrarda kalsiyum atılımını arttırırken, alkalozis idrarla kalsiyum atılımını azaltır. Akut metabolik asidozda proksimal tübülüste bikarbonat konsantrasyonundaki azalmaya paralel olarak kalsiyum reabsorbsiyonu azalır. Kronik asidozda proksimal tübülüs kalsiyum reabsorbsiyonunda değiĢiklik olmaz, distal tübülüs reabsorbsiyonu azalır. Ġdrar ile atılan kalsiyum kaynağı kemikler olup, intestinal kalsiyum emiliminde artıĢ olmaz. 76 Parathormon (PTH) renal tübüler kalsiyum reabsorbsiyonunun esas düzenleyicisidir. Parathormonun artması renal kalsiyum reabsorbsiyonunu arttırır. Parathormon ayrıca glomerular filtrasyonu azaltarak filtre olan kalsiyum yükünü azaltır. Parathormonun proksimal tübülüsteki kalsiyum reabsorbsiyonu üzerine olan etkisi halen tartıĢmalı olup, esas olarak Henle kulpunun çıkan kolunun kalın kısmında aktif kalsiyum transportunu arttırır. Parathormon distal kıvrımlı tübülüslerde de kalsiyum reabsorbsiyonunu arttırır. Parathormon her ne kadar renal kalsiyum reabsorbsiyonunu net olarak arttırsa da hiperparatiroidili hastalarda hiperkalsiüri görülür. Parathormon etkisiyle artan kalsiyum reabsorbsiyonu hiperkalsemiye ve filtre olan kalsiyum yükünün artmasına neden olur. Hormonun diğer bir etkisi proksimal tübülüsten 25 (OH) D nin 1,25-dihidroksivitamin D ye (1,25 (OH)2D) (kalsitriol) dönüĢümünü arttırarak intestinal kalsiyum emilimini, kemik rezorpsiyonunu ve filtre olan kalsiyum yükünü arttırmaktır. Dihidroksivitamin D nin renal tübülüslere direkt etkisi henüz tam olarak anlaĢılamamıĢtır. Vitamin D eksikliğinde renal kalsiyum reabsorbsiyonu azalır. Bu hastalarda vitamin D replasmanı yapılınca renal kalsiyum reabsorbsiyonu artar. Paratiroidektomili deney hayvanlarına 1,25 (OH)2D verilince renal kalsiyum reabsorbsiyonunun değiĢmediği görülmüĢtür. Bu hayvanlarda intestinal kalsiyum emilimi ve kemik rezorpsiyonundaki artıĢa bağlı olarak hiperkalsiüri görülür. Glukokortikoidler, insülin, reabsorbsiyonunu azaltırlar. glukagon tübüler kalsiyum Böbrek yetmezliklerinde glomerüler filtrasyondaki azalma ile orantılı olarak renal kalsiyum filtrasyonu azalır. Böbrek yetmezliğinde artan parathormon kalsiyum reabsorbsiyonunu arttırır. Böbrek kitlesindeki azalmayla birlikte 1,25 (OH)2D sentezi azalır, renal fosfor atılımının azalması serum fosforunu arttırır. 1,25 (OH)2D azalmasıyla intestinal kalsiyum emilimi azalır, hipokalsemi ortaya çıkar ve parathormon salgılanımı artar. Serum fosfor artıĢının da PTH salgılanımını direkt arttırıcı etkisi vardır. Kalsiyumun baĢlıca iĢlevleri: Kemiklerin ve diĢlerin oluĢumunda yapı taĢı olarak yer alır. Kapiller damarların ve membranların geçirgenliğini azaltır. Normal kas kasılması için gereklidir. Kanın pıhtılaĢması için gereklidir. Hormonal etkinliklerin baĢlatılmasında ikinci haberci olarak rol oynar. Sinir impulslarının aktarılmasında etkindir. Lipaz, ATPaz, süksinat dehidrojenaz gibi bazı enzimlerin aktivatörüdür Serum kalsiyum düzeyinin normalden yüksek olması hiperkalsemi olarak tanımlanır. 77 Serum iyonize kalsiyum düzeylerinin yüksek oluĢu gerek istemli ve gerekse istemsiz kaslarda nöromuskuler uyarılabilirliği azaltır. Kabızlık ve karın ağrısı istemli kaslarda hipotoni büyük olasılıkla merkezi bir etkiye bağlı olarak iĢtahsızlık bulantı ve kusmaya neden olabilir. Hiperkalsemi, EKG de değiĢikliklere de neden olur. Kaba bir gösterge olarak % 15 mg üzerinde hiperkalsemi ani kardiyak arreste neden olabilir Serum kalsiyum düzeyinin normalden düĢük olması hipokalsemi olarak tanımlanır. Serum iyonize kalsiyum düzeyinin azalması, alkalozda olduğu gibi total serum düzeyi normal olsa bile nöromuskuler aktivite artıĢına neden olur ve tetaniye yol açar. Uzun süreli hipokalsemi, hafif olması halinde bile katarakta, mental depresyona, muskular spazma, tetaniye, kardiak disfonksiyona ve diğer psikiyatrik semptomlara neden olabilir. 3. 2. Fosfor: Fosfor(P) periyodik çizelgenin V-A grubunda bulunan bir kimyasal elementtir. Atom numarası 15, atom ağırlığı 30.973 Da (atom kültle birimiDalton) dur. Fosfor atomunun çekirdeğinde 15 proton 16 nötron çekirdek etrafında 15 elektron bulunur. Elektronların dağılımı ġekil 3. 3 de gösterilmiĢtir. Doğada bulunan tek kararlı izotopu P31dir. Ayrıca 6 radyoaktif izotopu daha vardır. Bunlardan P28 yarılanma süresi en kısa (0,28 saniye) olanıdır. Yarılanma süresi 25 gün olan P33 ise en uzun ömürlüsüdür. ġekil 3. 3 Fosforun, üç ana grupta toplanan 10 kadar allotropu (ayrı biçimi) vardır. Bunlar beyaz (sarı) fosfor, kırmızı fosfor, mor fosfor ve siyah fosfordur (ġekil 3. 4). Beyaz fosfor P4 moleküllerinden meydana gelmiĢtir. 4 fosfor atomu bir düzgün dörtyüzlü oluĢtururlar. Muma benzer yapıda ve yağımsı, saydam ve sarımtırak renktedir. Çok zehirlidir. Fosfor buharının yoğunlaĢtırılmasıyla elde edilir. Suda çözünmez. Karbondisülfürde, benzende ve eterde çözünür. Yoğunluğu 1,82 gr/cm3 tür. 44°C de erir ve 280°C de kaynar. Havada hemen oksitlendiği için ancak su dolu ĢiĢelerde saklanır. 60°C de kendi kendine alevlenir. Beyaz fosforun iki allotropundan biri olan alfa biçimi oda sıcaklığında kararlı ve kübik kristal yapılı, beta biçimi ise –78 derecenin altında kararlı ve altıgen kristal yapılıdır. Çok zehirli bir madde olan beyaz fosfor, güneĢ ıĢığı ve ısı etkisiyle, ıĢıldama ve havada kendiliğinden tutuĢma özelliği olmayan kırmızı fosfora dönüĢür. Beyaz fosfora yüksek basınç uygulanmasıyla elde edilen siyah fosfor, grafit 78 gibi yapraksı katmanlar halinde bulunur. Fosforun bütün allotropları içinde en güç tepkimeye gireni siyah fosfor, en kolay tepkimeye gireni ise beyaz fosfordur. Beyaz fosfor askeri amaçlı sis ve yangın bombalarının üretiminde, kırmızı fosfor kibritlerdeki sürme yüzeylerinin yapımında kullanılır. ġekil 3. 4 Kırmızı fosfor molekülleri pek çok ve belirsiz sayıda P atomlarından meydana geldiği için formulü Px Ģeklinde yazılabilir. Kırmızı fosfor beyaz fosforun havasız bir kapta 250°C ısıtılması ve güneĢ altında bırakılmasıyla elde edilir. Pembeden mora kadar değiĢen çeĢitli renkler alır. Zehirsizdir. 2,2 gr/cm3 yoğunluktadır. 610°C de erimeden buharlaĢır. Birçok fosfor atomunun bir örgüde birleĢmesiyle oluĢmuĢ bir polimerdir. Mor fosfor. Mor kristaller biçiminde olup 2,33 gr/cm3 yoğunluktadır. Beyaz fosfordan elde edilir. 529,5°C de erir. Siyah fosforun yoğunluğu biraz daha fazla olup 2,7 gr/cm3 tür. Grafitinkini andıran katmanlı bir atom örgüsü vardır. Elektriği iletir. Çok az çözünür ve kullanım alanı azdır. Hiçbir eritkende erimez, zehirli değildir, kendiliğinden tutuĢmadığı için, açıkta saklanabilir. Fosfor çeĢitli türevleriyle günlük yaĢamda kullanılan bir maddedir. Kibrit, tarım ilaçları, bombalar, izli mermiler, iĢaret fiĢekleri ve özel cam yapımlarında kullanılır. Çelik, fosfor bronzu yapımında, kazan borularında su yumuĢatıcısı ve taĢ oluĢumunu önleyici temizlik maddesi olarak da kullanılır. Sinir gazı yapımında da organik bileĢiklerinden yararlanılır. Özellikle P2O5 türevi gübre yapımında yararlanılan baĢlıca madde olması nedeniyle önemi büyüktür. Fosforun Fiziksel ve kimyasal özellikleri: Fosfor, periyodik elementler sınıflandırmasında VB kolonunda kendinden önce gelen azota benzer ve onun gibi hemen tümüyle ortak değerlikli bağlar oluĢturan beĢ değerlik elektron içerir. Ayrıca fosforun 3d yörüngeleri elveriĢli olduğundan tüm değerlik elektronları, PCl 3 de olduğu gibi, üçgen çift piramit biçimindeki bir düzenlemenin beĢ bağını vermek üzere kullanılabilir. Fosforu, azottan ayıran temel özellik, çok reaktif olmasıdır. Pek çok maddeyle birleĢir ve çoğu kez Ģiddetli tepkimeler verir. Oksijene karĢı gösterdiği ilgi, kuvvetli bir indirgen olduğunun belirtisidir. Fosfor molekülü gaz halinde kararsız bir yapıya sahiptir. AĢağıdaki 79 tepkimeye göre ters değiĢime uğrayarak +1 ve -3 değerlikli atomlara dönüĢerek farklı bileĢikler verir: P4 + 6H2O → PH3 + 3H3PO2 Fosfor yanıcıdır; beyaz fosfor 60 0C de doğru havada alev alır. Kırmızı fosfor ise ancak 400 0C ye doğru tutuĢur. Göz kamaĢtırıcı bir alevle yanarak büyük bir ısı yayar. Yanma sonucunda fosforik anhidrit açığa çıkar. Öte yandan beyaz fosfor da soğukta havada yavaĢ yavaĢ yanar; tepkime sırasında fosfit asitinin anhidritini verir. Karanlıkta mavimsi solgun bir ıĢık yayar ve adını da bu ıĢıktan alır. Beyaz fosfor yükseltgenmesi ısı verici olduğundan genellikle kendiliğinden tutuĢur. Bu nedenle beyaz fosforu su dolu kaplarda saklamak gerekir. Ayrıca bu maddeye elle dokunmak tehlikelidir. Fosfor BileĢikleri: Doğada serbest olarak bulunmayan fosfor yer kabuğunun % 0,1 ini oluĢturur. En önemli filizleri kolroapatit Ca5(PO4)3Cl ya da fluorapatit Ca5 (PO4)3F, fosforit Ca3 (PO4)2, vivenit (Fe3 PO4) 8H2O ve monazittir (CePO4). Fosfor flor, klor ya da bromla birleĢtiğinde yanarak üç ya da beĢ değerlikli halojenürleri verir. Benzer özellikler taĢıyan bu farklı bileĢiklerin en önemlileri asit klorürler gibi davranan sıvı fosfor triklorür ile katı fosfor pentaklorürdür. Pentaklorürün kararsız oluĢu bir bileĢiğin organik kimyada klorürleyici bir etken olarak kullanılmasını sağlar. Fosfor hidrojenle pek çok bileĢik oluĢturur. Bu bileĢikler anhidritler ile anhidritlerin hidratlanması sonucu elde edilen asitler ya da bu asitlerden suyun kısmen giderilmesiyle oluĢturulan kondens asitlerdir. Ġkili bileĢikler arasında fosfit asit anhidriti (P2O3), ortofosfit asit (H3PO3), ortofosforik asit (H3PO4), kondens asitler arasında ise hipofosforik asit (H4P2O6), pirofosforik asit (H4P2O7) ve meta fosforik asit (HPO3) sayılabilir. Bunların en önemlileri fosforik asit bileĢikleridir. Formülü gerçekte (P4O6) olan fosfit asidi anhidriti (P2O3) hafifçe ısıtılan fosfor üzerinden kuru hava akımının geçirilmesiyle elde edilir. Havada yavaĢ yavaĢ yükseltgenen fosfor suda çözünerek fosfit asidi (H3PO3) verir. Zehirlenmeye neden olan sadece beyaz fosfordur; bunun yerini kırmızı fosforun alması, meslek zehirlenmelerine ender hale getirmiĢtir. Akut fosfor zehirlenmesi (intihar, ilaçla zehirlenme) baĢlangıçta bir sindirim bozukluğu ile kendini belli eder. Karanlıkla refle veren sarımsak kokulu kusmuk, boğazda kuruluk, midede yanmalar, karın ağrıları, heyecan, terlemeler görülür. Devamında karaciğer yetmezliği ve sinirsel bozukluklar gelir. Süreğen fosfor zehirlenmesi (meslek zehirlenmesi) çene kemiklerinin nekrozu ile kendini belli eder. Ġnsan dahil tüm yüksek canlılarda fosfor fosfat iyonları halinde (PO4 -3) bulunur. Ġnsanda baĢka fosfor bileĢiğine rastlanmamıĢtır. Çok çeĢitli bileĢiklerin yapısına giren yaĢam için vazgeçilemez bir elementtir. Organik fosfat bileĢikleri tüm hücrelerde bulunur ve hücrelerin yapısal bileĢenidir. 80 Ayrıca inorganik fosfat kalsiyumla birlikte kemik doku ve diĢlerin temel yapısını oluĢturur. YetiĢkin bir insanın vücudunda ortalama 12 g/kg fosfor bulunur. Bu fosforun 1.4 g/kg ı yumuĢak dokularda kalanı apatit kristalleri halinde mineralize dokularda ve mine yapısındadır. Vücutta hücrelerdeki organik fosfat ile kemik dokulardaki fosfat daima denge halindedir ve bu dengenin düzenlenmesinde kanda bulunan fosfat önemli rol oynar. Kan fosfat düzeyi böbreklerde atılmanın düzenlenmesi ile dengede tutulur. Bu kontrol öncelikle parathormon tarafından sağlanır. Kalsiyumun emilimini arttırmasının yanı sıra vitamin D fosforun dokuya giriĢini arttırır. Fosfatlar Ģekerlerin ince barsaklardan emilmesinde ve glukozun böbreklerden geri emiliminde önemli rol oynarlar. Fosfatların yaĢam sürecinde temel rolleri DNA ve RNA moleküllerinin temel yapısal bileĢeni olmalarıdır. Fosfolipitlerin yapısına girerek hücrelerin zarlı yapılarının oluĢumunda ve lipit metabolizmasında görev alır. Glikoliz ve TCA siklusu reaksiyonlarında açığa çıkan enerjinin tutulması ve taĢınmasında fosfatlar gereklidir. Açığa çıkan enerji ATP nin 2. ve 3. fosfatları arasında tutularak hücrenin diğer bölgelerinde meydana gelen reaksiyonlarda kullanılmak üzere hücre içine bırakılır. Bunların dıĢında pek çok fosforilasyon ve transfosforilasyon reaksiyonlarına katılan organik bileĢikler bulunmaktadır. Fosforilasyon reaksiyonları ile oluĢan bileĢiklerden fosfokreatin ya da ATP moleküllerinin fosfat bağları ile 5.0 - 11.0 Kcal enerji taĢınmaktadır. Bu bağların kırılması ile ortaya çıkan kimyasal enerji çok çeĢitli metabolik reaksiyonlarda kullanılır. ATP ve fosfokreatin baĢta kas doku olmak üzere pek çok dokuda enerji depolanmasında kullanılan temel moleküllerdir. Oksidasyon redüksiyon reaksiyonlarında gerekli olan nikotinamit ve riboflavin moleküllerinin oluĢturduğu NAD, FAD ve FMN koenzim sistemleri, temel yapısal bileĢeni pantotenik asit olan ve transasetilasyon açilasyon ve kondensasyon reaksiyonlarına katılan Koenzim A molekülleri, transaminasyon reaksiyonlarının koenzimi olan piridoksal fosfat molekülleri yapılarında fosfat iyonları bulunur. Ġnsanda fosfor: Serum fosfor seviyesi süt çocuklarında en yüksek seviyede olup çocukluk çağı boyunca sürekli düĢme eğilimi göstererek ergenlik döneminin sonlarına doğru eriĢkin düzeyine ulaĢır. Çocukluk çağında değiĢik yaĢ gruplarına göre serum fosfor konsantrasyonu yeni doğanlarda % 4,8- 8,2 mg, 1-3 yaĢ arasında % 3,8- 6,5 mg, 4-11 yaĢ arasında % 3,7- 5,6 mg, 12-15 yaĢ arasında % 2,9-5,4 mg, 16-19 yaĢ arasında % 2,7-4,7 mg arasında ve eriĢkinlerde % 2,5- 4,5 mg arasında değiĢmektedir. Kan fosforunun %70 e yakını organik olup fosfolipitler içerisinde, %30 u ise inorganik olarak bulunur. Ġnorganik fosforun % 85 i serbest olup fosfat, monohidrojenfosfat ya da dihidrojen fosfat halinde ve sodyum, magnezyum, kalsiyum ile kompleks yaparak dolaĢır. Fosfat iyonları halindeki inorganik fosforun geriye kalan % 15 i ise proteine bağlıdır. 81 Fosforun gastrointestinal sistemde emiliminin düzenlenmesi: Ġntestinal PO4 absorbsiyonu kalsiyum absorbsiyonunda olduğu gibi, öğünlerden sonraki lümen içi [PO4] yükü ile iliĢkili olup, pasif PO4 transportu ve serum 1,25 (OH)2 D nin uyardığı aktif PO4 transportu tarafından düzenlenir. Ġntestinal PO4 emilimi esas olarak jejunumdan gerçekleĢir. Diyetteki fosfat yükü arttıkça intestinal fosfat emilimi de doğru orantılı olarak artar. Fosfat vücuttaki tüm hücrelerin önemli bileĢeni olduğundan sağlıklı bir kiĢinin intestinal sistemden 620 mg/gün PO4 alması gerekir. Bu oran 775-1.860 mg PO4/gün arasında değiĢir. Çocuklarda fosfor gereksinimi 1-10 yaĢ arasında 800 mg/gün, daha büyük çocuklarda ise 1.200 mg/gün arasında değiĢir. Oral alınan PO4 ın emilim oranı % 60-80 arasında değiĢir. Ġnce barsaklardan PO4 emilimi 1,25 (OH)2 D eksikliğinde azalır. Böbrek yetmezliğinde burada sentezlenen 1α-hidroksilaz yetmezliği nedeniyle kandaki seviyesi düĢen 1,25 (OH)2 D vitamini yerine konulunca jejenumdan PO4 emiliminin arttığı gözlenmiĢtir. Serumda bulunan inorganik fosforun % 85'i serbest olup glomerular filtrasyona atılabilir. 70 kg lık bir kiĢinin günlük glomerular filtrasyon hacmi 180 litre olup, günlük olarak filtre olan PO4 hesabı Ģöyle yapılabilir: GFR- PO4 = 180 x 3,5 x 0,85 Glomerular filtrata geçen PO4 ın % 12.5 i idrar ile atılır. Glomerular filtrasyona geçen PO4 ın %85 i proksimal tübülüslerden geri emilir. Proksimal tübülüsten PO4 reabsorbsiyonu elektro-kimyasal gradiente karĢı oluĢur. Reabsorbsiyon transsellular, absorptif ve bazolateral Na-K-ATPase tarafından sağlanan intrasellüler sodyum konsantrasyonu düĢüklüğü ile gerçekleĢir. Fırçamsı kenarda bulunan Na-P kotransporter fosfor reabsorbsiyonundan sorumludur. Henle kulpu ve distal tübülüste fosfor reabsorbsiyonu düĢüktür. Fosfat reabsorbsiyonu doyurulabilir mekanizma ile gerçekleĢtirilip, glomerular filtrasyon hızı ve plazma fosfat konsantrasyonu ile yakından iliĢkilidir. Fosfat reabsorbsiyonunun tubüler maksimum hızı (TmP) sabit olmayıp fizyolojik veya patolojik koĢullara göre değiĢkenlik gösterir. TmP/GFR oranı tubüler fosfat reabsorbsiyonunun en güvenilir göstergesidir. TmP/GFR oranı sağlıklı çocuklarda 6-14 yaĢ arasında 4,0-5,9 mg/dl iken, 20 yaĢına doğru eriĢkin düzeyi olan 2,5-4,2 mg/dl arasına düĢer. Fosfor geri emilimini etkileyen baĢlıca faktörler: 1. Besinlerle düĢük fosfor alımı fosfor reabsorbsiyonunu arttırırken, yüksek fosfor alımı fosfor reabsorbsiyonunu inhibe eder. Fosfor alımındaki değiĢikliklere bağlı böbrekteki geri emilim değiĢiklikleri, PTH, ekstrasellular sıvı volümü veya serum kalsiyumundan bağımsızdır. 2. Kalsiyum düzeyi fosfat geri emilimini dolaylı yoldan etkiler. Kronik hiperkalsemi böbreklerden PO4-3 geri emilimini azaltırken, kronik hipokalsemi PO4-3 geri emilimini arttırır. Serum kalsiyumunda akut yükselme fosfor filtrasyonunu ve reabsorbsiyonunu birden fazla mekanizma 82 ile etkiler. Kalsiyum seviyesindeki akut yükselme renal kan akımını ve glomerular filtrasyon hızını azaltır. Kalsiyumun yükselmesi eritrositlerden fosfor salınımını arttırarak serum fosfatını yükseltir, ancak fosfat proteine ve kalsiyuma bağlanarak filtrasyona uğramaz. 3. Ekstrasellular sıvı hacminin geniĢlemesi fosforun böbreklerden geri emilimini azaltır. Hacim azalması ise geri emilimi arttırır. 4. Akut metabolik asidoz renal tubüler fosfat reabsorbsiyonunu önemli ölçüde etkilemez. Akut metabolik alkalozis fosfor reabsorbsiyonunu azaltır. Kronik metabolik asidoz tübüler fosfor reabsorbsiyonunu azaltır, kronik alkaloz ise reabsorbsiyonu arttırır. 5. Parathormon hormon renal fosfor reabsorbsiyonunun ve ekskresyonunun esas düzenleyicisidir. Parathormon fosfor reabsorbsiyonunu proksimal Na-P kotransporter aracılığı ile düzenler. Parathormon salgılanımı artınca proksimal fosfor reabsorbsiyonu inhibe olur. Parathormon distal tübüler reabsorbsiyonu da inhibe eder. 6. 1,25 (OH)2 D kronik artıĢı renal fosfor reabsorbsiyonunu azaltır ve kalsiüriye neden olur. Vitamin D intestinal fosfor emilimini arttırarak hiperfosfatemi ve fosforun filtre olan yükünün artmasına neden olur. 7. Parathormon dıĢındaki hormonlardan insülin fosfor reabsorbsiyonunu arttırır, glikokortikoidler ve glukagon ise azaltır. Kalsitoninin fosfor reabsorbsiyonu üzerine etkisi bilinmiyor. 3. 3. Kalsiyum fosfat bileĢikleri: Kalsiyum fosfatlar kalsiyum (Ca2+) iyonlarının primer ortofosfatlar (H2PO4-1), sekonder ortofosfatlar (HPO4-2) metafosfatlar (PO3-1)ya da pirofaosfatlar (P2O74) ile yaptıkları ve bazen hidrojen ve hidroksil iyonlarının da karıĢtıkları bileĢiklerin ortaklaĢa adıdır. Pür kalsiyum fosfatlar genellikle 3 büyük gurupta toplanırlar: 1. Apatit tip bileĢikler: Ca10(PO4)6X2 genel yapısına sahip bileĢiklerdir. Genellikle X OH, Cl ya da F olup molekül hidroksiapatit, kloroapatit ya da floroapatit olarak bilinir. Bu yapı ile iliĢkili diğer bileĢikler oktakalsiyum fosfat [Ca8(HPO4)2(PO4)4.5H2O] ve tetrakalsiyum fosfattır [Ca4(PO4)O2]. 2. Bütün trikalsiyum fosfat türlerini içeren glaserit tip kalsiyum fosfatlar. 3. Ca ve PO4 tabakaları içeren bileĢikler: Dikalsiyum fosfat dihidrat, anhidroz dikalsiyum fosfat, monokalsiyum fosfat [Ca(H2PO4)2.H2O ve Ca(H2PO4)2] bu gurup bileĢiklerdir. Kalsiyum fosfat bileĢikleri diğer pek çok bileĢiğin aksine yüksek ısılarda daha az çözünürler. Bu nedenle çözeltilerin ısıtılması bu gurup bileĢiklerin çökelmelerine neden olur. Genellikle hepsi tatsız, kokusuz, renksiz kristal ya da amorf molekülledir. Fosfat iyonlar aĢağıda görüldüğü gibi yapılarından protonların ayrılmasına bağlı olarak 3 farklı formda bulunabilirler: 83 H3PO4 H+ + H2PO4− H2PO4− H+ + HPO4 −2 HPO4−2 H+ + PO4−3 Buna bağlı olarak da kalsiyumla oluĢturdukları bileĢikler de 3 gurupta toplanabilir: 1.Kalsiyum fosfat Ca3(PO4)2 2.Kalsiyum dihidrojen fosfat Ca(H2PO4)2 3.Kalsiyum hidrojen fosfat CaHPO4 Biyolojik sistemlerde de gözlenebilen baĢlıca kalsiyum fosfat bileĢiklerini Ģu Ģekilde sıralamak mümkündür: CaP bileĢiği formülü Kısaltma Amorf kalsiyum fosfat Ca3(PO4)2.3H2O aACP Monokalsiyum fosfat (monetit) (E341) a(H2PO4)2 MCP Anhidros dikalsiyum fosfat (E341) CaHPO4 DCPA Dikalsiyum fosfat dihidrat (brushite) CaHPO4. 2 H2O DCPD Trikalsiyum fosfat (E341) Ca3(PO4)2 α-TCP Tetrakalsiyum fosfat monoksit (Hilgenstockite) Ca4O(PO4)2 TTCP Trikalsiyum fosfat (witlockite) Ca3(PO4)2 β-TCP Oktakalsiyum fosfat Ca8H2(PO4)6.3H2O OCP Pentakalsiyum hidroksil apatit (Hidroksiapatit) Ca10(PO4)2(OH)2 HAP Kalsiyum fosfat bileĢikleri üzerinde yapılan çalıĢmalar sonucu bileĢiklerin çözünürlüklerinin Ģöyle sıralandıkları belirlenmiĢtir: aACP > DCP > TTCP > α-TCP > β-TCP > HAP Kalsiyum fosfatların dibazik ve tribazik formları su ve alkolde çözünmezler ancak asitlerin çoğunda çözünürler. Monobazik kalsiyum fosfatlar su ve asitlerde kolay çözünürler. Alkolde çözünmezler. BileĢiklerin üç gurubu da yanmaz, deri göz ve solunum sistemlerini irrite edebilirler. Bu bileĢikler ailesinin en zararlısı trikalsiyum fosfattır. Gözlerle direkt temas kızarma ve irritasyonla seyreden ve korneada hasarla sonlanabilen Ģiddetli semptomlara neden olabilir. Bu bileĢiğin besinlerle alımı da tehlikelidir. Midede ağrı bulantı kusma ve kan basıncının düĢmesine neden olur. Ġnternal alımlarda bu belirtilerin bir ya da birkaçı ortaya çıkabilir. Bu nedenle katkı maddelerinin içinde bulunması kullanılıcılar için bir risk faktörü olabilir. Yapılan araĢtırmalar sonucu pH. 4.2 nin üzerinde kalsiyum bileĢikler içinde en kararlı yapıya sahip olanın hidroksiapatit olduğu anlaĢılmıĢtır. Bu pH nın altında daha karalı yapıya sahip olan dikalsiyum fosfat dihidrattır 84 (CaHPO4.2H2O). Fizyolojik ortam olan pH 7.2 ve civarında hidroksiapatit kararlı bir yapıya sahiptir. Zaman zaman ağız içinde pH geçici olarak yumuĢak doku hasarına yola açabilen pH 5.5 değerine kadar düĢebilmekte ve tekrar eski değerine dönmektedir. Bu kısa süreli ani ortam değiĢikliğinde diğer dokular hasar görse bile hidroksiapatitin çok fazla etkilenmediği belirlenmiĢtir. Trikalsiyum fosfat: Trikalsiyum fosfat (Amorf kalsiyum fosfat) [Ca3(PO4)2.3H2O] diğer kalsiyum fosfatların yüksek ısıda bozulmasıyla ortaya çıkan Ģeklidir. BileĢik kalsiyum ortofosfat, tersiyer kalsiyum fosfat, tribazik kalsiyum fosfat ve kemik külü olarak da bilinir. Doğada farklı yapılarda alfa ve beta olarak bilinen iki kristal formu vardır. Doğada daha çok witlockite adı ile bilinen beta formu bulunur. Alfa formu witlockite kristalin yüksek ısıda tutulması ile elde edilir. Hidroksi apatitin ısıtılması ya da minede çürük oluĢumunda olduğu gibi yıkılması sırasında gözlenebilir. Mine oluĢumu sırasında ortamda oluĢan ilk bileĢik amorf kalsiyum fosfattır. BileĢik sentetik olarak da ortofosforik asit H3(PO4), kalsiyum hidroksit Ca(OH)2 reaksiyonuyla ya da kalsiyum klorür(CaCl2) sodyum trifosfat (Na5P3O10) reaksiyonlarıyla elde edilebilir. Fosfor bitkiler için temel maddelerden biridir. Bu nedenle kalsiyum fosfatlar kültür gübrelerinin temel maddelerindendir. Fosforit, apatit gibi fosfat kayalarının ve diğer fosfat minerallerinin en fazla bulunan bileĢeni trikalsiyum fosfattır [Ca3(PO4)2 ]. Suda çözünmez bu bileĢik sülfürik asit kullanılarak suda çözünür fosfat bileĢiklerine dönüĢtürülür ve süperfosfat gübre elde edilmesinde kullanılır. Sülfürik asitle reaksiyona giren amorf kalsiyum fosfattan kalsiyum sülfat ve monokalsiyum fosfat elde edilir ve bu karıĢım süperfosfat olarak adlandırılır: 3 Ca3(PO4)2 + 6 H2SO4 → 6 CaSO4 + 3 Ca(H2PO4)2 Bu bileĢikten elde edilen bir baĢka sanayi ürünü gene gübre olarak kullanılan triplsüperfosfattır. Trikalsiyum fosfatın fosforik asitle raksiyona tutulması ile elde edilir: Ca3(PO4)2 + 4 H3PO4 → 3 Ca 2+ + 6 H2PO41- → 3 Ca(H2PO4)2 Bunun dıĢında trikalsiyum fosfatın kullanıldığı baĢlıca yerler Ģunlardır: ġeker solüsyonlarının saflaĢtırılmasında arıtma ajanı olarak, KumaĢ boyalarında sabitleyici olarak, ÇeĢitli dental ürünlerin imalatında, Plastikler için stabilizatör olarak, Pastacılıkta, peynir üretiminde ve ekmek sanayinde ürünlerin ufalanmasını önlemek amacıyla ve besin değerini artırmak amacıyla katkı maddesi olarak (E341), Besinsel katkı maddesi olarak. 85 Trikalsiyum fosfat ayrıca stronsyum (stronsyum-90) ile kontamine olduğundan Ģüphelenilen sütlerden bu elementin uzaklaĢtırılması için kullanılır. Dikalsium fosfat: Aynı zamanda kalsiyum monohidrojen fosfat ve dikalsiyum ortofosfat ya da sekonder kalsiyum fosfat olarak da bilinen dikalsiyum fosfat bir dibazik kalsiyum fosfat bileĢiğidir. Genellikle doğada 2 su ile yapılanarak dihidrat halinde (CaHPO4 • 2H2O) [E341] bulunur. Bu yapı ısıtılarak anhidröz formu elde edilir. Suda çok az çözünür. 25°C de çözünürlüğü 0.02 gr /100 ml kadardır. 109°C ye kadar ısıtıldığında erimediği ancak su kaybederek kristal yapısının bozulduğu ve susuz amorf yapıya dönüĢtüğü belirlenmiĢtir. Anhidroz formunda kalsiyum içeriği % 23 oranındadır. Bu nedenle hazır tahıl kahvaltılıkları, köpek mamaları, zenginleĢtirilmiĢ unlar, taneli unlu mamullere konulan en önemli katkı maddelerinden biridir. Hamur oluĢumunda ve karıĢımın kolay elde edilmesinde ve besinleri yoğunlaĢtırıcı olarak etkilidir. Bazı ilaçlarda ilaç hazırlanması sırasında dolgu materyali olarak kullanılır. Ayrıca kümes hayvanları yemlerinin temel katkı maddesidir. DiĢ tedavisinde kullanılan ürünlere çürüklerde kaybolan hidroksiapatit ya da diğer faktörlerin kayıplarını karĢılamak için ilave edilir. Kalsiyum dihidrojen fosfat: Kalsiyum dihidrojen fosfat [Ca(H2PO4)2] aynı zamanda kalsiyum hipofosfit, kalsiyum bifosfat, asit kalsiyum fosfat, monokalsiyum ortofosfat, monobazik kalsiyum fosfat ve primer kalsiyum fosfat olarak da bilinir. Kalsiyum dihidrojen fosfat genellikle monohidrat [Ca(H2PO4)2·H2O] halinde bulunur. 200°C nin üzerinde ısıtıldığında su kaybederek yapısı kolayca bozulur. Diğer dibazik ya da tribazik kalsiyum fosfat bileĢiklerine fosforik asit ilave edilip çözeltinin buharlaĢarak su kaybetmesine izin verilerek kolayca elde edilebilir. Kalsiyum dihidrojen fosfat besin endüstrisinde özellikle unlu besinlerin piĢme sırasında kolayca kabarması için mayalanma ajanı olarak kullanılır. Asit yapıda olduğundan sodyum bikarbonat gibi alkali bir bileĢikle karĢılaĢtığında karbondioksit ve tuz oluĢumuna neden olur. OluĢan karbondioksit de unlu gıdanın kabarmasını ve iyi piĢmesini sağlar. Kabartma tozu üretimi sırasında beklenen etkiyi sağlayabilmek için asit ve alkali bileĢenleri dengeli biçimde kullanmak gerekir. Monokalsiyum fosfatın bir diğer yaygın kullanım alanı ise suni gübre üretimidir. Bitkilerin büyüme ve geliĢmeleri için çok gerekli olan fosfatın sağlanması için kullanılır. Tetrakalsiyum fosfat monoksit: Tetrakalsiyum fosfat monoksit (Hilgenstockite) [TTCP - Ca4(PO4)2DO] tüm kalsiyum fosfat bileĢikleri içinde en kolay çözünen bileĢiktir. Molekül yapısında oksijen bulunduğu için sulu ortamda TTCP sentezlenmesi çok zor hatta imkânsızdır. Sulu ortamda molekül yapısına OH iyonları bağlanarak bileĢiğin çökelmesine sebep olur. DiĢte kristal geliĢimi ile ilgili araĢtırmalarda kristal geliĢimi sırasında hidroksiapatit [Ca10(PO4)6(OH)2]ve 86 oktakalsiyum fosfat [Ca8H2(PO4)6.5H2O] kristal tabakaları ile birlikte bulunduğu belirlenmiĢtir. Bu bulgular hidroksiapatit ile tetrakalsiyum fosfat monoksit arasında da epitaktik bir iliĢkinin bulunduğunu düĢündürmektedir. Karbonat ve/veya hidroksil iyonu içeren apatitik ürünler Ca/P oranının 2 olduğu bazik sulu ortamda kalsiyum fosfatlardan kolayca sentez edilirler. Tetrakalsiyum fosfat monoksit ortopedik ve dental sement elde edilmesinde sıkça kullanılan bir bileĢiktir. TTCP kalsiyum karbonat (CaCO3) ve anhidroz dikalsiyum fosfat (CaHPO4) tozlarının susuz ortamda Ca/P oranı 2 olacak Ģekilde karıĢtırılarak reaksiyona sokulması ile elde edilir. KarıĢımın 1.4511.501 oC de 6-12 saat ısıtılıp süratle oda ısısına soğutulması gerekir. OluĢan tetrakalsiyum fosfatın süratle soğutulmasının yerine iĢlem yavaĢ gerçekleĢirse saf tetrakalsiyum fosfatın elde edilemediği ve hidroksiapatit, CaO, CaCO3, ve β-Ca3(PO4)2 gibi bileĢiklerin oluĢtuğu belirlenmiĢtir. Yapıyı bozan bu bileĢiklerin oluĢmaması için ısıtma kadar süratle soğutulması da büyük önem taĢır. Oktakalsiyum fosfat: Oktakalsiyum fosfat (OCP) [oktakalsiyum bis(hidrojen fosfat) tetrakis (fosfat) pentahidrat] [ Ca8 (HPO4)2 (PO4)4.5H2O ] diĢ kristal geliĢimi sırasında hidroksiapatit kristalleri arasında çok ince tabakalar halinde gözlenen bir ara bileĢiktir. Kalsiyum fosfat bileĢiklerinden hidroksiapatite geçiĢ yapıları olarak da düĢünülebilir. Ġki yapı arasındaki en önemli fark Ca/ P oranıdır. Hidroksiapatitte bu oran 1.67 iken oktakalsiyum fosfatta 1.33 dür. Bu nedenle OCP Ca yetmezlikli hidroksiapatit olarak da kabul edilmektedir. Oktakalsiyum fosfat molekülleri triklinik kristallerdir. (Kristal yapı hakkında genel bilgi hidroksiapatit ile ilgili bölümde verilmiĢtir.). Oktakalsiyum fosfat birim kristal yapısını oluĢturan hücrenin parametreleri a=19.692, b=9.523 A0,c= 6.835 A0 ve bu kenarlar arasındaki açılar 90 dereceden farklıdır (α≠β≠γ≠90o). Oktakalsiyum fosfat birkaç farklı yoldan invitro olarak da elde edilebilmektedir: 1.Dikalsiyum fosfat dihidratın (CaHPO4. 2 H2O) hidrolizi ile. 2.Kalsiyum hidrojen fosfatın doymuĢ çözeltisinin pH 5.0 ile 7.0 arasında ve 40 oC- 70 oC de homojen kristalizasyonu ile. 3.pH 6.0- 7.5 arasında ve 37- 60 oC de fosfat içeren jel sistemlerine (silika, agar ya da kollajen) kalsiyum iyonlarının çok yavaĢ difüzyonu ile elde edilebilir. Ancak bu metotlar ile elde edilmiĢ olan oktakalsiyum fosfat moleküllerinin saf olmadıkları ve yapılarında dikalsiyum fosfat dihidrat ve hidroksiapatit moleküllerinin da bulunduğu belirlenmiĢtir. Son zamanlarda saf halde elde etmek için Direkt Presipitasyon Metodu geliĢtirilmiĢtir. 3. 4. Apatitler: Genel adları ile apatitler olarak bilinen molekül gurubu X5(YO4)3Z genel molekül yapısı ile bilinen bileĢiklerdir. Bu formülde (X), Ca+2, Pb+3, (Y), P+5, As+5 ve (Z), F-1, Cl-1 ya da OH-1 olabilir. 87 Kovalent bağlı fosfor ve oksijenin dıĢında diğer elementler iyonik bağlarla bağlıdırlar. Bu nedenle oldukça sert ve erime noktaları 1.600 oC olan kırılabilir maddelerdir. Yapılan araĢtırmalarda molekülün yapısını oluĢturan iyonların yerine benzer iyonlar girebilmektedir. Kristal kompozisyonları içinde rastlanan baĢlıca iyonları Ģu Ģekilde sıralamak mümkündür: PO4 yerine AsO4-3, HPO4-2, CO3-2 Ca yerine Sr+2, Ba+2, Pb+2, Na+1, K+1, Mg+2 OH yerine F-1, Cl-1, Br-1, I-1 2 OH yerine CO3-2, O-2 iyonları girerek farklı özelliklerde apatit kristalleri oluĢabilir. Apatitler içinde yüksek canlılarda kemik ve diĢlerin kristal yapısını oluĢturan bileĢikler Ca5(PO4)3X molekül formülü ile bilinen pentakalsiyum fosfat bileĢikleridir. Formülde X yerinde flor (F) veya hidroksil iyonu (OH) bulunabilir. Ca, PO4 ve OH ya da F element ya da iyonları kristal yapı içinde belirli bir düzende sıralanmıĢlardır. Apatit Kristal yapısı: Atomların uzayda düzenli (kendini tekrar eden) bir Ģekilde dizilmesiyle oluĢan üç boyutlu yapıya kristal yapı denir. Bir kristal yapı birim hücresiyle tanımlanır. Birim hücre kristal yapının tüm geometrik özeliklerine sahip en küçük birimdir. Birim hücre kristal yapısının kenarları a, b, c be bu kenarlar arasındaki açılar da α, β, ve γ olarak adlandırılır. a,b ve c kenarlar x, y ve z koordinatları boyunca uzanırlar (ġekil 3. 5). Bu açılara ve boyutlara farklı değerler vererek 7 kristal türü elde edilmiĢtir (ġekil 3. 6). ġekil 3. 5 88 ġekil 3. 6 Birim hücreyi oluĢturan atomların belirli biçimde sıralanması ile oluĢturdukları temel yapıya kafes (lattice), asıl kristalin yapıldığı bir asimetrik birimin, atomun, iyonun, molekülün, iyon grubu veya molekül grubunun ortak yerlerini belirten noktalara kafes (lattice) noktaları adı verilir. Birim hücredeki atom dağılımları genel olarak 4 farklı biçimde olabilir. Bunlara Bravais hücreleri denir. 4 temel Bravais hücresi mevcuttur. Bir birim hücre (Bravais hücresi) Basit (P), Kütle Merkezli (I), Yüzey Merkezli (F) veya Yan Merkezli (C) olabilir. Doğadaki kristalleri taradığımızda karĢımıza 7 farklı kristal birim hücresi Ģekli çıkar. Birim hücrenin kenar uzunlukları ve kenarları arasındaki açılar kafes parametresini oluĢtururlar. Bu yapıların Bravais hücrelerini hesaba kattığımızda Kafes parametrelerinin farklı kombinasyonları sonucu değiĢik geometrik Ģekillere sahip 14 tane Bravais kristal kafes(Lattice) mevcuttur (ġekil 3. 6). 7 farklı kristal türlerinin isimleri ile kenar uzunlukları ve bu kenarlar arasındaki açılarına iliĢkin bilgiler Tablo 7. 1 de verilmiĢtir. Kristal Birim Hücre Kübik Rhombohedral Tetragonal Hegzagonal Ortorombik Monoklinik Triklinik Kenar ve açıların iliĢkileri a=b=c; α=β=γ=90o a=b=c; 900 ≠ α=β=γ<120o a=b≠c; α=β=γ=90o a=b≠c; α=β=90o γ=120o a≠b≠c; α=β=γ=90o a≠b≠c; α=γ=90oβ≠90o a≠b≠c; α≠β≠γ≠90o Bravais Hücreleri F,I,P P I,P P C,F,I,P C,P P 89 Tablo 1 ġekil 3. 7 Hidroksiapatit kristali: Kemik ve diĢlerin inorganik bileĢen modeli olarak tanımlanan hidroksiapatitin kristal hücre birimi Ca10(PO4)6(OH)2 formülü ile belirlenen yapıdadır (ġekil 3. 7). Dokularda sentezlenen apatitin doğal mineral oluĢumları ile laboratuarda sentetik olarak üretilenleri arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. En önemli fark saflığındadır. Dokularda sentezlenen kristallerin yapısında organik bileĢikler ile oktakalsiyum fosfat gibi farklı kristal yapılar bulunmaktadır. Bu farklılığın kristal yapıların dirençlerinde etkili olduğu kabul edilmektedir. Çünkü saf hidroksiapatit yapılar çok kolay kırılabilen inorganik yapılardır. ġekil 3. 8 Apatitin dokularda yaygın olarak bulunan kristal formu hekzagonal sistemde kristalleĢmiĢ triklinik yapılardır ve kristal yapısı P6 3/m (no 176) uzay grubundadır (ġekil 3. 8). Kafes parametreleri a=b= 0.942 nm ve 90 c=0.688 nm, z=0.1 nm olarak tanımlanır. Apatitin kenarları arasındaki açıların hepsi 90 dereceden farklıdır (α≠β≠γ≠90o ). Apatitin kafes yapısı ġekil 3. 8 de verilmiĢtir. 10 adet Ca2+ iyonu kristal kafes içinde 2 farklı kristallografik simetri alanına yerleĢir. Bunlar 4f ve 6h alanlarıdır. 4 Ca 2+ iyonu (4f alanındaki) 3 kıvrım ekseni boyunca 1/3, 2/3, 0 ve 2/3, 1/3, 0 mesafelerine ve c ekseninin yaklaĢık yarısına olan mesafeden itibaren ayrılır. Bunlar Kalsiyum 1 (Ca1) (Ca kolonu) olarak tanımlanır. Ca1 kolonunu oluĢturan 4 kalsiyum iyonuna dokuz oksijen atomuna bağlanmıĢtır. Bunlardan altısı daha kısadır ve trigonal prizmalar oluĢturur, daha uzun olan ġekil 3. 9 3 tanesi ise prizma yüzeylerini örtecek Ģekilde geliĢir. Ca-O9 polihedra (çokgen) bağı c eksenine paralel zincirler oluĢturan trigonal yüzeyleri paylaĢır. Geriye kalan 6 adet Ca+2 iyonu (6h bölgesi), Kalsiyum 2 (Ca+2) olarak veya üçgen Ca olarak da isimlendirilir. Bu 6 adet Ca2+ iyonu yansıma düzlemleri üzerinde z= ¼ ve ¾ noktalarında iki üçgen oluĢturur (ġekil 3. 9 ve ġekil 3. 10). Buradaki Ca+2 iyonları altı oksijen atomu ve bir OH- iyonu olmak üzere yedi bağa sahiptir. Altı PO4-3 iyonu geniĢ üçgen Ģeklinde ve Ca+2 iyonlarına benzer Ģekilde 6h pozisyonunu alırlar. KomĢu Ca1 ve Ca+2 çokgenleri, oksijen atomları ile PO4-3 düzgün dört yüzlüsüne bağlanırlar. Uzay grubundan etkilenen kristalografik yansıma simetri nedeniyle her bir OH- iyonunun istatiksel olarak z= ¼ ve ¾ mesafesinde yansıma düzlemlerinin hem üzerinde hem de altında düzensiz pozisyonda (4e) olduğu kabul edilir. Nötron difraksiyon çalıĢmalarında hidroksit iyonlarındaki oksijen atomlarının yansıma düzlemlerinden 0,034 nm mesafede olduğu belirlenmiĢtir. Genellikle kafeste OH- iyonları birim hücrelerinin yaklaĢık 91 yarısı kadar mesafede yansıma düzleminden yukarı doğru ve geri kalan birim hücrelerde ise bu mesafe kadar düĢey yöndedir. OH- iyonları düzensiz bir dağılım gösterirler. Bazı kısa aralıklı kafes düzenlerinde OH-OHOH....HO-HO Ģeklindeki gibi bağlara rastlanabilir. OH- yönündeki bu terslik OH- nin yerine F- veya Cl- gibi elementlerin gelmesiyle veya orada bir boĢluk bırakılmasıyla da oluĢturulabilir. Bu nedenle hekzagonal hidroksiapatit asla tam anlamıyla stokiyometrik (hatasız) olamaz. ġekil 3. 10 Floroapatit ( Ca10(PO4)6F2 ) apatit yapıları içinde en kararlı olanıdır. Bu kristaller de hekzagonal triklinik yapılardır ve P6y/m uzay gurubundadır. Kristalin parametreleri a=b= 0.937 nm, c= 0.688 nm ve z= 0.1 dir. 2 set halindeki Ca+2 ve PO4-3 iyonlarının birbirlerine göre durumları hidroksiapatitte olduğu gibi hemen hemen özdeĢtir. Ancak Ca2 üçgenlerinin (6h pozisyonları) merkezinde bulunan F- iyonları uzay planlarında z=1/4 ve 3/4 de bulunurlar (ġekil 3.10). Flor iyonları OH- iyonlarına oranla daha düzenli dağılım gösterirler. Bu nedenle floroapatit kristalleri hidroksiapatit kristallerine oranla daha dayanıklıdır. Ġki aĢamalı bir reaksiyonla saf floroapatit sentezlenebilmektedir. Nötr pH da oda ısısında kalsiyum fosfat oluĢturulabilmektedir. OluĢan kalsiyum fosfatın sodyum monoflorofosfat ya da kalsiyum florür ile reaksiyonu sonucu florapatit elde edilir: 3 Ca2+ + 2 PO3−4 → Ca3(PO4)2 3 Ca3(PO4)2 + CaF2 → 2 Ca5(PO4)3F Saf hidroksiapatit kristallerinin yoğunlukları 3.16 gr/cm3 dür. Erime noktası 1.650 oC ve çözünürlüğü 0.4 ppm sertliği (Mohs skalasına göre) 5 dir. Saf apatit kristalleri sarı, mavi, kırmızımsı kahverengi ve mor renklerde 92 olabilir. Parlaklığı cam ile buzlucam arasında değiĢebilir. Saydam ve yarı saydam olabilir. 3.5 Mine, dentin ve sementin kristal yapısı: Ġnsan minesi, hidroksiapatit(%92-94), su(%2-3), karbonat(%2), eser elementler (sodyum, magnezyum, potasyum, klor ve çinko %1), flor(%0.010.05), protein ve lipitlerden (<%1) oluĢan tek mineralize yapıdır. Minenin yanı sıra kemik dentin ve sementin de yapısında hidroksiapatit bulunur ancak bu dokularda organik madde oranı mineye oranla daha fazladır (% 35 ile 50 arası). Aynı zamanda diğer dokuların aksine sadece minede doku içinde canlı hücre bulunmaz. Kemik dentin ve sementte etrafı organik matriks ve minerallerle çevrilmiĢ olan osteosit odontoblast ve sementoblastlar sürekli olarak doku tamiri yenilenmesi ve geliĢmesini sağlarlar. Tamir mekanizması eksik olduğundan, diĢi çevreleyen pellikl ve plağın bulunduğu özellikle ara yüzlerde asit içerikli moleküllerin ortaya çıkmasıyla geliĢen fizyokimyasal ve kimyasal mekanizmalar nedeniyle diĢ çürüklerinin oluĢtuğu belirlenmiĢtir. ġekil 3. 11 Minenin kristal yapısı: Ameloblast hücrelerinin sentezleyip salgıladığı organik matriks proteinlerinin bulunduğu ortamda düzenli bir biçimde mineral birikimi ortaya çıkar. Mine mine-dentin birleĢme bölgesinden baĢlayarak diĢ yüzeyine kadar devam eden çubuk benzeri yapılar Ģeklinde düzenlenir (ġekil 3. 11). Bu çubuklarda mine prizmaları birbirlerine bir anahtar deliği düzenlemesi ile bağlanırlar (ġekil 3. 12). Her bir prizmanın bir baĢ bir de kuyruk bölgesi bulunur. Anahtar deliği Ģekilli kristallerin arasında çok az miktarda organik matriks vardır. 93 ġekil 3. 12 Mine yapıların geçirgenliğini bu organik yapılar belirler. Mine prizmalar mine-dentin birleĢme bölgesinden diĢ yüzeyine kadar bütün mine boyunca uzanır. Her bir mine çubuk prizması kristal boyunca uzanan hekzagonal Ģekilde düzenlenmiĢ sayısız hidroksiapatit (HAP) kristalinden oluĢmuĢtur (ġekil 3. 11). Kristalleri oluĢturan her bir birim çok muntazam hekzagonal yapıda olduğundan bu yapıların birleĢmesinden oluĢan kristal yapı da hekzagonaldır. Yapıdaki her bir birim kristal hücresi diğer kristal birim hücreleri ile bağlanarak mine kristalleri, bu kristallerin diğer kristaller ile bağlanmaları ile de anahtar deliği Ģeklinde (keyhole-shaped enamel) mine prizmaları oluĢur. Sonuçta diĢin yüzeyinde gördüğümüz sert yapı meydana gelir. Dentin, kemik ve sementumda oluĢan ve organik matriks oranı çok daha fazla olan hidroksiapatit kristallerinin boyutları 3nm ( a ve b aksı) ve 60 nm ( c aksı) olup mine kristallerinden çok daha küçüktürler. Hidroksiapatit kristallerinin bazı intrensek faktörlere bağlı olarak düzenlenmesinde ortaya çıkan farklılıklar çeĢitli karyojenik ajanların saldırıları sırasında oluĢturdukları asit ortamlarda direnç farklılıklarına neden olmaktadır. Örneğin c aksı boyunca dizilmiĢ olan OH gurubu yerine geçebilen flor ile daha dirençli bir kristal yapı ortaya çıkar. Amelogenezis sırasında düzenli olarak alınan flor ile floroapatit oluĢabilmektedir. Hidroksil guruplarının bir kısmının yerine florun girmesi ile florohidroksiapatit (FHAP) [Ca10 (PO4)6(F OH)2 ] ve hidroksil guruplarının tamamının yerine florun girmesi ile floroapatit (FAP) [Ca10(PO4)6F2] oluĢur. Her iki yapıda da kristal içi stres ve zorlanma azalır, c aksı azalır, kristal boyu ve kalınlığı artar ve kalsiyum kaybı azalır. Hidroksiapatit kristallerinde tamamen ya da kısmen gözlenen yer değiĢtirmeler kristal stabilizasyonunda artıĢ ve karyojenik hücumlar sırasında asitle etkilenmede azalma ile sonuçlanır. Her ne kadar teorik olarak hidroksiapatit kristallerinin kalsiyum fosfat ve hidroksitten oluĢtuğu söylense de bu gurupların yerinde çok farklı element ya da molekül gurubu bulunmaktadır [(Ca, Mg, Na, St, Se, Zn)10(PO4, CO3, HPO4)6(OH, F)2]. Flor kristal yapıyı stabilize ederken kalsiyum yerine geçen diğer elementler (Mg, Na, St, Se, Zn) kararlı kristal yapının bozulmasına, renklenmesine, asit etkisine drencin azalmasına ve çürük oluĢumunun artmasına neden olmaktadırlar. Diğer eser elementlerin kristal yapıda bulunmaları büyük ölçüde besinlerde ve içilen sularda bulunmalarına bağlıdır. Bu da insanların 94 bulundukları yerlere bağlı olarak büyük ölçüde değiĢiklikler göstermektedir. Bugüne kadar mine kristal yapısı içinde yöresel farklılıklara bağlı olarak değiĢen ancak kristal yapıda etkileri çok az olan kırktan fazla eser element belirlenmiĢtir. Apatit kristallerinin oluĢumu ve nükleasyon: DiĢ dokularında kristal oluĢumu ile ilgili olarak yapılan çalıĢmalarda iki önemli hipotez üzerinde durulmuĢtur. Bunlardan birincisi homojen nükleasyondur. Homojen nükleasyon herhangi bir ortamda kendiliğinden kristal oluĢumudur. Yapılan deneyler ve gözlemlerde kalsiyum ve fosfat iyonlarının bulunduğu çeĢitli vücut sıvılarında (kan gibi) kristalizasyonun ortaya çıkmadığı bilinmektedir. % 18 mg. dan %35 mg.a kadar kalsiyum ve fosfat iyonu içeren çözeltilerle yapılan deneylerde iyon konsantrasyonu % 32 mg üzerine çıktığında ortamda çok fazla çözünür kalsiyum fosfat (CaHPO4 • 2H2O) bulunduğu belirlenmiĢtir. Deneyin devamında nötr pH da çözeltinin stabil olmadığı ancak 6 saat sonrasında kalsiyum fosfatların hidroksiapatit dönüĢebildiği belirlenmiĢtir: 10 CaHPO4 + 4 OH- → (Ca)10(PO4)6(OH)2 + 2 H2O + 4 H2PO4- Kristalizasyonun ortaya çıkabilmesi için uzun süreye ihtiyaç duyulmasının nedeni nükleatör ya da çekirdek görevini yapacak olan ilk hidroksiapatit molekülünün oluĢumunun beklenmesidir. Kristalizasyonda bir nükleatörün (çekirdeğin) varlığının zorunlu olduğunun bilinmesi nedeniyle mine kristalizasyonunun homojen nükleasyonla olamayacağı sonucuna varılmıĢtır. Deney ortamına herhangi bir katının ilavesi ile kristalizasyonun çok daha çabuk ve kolay olduğunun gözlenmesi ve kemik doku ve diĢlerde kristaslizasyonun olduğu ortamda ekstrasellular matriksin bulunduğunun bilinmesi heterojen nükleasyonun ön plana çıkmasına neden olmuĢtur. Ancak o zamana kadar elde bulunan bilgilerle geliĢtirilen epitaxy (arangement-düzenleme) kavramı ile kristal oluĢumunun benzer kristal yapılar üzerinden olabileceği kabul ediliyordu. Neuman ilk kez ekstrasellular matriks içinde bulunan organik moleküllerin çekirdek görevi yapabileceğini ve zaten kararsız olan bu iyonların çökelmeleri için gerekli olan enerji barajının bu moleküllerle aĢılabileceğini ve bu moleküller üzerinde kristal yapının geliĢebileceğini önermiĢtir. BaĢlangıç aĢamalarından itibaren çok stabil ve belirli maddelerden oluĢan ekstrasellular matriks üzerinde gene kararlı bir yapı olan mine kristallerinin geliĢebildiği bilinmektedir. Bu teorinin kanıtlanabilmesi için belirlenmesi gereken ilk faktör organik matriks içinde nükleasyon yapabilecek moleküller ya da molekül üzerinde bulunan yüklü uygun bölgelerdir. Bu amaçla yapılan araĢtırmalar sonucu öne çıkan moleküllerin baĢında kollajenler gelmektedir. Yapılan elektron mikroskop çalıĢmalarında ilk hidroksiapatit minerallerinin kollajen molekülleri üzerinde bulunduğu belirlenmiĢtir. Kollajen moleküllerinin düzenli dağılımı sonucu gene düzenli olarak gözlenebilen belirli bölgeler kristal oluĢumuna izin vermektedir. ÇeĢitli kollajen süspansiyonları ile yapılan çalıĢmalarda sadece 95 64 nm aralıklarla dağılım gösteren kollajenlerle yapılan süspansiyonların kalsiyum ve fosfatlı ortamda nükleatör gibi davrandığı ve kristal oluĢumuna izin verdiği gösterilmiĢtir. Bilindiği gibi bu Ģekilde düzenlenmiĢ kollajen molekülleri sadece kemik doku, dentin, sement ve tendonlarda gözlenir. Kollajen yapıların kristal oluĢumunda çekirdek görevi görmesinin kabulü önünde iki önemli ve aĢılması gereken engel bulunmaktadır. Birincisi bu kollajen yapıların hem yumuĢak hem de sert dokularda bulunması ve dokular arasında epitaktik ajan olarak moleküller arasındaki farklılıkların gösterilememesidir. Ġkinci önemli engel molekül üzerinde çekirdek olarak görev yapan bölgenin gösterilememesidir. Bu konuda öne sürülen ilk görüĢe göre kemik dokuda kollajen molekülleri bağ dokuya oranla daha gevĢek olarak dağılırlar. Bu sayede özellikle fosfat iyonları kollajen yapıya daha kolay girer ve apatit oluĢumu bu sayede kolayca baĢlar. Tendon fibrillerinde ise kollajen molekülleri çok muntazam ve sık aralıklarla dizildiği için bu mümkün olmaz. Bir diğer hipoteze göre kemik dokudaki kollajen molekülleri üzerindeki epitaktik bölgeler protein dizilerinde dıĢa doğru uzanan serbest karboksil (COOH) guruplarıdır. Yapılan araĢtırmalarda karboksil guruplarının bloke edildiği kollajen moleküllerinin bulunduğu ortamda kristalizasyonun oluĢmadığı gösterilmiĢtir. Kollajen molekülleri üzerinde bulunan diğer yüklü gurupların kristalizasyonu engellemediği sadece karboksil guruplarının bloke edilmesinin kristalizasyonun gözlenmemesine neden olduğu gösterilmiĢtir. Bu doğru ise muhtemelen iyonize halde olduğu bilinen (COO- + H+) karboksi gurubu COO- iyonlarına kalsiyumun bağlanmakta ve bu iyonlara fosfatların bağlanması ile ilk çekirdek yapı oluĢmaktadır. Kollajenlerin dıĢında kemik doku ekstrasellular matriksinde bulunan diğer organik moleküllerden proteoglikanların epitaktik ajan olabileceği de öne sürülmüĢtür. Bu moleküllerin yapılarında bulunan sülfat gurupları ile kalsiyum iyonlarını tuttuğu ve bu iyonlara da fosfatların bağlanması ile kristalizasyonun baĢlatıldığı iddia edilmektedir. Ayrıca lipitler, sialoproteinler ve yapıda bulunan diğer organik moleküllerle ilgili araĢtırmalar devam etmektedir. Minenin kompozisyonu: Mine milyonlarca mine prizmaları ya da çubuklarından oluĢan bir yapıdır. Elektron mikroskobunda çubukların çapraz dağılım gösterdikleri ve anahtar deliği biçiminde ve balık pulları düzeninde dağıldıkları görülmektedir (ġekil 3. 13). Çubuklar birbirlerinden geriye kalan ara bölgeler ilerleyerek dağılmıĢlar ve diğer dokularda gözlenemeyen çok farklı bir düzenleme göstermiĢlerdir. Çubuk merkezi ve ara maddeler arasındaki sınır bölgeye çubuk kılıfı adı verilir. Minede gözlenen baĢlıca yapılar: 1.Mine prizmaları 2.Prizma demetlerinden oluĢan çubuklar 3.Çubuklar arası madde 96 ġekil 3. 13 Mine prizmaları: Her bir apatit kristali, her biri onlarca atomdan oluĢan binlerce kristal hücresinden meydana gelmiĢtir. Kristal yapılar organik matriks ile kaplanmıĢtır. Prizma demetlerinden oluĢan çubuklar: Mine çubukları mine-dentin birleĢme bölgesinden diĢ yüzeyine kadar uzanan uzun, ince yapılardır. Mine çubukları çok uzun bir yol izlediğinden çubukların boyları enlerinden çok uzundur. Her bir çubuk 4 ameloblast tarafından oluĢturulur. Amelobalstlardan biri çubuğun baĢ kısmını, diğer ġekil 3. 14 2 hücre ortaklaĢa boyun kısmını ve 4. hücre de kuyruk kısmını oluĢturur (ġekil 3. 14). Aslında her bir hücre kendi baĢ kısmını oluĢtururken diğer çubuğun boyun ve kuyruk kısmının oluĢmasına katkıda bulunmaktadır. 97 Çubukların düzenlenmesini gözlediğimizde her bir çubuğun baĢ kısmının diğer çubukların boyun ve kuyruk kısımlarının oluĢmasını sağladığını görüyoruz. Birbirine bağlanarak gerçekleĢen bu düzenleme yapıya farklı bir dayanıklılık ve direnç sağlamaktadır. Çubukların kuyrukları servikal yönde uzanırlar. BaĢ ya da gövde kısmı okluzal ya da insisor yüzeylerde kapatılmıĢtır. Ġnsan minesi enine kesitlerinde çubuklar balık pulu Ģeklinde görülürler (ġekil 3. 15). ġekil 3. 15 Genel olarak mineyi oluĢturan çubuklar mine-dentin birleĢme bölgesinden diĢ yüzeyine belirli açılarla dizilirler. Süt diĢleri ve kalıcı diĢlerin servikal bölgelerinde mine çubuklarının diziliĢ yönleri farklıdır. Özellikle boyuna yakın bölgeler dahil kesici yüzeyler ve kapanıĢ bölgelerinde kristallerden oluĢan çubuklar oldukça eğilmiĢ haldedir. Bu bölgelerde mine dayanıklılığı daha artmıĢtır. Bu bölgelerde çubuklar diĢin uzun ekseni etrafında daireler Ģeklinde dizilmiĢlerdir. Her bir dizide çubuklar genellikle dentine dik olarak ilerlerler ve yüzeyde dıĢa doğru hafif eğilerek sonlanırlar. Mine çubuklarının yığıldığı tüberkül uçlarında kristaller daha çok vertikaldirler. Bu nedenle iki komĢu mine çubuğu arasındaki kırık klinik olarak çok önemlidir Geçici diĢlerde kristallerin diziliĢi: Fossa ve tüberküllerin orta kısımlarında çubuklar hemen hemen horizontal olacak Ģekilde eğilirler. Kesici kenarlarda tüberkülün ucuna yakın bölgelerde çubuklar kademeli olarak eğilerek kısmen yatık hale gelirler. Kesici bölgelerde ve tüberküllerin uçlarında çubuklar hemen hemen vertikaldir. Servikal bölgelerde dentinden mine yüzeyine doğru ilerlerken hafifçe apikale dönerler. Kalıcı diĢlerde diziliĢ: Kalıcı diĢlerin okluzalinin 2/3 sinde düzenlenme süt diĢlerindeki gibidir. Fossa ve tüberküllerin servikallerinde ve merkezlerinde diziliĢ hemen hemen horizontaldir. Submikroskobik yapı: 98 Mine çubuklarının ortalama çapı 4 mikron kadardır. Çubukların çapı mine-dentin birleĢme bölgesinden mine yüzeyine doğru ilerledikçe ortalama 1/ 2 oranında artar. Mine çubuklarının sayısının ortalama olarak alt lateral kesici diĢlerde 5 milyon, üst birinci molarlarda 12 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Kristaller tüberkül uçlarında çok daha geniĢ servikal bölgelerde daha dardır. Mine çubuklarının baĢ ya da gövdesi yapının en geniĢ bölgesidir ve ortalama 5 mikron civarındadır. Gövdenin incelerek devam ettiği boyun bölgesinde geniĢlik 1 mikrona kadar iner. BaĢ(ya da gövde), boyun ve kuyruk bölgesi ile bir mine çubuğu ortalama 9 mikron uzunluğundadır. Çubukların gövde ya da baĢları okluzal yüzeye kuyrukları daha çok servikal bölgeye doğrudur. Mine çubukları parlak ıĢığı geçirebilen Ģeffaf kristallerdir. Çubuklar çok sayıda kristallerden meydana gelmiĢtir. Bu kristallerin Ģekilleri düzensizdir. Kristaller çubukların baĢ kısmında çubukların uzun aksları boyunca uzanırken kuyruk kısımlarında baĢ kısımlarına çapraz olarak uzanırlar. Çapraz kesitlerde mine çubukları bu nedenle yuvarlak hekzagonal ya da oval görülebilirler. Çubuk kılıfları: IĢık mikroskobunda çubukların periferinde farklı ince bir tabaka görülür (ġekil 3. 13). Farklı bir kırılma indeksine sahip, daha koyu boyanan ve aside çubuklardan daha dirençli bir tabakadır. Daha az kalsifiyedir ve mine proteinlerine benzer organik maddeler içerir. Bu tabaka çubuk kılıfı olarak bilinir. Çubuk kılıfları içinde çubuklar doğru açılarla toplanırlar. Bu nedenle yüksek protein içerikli mine matriksi çok düzenli yapıda ve balık pulu görünümündedir. Yapılan gözlemlerde çubuk kılıflarının bazı organik fibriller de içerdiği belirlenmiĢtir. Bazı bölgelerde kristal kılıfı olmayabilir. Çubuğun merkezi çubuğun çekirdeği olarak adlandırılır. Yüksek güç mikroskobunda hipomineralize mine dalgalı demetler halinde görülür. Karanlık boyanmıĢ bölgeler daha yüksek protein içermesi nedeniyle ortaya çıkar. Bu bölgeler mineral çözüldükten sonra geriye kalan mine kılıflarıdır. 99 ġekil 3. 16 Çubuklar arası madde: IĢık mikroskobunda çubukların birbirlerine çubuklardan daha yüksek kırılma indeksine sahip çubuklar arası madde ile bağlandıkları gösterilmiĢtir (ġekil 3. 16). Çubuklar arası bölgelerde kristaller farklı bir biçimde düzenlenmiĢlerdir. ġekil 3. 17 de bu düzenleme kolayca görülebilmektedir. ġekil 3. 17 Minenin fiziksel özellikleri : Matur fonksiyonel mine vücudun en sert mineralize epitel dokusudur. Ġçerdiği mineral ve kristallerin düzenlenmesi nedeniyle mine oldukça kırılgandır. Kuvvet uygulandığında ya da sert ve keskin maddelerle ve ısıyla karĢı karĢıya kaldığında kolayca çatlar ya da kırılabilir. Benzer mineralleri içeren dentin, sement ve kemik dokunun aksine mine bütünüyle asellular yapılı tek dokudur. Mine yarı geçirgen (semi-permeabl) bir yapıya sahiptir. Minenin önemli fiziksel özelliklerinden biri olan geçirgenlik, radyoaktif elementler ve çeĢitli boyalar kullanılarak belirlenmiĢtir. C14 ile iĢaretlenmiĢ üre ve I131 gibi moleküller ile yapılan deneylerde bu moleküllerin geçiĢine kısmen ya da 100 bütünüyle izin verdiği gözlenmiĢtir. Bazı sıvılar ve bakteriler ile onların ürünlerinin geçiĢine de izin vermektedir. Mine kalınlığı kuronun tepesinde maksimum kalınlık olan 2.5 mm. ye ulaĢır. DiĢin dentinle birleĢme bölgesinde ve fissürlerde kalınlığı ortalama 100 mikron kadardır. Minenin sertliği keskin yapısını korumasına yardımcı olur ve sert besinlerin çiğnenerek parçalanmasını sağlar. Ancak kolay kırılmasının ve çatlamasının nedeni de bu sert yapısıdır. Minenin rengi ve kalınlığı ıĢığı geçirgenliği ile belirlenir. Geçirgenliği de bütünüyle kalsifikasyon derecesine ve yapısının homojenizasyonuna bağlıdır. Geçirgenliği nedeniyle ince bölgeler daha sarı kalın bölgeler daha gri-beyazdır. Minenin yoğunluğu 2.8-3.0 gr/ml. dir. Mine her bir diĢ üzerine uygulanan 10-20 kg a kadar güce dirençlidir. Mine hidroksiapatit kristalleri dentin kristallerinden 30 kez daha büyüktür. Minenin Mohs skalasında sertliği 5 olarak gösterilmiĢtir. [1-talk (tırnakla çizilenler), 2-jips, 3-kalsit, 4fluorit (çakı ile çizilenler), 5-apatit, 6-ortoz (eğe ile çizilenler), 7-kuvars, 8topaz, 9-korund (yakut veya safir), 10-elmas (camı kuvvetle çizenler)]. Minenin kimyasal özellikleri: Mine organik ve inorganik maddelerden oluĢan bir kompoziyona sahiptir. % 96 inorganik madde, % 4 organik madde ve su içerir. Ġnorganik madde hacminin % 92- 98 i oranında hidroksiapatit kristallerinden oluĢur. Stronsyum, magnezyum, kurĢun, çinko gibi elementler kalan inorganik kısmın çok az bir kısmını oluĢturur. Minenin geriye kalan organik kompozisyonunun büyük kısmı tirozince zengin amelogenin proteinleri, diğer proteinler ve sudur. Bu yapı kompozisyonun ortalama % 4 ünü oluĢturur. Minenin organik içeriği inorganik kristaller arasında mükemmel bir ağ oluĢturur. Kemik, dentin ve sementin aksine inorganik kristaller mine kompozisyonunun temel bileĢenidir. Hacım olarak organik madde inorganik maddeye eĢit miktardadır. Ancak inorganik madde organik maddeye oranla 24 kez daha ağırdır. DiĢ geliĢmesi sırasında histolojik yöntemlerle yapılan boyanma reaksiyonlarda minenin keratinize epidermise benzer reaksiyon verdiği gözlenmiĢtir. Protein analizlerinde yüksek oranda serin, glutamik asit, ve glisin içerdiği bulunmuĢtur. Minenin organik bileĢenleri kalsiyum bağlayan proteinlerin büyük kısmını oluĢturan enamelinler ve amelogeninlerdir. Mine olgunlaĢması sırasında amelogeninler enamelinlerden çok daha çabuk kaybolurlar. Enamelinler kristallere yüksek afinite ile bağlanırlar. Enamelinler deride çokça bulunan keratin proteine benzerler. Kristal çubuklar arasında muntazam olarak dağılmıĢ olan enamelin proteinleri minenin permeabilitesinde etkindir. Mine proteinleri kros-beta (cross-beta) yapıdadırlar. Protein zincirler α-heliks yapılanma göstermezler ve zincirler birbirlerine çapraz bağlarla bağlıdırlar. GeliĢmekte olan diĢte yapılan histokimyasal çalıĢmalar mineyi oluĢturan ameloblastların polisakkarit-protein kompleksleri sentezlediğini göstermiĢtir. Çıkmakta olan diĢin minesi pulpadan ve salivadan gelen izotopları geçirebilirler ve değiĢtirebilirler. 101 Minede gözlenen koyu (incrementel) çizgiler: Minede gözlenen yüzeyler diĢin dentin çekirdeği üzerine istiflenmiĢ bir seri konik tabakalardır ve minenin appozisyonel büyüme biçimini gösterir. Bu yüzeylerin oluĢumu sırasında gözlenen çizgilerin hepsi ameloblastların geliĢim sürecindeki döngülü aktivitesi nedeniyle meydana gelir. Mine büyümesinde periyodik olarak meydana gelen yavaĢlamalar ya da gecikmelere bağlı olarak yüzeyde meydana gelen izlerdir. Yetersiz mineralizasyon sonucu hipomineralize bölgeler olarak ya da çubuk düzenlenmelerinde gözlenen çok küçük yön değiĢimleri sonucu ortaya çıkar. ġekil 3. 18 Doğum ya da hastalıklar gibi önemli fizyolojik ya da fizyopatolojik olaylar sırasında bu fizyolojik olaylara bağlı olarak çizgiler koyulaĢır ya da hipomineralize olabilirler. Yapıda gözlenen çapraz çizgiler mine çubuklarının diziliĢleri ile açıklanmaktadır. Incremental lines (değiĢen) çizgiler adı verilen baĢlıca çizgiler (ġekil 3.18): 1. Retzius çizgileri 2. Neonatal çizgiler (yeni doğan çizgileri) 3. Çapraz (cross) çizgiler. Retsius çizgileri: Retsius çizgileri mine dokusunda gözlenen ve ağaçların enine kesitlerinde gözlenen çizgilere benzer çizgilerdir. Pickerill Retzius çizgileri ile görünümü ilk düzenleyen kiĢidir. Bu çizgiler mine matriksinde sekresyonu durduran ve sekresyona devam eden ameloblastlar arasındaki bölgelerde meydana gelmektedir. Retzius çizgileri aynı zamanda incremental growth çizgileri olarak da tanımlanır. DiĢin büyümesi sınırlı olduğundan ve mine geliĢmesi öncelikle kesici bölgeler ve tüberküllerde baĢladığından retzius çizgileri diĢin bu bölgelerinden baĢlayarak dıĢa doğru geniĢleyen düzenli bir seri eğri olarak düĢünülebilir. Kesitlerde çizgiler birbirlerine paralel halkalar Ģeklinde gözlenirler. Ancak longitudinal kesitlerde bu çizgilerin tam anlamıyla birbirlerine paralel olmadıkları ve 102 bazılarının mine yüzeyine doğru oldukları görülür. Art arda dizilen bu tabakalardaki farklılıklar enine kesitlere oranla çok daha açık ve belirgin olarak gözlenebilir. Mine tabakaları arasında bu çizgilerin ortaya çıkmasının en önemli nedeni her bir tabakanın 5- 10 gün gibi bir sürede oluĢmasıdır. Her bir tabaka oluĢumu sırasında mineral birikiminde farklılıklar olabilmektedir ve tabakalar bu nedenle ortaya çıkarlar. Retzius çizgileri amelogenezisin sekretuar fazının ortaya çıkması ile birlikte oluĢmaya baĢlar. Muhtemelen çizgiler sekretuar fazda peĢ peĢe gözlenen azalmalar ve hızlanmalar nedeniyle belirir. Mine matriksinin salgılanması Tomes‟ çıkıntılarının her noktasında eĢit olarak meydana gelmez. Tomes çıkıntılarının distal kısımlarında mine matriks sekresyonu yavaĢlar. Proksimal ve interameloblastik yüzeylerde ise daha hızlı devam eder. Mine matriksinin bu farklı salgılanma biçimi salgılanan bölgelerde mine çubukları aralarının artmasına neden olur. Çubuklar arası minenin kalınlığının lokal artıĢı Tomes çıkıntılarının distal kısımlarının daralmasına neden olur. Sekresyon hızı arttığında Tomes çıkıntılarının distal kısmı oluĢmaya baĢlayan çubuk tarafından sıkıĢtırılmaya baĢlayacaktır. Bunun sonunda da bu bölgeler Retzius çizgilerini oluĢtururlar. Organik maddelerin uzaklaĢmaya baĢlaması ile birlikte kristal düzenlenmeleri ile mine çubuklarının değiĢik Ģekilleri ve değiĢik çubuk düzenlenmeleri ortaya çıkabilir. Yüksek ateĢ, vitamin yetmezlikleri ve metabolik bozukluklar çizgilerin koyulaĢmasına neden olur. Yeni doğan çizgileri: Retzius çizgilerinde gözlenen bir önemli düzensiz yapılanma da yeni doğan çizgileridir. Bu düzensizlik doğum sırasında ve sonrasında meydana gelen hormonal ve beslenmeye bağlı nedenlerle ortaya çıkar. Süt diĢlerinde minenin bir kısmı doğumdan önce bir kısmı doğumdan sonra geliĢir. Bu iki bölge arasındaki kenarlar ya da çizgiler yeni doğan çizgisi ya da halkası adını alır. Yeni doğanlarda bu farklılık birden ortaya çıkan besinsel ve çevresel değiĢiklikler nedeni iledir. GeliĢen Retzius çizgilerinin önemli bir bölgesidir. Genellikle prenatal mine beslenmeye ve diğer faktörlere bağlı olmaksızın sadece anne sağlığına bağlı olarak meydana geldiğinden çok daha düzenlidir. Yeni doğan çizgileri ile Retzius çizgileri arasında herhangi bir fark gözlenememiĢtir. Doğumdan sonra geliĢtiğinden süt diĢlerinin kesici ve kapanıĢ yüzeylerinde yeni doğan çizgisi bulunmaz. Yeni doğan çizgileri gerektiğinde adli amaçlarla da kullanılan bir çizgidir. Perikymata: Retzius çizgileri yüzeyde arttığında mine yüzeyinde çok muntazam bir seri horizontal dizi oluĢtururlar. Yüzeyde görülen çizgiler Pickerill‟in imbrication çizgileri ya da perikymata olarak bilinir. Perikymata özellikle yeni süren diĢin fasial yüzeyinde göze çarpar. Özellikle kronun servikal kısmının ortasında belirgindir. Retzius çizgilerinin eksternal sınırında ortaya çıkar. Minede gözlenen dalgalı transvers çizgilerdir. Yüzeysel izlerdir ve muhtemelen daha çok Retzius incremental çizgilerinin yüzeysel izleridir 103 (ġekil 3. 19). DiĢ çevresinde devam eder ve çoğunlukla sementoenamel birleĢme bölgesine ve birbirlerine paralel olarak uzanırlar. Genellikle diĢin sementoenamel birleĢme bölgesinde her milimetrede 30, kapanma yüzeylerinde ve kesici yüzeylerde 10 perikymata bulunur. Servikal bölge dıĢında diziliĢi genellikle düzenlidir. Perikymata süt diĢlerinin prenatal okluzal kısımlarında yoktur. Süt diĢlerinin postnatal servikal kısımlarında bulunur. Anne sağlığı ile ilgisi olmayan besinsel bir faktöre bağlı olduğundan prenatal periyotta gözlenmemektedir. Bu çizgiler mine matriksinde sekresyonu durduran ve sekresyona devam eden ameloblastlar arasındaki bölgelerde meydana gelmektedir. Sürmeyi takiben yaĢlanma ile ortaya çıkan erozyona bağlı olarak eski diĢlerde daha az belirgindir. Perikymata belirgin bir biçimde ortaya çıktığında mine yüzeyine uygun kıvrımlı görünümünü verirler. ġekil 3. 19 Çapraz çizgiler (Cross striations): Mine belirli bir ritimle oluĢtuğundan çubuklar çizgilidir. Mine çubukları geliĢme süreçlerinin belirli aĢamaları sırasında ortaya çıkan segmentler içerir. Bu segmentler mikroskopta koyu çizgilerle gözlenirler. Bu koyu çizgiler mineye çizgili bir görünüm kazandırır. Segmentler eĢit aralıklı ve ortalama 4 mikron uzunluğundadır. Yetersiz kalsifikasyon olduğunda ya da asitlerle inkübasyon sonrasında bu çizgiler daha keskinleĢir ve görünür hale gelir. Hunter-Schreger bantları (HSB): Hunter-Schreger bantları çubukların yönlerinin değiĢmesi ile ortaya çıkan bir görüntüdür. Kabaca değerlendirildiğinde Hunter-Schreger bantları mine dentin birleĢme bölgesine (EDJ) dik bantlardır. Mine-dentin birleĢme bölgesinden (EDJ) itibaren değiĢime uğrayan tabakaların uzaysal düzenlenmesi 2 parametre tarafından tanımlanır. Bu parametrelerden biri, birbirine paralel tabakaların eğimleri (inclination), diğeri ise yönlenmeleridir (orientation). Veretikal kesitlerde bu eğimler belirgin olarak gözlenebilir. Hunter-Schreger bantları (HSB) prizmaların yönlenmelerdeki değiĢimler sonucu ortaya çıkar (ġekil 3. 20) . Prizmalar band adı verilen tabakalarda içinde çapraz geçiĢler yapabilirler. Tabaka 104 bifurkasyonları gözlenebilir. Tabakaların her bir seti sadece bir yöndedir. Transisyonel bölgeler bu bantlar arasında ortaya çıkar. DiĢ geliĢimindeki farklılıklara bağlı olarak Hunter-Schreger bantları mine dıĢ yüzeyine doğru (outer enamel surface OES) giderek azalarak bazen de artarak eğilebilir. Hunter Schreger bantları minenin longitudinal kesitleri alındığında ve kesitler özel olarak aydınlatıldığında değiĢen aydınlık ve karanlık görünümlü bantlar olarak görülürler. Eğer ıĢık enine kesilmiĢ çubukların içinden geçerse bant aydınlık görünür. Eğer ıĢık longitudinal kesilmiĢ çubukların içinden geçerse bant karanlık görülür. ġekil 3. 20 (healthexplores.com) Bandın kalınlığı birden otuz prizmaya kadar değiĢebilir. Band kalınlığına ve prizmalar arası matriks (interprismatic matrix- IPM) düzenlenmelerine bağlı olarak farklı Hunter-Schreger bantları türleri ortaya çıkar. Kemirgenlerin kesici diĢlerinde pauciserial, uniserial ve multiserial türleri belirlenmiĢtir. Prizma enine (cross) kesitlerinde kesitin teğet geçtiği (tangential section) bölgelerde kristaller eliptik görünümlüdür. Elipsin uzun aksı aksi yönde düzenlenen banda kadar uzanabilir. Bantlar arasındaki geçiĢ bölgelerinde meydana gelen dalgalanmalar sonucu bu düzenleme ortaya çıkar. Vitamin ve hormon düzensizliklerinde mine oluĢumu: Vitamin A yetmezliği: Her ne kadar ekdodermal orijinli epidermisin vitamin A yetmezliğinden en çok etkilendiği bilinse de kemik ve diĢlerin de yetmezlikten etkilendikleri belirlenmiĢtir. A vitaminin yetmezliğinin mine organında bozuk mine ve dentin oluĢumu ile sonuçlanan belirgin bir metaplaziye neden olduğu gözlenmiĢtir (ġekil 3. 21). Aynı Ģekilde kemik dokuda da kemik düzenlenmesi ve yeniden oluĢum süreçleri vitamin A yetmezliğinden etkilenmektedir. Osteoblastik ve osteoklastik aktivitelerde belirgin bir düzensizlik gözlenir. GeliĢmekte olan diĢlerde vitamin A yetmezliğine bağlı olarak bölgede aĢırı osteodentin (kemik benzeri hücre içeren yapılar) 105 birikimi ya da yetersiz dentin birikimi gözlenir. Bu değiĢikliklerle birlikte diferensiye odontoblastlarda değiĢiklikler ortaya çıkar. Ancak bazı araĢtırıcılar primer değiĢikliklerin ağız epitelyum hücrelerinde gözlendiğini düĢünürler. Bu görüĢün nedeni yetmezlikte öncelikle kendiliğinden oral mukoza hücrelerinde histolojik değiĢikliklerin gözlenmeye baĢlaması ve daha sonra epitelyum kaynaklı ameloblastlarda hipoplastik mine matriksinin oluĢumu ile sonuçlanan dejenerasyonun baĢlamasıdır. Eğer vitamin A yetmezliği çok Ģiddetli seyrederse ameloblast hücreleri bütünüyle atrofiye olurlar ve mine oluĢumunun gerçekleĢmediği gözlenir. Daha az Ģiddetli vakalarda silindirik ameloblastların görünümü daha kısadır ve bitiĢik mine tabakasında hipoplazi gözlenir. Muhtemelen dentin birikimi ve yer değiĢimindeki ritim bozulmaktadır. Eğer diĢ geliĢimi sırasında vitamin A yetmezliği giderilirse mine ve dentin oluĢumunun normale döndüğü belirlenmiĢtir. Ancak doku defektinin olduğu bölgeler tamir edilemezler. Vitamin D yetmezliği: Vitamin D yetmezliğinde diĢ geliĢimi sırasında yetmezliğe bağlı olarak diĢte oldukça geniĢ predentin ve interglobular bölgeler bulunduğu belirlenmiĢtir. Ayrıca hipoplazi ve hipomineralizasyon gözlenir (ġekil 3. 21). RaĢitizm gözlenen çocuklarda yapılan çalıĢmalarda %25 in üzerinde mine hipoplazisi belirlenmiĢtir. Bu çocuklarda aynı zamanda sıklıkla sement hipoplazisi de gözlenmektedir. A, D ve C vitaminleri dıĢındaki vitamin yetmezliklerinin diĢ oluĢumlarına etkileri konusunda herhangi bir veri bulunmamaktadır. ġekil 3. 21 Paratiroit hormon: Paratiroit hormon vücutta kalsiyum dengesini düzenlemektedir. Paratiroit hormonun aĢırı salınımı ya da yetmezliği kemik ve diĢ oluĢumunu etkilemektedir. AĢırı parathormon salınımı kalsiyumun kemik dokudan kana 106 mobilizasyonuna ve dıĢkı, idrar ya da terle atılmasına neden olmaktadır. Bu atılıma bağlı olarak kemik dokudan kana daha çok kalsiyum geçmeye baĢlar. Kalsiyum rezorpsiyonu birikiminden daha çok olduğunda sonuçta osteoporozis ortaya çıkar. Osteoporozis pek çok olumsuz etkisinin yanı sıra diĢlerin etrafında bulunan kemik doku desteğinin giderek zayıflamasına neden olur. Kemik dokuda olduğu gibi geliĢmiĢ diĢten kalsiyum serbest bırakılmadığından hipo ya da hiperparatiroidizmden geliĢmiĢ diĢ etkilenmez. Yapısal bozukluk diĢ geliĢim sürecinde ortaya çıkan hormon düzensizliklerinden etkilenir. Dental hidroksiapatitin demineralizasyonu: Hidroksiapatitte (mine, dentin, sementum) dental plaktan kaynaklanan ya da alınan besinlerde bulunan asitlerin etkisi ile kısmi çözünürlük ortaya çıktığı gözlenmiĢtir. Asit yükselmesi ile ortaya çıkan bu durum yeni yeni oluĢmaya baĢlayan çürük bölgelerinde kalsiyum, magnezyum, fosfat, asit fosfat, karbonat ve bikarbonat ortaya çıkıĢını arttırır. Asit varlığında çözünmeye baĢlayan hidroksiapatitten iyonların serbest kalması ile doğrudan oktakalsiyum fosfat ve dikalsiyum fosfat dihidrat oluĢabilir. Asidojenik ataklar ve çözünmeler sonrası yeniden nötral pH ortaya çıktığında ortamda bulunan plak, tükürük ya da hidroksiapatit kaynaklı kalsiyum, bikarbonat ya da karbonat iyonlarının yeniden dikalsiyum fosfat dihidrat ve oktakalsiyum fosfat yapılara dönebildiği ve yeniden hidroksiapatit ya da karbonathidroksiapatit oluĢturabildiği gösterilmiĢtir. Ancak ağız ortamında tükürük ile ortaya çıkan sürekli değiĢim nedeni ile bu mümkün olamamaktadır. Ortamda magnezyumun varlığında çözünen hidroksiapatitten ya da doğrudan dikalsiyum fosfat dihidrattan magnezyumbağlı hidroksiapatit de ortaya çıkabilir. Bu yapı oktakalsiyum fosfat oluĢumunu engeller ve hidroksiapatitten oktakalsiyum fosfat ya da dikalsiyum fosfat dihidrat oluĢumuna izin vermez. Ağız gargaraları ya da diĢ macunlarında düĢük konsantrasyonlarda florun varlığında hidroksiapatitin çözünmesiyle ortaya çıkan yapılardan florohidroksiapatit ya da floroapatit ortaya çıkar. Ortaya çıkan florohidroksiapatit ve floroapatit yapılar dikalsiyum fosfat dihidrat ve oktakalsiyum fosfat oluĢumunu inhibe ederler. Topik flor jellerinin uygulanması ile meydana gelen yüksek flor konsantrasyonu hidroksiapatit ve florohidroksiapatit yapılara etki etmeyen ve bu yapıları koruyan kalsiyum florürün (CaF2) ortaya çıkmasını sağlar. Eğer ortamda asit fosfat ya da fosfat iyonları bulunursa kalsiyum florür iyonları florohidroksiapatite hidroliz olur. Kalsiyum florür kalsiyum ve flor deposu olarak etkilidir ve asit atakları sırasında serbest kalan iyonlarla hidroksiapatit çözünmesini engellerler ve florohidroksiapatit oluĢumunu güçlendirirler. Genel olarak flor iyonlarının varlığı asidik çözünür kalsiyum fosfatlarının (dikalsiyum fosfat dihidrat, oktakalsiyum fosfat) oluĢumunu engeller ve asite dirençli florohidroksiapatit oluĢumunu hızlandırır. Ġlginç bir bulgu olarak çözeltide (plak, pellikl, tükürük) kalsiyum ve fosfat iyonları bulunduğunda florun hidroksiapatit çözünürlüğünü daha etkili biçimde engellediği belirlenmiĢtir. Ayrıca plakta ve çürük bölgelerinde çokça dikalsiyum fosfat dihidrat ve oktakalsiyum fosfat bulunduğu belirlenmiĢtir. 107 Mine demineralizasyonu ve remineralizasyonunda ortaya çıkan baĢlıca kalsiyum fosfat bileĢiklerini aĢağıdaki gibi sıralamak mümkündür: Remineralizasyon: Dental hiroksiapatit (Mine, dentin, sement) [ (Ca,Mg,Na) 10(PO4, HPO4, CO3)6 (OH)2 ] (Ca/P = 1.61 ile 1.64) Hidroksiapatit (Doğada- HAP) [Ca)10(PO4)6(OH)2 ] (Ca/P = 1.67) Florhiroksiapatit (FHAP) [(Ca)10(PO4)6(F,OH) ] (Ca/P = 1.67) Florapatit (FAP) (köpek balığı diĢi) [(Ca)10(PO4)6F2) ] (Ca/P = 1.67) Karbonatapatit (CAP) [(Ca)10(PO4)6 CO3 ) ] (Ca/P = 1.67) Karbonathiroksiapatit (CHAP) [(Ca,X)10(PO4,CO3)6(OH)2 ] (Ca/P = 1.7 to 2.4) Demineralizasyon: Hidroksiapatit (CaDHAP) [ (Ca,X) 10(PO4,CO3)6(OH)2 ] (Ca/P >1.67) Dikalsiyum fosfat dihidrat (DCPD) [CaHPO4.2H2O (Ca/P = 1.1) Trikalsiyum fosfat (TCMP) [ (CaMg)3(PO4)2 ] (Ca/P = 1.5) Oktakalsiyum fosfat (OCP) [Ca8H2(PO4)65H2O] (Ca/P = 1.33) Amorf kalsiyum fosfat (ACP) [(CaC)x(PO4,Y)y] (Ca/P = 1.1 to 3) X: Kalsiyum ile yer değiĢtirenMg, Na, Zn, Sr, ve diğerleri) Y: PO4 ile yer değiĢtiren iyonlardır. 4. TÜKÜRÜK VE TÜKÜRÜK BEZLERĠ 4. 1. Tükürük (Saliva) ve tükürük bezleri (salivary glands): Tükürük (Saliva), ağız içindeki değiĢik bezlerden salgılanan berrak, genellikle alkali, yapıĢkan, çeĢitli enzimler proteinler küçük organik moleküller ve elektrolitler içeren viskoz bir sıvıdır. Bakteriyel, viral ve fungal infeksiyonlara karĢı koruma fonksiyonu olan, çiğneme, yutma, konuĢma, tat alma ve protezlerin retansiyonu ile pek çok kimyasal iletiĢimde gerekli olan bir sıvıdır. Ayrıca son yıllarda geliĢtirilen tekniklerle HIV, hepatitis, rubella antikorları veya paramixovirus, sitomegalovirus, Miobakterium tuberkulosis, triponema palladium, Sterptokokki viridans ve hemolititkus gibi patojenler, tükürük steroidleri, kortizon, metadon, kokain, mariyuana, kaffein, phenitoin, pirimidon, karbamazepin, digitalis gibi ilaçlar ve kortikosteroitler, melatonin, insülin, aldosteron, testosteron, progesteron, estradiol ve estron gibi hormonların tayininde de kullanılmaktadır. Tükürükten ayrıca adli tıp ve diĢ hekimliğinde kan gurubu antijenleri ve DNA analizinde de yararlanılır. 4. 2. Tükürüğün kaynağı: Tükürük 3 çift major ve oral kaviteye dağılmıĢ pek çok minor bez tarafından sentezlenir ve salgılanır. Major salgı bezleri: parotis, 108 submandibular ve sublingual bezlerdir (ġekil 4. 1). Bu üç gurup majör salgı bezlerine ilave olarak orofarenks ve oral kavite içinde 600 ile 1.000 arasında değiĢen minör salgı bezi bulunur. Minör salgı bezleri dudak, bukkal mukoza, damak ve dile yerleĢmiĢtir. Bu salgı bezlerinden dilde bulunanlarına Blandin-Nyhn ve von Ebners bezleri adı verilmiĢtir. ġekil 4. 1 (Encyclopedia Britannica) Blandin-Nyhan bezleri dilin 1/3 anterioruna yerleĢmiĢlerdir ve salgılarını lingual frenumun iki yanına yaparlar. Von Ebner bezler dilin 2/3 posterioruna dağılmıĢlardır. Tat papillalarını çevreleyen çukurlara açılır (ġekil 4. 2). ġekil 4. 2 (www.tulane.edu/histolab) 4.3. Majör tükürük bezleri: Majör tükürük bezlerinin embriyolojik geliĢimi: Majör tükürük bezleri gebeliğin 6. ve 8. haftaları arasında oral ektodermden mezenĢimal yüzeye doğru geliĢir. Ağız boĢluğunu döĢeyen epitelin poliferayonu ile oluĢan hücre kümeleri mezenĢim içine doğru yönelerek bez taslağını oluĢtururlar. Majör ve minör tükürük bezleri temel olarak aynı geliĢim Ģeklini gösterirler. 109 Önce parotis salgı bezi geliĢir, parotis taslağı ilkel ağız kıvrımından hücre yığınlarının kordon Ģeklinde yanağın iç tarafından arka ve üst kısımlara doğru invajinasyonu ile meydana gelir. Epitel kordonları yana ve arkaya doğru muskulus masseterin dıĢ yüzeyinden kulak taslağına doğru ilerler. Parotis taslağı posteriora doğru ilerlerken fasial sinir de anteriora doğru ilerler ve sonuçta geliĢimini tamamlayan parotis fasial siniri çevreler. Taslağı oluĢturan kordonlardan terminal kanal ve sekretuar lobcuklar geliĢir. Lopçuk hücreleri geliĢmelerini en son tamamlarlar. Sekretuar kısımlar duktal sistemden sonra geliĢirler. Fasial sinir bez içinde daha az dirençli bölgelere doğru ilerlerken sinir dalları arasındaki boĢlukları parankim dokusu doldurur. Parotis bezi kapsüle olmadan önce lenf kanalları geliĢir ve sonuçta salgı bezi parankim dokusu, içinde lenfatiklerin bulunduğu anatomik yapıyı oluĢturur. Sıklıkla bu lenf nodları içerisinde tükürük epitelial hücreleri bulunabilir. Bunun Wharton tümörü ve Lenfoepiteloid kist oluĢumunda rol oynadığı düĢünülmektedir. Diğer majör tükürük bezleri intraparankimal lenf nodu içermezler. Parotis bezi doğumda henüz geliĢimini tamamlamamıĢtır. Doğum sonrası geliĢmeye devam eder. Submandibular tükürük bezi parotis bezi gibi ektodermal kökenlidir. 6. haftada oluĢmaya baĢlayan submandibular bezin doğumda oluĢumu tamamlanmıĢtır. Sublingual tükürük bezi, embriyonel hayatın 8. haftasında bağımsız ve ayrı kanalları olan küçük bez sıraları Ģeklinde geliĢir. Onuncu haftada bezler yerlerini almıĢ olup 22. haftada kanalları geçirgendir. Doğum sırasında lobları tam olarak geliĢmiĢtir. Minör tükürük bezleri oral ektodermden ve nazofarengeal endodermden oluĢur ve bu bezler majör tükürük bezlerinin geliĢiminden sonra ortaya çıkarlar. Fötal hayatın 3. ayında geliĢmeye baĢlarlar. Tükürük bezlerinin geliĢimi sırasında otonom sinir sistemi önemli olup sempatik sinir sistemi stimülasyonu lobcukların farklılaĢması, parasempatik sinir sistemi ise bezin tamamının geliĢimi için gereklidir. 4. 4. Tükürük bezlerinin anatomik yapısı: Major tükürük Bezleri (Glandulae Salivariae Majores): Parotis tükürük bezi (Glandula Parotidea): En büyük tükürük bezi olan parotis kulağın ön ve aĢağısında ve ramus mandibulanın arkasında yer alır. Kraniokaudal olarak ortalama 5,8 cm. ventrodorsal olarak da 3.4 cm. boyutlarında olup ortalama ağırlığı 20-30 gramdır. Düzensiz geniĢ Ģekilli ve tek loblu bir bezdir. Parotis üçü yüzeyel ve ikisi derin olmak üzere 5 parçaya sahiptir. Bezin ana parçası yüzeyel olup mastoid ve ramus mandibula arasındaki boĢluğu doldurur. Parotis etrafı kaslarla çevrili üçgen Ģekilli bir alanda oturur. Bu bölgeye parotis bezi boĢluğu adı verirli. Parotis bezi boĢluğu fasial sinir ve dallarını, sensoriyel ve otonomik sinirleri, eksternal karotis arteri ve dallarını, retromandibular veni (Posterior fasial ven) ve lenf kanallarını içerir. 110 Parotis bezi boĢluğu sınırlarını Ģu yapılar belirler: Superior sınır: Zigomatik ark Posterior sınır: DıĢ kulak Yolu, mastoid çıkıntı ve sternocleidomastoid (SCM) Ġnferior sınır: Stiloid çıkıntı, Stiloid çıkıntı kasları, Ġnternal karotis arteri ve juguler ven Anterior Sınır: Zigomatik kökten dıĢ kulak yoluna uzanan diagonal çizgi Parotis bezinin % 80 i Masseter ve Mandibula‟nın üzerine oturur. Kalan %20 si ise (Retromandibuler parça) medial stilomandibular tünelden geçerek mandibular ramus (ventral) sternokleidomastoid (SCM) digastrik kasın arka karnı ve stilomandibular ligamentin posteriorunda yerleĢmiĢtir. Bu durumda stilomandibular ligament, parotisi submandibular bezden ayırır. tükürük bezinin bu bölümü, parafarengeal boĢluğun pre-stiloid kompartmanına yerleĢir. Buna bağlı olarak derin parotis tümörleri tonsiller fossa ve yumuĢak damağı anteromediale doğru itebilirler. Parotid bezin istmusu mandibular ramus ve digastrik kasın posterior karnı arasında uzanarak salgı bezinin retromandibular parçası ile kalan kısmını birbirine bağlar. Parafarengeal boĢluk ters piramit Ģekilli olup tabanını kafa tabanı oluĢturur ve apeksini hyoid kemiğin büyük boynuzu, iç duvarını parafarengeal duvar ve lateralini ise mandibular ramus ve medial pterigoid kas sınırlar. Bu alan stiloid çıkıntı ve medial pterigoid tabakayı birbirine bağlayan çizgi ile pre-post stiloid kompartmana ayrılır. Parotis bezinin kuyruğu sternokleidomastoid kasının üst ¼‟ü üzerinde yerleĢik olup mastoid çıkıntıya doğru uzanır. Ağız açıldığı zaman bez mandibula ile mastoid çıkıntı arasında sıkıĢtığından parotitisi mevcut olan hastalar sıklıkla çiğneme ile tetiklenen ağrı tarif ederler. Parotis bezinin kanalı olan Stensen kanalı (Ductus Parotidea, Stenonis) bezin ön yüzünün 1/3 alt ile 2/3 üst kenarının birleĢtiği yerde öne doğru eğik olarak seyreder. Parotisin ön kenarına uzanan zigomatik arkusa paralel ve arkusun alt kenarından yaklaĢık 1,5 cm aĢağısında bulunur. Stensen kanalı masseter kasının yüzeyinden geçer daha sonra 90 derece mediale döner ve buksinatör kası delerek 2. molar diĢ düzeyinde ağıza açılır. Fasial sinir bukkal dalı parotis kanalı ile birlikte devam eder. Parotis kanalı ortalama 4-6 cm. boyunda ve 5 mm. çapındadır. Ġnsanların %20 sinde yardımcı bir parotis salgı bezi ve kanalı da bulunur. Bu yardımcı kanal muskulus masseter kası üzerinde uzanır ve da stensen kanalının kranialindedir. Parotisin bulunduğu bölgede yer alan oluĢumlar: 1- Kaslar: 111 Bu bölgede 6 kas yer alır. Parotisin lateral lobunun büyük kısmını platisma örter. Bezi lateral ve medialden örten sternokleidomastoid (SCM) ile bez arasında çukurluk kalır. Masseter kası yanağın arka kısmında bezin anteromedial parçasını taĢır ve kasın kontraksiyonu sırasında bez kolaylıkla palpe edilebilir. Oblik olarak mastoid çıkıntıdan hyoid kemiğe doğru uzanan digastrik kas arka karnı parotisin medial yüzeyini taĢır. Stilohyoid kas ise digastrik kas ile birliktedir. Ġnternal Pterigoid kas mandibula angulusunun iç kısmında yerleĢik olup bezin derin uzantısında bir çukurluk yapar. 2- Kemik ve kıkırdaklar: En önemli yapı temporal kemiktir. Temporal kemiğin mastoid çıkıntısı bezi arkadan sınırlar. Sfenoid kemiğin vajinal çıkıntısı, petrotimpanik fissür, mandibular fossa parotis bezinin derin parçasının üst kısmı ile iliĢki içerisindedir. Stiloid çıkıntı bezin üzerinde bir çukurluk yapar. Bu çukurluğun üst 1/3 ünde ve lateralde fasial sinir seyreder. Stiloid çıkıntı internal karotis arteri, internal juguler ven ve kranial 9, 10, 11 ve 12. sinirler için koruyucudur. Mandibula ramusu bezin ön parçası ile temasta olup ramusun posterior kısmı lateral ve medial lobulasyona sebep olur. Servikal 1. vertebra olan Atlas‟ın transvers çıkıntısı parotisin alt parçasını medial olarak sınırlar. 3- Sinirler: Nervus fasialis: Daha öncede belirtildiği gibi, fasial sinir parotis salgı bezi ile yaygın iliĢki içinde olup bezi derin ve yüzeysel olmak üzere iki cerrahi alana ayırır. Fasial sinir kafa tabanını stilomastoid foramenden stiloid çıkıntının medialından ve mastoid çıkıntının lateralinden olmak üzere terk eder. Foramenden çıktıktan sonra stilohyoid kasa, postaurikuler kasa ve digastrik kas arka karnına olmak üzere 3 motor dalını verir. Foramenden çıktıktan sonra fasial sinir laterale döner ve parotisin arka sınırından beze girer. Parotise girdiğinde eksternal karotik arter ve vena fasialis posteriorun yüzeyinde seyreder. Stilomastoid foramenden çıktıktan yaklaĢık 1-3 cm. sonra dallarına ayrılır. Bu dallara Pes Anserinus ( Kaz Ayağı ) denir. Fasial sinir temporofasial ve servikofasial olmak üzere iki bölüme ayrılır. Bunu 5 terminal dal izler: temporal dal, zigomatik dal, bukkal dal, marjinal mandibular dal ve servikal dal. Genelde temporofasial bölüm; temporal, zigomatik ve bukkal dalları, servikofasial bölüm ise marjinal mandibular ve servikal dalları içerir. Temporal, zigomatik ve bukkal dallar arasında sıklıkla küçük iletiĢimler bulunur. 7. kranial sinirin 4 çeĢit dağılma modeli vardır. Ancak hiçbiri diğerlerinden daha sık değildir. Fasial sinir parotis salgı bezi ön sınırında daha yüzeysel olup bu nedenle travmalara daha açıktır. Nervus aurikularis magnus (Great aurikular sinir): Bu sinir servikal pleksustan C2 ve C3‟ün üst bölümlerinin ön dallarından oluĢur. Servikal pleksusun en kalın dalıdır. Büyük aurikular sinir Sterno-Kleido-Mastoidin (SCM) posterior sınırının etrafında yüzeyden 112 derine doğru ilerler. Daha sonra superiora doğru yol alıp eksternal juguler venin posteriorunda ilerler, derin servikal fasyayı deler ve vena jugularis eksternanın arkasında kulağa dik olarak yukarı doğru seyreder. Platismanın altında ve yüzeysel fasyanın içinde parotis kuyruğuna yönelir. Servikal pleksustan çıkan bu sinir, posterior pinna ve lobülün sensitif innervasyonunu sağlar. Süpüratif hastalıklarda ağrı hissi doğurur. Anterior dalı parotis bölgesinde yüz derisinin duyusunu sağlar ve fasial sinirin minör dalcıkları ile bağlantılar yapar. Cerrahi sırasında ilk tanınan sinirdir. Parotid fasyanın lateralinde ve platismanın derinindedir. Nervus aurikulotemporalis: Aurikulotemporal sinir trigeminal sinirin mandibular parçasının dalı olup eksternal audituar meatusa doğru ilerler. Superfisial temporal arter ve veni paralel geçer. Bu sinir parotis salgı bezinde otik gangliyondan parasempatik postgangliyonik (sekretomotor) lifler taĢır. Bu nedenle intraoperatif olarak zarar görürse deride aberran parasempatik innervasyona bağlı olarak Frey‟s Sendromu geliĢir. Fasial sinirin temporal dalı ile anastomozlar yapar. Ayrıca aurikulotemporal sinir parotid kapsüle, aurikula derisine ve temporal bölgeye sensoriyal innervasyon sağlar. Sonuçta parotisten kaynaklanan refere ağrı aurikula dıĢ kulak yolu ve temporomandibular eklemi tutabilir. Eksternal karotik sinirler: Parotisin sempatik sinirleri gangliyon servikale superiordan, eksternal karotik artere ait pleksus karotikus, nervus karotikotimpanikus yolu ile ulaĢır. Parotis bölgesi arter damar ağından zengindir. Arterler bezin derininde olup bölgede eksternal karotis arter, internal maksiller ve superfisial temporal arterler bulunur. Parotisin kanlanması esas olarak arteria karotis eksterna aracılığıyladır. Mandibula ramusu arkasından kolluma giderek burada maksiler ve superfisial temporal arter dallarını verir. Parotisin arteryal kanlanması arteria karotis eksterna, arteria temporalis, arteria aurikularis posterior, arteria fasialis transversa ve arteria aurikularis profunda iledir. Bunların dıĢında arteria temporalis media, arteria maksillaris eksterna, arteria alveolaris superfisialis posterior, arteria maksillaris interna, .bukkalis ve arteria zigomatikoorbitalisten de dallar alır. Temporoparietal fasial flebin kanlanmasını sağlayan superfisial temporal arterin ayrılması çok önemlidir. Bu flep parotid yatakta kalan defektleri doldurmak için kullanılabilir. Arterial beslenme superfisial temporal arterin transvers fasial dalından gerçekleĢir. Ayrıca arter parotid glandı Stensen kanalını ve masseter kası besler. Bu arter zigomatik ark ve stensen kanalı arasında paralel ilerler. Venöz kanallar parotisin arka kısmında yer alır. Fasial sinirin derinindedir. Venler sinir ve arterler arasında seyreder. Sinirler yüzeyde, arterler derindedir. Venöz drenaj arterlere paralel olup retromandibular ven tarafından sağlanır. Bu ven karotid arterin lateralinde ilerler ve parotid glandın inferior ucundan çıkar. Retromandibular ven daha sonra postaurikuler venle birleĢerek eksternal juguler veni, Anterior fasial venle 113 birleĢerek genel fasial veni oluĢturur. Bu ven internal juguler vene boĢalır. Fasial sinirin servikal dalı, posterior fasial veni çaprazlar. Tablo 4. 1 de parotis salgı bezi sinir ve damarları gösterilmiĢtir. Arterler (Derin yerleĢimli) A.Carotis Eksterna A.Maksillaris Ġnterna A.Temporalis Superfisialis Venalar (Orta yerleĢimli) V.Temporalis Superfisialis V.Maksillaris Ġnterna V.Fasialis Posterior & dalı V. Aurikularis posterior V.Jugularis eksterna Sinirler (Yüzeysel yerleĢimli) N.Fasialis N.AurikularisMagnus N.Aurikulotemporalis Tablo 4. 1 Parotis lenf nodları embriyolojik olarak salgı bezinden önce geliĢir. Lenfatik drenaj paraparotik (paraglandular) ve intraparotik (intraglandular) nodlara olur. Paraparotik lenf nodlarının ana grubu pre ve supra tragal bölgededir. Paraparotik nodlar daha fazla olup temporal bölgeyi skalp ve aurikulayı direne eder. Ġntraparotik nodlar ise posterior nazofarenks, yumuĢak damak ve kulağın drenajını sağlar. Paraparotik ve intraparotik ayırımın dıĢında yüzeysel ve derin olarak da iki gruba ayrılırlar. Yüzeysel nodlar yüzeysel fasyanın altında, derin nodlar ise intra parankimal olarak yerleĢirler. Bunun dıĢında ekstrafasyal, subfasyal ve intraglandular olarak da ayrıca sınıflandırılabilirler. Ġntraparotik ve paraparotik lenf nodları birbirleri ile sıkı iliĢki içerisindedirler. Parotik lenfatikler ise superfisial ve derin servikal lenf nodlarına boĢalır. Parotid lenf sistemi, burun kanatları ve glabella, orta frontal ve temporal bölge, üst frontal ve ön parietal bölge ile orta ve arka parietal bölgelerle iliĢki içerisindedir. Submandibular tükürük bezi: Submandibular tükürük bezi parotis bezinin yarı ağırlığında olup sıklıkla submaksiller gland olarak da adlandırılır. Çünkü Ġngiliz anatomiciler mandibulayı, submaksilla olarak da adlandırmaktadırlar. Bu salgı bezi digastrik kasın anterior ve posterior karınları ve mandibulanın inferior sınırı arasında kalan submandibular üçgen içerisinde yer alır. Salgı bezi mandibula ramusunun medial ve inferiorunda, mandibulanın posterior yarısının tabanının bir kısmının supeiorunda, bir kısmının inferiorunda yer alır. Bu bez mylohyoid kasın anterior sınırının etrafında “C” Ģeklini oluĢturur. Bu kas bezi superfisial ve derin loblara ayırır. Superfisial olan üst kısım, mandibulaya ve kısmen medial pterigoid kasa dayanır. Derin lob glandın büyük kısmını oluĢturur. Fasial sinirin marjinal mandibular dalı, submandibular glandın yüzeyinde, platismanın ise derininde ilerler. Parotis salgı bezinde olduğu gibi submandibular bezler de kendi kapsülü ile sınırlıdır. Bu kapsül aynı zamanda derin servikal fasianın superfisial tabakası ile devamlılık gösterir. Superfisial boyun fasyası, platisma ve derin servikal fasyanın yüzeysel tabakası ile örtülüdür. Burada arteria ve vena fasialis ve fasial sinirin marginal mandibular ve servikal dalları bezi kaplarlar. 114 Submandibular tükürük bezinin kanalı (Wharton kanalı, Ductus submandibularis) bezin medial yüzeyinden çıkar ve lateralde mylohyoid ve hyoglossus kasları arasından geçerek genioglossus kasına doğru ilerler. Wharton kanalı, ağız tabanının anteriorunda lingual frenulumun lateralinde intraoral kaviteye boĢalır. Bu kanalın uzunluğu yaklaĢık 5 cm. olup lingual sinir Wharton kanalının etrafını sarar. BaĢlangıçta lateralinde sonunda ise medialinde ilerler. Onikinci kranial sinir ise submandibular duktusa paralel olup hemen inferiorunda ilerlerken lingual sinir duktusun superiorunda seyreder ve duktusu ön ucunda çaprazlar. Submandibular glandın innervasyonu iki önemli kaynaktan gelir. Sempatik innervasyon lingual arter boyunca superior servikal gangliyondan sağlanır. Parasempatik innervasyon ise lingual sinir yoluyla submandibular gangliyon tarafından sağlanır. Submandibular salgı bezinin arteri fasial arterin (Arteria karotis eksternanın dalıdır) submental dalından kaynaklanır. Ayrıca arteria lingualisten de dallar alır. Fasial arter glandın derin lobunda bir oyuk yapar. Daha sonra mandibulanın inferior sınırının etrafından dolanarak yüzü besler. Fasial ven submandibular glandın lateral yüzünde ilerler. Venöz drenaj anterior fasial vena tarafından sağlanır. Lenfatik drenaj ise submandibular lenf nodlarına daha sonra da derin servikal ve juguler kanallara olur. Bu bölgedeki lenf nodları submandibular bez fasyası dıĢında lokalizedirler. Trigonum submandibularede çok sayıda lenf nodu mevcut olup bezin içerisinde de 1-12 adet kadar lenf nodu vardır. Bu bölgede lenf nodları periglandular, perivasküler, retroglandular ve retrovasküler olarak gruplandırılır. Sublingual tükürük bezi: Majör bezlerin en küçüğüdür. Badem Ģeklindeki salgı bezi, ağız tabanı mukozasının derininde frenulum lingualenin iki yanında, mandibula ve genioglossus kası arasında yer alır. Dil altı bölgesinde plika sublingualis adlı kabartıyı yapar, ortalama 3-4 cm. uzunlukta ve 1 cm. kalınlığındadır. Ġnferiorda mylohyoid kasla sınırlıdır. Wharton kanalı ve lingual sinir, sublingual salgı bezi ve genioglossus kası arasında ilerler. Parotis ve submandibular salgı bezinin aksine sublingual salgı bezinin gerçek bir kapsülü yoktur. Aynı zamanda parotis ve submandibular salgı bezlerinin aksine sublingual bezin tek kanalı olmayıp bunun yerine yaklaĢık olarak 10 tane küçük kanal (Rivinius kanalları) tarafından drene edilirler (ġekil 4. 1). Bu kanallar salgı bezinin superiorundan çıkarlar, ağız tabanında sublingual oluk boyunca plika sublingualislerde boĢalırlar. Anteriordaki kanalların birkaçı birleĢerek ortak bir kanal oluĢturabilirler (Bhartolin kanalı). Bu kanal da Wharton kanalına dökülür. Sublingual salgı bezinin kanalları kontrast madde injeksiyonu için çok küçüktür ve sialogramı mümkün değildir. 115 Sublingual olmaktadır: tükürük bezine innervasyon iki önemli kaynaktan 1. Sempatik innervasyon fasial arter boyunca servikal zincir gangliyonlarıyla yapılır. 2. Parasempatik innervasyon, submandibular tükürük bezinde olduğu gibi submandibular gangliyondan türetilmiĢ sinirlerle yapılır. Salgı bezinin beslenmesi iki arter dalı ile sağlanır. Lingual arterin sublingual dalı ve fasial arterin submental dalı. Venöz drenaj arteryal beslenme gibi olup vena jugularis internaya dökülürler. Lenfatik drenajı ise submental ve submandibular lenf nodlarına olmaktadır. Minör tükürük bezleri (Glandulae Salivariae minores): Majör tükürük bezlerinin aksine minör tükürük bezleri direne edebilecek kanallardan yoksundurlar. Bunun yerine her tükürük ünitesi kendi kanalına sahiptir. Minör tükürük bezleri bukkal, labial, palatal, ve lingual bölgelerde lokalize olmuĢtur. Tonsillerin superior ucunda bulunan minör tükürük bezlerine Weber salgı bezi adı verilir. Tonsiller plikalar, dil tabanı (Von Ebner glandı), molar retromolar (Carmalt Glandları) ve paranasal sinüsler, larinks, trakea ve bronĢlarda da bulunurlar. Minör glandların birçoğu parasempatik innervasyonu lingual sinir yoluyla alır. Damağın minör tükürük bezleri ise innervasyonu sfenopalatin gangliyondan gelen palatin sinirler yoluyla alır. ġekil 4. 3 (medcell.med.yale.edu) 116 Majör Tükürük bezleri mikroanatomi ve histolojisi: Tükürük bezleri tübüler ve tübüloalveolar bir yapı gösteren dıĢ salgı bezleridir (ġekil 4. 3). Salgı bezleri çok fazla dallanma gösteren ve asinuslar ya da sekretuar uçlarla sonlanan kanallar sistemidir. Asinuslar ve kanallar tek katlı epitel hücrelerinden oluĢmuĢtur. Lobcuklar birbirlerinden interlobular bağ doku ile ayrılmıĢtır. Merokrin bez grubu salgı bezleridir (yapısında bir değiĢme veya bozulma göstermeksizin salgı iĢlevini yürüten salgı bezleri). tükürük bezleri parankim ve stromadan oluĢmuĢlardır. Parankim sıkıca izole edilmiĢ salgı yapan asinuslar ve lobüller arası kanallar içerir (ġekil 4. 3) . Lobüller salgı hücreleri, salgı kanalı ve boĢaltım kanallarından oluĢmuĢtur. Sekretuar uçlarda bulunan asinus hücreleri, stoplazmalarında kasılma özelliği gösteren aktomiyozin içeren bir gurup hücre tarafından desteklenmiĢtir. Bu hücrelere myoepitelial hücreler adı verilir. Bu hücreler uçlarda bulunan hücreler gurubunu çevreleyen bazal lamina içine yayılmıĢlardır (ġekil 4. 4). ġekil 4. 5 de asinusların etrafında koyu renk boyanmıĢ myoepitelial hücreler görülmektedir. Myoepitelyal hücreler, asiner hücreler etrafında yapılanma gösterirler. Ara kanallar civarına kadar yapılanan bu hücreler tükürük salgısını boĢaltıcı kanallara doğru hareket ettirirler. Myoepitelyal hücreler sempatik sistemin motor sinirleri ile uyarılırlar ve parasempatik sistem ile de stimüle edilirler. Bu hücrelerin kontraksiyonu tükürüğün ilk hareketini sağlamaya yardım eder. Miyoepitelial hücrelerin tükürük taĢınmasında indrekt ancak çok önemli görevleri vardır. Salgı yapımında uçlara verdiği desteğin yanı sıra gerilerek özellikle viskoz sekresyonun atılmasına yardım eder. Salgılanan sıvının hacmi sekretuar uçta belirlenmiĢtir. Hiçbir Ģekilde kanallardan su emilimi ya da ilavesi söz konusu değildir. Stroma ise bağ dokusundan müteĢekkil olup parankime destek sağlar. Kan damarları, lenf damarları ve tükürük kanaliküllerini içerir. Stromayı oluĢturan bu bağ dokusu bazı bezlerde fibröz kapsülü oluĢturur. ġekil 4. 4 (Young and Van Lennep) 117 ġekil 4. 5(histology.leeds.ac.uk/oral) Sekretuar ünite (tükürük ünitesi), asiniler, myoepitelyal hücreler, birleĢtirici kanallar, salgı (çizgili kanal) kanalları ve boĢaltıcı kanallardan oluĢur. Tüm tükürük asiner hücreleri sekretuar granüller içerir. Seröz bezlerde bu granüller amilaz, mukoz bezlerde ise müsinlerden oluĢur. ġekil 4. 6 (salimetrics.com) Asiner hücreler primer sekresyonun yapımından sorumlu olup üç tipe ayrılırlar (ġekil 4. 6): 1.Protein algılayan Seröz salgı yapan hücreler. Zimojen granüllerden zengin küremsi hücrelerdir. 2.Glikoprotein yapıda müsin salgılayan tübüler yapıda Mukoz (Müsin sekrete eden) hücreler. Musinojen granülleri Hematoksilen-Eozin boyasında yıkandığı için bu boya ile hazırlanan preparatlarda hücreler boĢ hücre görünümü verirler. 3.Seromüköz miks hücreler. Lopçuklar aralarında birkaç birkaç seröz hücreler bulunan ve ağırlıklı olarak mukoz asiner hücrelerden oluĢan yapılardır. Asiner hücrelerin lümeni kanallar sistemi ile devam eder. Lopçukların devamında sırasıyla ara kanallar, çizgili kanallar ve boĢaltıcı kanallar 118 gözlenir (ġekil 4. 3). Ara kanallar karbonik anhidrazdan zengin küçük kübik epitelial hücrelerle çevrilidir. Bu hücreler duktal lümene bikarbonat salgılayıp lümenden klor absorbe ederler. Çizgili kanallar basit kübik epitelial hücrelerle çevrilidir. Bu hücreler lümenden sodyum absorbe edip potasyum sekrete ederler ve aĢırı hipotonik bir sıvı salgılanmasına katkıda bulunurlar. Çizgili kanallar içinde tükürük akımı arttıkça kanal hücrelerinin aktivasyonu için geçen süre kısaldığından daha az hipotonik bir tükürük oluĢur. BoĢaltıcı kanallar proksimalde basit kübik ve çok katlı kübik hücrelerle distalde ise pseudostratifiye prizmatik epitelle çevrilidirler. Bu hücreler tükürüğün modifikasyonunda rol oynamazlar. Ara kanallar mukoz salgı bezlerinde daha kısa olup daha az geliĢmiĢtir. Çizgili kanallar ise mukoz salgı yapan hücrelerden yoksundur. Her iki kanal da seröz salgı yapabilir ve sekresyonu düzenler. Mukoz salgı hücreleri ise primer tükürük salgısını çok fazla modifiye edemezler. Parotis bezi tamamen seröz bir bezdir. Parotis tükürük bezi ayrıca birçok yağ hücresi içeren tek salgı bezidir. Yağ doku hücrelerinin asiner hücrelere oranı bu salgı bezinde 1/1 dir. Asiner hücreleri sadece seröz salgı yapan hücreleri içerir. Submandibular ve sublingual bezler Seröz ve mukoz salgı yapan hücrelerin ikisini birden içerir. Parotiste müsin salgılayan hücreler bulunmaz. Submandibula salgısının yoğunluğu akıĢ hızının artmasıyla azalır. Çünkü seröz salgı yapan hücrelerin müsin üreten hücrelere oranla uyarıya cevabı çok daha çabuk ve fazladır. Sublingual bez müsin üreten hücreleri daha fazla içerir. Bu nedenle salgısı daha kalın ve yoğundur. Su 1.00 kabul edildiğinde yoğunluk parotis salgısı için 1.3, submandibular ve sublingual salgı için 1.6 ya da daha fazladır. Submandibular bez, miks fakat ağırlıklı olarak seröz bir bezdir. Asiner hücrelerinin yaklaĢık % 10 u mukoz hücrelerdir. Sublingual bez ise karıĢık bir bez olup mukoz salgı ağırlıklıdır. KarıĢık salgı bezlerinde, seröz hücreler mukoz hücrelerin etrafında yarım ay gibi dizilmiĢlerdir. Bu yapılara Ginuzzi yarımayı denir (ġekil 4. 7 ). tükürük bezi stroması lenfosit ve plazma hücrelerinden zengin olup bu hücreler IgA üretiminden sorumludur. IgA bazal membran üzerindeki sekretuar parçalara yapıĢır ve epitelial hücre üzerinden taĢınarak kanal lümenine sekretuar IgA Ģeklinde bırakılırlar. 119 ġekil 4. 7 (meddean.luc.edu) Asinilerde oluĢan primer tükürük daha sonra, ara kanallara, çizgili kanallara ve salgı kanallarına aktarılır. Salgı bezleri yoğun kan akımına sahiptir. Eksternal karotid arterler kanallar ve sinirler buyunca bütün dokuya yayılmıĢtır. 4. 5. Tükürük: Tükürük diğer vücut sıvıları gibi ozmolaritesi plazmadan düĢük veya eĢit, protein ve elektrolit içeren dilüe bir sıvıdır. Ayrıca bileĢiminde belirli ve değiĢen oranlarda ağız epitel hücrelerinin döküntülerinden kaynaklanan hücre artıkları da bulunur. Tükürüğün ozmolaritesi öncelikle salgılanan bez tarafından belirlenir. DeğiĢen oranlarda seks yaĢ, besinsel ve emosyonel durum, yılın değiĢen bölümleri, karanlık, hastalık türleri ve pek çok farmakolojik faktörler ozmolariteyi değiĢen oranlarda etkiler. pH ve akıĢkanlık ile kompozisyonu da stimulasyonla önemli ölçüde değiĢmektedir. 4.6. Tükürüğün oluĢumu ve sekresyonunun sinirsel uyarılması: Tükürük bezlerine gelen postganglionik sempatik sinirler üst servikal ganglionlardan gelirler (ġekil 4. 8). Tükürük bezlerinin parasempatik uyarısı kranial sinirler ile olur. Preganglionik parasempatik lifler nervus glossofaringeus (CN IX) ve nervus fasialis (CN VII) ile medulla oblongatadan çıkarlar ve tükürük bezi yakınındaki ganglionlarda sinaps yaparlar. Parotiste parasempatik lifler CN IX kaynaklanır glossofarengeus sinirinden gelir. Lesser Superfisial Petrosal sinir boyunca ilerleyerek otik gangliyonda sinaps yaptıktan sonra aurikulotemporal sinir yoluyla son olarak tükürük bezlerine ulaĢırlar. Submandibular ve sublingual glandlarda ise parasempatik sinirler CN VII fasial sinir yoluyla gelir. Korda timpani yoluyla sempatik gangliona ulaĢır. Parasempatik sinir sistemi tükürük salgılanmasının primer uyarıcısıdır. Parasempatik uyarının kesilmesi tükürük bezlerinde atrofiye neden olmaktadır. Asetilkolin bu nöronlarda uyarıyı hücrelere ileten aktif nörotransmitterdir. tükürük bezlerinin muskarinik 120 reseptörlerine bağlanarak hücreleri uyarır. Parasempatik uyarılma ile pityalin ve müsin salgılanması ve sentezi, bezlere kan akımı artıĢı, kanal epitel hücrelerinde taĢınım olaylarında artıĢ ve bezlerin metabolizma ve büyümesi sağlanır. Sempatik sinir sistemi stimülasyonu sonucu parasempatik uyarı ile elde edilene oranla daha az, viskoz organik ve inorganik çözünürlerce zengin tükürük meydana gelir. Serum düzeyinde herhangi bir değiĢiklik olmamasına karĢın tükürük içindeki amilaz konsantrasyonu da artar. tükürük bezlerine giden sempatik innervasyonun kesilmesi tükürük bezlerinde önemli değiĢikliklere yol açmaz. Bütün tükürük bezleri için sinir lifleri süperior servikal gangliondan kaynaklanır. Lifler arterlerle birlikte ilerleyerek salgı bezlerine ulaĢır. Bu arterler: 1. Eksternal parotise giden karotis arter. 2. Submandibular beze giden lingual arter, 3. Sublingual beze giden fasial arter. ġekil 4. 8 (quizlet.com) Tükürük bezlerinin direkt sempatik uyarısı torasik segment T1-T3 de bulunan ve süperior servikal ganglionda norepinefrin salgılayan postganglionik nöronlarla sinaps yapan ve tükürük bezlerinin salgı yapan hücreleri ile kanal hücrelerinde β-adrenerjik reseptörlerle sonlanan preganglionik sinirler ile olur. Hücre içi cAMP artıĢı yolu ile tükürük sekresyonu artıĢına cevabı oluĢturur. Sempatik uyarılma asini ve kanalların çevresindeki miyoepitel hücrelerin ve kan damarlarının kasılmasına neden olur. Parasempatik ve sempatik uyarılar ile ağızda tükürük konsantrasyonu arttırılmıĢ olur (ġekil 4. 9). 121 ġekil 4. 9 Tükürük oluĢumu: Tükürük örneğin ağıza bir asit konulması sonucu refleks olarak meydana geldiğinde akıĢ oranı yüksek, protein konsantrasyonu yüksek ve glikoprotein içeren bir sıvı salgılanır. UyutulmuĢ hayvanlarda parasempatik ve sempatik sinirlerin her ikisi de uyarıldığında tükürük salgı bezlerini etkilendiği görülür. Parasempatik stimulasyon sonucu oluĢan sekresyonda miktar fazladır ancak glikoprotein konsantrasyonu düĢük bir sekresyon görülür. Salgı bezlerinin sekretuar veziküllerinde boĢalmalar yoktur. Sempatik stimulasyonla tükürük yapımı ya çok az oranda ya da hiç uyarılmaz. Refleksle oluĢan sekresyonda protein konsantrasyonu yüksektir ve hücrelerin sekretuar veziküllerinin boĢaldığı görülür. Sempatik sinirler bloke edildikten sonra refleks olarak (örneğin gene asit konularak ) oluĢumu uyarılan sekresyonda tükürük akıĢ oranının kontrole oranla artmadığı ancak protein konsantrasyonunun gene kontrole göre azaldığı belirlenmiĢtir. Bu sonuçlar ıĢığında tükürüğün birbirinden bağımsız iki mekanizma ile oluĢtuğu kabul edilir: 1. Parasempatik stimulasyonla yapılan iyonları ve çözünür proteinleri içeren sıvı kısım. 2. Sempatik stimulasyona cevap olarak salgılanan ve sekretuar veziküllerden gelen protein ve glikoproteinleri içeren kısım. 122 ġekil 4. 10 Tükürük sekresyonu iki aĢamalıdır: Birinci aĢama asiner lümende izotonik plazma benzeri primer tükürük oluĢumudur. Ġkinci aĢama ise kanallarda değiĢen oranlarda sodyum ve klor geri emilimi ve hidrojen ve potasyum atılması gözlenebilen hipotonik bir sıvı olarak ağıza dökülen sekonder tükürük oluĢumudur. Tükürük salgılanması büyük ölçüde otonom sinir sistemi çok az oranda da hormonlarla kontrol edilir. Tükürük salgılanması hem Ģartlı (beslenmeyi düĢünmek gibi) hem de Ģartsız reflekslerle (tat, koku ve mekano-reseptörler) kontrol edilir (ġekil 4. 10). Bu sinyaller parasempatik sinirlerle tükürük salgı bezlerini aktive eden beyin sapı salgılama merkezlerine ulaĢır. Asinilerin sinuslarında meydana gelen primer tükürük plazmanın sıvı kısmının bir benzeridir. Ancak ağıza dökülen tükürük hipotonik bir çözeltidir. 123 ġekil 4. 11 (L. Palk, J. Sneyd, T.J. Shuttleworth, at all ) Asiner tükürük bezi hücreleri 4 adet iyon geçirebilen bölge içermektedir (ġekil 8. 10). Bu bölgelerden Na+/K+ adenozin trifosfataz (ATPaz), Na+– K+–2Cl− kotransporter ve Ca+2 ile aktive edilmiĢ K+ kanalı hücrenin bazolateral zarına ve Ca+2 -ile aktive edilmiĢ Cl− kanalı hücrenin apikal zarına lokalize olmuĢtur ( ġekil 4. 11). Tükürük bezlerinden sıvı sekresyonu bu kanalların düzenli çalıĢması ile meydana gelmektedir. Na+/K+ ATPaz devamlı olarak ATP enerjisini kullanıp 3Na+ dıĢarı bırakıp 2K+ hücre içine alarak hücre içi K+ konsantrasyonunu yüksek Na+ konsantrasyonunu düĢük tutmaktadır. Na+–K+–2 Cl− kotransporter (aynı zamanda NKCC olarak da bilinir) sıkıca eĢleĢmiĢ 1Na+, 1K+ ve 2Cl− iyonlarının hücre içine girmesini sağlayan ikinci bir aktif transport sistemidir. Ekstrasellular ve intrasellular Na+ gradientinin Na+/K+ ATPaz ile sağlanmasına benzer Ģekilde asiner hücre içi Cl− konsantrasyonu da NKCC ile ayarlanmaktadır. Tükürük bezi hücrelerinde istirahat halinde (hücreler uyarılmadıkları zaman) intrasellular Ca2+ konsantrasyonu düĢüktür ve Ca+2 ile aktive edilen K+ ve Cl− kanalları kapalıdır. Tükürük oluĢumu için geliĢen bir dizi reaksiyonu Ģu Ģekilde sıralamak mümkündür: 1.Asiner hücrelerin bazolateral zarında bulunan kolinerjik, muskarinik reseptörlerinin sekresyon için nöral ya da humoral (asetilkolin) stimulasyon ile uyarılmasıyla hücre içi Ca+2 konsantrasyonu yükselir. 2.Bu yükselme luminal Cl- ve bazolateral K+ kanallarının açılmasını sağlar. Hemen devamında belirgin bir denge içinde K+ interstisyel sıvıya (ISF) ve Cl- asiner lümene transfer edilir (ġekil 4. 12). Potasyumun interstisyel sıvıya, klorun lümene çıkıĢı bu sıvıların elektriksel dengesini etkiler. Klorun dıĢarı çıkıĢı ile asiner lümende negatif elektrik yükünde artıĢ meydana gelir. Ġnterstisyel sıvıdaki potasyumun artıĢı da iki bölge sıvısı arasındaki potansiyel farkını arttırır. 3. Hücre içi sıvıda kendiliğinden meydana gelen [K+] düĢüĢü elektronötral Na+-K+-2Cl- ko-transporterı çalıĢtırır ve hücre içine Na+ ve K+ ile birlikte Cl- giriĢi ve devamında da lümene Cl- çıkıĢı devam eder. 4. Lümende negatif yüklü Cl− konsantrasyonu artıĢı ile oluĢan potansiyel farkını gidermek ve nötr bir ortam oluĢturmak amacıyla hücreler arası sıvıda bulunan sodyum (Na+) iyonları lümene çekilir ve beraberinde su ile birlikte lümende birikmeye baĢlar. Elektriksel nötralizasyon sağlanıncaya kadar hücreler arası sıvıdan lümene Na+ akıĢı devam eder. Bu arada hücre zarları, su kanalları ve hücreler arası su ile primer tükürük ozmotik dengesi sağlanır. 5. Asiner hücrelerin bazolateral zarları Na+-K+-pompası yoluyla primer tükürük sekresyonu için gerekli enerjiyi sağlar. Hücre içi [Na+] yükselmesi Na+-K+-pompasını aktive eder ve hücre içi [Na+] konsantrasyonu sabit düzeye ininceye kadar pompa çalıĢır. 124 6.Uyarı devam ettiği sürece NKCC kanallarından Cl− giriĢi ve Cl− kanallarından çıkıĢı ile primer tükürük oluĢumu devam eder. Uyarı ortadan kalkıp Ca+2 konsantrasyonu düĢtüğünde K+ ve Cl− kanalları kapanır ve hücreler yeniden resting pozisyonuna dönerler. ġekil 4. 12 (zuniv.net/physiology) D. I. Cook, J. A. Young Son yıllarda deney hayvanları ile yapılan çalıĢmalar sonucu mevcut yapıya ilave olarak iki mekanizmanın daha primer tükürük oluĢumuna katkısı olduğu yolunda önemli bulgular elde edilmiĢtir. Bunlardan birincisi Cl− giriĢi ile ilgilidir. Bazı deneklerde NKCC1 in yerini bir Cl−/HCO3− değiĢtirici ve bir Na+/H+ değiĢtiricinin aldığı gözlenmiĢtir. Önerilen bu yolda hücre içi CO2 giriĢi, hücre içi karbonik anhidrazı ile HCO3 oluĢumu ve Cl−/HCO3− değiĢimi ile lümen Cl− konsantrasyonu artıĢı sağlanmaktadır. Ortaya çıkan H+ iyonunun oluĢturduğu proton gradienti de Na+/H+ değiĢtirici ile ve Na+/K+ ATPaz ile dengelenmektedir. Sonuçta gene lümende elektriksen denge interstisyel sıvıdan gelen Na+ ile sağlanmaktadır. Bu mekanizmada primer tükürük oluĢumu için önemli ölçüde CO2 kullanılmaktadır. ġimdilik daha spekülatif olan bir diğer mekanizmaya göre Cl− kanallarından Cl− yerine HCO3− çıkıĢı önerilmektedir (ġekil 4. 13). 125 ġekil 4. 13 -adrenerjik -reseptörler) seröz tükürük sekresyonunu inhibe 1 ederler. Bu kısa süreli geçici inhibisyon yüksek potasyum [K +] ve bikarbonat(HCO3-), düĢük sodyum[Na+] konsantrasyonuna sahip müsin içeren tükürük sekresyonun yavaĢ ve az salınmasının gerekli olduğu dönemlerde ortaya çıkar. Noradrenalin (NA) 1-adrenerjik ve 1-adrenerjik reseptörlerin her ikisini de uyarır. Bu bize sempatik sistemin domine edildiği hallerde (endiĢe, heyecan gibi) neden ağzımızın kuruduğunu açıklamaktadır. ġekil 4. 14 Tükürük kanalları su geçirmez kanallardır. Yapının hücreleri luminal uçtan birbirlerine çok sıkı biçimde tutunmuĢlardır. Bu nedenle tükürük akıĢı bütünüyle asinilerde oluĢan primer tükürüğe bağlıdır. Kanal sistemleri ve özellikle küçük çizgili kanallar çokça O2 tüketimi ile bikarbonat (HCO3-) ve K+ salgılayarak Na+ ve Cl- geri emilimini sağlarlar. ġekil 4. 14 de kanal hücrelerinde lümene ve hücreler arası sıvıya verilen ya da buralardan alınan ġekil 4. 15 (zuniv.net/physiology) 126 iyonlar toplu olarak gösterilmiĢtir. ġekil 4. 15 de de gösterildiği gibi genelde kanalda ilerlemesi sırasında Na+ ve Cl- geri emilimi daima (HCO3-) ve K+ sekresyonundan daha fazla olmaktadır. Sekresyon oranının çok düĢtüğü dönemlerde Na+ ve Cl- geri emilimi nedeniyle tükürük hipotoniktir. Primer tükürük kanallar sistemi içinde ilerlerken değiĢen ortam Ģartlarına bağlı olarak aĢağıdaki kompozisyon değiĢiklikleri ile karĢılaĢabilir: 1. Na+ reabsorpsiyonu ve K+ salınımı bir mineralokortikoit olan aldosteronla uyarılan bir süreçtir. Aldosteron Na+ geri emilimi için luminal Na+-H+-değiĢtiriciyi uyarır (ġekil 4. 16). Na+ H+ ile değiĢtirilerek hücre içine alınır. Devamında artan hücre içi Na+ konsantrasyonu bazolateral Na+-K+pompasını aktive eder ve bu yolla Na+ önce geri emilerek hücre içine alınır ve daha sonra hücreler arası sıvıya bırakılır. Pompa hücre içi Na+ ve K+ elektrokimyasal potansiyel gradientini sürdürmede en önemli yardımcıdır. ġekil 4. 16 comprehensive physiology.com 2.Kanallar sistemi boyunca sıvı içindeki Cl- luminal Cl- - HCO3değiĢtiricilerden kısmen ve pasif olarak bikarbonatla değiĢtirilir. (ġekil 4. 17). Ağıza dökülen tükürük içindeki bikarbonat çok miktardadır ve kanda olduğundan oldukça fazladır. ġekil 4. 17 3. Na dıĢarı pompalanırken bazolateral hücre zarında Cl- elektrojenik Cl kanallarından dıĢarı bırakılır (ġekil 4. 18). + - 127 ġekil 4. 18 4.Na -K -pompası ile alınan K+ Cl- akıĢı için gerekli K+ dengesini sağlamak amacıyla bazolateral hücre zarındaki K+ kanallarından hücreyi terk eder. + + 5.Potasyumun (K+) bir kısmı hücreyi luminal H+-K+- değiĢtiricilerden (antiport) terk eder (ġekil 4. 19) . Sekresyon oranının az olduğu dönemlerde luminal hücre zarındaki H+-K+-değiĢtiriciler yeterli miktarlarda K+ u tükürük içine transfer ederler. Son tükürük içindeki potasyum konsantrasyonu her zaman kandakinden daha fazladır ve potasyum akıĢı daima kandan kanal lümenine doğrudur. ġekil 4. 19 128 ġekil 4. 20 (Berne, RM and Levy, MN) Kanalların üst kısmından veya asinilerdeki lümenden alınan primer sıvı adını verdiğimiz karıĢım izotoniktir. Na+, Cl-, K+, HCO3- konsantrasyonları açısından serumdan ayırt edici bir farklılık görülmez. AkıĢ hızındaki artıĢla primer tükürüğün içeriğini oluĢturan maddeler değiĢmez. Ancak konsantrasyonlarında değiĢiklikler görülür ve sonuçta ağıza dökülen tükürük hipotoniktir. Tükürük [Na+] ve [Cl-] konsantrasyonu ve buna bağlı olarak ozmolarite tükürük akıĢ hızındaki artıĢa bağlı olarak artar. ġekil 4. 20 de primer tükürükte akıĢ hızında artıĢa bağlı olarak gözlenen konsantrasyon ve ozmolarite değiĢiklikleri gösterilmiĢtir. ġekilde görüldüğü gibi akıĢ hızı arttığında kanallar içinde geri emilim için gerekli zaman giderek azalmaktadır. Tükürük sekresyon oranı azaldığında ozmolaritesi plazmanın yarısına kadar düĢebilen hipotonik bir çözelti halinde ağıza dökülebilmektedir. Clreabsorpsiyonu ile bikarbonatın fazlası da kanallardan atılabilmektedir. Suyun da kanallarda ne emildiği ne de ilave edildiği belirlenmiĢtir. ġekil 4. 16 da gösterildiği gibi kanal hücreleri luminal kenarlarından birbirlerine su geçirmeyecek Ģekilde (tight junction) bağlanmıĢlardır. Ancak üre gibi pasif difüzyonla sıvılar içine dağılan kimyasalların tükürük akıĢının yavaĢ olduğu dönemlerdeki konsantrasyonunun çok salgılandığı dönemlere oranla yüksek olduğu bilinmektedir. Ağıza dökülen tükürük Na+ konsantrasyonu primer tükürükten düĢük olduğundan Na+ iyonlarının geri emildiği sonucu çıkar. AkıĢ hızı arttığında, bu hız emilim hızından fazla olduğundan Na+ konsantrasyonu artar. Cl- da son tükürükte primer tükürükten daha düĢüktür. K+ konsantrasyonu akıĢ hızı artsa bile son tükürükte daha yüksektir ve bu da potasyumun kanallardan salgılandığını gösterir. AkıĢ hızının çok fazla olduğu haller dıĢında K iyon 129 konsantrasyonu sabittir. HCO3- düĢük oranlarda absorbe olarak ve yüksek oranlarda salgılanarak ortaya çıkar (ġekil 4. 21). Düzenli akıĢ hızında primer tükürüğün içeriğini oluĢturan iyonların bir kısmı kanallarda absorbe edildiğinden ağıza dökülen tükürük hipotoniktir. AkıĢ hızı arttığında tükürük kompozisyonu izotonik primer tükürük konsantrasyonuna yaklaĢır. Ancak hiçbir zaman hipertonik olmaz. Ġnsanda değiĢen durumlara bağlı olarak ve kendiliğinden (resting) ya da stimulasyonla alınan tükürük miktarı ve içeriği büyük değiĢiklikler gösterir ve hiçbir zaman sabit değildir. ġekil 4. 21 (alexandria.healthlibrary.ca) Tükürükte protein salınımı: Tükürük α-amilaz, lizozim, peroksidaz enzimleri, immunoglobulinler (IgA) ve antibakteriyel ve antiviral etkili pek çeĢitli protein ile tüm vücut sıvılarında bulunan ve pek çok fonksiyonu olan müsin içermektedir. Bu moleküllerin çoğunun asiner hücrelerde sentezlenip salgılandığı gösterilmiĢtir. Proteinlerin salgılanması daha önce hücrelerde sentezlenen proteinlerin toplanarak oluĢturulan salgı granüllerinin ekzositoz ile boĢalması sonucu meydana gelir. reseptörlerden gelen sempatik stimulasyon depolarize tükürük bezleri hücrelerini yeniden polar hale sokar. Bu uyarı hücre içinde cAMP konsantrasyonunun yükselmesine sebep olur. Bu da adenil siklazı stimule eder. Hemen devamında bu etki ile bazı enzim proteinleri fosforile olarak aktive olur. Bir yandan protein sentezi uyarılırken diğer yandan çeĢitli proteinleri içeren salgı vezikülleri boĢalırlar. Bu süreç uyarıyı takiben sekresyon granüllerinin etrafındaki zarın hücre zarı ile birleĢmesi ile gerçekleĢir. Protein sekresyonu bazı hücrelerde sürekli olarak görülür (constitutive exocytosis). Ancak protein sekresyonu zaman zaman meydana gelen sinirsel uyarılarla hızlanabilir (regulatory exocytosis). 3 majör tükürük bezi parotis, submandibular ve sublingual bezlerinin egzositotik protein sekresyonu öncelikle otonom sinir sistemi tarafından kontrol edilmektedir. Sempatik stimulasyon parotis ve submandibular bezlerden, parasempatik stimulasyon hem parotis hem de sublingual bezlerden protein salınımını uyarırlar. 4. 7. Tükürüğün kompozisyonu: 130 Ağıza salgılanan tükürüğün % 94 - % 99 u sudur. Geri kalan kısmı inorganik maddeler, organik moleküllerin büyük kısmını oluĢturan proteinler, lipitler (yağ asitleri, kolesterol, kompleks lipitler), karbonhidratlar (serbest glukoz, ve glikozile protein ve lipitler) ile daha küçük organik moleküllerden (üre, amonyak, ürik asit, steroitler, uçucu bileĢikler) oluĢur. UyarılmamıĢ tükürükte su oranı oldukça düĢük iken tükürük bezinin uyarılması ile bu oran % 99.5 a kadar çıkabilmektedir. Tükürüğün kompozisyonu için yapılan çalıĢmalarda tükürük örnekleri farklı tekniklerle toplanmaktadır. ÇalıĢmaların bir kısmında doğrudan majör tükürük bezleri kanallarına girilerek alınan örnekler kullanılmaktadır. Bir kısım çalıĢmalar ise 3 büyük tükürük bezi ile minör tükürük bezlerinden gelen sıvıların karıĢımı olan tam tükürük (whole saliva) ya da miks tükürük (mixed saliva) ile yapılmaktadır. Bu tükürüğün toplanmasında da iki farklı yol izlenmektedir. Tükürük örnekleri ya doğrudan alınmakta (nonstimule tükürük) ya da parafin çiğnetme gibi yollarla tükürük bezleri uyarılmakta ve örnekler toplanmaktadır (stimule tükürük). Örneklerin farklı bezlerden ya da farklı tekniklerle toplanması ve bu örneklerin analizlerinde kullanılan tekniklerin hassasiyet farklılıkları nedeniyle çeĢitli kaynaklarda çok farklı sonuçlar gözlenebilmektedir. Teknikler farklı olsa da yapılan çalıĢmaların hepsinin sonucunda tükürüğün yapısının belirli inorganik ve organik bileĢiklerden oluĢtuğu belirlenmiĢtir. Bu bileĢiklerin bir listesi Tablo 4. 2 de verilmiĢtir. 131 Tablo 4. 2 Tabloda görüldüğü gibi inorganik maddelerin büyük kısmını kanda da bulunan Ca++ Na+ Mg++ K+ H2PO4- + HPO4-2 HCO3- ve Cl+ oluĢturmaktadır. Ayrıca eser miktarlarda NH4 F SCN iyonlarına da rastlanmaktadır. Benzer inorganik kompozisyona sahip olan serumdan kaynaklanan tükürüğün inorganik kompozisyonunu oluĢturan moleküllerin konsantrasyonu serumdan büyük farklılıklar göstermektedir. Her bir majör tükürük bezinden elde edilen örneklerde yapılan çalıĢmalar sonucu elde edilen bulgular Tablo 4. 3 de verilmiĢtir. Görüldüğü gibi sublingual bezden unstimule tükürük toplamak mümkün olamamıĢtır. Diğer örnekler incelendiğinde belirli iyonlar dıĢında inorganik kompozisyonun pek fazla değiĢmediği gözlenmiĢtir. Tablodaki unstimule inorganik kompozisyon değerleri baĢka çalıĢmalar sonucu elde edilen değerlerle birebir uymayabilir. 132 Burada tükürük toplama iĢleminin de bir tür uyarı olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Tablo 4. 3 Sodyum ve potasyum tükürük yoğunluğunun ve pH sının belirlenmesinde büyük katkı veren iki iyondur. Sodyum, bikarbonat ile potasyum da fosfatlar ile tampon oluĢturarak tükürük pH sının nötralizasyonunu sağlarlar. AkıĢ hızının artması ile birlikte sodyum iyonun konsantrasyonlarında önemli değiĢiklikler olmasına karĢın primer tükürükteki potasyum iyonu konsantrasyonu büyük ölçüde korunmaktadır (ġekil 4. 22). 133 ġekil 4. 22 Tükürükte bulunan kalsiyum ve magnezyum iyonlarının önemli fonksiyonları vardır. Özellikle kalsiyumun bulunması minenin tükürük ortamında suda çözünmeden kalmasında önemli katkılar sağlamaktadır. Mg++ iyonlarının kaynağı tam olarak belirlenememiĢtir. Hücresel yıkım, ya da erken çürük atakları (asit ataklarında Mg++ ilk serbest kalan iyondur) tükürük Mg++ kaynakları arasında gösterilmektedir. Tükürük akıĢ hızının artması ile birlikte tükürük Mg++ konsantrasyonunun düĢmesine karĢın Ca++ konsantrasyonunun önemli oranda değiĢmediği gözlenmektedir (ġekil 4. 23). ġekil 4. 23 Ca ve PO4 tükürükte aĢırı doymuĢ haldedir ve bu kompozisyonu ile sürekli olarak minenin yüzeyi bu sıvıyla yıkanır. Bu yolla tükürük minenin çözünürlüğünü önler. Eğer tükürükte doygunluk azalırsa mine çözünmeye ve diĢ çürükleri görülmeye baĢlar. Kalsiyum fosfat tuzları mineralize dokunun stabilitesinde ayrıca önem taĢır. Tükürükte 4 farklı formda tuz vardır. Dikalsiyumfosfat, trikalsiyumfosfat, oktakalsiyum fosfat ve dekakalsiyum fosfat veya hidroksiapatit. En önemli tuz hidroksiapatittir fakat diğer üç tuz da tükürükte değiĢen miktarlarda ve ara formlarda bulunur. Genel olarak dikalsiyum fosfat pH 6.2 nin altında olduğu zaman görülür. pH 6.2 nin üzerinde olduğu zaman dikalsiyum fosfat, trikalsiyumfosfat, oktakalsiyum fosfat ve sonuçta hidroksiapatite dönüĢür. Eğer tükürük pH sı pH 6.2 nin altına düĢerse reaksiyon tersine döner ve son ürün gene dikalsiyumfosfattır (ġekil 4. 24). Dikalsiyumfosfat en asidik ve en kararsız 134 yapıda olanıdır. Çürük geliĢiminde de mine yüzeyinde bu aĢamalar görülmektedir. ġekil 4. 24 Özellikle beslenme aralarında devamlı olarak salgılanan unstimule tükürüğün potasyum ile birlikte tamponlanmasında fosfatların önemli katkıları vardır. Kalsiyum iyonları ile birlikte doymuĢ bir çözelti oluĢturarak mine çözünürlüğünü engellemektedir. Tükürük fosfat konsantrasyonu akıĢ hızının artması ile önemli ölçüde azalır (ġekil 4. 25). ġekil 4. 25 Tükürük içinde varlığı belirlenen tiyosiyonat iyonlarının (SCN- ) antibakteriyel etkili moleküller oldukları belirlenmiĢtir. ÇeĢitli moleküllerin (örneğin glukoz) Oksidasyon sonucu ağızda açığa çıkan H2O2 ile tiyosiyonat iyonlarının reaksiyonu sonucu oluĢan oksitiyosiyonat iyonlarının bakteri hücre zarı fosfolipitlerinin ve bakteri DNA larının yapılarını bozarak asit oluĢumunu engelledikleri ve ağız ortamını koruduğu belirlenmiĢtir (ġekil 4. 26). 135 ġekil 4. 26 Nonstimule tükürüğün 6.4 – 7.2 arasında değiĢen pH sı tükürük akıĢ hızında ki artmaya bağlı olarak artan bikarbonat (HCO3-) nedeniyle hızla yükselmektedir (ġekil 4. 27). Bu nedenle kan ya da diğer vücut sıvılarının aksine tükürüğün belirgin bir pH değeri yoktur. ġekil 4. 27 Tükürüğün organik bileĢenleri: Tablo 8.4 de de belirtildiği gibi tükürüğün tükürüğün yapısında salgılandığı dönemlere ve salgılanma biçimine bağlı olarak değiĢen oranlarda büyük ve küçük molekül ağırlıklı iki gurup bileĢik bulunmaktadır. Küçük molekül ağırlıklı organik madde maddelerden baĢlıcaları üre, ürik asit, amino asitler, glukoz ve diğer monsakkaritler ve disakkaritler, laktik asit ve yağ asitleridir. Tükürükten izole edilen ve önemli fonksiyonları oldukları belirlenen baĢlıca proteinler: müsinler (müsin1 ve müsin2), prolince-zengin proteinler, amilaz, lipaz, peroksidaz, lizozim, laktoferrinler, IgA, histatinler ve staterindir. Son dönemde tükürükte iki boyutlu jel elektroforezi kullanılarak 150 farklı protein bulunmuĢtur. Ancak pek çoğunun yapıları ve fonksiyonları henüz tam olarak belirlenememiĢtir. Tablo 4. 3 de baĢlıca tükürük proteinleri molekül ağırlıklarına göre sıralanarak gösterilmiĢtir. 136 Tablo 4. 3 Parotisten salgılanan tükürüğün protein konsantrasyonu % 350 mg. submandibular bez protein konsantrasyonu % 96 mg düzeyindedir. Serumda ise bu miktar % 8.000 mg dir. Tükürük proteinlerinin konsantrasyonları tükürük akıĢ hızının artmasıyla özellikle parotisten gelen protein içerikli sıvı nedeniyle önemli ölçüde artmaktadır. ġekil 8. 27 de tükürük akıĢ hızının protein konsantrasyonuna etkisi gösterilmiĢtir. ġekil 8. 27 Tükürük en önemlisi amilaz olmak üzere bir gurup enzim içerir. Bunlardan baĢlıcaları lizozim, karbonik anhidraz, peroksidaz ve fosfatazlardır. Tükürük proteinlerinden olan -amilazlar Ca bağımlı metalloenzimlerdir. Parotisten salgılanan proteinin % 30 u amilazdır. Amilazın tükürükte birkaç izoenzimi bulunmuĢtur. Karbonhidrat sindiriminde gereklidir. NıĢastaların (1-4) bağlarını hidroliz ederek amiloz ve amilopektin moleküllerine dönüĢtürürler ve ince barsaklarda meydana gelecek daha ileri sindirim için nıĢasta moleküllerini hazırlarlar. Bu parçalanma sırasında açığa çıkan önemli son ürünlerden biri iki glukoz molekülünden oluĢan maltozdur. 137 Lingual lipaz dilde von Ebner bezlerinden salgılanır. Diğer memeli lipazlarında olduğu gibi hidrofobiktir ve yağ damlalarına kolayca girer. Trigliseritlerin ortasındaki uzun zincirleri hidroliz eder. Sindirim fonksiyonundan daha önemli olarak beslenme sırasında ve sonrasında özellikle tat papillaları üzerindeki elektrik geçirmeyen yağ tabakasının temizlenmesiyle görevlidir. Bu yolla çok kısıtlı bir ölçüde de yağ sindirimine katılmıĢ olur. Yeni doğanlarda süt yağının sindiriminde önemli olduğu düĢünülmektedir. Tükürük glikoproteinlerinin önemli bir kısmını glikoprotein yapıdaki müsinler oluĢtururlar. Glikoproteinler protein ana zincirine bağlı bir ya da birkaç farklı monosakkarit molekülünden oluĢur. Bu heterosakkaritler dallı olabilirler ve türev monosakkaritler de içerirler. Glikoproteinlerin oligosakkarit yan gurupları genellikle sialik asitle sonlanır (ġekil 4. 29). Sialik asit çok sayıda yüklü yan gurup içerir Benzer yüklü yan guruplar birbirlerini iterler. Böylece büyük molekül ağırlıklı müsinler birbirlerine bağlanarak ve çökelemezler ve tükürük içinde çözünür halde kalmaları sağlanır. ġekil 4. 29 Staterinler (statherins) tükürük bezleri asiner hücrelerinde yapılır. Duktal tükürük ve ağız içi sıvısında aĢırı doymuĢ kalsiyum fosfatların çökelmesini ve kristalizasyonunu önler. Tükürüğün çökelmeyen aĢırı doymuĢ çözeltisi minenin bütünlüğünün korunması için çok gereklidir. Aynı zamanda staterinler lubrikasyonda etkilidir. Prolince-zengin proteinler (prolin-rich proteins) staterinler gibi asimetrik proteinlerdir. Minede ilk oluĢan pellikilde ve matur pellikilde de bulunur. Prolince-zengin proteinler mine yüzeyinde bulunan kalsiyum fosfat kristal büyümesini inhibe eder. Amino terminal ucu ile kalsiyum fosfat kimyasını kontrol eder. Inhibisyon N-terminal uçta bulunan negatif Ģarjlı 30 aminoasit ile yapılır. Prolince-zengin proteinlerin istenmeyen bir etkisi bakterilerin tutunmasına ortam hazırlamasıdır. Karboksi terminal ucu oral bakterilerle etkileĢir ve tutunmalarına ortam hazırlar. Bu yolla prolincezengin proteinler bakteriyel adhezyonu önemli ölçüde arttırırlar. Laktoferrin demir bağlayan bir proteindir.Ferrik demir iyonları tutarak bakterilerin demirsiz kalmalarına neden olur. Bu yolla özellikle demire 138 ihtiyaç duyan sterptokokların ağız içinde yaĢamalarını önemli ölçüde engeller. Tükürükte bulunan bir baĢka protein de muramidaz adı ile de bilinen lizozimdir. Lizozim özellikle bazı bakterilerin hücre duvarlarında bulunan polisakkaritlerin yapısındaki N-asetil muramik asit ve N-asetil glukozamin amino Ģekerlerinin oluĢturduğu glikozitik bağları parçalar ve bu yolla antibakteriyel etki gösterir. Histatinlerin antibakteriyel ve antifungal etkili moleküller oldukları belirlenmiĢtir. Diğer proteinler ile çoklu fonksiyonları Tablo 4. 4 da gösterilmiĢtir. Bu proteinlerin fonksiyonlarına Tükürüğün fonksiyonları bölümünde detaylı olarak değinilecektir. Tablo 4. 4 Tükürük çok değiĢen miktarlarda üre, amonyak, ürik asit, glukoz, kolesterol, yağ asitleri, amino asitler, steroit hormonlar, lipitler ve proteinler Ģeklinde organik bileĢikler içerir. Tükürükte ayrıca yağ asitleri, kolesterol, mono-, di-, ve triaçilgliseroller, fosfo ve nötral lipitler ve glikolipitler gibi değiĢik lipit molekülleri de bulunur. Tükürükte total lipit konsantrasyonu 2.0 – 2.8 mg/100ml arasındadır. Fonksiyonları tam olarak bilinmemektedir. Ancak demineralizasyonu önlediği yolunda bilgiler vardır. Küçük molekül ağırlıklı organik moleküllerin büyük gurubu amino asitlerdir. Amino asit havuzu alanin, glisin ve glutamik asitçe zengin olup prolin ve kükürtlü amino asitler çok az miktarlarda bulunur. Yapılan araĢtırmalar tükürük ve serum amino asit havuzları içerikleri arasındaki korelasyonun çok düĢük olduğunu göstermiĢtir. Üre karaciğerden çok kolayca hücrelerarası sıvıya serbest bırakılabilen bir moleküldür. Bu yolla bütün vücut hücrelerarası sıvısında bulunduğundan tükürükte de hemen hemen seruma eĢdeğer miktarda üre bulunur. Tükürükte çok az miktarda monosakkarit ve disakkarit bulunur. Tükürükte fazla bulunmaları ile bakteri plağı ve çürük oluĢumu arasında pozitif bir korelasyon vardır. 4. 8. Tükürüğün fiziksel ve kimyasal özellikleri: Sağlıklı bir eriĢkinde günde ortalama 1- 1.5 litre (ortalama 1 ml/dakika) tükürük salgılanır. Tükürüğün % 90 kadarı değiĢen kısa periyotlarda örneğin yemek sırasında salgılanır. Bu tükürük ile birlikte 139 günde ortalama olarak yutulan bakteri ya da mantar miktarı 2.5 gr. kadardır. Her bir bez için uyarısız (resting) pozisyonda minimal salgılama oranı 0.0010.2 ml/dakikadır. Tükürük bezleri stimule edildiğinde bu miktar 0.18- 1.7 ml/dakikaya yükselir. Klinik çalıĢmalarda günlük total tükürük akıĢ hızı 0.5 – 2.0 ml/ dakika olarak kabul edilir. 0.1 ml/ dakikanın altı kserostomia, 2.0 ml/ dakikanın üzeri ise drooling (sulu ağız) belirtisi olarak kabul edilir. Günlük tükürük ihtiyacını karĢılamak üzere majör tükürük bezlerinden salgılanan tükürük oranları aĢağıdaki gibidir: Tükürük bezleri uyarılmadığında, 1. Submandibular tükürük bezi % 62 2. Parotis tükürük bezi % 26 3. Sublingual gland tükürük bezi % 5 Tükürük ihtiyacının % 7-8 i minör tükürük bezlerinden sağlanır. Herhangi bir etkenle tükürük bezleri uyarıldığında 1. Parotis tükürük bezi % 60 2. Submandibular tükürük bezi % 25 3. Sublingual gland tükürük bezi % 5 Minör tükürük bezlerinden ortalama %10 kadarı sağlanır. Herhangi bir zamanda ağızda bulunan tükürük miktarı 0.8- 1 ml civarındadır. Bu ortalama miktardır ve 1.1 ml den fazla tükürük bulunması yutkunma refleksinin ortaya çıkmasına sebep olur. Yutkunmadan sonra ağızda 0.8 ml civarında tükürük kalır. Yutulan kısım 0.3 ml kadardır. Ağız içi yüzeyleri toplamı ortalama 200 cm2 lik bir alandır ve bu alan yaklaĢık 100 mμ kalınlığında bir film ile kaplanmalıdır. Günlük tükürük miktarı ortalama 700 – 800 ml kabul edildiğinde ağız içindeki tükürük günde 700 – 800 defa yenilenmektedir. Bunun için de günde yaklaĢık 2.500 kez yutkunma gerekmektedir. ġekil 4. 30 da günlük tükürük akıĢ ritmi (sirkadian ritim) görülmektedir. Uyku periyotlarında tükürük miktarının çok azalması ve ağız içinde tükürük hareketlerinin çok yavaĢlaması ağız hijyeninin korunmasında büyük engel oluĢturmaktadır. Özellikle bakteri plağı oluĢumu günlük akıĢ ritminin çok düĢtüğü uyku dönemlerinde oluĢma ve diĢ yüzeylerine yerleĢme fırsatı bulmaktadır. Meydana gelen bu sürekli ve yüksek dilüsyon besin artıkları, bakteriler ve toksinlerin ortamdan uzaklaĢtırılması için gereklidir. Bu yolla bir eriĢkin günde 2.5 gr. a kadar bakteri yutularak ağız ortamından uzaklaĢtırılır ve ağız içindeki ortamın düzenli kalması sağlanır. 140 ġekil 4. 30 Tükürüğün fiziksel özellikleri: Total tükürük yoğunluğu 1.010 – 1.20 arasında değiĢmektedir. Tükürük oldukça yoğun viskoelastik bir sıvıdır. Majör tükürük bezlerinin viskoziteleri birbirlerinden oldukça faklıdır. Viskozitesi (akmazlığı) en düĢük tükürük 1.5 centipose (cP) ile parotisten salgılanan tükürüktür [Dinamik akmazlığın SI (Système international d'unités, kısaca SI) birimi paskal-saniye (Pa·s) olup 1 kg. m−1. s−1 ye eĢdeğerdir. 1 poise (P) = 100 centipoise (cP)= 1 g·cm −1·s−1 = 0.1 Pa·s. 1 centipoise = 0.001 Pa·s.]. Submandibular tükürük 3.4 centipose ve en yoğun olan sublingual tükürüğün viskozitesi 13.4 centipoise dur. Tükürüğün viskozitesi bütünüyle salgılanan müsin miktarı ile orantılıdır. Tükürüğün tamponlama kapasitesi: YaĢamsal iĢlevlerin yürütülmesi için organizma, vücut sıvılarındaki hidrojen iyonu (H+) konsantrasyonlarını çok dar sınırlar içerisinde tutmak zorundadır. Vücut sıvılarında yada herhangi bir eriyikte H+ ve anyonlara ayrılan maddelere, yani hidrojen veren maddelere asit, bunun tersine H+ alıcı maddelere ise baz denir. Tampon maddeler, hidrojen iyonu vererek veya ortamdan hidroksil iyonu alarak pH değiĢikliklerini önler. Çünkü belirli pH sınırlarından sapmalar enzim aktivitelerinde, elektrolit dengesinde, baĢta solunum, kardiopulmoner ve santral sinir sistemi olmak üzere organ sistemlerinde ve ilaçların farmakolojisinde önemli değiĢiklikler oluĢturur. Vücutta hücre dıĢı ve hücre içi alanlarda etkisini gösteren çeĢitli tampon sistemler bulunmaktadır. Bunlardan baĢlıcaları: Hücre dıĢı alanda etkisini gösteren tamponlar: 1.Bikarbonat / Karbonik asit tampon sistemi 2.Monobazik sodyum fosfat / Dibazik sodyum fosfat 3.Protein H+/Proteinat 141 4.Organik asitler / Organik asit tuzlar Hücre içi alanda etkisini gösteren tamponlar: 1.Böbrek tübülüs hücresi ve eritrosit içi NaH2PO4/ Na2HPO4 sistemi 2.Dokulardaki protein tampon sistemi 3.Eritrositlerdeki Hemoglobin H+/Hemoglobinat tampon sistemidir. Bikarbonat-karbonik asit sistemi vücudun en önemli tampon sistemidir. Bikarbonat, ekstrasellular sıvıda genellikle sodyum bikarbonat seklinde bulunur. Tükürüğün önemli özelliklerinden biri H2CO3 ve HCO3- ile sağlanan tamponlama kapasitesidir. Özellikle ekstraselüler sıvıda önemli olan bu sistem intrasellular tampon sistemleri ile bağlantılı olarak ekstraselüler sıvıdaki pH değiĢikliklerine karĢı ilk savunma hattını oluĢturur. H2O + CO2 ↔ H2CO3 ↔ H+ + HCO3- Böyle bir tampon sistemine dıĢarıdan hidrojen iyonları (H+ ) ilave edilirse reaksiyon sola kayar. H+ lerin bir kısmı HCO3- ile birleĢerek önce karbonik asit ve sonra CO2 oluĢturacağından, pH daki düĢüĢ ilave edilen H+ kadar olmaz. Tampon etkisini Ģu Ģekilde özetleyebiliriz: Asit fazla ise: H+ +HCO3- → H2CO3 → CO2 + H2O Baz fazla ise: OH- + H2CO3 → HCO3- +H2O Normal fizyolojik koĢullarda istirahat halinde iken tükürük bezlerinden salgılanan total tükürüğün pH sı 6.4 – 7.2 arasında değiĢir. pH nın bu aralıklarda kalması büyük ölçüde H2CO 3 /HCO3- tampon sistemiyle sağlanır. Yeni salgılanmıĢ tükürüğün karbonik asit konsantrasyonu kanın aynıdır. Tükürükteki karbonik asit konsantrasyonu 1.3 mM kadardır. Metabolik reaksiyonlarla ortaya çıkan CO2 in bikarbonat iyonları halinde salgılandıktan sonra kanallardan reabsorbe edildiği yavaĢ akıĢ dönemlerinde pH 6.1 civarındadır. Ayrıca total H2CO3 ve HCO3- konsantrasyonu 2 - 3 mM kadar ve çok düĢük olduğundan tamponlama kapasitesi de düĢer. Artan akıĢ hızına karĢılık pCO2 göreceli olarak sabit kaldığından ve CO2 konsantrasyonu çok fazla değiĢmediğinden HCO3- iyonlarının artıĢı tükürük pH sinde artıĢla sonuçlanır. Çünkü akıĢın hızlanmasıyla bikarbonatın geri emilimi azalır. AkıĢ oranı 1 ml/ 0.1 k kadar artarsa HCO3- konsantrasyonu 30 mM e kadar artar. Bu artıĢla pH da 7.8 e kadar yükselir. Stimulasyon ile salgılanan tükürüğün pH sindeki artıĢ HCO3- artıĢı nedeniyledir. Tükürük bezindeki HCO3- kısmen plazmadan kısmen salgı bezlerinin metabolik aktivitesi sonucu sağlanır (ġekil 4. 31). Artan HCO3- konsantrasyonu ile H+ saldırılarına karĢı ağız bölgesi sert ve yumuĢak dokuları korunurlar. 142 ġekil 4. 31 pH ve çürük hassasiyeti arasındaki dolaylı iliĢki çok iyi belirlenmiĢtir. pH da düĢüĢ çürük miktarında artıĢ demektir. Minenin çözünmeye baĢladığı kritik pH 5.5 olarak belirlenmiĢtir. Bikarbonat pH yığ kontroldeki etkisine ilave olarak plak içine de kolayca girebilir ve orada da pH yığ kontrol edebilir. Normal karıĢık tükürüğün (hole saliva) pH sı 6.4-7.2 arasında ve ortalama 6.8 dir. 24 saatlik periyotta tükürüğün pH sı değiĢiklikler gösterebilir. Örneğin uyku esnasında akıĢ hızı çok azaldığından pH düĢmektedir. Ağızda ortaya çıkan bakteri çoğalmalarına pH değiĢiklikleri de eĢlik eder. Laktobasillus veya Streptokokkus gibi bakterilerin ortaya çıkıĢı ve çoğalması ile asit sentez etmeleri nedeniyle ağız içinde tükürük pH sının düĢtüğü gözlenmiĢtir. AraĢtırmalarda tükürük örneklerinin toplanması sırasında da bu değerlere dikkat edilmelidir. Toplanan tükürük hava ile fazlaca temas ederse HCO3- CO2 halinde kaybolacağından pH kolayca düĢmektedir. Tükürükte tamponlama gücüne de katkıda bulunan inorganik fosfat iyonları da bulunur. Uyarısız (unstimule) tükürükte pH değeri 6.1 civarındadır ve total fosfat konsantrasyonu da 5 mM civarındadır. AkıĢın artıĢına bağlı olarak pH nın 7.0 civarına yükselmesi halinde fosfat konsantrasyonunun 2 mM civarına düĢtüğü belirlenmiĢtir. Bu halde yani pH 7.0 civarında tamponun dominant iyonu HPO4= iyonudur: H3PO4 → H+ + H2PO4- → H+ + HPO4= pH ile diĢ yüzeyinden iyon kaybı arasında sıkı bir iliĢki vardır. Hidroksiapatit kristallerinin HPO4= ve Ca++ ya dönüĢerek çözündüğü kritik bir pH değeri vardır. Bu değer 6.2 dir. Bu pH nın altındaki sıvı diĢ yüzeyi ile karĢı karĢıya kaldığında sıvı ansature olduğundan mine yüzeylerinden Ca++ ve HPO4= iyonları kopabilmektedir: 143 10CaHPO4 + 4OH- → Ca10(PO4)6(OH)2 → 3H2O + 4H2PO4- + Ca++ (pH 6.2↓) 4. 9. Tükürüğün fonksiyonları: Tükürük, ağız sağlığının devamlılığının sağlanmasında çeĢitli fonksiyonları ile önemli rol oynar. Tükürüğün en önemli fonksiyonlarını baĢlıklar halinde sıraladığımızda aĢağıdaki tablo ile karĢılaĢıyoruz: Tükürüğün baĢlıca fonksiyonları: 1. Sindirime katkı. 2. Çiğneme ve yutmanın sağlanması. 3. ÇeĢitli yollardan ağız ve çevresinin koruma: antibakteriyel: aglutinasyon, bakterisidial ve bakteriostatik mekanizmalarla antifungal antiviral fiziksel ajanlara karĢı (lubrikasyon ) kimyasal ajanlara karĢı tamponlama etkisi demineralizasyonu engellemek için iyon rezervuarı olarak etki kristal büyümesinin önlenmesi 4. Vücut su dengesinin korunmasına katkı 5. Salgılama 6. KonuĢmanın kolaylaĢması 7. Protez tutuculuğu 8. Tat almaya katkı 9. Kimyasal iletiĢim (öpüĢme) 10.Savunma (tükürme) 11.Diagnostik bir materyal olarak kullanılması (adli tıp veya spor hekimliğinde). Çiğneme, yutma ve sindirime katkı: Ağızda besin maddelerinin tükürükle karıĢtırılması besin maddelerinin yumuĢamasına neden olur. Etrafının glikoprotein yapıdaki müsin ile kaplanmasıyla da besinlerin sert kısımlarının ağız yumuĢak dokularına zarar vermesi önlenir ve yutmanın kolaylaĢması sağlanır. Besin maddelerinin yutularak ağızdan uzaklaĢtırılması tükürüğün akıĢ hızına bağlıdır. Besin maddelerinin ağza alınması ile birlikte gerçekleĢen parasempatik uyarı ile tükürük miktarı artar ve besin maddelerinin yumuĢatılarak kolayca yutulması sağlanır. Tükürüğün besin maddelerini yumuĢatmasının bir baĢka yolu da yapısındaki α-amilaz enzimi ile niĢasta moleküllerinin α1- 4 bağlarını kopararak daha küçük molekül ağırlıklı bileĢiklerin ortaya çıkmasını sağlamasıdır. Bu yolla sadece besin maddeleri içindeki karbonhidratlar değil diĢ aralarında ve diĢ cebinde bulunan artık karbonhidratlar da parçalanıp suda çözünür hale getirilerek ortamdan uzaklaĢtırılır. Bu yolla ağız hijyeninin korunmasına da katkı sağlamıĢ olur. Amilaz parotisin yanı sıra 144 değiĢen miktarlarda sublingual bezlerden ve von –Ebner bezlerinden de salgılanır. AraĢtırmalar Actinomiyces viscosus gibi bazı bakterilerin bu enzime tutunabildiğini göstermiĢtir. Bu adheziv özelliği nedeniyle özellikle kirli ağızlarda bu bakterilerin üremesi ve ağza zarar vermesi mümkün olabilmektedir. Tükürükte bulunan diğer enzimler, karbonik anhidraz, lingual lipaz, asit fosfataz, ribonükleaz, esterazlar, kallikrein aminopeptidaz ve β-glukuronidaz enzimleridir. Eser miktarda bulunan bu enzimlerin fonksiyonları bugün için tam olarak belirlenememiĢtir. vonEbner bezlerinden salgılanan lingual lipaz enziminin tat papillarının yağdan arındırılması görevi olduğu düĢünülmektedir. Tükürük ile ağız ve çevresinin korunması: Gastrointestinal bölgenin baĢlangıcında yer alan ağız vücudun en kolay kirlenen bölgesidir. Korunması da fevkalade önemlidir. Tükürük ile çok değiĢik yollardan ağız ortamının sağlıklı kalması sağlanmaya çalıĢılmaktadır. Vücudun iç bölgelerinin tüm dıĢa açık yüzeylerinde olduğu gibi gastrointestinal bölgenin ağız dahil tamamı epitel doku ve diğer bezlerden salgılanan glikoprotein yapıda müsin içeren bir sıvı ile kaplanmıĢtır. Tükürükteki glikoproteinler ağız içinde hem canlı hücrelerin dıĢ yüzeylerinde fizyolojik bir sıvının tutulmasını hem de mekanik ve kimyasal yolla korumasını sağlarlar. Sürekli salgılanma ve fazlasının yutulması yoluyla meydana gelen akıĢkanlık ile sürekli olarak yenilenerek bakterilerin diĢ ve yumuĢak doku yüzeylerinde tutunmaları önlenmeye çalıĢılır. Özellikle bakteriyel orijinli çeĢitli toksinler ağız ortamından uzaklaĢtırılır. Tükürük akıĢı bir Ģekilde supresse edilirse hemen patolojik değiĢiklikler ortaya çıkmaya baĢlar. Ekstra kuruluk stomatitisi geliĢtirir. Ağızda inflamasyon oluĢur. Çürük oluĢmaya baĢlar. Ağız içini çok iyi kaplayan müsin yapı ağız içini hem sert hem de çok sıcak ya da soğuk maddelerden korumaya çalıĢır. Tamponu yapısı ile bakterilerin oluĢturdukları asitlerin etkileri engellenmeye çalıĢılır. Tükürüğün antibakteriyel antiviral ve antifungal etkisi: Tükürükteki bir gurup protein antibakteriyel etkiye sahiptir. Bu proteinler lizozim, laktoferrin, tükürük peroksidazı, tIgA, prolincezengin proteinler, aglutinindir. Bu proteinler içinde etkisi en iyi bilineni lizozimdir (lysozyme) (muramidaz). 1828 yılında penicillium notatumdan penisilini izole edip antibakteriyel etkisini belirleyen Ġskoç biyolog Alexander Flemming 1922 de nazal sekresyonda bir maddenin bulunduğunu ve Micrococcus lysodeiktikusu erittiğini rapor etmiĢti. Bu nedenle bu enzime lizozim (lysozyme) adı verilmiĢtir. Daha sonra yapılan araĢtırmalar ile lizozimin nazal sekresyon, ter ve tükürükte fazla miktarlarda bulunduğu belirlenmiĢtir. Lizozim bakterilerin hücre duvarlarında bulunan Nasetilglukozamin ve N-asetilmuramik asit gibi karbonhidrat komponentlerine etki ederek bu moleküllerin diğer monosakkaritlerle oluĢturduğu bağları parçalar Bu yolla bazı bakterilerin hücre duvarlarında bulunan bu polisakkaritlerin yapılarının bozulmasına sebep olur. Lisozim özellikle 145 monosakkaritlerin polimer yapabilmek için oluĢturduğu glikozidik bağları parçalar. Ancak son zamanlarda yapılan çalıĢmalar ile dengesiz ve düzensiz antibiyotik kullanımına bağlı olarak çok sayıda lizozime dirençli mutant bakteri izole edilmiĢtir. Laktoferrin, peroksidaz ve sekretuar IgA ile müsin de benzer etkiye sahiptir. Son bulgular lisozimin antiHIV etkisinin de olduğunu göstermiĢtir. Laktoferrin (LF) 76.000 molekül ağırlığında demir bağlayan bir proteindir. Asiner epitelial hücrelerde ve nötrofillerde sentez edilir. Laktoferrinin sütte de bulunduğu belirlenmiĢtir. Ferrik demir iyonlarına bağlanır ve tükürüğü demirden arındırarak bakterileri temel besin maddelerinden bir olan demirden yoksun bırakır. Laktoferrin çok geniĢ miktarda bulunan ve transferrin adı verilen bir molekül gurubuna dahildir. Yapılarına ferrik formda iki demir iyonu bağlarlar. Aynı zamanda laktoferrin iki bikarbonat iyonu da bağlar. Laktoferrinin demir bağlayabildiği pH 4.0 dür. BaĢta Streptococcus mutans olmak üzere pek çok bakteri türünde antibakteriyel etkiye sahiptir. Örneğin Streptokokkusun büyümesi demire bağımlıdır. Fe+2 li ortamda yaĢamını 72 saat sürdürebilmektedir. Ancak ortamda laktoferrinin varlığında streptokokkusun yaĢamı 15 dakika içinde sona erer. Bu nedenle laktoferrin bakterisidik bir bileĢik olarak tanımlanmıĢtır. Plak ve plak birikimlerinin varlığında laktoferrin inaktiftir. Tükürük peroksidaz sistemi tükürük, ter ve sütte bulunan peroksidazlardan oluĢan, kofaktörleri H2O2 ve tiyosiyonat (HOSCN) olan bir baĢka antibakteriyel sistem içerir (ġekil 4. 32). Tükürük peroksidazı tiyosiyonatı okside ederek pek çok mikroorganizma için toksik etki gösteren hipotiyosiyonat (HSCN- ) ve hipotiyosiyanoz asit (hypothiocyanous acid) (HOSCN) oluĢturur. Bakteri büyümesinin inhibisyonu da bu yolla bakteri yapısında temel olarak bulunan sülfonil veya disülfit guruplarının sülfhidrillere oksidasyonu ile ortaya çıkar. ġekil 4. 32 Tükürükteki SCN iyonları kandan kaynaklanır. Ġnsanda büyük ölçüde lökositlerde ortaya çıkan H2O2 Streptokokkus mitis ve St. Sanguis gibi aerobik bakteriler tarafından da sentezlenir. Streptokokkus mitis ve St. Sanguis gibi bakterilerden oluĢan ortamlarda O2 varlığında açığa çıkan H2O2 miktarı limitleri ve metabolizmayı belirleyen faktördür. Bu bakterilerin üreyebilmesi için ortamda yeterli miktarda H2O2 bulunmalıdır. Bu nedenle peroksidaz sistemi özellikle bu bakterilerde aktiftir. Deneysel çalıĢmalar göstermiĢtir ki bazı bakteriler tükürük peroksidazı (salivary peroxidase-SPO) ve SCN- varlığında üreyemezler. Çünkü SCN- tükürükle reaksiyona girerek HSCN- oluĢturduğundan serbest H2O2 miktarı azalmaktadır. Bu da bakterinin üreme hızını büyük ölçüde etkilemektedir. - 146 Tükürüğün baĢlıca antiviral aktivitesini immunoglobulinler göstermektedir. IgA molekülü tükürükte en fazla bulunan immunoglobulin molekülüdür. Ancak zaman zaman tükürükte IgG ve bazen IgM molekülleri de görülmektedir. Sekretuar IgA en önemli savunma mekanizması molekülüdür. ġekil 4. 33 Tükürük IgA molekülü dimerik yapılı ve 2 immunoglobulin molekülünden meydana gelmiĢ bir moleküldür (ġekil 4. 33). Ġki molekül arasında J peptidi adı verilen bir protein molekülü ile birbirine bağlanmıĢtır. Ayrıca yapısında sekretuar bileĢen adı verilen ikinci bir protein molekülü daha bulunur. tIgA tükürük bezlerinde sentez edilir ve tükürüğe dahil olur. Tükürük IgA veya IgM moleküllerinden bütünüyle yoksun bireylerde çürük insidansında büyük artıĢ gözlenmiĢtir. tIgA kaynaklarının en önemlisi minor salgı bezleridir. Tükürükte % 30 mg. a kadar görülebilen tIgA moleküllerinin büyük kısmını salgılarlar. ÇeĢitli bakterilere etkisinin yanı sıra tIgA viruslarla aglutinasyon yaparak bu canlıları da etkisiz hale getirir. Histidince-zengin proteinlerin ve sisteince-zengin proteinlerin antifungal etkili moleküller olduğu belirlenmiĢtir. Histidince zengin proteinler (Histatinler) 7-38 amino asitli antifungal ve antibakteriyel etkili kısa zincirli bir polipeptit gurubudur. Adlarını içinde fazlaca bulunan histidinden alır. Ġnsanda parotis ve submandibular tükürük bezlerinden salgılanırlar. Bu gurup proteinlerin tümü insanda doğal immunitenin oluĢmasında çok önemli rolleri olan amfipatik moleküllerdir. Bu protein ailesindeki peptitlerin çoğunun yapısı ve antifungal etkisi belirleniĢ olup tedavi amacıyla üretilmeye çalıĢılmaktadır. Kandida albigans yaygın oral oral mantar infeksiyonları nedenlerinin baĢında gelir. Sağlıklı kiĢilerde çok nadir olarak görülen bu ağız içi yüzeysel infeksiyonu genellikle kserostomi ya da AĠDS hastalarında komplikasyon olarak ortaya çıkar. Ağızda histatin konsantrasyonlarının düĢmesi bu infeksiyonların ortaya çıkmasının en önemli nedenidir. Lipokalinler (lipocalins) dil üzerinde bulunan Von Ebner‟s salgı bezlerinden salgılanırlar. Bu nedenle aynı zamanda Von Ebner’s salgı proteini (Von Ebner’s Gland proteini- VEGh) olarak da bilinir. Diğer salgı bezlerinde de bulunur. Bu nedenle bazı araĢtırıcılar bu moleküllere gözyaĢı lipokalini (tear lipocalin- TL)adını vermiĢlerdir. Dil lipokalini (Tongue lipocalin-VEGh) yapısında 3 farklı segmental motif bulunur (kırmızı beyaz ve mavi). Birbirine çok benzeyen bu 147 3 yapı sistein proteinazların (sistatinlerin) biyolojik inhibitörleri olan lipokalinlerin proteinaz aktivitesinin inhibisyonunda en önemli rolü oynarlar. Sistatinde bu motifler protein omurgaya sıkıca bağlanarak üçlü bir yapı oluĢtururlar. Bu üçlü yapı sistein proteazların aktif merkezlerinin enzime bağlanmasını ve enzimin çalıĢmasını engeller. Submandibular ve sublingual tükürük salgısı aynı zamanda St. mutansı mine yüzeyine yapıĢtıran adhesion promoting protein (APP) içerir. Bu proteinin molekül ağırlığı yaklaĢık 300.000 civarındadır. Molekül ağırlığı ve glikozilasyonu bireyler arasında küçük farklılıklar gösterebilir. Adhesion promoting proteinin diĢte ilk kolonizasyonda ve plak birikiminde rolü olduğu bilinmektedir ancak bu etki tam olarak gösterilememiĢtir. Bu proteinlerin parotis aglutininleri ile iliĢkili oldukları düĢünülmektedir. Ancak iki protein molekülü arasında yapısal benzerlik saptanamamıĢtır. ġimdilik her ikisinin de yalnızca benzer fonksiyona sahip oldukları bilinmektedir. Ağızda homeostazisin sağlanmasında müsinlerin rolü: Müsinler (mucins) insan vücudunun her yerinde bulunur. Solunum kanalı, gastrointestinal kanal ve döllenme kanalları gibi sistemlerin bütün epitel dokuları müsin salgılarlar. Büyük ve yüklü yapıları sebebiyle ( 20 KDa) müsinler suda zor çözünürler. Suyla hidrofilik jeller oluĢturabilirler ve bu jellerle epitel doku hücrelerinin yüzeylerini kaplarlar. Müsinler iki gurup altında toplanabilirler. Salgılanan müsinler ve membranla ilgili müsinler. Salgılanan müsine aynı zamanda jel oluĢturan müsin de denir ve büyük zincirlerden oluĢmuĢtur. Temel fonksiyonu epiteli korumaktır. Membran bağımlı müsinler monomerik yapılardır ve hidrofobik membran bağlayan bölgeleri ile hücre yüzeyine tutunur. Bu müsinlerin fonksiyonu açık değildir. Tükürükteki müsinler aglutinasyon yapabilirler veya bakterilerle kümeler oluĢturabilirler. Koloni oluĢturulabilen bakterileriler tükürük akıĢıyla oral kaviteden kolayca uzaklaĢtırırlar. Bu yolla bakteriyel kolonizasyona karĢı belirgin bir koruma mekanizması oluĢtururlar. Eğer bakteri glikoproteinlerle aglutine halde ise tükürük ile uzaklaĢtırılması çok daha kolaydır. Müsinler dıĢ yüzeylerde fizyolojik bir ortam oluĢtururlar ve mikroorganizmalar ve asitleri içeren eksojen saldırılardan dokuyu korurlar. Ġnsan tükürük müsinleri diğer epitelial müsinlere benzer. Büyük molekül ağırlıklı ve yüksek oranda glikozile (CH içeriği %80 ) proteinlerdir (ġekil 4. 34). 148 ġekil 4. 34 Tükürük müsinlerinin yapı ve fonksiyon iliĢkileri: Müsinler molekül ağırlığı 100.000 den birkaç milyona kadar değiĢebilen bir glikoprotein ailesidir. Büyük ölçüde submandibular ve sublingual bezlerden salgılanırlar. Su ile temas ettiğinde moleküller birbirlerine bağkanarak yapı uzar ve tükürüğe viscous görünüm kazandırırlar. Su tutuculuğu ve lubrikasyona ilaveten, mukozal pellikilin önemli bir kısmını oluĢturur. Protein çekirdek, oranı % 75 – 85 oranında değiĢen miktarlarda karbonhidratlarla birlikte bulunur. Dört müsin tipi vardır. MG1, MG2 (2 izomeri vardır) ve paletinal müsin. MG1 müsinin molekül ağırlığı 1.000 kDa dan fazla iken MG2 ortalama 125kDa dur. MG2 monomerler halinde salgılanmaktadır. Ancak salgılanma sonrası dimer ve tetramerleri oluĢturduğu saptanmıĢtır. MG1 çoklu disülfit bağlı alt birimlerden oluĢan oligomerik bir yapıya sahiptir. Bugün için insanda dokuz adet bu müsinleri kodlayan gen belirlenmiĢtir ( MUC 1-4, MUC5AC, MUC 5B, MUC6, 7, 8 genleri). Bu genler translasyon sonrası çok yaygın glikozilasyonla modifiye edilen çubuk Ģeklinde apomüsin birimlerini kodlarlar. Tükürük müsinlerinden MG1 mukoza ve mine yüzeyinin kaplanmasında en önemli rolü oynarken MG2 oral mikrofloranın düzenlenmesinde rol alır. Çift fonksiyonlu (amphifonksiyonel) MG2 molekülleri ağız içinde lokalize olduğu yerlerde bazı mikroorganizmaların tutulma ve proliferasyonlarını bazılarının ise bağlanmalarının önlenmelerini kolaylaĢtırarak oral mikrobiotayı düzenlerler. Tükürük müsinleri solunum sisteminin bazı patojenleri, karyojenik ve periodontal patojenler, patojen bir mantar olan Kandida albigans, HSV-I ve HIV-I ile etkileĢime girerler. Amilazla meydana getirdikleri kompleks Streptokokkus mutansa ait glikozil transferaz enzimini inhibe eder ve bu yolla S. Mutansın kolonizasyonunu kontrol ederek oral kavite içine lokalizasyonunu sınırlarlar. MG2 müsin proteini MUC7 geni kodlar. MUC7 genin kodladığı müsin protein çekirdeği 357 amino asit ve 6 birbirini izleyen 23 aminoasitli tekrarlayan ünitelerden oluĢur. MG1, MUC5B ve MUC4 genleri tarafından kodlanan en az 2 müsinin karıĢımıdır. MUC5B yapısında 525 amino asitli birimin 4 kez art arda tekrarlanmasıyla oluĢan bir bölüm içeren 3570 aminoasitli ve molekülün majör bileĢeni olan ve jel oluĢturan protein adı 149 verilen proteini kodlar. MUC4 ün kodladığı müsin membran bağımlı müsindir ve belirlenen en yaygın müsin türüdür. Oral mukoza yüzeyleri tükürük bezlerinden ve epitel doku hücrelerinden salgılanan jel oluĢturan ve membran bağımlı müsinlerden oluĢur. Membran bağımlı MUC1 ve MUC4 müsinler bakteri, virus ve mantarların giriĢini engelleyen koruyucu müsin bariyerini oluĢturur. Bu glikoproteinler çok büyük molekül ağırlıklı MUC5B ürünü proteinler ile bağlanarak hep birlikte multimerik bir ağ oluĢtururlar. Son çalıĢmalarla MUC7 ürünü proteinlerin invitro deneylerle bakteri ve mantarları öldürdüğü gösterilmiĢtir. Müsinlerin moleküler yapıları incelendiğinde üzerlerinde iki farklı bölge bulunduğu belirlenmiĢtir (ġekil 4. 35): 1.Birim zincirlerin amino ve karboksi terminal bölgeleri çok hafif glikoziledir. Ancak bu bölgeler sentez sonrası birbirlerine çok sağlam kovalent disülfit bağlarıyla bağlanabilmeleri için sisteince zengin bölgelerdir. Salgılanma sonrası birim moleküller bu bölgelerden birbirine bağlanarak çok daha uzun zincirli higroskopik yapılar oluĢtururlar. 2.Ġki uç arasında daha geniĢ olan santral bölge 10 ile 80 arası değiĢen üniteden oluĢmuĢtur. Tekrarlayan biçimde birbiri ardınca sırayla dizilmiĢ olan birimlerin yapısında yarı yarıya serin ve treonin amino asitleri bulunmaktadır. Bu bölge yüzlerce O-bağlı oligosakkaritlerle doymuĢ hale getirilir. Daha az sıklıkla olmak üzere N-bağlı oligosakkaritler de müsinlerin yapısında bulunur. ġekil 4. 35 Ġnsan tükürük salgı bezleri iki çeĢit müsin içerir. Mukoz glikoprotein MG1 ve mukoz glikoprotein MG 2. Biyokimyasal çalıĢmalar MG1 in, amilaz, prolince-zengin proteinler, staterin ve histatinlerden farklı heterotipik bir kompleks olduğunu göstermiĢtir. Genel olarak doğal ve rekombinant MG 2 üzerinde yapılan çalıĢmalar oral kavitede immun olmayan ağız savunmasında önemli bir rolü olduğunu göstermiĢtir. Müsinin fizikokimyasal özelliklerinin büyük kısmı peptit omurgaya kovalent bağlarla bağlanmıĢ önemli miktardaki O-bağlı yan zincirden kaynaklanmaktadır. Son onlu yıllarda diĢ yüzeylerine ve oral mukozaya tutunabilen ya da birikim yapan bakterilerin ağızdan uzaklaĢtırılmasındaki etkileri üzerine pek çok çalıĢma yapılmıĢtır. Kaygan mukoz tabaka lubrikasyon (yağlanma) sağlayarak diĢ ve epitel dokunun yıpranmasını önler. Ağzın tutuculuğunu arttıran tükürüğün viskoelastik tükürükteki bu moleküller nedeniyledir. Fonksiyonu tam olarak bilinemeyen tükürük proteinleri: 150 Ġnsan tükürüğünde bazıları çok özgün olan çok sayıda protein izole edilmiĢtir. Bu proteinler, renin, epidermal büyüme faktörü (EGF, yeni doğan farelere enjekte edildiğinde diĢ büyümesini provoke eder), sinir büyüme faktörü (nerve growth factor - kültüre nöronlarda büyümeyi provoke eder) ve feromakseindir (pheromaxein androstenon bağlayan proteindir ve erkek domuzlarda izole edilmiĢtir). Bu proteinler ve hormonların tükürükteki fonksiyonları tam olarak belirlenememiĢtir. Tükürük proteinleri aynı zamanda koku bağlayan bir protein içerirler. Bunların ter kokusunu bağlayan proteinler (ASOB 1) ile benzerlikleri belirlenmiĢtir. 3-metil-2-hekzenoik asiti yapılarına bağlarlar. Bu proteinlerle geliĢtirilen hipotezlere göre nefes kokusu veya insanda kimyasal iletiĢim ile iliĢkili olduğu düĢünülmektedir. Küçük bir peptit olan sialin tükürükten izole edilmiĢtir. pH düĢüĢünün önlenmesinde etkili olduğu sanılmaktadır. Tükürükteki kalsiyum korunmasındaki rolü: ve fosfatın mine kristal yapısının Tükürükte bulunan kalsiyumun % 90 kadarı çözünür halde olup geri kalanı proteine bağlı haldedir. Tükürükte bulunan fosfat konsantrasyonu 223 mM (aĢırı doymuĢ) arasında değiĢir. EĢdeğer miktarlarda da kalsiyum bulunmaktadır ve çeĢitli kalsiyum tuzları oluĢturmak için yeterlidir. Tükürük, kompozisyonunda bulunan doymuĢ kalsiyum tuzları nedeniyle öncelikle diĢ yüzeylerinden tükürüğe kalsiyum ve fosfat çözünmesinin önüne geçmiĢ olur. Bu yolla diĢler sürekli olarak sıvı ortamda kalmalarına karĢın hiçbir zaman yüzeylerinden demineralizasyon ile kristal kaybına uğramazlar. Tükürük proteinlerinin en önemli görevlerinden biri mineralize doku etrafında hem mineral doku kayıplarını hem de düzensiz kristal büyümesini önleyen koruyucu bir çevre oluĢturmaktır. Mine mineralinin kristal yapısının hassas olarak korunması tükürüğün kalsiyum ve fosfat tuzları ile doymuĢ olmasıyla yakından ilgilidir. DoymuĢ konsantrasyon mine çözünürlüğünde belirgin bir etki sağlar. AĢırı doymuĢluk tuzların presipitasyonunun kaçınılmaz olduğunu düĢündürmektedir. Ancak tükürüğün bu hali ile fizikokimya kurallara karĢı koyduğu da gözlenmiĢtir. AĢırı doymuĢ tuzlar normal Ģartlar altında tükürüğün yapısında bulunan spesifik tükürük presipitasyon (kristal büyümesi) inhibitörlerinin varlığı nedeniyle çökelemezler. Primer kristal büyüme inhibitörü staterindir. Staterinin yanı sıra asidik prolince-zengin proteinler, histidince zengin proteinler (histatinler), ve sisteince zengin proteinler (sistatinler) de kristal büyüme inhibitörleridir (Tablo 4. 5). Asidik PRPs nin inhibitör aktivitesi yapısına Ca++ ve hidroksiapatit bağlanması ile gerçekleĢir. Yapılan çok sayıdaki deneylerle bu yolla kristal büyümesini inhibe ettiği gösterilmiĢtir. Sıralamadaki en önemli iki protein asidik prolince zengin protein ve statherindir. Bu proteinlerin presipitasyonu önlemedeki baĢlıca fonksiyonları: 151 1. Asidik prolince zengin protein kalsiyum deposu olarak etkilidir. 2 Ca++ iyonu bağlar ve gerekli olduğunda serbest bırakır. Asidik prolince zengin protein hidroksiapatit bağlanması için gerekli iki fosfat iyonunu kovalent bağlanarak taĢır. Aynı zamanda pelliklin de bir bileĢenidir. Bu ince protein tabakası temiz diĢ yüzeylerinin tükürük ile karĢılaĢması ile oluĢur. Onların pellikldeki pozisyonlarını fonksiyonları belirler. Bakterilerin mine yüzeyine tutunmalarını önleyebilmek için ve mine bütünlüğünü bozan bir demineralizasyon tehdidi olduğunda depolarından Ca++ verebilmek için bu proteinler hemen mine yüzeyinde bulunurlar. 2. Statherin hem primer hem de sekonder olarak kristal büyümesini inhibe edebilir. Bu mine yüzeylerinin istenilenin ötesinde büyümemesini sağlar ve tükürük minenin bütünlüğünü sürdürmek için gerekli olan kalsiyum tuzları ile aĢırı doymuĢ kalır. 3. Histidince zengin proteinler (HRP veya histatinler ) daha hafif ve dolaylı yoldan etkili kristal büyüme inhibitörleridir. Esas olarak antifungal etkili proteinlerdir. 4. Sistatinler de primer antibakteriyel etkilerinin yanı sıra az etkili sekonder kristalizasyon inhibitörleridir. Tablo 4. 5 Bu inhibitörlerin yokluğunda kalsiyum fosfatlar, besin artıkları, bakteriler ve epitel döküntülerinin nükleatör olarak etkili olduğu bölgelerde tükürükten mine yüzeylerine ve tükürük kanalları içlerine çökelmekte ve tükürük kanalları oluĢan taĢlar tarafından tıkanabilmektedir. Kristal büyümesi sadece tükürüğün problemi değildir. Aynı problem idrar, safra salgısı ve pankreas sıvısında da vardır. Bu vücut sıvılarının okzalat, karbonat ve fosfatlar gibi kalsiyum tuzları aĢırı doymuĢtur ancak normal sağlıklı koĢullarda çökelmezler. Bu vücut sıvılarının tümü presipitasyonu önleyen 152 kristal büyüme inhibitörleri içerir. Bu faktörler aktif olmadıklarından tükürük bezleri ve ağız içinin yanı sıra safra kesesi, böbrekler veya pankreasta da taĢlar meydana gelebilir. Ġnhibitör proteinler sadece insana özgü değildir. Maymun, tavĢan, rat, hamster tükürüklerinde ve yılan zehirinde de mevcuttur. Ġnhibitör protein yapılara ilaveten kemik, diĢ gibi kristalize dokularda kristalizasyonu kontrol eden baĢka inhibisyon mekanizmaları vardır. Bütün inhibitörler protein değildir. Sitrat, Mg iyonları, glukozaminoglukanlar, ribonükleik asitler ve pirofosfatlar da presipitasyonu inhibe edebilmektedirler. . Tükürüğün tat almada ve konuĢmadaki rolü: Tükürük tat tomurcuklarını devamlı olarak yıkayarak hücrelerin bileĢiklerle temas yüzeylerini sürekli açık tutar. Ağıza alınan besin maddelerinin içeriğinin suda çözünmelerini sağlayarak moleküllerin tat papillaları tarafından tanınmalarını ve serbest kalan küçük moleküllerin gaz haline gelerek koku sinirlerini uyarmaları ile kokunun alınmasını sağlar. Tat ve kokunun her ikisinin birlikte algılanması ile besinin lezzeti ortaya çıkar. Besinlerin yutulmaya hazır hale getirilmesinde ve yutulmasında tükürüğün önemli rolü bulunmaktadır. Alınan besinlerin tatlarının algılanmasında dilin yanı sıra tükürüğün içerisindeki gustin adı verilen peptid yapısındaki bir komponenetin de rolü bulunmaktadır. Besinlerin tadlarına ve özelliklerine göre de salgılanan tükürüğün viskozite ve miktarında değiĢimler olabilmektedir. Örneğin asidik, bazik, kuru, tuzlu ve gevrek besinler daha viskozitesi az, proteinlerden fakir yapıda tükürüğün salgılanmasına neden olmaktadır. Acı ve Ģekerli besinler ise tam tersi daha viskoz tükürük oluĢumunu sağlamaktadır. Tükürüğün konuĢma sırasında da önemli fonksiyonu bulunmaktadır. Ağız mukozasını ve dilin üzerini kaplayarak konuĢmanın rahatça yapılmasını sağlamaktadır. Tükürüğün konuĢma ile ilgili fonksiyonunun önemi tükürük salgısının herhangi bir nedenle azaldığı kiĢiler tarafından çok iyi bilinmektedir. Bu duruma kserostomia adı verilmekte olup, bu kiĢilerde ağızda kuruluk hissinin yanı sıra dilin hareketlerinde kısıtlanma ve mukozalarda tahriĢ ve buna bağlı ağrı ve acı hissi meydana gelmektedir. Tükürüğün fonksiyonlarından birisi de oral mukozal dokularda meydana gelen yaralanmalarda içerdiği komponentler ile yara iyileĢmesine yardımcı olmasıdır. Yapılan araĢtırmalarda tükürükteki miktarları çok az olmakla beraber, epidermal büyüme faktörü (epidermal growth factor) (EGF) ve sinir büyüme faktörü (nerve growth factor) (NGF) gibi spesifik büyüme faktörlerinin oral mukozalardaki yaralanmalarda iyileĢmeyi hızlandırıcı etkiye sahip olduğu tespit edilmiĢtir. 4. 10. Hidrasyon kabuğu: Tükürüğün içinde bulunan suyun diĢ ve yumuĢak doku yüzeylerinde oluĢturduğu çok ince katmana hidrasyon kabuğu adı verilir (ġekil 8. 35). Bu katman diĢ yüzeylerinde kristal yapı ile pellikl arasında ince bir kat 153 oluĢturmaktadır. Özellikle mine yüzeyini kaplayan bu tabakanın içeriği mine kristal yapısının korunmasında büyük önem taĢır. Mine yüzeyinden kopabilen iyonlar bu tabakada bulunurlar. Ayrıca hidrasyon kabuğu içinde bulunan çözünür iyonlar tekrar diĢ yüzeyine geri dönmektedirler. Çürük oluĢumu ve diĢ yüzeylerinin korunmasında önemli bir tabakadır. ġekil 4. 36 4. 11. Tükürük bezlerinde salgılama bozukluklarına neden olan hastalıklar: Kserostomi: Kserostomi genelde bir hastalık değil, çoğu kez bir semptomdur. Tükürük salgılama hızı 0.2 ml/dakikanın altına düĢtüğü zaman geliĢir. Bu miktar sağlıklı bir eriĢkinin tükürük salgılamasının % 4 ünden daha azdır. Kserostomialı hastalarda oral mukoza önemli ölçüde kuru, üzeri yapıĢkan ve oldukça ince bir mukus tabakasıyla örtülü olup, dil ileri derecede hiperemiktir. Görünümü de oral mukoza ile aynı olup yüzeyi çatlak çatlaktır (ġekil 4. 37). Hastalar ağız kuruluğundan, yanma hissinden, tat alamamaktan, kuruluk nedeniyle yutma ve konuĢmada güçlükten yakınırlar. Tablo apityalizm ya da kuru ağız sendromu olarak bilinir. ġekil 4. 37 (spekula.oulu.fi) 154 Kserostomi etyolojisinde değiĢik birçok neden bulunabilir. Tüm tükürük bezlerinin aplazileri (çok nadir görülür) kserostomiye neden olabilir. Tükürük bezlerinin salgılama bozukluklarının en sık karĢılaĢılan nedenlerinden biri innervasyon bozukluklarıdır. Birçok ilaç bu innervasyonu etkileyebilir. Stres, korku ve heyecan kserostomiye neden olabilir. Antihipertansifler (reserpin), antidepresanlar, antihistaminikler, diüretikler, ganglion blokerleri ve parasempatolitik ajanlar yan etki olarak ağızda kuruluk yapabilir. Kserostominin Bunlardan bazıları: etyolojisinde çok farklı nedenler belirlenmiĢtir. Yineleyen inflamatuar tükürük bezi hastalıkları (Rekürren parotitler). BaĢ-boyun malignitelerinde tedavi amacıyla verilen radyoterapi özellikle parotis parankiminde irreversibl değiĢiklikler yapar. Metabolik hastalıklar: Diyabetes mellitus, dehidratasyon ve kronik böbrek yetmezliği. Otoimmün hastalıklar: Sjögren sendromu. Kronik alkolizm, karaciğer bozuklukları, Mikulicz sendromu, Heerfordt sendromu, Down sendromu, SLE, pernisiyöz anemi ve diğer anemiler. Siyalolitiyazis. Kserostomi ağız mukozasının çabuk enfekte olmasına yol açar. Bu nedenle akut stomatitler ve oral kandidiyazisle sık karĢılaĢılır. Ayrıca diĢ çürükleri, periodontitler, ağız kokusu sık görülen patolojilerdir. Siyalore (Sialorrhea): Tükürüğün aĢırı salgılanmasına verilen isimdir. BaĢta Parkinson hastalığı ve miyastenia gravis olmak üzere birçok nörolojik hastalığın seyri sırasında görülebilen bir belirtidir. Küçük çocukların diĢ çıkarma dönemlerinde görülmesine karĢın, spastik çocuklarda süreklidir ve belirgin bir semptom niteliğindedir (ġekil 4. 38). Nörolojik nedenlerle geliĢen siyaloreleri sempatomimetik ajanlarla kontrol altına almak mümkündür. Tükürük bezlerine uygulanan oldukça düĢük dozda radyoterapinin siyaloreyi azalttığı bilinmektedir. Nörolojik rahatsızlıklara bağlı oluĢan siyalore, çeĢitli cerrahi tekniklerle de tedavi edilebilmektedir. Bu cerrahi teknikler: Major tükürük bezlerinin çıkarılması veya kanallarının bağlanması, tek veya çift taraflı korda timpani kesilmesidir. 155 ġekil 4. 38 Siyalolitiyazis (Sialolithiasis): Genellikle majör tükürük bezlerinde unilateral olarak geliĢir. Minör tükürük bezlerinde taĢ oluĢumuna iliĢkin veriler sınırlıdır. Ancak üst dudakta yer alan minör tükürük bezlerinde taĢ oluĢumu diğer bölgelerden daha sık olarak görülür. Siyalolitiyazis cinsiyet ayırımı olmaksızın eriĢkinlerde (30 ile 60 yaĢ arası) görülür. Çoğu kez geniĢ kanallı tükürük bezlerinin kanallarında veya bez içi kanallarda lokalizedir (ġekil4. 39). ġekil 4. 39 Siyalolitiyazis sıklığı bezler arasında değiĢiktir. Yapılan bir araĢtırmada 1.200 kadar olgunun tükürük bezlerine göre dağılımı Ģöyledir: Submandibular bez % 83 Parotis bezi %10 Sublingual bez % 7. 156 Submandibular bezde siyalolitiyazisin çok görülmesi, bu bez salgısının daha viskoz, mukustan daha zengin ve kanalının geniĢ, kısmen kıvrımlı ve tükürüğün aĢağıdan yukarıya bir seyir izlemesiyle açıklanabilir. Siyalolit oluĢması için öncelikle intraduktal bir jel formasyonuna gereksinim vardır. Jel üzerine glikoproteinler, mukopolisakkaritler, lipitler ve sellular artıklardan oluĢan organik maddeler ve Ca++ tuzları, fosfat ve karbonattan oluĢan inorganik maddeler çökerek siyalolitleri oluĢturur. Tükürük pH sının artması, obstrüksiyon, dehidratasyon ve orofarengeal infeksiyonlar tükürük akımının azalmasına yol açarlar ve siyalolit oluĢumunu kolaylaĢtırırlar. Submandibular bez taĢları genellikle parotis bezi taĢlarından daha iridir. Ayrıca submandibular taĢlar tek, parotis taĢları genellikle birden çoktur (ġekil 4. 40). ġekil 4. 40 (Santosh Patil) Siyalolitlerle iliĢkili sistemik hastalık guttur ve bu vakalarda ürik asit taĢları oluĢur. Parotis taĢları daha küçük fakat multipl olurlar. Çoğu olguda parankim lokalizasyonludur. Submandibüler taĢlar % 70- 80 kanaldadır. Siyalolitlerde semptomlar, ağrılı ĢiĢlik (en sık semptom), ağrısız ĢiĢlik, tek baĢına ağrı, tükürük koliği Ģeklinde sıralanabilir. Belirtiler ve yakınmalar yemek yerken ve sekretuar uyarıların arttığı dönemde belirginleĢir. Çene ve dilaltında, kulak memesi önünde ve altında ani ĢiĢmeler ve çok Ģiddetli ağrılar geliĢir. Kanalda tam obstrüksiyon yoksa ağrı ve ĢiĢlik bir iki saat içerisinde kendiliğinden kaybolur. Tekrarlayan uyarılar tabloyu eski haline getirir. Böyle bir saptama siyalolit olasılığının güçlü bir kanıtıdır. Tanı, ayrıntılı bir öykü, fizik muayene ve radyolojik incelemelerle konur (ġekil 4. 40). Palpasyonla bimanuel olarak ağız tabanı arkadan öne doğru, Stensen kanalı çevresi ve masseter kası önü cildi muayene edilmelidir. Parotis ve submandibular siyalolitlerin tanısında ultrasonografi ve siyalografik incelemeler genellikle çok yararlıdır. Ultrasonografi solid kitleyi, kanal geniĢliğini ve bezdeki büyümeyi saptar. Siyalografi, taĢları dolma defekti olarak gösterir. TaĢın lokalizasyonuna iliĢkin açık bilgi verir, taĢın arkasında kalan kanallardaki dilatasyon ve staz belirtilerini de gösterir. Siyaloadenozis: Tükürük bezlerinin ve özellikle parotisin non-inflamatuar, nonneoplastik büyümesini tanımlar. ġiĢliğin yemek yeme ile ilgisi yoktur. 157 Parotis büyümesi asemptomatik, bilateral ve ağrısızdır. 40-70 yaĢ arasında görülür ve birçok hastalığın seyri sırasında ortaya çıkabilir. En çok juvenil diyabete eĢlik eder. Siyaloadenozisin etyolojisinde karĢılaĢılan tablolardan bazıları: diyabetes mellitus, diyabetes insipitus, hamilelik, puberte, menopoz, adrenal disfonksiyonu, avitaminoz, alkolik siroz, protein yetersizliği, hipo tiroidi, oligomenore, akromegali, antihipertansifler, sempatomimetiklerdir. Siyaloadenozisin tanısı sırasında hastalığın patolojisinde asiner sistemdeki geniĢlemenin egemen olduğu gözlenir. Siyalografik incelemelerde de asiner sistemin kanal uçlarına yaptığı bası sonucunda kanal uçları görülmez. Tanı çoğu kez iyi bir öykü ve fizik muayene ile konur. KuĢkulu durumlarda kan elektrolitlerinden ve siyalografik incelemelerden yararlanılabilir. Ġnce iğne aspirasyon biyopsileri tanı açısından çok değerlidir (asiner geniĢleme). Akut Süpüratif Siyaladenit (acut suppurative sialadenitis): Oral kaviteden retrograd yayılıma bağlı olarak geliĢen tükürük bezi parankiminin süpüratif infeksiyonudur. En sık parotiste görülür. Bunun muhtemel sebebi parotis sekresyonunun daha düĢük bakteriostatik etkiye sahip olmasıdır. Tükürük akımında bir staz olması bakterinin retrograd migrasyonuna ve gland parankiminin kontaminasyonuna izin verir. Hastaların çoğu 60- 70 yaĢ arası kiĢilerdir. Kadın/erkek oranı eĢittir. Hastaların 1/3 ü oral hijyeni bozuk, sıvı alımları yetersiz, dehidrate kiĢilerdir. Anti kolinerjik veya diüretik kullanımı da tükürük salgısını azaltarak hastalığın ortaya çıkmasını kolaylaĢtırır. Ġnfeksiyon etkeni olarak en sık görülen Sterptokokkus aureustur. Hastalar enfekte bez bölgesinde ağrı ve ĢiĢlikten ayrıca ateĢ ve ağız kuruluğundan yakınırlar. Muayenede ağrılı, hareketsiz, çevre dokularda ödeme yol açan, üzeri eritemli, unilateral kitle saptanır. Stenon veya Wharton ağzı hipermik ve ödemlidir. Ayrıca kanal ağzında koyu kıvamlı bulanık bir tükürük salgısı gözlenebilir. Kitleye baskı yapılması bu salgıyı arttırabilir. Parotisteki infeksiyonlarda fasiyal sinire iliĢkin hiçbir belirti ve bulgu yoktur. Çünkü fasiyal sinir iltihaplara karĢı oldukça dirençlidir. Periferik fasiyal paralizi tabloya eklendiyse bu malign bir patolojiyi akla getirmelidir. Kronik rekürrent parotit: Parotis bezinin pürülan siyalore ile birlikte ağrılı, tek veya çift taraflı yineleyen ĢiĢmelerle karakterize bir hastalığıdır. Diğer tükürük bezlerinde de ender olarak rastlanan bu tablo sıklıkla parotiste görülür (ġekil 4. 41). Hastalıkta görülen bakteriyel etken akut pürülan parotitle aynıdır (S.aureus). Aktif dönem dıĢında parotis dokusu normaldir. Çocukluk döneminde görülen tablo pubertede kendiliğinden kaybolabilir. EriĢkin formunda ise kendiliğinden iyileĢme pek olası değildir. Hastalık 40 yaĢ üzeri bayanlarda kötü prognozludur. Etyolojide duktal stenoz, siyalolitiyazis, Sjögren 158 sendromu gibi patolojiler sorumlu olabilir. Ġlerleyen dönemlerde bağ dokuda fibrozis ve duktal sistemde siyalektazi geliĢir. ġekil 4. 41 Epidemik Parotit (Kabakulak): Pediatrik yaĢ grubunda parotiste ĢiĢlik yapan en sık nedendir. Etken mumps virusudur (paramyxoviridae ailesi, RNA lı). En sık 4- 6 yaĢ grubu çocuklarda görülür (% 85 15 yaĢ altı). 5 yaĢ altında asemptomatik seyir sıktır. Ġnkübasyon periyodu 14- 21 gündür (ġekil 4. 42). Virüs direk temas, damlacık, ya da tükürük veya idrarla bulaĢmıĢ eĢyayla geçer. Etkenin tek rezervuarı insandır. Geç kıĢ, erken ilkbahar döneminde görülür. ġiĢlikten 2 gün öncesi ile iyileĢmeden 3 gün sonrasına kadar bulaĢtırıcıdır. Virus izolasyonu ĢiĢlik baĢlangıcından 7 gün önce ve 8 gün sonrasına kadar yapılabilir (idrarda ĢiĢlikten 14 gün sonrasına kadar ). Virus ilk olarak üst solunum yollarında ürer ve hematojen yayılım ile bezlere geçer. Ġnterstisiyel ödem sonucu parotis ĢiĢer. Ġntrasitoplazmik ve intranükleer inklüzyon cisimciği yapar. Ġnfeksiyon sonrasında hayat boyu immünite geliĢir. Ġlk bulgu bir veya iki parotiste ĢiĢlik ve ağrıdır. Hastalık nadiren submandibular ve sublingual glandları da tutabilir. ġiĢlik çabuk geliĢir ve aurikulayı deplase edebilir (% 25 tek taraflı). Duktal orifis ağzında genellikle bulgu yoktur. Nadiren hiperemik olabilir. Ġlk üç günde ateĢ 40 dereceye yükselebilir. Parotis büyüklüğü 1 haftada normale döner. 159 ġekil 4. 42 (A, Courtesy G. D. W. McKendrik), Laboratuar incelemelerinde lökopeni ve relatif lenfositoz görülür. tükürük, idrar ve beyin omurilik sıvısından virus izole edilebilir. Sinsityum oluĢumu patognomoniktir. ELISA ile IgM ve IgG araĢtırılabilir. Anti-S antikorları hemen oluĢur ve hızla düĢer. Anti-V antikorları 2- 4 haftada pik yapar, yıllarca pozitif kalabilir. Amilaz yüksekliği 1 haftada pik yapar 2 haftada düĢer. Parotis tutulumunda serum/idrar amilaz oranı 1 dir. Ekstraparotis tutulumunda amilaz normal olabilir. Epidemik parotitin (kabakulak) baĢlıca komplikasyonları: EpididimoorĢit (%10- 30, sterilite yapabilir), aseptik menenjit, ansefalit, pankreatit (Tip I DM etyolojisinde suçlanıyor), miyokardit, ooforit, troidit, nörosensöryel iĢitme kaybı ve artrittir. Ġntrauterin infeksiyonlarda endokardial fibroelastoz, abortus, ürogenital deformite, optik deformite, imperfore anüs, spina bifida gibi komplikasyonları vardır. HIV: Bilateral kistik büyüme ile seyreden parotis tutulmasına neden olur. Bazen kserostomi, kuru gözler ve artralji ile birlikte görülür. Erken devrede görülebilir ama sıklıkla geç devrede ortaya çıkar. tükürük bezlerinde en sık belirlenen patojen sitomegalovirustur (CMV) (AIDS lilerin %15 inde ). Tanı için mutlaka biyopsi gereklidir. Çünkü ĢiĢme nedeni % 10 oranla lenfoma olabilir. Sjögren Sendromu: Bu sendrom ekzokrin salgı bezlerindeki destrüksiyona bağlı olarak kserostomi ve keratokonjunktivitis sikkaya sebep olan otoimmün bir hastalıktır. Primer ve sekonder olarak sınıflandırılmıĢtır. YaklaĢık yarısı primer formdur ve diğer yarısı romatoid artrit, progresif sistemik skleroz, SLE, dermatopolimiyozit, mikst bağ dokusu hastalığı gibi otoimmün hastalıklarla birlikte gözlenir. Hastalığın gidiĢi birçok hastada sınırlıdır fakat bazılarında progresyon gösterebilir ve bilier siroz, interstisyel pulmoner fibrozis, interstisyel nefrit ve periferik nöropati gibi multiorgan tutulumu meydana gelebilir. Bu hastalarda malign lenfoma geliĢme riski genel popülasyona oranla daha fazladır. Tükürük bezi tutulumu bilateral ve diffüzdür. Bez büyümesi intermittan veya kalıcı olabilir (ġekil 4. 43). Primer formda sekonder forma göre daha sık olan Reynoud fenomeni, purpura, LAP, miyozit ve renal tutulum görülür. Sjögren Sendromunda tanı Schirmer testi, parotis tükürük akım hızı ölçümü, sintigrafi, sialografi ve minör tükürük bezi biyopsisi ile konur. 160 ġekil 4. 43 Sarkoidoz: Sarkoidozlu hastalarda tükürük bezi tutulumu %10‟dan azdır. Parotis bezi daha sık tutulur. Eğer üveit, parotiste büyüme ve fasiyal paraliz (genellikle bilateral ve geçici) birlikte ise tabloya Heerfordt Sendromu (Uveoparotid ateĢ) denir. Sarkoidozun diğer sistemik bulguları olabilir veya olmayabilir. Histopatolojik olarak non-kazeifiye granülomun görülmesi ile tanı konur. Tükürük bezlerinde bozukluklara neden olan granülomatöz hastalıklar arasında tüberküloz, aktinomikoz ve kedi tırmığı hastalığı da sayılabilir. 5. BAKTERĠ PLAĞI: Ġnsan ağzı, üzerinde doğal mikrobial kolonizasyonların oluĢmasına izin verilen vücudun tek bölgesidir. Bakteri plağı diĢ üzerinde büyüyen ve iki önemli ağız ve diĢ hastalığı olan diĢ çürükleri ve periodontal hastalıkların etiyolojilerinde çok önemli yeri olan miks mikrobial biyofilm tabakasıdır (ġekil 5. 1). Bakteri plağı diĢ yüzeyinde meydana gelen bakteriyel ve tükürük orijinli polimerler içine gömülü farklı bir mikrobial birikim olarak tanımlanır. Plağın kalsifiye olması sonucu ortaya çıkan yapıya diĢtaĢı (calculus) (kalkulus ya da tartar da denir) adı verilir. Yapısındaki kimyasallara ve hücrelere bağlı olarak beyaz, hafif gri ya da açık sarı renkte olabilir. Plak diĢeti kenarının üzerinde ya da altında meydana gelebilir ve bulunduğu yere göre sub- ya da supra-gingival bakteri plağı adını alır. Ağız 161 ġekil 5. 1 (naturezadental.blogspot) içinde diĢlerin pit ve fissürlerinde, molar ve premolarların çukur yüzeylerinde ve çene kemiği civarında durgun bölgelerde de yaygın koloniler meydana gelebilir. Bakterilerin yol açtığı yığılmaların gözlendiği bir baĢka yer de yumuĢak dokudur. Bakteri kompozisyonu bireyler arasında önemli değiĢiklikler gösterebilir. Ayrıca diĢlerde plağın lokalizasyonlarında da büyük değiĢiklikler görülür. Genellikle ağızda kompleks bir yapının oluĢmasına neden olur. Bir gram bakteri plağı ortalama 2 ×1011 bakteri içerir (ġekil 5. 2). Gene bakteri plağında 500 den fazla bakterinin bulunabileceği ġekil 5. 2 (textbookofbacteriology.net) belirtilmiĢtir. Mikroorganizmalar intrasellular matrikste epitelyum hücreleri, lökositler ve makrofajlarla birlikte bulunur. Plak kitlesini ortalama % 20- 30 unu oluĢturan ekstrasellular matrikste bakterilerin ve hücrelerin yanı sıra tükürükten gelen organik ve inorganik moleküller de bulunur. Diğer biyofilm tabakaları ile birlikte bakteriyel plağın mikrobial kompozisyonu baĢta diyet olmak üzere çevre Ģartlarına bağlı olarak büyük değiĢiklikler gösterir. Plağın organik içeriği polisakkaritler, proteinler, lipitler ve glikoproteinlerden inorganik kompozisyonu ise sodyum, potasyum, kalsiyum ve fosfor ile diğer eser elementlerden oluĢur. Yapıda temel olarak bulunan bu maddelerin yanı sıra çok sayıda değiĢik organik ve inorganik moleküllerde bulunabilir. Bakteri plağı oluĢumu için ortaya konulması gereken metabolik reaksiyonlar bazı Ģartların yerine getirilmesi ile mümkün 162 olmaktadır. GeliĢmenin Ģiddeti öncelikle besin maddelerine ve son ürünlere bağlıdır. Diğer faktörler arasında pH, oksijen ve katyonların varlığı sayılabilir. Plağın ortaya çıkmasında ve horizontal ve vertikal büyümesinde en önemli faktörlerin bunlar olduğu belirlenmiĢtir. Bakteri plağında 500 den fazla bakteri türü izole edilmiĢtir. Bu bakteriler diĢ yüzeyleri, gingival epitelyum ve oral kavitede yaĢayabilmekte ve yayılabilmektedirler. Bakteriler bulundukları ortamda yüzerek serbest olarak ya da koloniler halinde yaĢarlar. Doğada yaĢayan bakterilerin % 99 u tutunup koloni oluĢturarak yaĢayan bakterilerdir. Yapılan çalıĢmalar bakterilerin çoğunun biyofilm adı verilen kompleks topluluklarda yaĢadıklarını göstermiĢtir. Biyofilm bir ekstrasellular salgı tabakasına önce tutunup sonra içine gömülerek organize olmuĢ bakteri topluluğudur. Biyofilm tabakaları üriner kateter, kontakt lensler ile kalp kapakçıkları, biliyer stentler, kalp pilleri ve yapay eklemler gibi protetik cihazlar da dahil çeĢitli medikal ve dental implantlarda da bulunabilirler. Her bir mikrokoloni çok küçük bir arada yaĢayan binlerce hücreden oluĢan bağımsız bakteri topluluğudur. Farklı mikrokoloniler farklı bakteri türlerinin bir arada olmasıyla ortaya çıkar. Mikrokolonilerin merkezindeki bakteriler genellikle anaerobiktirler. Onun çevresinde ve dıĢa açık bölgelerde yaĢayanlar ise aerobik bakterilerden oluĢur. Bu nedenle biyofilm yapılar uyumlu bir Ģekilde yaĢanacak geniĢ bir çevre (farklı pH, besin varlığı ve oksijen konsantrasyon farklılığı gibi) sağlarlar. Ekstrasellular salgı tabakaları mantar Ģeklindeki bakteri kolonilerini çevreleyen koruyucu bir bariyer tabakasıdır. Salgı tabakaları bakteri kolonilerini antibiyotiklerden, antimikrobiyal ajanlardan ve konakçı savunma mekanizmalarından korur. Bir seri sıvı kanalları ekstrasellular salgı tabakasını penetre eder. Bu sıvı kanalları bakteri mikro kolonilerine besin ve oksijen sağlar ve biyofilm yapılarda bulunan bakteri metabolitlerinin, artık ürünlerin ve enzimlerin ortamdan uzaklaĢtırılmalarına yardımcı olur (ġekil 5. 3). Bakteri kolonilerinin her biri diğer kolonilerle iletiĢimi sağlamak için ilkel iletiĢim sistemleri oluĢtururlar. ġekil 5. 3 (Montana state university-Bazeman) 5. 1. Pellikl ( Pellicle): 163 Tükürük glikoproteinlerinin diĢ yüzeyleri ve yumuĢak dokulara tutunması ile oluĢan genellikle suda çözünmez protein tabakasıdır. Bakteri plağı oluĢumunda çok önemli role sahiptir. Herhangi bir ajanla diĢlerin fırçalanmasından çok kısa bir süre sonra diĢlerin ince bir film tabakası ile kaplandığı görülür. OluĢan bu glikoprotein tabakasına kazanılmıĢ pellikl (acquired pellicle) adı da verilir. Yapılan incelemelerle genellikle 10 mµ kalınlıkta ve yüzey ve yüzey altı tabaka olmak üzere iki kısımdan oluĢtuğu belirlenmiĢtir. Jelatinöz bir yapıya sahiptir. Yüzey altı tabakada da hidrasyon kabuğu adı da verilen su molekülleri daha fazla bulunmaktadır. Tükürük glikoproteinlerinden kaynaklandığı için yapılarında glukoz, fruktoz, heksozaminler ve fukoz içerir. Tükürük glikoproteinlerinin özellikle diĢ yüzeylerinde bulunan Ca++ ve PO4-3 iyonlarına çok kolay bağlandıkları belirlenmiĢtir. Düzenli bir film tabakası oluĢumu için 90-120 damla tükürük gereklidir. BaĢlangıçta glikoproteinlerle oluĢturulan bu biyofilm tabakası daha sonra bağlanan bakteriler ile yeniden düzenlenir. Meydana gelen film tabakası tükürükten ve tutunan bakterilerden sentez yolu ile oluĢan protein, glikoprotein, lipit, polisakkarit ve glikolipit molekülleri içerir. ÇeĢitli immünolojik teknikler kullanılarak pellikl kompozisyonundaki bazı proteinler belirlenmiĢtir. Asidik prolince-zengin proteinler, amilaz, lizozim, statherin, ve immunoglubulinler kazanılmıĢ pellikl içinde bulunan proteinlerden bazılarıdır. Aynı zamanda bakterilerin ürünü olan glikozil transferazlar ve glukanlar da izole edilmiĢtir. Tutulan bu moleküller oral bakterilerin tutunarak biyofilm tabakası oluĢturması için reseptör ya da adhezin olarak etkili olabilirler. Pellikl iki tarafı yapıĢkan bant gibidir. Bir yüzüyle diĢ yüzeyine yapıĢırken diğer yüzeyi ile bakterilerin tutunabileceği bir alan oluĢturur. Biyofilm tabakasının oluĢum mekanizması bugün için tam olarak aydınlatılamamıĢtır. Bir baĢka tartıĢma da fonksiyonları üzerinedir. DiĢleri özellikle besinler ve bakterilerden kaynaklanan asit ataklarına karĢı koruduğu gözlenmiĢtir. Yapısında tuttuğu Ca++ ve PO4-3 iyonları ile mine yüzeylerinin asite direncini arttırmaktadır. Mine yüzeylerinde meydana gelen defektlerin üzeri de pellikille kaplıdır. Bu bölgelerde bulunan pellikildeki Ca++ ve PO4-3 iyonlar ile rekalsifikasyonu da uyardığı idda edilmektedir. 5. 2. Bakteri plağı oluĢumu: Bakterinin katı yüzeylere tutunma aĢaması pellikl oluĢumu ile baĢlar. DiĢ temizlendikten sonra tükürük ile yeniden karĢılaĢtığı andan itibaren tükürük glikoproteinlerinden pellikl adı verilen film tabakası oluĢur. Bu oluĢum süreci devamında bakteriler de glikoproteinlerle birlikte diĢ yüzeyi tarafından tutulmaya baĢlarlar. Bakteriler pellikle ve birbirlerine fimbria adı verilen yüzlerce saç benzeri yapılarla tutunurlar (ġekil5. 4). Bakteriler önce yapıĢırlar, daha sonra serbest dolaĢan diğer bakterilerin kolonilere katılması için çeĢitli maddeler 164 sentezleyip salgılarlar. Ġlk iki gün içinde eğer yeterli ağız temizliği yapılmazsa diĢ yüzeyleri en önemlilerinin streptokok türlerinin oluĢturduğu büyük ölçüde Gram pozitif koklardan oluĢan koloniler ile kaplanır. Bakteriler katı yüzeylere tutunmalarının devamında ekstrasellular salgı tabakasına çeĢitli maddeler salgılarlar ve bu maddelerle kendilerinin yüzeye tutunmalarını sağlarlar. Ayrıca bakterilerin bu moleküllerle diğer bakterilerin ataklarından da korundukları belirlenmiĢtir. ġekil 5. 4 (Dennis Kunkel Microscopy Ġnc) Mikrokoloni oluĢumu diĢ yüzeyine tutunan bakterilerin yüzeyi kaplamasıyla baĢlar. Biyofilm yeni bakterilerin katılmalarından daha çok tutunan bakterileri bölünerek çoğalmaları ile büyür. Plak süratle ve ilk hacmini ikiye katlayarak büyür ve daha sonra giderek büyüme hızı yavaĢlar ve daha olgun biyofilm tabakası oluĢur. Bu süreç daha önce pellikl tabakasına tutunmuĢ olan bakterilere diğer bakteri türlerinin tutunmasıyla geliĢen bir süreçtir (ġekil 5. 5). ġekil 5. 5 Takip eden birkaç gün sonunda plağın yapısına dokunulmadığında gingival magrinde inflamasyon ve ĢiĢlikler görülmeye baĢlar. Ġnflamasyonla meydana gelen değiĢiklikler gingival sulkusun derinleĢmesi ile sonuçlanır. Biyofilm bu bölgeye doğru uzanır ve daha korunmuĢ bir çevrede subgingival plak geliĢmeye baĢlar. Biyofilm kompozisyonu içinde Gram pozitif 165 bakteriler anaerob Gram negatif bakterilerle değiĢinceye kadar gingival inflamasyon görülmez. DiĢ yüzeylerinde iki tip bakteriyel plak gözlenir: Supragingival plak – DiĢeti üzerinde ya da kenarında bulunur. Plak doğrudan diĢetinin kenarı ile temas halindedir. Bu nedenle bu plağa marginal plak adı da verilir. Subgingival plak – Gingivanın altında diĢ ile gingival sulkular dokular arasında bulunur. Büyük ölçüde Gram negatif anaerobik bakterilerden oluĢan bir subgingival bakteriyal mirokoloni gingival sulkusa yerleĢtikten sonraki 3- 12 gün içinde supragingival plak geliĢir. Buradaki bakteri türlerinin çoğu anaerobik Gram negatif patojen bakterilerdir. Doku hareketleri ve besinlerin ağızdaki hareketleri plağın diĢ yüzeylerinden mekanik olarak uzaklaĢtırılmasına neden olur. Bu nedenle bakteri plağının en çok biriktiği bölgeler 2. Ve 3. molar diĢlerin fissürleri, çene kemiği ile diĢin bağlandığı bölgeler ve komĢu diĢler arasındaki bölgelerdir. DiĢte ortaya çıkan çatlaklar, pitler ve fissürlerde, sarkan restoratif materyallerde ve düzensiz dizili diĢler arasında da birikim gözlenir. Ayrıca bakteri plağı subgingival ceplerin oluĢumu ile sonuçlanan epitel doku kayıplarına neden olan inflamasyonlara yol açar. Bu cepler çok daha fazla anaerob bakteri türlerinin bulunması ve düĢük redoks potansiyeli ile supragingival plaktan çok farklı yapıda ve kompozisyonda bakteri plağını barındırır. Bakteri plağı oluĢumu etkenlerini kısaca Ģöyle sıralamak mümkündür: 1.Oral hijyen yetersizliği. 2.Oral hijyen bozukluğuna yol açabilen ortodontik ya da prostetik materyaller. 3.DiĢlerin yapıları ve diziliĢleri. Mine yapısının düzensiz oluĢu ya da temizliği zorlaĢtıran diziliĢ bozuklukları plak oluĢumunu kolaylaĢtırır. 4. Diyet bakteri plağı oluĢumunda en önemli etkendir. Çokça çiğnemeyi gerektiren besin maddeleri plak oluĢumunu azaltırlar. Sukroz ağırlıklı diyet plağın çok çabuk ve kolay oluĢumu ile tabakanın kalınlaĢmasına neden olur. Bakteri plağı oluĢum aĢamaları: Bakteri plağının kompozisyonunda belirgin değiĢiklikler olsa da ortaya çıkıĢ ve geliĢme süreci tüm insanlar için ortaklaĢadır. Kabul edilen ortak görüĢe göre bakteri plağı birikimi temizlenmiĢ diĢ yüzeylerinde tükürük glikoproteinlerinden oluĢan ve pellikl adı verilen ince bir film tabakasının oluĢumu ve öncü bakterilerin bu tabakada kolonizasyonu ile baĢlar.Öncelikle olması gereken mikrobial yapıĢmadır (adhezyon). Mikrobial yapıĢma (adhesion): Biyofilm tabakasının geliĢimindeki en önemli olgu hücrelerin pellikil tabakasına ya da diğer bakteri hücrelerine yapıĢabilmeleridir. Mikrobial 166 adhezyon bakteriyel hastalıkların çok geniĢ bir gurubunun en önemli aĢaması olarak tanımlanır ve nasıl olduğunun anlaĢılması çok önemlidir. Salmonellalar, enteropatojenik Eschericia coli ya da Neisseria gonorrealar gibi bazı bakterilerin sebep olduğu monospesifik vakalarda sürecin fotoğrafını hayli detaylı izlemek mümkündür. Biyofilmlerle birlikte olan infektif endokardit gibi monospesifik ya da diĢ çürükleri gibi multispesifik hastalıklarda süreç çok daha komplekstir ve mekanizma hakkında yeterli bilgi son derce kısıtlıdır. Mikrobun bir yüzeye adhezyonu iki büyük güç tarafından yönetilir. Ġlki bakterilerin yüzeye doğru ya da yüzeylerden hızla ilerlemesini yönlendiren kayma gücüdür (shear force). Ġkincisi zayıf çekim gücü sağlayan ve tüm adhezyon olgularında çok önemli olduğu düĢünülen van der Waals güçleri ile birlikte olan elektrostatik itme gücüdür (electrostatic repulsion). Bugün geçerli olan görüĢe göre adhezyon sürecinde iki çok belirgin faz vardır: Faz 1: Faz 1 de bakteri kısa bir periyotta zayıf bir çekim gücü ile yüzeyden yaklaĢık 10 nm uzakta tutulur. Kayma gücü ya da Brovni hareketleri (Brownian Motion) bu baĢlangıç hareketini bozabilir. Diğer yandan kısa bir süre içinde adhezyon mekanizmalarından biri ile hücre yüzey içinde tutulur. Bu spesifik etkileĢimler lektin-benzeri kombinasyon, hücre yüzeyinden yükselen fibril ya da fimbria adı verilen ince yapılarda örnekleri görülen elektrostatik ve hidrofobik etkileĢimlerle olabilir. Faz 2: Faz 2 de ekstrasellular polimerlerin sentezi ile adhezyon geri dönüĢümsüz hale çevrilir. Sonunda bu polimerler biyofilm matriksin önemli bir bölümünü oluĢturur. Bakteri plağında bu polimerler ekstrasellular glikozil ve fruktozil transferazlar tarafından fruktozdan sentezlenen suda çözünür (soluble) ve suda çözünmez (insoluble) yüksek molekül ağırlıklı polisakkaritlerden oluĢur. Bu görünüm sukroz ile bakteri plağı oluĢumu ve diĢ çürükleri arasındaki iliĢkiye ıĢık tutar. ÇeĢitli laboratuar çalıĢmaları ile diĢ yüzeylerine yapıĢmaları da içine alan bir dizi özgün moleküler etkileĢim belirlenmiĢtir. Statherin ve yüksek molekül ağırlıklı asidik prolince-zengin proteinler (PRP-1) dahil bazı tükürük bileĢenleri pek çok bakteriye bağlanabilir. Örneğin prolince-zengin proteinlerin pek çok bölgesi Streptococcus gordonii ve Actinomyces naeslundiiye α-amilaz S. Gordoniiye bağlanabilirler. Statherin Actinomyces naeslundii ve Fusobacterium nucleatum ile etkileĢebilir. Bir diğer bağlanma stratejisinin lektin-benzeri bakteri proteinleri ile pellikili oluĢturan glikoproteinler üzerindeki oligosakkaritler ya da polisakkaritler arasında meydana gelir. Streptokokkus oraliste ya galaktoz bağlayan lektin bulunur ya da lektin sialik asit galaktoz ve N-asetil galaktozaminden oluĢan trisakkarit ile etkileĢime girer. Aktinomiçes türleri α3-galaktozitehassas mekanizma ile tükürük pellikiline bağlanırlar. Plak oluĢumunda meydana gelen olaylar: 167 Plak oluĢumunda meydana gelen olayları 4 gurupta toplamak mümkündür (ġekil 5. 6). 1.Öncü bakterilerin kolonizasyonu 2.GeliĢme 3.Sekonder kolonizasyon 4.Toplanmanın ilerlemesi ġekil 5. 6 1. öncü bakterilerin kolonizasyonu Plak oluĢumunda önemli bir faktör de mine yüzeylerinde bulunan reseptörler ile bakteriler arasındaki özgün bir etkileĢime ihtiyaç duyulmasıdır. Bu reseptörler sadece diĢ yüzeylerine tutunan moleküllerde bulunmazlar. Aynı zamanda tükürük süspansiyonu içinde de serbest halde bulunurlar. Bu moleküllerin bir kısmı yutkunma ile ağızdan uzaklaĢtırabilmek için bakterileri çöktürecek biçimde düzenlenmiĢtir. Ancak pek çok bakteri diĢ yüzeyine ulaĢmadan önce çöktürülemediğinden bakteri plağı oluĢabilmektedir. Temiz diĢ yüzeylerinde genellikle koloni yapabilen bakteriler Streptococcus oralis, Streptococcus mitis, Streptococcus sanguisdir. Bu türler pellikili kullanarak diĢ yüzeylerine yapıĢabilmelerini sağlayan geliĢmiĢ mekanizmalara sahiptir. Bu ince tabaka diĢ yüzeyine çok sağlam biçimde tutunmuĢtur (ġekil 9. 6). Ancak fırçalama ya da profesyonel müdahale ile diĢ yüzeylerinden uzaklaĢtırılabilir. Tamamen temizlenmiĢ olan diĢ yüzeylerine bu öncü türler kolayca tutunurlar. Streptokokların tutunmasından sonraki iki saat içinde pellikl yüzeyinden çeĢitli Actinomyces ve Neisseria türleri izole edilmiĢtir. Birkaç saat sonra ise streptokokların etrafından % 90 dan fazlası ilk birkaç saat içinde ortaya çıkabilen daha geniĢ ve çeĢitli bir bakteri topluluğu izole edilmiĢtir. 168 ġekil 5. 7 Dental plak geliĢiminde bir diğer faktör de belirli bakteriler tarafından sukrozdan ekstrasellular polisakkarit (EPS) sentezidir. Bu polimerler diğer bakteriler tarafından metabolize edilebilen suda çözünür glukan ve fruktanlar ile bakteri plağı kuru ağırlığının % 10- 20 sini oluĢturan suda çözünmez glukanlardır. Bağlanmanın baĢlangıç aĢamasında polisakkarit oluĢumu çok önemlidir. Her ne kadar ilk oluĢan polimerler pellikildeki reseptörlerle etkileĢime giriyorsa da suda çözünmez polimerler de plağın yapısının düzenlenmesi ve patolojik özelliklerinin ortaya çıkmasına önemli katkılar sağlarlar. Plak ekstrasellular polisakkarit içeriğine ne asit ne de Ģeker difüzyonu çok fazla etkili değildir. Ancak ekstrasellular polisakkaritler diĢ yüzeylerindeki kalın plaklarda Ģekerlerin plağın derinlerine inmesini sağlayarak karyojenik saldırının artmasına sebep olabildiği gibi tampon oluĢturarak plak-mine ara yüzeylerinde pH düĢüĢüne de engel olabilir. Elektron mikroskobu ile elde edilen Ģekilde plak ile diĢ yüzeyi arasındaki pellikl tabakası çok açık olarak görülmektedir (ġekil 5. 8). Pelliklin geniĢliği 1- 10 mikron arasında değiĢebilir. Abrazyon nedeni ile okluzal yüzeylerde çok daha incedir. ġekil 5. 8 (Cl.ac.uk/dental)/ 2. GeliĢme: Bu büyüme ve geniĢleme periyodu sırasında ve sonrasında çeĢitli gram pozitif ve negatif türlerin katılımı ile sekonder kolonizasyon görülür. Koagregasyon adı da verilen sekonder kolonizasyon olayları içinde ilk ele alınması gereken mikropların tutunup geliĢerek biyofilm tabakasının bir parçası olmalarıdır. Bu süreçte tutunamayan ya da çok zor tutunabilen bakteriler biyofilm içine katılabilirler. 24 saatte olgun bakteri plağı çok geniĢ bakteri türü ve diğer bakteri plağı bileĢenleri içerir. 169 OluĢan mikrokoloniler öncelikle pellikl yüzeyinde yayılmaya baĢlarlar. Alan sınırlanmaya baĢlayınca muhtemelen tükürük glikoproteinlerinin de devreye girmesi ile yeni alanlar meydana gelir ve koloniler birbirleri üzerinde de oluĢmaya baĢlar (ġekil 5. 9). ġekil 5. 9 BaĢlangıç plak birikimi streptokoklar ve aktinomiçesler gibi primer koloni yapıcı bakteriler arasındaki intra- ve inter-genetik koagregasyonlar ile hızlandırılır. Ġzole edilen 300 ün üzerindeki A. naeslundii, S. gordonii, S. mitis, S. oralis ve S. sanguis türleri üzerinde çiftler halinde yapılan deneylerle % 90 ından fazlasının inter-genetik koagregasyon oluĢturduğu belirlenmiĢ ve ko-agregatları bulunmuĢtur. Aktinomiçes streptokokkus etkileĢimi çok düzenli değildir ancak oldukça özgündür ve bu nedenle her iki hücre yüzeyine farklı Ģeker ya da proteazlar uygulayarak bu etkileĢim kolayca ortadan kaldırılabilir. Bazı bakteriler koagregasyon yapamayan bakteri türleri arasında köprüler oluĢturarak etki ederler. 3. Sekonder kolonizasyon: Bakterilerin diğer bakterilerle etkileĢimi ve özellikle diĢ yüzeylerine bağlanabilmeleri dental plak gibi kompleks biyofilm tabakalarının oluĢumu ve geliĢimi için çok önemlidir. BaĢlangıç türlerinin oluĢturduğu koloniler daha ileri kolonizasyon için substrat olarak etkilidir. Farklı türlerin yapıya bağlanmaları ile yeni bir süreç baĢlar. Ko-agregasyon adı verilen bu süreç genetik olarak birbirlerinden farklı hücre tiplerinin birbirlerini tanıma sürecidir. Bu aĢamada türler çeĢitlenerek çoğalmaya baĢlarlar. Diğer bakteri türlerinin hücumu ve yapı içine girmeleri ile oluĢum içinde streptokokların oranı giderek azalmaya baĢlar. Polimerlerle hücreler arası bölgeler doldurulduğundan hücrelerin yoğunluğu giderek azalmaya baĢlar. Bu süreçte hücre çoğalmalarına bağlı olarak biyofilm tabakası giderek kalınlaĢmaktadır (ġekil 5. 10). Bağlanmalarda lektin-benzeri etkileĢimin olduğunu belirlemek için çok sayıda araĢtırma yapılmıĢtır. Ancak bu etkileĢimin yanı sıra elektrostatik etkileĢim ya da hidrofob etkileĢim de kullanılmaktadır. Bu etkileĢimlerin çeĢitlerinin plak oluĢumu ve devamlılığı üzerindeki önemi henüz tam olarak belirlenememiĢtir. Bununla birlikte çeĢitli bakteri türleri arasında mısır koçanı-konfigürasyonları (corn-cob-configurations) gibi özgün ko-aggregasyonların yaygın olarak uygulandığı bulunmuĢ ve plak oluĢumunda kullanıldığı belirlenmiĢtir. 170 ġekil 5. 10 (ncl.ac.uk/dental/) TutulmuĢ olan bakterilerin büyümeleri ve daha ileri kolonizasyonları sonucu en üst düzeyde geliĢmiĢ stabil olgun bakteri plağı ortaya çıkar. Ġleri derecede birleĢmeye yol açan bu geliĢim süreci bakteriyel dizilim (bacterial succession) adını alır. Sonuçta ortaya çıkan ve tek tek ya da mikrokoloniler halindeki topluluk hep birlikte çok farklı özellikler ortaya koyabilir. Bunların arasında beslenme sinerjisi, antibiyotik direnci ve çeĢitli ev sahibi konakçı iĢbirliği mekanizmaları geliĢebilir 4. Toplanmanın ilerlemesi (Climax community- Zirve topluluk oluĢumu): Eğer bakteri plağı çok fazla rahatsız edilmeden 2-3 hafta diĢ yüzeyinde bırakılırsa zirve topluluk (climax comunity) gözlenecek ve bakteriyel topluluk giderek sabitleĢecektir. Biyofilm tabakası 50- 600 mµ derinliğe ulaĢabilir ve muhtemelen ortaya çıkan yüzey tükürük akıĢı ve çiğneme ile sınırlandırılır. Bakteri plağı okluzal yüzeylerdeki fissürler, aproksimal bölgelerde diĢ araları ve gingival çatlaklar gibi daha derin temiz ve korunan bölgelerde de geliĢebilir. Tüm plak kompozisyonlarında geliĢmenin bu aĢamasında değiĢim çok azdır hatta genellikle hiç yoktur. Bir ölçüde plak kararlı bir yapı kazanmıĢtır ve bu nedenle bu aĢamaya toplanmada zirve (climax community) adı verilir. Zamanının tam olarak belirlenmesi çok zor hatta imkansızdır ve ayrıca bazı değiĢiklikler de gösterebilir ancak genellikle bu kararlı yapı birkaç gün içinde ortaya çıkar. Zirve topluluk bu anatomik farklı bölgelerde biyolojik ortamın çok farklı olması nedeniyle çok yavaĢ geliĢir. 5. 3. Bölgelere göre bakteri plağı türleri: 1.Fissur plak: Premolar ve molarların yüzeylerinde bulunan fissürlerinde mikrofloranın önemli gurubunu streptokokların oluĢturduğu Gram-positif koklar plak oluĢtururlar. Veillonella türleri dıĢında anaerobik Gram-negatif türler çok ender olarak bulunur. DiĢ yüzeylerindeki diğer bölgelere oranla fissürlerin mikroflorası daha az çeĢitlilik gösterir. On fisssürde yapılan çalıĢmada bulunan tür sayısı 2 ile 11 arasında değiĢmekte olup ortalama 8 dir. 171 2.Aproksimal plak: DiĢler arasındaki bölgelerde predominant bakteriler streptokoklar ve Aktinomiçes türleri gibi Gram-pozitif bakterilerdir. Fissürlerle karĢılaĢtırıldığında Veillonella Fusobacterium ve Prevotella türlerini de içeren çok daha farklı türde anaerob Gram-negatif bakteri türleri bulunur. Genellikle aproksimal plak fissürdekilerden çok daha farklıdır. 3.Gingival cep plağı: Çok önceden belirlendiği gibi gingival cep çok farklı bir habitat içerir. Bölgenin ekolojisi tükürük akıĢından, besin maddelerinden ve cep sıvısından etkilenir. Fissürler ve aproksimal bölge ile karĢılaĢtırıldığında Peptostreptococcus, Actinomyces, Propionibacterium, Bacteroides, Fusobacterium, PrevoteIla, Selenomonas ve VeilloneIIa gibi anaerob bakteri türleri çok daha büyük oranda ve yaygın olarak bulunur. Bu türlerin bazıları asakkarolitik fakat proteolitiktir ve enerjilerini protein ve glikoproteinlerden sağlarlar. Biyofilm tabakasının dıĢa ve ileri doğru yayılmaya ve geniĢlemeye baĢlaması bu bölgede tükürük akıĢının da artmasına neden olur. Dil hareketleri ve tükürük akıĢı ile bazı organizmalar plaktan ayrılarak planktonik yapılar oluĢturup ağzın baĢka temiz bölgelerine yerleĢirler ya da yutulurlar. Çiğneme ve tükürük hareketleri ile büyük güç kullanılmasına rağmen pek çok bölgede plağın ve yapısındaki hücrelerin diĢ yüzeylerine çok kuvvetle tutunduğu gözlenmektedir. Plağın son Ģeklinin oluĢumunda çevreden gelen çeĢitli faktörlerin etkileri oldukça fazla ve yaygındır. Bunların baĢında beslenme sinerjisi ve bakterilerin alınan bu besin maddelerini kullanmaları gelir. Bir baĢka önemli özellik de ortamda çeĢitli oligosakkaritleri parçalayabilen ve plak yapıcı bakterilere kaynak sağlayabilen bakterilerin varlığıdır. Plağın fiziksel özellikleri, organizmaların metabolik etkileri ve kaplanan çevrenin doğası plağın yapısında bulunan türlerin bulunduğu yerde meydana getireceği bir dizi olayı etkiler. Bunlar arasında pH, besin maddeleri, redoks potansiyeli, metabolik yan ürünler ve oksijen sayılabilir. Bakteri plağı diĢeti cebinde bulunduğu yere göre de adlandırılabilir. ġekil 5. 11 de bu gruplandırma gösterilmiĢtir. 172 ġekil 5. 11 ġekil 5. 12 deki elektron mikroskop görüntüleri bakteri plağı yapısını ve önemli özelliklerini göstermektedir. Plağın tabanında çok sayıda hücrenin toplanmıĢ olduğu görülmektedir. Genellikle bu tabaka açlık koĢullarında oluĢtuğu için ince ve yavaĢ geliĢen belirgin hücrelerden oluĢan yoğun bir tabakadır. Bunun üzerinde hücre paketlerinden oluĢan daha az yoğun bir tabaka bulunur. Çubuk Ģeklinde mikroorganizmaların da katılımı ile tür çeĢitliliği artmıĢtır. Hücreler arasında sukrozdan sentez edilen ekstrasellular polisakkaritler gibi elektron yoğun materyal bulunur. Plak mikro kolonilerinin içi yoğun görünümdedir. Yüzeye doğru yoğunluk azaldığından koloniler daha kolay görülebilirler. ġekil 5. 12 (ncl.ac.uk/dental) 5. 4. Bakteri plağında ekstrasellular matriks (hücre dıĢı ortam): Bakteri plağını oluĢturan bakteriler temelini pelliklin oluĢturduğu büyük kısmı ile proteinlerden oluĢan bir ortamda bulunur. Bu yapıya plak hücre dıĢı ortamı ya da ekstrasellular matriks adı da verilir. Plak matriksinin yapısını 173 incelerken oluĢumu sırasında oluĢan artık besin maddelerinin varlığına bağlı olarak iki kısımda incelemek gerekir: 1.Besin artıklarının yokluğunda plak matriksi: Besin artıklarının olmadığı ortamda oluĢan bakteri plağı ince ve oldukça gözenekli bir yapıya sahiptir. Büyük ölçüde kalsiyum ve fosfat iyonları ve proteinlerden meydana gelmiĢtir. Aslında yapılarında büyük oranda sialik asit bulunduran ve bu nedenle sialoprotein olarak da bilinen glikoproteinler düĢük izoelektrik noktalarına sahiptir ve fizyolojik pH da kolay çökelmezler. Ancak protein yapıya bağlı sialik asit molekülleri bakteriler tarafından enerji sağlamak amacıyla koparılarak yapıdan uzaklaĢtırıldığında moleküllerin izoelektrik noktalarının yükseldiği ve çökelmenin de baĢladığı görülür. 2.Besin artıklarının varlığında plak matriksi: Besin artıklarının ağız içinde kalması ile bakteri plağının oldukça farklı bir geliĢme gösterdiği belirlenmiĢtir. Özellikle karbonhidratların varlığı ile plak kompozisyonunun değiĢtiği ve yapıya polisakkaritlerin katıldığı gözlenir. Öncekine oranla daha yoğun, daha kalın bir tabaka meydana gelir. Plak sıvısı, bakteri plağının içinde çözünür maddeleri bulunduran kısmıdır. Bu sıvı aracılığı ile karĢılıklı olarak dıĢ ortam ile bakteri plağı ve bakteri plağı ile diĢ yüzeyi arasında madde değiĢimine olanak sağlayan bir ortam oluĢur. Plak sıvısı santrifüjle kolayca plaktan uzaklaĢtırılabilir. Ortalama olarak toplanan 500 mg bakteri plağının 150 nL sinin plak sıvısı olduğu belirlenmiĢtir. Plak mikroorganizmaları tarafından oluĢturulan karyojenik ortamın plak sıvısı iyonik kompozisyonunda değiĢikliklerle birlikte meydana geldiği belirlenmiĢtir. Bakteri metabolik aktivitesini etkileyen iki tür plak sıvısı vardır: istirahat plak sıvısı (resting plaque) ve açlık plak sıvısı (starved plaque). Ġstirahat plak (resting plaque) sıvısı beslendikten bir ya da birkaç saat sonraki plak sıvısıdır. Açlık plak sıvısı (starved plaque) ise beslenmeden geçen ve açlığın baĢladığı dönemde elde edilen plak örneklerindeki sıvıdır. Ġstirahat plak sıvısı (56.3 - 102.1 mmol/1) açlık plak sıvısına (31.9 - 61.5 mmol/1) oranla daha fazla organik asit içerir. Doğal olarak her iki sıvının pH değerleri de birbirinden farklıdır (resting plak sıvısı pH 5.69 - 6.54 açlık plak sıvısı pH 6.78 - 7.08). Ġstirahat plak sıvısındaki düĢük pH ortamdaki karbonhidrat kaynaklarının bakteriler tarafından enerji kaynağı olarak kullanılıp metabolize edilmeleri sonucu açığa çıkan organik asitler nedeni ile düĢer. Açlık ile birlikte plak sıvı pH sının da yükseldiği görülür. Bakteri plağındaki bakterilerin oluĢturduğu asitlerin en önemlisi laktik asittir. Bu nedenle laktik asit çürük oluĢumundaki en önemli etken olarak kabul edilir. ġeker geliĢ zamanı ve plak pH sı arasındaki iliĢki Stephan eğrisi (Stephan curve) olarak bilinir. Stephan eğrisi (Stephan Curve) ile herhangi bir etkene karĢı bakteri plağında meydana gelen değiĢiklik belirlenir. Etkenler herhangi bir madde değildir. Genellikle çeĢitli besin maddelerinden birdir. Diğer yandan ağızda plak pH sına etkisi belirlenecek olan madde 174 tükürük akıĢ hızını arttırmak için kullanılan sakız mumu gibi inert bir molekül olmaması gerekir. Stephan eğrisinin özellikleri ġekil 5. 13 de görülmektedir. Bu örnekte deneklerin 10 ml %10 luk fermente edilebilen bir karbonhidrat olan sukroz çözeltisi ile 10 saniye ağızlarını çalkalamaları sonunda meydana gelen değiĢiklikler gösterilmiĢtir. Belirli zaman aralıklarında plak örnekleri ağızdan alınarak süratle pH ları ölçülmüĢtür. Plak pH sının uygulamayı takip eden dakikalar içinde önce süratle düĢtüğü gözlenmektedir. Daha sonra daha yavaĢ olarak yükselmeye baĢlamakta ve bir süre sonra eski değerine ulaĢmaktadır. BaĢlangıç değerine ulaĢması 15 ile 40 dakika arasında değiĢmektedir. ġüphesiz zaman, etkenin türüne ve kiĢiye bağlı olarak değiĢiklikler gösterebilir. Sukroz eğrisinde, baĢlangıçta gözlenen ani pH ġekil 5. 13 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol) düĢüĢünün nedeni sukrozun bakteriler tarafından metabolize edilmesi sonucu asitlerin açığa çıkmasıdır. Büyük molekül ağırlıklı karbonhidratlar örneğin niĢasta plağa çok yavaĢ diffüze olur ve hücreler tarafından alınabilmesi için parçalanması gerekir. Bu nedenle niĢasta alımı sonrası pH düĢüĢü oldukça az ve yavaĢtır (ġekil 5. 14). ġekil 5. 14 (ncl.ac.uk/dental/) 175 Stephan eğrisini biçimini yönlendiren ve özellikle pH artıĢına neden olan temel faktör tükürüğün akıĢ oranıdır. Tükürüğün iki önemli etkisi vardır. Birincisi plaktan serbest kalan asit metabolitleri dilüe eder ve etkilerini azaltır. Ġkincisi, plağa difüze olan tükürük bikarbonat iyonları burada fermantasyon sonucu meydana gelen asitleri nötralize eder ve pH nın yükselmesini sağlar (ġekil 5.15). ġekil 5.15 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol/) Tükürük karbonik anhidrazı ile sentez hızı arttırılarak asit nötralizasyonu hızlandırılır(ġekil 5. 16). Tükürük karbonik anhidrazı parotis ve submandibular bezlerden sentezlenip salgılanır ve memelilerde salgılanan karbonik anhidrazın tek örneğidir. ġekil 5. 16 ġekil 5. 17 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol/) Stephan eğrisi bakteri plağının diĢ yüzeylerine karyojenik etkinin değerlendirilmesinde ölçülebilen rakamsal değerler sağlar. Ancak bu değerler potansiyel olarak kabul edilen değerlerdir. ġekil 5. 17 de tükürük pH sına tükürük miktarının etkisi gösterilmektedir. Belirlenen bu kritik pH değerleri kiĢiden kiĢiye değiĢebilir. Stephan eğrisinde ölçülen ve çürük 176 ataklarına neden olduğu kabul edilen kritik pH değerleri ġekil 5. 18 de koyu olarak gösterilmiĢtir. ġekil 5. 18 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol/) Bakteri plağı kaynaklı karyojenik atakların sıklığı da yapılan deneylerle araĢtırılmıĢtır. ġekil 5. 19 de görüldüğü gibi 24 saatlik periyotta 6 farklı dönemde bakteri plağı kaynaklı çürük atağı olabilmektedir. Bu değerler sağlıklı kiĢilerde gözlenen normal minimal değerlerdir. Övün araları ve beslenmenin sıklığı bu atakların da artmasına neden olmaktadır. ġekil 5. 19 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol/) Bakteri plağında pH düĢüĢünün baĢlıca nedenleri: plak bakteri kompozisyonu, fermente edilebilir karbonhidratların varlığı ve plağa girip çıkabilen metabolit ve substratların difüzyon oranıdır. DüĢen pH nın yükselmeye baĢlaması sentezlenen asitlerin plaktan ayrılması ve tükürükte bulunan bikarbonat iyonlarının plağa difüzyonu sonucu meydana gelmektedir. Ayrıca düĢük pH nın bakterilerin metabolizmalarını inhibe etmesinin de etkisi vardır. pH düĢüĢlerine ilave olarak plak pH sının yükselmesi de oldukça önemlidir. Ġstirahat koĢullarında hemen her bireyin belirli bir plak pH değeri vardır ve sabittir. Bu değerlerde kiĢiler arasında oldukça önemli farklılıklar olduğu gözlenmiĢtir. Çürük- inaktif bireylerde plak pH sı 6.5- 7.0 arasında olup Ģeker uygulamaları sonrasında 5.0 a kadar 177 düĢebilmektedir. Çürüğe eğilimli bireylerde ise pH nın daha düĢük olduğu ve Ģeker uygulamaları sonrasında daha uzun süre 5.0 civarında kaldığı belirlenmiĢtir. Bu pH da aktif olan bakterilerin ortama bıraktığı metabolik artıklar çürük oluĢumunda etkilidir. 5. 5. Plağın kimyasal yapısı: Bakteri plağının içinde yaklaĢık % 80 oranında su bulunur. % 20 si katı maddelerdir. Plakta en çok proteinler bulunur ve plağın kuru ağırlığının % 40-50 sini oluĢturur. % 13-18 oranında karbonhidratlar ve % 10-14 yağlar bulunmaktadır. Aslında plağın içinde karbonhidratlar daha fazla olduğu halde, kuru ağırlık hesaplanırken yıkamakla uzaklaĢtırıldığı için az görünür. Proteinler hem mikroorganizmalardan hem de tükürükten kaynaklanır. Plağın içinde gram-negatif anaerob organizmaların birikimi ile lipit oranı artar. Veillonellae ve fuso-bakteriler lipopolisakkarit ve % 20-30 kadar lipit içerirler. Plaktaki karbonhidrat ve protein oranı alınan besinlerle de büyük değiĢiklikler gösterir. Plağın içindeki inorganik maddeler plağın bulunduğu, yere ve yaĢına göre değiĢir. Bakteri plağının inorganik kompozisyonu temel iki element dıĢında dıĢ etkenlere bağlı olarak büyük değiĢiklikler gösterir. Plakta, tükürüktekinden daha fazla kalsiyum, fosfat ve florür bulunur. BaĢta kalsiyum, fosfor ve de az miktarda olmak üzere sodyum, potasyum ve flor inorganik kompozisyonun baĢlıca bileĢenleridir. Subgingival plağının, inorganik bileĢenleri çoğunlukla krevikular sıvıdan gelir. Bakteri plağındaki Ca++ ve P04-3 düzeyi diĢ çürükleri patogenezinde ve kalkulus oluĢumunda önemli role sahiptir. Oral kavitede kalkulusun oluĢtuğu bölgelerden alınan örneklerde Ca++ ve P04-3 oranlarının yüksek olduğu gözlenmiĢtir. OluĢan kalkulusun rengi zaman içinde çeĢitli etkenler ve kan ürünleri nedeniyle koyulaĢır. DiĢ yüzeylerinde çürüklerin oluĢtuğu bölgelerde ise Ca++ ve P04-3 oranları oldukça düĢüktür. Bakteri plağında ayrıca, dıĢ kaynaklardan gelen florür de bulunmaktadır. Plaktaki flor konsantrasyonu (14 - 20 ppm) tükürüktekinden (0,01 - 0.05 ppm) daha fazladır. Florların pekçoğu ya inorganik maddelere veya bakterilere bağlanır. Flor kariostatik bir elementtir. Bu nedenle plakta bulunan florun miktarı ortamdaki bakterilerin karyojenik aktiviteleri ve minenin kararlı yapısının korunmasında büyük ölçüde etkilidir. Fermentasyon esnasında plağın pH sının düĢmesine bağlı olarak daha fazla serbest florür iyonları açığa çıkar. Bu olay plağın pH sının daha fazla düĢmesini önler ve floroapatit oluĢumunu uyararak çürüğü önleyici etki yapar. Plaktaki florun kaynağı mine yüzeyi değildir. Bakteri plağının flor kaynağı içilen su, besinler ve tükürüktür. Bakteri plağı proteinleri: Plağın içindeki proteinler bakterilerden, tükürükten veya diĢeti sıvısından kaynaklanır. Amilaz, lizozim, Ig A, Ig G, IgM ve albumin gibi çeĢitli tükürük proteinleri plağın içinde bulunmuĢtur. Bu proteinlerin kalitatif ve kantitatif değerleri bireyden bireye değiĢiklik gösterebildiği gibi moleküller sağlam veya parçalanmıĢ halde de bulunabilirler. Ayrıca 178 statherin, asidik prolince-zengin proteinler, amilaz, histatinler, sistatinler, MUC7 müsin, lisozim, albumin, karbonik anhidraz gibi pellikl yapısında bulunan proteinlere de doğal olarak plak yapısında rastlanmıĢtır. Plaktaki enzimlerin önemi tam olarak açıklanamamıĢtır. Antikorlar immünolojik reaksiyonlarda etkilidirler. Ayrıca proteinler plak içinde tampon vazifesi de görürler. Bakteri plağı karbonhidratları: Hidrolize edilmiĢ plaklarda bulunan temel karbonhidrat glukozdur. Ayrıca arabinoz riboz, galaktoz ve fukoz da bulunabilir. Karbonhidratların çoğu ya glukanlar ve levan veya heteropolisakkaritler Ģeklinde hücre dıĢı polimerler halinde bulunurlar. Bu polisakkaritlerin sentezi belirli plak mikroorganizmaları tarafından yapılır (Tablo 5. 1). Tablo 5. 1 Glukanlar ya dekstranlar veya mutanlar halindedir. Mutanlar, bitkilerdeki selüloz gibi, plağın iskeletinin yapımına yardım ederler. Glukanlar ve levanlar plak metabolizması için fermente olabilir bir karbonhidrat deposu gibi hizmet görürler. Hücre dıĢı polimerlere ilâveten, plakta, hücre içi glikojenler halinde karbonhidratlar da vardır. DıĢ kaynaklı fermente olabilen karbonhidratlar bulunmadığında, organizmalar hücre içindeki kendi yedek karbonhidratlarındaki polisakkaritlerle asit yapımına devam edebilirler. Bu nedenle hücre içindeki polisakkarit miktarı, dıĢ kaynaklı fermente olabilen karbonhidratların alınıp alınmamasına göre değiĢir. Bakteri plağı ekstrasellular polisakkarit kompozisyonu 12 den fazla streptokok türü tarafından sentezlenen glukoz ve fruktoz polimerlerinden oluĢur. Bu polimerlerin bazıları sadece fruktoziltransferaz (fructosyltransferase) (FTF) ya da glukoziltransferaz (glucosyltransferase) (GTF) tarafından bazıları her ikisi tarafından bazıları ise her bir enzimin farklı tipleri tarafından sentezlenir. Farklı moleküler yapıları ile belirlenen bu enzimlerin yanı sıra bakteriler tarafından dekstranaz gibi bu polimerleri gerektiğinde yıkabilen enzimler de sentezlenmektedir. Fruktanlar: Bu terim fruktoz polimerlerinin genel adı olarak kullanılır. Ağızda sukroz kaynaklı fruktozdan iki tür fruktoz polimeri sentezlenir. Henüz yeterli 179 kanıt olmasa da her iki türün de enerji deposu olarak kullanılmak üzere sentezlendiği söylenebilir. β-2,1 Fruktan: β 2,1 bağları ile fruktoz moleküllerinin bağlanması sonucu oluĢtuğundan moleküle β-D-fruktofuranozil 2,1 β-D-fruktofuranosit ya da kısaca β-2,1-fruktan adı verilir (ġekil 5. 20). Bazı sebzelerin yapısında da bulunur ve inülin olarak da bilinir. Plakta bulunan (ġekil 5. 20) polimerlerden inülinin farkı terminal karbonhidratların glukoz olmasıdır. Ġnülin yerelması, dulavratotu, enginar, sarımsak ve soğan baĢta olmak üzere pek çok bitki tarafından sentez edilebilmektedir. Bu bitkilerin tohumları ile birlikte enerji kaynağı olarak depo edilmek üzere niĢasta yerine sentezlenirler. β-2,1 fruktanın sadece S. Mutans tarafından sentezlendiğinin klasik bilgi olarak verilmesine karĢın bazı S. salivarius türlerinin de sentezlediği belirlenmiĢtir. Beslenmeler sırasında ve ağız içinde fruktozun fazlaca bulunduğu dönemlerde hem sentezleyen bakteriler hem de plak yapısında bulunan diğer mini canlılar tarafından besin yokluğu dönemlerinde uzun süreli enerji deposu olarak kullanılmak üzere sentezlenirler. Hücre dıĢında sentezlendiğinden diğer bakteriler tarafından kolayca yıkılarak kullanılabilmektedir. Bu özelliği ile bakteri plağı içinde besin zinciri ortaklığının (kooperasyon) güzel bir örneğini oluĢturmaktadır. Yaygın genel bilgiye göre S. mutansın β-2,1 fruktan sentez ettiğinin bilinmesine karĢın bazı S. mutans türlerinin (JC1 ve JC2) sentezledikleri polimerlerin % 95 β-2,1 ve % 5 β-2,6 bağlı polimerlerden oluĢtuğu belirlenmiĢtir. Bu polimerlerde zincirin β-2,1 bağları ile oluĢtuğu ancak yer yer β-2,6 çapraz bağlarının bulunduğu kabul edilmektedir (ġekil 5. 21). 180 ġekil 5. 21 Levan (β-2,6-Fruktan): Bu polimerler suda çözünür polimerlerdir. β-D-fruktofuranozil 2,6 βD-fruktofuranozit olarak adlandırılan moleküle polarize ıĢığı sola çevirdiği için levan adı da verilmiĢtir (ġekil 5. 22). Levan sadece S. mutans. tarafından değil S. sanguis, S. salivarius ve Actinomyces naeslundii gibi bakteri plağında bulunduğu da belirlenen birkaç farklı bakteri tarafından da sentez edilmektedir. ġekil 5. 22 S. sobrinus (OMZ176) ve S. salivarius (ATCC 13419) türleri sadece β2,6 bağlı düz zincirli fruktoz polimerleri sentezlerler. S. salivariusun diğer türleri (örneğin HHT ve 51) yer yer β-2,1 bağı ile dallanma gösteren β-2,6 fruktoz polimerleri sentezlemektedirler. Bu polimerlerde β-2,6 / β-2,1 oranı yaklaĢık 8/1 düzeyinde olup oldukça yüksek oranda dallanma göstermektedir (ġekil 5. 23). ġekil 5. 23 181 S. salivariusun bir baĢka türünün (ATCC 25975) sentezlediği polimerlerin β-2,1 dallanmalarının biraz farklı olduğu belirlenmiĢtir. Bu yapıda fruktozun % 70 i β-2,6 bağlı omurgayı oluĢturmaktadır. Geriye kalan kompozisyonun %15 i terminal fruktoz % 15 i ise β-2,1 bağlı yan zincirlerde bulunmaktadır. Bu moleküller çok dallı ve globuler yapıda polimerlerdir (ġekil 5. 24). ġekil 5. 24 Glukanlar: Genel olarak iki çeĢit glukan olduğu düĢünülür. Suda çözünür ve çözünmez glukanlar. Her bir türün çok çeĢitli alt türleri olmasına karĢın polimerlerin tümünde çekirdek yapıyı α-1,3 bağlı ya da α-1,6 bağlı glukoz molekülleri oluĢturmaktadır. Genel olarak α-1,3 bağlar çekirdek yapıyı suda çözünmez, α-1,6 bağlar çekirdek yapıyı suda çözünür yaparlar. Suda çözünmez polimer (mutan): Ġlk belirlenen polimerlerden biri S. sobrinus 6715 den elde edilen glukoz polimeridir. Bu polimer α-1,3 glikosidik bağlarla oluĢan glukoz polimeridir ve mutan olarak adlandırılır (ġekil5. 25). Önceleri Strep sobrinus türlerinin Strep. Mutansın alt türü olduğu kabul edilirdi. Ekstrasellular polisakkarit analizlerinde bakteri plağının % 70 ini oluĢturan suda çözünmez α-1,3 glikosidik bağlı yapılara bu nedenle mutan adı verilmiĢtir. ġekil5. 25 Diğer türlerin sentezlediği polimerlerin analizleri sonucu yapılarında glukozların % 85-90 oranında α-1,3 bağı ile bağlı geri kalanının ise α-1,6 bağlı dallı yapılar olduğu anlaĢılmıĢtır. 182 . ġekil 5. 26 Örneğin Strep. mutans GS5 in sentezlediği mutan molekülleri az sayıda ve birbirine eĢit oranda α-1,6 ve α-1,3,6 bağları içerir (ġekil 5. 26). α-1,3 bağlı omurga ile diğer bağ tiplerinin oranı 12/1/1 Ģeklindedir. α-1,3 bağlı terminal glukozdan itibaren her 12. Glukoz molekülü bir adet α-1,6 bağlı dallanma gösterir. Suda çözünür glukanlar (dekstrin): Tamamı α-1,6 glikozidik bağlı glukoz polimerleri sadece Streptokokkus salivarius ATCC 25975A tarafından sentezlenir. Bu polimerler polarize ıĢığı sağa çevirdikleri için moleküllere dekstran adı verilmiĢtir (ġekil 5. 27). ġekil 5. 27 Dekstranın α-1,3 bağlı yan zincirlere sahip bir türünün Strep. sobrinus OMZ176 tarafından sentezlendiği saptanmıĢtır. Çok farklı varyasyonları belirlenmiĢ ise de genel olarak yapıları ġekil 5. 28 deki gibidir. Genel olarak α-1,3 bağlı yan zincirlerin omurgaya oranla daha kısa oldukları görülmüĢtür. Omurgada yaklaĢık her 15 glukozda bir dallanma gözlenir. 183 ġekil 5. 28 Strep. mutans GS5 gibi diğer türler tarafından yapılan dekstran benzeri polimerlerin yan zincirlerinin sayılarının dekstranın iki katı olmasına karĢın daha kısa oldukları gözlenmiĢtir. Bu polimerlerin bazılarında α-1,3 bağlı glukoz moleküllerinin sayısı genellikle 3 tür (ġekil 5. 29). ġekil 5. 29 Basit bir anlatımla polimerler ortamda bulunan sukrozun parçalanması ile açığa çıkan glukoz ya da fruktozun birbirlerine bağlanmaları ile oluĢurlar. Reaksiyonu serbest kalan monosakkaritler tetiklerler. AĢağıdaki reaksiyonda serbest kalan glukozun polimere katılması gösterilmiĢtir. Bu reaksiyon tüm polimerler için yazılabilir: Bakteri plağı polisakkaritlerinin sentezinde gerekli olan enzimler için dekstransukraz ve levansukraz ile yaygın olarak kullanılan glukoziltransferaz (glucosytltransferase- GTF) ve froktoziltransferaz (fructosyltransferase-FTF) adlandırmalarının yanı sıra IUBMB nin 184 önerdiği biçimde yapılan adlandırmalar da kullanılmaktadır. Polimer sentezine aracılık eden enzimler iki gurupta toplanabilir: 1.Glukan sukraz- glukoziltransferaz (glucosytltransferase- GTF): Bu gurupta iki enzim vardır: Dextransukraz (sukroz:1,6-α-D-glukan-6-α-D-glukoziltransferaz) Mutansukraz (sukroz:1,3-α-D-glukan-3-α-D-glukoziltransferaz) 2.Fruktan sukraz- froktoziltransferaz (fructosyltransferase-FTF): Ġnülosukraz (sukroz:2,1-β-D-fruktan-1-β-D-fruktoziltransferaz) Levansukraz (sukroz:2,6-β-D-fruktan -6-β-D- fruktoziltransferaz) Glukan sukraz enzimleri C-terminal uçlarına yakın bölgelerinde Glukan bağlayan bölge (Glucan Binding Domain- GBD) adı verilen bir bölge içerir. Bu bölge katalitik bölgeden oldukça farklıdır. Bu bölgenin Glukan sukraz aktivitesinin olmadığı ancak glukan moleküllerini bağlayabilen bir bölge olduğu öne sürülmüĢtür. Daha sonra yapılan çalıĢmalar ile enzime bağlı olarak ya da serbest halde bulunabilen bir diğer protein molekülü olduğu belirlenmiĢtir. Bu protein molekülüne glukan bağlayan protein (GBP) adı verilmiĢtir. Glukan bağlayan protein moleküllerinin belirlenmesinden sonra bakteri plağı oluĢum ve geliĢme mekanizması daha kolay açıklanabilmektedir. Bu moleküller bağlanma ve yapıĢma bölgelerinin oluĢmasında büyük öneme sahiptir. Sentezlenen ekstrasellular polisakkaritlerin tutulmasıyla bakteriler pellikl yumuĢak dokulara ve diĢ yüzeylerine tutunabilmektedir. Agregasyonun yanı sıra dekstranazın inhibisyonu, plak kohezyonu ve muhtemelen hücre duvarı sentezinde de etkili olduğu öne sürülmektedir. Glukan bağlayan proteinlerden (GBP) bazıları hücre yüzey proteinleri bazıları ise salgı proteinleridir. Moleküllerin büyüklükleri ve glukanla bağlanma biçimleri de farklıdır. Özelliklerindeki bu değiĢiklikler farklı fonksiyonları da beraberinde getirmektedir. Bu farklı glukan bağlayan proteinlerin bazı amino asit segmentlerinin herhangi bir görevi yoktur ancak bu bölgelerle gen farklılıkları kolayca belirlenebilmiĢtir. Farklı türlerin farklı proteinler sentezlemesinin yanı sıra aynı türden bakterilerin farklı proteinler sentezlediği de belirlenmiĢtir. Bu proteinlerin fonksiyonları üzerine yapılan çalıĢmalar henüz tam olarak sonuçlanmamıĢ ise de bir türün pepdidoglukan hidrolaz olarak görev yaptığı bir baĢkasının da dekstranaz olarak etkili olduğu saptanmıĢtır. Glukan bağlayan proteinlerin fonksiyonları ile ilgili araĢtırmalar devam etmektedir. Bakteri plağı polisakkaritleri ve bu polisakkaritleri sentezleyen bakterileri Ģu Ģekilde listelemek mümkündür: Oral streptokoklar tarafından yapılan fruktanlar: Streptokokkus mutans: Inulin Streptokokkus salivarius: Levan ve levan iskeletli ve çok sayıda β-2,1 bağlı yan dalları olan polimerler. 185 Oral streptokoklar tarafından yapılan glukanlar: Streptokokkus sobrinus: Bu bakteriler tarafından yapılan oligomaltosakkaritler sentez edilen diğer polimerlerden çok farklıdır. Adhezyonda herhangi bir rolleri yoktur. Ancak diğerleri glukoziltransferazların aktivitelerini arttırdığı belirlenmiĢtir. Sentezlenen baĢlıca polimerler: suda çözünmeyen mutan, suda çözünür kısa zincirli glukanlar (oligomaltosakkaritler) ve gene suda çözünür çok dallı dekstran. Streptokokkus mutans: Suda çözünmez mutan, kısmen suda çözünür dallı zincirli mutan ve suda çözünür dekstran. Streptokokkus salivarius: Suda çözünmez dallı zincirli mutan, suda çözünür dekstran, eĢit sayıda α-1,6 ve α-1,3 bağı içeren suda çözünmez glukan ve suda çözünür dallı zincirli dekstran. Streptokokkus gordonii: DeğiĢen oranlarda α-1,6 ve α-1,3 bağı içeren suda çözünür glukan. Streptokokkus oralis ve Streptokokkus sangius da Streptokokkus gordonii ile aynı polimerleri sentezlerler. 5. 6. Ekstrasellular polisakkaritler ve çürük etiyolojisi: Üzerinde durulması gereken en önemli konu ekstrasellular polisakkaritler ve Streptokokkus mutansın çürük etiyolojisinde önemli rolü olduğu ancak tek faktör olmadığıdır. Pek çok Ģey çürük oluĢumuna neden olur ancak bakteri plağı diğerlerinden çok daha önemli bir yere sahiptir. S. mutans ya da diğer türler karyojenik etkilerini plağın içinde sürdürürler. Çürük ortaya çıkması öncesinde diĢ yüzeyine yapıĢan plak kalıntıları içinde ekstrasellular polisakkaritler ve Ģeker bulunmaktadır. Fruktanlar: Fruktozdan β-2,1 (inulin-benzeri) ya da β-2,6 (levan) bağlı iki tür polimer sentezlenir. Fruktanları sentezleyen froktoziltransferaz enzimleri plak içinde glukoziltransferaz enzimlerine oranla çok aktiftirler. Ancak plak içinde fruktanların miktarı oldukça düĢüktür. Miktarının düĢük olması ve plak içinde kısa sürede tüketilmesi nedeniyle fruktanların kısa süreli enerji depoları oldukları sonucuna varılmıĢtır. Fruktanların plak bakterilerinin fermantasyon zamanlarını uzatarak çürük oluĢumunda etkili oldukları belirlenmiĢtir. Her ne kadar S. mutans aktivitesinin azaltılması çürük aktivitesini azaltmakta ise de bu konudaki diğer çalıĢmalar küçük farklılıklar göstermektedir. Asit oluĢumunda doğrudan etkili olmadıklarından fruktanların çürük üzerindeki etkileri çok zor fark edilebilir. Fruktanların yıkımı fruktanaz enzimleri tarafından gerçekleĢtirilmektedir. Ekzofruktanaz plak sıvısında serbest olarak bulunmaktadır. Ancak alıĢılmadık bir biçimde hücre duvarına yapıĢık olarak da bulunmuĢtur. Fruktanaz bakterilerin yakınında bulunan fruktan moleküllerini hidroliz ederek fruktozların serbest kalmasını ve metabolize edilmelerini sağlar 186 (ġekil 5. 30). Hücreye bağlı olmayan fruktanaz fruktanı hücreye bağlı olan fruktanaz ile aynı oranda etkili biçimde hidroliz eder. Ancak hücreye bağımlı fruktanaz hücrenin yakınında bulunan fruktanlar üzerinde etkilidir. ġekil 5. 30 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol/) Glukanlar: Bakteri plağı polimerleri α-1,3 bağlı ya da α-1,6 bağlı glukoz moleküllerinden oluĢan omurga ile çeĢitli yan dallardan oluĢmuĢtur. Glukanlar mutans streptokokların yapıĢmalarına yardım eder. Bakteri Plağı sıvısında bulunan glukan karıĢımının çok karmaĢık olmasına karĢın yüzeylerdeki fonksiyonu çok açık seçik bilinmektedir (ġekil 5. 31). Özellikle diĢte kolonizasyona öncülük eden türlerin (S. oralis, S. mitis ve ġekil 5. 31 (ncl.ac.uk/dental/oralbiol/) S. sanguis) ve diğer oral bakterilerin aksine mutans streptokoklar sukroz ya da ekzojen glukanların yokluğunda diĢ yüzeyine iyi tutunamazlar. Çürük oluĢumundaki iyi bilinen rolü ve ilk kolonizasyon bölgesinin diĢ yüzeyi olduğu düĢünüldüğünde bu durum biraz tuhaf görünmektedir. Suda çözünür ve çözünmez glukanların GBP ile bağlanarak hücre-hücre ve hücre-yüzey iliĢkilerini hızlandırdığına iliĢkin çok sayıda bulgu elde edilmiĢtir. Çözünür dekstranlar hücre-hücre iliĢkilerini (cell aggregation) düzenlerler. Ġnsolubl glukanlar ise daha çok hücre-yüzey etkileĢiminde (adherence) önemli role sahiptir. Mutans streptokokları genellikle plak geliĢtikten sonra ve ortamda sukroz bulunmasıyla adhezyon hızlandığında ortaya çıkarlar. 187 5. 7. Bakteri plağında görülen mikroorganizma türleri: Bakteri plağı aerob, fakültatif anaerob ve anaerob gram pozitif ve gram negatif bakterilerden oluĢan çok geniĢ bir mikrofloraya sahiptir (Tablo 5. 2). Bakteri plağının kompozisyonu ağız içinde yerleĢtiği yere ve bulunan mikroorganizmalara göre değiĢiklikler gösterebilir. Plak oluĢumundan 2- 4 saat sonra pellikl ile kaplı yüzeylerde mikroskopla tek tek birkaç çubuk Ģeklinde mikroorganizma ile birlikte Gram-pozitif koklar gözlenebilir. Kültür çalıĢmaları sonucu öncü türler içinde en fazla streptokoklar (total mikrofloranın % 68 i), aktinomiçesler ( % 4-30 u) ve bazı hemofililer (haemophili) bulunmaktadır. Ġlk koloni yapıcı streptokokların (S. sanguis, S. oralis ve S. mitis) tükürükte bulunan en önemli savunma molekülü olan IgA yı inhibe eden IgAt proteazları sentezlemelerinin önemli rolü olduğu kabul edilmektedir. Daha sonra ilk tutunan bakteriler süratle koloni oluĢturmak üzere bölünmeye baĢlarlar. Tablo 5. 2 1- 2 gün sonra, kokkoid hücrelerin mikro kolonilerinden dıĢarı doğru uzanan Gram-pozitif çubuklar ve flamentler gözlenebilir. GeliĢmenin birkaç gün sonrasında mikrofloranın kültürel ve morfolojik değiĢimi artar ve streptokok ağırlıklı flora büyük ölçüde aktinomiçes türleri ile yer değiĢtirmeye baĢlar. Biyofilmin derinliği artar ve bu bölgelerde oksijen ve redoks potansiyelinin azalmasına bağlı olarak anaerob türler daha kolay üremeye baĢlarlar. Bakteri plağının yapısı bu aĢamada büyük değiĢiklikler gösterir. DiĢ yüzeyinden hemen sonra yoğun (3- 20 hücre) hücre paketleri tabakası bulunur. Bu hücre tabakaları üzerinde çok değiĢken bir yapı ve buna bağlı olarak çok farklı morfolojik özellikler gözlenir. Bu tabakalanmanın varlığı bakteriyel değiĢime bağlanmaktadır. Bakteri plağının yüzey tabakaları farklı tür kombinasyonları sergileyebilirler. Bu kombinasyonlardan bugüne kadar gözlenebilenlerden bazıları: Mısır koçanı gibi (corn-cobs - Gram-pozitif flamentler Gram-pozitif koklarla ). 188 Rozetler gibi [rosettes - kokkal bakteriler, küçük eğri çubuk (curved rod) bakterilerle]. Fırçalar gibi (bristle brushes - geniĢ flamentler Gram-negatif çubuklar ve kısa flamentler tarafından çevrelenir). 5. 8. Çevresel değiĢikliğe bakteri plağının cevabı: Her ne kadar matur plak, yapısını oluĢturan türlerin iĢbirliği ile kendi içinde önemli ölçüde kararlı bir yapı kazanmıĢ ise de fiziksel ve metabolik birliktelikler ve fiziksel etkinin yoğunluğu nedeniyle çok yavaĢ da olsa çevrede meydana gelen değiĢiklikler plağın doğasına etki eder. Kaydedilen en önemli etki diyette meydana gelen değiĢikliklerdir. Yüksek protein diyeti: Yüksek protein ve düĢük karbonhidrat diyeti alan bireylerin diĢlerinde meydana gelen bakteri plağı daha az asidojenik-asidürik organizma içerir. pH gradiyenti farklı olacaktır ve amino asitlertin yıkılması nedeniyle amonyak oluĢumuna bağlı olarak total plak pH sı alkali olacaktır. Yüksek plak pH sı asidogenezisi inhibe edecek ve çok miktarda gram pozitif mikroorganizmayı güçlendirecektir. Plağın proteolitik yapısı pütresin ve kadaverin gibi kötü kokulu kısa zincirli peptitlerin ortaya çıkmasına ağızda kötü kokuya neden olur. ġekil 5. 32 Yüksek karbonhidrat diyeti: ġekil 5. 32 de karbonhidratlar ile bakteri plağı ve çürük iliĢkisi özetlenmeye çalıĢılmıĢtır. Yüksek protein ve düĢük karbonhidrat diyeti alan Ģahıslar diyetlerini yavaĢ olarak düĢük protein ve yüksek karbonhidrata çevirdiklerinde oluĢan plağın mikrobiyolojik kompozisyonun da yavaĢ yavaĢ değiĢtiği görülür. Karbonhidratların fermantasyonu sırasında açığa çıkan asit yan ürünler nedeni ile resting plak pH sı düĢmeye baĢlayacak ve 6.3 ile 6.8 189 civarına inecektir. Bu düĢük ve daha asit pH streptokok ve laktobasillus gibi asidojenik mikroorganizmaların üremesine ve çoğalmasına neden olur. Ancak gram negatif anaerobik çubukların üreme ve geliĢmelerinde ise belirgin bir azalma görülür. Yüksek sukroz: Eğer diyette değiĢiklik yapılıp kullanılan sukroz miktarı arttırılırsa plak matriksinin çok miktarlarda ekstrasellular polisakkaritler glukan ve fruktan içerdiği görülür. Eğer diyette Ģekerlemeler gibi her zaman yaygın olarak kullanılan karbonhidratlar bolca bulunursa plakta Streptokokkus mutans ve laktobasillus gibi asidürik organizmaların çok fazla arttığı görülür. Zaman: Bu değiĢiklikler plak diĢten uzaklaĢtırılmadan diyet değiĢtirildiğinde birkaç günlük bir zaman periyodunda gözlenecektir. Bilerek farklı ve aĢırı beslenmeler sonucu plakta meydana gelen bu değiĢiklikler normal diyetle beslenen kiĢilerde de gözlenebilir. 5. 9. Bakteri plağı ve hastalık: Bakteri plağı diĢ yüzeyinde doğal olarak oluĢsa da yeterli ağız hijyeni yoksa ortaya çıkan birikimler ve buralarda üreyen bakteriler ağız sağlığını tehdit etmeye baĢlarlar. ÇeĢitli periodontal hastalıklar ve diĢ çürüklerinin oluĢmasına neden olurlar. Tablo 5. 3 de ağzın değiĢik bölgelerinden izole edilen baĢlıca bakteri türleri verilmiĢtir. Tablo 5. 3 Plak kitleleri artmaya devam ettiğinde tükürüğün tamponlama ve anti mikrobial etki gibi faydalı etkileri giderek azalmaya baĢlar ve sağlıklı diĢ üzerinde yerini plakta egemen olan bakterilerin etkileri almaya baĢlar. Mine yüzeyindeki diĢ çürükleri ile lezyonun yayıldığı bölgenin üzerinde bulunan yüksek orandaki mutans streptokoklar (özellikle S. mutans ve S. Sobrinus) ve laktobasilluslar arasında çok sıkı bir korelasyon vardır. Bu bakteriler Ģekerleri çok süratle metabolize ederler ve genellikle oluĢan asit ortamda çok çabuk ve kolay ürerler. Sağlam diĢ üzerinde bulunan türlerin çoğu düĢük pH 190 ya çok hassastır ve asit ortamlarda üreme hızları çok azalır. Minenin düzenli olarak düĢük pH etkisinde kalması diĢ yüzeyinde demineralizasyonu güçlendirir ve bu da diĢ çürüklerinin oluĢum ve geniĢlemesine yol açar. YaĢa bağlı olarak çenede alveol kemiklerinin geri çekilmesi kök yüzeylerini çürük ataklarına açık hale getirir. Kök yüzeyi çürüklerindeki mikroflora da büyük oranda çeĢitli mutans streptokokları, laktobasilluslar ve aktinomiçes türleri ile birlikte bulunurlar. Periodontal hastalıklar ve diĢi destekleyen destek dokularında gözlenen benzer tablolardır. Gingival oluğun tabanında bulunan bağlantı epitelyumu diĢin köküne doğru hareket eder ve cep oluĢumuna neden olur. Hastalığın geliĢme aĢaması sonunda bağlantı lifleri ve alveolar kemik de kaybolmaya baĢlar. DiĢ soketi içinde sabit kalamaz ve sonuçta çekilmesi gerekir. Genellikle periodontal cepler içinde en fazla bulunan bakteriler anaerobik ya da CO2-isteyen (kapnophilik) Gram-negatif çubuklar, flamentler ya da spiral Ģekilli bakterilerdir. Bu bakterilerin pek çoğu çok zor beslenen ve laboratuar Ģartlarında çok zor üreyebilen bakterilerdir. Gingivitis çene kemiği civarında (gingival margin) görünüĢte dental plağa nonspesifik inflamatör cevaptır. Eğer iyi oral hijyen sağlanırsa gingivitis kolayca ortadan kaldırılır ve gingival doku yeniden normale döner. Gingivitis genellikle gingival magrin çevresinde meydana gelen plak artıĢı ile birlikte görülür. Bunun nedeni plağın streptokokkus ağırlıklı kompozisyonun değiĢerek yüksek oranda aktinomiçeslerin görülmesi ve ardından kapnofilik ve anaerobik Gram-negatif bakterilerin geliĢmeye baĢlamasıdır. Gingivitis geliĢimi sırasında mikroflora çeĢitliliği artar fakat hiçbir zaman hastalıkla tek bir bakteri gurubu birlikte değildir. Kronik adult periodontitis populasyonu etkileyen ilerlemiĢ periodontal hastalıklar içinde en yaygın olanıdır. Cep oluĢumu daha yavaĢ fakat daha kararlı bir biçimde ilerlemektedir. Ġnsanlarda kronik adult periodontitise neden olan flora çok büyük farklılıklar gösterir. Ciddi çalıĢmaların birinde 22 eriĢkinden alınan 38 örnekte 136 farklı miroflora gözlenmiĢtir. Predominat flora içeriği Ģahıslar arasında ve Ģahıslarda ağız içindeki bölgeleri arasında büyük değiĢiklikler gösterir. Aynı zamanda periodontal hastalıkların akut ya da çok Ģiddetli formlarının ortaya çıkması öncesindeki ortam Ģartlarının (HIV gibi) da önemli rolü vardır. DiĢ çürükleri ve periodontal hastalıkla ilgili bazı bakteri türleri Tablo 5. 4 de gösterilmiĢtir. 191 Tablo 5. 4 Periodontal hastalıklarla iliĢkili bakteriler genellikle proteolitik aktiviteye sahiptir ve doğrudan dokuya ya da dokunun savunma mekanizmasına zarar verir. Aynı zamanda sitotoksik metabolitleri (asitler, amonyak ve kükürt içeren bileĢikler) sentezler ve sağlıklı doku ortamına bırakırlar. Tek bir bakteri bunların hepsini birden meydana getiremez. Bu nedenle periodontal hastalıklar çoğu patojenik etkili polimikrobial bir infeksiyon olarak düĢünülebilir. Tek baĢına etkili olamayan mikroorganizmalar diğer mikroorganizmalarla birlikte çok daha etkili olabilmektedirler. 5. 10. Bakteri plağında organik asit sentezi: Asitler, tartıĢmasız, çürük oluĢumunda en etkili moleküllerdir. ÇürümüĢ lezyonlar ve plağın içinde, sukrozla çalkalamanın ardından pH düĢer ve bakteri fermantasyonuna uygun bir alt katman oluĢur. Bir araĢtırmada ön diĢlerin düz yüzeyi üstündeki plağın içine ince antimuan elektrotlar yerleĢtirilerek glikoz veya sukroz solüsyonuyla 2 veya 4 dakikalık çalkalamada pH nın 6,5 den 5.0‟e düĢtüğünü ve 40 dakika içerisinde yavaĢça orijinal pH a döndüğü gösterilmiĢtir. Daha yakın zamanda, telemetri ve içine bir minyatür cam elektrot pH algılayıcısı yerleĢtirilen taĢınabilir bir cihaz kullanılarak ara yüzündeki plağın interproksimalinin devamlı ve direk pH ölçümlerini elde etmek mümkün olmuĢtur. Bu çalıĢmalar diĢ ile plağın ara yüzünde asit varlığının uzun süreli olabildiğini göstermiĢtir (2 saate kadar). Elde edilen pH değerlerin Stephan eğrisindeki değerlerden daha da aĢağıda olabileceği görülmüĢtür (ġekil 5. 33). ġekilde farklı Ģeker uygulamaları ile elde edilen pH değerleri gösterilmiĢtir. Özellikle sukroz, glukoz ve fruktozla elde edilen değerlerin plak oluĢumu için gerekli olan pH 5.5 değerinin çok daha altına düĢebildiği gözlenmiĢtir. pH‟taki düĢüĢ bir takım etmenlere bağlıdır. Bu etmenler asitle etkileĢim süresi, interdental plağın miktarı, hakim flora, tükürük akımın oranı, alt katmanın tipi ve konsantrasyonu ve plağın oluĢtuğu yeridir (interproksimal yüzeyler, bukkal veya lingual). 192 ġekil 5. 33 Bakteri plağında, plaktan izole edilmiĢ bakteri kültürlerinde ve çürük lezyonlarında, özel kromatografik tekniklerle birçok çeĢit organik asit bulunmuĢtur. Bunlar laktik asit, asetik asit, propionik asit, formik asit ve butirik asitlerdir. Bu asitlerin miktarları ve oranları bakteri plakları arasında çok büyük farklılıklar göstermektedir. Çünkü plak yapısında farklı asitleri açığa çıkarabilen mikroorganizmalar ile laktik asit sentezleyen mikroorganizmalar tamamen rastgele dağılmıĢtır. Ayrıca bu son ürünlerin gene bakteri plağında bulunan farklı bakteri türleri tarafından kullanılıp kullanılmamaları da asit oluĢumunda bir diğer faktördür. Asit oluĢumunda tek faktör bakteri türü değildir. Alt katman tipi ve yapıyı oluĢturan maddelerin konsantrasyonu ile oksijen giriĢi de diğer önemli faktörler arasındadır. Heksoz Ģekerlerinden gelen ve bu Ģekerlerle bakterilerin çeĢitli asit son ürünleri oluĢturma yollar ġekil 5. 34 de gösterilmiĢtir. Son ürünlerin oluĢumu sırasında meydana gelen ara reaksiyonlar Ģekli basitleĢtirmek amacıyla gösterilmemiĢtir. Bir 6 karbonlu Ģekerin glikoliz ile parçalanması sonucu iki molekül prüvik (C3) asit açığa çıkar. Homo fermantatif laktik asit ġekil 5. 34 193 oluĢumunda pirüvik asitin yaklaĢık % 90 ı laktik asite çevrilirken geri kalan diğer asitlere, karbondioksite ve etil alkole çevrilir. Karyojenik olmayan oral streptokokların sıvı kültürlerde ya da ağız içinde sentezledikleri son ürünler gözlendiğinde karyojenik bakterilerden farklı son ürünler oluĢturmadıkları gözlenmiĢtir (Tablo 5. 5). Fakat katı besi yerinde yapılan gözlemlerde S. mutansın sentezlediği asitin S. sangius veya S. mitisin sentezlediği asitten daha fazla olduğu gözlenmiĢtir. S. mutanslar yüksek asit biriktirme kapasiteleri bu bakterilerin çürük oluĢturma etkisinde önemli bir faktördür. Tablo 5. 5 Actinomyces türleri plakta sürekli bulunan gram-pozitif çubuklardır. Bu bakteriler anaerobik Ģartlar altında ortamda CO2 olmadığında sadece laktik asit sentezlerler. Ancak ortamda CO2 bulunduğunda fermantasyon farklılaĢmakta ve formik asit, asetik asit, laktik asit ve süksinik asit oluĢabilmektedir. Plağın bakteriyolojik analizlerinde ikincil olarak en çok rastlanılan bakteriler laktobasilluslardır. Bu bakterilerin monosakkaritleri metabolize etmeleri sonucu açığa çıkan moleküllerin % 90 a yakını laktik asit geriye kalanı asetik asit ve diğer asitlerdir. Veillonellae (gram-negatif anaerobik koklar), peptostreptokoklar (gram-pozitif anaerobik koklar) ve propionibakteriaların (gram-pozitif anaerobik çubuklar) monosakkaritleri fermantasyon ürünleri propionik asittir. Neisseriae (gram-negatif koklar) glukozdan piruvik asit açığa çıkarır ve laktik asiti asetik asite dönüĢtürür. Bu özellikleri nedeniyle plak populasyonunu oluĢturan bakterilerin çeĢitliliği oluĢan asit miktarı ve çeĢitliliğini de etkiler. Yapılan araĢtırmaların birçoğunda yukarıdaki mikroorganizmalar tek baĢlarına kullanılmıĢlardır. Bu nedenle bir arada bulunduklarında bakteri plağı içindeki aktiviteleri tam olarak bilinememektedir. Sukrozlu diyet sonrası yapılan gözlemlerde ilk anlarda ağız içinde en çok bulunan bileĢik laktik asittir. Daha az oranlarda asetik asit ve daha az oranda propiyonik asite rastlanır. Ġleri saatlerde baĢta asetik asit olmak üzere uçucu asitlerin oranının artmaya baĢladığı belirlenmiĢtir. Amino asitler ve glukozun her ikisinin de çok sınırlı olduğu kültür ortamlarında son ürünlerin uçucu asitler 194 (asetik asit, formik asit) ve etanol olduğu görülmüĢtür. Sınırlı azot ortamına glukoz ilave edildiğinde yeterli üremenin olmamasının yanı sıra son ürünün laktik asit olduğu gözlenmiĢtir. ġekil 5. 35 de bu araĢtırma sonunda elde edilen bulgulara dayanılarak oluĢturulan iki farklı yol görülmektedir. Sınırlı glukoz ve sınırlı azot kaynağı ortamında üreyen S. mutans hücrelerinde yetersiz glukoz-6-fosfatın piruvat kinazı aktivitesini sınırladığı gözlenmiĢtir. Bu sonuca ortamda fosfoenol piruvat miktarındaki artıĢtan ulaĢılmıĢtır. Buna ek olarak formik asit, asetik asit ve etil alkolün oluĢumundan sorumlu piruvat format liyaz enzimi aktivitesinde de artıĢ gözlenir. Laktat dehidrogenaz aktivitesi ise oldukça sınırlıdır. Ortamda sınırlı azota karĢın glukoz miktarı arttırıldığında ġekil 5. 35 piruvat format liyazın artan gliseraldehit-3-fosfat tarafından inhibe edildiği görülmüĢtür. Ayrıca fruktoz-6-fosfat düzeylerindeki artıĢ laktat dehidrogenazı tetikler ve ortamda laktik asit konsantrasyonu artmaya baĢlar. Glukoz-6-fosfat miktarındaki artıĢ piruvat kinaz üzerindeki baskının kalkmasına ve piruvik asit artıĢına neden olur. Uçucu asitlerden olmayan laktik asit Veillonella türleri tarafından propiyonik asite, asetik asite ve CO2 e dönüĢtürülür. Aerobik koĢullarda Neisserialar meydana gelen laktik asiti asetik asit ve CO2 e yıkarlar. Bu dönüĢüm hem piruvik asitten hem de laktat oksidazla laktik asitten yapılabilir. Bu sonuçlar bakteri plağında laktik asittin yanı sıra diğer asitlerin varlığının açıklanmasında çok yardımcı olmuĢtur. 195 Tablo 5. 6 da bakteri plağında gözlenen bazı organik asitlerin disosiasyon sabitleri gösterilmiĢtir. Tabloda da görüldüğü gibi açığa çıkan asitlerden serbest kalan hidrojen iyonlarının miktarları arasında çok büyük farklılıklar vardır. Laktik asitin aynı konsantrasyondaki asetik veya propionik asitten çok daha güçlü bir asit olduğu açıkça görülmektedir. Bu değerlendirme laktik asitin mine dokusuna etkisi ve çürük oluĢumundaki yerini daha belirgin biçimde açıklamaktadır. Tablo 5. 6 Bakteri plağı ile yapılan çalıĢmalarda ortam pH sının her zaman asit olmadığı gözlenmiĢtir. Bakteri plağının pH sı üzerine tükürüğün tamponlama kapasitesinin de etkili olması son derece doğaldır. Ayrıca açığa çıkan farklı son ürünler de oluĢan pH üzerinde etkilidir. Bakteri karma florası içindeki bazı bakteriler plak yapısında bulunan bazı amino asitleri (arjinin, aspartik asit, glutamik asit, histidin, lizin ve ornitin gibi) dekarboksile ederek aminler ve CO2 in açığa çıkmasına neden olur. L-Amino asit Dekarboksilaz Aminli ara bileĢik + karbondioksit Fusobakterium nükleatum, Bakterioides melaninogenikus, Treponema türleri ve peptostreptokoklar ve diğer bazı türler aminoasitlerin deaminasyonuna neden olurlar. Bu reaksiyonlar iki yolla gerçekleĢebilir: 1.Ya doğrudan amino asitlerin oksidatif deaminasyonu ile α-keto asitler ve amonyak açığa çıkar (ġekil 5. 36) : ġekil 5. 36 196 2. Ya da aminoasitlerin transaminasyonunda en çok açığa çıkan bileĢik olan glutamik asitin deaminasyonu ile yeniden α-ketoglutarik asit elde edilirken amonyak serbest kalır (ġekil 5. 37). Serbest kalan amonyak molekülleri süratle amonyum iyonlarına dönüĢtürülürler ve bu nedenle ortam pH sı da alkaliye doğru kayar. ġekil 5. 37 Anaerobik bakterilerde gözlenen strickland reaksiyonu ile amino asitlerden amonyak çıkıĢı gözlenebilir. Bu fermantasyon türü çürüme sırasında olur ve karbonhidrat yokluğunda, proteinden beslenen Klostridyum (Clostridium) cinsi bakteriler tarafından yapılır. Bazı amino asitler elektron alıcısı, bazıları da elektron vericisi olarak iĢler ve reaksiyon sonunda çeĢitli kötü kokulu ürünler oluĢur. Özellikle yetersiz karbonhidratlı ortamda gerçekleĢen bu reaksiyon ile amino asit baĢına 3 ATP molekülü üretilir (ġekil 5. 38). ġekil 5. 38 6. DĠġ TAġI (Kalkulus- Calculus): SertleĢmiĢ bakteri plağına diĢ taĢı ya da kalkulus (calculus) (tartar) adı verilir. DiĢ taĢı tükürükten, sudan ya da sıvı ve katı besinlerden gelen minerallerin diĢ yüzeyinde bulunan bakteri plaklarında sürekli olarak birikmesi sonucu meydana gelir. Ġnorganik kalsiyum fosfat kristalleri diĢ plağı matriksinde oluĢur ve plak mineralize olana kadar geliĢirler. DiĢtaĢı kristalleri mine, dentin ve sement üzerinde büyürler ve diĢ yüzeylerinde düzensiz bölgelerin oluĢmasına neden olurlar (ġekil 6. 1). DiĢ taĢının dıĢ yüzeyi, mineralize olmamıĢ bir plakla kaplıdır ve ilk oluĢtuğu zaman yumuĢak ve porözlüdür. Ortaya çıkan bu pürüzlü kompozisyon diĢeti sağlığını tehlikeye sokacak olan daha fazla plak birikimi için ideal bir ortam oluĢturur. 197 ġekil 6. 1 (bil-med.com)/ Bakteri plağı, fırça ya da diĢ ipi ile kolayca ortamdan uzaklaĢtırılabilirken diĢtaĢı çok sert ve diĢ yüzeyine çok sıkı tutunduğundan ortamdan uzaklaĢtırılması oldukça zordur. Devamlı ve düzenli diĢ hekimi müdahaleleri ile ve özel aletlerle diĢ yüzeylerinden uzaklaĢtırılabilirler. ġekil 6. 2 6. 1. DiĢ taĢı oluĢlumu: DiĢtaĢını (tartar) oluĢtuğu bölgelere göre iki guruba ayırarak incelemek mümkündür (ġekil 6. 2): 1. DiĢeti altı diĢ taĢı (Subgingival kalkulus): DiĢeti kenarı altında kalan diĢ yüzeylerinde ve diĢeti oluğu veya cebi içerisinde oluĢmuĢ diĢ taĢlarına subgingival diĢtaĢı denir. Rengi hemen hemen koyu gri ve siyahtır. Radyografik kontrollerde diĢ kolesinde veya daha derin kısımlarda sement üzerinde nispeten radio-opak, kaba görünüĢlü çıkıntılar halinde dikkati çeker. Radyografideki diĢlerin ara yüzlerindeki bu görüntü ile kolayca belirlenebilirken diĢtaĢlarını belirtirken özellikle vestibül ve lingual bölgelerde diĢ köklerinin üzerindeki birikimler çok ince ve zor görülürler veya hiç görülmezler. Subgingival diĢtaĢının zarara uğramıĢ diĢeti kapillerlerinden dıĢarıya çıkan kanı absorbe etmesi ve hemoglobinin dejeneratif değiĢikliğe uğramasıyla yeĢilimtrak-siyah bir renk aldığı da görülür. 2. DiĢeti üstü diĢ taĢı (Supragingival Calculus): DiĢeti üzerindeki diĢtaĢları ağız boĢluğunda görülebilen ve diĢeti kenarının kuron yönündeki kısmına yerleĢmiĢ olan, genellikle beyazımsı sarı, sert ve bir diĢ temizleme aleti ile diĢ yüzeyinden kolayca ayrılabilen kireçli oluĢumlardır. Bu diĢtaĢlarının renkleri sigara içme, ilaç ve gıda 198 pigmentlerine göre değiĢiklik gösterebilir. Tek bir diĢ üzerinde, bir diĢ grubunda, diĢlerin bir yüzlerinde veya ağız içerisindeki diĢlerin bütün yüzeylerinde görülebilir. Tükürüğün tartar oluĢumuna önemli katkısı vardır. Stensen's kanallarının açıldığı üst 1. büyük azı diĢlerinin yanağa bakan yüzeylerinde ve Wharton kanallarının açıldığı alt kesici diĢlerin dile bakan yüzeylerinde diğer bölgelere oranla daha fazla oluĢur. Aynı zamanda, çiğneme fonksiyonuna iĢtirak etmeyen kısımlarda da aĢırı supragingival diĢ taĢı birikmelerine rastlanabilir. DiĢler arasında sanki bir köprü yaparcasına birleĢen bu diĢ taĢları etraflarındaki alveol kemiklerinin çoğunu kaybetmiĢ ve sallanan diĢler için kısmen bir destek de oluĢturabilir. 6. 2. DiĢ taĢının kimyasal kompozisyonu: DiĢ taĢı genellikle iki temel bileĢenden oluĢur: fosilleĢmiĢ anaerobik bakteriler ve tartarı oluĢturmak üzere bu bakteriler arasında birikmiĢ olan kalsiyum fosfat tuzları. Matur diĢ taĢının bakteri yüzeyine tutunma ve geliĢme mekanizması bütünüyle elektrik yükleri üzerine kuruludur. DiĢ kristal yapısının primer bileĢeni olan kalsiyum fosfatların dıĢındaki kalsiyum tuzları genellikle kararsız iyonlardan oluĢurlar. X-ray difraksiyon toz-kamera tekniğiyle (X-ray diffraction powder-camera) 1938 yılından buyana dental kalkulus analizleri yapılmaktadır. Çok sayıda tartar analizleri sonucu değiĢen miktarlarda izole edilen kristallerden baĢlıcaları bruĢit (Brushite) (CaHPO4. 2H20), oktakalsiyum fosfat (octacalcium phosphate) [(Ca8H2 (P04)6 . 5H20], apatit (apatite) [Ca10 (P04)6(OH)2] ve vaytlokittir (whitlockite) [(CaMg)3 (P04)2. Bu kristallerin yanı sıra bazı örneklerde monetit (monetite) (CaHPO4 ve kalsit (calcite) de (CaCO3) izole edilmiĢtir. DiĢ taĢlarının mineral kompozisyonlarının yanı sıra yapılarında farklı organik ve inorganik bileĢikler de bulunmaktadır. Supragingival diĢ taĢları hacimlerinin % 37 si ve subgingival diĢ taĢları hacimlerinin % 58 i oranında mineral içerirler. Supragingival diĢ taĢının % 15.7 sini oluĢturan ekstrasellular matrikste % 54.9 protein ve % 10.2 oranında lipit bulunur. Lipit kompozisyonunun % 61.8 i büyük kısmı yağ asitlerinden çok az bir kısmı trigliseritlerden oluĢan nötral lipitlerden meydana gelmiĢtir. Total lipit kompozisyonunun % 28 i glikolipitlerden oluĢur. Bu gurubu oluĢturan baĢlıca bileĢikler: % 17.2 oranında baĢta laktozil ve glukozil seramit olmak üzere glikosfingolipitler ve % 82.8 oranında nötral ve sülfatlı gliseroglikolipitler. Total lipit kompozisyonunun % 10.2 si fosfolipitlerden oluĢur. Bu gurup lipitlerin % 34.2 si fosfatitiletanolamin, % 25.5 i difosfatitilgliserol, % 2.3 i fosfatitilinositol ve % 1.7 si fosoatitilserindir. Fosfatitilinositol ve fosoatitilserin asit fosfolipitlerin iki önemli bileĢiğidir. Ancak bu iki bileĢik bakteri hücre zarının minör bileĢenlerindendir. Bakteri hücre duvarında fosfatitiletanolamin ve difosfatitilgliserol (nötral fosfolipitler) daha yüksek oranlarda bulunur. DiĢ taĢları tükürükten çok daha fazla nötral ve asit fosfolipitleri içerir. Ayrıca diĢ taĢı daha çok oluĢan kiĢilerin tükürüklerinde oluĢumu daha az görülenlere oranla daha düĢük 199 konsantrasyonlarda fosfolipit olduğu belirlenmiĢtir. Bu nedenle fosfolipitlerin diĢtaĢı oluĢumunda önemli rolleri olduğu düĢünülmektedir. DiĢ taĢları her zaman yumuĢak ve gevĢek bir mikroorganizma tabakası ile çevrilidir. Supragingival diĢ taĢında bu tabakada flamentöz mikroorganizmalar önemli yer tutar. Flamentleri ile doğrudan diĢ taĢına tutunan mikroorganizmalar altındaki sert diĢtaĢı üzerinde gevĢek bir tabakanın oluĢumunu hazırlarlar. Buna karĢın koklar, çubuklar ve flamentlerle çevrili olan subgingival plakta farklı ve belirgin bir dıĢ tabaka yapılanması gözlenmez. Sodyum hipoklorit ile inkübasyon ve yüzeysel temizlik yapılıp flamentler uzaklaĢtırıldıktan sonra yapılan elektron mikroskop gözlemlerinde supragingival diĢtaĢlarının bal peteği görünümünde oldukları belirlenmiĢtir. Aynı yöntemle gözlenen subgingival diĢtaĢlarında ise farklı büyüklükte boĢlukların bulunduğu ve yapılanmanın çok daha düzensiz olduğu görülmüĢtür. Kalsifiye bölgelerin altındaki mikroorganizma tabakaları karanlık ve açık tabakalar halinde gözlenmektedir. Öncelikle fosilleĢmiĢ bakteriler subgingival diĢ yüzeyinin bir bölgesine yapıĢırlar. Daha sonra bu bölgeye elektriksel yükleri nedeniyle çeĢitli iyonize kalsiyum bileĢikleri tutunurlar ve daha sonra bölgeye yığılmaya baĢlarlar. Bakterilerin diĢ yüzeylerine tutunma mekanizmalarının bilinmesine karĢın iyonların bağlanma ve birikme mekanizmaları tam olarak anlaĢılamamıĢtır. Bir tarafa ölü bakteriler diğer tarafa düzensiz biçimde iyonlar yığılırlar. Zaman içinde fosilleĢmiĢ bakterilerin uzaklaĢması ile yerlerini bütünüyle rastgele yığılmıĢ inorganik bileĢikler alır. Sonuçta betonla kıyaslanabilecek sertlikte yapılar ortaya çıkar. Bu yapının oluĢumunda yığılan ölü bakteriler ve çok az miktardaki kalsiyum fosfat önemli katkı sağlar. BaĢlangıçta elektriksel çekim gücüne bağlı yığılmalar daha sonra mekanik olarak devam eder. 6. 3. DiĢ taĢının klinik önemi: Plak birikimi diĢetinin irritasyon ve inflamasyonuna neden olur ve bu tablo gingivitis olarak adlandırılır. DiĢeti çok fazla irrite olmaya baĢladığında kendisini diĢe ve çevredeki kemik dokuya bağlayan bağ doku fiberlerini kaybetmeye baĢlar. Bu tabloya periodontitis adı verilir. Bakteri plağı periodontitisin en önemli etkeni olduğundan primer etiyolojik faktör olarak kabul edilir. Oral kavite içinde uzun zaman kalabilen bakteri plağının zamanla kalsifiye olarak kalkulusa dönüĢmesi diĢeti sağlığı için çok daha tehlikelidir. Çünkü diĢ taĢı plak oluĢumunun hızlanması, daha derin bölgelerde oluĢması ve artması için uygun ortam oluĢturur. Diğer etkilerinin yanı sıra bulunduğu bölgede yeni plak oluĢumuna ortam hazırladığından diĢ taĢı periodontitisin etiyolojisinde sekonder etken olarak kabul edilir. DiĢ taĢı uluĢumu sonucu farklı klinik tablolardan biri ya da birkaçı ortaya çıkabilir. Bunlardan baĢlıcaları: kötü ağız kokusu, diĢeti çekilmeleri ve kronik inflamasyonlu diĢetidir. 200 ġekil 6. 3 Bakteri plağı supragingival olduğunda içeriğinin bir kısmını aerobik bakteriler ve mantarlar oluĢturur. Bu bakteri ve mantarlar yaĢamlarını oksijen içeren bir çevrede sürdürürler. Buna karĢın subgingival plak büyük ölçüde anaerobik bakterilerden oluĢur. Anaerobik bakteriler özellikle diĢeti ve diĢeti fiberleri için çok tehlikelidir. Hemen hemen tüm bireylerde periodontitis tablosu subgingival kalkulusa bağlı olarak geliĢir. Burada gözlenen bazı anaerobik bakterilerin çeĢitli kardiyovasküler hastalıklarla iliĢkili oldukları belirlenmiĢtir (ġekil 6. 3). Bazı bireylerde diğerlerine oranla daha kolay ve çabuk kalkulus oluĢumu gözlenmektedir. Kalkulus oluĢumunu hızlandıran baĢlıca faktörler Ģu Ģekilde sıralanabilir: 1.Ağız içi pH sında yükselme 2.Tükürük kalsiyum konsantrasyonunda artıĢ. 3.Bakteriyel protein ve lipit konsantrasyonunda artıĢ. 4.Submandibular tükürük konsantrasyonunda artıĢ. sekresyonunda üre ve protein 5.Bireysel bakteri inhibe edici faktörlerde düĢüĢ. 6.Total tükürük lipit düzeyinde artıĢ. 7. ÇÜRÜK BĠYOKĠMYASI 7. 1. Çürük oluĢum teorileri: GeliĢtirilen ilk teoriler: Çürük oluĢumuna iliĢkin teoriler tarihin ilk yıllarına kadar uzanmaktadır. Kayıtlarda rastlanan teorilerden ilki “Kurt Teorisi”dir. Eski bir Sümer kaydında diĢ ağrısının nedeni kurtlar olarak gösterilmiĢ ve kurtların diĢin kanını emerek çene köklerinde karınlarını doyurdukları yazılmıĢtır. 2- Sıvılar teorisi: Eski Yunanlılarda bireyin fiziksel ve beyinsel yapısının vücudun dört ana sıvısı olan kan, siyah safra, sarı safra ve balgamın belirli oranlarda bulunmasıyla dengelendiğine inanılır ve bu dengenin bozulması sonucu diĢ çürüğü dahil hastalıkları oluĢtuğu kabul edilirdi. 3- Vital Teori: Bu teoriye göre diĢ çürüğü kemikteki gangren gibi diĢin içinde baĢlamaktadır. Klinikte çok görülen fissürden baĢlayıp dentine 201 yayılan ve pulpayı perfore eden çürük tipi göz önüne alınarak bu teori ortaya atılmıĢtır. 4- Kimyasal Teori: Parmly 1819 da vital teoriye itiraz ederek kimyasal teoriyi ortaya atmıĢ ve ne olduğunu kendisinin de bilmediği kimyasal ajanın çürüğe yol açtığını öne sürmüĢtür. YaklaĢık 20 yıl kadar sonra nitrik asit ve sülfürik asidin diĢi aĢındırdığı gösterilerek bu teori desteklenmiĢtir. Kimyasal teoriye destek Robertson(1835) ve Renart(1838) dan gelmiĢtir. Bu kiĢiler deneylerinde de değiĢik inorganik asit çözeltileri kullanmıĢlar (sülfürik asit ve nitrik asit gibi) ve bunların mineyi ve dentini korozyona uğrattıklarını saptamıĢlardır. 5- Paraziter Teori: (Septik teori) 1843 de Erdl diĢlerin yüzey membranı adını verdiği ( bugünkü görüĢle plak) örtüsü içinde bulunan parazitlerden bahsediyordu. Sonraları Ficinus denticolae adını verdiği flamentöz bakterileri gösteriyor ve bu teoriyi destekliyordu. ÇalıĢmalar sonucunda vardığı sonuç bu bakterilerin dentin ve minede dekompozisyona neden olduklarıydı. Fakat bu araĢtırıcılar mikroorganizmaların diĢleri nasıl tahrip ettiğini açıklayamıyorlardı. 6- Kimyasal-Bakteriyolojik Teori: (ġimiko paraziter teori) Bu teori yukarıdaki son iki teorinin birleĢimidir. Berlin Üniversitesinde çalıĢan Amerikalı bir bilim adamı olan Miller, Ģeker fermentasyonu sonucu bakterilerin asit ürettiklerini belirlemiĢtir. Miller Ģimikoparaziter çürük teorisi olarak anılan çürük teorisine esas olan araĢtırmasını çekilmiĢ insan diĢlerini insan tükürüğü ile Ģeker karıĢımının içine atıp demineralize ederek gerçekleĢtirmiĢtir. Amerikalı bilim adamı Miller Almanya‟da yaptığı çalıĢmalar sonucunda çürüğün ağızdaki bakteriler tarafından besinlerle alınan karbonhidratlardan asit yapımı ile diĢin dekalsifikasyonu sonucu ortaya çıktığını göstermiĢtir. Miller‟in ardından diĢ çürüğü üzerine mikrobiyolojik çalıĢmalar hızla artmıĢtır. Bu arada ağızda çok fazla rastlanması nedeniyle dikkatler özellikle S. Mutansa çevrilmiĢtir. Bu bakterilerin diĢlere kolonize olurken yüksek oranda asit yaptıkları ve yüksek Ģeker konsantrasyonuna dayanıklı oldukları belirlenmiĢtir. Streptokokların sukroza olan afiniteleri bilinmektedir ve diĢ çürüğünün azaltılması amacı ile bu bilgiler göz önünde bulundurularak bir takım çalıĢmalar yapılmıĢtır. Elde edilen bulgulara dayanılarak diĢ çürüğünün mutans sayısının azaltılması ve sukroz tüketiminin kısıtlanması ve buna karĢılık koruyucu mekanizmaların artırılmasıyla önlenebileceği sonucuna varılmıĢtır. Miller Berlin Üniversitesinde 1880‟den 1906‟ya kadar çalıĢtı. O zaman Avrupa‟da bakteriyoloji konusunda yeni bilgiler ortaya çıkıyordu. Bu bilgilerin sahiplerinden en önemlileri Robert Koch ve onun büyük rakipleri Luis Pasteur‟dür. 1897‟de Williams mine yüzeyinde bakteri plağını göstererek bu teoriye katkıda bulunmuĢtur. Plak dıĢ yüzeyinin mikroorganizmaların organik asitleri üretmek için topluca bulundukları bir yer olduğu düĢünülmüĢtür. 202 Miller Ģekerden fermente ederek asit üretebilen birçok mikroorganizma üzerinde önemli gözlemler yapmıĢtır. Mikroorganizmaların asit ürettiklerini, bu asitlerin minenin apatit kristallerinin büyük bir kısmını erittiğini gözlemiĢtir. Asitin bakteri plağı aracılığıyla mineye etki ettiğini açıklamıĢtır. Ancak asitlerin diĢ çürükleri etyolojisindeki rolleri hakkında tam olarak aydınlığa kavuĢmamıĢ bazı noktalar vardır. Bu noktaları aydınlatmak amacıyla daha sonra yapılan gözlemlerle daha ileri sonuçlar elde edilmiĢtir. Örneğin bakteri plağı sadece asiti tükürüğün yıkama etkisinden korumaz aynı zamanda diĢten çözünen iyonik ürünlerinde dıĢarı çıkıĢını engeller. Asit dental plakta sürekli üretilmeyip, düzenli aralıklarla üretilmektedir. Belirli bir potansiyele ulaĢan asit etki yapabilir. Asitsiz hiçbir teknikle çürük oluĢmamaktadır. Plakta en çok laktik asit üretilmektedir. Bu klasik çürük teorileri içinde günümüzde de güncelliğini kısmen koruyan Ģimiko-paraziter teoriye karĢı bazı teoriler öne atılmıĢtır. Bu teorilere modern çürük teorileri de denebilir. Ġleri çürük oluĢum teorileri: Pulpojen-Endojen Fosfataz Teorisi (Bir enzim teorisi): Csernyei‟nin bu teorisine göre mine ve dentinin organik iskeletinde var olan ancak lenf sistemine ait olan alkalen fosfataz nasıl vücutta Ca ++ eksikliğinde kemiği demineralize edip vücuda Ca++ sağlıyorsa aynı Ģekilde diĢlerin organik kısmını da fosfat azlığında demineralize eder. Bu teoriyi kabul etmek için önce dentinin lenf sistemine bağlı olduğunu kabul etmek gerekir. Ġkinci olarak da harabiyetin pulpaya bakan dentinde baĢladığına inanmak gerekir. Çürüğün mineden baĢladığı gösterildiğinden bu teori geçerliliğini yitirmiĢtir. Rezistans Teorisi: Knappwost‟un bu teorisine göre minenin dıĢ yüzünde meydana gelen korozyon defektleri uygun ortam varlığında tükürükten çökelen hidroksilapatit ile tamir edilebilir. Eğer apatitin çökelme hızı demineralizasyon hızından fazla ise tamir, az ise demineralizasyon oluĢur. Bu teori çürük oluĢumunu tükürüğün kalitesine bağlamaktadır. Bu teorinin zayıf yanı diĢlerin remineralizyon ve demineralizasyon olaylarına açıklık getirememesi ve çürük oluĢumunda ana faktörü tükürüğün kalitesine bağlamasındadır. Bu teorinin kuvvetli yanı ise tükürüğün içindeki iyonların çürüğe önemli etkileri olduğunu belirtmesidir. Günümüzde yapılan çalıĢmalarda bu iyonların en az asit kadar çürüğün baĢlangıç ya da geliĢimine etkisi olduğu, çürüğün birbirini takip eden remineralizasyon ve demineralizasyon olayları sonucu oluĢan dinamik bir olgu olduğu, saf bir demineralizasyon olmadığı gösterilmiĢtir. Ġmar Faktörü Teorisi: Leimgruber‟e ait bu teoride ise yukarıdakine benzer Ģekilde tükürük içinde bulunan bir tamir faktöründen söz edilmekte ve çürük bu faktör miktarına bağlanmaktadır. Ancak bu faktörün immünglobulinleri mi, tükürük organik veya inorganik molekülleri mi ya da bunların tümü mü 203 olduğu açık değildir. Ayrıca sadece tükürüğün rolünü ön plana çıkarması açısından yetersizdir. Proteolitik Teori (Bir enzim teorisi): Ġnsan diĢinin % 0,3-0,4 ü protein olan yaklaĢık % 1,5-2 organik materyal içerir. Gottlieb„sin teorisine göre minedeki organik matriks, mineral yapıdan daha önce etkilenmektedir. Diğer bir deyiĢle ilk atak inorganik olmaktan çok proteolitiktir. Organik komponent mikroorganizmaların hidrolitik enzimleri ile hücuma uğrayabilir ve sıklıkla hasar görebilir. Bu teorinin geçerliliği için minenin mineral fazından önce organik matriksinin etkilenmesi gerekir. Bu teoride proteolitik enzimlerin oral bakterilerce üretildiği, minenin organik matriksinin enzimlerle parçalandığı ve organik matriksten yoksun kalan minenin parçalandığı öne sürülmektedir. Be teori fazla destek görmemiĢtir. Çünkü plaktaki enzimler daha çok periodontal hastalığın oluĢum ve geliĢiminde etkilidirler. Gottlieb gözlediği çürüğün patolojik yapısının sarı-kahverengi pigmentasyonu nedeniyle muhtemelen stafilokokus aureus olan bir kokun çürüğü oluĢturduğunu düĢünmüĢ fakat öne sürdüğü stafilokokus ve çürük arasındaki bağlantının bakteriyolojik kanıtı bulunamamıĢtır. Pincus, proteolitik organizmaların ilk olarak diĢ kütikulaları gibi protein elementlere saldırdığını ve prizmatik yapıları harab ettiğini bildirmiĢtir. Harap olmuĢ prizmalar daha sonra mekanik olarak dökülecektir. Ayrıca Gr () basillerin sülfatazlarının minede olmayan sülfatlı mukopolisakkaritleri ve dentinin kondroitin sülfatını hidrolize ettiğini ve sülfürik asit ürettiğini öne sürmüĢtür. ġelasyon Teorisi ( Enzim Teorisi): 1955 de Schatz ve Martin„in ortaya attığı bu teoriye göre bakteriyel faaliyet sonucu mine, dentin, besin ve tükürük bileĢenlerinden bazıları kalsiyum ile Ģelatları oluĢturmak üzere birleĢirler. ġelatlar alkalen pH da oluĢabildiklerinden bu teoriye göre nötral ve alkalen pH da bile çürük olmaktadır. ġelasyon konusunda yapılan araĢtırmalarda plakta Ģelat oluĢumunu sağlayacak kadar materyal bulunamamıĢtır. Olsa olsa küçük miktarda madde, plak pH sının nötralleĢmesi sırasında demineralize olabilir. Otoimmünite Teorisi: Çürük konusunda epidemiyolojik bulguların bazıları geleneksel çürük teorileri ile açıklanamamaktadır. Örneğin üst sağ keser diĢin mezialinde bir çürük oluĢurken aynı kiĢinin üst sol keser diĢinin mezialinde aynı Ģartlara maruz kalmıĢ (aynı ağızda, aynı çenede, aynı bölgede, ortak bakteri plağı, aynı hijyen vb.) olmasına rağmen çürük görülmeyebilmektedir. Ġkiz çalıĢmalarında çürüğe karĢı genetik yatkınlık ya da direnç olduğu gözlenebilmektedir. Acaba diĢin meziali diĢin distaline karĢı çürüğe daha fazla mı direnç göstermektedir. Ġkiz çalıĢmalarında standardizasyon çok zordur çünkü alınan besinin miktarı bile çok önemlidir. Bu teoriyi araĢtırmak 204 için seçilen 3 klinikte 15 yaĢına kadar ikizler araĢtırılmıĢ ve sonuçlar arasında istatistiksel olarak fark bulunamamıĢtır. Bu teori bugün için ne tam kabul edilmiĢ ne de tam reddedilmiĢtir. Çürüğün Enerji Kuvantumu Teorisi: DiĢin kimyasal yapısının ele alındığı bu teoride diĢin yapısı organik ve inorganik moleküllerden oluĢan bir yapı olduğu kabul edilir. Bu yapıda kalsiyumun çevresi ile olan bağlantıları Van Der Walls bağlarıdır. Kollajen doku ile kalsiyum arasındaki bağ diğerlerine göre daha az stabildir. En az kopma enerjisi bu bağa aittir. Bu nedenle ilk yıkılan bağ bu bağ olmalıdır. Asitin bu bağlardan hangisini çözerek çürük oluĢturduğu, çürüğün oluĢumu için bu bağların hepsinin çözünmesinin gerekip gerekmediği bugün için bilinmemektedir. Çürük irreversibl bir olay olduğuna göre reaksiyonu irreversibl yapan bağların bağlanma enerjilerinden daha yüksek bir enerjiye ihtiyaç vardır ki Turan Cengiz bunu çürüğün enerji kuvantumu olarak adlandırmıĢtır. Özet olarak yüksek ve çok güçlü enerjiler ile örneğin ultrasound enerji ile, radyasyon enerjisi ile çürük oluĢturulabilir. Nitekim Tuğsal bu fikirden yola çıkarak radyasyonun belli birimleri ile diĢte çözünürlüğün arttığını göstermiĢ ve CO 60 Radyasyonu ile çürüğün enerji kuantumunu 2.25 x 0.00000001 olarak hesaplamıĢtır. Bu teorinin en önemli özelliği sadece mikroorganizma faaliyeti sonucu oluĢan kimyasal enerji ile değil aynı zamanda güçlü diğer enerjiler ile de çürük oluĢabileceğinin ileri sürülmesidir. 7. 2. DiĢ çürükleri: Aynı zamanda “tooth decay” ya da “cavity” olarak bilinen diĢ çürükleri (dental caries), diĢ sert doku (mine, dentin ve sementum) harabiyeti ile karakterize bir hastalıktır. Bu dokuların yıkılmasının ilerlemesi ile dental kaviteleri (diĢ içindeki oyuklar) oluĢtururlar. DiĢ çürükleri her yerde görülebilen insanlara oldukça acı veren bir hastalıktır. Ölümcül olmamakla birlikte ağrı ve acı veren bir tablodur ve sonuçta meydana gelebilen diĢ kayıpları beslenme, konuĢma ve sosyal davranıĢlarda aksamalara neden olmaktadır. Çürüğün baĢlamasından iki gurup bakteri sorumludur: Streptokokkus türleri ve Laktobasilluslar. DiĢ çürükleri tedavi edilmediği takdirde ağrı, diĢ kaybı, infeksiyon ve daha Ģiddetli vakalarda ölüm ortaya çıkabilmektedir. Bugün için diĢ çürükleri dünyada en yaygın hastalıklar arasındadır. DiĢ çürüklerine fermente edilebilir sukroz, glukoz ve fruktoz gibi karbonhidratların varlığında özgün asit oluĢturan bakteriler neden olurlar. DiĢin mineral içeriği laktik asit oluĢumu ile artan asiditeye karĢı oldukça hassastır. DiĢ (öncelikle mineral içeriği) ve çevreleyen tükürük arasında demineralizasyon- remineralizasyon süreci daima sabittir. Ancak diĢ yüzeyinde pH 5.5 in altına düĢmeye baĢladığında demineralizasyon remineralizasyondan daha sık ve daha çok ortaya çıkmaya baĢlar (diĢ yüzeylerinden net mineral kayıpları gözlenmeye baĢlar). DiĢ çürükleri basit olarak değerlendirilirse plak biyofilm tabakalarında oluĢturulan asitler ile diĢ kalsifiye dokularının demineralizasyonu ve 205 yıkımıdır. Bu süreç genellikle minenin demineralizasyonu ile baĢlar, yıkım altta bulunan dentine yayılmaya baĢlar ve pulpada sona erer. Eğer bu süreç içinde diĢ kökü de etkilenirse tabloya sement dokusu da dahil olur. DiĢ çürükleri nadiren tek baĢına bazı hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur. Çürüğün ortaya çıkıĢının gerisinde yatan faktörler sıralandığında oldukça geniĢ bir liste ile karĢılaĢılır. Bu etmenleri çevresel, konakçı kaynaklı ve bakteriyel etmenler olarak guruplandırmak mümkündür (ġekil 7. 1). Konakçıya ait etkilerin bir kısmı kiĢinin çürük konusunda çok daha hassas davranmasını gerektiren faktörlerdir. Bunların baĢında genetik . ġekil 7. 1 faktörler ırk ve yaĢ gelmektedir. Bir diğer faktör de yerleĢik koĢullara bağlı olarak farklı toplulukların farklı beslenme alıĢkanlıklarıdır. Bunun dıĢındaki faktörler ġekil 7. 2 de gösterilmiĢtir. ġekil 7. 2 Çürüklerin doğası 5 farklı faktörle birlikte tanımlanmaktadır. Çürüğün oluĢumuna neden olan bu faktörler aynı zamanda tedavide izlenecek yolun belirlenmesi açısından da büyük önem taĢımaktadır. Faktörleri kısaca inceleyecek olursak bunların baĢında bakteriler gelir. 1. Bakteriler: 206 Çürük oluĢumunda etkili bakterilerin baĢında streptokoklar gelmektedir. Çürüğün baĢlaması için öncelikle bakteri plağı ve içinde de baĢta mutanslar olmak üzere streptokokların varlığı gereklidir. Bu bakteriler diĢ yüzeyine çok iyi Ģekilde yapıĢırlar ve diğer bakteri türlerine oranla Ģekerlerden daha fazla asit oluĢumuna neden olurlar. Ayrıca asit ortamda gene pek çok bakteriye oranla yaĢamlarını daha kolay sürdürürler ve sukrozdan daha çok ekstrasellular polisakkarit sentezlerler. Bakteri plağı içinde S. mutans oranı yüksek olan (oran % 2- 10)bireyler yüksek oranda çürük riski altındadırlar. Eğer oran % 0.1 in altında ise çürük riski oldukça düĢüktür. S. mutans infeksiyonu ilk çocukluk döneminden itibaren ebeveynler ya da oyun arkadaĢlarından kolayca yayılabilir. Bunun dıĢında diğer iki tür bakterinin de çürüğün dentine doğru geliĢerek ilerlemesinde etkilidir. Bunlar birkaç farklı laktobasillus türleri ve Aktinomiçes viskosustur. Bu bakteri türleri de yüksek oranda asidojeniktir ve asit ortamda çok kolay ve çabuk üreyebilirler. 2. Sukroz: Besinlerle alınan sukroz bakteri plağının hem oluĢmasına hem de kalınlığının önemli ölçüde artmasına neden olur. S. mutans ve diğer bazı plak bakterileri sukrozu oluĢturan glukoz ve fruktozu hem enerji kaynağı olarak hem de plak polisakkaritlerinin sentezinde kullanırlar. Besinlerle alınan ve ağızdan uzaklaĢtırılamayan sukrozun varlığında bakteri ekstrasellular ortamı giderek kalınlaĢarak yapıĢkan bir jel halini alır. Bu jel ortam bazı iyonların hareketlerini kısıtlar. KalınlaĢan jel bakterilerin oluĢturdukları asitlerin diĢ yüzeyindeki ortamda kalmalarına ve konsantrasyonlarının ve asit etkilerinin giderek artmasına neden olur (ġekil 7. 3). Bu kapalı ortam nedeniyle tükürüğün tamponlama etkisi de asitin nötralizasyonunda yetersiz kalır. Sukrozun yokluğunda bakteri plağı oldukça incedir ve tükürük tarafından tamponlanmıĢtır. Bu nedenle yüksek oranlardaki sukrozlu diyet çürük oluĢumu için büyük bir risk faktörüdür. Kötü ağız hijyenine sahip kiĢilerde bakteri plağı pit ve fissürlerde, kontak bölgelerinin hemen altında ve diĢeti kenarlarında kolayca kalınlaĢabilir. ġekil 7. 3 3. Beslenme sıklığı: Plak bakterileri kendi metabolik ihtiyaçları, asit oluĢumu ve diğer artık ürünler oluĢturmakta kullandıkları besin maddeleri ve içecekler içindeki basit Ģekerlerle sürekli temas halindedir (glukoz ve fruktoz gibi 207 monosakkaritler ve sukroz laktoz ve maltoz gibi disakkaritler). Eğer bu asitler tükürük ile tamponlanmazsa hemen komĢusu olan diĢ yüzeyindeki ġekil 7. 4 kristalleri eritmeye baĢlarlar (ġekil 7. 4). Bu sürece demineralizasyon adı verilir. ġekil 7. 5 de asit etkisi ile biyofilm içine ve tükürüğe iyon kayıpları ve geri kazanım gösterilmiĢtir. Ġnce jel plakta pH birkaç saniye içinde düĢmeye baĢlar ve uzun dakikalar boyunca çözünme için gerekli kritik pH nın altında kalır. Aynı kristalde pH nötal değerlere ulaĢtığında tükürükten karĢıladığı kalsiyum, fosfat ve flor iyonlarını kullanarak eski yapısına dönmeyi baĢarabiliyorsa bu olaya remineralizasyon adı verilir. Eğer demineralizasonun devamında remineralizasyon meydana gelmezse çürük oluĢumu baĢlar. Bir baĢka anlatımla çürük oluĢumu demineralizasyon ve remineralizasyon arasındaki dengeye bağlıdır. Beslenme sıklığına bağlı olarak sürekli düĢük pH nın oluĢmasına ve demineralizasyonun daha etken olmasına neden olur. Bu nedenle çürük için bir risk faktörüdür. ġekil 7. 5 4. Flor: Mine sement ve dentin yapısında kalsiyum ve fosfatların yanı sıra bikarbonat, flor ve magnezyum da bulunabilir. Bikarbonatların fazlalığı diĢin 208 çözünürlüğünün artmasına neden olmaktadır. Demineralizasyon ve remineralizasyon süreçlerinde bikarbonatların yerine florun geçmesi ile diĢin apatit kristallerinin çözünürlüğünün azaldığı belirlenmiĢtir. Topikal flor uygulamaları da plak bakterilerinin asit yapımını inhibe etmektedir. Yiyecek ve içeceklerin içinde bulunan flor ile gargaralar, diĢ macunları ve jeller halinde uygulanan flor diĢlerin çözünürlüğünü azaltarak ve bakterilerin asit oluĢturmalarını engelleyerek ağız sağlığının korunmasına yardımcı olmaktadır. Ancak toksik olması nedeniyle florlu bileĢiklerin çeĢitli preparatlar içinde diĢe uygulanması sırasında çok dikkatli olunması gerekmektedir. Ayrıca besin maddeleri ve içecekler ile de sınırlı miktarlarda alınmalıdır. Çünkü yüksek oranda diyetle flor alımı özellikle embriyolojik geliĢim sırasında benekli diĢ oluĢumuna neden olarak mine kristal yapısının bozulmasına ve sonuçta erken diĢ kayıplarına neden olmaktadır. 5. Tükürük: Yüksek akıĢ oranına sahip tükürüğün tamponlama etkisi çok kuvvetlidir. Demineralizasyon ve remineralizasyon arasındaki dengeyi düzenleyen önemli faktörlerden biri tükürük akıĢıdır. Bakterilerin diĢ yüzeylerine tutunmaları asit oluĢturarak diĢ yüzeylerinde kayıplara neden olmaları tükürük akıĢının azalmasına bağlı olarak artmaktadır. Örneğin bakteri plağı sentezi daha çok tükürük akıĢının ve ağız içinde hareketlerin minimuma indiği uyku saatlerinde görülmektedir. Maksimum tükürük akıĢ hızının 0.7 mL/dakikanın altına indiği durumlarda çürük oluĢum riski ortaya çıkmaktadır. Sistemik hastalığı olan, tükürük bezleri düzenli çalıĢmayan ya da baĢ boyun bölgesinde radyoterapi gören hastalarda bu çürük geliĢimini gözlemek mümkündür. 7. 3. DiĢ çürüklerinin sınıflandırılması: Yeni bir çürük lezyonun ilk belirtisi diĢ yüzeylerinde minenin demineralize olduğu bölgeleri gösteren tebeĢire benzer beyaz lekelerdir. Lezyon demineralize olmaya devam ettiğinde bir oyuk (kavite- cavity) oluĢmaya baĢlar renk kahverengiye döner. Kavite oluĢmadan önce süreç geri döndürülebilir. Ancak kavite oluĢtuktan sonra kaybolan diĢ yapısı yenilenemez. DiĢ çürükleri, lokalizasyonuna, etiyolojisine, ilerleme oranına ve etkilenen sert dokulara göre çeĢitli Ģekillerde sınıflandırılabilir. Bu klasifikasyonlar diĢ harabiyetinin varlığını özelliklerini diğer diĢlere göre durumunu ve yıkımın Ģiddetini tanımlamak için kullanır. Kullanılan değiĢik kriterlere göre çürükler için yapılan sınıflandırmaların baĢlıcaları: I. Çürükler anatomik bölgelerine göre sınıflandırılabilirler. Anatomik bölgelerine göre çürükleri 4 gurupta toplamak mümkündür: 1.Okkluzal çürükler (pit ve fissür çürükleri): DiĢlerin kapanma yüzeylerinde gözlenen çürüklerdir (ġekil 7. 6). Özellikle yeni süren diĢlerde çürük bakterilerinin çok kolay ve süratle koloni oluĢturabildikleri bölgeler olduklarından çürükler içinde prevalansı en yüksek gurubu oluĢtururlar. Çürük oluĢum hızı ve Ģiddeti bütünüyle yerleĢen mikroorganizmaya bağlıdır. Yeni süren diĢlerde özellikle gram pozitif koklara (s. Sanguis) sıkça 209 rastlanmaktadır. S. Mutansın pit ve fissürlerde görülmesinin 6 ile 24 hafta sonrasında çürük görülmeye baĢlar. ġekil 7. 6 (dmnemonics.blogspot.com) 2. Düz yüzey çürükleri (proksimal ve servikal çürükler):DiĢetine yakın bölgeler ya da interproksimal bölgeler dıĢındaki yüzeyler plak tutunmasına uygun olmayan bölgelerdir. Bazı çok genç hastalarda interproksimal bölgeler tamamen diĢeti ile doldurulabilir. DiĢetinin kapadığı bu düz yüzeylerde çürük oluĢumu çok çabuk ortaya çıkabilmektedir. Bu bölgelerde genel olarak uç taban etkileĢimli V Ģeklinde çürükler gözlenir (ġekil 7. 7). ġekil 7. 7 (slideshare.net/shabeelpn/) 3. Lineer mine çürükleri (odontoclasia): Bu tür çürükler maksiller anterior diĢlerin neonatal çizgilerinin olduğu bölgelerde görülür. Hipokalsemi gibi bir metabolik defekt ya da doğum sırasında meydana gelen traumaya bağlı olarak ortaya çıkan bu bölgeler diĢ yüzeylerinde kolayca etkilenebilen alanlardır ve diĢlerin özellikle labial yüzeylerinde ortaya çıkarlar. 4. Kök çürükleri: Konkav anatomik yapıda olduğundan ve pürüzlü bir yüzeye sahip olduğundan diĢ ipi gibi oral hijyen uygulamalarından çok fazla etkilenmeyen özellikle servikal çizgiye yakın olan kök yüzeylerinde çürük kolay geliĢir (ġekil 7. 8). Bu bölge ayrıca plak oluĢumu için de oldukça uygun bir bölgedir. Bu tür çürüklerin bir önemli özelliği de oral hijyenin çok iyi olduğu ve plak oluĢumunun gözlenmediği koĢullarda da ortaya 210 çıkabilmesidir. Mine gibi drençli bir tabaka olmadığından kök çürükleri çok çabuk ilerlerler. ġekil 7. 8 (slideshare.net/shabeelpn/) II. Ġlerleme biçimine göre (progression) çürükler 3 gurupta toplanabilirler: akut çürükler, kronik çürükler ve sonlanmıĢ çürükler. Akut çürükler diĢlerin hemen hepsinde ortaya çıkabilen hızlı seyirli çürüklerdir. Lezyonlar diğer türlere oranla daha açık renklidir. Açık kahverengi ya da açık gri olabilir. Çürük bölgenin ekskavasyonu oldukça zordur. Hastalarda pulpa açılmaları (exposures) ve diĢ hassasiyeti görülebilir. Tükürüğün kolayca penetre olamaması nedeniyle asit ataklarına karĢı tükürüğün tamponlama etkisi bu bölgelerde oldukça zayıftır. Kronik çürükler akut çürüklerden daha küçük daha az sayıda diĢte görülebilen ortaya çıkması daha uzun bir sür almıĢ olan çürüklerdir. Sekonder dentin oluĢumu ile pulpa güçlendirildiğinden yaygın ağrı Ģikayeti yoktur. Dekalsifiye dentin koyu kahverengi ve oldukça kalındır. SonlanmıĢ çürükler (arrested caries) duraganlaĢmıĢ ve herhangi bir aktivite göstermeyen çürüklerdir. Dentinde belirgin kahverengi pigmentasyon gözlenir. Lezyon oldukça sertleĢmiĢtir (eburnation of dentin). Genellikle dentin tübüllerinde sklerozis ve sekonder dentin oluĢumu gözlenir. III. Lezyonun ilk kez ortaya çıkıĢı (virjinitesi) esas alınarak (virginity of lesion) yapılan sınıflandırmada iki gurup çürükten söz edilebilir. 1. Primer (initial) çürükler. Herhangi bir etkene bağlı olarak diĢ yüzeyinde ilk kez oluĢmaya baĢlayan çürüklerdir. Primer denmesinin nedeni çürüğün görülmeye baĢladığı bölgede çürük oluĢumuna yol açacak herhangi bir yapılanmanın bulunmamasıdır. 2. Sekonder (rekürrent - recurrent) çürükler. Bu tip çürükler diĢlere yapılan restorasyonların çevresinde ya da altında ortaya çıkan çürüklerdir. Restorasyonlardaki uyumsuzluklara bağlı olarak ya da uzunlukları yetersiz restorasyonlar nedeniyle meydana gelen sızıntılar çürük oluĢumuna yol açabilirler. Eğer baĢlangıçtaki lezyondan çürük yeterince uzaklaĢtırılamaz 211 ya da yetersiz bir tedavi uygulanırsa bu bölgede de sekonder çürük oluĢabilir (ġekil 7. 9) . ġekil 7. 9 (slideshare.net/shabeelpn/) IV. Çürüğün geliĢmesi esas alınarak (extend of caries) yapılan sınıflandırmada ilk gurubu baĢlangıç çürükleri (incipient caries) oluĢturur. DiĢ yüzeylerinde gözlenen ilk çürük lezyonları, görülebilir beyaz lekeler halindedir. Histolojik olarak lezyon yüzeyinde herhangi bir bozulma yoktur. Bu bölge oral hijyene uyulduğunda remineralizasyonla restoratif bir tedaviye ihtiyaç duymadan kendiliğinden iyileĢebilir. Bu lekeler genellikle minenin geliĢimi sırasında meydana gelen mine defektleri ile karıĢtırılırlar. Gizli çürükler (Occult caries) sıvı sızıntısı ile birlikte geliĢen düĢük çürük oranı ile karakterize çürüklerdir. Sıvı sızmasına bağlı olarak mineral kayıpları devam eder ve remineralizasyon engellenir. Çürük dentin içine doğru geniĢleyerek devam eder. Mine yüzeyi tarafından oluĢan çürük büyük oranda maskelenir ve ancak röntgen ile belirlenebilir. Gizli çürükler özellikle mine dentin birleĢme bölgesinden itibaren tüm yönlere doğru büyüyerek geliĢmeye baĢlarlar ki bu tabloya kavitasyon adı verilir (ġekil 7. 10). ġekil 7. 10 (dentalghar.com) V. Çürüğün etkili olduğu dokular esas alınarak (tissue involvoment) yapılan sınıflandırmada çürük oluĢum ve geliĢimini 4 ya da 5 aĢamada incelemek mümkündür. 212 1.BaĢlangıç çürükleri (Demineralization): Defekt çok yüzeyseldir. Bu aĢamadaki çürük düzenli bir ağız hijyeni ve flor uygulaması ile geri döndürülebilir. 2.Yüzeysel (superficial) çürükler (Caries superficiales): Mine çürükleri kama ucu biçiminde (wedge shaped) yapısal defektlerdir. Çürük mine tabakasını etkilemiĢtir ancak henüz dentine penetre olmamıĢtır. 3. Orta derecede (Moderate) çürükler (Caries media): Çürük dentinin mineye yakın kısımlarına penetre olmuĢtur. AĢırı yapısal defekt bulunur. Yayılma iki tabakada da devam eder dentin çürük oluĢumuna biraz daha dirençlidir. 4. Derin çürükler (Caries profunda): Derin yapısal defektler vardır. Çürük pulpaya çok yaklaĢmıĢtır ancak pulpa henüz kapalıdır. 5. Derin komplike çürükler (Caries profunda complicata): Çürük bir yol bularak pulpayı açmıĢtır. VI. Çürük yayılma yolu esas alınarak (pathway of caries spread) yapılan sınıflandırma çürüğün yayılmasına grafik bir yaklaĢımla oluĢturulmuĢtur. Çürük oluĢumunda dıĢ etkilerle karĢılaĢan minenin bileĢelerinden biri prizmalar arası maddedir. Bu ayrılabilen kimyasalların yapıdan uzaklaĢmaları ile mine prizmaları giderek bozulmaya baĢlar. Sonuçta mine içinde koni Ģekilde çürük geliĢimi olur. Koninin tabanı konkav yüzeylerde (pit ve fissürlerde) mine-dentin birleĢme bölgesine yakındır. Konveks yüzeylerde (ya da düz ise taban mine dentin birleĢme bölgesinden uzaktır. Dentinde çürük oluĢumu sırasında etkilenen ilk yapılar dental tübülüsler içinde bulunan ekstrasellular matriks molekülleridir. Bu moleküller en çok mine dentin birleĢme bölgesinde bulunurlar. Ancak kök kanallarına ve pulpaya ilerlediğinde tübülüsler daha güçlü ara bağlar ile daha yoğun bir bölge oluĢtururlar. Bu nedenle çürüğün yayılma tabanı daha çok mine dentin birleĢme bölgesine doğrudur. Çürük mine içinde baĢlar ve dentine doğru ilerler. Herhangi bir bölgede minede bulunan çürük koni dentinde olduğu kadar ya da daha büyükse bu çürüğe öne doğru çürük (forward decay) adı verilir. Çürük dentin içinde minede olduğundan daha hızlı ilerler. Bu nedenle dentinde meydana gelen koni minenin altında yeni alanlar oluĢturarak yana doğru yayılmaya baĢlar. Ayrıca çürük atakları dentinde oluĢan bu yüzeylerden mineye doğru da devam eder. Bu yapılanma da geriye doğru çürük (backward decay) adını alır (ġekil 7. 11). 213 ġekil 7. 11 VII. Etkilenen diĢ yüzeyi sayısı esas alınarak yapılan sınıflandırmada çürükler 3 gurupta toplanır: 1. Basit çürükler: Çürükler diĢlerin sadece bir yüzeyinde oluĢurlar. 2. BileĢik (compound) çürükler: Çürükler diĢlerin 2 yüzeyinde oluĢurlar. 3. Kompleks çürükler: DiĢlerin ikide fazla yüzeylerinde meydana gelen çürüklerdir. VIII. Ġlk diĢlenmenin hemen sonrasında yaĢam boyu ortaya çıkabilen çürüklerin özellikle 4- 8, 11- 19 ve 55- 65 yaĢ guruplarında diğer yaĢ guruplarına oranla daha fazla ortaya çıktığı belirlenmiĢtir. Bu bilgilerin ıĢığında kronolojik sıralamaya göre yapılan sınıflandırılmada çürükler 3 guruba ayrılır: 1. Erken çocukluk çağı çürükleri (Early childhood caries): 3 yaĢından 5 yaĢına kadar üst çene ön diĢlerde 1 veya daha fazla kavitasyonun meydana geldiği, diĢ kaybının olduğu (çürüğe bağlı) veya dolgulu yüzeylerin olduğu durumlar veya çürük, kaybedilen diĢ veya dolgulu diĢ sayısının 4 ten fazla olduğu (3 yaĢ), 5 ten fazla olduğu (4 yaĢ), veya 6 dan fazla olduğu (5 yaĢ) durumlar Ģiddetli erken çocukluk çağı çürükleri göstergesi olarak kabul edilmektedir (4). Erken çocukluk çağı çürüklerinin önemli ve mutlak tedaviyi gerektiren bölümü bu yaygın çürüklerdir (Rampant caries) (ġekil 7. 12 ). Mandibular kesiciler dahil tüm diĢleri tutarlar. ġekil 7. 12 (doctorspiller.com)/ 214 Yaygın çürüklerin bir gurubu da özellikle maksiler süt diĢlerinden baĢlayarak yayılan biberon çürükleri (Nursing caries) gurubudur (ġekil 7. 13 ). Çok değiĢik isimler altında toplanan bu guruba son olarak Maternally derived Streptococcus Mutans disease – MDSMD adı verilmiĢtir. Bu gurup 2- 5 yaĢ gurubu çocuklarda gözlenir. Mandibular kesiciler etkilenmezler. DiĢlenme ile birlikte biberonla beslenme alıĢkanlığı nedeniyle ortaya çıkabildiğinden bu ad verilmiĢtir. ġekil 7. 13 (kidzdentalclinic) Erken çocukluk çağı çürüklerini 3 guruba ayırmak mümkündür: Tip I (hafif): 2-5 yaĢ arası genellikle kanin ve molarlarda görülür. Çürük yapıcı besinlerle fazlaca beslenme ve ağız hijyeni yetersizliklerinde ortaya çıkar. Tip II (orta): Ġlk diĢlerin sürmesinden hemen sonra görülmeye baĢlar. Mandibular köpek diĢleri etkilenmezler. Düzensiz ve yetersiz beslenme ile ağız hijyeni bozukluklarında ortaya çıkar. Tip III (Ģiddetli): Mandibular köpek diĢleri dahil tüm diĢler etkilenir. Nedenleri çok çeĢitlidir. 2. Ergenlik dönemi çürükleri (Adolescent caries): Genellikle immun yetmezliklere bağlı olarak geliĢen erken çocukluk döneminin devamı niteliğindeki olgulardır. Çok küçük bir mine açılmasının devamında çürük süratle geliĢir ve yayılır. 3. YetiĢkin çürükleri: Çürük görülme sıklığı özellikle 55- 60 yaĢ arasında olup çok değiĢik nedenlerle ortaya çıkar. IX. Tedavi sırasında çürüğün tamamen uzaklaĢtırılıp uzaklaĢtırılamaması sonucu rezidüel çürükler oluĢabilmektedir. X. Restore edilen diĢ yüzeylerine göre yapılan sınıflandırmada aĢağıdaki iĢaretler yaygın olarak kullanılmaktadır: Okkluzal yüzeyler için O Mezial “ “ M Distal “ “ D Fasiyal “ “ F Bukkal “ “ B 215 Lingua “ “ L. XI Black’s sınıflandırılması: Klas I lezyonlar: Pit ve fissür gibi yapısal bölgelerde baĢlayan çürüklerdir. Genellikle molar ve premolarların okluzal yüzeylerinde,molar ve premolarların bukkal ve lingual yüzeylerinde ve anterior diĢlerin lingual yüzeylerinde görülür (ġekil 7. 14). ġekil 7. 14 (slideshare.net/shabeelpn/) Klas II lezyonlar: Molarların ve küçük azı diĢlerinin proksimal yüzeylerinde bulunurlar (ġekil 7. 15). ġekil 7. 15 (slideshare.net/shabeelpn/) Klas III lezyonlar: Anterior diĢlerin proksimal yüzeylerinde bulunurlar(ġekil 7. 16). ġekil 7. 16 (slideshare.net/shabeelpn/) 216 Klas IV lezyonlar: Anterior diĢlerin proksimalinde bulunur (ġekil 7. 17). ġekil 7. 17 (slideshare.net/shabeelpn/) Klas V lezyonlar: Anterior ve posterior diĢlerin fasial ve lingual yüzeylerinin gingival üçüncü bölgelerinde bulunur (ġekil 7. 18). ġekil 7. 18 (slideshare.net/shabeelpn/) Klas VI lezyonlar: DiĢlerin tiplerinde ve kesici diĢlerin kenarlarında bulunur (ġekil 7. 19). ġekil 7. 19 (slideshare.net/shabeelpn/) ġekil 7. 20 de oluĢturulan grafikte G. V. Black tarafından yapılan çürük sınıflandırması toplu olarak gösterilmiĢtir. 217 ġekil 7. 20 (J. R. Martin) Black‟in sınıflandırması sonrası yapılan daha ileri çalıĢmalar ile farklı modifikasyonlar mevcut sınıflandırmaya eklenmiĢtir. Bunlardan bazılar Ģöyle sıralanabilir: Charbeneu’s modification, Sturdevant’s classification, Finn’s modification, Mount and Hume Classification ve Baume’s classification. XII. WHO sistemi: Dünya sağlık teĢkilatı tarafından kabul edilip önerilen sınıflandırma sistemine göre çürükler 4 gurupta toplanarak numaralandırılırlar: D1. Klinik olarak belirlenebilen temas yüzeyi mine çürükleri. D2. Mine ile sınırlı kaviteler. D3. Dentini tutan çürükler. D4. Pulpayı içine alan çürükler. Daha önce belirtilen tanımlamalar dıĢında çürük lezyonlar diĢ yüzeylerinde bulundukları bölgelere göre de sınıflandırılabilirler. DiĢ yüzeyinde bulunan çürükler eğer yanak ya da dudağa yakınsa fasiyal çürükler dil üst yüzeyine yakınsa lingual çürükler adını alır. Fasiyal çürükler bukkal (yanağa yakın diĢin posterior yüzeyinde) ve labial (dudağa yakın diĢin anterior yüzeyinde) olmak üzere iki alt guruba ayrılırlar. Lingual çürükler maksillar diĢin lingual yüzeyinde bulunduğu zaman sert plağın kenarına lokalize olduklarından palatal çürükler olarak da tanımlanabilir. Bir diĢin boynuna yakın olan çürükler (kronun bitip kökün baĢladığı bölge) servikal çürükler olarak tanımlanır. Okluzal çürükler posterior diĢlerin çiğneme yüzeylerinde bulunur. Ġnsisal çürükler anterior diĢlerin çiğneme yüzeylerinde bulunur. Çürükler mezial ya da distal olarak da tanımlanabilir. Gözler arasındaki vertikal aksda var olduğu kabul edilen, burundan inen ve santral kesiciler arasında sonlanan çizgi olan yüzün median çizgisine yakın olan çürükler mezial, bu çizgiden uzak olan çürükler distal olarak tanımlanır. Sementum diĢ kökünü çevreleyen sert bir doku olduğundan diĢ kökü açığa çıkmadıkça diĢte meydana gelen yıkımdan etkilenmez. Her ne kadar diĢ kökündeki yıkımı tanımlamak için sementum çürüğü kullanılabiliyorsa 218 da çürük çok nadiren sementumu etkiler. Kökler çok ince bir sementum tabakasına sahiptir ve bu nedenle çürüklerin çoğu sementumu dentini etkilediği gibi etkiler. 7. 4. Pit ve fissür çürükleri: Pit ve fissürler diĢ yüzeyinde kıvrımların bittiğini gösteren anatomik iĢaretlerdir. Fissürler olukların (grooves) geliĢimi sırasında minenin bütünüyle yapıĢmadığı bölgelerde meydana gelir. Mine geliĢiminin son bulduğu bu bölgelerde mine yüzey yapısında içinde çürüğün oluĢabileceği ve geliĢebileceği derin düz çukur alanlar oluĢur. Fissürler çoğunlukla posteriyor diĢlerin çiğneme yüzeylerinde ve maksillar anterior diĢlerin palatal yüzeylerinde meydana gelirler. Pitler küçük depresyon bölgeleridir. Genellikle çukurların (grooves) karĢılıklı buluĢma bölgelerinde bulunur. Özellikle buccal pitler molarların fasiyal yüzlerinde bulunurlar. Bütün pit ve fissür çeĢitlerinin oluĢtuğu minenin derin katlanma bölgelerinde çeĢitli bakteriler kolayca üreyebildiklerinden bu bölgelerde oral hijyenin sağlanması ve korunması oldukça zordur. ġekil 7. 21 Okluzal yüzeylerin tüm diĢ alanının % 12.5 ini oluĢturmalarına karĢın diĢ çürüklerinin % 50 si bu bölgelerde yerleĢir. Çocuklarda diĢ çürüklerinin % 90 ını pit ve fissür çürükleri oluĢturur. Bazan çürükler kıvrım bölgelerinde ve derin hat boyunca ilerlediğinden pit ve fissür çürüklerinin baĢlangıçta belirlenmesi çok zordur. Minede baĢlayan çürük mine-dentin birleĢme bölgesine doğru ilerler ve dentin içine süratle lateral olarak yayılır. Dentine ulaĢan çürük müdahale edilmezse pulpaya kadar ilerler. Bu çürük olgusu tabanları mine-dentin birleĢme noktasında (DEJ) bir araya gelmiĢ iki üçgen olarak düĢünülebilir (üçgenlerden biri mine diğeri dentin) (ġekil 7. 21). Bu taban tabana (base to base) olgusu pit ve fissür çürükleri için tipiktir. Ġki üçgenin taban- tepe birleĢmesinin gözlendiği yüzey çürüklerinin görünümü bu çürüklerden arklıdır (ġekil 7. 22). 219 ġekil 7. 22 7. 5. Düz yüzey çürükleri: 3 tür düz yüzey çürüğü vardır. Bunların ilki ön ve arka yüzeyde meydana gelen çürüklerdir. Aynı zamanda interproksimal çürükler de denilen proksimal çürükler iki komĢu diĢin ara yüzeyinde oluĢurlar. Kök çürükleri diĢin kökünde düz dentin yüzeylerinde meydana gelir. Proksimal çürükler en zor belirlenen türdür. Genellikle görünür değillerdir ve muayene ile kolayca belirlenemezler. Servikalde oluĢan proksimal çürükler (diĢ köküne doğru) iki diĢin kontakt noktasının hemen altındadır. Bu nedenle proksimal çürüklerin belirlenebilmesi için mutlaka radyografiye ihtiyaç vardır. Black‟in sınıflandırma sisteminde posterior diĢlerdeki proksimal çürükler Klas II olarak sınıflandırılmıĢtır. Anterior diĢlerdeki proksimal çürükler eğer kesici kenar (çiğneme yüzeyi) dahil değilse Klas III, kesici kenar dahilse Klas IV olarak sınıflandırılır. Bazen düz yüzey çürüklerinin bir gurubu olarak tanımlanan kök çürükleri, genellikle diĢetlerinin çekildiği bölgelerde görülen üçüncü tip yüzey çürükleridir. DiĢeti sağlıklı olduğunda diĢ kökleri bakterilerin tutunmalarına izin vermediğinden köklerde çürük geliĢmez. Sementum mineye oranla çok daha yüksek kritik pH ya sahip olup pH 6.7 den itibaren demineralize olduğundan kök yüzeyleri mineye oranla demineralizasyona karĢı daha dayanıksızdır. Ancak mineye oranla çok daha kolay flor tutunabildiğinden mine çürüklerine oranla kök çürükleri çok daha kolay sonlandırılabilir. Kök çürükleri interproksimal yüzeylere ve lingual yüzeylere oranla fasiyal yüzeylerde daha çok görülür. Mandibular molarlar kök çürüklerinin yaygın olarak bulunduğu bölgelerdir. Bunları mandibular premolarlar, maksillar anteriorlar, maksillar posteriorlar ve mandibular anteriorlar takip eder. DiĢlerin diğer düz yüzeylerinde de lezyonlar ortaya çıkabilir. Ġnterproksimal bölgeler dıĢında bütün düz yüzeylerde ortaya çıkabildiğinden bu tür çürükler çok kolay belirlenebilirler. Daha çok yüksek 220 düzeyde plak oluĢumuna bağlı ve yetersiz hijyenik ortamlarda bu tür çürükler gözlenebilirler. Black sınıflandırma sisteminde fasiyal ve lingual yüzeyde diĢetine yakın çürükler Klas V olarak sınıflandırılır. Klas VI posterior diĢlerde ya da anterior diĢlerin insisal kenarlarında bulunan tiplerde bulunan çürüklere ayrılmıĢtır. 7. 6. Mine çürükleri: Mine yüksek oranda mineralize asellular bir dokudur. Hacminin % 8090 ı karbonatlı hidroksiapatit kristallerinden oluĢur. Geri kalan % 10- 20 si sıvı ve protein temel bileĢenli (proteinden oluĢan- proteinaceous) organik materaldir. Bu bileĢenlerin dağılımı homojen değildir ve büyük bir kısmı özgün diĢ morfolojisi ile ilgilidir. Bakteriler tarafından oluĢturulan asit etkili bir çevre ile mine üzerinde çürük etkisi ortaya çıkmaya baĢlar. Bakteri Ģekeri tüketerek enerji ihtiyacını karĢıladığından bu yıkım sonunda laktik asit baĢta olmak üzere çeĢitli organik asitleri oluĢturur. Asitlerin neden olduğu kristallerin demineralizasyonunu içeren bu sürecin sonunda yıkılan bölgelerden bakteriler dentine penetre olurlar. Mine yapısının temelini oluĢturan mine çubukları diĢ yüzeyinden dentine doğru dikey olarak uzanırlar. Mine demineralizasyonu mine çubukları boyunca ilerlediğinden pit ve fissürler ile düz yüzeylerde çürük farklı Ģekillerde geliĢir. Mine minerallerini kaybedip diĢ çürükleri geliĢmeye devam ettiğinde ıĢık mikroskobu altında gözlenebilen farklı bölgeler geliĢir. Minenin en derin tabakasından mine yüzeyine kadar belirlenebilen tabakalar: translusent tabaka, karanlık tabaka, lezyon gövdesi ve yüzey bölgesidir (ġekil 7. 23). Translusent tabaka çürüğün görünen ilk sinyalidir ve % 1-2 oranında mineral kaybı ile ortaya çıkar. Karanlık bölgede aktif bir süreçte alternatif değiĢikliklerle diĢ çürüğünün nasıl geliĢtiğinin örneği olarak hizmet veren çok önemsiz bir mine remineralizasyonu gözlenir. En büyük demineralizasyon ve yıkım bölgesi lezyonun kendisini oluĢturan çürük gövdesindedir. DeğiĢik oranlarda mineralize yüzey bölgesi kavitasyon ile diĢ kayıpları gözleninceye kadar diĢ yüzeyinde gözlenir. ġekil 7. 23 (Robin Wilding) 221 Minenin bütününde kristal prizmaların mineral içeriği ile belirlenen yoğunlukları her yerde aynı değildir. Genel olarak doku yüzeyinden dentine doğru yoğunluk azalır. Aynı yönde pörözite, sıvı ve organik materyalde de artıĢ gözlenmektedir. Minede bazı spesifik bölgelerde pörözite, protein ve kristal dağılımının daha kompleks olduğu belirlenmiĢtir. Örneğin fissür minesi oldukça kompleks bir yapıya sahiptir. Oldukça düĢük mineral ve yüksek protein içeriği gözlenir ve muhtemelen kristal paketlenmesindeki zayıflıktan kaynaklanan daha fazla pörözite gözlenir. Minenin mineral içeriğine temel olarak kalsiyum hidroksiapatit adı verilir ve Ca10(PO4)6(OH)2 formülü ile gösterilir. Ancak minede ve diğer mineralize bütün dokularda bulunan apatit yapıda büyük değiĢiklikler ortaya çıkabilir. Bu değiĢiklikler arasında kalsiyum ve hidroksil iyonları kayıpları sayılabilir. Hidroksil iyonlarının stokiyometrik yapıdakine göre % 20- 30 oranında daha düĢük olduğu belirlenmiĢtir. Karbonat, flor, sodyum ve magnezyum gibi diĢ kaynaklı iyonlar kristal yapı içinde sıklıkla bulunurlar. Kuhl ve Nebergall (1963) kimyasal analizlere dayanarak stokiyometrik bir formül yazılsaydı (Ca)l0-x-y (HPO4)v (PO4)6- x (CO3)w (OH)2- x-y ( v+w = x ) formülünün daha gerçekçi bir formül olabileceğini önermiĢlerdir. Yukarıdaki formülde de gösterildiği gibi karbonat ve asit fosfat yapı içinde dikkate alınmayı gerektirebilecek miktarlarda bulunmaktadır. Bazı yapılarda florun hidroksil gurubunun yerine geçtiği bilinmektedir. Ortalama mine kompozisyonu hesaplandığında: Ca9.48Mg0.18Na0. l1 (PO4)5.67(C03)0.45 (OH)1.54(H20)0.46 ve Ca8.68(HP04)0.16(C03)0.541(PO4)5.26(0H)0.l gibi oranlarla karĢılaĢılmaktadır. Gözlenen defektler ya da moleküle eklenen guruplar apatit yapının çeĢitli etkilere karĢı davranıĢlarını ve özellikle düĢük pH aralığındaki çözünürlüğünü etkilemektedir. Yapılan çalıĢmalarla mine mineralinin çözünür ürünlerinin stokiyometrik apatit için hesaplanandan daha fazla olduğu rapor edilmiĢtir. Minenin çözünür ürün oluĢturma değerleri 7.2 x 10-53 ile 6.4 x10-58 iken stokiyometrik apatit kristallerinde bu değer 3.04 x 10-59 dur. Genellikle hesaplamalarda ortalama 5.5 x 10-55 olmak üzere 7.2 x 10-53 ile 6.4 x10-58 arası değerler kullanılmaktadır. Bu oldukça yüksek değerler kafesin defektif yapısı ve çeĢitli iyonların yapıya girmesi ile ortaya çıkmaktadır. 7. 7. Mine yapısına girebilen baĢlıca dıĢ kaynaklı iyonların minede dağılımı ve konsantrasyonları: Flor: Flor giriĢinin genel olarak hidroksil guruplarının olmadığı boĢluklara ya da bu iyonla yer değiĢtirerek olduğu kabul edilir. Ġyon yapısında bulunan yüksek yük yoğunluğu ve simetrik yapısı ile flor Ca++ üçgenleri ile çok sıkı bağlar yapar. Bu bağlanma kafes enerjisinin büyük ölçüde düĢmesini ve daha kararlı bir yapının ortaya çıkmasını sağlar. Sonuç olarak florlanmıĢ mineralde madde çözünürlüğü daha düĢüktür. Çok kolay hazırlanabilen florlu kristaller daha zor çözünürler ve bu kristallerden elde edilen çözünür madde konsantrasyonu daha azdır. Bu nedenle flor diĢ çürüklerinin kontrol ve önlenmesinde önemli bir maddedir. 222 Florun kristal yapıda dağılımı (florlu hidroksiapatit) homojen değildir. Mine yüzeyinde çok fazla ve yaygın olabilen florun kristalin içine doğru giderek dramatik biçimde azaldığı gözlenmiĢtir. Doku yüzeylerindeki yüksek konsantrasyon muhtemelen geliĢme sırasında ortamdaki flor birikimine bağlıdır. Muhtemelen henüz sürmemiĢ diĢlerin ilk geliĢimi sırasında doku çevresinde bulunan flor iyonlarını hidroksiapatit kristalleri çekerek dokuya bağlamaktadır. Mine yüzeyinde daha kararlı florlu hidroksiapatit oluĢumu sırasında yüzeyde toplanan flor iyonları muhtemelen diğer flor iyonlarının kristal kafesin daha derinlerine girmesini kısıtlamaktadır. Flor iyonları bu bağlanmalar ile diĢ sürmesi sonrasında da kristal yapıyı korumakta ve çürük odaklarının oluĢumuna neden olan aĢınmaları engellemektedir. Ancak zamanla flor iyonları da aĢınmaya neden olan etkenlerle diĢ yüzeylerinden uzaklaĢtırılabilmektedir. Yapılan bu değerlendirmelerden florun sadece mine yüzeylerinde bulunduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Bu yaygın sonuçların yanı sıra çeĢitli araĢtırmacılar kalsiyum florür ve hidrojen bağlı kalsiyum florit kompleksleri de izole etmiĢlerdir. Karbonat: Florun aksine karbonatın doku içine giriĢi hemen hemen bütünüyle kristalin ilk geliĢimi sırasında olmaktadır. Kristal yapısına giren bikarbonatın miktarı kristal oluĢumu sırasında doku içindeki parsiyel karbondioksit basıncına (PCO2) bağlıdır. Mine yüzeyinde % 2 ye kadar gözlenebilen karbonat düzeyi kristal yapı dentine doğru ilerledikçe % 4- 6 düzeylerine kadar artar. Kristal yapının kesintiye uğradığı bölgelerde, örneğin fissürlerde konsantrasyonun daha yüksek olduğu bulunmuĢtur. Karbonat hidroksil (tip A) ya da fosfat/asit fosfat (tip B) gurupları ile yer değiĢtirebilir. Karbonatın fosfat ile yer değiĢtirmesinin aynı zamanda kalsiyumun sodyumla yer değiĢtirmesi ile birlikte olduğu düĢünülmektedir. Sodyum bu yolla yapıdaki karbonat konsantrasyonunu etkileyebilmektedir. Dönen yerleĢim biçimi nedeniyle c-aksı boyunca kristal merkezinin karbonat için daha zor bir bölge olduğu ve karbonatın bu bölgeye çok zor uyum sağladığı düĢünülmektedir. Bu yer değiĢtirmeler karbonatın kristal yapıya çok kötü uyum sağlaması nedeniyle kristali daha kararsız ve asitlerde daha kolay çözünür hale getirir. Ġyon boĢluklarının ortaya çıkmasıyla birlikte karbonatlar yapıya en fazla giren moleküllerdir ve stokiyometrik apatite oranla kristalleri çok daha fazla çözünür yaparlar. Magnezyum: Karbonat gibi magnezyumun da kristal geliĢimi sırasında yapıya girdiği tahmin edilmektedir. Kalsiyum belirli oranda magnezyum ile yer değiĢtirebilir. Ancak bu değiĢimin oldukça sınırlı olduğu (yaklaĢık % 0.33) düĢünülmektedir.Yapılan ölçümlerde doku yüzeylerinde % 0.2 civarında olabilen magnezyum değerlerinin doku içlerinde % 0.5 e kadar yükseldiği belirlenmiĢtir. Fark karbonattakinden daha azdır. Dentinde özellikle protein 223 konsantrasyonunun yüksek olduğu bölgelerde magnezyum miktarının daha fazla olduğu belirlenmiĢtir. Magnezyum genel olarak kristal yüzeylerine ve oldukça dağınık olarak yerleĢir. Yukarıda söylendiği gibi kristalin daha çok asitte çözünür olmasına neden olur. Yük yoğunluğu nedeni ile magnezyumun bağlanması karbonatta görüldüğü gibi apatit kristal kafesinde kararsız bir yapının ortaya çıkmasına neden olur. Bu hal de kristalin çözünürlüğünü büyük ölçüde arttırır. Ayrıca karbonat ve magnezyumun bir arada bulunması pozitif sinerjinin ortaya çıkmasına neden olur. Kristal kafeste yaratılan bu pozitif etkileĢim ile kristalin asitte çözünürlüğü daha da artar. Diğer minör inorganik moleküller: Sodyum, klor ve bunun dıĢında kurĢun da dahil pek çok minör elementin kristal yapıda bulunduğu ve daha önce anlatılanlara benzer dağılım gösterdiği belirlenmiĢtir. Hidroksiapatit destabilizasyonuna neden olduğu belirlenen sodyum dıĢında diğer elementlerin endojen konsantrasyonları ile çürük oluĢumuna etkileri konusunda yeterli bilgi yoktur. 7. 8. Non-apatitik Mineral Faz: Yukarıda değindiğimiz gibi mineral kitlesi kristal yapısına girebilen karbonat ve magnezyumun kristalizasyonun daha önceki aĢamalarında da etkili olduğu anlaĢılmıĢtır. Kristal yüzeylerinde ya da ara yüzeylerde etkili olan bu moleküller kristalizasyonun geliĢmesi sırasında da yapıda belirlenmiĢtir. Ca Mg(CO3)2 ve Ca9Mg(PO4)6(HPO4) fazlarının her ikisi de kristal geliĢiminin değiĢik aĢamalarında yapı içinde gözlenmiĢtir. 7. 9. Çürük atakları sırasında meydana gelen histokimyasal değiĢiklikler: Minenin çürük lezyonlarının histolojik testleri ile elde edilen bulgular mineral oluĢumunun ilk safhalarından itibaren suda çözünür minerallerin yüzeyden uzaklaĢmaları sonucu çürüğün ortaya çıktığını göstermiĢtir. Kristal yüzeyinin mi ya da sadece mineral fazın mı çözündüğü tam olarak gösterilmese de bölgede kristal paketlenmesindeki eksikliklerin, asitlerin daha kolay difüzyonuna ve mineral iyonlarının çıkıĢı ile asit protonlarının yapıya girmelerine neden olduğu bilinmektedir. Sürekli ataklar ile çözünürlüğün artması kristal yapının kırılmasına kadar ilerlemektedir. ÇeĢitli teknikler kullanılarak çürük lezyonların yapısındaki değiĢiklikler incelenmiĢtir. Bu incelemeler sonunda çürük lezyonlarında ilerlemeler ile por yapısındaki değiĢiklikler arasında çok sıkı bir iliĢkinin bulunduğu belirlenmiĢtir. Çürük lezyonlarında farklı miroskobik ve morfolojik özellikler gösteren 4 farklı bölge belirlenmiĢtir. Sağlam mineden itibaren bu bölgeler aĢağıdaki gibi sıralanırlar (ġekil 10. 24): 1.Translusent bölge: 224 Minede ilk görünür çürük değiĢikliklerinin gözlendiği bölgedir. Bölgede % 1- 2 oranında mineral kaybı ile birlikte az sayıda geniĢlemiĢ porlar ortaya çıkmıĢtır. Bu porların geniĢliği 2-kloronaftalen ya da kinolin (qinolin) moleküllerinin rahatça girmesine müsaade edecek büyüklüktedir. Bu moleküller mine ile aynı kırılma indeksine sahip olduklarından seçilmiĢlerdir. 2-kloronaftalen veya kinolin den biri kullanılarak dokunun geçirgenliği hakkında bilgi edinilebilir. Bu süreç için tahmin edilen önce proteinlerin yapıdan uzaklaĢtıklarıdır. Bunları inorganik iyon kayıpları izler. Mineral kayıpları belirlendiğinde aynı ortamda yeterli organik materyal gösterilememiĢtir. Bunların büyük kısmı prizmalar arası bölgelerden ve kristaller arası bölgelerden meydana gelen kayıplardır (ġekil 10. 24 E). Organik madde kaybı nedeni ile bu bölgelerden kristal kaybı daha kolay olmaktadır. 2.Pozitif çift kırılmalı (positively birefringent) (karanlık) bölge: Devam eden tabaka pozitif çift kırılmalı tabaka olarak görülmektedir. Bu bölgede geniĢ porlu translusens bölgelere ilaveten içine 2-kloronaftalenin giremediği küçük porlar da bulunmaktadır. Pörözite artarak % 5-10 a çıkmıĢtır (ġekil 6. 24 A). Küçük porların rastgele sıralanmasının minerallerin uzaklaĢtırılması sonucu ortaya çıktığı düĢünülmektedir. Küçük porların oluĢumuna alternatif bir açıklama da yapmak mümkündür. Buna göre küçük porların translusent bölgedeki geniĢ boĢlukların bazılarının kapanmaları ile ortaya çıktığı da söylenebilir (ġekil 10. 24 E). Bu açıklama ile doğal tamir mekanizmasının da olabileceği görüĢü önem kazanmaktadır. Son zamanlarda bu kapanmaların endojen organik materyalin yeniden dağılımı ya da ekzojen proteinlerin birikimi sonucu olabileceği görüĢü de öne sürülmektedir. Bu varsayım, daha sonra lezyon aĢamasının ortaya çıktığı gözlendiğinden öne sürülmüĢtür. 3.Lezyon gövdesi: Daha ileri demineralizasyon lezyonun ortaya çıkmasına neden olur. Pörözite % 25- 50 oranındadır. Dokunun mekanik yıkılmasına bağlı olarak porlar çok daha geniĢlemiĢtir ve kavitasyon ortaya çıkmaya baĢlamıĢtır (ġekil 7. 24 A, E). 4.Yüzey bölgesi: BaĢlangıç ataklarından çok kısa bir süre sonra translusent bir bölge ortaya çıkar. GörünüĢte oldukça "sağlam" gibi görünen yüzey bölgesi geliĢir. Demineralizasyon hemen alt komĢu doku içinde ilerlemektedir. Bu yüzey bölgesinde pörözite % 1-2 arasındadır ve sağlam mine tabakasına oldukça büyük benzerlik gösterir. Bu bölge kavite oluĢumuna kadar devam eder. 225 ġekil 7. 24 (citeseerx.ist.psu.edu) Minede çürük atakları sırasında meydana gelen değiĢiklikler: Mine çözünürlüğünün fizikokimyasal ayrıntılarına iliĢkin yayınlanmıĢ çok sayıda detaylı bilgi mevcuttur. Bu bilgiler mine ve apatit çözünürlüğüne kinetik ve termodinamik yaklaĢımlarla elde edilmiĢ olan bulguların 226 sonucudur. Yukarıda gösterildiği gibi mine ne yapısal ne de kimyasal olarak homojen değildir. Çürüğe hem yapısal hem de kimyasal eğilim doku içinde birlikte açığa çıkar ve genel olarak diĢ yüzeyinden dentine doğru uzanır. Minenin yapısı ve özellikle yapısında gözlenen mikropörözite hiç Ģüphesiz doku içine ve dıĢına doğru difüzyonu büyük ölçüde etkiler. Porların çaplarının çok küçük olması nedeniyle minenin çok küçük difüzyon sabitine sahip olması yüzünden prizmaların sınırları en önemli bölgeler olarak ortaya çıkmaktadır. Genellikle mineral uzaklaĢtıkça artacak olan por yapısındaki değiĢiklikler madde giriĢ ve çıkıĢını hızlandıracaktır. Öncelikle çürük bölgesinde bulunan sıvının hidroksiapatite oranla daha doymuĢ olduğu kabul edilmelidir. Buna bağlı olarak da kristale difüzyonun oldukça sınırlı olduğu öne sürülmektedir. Diğer yandan benzer koĢulların oluĢturulduğu invitro çalıĢmalarda bu görünümün aksine lezyon derinliğinin zamanla hemen hemen doğrusal bir artıĢ gösterdiği belirlenmiĢtir. AĢağıda açıklanacağı gibi yüzey bölgesinde ve pozitif çift kırılmalı bölgede madde birikimi ile por geniĢliğinin azalması demineralizasyonun azaldığını düĢündürmektedir. Minenin kimyasal kompozisyonlarındaki değiĢiklikler ile demineralizasyon ve remineralizasyon kinetikleri arasında çok sıkı bir iliĢki olduğu kabul edilmektedir. Hidroksiapatit kristalleri, mine tozu ve daha da önemlisi mine kesitleri kullanılarak bu konuda çok sayıda çalıĢma yapılmıĢtır. Bu analizler sonucu demineralizasyonun büyük ölçüde yüzey kontrollü olarak geniĢlediği belirlenmiĢtir. Endojen inorganik ve organik asitlerin yanı sıra spesifik mineral iyonlarının lokal konsantrasyon azalmalarını içeren değiĢiklikler büyük ölçüde demineralizasyon ve remineralizasyon sırasındaki lokal değiĢikliklere benzemektedir. Bu nedenle mine çürüklerindeki kimyasal değiĢiklikleri Ģekillendirmek oldukça zordur. Kimyasal değiĢikliklerle çürük atakları sırasında mine por yapısında meydana gelen değiĢikliklerin birbirleri ile iliĢkileri: Yüzey bölgesi: Yüzey bölgesinin mineral içeriği çürük oluĢumu sırasında korunarak çözünmesi önlenen sağlıklı mineye benzer (ġekil 7. 24 A). Bu konudaki genel kanıya göre daha derinlerden çözünerek serbest kalan materyal muhtemelen plağın da katkısıyla bu bölgede yeniden birikmektedir. Yüzey bölgesi oluĢumunun temel mekanizmaları ile ilgili olarak bazıları birbirlerine ters düĢen görüĢlerden bazıları Ģunlardır: 1. Sağlam mine yüzeyinin kimyasal korunması: Yüzey bölgesinin korunması ile ilgili olarak baĢlangıçta asit ataklarından daha az etkilendiği tezi ortaya atılmıĢtır. Gerekçe olarak da apatitin stabilizasyonunda önemli rol oynayan yüksek konsantrasyonda flor içerebildiği ya da kararlı apatit yapısını bozan düĢük magnezyum ya da düĢük karbonat konsantrasyonu içerdiği gösterilmekte idi. Bu öne sürülenler gerçekten önemlidir ve mine çözünürlüğünün korunmasında etkilidir. Aynı 227 zamanda mine içine penetre olan asit moleküllerinin etkisi ile uzaklaĢtırılan mineraller yüzeyde birikirler. Örneğin florun birikmesi ile mine daha fazla korunmaktadır. Mine yüzeyinde ya da içinde bulunan organik materyalin yüzey bölgesinin korunmasında mineralleri redükte ederek ya da yarı geçirgen bir bariyer oluĢturarak çok yardımcı olduğu öne sürülmektedir. Daha sonraki araĢtırmalarda natürel lezyonların invitro ortamda proteinin uzaklaĢtırılması ile çevreden daha fazla kalsiyum tuttuğu gösterilmiĢtir. Bu bulgular protein ve/veya lipit tabakaların mineral iyonlarının mine yüzeylerinden geçmelerini yavaĢlattığını ve bu bölgelere çökelmelerini önleyerek yapıyı koruduklarını göstermektedir. 2. Minede kimyasal değiĢimler: Yüzeyden içeri doğru yapı gözlendiğinde pörözite artıĢıyla birlikte magnezyum ve karbonat oranı artarken flor oranının azaldığı belirlenmiĢtir (ġekil 7. 24 A, B). Bunun yanı sıra çürük oluĢumu dentine doğru ilerlerken çözünürlük değiĢim göstermekte ve doku boyunca giderek artmaktadır. Bu bilgi lezyonda model değiĢikliği yapılmasına neden olmuĢtur. Kimyasal değiĢimler, pörözite ile birlikte mine çözünürlüğü hız sabitinde artıĢa ve devamında da mine çözünür maddelerinde artıĢa neden olduğu Ģeklinde yorumlanmıĢtır. Bu yorumlar kimyasal değiĢiklikler boyunca asit çözünürlüklerinin sonucu olarak yüzey bölgesinin oluĢabildiğinin görülmesiyle desteklenmiĢtir. Bu görüĢle oluĢturulan model daha çok çözünürlük oranı üzerinde durmakta ve yüzey stabilizasyonunun da oldukça kompleks bir yapılaĢma olduğunu vurgulamaktadır. Pörözite göz önüne alındığında disosiye olmayan asitlerin ve protonların mine mikro yapısını oluĢturan partiküller içine penetrasyonu yüzey altında demineralizasyonun meydana gelmesinde önemli rol oynayabilir. Çözünme sırasında kristallerin sıkı paketlenmesi yüzey bölgesinin oluĢumuna yol açan mine kaybı kinetiklerini etkileyebilir. Kristaller arası çok küçük hacim içinde iyonların çözünmesi ile bölgede yüksek konsantrasyonlu bir çözelti oluĢacak ve hemen lezyonun önündeki bölge ile belirgin bir konsantrasyon farkı ortaya çıkacaktır. Bu konsantrasyon farkı öndeki lezyon bölgesinden içerilere doğru mineral hareketlerinin hızlandırılmasına neden olur. Ayrıca daha sonraki aĢamalarda daha derin bölgelerde mineral uzaklaĢtırılmasının daha yavaĢ ilerlemesini de açıklar. 3. DıĢ mine tabakalarının stabilizasyonu: DıĢ mine tabakası stabilizasyonunda etkili olduğunun düĢünülmesi gereken bir diğer faktör de endojen flordur. ÇeĢitli araĢtırmalar sonucu florun bakteri plağından alınan stabilize edici bir faktör olduğu belirlenmiĢtir. Yüzeyden absorbe edilebilen ya da plak iç yüzeyi ya da tükürükten mineye difüze olabilen flor ve florlu bileĢikler yüzey bölgesi oluĢumunu kolaylaĢtırabileceklerdir. BaĢta pellikl içinde görülen tükürük proteinleri olmak üzere organik bileĢenler, sadece mine içine ya da dıĢına taĢınmada etkili olmayıp aynı zamanda yapısındaki flor ve pirofosfataz gibi 228 bileĢenlerle mine mineralini stabilize ederler. Asitte daha az çözünür mineral oluĢturması ile bu iĢlevde flor diğer bileĢiklere oranla biraz daha önemlidir. Burada florun etkisinin basitçe çözünürlüğe etkisinden daha önemli olduğu görülmektedir. Flor daha az çözünür apatit oluĢturur ve yeniden birikimi kolaylaĢtırır. Aynı zamanda dikalsiyum fosfat dihidrat (DKPD), oktakalsiyum fosfat (OCP) ve asidik kalsiyum fosfat bileĢiklerinin daha stabil florlu apatit moleküllerine hidrolizini de kolaylaĢtırır. Ayrıca florun diğer bileĢikleri olan kalsiyum florür gibi bileĢiklerin plak sıvısı içinde bulunması da mineye aktarılması açısından önemlidir. Kalsiyum florürün sadece flor rezervuarı olmadığı aynı zamanda diĢ yüzeylerinde florlu apatitten daha etkin bir difüzyon bariyeri oluĢturduğu kabul edilmektedir. Daha az asitte çözünür minenin oluĢmasına katkısı ve yüzey oluĢumu için yeniden birikime katkısının birbirinden net bir Ģekilde ayırt edilmesi oldukça zordur. Eldeki bulguların ıĢığında demineralizasyonun inhibisyonundaki etkisinin remineralizasyona etkisinden daha fazla olduğu söylenebilir. Oldukça kompleks olmasına karĢın herhangi bir pH da minenin çözünürlüğü üzerine florun etkisinin oldukça fazla olduğu görülmektedir. Ancak florla-uyarılmıĢ remineralizasyon stimulasyonu için durum bu kadar açık değildir. Florlu mineral daha düĢük çözünürlükte bir maddedir ve baĢta diĢ yüzeyleri olmak üzere kolayca presipite olabilecektir. Eğer yüzeyde pörözite ortaya çıkıĢı engellenirse bu bölgede tamir süreci de oldukça sınırlı olacaktır. Bu aĢamada lezyon içinde derinlerde tamir ortaya çıkmadığından florun demineralizasyonu inhibe etmesine oranla remineraslizasyonu kolaylaĢtırıcı etkisinin daha az olduğu söylenebilir. Açıkça mine yüzeyi ve yakın çevre arasındaki etkileĢim son derce önemlidir ve yukarıda önerildiği gibi endojen özelliklerin etkisi ile korunma ve dıĢ kaynaklı bileĢiklerin gücü arasındaki farkın ayırt edilmesi kolay değildir. 4. Çözünürlük ve çökelme fenomeni: DiĢ yüzeyinin yakın çevresi ile birlikte dokunun fiziksel ve kimyasal özelliklerine dayanılarak sağlam yüzey bölgesinin oluĢumunu açıklamak için yukarıdaki görüldüğü gibi 3 genel yaklaĢım belirlenmiĢtir. Ancak yapılan bu çok sayıda çalıĢma mekanizmanın açıklanabilmesi için daha ileri çalıĢmalara ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Asit Ģartlar altında sıkıĢtırılmıĢ hidroksiapatit pelletleri kullanılarak yapılan çalıĢmalarda 2 ppm flor içeren asit jel içinde sağlam yüzey bölgesinin oluĢabildiği gösterilmiĢtir. Bu yapı sağlam bir kimyasal yüzey olmadan, kimyasal gradiyent olmadan ve çevreden dıĢ kaynaklı madde emilimi olmadan ortaya çıkmıĢtır. AraĢtırıcılar 2ppm flor çözeltisi kullanarak oluĢturdukları absorbsiyon ile daha az çözünür yüzeyler meydana getirmiĢ ya da florlu mineralin çökelmesi için gerekli olan aĢırı doymuĢ ortamı oluĢturmada etkili olmuĢtur. SıkıĢtırılmıĢ pelletlerin mikropartiküler yapısı da yukarıda anlatıldığı gibi yüzey bölgesi oluĢumuna katkı verebilir. Mevcut yüzey tabakası aĢındırılarak 229 uzaklaĢtırılmıĢ mine ile yapılan deneylerde de oldukça benzer sonuçlar elde edilmiĢtir. Bununla birlikte kimyasal değiĢikliklerin, absorbe edilen materyalin ya da pörözite değiĢikliklerinin olmadığı ortamlarda yüzey bölgesi oluĢumunu açıklayabilecek daha ileri araĢtırmalara ihtiyaç vardır. PreslenmiĢ hidroksiapatit pelletlerini de içeren tüm yapıların yüzey bölgesi oluĢumu için önerilen bir baĢka yaklaĢım birleĢtirilmiĢ (eĢleĢtirilmiĢ) difüzyon modelidir (coupled diffusion model). EĢleĢmiĢ difüzyon asit moleküllerinin tuz çözeltileri içine girebildiğinden özellikle çok önemlidir. Bakteri plağı biyofilm tabakasının sürekli asit ürettiği kabul edilip lezyon içindeki çözeltinin mine mineraline eĢdeğer olduğu düĢünüldüğünde bu durumun çürük lezyon oluĢumunun analoğu gibi kabul edilebilir. Bu kompartmanın iyon kompozisyonu iyonlar girip çıktıkça değiĢecektir. Ġyon transfer mekanizması kanalların kullanılarak iyonların çok hızlı hareket etmeleriyle ilgilidir. Protonlar mine içinde hızlı hareket ederek mine yüzeyi boyunca alttaki dokuda bir elektrik alanı (potansiyel difüzyon alanı) oluĢturabilirler. Mineden çözünmüĢ iyonların hareketi kendi konsantrasyon farkının yanı sıra bu potansiyele de bağlıdır. Eğer difüzyon potansiyeli yeterince büyükse konsantrasyon farkına rağmen mineden çözünmüĢ iyonlar birikebilir ve yüzey tabakasının oluĢması ile sonuçlanabilir. Ancak çözünme ve çökelme olgusu ile birlikte sadece dokuların iç ve dıĢ yüzeylerine bileĢiklerin difüzyonu ile ilgili daha geniĢ verilere ve bilgiye ihtiyaç vardır. Presipitasyonun meydana geldiğini net olarak söyleyebilmek için yüzey bölgesinden plağa madde kaybına oranla çözünür materyalin dokudan yüzey bölgesine daha hızlı girdiğine iliĢkin kuvvetli ve net veriler gerekmektedir. Bir faktör mine yüzeyinde hidroksiapatite bağlanarak kalsiyum ve fosfatı tutabilir. Bu bölgede yapılan ilk çalıĢmalar sonucu fosforik asit ve organik asitlerin lezyonun dıĢ yüzeylerinde potansiyellerinin daha yüksek olduğu ve içe doğru yöneldikçe nötralize olduğu görülmüĢtür. Çözeltilerin pH ve flor değerlerindeki değiĢimlerin dengeye etkisini kanıtlamak için de toz mine kullanılarak çeĢitli deneysel çalıĢmalar yapılmıĢtır. Yüzey bölgesinin varlığını (ya da yokluğunu) kanıtlamak için bütün diĢler kullanılmıĢtır. Teorik çözünürlük hesaplamaları ile bu verilerin karĢılaĢtırılmasında belirli koĢullarda mine yüzeyinde bazı faz dönüĢümlerinin meydana gelebilme olasılığının yüksek olduğu belirlenmiĢtir. Bundan yola çıkarak Moreno ve Zahradnik (1974) tarafından mine yüzey demineralizasyonunu ardından CaHPO4.2H2O (dikalsiyum fosfat dihidrat) ve Ca5F(PO4)3 (floroapatit) çökelebileceği önerilmiĢtir. 230 Tablo 7. 1 (Tablo 7.1) Süpernatantın kompozisyonu, baĢlangıç pH sı, asit konsantrasyonu ve üç fazın termodinamik özelliklerini gösterir. Hesaplanan bu çözeltideki değerler deneysel çalıĢmaların sonuçları ile uyum göstermektedir. Çözelti durumunu belirlemek için kimyasal potansiyel verileri kullanılarak eldeki bilgiler daha sonraki çalıĢmalarla geniĢletilmiĢtir. Çözünürlük eğrisi mine ve dikalsiyum fosfat dihidrat çözünürlük eğrileri ile ya da üzerinde tek noktada önerilen olası faz değiĢikliklerini gösteren düĢük pH değerlerindeki (bu olguda 4.3 ve 5.5 de) noktalarda kesiĢmektedir (ġekil 7. 25 ). Moreno and Margolis mineral iyonları derinlerden yüzey bölgesine girerken belirli oranlarda dikalsiyum fosfat dihidrat ve hidroksiapatit çökelerek bu fazlar arasında tek noktada dengenin sürdürülebileceğini önermiĢti. (Tablo 7. 1). Son çalıĢmalarla bu bulgu doğrulandı. Ayrıca demineralizasyon oranını propiyonik ya da asetik asite oranla daha fazla laktik asit etkisi olmak üzere belirli organik asitlerin varlığının da etkileyebileceği bildirildi. Bunun nedenleri çok açık değildir ancak asit anyonlarının mineral yüzeylerine bağlanabilmelerindeki farklılıklar ile ilgili olabilir. Bakteri plağı tarafından oluĢturulan asit muhtemelen kompleks bir karıĢım olduğundan bu araĢtırmalarla öngörülebilecek bir model oluĢturmaya müsait olmayan komplike bir faktördür. ġekil 7. 25 Doğal ve yapay lezyonların yüzey bölgelerindeki kristal çaplarının arttığının gözlenmesi ile birlikte mine çürük lezyonları yüzeylerinde daha 231 büyük kristalleĢmelerin meydana geldiği rapor edilmiĢtir. Bu yaklaĢımın temelinde göze çarpan en önemli faktör net çözünürlük kinetiği ve yüzey bölgesinin davranıĢının süper ya da çözünürlüğün altında olduğu önerilen mineral faz tarafından yönetilmesidir. Bu nedenle yüzey bölgesi sürekli çözünerek yeniden oluĢan çeĢitli mineral türlerinin oluĢtuğu bölgedir denilebilir. Yüzey bölgesi oluĢum mekanizmasına genel olarak bakıldığında, yapısında non-apatitik karbonat ve magnezyum bulunan mine kimyasındaki olası değiĢiklikler lokal etkiler ile ilgili soruların artmasına neden olmuĢtur. Bu değerlendirme magnezyum ve sodyumca zengin fraksiyonların öncelikle kaybedildiğini belirleyen benzer çalıĢmalarla desteklenmiĢtir. Daha önceki çalıĢmalara oranla elde edilir çözünür fazın daha fazla olduğu görülmüĢtür. Mine yüzeyinin baĢlangıçtaki çözünürlüğünün magnezyum ve bikarbonatın uzaklaĢtırılması ve geride florca zengin bir doku bırakılmasıyla değiĢmesi yüzey bölgesi görünümünün açıklanmasında oldukça önemlidir. Bu bulgular Mg ve Na ca zengin fraksiyonların öncelikle kaybedildiğinin gösterildiği denge deneyleri ile belirlenmiĢtir. Geriye kalan çözünür ürünler daha önce rapor edilmiĢ değerlerden daha yüksektir. Çözünür fazın yapısı ve geride kalanların çok farklı olması gerekir. Apatitin 13.04 x 10-59 olan çözünür ürünleri minenin 7.2 x 1 0- 53 ile 6.4 x 10- 58 arası çözünür ürün değerleri ile karĢılaĢtırıldığında ortaya çıkan bu farklılık ile desteklenmektedir. Bu tür farklılıklar genellikle biyolojik kafeste meydana gelen bir defekt ve bu defektte bulunan madde nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Modeli sadece mine yüzeyindeki kalsiyum fosfat fazları ve çevre sıvılar arasındaki denge değiĢimleri olarak algılamamak gerekir. Sadece normal mine kristali ve çözelti arasındaki denge olarak değil aynı zamanda çözelti ve kristal arasında sergilenen ve absorbe edilen iyonlar ve çözünen yüzeyler olarak da düĢünmek gerekir. Örneğin pH. 5.0 de muhtemelen kristal yüzeylerine dağılan fosfat iyonları daha çok daha HP04-2 Ģeklinde olacaktır. Sağlam mine ile karĢılaĢtırıldığında çürük lezyonlarda HP04-2 nin artmıĢ olduğu görülecektir. Bu nedenle özellikle dikalsiyum fosfat dihidrat konsantrasyonunun % 0.2 nin altında olduğu tahmin edilen bölgelerde dikalsiyum fosfat dihidrattan yüzeye dağılımı oldukça çok zor olacaktır. Tüm bu çabalara karĢın yüzey bölgesinin özel durumunu açıklamaya yetecek düzeyde bilgi ve veri elde edilememiĢtir. Translusent bölge (B): Önceki yüzey tabakasının oluĢumu ile değerlendirdiğimizde translusent bölgedeki mineral kaybının yaklaĢık % 1 olduğunu ve çürükte ilk belirgin değiĢiklik olarak değerlendirilebileceğini söylemek mümkündür. Sağlam mineden translusent bölgeye bu bölgeden çift kırılmalı bölgeye ve diğer bölgelere geçiĢ dinamik bir denge içindedir. Bu bölgeler üzerinde fiziko-kimyasal açıdan daha az çalıĢma yapılmıĢtır. Bununla birlikte mikrodiseksiyonla yapılan çalıĢmalarla önemli bilgilere ulaĢılmıĢtır. Translusent bölgenin mineral içeriği, karbonat içeriği 232 ve magnezyum içeriği belirlenmiĢtir. Bu verilerle translusent bölgenin % 1 civarında mineral kaybı ile karakterize bir bölge olduğu belirlenmiĢtir. Ancak kimyasal değiĢimler çok açık değildir. Oldukça yüksek oranda magnezyum ve karbonat kaybı rapor edilmiĢtir. Bu bilgiler karbonat ve magnezyumun çözünür mineralle iliĢkili olduğunu göstermektedir. Bu materyalin kompozisyonundan kayıplar Tablo 6. 1 ve ġekil 6. 24 D de gösterilmiĢtir. Mineral kompozisyonda meydana gelen kayıp, non-apatitik fazda olduğu belirlenen % 28 karbonat ve % 2 magnezyum konsantrasyonu ile desteklenmiĢtir. Bu değerler kristal oluĢumu sonrasında kristal yüzeylerindekine benzer magnezyum ve bikarbonat konsantrasyon değerlerine benzer değerlerdir. Karbonat artıklarının bir kısmının kristal merkezlerinden çürüğün çözünmesi sırasında öncelikli olarak kaldırıldığı da ileri sürülmüĢtür. Bölgede meydana gelen materyal kaybı kompozisyonu dolomit ya da whitlockite kristalleri Ģeklinde olmaktadır. Ancak mineralin bu bölümünün yapısı çok açık değildir. Muhtemelen asit/ proton eriĢiminin kolaylığı nedeniyle ilk mineral kayıpları prizmaların periferinden olmaktadır. Pozitif çift kırılmalı bölge (C) (Positively birefringent zone): Translusent bölge hem ilk oluĢumu gösteren baĢlangıç yüzey bölgesinden hem de devam eden oluĢumu gösteren pozitif çift kırılmalı bölgeden önce gelen bir bölge olduğundan yukarıda kaydedilen değiĢimler çok az oranda da olsa bu bölgede de olabilir. Mine yüzey bölgesinde meydana gelen magnezyum ve karbonattan zengin kayıplar dokuyu asitte daha az çözünür ve suda çözünmez bir doku haline getirecektir. Difüzyonla süpernatanttan mine yüzeyi dıĢına uzaklaĢtırılmaları dengeleri değiĢtirecek ve minerallerin daha kolay çökelmelerine neden olacaktır. Çökelme hemen yüzey bölgesinden flor alımı ile Ģiddetlendirilebilir. Kalsiyum fosfat ve minenin çökelmesi ve çözünürlüğü büyük oranda süpernatanın çözeltisinin süpersature ya da yarısature olmasına bağlı olduğu kanıtlanmıĢtır. Bu nedenle bölgede karbonat ve magnezyumdan yoksun ve florca zenginleĢmiĢ düĢük Ksp değerine sahip mineralin birikimi olasıdır (ġekil 7. 24C). Minenin derinlerinde mineral kayıpları devam edip yüzeye transfer olan mineraller yeniden çökelirken flor da bu bölgede birikmeye devam edeceğinden yüzeyin asit ataklarına karĢı daha dirençli olması beklenir. Artan flor, dikalsiyum fosfat dihidrat gibi asit fosfatların daha stabil florlu apatitlere hidroliz olmalarını kolaylaĢtırma eğiliminde olacaktır. Translusent bölgeden pozitif çift kırılmalı bölgeye (birefringent (dark) zone) doğru ilerledikçe daha fazla mineral kaybı olmaktadır. YaklaĢık % 510 oranında mineralin uzaklaĢarak kaybolduğu görülmektedir. Ancak bu bölge de kristal kitlesinin çözünmesiyle magnezyum ve karbonat kaybetmiĢtir (Tablo 7. 1) (ġekil 7. 24D). Karbonat açısından madde kaybı mine kütlesindeki kadardır. Aside duyarlı mineraller karbonatlı minerallerdir ve bunların kayıpları ile mineral kitlesi yok olmaktadır. Magnezyum kaybının değiĢen konsantrasyonu mine kütlesi ile karĢılaĢtırıldığında hala yüksektir. Karbonatla karĢılaĢtırıldığında magnezyumca zengin fraksiyonun 233 uzaklaĢtırılması daha fazladır. Bunun nedeni açık değildir. Fakat karbonat magnezyumdan daha önemli destabilize eden bir element olabilir ya da bazı magnezyum içeren fraksiyonlar yeniden çökelebilirler. Translusent bölge gibi burada da karbonat ve magnezyum kaybı ile birlikte muhtemelen plaktan ya da mine yüzeyinde meydana gelen çözünmeleri takiben biraz flor kazanılmıĢtır. Karanlık bölgenin karakteristik özelliği olan küçük porların görünümü çok ilgi çekicidir. Bu görünümün nedenlerinden biri yapı içinde ulaĢılamayan mineral bölgelerin bulunmasıdır. Bir diğer olasılık porların endojen proteinlerin yeniden dağılması ya da oral çevreden tutulan proteinlerden oluĢan organik materyalin birikimi ile kapanmasıdır. Kesitlerde etilen diamin ile yapılan iĢlemler sonucu karanlık bölgede geniĢliğin azaldığı gözlenmiĢtir. Henüz kesin olmamakla birlikte son veriler çürük lezyonlarda protein bulunduğunu göstermiĢtir. Belirlenen bu proteinlerin çürük atakları sırasında yeniden oluĢan proteinler ya da albumin ve bazı globulinler gibi dıĢ kaynaklı spesifik moleküllerin olduğuna iliĢkin yeterli bulgu yoktur. Mine çürüklerine proteinlerin etkisi ile ilgili olarak demineralizasyonu inhibe ederek kristal yüzeylerini koruyup korumadığı ya da kristal baĢlama bölgeleri oluĢturarak remineralizasyonu güçlendirip güçlendirmediğinin anlaĢılmasında ciddi zorluklar vardır. Son bulgular protein kümelerinin en azından net kristal kaybını önleyerek mineyi koruduğunu ve kristal büyümesini kolaylaĢtırdığını düĢündürmektedir. Örneğin mine fissürleri bol miktarda protein içerir ve benzer Ģekilde lezyonlarda komĢu bölgelere oranla daha fazla protein bulunur. Diğer yandan albumin gibi iyi bilinen kristal büyümesi inhibitörü bileĢenlerin bulunması, kristal büyümesinin protein aracılı inhibisyonu ile lezyonların tamiri önünde bir engel mi oluĢturmaktadır sorusunu düĢündürmektedir. Küçük porların görünümü ile ilgili daha ilginç bir açıklama Ģudur: bu bölge translusent bölgedeki geniĢ porların bir kısmının kristal büyümesi ya da yeniden depolanma ile kapanması sonucu meydana gelmiĢtir. Yüzey bölgesi için geliĢtirilen çeĢitli tartıĢmaların yanı sıra mineral fazın çökelme ve çözünmesine bağlı olarak lezyondaki ortaya çıkan aĢırı doygunluk derecesi de presipitasyonun belirlenmesinde önemli bir faktördür. Örneğin karbonat ve magnezyum kaybı daha az asitte çözünür rezidünün ortaya çıkmasına neden olacaktır. Daha az çözünür maddeler karanlık bölgenin geliĢmesine öncülük edeceklerdir (ġekil 7. 24C). Daha düĢük Ksp değeri ile bu fazların çökelmesi bu iyonların daha fazla kaybedilmesi gibi görülebilir. Ancak ortamdan uzaklaĢmamıĢ iyonlar sadece farklı bir formda çökelmiĢlerdir. Mine yüzeyinden florun girmesi bu represipitasyonu kolaylaĢtırılacaktır. Florlu kristaller, kristallerin yeniden oluĢması sırasında ya da yeni mineral birikimi sırasında ortaya çıkacaktır. Açıklanamamakla birlikte karanlık bölgenin kaybolduğu nokta minerallerin uzaklaĢtırıldığı ve lezyonun oluĢmaya baĢladığı noktadır. Bunun açıklaması çok zor değildir. Muhtemelen mine yüzeyinden içeri 234 doğru bir asit artıĢı ve pH gradiyenti mevcuttur. Bunun olabilirliği açıktır. Bu nedenle karanlık bölgenin serbest kenarı örneğin mine yüzeyine en yakın eski kısım yeniden birikmiĢ olan (daha az çözünür) maddenin çözünmeye baĢladığı ön kısma oranla daha düĢük pH lı bölgedir. DüĢük pH bu lezyon bölgesinde daha geniĢ hacimli porların ortaya çıkmasına neden olur. Lezyon mine içine yüksek magnezyum ve karbonat konsantrasyonları ile ilerledikçe süreç hızlanacaktır. Süreç dikkatle gözlenirse aynı lezyonda demineralizasyon ve remineralizasyonun aynı anda kendiliğinden meydana gelebildiği kolayca fark edilecektir. Lezyonda demineralizasyon ve remineralizasyonun aynı andan kendiliğinden meydana gelebilmektedir. Ġnvivo ortamda değiĢen pH ya bağlı olarak sürekli geliĢen dinamik yapısıyla bu durum çürük oluĢum sürecini güçlendirecektir. Kristal büyümesi ya da lezyonda bazı yeniden birikimlerin ortaya çıkıĢı kristal çaplarının normalden büyük olduğu lezyonlarda gözlenmiĢtir. Ayrıca florun varlığında meydana gelen remineralizasyon geniĢlemiĢ pozitif çift kırılmalı bölgelerin ortaya çıkmasıyla sonuçlanır. Lezyon gövdesi(D): Bölgedeki porlar sürekli olarak geniĢlediğinden ve sonunda kavitenin ortaya çıkmasına neden olduğundan bu bölge mine yıkımının son aĢamasındaki bölge olarak kabul edilir. Bu bölgeden materyal kaybı mine kütlesindekine benzer (Tablo 7. 1). Burada da flor ve organik madde birikir. Bu bölge çürük sırasında mine mineralindeki kristallografik değiĢiklikler hakkında olası bilgileri veren kaynak olmuĢtur. Bu veriler yukarıda açıklanan kimyasal değiĢimler ile uyumludur. Bu verilerden baĢlıcaları daha düĢük magnezyum ve karbonat ile birlikte daha geniĢ apatit kristalleri ve yüksek flor ve H(P04)2 konsantrasyonunda artıĢla birlikte olduğu düĢünülen “a” aksı boyutundaki artıĢtır. Rekristalizasyonun büyük oranda çürük oluĢum sürecinde oluĢtuğu bilinmektedir. Ağızda pH değiĢimi: Öncelikle mine çok fazla etkilendiğinden ağızda pH değiĢiminden de söz etmek gerekir. Ağız içinde asit oluĢumuna bağlı olarak pH düĢmekte ve daha sonra asit oluĢumunun durması ve oluĢan asitin nötralize edilmesi ile yeniden yükselmekte buna bağlı olarak da demineralizasyon ve remineralizasyon süreçlerinin ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Kimyasal senaryoların biri yukarıda açıklandığı gibidir. Ancak çürük lezyonlarda aynı lezyonda aynı zamanda demineralizasyon ve remineralizasyonun açıklanması için daha çok araĢtırma yapılmalıdır. DüĢük pH periyotlarının baĢka etkileri de vardır. Hidroksiapatit hidroksilleri ile iyonik değiĢim sonucu iyonize florun diĢ ve lezyon yüzeylerinde biriktiği ve daha stabil kristaller oluĢturduğu bilinmektedir. DüĢük pH da iyonize olmayan ve bu nedenle lezyona daha kolay penetre olabilecek olan non-disosiye HF molekülleri oluĢur. Daha sonra yüksek pH dönemlerinde absorbe edilen ve asit fosfatazın hidrolizi ile oluĢan florun 235 katılımıyla kristalizasyonlardan bazılarının gerçekleĢtiği tahmin edilmektedir. Bu iki durum arasında devam eden süreçte diĢ ya asit ataklarına karĢı stabil hale gelecek veya daha ileri yıkımlar devam edecektir. 7. 10. Dentin çürükleri: Pulpa ile mine arasındaki sert oluĢuma dentin adı verilir (ġekil 7. 26). Sert elastik damarsız bağ dokudan meydana gelen diĢin kütlesini oluĢturan yapıdır. Kompleks hidrate yapı baĢlıca 4 bileĢenden oluĢmuĢtur: 1. Tübülüsler 2. Yüksek oranda mineralize peritübüler bölge 3. Büyük ölçüde tip I kollajenden oluĢan intertübüler matriks 4. Martiks içinde bulunan dentinal sıvı. ġekil 7. 26 (dentallecnotes.blogspot.com) Dentin hacminin % 50 sini apatit kristallerinden oluĢan mineraller, % 30 unu en büyük kısmını tip I kollajenin oluĢturduğu organik moleküller ve geri kalan % 20 sini ise plazmaya benzeyen sıvı oluĢturur. Mikroskobik olarak yapılarına ve oluĢum süreçlerine bağlı olarak birkaç farklı dentin gözlenmiĢtir. Bunlardan ilki primer dentindir. Primer dentin embriyolojik geliĢim sırasında odontoblastlar tarafından oluĢturulan temel yapıdır. Mineye yakın olan kısmına örtü dentini (mantle dentin) adı verilir (ġekil 7. 27). Örtü dentini yeni diferensiye olmuĢ odontoblastlar tarafından oluĢturulur ve kalınlığı yaklaĢık 150 μ kadardır. Primer dentininin aksine örtü dentini fosforca daha fakirdir. Kollajen fibrillerle daha gevĢek paketlenmiĢtir ve daha az mineralizedir. Bu tabakanın altında daha düzenli ve daha fazla mineralize primer dentin uzanır. Pulpaya yakın kısımlarda daha çok gözlenen yeni salgılanmıĢ olan daha az mineralize daha çok kollajen, glikoprotein ve proteoglikan içeren dentine predentin adı verilir. Kalınlığı 10- 47 μ arasında değiĢebilir. 236 ġekil 7. 27 (sciencedirect.com/science/article) Sekonder dentin (Regular Secondary Dentin): Sekonder dentin çubukların oluĢumu tamamlandıktan ve diĢ sürerek ağızda fonksiyon görmeye baĢladıktan sonra meydana gelir. Primer dentinden çok daha yavaĢ geliĢir ancak büyüme belirli boyutlara ulaĢıncaya kadar devam eder. Yapısı primer dentine benzer. Pulpa çevresinde her yerde aynı miktarda olmayabilir. YaĢlanma ile birlikte sekonder dentin oluĢumu pulpanın küçülmesine neden olabilir. Bu tablo klinik olarak pulpa geri çekilmesi (pulp recession) olarak tanımlanır. Dentin minenin aksine diĢ çürüklerinin ilerlemesine reaksiyon verir. Ağız oluĢumundan sonra mineyi oluĢturan ameloblastlar mine oluĢumundan sonra yıkılarak bütünüyle ortadan kalktıklarından yıkımın devamında rejenerasyon mümkün değildir. Diğer yandan dentin yaĢam boyunca pulpa ile dentin arasına yerleĢmiĢ olan odontoblastlar tarafından sürekli olarak yapılmaktadır. Odontoblastlar bulunduğundan çürük gibi herhangi bir stimulus biyolojik cevabı tetikleyebilir. Bu savunma mekanizmaları sklerotik dentin ve tersiyer dentin oluĢumunu içerir. Sklerotik dentin (Sclerotic dentin): Dentin yapısı tentinal tübülüsler adı verilen pulpa odacığından sementuma ya da mine kenarına kadar ıĢınlar biçiminde yayılmıĢ olan mikroskobik kanalların düzenlenmesi ile oluĢmuĢtur. Dentin tübülüslerinin çapı pulpa kenarında daha büyük olup (yaklaĢık 2.5 μ) mine-dentin birleĢme bölgesinde daha incedir (yaklaĢık 0.9 μ). Çürük dentin tübülüsleri boyunca üçgenler Ģeklinde diĢin derinlerine doğru devam eder. Tübülüsler aynı zamanda çürüğün ilerlemesine izin verirler. Buna karĢılık tübülüsler içinde bulunan sıvıya bakteriyel infeksiyonla savaĢmak üzere immunoglobulinler salınır. Bu etki bakterinin ilerlemesini yavaĢlatmak amacıyla tübülüsün daralması ile sonuçlanır. Ayrıca, bakterilerden kaynaklanan asit hidroksiapatit kristallerini demineralize 237 ettiğinden kalsiyum ve fosfatlar serbest kalırlar ve dental tübülüsler içinde daha derinlerde çökelerek yeni kristaller oluĢtururlar. Bu kristaller bir bariyer oluĢtururlar ve çürüğün ilerlemesini engellerler. Koruyucu cevabın oluĢtuğu bu bölgeye sklerotik dentin adı verilir. Dental tübülüsler içinde bulunan sıvının diĢ pulpasında bulunan ağrı reseptörlerinin tetiklenmesinde etkili olduğu düĢünülmektedir. Sklerotik dentin bu tür sıvı geçiĢlerini önler ve bu nedenle iĢgalci bakterinin zararlı etkisinin hemen önlenmesini sağlayacak ağrı etkisi de önlenmiĢ olur. Sonuç olarak çürük uzun bir zaman herhangi bir hassasiyet oluĢturmadan ilerleyebilir ve diĢten kayıplar giderek artar. 178 Tersiyer dentin (Tertiary dentin) DiĢ çürüklerine yanıt olarak pulpaya doğru daha fazla dentin yapımı olabildiği gözlenmiĢtir. OluĢan bu yeni dentin tersiyer dentin olarak tanımlanır. Tersiyer dentin pulpayı geliĢerek ilerleyen bakteriden mümkün olduğu kadar uzun süre korumak amacıyla yapılır. Tersiyer dentin yapılmaya baĢladığında pulpanın boyutları giderek azalır. Bu tip dentin orijinal odontoblastların varlığına ya da yokluğuna göre alt guruplara ayrılır. Eğer odontoblastlar diĢ çürüklerine yeterince cevap verecek kadar hayatta kalmıĢlar ve daha sonra tersiyer dentin oluĢmuĢ ise bu dentine reaksiyoner dentin adı verilir. Eğer orijinal odontoblastlar ölmüĢ ve tersiyer dentin pulpaprogenitör hücrelerinden kaynaklanan diferensiye odontoblast benzeri hücreler tarafından oluĢturulmuĢ ise bu dentine reparatif dentin adı verilir (ġekil 7. 28). Bu hücreler yıkılan odontoblast hücrelerinin yerini almıĢtır. ġekil 7. 28 Pulpa mezenĢimal hücreleri ve fibroblastlarından reparatif dentin yapımını büyüme faktörleri ve özellikle TGF-β nın uyardığı düĢünülmektedir. Uyaran faktörler bakterilerin metabolitleri ya da toksinleri olabilirler. Reparatif dentin günde ortalama 1.5 μ civarında yapılır. Ancak bazen günlük yapım 3.5 μ kalınlığa kadar ulaĢabilir. OluĢan dentin daha önceki dentin tübülüsleri ile uyum sağlamayan düzensiz Ģekilli dentin tübülüslerinden oluĢur. Bu uyumsuzluk tübülüslerde bulunan bakterilerin 238 çürük oluĢturma etkilerini bir ölçüde zayıflatır. Bölgelerde bulunan hücrelerin de katılımı ile meydana gelen bu düzensiz birikime osteodentin adı da verilir. Çürük lezyonlarının dentin içinde ilerlemesi bakteriyel asit aralıklarının geliĢerek artmasına karĢı dokunun yapısına ve dokuda meydana gelen değiĢikliklere bağlı bir süreçtir. Çürük olgusu dentin içinde bakteriyel asitlerin kristallere etki etmesi ile baĢlar. Bu çözünme sürecinde kristaller küçülmeye dentinde pörözlü bölgeler oluĢmaya baĢlar. Asitlerin difüzyonu ve minerallerin çözünmeye baĢlaması ile demineralize dentin oluĢmaya baĢlar. Bakteriyel ürünlerin dentin içine difüzyonu odontoblastlar aracılığı ile vital cevabı uyarır ve tübülüslerde mineraller birikmeye baĢlar. Re- ve demineralizasyon ile tübülüslerde ve dentinde düzensiz hidroksiapatit kristalleri oluĢmaya baĢlar. Bakteri atakları ile mineraller kademeli olarak yıkılmaya devam ederken boĢalan bölgelerde kollajen ağının ortaya çıktığı görülür. Demineralizasyon sırasında kollajen molekülleri arasındaki çapraz bağlar geçici olarak kırılarak alt birimleri serbest kalırlar. Asit atakları sona erdiğinde kollajenin reversibl denaturasyonu ile ortaya çıkan bu öncü moleküller yeniden kristalizasyonda kullanılabilirler. Süreç devam ettiğinde bakteriyel ataklarla açığa çıkan kollajen enzimatik parçalanmaya karĢı dirençsizdir ve denaturasyon uzadığında artık parçalanmalar geri dönüĢümsüzdür. Mineral bütünüyle kayıp olduğunda hemen devamında kollajenin de enzimatik olarak yıkıldığı görülür. Bu nekrotik kısımdaki dentin parçası bütünüyle kaybedilmiĢtir. 7. 11. Çürük oluĢum ve geliĢim süreci: Çürüme süreci bakterinin metabolik aktivitesine bağlı olarak çok farklı hızlarda devam edebilir. Hızlı ilerleyen lezyon yavaĢ ilerleyen lezyondan oldukça farklıdır. Dentin çürüklerinde farklı bölgelerde farklı yıkımlar ve farklı savunma mekanizmaları gözlenir. Dentin çürük lezyonundaki bölgeler iki gurupta toplanabilir: 1.DıĢ çürük dentin – nekrotik bölge: Oral kavite içindeki lezyonun yıkımın en çok gözlendiği yüzeysel kısmıdır (dıĢ çürük dentin). Bakteriyel asitler bölgeyi tamamen demineralize etmiĢlerdir ve kollajen bütünüyle parçalanmıĢtır. Bu kısım yumuĢak ve dekalsifiyedir ve bakteri içerir. Daha derinde iç çürük dentin tabakasına yakın kenarlar genellikle düzensizdir. 2.Ġç çürük dentin (Inner carious dentine): Ġç çürük dentin dıĢ çürük dentine oranla mineral düzeyinde artıĢ gözlenen bölgedir. Bakteriyel asitler burada da kristalleri eritmeye ve kollajenleri açığa çıkarmaya baĢlamıĢtır. Dentine asit etkisi bakterilerin giriĢine oranla daha fazladır. Bu bölgede daha seyrek bakteri görülür. Ġçindeki odontoblastlarla tübülüslerden oluĢan yapılar ve giderek incelen 239 tübülüsler bakteriyel invazyonu engeller. Kollajen molekülleri kısmen ve geri dönüĢümlü olarak denatüre olabilir ancak çapraz bağlı yapısını yitirmemiĢtir. Bazı intermoleküler çapraz bağlar geri dönüĢümlü olarak öncü yapılarına dönüĢebilir. Çürük oluĢumu sırasında pH dalgalanmaları minerallerin çözünmelerine ve yeniden presipitasyonlarına neden olduğundan kristaller nispeten daha yumuĢak ve daha geniĢtir. Eğer dıĢ çürük dentin ortamdan uzaklaĢtırılırsa iç çürük dentinde kollajen yeniden mineralize olabilir. ġekil 7. 29 Dentin çürüklerinde morfolojik ve mikroskobik olarak farklı özellikler gösteren 5 farklı bölge gösterilmiĢtir. Bu bölgeler yavaĢ ilerleyen çürüklerde çok açık olarak gözlenebilirken hızlı geliĢen çürüklerde daha zor ayırt edilirler. Pulpadan baĢlayarak bu tabakaları Ģöyle sıralayabiliriz (ġekil 7. 29): 1. Bölge- Normal dentin: bu bölgede Tomes fiberlerinde dejenerasyon gözlenir. Diğer yandan dentin normaldir ve uyarıya sert ağrı cevabı verilir. 2. Bölge- Subtransparan dentin: Bu bölgede intertübüler dentin demineralizedir. Tübüler lümenin ilk geliĢme bölgesinde çok iyi kristallerin oluĢtuğu gözlenir. Bu bölgede dentinal sklerozis örneğin dentinal tübülüslerde kalsiyum tuzlarının birikmesi görülür. Sağlam dentine yaklaĢtıkça bu tabaka içinde mineral içeriği ve sertlik giderek artar. Bu bölgede odontoblastik bölgeye doğru yıkım çok açıktır ancak bu bölgede bakteri bulunmaz. Bu nedenle bu bölge remineralize olabilir. Uyarıya cevap olarak dentin ağrı yapabilir. 3. Bölge- Dentinal sklerozis bölgesi (transparan dentin) (ġekil 7. 30): Minerallerin dental tübülüslerin lümeninde biriktirmesiyle transparan tabaka oluĢur. Bu bölgede dental tübülüslerde kalsiyum tuzları birikmiĢtir ve 240 daha ileri demineralizasyon nedeni ile normalden daha yumuĢak bir dentin vardır. Çürük lezyon dıĢ bölgenin nekrotik materyalini içerir. Uyarıya ağrı cevabı verilir. Bu bölgede bakteri bulunmaz. Eğer pulpa vital ise bu bölge mevcut kollajenleri kullanarak kendini remineralizasyonla tamir edebilir. 4. Bölge- Bulanık dentin (turbid dentin): Burası dental tübülüslerin geniĢleyerek yıkılması ile karakterize bakteriyel invazyon bölgesidir. GeniĢleyen ve yıkılan tübülüsler bakteri ile doludur. Bu bölgede daha az mineral bulunduğundan ve kollajenler irreversibl olarak denatüre olduğundan dentin artık kendiliğinden tamir edilemez. Bu nedenle kavite preparasyonları sırasında bu bölgenin uzaklaĢtırılmasından baĢka çare yoktur. 5. Bölge- Dekompoze dentin: Bu bölge en dıĢta bakteri ile dolu ve bütünüyle yapısı bozulmuĢ dentin bölgesidir. Çürük diĢlerin restorasyonları sırasında bütünüyle uzaklaĢtırılmaları gereken bölgedir. ġekil 7. 30 (dentaljuce) 8. AĞIZ KOKUSU (Oral malodor): Koklamaya ait organlarla uzaktan belirlenebilen maddelere kokulu maddeler meydana getirdiği etkiye koku adı verilir. Kokular genel olarak bilinçli emosyonel reaksiyonla sistemi uyarır. Sistem tarafından kabul edilir ve hoĢlanılır, ya da rahatsız olunur tiksinilir ve ret edilir. Algılanma biçimlerine göre aromalar ve güzel kokular ya da bozuk ya da leĢ kokusu gibi kötü kokular Ģeklinde sınıflandırılırlar. Farklı kokulara sahip moleküllerin önemli bir gurubunu aldehitler oluĢtururlar. DüĢük molekül ağırlıklı aldehitlerin kötü ve irritan kokuları vardır. Örneğin 4 karbonlu bir aldehit olan bütanal bozuk tereyağı kokusunu veren maddedir. Karbonil gurubuna 8-13 hidrokarbon gurubu bağlı aldehitler güzel kokulu bileĢiklerdir. Meyva ve çiçeklere bu bileĢikler koku verirler. Ketonlar da güzel kokulu moleküllerdir. Pek çoğu parfüm sanayinde kullanılırlar. Meyvalara aromatik özelliklerini kazandıran bileĢiklerin bir kısmı ise farklı 241 yan zincirlere sahip esterlerdir. Bu bileĢikler besin sanayinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Aromatik ve güzel kokulu maddeler doğru konsantrasyonlarda bir araya getirildiklerinde çok daha farklı güzel kokular meydana getirebilirler. Koku ve tat arasında çok belirgin bir iliĢki vardır. Çünkü koku ya da tattan herhangi birinin bloke edilmesi ile diğerlerinin reseptörlerinin uyarılması halinde yeterince hassas olmadıkları görülür. Birinin hassasiyetinin bozulması diğerini de büyük ölçüde etkiler. Birinci kranial sinir (koklama siniri), kokuya ait ve trigeminal (beĢinci) sinirin lingual dalı, fasiyal (yedinci) sinirin korda timpanik dalı (corda tympanic branch), glossofaringeal (glossopharyngeal) (dokuzuncu) sinirin lingual kısmı ve vagus sinirden epiglottis ve damağa giden bir dal koku ve tadın tam olarak algılanabilmesi için fonksiyonel olarak bir bütün oluĢtururlar (ġekil 8. 1). ġekil 7. 1 Kötü ağız kokusu herhangi bir sistemik ya da sistemik olmayan hastalık nedeniyle ortaya çıkabilir. Her biri tek baĢına kötü kokan maddeler bir araya gelerek kötü ağız kokusunu meydana getirirler. Genellikle hastalar tarafından fark edilen kötü ağız kokusu (oral malodor) altta yatan patolojinin fark edilip tanı konulmasında hekimlere yardımcı olan önemli bir klinik sinyaldir. Kötü kokunun belirlenmesi, değerlendirilmesi ve tanımlanması kaynağının tanımlanmasına ve hastalığın tanısının konulmasına yardımcı olur. Kötü kokuya uyum sağlanması nedeniyle kötü ağız kokusu subjektif olarak belirlenemeyebilir. Ağızdaki kötü kokunun ortalama % 80 kadarı ağızdan kaynaklanan kötü kokudur. Hastalar nedeni 242 belirlenmesi ve tedavi edilerek ağız hijyeninin sağlanması için diĢ hekimine gönderilir. Kötü ağız kokusun nedenleri çok çeĢitlidir. Hastalar için çok güçlü stres kaynağı olan bu belirtiler mutlaka değerlendirilmeli ve altında yatan neden mutlaka belirlenmelidir. Kötü kokunun kaynağı öncelikle net olarak belirlenmeli ve daha sonra eğer yapılabiliyorsa tedavi edilmelidir. Ağızdaki kötü kokunun tedavi edilmesi ozostomia, stomatodisodia, fizyolojik ya da patolojik halitozis, veya fetor oris tablolarından hangisine ait olduğunun tanısının konulmasına bağlıdır. ĠyileĢtirmeye ya da bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelik uygun tedavi ancak bundan sonra mümkün olabilmektedir. 8. 1. Kötü ağız kokusu çeĢitleri: Kötü ağız kokusunu (Oral maldor) tanımlamak için pek çok terim kullanılır. Pek çok uygulayıcı yeterince açık olmadığından kokunun türünü yorumlayıp önemini anlatırken tam karĢılığını veren terimleri kullanırken oldukça kararsızdır. Oral malodor ağızdan çıkan kötü koku için kullanılan genel bir terimdir. Bu terim herhangi bir kaynak ya da sebep içermez. Sadece tanıya yardım eder ve anlamı ozostomia (ozostomia), stomatodisodia (stomatodysodia), halitosis, ve fetor ex ore/fetor oris terimlerinin hepsini içerir. Hekimler ve diĢ hekimleri için hastadan hangi tür kötü ağız kokusunun (oral malodor) çıktığına karar vermek çok büyük önem taĢır. Çünkü hepsinin ayrı bir etiyolojisi ve tedavi planlaması vardır. Tablo 8. 1 de kötü ağız kokusu çeĢitleri sıralanmıĢtır. Tablo 8. 1 Ozostomia: Bu terimlerden ozostomia (Ozostomia) ağızdan çıkan ancak üst solunum yolundan, özellikle burun ve sinüs kaviteleri, farenks ve larinksten kaynaklanan çürüme kokusu (leĢ kokusu) için kullanılır (ġekil 8. 2). Yunanca ozo koklamak stoma ağız anlamına gelir. Ozostomianın etiyolojisini rinit (rhinitis), sinüzit (sinusitis), faranjit (pharyngitis), laranjit (laryngitis) ve tonsillitin (tonsillitis) yanı sıra üst solunum yolu kaynaklı diğer inflamasyonlar, neoplastik ya da doku bozulmaları oluĢturmaktadır. Bunlar arasında nazal yaralar, polipler ya da bu bölgeyi tutan karsinomalar örnek olarak gösterilebilir. 243 ġekil 8. 2 Stomatodisodia: Stomatodisodia (Stomatodysodia) alt solunum yollarından özellikle karinanın atında bulunan bronĢ, bronĢiyol ve karinadan ve plevra gibi bunlara bitiĢik olan dokulardan ağıza gelen kötü kokuyu tanımlar (ġekil 8. 3). Yunanca stoma ağız, disodia kötü koku anlamına gelmektedir. ġekil 8. 3 Stomatodisodianın etiyolojisinde bronĢit (bronchitis), bronĢektazi (bronchiectasis), pulmonar abse (pulmonary abscess), tüberkülozis (tuberculosis), pnömoni (pneumonia), amfizem (emphysema), sekonder infeksiyonlar ve neoplazmların nekrozları, pulmoner infarktlar ile bütün sekelleri, balgam durgunluğu ve solunan sigara dumanı kokusu bulunabilir. Aynı zamanda akciğerlerde mukus birikimi de kokuya neden olabilir. Bu birikimin içinde sigara artıklarının da bulunması kokunun niteliğini değiĢtiri ve Ģiddetini arttırır. Bu tablolardan hangisi olursa olsun hasta ağzındaki kötü kokunun farkındadır ve ağız kokusu tablonun en önemsiz kısmını oluĢturmaktadır. 244 Halitozis: Latince halitus nefes, osis durum anlamına gelmektedir. Halitozis ile nefeste sistemik metabolik durumdan kaynaklanan kötü bir koku olduğunu tanımlanır. Gastrointestinal bölge ve içeriklerinin yanı sıra kan yolu ile akciğerlere ya da sindirim sistemine kokulu maddelerin transportuna sebep olan patofizyolojik durumlar önemli nedenleri arasındadır. Bu maddelerden biri ya da birkaçı kokunun çıkmasına neden olur. Halitozis fizyolojik, patolojik ya da psikolojik olabilir. Fizyolojik halitozis geçici olarak ortaya çıkar. Besinlerden kana geçen kokulu uçucu bileĢikler kan yolu ile akciğerlerden serbest kalırlar. Fizyolojik halitozise neden olan maddeler arasında çeĢitli yenilebilir kokulu otlar, köri ve çeĢitli baharatlar, soğan, sarımsak, radika, turp ve pırasa gibi özellikle kükürtlü protein içeren sebzeler ve çeĢitli yiyeceklerin yapısında bulunan özellikle suda ve alkolde çözünebilir polifenoller ve esterler ile bu bileĢiklerin türevleri sayılabilir. Halitozise neden olabilen alkolde çözünür maddeler içeren sıvılar arasından Ģarap, viski, brendi, likörler ve bira bulunur. Fizyolojik halitozis aynı zamanda dehidrasyon, açlık, kabızlık, ya da gastrointestinal sistemi etkileyen diğer koĢullar sonucu ortaya çıkabilir. Fizyolojik halitozisin büyük kısmı geçicidir ve geri döndürülebilir. Patolojik halitozisin mekanizması temel olarak fizyolojik halitozise benzer. Hematolojik kaynaklı maddelerin akciğerlerden serbest kalması ile ortaya çıkar. Ancak bu halitozis geçici olmaya bilir ve tedavi edilmeden geri döndürülemeyebilir. Genellikle bölgesel ya da sistemik patolojilerden kaynaklanır. Bu tablolardan baĢlıcaları, diyabetik ketoasidozis (sentezlenip kana verilen asetoasetik asit, beta hidroksibütirik asit, aseton ve diğer ketonlar), üremi, gastiritis, gastrik ülser, ösofajitis (esophagitis), pilor stenozu, reflu ve hepatittir. Ancak sağlıklı bireyler de lokal ya da sistemik herhangi bir bulgu ve belirlenebilen herhangi bir koku olmamasına rağmen kötü kokudan Ģikayet edebilirler. Bu durumda psikolojik halitozis adı verilen tablo ortaya çıkar. Bu tablo bazen delüsyonal halitozis (delusional halitosis) olarak adlandırılsa da tam olarak delüsyonal kokosmia (delusional cacosmia) olarak tanımlanır ve nedeninin monosemptomatik hipokondriakal (hypochondriacal) bir bozukluk olduğu düĢünülür. Fetor oris (fetor eks ore): Fetor oris ya da fetor ex ore terimini oluĢturan kelimelerden fetor Latince kötü koku, oris ağız anlamına gelmektedir. Fetor oris ve fetor eks ore terimleri ile ağızda ortaya çıkan ancak ağızdan kaynaklanan kötü koku anlatılmaktadır. Fetor orisin en yaygın kaynağı oral mikroorganizmalar ve bu mikroorganizmaların oral kalıntılar, kan ya da oral dokulara etkileridir. En önemli suçlulardan bir diĢ yüzeylerine yapıĢan bakteri plağıdır. Matür plağın hazırladığı ortamda meydana gelen çeĢitli reaksiyonlar sonucu diĢte, kemik 245 dokuda ve çevredeki yumuĢak dokuda çeĢitli patolojik tablolar geliĢir. Bunların baĢında diĢ çürükleri gelir. Ayrıca, non spesifik gingivitis, periodontitis, gingival ve alveolar abseler, lokal yumuĢak doku nekrozları, bozulmuĢ besin artıkları, akut nekroze ülseromembranoz gingivitis ve diĢ yüzeylerinde ve aralarında ortaya çıkan kalkulus ağızda meydana gelen bakteri orijinli patolojik tablolardır. Ağızda pek çok mahallî ya da sistemik patolojik durumlar ortaya çıkabilir. Akut herpetik gingivostomatitis ve diğer oral viral infeksiyonlar, eritem multiform (erythema multiforme), benign mukoz membran pemfigoid (benign mucous membrane pemphigoid), hemorajik diyatezler, oral neoplazmlar ve tükürük bezi hastalıkları ağızda koku meydana gelmesine neden olan bu gurup hastalıklara örneklerden bazılarıdır. Kötü ağız hijyeni, sabah nefesi, açlık nefesi ve menstruasyon ağız mikroflorasında değiĢikliklerin meydana gelmesine ve belirgin bir ağız kokusuna neden olurlar. Tükürükte ve geliĢimini tamamlamıĢ bakteri plağında metil merkaptan ve diğer sülfür bileĢiklerini yapan enzimleri sentezleyip salgılayan pek çok oral bakteri bulunur. Ağızda meydana gelen kötü kokunun diğer kaynakları ozostomia, stomatodisodia ya da halitozistir. Ġndol, skatol, amonyak, ve üre gibi yıkım ürünleri ağızda kötü koku meydana getirirler. Oluklar, fissürler ve dilin papillaları arasındaki bölgelerde biriken bakteriler ağızda kötü kokuya neden olurlar. Özellikle süren 3. molarlarla birlikte gingival operkula, flap ve tagların altına bakteriler akın ederek geliĢirler. Bu diĢlerin uzaklaĢtırılması ve çevresindeki yumuĢak dokunun bakterilerden arındırılması ağızdaki kötü kokuyu önemli derecede azaltır. Antibiyotik sık kullanımı sonucu ağız mikroflorasında meydana gelen değiĢim de ağız kokusuna (fetor oris) neden olur. Oral malodorla birlikte gözlenen diğer bulgular algılanan koku ve tatta değiĢiklikler olabilir. 8. 2. Kötü ağız kokusunu açıklamada yararlanılan özgün terimler: Kapsamlı bir açıklama sırasında yukarıdaki terimlerle açıklanan bulguların da daha detaylı anlatımı sırasında aĢağıdaki özgün terimlerden yararlanılır: Ozaena: Ġntranazal kabuklu mukozal atrofi ile seyreden herhangi bir hastalık nedeniyle burundan gelen kötü koku. Fetor narium: Genel olarak burundan gelen kötü koku. Disosmia (Dysosmia): Sıklıkla bozulmaya bağlı olarak kokuda bir değiĢme baĢlaması. Hiperosmia (Hyperosmia): Kokuya duyarlılığın artması. Kakosmia (Cacosmia): Gerçekte olmadığı halde, subjektif, yoğun, gerçek olarak algılanan ve pütrefaktif hoĢa gitmeyen bir kokunun olduğunun düĢünülmesi. Parosmianın bir çeĢidi. 246 Parosmia: Kokuları normal algılamada meydana gelen bir sapmadır. Her zaman olmamakla birlikte genel olarak ortamda olmayan kötü kokunun algılanmasıdır. Parosprezi (parospresia) olarak da adlandırılır. Anosmia: Herhangi bir kokuyu algılamada yetersizliktir. Öosmia (Euosmia): HoĢa giden güzel koku ya da normal koku algılama. Hiperöosmia (Hypereuosmia): Kötü kokular ile hoĢa giden kokuları ayırmada, güzel kokuları ayırt etme ve sezmede yetersizlik. Kakogusia (Cacogeusia): Kötü bir tat. Disgusia (Dysgeusia): Tadın bozulması. 8. 3. Kötü kokulu nefesin nedenleri (causes of malodorous breath): Mikroorganizmalar: Ağızda üreyebilen bakterilerin belirlenmesi ile ilgili çalıĢmalarında ağızda 300 ün üzerinde bakteri türünün arasından oral malodor ile ilgili olanları da izole edilmiĢtir. Ağızda kötü kokuya bakterilerden bir gurubunun neden olduğu belirlenmiĢtir. ÇeĢitli invitro metotlar kullanarak yapılan çalıĢmalarda tükürükten gelen kötü bozuĢma kokusunun gram-pozitif mikrobial floranın yerine gram-negatif anaerobik floranın baskın olmasıyla arttığı gösterilmiĢtir. Florada meydana gelen bu artıĢla birlikte karbonhidrat tüketiminde artma ve tükürük pH sında yükselme gözlenmiĢtir. Karbonhidratlar boĢaldıkça gram-pozitif asidojenik flora suprese olmakta ve gram-negatif mikroorganizmalar güçlü protein metabolizmaları nedeniyle floraya egemen olmaktadır. Bu gurup bakteriler oksijensiz ortamda proteinleri oluĢturan amino asitlerin karbon iskeletlerini yıkarak hem yapıtaĢı hem de enerji kaynağı olarak kullanmaktadırlar. Tek tek değerlendirdiğimizde gram-pozitif mikroorganizmaların hiçbiri (n=9) kötü koku oluĢturmazlar. Buna karĢılık gram-negatif mikroorganizmaların tamamı (n=4) (Fusobacterium polymorphum, Veillonella alcalescens, Bacteroides fundiliformis, Klebsiella pneumoniae) çürüme kokusu (putrid odor) oluĢturur. Ayrıca sadece gram-negatif mikroorganizmalar (Veillonella alcalescens, Fusobacterium nucleatum, Bacteroides melanogenicus ve Klebsiella pneumoniae) uçucu kükürt bileĢiklerini (VSC) oluĢtururlar. Uçucu kükürt bileĢiklerin yapılması ortam pH sının yükselmesine ve ortamda çok kötü kokunun ortaya çıkmasına neden olur. Fusobacterium nucleatum gingivitis ve periodontitisle birlikte görülen bir mikroorganizmadır ve en önemli uçucu sülfür bileĢikleri sentezleyicisidir. Klebsiella pneumoniae dıĢında bütün gram-negatif mikroorganizmalar uçucu kükürt bileĢikleri (VSC) oluĢturabilmek için besi yerinde kanın bulunmasını isterler. Kanlı ortam olsa da olmasa da gram-pozitif mikroorganizmaların hiçbiri (n=8) uçucu kükürt bileĢikleri oluĢturmazlar. Anaerobik Ģartlarda uçucu kükürt bileĢikleri oluĢturmak için farklı mikroçevreler oluĢturulması gereklidir. Plak ve besin artıklarının birikimi ve tükürüğün durağanlaĢması diĢ ve doku aralarında çok geniĢ durağan mikro 247 çevrelerin oluĢmasına neden olur. Plak birikimi ve uçucu kükürt bileĢiklerinin yapıldığı en geniĢ durağan bölgeler dilin posterior dorsumu, interdental bölgeler ve supgingival bölgelerdir. Bakteri plağı aerobik grampozitif kolonizasyonla baĢlar ve gram-negatif anaerob yolla büyümeye devam eder. Bakteri plağı olgunlaĢtığında (0.1-0.2 mm kalınlıkta) oksijen düzeyi sıfıra düĢer ve bu azalmıĢ ortamda kötü kokulu kükürt bileĢikleri yapılır. Oksijen yokluğu bakterilerin okside substratlar yapmasına bağlanır. Anaerobik bakteriler kötü kokulu uçucu kükürtlü bileĢikleri tükürükte ve besin artıklarında bulunan kükürt içeren proteinler ve bunların sentezlendiği kükürtlü amino asitlerden yaparlar. Uçucu kükürt bileĢiklerinin çürük koku oluĢumu (putrefactive formation) alkali pH da (pH 7.2) daha fazla olup asit pH da (pH 6.5) inhibe edilir. Ortama glukoz ilavesi uçucu kükürtlü bileĢiklerin oluĢumunu inhibe eder. Bakteriler yapıtaĢı olarak kullandıkları maddeler ile enerji kaynaklarını ağız sıvıları doku artıkları ve besin artıklarından sağlarlar. Bu parçalanma sırasında tüm amino asitlerin yapısında bulunan amino gurubu ile sistein, sistin ve metiyoninin yapısında bulunan kükürt gurupları serbest bırakılır. Bu bileĢiklerden metiyonin bakteriler tarafından ekstrasellular enzimlerle parçalanarak metil merkaptan ve sisteine indirgenir. Bir baĢka reaksiyonla bakterilerin amino asitleri parçalamak amacıyla sentezlediği ve hücre dıĢına bıraktığı sülfidraz enzimi ile sistin amino asidi önce iki molekül sisteine daha ileri aĢamada da yapısındaki tiyo gurupları hidrojen sülfüre (H2S) indirgenir. Bu aktivitenin optimum pH. sının 7.2 olduğu belirlenmiĢtir (Tablo 8. 2). Protezlerde kötü kokuya sebep olan Klebsiella ve Enterobakteriumun invitro deneylerde kadaverin ve uçucu sülfür bileĢikleri yaparak kötü koku yaydığı belirlenmiĢtir. Periodontal hastalıkları olan kiĢilerin ağızlarındaki havada uçucu sülfür bileĢiklerinden metilmerkaptan ve H2S kontrol guruplarına oranla büyük oranda yüksek bulunmuĢtur. Tablo 8. 2 Mikroorganizmaların kullandığı substratlar: Özellikle gram-negatif anaerob bakterilerin substrat olarak kullandıkları moleküllerin baĢında proteinojenik ve nonproteinojenik amino asitler gelmektedir. Proteinojenik amino asitler yüksek canlılarda protein sentezinde kullanılan amino asitlerdir. Bu gurup amino asitler 8 tanesi vücutta sentez edilemeyip besinlerle alınması zorunlu olan (izolösin, lösin, lizin, metiyonin, fenilalanin, treonin, triptofan ve valin) 20 amino asitten oluĢmaktadır. Bunların dıĢında amino asit yapıda olan ancak protein 248 sentezinde kullanılmayan moleküller de bulunmaktadır. Bu bileĢiklere nonproteinojenik amino asitler denir. Arjinin, ornitin, GABA, L-DOPA insanda bulunan bu bileĢiklerden bazılarıdır. Hidroksiprolin ve hidroksilizin gibi bazı amino asit yapıda bileĢikler ise proteinlerin sentez sonrası düzenlenmeleri sırasında ortaya çıkarlar. 8. 4. Kötü kokulu bileĢikler: Kötü kokulu bileĢiklerin baĢında bakterilerin pütrifikasyonu sonucu proteinlerin yıkılması ile ortaya çıkan uçucu kükürtlü bileĢikler (VSCs) gelir. Kadaverin, pütresin, indol ve skatol gibi kükürt içermeyen bileĢikler de ağızda kötü kokuya neden olabilirler. Ancak bu bileĢiklerin etkilerinin oldukça sınırlı olduğu düĢünülmektedir. Uçucu kükürtlü bileĢiklerden hidrojen sülfit, metil merkaptan, dimetil sülfit ve dimetil disülfit ağızda meydana gelen kötü kokunun ortalama % 90 ından sorumludur. Uçucu kükürtlü bileĢiklerin de yaklaĢık % 90 ını hidrojen sülfit ve metil merkaptan oluĢturur. Uçucu kükürtlü bileĢiklerin bakteriler tarafından oluĢturulması için ortamda yeterli kükürt içeren prekürsör moleküller bulunmalıdır. Protein içeren ölü epitelyum doku hücreleri ve lökositler, besin artıkları ölü bakterilerin yapılarında bulunan proteinler yıkılarak substrat olarak kullanılır. Protein yapıyı oluĢturan amino asitlerden yapılarında kükürt içeren sistein ve metiyonin özellikle uçucu kükürtlü bileĢiklerin sentezinde kullanılır. YıkılmıĢ epitelyum hücreleri ve lökositler bakterilerin en önemli protein kaynaklarıdır. Ağızda meydana gelen kötü kokunun Ģiddeti büyük oranda bakteri plağından, substratın varlığından, günün değiĢen saatlerinden, ağız kuruluğundan ve bakterilerin pütrifikasyon yapabilirliğinden de etkilenir. Kükürtlü bileĢikler: Atom numarası 16, atom ağırlığı ise 32.064 olan kükürt -2(sülfit S-2), + 4 (sülfit SO3 -2) ve + 6 (sülfat SO4-2) değerliklerini alabildiğinden farklı bileĢikler oluĢturabilir. Oksijensiz bileĢiklerde kararlı yapıda olup daima -2 değerliklidir. Kükürt hemen hemen bütün elementlerle bileĢik oluĢturabilir. Kükürdün önemli özelliklerinden biri de karbondan sonra kendisi ile bağ oluĢturabilen bir diğer element olmasıdır. Bu özelliği ile kükürt organik bileĢikler içinde zincir yapılarda ve halkalı yapılarda yer alabilmektedir. Ağızda kötü kokuya neden olan kükürtlü bileĢiklerden baĢlıcaları: a) Hidrojen sülfit - H2S b) Metil merkaptan (Metantiyol) - CH3SH c) Alil merkaptan - CH2-CH2-CH2-SH d) Dimetil sülfit - CH3-S-CH3 e) Dimetil disülfit - CH3-S- S-CH3 f) Dimetil trisülfit - CH3-S- S- S-CH3 Merkaptanlar (tiyoller): 249 Merkaptanlar (tiyoller) yapılarında -SH gurubu içeren alifatik ya da aromatik yapıda organik kükürt bileĢikleridir. Uçucu küçük molekül ağırlıklı merkaptanlar düĢük konsantrasyonlarda bile çok kötü kokuludurlar. –SH gurubuna bağlı karbonun sayısı arttıkça molekülün kötü kokusunun Ģiddeti giderek azalmaktadır. 11 karbonlu 1-dodekantiyol ve daha yüksek tiyollerin kokusu yoktur. Ham petrolde, bitki ve hayvan dokularında çokça bulunurlar. Bazı besinlerde diğerlerine oranla daha fazla merkaptan bulunur. Bu besinlerin özellikle piĢirilmeleri sırasında ya da bozulmaya baĢladığında bu bileĢiklerden kaynaklanan kötü kokular açığa çıkmaya baĢlar. Bu besinler bozulmaya baĢladıklarında bakteriler bu besinlerin yapılarında bulunan proteinleri yıkmaya baĢlarlar. Açığa çıkan bileĢiklerin daha ileri yıkılmaları sırasında bu bileĢikler serbest kalarak kötü kokuya neden olurlar. Bütün yaĢayan sistemlerde tiyoller doğal olarak bulunurlar. Hücrelerde bulunan tiyollerin önemli kısmının kaynağı bir amino asit olan sistein ve bir tripeptit olan glutatyondur (ġekil 7. 4). Metiyoninin de kükürtlü kötü kokulu bileĢiklerin oluĢumuna katkısı vardır. Oda ısısında kötü kokulu birer gaz olan metan tiyol ve etan tiyolün dıĢında kalan diğer tiyoller sıvıdır. Karbon sayısı 1 ile 6 arasında olan tiyoller ve benzen tiyol diğer tiyollere oranla çok düĢük konsantrasyonlarda bile çok çirkin kokulu bileĢiklerdir. ġekil 7. 4 Metil merkaptan(CH3SH) kötü ağız kokusu ile birlikte en yaygın olarak bulunan bileĢiklerden biridir. Ancak dimetil sülfit (CH3 - S - CH3) gibi diğer uçucu kükürt bileĢikleri de kötü ağız kokusuna neden olan bileĢikler arasındadır. Kötü ağız kokusunun (oral malodor) Ģiddeti periodontal hastalıkların ortaya çıkması ile yaklaĢık sekiz kat artar. Pis kokunun artmasının nedeni uçucu kükürt bileĢiklerinin ve merkaptan / hidrojen sülfür oranının artmasıdır. Ketobütirik asit esansiyel kükürt içeren sistein ve metiyonin amino asitlerinin bir ürünüdür ve metil merkaptan ile birlikte açığa çıkar. L-sistein desülfidraz ve l-metiyonin gama liyaz gibi enzimler sistein sistin ve metiyonin gibi amino asitleri parçalayarak metil merkaptan ve ketobütirik asit sentezlenmesine neden olurlar. Hidrojen sülfür (H2S) en çok bulunan kükürtlü bileĢiklerden biridir. H2S kükürtlü hidrojen olarak da bilinen renksiz çürük yumurtaya karakteristik kokusunu veren kötü kokulu bir uçucu kükürt bileĢiğidir. Yumurtanın bozulması sırasında sistein amino asidinden açığa çıkar. 250 Organik bileĢiklerin kokuĢması ile doğal olarak sentezlenir. Ayrıca bazı kaplıca suları ve maden suları ile volkan gazlarında bulunur. Petrolden kükürdün uzaklaĢtırılması sırasında bol miktarda H2S elde edilir. Metil merkaptan (Metantiyol- CH3SH) renksiz bir gazdır. Bitki ve hayvan dokularının yapısında bulunur. Soğanın yapısında bulunur ve kesilmesi sırasında açığa çıkan kokuya neden olan metil merkaptandır. Bitki ve hayvan dokularının bozulması sırasında yapılarında bulunan metiyonin özellikle metil merkaptan kaynağıdır. Bütantiyol (bütil merkaptan) kokarcanın salgısına kokusunu veren bileĢiktir. Özellikle kükürtlü besinleri içeren diyet sonrası sessiz olarak çıkarılan gazın kötü kokusu da bütentiyolden kaynaklanmaktadır. T-bütil merkaptan gaz kaçaklarının anlaĢılması ve önlem alınması için kokusuz olan doğal gaza karıĢtırılır. Diğer kokulu bileĢiklerle birlikte sarımsağın yapısında ve terli çorap kokusunda da bulunur. Dimetil sülfit (metil tiyometan) [(CH3 )2S2] vücutta sentezlenen organik kükürtlü bileĢiklerden biridir. Karakteristik özel hoĢ olmayan kokulu suda çözünmeyen bir bileĢiktir. Brüksel lahanası, lahana, karnabahar, kakao, fındık, soğan ve sarımsakta bulunur. Lahana, pancar ve deniz ürünlerinin piĢirilmeleri sırasında açığa çıkar. Bakterilerle Malt yapımı ve mayalanma sırasında beliren koku da aynı bileĢikten kaynaklanır. Konyak, viski, Ģarap ve bira yapımında özgün tatlandırıcı olarak kullanılır.Bitki ve hayvanların yapısında bulunan metiyonin ve dimetil sülfonioprpopiyonatın yıkılması sırasında da açığa çıktığı belirlenmiĢtir. Fenil bileĢikleri: Fenil bileĢikleri benzen (C6H6) türevi moleküllerdir. Elektriksel özellikleri açısından fenil gurupları ile vinil gurupları birbirine benzer. Fenil gurupları hidrofobiktir. Oksidasyon ve redüksiyona dirençlidir. Çok kararlı yapıya sahip bileĢiklerdir. Pek çok organik ve doğal molekülün yapısında fenil gurubu bulunur. Canlılarda yapısında bulunduğu en yaygın moleküller triptofan, fenil alanin ve tirozin amino asitleridir. Ayrıca fenil gurubu bir baĢka bileĢik de piridindir. Ağız kokusunda etkili olan fenil gurubu bileĢikler (ġekil 8. 5): a) Ġndol b) Skatol c) Piridindir. 251 ġekil 8. 5 Ġndol ve skatol (3-metilindol) aromatik heterosiklik organik bir bileĢiktir. Her ikisi de sp2 tip hibritleĢmiĢ karbonlardan oluĢan biri 6 diğeri 4 karbon 1 azot içeren çift halkalı bir yapıya sahiptir. 6 karbonlu benzen halkası ve ona bitiĢik 4 karbon ve 1 azottan oluĢan pirol halkasından oluĢur. Ġndol oda ısısında katıdır. Skatol aynı aileden kısmen toksik beyaz kristal yapıda bil bileĢiktir. Her iki bileĢik de dıĢkıya özgün kokusunu veren moleküllerdir. Barsaklarda bakteriler tarafından triptofan amino asitinin halkalı yapısının dıĢında kalan bölümünün yıkılması ile ortaya çıkar. Ġki bileĢik arasındaki tek fark skatolün yapısında fazladan bir metil gurubunun bulunmasıdır. Ağızda ve dokularda da gene triptofanın bakteriler tarafından parçalanmasıyla meydana gelir ve ağız kokusuna neden olur. Aynı zamanda indol yasemin, portakal çiçeği, hünnap (Ziziphus mauritiana) ve fındığın özgün kokusunu meyadan getiren bileĢenler içinde de bulunur. Maden kömürü ve katranın özgün kokusu da indol ve skatoldan kaynaklanır. Piridin kimyasal formülü C5H5N olan bazik heterosiklik azot içeren aromatik bir moleküldür. Niasin (B3) ve piridoksal (B6) vitaminlerinin temel bileĢenidir. Renksiz bir sıvıdır. Kendine özgü keskin irritan ekĢi kokulu bir bileĢiktir. Nitrojen içeren bileĢikler: Vücutta bulunan amino asitlerin yapısında bulunan azotun önemli kısmı karaciğerde üre sentezi ve böbreklerden atılması ile elimine edilir. Büyük kısmı amino asitlerden açığa çıkan amonyak çok toksik bir bileĢiktir. Serbest amonyak pH. 10.0 - 11.0 arasında değiĢen güçlü alkali bir bileĢiktir. Süratle su ile reaksiyona girerek amonyum iyonuna dönüĢür ve ortam pH sının alkali olmasına neden olur: NH3 + H2O → NH4 (OH) → NH+4 + OHBu nedenle amonyak periferden karaciğere glutamik asit, glutamin ya da alanin gibi aracı amino asitler ya da türevlerince taĢınır ve burada organizma için zararlı olmayan üreye dönüĢtürülerek atılır. Üre (Urea): Karaciğerde sentezlenen üre nontoksik bir bileĢiktir. Ancak bakterilerin pek çoğu üreaz enzimine sahiptir. Sentezledikleri bu ekstrasellular enzim bakterilerin üredikleri bölgelerde karbondioksit ve amonyağın açığa çıkmasına neden olur. Karaciğerde sentezlenmesi sonrasında atılmak üzere önce parankima hücrelerinden ekstrasellular sıvıya verildiğinden bütün vücut 252 sıvılarında üre bulunur. Bu nedenle baĢta karaciğer olmak üzere böbrekler, gastrik mukoza ve diğer organlar ile ağızda da salgılanan tükürük sıvıları üre içerirler. Bütün vücut ekstrasellular sıvılarında bulunan ürenin ortamda üreyen bakteriler tarafından sentezleyip ortama bıraktıkları üreaz enzimleri ile parçalanmaları sonucu amonyak açığa çıkar. Amonyak (Ammonia): BaĢta üre olmak üzere çeĢitli azotlu bileĢiklerin katabolizmaları sırasında açığa çıkan toksik bir bileĢiktir. Bu bileĢikler arasında pürin ve primidin nükleotitler ve amino asitler sayılabilir. Amonyak çok güçlü renksiz bir gazdır. Suda çözündüğünde amonyum iyonu halinde bulunur ve sıvı amonyak adını alır. Fazla koklandığında solunum yollarını tahrip eden koroziv bir bileĢik olup kendine özgü keskin kötü bir kokusu vardır. Poliaminler (Polyamines): Poliaminler molekül yapısında 2 ya da daha fazla amino gurubu (-NH2) içeren organik bileĢiklerdir. Bu gurup bileĢikler kimya sanayinde pek çok bileĢiğin sentezinde kullanılırlar. Etilen daimin (H2N-CH2-CH2-NH2), 1,3diaminopropan [H2N-(CH2)3-NH2] ve hekzametilen daimin (H2N-(CH2)6NH2) bu gurup bileĢiklerdendir. Poliaminlerden spermin H2N-[(CH2)4-NH]3-H ve spermidin H2N-[(CH2)4-NH-]2-H gibi biyojen aminlerin nükleik asitlerin regülasyonu ve protein sentezi ve bir olasılıkla da membranların stabilizasyonunda önemli olduğuna değinilmektedir. ÇeĢitli amino asitlerin bakteriler ya da mantarlar tarafından yıkılması sırasında açığa çıkan kötü kokulu bileĢikler kadaverin H2N-CH2)5-NH2ve pütresin H2N-(CH2)4-NH2 de bu gurup bileĢiklerdendir. Kadaverin (Cadaverine) ve pütresin (Putrescine): Kadaverin (cadaverine) ve pütresin (putrescine) özgün kokulu amin bileĢiklerine örnek bileĢiktir (ġekil 8. 6). Kadaverin formülü NH2(CH2)5NH2 olan toksik bir daimindir. Pütresin de kadaverine benzer yapıda (NH2(CH2)4NH2 ) bir bileĢiktir. Kadaverine bu ad bozulmakta olan cesetten geldiği için verilmiĢtir. Bu koku özel köpeklerin ceset araĢtırmaları sırasında kullanılan kokudur. ġekil 8. 6 Kadaverin ve pütresin insanda bulunan temel bazik amino asitlerden lizin ve argininin dekarboksilasyonları ile meydana gelen bileĢiklerdir (ġekil 8. 7). Her iki bileĢik de yaĢayan ya da ölü organizmaların kokuĢmaları sırasında ortaya çıkan ve özgün kötü kokuya sebep olan bileĢiklerdir. Pütresin aynı zamanda nonproteinojenik amino asitler ornitin ve sitrulinin 253 yıkılmaları sırasında da açığa çıkar. Her iki amino asit de karaciğerde üre sentezi sırasında ara bileĢik olarak ortaya çıkan ve çok az miktarlarda bulunan amino asitlerdir. ġekil 8. 7 Trimetilamin (trimethylamine): Kolin bir nörotransmitter olan asetilkolinin yapısal bileĢenidir (ġekil 8. 8). Ayrıca hücre zarı fosfolipitlerinden asetilkolinin yapısında da bulunur. Yağ ve kolesterol metabolizmasında da gereklidir. Yumurtada, soya yağında, buğdayda ve baĢta turna olmak üzere balıklarda bulunan bir bileĢiktir. Ġnce barsaklarda kolinin bakteriler tarafından metabolize edilmesi ile (CH3)3N formüllü trimetilamin (TMA) açığa çıkar. Trimetilamin kısa zincirli tersiyer alifatik bir amindir. Trimetilamin çok özgün bozuk balık kokusunu veren bileĢiktir. Trimetilaminin oksidasyonu sonucu açığa çıkan trimetilaminoksit idrarla atılan renksiz ve kokusuz bir bileĢiktir. Çok nadir olarak bazı kiĢiler trimatilamini trimetilaminokside metabolize edemezler. Bu bireylerde trimetilamin birikmesi sonucu vücutlarında, terlerinde ve idrarlarında bozuk balık kokusu ortaya çıkmaya baĢlar. Bu metabolik bozukluk trimetiaminüri ya da balık kokusu sendromu olarak tanımlanır. Trimetiaminürili hastalar dysgeusia (distortion or impairment of the sense of taste-tat alma duyusunda bozulma ya da sapma) ve dysosmia (distortion or impairment of the sense of smell- koku alma duyusunda bozulma ya da sapma) kimyasal hassasiyetlerine sahiptirler. Tanı koymada kullanılan TMA testi kolin yüklenmesini takiben yapılır ve trimetiaminüri (TMAU) aranır. Trimetiaminürili hastalar bütünüyle tedavi edilemezler ancak kolinden oldukça fakir diyet ve ağız hijyenlerine dikkat ederek bir ölçüde kokuyu azaltabilirler. ġekil 8. 8 254 Yağ asitleri: Kısa zincirli yağ asitleri (Short-chain fatty acids): Yağ asitleri yapısında doymuĢ ya da doymamıĢ karbon gurupları içeren ve bir karboksil gurubu içeren organik bileĢiklerdir. Bu bileĢiklerin gliserolün (trihidroksialkol- C3H8O3) alkol gurupları ile yağ asitlerinin karboksil guruplarının ester bağlarıyla bağlanmaları sonucu yağlar (triaçilgliserol) meydana gelir (ġekil 8. 9). 6 karbona (bazı araĢtırıcılarca 8 karbona) kadar olan organik asitler kısa zincirli yağ asitleri olarak kabul edilirler. Bu gurup yağ asitleri suda çözünen bileĢiklerdir. Bunun yanı sıra sindirim kanalından doğrudan ve kolayca absorbe olurlar. Metabolizmaları yağlardan daha çok karbonhidratlara benzeyen bileĢiklerdir. ġekil 8. 9 6 karbondan (ya da 8 karbondan) 10 ya da 12 karbona kadar olan yağ asitlerine orta zincirli yağ asitleri adı verilir. Karbon sayısı daha fazla olan bileĢikler de uzun zincirli yağ asitleri gurubunu oluĢturur. ġekil 8. 10 Kısa zincirli yağ asitlerinden özellikle bütirik asit, propiyonik asit ve valerik asit bakteri metabolizmaları sırasında da sentezlenebilen bileĢiklerdir (ġekil 8. 10). Bu nedenle deride ağızda ve gastrointestinal sistemde de bulunmakta ve buralardan serbest kalabilmektedir (ġekil 8. 11). Sütte kısa zincirli yağ asitleri yağların yapısında önemli miktarlarda bulunmaktadır. Mikropların sentezledikleri lipaz enzimlerinin trigliseritleri parçalamasıyla bu kıs zincirli yağ asitleri açığa çıkarlar. Açığa çıkan yağ asitlerinden biri 255 bütirik asittir. Bu bileĢik kokmuĢ yağ ya da bozuk tereyağı kokusunun çıkmasına neden olur. ġekil 8. 11 Asetik asit: Asetik asit (CH3COOH) sirke asiti olarak da bilinen ve sirkeye özgün tadı ve keskin kokusunu veren bileĢiktir. Suda kısmen disosiye olabilen zayıf asit karakterli bir bileĢiktir. Saf, susuz asetik asit (glasial asetik asit) sıvı renksiz higroskopik bir bileĢiktir. 16.50C de donarak kristaller halinde katılaĢır. Konsantre hali ile asetik asit koroziv bir bileĢiktir. Propionik asit: Propanoik asit olarak da bilinen propiyonik asit (CH3CH2COOH) doğada değiĢik bitki ve hayvanlarda bulunabilen keskin kokulu berrak bir sıvıdır. Terde bulunan ve tere kokusunu veren bileĢik olduğu belirlenmiĢtir. Adolesanların salgı bezleri ve eriĢkinlerin yağ bezleri içine yerleĢmiĢ olan propionibakteriaların bazı amino asitleri ve glukozu yıkmaları sonucu meydana gelir (ġekil 8. 12). Propionibacterium adını sentezlediği en önemli bileĢik olan propanoik asitten almıĢtır. Diğer pek çok bakteri türünde bulunmayan transkarboksilaz enzimini sentezleyip kullanarak bu asiti yapabilmektedir. Ġnsanlar ve bazı hayvan türlerinin ter bezleri, kıl diplerindeki, yağ bezleri ve derinin diğer bölgelerine yerleĢen fakültatif anaerob canlılardır. Özellikleri büyük ölçüde asetik asite benzer. Keskin bir koku olduğundan insanlarda hemen fark edilen bir kokudur. ġekil 8. 12 256 Bütirik asit: Bütirik asit (CH3CH2CH2- COOH) doğal besin maddelerinde bulunan yağların içinde en küçük karbon sayısına sahip yağ asitidir. Adı en çok bulunduğu belirlenen tereyağından gelmektedir. Süt içinde bulunan yağlardaki yağ asitlerinin % 2- 4 ünü oluĢturur. Ayrıca permesan peyniri, kusmuk ve özellikle süt ürünlerinin anaerobik fermentasyonu sırasında (kolonda ve vücutta) açığa çıkmaktadır. Süt ya da ürünlerinin içindeki yağlar hidroliz edildiğinde karbonhidratların fermentasyonunun da eĢlik etmesi ile açığa çıkan bozuk kötü koku bu bileĢikten kaynaklanır (ġekil 8. 13). Asidik ekĢi ve keskin bir tadı ve karakteristik kötü kokusu vardır. Bütirik asit histon deasetilaz inhibitörüdür. Bu yağ asiti olağan dıĢı fizyolojik özelliklere sahiptir. Büyümenin durmasına ve çeĢitli hücre türlerinde apoptozise neden olur. Bu özelliği ile ilgili olarak lökemia be çeĢitli tümörlerin tedavisindeki etkisi araĢtırılmaktadır. Aynı zamanda pluripotent stem cell üremesini uyaran bir faktör olduğu belirlenmiĢtir. ġekil 8. 13 Valerik asit: Pentaenoik asit ya da diğer adı ile valerik asit (CH3CH2CH2 CH2COOH) düz zincirli bir yağ asitidir. δ-aminobütirik asit ve δhidroksibütirik asit ile benzer yapıya sahiptir ġekil 8. 14). Diğer düĢük karbon sayılı yağ asitleri gibi bu bileĢik de oldukça kötü kokuludur. Bir yıllık bitkilerden kedi otu (Valeriana officinalis) bitkisi çiçeklerin kokusunu veren bileĢiktir. Adını da bu bileĢikten almıĢtır. Petrolün distilasyonu, yağların oksidasyonu ya da karbonhidratların fermentasyonu sırasında açığa çıkar. Kendisi kötü kokan bu bileĢiğin uçucu esterleri oldukça güzel kokulu bileĢiklerdir ve parfüm ve kozmetik sanayinde kullanılırlar. Etil alkolle yapılan esteri etil valerik asit ve fenol ile yapılan esteri fenil valerik asit besinlere ilave edilen meyva kokulu bileĢiklerden ikisidir. ġekil 8. 14 257 Stafillakokus epidermidisin etkisiyle vücut kokusuna neden olan bir diğer 5 karbonlu bileĢik izovalerik asittir (3-metil bütanoik asit). Bazı özgün, sert ve biraz da itici kokulu peynir türlerinde açığa çıkan kokuyu bu bileĢik verir. Keton cisimleri: Kontrol edilemeyen diyabet hastalarında enerji kaynağı olarak glukoz yerine keton cisimleri kullanılmaya baĢlar. Keton cisimleri karaciğer parankim hücreleri mitokondrilerinde yağların β oksidasyonu ile parçalanmaları ve aminoasitlerin karbon guruplarının yıkılmaları sonucu açığa çıkan Asetil-KoA moleküllerinden elde edilir. Her bir keton cisminin elde edilmesinde 2 molekül asetilkoenzim-A kullanılır. Özellikle diyabetli hastalarda Koenzim-A moleküllerinden sentez edilip kana verilmesi sonucu kanda 4 karbonlu bileĢikler asetoasetik asit ve bu molekülün bir ileri redüksiyonuyla açığa çıkan β-hidroksi bütirik asit görülür (ġekil 8. 15). Asetoasetik asitin kanda kendiliğinden karboksil gurubunu yitirmesi sonucu nefeste kokuya neden olan 3 karbonlu bileĢik aseton açığa çıkar. AĢırı egzersizler ve uzun süreli açlıklar sırasında nefeste aynı koku gözlenebilir. Çok düĢük kalorili diyet uygulayan kiĢilerde de aynı nefes kokusu vardır. Aseton ağızda meyva kokusuna benzer bir koku ile beliren ve giderilmesi gereken bir kötü kokulu nefes problemine neden olan bir bileĢiktir. ġekil 8. 15 Alkol: Etil alkol ya da tahıl alkolü Ģekerin fermentasyonu ile meydana gelen insanların bildiği en eski bileĢliklerden biridir. Ġçkilerdeki özgün koku ve diğer kozmetiklerdeki parfüm benzeri koku etil alkolden kaynaklanmaktadır. Bir baĢka bileĢik metil alkolün kokusu etil alkole oranla daha hafif ve daha tatlı bir kokudur. Ġnsan vücudunda çeĢitli organlarda alkol sentezlenmektedir. Bakteriler tarafından ağızda ve ince barsaklarda fermentasyonla alkol sentezlenmektedir. Alkol sentezi bütünüyle alınan besinlere bağlıdır. Ġnsanlar için etil alkol ve özellikle metil alkol toksik ve organizmaya zarar veren maddelerdir. Etil alkol karaciğerde alkol dehidrogenaz enzimi ile okside edilerek asetaldehite çevrilir. Metil alkolün oksidasyonu ile açığa çıkan bileĢik ise çok daha toksik etkili bir fiksatif olan formaldehittir (formol) (ġekil 8. 16). Etil alkol metil alkol ve bunların 258 ġekil 8. 16 oksidasyonları ile açığa çıkan asetaldehit ve formaldehit bileĢiklerinin hepsi erime noktaları çok düĢük uçucu bileĢiklerdir. Bu nedenle akciğerlerden gelen nefeste alkol kokusu ortaya çıkar. Alkolün bir kısmı da idrar yolu ile böbreklerden atılır. Bu gurup bileĢiklerden biri de 1-proproksi-2-propanoldür (1-propoxy2-propanol, C6-H14-O2) (ġekil 8. 17). Diğer kokulu bileĢiklere oranla kokusu daha hafif ve yumuĢak etere benzer kokulu bir sıvıdır. Bakterilerin çeĢitli hidrokarbonlarının bozmaları sırasında ortaya çıkabileceği belirlenmiĢtir. BuharlaĢması halinde irritasyona ve santral sinir sisteminde depresyona neden olan bir bileĢiktir. Deriyle fazla teması yanıklara neden olmaktadır. ġekil 8. 17 Alkali özellik gösteren bazı bileĢikler de özgün kokuya sahip olup ağızda bakterilerin yıkımı ile karbonhidrat ve yağlardan açığa çıkabilmektedir. Bunlardan bir tanesi 2-metil propandır (2-methylpropane) (ġekil 8. 18). Ġzobütan olarak da bilinen bileĢik tersiyer karbon gurubu bulunduran bir bileĢiktir. Kloroflorokarbon gazlarının ozon tabakasına verdiği endiĢe nedeniyle soğutucularda kullanılmak için denenmeye baĢlanan bir gazdır. ġekil 8. 18 Ġzobütan basınçla sıvılaĢtırılabilen renksiz bir gazdır. Saf hali ile hafif petrol kokulu bir bileĢiktir. Solunması halinde santral sinir sistemine ve solunum sistemine etki edebilen irritan bir moleküldür. 8. 5. Gaz oluĢturma mekanizması ve uçuculuğu kontrol eden faktörler: Gaz yapımı: Derinin üst tabakası keratin adı verilen ve yapısında H2S prekürsörü olan sisteince zengin proteinle kaplıdır. Deri ve saçların yüksek ısı ile okside edilmesi sırasında açığa çıkan kötü kokulu gazlar aynı yapıların anaerobik koĢullarda bakteriler tarafından okside edilmeleri sırasında da çıkmaktadır. 259 Bu bileĢiklerin önemli kısmı da kükürt dioksit (SO2), kükürt trioksit (SO3) gibi uçucu kükürt bileĢiklerdir. Bu yol bakteriler tarafından üreme olanağı bulduğu dokularda da meydana getirilmekte ve sistein ve metiyonin amino asitlerini doğal olarak içeren proteinlerin parçalanmaları sonucu ortaya kötü koku çıkmaktadır. Uçucu kükürt bileĢikleri beraberinde ağızda metalik bir tat da bırakmaktadır. H2S ve CH3S gibi kötü kokulu bileĢiklerin yanı sıra hücrelerin yapısında bulunan baĢka organik bileĢiklerin de bakteriler tarafından yıkılmaları sonucu farklı kokuda uçucu bileĢikler sentezlenmektedir. Ağızda meydana gelen koku bu bileĢiklerin yapısına ve çeĢidine bağlıdır. Ġnsanlarda mukokutanöz (mucocutaneous) yüzeyler aerobik ve anaerobik bakterilerden oluĢan çok geniĢ bir florayı barındırabilirler. Farklı anatomik bölgelerde bu mikrobial floranın kompozisyonu, çeĢitliliği ve konsantrasyonu değiĢebilir. DiĢ yüzeyleri tükürük, mide ve ince barsaklar gibi bölgelerde aerob ve anaerob bakteri oranı genellikle 1/1 dir. Midede düĢük pH nın asit etkisi nedeniyle bakteri sayısı (104 organizma/gr) ağıza oranla (109 organizma/gr) daha düĢüktür. Ġnce barsaklarda da ortalama ağızdaki kadar bakteri bulunur. DiĢeti oluğu ve kalın barsaklarda bakteri sayısı çok daha fazla olup 1011- 1012 organizma/ gr. civarındadır. Gene bu bölgede anaerob/ aerob oranı çok farklı ve abartılı olup 1.000/ 1 dir. DiĢeti oluğu ve kalın barsaklarda yaĢayan bakterilerin % 99 u oksijene ihtiyaç duymadan yaĢamını sürdüren bakterilerden oluĢmuĢtur. Bakterilerin ince barsakta uzun süre kalabilmeleri de önemli bir faktördür. Bakterilerin ortamda kalma oranlarının artmasının üremelerinin artmasına, koloni sayılarının artıĢı ile birlikte de infeksiyon oluĢturmalarının % 18 oranında arttığı belirlenmiĢtir. Periodontal hastalıklarda derin diĢeti ceplerinde de benzer tablo ile karĢı karĢıya kalmaktayız. Her iki ortamda da CH 3SH açığa çıktığından bu gazı içeren ağız ile barsak gazı benzer Ģekilde kokmaktadır. Ağızda ve kalın barsaklarda üreyen bakteri türlerinin farklı olduğu çok açıktır. Ancak bakteri türleri farklı olsa bile kullandıkları organik moleküller ve açığa çıkan uçucu artık bileĢikler benzerdir. Çözünürlük ve gaz oluĢumu (uçuculuk): Çözünürlük çözünebilen maddenin çözücü içinde dağılabilme oranıdır. Çözünen bileĢiğin çözücü içinde her tarafta aynı konsantrasyonda olmasıyla meydana gelen homojen karıĢıma çözelti adı verilir. Çözücü ve çözünen maddelerin polariteleri bu oranı büyük ölçüde etkileyen en önemli faktördür. Polar moleküllerin çok iyi çözünebilmeleri için çözücülerin de polar moleküller olmaları gerekir. Aldehit gurupları nedeniyle polar bir molekül olan glukoz molekülleri nonpolar eterde çözünmez iken suda kolayca çözünerek çözelti oluĢtururlar. Ağızda kötü kokuya neden olan kimyasal bileĢiklerin hemen hemen tamamı suda çözünebilen polar bileĢiklerdir. Bu nedenle H2S ve NH3 yapısının büyük kısmı su olan tükürük içinde kolayca çözünür. Uçuculuk ayrıca molekülün çözelti içindeki sıvı fazda kalabilme oranına da bağlıdır. Çözünen molekülün çözücü içinde kalma oranını arttıran 260 faktörlerin baĢında molekül büyüklüğü ve ortam ısısı gelmektedir. Ortam ısısı artıp basınç azaldıkça küçük molekül ağırlıklı moleküllerin çözücü içinde kalma oranları da azalır. Çözünürlük ve uçuculuk kendiliğinden meydana gelen ve karĢılıklı dengelenen bir olgudur. BileĢiklerin ağız kokusuna katkıları sadece konsantrasyonları ile ilgili değildir. Aynı zamanda buharlaĢma gücü, koku Ģiddeti ve eĢik değerine bağlıdır. Cevap eğiliminin artıĢına neden olan koku gücü, organoleptik skorda bir ünit artıĢa neden olan kokunun konsantrasyonudur. Her ne kadar diğer basılmıĢ kaynaklarda baĢlangıç değerleri farklı ise de oral malodora sebep olan kötü kokulu bileĢikler için benzer yüksek değerler verilmiĢtir. Greenman ve arkadaĢları baĢlangıç konsantrasyonlarını mol/dm3 olarak Ģu Ģekilde belirlemiĢlerdir: Skatol (7.2 x 10-13) < metilmerkaptan < trimetilamin < izovalerik asit < bütirik asit < hidrojen sülfit < pütresin < dimetilsülfit (5.9 x 10-8). Bu sıralamaya göre en düĢük konsantrasyonu ile etkili olan bileĢik dıĢkıda da bulunan skatol ve onu takip eden gene kötü kokulu bir bileĢik olan metil merkaptandır. Test edilen bileĢikler içinde en az etkili olanı dimetil sülfittir. Ancak aminler, yağ asitleri ve fenil bileĢikleri ile karĢılaĢtırıldığında uçucu kükürtlü bileĢikler hidrojen sülfit metil merkaptan ve dimetil sülfit daha uçucu bileĢiklerdir. Aynı zamanda bu kükürtlü bileĢikler daha yüksek koku gücüne sahiptir. Yukarıda test edilen kokulu bileĢiklere oranla hidrojen sülfit çok yüksek koku etkisine sahip bir bileĢiktir. Diğer yandan yağ asitleri ve aminler çok düĢük eĢik değeri, uçuculuk ve koku gücüne sahiptir. Tüm değerlendirmelerin ötesinde hidrojen sülfür baĢta olmak üzere uçucu kükürt bileĢikleri kötü ağız kokusunun oluĢumunda önemli bir paya sahiptir. 8. 6. Nefesin kokmasında tükürüğün rolü: Tükürük insan vücudunda metabolik fonksiyonları olan bir sıvıdır. Bazı farklılıklar olsa da sağlıklı bir eriĢkinde baĢta üç gurup majör salgı bezleri olmak üzere ağızda günde ortalama 800 ml. civarında tükürük yapılmaktadır. Ġlk salgılandığında tükürüğün pH sı hafif asittir. Özellikle submandibular ve sublingual bezlerden salgılanan tükürüğün içeriği müsin adı verilen mukopolisakkaritlerce zengindir. Bu moleküller önce ağızda bulunan canlı epitelyum dokunun yüzeyinde fizyolojik bir ortamın oluĢmasını ve bu hücrelerin canlı kalarak fonksiyon görmelerini sağlar. Ayrıca ağıza alınan katı, sıcak ya da zararlı bileĢiklerin doğrudan ağız içindeki canlı dokulara zarar vermesini önler. Mukopolisakkaritler ağızda lubrikasyonu sağlayan baĢlıca bileĢiklerdir. Tükürükte baĢta sodyum, potasyum, kalsiyum fosfat, magnezyum klor ve bikarbonat olmak üzere çok sayıda elektrolit bulunur. Fosfatlarla birlikte bikarbonat ve anyonların oluĢturduğu tamponlar çürüğe neden olan bakterilerin salgıladıkları asitlerin etkisini nötralize etmeye çalıĢırlar. 261 Tükürük aynı zamanda amilaz, lizozim ve süperoksit dismutaz gibi enzimleri de içerir. Aynı zamanda yapısında hidrojen peroksit, immunoglobulinler, gibi antimikrobiyal etkili bileĢikler ve albumin ve amino asitler bulunmaktadır. Ağızda kokuya neden olan uçucu bileĢikler tükürüğün sıvı fazında da bulunurlar. Bu bileĢikler soluk alıp verme sırasında buradan da serbest kalırlar. Biyolojik olarak önemli olan gazlardan bazıları nonpolardırlar ve suda çok zor çözünürler. Oksijen ve karbondioksit nonpolar bileĢiklerdir ve kanda çok zor çözünürler. Bu nedenle oksijen insan vücudunda özel bir taĢıyıcı olan hemoglobin ile dokulara taĢınır. Diğer yandan kötü kokulu uçucu bileĢikler H2S ve NH3 polar moleküllerdir. Bu gazlar tükürükte çok kolayca çözünürler ve bu yüzden tükürük tarafından buharlaĢması sınırlanır ve etkisi azaltılır. Tükürük bozulmuĢ bakteriler, uçucu kötü kokulu bileĢikler, besin artıkları ve yapısal moleküller içerirler. DiĢ ve yumuĢak doku üzerinde bakteri plağı da bulunduğunda tükürükte kokulu uçucu bileĢikler de görülmeye baĢlar. Uçucu kokulu bileĢikler önce ortaya çıktıkları tükürük içine dağılırlar ya da tükürük içinde erirler. Tükürük bu bileĢiklerin tutulması için belirli ölçüde bir denge unsurudur. Ancak ağızda hava sürekli olarak değiĢtiğinden tutulma oldukça sınırlıdır. Sürekli olarak ıslak olan ve ağzın her tarafına ulaĢabildiğinden dil devamlı olarak bakterileri toplayabilir ve üzerinde barındırabilir. Ortamdan uzaklaĢtırılamayan bakteriler kötü kokulu moleküllerin oluĢumuna neden olabilirler. Nefeste koku oluĢumunu düzenleyen koĢullar: Belirli mikroorganizma türlerinin ve substratların varlığı, tükürük, mikroorganizmaların oksidasyon redüksiyon potansiyelleri ve ortam pH sı ağızda kötü kokulu bileĢik oluĢumunu ve kokunun Ģiddetini belirlerler. YumuĢak doku ve diĢ yüzeylerinde uygun hacımda ve konsantrasyonda suda çözünür gerekli bileĢiklerin varlığı uçucu bileĢiklerin oluĢumları ve konsantrasyonlarının artıĢında önemli rol oynarlar. Tükürük hacminde artıĢ uçucu bileĢiklerin hacimlerinde de artıĢa neden olur. pH malodorun oluĢumunda önemli bir faktördür. Oral kavite içinde lokal pH değiĢimleri ağız içindeki plak bakterilerinin metabolizmaları ile belirlenir. Bakterilerin çoğu nötral ya da hafif asit ortamda ürerler. Bu bakterilerin pH 6.5 altında üremeleri durur ve pH 7.2 civarında üreme için optimum koĢullar sağlanmıĢ olur. Bakterilerin büyük kısmı pH 4.6 nın altında üremezler. Proteinlerin kokuĢması pH 6.5 altında ve glukoz varlığında inhibe edilir. Gram negatif anaerobik mikroorganizmalarla nötral ve alkali ortamlar oluĢturularak yapılan diğer çalıĢmalarda benzer sonuçlar elde edilmiĢtir. Alkali pH üremelerini kolaylaĢtırmıĢ, asit pH üremeyi zorlaĢtırmıĢtır. Ġnvitro çalıĢmalarla gram pozitif mikroorganizmaların üreme sırasında pH değiĢiklikleri göstermedikleri, buna karĢılık gram negatif 262 mikroorganizmaların ve özellikle Klebsiella pneumonianın alkali pH ya değiĢim gösterdikleri belirlenmiĢtir. Substratlar diğer faktörlerdir. Glukozun varlığı ve anaerob Ģartlarda yıkımı pH nın asit yönde değiĢimine neden olurken glutamin ve serin gibi nötral amino asitler değiĢimin daha yavaĢ olmasını sağlarlar. Açığa çıkan azotlu bileĢikler ise ortam pH sının yükselmesine neden olurlar. Çürüme aktivitesi ve uçucu kükürtlü bileĢiklerin oluĢumu 0.02 M glukoz ile inhibe edilebilmektedir. Tükürük ve diĢeti oluğu sıvısı herhangi bir inflamasyonun varlığında belirlenen ürenin kaynağıdır. Karaciğerde sentezlenen ve kana atılmak üzere verilen ve bu arada bütün vücut ekstrasellular sıvılarına dağılan üre tükürük mikroorganizmaları tarafından salgıladıkları üreaz enzimi ile oluĢturulan amonyağın en önemli kaynağıdır. 8. 7. Aığz kokusunun yapımı ve kaynağı: Tablo 8. 3 ağızda meydana gelen kötü kokunun nedenlerini gösteren çok geniĢ bir tablo verilmiĢtir. Bu tabloya düĢünsel halitozis de ilave edilmiĢtir. Tabloda görüldüğü gibi çok çeĢitli hastalıklarda çok farklı ağız kokuları ile karĢılaĢılmaktadır. Kötü kokunun kaynakları ile ilgili olarak yapılan sıralamada öncelikle ağız içi gelmektedir. Tablo 8. 3 263 Ağız içi kaynağı (intraoral kaynak): Biyofilm ve plak: YumuĢak ve sert doku üzerinde bulunan bakteri plağı ve biyofim tabakası ağızda kötü kokunun oluĢması için çok geniĢ bir kaynaktır. Ağızda fazlaca kalan ve biriken bakteri plağı çok fazla aerob ve anaerob bakterinin birikmesine neden olur. DiĢ fırçalama alıĢkanlığı olmayan çocuklarda görülen ağız kokusunun nedeni budur. Kötü kokunun oluĢmasında dil ve üzerindeki biyofilm tabakasının da önemli rolü vardır. Ağızda çok daha az bakteri plağının birikmesine karĢın dil kaynaklı kötü kokunun daha fazla olabileceği gözlenmiĢtir. Protezler ağızda kötü kokunun kaynağı olabilirler. DiĢsiz ağızlarda ve protezli ağızlarda yapılan değiĢik çalıĢmalarda oldukça farklı sonuçlar elde edilmiĢtir. DiĢli ağızlar, protezli ağızlar ve diĢsiz ağızlarda bakteri kompozisyonları ile ilgili çalıĢmalarda açık bir bilgiye ulaĢılamamıĢtır. Yapılan bir çalıĢmada bütünüyle diĢsiz ağızlarda Streptokokkus mutansların bulunduğu belirlenmiĢtir. Protez yapıldığında S. mutansların üremeye devam ettikleri ancak Aktionomiset komitansların ve P. Gingivalisin diĢ kayıpları ile birlikte ortamdan elimine edildikleri görülmüĢtür. Gene önceki çalıĢmalar protezlerdeki plak oluĢumunun diĢsiz bireylerdekine benzer Ģekilde geliĢtiğini göstermiĢtir. Düzensiz ve pörözlü yüzeylerden uzaklaĢtırılamamaları nedeniyle bakteri plağı kapladığı yüzeylerde kolayca kalabilmektedir. Ġki sayısı aĢağıdaki eĢitliklerde genel kuraldır: 2 saniye, 2 dakika, 2 saat, 2 gün ve 2 hafta. Bu diziyi açıklarsak: ağza besin alındıktan 2 saniye sonra yeniden pellikl oluĢur. Bakteri içeren makromoleküller van Der Vaals çekim güçleri, hidrojen bağları ve elekrostatik çekim güçleri ile yüzeye yapıĢırlar. Negatif Ģarjlı hidroksiapatit yüzeyleri ile tükürükte, klavikular sıvıda ve besin artıkları içinde bulunan pozitif Ģarjlı moleküller arasında dinamik bir denge bulunmaktadır. 2 dakika içinde öncü mikroorganizma Streptokokkus sanguis bulunduğu ortama yapıĢır. 2 saat içinde biyofilm tabakası oluĢmaya baĢlar. Mikroorganizmalar sert ve yumuĢak doku üzerine kolonize olurlar ya da protezler üzerinde kolayca çıkarılabilen film tabakaları halinde fiske olurlar. 2 gün içinde sert ve yumuĢak doku ile protez üzerindeki yapıdan uzaklaĢtırılmadığı taktirde matur plak oluĢur ve kalkulus baĢlangıcı görülmeye baĢlar. Bakteri florası öncelikle aerob gram pozitif streptokoklardan oluĢur. 7 gün sonra Streptokokkus sanguis ve mutans ortamda bulunan mikroorganizmaların baĢında gelir. Ancak sürekli olarak yapının büyüdüğü ve bakteri açısından çeĢitlendiği görülür. 2 hafta civarında aerobik ortam (örneğin gram pozitif laktobasillus ya da gram-negatif Aktinobasillus, Aktinomisetemcomitans gibi) oksijen yokluğu nedeniyle anaerobik rotların ve filamentlerin (örneğin gram-pozitif Aktinomiser viskozus ya da gram-negatif Prevotella intermedia ve Porfiromonas gingivalis gibi) ürediği anaerobik ortama döner. 264 Kalsiyum tuzları ve diğer mineraller plak üzerinde birikmeye baĢlar ve sonunda tartar oluĢur. Bu inorganik birikimin kaynağı çeĢitli besin artıkları, hücre döküntüleri, su ve besin maddeleridir. Kalkulus kademeli olarak geliĢir. Kalkulus pörözlü ve kaba bir yüzeye sahiptir. Bu hali ile yeni plak birikimleri için de ortam oluĢtururlar. Konakçıda potansiyel olarak zararlı maddelerin birikimi için ideal bir ortam ortaya çıkmıĢtır. Daha çok bakteri daha çok toksin oluĢturmak demektir. DiĢ yüzeylerinde ve yumuĢak dokularda bu birikimlere izin verildiğinde periodontal hastalıkların oluĢması ve giderek geliĢmesi de kaçınılmazdır. DiĢ yüzeyinde biriken bakterilerin karbonhidrat metabolizmaları sonucu açığa çıkan asitler diĢ yüzeyinde demineralizasyona neden olurlar. Bakteri plağı polisakkaritleri dekstran sentez eden bakterilerden Streptokokkus mutansların sukrozu metabolize edip dekstran sentezleri sırasında fruktozun aynı bakteriler tarafından yıkılmasıyla laktik asit sentezlenir. Bakteri plağı dekstranca zengindir. Dekstran suda çözünmez bir glukoz polimeridir. Bakteri plağının yapıĢtığı ağız ortamının etkisinden korunmasını sağlar. S.mutans tarafından sentezlenen fruktoz polimerleri de benzer fonksiyonlara sahiptir. Derkstranlar ve levanlar sulu ortamda oldukça gevĢek bir jel oluĢtururlar. Su, mikroorganizmalar, besinler ve dekstranlar ya da levanlar yeterince temiz olmayan diĢ yüzeyinde bakteri plağının kompozisyonunu oluĢtururlar. Bakteri plağının oluĢması sonucu diĢ yüzeyinden kayıpların ortaya çıkması ile birlikte kükürtlü bileĢikler de görülmeye baĢlar. Asit molekülleri komĢu negatif Ģarjlı iyonları nötralize eder ve diĢin mineral fazında çözünmeler baĢlar. Yeni baĢlayan kavitede pH kritik pH olarak kabul edilen 5.5 un altına düĢmeye baĢlar ve remineralizasyondan çok daha hızlı demineralizasyon süreci ortaya çıkar. Kritik pH adı verilen 5.5 diĢ yüzeylerine yayılmıĢ olan Ca+2 ve PO4-3 iyonlarının konsantrasyonlarına bağlı bir değerdir. Genel kanının aksine düĢük pH da bakteri bozunması inhibe edildiğinden kavite oluĢum sürecinde kötü koku oldukça düĢük düzeylerdedir. Bunun nedeni asit ortamda kötü kokulu bileĢiklerin oluĢmamasıdır. Ayrıca laktik asitin kokusu yoktur ya da doğal kokulu bir bileĢiktir. DiĢ çürüklerinin oluĢlumu sırasında çürük oluĢumu ile kötü koku oluĢumu arasında negatif bir iliĢki vardır. Bununla birlikte yaygın ya da içinde besin artıklarının biriktiği büyük kavitelerden kaynaklanan ağız kokusu da gözlenmiĢtir. Dil örtüsü ve dil dorsumunun posterior bölgesi: Dilin rengi ve üzerini kaplayan maddeler ve dilden kaynaklanan koku pek çok pratisyen hekim tarafından çeĢitli hastalıkların tanısında güvenle kullanılabilecek bir veri olarak kabul edilmektedir. Kırmızı bir dil vücut ısısını, dolaĢımın ya da inflamasyonun arttığının belirtisidir. Soluk renkli dil ise dolaĢımın çok yavaĢladığını haber verir. Nadir görülen mavimsi dil hipotermi ve mor renkli dil kan akımının çok yavaĢladığını gösterir. Ancak tanı açık ve kesin değildir. Örneğin normal sağlıklı kiĢide dilin üzerinde beyaz ince bir örtü vardır. Ancak kiĢi üĢüdüğü zaman da dil üzerindeki örtü 265 ince ve beyazdır. AĢırı ısı dil üzerindeki tabakanın sararmasına neden olabilir. Dil ayrıca ağızda meydana gelen kötü kokunun (oral maldor) kaynakları arasındadır. Dil üzerindeki biyofilm tabakası mikropların birikmesi için uygun bir ortam oluĢturur. Genellikle biyofilm tabakası bakteriler için tutunmalarını sağlayan ve koruyan bir ortam oluĢturur. Ancak bu hiçbir zaman diĢ çürüklerine ve halitozise neden olabilecekleri anlamına gelmez. Çünkü canlı, çok hareketli, ölü ya da dile yapıĢarak koloni içinde kalmayı baĢaran bakteriler ve pek çok cansız madde dil üzerinde bir arada bulunur. Dilin biyofilm tabakasının % 99 u sudur ve kalsiyum, potasyum, fosfor ve sodyum gibi elementleri de içerir. Ayrıca ortamda sindirim enzimleri, lökositler ve diğer maddeler de bulunur. Dil üzerindeki bakteriyel mikrobiyotanın özellikle Aktinomiçesler ve Provetolla ları içerdiği gözlenmiĢtir. Bu bakteriler örneğin tükürük, besinler ve epitelyum hücrelerinde yeterince bulunan sistein ve metiyonin gibi amino asitleri kolayca metabolize ettiklerinden H2S, CH3SH, (CH3 )2SH gibi uçucu kükürtlü bileĢikler (VSC) açığa çıkmasına yol açmakta ve ağızda kötü kokuya neden olmaktadır. Normal dil gövdesi oldukça hareketlidir. Normal dilin dorsumu hafif nemli, temiz ve pembeye yakın kırmızı renklidir. Nadiren çatlaklar ya da renkli ve pigmentli bölgeler içerir. Bu bölgede dil üzerinde oluĢan normal fizyolojik tabaka ince ve beyazdır. Dilin posterior bölgesine doğru hafif kalınlaĢtığı ve sarardığı görülür. Dilin gövdesi V Ģeklinde sulkus terminalis ile 2/3 anterior, 1/3 posterior olmak üzere (dil kökü) iki kısma ayrılmıĢtır (ġekil 7. 19). Bu V Ģekilli sulkus posteriorda dilin orta noktası olan foramen çekumda sonlanır. Sulkus terminalis dilin oral kısmını faringeal kısmından ayırır. Dilin dorsumunu papillalar kaplar. Ağıza alınan besinlerin tatlarının anlaĢılması için gerekli yapılardır. Ancak bu bölgelerde çok fazla besin maddesi birikebilir ve özellikle anaerobik bakterilerin büyümeleri için çok uygun ortam oluĢtururlar. Papillaların etrafında bulunan epitel hücreleri döküntüleri, besin maddeleri, kan hücreleri ve bakterilerin üzerleri tükürük tarafından örtülür. OluĢan bu oksijensiz ortam özellikle anaerobik bakteriler için ideal ortamdır. Bu ortamda oluĢturulan uçucu kükürtlü bileĢiklerin bir kısmı sıvı içinde çözünerek tutulur. Ancak önemli kısmı çok küçük molekül ağırlıklı olduğu için ve vücut ısısının da etkisi ile buharlaĢarak ağızda kötü kokuyu oluĢturur. 266 ġekil 7. 19 Artıkların fırça ile uzaklaĢtırılması koku açısından büyük yarar sağlar. Ancak Kötü kokulu bileĢiklerin oluĢtukları ortamlar içinde en önemli merkezin dil olduğu unutulmamalıdır. Özellikle dil gövdesinin posterioru en fazla kokunun oluĢtuğu bölgedir. Yapılan bir çalıĢmada dil temizlendikten sonra ağızda meydana gelen kokuların % 50 sinden fazlasının dil gövdesinin posterorundan kaynaklandığı belirlenmiĢtir. Dilin bakteri içeren biyofilm tabakası ile oral malodor arasındaki iliĢki bugün için tam olarak açıklanamamıĢtır. Dilin hareketleri ve çiğneme ile bakteriler eğer tükürük miktarı yeterli değilse dilin üzerinden kolaylıkla uzaklaĢtırılamamaktadır. Ağızdan nefes almak, horlamak, alerjiye bağlı ya da obstrüksiyon nedeniyle meydana gelen burun tıkanıklıkları ve muhtemelen alınan çeĢitli ilaçlar (bazı analjezikler, antidepressanlar ya da antihipertansifler) ağızda kuruluğa neden olabilmektedir. Kuru ağız diğer tiplere oranla daha düĢük düzeyde olmakla birlikte ağız kokusuna neden olabilmektedir. Genellikle unlu besinlerin hamurlarının mayalanması sırasında ortaya çıkan kokuya benzer koku ortaya çıkar. Bu koku değiĢen oranlarda olmak üzere parsiyel ya da total protez taĢıyan kiĢilerin ağızlarında da görülür. 8. 8. Uçucu kükürt bileĢiklerinin (VSC) periodonsiuma etkileri: Periodontal cep yüzeylerindeki uçucu kükürtlü bileĢikler içinde en fazla hidrojen sülfür (H2S) bulunmaktadır. Daha derinlerde CH3SH artmaktadır. Kokunun Ģiddeti inflamasyon ya da infeksiyonlarda daha da fazlalaĢmaktadır. Ġnsan periodonsiumunda uçucu kükürt bileĢikleri ve özellikle merkaptanlar ligamentlerin fibrolizini ve kollajen oluĢumunu arttırlar ve fibroblastların göçünü yavaĢlatırlar. Bu yolla fibroblast hücre metabolizmasında rolleri olduğu belirlenmiĢtir. Uçucu kükürt bileĢikleri bir bölgeden diğer bir bölgeye gitmekte ve bu etkiyi sürekli olarak periodonsiumun her yerinde gösterebilmektedir. Hücreler arasındaki en önemli dolgu maddeleri olan proteoglikanlar hücreler arasında birbirleri ile disülfit bağları ile tutunarak gözenekli bir ortam oluĢturmakta ve hücrelerin besin maddeleri ile oksijen almalarına olanak tanımaktadırlar. Ancak bu bütünlük merkaptanlar tarafından 267 bölünmektedir. Sonuçta proteoglikanların agregasyonları bozulmakta, ekstrasellular matriks patojenlere daha açık hale gelmekte ve periodonsium etkilenerek doku bütünlüğü bozulmakta ve yıkımı hızlanmaktadır. Makrofajlar, monositler ve diğer hücre türlerinden bazıları tarafından sentezlenen bir sitokin olan interlökin-1 (IL-1) sentezi uçucu kükürt bileĢikleri tarafından uyarılmaktadır. IL-1 hastalıklarla savaĢan hücrelerin sentezini ve büyümelerini uyarmakta, bu hücrelerin infeksiyonun olduğu bölgelere göçünü hızlandırmaktadır. Ayrıca vücut ısısının yükselmesine, kollajen yıkımına ve kollajen sentezinin durmasına neden olmaktadır. Uçucu kükürt bileĢikleri yara iyileĢmesini engeller ve protein sentezini baskılarlar. Bu patolojik etki cerrahi müdahaleler, diĢeti tedavileri ve diĢ çekimi sonrası yara iyileĢmeleri sırasında önemli bir engel oluĢturmaktadır. Uçucu kükürtlü bileĢiklerin periodonsiumda önemli ölçüde zararlı etkilerinin olduğu açıktır. 8.9. Hastalıklar ve ağız kokusu: Kserostomia (Xerostomia): Kserostomia tükürük üretiminin azalması sonucu kiĢinin ağız kuruluğundan Ģikayeti olarak tarif edilir. Hiposalivasyon ilaç kullanımına bağlı olarak, bağ dokusu ve otoimmun hastalıklarda geliĢen bir komplikasyon sonucu, baĢ-boyun bölgesine uygulanan radyasyon terapisiyle veya diğer bazı koĢulların geliĢmesiyle ortaya çıkabilir. BaĢlangıçta hastalar tükrüğün azaldığının farkına varmayabilirler. Genellikle hastalar ancak ağrı, yanma ya da yutkunma zorluğu gibi semptomlar geliĢmeye baĢlayınca bir uzmandan yardım istemektedir. Tükürüğün azalması baĢta kötü ağız kokusu, dilde yanma hissi, kuru yiyecekleri yeme ve yutma zorluğu, konuĢma zorluğu, sık sık susama, hareketli protezleri kullanma zorluğu, dudaklarda kuruma ve dudak köĢelerinde çatlamalar, tat alma duyusunda azalma ve diĢlerde çürük oluĢumunda artıĢ veya hızlanmaya neden olabilmektedir. Ağız kuruluğuna neden olabilecek faktörleri Ģu Ģekilde sıralamak mümkündür: Ġlaçlar: Antikolinerjik ajanlar, Antidepresan ve antipsikotik ajanlar selektif serotonin-reuptake inhibitörleri, trisiklik antidepresanlar, heterosiklik antidepresanlar, monoaminoksidaz inhibitörleri, diüretik ajanlar, antihipertansif ajanlar, sedatif ve anksiyolitik ajanlar, kas gevĢeticiler, bazı analjezikler, antihistaminikler ve bazı antikonvülzanlar ağız kuruluğuna sebep olabilmektedir. Atipik antidepresanlara bağlı hiposalivasyon, atropin gibi parasempatolitik ajanlara ya da trisiklik antidepresanlar gibi antikolinerjik yan etkisi bulunan ilaçlara bağlı olarak da geliĢebilmektedir. Primer ya da sekonder Ģögren (Sjögren) sendromu: 268 Eğer ağız kuruluğu olgusu göz kuruluğu olarak bilinen „kseroftalmi ile birlikteyse, söz konusu hastalık kırklı yaĢlardan sonra kadınlarda sıklıkla görülen kronik bir otoimmun hastalık olan Sjögren sendromu olabilmektedir. Hastalığın primer tipinde, sadece gözler ve tükürük bezleri etkilenmektedir. Sekonder tipte ise, hastalardaki belirtilere otoimmun ya da bağ dokusu hastalığı da eklenmektedir. Bağ dokusu hastalıkları: Romatoid artrit, Sistemik skleroz, Sistemik lupus eritematosus, Mixed bağdokusu hastalığı gibi hastalıklar kserostomiaya ve dolaylı olarak da ağız kokusuna neden olabilmektedirler. Bu tablolara ilave olarak radyasyon tedavisi, vaskülit kronik aktif hepatit, HIV, AIDS, kemik iliği transplantasyonu, renal diyaliz, anksiyete, depresyon, diyabet, siroz, parkinson, kafein tüketimi, ağızdan nefes alma, tükürük bezi hastalıkları ya da cerrahi eksizyonu ve panik atağa bağlı olarak da tükürüğün azaldığı gözlenmiĢtir. Ağızda tükürüğün azalması tükürüğün diĢ ve yumuĢak doku yüzeylerini yıkayarak temizleme ve ağızda bulunan mikroorganizmaları uzaklaĢtırmalarını engellemektedir. Ağız hijyenine yeterince dikkat edilmediği durumlarda bakterilerin tükürük proteinlerini parçalamaları ile baĢta uçucu kükürtlü bileĢikler olmak üzere çeĢitli kötü kokulu bileĢiklerin sentezlenmesine bağlı olarak ağızda kötü koku ortaya çıkar. Kulak, burun ve boğaz hastalıkları: Oral malodor vakalarının on tanesinin dokuzu oral orijinli bir tanesi ağız dıĢı kaynak orijinlidir. Bir hastanın değerlendirilmesinin tanı fazında ilk test edilmesi gereken bölgelerin sinüs ya da paranazal kaviteler, boğaz ve bütün otorhinolaringolojik bölgeler olması önerilir. Bu bölgelerin öncelikle araĢtırılması ile ağız kokusuna tanı koymak için fazlaca vakit kaybedilmemiĢ olur. Nazofarenks, burun ve sinüste bulunan lezyonlar ya da buralardan kaynaklanan hastalıklar nedeni ile ağıza güçlü kokular yayılır. Nazofarenksteki bakteriyel infeksiyonlar kötü koku ortaya çıkarır. Atrofik rinit ya da rhinitis medicamenthosa gibi hallerde (aĢırı nazal dekonjestan ya da diğer nazal medikamentlerin kullanımı) bakteriyel infeksiyonu ve malodoru arttırır. Burundan kaynaklanan diğer malodor nedenleri unilateral choanal atresia, chronic sinusitis, nazal polipler ve nazal yabancı cisimlerdir. Nazal bölgenin en yaygın malodor kaynağı uyku sırasında biriken ve sabah kokusuna neden olan mukustur. Mukusun nazal kavitede ve sinüslerde birikmesinin sebebi uyku sırasında yutma ve tükürük akıĢının azalmasıdır. Salgısını dıĢarıya boĢatan burunun kompleks bir yapısı vardır. Vücudun derin dokularına gitmeden önce akciğerlere giren havanın temizlenmesinde önemli rol oynar. Zorunlu olarak bu bölgede obstrüksiyonun engellenmesi ve mukus ve hava akıĢının sürekli olarak korunması gereklidir. ġiĢmiĢ mukoza, tümörler, polipler, ya da kemik 269 deformasyonları mukus ve hava akıĢının obstrüksiyonuna neden olabilen en önemli etkenlerdir. Bu nedenle halitoziste bu bölgenin diagnostik testlerle gözlenmesi gözden kaçırılmamalıdır. Nazal bölge paranazal sinüs kavitesinden çok daha kirli bir bölgedir. Ġnsanda dört gurup sinüs bulunur. Frontal etmoid, sfenoid ve maksillar sinüsler (ġekil 8. 20) . Burun iç yüzeyi ile bu sinüslerın iç yüzeylerinde aynı zar yayılır. Sinüslerin çeĢitli pasajlarında yapılan mukuslar küçük boĢluklardan geçerek buruna ulaĢırlar. Mukus sekresyonu salgılandığı bölgeden itibaren bulunduğu yeri süpürerek temizler. Bu bölgelere ulaĢmıĢ olan tozlar ile mikroorganizmalar bu yolla ortamdan uzaklaĢtırılır. Post nazal akıntı yutularak doğrudan sindirim kanalına aktarılır. En uzun direnaj yolu olan frontal sinüstür ve burun orta geçidine (middle meatus) kadar uzanır. Bal peteği Ģeklindeki etmoid hücrelerinden oluĢan etmoid sinüs farklı bir bölgeye açılır. Anteriör etmoid hücreler middle metatusa direne olurlar. Postrior hücreler ise sfenoetmoidal girinti (recess) içine direne olurlar. Frontal sinüs ve anterior etmoid hücreler sadece çengelli kemiğin (uncinate bone) iç kısmına direne olurlar. Sfenoid sinüs sfenoetmoidal girinti içine direne olurlar. ġekil 8. 20 Maksillar sinüs piramit Ģeklinde en geniĢ paranazal sinüstür. Maksillar diĢlerin kanalları ile çok sıkı iliĢkilidir. Ağzın en yüksek noktasıdır. Silialar mukusu yukarıya ağıza doğru süpürürler. Mukus osteomeatalin dar kanalından geçer ve middle meatusa direne olur. Ostiometal ya da osteometal kompleks frontal, anterior etmoid ve maksillar sinüslerin normalde nazal kavite içine direne oldukları interseksiyonel bölgedir. Maksillar ve etmoid sinüslerde sıklıkla sinüzit ile karĢılaĢılır. Diğer yandan frontal sinüs ve sfenoid sinüslerde sık sinüzit görülmez. Sinüzite neden tek farklı yapı ostiometal komplekstir. Ostiometal kompleks sinüsler ve nazal kavite arasındaki bir kanal ya da dar bir geçiĢ bölgesidir. Bu komplekste çeĢitli nedenlerle meydana gelen obstrüksiyonlar ya da infeksiyonlar sinüzite neden olurlar. Mukusla dolu ve tıkanmıĢ olan sinüs 270 kaviteleri anaerob bakteriler için değerli bir üreme alanı oluĢtururlar. Sonuçta akut ya da kronik sinüzit geliĢir. Burunda eğrilik, septum deviasyonu ve polipler ya da çeĢitli allerjenler de sinüzite neden olabilirler. Orta kulak nazofarenkse bağlıdır. Nazofarenksin posteriorunda açıldığı bölge oditör ya da nazofarengeal tüp olarak da bilinen Östaki borusudur. Soğuk, alerjenler, boğaz infeksiyonları ya da üst solunum yolu infeksiyonları kulak zarının arkasında sıvı birikmesine neden olur. Ortaya çıkan tablo orta kulak iltihabı ya da otitis mediadır. Göz nazolakrimal kanal yolu ile burunun inferior meatusuna direne olur. Ġnsanların ağlarken burunlarının da akmasının nedeni budur. Ayrıca bu kanaldan akan gözde oluĢan sıvı ile sürekli olarak göz temiz tutulur. Toplumda alerji giderek daha yüksek oranlarda görülmektedir. Alerjik reaksiyonlarda nazal ve postnazal akıntılar olmakta ve öksürük yolu mile boğaz temizlenmeye çalıĢılmaktadır. Özellikle çocuklara çok sıkıntı veren postnazal akıntı nedeniyle hemen sonrasında taĢınan bakteriler nedeniyle tonsillit meydana gelmektedir. Postnazal akıntı: Kronik olarak sinüs drenajı yetersiz ya da üst solunum yolu infeksiyonu geçiren veya allerjisi olan Ģahıslar mukus birikimi nedeni ile ağız kokusuna eğimlidir. Birikintiler genellikle uyanma periyodunda post nazal akıntı ile atılırlar. Günlük aktivite ve kafeinli ürünler, bu mukus sekresyonlarını suprese ederler. Normal sulu rinitler genelde ağız kokusuna sebep olmazlar. Ancak uyku sırasında biriktiğinde ya da üst solunum yolu infeksiyonlarıyla birlikte seyrettiğinde ağız kokusu ortaya çıkabilir. Mukus birikimine bağlı ağız kokusu görülen Ģahıslarda sabahları burun tıkanıklığı görülür. Tıkanıklık kalktıktan yaklaĢık bir saat sonra direnaj nedeni ile sona erer. Kalktıktan ve oral hijyeni sağladıktan sonra koku kaybolmuyorsa mutlaka mukus kontrolü yaptırmanız gereklidir. Nazal kavitede veya sinüslerde mukus yapımı ve kötü ağız ve dil hijyeni bir araya geldiğinde de halitosis görülür. Bunun nedeni mukusun nazofarenkste birikerek bakterilerin üremesi için geniĢ bir ortam yaratmasıdır. Ġnatçı ve aĢırı postnazal akıntı gün boyu ağız kokusunun devamına neden olabilir. Atrofik rinit (Atrophic rhinitis - ozena): Bu tabloda nazal mukozanın kendini temizlemesi mümkün olamamaktadır. Siliaların yıkımı ile atrofik değiĢiklikler enfekte yoğunlaĢmıĢ nazal sekresyonun birikimi ile sonuçlanmakta ve karakteristik kötü kokulu nefes (ozena) ortaya çıkmaktadır. Genellikle serum fizyolojik ile temizlenme ve çok nadir olarak cerrahi müdahale ile nazal bölgedeki hacmin azaltılması kokunun azalmasına yardımcı olmaktadır. Tonsillit ve tonsillolit (tonsillitis and tonsillolith): 271 Tonsiller üzerinde tonsiller kriptalar adı verilen çok sayıda kapalı katlanma bölgeleri bulunmaktadır. Palatin tonsilin içinde lenf dokusunun yayıldığı çık katlı epitelyumu oldukça önemli bir bölgedir. Bu bölgedeki kriptalar muntazam oluĢmuĢ yapılar değildir. Bu kıvrımlar sıklıkla infeksiyonların oluĢtuğu bölgelerdir (ġekil 8. 21). Tonsillerin parankimasından bölgeye göç eden T ve B lenfositler bölgede yerleĢmeye çalıĢan bakteriler ile savaĢmakta ve sonuçta inflamasyon ortaya çıkmaktadır. Bakteri üremesine bağlı olarak da bölge kaynaklı ağız kokusu görülmektedir. Ayrıca bölgede bulunan kriptalar arasına besin maddeleri de girebilmekte ve bakterilerin üremesi için zengin bir ortam oluĢturmaktadır. Bu da ağız kokusunun bir nedenidir. Sinüziti ya da postnazal akıntısı bulunan kiĢilerde tonsiller kriptalarda irin benzeri maddeler birikebilir. Tonsillitlerin belirtileri arasında geniĢlemiĢ inflame tonsiller, disfaji, yutkunurken ağrı, ağrılı ve geniĢlemiĢ lenf nodları ve ağızda kötü koku sayılabilir. ġekil 8. 21 (sophiewells.hubpages.) ġekil 8. 22 (Wikipedia) Tonsiller kriptalar tonsillolit (tonsillolith) adı verilen ve zaman zaman dil yüzeyine düĢen katı birikimlerin oluĢmasına sebep olur (ġekil 8. 22). Aynı zamanda “tonsil taĢları” olarak da bilinen tonsillolitler kötü kokuya neden olan beyaz ya da sarımsı yeĢil renkte kalsifiye kütlelerdir ve kenarları pürtüklüdür. Tonsillolitler genel olarak periodontal ceplerde bulunan kalkuluslara benzer. Genellikle ve özellikle ezildiğinde kötü kokarlar, ancak kötü ağız kokusunun en önemli kaynağı değildir. Yaygın olmasa da Ģiddetli nazal ve faringeal malodor yemek borusu, dil çevresi ya da tonsiller çevresinde kalan besinlerden kaynaklanabilir. Ancak KBB uzmanı ya da ağız cerrahı tarafından pouche (poĢ-kese), divertikül, kronik folliküler tonsillit gibi besinin yığılabileceği herhangi bir anatomik defektin bulunup bulunmadığının belirlenmesi gerekir. Peritonsiller abse: Peritonsiller abse kötü kokulu pürülan eksuda nedeniyle ağızda geçici olarak kötü kokuya neden olur. Yutkunma ile absenin temizlenmesi mümkün olamadığından ya da ateĢ ve dehidrasyon ile mukoza kuruduğundan koku absenin ortadan kaldırılmasına kadar devam eder. Retrofaringeal abse: Peritonsiller abseye benzer nedenlerle ve benzer yolla kötü koku açığa çıkar ve ağza yayılır. Akciğerler: 272 Solunum sisteminin herhangi bir bölgesinde oluĢan neoplazm kötü kokuya neden olabilmektedir. Pneumonia, bronĢektazi ve bronĢitin akciğerden çıkan havada kötü kokuya neden olduğu rapor edilmiĢtir. Ağız kokusu görülen hastalarda trake, boğaz veya akciğerde infeksiyon ya da kanser olabilir. Sorulması gereken soru sesinin kısılıp kısılmadığı ya da üĢütmeye bağlı olmaksızın öksürüp öksürmediğidir. Eğer cevap evet ise ve eğer belirtiler dört haftadan daha fazla devam ediyorsa o zaman mutlaka detaylı bir araĢtırma yapmak gerekir. Çünkü tablo bronĢitten farklı bir Ģey olabilir. Akciğer absesi: Akciğer absesi normal ağız florasında bulunan bakterilerin aspirasyon sonucu akciğerlerde üremeye baĢlaması ile ortaya çıkar. Orofaringeal ya da gastrik sekresyonun aspirasyonu da diğer yollar arasında sayılabilir. Genellikle gingivitis ve periodontitis, Bakterioides ve Fusobakterium gibi anaerobik bakterilerin kaynağını oluĢtururlar. Vakaların % 90 ından fazlasından anaerobik bakteriler sorumludur. SarhoĢluk sırasında meydana gelen aspirason da abseye neden olabilir. Öksürük, üĢütme, anoreksiya, titreme ve ateĢ, terleme ve plevra kaynaklı göğüs ağrısı akciğer absesinin baĢlıca belirtileri arasındadır. Öksürük sırasında kötü kokulu pürülan boğaz sekresyonuna anaerobik bakteriler neden olabilir. Radyorafi ve bilgisayarlı tomografi ile kolayca tanı koyulabilir. Lokal veya sistemik bir nedenle ortaya çıkan orofaringeal kandidiasis sıklıkla oral malodor ile birlikte seyreder. Kandidiasis uzun süre inhale kortikosteroid kullanan astım hastalarında, bakteriyel floranın değiĢmesine bağlı olarak çıkar. Kandidiasis aynı zamanda geniĢ spektrumlu antibiyotik kullananlarda uzun süreli steroid tedavisi uygulanan hastalarda ve kanser diabet xerostomia veya immunusuppresif hastalıklarda da ortaya çıkmaktadır. Wegener’s granulomatozis: Alt ve üst solunum yollarında nekroze granulomalar ve vaskülit geliĢimi ile karakterize bir hastalıktır. Tablo vaskülit ve nekroze glomerulonefritle sonuçlanır. Bu metabolik bozuklukta en çok burun ve sinüsler etkilenir ve buna bağlı olarak da pürülan kötü koku burun akıntısı (rhinorrea) ortaya çıkar. Tüberküloz: Burunda ortaya çıkan tüberkülozda vestibülün hemen gerisindeki kıkırdak septum etkilenir. Septum üzerindeki elma jölesine benzer nodüller nazal obstrüksiyon, kabuk oluĢumu, ve kötü ağız kokusu ile septal perforasyona neden olurlar. Sifilis: Sifiliste kokuya burunda oluĢan gumma adı verilen yapılar neden olur. Gumma (ya da granuloma) genellikle ölü fiber benzeri dokuları içeren yumuĢak tümör benzeri yapılardır. Aynı zamanda postsifiliktik atrofik rinit de halitozisin ortaya çıkmasının nedenidir. 273 Rinoskleroma (Rhinoscleroma): Rinoskleroma ya da basit skleroma ortadoğuda ve çoğu Avrupa ülkelerinde sık görülen burunda ve bazen üst solunum yolunu da infekte eden granulomatoz bakteriyel bir hastalıktır. Henüz tam olarak ispatlanamamasına karĢın etken bakterinin Rhinoscleroma bacillus olduğu tahmin edilmektedir. Üst solunun yolu infeksiyonu olması nedeniyle ağızda kötü kokulu nefese de neden olmaktadır. Adenoiditis: Nazal pasajın obstrüksiyonuna bağlı olarak ağızdan nefes alınmaya baĢlaması sonucu ya da oluĢan iltihap nedeniyle kötü kokulu nefes ortaya çıkar. Nazofaringeal abse: Hastada muhtemelen orta bölge nazofaringeal kese (midline nasofartingeal pouche) mevcuttur ya da kalıtsal bir anomali (Rathke‟s kesesi kalıntısı ) veya daha yaygın olarak adenoidlerin kıvrım yerlerinde yapıĢmalar bulunur. Ġnfeksiyonun ortaya çıkmasının ardından tablo aralıklı olarak kendiliğinden direne olan nazofaringeal abse ile sonuçlanır (ġekil 8. 23). Absenin ortaya çıkması ve direne olmasına bağlı olarak da ağızda kötü koku meydana gelir. ġekil 8. 23 Larinks kanserleri: Ġnvaziv karsinomaların nekrotik ve ülseratif lezyonları genellikle aerob ya da anaerob bakteriler tarafından infekte edilirler. Bakterilerin üremesi sonucu da ağızda kötü koku ortaya çıkar. Akciğer kanseri: Bu tümör genellikle geniĢ bronĢlardan birinde görülür. Doku yıkılması ve sekonder infeksiyonlar ağızda kötü kokulu nefese neden olurlar. Vincent’s anjina: Basillus fusiformus ve Spiroketa dentikola bakterilerinin neden olduğu bir infeksiyondur. Göğüste acı, kötü kokulu nefes, hafif disfaji ve hafif sistemik belirtiler ile karakterize bir hastalıktır. Ġnfeksiyon tonsillerde grimsi beyaz pseudomembranla çevrili ülserasyona neden olur. 274 Tonsil ya da farenks kanserleri: Sekonder infeksiyonlar ile doku ülserasyonları oldukça yaygın olarak kanserlerle beraber ortaya çıktığından beraberinde kötü ağız kokusu da sıklıkla görülmektedir. Pharyngitis sicca: Daha çok atrofik rinit, ya da kronik pürülan sinüzit ile birlikte ortaya çıkan bir durumdur. Ancak diabetes mellutus ya da kronik böbrek hastalıkları gibi kilo kaybına neden olan kronik hastalıklar sırasında da ortaya çıkabilir. Gangrenöz angina: Gangrenöz angina tablosu genellikle farenks, tonsiller ya da yumuĢak damağa yerleĢir. Tablo difteri, kızıl, kızamık ya da suçiçeğinde sekonder olarak geliĢir ve ayrıca yetersiz beslenen çocuklarda görülür. Ösefagus ve mide ve barsak hastalıkları: Gastroösefageal reflu hastalığı (GERD): Reflu asit-peptik mide sıvısının veya diğer sekresyonların kardiyadan ösefagusa geri kaçmasıdır (ġekil 8. 24). Reflu, distal ösefagus mukozasında irritasyon ve histopatolojik değiĢikliklere neden olur. Kırk yaĢ üzerinde olan hastalarda, ailesinde ösefagus veya mide kanseri bulunanlarda ve alarm semptomların varlığında (disfaji, kilo kaybı, anemi vb.) mutlaka endoskopi yapılmalıdır. Darlık, Barrett ösefagusu, kanama, perforasyon geliĢebilecek komplikasyonlardır. Asit içerikli mide sıvısından sindirim sırasında ekĢimsi nefes kokusu ağza gelir. ġekil 8. 24 (medicinenet.com/) Zenker’s divertikülü: Boynun orta hattında arkada olarak krikofarengeus kasının yukarısında ve farenks alt könstriktör kasının aĢağısında oluĢurlar (ġekil 8. 25). Bu iki kas gurubu arasındaki zayıflamıĢ bölgede yutma esnasında meydana gelen yüksek basınç sonucu olarak mukoza ve submukoza yavaĢ yavaĢ içerden dıĢarıya çıkarlar. Zenker divertikülü 30 yaĢ altındaki hastalarda oldukça nadir görülür. Hastaların çoğu 60 yaĢ üzerindedir. Her ne kadar divertikülün ağzı orta hat üzerinde ise de kese genellikle sol paravertebral bölge içinde yan tarafta olarak yer alır. Disfaji önemli belirtilerinden biridir. Ayrıca bası 275 semptomları ve boyunda gurultu sesi hasta Ģikayetleri arasındadır. SindirilmemiĢ gıdaların regürjitasyonu ve divertikülde biriken artıkların bakteriler tarafından bozulması nefesin kötü kokmasına neden olur. ġekil 8. 25 (levelofhealth.com/) Ösefageal akhalsia (achalasia) (esophageal aperistalsis): Özofagus (yemek borusu) ağızda çiğnenen ve tükürükle karıĢtırılan gıdaların mideye iletilmesini sağlayan, kendi kas tabakası bulunan tüp Ģeklinde bir yapıdır. Normalde yutmayla oluĢan kasılma dalgası, lokmayı özofagustan mideye doğru ilerletir. Aynı zamanda yine yutmayla alt sfinkterde gevĢeme olur ve lokma mideye geçer. Alt sfinkter dinlenme halinde devamlı kasılı haldedir. Bu mekanizmanın normalde de gevĢemesi refluya yol açarken, yutma esnasında gevĢeyememesi nedeniyle oluĢan tabloya akalazya adı verilir (ġekil 8. 26). Akalazya, yemek borusunun motilite bozukluğu olarak tanımlanabilir. Yutma esnasında gevĢemesi gereken özofagus alt sfinkteri tamamen gevĢemez, zamanla üst bölümler geniĢler ve kasılmalar durur. Biriken besin maddelerinin bozulması nedeniyle ağızda kötü koku ortaya çıkar. ġekil 8. 26 (adam, gastrohep.com/) Malabsorpsiyon sendromları: Besin maddesi olarak alınması gereken ve organizmanın ihtiyacı olan kimyasal maddelerin bir ya da birkaçının barsaklardan emilememesine bağlı olarak ortaya çıkan tablodur. Emilemeyen kimyasalların yapısına bağlı olarak çok çeĢitli tablolarla seyredebilir. Bu tabloların bazılarına ağız kokusu da eĢlik eder. Gastrointestinal bozukluklar: Mide kanserleri (Gastric carcinomas) ve ülserleri (gastric ulcers), hiatus hernia, plor stenozu ile barsak infeksiyonları (enteric infections) ve ülserleri de ağızda kötü kokuya neden olabilir. Kusmaya neden olan mide hastalıkları ağızda patolojik kokunun ortaya çıkmasına neden olur. Burada 276 ağızda kötü koku mideden kaynaklanır. Ancak esas suçlu kusmaya neden olan tablodur. Kusmaya bağlı olarak kirlenen yemek borusu ve ağızdan kötü koku beraberinde gelir. ÇeĢitli akut ya da kronik hastalıklar sürekli kusmaya ve buna bağlı ağızda kötü kokuya neden olabilir. Bu hastalıklardan bazıları: migrene bağlı baĢ ağrısı, sabah bulantıları, besin zehirlenmeleri, besin alerjileri, bulumia (bulimia), alkolizm, bazı ilaçlarla tedaviler ve bazı kanser türlerinin kimyasallarla tedavileri sayılabilir. Hepatik hastalıklar: Karaciğer hastalıkları ya da hepatitler baĢta Fetor Hepaticus olmak üzere ağızda kötü kokulu nefese neden olan hastalıklardır. Aynı zamanda ölüm kokusu olarak bilinen Fetor hepaticusun nedeni karaciğer yetmezlikli hastalarda portal hipertansiyona bağlı olarak karaciğerden merkaptanların ve diğer artık maddelerin doğrudan kana geçmesidir. Bu tablo karaciğer hasarının son devresinde ortaya çıkar. Koku tatlı dıĢkı kokusu benzeri bir kokudur. Renal hastalıklar: Böbrek fonksiyonlarının kaybedilmesi sonucu normalde atılması gereken su, artık maddeler ve toksik ürünler vücutta birikmeye baĢlar. Böbrek fonksiyonlarının kaybı anemi, yüksek kan basıncı, asidozis, kolesterol ve yağ metabolizması bozuklukları gibi metabolik bozuklukların ve kemik hastalıklarının ortaya çıkmasına neden olur. Kronik böbrek yetmezliği böbrek hastalıklarının 5. aĢaması ya da en son aĢaması olarak kabul edilir. Hemen hemen böbrekler hiç fonksiyon göremez hale gelmiĢtir. Vücutta biriken ve bir kısmı kötü vücut ve ağız kokusuna da neden olan üre ve diğer metabolik ve toksik atıklar diyaliz ile atılmaya çalıĢılır. Ağızda özellikle vücut sıvılarında bulunan ve düzenli olarak atılamadığı için konsantrasyonu artan ürenin yıkılması ile açığa çıkan amonyak kokusu egemendir. Diyabetik ketoasidozis (Diabetic ketoacidosis): Ġnsülin ve insülin karĢıtı hormonlar arasındaki dengenin bozulması ile ortaya çıkan diyabetin akut metabolik komplikasyonudur. Kan Ģekerinin 250 mg/dl üzerinde olduğunun gözlenmesi kan pH sının 7.3 ün altında ve HCO3düzeyinin 15 mmol/lt nin altında ölçülmesi, ketonemi ve ketonürinin pozitif olması ile tanı konur. Enerji ihtiyacını karĢılamak üzere sentezlenen asetoasetik asitin karboksil gurubunun kanda spontan olarak kopması ile ortaya çıkan asetonun akciğerlerden atılması nedeniyle ağızda asetonun neden olduğu koku hissedilir. Keton cisimleri idrarda da meyva benzeri koku ile ayırt edilir. Nörolojik hastalıklar: Bazı nöroloji hastalarında koku hissetme bozlukukları ortaya çıkabilir (dysosmia). Bu hastaların bir kısmı gerçekte olmadığı halde ağızlarının koktuğundan Ģikâyetçi olabilirler. Tat ve koku arasındaki sıkı iliĢki nedeni ile tatta bozukluğa neden olan sinirsel düzensizlikler (dysgeusia) bu hastalarda ağızlarında olmayan kokuyu 277 daha Ģiddetli biçimde hissettikleri Ģeklinde görülebilir. Genellikle bu tablolar solunum sistemlerini tutan akut febril hastalıklardan sonra ortaya çıkar. Genellikle idiyopatik olan bu hastalığın çoğunlukla çinko yetmezliğinde ortaya çıktığı ve çinko verilmesi ile giderildiği bilinmektedir. Sistemik hastalıklar: Lökemia ve agranulositozis gibi hastalıkların periodontitistekine benzer bukkal belirtiler vermesi ile karakterizedir. Ağız kokusu genellikle gingiva ve bukkal mukozanın nekroze inflamasyonu ve tükürük akıĢının azalması sonucu ortaya çıkar. Her ne kadar dehidrason ve sistemik ateĢle seyreden bütün hastalıklar ağız kokusuna neden olmakta iseler de bazı sistemik hastalıklarda daha özgün ağız kokuları ortaya çıkar. Örneğin ketoasidozisde tatlı ya da meyva kokusu, hepatik hastalıklarda amonyak kokusu gözlenebilir. 7. 10. Sabah nefesi: Sabah nefesi yeterince temiz olmayan dil, diĢler diĢeti ve boğazda yoğun biyofilm tabakasının birikmesi ile ortaya çıkar. Gece ağız içinde tükürük hareketlerinin azaldığı dönemde biyofilm tabakası içinde bulunabilen bakterilerin metabolizmaları sonucu özellikle protein yapısında bulunan kükürtlü amino asitlerin parçalanması ile uçucu kükürtlü bileĢikler açığa çıkar ve ağız kokusuna neden olur. Özellikle uyku sırasında geçici anaerob ortam oluĢturulur ve bu ortamda anaerob bakteriler çok daha kolay ürerler ve kötü ağız kokusuna neden olurlar. Tablo 8. 4 de görüldüğü gibi ağızda meydana gelen kötü koku sentezlenip salındığı yerlere ve oluĢumuna neden olan hastalıklara bağlı olarak çok çeĢitlenebilmektedir. Tabloda çok genel ve geniĢ bir sıralama yapılmıĢtır. Bugüne kadar yapılan araĢtırmalar ve edinilen bilgilerin ıĢığında hastalarda görülen ağız kokusu türleri ve nedenleri bu tabloda görülebilir. Hastalık Ağızda gözlenen koku Aseton, tatlı meyva kokulu Diabetes mellitus________ nefes___________________________________ Karaciğer yetmezliği Küf kokusu, taze kadavra kokusuna benzer kokulu nefes Akut romatizmal ateĢ Tatlı, asit kokulu nefes Kötü, çürüme kokusu benzeri kötü kokulu nefes (folu, Akciğer absesi putrefactive) Kan diskrazileri Bozuk kan kokusu benzeri koku (decomposed blood) Karaciğer sirozu Bozuk kan kokusu benzeri kokulu nefes (decaying blood) Uremia, böbrek yetmezliği Amonyak veya idrar benzeri üre kokulu nefes Toksemi, gastrointestinal Koku çeĢitlidir. Kötü oral hijyen yetersizliği kokuyu arttırır yetmezlik, Kserostomia nedeni ile artık maddelerin birikimine ve kötü AteĢ, dehidratasyon, hijyen nedeni ile toksil artık maddelerin birikimine bağlı kötü makroglobulinemi kokulu nefes. Sjorgen‟s sendromu, Sifilis Bozuk pis kokulu nefes Eozinofilik granuloma, Ağızda tat bozukluğu ile birlikte pis ve kötü kokulu nefes Letter-Siwe hastalığı, Hand(fetid) Schuller-Christian hastalığı Skorbüt Ağızda doku yıkımı ve stomatitise bağlı kötü çürüme kokusu Yara benzeri çürüme ve bozulma kokulu nefes (necrotic, Wegner‟s granulomatozis putrefactive) Difteri, dizanteri, kızamık Akut nekroz nedeni ile aĢırı kötü kokulu nefes (extreemly foul, 278 fetid) Pnömoni, kızıl, tüberküloz, Gingivostomatitis nedeni ile keskin ve pis kokulu nefes (fetid) sifilis Tablo 8. 4 7. 11. Çocuklarda ağız kokusu: Daha önce detaylı olarak değinildiği gibi çocuklarda ve yetiĢkinlerde ağız kokusunun iki temel kaynağı vardır: 1. Ağız boĢluğundan kaynaklanan nedenler, 2. Üst solunum yolu enfeksiyonları ve diğer metabolik bozukluklardan kaynaklanan ağız kokuları. 1. Ağız boĢluğundan kaynaklanan nedenler: Ağız kokusu yüzde 90 oranında ağız boĢluğundaki problemlerden kaynaklanır. Ağız boĢluğunda yaĢayan bakterilerin, besin artıklarını fermente etmesi ile açığa çıkan sülfürlü bileĢikler kötü kokuya neden olurlar. Yemeklerden sonra besin artıklarının rahatlıkla yerleĢebileceği diĢ yüzeylerinin ve oldukça pürüzlü yapıya sahip dilin temizlenmemesi hem yetiĢkinlerde hem de çocuklarda görülen ağız kokusunun en önemli nedenidir. Diğer metabolik rahatsızlıklar ve üst solunum yolu enfeksiyonları düĢünülmeden önce, ağız hijyeninin tam olarak yerine getirildiğinden ve diĢ çürüğü gibi enfeksiyöz rahatsızlıkların bulunmadığından tam bir ağız muayenesinden geçerek emin olunmalıdır. Çocuklarda ağız boĢluğu kaynaklı kötü ağız kokusunun nedenleri: 1. Ağız hijyeninin yapılmaması ya da eksik uygulanması ağız kokusuna neden olur. Çocuğun diĢ ve dil yüzeyinde biriken besin artıkları normal ağız florasında bulunan bakteriler tarafından kullanılır. Bu olay sonucunda açığa çıkan sülfürlü bileĢikler kötü ağız kokusuna neden olurlar. DiĢlerin 2 dakika boyunca hiç diĢ yüzeyi atlamadan fırçalanması ile ağız kokusu giderilebilir. DiĢ yüzeyleri ile birlikte mutlaka dil de fırçalanmalıdır. Çünkü dil yüzeyinde oldukça fazla bakteri birikir. 2. Ağız hijyeninin uzun süre ihmal edilmesi durumunda diĢ çürüklerinin ve diĢ eti iltihaplanmalarının oluĢması kaçınılmazdır. DiĢ çürükleri patojen mikroorganizmalar için zengin ve temizlenmesi zor bölgeler olduğu için ağız kokusu diĢ çürüğü varlığında daha da Ģiddetlenir. Ağız kokusunun yanı sıra ağrı ve infeksiyon gibi diğer ciddî problemlere de neden olabileceği göz önünde bulundurularak, normal düĢme zamanı gelmemiĢ tüm süt diĢleri ve diĢler mutlaka tedavi edilmelidir. Çocuklarda eriĢkinlere göre daha seyrek görülmekle birlikte diĢeti iltihaplanmalarına bağlı da kötü ağız kokusu olur. 3. Çocuklarda ağız boĢluğu kaynaklı kötü ağız kokusunun diğer bir sebebi de, sıvı tüketiminin azlığına ve bazı ilâçların kullanımına bağlı olarak geliĢen ağız kuruluğudur. Çocuklarda alerjik kökenli rahatsızlıkların 279 tedavisinde sıklıkla kullanılan antiallerjik ilaçlar tükürük akıĢ hızını azaltarak ağız kuruluğuna sebep olur. 4. Dil kökündeki mantar infeksiyonları istenmeyen ağız kokusuna neden olabilir. Dil yüzeyinin fırçalanması ve medikal tedavi ile engellenebilir. 5. Yalancı emzik ve biberonun uzun süre ağızda tutulması bakteri çoğalmasını hızlandırdığı için ağız boĢluğunda istenmeyen kokulara neden olabilir. Çocuğun beslenmesinde ve sakinleĢtirmesinde kullanılan malzemelerin dezenfeksiyonuna özen gösterilmeli, hasar görmüĢ bölgelerde bakteri üreyebileceği için gerektiğinde bu ürünler yenisi ile değiĢtirilmelidir. 6. Tüketilen kokulu gıdalar sindirim gerçekleĢene kadar kötü ağız kokusuna neden olabilirler. 7. Ağzı kötü kokan bir çocukta akla gelebilecek en son sebep olarak düĢünülmekle birlikte ağız boĢluğunda geliĢen tümörler de neden oldukları yaralar sonucu kötü ağız kokusuna yol açabilir. Böyle bir durumda ĢiĢlik, ağrı gibi diğer semptomların da değerlendirilmesi gerekir. 2. Üst solunum yolu enfeksiyonları ve diğer metabolik bozukluklardan kaynaklanan ağız kokularının baĢlıca nedenleri: Gözlenebilen baĢlıca metabolizma bozuklukları: ġeker hastalığı (aseton kokusu) Karaciğer ve böbrek yetmezliği (bozulmuĢ balık kokusu) Sinüs, bademcik, bronĢ ve akciğer kaynaklı enfeksiyonlar Bağırsak parazitleri Diyet Yemek borusuna geriye kaçıĢ gibi sindirim sistemi rahatsızlıkları Boğaz ve alt solunum yolu tümörleri Ağız kokusu geçmiyorsa doktorunuz tarafından ayrıntılı değerlendirilir. 7. 12. Eksojen ağız kokusu kaynakları: Ağız kokusu endiĢesi duyulduğunda soğan, sarımsak, gibi kokulu bileĢikler kahve, sigara sarımsak, soğan ve baharattan kaçınılmalıdır. Çoğunlukla kötü sindirildiklerinden süt ürünleri de ağız kokusu problemine neden olabilir. AĢırı tütün içimi, özellikle sigara tüketimi yalnızca kötü kokulu nefes oluĢturmakla kalmayıp bir de kıllı dil tablosuna yol açar ki bu da besin artıklarının ve tütün kokusunun tutulmasına neden olur. Ayrıca tükürük salgısında azalma ve hastalık durumunun Ģiddetle artıĢına neden olur. Dilin arka bölümü mekanik olarak temizlenemediği için birikimler orada oluĢur. Çoğu ağız kokusu durumlarının tedavisine dilin fırçalanması ile baĢlanır. 7. 13. DüĢünsel (imaginary)/ Delusional/ Psikolojik (psychological) ağız kokusu: Ağız kokusu Ģikayeti ile çeĢitli kliniklere baĢvuran hastalar arasında birkaç özel hasta gurubu ayırt edilmiĢtir. Bu hastalar normale çok yakın ağız 280 kokusuna sahip olmalarına karĢın aĢırı tepki veren ve çok hassas olan hasta gurubudur. Bir diğer bir hasta gurubu ise ağız kokularına sahip olmamalarına karĢın nefeslerinin kötü koktuğuna inanan hasta gurubudur. Kronik ağız kokusundan Ģikâyetçi olan bu hastaların nefeslerinin diğerlerinden farklı olmadığı belirlenmiĢtir. Olfactory reference sendromu adı verilen bu tablonun bazı sıkıntıları sonucu ortaya çıktığı ve bu gurup hastaların vücutlarının bir kısmının ve pek çoğunda da ağzının koktuğuna inandıkları belirlenmiĢtir. KarĢısındakileri kötü etkileyeceği korkusu taĢıyan bu kiĢilerin normal iliĢkilerinin de etkilendiği gözlenmiĢtir. Bu konuda 100 yıl öncesinden bu yana tıp literatüründe çeĢitli verilere rastlanmaktadır. Duygusal bozukluklar ve Ģizofrenide bu komplikasyonun da ortaya çıktığı görülür. Olfactory reference sendromunun trisiklik antidepressanlarla ve neuroleptik primozid ile tedavi edildiğine dair yayınlar mevcuttur. Eğer ağız kokusu Ģikayeti olan bir hastada organoleptik olarak koku tespit edilmezse ve eğer normalin üzerinde uçucu sülfür bileĢikleri tespit edilemiyorsa ve gene hasta 3. kez koku problemini doğrulayamıyorsa Olfactory reference sendromundan ( düĢünsel halitosis ) Ģüphelenilmelidir. 7. 14. Ağız kokusunun tanımlanması: Ağız kokusunu bir hastalık olarak tanımlamak zordur. Ancak ağız kokusu çok önemli hastalıkların iĢaretçisi de olabilir. Ağız kokusunu patolojik ve fizyolojik olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. 1. Fizyolojik ağız kokusu: Her sağlıklı birey sabah uyandığında sindirim kanalında biriken gazlar veya dil sırtında üreyen bakterilerin sebep olduğu ağız kokusu ortaya çıkabilir. Dil sırtını fırçalamak ve sürekli olmamak Ģartıyla çinko içeren ağız gargaraları kullanmak ve sakız çiğnemek bir çözümdür. Beslenme sonrasında görülen, nefesteki (ağızdaki değil) çirkin koku da fizyolojiktir. Örneğin sarımsak yiyen bir insanın kanına geçen uçucu aromatik bileĢikler, dıĢarı atılır. Kan gazlarının akciğerden atılımının sebep olduğu bu koku bir hastalık değildir. Tedavi gerektirmez. 2. Patolojik ağız kokusu: Patolojik halitosisi olan hastalar diĢ hekimine ağız kokusu Ģikayetiyle müracaat etmeyebilirler. Ağızlarındaki çirkin kokunun ya farkında değildirler, veya tolere etmektedirler ya da kabullenmiĢlerdir. Patolojik ağız kokusu üçe ayrılarak incelenebilir: Tip-1: Ağzının koktuğu hastanın kendisi tespit eder. Böyle hastaların % 24,1 i diĢ hekimine müracaat ederler. Genellikle ağızlarındaki kokuyu kabullenmiĢlerdir. Halitosisten farklı bir Ģikayet ile diĢ hekimine müracaat ederler. DiĢ hekiminin uyarısı ile tedavi edilirler. Tip-2: Koku, hastanın kendisinin değil, yakınlarının tespitidir. Böyle hastaların % 50‟si diĢ hekimine müracaat ederler. 281 Tip-3: Ağız kokusu, hastanın kendisi veya yakınlarının tespiti değil, Ģüphesi veya tahminidir. Ya da hastanın aralıklı dönemlerde silik yakınmaları olmaktadır. Böyle hastaların daha büyük bir kısmı diĢ hekimine müracaat eder. Hekim tarafından ağızda meydana gelen kokunun kaynağının araĢtırılması ve tanı konulması aĢamasında klinik olarak 3 gurup kokudan söz edilebilir: 1. Ağız boĢluğu kaynaklı kötü ağız kokusu: Ağız kokusunun sebeplerinin % 87 si ağız boĢluğu kaynaklıdır. Bunlardan % 51‟i dilden, % 17‟si gingivitisten, % 15‟i periodontitisten, % 17‟si bunların karıĢımından kaynağını alır. Bu tip ağız kokuları kompleks vakalar değildir. Sebep ilk muayenede belli olur. Sorunlu diĢeti dokuları göz ile kolayca tespit edilebilir ve kolay tedavi edilir. Hatta bazen kokunun kaynağını hasta kendisi gösterir. Ağız BoĢluğu Kaynaklı Ağız Kokusunun Tedavisi için; 1-DiĢlerin ve diĢetlerinin korunması gerekir. DiĢ çürükleri ve diĢ eti iltihapları ağız kokusunun önemli nedenlerindendir. Ağız içinde herhangi bir enfeksiyon bakteri üremesini artıracağı için daima ağız kokusuna neden olur. DiĢ ve diĢ eti hastalıkları önemli ölçüde kötü koku yapar. Bu sebeple diĢ hekiminin önerilerini dinleyip mutlaka diĢ sağlığı ve bakımına önem verilmelidir. 2-Ağızda var olan protez ve köprüler kontrol edilmelidir. Ağız içindeki eskimiĢ köprü ve diĢ protezleri zamanla gıda birikmesine yol açacağından kötü kokulara sebep olabilir. Bu durumlarda yenilenmesi gerekenleri değiĢtirmeli, eksik olan diĢlerin yerleri için gerekli tedaviler yaptırılmalıdır. 3-Sakız bir önlem olabilir. Tükürük ağız kokusu ile savaĢmanın en güçlü yoludur. Bu nedenle Ģeker gibi bazı hastalıklarda, pek çok ilacın yan etkisi olarak ortaya çıkan kuru ağızlar daima kötü kokuludur. Sabahları niçin ağzınızın kötü koktuğunu merak ediyorsanız yanıt buradadır. Gece boyunca tükürük salgısı azalır ve ağzınızın içindeki yemek parçacıkları uzun süre burada durur. Bakteriler de onları kullanır ve çürütür. Böylece sabahları ağzınız kötü kokabilir. ġekersiz sakız çiğnemek tükürük salgınızı artırarak ağız temizliğinize yardımcı olur. 4-Tarçın kullanımı bir çare olabilir. Ġçeceklerde ve uygun yiyeceklerde tarçın kullanılabilir. Tarçın ağız içi bakterilerle mücadelede önemli bir silahtır. Eğer varsa tarçınlı Ģekersiz sakızlar da uygun bir öneri olabilir. 5- Su içmek koku ile mücadelede gereklidir. Özellikle yaĢla artan vücut kuruması pek çok yönden dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Çok su içmek onlarca diğer yararının yanında dilinizin kurumasını da önleyerek ağız kokusu ile mücadelede önemli bir silah olarak kullanılabilir. Su ağız içindeki bakterilerin minimumda tutulması için direk yardımcıdır. Ayrıca tükürük salgısını artırarak da yardımcı olur. 282 6- Burun tıkanıklıkları mutlaka giderilmelidir. Sinüzit gibi hava yolu rahatsızlıkları ve burun tıkanmasına neden olan diğer durumlar geceleri ağızdan nefes almamıza neden olur. Bu durum ağzı ve boğazı kurutarak bakterilerin üremesi için ideal bir ortam oluĢturur. Azalan tükürük salgısı durumu daha kötü hale getirir. Bu nedenle kesinlikle burun tıkalı iken uyumamak gerekir. 7- Basit Ģeker tüketiminin azaltılması yararlı olur. Beyaz un beyaz Ģeker glukoz/fruktoz Ģurubu ile tatlandırılmıĢ tüm hazır gıdalar ağız içindeki bakteriler için inanılmaz bir hazinedir. Bu tür Ģekerleri çok kolay kullanarak hızla çoğalırlar. Bu nedenle basit Ģeker tüketiminizi azaltmalısınız. Bu da su içmek gibi size onlarca yararın yanında ağız kokunuzun azalmasına da yardım edecektir. 8- Lokmaların iyice çiğnenmesinde yarar vardır. Bu sayede yiyeceklerle tükürük salgısı iyice karıĢır ve ağızda yemek parçası kalma olasılığı düĢer. Daha çok çiğneme hareketi daha çok bakterinin yerinden koparak mideye gitmesine yardımcı olur. 9- DiĢ ipi kullanılması sayesinde fırçanın çıkaramadığı yerlerdeki bakteri ve yemek artıkları sökülebilir. Özellikle diĢ gövdeleri arasındaki dar bölgelerde biriken yemek artıkları hızlı bakteri çoğalmasına neden olabilir. 10-Sigara içmek ağız kuruluğuna neden olduğundan ağız kokusuna neden olur. Ayrıca diğer bir ağız kokusu nedeni olan diĢ eti hastalıklarına da zemin hazırlar. 2. Ağız boĢluğu kaynaklı olmayan kötü ağız kokusu: Kaynağını ağız dıĢında bir yerden alan ağız kokusu kastedilmektedir. Oral olmayan sebeplerle ortaya çıkan ağız kokusunun görülme sıklığı %13‟tür, bunların %4‟ü kulak-burun-boğaz, %3‟ü hem oral hem kulakburun-boğaz, %1‟i ise sindirim kanalı kaynaklıdır. Bazen barsak gazları buna sebep olur. 3. Psikosomatik ağız kokusu: Böyle hastalarda yakınma olmasına rağmen aslında gerçek bir halitosis yoktur (Psödohalitosis). Böyle hastaları patolojik halitosisten ayırmak zordur. Böyle hastaların tedavisi için diĢ hekimi ve psikiatrist iĢbirliği gerekir. Çünkü böyle hastaların bir kısmında koku değil koku korkusu vardır (Halitofobi). Hekimin tanı sırasında yaptığı gözleme dayalı bir baĢka sıralamaya göre de ağızda meydana gelen kötü koku 5 gurupta toplanmıĢtır: Tip 0 ağız kokusu (fizyolojik ağız kokusu): Sadece sabahları uyanıldığında duyulan koku normaldir. Her bireyde mutlaka az veya çok miktarda bulunur. Tedavi edilmez. Tedavi edilse bile tekrar ortaya çıkacaktır Tip 1 ağız kokusu: 283 Dil yüzeyi girintili ve çıkıntılıdır (ġekil 8. 27). Kriptaların derin çukurlarına yerleĢen bakteriler, tükürükten ve besinlerden gelen proteinleri uçucu kükürtlü bileĢiklere parçalar. Ağız kokusunun sebebi genellikle uçucu kükürtlü bileĢiklerdir. ġekil 8. 27 Tip 2 ağız kokusu: Bu grup ağız kokusu da büyük ölçüde dil sırtından gelir fakat bakteri kaynağı ağzın içinde değildir, sinüsler, bademcikler, boğaz veya komĢu dokulardır (ġekil 8. 28). Bilhassa çocuklarda Tip 1 ile birlikte görülür. ġekil 8. 28 Tip 3 ağız kokusu: Sindirim enzim veya organları besinleri gereği Ģekilde sindiremediği zaman besinler bakterilerin çürütmesine terk edilmiĢ demektir. Sindirim kanalında açığa çıkan gazlar bireyin isteği ve bilgisi dıĢında ağıza yükselir. Bireyin geğirmesine gerek yoktur. Burada oluĢan gazlar, otururken 0.68 ml/dak, yatarken 0.12 ml/dak hızında ağıza yükselir. Birey bunu bilmez. Bu tip ağız kokusunda mide ile yemek borusu arasındaki gastroözefajial kapak gevĢemiĢse daha fazla çirkin kokulu gaz ağıza dolacaktır (ġekil 8. 29). Bilhassa ilerleyen yaĢ ile orantılı olarak bu tip ağız kokularının görülmesi artar. 284 ġekil 8. 29 Tip 4 Ağız kokusu: Akciğerden gelir (ġekil 8. 30). Ağız kokusu değil nefes kokusudur. Ġki Ģekilde meydana gelir. Birincisi: akciğer parankiminde veya alt solunum yolunda bir infeksiyon (pnömoni, plörit, adenit, bronĢit vs...) bulunuyor ise buradan açığa çıkan çirkin kokulu gazlar doğrudan ekspirasyon havasına karıĢır. Ġkinci yolu ise kimyası değiĢen kan gazlarının ekspirasyon havasında aromatik bileĢiklere dönüĢmesidir. Bunun en canlı örneği Ģeker veya gut hastalarında, diyaliz hastalarında, narkozdan çıktıktan hemen sonra, gebelikte görülen ağız kokusudur. Bu tip nefes kokusu hastaları ağız kokusu tedavisine asla cevap vermezler. Çünkü kokunun ne sebebi ne de kaynağı ağızdır. ġekil 8. 30 Tip 5 ağız kokusu: Bu grup hastalar ağızlarının koktuğunu zannederler. Aslında ağızda ölçülebilir hiç bir patolojik koku bulunmaz. "Benden uzak durduklarına göre galiba benim ağızım kokuyor" düĢüncesi hakimdir. Bunlar genellikle duygulu, narin, disiplinli ve içe dönük kiĢilik taĢırlar. ġaĢırtmacalı sorular ile teĢhis edilirler. Çok zor teĢhis ve tedavi edilirler. Psikiyatrist iĢ birliği ile tedavi edilmelidir. 285 7. 15. Ağız kokusu prevalansı ve tanı koyma teknikleri: Gerek tanı koydurucu değeri gerekse geniĢ kitlelerden gelen Ģikayetler nedeniyle oral malodorun belirlenmesi amacıyla çok değiĢik değerlendirme teknikleri geliĢtirilmiĢtir. Bu ölçümlerin baĢında çok eskiden beri uygulanılmaya çalıĢılan organoleptik ölçümler gelmektedir. Bu tür ölçümlerde en önemli problem değerlendirmeye esas alınabilecek güvenilir standardın belirlenmesidir. Koku üçlümler için 3 ana metot vardır: Organoleptik ölçüm, gaz kromatografi (GC) ve kükürtlü bileĢikleri ölçen ve halimetre adı verilen sülfit monitörleri. Genel olarak ağız kokusunun belirlenmesi en iyi Ģekilde koklayarak olmaktadır. Ayrıca çeĢitli sayılabilir ölçümler de geliĢtirilmiĢtir. Organoleptik ölçümlerde halen confident feed back ve expert koku metotları organoleptik koku belirlenmesinde kıyas için daha çok kullanılmaktadır. Ölçüm için, hastalardan ölçümü yapan hekimin burnundan yaklaĢık 10 cm uzaklıktan ağızlarına yerleĢtirilen 2.5 cm çapındaki bir tüp vasıtasıyla nefes vermeleri istenir. Algılanan koku 0- 5 skalası ile değerlendirilir. Bu skalada 0 = koku yok, 1= zor belirlenebilir koku, 2= hafif fakat net belirlenebilir koku, 3= orta Ģiddette koku, 4= güçlü kötü koku, 5=aĢırı kötü koku olarak kabul edilir. Bu ölçümlerin sağlıklı yapılabilmesi için ölçüm öncesi bireyler belirli koĢulları yerine getirmelidir. Ayrıca oral malodor Ģikâyetçisinin yakınlarına ve arkadaĢlarına da danıĢılmalıdır. Yeniden tekrar edildiğinde benzer sonuçlar elde edilebilir bir ölçüm yapabilmek için hastalar en az 48 saat süre ile baharatlı yiyecekler ile soğan ve sarımsak ile en az 6 saat süre ile herhangi bir Ģey yememelidir. Gene 6 saat süre ile ağız kokusu gidericilerinden herhangi birini kullanmamalı ve diĢlerini fırçalamamalıdır. 12 saat süre ile sigara içmemelidir. Koku veren ya da koku gideren kozmetikleri 24 saat süre ile kullanmamalıdır. En az 5 hafta öncesinden itibaren antibiyotik kullanmadığı da mutlaka belirlenmelidir. Hanımlarda mutlaka menstrual dönemlerinin dıĢında ölçüm yapılmalıdır. Bu Ģartları yerine getirdiği belirlenen hastaların 2 dakika süreyle yutkunmamaları ve ağızlarını kapalı tutmaları söylenir. 2 dakika sonra Ģahıs nefesini yavaĢça dıĢarı verir. 10 cm uzaktan koklanarak organoleptik ölçüm yapılır. Testte meydana gelebilecek hataları en aza indirgemek için ölçüm yapacak kiĢilerin mutlaka bu konuda eğitilmeleri gerekmektedir. Ancak gene de organoleptik ölçümlerde bazı faktörlere bağlı olarak ölçüm yapan kiĢinin doğasından kaynaklanan nedenlerle hata yapılabilmektedir. Öncelikle ölçümü yapacak hekimin bu konuda herhangi bir probleminin bulunmaması gerekir. YaĢ ve cinsiyet organoleptik ölçümlerde oldukça etkilidir. Kadınlar kötü kokuya erkeklerden daha hassastır. Ancak hassasiyetin yaĢlanmayla azaldığı belirlenmiĢtir. Kadınların belirli dönemlerinde yaptığı ölçümler yanıltıcı olabilir. DiĢ hekimleri günlük çalıĢmalarında sürekli maske kullanmıĢlarsa hemen ölçüm yapmaları ideal değildir. 286 KAYNAKLAR: http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/bv.fcgi?rid=mboc4.section.3532 http://student.ahc.umn.edu/dental/2010/topics_in_dental_biochemistry.htm http://www.wisegeek.com/what-is-an-extracellular-matrix.htm http://themedicalbiochemistrypage.org/extracellularmatrix.html http://cat.inist.fr/?aModele=afficheN&cpsidt=14625563 http://www.gata.edu.tr/dahilibilimler/ichastaliklari/files/dersler/205.pdf http://www.bdbiosciences.com/discovery_labware/products/display_product. php?keyID=240 http://www.curehunter.com/public/pubmed11131125.do http://grande.nal.usda.gov/ibids/index.php?mode2=detail&origin=ibids_refer ences&therow=153412 http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/8389704 http://users.rcn.com/jkimball.ma.ultranet/BiologyPages/E/ECM.html http://ajpendo.physiology.org/cgi/reprint/285/1/E1.pdf http://jasn.asnjournals.org/cgi/reprint/16/6/1645.pdf http://biblioteca.universia.net/ficha.do?id=5707242 kulkul.xahoihoctap.net/kulkuls-birthday.html? ... http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/18037620 http://www.pnas.org/content/98/8/4722.full http://www.cbse.ucsc.edu/pdf_library/neural_devel_berry041106.pdf http://www.jci.org/articles/view/30685 http://www.copewithcytokines.de/cope.cgi?key=Thrombospondin http://www.medterms.com/script/main/art.asp?articlekey=12070 http://biol.lancs.ac.uk/gig/pages/pg/smallpgs.htm http://www.cmb.lu.se/ctb/html/Biglycan.htm http://www-ermm.cbcu.cam.ac.uk/05008999h.htm http://www.glycoforum.gr.jp/science/word/proteoglycan/PGA03E.html http://www.uku.fi/anatomia/PG/versican.htm http://www.wlab.gu.se/jm/index.shtml http://www.tu-dresden.de/medifi/research/cb.htm http://www.biochemj.org/bj/386/0015/bj3860015.htm 287 http://www.cmb.lu.se/ctb/html/Aggrecan.htm http://biol.lancs.ac.uk/gig/pages/pg/aggrecan.htm http://www.uku.fi/anatomia/PG/bamacan.htm http://thebrain.mcgill.ca/flash/i/i_09/i_09_m/i_09_m_dev/i_09_m_dev.html http://ijm2.ijm.jussieu.fr/ijm/recherche/equipes/biologie-cellulairemembranes/activites/role-raftslipidiques/switchLanguage?set_language=en http://openwetware.org/wiki/BIO254:Agrin http://www.ihop-net.org/UniPub/iHOP/gs/89238.html http://www.uku.fi/anatomia/PG/perlecan.htm http://tipdizini.turkiyeklinikleri.com/tr/41881/bir-bazal-membranglikoproteini:-nidogen/ http://books.google.com.tr/books?id=ctSMNCf_U2AC&pg=RA2PA135&lpg=RA2PA135&dq=entactin+nidogen&source=web&ots=q_Cv4vWf95&sig=U6 RQDxsLJHRfx0HjAw9kjprNt50&hl=tr&sa=X&oi=book_result&resnum =10&ct=result#PRA2-PA136,M1 wormbook.sanger.ac.uk/.../basementmb.html http://www.jhc.org/cgi/content/full/48/2/229 http://www.nature.com/.../n19/fig_tab/7594028f1.html http://www.medicalnewstoday.com/articles/40409.php http://www.steve.gb.com/.../extracellular_matrix.html http://www-ermm.cbcu.cam.ac.uk/01003659h.htm http://www.copewithcytokines.de/cope.cgi?key=Fibronectin http://www.callutheran.edu/BioDev/omm/fibro/fibro.htm http://www.anaspec.com/products/productcategory.asp?id=167 http://xraywww.chem.uva.nl/franks/collageen/paginas/h3p1.html http://ntri.tamuk.edu/homepage-ntri/lectures/protein/junction1.html http://www.netterimages.com/image/4318.htm http://herkules.oulu.fi/isbn9514264916/html/x292.html herkules.oulu.fi/isbn9514255534/html/x513.html http://arthritis-alternative.com/arthritis-newsletter/type-ii-collagen/collagensource.cfm http://www.upei.ca/pathclub/fig13.jpg http://www.upei.ca/pathclub/fig12.jpg http://home.comcast.net/~kennethingham/newsite/matrix/tenascin.htm http://www.awlonline.com/mathews/ch06/c06fp.htm http://www.whozoo.org/mac/Music/samples.htm voyager.gaia.com/blog/2007/12/extracellular_m... 288 http://courses.cm.utexas.edu/jrobertus/ch339k/overheads-2/figure-07-30.jpg http://www.upei.ca/pathclub/fig13.jpg http://www.nature.com/nrm/journal/v4/n6/abs/nrm1130.html http://www.ks.uiuc.edu/Research/fibronectin/ http://www.obs-gyn.ox.ac.uk/research/mardon/fibronectin http://content.karger.com/ProdukteDB/produkte.asp?Doi=17374 http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/12812753 http://www.sciencedirect.com/science?_ob=ArticleURL&_udi=B6WDG4NFR5C97C&_user=10&_rdoc=1&_fmt=&_orig=search&_sort=d&view=c&_acct =C000050221&_version=1&_urlVersion=0&_userid=10&md5=f51a791 57705556e02742eb2de2cc84e http://home.comcast.net/~kennethingham/newsite/figs/tn.htm http://www.upenn.edu/ben-penn/pubs/001.pdf http://arjournals.annualreviews.org/doi/abs/10.1146/annurev.biochem.66.1.8 23 http://arjournals.annualreviews.org/doi/abs/10.1146/annurev.cb.05.110189.0 00443 http://www.upei.ca/pathclub/fig12.jpg http://images.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.mun.ca/biology/scar r/Collagen_structure.gif&imgrefurl=http://www.mun.ca/biology/scarr/Co llagen_structure. http://ocw.mit.edu/NR/rdonlyres/Health-Sciences-and-Technology/HST523JSpring-2004/8D0551FC-BA95-4DCC-9D2F5C9A941E5EA6/0/ch4_ecm.pdf http://www.bitd.clrc.ac.uk/Activity/Science&Technolo... http://www.biochemj.org/bj/314/0327/bj3140327.htmhttp://dent.ege.edu.tr/d osyalar/dergi/cilt22-sayi1/4.pdf http://themedicalbiochemistrypage.org/ehlers-danlos.html http://faculty.stcc.edu/AandP/AP/AP1pages/Units1to4/unit3/connecti.htm http://www.steve.gb.com/.../extracellular_matrix.html education.vetmed.vt.edu/.../Labs/Lab5/Lab5.htm http://www.courseweb.uottawa.ca/medicinehistology/English/SS_BasicTissues/Connective_Tissue.htm http://tr.wikipedia.org/wiki/Ba%C4%9F_ http://www.sacs.ucsf.edu/.../ConnTiss/conntiss2.htm http://www.agen.ufl.edu/.../lect/lect_19/lect_19.htm http://www.scielo.cl/scielo.php?pid=S071698681998000200005&script=sci_arttext http://www.vitak.com/vascthree.htm 289 io.uwinnipeg.ca/~simmons/15lb4p5.htm education.vetmed.vt.edu/.../Labs/Lab5/Lab5.htm https://www.masterdocs.com/paininknee/images/knee_anatomy.gif http://www.lab.anhb.uwa.edu.au/mb140/CorePages/Lymphoid1/lymph1.htm http://www.acm.uiuc.edu/sigbio/project/updated-lymphatic/lymph3.html http://www.botany.uwc.ac.za/Sci_Ed/grade10/mammal/cart.htm http://www.bbc.co.uk/schools/gcsebitesize/pe/images/bone_anatomy.gif www.dmacc.edu/.../Chapter_6_Skeletal_System.htm http://www.unu.edu/unupress/food2/uid06e/uid06e0v.htm www.sandiego-spine.com/subject.php?pn=spinal-... academic.kellogg.cc.mi.us/.../skeletal.htm http://www.ucc.ie/bluehist/CorePages/Bone/Bone.htm courses.washington.edu/conj/bess/bone/bone2.html http://www4.alief.isd.tenet.edu/.../slide0024.htm http://www.bioscience.org/1998/v3/d/naski/fig5.jpg academic.sun.ac.za/medphys/counter.htm http://www.unu.edu/Unupress/food2/UID06E/uid06e0u.htm http://education.vetmed.vt.edu/curriculum/vm8054/labs/Lab8/lab8.htm http://www.daviddarling.info/encyclopedia/T/teeth.html http://www.web-books.com/.../Medicine/Mouth/index.htm http://www.doctorndtv.com/teeth/oraldetailtopics.asp?id=2&b= dentistry.uic.edu/.../ResearchTED.htm http://www.answers.com/topic/gingival-fibers-1 http://www.curetoothdecay.com/.../tooth_anatomy.htm http://www.vivo.colostate.edu/hbooks/pathphys/digestion/pregastric/dentala nat.html http://www.uic.edu/classes/orla/orla312/MOLARS%20upper.htm http://users.forthnet.gr/ath/abyss/dep1142.htm moderndentistry.blogfa.com/87082.aspx http://www.palaeos.com/Vertebrates/Bones/Teeth/Teeth2.html metcalf.org.uk/scanning_electron_microscopy http://www.exploratorium.edu/.../INT_tooth_zoom.html metcalf.org.uk/scanning_electron_microscopy tufd.ahlamuntada.org/montada-f5/topic-t200.htm http://www.medicine.uiowa.edu/.../unit2/_ii-12.html http://www.medscape.com/.../29/472915/472915_fig.html http://www.eioba.com/a70192/senses medical-dictionary.thefreedictionary.com/Tast... 290 http://www.doctorspiller.com/oral%20anatomy.htm http://www.helsinki.fi/science/dentenv/DDT.html course.jnu.edu.cn/.../Cards/tdev/26_bb.html https:/.../microanatomy/oralbio/prac1/index.htm http://www.histol.chuvashia.com/.../digestive-05-en.htm http://images.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.medicine.uiowa.edu/ anatomy/dental/oralhist/ http://www.answers.com/topic/dental-lamina obm.quintessenz.de/index.php?doc=html&abstrac... http://www.dental.pitt.edu/informatics/periohistology/en/gu0302m.htm 8e.devbio.com/article.php?ch=13&id=274 obm.quintessenz.de/index.php?doc=html&abstrac... http://www.absoluteastronomy.com/topics/Tooth_development http://www.doctorspiller.com/tooth_anatomy.htm http://www.uth.tmc.edu/courses/dental/pulpalmicro/fig_4.htm http://www.vetdent.eu/services/dacross-illustratione... http://www.dentistry.ucla.edu/.../force/index.html http://www.dentistry.ucla.edu/PIC/pic/courses/force/2.4.html http://www.carolguze.com/text/102-11-humanreproduction.shtml course.jnu.edu.cn/.../Cards/tth/10_bb.html http://www1.umn.edu/.../courses/dent_5725/cementum.html http://pacificdds2009.com/courses/Q2/human_anatomy2/study%20aids/Ama logenesis.ppt http://www.mc.uky.edu/oaa/curriculum/md828/module4/lecture/oh4lect.htm http://www.azom.com/Details.asp?ArticleID=2140 http://www.bookrags.com/research/calcium-phosphate-chmc/ http://www.handbookofmineralogy.org/pdfs/monetite.pdf http://www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/657.pdf http://www.kimyasanal.net/konugoster.php?yazi=xrftvkz0zs http://nvl.nist.gov/pub/nistpubs/jres/108/3/j83skr.pdf http://www.freepatentsonline.com/6960249.html www.chemistry.upatras.gr/studs/sotk/hap.htm http://www.crystal.unito.it/vibs/oh_apatite/ http://www.scielo.org.ve/scielo.php?pid=S025569522001000200013&script=sci_arttext http://www.cuneyttas.com/TTCP-paper.pdf http://www.springerlink.com/content/m1x1g67804hh8787/ sofsera.co.jp/tech1_e.html 291 http://www.pentax.jp/.../apaceram/index.html http://journals.iucr.org/b/issues/2003/01/00/ta0009/ta0009bdy.html http://books.google.com.tr/books?id=hWerD3I2_7kC&dq=Octacalcium+ph osphate&printsec=frontcover&source=bl&ots=To1EkbhFh4&sig=K5U WWkuNCfr8CT0MsNiM7fMjxw&hl=tr&ei=GJJAS_e7E5Ss4QbGkdiqCA&sa=X&oi=bo ok_result&ct=result&resnum=8&ved=0CEcQ6AEwBw#v=onepage&q= &f=false http://www.msm.cam.ac.uk/asg/Members/Helen/helen.html http://nvl.nist.gov/pub/nistpubs/jres/106/6/j66mat.pdf http://pediatricdentistry.metapress.com/content/617404w302446411/fulltext. pdf http://images.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.watervisionsinternati onal.com/images/arsenic_chemistry.gif&imgrefurl=http://www.watervisi onsinternational.com/arsenic_removal.html&usg=__NccYAga3oKyfqjn Gt_FcGazcMco=&h=201&w=300&sz=4&hl=tr&start=17&um=1&itbs= 1&tbnid=puAgq1Z3i05acM:&tbnh=78&tbnw=116&prev=/images%3Fq %3Dhydroxyapatite%2Blattice%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DN %26tbs%3Disch:1 http://www.rsc.org/Publishing/Journals/CP/article.asp?Type=Issue&Journalc ode=CP&Issue=3&SubYear=2009&Volume=11&Page=0&GA=on http://www.geol.umd.edu/~jmerck/geol100/lectures/09.html http://www3.imperial.ac.uk/nuclearengineering/research/atomicscalesimulati on http://books.google.com.tr/books?id=BUNyjNVu5wcC&pg=PA40&lpg=PA 40&dq=enamel+crystal+structure+keyhole&source=bl&ots=m9eLcWdx Ae&sig=Rq38MoX9EKs4Wnblo2cHKofOeI&hl=tr&ei=bhyaS7nGHs7__AbtxNyyCw&sa=X&oi=book_r esult&ct=result&resnum=7&ved=0CB4Q6AEwBjgK#v=onepage&q=en amel%20crystal%20structure%20keyhole&f=false http://app.pan.pl/archive/published/app48/app48-383.pdf http://courses.ki.se/utbildningsprogram/Tandlakare/termin_3/2TL001/filarki v/oralhistologi20070207mw.pdf http://www.nature.com/nature/journal/v414/n6864/fig_tab/414595a_F1.html http://www.pnas.org/content/102/40/14197/F1.expansion.html http://www.labspaces.net/101324/1/First_molars_provide_insight_into_evol ution_of_great_apes__humans http://books.google.com.tr/books?id=nMPXtw25V5MC&pg=PA92&lpg=P A92&dq=tomes+process+oral+development+histology&source=bl&ots= R5fetmiacY&sig=rFJTCt0Bj2ubnfHArKTTsbKNsA0&hl=tr&ei=JIOvS_ r7Jon84AbKrJ3FDw&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1&ved =0CAsQ6AEwAA#v=onepage&q=tomes%20process%20oral%20develo pment%20histology&f=false 292 sofsera.co.jp/tech1_e.html http://books.google.com.tr/books?id=nMPXtw25V5MC&pg=PA166&lpg=P A166&dq=retzius+line+enamel+oral+development+histology&source=bl &ots=R5fetkk7bX&sig=wWWsONwjo1xTj7JK5UROyJt7i8&hl=tr&ei=nTuvS82gFcnX4gaQqfiyDw&sa=X&oi=book_result&ct =result&resnum=3&ved=0CBQQ6AEwAg#v=onepage&q=retzius%20li ne%20enamel%20oral%20development%20histology&f=false http://faculty.baruch.cuny.edu/jwahlert/enamel/schmelz.html http://books.google.com.tr/books?id=nMPXtw25V5MC&pg=PA166&lpg=P A166&dq=retzius+line+enamel+oral+development+histology&source=bl &ots=R5fetkk7bX&sig=wWWsONwjo1xTj7JK5UROyJt7i8&hl=tr&ei=nTuvS82gFcnX4gaQqfiyDw&sa=X&oi=book_result&ct =result&resnum=3&ved=0CBQQ6AEwAg#v=onepage&q=retzius%20li ne%20enamel%20oral%20development http://books.google.com.tr/books?id=nMPXtw25V5MC&pg=PA92&lpg=P A92&dq=tomes+process+oral+development+histology&source=bl&ots= R5fetmiacY&sig=rFJTCt0Bj2ubnfHArKTTsbKNsA0&hl=tr&ei=JIOvS_ r7Jon84AbKrJ3FDw&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1&ved =0CAsQ6AEwAA#v=onepage&q=tomes%20process%20oral%20develo pment%20histology&f=false http://www.nature.com/nri/journal/v6/n7/fig_tab/nri1857_F1.html http://www.mrs.org/s_mrs/sec_subscribe.asp?CID=2701&DID=115517&act ion=detail&css=print http://www.raydentalcare.com/2009/05/dental-plaque/ http://www.vivo.colostate.edu/hbooks/pathphys/endocrine/thyroid/calcium.h tml http://www.chemistry.upatras.gr/studs/sotk/hap.htm http://www.abdn.ac.uk/physics/people/details/j.skakle http://www.scielo.org.ve/scielo.php?pid=S0255-695220... http://www.stolaf.edu/people/hansonr/mo/apatite/mo.htm http://www.scielo.org.ve/scielo.php?pid=S0255-695220... http://www.health-res.com/EX/07-28-20/IMAGEL84.jpg http://www.scielo.org.ve/scielo.php?pid=S025569522001000200013&script=sci_arttext mit.edu/jcg/www/Surface_Phenomena.html www.crystal.unito.it/prtfreq/jmol.html http://nvl.nist.gov/pub/nistpubs/jres/106/6/j66mat.pdf http://www.answers.com/topic/phosphate-metabolism http://oftalmoloji.turkiyeklinikleri.com/abstract-tr_34603.html http://www.answers.com/topic/phosphate-metabolism http://oftalmoloji.turkiyeklinikleri.com/abstract-tr_34603.html 293 http://www.chemicalelements.com/elements/ca.html http://www.green-planet-solar-energy.com/calcium-element.html http://www.daviddarling.info/encyclopedia/C/calcium.html http://cro.sagepub.com/cgi/reprint/3/1/61 http://adr.sagepub.com/cgi/reprint/1/2/306 http://books.google.com.tr/books?id=nMPXtw25V5MC&pg=PA159&lpg=P A159&dq=enamel+lines+Rezius+neonatal&source=bl&ots=R5gdnhj6c&sig=z0QAJ7GXK0WmEjnHr8GqO8p3nIg&hl=tr&ei=r4uTKHHHtKeOMOXxfgB&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum= 1&ved=0CBYQ6AEwAA#v=onepage&q=enamel%20lines%20Rezius% 20neonatal&f=false http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.pnas.org/content/105/ 19/6834/F1.large.jpg&imgrefurl=http://www.pnas.org/content/105/19/68 34/F1.expansion.html&h=828&w=1800&sz=114&tbnid=5wCOAI2mcw mWrM:&tbnh=69&tbnw=150&prev=/images%3Fq%3Denamel%2Bfor mation&hl=tr&usg=__jogzdR42GHpzaO2Xgq2AT_vGsJQ=&ei=9u7RS 6GNIaeTOIuxiZ4O&sa=X&oi=image_result&resnum=8&ct=image&ve d=0CCkQ9QEwBw http://www.amyrdhstudents.com/histology17.jpg http://www.jbc.org/content/278/21.cover-expansion http://www.patriciazuk.com/wlachstology/DH156DentinEnamelPulp.ppt http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://3.bp.blogspot.com/_uPWo3 6Q94yo/SZVuUG5LszI/AAAAAAAAAC8/7bOEBZBhfRE/s400/74321004D1140578.jpg&imgrefurl=http://parotidectomy.blogspot.com/&usg=__G hRJPRcz8fcmDfGUqcL1lV6BqVo=&h=305&w=383&sz=25&hl=tr&sta rt=19&um=1&itbs=1&tbnid=fo-DREkRHyCqM:&tbnh=98&tbnw=123&prev=/images%3Fq%3Dsalivary%2Bglands% 26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DX%26tbs%3Disch:1 http://www.vivo.colostate.edu/hbooks/pathphys/digestion/pregastric/salivary .html http://www.medical-look.com/human_anatomy/organs/Salivary_glands.html http://www.otohns.net/default.asp?id=14646 http://medicinapertutti.altervista.org/argomento/ghiandole-merocrinesierose-mucinose-e-miste http://www.ankaranumune4kbb.com/download/dosyalar/T%FCkr%FCk%20 bezleri%20anatomi%20ve%20fizyolojisi.doc http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.physiologymodels.inf o/ans/glandimage.gif&imgrefurl=http://www.physiologymodels.info/ans/ head_thoracic.htm&usg=__4FzH4wMwTQe2w1tcJk9elkjGIdE=&h=227 &w=306&sz=9&hl=tr&start=13&tbnid=YZfm0VMIQBCCM:&tbnh=87&tbnw=117&prev=/images%3Fq%3Dsalivary% 294 2Bglands%2Binnervation%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DN%26rlz %3D1R2GGLR_trTR385%26tbs%3Disch:1&um=1&itbs=1 http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://en.academic.ru/pictures/enw iki/80/Parotid_gland_en.png&imgrefurl=http://en.academic.ru/dic.nsf/en wiki/134820&usg=__50fupGj4eQr1oqwPKNnjp7rREak=&h=400&w=3 00&sz=33&hl=tr&start=6&tbnid=mTQRMofRDzIB5M:&tbnh=124&tbn w=93&prev=/images%3Fq%3Dsalivary%2Bglands%2Binnervation%26u m%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DN%26rlz%3D1R2GGLR_trTR385%26t bs%3Disch:1&um=1&itbs=1 http://www.ncbi.nlm.nih.gov/bookshelf/br.fcgi?book=frsol&part=ch4 http://www.mfi.ku.dk/ppaulev/chapter22/kap%2022.htm http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.sacs.ucsf.edu/home/co oper/Anat118/GI-Glands/salivary/salivschem.gif&imgrefurl=http://www.sacs.ucsf.edu/home/cooper/Anat118/G IGlands/lvrpancsaliv.htm&usg=__ypbpR1DkG449672Va4LCHKc7Zok= &h=438&w=564&sz=90&hl=tr&start=18&tbnid=WNGx5q3akV7UsM: &tbnh=104&tbnw=134&prev=/images%3Fq%3DStimulation%2Bof%2 Bsaliva%2Bsecretion.%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DG%26rlz%3 D1R2GGLR_trTR385%26tbs%3Disch:1&um=1&itbs=1 http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.salimetrics.com/assets /images/all-things-saliva/saliva-and-generalinterest/duct.gif&imgrefurl=http://www.salimetrics.com/all_things_saliva /spit_basics.php&usg=__uuuqZUzmtmHQAf9_81yB_LPeFg=&h=277&w=392&sz=20&hl=tr&st art=12&tbnid=Lzr-KYNUzr2dM:&tbnh=87&tbnw=123&prev=/images%3Fq%3DStimulation%2Bof% 2Bsaliva%2Bsecretion.%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DG%26rlz% 3D1R2GGLR_trTR385%26tbs%3Disch:1&um=1&itbs=1 http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://capra.iespana.es/capra/fisiol ogia/boca/salesq.jpg&imgrefurl=http://capra.iespana.es/capra/fisiologia/b oca/bocaing.htm&usg=__eBziqH6ugymf_m6w9ZCXueC1g0=&h=299&w=354&sz=29&hl=tr&sta rt=27&tbnid=gWHWM0QSvuespM:&tbnh=102&tbnw=121&prev=/ima ges%3Fq%3DStimulation%2Bof%2Bsaliva%2Bsecretion.%26start%3D2 0%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DN%26rlz%3D1R2GGLR_trTR38 5%26tbs%3Disch:1&um=1&itbs=1 http://books.google.com.tr/books?id=ynWgCp9KzfYC&pg=PA223&lpg=P A223&dq=sindirim+fizyolojisi+t%C3%BCk%C3%BCr%C3%BCk&sou rce=bl&ots=QziLiJAA0t&sig=k4eAsbfpJSlI5XyKRF8OJ1IjdrQ&hl=tr& ei=qI6TPG2AcOjOMWI5YoK&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1 0&ved=0CDAQ6AEwCTgU# acad.rosalindfranklin.edu/cms/anatomy/histoho... http://www.mfi.ku.dk/ppaulev/chapter22/kap%2022.htm 295 http://www.life.umd.edu/.../lecture_18/lect18.html 04340.com/ross/medicalwiki/test/Physiology%20... http://www.utmb.edu/otoref/grnds/Salivary-Gland-2001-01/Salivary-gland2001-01.pdf http://www.otohns.net/default.asp?id=14646 http://www3.interscience.wiley.com/cgibin/fulltext/120830469/HTMLSTART http://pcwww.liv.ac.uk/~petesmif/petesmif/salivary%20secretion/Saliva%20 &%20Oral%20Health%20Chapter2.pdf http://books.google.com.tr/books?id=7M9yvxAk_AkC&pg=PA84&lpg=PA 84&dq=salivary+composition&source=bl&ots=h906SFzDHu&sig=vye7 vwfCwdwByF08TzV0wKOsP9w&hl=tr&ei=P7NBTJXYNor_OcOAhdg M&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=6&ved=0CDQQ6AEwB Tgy#v=onepage&q=salivary%20composition&f=false http://student.ahc.umn.edu/dental/2010/Documents/Fundamentals%20of%20 saliva.ppt#270,15, http://tip.erciyes.edu.tr/Anabilim/Cerrahi/Web/Anestezi/anestezi_dosyalar/a ynur_dosyalar/Kan%20Gazlar%C4%B1n%C4%B1n%20Yorumlanmas% C4%B1.ppt#272,2 http://www.ctf.edu.tr/kbb/Seminerler/2008_2009/TuKRuK%20BEZi%20HA STALIKLARI%20HASAN.ppt#260,5 http://www.webmd.com/oral-health/tartar-dental-calculus-overview http://www.scharfphoto.com/.../archives/000613.php http://www.dent.ucla.edu/pic/members/microbio/mdphome.html http://www.dentalhealthsite.com/plaque-tartar/ http://www.scribd.com/doc/23001169/Dental-Plaque http://www.blatner.com/.../6-dentalhygiene.html http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.raydentalcare.com/wp content/uploads/2009/05/8331_060141.jpg&imgrefurl=http://www.rayde ntalcare.com/tag/what-are-the-types-of-dentalplaque/&usg=__YPozIZWLJAsV_E2J1COkXsirO7s=&h=539&w=363& sz=21&hl=tr&start=60&um=1&itbs=1&tbnid=FoATJWWFWKc5hM:&t bnh=132&tbnw=89&prev=/images%3Fq%3Ddental%2Bplaque%26start %3D40%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3DN%26ndsp%3D20%26tbs %3Disch:1 http://www.juniordentist.com/dental-plaque.html http://student.ahc.umn.edu/dental/2010/Documents/L1-530228Mar07.ppt#326,13 http://www.ariadent.com/Dental%20Plaque.html http://books.google.com.tr/books?id=d7w7UhUDj7gC&pg=PA58&lpg=PA5 8&dq=dental+plaque+structure&source=bl&ots=GfehlzsiGf&sig=doCEi 296 a3D9lDFbd1W6pGvioDWo0A&hl=tr&ei=Wf5LTPyMNaKJOMHyJUD&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=3&ved=0CCAQ6AEw Ajge#v=onepage&q=dental%20plaque%20structure&f=false Oral microbiology - Google Kitaplar Sonucu http://www.springerlink.com/content/lu28046532018h17/fulltext.pdf http://www.raydentalcare.com/tag/how-does-dental-plaque-form/ http://content.karger.com/produktedb/produkte.asp?typ=pdf&file=CRE2004 038003204 http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.nature.com/nri/journal /v6/n7/images/nri1857f1.jpg&imgrefurl=http://www.nature.com/nri/journal/v6/n7/fig_tab/nri18 57_F1.html&usg=__ejy3ZFR7ClfFIvA8s4a9H4fHYM=&h=1015&w=605&sz=99&hl=tr&start=3&um =1&itbs=1&tbnid=S0tAoF4Mz7ObVM:&tbnh=150&tbnw=89&prev=/i mages%3Fq%3Ddental%2Bplaque%2Bformation%26um%3D1%26hl% 3Dtr%26sa%3DX%26tbs%3Disch:1 http://www.shockmd.com/.../chocolate-saves-your-teeth/ http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbi ol/oralenv/images/plaque.gif&imgrefurl=http://www.ncl.ac.uk/dental/oral biol/oralenv/tutorials/plaqueformation.htm&usg=__GciHaWnXugFpZN0 5opaxwPij_3g=&h=357&w=212&sz=25&hl=tr&start=67&um=1&itbs=1 &tbnid=HcL49R3GqPBRAM:&tbnh=121&tbnw=72&prev=/images%3F q%3Ddental%2Bplaque%2Bformation%26start%3D60%26um%3D1%2 6hl%3Dtr%26sa%3DN%26ndsp%3D20%26tbs%3Disch:1 http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/plaqueformation.htm (http://www.lww.com/). http://books.google.com.tr/books?id=NzEZnIY6zTYC&pg=PA84&lpg=PA 84&dq=salivary+mucins+MG1+MG2&source=bl&ots=MCE6khINgp&s ig=lS0rZY4jrXSTsiFqMTTaCGBI2Q&hl=tr&ei=bnZJTI7NFsWPOP_8wJUD&sa=X&oi=book_r esult&ct=result&resnum=6&ved=0CC8Q6AEwBTgK#v=onepage&q=sa livary%20mucins%20MG1%20MG2&f=false http://www.springerlink.com/content/lu28046532018h17/fulltext.pdf2 http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/stephancurves1.htm http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/polysaccharides/eps.ht m http://www.enotes.com/topic/Calculus_(dental) http://www.dental1.org/edu_ctr/clinicaloverview.cfm/29 http://books.google.com.tr/books?id=SBhvdj9jPIQC&pg=PR3&lpg=PR3&d q=143+Bacterial+Polysaccharides+in+dental+plaque+Roy+R.B.+Russel &source=bl&ots=EfEDJcxd_Y&sig=DmGXxUY51UQwSwFTMZYLMyEV7o&hl=tr&ei=lrxSTK7tCcaq4AbJzoTJAw&sa=X&oi=book_ 297 result&ct=result&resnum=1&ved=0CAsQ6AEwAA#v=onepage&q&f=f alse http://www.toothandteeth.com/Tooth-and-Teeth-Diseases.html http://www.blatner.com/adam/consctransf/historyofmedicine/6 hookwormflossing/dentalhyg/6-dentalhygiene.html http://books.google.com.tr/books?id=a2k7vAIlQ7AC&pg=PA342&lpg=PA 342&dq=dental+enamel+organic+composition&source=bl&ots=jsLsNrtes&sig=6G-YubYVqwzZZLUXlqTmbMt9rw&hl=tr&ei=D606TKelAaOWOMr_2YkK&sa=X& oi=book_result&ct=result&resnum=6&ved=0CCgQ6AEwBTgU#v=onep age&q=dental%20enamel%20organic%20composition&f=false 207.5.42.159/.../DentAssist01_TXT.asp?frame=0105 http://www.dent.ucla.edu/pic/members/plaque/index.html http://jdr.sagepub.com/content/53/1/45.full.pdf http://www.thedentalclinicpk.com/enamel http://academia.edu.documents.s3.amazonaws.com/738281/Enamel_caries.p df http://oralpathol.dlearn.kmu.edu.tw/OP/Infection%20of%20teeth.ppt http://www.tititudorancea.com/z/dental_caries.htm http://www.dentaljuce.com/fruit/page.asp?pid=605 http://www.mediteam.com/index.php?option=com_content&task=view&id= 21&Itemid=36 http://wiki.answers.com/Q/What_are_Caries_zones_in_enamel_and_dentin# ixzz1CWaV67df maps.thefullwiki.org/Dental_caries http://www.usc.edu/hsc/dental/Resources/Courseware/.../oper/oper.pdf http://www.articlesbase.com/medicine-articles/dental-caries1304303.html#ixzz1CWhRMHhr http://ses.library.usyd.edu.au/handle/2123/51322.5.1 Tertiary dentine http://books.google.com.tr/books?id=n00wduJKk90C&pg=PA35&lpg=PA3 5&dq=Zones+of+Dentine+Caries&source=bl&ots=i2Wy3DsvJ&sig=GV dnn6UuwRvxqHcNdxjpr9yR7fM&hl=tr&ei=AgxTTam8I8XusgbVhunrB g&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=4&ved=0CCgQ6AEwAzg U#v=onepage&q&f=false http://cro.sagepub.com/ Critical Reviews in Oral Biology & Medicine http://cro.sagepub.com/content/11/4/481.full.pdf http://www.carifree.com/dentists/science/documents/DentalCariesapHMedia tedDisease.pdf http://www.dent.ucla.edu/pic/members/caries/index.html http://129.109.115.69/microbook/ch099.htm http://www.enotes.com/nursing-encyclopedia/dental-indices 298 http://student.ahc.umn.edu/dental/2010/topics_in_dental_biochemistry.htm School Of http://www.altcorp.com/AffinityLaboratory/halitosistesting.htm http://www.cranews.com/newsletter/highlights/1999/99-03/breath/#Intro test slaytları var http://www.peoples-health.com/halitosis.htm http://www.halimeter.com/images/prof_touyz_oral_malodor1.ppt#259,2 http://www.reference.com/browse/fetor+ex+ore http://www.halimeter.com/touyz1.htm http://www.jaypeedigital.com/BookDetails.aspx?id=9788184483727 http://books.google.com.tr/books?id=cKWEGOzGz7MC&printsec=frontcov er&dq=Breath:+causes,+diagnosis+and+treatment+of+oral+malodor&so urce=bl&ots=x_t6LaC8b&sig=b8kGAwjqOlwqSBjzid4e2On5D_o&hl=tr&ei=sw55TcD7Don0sga tg5XcBw&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=3&ved=0CCYQ6 AEwAg#v=onepage&q&f=false http://aydinmur.com/agizkokusu.html http://www.cda.org/library/cda_member/pubs/journal/jour0407/lee.pdf http://www.websters-online-dictionary.org/definitions/Halitosis?cx=partnerpub-0939450753529744%3Av0qd01-tdlq&cof=FORID%3A9&ie=UTF8&q=Halitosis&sa=Search#922 http://www.dent.ucla.edu/pic/members/malodor/ http://www.ilo.org/safework_bookshelf/english?content&nd=857171318 http://www.c-f-c.com/supportdocs/sulfur.htm http://www.nyhni.org/images/halitosis.pdf http://ezinearticles.com/?What-Are-Mercaptans-and-Why-Do-They-CausesHalitosis?&id=4176833 http://www.cyberlipid.org/fa/acid0001.htm http://www.studentsguide.in/microbiology/microbial-photosynthesis/mixedamino-acid-fermentation.html http://www.ehow.com/list_7245719_chemicals-resolve-carpet-cleaner.html http://web.gideononline.com/abstract.php?module=toxagents&disease=2920 &view=General http://medicorium.com/akalazya-nedir.aspx?pageID=168&nID=1949 http://www.saglikbilimi.com/faringoozofageal-zenker-divertikulu/ http://www.ctf.edu.tr/ctfradyoloji/gis_dosyalar/frame.htm#slide0003.htm http://turkishfamilyphysician.com/turkish-family-haberdetay.php?haberID=6 http://www.discusdental.com/international/ir/products/references/oralhygien e/ohcds2.h.pdf http://www.doctorspiller.com/halitosis.htm 299 http://www.breezecare.com/infobb/morningbreath.html http://www.webhatti.com/anne-ve-cocuk/129879-cocuklarda-agiz-kokusuneden-olur.html http://therichtercenter.com/diagnosis.html http://profresh.com/halitosis.html http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1863329/?page=5 http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK26810/ http://humphrieslab.org/images/syndecanintegrinsignalling.jpg http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK21582/ http://www.nature.com/mt/journal/v17/n1/fig_tab/mt2008262f1.html http://openwetware.org/wiki/BIO254:Agrin http://www.nature.com/nrm/journal/v4/n4/fig_tab/nrm1074_F7.html http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK21742/figure/A6882/?report=objec tonly http://www.nature.com/nri/journal/v3/n7/fig_tab/nri1130_F3.html http://www.utm.utoronto.ca/~w3bio315/lecture5.htm http://www.glycoforum.gr.jp/.../PGA03E.html http://www.nature.com/cr/journal/v15/n7/fig_tab/7290318f1.html#figuretitle http://www.jbc.org/content/274/10/6432.full http://www.skinmed.com/anti-aging-wrinkle-treatment/science.php http://alexandria.healthlibrary.ca/documents/notes/bom/unit_1/unit1.images/ http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.nature.com/nrc/journa l/v2/n7/images/nrc842 http://www.glycoforum.gr.jp/glycoe/04.html http://www.pnas.org/content/102/40/14197/F1.expansion.html http://flylib.com/books/en/2.953.1.21/1/ http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK27946/ http://www.doctorspiller.com/filliform_papillae.htm http://alexandria.healthlibrary.ca/documents/notes/bom/unit_4/unit%204%2 02005/L06%202008%20%20histology%20of%20the%20oral%20cavity%20%20teeth%201.xml http://en.wikipedia.org/wiki/Neural_crest http://physrev.physiology.org/content/25/3/442.extract http://www.dental.washington.edu/sodoc/ORALB/510.htm www.dermaneturk.com/yara_online/buyume_faktor.doc http://www.acikarsiv.gazi.edu.tr/dosya/seyhan_turk_tez.pdf 300 http://www.eczfakder.hacettepe.edu.tr/Arsiv/EskiDergiler/07_2004/107-072004.pdf http://www.rndsystems.com/mini_review_detail_objectname_MR99_BMPs. aspx http://jos.dent.nihon-u.ac.jp/journal/45/2/057.pdf http://www.ankaranumune4kbb.com/download/downloadkat.asp?kid=4...1 http://kbb.uludag.edu.tr/oralkavite-tukruk-anatomi.htm http://www.kbb.gazi.edu.tr/parotis%20ve%20submandibular.htm http://www.cnsweb.org/digestvertebrates/WWWEdStevensCDSecretion.htm l http://www.salimetrics.com/my-spit-research/saliva-501/spit-basics.php http://www.lab.anhb.uwa.edu.au/mb140/CorePages/Oral/oral.htm http://www.zuniv.net/physiology/book/images/22-7.jpg http://www.waent.org/archives/2009/vol2-2/giant-salivary-glandstone/giant-salivary-gland-stone.htm http://www.cpicmha.sld.cu/hab/vol15_2_09/hab16209.html http://www.saglikkutuphanesi.com/Romatolojik_Hastal%C4%B1klar/Sjogre n_Sendromu_i1202.htm http://www.yousaytoo.com/dental-health-and-oral-hygiene-plaque-vscalculus-what-s-the-difference/224480 http://yourfriendlyneighbourhooddentist.blogspot.com/2010/12/dentalplaque.html http://drnazlihaffiz.com/how-to-get-rid-of-dental-plaque/ http://www.profident.co.uk/ultrasonic-scaling/dental-plaque-and-calculus/ http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/stephancurves1.htm http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/j.1749-6632.1965.tb34856.x/pdf http://www.tpub.com/content/armymedical/MD0513/MD05130025.htm http://www.aydinmur.com/endo2.pdf http://www.ada.org/3034.aspx http://jbiol.com/content/8/9/85/figure/F1?highres=y http://www.protein.osaka-u.ac.jp/eng/laboratories/proteinchemistr/laboratory-of-extracellular-ma.php https://bcrc.bio.umass.edu/courses/spring2011/biol/biol523/node?page=40 http://www.kck.usm.my/.../histology/Histopathology_of_dental_Dental_cari es_ http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download;jsessionid=0CF25709150B07 64237FE24E8027A27A?doi=10.1.1.106.1474&rep=rep1&type=pdf http://neuromedia.neurobio.ucla.edu/campbell/toothandgingiva/wp.htm http://www.aurorabaycare.com/health-info/display.aspx?URL=100684.html http://bryanking.net/respiratory-tract-infections/ 301 http://dfd.atauni.edu.tr/UploadsCild/files/2007-1/2007_1_2.pdf http://www.halimeter.com/nachnani1.htm http://www.medicinenet.com/gastroesophageal_reflux_disease_gerd/article.h tm http://cwx.prenhall.com/bookbind/pubbooks/martinidemo/chapter10/mediali b/CH10/html/ch10_3.html http://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK21670/ http://www.pansportmedical.ro/english/sports_medicine/articles/Muscle_fib er_a_bidirectional_approach.html http://tip.uludag.edu.tr/fizyoloji/dosya/sinir-kas-kavsagi-ve-motor-birimozellikleri.pdf http://www.headstartinbiology.com/headstart/four45.htm http://www.ucl.ac.uk/~sjjgsca/MuscleCardiac.html http://www.phschool.com/science/biology_place/biocoach/cardio1/muscle.ht ml http://medicinexplained.blogspot.com/2011/06/cardiac-muscles-propertiesmorphology.html http://massasoitbio.net/courses/201/201_content/topicdir/muscle/muscle_RG/muscle_RG 13/muscle_RG13.html http://www.brianmac.co.uk/muscle.htm http://www.tutorvista.com/content/science/science-i/tissues/epithelialtissue.php http://www.kadin.ca/epitel/ http://histemb.medicine.ankara.edu.tr/Kas%20Dokusu.pdf http://histemb.medicine.ankara.edu.tr/Kas_Dokusu.doc http://www.belgeler.com/blg/1kza/kas-doku-biyokimyasi http://veterinerhistoloji.atauni.edu.tr/dersnot/kas%20dokusu.pdf http://www.innvista.com/health/anatomy/muscle.htm http://www.bcb.uwc.ac.za/sci_ed/grade10/mammal/muscle.htm http://www.ivy-rose.co.uk/HumanBody/Tissue/Tissue_Muscular-Tissue.php http://www.biyolojimerkezi.com/kas-dokusut324.html?s=5ed43010498e5c8fa92369190741002b& http://www.arthursclipart.org/medical/humanbody/muscle%20tissue.gif http://www.tutorvista.com/content/science/science-i/tissues/musculartissue.php http://www.innerbody.com/image_musc01/musc02.html http://cwx.prenhall.com/bookbind/pubbooks/martinidemo/chapter10/mediali b/CH10/html/ch10_9.html 302 http://cwx.prenhall.com/bookbind/pubbooks/martinidemo/chapter10/mediali b/CH10/html/ch10_3.html http://books.google.com.tr/books?id=SgjMN2Jusd0C&pg=PA169&lpg=PA 169&dq=energy+storage+muscle+fiber&source=bl&ots=qyxrVa7CR_&s ig=Gf5_KP_I0ApzBZtxUut6m73HWw&hl=tr&ei=odd6TsbgK5Dzsgbu9Ii1Dw&sa=X&oi=book_result& ct=result&resnum=7&sqi=2&ved=0CFwQ6AEwBg#v=onepage&q=ener gy%20storage%20muscle%20fiber&f=false http://en.wikibooks.org/wiki/Human_Physiology/The_Muscular_System http://www.wisegeek.com/what-are-pacemaker-cells.htm http://www.belgeler.com/blg/1ejy/farkli-dentin-adezivlerinin-dentinhidrolik-basinci-uzerindeki-etkilerinin-in-vitro-kosullarda-incelenmesieffect-of-different-dentin-adhesives-on-dentin-hydraulic-conducance-invitro-study http://www.karaelmas.edu.tr/dis/files/2011/04/pulpa-biyolojisi.ppt http://www.jeffersonhospital.org/diseases-conditions/cardiomyopathy http://www.ilmimercek.net/?Pg=Detail&Number=4295 http://kbb.uludag.edu.tr/oralkavite-anatomi.htm http://drcashtein.blogspot.com/2011/03/agz-anatomisi.html http://books.google.com.tr/books?id=s4kFIauLJWEC&pg=PA286&lpg=PA 286&dq=dental+faculty+biochemistry+topics&source=bl&ots=BH_39G Dniz&sig=WHXdQ8bWvadiOKIHzGkCfQqjnsY&hl=tr&sa=X&ei=EAb TT7W0PPL24QSrrd35Ag&sqi=2&ved=0CI4BEOgBMAg#v=onepage& q=dental%20faculty%20biochemistry%20topics&f=false http://www.udel.edu/biology/Wags/histopage/illuspage/iop/iop1.GIF http://www.68aksaray.gen.tr/forum/f116/oral-kavite-5812/ http://dent.ege.edu.tr/detay.php?SayfaID=356 http://www.nyu.edu/clubs/predental/frameset6.htm http://www.uic.edu/classes/orla/orla312/BHDTwo.html http://www.wesapiens.org/class/3029001/Digestive+System+1,+Oral+tissue s.+Lab+Class.+Histology+of+Organs+and+Systems http://www.dental.pitt.edu/informatics/periohistology/en/gu0202.htm http://www.answers.com/topic/junctional-epithelium http://www.aboutgastro.com/digestive-system/tissue-layers-of-digestivetract http://www.nature.com/gimo/contents/pt1/full/gimo5.html http://education.yahoo.com/reference/gray/subjects/subject/242 http://virtual.yosemite.cc.ca.us/rdroual/images/Anatomy/Bone/concentric_la mellae.htm http://www.kenfuderyu.co.za/Human%20Anatomy.htm 303 http://sofsera.co.jp/english/tech1_e.html http://www.cariesid.com/content/prodinfo/handpiece/index.cfm http://doctorspiller.com/Tooth_Anatomy/tooth_anatomy.htm http://www.vetmed.vt.edu/education/curriculum/vm8054/labs/Lab17/Lab17. htm http://www.tulane.edu/~histolab/GIlab/Slide1Did.htm http://www.hhmi.org/zuker/2.html http://www.histology.leeds.ac.uk/oral/salivary.php http://criminology.fsu.edu/journal/hold.html http://medcell.med.yale.edu/histology/gi_2.php http://www.meddean.luc.edu/lumen/meded/Histo/frames/h_fram19.html http://quizlet.com/3848921/gastro-intestinal-system-flash-cards/ http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0022519310003176 http://alexandria.healthlibrary.ca/documents/notes/bom/unit_4/unit/Lmotility of intestines principles of secretion.xml http://health7.com/Atlas%20of%20Pediatric%20Physical%20Diagnosis/Mu mps%20(Epidemic%20Parotitis) http://www.textbookofbacteriology.net/themicrobialworld/dental.html http://drkam.wordpress.com/2010/06/28/oral-hygiene-keeping-your-teethclean/ http://naturezadental.blogspot.com/2010/04/what-is-dental-plaque.html http://cmr.asm.org/content/15/2/167.full http://www.waent.org/archives/2009/vol2-2/giant-salivary-glandstone/giant-salivary-gland-stone.htm http://www.spekula.oulu.fi/arkisto/2003/4/teema_02.htm http://pathmicro.med.sc.edu/fox/protype.htm http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/mcqs/saliva/pellicle2.htm http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/plaqueformation.htm http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/stephancurves1.htm 9. 7. http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/polysaccharides/eps_a nd_caries.htm http://www.bil-med.com/makale/dis-tasi-nedir_71.html http://cro.sagepub.com/content/13/5/426.full http://www.dent.ucla.edu/pic/members/plaque/index.html http://www.dentalfind.com/info/tartar#ixzz20rSR8e6O http://www.univiss.net/2.html http://www.slideshare.net/shabeelpn/classification-of-dental-caries http://www.dentistdig.com/g/dental-filling.html 304 http://www.slideshare.net/shabeelpn/classification-of-dental-caries http://www.juniordentist.com/dental-caries-gv-black-classification-ofcarious-lesions.html http://books.google.com.tr/books?id=h_4MFBKYoC&pg=PA22&lpg=PA22&dq=forward+caries&source=bl&ots =HmY0PvRTQs&sig=mrJbc2SynCIvWVS-DoB7JhNVD8&hl=tr&sa=X&ei=H7AGUIH9JsjN4QSBt5XNCQ&ved=0CGAQ6A EwCA#v=onepage&q=forward%20caries&f=false http://www.dentistry.ankara.edu.tr/ders-ted/ted-gg-2-1.doc http://www.dentalghar.com/article/94 http://doctorspiller.com/Childrens_Dentistry/Childrens_Dentistry.htm http://www.kidzdentalclinic.com/nutrition.htm http://www.moorlanddentistry.com/page12.html http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download;jsessionid=0CF25709150B07 64237FE24E8027A27A?doi=10.1.1.106.1474&rep=rep1&type=pdf http://www.moorlanddentistry.com/page12.html http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0003996907001884 http://www.dentaljuce.com/fruit/page.asp?pid=605 http://sophiewells.hubpages.com/hub/Tonsil-Stones-Treatment-AndRemoval http://www.ask.com/wiki/Tonsillolith http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/855.pdf http://www.medicinenet.com/gastroesophageal_reflux_disease_gerd/article.h tm http://www.levelofhealth.com/disease/cricopharyngeal-dysfunction-inchronic-obstructive-pulmonary-disease-case-reports.html http://www.gastrohep.com/images/image.asp?id=13 http://embruos.weebly.com/enamel-slides.html http://www.netterimages.com/image/14310.htm http://202.116.0.134/gate/big5/course.jnu.edu.cn/yxy/eruption/zuzhitupu/ Cards/tth/05_bb.html http://yiss-anatomy2010-11.wikispaces.comVanette http://www.karaelmas.edu.tr/dis/files/2011/04/pulpa-biyolojisi.ppt http://www.dentistry.ankara.edu.tr/ders-end/MD-01.doc http://eduframe.net/SVECW/Texts/textuploadmanikya2.htm http://faculty.ksu.edu.sa/dr.hanan/booksingle/ch02.pdf http://www.everydayhealth.com/dental-health/oral-conditions/pulpdiseases.aspx http://etc.usf.edu/clipart/53200/53230/53230_pulp.htm 305 http://herkules.oulu.fi/isbn9514270789/html/x267.html http://www.slideshare.net/pen22cute/dentin-pulp-complex http://faculty.ksu.edu.sa/dr.hanan/booksingle/ch02.pdf http://www.healthcare.uiowa.edu/anatomy/dental/oralhist/OHWIN/unit2/ind ex.html http://www.kck.usm.my/ppsg/histology/P_3.htm http://quizlet.com/9073243/organ-histology-unit-1-flash-cards/ http://www.nature.com/nrc/journal/v4/n4/fig_tab/nrc1318_F1.html http://www.healthcare.uiowa.edu/anatomy/dental/oralhist/ohmac/unit1/_i15.html http://yiss-anatomy2010-11.wikispaces.comVanette http://www.ncl.ac.uk/dental/oralbiol/oralenv/tutorials/stephancurves1.htm Changes in hydrogen-ion concentration on tooth surfaces and in carious lesions. Stephan. R.M. J. Am. Dent. Assoc. 1940, 27, 718 Oral microbiology. Philip Marsh, Michael V. Martin Reede education and publishing- 1999 The chemistry of enamel caries. C. Robinson. R.C. Shore. S.J. Brookes. S. Strafford. S.R. Wood. J. Kirkham. University of Leeds, Leeds Dental Institute, ... Cawson's Essentials of Oral Pathology and Oral Medicine AFp:ot FohFRpt rFs)Ra gt st cAsrF t cst usrR rt usrR :rt kcAret uR :Aoht uA 6ssARst4t0s)ccttusrR rtcr ttdhstuR :AohottF lpttrWW arawdE Shafer'S Textbook Of Oral Pathology (6Th Edition) Rajesndran and Sivapathasundharam 2009 Elsevier. Essentials of Oral Pathology Swapan Kumar Purkait. Jaypee Brothers Medical Publishers 2011. Textbook of operative dentistry. Satish Chandra, Shaleen Chandra, Gisish Chandra. Jaypee Brothers Medical Publishers 2010 Basic and Applied Dental Biochemistry. R. A. D. Williams, J. C. Elliott. Chuchill Livingstone, Edinburgh 1989. Biochemistry For Dental Students. D C Sharma BI Publications Pvt. Ldt. 2008. A Textbook of Dental Biochemistry S. P. Singh CBS Publishers. 1989 Dental enamel (Slavkin) (Ciba foundation symposium 205). CIBA 205 Publication date : 01-1997 Breath: causes, diagnosis and treatment of oral malodor Sean S. Lee. San Bernardino, C A. Culminare Ġnc. 1989 306 Odors in the food industry Xavier Nicolay. Springer Science + Business Media LLC 2006. Textbook of Oral Pathology. Anil Ghom, Shubhangi Mhaske. Jaypee Brothers Medical Publishers 2008 USA Topics in Dental Biochemistry. Martin Levine Springer Heiderberg 2011 Dental Biochemistry Eugene P. Lazzari Lea and Febiger 1976 Textbook of Biochemistry for Dental students. D. M. Vasudevan, S. Sreekumari, Kannan Vaidyanathan Jaypee Brothers Medical Publishers 2011 Textbook of Oral Biology Jamer Headon Shaw Saunders 1978. Essentials of Oral Biology David Adams Churchill Livingstone, 1981. Calcium phosphates in oral biology and medicine. Racquel Zapanta LeGeros Karger, 1991. Oral biology: clinical-pathological problems for dental students J. Richard Trott, University of Manitoba Book Dept. 2011. Dental Caries: The Diseases and its Clinical Management. Ole Fejerskov, Edvina Kidd, Blackweil Mungsgaard Ltd. 2008. 307 ĠNDEKS A aFGF ve bFGF, 60 ağız tabanı, 1, 2, 3, 4, 42, 116, 117, 164 akıl diĢleri, 8, 65 aksesuar foramen, 27 alveol boĢluğu, 7, 11 Alveolar kemik, 40 alveolar soketler, 40 alveolar tepe fiberleri, 37 ameloblastlar, 45, 48, 50, 54, 55, 57, 58, 102, 104, 252 Anatomik kuron, 32 anhidroz dikalsiyum fosfat, 81, 85 apatit Ca3(PO4)2 Ca(FCl)2, 67 Apatitler, 86, 87 Apeks, 8 apikal foramen, 8, 26 artikülasyon, 4 asellular sement, 31 B bağlantı epitelyumu, 45, 46, 200 bağlı gingiva, 44 bazal membran, 2, 3, 122 bazik fibroblast büyüme faktörleri, 60 bazofil, 23 birim hücre, 87, 88, 90, 93 birinci molar, 8, 64, 65, 98 birinci premolar, 8, 9, 64, 65 Blandin-Nyhan bezleri, 110 Brakidont (Brachydont), 10 brankial arkus (branchial arch), 47 Bravais hücreleri, 88 Büyük azı diĢleri, 9 C Ca -ile aktive edilmiĢ Cl− kanalı, 126 Ca+2 ile aktive edilmiĢ K+ kanalı, 126 calx, 65 caruncula sublingualis, 4 cementoenamel junction, 12, 30, 32 cervical loop, 51 cips (CaSO4.2H2O), 67 Cl−/HCO3− değiĢtirici, 128 +2 308 CN VII fasial sinir, 123 contour lines of Owen, 18 coronal pulp, 21 Corpus linguae, 4 cushioned hammock theory, 64 Ç çan oluĢumu, 48 Çapraz çizgiler (Cross striations), 104 Çiğneme mukozası, 2, 42 çubuk kılıfı, 96, 99 Çubuklar arası madde, 96, 99 D dental follikül, 31, 34, 50, 52, 53, 58, 62 dental lamina, 48, 50, 55, 62 Dental lamina, 48, 49, 50, 54, 56, 62 dental organ, 52, 55 dental papilla, 26, 48, 50, 51, 52, 53, 54, 56, 57, 62 dental pulpa, 21, 26 dental tübülüs, 18, 226, 253, 256, 257 Dentin, 10, 13, 16, 17, 18, 21, 22, 25, 58, 93, 251, 252, 253, 255, 256 dentin lenfi, 24 dentinoenamel junction, 14 dentinogenezis, 18 dentin-pulpa kompleksi, 21, 27 dentogingival bağlanma bölgesi, 45 Dentogingival gurup, 37 dıĢ mine epiteli, 26, 50, 51, 53, 54, 55, 56, 58 Dikalsium fosfat, 84 Dikalsiyum fosfat dihidrat, 81, 82, 86, 109 dil gövdesi, 4, 285, 286 dil kökü, 4, 285 diphyodont, 6 DiĢ tomurcuğu, 50, 51 DiĢeti, 10, 38, 44, 45, 46, 173, 209, 211, 234, 278 dolamit (MgCO3 CaCO3), 67 dudak çizgi bandı (lip-furrow band), 49 E enamel knot, 54 enamel niche, 54 enamel septum, 53 Eozinofil, 23 epitaxy, 94 Epitelyum, 3, 45 glikozaminoglikanlar, 16 glossofarengeus siniri, 123 gnarled (pürüzlü) mine, 16 Gomphosis, 11 Gum, 7, 44 H F farklılaĢmamıĢ mezenĢim hücreleri, 23 fibroblast, 53, 59, 60, 61, 287 fibroblast büyüme faktörü (FGF), 53 Fibroblast büyüme faktörü (FGF), 59 Fizyolojik sekonder dentin, 19 Floroapatit, 91 fluorapatit Ca5 (PO4)3F, 77 fluorit (CaF2), 67 foliat papillalar, 4 Foramen apikale, 27 foramen ceacum linguae, 4 Formative sementobalstlar, 31 fosfit asidi anhidriti (P 2O3), 78 fosfit asit anhidriti (P2O3), 78 Fosfor, 75, 76, 77, 78, 80, 83 Fosfor BileĢikleri, 77 Fosfor(P), 75 fosforif Ca3 (PO4)2, 77 Fosforun Fiziksel ve kimyasal özellikleri, 77 fossa mandibülaris, 5 frenulum linguae, 4 fungiform papillalar, 4, 44 G gap junction, 32 Gap junction, 25 genioglossus, 4, 116, 117 geniohiyoideus kasları, 4 Gingiva, 44, 45 gingival epitelyum, 45, 169 gingival sulkus (gingival sulcus), 46 Ginuzzi yarımayı, 121 Glandula Parotidea, 111 Glandulae Salivariae minores, 118 glaserit tip kalsiyum fosfat, 81 glikoproteinler, 24, 26, 39, 125, 150, 155, 163, 175, 181 Hedgehog sinyalleri (Hh), 53 hemidesmozom, 45 Hertwig epitel kök kını, 26 heterojen nükleasyon, 94 hidroksiapatit, 10, 12, 16, 17, 29, 81, 83, 84, 85, 86, 89, 91, 92, 93, 94, 95, 100, 101, 107, 138, 157, 234, 235, 236, 244, 245, 253, 254, 283 Hidroksiapatit, 13, 68, 82, 89, 93, 108, 109, 148, 238, 241, 251 Hidroksiapatit kristali, 89 Hilgenstockite, 82, 85 Hiperkalsemi, 75 hipersementozis, 32 hipofosforik asit (H4P2O6), 78 Hipokalsemi, 222 Hipsodont (Hypsodont), 10 histiyositler, 23 Histiyositler, 23 homojen nükleasyon, 94 horizontal fiberler, 37 Hunter-Schreger bantları (HSB), 104, 105 hyaluronik asit, 39 Ġ iç mine epiteli, 50, 51, 53, 55 ikinci molar, 8, 64, 65 ikinci premolar, 8, 9, 64, 65 inner enamel epithelium, 50 interradikular fiberler, 37 interselüler sıvı, 24 intertübüler dentin, 17, 256 Ġrreversibl pulpitis, 29 isthmus fausium, 1 isthmus fausiuma, 1 J junctional epithelium, 45, 46 309 K kafes (lattice), 88 kalsit (CaCO3), 67 Kalsitonin, 71 Kalsiyum (Ca), 65 Kalsiyum arsenat, 67 kalsiyum bağlayan protein, 69, 71, 101 Kalsiyum dihidrojen fosfat, 82, 84, 85 Kalsiyum foffit, 68 Kalsiyum fosfat, 68, 81, 82, 86, 138, 248 Kalsiyum glukonat, 68 kalsiyum hidroksit, 67, 83 Kalsiyum hidroksit, 67 Kalsiyum hipoklorit, 68 Kalsiyum karbit, 67 Kalsiyum Karbonat, 67 Kalsiyum klorür, 67, 68 Kalsiyum permanganat, 68 Kalsiyum siklamat, 68 Kalsiyum stearat, 68 Kalsiyum sülfat, 68 Kalsiyum tungstat, 68 Kalsiyum-yetmezliği, 109 kanin, 8, 9, 21, 62, 64, 65, 228 kanin diĢler, 8, 9, 21 kavum oris propria, 1 kemik morfogenetik proteinler (BMP), 53 Kemik morfogenetik proteinleri, 61 kep oluĢumu, 48 Kesici diĢler (Incisors), 8 kireç taĢı (CaCO3), 67 Kole, 7 kolroapatit Ca5(PO4)3Cl, 77 Kök, 7, 21, 23, 40, 200, 223, 233, 234 kök pulpası, 21 Köpek diĢleri (Canines), 8 kron pulpası, 21 kuron (anatomical crown), 7 Kuron (corona dentis) evresi, 56 Küçük azı diĢleri, 9 küçük tükürük bezleri, 49 L lamina propria, 3, 42 lamina propriya, 2 lateral insisor, 8 Lenfositler, 23 Lesser Superfisial Petrosal sinir, 123 310 lining mucosa, 2, 43 M magrin, 7, 201 makrofajlar, 23, 34, 41 Mandibula, 5, 46, 112, 113, 115 mandibula ramusu, 2, 116 Mast hücreleri, 24 masticator mucosa, 2, 42 meet junction, 32 mermer (%90-98 i CaCO3), 67 metafosfatlar, 81 mikroflamentler, 24 mikrotübülüsler, 24 milohiyoid kas, 4 mine (enamel), 7 Mine (enamel), 12 Mine çubukları, 97, 98, 104 Mine düğümü, 53 mine kordonu, 53, 54 mine kordonu (enamel cord), 54 mine niĢi, 54 mine organı, 46, 50, 51, 52, 53, 54, 55, 62, 106 mine-sement sınırı, 12 Minör tükürük bezleri, 111, 118, 144, 162 mixed stage, 63 Mohs skalası, 91, 100 Molarlar, 9 monokalsiyum fosfat, 81, 83 monophyodont, 6 Muskulus masseterikus, 5 Muskulus piterigoideus lateralis, 5 Muskulus piterigoideus medialis, 5 Muskulus temporalis superfisyalis, 5 N + + Na /K adenozin trifosfataz (ATPaz), 126 Na+–K+–2Cl− kotransporter, 126 Na+-K+-pompası, 127, 130, 131 Neonatal çizgiler, 102 nervus fasialis, 122 nervus glossofaringeus, 122 nervus hipoglossus, 4 nöral krest, 47, 50 Nöral krest, 47 nükleatör ya da çekirdek, 94 O oblik (oblique) fiberler, 37 oblik fiberler, 34 odontoblastlar, 18, 19, 23, 24, 25, 26, 54, 57, 58, 252, 253, 254 Odontoblastlar, 16, 24, 25, 27, 57, 253 oksitalan (oxytalan) fiberler, 34, 39 oktakalsiyum fosfat, 81, 85, 86, 89, 107, 138, 210, 243 Oktakalsiyum fosfat, 82, 85, 86, 109 olgunlaĢma, 48 oral kavite, 1, 4, 5, 12, 48, 56, 109, 153, 155, 156, 169 Oral mukoza, 41, 42, 155 ortofosfit asit (H3PO3), 78 ortofosforik asit (H3PO4), 78 Osseogingival gurup, 38 osteokalsin, 31 outher enamel epithelium, 50 overlap junction, 32 Owen kontur çizgileri, 18 Ö Örtü mukozası, 2, 43 ÖzelleĢmiĢ mukoza, 2, 43 P papillae conicae, 44 Papillae filiformes, 44 Papillae foliatae, 44 Papillae fungiformes, 44 Papillae lentiformes, 44 Papillae vallatae, 44 parasempatik uyarı, 122, 149 Parathormon, 70, 73, 74, 81 Parathormon (PTH), 74 Paratiroit hormon, 107 Parotis tükürük bezi, 111, 121, 144 pentakalsiyum fosfat bileĢikleri, 87 perforating fiberler, 33 periapikal fiberler, 37 perikymata, 14, 103 Perikymata, 103 Periodonsium, 32 periodontal ligament, 11, 29, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 39, 51, 53, 59, 64 Periodontal ligament (PDL), 33 periodontal ligamentler, 29, 31, 32, 51, 64 periodontium, 32, 45 peritübüler dentin, 17, 20 pirofaosfatlar, 81 pirofosforik asit (H4P2O7), 78 plazma hücreleri, 23, 122 plica sublingualis, 4 Polimorfonükleer lökositler, 23 predentin, 21, 22, 24, 26, 106, 252 Predentin, 18 Premolarlar, 9 Premolars, 9 Primer dentin, 19, 25, 251, 252 proteoglikanlar, 16, 287 Pulpa, 10, 20, 21, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 251, 252, 254 pulpa boynuzu (coruna), 21 R radicular pulp, 21 radix linguae, 4 redükte mine epitelyumu, 58 Remineralizasyon, 108 Reparatif ve reaksiyonel, 20 reperatif dentin, 28 retromolar trigon, 2 Retzius çizgileri, 14, 15, 18, 102, 103 Reversibl pulpitis, 28 rezerv hücreler, 23 S santral insisor, 8 satellate reticulum, 50 satellit retikulum hücreleri, 53 sekonder ortofosfatlar, 81 Sement, 10, 12, 29, 30, 31 sementoblastlar, 27, 29, 31, 34, 51, 92 Sementoblastlar, 31, 51 sementogenezis, 31 sementoklastlar, 34 sementosit, 31 serbest gingiva, 37, 44 servikal lup, 51, 53 Sialoprotein, 31 sirkumvallat papillalar, 4 sklerotik dentin, 20, 27, 253 skleroz, 27, 167, 288 spindles, 14 311 Spot desmozom, 24 stellate retikulum, 53, 55 Stem cells, 23 Stensen kanalı, 112, 115, 164 Stratum bazale, 3 Stratum granulozum, 3 stratum intermedium, 50, 53, 55, 56 Stratum korneum, 3 Stratum spinozum, 3 Sublingual tükürük bezi, 111, 117 Submandibular tükürük bezi, 111, 116, 144 submukoza, 2, 4, 42, 296 sulcus terminalis, 1, 4 sulkular epitelyum, 45 süpernumerer kökler (supernumerary roots), 7 sürgün kistleri (eruption cysts), 48 T tamir dentini, 28 tat papillaları, 43, 141, 159 tat tomurcuklar, 4, 43, 44, 158 tat tomurcukları, 4, 43, 44, 158 Temporomandibular eklem, 46 tersiyer dentin, 19, 20, 22, 25, 253 tetrakalsiyum fosfat, 81, 85 Tetrakalsiyum fosfat monoksit, 82, 85 Tight junction, 24 Tomes fiberleri, 19, 25, 27, 256 Tomurcuklanma aĢaması, 48, 50 tonsil plikaları, 1 Transforming Growth Factor beta (TGFbeta) süper ailesi, 61 312 Transseptal gurup, 38 Trikalsiyum fosfat, 82, 83, 84, 109 U uydu retikulum, 50 Ü üçüncü molarlar, 8 V vermillion, 1 vestibulum oris, 1 vestibüler lamina, 50 Vitamin, 71, 72, 74, 81, 106 Vitamin A yetmezliği, 106 Vitamin D, 71, 72, 74, 81, 106 Vitamin D yetmezliği, 106 Von Ebner bezler, 110 W wisdom teeth, 9 Wnt sinyalleri, 53 Y yarık-benzeri kavite (slit-like cavity), 49 yastıklı hamak teorisidir, 64 Yenidoğan (neonatal) çizgisi, 15 313
© Copyright 2024 Paperzz