SAKARYA ÜNİVERSİTESİ FIKIH USULÜ Hafta 1 Yrd.Doç.Dr. Abdussamet BAKKALOĞLU Bu ders içeriğinin basım, yayım ve satış hakları Sakarya Üniversitesi’ne aittir. "Uzaktan Öğretim" tekniğine uygun olarak hazırlanan bu ders içeriğinin bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan ders içeriğinin tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Her hakkı saklıdır © 2011 Sakarya Üniversitesi Hafta 1 Fıkıh Usulü ve Şer‘î Deliller Yrd.Doç.Dr. Abdussamet BAKKALOĞLU 1 ÜNİTE Fıkıh Usulü ve Şer‘î Deliller İÇİNDEKİLER 1.1. FIKIH USULÜ 1.1.1. Tarifi 1.1.2. Mahiyeti 1.1.3. Teşekkülü 1.1.4. İslâmî İlimler İçerisindeki Yeri ve Önemi 1.1.5. Usulcü ve Fıkıhçının Faaliyet Tarzları 1.1.5.1. Usulcünün faaliyet tarzı 1.1.5.2. Fıkıhçının faaliyet tarzı 1.1.6. Fıkıh Usulü’nün Gayesi ve Faydaları 1.2. FIKIH USULÜ LİTERATÜRÜ 1.2.1. Fukahâ Mesleği 1.2.2. Mütekellimîn Mesleği 1.2.3. Memzûc Meslek 1.2.4. Karşılaştırma 1.3. DELİL KAVRAMI VE ŞER‘Î DELİLLER 1.3.1. Aslî Deliller 1.3.2. Fer‘î Deliller 1.3.3. Kaynak ve Metot Olma Açısından Deliller 1.4. ÖZET 1.5. DEĞERLENDİRME SORULARI 1.6. KAYNAKLAR 2 HEDEFLER Bu üniteyi çalıştıktan sonra; ü Fıkıh usulü terimini tanımlayabilecek, ü Fıkıh usulünün mahiyetini ve İslâmî ilimler içerisindeki yerini gösterebilecek ü Fıkıh usulünün teşekkül evreleri arasında ayrım yapabilecek, ü Fıkıh usulü eserlerinin kaleme alındığı meslekler arasındaki farkları açıklayabilecek, ü Şer‘î deliller üzerinde yeterli bir bakış açısına sahip olabilecek, ü Aslî ve fer‘î delilleri seçebileceksiniz. ÖNERİLER Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; Ø Fıkıh ilmiyle ilgili genel bilgi edininiz. Ø Fıkıh usulü ilminin “hangi boşluğu doldurmak üzere teşekkül ettiği ve ne tür katkılarının olduğu” soruları üzerinde düşününüz. Ø Fıkıh usulü ilminin farklı medeniyetlerde karşılığının olup-olmadığını araştırınız. Ø Fıkıh usulü ilminin geçirdiği aşamaları göz önünde bulundurarak, günümüz açısından fayda ve değer analizi yapınız. 3 Fıkıh Usulü ve Şer‘î Deliller 1.1. FIKIH USULÜ 1.1.1. Tarifi Fıkıh usulü Arapçada “ilm-u usûli’l-fıkh” veya “usûlü’l-fıkh” ve Osmanlıcada “usûl-i fıkıh” olarak ifade edilir. Kısaca “ilmu’l-usûl” ya da “usûl” dendiğinde de bu ilim anlaşılır. Bu ilimle uğraşan alime de usûlî (çoğulu usûliyyûn) adı verilir. Bugün bu ilmi ifade etmek üzere Arapçada şu terimlerin kullanıldığını görmekteyiz: Usûlü’l-fıkıh, İlmu usûli’l-fıkıh, Usûlü’t-teşrî’ el-İslâmî (İslâm Teşrî Usûlü) Türkçede de şu terimler kullanılmaktadır: İslâm Hukuk Usûlü, İslâm Hukuk Metodolojisi, İslâm Hukuk Felsefesi, İslâm Hukuku Nazariyatı. “Usûlü'1-fıkh” bir isim tamlaması (izafet terkibi) olup, bu terkibin anlaşılması için kelimelerine bakmak gerekir: “Usûl” kelimesi “temel, kök, kaide, dayanak, esas” gibi anlamlara gelen ve dilimize “asıl” şeklinde geçen “asl” kelimesinin çoğuludur. Usûl, ıstılahta râcih, kaide ve delil manalarında kullanılır. Şimdi bu terimleri kısaca izah edelim: · Râcih: “Kelâmda as(ı)l olan mana-yi hakikîdir” ifadesinde asl, râcih anlamındadır. Yani kelâmın mecazî değil de hakikî manasına haml olunması tercih olunur, tercihe şayandır, demektir. “Kitâb (Kur'ân), kıyasa nisbetle asıldır” sözünde asıl “tercih” anlamındadır. Yani Kur'ân delil olma yönünden, kıyasa tercih olunur, demektir. · Kaide/Kural/Prensip: “Lâşe'nin zaruret içinde bulunan insan tarafından yenilebileceği, asıl olanın hilâfınadır” sözünde asıl kelimesi, genel kaide/kural/prensip anlamındadır. “Bu babda asıl olan budur” denir ki, bu konuda kaide budur, demektir. “Berâet-i zimmet, asıldır” ifadesinde de asıl, bu anlamda kullanılmıştır. Yani kural olarak, aksi sabit oluncaya kadar kişi, suçtan, mes'uliyetten, günah ve borçtan beri (uzak) olduğu kabul edilir, demektir. · Delîl: “Bu mes'elenin aslı, icmâ'dır” ibaresindeki asıl “delîl” anlamındadır. Yani bu mes'elenin delîli/mesnedi/dayanağı icmâ'dır, demektir. “Usûlu'l-fıkıh” terkibinde asıl kelimesi delîl anlamında kullanılmıştır. “Fıkıh (fıkh)” kelimesi ise sözlükte “derinlemesine anlama; bir şeyin inceliklerini, içyüzünü, künhünü kavrama” anlamlarına gelir. Bu kelimenin Arapçada anlama ve kavrama manalarına gelen diğer kelimelerden farkı, sathi veya genel biçimde değil, 4 derinlemesine ve incelikleriyle anlamayı ifade etmesidir. Kur'ân'da fıkıh kelimesi mutlak ilim için değil, ince anlayış, keskin idrak ve konuşanın gayesini anlamak manalarında kullanılmıştır (Nisa, 78; Hud, 91). Şu halde fıkıh bir şeyin künhüne vakıf olarak ve deliliyle birlikte bilmek anlamına gelmektedir. Fıkhın ıstılah/terim anlamına gelince; · Hanefîler Fıkıh'ı “kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri bir meleke halinde bilmesidir” şeklinde tarif etmişlerdir. · Şâfiîlerin tarifi ise “şer'î-amelî hükümleri yani ibâdât, muamelât ve ukûbât'a ait hükümleri, tafsilî delillerinden çıkararak bilmektir” şeklindedir. · Bu iki tarifin lafızları farklı olmakla birlikte, aynı manayı ifade etmektedirler. Çünkü Hanefîler bilmek (ma'rifet) tabirinden “delilinden çıkararak bilme, meleke ve iktidar” manasını kastetmişlerdir. · Fıkh'ın şu şekilde de tarifi yapılmıştır: “Fıkıh ibâdet, muamelât ve ukûbata ait şer'î hükümlerin hey'et-i umûmiyesidir.” Şer'î hükümleri, delillerinden çıkarak bilen âlime fakîh denir ki, müctehid demektir. İctihâd ve istinbât melekesine mâlik olmayan bir kişiye, ne kadar çok fıkhî meseleyi öğrenmiş ve ezberlemiş olsa da fakîh (fıkıhçı, hukukçu) denmez. Bu kişilere âlim denir. Âlim başka fakîh başkadır. Aralarında fark vardır. Her fakîh âlimdir. Fakat her âlim fakîh değildir. Ancak bu kişilere mecazî olarak fakîh denir. Fıkıh da kendi içerisinde ikiye ayrılır: ü Fürû-u fıkıh ya da kısaca fürû‘ (tatbikî, pratik hukuk) ü Usûl-i fıkıh ya da kısaca usûl (nazarî, teorik hukuk) Bu ayrımda fıkıh bir ağaç gibi düşünülerek fıkhın pratik hayata dair hükümleri bu ağacın dallarına (dal anlamındaki fer’ kelimesinin çoğulu fürû‘); bu hükümlere dayanak teşkil eden esaslar da bu ağacın köklerine (kök anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûl) benzetilmiştir. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin fürû' dalı kastedilir. Fıkıh ilminin diğer dalı olan “Usûlü’l-fıkh” şeklindeki tamlama “fıkhın delilleri, kökleri, dayanakları ve esasları” anlamına gelir. Fıkıh kelimesi sözlük manasıyla düşünüldüğünde ise terkip “anlama eyleminin delilleri, kökleri, dayanakları ve esasları” demek olur ki, buradaki “anlama” ile Kur’an ve Sünnet nasslarının anlaşılıp yorumlanması kastedilir. “Fıkıh usulü” ıstılah/terim olarak kullanıldığında “müçtehidin şer î-amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarmasına yarayan kurallar ve bu kuralları inceleyen ilmî disiplin” kastedilir. Şu halde bu ilim bize “İbâha (mübah olma) karînesi bulunanca emir sıygası ibâha ifade eder” ve “Hâss lafız, kat'î hüküm ifade eder.” gibi bir takım kaideler öğretecek, biz de bir mesele hakkında anlamak, öğrenmek istediğimiz şer'î hükmü, o kaideler yardımıyla özel delillerinden çıkaracağız. Meselâ ben namazın farz olup olmadığım bilmiyorum. Bilmek istediğim bu meçhule Mantık ve Usûl ilimlerinde “matlûb-i haberî” ya da “dava” adı verilir. 5 Bunun için önce şer'î delillerden Kitâb'a bakar ve “Namazı dosdoğru kılın! (Bakara, 2/43)” âyetindeki “kılın!” emrini görürüm. Fıkıh Usûlü kaideleri arasında “Vücûba mâni bir karine bulunmadıkça emir sıygası, vücûb ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usûl kaidesini kullanır ve bir mantık kıyası kurarak namazın hükmünü şu şekilde elde ederim: Matlûb-ı Haberî/Dava Namaz farzdır. Küçük önerme Çünkü Allah “Namazı dosdoğru kılın!” âyetiyle namazı emretmiştir. Büyük önerme Allah'ın yapılmasını kesin (emrettiği) her şey farzdır. Netice olarak istediği O halde namaz da farzdır. Bir misal daha verelim: Diyelim ki ben “zina”nın haram olup-olmadığını bilmiyorum ve bunu öğrenmek istiyorum. Şer'î delillerden Kitâb'a baktığım zaman “Zinaya yaklaşmayın! (İsrâ, 17/32)” âyetindeki “yaklaşmayın!” nehyini/yasağını görürüm. Fıkıh usûlü kâideleri arasında “Haram kılmayı engelleyici bir karîne bulunmadıkça nehiy sıygası hurmet(yasaklama) ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usûl kaidesini uygulayarak zinaya yaklaşmanın hükmünü şu şekilde elde ederim: Matlûb-ı Haberî/Dava Zina haramdır. Küçük önerme Çünkü Allah “Zinaya yaklaşmayın!” âyetiyle zinaya yaklaşmayı yasaklamıştır. Büyük önerme Allah'ın kesin olarak yasakladığı her şey haramdır. Netice O halde zina da haramdır. Aynı şekilde bu ilim bize kitab, sünnet, icmâ, kıyas gibi icmâlî deliller hakkında da birtakım bilgiler öğretecek biz de bu bilgiler yardımıyla icmalî delillerin hüccetliklerini, kendileriyle istidlal ederken mertebelerinin ne olduğunu ve bu delilleri ilgilendiren her türlü hususları öğreneceğiz. İstinbât kaidelerini ve icmâlî delilleri bu ilmin yardımıyla öğrenen bir kişi, nasslardan hüküm çıkarma melekesini elde ederek müctehid mertebesine ulaşabilir. 6 1.1.2. Mahiyeti Âlimlerin, Fıkıh Usûlü'nün konusu ile ilgili görüşlerini şu dört maddede özetleyebiliriz: · Deliller, ictihâd ve tercihtir. · Şer'î hükümlerdir, dolayısıyla şer'i delillerdir. · Şer'î delillerdir, dolayısıyla şer'î hükümlerdir. · Şer'î hükümler ve şer'î delillerdir. Bu görüşler incelendiğinde, bu ilim dalının anahtar kavramlarının “şer'î deliller” ve “şer'î hükümler” olduğu görülür. Çünkü usûlcü, teşrî ve hüküm çıkarma açısından delillerle meşgul olur ve şer'î hükümlerin nasıl çıkarılacağını gösterir. Usûl âlimi, Fıkıh Usûlü ilminde şer'î hükümlerin çıkarıldığı Kitab, sünnet, İcma ve kıyas gibi delillerden icmalî bir şekilde bahseder. Delilleri hüküm çıkarma, teşri' (kanun koyma) açısından inceler, delillerden hüküm çıkarırken hangi esaslara uyulması gerektiği üzerinde durur. Aynı şekilde usûlcü, şer'î deliller arasında tearuz vukuunda hangisinin diğerine tercih edileceğine dair esasları tespit eder. Bu ilmin konuları arasında istihsân, istishâb, maslahat, örf-âdet, sedd-i zerâyi' gibi fer'î deliller bulunur. Hikmet-i teşrî, makâsidü'ş-şerî'a gibi fıkhın en faydalı ve en önemli esasları dahi bu ilmin konuları arasında yer alır. Hüsünkubuh, irâde hürriyeti, hikmet-i ilahiyye gibi Kelâm ilmine ait konular da fıkıh usûlü ilminde tetkike tabi tutulur. Vücûb, hurmet, sıhhat, fesâd, rükün, şart, illet gibi hükümler; zimmet, ehliyet gibi mefhumlar; hâss, âmm, müşterek, müevvel, mecaz, kinaye, hafî, müşkil, emir, nehiy gibi lafızlar fıkıh usûlü ilminin konuları arasında yer alır. Yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Fıkıh Usûlü ilmi, kısmen İslâm Hukukunun hikmet-i teşri'iyesini, kısmen kelâm ilminin konularını, kısmen de her dile şâmil ve tatbiki kabil dil kaidelerini tetkik eder. Usûlcü, bu tetkik ve incelemeleri esnasında lügat, sarf, nahiv, mantık, kelâm ve fıkıh gibi ilimlerden faydalanır. Görülmektedir ki fıkıh usûlü bir ilim dalı olarak ıstılahta terkib manasından daha farklı ve daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usûlü ilminde fıkhî delillerden bahsedildiği gibi, şer'î hükümlerden, istinbât kaidelerinden ve benzer konulardan da bahsedilir. Özetleyecek olursak fıkıh usulünün konuları temelde iki tanedir: İslâm fıkhının kaynakları (el-Edille eş-Şer iyye) Hüküm çıkarma metotları (Turuku İstinbâti'l-Ahkâm) İslâm fıkhının kaynaklarının merkezinde Kur’an ve onun etrafında da sünnet yer alır. İcma, kıyas, istihsan gibi diğer deliller ise onların etrafındaki diğer halkaları teşkil eder ve her biri merkezde yer alan nassların daha iyi anlaşılıp yorumlanmasına katkı sağlar. Fıkıh usulü bütün bu delilleri, nasslarla ve birbirleriyle olan ilişkileri çerçevesinde inceler, hangi şartlarda ve hangi ölçüde delil olarak kullanılabileceklerini tartışır . Fıkıh usulü, Kur’an ve Sünnet nasslarından hüküm çıkarma metotlarını da ele alır. Bu anlamda fıkıh usulünün, müçtehit adaylarına nasıl içtihatta bulunacaklarını öğrettiği de söylenebilir. Bu doğrultuda olmak üzere Arapça asıllı olan nassların nasıl anlaşılması gerektiği ve lafızların anlamları ifade etme şekilleri “elfâz bahisleri” başlığı altında ele 7 alınır. Fıkıh usulü, çıkarılan fıkhî hükümlerin ortak terminolojisini ve ilkelerini belirleme görevini de üstlenmiş, böylece bu kitaplarda “hüküm” bölümü de yer almıştır. Bu başlık altında ise hüküm çeşitleri, hüküm koyan (el-hâkim), hükme konu olan fiil (el-mahkûm fih) ve hükmün muhatabı (el-mahkûm aleyh) konuları ele alınmıştır. Ayrıca hükmü çıkarana (müçtehide) değinmek üzere “İçtihat ve Taklit” konusuna da yer verilmiştir. 1.1.3. Teşekkülü Hz. Peygamber hayattayken vahyin gelmediği durumlarda kendisinin bazı tercihleri söz konusu olmuşsa da, bu mahiyetteki bir tercih “içtihat” olarak kalmıyor; kendisinden sonra vahyin inip-inmemesine göre iki durum ortaya çıkıyordu: Vahiy gelmezse bu tercih sünnet haline geliyor; vahiy gelirse de son söz vahye ait oluyordu. Bu durumda vahiy ya tercihi onaylıyor ya da tercihin isabetsizliğini ifade ediyordu. Bu dönemde sahabenin içtihat etmesine de pek fazla gerek kalmıyor; Peygamberimizin görüşünün sorulamadığı zamanlardaki içtihatlar çoğunlukla kendisine arz ediliyordu. Eğer yapılan içtihat onaylanırsa “sünnet” kapsamına giriyor, onaylanmazsa da geçerlilik kazanamamış oluyordu. Dolayısıyla “Asr-ı Saadet” olarak isimlendirilen dönemde mutlak anlamda bir içtihat faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Resûlullah'ın vefatını takiben, vahyin kesilmiş olması sebebiyle gerçek anlamda bir içtihat faaliyeti başlamıştır. Bu süreçte ilmî yeterliliği haiz olanlar, Kur’an ve Sünnet nasslarında bulamadıkları hükümlerle ilgili olarak kendi görüş ve yorumlarını ifade etmeye başlamışlardır. Bu müçtehitlerin her biri kendi kabiliyet, birikim ve metodu çerçevesinde içtihatta bulunmuş; bunun neticesinde de Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re’y gibi farklı fıkıh ekolleri teşekkül etmeye başlamıştır. İçtihatta farklı metotlar izleyen fakihler bu metotları uzun bir süre teorik olarak tartışma ve özellikle yazıya geçirme ihtiyacı hissetmemişlerdir. Fakat fürû-u fıkha dair meselelerin sayısının artması, bu alanda ortaya koyulan hükümlerin teorik alt yapısının tesis edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu teorik alt yapı daha çok, mezhep içindeki tutarlılığı sağlaması ve bu sayede diğer mezheplerin fikrî taarruzlarına karşı mukavemet imkanı vermesi açısından önemliydi. 1.1.4. İslâmî İlimler İçerisindeki Yeri ve Önemi Hukuk felsefesinin ve hukuk metodolojisinin birçok meselesini konu edinen fıkıh usulü, dünya hukuk literatürü içerisinde orijinal bir tür oluşturmuştur. Genellikle “fıkıh” ilminin bir alt dalı olarak görülen bu ilim, aslında bütün İslâmî ilimler için bir anlama ve yorumlama metodu ortaya koyar. Klasik dönem eserlerinde “usûl” kelimesinin sadece “usûlü’l-fıkh” terkibinde kullanılmış olması ve mutlak anlamda “usûl” kelimesi kullanıldığında bu ilmin anlaşılması da bunu gösterir. Nitekim günümüzde İslamî ilimler içerisinde yer alan Tefsir Usûlü ve Hadis Usûlü ilimleri, klasik dönemde bu isimler yerine Ulûmu’l-Kur’an ve Ulûmu’l-Hadis olarak anılmışlardır. Fıkıh usulü ilminin “elKitâb” başlığı altında Kur’an’la ilgili hükümleri ve “es-Sünne(t)” başlığı altında da hadislerle ilgili hükümleri ele almış olmasının, bu ilimlerin müstakil olarak işlenmesine fazlaca ihtiyaç bırakmadığı da söylenebilir. 8 Müsteşriklerin İslam Hukuku’na yönelttikleri eleştirilerden birisi onun meseleci (kazuistik) bir yapı arz etmesidir. Bu yönü onun güçlü yönü olarak da değerlendirmek mümkündür. Zira fıkıh, gerçek hayatın ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğmuş, artan ve çeşitlenen ihtiyaçlar çerçevesinde şekillenmiştir. Bu durum onun tatbik edilebilirliğini artıran bir hususiyettir. Meseleci oluşunun eleştirilebilecek tek yönü, meselelerin bağımsız olarak ele alınıp çözüme kavuşturulması sebebiyle, meseleler arasındaki bağların zayıf olması ve oluşabilecek teorik boşluklar neticesinde tezatlara düşme tehlikesidir. İşte bu noktada fıkıh usulü devreye girmiş ve İslam hukukunun yapısından kaynaklabilecek teorik boşluklar, fıkıh usulü sayesinde doldurulmuştur. Bilindiği gibi İslam tarihinin ilk döneminde, henüz mezheplerin teşekkül etmediği süreçte, kendilerini ehil görenler serbest bir şekilde içtihat etmekte ve onların içtihatları da ihtiyaç duyanlar tarafından serbestçe benimsenebilmekteydi. Daha sonraki dönemde ise sosyolojik bir zorunluluk olan “hukuki istikrar ihtiyacı” sebebiyle mezhepler teşekkül etti ve belli bölgelerde belli mezhepler ağırlıklı olarak benimsendi. Bunda belli bir dönemden sonra geniş kapsamlı “icma”nın imkansız hale gelmesinin ve yerini mahallî ve mezhebî icma sayılabilecek uygulamalara bırakmasının da etkili olduğu söylenebilir. Nitekim bu dönemden başlayarak çok uzun bir süre devam edecek olan mezhep eksenli uygulamalar, bugünkü kanunların fonksiyonunu icra etmekteydi. Gerek bir mezhebe bağlı olarak ve gerekse herhangi bir mezhebe bağlı olmaksızın “mutlak müçtehit” vasfıyla görüş ortaya koyan fakihlerin içtihatlarında ihtilafların sıfırlanması elbette mümkün değildi. Fakat bunların belli bir ilmî seviyenin altına inmemesi ve ihtilafların daha cüz’î konularla sınırlandırılabilmesi sağlanabilirdi. İşte bu noktada fıkıh usulünden istifade edildi ve içtihat yapılırken vahim hatalara düşülmesi engellenmeye çalışıldı. Bu sahada ortaya konulan eserlerin de katkısıyla bir “içtihat geleneği” oluşturularak, içtihadın basit bir iş olmayıp sorumluluk gerektiren bir faaliyet olduğu ön kabulü benimsetildi. Vurgulanan diğer bir husus da, içtihadın ancak belirli vasıfları taşıyanlar tarafından ve benimsenecek bir “usul” çerçevesinde gerçekleştirebileceğiydi. Böylelikle hem ilmî süreklilik (teselsül) sağlanmış ve hem de “mezhep odaklı ortak akıl” devreye sokularak, ferdî içtihatlar yerine toplu içtihatlar çerçevesinde hareket edilmiş oluyordu. Fıkıh usulünün önemini gösteren bir diğer husus da, mezhepleri birbirinden ayıran farklılıkların başında usul farklılıklarının geliyor olmasıdır. Hanefî ve Mâlikî mezhepleri, farklı usulleri olan Ehl-i Re’y ve Ehl-i Hadis ekollerine mensuptular. İmam Şafii de, hocası İmam Mâlik’ten ayrılarak müstakil bir mezhep tesis etmesinin sebebini, onun usulünde tasvip etmediği yönlerin bulunması olarak göstermiştir. Ahmed b. Hanbel’in, hocası İmam Şafii’den ayrılarak Hanbelî mezhebini kurması da, benzer bir usul farklılığı sebebiyledir. Hocaları İmam-ı Azam’ın görüşlerinden farklı pek çok görüşleri olmasına rağmen İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi fakihlerin “mezhepte müçtehit” sayılmaları da, onların ortak bir “usul”ü benimsemiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Halbuki bu fakihler hem kapasite olarak “mutlak müçtehit” seviyesinden aşağı değildirler; hem de hocalarına pek çok hususta muhalefet etmişlerdir. Bu durum “usul birliği”nin 9 mezhep içerisinde çimento görevi gördüğünü ve aynı usulü benimseyenlerin aynı mezhep çerçevesinde telakki edildiklerini göstermektedir. Burada, İmam-ı Azam’ın önemli bir başarısını da teslim etmek yerinde olur: Kendisi, mezhebinin yazılı hale getirmediği usulünü esnek tutmuş ve bunu talebeleriyle beraber belirleyerek, her biri müstakil mezhep tesis edebilecek talebelerine farklılıklarını ifade etme imkanı sunmuş ve onları Hanefî Mezhebi çatısı altında tutmayı başarmıştır. 1.1.5. Usulcü ve Fıkıhçının Faaliyet Tarzları Benzer konuları ele alsalar da, usulcü ve fıkıhçının faaliyet tarzları birbirinin aynısı değildir; aralarında birtakım farklılıklar mevcuttur. Bunları ayrı ayrı ele alalım: 1.1.5.1. Usulcünün faaliyet tarzı Usulcü Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan herbirinin hükmünü açıklayan kurallar koyar. Meselâ Kitap ve Sünnet'te mevcut “emir”leri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, emir “me'mûrun-bih (emredilen şey)”in vacip olduğunu göstermektedir. Böylece “Emir vücûba delâlet eder” kuralını koyar. Yine, hangi hükmü gösterdiğini tesbit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut “nehiy”leri inceler ve incelemenin sonunda bunların “menhiyyün anh (yasaklanan şey)”in haramlığını gösterdiği sonucuna ulaşır. Böylece “Nehiy haram kılmaya delâlet eder” kuralını koyar. Aynı şekilde usulcü, şer'î delillerde yer alan “umum” sıygalarını inceler, bunların neye delâlet ettiğini tesbite çalışır ve niyahet “umum” sıygasının, bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine “Âmm, bütün fertlerini kesin bir delâletle kapsar” kuralını koyar. İşte usulcü, şer'î delilin diğer nevileri hakkında da bu şekilde bir faaliyet gösterir. 1.1.5.2. Fıkıhçının faaliyet tarzı Fakih, fer'î bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını alır, o fer'î olayla ilgili cüz'î veya tafsîlî delile uygular. Böylece o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar. Meselâ, fakih namazın hükmünü tesbit etmek istediğinde, namaz ile ilgili tafsîlî delilleri araştırır ve “Namazı kılın! (Bakara 2/43)” âyetini bulur. Bu cüz'î delile bakar ve bu delilde namaz kılmanın “emredildiğini” görür. Bu durumda emrin hükmünü açıklayan “Emir vücûba delâlet eder” şeklindeki usûl kuralını kullanır ve bilir ki buradaki emir, emredilen şeyin vacip kılındığını göstermektedir. Böylece fakih, namazın vücubuna hükmeder ve “Namaz vaciptir (gereklidir)” der. Yine fakih, Yüce Allah'ın “Zinaya yaklaşmayın! (İsra 17/32)” sözünden hareketle zina fiilinin hükmünü tesbit etmek istediğinde, ilgili cüz'î delili inceler ve burada zinaya yaklaşmanın “nehyedildiğini” görür. Bu durumda, nehyin hükmünü açıklayan “Nehiy haram kılmaya delâlet eder” şeklindeki usul kuralını kullanır ve zinanın haramlığına hükmeder ve der ki: “Zina haramdır.” Bu şekildeki örnekleri çoğaltmak mümkündür. 10 Özet olarak, usulcünün görevi, icmalî delilleri yani topluca kaynakları incelemek ve tafsîlî (herbir olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan müctehid için küllî nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır. Fakihin görevi ise tafsîlî delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. Yani usulcü mes'eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel kâideler koyuyor. O kaideler de fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes'elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte fıkıh ile fıkıh usûlü arasında böyle bir ilişki vardır. Yani Fıkıh usûlü, fakîhin delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu belirleyip, delilleri kuvvetlerine göre tertip ederek, Kur'an'ı Sünnet'ten, Sünnet'i kıyastan ve doğrudan doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden öne almanın gerekliliğini açıklayan kaideler ilmidir. Fıkıh ise bu kaidelere bağlı kalınarak çıkarılmış hükümlerin tümüdür. Fıkha nispetle fıkıh usûlü, diğer felsefi ilimlere nisbetle mantık ilmi gibidir. Mantık, akıl için terazi ve onu düşünürken hatadan koruyan bir âlettir. Arapça konuşmak ve bu dil ile okuyup yazmak için Nahiv ilmi, nasıl dili ve kalemi yanlışlardan koruyan ölçü ise, fıkıh usûlü ilmi de fıkıh sahasında fakîhi hatadan koruyan ve hüküm çıkarırken yanılmasını önleyen bir kıstastır. Fakîh, çıkardığı hükmün sağlıklı olup olmadığını bu sayede anlayabilir. 1.1.6. Fıkıh Usulünün Gayesi ve Faydaları Bu ilmin gayesi, şer'î hükümlerin, şer'î delillerden nasıl çıkarılacağını öğretmektir. Şer'î hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vâkıf olabilmek, ancak bu ilim sayesinde mümkün olabilir. Fıkıh Usûlü ilminin koyduğu kaideleri bilmeyen bir kimse, tefsîr ve hadîs ilimlerini bilse bile, şer'î hükümlerin hakikatlerine nüfuz edemez. Aynı şekilde Kur'ân ve Sünnet'in ihtiva ettiği hükümleri hakkıyla anlamak için dil ilimlerini bilmek de kâfi değildir; Fıkıh Usûlü ilminde de ihtisas yapmak gerekir. Müctehidler ictihâdlarında, fakîhler hüküm istihracında bu ilmin kaide ve esaslarından son derece faydalanırlar. Bu ilmîn esaslarını bilmeyenler, Kur'ân ve Sünnetten hüküm çıkarırken hata edebilirler. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen bir fakîh, hüküm istinbâtında isabetli neticelere varabilir. İsabetli kararlara varabilen ve onları hayatına tatbik eden bir âlim ise dünya ve âhiret saadetini kazanabilir. Bu ilmin öğrenilmesinin hem içtihat ehliyetini haiz olan ve hem de bu ehliyeti taşımayan kişiler açısından pek çok faydası olduğu aşikardır. Bunların en önemlilerini sayacak olursak; v Bu ilim sayesinde İslam hukukunun kaynakları arasındaki hiyerarşi öğrenilmekte, delillerin çatışması (teâruz) durumunda hangisinin, hangi oranda tercih edilmesi gerektiği kavranılmaktadır. Delillerde yer alan verileri trafiğe benzetecek olursak, fıkıh usulü ilmi, trafik kurallarını ortaya koyar; geçiş üstünlüğünün ne zaman ve kime ait olduğunu belirler. v Bu ilmi öğrenen kimsede içtihat ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimse Kur'ân'ı ve Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslâm teşriinin 11 genel gayelerini bilmek gibi içtihat şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'î nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer'î hükmü tespit edebilir. v Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur'ân ve Sünnet'in aşağı-yukarı bütün lafızlarını öğrenmiş olur. v Cenâb-ı Hakk'ın dinî hükümleri koyarken gözettiği maksad ve gayesinin ne olduğu (hikmet-i teşri') bu ilim vasıtasiyle öğrenilebilir. v Bu ilimde ihtisas yapanların, hukukî, kanunî bilgileri artar ve muhakeme kudretleri gelişir, kendilerinde hukuk nosyonu (hukuk melekesi) teşekkül eder, Kur'ân ve Sünnet'den hata yapmadan hüküm çıkarabilirler. v İçtihat ehliyetini taşımayan kişi ise bu ilmi öğrenince, müçtehitlerin kendi şahsi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilâkis mutlaka bir takım şer'î kaynaklara dayandıklarını, içtihat ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını görür. Bunun sonucu olarak da, bu ilim sayesinde müçtehitlerin çıkarmış oldukları hükümleri tam manasıyla kavrar ve bu hükümleri gönül rahatlığı ile kabullenir. v İçtihada ehil olmayan kimse, müçtehit imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahrîc yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle “Kendisine uyulan müçtehit o olayla karşılaşsaydı, nasıl hüküm verirdi?” diye düşünerek söz konusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarabilir. v İçtihat ehliyetini haiz olmayan kişi, fakihlerin aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih edebilir. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'î hükümlerin tespiti esnasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarından en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz. 1.2. FIKIH USULÜ LİTERATÜRÜ İslâm hukuk doktrinlerinin belli başlı metotlarının bilimsel tartışma zemininde ele alınması ile teorik tartışmalar yeni bir ivme kazanmış ve konuya ilişkin birçok mesele Hicri II. asrın sonlarına doğru yazıya geçirilmeye başlanmıştır. Bu konuda yazılan eserler içerisinde günümüze ulaşan en eski eser İmâm Şafiî'nin (ö. 204) “er-Risâle” adlı kitabıdır. Bu sahada ilk eser yazan kişinin İmam-ı Azam’ın talebesi Ebû Yusuf olduğuna dair bazı rivayetler varsa da, böyle bir eser günümüze ulaşmamıştır. er-Risâle, Abdurrahman b. Mehdi’nin isteği üzerine kaleme alınmış ve mektup (risâle) olarak kendisine gönderilmiş olduğu için bu ismi almıştır. Eser fıkıh usulünün Kitap ve Sünnet’teki âmm ve hâss ifadeler, bunlar arasındaki ilişki, Sünnet’in hüküm kaynağı oluşu, nâsih-mensûh, hadis rivayeti, haber-i vâhid, bilginin çeşitleri ve değeri, icma, kıyas, ictihad, istihsan, ilim ehli arasındaki görüş ayrılıkları, Sahabe kavli gibi birçok konusuna 12 temas etmektedir. er-Risâle, İslâmî ilimlerden naklî olanların üzerine oturduğu ilkeleri ve felsefeyi ortaya koyan ilk bilimsel çaba olarak değerlendirilebilir. er-Risâle’den sonra bu alanda farklı metotlar çerçevesinde pek çok eser telif edilmiştir. Benimsedikleri metotlara göre bu eserleri üç grupta ele almak mümkündür: 1.2.1. Fukahâ Mesleği Meslekü'l-Fukahâ (fakihlerin metodu) olarak adlandırılan bu metodu geliştirenler Hanefîler olduğu için bu metot “Meslekü'l-Hanefiyye (Hanefîlerin metodu)” olarak da isimlendirilir. “Tümevarım” mahiyetindeki bu metodu kullanan fakihler, önce furû’a dair hükümleri tespit edip, usul kurallarını bu hükümler üzerine bina etmişlerdir. Bu grupta eser aleme alan müelliflerin ve eserlerin en önemlileri şunlardır: Kerhî (ö. 340/952) Usûl Cessâs (ö. 370/980) Usûlü’l-fıkh Debûsî (ö. 430/1038) Takvîmü'l-edille Pezdevî (ö. 482/1089) Usûlü’l-Pezdevî Serahsî (ö. 483/1090) el-Usûl Semerkandî (ö. 539/1144) Mizânu'1-usûl Nesefî (ö. 710/1310) Menâru'l-envâr (Kısaca “el-Menâr”) Abdulaziz Buhârî (ö. 730/1330) Keşfü'l-esrâr İbn Melek (ö. 821/1458) Şerhu Menâri'l-envâr 1.2.2. Mütekellimîn Mesleği Bu metotla eser kaleme alanların çoğunluğunun aynı zamanda kelamcı olması sebebiyle bu metoda “Meslekü'l-Mütekellimîn (kelamcıların metodu)” ismi verilir. Çoğunlukla Şâfiîler tarafından kullanılması sebebiyle bu metot “meslekü'ş-Şâfiiyye (Şâfiîlerin metodu)” olarak da isimlendirilir. “Tümdengelim” mahiyetindeki bu metodu kullanan fakihler, önce usul kurallarını tespit edip furû a dair hükümleri bu kurallar çerçevesinde tanzim etmişlerdir. Şu dört eser, mütekellimîn metodunun temel kitaplarıdır: Kadı Abdülcebbâr el-Mu tezilî (ö. 415/1024) el- Umed Ebü'l-Hüseyin el-Basrî el-Mu tezilî (ö. 463/1071) el-Mu temed İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085) el-Burhân İmâm Gazzalî el-Mustasfâ (ö. 505/1111) Daha sonra bu metotla yazılan bazı eserler, bu dört kitabın telhisi (hülasa edilmesi, 13 özetlenmesi) ile meydana getirilmiştir: Fahruddin er-Râzî (ö.606/1209) el-Mahsûl (fî ilmi’l-usûl) Seyfüddin el-Âmidî (ö.631/1233) el-İhkâm (fî usûli’l-ahkâm) Bu iki kitabı daha sonraki bilginler ihtisar etmişler (özetlemişler), ihtisarları başka ihtisarlar takip etmiştir. Mesela Râzî'nin eserini iki fakih özetlemiştir: Tâcüddîn el-Urmevî (ö. 656/1258) el-Hâsıl (mine’l-Mahsûl) Sirâcüddin el-Urmevî (ö. 682/1283) et-Tahsîl (mine’l-Mahsûl) Bu iki kitaptan da istifade edilmek suretiyle başka kitaplar kaleme alınmıştır: Şehâbeddîn el-Karâfî (ö. 684/1285) Tenkîhu’l-fusûl Kadî Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (ö. 685/1286) Minhâcü’l-vusûl Âmidî'nin “el-İhkâm” adlı eseri de İbn Hâcib (ö. 846/1442) tarafından “Müntehâ's-sü'l ve'1-emel fî ilmeyi’l-usûl ve'1-cedel” adıyla özetlenmiştir. İbn Hâcib bunu da “Muhtasaru’l-müntehâ” isimli kitabında bir daha özetlemiştir. Daha sonra, anlaşılması zor olan yerleri açıklamak üzere bu muhtasar eserler için şerhler ve hâşiyeler yazılmıştır. 1.2.3. Memzûc Meslek Daha sonra bu iki metodu mezceden (karma metotla yazılmış) eserler de telif edilmiştir. Bu metoda da “memzûc meslek (karma metot)” adı verilir. Bu metodu benimseyen alimler, önceki iki gruptan seçtikleri birer ya da daha fazla sayıda eseri “cem etmek (bir araya getirmek, göz önünde bulundurmak)” suretiyle kitaplarını oluşturmuşlardır. Bu grupta eser aleme alan müelliflerin ve eserlerin en önemlileri şunlardır: Ahmed b. Ali el-Bağdâdî Bedîu'n-nizâm el-câmî beyne kitâbey el-Pezdevî ve'l-İhkâm Bu eser Pezdevî ve Âmidî’nin eserlerini cem etmiştir. Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd (ö. 747/1346) et-Tenkîh Bu kitapta, Pezdevî'nin Usûl, Râzî'nin Mahsûl ve İbn Hâcib'in Muhtasar adlı eserleri cem edilmiştir. Müellif bu eserini bizzat kendisi et-Tavzîh adıyla şerh etmiştir. 14 Tâceddin es-Sübkî (ö.771/1370) Cem u’l-cevâmî İbnu'l-Hümâm (ö.861/1457) et-Tahrîr Bu eserlerin dışında, farklı özellikleri olan bazı eserleri de zikretmek gerekir: Şâtıbî (ö.790/1388) el-Muvâfakât el-Muvâfakât, usûl-i fıkhın temel konularını makâsıd açısından inceleyen bir eserdir. Müellif, Malikî ve Hanefî mezhepleri arasında muvâfakât (uzlaşı) temin ettiği eserine Kitâbü'l-Muvâfakât adını vermiştir. el-Muvâfakât klasik bir usul kitabını andırmaz. Önsözden sonra beş ana bölümden oluşan eserin ilk bölümü “Mukaddimât”, ikinci bölüm “Ahkâm”, bir cilt hacmindeki üçüncü bölüm “Makâsıd”, dördüncü bölüm “Edille” ve beşinci bölüm “İctihad” başlığını taşır. İkinci bölümde teklifî ve vaz’î hükümler incelenir, dördüncü bölümde şer'î hükümlerin delillerine toplu bakış yapılır. Bu arada “Avârızu'l-edille” başlığı altında muhkem-müteşâbih, emir-nehiy, umum-husus gibi lafız ve yorum bahislerinin belli başlı kavramlarıyla nesih konusu ele alınır; daha sonra Kitap ve Sünnet delilleri geniş biçimde işlenir. Bu bölümün başında ayrı ayrı inceleneceği belirtilen dört delilden icmâ ve kıyasa yer verilmez. İctihad, fetva, istiftâ ve iktidâ kavramlarının etraflı şekilde ele alındığı beşinci bölüme eklenen tâli bölümde teâruz ve tercihle cedele yer verilir. Eserin en belirgin özelliği, müellifin makâsıd (hikmet-i teşrî, hükümlerin vaz’ediliş amaçları) konusuna öncekilerde görülmeyen genişlikte yer ayırmış olmasıdır. Üçüncü bölümün tamamı buna tahsis edildiği gibi diğer bölümlerde incelenen meselelere de daha çok bu açıdan bakılmıştır. Şâtıbî ile ilgilenen son dönem yazar ve araştırmacıları onun makâsıd alanında bir çığır açtığında hemfikirdir. Bir anlamda Şafiî'nin usulün literal kanadında yaptıklarıyla Şâtıbî'nin onun diğer kanadı olan “makâsıd”da yaptıkları arasında bir benzerlik kurulabilir. Şevkânî (ö.1250/1834) İrşâdü'l fuhûl Tam adı “İrşâdü'l-fuhûl ilâ tahkîki'l-hak an ilmi'1-usûl” olan eser, taklit karşıtı ve ictihad yanlısı görüşleriyle tanınan Şevkânî'nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir. Şevkânî, mezheplerden bağımsız ilmî kişiliğinin bir sonucu olarak bir konuyu incelerken ilgili görüşleri ve delillerini herhangi bir mezhep farkı gözetmeksizin nakleder, zaman zaman bazı görüşleri eleştirir, en sonunda da kendi görüşünü belirtir. Bu özelliğiyle karşılaştırmalı bir fıkıh usulü kitabı niteliği taşıyan İrşâdü'l-fuhûl'de sadece fıkıh ve fıkıh usulü değil aynı zamanda hadis, kelâm ve Arap dili âlimlerinin görüşlerine de yer verilmiştir. Eserde, usul kitaplarının telifinde takip edilen mütekellimîn ve fukaha metotları mezcedilmiştir (birleştirilmiştir). Hint yarımadası âlimlerinden Sıddîk Hasan Han'ın “İslâm'da benzeri yazılmamış bir kitap” olarak değerlendirdiği İrşâdü'l-fuhûl, fıkıh usulüne 15 dair daha sonraki kitaplar için ilham kaynağı olmuş ve özellikle XIX. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yenilikçi hareketlere ilmî ve fikrî bir zemin teşkil etmiştir. 1.2.4. Karşılaştırma Bu metotların hangisinin daha sağlıklı olduğuna dair tartışmalar yapılmakta ve mütekellimîn metodunun fukahâ metodundan daha fazla hukuk nosyonuna uygun olduğu ifade edilmekteyse de, aslında aralarında fazla bir farkın olmadığı da söylenebilir. Zira “usûl”ün sonradan tespit edilmiş olması, daha öncesinde “usûl”süz hareket edildiği anlamına gelmez. Bilakis zihinlerde mevcut olan usûl daha sonra yazıya dökülmüştür. Bu durum dillerin gelişim süreçlerine benzetilebilir: Önce dil vardır; konuşulur. Daha sonra bu dil yazıya aktarılır ve grameri tanzim edilir. Aynı şekilde ana dil önce kurallarından bağımsız olarak tabii bir şekilde öğrenilir ve kullanılır. Ardından dilin yazılı ve gramer boyutunun öğrenimine geçilir. Fıkhın gelişimi de benzer bir şekilde olmuş; önce her bir meseleyle ilgili bütün nasslar göz önünde bulundurularak güncel problemler mesele mesele çözülmüş, daha sonra da bu çözümler arasındaki benzerlik ve farklılıklardan yola çıkılarak genel/küllî bir takım prensiplere ulaşılmaya çalışılmıştır. Bunun neticesinde iki sahada eserler kaleme alınmıştır: v Fıkıh usulü eserleri v Kavâid-i külliye (küllî kaideler, genel prensipler) eserleri. Küllî kaideler ile fıkıh usulü kuralları arasında da belli bir yakınlık mevcut olup; “Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır”, “Alâ hilâfi'l-kıyâs sabit olan şey sâire makîsun aleyh olmaz”, “İçtihat ile içtihat nakz olunmaz” gibi bazı fıkıh usulü kuralları fürû kitaplarında sıkça kullanılmış ve fer'î ahkâmı da yakından ilgilendirmesi sebebiyle literatürde küllî kaide olarak yer almıştır (Mecelle, Md. 5, 15, 16). Ancak kaide mükellefin fiiline ilişkin olup fıkhın birden çok alanındaki fer'î meselelerin tamamına veya büyük çoğunluğuna uygulanabilir genel prensipler verirken veya varılan çözümlere ortak açıklama getirirken; fıkıh usulü kuralları şer'î delillere ilişkindir ve bu delillerden şer'î hüküm elde etme yollarını ifade eder. Usul kuralları da kavâid olarak adlandırılabildiğinden karışıklığı önlemek için birçok müellif küllî kaidelere “kavâid-i fıkhiyye (el-kavâidul-fıkhiyye)” diğerine de “kavâid-i usûliyye(el-kavâidul-usûliyye)” diyerek aradaki farka işaret etmek ister. Usûl-i fıkıh genelde Arapça lafızlardan hüküm çıkarma kuralları iken, küllî kaideler şer'in sırlarına ve hikmetlerine vâkıf olmayı mümkün kılan umumi hukuk prensipleridir. Fıkıh usûlü ilmi, fakîhin uyması gereken kaideleri açıklar ki, bunlar onun hüküm çıkarırken hataya düşmesini önler. Fıkıh kaideleri ise, birkaç hükmü birleştiren, bir kıyas veya fıkhî kaidede toplanabilen benzer hükümler kolleksiyonudur. İslam hukukuna göre, mülkiyet kaideleri, muhayyerlik kaideleri, fesih kaideleri, burada misal olarak verilebilir. Bunlar, cüz'î ve dağınık hükümlerin neticeleridir ki, mes'eleleri genişçe ele alan fakîh, uğraşmış ve bunları, bir araya toplayıcı kaide ve genel hükümler yardımı ile birbirine 16 bağlamıştır. Bu tür çalışmalara misal alarak bazı eserler zikredebiliriz: İzzeddin ibn Abdüsselâm (ö. 660/1262) Kavâidü'l-ahkâm (Şâfiî) Karâfî (ö. 684/1285) Envâru'l-burûk fî envâri'l-furûk (Mâlikî) İbn Cüzey (ö. 741/1340) el-Kavânînu'l-fıkhiyye (Mâlikî) İbn Receb (ö. 795/1393) el-Kavâidu'1-kübrâ (Hanbelî) İbnu'l-Lehhâm (ö. 803/1401) el-Kavâid ve'1-fevâidu'l-usûliyye (Hanbelî) İbn Nüceym (ö. 970/1563) el-Eşbâh ve'n-nezâir (Hanefî) Bütün bu tartışmalardan sonra, “Memzûc meslek”e ihtiyaç duyulmuş olması ve sonraki dönemlerde eserlerin genellikle bu metotla kaleme alınması göz önünde bulundurulduğunda, Fukahâ ve Mütekellimîn mesleklerinin her ikisinin de tek başına yeterli olmadığı; bunlarını birbirini tamamlayıcı mahiyette metotlar olduğu söylenebilir. 1.3. DELİL KAVRAMI VE ŞER‘Î DELİLLER Arapça'da “yol göstermek, irşat etmek” anlamındaki delâlet kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan “delîl” kelimesi “yol gösteren, doğru yola ve doğru sonuca götüren” mânasına gelir. İslâm hukukçularının çoğunluğuna ve bilhassa fukaha ekolüne mensup usulcülere göre delil “üzerinde doğru düşünmek suretiyle haberî bir sonuca (matlûb-ı haberî) ulaşılması mümkün olan şey”dir. Delil ile ulaşılan bilgi kat'î olabileceği gibi zannî de olabilir. Kelâm ekolüne mensup usulcüler ise ilim-zan ayrımı yaparak kat'î bilgiye (ilme) ulaştırana “delîl”, zannî bilgiye ulaştırana da “emâre” demeyi tercih etmişlerdir. Bu takdirde delil “üzerinde doğru düşünüldüğünde haberî sonucu bilmeyi sağlayan şey” şeklinde tanımlanabilir. İslâm hukuku açısından ifade edilecek olursa tarifte geçen “haberî sonuç”tan maksat şer'î hükümdür. Böylece delil daha açık bir ifadeyle “şer'î ve amelî bir hükme götüren şey” tarzında tarif edilebilir. Bunun için de İslâm hukukçuları hem şer'î hükmün çıkarıldığı aslı, hem de şer'î hüküm elde etmede kullanılan yöntem ve genel prensipleri delil olarak adlandırırlar. Nitekim asıl ve delil kelimelerinin zaman zaman eş anlamlı olarak kullanılması, “fıkıh usulü”nün de “fıkhın delilleri” olarak anlaşılması bunu teyit eder. Şer'î hükümle şer'î delil arasında sıkı bir bağ mevcut olup, dinî literatürde şer'î delil deyince “İslâm şeriatına ait hükümlerin doğrudan veya dolaylı olarak elde edildiği tafsili ve icmâlî deliller” anlaşılır. Esasen İslâm hukukunun da ana konusu, bir bakıma şer'î hükümle şer'î delilden ve bu ikisi arasındaki bağdan ibarettir. 17 Tafsîlî, diğer bir ifadeyle cüz'î deliller, özel bir meseleyle ilgili belirli bir şer'î hükmü bildiren delillerdir. Meselâ domuz etinin, kendiliğinden ölen hayvanın etinin haramlığını bildiren (Mâide 5/3), boşanan kadının iddet süresinden bahseden (Bakara 2/231), miras paylarını belirleyen (Nisâ 4/11-12) âyetler, ortak ve komşunun şüf a hakkından söz eden hadisler (Buhâri, Şüf'a, 1) münferit konularda şer'î hüküm bildirmeleri bakımından birer tafsîlî delildir. İcmâlî deliller ise şer'î hükümlerin genel kaynaklarıdır. Bunlar da ilk planda “edille-i erbaa” veya “edilletü'l-ahkâm” denilen kitap, sünnet, icmâ ve kıyastır. Sahabe sözü, istihsan, istislâh gibi diğer icmâlî deliller, aslında bu dört ana delilin kapsamına dahildir. Söz konusu dört delil, bir bakıma bütün şer'î delilleri temsil eden ve bütün şer'î hükümlerin kaynağını oluşturan bir konumda görüldüğünden, İslâm hukukunda ele alınan her konu ve varılan her hüküm, mümkün olduğu ölçüde bu dört delille ayrı ayrı desteklenmek istenir. Muhtelif usul ve fürû kitaplarında “bizim delilimiz, bu meselenin delili” gibi ifadelere sık sık rastlanır. Bu ifadelerle çok defa şer'î hükme kaynaklık eden tafsîlî delil, bazan da icmâlî ve küllî delil veya bunlardan hüküm elde etmede kullanılan metot ve kaideler kastedilir. Hatta zaman zaman “delil” kelimesi ile, yeni bir hükme götüren veya onu destekleyen belli ölçüde doğrulanmış bir önceki hüküm ve önermelerin kastedildiği de olur. Bu son anlayış delilin mantık ilmindeki tanımına da uygundur. Diğer bir ifadeyle, delil ile ulaşılan sonuç başka yeni bir sonuç için delil olabilmekte ve bu ileriye doğru böylece devam etmektedir. Âyet ve hadislerin fıkhî meselelerde delil olarak anılması ve kullanılmasının yanı sıra âyet ve hadislerden hüküm elde etmede kullanılan istihsan, istislâh, sedd-i zerâî, örf, aslî ibâha, ihtiyat gibi metot ve kaidelerin de delil olarak adlandırılması bu sebepledir. Çünkü hukukçu burada, bu nevi yöntem ve usul kurallarını yeni bir hükme götüren bir araç olarak değerlendirmektedir. Şer'î delillerin en çok bilinen ayrımlarından birisi de naklî-aklî veya sem'î-aklî ayrımıdır. Naklî deliller, oluşumunda müctehidin katkısı olmayıp Şâri'den nakledilen şer'î asıllardır. Bunlar da Kitap ve Sünnetten ibarettir. Bu ikisi, sadece Hz.Peygamber’den işitilmekle bilinmeleri sebebiyle “sem'î deliller” diye de anılırlar. İslâm öncesi şeriatlar da netice itibariyle Kur'an ve Sünnetin bilgi vermesine dayandığından bu iki delil içerisinde mütalaa edilir. Diğer delillere gelince, naklî delilin tanımında Şâri'den nakledilmesi, oluşumunda müctehidin (aklın) rolünün bulunmaması, nakil yoluyla bilinebilmesi gibi kısmen farklı kriterler kullanılmakta, bu sebeple de icmâ, sahabe sözü ve örfün naklî delil sayılıp sayılmaması benimsenen kriterlere göre değişebilmektedir. Naklî delil “müctehidin bir diğer ifadeyle aklın katkısı olmadan Şâri'den nakledilmiş olması” ölçüsüyle tanımlandığında, sadece Kitap ve Sünnet'in naklî delil sayılması mümkün olur. Hatta Hz. Peygamber’in kendi içtihadına dayanan bazı sünnet nevilerinin naklî delil sayılmaması bile düşünülebilir. Bunun yanında bir nevi kollektif içtihat ve ümmetin ortak kabul veya reddi niteliğini taşıyıp oluşumunda re'y ve içtihadın ağırlık kazandığı icmâ ile sahâbenin ictihadî görüşü mahiyetindeki sahabe sözünün naklî delil sayılması doğru olmaz. Fakat naklî delil ile “hukuk ekollerinin oluşum dönemine kadar nakil yoluyla aktarılan bilgi kaynakları” kastediliyorsa, o takdirde sahabe ve tabiîn icmâını, sahabe sözünü, hatta nassın üzerine bina edilen Hz. Peygamber dönemi örfünü naklî delil saymak mümkündür. Öte yandan 18 icmâ ve sahabe sözünün naklî delil sayılması, ilk dönem icmâının ve bütünüyle sahabe sözlerinin sonrakilerce tartışılmasını önleme, Kur'an ve Sünnet'in açık bıraktığı yerlerde bu iki kaynağın ümmeti birleştirici bir rol üstlenmesini sağlama gibi bir amaçla da izah edilebilir. Aklî deliller ise naklî delil ile bağlantılı olmakla birlikte aklî muhakeme ve beşerî yorumun ağırlıkta olduğu, oluşmasında müctehidin katkısının bulunduğu delillerdir. Diğer bir ifadeyle şer'î-aklî delil, müctehidin naklî delillerin dolaylı ifadelerini, genel ilke ve amaçlarını veya boş bıraktığı alanları gözeterek yeni şer'î hükümler elde etmede kullanıldığı istidlal metotları ve akıl yürütmeleridir. Bu zihnî faaliyetin genel adı kıyastır. Re'y, içtihat, istinbat, istidlal gibi terimler de buna yakın anlamlar taşır. İstihsan, istislâh, istishâb, sedd-i zerâî gibi deliller bu grupta mütalaa edilir. Şer'î delillerin naklî-aklî ayrımı, her ne kadar bunların elde ediliş ve oluşum tarzına bağlı görünüyorsa da yeteri kadar net değildir. Üstelik bu ayrımın önemli sonuçları da yoktur. Çünkü her bir grubun diğeriyle sıkı bir ilişkisi vardır. Nitekim Kur'an ve Sünnetin ibtidâen delil olarak kabulü, hükümlerinin anlaşılması ve dolaylı ifadelerinden hüküm çıkarılması aklî istidlale ihtiyaç hissettirdiği gibi; aklî delillerin de şer'î delil grubuna girebilmesi için nakil ile özel veya genel bir bağlantısının bulunması gerekir. Bu bakımdan aklî delilleri, nakil tarafından müsaade edilmiş ve muteber addedilmiş olmaları, naklin ilke ve amaçlarına dahil bulunmaları veya naklî delilleri işletme aracı olmaları gibi gerekçelerle nakil çerçevesinde düşünmek mümkündür. Aynı şekilde, Gazzali ve Şatıbî’nin yaptığı gibi, bütün naklî delilleri genel yöneliş itibariyle “Kitab”a irca edip Kur'an'ı “aslü'1-usûl (asılların aslı)” olarak nitelendirmek de imkan dahilindedir. Şer'î delillerin bir başka ayrım ve derecelendirmesi de “sübût” ve “delâlet” yönündendir. Sübût ile delilin kaynağına aidiyeti ve bizlere kadar naklediliş şekli; Delâlet ile delilin, kendisinden çıkarılan hükmü/manayı ortaya koyma gücü kastedilir. Kur'an'ın Allahu Teala’dan Hz.Peygambere gelişinde ve bizlere kadar naklinde hiçbir şüphe ve kesinti olmadığı için, bütün âyetler sübût yönünden kat'îdir. Hadisler ise belli türleri hariç sübût yönünden genelde zannîdir. Şer'î deliller, hükme delâletinin kuvvetine göre de kat'î ve zannî şeklinde ikiye ayrılır. Kendisinden şer'î bir hükmün açıkça anlaşıldığı ve başka türlü anlaşılmasının doğru olmayacağı deliller delâleti kat'î; dolaylı şekilde hüküm bildiren, yorum ve izaha muhtaç olanlar da delâleti zannî delillerdir. Bu ayrımların sonucu olarak naklî deliller, dörtlü bir ayrım ve derecelendirmeye tâbi tutulur: Ø Sübûtu ve delâleti kat'î Ø Sübûtu kat'î, delâleti zannî Ø Sübûtu zannî, delâleti kat'î Ø Sübûtu da delâleti de zannî 19 Bu tasnif, aynı zamanda deliller ve delillerin alt türleri arasındaki hiyerarşiyi ve çatışma halinde hangisinin öncelik taşıyacağını belirlemeye de yardımcı olur. Kur'an ve Sünnet'te her iki türden delil mevcuttur. Hatta bir âyet veya hadis bir yönden kat'î, diğer yönden zannî delâlete sahip olabilir. Kıyas ve diğer aklî delillerin şer'î hükme delâletleri ise daima zannîdir. Kitap ve Sünnetin şer'î delil olarak kabulünde görüş birliği vardır. İcmâ ve kıyas da büyük çoğunluğa göre şer'î delildir. Bu dört delil usul kitaplarında “şeriatın asılları” (usûlü'ş-şer ) olarak anılır. Bununla birlikte sadece Kitap ve Sünnet'i veya Kitap-Sünnetİcmâ üçlüsünü kabul edip kıyası daha talî ve farklı bir konumda ele almak da mümkündür. Bu yaklaşım tarzı ise kıyasın bir delilden ziyade diğer üç delilden hüküm elde etme (istinbat) metotlarından biri sayılmasıyla veya ilk üç delilin kat'î, kıyasın ise zannî delil kabul edilmesinden kaynaklanan derece farklılığının gösterilmesi gayretiyle izah edilebilir. Delillerle ilgili tasnifler, şer'î deliller arası hiyerarşiyi ve İslâm hukukçularının hüküm verirken gözettikleri sırayı ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Bununla birlikte gerek bu delillerin mahiyet ve kapsamını tesbitte, gerekse naklî delillerden hüküm elde etme kaide ve metotları mahiyetindeki aklî delillerin delil olarak kabulü, kullanımı, derecelendirilmesi ve hatta adlandırılmasında hukukçular ve hukuk ekolleri arasında zaman zaman ciddi görüş ayrılıkları olmuştur. Bu da İslâm hukuk doktrininde yer alan zengin görüş farklılıklarının önemli bir sebebini teşkil eder. Kur’an-ı Kerim (el-Kitâb) ve bunun etrafında kademe kademe yer alan diğer şer'î deliller, netice itibariyle insanlığa doğru yolu gösterme, selim aklın ve fıtratın da gerektirdiği bir hayat tarzını tesis etme, ferdî ve sosyal dengeyi ve düzeni sağlama gibi gayelere matuftur. Bu sebeple şer'î deliller hem kendi içinde bir bütünlük ve tutarlılık arzeder, hem de akl-ı selimle, fıtratla, insanlığın ortak ideal ve değerleriyle tam bir uyum gösterir. Deliller arasında, nakil ile akıl arasında gerçekte bir çatışma (teâruz) yoktur. Bir çatışma gözüküyorsa bu sübjektif bakış açılarına, çatışan delillerden birinin yanlış algılanmasına ve değerlendirilmesine bağlanmalıdır. 1.3.1. Aslî Deliller Edille-i Şer’iyye “aslî deliller” ve “fer’î deliller” olmak üzere iki kısımda ele alınır. “Müttefekun Aleyh Deliller” olarak da isimlendirilen aslî delillerin delil olarak kabul edilip kullanılması hususunda genel bir ittifak oluşmuştur ki, bunlar Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tır. Bunlardan Kur’an ve Sünnet’in delil olarak kullanılmasına hiçbir fakih itiraz etmemişken, icma ve kıyasın imkan ve(ya) hücciyetini kabul etmeyen alimler olmuş fakat bunların sayısı çok sınırlı kaldığı için ittifakı bozacak mahiyette kabul edilmemiştir. Bu delillerin hangi şartlarla delil olacakları ve bunlardan nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda ise ittifak değil pek çok ihtilaf mevcuttur. 1.3.2. Fer‘î Deliller “Muhtelefun fîh Deliller” olarak da isimlendirilen Fer’î delillerin delil olarak kabul edilip kullanılması hususunda ihtilaf edilmiş olup, bunlar İstihsan, Mesâlih-i Mürsele, Örf, Şer’u men kablenâ, Sahâbî Kavli, Sedd-i Zerîa, ve İstıshâb delilleridir. 20 1.3.3. Kaynak ve Metot Olma Açısından Deliller Edille-i Şer’iyye’nin kapsamı içerisinde kaynak ve metot mahiyetindeki delillerin birlikte yer aldığını daha önce ifade etmiştik. Delilleri tek tek ele alarak bunların ayrıştırmasını yapacak olursak; Kitap ve Sünnet’in aslî birer kaynak oldukları aşikardır. İcmâ, tahakkuk aşamasında bir metot iken, gerçekleştikten sonra bir kaynak haline gelmekte; deliller hiyerarşisinde Kitap ve Sünnet’ten sonra üçüncü sıraya yerleşmektedir. Kıyas “hükmü bilinmeyen fer’in hükmü bilinen asl’a kıyaslanması” şeklindeki teknik anlamıyla düşünüldüğü zaman bir metot iken, “istihsânen; hılâfen li’l-kıyâs (istihsan deliline göre, kıyasa aykırı olarak)” ifadesindeki şekliyle “istihsanın karşıtı” bir delil olarak olarak düşünüldüğünde bir kaynak mahiyetine bürünmektedir. Bir kaynak olarak düşünüldüğünde kıyas “bir konudaki yerleşik kural” anlamına gelmekte, bunun mukabili olan istihsan ise “bu yerleşik kuralın istisnası”nı ifade etmektedir. İstihsan, her ne kadar bir metot olarak gözükmekteyse de “nass sebebiyle istihsan”, “icma sebebiyle istihsan” ve “örf sebebiyle istihsan” türlerinde aslında ortada “nass, icma ve örf” şeklinde birer kaynak mevcuttur. Fakat bu durum İstihsan’ı metot olmaktan çıkarmaz. Zira “bir konudaki yerleşik kural”ı uygulamayarak başka bir kaynağa öncelik tanımak, her ne kadar bir kaynağa dayanılıyorsa da, metodolojik bir faaliyettir. Mesâlih-i Mürsele, Sedd-i Zerîa ve İstıshâb delillerinin metot oluşu açıktır. Şer’u men kablenâ, Sahâbî Kavli ve Örf delilleri mahiyetleri itibariyle kaynak sayılırlar. Fakat bunların kaynak oluşları mutlak olmayıp “mukayyed”dir; bunlardan Sahâbî Kavli ve Örf aslî kaynaklar olan Kitap ve Sünnet’e uygun olmaları şartıyla muteberdir. Şer’u men kablenâ ise ancak Kitap ve Sünnet’te yer alması durumunda delil olma vasfını hâiz olur. 1.4. ÖZET · “Fıkıh usulü” terim olarak kullanıldığında “müçtehidin şer î-amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarmasına yarayan kurallar ve bu kuralları inceleyen ilmî disiplin” kastedilir. · Fıkıh usulünün konuları temelde iki tanedir: İslâm Fıkhının Kaynakları (el-Edille eş-Şer iyye) ve Hüküm Çıkarma Metotları (Turuku İstınbâti'l-Ahkâm) · İslâm fıkhının kaynaklarının merkezinde Kur’an ve onun etrafında da sünnet yer alır. İcma, kıyas, istihsan gibi diğer deliller ise onların etrafındaki diğer halkaları teşkil eder ve her biri nassların daha iyi anlaşılıp yorumlanmasına katkı sağlar. Ayrıca Fıkıh usulünde, nasslardan hüküm çıkarma metotları da ele alınır ve lafızların anlamları ifade etme şekilleri incelenir. · Bir ilmî disiplin olarak Hz. Peygamber ve Sahabe dönemlerinde açıkça karşılaşılmayan ve fıkhın içerisinde (mündemiç olarak) yer alan fıkıh usulü, mezheplerin teşekkül evresiyle paralel olarak oluşmaya başlamış ve zamanla müstakil bir ilim dalı haline gelmiştir. 21 · Fıkıh usulü, müçtehitlerin içtihat ederken dikkat etmeleri gereken kuralları incelemek suretiyle, içtihatların belli bir seviyeyi tutturmasını sağlamış ve fıkhî meselelerde ortak bir terminoloji temin edilmesine katkıda bulunmuştur. · Usulcünün görevi, icmalî delilleri yani topluca kaynakları incelemek ve tafsîlî (herbir olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan müctehid için küllî nitelikte kurallar tespit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır. Fakîhin görevi ise tafsîlî delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. · Fıkıh usulü tahsil eden kişi, eğer müçtehit ise bu ilim sayesinde, içtihat ederken nelere dikkat etmesi gerektiğini öğrenir. Bu seviyede olmayan kişi ise bu sayede, müçtehitlerin ne kadar hassas davrandıklarını görür, onların görüşlerini daha iyi anlar ve benimser, onların arasındaki ihtilaflarda daha isabetli olan görüşleri daha kolay tercih edebilir ve onlardan görüş gelmeyen meselelerde onların nasıl bir görüş ortaya koyabileceklerini tasavvur edebilir. · Hanefîler tarafından geliştirilen ve Meslekü'l-Fukahâ ya da “Meslekü'l-Hanefiyye olarak adlandırılan metodu kullanan fakihler, bir tür “tümevarım”la önce furû’a dair hükümleri tespit edip, usul kurallarını bu hükümler üzerine bina etmişlerdir. · Çoğunlukla Şâfiîler tarafından kullanılan ve “Meslekü'l-Mütekellimîn”ya da “meslekü'ş-Şâfiiyye” olarak isimlendirilen metodu kullanan fakihler, bir tür “tümdengelim”le önce usul kurallarını tespit edip furû a dair hükümleri bu kurallar çerçevesinde tanzim etmişlerdir. · Daha sonra bu iki metodu mezceden eserler de telif edilmiştir. Bu metoda da “memzûc meslek” adı verilir. Bu metodu benimseyen alimler, önceki iki gruptan seçtikleri birer ya da daha fazla sayıda eseri “cem etmek” suretiyle kitaplarını oluşturmuşlardır. · İslâm hukukçuları hem şer'î hükmün çıkarıldığı asılları, hem de şer'î hüküm elde etmede kullanılan yöntem ve prensipleri “delil” olarak adlandırırlar. · Edille-i Şer’iyye “aslî deliller” ve “fer’î deliller” olmak üzere iki kısımda ele alınır. “Müttefekun Aleyh Deliller” olarak da isimlendirilen aslî delillerin delil olarak kabul edilip kullanılması hususunda genel bir ittifak oluşmuştur ki, bunlar Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tır. · “Muhtelefun fîh Deliller” olarak da isimlendirilen Fer’î delillerin delil olarak kabul edilip kullanılması hususunda ihtilaf edilmiş olup bunlar İstihsan, Mesâlih-i Mürsele, Örf, Şer’u men kablenâ, Sahâbî Kavli, Sedd-i Zerîa, ve İstıshâb delilleridir. 1.5. DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi fer’î deliller kapsamında yer almaz? a. Mesâlih-i Mürsele b. İstihsan c. Sedd-i Zerîa d. İstıshâb e. Kıyas 22 2. Aşağıdakilerden hangisi metot mahiyetindeki edille-i şer’iyye kapsamında yer alır? a. Sahâbî Kavli b. Sünnet c. Örf d. Sedd-i Zerîa e. Şer’u men kablenâ 3. Aşağıdakilerden hangisi fıkıh usulü tahsilinin faydaları arasında sayılamaz? a. Bu ilim sayesinde fıkhın kaynakları arasındaki hiyerarşi öğrenilir; delillerin teâruz etmesi durumunda hangisinin, hangi oranda tercih edilmesi gerektiği kavranılır. b. Bu ilmi öğrenen kimse, bu ilim ile şer'î nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle hükmü tespit edebilir. c. Hikmet-i teşri' bu ilim vasıtasiyle öğrenilebilir. d. Bu ilimde ihtisas yapanların, hukukî, kanunî bilgileri artar ve muhakeme kudretleri gelişir, kendilerinde hukuk melekesi teşekkül eder. e. İçtihada ehil olmayan kimse, müçtehit imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahrîc yapıp hükme varabilir. 4. Aşağıdakilerden hangisinde müellif-eser eşleştirmesi yanlıştır? a. b. c. d. e. Pezdevî Nesefî Abdulaziz Buhârî İbn Melek Semerkandî Takvîmü'l-edille Menâru'l-envâr Keşfü'l-esrâr Şerhu Menâri'l-envâr Mizânu'1-usûl 5. Aşağıdakilerden hangisinde verilen müellif-eser, ait olduğu “meslek” açısından diğerlerinden farklıdır? a. b. Kadı Abdülcebbâr Ebü'l-Hüseyin el-Basrî el- Umed el-Mu temed c. Serahsî el-Usûl d. e. el-Burhân el-Mustasfâ İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî İmâm Gazzalî Cevaplar: ( 1e 2d 3b 4a 5c ) 1.6. KAYNAKLAR Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, İstanbul: İFAV Yayınları, 2005 Bardakoğlu, Ali, “Delil”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), IX. 23 Büyük Ali Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri İstanbul: Meral Yayınları, ts. Dönmez, İbrahim Kafi, İslâm Hukukunda Kaynak Kavramı ve VIII. Asır İslam Hukukçularının Kaynak Kavramı Üzerindeki Metodolojik Ayrılıkları, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 1981 Ebû Zehra, Muhammed, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener, Ankara: Fecr Yayınevi, 1986 Gazalî, el-Mustasfâ, Bulak 1322 Hallâf, Abdülvehhâb, İslâm Hukuk Felsefesi (İlmu Usûli’l-Fıkh), çev. Hüseyin Atay, Ankara 1985 Hassan, Ahmed, İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi, çev. Ali Hakan Çavuşoğlu – Hüseyin Esen, İstanbul 1999 İbn Âşûr, Tahir, el-Makâsıdü’ş-şer’iyye Kahraman, Abdullah, Fıkıh Usûlü, İstanbul: Rağbet Yayınları, ts. Karâfî, el-Furûk Koca, Ferhat, “İstidlâl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), XXIII. Sadruşşerîa, et-Tavdîh Şerhu’t Tenkîh (Nşr. Muhammed Adnan Dervîş), Beyrut 1419/1998 Serahsî, Usûl, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, ts. Seyyid Bey, Medhal, İstanbul 1333 Şa’ban, Zekiyyüddîn, Usûlü’l-fıkh (İslam Hukuk İlminin Esasları), çev. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2007 Şatıbî, el-Muvâfakât (İslâmî İlimler Metodolojisi), çev. Mehmet Erdoğan, İstanbul:İz Yayıncılık, 1990 Şener, Abdülkadir, İslam Hukukunun Kaynaklarından Kıyas, İstihsan ve İstislâh, Ankara: Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1971 Şevkânî, İrşadü’l-fuhûl ilâ-tahkîki’l-hak min-ilmi’l-usûl, Kahire, el-Bâbu’l-Halebî Zeydan, Abdülkerim, Fıkıh Usûlü, çev. Ruhi Özcan, Emek Matbaacılık, ikinci baskı, 1982 Zuhaylî, Vehbe, Fıkıh Usûlü, çev. Ahmet Efe, İstanbul: Risale Yayınları, 1996 24
© Copyright 2024 Paperzz