Deniz Gezmisle Ilgili Yazilar - V-2

Demir
Küçükaydın
Deniz
Gezmiş’le
İlgili
Yazılar
1
Yayınları
Deniz Gezmş’le İlgili
Yazılar
Demir Küçükaydın
İkinci Sürüm
Mayıs 2014
İkinci Sürüm
Dijital Yayınlar
İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.
Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve
dağıtmak serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
Deniz Gezmiş’le İlgili Yazılar
İçindekiler
Derlemeyi Sunuş .................................................................................................................... 4
Deniz’in Son Sözleri ve Bazı Çağrışımlar (7 Mayıs 1998) .................................................... 6
Anlamak, Çözümlemek ve Tartışabilmek (8 Mayıs 1998) .................................................. 12
Bir Yazıdan Bir Bölüm (18 Nisan 1998).............................................................................. 15
Bir Mektuptan Bir Bölüm (26 Ekim 1999) .......................................................................... 17
Bir tartışmadan Bir bölüm (12 Haziran 2001)...................................................................... 19
Deniz Gezmiş ve Kürt Ulusal Hareketi (23 Kasım 2001) .................................................... 23
Kürt Ulusal Hareketi’nin Temel Bir Özelliği ................................................................... 23
Kıvılcımlı’nın Deniz Gezmiş Üzerinden Etkisi ................................................................. 26
Deniz Gezmiş’in Farkı ..................................................................................................... 27
Yol Nasıl Açılmıştı? (6 Mayıs 2010) ................................................................................... 35
“Mini İşgal” Üzerine Değerlendirmelerin Bir Derlemesi .................................................... 39
“Masum değiliz hiçbirimiz” - Taraf/AYÇA ÖRER - Istanbul - 17.05.2008 ..................... 40
Deniz Gezmiş Oya Baydar İçin Ne Yapmıştı? O günleri unuttu mu? .............................. 41
Mini İşgal ......................................................................................................................... 43
Yalçın Yusufoğlu’na Düzeltme Önerileri ......................................................................... 45
Hem 68’li hem Ergenekoncu olmak mümkün mü? ........................................................... 46
Mini İşgal ve Deniz Üzerine Birkaç Not .......................................................................... 48
Kıyıcı’nın Notu ................................................................................................................. 51
Demokratik üniversite istiyoruz!.. .................................................................................... 52
Sosyoloji Bölümü .............................................................................................................. 54
Darbe Kuşaklarına Açık Mektup ...................................................................................... 58
Teori ve Politika ................................................................................................................... 61
3
Derlemeyi Sunuş
Denizlerin avukatı olarak bilinen Halit Çelenk, sanki önceden planlanmış gibi, onların ölüm
yıldönümünden bir gün önce öldü ve bu yıl biraz da bu nedenle özel bir önem kazandı. Her
yerde bu devlet tarafından genç yaşta öldürülen bu arkadaşlarımızla ilgili videolar, müzikler,
resimler vs. dolu. Ama doğru dürüst bir inceleme, bir analiz, sistemli bir ders çıkarma çabası
neredeyse yok.
Aşağıdaki derlemeyi, bir bakıma bu akıntıya karşı bir duruşun varlığını gösterme amacıyla
yapmak gerektiğini hissettim.
Temel amacım bu duygusal, hamasi anmalara bir karşı duruş sergilemektir.
Ama sadece politik kültüre ilişkin bir karşı duruşu da amaçlamıyorum. Denizler, ama
özellikle de Deniz Gezmiş, Burjuvazi (yani liberaller) ve Askeri Bürokratik Oligarşi (yani
ulusalcılar) tarafından sürekli çarpıtılmış bir resimle sunuluyor ve anılıyor. Özellikle
ulusalcılar, Deniz’i bir pop ikonu gibi sunarak, içini boşaltarak, genç kuşağın ona duyduğu
sempatiyi Askeri Bürokratik Oligarşi’nin yedeğine almaya çalışıyorlar. Liberaller de bu
resmin üzerine atlayıp, devrimci gelenekleri lanetlemek için fırsat kolluyorlar.
Son yıllarda buna karşı, iyi kötü bir mücadele de başladı. Ama 1990’lı yılların sonlarında ve
2000’li yılların başlarında o sıralar yeni yeni yayılmaya başlayan İnternet’te bu konuda ilk
yazıları biz yazmaya başlamış ve bir mücadele başlatmıştık.
Bu derlemedeki yazıların çoğu o dönemde ve özellikle ulusalcılardan gelen saldırılara karşı
yazılmış yazılardır.
Ne yazık ki daha başında dikkati çektiğimiz, Genel Kurmay’ın Deniz Gezmiş, Che Guavera,
Hikmet Kıvılcımlı gibi insanları içini boşaltıp ehlileştirerek, gereğinde bir pop ikonu,
gereğinde bir milliyetçi gibi göstererek, genç kuşakları örgütlemede çabası büyük ölçüde
başarıya ulaşmış bulunuyor.
Bu yazıları yayınlamamızın bir nedeni de budur.
*
Deniz Gezmiş, Devrimci Öğrenci Birliği’nde arkadaşım ve yoldaşımdı. Kendisiyle en sıkı ve
yakın ilişkide olduğum dönem ise Deniz’in Filistin’den gelip Siyasal’da gizlenmeye başladığı
günlerde, hatta Ho Şi Ming’i anma toplantısında Filistin’den üzerinde kalan askeri kıyafet ve
botlarla yeni bir Vietnam ve halk savaşı çağrısı yaptığı gün başlar.
Ben İzmir Aliağa’da işçi örgütlenmesindeydim ve dönünce beni çağırmıştı görüşmek üzere.
Ben de atlayıp gitmiştim. O zamanlar benim de temel anlayışım, Vietnam Halkının sırtındaki
yükü azaltmak için yeni bir Vietnam yaratmak ve bunun için de gerilla savaşı aracılığıyla bir
halk savaşı başlatmaktı.
O günler boyunca Taylan Özgür ile birlikte bolca konuşup tartışıyorduk. Niyetimiz bahar
aylarında gerilla savaşına başlamaktı.
Bu sıkı ilişki, Taylan’ın ölümü ve Deniz’in tutuklanmasıyla aksadıysa da, İstanbul’da Cihan
Alptekin ile devam etti.
4
Daha sonra Deniz çıktığında benim üç arkadaşla birlikte Filistin’e gitmek üzere Hacettepe
Kampüsünden yola çıkacağım ana kadar da sürdü.
Bu birkaç aylık dönem çok kritik bir dönemdir. FKF o dönemde Dev-Genç oldu, Doğu
Perincek’le yollarımız o dönem ayrıldı. Taylan o günlerde öldürüldü. Deniz o dönemde eski
DÖB’lü arkadaşlarının çoğundan ayrı düştü. Devrimcilere yönelik seri cinayetler Taylan’ın
öldürülmesiyle o dönemde başladı.
Benim Filistin’de görüşlerim değişti ve yollarımız ayrıldı. Ama bütün o zamanın devrimcileri
gibi, sevgi, saygı ve güvene dayanan ilişkimiz sürmeye devam etti.
Son kez olduğunu bilmediğimiz ama sanki sezmişçesine birbirimize başarılar dileyerek
vedalaştığımız son karşılaşmamızda sonraki hayatımızda yapacaklarımızı birbirimize anlattık
bir bakıma.
O da dediğini yaptı ben de.
O bir isyan geleneği başlatmak ve bırakmak istiyordu. Bunu başardı.
Ben İşçi Sınıfını örgütleyerek, içinde sabırla çalışarak bir Proletarya Partisi kuruluşuna katkı
sunmayı amaçlıyordum. Şimdilik görünen sonuç: Kesin bir başarısızlık.
Ama artık Partilerin devrim yapamayacağı, tarihte hiçbir devrimin partiler tarafından
yapılmadığı; ancak bir parti bir parti olmaktan çıkıp bir din olduğunda devrim yapacağı gibi
sonuçlara ulaşmış bulunduğumdan, görünüşteki başarısızlığın çok büyük bir teorik ve
metodolojik başarı ile sonuçlandığını düşünüyorum. Bu nedenle artık görevini yapmış
insanların huzurunu duyuyorum ve rahatça ölebilirim diyorum.
Yetmişli yıllarda ve daha sonra, Deniz Gezmiş’e selam verdim diyenlerin geniş örgütler
kurabildiği, Türkiye tarihinin en büyük radikalleşme ve politikleşme; ezilenlerin ilk kez
gerçekten devletin kontrolü dışında ve kendi insiyatifleriyle örgütlendiği dönemde, Dev
Genç’in dar çevreleri dışında Deniz ile yakınlığımız bilinmez kaldı.
Bu dönemde Deniz’den söz etmek bir tür manevi rant sağladığı için Deniz ile ilgili
konuşmadım ve yazmadım. Sadece bir kere Niğde Cezaevi’nde Aydın Çubukçu’nun ve
Ertuğrul’un Deniz’i tanıyan bir arkadaşı olarak benden bir konuşmamı istemeleri üzerine bir
kere konuştum. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz’in kendisini kendisinin anıldığı gibi
anmayacağı üzerine bir konuşmaydı. Aydın da sözü bağlarken Deniz’in yapacağı ya da
isteyeceği gibi bir konuşma yaptığımı söylemişti yanlış hatırlamıyorsam.
Deniz üzerine konuşup yazmaya başlamam aşağıdaki yazılardan görüleceği gibi, dünyada
yaprağın kımıldamadığı, özel savaş rejiminin Türkiye’de iyice yerleştiği, Kürt hareketine
kimsenin destek olmadığı zamanlara rastlar.
Okununca görülecektir ki, burada anlatılan Deniz başka bir Deniz’dir. Ve hamasi ve duygusal
bir yan yoktur. Hep derinliğine analiz ve anlama çabası vardır. Sonuçlar doğru veya başarılı
olmayabilir ama okuldaki matematik öğretmenlerinin dediği gibi “gidiş yolu doğrudur.”
Demir Küçükaydın
06 Mayıs 2011 Cuma
5
Deniz’in Son Sözleri ve Bazı Çağrışımlar (7 Mayıs 1998)
12 Mart'ta ölenlerin anısı nasıl canlı tutulabilir?
Onlar hakkında duygu çatlatan yazılar, şiirler yazarak değil. O tecrübelerin analizi ile. Ve
olguları hiç atlamayarak.
Son zamanlarda onların ölümleriyle ilgili bir sürü yazı yollandı ama bunların hiç biri o
deneylerin analizini içermiyor. Sadece duygulara hitap ediyorlar. Ama daha da kötüsü, Kürt
Ulusal kurtuluş Hareketi'ne karşı bir tavrı, Anti-Emperyalist gerekçeli şovenizmi, İlhan
Selçuk gibilerin tavrının sosyalist söylemli; demokratik söylemli verisyonunu savunmanın
aracı yapılıyor.
Onların konumuna düşmeden ve duygusallıklarda boğulmadan o deneylerden
çıkarılabilecekleri tartışmak mümkün olmayacak mı?
Deniz, Yusuf ve İnan'ın konumlarından başlayalım.
Ama bu konumların analizi için bazı olguları, tarihi çarpıtmaları da göstermek gerekiyor.
Deniz'in son sözleri şöyle aktarıldı bir tartışma forumuna:
"YAŞASIN TAM BAGIMSIZ TÜRKİYE !
YAŞASIN İSÇİLER, KÖYLÜLER !
KAHROLSUN EMPERYALİZM ! "
12 Mart döneminde bu son sözler ve mektuplar elden ele daktiloyla çoğaltılmış olarak
dolaşıyordu. Çok iyi hatırlıyorum şimdi, Deniz'in son sözleri içinde Kürt halkı ve MarksizmLeninizm de geçiyordu.
Hafızası zayıf bir insanım ama bunu iyi hatırlıyorum. Çünkü bunları okuduktan sonra
birileriyle tartışmıştım. Deniz'in idam sehpasında, mahkemedeki ulusal kurtuluşçu çizgiden
daha farklı, gerçek düşüncelerine uygun bir çizgide konuştuğunu; aslında Türkiye devriminin
üç önemli ayağını ifade ettiğini iddia ediyordum. (Yani Marksizm Leninizm, İşçi Sınıfı ve
Köylülük ile Ezilen Ulus Kürtler) Deniz ölürken diğerlerinden daha farklı bir mesaj verdi diye
tartışmıştım.
Eh Duvar yıkıldı, oradan "Marksizm-Leninizm" çıkarılıp atılabilir. Eh şu “Kürtler” de
çoğunlukla şu "kadın ve çocuk katili"; "Führer" benzeri "Serok" Apo'nun peşinden gittiklerine
göre, "Kürtler" de çıkarılıp atılabilir. Böylece demokratik, bağımsızlıkçı, işçi ve köylüden
yana günün Genelkurmay icazetli sosyalizm anlayışına uygun bir Deniz yaratılabilir.
Bugünkü çizgi bu değil mi? İstediğiniz kadar keskin komünistlik yapabilirsiniz ama şu Kürt
meselesinde sınırı bilin. Deniz de bu sınırın içine çekiliyor.
68'liler Vakfı, (Birisi yollamıştı gene aradım bulamadım, gazetede de çıkmış göremedim)
Samsun'dan Ankara'ya yürüyüş düzenlemiş. Tam ne yazıyordu hatırlamıyorum şimdi ama
haberi okuyunca midem bulandı. Tahmin ediyorum kimler var oralarda. Bugün artık, Kürt
sorunu karşısında İlhan Selçuk ya da CHP çizgisine gelmiş eski DÖB ve FKF üyeleri. Çoğu o
6
yürüyüşte de vardı. Ben de o yürüyüşteydim çünkü biliyorum. O yürüyüşü başından sonuna
kadar yürüyen tek kişiydim de galiba. O yürüyüşte ilk kez, daha sonra DEV-GENÇ ve DÖB'ü
oluşturacak kadrolar birbirini denemiş, tanımış; İstanbul-Ankara bağlantıları kurulmuştu.
O zamanlar Samsun'dan Ankara'ya yürümenin bir hareketi doğurmak bakımından bir anlamı
vardı. Ama bugün; Kürdistan'da olağanüstü hal ve bir savaş varken; Samsun'dan yola çıkmak,
herhalde Genelkurmay şakşakçılığından başka bir şey olamaz. Bugün Genelkurmay
şakşakçılığı yapmayan namuslu bir insanın Diyarbakır'dan Ankara'ya yürümesi gerekir,
Samsun'dan değil. O zaman uğrayacağı saldırılar ise malumdur.
Ne ilgisi var denecek, Deniz'in son sözleriyle bunun.
Var hem de çok. Deniz'in son sözlerini aktaran belli ki onu başka bir yerden almış. Aldığı yer
ne olabilir? Bu sözler genellikle hep Halit Çelenk'in hazırladığı kitaplarda çıktı. O bu olayın
tek sol şahidiydi. Anlaşılan son baskılarda Deniz'in sözleri değiştirilmiş ve 68'liler vakfının;
çizgisine gelmiş. Kendisi mi yaptı, başkaları mı yaptı bilmiyorum. Ama ortada sinsi bir
tahrifat olduğu belli.
Kalkıp kitaplıktan Halit Çelenk'in hazırladığı Onur Yayınları arasında çıkmış 1987 tarihli
"İdam Gecesi Anıları" adlı kitabı alıyorum. Hazırlayan: Halit Çelenk. Kitabın 84. Sayfasında
Deniz'in son sözleri şöyle aktarılmış:
"Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın ...Yaşasın ...Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun
Emperyalizm.” *
Orada bir de yıldız var. “Nedir o yıldız?” diye dip nota bakıyoruz:
"* Deniz Gezmiş'in idam sehpası altında söylediği bu sözleri yayınlayanlar hakkında TCK'nın
141–142. Maddelerine dayanılarak İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 977/585 esas sayılı
dosyası ile dava açılmıştır, dava sürmektedir.”
Demek ki, hafızamız bizi yanıltmıyor. O nokta nokta yerlerde “Marksizm-Leninizm” ve
“Kürtler” vardı.
O zaman hiç olmazsa, biraz namuslu olarak nokta nokta koyulmuş ve okuyanın anlayacağı bir
dip not eklenmiş.
Ya şimdikinde, şu Internet tartışma forumlarına yollananda, ne noktalar var ne de dip not.
Bildiğimiz kadarıyla bu arada 141 ve 142 de kalkmıştı. Bu sefer hukuki değil, sosyolojik
yaptırımlar (müeyyideler) devreye girmiş anlaşılan. Ya da şöyle diyelim: Deniz hadım
edilmiş.
*
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in son sözleri karşılaştırılınca şu görülür: Deniz'in son sözleri
Programatiktir, hamasi değildir, duyguya değil akla hitap eder ve diğerlerinden çizgi olarak
çok daha radikal bir noktadadır. Sosyalist bir temel içinde o günün strateji anlayışını
yansıtmaktadır. Hüseyin ve Yusuf'un son sözleri ise daha duygusal, daha dramatiktir ama bir
program olmaktan çok kendi yaptıklarının gerekçesi ve açıklamasıdır. Çizgileri ise kabaca
anti-emperyalizm olarak belirir. Her ikisi de sosyalist olmasına rağmen, son sözlerinde
7
sosyalizmden iz yoktur. Deniz'de sosyalizme giden yolda bir aşamayı ifade eden şey onlar
için bir kendi başına bir hedeftir adeta.
Bu bir rastlantı değil aslında. Deniz, bizim kuşak içinde, daha çok küçük yaşta Kıvılcımlı'nın
bir şekilde etkisinden geçmiş (TİP Üsküdar ilçesindeyken, Kıvılcımlı'yı TİP üyeliğine
önermiş ve bu yüzden atılmıştı yanlış hatırlamıyorsam. ) yani sosyalist bir temeli olan
birisiydi. İyi bir eğitimi ve bilgi birikimi vardı ama bunu gösteren biri değildi ve nihayet
Kürdistanlı idi. Faşistler o zamanlar Deniz'in Ermeni olduğunu söylerlerdi. Deniz buna cevap
vermezdi genellikle. (Vermemesinin nedeni Ermeni olması değil, Ermeni olmadığını
söylemenin Ermeni olmayı kötü bir şey olarak görme anlamına geleceğiydi.) Ama kendi
aramızda konuştuğumuzda, Kürt bir tarafı olduğunu söylemişti. Dolayısıyla Deniz bizler
arasında, birkaç Kürt veya Hıristiyan azınlıklardan arkadaş haricinde, ulusal sorun konusunda
en hassas, en uyanık kişilerden biriydi.
68 Üniversite işgallerinde Kürt öğrencilerin durumu ve önemli etkisi üzerine bu güne kadar
ciddi bir inceleme yapılmadı. Ancak, şimdi geriye bakınca, Kürt öğrenci arkadaşlarla ittifakı
sağlayarak ancak o zamanki Bozkurt ve Mücahit takımını üniversitelerden uzaklaştırabilmiş
ve onların terörünün önünü kesebildiğimiz daha açık görülüyor.
Devrimci Öğrenci Birliği'ni göz önüne getiriyorum şimdi. Kalanların çoğu herhalde şimdi
68'liler vakfındadır. Bunlar o zamanlar da Kürt öğrencilere karşı belli belirsiz bir soğukluk,
Kürt sorununa uzaklık içindeydiler. Ama Deniz farklı idi. Beyazıt'tan Aksaray'a inerken
soldaki Diyarbakır yurdu; oraya gidişlerimiz. Oradaki arkadaşların silahlarıyla her zaman
hazır ve nazır yardımımıza gelmeleri. (Bizler çoğu şehir çocuğuyduk ve elimize silah
almamıştık. )
Süleymaniye'nin arkasındaki bir sürü küçük dükkânlar ve orada Kürt milliyetçilerinin gittiği
bir kahve geliyor şimdi aklıma hayal meyal. Deniz'le oralara gidip onlarla konuştuğumuzu
bazı konularda yardımlarını isteyip sağladığımızı hatırlıyorum.
Zaten Kürtler de Deniz'in bu konudaki farklılığının bilincindeydiler ya da bunu seziyorlardı.
Yine belli belirsiz bir sahne geliyor gözlerimin önüne. Diyarbakırlı bir terzi bir arkadaşıyla
gelmişti Deniz'le konuşup tartışmaya. Bu terzi muhtemelen Mehdi Zana idi1. Herhalde bir
rastlantı değildi bu.
Elbet, Alevilerle birlikte Kürtler oluşturuyordu Türk devrimci hareketinin çoğunluğunu. Ama
burada alışılmışın dışında olan, Kürt arkadaşlarla Kürtler olarak ittifak yapılmasıydı. Türk
devrimci hareketinin bir unsuru olarak onların var oluşu durumundan farklıydı bu. Bunu
bilinçli bir politika ile uygulayan Deniz'di ve bu politika sayesinde 1969–70 döneminde yavaş
yavaş önce dengeyi sağlayıp sonra da İstanbul Üniversitesi'ne egemen olabilmiştik.
*
Deniz yazı bırakmadı. Yazamayacağından değil, yazmaya pek değer vermiyordu.“Dergiciler
var, devrimciler var. Biz devrimciyiz" derdi.
1
Yıllar sonra Berlin’de Mehdi Zana ile karşılaştığımda kendisine sordum. Evet, Çınaraltı’nda görüştüğümüz
kendisiymiş.
8
Diğerlerinden farklı olarak, çok gerçekçiydi. O devrim falan yapmak için bu işlere
girmedi.“Bu memlekette bir isyan geleneği yerleştirmek lazım, bunun için de birilerinin
ortaya atılması gerekiyor.“ mantığıyla yaklaşıyordu.
İlginçtir, Türkiye'de halkın en çok sevdiği insan Deniz olmuştur ama “Deniz'ci” bir hareket
ortaya çıkmamıştır. Çünkü Deniz yazı yazmamıştır. Ama “İnan'cılar” vardır. Çünkü Hüseyin
İnan'ın yazdığı söylenen Türkiye Devriminin Yolu diye bir metin vardır. O metin de aslında
bildiğim kadarıyla Atilla Keskin'in yazdığı bir metindir2.
Bu arada bir not. Hüseyin İnan THKO'nun lideri idi ama “teorisyeni” değildi. Onun lider
olması teorisinden değil, amacı uğruna her şeyi göze alma kararlılığından geliyordu.
*
O zaman bizler için herhangi bir milliyetten olmanın bir önemi yoktu. Ama düşmanımız, yani
devlet bu ayrımı yapıyordu. Böylece bizler için bir anlamı olmamasına rağmen biz istemesek
de bu ayrımı bir şekilde yaşıyorduk.
En ilginci kendi yaşadığım bir olay. Filistin'den dönerken yakalanmıştık. Arkadaşımızın biri
Hıristiyan bir azınlıktandı. Bunun o güne kadar bizler için hiç bir anlamı yoktu. Ama Polis ve
Jandarma'nın elinde olduğumuz saatlerde, bizi dövmeye gelenler biz Türklere bir vuruyor
idiyse, o arkadaşa beş vuruyorlardı.“Ulan bunlar Türk, Onlar komünist de olur anarşist de.
Sana ne oluyor" deyip de vuruyorlardı ona. Hayatımın en büyük aşağılanması buydu belki de:
istemeden belli bir imtiyazı yaşamak.
Aslında, bu imtiyaz birçok şeyi belirledi. Şimdi sosyalist olmak bu imtiyazı ortadan
kaldırırmış gibi konuşanlar, aslında gerçeğin koca bir tahrifatını yapıyorlar.
Örneğin Taylan Özgür geliyor aklıma. Eğer ölmese ve o gün Deniz de yakalanmasa idi gerilla
hareketi belki bir yıl önce 1970 baharında başlayacaktı. Taylan'ın ölümü kadar bizleri
etkileyen başka bir ölüm olmadı denilebilir. Taylan'ın seçilerek öldürülmesi, bizlerin çok dar
çevresinde MİT'in onu Kürt olduğu ve o yaz Barzani'nin oralara gittiği için öldürüldüğü
yorumuna yol açmıştı. Bu yorumda bir gerçek olduğuna ben hala inanıyorum. Taylan da Kürt
sorunu üzerine kafa yormuş ve o yaz Barzani'nin oraya gitmişti bildiğim kadarıyla. O bunu
canıyla ödemişti.
Ya da Cevahir ile Mahir'i ele alalım. İkisi için de Kürt ve Türk olmanın bir önemi yoktu. Ama
MİT için bu fark vardı. Bir rastlantı mıdır Cevahir'in ilk saldırı kurşunuyla öldürülmesi?
Sanmıyorum.
Derler ki, İstanbul polisi Mahir ve Cevahir'in tiplerini bilmiyormuş. Bunları o sırada nezarette
bulunan İlkay ve Necmi Demir'e sormuşlar; onlar da tam zıtlarını tarif etmişler bu nedenle ilk
kurşunda Mahir sanılarak öldürülen Cevahir'miş. Bu yorumu yapanlar bu devleti hiç
tanımıyorlar belli.
Bize bir vururken o Hıristiyan azınlıktan arkadaşımıza beş vuran ayrımcılıktır Cevahir'i de
Taylan'ı da öldüren.
2
Atilla Keskin, 2008 Yılında Berlin’de yapılar “Ala Turca 68” toplantısında bunun ekonomi bölümünü
kendisinin yazdığını ilk kez açık olarak ifade etti.
9
Bunun için değil mi ki Kıvılcımlı, 12 Mart öncesi Kürt Sorununda görüşünü sorana, yanlış bir
şey söylemekten ise hiç bir şeyi söylememeyi tercih ederek "maçam sıkmıyor" demiştir.
O bununla sıkmadığından ziyade, bu konuda TC'nin nasıl "hassas" olduğunu ifade etmek
istiyordu.
*
Bir de Hüseyin İnan ile ilgili bir şeyler yollandı:
"Hüseyin İnan, THKO' nun teorisyenidir.
THKO' nun adı Deniz Gezmiş ile anılır, ama aslında gerçek teorisyeni Hüseyin İnan' dir.
Bir Kürttür. Ama, milliyetçi değildir ve o zaman Serok( başbuğ) olmadığı için hidayete erememiştir !
Hüseyin İnan devrimcidir.
THKO' nun en gencidir, öldüğünde 23 yasındadır.
İdamı beklediği hücresinde, son ana kadar, Toprak Reformu ile ilgili tasarıyı okur, not alır.
İşte sehpadaki son sözleri.
BEN ŞAHSİ HİÇBİR ÇIKAR GÖZETMEDEN HALKIMIN MUTLULUĞU VE BAĞIMSIZLIĞI İÇİN
SAVAŞTIM.
BU BAYRAĞI BU ANA KADAR ŞEREFLE TAŞIDIM.
BUNDAN SONRA BU BAYRAĞI TÜRK HALKINA EMANET EDİYORUM.
YAŞASIN İŞÇİLER KÖYLÜLER VE YAŞASIN DEVRİMCİLER.
KAHROSUN FAŞİZM ! "
Bugün, Hüseyin'in bu laflarını aktaran bir solcunun, sosyalistin başka şeyler söylemesi,
örneğin Deniz'in söyledikleriyle Hüseyin'in söylediklerini karşılaştırması, Hüseyin'in
söylediklerini eleştirmesi gerekir. Söylediklerinin bugün artık maalesef hiç bir tazeliği
olmadığını, bunun da onun aslında Türk Milliyetçisi özelliğiyle ilgili olduğunu belirtmelidir.
Hüseyin bir Kürt olmasına rağmen, bir Türk kimliği ile ve bir Türk milliyetçisi olarak bu
hareketin içindeydi.
Yukarıda "milliyetçi değildi" deniyor. Hüseyin'in sözleri, tipik bir anti-emperyalist Türk
Milliyetçisi’nin sözlerinden başka nedir ki? Türk milliyetçisi olunca milliyetçi değil de
enternasyonalist mi oluyor? Yukarıdaki yaklaşıma göre öyle.
Ama sorun sadece bu değil. Hüseyin sanki Abdullah Öcalan'ın zıddı bir tip imiş gibi
koyuluyor. Bu da doğru değil. Hüseyin İnan, Abdullah Öcalan'da iyice ortaya çıkan
özelliklerin çoğuna sahip ilk önemli devrimciydi.
Evet, THKO'nun gerçek lideri Hüseyin idi -Teorisyeni değil-. Ama onun bu liderliği nereden
geliyordu? Teorisinden mi? Hayır. Sinan'ın, Deniz'in entelektüel düzeyleri Hüseyin'den
muhakkak ki çok ilerdeydi. Bunlar iyi eğitim görmüş, şehirli, modern burjuva ve küçük
burjuva ailelerin çocuklarıydılar. Humanisttiler. Onları sosyalizme getiren kişisel
ezilmişlikleri değil, ezilenlere duydukları sempati idi.
10
Ama Hüseyin'i sosyalizme getiren ezilmişliği idi. Alevi ve Kürt olarak ezilmişliği,
dışlanmışlığı. Bir çocuk ve genç olarak yaşadığı binlerce izlenim ve olayın birikimi.
Dolayısıyla Hüseyin'in olaylara yaklaşımı çok farklıydı. Bu farkı şöyle açıklamak mümkün.
Ne Sinan ne de Deniz hiç kimseyi öldürmedi. Örneğin Amerikalıları serbest bıraktılar. Ama
benzer durumlarda Hüseyin olsa idi çok başka davranır ve öldürürdü.
İşte Hüseyin'in Deniz ve Sinan üzerindeki otoritesi bu kararlılığından, onun bu plebiyen
yanından geliyordu. Deniz ve Sinan aslında 68'in gerçek iki kitle lideriydiler ve en parlak iki
kafasını temsil ederler. Ama bu iki kişiyi Hüseyin İnan'ın karşısında mahcup ve el pençe
divan durur durumda görmeyen inanamaz. Hüseyin'i ise dar Dev-Genç kadroları dışında
kimse tanımazdı.
İşte Sinan ve Deniz'in üzerindeki bu otoriteyi yaratan tek özellik; Hüseyin'in bütün plebiyen
hareketlerde görülen özellikleriydi. Amaca varmak için her şeyi yapma kararlılığı. Onlar
bunun kendilerinde olmayan bir özellik olduğunun farkındaydılar ve bu nedenle onun
otoritesini gönüllü olarak kabulleniyorlardı.
Denebilir ki Hüseyin Öcalan'ın ilk prototipidir. O özelliklerin çoğu onda tohum halindedir.
*
Kimileri Devrim'i "temiz" bir şey sanıyorlar.
Hayır, devrim "pis" bir şeydir. O güne kadar Toplum'un en altında kalmış, ezilmiş, insanlıktan
çıkarılmış insanları suyun yüzüne çıkarlar, kendi kaderlerini ele almaya çalışırlar ve bunu o
güne kadar kurbanı oldukları ve tek bildikleri yöntemlerle yaparlar. Onlara ne verilmiştir ki ne
istensin.
12 Eylül öncesinde aynı şeyler olmadı mı? Sonra hep 68'lilerin başka olduğundan söz edildi.
Bu aslında pleplerden korkudur. 68'liler iyi aile çocuğu öğrencilerdi. 70'lerinkiler ise
gecekondu mahallelerinin gençleri, plepler. Aynı mantık bugün Kürt ulusal kurtuluş
hareketine karşı çalışıyor.
Ama devrimlerin yüzeysel bir değerlendirmesidir onda sadece o "pis" olanı görmek. Onda
başka şeyler de vardır görülecek. Örneğin ellerinde silahlarıyla kadınlar. Örneğin Kürtlerin
artık Kürt olduklarını söylemekten utanmamaları. Örneğin büyük Kürt uyanışı ve rönesansı.
“Dünyayı Sarsan On Gün" adlı kitapta bir sahne vardır. Eski bir devrimci, belli ki aydın ve şık
giyimli, bir asker ile tartışmaktadır. Biri "sen çar baban için dua ederken ben devrimcilik
yapıyordum" der. Diğeri, "Vallla ben onu bunu bilmem, burjuvazi var proletarya var.
Birinden olmayan diğerinden yanadır.“ Der. Eski devrimci tekrar "sen de Bolşeviklerden
duyduğunu papağan gibi tekrarlıyorsun" der.
Aşağı yukarı böyle bir sahneydi.
Dünün devrimcileri, davet ettikleri ezilenler sahneye çıkınca, ama biz bunu böyle
istemiyorduk, böyle olmaz diyorlar.
Ve aslında ait oldukları yere gidiyorlar.
07 Mayıs 1998 Perşembe 00: 48
11
Anlamak, Çözümlemek ve Tartışabilmek (8 Mayıs 1998)
Aradan çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçmiş. Bugün ne o dönemin örgütleri, ne de sembol
olmuş kişileri hakkında bir tek bilimsel ölçütlere göre yapılmış, duygusal olmayan bir analiz,
bir monografi, bir biyografi çıktı mı Türkiye'de? Hayır.
Sadece yarım yamalak yapılmış, belki bir araştırmada kaynak olarak kullanılabilecek anılar
veya mahkeme zabıtları falan var. Bunların da, nasıl hazırlandığı ise ayrı bir sorun. Bir
tanesini biliyorum. THKP-C ve Mahir ile ilgili bir kitaptı, saatlerce konuştuk; anlatırken
röportajı yapan "ya evet, bunu biliyorum, başkalarından da duymuştum" gibi şeyler de
söylüyordu. Ama kitabı alıp baktığımda, o röportaj esnasında konuştuklarımızdan hiç bir
şeyin kitapta yer almadığını gördüm3. En azından olgular düzeyinde bile olayların sadık bir
aktarımı yok; var olan ihtiyaçlara göre seçilmesi var. Ama o olguların analizi ve sonuçlar
çıkarılması, genellemeler yapılması, hemen hemen hiç yok.
Türk burjuvazisi Atatürk'e, ya da Müslümanlar Muhammet'e onun hayatına karşı nasıl tavır
içindeyse, Sosyalistler ve devrimciler de kendileri için önemli şehit ve önderleri hakkında
benzer şekilde davranıyorlar. İstediğimiz kadar devrimci ya da sosyalist olalım, doğduğumuz
günden beri bizi şekillendiren kültür ve anlayışlar bir şekilde varlığını sürdürür. İşte "Turhallı
bir hallı"nın tam da yeri burası.
Bir de şu Almanya'yı göz önüne getiriyorum. Herhangi bir kitapçıya gidip, Almanya'nın
Deniz Gezmiş'i sayılabilecek Rudi Duçke, ya da Mahir'i sayılabilecek Andreas Baader veya
Ulricke Meinhof üzerine veya Almanya'nın Dev-Genç'i sayılabilecek SDS üzerine onlarca
monografi, sosyolojik veya psikolojik analiz, anılar bulabilirsiniz. Daha geçenlerde Rudi
Duçke'nin eşi en mahrem yanları bile açıklayan anılarını yayınladı.
Türkiye'de yok böyle bir şey. Her şey bir kutsallık halesi içinde dokunulmaz tabu kılınıyor.
Atatürkçülerin ya da Müslümanların tepkilerinden farkı yok devrimcilerin tepkilerinin de.
Bu geleneği yıkmak gerek. En azından sol kültürün bu gelenekten bir kurtulma çabası gerek.
Bu yöndeki her girişimin önyargılar, tabular duvarına çarpacağı açık olmasına rağmen yine de
denemeye değer.
*
Elbette, bir değerlendirmede ya da tartışmada kimsenin kararlılığından, inancından,
bağlılığından, içten ve samimi olduğundan şüphelenmek ya da bunları tartışmaya açmak söz
konusu değildir. Eğer örneğin, Hüseyin İnan amacı için her şeyi yapma kararlılığındaydı
sözlerim Deniz'in örneğin öyle olmadığı gibi bir anlamda anlaşılıyorsa, ne dediğim hiç
anlaşılmamış demektir. Deniz de öyleydi, herkes öyleydi.
Burada tartışılan başka bir konudur, kararlılık ya da inançlarda samimilik değil. Bu, dünyada
devrimci mücadelenin, ezilenlerin mücadelesinin en can alıcı konularından biridir. O kararlı
ya da samimi olarak bağlı inanç için mücadele ederken kendinize hangi sınırları koyduğunuza
ilişkin bir sorundur.
3
Turan Feyizoğlu ve kitabı kastedilmektedir.
12
Hüseyin İnan ile Abdullah Öcalan arasında belli bir ilişki kurduk. Bu ya Öcalan'ın
olumlanması ya da Hüseyin'in kötülenmesi olarak anlaşılıyor. Kimse olgular düzeyinde,
insanların yetişme tarzlarının, uğradıkları özgül baskıların onların şekillenmesindeki etkileri;
bu etkilerin sonuçları ve ortaya çıkanın ezilenlerin mücadelesi içindeki konumu gibi sorunları
tartışmak bile istemiyor.
Deniz'in ve Sinan'ın sınıfsal kökenleri ile Hüseyin'in farklılıklarından söz ettik. Bu hemen
onlar arasına nifak sokma olarak algılanıyor. Yazılanların olgu düzeyinde, sonuçlar düzeyinde
tartışılması yok. Bütün her şey politik tavır alışların fonksiyonu olarak ele alınıyor ve öyle bir
değerlendirmeye uğratılıyor.
Ya da Deniz'in son sözlerinde, bazı sözlerin bugün yok edildiğinden söz ettik. Ayrıca, bunu o
alıntıyı post edene karşı kullanmamaya özel bir dikkat da gösterdik. Ola ki bilmiyordur. Bu
sözlerin nasıl bir mekanizmayla değiştirilmiş olabileceğinden de imalı bir varsayım olarak söz
ettik. Bu konuda çıt yok. Ortada bir olgu var. Deniz'in son sözlerinin değişmişliği. Değişmiş
mi değişmemiş mi? Değişmiş ise niçin değişmiş? Bu değişmede bugün Kürdistan'da yürüyen
savaş ve buna karşı azmış Türk milliyetçiliğinin payı var mı yok mu? Tartışan yok. Çıt yok.
Türkiye'de sosyalist hareketin üzerindeki Kemalist etkiden genel olarak herkes söz ediyor ve
mutabık. Ama bunu somutlamaya gelince ölenlere saygısızlık oluyor. Elbette bütün sol gibi
onlar üzerinde de Kemalist ideolojinin muazzam bir etkisi vardı.
Ama o Kemalizm ile bugünkü Kemalizm arasında başka bir fark da vardı. O zamanlar
sosyalistlerin çoğu için o Kemalist söylem, müttefik güçlere yönelik, bir cephe politikası
anlamı taşıyordu, tabiri caiz ise sosyalistlerin gerçek kendi dillerini yansıtmıyordu.
Bir diğer yanıyla da, Kemalizm bugünden farklı olarak yorumlanıyordu. Bu ilk burjuva
muhalefetlerin dinsel biçimler içinde çıkması gibi bir olaydı. Sosyalist hareket veya işçi
hareketi de milliyetçi ve Kemalist formlar içinde ortaya çıkıyordu. THKO'nun davasının
savunmaları ortada. O metinler bugün, kimi özel isimler çıkartılarak ve kimlere ait olduğu
gizlenerek sola bulaşmış genç nesilden birine verilse, ya da kendini sosyalist olarak
tanımlayan bir Kürt'e, onların sosyalistlerden çıkmış olduğunu anlayamaz.
Bütün bunları tartışamayacak mıyız?
Acaba bu kutsallık haleleri bu arkadaşların geleneğini sürdürdüğünü iddia eden hareketlerin
konumları ve çıkarları ile de bir bağlantı içinde değil mi?
Bu soruyu da tartışamayacak mıyız?
Ne olgular ne de o olgulardan çıkarılabilecek genellemeler ve sonuçlar üzerine bir tek söz
yok.
(Gökyüzü4 ise "Kıvırıyorsun" "kariyerist" "marjinal" "kompleksli" gibi, bizim iyi niyetimizi
ve kişiliğimizi hedef alan ithamlarda bulunuyor. Bunlara ne cevap verilebilir ki? Ama teorik
düzeyde, olgular ya da çıkarsamalar düzeyinde her türlü iddiasına cevap verilecektir. Zaman
4
Bu yazının yazıldığı zamanlarda daha sonra “Erguvaniler” adli kitabın yazarı olarak tanınacak olan Tayfun Er,
İnternet forumlarında Gökyüzü adıyla yazılar yazıyar ve Kürt hareketini savunduğumuz için bize karşı
kişilağimize yönelik saldırılarda bulunuyordu.
13
oldukça ve yeri geldikçe. Aslında okumasını bilen için cevaplar çoktan var. Alıntılar yapılan
iddiaları çürütür zaten. Biraz analiz çabası gerek o kadar. )
*
Ama bu vesileyle yine somut olarak ulusal sorundaki tipik yanlış tavrın örneğini göstermeden
ve değinmeden geçemeyeceğim.
İsimsiz yazar şöyle yazıyor:
"Ben kişisel olarak ” bir Kürt devleti olsun da ister kapitalist ister faşist olsun” anlayışınına
karşıyım.”
Hala o çok basit mesele anlaşılmış değil. Ezen ulustan sosyalistin görevi, Kürt ulusunun faşist
mi, sosyalist mi, kapitalist mi, nasıl olacaksa, ona kendilerinin karar verebileceği koşulları
yaratmaktır. Adamların ortada faşist ya da sosyalist bir devlet kurma özgürlükleri yok. Sizin
göreviniz onu bu özgürlüğü sağlamak ya da onlar bunun için bir mücadeleye girmişler ise ona
destek olmak.
Kızı kendi başına bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya gider mantığıyla hareket
ediyorsunuz hala. Kime giderse gitsin. Gitsin davulcuyla da yatsın, zurnacıyla da. Belki
sonunda gider kemancıya varır. Bırakın onun ne yapacağına karar vermeyi.
Türklerin bugün Genelkurmay ya da Özel Harp Dairesi tarafından yönetilip yönetilmeme
hakkı ve özgürlüğü var. Bir devletleri olmasaydı bu hakları ve özgürlükleri olmazdı. Kürtlerin
niye olmasın?
Adı üstünde, "Kendi Kaderini Tayin Hakkı". Bırakın kendi kaderlerini kendileri tayin etsinler.
08 Mayıs 1998 Cuma
14
Bir Yazıdan Bir Bölüm (18 Nisan 1998)
1969 Kongresinde, yani FKF'nin adının DEV-Genç olduğu, Atilla Sarp'ın başkan seçildiği
kongrede, benim de içinde bulunduğum, Devrimci Öğrenci Birliği'nden arkadaşlar beni de
önerdiler ve İstanbul Bölge Yürütme Kurulu'na seçildim. Bu öyle ahım şahım bir şey de
değildi. Çünkü o zamanın geleneği ve anlayışı içinde, yönetim organlarına seçilenler ile
gerçek ilişkiler de aynı değildi. Bu sadece Devlet'e karşı, yönetici bir organ gösterme
gereğinden dolayı yapılan zorlama bir işti.
Bu organa seçilmemin nedeni de, daha sonra THKO'yu oluşturacak olan, ölenlerden bugün
adını anabileceğim Deniz ve Cihan'ın da içinde bulunduğu küçük bir arkadaş grubuçekirdeğinin Dev-Genç yönetimini kontrol altında bulundurma planının bir parçasıydı. Çünkü
o zamanlar biz, bahar aylarında gerilla savaşını başlatmayı düşünüyorduk. O kış hazırlıkları
yapacak, militanları toplayacak, baharda da yeni bir Vietnam yaratmak üzere dağa çıkacaktık.
Yani 12 Mart ve sonrasında olanı bir yıl önce yapmayı düşünüyorduk.
Bu bağlamda, İstanbul'dan bir sürü Dev-Genç militanının Filistin'e gidip gerilla savaşı
sanatını öğrenmesi için hazırlıklar da yapıyorduk. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymadı.
Gidecek gruplar arasında ayrılıklar çıktı, Deniz tutuklandı vs..
Ben de, o başlangıçtaki plana bağlı olarak Filistin'e gitmeye karar verdim. Deniz, oraya
gitmemin bir işe yaramayacağını, Türk ordusunun yakın düzen piyade eğitiminden başka bir
şey vermediklerini, gitmememin daha iyi olacağını, ama bu noktadan sonra gitmemi de
anladığını söyledi. Cihan da, kalırsam daha yaralı olacağımı söyledi ama kararıma da bir şey
demedi.
Bunun üzerine, işin hukuki durumu üzerine konuştuk, başıma bir şey gelirse Dev-Genç'in
hukuki bakımdan kötü duruma düşmemesi için, Dev-Genç üyeliği ve organlarından istifa
etmiş sayılmam gerektiği üzerine konuştuk. Ben de bundan sonra, tesadüfen bir araya
geldiğim birkaç arkadaşla, gerilla savaşı öğrenmek üzere Filistin'e gittim. (12 Mart
döneminde, fiilen çok az Dev-Genç yöneticiliği yapmama rağmen, resmen yönetici olmam
dolayısıyla, -aslında istifa etmiştim ama kimse bu bürokratik işleri ciddiye almadığından bir
işlem olmamış. Dolayısıyla resmen yönetici görünüyordum- mahkum oldum ama af
kapsamına girdi. Sadece 5 ay hapis yatmış olduk.)
Ne var ki, orada görüşlerim değişti. Türkiye'de muazzam bir İşçi Sınıfı ve hareketi olduğu, bu
işin çok uzun bir mücadeleyi gerektirdiği, üniversite öğrencileri ortamından kurtulmanın şart
olduğu gibi görüşler edindim. Dönerken, artık, zaten öteden beri içinde bulunduğum işçi
hareketi içinde çalışmak üzere dönüyordum. Yakalandık, yattık çıktık. İstanbul'a gittiğimde,
arkadaşlar, kendilerinden artık çok farklı düşünüyor olduğumu bilmelerine rağmen, tekrar
Dev-Genç Bölge Yürütmesinde çalışmamı önerdiler. Ben de, "öğrenci hareketinden bir şey
çıkmaz, ben işçilerin arasına gidiyorum gene, zaten formel olarak istifa etmiştim" diyerek,
tekrar bir yıl önce de, zaten ilk örgütlenme çalışmalarında başından beri bulunduğum Aliağa
Rafineri inşaatına gittim. Orada, 16 Haziran sonrasında, bütün işçi hareketinin sıkıyönetim
15
terörü altında bulunduğu dönemde, meşhur Aliağa direnişlerini örgütledik, Necmettin
Giritlioğlu öldü vs..
Bundan sonra benim zaten Dev-Genç'le bir ilişkim olmadı. Ve ayrıca o zamanı yaşayanlar
bilirler, gençlik içinde pek az kişi, üniversitelerin komformist ortamını terk edip işçiler
arasında çalışmaya tüm enerji ve zamanını veren bir yola girdiği için, bütün gruplar, bizim
farklı görüşlerimizi bilmelerine rağmen, bir bakıma onların alanlarıyla da fazla bir
problemimiz olmadığından, bizlere karşı son derece saygılı ve olumlu bir tavır içindeydiler.
12 Mart döneminde de, fabrikalarda çalıştım, işçiler arasında örgütlenme girişimlerinde yer
aldım. Daha sonra TSİP'i kuracak ekibe, onları reformist bulduğum için muhalefet ettim ve
iste orada bir tür tasfiye yaşadım. Ama bunun Dev-Yol ya da Dev-Genç ile ilgisi yok. TSİP
ile ilgili.
16
Bir Mektuptan Bir Bölüm (26 Ekim 1999)
27 Mayıs ve 68 kuşakları ilişkisi Ankara'daki öğrenci hareketinde pek görülmez. Orada bu
geçiş teorik düzeyde gibidir. İstanbul'da bu geçiş çok açık biçimlerde görülebilir. Ankara'daki
geçisin en tipik temsilcisi ise kanımca Yalçın Küçük'tür. Onun kimi kendine ilişkin
değerlendirmelerinde kanımca bir gerçek payı vardır. Başlangıçta Forum dergisi
çevresindendir ve Ankarada'daki olaylarda da bir yeri var sanırsam. FKF'nin kurucularından.
Sonra TİP. Bir yerde ben Türkiye'nin ilk gerillasıydım diye de yazıyor. Bir anlamda, sembolik
olarak doğru bir yanı vardır. Bunları kaba bir megalomanlık olarak görmemek gerekiyor
kanımca. Böyle bir yanı da olsa bile.
İstanbul'da Kastro Nuri kuşağını Ahmet Gülyüz Ketenci'lerin kuşağı izler (TMTF olayları,
Yön dergileri vs.) Bozkurt (Nuhoğlu) aynı zamanda bu kuşaktandır da. Bu TMTF olayları
sırasında, Mustafa Gürkan gibi Kemalizmden gelen biri, sosyalizme doğru evrilir (belki de
Deniz'in etkisiyle). (Mustafa Gürkan'dan çok bilgi edinebilirsiniz. Yalnız bugün bunların
hepsi Kürt sorunu dolayısıyla geçmişi tahrif ederek anlatacaklar, onu o zaman da onların
şimdiki Kemalizmleri gibiymiş anlatacaklardır. Örneğin Deniz'in son sözlerinden Kürt halkını
ve Marksizm Leninizmi çıkarmaları gibi.) TİP'ten Kıvılcımlı'yı üyeliğe önerdiği için atılan
Deniz de bu TMTF olaylarına katılır. Sanırım Gürkan ve Deniz işbirliği, yani DÖB'ün
çekirdeği buradan çıkar. Yani Deniz ve Gürkan FKF'liler ve Diğer Ankaralılandan farklı
olarak, 28 Nisan'dan beri gelen, CHP'lilikten Yön'çülüğe doğru evrilmiş çizgiyle de
bağlantılıdırlar ve bir anlamda Gürkan da bir geçiş tipidir. Bizler ise, doğrudan TİP'tendik.
Bölgecilikler, CHP'lilikler, YÖN'cü eğilimlere karşı şerbetliydik. Hatta TİP'ten gelmişlik ile
TMTF olaylarından gelmişlik, DÖB içinde farklı karargahlarda oturmayı bile belirliyordu.
(Ben, Cihan, Erim, Selahattin, Deniz vs. Bizler YİS'çi idik. Mustafa Gürkan, Kıyıcı vs. daha
ziyade TMGT'ci idi. Bu fark sonraki evrimlerde de görülür. YİS'ci kadro THKO'nun
çekirdeği olmuştur, ODTÜ'nün yanı sıra.) TMGT'liler Mihriciliğe evrilmişler ve simdi de
68'liler vakfı isimli mason dayanışmasında batı çalışma grubuyla beraber çalışıyorlar. Bizim
DÖB'ün iki karargahı vardı örneğin. TMGT ve YİS. TMGT 27 Mayıs'ta AP'lilerin
kontrolündeki öğrenci derneklerine karşı onları dengelemek için kurulmuş göstermelik bir
örgüttü. Daha sonra 27 Mayısçıların, Yön'cülerin etkisi altına geçmişti. Bu yukarıda saydığım
isimleri orada görebilirdiniz. Başında da yine aynı tayfadan Karadeniz'li Kazım Kolcuoğlu
vardı. (Alp Kuran da bu geçiş tiplerinden sayılabilir. Bedii Kuran'ın oğlu.) TMGT DÖB'ün
hem sağ yanını hem geçmişini sembolize ediyordu. YİS geleceğini. Hatta, öylesine açıktır ki
bu, biz ne zaman, bu Yön'cü taifenin işine gelmeyecek işler yapsak, sosyalist yanımızın
ifadesi olan işler yapsak, radikalleşsek, TMGT'den bir şekilde dışlanırdık. Bunun üzerine
YİS'e sığınırdık. Tabii sonra binlerce öğrenci üzerinde etkili olunca kolay kolay dışlayamaz
oldular.
Yine ihmal edilmemesi gereken bir yan. Devrimci öğrenciler Laleli'deki Diyarbakır yurdu ve
Süleymaniye camiinin oralarda takılan öğrencilerin (Musa Anter'den, belki Yaşar Kaya'lardan
gelen), 27 Mayıs öncesi Kürt kuşağının etrafında kümelenmiş sosyalist eğilimli Kürt
gençlerinin desteğini alabilerek İstanbul Üniversitesi'nden Faşistleri sürebilmişlerdir. Bu
ittifakın kilit ismi Deniz'dir. Yani Sosyalist öğrenciler, 27 Mayıs öncesi bölünmenin devamı
17
olan Kürt'lerle ittifak yaparak sağcılara üstün gelebilmişlerdir. TMTF DÖB evriminin benzeri
kanımca Kürtler arasında da görülebilir. Kürt tevkifatlarına uğrayan eski kuşak ile DDKO
kuşağı.
Demir
26.10.1999 10:46
18
Bir tartışmadan Bir bölüm (12 Haziran 2001)
Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz 1970'in tartışmalarında takılıp kalmış, o tartışmaları
anlayıp aşamamış bir durumdasınız.
Ben o tartışmalarda yanlış olduğumu düşünmüyorum. Yanlış olan Deniz ve Mahir'ler idi. Bir
programatik ve stratejik sorun tartışıyorduk o zaman. Zaten sonraki olaylar onların öngördüğü
veya koyduğu biçimiyle doğru olmadığını gösterdi. Ne THKO'nun devamı olan örgütler
(Halkın Kurtuluşu ve Emeğin Birliği) “fokoculuk” yaptı; ne de Cephe'nin devamı olan en
büyük hareket (Dev-Yol) Mahir'in "suni denge"yi bozmak için yaptıklarını yapmaya kalktı.
Ebette görüşlerimde bir değişme vardır. 1965-69 arsında TİP'in görüşlerindeydim. 1969-70
yıllarında TİP'in "sosyalist devrim" stratejisi karşısında "demokratik devrim" stratejisini
savunan kantta yer aldım, yani bilinen adıyla "MDD'ci" idim. MDD'ciler içindeki ilk Beyaz
ve Kırmızı Aydınlık bölünmesinde, Beyaz Aydınlığa karşı, İstanbul'da ilk bayrağı açandım.
O sıralar, "halk savaşını" savunduğumdan, inancıma uygun olarak gerilla savaşını öğrenmek
üzere Filistin'e gittim. Ancak gerek orada gördüklerim, gerek daha önceden işçiler arasındaki
faaliyetlerim ve de gerek Marksizm'den öğrendiklerimin etkisiyle, bu savaşın çok uzun bir
mücadele olacağını, önce işçi sınıfının örgütlenmesi ve partisi olmadan bir adım atmanın
mümkün olamayacağını düşündüğüm için, görüşlerim değişti. Döndükten sonra bütünüyle
İşçi Hareketine yöneldim ve Öğrenci Hareketi beni hiç ilgilendirmedi. Öğrencilerle, sadece
onları işçi hareketine çekebilmek için ilişki kurar durumdaydım.
Bu dönemdeki bölünmelerde, Denizler, Regris Desbray'ın "Devrim'de Devrim" kitabına
dayanarak fokoculuğu, Mahirler aynı işin partiyle yapılmasını savunuyorlardı. Onlar için
tartışma mücadele biçimlerine ilişkindi, benim için devrimde güçlerin yer alışına ilişkindi.
Onlar, "İşçi sınıfının ideolojik öncülüğü" diyerek kendilerini, yani özünde üniversitelerde,
öğrenci hareketiyle sosyalist olmuş öğrencileri sınıfın yerine ikame ediyorlardı. “Temel güç
köylülük” diyorlardı. Böylece o muazzam işçi sınıfı devrim stratejisinde yersiz yurtsuz ve
anlamsız kalıyordu. Bu devrimi ciddiye almamak olurdu ve hala da öyledir. Bu tartışmada
ayrıca ayrı diller konuşuyorduk. Bizler bir devrimde güçlerin yer alışını tartışırken o
arkadaşlar, mücadele biçimlerini tartışıyorlardı.
Şimdi, bu tartışmalarda savunduklarımın doğru olduğu kanısındayım bu gün de. Onlar yanlışı
savunuyorlardı. İnsan yanlış bir stratejiyi savunurken kahramanca ölebilir. Arkadaşların
durumu buydu.
Biz o bölünmeleri yaşarken kimse henüz ölmemişti. Onların devrim stratejisi bakımından
yanlış görüşlere dayanan davranışlarının sonradan nasıl yorumlanacağını kimse bilemezdi.
Biri sonradan çıkıp da, "silahlı mücadele provokasyondur" veya daha sonra örneğin
Gürkan'da olduğu gibi "bizler ittihatçıydık" derse öyle olmadığını savunurum. Ama bu onların
yolunu doğru gördüğüm anlamına gelmez. Siz böyle anlıyorsanız yanılıyorsunuz.
Evet, daha sonra yuvarlak hesap 1980'e kadar "doktorcu" idim. Yani işçi sınıfı ve onun partisi
yok ise bir şey olmaz diyen bir insandım. Bu gün de öyle düşünüyorum. Ve hala dünyada bir
19
işçi sınıfı partisinin programının ne olması gerektiğini tartışıyorum. Bütün yazılarım bu
soruna yöneliktir hala.
1980'e doğru, gerek Üçüncü Enternasyonal'in tasfiyesi, gerek Faşizm'e karşı mücadele
stratejisinin sorunları beni Troçkizm denen, aslında revize edilmemiş Ortodoks Marksizm'den
başka bir şey olmayan akımla tanışmama yol açtı.
1990'lara doğru artık kendime "Troçkist" dememeye başladım, daha doğrusu önceden de
demezdim bir adlandırma olarak ama bu önemli değil. Onu yanlış gördüğümden falan değil,
onun kendini tanımladığı problemlerin bu günün dünyasını anlamayı sağlamayacağından
dolayı.
Bu gün, klasik Marksist geleneğin yanı sıra, bu klasik geleneğin, devrimci ve eleştirel ruhunu
koruyan ve onu geliştirmiş olan, birbirinden bağımsız üç geleneğin (Troçkizm, Eleştirel Teori
veya "Batı Marksizmi" ve Kıvılcımlı'nın teorik katkıları) bir sentezinin, siyah, kadın, ekoloji,
barış hareketi gibi öznelerin problematikleri ve teorik katkılarıyla birlikte geleceğin bir
sosyalist hareketinin yükselişi için, bir teorik baz sağlayabileceğini düşünüyorum ve bu teorik
baza dayanarak aklımın erdiğince sorular sorup cevaplar vermeye çalışıyorum.
Bütün bu evrimimde, sonra gelen aşamam öncekinin olumsuz anlamda bir inkarı değil, onu
içinde taşıyarak aşma olmuştur. Bu evrim bir binayı yıkıp onun yerine başka bir bina kurmaz,
bu evrim bir tepeye tırmanmaya benzer, hareket noktası hep aynıdır ama ufuk genişler ve yeni
problemler ortaya çıkar.
Şimdi Kıvılcımlı'yı da Troçki'yi de Benjamin veya Adorno'yu da Marksizm’in zirveleri olarak
görmeme rağmen kendimi, "Troçkist" veya "Doktorcu" olarak bile tanımlamaz iken, siz çıkıp,
1970'lerin bir bölünmesindeki sorunlarla beni yargılamaya hem de o günün mantığıyla
kalkıyorsunuz. Benzerini Troçkistler ve Doktorcular da yapıyor: her hangi bir yerde Doktor
veya Troçki'yi savunduğumu gördüklerinde. Sanki nedamet getirmişim gibi algılayanlar
oluyor.
Hayır. Öyle bir şey yok. Ben TİP'liliğime de, MDD'ciliğime de ve diğer ayrılıklardaki tavrıma
da sahip çıkıyorum ve onları yanlış görmüyorum, o günün bölünme ve tartışmaları içinde.
Ben o zaman tartışmaları içinde doğru olanı savunduğumu düşünüyorum ve bu tavırlar hep
daha derinliğine bir kavrayışa ve daha üst bir aşamaya da denk düşüyordu.
*
Ben o zamanın kafasıyla da, eleştirdiğim ve yanlış bulduğum bu insanları burjuvaziye karşı
savundum. (1974 Kıvılcım gazetesi). Uğur Mumcu gibiler, Denizler ve Mahirlerin silahlı
hareketlerini silahlı mücadeleyi ilke düzeyinde mahkum etmek ve bir provokasyon gibi
göstermek ve 70'lerin faşistlere karşı öz savunmalarını terörizm gibi göstermek istediklerinde
de onların silahlı mücadelelerini tarihsel anlamı bakımından savundum.
(Örneğin, Uğur Mumcu, CHP hükümetinde Adalet Bakanlığı'nın özel izniyle, ki bu izin
solcuların faşistlere karşı silahlı öz savunma yapmasını engellemek ve bunu yanlış göstermek
için Mumcu'ya verilmişti CHP stratejisinin bir parçası olarak, Niğde'ye geldiğinde, Ertuğrul,
Orhan ve benle röportaj yapmayı planlamıştı. Aklınca, ben fikir suçlusu olduğumdan, benden
silahlı eylemleri mahkum eden ifadeler alacağını sanıyordu. Ama bende aradığını
20
bulamayınca, röportaj bile yapmaya gerek görmedi, kitabında iki satırla bir de fikir suçundan
şunlar yatıyor diye geçiştirdi. Ertuğrul ve Orhan onun istediği gibi şeyler söylememesine
rağmen, çok meşhur oldukları ve dışarıda binlerce kişi onların ne dediğini merak ettiği için
onlarla yaptı. Ama 12 Mart öncesi tartışmalarda hepsi yukarıda eleştirdiğim stratejileri
savunanlarla, başlangıçta planı olmamasına rağmen, görüşmeler yaptı ve kitabında yer verdi.
Çünkü tam da onun istediklerini söylüyorlardı bir şekilde. )
Ama ben, cephe ve ordu kökenli hareketlerin yarattığı Deniz ve Mahir imgelerine de itibar
etmedim ve bunların da yanlış olduğunu kendi bildiğimce ifade ettim. Bu yüzden hakkımda
öldürme planları da yapıldı. Hatta bana yakın olan bir kişi şişlendi.
Şimdi siz de benzerini yapıyorsunuz. Deniz ve Mahir'lerin isyanı "doktor amcaya” idi falan
diyorsunuz. Peki öyleydi de bizzat kendiniz "kesintisiz 1, 2 doktorun ta kendisidir"
diyorsunuz. Evet öyledir. Peki, o zaman bu nasıl bir isyan oluyor Doktor'un kendisi Doktor'a
karşı?
Hayır, ortada sisteme bir isyan vardı ve bunun nasıl yıkılacağı sorunu tartışılıyordu. Herkes
aynı isyanı duyuyordu. Ben işçiler arasına gittim ve tesadüfen ölmedim diye suçlu mu
hissetmem gerekiyor kendimi. Hayır bayım. Sorunlar bu şekilde tartışılamaz. Siz benim bu
günden yazdığımı söylüyorsunuz. Ama siz o günün atmosferinden mi yazıyorsunuz ki?
Kimsenin isyanından, iyi niyetinden, cesaretinden vs. kuşkulanmak söz konusu edilemez.
Bizzat o insanlar birbirlerine karşı sizin kin dolu ve aşağılayıcı üslubunuzdan çok daha
saygılıydılar. Çünkü onlar çeşitli eylemler içinde birbirlerinin ne olduklarını ve sorunun bu
olmadığını biliyorlardı. Ben şahsen ne Deniz'den ne Cihan'dan sizin yaptığınıza benzer ne bir
ima ne de bir serzeniş gördüm. Aksine, benim hakkımda her hangi bir kişinin sizin şimdi
konuştuğunuz gibi konuşmasına müsaade bile etmezlerdi. Bu bir spekülasyon değildir. Kimse
kimsenin inancından, cesaretinden veya burjuvaziye veya devlete karşı olduğundan kuşku
duymuyordu. Hepimiz çok garip koşullarda birbirimizin korku ve cesaretlerini görmüştük ve
birbirimize karşı bir rol yapmamız söz konusu olamazdı.
*
Niye bunca yıldır sustuğumu söylüyorsunuz? Ne söyleyeyim, artık bu tür ithamlardan
bıktığım niçin şimdi söylemek zorunda kaldığım gibi, o kişilerin ayrı görüşlerimize rağmen
benim yoluma saygılı davrandıklarını hatta teşvik ettiklerini mi yazayım? Bu onların anısının
arkasına sığınıp kendimi haklı gösterme çabası olmaz mı?
Bu güne kadar anlatma gereğini bile görmedim. Örneğin Deniz ile son Taşkışla'nın kantininde
karşılaştık, yollarımızın ayrı olduğunu biliyorduk. Fazla konuşmadık da. Artık bir ikna veya
tartışma değil, girdiğimiz yolların kısa bir özetiydi birbirimize söylediklerimiz. Ben aşağı
yukarı, "bu iş çok sabır ister, milyonlarca insanın, emekçinin eylemi olmadan bu sistem
değiştirilemez. Bu da iğneyle kuyu kazarca uzun ve sabırlı örgütlenme gerektirir" anlamında
şeyler söyledim. O da aşağı yukarı bana "Aslında sen de haklısın ama bu memlekette isyan
geleneği yok, suikast geleneği yok. Biraz İttihat Terakki, Yakup Cemil falan başlamış, orada
kalmış. Birilerinin bunu yerleştirmesi gerekiyor. Ben bunu yapacağım" anlamında sözler
söyledi. El sıkıştık ve vedalaştık.
21
Veya başka bir olay. 12 Mart arifesi. Boğaz köprüsünde örgütleniyoruz İsmet Demir ile.
Maddi durum berbat. Acele on bin liraya gerek var. THKO'nun banka soygunları yaptığını
kimler olduğunu herkes gibi bildiğimden o sıralar gizlenen ortalıkta görünmeyen Cihan'ı
arıyorum. Mecidiyeköy'de bir evin bodrum katında bir kaç arkadaşıyla bulunduğu yere
götürülüyorum. Paraya olan ihtiyacı söylüyorum. Para ertesi gün hemen bize veriliyor.
Bunları mı anlatayım? Bu son görüşmemizden söz etmem kendimi haklı göstermeye
çalışmamın bir aracı olmaz mı? Cihan'ın adını kullanarak kendime bir itibar sağlamış olmam
mı? Bunlara baş vurmamam mı suç? Anlatabileceklerim de hep böyle şeyler. Böyle şeyleri
anlatmamamın şimdi karşıma bir suç olarak çıkacağını aklıma bile getirmezdim.
*
Kıvılcımlı ve Eşek Arısı hikayesine gelince. Anılarında Kıvılcımlı'nın allegorik olarak
anlattığı son derece doğru ve yerinde bir eleştiridir. Hep yüksekten uçan arı, sonunda gider,
büyük kara örümceğe değil de, küçük bir örümceğe yem olur. Deniz'i bir bekçinin
yakalamasına anıştırma yapar burada.
Biraz tarafsız olarak, askeri bakımdan düşünün Denizlerin eylemini ve yakalanışını. Biraz
analiz edin. Bir yığın en sıradan insanın bile yapmayacağı düşüncesizce yapılmış iş ve hata
doludur. Bırakalım devrim açısından doğru olup olmadığını bir yana. Dağdakilerin durumu da
farklı değildir. Oyun oynamaktadırlar adeta. Eğer Sinanlar ölmese, Deniz'ler asılmasa, bu
eylemlerdeki davranışlarından dolayı en çok kendileri alay ederlerdi her halde. O eylemler,
sonradan bu gün sizin ona yüklediğiniz anlamları kazanmıştır. Yaşanırken dramatik bile
değildiler. Doktor tecrübeli bir devrimci olarak bunu böyle görüyordu. Yaşasalardı onun bu
değerlendirmelerini belki en çok kendileri beğenirdi. Onlarda bir parça humor vardı. Ama
sonra onları bayraklaştıranlarda bu humoru görmek mümkün değil. Onlar gerçeği kutsal
dramatik bir halenin arkasına ittiler.
Siz bile geçen ayak bir sürü öyle şey yazıyorsunuz. Bir örnek:
"Bizim için Denizciliğin ve Mahirciliğin bir tek anlamı vardı: Alacaksın atadan kalma silahı
sıkacaksın Türkiye Cumhuriyeti Devletine! "
İşte efsane yaratıyorsunuz. Deniz Türk devletine silah sıkmadı. Hatta Türk subayına teslim
oldu, anti emperyalist ordu falan diyerekten. Ama buna rağmen de Gürkan'ın yansıttığı veya
onu aktaranın göstermek istediği gibi bir İttihatçılık ya da Kemalistlik de söz konusu değildir.
Olay çok daha karmaşıktır.
Özetle. Burada politika tartışıyoruz ve yapıyoruz. Buradaki bütün tavırların ardında, Kürt
sorunu karşısındaki tavırlar bulunmaktadır. Benim bu günkü tavrımı eleştirecekseniz, bu
günkü tavrımı eleştirin. Otuz yıl öncesinde kalmış tartışmalar bu günkü tavırları açıklayamaz.
2001-06-12
Demir Kücükaydin
22
Deniz Gezmiş ve Kürt Ulusal Hareketi (23 Kasım 2001)
Kıvılcımlı’nın Ulusal sorunda birbirinden çok farklı hatta çelişikmiş gibi görünen tavırlarını;
bu görünümün ne anlama geldiğini ve nedenlerini ele almadan önce Kıvılcımlı’nın Kürt
Ulusal Hareketi üzerindeki etkilerini ele almaya çalışalım.
Bu etkilerin incelenmesi biraz Arkeologların yaptıkları incelemelere benzeyecektir. Onlar
buldukları bir seramik parçasındaki desenlerden, yapılışından, stilinden onun hangi kültür ve
medeniyetlerin izlerini taşıdığını, böylece çeşitli kültürel bağlantıları açığa çıkarırlar.
Bu tür çalışmalar, küçük ayrıntılar üzerine yoğunlaşmayı gerektirir. O farklılıkların neler
olduğu ve nedenleri üzerine yoğunlaşma olmadan da bu tür etkilerin ortaya çıkarılması ve
anlaşılması olanaksızdır. Bu nedenle bundan sonraki bölümlerde, bu etkilerin bilincine
varılması için bu tür bir yoğunlaşmaya gidilecektir.
Kürt Ulusal Hareketi’nin Temel Bir Özelliği
Kürt ulusal hareketi, bir bütün olarak bir çok siyasi hareket ve örgütlenmelerin cebirsel bir
toplamıdır. Kimi burjuva ve feodal eğilimleri yansıtan hareket ve partilerden, Kemal Burkay
gibi bir tür TKP benzeri reformizme, küçük sol sekter gruplardan PKK’ye kadar uzanan geniş
bir yelpazedir. Kürdistan’daki bütün sınıf ve eğilimler bir şekilde bu ulusal harekette kendi
eğilimlerini de yansıtırlar. Bunlar sadece yatay, sınıfların konumlarından kaynaklanan bir
farklılıklar değildir, aynı zamanda, düşey diyebileceğimiz, zamansal, tarihsel bir farklılıktır
da. Çeşitli siyasi şekillenmeler ilk şekillendikleri dönemin problematiklerini, ideolojik ve
entelektüel iklimini yansıtırlar ve çoğu kez orada taşlaşıp kalmış yaşayan bir fosil gibidirler.
Ne var ki, bu hareketin ezici bir bölümünü PKK temsil eder. Bu öylesine güçlü bir etkidir ki,
farklı sınıflar eğilimlerini PKK karşısında ya da ona rağmen temsil edemeyeceklerini
sezdikleri için, PKK’nın çekirdeğini oluşturduğu hareketin içinde yer alarak etkilerini koruma
ve arttırma yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle Türkiye söz konusu olduğunda, Kürt Ulusal
hareketi ile PKK’yı anlamdaş olarak kullanmak, pratik olarak fazla bir soruna yol açmaz.
Bu elbette PKK’nın temsil ettiği temel akımın yekpare bir akım olmadığı anlamına da gelir.
Aslında gerek PKK ve çevresindeki iç mücadeleler son duruşmada, Kürt ulusal hareketi
içindeki farklı sınıflar arasındaki mücadelelerdir ve onların yansımasıdırlar. Bu anlamda
bakıldığında, Kürt Ulusal Hareketi, çok sert ve ciddi iç mücadeleler yaşar. Bütün bu sert
mücadelelere rağmen, ona rengini ve damgasını vuran Abdullah Öcalan olmaya devam
etmektedir. Bu hareket ilk ortaya çıkışındaki bazı özellikleri korumaya devam etmekte ve bu
özellikler sayesinde bu özellikleri pekiştirici özellikler kazanmaktadır.
PKK’nın bir çok özellikleri sıralanabilir. O en modern Kürt hareketidir. En son doğan Kürt
hareketidir. Bütün Kürdistan parçalarında etkili tek harekettir. Kürt yoksullarının hareketidir.
Bir kadın hareketidir. Hiç bir aşirete dayanmayan bir Kürt hareketidir. Etkisi belli bir
mezheple sınırlı olmayan bir laik harekettir. Bu özellikler daha uzatılabilir. Ve bu özellikler
bir iç bütünlüğe de sahiptirler. Yani özellikler birbirlerini üretirler. Yani modern bir hareket
olması, kadınlara ve yoksullara dayanması, laik olması, bir aşirete dayanmaması vs. biri
olmadan diğeri olmayacak özelliklerdir.
23
Ne var ki, Kürt Ulusal hareketinin, çok temel bir farkı da vardır. O gerek kuruluşunda gerek
sonra içinde Türklerin de yer aldığı ilk ve tek hareket olma özelliğini korumaktadır. Hiç bir
Kürt hareketinin kuruluşunda Türkler yoktur. PKK’nın kuruluşunda ve ilk şehitleri arasında
Türkler vardır. PKK gerillaları arasında daima Türkler de yer almıştır ve PKK komutanları
arasında bir çok Türk asıllı komutan da bulunmaktadır. Daha baştan beri, PKK’nın bütün
diğer Kürt hareketlerinden en temel farklarından biri bu olmuştur ve bu özelliğini hala da
sürdürmektedir. Ve sadece Türkler değil, Kürdistan’daki başka uluslardan insanların da
bulunduğu bir harekettir.
Zaten bu fark anlaşılmadan, Kürt hareketinin İmralı ile yaptığı strateji değişikliğinin anlamı
ve bunun nasıl mümkün olabildiği anlaşılamaz. Kürt Hareketi, İmralı ile bir bakıma sadece
Kürt hareketi olmaktan çıkıp, Türkleri de Kapsayan bir sosyal hareket olmaya doğru bir adım
atmıştı. Öcalan son Urfa davası savunması ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesine
savunmasında ise, sadece Kürtlerle ve Türklerle ilgili bir hareket olmaktan çıkıp, Orta Doğu
çapında bir hareket olmaya yönelmektedir. Bütün bu muazzam değişiklikler onun
temelindeki, sadece Kürtlere dayanmayan, kendini ezen ulustan insanları da kapsayan bir
hareket olmasıyla derinden bağlantılıdır.
Bu çok tayin edici bir farklılıktır. Bir İrlanda Kurtuluş hareketinin kurucuları, kahramanları
arasında ya da saflarında bir İngiliz bulamazsınız. Bir Filistin hareketinin kurucuları,
kahramanları ya da önderleri arasında bir tek Yahudi bulamazsınız. Ama Kürt hareketinin
adeta tamamı olan PKK’nın kurucuları, kahramanları ve önderleri arasında Türkler de vardır.
Kürt hareketini biraz yakından gözleyen şunu görür. Kürtler arasında, Türklere karşı son
derece haklı bir kırgınlık ve kızgınlık vardır. Türklerin gösterdikleri ırkçı tavırlar ve
küçümseme; Kürtlerin acıları karşısındaki ilgisizlik ve baskıya gösterdikleri destek... bütün
bunlar geniş Kürt yığınlar arasında Türklere karşı son derece haklı bir kırgınlık ve kızgınlığa
yol açmıştır. Bu öylesine derin bir farklılıktır ki, Türkiye’yi ve Kürdistan’ı bir anda
Yugoslavya’ya çevirebilir. Öcalan’ın Avrupa’ya çıktığı ve Kaçırıldığı sıralar Kürtler ve
Türkler arasındaki bu farklılık çok net olarak görülüyordu.
Ne var ki, Kürt kitleleri arasındaki bu yaygın kırgınlığa rağmen, PKK’nın kadrolarına doğru
yükseldikçe, Öcalan’da zirvesine varan tamamen buna zıt bir eğilim de görülür. Burada da
aksine, bitmek tükenmeksizin Türk ezilenlerine, sosyalistlerine uzatılan bir el, Türk
düşmanlığına karşı sürekli bir mücadele vardır. Kürt Ulusal hareketinin çeperlerinde Türklere
rastlanılmaz, ama yoğun merkezine doğru gidildikçe, yani PKK kadrolarına doğru çıkıldıkça
Türklerin (ve başka uluslardan olanların) oranında bir yükselme görülür.
Ezen uluslar gibi onların sosyalistleri de ezilen ulusların hareketine karşı daima anlayışsız,
yukardan bakıcı, hatta düşmanca yaklaşırlar. En iyileri bile ezilen ulusu kurtarılacak bir nesne
olarak görme hastalığından kurtulamaz ve onları bir özne olarak kabul etmez. Özne olarak
onlar bir müttefik değil bir rakip ve düşman olarak görülürler ezilen ulusların hareketi ezen
ulusların sosyalistlerince. Türk sosyalist hareketi de bir istisna oluşturmaz.
Peki nasıl olmaktadır da, gerek ulusal baskı altındaki geniş Kürt yığınları, Türklere karşı bir
kırgınlık ve kızgınlık içinde olmalarına rağmen, geniş Türk yığınları da, Kürtlerin acı ve
mücadelelerine karşı anlayışsızlık, ilgisizlik ve düşmanlık içinde bulunmalarına ve Türk
24
sosyalist hareketinin genel olarak Kürt ulusal hareketine karşı şovence tavrına rağmen, karşı
bir eğilim var olabilmekte; Kürt hareketinin politikasına bu karşı eğilim damgasını
vurabilmektedir. Hem de eli hep havada kalmasına rağmen.
Eğer Türk sosyalist hareketi içinde karşı örnekler olmasaydı, Kürt hareketi içinde Türk
ezilenlerine, sosyalistlerine el uzatan eğilim var olamazdı; bu eğilim olmasaydı da Türkler
içinden bu eğilimi destekleyen ve güçlendiren örnekler çıkmazdı. Yani Kürt hareketinin Türk
sosyalistlerine uzattığı el Türk sosyalistlerinin küçük de olsa bir kesiminin Kürt hareketi
içinde yer almasına olanak sağlamış, ve Türk ve başka uluslardan sosyalistlerin bir örnek
olarak varlığı PKK’nın bu çizgisini, karşı basınç karşısında savunulabilir ve ikna edici
kılmıştır. Yani karşılıklı olarak birbirini destekleyen diyalektik bir etkileşim söz konusudur.
Tıpkı, uzay boşluğundaki bir gaz bulutunda, belli bir yerdeki yoğunlaşmanın daha büyük
çekim gücüne yol açması, daha büyük çekim gücünün daha büyük yoğunlaşmaya, bunun
tekrar daha da büyük çekim gücüne vs..
Bu süreç bir kere başladıktan sonra kendi kendini tekrar üretir ve geliştirir. Açıklama zorluğu
burada değildir; zorluk bu sürecin ilk kez nasıl ortaya çıkabildiğindedir. Burada çok küçük bir
etkinin devasa sonuçlara yol açması söz konusudur.
Şöyle bir örnek verelim. Bir terazi düşünün her iki tarafta da eşit ağırlıklar olsun, dengede
olsun. Bir tarafa koyulacak, küçücük bir ağırlık, bütün dengeyi alt üst eder. Ordular savaşında
da böyledir. Güçlerin dengede olduğu bir durum düşünün. Bir tarafa yapılacak küçük bir
destek, karşı tarafın yenilgisine ve imhasına yol açabilir. Burada o küçük farklılığın sonuçları,
onun kendi ağırlığıyla hesaplanamayacak kadar büyük olur.
Ya da şöyle bir örnek verilebilir. Bir namlunun ucundaki küçücük, diyelim ki, milimetrenin
onda biri kadar bir sapma, hedefte metrelerce bir sapmaya yol açabilir. Aslında doğada bir
çok başka türlerin oluşumu bu tür küçük sapmalardan dolayı ortaya çıkmaktadır. Küçücük bir
sapmanın yol açtığı özellikler, kendini besleyerek bir kar topu gibi büyümekte, sonunda
devasa, önünde durulmaz bir çığa dönüşmektedir.
İşte, Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal hareketi üzerindeki etkisi böyle bir etkidir. Başlangıçta,
küçücük, adeta ihmal edilebilir gibi görülebilecek bir etkidir. Hatta bu etkiye uğramışlar bile
bu etkinin farkında olmayabilirler. Ama bu öyle bir etkidir ki, yol açtığı sapma, yol açtığı
küçük yoğunlaşma, yol açtığı küçük denge değişikliği ile onun yukarıda sözünü ettiğimiz
özelliklerinin ortaya çıkmasında tayin edici bir rol oynamıştır ve de oynamaktadır.
Oynamaktadır çünkü, Kıvılcımlı’nın Kürt hareketi üzerindeki etkisi, sadece bir kere
gerçekleşmiş, ilk doğuşta bir yön değişikliğine yol açmış bir etki değildir. Aynı zamanda
tekrar tekrar bir etkidir.
Kıvılcımlı’nın Kürt hareketi üzerindeki etkisi, birbirini izleyen üç dalga halinde görülür.
Birincisi 60’lı yılların sonundaki ilk etkilerdir. Bunlar kişisel ilişkilerle yayılan görüşler ve
“Halk Savaşının Planları”, “Devrim Zortlaması”, “Oportunizm Nedir?” gibi kitaplar
üzerinden, Türkiye Sosyalist hareketi, özellikle THKO ve THKP-C üzerinden, ilk
şekillenmeye yapılan dolaylı bir etkidir.
25
İkincisi, 70’lerin sonunda, İhtiyat Kuvvet Milliyet adlı kitap aracılığıyla PKK’nın doğuşu
sırasında doğrudan bir etkidir.
Üçüncüsü de, şimdi içinde bulunulan fazda, özellikle Öcalan’ın “Bizler İbrahimiyiz” dediği
Urfa Davası Savunması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne savunma olarak verilen
“Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” başlığıyla yayınlanan kitapta
görülen, Kıvılcımlı’nın Tarih Devrim Sosyalizm, Allah Peygamber Kitap gibi eserleri
üzerinden bir etkidir.
Bu etkiler anlaşılmadan Kürt hareketinin bu günkü ve dünkü özellikleri anlaşılamaz. Bu ilk
bakışta küçük gibi görülen etkiler, sadece Kürt hareketinin değil, uzun vadede belki Orta
Doğunun ve belki de dünya tarihinin gidiş yönünde etkide bulunabilecek, devasa sonuçlara
yol açabilecektir.
Kıvılcımlı’nın Deniz Gezmiş Üzerinden Etkisi
1960’lı yıllarda yükselen işçi ve öğrenci hareketi bir çok kitle örgütlenmelerine, bu örgütlerin
önder kadrolarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ama bunlar içinde iki tip birbirinden
ayrılabilir. Bir yanda bir örgütün yönetiminde olduğu için önder durumunda olanlar vardır.
Bunların karizmatik bir kişilikleri yoktur, bir kitle hareketinin önderi ve bayrağı değildirler.
Örneğin Behice Boran, Aybar, Kemal Türkler, Sülker, Hüseyin İnan, Mahir Çayan. Bir kitle
hareketiyle özdeşleşmiş bayrak tipler değildirler. Hatta Hüseyin İnan THKO’nun gerçek
önderi olmasına rağmen, Dev-Genç’in dar kadroları dışında kimsenin tanımadığı bir tiptir.
Bir de, bir hareketin yükselişinin sembolü olmuş, geniş kitlelerin gözürde sembol, bayrak ve
önder olarak kabul görmüş tipler vardır. Çetin Altan TİP’in ilk yükseliş yıllarında biraz
böyleydi. Türkiye’de sosyalizm bir bakıma Çetin Altan’ın adıyla özdeşleşmişti.
İşçi hareketinde, İnşaat işçileri arasında İsmet Demir böyle bir tipti. Öğrenci hareketinde
İstanbul’da Deniz Gezmiş, Ankara’da Sinan Cemgil bu kategoridendi. Deniz, yükselen
öğrenci hareketinin İstanbul Üniversitesindeki, Sinan ODTÜ’deki bayrağı ve önderiydi.
Bunlardan İsmet Demir ve Deniz Gezmiş, yani 60’lardaki yükselişin öne çıkardığı bu iki kitle
önderi ve bayrağı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile kişisel ilişki, onun fikirlerinden ve yaşamından
doğrudan doğruya etkilenme içindeydiler.
Yani 60’ların ikinci yarısında, en militan öğrenci ve işçi hareketlerinin karizmatik önderleri
doğrudan doğruya Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile bağlantılıydılar. Dolayısıyla bunların kimi
özelliklerinin doğrudan doğruya Hikmet Kıvılcımlı ile bağlantıları vardır.
İsmet Demir’in önderi olduğu, şantiyecilerin büyük bölümünü Kürt işçiler oluşturuyordu.
İsmet Demir’in önderi olarak örgütlediği ve yürüttüğü, Batman İskenderun Boru Hattı,
Kadıncık Barajı, Aliağa, İskenderun’da yapılan direniş ve tecrübelerin, geniş yığınların yazılı
olmayan hafızasındaki birikimler ve bunun Kürt hareketinin üzerindeki etkileri ayrıca
incelenmeye değer. Ancak biz burada konumuz olmadığından bunu geçiyoruz ve kendimizi
Deniz Gezmiş ile sınırlıyoruz.
Deniz Gezmiş bütün diğer öğrenci hareketi önderlerinden çok temel bir farklılığa sahiptir.
Deniz Gezmiş, Kürtler ve “Kürt Sorunu” karşısında, bütün diğer öğrenci hareketi
26
liderlerinden farklı bir profil çizer. Bu farklı profil, Kürt Ulusal hareketinin ilk doğuş
anlarında, yukarıda değinilen özelliklerinin oluşmasında tayin edici bir önemde olmuştur. Bu
farklı profilin kaynağının ne olduğu araştırıldığında, karşımıza Dr. Hikmet Kıvılcımlı çıkar.
Deniz Gezmiş’in Farkı
Deniz Gezmiş 1960’lar kuşağı içinde Kürtlerle bağımsız ve ayrı bir özne olarak, yani Kürt
olarak ilişki kuran tek sosyalist gençlik önderidir. Dikkat edilsin, diğer Dev-Gençliler de
Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını ilke olarak tanırlardı. Yapacakları devrimle Kürtleri de
Kurtarmayı düşlüyorlardı. Ama bunlar bütün egemen ulus sosyalistlerinde görülen
özelliklerdir. Ezilen ulus ve onun hareketi bir nesne olarak görülür. Onların ayrı bir özne
olarak kabullenilişi noktasına gelince akan sular durur.
Deniz Gezmiş bu noktada bütün diğer öğrenci önderlerinden farklıydı. O Kürtlerle, onları ayrı
bir özne olarak kabul ederek ilişki kuruyordu. Ve eğer böyle yapmasaydı, İstanbul
Üniversitesi’nde devrimciler üstünlüğü sağlayamazdı. İstanbul’daki öğrenci hareketinin, Kürt
ulusçularıyla ilişkisinin üzeri örtülmüştür.
Deniz Gezmiş’in bu özellikleri ve İstanbul Üniversitesine egemen oluşta Kürtlerle Kürt olarak
yapılan ittifak ve bunda Deniz Gezmiş’in belirleyici önemi hakkında ortada yazılı bir şey
bulunmuyor. Bu incelenmeyi ve toprak altından çıkarılmayı bekliyor.
Bu etki ve gizlenmesi konusunda, daha önce yazmaya başladığımız “Kürt Sorunu Üzerine
Yazılar” başlıklı yazıda, (ki bu yazıda şimdi okuduğunuz bu yazının tezlerinin ilk taslak
ifadeleri de vardır) şunları yazmıştık:
“1968 sonbaharından sonra “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” isimli
Samsun - Ankara yürüyüşü ile birlikte Deniz Gezmiş’in önderi olduğu gruba katılmış, daha
sonra da bu grubun kurduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bir üyesi ve militanı olmuştum.
O dönemde Sosyalist gençlerin toparlandığı örgüt Fikir Kulüpleri Federasyonu idi. Bu örgüt
TİP’in Üniversite gençliği içindeki kolunu oluşturuyordu. TİP’in burjuva sosyalizmine karşı
gelişen Milli Demokratik Devrim sloganıyla yükselen küçük burjuva devrimciliği ve
radikalizmi, özellikle üniversite gençliği arasında etkili olmuştu ve Ankara Fikir Kulüpleri
Federasyonu TİP’in kontrolünden çıkarak, MDD’cilerin eline geçmişti. İstanbul’da ise, FKF
TİP’in kontrolünde bulunuyordu ve, radikal devrimciler, FKF dışında Devrimci Öğrenci
Birliği’nde örgütlenmişlerdi. Yani, henüz ortada Dev-Genç olmamasına rağmen, DÖB
İstanbul’un Dev-Genç’i sayılabilirdi.
Bu örgüt, o dönemde İstanbul’daki bütün eylemlere damgasını vurmuştur. Bu örgütün bir
üyesi olduğumdan, bu örgütün kimi karakteristiklerinin konumuz bakımından önemli bazı
yönlerine değinmekte yarar var.
Bu örgüt esas olarak şehirli gençlere dayanıyordu. Herkes kendini sosyalist olarak tanımlıyor
ve sosyalist bir Türkiye’ye ulaşmak için önce Demokratik Devrim yapmak gerektiği anlayışını
savunuyordu. Ancak örgütte iki farklı eğilim de vardı, tabii bu eğilim farklılıkları bu gün
bulunduğumuz yerden geriye bakınca görülüyor, o zamanlar kimse bunun farkında bile
değildi.
27
Bir yanda geçmişinde Türkiye İşçi Partisi deneyi veya o çevrelerden gelenler, yani işçi sınıfı
ve sosyalizmin ilk şekillenmede belirleyici olduğu insanlar, diğer yanda Yön hareketi ve
TMTF olayları gibi yerlerden gelenler yani daha ziyade Milli Kurtuluş ve Anti Emperyalizm
motifi önde olanlar.
Bu farklılık, bu örgütün iki karargahında da görülürdü. Bir yandan Tünel’de 27 Mayıs’tan
sonra, bir takım ilgisiz örgütler bir araya getirilerek kurulmuş TMGT kullanılırdı. TMGT’nin
CHP, tabii senatörler (yani cuntalar), İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu gibilerle bağlantıları
vardı. Cağaloğlu’ndaki Merkez ise, İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS) idi. Mihri
Belli’nin çıkardığı Türk Solu da aynı binanın yine bu sendika tarafından verilmiş alt katında
çıkıyordu. YİS ise daha ziyade Hikmet Kıvılcımlı’nın damgasını taşıyordu. İsmet Demir'in bize
verdiği üst kattaki odada, Kıvılcımlı'nın küflenen kitaplarının üzerinde yatıyorduk. Bir sene
sonra, o büyük işçi olaylarının ardından o üzerinde yatıp yüzüne bile bakmadığımız kitaplar
hızla tükenecek, büyük bir açlıkla okunacaktır.
Devrimci Öğrenci Birliği, TMGT’ye egemen olan çevrelerin hoşuna gitmeyen işler
yaptığında oralardan dışlanır YİS’e sığınırdı. Devrimci Öğrenci Birliği içinde, insanlar her
iki tarafa da giderler iki tarafı da kullanırlardı ama, zamanla farklı mekanlarda
yoğunlaşmalar da vardı. YİS’de daha ziyade TİP’li geçmişi olanlar ve İşçi sınıfına gitmek,
ezilen insanlarla bağlar kurmak gibi kaygısı olanlar yoğunlaşırken, TMGT’de daha ziyade,
diğerleri yoğunlaşıyordu. Zaten daha sonra da, YİS'e takılanlardan THKO'nun İstanbulluları
ya da DÖB'lüleri ve Doktorcu olanlar, TMGT'ye takılanlar ise genellikle Mihri Belli'nin
etrafını oluşturmuşlardır.
Tekrar belirteyim ki, bu öyle kesin bir ayrım değildi, belli belirsizdi. Tıpkı bir bulutsudan
ilerde farklı gezegenleri oluşturacak ilk yoğunlaşmaların başlaması gibidir. Yoksa her iki
taraf ta diğerine gidiyordu.
Eğer sembolik isimlerle konuşmak gerekirse, Deniz ve Cihan YİS ekibinden, Mustafa Gürkan
(ki şimdi adı unutulmuş bu insan o zamanlar Deniz kadar ve hatta bazen Deniz’den de
etkiliydi ve Deniz’in arkadaşıydı aynı zamanda) TMGT ekibindendi. Tabii ben de ilk örgütlü
siyasi yaşama TİP Karşıyaka ilçesinde başlamış bir insan olarak zaten YİS takımındandım.
Tahmin edilebileceği gibi Kürt Sorunu veya Milli Mesele konusunda bu iki takımın o zaman
net olmayan farkları vardı. Bu fark daha ziyade bir vurgu farkı gibi görülüyordu.
Bu manzarada Deniz Gezmiş’in çok özel bir durumu vardı. Deniz hem Türkiye İşçi
Partisi’nden geliyordu, hem de TMTF olaylarından ve diğer çevrelerden. Yani deniz, bu iki
farklı geleneği de şahsında birleştirmişti.
Bunları niçin belirtiyorum? Çünkü Devrimci Öğrenci Birliği, bu gün genellikle, sadece Milli
Kurtuluşçu ve MDD’ci olarak tanımlanmakta, onun örneğin Kürtlerle ve işçilerle ilişkilerinin
özellikleri görmezden gelinmektedir. Buna bir yandan o zamanki FKF’lilerin ihtiyacı vardır,
o zaman MDD’cilerin ne kadar sınıftan uzak MDD’ciler olduğunu, dolayısıyla kendi
konumlarını haklılaştırabilmek için. Diğer yandan, o günün MDD'cileri de bu gün Batı
Çalışma grubuyla çalışıyorlar; 28 Şubatı destekliyorlar; hasılı şimdiki İlhan Selçuk veya
Doğu Perincek gibilerin konumunda bulunuyorlar. Bunların da aynı şekilde geçmişlerindeki
28
Kürtlükle ve sosyalizme ilgili şeyleri unutma ve tarihi bu gün bulundukları yerden yazma
ihtiyacı vardır. Böylece o zamanın bölünmesindeki iki taraf da, farklı gerekçelerle benzer bir
resmi ilettiklerinden, yeni kuşakların kafasında o döneme ilişkin gerçekle ilgisi olmayan bir
tablo oluşmaktadır.
İki taraf da, gerçeğin aynı tek yanına vurgu yapmaktadır farklı gerekçelerle, burada bu
unutulmuş yana ağırlık vermek gerekiyor. Zaten bu unutulmak istenen halka olmadığı
takdirde kendi düşünsel evrimimi de açıklayamam.
Şunu belirteyim, bu gün geriye baktığımda, Devrimci Öğrenci Birliği gibi, anti emperyalizm
vurgulu ve o zaman bile beni rahatsız eden milliyetçi vurgular taşıyan bir örgütün üyesi
olarak, Kürt sorununu kavramamda, ya da Kürt sorunundaki sonraki tavırlarımda Deniz
Gezmiş'in çok önemi olduğunu fark ediyorum. Yaşarken bunun farkında değildim. Şimdi
geriye bakınca görüyorum. Ama onun kadar ilginç olan diğer nokta, Deniz'in bu etkisinin
aslında, Kıvılcımlı'nın etkisi olduğudur. Kıvılcımlı Deniz aracılığıyla bir etkide bulunmuştur.
Hem o dönemin öğrenci olaylarına, hem de bizzat bu satırların yazarının evrimine.
Kıvılcımlı'nın bu bilinmeyen etkileri çok önemlidir ve ilerde yeri geldikçe bununla sık sık
karşılaşılacaktır. Bu ayrı bir yazı gerektirecek bir konudur da.
Deniz'in bütün o dönemde İstanbul'daki öğrenci önderlerinden ve bizim DÖB
çevresindekilerden en önemli farkı, onun Kürtlerle Kürt olarak ilişki kurmasıydı. Ve bunu
politik bir mücadele içinde yapıyordu. Deniz, Kürtlerle Kürt olarak, ayrı bir özne olarak
ittifak yapan İstanbul’daki ilk önderdir. Ve kanımca bu sadece mücadelenin baskısından ve
gerekleri ile açıklanamaz. Deniz’de bu konuda, yaygın olandan çok daha farklı bir formasyon
bulunuyordu.
Bu farklılık daha ilk İşgal Komitesi İcra Konseyi'nde bile görülebilir. Bir Kürt Milliyetçisi
olan Kemal Bingöllü bu komitededir. Saldırılara karşı hep Kürtlerin silah gücü yardıma
gelmiştir.
Önce şunu bilmekte fayda var. Devrimci Öğrenci Birliği olarak, İstanbul Üniversite’sine
egemen olmamız, faşistlerle bir seri fiziksel kavgaları gerektirmiştir. Önce onlar üstündü,
sonra denge sağlandı ve en sonunda kelimenin tam anlamıyla onları Bakırcılar Çarşısı'na
döktük. Ancak bütün bunlarda, Kürtlerle ittifak yapılmıştır. Bu ittifakı örgütleyen ve oluşturan
kişi de Deniz Gezmiş’ti.
İstanbul’da, sanırım Kürt tevkifatına dayanan bir Kürt Milliyetçisi çevre bulunuyordu. Bu
çevrenin kimi öğrenciler ve yurtlarda, özellikle Diyarbakır yurdunda belli bir etkisi vardı. Bu
çevre genellikle Süleymaniye camii civarındaki bazı kahveleri karargah olarak kullanıyordu.
Deniz’in bunlarla sürekli bir ilişkisi ve diyalogu vardı. Bu diğer devrimcilerde bulunmayan
bir özellikti.
Dikkat edilsin, henüz devrimci öğrencilerin çoğunun kafasında Kürt sorunu diye bir sorunun
bile olmadığı bir dönemde Deniz onları ayrı bir özne olarak kabul edip, onlarla öyle ilişki
kuruyordu.
Daha önce de belirtildiği gibi, devrimcilerin büyük çoğunluğu Kürt ve/veya Alevi idi. Ama
devrimci harekette bu kimlikle yer almıyorlardı, sosyalist veya devrimci diyorlardı
29
kendilerine. Ama çok küçük de olsa İstanbul’da sosyalizme sempati duysa da kendini Kürt
olarak tanımlayan bir grup vardı, özellikle Diyarbakır yurdu çevresinde, Deniz, bunlarla ve
bu kimlikleriyle ilişki kuruyordu. Bu o dönemde başkasında görülen bir özellik değildir
İstanbul’da.
Peki nereden geliyordu Deniz’in bu özelliği. Kanımca Hikmet Kıvılcımlı’dan. Deniz TİP
Üsküdar, ilçesinde çalışmış, Hikmet Kıvılcımlı’yla da bu dönemde tanışmış ve hatta
Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine tavsiye etmişti. Kıvılcımlı ile bir çok kereler onun
muayenehanesine gidip konuşmuştu. Bizlere sık sık “eski tüfeklerin” hikayelerini anlatırdı,
muhtemelen çoğunluğunu Kıvılcımlı’dan duyduğu.
Kişisel kanım odur ki, Kürt sorunundaki bu hassasiyet, bu olağan dışı tavır başka türlü
açıklanamaz. Yoksa Deniz de diğerlerinin çoğu gibi bir memur çocuğuydu ve hiç ulusal veya
dinsel baskıyı yaşamamıştı. Onun bu farkının tek izahı Hikmet Kıvılcımlı ile olan ilişkisi
olabilir. Kendi kişisel deneyimim de bunu kanıtlar niteliktedir. İlk kez gittiğim açık
oturumlardan birinde Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu, beş on dakikalık bir konuşma içinde
bize anlatan Kıvılcımlı’nın, kendisini önceden defalarca ziyaret eden, saatlerce onunla
konuşan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bu konudan uzun uzun söz etmemesi olanaksızdır.
Yani Deniz’in bu konudaki esnekliğinde ve hassasiyetinin ardında Kıvılcımlı vardı. Kıvılcımlı
ise daha 1930’larda “İhtiyat Kuvvet Milliyet” isimli kitabı yazıp, Türk solunun anca
1970’lerde tartışıp çoğunluğunun hiç bir zaman kabul etmediği, Kürtlerin ayrı örgütlenmesi,
Kürdistan’ın Sömürge olduğu gibi tezleri savunmuştu.
Dolayısıyla Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu, onların ayrı bir özne olarak var oluşu gibi Türk
solunun büyük bir bölümünün hala kabul etmediği görüşleri, farkına bile varmadan, bilinçsiz
ve kendiliğinden bir şekilde, büyük bir iç hesaplaşma yaşamadan pratik içinde kabul edişimin
ardında, Deniz dolayımıyla Kıvılcımlı olduğu kanısındayım.
Ancak bunu ancak bu gün bir var sayım olarak ileri sürebiliyorum, yoksa o dönemde böyle
olduğunun farkında değildim Bu varsayım yanlış ise de sonuç değişmez, Deniz’in benim
ulusal sorundaki evrimimde belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyorum, bunu da bu gün
düşünüyorum, yaşarken, hatta ondan sonraki yıllarda farkında değildim. Bu farkına varışım
ve bu konunun üzerine düşünmem, bundan bir kaç yıl önce, Deniz’in son sözleri vesilesiyle
yazdığım bir yazıyla başladı.
Politik Kürtlerle ilişkimi, onlara ilişkin gözlemlerimi, ilk izlenimlerimi düşündüğümde, hep
kafamda Deniz ile birlikte olduğum sahneler canlanıyor.
Bir kaç kere silah işleri için Diyarbakır yurduna gidişimiz; Bir kaç kez Süleymaniye’de Kürt
milliyetçilerinin gittiği bir kahveye gitmemiz; FKF’deki bir toplantıda, karşı tarafın bize karşı
Kürtleri kışkırtmak istemesi ve Deniz’in Biz Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını
savunuyoruz diyerek, provakasyonu boşa çıkarması ve planı tersine döndürmesi, Kürt
arkadaşlarla birlikte toplantıdan sonra toplu halde çıkışımız; Çınaraltı’nda Diyarbakır’dan
gelmiş, terzi iki TİP’li ile Deniz’in konuşmaları. Bu Diyarbakırdan gelmiş kişilerden birinin
Mehdi Zana olduğunu sanıyorum. Bu, Deniz'in farklılığının Kürtlerce de bilindiğini, bunun
farkında olduklarını da gösterir. O zaman devrimci çevreler dışında pek tanınmayan Denizle
30
görüşmek istemeleri ve görüşmeleri anlamlıdır. Belli belirsiz hatırladığım bütün bu
sahnelerde Deniz var. Bunlar aynı zamanda o dönemden Kürtlere ilişkin olarak hatırladığım
tek sahneler.” (http://www.comlink.de/demir/biyograf/kurtsor/kurtsor03.htm )
Burada okuyucuya tekrar şunu belirtelim. Kendi tezimiz olan, Deniz Gezmiş’in o dönemdeki
öğrenci liderleri arasında, diğerlerinden farklı olarak “Kürt Sorunu”nda en ileri anlayışa sahip
olan önder olduğuna ilişkin önermenin kanıtlarını yine kendi anlattıklarımız oluşturuyor.
Bunun nedeni de, yine yukarıda açıklandığı gibi, bu tarihi yaşayanların, bu günkü konumları
açısından gerçeği unutturmak ve tahrif etmek zorunda olmalarıdır. Biz olayların canlı
şahitlerinden biri olarak, olgulara ilişkin karşı iddialarda bulunanlar çıkarsa bunlarla her
şekilde yüzleşmeye de hazırız.
Bu uzun alıntıyla anlatılmak istenen, Deniz Gezmiş’in “Kürt Sorunu”nda bütün diğer sol
öğrenci hareketi önderlerinden farklı bir tavrı olduğudur. Bu bir olgudur.
Bu olgunun diğer bir kanıtı da, Deniz Gezmiş’in son sözleridir.
(Burada bu derleminin başındaki yazılar aktarılıyor ve sonra şöyle devam ediliyor.)
İstanbul’daki öğrencilerin lideri Deniz Gezmiş’in Kürt sorunundaki tavrı, diğer Dev-Genç ve
DÖB’lülerden ve THKO’lulardan farklıdır. Bu onun son sözlerinde de, İstanbul
Üniversite’sindeki öğrenci lideri olarak hareketlerinde de görülür.(Bu fark bu gün için
yaşayanlarca gizlenmektedir, bu nedenle bu farkın kanıtları olarak genellikle kendi
anlattıklarımızı kullanmak zorunda kalıyoruz.)
O halde şu soru geliyor ortaya: Deniz Gezmiş’in bu farkı nereden gelmektedir? Ne sülalesinin
Kürdistan’daki kökleri, ne ailesinin sınıfsal durumu, ne de o sıralar etkisinde bulunduğu sol
akımlar ve örgütlenmeler bunu açıklayabilir.
Ailesi tipik şehirli küçük burjuva memur aydın bir ailedir. Oradan gelen sadece Kemalist ve
milliyetçi etkilenmelerdir. O sıralar yükselen MDD hareketi, bütünüyle anti emperyalizm
vurgulu bir harekettir. Kemalist küçük burjuva çevreleriyle yakın ilişki içindedir. Daha önce
de TMTF olaylarında yine benzer çevrelerin etkisi vardır Deniz Gezmiş üzerinde. Deniz
Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bu anti emperyalizm ve milliyetçilik
vurgulu tavrının bu gün o hareketten yaşayanları getirdiği yer ortadadır. Bunlar Kürt
hareketinin en büyük düşmanı olan çevrelerdir ve Batı Çalışma Grubu’yla birlikte
çalışmaktadırlar. Bu tavır gökten zembille inmemiştir. Bu tavır öylesine uzaktır ki, Deniz’in
tavrına, kendilerini onun devamcısı gibi göstermek için, son sözlerini bile tahrif etmek
zorunda kalmaktadırlar.
Peki, nasıl olmaktadır da Deniz’de adeta bir mutasyon ortaya çıkmaktadır ne sınıfsal konumu,
ne ilişkide bulunduğu çevreler bakımından bir ayrım olmayan diğer devrimci ve sosyalist
DÖB’lü, Dev-Genç’li ya da THKO’lu arkadaşlarıyla.
Bu farkın bir tek açıklaması bulunmaktadır: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın etkisi.
Bu satırların yazarı bu etkinin canlı şahididir. Kıvılcımlı ile Deniz Gezmiş ilişkisinden bir çok
yerde söz edilir. Ancak bu ilişkinin Deniz üzerindeki etkileri hiç inceleme konusu
31
yapılmamıştır. Halbuki Deniz’in bir Marksist olarak şekillenmesinde ve eğitiminde bu etkiler
belirleyicidir.
Bilindiği gibi Deniz Gezmiş, Üsküdarlıdır. Aynı dönemde Kıvılcımlı da orada yaşamaktadır.
Deniz Gezmiş birçok kereler Kıvılcımlı ile görüşmeye gitmiştir. Hatta Kıvılcımlı’yı üye
olarak TİP’e önermiş ve bu yüzden de TİP üyeliğinden olmuştur. Bu ilişkinin nasıl
kurulduğunu, Erim Süerkan, ki kendisi de aynı zamanda DÖB üyesiydi, şöyle anlatıyor:
“Hikmet kıvılcımlı ile tanışmamız şöyle oldu. 1965 yılındaydı. Nurettin bir gün Sahaflar’dan kitap
alırken Hikmet Kıvılcımlı’nın “Tarih Devrim Sosyalizm” adlı kitabına rastlıyor. Bakıyor bir Türk
sosyalistinin kitabı. Çeviri değil. Özgün bir eser. İlgisini çekiyor ve kitabı alıyor. Okuyup bakmamız
için bize de getirdi. Bizim de ilgimizi çekti. Kitabın arka kapağında kitabı yazanın adresi var. Ayrıca
kitap hakkında eleştirileriniz varsa yazın, gelin görüşelim diye bir de not var. Biz de Nurettin, Deniz
ve ben kalktık Cağaloğlu’nda bulunan adrese gittik. Kendimizi tanıttık. İşte böyle böyle dedik.
Kitabınızı okuduk ilgimizi çekti. Neyse sohbetimizde kendisinden bahsetti. Bu arada bizim Üsküdar’da
oturduğumuzu öğrenince kendisinin de Salacak’ta oturduğunu söyledi. Böylece Hikmet Kıvılcımlı ile
diyalogumuz kurulmuş oldu.” (Turan Feyizoğlu, Deniz Bir İsyancının İzleri, s.46)
Şimdi, henüz yeni şekillenmeye başlayan bir lise öğrencisi, birden bire dünyanın en çaplı
Marksistlerinden, Türkiye sosyalist hareketinin en güçlü teorisyenlerinden ve eylem
adamlarından biriyle karşılaşıyor. Biri henüz ilk politik tecrübelerini edinen bir genç, diğeri
yıllarını hapislerde geçirmiş bir savaşçı. Bu karşılaşmanın genç üzerinde nasıl bir etki
yaratacağı tahmin edilebilir.
Ayrıca bu ilişki öyle bir kere karşılaşmayla da bitmiş değil. Birçok kereler görüşülüyor. Hatta
Deniz Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine öneriyor. Kıvılcımlı gibi eski bir savaşçının, bu genç ve
sosyalizme ilgi duyan insanlara bilgi ve tecrübelerini aktarmak için, onu yakından
tanıyanların çok iyi bileceği gibi, nasıl bir çaba içinde olacağı tahmin edilebilir. Ve bu
anlatılanların önemli bir kısmının da Kürt sorunu olacağı çok açıktır. Bunu bizzat bizim
yaşadığımız ve başka bir vesileyle anlattığımız başımızdan geçen bir olay gösteriyor.
Bu olayı şöyle anlatmıştık o yazıda:
“Kürt'lerin ayrı bir ulus olduklarını, garip bir rastlantı sonucu ve daha hiç Kürt tanımadan,
ilk kez Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dan duydum.
Balıkesir'den sonra Karşıyaka Erkek Lisesi'nde dönemi bitirmiş, fabrikalarda işçilik yaparak
bir yıl bekledikten sonra, yine sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğümden, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Gece bölümüne kaydolmuş; iş arayarak ve diğer
zamanlarda da Beyazıt civarında kahvelerde pinekleyerek üniversitelerin açılmasını
bekliyordum. O yıllarda, Aksaray'daki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) lokalinin
altındaki Konferans salonunda, sık sık sosyalistlerin tertiplediği ve katıldığı konferanslar,
açık oturumlar olurdu. Biz de taşradan gelmiş sosyalistler olarak bunların hiç birini
kaçırmaz, her duyduğumuzu, her gördüğümüzü büyük bir açlıkla sünger gibi içimize çekerdik.
Yapacak işimiz olmadığından; ve eski taşra sinemalarında çocukluğumuzda sinemaya çok
erkenden gidip beklemenin alışkanlığıyla, bir iki saat öncesinden toplantının yapılacağı
salona gider ve beklerdik.
32
Yine böyle bir açık oturuma, toplantı başlamadan epey önce, daha salonda kimse yokken bir
arkadaşımla birlikte gidip oturmuş, şakalaşarak, herhalde sosyalizmden konuşarak vakit
geçiriyorduk. Tek tük bizim gibi erkenciler düşüyor ve birbirlerinden aralıklı olarak salonun
farklı yerlerine oturuyorlardı. Bu arada yaşlı ama oldukça dinç görünüşlü bir adam geldi tam
arkamıza oturdu. Bir süre sonra, çok saygılı bir dille bizim konuşmamıza katılmaya başladı,
daha sonra da bize Türkiye'nin toplumsal yapısı üzerine anlatmaya başladı; tam ne
anlattıklarını hatırlayamıyorum ama konuşmasının bir yerinde Kürtlerden ayrı ve ezilen bir
ulus olarak söz etmesi dikkatimi çekmiş ve ona "Kürtler başka bir ulus mu?" diye sormuştum.
O da öyle olduklarını söylemişti. Gerçi buna özel bir önem de vermemiştim ama ilk kez böyle
bir şey duyuyordum. Daha sonra bu yaşlı adam kalkıp gitmiş biz de kendi konuşmamıza,
devam etmiştik. O yaşlı adamın kim olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yoktu.
Bir süre sonra, o bizimle konuşan yaşlı adamı konuşmacılar arasında görünce şaşırdık ve
bundan gizli bir gurur bile duyduk. Daha sonra da, konuşmacılar tanıtılırken bu yaşlı adamın
Dr. Hikmet Kıvılcımlı olduğunu öğrenecektik. Konuşmacılar tanıtılırken, dinleyiciler sırayla
onları alkışlıyordu, sadece Dr. Hikmet Kıvılcımlı da herkesle birlikte alkışlamaya başlamıştı.
Bu benim çok garibime gitmiş ve yanımdaki arkadaşa, adam amma da kendini beğenmiş,
kendi kendini alkışlıyor demiştim. Arkadaşım da, bunun bir Komünist adeti olduğunu, onun
tam komünist gibi davrandığını söylemişti. Bunun üzerine cahilliğimden bir kere daha
utandığımı ve o yaşlı insanın dediklerini daha dikkatli dinlediğimi hatırlıyorum.”
Bir açık oturum öncesinde, kısa bir zaman içinde bizlere bile Kürt’lerin ayrı bir ulus
olduğundan, Kürdistan’ın sömürge olduğundan bahseden Kıvılcımlı’nın, defalarca görüştüğü
Deniz Gezmiş’e bahsetmemesi düşünülemez. Açıktır ki, Deniz Gezmiş’te bütün diğer
bulunduğu örgüt ve arkadaşlarından farklı olarak bu mutasyona yol açan Hikmet
Kıvılcımlı’dır. Deniz’in farklı tavrının ve tutumunun, idam edilmeden önceki son sözlerinin
başka bir açıklaması olanaklı değildir.
O halde tekrar özetleyelim.
Deniz Gezmiş’in Kürtler Karşısındaki tavrı, bütün çağdaşlarından farklıdır. Onları bir özne
olarak görür ve öyle ilişki kurar; son sözlerinde olduğu gibi, Kürt sorununu Türkiye’de
devrimin temeli olarak koyar.
Bu farkın nedeni Dr. Hikmet kıvılcımlı’yı tanımış ve ondan etkilenmiş olmasıdır.
Şimdi eğer bu fark Kürt hareketinin şekillenmesinde bir etkide bulunmuşsa, bu dolaylı olarak
Kıvılcımlı’nın bir etkisidir, Deniz Gezmiş üzerinden.
Bu satırların yazarı, bizzat 12 Mart döneminde, Deniz’in son sözlerinin bulunduğu daktiloyla
dağıtılan metinlerin Kürt öğrencilerde nasıl bir coşku yarattığının ve sosyalist Kürtlerin
konumunu nasıl güçlendirdiğinin birçok kereler şahidi olmuştur.
Eğer Deniz Gezmiş, ölürken Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden söz etmese, Kürt ulusal
hareketi içinde o ilk şekilleniş yıllarında sosyalizme olan sempati gelişemez, birçok Türk
devrimcisi de Kürt sorununun önemini kavrayamazdı, yani Kürt hareketinin içinde Türkler de
yer almazdı. Bu gün o hareketin, Türk solunun bütün şoven yaklaşımlarına, Türklerin
33
şovenizmi karşısında Kürtlerin kırgın ve kızgınlığına rağmen zerrece Türk düşmanı olmayan
tavrı odaya çıkamaz ve varlığını sürdüremezdi.
Türk sosyalistlerinin Kürt sorununda gösterdikleri en küçük bir hassasiyetin bile Kürt
sosyalistlerinde nasıl bir coşku ve umut yarattığının örneğin olarak, Öcalan’ın şu söyleri
alınabilir:
“Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul’da tanıdım. Musa Anter
DDKO’nun ruhu gibiydi. Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet
Kıvılcımlı’dan bizzat “Mezopotamya’nın çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü
duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan yılın son günlerinde, illegaliteye
çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim
çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiyle
“Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir.
Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol
sempatizanlığımı derinleştiriyordu.”
Burada Öcalan açık olarak, Mahir Çayan’ın Kürt sorunundan söz etmesinin sol
sempatizanlığını derinleştirdiğinden söz etmektedir.
Öcalan, Avrupa İnsan Hakları mahkemesine sunduğu savunmada da şunları yazıyor:
“1970’ler Ankara’sında devrimci gençliğin sesi gür ve korkusuzdu. Tuzaklı bir sahada
korkusuzluk olduğu hissediliyordu. Ama onlar senin soy varlığına sahip çıkacak kadar cesur
ve özverili idiyseler ve eğer sende sınırlı bir onur duygusu varsa, bu gençleri takip etmekten
geri duramazdım. Mahir Çayan’ların Kızıldere’de şahadeti ve Deniz Gezmiş’lerin idamları,
biz namuslu sempatizanlara anılarını takip etme görevi vermişti. Artık okul bir bahaneydi.
Halk adına hareket edeceğim kesindi. Ama en başta idam sehpasında bile adı haykırılmış
benim halkım, Kürt halkı nasıl bir halktı? (altını biz çizdik) Bunun bilinmesi gerekiyordu.
Ulusal soruna böyle başladım.”
Burada bir Türk sosyalistinin İdam sehpasında Kürtlerin adını haykırışının yarattığı etki bizzat
Kürt Ulusal hareketinin önderinin kaleminden ifade edilmektedir.
Eğer bu örnekler olmasa, solun ne Öcalan için ikna ediciliği ve çekiciliği olurdu ne de
Kürtlerin hayal kırıklıklarının baskısı karşısında direnme gücü. Deniz’in tavrının ve son
sözlerinin de Sadece Öcalan için değil, binlerce Kürt devrimci için benzer bir etkide
bulunduğu görmezden gelinemez.
Türk solunun şovenliğiyle çelişki içindeki bu ayrıksı örnekler incelendiğinde, bizzat kendisi
de bir ayrıksı örnek olan Kıvılcımlı’nın etkileriyle karşılaşılır genellikle. Bu ayrıksı örnekler,
bu istisnalar olmasa, Kürt Hareketinin yazının başında değinilen, egemen ulustan kişileri de
içeren istisnai durumu gelişemezdi.
Burada Kıvılcımlı’nın ilk ve en belirsiz, kişisel ilişki üzerinden dolaylı bir etkisini ele aldık.
Ama Kıvılcımlı’nın bu dönemdeki diğer bir dolaylı etki kanalı da Mahir Çayan’dır. Bu da
tıpkı Deniz üzerindeki etki gibi unutulmuş bir etkidir. Onu da diğer yazıda ele alalım.
23 Kasım 2001 Cuma
34
Yol Nasıl Açılmıştı? (6 Mayıs 2010)
Bu yıl, tam 41 yıl sonra ilk kez, Türkiye’de 1 Mayıs’a katıldım.
10 yıl hapis, 25 yıl sürgün, bir de 12 Mart dönemi. İşte 41 yıl geçmiş.
Bu 1 Mayıs’tan izlenimlerimi yazmak isterdim zamanım olsaydı. Belki birgün zamanım
olunca yazarım. Ama şimdi en azından birini yazmak istiyorum ve yazabilirim.
Bu 1 Mayıs’ta Devrimci Öğrenci Birliği adıyla bir grup gördüm. Hangi politik eğilimdir
bilmiyorum. Belli ki Deniz’in lideri olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nden ilham almışlar
isimlerini alırken. Bu grubun pankartında “Buzu Kırana Yolu Açana Selam Olsun” diye
yazıyordu Deniz Gezmiş’in resminin yanında.
Bununla, genel anlamda, Deniz’in buzu kırdığını, yolu açtığını söylediklerini sanıyorum.
Evet, gerçekten de öyledir. Deniz’in tam da yapmak istediği ve yaptığı buydu.
Taşkışla’daki kafede son olduğunu bildiğimiz son buluşmamızda “Bu memlekette isyan
geleneği yok, birilerinin bu geleneği başlatması gerekiyor. Ben bunu yapacağım” demişti.
Ve dediğini yaptı. Genel anlamda doğru bu, Deniz’in “buzu kırıp yolu açan”lardan biri ve
belki de en önemlisi ve bunu bilerek yapanı olduğu.
Ama muhtemelen o pankartı taşıyan Devrimci Öğrenci Birliği’nin bilmediği, şu ana kadar bir
yerde rastlamadığıma göre, belki şimdi kimsenin de hatırlamadığı ve belki de bilmediği daha
somut bir anlamda o pankart 1 Mayıs’a ilişkin bir gerçeği dile getiriyordu.
Bu 6 Mayıs vesilesiyle 1 Mayıs kutlamalarında Deniz Gezmiş ve Devrimci Öğrenci Birliği
tarafından buzun nasıl kırılıp yolun nasıl açıldığını kısaca hatırlatalım.
Aradan uzun zaman geçti, insan ayrıntılarda ve isimlerde yanılabilir. Bu anlatacağım ilk 1
Mayıs kutlamasını yaşayanlardan, yanlış hatırladıklarımı düzeltmelerini dilerim.
*
Biz ilk 1 Mayıs’ı sanırım 1969 yılında kutladık. 1968 olamazdı. Çünkü o zaman Üniversite
işgallerinin arifesiydi ve böyle bir gelenek yoktu. O zamanlar birinci şube her 1 Mayıs’ta
“Eski Tüfekler”i birkaç günlüğüne tutuklardı. 60 Sonrası kuşakların çoğu bunu bile bilmezdi.
1970 1 Mayıs’ında cezaevindeydim. Sonrası 12 Mart dönemi. Demek ki 1969 1 Mayıs’ı
olmalı.
Deniz Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin karargâh olarak kullandığı iki
mekân vardı.
Biri Beyoğlu’nda Tünel’de 27 Mayıs’tan sonra CHP ve 27 Mayısçıların bir takım ilgisiz
dernek ve sendikaları bir araya getirerek kurduğu TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı)
binası.
Bir de Cağaloğlu’nda Türk Solu dergisinin üstünde, aynı zamanda Hikmet Kıvılcımlı’nın
kitaplarının deposu ve Halk Ozanları Derneği’nin merkezi olarak da kullanılan ve Devrimci
Öğrenci Birliği’nin resmi adresi de olan, efsanevi işçi önderi İsmet Demir’in Yapı İşçileri
Sendikası (YİS).
35
Öğrenci lideri Deniz Gezmiş de işçi lideri İsmet Demir de Hikmet Kıvılcımlı’nın “Rahle-ie
Tedris”inden geçmiş kişilerdi. Ve Deniz’in önderi olduğu DÖB’e (Devrimci Öğrenci Birliği)
İsmet Demir’in önderi olduğu YİS’in (Yapı İşçileri Sendikası) yer vermesi hem bir rastlantı
değildi, hem de büyük sembolik bir önemi vardı.
Devrimci ve sosyalist genç aydınlar ve işçilerin buluşma ve kontak noktasıydı bu bina bir
bakıma. İkisi de Türkiye’nin en esaslı Marksisti Kıvılcımlı’dan el almışlardı. İlk 1 Mayıs’ın
burada başlaması da bu bakımdan yine sembolik bir anlama sahiptir.
Bina tam Cağaloğlu yokuşu ile Nurosmaniye caddesinin kesiştiği köşede bulunuyordu ve
aslında son derece stratejik bir yeri vardı. Az aşağısında sağcıların MTTB’si (Milli Türk
Talebe Birliği) ile az yukarısında yine sağcıların ve faşistlerin TMTF’si (Türkiye Milli Talebe
Federasyonu) vadı. Yine yakın sayılabilecek Sultanahmet Cezaevi’ne yakın bir yerde de
FKF’nin (Fikir Kulüpleri Federasyonu) İstanbul sekreterliği bulunuyordu.
*
O 1 Mayıs günü, sanırım yine hafta sonu idi, her zaman olduğu gibi, DÖB’ten bazı arkadaşlar
buluşmuştuk. Oturuyor sohbet ediyorduk. Deniz muhtemelen Kıvılcımlı’dan duyduğu eski
tüfeklerin 1 Mayıs ve işkence hikayelerini anlatıyordu. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum ama
konu “Yüksek Öğretmenlilere” geldi.
Faşistler Yüksek Öğretmen okulunu işgal etmişlerdi ve Devrimci Arkadaşlar okula
giremiyorlardı. Faşistleri okuldan atmak için bir teşebbüste bulunmuş ama yüksek ateş gücü
karşısında başarısız kalmıştık. Bu nedenle Yüksek Öğretmenli devrimci arkadaşlar okuldaki
yurtlarda kalamıyorlar ve Sultanahmet’teki FKF bürosunda yatıyorlardı.
Yüksek Öğretmen Okulu’nda okuyan sosyalist ve devrimci arkadaşları -ki bunlar daha sonra
başta İbrahim Kaypakkaya olmak üzere TİKKO’nun çekirdeğini oluşturmuşlardır- kimin
örgütleyeceği ya da kazanacağı o zaman büyük önem taşıyordu.
Veysi Sarısözen’in başında bulunduğu FKF, TİP paralelindeydi ve “Sosyalist Devrim”
stratejisini savunuyordu.
Deniz’in başında bulunduğu Mihri Belli’nin çıkardığı Türk Solu paralelindeki Devrimci
Öğrenci Birliği ise “Demokratik Devrim” stratejisini savunuyordu.
Bizler, yani Demokratik Devrim stratejisini savunanlar, her yerde yükseliş ve saldırı
halindeydik. FKF hızla geriliyordu.
Yüksek Öğretmenliler her ne kadar bize yakınlık ve eğilim gösteriyorlarsa da FKF’de yatıp
kalkmaları, onların “Oportunistlerle” (o zamanlar FKF’lilere kısaca böyle derdik.) yakın ve
sıkı ilişki içinde olmaları, dolayısıyla onların etkisine daha açık bulunmaları anlamına
geliyordu. Yüksek Öğretmenlilerin “Sosyalist Devrimci” olmaları bizim için ciddi bir kayıp
anlamına gelirdi.
Yüksek Öğretmenlileri nasıl kafaya alacağımızı, onları “oportünistleşmekten” nasıl
koruyacağımızı konuşurken, 1 Mayıs kutlaması yaparak onlarla olan yakınlığı ve arkadaşlığı
güçlendirebileceğimizi düşündük.
36
Sonunda yurtlara, tanıdık öğrenci evlerine falan haber salıp, toplayabildiğimiz kadar arkadaşı
toplayıp, Belgrad Ormanları’na gitmeye karar verdik. Böylece Yüksek Öğretmenlileri dört bir
yandan kuşatmış olacaktık.
Ama Belgrad Ormanları’nı seçmemize bakıp bunu Bahar bayramı gibi anlamamalı. Biz 1
Mayıs kutlamak istiyorduk. Ama esas amacımız 1 Mayıs da kutlamak değildi. Daha doğrusu 1
Mayıs kutlaması bizim politik çalışmamızın basit bir aracı idi.
En başta Deniz olmak üzere bizler, hem gelenek henüz ortada olmadığından, hem de
ritüellere, seremonilere ve “Pazar vaazlarına” hiçbir değer vermediğimizden, bir şeyi sırf
kutlamış olmak için kutlamazdık.
Bunlar bizim politik faaliyetlerimiz birer aracı iseler gerçek hayatın ve mücadelenin içinde bir
işlevleri varsa bizler tarafından değerlendirilirlerdi. Yaptığımız buydu.
*
Toplandık. Yanlış hatırlamıyorsam bir otobüse yakın insandık. Celal Doğan, Metin Eşrefoğlu
gibilerini hatırlıyorum. Belgrad Ormanları’na gittik.
Şimdi birçok insanı hayal kırıklığına uğratabilir ama öyle törensel ve “devrimci” bir 1 Mayıs
değildi bu. Sevdiğimiz türküleri şarkıları söyledik, ama bu zaten bir araya geldiğimizde hep
yaptığımız bir şeydi. Topla oynadık. İçimizde ayıcılık yapanlar, güreşenler oldu. Yüksek
öğretmenlilerle konuşmalar yapmaya, tartışmaya, yakınlıklar oluşturmaya çalıştık.
Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya’nın kafasını koltuğunun altına alıp sıkarak, “dur lan seni
kafaya alayım, Demokratik devrim stratejisini benimse” diyor ve Kaypakkaya da utangaçça
ve sessizce gülüyordu.
Bu ilk kutlamadan bunlar kalmış.
Bu kutlamanın ilk kutlama olduğunu, bir gün bunun hakkında yazı yazmak gerekeceğini hayal
bile edemezdik.
Bu 1 Mayıs eylemimiz amaçlarına ulaşmış olmalı ki, daha sonra Yüksek Öğretmeli arkadaşlar
Demokratik Devrim stratejisini benimsediler ve yine o zamanki bizlerin jargonuyla
“Oportunist” olmayıp “Devrimci” oldular.
*
İşte 41 yıl önceki benim ilk 1 Mayıs’ım böyleydi. Deniz ve DÖB kelimenin gerçek anlamında
ilk kez “buzu kırıp yolu açmaya” böyle başlamışlardı.
Hiç de kahramanca veya destansı değil.
Hayat öyledir zaten.
Her şey öylesine oluverir. Sonra gelenler onlara başka anlamlar yükler kutsal bir haleyi
başının üzerine konduruverirler.
Deniz’in en az bilinen özelliklerinden biri de, en kutsal bilinen şeylerin üzerindeki kutsallık
şalını kaldırmaktı. Bunu bilinçli olarak yaptığını düşünüyorum.
Deniz yaşasaydı bu günkü göğe çıkmış Deniz ile en çok kendisi alay ederdi.
37
Biz de bu kısa yazıyla, onun yaşasaydı yapacağını yapmış olalım.
*
Yollar böyle açılır buzlar böyle kırılır.
Troçki, hem Marksist metodun harika bir uygulaması olan, hem da bizzat devrime katılmış ve
onun önderlerinden biri tarafından yazılmış, benzeri olmayan, her sosyalist ve devrimcinin
Tarihsel Maddeciliği uygulamasından öğrenmek için okuması gereken Rus Devrim Tarihi adlı
nefis kitabında, devrimin gelişimini anlatırken metaforlardan yararlanır.
Tam hatırlamıyorum şimdi, kitap da elimin altında yok. Bir atın terkisi ardına çekine çekine
ortaya çıkan devrimin, bir zırhlı araç olup tüm gücü ve haşmetiyle ortaya dolaşmasından söz
eder devrimin kat ettiği gelişmeyi anlatırken.
41 Yıl önce bir otobüsü anca dolduran devrimci ve sosyalist öğrencinin Belgrad
Ormanları’nda türkü ve devrimci şarkılar söyleyerek; top oynayıp, güreşerek Yüksek
Öğretmenlileri kafaya almak için başladıkları 1 Mayıs kutlaması, şimdi yüz binler olmuş
Taksim’i ve yolları doldurmuş.
Bu günkü muhteşem kutlamanın bütün politik görünüşüne rağmen o günün apolitik
görünüşlü, cılız 1 Mayıs kutlamasından daha politik olduğunu söyleyemem.
05 Mayıs 2010 Çarşamba
Demir Küçükaydın
[email protected]
http://www.koxuz.org
38
“Mini İşgal” Üzerine Değerlendirmelerin Bir Derlemesi
Sezai Sarıoğlu, Kadıköy’de ayda bir “Nehir Muhabbetler” başlığı altında, tarih ve bu gün
arasında hem bilgi ile hem sanatla dolu bağlar kuran toplantılar yapıyor. İstanbul’da olduğum
zamanlar bu “Muhabbetler”in hiç birini kaçırmamaya çalışırdım.
Biraz önce Facebook’ta “Nehir Muhabbetler” ile ilgili duyurunun afişini ve ondan kısa bir
alıntı gördüm.
Bu ayki “muhabbet’in konukları iki kadın: Oya Baydar ve Melek Ulagay imiş. Konu başlığı:
“Tarihi Sadece Erkekler Yazmamalı”
Altında Sezai Sarıoğlu’nun şu kısa yazısı var:
“Pek çok yönüyle ezbere bildiğimiz, bizim mahallenin asilerinden Deniz Gezmiş'in eylemci
karakterini ve imgesini "Bir Dönem iki Kadın" kitabındaki O. Baydar'ın cümlesiyle yeniden
üretebiliriz: “Ders bitti; sloganlar alkışlar arasında amfiden çıkıp odama geldim. İçeri yeni
girmiştim ki kapı vuruldu, kapıda uzun boylu, yakışıklı bir delikanlı . 'Ben Deniz Gezmiş'im,
teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgale gidiyoruz' dedi ve cevabımı bile beklemeden yürüdü
gitti. Öylece kalakaldım. Durun, yapmayın diyecek halim yok; böyle bir tavır küçük burjuva
pasifizmi olarak damgalanır. Zaten, yapmayın desem beni kim dinleyecek! Eylem çoktan
planlanmış.” Bu tür anlatılar, sol tarihe yeni başlayan heveskarlar için bir keşif imkanı,
geçmişi bilenler için ise karakterleri bilmediğimiz özellikleriyle tanıma ve yeniden bilme
kapısıdır.”
Bu satırlar beni geçmişe götürdü. Oya Baydar hocamdı. Deniz Gezmiş arkadaşım ve
yoldaşım. Ve sözü edilen olayda “asli fail”lerden biriydim.
İnternete gireyim ve bir bakayım, bu konuda neler var biraz araştırayım dedim. Sonuç
aşağıda. Bulabildiğim her şeyi topladım. Ve hiç yorumsuz alt alta koydum.
Aynı olayın doğrudan veya dolaylı şahitlerince nasıl farklı algılanıp anlatıldığı; gerçek ve
efsanenin nasıl birbirine karıştığı üzerine ilginç bir derleme oldu. Üzerinde bir inceleme ve
analiz yazılmaya değer bir “veri yığını” da denebilir.
Aşağıda bunları aktarıyorum. İzleyemeyeceğim bu toplantıya en azından uzaktan böyle
dolaylı bir katkı yapmış olayım.
Aynı olayın farklı sınıflar, ideolojiler ve eğilimler tarafından nasıl ele alınıp aktarıldığına da
bir örnek.
Tabii tarih üzerine tartışmaların aslında Tarih üzerine değil de bugün ve gelecek üzerine
tartışmalar olduğuna da.
07 Nisan 2011 Perşembe
Demir Küçükaydın
39
Önce Oya Baydar’ın “Mini İşgal” üzerine dediklerinden başlayalım:
Oya Baydar, Taraf’ta Yayınlanan bir söyleşide “Mini İşgal” ile ilgili olarak şunları
anlatıyor:
“Masum değiliz hiçbirimiz” - Taraf/AYÇA ÖRER - Istanbul - 17.05.2008
Kendisinin de devrim ateşiyle yandığı 1968’i “umut ve masumiyet çağı” sayan romancısosyolog Oya Baydar’a göre, kırk yıl sonra “devrimci ruhu gerilemiş; hiçbir şeyle
yüzleşmeyen” bir toplum haline geldik
Deniz Gezmiş odanıza girer ve “doktora teziniz kabul edilmediği için okulu işgal ediyoruz”
der. Oradan başlayalım mı konuşmaya?
1964’te İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde asistandım. Doktora tezimin konusu
“Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu”ydu. 1967’de bitirdim. Jüri kabul etti, profesörler kurulu
reddetti. İçinde ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Tezin konusu, benim o zamanlar TİP’e üye
oluşum, 68’ hareketinin önde gelen gençlerini tanımam yüzünden reddettiler. 68’de yine
sundum. Yine jüri kabul etti, profesörler kurulu reddetti. Haber geldiği gün, verdiğim “Sosyal
Düşünce Tarihi” dersinde, herhalde biraz da heyecanlı bir konuşma yaptım. Ders SosyolojiFelsefe koridorunun amfisindeydi. Normalde bu dersi 60-70 kişi izlerdi; o gün baktım her yer
tıklım tıklım, başka fakültelerden de öğrenciler var. Belli ki benim de haberim olmadan bir
şeyler hazırlanmış. Konuşmadan sonra sınıftan çıktım, odama gidip oturmaya zaman
kalmadan kapı açıldı; boylu poslu, yakışıklı bir delikanlı, hani aslan gibi derler ya öyle,
kapıda belirdi, “Doktora teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgal ediyoruz” dedi, çıktı gitti.
Ben o güne kadar Deniz’i tanımıyordum, adını biliyordum sadece. Deniz’in bazı arkadaşları
benim öğrencilerimdi. Yaşları da bana yakın o zamanlar. Hepimiz arkadaşız... Ondan sonra
Rektörlüğe gitmişler, işgal etmişler. Burada bir düzeltme yapayım. Bu işgal yanlış olarak ilk
üniversite işgali olarak anılıyor. 1968’in aralık sonundadır. Oysa İstanbul’da ilk üniversite
işgali haziran ayında, Fransa’da 68 olaylarından hemen sonra olmuştu. Benim doktora tezimin
reddedilmesi üzerine yapılan işgal, “mini işgal” olarak anılırdı o zamanlar.
Bu dönemde, siz 28 yaşındasınız. Kuşağınız. 2. Dünya Savaşı sonrasında, Cumhuriyet
ilkelerine göre büyümüş bir kuşak. Biraz anlatabilir misiniz?
68’de, ben 27-28 yaşlarındaysam Denizler 20 yaşlarındaydı. Bir kuşak farkından söz edilemez
pek. Genelde orta sınıf, cumhuriyetçi, kentli ailelerden geliyorduk. Çoğumuz CHP’li asker,
öğretmen, memur ailelerin çocuklarıydık. Çocuklar, siyasal olarak ailelerinin bir adım önüne
geçtiler. Türkiye’de 1961 anayasası sonrası görece demokratik bir ortam vardı. Sosyalizmin
bütün güçlüklere rağmen konuşulmaya başlanması, TİP’in kuruluşu, 15 milletvekiliyle
meclise girmesi. Eğitimli, kentli, cumhuriyetçi devletçi- elit ailelerin çocukları sol fikirlere
yönelmeye başladı. Kırsal-geleneksel kesimden, taşradan gelen gençlerse çoğunlukla sağda
konumlanıp, düzene tepkilerini buradan gösterdiler. 1968’te Türkiye değişim sancıları kendini
dinamik gençlik kesimlerinde hissettiriyordu.
Avrupa’daki, Amerika’daki 68 hareketleriyle nerede birleşti nerede ayrıldı Türkiye 68’i?
40
İki noktada birleşti: Eşzamanlılık ve devrimci başkaldırı, mevcut düzene isyan... Ama
özlemler farklıydı. Batı 68’i gelişmiş kapitalizme, insanı tüketim toplumunun parçası haline
getirip öğütmesine, burjuva yaşam düzeyi ve burjuva demokrasisinin sınırlarına isyan
ediyordu. Aynı zamanda, sosyalist-komünist partilerin, örgütlerin statükoculuğuna karşı da bir
isyandı bu. Bizdeyse, onların aşmaya çalıştığı yapılar henüz kurulmamıştı, mevcut düzenden
genel bir memnuniyetsizliği dile getiriyorduk. ?imdi düşününce, genel taleplerimizin burjuva
demokrasisi çerçevesinde olduğunu görüyorum. Türkiye 68’inin özünde, antiemperyalizm
anlamında bağımsızlıkçı ruh ve düşünce vardı ki, bugüne bu “ulusalcılık” olarak evrildi.
Türkiye 68’i, Cumhuriyetçi kuşağın bağımsızlıkçı - kalkınmacı ideolojisini ileri götürmeye
yönelik bir tepki ve isyandı. Bireysel özgürlükler henüz gündemde değildi, özlediğimiz
devrime doğru giderken otoriter bir devletin gereğine ve kendi statükolarımızı kurmaya
itirazımız olmadığı gibi, böyle olması gerektiğini de düşünüyorduk.
Kırk yıldır yaşananları sosyolog kimliğinizle de gözlemlediniz... 1971’den sonraki sertleşme
süreci nasıl yaşandı?
İnsan içinde yaşarken, kırk yıl boyunca edinilmiş deneyimlere sahip değilken, olup bitenleri
tam değerlendiremiyor, yeterince sorgulayamıyor. 71 sonrasında yaşanan süreçteki
sertleşmede, bugün yakındığımız tabloya varışta günah payımız neydi, hatalarımız neydi?
Bunlara öz eleştirel bir bakış getiremedik.
(Taraf İnternet’te paralı olduğundan Söyleşinin gerisini bulamadık.)
*
Daha sonra Oya Baydar Taraf’tan ayrıldıktan sonra ulusalcı Soner Yalçın şunları yazmış:
Deniz Gezmiş Oya Baydar İçin Ne Yapmıştı? O günleri unuttu mu?
23.05.2009 00:00
Yazar Oya Baydar, Ahmet Altan tarafından “liberallerin arasına düşen Türkan Şoray
filmlerini andıran pavyondaki namuslu kadın” benzetmesine muhatap kalınca Taraf
Gazetesi’nden istifa ederek medyanın gündemine girmişti.
Romanlar yazıp ödül almış Oya Baydar bu olayla birden bire popüler kültür dünyasının
tanınmış isimleri arasında yerini alıverdi. Tv ve gazetelere röportajlar verdi. Ünlendi!
Geçtiğimiz hafta…
Bu sayfada Oya Baydar ile ilgili bir yazı kaleme alacaktım.
Diyecektim ki, “Oya Baydar’ı solcular çok eskiden tanır.”
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde 4 yıldır asistanlık yapan Oya
Baydar (o dönemdeki adıyla Oya Sencer), “Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu ve Yapısı”
konulu doktora tezi yazdı. Tezini hocaları Prof. Nurettin Şazı Kösemihal ve Prof. Macit
Gökberk tarafından onaylandı. Ancak Profesörler Kurulu tezi iki defa reddetti.
Oya Sencer/Baydar 26 Aralık 1968’te istifa etti.
41
Olayı öğrenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri, Oya Sencer’e destek verip, Profesörler
Kurulu’nu protesto etmek için derslere girmeyip topluca merkez binaya/rektörlüğe gittiler.
Oya Sencer burada gözyaşlarını güçlükle tutarak, “onlar zannediyor ki her istifaya zorlanan
öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek” diye konuştu.
Bu sözler üzerine başını Deniz Gezmiş’in çektiği öğrenciler rektörlüğü işgal ettiler.
“Demokratik Üniversite” diye slogan atan öğrenciler Edebiyat Fakültesi dekanını da istifa
çağırdılar.
Üniversite senatosu rektörlüğün işgalini öğrenince okulu süresiz tatil etti.
Bu eylem nedeniyle Bozkurt Nuhoğlu, Celal Doğan, Masis Kürkçügil gibi yedi öğrenci
tutuklandı. Deniz Gezmiş polis tarafından aranmaya başlandı.
Geçen hafta işte bunları yazmayı planlıyordum…
Olaylı biçimde köşe yazarlığından istifa ederek medyanın gündemine gelen Oya Baydar’ın,
1968’de üniversiteden istifasıyla da rektörlük işgaline neden olduğunu yazacaktım.
O döneme; ve Oya Baydar’ın ilk eşi (“Osmanlı Toplum Yapısı”, “Toplumbilimlerinde
Yöntem”, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, “Türkiye’de Sınıfsal Yapı ve Siyasal
Davranışlar”, “Türkiye’nin Yönetim Yapısı” gibi hayli okunan ve tartışılan kitapları yazan)
Doç. Dr. Muzaffer Sencer’e ait okuma yapıyordum.
Sonra…Gündem değişti.
Geçen hafta başka bir şey yazdım.
Bu hafta Teşvikiye Camii’nde Türkan Saylan’ın annesi hakkında yazılanlardan dolayı üzüntü
duyduğunu öğrenince ne yazacağım belli oldu.
Konuyla ilgili okumalar yaparken karşıma kim çıktı dersiniz; Muzaffer Sencer Hoca!
Türkan Hoca arkadaşlarıyla Sovyetler Birliği’ne düzenledikleri “Beyaz Geceler” gezisinde
tanımıştı Muzaffer Sencer’i.
“Muzaffer Sencer’i Rusya gezisinde, genç, çok yakışıklı, durmadan Ece Ayhan şiirleri
okuyan, tartışmalara giren, çok yönlü ve ilginç, durmadan sigara içen, iğneleyici espriler
yapan bir insan olarak tanıdım. Döndükten sonra birkaç yıl dostluğumuz sürdü. Uzun telefon
konuşmaları, ayda bir İstanbul’a gelişler, benim Ankara’ya gidişlerimde görüşmeler. (…)
Sanırım bir öğrencisiyle yeni bir evlilik yapmıştı. Koleksiyon, eski eşya, takı toplama-yapma
gibi özgün merakları vardı. Gümüş paralardan, boncuklarla süslü kolyeler yapıp armağan
ediyordu etrafındakilere. Ankara’daki son evi tıkış tıkış antika doluydu.
Bu ilginç adam içtiği sigaralar sonucunda akciğer kanseri oldu. Eşi, arkadaşları ona baktılar.
Çoluk çocuğu yoktu; babasından kalan miras bazı mal mülkü bir şeyleri vardı herhalde.
Aklına koymuştu, mirasını bizim derneğe bırakacaktı ve adına bir okul yapılacaktı.
Durmadan bana haber gönderiyor, telefon ediyor, ‘Türkan gel noter çağıracağım bunları sana
vereceğim biliyorum sen isteğimi yaparsın’ diyordu.(…)
42
Sonunda hiç unutmuyorum, bir Cuma Ankara programı yaptım ve bir gün öncesinin akşamı
evine telefon edip, ‘yarın geliyorum’ demeye karar verdim. Telefona eşi çıktı, “ne yazık ki
bugün yitirdik’ dedi.
İşte Muzaffer’in bendeki öyküsü. Ne yazık ki onun adına, onca olanak varken, cıvıl cıvıl
çocukların koşuşturduğu bir köy okulu bile yapamadık. Bu acıyı, bu yitikliği belki de bu
başarısızlığı hep içimde taşırım.” (Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabından.)
Oya Baydar’ı yazacakken nerelere gittik…
İyi de ettik; bilmeyenlere Muzaffer Sencer Hoca’nın adını duyurduk…
Soner Yalçın
*
Soner Yalçın’ın bu yazısı üzerine Yalçın Yusufoğlu şu yazıyı Yazmış:
Mini İşgal
Soner Yalçın 24 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet’te Deniz Gezmiş’in Oya Baydar için üniversite
işgali yaptığını yazmış. Aşağıdaki değinmeyi hem --fazla önem taşımasa da-- bir yanlışı
düzeltmek için, hem de o olayla ilgili ilginç (ilginç olduğu kadar toplumsal anlamı olan) bir
anekdotu aktarmak için yazıyorum. Bir ülkenin devrimci hareketinin belleği toplumun
belleğinin özgün damarıdır, onun canlı tutulması, kuşaktan kuşağa eksilerek değil, artarak
devredilmesi, insanın nisyan ile mâlül kalmasına göz yumulmaması gerektiği inancındayım.
Bilindiği gibi ilk üniversite işgali 1968 Haziran’da gerçekleşmişti. Fakültelerin alt
birimlerinden yukarıya doğru seçilen komiteler işgal ve boykot komitelerini oluşturuyorlar,
fakülte üst birimleri İstanbul Üniversitesi İşgal ve Boykot Komiteleri İcra Konseyi isimli en
üst organı seçiyordu. Bütün temel kararlar bu konsey tarafından alınıyordu.
Daha önce hiç bir benzer deneyimi olmayan öğrenciler çabucak organize olmuşlar, mümkün
olduğu kadar demokratik ve işlerli bir mekanizma kurmuşlardı. Fakülte birimleri eylemi
yürütmenin yanısıra öğrencilerle iletişim içinde kendi fakültelerine ya da bölümlerine ilişkin
talepleri saptıyorlardı. Ayrıca bir faşist saldırıya karşı güvenlik başta olmak üzere görevlerin
daimi ve yürütülmesi, iaşe-ibate başta olmak üzere eylemdeki öğrencilerin ihtiyacı olan
malzemelerin aksamasız temini, düzenli parasal kaynakların bağış olarak sağlanması gibi
dışarıdan pek bilinmeyen, akma içeride hayli önem taşıyan teknik ve maddi görevler de
aksamasız yerine getiriliyordu. Eylemdeki öğrencilerin önemli bir bölümünün o zaman değin
gençlik içindeki tek yaygın ilerici örgütlenme deneyi sekiz ay kadar sonra ismi Devrimci
Gençlik Federasyonu’na dönüşecek olan ve fakülte birimlerine dayanan Fikir Kulüpleri
Federasyonu idi. Fakat işgal ve boykot eyleminin çapı, genişliği FKF’nin sınırlarının
ötesindeydi.
Deniz Gezmiş sözünü ettiğimiz üst kurulda yoktu, ama üniversite yetkilileriyle
Baltalimanı’ndaki Üniversite Misafirhanesinde yapılan görüşmelerde vardı. Daha önceki
eylemlerde ismi gazetelerde gençlik lideri olarak en fazla geçen genç oydu, işgal sırasında en
fazla öne çıkan, basında adından en çok söz edilen kişiydi.
43
Öğrenciler kendilerini destekleyen öğretim üyeleriyle iyi ilişkiler içindeydiler. TIP’tan Doç.
Metin Özek, Hukuktan Doç. Çetin Özek, TIP’tan Gencay Gürsoy, Edebiyat’tan Murat Belge,
İktisat’tan Nurkalp Devrim, Kimya’dan Esat Eskazan, Edebiyat’tan Oya Baydar Sencer
eylemin aktif destekçileri arasındaydılar. Gene Hukuk’tan (sonradan faşistlerce kurşunlanıp,
sakat bırakılacak olan) Doç. Server Tanıllı, Prof. İsmet Sungurbey, Doç. İdris Küçükömer,
(sonradan faşistlerce öldürülecek olan) Prof. Cavit Orhan Tütengil, Prof. Ömer Lütfü Barkan,
Edebiyat’tan Prof. Mina Urgan, Doç. Cevat Çapan, Hukuk asistanı Erdoğan Teziç, TIP
asistanı Türkan Saylan’ı da öğrencilerden yana olan öğretim üyeleri arasında sayılabilirler.
Öğrencilere yönetici olarak muhatap olduğu halde, onların taleplerini makul bulan ve
eylemlerini destekleyen Hukuk Fak. Dekanı Prof. Tarık Zafer Tunaya’yı da anımsatmak
gerekir.
İşgal ve boykot başarıyla sona erdi. Başarı kelimesinden kasıt öğrencilerin akademik ve
sosyal taleplerinin kabul edilmesiydi. İdare talepleri kabul ettikten sonra eylemi sürdürmenin
anlamı da yoktu, girişilen hareketin kuralları da onu gerektiriyordu.
Genellikle derslere, vizelere, sınavlara ve harçlara ilişkin olan akademik taleplerin tamamı
Üniversite Senatosu tarafından yerine getirilecekti, ama bütçeye, tahsisata bağlı olan sosyal
talepler için aynı şeyi söylemek mümkün olmadı. Kasım ayında ‘üniversite reformu’ ismiyle
Meclis’e savkedilen yasa tasarısı da parlamentonun labirentlerinde önemini yitirecekti.
***
Gelelim ikinci işgale: Aralık sonunda Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü asistanı Oya (Baydar)
Sencer’in doktora tezi akademik değil, ideolojik nedenlerle reddedildi. Tezin Türkiye İşçi
Sınıfı Tarihi üzerine yapılmış ilk doktora çalışması olduğunu söylersem, ideolojik nedenler
sözünden neyi kastettiğim daha iyi anlaşılır. Tezin reddedilmesinde en belirgin rolü kendisini
ilerici tanıtan, Cumhuriyet yazarı Prof. Cahit Tanyol oynamıştı.
Haber öğleden sonra (26 Aralık 1968) üniversiteye yayılınca red kararının gericilik olduğunu
düşünen devrimci öğrenciler üniversiteyi işgale karar verirler. Bir grup öğrenci Üniversite
Merkez Binası cümle kapısının yanında bulunan Rektörlük binasına giderler, (ismini şu anda
anımsayamadığım, ama öğrencilerin tanıdığı, sevdiği ) Rektörlük Sekreteri’ne Rektörle
görüşmek istediklerini, talepleri olduğunu, kabul edilene kadar Rektörlük binasından
başlayarak üniversiteyi teslim alacaklarını söylerler ve anahtarları isterler.
Sekreterin yanıtı anekdot olarak demokratik öğrenci hareketi tarihimize geçecek niteliktedir:
“Deniz Bey nerede?” diye sorar Sekreter.
Gençler de “Deniz yok” derler.
Sekreter: “Deniz Bey olmadan Rektörlüğü teslim edemem” diye ısrar eder.
Öğrenciler taleplerini Rektöre bildirirler ve dışarı çıkarak sonucu beklemeye başlarlar. Rektör
ve yanındakiler binayı terkedip Fen ve Edebiyat Fak. Binasına giderler. Böylece Rektörlik
binası da öğrencilere geçmiş olur.
44
Rektör Üniversiteyi tatil etme kararı alır ve Emniyet’i arayarak polis çağırır. Polis gelir. DP
iktidarına karşı 28 Nisan 1960 tarihinde (o sırada özerk olmayan) İstanbul Üniversitesinde
başlayan gösterilerden beri polis üniversiteye ilk kez girmektedir.
Süresiz tatil edilmiş bir üniversitenin işgali de olamayacığından işgal sona erer. Eylem
öğrenci hareketimizin tarihine “Mini İşgal” olarak geçer.
Oya (Baydar) Sencer’in tezinin reddedilmesini protesto etmek için Rektörlük binasının teslim
alınması sırasında Deniz Gezmiş yoktur. Eylem aniden geliştiğinden o sırada orada
bulunmadığı için mi yoktu, yoksa başka bir nedenle Emniyetçe arandığı için mi Rektörlüğe
giden grupta yer almamıştı, yoksa ayrı bir sebepten mi öyledir, şu anda anımsayamıyorum.
Şu anda İnternette yeralan ve eylemi aktaran anlatılarda ertesi sabah olayı protesto etmek için
Üniversite önüne gelen öğrenciler arasında Deniz Gezmiş’in bulunduğu ve çıkıp kısa bir
konuşma yaptıktan sonra, meydandan ayrıldığı, aralarında Masis Kürkçugil, Mehmet Mehdi
Beşpınar, eski İşgal ve Boykot Komitileri İcra Konseyi Başkanı Kemal Bingöllü, (daha sonra
Kızıldere’de öldürülecek olan) Cihan Alptekin, Bozkurt Nuhoğlu gibi öğrencilerin gözaltına
alındıkları Cihan hariç diğerlerinin tutuklandığı, Deniz Gezmiş’in de bir süre sonra
tutuklandığı belirtiliyor.
İşgal olayının tanıklarının çoğu hayattadır. Şayet onlar eylemin ayrıntılarını anlatırlarsa
kaynaklara en doğru verileri geçirmiş olurlar. Ben olayı önce Murat Belge’den, sonra da
Rektörlüğü devralmaya giden öğrenci grubundaki Masis Kürkçügil’den dinlemiştim.
Kuşkusuz ki, eylemin anlatılmaya değer yönü Deniz’in ilk gün orada bulunup bulunmadığı
değildi, Rektörlük binasına giden grupta bulunmamasının sonucuydu: Rektörlük Sekreteri’nin
“Deniz Bey olmadan binayı veremem” demesiydi.
İşte bunun adına toplumsal meşruiyet derler. 1968 işgali o denli meşruiyet kazanmıştı ki,
Rektör üniversiteye polis çağırırken, Sekreteri üniversiteyi teslim için Yed-i Emin gibi
gördüğü Deniz Gezmiş’i istiyordu.
yalçın yusufoğlu
Not: Gazeteci olmak illa ki medyatik davranmayı mı gerektiriyor? Soner Yalçın olaya
değinen yazısının başlığını “Deniz Gezmiş ‘pavyondaki kadın’ için üniversite işgal etmişti”
diye seçmiş. İşgali Deniz’in yapmadığını yukarıda yazdık, o başlığın ilginç ve sevimli bir yanı
olmadığını, erkeklere özgü ağız alışkanlığıyla kullanılmış ‘pavyona düşmüş kadın’
benzetmesinin ikinci kez kullanılması ilkinden daha sevimsiz olmuş.
*
Mustafa Lütfü Kıyıcı, Yalçın Yusufoğlu’nun bu yazısıyla ilgili şu yazıyı yazar:
Yalçın Yusufoğlu’na Düzeltme Önerileri
mustafa lütfi kıyıcı
45
1. deniz, hukuk fakültesi işgal komitesi, hukuk fakültesi sorunlarını seçilen öğretim üyeleri ile
tartışan/görüşen komitenin üyesi ve doğal olarak işgal ve boykot komiteleri icra komitesi
üyesidir. işgal olayını başlatan kişidir. masis’in aktarmaları eksik kalmış olabilir. bir anı
sıkıştırayım: bir toplantıda deniz sesini duyuramayınca sandalye üzerine çıkarak konuşunca
eleştirilmiştir.
2. oya (baydar) sencer’in tezi şimdilerde ilgilileri dışında kimsenin hatırlamayacağını
sandığım asya tipi üretim tarzı görüşü ile yazılmış ideolojik/akademik bir tezdir. yapılan
protesto eylemidir. gerçek ise senato üyelerinin binayı terk etmeleridir. gerçek anlamda bir
işgal olmamasına rağmen mini işgal olarak bilinmiştir.
3. hukuk fakültesi dekanı tarık zafer hocamız değil reha poroy’dur.
4. rektörlük sekreterinin adı sebahat hanımdır.
fkf başlangıçta işgale katılmamıştır. olayın başarısızlıkla sonuçlanacağını ve bunun
sorumluluğunun “sol”cular üzerinde kalmaması gerektiğini bizzat veysi sarısözen iktisat
fakültesinin dernek odası gibi kullandığı veli’nin odasında bana söylemiştir. “sağ sol yok
boykot var” yazısı birazda bundan dolayı kara tahtaya yazılmıştır. fkf, kitle tarafından
benimsendikten sonra olaya katılmıştır. başka türlüsü de zaten düşünülemezdi. katkıları da
olmuştur.
masis’in anlattıkları eksik veya aklınızda yanlış kalmış olabilir. yaşanılanları doğru aktarmak
birinci elden sorumluluğumuzdur.
*
Yine M. Lütfü Kıyıcı’nın bu konuyla ilgili değinmeler içeren ama başka bağlamda yazılmış bir
yazısını aktaralım:
Hem 68’li hem Ergenekoncu olmak mümkün mü?
Dinci bir TV kanalında program yapan “liberal” konuşmacılara yöneltilen, “Deniz Gezmiş
yaşasaydı Ergenekon’a karşı tavrı ne olurdu?“ şeklindeki bir izleyici sorusuna bir dönemin
Maocusu ve cuntacısı Şahin Alpay, “kesin Ergenekoncu olurdu!” diye cevap verdi.
İlginçti.
Eski patronlarımdan Oya Baydar da 14 mart günlü Taraf*’taki yazısında, darbeciliğe meyilli
68’lilere sitemkâr ve duygusal bir makale yazdı. Başlığı, “darbe kuşaklarına açık mektup”…
68’lileri belli fikri kalıpları benimseyen ve aynı kalan kişiler olarak kabul eden bu görüşleri
kabul etmek mümkün mü? Bir kuşağı, “darbe kuşağı” olarak isimlendirmek ne kadar doğru?
Belli ki oya Baydar hala 68’li yıllarda, 68’i yaratanlara yönelttiği eleştirilerin ötesine
geçememiş bir fikri yapıdaki “dönemdaş”. o yıllarda yaşamış olmakla 68’li olunmuyor. 68’i,
68 yapan hiçbir harekete katılmayan, hatta eleştiren/karşı duran, o zaman da sonrasında da
eleştirenler de 68’li olmuyor. Onlar sadece dönemdaştır. demokratik dayanışma veya tavır
adına uğradığı akademik haksızlık nedeniyle “mini işgal“ denilen olayı gerçekleştirdiğimiz
Oya Baydar da bu emek verilmiş sıfatı hak ediyor mu? Tartışılır. 68, başkaldırı kültürüyle
ilişkilidir.
46
Genelleme yaparak, 68’lileri darbecileri desteklemekle suçlamak… Bence bu mümkün değil.
Dün de değildi; bugün de değildir. Sıkıyönetim savcıları bile hazırladıkları iddianamelerde,
özellikte dev-genç davalarında, sanıkları aynı kategoriye koymamışlardı. doğrusu da bu idi.
68’de özellikle yön ve devrim gazetesinin etkisi ile ve 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenlerin
iradesine bağlı olmayan siyasal, sosyal kazanımlarının da oluşturduğu iklimde, cuntacılık da
elbette ki etken bir siyasal hareketti. 27 Mayıs’tan daha öte kazanımlar sağlayacak bir “ihtilal”
beklentisi yaratıldığını, böyle bir iklimi hep birlikte yaşadık.
Örneğin; Şahin Alpay ve Halil Berktay, aydınlık sosyalist dergi’de –bugünkü Aydınlık dergisi
ile alakası yoktur- ve Türk Solu dergisinde –bunun da bu günkü aynı isimli dergi ile alakası
yoktur- devrime giden yolu dört aşamaya ayırmış ve öncelikleri küçük burjuva radikallerine
yani cuntacı hareketlere veren yazılar yayınlamıştı. Bu ve benzer yazılar nedeniyle, FKF’nin
Dev Genç’e dönüştüğü kongrede, bu yayın organlarının bizim yayın organlarımız olup
olmadığı konusunda önerge vermiş ve Doğu Perinçek ekibiyle ayrılığa yol açan tartışmayı
başlatmıştım.
Mahir sonradan aydınlıkta yayınlanacak olan en etkili konuşmalarından birini yaptı. bu
yazılar toplu eserlerini taşıyan kitaplarda vardır. ve darbecilerle köprüleri attık. Doğu da
(Perinçek) Doğan Avcıoğlu’nun devrim gazetesiyle aynı kata taşınıp, ”proleter devrimci
Aydınlık”, yani Beyaz Aydınlık’ı çıkardı. Maoculuğu sonradır.
Şahin Alpay şimdi deniz yaşasaydı kesin Ergenekoncu olurdu diyebiliyor.
İlginç.
Derlemeci oldu diye eleştirdiğim için alınganlık gösteren Turhan Feyizoğlu’nun Deniz ile
ilgili kitabından bir iki tanıklık aktarmak istiyorum.
Ertuğrul Kürkçü’nün başkan seçildiği kongrenin ilk gününün akşamında deniz’in farklı bir
liste çıkarttığı söylentileri üzerine, gece saat 2 civarında ışıtan gündüz ile birlikte deniz’in
yanına, ODTÜ yurdunda kaldığı mekâna gitmiştim. Birlikte devrimci hukuklular Örgütü’nü,
Devrimci Öğrenci Birliği’ni kurduğumuz, nice eylemleri birlikte organize ettiğimiz, bursa
cezaevinden çıktıktan sonra Filistin’e gitmek istediği için kılavuz ve Filistin fedai kartını
verdiğimiz deniz’i son gördüğümün farkında değildim. Deniz söylentinin doğru olmadığını,
bilinen mücadeleye atılmak istediğini söyledikten sonra, dev genç’ten bizim beklentimizin ne
olduğunu sormuş; “yoksa cuntaya mı teslim edeceksiniz!“ diyerek her zamanki şakacı tavrıyla
dalgasını geçmişti. Orada hala hayatta olan önemli tanıklar vardı.
Gene DÖB’lü arkadaşlarımızdan Eyüp Yıldırım’ın kitapta aktarılan tanıklığında; deniz’in sağ
cunta da gelse sol cunta da gelse kendilerinin dağda olacağını söylediğini aktarır. bu ve
çoğaltılabilecek tanıklıklar deniz’in o zaman da bugün yaşamış olsa da Ergenekoncu
olmayacağının ipuçlarıdır. Sehpadaki son sözlerinin hiç mi anlamı yok!
Küçük burjuva radikallerini arkalarına alan kişi ve grupların estirdiği rüzgârın hiçbirimizi
etkilemediğini söylemek gerçekçi olmaz. dahlimizin mümkün olmadığı, dışımızda gelişen,
daha önce de darbe yapmış bir gücün gerçekleştirmesi ihtimal dâhilindeki bir hareketten
etkilenmemek de mümkün değildir. Kamuoyunu oluşturan bugünkü deyimle, kanaat
önderlerinin estirdikleri hava da şarkıdaki gibi “bir sabah ansızın gelebilirim” dizesine
47
uygundu. Devrimciler için sorun nasıl tavır alınacağı ile ilgilidir. Darbeyi desteklemekle ilgili
değil. Eğer gerçekleşirse, en az zararla nasıl ayakta kalınabileceği ile ilgilidir.
Bugün, dün değildir. Kimse de 20’li yaşlarda değil. Bu insanlar 12 Mart’ı, Ziverbey
Köşkü’nü, Mamak Cezaevi’ni, Selimiye’yi, Avcı Köşklerini, Eczacılık Okulu’nu ve çeşitli
işkence haneleri yaşadılar. Öyle ki cezaevine gelişi kurtuluş gibi karşıladılar. Militarizmin ne
olduğunu bedenlerinde yaşadılar. Önderlerini darbecilerin katlettiği bir hareket nasıl
darbecileri destekleyebilir?
Darbeleri ve darbecileri desteklediklerini düşünmek bile ürkütücü.
Deniz ve Cihan Alptekin’in bursa cezaevinden gönderdikleri mektuplar hep “yaşasın halk
savaşının zaferi!” sloganıyla biter. Mahir’in ise yazıları ortada, Kızıldere’deki sloganları
kulaklarda…
Günümüzde çeşitli kentlerde örgütlenmiş 68 dernekleri tornadan çıkmış, aynı görüşleri
paylaşan kişilerden oluşmuş yapılanmalar değildir. Varsa eğer -ki vardır- bazıları içinde yer
aldıkları bugünkü siyasi oluşumların görüşleri nedeniyle bu izlenimi vermiş olabilirler. ve
onlar bugünkü kimlikleriyle 68’in ana damarından kopmuşlardır. Darbe isteyenle devrimi
özleyen aynı kefeye konulamaz.
Sevgiyle kalın, hak bilir olmanız dileği ile.
Mustafa Lütfi KIYICI
*
Yalçın Yusufoğlu ve M. Lütfü Kıyıcı’nın yazıları üzerine Demir Küçükaydın da şu ekleme ve
düzeltmeleri yollamış:
Mini İşgal ve Deniz Üzerine Birkaç Not
Merhaba değerli Yusufoğlu ve Kıyıcı,
Bu "mini işgal" konusunda sanırım benim de söylemem gereken birkaç ayrıntı var.
Galiba bu mini işgal işine Deniz'in bulaşmasına yol açan bendim.
Şöyle ki, ben DÖB'lüydüm (Devrimci Öğrenci Birliği, Mustafa Lütfü Kıyıcı da öyleydi).
Bizim DÖB genellikle Hukuk ve İktisatlılardan oluşurdu ve esas olarak "Merkez Bina"
ağırlıklıydı.
Bunun bir nedeni de Özellikle (Daha sonra Partizan'ı çıkarıp 74 sornrasında TKP'nin
atılımında önemli bir yeri olan) o zamanki FKF'ye de egemen olan Veysi Sarısözen'lerin
Edebiyat Fakültesinde büyük ağırlıkları olmasıydı.
Ben DÖB'deki birkaç Edebiyatlıdan biriydim. Sosyoloji Bölümünde okuyordum ve Oya
Baydar da benim öğretmenimdi. Elbette Oya Baydar'ın tezi reddedilişi vs. gibi gelişmeleri o
bölümde olduğum için ayrıntısıyla biliyordum ve sözünü ettiğin Cahit Tanyol ile de derslerde
sık tartışmış bir öğrenciydim.
48
Bu Cahit Tanyol, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer'den kaptığı (aslında onlar da
Kıvılcımlı'dan kapmışlardı, daha sonra da Kıvılcımlı'nın da belirttiği gibi) kimi fikir
kırıntılarıyla Osmanlı Devletini ülküleştiren bir takım görüşler savunurdu.
Bizim DÖB elbette Demokratik Devrim Stratejisi’ni savunduğundan Oya Baydar'a pek
sempatiyle bakılmazdı.
Ben, mini işgal olayından bir ya da iki gün önce, DÖB'lüler olarak sohbet edip şarap içerken,
Deniz'e, Oya Baydar'ın uğradığı haksızlığı anlatıp akademik fikir özgürlüğünü savunmak için
bir eylem yapmamız gerekeceğinden söz edip, bir yanıyla DÖB olarak bu konuya sahip
çıkmamızı, bir eylem koymamızı önerdim.
Deniz de şaka yollu, "Oya Sencer oportunisttir (Biz TİP'lelire ve sosyalist devrim stratejisini
savunanlara öyle derdik) boş ver" anlamında bir şeyler söylemişti.
Ben de öyle bile olsa bunun fikir özgürlüğü sorunu olduğunu söyleyerek Oya Baydar'ın
görüşlerine katılmasak da bu durumda onu savunmamız gerektiğini ve bunun fikir
özgürlüğünü savunmak için iyi bir vesile olacağını falan söyledim. Ama konunun üzerinde
fazla da durmadık. Deniz'in konuya ilgi göstermediğini görünce, ben kendim Oya Baydar'ın
yapacağı toplantıda en azından küçük çaplı bir protesto imkanı aramam gerektiğini
düşündüm.
Ertesi gün sosyoloji bölümünün girişindeki büyükçe anfide Oya Baydar'ın açıklama ve veda
toplantısı vardı. Salon doluydu. Fakat ben birden bizim arkadaşların, Deniz'in falan toplantıya
geldiğini görünce şaşırdım. İlgisiz olduğu izlenimi edinmiş ve gelmeyeceğini sanmıştım.
Dolayısıyla sadece izlemek üzere geldiklerini düşündüm.
Oya Baydar konuşmasını yaptıktan sonra ben de kürsüye fırladım ve şimdi hatırlamadığım,
bunu protesto etmek gerektiğine dair ajitatif bir konuşma yapmaya çalıştım. Ancak Deniz de
kürsüye çıktı ve birden eylem çağrısı yapıp bunu protesto edelim dedi.
Bizler zaten DÖB'lüler olarak kitleyi istediğimiz gibi yönlendirmekte adeta profeyonel
olduğumuzdan ve birbirimizle konuşmadan anlaşabildiğimizden, anfideki dinleyici
topluluğunu alarak rektörlüğe götürdük. Amacımız işgal falan değil, protesto etmekti.
Ne var ki rektörlüğü girdiğimizde rektörler ya da öğretim üyeleri toplantı halindeydi. Deniz
de bizlerle birlikteydi. O sekreter kadın olayı doğru olabilir ama ben şahit olmadım.
İşgale çevrilmesinin nedeni biraz inat gibi oldu. Yanlış hatırlamıyorsam olay şöyle gelişiyor.
Bizim işgal gibi bir niyetimiz olmamasına rağmen, o sırada binada bulunanlardan Masis
Kürkçügil, sanırım Mustafa Gürkan'a "Gürkan ben söylersem bana oportünist derler, sen
söyle arkadaşlara işgal falan yapmasınlar, yanlış olur" gibilerden bir şeyler söylüyor.
O zaman bizim arkadaşlar da "Oportünistler işgal yapmayın diyorlar o halde işgal yapalım"
diye düşünüp, burası işgal edilmiştir gibi bir şeyler söylediler. Hatta ben bunu duyunca
toplantı halindeki profesörlerin odasına girip, burası işgal edilmiştir bile dedim.
Sanırım prefösörlerin binayı terk etmelerinde benim böyle dememin etkisi oldu ve daha sonra
olayla ilgili mahkeme safahatında, profesörün biri de "zayıf sarı bir öğrenci girip burası işgal
49
edilmiştir dedi" diye ifade vermişti. Hatta o bu ifadeyi verirken beni görüp tanımasın ve orada
ihbar edip de tutuklatmasın diye arkadaşların arkasına saklanmıştım.
Ancak biz inat olsun gibilerden işgal ettik ama aslında hiç istemediğimiz bir işi yapmıştık ve
bu işten nasıl kurtuluruz diye düşünüyorduk. Yani bizim işgal yapmadığımız ve profesörler
gittiği için işgal gibi bir durum oluştuğu hikayesi, aslında tam gerçeği ifade etmiyor. O, bizim
bu sırf gıcık olsun diye yaptığımız işgal belasından kurtulmak için, aslında işgal falan
olmadığını söylemek için geliştirdiğimiz bir hikayedir.
Ama elbet ortada toplanılmış oylanmış, alınmış bir işgal kararı da yoktu. Herşey bir oyun gibi
de olmuştu ve profesörler de korkuyla sıvışmıştı. Yani böyle bir anlatımın da doğru bir yanı
vardı ve duruma da uyuyordu. Ama bizler de sütten çıkmış ak kaşık değildik.
Deniz birkaç kez "bu işe senin yüzünden bulaştık" diye şaka yollu takılmıştı daha sonra bana.
*
Bu "mini işgal" işini biz kendimiz aramızda eleştirirdik. Ama "oportunistler" bunlar anarşisttir
olur olmaz işgal yaparlar anlamında bizi eleştirmeye kalktıklarında da "hayır doğru bir iş
yaptık" diye de savunurduk.
Bu "mini işgal" olayının ilginç bir yanı daha vardır.
Bizim Devrimci Öğrenci Birliği'nin iki merkezi vardı. Biri Cağaloğlu'ndaki YİS (İsmet
Demir'in Yapı İşçileri Sendikası) diğeri 27 Mayıs'tan sonra bir takım dernekler bir araya
getirilerek kurulmuş bir çatı örgütü olan TMGT'nin Tünel’deki yeri.
Aslında bizler sosyalist olmamıza rağmen, gerek 27 Mayısçı tabii senatörler, gerek İlhan
Selçuk ve Doğan Avcıoğlu gibiler bizi bura aracılığıyla kontrol etmeye çalışırlardı. Biz
onların bu niyet ve çabalarını bilir kendi amaçlarımız için de bu ilişkileri ve olanakları
kullanmaya çalışırdık.
Bizler cuntacı değildik, hem Marksist’tik hem de hedefimiz yeni bir Vietnam yaratmak,
gerilla savaşı başlatmaktı. Bütün hayalimiz ilk gerilla grubunda yer almak ve ilk ölenlerden
biri olmaktı. Öğrenci eylemlerini vs. yapmamızın gerçek nedeni, gerillaya insan devşirmekti
biraz da.
(Bu gün ulusalcı olan kimileri sanki hep öyleymişler gibi anlatıyorlar. Ama o zaman öyle
değildi. İşin kötüsü bu gerçeğe uymayan resmi sadece onlar değil, o zamanki muarızlarımız
da o zamanki konumlarını doğruymuş, sanki bizler o zaman cuntacıymışız gibi anlatıyorlar.
Ve kimi liberaller de bunun üzerine atlayıp oradan Deniz'i örneğin İttihatçı diye tanımlıyorlar.
Bunların hiç birisi gerçek resmi yansıtmamaktadır.)
Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu cuntacı çevreler "Mini İşgal" olayını hiç beğenmemişler ve
bize çok ağır saldırılarda bulunmuşlardı. Hatta bunun üzerine TMGT ile ilişkilerimiz de
bayağı şeker renk olmuştu bir süre. Yani onların hesapları ve kontrolleri dışına çıktığımızda
bizim önümüzdeki bazı kapıların kapanacağını da bizlere bir şekilde anlatmaya çalışmışlardı.
*
Birkaç ayrıntıya ilişkin olarak da şunları diyebilirim.
50
Oya Baydar'ın tezinin ATÜT ile ilgisi yoktu. Kıyıcı yanlış hatırlıyor kanımca. Ama Oya
Baydar'ın tezinin reddinde rolü olan Cahit Tanyol böyle bilinirdi. Bu nedenle hafızası ona
oyun oynamış olabilir.
FKF aslında tek büyük örgütlü güçtü 68 işgallerinde ama Kıyıcı'nın dediği gibi başlangıçta
olaya uzak durdular. Zaten FKF'nin gerilemesi öyle başladı. (Örneğin Edebiyat İşgal
edilmişti. Bizler FKF'ye gidip saldıralım, alalım dediğimizde aman provakasyon olur diyor ve
bizi gemlemeye çalışıyorlardı. Benim de, TİP'ten gelmeme rağmen FKF'den uzaklaşmam ve
daha sonra DÖB'e yaklaşmam bu gibi deneylerle başlamıştır aslında)
Ancak sağcıların işgali bir saldırıyla başarıyla kırılıp Fen-Edebiyat ele geçirildikten sonra,
(hatta ilk saatlerde değil, ki o ilk saatler çok kritikti, o saatlerde eski dernekçiler tecrübeleriyle
kontrolü ele almaya çalışıyorlardı) tek örgütlü ve bilinçli grup olduğundan bir süre sonra
kontrolü büyük ölçüde eline de geçirmişti en azından Fen-Edebiyat tarafında.
Kıvılcımlı'nın İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı aslında 1930'larda latin harfleriyle yayınlanmıştı.
Ben bunu Fahrettin Kerim Gökay kütüphanesinde bulup okumuştum. Sanırım hafızan seni
yanıltıyor. Aslında 30'lardaki telif yayınları, esas olarak Yol'un legal yayına uyacak bir biçim
ve üslupta yayınlanmasıdır.
Dolayısıyla Kıvılcımlı’nın, yazdıklarının kaale alınmadığını söylerken, biraz da aslında Oya
Baydar'a dokundurduğunu sanıyorum. Bilimsel bir araştırma yapan Baydar'ın bu çok önemli
kitabı, Marks'ın çalışırken yaptığı gibi unutulmuşluktan ve susuş kumkumasından kurtarması,
tarihsel adaleti yerine getirmesi beklenirdi.
Oya Baydar'ın, Kıvılcımlı'nın kitabını kaynak olarak gösterip göstermediğini hatırlamıyorum.
Benim diyebileceklerim bunlar. Hafızası zayıf bir insanım. İnsan hafızasının ona nasıl oyunlar
oynadığını da iyi biliyorum. Bu nedenle anlattıklarımda yanlışlar varsa özellikle o dönemi
beraber yaşadığımız Kıyıcı'nın düzeltmesini dilerim.
Selam ve Saygılarımla
Demir Küçükaydın
26 Mayıs 2009 Salı
Ek Not: daha sonra bu yazdıklarımla ilgili olarak Kıyıcı’dan bir itiraz gelmedi. Eyüp Baba’ya
(Yıldırım) sorduğumda ise, “Senin hatırladığın en doğrusu” dedi. D.K.
*
Daha sonra Mustafa Lütfü Kıyıcı şu ek notu yolladı:
Kıyıcı’nın Notu
Demir Merhaba,
Yalçın Yusufoğlu'nun anlatılarına yeterli cevaplar verilmiştir. Burada birinci elden tanıklıklar
olmadığı için anlaşılır "eksiklikler" var.
Deniz'in Konseyde olmadığı gibi,yok saymaya kadar gidebilecek anlatılar ve Deniz'in adı
basında çok yer aldığı için sanki bazı yayınlarda konsey vs de yer almış gibi gösterilmiş gibi
51
yok sayıcı anlatılar. Kendilerine yakın FKF'nin başlangıçtaki rolünün açıklanmadığı gibi
anlatılar.
Madem bu konudaki anlatıları toplamakla görevlendirdin kendini sevgili Demir kardeşim
FKF yöneticilerinden Osman Saffet Aralot'ın işgal/boykot'un başladığı ilk gün ile ilgili
anlatılarını da eklemelisin diye buraya aktarıyorum;" O gün (12 Haziran 1968 ) üniversiteye
FKF'liler olarak karşı bildirilerle gidildiğinde görüldü ki boykot başlamış, pankartlar asılmış.
BİZ ELDE BOYKOT KARŞITI BİLDİRİLERLE, Merkez Binanın taş bahçesinde "Sağ
yok,sol yok boykot var" pankartının asıldığı bir ortamla karşılaştık. Bildirileri sakladık, belki
de bir kısmı dağıtıldı.."(Sokak Güzeldir-68'de Ne Oldu,s.64)
Benim kafamda hala çözümsüz kalan ,Celal'in bomba görünümlü kutularla gazetecilere poz
vermesidir. Bunları tamamlayıcı olması içi aktardım.
Sevgi ile kal. Mustafa Lütfi Kıyıcı
*
Mini İşgal konusunu Esat Korkmaz de ele almış. Ama elimizde kitap olmadığından İnternette
bir Forumda bir okuyucunun onun kitabından yaptığı aktarmaya aktarıyoruz.
Demokratik üniversite istiyoruz!..
Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü asistanlarından Oya (Baydar) Sencer, "Türkiye'de İşçi
Sınıfnın Doğuşu ve Yapısı" isimli Doktora tezinin reddedilmesi üzerine istifa eder. Ardından
Rektörlük binası devrimci öğrenciler tarafından işgal edilir...
Yıl, 1968... Boykotların, işgallerin, hak aramaların başladığı yıl... 1968 yılı, ekonomik,
demokratik mücadelenin yükselmeye başladığı, öğrenci gençliğin eğitim sorunlarının yanı
sıra, Amerikan emperyalizminden işçi hareketlerine kadar birçok konuda eylemler
düzenlediği yıl olarak geçecektir tarihe...
26 Aralık 1968 günü işte bu eylemlerden biri daha gerçekleşecek, İstanbul Üniversitesi
devrimci öğrenciler tarafından işgal edilecektir. O gün, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Sosyoloji Bölümü asistanlarından Oya (Baydar) Sencer, "Türkiye'de İşçi Sınıfı'nın
Doğuşu ve Yapısı" isimli doktora tezinin hiçbir bilimsel gerekçe gösterilmeden ikinci kez
reddedilmesi üzerine istifa eder.
Edebiyat Fakültesi'nde dört yıl Sosyoloji asistanlığı yapan Oya Sencer, istifa ederken veda
konuşmasında öğrencilere şöyle seslenir: "Fakültemizde her yeni hareket önlenmektedir.
Onlar zannediyorlar ki, istifaya zorlanan her öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek. Bu defa
dışarıda karşılarına daha güçlü çıkacağız."
Derslere girmeme kararı alan öğrenciler, toplantı halinde olan İstanbul Üniversitesi Yönetim
Kurulu'na protestolarını iletmek üzere Rektörlük binasına doğru yürüyüşe geçerler...
REKTÖRLÜK BİNASI İŞGAL EDİLİR...
Olayın devamını Esat Korkmaz'ın "Kafa Tutan Günler-68 Güncesi" isimli kitabından
okuyalım: "Olaya tepki duyan öğrenciler 26 Aralık 1968 günü, Üniversite Senatosu'nun
toplantısını bastı. 'Demokratik üniversite istiyoruz. Edebiyat Fakültesi Dekanı istifa etsin. Bu
52
konuda derhal bir karar alın, yoksa burayı terk etmeyiz' dayatmasıyla profesörleri karara
zorlayan öğrenciler, daha sonra dışarı çıkarak Rektörlük binası önünde sonucu beklemeye
başladılar. Olay karşısında şok geçiren rektör ve fakülte dekanları, bir süre sonra binadan
çıkarak Fen Fakültesi'ne geçtiler. Burada yaptıkları toplantı sonunda, üniversiteyi süresiz
kapattılar, ayrıca Valilik'e başvurarak, üniversitenin işgal edildiğini, işgalcilerin polis
tarafından boşaltılmasını istediler." [1]
Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ile Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) üyesi öğrencilerin
öncülüğünü yaptığı eyleme Üniversite Senatosu'nun üniversiteyi süresiz kapatması üzerine
son verilir. Ertesi sabah İstanbul Üniversitesi'nin kapatılmasını protesto etme kararı alan
öğrenciler, düzenledikleri basın toplantısıyla Senato'nun kararını kınarlar. Olaylar üzerine,
İstanbul Valisi Vefa Poyraz, suçlular hakkında takibat yapılacağını açıklar...
27 Aralık sabahı, İstanbul Üniversitesi çevresi sivil polislerce sarılarak, "işgalci öğrenciler"
yakalanmaya başlanır. Beyazıt Meydanı'nda toplanan öğrenciler Merkez binanın önünde
protesto gösterisi yaparlar. Deniz Gezmiş bir arkadaşının omzunda yaptığı konuşmada; "28
Nisan'dan bu yana ilk kez üniversiteye polisin sokulması, senatonun tarihi ihanetini
belgelemiştir. Şu anda bize düşen zincirlerini kırıp, üniversitemize girmektir." diyerek
devrimci öğrencileri eyleme çağırır. Ancak o sırada polislerin saldırmasıyla birlikte çatışma
çıkar. Öğrenciler dağılır, Deniz Gezmiş kaçar...
MİNİ İŞGAL!..
Yakalanan öğrenciler; Masis Kürkçügil, Öcal Olcay, Mehmet Mehdi Beşpınar, Kemal
Bingöllü, Bozkurt Nuhoğlu ve Cihan Alptekin adliyeye sevk edilirler. Tutuklama kararı
çıkarılan Celal Doğan ve Deniz Gezmiş aranmaya başlar. Gözaltına alınan öğrencilerden
Cihan Alptekin serbest bırakılırken, diğer öğrenciler tutuklanarak cezaevine gönderilir. 29
Aralık 1968 günü DÖB Genel Sekreteri Mustafa Gürkan, Sultanahmet Cezaevi önünde bir
basın açıklaması yaparak tutuklamaları protesto edecektir: "Tutuklu arkadaşlarımızın serbest
bırakılmasını istiyoruz. Basit bir protesto ve ihtar hareketine karşı üniversiteyi kapatmak
tarihe bir ihanet belgesi olarak geçecektir."
Kısa bir süre sonra yakalanan Deniz Gezmiş ve Celal Doğan'da tutuklanarak, diğer tutuklu
öğrencilerle birlikte Sağmacılar Cezaevi'ne sevk edilir[1]. 26 Aralık 1968 günü Edebiyat
Fakültesi Sosyoloji asistanlarından Oya Sencer'in istifasının ardından düzenlenen bu protesto
eylemi sol hareketin tarihine, "Mini İşgal" olarak geçer...
Üniversiteden ayrılan Oya Sencer'in tezi, 1969 yılında Habora Yayınlan tarafından basılır.
Oya Sencer, 19. yüzyıldan 1970'lere kadar Türkiye işçi sınıfının tarihini anlatan kitabını;
"Mutlu yarınlar için birlikte savaşacağımız tüm öğrenci arkadaşlarıma" diyerek öğrencilerine
ithaf eder. Alanında kapsamlı bir araştırma olan kitabın önsözü şu satırlarla başlar: "Bu
araştırma bir Doktora çalışması olarak hazırlandı. Bilimsel özgürlüğün yuvası olması gereken
Üniversite'de her konuda araştırma yapılabileceği sanılmıştı. Aman bu konuyu alma.
Doktoran tehlikeye girer' diyenler çıkmıştı o zamanlar... Doktoram tehlikeye girdi, iki defa
reddedildi. Üniversite'den ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Yine de bu araştırmayı yapmış
olmaktan ve sosyal tarihimizin bir bölümüne benden sonraki araştırmacıların
yararlanabileceği bazı belgeler ve küçük bir katkı getirmekten mutluluk duyuyorum." [2]
53
26 Aralık 1968, devrimci öğrencilerin "özgür ve demokratik üniversite" taleplerinin
yükseldiği, hocalarına sahip çıktığı bir gün olarak tarihe geçer...
BİRGÜN
[1] Esat Korkmaz, Kafa Tutan Günler-68 Güncesi, Arba Yayınları, 1992. [2] Oya Sencer,
Türkiye'de İşçi Sınıfı'nın Doğuşu ve Yapısı, Habora Yayınları, 1969.
*
O dönemin Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Atmosferini bir ölçüde yansıtan Demir
Küçükaydın’ın “Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi” adlı kitabımdan bir
bölüm:
Sosyoloji Bölümü
“1967- 68 Yıllarında İstanbul’da Üniversite Öğrencisi olmanın, hele sosyoloji bölümünde
okumanın nasıl büyük bir şans olduğunu ancak yıllar sonra kavrayabilmişimdir.
Türkiye İşçi Partisi yükselişinin zirvesindeydi. Türkiye’nin en iyi aydınları ve en ileri
işçilerinin cebinde Türkiye İşçi Partisi üyelik kartı bulunuyordu. İşçi hareketinin yükselişi
bizzat TİP ve DİSK’de ifadesini buluyordu. Köylüler de ufaktan ses vermeye başlamışlardı.
"Doğu Mitingleri" ile Kürt hareketi uzun süren bir uykudan uyanmaya başlamıştı. Eski
hemşeri gruplarının (Kürtler, Lazlar, Karslılar) ve burjuva partilerinin kontrolündeki öğrenci
derneklerinin (TMTF, MTTB, TMGT) kabuğuna sığmayan ve Fikir Kulüpleri Federasyonu
(FKF) yumurtasında olgunlaşan öğrenci hareketi yumurtanın kabuğunu çatlatmaya
hazırlanıyor, gemini kemiriyordu.
Harika bir tartışma ortamı bulunuyordu ve bu tartışmalar soyut ve pratikten uzak değil, son
derece somut siyasi görevler bağlamında yürüyordu. Örneğin Osmanlı’nın toprak düzeni veya
bir çelişkinin nasıl tanımlanacağı üzerine şu veya bu görüş o günkü politik görevler veya
devrim stratejisi tartışmaları bağlamında son derece pratik ve somut bir anlama sahip
oluyordu. Müthiş bir açlıkla okunuyor, tutkulu tartışmalar onları izliyordu.
Sosyoloji bölümü de, bu tartışmaların dışında değildi. Derslerde en soyut ve sıkıcı bilinen
sosyoloji veya felsefe teorileri bile bu atmosfer içinde somut bir politik anlama bağlanarak
tartışılıyor ve öğreniliyordu.
O zamanlar Sosyoloji bölümünde asistan ve TİP üyesi olan Oya Baydar’ın (Sencer) hazırlık
sınıfı imtihanlarını başarmak için okunması gereken kitaplar listesi (“Literatür”), o yıllarda
Türkçe’ye çevrilmiş kitapların sınırlılığına rağmen, daha sonraki yıllarda devrimci örgütlerin
yapacakları “Teorik Eğitim Planları”ndan çok daha geniş bir ufka sahipti ve daha
derinlikliydi. Aşağı yukarı o dönemlerde Türkiye’de Sosyalizm ve Marksizm konusunda
çıkmış bütün kitapları kapsıyordu. Marks’ın Kapital’inden (Özet), Thomas More’un
Ütopya’sına; Rousseau’nun kitaplarından Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm üzerine
kitaplara kadar bütün önemli kitaplar bu listede bulunuyordu. Ve bu kitapları derslerde
okuyor, anlatıyor ve tartışıyorduk.
Oya Baydar’ı kendine asistan yapıp ona böyle bir inisiyatif tanıyan ise, daha küçük bir
beylikken Osmanlı ile ittifak yapmış Mihallıçık tekfuru Köse Mihail’in soyundan gelen, artık
54
soyu tükenmiş Osmanlı-Bizans çelebiliğini hoşgörü ve liberallikle birleştirebilmiş,
muhtemelen kendi bilimsel sınırlarını bilen ve bunu asistanlarına tanıdığı geniş alanla
kapatmaya çalışan Nurettin Şazi Kösemihal isimli bir profesördü.
Kösemihal’in Sosyoloji Tarihi derslerinde okuttuğu “Sosyoloji Tarihi” adlı kitap, aslında şu
bizim Lenin’in, “Bay Pitirim Sorokin’in Kıymetli İtirafları” adlı yazısında sözünü ettiği P.
Sorokin’in “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” kitabının neredeyse kopyası gibiydi[2] .
Bu kitabın temel özelliği, neredeyse o zamana kadarki, bütün önemli sosyoloji kuramlarını bir
“somut toplumun analizi” çerçevesinde bir yerlere yerleştirmiş olmasındaydı. Yani her kuram
toplumun bir yanını öne çıkardığı veya esas olarak o alanda yoğunlaştığı açısından anlatılıyor,
eleştiriliyor ve bu bağlamda sınıflanıyordu. Tabii yazar böylece, aynı zamanda, bütün
kuramları kapsayan kendi kuramını da (ki bu sistematik olma iddialı ama eklektik bir
kuramdı) açıklamış oluyordu. Bu çerçevede Marksizm de, toplumda ekonomiyi öne çıkaran
bir sosyoloji teorisi veya ekolü, ekollerden bir ekol, teorilerden bir teori olarak ele alınıyordu.
Ama bu derslerin önemi, neredeyse bütün sosyoloji okulları, yani “metafizik sosyolojiler”
hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlamasıydı. Onları tanıyınca da, bir sosyalist olarak,
sosyolojinin kendisinin, bizzat Marksizm’in ifade ettiği sınıf savaşımının bir alanı olduğunu
görüyorduk. Sosyoloji öğrenmek için sosyolojiyi seçmemizin çocuksu saflığını görmek bu
derslerin en önemli kazancıydı. Marks’ın bir yerde dediği gibi, kazancımız kaybettiğimizdi:
ham hayallerimiz.
*
N. Ş. Kösemihal, bütün bilimsel sınırlılığına rağmen çok önemli ve sağlam bir noktayı
yakalamıştı. Hep, “düşünceleri kaynağından okuyun. Aslında böyle kitaplar da çok fazla
değildir. Sakın ikinci el kitaplardan öğrenmeye kalkmayın. Önemli olan düşüncenin o ilk
ifade edilişindeki sıkıntılar, dolambaçlı yollar, zorluklar, tutkulardır” derdi ve buna uygun
olarak da derslerinde özellikle Klasik Yunan Felsefesinin, Rönesans ve Aydınlanma
döneminin düşünürlerinin kitaplarını veya onlardan bölümleri okuturdu ve bunlar üzerine
bizleri tartışmaya teşvik ederdi.
Böylece Aristo’nun Politika veya Organon’undan Macihavelli’nin Prens’ine; Platon’un Şölen
veya Devlet’inden Descartes’in Metod Üzerine Konuşma’sına veya Bacon’un Novum
Organon’una kadar, listesi daha çok uzatılabilecek olan, modern batı düşüncesinin
kaynaklarının en önemlilerini birinci elden okumuş ve tartışmış oluyorduk. Kanımca bu paha
biçilmez değerde bir birikimdi.
Yine bu İstanbul çelebisi Kösemihal, sanırım kendi yetkisi çerçevesinde Cemil Meriç’in
haftada bir gün Edebiyat Fakültesinde bir dershanede bir konferans vermesine de olanak
sağlamıştı. Bunları da kaçırmıyordum. Cemil Meriç, özellikle 19. yüzyıl Fransa’sının ve
Fransız kültürünün hayranı, eski “İskenderun Komünist Partisi”nden olduğu söylenen, bir
tarihçi ve düşün adamıydı.
Özellikle Fransız tarihini ve sosyalizmini anlatıyordu konferanslarında. Ama bunlar öyle
kuru, sıradan konferanslar değildi. Önceden hazırlanılmış, zengin çağrışımlar, ufuk açıcı ve
düşündürücü değinmelerle dolu, Cemil Meriç’in tutkuyla, kaslarında sinirlerinde yaşayarak
55
olayları anlattığı derslerdi. Örneğin Blanqui’nin bir mahkemesini anlatırken, Blanqui’nin
sorgusunda meslek olarak Proleter demesi üzerine, önce yargıç olup, “Böyle meslek yoktur”
dedikten sonra, Blanqui olur, “proleter, milyonlarca Fransızın mesleğidir” diye haykırarak, o
anı kendince yaşardı ve yaşadığı biçimde de bize yaşatırdı.
Böylece Marksizm’in temel kaynaklarından biri olan, Fransız sosyalizmini de öğrenme
olanağımız oluyordu.
Ama dersler sadece batı düşüncesinin kaynakları üzerinden yürümüyordu. Cahit Tanyol adlı
yine yeteneksiz ve birikimsiz bir profesör daha vardı. O da Kemal Tahir ve İdris
Küçükömer’den kaptığı[3] kimi görüşleri savunur, özellikle Osmanlı ve İslam üzerinde
yoğunlaşırdı. Böylece bir yandan bir sosyalist olarak bu devletçi ve mesiyanist (Türklüğün ve
Osmanlılığın başka olduğu ve adeta insanlığı kurtarmakla görevli ve buna ehil olduğu
tarzında bir yaklaşım. Bu yaklaşım hala bütün İslamcı çevrelerde egemendir. ) görüşlerle
tartışırken ve bu tartışmalar içinde kendimizi bilerken; diğer yandan da o tarih üzerine daha
geniş bir bilgi edinme olanağımız oluyordu. Osmanlı toplum düzeni, Evliyalar, Mecelle, İslam
Hukuku vs. derslerin belli başlı konularıydı. Bu derslerde de Farabi, İbni Haldun gibi İslam
uygarlığının düşünürleri okunuyor ve tartışılıyordu. Böylece klasik uygarlıkların birikiminin
İslam uygarlığına geçen mirası ile de tanışmış oluyorduk.
Ama bu tartışmalar sadece derslerde sürmüyordu, derslerin dışında sosyalist hareket de bu
tartışmaları yapıyor, aynı kitapları okuyordu.
Bütün bu tartışmaların özü, Türkiye’de devrim stratejisinin ve programının ne olacağı idi.
Yani içinde bulunulan aşamada hangi güçlere dayanarak, hangi güçleri karşıya alarak bir
mücadele yürütmek gerektiği, dolayısıyla da nasıl bir programa sahip olmak gerektiği idi. En
soyut ve ilgisiz gibi görünen tartışmalar bile bu bağlamda bir anlam taşıyordu.
Bu dönem Türkiye Tarihi’nin en kritik, canlı, yaratıcı ve önemli dönemlerinden biri, belki de
birincisidir ve biriciktir. Daha sonraki bütün bölünmeler, siyasi şekillenmeler hep bu
dönemdeki görüş ve varsayımlara göre ortaya çıkmıştır.
*
Bu ilk yıl bittiğinde, Marksizm hakkındaki bilgilerimiz, Çetin Altan’ın veya Orhan
Hançerlioğlu’nun makale ve kitaplarının dışına çıkmış oluyordu. Gerçi hala kaynağından
uzaktık, bu alanda çevrilmiş birkaç el kitabından ötesini bilmiyorduk, ama bu bile uluslararası
sosyalist yazınla ve orijinal kaynaklarla bir bağ anlamına geliyordu.
Ama sanırım esas önemli kazanç, Marksizm’in üzerinde yükseldiği eski Yunan, Rönesans ve
Aydınlanma’nın mirasını ve Marksizm’e karşı yükseltilmiş sosyoloji ekolleri ve teorilerini
doğrudan veya dolaylı olarak tanımış olmaktı. Bu yıl boyunca, belki Marksizm’i değil ama
onun üzerinde yükseldiği birikimi (Felsefe) ve onun üzerine örtülmüş çöpleri (Sosyolojiler)
biraz olsun tanımıştık. O hala masalların yedi zorluktan sonra ulaşılan hazinesi gibi derinlerde
bir yerdeydi. Yolları yedi başlı ejderhalar tutmuştu.
Tabii o zamanlar bunun böyle olduğunu da bilmiyorduk. Okuduğumuz Marksist el
kitaplarından öğrendiklerimizi Marksizm sanıyorduk.
56
Ama çok önemli bir sonuca ulaşmıştık, Sosyoloji, yani toplum bilimin kendisi bizzat
Marksizm’in ifade ettiği sınıf mücadelesinin bir alanıydı. Ve sosyolojiler aslında Marksizm’e
karşı savaş yürüten ideolojilerdi.
Buradan da o yıl yaptığımıza tam ters olan şu sonuç çıkıyordu: sosyoloji (toplum bilimi)
Üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde öğrenilemezdi. Bütün sosyolojiler aslında bunu
engellemenin araçlarıydı. Onlar hastalıkların gerçek nedenlerini gizlemek için; sistemi
yaşatmak için vardılar. Onlar çözümün yolu değil, sorunun kendisiydiler.
Bir tek sosyoloji vardı: Marksizm yani Tarihsel Maddecilik. Ama o da bizzat bütün o
sosyolojiler tarafından, kendilerinden biri gibi, ekonomik faktöre ağırlık veren, tek yanlı bir
görüş olarak, bayağılaştırılarak ele alınıyor, tanıtılıyor ve eleştiriliyordu.
Sosyoloji’den öğreneceğimizi öğrenmiştik. Öğrendiğimiz: üniversitelerin sosyoloji
bölümlerinde sosyoloji öğrenilemeyeceği idi.
Dolayısıyla Üniversiteye devam etmenin bizim için bir anlamı kalmamıştı. Belki bir meslek
olarak, geçimi sağlamak için eğitime devam edilebilirdi. Ama başka bir bilgi, tecrübe ve
çıkarsamaya bağlı olarak onu da bir kenara atmıştık.
Bizler sınıflı toplumda yaşıyorduk. Bizzat Marksizm öğretiyordu ki, insanın düşüncesini
belirleyen varlığıdır. Toplumsal konumumuz da ezilenlerin içinde olmalıydı ki, yarın öbür
gün, bilgilerimizi o üst bir konumu meşrulaştırmak için kullanmayalım. İşte bizzat
Üniversitede okuduğumuz sosyolojiler bunun örnekleriyle dolu değil miydi?
Diplomalı bir sosyolog olduğum takdirde, kolaylıkla iş bulabilirdim. Yapacağım iş ise, en
kötü ihtimalle bu gerici teorileri genç beyinlere şırınga edecek bir öğretmenlik veya bir
fabrikada daha rafine sömürü mekanizmalarının kurulmasında veya daha incelmiş ve geniş
çaplı benzer projelerde çalışmak olabilirdi. Bu ise, sadece mesleğimde inançlarıma ters işler
yapmak anlamına gelmezdi, o işler aynı zamanda oldukça üst ve iyi bir toplumsal konum
anlamına geleceğinden, bir süre sonra inançlarım yaptığım işlere uygun hale gelebilirdi.
Böylece sosyoloji eğitimini, sadece sosyolojide sosyoloji öğrenilemeyeceği için değil; aynı
zamanda toplumsal konum olarak da hiçbir zaman üst ve imtiyazlı bir konumda bulunmamak
için, bırakmaya, daha doğrusu üniversiteye devam etsem de, hiçbir zaman diploma almamaya
karar verdim. Ertesi sene imkan buldukça felsefe ve psikoloji bölümlerine de devam ettim
ama oldukça parlak bir öğrenci olmama rağmen, hiçbir zaman diploma almaya çalışmadım ve
almadım.
Üniversite öğreniminde, gerçekten öğrenilebilecek en önemli dersi öğrenmiştim: ancak
sosyolojiyle savaşarak ve sosyolog olmayarak gerçek bir sosyolog olunabileceği.
Daha sonraki yıllarda, Hikmet Kıvılcımlı’nın “Metafizik Sosyoloji Eleştirileri” kitabını
okuduğumda; onun da, sosyoloji ve Marksizm konusunda bu kendi ulaştığım sonuçları
destekleyen aynı özde görüşleri yazdığını gördüğümde, düşüncemin doğruluğuna olan
güvenimin de pekiştiğini hatırlıyorum.
Bugün de bu sonuçların alfabetik doğrular olduğunu düşünüyorum. Sosyal bilimler alanında
okuyan ve çalışanlara karşı, şimdi bile, son derece sağlıklı olduğuna inandığım bir kuşku ile
57
yaklaşırım. Cellatlar her zaman rahiplerle birlikte olurlar. Devletin şiddet araçlarını modern
toplumun cellatları olarak tanımlarsak, sosyologlar ve sosyal bilimciler de modern toplumun
rahipleridirler.
Böylece, sosyoloji eğitimiyle ve üniversiteyle, ne sosyalizm ne de yaşamım açısından hiçbir
ilişkim kalmamış bulunuyordu. Üniversiteyi ve Sosyolojiyi bitirmem için bir yıl yetmişti.
Bundan sonra üniversite benim için sadece, ilgimi çeken kimi dersleri izlemenin, sosyal
mücadelenin ve askerliği tecil etmenin bir alanı ve aracı olacaktı.
*
Bu da Oya Baydar’ın “Darbe Kuşaklarına Açık Mektup” yazısı:
Darbe Kuşaklarına Açık Mektup
Bu açık mektup aslında kendi kuşağıma; 68’lilere. Ama, darbeler söz konusu olduğunda, aynı
zamanda 78’lilere ve daha gençlere de.
Bazılarınızın, yazdıklarıma öfkeleneceğini biliyorum. Yine de siz arkadaşlarımı, eski
yoldaşlarımı, kendi kuşağımı ve ardından gelen kuşağı, yalansız, riyasız seviyorum ben.
Çünkü bizler, Türkiye’nin umut ve masumiyet çağının çocuklarıyız. Gerçekleştirmeyi
başaramamış olsak da savaşsız, sömürüsüz, adil bir dünya ve devrim uğruna yaşamlarını,
gençliğini, aşklarını feda etmekten çekinmemiş olanlarız. Bir yanda büyük hatalarımız,
ölümcül yanılgılarımız, öte yanda özverimiz, devrim inancımız ve umudumuzla, bir başka
çağın trajik kaderli insanlarıyız. Bugün ayrı saflarda yer alsak bile, bizi birbirimize bağlayan
bir geçmişimiz var. Benzer yanılgılardan, aynı yenilgilerden ve aynı devrimci ütopyadan, aynı
zafer tutkusundan geliyoruz.
27 Mayıs’ta çoğumuz çok gençtik, çocuktuk, ne olduğunu tam anlamamıştık. Ama 12
Mart’ta, 12 Eylül’de, darbe yönetimlerinin işkencehanelerinde, askerî tutukevlerinin
koğuşlarında, hücrelerinde, sürgün olup sığındığımız yabancı ülkelerde aynı kaderi yaşadık.
Yoldaşlarımızı darbecilerin darağaçlarına, kurşunlarına, işkencelerine kurban verdik.
Sıkıyönetimleri, müdahaleleri, darbeleri iyi biliriz; ülkeye, halka nelere mal olduklarını da.
Bu açık mektup, siz arkadaşlarıma, eski yoldaşlarıma şu basit soruyu sormak içindir: Nasıl
oldu da buralara geldik, nasıl oldu da kimileriniz darbeci zihniyetin destekçisi oldunuz? Nasıl
değiştiniz böyle? Karşınızda/ karşımızda; vatana millete zararlı gördüğümüz, ideolojik
karşıtlık içinde bulunduğumuz, söylemi ve eylemiyle ters düştüğümüz, iktidardan düşmesini
tutkuyla istediğimiz bir siyasal güç odağının varlığı darbeciliği meşrulaştırabilir mi? Bir
darbe, bize karşı yapılmışsa kötü, başkalarına karşı yapılmışsa iyi olabilir mi? Arkalarını ordu
gücüne ve desteğine dayamış, özgürlükleri sadece kendi ideolojilerinin özgürlüğü,
demokrasiyi hemen vazgeçilebilecek bir süs, içi boş bir söz sayan bir takım darbe
heveslilerine ve onların kullandıkları vurucu çetelere kol kanat germe noktasına nasıl
geldiniz? Hangi umutsuzluklar, hangi hayal kırıklıkları, hangi dogmatik dirençler, hangi
“mahalle baskıları” getirdi kimilerinizi darbeseverliğe?
Bir televizyon programında, 12 Mart’ın saygın ve mümtaz direnişçisi, bir zamanlar tanışım da
olan anayasa profesörünün sözlerini duyunca, “ört ki ölem” dedim kendi kendime. Şu anda
58
darbeye teşebbüs suçuyla yargılanmakta olan sanıkları temize çıkarmak için, “Diyelim ki
darbe yapmayı konuşmuş, planlamış olsunlar, bu bir suç değildir,” diyordu. Darbe hazırlığının
kuvveden fiile çıkması halinde zaten işin bitip darbecilerin iktidar olacağını ve sonrasında
yaşanacakları en iyi bilenlerden biriydi oysa. İşte vicdanın karardığı, insanın kendini inkâr
ettiği an diye düşündüm.
Sonra, davanın bir başka sanığına destek vermek için birbirinizi kırdığınıza tanık oldum.
İnsan, en büyük suçu işlemiş dostunu bile yalnız bırakmaz, ona dostluk elini esirgemez, bunu
saygıyla karşılıyorum. Ama sizler orada basın ve düşünce özgürlüğü adına bulunduğunuzu
söylüyordunuz. O arkadaşımızın tutukluluk nedeninin ve dava dosyasındaki yerinin gazeteci
olarak yazdığı yazılar falan değil, darbe planlarına bulaşmak olduğunu bilmiyor muydunuz?
Neydi sizleri darbe teşebbüsü suçlamasını aklamaya, desteklemeye sürükleyen? Haksız,
hukuksuz bir ithama, darbe ithamına maruz kalmış meslektaşınızla dayanışma için orada
bulunduğunuzu söyleseydiniz; Hrant Dink her duruşmasında Ergenekon davasının elebaşı
sanıkları tarafından adım adım ölüme gönderilirken aklınıza gelmeyen böyle bir toplu destek
eylemini, yine de alkışlayabilirdik. Ama orada, “Arkadaşımız darbeci değildir, onun darbeye
teşebbüsten tutuklanmasına itirazımız var,” diyemiyordunuz ki. “Düşünce ve basın
özgürlüğünü savunmak için buradayız,” diyordunuz. Darbeciliği ne zamandır düşünce
özgürlüğü kapsamında bir temel hak saymaya başladınız?
***
Türkiye tarihinde ilk kez, bir sivil mahkemede darbe teşebbüsü ve darbeci zihniyet
yargılanıyor. İki yıl önce, ülkeyi adım adım darbe ortamına götürmek isteyen bu zihniyet,
“Tehlikenin farkında mısınız?” manşetleri atıyordu. Şimdi ben “Umudun farkında mısınız?”
arkadaşlar, darbecilik ilk kez suç oluyor, diyorum.
Bu davanın sanıkları, kamu vicdanı ve tarih önünde çoktan mahkûm olsalar da bir şekilde
aklanabilir, biraz da sayenizde paçayı kurtarabilirler. Darbeye teşebbüs suçları sabit görülse
bile, adalet mekanizması üzerinde yaratılan baskılar ve müdahaleler sonucunda, zaten işin
şovuyla yetinen sivil iktidarın askerle uzlaşmasıyla dava düşebilir, beraatla da sonuçlanabilir.
Bu ihtimali gözden uzak tutmadığım gibi, güçlü de görüyorum. Ama düşünün ki bir ilk
gerçekleşiyor, darbecilik suç sayılıp yargılanıyor. Kaplumbağa veya mehter adımlarıyla
ilerleyen sivilleşme ve demokratikleşme sürecimizde bunun nasıl bir adım, nasıl bir eşik
atlama olduğunu ve bu davanın, 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların yargılanmasına da kapı
açabileceğini hiç düşündünüz mü? Umudun farkında mısınız?
Darbeler atlatmış, darbelerle örselenmiş, hayatları kararmış, en yakın yoldaşlarını
darağaçlarında, işkencehanelerde, sokak köşelerinde kaybetmiş kuşaklara, siyasal kaygılar,
ideolojik saplantılarla değil vicdanın diliyle, yüreğimle seslenmek istiyorum. Darbe özlemi ve
zihniyeti değişmedi; giderek karikatürleşti, çağdışı kaldı, o kadar. Peki, nedir bu
darbeseverlik? Yoksa darbecilik, diktatörlük ve vesayet; sol geleneğimizin bir parçası mı?
Öyle bile olsa, bir çağın, bir dünyanın değiştiği şu son otuz yıl hiçbir şey öğretmedi mi bize,
yenilgilerden de mi öğrenmedik?
Hatalarımıza, zaaflarımıza rağmen, devrim umudunun ve özgür bir dünya hayalinin
kanatlarına binmiş ‘güneşi zapta çıkan’ bir kuşağın çocukları olan bizler, bu soruyu kendimize
59
soralım, cevabından da korkmayalım. Asıl korkmamız gereken, tarihe darbeseverler olarak
geçmektir.
60
Teori ve Politika
(12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması Karşısındaki Tavırlar Üzerine)
Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.)
ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini okudukça; bu konuda sosyalist teorinin tüm
öncüllerinin ve mantık sonuçlarının, eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe;
buna karşı bir şeyler yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden
edemiyordum. Kimseden ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya
çalışıyordum.
En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli girişimin İstanbul’da yaptığı üç
toplantıdan birine gitmiştim. Bizim sosyalistler nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar;
bakalım, buradan bir şeyler çıkar mı diye. Radar ekranından yitirmemek için.
Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve
metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün sabah kalkınca bu yazıyı
yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye bıraktığımda, Radikal’de, 28 Şubat’ta
ordudan atılmış, işinden, evinden olmuş İskender Pala ile yapılmış “28 Şubat soruşturmasına
sevinemiyorum” başlıklı, “Haksızlıklardan intikam alınmaz”, “çünkü intikama başladığınızda
siz çok daha büyük haksızlıklar yapmaya başlarsınız” sözleri öne çıkarılmış söyleşiyi
okuyunca, artık daha fazla geciktirmemeli diyerek, bu gün son şeklini vererek yayınlıyorum.
*
Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine yeterince can sıkıcıydı: yüz elli
civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek ağırlıklı bir topluluk
Ertuğrul Kürkçü’nun, Kürt özgürlük hareketi gibi ezilen kitlelere dayanan bir hareketle yakın
ilişkiye girdiğinden ve onların öz suyundan beslenmeye başladığından beri, beri kat ettiği yolu
ve olumlu gelişmeleri yansıtan konuşması haricinde bütün konuşmalar o topluluğun
bileşiminden de daha moral bozucuydu. Bir tek politik veya teorik, zeka parıltısı olan
konuşma yoktu. Ve yine her zaman olduğu gibi, eğer küçük bir umut ışığı veren konuşmalar
vardıysa, bunlar da yine birkaç kadının ve gencin yaptığı konuşmalardı.
Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan konuşmacıların, konuşmalarında, Ertuğrul
Kürkçü’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara zemin olarak sunduğu konuşması tam da teorik ve
politik konularda olmasına ve böyle bir tartışma zeminine bir davet anlamına gelmesine
rağmen, bir tek teorik ve politik sorunlara değinen söz yoktu neredeyse..
Ama bundan daha da kötüsü, konuşmacılar, öncüllerini, bildiklerini de unutmuşlardı. Çoğu,
söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık sonuçlarının ne olacağının bile farkında
değildi. Bilgeliğin son perdesi olarak söyledikleri veya üzerine tartışılması gereği bile
duymadan kabul ettikleri aksiyom derekesindeki temel görüş: eğer “Sosyalist” veya
“devrimci” veya kurulmak istenen toplumun örneği ilişkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle
kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacağıydı.
61
Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde doğduğunu unutmuşlardı.
Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında Marksizm’in kendisine karşı mücadele
içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve bunun farkında bile değildiler.
Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği ön
kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi
başlı ejderha gibi bir başını çıkarıyordu.
Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri olmuştu onun köylü, esnaf veya
küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak.
Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de bilinçle oluşan bölünmeler olduğu
yönündeki yaklaşım; bunun “halk safları”nı politik ve ideolojik kriterlerle belirleme
biçiminde ortaya çıkması. Yani düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen
sınıflarda yer alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp
sektleşme.
Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in
veya Çu En Lay’in partiye egemen olması gibi) ülkenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi,
yani bir anda, revizyonist (“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim
biçimi veya sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya
emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin varlığı
belirlemesi.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve tartışmaların olmadığı bu dünyada aynı
idealizm, aynı temel metodolojik yanlış bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor;
Meduza başını başka biçimlerde ve tartışmalarda çıkarıyor. O Meduza başı, Sosyalist Yeniden
Kuruluş tartışmasında da yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci
ilişkilerin veya ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların
tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde çıkıyordu. Yani önce bizler, kafalar
değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek diyen aynı değişmeyen Meduza
kafasıydı.
Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta, cezalandırmayı toplumsal
sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış
kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile
Recep Tayyip, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar
Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin cezalandırılmasının başka darbecilere ders
olacağı ve bunun darbeleri önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük
bunları intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin, 12
Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun yolunun yapıldığı
itirazlarına cevap olarak.
Halbuki bırakalım Marksizm’i bir yana, olağan burjuva toplumunun Kriminoloji veya hukuku
bile, cezaların ve onların sertliğinin hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç
oluşturan eylemi yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?
62
En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı,
bürokratik ve militer bir devlet cihazı varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme
özgürlükleri ortamında ezilenler birlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez.
Darbeleri engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer yapısına son
vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen yığınların örgütlenme ve
kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.
Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler olmasın diye yapılan bu mahkemeler,
aslında tam da bütün bunların yapılmadığını gizleyen, bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü
olarak kullanılmaktadır. Yani darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek
olası başka darbelerin yollarına taşlar döşemektedir.
Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın yeterince güçlü ve sert yapılmadığı
gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler.
Ve üstüne üstlük, intikamcı bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve
erdem kaftanı bahşederek.
Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı yerde ve varsayımlarda buluşur ve
ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik
tartışmalar, o “zıtların birliği”ni görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.
*
Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını değil,
varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir.
Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim, değişim ilişkileri)
anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme,
aslında en manevi değerlerin temelidir.
Bu önermenin mantıki ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı;
onların toplumsal koşulların sonucu olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve
cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı yaratan toplumsal koşulları değiştirmek
olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı
olduğudur.
Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme aynı zamanda en humanist
(insancıl) ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir ahlakın temelidir.
Eğer “esirgeyip bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu
“düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı
gibi, insanların suçlardan esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve
gerekçesidir.
Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan
prensip olarak (hikmetinden sual olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal
kuvvetlerin bir kurbanı olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o
toplumsal kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan düzenler;
toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel neden olarak görülürler.
63
Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim programlarının insanlarla değil,
toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların ancak onları şöyle veya böyle davranmaya
zorlayan toplumsal düzenler değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce.
Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu çok temel materyalist önerme ve
bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş bulunuyor. Sosyalistlerin her
toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin, insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri
kurmaktan; kurmayı düşündükleri toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür
örneklerini kurmaktan söz ettiklerini, bunlar olmadan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini
söylediklerini duyarsınız
Marksizm’i bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik yıllarında amneziye uğrayıp
bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek
tasavvurlarının geleceği değil, o tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey
yapmadığı, yani yine unutulmuş bir başka gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile
kavrayamayışlar ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez
insanın elinden.
O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”, “sosyalist” ya da “devrimci” ya da
“demokrat kişilikler” dedikleri, bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir köylünün
dünyasından, ilişkilerinden ve kişiliğinden başka bir şey değildir. Devrimci ahlak dedikleri
henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü
ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından ötesi değildir.
Bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz
etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden sonra bir “proleter kültür”ü yaratmaktan söz edenlere,
Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına.
Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine yok olduğu; insanların genelleme
yeteneklerini öylesine yitirdiği bir dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu
tartışmaları kim bilir ve kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini
veya onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?
*
İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin
kimi sonuçları vardır.
Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin (veya kişiliklerinin) bu günkü
toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve
bütün bunların aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin bir yansıması
olduğudur.
Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun ilişkileri bu toplumda yaratılamaz
ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma
mücadelesine yöneltilmesi gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de
öncelikle politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan
ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete ve milletlere
karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde iğneyle kuyu kazarcasına bir
64
ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya başarısızlıktan sonra, her seferinde
Sisyphos gibi yeni baştan başlamak gerektiğidir.
İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri
ya da kişiliklerini şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür.
Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların düşüncelerini toplumsal varlıkları
belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak
bir sorunumuz yoktur. Biz onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele
ederiz.
Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle
veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.
Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak gibi bir derdimiz olamaz bizim.
Onları işçileri sömürdükleri için çalışma kamplarında yaşatmak veya yoksulluğa mahkum
etmek gibi bir sorunumuz olamaz bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin
değil; ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna hizmet edeceğinden hareket ederiz.
Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları, burjuvaları, insanları sömürdükleri
için yargılama ve cezalandırma gibi yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar.
(Bunu şimdi yazmak ve hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul
olunduğunun bir başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları
cezalandırmak değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir.
Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet
ilişkilerinin ürünü olan devlet ve rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve
rejimlerin örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve aciz;
korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve keyfi memurlara da
eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde değillerse ve mücadelenin olağan
karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir sorunu olamaz ezilenlerin.
Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının değiştirilmesine karşı, elbette bu
mücadelenin bir parçası olarak; bütün savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların
kullanılması; karşı tarafın direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada
savaşın kendi kuralları ve mantığı vardır.
Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla kırmak veya onları
tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en büyük maddi fedakarlıkları bile
yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.
Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi5), eğer der egemen sınıfların sert bir
direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve
5
Bir okuyucum ve dostum (Alp Ünsal) şu kısa notla alıntıyı ve yeri hatırlattı. Kendisine çok teşekkür ederim.
“Selam Demir, "Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi), eğer der egemen sınıfların sert bir
direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının
gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs.
kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz eder.", diye yazmışsın. Ben de Engels'in bir sözü diye
hatırlıyordum. Aradım buldum. "Fransa ve Almanya'da Köylü Sorunu"nda Engels, Marx'ın bunu defalarca
65
üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma
çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol
olacağından söz eder.
Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12 Eylülcülerin yargılanması ile ilgili
davaya ve o davalar esnasında kimilerinin söylediklerine.
Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?
Nasıl kimi toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka kapitalistlerin
eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü ortadan kaldırmazsa; yapılması
gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği; yani toprakların ve üretim
araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün ortadan
kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için de geçerlidir.
Bu pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar
radikal bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin, politikacıların
cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden farklı değildir. Çünkü,
demokrasiyi çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti demokratik ve gerici
bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun karar alma hakkı olarak demokrasi, en
korkunç gericilikle bir arada bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların
savunucusu bir çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun
kendisini demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir
ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir şekilde çoğunluk
olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde,
Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti demokratik kararları almakta ve
savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk, dinsizleri, Alevileri ve Hıristiyanları vs. kendisi gibi
yaşamaya; din derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları beş vakit sonuna kadar
açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye zorlamakta veya
onlardan Sünni ve Müslüman Diyanet işleri için zorla vergiler alabilmektedir.
Politik karar yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını
parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne demokrasinin gelmesi
ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler.
Anti demokratik çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra, o güclü, militer,
bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta Firavunlar, Nemrutlar
çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi bilen; ve hatta gereğinde, son yıllarda
olduğu gibi, çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu” ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat”
da olabilen askeri bürokratik oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi,
milletin teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi gibi karar
alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da.
kendisine söylediğini belirtiyor. Ayrıca Engels'in "Komünzmin İlkeleri" ve "Konut Sorunu" yapıtlarında da bu
yönde açıklamalar bulmak mümkün.”
Alıntı: “Eine Entschädigung sehen wir keineswegs unter allen Umständen als unzulässig an; Marx hat mir wie
oft! als seine Ansicht ausgesprochen, wir kämen am billigsten weg, wenn wir die ganze Bande auskaufen
könnten.” (F. Engels, Bauernfrage, MEW 22, 503f.)
66
Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak radikal bir demokrasinin savunusu;
AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara
karşı radikal demokrat bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın
karşısında çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru
olurdu.
Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel nedenlerinden biri, bir bakıma
düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.
Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?
“Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı söylemler.
Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı;
bunu engellediği noktasından hükümete yönelik bir eleştiri.
Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer
cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap
sorucu, cezalardan medet umucu bir bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.
Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor. Onların bu oyuncakla oynaması
aracılığıyla; Kenan Evren’in yargılanmasının gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki
darbelere ve darbecilere karşı bir mücadele gibi gösterebiliyor.
En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip, tıpkı hakikat komisyonları gibi
komisyonlar kurulup darbeler toplumun vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı;
baskıcı; bürokratik; merkezi; militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran
devlet, her zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi
varlığını korumak için darbeler yapabilir ve yapacaktır.
Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik, militer cihazı hiçbir şekilde ortadan
kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir
hükümetin egemenliğinin aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye
ne kadar boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin
koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda;
dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine ve şimdi destekçisi
oldukları hükümete karşı yapacağı darbeleri veya askeri bürokratik oligarşinin uygun sınıf
ilişkilerini kullanarak tekrar legal yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine
yapılanların intikamını alacağını göreceklerdir. 10 yıllık DP iktidarı ve sonraki 27 Mayıs
bunun geçmişteki bir kanıtıdır.
Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince
sert ve kapsamlı olarak mahkemeye çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri
noktasında yapan ya da tam da böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil
olan “yetmez ama evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın
değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu yenilgilerini bile zafer
gibi gösteriyorlar veya görüyorlar.
67
Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12
Eylülcülerin yargılanması ne darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir
adım bile oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar.
Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir. Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin
Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz
merkezden atanan Vali, kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini
seçilmiş yönetici ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının
kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini savunabilmesinin koşullarının
yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı
olduğu, sadece çok özel teknik birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden
ibaret bir ordunun bugünkünün yerini almasıdır.
Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı yetki ve gücünün olduğu; tüm
düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve emniyet kuvvetlerinin bunların elinde
bulunduğu; halkın en küçük hücresine kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan
çalışan nüfusun bizzat kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı
bir darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke, böyle bir anda
milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi bir şeye cesaret
edemez.
Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara çekip; hükümetin ve burjuvazinin
korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle kayakçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek;
bu demokratik talep ve hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinin derinliklerinde
biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle,
sadece liberallerin ve hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol, ister liberal
sol olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya devam
eder.
Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini (bunlar demokrasi, sosyalizm,
demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey
olamayacağını söyleyenlerin aynı zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef
haline getirenlerin aynı solcular ve sosyalistler olması.
Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır. İnsanların varlıklarının
düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var
saymaktadırlar.
Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin kendisi; varlıkların düşünceleri
belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini
bulan bir düşünce ve yöntemdir.
*
Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve gereğinde intikamcılara karşı
intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü olduğumuza dair Deniz Gezmiş’e ilişkin bir
anımızı anlatalım.
68
1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri silahlı çatışmalar sonrası ve bu
çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve
korkmadan fikirlerini ifade edebilip savundukları yer haline gelebilmişti.
Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla, İstanbul Üniversitesi
yemekhanesinin oradan Bakırcılar Çarşısı’na dökmüştük.
İşte bu nihai çatışma başladığında, önceleri bizler hukuk binasının içindeydik ve faşistler
dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı.
Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o çatışma kendi gelecekleriyle de
ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı. Aslında beş on kişi oradan taşlarla
faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin
terörüne son verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.
Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir kısmımız onları binanın içinden
oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza
rağmen, iki ateş arasında bırakarak, onları paniğe uğratıp bakırcılar çarşısına doğru kovalamış
ve oradan dökmüştük.
Güç dengesi bizden yana dönüşüp de kazanacağımız anlaşılınca, o ana kadar hiçbir şey
olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada hep güçlüden ve zafer vaat edenden
yana kayan çoğunluk, birden bizlerin safına geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan
ve aşırılıkla zaferi kutlamaya başlamışlardı.
İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu sonradan saflara katılanların
bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere
olduklarını gördük.
İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir insana vurulmayacağını söyleyip
çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine
kapanıp, kendisi darbeler yeme bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim
olunca, çocuğu sağ salim oradan uzaklaştırdık.
Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce bize taş ve kurşun atanlardan ve
belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i işkenceyle öldüreceklerden biriydi.
Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.
Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere nice acılar çektirmiş Kenan
Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer
yargılanacaklarsa bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar
sağlanıp yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz
geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o az önce bize
belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak olan faşistin üzerine kapanıp
onu linçten koruduğu gibi?
“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”
69
Demir Küçükaydın
17 Nisan 2012 Salı
http://demirden-kapilar.blogspot.com/
[email protected]
Ek1:
Bu yazıyı okuyan bir okuyucum bana Hz. Ali’nin şu meselini anlattı. Ali bir savaşta tam bir
düşmanının kafasını koparacakken, düşmanı Hz. Ali’ye küfretmeye başlıyor. Bunun üzerine
Ali adamı öldürmekten vazgeçiyor. Adam küfre devam ediyor, Ali yine hiçbir şey yapmıyor,
kılıcını indiriyor. Bunun üzerine adam, beni niye öldürmüyorsun deyince, Hz. Ali, ben Allah
için savaşıyorum (yani adil ve insanca bir düzen için savaşıyorum), şimdi seni öldürsem, bana
küfrettiğin için seni öldürdüğüm sanılabilir diye cevap veriyor.
Bu mesel, anlatmak istediklerimi çok daha kısa ve özlü anlatıyor. Devrimciler (Hz Ali veya
Marks-Engels veya Deniz Gezmiş olsun fark etmez) böyle yaşarlar ve savaşırlar
70