Demir Küçükaydın Deniz Gezmiş’le İlgili Yazılar 1 Yayınları Deniz Gezmş’le İlgili Yazılar Demir Küçükaydın İkinci Sürüm Mayıs 2014 İkinci Sürüm Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir. Yayınları 2 Deniz Gezmiş’le İlgili Yazılar İçindekiler Derlemeyi Sunuş .................................................................................................................... 4 Deniz’in Son Sözleri ve Bazı Çağrışımlar (7 Mayıs 1998) .................................................... 6 Anlamak, Çözümlemek ve Tartışabilmek (8 Mayıs 1998) .................................................. 12 Bir Yazıdan Bir Bölüm (18 Nisan 1998).............................................................................. 15 Bir Mektuptan Bir Bölüm (26 Ekim 1999) .......................................................................... 17 Bir tartışmadan Bir bölüm (12 Haziran 2001)...................................................................... 19 Deniz Gezmiş ve Kürt Ulusal Hareketi (23 Kasım 2001) .................................................... 23 Kürt Ulusal Hareketi’nin Temel Bir Özelliği ................................................................... 23 Kıvılcımlı’nın Deniz Gezmiş Üzerinden Etkisi ................................................................. 26 Deniz Gezmiş’in Farkı ..................................................................................................... 27 Yol Nasıl Açılmıştı? (6 Mayıs 2010) ................................................................................... 35 “Mini İşgal” Üzerine Değerlendirmelerin Bir Derlemesi .................................................... 39 “Masum değiliz hiçbirimiz” - Taraf/AYÇA ÖRER - Istanbul - 17.05.2008 ..................... 40 Deniz Gezmiş Oya Baydar İçin Ne Yapmıştı? O günleri unuttu mu? .............................. 41 Mini İşgal ......................................................................................................................... 43 Yalçın Yusufoğlu’na Düzeltme Önerileri ......................................................................... 45 Hem 68’li hem Ergenekoncu olmak mümkün mü? ........................................................... 46 Mini İşgal ve Deniz Üzerine Birkaç Not .......................................................................... 48 Kıyıcı’nın Notu ................................................................................................................. 51 Demokratik üniversite istiyoruz!.. .................................................................................... 52 Sosyoloji Bölümü .............................................................................................................. 54 Darbe Kuşaklarına Açık Mektup ...................................................................................... 58 Teori ve Politika ................................................................................................................... 61 3 Derlemeyi Sunuş Denizlerin avukatı olarak bilinen Halit Çelenk, sanki önceden planlanmış gibi, onların ölüm yıldönümünden bir gün önce öldü ve bu yıl biraz da bu nedenle özel bir önem kazandı. Her yerde bu devlet tarafından genç yaşta öldürülen bu arkadaşlarımızla ilgili videolar, müzikler, resimler vs. dolu. Ama doğru dürüst bir inceleme, bir analiz, sistemli bir ders çıkarma çabası neredeyse yok. Aşağıdaki derlemeyi, bir bakıma bu akıntıya karşı bir duruşun varlığını gösterme amacıyla yapmak gerektiğini hissettim. Temel amacım bu duygusal, hamasi anmalara bir karşı duruş sergilemektir. Ama sadece politik kültüre ilişkin bir karşı duruşu da amaçlamıyorum. Denizler, ama özellikle de Deniz Gezmiş, Burjuvazi (yani liberaller) ve Askeri Bürokratik Oligarşi (yani ulusalcılar) tarafından sürekli çarpıtılmış bir resimle sunuluyor ve anılıyor. Özellikle ulusalcılar, Deniz’i bir pop ikonu gibi sunarak, içini boşaltarak, genç kuşağın ona duyduğu sempatiyi Askeri Bürokratik Oligarşi’nin yedeğine almaya çalışıyorlar. Liberaller de bu resmin üzerine atlayıp, devrimci gelenekleri lanetlemek için fırsat kolluyorlar. Son yıllarda buna karşı, iyi kötü bir mücadele de başladı. Ama 1990’lı yılların sonlarında ve 2000’li yılların başlarında o sıralar yeni yeni yayılmaya başlayan İnternet’te bu konuda ilk yazıları biz yazmaya başlamış ve bir mücadele başlatmıştık. Bu derlemedeki yazıların çoğu o dönemde ve özellikle ulusalcılardan gelen saldırılara karşı yazılmış yazılardır. Ne yazık ki daha başında dikkati çektiğimiz, Genel Kurmay’ın Deniz Gezmiş, Che Guavera, Hikmet Kıvılcımlı gibi insanları içini boşaltıp ehlileştirerek, gereğinde bir pop ikonu, gereğinde bir milliyetçi gibi göstererek, genç kuşakları örgütlemede çabası büyük ölçüde başarıya ulaşmış bulunuyor. Bu yazıları yayınlamamızın bir nedeni de budur. * Deniz Gezmiş, Devrimci Öğrenci Birliği’nde arkadaşım ve yoldaşımdı. Kendisiyle en sıkı ve yakın ilişkide olduğum dönem ise Deniz’in Filistin’den gelip Siyasal’da gizlenmeye başladığı günlerde, hatta Ho Şi Ming’i anma toplantısında Filistin’den üzerinde kalan askeri kıyafet ve botlarla yeni bir Vietnam ve halk savaşı çağrısı yaptığı gün başlar. Ben İzmir Aliağa’da işçi örgütlenmesindeydim ve dönünce beni çağırmıştı görüşmek üzere. Ben de atlayıp gitmiştim. O zamanlar benim de temel anlayışım, Vietnam Halkının sırtındaki yükü azaltmak için yeni bir Vietnam yaratmak ve bunun için de gerilla savaşı aracılığıyla bir halk savaşı başlatmaktı. O günler boyunca Taylan Özgür ile birlikte bolca konuşup tartışıyorduk. Niyetimiz bahar aylarında gerilla savaşına başlamaktı. Bu sıkı ilişki, Taylan’ın ölümü ve Deniz’in tutuklanmasıyla aksadıysa da, İstanbul’da Cihan Alptekin ile devam etti. 4 Daha sonra Deniz çıktığında benim üç arkadaşla birlikte Filistin’e gitmek üzere Hacettepe Kampüsünden yola çıkacağım ana kadar da sürdü. Bu birkaç aylık dönem çok kritik bir dönemdir. FKF o dönemde Dev-Genç oldu, Doğu Perincek’le yollarımız o dönem ayrıldı. Taylan o günlerde öldürüldü. Deniz o dönemde eski DÖB’lü arkadaşlarının çoğundan ayrı düştü. Devrimcilere yönelik seri cinayetler Taylan’ın öldürülmesiyle o dönemde başladı. Benim Filistin’de görüşlerim değişti ve yollarımız ayrıldı. Ama bütün o zamanın devrimcileri gibi, sevgi, saygı ve güvene dayanan ilişkimiz sürmeye devam etti. Son kez olduğunu bilmediğimiz ama sanki sezmişçesine birbirimize başarılar dileyerek vedalaştığımız son karşılaşmamızda sonraki hayatımızda yapacaklarımızı birbirimize anlattık bir bakıma. O da dediğini yaptı ben de. O bir isyan geleneği başlatmak ve bırakmak istiyordu. Bunu başardı. Ben İşçi Sınıfını örgütleyerek, içinde sabırla çalışarak bir Proletarya Partisi kuruluşuna katkı sunmayı amaçlıyordum. Şimdilik görünen sonuç: Kesin bir başarısızlık. Ama artık Partilerin devrim yapamayacağı, tarihte hiçbir devrimin partiler tarafından yapılmadığı; ancak bir parti bir parti olmaktan çıkıp bir din olduğunda devrim yapacağı gibi sonuçlara ulaşmış bulunduğumdan, görünüşteki başarısızlığın çok büyük bir teorik ve metodolojik başarı ile sonuçlandığını düşünüyorum. Bu nedenle artık görevini yapmış insanların huzurunu duyuyorum ve rahatça ölebilirim diyorum. Yetmişli yıllarda ve daha sonra, Deniz Gezmiş’e selam verdim diyenlerin geniş örgütler kurabildiği, Türkiye tarihinin en büyük radikalleşme ve politikleşme; ezilenlerin ilk kez gerçekten devletin kontrolü dışında ve kendi insiyatifleriyle örgütlendiği dönemde, Dev Genç’in dar çevreleri dışında Deniz ile yakınlığımız bilinmez kaldı. Bu dönemde Deniz’den söz etmek bir tür manevi rant sağladığı için Deniz ile ilgili konuşmadım ve yazmadım. Sadece bir kere Niğde Cezaevi’nde Aydın Çubukçu’nun ve Ertuğrul’un Deniz’i tanıyan bir arkadaşı olarak benden bir konuşmamı istemeleri üzerine bir kere konuştum. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz’in kendisini kendisinin anıldığı gibi anmayacağı üzerine bir konuşmaydı. Aydın da sözü bağlarken Deniz’in yapacağı ya da isteyeceği gibi bir konuşma yaptığımı söylemişti yanlış hatırlamıyorsam. Deniz üzerine konuşup yazmaya başlamam aşağıdaki yazılardan görüleceği gibi, dünyada yaprağın kımıldamadığı, özel savaş rejiminin Türkiye’de iyice yerleştiği, Kürt hareketine kimsenin destek olmadığı zamanlara rastlar. Okununca görülecektir ki, burada anlatılan Deniz başka bir Deniz’dir. Ve hamasi ve duygusal bir yan yoktur. Hep derinliğine analiz ve anlama çabası vardır. Sonuçlar doğru veya başarılı olmayabilir ama okuldaki matematik öğretmenlerinin dediği gibi “gidiş yolu doğrudur.” Demir Küçükaydın 06 Mayıs 2011 Cuma 5 Deniz’in Son Sözleri ve Bazı Çağrışımlar (7 Mayıs 1998) 12 Mart'ta ölenlerin anısı nasıl canlı tutulabilir? Onlar hakkında duygu çatlatan yazılar, şiirler yazarak değil. O tecrübelerin analizi ile. Ve olguları hiç atlamayarak. Son zamanlarda onların ölümleriyle ilgili bir sürü yazı yollandı ama bunların hiç biri o deneylerin analizini içermiyor. Sadece duygulara hitap ediyorlar. Ama daha da kötüsü, Kürt Ulusal kurtuluş Hareketi'ne karşı bir tavrı, Anti-Emperyalist gerekçeli şovenizmi, İlhan Selçuk gibilerin tavrının sosyalist söylemli; demokratik söylemli verisyonunu savunmanın aracı yapılıyor. Onların konumuna düşmeden ve duygusallıklarda boğulmadan o deneylerden çıkarılabilecekleri tartışmak mümkün olmayacak mı? Deniz, Yusuf ve İnan'ın konumlarından başlayalım. Ama bu konumların analizi için bazı olguları, tarihi çarpıtmaları da göstermek gerekiyor. Deniz'in son sözleri şöyle aktarıldı bir tartışma forumuna: "YAŞASIN TAM BAGIMSIZ TÜRKİYE ! YAŞASIN İSÇİLER, KÖYLÜLER ! KAHROLSUN EMPERYALİZM ! " 12 Mart döneminde bu son sözler ve mektuplar elden ele daktiloyla çoğaltılmış olarak dolaşıyordu. Çok iyi hatırlıyorum şimdi, Deniz'in son sözleri içinde Kürt halkı ve MarksizmLeninizm de geçiyordu. Hafızası zayıf bir insanım ama bunu iyi hatırlıyorum. Çünkü bunları okuduktan sonra birileriyle tartışmıştım. Deniz'in idam sehpasında, mahkemedeki ulusal kurtuluşçu çizgiden daha farklı, gerçek düşüncelerine uygun bir çizgide konuştuğunu; aslında Türkiye devriminin üç önemli ayağını ifade ettiğini iddia ediyordum. (Yani Marksizm Leninizm, İşçi Sınıfı ve Köylülük ile Ezilen Ulus Kürtler) Deniz ölürken diğerlerinden daha farklı bir mesaj verdi diye tartışmıştım. Eh Duvar yıkıldı, oradan "Marksizm-Leninizm" çıkarılıp atılabilir. Eh şu “Kürtler” de çoğunlukla şu "kadın ve çocuk katili"; "Führer" benzeri "Serok" Apo'nun peşinden gittiklerine göre, "Kürtler" de çıkarılıp atılabilir. Böylece demokratik, bağımsızlıkçı, işçi ve köylüden yana günün Genelkurmay icazetli sosyalizm anlayışına uygun bir Deniz yaratılabilir. Bugünkü çizgi bu değil mi? İstediğiniz kadar keskin komünistlik yapabilirsiniz ama şu Kürt meselesinde sınırı bilin. Deniz de bu sınırın içine çekiliyor. 68'liler Vakfı, (Birisi yollamıştı gene aradım bulamadım, gazetede de çıkmış göremedim) Samsun'dan Ankara'ya yürüyüş düzenlemiş. Tam ne yazıyordu hatırlamıyorum şimdi ama haberi okuyunca midem bulandı. Tahmin ediyorum kimler var oralarda. Bugün artık, Kürt sorunu karşısında İlhan Selçuk ya da CHP çizgisine gelmiş eski DÖB ve FKF üyeleri. Çoğu o 6 yürüyüşte de vardı. Ben de o yürüyüşteydim çünkü biliyorum. O yürüyüşü başından sonuna kadar yürüyen tek kişiydim de galiba. O yürüyüşte ilk kez, daha sonra DEV-GENÇ ve DÖB'ü oluşturacak kadrolar birbirini denemiş, tanımış; İstanbul-Ankara bağlantıları kurulmuştu. O zamanlar Samsun'dan Ankara'ya yürümenin bir hareketi doğurmak bakımından bir anlamı vardı. Ama bugün; Kürdistan'da olağanüstü hal ve bir savaş varken; Samsun'dan yola çıkmak, herhalde Genelkurmay şakşakçılığından başka bir şey olamaz. Bugün Genelkurmay şakşakçılığı yapmayan namuslu bir insanın Diyarbakır'dan Ankara'ya yürümesi gerekir, Samsun'dan değil. O zaman uğrayacağı saldırılar ise malumdur. Ne ilgisi var denecek, Deniz'in son sözleriyle bunun. Var hem de çok. Deniz'in son sözlerini aktaran belli ki onu başka bir yerden almış. Aldığı yer ne olabilir? Bu sözler genellikle hep Halit Çelenk'in hazırladığı kitaplarda çıktı. O bu olayın tek sol şahidiydi. Anlaşılan son baskılarda Deniz'in sözleri değiştirilmiş ve 68'liler vakfının; çizgisine gelmiş. Kendisi mi yaptı, başkaları mı yaptı bilmiyorum. Ama ortada sinsi bir tahrifat olduğu belli. Kalkıp kitaplıktan Halit Çelenk'in hazırladığı Onur Yayınları arasında çıkmış 1987 tarihli "İdam Gecesi Anıları" adlı kitabı alıyorum. Hazırlayan: Halit Çelenk. Kitabın 84. Sayfasında Deniz'in son sözleri şöyle aktarılmış: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın ...Yaşasın ...Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun Emperyalizm.” * Orada bir de yıldız var. “Nedir o yıldız?” diye dip nota bakıyoruz: "* Deniz Gezmiş'in idam sehpası altında söylediği bu sözleri yayınlayanlar hakkında TCK'nın 141–142. Maddelerine dayanılarak İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 977/585 esas sayılı dosyası ile dava açılmıştır, dava sürmektedir.” Demek ki, hafızamız bizi yanıltmıyor. O nokta nokta yerlerde “Marksizm-Leninizm” ve “Kürtler” vardı. O zaman hiç olmazsa, biraz namuslu olarak nokta nokta koyulmuş ve okuyanın anlayacağı bir dip not eklenmiş. Ya şimdikinde, şu Internet tartışma forumlarına yollananda, ne noktalar var ne de dip not. Bildiğimiz kadarıyla bu arada 141 ve 142 de kalkmıştı. Bu sefer hukuki değil, sosyolojik yaptırımlar (müeyyideler) devreye girmiş anlaşılan. Ya da şöyle diyelim: Deniz hadım edilmiş. * Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in son sözleri karşılaştırılınca şu görülür: Deniz'in son sözleri Programatiktir, hamasi değildir, duyguya değil akla hitap eder ve diğerlerinden çizgi olarak çok daha radikal bir noktadadır. Sosyalist bir temel içinde o günün strateji anlayışını yansıtmaktadır. Hüseyin ve Yusuf'un son sözleri ise daha duygusal, daha dramatiktir ama bir program olmaktan çok kendi yaptıklarının gerekçesi ve açıklamasıdır. Çizgileri ise kabaca anti-emperyalizm olarak belirir. Her ikisi de sosyalist olmasına rağmen, son sözlerinde 7 sosyalizmden iz yoktur. Deniz'de sosyalizme giden yolda bir aşamayı ifade eden şey onlar için bir kendi başına bir hedeftir adeta. Bu bir rastlantı değil aslında. Deniz, bizim kuşak içinde, daha çok küçük yaşta Kıvılcımlı'nın bir şekilde etkisinden geçmiş (TİP Üsküdar ilçesindeyken, Kıvılcımlı'yı TİP üyeliğine önermiş ve bu yüzden atılmıştı yanlış hatırlamıyorsam. ) yani sosyalist bir temeli olan birisiydi. İyi bir eğitimi ve bilgi birikimi vardı ama bunu gösteren biri değildi ve nihayet Kürdistanlı idi. Faşistler o zamanlar Deniz'in Ermeni olduğunu söylerlerdi. Deniz buna cevap vermezdi genellikle. (Vermemesinin nedeni Ermeni olması değil, Ermeni olmadığını söylemenin Ermeni olmayı kötü bir şey olarak görme anlamına geleceğiydi.) Ama kendi aramızda konuştuğumuzda, Kürt bir tarafı olduğunu söylemişti. Dolayısıyla Deniz bizler arasında, birkaç Kürt veya Hıristiyan azınlıklardan arkadaş haricinde, ulusal sorun konusunda en hassas, en uyanık kişilerden biriydi. 68 Üniversite işgallerinde Kürt öğrencilerin durumu ve önemli etkisi üzerine bu güne kadar ciddi bir inceleme yapılmadı. Ancak, şimdi geriye bakınca, Kürt öğrenci arkadaşlarla ittifakı sağlayarak ancak o zamanki Bozkurt ve Mücahit takımını üniversitelerden uzaklaştırabilmiş ve onların terörünün önünü kesebildiğimiz daha açık görülüyor. Devrimci Öğrenci Birliği'ni göz önüne getiriyorum şimdi. Kalanların çoğu herhalde şimdi 68'liler vakfındadır. Bunlar o zamanlar da Kürt öğrencilere karşı belli belirsiz bir soğukluk, Kürt sorununa uzaklık içindeydiler. Ama Deniz farklı idi. Beyazıt'tan Aksaray'a inerken soldaki Diyarbakır yurdu; oraya gidişlerimiz. Oradaki arkadaşların silahlarıyla her zaman hazır ve nazır yardımımıza gelmeleri. (Bizler çoğu şehir çocuğuyduk ve elimize silah almamıştık. ) Süleymaniye'nin arkasındaki bir sürü küçük dükkânlar ve orada Kürt milliyetçilerinin gittiği bir kahve geliyor şimdi aklıma hayal meyal. Deniz'le oralara gidip onlarla konuştuğumuzu bazı konularda yardımlarını isteyip sağladığımızı hatırlıyorum. Zaten Kürtler de Deniz'in bu konudaki farklılığının bilincindeydiler ya da bunu seziyorlardı. Yine belli belirsiz bir sahne geliyor gözlerimin önüne. Diyarbakırlı bir terzi bir arkadaşıyla gelmişti Deniz'le konuşup tartışmaya. Bu terzi muhtemelen Mehdi Zana idi1. Herhalde bir rastlantı değildi bu. Elbet, Alevilerle birlikte Kürtler oluşturuyordu Türk devrimci hareketinin çoğunluğunu. Ama burada alışılmışın dışında olan, Kürt arkadaşlarla Kürtler olarak ittifak yapılmasıydı. Türk devrimci hareketinin bir unsuru olarak onların var oluşu durumundan farklıydı bu. Bunu bilinçli bir politika ile uygulayan Deniz'di ve bu politika sayesinde 1969–70 döneminde yavaş yavaş önce dengeyi sağlayıp sonra da İstanbul Üniversitesi'ne egemen olabilmiştik. * Deniz yazı bırakmadı. Yazamayacağından değil, yazmaya pek değer vermiyordu.“Dergiciler var, devrimciler var. Biz devrimciyiz" derdi. 1 Yıllar sonra Berlin’de Mehdi Zana ile karşılaştığımda kendisine sordum. Evet, Çınaraltı’nda görüştüğümüz kendisiymiş. 8 Diğerlerinden farklı olarak, çok gerçekçiydi. O devrim falan yapmak için bu işlere girmedi.“Bu memlekette bir isyan geleneği yerleştirmek lazım, bunun için de birilerinin ortaya atılması gerekiyor.“ mantığıyla yaklaşıyordu. İlginçtir, Türkiye'de halkın en çok sevdiği insan Deniz olmuştur ama “Deniz'ci” bir hareket ortaya çıkmamıştır. Çünkü Deniz yazı yazmamıştır. Ama “İnan'cılar” vardır. Çünkü Hüseyin İnan'ın yazdığı söylenen Türkiye Devriminin Yolu diye bir metin vardır. O metin de aslında bildiğim kadarıyla Atilla Keskin'in yazdığı bir metindir2. Bu arada bir not. Hüseyin İnan THKO'nun lideri idi ama “teorisyeni” değildi. Onun lider olması teorisinden değil, amacı uğruna her şeyi göze alma kararlılığından geliyordu. * O zaman bizler için herhangi bir milliyetten olmanın bir önemi yoktu. Ama düşmanımız, yani devlet bu ayrımı yapıyordu. Böylece bizler için bir anlamı olmamasına rağmen biz istemesek de bu ayrımı bir şekilde yaşıyorduk. En ilginci kendi yaşadığım bir olay. Filistin'den dönerken yakalanmıştık. Arkadaşımızın biri Hıristiyan bir azınlıktandı. Bunun o güne kadar bizler için hiç bir anlamı yoktu. Ama Polis ve Jandarma'nın elinde olduğumuz saatlerde, bizi dövmeye gelenler biz Türklere bir vuruyor idiyse, o arkadaşa beş vuruyorlardı.“Ulan bunlar Türk, Onlar komünist de olur anarşist de. Sana ne oluyor" deyip de vuruyorlardı ona. Hayatımın en büyük aşağılanması buydu belki de: istemeden belli bir imtiyazı yaşamak. Aslında, bu imtiyaz birçok şeyi belirledi. Şimdi sosyalist olmak bu imtiyazı ortadan kaldırırmış gibi konuşanlar, aslında gerçeğin koca bir tahrifatını yapıyorlar. Örneğin Taylan Özgür geliyor aklıma. Eğer ölmese ve o gün Deniz de yakalanmasa idi gerilla hareketi belki bir yıl önce 1970 baharında başlayacaktı. Taylan'ın ölümü kadar bizleri etkileyen başka bir ölüm olmadı denilebilir. Taylan'ın seçilerek öldürülmesi, bizlerin çok dar çevresinde MİT'in onu Kürt olduğu ve o yaz Barzani'nin oralara gittiği için öldürüldüğü yorumuna yol açmıştı. Bu yorumda bir gerçek olduğuna ben hala inanıyorum. Taylan da Kürt sorunu üzerine kafa yormuş ve o yaz Barzani'nin oraya gitmişti bildiğim kadarıyla. O bunu canıyla ödemişti. Ya da Cevahir ile Mahir'i ele alalım. İkisi için de Kürt ve Türk olmanın bir önemi yoktu. Ama MİT için bu fark vardı. Bir rastlantı mıdır Cevahir'in ilk saldırı kurşunuyla öldürülmesi? Sanmıyorum. Derler ki, İstanbul polisi Mahir ve Cevahir'in tiplerini bilmiyormuş. Bunları o sırada nezarette bulunan İlkay ve Necmi Demir'e sormuşlar; onlar da tam zıtlarını tarif etmişler bu nedenle ilk kurşunda Mahir sanılarak öldürülen Cevahir'miş. Bu yorumu yapanlar bu devleti hiç tanımıyorlar belli. Bize bir vururken o Hıristiyan azınlıktan arkadaşımıza beş vuran ayrımcılıktır Cevahir'i de Taylan'ı da öldüren. 2 Atilla Keskin, 2008 Yılında Berlin’de yapılar “Ala Turca 68” toplantısında bunun ekonomi bölümünü kendisinin yazdığını ilk kez açık olarak ifade etti. 9 Bunun için değil mi ki Kıvılcımlı, 12 Mart öncesi Kürt Sorununda görüşünü sorana, yanlış bir şey söylemekten ise hiç bir şeyi söylememeyi tercih ederek "maçam sıkmıyor" demiştir. O bununla sıkmadığından ziyade, bu konuda TC'nin nasıl "hassas" olduğunu ifade etmek istiyordu. * Bir de Hüseyin İnan ile ilgili bir şeyler yollandı: "Hüseyin İnan, THKO' nun teorisyenidir. THKO' nun adı Deniz Gezmiş ile anılır, ama aslında gerçek teorisyeni Hüseyin İnan' dir. Bir Kürttür. Ama, milliyetçi değildir ve o zaman Serok( başbuğ) olmadığı için hidayete erememiştir ! Hüseyin İnan devrimcidir. THKO' nun en gencidir, öldüğünde 23 yasındadır. İdamı beklediği hücresinde, son ana kadar, Toprak Reformu ile ilgili tasarıyı okur, not alır. İşte sehpadaki son sözleri. BEN ŞAHSİ HİÇBİR ÇIKAR GÖZETMEDEN HALKIMIN MUTLULUĞU VE BAĞIMSIZLIĞI İÇİN SAVAŞTIM. BU BAYRAĞI BU ANA KADAR ŞEREFLE TAŞIDIM. BUNDAN SONRA BU BAYRAĞI TÜRK HALKINA EMANET EDİYORUM. YAŞASIN İŞÇİLER KÖYLÜLER VE YAŞASIN DEVRİMCİLER. KAHROSUN FAŞİZM ! " Bugün, Hüseyin'in bu laflarını aktaran bir solcunun, sosyalistin başka şeyler söylemesi, örneğin Deniz'in söyledikleriyle Hüseyin'in söylediklerini karşılaştırması, Hüseyin'in söylediklerini eleştirmesi gerekir. Söylediklerinin bugün artık maalesef hiç bir tazeliği olmadığını, bunun da onun aslında Türk Milliyetçisi özelliğiyle ilgili olduğunu belirtmelidir. Hüseyin bir Kürt olmasına rağmen, bir Türk kimliği ile ve bir Türk milliyetçisi olarak bu hareketin içindeydi. Yukarıda "milliyetçi değildi" deniyor. Hüseyin'in sözleri, tipik bir anti-emperyalist Türk Milliyetçisi’nin sözlerinden başka nedir ki? Türk milliyetçisi olunca milliyetçi değil de enternasyonalist mi oluyor? Yukarıdaki yaklaşıma göre öyle. Ama sorun sadece bu değil. Hüseyin sanki Abdullah Öcalan'ın zıddı bir tip imiş gibi koyuluyor. Bu da doğru değil. Hüseyin İnan, Abdullah Öcalan'da iyice ortaya çıkan özelliklerin çoğuna sahip ilk önemli devrimciydi. Evet, THKO'nun gerçek lideri Hüseyin idi -Teorisyeni değil-. Ama onun bu liderliği nereden geliyordu? Teorisinden mi? Hayır. Sinan'ın, Deniz'in entelektüel düzeyleri Hüseyin'den muhakkak ki çok ilerdeydi. Bunlar iyi eğitim görmüş, şehirli, modern burjuva ve küçük burjuva ailelerin çocuklarıydılar. Humanisttiler. Onları sosyalizme getiren kişisel ezilmişlikleri değil, ezilenlere duydukları sempati idi. 10 Ama Hüseyin'i sosyalizme getiren ezilmişliği idi. Alevi ve Kürt olarak ezilmişliği, dışlanmışlığı. Bir çocuk ve genç olarak yaşadığı binlerce izlenim ve olayın birikimi. Dolayısıyla Hüseyin'in olaylara yaklaşımı çok farklıydı. Bu farkı şöyle açıklamak mümkün. Ne Sinan ne de Deniz hiç kimseyi öldürmedi. Örneğin Amerikalıları serbest bıraktılar. Ama benzer durumlarda Hüseyin olsa idi çok başka davranır ve öldürürdü. İşte Hüseyin'in Deniz ve Sinan üzerindeki otoritesi bu kararlılığından, onun bu plebiyen yanından geliyordu. Deniz ve Sinan aslında 68'in gerçek iki kitle lideriydiler ve en parlak iki kafasını temsil ederler. Ama bu iki kişiyi Hüseyin İnan'ın karşısında mahcup ve el pençe divan durur durumda görmeyen inanamaz. Hüseyin'i ise dar Dev-Genç kadroları dışında kimse tanımazdı. İşte Sinan ve Deniz'in üzerindeki bu otoriteyi yaratan tek özellik; Hüseyin'in bütün plebiyen hareketlerde görülen özellikleriydi. Amaca varmak için her şeyi yapma kararlılığı. Onlar bunun kendilerinde olmayan bir özellik olduğunun farkındaydılar ve bu nedenle onun otoritesini gönüllü olarak kabulleniyorlardı. Denebilir ki Hüseyin Öcalan'ın ilk prototipidir. O özelliklerin çoğu onda tohum halindedir. * Kimileri Devrim'i "temiz" bir şey sanıyorlar. Hayır, devrim "pis" bir şeydir. O güne kadar Toplum'un en altında kalmış, ezilmiş, insanlıktan çıkarılmış insanları suyun yüzüne çıkarlar, kendi kaderlerini ele almaya çalışırlar ve bunu o güne kadar kurbanı oldukları ve tek bildikleri yöntemlerle yaparlar. Onlara ne verilmiştir ki ne istensin. 12 Eylül öncesinde aynı şeyler olmadı mı? Sonra hep 68'lilerin başka olduğundan söz edildi. Bu aslında pleplerden korkudur. 68'liler iyi aile çocuğu öğrencilerdi. 70'lerinkiler ise gecekondu mahallelerinin gençleri, plepler. Aynı mantık bugün Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı çalışıyor. Ama devrimlerin yüzeysel bir değerlendirmesidir onda sadece o "pis" olanı görmek. Onda başka şeyler de vardır görülecek. Örneğin ellerinde silahlarıyla kadınlar. Örneğin Kürtlerin artık Kürt olduklarını söylemekten utanmamaları. Örneğin büyük Kürt uyanışı ve rönesansı. “Dünyayı Sarsan On Gün" adlı kitapta bir sahne vardır. Eski bir devrimci, belli ki aydın ve şık giyimli, bir asker ile tartışmaktadır. Biri "sen çar baban için dua ederken ben devrimcilik yapıyordum" der. Diğeri, "Vallla ben onu bunu bilmem, burjuvazi var proletarya var. Birinden olmayan diğerinden yanadır.“ Der. Eski devrimci tekrar "sen de Bolşeviklerden duyduğunu papağan gibi tekrarlıyorsun" der. Aşağı yukarı böyle bir sahneydi. Dünün devrimcileri, davet ettikleri ezilenler sahneye çıkınca, ama biz bunu böyle istemiyorduk, böyle olmaz diyorlar. Ve aslında ait oldukları yere gidiyorlar. 07 Mayıs 1998 Perşembe 00: 48 11 Anlamak, Çözümlemek ve Tartışabilmek (8 Mayıs 1998) Aradan çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçmiş. Bugün ne o dönemin örgütleri, ne de sembol olmuş kişileri hakkında bir tek bilimsel ölçütlere göre yapılmış, duygusal olmayan bir analiz, bir monografi, bir biyografi çıktı mı Türkiye'de? Hayır. Sadece yarım yamalak yapılmış, belki bir araştırmada kaynak olarak kullanılabilecek anılar veya mahkeme zabıtları falan var. Bunların da, nasıl hazırlandığı ise ayrı bir sorun. Bir tanesini biliyorum. THKP-C ve Mahir ile ilgili bir kitaptı, saatlerce konuştuk; anlatırken röportajı yapan "ya evet, bunu biliyorum, başkalarından da duymuştum" gibi şeyler de söylüyordu. Ama kitabı alıp baktığımda, o röportaj esnasında konuştuklarımızdan hiç bir şeyin kitapta yer almadığını gördüm3. En azından olgular düzeyinde bile olayların sadık bir aktarımı yok; var olan ihtiyaçlara göre seçilmesi var. Ama o olguların analizi ve sonuçlar çıkarılması, genellemeler yapılması, hemen hemen hiç yok. Türk burjuvazisi Atatürk'e, ya da Müslümanlar Muhammet'e onun hayatına karşı nasıl tavır içindeyse, Sosyalistler ve devrimciler de kendileri için önemli şehit ve önderleri hakkında benzer şekilde davranıyorlar. İstediğimiz kadar devrimci ya da sosyalist olalım, doğduğumuz günden beri bizi şekillendiren kültür ve anlayışlar bir şekilde varlığını sürdürür. İşte "Turhallı bir hallı"nın tam da yeri burası. Bir de şu Almanya'yı göz önüne getiriyorum. Herhangi bir kitapçıya gidip, Almanya'nın Deniz Gezmiş'i sayılabilecek Rudi Duçke, ya da Mahir'i sayılabilecek Andreas Baader veya Ulricke Meinhof üzerine veya Almanya'nın Dev-Genç'i sayılabilecek SDS üzerine onlarca monografi, sosyolojik veya psikolojik analiz, anılar bulabilirsiniz. Daha geçenlerde Rudi Duçke'nin eşi en mahrem yanları bile açıklayan anılarını yayınladı. Türkiye'de yok böyle bir şey. Her şey bir kutsallık halesi içinde dokunulmaz tabu kılınıyor. Atatürkçülerin ya da Müslümanların tepkilerinden farkı yok devrimcilerin tepkilerinin de. Bu geleneği yıkmak gerek. En azından sol kültürün bu gelenekten bir kurtulma çabası gerek. Bu yöndeki her girişimin önyargılar, tabular duvarına çarpacağı açık olmasına rağmen yine de denemeye değer. * Elbette, bir değerlendirmede ya da tartışmada kimsenin kararlılığından, inancından, bağlılığından, içten ve samimi olduğundan şüphelenmek ya da bunları tartışmaya açmak söz konusu değildir. Eğer örneğin, Hüseyin İnan amacı için her şeyi yapma kararlılığındaydı sözlerim Deniz'in örneğin öyle olmadığı gibi bir anlamda anlaşılıyorsa, ne dediğim hiç anlaşılmamış demektir. Deniz de öyleydi, herkes öyleydi. Burada tartışılan başka bir konudur, kararlılık ya da inançlarda samimilik değil. Bu, dünyada devrimci mücadelenin, ezilenlerin mücadelesinin en can alıcı konularından biridir. O kararlı ya da samimi olarak bağlı inanç için mücadele ederken kendinize hangi sınırları koyduğunuza ilişkin bir sorundur. 3 Turan Feyizoğlu ve kitabı kastedilmektedir. 12 Hüseyin İnan ile Abdullah Öcalan arasında belli bir ilişki kurduk. Bu ya Öcalan'ın olumlanması ya da Hüseyin'in kötülenmesi olarak anlaşılıyor. Kimse olgular düzeyinde, insanların yetişme tarzlarının, uğradıkları özgül baskıların onların şekillenmesindeki etkileri; bu etkilerin sonuçları ve ortaya çıkanın ezilenlerin mücadelesi içindeki konumu gibi sorunları tartışmak bile istemiyor. Deniz'in ve Sinan'ın sınıfsal kökenleri ile Hüseyin'in farklılıklarından söz ettik. Bu hemen onlar arasına nifak sokma olarak algılanıyor. Yazılanların olgu düzeyinde, sonuçlar düzeyinde tartışılması yok. Bütün her şey politik tavır alışların fonksiyonu olarak ele alınıyor ve öyle bir değerlendirmeye uğratılıyor. Ya da Deniz'in son sözlerinde, bazı sözlerin bugün yok edildiğinden söz ettik. Ayrıca, bunu o alıntıyı post edene karşı kullanmamaya özel bir dikkat da gösterdik. Ola ki bilmiyordur. Bu sözlerin nasıl bir mekanizmayla değiştirilmiş olabileceğinden de imalı bir varsayım olarak söz ettik. Bu konuda çıt yok. Ortada bir olgu var. Deniz'in son sözlerinin değişmişliği. Değişmiş mi değişmemiş mi? Değişmiş ise niçin değişmiş? Bu değişmede bugün Kürdistan'da yürüyen savaş ve buna karşı azmış Türk milliyetçiliğinin payı var mı yok mu? Tartışan yok. Çıt yok. Türkiye'de sosyalist hareketin üzerindeki Kemalist etkiden genel olarak herkes söz ediyor ve mutabık. Ama bunu somutlamaya gelince ölenlere saygısızlık oluyor. Elbette bütün sol gibi onlar üzerinde de Kemalist ideolojinin muazzam bir etkisi vardı. Ama o Kemalizm ile bugünkü Kemalizm arasında başka bir fark da vardı. O zamanlar sosyalistlerin çoğu için o Kemalist söylem, müttefik güçlere yönelik, bir cephe politikası anlamı taşıyordu, tabiri caiz ise sosyalistlerin gerçek kendi dillerini yansıtmıyordu. Bir diğer yanıyla da, Kemalizm bugünden farklı olarak yorumlanıyordu. Bu ilk burjuva muhalefetlerin dinsel biçimler içinde çıkması gibi bir olaydı. Sosyalist hareket veya işçi hareketi de milliyetçi ve Kemalist formlar içinde ortaya çıkıyordu. THKO'nun davasının savunmaları ortada. O metinler bugün, kimi özel isimler çıkartılarak ve kimlere ait olduğu gizlenerek sola bulaşmış genç nesilden birine verilse, ya da kendini sosyalist olarak tanımlayan bir Kürt'e, onların sosyalistlerden çıkmış olduğunu anlayamaz. Bütün bunları tartışamayacak mıyız? Acaba bu kutsallık haleleri bu arkadaşların geleneğini sürdürdüğünü iddia eden hareketlerin konumları ve çıkarları ile de bir bağlantı içinde değil mi? Bu soruyu da tartışamayacak mıyız? Ne olgular ne de o olgulardan çıkarılabilecek genellemeler ve sonuçlar üzerine bir tek söz yok. (Gökyüzü4 ise "Kıvırıyorsun" "kariyerist" "marjinal" "kompleksli" gibi, bizim iyi niyetimizi ve kişiliğimizi hedef alan ithamlarda bulunuyor. Bunlara ne cevap verilebilir ki? Ama teorik düzeyde, olgular ya da çıkarsamalar düzeyinde her türlü iddiasına cevap verilecektir. Zaman 4 Bu yazının yazıldığı zamanlarda daha sonra “Erguvaniler” adli kitabın yazarı olarak tanınacak olan Tayfun Er, İnternet forumlarında Gökyüzü adıyla yazılar yazıyar ve Kürt hareketini savunduğumuz için bize karşı kişilağimize yönelik saldırılarda bulunuyordu. 13 oldukça ve yeri geldikçe. Aslında okumasını bilen için cevaplar çoktan var. Alıntılar yapılan iddiaları çürütür zaten. Biraz analiz çabası gerek o kadar. ) * Ama bu vesileyle yine somut olarak ulusal sorundaki tipik yanlış tavrın örneğini göstermeden ve değinmeden geçemeyeceğim. İsimsiz yazar şöyle yazıyor: "Ben kişisel olarak ” bir Kürt devleti olsun da ister kapitalist ister faşist olsun” anlayışınına karşıyım.” Hala o çok basit mesele anlaşılmış değil. Ezen ulustan sosyalistin görevi, Kürt ulusunun faşist mi, sosyalist mi, kapitalist mi, nasıl olacaksa, ona kendilerinin karar verebileceği koşulları yaratmaktır. Adamların ortada faşist ya da sosyalist bir devlet kurma özgürlükleri yok. Sizin göreviniz onu bu özgürlüğü sağlamak ya da onlar bunun için bir mücadeleye girmişler ise ona destek olmak. Kızı kendi başına bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya gider mantığıyla hareket ediyorsunuz hala. Kime giderse gitsin. Gitsin davulcuyla da yatsın, zurnacıyla da. Belki sonunda gider kemancıya varır. Bırakın onun ne yapacağına karar vermeyi. Türklerin bugün Genelkurmay ya da Özel Harp Dairesi tarafından yönetilip yönetilmeme hakkı ve özgürlüğü var. Bir devletleri olmasaydı bu hakları ve özgürlükleri olmazdı. Kürtlerin niye olmasın? Adı üstünde, "Kendi Kaderini Tayin Hakkı". Bırakın kendi kaderlerini kendileri tayin etsinler. 08 Mayıs 1998 Cuma 14 Bir Yazıdan Bir Bölüm (18 Nisan 1998) 1969 Kongresinde, yani FKF'nin adının DEV-Genç olduğu, Atilla Sarp'ın başkan seçildiği kongrede, benim de içinde bulunduğum, Devrimci Öğrenci Birliği'nden arkadaşlar beni de önerdiler ve İstanbul Bölge Yürütme Kurulu'na seçildim. Bu öyle ahım şahım bir şey de değildi. Çünkü o zamanın geleneği ve anlayışı içinde, yönetim organlarına seçilenler ile gerçek ilişkiler de aynı değildi. Bu sadece Devlet'e karşı, yönetici bir organ gösterme gereğinden dolayı yapılan zorlama bir işti. Bu organa seçilmemin nedeni de, daha sonra THKO'yu oluşturacak olan, ölenlerden bugün adını anabileceğim Deniz ve Cihan'ın da içinde bulunduğu küçük bir arkadaş grubuçekirdeğinin Dev-Genç yönetimini kontrol altında bulundurma planının bir parçasıydı. Çünkü o zamanlar biz, bahar aylarında gerilla savaşını başlatmayı düşünüyorduk. O kış hazırlıkları yapacak, militanları toplayacak, baharda da yeni bir Vietnam yaratmak üzere dağa çıkacaktık. Yani 12 Mart ve sonrasında olanı bir yıl önce yapmayı düşünüyorduk. Bu bağlamda, İstanbul'dan bir sürü Dev-Genç militanının Filistin'e gidip gerilla savaşı sanatını öğrenmesi için hazırlıklar da yapıyorduk. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymadı. Gidecek gruplar arasında ayrılıklar çıktı, Deniz tutuklandı vs.. Ben de, o başlangıçtaki plana bağlı olarak Filistin'e gitmeye karar verdim. Deniz, oraya gitmemin bir işe yaramayacağını, Türk ordusunun yakın düzen piyade eğitiminden başka bir şey vermediklerini, gitmememin daha iyi olacağını, ama bu noktadan sonra gitmemi de anladığını söyledi. Cihan da, kalırsam daha yaralı olacağımı söyledi ama kararıma da bir şey demedi. Bunun üzerine, işin hukuki durumu üzerine konuştuk, başıma bir şey gelirse Dev-Genç'in hukuki bakımdan kötü duruma düşmemesi için, Dev-Genç üyeliği ve organlarından istifa etmiş sayılmam gerektiği üzerine konuştuk. Ben de bundan sonra, tesadüfen bir araya geldiğim birkaç arkadaşla, gerilla savaşı öğrenmek üzere Filistin'e gittim. (12 Mart döneminde, fiilen çok az Dev-Genç yöneticiliği yapmama rağmen, resmen yönetici olmam dolayısıyla, -aslında istifa etmiştim ama kimse bu bürokratik işleri ciddiye almadığından bir işlem olmamış. Dolayısıyla resmen yönetici görünüyordum- mahkum oldum ama af kapsamına girdi. Sadece 5 ay hapis yatmış olduk.) Ne var ki, orada görüşlerim değişti. Türkiye'de muazzam bir İşçi Sınıfı ve hareketi olduğu, bu işin çok uzun bir mücadeleyi gerektirdiği, üniversite öğrencileri ortamından kurtulmanın şart olduğu gibi görüşler edindim. Dönerken, artık, zaten öteden beri içinde bulunduğum işçi hareketi içinde çalışmak üzere dönüyordum. Yakalandık, yattık çıktık. İstanbul'a gittiğimde, arkadaşlar, kendilerinden artık çok farklı düşünüyor olduğumu bilmelerine rağmen, tekrar Dev-Genç Bölge Yürütmesinde çalışmamı önerdiler. Ben de, "öğrenci hareketinden bir şey çıkmaz, ben işçilerin arasına gidiyorum gene, zaten formel olarak istifa etmiştim" diyerek, tekrar bir yıl önce de, zaten ilk örgütlenme çalışmalarında başından beri bulunduğum Aliağa Rafineri inşaatına gittim. Orada, 16 Haziran sonrasında, bütün işçi hareketinin sıkıyönetim 15 terörü altında bulunduğu dönemde, meşhur Aliağa direnişlerini örgütledik, Necmettin Giritlioğlu öldü vs.. Bundan sonra benim zaten Dev-Genç'le bir ilişkim olmadı. Ve ayrıca o zamanı yaşayanlar bilirler, gençlik içinde pek az kişi, üniversitelerin komformist ortamını terk edip işçiler arasında çalışmaya tüm enerji ve zamanını veren bir yola girdiği için, bütün gruplar, bizim farklı görüşlerimizi bilmelerine rağmen, bir bakıma onların alanlarıyla da fazla bir problemimiz olmadığından, bizlere karşı son derece saygılı ve olumlu bir tavır içindeydiler. 12 Mart döneminde de, fabrikalarda çalıştım, işçiler arasında örgütlenme girişimlerinde yer aldım. Daha sonra TSİP'i kuracak ekibe, onları reformist bulduğum için muhalefet ettim ve iste orada bir tür tasfiye yaşadım. Ama bunun Dev-Yol ya da Dev-Genç ile ilgisi yok. TSİP ile ilgili. 16 Bir Mektuptan Bir Bölüm (26 Ekim 1999) 27 Mayıs ve 68 kuşakları ilişkisi Ankara'daki öğrenci hareketinde pek görülmez. Orada bu geçiş teorik düzeyde gibidir. İstanbul'da bu geçiş çok açık biçimlerde görülebilir. Ankara'daki geçisin en tipik temsilcisi ise kanımca Yalçın Küçük'tür. Onun kimi kendine ilişkin değerlendirmelerinde kanımca bir gerçek payı vardır. Başlangıçta Forum dergisi çevresindendir ve Ankarada'daki olaylarda da bir yeri var sanırsam. FKF'nin kurucularından. Sonra TİP. Bir yerde ben Türkiye'nin ilk gerillasıydım diye de yazıyor. Bir anlamda, sembolik olarak doğru bir yanı vardır. Bunları kaba bir megalomanlık olarak görmemek gerekiyor kanımca. Böyle bir yanı da olsa bile. İstanbul'da Kastro Nuri kuşağını Ahmet Gülyüz Ketenci'lerin kuşağı izler (TMTF olayları, Yön dergileri vs.) Bozkurt (Nuhoğlu) aynı zamanda bu kuşaktandır da. Bu TMTF olayları sırasında, Mustafa Gürkan gibi Kemalizmden gelen biri, sosyalizme doğru evrilir (belki de Deniz'in etkisiyle). (Mustafa Gürkan'dan çok bilgi edinebilirsiniz. Yalnız bugün bunların hepsi Kürt sorunu dolayısıyla geçmişi tahrif ederek anlatacaklar, onu o zaman da onların şimdiki Kemalizmleri gibiymiş anlatacaklardır. Örneğin Deniz'in son sözlerinden Kürt halkını ve Marksizm Leninizmi çıkarmaları gibi.) TİP'ten Kıvılcımlı'yı üyeliğe önerdiği için atılan Deniz de bu TMTF olaylarına katılır. Sanırım Gürkan ve Deniz işbirliği, yani DÖB'ün çekirdeği buradan çıkar. Yani Deniz ve Gürkan FKF'liler ve Diğer Ankaralılandan farklı olarak, 28 Nisan'dan beri gelen, CHP'lilikten Yön'çülüğe doğru evrilmiş çizgiyle de bağlantılıdırlar ve bir anlamda Gürkan da bir geçiş tipidir. Bizler ise, doğrudan TİP'tendik. Bölgecilikler, CHP'lilikler, YÖN'cü eğilimlere karşı şerbetliydik. Hatta TİP'ten gelmişlik ile TMTF olaylarından gelmişlik, DÖB içinde farklı karargahlarda oturmayı bile belirliyordu. (Ben, Cihan, Erim, Selahattin, Deniz vs. Bizler YİS'çi idik. Mustafa Gürkan, Kıyıcı vs. daha ziyade TMGT'ci idi. Bu fark sonraki evrimlerde de görülür. YİS'ci kadro THKO'nun çekirdeği olmuştur, ODTÜ'nün yanı sıra.) TMGT'liler Mihriciliğe evrilmişler ve simdi de 68'liler vakfı isimli mason dayanışmasında batı çalışma grubuyla beraber çalışıyorlar. Bizim DÖB'ün iki karargahı vardı örneğin. TMGT ve YİS. TMGT 27 Mayıs'ta AP'lilerin kontrolündeki öğrenci derneklerine karşı onları dengelemek için kurulmuş göstermelik bir örgüttü. Daha sonra 27 Mayısçıların, Yön'cülerin etkisi altına geçmişti. Bu yukarıda saydığım isimleri orada görebilirdiniz. Başında da yine aynı tayfadan Karadeniz'li Kazım Kolcuoğlu vardı. (Alp Kuran da bu geçiş tiplerinden sayılabilir. Bedii Kuran'ın oğlu.) TMGT DÖB'ün hem sağ yanını hem geçmişini sembolize ediyordu. YİS geleceğini. Hatta, öylesine açıktır ki bu, biz ne zaman, bu Yön'cü taifenin işine gelmeyecek işler yapsak, sosyalist yanımızın ifadesi olan işler yapsak, radikalleşsek, TMGT'den bir şekilde dışlanırdık. Bunun üzerine YİS'e sığınırdık. Tabii sonra binlerce öğrenci üzerinde etkili olunca kolay kolay dışlayamaz oldular. Yine ihmal edilmemesi gereken bir yan. Devrimci öğrenciler Laleli'deki Diyarbakır yurdu ve Süleymaniye camiinin oralarda takılan öğrencilerin (Musa Anter'den, belki Yaşar Kaya'lardan gelen), 27 Mayıs öncesi Kürt kuşağının etrafında kümelenmiş sosyalist eğilimli Kürt gençlerinin desteğini alabilerek İstanbul Üniversitesi'nden Faşistleri sürebilmişlerdir. Bu ittifakın kilit ismi Deniz'dir. Yani Sosyalist öğrenciler, 27 Mayıs öncesi bölünmenin devamı 17 olan Kürt'lerle ittifak yaparak sağcılara üstün gelebilmişlerdir. TMTF DÖB evriminin benzeri kanımca Kürtler arasında da görülebilir. Kürt tevkifatlarına uğrayan eski kuşak ile DDKO kuşağı. Demir 26.10.1999 10:46 18 Bir tartışmadan Bir bölüm (12 Haziran 2001) Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz 1970'in tartışmalarında takılıp kalmış, o tartışmaları anlayıp aşamamış bir durumdasınız. Ben o tartışmalarda yanlış olduğumu düşünmüyorum. Yanlış olan Deniz ve Mahir'ler idi. Bir programatik ve stratejik sorun tartışıyorduk o zaman. Zaten sonraki olaylar onların öngördüğü veya koyduğu biçimiyle doğru olmadığını gösterdi. Ne THKO'nun devamı olan örgütler (Halkın Kurtuluşu ve Emeğin Birliği) “fokoculuk” yaptı; ne de Cephe'nin devamı olan en büyük hareket (Dev-Yol) Mahir'in "suni denge"yi bozmak için yaptıklarını yapmaya kalktı. Ebette görüşlerimde bir değişme vardır. 1965-69 arsında TİP'in görüşlerindeydim. 1969-70 yıllarında TİP'in "sosyalist devrim" stratejisi karşısında "demokratik devrim" stratejisini savunan kantta yer aldım, yani bilinen adıyla "MDD'ci" idim. MDD'ciler içindeki ilk Beyaz ve Kırmızı Aydınlık bölünmesinde, Beyaz Aydınlığa karşı, İstanbul'da ilk bayrağı açandım. O sıralar, "halk savaşını" savunduğumdan, inancıma uygun olarak gerilla savaşını öğrenmek üzere Filistin'e gittim. Ancak gerek orada gördüklerim, gerek daha önceden işçiler arasındaki faaliyetlerim ve de gerek Marksizm'den öğrendiklerimin etkisiyle, bu savaşın çok uzun bir mücadele olacağını, önce işçi sınıfının örgütlenmesi ve partisi olmadan bir adım atmanın mümkün olamayacağını düşündüğüm için, görüşlerim değişti. Döndükten sonra bütünüyle İşçi Hareketine yöneldim ve Öğrenci Hareketi beni hiç ilgilendirmedi. Öğrencilerle, sadece onları işçi hareketine çekebilmek için ilişki kurar durumdaydım. Bu dönemdeki bölünmelerde, Denizler, Regris Desbray'ın "Devrim'de Devrim" kitabına dayanarak fokoculuğu, Mahirler aynı işin partiyle yapılmasını savunuyorlardı. Onlar için tartışma mücadele biçimlerine ilişkindi, benim için devrimde güçlerin yer alışına ilişkindi. Onlar, "İşçi sınıfının ideolojik öncülüğü" diyerek kendilerini, yani özünde üniversitelerde, öğrenci hareketiyle sosyalist olmuş öğrencileri sınıfın yerine ikame ediyorlardı. “Temel güç köylülük” diyorlardı. Böylece o muazzam işçi sınıfı devrim stratejisinde yersiz yurtsuz ve anlamsız kalıyordu. Bu devrimi ciddiye almamak olurdu ve hala da öyledir. Bu tartışmada ayrıca ayrı diller konuşuyorduk. Bizler bir devrimde güçlerin yer alışını tartışırken o arkadaşlar, mücadele biçimlerini tartışıyorlardı. Şimdi, bu tartışmalarda savunduklarımın doğru olduğu kanısındayım bu gün de. Onlar yanlışı savunuyorlardı. İnsan yanlış bir stratejiyi savunurken kahramanca ölebilir. Arkadaşların durumu buydu. Biz o bölünmeleri yaşarken kimse henüz ölmemişti. Onların devrim stratejisi bakımından yanlış görüşlere dayanan davranışlarının sonradan nasıl yorumlanacağını kimse bilemezdi. Biri sonradan çıkıp da, "silahlı mücadele provokasyondur" veya daha sonra örneğin Gürkan'da olduğu gibi "bizler ittihatçıydık" derse öyle olmadığını savunurum. Ama bu onların yolunu doğru gördüğüm anlamına gelmez. Siz böyle anlıyorsanız yanılıyorsunuz. Evet, daha sonra yuvarlak hesap 1980'e kadar "doktorcu" idim. Yani işçi sınıfı ve onun partisi yok ise bir şey olmaz diyen bir insandım. Bu gün de öyle düşünüyorum. Ve hala dünyada bir 19 işçi sınıfı partisinin programının ne olması gerektiğini tartışıyorum. Bütün yazılarım bu soruna yöneliktir hala. 1980'e doğru, gerek Üçüncü Enternasyonal'in tasfiyesi, gerek Faşizm'e karşı mücadele stratejisinin sorunları beni Troçkizm denen, aslında revize edilmemiş Ortodoks Marksizm'den başka bir şey olmayan akımla tanışmama yol açtı. 1990'lara doğru artık kendime "Troçkist" dememeye başladım, daha doğrusu önceden de demezdim bir adlandırma olarak ama bu önemli değil. Onu yanlış gördüğümden falan değil, onun kendini tanımladığı problemlerin bu günün dünyasını anlamayı sağlamayacağından dolayı. Bu gün, klasik Marksist geleneğin yanı sıra, bu klasik geleneğin, devrimci ve eleştirel ruhunu koruyan ve onu geliştirmiş olan, birbirinden bağımsız üç geleneğin (Troçkizm, Eleştirel Teori veya "Batı Marksizmi" ve Kıvılcımlı'nın teorik katkıları) bir sentezinin, siyah, kadın, ekoloji, barış hareketi gibi öznelerin problematikleri ve teorik katkılarıyla birlikte geleceğin bir sosyalist hareketinin yükselişi için, bir teorik baz sağlayabileceğini düşünüyorum ve bu teorik baza dayanarak aklımın erdiğince sorular sorup cevaplar vermeye çalışıyorum. Bütün bu evrimimde, sonra gelen aşamam öncekinin olumsuz anlamda bir inkarı değil, onu içinde taşıyarak aşma olmuştur. Bu evrim bir binayı yıkıp onun yerine başka bir bina kurmaz, bu evrim bir tepeye tırmanmaya benzer, hareket noktası hep aynıdır ama ufuk genişler ve yeni problemler ortaya çıkar. Şimdi Kıvılcımlı'yı da Troçki'yi de Benjamin veya Adorno'yu da Marksizm’in zirveleri olarak görmeme rağmen kendimi, "Troçkist" veya "Doktorcu" olarak bile tanımlamaz iken, siz çıkıp, 1970'lerin bir bölünmesindeki sorunlarla beni yargılamaya hem de o günün mantığıyla kalkıyorsunuz. Benzerini Troçkistler ve Doktorcular da yapıyor: her hangi bir yerde Doktor veya Troçki'yi savunduğumu gördüklerinde. Sanki nedamet getirmişim gibi algılayanlar oluyor. Hayır. Öyle bir şey yok. Ben TİP'liliğime de, MDD'ciliğime de ve diğer ayrılıklardaki tavrıma da sahip çıkıyorum ve onları yanlış görmüyorum, o günün bölünme ve tartışmaları içinde. Ben o zaman tartışmaları içinde doğru olanı savunduğumu düşünüyorum ve bu tavırlar hep daha derinliğine bir kavrayışa ve daha üst bir aşamaya da denk düşüyordu. * Ben o zamanın kafasıyla da, eleştirdiğim ve yanlış bulduğum bu insanları burjuvaziye karşı savundum. (1974 Kıvılcım gazetesi). Uğur Mumcu gibiler, Denizler ve Mahirlerin silahlı hareketlerini silahlı mücadeleyi ilke düzeyinde mahkum etmek ve bir provokasyon gibi göstermek ve 70'lerin faşistlere karşı öz savunmalarını terörizm gibi göstermek istediklerinde de onların silahlı mücadelelerini tarihsel anlamı bakımından savundum. (Örneğin, Uğur Mumcu, CHP hükümetinde Adalet Bakanlığı'nın özel izniyle, ki bu izin solcuların faşistlere karşı silahlı öz savunma yapmasını engellemek ve bunu yanlış göstermek için Mumcu'ya verilmişti CHP stratejisinin bir parçası olarak, Niğde'ye geldiğinde, Ertuğrul, Orhan ve benle röportaj yapmayı planlamıştı. Aklınca, ben fikir suçlusu olduğumdan, benden silahlı eylemleri mahkum eden ifadeler alacağını sanıyordu. Ama bende aradığını 20 bulamayınca, röportaj bile yapmaya gerek görmedi, kitabında iki satırla bir de fikir suçundan şunlar yatıyor diye geçiştirdi. Ertuğrul ve Orhan onun istediği gibi şeyler söylememesine rağmen, çok meşhur oldukları ve dışarıda binlerce kişi onların ne dediğini merak ettiği için onlarla yaptı. Ama 12 Mart öncesi tartışmalarda hepsi yukarıda eleştirdiğim stratejileri savunanlarla, başlangıçta planı olmamasına rağmen, görüşmeler yaptı ve kitabında yer verdi. Çünkü tam da onun istediklerini söylüyorlardı bir şekilde. ) Ama ben, cephe ve ordu kökenli hareketlerin yarattığı Deniz ve Mahir imgelerine de itibar etmedim ve bunların da yanlış olduğunu kendi bildiğimce ifade ettim. Bu yüzden hakkımda öldürme planları da yapıldı. Hatta bana yakın olan bir kişi şişlendi. Şimdi siz de benzerini yapıyorsunuz. Deniz ve Mahir'lerin isyanı "doktor amcaya” idi falan diyorsunuz. Peki öyleydi de bizzat kendiniz "kesintisiz 1, 2 doktorun ta kendisidir" diyorsunuz. Evet öyledir. Peki, o zaman bu nasıl bir isyan oluyor Doktor'un kendisi Doktor'a karşı? Hayır, ortada sisteme bir isyan vardı ve bunun nasıl yıkılacağı sorunu tartışılıyordu. Herkes aynı isyanı duyuyordu. Ben işçiler arasına gittim ve tesadüfen ölmedim diye suçlu mu hissetmem gerekiyor kendimi. Hayır bayım. Sorunlar bu şekilde tartışılamaz. Siz benim bu günden yazdığımı söylüyorsunuz. Ama siz o günün atmosferinden mi yazıyorsunuz ki? Kimsenin isyanından, iyi niyetinden, cesaretinden vs. kuşkulanmak söz konusu edilemez. Bizzat o insanlar birbirlerine karşı sizin kin dolu ve aşağılayıcı üslubunuzdan çok daha saygılıydılar. Çünkü onlar çeşitli eylemler içinde birbirlerinin ne olduklarını ve sorunun bu olmadığını biliyorlardı. Ben şahsen ne Deniz'den ne Cihan'dan sizin yaptığınıza benzer ne bir ima ne de bir serzeniş gördüm. Aksine, benim hakkımda her hangi bir kişinin sizin şimdi konuştuğunuz gibi konuşmasına müsaade bile etmezlerdi. Bu bir spekülasyon değildir. Kimse kimsenin inancından, cesaretinden veya burjuvaziye veya devlete karşı olduğundan kuşku duymuyordu. Hepimiz çok garip koşullarda birbirimizin korku ve cesaretlerini görmüştük ve birbirimize karşı bir rol yapmamız söz konusu olamazdı. * Niye bunca yıldır sustuğumu söylüyorsunuz? Ne söyleyeyim, artık bu tür ithamlardan bıktığım niçin şimdi söylemek zorunda kaldığım gibi, o kişilerin ayrı görüşlerimize rağmen benim yoluma saygılı davrandıklarını hatta teşvik ettiklerini mi yazayım? Bu onların anısının arkasına sığınıp kendimi haklı gösterme çabası olmaz mı? Bu güne kadar anlatma gereğini bile görmedim. Örneğin Deniz ile son Taşkışla'nın kantininde karşılaştık, yollarımızın ayrı olduğunu biliyorduk. Fazla konuşmadık da. Artık bir ikna veya tartışma değil, girdiğimiz yolların kısa bir özetiydi birbirimize söylediklerimiz. Ben aşağı yukarı, "bu iş çok sabır ister, milyonlarca insanın, emekçinin eylemi olmadan bu sistem değiştirilemez. Bu da iğneyle kuyu kazarca uzun ve sabırlı örgütlenme gerektirir" anlamında şeyler söyledim. O da aşağı yukarı bana "Aslında sen de haklısın ama bu memlekette isyan geleneği yok, suikast geleneği yok. Biraz İttihat Terakki, Yakup Cemil falan başlamış, orada kalmış. Birilerinin bunu yerleştirmesi gerekiyor. Ben bunu yapacağım" anlamında sözler söyledi. El sıkıştık ve vedalaştık. 21 Veya başka bir olay. 12 Mart arifesi. Boğaz köprüsünde örgütleniyoruz İsmet Demir ile. Maddi durum berbat. Acele on bin liraya gerek var. THKO'nun banka soygunları yaptığını kimler olduğunu herkes gibi bildiğimden o sıralar gizlenen ortalıkta görünmeyen Cihan'ı arıyorum. Mecidiyeköy'de bir evin bodrum katında bir kaç arkadaşıyla bulunduğu yere götürülüyorum. Paraya olan ihtiyacı söylüyorum. Para ertesi gün hemen bize veriliyor. Bunları mı anlatayım? Bu son görüşmemizden söz etmem kendimi haklı göstermeye çalışmamın bir aracı olmaz mı? Cihan'ın adını kullanarak kendime bir itibar sağlamış olmam mı? Bunlara baş vurmamam mı suç? Anlatabileceklerim de hep böyle şeyler. Böyle şeyleri anlatmamamın şimdi karşıma bir suç olarak çıkacağını aklıma bile getirmezdim. * Kıvılcımlı ve Eşek Arısı hikayesine gelince. Anılarında Kıvılcımlı'nın allegorik olarak anlattığı son derece doğru ve yerinde bir eleştiridir. Hep yüksekten uçan arı, sonunda gider, büyük kara örümceğe değil de, küçük bir örümceğe yem olur. Deniz'i bir bekçinin yakalamasına anıştırma yapar burada. Biraz tarafsız olarak, askeri bakımdan düşünün Denizlerin eylemini ve yakalanışını. Biraz analiz edin. Bir yığın en sıradan insanın bile yapmayacağı düşüncesizce yapılmış iş ve hata doludur. Bırakalım devrim açısından doğru olup olmadığını bir yana. Dağdakilerin durumu da farklı değildir. Oyun oynamaktadırlar adeta. Eğer Sinanlar ölmese, Deniz'ler asılmasa, bu eylemlerdeki davranışlarından dolayı en çok kendileri alay ederlerdi her halde. O eylemler, sonradan bu gün sizin ona yüklediğiniz anlamları kazanmıştır. Yaşanırken dramatik bile değildiler. Doktor tecrübeli bir devrimci olarak bunu böyle görüyordu. Yaşasalardı onun bu değerlendirmelerini belki en çok kendileri beğenirdi. Onlarda bir parça humor vardı. Ama sonra onları bayraklaştıranlarda bu humoru görmek mümkün değil. Onlar gerçeği kutsal dramatik bir halenin arkasına ittiler. Siz bile geçen ayak bir sürü öyle şey yazıyorsunuz. Bir örnek: "Bizim için Denizciliğin ve Mahirciliğin bir tek anlamı vardı: Alacaksın atadan kalma silahı sıkacaksın Türkiye Cumhuriyeti Devletine! " İşte efsane yaratıyorsunuz. Deniz Türk devletine silah sıkmadı. Hatta Türk subayına teslim oldu, anti emperyalist ordu falan diyerekten. Ama buna rağmen de Gürkan'ın yansıttığı veya onu aktaranın göstermek istediği gibi bir İttihatçılık ya da Kemalistlik de söz konusu değildir. Olay çok daha karmaşıktır. Özetle. Burada politika tartışıyoruz ve yapıyoruz. Buradaki bütün tavırların ardında, Kürt sorunu karşısındaki tavırlar bulunmaktadır. Benim bu günkü tavrımı eleştirecekseniz, bu günkü tavrımı eleştirin. Otuz yıl öncesinde kalmış tartışmalar bu günkü tavırları açıklayamaz. 2001-06-12 Demir Kücükaydin 22 Deniz Gezmiş ve Kürt Ulusal Hareketi (23 Kasım 2001) Kıvılcımlı’nın Ulusal sorunda birbirinden çok farklı hatta çelişikmiş gibi görünen tavırlarını; bu görünümün ne anlama geldiğini ve nedenlerini ele almadan önce Kıvılcımlı’nın Kürt Ulusal Hareketi üzerindeki etkilerini ele almaya çalışalım. Bu etkilerin incelenmesi biraz Arkeologların yaptıkları incelemelere benzeyecektir. Onlar buldukları bir seramik parçasındaki desenlerden, yapılışından, stilinden onun hangi kültür ve medeniyetlerin izlerini taşıdığını, böylece çeşitli kültürel bağlantıları açığa çıkarırlar. Bu tür çalışmalar, küçük ayrıntılar üzerine yoğunlaşmayı gerektirir. O farklılıkların neler olduğu ve nedenleri üzerine yoğunlaşma olmadan da bu tür etkilerin ortaya çıkarılması ve anlaşılması olanaksızdır. Bu nedenle bundan sonraki bölümlerde, bu etkilerin bilincine varılması için bu tür bir yoğunlaşmaya gidilecektir. Kürt Ulusal Hareketi’nin Temel Bir Özelliği Kürt ulusal hareketi, bir bütün olarak bir çok siyasi hareket ve örgütlenmelerin cebirsel bir toplamıdır. Kimi burjuva ve feodal eğilimleri yansıtan hareket ve partilerden, Kemal Burkay gibi bir tür TKP benzeri reformizme, küçük sol sekter gruplardan PKK’ye kadar uzanan geniş bir yelpazedir. Kürdistan’daki bütün sınıf ve eğilimler bir şekilde bu ulusal harekette kendi eğilimlerini de yansıtırlar. Bunlar sadece yatay, sınıfların konumlarından kaynaklanan bir farklılıklar değildir, aynı zamanda, düşey diyebileceğimiz, zamansal, tarihsel bir farklılıktır da. Çeşitli siyasi şekillenmeler ilk şekillendikleri dönemin problematiklerini, ideolojik ve entelektüel iklimini yansıtırlar ve çoğu kez orada taşlaşıp kalmış yaşayan bir fosil gibidirler. Ne var ki, bu hareketin ezici bir bölümünü PKK temsil eder. Bu öylesine güçlü bir etkidir ki, farklı sınıflar eğilimlerini PKK karşısında ya da ona rağmen temsil edemeyeceklerini sezdikleri için, PKK’nın çekirdeğini oluşturduğu hareketin içinde yer alarak etkilerini koruma ve arttırma yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle Türkiye söz konusu olduğunda, Kürt Ulusal hareketi ile PKK’yı anlamdaş olarak kullanmak, pratik olarak fazla bir soruna yol açmaz. Bu elbette PKK’nın temsil ettiği temel akımın yekpare bir akım olmadığı anlamına da gelir. Aslında gerek PKK ve çevresindeki iç mücadeleler son duruşmada, Kürt ulusal hareketi içindeki farklı sınıflar arasındaki mücadelelerdir ve onların yansımasıdırlar. Bu anlamda bakıldığında, Kürt Ulusal Hareketi, çok sert ve ciddi iç mücadeleler yaşar. Bütün bu sert mücadelelere rağmen, ona rengini ve damgasını vuran Abdullah Öcalan olmaya devam etmektedir. Bu hareket ilk ortaya çıkışındaki bazı özellikleri korumaya devam etmekte ve bu özellikler sayesinde bu özellikleri pekiştirici özellikler kazanmaktadır. PKK’nın bir çok özellikleri sıralanabilir. O en modern Kürt hareketidir. En son doğan Kürt hareketidir. Bütün Kürdistan parçalarında etkili tek harekettir. Kürt yoksullarının hareketidir. Bir kadın hareketidir. Hiç bir aşirete dayanmayan bir Kürt hareketidir. Etkisi belli bir mezheple sınırlı olmayan bir laik harekettir. Bu özellikler daha uzatılabilir. Ve bu özellikler bir iç bütünlüğe de sahiptirler. Yani özellikler birbirlerini üretirler. Yani modern bir hareket olması, kadınlara ve yoksullara dayanması, laik olması, bir aşirete dayanmaması vs. biri olmadan diğeri olmayacak özelliklerdir. 23 Ne var ki, Kürt Ulusal hareketinin, çok temel bir farkı da vardır. O gerek kuruluşunda gerek sonra içinde Türklerin de yer aldığı ilk ve tek hareket olma özelliğini korumaktadır. Hiç bir Kürt hareketinin kuruluşunda Türkler yoktur. PKK’nın kuruluşunda ve ilk şehitleri arasında Türkler vardır. PKK gerillaları arasında daima Türkler de yer almıştır ve PKK komutanları arasında bir çok Türk asıllı komutan da bulunmaktadır. Daha baştan beri, PKK’nın bütün diğer Kürt hareketlerinden en temel farklarından biri bu olmuştur ve bu özelliğini hala da sürdürmektedir. Ve sadece Türkler değil, Kürdistan’daki başka uluslardan insanların da bulunduğu bir harekettir. Zaten bu fark anlaşılmadan, Kürt hareketinin İmralı ile yaptığı strateji değişikliğinin anlamı ve bunun nasıl mümkün olabildiği anlaşılamaz. Kürt Hareketi, İmralı ile bir bakıma sadece Kürt hareketi olmaktan çıkıp, Türkleri de Kapsayan bir sosyal hareket olmaya doğru bir adım atmıştı. Öcalan son Urfa davası savunması ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesine savunmasında ise, sadece Kürtlerle ve Türklerle ilgili bir hareket olmaktan çıkıp, Orta Doğu çapında bir hareket olmaya yönelmektedir. Bütün bu muazzam değişiklikler onun temelindeki, sadece Kürtlere dayanmayan, kendini ezen ulustan insanları da kapsayan bir hareket olmasıyla derinden bağlantılıdır. Bu çok tayin edici bir farklılıktır. Bir İrlanda Kurtuluş hareketinin kurucuları, kahramanları arasında ya da saflarında bir İngiliz bulamazsınız. Bir Filistin hareketinin kurucuları, kahramanları ya da önderleri arasında bir tek Yahudi bulamazsınız. Ama Kürt hareketinin adeta tamamı olan PKK’nın kurucuları, kahramanları ve önderleri arasında Türkler de vardır. Kürt hareketini biraz yakından gözleyen şunu görür. Kürtler arasında, Türklere karşı son derece haklı bir kırgınlık ve kızgınlık vardır. Türklerin gösterdikleri ırkçı tavırlar ve küçümseme; Kürtlerin acıları karşısındaki ilgisizlik ve baskıya gösterdikleri destek... bütün bunlar geniş Kürt yığınlar arasında Türklere karşı son derece haklı bir kırgınlık ve kızgınlığa yol açmıştır. Bu öylesine derin bir farklılıktır ki, Türkiye’yi ve Kürdistan’ı bir anda Yugoslavya’ya çevirebilir. Öcalan’ın Avrupa’ya çıktığı ve Kaçırıldığı sıralar Kürtler ve Türkler arasındaki bu farklılık çok net olarak görülüyordu. Ne var ki, Kürt kitleleri arasındaki bu yaygın kırgınlığa rağmen, PKK’nın kadrolarına doğru yükseldikçe, Öcalan’da zirvesine varan tamamen buna zıt bir eğilim de görülür. Burada da aksine, bitmek tükenmeksizin Türk ezilenlerine, sosyalistlerine uzatılan bir el, Türk düşmanlığına karşı sürekli bir mücadele vardır. Kürt Ulusal hareketinin çeperlerinde Türklere rastlanılmaz, ama yoğun merkezine doğru gidildikçe, yani PKK kadrolarına doğru çıkıldıkça Türklerin (ve başka uluslardan olanların) oranında bir yükselme görülür. Ezen uluslar gibi onların sosyalistleri de ezilen ulusların hareketine karşı daima anlayışsız, yukardan bakıcı, hatta düşmanca yaklaşırlar. En iyileri bile ezilen ulusu kurtarılacak bir nesne olarak görme hastalığından kurtulamaz ve onları bir özne olarak kabul etmez. Özne olarak onlar bir müttefik değil bir rakip ve düşman olarak görülürler ezilen ulusların hareketi ezen ulusların sosyalistlerince. Türk sosyalist hareketi de bir istisna oluşturmaz. Peki nasıl olmaktadır da, gerek ulusal baskı altındaki geniş Kürt yığınları, Türklere karşı bir kırgınlık ve kızgınlık içinde olmalarına rağmen, geniş Türk yığınları da, Kürtlerin acı ve mücadelelerine karşı anlayışsızlık, ilgisizlik ve düşmanlık içinde bulunmalarına ve Türk 24 sosyalist hareketinin genel olarak Kürt ulusal hareketine karşı şovence tavrına rağmen, karşı bir eğilim var olabilmekte; Kürt hareketinin politikasına bu karşı eğilim damgasını vurabilmektedir. Hem de eli hep havada kalmasına rağmen. Eğer Türk sosyalist hareketi içinde karşı örnekler olmasaydı, Kürt hareketi içinde Türk ezilenlerine, sosyalistlerine el uzatan eğilim var olamazdı; bu eğilim olmasaydı da Türkler içinden bu eğilimi destekleyen ve güçlendiren örnekler çıkmazdı. Yani Kürt hareketinin Türk sosyalistlerine uzattığı el Türk sosyalistlerinin küçük de olsa bir kesiminin Kürt hareketi içinde yer almasına olanak sağlamış, ve Türk ve başka uluslardan sosyalistlerin bir örnek olarak varlığı PKK’nın bu çizgisini, karşı basınç karşısında savunulabilir ve ikna edici kılmıştır. Yani karşılıklı olarak birbirini destekleyen diyalektik bir etkileşim söz konusudur. Tıpkı, uzay boşluğundaki bir gaz bulutunda, belli bir yerdeki yoğunlaşmanın daha büyük çekim gücüne yol açması, daha büyük çekim gücünün daha büyük yoğunlaşmaya, bunun tekrar daha da büyük çekim gücüne vs.. Bu süreç bir kere başladıktan sonra kendi kendini tekrar üretir ve geliştirir. Açıklama zorluğu burada değildir; zorluk bu sürecin ilk kez nasıl ortaya çıkabildiğindedir. Burada çok küçük bir etkinin devasa sonuçlara yol açması söz konusudur. Şöyle bir örnek verelim. Bir terazi düşünün her iki tarafta da eşit ağırlıklar olsun, dengede olsun. Bir tarafa koyulacak, küçücük bir ağırlık, bütün dengeyi alt üst eder. Ordular savaşında da böyledir. Güçlerin dengede olduğu bir durum düşünün. Bir tarafa yapılacak küçük bir destek, karşı tarafın yenilgisine ve imhasına yol açabilir. Burada o küçük farklılığın sonuçları, onun kendi ağırlığıyla hesaplanamayacak kadar büyük olur. Ya da şöyle bir örnek verilebilir. Bir namlunun ucundaki küçücük, diyelim ki, milimetrenin onda biri kadar bir sapma, hedefte metrelerce bir sapmaya yol açabilir. Aslında doğada bir çok başka türlerin oluşumu bu tür küçük sapmalardan dolayı ortaya çıkmaktadır. Küçücük bir sapmanın yol açtığı özellikler, kendini besleyerek bir kar topu gibi büyümekte, sonunda devasa, önünde durulmaz bir çığa dönüşmektedir. İşte, Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal hareketi üzerindeki etkisi böyle bir etkidir. Başlangıçta, küçücük, adeta ihmal edilebilir gibi görülebilecek bir etkidir. Hatta bu etkiye uğramışlar bile bu etkinin farkında olmayabilirler. Ama bu öyle bir etkidir ki, yol açtığı sapma, yol açtığı küçük yoğunlaşma, yol açtığı küçük denge değişikliği ile onun yukarıda sözünü ettiğimiz özelliklerinin ortaya çıkmasında tayin edici bir rol oynamıştır ve de oynamaktadır. Oynamaktadır çünkü, Kıvılcımlı’nın Kürt hareketi üzerindeki etkisi, sadece bir kere gerçekleşmiş, ilk doğuşta bir yön değişikliğine yol açmış bir etki değildir. Aynı zamanda tekrar tekrar bir etkidir. Kıvılcımlı’nın Kürt hareketi üzerindeki etkisi, birbirini izleyen üç dalga halinde görülür. Birincisi 60’lı yılların sonundaki ilk etkilerdir. Bunlar kişisel ilişkilerle yayılan görüşler ve “Halk Savaşının Planları”, “Devrim Zortlaması”, “Oportunizm Nedir?” gibi kitaplar üzerinden, Türkiye Sosyalist hareketi, özellikle THKO ve THKP-C üzerinden, ilk şekillenmeye yapılan dolaylı bir etkidir. 25 İkincisi, 70’lerin sonunda, İhtiyat Kuvvet Milliyet adlı kitap aracılığıyla PKK’nın doğuşu sırasında doğrudan bir etkidir. Üçüncüsü de, şimdi içinde bulunulan fazda, özellikle Öcalan’ın “Bizler İbrahimiyiz” dediği Urfa Davası Savunması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne savunma olarak verilen “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” başlığıyla yayınlanan kitapta görülen, Kıvılcımlı’nın Tarih Devrim Sosyalizm, Allah Peygamber Kitap gibi eserleri üzerinden bir etkidir. Bu etkiler anlaşılmadan Kürt hareketinin bu günkü ve dünkü özellikleri anlaşılamaz. Bu ilk bakışta küçük gibi görülen etkiler, sadece Kürt hareketinin değil, uzun vadede belki Orta Doğunun ve belki de dünya tarihinin gidiş yönünde etkide bulunabilecek, devasa sonuçlara yol açabilecektir. Kıvılcımlı’nın Deniz Gezmiş Üzerinden Etkisi 1960’lı yıllarda yükselen işçi ve öğrenci hareketi bir çok kitle örgütlenmelerine, bu örgütlerin önder kadrolarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ama bunlar içinde iki tip birbirinden ayrılabilir. Bir yanda bir örgütün yönetiminde olduğu için önder durumunda olanlar vardır. Bunların karizmatik bir kişilikleri yoktur, bir kitle hareketinin önderi ve bayrağı değildirler. Örneğin Behice Boran, Aybar, Kemal Türkler, Sülker, Hüseyin İnan, Mahir Çayan. Bir kitle hareketiyle özdeşleşmiş bayrak tipler değildirler. Hatta Hüseyin İnan THKO’nun gerçek önderi olmasına rağmen, Dev-Genç’in dar kadroları dışında kimsenin tanımadığı bir tiptir. Bir de, bir hareketin yükselişinin sembolü olmuş, geniş kitlelerin gözürde sembol, bayrak ve önder olarak kabul görmüş tipler vardır. Çetin Altan TİP’in ilk yükseliş yıllarında biraz böyleydi. Türkiye’de sosyalizm bir bakıma Çetin Altan’ın adıyla özdeşleşmişti. İşçi hareketinde, İnşaat işçileri arasında İsmet Demir böyle bir tipti. Öğrenci hareketinde İstanbul’da Deniz Gezmiş, Ankara’da Sinan Cemgil bu kategoridendi. Deniz, yükselen öğrenci hareketinin İstanbul Üniversitesindeki, Sinan ODTÜ’deki bayrağı ve önderiydi. Bunlardan İsmet Demir ve Deniz Gezmiş, yani 60’lardaki yükselişin öne çıkardığı bu iki kitle önderi ve bayrağı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile kişisel ilişki, onun fikirlerinden ve yaşamından doğrudan doğruya etkilenme içindeydiler. Yani 60’ların ikinci yarısında, en militan öğrenci ve işçi hareketlerinin karizmatik önderleri doğrudan doğruya Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile bağlantılıydılar. Dolayısıyla bunların kimi özelliklerinin doğrudan doğruya Hikmet Kıvılcımlı ile bağlantıları vardır. İsmet Demir’in önderi olduğu, şantiyecilerin büyük bölümünü Kürt işçiler oluşturuyordu. İsmet Demir’in önderi olarak örgütlediği ve yürüttüğü, Batman İskenderun Boru Hattı, Kadıncık Barajı, Aliağa, İskenderun’da yapılan direniş ve tecrübelerin, geniş yığınların yazılı olmayan hafızasındaki birikimler ve bunun Kürt hareketinin üzerindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer. Ancak biz burada konumuz olmadığından bunu geçiyoruz ve kendimizi Deniz Gezmiş ile sınırlıyoruz. Deniz Gezmiş bütün diğer öğrenci hareketi önderlerinden çok temel bir farklılığa sahiptir. Deniz Gezmiş, Kürtler ve “Kürt Sorunu” karşısında, bütün diğer öğrenci hareketi 26 liderlerinden farklı bir profil çizer. Bu farklı profil, Kürt Ulusal hareketinin ilk doğuş anlarında, yukarıda değinilen özelliklerinin oluşmasında tayin edici bir önemde olmuştur. Bu farklı profilin kaynağının ne olduğu araştırıldığında, karşımıza Dr. Hikmet Kıvılcımlı çıkar. Deniz Gezmiş’in Farkı Deniz Gezmiş 1960’lar kuşağı içinde Kürtlerle bağımsız ve ayrı bir özne olarak, yani Kürt olarak ilişki kuran tek sosyalist gençlik önderidir. Dikkat edilsin, diğer Dev-Gençliler de Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını ilke olarak tanırlardı. Yapacakları devrimle Kürtleri de Kurtarmayı düşlüyorlardı. Ama bunlar bütün egemen ulus sosyalistlerinde görülen özelliklerdir. Ezilen ulus ve onun hareketi bir nesne olarak görülür. Onların ayrı bir özne olarak kabullenilişi noktasına gelince akan sular durur. Deniz Gezmiş bu noktada bütün diğer öğrenci önderlerinden farklıydı. O Kürtlerle, onları ayrı bir özne olarak kabul ederek ilişki kuruyordu. Ve eğer böyle yapmasaydı, İstanbul Üniversitesi’nde devrimciler üstünlüğü sağlayamazdı. İstanbul’daki öğrenci hareketinin, Kürt ulusçularıyla ilişkisinin üzeri örtülmüştür. Deniz Gezmiş’in bu özellikleri ve İstanbul Üniversitesine egemen oluşta Kürtlerle Kürt olarak yapılan ittifak ve bunda Deniz Gezmiş’in belirleyici önemi hakkında ortada yazılı bir şey bulunmuyor. Bu incelenmeyi ve toprak altından çıkarılmayı bekliyor. Bu etki ve gizlenmesi konusunda, daha önce yazmaya başladığımız “Kürt Sorunu Üzerine Yazılar” başlıklı yazıda, (ki bu yazıda şimdi okuduğunuz bu yazının tezlerinin ilk taslak ifadeleri de vardır) şunları yazmıştık: “1968 sonbaharından sonra “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” isimli Samsun - Ankara yürüyüşü ile birlikte Deniz Gezmiş’in önderi olduğu gruba katılmış, daha sonra da bu grubun kurduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bir üyesi ve militanı olmuştum. O dönemde Sosyalist gençlerin toparlandığı örgüt Fikir Kulüpleri Federasyonu idi. Bu örgüt TİP’in Üniversite gençliği içindeki kolunu oluşturuyordu. TİP’in burjuva sosyalizmine karşı gelişen Milli Demokratik Devrim sloganıyla yükselen küçük burjuva devrimciliği ve radikalizmi, özellikle üniversite gençliği arasında etkili olmuştu ve Ankara Fikir Kulüpleri Federasyonu TİP’in kontrolünden çıkarak, MDD’cilerin eline geçmişti. İstanbul’da ise, FKF TİP’in kontrolünde bulunuyordu ve, radikal devrimciler, FKF dışında Devrimci Öğrenci Birliği’nde örgütlenmişlerdi. Yani, henüz ortada Dev-Genç olmamasına rağmen, DÖB İstanbul’un Dev-Genç’i sayılabilirdi. Bu örgüt, o dönemde İstanbul’daki bütün eylemlere damgasını vurmuştur. Bu örgütün bir üyesi olduğumdan, bu örgütün kimi karakteristiklerinin konumuz bakımından önemli bazı yönlerine değinmekte yarar var. Bu örgüt esas olarak şehirli gençlere dayanıyordu. Herkes kendini sosyalist olarak tanımlıyor ve sosyalist bir Türkiye’ye ulaşmak için önce Demokratik Devrim yapmak gerektiği anlayışını savunuyordu. Ancak örgütte iki farklı eğilim de vardı, tabii bu eğilim farklılıkları bu gün bulunduğumuz yerden geriye bakınca görülüyor, o zamanlar kimse bunun farkında bile değildi. 27 Bir yanda geçmişinde Türkiye İşçi Partisi deneyi veya o çevrelerden gelenler, yani işçi sınıfı ve sosyalizmin ilk şekillenmede belirleyici olduğu insanlar, diğer yanda Yön hareketi ve TMTF olayları gibi yerlerden gelenler yani daha ziyade Milli Kurtuluş ve Anti Emperyalizm motifi önde olanlar. Bu farklılık, bu örgütün iki karargahında da görülürdü. Bir yandan Tünel’de 27 Mayıs’tan sonra, bir takım ilgisiz örgütler bir araya getirilerek kurulmuş TMGT kullanılırdı. TMGT’nin CHP, tabii senatörler (yani cuntalar), İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu gibilerle bağlantıları vardı. Cağaloğlu’ndaki Merkez ise, İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS) idi. Mihri Belli’nin çıkardığı Türk Solu da aynı binanın yine bu sendika tarafından verilmiş alt katında çıkıyordu. YİS ise daha ziyade Hikmet Kıvılcımlı’nın damgasını taşıyordu. İsmet Demir'in bize verdiği üst kattaki odada, Kıvılcımlı'nın küflenen kitaplarının üzerinde yatıyorduk. Bir sene sonra, o büyük işçi olaylarının ardından o üzerinde yatıp yüzüne bile bakmadığımız kitaplar hızla tükenecek, büyük bir açlıkla okunacaktır. Devrimci Öğrenci Birliği, TMGT’ye egemen olan çevrelerin hoşuna gitmeyen işler yaptığında oralardan dışlanır YİS’e sığınırdı. Devrimci Öğrenci Birliği içinde, insanlar her iki tarafa da giderler iki tarafı da kullanırlardı ama, zamanla farklı mekanlarda yoğunlaşmalar da vardı. YİS’de daha ziyade TİP’li geçmişi olanlar ve İşçi sınıfına gitmek, ezilen insanlarla bağlar kurmak gibi kaygısı olanlar yoğunlaşırken, TMGT’de daha ziyade, diğerleri yoğunlaşıyordu. Zaten daha sonra da, YİS'e takılanlardan THKO'nun İstanbulluları ya da DÖB'lüleri ve Doktorcu olanlar, TMGT'ye takılanlar ise genellikle Mihri Belli'nin etrafını oluşturmuşlardır. Tekrar belirteyim ki, bu öyle kesin bir ayrım değildi, belli belirsizdi. Tıpkı bir bulutsudan ilerde farklı gezegenleri oluşturacak ilk yoğunlaşmaların başlaması gibidir. Yoksa her iki taraf ta diğerine gidiyordu. Eğer sembolik isimlerle konuşmak gerekirse, Deniz ve Cihan YİS ekibinden, Mustafa Gürkan (ki şimdi adı unutulmuş bu insan o zamanlar Deniz kadar ve hatta bazen Deniz’den de etkiliydi ve Deniz’in arkadaşıydı aynı zamanda) TMGT ekibindendi. Tabii ben de ilk örgütlü siyasi yaşama TİP Karşıyaka ilçesinde başlamış bir insan olarak zaten YİS takımındandım. Tahmin edilebileceği gibi Kürt Sorunu veya Milli Mesele konusunda bu iki takımın o zaman net olmayan farkları vardı. Bu fark daha ziyade bir vurgu farkı gibi görülüyordu. Bu manzarada Deniz Gezmiş’in çok özel bir durumu vardı. Deniz hem Türkiye İşçi Partisi’nden geliyordu, hem de TMTF olaylarından ve diğer çevrelerden. Yani deniz, bu iki farklı geleneği de şahsında birleştirmişti. Bunları niçin belirtiyorum? Çünkü Devrimci Öğrenci Birliği, bu gün genellikle, sadece Milli Kurtuluşçu ve MDD’ci olarak tanımlanmakta, onun örneğin Kürtlerle ve işçilerle ilişkilerinin özellikleri görmezden gelinmektedir. Buna bir yandan o zamanki FKF’lilerin ihtiyacı vardır, o zaman MDD’cilerin ne kadar sınıftan uzak MDD’ciler olduğunu, dolayısıyla kendi konumlarını haklılaştırabilmek için. Diğer yandan, o günün MDD'cileri de bu gün Batı Çalışma grubuyla çalışıyorlar; 28 Şubatı destekliyorlar; hasılı şimdiki İlhan Selçuk veya Doğu Perincek gibilerin konumunda bulunuyorlar. Bunların da aynı şekilde geçmişlerindeki 28 Kürtlükle ve sosyalizme ilgili şeyleri unutma ve tarihi bu gün bulundukları yerden yazma ihtiyacı vardır. Böylece o zamanın bölünmesindeki iki taraf da, farklı gerekçelerle benzer bir resmi ilettiklerinden, yeni kuşakların kafasında o döneme ilişkin gerçekle ilgisi olmayan bir tablo oluşmaktadır. İki taraf da, gerçeğin aynı tek yanına vurgu yapmaktadır farklı gerekçelerle, burada bu unutulmuş yana ağırlık vermek gerekiyor. Zaten bu unutulmak istenen halka olmadığı takdirde kendi düşünsel evrimimi de açıklayamam. Şunu belirteyim, bu gün geriye baktığımda, Devrimci Öğrenci Birliği gibi, anti emperyalizm vurgulu ve o zaman bile beni rahatsız eden milliyetçi vurgular taşıyan bir örgütün üyesi olarak, Kürt sorununu kavramamda, ya da Kürt sorunundaki sonraki tavırlarımda Deniz Gezmiş'in çok önemi olduğunu fark ediyorum. Yaşarken bunun farkında değildim. Şimdi geriye bakınca görüyorum. Ama onun kadar ilginç olan diğer nokta, Deniz'in bu etkisinin aslında, Kıvılcımlı'nın etkisi olduğudur. Kıvılcımlı Deniz aracılığıyla bir etkide bulunmuştur. Hem o dönemin öğrenci olaylarına, hem de bizzat bu satırların yazarının evrimine. Kıvılcımlı'nın bu bilinmeyen etkileri çok önemlidir ve ilerde yeri geldikçe bununla sık sık karşılaşılacaktır. Bu ayrı bir yazı gerektirecek bir konudur da. Deniz'in bütün o dönemde İstanbul'daki öğrenci önderlerinden ve bizim DÖB çevresindekilerden en önemli farkı, onun Kürtlerle Kürt olarak ilişki kurmasıydı. Ve bunu politik bir mücadele içinde yapıyordu. Deniz, Kürtlerle Kürt olarak, ayrı bir özne olarak ittifak yapan İstanbul’daki ilk önderdir. Ve kanımca bu sadece mücadelenin baskısından ve gerekleri ile açıklanamaz. Deniz’de bu konuda, yaygın olandan çok daha farklı bir formasyon bulunuyordu. Bu farklılık daha ilk İşgal Komitesi İcra Konseyi'nde bile görülebilir. Bir Kürt Milliyetçisi olan Kemal Bingöllü bu komitededir. Saldırılara karşı hep Kürtlerin silah gücü yardıma gelmiştir. Önce şunu bilmekte fayda var. Devrimci Öğrenci Birliği olarak, İstanbul Üniversite’sine egemen olmamız, faşistlerle bir seri fiziksel kavgaları gerektirmiştir. Önce onlar üstündü, sonra denge sağlandı ve en sonunda kelimenin tam anlamıyla onları Bakırcılar Çarşısı'na döktük. Ancak bütün bunlarda, Kürtlerle ittifak yapılmıştır. Bu ittifakı örgütleyen ve oluşturan kişi de Deniz Gezmiş’ti. İstanbul’da, sanırım Kürt tevkifatına dayanan bir Kürt Milliyetçisi çevre bulunuyordu. Bu çevrenin kimi öğrenciler ve yurtlarda, özellikle Diyarbakır yurdunda belli bir etkisi vardı. Bu çevre genellikle Süleymaniye camii civarındaki bazı kahveleri karargah olarak kullanıyordu. Deniz’in bunlarla sürekli bir ilişkisi ve diyalogu vardı. Bu diğer devrimcilerde bulunmayan bir özellikti. Dikkat edilsin, henüz devrimci öğrencilerin çoğunun kafasında Kürt sorunu diye bir sorunun bile olmadığı bir dönemde Deniz onları ayrı bir özne olarak kabul edip, onlarla öyle ilişki kuruyordu. Daha önce de belirtildiği gibi, devrimcilerin büyük çoğunluğu Kürt ve/veya Alevi idi. Ama devrimci harekette bu kimlikle yer almıyorlardı, sosyalist veya devrimci diyorlardı 29 kendilerine. Ama çok küçük de olsa İstanbul’da sosyalizme sempati duysa da kendini Kürt olarak tanımlayan bir grup vardı, özellikle Diyarbakır yurdu çevresinde, Deniz, bunlarla ve bu kimlikleriyle ilişki kuruyordu. Bu o dönemde başkasında görülen bir özellik değildir İstanbul’da. Peki nereden geliyordu Deniz’in bu özelliği. Kanımca Hikmet Kıvılcımlı’dan. Deniz TİP Üsküdar, ilçesinde çalışmış, Hikmet Kıvılcımlı’yla da bu dönemde tanışmış ve hatta Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine tavsiye etmişti. Kıvılcımlı ile bir çok kereler onun muayenehanesine gidip konuşmuştu. Bizlere sık sık “eski tüfeklerin” hikayelerini anlatırdı, muhtemelen çoğunluğunu Kıvılcımlı’dan duyduğu. Kişisel kanım odur ki, Kürt sorunundaki bu hassasiyet, bu olağan dışı tavır başka türlü açıklanamaz. Yoksa Deniz de diğerlerinin çoğu gibi bir memur çocuğuydu ve hiç ulusal veya dinsel baskıyı yaşamamıştı. Onun bu farkının tek izahı Hikmet Kıvılcımlı ile olan ilişkisi olabilir. Kendi kişisel deneyimim de bunu kanıtlar niteliktedir. İlk kez gittiğim açık oturumlardan birinde Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu, beş on dakikalık bir konuşma içinde bize anlatan Kıvılcımlı’nın, kendisini önceden defalarca ziyaret eden, saatlerce onunla konuşan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bu konudan uzun uzun söz etmemesi olanaksızdır. Yani Deniz’in bu konudaki esnekliğinde ve hassasiyetinin ardında Kıvılcımlı vardı. Kıvılcımlı ise daha 1930’larda “İhtiyat Kuvvet Milliyet” isimli kitabı yazıp, Türk solunun anca 1970’lerde tartışıp çoğunluğunun hiç bir zaman kabul etmediği, Kürtlerin ayrı örgütlenmesi, Kürdistan’ın Sömürge olduğu gibi tezleri savunmuştu. Dolayısıyla Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu, onların ayrı bir özne olarak var oluşu gibi Türk solunun büyük bir bölümünün hala kabul etmediği görüşleri, farkına bile varmadan, bilinçsiz ve kendiliğinden bir şekilde, büyük bir iç hesaplaşma yaşamadan pratik içinde kabul edişimin ardında, Deniz dolayımıyla Kıvılcımlı olduğu kanısındayım. Ancak bunu ancak bu gün bir var sayım olarak ileri sürebiliyorum, yoksa o dönemde böyle olduğunun farkında değildim Bu varsayım yanlış ise de sonuç değişmez, Deniz’in benim ulusal sorundaki evrimimde belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyorum, bunu da bu gün düşünüyorum, yaşarken, hatta ondan sonraki yıllarda farkında değildim. Bu farkına varışım ve bu konunun üzerine düşünmem, bundan bir kaç yıl önce, Deniz’in son sözleri vesilesiyle yazdığım bir yazıyla başladı. Politik Kürtlerle ilişkimi, onlara ilişkin gözlemlerimi, ilk izlenimlerimi düşündüğümde, hep kafamda Deniz ile birlikte olduğum sahneler canlanıyor. Bir kaç kere silah işleri için Diyarbakır yurduna gidişimiz; Bir kaç kez Süleymaniye’de Kürt milliyetçilerinin gittiği bir kahveye gitmemiz; FKF’deki bir toplantıda, karşı tarafın bize karşı Kürtleri kışkırtmak istemesi ve Deniz’in Biz Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunuyoruz diyerek, provakasyonu boşa çıkarması ve planı tersine döndürmesi, Kürt arkadaşlarla birlikte toplantıdan sonra toplu halde çıkışımız; Çınaraltı’nda Diyarbakır’dan gelmiş, terzi iki TİP’li ile Deniz’in konuşmaları. Bu Diyarbakırdan gelmiş kişilerden birinin Mehdi Zana olduğunu sanıyorum. Bu, Deniz'in farklılığının Kürtlerce de bilindiğini, bunun farkında olduklarını da gösterir. O zaman devrimci çevreler dışında pek tanınmayan Denizle 30 görüşmek istemeleri ve görüşmeleri anlamlıdır. Belli belirsiz hatırladığım bütün bu sahnelerde Deniz var. Bunlar aynı zamanda o dönemden Kürtlere ilişkin olarak hatırladığım tek sahneler.” (http://www.comlink.de/demir/biyograf/kurtsor/kurtsor03.htm ) Burada okuyucuya tekrar şunu belirtelim. Kendi tezimiz olan, Deniz Gezmiş’in o dönemdeki öğrenci liderleri arasında, diğerlerinden farklı olarak “Kürt Sorunu”nda en ileri anlayışa sahip olan önder olduğuna ilişkin önermenin kanıtlarını yine kendi anlattıklarımız oluşturuyor. Bunun nedeni de, yine yukarıda açıklandığı gibi, bu tarihi yaşayanların, bu günkü konumları açısından gerçeği unutturmak ve tahrif etmek zorunda olmalarıdır. Biz olayların canlı şahitlerinden biri olarak, olgulara ilişkin karşı iddialarda bulunanlar çıkarsa bunlarla her şekilde yüzleşmeye de hazırız. Bu uzun alıntıyla anlatılmak istenen, Deniz Gezmiş’in “Kürt Sorunu”nda bütün diğer sol öğrenci hareketi önderlerinden farklı bir tavrı olduğudur. Bu bir olgudur. Bu olgunun diğer bir kanıtı da, Deniz Gezmiş’in son sözleridir. (Burada bu derleminin başındaki yazılar aktarılıyor ve sonra şöyle devam ediliyor.) İstanbul’daki öğrencilerin lideri Deniz Gezmiş’in Kürt sorunundaki tavrı, diğer Dev-Genç ve DÖB’lülerden ve THKO’lulardan farklıdır. Bu onun son sözlerinde de, İstanbul Üniversite’sindeki öğrenci lideri olarak hareketlerinde de görülür.(Bu fark bu gün için yaşayanlarca gizlenmektedir, bu nedenle bu farkın kanıtları olarak genellikle kendi anlattıklarımızı kullanmak zorunda kalıyoruz.) O halde şu soru geliyor ortaya: Deniz Gezmiş’in bu farkı nereden gelmektedir? Ne sülalesinin Kürdistan’daki kökleri, ne ailesinin sınıfsal durumu, ne de o sıralar etkisinde bulunduğu sol akımlar ve örgütlenmeler bunu açıklayabilir. Ailesi tipik şehirli küçük burjuva memur aydın bir ailedir. Oradan gelen sadece Kemalist ve milliyetçi etkilenmelerdir. O sıralar yükselen MDD hareketi, bütünüyle anti emperyalizm vurgulu bir harekettir. Kemalist küçük burjuva çevreleriyle yakın ilişki içindedir. Daha önce de TMTF olaylarında yine benzer çevrelerin etkisi vardır Deniz Gezmiş üzerinde. Deniz Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bu anti emperyalizm ve milliyetçilik vurgulu tavrının bu gün o hareketten yaşayanları getirdiği yer ortadadır. Bunlar Kürt hareketinin en büyük düşmanı olan çevrelerdir ve Batı Çalışma Grubu’yla birlikte çalışmaktadırlar. Bu tavır gökten zembille inmemiştir. Bu tavır öylesine uzaktır ki, Deniz’in tavrına, kendilerini onun devamcısı gibi göstermek için, son sözlerini bile tahrif etmek zorunda kalmaktadırlar. Peki, nasıl olmaktadır da Deniz’de adeta bir mutasyon ortaya çıkmaktadır ne sınıfsal konumu, ne ilişkide bulunduğu çevreler bakımından bir ayrım olmayan diğer devrimci ve sosyalist DÖB’lü, Dev-Genç’li ya da THKO’lu arkadaşlarıyla. Bu farkın bir tek açıklaması bulunmaktadır: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın etkisi. Bu satırların yazarı bu etkinin canlı şahididir. Kıvılcımlı ile Deniz Gezmiş ilişkisinden bir çok yerde söz edilir. Ancak bu ilişkinin Deniz üzerindeki etkileri hiç inceleme konusu 31 yapılmamıştır. Halbuki Deniz’in bir Marksist olarak şekillenmesinde ve eğitiminde bu etkiler belirleyicidir. Bilindiği gibi Deniz Gezmiş, Üsküdarlıdır. Aynı dönemde Kıvılcımlı da orada yaşamaktadır. Deniz Gezmiş birçok kereler Kıvılcımlı ile görüşmeye gitmiştir. Hatta Kıvılcımlı’yı üye olarak TİP’e önermiş ve bu yüzden de TİP üyeliğinden olmuştur. Bu ilişkinin nasıl kurulduğunu, Erim Süerkan, ki kendisi de aynı zamanda DÖB üyesiydi, şöyle anlatıyor: “Hikmet kıvılcımlı ile tanışmamız şöyle oldu. 1965 yılındaydı. Nurettin bir gün Sahaflar’dan kitap alırken Hikmet Kıvılcımlı’nın “Tarih Devrim Sosyalizm” adlı kitabına rastlıyor. Bakıyor bir Türk sosyalistinin kitabı. Çeviri değil. Özgün bir eser. İlgisini çekiyor ve kitabı alıyor. Okuyup bakmamız için bize de getirdi. Bizim de ilgimizi çekti. Kitabın arka kapağında kitabı yazanın adresi var. Ayrıca kitap hakkında eleştirileriniz varsa yazın, gelin görüşelim diye bir de not var. Biz de Nurettin, Deniz ve ben kalktık Cağaloğlu’nda bulunan adrese gittik. Kendimizi tanıttık. İşte böyle böyle dedik. Kitabınızı okuduk ilgimizi çekti. Neyse sohbetimizde kendisinden bahsetti. Bu arada bizim Üsküdar’da oturduğumuzu öğrenince kendisinin de Salacak’ta oturduğunu söyledi. Böylece Hikmet Kıvılcımlı ile diyalogumuz kurulmuş oldu.” (Turan Feyizoğlu, Deniz Bir İsyancının İzleri, s.46) Şimdi, henüz yeni şekillenmeye başlayan bir lise öğrencisi, birden bire dünyanın en çaplı Marksistlerinden, Türkiye sosyalist hareketinin en güçlü teorisyenlerinden ve eylem adamlarından biriyle karşılaşıyor. Biri henüz ilk politik tecrübelerini edinen bir genç, diğeri yıllarını hapislerde geçirmiş bir savaşçı. Bu karşılaşmanın genç üzerinde nasıl bir etki yaratacağı tahmin edilebilir. Ayrıca bu ilişki öyle bir kere karşılaşmayla da bitmiş değil. Birçok kereler görüşülüyor. Hatta Deniz Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine öneriyor. Kıvılcımlı gibi eski bir savaşçının, bu genç ve sosyalizme ilgi duyan insanlara bilgi ve tecrübelerini aktarmak için, onu yakından tanıyanların çok iyi bileceği gibi, nasıl bir çaba içinde olacağı tahmin edilebilir. Ve bu anlatılanların önemli bir kısmının da Kürt sorunu olacağı çok açıktır. Bunu bizzat bizim yaşadığımız ve başka bir vesileyle anlattığımız başımızdan geçen bir olay gösteriyor. Bu olayı şöyle anlatmıştık o yazıda: “Kürt'lerin ayrı bir ulus olduklarını, garip bir rastlantı sonucu ve daha hiç Kürt tanımadan, ilk kez Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dan duydum. Balıkesir'den sonra Karşıyaka Erkek Lisesi'nde dönemi bitirmiş, fabrikalarda işçilik yaparak bir yıl bekledikten sonra, yine sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğümden, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Gece bölümüne kaydolmuş; iş arayarak ve diğer zamanlarda da Beyazıt civarında kahvelerde pinekleyerek üniversitelerin açılmasını bekliyordum. O yıllarda, Aksaray'daki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) lokalinin altındaki Konferans salonunda, sık sık sosyalistlerin tertiplediği ve katıldığı konferanslar, açık oturumlar olurdu. Biz de taşradan gelmiş sosyalistler olarak bunların hiç birini kaçırmaz, her duyduğumuzu, her gördüğümüzü büyük bir açlıkla sünger gibi içimize çekerdik. Yapacak işimiz olmadığından; ve eski taşra sinemalarında çocukluğumuzda sinemaya çok erkenden gidip beklemenin alışkanlığıyla, bir iki saat öncesinden toplantının yapılacağı salona gider ve beklerdik. 32 Yine böyle bir açık oturuma, toplantı başlamadan epey önce, daha salonda kimse yokken bir arkadaşımla birlikte gidip oturmuş, şakalaşarak, herhalde sosyalizmden konuşarak vakit geçiriyorduk. Tek tük bizim gibi erkenciler düşüyor ve birbirlerinden aralıklı olarak salonun farklı yerlerine oturuyorlardı. Bu arada yaşlı ama oldukça dinç görünüşlü bir adam geldi tam arkamıza oturdu. Bir süre sonra, çok saygılı bir dille bizim konuşmamıza katılmaya başladı, daha sonra da bize Türkiye'nin toplumsal yapısı üzerine anlatmaya başladı; tam ne anlattıklarını hatırlayamıyorum ama konuşmasının bir yerinde Kürtlerden ayrı ve ezilen bir ulus olarak söz etmesi dikkatimi çekmiş ve ona "Kürtler başka bir ulus mu?" diye sormuştum. O da öyle olduklarını söylemişti. Gerçi buna özel bir önem de vermemiştim ama ilk kez böyle bir şey duyuyordum. Daha sonra bu yaşlı adam kalkıp gitmiş biz de kendi konuşmamıza, devam etmiştik. O yaşlı adamın kim olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yoktu. Bir süre sonra, o bizimle konuşan yaşlı adamı konuşmacılar arasında görünce şaşırdık ve bundan gizli bir gurur bile duyduk. Daha sonra da, konuşmacılar tanıtılırken bu yaşlı adamın Dr. Hikmet Kıvılcımlı olduğunu öğrenecektik. Konuşmacılar tanıtılırken, dinleyiciler sırayla onları alkışlıyordu, sadece Dr. Hikmet Kıvılcımlı da herkesle birlikte alkışlamaya başlamıştı. Bu benim çok garibime gitmiş ve yanımdaki arkadaşa, adam amma da kendini beğenmiş, kendi kendini alkışlıyor demiştim. Arkadaşım da, bunun bir Komünist adeti olduğunu, onun tam komünist gibi davrandığını söylemişti. Bunun üzerine cahilliğimden bir kere daha utandığımı ve o yaşlı insanın dediklerini daha dikkatli dinlediğimi hatırlıyorum.” Bir açık oturum öncesinde, kısa bir zaman içinde bizlere bile Kürt’lerin ayrı bir ulus olduğundan, Kürdistan’ın sömürge olduğundan bahseden Kıvılcımlı’nın, defalarca görüştüğü Deniz Gezmiş’e bahsetmemesi düşünülemez. Açıktır ki, Deniz Gezmiş’te bütün diğer bulunduğu örgüt ve arkadaşlarından farklı olarak bu mutasyona yol açan Hikmet Kıvılcımlı’dır. Deniz’in farklı tavrının ve tutumunun, idam edilmeden önceki son sözlerinin başka bir açıklaması olanaklı değildir. O halde tekrar özetleyelim. Deniz Gezmiş’in Kürtler Karşısındaki tavrı, bütün çağdaşlarından farklıdır. Onları bir özne olarak görür ve öyle ilişki kurar; son sözlerinde olduğu gibi, Kürt sorununu Türkiye’de devrimin temeli olarak koyar. Bu farkın nedeni Dr. Hikmet kıvılcımlı’yı tanımış ve ondan etkilenmiş olmasıdır. Şimdi eğer bu fark Kürt hareketinin şekillenmesinde bir etkide bulunmuşsa, bu dolaylı olarak Kıvılcımlı’nın bir etkisidir, Deniz Gezmiş üzerinden. Bu satırların yazarı, bizzat 12 Mart döneminde, Deniz’in son sözlerinin bulunduğu daktiloyla dağıtılan metinlerin Kürt öğrencilerde nasıl bir coşku yarattığının ve sosyalist Kürtlerin konumunu nasıl güçlendirdiğinin birçok kereler şahidi olmuştur. Eğer Deniz Gezmiş, ölürken Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden söz etmese, Kürt ulusal hareketi içinde o ilk şekilleniş yıllarında sosyalizme olan sempati gelişemez, birçok Türk devrimcisi de Kürt sorununun önemini kavrayamazdı, yani Kürt hareketinin içinde Türkler de yer almazdı. Bu gün o hareketin, Türk solunun bütün şoven yaklaşımlarına, Türklerin 33 şovenizmi karşısında Kürtlerin kırgın ve kızgınlığına rağmen zerrece Türk düşmanı olmayan tavrı odaya çıkamaz ve varlığını sürdüremezdi. Türk sosyalistlerinin Kürt sorununda gösterdikleri en küçük bir hassasiyetin bile Kürt sosyalistlerinde nasıl bir coşku ve umut yarattığının örneğin olarak, Öcalan’ın şu söyleri alınabilir: “Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul’da tanıdım. Musa Anter DDKO’nun ruhu gibiydi. Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet Kıvılcımlı’dan bizzat “Mezopotamya’nın çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan yılın son günlerinde, illegaliteye çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiyle “Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol sempatizanlığımı derinleştiriyordu.” Burada Öcalan açık olarak, Mahir Çayan’ın Kürt sorunundan söz etmesinin sol sempatizanlığını derinleştirdiğinden söz etmektedir. Öcalan, Avrupa İnsan Hakları mahkemesine sunduğu savunmada da şunları yazıyor: “1970’ler Ankara’sında devrimci gençliğin sesi gür ve korkusuzdu. Tuzaklı bir sahada korkusuzluk olduğu hissediliyordu. Ama onlar senin soy varlığına sahip çıkacak kadar cesur ve özverili idiyseler ve eğer sende sınırlı bir onur duygusu varsa, bu gençleri takip etmekten geri duramazdım. Mahir Çayan’ların Kızıldere’de şahadeti ve Deniz Gezmiş’lerin idamları, biz namuslu sempatizanlara anılarını takip etme görevi vermişti. Artık okul bir bahaneydi. Halk adına hareket edeceğim kesindi. Ama en başta idam sehpasında bile adı haykırılmış benim halkım, Kürt halkı nasıl bir halktı? (altını biz çizdik) Bunun bilinmesi gerekiyordu. Ulusal soruna böyle başladım.” Burada bir Türk sosyalistinin İdam sehpasında Kürtlerin adını haykırışının yarattığı etki bizzat Kürt Ulusal hareketinin önderinin kaleminden ifade edilmektedir. Eğer bu örnekler olmasa, solun ne Öcalan için ikna ediciliği ve çekiciliği olurdu ne de Kürtlerin hayal kırıklıklarının baskısı karşısında direnme gücü. Deniz’in tavrının ve son sözlerinin de Sadece Öcalan için değil, binlerce Kürt devrimci için benzer bir etkide bulunduğu görmezden gelinemez. Türk solunun şovenliğiyle çelişki içindeki bu ayrıksı örnekler incelendiğinde, bizzat kendisi de bir ayrıksı örnek olan Kıvılcımlı’nın etkileriyle karşılaşılır genellikle. Bu ayrıksı örnekler, bu istisnalar olmasa, Kürt Hareketinin yazının başında değinilen, egemen ulustan kişileri de içeren istisnai durumu gelişemezdi. Burada Kıvılcımlı’nın ilk ve en belirsiz, kişisel ilişki üzerinden dolaylı bir etkisini ele aldık. Ama Kıvılcımlı’nın bu dönemdeki diğer bir dolaylı etki kanalı da Mahir Çayan’dır. Bu da tıpkı Deniz üzerindeki etki gibi unutulmuş bir etkidir. Onu da diğer yazıda ele alalım. 23 Kasım 2001 Cuma 34 Yol Nasıl Açılmıştı? (6 Mayıs 2010) Bu yıl, tam 41 yıl sonra ilk kez, Türkiye’de 1 Mayıs’a katıldım. 10 yıl hapis, 25 yıl sürgün, bir de 12 Mart dönemi. İşte 41 yıl geçmiş. Bu 1 Mayıs’tan izlenimlerimi yazmak isterdim zamanım olsaydı. Belki birgün zamanım olunca yazarım. Ama şimdi en azından birini yazmak istiyorum ve yazabilirim. Bu 1 Mayıs’ta Devrimci Öğrenci Birliği adıyla bir grup gördüm. Hangi politik eğilimdir bilmiyorum. Belli ki Deniz’in lideri olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nden ilham almışlar isimlerini alırken. Bu grubun pankartında “Buzu Kırana Yolu Açana Selam Olsun” diye yazıyordu Deniz Gezmiş’in resminin yanında. Bununla, genel anlamda, Deniz’in buzu kırdığını, yolu açtığını söylediklerini sanıyorum. Evet, gerçekten de öyledir. Deniz’in tam da yapmak istediği ve yaptığı buydu. Taşkışla’daki kafede son olduğunu bildiğimiz son buluşmamızda “Bu memlekette isyan geleneği yok, birilerinin bu geleneği başlatması gerekiyor. Ben bunu yapacağım” demişti. Ve dediğini yaptı. Genel anlamda doğru bu, Deniz’in “buzu kırıp yolu açan”lardan biri ve belki de en önemlisi ve bunu bilerek yapanı olduğu. Ama muhtemelen o pankartı taşıyan Devrimci Öğrenci Birliği’nin bilmediği, şu ana kadar bir yerde rastlamadığıma göre, belki şimdi kimsenin de hatırlamadığı ve belki de bilmediği daha somut bir anlamda o pankart 1 Mayıs’a ilişkin bir gerçeği dile getiriyordu. Bu 6 Mayıs vesilesiyle 1 Mayıs kutlamalarında Deniz Gezmiş ve Devrimci Öğrenci Birliği tarafından buzun nasıl kırılıp yolun nasıl açıldığını kısaca hatırlatalım. Aradan uzun zaman geçti, insan ayrıntılarda ve isimlerde yanılabilir. Bu anlatacağım ilk 1 Mayıs kutlamasını yaşayanlardan, yanlış hatırladıklarımı düzeltmelerini dilerim. * Biz ilk 1 Mayıs’ı sanırım 1969 yılında kutladık. 1968 olamazdı. Çünkü o zaman Üniversite işgallerinin arifesiydi ve böyle bir gelenek yoktu. O zamanlar birinci şube her 1 Mayıs’ta “Eski Tüfekler”i birkaç günlüğüne tutuklardı. 60 Sonrası kuşakların çoğu bunu bile bilmezdi. 1970 1 Mayıs’ında cezaevindeydim. Sonrası 12 Mart dönemi. Demek ki 1969 1 Mayıs’ı olmalı. Deniz Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin karargâh olarak kullandığı iki mekân vardı. Biri Beyoğlu’nda Tünel’de 27 Mayıs’tan sonra CHP ve 27 Mayısçıların bir takım ilgisiz dernek ve sendikaları bir araya getirerek kurduğu TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) binası. Bir de Cağaloğlu’nda Türk Solu dergisinin üstünde, aynı zamanda Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarının deposu ve Halk Ozanları Derneği’nin merkezi olarak da kullanılan ve Devrimci Öğrenci Birliği’nin resmi adresi de olan, efsanevi işçi önderi İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS). 35 Öğrenci lideri Deniz Gezmiş de işçi lideri İsmet Demir de Hikmet Kıvılcımlı’nın “Rahle-ie Tedris”inden geçmiş kişilerdi. Ve Deniz’in önderi olduğu DÖB’e (Devrimci Öğrenci Birliği) İsmet Demir’in önderi olduğu YİS’in (Yapı İşçileri Sendikası) yer vermesi hem bir rastlantı değildi, hem de büyük sembolik bir önemi vardı. Devrimci ve sosyalist genç aydınlar ve işçilerin buluşma ve kontak noktasıydı bu bina bir bakıma. İkisi de Türkiye’nin en esaslı Marksisti Kıvılcımlı’dan el almışlardı. İlk 1 Mayıs’ın burada başlaması da bu bakımdan yine sembolik bir anlama sahiptir. Bina tam Cağaloğlu yokuşu ile Nurosmaniye caddesinin kesiştiği köşede bulunuyordu ve aslında son derece stratejik bir yeri vardı. Az aşağısında sağcıların MTTB’si (Milli Türk Talebe Birliği) ile az yukarısında yine sağcıların ve faşistlerin TMTF’si (Türkiye Milli Talebe Federasyonu) vadı. Yine yakın sayılabilecek Sultanahmet Cezaevi’ne yakın bir yerde de FKF’nin (Fikir Kulüpleri Federasyonu) İstanbul sekreterliği bulunuyordu. * O 1 Mayıs günü, sanırım yine hafta sonu idi, her zaman olduğu gibi, DÖB’ten bazı arkadaşlar buluşmuştuk. Oturuyor sohbet ediyorduk. Deniz muhtemelen Kıvılcımlı’dan duyduğu eski tüfeklerin 1 Mayıs ve işkence hikayelerini anlatıyordu. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum ama konu “Yüksek Öğretmenlilere” geldi. Faşistler Yüksek Öğretmen okulunu işgal etmişlerdi ve Devrimci Arkadaşlar okula giremiyorlardı. Faşistleri okuldan atmak için bir teşebbüste bulunmuş ama yüksek ateş gücü karşısında başarısız kalmıştık. Bu nedenle Yüksek Öğretmenli devrimci arkadaşlar okuldaki yurtlarda kalamıyorlar ve Sultanahmet’teki FKF bürosunda yatıyorlardı. Yüksek Öğretmen Okulu’nda okuyan sosyalist ve devrimci arkadaşları -ki bunlar daha sonra başta İbrahim Kaypakkaya olmak üzere TİKKO’nun çekirdeğini oluşturmuşlardır- kimin örgütleyeceği ya da kazanacağı o zaman büyük önem taşıyordu. Veysi Sarısözen’in başında bulunduğu FKF, TİP paralelindeydi ve “Sosyalist Devrim” stratejisini savunuyordu. Deniz’in başında bulunduğu Mihri Belli’nin çıkardığı Türk Solu paralelindeki Devrimci Öğrenci Birliği ise “Demokratik Devrim” stratejisini savunuyordu. Bizler, yani Demokratik Devrim stratejisini savunanlar, her yerde yükseliş ve saldırı halindeydik. FKF hızla geriliyordu. Yüksek Öğretmenliler her ne kadar bize yakınlık ve eğilim gösteriyorlarsa da FKF’de yatıp kalkmaları, onların “Oportunistlerle” (o zamanlar FKF’lilere kısaca böyle derdik.) yakın ve sıkı ilişki içinde olmaları, dolayısıyla onların etkisine daha açık bulunmaları anlamına geliyordu. Yüksek Öğretmenlilerin “Sosyalist Devrimci” olmaları bizim için ciddi bir kayıp anlamına gelirdi. Yüksek Öğretmenlileri nasıl kafaya alacağımızı, onları “oportünistleşmekten” nasıl koruyacağımızı konuşurken, 1 Mayıs kutlaması yaparak onlarla olan yakınlığı ve arkadaşlığı güçlendirebileceğimizi düşündük. 36 Sonunda yurtlara, tanıdık öğrenci evlerine falan haber salıp, toplayabildiğimiz kadar arkadaşı toplayıp, Belgrad Ormanları’na gitmeye karar verdik. Böylece Yüksek Öğretmenlileri dört bir yandan kuşatmış olacaktık. Ama Belgrad Ormanları’nı seçmemize bakıp bunu Bahar bayramı gibi anlamamalı. Biz 1 Mayıs kutlamak istiyorduk. Ama esas amacımız 1 Mayıs da kutlamak değildi. Daha doğrusu 1 Mayıs kutlaması bizim politik çalışmamızın basit bir aracı idi. En başta Deniz olmak üzere bizler, hem gelenek henüz ortada olmadığından, hem de ritüellere, seremonilere ve “Pazar vaazlarına” hiçbir değer vermediğimizden, bir şeyi sırf kutlamış olmak için kutlamazdık. Bunlar bizim politik faaliyetlerimiz birer aracı iseler gerçek hayatın ve mücadelenin içinde bir işlevleri varsa bizler tarafından değerlendirilirlerdi. Yaptığımız buydu. * Toplandık. Yanlış hatırlamıyorsam bir otobüse yakın insandık. Celal Doğan, Metin Eşrefoğlu gibilerini hatırlıyorum. Belgrad Ormanları’na gittik. Şimdi birçok insanı hayal kırıklığına uğratabilir ama öyle törensel ve “devrimci” bir 1 Mayıs değildi bu. Sevdiğimiz türküleri şarkıları söyledik, ama bu zaten bir araya geldiğimizde hep yaptığımız bir şeydi. Topla oynadık. İçimizde ayıcılık yapanlar, güreşenler oldu. Yüksek öğretmenlilerle konuşmalar yapmaya, tartışmaya, yakınlıklar oluşturmaya çalıştık. Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya’nın kafasını koltuğunun altına alıp sıkarak, “dur lan seni kafaya alayım, Demokratik devrim stratejisini benimse” diyor ve Kaypakkaya da utangaçça ve sessizce gülüyordu. Bu ilk kutlamadan bunlar kalmış. Bu kutlamanın ilk kutlama olduğunu, bir gün bunun hakkında yazı yazmak gerekeceğini hayal bile edemezdik. Bu 1 Mayıs eylemimiz amaçlarına ulaşmış olmalı ki, daha sonra Yüksek Öğretmeli arkadaşlar Demokratik Devrim stratejisini benimsediler ve yine o zamanki bizlerin jargonuyla “Oportunist” olmayıp “Devrimci” oldular. * İşte 41 yıl önceki benim ilk 1 Mayıs’ım böyleydi. Deniz ve DÖB kelimenin gerçek anlamında ilk kez “buzu kırıp yolu açmaya” böyle başlamışlardı. Hiç de kahramanca veya destansı değil. Hayat öyledir zaten. Her şey öylesine oluverir. Sonra gelenler onlara başka anlamlar yükler kutsal bir haleyi başının üzerine konduruverirler. Deniz’in en az bilinen özelliklerinden biri de, en kutsal bilinen şeylerin üzerindeki kutsallık şalını kaldırmaktı. Bunu bilinçli olarak yaptığını düşünüyorum. Deniz yaşasaydı bu günkü göğe çıkmış Deniz ile en çok kendisi alay ederdi. 37 Biz de bu kısa yazıyla, onun yaşasaydı yapacağını yapmış olalım. * Yollar böyle açılır buzlar böyle kırılır. Troçki, hem Marksist metodun harika bir uygulaması olan, hem da bizzat devrime katılmış ve onun önderlerinden biri tarafından yazılmış, benzeri olmayan, her sosyalist ve devrimcinin Tarihsel Maddeciliği uygulamasından öğrenmek için okuması gereken Rus Devrim Tarihi adlı nefis kitabında, devrimin gelişimini anlatırken metaforlardan yararlanır. Tam hatırlamıyorum şimdi, kitap da elimin altında yok. Bir atın terkisi ardına çekine çekine ortaya çıkan devrimin, bir zırhlı araç olup tüm gücü ve haşmetiyle ortaya dolaşmasından söz eder devrimin kat ettiği gelişmeyi anlatırken. 41 Yıl önce bir otobüsü anca dolduran devrimci ve sosyalist öğrencinin Belgrad Ormanları’nda türkü ve devrimci şarkılar söyleyerek; top oynayıp, güreşerek Yüksek Öğretmenlileri kafaya almak için başladıkları 1 Mayıs kutlaması, şimdi yüz binler olmuş Taksim’i ve yolları doldurmuş. Bu günkü muhteşem kutlamanın bütün politik görünüşüne rağmen o günün apolitik görünüşlü, cılız 1 Mayıs kutlamasından daha politik olduğunu söyleyemem. 05 Mayıs 2010 Çarşamba Demir Küçükaydın [email protected] http://www.koxuz.org 38 “Mini İşgal” Üzerine Değerlendirmelerin Bir Derlemesi Sezai Sarıoğlu, Kadıköy’de ayda bir “Nehir Muhabbetler” başlığı altında, tarih ve bu gün arasında hem bilgi ile hem sanatla dolu bağlar kuran toplantılar yapıyor. İstanbul’da olduğum zamanlar bu “Muhabbetler”in hiç birini kaçırmamaya çalışırdım. Biraz önce Facebook’ta “Nehir Muhabbetler” ile ilgili duyurunun afişini ve ondan kısa bir alıntı gördüm. Bu ayki “muhabbet’in konukları iki kadın: Oya Baydar ve Melek Ulagay imiş. Konu başlığı: “Tarihi Sadece Erkekler Yazmamalı” Altında Sezai Sarıoğlu’nun şu kısa yazısı var: “Pek çok yönüyle ezbere bildiğimiz, bizim mahallenin asilerinden Deniz Gezmiş'in eylemci karakterini ve imgesini "Bir Dönem iki Kadın" kitabındaki O. Baydar'ın cümlesiyle yeniden üretebiliriz: “Ders bitti; sloganlar alkışlar arasında amfiden çıkıp odama geldim. İçeri yeni girmiştim ki kapı vuruldu, kapıda uzun boylu, yakışıklı bir delikanlı . 'Ben Deniz Gezmiş'im, teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgale gidiyoruz' dedi ve cevabımı bile beklemeden yürüdü gitti. Öylece kalakaldım. Durun, yapmayın diyecek halim yok; böyle bir tavır küçük burjuva pasifizmi olarak damgalanır. Zaten, yapmayın desem beni kim dinleyecek! Eylem çoktan planlanmış.” Bu tür anlatılar, sol tarihe yeni başlayan heveskarlar için bir keşif imkanı, geçmişi bilenler için ise karakterleri bilmediğimiz özellikleriyle tanıma ve yeniden bilme kapısıdır.” Bu satırlar beni geçmişe götürdü. Oya Baydar hocamdı. Deniz Gezmiş arkadaşım ve yoldaşım. Ve sözü edilen olayda “asli fail”lerden biriydim. İnternete gireyim ve bir bakayım, bu konuda neler var biraz araştırayım dedim. Sonuç aşağıda. Bulabildiğim her şeyi topladım. Ve hiç yorumsuz alt alta koydum. Aynı olayın doğrudan veya dolaylı şahitlerince nasıl farklı algılanıp anlatıldığı; gerçek ve efsanenin nasıl birbirine karıştığı üzerine ilginç bir derleme oldu. Üzerinde bir inceleme ve analiz yazılmaya değer bir “veri yığını” da denebilir. Aşağıda bunları aktarıyorum. İzleyemeyeceğim bu toplantıya en azından uzaktan böyle dolaylı bir katkı yapmış olayım. Aynı olayın farklı sınıflar, ideolojiler ve eğilimler tarafından nasıl ele alınıp aktarıldığına da bir örnek. Tabii tarih üzerine tartışmaların aslında Tarih üzerine değil de bugün ve gelecek üzerine tartışmalar olduğuna da. 07 Nisan 2011 Perşembe Demir Küçükaydın 39 Önce Oya Baydar’ın “Mini İşgal” üzerine dediklerinden başlayalım: Oya Baydar, Taraf’ta Yayınlanan bir söyleşide “Mini İşgal” ile ilgili olarak şunları anlatıyor: “Masum değiliz hiçbirimiz” - Taraf/AYÇA ÖRER - Istanbul - 17.05.2008 Kendisinin de devrim ateşiyle yandığı 1968’i “umut ve masumiyet çağı” sayan romancısosyolog Oya Baydar’a göre, kırk yıl sonra “devrimci ruhu gerilemiş; hiçbir şeyle yüzleşmeyen” bir toplum haline geldik Deniz Gezmiş odanıza girer ve “doktora teziniz kabul edilmediği için okulu işgal ediyoruz” der. Oradan başlayalım mı konuşmaya? 1964’te İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde asistandım. Doktora tezimin konusu “Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu”ydu. 1967’de bitirdim. Jüri kabul etti, profesörler kurulu reddetti. İçinde ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Tezin konusu, benim o zamanlar TİP’e üye oluşum, 68’ hareketinin önde gelen gençlerini tanımam yüzünden reddettiler. 68’de yine sundum. Yine jüri kabul etti, profesörler kurulu reddetti. Haber geldiği gün, verdiğim “Sosyal Düşünce Tarihi” dersinde, herhalde biraz da heyecanlı bir konuşma yaptım. Ders SosyolojiFelsefe koridorunun amfisindeydi. Normalde bu dersi 60-70 kişi izlerdi; o gün baktım her yer tıklım tıklım, başka fakültelerden de öğrenciler var. Belli ki benim de haberim olmadan bir şeyler hazırlanmış. Konuşmadan sonra sınıftan çıktım, odama gidip oturmaya zaman kalmadan kapı açıldı; boylu poslu, yakışıklı bir delikanlı, hani aslan gibi derler ya öyle, kapıda belirdi, “Doktora teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgal ediyoruz” dedi, çıktı gitti. Ben o güne kadar Deniz’i tanımıyordum, adını biliyordum sadece. Deniz’in bazı arkadaşları benim öğrencilerimdi. Yaşları da bana yakın o zamanlar. Hepimiz arkadaşız... Ondan sonra Rektörlüğe gitmişler, işgal etmişler. Burada bir düzeltme yapayım. Bu işgal yanlış olarak ilk üniversite işgali olarak anılıyor. 1968’in aralık sonundadır. Oysa İstanbul’da ilk üniversite işgali haziran ayında, Fransa’da 68 olaylarından hemen sonra olmuştu. Benim doktora tezimin reddedilmesi üzerine yapılan işgal, “mini işgal” olarak anılırdı o zamanlar. Bu dönemde, siz 28 yaşındasınız. Kuşağınız. 2. Dünya Savaşı sonrasında, Cumhuriyet ilkelerine göre büyümüş bir kuşak. Biraz anlatabilir misiniz? 68’de, ben 27-28 yaşlarındaysam Denizler 20 yaşlarındaydı. Bir kuşak farkından söz edilemez pek. Genelde orta sınıf, cumhuriyetçi, kentli ailelerden geliyorduk. Çoğumuz CHP’li asker, öğretmen, memur ailelerin çocuklarıydık. Çocuklar, siyasal olarak ailelerinin bir adım önüne geçtiler. Türkiye’de 1961 anayasası sonrası görece demokratik bir ortam vardı. Sosyalizmin bütün güçlüklere rağmen konuşulmaya başlanması, TİP’in kuruluşu, 15 milletvekiliyle meclise girmesi. Eğitimli, kentli, cumhuriyetçi devletçi- elit ailelerin çocukları sol fikirlere yönelmeye başladı. Kırsal-geleneksel kesimden, taşradan gelen gençlerse çoğunlukla sağda konumlanıp, düzene tepkilerini buradan gösterdiler. 1968’te Türkiye değişim sancıları kendini dinamik gençlik kesimlerinde hissettiriyordu. Avrupa’daki, Amerika’daki 68 hareketleriyle nerede birleşti nerede ayrıldı Türkiye 68’i? 40 İki noktada birleşti: Eşzamanlılık ve devrimci başkaldırı, mevcut düzene isyan... Ama özlemler farklıydı. Batı 68’i gelişmiş kapitalizme, insanı tüketim toplumunun parçası haline getirip öğütmesine, burjuva yaşam düzeyi ve burjuva demokrasisinin sınırlarına isyan ediyordu. Aynı zamanda, sosyalist-komünist partilerin, örgütlerin statükoculuğuna karşı da bir isyandı bu. Bizdeyse, onların aşmaya çalıştığı yapılar henüz kurulmamıştı, mevcut düzenden genel bir memnuniyetsizliği dile getiriyorduk. ?imdi düşününce, genel taleplerimizin burjuva demokrasisi çerçevesinde olduğunu görüyorum. Türkiye 68’inin özünde, antiemperyalizm anlamında bağımsızlıkçı ruh ve düşünce vardı ki, bugüne bu “ulusalcılık” olarak evrildi. Türkiye 68’i, Cumhuriyetçi kuşağın bağımsızlıkçı - kalkınmacı ideolojisini ileri götürmeye yönelik bir tepki ve isyandı. Bireysel özgürlükler henüz gündemde değildi, özlediğimiz devrime doğru giderken otoriter bir devletin gereğine ve kendi statükolarımızı kurmaya itirazımız olmadığı gibi, böyle olması gerektiğini de düşünüyorduk. Kırk yıldır yaşananları sosyolog kimliğinizle de gözlemlediniz... 1971’den sonraki sertleşme süreci nasıl yaşandı? İnsan içinde yaşarken, kırk yıl boyunca edinilmiş deneyimlere sahip değilken, olup bitenleri tam değerlendiremiyor, yeterince sorgulayamıyor. 71 sonrasında yaşanan süreçteki sertleşmede, bugün yakındığımız tabloya varışta günah payımız neydi, hatalarımız neydi? Bunlara öz eleştirel bir bakış getiremedik. (Taraf İnternet’te paralı olduğundan Söyleşinin gerisini bulamadık.) * Daha sonra Oya Baydar Taraf’tan ayrıldıktan sonra ulusalcı Soner Yalçın şunları yazmış: Deniz Gezmiş Oya Baydar İçin Ne Yapmıştı? O günleri unuttu mu? 23.05.2009 00:00 Yazar Oya Baydar, Ahmet Altan tarafından “liberallerin arasına düşen Türkan Şoray filmlerini andıran pavyondaki namuslu kadın” benzetmesine muhatap kalınca Taraf Gazetesi’nden istifa ederek medyanın gündemine girmişti. Romanlar yazıp ödül almış Oya Baydar bu olayla birden bire popüler kültür dünyasının tanınmış isimleri arasında yerini alıverdi. Tv ve gazetelere röportajlar verdi. Ünlendi! Geçtiğimiz hafta… Bu sayfada Oya Baydar ile ilgili bir yazı kaleme alacaktım. Diyecektim ki, “Oya Baydar’ı solcular çok eskiden tanır.” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde 4 yıldır asistanlık yapan Oya Baydar (o dönemdeki adıyla Oya Sencer), “Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu ve Yapısı” konulu doktora tezi yazdı. Tezini hocaları Prof. Nurettin Şazı Kösemihal ve Prof. Macit Gökberk tarafından onaylandı. Ancak Profesörler Kurulu tezi iki defa reddetti. Oya Sencer/Baydar 26 Aralık 1968’te istifa etti. 41 Olayı öğrenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri, Oya Sencer’e destek verip, Profesörler Kurulu’nu protesto etmek için derslere girmeyip topluca merkez binaya/rektörlüğe gittiler. Oya Sencer burada gözyaşlarını güçlükle tutarak, “onlar zannediyor ki her istifaya zorlanan öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek” diye konuştu. Bu sözler üzerine başını Deniz Gezmiş’in çektiği öğrenciler rektörlüğü işgal ettiler. “Demokratik Üniversite” diye slogan atan öğrenciler Edebiyat Fakültesi dekanını da istifa çağırdılar. Üniversite senatosu rektörlüğün işgalini öğrenince okulu süresiz tatil etti. Bu eylem nedeniyle Bozkurt Nuhoğlu, Celal Doğan, Masis Kürkçügil gibi yedi öğrenci tutuklandı. Deniz Gezmiş polis tarafından aranmaya başlandı. Geçen hafta işte bunları yazmayı planlıyordum… Olaylı biçimde köşe yazarlığından istifa ederek medyanın gündemine gelen Oya Baydar’ın, 1968’de üniversiteden istifasıyla da rektörlük işgaline neden olduğunu yazacaktım. O döneme; ve Oya Baydar’ın ilk eşi (“Osmanlı Toplum Yapısı”, “Toplumbilimlerinde Yöntem”, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, “Türkiye’de Sınıfsal Yapı ve Siyasal Davranışlar”, “Türkiye’nin Yönetim Yapısı” gibi hayli okunan ve tartışılan kitapları yazan) Doç. Dr. Muzaffer Sencer’e ait okuma yapıyordum. Sonra…Gündem değişti. Geçen hafta başka bir şey yazdım. Bu hafta Teşvikiye Camii’nde Türkan Saylan’ın annesi hakkında yazılanlardan dolayı üzüntü duyduğunu öğrenince ne yazacağım belli oldu. Konuyla ilgili okumalar yaparken karşıma kim çıktı dersiniz; Muzaffer Sencer Hoca! Türkan Hoca arkadaşlarıyla Sovyetler Birliği’ne düzenledikleri “Beyaz Geceler” gezisinde tanımıştı Muzaffer Sencer’i. “Muzaffer Sencer’i Rusya gezisinde, genç, çok yakışıklı, durmadan Ece Ayhan şiirleri okuyan, tartışmalara giren, çok yönlü ve ilginç, durmadan sigara içen, iğneleyici espriler yapan bir insan olarak tanıdım. Döndükten sonra birkaç yıl dostluğumuz sürdü. Uzun telefon konuşmaları, ayda bir İstanbul’a gelişler, benim Ankara’ya gidişlerimde görüşmeler. (…) Sanırım bir öğrencisiyle yeni bir evlilik yapmıştı. Koleksiyon, eski eşya, takı toplama-yapma gibi özgün merakları vardı. Gümüş paralardan, boncuklarla süslü kolyeler yapıp armağan ediyordu etrafındakilere. Ankara’daki son evi tıkış tıkış antika doluydu. Bu ilginç adam içtiği sigaralar sonucunda akciğer kanseri oldu. Eşi, arkadaşları ona baktılar. Çoluk çocuğu yoktu; babasından kalan miras bazı mal mülkü bir şeyleri vardı herhalde. Aklına koymuştu, mirasını bizim derneğe bırakacaktı ve adına bir okul yapılacaktı. Durmadan bana haber gönderiyor, telefon ediyor, ‘Türkan gel noter çağıracağım bunları sana vereceğim biliyorum sen isteğimi yaparsın’ diyordu.(…) 42 Sonunda hiç unutmuyorum, bir Cuma Ankara programı yaptım ve bir gün öncesinin akşamı evine telefon edip, ‘yarın geliyorum’ demeye karar verdim. Telefona eşi çıktı, “ne yazık ki bugün yitirdik’ dedi. İşte Muzaffer’in bendeki öyküsü. Ne yazık ki onun adına, onca olanak varken, cıvıl cıvıl çocukların koşuşturduğu bir köy okulu bile yapamadık. Bu acıyı, bu yitikliği belki de bu başarısızlığı hep içimde taşırım.” (Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabından.) Oya Baydar’ı yazacakken nerelere gittik… İyi de ettik; bilmeyenlere Muzaffer Sencer Hoca’nın adını duyurduk… Soner Yalçın * Soner Yalçın’ın bu yazısı üzerine Yalçın Yusufoğlu şu yazıyı Yazmış: Mini İşgal Soner Yalçın 24 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet’te Deniz Gezmiş’in Oya Baydar için üniversite işgali yaptığını yazmış. Aşağıdaki değinmeyi hem --fazla önem taşımasa da-- bir yanlışı düzeltmek için, hem de o olayla ilgili ilginç (ilginç olduğu kadar toplumsal anlamı olan) bir anekdotu aktarmak için yazıyorum. Bir ülkenin devrimci hareketinin belleği toplumun belleğinin özgün damarıdır, onun canlı tutulması, kuşaktan kuşağa eksilerek değil, artarak devredilmesi, insanın nisyan ile mâlül kalmasına göz yumulmaması gerektiği inancındayım. Bilindiği gibi ilk üniversite işgali 1968 Haziran’da gerçekleşmişti. Fakültelerin alt birimlerinden yukarıya doğru seçilen komiteler işgal ve boykot komitelerini oluşturuyorlar, fakülte üst birimleri İstanbul Üniversitesi İşgal ve Boykot Komiteleri İcra Konseyi isimli en üst organı seçiyordu. Bütün temel kararlar bu konsey tarafından alınıyordu. Daha önce hiç bir benzer deneyimi olmayan öğrenciler çabucak organize olmuşlar, mümkün olduğu kadar demokratik ve işlerli bir mekanizma kurmuşlardı. Fakülte birimleri eylemi yürütmenin yanısıra öğrencilerle iletişim içinde kendi fakültelerine ya da bölümlerine ilişkin talepleri saptıyorlardı. Ayrıca bir faşist saldırıya karşı güvenlik başta olmak üzere görevlerin daimi ve yürütülmesi, iaşe-ibate başta olmak üzere eylemdeki öğrencilerin ihtiyacı olan malzemelerin aksamasız temini, düzenli parasal kaynakların bağış olarak sağlanması gibi dışarıdan pek bilinmeyen, akma içeride hayli önem taşıyan teknik ve maddi görevler de aksamasız yerine getiriliyordu. Eylemdeki öğrencilerin önemli bir bölümünün o zaman değin gençlik içindeki tek yaygın ilerici örgütlenme deneyi sekiz ay kadar sonra ismi Devrimci Gençlik Federasyonu’na dönüşecek olan ve fakülte birimlerine dayanan Fikir Kulüpleri Federasyonu idi. Fakat işgal ve boykot eyleminin çapı, genişliği FKF’nin sınırlarının ötesindeydi. Deniz Gezmiş sözünü ettiğimiz üst kurulda yoktu, ama üniversite yetkilileriyle Baltalimanı’ndaki Üniversite Misafirhanesinde yapılan görüşmelerde vardı. Daha önceki eylemlerde ismi gazetelerde gençlik lideri olarak en fazla geçen genç oydu, işgal sırasında en fazla öne çıkan, basında adından en çok söz edilen kişiydi. 43 Öğrenciler kendilerini destekleyen öğretim üyeleriyle iyi ilişkiler içindeydiler. TIP’tan Doç. Metin Özek, Hukuktan Doç. Çetin Özek, TIP’tan Gencay Gürsoy, Edebiyat’tan Murat Belge, İktisat’tan Nurkalp Devrim, Kimya’dan Esat Eskazan, Edebiyat’tan Oya Baydar Sencer eylemin aktif destekçileri arasındaydılar. Gene Hukuk’tan (sonradan faşistlerce kurşunlanıp, sakat bırakılacak olan) Doç. Server Tanıllı, Prof. İsmet Sungurbey, Doç. İdris Küçükömer, (sonradan faşistlerce öldürülecek olan) Prof. Cavit Orhan Tütengil, Prof. Ömer Lütfü Barkan, Edebiyat’tan Prof. Mina Urgan, Doç. Cevat Çapan, Hukuk asistanı Erdoğan Teziç, TIP asistanı Türkan Saylan’ı da öğrencilerden yana olan öğretim üyeleri arasında sayılabilirler. Öğrencilere yönetici olarak muhatap olduğu halde, onların taleplerini makul bulan ve eylemlerini destekleyen Hukuk Fak. Dekanı Prof. Tarık Zafer Tunaya’yı da anımsatmak gerekir. İşgal ve boykot başarıyla sona erdi. Başarı kelimesinden kasıt öğrencilerin akademik ve sosyal taleplerinin kabul edilmesiydi. İdare talepleri kabul ettikten sonra eylemi sürdürmenin anlamı da yoktu, girişilen hareketin kuralları da onu gerektiriyordu. Genellikle derslere, vizelere, sınavlara ve harçlara ilişkin olan akademik taleplerin tamamı Üniversite Senatosu tarafından yerine getirilecekti, ama bütçeye, tahsisata bağlı olan sosyal talepler için aynı şeyi söylemek mümkün olmadı. Kasım ayında ‘üniversite reformu’ ismiyle Meclis’e savkedilen yasa tasarısı da parlamentonun labirentlerinde önemini yitirecekti. *** Gelelim ikinci işgale: Aralık sonunda Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü asistanı Oya (Baydar) Sencer’in doktora tezi akademik değil, ideolojik nedenlerle reddedildi. Tezin Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi üzerine yapılmış ilk doktora çalışması olduğunu söylersem, ideolojik nedenler sözünden neyi kastettiğim daha iyi anlaşılır. Tezin reddedilmesinde en belirgin rolü kendisini ilerici tanıtan, Cumhuriyet yazarı Prof. Cahit Tanyol oynamıştı. Haber öğleden sonra (26 Aralık 1968) üniversiteye yayılınca red kararının gericilik olduğunu düşünen devrimci öğrenciler üniversiteyi işgale karar verirler. Bir grup öğrenci Üniversite Merkez Binası cümle kapısının yanında bulunan Rektörlük binasına giderler, (ismini şu anda anımsayamadığım, ama öğrencilerin tanıdığı, sevdiği ) Rektörlük Sekreteri’ne Rektörle görüşmek istediklerini, talepleri olduğunu, kabul edilene kadar Rektörlük binasından başlayarak üniversiteyi teslim alacaklarını söylerler ve anahtarları isterler. Sekreterin yanıtı anekdot olarak demokratik öğrenci hareketi tarihimize geçecek niteliktedir: “Deniz Bey nerede?” diye sorar Sekreter. Gençler de “Deniz yok” derler. Sekreter: “Deniz Bey olmadan Rektörlüğü teslim edemem” diye ısrar eder. Öğrenciler taleplerini Rektöre bildirirler ve dışarı çıkarak sonucu beklemeye başlarlar. Rektör ve yanındakiler binayı terkedip Fen ve Edebiyat Fak. Binasına giderler. Böylece Rektörlik binası da öğrencilere geçmiş olur. 44 Rektör Üniversiteyi tatil etme kararı alır ve Emniyet’i arayarak polis çağırır. Polis gelir. DP iktidarına karşı 28 Nisan 1960 tarihinde (o sırada özerk olmayan) İstanbul Üniversitesinde başlayan gösterilerden beri polis üniversiteye ilk kez girmektedir. Süresiz tatil edilmiş bir üniversitenin işgali de olamayacığından işgal sona erer. Eylem öğrenci hareketimizin tarihine “Mini İşgal” olarak geçer. Oya (Baydar) Sencer’in tezinin reddedilmesini protesto etmek için Rektörlük binasının teslim alınması sırasında Deniz Gezmiş yoktur. Eylem aniden geliştiğinden o sırada orada bulunmadığı için mi yoktu, yoksa başka bir nedenle Emniyetçe arandığı için mi Rektörlüğe giden grupta yer almamıştı, yoksa ayrı bir sebepten mi öyledir, şu anda anımsayamıyorum. Şu anda İnternette yeralan ve eylemi aktaran anlatılarda ertesi sabah olayı protesto etmek için Üniversite önüne gelen öğrenciler arasında Deniz Gezmiş’in bulunduğu ve çıkıp kısa bir konuşma yaptıktan sonra, meydandan ayrıldığı, aralarında Masis Kürkçugil, Mehmet Mehdi Beşpınar, eski İşgal ve Boykot Komitileri İcra Konseyi Başkanı Kemal Bingöllü, (daha sonra Kızıldere’de öldürülecek olan) Cihan Alptekin, Bozkurt Nuhoğlu gibi öğrencilerin gözaltına alındıkları Cihan hariç diğerlerinin tutuklandığı, Deniz Gezmiş’in de bir süre sonra tutuklandığı belirtiliyor. İşgal olayının tanıklarının çoğu hayattadır. Şayet onlar eylemin ayrıntılarını anlatırlarsa kaynaklara en doğru verileri geçirmiş olurlar. Ben olayı önce Murat Belge’den, sonra da Rektörlüğü devralmaya giden öğrenci grubundaki Masis Kürkçügil’den dinlemiştim. Kuşkusuz ki, eylemin anlatılmaya değer yönü Deniz’in ilk gün orada bulunup bulunmadığı değildi, Rektörlük binasına giden grupta bulunmamasının sonucuydu: Rektörlük Sekreteri’nin “Deniz Bey olmadan binayı veremem” demesiydi. İşte bunun adına toplumsal meşruiyet derler. 1968 işgali o denli meşruiyet kazanmıştı ki, Rektör üniversiteye polis çağırırken, Sekreteri üniversiteyi teslim için Yed-i Emin gibi gördüğü Deniz Gezmiş’i istiyordu. yalçın yusufoğlu Not: Gazeteci olmak illa ki medyatik davranmayı mı gerektiriyor? Soner Yalçın olaya değinen yazısının başlığını “Deniz Gezmiş ‘pavyondaki kadın’ için üniversite işgal etmişti” diye seçmiş. İşgali Deniz’in yapmadığını yukarıda yazdık, o başlığın ilginç ve sevimli bir yanı olmadığını, erkeklere özgü ağız alışkanlığıyla kullanılmış ‘pavyona düşmüş kadın’ benzetmesinin ikinci kez kullanılması ilkinden daha sevimsiz olmuş. * Mustafa Lütfü Kıyıcı, Yalçın Yusufoğlu’nun bu yazısıyla ilgili şu yazıyı yazar: Yalçın Yusufoğlu’na Düzeltme Önerileri mustafa lütfi kıyıcı 45 1. deniz, hukuk fakültesi işgal komitesi, hukuk fakültesi sorunlarını seçilen öğretim üyeleri ile tartışan/görüşen komitenin üyesi ve doğal olarak işgal ve boykot komiteleri icra komitesi üyesidir. işgal olayını başlatan kişidir. masis’in aktarmaları eksik kalmış olabilir. bir anı sıkıştırayım: bir toplantıda deniz sesini duyuramayınca sandalye üzerine çıkarak konuşunca eleştirilmiştir. 2. oya (baydar) sencer’in tezi şimdilerde ilgilileri dışında kimsenin hatırlamayacağını sandığım asya tipi üretim tarzı görüşü ile yazılmış ideolojik/akademik bir tezdir. yapılan protesto eylemidir. gerçek ise senato üyelerinin binayı terk etmeleridir. gerçek anlamda bir işgal olmamasına rağmen mini işgal olarak bilinmiştir. 3. hukuk fakültesi dekanı tarık zafer hocamız değil reha poroy’dur. 4. rektörlük sekreterinin adı sebahat hanımdır. fkf başlangıçta işgale katılmamıştır. olayın başarısızlıkla sonuçlanacağını ve bunun sorumluluğunun “sol”cular üzerinde kalmaması gerektiğini bizzat veysi sarısözen iktisat fakültesinin dernek odası gibi kullandığı veli’nin odasında bana söylemiştir. “sağ sol yok boykot var” yazısı birazda bundan dolayı kara tahtaya yazılmıştır. fkf, kitle tarafından benimsendikten sonra olaya katılmıştır. başka türlüsü de zaten düşünülemezdi. katkıları da olmuştur. masis’in anlattıkları eksik veya aklınızda yanlış kalmış olabilir. yaşanılanları doğru aktarmak birinci elden sorumluluğumuzdur. * Yine M. Lütfü Kıyıcı’nın bu konuyla ilgili değinmeler içeren ama başka bağlamda yazılmış bir yazısını aktaralım: Hem 68’li hem Ergenekoncu olmak mümkün mü? Dinci bir TV kanalında program yapan “liberal” konuşmacılara yöneltilen, “Deniz Gezmiş yaşasaydı Ergenekon’a karşı tavrı ne olurdu?“ şeklindeki bir izleyici sorusuna bir dönemin Maocusu ve cuntacısı Şahin Alpay, “kesin Ergenekoncu olurdu!” diye cevap verdi. İlginçti. Eski patronlarımdan Oya Baydar da 14 mart günlü Taraf*’taki yazısında, darbeciliğe meyilli 68’lilere sitemkâr ve duygusal bir makale yazdı. Başlığı, “darbe kuşaklarına açık mektup”… 68’lileri belli fikri kalıpları benimseyen ve aynı kalan kişiler olarak kabul eden bu görüşleri kabul etmek mümkün mü? Bir kuşağı, “darbe kuşağı” olarak isimlendirmek ne kadar doğru? Belli ki oya Baydar hala 68’li yıllarda, 68’i yaratanlara yönelttiği eleştirilerin ötesine geçememiş bir fikri yapıdaki “dönemdaş”. o yıllarda yaşamış olmakla 68’li olunmuyor. 68’i, 68 yapan hiçbir harekete katılmayan, hatta eleştiren/karşı duran, o zaman da sonrasında da eleştirenler de 68’li olmuyor. Onlar sadece dönemdaştır. demokratik dayanışma veya tavır adına uğradığı akademik haksızlık nedeniyle “mini işgal“ denilen olayı gerçekleştirdiğimiz Oya Baydar da bu emek verilmiş sıfatı hak ediyor mu? Tartışılır. 68, başkaldırı kültürüyle ilişkilidir. 46 Genelleme yaparak, 68’lileri darbecileri desteklemekle suçlamak… Bence bu mümkün değil. Dün de değildi; bugün de değildir. Sıkıyönetim savcıları bile hazırladıkları iddianamelerde, özellikte dev-genç davalarında, sanıkları aynı kategoriye koymamışlardı. doğrusu da bu idi. 68’de özellikle yön ve devrim gazetesinin etkisi ile ve 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenlerin iradesine bağlı olmayan siyasal, sosyal kazanımlarının da oluşturduğu iklimde, cuntacılık da elbette ki etken bir siyasal hareketti. 27 Mayıs’tan daha öte kazanımlar sağlayacak bir “ihtilal” beklentisi yaratıldığını, böyle bir iklimi hep birlikte yaşadık. Örneğin; Şahin Alpay ve Halil Berktay, aydınlık sosyalist dergi’de –bugünkü Aydınlık dergisi ile alakası yoktur- ve Türk Solu dergisinde –bunun da bu günkü aynı isimli dergi ile alakası yoktur- devrime giden yolu dört aşamaya ayırmış ve öncelikleri küçük burjuva radikallerine yani cuntacı hareketlere veren yazılar yayınlamıştı. Bu ve benzer yazılar nedeniyle, FKF’nin Dev Genç’e dönüştüğü kongrede, bu yayın organlarının bizim yayın organlarımız olup olmadığı konusunda önerge vermiş ve Doğu Perinçek ekibiyle ayrılığa yol açan tartışmayı başlatmıştım. Mahir sonradan aydınlıkta yayınlanacak olan en etkili konuşmalarından birini yaptı. bu yazılar toplu eserlerini taşıyan kitaplarda vardır. ve darbecilerle köprüleri attık. Doğu da (Perinçek) Doğan Avcıoğlu’nun devrim gazetesiyle aynı kata taşınıp, ”proleter devrimci Aydınlık”, yani Beyaz Aydınlık’ı çıkardı. Maoculuğu sonradır. Şahin Alpay şimdi deniz yaşasaydı kesin Ergenekoncu olurdu diyebiliyor. İlginç. Derlemeci oldu diye eleştirdiğim için alınganlık gösteren Turhan Feyizoğlu’nun Deniz ile ilgili kitabından bir iki tanıklık aktarmak istiyorum. Ertuğrul Kürkçü’nün başkan seçildiği kongrenin ilk gününün akşamında deniz’in farklı bir liste çıkarttığı söylentileri üzerine, gece saat 2 civarında ışıtan gündüz ile birlikte deniz’in yanına, ODTÜ yurdunda kaldığı mekâna gitmiştim. Birlikte devrimci hukuklular Örgütü’nü, Devrimci Öğrenci Birliği’ni kurduğumuz, nice eylemleri birlikte organize ettiğimiz, bursa cezaevinden çıktıktan sonra Filistin’e gitmek istediği için kılavuz ve Filistin fedai kartını verdiğimiz deniz’i son gördüğümün farkında değildim. Deniz söylentinin doğru olmadığını, bilinen mücadeleye atılmak istediğini söyledikten sonra, dev genç’ten bizim beklentimizin ne olduğunu sormuş; “yoksa cuntaya mı teslim edeceksiniz!“ diyerek her zamanki şakacı tavrıyla dalgasını geçmişti. Orada hala hayatta olan önemli tanıklar vardı. Gene DÖB’lü arkadaşlarımızdan Eyüp Yıldırım’ın kitapta aktarılan tanıklığında; deniz’in sağ cunta da gelse sol cunta da gelse kendilerinin dağda olacağını söylediğini aktarır. bu ve çoğaltılabilecek tanıklıklar deniz’in o zaman da bugün yaşamış olsa da Ergenekoncu olmayacağının ipuçlarıdır. Sehpadaki son sözlerinin hiç mi anlamı yok! Küçük burjuva radikallerini arkalarına alan kişi ve grupların estirdiği rüzgârın hiçbirimizi etkilemediğini söylemek gerçekçi olmaz. dahlimizin mümkün olmadığı, dışımızda gelişen, daha önce de darbe yapmış bir gücün gerçekleştirmesi ihtimal dâhilindeki bir hareketten etkilenmemek de mümkün değildir. Kamuoyunu oluşturan bugünkü deyimle, kanaat önderlerinin estirdikleri hava da şarkıdaki gibi “bir sabah ansızın gelebilirim” dizesine 47 uygundu. Devrimciler için sorun nasıl tavır alınacağı ile ilgilidir. Darbeyi desteklemekle ilgili değil. Eğer gerçekleşirse, en az zararla nasıl ayakta kalınabileceği ile ilgilidir. Bugün, dün değildir. Kimse de 20’li yaşlarda değil. Bu insanlar 12 Mart’ı, Ziverbey Köşkü’nü, Mamak Cezaevi’ni, Selimiye’yi, Avcı Köşklerini, Eczacılık Okulu’nu ve çeşitli işkence haneleri yaşadılar. Öyle ki cezaevine gelişi kurtuluş gibi karşıladılar. Militarizmin ne olduğunu bedenlerinde yaşadılar. Önderlerini darbecilerin katlettiği bir hareket nasıl darbecileri destekleyebilir? Darbeleri ve darbecileri desteklediklerini düşünmek bile ürkütücü. Deniz ve Cihan Alptekin’in bursa cezaevinden gönderdikleri mektuplar hep “yaşasın halk savaşının zaferi!” sloganıyla biter. Mahir’in ise yazıları ortada, Kızıldere’deki sloganları kulaklarda… Günümüzde çeşitli kentlerde örgütlenmiş 68 dernekleri tornadan çıkmış, aynı görüşleri paylaşan kişilerden oluşmuş yapılanmalar değildir. Varsa eğer -ki vardır- bazıları içinde yer aldıkları bugünkü siyasi oluşumların görüşleri nedeniyle bu izlenimi vermiş olabilirler. ve onlar bugünkü kimlikleriyle 68’in ana damarından kopmuşlardır. Darbe isteyenle devrimi özleyen aynı kefeye konulamaz. Sevgiyle kalın, hak bilir olmanız dileği ile. Mustafa Lütfi KIYICI * Yalçın Yusufoğlu ve M. Lütfü Kıyıcı’nın yazıları üzerine Demir Küçükaydın da şu ekleme ve düzeltmeleri yollamış: Mini İşgal ve Deniz Üzerine Birkaç Not Merhaba değerli Yusufoğlu ve Kıyıcı, Bu "mini işgal" konusunda sanırım benim de söylemem gereken birkaç ayrıntı var. Galiba bu mini işgal işine Deniz'in bulaşmasına yol açan bendim. Şöyle ki, ben DÖB'lüydüm (Devrimci Öğrenci Birliği, Mustafa Lütfü Kıyıcı da öyleydi). Bizim DÖB genellikle Hukuk ve İktisatlılardan oluşurdu ve esas olarak "Merkez Bina" ağırlıklıydı. Bunun bir nedeni de Özellikle (Daha sonra Partizan'ı çıkarıp 74 sornrasında TKP'nin atılımında önemli bir yeri olan) o zamanki FKF'ye de egemen olan Veysi Sarısözen'lerin Edebiyat Fakültesinde büyük ağırlıkları olmasıydı. Ben DÖB'deki birkaç Edebiyatlıdan biriydim. Sosyoloji Bölümünde okuyordum ve Oya Baydar da benim öğretmenimdi. Elbette Oya Baydar'ın tezi reddedilişi vs. gibi gelişmeleri o bölümde olduğum için ayrıntısıyla biliyordum ve sözünü ettiğin Cahit Tanyol ile de derslerde sık tartışmış bir öğrenciydim. 48 Bu Cahit Tanyol, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer'den kaptığı (aslında onlar da Kıvılcımlı'dan kapmışlardı, daha sonra da Kıvılcımlı'nın da belirttiği gibi) kimi fikir kırıntılarıyla Osmanlı Devletini ülküleştiren bir takım görüşler savunurdu. Bizim DÖB elbette Demokratik Devrim Stratejisi’ni savunduğundan Oya Baydar'a pek sempatiyle bakılmazdı. Ben, mini işgal olayından bir ya da iki gün önce, DÖB'lüler olarak sohbet edip şarap içerken, Deniz'e, Oya Baydar'ın uğradığı haksızlığı anlatıp akademik fikir özgürlüğünü savunmak için bir eylem yapmamız gerekeceğinden söz edip, bir yanıyla DÖB olarak bu konuya sahip çıkmamızı, bir eylem koymamızı önerdim. Deniz de şaka yollu, "Oya Sencer oportunisttir (Biz TİP'lelire ve sosyalist devrim stratejisini savunanlara öyle derdik) boş ver" anlamında bir şeyler söylemişti. Ben de öyle bile olsa bunun fikir özgürlüğü sorunu olduğunu söyleyerek Oya Baydar'ın görüşlerine katılmasak da bu durumda onu savunmamız gerektiğini ve bunun fikir özgürlüğünü savunmak için iyi bir vesile olacağını falan söyledim. Ama konunun üzerinde fazla da durmadık. Deniz'in konuya ilgi göstermediğini görünce, ben kendim Oya Baydar'ın yapacağı toplantıda en azından küçük çaplı bir protesto imkanı aramam gerektiğini düşündüm. Ertesi gün sosyoloji bölümünün girişindeki büyükçe anfide Oya Baydar'ın açıklama ve veda toplantısı vardı. Salon doluydu. Fakat ben birden bizim arkadaşların, Deniz'in falan toplantıya geldiğini görünce şaşırdım. İlgisiz olduğu izlenimi edinmiş ve gelmeyeceğini sanmıştım. Dolayısıyla sadece izlemek üzere geldiklerini düşündüm. Oya Baydar konuşmasını yaptıktan sonra ben de kürsüye fırladım ve şimdi hatırlamadığım, bunu protesto etmek gerektiğine dair ajitatif bir konuşma yapmaya çalıştım. Ancak Deniz de kürsüye çıktı ve birden eylem çağrısı yapıp bunu protesto edelim dedi. Bizler zaten DÖB'lüler olarak kitleyi istediğimiz gibi yönlendirmekte adeta profeyonel olduğumuzdan ve birbirimizle konuşmadan anlaşabildiğimizden, anfideki dinleyici topluluğunu alarak rektörlüğe götürdük. Amacımız işgal falan değil, protesto etmekti. Ne var ki rektörlüğü girdiğimizde rektörler ya da öğretim üyeleri toplantı halindeydi. Deniz de bizlerle birlikteydi. O sekreter kadın olayı doğru olabilir ama ben şahit olmadım. İşgale çevrilmesinin nedeni biraz inat gibi oldu. Yanlış hatırlamıyorsam olay şöyle gelişiyor. Bizim işgal gibi bir niyetimiz olmamasına rağmen, o sırada binada bulunanlardan Masis Kürkçügil, sanırım Mustafa Gürkan'a "Gürkan ben söylersem bana oportünist derler, sen söyle arkadaşlara işgal falan yapmasınlar, yanlış olur" gibilerden bir şeyler söylüyor. O zaman bizim arkadaşlar da "Oportünistler işgal yapmayın diyorlar o halde işgal yapalım" diye düşünüp, burası işgal edilmiştir gibi bir şeyler söylediler. Hatta ben bunu duyunca toplantı halindeki profesörlerin odasına girip, burası işgal edilmiştir bile dedim. Sanırım prefösörlerin binayı terk etmelerinde benim böyle dememin etkisi oldu ve daha sonra olayla ilgili mahkeme safahatında, profesörün biri de "zayıf sarı bir öğrenci girip burası işgal 49 edilmiştir dedi" diye ifade vermişti. Hatta o bu ifadeyi verirken beni görüp tanımasın ve orada ihbar edip de tutuklatmasın diye arkadaşların arkasına saklanmıştım. Ancak biz inat olsun gibilerden işgal ettik ama aslında hiç istemediğimiz bir işi yapmıştık ve bu işten nasıl kurtuluruz diye düşünüyorduk. Yani bizim işgal yapmadığımız ve profesörler gittiği için işgal gibi bir durum oluştuğu hikayesi, aslında tam gerçeği ifade etmiyor. O, bizim bu sırf gıcık olsun diye yaptığımız işgal belasından kurtulmak için, aslında işgal falan olmadığını söylemek için geliştirdiğimiz bir hikayedir. Ama elbet ortada toplanılmış oylanmış, alınmış bir işgal kararı da yoktu. Herşey bir oyun gibi de olmuştu ve profesörler de korkuyla sıvışmıştı. Yani böyle bir anlatımın da doğru bir yanı vardı ve duruma da uyuyordu. Ama bizler de sütten çıkmış ak kaşık değildik. Deniz birkaç kez "bu işe senin yüzünden bulaştık" diye şaka yollu takılmıştı daha sonra bana. * Bu "mini işgal" işini biz kendimiz aramızda eleştirirdik. Ama "oportunistler" bunlar anarşisttir olur olmaz işgal yaparlar anlamında bizi eleştirmeye kalktıklarında da "hayır doğru bir iş yaptık" diye de savunurduk. Bu "mini işgal" olayının ilginç bir yanı daha vardır. Bizim Devrimci Öğrenci Birliği'nin iki merkezi vardı. Biri Cağaloğlu'ndaki YİS (İsmet Demir'in Yapı İşçileri Sendikası) diğeri 27 Mayıs'tan sonra bir takım dernekler bir araya getirilerek kurulmuş bir çatı örgütü olan TMGT'nin Tünel’deki yeri. Aslında bizler sosyalist olmamıza rağmen, gerek 27 Mayısçı tabii senatörler, gerek İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu gibiler bizi bura aracılığıyla kontrol etmeye çalışırlardı. Biz onların bu niyet ve çabalarını bilir kendi amaçlarımız için de bu ilişkileri ve olanakları kullanmaya çalışırdık. Bizler cuntacı değildik, hem Marksist’tik hem de hedefimiz yeni bir Vietnam yaratmak, gerilla savaşı başlatmaktı. Bütün hayalimiz ilk gerilla grubunda yer almak ve ilk ölenlerden biri olmaktı. Öğrenci eylemlerini vs. yapmamızın gerçek nedeni, gerillaya insan devşirmekti biraz da. (Bu gün ulusalcı olan kimileri sanki hep öyleymişler gibi anlatıyorlar. Ama o zaman öyle değildi. İşin kötüsü bu gerçeğe uymayan resmi sadece onlar değil, o zamanki muarızlarımız da o zamanki konumlarını doğruymuş, sanki bizler o zaman cuntacıymışız gibi anlatıyorlar. Ve kimi liberaller de bunun üzerine atlayıp oradan Deniz'i örneğin İttihatçı diye tanımlıyorlar. Bunların hiç birisi gerçek resmi yansıtmamaktadır.) Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu cuntacı çevreler "Mini İşgal" olayını hiç beğenmemişler ve bize çok ağır saldırılarda bulunmuşlardı. Hatta bunun üzerine TMGT ile ilişkilerimiz de bayağı şeker renk olmuştu bir süre. Yani onların hesapları ve kontrolleri dışına çıktığımızda bizim önümüzdeki bazı kapıların kapanacağını da bizlere bir şekilde anlatmaya çalışmışlardı. * Birkaç ayrıntıya ilişkin olarak da şunları diyebilirim. 50 Oya Baydar'ın tezinin ATÜT ile ilgisi yoktu. Kıyıcı yanlış hatırlıyor kanımca. Ama Oya Baydar'ın tezinin reddinde rolü olan Cahit Tanyol böyle bilinirdi. Bu nedenle hafızası ona oyun oynamış olabilir. FKF aslında tek büyük örgütlü güçtü 68 işgallerinde ama Kıyıcı'nın dediği gibi başlangıçta olaya uzak durdular. Zaten FKF'nin gerilemesi öyle başladı. (Örneğin Edebiyat İşgal edilmişti. Bizler FKF'ye gidip saldıralım, alalım dediğimizde aman provakasyon olur diyor ve bizi gemlemeye çalışıyorlardı. Benim de, TİP'ten gelmeme rağmen FKF'den uzaklaşmam ve daha sonra DÖB'e yaklaşmam bu gibi deneylerle başlamıştır aslında) Ancak sağcıların işgali bir saldırıyla başarıyla kırılıp Fen-Edebiyat ele geçirildikten sonra, (hatta ilk saatlerde değil, ki o ilk saatler çok kritikti, o saatlerde eski dernekçiler tecrübeleriyle kontrolü ele almaya çalışıyorlardı) tek örgütlü ve bilinçli grup olduğundan bir süre sonra kontrolü büyük ölçüde eline de geçirmişti en azından Fen-Edebiyat tarafında. Kıvılcımlı'nın İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı aslında 1930'larda latin harfleriyle yayınlanmıştı. Ben bunu Fahrettin Kerim Gökay kütüphanesinde bulup okumuştum. Sanırım hafızan seni yanıltıyor. Aslında 30'lardaki telif yayınları, esas olarak Yol'un legal yayına uyacak bir biçim ve üslupta yayınlanmasıdır. Dolayısıyla Kıvılcımlı’nın, yazdıklarının kaale alınmadığını söylerken, biraz da aslında Oya Baydar'a dokundurduğunu sanıyorum. Bilimsel bir araştırma yapan Baydar'ın bu çok önemli kitabı, Marks'ın çalışırken yaptığı gibi unutulmuşluktan ve susuş kumkumasından kurtarması, tarihsel adaleti yerine getirmesi beklenirdi. Oya Baydar'ın, Kıvılcımlı'nın kitabını kaynak olarak gösterip göstermediğini hatırlamıyorum. Benim diyebileceklerim bunlar. Hafızası zayıf bir insanım. İnsan hafızasının ona nasıl oyunlar oynadığını da iyi biliyorum. Bu nedenle anlattıklarımda yanlışlar varsa özellikle o dönemi beraber yaşadığımız Kıyıcı'nın düzeltmesini dilerim. Selam ve Saygılarımla Demir Küçükaydın 26 Mayıs 2009 Salı Ek Not: daha sonra bu yazdıklarımla ilgili olarak Kıyıcı’dan bir itiraz gelmedi. Eyüp Baba’ya (Yıldırım) sorduğumda ise, “Senin hatırladığın en doğrusu” dedi. D.K. * Daha sonra Mustafa Lütfü Kıyıcı şu ek notu yolladı: Kıyıcı’nın Notu Demir Merhaba, Yalçın Yusufoğlu'nun anlatılarına yeterli cevaplar verilmiştir. Burada birinci elden tanıklıklar olmadığı için anlaşılır "eksiklikler" var. Deniz'in Konseyde olmadığı gibi,yok saymaya kadar gidebilecek anlatılar ve Deniz'in adı basında çok yer aldığı için sanki bazı yayınlarda konsey vs de yer almış gibi gösterilmiş gibi 51 yok sayıcı anlatılar. Kendilerine yakın FKF'nin başlangıçtaki rolünün açıklanmadığı gibi anlatılar. Madem bu konudaki anlatıları toplamakla görevlendirdin kendini sevgili Demir kardeşim FKF yöneticilerinden Osman Saffet Aralot'ın işgal/boykot'un başladığı ilk gün ile ilgili anlatılarını da eklemelisin diye buraya aktarıyorum;" O gün (12 Haziran 1968 ) üniversiteye FKF'liler olarak karşı bildirilerle gidildiğinde görüldü ki boykot başlamış, pankartlar asılmış. BİZ ELDE BOYKOT KARŞITI BİLDİRİLERLE, Merkez Binanın taş bahçesinde "Sağ yok,sol yok boykot var" pankartının asıldığı bir ortamla karşılaştık. Bildirileri sakladık, belki de bir kısmı dağıtıldı.."(Sokak Güzeldir-68'de Ne Oldu,s.64) Benim kafamda hala çözümsüz kalan ,Celal'in bomba görünümlü kutularla gazetecilere poz vermesidir. Bunları tamamlayıcı olması içi aktardım. Sevgi ile kal. Mustafa Lütfi Kıyıcı * Mini İşgal konusunu Esat Korkmaz de ele almış. Ama elimizde kitap olmadığından İnternette bir Forumda bir okuyucunun onun kitabından yaptığı aktarmaya aktarıyoruz. Demokratik üniversite istiyoruz!.. Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü asistanlarından Oya (Baydar) Sencer, "Türkiye'de İşçi Sınıfnın Doğuşu ve Yapısı" isimli Doktora tezinin reddedilmesi üzerine istifa eder. Ardından Rektörlük binası devrimci öğrenciler tarafından işgal edilir... Yıl, 1968... Boykotların, işgallerin, hak aramaların başladığı yıl... 1968 yılı, ekonomik, demokratik mücadelenin yükselmeye başladığı, öğrenci gençliğin eğitim sorunlarının yanı sıra, Amerikan emperyalizminden işçi hareketlerine kadar birçok konuda eylemler düzenlediği yıl olarak geçecektir tarihe... 26 Aralık 1968 günü işte bu eylemlerden biri daha gerçekleşecek, İstanbul Üniversitesi devrimci öğrenciler tarafından işgal edilecektir. O gün, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü asistanlarından Oya (Baydar) Sencer, "Türkiye'de İşçi Sınıfı'nın Doğuşu ve Yapısı" isimli doktora tezinin hiçbir bilimsel gerekçe gösterilmeden ikinci kez reddedilmesi üzerine istifa eder. Edebiyat Fakültesi'nde dört yıl Sosyoloji asistanlığı yapan Oya Sencer, istifa ederken veda konuşmasında öğrencilere şöyle seslenir: "Fakültemizde her yeni hareket önlenmektedir. Onlar zannediyorlar ki, istifaya zorlanan her öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek. Bu defa dışarıda karşılarına daha güçlü çıkacağız." Derslere girmeme kararı alan öğrenciler, toplantı halinde olan İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu'na protestolarını iletmek üzere Rektörlük binasına doğru yürüyüşe geçerler... REKTÖRLÜK BİNASI İŞGAL EDİLİR... Olayın devamını Esat Korkmaz'ın "Kafa Tutan Günler-68 Güncesi" isimli kitabından okuyalım: "Olaya tepki duyan öğrenciler 26 Aralık 1968 günü, Üniversite Senatosu'nun toplantısını bastı. 'Demokratik üniversite istiyoruz. Edebiyat Fakültesi Dekanı istifa etsin. Bu 52 konuda derhal bir karar alın, yoksa burayı terk etmeyiz' dayatmasıyla profesörleri karara zorlayan öğrenciler, daha sonra dışarı çıkarak Rektörlük binası önünde sonucu beklemeye başladılar. Olay karşısında şok geçiren rektör ve fakülte dekanları, bir süre sonra binadan çıkarak Fen Fakültesi'ne geçtiler. Burada yaptıkları toplantı sonunda, üniversiteyi süresiz kapattılar, ayrıca Valilik'e başvurarak, üniversitenin işgal edildiğini, işgalcilerin polis tarafından boşaltılmasını istediler." [1] Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ile Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) üyesi öğrencilerin öncülüğünü yaptığı eyleme Üniversite Senatosu'nun üniversiteyi süresiz kapatması üzerine son verilir. Ertesi sabah İstanbul Üniversitesi'nin kapatılmasını protesto etme kararı alan öğrenciler, düzenledikleri basın toplantısıyla Senato'nun kararını kınarlar. Olaylar üzerine, İstanbul Valisi Vefa Poyraz, suçlular hakkında takibat yapılacağını açıklar... 27 Aralık sabahı, İstanbul Üniversitesi çevresi sivil polislerce sarılarak, "işgalci öğrenciler" yakalanmaya başlanır. Beyazıt Meydanı'nda toplanan öğrenciler Merkez binanın önünde protesto gösterisi yaparlar. Deniz Gezmiş bir arkadaşının omzunda yaptığı konuşmada; "28 Nisan'dan bu yana ilk kez üniversiteye polisin sokulması, senatonun tarihi ihanetini belgelemiştir. Şu anda bize düşen zincirlerini kırıp, üniversitemize girmektir." diyerek devrimci öğrencileri eyleme çağırır. Ancak o sırada polislerin saldırmasıyla birlikte çatışma çıkar. Öğrenciler dağılır, Deniz Gezmiş kaçar... MİNİ İŞGAL!.. Yakalanan öğrenciler; Masis Kürkçügil, Öcal Olcay, Mehmet Mehdi Beşpınar, Kemal Bingöllü, Bozkurt Nuhoğlu ve Cihan Alptekin adliyeye sevk edilirler. Tutuklama kararı çıkarılan Celal Doğan ve Deniz Gezmiş aranmaya başlar. Gözaltına alınan öğrencilerden Cihan Alptekin serbest bırakılırken, diğer öğrenciler tutuklanarak cezaevine gönderilir. 29 Aralık 1968 günü DÖB Genel Sekreteri Mustafa Gürkan, Sultanahmet Cezaevi önünde bir basın açıklaması yaparak tutuklamaları protesto edecektir: "Tutuklu arkadaşlarımızın serbest bırakılmasını istiyoruz. Basit bir protesto ve ihtar hareketine karşı üniversiteyi kapatmak tarihe bir ihanet belgesi olarak geçecektir." Kısa bir süre sonra yakalanan Deniz Gezmiş ve Celal Doğan'da tutuklanarak, diğer tutuklu öğrencilerle birlikte Sağmacılar Cezaevi'ne sevk edilir[1]. 26 Aralık 1968 günü Edebiyat Fakültesi Sosyoloji asistanlarından Oya Sencer'in istifasının ardından düzenlenen bu protesto eylemi sol hareketin tarihine, "Mini İşgal" olarak geçer... Üniversiteden ayrılan Oya Sencer'in tezi, 1969 yılında Habora Yayınlan tarafından basılır. Oya Sencer, 19. yüzyıldan 1970'lere kadar Türkiye işçi sınıfının tarihini anlatan kitabını; "Mutlu yarınlar için birlikte savaşacağımız tüm öğrenci arkadaşlarıma" diyerek öğrencilerine ithaf eder. Alanında kapsamlı bir araştırma olan kitabın önsözü şu satırlarla başlar: "Bu araştırma bir Doktora çalışması olarak hazırlandı. Bilimsel özgürlüğün yuvası olması gereken Üniversite'de her konuda araştırma yapılabileceği sanılmıştı. Aman bu konuyu alma. Doktoran tehlikeye girer' diyenler çıkmıştı o zamanlar... Doktoram tehlikeye girdi, iki defa reddedildi. Üniversite'den ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Yine de bu araştırmayı yapmış olmaktan ve sosyal tarihimizin bir bölümüne benden sonraki araştırmacıların yararlanabileceği bazı belgeler ve küçük bir katkı getirmekten mutluluk duyuyorum." [2] 53 26 Aralık 1968, devrimci öğrencilerin "özgür ve demokratik üniversite" taleplerinin yükseldiği, hocalarına sahip çıktığı bir gün olarak tarihe geçer... BİRGÜN [1] Esat Korkmaz, Kafa Tutan Günler-68 Güncesi, Arba Yayınları, 1992. [2] Oya Sencer, Türkiye'de İşçi Sınıfı'nın Doğuşu ve Yapısı, Habora Yayınları, 1969. * O dönemin Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Atmosferini bir ölçüde yansıtan Demir Küçükaydın’ın “Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi” adlı kitabımdan bir bölüm: Sosyoloji Bölümü “1967- 68 Yıllarında İstanbul’da Üniversite Öğrencisi olmanın, hele sosyoloji bölümünde okumanın nasıl büyük bir şans olduğunu ancak yıllar sonra kavrayabilmişimdir. Türkiye İşçi Partisi yükselişinin zirvesindeydi. Türkiye’nin en iyi aydınları ve en ileri işçilerinin cebinde Türkiye İşçi Partisi üyelik kartı bulunuyordu. İşçi hareketinin yükselişi bizzat TİP ve DİSK’de ifadesini buluyordu. Köylüler de ufaktan ses vermeye başlamışlardı. "Doğu Mitingleri" ile Kürt hareketi uzun süren bir uykudan uyanmaya başlamıştı. Eski hemşeri gruplarının (Kürtler, Lazlar, Karslılar) ve burjuva partilerinin kontrolündeki öğrenci derneklerinin (TMTF, MTTB, TMGT) kabuğuna sığmayan ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) yumurtasında olgunlaşan öğrenci hareketi yumurtanın kabuğunu çatlatmaya hazırlanıyor, gemini kemiriyordu. Harika bir tartışma ortamı bulunuyordu ve bu tartışmalar soyut ve pratikten uzak değil, son derece somut siyasi görevler bağlamında yürüyordu. Örneğin Osmanlı’nın toprak düzeni veya bir çelişkinin nasıl tanımlanacağı üzerine şu veya bu görüş o günkü politik görevler veya devrim stratejisi tartışmaları bağlamında son derece pratik ve somut bir anlama sahip oluyordu. Müthiş bir açlıkla okunuyor, tutkulu tartışmalar onları izliyordu. Sosyoloji bölümü de, bu tartışmaların dışında değildi. Derslerde en soyut ve sıkıcı bilinen sosyoloji veya felsefe teorileri bile bu atmosfer içinde somut bir politik anlama bağlanarak tartışılıyor ve öğreniliyordu. O zamanlar Sosyoloji bölümünde asistan ve TİP üyesi olan Oya Baydar’ın (Sencer) hazırlık sınıfı imtihanlarını başarmak için okunması gereken kitaplar listesi (“Literatür”), o yıllarda Türkçe’ye çevrilmiş kitapların sınırlılığına rağmen, daha sonraki yıllarda devrimci örgütlerin yapacakları “Teorik Eğitim Planları”ndan çok daha geniş bir ufka sahipti ve daha derinlikliydi. Aşağı yukarı o dönemlerde Türkiye’de Sosyalizm ve Marksizm konusunda çıkmış bütün kitapları kapsıyordu. Marks’ın Kapital’inden (Özet), Thomas More’un Ütopya’sına; Rousseau’nun kitaplarından Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm üzerine kitaplara kadar bütün önemli kitaplar bu listede bulunuyordu. Ve bu kitapları derslerde okuyor, anlatıyor ve tartışıyorduk. Oya Baydar’ı kendine asistan yapıp ona böyle bir inisiyatif tanıyan ise, daha küçük bir beylikken Osmanlı ile ittifak yapmış Mihallıçık tekfuru Köse Mihail’in soyundan gelen, artık 54 soyu tükenmiş Osmanlı-Bizans çelebiliğini hoşgörü ve liberallikle birleştirebilmiş, muhtemelen kendi bilimsel sınırlarını bilen ve bunu asistanlarına tanıdığı geniş alanla kapatmaya çalışan Nurettin Şazi Kösemihal isimli bir profesördü. Kösemihal’in Sosyoloji Tarihi derslerinde okuttuğu “Sosyoloji Tarihi” adlı kitap, aslında şu bizim Lenin’in, “Bay Pitirim Sorokin’in Kıymetli İtirafları” adlı yazısında sözünü ettiği P. Sorokin’in “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” kitabının neredeyse kopyası gibiydi[2] . Bu kitabın temel özelliği, neredeyse o zamana kadarki, bütün önemli sosyoloji kuramlarını bir “somut toplumun analizi” çerçevesinde bir yerlere yerleştirmiş olmasındaydı. Yani her kuram toplumun bir yanını öne çıkardığı veya esas olarak o alanda yoğunlaştığı açısından anlatılıyor, eleştiriliyor ve bu bağlamda sınıflanıyordu. Tabii yazar böylece, aynı zamanda, bütün kuramları kapsayan kendi kuramını da (ki bu sistematik olma iddialı ama eklektik bir kuramdı) açıklamış oluyordu. Bu çerçevede Marksizm de, toplumda ekonomiyi öne çıkaran bir sosyoloji teorisi veya ekolü, ekollerden bir ekol, teorilerden bir teori olarak ele alınıyordu. Ama bu derslerin önemi, neredeyse bütün sosyoloji okulları, yani “metafizik sosyolojiler” hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlamasıydı. Onları tanıyınca da, bir sosyalist olarak, sosyolojinin kendisinin, bizzat Marksizm’in ifade ettiği sınıf savaşımının bir alanı olduğunu görüyorduk. Sosyoloji öğrenmek için sosyolojiyi seçmemizin çocuksu saflığını görmek bu derslerin en önemli kazancıydı. Marks’ın bir yerde dediği gibi, kazancımız kaybettiğimizdi: ham hayallerimiz. * N. Ş. Kösemihal, bütün bilimsel sınırlılığına rağmen çok önemli ve sağlam bir noktayı yakalamıştı. Hep, “düşünceleri kaynağından okuyun. Aslında böyle kitaplar da çok fazla değildir. Sakın ikinci el kitaplardan öğrenmeye kalkmayın. Önemli olan düşüncenin o ilk ifade edilişindeki sıkıntılar, dolambaçlı yollar, zorluklar, tutkulardır” derdi ve buna uygun olarak da derslerinde özellikle Klasik Yunan Felsefesinin, Rönesans ve Aydınlanma döneminin düşünürlerinin kitaplarını veya onlardan bölümleri okuturdu ve bunlar üzerine bizleri tartışmaya teşvik ederdi. Böylece Aristo’nun Politika veya Organon’undan Macihavelli’nin Prens’ine; Platon’un Şölen veya Devlet’inden Descartes’in Metod Üzerine Konuşma’sına veya Bacon’un Novum Organon’una kadar, listesi daha çok uzatılabilecek olan, modern batı düşüncesinin kaynaklarının en önemlilerini birinci elden okumuş ve tartışmış oluyorduk. Kanımca bu paha biçilmez değerde bir birikimdi. Yine bu İstanbul çelebisi Kösemihal, sanırım kendi yetkisi çerçevesinde Cemil Meriç’in haftada bir gün Edebiyat Fakültesinde bir dershanede bir konferans vermesine de olanak sağlamıştı. Bunları da kaçırmıyordum. Cemil Meriç, özellikle 19. yüzyıl Fransa’sının ve Fransız kültürünün hayranı, eski “İskenderun Komünist Partisi”nden olduğu söylenen, bir tarihçi ve düşün adamıydı. Özellikle Fransız tarihini ve sosyalizmini anlatıyordu konferanslarında. Ama bunlar öyle kuru, sıradan konferanslar değildi. Önceden hazırlanılmış, zengin çağrışımlar, ufuk açıcı ve düşündürücü değinmelerle dolu, Cemil Meriç’in tutkuyla, kaslarında sinirlerinde yaşayarak 55 olayları anlattığı derslerdi. Örneğin Blanqui’nin bir mahkemesini anlatırken, Blanqui’nin sorgusunda meslek olarak Proleter demesi üzerine, önce yargıç olup, “Böyle meslek yoktur” dedikten sonra, Blanqui olur, “proleter, milyonlarca Fransızın mesleğidir” diye haykırarak, o anı kendince yaşardı ve yaşadığı biçimde de bize yaşatırdı. Böylece Marksizm’in temel kaynaklarından biri olan, Fransız sosyalizmini de öğrenme olanağımız oluyordu. Ama dersler sadece batı düşüncesinin kaynakları üzerinden yürümüyordu. Cahit Tanyol adlı yine yeteneksiz ve birikimsiz bir profesör daha vardı. O da Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’den kaptığı[3] kimi görüşleri savunur, özellikle Osmanlı ve İslam üzerinde yoğunlaşırdı. Böylece bir yandan bir sosyalist olarak bu devletçi ve mesiyanist (Türklüğün ve Osmanlılığın başka olduğu ve adeta insanlığı kurtarmakla görevli ve buna ehil olduğu tarzında bir yaklaşım. Bu yaklaşım hala bütün İslamcı çevrelerde egemendir. ) görüşlerle tartışırken ve bu tartışmalar içinde kendimizi bilerken; diğer yandan da o tarih üzerine daha geniş bir bilgi edinme olanağımız oluyordu. Osmanlı toplum düzeni, Evliyalar, Mecelle, İslam Hukuku vs. derslerin belli başlı konularıydı. Bu derslerde de Farabi, İbni Haldun gibi İslam uygarlığının düşünürleri okunuyor ve tartışılıyordu. Böylece klasik uygarlıkların birikiminin İslam uygarlığına geçen mirası ile de tanışmış oluyorduk. Ama bu tartışmalar sadece derslerde sürmüyordu, derslerin dışında sosyalist hareket de bu tartışmaları yapıyor, aynı kitapları okuyordu. Bütün bu tartışmaların özü, Türkiye’de devrim stratejisinin ve programının ne olacağı idi. Yani içinde bulunulan aşamada hangi güçlere dayanarak, hangi güçleri karşıya alarak bir mücadele yürütmek gerektiği, dolayısıyla da nasıl bir programa sahip olmak gerektiği idi. En soyut ve ilgisiz gibi görünen tartışmalar bile bu bağlamda bir anlam taşıyordu. Bu dönem Türkiye Tarihi’nin en kritik, canlı, yaratıcı ve önemli dönemlerinden biri, belki de birincisidir ve biriciktir. Daha sonraki bütün bölünmeler, siyasi şekillenmeler hep bu dönemdeki görüş ve varsayımlara göre ortaya çıkmıştır. * Bu ilk yıl bittiğinde, Marksizm hakkındaki bilgilerimiz, Çetin Altan’ın veya Orhan Hançerlioğlu’nun makale ve kitaplarının dışına çıkmış oluyordu. Gerçi hala kaynağından uzaktık, bu alanda çevrilmiş birkaç el kitabından ötesini bilmiyorduk, ama bu bile uluslararası sosyalist yazınla ve orijinal kaynaklarla bir bağ anlamına geliyordu. Ama sanırım esas önemli kazanç, Marksizm’in üzerinde yükseldiği eski Yunan, Rönesans ve Aydınlanma’nın mirasını ve Marksizm’e karşı yükseltilmiş sosyoloji ekolleri ve teorilerini doğrudan veya dolaylı olarak tanımış olmaktı. Bu yıl boyunca, belki Marksizm’i değil ama onun üzerinde yükseldiği birikimi (Felsefe) ve onun üzerine örtülmüş çöpleri (Sosyolojiler) biraz olsun tanımıştık. O hala masalların yedi zorluktan sonra ulaşılan hazinesi gibi derinlerde bir yerdeydi. Yolları yedi başlı ejderhalar tutmuştu. Tabii o zamanlar bunun böyle olduğunu da bilmiyorduk. Okuduğumuz Marksist el kitaplarından öğrendiklerimizi Marksizm sanıyorduk. 56 Ama çok önemli bir sonuca ulaşmıştık, Sosyoloji, yani toplum bilimin kendisi bizzat Marksizm’in ifade ettiği sınıf mücadelesinin bir alanıydı. Ve sosyolojiler aslında Marksizm’e karşı savaş yürüten ideolojilerdi. Buradan da o yıl yaptığımıza tam ters olan şu sonuç çıkıyordu: sosyoloji (toplum bilimi) Üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde öğrenilemezdi. Bütün sosyolojiler aslında bunu engellemenin araçlarıydı. Onlar hastalıkların gerçek nedenlerini gizlemek için; sistemi yaşatmak için vardılar. Onlar çözümün yolu değil, sorunun kendisiydiler. Bir tek sosyoloji vardı: Marksizm yani Tarihsel Maddecilik. Ama o da bizzat bütün o sosyolojiler tarafından, kendilerinden biri gibi, ekonomik faktöre ağırlık veren, tek yanlı bir görüş olarak, bayağılaştırılarak ele alınıyor, tanıtılıyor ve eleştiriliyordu. Sosyoloji’den öğreneceğimizi öğrenmiştik. Öğrendiğimiz: üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde sosyoloji öğrenilemeyeceği idi. Dolayısıyla Üniversiteye devam etmenin bizim için bir anlamı kalmamıştı. Belki bir meslek olarak, geçimi sağlamak için eğitime devam edilebilirdi. Ama başka bir bilgi, tecrübe ve çıkarsamaya bağlı olarak onu da bir kenara atmıştık. Bizler sınıflı toplumda yaşıyorduk. Bizzat Marksizm öğretiyordu ki, insanın düşüncesini belirleyen varlığıdır. Toplumsal konumumuz da ezilenlerin içinde olmalıydı ki, yarın öbür gün, bilgilerimizi o üst bir konumu meşrulaştırmak için kullanmayalım. İşte bizzat Üniversitede okuduğumuz sosyolojiler bunun örnekleriyle dolu değil miydi? Diplomalı bir sosyolog olduğum takdirde, kolaylıkla iş bulabilirdim. Yapacağım iş ise, en kötü ihtimalle bu gerici teorileri genç beyinlere şırınga edecek bir öğretmenlik veya bir fabrikada daha rafine sömürü mekanizmalarının kurulmasında veya daha incelmiş ve geniş çaplı benzer projelerde çalışmak olabilirdi. Bu ise, sadece mesleğimde inançlarıma ters işler yapmak anlamına gelmezdi, o işler aynı zamanda oldukça üst ve iyi bir toplumsal konum anlamına geleceğinden, bir süre sonra inançlarım yaptığım işlere uygun hale gelebilirdi. Böylece sosyoloji eğitimini, sadece sosyolojide sosyoloji öğrenilemeyeceği için değil; aynı zamanda toplumsal konum olarak da hiçbir zaman üst ve imtiyazlı bir konumda bulunmamak için, bırakmaya, daha doğrusu üniversiteye devam etsem de, hiçbir zaman diploma almamaya karar verdim. Ertesi sene imkan buldukça felsefe ve psikoloji bölümlerine de devam ettim ama oldukça parlak bir öğrenci olmama rağmen, hiçbir zaman diploma almaya çalışmadım ve almadım. Üniversite öğreniminde, gerçekten öğrenilebilecek en önemli dersi öğrenmiştim: ancak sosyolojiyle savaşarak ve sosyolog olmayarak gerçek bir sosyolog olunabileceği. Daha sonraki yıllarda, Hikmet Kıvılcımlı’nın “Metafizik Sosyoloji Eleştirileri” kitabını okuduğumda; onun da, sosyoloji ve Marksizm konusunda bu kendi ulaştığım sonuçları destekleyen aynı özde görüşleri yazdığını gördüğümde, düşüncemin doğruluğuna olan güvenimin de pekiştiğini hatırlıyorum. Bugün de bu sonuçların alfabetik doğrular olduğunu düşünüyorum. Sosyal bilimler alanında okuyan ve çalışanlara karşı, şimdi bile, son derece sağlıklı olduğuna inandığım bir kuşku ile 57 yaklaşırım. Cellatlar her zaman rahiplerle birlikte olurlar. Devletin şiddet araçlarını modern toplumun cellatları olarak tanımlarsak, sosyologlar ve sosyal bilimciler de modern toplumun rahipleridirler. Böylece, sosyoloji eğitimiyle ve üniversiteyle, ne sosyalizm ne de yaşamım açısından hiçbir ilişkim kalmamış bulunuyordu. Üniversiteyi ve Sosyolojiyi bitirmem için bir yıl yetmişti. Bundan sonra üniversite benim için sadece, ilgimi çeken kimi dersleri izlemenin, sosyal mücadelenin ve askerliği tecil etmenin bir alanı ve aracı olacaktı. * Bu da Oya Baydar’ın “Darbe Kuşaklarına Açık Mektup” yazısı: Darbe Kuşaklarına Açık Mektup Bu açık mektup aslında kendi kuşağıma; 68’lilere. Ama, darbeler söz konusu olduğunda, aynı zamanda 78’lilere ve daha gençlere de. Bazılarınızın, yazdıklarıma öfkeleneceğini biliyorum. Yine de siz arkadaşlarımı, eski yoldaşlarımı, kendi kuşağımı ve ardından gelen kuşağı, yalansız, riyasız seviyorum ben. Çünkü bizler, Türkiye’nin umut ve masumiyet çağının çocuklarıyız. Gerçekleştirmeyi başaramamış olsak da savaşsız, sömürüsüz, adil bir dünya ve devrim uğruna yaşamlarını, gençliğini, aşklarını feda etmekten çekinmemiş olanlarız. Bir yanda büyük hatalarımız, ölümcül yanılgılarımız, öte yanda özverimiz, devrim inancımız ve umudumuzla, bir başka çağın trajik kaderli insanlarıyız. Bugün ayrı saflarda yer alsak bile, bizi birbirimize bağlayan bir geçmişimiz var. Benzer yanılgılardan, aynı yenilgilerden ve aynı devrimci ütopyadan, aynı zafer tutkusundan geliyoruz. 27 Mayıs’ta çoğumuz çok gençtik, çocuktuk, ne olduğunu tam anlamamıştık. Ama 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, darbe yönetimlerinin işkencehanelerinde, askerî tutukevlerinin koğuşlarında, hücrelerinde, sürgün olup sığındığımız yabancı ülkelerde aynı kaderi yaşadık. Yoldaşlarımızı darbecilerin darağaçlarına, kurşunlarına, işkencelerine kurban verdik. Sıkıyönetimleri, müdahaleleri, darbeleri iyi biliriz; ülkeye, halka nelere mal olduklarını da. Bu açık mektup, siz arkadaşlarıma, eski yoldaşlarıma şu basit soruyu sormak içindir: Nasıl oldu da buralara geldik, nasıl oldu da kimileriniz darbeci zihniyetin destekçisi oldunuz? Nasıl değiştiniz böyle? Karşınızda/ karşımızda; vatana millete zararlı gördüğümüz, ideolojik karşıtlık içinde bulunduğumuz, söylemi ve eylemiyle ters düştüğümüz, iktidardan düşmesini tutkuyla istediğimiz bir siyasal güç odağının varlığı darbeciliği meşrulaştırabilir mi? Bir darbe, bize karşı yapılmışsa kötü, başkalarına karşı yapılmışsa iyi olabilir mi? Arkalarını ordu gücüne ve desteğine dayamış, özgürlükleri sadece kendi ideolojilerinin özgürlüğü, demokrasiyi hemen vazgeçilebilecek bir süs, içi boş bir söz sayan bir takım darbe heveslilerine ve onların kullandıkları vurucu çetelere kol kanat germe noktasına nasıl geldiniz? Hangi umutsuzluklar, hangi hayal kırıklıkları, hangi dogmatik dirençler, hangi “mahalle baskıları” getirdi kimilerinizi darbeseverliğe? Bir televizyon programında, 12 Mart’ın saygın ve mümtaz direnişçisi, bir zamanlar tanışım da olan anayasa profesörünün sözlerini duyunca, “ört ki ölem” dedim kendi kendime. Şu anda 58 darbeye teşebbüs suçuyla yargılanmakta olan sanıkları temize çıkarmak için, “Diyelim ki darbe yapmayı konuşmuş, planlamış olsunlar, bu bir suç değildir,” diyordu. Darbe hazırlığının kuvveden fiile çıkması halinde zaten işin bitip darbecilerin iktidar olacağını ve sonrasında yaşanacakları en iyi bilenlerden biriydi oysa. İşte vicdanın karardığı, insanın kendini inkâr ettiği an diye düşündüm. Sonra, davanın bir başka sanığına destek vermek için birbirinizi kırdığınıza tanık oldum. İnsan, en büyük suçu işlemiş dostunu bile yalnız bırakmaz, ona dostluk elini esirgemez, bunu saygıyla karşılıyorum. Ama sizler orada basın ve düşünce özgürlüğü adına bulunduğunuzu söylüyordunuz. O arkadaşımızın tutukluluk nedeninin ve dava dosyasındaki yerinin gazeteci olarak yazdığı yazılar falan değil, darbe planlarına bulaşmak olduğunu bilmiyor muydunuz? Neydi sizleri darbe teşebbüsü suçlamasını aklamaya, desteklemeye sürükleyen? Haksız, hukuksuz bir ithama, darbe ithamına maruz kalmış meslektaşınızla dayanışma için orada bulunduğunuzu söyleseydiniz; Hrant Dink her duruşmasında Ergenekon davasının elebaşı sanıkları tarafından adım adım ölüme gönderilirken aklınıza gelmeyen böyle bir toplu destek eylemini, yine de alkışlayabilirdik. Ama orada, “Arkadaşımız darbeci değildir, onun darbeye teşebbüsten tutuklanmasına itirazımız var,” diyemiyordunuz ki. “Düşünce ve basın özgürlüğünü savunmak için buradayız,” diyordunuz. Darbeciliği ne zamandır düşünce özgürlüğü kapsamında bir temel hak saymaya başladınız? *** Türkiye tarihinde ilk kez, bir sivil mahkemede darbe teşebbüsü ve darbeci zihniyet yargılanıyor. İki yıl önce, ülkeyi adım adım darbe ortamına götürmek isteyen bu zihniyet, “Tehlikenin farkında mısınız?” manşetleri atıyordu. Şimdi ben “Umudun farkında mısınız?” arkadaşlar, darbecilik ilk kez suç oluyor, diyorum. Bu davanın sanıkları, kamu vicdanı ve tarih önünde çoktan mahkûm olsalar da bir şekilde aklanabilir, biraz da sayenizde paçayı kurtarabilirler. Darbeye teşebbüs suçları sabit görülse bile, adalet mekanizması üzerinde yaratılan baskılar ve müdahaleler sonucunda, zaten işin şovuyla yetinen sivil iktidarın askerle uzlaşmasıyla dava düşebilir, beraatla da sonuçlanabilir. Bu ihtimali gözden uzak tutmadığım gibi, güçlü de görüyorum. Ama düşünün ki bir ilk gerçekleşiyor, darbecilik suç sayılıp yargılanıyor. Kaplumbağa veya mehter adımlarıyla ilerleyen sivilleşme ve demokratikleşme sürecimizde bunun nasıl bir adım, nasıl bir eşik atlama olduğunu ve bu davanın, 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların yargılanmasına da kapı açabileceğini hiç düşündünüz mü? Umudun farkında mısınız? Darbeler atlatmış, darbelerle örselenmiş, hayatları kararmış, en yakın yoldaşlarını darağaçlarında, işkencehanelerde, sokak köşelerinde kaybetmiş kuşaklara, siyasal kaygılar, ideolojik saplantılarla değil vicdanın diliyle, yüreğimle seslenmek istiyorum. Darbe özlemi ve zihniyeti değişmedi; giderek karikatürleşti, çağdışı kaldı, o kadar. Peki, nedir bu darbeseverlik? Yoksa darbecilik, diktatörlük ve vesayet; sol geleneğimizin bir parçası mı? Öyle bile olsa, bir çağın, bir dünyanın değiştiği şu son otuz yıl hiçbir şey öğretmedi mi bize, yenilgilerden de mi öğrenmedik? Hatalarımıza, zaaflarımıza rağmen, devrim umudunun ve özgür bir dünya hayalinin kanatlarına binmiş ‘güneşi zapta çıkan’ bir kuşağın çocukları olan bizler, bu soruyu kendimize 59 soralım, cevabından da korkmayalım. Asıl korkmamız gereken, tarihe darbeseverler olarak geçmektir. 60 Teori ve Politika (12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması Karşısındaki Tavırlar Üzerine) Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.) ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini okudukça; bu konuda sosyalist teorinin tüm öncüllerinin ve mantık sonuçlarının, eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe; buna karşı bir şeyler yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden edemiyordum. Kimseden ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum. En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli girişimin İstanbul’da yaptığı üç toplantıdan birine gitmiştim. Bizim sosyalistler nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar; bakalım, buradan bir şeyler çıkar mı diye. Radar ekranından yitirmemek için. Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün sabah kalkınca bu yazıyı yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye bıraktığımda, Radikal’de, 28 Şubat’ta ordudan atılmış, işinden, evinden olmuş İskender Pala ile yapılmış “28 Şubat soruşturmasına sevinemiyorum” başlıklı, “Haksızlıklardan intikam alınmaz”, “çünkü intikama başladığınızda siz çok daha büyük haksızlıklar yapmaya başlarsınız” sözleri öne çıkarılmış söyleşiyi okuyunca, artık daha fazla geciktirmemeli diyerek, bu gün son şeklini vererek yayınlıyorum. * Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine yeterince can sıkıcıydı: yüz elli civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek ağırlıklı bir topluluk Ertuğrul Kürkçü’nun, Kürt özgürlük hareketi gibi ezilen kitlelere dayanan bir hareketle yakın ilişkiye girdiğinden ve onların öz suyundan beslenmeye başladığından beri, beri kat ettiği yolu ve olumlu gelişmeleri yansıtan konuşması haricinde bütün konuşmalar o topluluğun bileşiminden de daha moral bozucuydu. Bir tek politik veya teorik, zeka parıltısı olan konuşma yoktu. Ve yine her zaman olduğu gibi, eğer küçük bir umut ışığı veren konuşmalar vardıysa, bunlar da yine birkaç kadının ve gencin yaptığı konuşmalardı. Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan konuşmacıların, konuşmalarında, Ertuğrul Kürkçü’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara zemin olarak sunduğu konuşması tam da teorik ve politik konularda olmasına ve böyle bir tartışma zeminine bir davet anlamına gelmesine rağmen, bir tek teorik ve politik sorunlara değinen söz yoktu neredeyse.. Ama bundan daha da kötüsü, konuşmacılar, öncüllerini, bildiklerini de unutmuşlardı. Çoğu, söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık sonuçlarının ne olacağının bile farkında değildi. Bilgeliğin son perdesi olarak söyledikleri veya üzerine tartışılması gereği bile duymadan kabul ettikleri aksiyom derekesindeki temel görüş: eğer “Sosyalist” veya “devrimci” veya kurulmak istenen toplumun örneği ilişkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacağıydı. 61 Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde doğduğunu unutmuşlardı. Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında Marksizm’in kendisine karşı mücadele içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve bunun farkında bile değildiler. Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği ön kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi başlı ejderha gibi bir başını çıkarıyordu. Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri olmuştu onun köylü, esnaf veya küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak. Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de bilinçle oluşan bölünmeler olduğu yönündeki yaklaşım; bunun “halk safları”nı politik ve ideolojik kriterlerle belirleme biçiminde ortaya çıkması. Yani düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen sınıflarda yer alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp sektleşme. Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in veya Çu En Lay’in partiye egemen olması gibi) ülkenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi, yani bir anda, revizyonist (“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim biçimi veya sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin varlığı belirlemesi. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve tartışmaların olmadığı bu dünyada aynı idealizm, aynı temel metodolojik yanlış bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor; Meduza başını başka biçimlerde ve tartışmalarda çıkarıyor. O Meduza başı, Sosyalist Yeniden Kuruluş tartışmasında da yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci ilişkilerin veya ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde çıkıyordu. Yani önce bizler, kafalar değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek diyen aynı değişmeyen Meduza kafasıydı. Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta, cezalandırmayı toplumsal sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile Recep Tayyip, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin cezalandırılmasının başka darbecilere ders olacağı ve bunun darbeleri önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük bunları intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin, 12 Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun yolunun yapıldığı itirazlarına cevap olarak. Halbuki bırakalım Marksizm’i bir yana, olağan burjuva toplumunun Kriminoloji veya hukuku bile, cezaların ve onların sertliğinin hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç oluşturan eylemi yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi? 62 En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında ezilenler birlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez. Darbeleri engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer yapısına son vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen yığınların örgütlenme ve kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak. Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler olmasın diye yapılan bu mahkemeler, aslında tam da bütün bunların yapılmadığını gizleyen, bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü olarak kullanılmaktadır. Yani darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek olası başka darbelerin yollarına taşlar döşemektedir. Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın yeterince güçlü ve sert yapılmadığı gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler. Ve üstüne üstlük, intikamcı bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve erdem kaftanı bahşederek. Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı yerde ve varsayımlarda buluşur ve ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik tartışmalar, o “zıtların birliği”ni görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından. * Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını değil, varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir. Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim, değişim ilişkileri) anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme, aslında en manevi değerlerin temelidir. Bu önermenin mantıki ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı; onların toplumsal koşulların sonucu olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı yaratan toplumsal koşulları değiştirmek olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı olduğudur. Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme aynı zamanda en humanist (insancıl) ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir ahlakın temelidir. Eğer “esirgeyip bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu “düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi, insanların suçlardan esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve gerekçesidir. Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan prensip olarak (hikmetinden sual olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal kuvvetlerin bir kurbanı olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o toplumsal kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan düzenler; toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel neden olarak görülürler. 63 Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim programlarının insanlarla değil, toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların ancak onları şöyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal düzenler değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce. Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu çok temel materyalist önerme ve bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş bulunuyor. Sosyalistlerin her toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin, insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri kurmaktan; kurmayı düşündükleri toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür örneklerini kurmaktan söz ettiklerini, bunlar olmadan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini söylediklerini duyarsınız Marksizm’i bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik yıllarında amneziye uğrayıp bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek tasavvurlarının geleceği değil, o tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı, yani yine unutulmuş bir başka gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile kavrayamayışlar ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez insanın elinden. O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”, “sosyalist” ya da “devrimci” ya da “demokrat kişilikler” dedikleri, bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir köylünün dünyasından, ilişkilerinden ve kişiliğinden başka bir şey değildir. Devrimci ahlak dedikleri henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından ötesi değildir. Bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden sonra bir “proleter kültür”ü yaratmaktan söz edenlere, Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına. Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine yok olduğu; insanların genelleme yeteneklerini öylesine yitirdiği bir dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu tartışmaları kim bilir ve kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini veya onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları? * İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin kimi sonuçları vardır. Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin (veya kişiliklerinin) bu günkü toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve bütün bunların aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin bir yansıması olduğudur. Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun ilişkileri bu toplumda yaratılamaz ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma mücadelesine yöneltilmesi gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de öncelikle politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete ve milletlere karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde iğneyle kuyu kazarcasına bir 64 ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya başarısızlıktan sonra, her seferinde Sisyphos gibi yeni baştan başlamak gerektiğidir. İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri ya da kişiliklerini şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür. Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların düşüncelerini toplumsal varlıkları belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak bir sorunumuz yoktur. Biz onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele ederiz. Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal ilişkileri değiştirmeyi esas alırız. Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak gibi bir derdimiz olamaz bizim. Onları işçileri sömürdükleri için çalışma kamplarında yaşatmak veya yoksulluğa mahkum etmek gibi bir sorunumuz olamaz bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin değil; ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna hizmet edeceğinden hareket ederiz. Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları, burjuvaları, insanları sömürdükleri için yargılama ve cezalandırma gibi yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar. (Bunu şimdi yazmak ve hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul olunduğunun bir başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları cezalandırmak değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir. Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet ilişkilerinin ürünü olan devlet ve rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve rejimlerin örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve aciz; korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve keyfi memurlara da eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde değillerse ve mücadelenin olağan karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir sorunu olamaz ezilenlerin. Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının değiştirilmesine karşı, elbette bu mücadelenin bir parçası olarak; bütün savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların kullanılması; karşı tarafın direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada savaşın kendi kuralları ve mantığı vardır. Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla kırmak veya onları tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en büyük maddi fedakarlıkları bile yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler. Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi5), eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve 5 Bir okuyucum ve dostum (Alp Ünsal) şu kısa notla alıntıyı ve yeri hatırlattı. Kendisine çok teşekkür ederim. “Selam Demir, "Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi), eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz eder.", diye yazmışsın. Ben de Engels'in bir sözü diye hatırlıyordum. Aradım buldum. "Fransa ve Almanya'da Köylü Sorunu"nda Engels, Marx'ın bunu defalarca 65 üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz eder. Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12 Eylülcülerin yargılanması ile ilgili davaya ve o davalar esnasında kimilerinin söylediklerine. Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle? Nasıl kimi toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka kapitalistlerin eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü ortadan kaldırmazsa; yapılması gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği; yani toprakların ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün ortadan kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için de geçerlidir. Bu pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar radikal bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin, politikacıların cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden farklı değildir. Çünkü, demokrasiyi çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti demokratik ve gerici bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun karar alma hakkı olarak demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların savunucusu bir çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun kendisini demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir şekilde çoğunluk olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde, Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti demokratik kararları almakta ve savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk, dinsizleri, Alevileri ve Hıristiyanları vs. kendisi gibi yaşamaya; din derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları beş vakit sonuna kadar açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye zorlamakta veya onlardan Sünni ve Müslüman Diyanet işleri için zorla vergiler alabilmektedir. Politik karar yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne demokrasinin gelmesi ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler. Anti demokratik çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra, o güclü, militer, bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi bilen; ve hatta gereğinde, son yıllarda olduğu gibi, çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu” ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat” da olabilen askeri bürokratik oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi, milletin teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi gibi karar alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da. kendisine söylediğini belirtiyor. Ayrıca Engels'in "Komünzmin İlkeleri" ve "Konut Sorunu" yapıtlarında da bu yönde açıklamalar bulmak mümkün.” Alıntı: “Eine Entschädigung sehen wir keineswegs unter allen Umständen als unzulässig an; Marx hat mir wie oft! als seine Ansicht ausgesprochen, wir kämen am billigsten weg, wenn wir die ganze Bande auskaufen könnten.” (F. Engels, Bauernfrage, MEW 22, 503f.) 66 Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak radikal bir demokrasinin savunusu; AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara karşı radikal demokrat bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın karşısında çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru olurdu. Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel nedenlerinden biri, bir bakıma düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır. Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir? “Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı söylemler. Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı; bunu engellediği noktasından hükümete yönelik bir eleştiri. Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap sorucu, cezalardan medet umucu bir bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü. Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor. Onların bu oyuncakla oynaması aracılığıyla; Kenan Evren’in yargılanmasının gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki darbelere ve darbecilere karşı bir mücadele gibi gösterebiliyor. En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip, tıpkı hakikat komisyonları gibi komisyonlar kurulup darbeler toplumun vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı; baskıcı; bürokratik; merkezi; militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran devlet, her zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi varlığını korumak için darbeler yapabilir ve yapacaktır. Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik, militer cihazı hiçbir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir hükümetin egemenliğinin aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye ne kadar boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda; dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine ve şimdi destekçisi oldukları hükümete karşı yapacağı darbeleri veya askeri bürokratik oligarşinin uygun sınıf ilişkilerini kullanarak tekrar legal yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine yapılanların intikamını alacağını göreceklerdir. 10 yıllık DP iktidarı ve sonraki 27 Mayıs bunun geçmişteki bir kanıtıdır. Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince sert ve kapsamlı olarak mahkemeye çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri noktasında yapan ya da tam da böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil olan “yetmez ama evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu yenilgilerini bile zafer gibi gösteriyorlar veya görüyorlar. 67 Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12 Eylülcülerin yargılanması ne darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir adım bile oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar. Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir. Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz merkezden atanan Vali, kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini seçilmiş yönetici ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini savunabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı olduğu, sadece çok özel teknik birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden ibaret bir ordunun bugünkünün yerini almasıdır. Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı yetki ve gücünün olduğu; tüm düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve emniyet kuvvetlerinin bunların elinde bulunduğu; halkın en küçük hücresine kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan çalışan nüfusun bizzat kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı bir darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke, böyle bir anda milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi bir şeye cesaret edemez. Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara çekip; hükümetin ve burjuvazinin korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle kayakçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek; bu demokratik talep ve hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinin derinliklerinde biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle, sadece liberallerin ve hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol, ister liberal sol olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya devam eder. Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini (bunlar demokrasi, sosyalizm, demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey olamayacağını söyleyenlerin aynı zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef haline getirenlerin aynı solcular ve sosyalistler olması. Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır. İnsanların varlıklarının düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var saymaktadırlar. Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin kendisi; varlıkların düşünceleri belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini bulan bir düşünce ve yöntemdir. * Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve gereğinde intikamcılara karşı intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü olduğumuza dair Deniz Gezmiş’e ilişkin bir anımızı anlatalım. 68 1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri silahlı çatışmalar sonrası ve bu çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve korkmadan fikirlerini ifade edebilip savundukları yer haline gelebilmişti. Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla, İstanbul Üniversitesi yemekhanesinin oradan Bakırcılar Çarşısı’na dökmüştük. İşte bu nihai çatışma başladığında, önceleri bizler hukuk binasının içindeydik ve faşistler dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı. Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o çatışma kendi gelecekleriyle de ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı. Aslında beş on kişi oradan taşlarla faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin terörüne son verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti. Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir kısmımız onları binanın içinden oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza rağmen, iki ateş arasında bırakarak, onları paniğe uğratıp bakırcılar çarşısına doğru kovalamış ve oradan dökmüştük. Güç dengesi bizden yana dönüşüp de kazanacağımız anlaşılınca, o ana kadar hiçbir şey olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada hep güçlüden ve zafer vaat edenden yana kayan çoğunluk, birden bizlerin safına geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan ve aşırılıkla zaferi kutlamaya başlamışlardı. İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu sonradan saflara katılanların bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere olduklarını gördük. İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir insana vurulmayacağını söyleyip çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine kapanıp, kendisi darbeler yeme bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim olunca, çocuğu sağ salim oradan uzaklaştırdık. Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce bize taş ve kurşun atanlardan ve belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i işkenceyle öldüreceklerden biriydi. Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır. Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere nice acılar çektirmiş Kenan Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer yargılanacaklarsa bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar sağlanıp yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o az önce bize belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak olan faşistin üzerine kapanıp onu linçten koruduğu gibi? “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.” 69 Demir Küçükaydın 17 Nisan 2012 Salı http://demirden-kapilar.blogspot.com/ [email protected] Ek1: Bu yazıyı okuyan bir okuyucum bana Hz. Ali’nin şu meselini anlattı. Ali bir savaşta tam bir düşmanının kafasını koparacakken, düşmanı Hz. Ali’ye küfretmeye başlıyor. Bunun üzerine Ali adamı öldürmekten vazgeçiyor. Adam küfre devam ediyor, Ali yine hiçbir şey yapmıyor, kılıcını indiriyor. Bunun üzerine adam, beni niye öldürmüyorsun deyince, Hz. Ali, ben Allah için savaşıyorum (yani adil ve insanca bir düzen için savaşıyorum), şimdi seni öldürsem, bana küfrettiğin için seni öldürdüğüm sanılabilir diye cevap veriyor. Bu mesel, anlatmak istediklerimi çok daha kısa ve özlü anlatıyor. Devrimciler (Hz Ali veya Marks-Engels veya Deniz Gezmiş olsun fark etmez) böyle yaşarlar ve savaşırlar 70
© Copyright 2024 Paperzz