Kitâbiyât llah Teala insanı başıboş bırakmamış ve bir takım emir ve yasaklar tevcih etmek suretiyle ona bir takım mükellefiyetler yüklemiştir. İnsandan sadır olan fiil ve tasarruflara Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği şer’î hükümler O’nun (c.c.) kadim olan hitabından ibarettir. Biz insanlar O’nun bu hitabının hakikatine vakıf olamayacağımız için yine O’nun rahmetinin bir tecellisi olarak bu şer’î hükümlere yine O’nun (c.c.) koyduğu bir takım deliller ve emareler/alametler vasıtasıyla vasıl oluruz. Biz bu delil ve emarelere kısaca “edille-i şer’iyye” diyoruz. Giriş bölümünde iki konu işlenmektedir: A a. Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde teşriin kaynakları b. Fıkhî meselelerde ihtilafın doğuşu ve bunun en önemli sebepleri Eseru’l-İhtilaf fi’l-Kavâidi’l-Usûliyye fihtilâfi’l-Fukahâ Mustafa Saîd el-Hınn “Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde teşriin kaynakları” başlığı altında “Teşriin iki ana kaynağı Kur’ân ve Sünnet”, “Hz. Peygamber döneminde ictihadın teşrideki rolü”, “Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ictihadı” ve “Sahabe-i kiram’ın ictihadı” gibi önemli meseleler işlenmiştir. Daha sonra “Fıkhî meselelerde ihtilafın doğuşu” meselesine geçen yazar burada Sahabe-i kiram arasında gerçekleşen ilk ihtilafın “hilafet meselesi” olduğunu söylemektedir. Bu konudaki ihtilaf Sahabe-i kiramın iki kardeş grubu; “muhacirler” ve “ensar” arasında gerçekleşmiştir. Her iki grup da bir takım deliller ileri sürmek suretiyle kendi görüşünü desteklemiştir. Müessesetü’r-Risale Beyrut-1998, 7. baskı, 645 sh. Birçok çeşidi bulunan edille-i şer’iyyeler, delil oluşları açısından “ittifak edilenler” ve “ihtilaf edilenler” olmak üzere başlıca iki ana bölüme ayrılır. Delil oluşu noktasında ittifak edilenler Kitab/Kur’ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tır. Hakkında ihtilaf bulunan deliller ise daha çoktur (Sahabe kavli, İstihsan, Istıshâb, İcmâ-i Ehl-i Medine). İlim ehlinin bir kısmı bunları şer’î delil addederken diğer bir kısmı ise bunun aksini düşünmüştür. Bu ihtilaf haricinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in devr-i hilafetlerinde meydana gelen ihtilafın az olduğuna dikkat çeken yazar bunu, Sahabe-i kiramın hala tek bir merkezde; Medine’de bulunmasına ve istişare ilkesinin bu sayede sağlıklı ve başarılı bir şekilde işletilebilmesine bağlamaktadır. Fetihlerin çoğalması neticesinde Sahabe-i kiramın bu yeni topraklara göç edip kendilerine yeni vatanlar edinmelerinden sonra, karşılaştıkları meseleleri arkadaşlarıyla istişare etmek imkânından mahrum oldukları için “ferdî” olarak çözümlemek zorunda kalışları, “sahabe ihtilaflarını” nispeten çoğaltmıştır. Bütün bunların yanında şer’î delillerin her iki türünden de ahkâm istinbatını mümkün kılan bir takım usûlî kurallar bulunmaktadır. Kimi zaman nassın sübûtu kimi zaman da hükme/manaya delalet keyfiyeti ve bunların uzantısı olan bir takım konularla ilgili olan bu kurallarda da –tıpkı şer’î delillerde olduğu gibi- ehl-i ilim arasında ihtilaf bulunmaktadır. Fıkıhta var olan ihtilafların altında çoğu zaman işte bu usulî/metodolojik kabuller yatmaktadır. Bu usûlî kabüller, birçok farklı konuda yer alan fer’î ihtilafın kaynağı durumundadır. Yazar kitabında en önemli fıkhî ihtilaf sebeplerini 8 ana başlık altında toplamıştır: Mustafa Saîd el-Hınn tarafından el-Ezher Üniversitesine Doktora tezi olarak takdim edilen Eseru’lİhtilaf fi’l-Kavâidi’l-Usûliyye fihtilâfi’l-Fukahâ isimli eser, bu usûlî kabüllerin İslam fıkhına olan etkisini sistematik bir biçimde incelemektedir. 1. Kıraatlerin ihtilafı 2. İlgili hadise muttali olamama 3. Hadisin sübutunu şüpheli görme el-Hınn araştırmasını, “giriş”, “altı ana başlık” ve “bir hatime” olarak kurgulamıştır. R I H 4. Nassın anlaşılması ve yorumlanmasında görülen farklılık L E 200 Kitabın beşinci ana başlığı edille-i erbaa’dan icma ve kıyasla ilgilidir. İlk önce icma konusunu ele alan yazar, icma’ın tarifi ve hüccet oluşundan kısaca bahsettikten sonra delil oluşu ihtilaflı bir icma türü olan “Ameli Ehl-i Medine”yi incelemiştir. “Ameli Ehl-i Medine” ile ilgili olarak İmam Malik ve İbn Teymiyye’nin konuyla ilgili görüşlerine yer verildikten sonra bu delilin fer’î meselelerdeki ihtilaf üzerinde nasıl bir tesir icra ettiği çeşitli fıkhî örneklerle gösterilmiştir. 5. Lafzın müşterek/çokanlamlı oluşu 6. Delillerin teâruz halinde oluşu 7. Konuyla ilgili bir nassın bulunmayışı 8. Usul kurallarındaki ihtilaflar. Bu sekiz önemli ihtilaf nedeninden ilk yedisini kısaca inceleyen yazar, daha sonra araştırmasının esas konusunu teşkil eden “Usul kurallarındaki ihtilaflar” meselesine geçer. Bu meseleyle ilgili ilk konu başlığı “lafızların hükümlere delalet yollarıyla ilgili usul kuralları”dır. Esas konuya girmeden önce “usul kurallarının doğuşu” ve “usul ilminde ilk telif veren kişi” mevzularına değinen yazar, lafızların hükümlere delalet yolları mevzuunu da usul ilminin iki menhecine göre; Hanefi ve Mütekellim menheclerine göre işler. Her iki menhec arasında yapılan karşılaştırmadan sonra “lafızların delalet yollarına ilişkin ihtilaflı olan kurallar” konusu ve bu usûlî ihtilafın fer’î meselelerdeki ihtilafa nasıl neden olduğu konuları kitapta derinlemesine incelenmiştir. Aynı başlık altında incelenen ikinci konu “kıyas”tır. Yazar yine önce kıyasın tarifini zikretmiş daha sonra da hem kıyas taraftarlarının hem de karşıtlarının meseleye dair delillerini serdetmiştir. Daha sonra, ilk olarak kıyasa taraftar olanlarla olmayanlar arasındaki kıyas temelli ihtilaflara örnekler verilmiştir. İkinci olarak illet tespitinin neden olduğu ihtilaflar, üçüncü olarak hadlerle kefaretlerde kıyasın cari olup olmadığı meselesinin yol açtığı ihtilaflar ve son olarak da esmâ-i lugaviyyede kıyasın cari olup olmadığı meselesiyle ilgili ihtilaflara dair örnekler incelenmiştir. Kitabın altıncı ve son ana başlığı “hücciyeti ihtilaflı olan deliller”dir. Burada sahabe kavli, ıstıshab ve maslahat-ı mürsele gibi, fakihler arasında hüccet oluşu tartışmalı olan deliller ve bunların yol açtığı fer’î ihtilaflar konu edinilmiştir. Yazar, ikinci ana başlık altında yine lafızların delaleti ile ilgili kuralları bu sefer lafızların delaletinin “şümulü ve adem-i şümulü” açısından ele alır. Burada âmm-hâss ve mutlak-mukayyed gibi lafız türleri ve bunlarla ilgili kurallar, yine her iki menhece göre gayet geniş bir biçimde incelenmiştir. Yazar el-Hınn, kitabının hatimesinde tatbik amaçlı olarak fıkhın ana konularından “nikâh babını” ele almaktadır. Burada yazar geride yaptığının aksine önce nikâh babı ile ilgili bir meseleyi merkeze alarak o mesele üzerinden tenevvu eden usul kurallarını incelemiştir. Yaklaşık yirmi kadar nikâhla ilgili meseleyi bu şekilde inceleyen yazar tezini bu tatbiki fıkıh babıyla bitirir. Kitabın üçüncü ana başlığı “Emir ve Nehiy ile ilgili usul kuralları”na tahsis edilmiştir. Bu bölümde yazar, emir ve nehiy kavramları ile ilgili bazı önbilgiler sunduktan sonra, fakihler arasında ihtilaflı olan emir ve nehiyle ilgili usul kurallarına yer vermiştir. Daha sonra bu kurallar üzerinde cereyan eden ihtilafa dair örnekler üzerinde ilgili kuralların geniş bir tatbiki yapılmıştır. 645 sayfa hacmindeki kitabın elimizdeki nüshası, 1998 tarihli 7. basım olup Müessesetü’r-Risale tarafından yayımlanmıştır. Yalnız Kur’ân-ı Kerim ve yalnız Sünnet-i Nebeviye ile ilgili olan kuralları dördüncü ana başlık altında inceleyen yazar, burada “Kur’ân’ın başka bir tercümesi”, “namazda arap dili dışında başka bir dil ile kıraat etmek”, “şaz kıraatler”, “mürsel hadis, kıyasa aykırı olarak varit olan âhad hadis”, “umum belvâ’da varit olan âhad hadis” ve “ravinin ameline aykırı olduğu için haberin reddi” gibi fer’î meselelerdeki ihtilafa yön veren temel usul kurallarına dair teorik ve pratik tetkiklerde bulunmuştur. R I H Ayrıca eserin Doç. Dr. Halit Ünal tarafından Türkçe çevirisi de Rey Yayıncılık tarafından Kayseri’de neşredilmiştir.* *Kitap tanıtım: Abdulkadir Yılmaz L E 201 llah (celle celâlühü) insanları cehalet ve nefsin hevasından kurtarmak için hak din ve hidayet ile gönderdiği son peygamberi Hz. Muhammed‘e (sallallahu aleyhi vesellem) kitabı Kur’ân-ı Kerim’i indirmiş ve ona cevâmiu’l-kelim özelliğini vermiştir. O da Rabbinin kendisine verdiği görevi en güzel şekilde yerine getirerek ümmetine tebliğde bulunmuş; onlara hayrı göstermiş ve şerden sakındırmıştır. Yazarın bunun ardından, günümüzdeki fetva anlayışının başlangıç süreci ve bu sürecin başlamasında etkin olan siyasi ve idari değişiklikler, oryantalist eleştiriler gibi bir takım amilleri ele aldığı kısım kitabın önemli fasıllarından biridir. A el-Fütyâ el-Muâsıra Yazar giriş kısmını konu başlığı (el-fütyâ el-muasıra) hakkında bazı uyarılar ve fetva vermenin hükmü hakkında malumatlarla bitirmektedir. (s.11-56) Kitabın birinci babında üç fasıl bulunmaktadır. Bu fasıllardan ilki Dr. Halid b. Abdullah fetvanın kaynaklarına tahsis edilel-Müzeyyinî miştir. Yazar burada fetvanın kaynaklarını asıl ve fer’î olmak Dâru İbni'l-Cevzî üzere ikiye ayırıp ilk bölümde Onlardan sonra bu emaneti dev1430/ 2009, 904 sh. dört asıl; Kur’ân, Sünnet, İcma’ ralan ilim ehli de, her türlü tahrif ve Kıyas’ı inceleyerek bunların ve değişiklikten korumak suretiytarifleri, hüccet oluşu ve günümüzde bu kaynaklale bu emaneti/dini nesilden nesile aktarmışlardır. ra âlimlerin bakış açısını verir. Zaman içinde ilim ehli olduğu iddiasıyla, ahiret ilimleriyle dünyayı talep eden bazı kişiler ilimdeki Fer’î kaynakların zikredildiği ikinci bölümde, kaydengeyi bozup fetva verme işine dalmaya başla- naklığı mezhepler arasında ihtilaflı olan maslahat, yınca, fetva konusunda hakkı batıldan ayıracak, istihsan, seddü’z-zerâ’î, örf, sahabe kavli, şer’u fetvanın kurallarını ortaya koyacak ve bu kargaşa- men kablena ve mezhep imamlarının görüşleri ya son vermek için âlimlerin ve yetki sahiplerinin konuları geniş olarak ele alınır. Mezhep imamlarıüzerine düşen sorumlulukları belirleyecek ilmi nın görüşlerinden bahsedilen kısımda mezhep araştırmaların ve şer’î çalışmaların yapılması ihti- imamlarının görüşlerinin mefhumuyla istidlalde yacı doğmuştur bulunma, onların sözleri üzerinden tahriç yapma, Kitabına bu manadaki sözlerle başlayan Dr. Hâlid tahricin şartları, çeşitleri ve günümüzde tahriçten b. Abdullah el-Müzeyyinî‘nin Darulhikme’yi ziyaret nasıl faydalanıldığının anlatıldığı önemli alt başlıkettiğinde kurumumuza hediye ettiği “el-Fütya el- lar bulunmaktadır. Fetvanın kaynaklarının anlatılMuâsıra“ isimli eseri “günümüzde fetva“ konusu- dığı bu birinci fasıl kitabın en uzun bölümüdür. nu başta kaynakları, esasları, fetvanın yayılmasın- (s.57-290) O‘nun ardından, insanların hidayet önderi, ilim, fıkıh ve fetva konusunda başvuru mercii sahabeleri olmuştur. da kullanılan iletişim araçları ve kurumları olmak üzere her yönüyle ele alan geniş ve önemli bir doktora tezidir. Müellif birinci babın ikinci bölümünde, fetvanın genel esasları olarak nitelendirdiği makasıd-ı şeriâ, usul ve fıkıh kaidelerini inceler. Bunların tarifleri, önemi, kısımları ve günümüz fetva anlayışındaki usul ve fıkıh kaideleriyle ilgili arızalar ve problemler hakkında bilgi verir ve bunları örneklendirir. (s.291-356) Kitap, giriş, dört bab ve bir hatimeden oluşmaktadır. Yazar kitabın giriş kısmında fetvanın ve siyaseti şer’iyyenin tarifi hakkında geniş bir malumat verdikten sonra birçok kişinin gafil olduğunu ifade ettiği siyaset-i şer’iyyenin fetvayla olan alakasına değinmiştir. R I H Birinci babın son bölümünde “günümüzde fetvanın özellikleri” başlığı altında kitabı orijinal kılan ve ona ayrıcalık kazandıran iki konu incelenmektedir. L E 202 ve sonuçlarından bahsedilmektedir. Bu bölümü de kitaba orijinallik katan kısımlardan biridir. (s.447558) Bunlardan birincisi günümüz fetva anlayışında fetvanın değişmesi konusudur: Yazar burada fetvanın hangi durumlarda değişebileceğine dair Karâfî, âtibi, İbn-i Kayyim, İbn-i Kemal Paşa ve İbn-i Abidin gibi geçmiş âlimlerin ve Yusuf Kardâvi, Mustafa Zerkâ ve Vehbe Zuhayli gibi günümüz âlimlerinin açıklamalarına yer vermekte, günümüzde fetvanın değişme sebeplerini zikretmekte ve son olarak fetva değişiminde uyulması gereken kuralları vererek bu konuyu sona erdirmektedir. (s.357-409) Kitabın üçüncü babında, çok güncel bir konu; televizyon, radyo ve gazete, telefon, faks, internet ve email gibi iletişim araçlarıyla fetva verme ve fetva sorma konusu ele alınmakta, buna cevaz verenlerle reddedenlerin delilleri sunulup tercihte bulunulmaktadır. Bu babın son bölümünde fetvanın iletişim araçlarıyla ilgili geleceği üzerinde durulmakta ve bu araçları kullanarak topluma doğru bilgiyi ulaştıracak salih amel sahibi âlim ve fakihlerin yetiştirilmesinin gereğine vurguda bulunulmaktadır. (s.559-761) Bu bölümün ikinci konusu ise günümüz fetva anlayışındaki ıstılah, istidlal, fetva ve beyanatlardaki düzensizlikten bahsetmekte, ehli olmayan kişilerin bu işlere girmesini, usul ve fıkıh kaidelerinin gereği gibi kullanılmamasını ve dinin garip kalışını bu düzensizliğin sebebi olarak göstermekte ve sonuç olarak bunun şeriatin insanların nezdindeki heybetini kaybetmesine, fesatçıların alanının genişlemesine yol açtığını/açacağını belirtmektedir. (s.410-446) Kitabın dördüncü ve son babında, ferdi ve ictimai fetva konuları incelenmekte, fetva komisyonlarının gelişimi anlatılmakta ve bunlardan altı tanesinin tanıtımı yapılmaktadır. (s.763-849) Kitabın hatime kısmında ise, yazar, yapmış olduğu çalışmadan çıkarmış olduğu sonuçları vererek adeta kitabın bir özetini sunmaktadır. (s.850-859) Kitabın ikinci babında, “fetvada katı tutum, gevşek tutum ve mutedil tutum” başlıklarından oluşan fetva metodu konusu incelemekte, bunların sebep *Kitap tanıtım:Orhan Ençakar bû Hanîfe’nin Sünnet anlayışı geçmişten bu yana güncelliğini koruyan bir konudur. Öteden beri konuyla ilgili bir takım çalışmalar yapılmıştır. Metin Yiğit’in Ebû Hanîfe’nin usûl anlayışında Sünneti ele aldığı ve İz Yayıncılık tarafından basılan doktora tez çalışması son dönemlerde yapılan başarılı çalışmalardan biridir. Yazara göre yerleşik Hanefî usûlündeki açıklamaların önemli bir kısmı -özellikle Sünnet karşıtlarının kullandığı bilgiler- Îsâ b. Ebân, Cessâs ve Debûsî gibi daha sonraki usûlcülere aittir. Yazar çalışmasını bu ayırımı yapma düşüncesiyle ele aldığını belirtmektedir. E Kitap bir giriş ile dört bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde yazar, Hanefî usûlünün izlediği tarihî seyir hakkında genel bir incelemede bulunmaktadır. Bu bölümde yerleşik Hanefî usûlünün tahrice dayalı yani fer’î ictihadlardan istihrac yoluyla elde edilen bir usûl olduğunu, Ebû Hanîfe ve onun birinci dereceden öğrencilerine bizzat ulaşmadığını anlatmaktadır. İlk Dönem Hanefi Kaynaklarına Göre Ebu Hanife’nin Usûl Anlayışında SÜNNET Metin Yiğit İz Yayıncılık, İstanbul-2009, 488 sh. R I H L E 203 Birinci bölüm “İlk dönem Hanefî kaynaklarının tespit ve tahlili” başlığını taşımaktadır. Yazarın ilk dönem Hanefî kaynaklarından maksadı, doğrudan Ebû Hanîfe ile Ebu Yusuf ve İmam Muhammed gibi öğrencilerine ait eserlerdir. Bu bölümde yazar tez boyunca esas aldığı eserlerin tarihî güvenilirliğini ve aidiyetini tartışmaktadır. Kitabın ikinci bölümü “Ebû Hanîfe’ye göre Sünnet’in anlamı, gerekmektedir. Bunun yanısıra haberin muhteva açısından da bazı özellikleri haiz olması ileri sürülmektedir. Yazarın ilk dönem kaynaklarından elde ettiği sonuca göre Ebû Hanîfe’nin muhtevayla ilgili ileri sürdüğü tek şart adem-i şuzûzdur. Başka bir deyişle haber-i vâhidin Kur’ân’ın mana ve delaletine ve hakkında ittifak edilen Sünnete (veya meşhur ve maruf sünnete) aykırı olmaması gerekir. Esasen bu tarz değerlendirme sadece Ebû Hanîfe’ye özgü değildir. Nitekim benzer bir takım değerlendirmeler diğer müctehidlerde de farklı yoğunlukta da olsa göze çarpmaktadır. kaynak değeri, tasnifi ve ifade ettiği hüküm” başlığını taşımaktadır. Burada Ebû Hanîfe’ye göre Sünnet’in anlam ve konumunu ele almadan önce Sünnet kelimesinin kullanımına dair genel bilgileri sunmaktadır. Sünnet, kullanıldığı bağlama ve alana göre farklı manalar taşıyan bir kelimedir. Muhatapları “itaata teşvik” etme bağlamında ya da “bidat karşıtı” olarak kullanıldığı zaman “dinde izlenen yol” manasına gelmektedir. Bu anlamıyla Sünnet, başta Kur’ân olmak üzere dinî herhangi bir delile dayanan bütün uygulamaları kapsamaktadır. Ancak usûlî anlamda diğer bir ifadeyle istidlâl sadedinde ve delil türlerini sıralama bağlamında kullanılan Sünnet kelimesi, Kur’ân haricinde Peygamber (s.a.v)’den sadır olan söz, fiil ve takrîrleri ifade etmektedir. Yazara göre Ebû Hanîfe’nin arz yöntemi yaygın anlayışın aksine sadece Kur’ân’ın zahirine dayanmamaktadır. Değişik kaynaklardaki ifadeler birleştirildiğinde Ebû Hanîfe’deki arz yönteminin hem Kitaba hem de Sünnete dayandığı anlaşılmaktadır. Usûl kitaplarında aktarılan örnekler arzın değil, teâruzun konusu olabilecek niteliktedir. Yazara göre bu örnekler Ebû Hanîfe’ye değil, kısmen tedvin dönemine, kısmen de tedvin sonrası döneme aittir. Yazarın tespitine göre Ebû Hanîfe Sünnet’i her iki manada da kullanmıştır. Bununla birlikte Ebû Hanîfe’nin Hz. Peygamber, Sahâbe ve Tabiûn’a ait söz ve uygulamalar için bazen eser ve hadis kelimelerini de kullandığı görülmektedir. Sünnet’in kapsam açısından tasnifine gelince, yazar tıpkı diğer usûl kitaplarında olduğu gibi Hz. Peygamber’den sadır olan fiilleri, kapsam açısından iki gruba ayırmaktadır: Teşriî nitelikteki fiiller ve Peygamber’e mahsus olan fiiller. Yazara göre Sünnet’in konumu ve kaynaklar hiyerarşisindeki yerini değişik vesilelerle Ebû Hanîfe‘den nakledilen açıklamalardan anlamak mümkündür. Ebû Hanîfe’den aktarılan açıklamalara bakıldığında Kitab, Maruf Sünnet, İhtilafsız Sahâbe Telakkisi, Sahâbe Kavli, Kıyas, İstihsan ve Örf şeklinde bir sıralama ortaya çıkmaktadır. İkinci bölümde ele alınan diğer bir konu “Sünnet’in ifade ettiği hüküm”dür. Yazar bu konuda Ebû Hanîfe‘nin bütün Nebevî emir ve tasarrufları aynı kategoride ele almadığını bazısını farz, bazısını vacip, bazısını da müstehab olarak değerlendirdiğini belirterek bu düşüncesini örneklerle desteklemektedir. “Sünnet’in tasnifi” başlığı altında yazar, Sünnet’in iki türlü tasnifinden bahsetmektedir: Rivayet ve kapsam açısından Sünnet’in tasnifi. Rivayet açısından Sünnet, Mütevâtir, Meşhur ve Âhâd gruplarına ayrılmaktadır. Yazar bu terimlerin sonradan ortaya çıktığını ancak içerik olarak bunların ilk dönemlerden itibaren var olduğunu belirtmektedir. Âhâd-âhâd olmayan ayırımının net olduğunu ancak mütevâtir-meşhur ayrımının güç olduğunu söylemektedir. Yazarın belirttiğine göre âhâd olmayan hadisler; ilk dönem eserlerinde maruf sünnet, meşhur sünnet ve ihtilafsız sünnet kelimeleriyle ifade edilmektedir. Âhâd olmayan hadisler hem amel hem de itikat açısından hüccet kabul edilmektedirler. Bu hadislerin kabulü için sened gibi şartlar aranmaz. Buna karşın âhâd haberlerin kabulü için hem sened hem de muhteva şartı aranmaktadır. Sened bakımından hadisi rivayet edenlerin akıl, zabit, adil ve Müslüman olması R I H Kitabın üçüncü bölümü “Ebû Hanîfe’nin haber-i vâhidi kabulü hakkında ileri sürülen bazı şartlar” başlığını taşımaktadır. Kanaatimizce kitabın can alıcı bölümünü bu kısımdaki açıklamalar oluşturmaktadır. Bu bölümde yazar sonraki usûl eserlerinde yer alan haber-i vâhide ilişkin şartları incelemektedir. İlk olarak ravi ile ilgili ileri sürülen şartlardan bahsetmektedir. Hanefî usûlünde raviyle ilgili olarak iki şart ileri sürülmektedir: Bunlar, fıkhu’r-ravi ve ravinin kendi rivayetine aykırı beyan ve davranışta bulunmaması, şeklinde ifade edilmektedir. Genelde bütün usûl eserlerinde özelde Hanefî usûlünde fıkhu’r-ravi denilince akla gelen kişi L E 204 Hanîfe’den aktarılan usûlî bir açıklama bulunmamaktadır. Ancak fer’î örneklerden Ebû Hanîfe’nin hass lafızların beyanında meşhur veya âhâd Sünnetlere başvurduğu anlaşılmaktadır. Mesela “Başlarınızı meshedin” mealindeki abdest ayetinde “meshedin” emri, hass bir ifade olduğu halde Ebû Hanîfe, bunu mutlak manada meshe yormamış, asgari olarak hadislerde geçen dörtte birle veya perçem miktarıyla sınırlamıştır. Bundan ayrı olarak yazar, bu bölümde ilk dönem kaynaklardan verdiği örneklerle Ebû Hanîfe’nin herhangi bir ayrıma gitmeden Kur’ân’da yer alan mücmel ve müphem lafızları Sünnetle açıkladığını belirtmektedir: Mesela namaz vakitlerini ve rekâtlarını, namazda neyin nasıl okunacağını, zekâta tabi olan malları, zekât miktarını ve nisabını ve hacca ait hususları açıklayan hadisler mücmeli beyan eden hadislerdir. Ebû Hanîfe’nin görüşlerini ve gerekçelerini aktaran âsâr ve ihtilaf kitaplarında konuya ilişkin çok sayıda örnek mevcuttur. Bölümün sonuna doğru yazar, Hanefî usûlcülerle cumhur arasında cereyan eden “Kur’ân’daki umumî ve hususî ifadelerin tefsiri” ile ilgili tartışmaların büyük oranda lafzî olduğunu ve pratikte büyük bir farklılığın olmadığını belirtmektedir: Ebu Hureyre’dir. Yerleşik Hanefî usûlünde kıyasa aykırı haberler konusunda Ebu Hureyre’nin rivayetlerine karşı mesafeli bir tavır bulunmaktadır. Ancak yazar kitabın bu bölümünde ilk kaynaklardan verdiği örneklerle Ebû Hanîfe’nin herhangi bir ayrıma gitmeden Ebu Hureyre’nin rivayetlerini esas aldığını ortaya koymaktadır. Yazara göre Ebû Hanîfe fıkhu’r-raviyi kabul şartı olarak değil, bir tercih vesilesi olarak görmektedir. Haber-i vâhidin kabulü hakkında Ebû Hanîfe’ye isnad edilen şartlardan büyük bir kısmı muhtevayla ilgilidir. Bunlar, Kur’ân’a arz, umumu’l-belva ve kıyasa aykırı olmama gibi şartlardır. Yazar bunları usûl kitaplarındaki örnekler üzerinden incelemektedir. Usûl kitaplarında Kur’ân’a arz, umumu’lbelva ve kıyasa aykırılıktan dolayı reddedildiği belirtilen hadisleri tek tek inceledikten sonra Ebû Hanîfe’nin bu hadisler konusundaki tutumunun mezkur prensiplerle izah edilemeyeceğini, bu prensiplerin daha sonra İsa b. Eban ve halefleri tarafından formüle edildiğini ifade etmektedir. Kitabın dördüncü ve son bölümünde ‘Sünnet’in Kur’ân’a göre konumu ve teâruz halindeki hadisler” konusu ele alınmaktadır. Yazar burada usûl kitaplarındaki yaygın şemayı kullanmaktadır. Buna göre Sünnet, ya Kur’ân’daki hükümlere uygun hükümler ifade etmekte veya Kur’ân’da yer alan hükümleri açıklamakta veyahut da Kur’ân’da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hüküm vazetmektedir. “Cumhur, Kitab’taki umumî ifadelerin haber-i vâhidle tahsis edilebileceğini savunmaktadır. Hanefî usûlcüler ise Kur’ân’da çok açık bir şekilde yer alıp herhangi bir ayet veya meşhur ya da mütevâtir bir hadis tarafından tahsis edilmemiş, farklı bir manaya muhtemel olmayan, tefsir ve beyana ihtiyaç duymayan ve seleften hiç kimse tarafından hass kabul edilip ihtilafa konu edilmeyen umumî ifadelerin haber-i vâhidle tahsis edilemeyeceğini söylerler. Kanaatimizce başta Îsâ b. Ebân olmak üzere Hanefî usûlcülerin ileri sürdükleri bu kayıtlar ve kurallar tatbik edilirse iki taraf arasındaki ihtilaf lafzî düzeye iner. Konuyla ilgili somut örneklere bakıldığında cumhura göre, âmmı tahsis eden âhâd haberlerin, Hanefî fakihler tarafından da nassların tahsisinde esas alındığı görülür. u farkla ki, cumhurun haber-i vâhid diyerek aldığı hadisler, Hanefî âlimler tarafından meşhur, mütevâtir veya selefin kabulüne mazhar olan âhâd haber ünvanıyla esas alınmıştır. Cumhurun “delaleti zannîdir” diyerek haber-i vâhidle tahsis ettiği bazı nasslar, Hanefî usûlcüler tarafından daha önce tahsise uğradığı gerekçesiyle zannî Sünnet’in Kur’ân’daki hükümlere uygun hükümler ifade etmesiyle ilgili bir tartışma bulunmamaktadır. Ancak Kur’ân’daki umumî ve hususî ifadeleri açıklayan âhâd haberler konusu bilindiği gibi usûlcüler arasında tartışmalıdır. Sünnet’in Kur’ân’da yer alan hükümleri açıklamasıyla ilgili olarak Hanefî usûlünde hakim olan tutum, Kur’ân’ın umumî ve hususî ifadelerinin âhâd haberlerle beyan edilemeyeceği şeklindedir. Yazara göre usûl kaynaklarında yer alan bu bilgiler Ebû Hanîfe’den aktarılan ictihad örnekleriyle birlikte tetkik edildiğinde “beyan edememe” prensibinin bizzat Ebû Hanîfe’den aktarılmadığı, bunun daha sonraki usûlcülerin, fer’î ictihad örneklerinden tahrîc ettikleri bir prensib olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân’da yer alan hass lafızların Sünnetle beyan edilebileceğine dair Ebû R I H L E 205 Yazarın tespitine göre Ebû Hanîfe’nin hadisler arasındaki teâruzu gidermede izlediği yöntem üç aşamalıdır. kabul edilip haber-i vâhidle tahsis edilmiştir. Cumhurun âhâd haberlerle tahsis ettiği bir takım umumî ifadeler -Sahâbe arasında ihtilafa konu olduğu gerekçesiyle- Hanefî fakihlerce ictihadî (gayri kat’î) kabul edilmiş ve bu tür ifadelerin haber-i vâhidle tahsis edilmesi caiz görülmüştür. Bazen de farklı ihtimallere açık mücmel ifadeler olduğu gerekçesiyle ayetlerdeki lafızlar haber-i vâhidle tahsis edilmiştir. Mesela cumhura göre “Bunların [ayette sayılan sekiz grub] dışındakiler size helal kılındı” ayeti, “Kadın, halası veya teyzesi üzerine nikahlanmaz” mealindeki haber-i vâhidle tahsis edilmişken Hanefî usülcülere göre bu haber, temelde âhâd olmakla birlikte insanların (selef) genel kabulüne mazhar olduğu için mütevâtir/meşhur mesabesindedir. Bu tür haberler [kesin] bilgi ifade eder ve Kur’ân’ı tahsis edebilir. Bundan ayrı olarak ayet-i kerimenin mücmel olduğunu, mücmel ayetlerin ise haber-i vâhidle tahsisinin caiz olduğunu belirtmişlerdir. Cumhura göre vasiyet ayetleri “Varise vasiyet yoktur” hadisiyle tahsis edilmiştir. Cumhur, bunu söylerken hadisin âhâd olup olmadığı şeklindeki ayrıma gitmez. Hanefî usûlcülere göre ise bu hadisler insanlar tarafından kabul ile telakki edildiğinden mütevâtir/meşhur mesabesindedir ve bu özelliklerinden dolayı Kur’ân’daki umumî ifadeleri tahsis edebilirler.” 1. Cem ve te’lif, 2. Nesh, 3. Tercih İlk olarak mümkünse iki hadis birbiriyle uyumlu olarak yorumlanır. Bu mümkün değilse aradaki teâruz neshle izah edilir. Bu da mümkün değilse hadislerden biri tercih edilir diğeri terk edilir. Yazar Ebû Hanîfe’nin ictihadlarından hareketle tercih için bazı ölçüler tespit edip bunları da ikiye ayırmaktadır: Raviye ve rivayetin içeriğine ilişkin ölçüler. Raviye dair başlıca tercih ölçüleri şunlardır: Ravi sayısı, ravinin fıkıh ve fazilet bakımından daha üstün olması, ravinin hadisin muhtevasıyla alakalı olması, ravinin zabt bakımından daha temkinli olması. Muhtevayla alakalı ölçüleri de Kitab ve Sünnete ve Hz. Peygamber’in genel tutumuna uygunluk, ulemanın genel telakkisine ve fukahanın ameline uygunluk, haberin müsbet içerikli olması, ihtiyata ve kıyasa uygunluk şeklinde sıralayan yazar, yerleşik Hanefî usûlünde tercihin ve neshin diğer yöntemlere mukaddem olduğunu belirtmektedir. Yazara göre bazı rivayetler için özellike te’lif imkânı olmayan rivayetler için veya selefin açıkça terk ettiği ve mensuh olduğunu belirttiği örnekler için nesih ve tercih değerlendirmesinde bulunmak yerinde bir değerlendirmedir, ancak bunun genel geçer bir kural olarak ileri sürülmesi ve bu haliyle Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmesi doğru değildir. Yazar, günümüzde mevcut Hanefî usûlüne atıfta bulunanların pratikte yerleşik Hanefî usûlüne ters düştüklerini belirtmektedir. Bu kimseler, Hanefî usûlcülerin arz, fıkhu’r-ravi ve umumu’l-belvâ gibi prensiplere rağmen hiçbir zaman tenkid konusu etmediği sünnetleri ve hadisleri arz ve umûmu’l-belvâ gibi gerekçelerle rahatlıkla inkâr edebilmektedir. Bu da Hanefîliğin bazı subjektif tezleri terviç etmek için sadece bir payanda olarak kullanıldığını göstermektedir. Yazımızı kitabın sonuç kısmında yer alan bir paragrafla bitirmek istiyoruz. öyle demektedir yazar: “Ulaştığımız bu sonuçlar, usûl tarihi hakkında –özellikle batılı araştırmacılar tarafından– ileri sürülen bazı tezlerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi genelde arkiyatçılar, âfiî’nin usûl tarihinde son derece etkili ve belirleyici olduğunu ileri sürmektedirler. Bundan hareketle bir çok yazar, Ebû Hanife usûlünün ve bu cümleden olarak Sünnet anlayışının âfiî’nin çıkışıyla inkıtaa uğradığını ve Müslüman toplumlarda hala hâkim olan usûlün âfiî’nin eseri olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışmada ortaya konan sonuçlar, âfiî veya cumhura ait usûlle Ebû Hanife usûlü arasında büyük bir mesafenin olmadığını göstermektedir.” Sünnet’in Kur’ân’da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hüküm vazetmesiyle ilgili olarak ise yazar, bu konuda aktardığı bazı örneklerden hareketle Ebû Hanîfe’nin usûl anlayışında Sünnet’in müstakil teşri’ konumunu haiz olduğunu ifade etmektedir. Mesela Kur’ân’da açıkça yer almayan ninenin mirası, fıtır sadakası, vitrin vacip oluşu, muhsan zaninin recmi, şufa hakkı, süte dayalı mahremiyet, akilenin diyete katılması gibi konularda Ebû Hanîfe’nin hadislere dayandığını belirtmektedir. R I H L E 206 avramların tefekkür ve algılarımız, hatta inançlarımız üzerindeki etkisi üzerinde yeterli ciddiyeti göstererek duranlarımızın sayısı fazla değildir. Oysa biz farkında olsak da olmasak da, davranışlarımızda, reflekslerimizde bile kavramların son derece derin bir belirleyiciliği vardır. K “Müstevlilere dil ile yardım etmek, onların kültürlerini esas almak ve cahilî eğitimin koyduğu hudutlara göre konuşmaktır. urası muhakkaktır ki, insanların davranışlarına yön veren kelime ve kavramlar tağutî kültüre dayanırsa “İslamî bir mücadeleden” söz edilemez.” Modern dönemde neyi nasıl düşüneceğimize ve hangi konuda nasıl davranacağımıza siyaset teorisyenleri, ekonomistler, sosyologlar ve genel olarak siyaset bilimcileri karar verdiği için farkında olmadan sekülerleşiyoruz. İlk baskısında alfabetik sırayla ele alınan 51 kavram, Ekim2004’teki son baskısında 91‘e, kitabın hacmi de 175 sayfadan 332 sayfaya çıkmış. KELİMELER KAVRAMLAR Yusuf Kerimoğlu Eserde adalet, ahd, ahlak, akıl emniyeti, batıl, bey’at, bel’am, İnkılab Yay. bid’at, cahiliye, cihad, din emniOysa müslümanlar olarak hayatıİstanbul-2004, (20. Baskı) 332 sh. yeti, fesad, fıkıh, fitne, günah, mızı bir bütün halinde nassların hudud, hürriyet, irtidad, küfür, şekillendirdiği temel üzerine inşa millet, nesil emniyeti, siyaset, etmek ve o temel üzerinde devam ettirmek temel mükellefiyetimizdir. Açıktır sünnet, şeriat, takva, velayet, zulüm gibi İslamî ki, bunu gerçekleştirmenin ilk adımı, inancımızı ve kavramlar yanında, ideoloji, anayasa, cumhurihayatımızı hangi kavramların belirlediğine dikkat yet gibi dilimize sonradan girmiş bulunan kavramlar da mercek altına alınmış. etmektir. Kerimoğlu hoca, her bir kavramın önce lugat, ardından ıstılah anlamını zikrediyor. Sonra da ele aldığı kavramın mahiyet ve alanına göre yer aldığı temel kaynaklara inerek anlam haritasını çıkarıyor. Kur’ân ve Sünnet nassları yanında ulema kavilleri burada başat rolü oynuyor. Son dönemde hayatımızı, istikameti şaşırmadan sürdürmemize önemli katkılar sunan Emanet ve Ehliyet (2. cilt), Fıkhî Meseleler (2. cilt) olarak basılmış olan bu eserin yeni baskısının da 4-5 cilt olarak yapılacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Devlet ve Siyaset Üzerine Notlar gibi köşe taşı eserlere imza atmış bulunan Yusuf Kerimoğlu hoca, ilk baskısı –İnkılab yayınlarının ilk eseri olarak– Ocak-1983'te yapılan ve aynı yıl Yazarlar Birliği'nin "en başarılı eser" ödülüne layık görülen Kelimeler Kavramlar isimli çalışmasının Takdim yazısında bu gerçeğe şöyle parmak basıyor: Her bir kavram üzerinde dururken hocanın sadece kuru nakillerle yetinmediğini özellikle belirtmemiz gerekiyor. Esere özelliğini veren en temel husus, ele alınan kavramların günümüzde nasıl ihmal edildiğinin, dönüştürüldüğünün, çarpıtıldığının ve/veya yerine hangi kavramların yapay olarak devreye sokulduğunun tesbit edilip dikkate sunulması. “Düşüncelerimiz “vehimlerimizin çarpıttığı” kelimelerin tasallutu altında. Bunlarla düşünüyor, bunlarla konuşuyoruz. Zanların ve şahsî kanaatlerin hakim olduğu ortamda –ki, bu zan ve kanaatler çoğunlukla cahilî eğitimin birikimine dayanır– nasıl bir gerçeği belirleyecek ve kimi, neye, nasıl çağıracaksınız?” Söz gelimi “ictihad” maddesinde önce kelimenin sözlük anlamı “gayret, takat, çaba” olarak, ıstılah anlamı da “şer’î delilleri esas alarak fer’î hükümler çıkarma hususunda fakih olan kimsenin bütün gücünü sarf etmesi” şeklinde verildikten sonra ictihada delalet eden Kur’ân ve Sünnet nassları zikredilmiş. Aynı gerçeği, 13 sayfalık Önsöz kısmında da şöyle ifadelendiriyor: R I H L E 207 manası yoktur. Zira ilim adamlarının önce tağutî güçlere karşı mücadele ve cihad etmeleri farzdır. Bu hususta hiçbir hassasiyet göstermeyen kimselerin muttaki olduğunu kabul etmek güçtür. Halbuki ictihadı tamamlayan şartlar arasında doğruluk ve takva esastır. Müctehid heva ve heveslerden uzak, bid’atlerden korunmuş olmalıdır” Bu arada Nisâ suresinin 59. ayetinde geçen “ulu’lemr” ifadesinden “ulema”nın kast edildiğini tesbit eden nakillere yer verilmiş. Müteakiben ictihadın bizzat Resulullah (s.a.v) Efendimiz tarafından teşvik edildiği gerçeğinin altı çizilmiş ve “Hiçbir ferdin Resul-i Ekrem (s.a.v)’in sünnetini iptal etme hakkı yoktur” denerek temel bir gerçek ortaya konmuş. Temel hedefi İslamî şuurun zedelenmesine ve giderek kaybolmasına yol açacak “kavram kargaşası”nın önüne geçmek olan eser, bunu büyük ölçüde gerçekleştirmiş görünüyor. Bununla birlikte, küçük bir ansiklopedi hüviyetindeki Kelimeler Kavramlar’ın müellifine yüklediği bir mükellefiyetten de söz etmemiz gerekiyor: İctihadın “farz-ı ayn” ve “farz-ı kifaye” şeklinde ikiye ayrıldığı ve tecezzi kabul etmeyeceği (farklı ihtisas alanlarından birçok kimsenin bir araya gelerek müşterek ictihadda bulunmasının mümkün olmadığı) belirtildikten sonra günümüzde ictihad kavramı etrafında meydana gelen oluşum ve tartışmalar ele alınmış. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eserin son baskısı 2004’te yapılmış. İlk baskısının üzerinden geçen 26 ve son baskısının üzerinden geçen 5 yıl zarfında müslümanların gündemine tarihsellik, hermenötik, hoşgörü/diyalog, çoğulculuk gibi pek çok yeni kavram girdi. Gerek bunlar ve benzeri mahiyetteki kavramların, gerekse eserin ilk baskısından itibaren yer verilmesi uygun olan mezhep, taklid, telfik, emr-i ma’ruf nehy-i münker, tebliğ, teklif, hak/hukuk gibi kavramların da dahil edilmesiyle eserin daha kapsayıcı, dolayısıyla hitap ettiği kitlenin daha geniş olacağında şüphe yok. Kerimoğlu hoca bu kısımda şu ifadeleri kullanıyor: “Son yıllarda tağutî düzenlerden maaşla beslenen bazı tipler “ictihad yapılmalıdır” sloganına sarılmışlardır. Ancak bunun hangi konuda derhal yapılması gerektiğini (yani farz-ı ayn ictihada konu olduğunu) bir türlü ortaya koyamamaktadırlar. Tabii, Müctehidin kim olduğu da gizlenmektedir. Mü’minlerin bir “ulu’l-emr” etrafında toplanıp İslam topraklarındaki müstekbirlere karşı cihad etmesinin zarurî olduğu günümüzde “İctihad yapılmalı mı, yapılmamalı mı?” tartışmasına katılmanın bir ok kesin hatlarla birbirlerinden ayırmak mümkün olmasa da, fetva kitaplarını karakteristik olarak çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür. Belli bir şahsın (müfti, şeyhülislam) fetvalarından oluşan –Ebussuûd Efendi fetvaları, Zenbilli Ali Efendi fetvaları gibi– eserler ve daha önce verilmiş fetvalardan derlemeler suretiyle oluşturulmuş –el-Fetâva’lHindiyye, el-Fetâva’lBezzâziyye gibi– eserler. Yahut soru metnine yer verenler ve vermeyenler; cevapta tafsilata girenler ve girmeyenler Ç Özellikle soru metnine yer veren ve cevapta tafsilata giden fetva kitaplarını diğerlerinden ayrı değerlendirmek gerekir. Zira bu EL-Mİ’YÂRU’L-MU’RİB Ve’l-Câmi’u’l-Muğrib An Fetâvâ Ehli İfrîkiyye Ve’lEndelüs Ve’l-Mağrib Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ el-Venşerîsî Vezâretu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’lİslâmiyye, Rabat/Beyrut1401/1981, I-XIII. R I H L E 208 eserlerde, müslüman bireye sadece neleri yapabileceğini ve neleri yapamayacağını belirten hüküm cümleleri yer almaz; aynı zamanda oluşturuldukları tarih ve coğrafyanın sosyal, kültürel, siyasî, idarî, ekonomik açıdan fotoğraflarını görmek de mümkündür. Bu yönüyle fetva kitapları sadece fetva verme durumunda bulunanları değil, yukarıda zikredilen alanlarda icra-i faaliyet edenleri de yakından ilgilendiren kaynaklardır. Bu cümleden olarak Malikî mezhebinin el-Muvatta’dan sonraki temel kitabı olan elMüdevvene’nin ilk ravisi Sahnûn’dan İbn Lübâbe’ye, İbn Arefe’den İbn Rüşd’e bidayetten X/XVI. asra kadar gelmiş müktesebatının süzülmüş ve tertip edilmiş bir hasılasını ihtiva eden el-Mi’yâru’l-Mu’rib’in, sadece bir fetva kitabı olarak görülmesi yanıltıcıdır. elVenşerîsî’nin, Fıkıh sahasında Malikî mezhebi ulemasının akvali yanında farklı mezheplerden âlimlerin görüş ve ictihadları naklettiği ve kendi tercih ve fetvalarıyla da taçlandırdığı eserin, mufassal ve tertipli bir “keşkûl” olarak tavsif edilmesi yanlış olur mu bilemeyiz ama, sıradan bir fetva kitabı olmadığı aşikârdır. bir başka müftünün 1,5 sayfalık cevabını ve kendisine itirazını zikreden müellif, bu itiraza Tenbîhu’lHâzıki’n-Nedes adını verdiği yaklaşık 22 sayfalık bir risaleyle mukabelede bulunur ki, böylelikle bir tek konu 35 sayfa hacminde yer tutmuş olmaktadır. (el-Mi’yâr, I, 237 vd.) Aynı konuyla ilişkili olarak öncesinde ve sonrasında yer alan fetva ve nakillerle birleştirildiğinde başlı başına bir kitap oluşturabilecek yapıdaki cevabî metin sadece bu konuya özgü değildir. Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyalarının tarih, edebiyat, toplumsal ve siyasal yapı, dinî hayat gibi muhtelif vechelerden fotoğrafını görmemizi sağlayan eserde yer alan nakiller, genellikle uzun tutulmuş, fetvalar esnasında fıkhî kaideler dikkat çekici biçimde işletilmiştir. Hatta kimi fetvaların, soru metinleriyle birlikte ele alındığında müstakil risaleler olarak değerlendirilebilecek hüviyette olduğu görülmektedir. Benzeri bir durum, Endülüs’ün düşmesiyle buradan Kuzey Afrika’ya hicret eden müslümanların zaman içinde burada yaşadıkları çeşitli sıkıntılar sebebiyle Hristiyanlar’ın eline geçmiş bulunan Endülüs’e geri dönmeyi gündeme getirmeleri ve konunun kendisine sorulup fetva istenmesi üzerine el-Venşerîsî’nin yazdığı metinde de görülmektedir. Esne’l-Metâcir Fî Beyâni Ahkâmi Men Ğalebe Alâ Vatanihi’n-Nasârâ ve lem Yuhâcir ve mâ Yeterettebu Aleyhi Mine’l-Ukûbât ve’z-Zevâcir adını verdiği fetvada soru metni 1,5 sayfa, cevabî metin ise 15 sayfa tutmaktadır. Aynı şekilde önünde ve arkasında konuyla ilişkili olarak yer alan metinler de katıldığında müstakil bir risale oluşturabilecek bir cevap söz konusu olmaktadır. Söz gelimi aralarından geçen bir nehirle birbirinden ayrılmış iki belde, bilahare idarî olarak birleştirilip, nehrin üzerine köprü yapılmak suretiyle birleşme fizik olarak da gerçekleştirildiğinde Cuma namazlarının tek camide mi, eskisi gibi iki ayrı camide mi kılınacağının, keza nüfusun artmasıyla mevcut camilerin cemaati almaması sebebiyle Cuma namazının üç, dört veya daha fazla sayıda camide kılınmasının caiz olup olmadığının sorulduğu metin 2, cevap ise 11 sayfa tutmaktadır. elVenşerîsî, bu uzun soruya, zengin nakillerle tafsilatlı bir cevap vermiştir. Ancak konu burada bitmemektedir. Soru sahibinin aynı soruyu tevcih ettiği Nitekim bu fetva bilahare önce Hasen Mü’nis, daha sonra da Ebû Ya’lâ el-Beydâvî tarafından ayrı ayrı tahkik edilerek müstakil risale halinde iki kere basılmıştır. Fıkh’ın bütün bablarına ilişkin soruları zengin nakillerle ele alıp kapsayıcı bir şekilde cevaplandırmıştır. ilmî/akademik çalışmalarının hemen tamamının İslam Hukuku sahasında yoğunlaşmasıyla dikkat çeken bir ilim adamı. İslam Hukuku ve Önceki eriatler, Osmanlı Mahkemeleri, İslam Hukukunda Değişmenin Sınırı, İslam Hukuku, İslam Hukuku Tarihi, Külliyât-ı Kavânîn, Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle gibi eserleri ve pek çok makalesi, Ekinci’nin adeta bir “İslam Hukuku araştırmacısı” gibi çalıştığını gösteriyor. lkemizde Hukuk Fakültesi mezunu olup, çalışmalarını İslamî ilimler alanına teksif edenlere pek sık rastlanmaz. Özellikle akademik seviyede İslamî ilimlerle ilgili çalışmalar münhasıran İlahiyat fakültesi mensuplarınca yürütülür. Bu aslında İlahiyat mensuplarının eksisi değil, farklı fakülte mezun ve mensubu olduğu halde İslamî ilimler alanında çalışanların artısıdır. Ü Her ne kadar Hukuk fakültesi müfredatları “İslam Hukuku”na şu veya bu seviyede/boyutta ilgi göstermeden edemiyor ise de, bu fakültelerde İslam Hukuku ile ihtisas seviyesinde alakadar yeterli ölçüde ilim adamının bulunmaması “yapısal” bir meseledir. Osmanlı Hukuku, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle bir bütündür. Bir medeniyeti değerlendirmek için göz önünde bulundurulan en önemli kriterlerden birisi hiç şüphesiz hukuktur. Osmanlı Devleti’nin hatasıyla sevabıyla 6 asırlık bir ömür sürmesini ve parlak bir başarı hikâyesi yazmasını mümkün kılan hususlar Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Hukuk Fakültesi mezun ve mensubu olmakla birlikte, R I H L E 209 Prof. Dr. Ekinci’nin son derece rahat okunan, okuyucuyu yoran teknik ayrıntılardan arındırılmış eseri ile geniş kitlelerin ıttılaına da arz edilmiş olmaktadır. arasında hukuk düzeninin ve adalet anlayışının bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İslam, zuhurunun ardından kısa bir süre sonra üç kıtaya kol salmıştı. İslam Devleti’ni kısa bir zaman içinde oldukça geniş bir coğrafyaya hakim olma ve hakimiyet sürdüğü yerlere uzun yüzyıllar boyunca adalet ve hakkaniyetin damgasını vurma imkânı veren en önemli etkenin adalet ve hakkaniyete dayalı hukuk düzeni olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Eserini, kendi aralarında muhtelif kısımlara ayrılan 5 ana “kitap”tan oluşturan Ekinci, Birinci Kitap’da konuya giriş mahiyetinde bilgiler veriyor, Türklerin İslam öncesi hukuk sistemlerini inceliyor ve OSMANLI HUKUKU Osmanlı Hukuku’nun kaynakları hakkında bilgi veriyor. İkinci Adalet ve Mülk Kitap’da Osmanlı Hukuku’nun Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci unsurlarını ve mevzuatını ele alıyor; Üçüncü Kitap’da Osmanlı Osmanlı Devleti bu anlayışı Arı Sanat Yay. Amme Hukuku’nu, Dördüncü devam ettirmiş ve hakimiyet tesis İstanbul-2008, 600 sh. Kitap‘da ise Osmanlı Hususî ettiği coğrafya üzerindeki din, dil, Hukukunu mercek altına alıyor. kültür, etnik köken farklılıklarını Beşinci Kitap’da ele aldığı Tanzimat devri Hukuk barış ve uyum içinde bir arada tutma başarısını çalışmaları, Mecelle ve Hukuk-ı Aile kararnamesi göstermiştir. Bugün bu başarının sırrının ne olduile çalışmasını nihayete erdiriyor. ğu sorusu, sadece gerçeği yeni yeni görmekte olan Müslüman araştırmacıların değil, Batılı araş- Osmanlı Hukuku isimli çalışmanın iki özelliği diktırmacıların dahi yoğun ilgisine mazhar olmaktadır. kat çekiyor: Konuların son derece güzel bir sistematik içinde sunulması ve rahat okunabilirliği. Tarih içinde Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu Elbette bu ancak konusuna hakim kalemlerin adil ve başarılı sistem Batılıların dikkatini çekmekbaşarabileceği bir hususiyettir. Yukarıda 1 parate gecikmemiş, XVI. yüzyılda İngiltere kralı VIII. grafta özet olarak verdiğimiz konu başlıklarının, Henry, Osmanlı ülkesine gönderdiği bir heyet ile kendi aralarında “kısım”lara ayrıldığını ve her bir Osmanlı hukuk ve adliye sistemini incelettirmiş, bu kısmın da pek çok maddeden oluştuğunu dikkate heyetin verdiği rapor doğrultusunda İngiliz hukuk aldığımızda, Osmanlı Hukuku isimli çalışmasında sistemini ıslaha tabi tutmuştur. Prof. Dr. Ekinci’nin ne denli güç bir işi kolay kıldıRuslara yenildikten sonra Osmanlılara sığınan İsveç ğını ve Osmanlı hukuk sisteminin mahiyet ve kralı Demirbaş Karl’ın, burada kaldığı yıllar içinde karakterini ortalama okuyucu nezdinde anlaşılır (1709-1715), şehirlerde halkın serbestçe müracaat kılmaktaki maharetini daha kolay anlama imkânıedebildiği bir nevi hukuk müşaviri olarak görev na kavuşmuş oluruz. yapan müftilerden ilham alarak, ülkesine döndüğünBibliyografyasını oluşturan Türkçe, Arapça, de “ombudsmanlık” sistemini ihdas ettiği nakledilir. İngilizce ve Osmanlıca kaynakların zenginliğine 1798’de işgalci olarak Mısır’da bulunan Napolyon, rağmen dipnotlara boğulmuş, akademik endişeleOsmanlı hukukuna dair bazı eserlerin Fransızcaya rin ön planda olduğu bir eser yerine, rahat okunan çevrilmesini emretmiş, Code Civile’in hazırlanışın- ve ele aldığı her konu hakkında derli-toplu bilgi da bu eserlerden istifade edilmiştir. Code Civile, veren bir kaynak olması, aslında Ekinci’nin bir popülaritesi sayesinde pek çok Latin ülkesinin kısmı yukarıda zikredilen çalışmalarının tamamı medeni kanununa kaynak teşkil etmiş, için söz konusu edilebilir. İslam Hukuku alanındaki İslam/Osmanlı hukuku dolaylı olarak bu kanunlara çalışmalarının, “yenilik” adı altında gündeme getida etkide bulunmuştur. rilen farklı arayış ve sapmalara prim vermeden Daha uzun zaman araştırmacıların ilgi odağı olma- müstakim ve muhkem bir çizgiyi yansıtması da ya devam edeceği kesin olan Osmanlı Hukuku, ayrı bir hususiyet olarak not edilmelidir. R I H L E 210
© Copyright 2024 Paperzz