nisan_aylik - Diyanet İşleri Başkanlığı

Editörden
İ
nsan, Yüce Allah’ın ruhundan üfleyip eşyanın
isimlerini/hakikatlerini öğrettiği ve yeryüzünün halifesi kıldığı mükerrem bir varlıktır. Yaratılış özellikleri itibarıyla kâinatın özü kabul edilen
insanı değerli yapan, ayrıcalıklı kılan en önemli unsurlar; aklı, fikri ve bilgisidir. İnsan, kendisine bahşedilen bütün özellikleriyle yeryüzünü imar etmek
ve yaşanılabilir bir dünyayı kurmakla görevlidir. Bu
da ancak bilgi, hikmet ve gayretle olabilir. Tarihte
büyük medeniyetler inşa eden milletlerin ardında,
yetiştirdikleri bilge şahsiyetler vardır. Medeniyetler, ancak yüksek düşünce ufkuna sahip şahsiyetlerle yükselir. Bu yüzden tarihsel süreç içinde her
millet bilgiye önem vermiş, eğitime yatırım yapmış, genç nesillerin eğitimine ve geleceğe hazırlanmasına özel bir önem atfetmiştir. Günümüzde de
ilimde, teknikte ilerlemiş, dünyaya öncülük etmiş
milletlerin en önemli yatırımları bilgiye ve insan
yetiştirmeye yöneliktir.
Rahmet Peygamberi (s.a.s.) cahiliye toplumundan,
zamanlarından altın çağ diye söz ettiren erdemli
bir toplum meydana getirmiştir. Hz. Peygamber’in
eğitiminden geçen ashab-ı kiram, asırlardır insanlığın manevi ufkunu aydınlatmaya ve yol göstermeye devam etmektedir. Onun izinden giden Müslümanlar da, asırlar boyu ilim, hikmet ve maneviyat
önderleri olmuşlardır.
Bugün ilim ve teknolojinin hayatımızı pek çok alanda kolaylaştırmış olmasına, gittikçe artan varlık ve
bolluğa rağmen, insanlığın istediği huzuru yakalayamamış olması, toplum olarak neleri ihmal ettiğimiz konusunda da bizlere ipuçları vermektedir.
Günümüzde modern toplumun problemlerine karşı Kur’an ve Hz. Peygamber’in öğretileri çağın has-
talıklarına çözümler sunan engin bir hazinedir. Yapılması gereken şey, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in
mesajlarında bulunan ilkeleri çağın idrakine söyletip yaşamak ve yaşatmaktır.
Dergimizin Nisan ayı kapak konusunu “Hz. Peygamber ve İnsan Yetiştirme Düzenimiz” olarak
belirledik ve kapsamlı bir dosya hazırladık. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kâmil
Yılmaz, “İnsan-ı Kâmil” başlıklı makalesi ile kâmil
müminin insan yetiştirme düzeni içerisinde asıl
hedeflenen insan modeli olduğundan bahisle,
Peygamberî ahlaka vurgu yaptı. Prof. Dr. Murat Sülün, “Kur’an’da İnsan Eğitimi” konusunu ayetler ışığında ele aldı. Prof. Dr. Zafer Erginli, “İslam Medeniyetinde İnsan Yetiştirme” tasavvurunu, tarihî
süreçler üzerinden sentezleyerek bizlerle paylaştı.
Prof. Dr. Zekeriya Güler, “Hz. Peygamber’in İnsan
Eğitimi”ni asr-ı saadet temelinde ve Hz. Peygamber
dönemi itibarıyla nasıl okumamız gerektiği zaviyesinden bizlere aktardı. Doç. Dr. Aliye Çınar, “Modern Zamanlarda İnsan” başlıklı yazısında, modern
zamanlarda insan yetiştirme bağlamında İslam’ın
örnek uygulamalarına atıflarda bulundu. “İnsan Yetiştirme Düzenimiz Üzerine Düşünceler” yazısını
Necla Koytak kaleme aldı.
Bu yıl Kutlu Doğum Haftasının da temasını oluşturan ve yurt içinde yurt dışında pek çok etkinliğin gerçekleştirileceği “İnsan Yetiştirme Düzenimiz” konusunda birbirinden değerli kalemlerin değerlendirmelerini ilginize sunarken, çabalarımızın,
geleceğimiz adına hayati önemi haiz insan yetiştirme hassasiyetimiz noktasında yeni bir duyarlılık
oluşturmasını diliyorum. Bir sonraki sayıda yeniden buluşmak dileğiyle...
alman
D r. Yüksel S
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
1
İçindekiler
gündem
6
Kâmil Mümin ve İnsan-ı Kâmil
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
tefekkür
34
Dindarın Samimiyet Sınavı
Prof. Dr. Nevzat Tartı
10
Kur’an’da İnsan Eğitimi
Prof. Dr. Murat Sülün
29
İnsan Yetiştirme Düzenimiz
Üzerine Düşünceler
Necla Koytak
44
Peygamberin Yetimleri
Rukiye Aydoğdu
14
İslam Medeniyeti’nde İnsan
Yetiştirmenin Temel İlkeleri
Prof. Dr. Zafer Erginli
37
Said Halim Paşa
Dr. Elif Arslan
46
İman ve İbadette İhlas ve Samimiyet
Mukadder Arif Yüksel
20
Hz. Peygamber’in
İnsan Eğitimi
Prof. Dr. Zekeriya Güler
40
İşidin Ey Yarenler
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatçı
53
Bir Ağaç Nasıl Korunur
Selim Şahin
26
Modern Zamanlarda İnsan
Doç. Dr. Aliye Çınar Köysüren
42
İslam Ümmeti Neden
Bu Duruma Düştü
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
54
Güneş Adası Rodos
Dr. Mehmet Sılay
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa BAYRAKTAR
2
Yayın Koordinatörleri
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Dr. Lamia LEVENT
Mutlu DOĞAN
[email protected]
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Teknik Servis
Latif KÖSE
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar
Bulvarı No: 147/A 06800
Çankaya/ANKARA
Tel: 0312 295 7306•Faks: 0312 284 7288
Abone İşleri
Tel 0312 295 7196-94
Faks: 0312 285 1854
e-mail: [email protected]
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 60,00 TL
Yurt dışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları
AB ülkeleri: 30 Euro
Avustralya: 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka: 250 Kron
İsviçre: 45 Frank
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün
metafor
50
“Ev” İnsanın Kendi Kalbidir
İbrahim Arpacı
hayata dair
61
Çocuk İstismarı ve Şiddet
Rukiye Karaköse
58
Kagem Kalem Kitap Kahve
İbrahim Arpacı
68
İslam’da Ekolojik Denge
Yrd. Doç. Dr. Hasan Yaşaroğlu
76
Ezan ve Kur’an
Yahya Kemal Beyatlı
64
Bir Medeniyet Fatihi
İrfan Fethi Gemuhluoğlu
Firdevs Kapusızoğlu
72
İtaat
Doç. Dr. İsmail Karagöz
77
Diyanet’e Soralım
Din İşleri Yüksek Kurulundan
Hz. Peygamber’in Mekke’de İnsanları
Kazanmaya ve Yetiştirmeye Yönelik
Faaliyetleri
Prof. Dr. Adnan Demircan
74
Anlatırsan Anlarım Projesi
Halime Karabulut
79
Kitaplık
Ahmet Vural
66
T.C. Ziraat Bankası Ankara Akay şubesindeki
IBAN: TR0001 0007 6005 9943 0850 01
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun
fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan
başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin
Diyanet İşleri Başkanlığı Döner
Sermaye İşletmesi Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar
Bulvarı no: 147/A 06800 Çankay/ANKARA
adresine gönderilmesi gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt Dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
www.diyanet .gov.tr
[email protected]
[email protected]
Yayınlanacak yazılarda düzletme ve
çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel
sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Dorukkaya Matbaacılık
Yay. Rekl. Ve Madencilik Enerji Ve
İnşaat A.Ş.
Macun mah. 3. Cad. no: 2
Yenimahalle/ANKARA
Tel: 0312 397 1197•Faks: 0312 397 1198
Baskı: Korza Yayıncılık
Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. ANKARA
Tel: 0312 342 22 08•Faks: 0312 341 28 60
www.korzabasim.com.tr
Basım yeri: Ankara/Basım Tarihi:
31/03/2014
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
ISSN – 1300-8471
3
Başmakale
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
İnsan Yetiştirme Düzenimiz
H
z. Peygamber (s.a.s.), hiç kuşkusuz, bütün Müslümanlar için her zaman ve her asırda yegâne örnektir. Mühim olan, her asırdaki Müslümanların
onun (s.a.s.) rehberlik ve önderliğine ne kadar
ve ne şekilde başvurabildikleridir. Önemli olan, Müslümanların, onun (s.a.s.) insanlık âlemine kazandırdığı değerlere, evrensel ilke ve esaslara ne ölçüde riayet
edebildikleridir. Çünkü İslam Peygamberi (s.a.s.), kızgın
çölün bereketsiz topraklarında bedevi insanlardan oluşan bir toplumdan İslam medeniyetinin nüvesini teşkil eden medeni bir toplumu hem de çok kısa bir zaman diliminde inşa etmiş, aşağıların aşağısına yuvarlanmış insanlığı yüksek değerlerle buluşturmuştur. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.s.), çok kısa bir sürede küfür,
şirk, kin, nefret ve intikam toplumunu iman, İslam, sevgi, muhabbet ve rahmet toplumuna dönüştürmüştür.
Bugün, topyekûn insanlığımızın çok çetin sınavlardan
geçtiği günleri yaşıyoruz. Yerel, bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan hadiseler, zaman zaman insanlığın ölmekle karşı karşıya kaldığına dair bizlerde ciddi endişelere neden olmaktadır. Hassaten ona (s.a.s.) ümmet
olanların birbirleriyle olan ilişkilerindeki dikkatsizlik,
özensizlik ve ölçüsüzlük, bugün biz Müslümanlar için
artık acı veren birer yük olmaya başlamıştır. Bütün insanlık için hayırlı bir ümmet ve örnek bir topluluk olarak hakka, hakikate, adalete ve ahlaka rehberlik etmekle yükümlü olduğumuz halde, ne yazık ki birbirimizle
olan ilişkilerimiz başta olmak üzere, birer Müslüman
olarak diğer insanlarla, eşyayla, tabiatla hatta topyekûn
hayatla olan ilişkilerimizde ciddi bir istikamet kaybı
içinde olduğumuzu itiraf etmek gerekir.
Kur’an-ı Kerim’in temel sabiteleri ve evrensel mesajları, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) çağlar üstü örnekliği ve rehberliği önümüzde dururken, Rabbimiz hak,
4
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
hakikat, adalet, ahlak, fazilet ve erdem yolunda hizmet
etmeyi hepimize emretmişken, Hz. Peygamber (s.a.s.),
insan-ı kâmil olmanın yollarını sünnet-i seniyyesiyle bizlere en güzel bir biçimde göstermişken, ne yazık ki bugün İslam dünyası, İslam’ın dünyası olmaktan
çok uzaktır. Üzülerek ifade edelim ki, İslam coğrafyası bir ilim ve medeniyet coğrafyasından bir zulüm ve
mazlumiyet coğrafyasına dönüşmüştür. İslam diyarları, barışın, esenliğin ve huzurun diyarları olmaktan çıkmış, fitnenin, düşmanlığın, şiddetin ve savaşın diyarları haline gelmiştir. İslam ümmeti, tevhit, vahdet, birlik, beraberlik ve kardeşlik şuurundan uzaklaşmış, tefrika, ayrılık-gayrılık ve ayrımcılık girdabına düşmüştür.
Müslümanlar, kardeşlik ahlakının ve hukukunun gereklerini yerine getirmekten uzaklaşmış, ümmet-i Muhammed olma bilincini kaybetmiştir. İslam medeniyetinin okulları olan mezhepler, gerilim ve çatışmanın
kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Müslümanlar,
ırkçılık, mezhepçilik, meşrepçilik ve cemaatçilik hastalığına yakalanarak küçük mensubiyetleri kimliğe dönüştürmüşler ve asıl büyük mensubiyet olan İslam’ın önüne geçirmeye kalkışmışlardır. Bugün İslam’ın dünyadaki temsili doğru bilgiye dayanan, tarihte İslam medeniyetini kuran anayolla değil, daha çok modern zamanlarda ortaya çıkmış uç hareketlerle gerçekleştirilmek istenmektedir.
İslam medeniyetinin belli başlı hasletlerini bir bir çökertmeye yol açacak olan bu hâl ve gidişat hiçbir şekilde tasvip edilemez. İçinde derin sarsıntıları, hesaplaşmaları ve arayış sancılarını barındıran bu durumla zaman kaybetmeden yüzleşmek, kayıp ve ihmallerimizi
telafi etmek, “Nereye gidiyoruz?” dedirten soruların peşine takılarak yaşadığımız evden mahalleye, köyden
kente, ülkeden, gönül coğrafyamıza ve İslam dünya-
sına kadar, ancak “hâl-i pür melal” olarak değerlendirilebilecek bu mevcudiyetin ciddi bir şekilde hesabını
vermek zorundayız. Zira bugün din-hayat, din-siyaset,
din-devlet, din-insan ilişkileri konusunda İslam dünyasında üretilen bilgi birikimi, bütün bu ilişkileri doğru
kurmaya yetmiyor.
İlahî hakikat çerçevesinden bakıldığında her insan fıtrat üzere hayata katılmaktadır. Her birey, yaşama alanlarında türlü etkileşimlere açık bir şekilde, inanç, bilgi
ve değer kaynakları arasında dolaşarak kimliğini inşa
etmekte, kendini imar etmektedir. Neticede kişinin iradesi şekillendiğinde, kişi tercihlerine ve yönelimlerine
sahip çıkmaya başladığında, niyet ve yönelimlerinin
hesabını verebilir bir kıvama geldiğinde kendisini bir
zihniyet dünyasının içinde bulmaktadır. Bütün bu süreçler, bütün bu mecralar, insan yetiştirme düzeni olarak adlandırılmaktadır.
İnsan yetiştirme düzeni, aslında her insanı kendi sistematiği içinde yapılandırmak, biçimlendirmek ve kurgulamak isteyen, kısacası düzenleme iddiası taşıyan
her yapının biricik derdidir. Bu itibarla içinde yaşadığımız dünyanın insan yetiştirme mekanizmalarının, hepimizi kuşatan zihniyet dünyalarının değerlendirilmesi elzemdir. Resmî ve gayriresmî kurumlar, özel ve kamusal yapılar, din alanının örgütlenmiş tezahürleri, gelenekler, inançlar, ideolojiler, siyasal hedefler, zihniyet
yapısını besleyen dinî ve kültürel oluşumlar, dinî bakiyenin sık sık gözden geçirilmek zorunda kaldığı karşılaşmalar, sosyal bilimcilerin severek kullandığı öteki kategorisindeki yapılar, tarikatlar, cemaatler, modern
bilgi sistematikleri, küresel etkilere açık millî ve dinî
yönelimlerde yorumlama zafiyetleri… Doğrusu tüm bu
öğelerin yeniden değerlendirilmesi son derece önem
arz etmektedir. Öte yandan klasik İslam medeniyetinin bu yüzyıla sarkan boyutlarının önemli ölçüde zayıflatıldığını, medeniyetimizin belli başlı hasletlerini
besleyecek kurumlardan uzak kaldığını, dinin sadece
camiye hasredildiğini de unutmamak gerekiyor. Aynı
şekilde geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren bütün
dünyayı kuşatan sekülerizm, modernizm, pozitivizm,
dünyevileşme ve bireyselleşmenin sadece bizim coğrafyamızda değil topyekûn insanlık sathında dinin nereye konulup yerleştirileceği konusunda ciddi bir hercümerç yaşandığı da izahtan varestedir. Diğer taraftan
köy ve kent hayatının kendi kıvamlarında hayata kattığı insanın, oldukça çeşitlenmiş hareket alanları içinde
din-i mübin-i İslam’la kuracağı bağlantı, ilişki, yakınlık
ve beklentiler hala muallaktadır.
Bugün sorulması gereken sorular şunlardır: İnsanımızı nasıl yetiştiriyoruz? Nasıl bir insan özlemi içerisindeyiz? Yetiştirdiğimiz insanlar nasıl bir gelecek vaat ediyor? Yetiştirilen her bir insan ne ölçüde muteber ve
ideal hasletlerle kendi kişiliğini buluşturmayı öncelemiştir? Bu konuda sorumluluklarımızı müdrik miyiz?
Bütün bu sorulara doğru, yerinde ve tutarlı bir cevap
verebilmek için her şeyden önce bizi kuşatan şartla-
rı, geldiğimiz dünyayı, bizi besleyen dil ve söylemleri, içinde bulunduğumuz zihniyet yapılarını, kişiliğimize ve kimliğimize ağırlığını veren değer ve söylemleri hesaba katmamız gerekiyor. Topyekûn insan yetiştirme fikriyatımızı, düzenlerimizi, bilgi ve bilinç üreten
mekanizmalarımızı yeniden ele almak mecburiyetindeyiz. Bu çerçevede İslâm dünyası olarak din eğitimi
veren kurumlarımız, medreselerimiz, İslam üniversitelerimiz, ilahiyat fakültelerimiz, imam-hatip okullarımız,
müfredatlarını, programlarını, âlim yetiştirme anlayışlarını yeniden gözden geçirmek zorundadır. Velhasıl
okullarda, fakültelerde, örgün ve yaygın eğitim kurumlarında, camilerde, Kur’an kurslarında, gönüllü kuruluşlar ve STK’larda, vakıf ve derneklerde, öğrenci evlerinde, pansiyon ve yurtlarda, ailelerde, evlerde, mahallelerde, kitle iletişim araçlarında, yazılı ve görsel basında, sosyal medyada insanlara nasıl bir İslam anlatıldığını ve hangi metotlarla öğretildiğini yeniden ele almak durumundayız. Bu mesele, her şeyden önce gelecek nesillerimizin din-i mübin-i İslam hakkında yanlış
kanaat edinmemeleri için de bir an önce ele alınması gereken bir konudur. Zira Müslümanlar olarak bizler
haklı olarak içinde yaşadığımız dünyanın akışı hakkında söz sahibi olmak isteriz. Çocuklarımızı, gençlerimizi ve gelecek nesillerimizi hangi dünyanın beklediğini
sadece merak etmekle kalmaz, bizatihi sorgularız. Hızlı ve vahşi dünyevileşmenin baskısını aşmak isteriz. İnsan, evren ve Allah ilişkilerinin olması gerektiği tarzda
olmasını isteriz. İslam’ın tevhit, nübüvvet ve mead öğretisinin, dünya ve ahiret vurgusunun doğru bir şekilde öğretilmesini isteriz. Hakkın hak, batılın batıl olarak
fark edilip bilinmesine çaba harcarız. Adalet ilkesinin
her zaman revaçta olması için gayret eder, her türlü
zulüm ve haksızlığın ortadan kalkması için elimizden
geleni yaparız. Kur’an-ı Kerim’in her birimize yüklediği sorumluluklar çerçevesinde “Emri bil maruf, nehyi
anil münker” ilkesine bağlı olarak mefsedete karşı çıkmaya, hak ve hakikate destek olmaya çalışırız. Hepimiz
Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı iman ve istikamet doğrultusunda sulh ve salahın egemen olduğu bir toplum
içinde yaşamak isteriz.
Bugün bu amaç ve yükümlülükleri yerine getirebilmek
için insan yetiştirme düzenimizin hemen her aşamasının sıkı bir şekilde gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu konuda nerede hata yapıldığını ve bu hataların mahiyetini ve maliyetini değerlendirmek her fırsatta bizlere yeni ufuklar kazandıracaktır.
Sonuç olarak bugün bir kez daha dindarlığımızın ahlak ve hukuk yerine neden tefrika ve gerilim ürettiğini;
yüreklerimizdeki peygamber sevgisinin içimizdeki kin,
öfke ve nefreti neden bitirmediğini; Müslümanlığımızın kardeşlik ahlakı ve hukukunun gereklerini yerine
getirme konusunda neden yetersiz kaldığını kendimize yüksek sesle sormak ve insan yetiştirme düzenimizi
yeniden ele almak zorundayız.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
5
Gündem
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Kâmil Mümin ve
İnsan-ı Kâmil
Her varlığın en mükemmeli temsil ettiği bir alan vardır.
İnsan en mükemmel değildir. Fakat o en mükerrem yaratıktır.
nsan yaratılışı itibarıyla Allah’ın yeryüzünde halifesi (Bakara, 2/30.) ve ahsen-i takvim sırrına mazhardır. (Tin, 95/4.) İnsanın Allah’ın halifesi olması, Allah’ın sıfatlarından bazı tecelliler taşımasındandır. Nitekim: “Ben Âdem’in yaratılışını tamamladığımda ona ruhumdan üfürdüm.” (Hicr, 15/29; Sad,
38/72.) ayeti ile “Allah Teala Âdem’i kendi suretinde
yarattı.” (Buhari, İstizan, 1; Müslim, Birr, 115.) hadisi, insandaki ilahî ve rabbani tarafa işaret etmektedir. “Ruh
Rabbimin emrindendir.” (İsra, 17/85.) ayeti de ruhtaki imaret, idare ve otorite özelliğini ifade ettiğinden, insanın “hilafet” sıfatının bu emir ve dolayısıyla ruhla alakalı olduğunu göstermektedir.
İ
İnsanın “ahsen-i takvim” üzere yaratılmış olması,
maddi ve manevi olarak en güzel kıvamda olması demektir. Maddi ve manevi güzellik, gerek fiziki
ve cismani bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibarıyla ruhani bakımdan, insanın güzel bir kıvama
erebilecek bir biçimde yaratılmasıdır.
6
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
İnsan, âlemlerin suretlerini şahsında toplayarak zıtları birleştirmekle evrenin (makrokosmoz) muhtasar bir numunesi (mikrokosmoz) olarak ortaya çıkmıştır. Arifler insanı “nüsha-i kübra” ve “zübde-i
âlem” olarak görmüşlerdir.
İnsanın güzelliği ve ahsen-i takvim sırrına mazhar bulunuşu bu âlemin özü mesabesinde oluşundandır. “Ahsen-i takvim” suret ve maddede değil, “hüsün” denilen manayı kavramadadır. Hüsün
duygusundan hareketle, güzeller güzeli “ahsenü’lhalikin”i anlamada, O’nun hüsn-i mutlakla sıfat-ı
kemalini tanıyıp O’nun ahlakıyla ahlaklanmadadır.
İnsan doğuştan bu kıvam ve kabiliyettedir. Yoksa
insan dış organları açısından mükemmel değildir.
Nitekim güç ve kuvvette fil, aslan ve kaplan gibi
hayvanlar, insandan çok ileridedir. İşitmede gece
kelebeği denilen yarasa son derece mükemmeldir.
Keza koku almada kene bütün hayvanlardan ve dolayısıyla insandan öndedir. Aslında her varlığın en
mükemmeli temsil ettiği bir alan
vardır. O hâlde insan en mükemmel bir hayvan değildir. Fakat o
en mükerrem yaratıktır. Çünkü:
“Biz insanoğlunu en mükerrem
surette yarattık.” (İsra, 17/70.) buyrulur.
Mükerremlik sıfatı, cismani ve
ruhani olmak üzere iki kısımdır.
Cismani olanı mümine de, kâfire
de şamildir. Ruhani olanı ise
Cenab-ı Hakk’ın ikram ettiği nübüvvete ve risalete, İslam ve hidayete mazhar olan peygamberlere ve mümin kullara hastır.
Kâmil mümin denilince bütün
kusur ve hatalardan arınmış
bir insan hatıra gelmemelidir.
İslam’da layuhtilik (günahsızlık)
ilkesi yoktur. Doğuştan gelen bir
günah ve suçluluk da yoktur. İnsan elbette hata ve günahtan salim olamaz.
Kur’an’daki: “Sizi boş yere mi yarattığımızı sanıyorsunuz?” (Müminun, 23/115.) “İnsanoğlu başıboş salıverileceğini mi zannediyor?” (Kıyame, 75/36.) ayetlerinde istifham-ı inkâri ile ifade edilen insanın yaratılış sırrının cevabı: “Ben insanları ve cinleri
bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) ayetinde bulunmaktadır.
İslam sanatında hat ve tezhip sanatlarının meşk olduğu hilye-i şerifler
Hz. Peygamberin fiziksel özellikleri, karakteri, insanî ve ahlakî
niteliklerini konu edinmektedir.
İnsanın yaratılış gayesi kulluk olduğu için arifler ubudiyet ile hürriyet arasında bir irtibat görürler. İnsanın
yabancılaşma sonucu kulluktan uzaklaşmasıyla hürriyetten de kopacağını; köleliğe, nefse ve hevaya kulluğa yöneleceğini ifade ederler. Çünkü Allah Teala: “Nefsini tanrı edineni gördün mü?” (Furkan, 25/43.) buyurarak buna işaret etmektedir. İnsan Allah’a kul olduğu sürece hürdür, nefsinin esaretinden kurtulmuştur. Allah’a kulluktan uzaklaştığı sürece esirdir, nefsinin kölesidir. Kâmil bir mümin ancak Allah, peygamber, insanlar ve dünya ile ilişkilerinde temayüz eden özellikleriyle tanınır.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
7
Gündem
Her insan potansiyel bir insan-ı kâmildir. Çünkü insan,
insan-ı kâmil olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini geliştirenler,
o makama erişebilir.
1- Allah ile ilişkilerindeki özellikleri
Edep, güzel ahlaktır, isardır, başkalarını kendine
tercihtir. Feragat ve fedakârlıktır. En azından kendisi için istediğini başkaları için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememektir.
Bu, insanda sevgi doğuracak bir paylaşımdır.
Kâmil bir müminin Allah ile ilişkilerindeki en
önemli özelliği iman, ikan, ihsan, teslimiyet ve tevekküldür. İmanın iki boyutu vardır: Marifet ve
muhabbet; yani Allah’ı önce esma ve sıfatlarıyla tanımak, ardından O’nun sayısız nimet ve ihsanlarını
görüp sevmektir. Bu sevgi sebebiyle O’na ikan ve
ihsan duygusuyla bağlanıp görüyormuş gibi kulluk
etmek, O’na güvenmek ve teslim olmaktır. O’ndan
gelecek her şeye rıza göstermektir. Emirlerine boyun eğmek ve gereği gibi kul olmaktır.
Toplum içinde insanı ahlaki açıdan yaralayacak ve
başkaları nezdinde küçültecek, dedikodu, gıybet,
suizan, nemime, iftira, istihza gibi negatif vasıflardan; ahlaki marazlardan uzak durmaktır. Kardeşlik
duygularını zedeleyecek, birlik ve beraberliği bozacak tavırlardan kaçınmaktır.
2- Peygamber ile ilişkilerindeki özellikleri
4- Dünya ile ilişkilerindeki özellikleri
Kâmil müminin Allah ile ilişkisinin bir boyutunu
da üsve-i hasene olan Hz. Peygamber ile ilişkileri teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teala, sevgisine
mazhar olmayı peygamberini ittiba şartına bağlamıştır. (Âl-i İmran, 3/31.) Peygamberin emrettiği şeyi
alıp uygulamayı; sakındırdığı şeyden uzaklaşmayı
emretmiş, (Haşr, 59/7.) Peygambere itaati kendine itaate denk saymıştır. (Nisa, 4/80.) Bu itibarla peygamberine iman ve ona gönülden bağlılık olmadan,
Allah’a imanda kemal gerçekleşmez. Peygambersiz
bir din, rehbersiz bir dinî hayat düşünülemez.
Mümin-i kâmil için dünya bir araçtır. Nitekim
Kur’an’daki: “Allah’ın size kıyam ve kıvam vesilesi kıldığı mallarınız.” (Nisa, 4/5.) ifadesi bunu göstermektedir. Dünya malının insanı aldatmaya yönelik tuzakları eksik olmaz. Nitekim Kur’an’da bununla ilgili pek çok ayet vardır: “De ki: Dünya metaı
azdır. Takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır.”
3- İnsanlarla ilişkilerindeki özellikleri
Kâmil bir müminin insanlarla ilişkilerinde en
önemli özelliği merhamet, adl ve ihsandır. Merhamet, Rahman mazharı bir gönle sahip olmaktır. Adalet hakkı gözeterek denge ile hareket etmek, ihsan ise ziyadesini yapmaktır. İnsanın çevresindeki insanlara karşı iyilik yapması, her türlü
hayâsızlık ve kötülükten uzaklaşması sosyal hayatın gereğidir. (Nahl, 16/90.)
Üsve-i hasene olan Hz. Peygamber’in gösterdiği biçimde İslam’ın güzelliklerini edeple yaşamak gerekir. Edep, bütün hayır ve meziyetlerin toplamıdır.
Utanılacak tavır ve davranışlardan uzak durmak demektir.
8
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
(Nisa, 4/77.)
Dünyadan kurtulmanın yolu, faniliğini düşünüp
ona kapılmamaktır. Ayet-i kerimede: “Rabbinin
adını an ve her şeyi bırakıp O’na yönel!” (Müzzemmil, 73/8.) buyrulmaktadır. Hadis-i şerifte de: “Dünyadan yüz çevirirsen Allah seni sever. İnsanların elinde olandan yüz çevirdiğin takdirde insanlar tarafından sevilirsin.” (İbn Mace, Zühd, 1.)
İrfan geleneğinde insan-ı kâmil düşüncesi
İnsan-ı kâmil kavramının irfan geleneğinde, lügat
anlamından farklı ve kapsamlı ontolojik bir manası vardır. İnsan Allah’ın yeryüzünde halifesidir. Bu
itibarla Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar
olan, hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde
toplayan kişiye insan-ı kâmil denir.
İnsan-ı kâmil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve
onunla alakalıdır. Nitekim İbn Arabi’ye göre kâinat
ilk önce ruhsuzdu. Tıpkı cilası vurulmamış bir ayna
gibiydi. Âdem bu cilasız aynanın cilası ve ruhu olmuştur. Ona göre insan, ilahî isim ve sıfatlarının,
bütün kemallerini aksettiren cismi, büyük âlem cisminden küçük olsa bile, onun bütün hakikatlerini kendinde toplamaktadır. İnsan-ı kâmil Allah’ın
bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil,
maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı kâmil, Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Ancak onun tarihî şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık hâlindeyken peygamber olan Muhammed
(s.a.s.)’dir. (bkz. Keşfü’l-hafa, II, 121 (2015).) Yani hakikat-i
Muhammediyye’dir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilahî irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa
Allah bilinemezdi.
İnsan-ı kâmil, ilahî tecellilerin temsilcisi olduğu için
onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu nedenle irfan muhitlerinde: “Kendini bilen Rabbini bilir.”
(Keşfü’l-hafa, II, 234 (2530).) anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Hacı Bayram Veli’nin şu kıtası bu anlamdadır.
Bilmek istersen seni / Can içre ara anı
Geç canından bul anı / Sen seni bil, sen seni
İrfani telakkide her insan potansiyel bir insan-ı
kâmildir. Çünkü insan, insan-ı kâmil olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini irfan usullerine
göre geliştirenler, o makama erişebilir.
“İnsan-ı kâmil” kavramı genellikle Hz. Peygamber ve ona niyabeten kutup ve gavs mesabesindeki rical için kullanılır. “Mümin-i kâmil” kavramı
ise “insan-ı kâmil” kapsamının dışında kalan kemal
ehli inananlar için kullanılmaktadır. Böyleleri büyük günahlardan kendilerini koruyan, bilerek küçük günahları yapmayan kimselerdir.
Fâni olanlardan geçip ebedî olana dayanmak ve
böylece mümin-i kâmil olmak kolay iş değildir
şüphesiz. Bunun yolu sağlam bir iman, ibadet ve
ahlak ile Hz. Peygamber sevgisi ve bu sevgiyle dolu
olanları sevmektir. Nitekim şu nebevi dua bunu talim etmektedir: “Allah’ım! Bana Seni sevmeyi, Seni
sevenleri sevmeyi, Senin sevgine yaklaştıran şeyleri sevenleri sevmeyi nasip et!” (Tirmizi, Daavat, 73.)
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
9
Gündem
Prof. Dr. Murat Sülün
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kur’an’da İnsan
Eğitimi
Kur’an’da, emir-yasak ve tavsiyeler etkili, hikemi bir dille
sunulduğu gibi, tarihî olaylar nezih bir üslupla anlatılmakta;
müşriklerin ağır itham ve iddiaları bile soğukkanlılıkla
ele alınmaktadır.
ur’an-ı Kerim, işe kavramları yerli yerine oturtarak başlamıştır. Kur’an’ın hiçbir kelimesi
kendi icadı değildir. Kur’an kelimeleri; Arap
zihin dünyasına ait kelimelere ek olarak, ehlikitap
kavramlarından ibarettir. Kur’an; Allah, melek, cehennem gibi en temel kavramları bile önünde hazır bulmuştur. Ama o, bunlara farklı, sahih anlamlar yükleyerek onları başka bir dünyaya aktarmıştır. Çünkü önemli olan, dolaşımdaki kelimeye ne
mana yüklendiğidir. Bu; sadece beşeri birer parola, sembol ya da taşıyıcı olan kelimelerin Kur’an
öncesinde yanlış manalarla doldurulduğu anlamına gelir ki, yeni bir soluk olan İslamiyet, iletişimin
temel aracı olan bu anlam kalıplarının (elfaz/kelimat) içindeki gerçek dışı, batıl manaları temizle-
K
10
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
mekle işe başlamış olmaktadır. Bu gerçekleştirilmeden mesaj sağlam bir şekilde aktarılamaz. Bunun
ne kadar önemli olduğu Konfüçyüs’ün meşhur vecizesinden de bilinmektedir!
Konfüçyüs’e: “Bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş
olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sordular. “Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.” diye karşılık verdi. Dinleyiciler şaşırdılar: “Niçin?” dediler.
Konfüçyüs’ün karşılığı şöyle oldu: “Çünkü” dedi,
“Dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar;
adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında
doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu
önlemek her şeyden önemlidir.”
Mesela dindar tanımını değiştiren Kur’an; ‘iyi’liği,
cömertliği, cimriliği farklı parametrelerle tanımlamış; sırf Kâbe mütevellisi olmanın insana değer
katmayacağını (bkz. Tevbe, 9/19; ayrıca Enfal, 8/34-35 ve
Ma’un suresi.); insanın sağa sola dönmekle Allah katında makbul hâle gelemeyeceğini vurgulamıştır.
(bkz. Bakara, 2/177; ayrıca Bakara, 2/189 ve Âl-i İmran, 3/92.)
Kur’an eğitiminin temel hedefi, insanı yüce Allah’a
kalbiselim ile götürmektir. (bkz. Şu’ara, 26/88-89.) Bunun için de insanı selim fıtratına döndürmeye (Rum,
30/30-31; ayrıca A’raf , 7/172 (kalubela).); fıtratını bozan, kalbini karartan pisliklerden arındırıp ahlak-ı hamide
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
11
Gündem
Kur’an eğitiminin temel hedefi, insanı yüce Allah’a kalbiselim ile
götürmektir. Bunun için de insanı selim fıtratına döndürmeye,
fıtratını bozan, kalbini karartan pisliklerden arındırıp ahlak-ı
hamide ile donatmaya çalışmaktadır ki, dinin iki temeli sayılan
zekât ve salat bu maksada yöneliktir.
ile donatmaya çalışmaktadır ki, dinin iki temeli sayılan zekât ve salat bu maksada yöneliktir.
Kur’an’da, insanoğluna başıboş olmadığı, dünyada ‘hak’ bir gaye için bulunduğu bilinci kazandırılmak istenmekte; Allah’a karşı güven duygusu aşılanmakta; insanı yaratıp yaşatanın O olduğu ve insanı yalnız bırakmayacağı vurgulanmaktadır. (bkz. Kıyame, 75/36.)
Kur’an’da, emir-yasak ve tavsiyeler etkili, hikemi bir
dille sunulduğu gibi, tarihî olaylar nezih bir üslupla anlatılmakta; müşriklerin ağır itham ve iddiaları
bile soğukkanlılıkla ele alınmaktadır.
Sevgi ve korku motifleri Kur’an’da gayet dengeli,
yerli yerinde kullanılmış; Yüce Allah bir yandan ‘Gafur, Rahim’ bir yandan da ‘azabı sert’ bir Rab olarak
tanıtılmıştır (Hicr, 15/49-50.); cennetin anlatıldığı yerde
cehenneme, cehennemin anlatıldığı yerde de cennete temas edilmiştir. Kur’an’ın adlarından biri olan
mesani, Kur’an temalarının bu ikili yapısına işaret
etmektedir. İnsanoğlu; genelde merhametli, sevgi
dolu, yumuşak ve nazik bir söylemden anlamakla
birlikte, sadece sertlikten anlayan insanların bulunduğu da bir gerçektir. Bütün ideal örnekleri kuşatan cennete yönelik vaatlerin işe yaramadığı kimseler mutlaka çıkmakta, bunlar da korkunç cehennem
azabı ile tehdit edilmektedir.
Allah hiç kimsenin zorla iman etmeyeceğini bildiği için (bkz. Maide, 5/48; Hud, 11/118.), “Dinde zorlama olmaz.” (Bakara, 2/256; ayrıca Yunus, 10/99.) ilkesini getirerek, muhataplarını ikna etme yolunu izlemiş; inkârcılara kanıt sunmakla kalmamış, onların
inanç ve iddiaları hakkında da kendilerinden kanıt
istemiştir. (Bakara, 2/111; Enbiya, 21/24; Neml, 27/64; Kasas,
28/75; Saffat, 37/157.) İzinden gidilen kimselerin dünyada daha önce yaşamış olmaları onlara bir üstün-
12
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
lük ya da haklılık kazandırmaz. Atalar pekâlâ kafalarını çalıştırmadıkları için yanlış yolda gitmiş cahil
kişiler olabilirler. (bkz. Bakara, 2/170; Maide, 5/104.) Kimlikler değil, eylemler esastır. (Bakara, 2/62; Maide, 5/69;
Lokman, 31/22.)
“Birine güvenip dayanacak olan; (eşe dosta, hısım
akrabaya, kavm ü kabileye değil) sadece Allah’a
güvenip dayansın.” (Yusuf, 12/67; İbrahim, 14/12.) diyen Kur’an’ın sahibi, müminlerine öz güven aşıladığı gibi, kitabına ve elçisine o kadar güvenmiştir
ki, bunların aleyhindeki iddiaları aktarmaktan çekinmemiş; bunları görmezden gelmeyip, teker teker ele alıp cevaplandırmıştır. (Örneği: En’am ve Furkan
sureleri.)
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!” (İsra, 17/36.) diyerek şahsi ‘gözlem’in önemini
vurgulayan Kur’an-ı Kerim, verili durumun doğruları temsil etmiyor olabileceğini, mevcut durumu
esas almaksızın gerçeği bizzat inceleyip aramak gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü her koyun kendi
bacağından asılacak, üzerinde yük bulunan hiç kimse başkasının yükünü çekemeyecektir. İnsanoğlu
genelde gerçekleri algılayıp kabul edebilecek bir kapasiteye; temiz bir fıtrat ve akla sahiptir (Rum, 30/3031; A’raf, 7/172.) bu kapasiteyi yanlışa yönelten canlı cansız etkenlerden sıyrıldıkça hakkı kolayca bulabilir. Kur’an’da gariban kâfirlerden (müstaz’af) ziyade, inkâr önderi niteliğindeki azılı elebaşların hedef alınmış olmasının sebebi budur. Bu azılı tiplerin
ortadan kaldırılmasıyla insanların fevç fevç İslam’a
girdikleri tarihî bir realitedir.
Bazı olguların muhataplarca daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an’da çeşitli temsiller kullanılmıştır. Söz
gelimi Allah’a ortak koşmanın anlamsızlığı anlatılırken şöyle buyrulur: Allah’tan başka yalvardıkları-
nız; bunların tamamı bir araya gel(ip güç ve becerilerini birleştir)seler bir tek sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, ondan onu
bile kurtaramazlar. Demek ki hem isteyen âciz, hem
de istenen (yani put da putperest de)!.. (Hac, 22/73-74.)
Allah karşısında birilerini veli edinenlerin durumu,
örümceğin durumuna benzetilebilir; hani (ağ örerek) yuva edinir ya!.. Oysa en çürük ev örümcek yuvasıdır... Keşke bilselerdi! (Ankebut, 29/41.)
Cennet ve cehennem temsillerle insan idrakine indirildiği gibi, ‘Yüceler Yücesi’ Allah da idrakimize
temsili ve antropomorfik ifadelerle indirilmiştir.
Dilin kendisi, birtakım temsillerden; parola ve simgelerden oluşmakta değil midir? İnsan dili, Allah’ı
anlatabilir mi; tavsif edebilirse de tasvir edebilir mi?
O Allah ki, hiçbir şeye benzetilemediği gibi
‘tasavvur’a dahi konu edilemez. Şairin ‘bilinmez
meşhur’ dediği bu aşkın (müteal) varlık, insanoğluna tamamen soyut, felsefi, tenzihi bir dille anlatılamayacağı için, –çünkü bu dille anlatılan bir gerçeğin insanlarca benimsenmesi imkânsız denecek kadar zordur– Kur’an’da teşbihi, temsili dengeli bir anlatım üslubu hakimdir.
Malum, sebebin özel oluşu hükmün genel olmasını engellemez. Kur’an’da bir kişiden, zümre ya da
milletten bahsediliyorsa, o bağlamda getirilen tenkitler sadece o kişileri değil tüm muhatapları ilgilendirir. Söz gelimi ehlikitapla alakalı tenkitler, yeri
geldiğinde Müslümanlara yönelik okunmalı; Yahudi âlimlerinin eleştirildiği ayetlerde günümüz İslam
âlimlerinin de eleştirildiği düşünülmelidir. (Örneği:
Bakara, 2/40-48; A’raf, 7/176.)
Kur’an’da, aklı eren herkesin eğitilmesi lüzumu üzerinde durulur. (Örneği: Lokman Hekim’in oğluna
verdiği öğütler; namazın çoluk çocuğa mutlaka benimsetilmesi ve “Ey insanlar!” hitabı…)
Son olarak; eğitimin başarılı olabilmesi için, terbiyecinin de terbiye edilmiş olması gerekir. İnsanları eğitmekle görevlendirilen elçiler daima sağlam
karakterli, anlayışlı, dürüst, güvenilir, onurlu, akıllı/
zeki insanlar olmuştur. Bir eğitim gönüllüsü; ahlak-
lı, şefkatli, sevgi dolu, merhametli, mütevazı, olgun
ve ön yargısız olmalı; bencil, çıkarcı, haris ve mutaassıp olmamalıdır. Aile büyüklerinin, din ve bilim adamları ile siyasilerin terbiyesi bu bağlamda
önem kazanmaktadır. Tahsil arttıkça cahillik de artıyorsa, koca koca diplomalara karşılık “nitelikli” suçlarda büyük artış yaşanıyorsa, eğitimde sorun var
demektir. “Akıl yaşta değil, baştadır.” gerçeği çoğu
insan tarafından anlaşılmamakta; kerli ferli insanların yanlış olduğu besbelli birtakım tutum ve davranışları “vardır bir bildiği” çaresizliğiyle sineye çekilmektedir. Hatta bazen bunlarda keramet aranmaktadır. Oysa peygamberlere genelde yaşını başını almış kendilerinde büyüklük vehmeden (müstekbir)
Ebu Cehil gibi tipler karşı çıkmışlardır. Çünkü statükoyu onlar temsil etmektedir… Bu sebeple, işe büyüklerin terbiyesinden başlanmalıdır.
Kur’an’ın ideal insan karakteri şu ayetlerde gösterilmektedir:
* Mütevazı, alnı secdeli, ne müsrif ne de cimri, zina
ve adam öldürmekten uzak duran muvahhitler (Furkan, 25/63-68.)
* Allah’a yönelen, kulluk eden, hamdeden, oruç tutan, rükû eden, alnı secdeli, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan, Allah’ın çizdiği sınırlara riayetkâr
(Tevbe, 9/112.)
* İmanlı, mal varlığından başkalarına hak tanıyan,
salatı ikame edip zekâtı aksatmadan veren, sözüne
sadık, dar ve zor anlarda sabredebilen (Bakara, 2/177.)
* Allah’a karşı teslimiyetli, mümin, gönülden itaat
eden, dürüst ve samimi, sabırlı, huşu ve tevazu sahibi, kendi malından başkasına hak tanıyan, oruç
tutan, namuslu, Allah’ı hatırından çıkarmayan (Ahzab, 33/35.)
* Bollukta da darlıkta da Allah için harcayan, öfkesine hâkim olan, insanları bağışlayan, ağır ve çirkin bir suç işlediğinde ya da bizzat kendisine karşı haksızlık ettiğinde Allah’ı hatırlayarak derhal günahının bağışlanmasını isteyen, işlediği bir kötülük
üzerinde bile bile ısrar etmeyen müttakiler. (Âl-i İmran, 3/134, 135.)
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
13
Gündem
Prof. Dr. Zafer Erginli
RTEÜ İlahiyat Fakültesi
İslam Medeniyeti’nde
İnsan Yetiştirmenin
Temel İlkeleri
Âlimin temel hedeflerinden biri, bir sadaka-i cariye
bilinci içerisinde, her yönüyle iftihar edilebilecek
talebeler yetiştirmektir.
nsan, bağlanmakla unutmak arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir. Sözlüklerdeki mana varyasyonları, onun çevresi ve hemcinsleriyle
uyum hâlinde yaşayabilmesinden dolayı ünsiyetle (alışmak, uyum sağlamak) Allah’a verilen ahdi
unutması yüzünden nisyan (unutkanlık) arasında
kalan bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanı açıklayan ve deri, kabuk gibi anlamlara gelen
beşer kavramı bir yandan insan türünü ifade ederken, diğer yandan aynı kökten gelen müjde anlamındaki büşra kelimesi de insanın gelebileceği mükemmel hedefi müjdelemektedir. İnsanı içine alan Âdem kelimesinin kök anlamları içerisinde tip, örnek, insicam ya da ülfet kavramları da
ilk insanın örnekliği yanında ünsiyet yönüne işa-
İ
14
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
ret etmektedir. (krş. Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem
b. Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, nşr. Emin Muhammed AbdülvehhâbMuhammed es-Sâdık el-Ubeydî, Beyrut 1996, c. I, ss. 95-99, 231236, 413-414; er-Râgıb el-Isfahânî, Müfredâtü elfâzi’l-Kur’ân, nşr.
Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem-Dâni’ş-Şâmiyye, Dımaşk-
Bu yönüyle insan bütün bilgilerini ilk olarak Allah’tan almıştır: “Allah
Âdem’e tüm isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31.)
Beyrut 1412/1992, s. 70, 94, 124-126.
Din, insana unuttuğu hakikati hatırlatan ilahî çağrının ifadesidir. Bu kavramın, âdet, durum, hüküm,
ceza, mükâfat, itaat, hesap, yönetme-yönetilme, tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, millet gibi anlamlara gelmesi yanında, aynı kökten gelen borç
anlamındaki deyn mastarının din mastarından ge-
len hesap anlamıyla kavramsal ilişkisi de insanın
kendi başına bırakılmadığına işaret etmektedir. Bu
noktada din kavramının Batı dillerindeki karşılığı
olan religion kavramına verilen anlamlardan birinin yeniden bağlanma oluşu da insanın rehberliğe
ihtiyacının bir başka göstergesidir. (Bu konuda bir tahlil
için bk. William Chittick, Varolmanın Boyutları, trc. Turan Koç,
Bu iki kavram üzerinde yapılan tahliller, insanın hem varlık, hem bilgi, hem de ahlaki değerler açısından Allah’a borçlu olan ve bu durumun farkında bulunan bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Tevhit inancı yanında toplum nizamı hakkında uyarılarda da bulunan (Şuara, 26/105-197.) peygamberlerin görevi, insanlığı unuttuğu hakikatle yeniden tanıştırmak ve insan insana yaşamanın yollarını öğretmektir.
İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 53-56.)
İnsan varlığının algılanabilir tüm verimlerini içeren medeniyet kavramının da din kavramıyla irtibatlı olduğu dikkat çekmektedir. (bk. Nakîb Attâs, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, trc. Mahmut Erol
Bazı sosyolojik
tahliller de medeniyetlerle onların arka planındaki
dinî yapılanmalar arasında sıkı irtibatlar görmektedir. (Örnek bir tahlil için bk. Ali Şeriatî, Kültür ve İdeoloji, trc.
Kılıç, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, ss. 80-95.)
Orhan Bekin, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 27-49. Ayrıca
bk. a. mlf., Medeniyet ve Modernizm, trc. Ahmet Yüksek, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 202 vd.) Peygamberimizin
(s.a.s.) hicretle başlayan ve medeniyet kavramına
kök olmasıyla dikkat çeken ana şehri -Medine’yikurması da bu kavramlar arasındaki ilişkinin yaşayan boyutudur. Dinin mekân boyutunu temsil
eden Medine, İslam insanının yetiştirildiği şehir-
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
15
Gündem
Peygamber-sahabe arasındaki hoca-talebe ilişkisi, İslam Medeniyeti’nin
sonraki yüzyıllarında farklı boyutlarda, aynı değerlerin yaşatılmasıyla
nesillerden nesillere aktarılmıştır. Bu aktarımın ilim, sanayi ve güzel
sanatlar gibi çeşitli boyutları bulunmaktadır.
dir. Bu yönüyle Medine, Kitab’ın peygamber terbiyesindeki laboratuvar kentidir. Bu kentte yetişmiş
olan örnek nesil sahabe neslidir.
Hz. Peygamber, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk,1, 8; İbn
Hanbel, II, 381.) beyan ederken, medeniyetin temelindeki yüksek değerlerin öğreticisi olduğunu da ifade etmiş oluyordu. Hz. Aişe’nin deyimiyle o, insanlığa bu değerlerin yaşanabilirliğini gösteren “canlı bir Kur’an” (Müslim, Kitab-ü Salati’l-Müsafirin, 139; Nesai,
Kıyamü’l-leyl, 2.) idi. Şu ifade onun bu özelliğini ortaya
koymaktadır: “Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize
Hz. Muhammed’i (s.a.s.) peygamber olarak gönderdi. Biz, Rasulüllah’ı neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız.” (Nesai, Taksir, 1.) Onun tuvalet adabına varıncaya kadar her şeyi ümmetine öğretmesini alay konusu yapmak isteyen müşriklerin
sorusuna Selman-ı Farisi’nin verdiği cevap da bunu
ortaya koymaktadır: “Evet, o bize… her şeyi öğretir.”
(Buhari, Vudu, 1, 11; Ebu Davud, Taharet, 4.) Bu ifade Peygamberimizin insan yetiştirme işinin, sadece inançla sınırlı kalmadığını, hayatın bütününü kapsadığını göstermektedir. Şu hâlde din insanı bir bütün olarak muhatap almakta, onun bütününe hitap etmekte, peygamber de bütün hayatıyla insanlığa örnek olmaktadır. Çünkü insan maddi ve manevi yönleriyle bir bütündür. (Bu noktada İslam ile Hristiyanlığın insan anlayışlarının bir mukayesesi için bk. Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, trc. Salih Şaban, Nehir
Yayınları, İstanbul 1993, s. 244-249. Bu farklılığın mimari sahadaki yansımalarının vurgulandığı bir yaklaşım için bk. Turgut Cansever, Şehir ve Mimarî Üzerine Düşünceler, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 13-14.)
Bu terbiyenin sürdürülebilirliği de ancak aynı yöntemin nesiller boyunca devam etmesiyle mümkündür. Peygamber-sahabe arasındaki hoca-talebe
ilişkisi, İslam Medeniyeti’nin sonraki yüzyıllarında
16
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
farklı boyutlarda, aynı değerlerin yaşatılmasıyla nesillerden nesillere aktarılmıştır. Bu aktarımın ilim,
sanayi ve güzel sanatlar gibi çeşitli boyutları bulunmaktadır.
Hadis ilimleri başta olmak üzere, ilimlerin bir bilenden alınması usulü ilk zamanlardan beri İslam ilim
tarihine damgasını vurmuştur. İlmî hayatın medeniyetimizdeki gelişimine bakıldığında, ilim kavramının öncelikle Kitap ve sünneti ihtiva ettiği (bk. İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, XXII, 111.), dolayısıyla ilim sahibi olabilmek için öncelikle dinî bilginin temelinde
yer aldığı bir kültür birikimine sahip olunması gerektiği fikri karşımıza çıkmaktadır. Bu kabul, öncelikle peygamberin getirdiği bilgi ve değerlerin merkeze alınması, dolayısıyla insanlığın peygambere
talebe olması gereğinin ifadesidir. Bu çerçevede
ilmî usullerin ilk temsilcilerinin sahabe arasından
çıkması rastgele bir durum değildir. Fıkıhtaki rivayet ağırlıklı ekollerin İbn Abbas, rey ağırlıklı ekollerin ise İbn Mes’ud tarafından temsil edildiği, sonradan gelen fıkıh âlimlerinin de bu sahabileri izledikleri bilinmektedir. İmam Malik hadis çevresindeki fıkıh anlayışıyla Medine uygulamalarının derlemesini yapmak suretiyle sahabeye talebe olurken, İmam-ı Âzam Ebu Hanife de aynı neslin izinden giderek rey ekolünün gelişmesini sağlamıştır.
İmam-ı Âzam’ın talebeleri İmam Şafii’yi, İmam Şafii de İmam Ahmed b. Hanbel’i yetiştirmek suretiyle bu bire bir eğitimin fıkıh ilmi içerisinde sürdürülmesine katkı sağlamışlardır. İmam-ı Âzam gibi
ticaret hayatının içinde de bulunan âlimler, talebelerini sadece ilmî bakımdan değil, mali yoksunluklarına da kayıtsız kalmamış, ekonomik gücü zayıf
olan talebelerine destek olmuşlardır. Bu uygulama,
sonraki yüzyıllarda vakıflar yoluyla sisteme bağlanacak, medrese ilim konusundaki merkezî konumunu vakıf sistemi yoluyla ayakta tutacaktır. An-
Bir sanat mektebi
olduğu kadar, maneviyat
ocağı olarak da bilinen
Ahilik sistemi, çırağı
sadece sanatkâr olarak
eğitmemekte, ona ahlaki
bir olgunluk kazandırmayı
da hedeflemekteydi.
cak âlimin temel hedeflerinden biri, bir
sadaka-i cariye bilinci içerisinde, her yönüyle iftihar edilebilecek talebeler yetiştirmektir.
İlmî hayat başta olmak üzere hayatın
her yönünü destekleyen vakıf sisteminin ayakta durması, ticaret ve sanayi hayatının canlılığıyla sıkı sıkıya ilişkilidir.
Mesnevi’sinde yeryüzündeki bütün sanatların vahiy ürünü olduğunu açıkça
söyleyen Mevlana’nın şu ifadeleri maddi medeniyetin temelinde de manevi
değerlerin bulunduğunu göstermektedir:
Nihayet terzilik ve mimarlık ve dülgerlik ve kuyumculuk ve ilm-i nücum ve
tıp vesaire gibi sayılmakla bitmeyen
türlü hıref ve sanayi insanın bâtınından
peyda olmuştur. Taştan ve kerpiçten zuhur etmemiştir. (krş. Mevlânâ, Mesnevî (Tıpkıbasım), Ankara 1993, IV, 178a (beyt 1294-1297);
(trc. Adnan Karaismailoğlu, İstanbul 2004, IV, 60);
a. mlf., Fîhi mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, haz.
Selçuk Eraydın, İstanbul 1994, s. 48-49.)
Ticaret
ve
sanayi
de
İslam
Medeniyeti’nin usta-çırak ilişkisi içerisinde gelişen önemli bir koludur. İslam
meslek erbabı, her şeyden önce peygamberleri rehber gören bir anlayışa sahiptir. Bütün mesleklerin peygamberlerden ve sahabeden birer piri olduğunu
kabul eden anlayışın belli bir dönemdiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
17
Gündem
Hz. Peygamber’in sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir insan, bir devlet başkanı, bir komutan, bir hâkim, bir aile reisi, bir baba,
ama hepsini de kapsayan bir muallim oluşunun fonksiyonel bir tarzda
hayatımıza yeniden taşınması bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır.
den sonra tasavvufi nitelikli esnaf nizamnameleri olan fütüvvetnamelere hâkim olması yanında,
bir pîre ve ustaya bağlı olmayan kişilere hakaret
maksadıyla söylenen “nursuz pirsiz adam” ifadesi
de talebenin hocasıyla, çırağın da ustasıyla tanınıp
bilindiğini ortaya koymaktadır. (Abdülbâkî Gölpınarlı,
“İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c. XI, (1949-1950) sy.
Mimar Sinan’ın ağzından, kendisini
marangoz olarak yetiştiren ustasına yazılan şu dua
mahiyetindeki şiir de, sanatta ustaya verilen değeri göstermektedir:
1-4, s. 91-92, 101.)
Hudâ şâd eyleye rûh-ı revânın
İde Firdevs-i Âlâ’da mekânın
Benim üstâdıma kim âferin bâd
Beni neccarlıkta kıldı üstâd (Mimar Sinan ve Tezkiretü’lBünyân, ed. Metin Sözen, haz. Suphi Saatçi, Emlâk Bankası Yayınları, İstanbul 1989, s. 52.)
Bir sanat mektebi olduğu kadar, maneviyat ocağı olarak da bilinen Ahilik sistemi, çırağı sadece
sanatkâr olarak eğitmemekte, ona ahlaki bir olgunluk kazandırmayı da hedeflemekteydi. İnsanı bir
bütün olarak ele alan sistem liyakat esasına göre
işlemekte, çırağın ustasından hem sanatın inceliklerini, hem de ahlaki olgunluğun sırlarını yaşayarak öğrenmesi esasına dayalı olarak çalışmaktaydı.
Bütün yükselme aşamalarında, mesleki öğütler kadar, ahlaki öğütlerin yoğun mesajları altında kalan
aday sanatkâr, kendinden çok başkalarını düşünen
bir esnaf tipi olmak üzere yetiştirilmekteydi. Bu terbiye metoduyla yetişen esnaf tipi, haksız rekabete
iltifat etmeyen karakteriyle, yakın bir zamana kadar
toplum hayatımızda ağırlığı hissedilen bir ahlaki
duruşun temsilcisi olmuştur. (Ahmet Tabakoğlu, Türkiye
İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, s. 334. a. mlf., Toplu Makaleler I İktisat Tarihi, Kitabevi, İstanbul 2005, s. 344, 346.
18
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Yusuf Ekinci, Ahîlik ve Meslek Eğitimi, MEB Yayınları, İstanbul
1989, s. 22, 31, 35-39; Muhittin Şimşek, Ahilik: TKY ve Tarihteki
Bir Uygulaması, Hayat Yayınları, İstanbul 2002, s. 151, 162-172.)
Günümüzde ahlaki boyutu göz ardı eden mesleki
eğitim, sadece meslek ahlakının değil, toplum ahlakının da yozlaşmaya uğramasına sebep olmaktadır. İnsanı parçalayan her sistem gibi, mesleki eğitim de ahlaki boyuttan soyutlandıkça, sadece ahlaki yönü yok etmekle kalmamakta, ortada sanat ve
meslek adına da bir şey bırakmamaktadır.
Bire bir eğitimin ortaya çıktığı sahalardan biri de
güzel sanatlardır. Sanatın zirvesi sayılan şiirin bu
noktada özel bir yeri vardır. Kur’an’da ilk bakışta
şairler aleyhinde görülen ifadeler, iman edip salih
ameller işleyenleri istisna etmekle (Şuara, 26/224-227.),
peygamberlerin eğitim halkasına giren ve dolayısıyla bir geleneğe mensup olan şairleri sapkın şairlerden ayrı tutmaktadır. Bu çerçevede imanı ve insani değerleri Hz. Peygamber’den öğrenen şair sahabiler, şiirlerini de Allah Rasulü’nün emrine vermişlerdi. Hakkında ölüm fermanı varken, yaşadığı pişmanlık sonucu “peygamber şairi” olmaya hak
kazanan Kâb b. Züheyr, bunun en çarpıcı örneğidir.
İbn Hişam’ın Siyer’inde bir kabilenin şiir ve hitabet
yoluyla Müslüman olması gibi eşsiz örneklerin de
süslediği bu hususa özel bir önem verilmiştir. (İbn
Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Seka-İbrâhim elEbyârî-Abdülhafîz Şelbî, Kahire ts., III-IV, s. 560-567.)
Şiirini peygamber öğretileri emrine veren sahabi
şairlerin tavrına paralel olarak pek çok sufi, yaşadığı yüksek düzeydeki manevi tecrübeleri şiirle anlatmayı tercih etmiştir. Sanatın soyutluğuna bağlı olarak tasavvuf yoluna girmek, dolayısıyla bir rehbere
bağlanmak, şairlerin de olmazsa olmazlarından biri
sayılmış, hatta bir mürşide intisap etmeden şiir vadisinde yol almaya çalışan kişiler, kendi yeteneklerini yeterli gördükleri suçlamasıyla ayıplanmışlar-
Hakları Hukuku, Yetkin Yayıncılık, Ankara 1997, s. 106; Hasan
dır. Bir tasavvufi yola dâhil olmasa bile en azından ona yakın görünmek, belli bir dönemde şairler arasında yaygınlık kazanmıştır. (Bu hususta örnek
Abdioğlu, “Yönetişim İlkelerinin Uygulamasında Kamu Denetçi-
bir metin için bk. Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir Osmanlı Ta-
ye Açısından Önemi”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilim-
savvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 88-89.
ler Dergisi, yıl 6, sy. 11, Bahar 2007/2, s. 81-82.)
Tekke ve sanat hayatı için bk. Mustafa Kara, Din Hayat ve Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul
Bu durum da göstermektedir ki, o
dönemde yaşayan münevverler, soyut imgeye dayalı şiir ve sanatın, ancak manevi tecrübeyle istikamet kazanabileceği gerçeğini fark etmişlerdir. Batı
sanatının “bir meydan okuyuş”, İslam sanatının ise
“Allah’a boyun eğiş” olarak tasvir edilmesi, (krş. Meh2013, ss. 183-210.)
met Aydın, Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir 1987,
s. 236-238; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Mâneviyâtı, İnsan Yayınları, trc. Ahmet Demirhan, İstanbul 1992, s. 19-20, 256;
Şeriatî, Medeniyet ve Modernizm, 121 vd.; Vedat Erkul, Sanat ve
İnsan, Timaş Yayınları, İstanbul 1996, s. 136.) İslam sanatının temelinde yer alan tevhit yanında, saf ve sahih
geleneğe bağlılığın da ifadesidir.
Hoca–talebe, usta–çırak ilişkisinin kaybolduğu eğitim modellerinin yaygınlaşmasıyla, hayatın profanlaşması tehlikesi baş göstermiştir. Bu durumun
sorumluluk anlayışını göz ardı eden, değerlerden
soyutlanmış bir özgürlük vurgusuyla ahlaki hassasiyetleri yok sayan bir noktaya yönelmesi günümüzün tehlikelerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. İnsan parçalandıkça hayat parçalanacak, parçalanmış hayatlar, insanın parçalanmışlığını daha
da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Süluk ile meslek’i, dolayısıyla ahlak ile ekonomiyi
birleştiren Ahilik tecrübesi, bizde fonksiyonel yönlerinden soyutlanmışken, Batı dünyası Ahilik tecrübesini bir kalkınma modeli olarak kullanmakta,
İsveç Kralı XII. Şarl tarafından Ahilik kurumundan
mülhem olarak İskandinav ülkelerinde “kamu denetçiliği” kurumunun geliştirildiği görülmektedir.
(krş. Nurettin Öztürk, “Ahîlik Teşkilâtı ve Günümüz Ekonomisi,
Çalışma Hayatı ve İş Ahlâkı Açısından Değerlendirilmesi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 7, Aralık 2002, s. 43-44; Şeref Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan
liği (Ombudsmanlık) Kurumu ve Avrupa Birliği Sürecinde Türki-
Öte yandan
İslam sanatındaki soyutluğun, alabildiğine somuta yönelmiş bir mantaliteye sahip olan Batılı sanat
çevrelerinin ulaşmak istediği bir hedef hâline gelmesi, bu çerçevede Picasso gibi bir sanatkârın hat
sanatını soyut sanata temel olarak takdim etmesi
de, (Ünlü ressam Picasso’nun hat sanatı hakkındaki sitayişkâr
ifadeleri için bk. Aydın, 237-238; Erkul, 141-142.) bizde değeri
bilinmeyen unsurların başkaları tarafından hedef
olarak ortaya konulduğunu göstermektedir.
Ancak kültürel bakımdan gururumuzu okşayan
bu etkilenimler çevresinde unutulan ve İslam
Medeniyeti’nin insan yetiştirme esaslarını oluşturan iki temel husus vardır ki, bu hususlar dikkate
alınmadan, sözü edilen tecrübelerin huzurlu bir ortam sağlaması asla mümkün olmayacaktır. Bunlardan birincisi, sahih inanç temeline dayalı hoca– talebe, usta–çırak ilişkisi, ikincisi ise insanın tüm gelişim süreçlerinin, ancak onun bütünlüğünün korunmasıyla gerçek hedefine ulaşabileceğidir. İşte bu
iki husus, Hz. Peygamber’in hayatında en mükemmel şekliyle birleşmiş bulunmaktadır.
Bu noktada Hz. Peygamber’in sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir insan, bir devlet başkanı, bir komutan, bir hâkim, bir aile reisi, bir baba,
ama hepsini de kapsayan bir muallim oluşunun
fonksiyonel bir tarzda hayatımıza yeniden taşınması bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. Böylelikle hoca–talebe, usta–çırak ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasında onun rehberliği bize yol gösterecektir. Unutulmaya yüz tutmuş olan değerler yeniden hatırlanacak, insan insana yaşamanın sırlarını
sunan değerler ışığında hayatın bütünlüklü bir şekilde yeniden yapılandırılmasının önü açılmış olacaktır.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
19
Gündem
Prof. Dr. Zekeriya Güler
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Hz. Peygamber’in
İnsan Eğitimi
Hz. Peygamber’in ahlakı Kur’an, sünneti ise onun insan eğitiminde
uyguladığı yöntem ve örnek hayat tarzıdır.
üce Kur’an, “Verdiği nimetler hususunda
sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am, 6/165.)
ayetiyle insanın varoluş sebebinin ve yaratılış hikmetinin denemek olduğunu öğretir. Denemenin
(sınama, imtihan) muhatabı olan bu varlık, insan
olarak doğar. Ancak onun insan olarak yaşaması ve insan olarak ölmesi o kadar kolay değildir.
Zira insan “çok zalim ve çok cahil”, “zayıf” ve “tahammülsüz” olarak yaratılmıştır: “Gerçekten insan
pek tahammülsüz bir tabiatta yaratılmıştır. Başına
bir fenalık geldi mi sızlanır durur. Ama ona bir nimet nasip olursa kendisinden başkasını yararlandırmaz. (Mearic, 70/19-21.) “Bu ayetlerin ardından; namazlarını devamlı ve özenle kılıp gereklerini titizlikle yerine getiren, aç, biilaç kalmışlara destek çıkan, hesap gününün farkında olan, iffet ve güvenilirliğini koruyan insanlar istisna edilerek onların
cennetlerde ağırlanacakları müjdesi verilir.
Y
20
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Kur’an-ı Kerim’de denemek fiilinin bireysel ve toplumsal hayattaki tezahürünün; kulluk, adil yönetim
anlayışı ve siyaset tarzı ve yeryüzünün imar ve ıslahı olduğu görülür (Zariyat, 51/56; A’raf, 7/128-129; Sad,
38/26; Hud, 11/61.). “Çok zalim ve çok bilgisiz” insanın
emanet olarak üstlendiği (Ahzab, 33/72.) görev ve sorumluluk da budur.
İşte, “Ben bir muallim olarak gönderildim.” ve “Kim
benim sünnetimden, yani hayat tarzımdan, izlediğim yol ve yöntemden yüz çevirirse benden değildir!” diyen Peygamberimiz (s.a.s.) gençlik, olgunluk,
yaşlılık ve düşkünlük dönemlerindeki görev ve sorumluluğunu hatırlatmış ve tabiatında zıtları toplayan (camiu’l-ezdad) bir varlık olarak insanı yetiştirmeyi hedeflemiştir.
Bilindiği üzere, Hz. Peygamber’in ahlakı Kur’an,
sünneti ise onun insan eğitiminde uyguladığı yöntem ve örnek hayat tarzıdır. Abdullah b. Abbas
Rasul-i Ekrem’in hadis ve sünnetlerine göre Müslüman
kimlik ve kişilik, dünyevileşen değil dünya-ahiret dengesini
gözeten, yalancı ve ikiyüzlü değil dürüst ve güvenilir,
konjonktür değil hikmet ve hakikat yanlısı, sert ve kaba
değil yumuşak ve nezaketli, tamahkâr değil kanaatkâr,
açgözlü değil tokgözlü, cimri değil cömert, kendini
beğenip böbürlenen değil mütevazı, külfetli değil ülfet
eden ve edilen olmalıdır.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
21
Gündem
Rasul-i Ekrem, her yaştan insana değer verir, onunla muhatap
olan her bir sahabi, kendisine daha çok değer verildiği izlenimi
edinirdi. Onun nezdinde özellikle gençlerin daha özel bir yeri
vardı ve sıcak iletişim kurarak onlarla uzun sohbet ederdi.
(r.a.), “Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik.” (Maide, 5/48.) ayetinde “yol ve yöntem” manasına gelen minhac kelimesini sünnet diye açıklar.
Hz. Peygamber’i sevmek, Allah’a iman ve itaatin
gereğidir. Şüphesiz onu sevmek, onun mükemmel
rehberliğinin farkına varmak ve onu örnek almak
demektir. Örneklik (üsve-i hasene) veya rol-model
kişilik algısı, bir sosyal varlık olarak insanın yetiştirilmesinde, tutum ve davranışlarının geliştirilmesinde etkili bir yöntemdir. Derler ki, “Lisan-ı hâl,
lisan-ı kalden entaktır.” Yani örnek fiil ve davranış,
kuru bir laftan daha fazla tesir eder.
Bu yazıda Hz. Peygamber’in insan yetiştirme sürecinde rehberliği ve uyguladığı eğitim yöntemlerine
işaret edilecektir.
Aile ve çevrenin çocuk üzerindeki etkisi
Peygamberimiz (s.a.s.), “Dünyaya gelen her çocuk
fıtrat üzere doğar. Onu ana babası Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhari, Tefsir (sure 30), 1; Ebu
Davud, Sünnet, 17; Muvatta’, Cenaiz, 53; Ahmed b. Hanbel, II,
buyurarak ortam ve çevre şartlarının insan eğitiminde etkili bir unsur olduğunu, çocuğun doğuştan gelen temiz tabiatının ve berrak zihin dünyasının özellikle anne babanın dinî inanç ve değerlerine göre şekillendiğini ifade etmiş bulunmaktadır.
Çocuk özellikle aile mektebine göre şekillenir, çünkü o, anne babadan iktibaslar taşımaktadır.
233.)
Rasulüllah (s.a.s.), “Yavrum!” diyerek çocuğun duygu dünyasına hitap edip onun dikkatini toplayarak öğütte bulunurdu: “Yavrucuğum (Enes), ailenin yanına girdiğinde selam ver ki bu, hem senin
için, hem de hane halkı için bereket olsun!” (Tirmizi, İsti’zan, 10.) Bu aşamada Rasul-i Ekrem’in ilk öğrettiği şeyler arasında pratik düşünce ve inanç esasları olurdu. Nitekim Rasulüllah (s.a.s.), terkisine binen Abdullah b. Abbas’a “Şunu iyi bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir fayda sağlamaya çalışsalar,
22
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Allah’ın sana takdir ettiği kadar fayda sağlayabilirler. Onlar sana zarar vermek üzere bir araya gelseler, Allah’ın sana takdir ettiği kadar zarar verebilirler.” (Ahmed b. Hanbel, I, 293.) diyerek bir ömür boyu
onu motive edecek ve hayatını anlamlı kılacak gerçekleri öğretiyordu.
Gençlerle özel iletişim kurmak
Rasul-i Ekrem, her yaştan insana değer verir, onunla muhatap olan her bir sahabi, kendisine daha çok
değer verildiği izlenimi edinirdi. Onun nezdinde
özellikle gençlerin daha özel bir yeri vardı ve sıcak
iletişim kurarak onlarla uzun sohbet ederdi. Onun
rahmet ikliminde yetişen gençler, ondan aldıkları
bilgiyi ve yaşadıkları tecrübeyi bir ömür boyu tatlı birer hatıra olarak yaşarlar ve onları başkalarıyla paylaşmaktan mutluluk duyarlardı. İşte o bahtiyar gençlerden birisi Ebu Mahzure’dir. Henüz İslamiyet ile müşerref olmamış Kureyşli bu genç insan, bir grup arkadaşıyla birlikte Peygamberimizin
(s.a.s.) vesile olduğu iman heyecanını şöyle anlatır:
“Peygamber (s.a.s.) Huneyn Gazvesinden dönüyordu. Ben, hepsi Mekkeli on kişilik gençler grubuyla
beraberdim. Huneyn yolunda Peygamber ile karşılaştık. Müezzini namaz için ezan okuyordu. Biz bir
köşeye çekildik ve alay ederek müezzinin söylediklerini tekrar etmeye başladık. Peygamber bizi duymuştu. Ezan bittikten sonra “Şu gençlerin içinde
gür ve güzel sesli biri var!” diyerek bizi yanına çağırttı. Peygamber (s.a.s.):
- Gür sesli olanınız hanginiz? diye sordu. Herkes
beni gösterdi. Bunun üzerine Peygamber yanımdakileri saldı, beni ise alıkoydu. Sonra bana:
- Haydi, bir ezan oku! dedi. Peygamber’den ve bana
emrettiği işten son derece nefret ettiğim hâlde, kalkıp önünde ayakta durdum. Bizzat kendisi bana
ezanın okunuşunu öğretti. Ezanı bitirdiğimde beni
çağırdı, içinde bir miktar gümüş para olan bir kese
verdi. Sonra alnımı, göğsümü elleriyle sıvazladı ve
“mübarek olsun!” diyerek beni tebrik etti, hayır ve
bereket duasında bulundu. Ben:
- Ya Rasulallah! Mekke’de ezan okumama izin ver,
dedim. O da:
- Peki, bu vazifeyi sana verdim, buyurdu. İşte artık o anda Peygamber’e (s.a.s.) duyduğum nefretten
bende bir iz kalmamış, kalbim onun sevgisi ile dolup taşmıştı. Rasulüllah’ın (s.a.s.) Mekke valisi Attab b. Esid’e geldim ve onunla birlikte Rasulüllah’ın
(s.a.s.) emir ve talimatı üzerine müezzinlik yaptım.
(Ahmed b. Hanbel, III, 409; Nesai, Ezan, 5, 6; İbn Mace, Ezan, 2;
İbnü’l-Esir, Üsdü’l-gâbe, I, 150, V, 292.)
Mekke’nin fethedildiği yıl Hz. Peygamber’le
Cirane’de karşılaştıktan sonra Müslüman olan Ebu
Mahzure, ömrünün sona erdiği hicri 59 yılına kadar
Mescid-i Haram’da müezzinlik vazifesi yaptı. Böylelikle o, Bilal-i Habeşi’nin okuduğu ezan ile alay edecek kadar önceleri büyük bir kin ve düşmanlık beslerken, sonraları muazzam bir hayranlık duyduğu
Rasul-i Ekrem’in dört müezzininden biri olma şerefi kazandı. Kendisinden sonra Mescid-i Haram müezzinliğini asırlarca oğlu ve torunları devam ettirdi.
Rasul-i Ekrem’in gençlerle kurduğu iletişim örneklerinden birisi de şudur: Enes (r.a.) anlatıyor: Yahudi bir çocuk (veya delikanlı) Peygamber’e hizmet
ederdi. Bir gün hastalandı. Peygamber (s.a.s.) ziyaretine gitti, baş ucuna oturdu ve “Müslüman ol!” diyerek onu İslam’a davet etti. Çocuk heyecanla yanındaki babasına baktı. Babası, “Ebu’l-Kasım’a itaat
et (yavrum)!” dedi. O da hemen Müslüman oldu.
(Az sonra çocuğun hayata gözlerini yumması üzerine) Peygamber (s.a.s.), “Onu ateşten kurtaran
Allah’a hamdolsun!” diyerek oradan ayrıldı. (Buhari, Cenaiz, 79; Ebu Davud, Cenaiz, 5; Ahmed b. Hanbel, III, 175.)
Alternatif göstermek
Alternatif çözüm yolunu göstermek ve dua edip
manevi destek vermek, Rasulüllah’ın (s.a.s.) insan
eğitiminde uyguladığı önemli bir yöntemdi. Rafi’
el-Gıfari (r.a.) anlatıyor: Ben henüz bir çocuk iken
hurma ağacı taşlamıştım. (Suçüstü yakalandım ve)
beni Rasulüllah’a (s.a.s.) götürdüler. Bana “Yavrucuğum, hurmayı niçin taşladın?” diye sordu. Ben, “Karnım açtı, yemek için!” diye cevap verince Rasulüllah (s.a.s.), “Yavrum, hurmayı taşlama, altına düşenlerden ye” dedi. Sonra başımı okşadı ve “Allah’ım,
bu çocuğun karnını doyur!” diye dua etti.
(İbn Mace,
Ticarat, 67; Ebu Davud, Cihad, 85.)
Kolaylık ilkesi ve itidal çizgisi
Rasul-i Ekrem, “Din kolaylıktır. Dinde kim kendini
zora sokar ise (mükemmel ve kusursuz olsun derken onun) altında kalır (ezilir ve büsbütün ibadetten kesilir). O hâlde orta yolu izleyin ve ümitvar
olun. Günün sabahı, akşamı, biraz da gecesiyle destek ve yardım isteyin!” (Buhari, İman, 29.) ve “Bir nehir
kenarında da olsan abdestte yine israf söz konusudur.” (İbn Mace, Taharet, 48; Ahmed b. Hanbel, II, 221.) hadisleriyle pedagojik bir dil kullanarak itidal ve disiplin sahibi nesillerin yetiştirilmesini hedeflerdi. İtidal çizgisi, her türlü aşırılıktan kaçınıp duygu, düşünce, hareket ve davranışlardaki denge ve orta yol
demektir. Şayet bu denge süreklilik gösterip karaktere dönüşürse fazilet adını alır.
Ayrıca Rasul-i Ekrem, “Allah, (birinci derecede teşri kılınan) azimetlerin yerine getirilmesini sevdiği
gibi (şer’i mazeretlere binaen ikinci derecede vaaz
edilen) ruhsatlarının da yerine getirilmesini sever.”
(Ahmed b. Hanbel, II, 108; İbn Hıbban, Sahih, II, 69, VI, 451. Hadis, İbn Mes’ud, İbn Abbas ve İbn Ömer’den merfu olarak rivayet edilir. Şuayb el-Arnavut, İbn Abbas’ın merfu tariki için sahih, İbn Ömer’in merfu tariki için kavî, İbn Mes’ud tariki için
hadisiyle kolaylık yolunu gösterir. Abdullah b. Amr
(r.a.), ibadeti hafif tutma ve ağır yükten uzak durma hususunda Rasul-i Ekrem’in kendisine hatırlattığı ruhsat ve kolaylığı kabul etmediğinden, ömrünün sonunda pişmanlık duyduğunu itiraf eder.
Rasul-i Ekrem’in Abdullah b. Amr’a (r.a.) yönelik
uyarılarından birisi de şöyledir: “Abdullah! Falan
kimse gibi olma, çünkü o gece ibadetine devam
ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhari, Teheccüd 19; Müsde mevkuf olarak daha sahih değerlendirmesini yapar.)
lim, Sıyam 185.)
Açıktır ki bu hadis, nefsine ağır gelen bir yükü fazla çekemediğinden bir müddet sonra usanıp onu
tamamen bırakmak gibi bir yanlışa düşmemesi
ve kesintiye uğratmak bir yana iki günü birbirine
denk olacak şekilde yerinde saymaması için mümini uyarır.
Ailenin huzur ve mutluluğu
Rasul-i Ekrem’i evrensel çapta en güzel örnek olarak sunan Yüce Rabbimiz, erkeklerin eşlerine mudiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
23
Gündem
amelesi konusunda şu talimatı verir: “Onlarla (hatunlarınızla) iyi geçinin. Şayet onlardan hoşlanmazsanız, biliniz ki, Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisa,
4/19.) Bu ayetten ilham alan Rasul-i Ekrem de şu
hikmet yüklü mesajını verir: “Mümin erkek, mümin kadına (eşine) buğzetmesin! Şayet onun bir
ahlakını sevmezse başka bir ahlâkından hoşlanır.”
(Müslim, Rada, 61.)
Dünyaya veda edeceği günlerinde Hz. Peygamber, biricik kızının üzüldüğünü görünce “Fatıma!
Sen mümin kadınlarının hanımefendisi olmak istemez misin?” (Buhari, İsti’zan, 43.) diyerek evladının
ruhunu okşayan ve teselli eden merhametli bir
baba, torunu Hasan ile Üsame b. Zeyd’i kucağına
alıp “Allah’ım, bu ikisini sev, ben bu ikisini seviyorum!” (Buhari, Fezailü ashabi’n-nebi, 18.) diyerek onlara dua eden şefkatli bir dede, “Sizin en hayırlınız,
ailesine karşı en iyi olanınızdır. Ailesine karşı en
iyi olanınız da benim!” (İbn Mace, Nikâh, 50.) beyanıyla mükemmel bir eştir. “Ailene namazı emret. Kendin de ona sabırla devam et.” (Taha, 20/132.) ayeti gereğince Rasul-i Ekrem, eşine ve çocuklarına namaz
kılmaları gerektiğini söylerdi.
Toplumsal barış, adil yargı ve yönetim
Rasul-i Ekrem’in, davacı ve davalı için gösterdiği
şu muhakeme usulü, adaletin tecellisi ve toplumsal barış açısından büyük önem arz eder: “Ancak
ben bir beşerim. Siz bana davanızı getiriyorsunuz.
Olur ki biriniz, diğerine nispetle delilini gereğince
bilir, davasını ortaya koyar ve (hitabet sanatını ve
ikna kabiliyetini iyi kullanarak) kendini iyi savunur. Böyle bir durumda, onun sözüyle kardeşinin
hakkından bir şey alır ve lehine hüküm verirsem,
ancak ben ona bir ateş parçası vermiş olurum! O
hâlde onu almasın/tutmasın.” (Buhari, Şehadat, 27; Müslim, Akdıye, 4; Ebu Davud, Akdıye, 7; Tirmizi, Ahkâm, 11; Nesai,
Kudat, 13; İbn Mace, Ahkâm, 5; Muvatta’, Akdıye, 1; Ahmed b.
Hanbel, VI, 203.)
Hz. Peygamber, ehliyet sahibi ve tevfike refik olan
bir yöneticiyi cennetle müjdeler: “Ehlicennet üçtür:
Adil, sadaka-zekât veren ve muvaffak olan bir yönetici, bütün yakınlarına ve Müslümanlara karşı
merhametli ve ince kalpli kimse, iffetine düşkün,
24
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
bakmakla yükümlü ve sorumlu olduğu kimseler olmakla birlikte istemekten çekinen kişi.” (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, II, 425.)
Ne var ki Rasul-i Ekrem, fıtrat ve yapısı itibarıyla
müsait olmayan kimseye emanetin, idari görev ve
sorumluluğun verilmesini istemezdi. Nitekim vergi memurluğu görevi isteyen Ebu Zer el-Gıfari’ye,
“Sen güçsüzsün; bu iş bir emanettir; emanet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur.” diyerek uyarıda bulunmuştu. (Müslim, İmare, 16.)
Ayrıca “Emanet kaybedildiği (işler ehli olmayanlara verildiği) zaman kıyameti bekle!” (Buhari, İman, 1.)
hadisiyle Rasul-i Ekrem, güvenilirliğin kaybedilmesi durumunda, ahlakın dejenere olup toplumsal çöküşün yaşanacağını hatırlatırdı. “Kimin ameli kendisini geriletir ise, soy kütüğü onu ileri götürmez.”
(Müslim, Zikir, 38.) diyerek de üstünlük ölçüsünün etnik köken değil amel, ahlak, görev ve sorumluluk
bilinci (takva) olduğunu vurgulardı.
Dua ve iltica
Rasul-i Ekrem’in insan eğitiminde duanın, Allah’a
iltica ederek neticeyi O’ndan bilmenin hususi bir
yeri vardı: “Allah’ım, doymayan nefisten, korkmayan kalpten, faydasız ilimden ve kabul olunmayan
duadan sana sığınırım!” (Nesai, İstiaze, 65.) “Ey Hayy ve
Kayyum olan Allah’ım! Senin rahmetine iltica ediyor ve senden yardım diliyorum. Benim bütün işlerimi düzelt ve beni bir an olsun nefsimle başbaşa bırakma!” (Hâkim, Müstedrek, I, 545.) Evinden çıkarken de şöyle derdi: “Allah’ın adıyla Allah’a dayandım. Allah’ım, dalalete düşmekten veya dalalete
düşürülmekten, ayağımın kaymasından veya kaydırılmasından, zulüm yapmaktan veya zulme uğramaktan, bilgisiz ve gafil davranmaktan veya hoyrat muamele görmekten sana sığınırım.” (Ebu Davud,
Edeb, 112; Tirmizi, Deavat, 35; İbn Mace, Dua, 18; Ahmed b. Hanbel, VI, 306.)
Netice
Rasul-i Ekrem’in insan eğitimi çerçevesinde örneklerle verilen söz konusu maddeler dışında; onun
ihtiyaç kadar, sade ve anlaşılır konuşması, tekrarları, mektupları, iknaları, çizgi ve şekiller çizmesi, işa-
Hz. Peygamber’in hedeflediği terbiye sistemi ve eğitim yönteminde,
insanın insan üzerine hâkimiyeti değil, insanı insan yapmak vardır. Allah için
sevmek ve Allah için buğuz etmek, müsamaha ve suçluları cezalandırmak, şaka
ve latife yapmak, tedricilik, soru-cevap ve temsil (örneklendirme) yöntemi hep
onun hayat tarzında vardır.
retler kullanması, hicap duyulan konularda işaretle yetinmesi, durum ve seviyelere göre davranması, verimli ve uygun zaman dilimi gözetmesi, yanlış
anlamalara sebep olmamak ve yersiz konuşmalara
fırsat vermemek için açıklama yapması, rüya anlatması, dinlemesi ve yorumlaması gibi pek çok ilke
ve yöntem mevcuttur.
Hâsıl-ı kelam, onun hedeflediği terbiye sistemi ve eğitim yönteminde, insanın insan üzerine
hâkimiyeti değil, insanı insan yapmak vardır. Allah için sevmek ve Allah için buğuz etmek, müsamaha ve suçluları cezalandırmak, şaka ve latife yapmak, tedricilik, soru-cevap ve temsil (örneklendirme) yöntemi hep onun hayat tarzında vardır.
Rasul-i Ekrem’in hadis ve sünnetlerine göre Müs-
lüman kimlik ve kişilik, dünyevileşen değil dünyaahiret dengesini gözeten, yalancı ve ikiyüzlü değil
dürüst ve güvenilir, konjonktür değil hikmet ve hakikat yanlısı, sert ve kaba değil yumuşak ve nezaketli, tamahkâr değil kanaatkâr, açgözlü değil tokgözlü, cimri değil cömert, kendini beğenip böbürlenen değil mütevazı, külfetli değil ülfet eden ve edilen olmalıdır.
Vefasızlık, ümitsizlik, mümine lanet ve beddua, kin
ve düşmanlık, bencillik, kıskançlık, aldatma, korkaklık ve öz güven eksikliği, bıkkınlık ve yılgınlık,
heva ve hevese uymak, boş ümit ve kuruntulara
kapılmak ise Kutlu Nebi’nin sunduğu insan modelinde yoktur.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
25
Gündem
Doç. Dr. Aliye Çınar Köysüren
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Modern Zamanlarda
İnsan
İnsanoğlu tefekkür boyutunu yitirdikçe, varlıktan uzaklaşmakta, böylece kendinden de ırak düşmektedir. Çünkü varoluşunu fikredemeyen kişi,
varoluşsal olarak varlıkla temasa geçemeyecektir. Teknik aklın ürettiği
konfor ve tüketim çılgınlığı konformizmi besleyecektir.
ünümüzde teknoloji, bir yandan insan varlığının yaşamını kolaylaştırırken öte yandan
bazı bakımlardan tehdit etmektedir. Dolayısıyla teknoloji, iki ucu keskin bir bıçak görünümü vermektedir.
G
Alman düşünür Heidegger, Batı düşüncesinde teknikteki gelişmenin düşünceyi durdurduğunu söylemişti. O, düşüncenin düşmanı akıl derken de
bunu ifade etmişti ve nihayetinde bu vurgu, bizim
dünyamızdaki ifadesiyle, Yaratıcı’nın unutulmasını
haber veriyordu. İnsanoğlu akılla gelişirken tefekkürü iptal etti; dahası varlıkla veya varoluşuyla bağını kopardı. “Teknik düşünmez.” diyen alman filozof, salt matematiksel aklın da düşünmeyeceğini,
onun ürünleri arasında sıkışıp kalan insanın da düşünce tutulması yaşayacağını işaret ediyordu. Varo26
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
luşun nihai kaynağıyla sadece tefekkür irtibata geçebilir. Bu nedenle akıl, Varlık’la (Vücut) irtibata geçemez; sadece var olanları (mevcudatı), tıpkı kendisi gibi türeyenleri akledebilir.
İnsanoğlu tefekkür boyutunu yitirdikçe, varlıktan
uzaklaşmakta, böylece kendinden de ırak düşmektedir. Çünkü varoluşunu fikredemeyen kişi, varoluşsal olarak varlıkla temasa geçemeyecektir. Teknik aklın ürettiği konfor ve tüketim çılgınlığı konformizmi besleyecektir. Nitekim konformizm, 19.
yüzyıla kadar İngiliz kilisesinin emir ve din yorumuna uygun yaşayan -ancak tefekkürünü paranteze alan insanlar- için kullanılagelen bir tanımdı.
Kilisenin anlaşılmaz inanç akideleri ve dogmalar
da, düşünceyi kilitlediğinden, onlarda bir tür yabancılaşma getirmişti. Kendinden uzaklaşma, var-
lığı unutmayı getirir ve tefekkür kanallarının kilitlenmesi de tam bir varoluş tutulmasıdır. Günümüzde ise konformizm, standartlara uygun düşünce ve
davranışlar sergileyen insanlar için kullanılır.
Varlıktan uzaklaşma, kilisenin biçimcilik ve kuralcılığı yüzünden zuhur ederken; günümüzdeyse tekniğin ve teknolojinin tahakkümünden kaynaklanmaktadır. Dindeki ilgi, korku ve bağlanmanın yerini, benzer şekilde toplumsal ikiyüzlülük (hipokrasi)
almaya başlarsa, tam da kendimizden uzaklaşma
başlayacaktır. Aynı şekilde gösterişçi bir toplum
ve rekabet kültürü de ikiyüzlülüğü beslediği için,
âdeta kişi zamanla oynadığı role kendisi de inanacaktır. Bir tür bellek kaybı veya yanılsama anaforundan geçen insanlar başlangıçta hayal, maske ve
gerçekliği ayırt edebilirken, süreç içinde maske gerçek yüzmüş gibi algılanacaktır. Dahası gün geçtikçe
gerçek olan yanlış gibi görülecektir.
Tam olarak otomatiğe bağlanmış, robotlaşmış bir
yaşam içinde görev bilinciyle gündelik yaşamın
rutinini yerine getirme bir tür ritüele dönüşecek-
tir. Oyun oynamayı anımsatan ritüeller, mekanizmin ve belirlenimciliğin sonuçlarına yaklaşacaktır.
Oyun oynarken hesap edilemeyen geçmiş imgeler ve geleceğe dönük hayaller vardır. Oysa konformizm hayale yer bırakmayacak kadar belirli bir
dünyada sabit ve belirlenmiş bir gösterimde olmayı yeğler. Oyun oynarken hazlar, sevinçler, hayaller ve bilinç dışı durumlar gibi hesaba katılamayan boyutlar vardır ve onlar oynarken etkin olur.
Oysa konformizm aşırı akılcılığa rapt olduğundan,
bunları zaman kaybı ve israf olarak görecektir. Salt
akılcılık, insanın duygu irade ve eylem boyutunu
önemsemez.
Anlamanın/anlamın yerini bilme/nedensellik alacağından geçmiş ve geleceği birbirine bağlayacak
hikâye ve öyküler de yıkılacaktır. Anlamı taşıyan
semboller buharlaşacak; onların yerini sadece işaretler almış olacaktır. Toplum içinde kabul görmek
için gerekli bütün kuralları yerine getiren kişi yaşama sanatını bilmiş sayılacaktır. Ancak burada sanat
kelimesini oldukça cömert kullanmış olabiliriz. Zira
sanat bundan böyle doğayı taklit etme olmayıp; es-
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
27
Gündem
Tefekkür ve tezekkür için zamandan da önce, “an” oldukça
önemli bir mefhumdur. An kaçırılınca, gafletin karabasanları
çöreklenir durur üstümüze. Hükümran olan akıl da, bir protez
uzuv gibi taşıyamaz olur bunca yükü.
kiden var olan sanat eserlerinin imajinasyonlarının
üzerinden yeni bir taklit yapmaktan ibarettir. Zira
sanat, varoluşu tefekkür ettikçe açığa çıkar.
İnsanların çok çalışmasının nedeni de bir anlamda
kendi unutulmuşluğunun acısını hissetmeme stratejisidir. Çok çalışma, kendinden kaçış için oldukça iyi bir paravandır. İş yükü, varoluşun ağırlığını
perdeledikçe, varoluşun kapıları demir parmaklıklarla örülecektir. O, âdeta gözleri perdeli, elleri kelepçeli ve kulakları tıkalı bir mahkûmdur. Kendinden uzak ancak rutine ve mekâna tutukluluk durumunda tam da eşya ve maddenin hükümranlığı altında ezilmektedir. Böylece imaj ve etiket, paravan
ve maske işlevi görecektir.
Modern zamanda insan varlığının kaçtığı bir diğer
kuytu köşe ise sanal dünyadır. Bugün duygularımızı ve isteklerimizi dahası teşhir arzumuzu eksiksizgediksiz sanal paylaşım sitelerinde gerçek kılıyoruz. Böylece ruhsal yapımızda mevcut olan hayal
ve gerçek arasındaki mesafe de sorun olmaktan
çıkmaktadır. Zaten hayali veya sanal olanı gerçeğin
yerine ikame etmiş durumdayız.
Sosyal paylaşım siteleri başka pek çok sorunu da
gölgeleyerek -çözülmeden- ertelemiştir. Bundan
böyle, sosyalleşme veya sosyalleşememe gibi bir
sorun da tarihin karanlık dehlizlerine gömülmeye
adaydır. Çünkü herkes oldukça faal bir şekilde bu
sitelerde vardır. Dolayısıyla, sosyal olamama sorunu da buharlaşmaktadır.
Hatta sosyalleşme göstergesi olarak, tebrik ve taziye konusunda dünden daha çok istekli ve dakik olduğumuz görülecektir. Hatta hiç tanımadıklarımız
bile acılarımızı paylaşmakta, bizi içten içe duygulandırmaktadır! Elbette garip şeyler de olmuyor değil bu esnada. Mesela bir arkadaşınız, annesinin vefat haberini paylaşıyor ve pek çok kişi bunu beğe28
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
niyor! Şimdi bu, ne anlama geliyor? Acaba ölene sevindiğimizi mi? Düşünmeden beğen butonuna basma âdetini yerine getirme ameliyemizi mi göstermektedir?
Daha nelerimizi ifşa etmiyor ki sanal dünya… Teşhirciliğe tutkunluğumuzu da fazlasıyla ele vermekte bu yeni dünya. Pişirilen yemeklerden tutalım da,
kıyafetlere ve düğün derneklerimize kadar her şey
sanal ortamda. Böylece başkalarını merak eden yapımız da tatmin oluyor. Farklı yaşantılara bir tuşla
ulaşıp hatta dedikodudan daha sahici bilgilere ulaşabiliyor.
Eskiden el âlem kaygısı ve korkusu vardı. Şimdilerde herkes arkadaş, herkes tanıdık konumundadır.
Sanki şimdilerde gizli saklımız da pek kalmadı. “Kimin, nerede, ne yapıyor” olduğuna, ilişkilerin başladığına hemencecik şahit oluveriyoruz. Elbette bunun olumsuz yönleri bir tarafa, ikiyüzlülükten zoraki de olsa özgürleştiriyor bizi. Çünkü eskiden, “el”
görmediği sürece, nahoş tabloları işlemek neredeyse cesaret göstergesi gibi algılanmıştır. Oysa şimdi,
kameralardan tutalım da, internetin görü ve kayıt
gücünden saklanmak pek kolay gözükmüyor.
Bütün bu sorunlarla nasıl yüzleşileceği konusunda,
oturup konuşulabilir; ancak asıl tehlike şu: Gençlere eğer ibnü’l-vakt olmasını öğretmeyi düşünüyorsak, artık çok geç kalmışız demektir. Çünkü bu
sanal dünya zaman tüketen bir canavardan başka
bir şey değil. Zamanı kaptırdıysak, düşünme melekesini rafa kaldırırız. Çünkü tefekkür ve tezekkür
için zamandan da önce, “an” oldukça önemli bir
mefhumdur. An kaçırılınca, gafletin karabasanları çöreklenir durur üstümüze. Hükümran olan akıl
da, bir protez uzuv gibi taşıyamaz olur bunca yükü,
bunca bedeni.
Gündem
Necla Koytak
İnsan Gelişimi ve Toplumsal Eğitim Vakfı (İGETEV)
Genel Sekreteri
İnsan Yetiştirme
Düzenimiz Üzerine
Düşünceler
Biz Müslümanlar, yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olarak
yaratıldığımıza inanan insanlar olarak kendimizi yeryüzünün her
köşesindeki zulümden sorumlu saymak durumundayız. Bu anlamda tüm
insanlık için adalet, barış, esenlik vadeden bir dünyanın kurulması yönünde çaba sarf etmekle yükümlüyüz.
atı’da, “aydınlanma” diye anılan zihinsel
dönüşüm üzerinde gelişen ideoloji ve yaşam biçimi olan modernizmin küresel ölçekte yaygınlaştığı ve farklı kültürleri dönüştürdüğü bir çağda yaşıyoruz.
Akıl, bilim, demokrasi, değişim, gelişimcilik gibi
kavramlar üzerinden kurduğu seküler otoriterlik ile
total bir paradigmaya hapsolan modernizm, bütün
insanlık için dinlerin oluşturduğu geleneksel düzlemden keskin bir kopuşu ifade etmektedir. Dünya ve maddi hayat ile sınırlı varlık anlayışı çerçevesindeki zihinsel kurulumuyla modernizm, S. H.
Nasr’ın ifadesiyle, “İnsanlığın tarih yolculuğunda
uğradığı bir yol kazasıdır.”
uzak değerler, yaşam biçimi ve ilişkiler sistemi pek
çok problemi beraberinde getirdi. Bilinç yaralanmasına uğrayan insanoğlunu anlamsızlığın pençesine itti. Daha bugüne gelmeden çok öncele, 18 ve
19. yy düşünürleri, Spinoza, Goethe, Shiller, Fichte,
Feurbach, Hegel, Marx, Kierkegard yaşadıkları çağın katı, boş, amaçsız ve ruhsuz bir çağ olduğundan
yakındılar. 20. yy’da, maneviyatın kaybedilmesiyle birlikte yaşamın yitip giden anlamının ardından
girdiği bunalımı aşmaya çalışan Varoluşçu düşünceyi “Endüstriyel toplumda insanın insana özgü niteliklerini yitirmesine, yüz yılı aşkın bir süredir süregelen bir isyan.” olarak betimliyor bir başka düşünür.
Modernizmin ürettiği ve dayattığı maneviyattan
İnsanın sonsuzlukla irtibatını oluşturan ruhi ve ma-
B
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
29
Gündem
nevi boyutunu yok sayan bu düşünce ve yaşama
biçimi, insanın doğaya, diğer insanlara ve bizzat
kendi öz varlığına yabancılaşmasını getirdi.
Bu konuda 20. yüzyılın ruhbilim alanının prensi
olarak anılan R. D. Laing, manevi boyutu baskılanan çağdaş insan için “bölünmüş benlik” ten söz
eder.
Günümüzün ünlü düşünürlerinden Edgar Morin,
“Geleceğin Eğitimi için Gerekli Yedi Bilgi” adlı kitabında, modernizmin küresel sonuçlarını şöyle tasvir ediyor: “Bu çağ hem tek bir dünya dokusu yarattı hem de bu dokuyu parçaladı; gelişmiş toplumlar
gezegenin refah çevrimi içindeyken, dünya halklarının çoğunluğunu oluşturan Afrikalı, Asyalı, Güney Amerikalılar gezegenin yoksulluk çevrimi içindeler. Dünya devletleri kaba ve esrik, güçlü ve aciz
tiranlar olarak gezegen üzerinde egemenler. Yerküre üzerinde dalga dalga yayılan teknik ve sınai gelişme etnik, kültürel, insani çeşitlilikleri yok etme
eğilimi gösteriyor. Gelişme çözümlediğinden daha
çok sorun yarattı ve Batı’nın müreffeh toplumlarını etkileyen derin bir uygarlık bunalımına ulaştı. Batı’da doğan uygarlık, kendisini geçmişe bağlayan palamarlarını çözerek, bilim, akıl, ekonomi
ve demokrasinin ortak gelişmeleri sayesinde ilerlemenin sonu olmayan geleceğine doğru yöneldiğini sanıyordu. Oysa Hiroşima bize bilimin birbiri30
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
ne karşıt iki yüzü olduğunu öğretti. Sınai gelişmenin kültürel yıkımlar ile ölümcül kirlenmelere yol
açtığını gördük; refah uygarlığının mutsuzluk ta doğurabileceğini gördük. Şayet modernlik, ilerlemeye, tekniğe, bilime, ekonomik gelişmeye koşulsuz
iman ise bu modernlik ölmüştür.”
Toplumları geleneksel yapılarından koparan ve
yeni bir insan modeli ortaya çıkaran Modernizmin
temel paradigmalarına baktığımızda özünde dine
karşı bir tepki niteliğini taşıdıklarını görürüz. Örneğin, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyerek insanı yücelten ve onu kendi başına bağımsız hakikat sayan,
insanı kendi üzerinde sınırlayıcı Tanrı’ya başkaldıran varlık konumuna taşıyan hümanizm çok kapsayıcı ve kuşatıcı bir paradigma değişimi yaratmıştır. Pek çok düşünür, bu ve benzeri modern paradigmalara dayalı zihinsel kurulum ve tasavvurun
ürünü olarak insan tabiatı hakkında, eksik ve yanlış veya yetersiz tanımlar geliştirmişlerdir. Modern
kültür ve modern insan bu tanımlar çerçevesinde
şekillenmiştir.
Örneğin, Thomas Hobbes (17. yy) , “İnsan insanın
kurdudur.” şeklinde bir tanım getirirken J. J Rousseau insanın duygusal yaşamını yücelterek kişisel
mutluluğa odaklanan bireyselliğin, her türlü bağlayıcı kuraldan özerk ve atomistik “birey”in, başka
bir ifadeyle modern kimliğin mimarisini oluştur-
muştur. J. Lock, insanı “tabula rasa”, toplumun şekillendireceği boş levha olarak tanımlamış; Freud,
insanı tümüyle bencil bir varlık olarak tasvir etmiştir. Günümüz düşünürlerinden M. Foucault ise, “İnsan tabiatı diye bir şey yoktur.”, “İnsan benliği siyasal bir üründür.” şeklindeki yaklaşımını şöyle ifade etmektedir: “Modern toplumda insan vaat edildiği gibi özgür ve özerk değildir. Sistemin temel
mantığını meşrulaştırıcı ve normalleştirici söylemlerle disiplin altına alınıp kendi kendini denetleyen, baskı altına alan özne hâline gelmiştir.”
Bugüne geldiğimizde, psikoloji ve psikiyatri alnının uzmanları aile, toplum denetimi ve gelenek
kaybından dolayı ortaya çıkan “ boş benlik” olgusunun yol açtığı bunalımları dile getirirken bu
konuda psikoloji biliminin katkısını da sorguluyorlar. Amerikan Psikoloji Kuruluşu APA’nın başkanı
Campell’in, “Psikoloji ve psikiyatri bireyi bencil bir
biçimde güdülenmiş olarak tanımlamanın ötesinde açık veya kapalı bir şekilde böyle olması gerektiğini de öğretiyor.” şeklindeki eleştirisi dikkate değerdir.
“Boş benlik” olgusundan söz ederken uzmanlar,
dinî ve ahlaki değerlerin yok olmaya başlamasıyla benliğin, eksilen bu yaşam amacı kaynaklarının yerini doldurmak için taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmekte olduğunu söylüyorlar.
M.
B. Smith’e göre, “Kendini gerçekleştirme, kendine
bağlılık, kendi isteklerine odaklanma gibi sırf benliğe yönelik yaşam amaçları, hayata yön vermekte
yetersiz kalıyor.”
İnsani değerleri eksik, buna karşılık her şeye
hâkim olduğuna dair özerklik… Benliğin bu şekilde kavramsallaştırılışının olumsuz sosyal sonuçları
Amerikan toplumunun ve psikolojinin başka eleştirmenleri, bireyci benliğin ön plana çıkmasına ve
yüceltilmesine karşı çıkıyor ve “benliği aşan değerlere” yönelmeyi öneriyorlar.
Netice olarak, insanın bencilliği üzerinde yükselen ve Frijtof Capra’nın ifadesiyle, “çatışma, rekabet, baskı ve tehdit üreten” dolayısıyla gücü yücelten haz kültürü kendi insan tipini yetiştirmek-
te. Sorunların temelinde, zihinsel kurgudan eğitim
pratikleri ve düzenlemelerine kadar insanın manevi ve ruhi cevherine, ahlaki benliğine yeterince yer
verilmemesi, heva hevesinde insana neredeyse sınırsız özgürlük tanırken sorumluluktan hiç söz edilmemesi gerçeği yatmaktadır.
Bilindiği gibi modern eğitim “eğitim üretim içindir” paradigması doğrultusunda yalnızca yasalara
saygılı uysal yurttaş ve mesleki formasyon için geliştirilmiş zekâyı hedefler ve böyle yaparak insanı doğal aidiyetlerinden koparıp devasa bir aygıta, ulus devlete ve modern kapitalist sisteme bağlar. İnsanın manevi yanının gelişmesini, şahsiyetinin tekâmülünü desteklemeye yer vermez ve temel varoluşsal ihtiyacı olan yaşamın aşkın amacına dair arayışına cevap vermez. Bundan da öte, modern eğitim sisteminin hiçbir noktasında, pratik yaşamı kolaylaştırmak için insanın kendini tanıması, insanları anlaması, doyurucu ilişkiler kurması ve
sürdürebilmesi, duygularını yönetebilmesi ve sahip olduğu çok yönlü ve neredeyse sınırsız potansiyellerini açığa çıkarabilmesinin yolu yordamı çerçevesinde hiçbir eğitim içeriğine yer verilmemekte.
Bu durumda, daha yaşanabilir, daha adil ve güvenli bir gelecek inşasında, bir toplumu veya hatta insanlığı ilgilendiren ileri boyuttaki çok yönlü sorunların çözümünde kuşkusuz ki uzmanlık ve mesleki
formasyon veren eğitim yetersiz kalır.
Eğitimle toplum arasında dinamik bir ilişki olmalıdır ilkesinden hareketle, ağırlıklı olarak sınırsız özgürlüğün, bencillik ve bireyselliğin yol açtığı sorunların bu kez sorumluluk ağırlıklı bir eğitimi gerekli
kıldığını söyleyebiliriz.
Özellikle biz Müslümanlar, yeryüzünde Allah’ın
(c.c.) halifesi olarak yaratıldığımıza inanan insanlar olarak kendimizi yeryüzünün her köşesindeki
zulümden sorumlu saymak durumundayız. Bu anlamda tüm insanlık için adalet, barış, esenlik vadeden bir dünyanın kurulması yönünde çaba sarf etmekle yükümlüyüz.
Dünyada ciddi dönüşümlerin yaşandığı bir dönediyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
31
İnancımıza göre doğru bilgi, varlıkların gerçek ve doğru
yerlerinin bilinmesidir. Doğru bilgi olmadan
adalet ikame edilemez.
me seyirci kalmak yerine geçmişte kurup yüzyıllarca yaşattığımız sevgi ve erdem medeniyetine yeniden hayatiyet kazandırmak için sönmeyen hayallerimiz ve umutlarımız var.
ru okumasını sağlayacak ve bu dünyaya özellikle
insani anlamda fark yaratacak katkılarda bulunma
heyecan ve motivasyonu kazandıracak içeriğe sahip dersler konulmasını öneriyorum.
Genel sistem teorisinin, umudumuzu perçinleyen
ve “kelebek kanadı ilkesi” olarak bilinen ilkesi, “kaotik ortamlarda en küçük bireysel çabaların bile
beklenmedik ölçüde büyük sonuçlar doğurabileceğine” işaret ederek bize cesaret veriyor.
Ayrıca, Ana-baba, aile, okul, arkadaş, sosyal çevre,
toplum ve kültürün etkisi ile ve sosyalleşme süreçleriyle ergenliğe kadar pasif alıcı durumunda kişiliği oluşan gençlere, eğitimin iradi etabı olarak kendini eğitme, kendi kişiliğini yeniden inşa etme çabasının heyecanını yaşatacak, Allah’a gerçek anlamada kulluğun, ruhumuzdaki ilahi cevherden gelen ahlaki özellikleri ve insani potansiyelleri olabildiğince açığa çıkarmak suretiyle kendi tekamülümüzün aktörü olmak gayretini aşılayacak eğitim
içerikleri oluşturulmasının gerektiğini düşünüyorum.
Yeni bir toplumsal kültürel yapılanma bireysel olmaktan çok grup çabaları ile mümkündür. Bunun
için potansiyel olarak Allah’ın yeryüzündeki potansiyel vekili olduğu bilinci içerisinde, Allah’ın ahlakıyla örülmüş bir şahsiyete sahip; insanı açıklamaya, incelemeye ve etkilemeye yönelik muhkem bilgileri bütünleştirebilen, sosyal vizyon sahibi, inançlı ve kararlı kadroların yetişmesi gerekmekte.
Kaldı ki bugün Müslüman bir gencin, Batı kültürünün hangi fikri temeller üzerinde ve nasıl bir hakikat anlayışı doğrultusunda geliştiğini bilmeden
onun meydan okumalarına karşı durması fevkalade zordur. Modern kimlik temel özelliğini değişmez hakikat, ilke ve değerlerin inkârından ve ilahî
otoriteye başkaldırma tavrından alır. Modern kimliğin bu karakteristik özelliğini ve mahiyetini kavramadan, bu kültürün âdeta bombardımanı altındaki Müslüman bir gencin kendi kimliğini onun
bozucu etkilerinden arındırması oldukça güçtür.
Bunun için, eğitim sistemimizin lise seviyesi için
müfredat programına İnsana dair, insanlığa dair,
kendini bilmeye dair, hayata dair, hayatın anlamı
ve gayesine dair, insan ilişkilerine dair, “duygusal
zekâ” denilen ve esasında “şahsiyet tekamülüne”
karşılık gelen yetenekler kümesinin geliştirilmesini destekleyecek; kendi kültür havzasının bilgeliği
ve özgün irfanını tanımasını, yaşadığı dünyayı doğ32
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Çağın sorunlarının niteliği, insan üzerinde yeniden
düşünmemizi zorunlu kılıyor. O hâlde bu ders içeriği için, insanın hakikatini yansıtan, insanın yaratılıştan getirdiği çok boyutlu varlık yapısını ortaya
koyan bir insan tanımı geliştirmek başlangıç noktamız olmalı diye düşünüyorum.
İnsanlığın gidişini etkileyen ve değiştiren temel
adım paradigmaların değişimidir.
“Paradigma, zorunlu kılar ve yasaklar; kavramlaştırma ve mantıksal işlemlerin seçilmesini ve belirlenmesini gerçekleştirir. Kavranabilirliğin temel kategorilerini ortaya koyar ve bunların kullanımını denetler. Böylece bireyler kendilerinde kültürel olarak kayıtlı bulunan paradigmalara göre bilir düşünür ve davranırlar. (E.Morin)
Bir düşünür, “Hayvanlar arasında yiyen ve yenilen
vardır, güçlüler zayıfları yerler. İnsanlar arasında
ise tanımlayan ve tanımlananlar arasında benzer
bir ilişki söz konusudur.” diyerek temel kavramları tanımlayan ya da hayata yön veren paradigma-
ları belirleyen aktörlerin dünyayı şekillendirdiğine
işaret ediyor. Öte yandan, C. Meriç’in, “tanımlayan
tahrif eder” şeklindeki ifadesi de bu gerçeği işaret
etmekte.
Nitekim insanın manevi ve Yaratıcı’yla irtibatlı
(ruhi) yanını tanım dışında bırakan modern düşüncenin, insanın bu yönünün gelişmesinin önüne geçmiş ve insan doğasını tahrif etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
O hâlde, Kur’an ve hadis gibi temel referanslarımızdan yola çıkarak insan tanımımızı ortaya koymakla söz konusu ders içeriğini oluşturmaya başlayabiliriz.
Aslına bakarsanız, Bütün dinlerin ve dinî öğretilerin eğitiminde hem kalkış noktası hem de değişmeyen ortak hedef “Kendini bil !” kalıbı ile ifade
edilegelmiştir. Felsefi düşüncenin en yüksek amacının da “Kendini bilme” olduğunu genellikle herkes onaylar. Görünen o ki, “kendini bilme”, kendi
potansiyellerini ortaya koymanın, kendi var oluşuna bir yol çizmenin, tekâmülünü gerçekleştirmenin
ilk adımı olması itibarıyla bu merkezi konuma sahip olmakta.
ğu, denge ve uyum içeren durum veya ilişki biçimi
demektir. Bu yüzdendir ki insanın hakikatle ilişkisi
ahlaki dünyasının temelidir.
Bu itibarla “insanın doğası nedir?” sorusuna verilen
karşılık, insanın yaratılış hakikatini içinde barındırdığı oranda insanca bir yaşamın yolunu açar.
1- Sad, 28/71-72: “Hani, Rabbin meleklere şöyle
demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.”
İnsan davranışlarının, insan haysiyetine yakışır nitelikler taşıması, aynı şekilde insanın ilişkilerini,
aile, siyaset, eğitim, ekonomi vb. toplumsal kurumları adalet ilkesi çerçevesinde düzenlemesi ve sürdürebilmesinin temel şartı da, insanın ve elbette
ki varlıklar âleminin hakikatine ve var olmanın hiyerarşik sırasına dair doğru bilgiden yola çıkmasıdır. İnsanın hayattaki doğru konumunun tanınmasına ilaveten insanın bu konumun gerektirdiği rolü
üstlenmesini sağlayan bir disipline de sahip olması gerekir.
İnancımıza göre doğru bilgi, varlıkların gerçek ve
doğru yerlerinin bilinmesidir. Doğru bilgi olmadan adalet ikame edilemez. Çünkü adalet, her şeyin (varlıkların) gerçek ve doğru konumunda oldu-
Kur’an’da insan fıtratına dair pek çok açıklama yer
alır. Buraya yalnızca bana en çok heyecan veren, dinamizm kazandıranlarını alacağım.
2- Hicr, 13/28-29: “Hani Rabbin meleklere “Ben
kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir
insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile
eğilin.” demişti.
3- Şems, 91/7-8-9-10: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene ant olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”
4- Bakara, 2/156: “Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve
şüphesiz O’na döneceğiz.’ derler.”
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
33
Tefekkür
Prof. Dr. Nevzat Tartı
YYÜ İlahiyat Fakültesi
Dindarın Samimiyet Sınavı
İ
yi bir Müslümanın Kur’an ve sünnette vurgulanan vasıflarından birisi, inanç, ibadet ve muamelede samimiyet sahibi olmasıdır. Samimiyet
insanın içinden geldiği gibi ve herhangi bir karşılık beklemeksizin davranması durumudur. Bu kavram, ihlas, iyi niyet, güvenilirlik, hasbilik, içtenlik,
özü sözü bir olmak ve özellikle dürüstlük ile de ifa-
34
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
de edilmektedir. Gösteriş, içi-dışı başkalık, kandırma, aldatma ve ikiyüzlülük gibi vasıflar ise bunun
zıddıdır.
Samimiyet meselesi, insanın davranışlarının zahir/
görünen ve bâtın/görünmeyen olmak üzere iki yönünün bulunmasından dolayı gündeme gelmekte-
İyi bir Müslümanın Kur’an ve sünnette
vurgulanan vasıflarından birisi, inanç,
ibadet ve muamelede samimiyet sahibi
olmasıdır. Samimiyet insanın içinden
geldiği gibi ve herhangi bir karşılık
beklemeksizin davranmasıdır.
dir. Dindarlığın zahiri yönü fıkıh ve görünmeyen
manevi yönü tasavvuf ilmi içinde ele alınmaktadır.
Bu iki yön birleştirilmediği zaman, dindarlık ya sadece şekillerden ibaret kalmakta, ya da sadece içte
var olduğu düşünülen bir iddiaya dönüşmektedir.
İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) ve Gazali’nin (ö. 505/1111)
ahlak tanımları samimiyet ve dürüstlüğü merkeze
almaktadır. Onlara göre ahlak, düşünmeksizin, kolaylıkla davranmamıza neden olan bir duygu ve
melekedir. (Çağrıcı, Mustafa, İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul 2000, s. 156.) Bunu şöyle örneklendirebiliriz: İyilik yapmak durumunda olan bir kişinin, hiç düşünmeden gerekeni yapması ile çevresine baktıktan
ya da bir süre düşündükten sonra aynı şeyi yapması samimiyet açısından farklıdır. Yine bir kötülükle
karşı karşıya olan birisinin de hiç düşünmeden ondan uzak durması ile etrafını kontrol ettikten sonra
birileri var diye onu işlemekten kaçınması dürüstlük açısından farklıdır.
Samimiyetin önemini vurgulayan birçok ayet ve
hadis bulunmaktadır. Örneğin bir rivayete göre Hz.
Peygamber “Din nasihattir.” demiş ve bunun üzerine sahabe “kime karşı” diye sormuşlardı. O da
“Allah’a, Kitabına, rasulüne, Müslüman idarecilere
ve bütün Müslümanlara karşı.” demişti. (Müslim, İman
95.)
Şimdi konumuzu bu hadis çerçevesinde sürdürmek istiyoruz. Söz konusu hadiste samimiyetin,
aşağıda kısaca ele alacağımız üç temel noktası yer
almaktadır:
İmanda samimiyet
Allah (c.c.)’ın hiç hoşlanmadığı ve affetmediği şeylerden birisi inancına şirk karıştırmak ve inanıyormuş gibi görünmektir. Hâlbuki bu bir tür samimiyetsizliktir. “Münafıklar sana geldiklerinde: ‘Senin
Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ediyoruz’ diyorlar...” (Münafikun, 63/1.) ve “İnsanlardan bazıları, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’
diyorlar. Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışıyorlar...” (Bakara, 2/8-9.) mealindeki iki ayette bu durum
dile gelmektedir. Her ne kadar münafıklarla ilgili olsa da bu türden ayetler ile Allah (c.c.) esasen
Müslümanları da uyarmaktadır. Hatta şu ayette bu
uyarı daha açık bir biçimde yer almaktadır: “Ey inananlar, insanlara gösteriş gayesiyle malını verip
Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kişi gibi, başa
kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı boşa çıkarmayın...” (Bakara, 2/264.)
“Kalbini imana samimice açan kişi kurtulmuştur.”
(Ahmed b. Hanbel, V, 147.) mealindeki hadiste ise samimi inanış bir kurtuluş reçetesi olarak sunulmaktadır.
İbadette samimiyet
Allah (c.c.), ibadetlerin sadece kendisi için yapılmasını ve gösterişten uzak olmasını istemektedir. Konuyla ilgili çok sayıda ayetten iki tanesinin meali şöyledir: “İkiyüzlüler, Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar. Aslında Allah onları aldatır. Namaza kalkmada tembellik ederler, insanlara gösteriş yaparlar…”
(Nisa, 4/142-143.) “Onlar mallarını insanlara gösteriş
için verirler, Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar…” (Nisa, 4/38.)
Gösterişte kalan dindarlık, dinin temel hedefleri ve yerleştirmeye çalıştığı kalıcı değerler açısından son derece tehlikelidir. Maddi ve manevi çıkar
elde etme, menfaat ve haksız kazanç sağlama, ilgi
çekme ve kendini öne çıkarma gibi gösterişe neden olan sebepler dinin yasakladığı davranışlardır.
Bu yüzden gösteriş amaçlı olarak cemaatle namaz
kılan ile öyle olmayan iki kişinin dindarlık göründiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
35
tüsü aynı olsa da samimiyet açısından farklıdır. İş
edinmek veya işini korumak için dindar görünen
birisi de başkalarını yanılttığı için ahlaki bir problem yaşamış olur. Bu durumda ihtiyacı değil de
dindarlığı işe girmek için gizli ya da açık bir şekilde şart koşan yaklaşım, din adına ahlaki bir sorun
olan din istismarına kapı aralamış olur.
Bir kutsi hadiste samimiyetin ibadetteki önemi
şöyle dile gelmiştir: “Allah (c.c.) buyurdu ki; kulumun benim için yaptığı en güzel ibadet bana karşı
samimi olmasıdır.” (Ahmed b. Hanbel, V, 254.)
İnsanlar arası ilişkilerde de samimiyet ve
dürüstlük son derece önemlidir. Güven ve
huzur ortamının sağlanması için belki de
ilk şart odur. Şehirde, mahallede, sokakta,
ailede, iş ortamında, komşulukta, yolculukta,
alışverişte, camide, okulda vb. her yerde
samimi ve dürüstçe kurulacak ilişkiler bu
güven ortamının yeşermesi ve gelişmesine
katkı sağlar.
Muamelatta samimiyet
İnsanlar arası ilişkilerde de samimiyet ve dürüstlük
son derece önemlidir. Güven ve huzur ortamının
sağlanması için belki de ilk şart odur. Şehirde, mahallede, sokakta, ailede, iş ortamında, komşulukta,
yolculukta, alışverişte, camide, okulda vb. her yerde samimi ve dürüstçe kurulacak ilişkiler bu güven
ortamının yeşermesi ve gelişmesine katkı sağlar.
Aksi hâlde toplumda insanların birbirine güvenmediği, kandırıldığı, istismar edildiği ve horlandığı
bir ortam oluşur. Ne yazık ki Müslüman bir toplum
olmamıza ve İslam’ın bu konularda kesin yasakları
bulunmasına rağmen sık sık samimiyet eksikliğinden kaynaklanan bazı acı tecrübeler yaşandığı görülmektedir. İşte burası, Müslümanlar olarak sınava tabi tutulduğumuz önemli noktalardan birisidir.
Bu bakımdan söz ve davranışı uyumsuz bir din tebliğcisi ve farklı görüşleri yok sayıp üstünü örten bir
ilim adamı başarısız bir samimiyet sınavı vermektedir. Fakir iken zenginleri eleştirip zengin olduğunda fakirleri unutan kişi, yıllarca haksızlıklardan
ve mağduriyetlerden şikâyetçi iken yetki sahibi olduğunda aynı haksızlıkları yapan bir idareci, kendi bürosunda işleri savsaklayan fakat başka bir kurumun bürosunda işi geciktiğinde feryat eden bir
memur ve geçmişteki yaklaşımı ile sonraki arasında tamamen zıtlık bulunan bir politikacı da olumsuz bir samimiyet sınavı vermektedir. Yine, satmak
için ürettiği ürünlerden (hormon ve gdo gibi ge36
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
rekçelerle) yemeyen bir çiftçi, başlangıçta müşteriye nazik davranıp işi büyüdükten sonra tavır değiştiren ya da müşteri kandıran esnaf ile hastalarına uyguladığı tedavi yöntemini (sakıncalarından
dolayı) kendine veya yakınlarına uygulamayan bir
sağlıkçı da aynı şekilde bu başarısız sınavın içindedir. Dolayısıyla yaşayan herkes dindarlığında, davranışlarında ve mesleğinde samimiyet açısından sınavda olduğunu unutmamalıdır.
İman, ibadet ve sosyal ilişkilerde samimiyet ölçümü son derece hassas bir konudur. Başkalarının
bazı tespitleri olsa da bu görev, öncelikle kişinin
kendisine ve vicdanına düşmektedir. Esasen insanın kendi davranışlarını samimiyet açısından denetleyen doğal ve güçlü bir iç kontrol mekanizması vardır. Bir hadis-i şerifte tanımlanan “ihsan” kavramında bu anlatılmaktadır. Allah Rasulü’ne göre
“ihsan” Allah’ı görüyormuş gibi davranmaktır. Çünkü biz onu görmesek de O bizi görmektedir. (Müslim, İman, 7; Ahmed b. Hanbel, I, 27.) Dolayısıyla burada
en önemli nokta, başkaları onun hakkında bir fikir
yürütmeden önce kişinin bu konuda kendini denetlemesidir. Ancak bir insan davranışlarındaki dürüstlük veya sahteliğin tespitinde dahi samimi değilse, başkalarını aldattığı gibi, kendisini de aldatmış olur. Bu da muhtemelen tedavisi zor bir kişilik
bozukluğu göstergesidir.
Müslüman Bilginler
Dr. Elif Arslan
Diyanet İşleri Uzmanı
Said Halim Paşa
(1864-1921)
Said Halim Paşa için İslam’ın toplumsal yapısı İslam’ın mutlak hâkimiyeti temeli üzerine kuruludur. İslamlaşmak ise
İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının
tam olarak tatbik edilmesi demektir.
K
öklü bir aileden gelen, devlet adamlığı yönünün yanı sıra çok okuyup yazmasıyla bilinen,
küçük yaşta Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrenen, bunun yanı sıra sanatla, musikiyle ve tarihî eser koleksiyonerliği ile ilgilenen Said
Halim Paşa için pek çok tanımlama yapılabilir. Ancak biz, onun bütün yönleri arasında, toplumun
içinde bulunduğu durum üzerinde kafa yoran ve
bu durumdan kurtuluş çareleri arayan bir düşünür
olmasının ön plana çıktığını düşünerek şehit edilmesinden sonra Eşref Edib Bey’in kaleme aldığı
yazıdaki tanımlamasıyla anmayı tercih ederek yazımızın başlığını “Düşünen Bir Kafa: Said Halim
Paşa” olarak belirledik.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Said Halim Paşa, Kahire’de dünyaya gelmiş, 1870’te ailece İstanbul’a yerleşmişlerdir. İlköğrenimini özel
hocalardan yaptıktan sonra üniversite tahsilini
İsviçre’de siyasi ilimler alanında tamamlamıştır.
(M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 557.) İsviçre
dönüşünde, babası Halim Paşa,
millî seciyelerinin zaafa uğramış olabileceği endişesi ile Said Halim Paşa ile onun gibi yurt dışında eğitim gören kardeşi Abbas Halim Paşa’yı imtihana tabi tutmuş ve her ikisi de babalarına bu
hususta yeterli olduklarını göstermişlerdir. (Hayred-
din Karaman, İslami Hareket Öncüleri 1, İz Yayıncılık, İstanbul
2013, s. 52.)
Yurda döndükten sonra devletin çeşitli kademelerinde görev alan, kısa sürede padişahın gözde
adamı olan Said Halim Paşa’nın bir süre sonra Jön
Türk hareketiyle irtibat kurduğu, padişahı istibdatla suçlayarak onun kuvvetli bir muhalifi olduğu,
daha ileri dönemlerde ise İttihat ve Terakki Cemiyeti müfettişi ve sonrasında başkanı olduğu görülecektir. (Bostan, s. 557.) İmparatorluğun son döneminde yaşayan İslamcı pek çok düşünür, âlim ve
devlet adamının hayatında görülen bu çelişkili durum, Said Halim Paşa’nın hayatı için de açıklanmakta zorlanılan hususlardan olmuştur. Said Halim Paşa’nın yedi makaleden oluşan Buhranlarımız isimli eseriyle diğer eserlerini “Buhranlarımız
ve Son Eserleri” başlığı altında bir araya getirerek
yayınlayan Ertuğrul Düzdağ, Paşa’nın İslamcı kişiliği ile İttihatçılığı nasıl bağdaştırdığını “devlete hizmet için başka bir yol bulamamış olması” (M. Ertuğrul Düzdağ, Said Halim Paşa Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 24.) şeklinde açıklarken
Hayreddin Karaman ise şöyle bir açıklamayı uygun görmüştür: “Paşa ideoloji ve hatta siyaset anlayışı bakımından İttihatçılarla aynı çizgide olmadığı
hâlde tek çare gördüğünden onlara katılmış, otoritesiyle aşırılıklarını ve yanlışlarını engelleyebileceğini ummuştur.” (Karaman, s. 59-60.) Paşa, gerçekten
de İttihatçıların kuklası olmamış, cemiyet içindeki aşırılıkları frenleyen bir siyaset gütmüştür. (Bostan, s. 558.) Ancak Birinci Dünya Savaşı başladığın-
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
37
da İttihatçıların ileri gelenlerinden Enver Paşa’nın
gizli anlaşmaları neticesinde, kendisinden habersiz olarak, iki Alman gemisinin Karadeniz’e girmesi ve ondan sonra da Osmanlı Devletinin, kendisini savaşın içinde bulması
gibi gelişmelerden anlaşılıyor ki Paşa’nın otoritesi, İttihatçıların aşırılıklarını engellemeye her zaman yetmemiştir. Nitekim bu olay
üzerine Said Halim Paşa istifa etmiş ancak padişahın
şey olur, tasavvur edilsin!”
(Düzdağ, s. 186.)
Meşrutiyet taraftarı olan
Paşa, 1908’de ilan edilen II.
Meşrutiyet’in de onca gayrete rağmen amacına ulaşamamasını, tatbik edilen
metodun yanlışlığıyla açıklar. Ona göre Meşruti idare
mutlaka gereklidir ancak
bu, kendi toplumumuzun
şartlarını düşünmeden, yabancı anayasaların tercüme edilmesi ve bunlar üzerinde bazı değişiklikler yapılmasıyla başarılabilecek
Mondros Mütarekesi sonrasında Divan-ı Âli’ye verilen, tevkif edilip Divan-ı Harb-i kadar basit bir konu değildir. Paşa, Meşrutiyetten ve
Örfi’de yargılanan, İngilizler tarafından önce Mondros’a, arkasından Malta’ya süyeni anayasadan beklentirülen Paşa’nın karakterini belirleyen önemli unsurlardan biri de İslam davasına lerin gerçekçi olmadığını
içten bağlılığıdır.
ifadeyle şunları söylüyor:
“Kanun-ı Esasi’nin, cemiyeısrarları üzerine istifasını geri almıştır. Bundan sontimizin siyasi ve iktisadi durumunu akşamdan sara İttihat ve Terakki kadrosu ile araları gittikçe açıbaha değiştirecek mucizeli bir kudrete sahip oldulacak olan Paşa, 1917’de hastalığını ileri sürerek isğunu; pek bayağı olan iç çekişmelerimizi bize unuttifa edecektir. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi I, turacağını ve hepimizi yalnız Osmanlı vatanının
Dergah Yayınları, İstanbul 2011, s. 142.)
şan ve azametini düşünen necip ve büyük bir Osİslamcı bir düşünür ve devlet adamı olan Said Ha- manlı ailesi hâlinde birleştirip kaynaştıracağını umlim Paşa için İslam’ın toplumsal yapısı İslam’ın muştuk. Yazık ki daha ilk seneden itibaren bütün
mutlak hâkimiyeti temeli üzerine kuruludur. (Said bu tatlı ümitler ve güzel hayaller uçup gitti… En ileri ve mesut milletler derecesinde haklara sahip olHalim Paşa, İslam ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar, Pınar
mak gibi çocukça bir arzu bizi daha aşırı iddialaYayınları, Şubat 1987, s. 21.) İslamlaşmak ise İslamiyet’in
ra
götürdükçe götürüp, hırs ve iştihamızı arttırmış
inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam
olarak tatbik edilmesi demektir. O, bu tatbikin ge- olduğundan, maddi durumumuza artık hiç tahamrekliliğini “İslamlaşmak” makalesinde şöyle açıklar: mül edemez olduk.” (Kara, s. 194-195.)
“Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre
hissetmesi, düşünmesi ve hareket etmesi gerekir…
Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlak görüşüne inanan, sosyal hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir… Bir adamın zihninde, uyuşmaları imkânsız bunca zıt fikirler bulunur ve çatışıp
dururlarken, o adamın kafası ve vicdanı nasıl bir
38
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Batı medeniyetinden istifade etmemiz gerektiğini
düşünen Said Halim Paşa, bu noktada yapılan hataları ısrarla vurgulamış ve o da pek çok çağdaşı gibi
“Batı’dan istifade edelim ama nasıl?” sorusunun cevabı üzerinde kafa yormuştur. “Bunun için mutlaka Batılılaşmamız gereklidir” şeklinde oluşan yanlış kanaatin, bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız, her değişikliği iyilik olarak görmenin ise bir vehim ve gaflet eseri
olduğunu dile getirirken şu veciz ifadelere yer ve-
Said Halim Paşa, Buhranlarımız adlı kitabında yer alan ‘İslam’da İctimaiyyat’ başlıklı makalesinde İslam toplumunun yaşadığı sorunları irdeleyici bir üslupla ele almıştır.
rir: “Ne yazık ki, bu yanlış kanaat ve zanlara uyarak,
bütün varlığımızla Batılıları taklide koyulduk. Bunu
o kadar iyi başardık ki, inancı, his ve ananesi, ilim
ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik. Şimdi artık dışı parlak ama aslında
ölüm getiren arzu ve hayaller içinde, mest ü müstağrak, yaşayıp durmaktayız.” (Düzdağ, s. 101.) Paşa, bu
konuda takip etmemiz gereken yolun, Avrupa medeniyetini mümkün olduğunca millileştirmek, yani
mümkün mertebe muhitimize ısındırmak olduğunu söylerken vatan kavramına da bu konu bağlamında bir tanım getiriyor: “Her milletin milli kanun ve ananeleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha
kıymetli bir ‘manevi vatan’ meydana getirirler.” Ve
bu tanım doğrultusunda güçlü bir eleştiri koyuyor
ortaya: “Bizim gibi vatan toprağını korumak uğrunda asırlardan beri, kanını cömertçe dökmüş olan
bir milletin, ‘manevi vatanına karşı ilgisiz kalıp, sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi, tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır.” (Düzdağ, s. 105.)
Said Halim Paşa’nın genellikle Mehmed imzasıyla yayınladığı sekiz kitabı (Taassub, Mukallidliklerimiz,
Meşrutiyet, Buhran-ı İctimaimiz, Buhran-ı Fikrimiz, İnhitat-ı İslam Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye, İslamlaşmak, İslam’da
yanında hatıraları, mektupları ve
Divan-ı Âli’nin sorularına yazılı olarak verdiği cevapları vardır. Derin muhtevaya sahip olan bu kitaplarının ancak bir kısmından bazı düşüncelerine
yer verebildiğimiz Paşa’nın karakterinden de söz
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz:
Teşkilat-ı Siyasiyye)
Geniş kültür sahibi, çok okuyan bir devlet adamı
olarak bilinen Paşa, aynı zamanda nezaketi, iyi ahlakı, alçak gönüllülüğü, sebat ve mertliğiyle de anılmaktadır. 1913’te getirildiği sadrazamlık makamında iken ortaya koyduğu başarılarda, şahsiyetinin rolüne değinen Eşref Edib Bey, onun duruşunu şöy-
le anlatmaktadır: “O zaman Babıali’nin siyasetinde
görülen merdane tavır, hiç şüphe yoktur ki, Said
Halim Paşa’nın himmetinin eseri idi. Babıali’nin
Avrupa’ya karşı eski vaziyetiyle, o zamanki vaziyetini hatırlayıp karşılaştıranlar, kendisinin bu hususta ne kadar mühim tesiri olduğunu bilirler. Gerek
Edirne’nin geri alınmasında, gerek Adalar meselesinde gösterilmiş olan sebat ve mertliğin büyük bir
kısmı, hiç şüphe yoktur ki, Said Halim Paşa’ya aittir. Çünkü onun ahlakı tetkik edilecek olursa, en
büyük hasletinin cesaret ve sebat olduğu pek güzel
anlaşılır.” (Düzdağ, s. 39.)
Mondros Mütarekesi sonrasında Divan-ı Âli’ye verilen, tevkif edilip Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanan,
İngilizler tarafından önce Mondros’a, arkasından
Malta’ya sürülen Paşa’nın (Bostan, s. 558.) karakterini
belirleyen önemli unsurlardan biri de İslam davasına içten bağlılığıdır. Onun bu yönü Malta sürgünü
sırasında samimi dostlarından birine yazdığı mektupta şöyle ortaya çıkmaktadır: “Azizim… İki senedir çektiğimiz hakaretli muameleleri bir gün gelir
sana anlatırım. Fakat şimdi sana söyleyebileceğim
bir şey varsa, o da, böyle bir muameleye maruz kaldığımdan dolayı duyduğum iftihardır. Çünkü ben
bu hakaretlere, her Müslüman için mukaddes olan
maksada elimden gelebildiği kadar hizmet ettiğimden dolayı maruz kaldım…” (Düzdağ, s. 45.)
29 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakılan Paşa’nın
İstanbul’a dönme isteği sakıncalı bulunup reddedilince o da Roma’ya yerleşti. Orada 5 Aralık 1921’de
konağının önünde bir Ermeni suikastçı tarafından
öldürüldü. Ziyaret etmek isteyenler için bildirelim; naaşı İstanbul’a getirilerek II. Mahmud türbesi bahçesinde babasının yanına defnedildi. Rabbim
mekânını cennet eylesin.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
39
Lisan-ı Kalp
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatçı
Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Yunus Emre, sarf ettiği her sözü ilahî Kelimetullah’ın
imbiğinden geçirerek dile getirmiştir.
1
240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre
medeniyet tarihimiz açısından fevkalade önemli bir şahsiyettir. Önemlidir; zira o, tarihte yaşayan her arif gibi şiirlerinde vazettiği ahlaki değerler
sistemiyle, ortaya koyduğu fikirleriyle zihinlerde, gönüllerde ve dilde güzelliklere imza atmış bir şahsiyettir. Şiirlerinde gönül dünyasının zenginliğini görebileceğiniz Yunus Emre, sarf ettiği her sözü ilahî
Kelimetullah’ın imbiğinden geçirerek dile getirmiştir.
Onun şiirleri, mürşidi Taptuk Emre’nin ateşinde pişmiş, kendi gönül dünyasında harmanlanmıştır. Bizde
Yunus Emre’nin “Aşk Güneşe Benzer” şiirinin tahliliyle Yunus Emre’nin bu aşkın gönül dünyasından nasiplenmeye çalışacağız.
durur. Güneşten nasiplenemeyen meyve gibi aşksız
insan da olgunlaşamaz. Burada güneşin aşk ile ilgisi
“mehr/mihr” kelimesini hatırlatmaktadır. Bu kelime
Yunus’un şiir diline girmiştir ve bir anlamıyla muhabbet diğer anlamıyla güneş demektir.
AŞK BİR GÜNEŞE BENZER
Aşk-ı ilahî, belli bir terbiyeden geçen Hak salikinin
gönlünde tecelli eder. Böyle bir aşk, irfanla birlikte
insana bahşedilen iki büyük hazineden biridir. Muhabbetullah yoksa o gönülden faaliyet gösteren kudret nefs-i emmare olacaktır. Emmare nefs sahiplerinin
davranışları ve sözleri kılıç ve kalkan seslerine karışan
savaşçı insanların davranış ve sözlerine benzer. Esasen kalpler ancak zikirle hayat bulur, yeşerir, yumuşar. Nitekim ayette şöyle denmektedir: “Kalpler ancak
Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Ra`d, 13/28.) Gerçek şu
ki, dili zikretmeyen kişinin gönlü hayat bulmaz, eğitilmez, sevgiyle dolmaz ve Hakk’ı tanımaz.
İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer
Ol sultan kapusunda ol hazret tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer
Geç Yunus endişeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer
İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer
(Ey dostlar dinleyin! Sözlerime kulak verin. Aşk aynen
bir güneşe benzer. O hangi gönüle girerse onu yakar, olgunlaştırır/aydınlatır. Sevgisiz gönül ise, aynen
sert/kaba, yontulması zor/ bir taş gibidir.)
Güneş yansıdığı mekânı aydınlatır, değdiği topraktaki meyveleri olgunlaştırır. Tıpkı bunun gibi aşk da
insanın hamlığını giderir, çiğlerini pişirir, erdirir, ol40
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Taş gönülde ne biter dilinde ağu düter
Niçe yumşak söylese sözü savaşa benzer
(Taş gibi katılaşmış bir gönül/bahçesin/de ne biter,
ne yeşerebilir? Tabii ki hiçbir/çiçek/şey bitmez! Böyle bir kişinin ağzından da herkesi zehirleyen acı sözler çıkar. O, ne kadar yumuşak konuşsa da sözleri/savaşan insanların bağrışmaları gibi/gürültülü, incitici
ve serttir.)
Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer
(Aşka düşen gönül yanar/yandıkça da/yumuşayıp eriyen bir mum gibi olur. Aşktan mahrum olan taş/gibi
katı/gönüller ise yaşanması zor sert kara kışa benzer.)
Sarp katı kış, buz kesen, dondurucu soğukların yaşandığı zemheri demektir. Yunus, katı kalpli eğitime müsait olmayan ve Hak sevgisinden mahrum olan “hayvandan da aşağı” davranışlar sergileyen insanlardan
“taş gönüller” diye söz etmektedir.
Buna karşılık aşka müştak, Hakk’a vuslat arzusunda olan gönülleri de muma benzetmektedir.
Mum nasıl ki bir kıvılcımla yanar, yumuşar ve erir giderse, âşıklar da öyledir! Kâmil insanların
Hızır gibi ab-ı hayat olan sözleriyle, aşka düçar olurlar. Bu aşk da zaten aşk Refrefi olup onları, gidecekleri yere, visal-i Hakk’a götürür. Hakk’a sülukun bir hedefi de insanın sevgi yoluyla eşyanın ve nefsinin hakikatini tanımasıdır. Hak saliki,
Yunus Emre, tarihte
eşyanın hakikatini tanıdıkça merhameti artacak, demir kalbi hamur
hâline gelecektir. Bu manada tasavvufun hedefi, yumuşak gönüllü
yaşayan her arif gibi şiirlerinde
ve merhametli insanların yetişmesini sağlamaktır.
vazettiği ahlaki ve değerler sistemi-
Ol sultan kapusunda ol hazret tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer
yle, ortaya koyduğu fikirleriyle
zihinlerde, gönüllerde ve dilde
yeniliklere imza atmış
bir şahsiyettir.
(O sultanın kapısında, o hazretin huzurunda bulunan âşıkların yıldızları parlaktır. Bu âşıkların talihleri kendilerini her dem bir çavuş
gibi korur, kollar gözetir.) Yunus bu beytinde mürşid-i hakikinin (sultanın) huzurunda bulunan Hak âşıklarının yıldızını (yani talihini) saray çavuşuna benzetir. (O sultanın kapısında, o hazretin huzurunda bulunan âşıklar çok talihlidir. Zira bu
âşıklar tıpkı sarayda padişahın özel korumalığını yapan çavuşlar gibi sultana en yakın kişilerdir.)
Bilindiği gibi eski nücum bilgisine göre gökteki yıldızların insanların ahlakı ve talihi üzerine müessir olduğuna inanırlardı. Yunus da bu bilgiden hareketle âşıkların uğurlu bir zamanda dünyaya gelmesinden hareketle yıldızlarının onları tıpkı bir çavuş gibi koruyacağını
ima etmiş olabilir. Bir vahdet-i vücutçu olan Yunus’a göre âşıkın nefsinden başka
düşmanı olmadığına göre, yıldızı (talihi) bir çavuş gibi âşıkı kimden koruyacaktır? Tabii ki nefis ordularından!
Bu beyitte devrin sosyal hayatına uygun olarak âşık, güçlü bir sultana,
sultanın özel muhafızlığını yapan çavuşa ve muhkem bir saraya mensup talihli bir kişi gibi tasvir edilmektedir. Sarayın dışında (şeriat makamında) kan gövdeyi götürürken içeride (hakikat makamında ilahî
huzurda bulunan) âşık nefs askerlerinden emin bir şekilde yaşamaktadır.
Hülasa, Yunus’un bu beyitteki murat ettiği mana; çavuşun padişaha yakınlığından hareketle, herhâlde âşıkın mana sultanına kurbiyeti olsa gerektir. Şu da var ki, bu beyitteki sultan, tarikat makamında mürşid-i kâmil (Taptuk), hakikat makamında ise ruh-ı kutsi olarak değerlendirilmelidir. Zira Yunus’un her ifadesi içten içe dört makam üzere yorumlanmalıdır.
Geç Yunus endişeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer
(Ey Yunus! Bütün korkulu düşüncelerden kurtul. Bu yolu/huyunu,
vehmi düşüncelerini/terket. Er/Eren/kişiye önce aşk gerekir. Kişi
sonra dervişe benzer.)
Yunus bu beyitte sözü kendine döndürerek, vehmi düşüncelerle
oyalanan Hak arayıcılarına aşk ve irfan yolunu göstermekte, şöyle demek istemektedir: “Ey Hakk’a talip olup da vehmi düşünceleri kendisine mani olan insan! Bırak şu ipe sapa, yola yordama
gelmez düşünceleri! Şöyle mi olacak böyle mi olacak, şu mu doğru bu mu doğru gibi sorularla yalpalayıp durma! Aşka gel! Senin
derdin aşk, dermanın da aşk. Seni kestirmeden Cenab-ı Hakk’a sadece aşk götürür. Gel bunu kabul ediver. Dervişlik haza aşktan ibarettir, vesselam!”
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
41
Vahyin Aydınlığında
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
İslam Ümmeti Neden
Bu Duruma Düştü?
“Bir toplum sahip
olduğu dinî-ahlaki
değerleri kötü yönde
değiştirmedikçe,
Allah o topluma nasip
ettiği (esenlik, güç ve
refah gibi) nimetleri
geri almaz.”
(Enfal, 8/53.)
Son asırlarda İslam ümmeti olarak büyük sarsıntılar geçiriyoruz.
Sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel buhranların ardı arkası kesilmiyor. Belimizi doğrultup ayağa kalkamıyoruz. Birlik beraberlik ruhu gittikçe zayıflamaktadır.
Mezhep, meşrep ve etnik çatışmalar ümmetin vahdetini tehdit etmektedir. İyi bir imaja sahip değiliz. Kısaca ümmet olarak insanlığa
güzel örnek olamıyoruz.
teki değişim tasavvurların değişmesi ile başlar. Çünkü tasavvurlar insanın düşünce ve fiillerinin
kaynağını oluşturur. İslam kendi mensuplarına beşeri düşüncelerden farklı bir değerler sistemi sunar. Hayat-hayat sonrası,
kazanmak-kaybetmek, kurtuluşa
ermek-hüsrana uğramak; evet bu
ve benzeri kavramlar bu dünya
görüşünde köklü farklılıklar gösterir.
Şüphesiz ki bütün bunlar sebepsiz
değildir. Siyasi, kültürel ve ekonomik birçok nedenden bahsedilebilir. Ancak Kur’an’ın sözünü ettiği temel bir hakikat vardır ki o
da şu ayette geçmektedir: “Bir toplum sahip olduğu dinî-ahlaki değerleri kötü yönde değiştirmedikçe, Allah o topluma nasip ettiği
(esenlik, güç ve refah gibi) nimetleri geri almaz.” (Enfal, 8/53.)
Tarih, manevi değişimi olumlu yönde yaşayan nice topluluklarla doludur. Müminler, gönülden Rablerinin buyruklarına bağlı kaldıkları müddetçe bu dünyada yücelmişler, iktidar ve itibar
sahibi olmuşlardır. İnsanlığın barış ve adalet içerisinde yaşamasına önemli katkılar sağlamışlardır.
Ebedî mükâfatı esas aldıkları için,
dünyevi nimetlerin kapıları onlara açılmıştır. (Araf, 7/96; Nuh, 71/10-12.)
Ancak ilahî buyruklara sırt çevirdikleri zaman da zillete düşmüşler, itibarlarıyla oynanmıştır. (bk.
Ayet, fert ve toplum ilişkisinde iç
ve dış dinamiklerden bahsetmektedir. Buna göre toplumun sosyolojik yapısı, fertlerin psikolojik yönelişlerine bağlıdır. Fertlerin hayatına yön veren iç dinamikler sağlam olursa dış dinamikler de sağlam olur. Toplum bilgide, medeniyette gelişir; ekonomi ve siyasette güçlenir, uluslararası ilişkilerde
nüfuz sahibi olur.
Ayette insanların nefislerinde olanı olumsuz yönde değiştirmelerinden bahsedilmektedir. Nefis42
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Nahl, 16/111; Sebe’, 34/15.)
Mesela İsrailoğullarının tarihine
baktığımızda şunu görürüz: Onlar, ilk dönemlerde ilahî lütuflara mazhar oldular. Göklerin ve yerin, bereket kapıları onlara açıldı.
Güç ve iktidar sahibi olup diğer
milletlere üstünlük sağladılar. (Bakara, 2/47.)
Ne var ki zaman içerisinde Allah
Teala’ya olan saygılarını kaybettiler. Gözleri dünyevi güç ve iktidardan başka bir şey görmez
oldu. (Bakara, 2/96.) Helal-haram
demeden dünya malını iç ettiler. (Maide, 5/42; Nisa, 4/160-161.) Neticede Allah Teala da desteğini
onlardan çekti. Böylece asırlarca esarete ve sefalete maruz kaldılar, oradan oraya sürülmekten
kurtulamadılar. (İsra, 17/5-7; Âl-i İmran, 3/112.)
İslam ümmetine gelince şunu
görüyoruz: Müslüman topluluklar tarihte insanlığın din, diyanet, kültür ve medeniyetine
önemli katkılar sağladılar. Güç
ve kudret sahibi oldular. Huzur ve refah içerisinde asırlarca
onurlu bir hayat sürdüler. Dünyanın değişik yerlerinde mazlumlara arka çıktılar.
Ancak son iki asırda İslam ümmeti kendine hayat veren değerlerden uzaklaştı. Yabancı kültürlere özenti hastalığı bünyeyi sardı. Bilgi ve irfana gereken önem
verilmedi. Kendi kültürüne yabancılaşan kuşaklar yetişti. Oysa
bunların dedeleri, alnı secdeli,
dili dualı, fazilet sahibi insanlardı. Nitekim geçen asırda bu toprakları, düşman işgalinden bu
fedakârlık timsali insanlar kurtarmıştı.
İşte ümmetin bu duruma gelmesinin sebebi, iç dünyada yaşanan zaaf ve sapmalarda aranmalıdır. Yoksa bizler tarihin kurbanları değiliz. Bir şanssızlık
ve talihsizliğe uğramadık. Eğer
bir sorumlu aramak gerekiyorsa, bu Müslümanların kendileridir. Çünkü toplumların izzet
sahibi olmaları-zillete düşmele-
ri, bu toplulukları meydana getiren fertlerin kendi inanç ve fiillerinin bir sonucundan başka bir
şey değildir.
Allah Teala’nın dilediğine mülkü vermesi, dilediğinden onu alması; dilediğini izzet sahibi yapması, dilediğini de zillete düşürmesi bir hakikattir. (Âl-i İmran,
3/26.) O da, tabiatta olduğu gibi
sosyal hayatta da işleyen kanunları Allah’ın koyması gerçeğidir.
Bu tür anlatımlar Kur’an’ın ifade tarzının bir özelliğidir. Yoksa bunlar, tarihin gidişatında belirleyici ve sorumlu olanın insan
olduğu hakikatini göz ardı etmemiz sonucunu doğurmamalıdır. (bk. Nisa, 4/79; Yunus, 10/44; Rum,
30/41.)
Şüphesiz ki Allah Teala, müminlerin yardımcısı, onların koruyucusudur. (Ğafir, 40/51; Hac, 22/38.)
Ancak bu da yine onların hak ve
adalete dayalı bir toplum oluşturmaları, bilgi ve medeniyeti
öncelemeleri ile mümkündür.
Çünkü sadece hak ve hakikate mensup olmak muvaffakiyet
için yeterli değildir.
İslami manada değişim, günümüzdekinden farklı olarak nefisten, iç dünyadan başlıyor. Görüntüyü ve zahiri değil, batını ve
özde olanı önceliyor. Fert fert insanların iç dünyalarını maneviyatla bezemeleri ile oluyor. Öyle
ise önce fertlerin şirk, kibir, gurur, gösteriş ve nifaktan temizlenmesi gerekmektedir. (Şems,
91/9-10.)
Çağdaş dünyada görüntü, görsellik, zahir ve şekil önemlidir.
Ancak bizim değerler sistemimizde şekil, özün bir yansıma-
sıdır. Öz olmadıkça görüntünün
bir anlamı yoktur. Kalp güzelliği olmadıkça kalıp güzelliği bir
değer ifade etmez. Çünkü Yaratıcı kalıp güzelliğine değil, kalp
güzelliğine bakar. (Müslim, Birr, 34.)
İslam’ın nazarında cemiyetlerin
değişimi, moda tabirle “toplum
mühendisliği” ile olmuyor. Yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan
yukarıya doğru oluyor. Kalpten
başlıyor, kalbiselimle oluyor.
Çünkü değişimin gerçekçi ve kalıcı olması için özde olması, duygulara ve düşüncelere sinmesi
gerekiyor. Aksi takdirde bir netice alınması mümkün değildir.
Kur’an insanları değerlendirirken kemiyetten daha çok keyfiyeti ön plana çıkarır. Sayısal çokluktan ziyade bireysel/psikolojik niteliğe vurgu yapar. (Enfal,
8/65-66.) Sabırlı, inançlı, disiplinli
az sayıdaki bir topluluğun bu vasıflardan yoksun büyük bir topluluğa galip geleceğini söyler.
(Bakara, 2/249.)
Şu hâlde fert fert her insanın,
kendi hayatında etkili olan değer ve ilkeleri gözden geçirmesi gerekir. Zira insan, kötüye ve
şerre itiraz edebilecek ve onu
hayra çevirebilecek bir potansiyele sahiptir. Bir insan içinde yaşadığı toplumu değiştiremez; ancak kendi nefsinde olanı değiştirebilir. Onu istediği yönde şekillendirebilir. Şerden hayra, isyandan itaate, günahtan sevaba dönebilir. Şaki bir kul iken bahtiyar
bir kul, zalim birisi iken adil bir
kimse olabilir.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
43
Hadislerin Işığında
Rukiye Aydoğdu
Diyanet İşleri Uzmanı
Peygamber’in Yetimleri
Sehl b. Sa’d’dan
nakledildiğine göre; “Allah Rasulü (s.a.s.), ‘Ben
ve yetime kol kanat geren
kimse cennette böyle (yan
yana) olacağız.’ buyurdu ve
aralarını hafifçe ayırarak
işaret parmağıyla orta
parmağını gösterdi.”
(Buhari, Talak, 25.)
44
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Çölün tam ortasında, göğün en
tepe noktasına geldiğinde güneş,
en çok onların içini kavururdu çöl
sıcağı. Gece olup, karanlık aynı
çölü bağrına bastığında, soğuk çöl
rüzgârları en çok onları savururdu. Kimi bir savaştan arta kalandı, kimiyse hastalıktan. Çoğu, bitmek bilmeyen kan davalarında
kaybetmişti biricik babasını. Bazısı, bakımsızlık ve fakirliğe kurban
vermişti tutunacak en sağlam dalını. Babasız kaldıklarından beri
isimlerini unuttular, onlara bundan böyle “yetim” dendi. Yetim,
yani “yalnız”, yani “tek başına.”
Lügatler yalnızlıkla, muhtaçlıkla,
geride kalmakla birlikte andı onların adını. (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab,
XII, 645-646.) Yalnız lügatler mi? Adları ağır sözlerle birlikte anıldı yıllar yılı, bedenleri en ağır işlerde
kullanıldı. Küçücük yürekleri, kibirli bakışlar altında ezildi. Malları talan, haklarıysa gasp edildi.
Kendi babalarının mallarına varis
olmaları engellendi. Enes, Abdullah, Beşir, Sehl, Süheyl ve diğerleri… Şimdi onların her biri peygamberin yetimleriydi. Bakışları
peygamberin bakışlarına kenetlenmiş, onun mübarek ağzından
çıkacak sözlere dikkat kesilmişlerdi. Öyle ki söylenecek olan onlarla ilgiliydi. Yetimlerin peygamberi, mübarek iki parmağını kaldırdı, bu defa kime, neyi müjdeleyecekti? Belli ki parmakları, cennete
giden yola işaret edecekti:
“Ben ve yetime kol kanat geren
kimse cennette böyle (yan yana)
olacağız.’ buyurdu. Nebi ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.” (Buhari, Talak, 25.)
Kanadı kırık yetimlere kol kanat
gereni, onların yaralarına merhem
olanı, gözlerindeki yaşı sileni cennetle müjdeliyordu Nebi. Kimsesizlerin kimsesi olanlara, gönlünde gariplere yer verenlere, yetim
Peygamber cennette, yanı başında yer ayırıyordu. Zira o, yetimliğin, bir yanı eksik bir tarafı yarım yaşamanın ne demek olduğunu herkesten iyi bilirdi. Rabbinin
kendisini yetim bulup barındırdığı gibi (Duha, 93/6.), inananların da
hanelerinde yetimlere yer açmalarını öğütlüyordu: “Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde
kendisine iyi davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslüman-
lar arasında en kötü ev ise içinde
kendisine kötü davranılan bir yetimin bulunduğu evdir.” (İbn Mace,
Edeb, 6.)
Saadet asrında, haneler içinde peygamberin hanesi, yetimlerin en çok huzur buldukları
yerdi. Kanadı kırık yavrular için
peygamberin kanatları altında
yer bulmak ne yüce bir saadetti! Öyle ki Allah Rasulü, kendi
Fatıma’sı ihtiyaçları için babasının kapısını çaldığında, Bedir’in
yetimlerinin daha öncelikli olduğunu söylemişti. (Ebu Davud, Harac,
19-20.)
Yuva sıcaklığını hane-i saadette bulan yetimlerden biri Enes’ti
(r.a.). Babasız kaldıktan sonra Medine’de annesi ile birlikte yaşayan küçük Enes, Allah
Rasulü’nün hizmetine verilmiş,
on yıl onun yanında bulunmuştu. Allah Rasulü, “Yavrucuğum”,
(Müslim, Âdab, 31.) “Enescik” (Ebu Davud, Edeb, 1.) diye seslendiği Enes’e
bir kez olsun “öf!” bile dememiş
ve herhangi bir şey için onu asla
azarlamamıştı. (Müslim, Fedail, 51.)
Sevgili Peygamberimiz, ashabından savaşlarda şehit düşenlerin yetimleriyle de yakından ilgilenmişti. Allah Rasulü’nün amcasının oğlu Cafer b. Ebu Talib,
Mute’de şehit düştüğünde, ardında boynu bükük üç yetim bırak-
mıştı. Onlardan biri olan Abdullah b. Cafer, babasının şehadetiyle, kuş yavruları gibi kalakaldıklarını, Allah Rasulü’nün kendilerine sahip çıktığını, üzerlerindeki
matem havasından kurtulmaları
için onların evlerine gelerek perişan hâldeki kardeşleriyle beraber kendisini tıraş ettirdiğini, yıllar sonra tatlı bir anı olarak yâd
etmişti. (Nesai, Zinet, 57; Ebu Davud,
Tereccül, 13.)
Babasını Uhud Savaşı’nda kaybeden gözü yaşlı Beşir’i de Allah
Rasulü teselli etmiş, ona “Ben senin baban olayım, Âişe de annen
olsun istemez misin?” diyerek bu
mahzun yavrunun gönlünü en
güzel şekilde almayı başarmıştı.
(İbn Hacer, İsabe, I, 302.) Babasının yerine Allah Rasulü’nü koyan Beşir,
artık Medine’de bulunan tüm çocukların olmayı arzu ettikleri bir
yerdeydi.
Enesler, Abdullahlar, Beşirler…
Her biri saadet asrında ayın etrafını çevreleyen hale misali Allah
Rasulü’nün etrafında kendilerine
yer edinmişlerdi. Her biri Allah
Rasulü’nün engin merhametinden nasiplenmiş, Peygamber’in
(s.a.s.) yetimleri olma saadetine
ermişlerdi. Bugün de şefkat dolu
bir bakışın hasretini çeken, kuytularda anılmayı bekleyen, çaresizliğin belini büktüğü yetimler
var ve onların her biri inananlara Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emaneti… Yetime şefkat, imanın üzerimize yüklediği bir kulluk, bir
ümmet görevi. Ancak bugün perdelenmiş gözlerimizle onları göremez, kaskatı kesilmiş yüreklerimizle onların acısını hissedemez olduk. Kibirden başımızı indiremediğimiz için yetimlerin gözyaşlarını silemez olduk,
onlarla aynı dünyada yaşadığımızı unuttuk. Nefsimiz sarp yokuşlarda kaldı da onları aşamaz
olduk. (Beled, 90/12-14.) Dünyalıklarla doldurduğumuz yüreğimizde yetime, yoksula, kimsesize
yer bırakmadık, kimseye acıyamaz olduk. Göz pınarlarımızı kuruttuk, kimse için ağlayamaz olduk. Oysa katı kalpliliğin şifasının yetim başı okşamak olduğunu haber vermişti Nebi. (İbn Hanbel, II, 387.) Şefkatle yetimin başını okşayana ellerinin değdiği
saç teli sayısınca mükâfat verileceğini müjdelemişti. (İbn Hanbel,
V, 250.) Yetime kol kanat gerenle cennette komşu olacağını haber vermişti. (Buhari, Talak, 25.) Sevgili Peygamberimiz’in yetimleri
onun yanı başındaydı. Ve bizler,
yetimlerimize yakınlığımız kadar
yakınız Rasul-i Ekrem’e. Peki, bizim yetimlerimiz nerede?
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
45
Hikmet Penceresi
Mukadder Arif Yüksel
İlçe Müftüsü Bayat-Çorum
İman ve İbadette
İhlas ve Samimiyet
İbadette ihlas, ibadet öncesi bir niyet tashihidir, abdest kadar önemli ve gereklidir.
Abdestle görünen kirler, ihlasla manevi kirler temizlenir.
İ
nançta tevhit üzere olmaya, söz ve davranışta ise yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeye ihlas denir. Sözlükte halas ve hulus kökünden
gelen ihlas kelimesi, arınmak, saflaştırmak, kurtulmak, karışık ve şaibeli olmamak anlamlarına gelir.
Din ıstılahında ise ihlas; iman, ibadet, ahlak, amel
ve dua gibi her türlü dinî görevleri halkın övme ve
beğenmesini, yerme ve kınamasını önemsemeden
sırf Allah için iyi ve halis bir niyetle yapmak, şirk,
riya, nifak ve süm’a (duyurma) vb. şaibelerden uzak
durmak, samimi ve dosdoğru olmak demektir. (Dini
Kavramlar Sözlüğü, DİB yay. s. 299.)
Kur’an’da on yerde geçen “muhlisıne lehuddin”
ifadesi, yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etme,
O’na dayanıp güvenme, kendini Allah’a adama, saf
dindarlık şeklinde hem riyaya hem de şirke zıt bir
anlam taşır.
İnsan, kurtuluşun sadece Allah’ta olduğunu bildiğinden başı sıkıştığında sadece Allah’a dua eder:
“Sizi karada ve denizde yürüten Allah’tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları
her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah’ın dinine sarılarak; ‘Bizi bu tehlikeden kurtarırsan ant olsun ki şükredenlerden oluruz.’ diye O’na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Geçici dünya haya46
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
tında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz bizedir. Yaptıklarınızı size bildiririz.” (Yunus,
10/22-23.) Allah’ın lütfu ile kurtulanların bazısı ise
doğru yolu bulur:
“Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini
tamamen Allah’a has kılarak Ona yalvarırlar; onları
karaya çıkararak kurtardığında, içlerinden bir kısmı
doğru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi bilerek ancak
hain nankörler inkâr eder.” (Lokman, 31/32.)
(Bu ayetin Ebu Cehil’in oğlu İkrime hakkında indiği rivayet edilir. Mekke’nin fethinden sonra deniz
yoluyla kaçmaya çalışırken fırtınaya yakalanmış ve
“Ya Rabbi eğer bizi kurtarırsan Müslüman olacağım” diye söz vermiş ve kurtulunca da peygamberimizin huzuruna gelerek Müslüman olmuştur.) (Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neş. İstanbul, ty. VII/78.)
Dua ve ibadet sadece Allah’a yapılır
“O daima diridir, O’ndan başka ilah yoktur. O
hâlde dinde ihlaslı ve samimi kişiler olarak O’na
dua edin. Övgü, âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
(Mü’min, 40/65.)
“Hâlbuki onlara ancak, dini yalnız Allah’a has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu.
İşte sağlam din budur.” (Beyyine, 98/5.)
Ayette geçen hanif kelimesi, eğriliğe sapmadan
İhlas ve samimiyet, sadece inanç ve ibadette cari olan bir
husus değildir. Samimiyet, kişinin karakteri ile özdeşleşmeli
ve hayatın bütün alanlarına nüfuz etmelidir.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
47
doğru yoldan giden muvahhit anlamına gelir. Terim olarak Hz. İbrahim’in tevhit dini, (Allah’ı bir tanıma) anlamına gelir. Allah’a inanan, tevhit üzere
olana hanif denir.
• Melek onu bilemediği için sevap hanesine yazamaz,
• Şeytan bilemediği için bozamaz,
• Nefis de bilemediği için şımaramaz.
İnançta ihlas
Şeytan, ihlaslı kişilere zarar veremeyeceğini itiraf
etmiştir. (bkz. Hicr, 15/40.) Bu sebeple ihlas, peygamberlerin başlıca niteliklerinden sayılmıştır. (bkz. Yu-
İnançta ihlas, “Lailahe illallah” (Allah’tan başka
ilah yoktur.) kavli ile ifade edilen kelime-i tevhidin ilme’l-yakin ikrarı ile gerçekleşir. İslam’a giriş,
Allah dışında tanrı, kutsal, yüce olduğu iddia edilen her şeyin inkârı ile başlar. “La ilahe” kavli, ruhu
ve düşünceyi batıl düşüncelerden temizlemek ve
ruha bir nevi gusül abdesti aldırmaktır. Tevbe suresinin 28. ayetine göre tevhidin zıddı olan şirk
manevi pislik olarak vasıflandırılmıştır. Bu pislikten temizlenmeden, inanç ve düşünceyi sağlamlaştırmak, ruhu temizlemeden ve ruha gusül abdesti aldırmadan da inancı sağlam hâle getirmek
mümkün olmaz. İnancı sahih olmayanın ibadeti
de makbul değildir.
Kur’an’ın sıralamada 112. suresi, “Kulhüvallahü
ehad” ayeti ile başlayan sureye, tevhitte ihlası en güzel şekilde ifade ettiği için “ihlas” ismi verilmiştir.
İbadette ihlas
İbadette ihlas, sadece Allah’ın rızası gözetilerek, riyadan, dünyevi beklentiden uzak durarak sağlanır.
Evde kıldığı namaz ile camide kıldığı namaz (usul
yönünden) farklı olanın, dindarlığına ilgi ve dikkat
çekmeye çalışanın ve ibadetine riya/gösteriş karıştıranın ihlası yoktur.
İbadette ihlas, tasavvuf erbabının, hayatın temel
gayesi hâline getirdiği “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi” (Allah’ım, amacım sana yakın olmak,
talebim de rızanı kazanmaktır.) şeklindeki hüsnüniyet ve beyan içselleştirilerek elde edilir. Kalbin
Allah’a ve Onun değerlerine içten bağlanmakla ihlas, dünyaya ve maddi çıkara bağlanmakla da ihtiras meydana gelir.
İbadette ihlas, ibadet öncesi bir niyet tashihidir,
abdest kadar önemli ve gereklidir. Abdestle görünen kirler, ihlasla manevi kirler temizlenir.
Cüneydi Bağdadi’ye göre ihlas o kadar gizlidir ki,
48
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
nus, 10/24.)
İlgi ve dikkat çekmek birçok kimsenin hoşuna gider. Nefis, bilinmek, tanınmak, popüler olmak,
gündemde kalmak, meşhur olmak ister. Fakat bütün bunlar dinî değerler teşhir edilerek yapılamaz.
Samimi Müslüman, dinî değerlere tabi olarak Allah katında değerli olmaya gayret eder, riyakâr ise
dini istismar ederek insanlar arasında prim yapmaya çalışır.
Eğer bir kimse bir yerlere gelmek ve dünyevi birtakım menfaatleri elde etmek için mutlaka dikkat
çekme gereği duyuyorsa bunu bilgisi, görgüsü, yeteneği, hüneri, kaliteli işi, nezaket ve zarafeti ile
yapmalıdır, takva ve vera imajı ile değil.
Ebu Bekir Dehhak, kişinin ihlaslı olduğunu sanması dahi ihlas eksikliğine işarettir, der. Allah, bir kulunun ihlasını makbul saymak isterse, onun ihlasını görmesine engel olur. Bu durumda o kişi muhlis
değil, muhlas olur. Muhlis, bir kişinin kendi gayreti
ile ihlaslı olmaya çalışmasıdır, muhlas ise Allah tarafından kendisine ihlas bağışlanan kişidir.
Zünnun el-Mısri’ye göre, kişinin hayırlı işlerde
övülme ile yerilmeyi eşit sayması, işlediği amelleri unutması ve işlediği amelden sevap alması gerektiğini düşünmemesi onun ihlaslı oluşunun alametidir.
İhlas, bir şeyin bizatihi halis olmasıdır. Som altın
diyoruz ya, onun gibi bir şey. İhlaslı sayılmak için
saf niyet yeterli değildir. İhlas için iyi niyetle birlikte şunlar da gereklidir:
1- Sağlam bir iman,
2- Kitap ve sünnete uygun salih amel,
3- Ticari faaliyetlerde dürüstlük,
4- İnsanlar arası ilişkilerde samimiyet.
Dilimizde ve kültürümüzde samimiyet; hasbi olmak, karşılık beklemeden sırf iyi ve faydalı olduğu için yapmak ve içtenlik anlamlarına gelir. İhlas
ve samimiyet, sadece inanç ve ibadette cari olan
bir husus değildir. Samimiyet, kişinin karakteri ile
özdeşleşmeli ve hayatın bütün alanlarına nüfuz etmelidir. İşte samimiyet dürüstlük, dostlukta samimiyet ise yakınlıktan ziyade hasbilik şeklinde tezahür eder.
İhlas ve samimiyet, dindarlığın kalitesini tayin
eden yegâne ölçüdür.
İhlas; kişinin kalbini, beynini, şahsiyetini her türlü malayaniden sıyırarak başlangıçta Allah’ın yaratmış olduğu orijinal tabiata, fıtrata dönmesidir.
Daha sonra ilim öğrenip öğreten âlime “sen ne
yaptın?” diye sorulur, o da;
- İlim öğrendim ve öğrettim, senin rızanı kazanmak için Kur’an okudum, der. Allah Teala kendisine,
- Yalan söylüyorsun, sen Allah için ilim yapmadın,
âlim desinler diye öğrendin, güzel okuyor desinler diye okudun, o hâlde yürü cehenneme denilir.
Cömert adama da ne yaptığı sorulur. O da;
- Allah’ım! Senin rızan için malımı infak ettim der,
ona da,
- Sen cömert desinler diye bunu yaptın, denilerek
hayrı kabul edilmez ve cehenneme atılır. (Müslim,
İhlas, faal bir akıl, güçlü bir irade ve temiz bir kalp
ile elde edilir.
İmare, 152, bkz. (Heyet) Riyazü’s-Salihin Şerhi, Erkam yay. İstan-
İhlas, kişinin hayattaki önceliklerinde ve değer yargılarında da müşahede edilebilir. Gerçekleştiği alana göre ihlasın kazandığı mahiyet şöyledir:
Bir yerde topluma mal olmuş, birçok kişinin emeği ile ortaya konulmuş güzel bir eseri, eserde katkısı olan herkes tek başına sahiplenmeye çalışıyor.
Biri, bu eser benim fikrim diyor, birisi, benim projem diyor, bir diğeri masrafının önemli bir kısmını ben karşıladım, burayı ben yaptırdım diyor, bir
başkası burayı hizmete ben açtım diyor. Belki hepsinin de o eserde katkısı var ancak her birinin “benim eserim” şeklinde bir sahiplenme girişimi, yapılan hayrından elde edilecek sevabın zayi olmasına yol açıyor. Oysa Allah’ın bilmesi yeterli sayılmalıdır. Bırakın eseriniz halk nezdinde fail-i meçhul kalsın. Halkın takdirine güven olmaz. Bu gün
bir sebeple övdüğünü, yarın başka bir sebeple yerebilir. Önemli olan, Allah’ın bilmesi ve takdir etmesidir. Bunun için:
• İnançta ihlas, Allaha iman ve teslimiyettir.
• İbadette ihlas, salih amel, ameli Allah için ve
usulüne uygun bir şekilde ifa etmektir.
• İş hayatında ihlas, helalinden kazanma hassasiyeti, kaliteli hizmet sunmak ve kaliteli ürün imal
etmektir.
• İnsani ilişkilerde ihlas, menfaat beklemeden yardımlaşmak, bir işi iyi desinler diye değil, iyi olmak
görevimiz olduğu için öyle yapmaya çalışmaktır.
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.), ihlassız
kimselerin ahiretteki kötü akıbetini şöyle açıklıyor:
Ahirette üç kişi getirilir: Biri şehit, diğeri âlim üçüncüsü de zengin tüccar.
bul 1997, I/95.)
“Yap bir iyilik at denize,
Şehide ne yaptığı sorulduğunda;
- Senin uğrunda çarpıştım, şehit edildim, der. Fakat
Cenab-ı Hak ona,
Balık bilmezse Halik bilir,” denilmiştir. Halktan beğeni bekleyen biri, Hakk’ın sonsuz rahmetine karşılık, halkın geçici alkışını tercih etme gafletine düşmüştür.
- Yalan söyledin, sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyurur ve o adam yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılır.
Hülasa ihlas ve samimiyet; hayata, işe, söze, davranışa ve davranışın sahibine değer katan eşsiz bir
değer kaynağıdır.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
49
Metafor
İbrahim Arpacı
“Ev”İnsanın
Kendi Kalbidir
Kendi kalbi insanın evidir. İnsan bu yüzden kendinden kaçıp
yine kendine sığınandır. Günahlarından utanıp, kendi kalp evine
kapanan ve aradığını yine kapandığı o kalp evinde bulandır.
50
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
E
v, İslam medeniyetinde aşkın bir öge…
Öze dönüş yolculuğunda varılması istenen mekân ve sığınanın kendini güvende hissettiği yerdir. Diğer bir deyişle, endişenin sona erdiği, teslimiyetin başladığı saha;
kozmik, bilişsel ve hissi olan bir mefhumdur.
Ev çatıdır, yurttur; girildiğinde selamette olunan, insanın kendini güvende hissettiği ilk sığınak, kadim ev, baba ve oğlun inşa ettiği yapının adıdır. İnsan dünyanın bütün doğal deviniminden buraya sığınır. Bu yüzden ev,
âdemoğlunun dünyevi çatısıdır. İnsan onunla
sıcaktan, soğuktan, korunur, hayatını idame ettirir ve böylelikle kendine yaşam alanı sağlar.
Ev, insanın kendi kalbidir. Kendi kalbi insanın evidir. İnsan bu yüzden kendinden kaçıp
yine kendine sığınandır. Günahlarından utanıp, kendi kalp evine kapanan ve aradığını
yine kapandığı o kalp evinde bulandır.
Ev, “geceleyin istirahat edilen yer” anlamına gelir. İnsan akşam olunca yorulduğu bir dünyadan istirahatgâhına yani evine döner. Hem ev,
İslam toplumunda kimsenin açıkta kalmadığı,
aile bireylerini bir yapı altında toplayan bir kurumdur. Öyle ki, ev olgusu, Müslüman ferdi
yalnızlık gibi bir duygudan müstağni kılar.
Varlığımızın başlangıcı ilk evimizdir. Tüm insanlık kendi hayat serüveni boyunca “ilk evini,” öze dönüş yolculuğunu arzular. Dünyadaki tüm semiyotik evler de o ilk eve dönüşü
sembolize eder. Kişinin kendi vatanından ayrılması, aklını ve kalbini yaratıcının emretmediği şeylerle meşgul etmesi, evden uzağa bir
göçtür. Öyle ki, hakikat rotasından çıkıp nedensiz yere fırtınalı suların yönüne kürek çekmektir.
Yazılan hep eve dönüş hikâyeleridir.
Mecnun’un yıllarca çöllerde gezme hikâyesi
aslında kalp bağlaması gereken Allah’a bir
yolculuktur. Allah’a yapılan tüm yolculuklar, kulun ilk yaratılışa attığı kulaçtır. Çünkü
kâinattaki tek gerçek, faili hakiki olan Allah’tır.
Diğer tüm evler geçici, suni ve aldatıcıdır.
“Sür çıkar ağyarı kalpten, ta tecelli ide Hak
Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan” diyen Niyazi Mısri, Hak’tan başka ne var
ise gönülden silip atmalı ki, o kalp hakkın
tecelligâhına uygun hâle gelsin. “Nasıl bir padişah kötü bir saraya gelmez ise, Allah da temizlenmeyen o kalp evine uğramaz.” diyerek,
insan bedeninde en latif tecelligâh yeri olan
kalbin bir hane, bir ev olduğunu bu veciz mısra ile dile getiriyor. Bu yüzden ev, aynı zamanda müminin gönlüdür.
Dünyayı baki sanıp ona bel bağlamak,
Allah’tan başka evler aramaktır. Biz işte bu
yüzden bir sembol olarak, bizi yaratan sonsuz kudret sahibinin Kâbe’sine gideriz. “Rızaullah” olan gerçek evin yerine, sembolik evini ziyaret ederiz. Böylelikle iyi niyet mektubunu Yaratıcı’ya sunmuş oluruz. Bundandır ki,
madden gittiğimiz bir “beyt” iken, hâl dili ile
o evin Rabbine şöyle deriz: “Biz özümüze dönmek istiyoruz. Bu dünya evimizin dışı ve biz
hakiki evimizi arzuluyoruz.”
Mademki bir yolcuyuz; gurbette ölmek istemeyiz. Muradımız, Allahın rızasından uzağa düşüp sonsuz bir sıla içinde olmak değildir. İnsan, hakiki fail olan Allah’ın öz yurduna dönmek için sürekli evine doğru sefer eder. Hakiki
failden uzağa sonsuz gurbete düşmek istemez.
Tüm çabası bunun içindir.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
51
İnancımızı rahat bir şekilde yaşadığımız beldelerimiz, mescitlerimiz, temiz tutmakla mükellef kılındığımız kalplerimiz, ahlaki değerlerimiz; tüm
bunlar kendi evimiz. Kâbe ki, Allah’ın rıza kapısını sembolleyen bir başka evimiz. Nihayetsiz ahiret
yurdu bizim evimiz. Bu yüzden her daraldığımızda
zor durumda kaldığımızda bu evlerden birine sığınırız. Ya içinde yaşadığımız eve, ya ibadet ettiğimiz
eve, ya da kalp evimize… Öldüğümüzde ise kabir
evine götürülürüz.
Dünyada başımızı sokacağımız bir evimizin olmaması, insanlar tarafından terk edildiğimizi gösterir.
Bu katlanılabilir olandır. Fakat biz ahiret yurdunu,
dar-ı bekayı isteriz; ille de isteyenlerdeniz. Ta ki,
ebedî evimize razı olunmuş şekilde dönmek uğruna dünyada derme çatma bir eve “eyvallah” deriz.
Tüm hayatımız gerçek evimizin duvarlarına bir güzel taş daha koyabilmek mülahazası ve çabası ile
geçer. Şairin dediği gibi, “belki de şu gök kubbede
bir hoş seda” bırakarak ahiret yurdumuzu ışıklandırmaktır gaye.
Gör ki, Kur’an bizlere açıkta kalan evlerden bahsediyor. Dolayısı ile ev bir manada vefanın, ahdin, sadakatin, merhametin, gerçek kardeşler olabilmenin, özverinin, özümsemenin, sabrın ve ko52
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
lektif bir şekilde hareket etmenin bildirgesini yapmış oluyor.
Ev, yaşadığımız dünyanın her alanıdır. Yaşadığımız
ev de böyle muhakkak. Bir evde birey olmak aynı
zamanda ahlaki birikimleri de kendinde barındırmaktır. Çünkü ev bir ailenin ikamet ettiği aynı değerler paydasında hareket ettiği yapıdır. Bu yüzden
ev, ahlaki değerlerin yaşatıldığı yerdir.
Ev içinde yaşatılan değerlerle vardır. Evin içinden
insanı ya da insani değerleri aldığınızda geriye beton, ahşap ve taştan başka bir şey kalmayacaktır.
Nitekim kutsiyet atfedilen Kâbe’de taştan yapılmış
değil midir?
İnsan eğer değer yargılarını kaybederse evini kaybeder. Kalp evi kendisinden çok uzağa düşer. O vakit tehlikelere açık hâle gelir. Muarız fikir ve gayriahlaki düşünce onun tüm benliğini ele geçirir.
Zihin evimiz, ahlak evimiz, kalp evimiz, dünya evimiz, mukaddes evimiz ve baki âlem olan evimiz.
Şimdi sormak gerekir: Bizim kaç evimiz var? Daha
önemlisi, gaye evlerimizi temiz tutmak iken hangi evimizin bir diğerinden ayrı olduğunu söyleyebiliriz ki?
Din Görevlisinin
Hatıra Defterinden
Selim Şahin
İlçe Müftüsü Gölova-Sivas
Bir Ağaç Nasıl Korunur?
A
lmanya’nın Münih şehrinde dört yıla yakın
bir süre din görevlisi olarak görev yaptım. Görev yaptığım bölge Münih’in kenar mahallesinde bir semt idi. Mülkiyeti ile birlikte satın alınmış etrafı çevrili doğa harikası bir bahçede değişik
ağaçlar yıllara meydan okumaktaydı. Cami bahçesindeki bir ağaç güz mevsiminde döktüğü yaprakları ile etrafı kirletiyor, temizliği de cemaatimizden
yaşlı kimselere kalıyordu. Bir sabah namazı sonrası cemaatimizden bazı kimseler bu ağacın etrafa zarar veren dallarından kurtulmak üzere testere ve
küçük baltalarla ağacı budamaya başladılar. Buna
değdi şuna değmedi derken geriye sadece gövdesi kaldı. Hacı amcalar bu temizlikten dolayı gayet
memnun bir tavırla yaptıkları işi anlatırken cemiyet başkanı (başlarına geleceklerden haberi olduğu
için) bu işin yanlışlığını anlatmaya çalışsa da olan
olmuştu. Hacı amcalar, “Bir şey olmaz, ne güzel budadık, ağaç daha gür çıkacak, bir şey olsa bu zamana kadar olurdu.” diye konuşurlarken cemiyete bir
yazı geldi. Kim görmüş haber vermiş ise yazı kesilen ağaçtan bahsediyordu. Ayrıca habersiz şekilde
ve ölçülere uygun kesilmediğinden bahsediyor, acilen savunmayla birlikte 150 euro ön cezanın gönderilmesi isteniyordu. Bizim cemiyet yetkilileri çok
tedirgin oldu… Sonra savunmayla birlikte belirtilen
ön para cezasını da ilgili birime gönderdiler. Olay
böyle bitseydi hafif atlattık denilebilirdi ama öyle
olmadı. Aradan biraz zaman geçince yine bir mektup geldi. İlgili ağacın kesimi ile ilgili savunmamız yeterli görülmemişti. Ayrıca belediyeden habersiz kesilen bu ağaç için 1500 euro cezalandırılmıştık ve kesilen ağaca karşılık aynı cinsten bir fidanın bahçede uygun bir yere dikilmesi istenmişti. Bu bizim için tam bir şok etkisi yapmıştı. 1500 euro para cezası ve yeni
bir ağaç… Artık olan olmuştu. Belirtilen para
ödendi ve yeni bir ağaç da dikildi. Bu arada
budanan ağaca kökünden kesilme izni çıkmış
olsa da o da gür bir şekilde fidanlar verdi. Evet,
bir ağaç işte böyle korunur. Gördüğümüz o büyüleyici manzaralar böyle sıkı tedbirlerle sağlanıyor. Darısı bizim başımıza… Bizim değerlerimizde
de bu güzellikler mevcut… “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopacak olsa bile derhal onu
diksin.” hadisi ve bu terbiye ile hemhâl olan ecdadımız “Yaş kesen baş keser.” diyerek söyleyeceğini söylemiştir. Sorumsuzca kesilen ağaçlar,
yakılan ormanlar aslında toplum olarak geleceğe kurşun sıkmaktır.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
53
Gezgin
Dr. Mehmet Sılay
GÜNEŞ ADASI
RODOS
Sahilleri, sokakları, yamaçları, camileri,
Osmanlı vakıf çarşıları, müzeleri,
mezarlarıyla kendi evimiz gibi...
54
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
V
izesiz ve harçsız, sadece on milyon
liralık deniz otobüsü biletiyle, kırk
beş dakika içinde Marmaris limanından Rodos adasına ulaşıyoruz.
Hisar burçlarının üzerinden gülümseyen kubbeler, minareler ve saray bacalarıyla Rodos’a değil sanki Üsküdar’a
yaklaşıyorduk. Rodos’ta bir zamanlar
bizim olan Osmanlı profili tüm belgeselleriyle yaşıyor.
Rodos diğer adıyla Güneş adasındaydık.
Yaz mevsiminin en uzun gününde saatlerce sahilleri, sokakları, yamaçları, camileri, Osmanlı vakıf çarşılarını,
müzeleri, mezarlarımızı görüyor ve sonunda da kısa bir nezaket ziyareti için
Rodos’taki T.C. Konsolosluğunda yani
kendi evimizde bir çay içimi konaklıyoruz.
Genç yaşlı herkes için, Rodos’un mutlaka görülmesi gerek. Coğrafya ve tarih derslerinde ortaöğretim gençliğine
Rodos nasıl öğretiliyordu? Hatırlamaya
çalışalım lütfen... Rodos; On iki Adaların en büyüğüydü... Ege Adalarından biriydi... Hatta Yunan adalarından
biri… Rodos’u görüp gezdikten sonra
yüreğimizden bir nida kopuyor... ‘’El
insaf!’’ Rodos bize o kadar yakın ve o
kadar bizden ki… Ev ve kahve sohbetleriyle kurulan insan ilişkileriyle, okul
ve köyleri de gezdikten sonra bu kanımız pekişiyor.
Ege denizindeki adalar jeolojik bakımdan kesinlikle Asya kıtasına ait
idi ve hepsi de Anadolu karasının
uzantılarıydı. Hele haritalarda, Rodos,
Anadolu’ya iri bir nazar boncuğu, bir
çiçek, bir meyve gibi asılı durmaz mı?
Midilli ve İstanköy horoz sesleri duyulacak kadar bize yakın, Rodos Anadolu kıyılarına sadece 12 kilometre... Ve
tam dört yüz yıl uçsuz bucaksız Lindos
ve Farilaki çayırları Batı Anadolu hayvancılığının kışlağı olmuş. Keçi sürülerini taşıyan mavnalar, Kumburnu sahillerine asırlar boyu her kış gelir demir
atarmış...
Kışın Rodos yaylaları Anadolu’dan yaylım için gelen koyun ve keçi sürüleriyle şenlenirmiş... Ancak Lozan bozgunuyla Rodos Adası elimizden çıkınca, çoğumuzun zihninde Moğolistan
kadar uzaklaşmış! Oysa Marmaris’ten
bindiğimiz deniz otobüsü bizi üç çeyrek saatte Rodos’a ulaştırıvermişti. Sadece kırk beş dakikada Rodos’taydık.
Ada görünürken hayretler içinde kalıyorduk. Limana girerken şaşkınlığınız
bir kat daha artıyor. Surların üzerinden
gülümseyen kubbeler ve minareler
bizleri kahır ve hasretle selamlıyordu.
Rodos’ta, üç adet Türklere ait vakıf,
içinde 900 cilt el yazması kaynak kitabın bulunduğu bir kütüphane, üç adet
hamam, on iki adet abidevi Osmanlı
Kışın Rodos yaylaları Anadolu’dan yaylım için gelen koyun ve keçi sürüleriyle şenlenirmiş...
Ancak Lozan bozgunuyla Rodos Adası elimizden çıkınca, çoğumuzun zihninde Moğolistan
kadar uzaklaşmış!
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
55
çeşmesi, bir Kadiri tekkesi ve çoğu Sultanların namaz kıldığı 28 (yirmi sekiz) adet cami olduğunu biliyor muydunuz? Dört asır önce, denizleri haraca
bağlayan tapınak şövalyelerinden, ağır bedel ödeyerek ve kırk beş bin şehit vererek aldığımız adada bugün, evlad-ı fatihandan iki bin beş yüz kişinin hangi sosyal şartlar içinde yaşamaya çalıştıklarını biliyor muydunuz? Buyurun, Cem Sultan’ın
Muhteşem mazimizle, aydınlık geleceğimiz
arasına nisyan duvarı örmüşüz. Unutmamızı istemişler, unutmuşuz... Bizans’ın üzerine yürüyüp, İstanbul’u kuşatan sahabe orduları Rodos’u tam 63 yıl ellerinde tuttular. Şimdi
onlardan geriye, dış surlar üzerinde küçük bir
hatıra kaldı; Arap Kulesi.
56
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
defalarca yokuş yukarı yürüdüğü taş döşeli Şövalyeler caddesinden ve ahşap minareli Bedesten Mescidi’nden geçip, Fethi Paşa Kütüphanesine
doğru çıkalım. Tarihiyle, coğrafyasıyla, sevinciyle,
hüznüyle bizi hatırlatan Rodos’u birlikte gezelim.
Narçiçeği fesinin püskülü yana yatmış, barut kokan bir Osmanlı paşası; Ahmet Fethi Paşa. Duvardaki resminden fırlayıp çakıl mozaik döşeli avluya inecek. Muhteşem mazimizle, aydınlık geleceğimiz arasına nisyan duvarı örmüşüz. Unutmamızı
istemişler, unutmuşuz... Bizans’ın üzerine yürüyüp,
İstanbul’u kuşatan sahabe orduları Rodos’u tam 63
yıl ellerinde tuttular. Şimdi onlardan geriye, dış
surlar üzerinde küçük bir hatıra kaldı; Arap Kulesi. Cem Sultan’ın 12 yıllık sürgünü bu adada başladı. Fatih’in sevgili oğlu şair Şehzade, Napoli’de
Papa’nın eliyle zehirlenerek şehit edildi... Cem Sultan, Osmanlı tarihinde ayrı bir dram, ayrı bir ağıt
ve hüzündür... Perçinli demir parmaklıklar arasın-
dan onun gezindiği avluya ibretle bakıyoruz. Kanuni’nin komutanı Çoban Mustafa
Paşa, 40 bin şehit verip, adayı fethediyor.
Tam dört yüz yıl Rodos, devlet-i ebet müddetin kültür ve ticaret köprüsü oluyor. Bu
huzur adası, şöhretli sürgünlere de ev sahipliği yapıyor.
1912 Balkan badiresi İtalyanların işgal dönemidir. Fakat Rodos için asıl millî felaket l923 Lozan Antlaşmasında on iki ada
üzerindeki tüm egemenlik haklarımızdan vazgeçtiğimizi kabul etmekle başlıyor.
Lozan’ın sorumlularınca Batum gibi, Halep,
Kerkük-Musul gibi Rodos da Misak-ı Millinin dışına düşüyor, yabana terk ediliyor.
1947’de, sahipsiz kalan adada Müslüman
Türkler Fethi Paşa Kulesinde Türk bayrağı
çekiyor ve günlerce Anadolu’dan gelecek
bir manga Türk askerini bekliyorlar. Gerçek
sahipleri gelsin de adayı alsın diye. Bakışları ufuklara asılı kalıyor…
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
57
Kültür-Sanat-Edebiyat
İbrahim Arpacı
Kagem Kalem Kitap Kahve
K
AGEM: Açılımı, Kadın Aile ve Gençlik Eğitim
Merkezi olsa da, bu kuruluşun kısa bir sürede sosyal, kültürel, dinî eğitim ve öğretim
alanında yaptıkları faaliyetleri ile İslami entelektüel bir zemini yakaladığını söyleyebiliriz. Aslında bu kuruluşu tanımlayacak olursak KAGEM,
“İslam dininin en doğru şekilde anlaşılması ve günümüz dinamikleriyle buluşturulması için gayret
sarf eden ve çalışmaları sonucunda elde edilen bilgiyi, yazılı, görsel ve dijital yayınlar aracılığı ile ulusal ve uluslararası kamuoyu ile paylaşan bir merkezdir.” diyebiliriz.
58
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
KAGEM, kadın ve din, aile yapıları, gelenek ve modernite, çağdaş dini akımlar, tarih, medeniyet ve
sanat gibi konularda bilgi ve söylem üretmek üzere; üniversiteler ve akademik kuruluşlarla iş birliği yaparak sempozyumlar, çalıştaylar, atölye çalışmaları ve çeşitli ilmî toplantılar düzenleyerek, üretilen bilgiyi sivil bir anlayışla ulusal ve uluslararası çapta kamuoyunun istifadesine sunan bir kuruluş özelliği de taşımaktadır. Kuruluşundan bugüne
tarihî sürecine baktığımızda 2011 yılından bu yana
sorumluluk alanlarını büyüterek geniş bir yelpazede hizmet vermeye başlamış olan KAGEM’in belirt-
KAGEM, kadın ve din, aile yapıları, gelenek
ve modernite, çağdaş dini akımlar, tarih,
medeniyet ve sanat gibi konularda bilgi ve
söylem üretmek üzere; üniversiteler ve akademik kuruluşlarla iş birliği yaparak sempozyumlar, çalıştaylar, atölye çalışmaları
ve çeşitli ilmî toplantılar düzenleyerek,
üretilen bilgiyi sivil bir anlayışla ulusal ve
uluslararası çapta kamuoyunun istifadesine
sunan bir kuruluş özelliği de taşımaktadır.
tiğimiz gibi sadece kadınlara yönelik faaliyetlerde
bulunan bir kurumken, şimdi kısa bir sürede, toplumun tüm kesimlerine hitap edecek bir noktaya
geldiğini söyleyebiliriz.
Mütevelli Heyet Başkanlığını Diyanet İşleri Başkanı
Mehmet Görmez’in yaptığı, Türkiye Diyanet Vakfı
bünyesinde faaliyet yürüten KAGEM’in, çalışmalarına nitelik açısından baktığımızda misyon ve vizyon olarak, ilahiyatı edebiyat ile, edebiyatı ise felsefe ile daha fazla ilişkilendirip, özellikle gençler
için hem bir düşünce mektebi, hem kendilerini ifade edebilecekleri bir platform oluşturmayı hedeflediklerini, tüm bu faaliyet alanlarından anlayabiliyoruz. Bunu ise davet edip, söyleşide bulundukları
değerli yazar ve akademisyenler kanalı ile yaptıklarını söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz aylarda Diyanet İşleri Başkanı Mehmet
Görmez, KAGEM Müdürü Hicret Toprak’ın katılımıyla açılışı gerçekleştirilen, KALEM Kitap-Kahve,
bu hizmetlerin bir başka ayağını oluşturuyor… Bizim üzerinde durmak istediğimiz de yakın zamanda açılışı gerçekleşen ve o günden bugüne az bir
sürede yapılan faaliyetler ile adından söz ettiren
KALEM Kitap-Kahve’yi tanımak ve hizmetlerindeki
gaye ve hedeflerini ortaya koymak olacaktır.
Öncelikle KALEM Kitap-Kahve ismi ile ilgili olarak,
bu ismin bir hakikate işaret (raci) edilerek verildiğini anlamak zor değil… Gayesi ilim ve fikrin neşvünema bulması ve bu ortamda yayılmasını sağlamak olan KALEM Kitap-Kahve, ilk yaratılan kaleme ve kalemin mürekkep akıtacağı bir sahifeye,
yazılacak ilme, kitaba işaret ettiğini düşünmek yanlış olmayacak. Mana alanı ile müsemma bu kafe,
geniş, ferah ve nezih ortamıyla, gelenlere kendi
evindeymiş hissi veriyor. Öyle ki, içindeki dekorun, onu süsleyen levhaların, raflardaki kitapların,
öteden beri hep burada duruyor oldukları hayaline
kapılıyorsunuz. Belki de insana bu hissi uyandıran
şey, birbiri sırtına yaslanan kitapların oluşturdukları ahenktir. Zaten Kafe’ye girdikten bir süre sonra
kendinizi herhangi bir kitabın sayfalarını karıştırırken bulmanız mümkün.
Tüm bu güzelliklerin, bir hafta sonu veya hafta içi
sevdiklerinizi alıp, sıcak bir çay eşliğinde orada bir
söyleşiye katılmanızı ve bir süre kitaplar arasında
vakit geçirmenizi sağlamanız açısından gönlünüze
iyi geleceği kanaatindeyiz.
Kitap satışının yanında kafe bölümü olan bu merkeze, İslami entelektüel çevreye ve bu çevrenin beslendiği insan kitlesine de talip diyebiliriz… Kapıları
herkese açık olduğu gibi, gönüllerinin de tüm ziyaretçilere açık olduğunu anladığımız KALEM KitapKahve, her hafta perşembe ve cumartesi günü düzenledikleri söyleşi ve zaman zaman konferanslarla, katılımcıların bu kanalla, ilmî kültürel bir birikim edinmelerine de vesile olmuş oluyor.
Her hafta ülkenin tanınmış, birbirinden kıymetli
edebiyatçı, akademisyen, fikir insanını konuk eden
KALEM Kitap-Kahve, ihtimal ki, kendileriyle hayatımız boyunca yollarımızın kesişmeyeceği, beğendiğimiz, kendimize örnek aldığımız yazar ve akademisyenleri davet ederek, mesafeler arası uzaklığı,
kalbi yakınlığa çevirmiş oluyor.
KALEM Kitap-Kahve’nin şöyle bir boşluğu da doldurduğunu söyleyebiliriz: Sokağa çıktığında bazı
dini hassasiyetlerinden dolayı gideceği yeri çok sınırlı olan insanlar için burası, yeni bir adres, yeni
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
59
KAGEM, çalıştay, sempozyum, konferansların
dışında ilim, kültür ve sanatın bir medeniyet
tasavvuru için ayrılmaz bileşenler olduğu
inancıyla geleneksel sanatların yaşatılmasına
yönelik olarak da atölye çalışmaları yürütüyor.
Bu doğrultuda zaman zaman hüsnühat, tezhip,
minyatür, ciltçilik, gitar, fotoğraf atölyeleri,
ebru sergileri ve eleştirel film okumaları
açmakta ya da bu sanatı icra eden sanatçıların
eserlerini KALEM Kitap-Kahve bünyesinde
ziyaretçilerin beğenisine sunmaktadır.
oynayan Müslüman kadınlar üzerine bir konferans
serisini tamamlamışlar.
bir kapı komşusu denilebilir… Aynı zamanda okuldan çıkan üniversiteli gençlerin kahvelerini içip, gerektiğinde derslerini çalışabilecekleri, KALEM KitapKahve, yeterli teveccühü yavaş yavaş görmeye başlamış olacak ki, misafirleri hiç eksik olmuyor.
KAGEM 2012-2013 faaliyet dönemine Prof. Dr. Sadettin Ökten’in verdiği “Medeniyet Üzerine Düşünceler” konferansıyla başlamış; yıl içinde Prof. Dr.
M. Sait Hatipoğlu “Hz. Peygamber Döneminde Eğitim ve Kadın”; Prof. Dr. Mahfuz Söylemez ise “Hz.
Peygamber’in Bir Günü” konulu konferans vermişler. Ayrıca “Türkiye’de ve Dünyada Yoksulluk Karşısında Biz” ve “Koruyucu Aile” panelleri gerçekleştirilmiş. Yıl içinde ayrıca 4 farklı tarihte “İz Bırakan
Kadınlar” başlığı altında İslam tarihinde etkin rol
60
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Bu yıl ise Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu konferansıyla
açılışı gerçekleştiren KAGEM bunun dışında gerek
KALEM Kitap Kahve’de gerekse KAGEM bünyesinde şimdiye kadar Prof. Dr. Ali Erbaş ile “Yahudilik Tarihi”, İsmail Kılıçaslan ile “Yazmak ve Söylemek Sakinleştirir mi, Gül Yetiştiren Adam” kitabıyla özdeşleşen Rasim Özdenören, Prof. Dr. Yurdagül
Mehmedoğlu, Şaban Abak, Ebubekir Kurban, Doç.
Dr. Vehbi Başer, Dr. Necdet Subaşı, Hatice Görmez
ile “Örnek Şahsiyet Hz. Hacer”, Prof. Dr. Mustafa
Öztürk ile “Kur’an’a Yönelik Söylemlerin Değeri”,
Prof. Dr. Saim Yeprem ile “İnanç Problemleri”, Prof.
Dr. Bedri Gencer ile “Modern Dünyada Anlam Arayışı”, Hilmi Yavuz ile “Medeniyet ve Kültür Meselemiz”, Doç. Dr. Oktay Taftalı ile “Gündelik Yaşam
Kültürü”, Kamile Akdede ile “Felsefi Açıdan Ebru
Sanatı”, başlıklarıyla konuk olan çok değerli yazar
ve akademisyenlere önümüzdeki zamanlarda yenileri de ekleneceğe benziyor.
Şunu da belirtmek gerekir ki, KAGEM, tüm bu çalıştay, sempozyum, konferansların dışında ilim,
kültür ve sanatın bir medeniyet tasavvuru için ayrılmaz bileşenler olduğu inancıyla geleneksel sanatların yaşatılmasına yönelik olarak da atölye çalışmaları yürüttüğünü biliyoruz. Bu doğrultuda zaman zaman hüsnühat, tezhip, minyatür, ciltçilik,
gitar, fotoğraf atölyeleri, ebru sergileri ve eleştirel
film okumaları açmakta ya da bu sanatı icra eden
sanatçıların eserlerini KALEM Kitap-Kahve bünyesinde ziyaretçilerin beğenisine sunmaktadır.
Hayata Dair
Rukiye Karaköse Psikoterapist/Sosyolog
Çocuğun sağlığını, fiziki ve
psikolojik gelişimini olumsuz
etkileyen, bir yetişkin, toplum ya
da devlet tarafından bilerek ya da
bilmeyerek yapılan hareket ya da
davranışlara “çocuk istismarı”
denmektedir.
ÇOCUK İSTİSMARI
H
er çocuk sevgi dolu bir ortamda büyümeyi
hak eder. Ancak ne yazık ki bazı çocuklar ihmale ve istismara uğramakta, şiddete maruz
kalmaktadırlar. Çocuğun sağlığını, fiziki ve
psikolojik gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da
bilmeyerek yapılan hareket ya da davranışlara “çocuk istismarı” denmektedir. İhmal de tıpkı istismar
gibi zarar verir ve yaralar. İstismar çok çeşitli şekillerde olabilir.
Fiziksel istismar: Çocuğun kaza dışı sebeple bir yetişkin tarafından yaralanması ve örselenmesidir.
Bir tokattan başlayarak çeşitli aletlerin kullanılmasına kadar devam edebilir. En yaygın rastlanılan ve
VE
teşhis edilmesi en kolay olan istismar tipidir. Kimi
durumlarda istismara bağlı ölüm riski de ihtimal
dahilindedir. Çocuk istismarı süreci açığa çıkarılarak bu ihtimalin önüne geçilebilir.
Aile içi şiddetle ilgili hükümlü gençler üzerinde yapılan bir araştırmada da bu gençlerin %78’inin anlaşmazlık ve şiddet yaşanan ailelerde yetiştikleri
belirlenmiştir.
Aile içi şiddet çocukta stresi artırmakta, bu da çocuğun beyin gelişimini olumsuz etkilemektedir.
Cinsel istismar: Çocuğun bir yetişkin tarafından
cinsel uyarı ve doyum için kullanılması, fuhşa zorlanması, pornografi gibi suçlarda cinsel obje oladiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
61
Çocuğun sağlığını, fiziki ve psikolojik gelişimini
olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da
devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek
yapılan hareket ya da davranışlara “çocuk
istismarı” denmektedir.
me, küçük düşürme, alaylı konuşma, lakap takma,
aşırı baskı ve otorite kurma şeklinde de olabilir.
Duygusal ihtiyaçların karşılanmaması, sürekli eleştirme, yaşının üstünde sorumluluklar bekleme ve
kardeşler arasında ayrım yapma, değer vermeme
olarak da sıkça karşımıza çıkar.
rak kullanılmasıdır. İstismara uğrayan çocuklarda
kız-erkek oranı %3’tür, erkek ve kız mağdurların sayıları arasında büyük fark bulunmamaktadır.
- Dünyaya karşı belli bir ilgisizlik
- Depresif ve pasif davranış
- Karşısındakine çok temkinli yaklaşmak
- Kendine güvensizlik
- Korku
- Küçük yaşlardaki davranışlara dönüş (regresyon)
İstismarcıların %96’sı erkek, istismarcıların %80’i de
çocuğun tanıdığı birisidir.
Cinsel istismar mutlaka şiddet içermek zorunda
değildir. Yine cinsel istismarda da çocuğun rızasının olup olmadığına bakılmaz. Zira çocuklar kendini koruyabilecek ve muhakeme yapabilecek durumda olmayabilirler.
Çocuğa karşı birinci derece akrabaları tarafından
cinsel tacizde bulunulmasına ise “ensest” denir.
Ensest olaylarının sadece %10’u açığa çıkmaktadır.
Cinsel istismar sonunda çocuklarda çeşitli ruhsal
sorunlar görülür:
- Tekrarlayıcı, rahatsız edici düşünceler,
- Uykuya dalma güçlüğü,
- Olayla ilgili kâbuslar,
- Öfke patlamaları ve saldırganlık,
- Konsantrasyon güçlüğü,
- Suçluluk ve utanç duyma,
- İçe kapanma, depresif belirtiler,
- Aileden uzaklaşma, evden kaçma,
- Olayı anımsatan nesnelere karşı yoğun psikolojik sıkıntı,
- Olayı anımsatan kişiler, görüntüler ve yerlerden
kaçınma,
- Korku reaksiyonu,
- Yaşına uygun olmayan cinsel davranışlar gözlenebilir. Okuldan kaçma, okul ve disiplin problemleri,
başarıda düşüş de cinsel istismar sonrası görülen
diğer sorunlardır.
Duygusal istismar: Çocuğun, ihtiyacı olan ilgi ve
sevgiden yoksun bırakılarak psikolojik zarar görmesidir. Tanımlanması en zor ancak ne yazık ki en
sık rastlanılan istismar şeklidir. Aşağılama, yalnız
bırakma, ayırma, korkutma, yıldırma, tehdit etme,
suça yöneltme şeklinde olabildiği gibi, önemseme62
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Duygusal istismarın belirtileri şunlardır:
Ekonomik istismar: Çocuğa bakmakla yükümlü kişilerin çocuğu ekonomik gelir kaynağı olarak görüp ondan maddi kazanç elde etme isteğidir. Anne
babalar çok para kazanma arzularını tatmin etmek
için çocuklarını kullanabilirler. Çocuğu yaşına ve
fiziksel-ruhsal yeterliliklerine uygun olmayacak şekilde çalıştırmak, kazancına el koymak ekonomik
şiddet olarak değerlendirilir.
İhmal: Çocuğa bakmaktan sorumlu kişinin bu sorumluluğunu yerine getirmemesidir. İhmal pasif
bir olgudur. Ancak bu, zararının daha az olduğu
anlamına gelmez. İhmal, fiziksel ve duygusal olmak üzere iki ana grupta incelenmektedir. Sebep
olan faktörler arasında açlık düzeyinde yoksulluk,
aile içi şiddet, istismar, anne/babanın ruhsal sorunları, çocuğun gelişim geriliği, beslenme yetersizliği, yoksulluğa bağlı beslenme yetersizliği sayılabilir. Fiziksel ihmal genellikle hekim ve ebe tarafından belirlenir.
Duygusal ihmal ise çocuğun ilgi, sevgi ihtiyacını
görmezden gelmek ve onu bundan mahrum etmektir.
Çocuk suçluluğu üzerine yapılan araştırmalara göre
ailesi tarafından ihmal edilen çocukların suça yönelme olasılıkları yüksektir.
Çocuk istismarı konusunda önemli noktalar
Cinsel istismara her sosyoekonomik grupta rastlanabilmektedir. Çocuklar istismar hakkında yalan
söylemezler. Bu konuda hikayeler uyduranlara ender rastlanır. İstismarın kısa ve uzun süreli etkileri
çocuğun duygusal ve fiziksel sağlığı açısından çok
önemlidir. Çocukların görünüşü ya da davranışı istismara sebep olamaz. Anlamını bile bilmedikleri
olayları kışkırtmaktan ve bunlara yol açmaktan dolayı suçlanamazlar. İstismarcılar genellikle çocuğun
tanıdığı, bildiği yerleri tercih ederler. Okul ve çevresi, ev ve okul arasındaki yol, bir arkadaş ya da akrabanın evi gibi mekânları seçerler.
Dünyada çocuk istismarı
ABD’de 15 yaş altında hastaneye başvuran çocuklar arasında çocuk istismarı sıklığı 2.7/1000 olarak
bildirilmektedir. İngiltere’de haftada dört çocuk, istismar ve ihmal nedeniyle ölmekte.
İngiltere Ulusal Çocuk İstismar ve İhmali Merkezi
(NCCAN), çocuk istismarı sayısını yılda 200.000’den
fazla olarak tahmin etmektedir.
Her çocuğun sevgiye,
korunmaya, sıcak bir yuvaya,
beslenmeye, eğitime ve oyun
oynamaya ihtiyacı ve hakkı
vardır.
“
“
Zihinsel ya da bedensel özürlü, hiperaktif, özgül
öğrenme güçlüğü çeken, uyum güçlüğü çeken çocuklar şiddete daha sık maruz kalmaktadırlar.
Araştırmalara göre; çocuk ve genç suçluların çoğunluğu istismara uğramış çocuklardır. Çocuk yaşadığını öğrenir. Ve bunları geleceğe taşır. İhmal
ve istismara uğramış çocuk geleceğin istismar ve
ihmal eden kişisidir.
Oysa her çocuğun sevgiye, korunmaya, sıcak bir
yuvaya, beslenmeye, eğitime ve oyun oynamaya
ihtiyacı ve hakkı vardır. Bebeklik ve çocukluk döneminde oyun oynamak, çocuğa araştırma, çevreyi
tanıma ve problem çözmeyi öğrenme imkânı sağlayarak dil ve zeka gelişimini destekler. Anne babalar olarak bu görevi ne kadar yerine getirebildiğimizi sorgulamamız gerekir. Onlara ne derece iyi
örnek oluyoruz? Onları ne kadar dinliyoruz? Bize
anlatamadıkları bir dertleri ve sakladıkları bir konu
olduğunda bunu onun hâl ve tavrından anlayabiliyor muyuz? Çocuğumuz başına gelen kötü bir olayı
hemen gelip paylaşabilecek kadar bizi kendine yakın hissediyor mu?
Onların eğitimine ne kadar önem veriyoruz? Eğitimi yalnızca başarılı ders notları olarak görmenin
ötesinde psikolojik açıdan da gelişimini önemsiyor muyuz? Bu sorulara olumlu cevaplar verebildiğimiz ölçüde çocuklarımızı olumsuzluklardan koruyabiliyor ve onların ruh sağlığına yatırım yapıyoruz demektir.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
63
İz Bırakanlar
Firdevs Kapusızoğlu
Bir Medeniyet Fatihi
İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU
Eyi düşlerimin yoru
Kara ekmeğimin akça mayası
Susayınca çağıldak sular sesi
Dost budur, Hak dost
F
ethi Gemuhluoğlu “Merhabanın nuru beni
söyletiyor, dilimiz açılıyor.” diye başlarken sözüne, biz de onun ruh-i kudsilerine merhaba
diyeceğiz.
Evet, merhaba ey gönüllerin fatihi, gerçek dost.
O; “Hayalleriniz, düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün. Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insanlığın büyük rüyasıdır.” diyerek gördüğü
rüyanın tüm insanlığa şifa olmasını, Türk milletinin kuruyan damarlarına can vermesini istiyordu.
Bir eli gelenekte diğer eli medeniyetin gerektirdiği
usullerde olan bir nesildi onun rüyası.
İki doğum arasında
Fethi Gemuhluoğlu, Arapgirli bir Türkmen ailesinin
çocuğu olarak 1923 yılında İstanbul Göztepe’de doğdu. Çocukluğu ve gençliği Göztepe ve Erenköy semtlerinde geçti. Gençliğin dünyaya bakışında âdeta bir
devrim yaratan fikir ve hareketlerinin arkasında ailesinin mayalamış olduğu aşk ve irfan vardı.
Haydar Paşa Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üni-
64
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
versitesi Hukuk Fakültesinde öğrenimini sürdüren
Gemuhluoğlu fakülteden mezun olamadı. 19501955 yıllarında İstanbul’da çeşitli okullarda Türk
Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaparak abide şahsiyetiyle nice güzel evlatlar yetiştirdi. 1955-63 yıllarında ise İstanbul’da Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü yaptı. 1959 yılında Dr. Emine Suzan Hanımefendi ile evlendi; Mehmet Ali ve Veli Selman
isimlerinde iki evladı oldu. 1963-1965 yıllarında,
Almanya’da serbest gazetecilik yaptı. Bir süre Millî
Eğitim Bakanlığı özel kalem müdürü olarak çalıştıktan sonra 1966-70 yılları arasında Türkiye Odalar
Birliği Basın Müşavirliği görevinde bulundu.
Çok sayıda vakıf, dernek, hayır kurumunda yönetim kurulu üyeliği yaparak bütün gücünü insanlığa faydalı olabileceği yerlerde kullandı. Gençlerin Türkiye’yi, kendi değerlerini koruyarak, muasır
medeniyetler seviyesine çıkaracağına inandı. Kabiliyetli fakat imkânsızlıkların sınırladığı gençlere
maddi manevi destek sağlamak, bir ağabey şefkatiyle onları yetiştirmek düşüncesiyle kuruluşunu
gerçekleştirdiği “Türk Petrol Vakfı”nın Genel Sekre-
terliği görevini sürdürürken, 5 Ekim
1977’de İstanbul’da mekân değiştirdi. Kabri İstanbul Göztepe’de Sahrayı Cedit mezarlığındadır.
Türküler kadar renkli yaşamak…
Fethi Gemuhluoğlu edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebruda, tezhipte, mimaride gelenekten beslenerek varlık gösterecek bir toplum rüyasıyla Türkiye topraklarının her bir köşesine
tohumlar serpiştirip, bir nesle imzasını atmıştır.
Fethi Gemuhluoğlu soluksuz yaşadığı renkli yaşamına o kadar çok şey
sığdırdı ki tasavvuftan siyasete, iktisattan Türk tarih ve kültürüne kadar ilgilendiği pek çok sahada
bir otorite kadar tesirliydi.
Hep dostluğu telkin eden ve bütün insanlığa dostluğun ne demek olduğunu öğreten Fethi Gemuhluoğlu siyaseti; Türkiye’nin hedeflerini gerçekleştirmesi, medeniyetin mütekâmil bir noktasında yer
edinmesi için bir araç olarak görmüştür. Bu meyanda Fethi Gemuhluoğlu Kıbrıs’ı Koruma Cemiyetinin kurucularından biriydi ve genel sekreterliğini
yürütmüştü. O siyasetin içinde olmasına rağmen
politikadan, ideolojik hareketlerden daima uzak
durdu. Siyasetten beklentisi, “İslam’ın beynelmileline ittibaen şark milletlerinin, Müslüman halkların birlik ve beraberliği”ydi.
Fethi Gemuhluoğlu edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebruda, tezhipte, mimaride gelenekten beslenerek varlık gösterecek bir toplum rüyasıyla Türkiye topraklarının her bir köşesine tohumlar serpiştirip bir nesle imzasını atmıştır.
“Cebinizde kalan son parayla simit alıp da karnınızı doyurmayın, gidin onunla bir film yahut bir
tiyatro seyredin.” diyerek gençliğe seslenirken sanatın, millet varlığının en güzel tezahürü olduğunu biliyordu. Ona göre kişi, düştüğü yerden ayağa kalkardı. Yurdumuzda yabancılaşmanın sanatla başladığını, değerlerimizden verdiğimiz ödünün en önce sanatta görüldüğünü öne sürerken
hiç de haksız değildi. Sanatın bitmez tükenmez tazeliğiyle, tekrar ayağa kalkacağımıza inanan Fethi Gemuhluoğlu, sanatla bizatihi ilgilenmiş, etrafındakileri de teşvik etmiştir. Uzun yıllar boyunca
söz ve yazı orucu tutarak kalemine suskunluğu telkin ederken, gecesini gündüzüne katmış, hiç durmadan okumuştur.
Fethi Gemuhluğlu’na göre; “Medeniyetin zeminini oluşturan bilgelik damarı, hayatın hemen bütün alanlarında kendini dile getirmedikçe, o muazzam yapı yeniden kurulamaz.” İşte bu yüzden hayatın her alanında tesiri kuvvetli, dinç bir nesil yetiştirme gayretiyle dörtnala koşmuştur.
Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız
“Gönül bir dereye benzer, ona her türlü çer çöp,
pislik düşebilir. Bütün mesele bunları biriktirip taaffün edecek hâle getirmemekte. Onlar geldikleri
gibi geçip gitmelidirler.” diyerek gönlü akıp giden,
hasretle denizine kavuşmayı bekleyen bir ırmağa
benzetmiştir. O ırmak ki hem kendini hem etrafındakileri yuyup yıkayan, tüm pisliklerden arındıran
mahiyettedir… Fethi Gemuhluoğlunun gönlü; insanların ruhuna teneffüs eden, şifa veren bir sebil
gibiydi. Yüzlerce güvercinin nasiplendiği ilim ve irfan çeşmesi, aşk çeşmesiydi.
Fethi Gemuhluoğlu için ahlak çok önemliydi.
“Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız.” diyordu. Gözyaşıyla yıkanan ruhlarımızı “Hâlık’a tâzim ve
mahlûka şefkat” ile özgürleştirmemizi istiyordu. İnsanın esfel-i safilin ve eşref-i mahlukat olmak arasındaki ince çizgiyi geçebilmesinin ancak bu ahlak
üzere olmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyordu. “Yalnız insanların değil; kurdun, kuşun, dikenin, otun da hakkını görüp gözetin diyordu.” Annelere sesleniyordu. “Çocuklarınıza yaramazlık yapıyorlar diye kızmayınız, biraz sabırlı olunuz. Çocuklar yaramazlıklarını şimdi çocuk iken yapsınlar
da yarın büyüdükleri zaman yapmasınlar. Böylesi
daha hayırlı değil mi?” diyerek bu ahlakın temelinin ailede atıldığına dikkatleri çekiyordu.
O gönül fethine çıkan bir Deli Dumrul idi
Fethi Gemuhluoğlu âdeta gönül fethine çıkan bir
Deli Dumrul olarak gönüllerimizde tatlı bir terennüm bırakmıştır.
“Ben insanlara evliyaymış gibi muamele etmekten
hiçbir zarar görmedim. Herkese evliyaymış gibi
hürmet ederim. Evliya ise zaten hakkıdır, değilse
layık olsun.” düşüncesi onun tek başına bir mektep olmasını sağlamıştır. Kadınanasının onu hangi
akça sütle emzirdiğini, dervişliği iliklerine kadar yaşayan bir sevgi adamı olduğunu onun bu sözlerinden anlıyoruz. O; âleme, güzelliğe açılan bir pencereden yaşlı gözleriyle bakmış ve gitmiştir.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
65
Tarihten Sayfalar
Prof. Dr. Adnan Demircan
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke’de İnsanları
Kazanmaya ve Yetiştirmeye Yönelik Faaliyetleri
H
z. Peygamber’in (s.a.s.), Medine’de insanları yetiştirme ve ümmeti şekillendirme çalışmaları hakkında daha fazla bilgimiz olduğu
hâlde Mekke’deki çalışmaları hakkındaki bilgimiz
sınırlıdır. Bunun sebebi, Mekke döneminde, o yıllarla ilgili bilgileri nakledecek Müslümanların sayısının az olması, Müslümanların maruz kaldıkları
baskı ve sıkıntılar olmalıdır.
Allah Rasulü’nün (s.a.s.) ilk vahiy tecrübesiyle karşılaşmasından sonra başlayan tebliğ süreci, aynı zamanda Müslümanları eğitme ve onları yetiştirme
sürecidir. Bu dönem, ayrıca Allah Rasulü’nün (s.a.s.)
tebliğci ve eğitimci olarak ilahî iradenin gözetiminde daha kapsamlı bir tebliğ yapabilmesi ve baskılara direnebilmesi için yetiştiği bir süreçtir. Onun
tebliğ süreci, yaşadığı sıkıntılarla ve karşılaştığı zorluklarla birlikte gelişme göstermiştir.
İlk vahiy tecrübesini yaşadıktan sonra olanları yakın çevresindekilere anlatan Hz. Peygamber, yakınlarından Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir, Zeyd b.
Harise gibi bazı insanlardan gördüğü desteği Kureyşlilerin çoğundan göremedi.
Allah Rasulü (s.a.s.), açık tebliğin başlamasından
sonra muhataplarına yönelik topluca tebliğ denemeleri yaptı. Önce çağrısını Haşimoğullarını evine
davet ederek yaptı. Bu amaçla iki teşebbüste bulundu; ama hedefine ulaşması mümkün olmadı. Sonra Kureyşlilere seslenerek onları topladı. Kendilerini Allah’ı birlemeye, O’ndan başkasına itaat ve ibadet etmemeye davet etti; ancak yaptığı bu davetlerden ne Haşimoğullarından, ne de Kureyş’ten umduğu olumlu karşılığı buldu.
Allah Rasulü’nün ilk zamanlardaki önemli faaliyetlerinden biri, kabile liderlerine yönelik oldu. Onların Müslüman olmasını önemsiyordu. Zira kabile liderlerinin Müslüman olması, diğer Kureyşlilerin de Müslüman olmasını kolaylaştıracaktı. Ancak Allah
66
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Rasulü (s.a.s.), kabile liderlerine yönelik tebliğ çalışmalarına olumlu yanıt alamadı. Kendileri Müslüman olmadıkları gibi, Müslüman olmak isteyenleri
engellediler ve Müslüman olanlara işkencelere varan baskılar yaptılar.
Hz. Peygamber, kabile liderlerinden gördüğü tepki üzerine şahıslara yönelik bire bir tebliğ çalışmalarına ağırlık vermeye başladı. Tebliği bizzat kendisi yaptığı gibi, İslam’ı kabul eden kimseler de arkadaşlarına ve yakın çevrelerine yönelik tebliğ faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bunlardan Hz. Ebu Bekir
gibi kimseler, İslam’a davet faaliyetlerinde oldukça
başarılı da oldular. Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) çağrısıyla
Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman
b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah gibi
sonraki yıllarda etkin olan şahsiyetler Müslüman
oldu. (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, I, 239-241.)
Allah Rasulü’nün (s.a.s.) tebliğ faaliyetleri, bir kısmı yakın akrabaları da olan Kureyşlilerden beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Liderlerin direnç gösterdiği İslam’a, ilgi gösterenler de vardı. Özellikle
gençler arasında Hz. Peygamber’in mesajının ciddi yankıları oldu.
Müslüman olanların bir kısmı Kureyş liderlerinin çocukları ve akrabalarıydı. Başkalarına kötü
örnek olmamaları için bu genç Müslümanları Hz.
Peygamber’den uzak tutmak, hatta mümkünse eski
dinlerine geri çevirmek, Ebu Cehil, Ümeyye b. Halef, Nadr b. el-Haris gibi bazı müşriklerin görev olarak gördükleri bir hedefti.
Hz. Peygamber’in, Müslümanlara yönelik baskıları azaltmaya matuf çalışmalarından biri, Erkam b.
Ebi’l-Erkam’ın (v. 55/675) evini Müslümanların buluşma ve eğitim merkezi olarak kullanmasıdır.
Burası Safa tepesinin yanındaydı. Konum olarak
Harem’in yakınında olduğu için stratejik bir önemi
vardı. Hz. Peygamber’in insanların ihtida etmelerini sağlamak ve onları eğitmek amacıyla bire bir çalışma yaptığı Darü’l-Erkam, Mekke tebliğ tarihinde
önemli bir yere sahiptir.
Evin sahibi olan Erkam b. Ebi’l-Erkam, 17-18 yaşlarında, 7. veya 8. kişi olarak Müslüman olmuş
Mahzumoğulları’ndan biriydi. Erkam, evini Hz.
Peygamber’in tebliğ faaliyetleri için tahsis etmiş;
Mekke’de Müslümanların ümmet bilincini oluşturmalarına eviyle önemli katkılarda bulunmuştu.
Salim gibi sosyal konumları açısından
zayıf insanlar olduğu
gibi Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer gibi güçlü kimseler de
vardı.
Hz. Peygamber’in Erkam’ın evini bir sığınma ve buluşma mekânı olarak kullanması, baskıların artması sürecinde ortaya çıkan bir gelişmedir. Zira müşrikler, insanları çabuk etkilediğini düşündükleri
için Allah Rasulü’nün (s.a.s.), çocuklarıyla ve yakınlarıyla serbestçe görüşmesine izin vermiyorlardı.
Müşriklerin baskısını boşa çıkarmak amacıyla takriben Müslümanların yarısını Habeşistan’a
gönderdi. Habeşistan’a giden 110 kadar Müslüman
arasında Hz. Peygamber’in amcaoğlu Cafer b. Ebi
Talip, damadı Ümeyyeoğullarından Osman b. Affan, Mus’ab b. Umeyr, Zübeyr b. Avvam ve Abdurrahman b. Avf gibi kimseler vardı.
Erkam’ın evi, hem Müslümanların bir araya gelip
görüştükleri bir yerdi; hem de Hz. Peygamber’in
Müslümanları eğittiği ve bir kimlik oluşturmaya
çalıştığı bir merkezdi. Orada pek çok kişi Müslüman oldu. Hz. Ömer, Erkam’ın evinde Müslüman
olanlardandır. Müslümanların açıkça Kâbe’nin yanında ibadete karar vermeleri de burada gerçekleşti: Bir pazartesi gecesi Peygamber (s.a.s.) şöyle demişti: “Ey Allah’ım! Şu iki kişiden sana en sevimli
olanıyla İslam’ı yücelt! Ömer b. el-Hattap ile ya da
Amr b. Hişam (Ebu Cehil) ile!” Ömer b. el-Hattap ertesi gün erkenden geldi ve Erkam’ın evinde Müslüman oldu. Oradan çıktılar, tekbir getirip Kâbe’yi tavaf ettiler. (İbn Sa’d, Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir, III, 224.)
Erkam’ın evi, İslami tebliğdeki öneminden dolayı
“Darü’l-İslam” (İslam’ın Evi) adıyla anılırdı. Erkam,
vefatından önce evini satılmamak üzere çocuklarına vakfetti. Bu ev, Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mansur’un iktidar dönemine kadar içinde onun
soyundan gelenlerin oturdukları, kiraya verdikleri
ayakta duran bir vakıf olmaya devam etti. (İbn Sa’d,
Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir, III, 224.)
Müşrikler, yeni dinin yayılmasını engellemeye çalıştıkça Hz. Peygamber de onlara karşı tedbirler alıyordu. Bu çerçevede Müslümanlar arasındaki dayanışmayı arttırmak amacıyla bazı kimseleri kardeşleştirdi. Kendisi, Hz. Ali ile kardeşleşirken, Hz.
Hamza’yı Zeyd b. Harise ile Hz. Ebu Bekir’i Hz.
Ömer ile Hz. Osman’ı Abdurrahman b. Avf ile Zübeyr b. Avvam’ı Abdullah b. Mesud ile Ubeyde b.
el-Haris’i Bilal el-Habeşi ile Mus’ab b. Umeyr’i Sa’d
b. Ebi Vakkas ile Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’ı Salim ile
ve Said b. Zeyd’i Talha b. Ubeydullah ile kardeşleştirdi. (İbn Habib, Kitabü’l-Muhabber, s. 70-71; Belazüri, Ensabü’lEşraf, I, 270.) Böylece bir kısmı zayıf kabilelerden, anlaşmalılardan ya da azatlılardan olan on sekiz kişi
kardeşleştirilmiştir. Aralarında Bilal el-Habeşi ve
Aralarında ileri gelenlerin çocuklarının da olduğu grubun Habeşistan’a gitmesi, müşrikleri Hz.
Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik baskılarını
arttırmaya sürükledi. Nitekim Haşimoğullarının Hz.
Peygamber’e desteklerini azaltmak amacıyla ambargo uygulandı. Üç yıl devam eden sosyal ve ekonomik boykot döneminde Hz. Peygamber’in Mekkelilere yönelik tebliğ faaliyetlerini devam ettirmesi mümkün değildi. Hac döneminde Mekke dışından gelen ziyaretçilere yönelik tebliğ teşebbüsleri
de müşriklerin planlı engellemesiyle karşılaşıyordu.
Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki tebliğinin
ve eğitiminin merkezinde Kur’an-ı Kerim vardı. Bütün konuşmalar, Kur’an çerçevesinde yapılıyor; tebliğ, daha çok Kur’an’dan pasajlar okunarak gerçekleştiriliyordu. Müslüman olanlarla ilgili anlatılanların çoğu, muhatapların okunan Kur’an’dan etkilenmeleri üzerine Hz. Peygamber’in getirdiği dine
iman ettiklerine dairdir. Mekke’de Müslümanların
gündemini inen ayetler ve onları öğrenme çabası
meşgul ediyordu.
Hz. Peygamber’in vurguladığı iki ilahî mesajdan
öncelikli olanı tevhit, yani Allah’a ortak koşmamaya çağrıydı. İkinci önemli inanç ilkesi ise ahiret inancıydı. Ahiret inancı, ilahî iradenin işaret ettiği hayatı yeryüzünde kurmak için Müslümanların
davranışlarını herhangi bir otoritenin isteğiyle değil, inançlarından gelen manevi güçle şekillendirmelerini sağlıyordu. Bu inanç, Müslümanların en
büyük gücüydü.
Allah Elçisi’nin (s.a.s.) Mekke’de yetiştirdiği sayıları
230 kişi kadar olan bu Müslümanlar, donatıldıkları
Kur’an bilgisiyle ilahî mesajı o gün bilinen dünyanın en ücra köşelerine kadar taşımışlardır.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
67
Yeşil Alan
Yrd. Doç. Dr. Hasan Yaşaroğlu
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İSLAM’DA EKOLOJİK DENGE
C
enab-ı Hak, insanoğlunu halife olarak yaratmış
ve dünyayı emrine vermiştir. Dünyayı imar ve
ıslah etmek, doğayı korumak, ekolojik dengenin bozulmasına mani olmak, ölçüye ve ahenge riayet etmek, insanoğlunun en mühim vazifelerindendir. İnsan, kâinattaki dengeyi bozmadan, atmosferi kirletmeden ve doğayı tahrip etmeden yaşamayı, buna uygun bir hayat düzeni kurmayı başarmak zorundadır.
68
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Ölçü, ahenk ve dengeye riayetsizlik sonucu ortaya
çıkan olumsuzluklar, Kur’an tarafından ve Kur’an
açısından fesat ve zulüm olarak ifadelendirilmiştir. Dengeyi bozacak, doğayı tahrip edecek iş ve faaliyetlerde bulunmak fesattır ve aynı zamanda bu
zulümdür. Bu kâinatı mesken edinmiş olan, onun
nimetlerinden istifade eden insanın, fesada ve zulme karşı etkili tedbirler geliştirmesi mutlak zorunluluk iken, insanın bizzat bu tür zararlı faaliyetler
Doymak bilmeyen, bozgunculuk peşinde koşan,
enerji kaynaklarını ele geçirmek için kan akıtan
yozlaşmış insan, hem doğayı alabildiğine tahrip
etmekte, hem de dünya barışını alt üst etmektedir.
içerisine girmesi, dünyanın geleceği açısından kaygılara ve derin endişelere neden olmakta, bizzat insanın kendi eli ile kendi geleceğini karartması, çok
çelişik bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Kâinattaki ahenk ve dengeyi korumakla görevli insan, ne yazık ki bu görevini yerine getirmemekte
ve bu doyumsuz insan, kâinatın dengesini bozacak
yanlış faaliyetler içerisine girmektedir. Kâinatın,
bu arada dünyanın, dengesini bozan bizzat insanın kendisidir. İnsanoğlu, doğal dengeyi, kendi kişisel çıkarları ve doymazlığı uğruna altüst etmiştir.
Cenab-ı Hakk’ın halife olarak yarattığı ve dünyayı
emrine ve korumasına verdiği insanoğlu, yapmış
olduğu işler neticesinde tabiatın düzeninin bozulmasına ve yerkürenin yaşanmaz hâle gelmesine
sebebiyet vermektedir. Bu da bir manada melekdiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
69
lerin endişelerinde haklı çıktıklarını kanıtlamaktadır. Hani, Cenab-ı Hak, meleklere: “Ben yerkürede bir halife yaratacağım.” diye emr ü ferman buyurduğunda, melekler: “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın.” (Bakara, 2/30.) şeklinde, endişelerini dile getirmişlerdi.
Dünyanın ekolojik dengesinin bozulması, bu fesadın gerçekleşme şekillerinden biri olarak değerlendirilebilir.
Cenab-ı Hak tarafından halife olarak yaratılan insanoğlunun görevi dünyayı ıslah ve imardır. Fakat
insanoğlu çıkarcılığı yüzünden bu görevini yerine
getirmemektedir. Aksine fesat üretmektedir. Doymak bilmeyen, bozgunculuk peşinde koşan, enerji kaynaklarını ele geçirmek için kan akıtan yozlaşmış insan, hem doğayı alabildiğine tahrip etmekte, hem de dünya barışını altüst etmektedir.
Hâlbuki onun görevi salah üretmek, ıslah etmektir. Dönem dönem insanlığa gelen uyarıcı Peygamberler, insana her daim bu görevini hatırlatmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de, Hud suresinde ifade edildiğine göre, peygamberlerin insanlığa iletmiş oldukları mesaj, “Bizim ıslahtan başka, salah üretmekten
başka, barıştan başka bir amacımız yoktur. Biz sadece ve sadece gücümüz oranında ıslah etmek istiyoruz.” (Hud, 11/88.) mesajıdır.
Tahrip edilmiş, yaşanmaz hâle getirilmiş doğa, bir
70
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
anlamda cehennemi ifade etmektedir. Cennet ise
bunun zıddıdır. Cennet müminin meskenidir. Cennet fesat için değil, salah için koşan insanın gideceği yerdir. Fesada direnen, yozlaşmaya karşı çıkan, görev ve sorumluluğunu bilinçli bir şekilde
yerine getirmeye çalışan, ıslah ve imarı gaye edinen mümin, sonuçta cennete girmeye hak kazanacaktır. Cennet bir anlamda içerisinden nehirler
akan yeşilliklerle kaplı doğadır. Cenneti de cehennemi de uzaklarda aramamak gerekir. İnsanın ihya
ettiği doğa onun cenneti, tahrip ettiği, yaşanmaz
hâle getirdiği doğa ise onun cehennemidir.
İnsana emanet olarak verilen doğa, sadece ve sadece insanın yararlanması için yaratılmamıştır.
Dünyanın insanın emrine verilmiş olması sadece
ona tahsis edildiği anlamına gelmez. Doğada başkalarının da hakkı vardır. İnsan doğayı hem, canlı
cansız tüm varlık âlemi ile paylaşmalı hem de doğayı, onların yaşamasına uygun ve elverişli hâle
getirmelidir. Doğaya ihtimam göstermelidir. Emanetin anlamı budur. Emanete ihanet, onun elden
gitmesine sebep olmaktadır.
İnsanoğlunun doğaya ve tabiata acımasız davranmasına karşın, tabiat ona şefkatli davranmaktadır. Tabiat, çoğu yerde “tabiat ana” şeklinde ifade
edilmiştir. Tabiatın ana diye ifade edilmesi bir şefkat hissinin dile getirilmesidir. Ana, şefkat demek-
tir. Tabiat, ana şefkatini temsil etmektedir.
Tabiat ana, insanoğlunun tüm azgınlığına,
doymazlığına rağmen
ona yine de şefkatle
muamele etmektedir.
İnsan ise bu şefkate
acımasızlık ve nankörlükle cevap vermektedir.
hurma bahçeleri duvarlarla çevrilmiş, sebebini sorduğunda, dediler ki:
- Ya Rasulallah, bu duvarlar hurmaları başkalarından korumak için yapılmıştır. Herkes hurmasını
topladıktan, kendisine bir
yıl yetecek miktarda hurmasını alıp evine götürdükten sonra geri kalan
hurmalar ne olacak, herkes yıllık ihtiyacını alsın
geri kalanı ise fakir fukaraya kalsın. Dolayısı ile fakir fukara kendine yetecek
miktarda yıllık hurma ihtiyacını rahatça alabilsin…
Canlılar içerisinde şefkati ana, bitkiler içerisinde ise orman ve
ağaç temsil etmektedir. Orman ve ağaç
tıpkı bir anne gibi şefkatle kucaklar insanı
ve gölgesinde serinle- Kâinattaki ahenk ve dengeyi korumakla
Bu kısa açıklamanın artir onu. Fakat ne yazık görevli insan, ne yazık ki bu görevini yerine
dından Kâinatın Efendisi
ki kendisini bedava
getirmemekte ve bu doyumsuz insan, kâinatın ilk talimatını verdi.
serinleten o masum
“Yıkın bu duvarları…”
ağaç, doymaz, çıkarcı dengesini bozacak yanlış faaliyetler içerisine
ve menfaatperest in- girmektedir.
Bu gerçekler genel itibasan tarafından acımarıyla dünya çevre eksenisızca katledilmekteni yansıtmaktadır. Dünya
dir. Çıkarcılığın, mengenel ekseninden Türkiye özel eksenine döndüğüfaatperestliğin, doymazlığın günümüzdeki ifadesi
müzde, çok yoğun bir doğa tahribi ile karşı karşıise vahşi kapitalizmdir. Vahşi kapitalizm ne yazık
ya kalmamız kaçınılmazdır. Türkiye’de doğa tahriki gölgesini satamadığı ağacı kesmektedir.
binin adı betonlaşma ve düzensiz kentleşmedir. BiPeygamberimiz ağaç kesmeyi yasaklamıştır. Ağaç zim bu işi, bu yapılaşma ve düzgün kentleşme işini
kesmeyi yasakladığı gibi çıkarcılık ve menfaatpe- başaramadığımız ayan beyan ortadadır. Yapılaşma
restliği de hoş görmemiştir. Esas olan yardımlaş- ihtiyacı ile doğayı koruma gerçeğini bir arada yümaktır. Komşun aç iken sen tok yatamazsın, men- rütemedik. Bizde yapılaşma, doğa tahribi demekfaatin uğruna doğayı tahrip edemezsin, ağacı kese- tir. Düzgün kentleşme ve yapılaşmayı, doğayı tahmezsin, kanaat etmek, yetinmek zorundasın.
rip etmeden başarmış ülkeler var. Uçaktan aşağıya
baktığımızda, bazı ülkelerde yemyeşil bir doğa
Peygamberimiz’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Medinelilere vermiş olduğu ilk emir, ilk ta- ile bazı ülkeler de ise, mesela Türkiye’de, düzensiz
limat, selamlaşmak ve yardımlaşmaktır. Mekke’de kentleşme ile beton ile yüz yüze gelme bahtsızlığıhurma bahçelerinin etrafında duvar yoktu. Pey- nı yaşamamız, bizim açımızdan, çok ama çok üzügamberimiz Medine’ye göç ettiğinde bir baktı ki cü ve ülkemiz adını doğrusu çok düşündürücüdür.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
71
Kur’an Kavramları
Doç. Dr. İsmail Karagöz
Rehberlik ve Teftiş Başkanı
İtaat
Sözlük anlamı
“İtaat” kelimesi sözlükte; boyun
eğmek, yumuşak davranmak,
birinin isteğine, emir ve yasağına isteyerek uymak anlamındadır, “isyan” ve “fısk” kelimelerinin zıddıdır.
Din dilindeki anlamı
Din dilinde “itaat”; Allah ve
peygamberin emir ve yasaklarına isteyerek uymak, yapılmasından dolayı sevap elde edilen
herhangi bir ameli yapmaktır.
Kur’an’daki anlamı
Kur’an’da “itaat” kavramı, övme
ve yerme ifadesi olarak kullanılmıştır. İtaat edilenler açısından
itaat emredilmiş veya yasaklanmış; insanların ve cinlerin itaat
ve isyan edebilmelerine karşılık
meleklerin ve diğer varlıkların
sadece itaatlerinin söz konusu
olduğu bildirilmiştir.
1. Kendilerine itaat edilmesi
emredilenler
Allah’a, peygambere ve Müslüman yöneticilere itaat edilmesi emredilmiş, bu emre uyanlar övülmüş ve kendilerine
mükâfat vaat edilerek itaat teşvik edilmiştir.
a) Allah’a ve peygambere itaat
Kur’an’da 20 ayette Allah ve
peygambere itaat etmek birlikte zikredilmiştir. “Ey müminler!
Allah’a itaat edin, peygambere
itaat edin.” (Nisa, 4/59; Âl-i İmran,
3/32.) “Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse büyük bir
72
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
kurtuluşa ermiştir.” (Ahzab, 33/71.)
Peygamberimiz, “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin ve itaatin üzerine sabit kıl”
diye dua etmiştir. (Ahmed, VI,
251.) Allah’a ve peygambere itaat, müminlerin en bariz özelliğidir. (Tevbe, 9/71.) “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve peygamberine çağrıldıkları zaman
müminlerin sözü ancak, “işittik
ve itaat ettik” demeleridir.” (Nur,
24/51.) İman ettikten sonra Allah ve peygambere itaatten yüz
çevirmek, imanla bağdaşır bir
davranış değildir. Bunu ancak
münafıklar yapabilir. (Nur, 24/4748.) Çünkü Allah’a ve peygamberine itaat, imanın gereğidir. (Enfal, 8/1.) Allah’a ve peygamberine itaat etmeyenler, ahirette
pişman olurlar. (Ahzab, 33/66.)
Allah’a ve peygamberine itaat; Allah ve peygamberin emir
ve yasaklarına, tavsiye ve hükümlerine, helal ve haramlarına uymaktır. Allah’a itaat eden
peygambere, peygambere itaat eden de Allah’a itaat etmiş
olur. (Nisa, 4/80.), Peygamberimiz
(s.a.s.), “Kim bana itaat ederse
Allah’a itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş
olur.” (Buhari, Ahkâm, 1.) buyurmuştur. Peygamberler, kendilerine itaat edilmesi için gönderilmiştir. (Nisa, 4/64.)
b) Emir sahiplerine itaat
“Ey Müminler! Allah’a itaat
edin, peygambere ve sizden
(olan) ulü’l-emre itaat edin.”
(Nisa, 4/59.) “Ulü’l-emr”; iş, emir
ve buyruk sahibi demektir.
“Ulü’l-emr” ile kastedilenlerin;
raşit halifeler, devlet başkanları, komutanlar, yöneticiler, bilginler ve fakihler olduğu söylenmiş (Taberi, IV, 5/147-150.) ise de
ulü’l-emr; askerî, resmî ve sivil
her seviyede yönetmek ve emretmek durumunda bulunan
her insanı içerir.
Ayette, “Allah’a itaat edin” ve
“peygambere itaat edin” denilmiş ayrıca “ulü’l-emre itaat
edin” denilmeyip “ulü’l-emre”
itaat, peygambere itaat ile birlikte zikredilmiş ve “sizden” niteliği ile kayıtlanmıştır. Dolayısıyla itaatin farz olabilmesi için
ulü’l-emrin Müslüman olması ve emrettiği şeyin Allah ve
peygamberin emriyle örtüşmesi, İslam’a ve aklıselime uygun
olması gerekir. Allah’a ve peygambere isyan olan konularda
yöneticilere itaat olmaz. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.),
“Günah olan bir fiil ile emredilmesi hariç müslüman kişinin
sevdiği ve sevmediği her konuda itaat etmesi ve söz dinlemesi
farzdır. Eğer günah ile emredilirse (Müslüman) bu konuda itaat etmez ve söz dinlemez.” (Müslim, İmare, 38.) buyurmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.s.)’in beyanına göre, “Allah’a isyan konusunda insana itaat olmaz. İtaat
ancak maruf (İslam’a ve aklıselime uygun olan şeylerde) olur.”
(Müslim, İmare, 39.) Mesela bir yönetici içki, hırsızlık, yalan, iftira,
zulüm vb günah fiillerin yapılmasını emretse bu emre uyul-
maz. Eğer günah olan söz ve fiillere uyulursa emri veren gibi uygulayan da sorumlu ve günahkâr
olur. Maruf olan şeylerde yöneticilere itaat, peygambere itaat gibidir. Bu sebeple Peygamber (s.a.s.),
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah’a
isyan etmiştir. Yöneticilere itaat
eden bana itaat etmiştir. Yöneticilere isyan eden de bana isyan
etmiştir.” (Buhari, Ahkâm, 1.) ve “Yöneticilerinize itaat ediniz.” (Ahmed,
II, 93.) buyurmuştur.
Müslüman olmayan yöneticilere itaat, dinen farz kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil varsa ahde (verilen söze ve yapılan
sözleşmeye) riayet söz konusudur. Ancak, Müslüman olmayan
yöneticilere itaat dinen farz değil demek onlara isyan edilmesi gerekir anlamına gelmez. (Yazır,
II, 1375.) Müslüman nerede yaşarsa yaşasın, emri kimden alırsa alsın ancak İslam’a uygun olanları
yapmak zorundadır. Anne babalar, öğretmenler, ustalar, işverenler ve her seviyedeki yöneticiler,
“ulü’l-emr” kavramına dâhildir.
Çocukların; anne babalarına itaat
etmeleri, hatta onlara “öf” bile dememeleri gerekir. Ancak, günah
olan bir fiili yapmalarını istedikleri zaman onlara itaat edilmez.
(Ankebut, 29/8; Lokman, 31/15.)
2. Kendilerine itaat edilmesi
yasaklananlar
Kur’an’da Allah’a, peygambere
ve Müslüman yöneticilerin maruf olan emirlerine itaatin emredilmesine karşılık müşrik, münafık, kâfir, Hristiyan, Yahudi, bozguncu, günahkâr, müsrif, yalancı
ve yalanlayıcı insanlara itaat edilmesi yasaklanmıştır. “Kâfirlere
ve münafıklara itaat etme.” (Ahzab, 33/48.) “Ey müminler! Ehli-
kitaptan (Hristiyan ve Yahudilerden) herhangi bir gruba itaat ederseniz imanınızdan sonra (onlar) sizi döndürüp kâfir yaparlar.” (Âl-i İmran, 3/100.) “Ey müminler! Eğer inkâr edenlere itaat
ederseniz sizi arkanıza (küfre) çevirirler. Bu takdirde ziyana uğrayanlara dâhil olursunuz.” (Âl-i İmran, 3/149.) Bu ve benzeri ayetlerde Allah; kâfir, müşrik, münafık
ve ehlikitaba itaat edilmesini yasaklamaktadır. Bunlara itaat; onların İslam’a uymayan inanç, düşünce, söz, eylem ve davranışlarını benimsemek ve uygulamaktır.
Nitekim Yüce Allah, “(Ey Peygamberim!) Rabbinin hükmüne sebat
et ve onlardan (kâfirlerden) hiçbir günahkâra veya nanköre itaat
etme.” (İnsan, 76/24.) buyurmuştur.
Burada yasaklanan şey, kâfirlerin
küfür ve isyan olan inanç, söz,
düşünce ve eylemlerine uymaktır. Küfür ve günah olmayan hususlarda onlara itaatte bir sakınca yoktur. (Beydavi, VI, 427-428.) Din
konusunda Allah ve peygamberden başkasının İslam’a uymayan
inanç, düşünce ve sözlerini kabul eden, Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram kılan kimse, Allah’a bunları ortak
koşmuş olur. Çünkü din ve helal
haram konusunda Allah’tan başkasını hâkim (hüküm verme, helal ve haram koyma) konumuna
yükseltmiş olur. (Nesefî, II, 476-477.)
Kendisine itaat edilen birçok insan Allah yolundan saptırılabilir.
(En’am, 6/116.) Allah’a isyan konusunda insanlara, büyüklere, liderlere, başkanlara itaat edip doğru
yoldan sapanlar, ahirette pişman
olurlar. “Keşke Allah’a itaat etseydik ve rasule itaat edeydik.” (Ahzab, 33/66.) ”Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize uyduk da
bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz!
Onlara iki kat azap ver, onlara büyük bir lanet eyle.” (Ahzab, 33/6768.) derler.
3. Diğer canlıların itaati
İnsanlar gibi cinlerin de Müslüman ve kâfir, itaatkâr ve isyankâr
olanları vardır. (Cin, 72/11, 14, 15.)
Melekler, Allah’ın emrettiği şeylere isyan etmezler ve emredildikleri şeyleri eksiksiz yaparlar.
(Tahrim, 66/6.) İnsan ve cin dışındaki varlıklar ise; yaratıldıkları amaç
doğrultusunda hareket ederler,
isyanları söz konusu değildir.
(Ra’d, 13/15; Fussılet, 41/11.) Yüce Allah, her varlığa bir görev vermiş
ve kâinata bir nizam koymuştur.
İnsan ve cinlerin iradi hareketlerinin dışında bütün varlıklar, kendilerine verilen görevleri yaparlar
ve ilahî nizama uyarlar.
Sonuç olarak; insan ve cinlerin
dışındaki canlı ve cansız bütün
varlıklar, Allah’ın emirlerine isteyerek itaat ederler, ilahî yasalara
uyarlar, asla isyan etmezler. Cin
ve insanlara itaat ve isyan edebilme yeteneği verilmiş, itaat veya
isyan iradelerine bırakılmıştır.
Ancak Kur’an’da; Allah, peygamber ve Müslüman olan yöneticilerin, İslam’a ve aklıselime uygun olan emir ve yasaklarına itaat emredilmiş; müşrik, münafık,
kâfir, Hristiyan, Yahudi, yalancı,
bozguncu insanların İslam’a aykırı olan söz ve buyruklarına itaat
yasaklanmıştır.
Yapılmasından dolayı sevap elde
edilen, Kur’an ve sünnete uygun
olan her inanç, söz, fiil ve davranış itaattir, Allah ve peygambere itaat eden ibadet etmiş olur.
Kur’an’ın her emir ve yasağına,
her ilke ve kuralına uymak itaat
ve ibadettir.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
73
Örnek Projeler
Halime Karabulut
Anlatırsan Anlarım Projesi
İşitme engellilerin dinî değerleri
öğrenmelerinin yanında
ilgi ve yetenekleri
doğrultusunda zararlı
alışkanlıklar ve ortamlardan uzak durmalarına
imkân sağlayan bir
çalışma niteliğini de
taşımaktadır.
G
ünlerden cuma, Çorum Müftülüğünden Abdullah Sanar namaz için Merkez Veysel Karani Camii’ne gider. İmam, hutbe için minbere
çıktığında, bir kişinin de hemen minberin yanında ayağa kalkarak okunan hutbeyi işaret diliyle etrafındakilere anlatmaya başladığını görür. Namazdan sonra işaret dili çevirmeninin yanına giderek
tanışır. Engellilere karşı duyarlılığı ile dikkat çeken
bu zat, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olduğunu ve etrafındaki cemaatin de İşitme Engelliler Lisesi öğrencileri olduğunu söyler.
Bu durumdan haberdar olan Çorum İl Müftüsü
Mehmet Aşık işaret dilini bilen bir ilahiyatçının
varlığını büyük bir avantaja çevirmek için proje koordinatörü Abdullah Sanar ile birlikte engellilere
yönelik bir proje hazırlamaya karar verirler.
Kısa sürede yapılan çalışma ve araştırmalar neticesinde Çorum’da 100’ün üzerinde işitme engelli vatandaş tespit edilir. Ayrıca, Çorum Özel Eğitim Meslek Lisesinde (Ordu, Sivas, Samsun, Kayseri, Yozgat, Çankırı, Kastamonu ve Kırıkkale illerinden gelen) eğitim gören 90 öğrenci de projeye dâhil edilir. Yapılan vaaz ve okunan hutbelerin
işitme engelli cemaat tarafından anlaşılmasını sağlamak için, Merkez Murad-ı Rabi Ulu Cami ve İşit74
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
me Engelliler Lisesi yanında bulunan Veysel Karani Camileri seçilir.
Projenin daha çok kişi tarafından bilinmesi için, İl
Müftüsü Mehmet Aşık, proje koordinatörü Abdullah Sanar ve İl Millî Eğitim Müdürlüğü bünyesinde çalışan işaret dilini de çok iyi bilen Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Yakup Meral ile birlikte “Anlatırsan Anlarım Projesi”ni basına tanıtır. Yerel basının büyük ilgi gösterdiği toplantıda, Aşık; Engelli vatandaşların dinî bilgileri öğrenme konusunda sıkıntı çektiklerini, onlara bu hizmeti vermenin
boyunlarının borcu olduğunu belirterek, bu projeyi başlattıklarını belirtir. Projeyi ilk etapta işitme engellilere yönelik olarak hazırladıklarını, ilerde görme
engelliler için de proje hazırlayacaklarını belirten
Mehmet Aşık, engellilere dinî bilgi verebilecek eleman sayısını artırmaya yönelik özel kurslar açmak
suretiyle engellilerin dinî bilgilerden mahrum kalmaması için gereken çabayı göstereceklerini belirtir.
“Anlatırsan Anlarım Projesi” kapsamında, işitme
engellilerin dinî hayatına katkı sağlamak ve doğru dinî bilgiyi sunmak amacıyla; işaret dili ile hutbe ve vaaz anlatımı, bütün engelli grupların ramazan ayı boyunca teravih namazlarını rahat bir şekilde cemaatle kılmalarını sağlamak ve yapılan va-
azların ayrıca işaret diliyle anlatılması başta olmak
üzere çeşitli hizmetler yürütülmüş, işitme engellilere yönelik iftar yemeği düzenlenmiş ve yaz Kur’an
kursu açılmıştır. Dünya Engelliler Gününde ise özel
bir program tertip edilmiştir. Bu programda;
İşaret dili ile ilahi konseri verilmiş, Kur’an-ı Kerim
okunurken panoya ayetler yansıtarak işaret dili ile
Kur’an-ı Kerim meali verilmiş ve aynı zamanda Braille alfabeli kabartmalı Kur’an-ı Kerim’den ayetler
okunmuştur. Projeye katılan yetmiş işitme engelliye Kur’an-ı Kerim hediye edilmiştir. Proje etkinliklerinin resim ve video kayıtları alınmış ve proje faaliyet kitapçığı basılmıştır.
Çorum Müftülüğünün iştirakçi olarak katkı sağladığı Orta Karadeniz Kalkınma Ajansının (OKA) desteklediği ve Millî Eğitim Bakanlığı Modüllü 120 saatlik “Sessiz Dil Projesi” ile Halk Eğitim Merkezi
Müdürlüğünün düzenlediği işaret dili kursuna 2
Kur’an kursu öğreticisi ve 13 Din görevlisi katılarak
sertifika almıştır.
“Anlatırsan Anlarım Projesi” kapsamında, Çorum
merkezde ikamet eden yaklaşık 100’ü aşkın işitme
engelli vatandaş ile Çorum Özel Eğitim Meslek Lisesinde (İşitme Engelliler Meslek Lisesi) eğitim gören 90 öğrenci faydalanmıştır. Ayrıca proje kapsamında kamu personeline ve halka yönelik de faaliyetler yürütülmüştür. İşaret dili kursu açılmış, müftülük personeline, kamu kurum ve kuruluşlarındaki personel ile gönüllü vatandaşlara da işaret dili
öğretilmiştir. Bu yönüyle proje, kamu kurum ve kuruluşları ile STK’ların, engelliler için işbirliği çalışmalarını gösteren çok değerli bir çalışmadır.
Bu proje; işitme engellilerin dinî değerleri öğrenmelerinin yanında ilgi ve yetenekleri doğrultusunda zararlı alışkanlıklar ve ortamlardan uzak durmalarına
imkân sağlayan, bedensel, zihinsel, ruhsal ve sosyal
gelişimlerini destekleyecek, entelektüel birikimlerini artıracak bir çalışma niteliğini de taşımaktadır.
Proje, ilk olarak Millî Eğitim Müdürlüğünden görevli Yakup Meral ve Kerebi Gazi Vakfı üyesi İbrahim Latif Aslan tarafından vaaz, hutbe, dinî konferans ve sohbetlerin işaret diliyle anlatılması ile başlamış ve daha sonraları işaret dili sertifikası alan
din görevlileri ve işitme engellilerin katkısı ile devam etmiştir.
Bu projeyi başlatma sebebini İl Müftüsü Mehmet
Aşık şöyle anlatıyor: “Bir gün yaşlı bir amca yanıma gelerek 40 yaşında işitme engelli bir oğlu olduğunu, kırk yıldır hasta ve yatağa bağlı yaşadığını,
o güne kadar da kendisiyle hiçbir iletişim sağlayamadığını, işaret dilini bilmediğini söyledi. Hz. Muhammed (s.a.s)’i anlattığımız bir sohbette ise, işitme engelli bir genç: “Muhammed kim, nerede yaşıyor, ben tanımıyorum onu” deyince bundan derin bir üzüntü duyduk ve böyle bir proje yapmaya
karar verdik.”
Projenin başlamasını sağlayan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Yakup Meral ise; işitme engellilerin dinî bilgileri öğrenmekte büyük zorluk çektiğini, onları anlamak ve yardımcı olma noktasında kendilerine destek verenlerin çok az olduğunu
fark ettiğinde, engellilere bir nebze olsun yardımcı
olmak için, özel bir çaba göstererek işaret dilini öğrendiğini ve elinden gelen bütün gayreti bundan
sonra da göstereceğini belirtmektedir. Yakup Meral, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in: “Müminler birbirini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve
birbirine şefkat göstermede tek bir beden gibidir.
O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuz kalıp acı çekerler.” (Müslim,
Birr, 66.) ifadeleriyle işaret ettiği, “kardeşinin derdiyle dertlenen kâmil bir mümin” tavrını sergilemeye
devam edecektir.
İl Müftüsü Mehmet Aşık, proje koordinatörü Abdullah Sanar, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Yakup Meral, Kerebi Gazi Vakfı üyesi İbrahim Latif Aslan, projede emeği geçen bütün personel ve katılımcılar biliyor ve inanıyor ki:
Âmâ olmak görmeye engel, ortopedik engelli olmak yürümeye engel, işitme engelli olmak duymaya engel… Fakat bunların hiçbiri İslam dinini öğrenmeye ve ibadetlerini yapmaya engel değildir,
kendilerine mutlu bir hayat sunabilirsek! Engellilerle doğru iletişim kurar ve onları hayatın her alanına dâhil edebilirsek! Onların saygınlıklarını güvence altına alıp öz güvenlerini geliştiren ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılmalarını kolaylaştıran şartları kendilerine sunabilirsek…
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
75
Eskimeyen Yazılar
Yahya Kemal Beyatlı
Ezan ve Kur’an
B
irçok günlerimi Ziya Gökalp ile konuşarak geçirdim. Diyarbakır’ın bir harika olan bu oğlu
konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi; ilk
Müslümanlar gibi mütedeyyin ilk Türkler gibi bani
idi. Maziyi arkasına çevirmiş sabit bir bakışla yalnız
istikbale bakardı. Maziye karşı daüssılamı hararetle
söylediğim bir gün dedi ki:
Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir ses ile cevap verdim.
“Ne harabi ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim.” dedim.
Bir cevaptan başka bir manası olmayan bu sözde
sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış.
Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı.
Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti.
Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü
857 senesinin baharını hissettim. Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fatih; Kostantiniyye fethine dair bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmaya gelmiş olan o ejder gibi toplar Gelibolu’dan gelen o binbir yelkenli, beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı. Elli yedi
gün süren muhasaradan ihtiyar Akşemsettin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya müfettiha’l-ebvab!” diye
bağırdığı tepelerden surlara baktım. İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur Sarayı burçlarının
üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün
Türk hamlesiyle yıkmağa çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim. Yedikule’den Eyüp’e kadar,
Topkapı’dan Edirne’ye kadar, Türk ordularının bir
sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan
Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim. Rumi Mayısın yirmi doku-
76
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
zuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk
defa buradan girmiştiler. O şafak vaktini, müthiş
mahşeri 857 seneden beri İslam’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci bütün kalbimle hissettim.
Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin
vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maizdi. Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i
vâki’di. Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk
defa idrak ettim.
Yine bir gün padişahımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an
okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken
nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.”
Peygamber Efendimiz’in hırkasını sakladığımız
cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi
önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: Hırka-i Saadet önünde
Kur’an ne zaman okunur? Dedi ki: “Dört asırdan
beri her saat! Geceli gündüzlü.”
Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadeti Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk
hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin
iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in
Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ
okunuyor!
Eskişehir, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri
siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!
(Bu yazı İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü tarafından yayınlanan “Aziz İstanbul” adlı kitaptan alınmıştır.)
Diyanet’e Soralım
Din İşleri Yüksek Kurulundan
Namazda harfleri yerli yerince çıkarmamakla namaz bozulur mu?
Namazda Kur’an’dan bir bölüm okumak farzdır. Bu
farzın yerine getirilmiş olması için, Kur’an’ın doğru, usulüne uygun olarak okunması gerekir. Okuyucunun dilinin sürçmesi ve yanılmasına zelletülkari veya lahn denir.
Namazda yapılan kıraat hatalarının namazı bozup
bozmayacağı konusunda fakihler birtakım ölçüler
getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir; Kur’an
kasten manası değişecek derecede yanlış okunursa
namaz bozulur. Hata veya unutarak yanlış okunması hâlinde ise; (bir harf yerine başka bir harf okunması şeklinde meydana gelen yanlışlıkta), bu kelimenin Kur’an’da bulunup bulunmadığına ve mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre;
bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur’an’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şayet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz, fakat bu kelimenin bir benzeri Kur’an’da yoksa İmam Ebu Hanife
?
ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulur, İmam
Ebu Yusuf’a göre bozulmaz. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur’an’da da benzeri bulunmazsa namaz bozulur.
Diğer yandan namazdaki kıraatlerde sin ve sad gibi
mahreç yakınlığı bulunan harflerde, harflerin tam
mahrecinden çıkarılamaması durumunda namaz
bozulmaz. Fakat âlimlerin çoğunluğu “Allahü ehad”
yerine “Allahü ehat” demenin namazı bozacağı görüşünde oldukları için, İhlas suresini okurken “dal”
harfini, “te” gibi okumamaya dikkat etmek gerekir.
Aynı zamanda mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt
etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Mesela “dat” yerine “dal”, “zal” veya
“zı” harfinin okunması böyledir. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir
durum (umum-ı belva) vardır.
Namazın dışında ve namazda tilavet secdesi nasıl yapılır?
Kur’an-ı Kerim okunurken secde ayetlerini okuyan
veya dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması vaciptir. Secde ayeti okuyan kişi namazda değilse, ister ayeti okur okumaz, ister daha sonra kalkıp secdeyi yapar.
Namaz kılan kişinin namazda secde ayeti okuması hâlinde, secde ayetinden sonra üç ayetten daha
fazla okumayıp, rükûya eğilecekse, tilavet secdesine niyet ederek rükûya gider. Yapmış olduğu bu
rükû aynı zamanda tilavet secdesi yerine de geçer.
Şayet üç ayetten daha fazla okuyacaksa, tilavet secdesine niyet ederek doğrudan secdeye gider ve bir
defa secde yaptıktan sonra ayağa kalkıp kaldığı yerden kıraate devam eder.
Tilavet secdesi bir namaz olmasa da; taharet, kıbleye dönmek, niyet etmek, avret yerlerinin örtülü ol-
ması gibi namazda aranan şartlar tilavet secdesinde de aranır. Ancak tilavet secdesinde iftitah tekbiri sünnettir.
Tilavet secdesi yapacak kişi, ellerini kaldırmadan
doğrudan doğruya ‘Allahu Ekber’ diyerek bir kere
secdeye gidip üç defa “Subhane Rabbiye’l-alâ” dedikten sonra yine ‘Allahü Ekber’ diyerek başını secdeden kaldırır. Böylece tilavet secdesi tamamlanmış olur. Yani tilavet secdesinden sonra teşehhüt
(et-Tahiyyatü) ve selam yoktur.
Tilavet secdesini gerektiren ayetleri işiten kişi, hemen secde yapmaya fırsat bulamaz ise, “Semi’na ve
eta’na ğufraneke Rabbena ve ileyke’l-masir” demesi müstehaptır. O anda yapamadığı secdeyi daha
sonra yapar.
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
77
Sehiv secdesini yapmayı unutan birine ne lazım gelir?
Yapılması gereken sehiv secdesini yanılarak veya unutarak terk eden bir kimse, eğer selam verdikten
sonra gülmek, konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir işte bulunursa veya sehiv
secdesi yapmaya vakit kalmaz ise, bu kimseden sehiv secdesi düşer.
Namazı iade etmesi de gerekmez. Ancak namaza aykırı bir davranışta bulunmadan secdeyi hatırlarsa
hemen secde eder.
Cemaatle namazda kamet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır?
Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için
ayağa ne zaman kalkacağı hususu, adap ve müstehaplarla ilgilidir. Müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felah” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar, imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Ancak namaza kametin bitiminde başlanması da caizdir. Kameti getiren aynı zamanda imamlık da yapacaksa kamet
bitince namaza durulur.
Şafii mezhebine göre ise kamet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır. İmam ayağa
kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz
için ayağa kalkmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.):
“Namaz için kamet getirildiğinde beni görmeden
ayağa kalkmayın.” (Buhari, Ezan, 22.) buyurmuştur.
Ancak imamdan çok da geri kalmamalı; imam ile
birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır.
Kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir mi?
Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken
bir farz olduğu için, bir mazeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden namazı vaktinde kılmayan kimse günahkâr olur. Hz. Peygamber (s.a.s.)
uyuyakalma ve unutmayı bir mazeret kabul etmiş
ve bu iki sebepten biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Hz. Peygamber’in bu husustaki
ifadesi şöyledir: “Biriniz uyuyakalır veya unutur da
bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o
namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı namazın vaktidir.”
(Buhari, Mevakit, 37; Müslim, Mesacid, 314-316.)
İmamla aynı vaktin namazını kılıyor olmak kaydı
ile kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir. Nitekim Hendek Savaşı’nın zor şartları altında Rasulüllah (s.a.s.) dört vakit namazı kılma fırsatı bulamamış; bilahare şartlar uygun hâle gelince de bu
namazları ashabına cemaatle kıldırmıştır. Abdullah b. Mesud’un olayla ilgili rivayeti şöyledir:
“Müşrikler, Hendek Savaşı’nda Rasulüllah’ı dört
vakit namaz kılmaktan alıkoydular. Nihayet, gecenin bir kısmı geçtikten sonra Bilal ezan okudu ve
kamet getirdi; Hz. Peygamber ikindiyi kıldırdı; sonra Bilal kamet getirdi, Hz. Peygamber akşam namazını kıldırdı; sonra Bilal yine kamet getirdi, Hz. Peygamber yatsı namazını kıldırdı.”
Kaza edilecek olan namazlar arasında bir sıra takip etmek şart mıdır?
Kaza edilecek namazlar arasında sıra gözetilip gözetilmeyeceği bu namazları kılacak kimsenin durumuna göre değişir. Buna göre sahib-i tertip kimseler yani daha önce vaktinde kılmadığı bir namaz üzerinden başka bir namaz geçirmemiş veya
en fazla beş vakit namaz geçmiş olanlar vaktinde kılamadıkları ilk namazdan başlayarak sırayla
kılarlar, ardından içinde bulundukları vaktin farzını kılarlar. Sahib-i tertip olanlar için bu sıraya uymak vaciptir.
78
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
Sahib-i tertip olmayan yani altı vakit veya daha
çok namazı kazaya kalmış olan kimselerin ise, bu
namazları kaza ederken tertibe riayet etmesi gerekmez. Eğer sadece vaktin farzını kılacak kadar
bir zaman kalmışsa bu takdirde kaza namazlarını
değil önce vaktin namazını kılar. Kişi altı vakitten
fazla kazaya namaz bıraktığında sahib-i tertip olmaktan çıkar. Bu durumda dilediği vakitte dilediği namazın kazasını kılabilir. Şafii mezhebine göre
ise tertibe riayet vacip değil müstehaptır.
Kitaplık
Ahmet Vural
Türkiye’de Siret Yazıcılığı
Siret Sempozyumu-I
İ
slam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’in hayatının bir başka ifade ile ‘siretin’ en iyi şekilde bilinmesi ve tanıtılması Müslümanlar başta
olmak üzere bütün insanlık için ehemmiyet arz
etmektedir. Türkiye’de geçmişte olduğu gibi bugün de Hz. Peygamber’in hayatını, dönemini ihtiva eden araştırmalar yapılarak gerek kitap, makale, deneme gibi yazılı; gerekse şiir, nesir, sinema, tiyatro, çizgi film gibi edebî ve sanatsal eserler ortaya konulmaktadır.
Bu minvalde Hz. Peygamber’in vahiy ile getirdiği Kur’an’ın ve üstlendiği misyonun farklı zümrelere nasıl anlatılması gerektiğini değişik bakış açısıyla ele alabilmek amacıyla düzenlenmiş olan
“Türkiye’de Siret Yazıcılığı” sempozyumunda sunulan tebliğler ve tartışmalar Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları tarafından kitap hâline getirilmiştir.
Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumu-I yaklaşık
otuz akademisyenin emeği ile sunulmuş geniş katılımlı bir çalışmanın ürünüdür. Eser, açılış ve protokol konuşmalarını, yedi oturumda akademisyenler tarafından sunulan tebliğleri ve nihayetinde yapılan değerlendirme-kapanış konuşmalarını içermektedir. Oturumlarda ele alınan konular şunlardır: I. Oturumda Osmanlı’dan Günümüze Siret
Yazıcılığı, II. Oturumda Türkiye’de Siret Yazarları,
III. Oturumda Siretin Neliği ve Sorunları, IV. Oturumda Siret Yazıcılığının Eleştirisi, V. Oturumda
İnterdisipliner-Pedagojik ve Görsel Açıdan Siret Ya-
zıcılığı, VI. Oturumda Doğu’da ve Batı’da Siret Yazıcılığı, Etkileri, VII. Oturumda ise Siret Yazıcılığında
Anokronizm-Kronoloji-Malzeme.
Kitapta yer alan bildiriler, bir siyer denemesi veya
Hz. Muhammed’in hayatına dair bilgileri ele alan
araştırmalar değildir. Aksine, onun hayatının çocuklardan yetişkinlere kadar değişik yaşlardaki insanlara nasıl anlatılması, öğretilmesi gerektiği üzerine yapılan tartışmaları ele alan tebliğleri ihtiva etmektedir. Ayrıca İslam Peygamberi’nin gelecek kuşaklarca nasıl anlaşılması ve anlatılması gerektiği
üzerine ortaya atılan yeni görüşlerin ve düşüncelerin ele alınmasını gündeme taşıyan bildirileri bir
araya getirmiş bulunmaktadır.
Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumunda siyer
yazımında ön plana çıkan temaların, üslubu itibarıyla siyer yazım çeşitleri gibi güncel konuların ve
sorunların yanında; kaynakların kullanılmasının,
disiplinler arasında yardımlaşmanın ve yöntem
tartışmalarının da ele alınarak farklı görüşler sunulması önemlidir.
Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumu isimli eser,
gelecekte bu konular üzerine araştırma ve inceleme
yapacak olanlara ışık tutacak ve Hz. Peygamber’in
vahiyle getirdiği misyonun daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olacaktır.
(Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumu-I, TDV Yayınları, Ankara 2012,762 s.)
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
79
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı
H
z. Muhammed (s.a.s.)’in hayatın gerçekleri içinde doğru bir şekilde tanıtılmasını
ve anlaşılmasını sağlamak,
onun evrensel niteliğe sahip olan
faaliyetlerini, davranışlarını ortaya koymak amacıyla Prof. Dr. İbrahim Sarıçam tarafından kaleme
alınan “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı” (440 s., DİB yay., 2012.)
adlı kitabın Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından 7. baskısı yapılmıştır.
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı; kullanılan kaynaklar açısından zengin, olayların doğru bir
şekilde tespit edilmeye çalışıldığı,
her şeyden önce genel kabul görmüş, doğru ve sağlam kabul edilen rivayetlerin esas alındığı bir
çalışmanın ürünüdür.
Sarıçam, eserini “hayatı”, “kişiliği”,
şeklinde klasik birkaç bölüme
ayırmak yerine, birbiriyle bağlantılı konuları ardı ardına sıralayarak ana başlıklar altında vermektedir. Hicret’e kadarki kısım-
80
diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280
da konuları “Hz. Muhammed’in
Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam”, “Peygamberliğine Kadar Hz. Muhammed”, “Peygamberliğin Mekke Dönemi” başlıkları altında kronolojik olarak vermiş, Medine döneminde ise “Hz.
Muhammed’in Örnek Kişiliğinden Kesitler”, “Hz. Muhammed’in
Aile Hayatı”, “Toplumsal Sorunlar
Karşısında Hz. Muhammed” gibi
başlıklarla sistematik olarak sunmuştur. Çalışmasında imkânlar
ölçüsünde görsel malzeme kullanmış, mekânları tanıtıcı resim,
harita ve şekillere yer vererek konuların daha iyi anlaşılmasını
sağlamıştır.
Hz. Peygamber’in hayatının ve faaliyetlerinin ele alındığı bu eserde, Hz. Peygamberi (s.a.s.) ağırlıklı olarak savaşlarıyla tanıtmaktan
ziyade savaş dışındaki faaliyetlerine de yer verilerek Peygamberimizin adil, barışçı, çevreci, vs.
kimliği de vurgulanmıştır.
Sarıçam; duru, anlaşılır ve akıcı bir üslup kullanarak birçok insanın keyifle okuyacağı bir eseri istifadeye sunmuştur. Hz.
Muhammed’in tarihî kişiliğini ve
bu kişilik çerçevesinde gerçekleştirdiği faaliyetleri ile örnek davranışlarını günümüz kuşağına en
doğru biçimde aktarmaya çalışarak, ülkemizde Hz. Peygamberle (s.a.s.) ilgili yapılan çalışmalara
katkıda bulunmuştur.
Müşterek Râvi Teorisi Ve
Tenkidi
Fatma Kızıl
Ankara 2014
İsam Yayınları
s: 543
İslâm Düşüncesinin
Dönüşüm Çağında
Fahreddin Er-Râzî
Editör: Ömer TÜRKER Osman DEMİR
Ankara 2013
İsam Yayınları
s: 615
Başkaları İçin
Ağlayabilmek
Doç. Dr. Halil Altuntaş
Ankara 2011
Diyanet Vakfı Yayınları
s: 320
Türkiye’de Misyonerlik
Faaliyetleri
Komisyon
Ankara 2005
Diyanet Vakfı Yayınları
s: 160