Bölüm 1: Ödemeler Dengesini Okumak Ödemeler dengesi, bir ülkenin vatandaşları ile geri kalan tüm ülke vatandaşları arasındaki tüm işlemlerin sistematik kaydıdır. Stok değil akım göstergedir. Ödemeler dengesi, geniş tanımıyla, bir ekonomide yerleşik kişilerin, başka ekonomilerde yerleşik kişilerle belirli bir dönem içinde yapmış oldukları ekonomik işlemlerin sistematik kayıtlarını elde etmek üzere hazırlanan istatistiksel bir rapordur. Şimdi bu tanımın içinde geçen deyimleri tanımlayalım: Ekonomi; bir hükümet tarafından yönetilen coğrafi bölge, ülke anlamına kullanılmıştır. Yerleşik kişiler; bir ekonomide bir yıldan daha fazla süreyle devamlı ikamet eden, o ekonomi içinde faaliyette bulunan kişi ve kurumları ifade eder. Bu kişi ve kurumlar devlet (genel hükümet), parasal otorite (merkez bankası), bankalar, diğer sektörler, özel kişilerdir. Ekonomik işlemler; mal, hizmet ve gelirlerle ilgili işlemleri, finansal varlık ve yükümlülüklerle ilgili işlemleri, bir ekonomide yerleşik kişilerden diğer ekonomilerde yerleşik kişilere karşılıksız olarak reel ya da finansal kaynakların sağlandığı transferleri kapsar. Ödemeler dengesi istatistikleri aylık, üç aylık, yıllık olarak belirli dönem aralıklarıyla ölçer ve genellikle aynı sürelerle yayınlanır. Ödemeler dengesi kayıtlarında temel ilke, her işlemin iki ayrı kaleme iki ayrı işaretle kaydedilmesidir. Bu kayıtların birisi artı öteki eksi işaret alırlar. Bu kayıt sistemi ödemeler dengesinin sürekli dengede kalmasını sağlar. Örneğin ekonomiden dışarıya 100 USD tutarında mal ihraç edildiğinde bu işlem ihracat hesabına alacak olarak ya da artı kayıtla, diğer yatırımlar, varlıklar, efektif ve mevduat hesabına borç olarak ya da eksi kayıtla yazılır. Ödemeler dengesi istatistiklerinde alacak ya da artı olarak kaydedilen kalemler şunlardır: Mal ve hizmet ihracatı, yükümlülük artışı, varlık azalışı. Ödemeler dengesi istatistiklerinde borç ya da eksi olarak kaydedilen kalemler ise şunlardır: Mal ve hizmet ithalatı, yükümlülük azalışı, varlık artışı. Yukarıdakilere ek olarak ödemeler dengesi kayıtlarının tutulmasında iki temel ilke daha söz konusudur: Mülkiyet değişimi; çift kayıt sistemi çerçevesinde ekonomik işlemlerin alacak ve borç kayıtları mülkiyetin el değiştirdiği anda yapılır. Piyasa değeri; ekonomik işlemlerin kayda geçirilmesinde piyasa fiyatları esas alınır. Piyasa fiyatı, işlemin gerçekleştiği, alıcı ile satıcının almaya ve satmaya razı oldukları fiyat olarak tanımlanabilir. Şimdi gelelim Türkiye’de ödemeler dengesinin sınıflandırılmasına. Ödemeler dengesi 5 dengeden oluşur: Cari işlemler hesabı, Sermaye hesabı, Finans hesabı, Net hata ve noksan, Rezerv varlıklar. Bunların toplamı (çift kayıt sistemi gereği) sıfıra eşit olmalıdır. Denge de şöyle oluşur: Ödemeler Dengesi = Cari İşlemler Hesabı + Sermaye Hesabı + Finans Hesabı + Net Hata ve Noksan + Rezerv Varlıklar = 0 (Not: Bu denklemdeki işaretler duruma göre eksi olabilir.) 2013 yılı Kasım ayı itibariyle açıklanan ödemeler dengesi verilerini bu denkleme koyalım: Ödemeler Dengesi = - 55.962 – 76 + 65.682 + 4.839 – 14.483 = 0 Şimdi kalemleri incelemek üzere en özet haliyle Türkiye’nin ödemeler dengesini son dört yılı (2013 yılı Ocak – Kasım dönemi) kapsayacak biçimde gösterelim. ÖDEMELER DENGESİ (Milyon USD) 2010 CARİ İŞLEMLER HESABI -45.447 İhracat (FOB) 120.902 İthalat (FOB) -177.315 Mal Dengesi -56.413 Hizmetler Dengesi: Gelir 36.279 Hizmetler Dengesi: Gider -19.621 Mal ve Hizmet Dengesi -39.755 Gelir Dengesi: Gelir 4.477 Gelir Dengesi: Gider -11.692 Mal, Hizmet ve Gelir Dengesi -46.970 Cari Transferler 1.523 SERMAYE HESABI -51 FİNANS HESABI 59.061 Yurtdışında Doğrudan Yatırım -1.464 Yurtiçinde Doğrudan Yatırım 9.036 Portföy Hesabı (Varlıklar) -3.524 Portföy Hesabı (Yükümlülükler) 19.617 Diğer Yatırımlar (Varlıklar) 7.012 Diğer Yatırımlar (Yükümlülükler) 28.384 Cari, Sermaye, Finansal Hesaplar 13.563 NET HATA VE NOKSAN 1.405 GENEL DENGE 14.968 REZERV VARLIKLAR -14.968 Resmi Rezervler -12.809 Uluslararası Para Fonu Kredileri -2.159 Bilgi için: GSYH 731.600 Cari Açık GSYH (%) -6,2 12 Aylık Bazda Cari Açık -45.447 2011 2012 -75.092 -48.504 143.396 163.221 -232.535 -228.553 -89.139 -65.332 40.668 43.150 -20.538 -20.548 -69.009 -42.730 3.952 5.034 -11.793 -12.191 -76.850 -49.887 1.758 1.383 -25 -44 66.698 70.172 -2.349 -4.074 16.047 13.016 2.688 2.657 19.298 38.132 11.136 -569 19.878 21.010 -8.419 21.624 9.433 1.197 1.014 22.821 -1.014 -22.821 1.813 -20.814 -2.827 -2.007 2013/11 -55.962 149.577 -221.070 -71.493 44.310 -21.293 -48.476 3.974 -12.449 -56.951 989 -76 65.682 -2.666 10.394 2.689 21.235 1.188 32.842 9.644 4.839 14.483 -14.483 -13.631 -852 774.000 -9,7 -75.092 823.000 -7,4 -60.838 786.000 -6,0 -46.935 Ödemeler Dengesi tablosunda yer alan 1) Cari İşlemler Hesabı mal dengesi, hizmet dengesi ve gelir dengesinden oluşur. a. Mal Dengesi; İhraç edilen malları, ithal edilen malları, işlem görmek veya onarılmak üzere gelen veya giden malları, taşıtlar için limanlarda sağlanan malları ve parasal olmayan altını kapsar, b. Hizmetler Dengesi; hizmet ihracı ve hizmet ithalinin kaydedildiği hesaptır. Kapsamı içinde taşımacılık (navlun dahil), turizm gelir ve giderleri, haberleşme hizmetleri, inşaat hizmetleri, sigorta hizmetleri, finansal hizmetler, bilgisayar ve bilgi hizmetleri, patent ve lisans komisyonları, ticari ve ticaret bağlantılı diğer hizmetler, finansal kiralama hizmetleri, çeşitli teknik hizmetler, kişisel kültür ve eğlence hizmetleri ve resmi hizmetler yer alır. c. Gelirler Dengesi; Çalışanların ücretleri ile doğrudan yatırım ve portföy yatırımı ve diğer yatırımlara ilişkin gelirler ve ödenen tutarları içerir. Doğrudan yatırımlar konu 2) 3) 2) 3) olduğunda hisse gelirleri, kâr payları, sermayeye eklenen kazançlar ile şirketler arası diğer yatırımlardan doğan gelir ve giderler bu kalemde izlenir. Portföy yatırımları konu olduğunda ise hisse senetlerinden elde edilen kâr payları, tahvil ve benzeri borç enstrümanları ile ilgili gelir ve giderler (faizler) bu kaleme kaydedilir. d. Cari Transferler kalemi, ekonomiye para girişi gerçekleştiği halde karşılığında bir kaynak transferi yapılmayan işlemleri kapsar. Bu kalemde devlete (genel hükümete) yapılan ya da devletin başkalarına yaptığı hibeler ile yurtdışındaki işçilerin yaptığı havaleler izlenir. Sermaye Hesabı; sermaye transferleri (borcu bağışlanması, göçmen transferleri), üretilmeyen, finansal olmayan varlıklardaki (kara parçası gibi maddi varlıklar ile imtiyaz, telif, ticari marka ve kira, lisans gibi transfer edilebilir sözleşmeler gibi maddi olmayan varlıklar) değişimler bu hesapta izlenir. Finans Hesabı; Özel kuruluşlar ve kamu kurumları tarafından gerçekleştirilen kısa ve uzun vadeli uluslararası sermaye akımları bu hesapta izlenir. Finans hesapları sermayenin şekline göre şu kalemlerde şekillenir: a. Doğrudan yatırımlar (yatırımcının yerleşik olduğu ekonomi dışındaki bir ekonomide yaptığı uzun vadeli yatırımlar), b. Portföy yatırımları (tahvil, bono, hisse senedi gibi menkul değerlere yapılan yatırımlar), finansal türevlere yatırımlar ( bir dayanak varlığın değerine bağlı ancak bu dayanak varlıktan bağımsız olarak alım satımı yapılan sözleşmelere yapılan yatırımlar), c. Diğer yatırımlar (ticari krediler, krediler, döviz mevcutları ve mevduat hesapları ve diğer varlık ve yükümlülükler), Rezerv varlıklar (MB’nin parasal altın rezervleri, MB’nin döviz rezervleri, özel çekme hakları SDR, IMF nezdindeki rezerv pozisyonu ve diğer alacak hakları.) Net Hata ve Noksan; Hesaplar arasında oluşan farklar bu kalemde izlenir. Ödemeler dengesinde her işlem iki kez (alacak ve borç ya da artı ve eksi) kaydedildiği için sonuçta bütün hesapların toplamının sıfır çıkması gerekir. Ne var ki verilerin farklı kaynaklardan farklı yöntemlerle derlenmesi nedeniyle değerleme, ölçme ve kayıt zamanı farklılıkları oluşur ve bu farklar toplamda artı ya da eksi olarak bir fark doğmasına yol açabilir. İşte bu fark taşıdığı işaretle birlikte net hata ve noksan kalemine kalıntı olarak kaydedilir ve böylece toplam sıfıra eşitlenmiş olur. Yukarıdaki özet tabloyu ve grafiği bu açıklamalar ışığında değerlendirirsek; Türkiye’nin mal dengesinde sürekli yüksek oranda açık verdiğini (ithalatın, ihracatı sürekli ve yüksek farkla aştığını), bu açığı gelir dengesinin olumsuz katkısının artırdığını, buna karşılık hizmetler dengesinin olumlu katkısının açığın düşmesine katkıda bulunduğunu, finans hesabının ağırlığını (yani cari hesapta ortaya çıkan açığın dengelenmesini) portföy hesabı ve diğer yatırımların çektiğini, doğrudan yatırımların belirli bir tutarı pek aşamadığını, net hata ve noksanın ölçüm veya değerleme hatalarının ötesinde bir büyüklük taşıdığını, rezervlerde son iki yılda ciddi artışlar yaşandığını söylememiz mümkün görünüyor (rezervlerin eksi işaret taşıması rezervlerde artma olduğu anlamına geliyor.) 1.1. Büyüme mi Cari Açık mı? Bir ekonominin büyümesi yatırım yapmasına ve bu yolla üretim kapasitesini artırmasına bağlıdır. Yalnızca 100 ekmek üreten hayali bir ekonomi düşünelim. Diyelim ki bu ekmekleri üreten iki fırın var ve bu fırınlar yüzde 80 kapasiteyle çalışarak 50’şer ekmek üretiyor. Ekmeklerin fiyatının 1 TL olduğunu kabul edelim. Bu durumda bu ekonominin GSYH’sı 100 TL’dir (yalnızca nihai malların fiyatı hesaba alınır. Buğday, un, onlar için harcanan emek, elektrik, su vb hepsi bu fiyatın içinde yer alır.) Şimdi diyelim ki bu iki fırın da makinelerine daha yüksek kapasitede çalışacak yeni teknoloji yatırımı yaparak kapasitelerini yüzde 80’den yüzde 90’a çıkarmış olsun. Bu durumda her ikisi de 56’şar ekmek üreteceği için toplam üretim 112 ekmeğe, dolayısıyla GSYH da 112 TL’ye çıkar. Bu basit hayali örnekten üretimi artırmanın genellikle bir yatırım sorunu olduğunu görmüş olduk. Yatırım yapabilmek için gerekli olan nedir? İlk ağızda gerekli olan şey tasarruftur. Yani fırın sahipleri ekmek satışından ellerine geçen paranın bir bölümünü biriktirmelidirler ki o parayla makinelerine yeni teknolojiyi monte edebilecek yatırımı yapsınlar. Bir toplum yeterince iç tasarruf yapamıyorsa büyümek için gerekli üretim artışını ve üretim artışı için gerekli yatırımı yapabilmesi dışarıdan tasarruf ithal etmesine bağlıdır. Makroekonomik dengeyi gösteren denklemi yazalım: (S – I) + ( T – G) = (X – M) Yani özel kesim tasarruf (S), yatırım (I) dengesi ile kamu kesimi gelir (T), gider (G) dengesi, cari dengeye (X – M) eşittir. Türkiye’de bu dengelerin ayrıntısı şöyle bir görünüm içindedir: S<I T<G X<M Özel kesimin tasarrufları yatırımlarını karşılayamamaktadır. Kamu kesiminin gelirleri giderlerini karşılayamamaktadır (bütçe açığı) Ekonominin döviz gelirleri döviz giderlerini karşılayamamaktadır (cari açık) Bu durumda Türkiye’nin karşısında iki seçenek bulunuyor: (1) Tasarrufları kadar yatırım yapmak. Yani (I)’yı (S) düzeyine indirmek. Bu durumda orta vadede büyüme hedefi olarak alınan yüzde 7’lik büyümeyi tutturmak mümkün olmaz. (2) Hedeflediği oranda büyüyebilmek üzere yatırımları (I) yı artırmak için dışarıdan tasarruf ithal etmek. Türkiye, krize girdiği yıllar dışında ikinci yolu seçmekte ve yüksek oranlı büyümek için gerekli sermaye mallarını, ara mallarını ve hammaddeleri dışarıdan ithal etmektedir. Bu ithalatı finanse edebilmek için de dışarıdan tasarruf ithal etmektedir. Dışarıdan tasarruf ithali başlıca iki şekilde olur: (1) Doğrudan yabancı sermaye girişi, (2) Dış borçlanma. Doğrudan yabancı sermaye girişi, büyüme oranı olarak hedeflenen yatırımın finansmanına yetmediği için Türkiye ağırlıklı olarak dış borçlanmaya başvurmaktadır. 2013 yılında %4 dolayında bir büyüme oranına karşılık karşılık cari açığın GSYH’ya oranının % 7 dolayında olacağı tahmin ediliyor. %7’lik cari açık, sürdürülmesi zor bir finansman oranına işaret ediyor. Ya büyümemizi finanse edebileceğimiz noktaya kadar düşüreceğiz ya da bu kadar yüksek cari açık, riskleri ve dolayısıyla faizleri artıracak. Yapısal reformları yapmayan ekonomiler sürekli bu soruya yanıt ararlar. Yapısal reformlar can sıkıcıdır ve günlük popülariteyi düşürür. Ama ülkenin geleceğini kurtarır. 1.2. Ne Kadar Dış Açık O Kadar Büyüme Bir ekonominin iki temel dengesi vardır: İç ekonomik denge, dış ekonomik denge. İç ekonomik denge iki alt dengeden oluşur: Kamu kesimi dengesi (bütçe dengesi), özel kesim dengesi (tasarruf yatırım dengesi.) Dış ekonomik denge kamu kesimi ve özel kesimin dış dünyayla olan ekonomik ilişkilerinin toplam dengesini ifade eder. Türkiye’de iç ekonomik denge kimi zaman kamu dengesi kimi zaman özel kesim dengesi çoğu zaman da her iki denge açısından açık verir. İç ekonomik denge açığı dış ekonomik denge açığına ve dolayısıyla dışarıdan finansman arayışına yol açar. Türkiye, dışarıdan finansman bulup bu açıklarını finanse edebildiği sürece büyür, edemeyince de küçülür. Aşağıdaki iki grafik 1923 yılından 2010 yılına kadar Türkiye’nin ekonomik büyüme oranlarını ve dışticaret açığının GSYH’ya oranlarını (%) gösteriyor. Bu iki grafiğe birlikte baktığımız zaman iki veri seti arasındaki ters ilişki açık bir biçimde görülebiliyor. Yani Türkiye’nin yüksek oranlı büyümesi hemen daima yüksek oranlı dışticaret açığıyla mümkün olmuş, dışticaret açığının kapandığı yıllarda Türkiye ya yeterince büyüyememiş ya da küçülmüştür. Bu grafikler Türkiye ekonomisinde büyümenin ithalat bağımlısı bir büyüme olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki grafik büyüme oranı ve dışticaret açığı arasındaki ters ilişkiyi bir başka açıdan ortaya koyuyor. Türkiye’nin tasarrufları yatırımlarını karşılayamamaktadır. Yatırımlar için gerekli girdilerin hepsi içeride üretilemediği için ithal edilmekte, bu ithalatı karşılamaya yetecek iç tasarruf olmayınca da dışarıdan tasarruf ithal edilmektedir. Türkiye’nin son on yıldaki ekonomik başarısını gelecek on yılda da devam ettirebilmesi artık bu “ne kadar dış açık o kadar büyüme” modeliyle pek mümkün görünmemektedir. Bu modelden “daha az cari açık daha çok iç üretim” modeline geçilmesi gerekmektedir. Ne var ki bunu dış rekabete açıklığı sağlayarak yapamazsak, yani ne pahasına olursa olsun iç üretim modelini uygularsak bu kez de kamu kesimi açıkları vermemiz kaçınılmaz olur. Türkiye 1980’lere kadar ithal ikameci “ne pahasına olursa olsun yerli üretim modeli” ile geldi. 1980’lerden 2000’lere kadar “içeride üretemiyorsak dışarıdan ithal ederiz modeli” uygulandı. 2000’lerde “kamu kesimi borçlanacağına özel kesim borçlansın modeline” geçildi. Şimdi artık “dış rekabete açık yerli üretim modeli” uygulamanın zamanıdır. Tasarruf Sorunumuz Büyük Türkiye ekonomisindeki en önemli sorunları şu şekilde sıralayabiliriz: Cari açığın yüksekliği, enflasyonun yüksekliği, büyümenin potansiyelin altında kalması, bütçe açığının düşüklüğünün bir seferlik gelirlere dayanması, yatırımların artırılamaması, tasarrufların düşüklüğü, dış finansmana zorunlu kalınması. Bunlar içinde en önemli sorunlar yatırımların ve tasarrufların düşüklüğü. Çünkü bu sorunlar öteki ekonomik sorunlara öncülük ediyorlar. Aşağıdaki grafik gelişme yolundaki ekonomilerde ve Türkiye’de yatırımların GSYH’ya oranının gelişimi 1980’den bugüne gösteriyor. Grafiğe baktığımızda Türkiye’nin yatırımlarda gelişme yolundaki ülkeler ortalamasına göre geride kaldığını görüyoruz. 2000’lere kadar nisbeten bu grubun ortalamasına yakın oranda yatırım yapan Türkiye, 2000’lerden başlayarak gruptan kopuyor. 2014’e geldiğimizde gelişme yolundaki ekonomilerin yatırım / GSYH oranı yüzde 32’ye çıkarken Türkiye’nin yatırım / GSYH oranı yüzde 20’lerde kalıyor. Yani aradaki fark Türkiye aleyhine 12 – 13 puana kadar çıkıyor. Türkiye, yatırımlarını artıramayan bir ekonomi konumuna giriyor. Bu, geleceğimiz açısından olumsuzluk anlamında çok önemli bir gelişme. Aşağıdaki ikinci grafik gelişme yolundaki ekonomilerde ve Türkiye’de tasarrufların GSYH’ya oranının gelişimi 1980’den bugüne gösteriyor. 2000’lerin hemen öncesine kadar gelişme yolundaki ülkelerin tasarruf / GSYH oranı ortalaması dolayında bir ortalamaya sahip olan Türkiye’nin bu tarihten sonra kopmaya başladığını ve sonraki her yılda bu kopmanın daha da hızlandığını görüyoruz. 2014 yılı için tahminler Türkiye’de tasarruflar / GSYH oranının %14 dolayında olacağını, gelişme yolundaki ekonomilerde ise bu oranın %35’e yaklaşacağını gösteriyor. Yani tasarruf oranı açısından rakiplerimizle arada 20 puana yakın fark oluşuyor. Yatırımlarla tasarruflar arasındaki fark (cari açığı gösteriyor) dışarıdan finanse edilmek zorunda. Bu da bize Türkiye’nin dışa bağımlı yapısının bir türlü değiştirilemediğini gösteriyor. Türkiye’nin bir numaralı sorunu tasarrufların düşük olmasıdır. Bu düşüklük, yatırımların artırılamamasına ve cari açığın düşürülememesine yol açarak büyümenin potansiyel büyüme oranının altında kalmasına neden oluyor. Türkiye düşük tasarruf meselesini çözmeden ekonomik dengelerini yerli yerine oturtamayacak gibi duruyor. Bu meseleyi çözmek için geçmişteki verilere ve özellikle de reel faizlere bir bakmakta yarar var. Bölüm 2: BÜYÜMENİN DİNAMİKLERİ Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) tanım itibariyle, bir ekonomide belirli bir dönemde (genellikle bir yılda) üretilen nihai mal ve hizmet toplamının piyasa fiyatlarıyla çarpılıp, çıkan değerlerin hesaplanarak, toplanmasıyla elde edilen büyüklüktür. GSMH, bir ülkenin üretim gücünü ve refah seviyesini gösterir. Ancak bu büyüklük net bir büyüklük degildir. Bu büyüklügün saf olmamasının sebebi su sekilde açıklanabilir; her ülkenin belirli bir sermaye stogu vardır ve bu stok üretim faaliyetlerine katıldıkça eskime ve asınma payları da hesaplamaya dahil edilecektir. İşte bu sebepten dolayı hesaplanan milli gelir büyüklügü safi degil, gayrı safidir. GSMH hesaplanırken kullanılan bir diger kavram da nihai mal ve hizmet kavramıdır. Bu kavram; gerekli üretim asamasından geçmis ve artık kullanılmaya hazır mal ve hizmet anlamına gelmektedir. Bu sebepten ara mallar GSMH hesaplanmasına dahil edilmez. Bu duruma örnek vermek gerekirse, ekmek GSMH hesaplamasına dahil edilirken, ekmeğin yapımında kullanılan bugday veya un hesaplamaya dahil edilmez. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) GSMH hesaplaması yapılırken, bir ülkede yerlesik olarak yasayan vatandasların belirli bir dönemde ürettigi mal ve hizmet toplamı hesaplanmaktadır. Oysa bir ülkede yerlesik olarak yasayan bir kisi baska bir ülkede çalısarak elde ettigi geliri yada bazı sirketler çesitli ülkelerde yatırımlar yaparak elde ettikleri karları ülkesine transfer etmektedir. Tüm bu gelirler GSMH hesaplamalarına dahil edilmektedir. Ülkelerin kendi vatandasları aracılıgıyla baska ülkelerden elde ettigi gelir artıkça, ülkelerin karsılastırılmasına GSMH büyüklügü saglıklı analiz yapılmasını engel olmaktadır.Buna göre; bir ülke sınırları dahilinde üretilen nihai mal ve hizmet toplamının piyasa fiyatlarıyla çarpılarak toplanmasına GSYH denmektedir. GSYH= GSMH – (Net Dıs Alem Faktör Gelirleri – Net Dıs Alem Faktör Giderleri) Milli Gelir Hesaplama Yöntemleri Milli Gelir hesaplamasında genelde üç yöntem kullanılmaktadır. Bu kullanılan yöntemler genelde bir arada hesaplanmaktadır. Bu yöntemler; 1. Üretim Yöntemi 2. Gelir Yöntemi 3. Harcamalar Yöntemi olarak adlandırılmaktadır. Milli gelirin yaratılması üretim yöntemi, paylasılması gelir yöntemi, kullanılması ise harcama yöntemi olarak adlandırılmaktadır. Buna göre; milli gelir kavramı hesaplanış yöntemlerine göre su sekilde açıklanmaktadır: Milli gelirin bir ülkede genelde bir yılda üretilen nihai mal ve hizmetlerin toplamı olması üretim yönünden tanımı, aynı dönemde üretime katılan faktör sahiplerinin elde ettikleri gelirler toplamı gelir yönünden tanımı, bir ülkenin mal varlıgı aynı kalmak sartıyla, harcayabilecegi mal ve hizmetler toplamı ise harcamalar yönünden milli gelir tanımını vermektedir. 2.1. Cari ve Sabit Fiyatlarla Milli Gelir Türkiye’de milli gelirin resmi sekilde hesaplanmasında TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) yetkili olan kurumdur. TUİK her üç yönteme göre de milli gelir hesabı yapabilmektedir. Milli gelir hesaplaması yapılırken, hesaplamaların yapıldıgı yılın fiyatları esas alınmasına cari fiyatlarla milli gelir hesaplanması denmektedir. Örnegin Çizelge 4.2’ye göre; Türkiye’de, 1941 yılında aynı yılın cari fiyatlarla gerçeklesen GSMH degeri 2992,3TL olarak bulunurken, 1942 yılının cari fiyatlarıyla, 1942 yılında gerçeklesen GSMH değeri 6857.6TL olarak bulunmus ve bir önceki yıla göre % 107,1 oranında GSMH büyüme hızı gerçeklesmistir. Cari fiyatlarla milli gelir büyüme oranı, yalnızca hesaplamanın yapıldıgı yılın rakamlarıyla ifade edildigi için reel anlamda, ülke ekonomisinin büyüme oranını verirken yanıltıcı olabilmektedir. Cari fiyatlarla milli gelir büyüme oranında yanılma payının yüksek olması nedeniyle reel anlamda ekonomik büyümeyi gözlemlemek amacıyla sabit fiyatlarla hesaplanmıs milli gelir degerlerine bakmak gerekmektedir. Sabit fiyatlarla milli gelir hesaplanırken, her ürün için sabit bir yılın fiyatı ile her sektörde yaratılan katma deger hesaplanarak toplanır. Sonunda sektör verileri toplanarak, sabit alınan yılın fiyatlarıyla milli gelir degeri bulunur. Cari fiyatlarla milli gelir büyüklügü ile sabit fiyatlarla milli gelir büyüklügü arasındaki fark milli gelir deflatörünü vermektedir. Bu oran ayrıca genel fiyat endeksi olarak enflasyon oranına da karsılık gelmektedir. Sabit fiyatlarla GSMH degerini bulmak için gerekli formül su sekildedir; Türkiye’nin 2002’den bu yana büyümesini farklı yaklaşımlarla hesaplarken cari fiyatlarla GSYH’nın yanına dolar cinsinden GSYH’yı ve 1998 yılına göre sabitleştirilmiş yani enflasyondan arındırılmış fiyatlarla GSYH serisini ekleyip 2002 – 2012 arasındaki görünüme bakalım. Yıllar Cari Fiyatlarla GSYH (milyar TL) 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 Artış 351 455 559 649 758 843 951 953 1099 1298 1417 1565 4,5 kat Dolar Cinsinden GSYH (milyar USD) 231 305 390 482 526 649 742 618 732 774 786 823 3,6 kat Sabit Fiyatlarla GSYH (milyar TL) YO KB GSYH KB GSYH KB GSYH Nüfusu (TL) (USD) (Sabit TL) (milyon) 73 76 84 91 97 101 102 97 106 115 118 123 % 68 66 67 68 69 69 70 71 72 73 74 75 76 % 15 5.311 6.798 8.257 9.459 10.928 12.011 13.368 13.212 15.052 17.513 18.929 20.590 3,9 kat 3.500 4.559 5.761 7.019 7.585 9.242 10.437 8.566 10.079 10.444 10.497 10.807 3,1 kat 110 114 123 132 139 144 143 135 145 155 157 162 % 47 Not: GSYH: Gayrısafi Yurtiçi Hasıla, YO Nüfusu: Yıl ortası nüfusu, KB GSYH: Kişi başına GSYH (ya da kısaca kişi başına gelir.) Cari fiyatlarla GSYH’yı Dolara Çevirmenin Dayanılmaz Çekiciliği GSYH cari fiyatlarla, yani o yıl içinde geçerli olan fiyatlarla, hesaplanıyor. Bu durumda o yılın fiyat artışlarını da içinde barındırıyor. Sonra bulunan bu tutar o yılın ortalama dolar kuruna bölünüyor ve dolar cinsinden GSYH bulunuyor. 2013 yılında GSYH cari fiyatlarla 1.565 milyar TL hesaplanmış. Bu tutarı 2013 yılının ortalama dolar kuruna bölersek karşımıza dolar cinsinden 823 milyar dolarlık bir GSYH çıkıyor. Cari fiyatlarla TL cinsinden ekonomi 2002 sonundan 2013 sonuna kadar 4,5 kat, dolar cinsinden ise 3,6 kat büyümüş görünüyor. Oysa hesaplamada gerçek büyümeyi bulmak için bu hesapları fiyat artışlarını arındırarak yapmak gerekiyor. 1998 yılını baz alarak yapılan sabit fiyatlarla GSYH serisine bakarsak GSYH’nın 2002 sonundan 2013 sonuna kadar olan büyümesi yüzde 68 olarak karşımıza çıkıyor. GSYH'daki gerçek artış budur. Buna göre kişi başına GSYH’sı 2002 yılsonu ile – 2013 yılsonu arasında yüzde 47 artmıştır. Gerisi Dolar cinsinden hesaplama yapılırken nominal değerlerin alınmasından yani fiyat artışlarının giderilmemesinden kaynaklanan bir illüzyondur. Gerçekte Refahımız Ne Kadar Arttı? Bu hesapları bir kenara bırakıp çevremize baktığımızda ekonominin son 12 yılda büyüdüğünü görebiliyoruz. İnsanlar daha iyi arabalar, daha iyi konutlar talep ediyorlar, daha fazla sayıda insan beyaz eşya kullanıyor. Yani refah artışı gözle görülebiliyor. Buna karşılık bu refah artışı dolar ya da TL cinsinden cari fiyatlarla GSYH büyümesinin gösterdiği gibi 4,5 katlık ya da Dolarla ifade edildiği şekildeki 3,6 katlık bir artışı işaret etmiyor. Olsa olsa sabit fiyatlarla artışın gösterdiği yüzde 68'lik bir artışı gösteriyor. Kişi başına gelir de aynı görünüm içinde. Hatta kişi başına gelirdeki artış GSYH toplamındaki yüzde 68'lik artıştan daha düşük (yüzde 47) görünüyor. Çünkü orada işin içine nüfus artışı da giriyor. Bölüm 3: ENFLASYONU ANLAMAK Fiyatlar genel düzeyinde yaşanan, sürekli ve önemli yükselmelere enflasyon denmektedir. Bu tanımlamaya göre fiyatlar genel seviyesindeki artış öncelikle sürekli olmalıdır. Fiyatlar genel seviyesindeki bir defalık artış veya herhangi bir mal veya hizmet fiyatındaki bir defalık artışların enflasyon olarak kabul edilmesi mümkün olmamaktadır. Buna göre: a) Fiyat artışları farklı düzeylerde olsa bile, mal veya hizmet fiyatlarının geneline yansımalıdır. b) Bir ülkedeki fiyat artışları, genele yansıdığı halde, devamlı olmayıp bir defa olmak kaydıyla gerçekleşmiş ve sonra yine durağan bir hal izlemişse, enflasyon olarak kabul edilememektedir. Enflasyon hesaplaması; ekonomide çok sayıda mal ve hizmetin fiyatlar genel seviyesinin ölçülmesiyle bulunur. Enflasyon ölçülürken ise; fiyatlar genel seviyesine ait fiyat endeksleri oluşturulmaktadır. Fiyat endeksleri oluşturulurken genelde iki durum baz alınmaktadır. Bunlar; tüketici fiyat endeksi (TÜFE) ve toptan eşya fiyat endeksi (TEFE) yada diğer sekliyle üretici fiyat endeksi (ÜFE) olarak bilinen endekslerin baz alındığı, Baz Dönem Ağırlıklı Endeksler; diğeri ise GSMH zımni deflatörü olarak bilinen bir endeks baz alınarak bulunan Cari Dönem Ağırlıklı Endekslerdir. 3.1 Nedenlerine Göre Enflasyonun Türleri Enflasyon ekonomideki önemli bir istikrarsızlık durumudur. Bu sekildeki bir istikrarsızlıgın sebebinin ne oldugu ve ne gibi durumlardan kaynaklandıgını bilmek, istikrarsızlıgı ortadan kaldırmak amacıyla uygulanacak politikalar için önemlidir. Buradan yola çıkıldıgında enflasyonun dört nedenden kaynaklandıgı görülmektedir. Bunlar; talep enflasyonu, maliyet enflasyonu, fiyat enflasyonu ve ithal enflasyondur. 1) Talep Enflasyonu: Bir ekonomide toplam talebin, toplam arzı asması durumunda ortaya çıkan enflasyon türüdür. Diger bir tanımla; toplam arzın toplam talebi karsılayamaması sonucunda fiyatlar genel seviyesindeki artısa talep enflasyonu denmektedir Piyasada toplam talebin artmasını sağlayan sebeplerden biri de kişilerin gelirlerindeki artış veya piyasadaki para arzında yükselmedir. Bu durumda kişiler hem daha fazla mal talebinde bulunabilir, hem de talep ettikleri mal için daha fazla fiyat ödemeye razı olabilirler. Bu durumda enflasyona neden olmaktadır. Piyasaya talep edilenden çok para sürülürse yani para arzı para talebinden yüksek olursa, bireylerin eline geçen para miktarındaki artısın sonucunda oluşacak olan toplam talep artısına, toplam arzın kısa sürede uyum sağlaması oldukça zor olabilir. Firmalar artan talebi karşılamak amacıyla kapasite arttırma yoluna gidebilirler, bunun devamında üreticilerin; isçi alımı, mesai artırımı, yeni makine ve girdilerin alınması gibi maliyet arttırıcı harcamalar yapması beklenmektedir. Bu şekilde artan maliyeti karşılamak amacıyla firmaların fiyat arttırma olasılığı yüksektir. Böylece firmaların, artan talebi karşılamak üzere, kapasitelerini arttırması sonucu oluşan maliyet artışlarını, fiyatlara yansıtması beklenmektedir, bunun sonucunda ise piyasada enflasyon olusabilir. Bu durum sonucunda, ekonomide her ne kadar issizlik oranlarında azalma ve yüksek karlılıgın getirdiği bir canlılık olsa da belirli süre sonra piyasada enflasyonun negatif etkilerinin olma ihtimali kaçınılmazdır. Sekil 3.1’e göre ekonominin denge noktası, toplam arz (AS1) ve toplam talep (AD1) egrisinin kesistigi D1 noktasıdır. Daha önce belirtilen sebeplerden dolayı ekonomide talep artısının oldugunu varsayalım ve ekonomi de talep egrisi AD2 haline gelecektir. Ekonomide yeni denge noktası D2 olacaktır. Bu noktada fiyatlar P1’den P2’ye yükselecek, gelir ise Y1’den Y2’ ye yükselecektir. Ancak bu nokta ekonomide geçici denge noktasıdır. Gelir artısı reel olmayıp nominal bir artıstır. Daha önce deginildigi gibi ekonomide ki talep artışı üreticiler için yatırım kapasitesini arttırmayı cazip kılacaktır ancak artan fiyatlar maliyetleri yükseltecek ve maliyet artısları malın fiyatına yansıtılacaktır. Böylece ekonomide toplam arz eğrisi AS1’den AS2’ye yükselecektir. Yeni denge noktası D3 olacaktır. Bu denge noktasında ekonomi yeniden tam istihdam seviyesi olan Y1 noktasına gelecek ve fiyatlar genel seviyesi daha yüksek bir fiyat düzeyi olan P3 halini alacaktır. Görüldügü gibi talep artısı önce fiyatları P1’den P2’ye yükseltmis ve artan talep toplam arzda artısa neden olarak fiyatları daha yüksek bir seviye olan P3 seviyesine yükseltmistir. Fiyatlar genel düzeyindeki bu artıstan dolayı, ekonomi artık daha yüksek bir fiyat seviyesinde tam istihdama gelmiştir. Ekonomide denge, toplam talep lehine su sebeplerden dolayı da bozulabilmektedir: a) Kamu harcamalarının kamu gelirlerinden fazla olması sebebiyle ekonomide kamu sektörü açık verebilir. b) Özel sektör yatırımlarının özel sektöre ait tasarruflardan yüksek olması sebebiyle, ekonomide özel sektör açıgı yasanabilir. c) Dıs ticaret bilançosunun fazla vermesi nedeniyle yurt içi talebin yurt içi arzdan fazla olması durumunda ekonomide yasanacak olan olusacak olan gelir artısı da talep fazlalığına yol açabilmektedir. d) Ayrıca, ekonomide talep canlılığına sebep olabilen nedenler arasında; kredi hacminin genişlemesi ve atıl tutulan paraların piyasaya çıkması da ekonomide dengelerin talep lehine değişmesini sağlayan sebepler arasında gösterilebilir. 2) Maliyet Enflasyonu: Ekonominin tam istihdam da oldugu bir ülkede, toplam talepte herhangi bir yükselme veya emegin verimliliginde bir artıs olmaksızın üretim de kullanılan girdilerinden herhangi biri veya birkaçında meydana gelen artıslar sonucunda ortay çıkan enflasyona maliyet enflasyonu denmektedir. Firmalar kar güdüsüyle kuruldukları için maliyette meydana gelen bir artısı dogrudan fiyatlara yansıtmakta ve dolayısıyla maliyet enflasyonu oluşmaktadır. Maliyet enflasyonu talepten bagımsız olarak ortaya çıkan üretim maliyetlerindeki yükselmelerdir. Bu enflasyon türü daha çok toplam üretimle ilgili oldugu için arz enflasyonu olarak da bilinmektedir. Maliyet enflasyonu; isçilerin ücretlerinde olası bir artıs yüzünden olabilecegi gibi, firmaların daha çok kar elde etme güdüsüyle fiyat artırmak istemesi ayrıca ithal hammadde kullanan firmalarda hammadde fiyatlarındaki yükselme, vergi oranlarındaki artıs sonucunda firmaların vergi yükünün artması gibi durumlarla karsılasan üreticinin olası maliyet artıslarını mal fiyatlarına yansıtması durumunda maliyet enflasyonu oluşabilir. Baslangıçta ekonominin Sekil 3.2’de görüldügü gibi; D1 noktasında oldugunu kabul edelim. Maliyeti arttırıcı etkenlerden birinin; örnegin girdi fiyatlarının artması sonucu, Arz egrisinin sola dogru kaymasından dolayı, yeni denge noktası eksik istihdam seviyesine denk gelen D2 noktasına gelecektir. Bu noktada fiyatlar da P1 seviyesinden P2 seviyesine yükselmiş olacaktır. Milli gelir seviyesi de Y1 seviyesinden Y2 seviyesine gerileyecektir. Ekonomide eksik istihdam ve enflasyon aynı anda yasanacak ve stagflasyon olusacaktır. Stagflasyon durumunda ekonomide ya arz egrisi saga kayacak sekilde, toplam arz kısılmalı yada toplam talep arttırılarak toplam talep egrisinin saga dogru kayması saglanmalıdır. Buna göre; ekonomide Merkez Bankası para arzını arttırarak, toplam talebi saga kaydırıp AD2 halini almasını saglayabilir. Bu durumda yeni denge noktası D3 olarak gerçeklesecek ve ekonomi P3 seviyesine yükselerek daha yüksek bir fiyat seviyesinde dengeye ulasacak ve ekonominin gelir seviyesi ise basladıgı gibi Y1 düzeyine yükselmiş olacaktır. Diger bir yöntem ise; politika izlemeksizin, eksik istihdam nedeniyle düsen ücretlerin arz egrisini AS2 seviyesinden saga dogru kaydırarak AS1 seviyesine düsürmesidir. Böylece ekonomi yeniden P1 fiyat seviyesine ve Y1 gelir düzeyine ulasacaktır. Denge noktası ise eksik istihdam seviyesinde ki D2 noktasından D1 noktasına gelecektir. 3) Fiyat Enflasyonu: Fiyat enflasyonu, enflasyon tanımlamasına baglı olarak, ekonomide gerçeklesen fiyat artıslarının sürekli hale gelmesi olarak tanımlanmaktadır. Fiyat artıslarını sürekli hale gelmesinin sebebi olarak ise, ekonomik birimler arasındaki gelir rekabeti olarak belirtilmistir. Buna göre; fiyatlar arttıgında reel gelirlerinde azalma gerçeklesecek olan ücretlilerin gelirden daha çok pay almak isteyecegi buna karsın, üreticilerin mal ve hizmet fiyatlarını yükseltmeme fedakarlıgına girmeyecegi ve böylece sınıflar arası mücadelenin ortaya çıkacağı belirtilmektedir. Duruma göre ücretliler mücadeleden üstün çıktıgı süre boyunca, ücret-ücret, ücret-fiyat, fiyat-fiyat sisteminden olusan ve enflasyon helezonu denilen bir durumla karşılaşılmaktadır. 4) İthal Enflasyon: Bir ülkede olusan enflasyon her zaman iç dengelerin bozulmasıyla gerçeklesmez. Enflasyonun bir kısmı dıs ticaret yoluyla dısardan ithal edilecegi gibi, dıs ülkelerde olusan enflasyonist bir sokun dalgalanmasıyla da olusabilir. Dıs ülkelerde olusan enflasyon, ülke içinde mallara olan talebi arttırarak ülkenin ihracat payını yükseltmektedir. ihraç mallarına artan talebi karsılamak amacıyla arz artmakta ve bunun sonucunda fiyatlarda yukarıya doğru artma olması beklenmektedir. Ayrıca dıs ülkelerde olusan enflasyon, ithalat yapan ülkeler de girdi ve tüketim malları fiyatlarında artısa neden olmaktır. Eger ithal edilen mal, yurtiçinde ikame edilebiliyorsa, fiyat avantajı saglayacagından dolayı yurtiçinde üretilen mala olan talep artmaktadır. Üreticiler arzı arttırmakta ve bunun sonucunda fiyat artısları yaşanmaktadır. 3.2. Büyüklüklerine Göre Enflasyon Türleri Büyüklüklerine göre enflasyon türleri üçe ayrılmaktadır. Bunlar genellikle; ılımlı enflasyon, yüksek enflasyon ve hiper enflasyon olarak adlandırılmaktadır. 1) Ilımlı Enflasyon: Sürünen enflasyon diye de adlandırılan ılımlı enflasyon tanım itibariyle fiyat artıs oranlarının düsük seviyede süregelmesi durumudur. Her ülkenin kendi yapısına göre degisen ve bu artısların ılımlı sayıldıgı enflasyon oranları vardır. Gelismekte olan ülkelerde yıllık %4 gelismis ülkelerde ise yıllık %2 ve altındaki enflasyon artıs oranı ılımlı enflasyon sayılmaktadır. Bu tür enflasyon oranı yüksek enflasyon ve hiper enflasyon gibi yıkıcı ve ekonomide dengesizlige yol açan tepkiler yaratmamaktadır. Ayrıca ılımlı enflasyonun, ekonomik büyüme olanak saglama gibi ekonomide olumlu etkiler yaratabileceği ve merkez bankaları tarafından sıfır enflasyon oranı yerine düsük düzeyde enflasyon oranlarının hedef olarak belirlenmesi gerektigi belirtilmis, sıfır enflasyon oranının ekonomiye zararlı etkileri olabilecegi belirtilmiştir. 2) Yüksek Enflasyon: Ekonomide olusan fiyat artıslarının iki veya üç haneli hale gelmesi durumudur. Bu yüksek enflasyon yasanan ülkelerde fiyat artısları, yıllık %10 ile % 1000 seviyesinde değişmektedir. Ekonomide gerçeklesen yüksek fiyat artısları ülkenin ekonomik refahını bozmaya baslar. Firmalar ve aileler paranın bu sekilde deger kaybına ugramasından dolayı kendilerini koruma için mücadele verirler. Ellerindeki parayı likit tutmak yerine spekülatif hareketler veya gayri menkul ve dayanıklı tüketim malları alımına yönelirler. Özellikle Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye yüksek enflasyon rakamlarıyla yaşamışlardır. 3) Hiperenflasyon: Hiperenflasyon yıllık %1000’in altına düsmeyen enflasyon artıs oranına verilen isimdir. Samuelson’a göre yıllık %200, Cagan’a göre ise yıllık %50 fiyat artıs oranları hiperenflasyon olarak degerlendirilmistir. Hiperenflasyonun yasandıgı toplumlarda, fiyatlar, günde birkaç kez olmak üzere, sıksık degistigi için fiyat kontrolü yapmak oldukça zordur. 3.3. Enflasyon ile Faiz İlişkisini Anlama Rehberi Enflasyon, genellikle malın az (yani arzın sınırlı) paranın çok (yani talebin arzdan fazla) olduğu zamanlarda ortaya çıkar. Eğer az miktarda mala çok miktarda talip varsa malın fiyatı yükselir. Bu durumda talip sayısını azaltmak için faizi artırmak gerekir. Ki içlerinden bir bölümü faizden kazanacağı parayı düşünerek o mala talip olmaktan vazgeçsin. Böylece mala olan talep düşerse fiyat artışı da durur. Faizi indirmek tam tersi etki yaratır. Faiz düşürüldüğünde, hele bir de negatif reel faiz söz konusu olduğunda, insanların tasarruf yapması için neden kalmaz o zaman hep beraber mallara talip olurlar ve mal fiyatları yükselmeye başlar. Ekonomide en bilinen denklemlerden birisi Irwing Fisher’in miktar teorisi denklemidir: MV = PQ olarak ifade edilir. Bu denklemde M para arzını, V paranın dolanım hızını (yani her bir TL’nin yılda kaç kez el değiştirdiğini), P fiyatlar genel düzeyini, Q ise üretilen mal ve hizmetlerin miktarını gösterir. V ve Q kısa sürede değişebilecek yapıda değildir. V, geleneklere, toplumsal anlayışlara bağlıdır. Üretim (Q) ise yapılacak yeni yatırımlara bağlı olarak artacağı için ancak orta – uzun vadede artması mümkün olur. Yani V ve Q'yu kısa dönemde sabit kabul edebiliriz. Bu durumda: P = f (M) olur. Yani fiyatlar genel düzeyi, para arzının bir fonksiyonu haline gelir. Bunun anlamı şudur: Ekonomide para arzı artmışsa fiyatlar genel düzeyi de artar ve enflasyon dediğimiz olgu ortaya çıkar. Para arzını sadece piyasaya sürülen kağıt para ve madeni para toplamı olarak almamak gerekir. Bu toplama bankalardaki mevduatlar da dahil edilir. Bu durumda faizin düşmesi demek bankalarda duran paranın çekilip harcamaya dönmesi yani kullanılan para miktarının artması demektir. Ki bunun para arzını genişleteceğini ve MV = PQ denkleminden türeyen P = f (M) fonksiyonel ilişkisi sonucunda enflasyonu artıracağını söyleyebiliriz. Enflasyon dediğimiz sürekli ve genel fiyat artışlarının çoğunlukla nedeni budur. Bunu önlemenin yolu talebi, yani insanların tüketimini düşürecek, onları tüketimden tasarrufa kaydıracak şekilde pozitif reel faiz vermekten geçer. Bazı hallerde enflasyon maliyet enflasyonu olarak ortaya çıkar. Yani üretimde kullanılan malların maliyetleri artar. Örneğin petrol, doğalgaz, elektrik fiyatı yükselir ya da işçi ücretleri sendikal baskılar sonucu artarsa o zaman malın fiyatının artırılması kaçınılmaz hale gelir ve bu da enflasyonu yükseltir. Faiz ödemeleri de maliyetler içindeki finans maliyetleri grubunda yer alır. Dolayısıyla faizlerde ortaya çıkacak artışlar, finansman maliyetlerini artıracağı için mal fiyatlarının, o da enflasyonun yükselmesine yol açabilir. Bunun söz konusu olabilmesi için faiz giderlerinin toplam maliyetler içindeki payının yüksek olması gerekir. Eğer bu pay yüksekse o zaman faiz indirimi enflasyonu düşürebilir. TCMB Başkanının TBMM’ye yaptığı sunumda yer alan tablodan hareket edersek Türkiye’de imalat sanayi sektöründe faaliyet gösteren firmaların toplam giderlerinin bileşenleri 2012 yılı itibariyle şöyledir (söz konusu verileri yer aldığı kaynak www.tcmb.gov.tr sitesinde konuşmalar başlığı altında yer alıyor.) Maliyet kalemleri İçeriği Satılan malın maliyeti Yerli ve ithal hammadde ve malzeme giderleri, elektrik – doğalgaz – su giderleri, işgücü giderleri Genel yönetim giderleri, pazarlama satış ve dağıtım giderleri, araştırma ve geliştirme giderleri vb Faiz, komisyon vb Yukarıdakilerin dışında kalan giderler Faaliyet giderleri Finansman giderleri Diğer giderler Toplam Giderler İçindeki Payı (%) 86,2 8,5 2,2 3,1 Buna göre Türkiye'de faizin de içinde bulunduğu finansman giderlerinin toplam giderlerdeki payı 2012 yılında yüzde 2,2’dir (finansman giderlerinin 2002 – 2012 yılları arasındaki 11 yıllık dönemde ortalama payı yüzde 3,4 olarak hesaplanmaktadır.) Yani faiz giderlerinin toplam giderler içindeki payı oldukça düşüktür. Dolayısıyla faizi indirmenin etkisi fiyatlarda çok küçük bir etki yaratabilir. Buna göre faizi düşürmek yoluyla maliyet artışını önlemek mümkün olmadığı gibi böyle bir indirim, talebin canlanmasına yol açarak tam tersine fiyatların artmasına yol açabilir. Bir başka iddia Türkiye’de bugün ağırlıklı olarak maliyet enflasyonunun geçerli olduğu tezidir. Bunun geçerliliğini anlayabilmek için üretici fiyat endeksindeki değişimlerle tüketici fiyat endeksindeki değişimleri karşılaştırmak gerekiyor. Aşağıdaki tablo yılbaşından bu yana her iki endeksteki değişimleri gösteriyor. 2014 Ocak Şubat Mart Nisan Mayıs Haziran Temmuz TÜFE (%) 7,75 7,89 8,39 9,38 9,66 9,16 9,32 Yİ-ÜFE (%) 10,72 12,40 12,31 12,98 11,28 9,75 9,46 Tablo, üretici fiyatlarındaki (ÜFE) artışın düşüşe geçmiş olmasına karşılık tüketici fiyatlarındaki (TÜFE) artışın devam ettiğini gösteriyor. Üretici fiyatları endeksi geniş ölçüde maliyetleri, tüketici fiyatları endeksi ise talebi temsil eder. ÜFE’de yani maliyetlerde artışın hız kesmiş olmasına karşın, TÜFE’de yani talepteki artışın devam ediyor olması Türkiye’de bu dönemde ağırlığın talep enflasyonunda olduğunun bir göstergesidir. Türkiye'nin bugünkü koşullarında talep ve maliyet enflasyonu birlikte geçerlidir. Buna karşılık ağırlık net bir biçimde talep enflasyonundadır. Ayrıca maliyet enflasyonu içinde faizin etkisi çok düşük, buna karşılık kurun, vergilerin ve girdi fiyatlarının etkisi yüksektir. Satılan malın maliyeti içinde ithal malların miktarı arttıkça kur değişimlerinin maliyet enflasyonu olarak yansıması da artmaktadır. O nedenle enflasyonu maliyet yönünden çözmeye çalışacak bir yaklaşımın faizi düşürmeyi değil kur oynaklığını gidermeye yönelmesi gerekir. Ayrıca enerji girdileri üzerindeki aşırı yüksek vergilerin düşürülmesinin de maliyet enflasyonunu çözmeye faizle oynamaktan çok daha fazla katkısı olabilir. 3.4. Faiz Geometrisi Faiz ve enflasyon ilişkisi Eğer bir kişi tasarruf edip biriktirdiği parayı bir başkasına bir süreliğine borç olarak veriyorsa, borç veren kişi parasını kullanmaktan vazgeçtiği süre için bir bedel ister. Bu bedel, biriktirdiği paranın başkasının kullanımında olduğu süre içinde enflasyon nedeniyle kaybedeceği satın alma gücünü ve bir miktar ilaveyi kapsar. Buna faiz diyoruz. Tasarrufunu bir başkasına sadece satınalma gücü kaybı yani enflasyon oranı karşılığında kullandıran kişi o parayı kullanarak elde edeceği yararı bedelsiz olarak başkasına devretmiş olur. Bunu da akrabalık, arkadaşlık ilişkisi dışında kabul eden çıkmaz. Bu durumda enflasyon oranından yüksek bir faiz ortaya çıkar. Nominal faiz ve reel faizin geometrik gösterimi Nominal faiz (yani görünürdeki faiz) ile enflasyon arasındaki fark reel faiz olarak tanımlanıyor. Düşük enflasyon oranlarında Reel Faiz = Nominal Faiz – Beklenen Enflasyon formülüyle hesaplanırken yüksek enflasyon oranlarında formül şu hali alıyor: Reel Faiz = (1+Nominal faiz) / (1+Beklenen enflasyon) -1 Bunu bir şekil yardımıyla gösterelim. Şekilde faiz – enflasyon doğrusu olarak adlandırabileceğimiz siyah çizgi üzerindeki bütün noktalar faiz ile enflasyonun eşit olduğu yani reel faizin olmadığı (ya da sıfır olduğu) durumu gösteriyor. Örneğin A noktasında bulunuyorsak ekonomide yüzde 5 enflasyon söz konusudur ve faiz oranı da yüzde 5’tir. Bu noktada reel faiz sıfırdır. Reel faizin olmadığı bir durumda kişiler uzun süre tasarruflarını getiri elde etmeden kullandırmak istemezler. Bu durumda tasarruf yapmayacaklar demektir. O nedenle A noktası geçici bir durumu temsil eder. Bir süre sonra bankalar tasarruf çekilişiyle karşılaşır ve faizleri yükseltirler. Bu durumda mavi çizgi üzerindeki B noktasına geçilir, faizler örneğin yüzde 6’ya yükselir ve dolayısıyla 1 puanlık reel faiz ortaya çıkar. Bir süre sonra enflasyonun yüzde 6’ya yükseldiğini ve yeniden Siyah çizgi üzerine, C noktasına geçildiğini düşünelim. Bu durumda faizler ilk aşamada artmazsa enflasyonla faizler yeniden eşitlenir ve reel faiz sıfıra iner. Bir önceki süreç yeniden işlemeye başlar, tasarruflar düşer ve bankalar zorunlu olarak faizleri arttırırlar. Bu artışla mavi çizgi üzerindeki D noktasına geçildiğinde yüzde 6 oranında olan enflasyona karşılık faizler yüzde 7,1’e yükselmiş ve yine 1 puan dolayında bir reel faiz ortaya çıkmış olur. Siyah çizgi ile mavi çizgi arasındaki boşluk reel faizi gösterir. Enflasyon artmaya devam ederse reel faiz daha hızlı artma eğilimine girer. Çünkü enflasyon artışı insanları fiyatlar daha da artmadan almayı planladıkları şeyleri bir an önce almaya yöneltir, tasarruf yapmayı daha zor hale getirir o nedenle faiz olarak ödenecek bedeli de yükseltir. Bazen enflasyon faizlerin önüne geçer. Bu, bazen istemeden bazen de merkez bankasının yönlendirilmesiyle olur. Bu durumda örneğin kırmızı çizgi üzerindeki E noktasına gelmişsek negatif reel faiz söz konusu demektir. Siyah ve kırmızı çizgiler arasındaki boşluk negatif reel faizi gösterir. 3.5. Merkez bankası Gösterge Faizi Türkiye’de durum Aşağıdaki grafik, 2009’dan bu yana enflasyonla (turuncu taralı alan) gösterge faiz (siyah çizgi) arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Buna göre; enflasyon düştükçe faiz düşmüş, enflasyon arttıkça faiz de artmış görünüyor. Grafiğe göre faizin enflasyonun gerisinde kaldığı dönemlerden sonra faizde sert düzeltmeler ortaya çıkmış bulunuyor. Reel faiz hesaplanırken bugünkü faiz ile gelecekte oluşacak enflasyona ilişkin beklenti esas alınır. Buna karşın ortalama vatandaş karşılaştırmayı bugünkü enflasyonla yapar. Yani bugünkü enflasyona gelecekte de devam edecekmiş gibi bakar. Bu bakış açısı faiz beklentisini ve enflasyona karşı davranışları etkileyen bir bakış açısıdır. Aşağıdaki grafik 2000’den bu yana tasarrufların / GSYH’ya oranındaki değişimi gösteriyor. Reel faiz düştükçe tasarruflar gerilemiş bulunuyor. Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi budur. Sonuç Her ülke, her ekonomi, kendi koşullarına göre biçimlenir. Başka ülkelerin deneyiminden referans çıkarmak doğrudur ama onları başka bir ülke için de aynen doğru kabul edip uygulamak veya ona göre yorum yapmak doğru değildir. Eğer öyle olsaydı Japonya’nın son 20 yılda batılı ülkelerden çıkardığı deneyimlere göre bütçe açıkları vererek ekonomiyi canlandırma çabaları sonuç verirdi. Japonya son 20 yılda devasa bütçe açıkları verdiği halde ekonomisini canlandıramadı. Çünkü Japon gelenekleri, batılı geleneklere uymuyor. İnsanlar çok daha tutucu davranış sergileyebiliyor. Bu tür sonuçları çıkarırken aynı ülkenin geçmiş deneyimlerine bakmak daha yararlı olabilir. Faiz ile tasarruf arasındaki ilişkiyi ortaya koyan soru şudur: 2000’ler öncesinde Türkiye’de tasarruf oranı niçin yüzde 20’ler düzeyindeydi de 2000’ler sonrasında düşerek yüzde 12’ler düzeyine geldi? Sorunun yanıtı için reel faizlerdeki düşüşe bir bakmakta yarar var. Bölüm 4: ENFLASYON VE EKONOMİK BÜYÜME İLİŞKİSİ ÜZERiNE TEORiK YAKLAŞIMLAR 4.1. Klasik Yaklasım: Klasik modelde fiyat ile gelir arasındaki iliskiyi açıklamadan önce bu görüse ait bazı arz ve talep varsayımlarını belirtmek gerekmektedir. Ücret ve fiyatların tam esnek oldugu, parasal yanılgı ve bekleyis hatasının olmadıgı, ekonominin daima tam istihdamda olduğu ayrıca konjonktürel dalgalanmaların piyasada olusturdugu aksaklıkların kendiliğinden dengeye ulastıgı kısaca piyasada aksaklıkların bulunmadıgı, varsayımları kosuluyla oluşturan klasik model toplam arz egrisi (AS), inelastik yani fiyat degismelerine karsı duyarsız olarak yatay eksene dik bir dogru seklinde çizilmektedir. Klasik yaklasımda toplam talebin fiyatlar karsısında duyarlı oldugu göz önüne alınarak çizilen toplam talep egrisi (AD) ise negatif egime sahip bir dogru seklinde çizilmektedir. Fiyat düzeyinin toplam talep tarafından belirlendigi, toplam gelir düzeyinin ise toplam arz tarafından belirlendigini açıklayan klasik modelde tam istihdam denge düzeyi Sekil 5.1’de belirtilmektedir Sekil 5.2 ve Sekil 5.3’te, genisletici maliye politikası uygulanarak ekonomide gelir düzeyinde bir artıs yaratılmadıgı görülmektedir. Klasik görüse göre; genisletici maliye politikasının uygulanması sonucunda IS egrisi IS1’den IS2’ye kaymaktadır. Bununla beraber toplam talep egrisi de AD1’den AD2’ye yükseliyor. Toplam talepte ki bu yükselme sayesinde D1 ile D2 noktaları arasında olusan talep fazlasına, toplam arz egrisi inelastik oldugu için tepki verememekte ve olusan fazla talep, fiyatlar genel seviyesini P1 seviyesinden P2 seviyesine yükseltmektedir. Böylece ekonomide yeni denge noktası D3 noktasında olusmaktadır. Fiyatlardaki bu yükselme karsısında nominal ücretlerde artmakta, bunun sonucunda reel ücretler ve istihdam seviyesinde bir degisme görünmemektedir. Ayrıca fiyat artısları sonucunda reel para arzının azalması, LM egrisini LM1’den LM2’ye kaydırmaktadır. Sonuçta klasik modelde para ve maliye politikası uygulaması sonucunda daha yüksek faiz düzeyinde ve daha yüksek fiyat düzeyinde ekonomi yeniden dengeye gelmektedir. O halde, klasik modele göre; tam istihdamda olan bir ekonomide, toplam talebi etkileyerek, geliri arttırmak amacıyla uygulanan para veya maliye politikalarının gelir düzeyinde bir artışa neden olmadıgı gözlenmektedir. Klasik yaklasıma göre, ekonomide uygulanacak para politikasının enflasyonun dışında hiçbir reel etki yaratmayacagı belirtilmektedir. Buna göre ekonomide denge; parasal ve reel sektörler birbirinden bagımsız sekilde dengeye gelmektedir. Nispi fiyatlar para arzı tarafından degil ekonomik kosullar tarafından belirlenmektedir. Klasik miktar teorisine göre, para arzındaki artıslar sadece enflasyona yol açarken, büyüme üzerinde ise herhangi bir etkiye yol açmamaktadır. Klasik iktisatçılardan Fischer miktar teorisini asagıdaki sekilde formüle etmistir. PT = MV + M’ V’ Bu formüle göre; M = Nakit para M’= Kaydi para, V = Nakit paranın dolasım hızı, V’= Kaydi paranın dolasım hızını göstermektedir. Nakit para ile kaydi paranın toplamı, toplam para arzını ifade etmektedir (M +M’= toplam para arzı). Formülde P, fiyatlar genel seviyesini; T ise ticari islemler hacmini belirtmektedir. Buna göre, bir ülkede kullanılan para miktarı (M +M’) ile bu paranın belirli bir dönemdeki devir hızı, diger bir deyisle dönem içinde kaç defa el degistirdikleri (V+V’) çarpıldıgında elde edilecek rakam, aynı dönemde paranın kullanıldıgı islemlerle (T), bu islemlere ait fiyatların (P) çarpımına esittir. Buna göre; miktar teorisinin formülü; M.V = P.T olarak bulunmaktadır. Fischer’in bu denkleme ait görüsleri ise su sekildedir: a) V,V’,T teknik kosullar tarafından belirlenmektedir ve para arzından bagımsızdır. b) M/M’ oranı sabittir. c) M ile M’ arasında dogru bir orantı vardır. Çünkü bankaların rezerv mevduat oranları ile ailelerin nakit tercih oranı tahmin edilebilir. d) Formülde tek degisken fiyatlardır. Para arzındaki artıslar sadece fiyatlar genel seviyesinde bir artısa yol açmaktadır ve fiyatlar genel seviyesindeki bu artıs, para arzındaki artıs oranıyla aynı oranda olmaktadır. Sekil 5.4’e göre, para arzının arttırılması sonucu, uygulanan genisletici para politikası LM egrisini LM1’den LM2’ye kaydırmaktadır. Böylece ekonomide yeni denge noktasında, i2 gibi daha düsük bir faiz düzeyi ve D1-D2 kadar talep fazlası gerçeklesmektedir. Ancak arz egrisinin inelastik olması sebebiyle uygulanan para politikası sonucu artan talebe, arz tepki vermemektedir. Arzın tepki vermemesi sonucunda, Sekil 5.2’ye benzer bir durumla karsılasılmaktadır. Buna göre; Sekil 5.2.’de, D2 noktasında asırı talep durumu söz konusu olmakta ve bu talep fazlasına arzın tepkisizligi fiyatlar genel seviyesini, P2 düzeyine yükseltmektedir. Böylece ekonomide yeni denge noktası, Sekil 5.2’de görüldügü gibi D1 denge noktasına göre daha yüksek bir fiyat düzeyinin oldugu D3 noktasında gerçeklesmektedir. Ekonominin D3 noktasında dengeye gelmesi, Sekil 5.4’te LM egrisini eski haline getirip, LM1 sekline gelmesine yol açmaktadır. O halde klasik iktisadi görüse göre; ekonomi tam istihdamdayken uygulanan para politikası, sadece fiyatlar genel seviyesinde artıslara neden olmaktadır. Buna göre; ekonomi tam istihdamda dengedeyken uygulanan para ve maliye politikaları enflasyona sebep olurken, ekonomide büyüme oranlarında değişiklik yapmamaktadır. O halde klasik iktisadi görüse göre enflasyon ekonomide büyümeye yol açmamaktadır. Bunun da en büyük sebebi arzın inelastik olması sebebiyle uygulanan politikalara tepki vermemesi yani fiyat hareketlerinden etkilenmemesidir. 4.2. Keynesyen Yaklasım 1929 Kriziyle beraber dünya ekonomisi, issizlik ve durgunluk gibi iki büyük aksaklıkla karsı karsıya kalmıstır. Klasik ve yeni klasik iktisadi görüsler bu sıkıntıya çözüm üretememistir. Keynes 1936 yılında yayınladıgı, “İstihdam Para ve Faizin Genel Teorisi” adlı kitabıyla, klasik ve yeni klasik iktisadi görüsten oldukça farklı bir görüs ortaya atarak, iktisat kuramında çığır açmıştır. Buna göre; Keynesyen yaklasıma ait, bazı temel varsayımlar su sekilde açıklanmaktadır: a) Ekonomide gelir, üretim ve fiyat düzeyini belirleyen toplam taleptir b) Klasik ekonomik görüsün aksine, ekonomi her zaman tam istihdamda degildir. Ekonomi eksik veya fazla istihdam durumunda da bulunabilir. c) Ekonomik denge toplam tasarruflarla toplam yatırımların veya toplam arz ile toplam talebin birbirine esit oldugu noktada dengede olmaktadır. d) İnsanlar islem, ihtiyat ve spekülasyon amacıyla para talep ederler. Spekülasyon amaçlı para talebi faizlerle, islem ve ihtiyat amaçlı para talebi ise gelir düzeyiyle iliskilidir. Ayrıca spekülasyon amaçlı para talebiyle, faiz oranı arasında ters yönlü bir iliski vardır. e) İstihdam hacmi milli gelir seviyesine baglıdır. f) Ücretler ve fiyatlar asayı yönde esnek degildir (katıdır). g) Ekonomide faiz oranın düsebilecegi en alt seviyeye indigi inancıyla ortaya konan “likidite tuzağı” kavramı vardır. Likidite tuzagının oldugu bu bölümde, para talebi ile faiz oranı arasındaki iliski sonsuz esnekliktedir. Buna göre; para arzında ortaya çıkacak olan herhangi bir artıs spekülasyon amacıyla elde tutulmakta ve faizler üzerinde herhangi bir etki yaratmamaktadır. Sekil 5.5’te oldugu gibi ekonominin D1 eksik istihdam noktasında dengede olması Keynesyen iktisadi görüsün varsayımları arasındadır. Bu nokta düsük fiyat seviyesinin ve buna baglı olarak yüksek reel ücretlerin yasandıgı bir noktadır. Bununla beraber nominal ücret düzeylerinin asagı dogru rijit olmasından dolayı, ücretlerde asagı yönde oynama yapılamayacagı için iradi issizligin yanı sıra, gayrı iradi issizlik de bulunmaktadır. Ekonomiyi eksik istihdam seviyesinden, tam istihdam seviyesine yükseltmek amacıyla, toplam talebi yükseltmek için uygulanan politikalar, toplam arz egrisinin (AS) oldukça esnek bir görünüm tasımasına baglı olarak, fiyatlar genel düzeyinde küçük bir artışa neden olmakta ve fiyatları P1’den P2 seviyesine yükseltmektedir. Milli gelir düzeyi ise fiyatlardaki artıstan daha fazla bir artıs göstererek, eksik istihdam milli gelir düzeyi olan Y1 seviyesinden, tam istihdam milli gelir düzeyi olan Y2 seviyesine yükselmektedir. Ekonomi tam istihdama ulastıgı andan itibaren ise, klasik iktisadi görüse ait olan paranın yansızlıgı devreye girmektedir. D2 tam istihdam denge düzeyinden itibaren, talebi canlandırmak amacıyla uygulanmakta olan her politika, istihdam veya hasıla düzeyini degil sadece fiyatlar genel düzeyini arttırıcı yönde etki yapmaktadır. Sekil 5,5’te oldugu gibi,tam istihdam denge noktasından itibaren talebi canlandırmak amacıyla uygulanan politikaların sonucunda, yeni talep egrisi AD3 ve yeni denge noktası ise D3 olmaktadır. Bu denge noktasında ekonomiye ait istihdam ve milli gelir seviyelerinde yükselme olmamakta, sadece fiyatlar genel düzeyinde yükselme meydana gelmektedir. Keynesyen görüse göre; tam istihdam seviyesinde talebi daraltmak amacıyla uygulanan her politika, klasik görüsün aksine, nominal ücretlerin asagı dogru katı olmasından dolayı ekonomi de daralmaya yol açmakta ve ekonominin yeniden eksik istihdam düzeyine inmesine neden olabilmektedir. Buna göre ekonomi eksik istihdamdayken talebi canlandırmak amacıyla uygulanan politikalar, toplam arzın esnek olması sebebiyle, ekonomi tam istihdam seviyesine gelinceye kadar, belirli bir oranda enflasyonla beraber, milli gelir seviyesinde yüksek düzeylerde artıslara neden olabilmektedir. Ancak ekonomi tam istihdam seviyesine geldigi andan itibaren talebi canlandırma amacıyla uygulanan politikalar sadece fiyatlar genel seviyesinde artışlara neden olmakta ve ekonomide büyüme sağlamamaktadır. Keynesyen iktisadi görüse göre; ekonomide eksik istihdam seviyesinde enflasyonla ekonomik büyüme arasında aynı yönde iliski vardır. Bu iliski Philips egrisi yaklasımı ile açıklanmaktadır. Bu yaklasım enflasyonun büyümeyi pozitif etkiledigine iliskin yaklaşımların basında Keynesçi okulun öncülügünde gelistirilen Phillips Egrisi yaklasımı gelmektedir. Bu yaklasım, yüksek enflasyonun issizligi azaltarak ekonomik büyümeye pozitif katkıda bulunacagını açıklar. Keynesçi görüse sahip iktisatçılara göre, enflasyonist finansman, kaynakların finansal sektörden reel sektöre dogru hareketliligine yol açacak ve bu da ekonomik büyümenin tesvik edilmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Enflasyonist finansmanın, bireylerin tasarruflarını artırması yoluyla, reel faiz oranları üzerinde düsüs etkisi yaratması ve bu yolla da yatırımların tesvik edilmesi ekonomik büyümeyi artıran bir diger unsur olacaktır. Ayrıca, yine Keynesçi görüs çerçevesinde, parasal ücretlerin enflasyona göre yavas ayarlandıgı bir ekonomik ortamda, gelir transferinin düsük tasarruf sahiplerinden yüksek tasarruf sahiplerine dogru kayması, tasarruf egilimi yüksek kesimin gelirlerini artıracak ve buda ekonomik büyümeyi tesvik edecektir. 4.3. Monetarist Yaklasım Monetarizm bir baska ifadeyle parasalcı yaklasım, 1970’li yıllardan sonra iktisat kuramında sıkça yer almaya baslamıstır. En önemli isim Milton Friedman’dır. Monetaristlere ait en önemli görüs; milli gelir düzeyini degistiren en önemli faktörün, para stogundaki degismelerden kaynaklandıgını belirtmeleridir. Monetaristler, Keynes’in ekonomik yaklasımından farklı olarak, ekonominin her zaman dogal issizlik oranında olacağını belirtmekte, enflasyon ve ücret haddi ne olursa olsun uzun vadede dogal issizlik oranının degismeyecegini savunmaktadır. Monetarist görüsün diger varsayımları asagıdaki gibidir: a) Ekonomideki aksaklıkların çogunun parasal kökenli oldukları savunulmaktadır. b) Ekonomide enflasyonun temel nedeni, para arzının hükümetler tarafından gereksiz yere ve asırı bir sekilde arttırılmasıdır, c) Ekonomide en etkin politika aracı para politikasıdır. d) Para arzındaki artıs, nominal geliri etkilemektedir. Ancak, para arzının, ortalama 6-9 ay gibi süre geçtikten sonra nominal milli geliri etkilemesinden dolayı para arzının artısıyla, nominal milli gelir artısı arasındaki iliski hakkında kesin açıklama yapılmamaktadır. e) Nominal milli gelir artısı öncelikle, üretim düzeyine daha sonra ise fiyatlar genel seviyesine yansımaktadır. Sekil 5.6’ya göre, ekonomi kısa dönem arz egrisi olan SRAS1, uzun dönem arz eğrisi olan LRAS ve toplam talep egrisi olan AD1 egrilerinin kesistigi, D1 noktasında dengedeyken, toplam talebi artırıcı yönde uygulanan politikalar sonucunda, toplam talepteki artıs, AD1 egrisini saga dogru kaydırıp AD2 sekline getirmektedir. Talepte yasanılan bu artıs sonucunda, fiyatlar genel düzeyi P1 seviyesinden P2 seviyesine yükselmektedir. Buna göre; ekonomide olusan fiyat artısından ilk önce firmaların haberi olmaktadır ve çalısanların fiyatlar genel seviyesindeki artıstan geç haberleri olmaktadır. Firmaların nominal ücretlerde yapacagı bir artıs, reel ücretlerde azalma oldugunun farkında olmayan emek arz eden isçiler tarafından büyük bir memnuniyetle karsılanmakta ve isçiler daha fazla çalışmak isteyerek emek arzlarını arttırmaktadır. Böylece ekonominin yeni denge noktası D2 olmaktadır. D2 denge noktasında milli gelir, Y1 seviyesinden Y2 seviyesine yükselmekte ve tam istihdam düzeyinde artıs görülmektedir. Belli bir süre sonra çalısanlar fiyatlar genel seviyesinde ki artısın farkına varmakta ve nominal ücretlerde, baslangıçtaki reel ücretleri koruyacak sekilde bir artıs beklemektedir. Bunun sonucunda firmalar üretim düzeyini yeniden ayarlayarak, yaptıkları arzı kısmaktadır. Böylece SRAS1 egrisi SRAS2 halini almaktadır. Ekonomi yeniden dogal issizlik oranının oldugu, Y1 tam istihdam seviyesine gelirken, fiyatlar genel düzeyi P2’den P3 seviyesine yükselmektedir. Ekonominin uzun dönemde yeni denge noktası D3 noktası olmaktadır. Monetarist görüse göre; toplam talepteki bir hareketlenme sonucu artan fiyatlar genel düzeyi, çalısanların bekleyis hatalarına düsmelerinden dolayı, kısa dönemde milli hasıla düzeyinde artısa yol açmakta, ancak çalısanlar yaptıkları hataları fark ettikten sonra, nominal ücretlerde artıs talep etmekte, bunun karsılıgında firmalar arzlarını kısınca, ekonomi yeniden dogal milli gelir seviyesine inmektedir. Ayrıca; Keynesyen ve Monetarist ekonomik görüse göre; enflasyonun bireylerin servetlerinde azalmaya neden olmakta ve bundan dolayı bireylerin tasarruf egilimleri artarak, enflasyon öncesi servet düzeyine ulasmak istemektedirler. Bunun sonucunda artan tasarruf egilimi faiz oranlarını düsürerek yatırımlarda artısa neden olmaktadır. Bununla beraber; enflasyondaki artısların sonucunda, bireylerin yatırım amaçlı portföyleri finansal sektörden reel sektöre dogru kayarak, yatırım oranlarında önemli düzeyde artıslara neden olmaktadır. 1970’li yıllarda sanayilesmis ülkelerin stagflasyon deneyimini yasamıs olmaları, enflasyonun büyümeyi pozitif etkiledigine dair görüslerin zamanla etkisini yitirmesine neden olmustur. Friedman, enflasyonla büyüme arasındaki ters yönlü iliskinin oldugunu açıklayan Phillips Egrisi yaklasımını elestirmistir. Bu baglamda, enflasyon-büyüme arasındaki ters yönlü iliskinin kısa dönemde geçerli olabilecegi, uzun dönemde ise böyle bir ilişkiye rastlanamayacagı ifade edilmistir. Monetarist iktisatçılara göre, uzun dönemde para arzındaki artıslar fiyatları etkileyecek, reel çıktı düzeyinde ise bir degisiklik olmayacaktır. Para arzındaki artısların ekonomik büyüme oranının üzerinde olması durumunda, ekonomide yüksek bir enflasyonist ortam olusacak ve bu durum, yatırımları ve ihracatı negatif etkilemesiyle ekonomik büyümeyi azaltabilecektir. 4.4. Yeni Klasik Yaklasım 19.Yüzyılın baslarına kadar, dünyaya hakim olan Klasik iktisadi görüs hakkında, zamanla elestiriler getirilmeye baslanmıstır. Klasik görüse getirilen elestiriler zamanla yeni klasik görüs olarak adlandırılan bir iktisadi akımın olusmasına sebep olmustur. Yeni klasik görüs, 19.Yüzyılın ortalarından, Keynesyen devrime kadar geçen sürede, çesitli katkılarla varlıgını devam ettirmistir. Yeni Klasik yaklasıma ait temel varsayımlar su sekilde açıklanmaktadır; a) Devletin ekonomiye sınırlı sekilde müdahale etmesinde sakınca olmamaktadır. b) Ekonomiye zaman kavramını katarak, zamanı, piyasa dönemi, kısa dönem, uzun dönem ve çok uzun dönem olarak ayırmıslardır. c) Ekonomide özelikle fayda kavramı üzerinde durmaktadırlar ve ekonomiye marjinal fayda görüsünü katmıslardır. Buna göre; insanların bir mal veya hizmete yükledikleri değere fayda, tüketilen en son birim mal veya hizmetin sagladıgı faydaya ise “marjinal fayda” denilmektedir. d) Klasik görüsün aksine malların ve üretim faktörlerinin tam olarak ikamesini savunmaktadırlar. e) Kaynakların kıt oldugunu savundukları için, iktisadı doga bilimlerine yakınlastırmıslar ve gelistirdikleri iktisadi kanunların evrensel olduklarını iddia etmislerdir. f) Firmalar talep etmek istedikleri emek miktarını, parasal ücretlere ve ürün fiyatına göre belirlerler; emek arz edenler ise arz edecekleri emegi bilinen nominal ücretle beraber, mal ve hizmet piyasasında olusması beklenen ortalama fiyatlara dayandırdıkları, beklenen reel ücretlere göre belirlemektedir. Emek arz edenler geçmisteki fiyatlara degil, gelecekteki veya mevcut durumdaki cari fiyatları göz önüne almaktadır. g) Gerek emek arz eden bireyler, gerekse emek talep eden üreticiler, kendi sektörleri dısında, piyasada olusan fiyatların genel seviyesi hakkında tam bir bilgi sahibi olamamaktadır. Bu sebepten fiyatlar genel seviyesiyle ilgili bekleyislerde hataya düsebilmektedir. h) Emek arz edenlerin piyasada olusan fiyatlar genel düzeyi hakkında tam bir bilgiye sahip olamamaları nedeniyle, emek arz kararlarını ileride olusmasını tahmin ettikleri beklenen fiyat düzeyine göre belirlerler. ı) Yeni klasik yaklasımda ücretler veya fiyatların esnekligini sınırlayan herhangi bir etki bulunmamaktadır. Beklenen fiyatlar ile gerçeklesen fiyatlar arasındaki farktan olusan dengesizlikler giderildigi zaman, ücretler veya fiyatlar genel düzeyi yeniden tam istihdam noktasına gelebilmektedir. i) Emek arz edenlerin, eksik bilgiye dayanarak düstükleri para yanılgısından dolayı sistematik hataya düsmemektedir ve beklentilerini mevcut bilgileri en iyi sekilde degerlendirerek olusturmakta, zamanla olusan bekleyis hataları ise hızlı tepki vererek düzeltilmektedir. Bu duruma rasyonel bekleyisler hipotezi denmektedir. Yeni klasik yaklasımda toplam arz egrisi, gerçeklesen fiyat ile beklenen fiyat arasındaki sapmalara baglıdır. Buna göre; a) Gerçeklesen fiyat artısı, beklenen fiyat artısından büyükse, hasıla düzeyi tam istihdam hasıla düzeyinden yüksek çıkmaktadır. b) Sayet beklenen fiyat artısı gerçeklesen fiyat artısından büyükse, hasıla düzeyi tam istihdam hasıla düzeyinden daha küçük çıkmaktadır. c) Beklenen fiyat artısı ile gerçeklesen fiyat artısı birbiriyle aynı olursa, klasik yaklasımda oldugu gibi toplam arz egrisi inelastik bir görüntü çiziyor ve tam istihdam milli gelir seviyesinde bir degisme olmamaktadır. 4.5. Yeni Keynesyen Yaklasım Yeni Keynesçiler, öncelikle makro yaklasımları mikro iliskilerle açıklamalarından dolayı, kendilerini Keynesyen görüsten ayırmaktadır. Yeni Keynesyen görüse ait, Keynesyen görüsün dısında kalan, bazı temel varsayımları su sekilde açıklanmaktadır. a) Ücretler cari emek arzı ve cari emek talebini sürekli esitlemek için ayarlanamamaktadır. Ayrıca ücretler sabit bir sözlesme dönemi için, parasal olarak belirlenmektedir. b) Emek arz edenler ve emek talep edenler, ücretler belirlendikten sonra bir is sözlesmesiyle birbirlerine baglanmaktadır. c) Beklenen emek arzı ve beklenen emek talebi parasal ücreti belirlemektedir. Parasal ücretler sözlesmenin basında belirlenerek sözlesme süresi boyunca sabit tutulmaktadır. d) Emek arz edenler ile emek talep edenler arasında yapılan sözlesmelerin imzalandığı dönemde kullanılan bilgilerin, sözlesmenin imzalandıgı dönemden daha önceki dönemlere ait olması. e) Ekonomi, sözlesmelerden dolayı, talep arttırıcı, politikaların uygulanması sonucunda tam istihdam seviyesinin üstünde ve yeni klasik sistemde oldugu gibi kısa sürelerle degil, uzun sürelerle dengede kalabilir. Sekil 5.8’e göre; ekonomide toplam talebi canlandırmaya yönelik uygulanan politikalar sonucunda toplam talep egrisi AD1’den AD2’ye yükselmistir. Böylece ekonomi D1 tam istihdam seviyesinden, D2 tam istihdam seviyesine, fiyatlar genel düzeyi ise P1’den P2 seviyesine dogru yükselmistir. AS toplam arz egrisinin oldukça esnek olması fiyat yükselmesinin sınırlı kalmasını saglamaktadır. Fiyatlardaki yükselme, reel ücretleri düsürmektedir, reel ücretlerdeki azalma ise, emek talebini arttırmakta, buna baglı olarak da emek arzı artmaktadır. Bunun sonucunda istihdam ve milli gelirde artıs olmaktadır. Nominal ücretlerin uzun dönemli sözlesmelerle belirlenmis olması, reel ücretlerde ki degismelere, emek arz eden, karar birimlerinin geç tepki vermesini saglamaktadır. Bu durum yeni yapılan sözlesmelerde nominal ücretlerin belirleyicisi olan fiyat düzeyinin, mevcut fiyat artısından daha da yüksek düzeylerde belirlenmesine yol açabilmektedir. Bu durumun sonucunda ise, ekonomi de toplam arz egrisi uzun vadede yeniden tam istihdam düzeyi olan Y1 seviyesine dogru kaymaktadır. Buna göre; ekonomi de uygulanan talep arttırıcı politikaların sonucunda artan talep düzeyi, fiyatlar genel seviyesinde artıslara yol açmaktadır. Fiyatlardaki artıs, milli hasıla düzeyini arttırmaktadır. Karar birimlerinin uzun vadeli sözlesmelerle birbirlerine bağlı kalmasından dolayı, milli gelirde kısa dönemli degil uzun dönemli artıslar görülmektedir. 4.6. Enflasyon ve Büyüme Enflasyon-büyüme ilişkisinin pozitif yönlü olduğuna ilişkin görüş, gerek İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmiş ülkelerde gözlenen yüksek enflasyon ve yüksek büyüme hızı deneyimleri ile gerekse bu döneme damgasını vuran ve Keynesyen okulu şahlandırıp daha sonra ise Keynesyen okulun tartışılmasına yol açan Phillips Eğrisi yaklaşımı ile beslenmiştir. Keynesyen ve Paracı okula mensup bazı iktisatçılar, aşağıdaki nedenlerden dolayı enflasyonun ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkileyeceğini ileri sürmektedirler: 1) Enflasyondaki artış bireylerin servetlerinde azalışa neden olmaktadır. Bu nedenle, bireyler enflasyon öncesi servet dengesine ulaşabilmek için tasarruf eğilimlerini arttırırlar ve sonuçta artan tasarruflar faiz oranlarını düşürmek ve yatırımları arttırmak suretiyle ekonomik büyümeyi arttırır. 2) Enflasyon, yatırım portföyünü finansal sektörden reel sektöre doğru kaydırmakta bu da sermayenin yoğunluğunu arttırmak suretiyle ekonomik büyümeyi hızlandırmaktadır. Diğer taraftan enflasyon, ekonominin işleyişi için bir katalizör görevi üstlenmektedir. Dolayısıyla, enflasyon ekonomik büyümenin ayrılmaz bir parçasıdır. 3) Enflasyon döneminde bireylerin reel tasarruf düzeylerini koruyabilmek için ellerinde daha fazla para tutmak zorunda olmaları, senyoraj geliri ya da enflasyon vergisinin artmasına neden olmaktadır. Hane halkından devlete doğru yapılan bu gelir transferi sonucunda hükümet, elde ettiği geliri yatırımların finansmanında kullanacak ve enflasyonist süreç ekonomik büyümeyi arttıracaktır 4) Enflasyon dönemlerinde nominal ücretlerin enflasyona ayak uyduramaması, toplu pazarlıkların zaman alması veya hükümetlerin istikrar politikaları çerçevesinde reel ücretleri düşürme isteği, tasarruf eğilimi düşük olan kesimlerin reel gelirlerini azaltırken, tasarruf eğilimi yüksek olan kesimlerin reel gelirlerini arttırmak suretiyle ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkileyecektir. Enflasyonun ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkileyeceğini savunanların görüşlerini ise aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür: 1) Enflasyon gelecekle ilgili olumsuz beklentilerin ortaya çıkmasına neden olmakta, bu da yatırımları ve büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir. 2) Yüksek enflasyon oranı, yüksek enflasyon değişkenliğine neden olmakta ve ortaya çıkan belirsizlik ekonomik birimlerin piyasadaki sinyalleri tam olarak algılayamamasına sebebiyet vermektedir. Sonuçta, piyasada oluşan yanlış sinyaller yatırımları ve büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir. 3) Farklı sektörlere ait fiyatlar farklı oranlarda arttığından enflasyon, ileriye dönük yatırım kararlarının etkinliğini bozmakta; bu durum kaynak dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir. 4) Enflasyon finansal varlıkların değerini düşürdüğü için, bireyler tasarruflarını değerli maden (genellikle altın) ve gayri menkul olarak tutmayı tercih etmektedirler. Değerli maden ve gayri menkule yönelen tasarruflar ülkedeki finansal derinliği dolayısıyla da yatırımları olumsuz yönde etkilemektedir. 4.7 Türkiye’de Enflasyon-Büyüme İlişkisi Enflasyonla ekonomik büyüme arasında iliskiye yönelik Türkiye üzerinde yapılan çalısmaların genelinde; bu iki ekonomik büyüklük arasında negatif bir iliskinin olduğu belirtilmektedir. Türkiye yüksek enflasyon olgusu ile ilk kez 1970’lı yıllarda tanışmıştır. 1980’li yılların sonuna gelindiğinde ekonomide gerekli alt yapı düzenlemeleri yapılmadan sermaye hareketlerinin serbest bırakılması, ekonomide kısa vadeli sermaye girişi ile desteklenen tüketime dayalı bir büyümeyi teşvik ederken, kamu kesimi finansman dengesindeki bozulma büyümenin sürdürülebilir olmasını güçleştirdiği gibi enflasyonun da kendi kendini besler bir yapı kazanmasına neden olmuştur. 1990’lı yıllarda görülen yüksek enflasyon ve yüksek büyüme hızları ise enflasyonun ekonomik büyümenin bir maliyeti olduğu şeklindeki görüşün destek bulmasına, sonuçta da enflasyonla mücadelenin ikinci plana atılmasına yol açmıştır. Bu dönemde enflasyonu düşürmek için birçok istikrar paketi yürürlüğe konulmuştur. Ancak ekonomideki ajanların enflasyonun büyümeyi pozitif yönde etkilediği şeklindeki hakim görüşü ve programların hiç birinin tam olarak uygulanamaması bu programlara dönemsellikten öteye başarılı olma şansı tanımamıştır. Halbuki akademik çalışmaların bir çoğu Türkiye’de enflasyon ile ekonomik büyüme arasında negatif yönlü bir ilişki tanımlamaktadır.
© Copyright 2024 Paperzz