ATAUM e-bülten Yıl 7 - Sayı 72 Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Avrupa Gündemi... EYLÜL 2014 Belçika'dan Mahkumlara Müebbet Ötenazi Ötenazi hakkını engellilerle çocukları da kapsayacak şekilde genişleten Belçika, bir kez daha bir ilke imza attı ve bir mahkûmun ötenazi talebini kabul etti. Böylece "devletin gözetiminde olan" kimseler “hiçbir baskı altında kalmaksızın” ölmeye karar verebilecek. Düzenlemeyle ilgili en önemli tartışma konusuysa, özellikle tüm tedavi yollarının tüketilmemesi durumunda böylesi bir uygulamanın aslında gizli bir idam cezası haline gelecek olması. Üstelik uzmanlara göre, amaç "fiili bir durum" yaratmak değilse bile devletin mahkûmlara bakım yükünden kaçındığı da böylece ortaya çıkıyor. Zaten yakınlar da endişeli ve tepkili. ‘HAK' MI 'CEZA' MI 'TEMİZLİK' Mİ Elâ BİLGEN Belçika'da ötenazi yasasının geniş yorumlanması ve uygulama alanının sık rastlanan kanser gibi ölümcül hastalık vakalarının hayli dışına taşmış olması, daha önce pek çok kez gündeme gelmişti. Nitekim ATAUM E-Bülten'in 52. sayısında engellilere, 65. sayısında da çocuklara yönelik ötenazi uygulamaları ele alınmıştı. Belçika bir kez daha dünyada bir ilke imza attı ve bu defa bir mahkûmun ötenazi talebini kabul etti. Böylelikle devletin gözetiminde olan kimselerin “hiçbir baskı altında kalmaksızın” ölmeye karar verebilmesinin yolu açılmış oldu. (devamı 3. sayfada) Yalnız Savaşçı: Ukrayna Air France'da Grev Vakti Mühdan SAĞLAM sayfa 4-5 Bilgesu BÜYÜKÇOLAK sayfa 6 Sakharov Ödülü Adayları Damla ÜNSEVER sayfa 7 Eski Dünya’da Bağımsızlık Rüzgarı Google Avrupalıları Unutmaya Başladı Tartışmalı Komisyon İş Başında! Uzay AYSEV sayfa 10 Betül DİNLER sayfa 12-13 Emre YÜKSEL sayfa 14-15 üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected] ‘Hayır, Teşekkürler’ H. Kardelen IŞIK sayfa 8-9 Portre: Roald Dahl Recep Ersel ERGE sayfa 18-19 2 Haydi Mahkûmlar Hollanda’ya Onur HAZNEDAR EYLÜL 2014 ATAUM e-bülten Haydi Mahkûmlar Hollanda’ya Çoğu mahkûm için hapishaneler kaçılması gereken, acılarla, eziyetlerle dolu bir yer olabilir. Ancak söz konusu ülke Norveç olunca durumun biraz değiştiğini düşünenler var. Zira ülkenin dünyanın en “insancıl” hapishanelerine sahip olduğu söyleniyor. Yani, illa mahpus yatacaksan Norveç’te yat misali. Ancak buradaki mahkûmlar ve onların yakınları da Norveç Hükümetinin geçtiğimiz günlerde yaklaşık 300 civarında mah kû mu Hollanda’ya transfer etme kararı almasında olduğu gibi bazen üzülebiliyor. Norveç, beş milyonluk nüfusu ve düşük suç oranları sayesinde hapishanelerinde mahkûmlara iyi koşullar sağlayabiliyor. Ülkedeki hapse girme oranı 100 bin kişide 72 iken yeniden suç işleme oranı da yüzde 20 gibi oldukça düşük seviyelerde seyrediyor. Buna rağmen şu anda hapishanelerin kapasitesi dolmuş durumda. Bu doluluk sebebiyle de bin 300 kişi cezasını çekmek üzere sırada beklemek zorunda. Üstelik hapishanelerin birtakım yenileme çalışmalarından da Onur HAZNEDAR geçmesi gerekiyor. Hal böyle olunca hükümet de çözümü mahkûm ihraç etmekte buluyor. Bu kuşkusuz kısa vadeli bir çözüm. Ancak yeni hapishaneler yapılıncaya dek başka bir çözüm yolu da şimdilik gözükmüyor. Ayrıca hükümetin daha uzun süreli hapis cezalarını öngören politi- Nasıl olacak? İki taraf arasında yapılan görüşmelerden çıkan kararlarsa şu şekilde: En başta Hollanda’daki hapishanelerde Norveç kanunları geçerli olacak. Yine hapishanenin yöneticisi Norveçli olurken gardiyanlar Hollanda’dan sağlanacak. Saldırgan nitelik te ki mahkûmlarsa Hollanda’ya gönderilmeyecek. Ayrıca Hollanda hükümeti hiçbir mahkûmu Hollanda topraklarından izinsiz atamayacak. Bu uygulamaya en çok karşı çıkanlar, doğal olarak mahkûm yakınları. Zira yakınlarının başka bir ülkeye nakillerinin gerçekleşmesiyle birlikte görüşmeleri de zora girecek ve akrabalarını görebil- mek için başka bir ülkeye seyahat etmek zorunda kalacaklar. Ancak Norveçli makamlara göre bu yakınma pek bir önem ifade etmiyor. Çünkü Norveç’te işleyen sisteme göre ülkenin kuzeyinde ikamet eden ve orada bir suç işleyen mahkûm, cezasını çekmek üzere güneye gönderiliyor. Ya da tam tersi şekilde bir düzen işliyor. Bu nedenle Hollanda’ya seyahatle ülkenin bir ucundan öteki ucuna seyahat arasında bir fark olmayacak, yani bu eleştiri ya da endişe yersiz. Hollanda cephesindeyse bu uygulamaya karşın halk cephesinde bir korku, bir endişe durumu hâkim. Şehirlerine gelecek yeni suçlular şimdi- kası da sırada bekleyen mahkûmların sayısını belirgin şekilde artıracağa benziyor. 2008’den bu yana mahkûm oranlarında gözle görülür bir düşüş olan ve hapishanelerini kapatmayı gündemine alan Hollanda için de bu öneri oldukça cazip görünüyor. Hollanda Adalet Bakanı Fred Teeven’in ifadesiyle “Norveç’te eksiklik vardı, bizde de fazlalık”. Ayrıca bu durumun vatandaşlarına yeni iş olanakları sağlaması da Hollanda cephesinin teklife sıcak bakmasına yol açıyor. den onları rahatsız ediyor. Ancak anlaşmaya göre, güvenlik tehdidi yaratabilecek mahkûmlar gelemeyeceğinden ve de Hollandalı makamlara göre bu uygulama yaklaşık 700 kişiye iş imkânı sağlayacağından bu endişeler de anlaşmanın önünde bir engel olmaktan çıkıyor. Ayrıca Hollandalılar bu tarz bir uygulamaya yabancı değil. Zira hâlihazırda 550 Belçikalı mahkûm Hollanda’nın güneyinde, Belçika sınırındaki Tilburg kentinde 2009’ dan bu yana kalıyor. İki ülke arasında anlaşma konusunda pek bir engel olmamasına karşılık söz konusu uygulamanın birtakım sorunlara yol açabileceği belir- tiliyor. Bu noktada Norveçli sosyolog Thomas Mathiesen iletişim sorununa dikkat çekiyor. Mathiesen’e göre Hollandalı gardiyanlar pek İngilizce bilmediklerinden, Norveç’ten gönderilecek mahkûmların çoğunluğu yabancı uyruklu olsa dahi iletişimde bir aksaklık yaşanabilecek. Zira böyle bir durumda Norveç ceza sisteminin rehabilitasyona önem veren özelliği Hollanda’da pek uygulanamayacak. Ayrıca Norveçli sosyoloğa göre Hollanda’ daki mahkûmlarla Norveç’ teki mahkûmlar farklı imkânlara sahip olacağından bu uygulama mahkûmlar arasında bir eşitsizliğe de yol açabilir. Norveç’in küçük bir adasına yapılan bir hapishanede cezasını çekmekte olan mahkûm Morten’in açıklamaları da aslında her şeyi özetliyor: “Burada olmaktan dolayı mutlu olduğumu söylemek zor. Ancak eğer burası bir hapishane olmasaydı, Norveç hükümeti herhalde tatiller için burayı kiralayabilirdi. Tabii ki özgür değilsiniz. Ancak illa hapishanede olmanız gerekiyorsa, burası harika bir yer. Burada istediğiniz her şe- yi yapabiliyorsunuz. İsterseniz deniz kenarında yürüyüş yapın, isterseniz futbol oynayın, isterseniz balık avlamaya gidin. Hatta yazları kendimize ait kumsalımız bile var. Oraya gidip güneşin tadını çıkarabilirsiniz.” Zaten bunları duyanlar da hangi mahkûm gitmek ister Hollanda’ya diye soruyor olmalı. Zira bu onlar için ayrı bir ceza olabilir. Hatta asıl/tek ceza. Burası cezaevi değil ki! Mathiesen’in mahkûmlar arasındaki eşitsizlik savından yola çıkarak Norveç’teki hapishanelere ayrı bir parantez açmakta yarar var. Küçük nüfusu ve düşük suç oranları sağ olsun Norveç hükümeti mahkûmlarına en lüks, en modern, en güzel hapishaneleri yapmaktan hiç çekinmiyor ve kesesinin ağzını olabildiğince açıyor. Çünkü Norveç ceza sisteminin anlayışı çerçevesinde önemli olan ceza değil. Esas olan mahkûmların topluma yeniden kazandırılması. Bu nedenle de hapishanelerin çoğu açık şekilde yapılmış. Lüks otelleri aratmayacak şekilde özel banyosundan, saunasından tutun da oyun salonlarına, atölyelere kadar beş yıldızlı bir otelde bulabileceğiniz her şey var bu hapishanelerde. Ancak kuşkusuz en önemli eksiklik, “özgürlük” yok burada. BBC’nin geçen senelerde yaptığı bir araştırmaya konuşan ve ATAUM EYLÜL 2014 e-bülten 52 yaşındaki Frank Van Den Bleeken, ömrünün son 30 yılını hapishanede geçirmiş bir müebbet mahkûmu. Tecavüz ve cinayet suçlarından 1980’ lerde hüküm giyen Van Den Bleeken, cinsel şiddet dürtülerini önleyemediğini ve bu nedenle hapishaneden asla çıkamayacağını düşünüyor. Aslında bir röportajda söylediği kadarıyla hapishaneden çıkmasının toplum için tehlike oluşturacağı inancıyla tahliye talebinde de bulunmuyor. Ancak hapishanede “çürüyüp gidecek” olmanın verdiği psikolojik acının kendisi için artık dayanılmaz olduğunu ifade ediyor. Bu nedenle ilk kez 2011’de ötenazi talebinde bulunan mahkûmun başvurusu, 3 yıllık incelemenin ardından 15 Eylül’de Adalet Bakanlığı tarafından onaylandı. Belçika’da 28 Mayıs 2002’de Ötenazi Yasası’nın kabul edilmesiyle birlikte her yıl artan sayılarda ötenazi vakaları yaşandı. Üstelik geçen yıl bin 807 vakayla ülke, kendi içinde bir rekor kırdı. Bu hak- ka büyük oranda ölümcül ve ciddi fiziksel acı içindeki kanser hastaları tarafından başvurulmasına rağmen Yasa’ nın 3. kısmında belirtildiği üzere ölümcül olmayan ama tedavisi de bulunmayan ve dayanma gücünü aşan fiziksel ve ruhsal acının yaşandığı durumlar için de ötenazi hakkı tanınıyor. Dayanma gücünü aşan fiziksel acının nasıl ölçüleceği üzerinde bile uzlaşıya varılamamışken ruhsal acının sınırlarının belirlenmesi konusu, Yasa’nın uygulanışını iyice yoruma açık hâle getiriyor. Nitekim birçok hastanede de ötenazi başvurularının kabulüyle ilgili farklı uygulamalara rastlanıyor. Van Den Bleeken’ın durumunda da ölümcül olmayan bir hastalık ve psikolojik acı söz konusu. Üstelik mahkûmun, cinsel şiddet dürtülerini engellemek için bu konuda uzmanlaşmış bir psikiyatri merkezinde tedavi edilmek üzere Hollanda’ya nakledilme talebi, bu yılın başında Belçikalı yetkililerce redde- Müebbet Ötenazi Elâ BİLGEN dilmişti. Ötenazi taraftarı ya da karşıtı pek çok kişi olası tedavi imkânlarından mahrum bırakıldığı gerekçesiyle Bleeken’ın talebinin onaylanmasının yanlış bir karar olduğu görüşünde. Dayanılmaz psikolojik acı gerekçesiyse Bleeken kurbanlarının yakınları tarafından şiddetle red de di li yor. Van Den Bleeken’ın 1989’daki şartlı tahliyesi sırasında tecavüz edip öldürdüğü kurbanının kız kardeşleri, ötenazi kararının kendilerini dehşete düşürdüğünü söyleyerek, “kardeşlerinin katilinin iyiliği için uğraşan komisyonların, doktor ve uzmanların hiçbirinin kendilerine bu ilgiyi bahşetmediğini” ifade ediyor. Van Den Bleeken vakasıyla, tüm bu eleştirilerin yanında ilk defa devlet gözetiminde olan bir kimsenin Yasa’nın gerektirdiği şekilde “gönüllü olarak, iyi düşünülmüş biçimde ve hiçbir dış baskı altında kalmaksızın” ötenazi kararı verip veremeyeceği tartışılmaya başladı. Üstelik mahkumun ihtiyacı olan te- davi imkanları sağlanmadığından, dolayısıyla tüm tedavi yollarının tüketilmesi gerektiğine ilişkin yasal kriter karşılanmamış olduğundan bunu gizli bir idam cezası olarak yorumlayanlar var. Bu yılın başında ötenazi hakkının bebek ve çocukları da içerecek biçimde genişletilmesi, hükümetin sağlık giderlerinden kaçınmakla suçlanmasına neden olmuştu. En son 1950’de uygulanan ve 1996’da yasal olarak kaldırılan idam cezasının ötenazi hakkı tanımak biçiminde fiilen sürdürüleceği endişesini taşıyanlar da mahkûmların bakım yükünden kaçınıldığını ileri sürüyor. Nitekim Brüksel’deki Avrupa Biyoetik Enstitüsü yetkilileri, Van Den Bleeken vakasının hapishane sisteminin ve suçlulara yönelik psikiyatrik bakım hizmetlerinin başarısızlığını gösterdiği düşüncesinde. Yetkililer ötenazinin, mahkûmların ihtiyaç duyduğu bakımın alternatifi olarak kullanılmaması gerektiğini vurguluyor. dayanılmaz acılar içinde olduğunu ifade ederek Bleeken’ın yaptıklarına karşılık bu acıları çekmesi gerektiğini öne süren ve ötenaziden faydalanmasına karşı çıkan kurban yakınlarında hâkim olan düşünce de suçun cezasız kaldığı. Beccaria, cezaların vereceği acıdan çok ancak uygulanacağının kaçınılmaz olduğuna ilişkin inançla etkili olabileceği görüşünde. Bleeken örneğindeyse hapishane koşulları ve suçlulara yönelik psikiyatrik bakımla ilgili yetersizlikler karşısında mahkûm ölmeyi seçtiğinden, yani cezanın uygulamasını imkânsız hale getir- diğinden, ceza etkisini kaybetmiş oluyor. Ötenazi hakkını bu denli geniş biçimde yorumlayan Belçika hükümetinin çocuk hastaların bakım yükünden kaçınmak, şiddet suçlularının ruhsal tedavisi için yeterli imkânı sağlamamak ve hapishane koşullarında gereken iyileştirmeleri yapmamak gibi eleştirilere karşı ne gibi önlemler alacağı belirsiz. Kesin olansa hükümetin yetişkin, çocuk ya da mahkûm, talep eden herkese “güzel ölüm” imkânı tanıması. Kötü yaşa, güzel öl! Modern ceza hukukunun öncülerinden Cesare Beccaria, 18. yüzyılda cezaların amacının “ne duyarlı bir varlık olan insanı üzüp bunaltmak, ne de işlenmiş olan suçları yok saymak” olduğunu söylüyordu. Van Den Bleeken’sa hapishanede “çürüyüp gitmenin” ona kaldırabileceğinden fazla acı verdiği iddiasıyla cezasını çekmeye devam etmektense ölmeyi tercih ederek kendisine verilen cezanın amacına ulaşamadığını göstermiş oldu. Ayrıca ancak belirli bir düzeyde acı çekmekten korkan bir kişinin yasalara uyacağı, ölümünse bu korkuyu ortadan kaldıra- cağı fikrinden hareketle, hastalığı nedeniyle toplum için bir tehdit oluşturduğunu ve y a s alara uymanın kendi kontrolünde olmadığını ifade eden Bleeken’ın bu mazeretini geçersiz kılmak için devletin hastalığı ortadan kaldırması gerekmekte. Mahkûmu tedavi amacıyla Hollanda’daki psikiyatri merkezine göndermek yerine ötenazi talebini onaylaması, devletin bakım yükünü ihmal ettiği eleştirilerini haklı çıkarmak bir yana, tam da kendi yasalarına uyulmasını garanti altına almak konusundaki güçsüzlüğünü gösteriyor. Nitekim kendilerinin de 3 4 Yalnız Savaşçı: Ukrayna Mühdan SAĞLAM EYLÜL 2014 ATAUM e-bülten Yalnız Savaşçı: Ukrayna Mühdan SAĞLAM Uluslararası kamuoyu Ortadoğu’da alev topu gibi ilerleyen IŞİD’e karşı alınacak önlemleri yakından takip etmeye odaklanmışken, Aralık 2013’ten bu yana savaş ve karmaşanın hüküm sürdüğü Ukrayna da içinde bulunduğu durumu bir an önce toparlamak için farklı platformlarda sesini duyurmaya çalışıyor. Ağustos 2014’te AB’yi temsilen Almanya Başbakan’ı Angela Merkel’i ağırlayan Kiev Yönetimi, ekonomik yardımları memnuniyetle kabul etmiş, ancak beklenen silah yardımının adresinin Brüksel olmadığını da bu görüşmeyle anlamıştı. Tam da bu noktandan hareketle, Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko, ABD Temsilciler Meclisi Başkanı John Boehner’in Kongre’de konuşma davetini ülkesi için bir fırsat olarak gördü ve soluğu Washington’da aldı. Aslında Amerikan Kongresi'nde yabancı devlet ve hükümet başkanlarına konuşma yapma imkânı nadir olarak tanınıyor. Bu anlamda son örnek Mayıs 2013’te Güney Kore Devlet Başkanı Park Guen Hey olurken, diğer bir örnek de 2005’te yine Ukrayna eski Devlet Başkanı Viktor Yuşçenko davetinde yaşanmıştı. Nitekim Meclis Başkanı Bo- ehner, Ukraynalı liderin meclise davet edilmesinin ABD’ nin Ukrayna’ya olan desteğini gösterme isteğinden kaynaklandığını ifade etti. Amerikan Temsilciler Meclisi’nde Kongre üyelerine hitap eden Ukraynalı Lider, battaniyeyle savaş kazanılamayacağını, bu nedenle kendilerine bir an önce silah yardımı yapılmasını talep etti. Yaklaşık 40 dakika süren konuşması boyunca Poroşenko’nun hedef tahtasına koyduğu isimse Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’di. Yaklaşık 5 aydır ara ara ateşkeslerle soluklanılsa da, Ukrayna’nın bölünme tehdidiyle karşı karşıya olduğunu ifade eden Poroşenko, Ukrayna’nın örtük biçimde Rusya’ ya karşı yürüttüğü bu mücadelenin aynı zamanda ABD ve NATO’nun da savaşı olduğunu yineledi. Ukrayna lideri, ülkesinin içine sürüklendiği iç savaşın en büyük sorumlusunun Rusya olduğunu, dahası Rus silahlarının ayrılıkçı gruplarca kullanıldığının ve Moskova’nın bu grupları silahlandırdığının sır olmadığının altını çizdi. Durum böyleyken, karşılarında Rusya gibi güçlü bir orduyla mücadele için yeterli teçhizat ve mühimmat olmadığını sözlerine ekleyen Poroşenko, ABD’den içerisinde tank ve füzelerin de olduğu ağır silah yardımı talebinde bulundu. Rusya’yla yaşadıkları anlaşmazlığın blok seçimi üzerinden alevlendiğini, Ukrayna’ nın tercihininse AB’yle NATO ’dan yana olduğunun altını çizen Poroşenko, bu çerçevede NATO’da kendilerine NATO dışı ana müttefik statüsü verilmesini de istedi. Poroşenko konuşmasında, “21. yüzyılın en büyük alaycılığı” olarak Kırım’ın ilhak edilmesini gösterdi. Rusya’ nın Kırım’ı topraklarına katmasının kabul edilemez olduğunu ve ABD’yle NATO’ nun bu konuda kendilerine destek olması gerektiğini sıklıkla vurguladı. Soğuk Savaş bitmiş olsa dahi Rusya’nın benzer bir algıyla hareket ettiği ve eski Sovyet coğrafyasında farklı bir alternatife yaşam hakkı tanımadığı yönün de ki suç la ma lar da Poroşenko’nun konuşmasında üst sıralarda yer aldı. Ko nuş ma sı son ra sın da Kongre’den büyük alkış alan Poroşenko’nun Ukrayna’ya beklediğini alarak gittiğini söylemekse çok zor. NATO’ da Ukrayna’ya özel müttefik statüsünün verilemeyeceğini ilk elden bizzat ABD Başkanı Barack Obama ifade etti. ABD hükümet çevrelerine gö- re, bu ziyaret vesilesiyle Ukrayna'ya 53 milyon dolar daha yardım yapılacak olsa da, bu kapsamda silah yardımı yapılması öngörülmüyor. Amerikan yönetiminde Ukrayna'nın yeteri kadar savaş mühimmatına sahip olduğu görüşüne varılırken, Cumhuriyetçilerin Ukrayna'ya silah sevkiyatı yapılmasından yana oldukları bildirildi. Öte yandan, Eylül 2014’te ülkedeki ekonomik durumu yerinde incelemesi için Ukrayna’ya bir heyet gönderilmesi planlanıyor. Benzer biçimde halihazırda IŞİD’le mücadeleyi öncelediği düşünülürse, ABD’nin Ukrayna’ya beklediği ağır silahları vermeyi düşünmediği de görülüyor. Gerek ABD kamuoyunun Rusya’ dan ziyade IŞİD’i öncelikli tehdit olarak görmesi, gerek Washington Yönetiminin hali hazırda gergin devam eden Rusya’yla ilişkileri tamamen gözden çıkarmamak istememesi de Beyaz Saray’ ın bu sessizliğinde etkili olmuş gibi. Öte yandan, dışarıdan beklediği yardımı istediği ölçüde alamayan Kiev Yönetimi aralıklarla şiddetlense de ayrılıkçılarla vardıkları mutabakat çerçevesinde ateşkese devam etme eğiliminde. BM verilerine göre Nisan 2014’ ATAUM e-bülten ten bu yana Ukrayna’daki çatışmalarda üç bin 500’ün üzerinde insan yaşamını kaybetti. Dahası 100 binden fazla kişi de sığınmacı olarak başta Rusya olmak üzere komşu ülkelere göç etti. Öyle ki, 25 Eylül’de Ukrayna parla men to sun da ko nu şan Poroşenko, son 24 saatte ölü ya da yaralı haberinin gelmemesini memnuniyetle karşıladıklarını ifade etti. Ancak önlem olarak da doğu komşusu Rusya’yla sınırları geçici olarak kapattıklarını duyurdu. Her ne kadar Poroşenko’ nun konuşmasında ayrılıkçıların talep ettiği özerklik statüsüne değinilmese de, yaklaşık iki ay içerisinde Doğu Ukrayna’ya kısmi özerklik tanıyan bir yasanın hazırlandığı gelen bilgiler arasında. Bununla beraber ülke içindeki memnuniyetsizliğe sanayi çevreleri de eklenmiş görünüyor. Özellikle Petro Poroşenko’nun ısrarla AB tercihini bir blok tercihi olarak EYLÜL 2014 sunması ve Rusya’ya karşı NATO ve AB saflarında yer almak istediklerini en üst perdeden dile getirmesi, ülke içindeki kamplaşmayı daha da tırmandırıyor. Özellikle Doğu Ukrayna’nın bir sanayi bölgesi olması ve neredeyse ticaretinin yarısını Rusya’yla gerçekleştirmesi ekonomi çevrelerinde de tedirginlik yaratıyor. Sanayi çevrelerinin Ukrayna siyasetinde etkili olacak güce erişmelerinin altındaysa ülkenin 1990’larda geçirdiği dönüşüm yatıyor. Şöyle ki, 1990’lar boyunca tıpkı Rusya gibi çarpık bir kapitalizm modeli uygulayan Ukrayna’da Rusya’da olduğu gibi sanayide mevzilenmiş bir oligark grubu mevcut. Söz konusu bu grubun yatırımları yoğunlukla Doğu Ukrayna’da bulunuyor. Üstelik Rusya’dan farklı olarak oligarklar Ukrayna siyasetinde de çok etkili. Nitekim Ukrayna’daki sayılı oligarklar içinde sayılan Petro Poroşen- ko’nun cumhurbaşkanı seçilebilecek güce erişmesi, oligark-siyaset hattındaki ilişkinin en net örneği. Buna bağlı olarak yatırımları ülkenin doğusuna konuşlanmış oligarklar, artık bir çözüm bulunması ve Rusya’yla ticaretin rayına konulması için Kiev yönetimine baskı yapmaya başladı. Yani, Doğu Ukrayna’da yaşanan gelişmeler sadece milis grupların ayrılık talepleriyle şekillenmiyor, buna Rusya’yla ekonomik ilişkileri olan sanayi grupları da eklenmiş durumda. Üstelik Poroşenko’nun Temsilciler Meclisi’nden sadece bol alkışla dönmesi de Kiev için hayal kırıklığına neden oldu. Öyle ki, yönetimin barış istediğine ilişkin algıya gölge düşmekle kalmadı, ülke içerisindeki memnuniyetsizlik de arttı. Kısacası, Ukrayna’da neredeyse bir yılını dolduracak olan AB mi Rusya mı krizi henüz çözüme kavuşmuş değil. Yalnız Savaşçı: Ukrayna Mühdan SAĞLAM Her ne kadar Ukrayna AB yolunda hızla ilerleme ümidi taşıyorsa da, bunun ağır bir bedeli olduğu bu zaman zarfında kendini gösterdi. Mart 2014’te Kırım’ın Rusya’ya katılması bunun en net örneğini sunarken, Doğu Ukrayna’daki can kayıpları ve istikrarsızlık içinse tarafların uzlaştığı bir formül henüz masada görünmüyor. Özetle, AB ve ABD’den beklediğini bulamamanın yanında ülke içinde yaşanan siyasi kamplaşma ve çözüm baskısı da Kiev yönetimi için tünelin ucunda hala ışık olmadığını gösteriyor. Üstelik dünya kamuoyunun gözlerini yeniden Ortadoğu’ya çevirmiş olması, sadece Ukrayna’yı gündemden düşürmüyor, bir yönüyle de “savaş ama battaniyeden başka yardım bekleme” anlamına geliyor. Yani görünen o ki, Ukrayna “azılı düşman” ilan ettiği büyük doğu komşusuna karşı yalnız mücadele etmek zorunda. 5 6 Air France'da Grev Vakti Bilgesu BÜYÜKÇOLAK ATAUM EYLÜL 2014 e-bülten Air France'da Grev Vakti Bilgesu BÜYÜKÇOLAK Fransa’nın ünlü havayolları firması Air France, Eylül’de bir greve ev sahipliği yaptı. Grevin sebebi Air France’ın diğer firmalarla yaşanan rekabet sebebiyle kısa ve uzun vadeli uçuşlarda daha uygun fiyatlara sahip olan Transavia şirketine ağırlık gösterme kararı alması. Pilotların bağlı oldukları üç sendika, bu kararın ve maliyetleri azaltma politikasının pilotları da etkileyecek olmasından ve eski haklarını kaybetmelerinden ya da yeni koşulları kabul eden pilotların işe alınıp eskilerinin işlerine son verilmesinden endişe duyuyor. Pilotların 15 Eylül’de başlayan grevi tarifeli uçuşların ya- rısının iptal edilmesine ve Air France’ın günlük ortalama 10-15 milyon Euro zarar etmesine yol açıyor. Ayrıca eylemin ilk gününden itibaren firma borsada yüzde 3.45 değer kaybetti. Firma bu grev ve yaşanan zarar nedeniyle Transavia projesini Aralık’a kadar erteleme kararı alsa da bu karar pilotlar ve sendika için yeterli bir sonuç değil ve geri adım atmayı düşünmüyorlar. Fransa Başbakanı Manuel Valls’sa grevin gereksiz ve anlamsız olduğu, hem Fransa’nın hem de firmanın imajını zedelediği yönünde yorum yaptı. Almanya’da da hem Lufthansa hem de ona bağlı düşük fiyatlı Germanwings hava yolu firmalarında Ağustos ve Eylül aylarında grevler yaşandı. Bu grevlerin sebebi de sendikayla firmalar arasında toplu sözleşme konusunda uzlaşma sağlanamaması. Özellikle, emeklilik yaşının yükseltilmesi sendikanın tepki verdiği konular arasında. Yıllarca süren Avrupa emek ve demokrasi mücadelesi günümüzde tersine işliyor gibi. Bu mücadele sonucunda emeğin yükselen değeri, günümüzde gitgide değersizleştiriliyor. Rekabet politikaları yüzünden birçok ülkede firmalar maliyetleri düşürme endişesi duyuyor ve işverenler öncelikle çalışanların ma- aşlarını ve haklarını gözden çıkarıyor. Özelleştirme uygulamalarıyla beraber günümüz emekçileri düşük maaşlarla ve kısıtlı haklarla çalışmak zorunda bırakılıyor. Ancak yine emek ve demokrasi mücadelesinin mirası olarak sivil toplum örgütleri emeğin ve emekçinin değerinin korunması adına çalışmalarını sürdürerek geçici başarılara imza atabiliyor. Fakat kapitalizm son yüzyıldaki krizlerine rağmen, emeği ve emekçinin taleplerinin gidişatı etkilemede dikkate alındığını söylemek zor. ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: [email protected] Editör: Erdem DENK Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK * Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Ankara Üniversitesi Basımevi, İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler/ANKARA Tel: 0(312) 213 66 55 · Basım Tarihi: 8 Eylül 2014 10 ATAUM e-bülten EYLÜL 2014 Sakharov Ödülü Adayları Damla ÜNSEVER Sakharov Ödülü Adayları Damla ÜNSEVER “Barış, kalkınma, insan hakları – Bu üç amaç ayrılmaksızın birbirlerine bağlıdır. Diğer ikisi yok sayılarak bu amaçlardan birine ulaşmak imkansızdır.” Bu sözler, Sovyet hidrojen bombasının babası olarak bilinen 20. yüzyılın önemli insan hakları savunucularından biri olan ünlü fizikçi Andrey Sakharov ’a ait. 1975te Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Sakharov’un belki de en büyük pişmanlığı hidrojen bombasını yapmak olmuştu. Nitekim 1961’de Kruşçev’in hidrojen bombasının atmosferde denenmesi fikrine şiddetle karşı çıktı ve nükleer silahların azaltılması gerektiğini savundu. Ayrıca Sovyetler’in Afganistan’ı işgaline karşı çıkan ünlü bilim insanı, ülkesinde insan haklarının gelişmesi için mücadele etti. Rejime karşı aldığı tavır ve yaptığı eleştiriler rejim yanlıları tarafından vatan haini olarak anılmasına neden oldu ve uzun bir süre sürgünde yaşadı. Ancak Sakharov, ölümünden sonra da bir insan hakları savunucusu olarak yaşatılmaya devam etti. Ölümünden 3 yıl sonra 1988 ’de Avrupa Parlamentosu tarafından Sakharov Düşünce özgürlüğü ödülü verilmeye başladı. Ödül, Avrupa Parlamentosu’nun ta nı mıy la “hoşgörüsüzlüğe, fanatizme ve sistematik baskıya karşı direnen ve mücadele eden kişileri onurlandırmayı” amaçlıyor. Adaylarsa Avrupa Parlamentosu üyeleri tarafından seçiliyor. İlk yıl Nelson Mandela’ya verilen ödül, 2011’de Arap Baharı aktivistlerine, geçen sene de kız çocuklarının eğitimi için mücadele veren ve Taliban tarafından vurulan 16 yaşındaki Pakistanlı Malala Yusufzay’a verildi. Bu seneki adaylarsa 23 Eylül’de belli oldu. Her ne kadar düşünce özgürlüğü ödülü olarak anılsa da, Sakharov ödülünün genellikle demokrasi ve insan haklarını savunan yani “Avrupa siyasi sistemini benimseyen” kişi ve kuruluşlara verildiği gayet açık bir durum. Bu ödül dünya üzerinde solmaya yüz tutmuş insanlığa bir damla su olabilen insanlara hak ettikleri saygının verilmesi açısından önemli görenler de çoğunlukta. Andrey Sakharov’un sözleriyle birbirinden ayrılmaz değerler olan barış, kalkınma ve insan hakları için mücadele eden 2014 yılı Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü adaylarıysa şöyle: Geçtiğimiz Temmuz’da hapse atılan Azerbaycanlı insan hakları aktivisti Leyla Yunus; Hristiyan azınlıkları koruyan örgüt ler (CHREDO, O pen Door, Aid to the Churc in Need, Oeuvre d’Orient); ülkelerindeki polis şiddetine tepki gösterdikleri için hapse atılan Faslı rapçi Mouad Belghouate ve Tunuslu rapçi Ala Yaacoubi; Mısır devriminin sembollerinden biri haline gelen aktivist Ala Abdülfettah, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde Panzi hastanesini kuran, burada tecavüze uğrayan kadınlara yardım eden ve BM İnsan hakları ödülü gibi birçok ödüle sahip olan jinekolog Denis Mukwege; İslam toplumlarında kadın haklarının savunucusu ve kız çocuklarının sünnet edilmesine karşı mücadele veren Somali asıllı ABD vatandaşı Ayaan Hırsi Ali; Irak’ta din özgürlüğünü savunan ve IŞİD tarafından öldürülen hukuk profesörü Mahmud El-Asali; Kerkük’ teki dini gruplar arasında uzlaşıyı sağlamak için çalışan Katolik Keldani Patriği Louis Raphael Sako ve Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in AB-Ukrayna ortaklık anlaşmasını imzalamak yerine Rusya’yla yakınlaşması sonucu 21 Kasım 2013’de protestolara başlayan ve ülke genelinde yayılan EuroMeydan hareketi. Sonuçlar Ekim’de açıklanacak olsa da şimdiden en güçlü aday EuroMeydan hareketi gibi gözüküyor. Krizin ilk gününden bu yana devam eden hareket, farklı meslek gruplarından birçok ismi bir araya getirdi ve ülke geneline yayıldı. Hareketi en güçlü aday kılan özelliğiyse, kuşkusuz sık sık vurgulandığı gibi tarihteki en büyük Avrupa yanlısı hareket olması. Ayrıca merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP) Başkan Yardımcısı Jacek Saryusz-Wolski ve 52 milletvekili tarafından aday gösterilirken ödülün demokrasi ve özgürlük için yalnız savaşan Ukrayna halkına güç vereceğinin belirtilmesi de bu hareketin AB için önemini belirtiyor. Kazanması durumunda hareketi Afgan asıllı Ukraynalı gazeteci Mustafa Nayem, 2004’te Eurovision yarışmasını kazanan Ruslana Lijiçko, gazeteci Tetiana Chornovol ve aktivist Yelyzaveta Schepetylnykova temsil edecek. 27 yıldır insan hakları savunucularına verilen bu ödülün ve gösterilen adayların önemini bir başka açıdan değerlendirecek olursak, son yıllarda tüm dünyada süregelmekte olan demokrasi, özgürlük ve insan hakları gösterileri akla geliyor. Zira arkasındaki siyasi nedenler ve dış müdahaleler tartışmaya açık olsa da, Arap ülkelerindeki ve Ukrayna’daki eylemler başta olmak üzere dünyanın bir çok yerinde verilen mücadeleler günümüzün en önemli sorunları olarak görülüyor. Buna göre, köktenci terör örgütlerinin sayısının artması ve birçok ülkede etnik ve dinsel ayrımların çoğalması da durumu daha fazla kötüleştiriyor. Bu nedenle insan hakları eğitiminin daha çok yaygınlaşmasının ve insan hakları savunucularının desteklenmesinin daha da önem kazandığı düşünülüyor. 7 8 ‘Hayır, Teşekkürler’ H. Kardelen IŞIK EYLÜL 2014 ATAUM e-bülten ‘Hayır, Teşekkürler’ H. Kardelen IŞIK Tüm dünyanın ilgiyle beklediği ve izlediği İskoçya referandumu 18 Eylül 2014’te yapıldı. Dünya kamuoyunda, William Wallace’ın “freedom (özgürlük)” nidasında sembolleşen bağımsızlık isteği, “şimdilik” birlik içinde kalma kararıyla sonuçlandı. İskoçyalı seçmenler “İskoçya’nın bağımsız bir ülke olmasını kabul ediyor musunuz?” sorusuna evet veya hayır gibi “basit” görünen cevaplar- dan birini yüzde 44.6’ya karşı yüzde 55.3’le hayır yönünde vermiş olsa da, sonucunun bundan çok daha derin olacağı sürecin en başından beri belliydi. Nitekim, olası evet ihtimalinin sonuçlarının çeşitli nedenlerden dolayı daha girift olacağı tartışmaları yapılsa da hayır sonucuyla da Birleşik Krallık’ta statükonun eskisi gibi devam edemeyeceği de kesin. Avrupa ve Britanya siyaseti- nin geri kalanına bakıldığında, İskoçya’nın ayrılık isteği görece yeni sayılabilir. Belçika’da Flamanlar, İtalya’da Kuzey Birliği, Fransa’da Korsika, İspanya’da ETA’yla ve terörle gündeme gelen Bask ve Kasım 2014’te referanduma gideceğini Eylül sonunda kesinleştiren Katalonya, öteden beri sıklıkla bağımsızlık isteklerini dile getirenlerden. Birleşik Krallık’ta ayrılıkçılık ve bağımsızlık denilince akla ilk Kuzey İrlanda Katolikleri gelse de, İskoçya deneyimi ve geleceğiyle bu ilişkilerin artık yeni bir boyutta tartışılması gerektiğinin altını çizmek gerek. Öte yandan, Birleşik Krallık’ın iç siyasetindeyse özellikle İskoçya için hiçbir şeyin “eskisi gibi” kalmayacağını söylemek fazlasıyla mümkün. lamentoyla yönetilmeye başladı. Bu yeni krallığın adıysa Büyük Britanya’ydı. İskoçlar, 1715 ve 1745 tarihlerinde tacı ele geçirmek amacıyla ayaklansalar da başarılı olamadılar. İskoçya için uzun yıllar kendi kendini yönetme hakkı bir yana kendine ait bir parlamentosu olmadan geçti. Ancak, 1978’te Birleşik Krallık’ta yetki devri (devolution) meselesi gündeme geldiğinde özerklik için küçük de olsa bir ışık yanmış oldu. 1978’de İskoçya ve Galler için ayrı ayrı çıkartılan ve yetki devrini öngören yasalar çerçevesinde, 1 Mart 1979’ da yapılan referandumda söz konusu yasaların hayata geçirilmesinin istenilip istenilmediği soruldu. İskoçlar, yüzde 51.6’yla yetki devrini öngören yasaların hayata geçirilmesini istedilerse de hemen toplamda istenen çoğunluk sağlanmadığı için hem de Galler halkının yüzde 79.7’sinin de hayır demesiyle yetki devri gerçekleşemedi. İskoçya, yetki devrinin yanında kendi parlamentosuna da 1997’de yapılan referandumla sahip oldu. Referandumda Galler’e yalnızca kendi parlamentosuna sahip olmak isteyip istemedikleri sorulurken, İskoçya’ya -eğer parlamentoya da evet cevabı verirlerse- İskoç Parlamentosu’nun vergileri değiştirme yetkisine sahip olabilmesi seçeneği de sunuldu. Böylelikle, İskoçya’nın Birleşik Krallıktaki “ayrıksı” konumu adeta referandum sorularıyla belirginleşmiş oldu. 1997 referandumu sonuçları çerçevesinde 1999’da da 129 üyeli İskoçya Parlamentosu kuruldu. Yetki devri uyarınca, Birleşik Krallık parlamentosu ve hükümetinin sahip olduğu yasama ve yürütme yetkilerinin bir bölümü bu parlamen to ya devredildi. Bu adım, İskoçya’yı bağımsızlık referandumuna taşıyacak olan en önemli kilometre taşlarından biri oldu. 307 yıllık birliktelik Referandum kararının alındığı 2012’den bu yana “evet ve hayır” sorusunun muhatabı olacak olan İskoç halkının istekleri ve ayrıldığı kamplardan daha çok büyük tablo olan Birleşik Krallık ve İskoçya’nın geçmişindeki parametrelere atıf yapıldı. Böylelikle, her iki halkı aynı çatı altında “buluşturan” tarihsel süreç, gerek Avrupa’daki “ayrılıkçılar” için gerekse olası sonuca göre bundan çıkarılacak dersler için ayrı bir önem kazanmış oldu. Ancak yine de çıkan “hayır” sonucuyla, W. Wallece’a karşı Edward the Lonshanks’in zaferi indirgemeciliğine düşmemek gerek. 1707’den bu yana süren birlikteliğin tarihine kısaca bir göz atmak gerekirse, Britanya adasının kuzeyindeki varlıkları M.S. 5. yüzyıla dayanan İskoçlar, adayı tek bir yönetim altında birleştirmek idealinde olan I. Edward’a kadar İngiliz tehdidinden görece uzak, bağımsız bir krallığa sahipti. İskoçya’nın bağımsızlığı, İngiltere Krali- çesi I. Elizabeth’in varis bırakmadan ölmesine kadar zaman zaman tehdit altına girdi. Bu dönemde İskoçya büyük ölçüde bağımsızlığını korusa da, uzun ve sert geçen İngiliz- İskoç savaşları yaşandı. I. Elizabeth’in en yakın akrabası olan İskoçya Kralı VI. James, I. James adıyla 1603 yılında İngiliz tacını giydi. Böylelikle, İskoçya’yı da Londra’dan yönetmeye başladı. 12. yüzyıldan bu yana dereceleri değişmekle birlikte İrlanda halihazırda İngiliz tacı altındaydı ve merkezden yö ne ti li yor du. Galler ’se 1536’da İngiltere’yle siyasi olarak birleşti. İskoçya için “Taçların Birliği” adı verilen bu dönemde, I. James’in İngiltere ve İskoçya’yı siyasi ve hukuki olarak birleştirme çabaları sonuç vermedi; iki ülke tek bir kral altında varlığını devam ettirdi. 1707’yse İskoçya için asıl kırılma noktası oldu. 1 Mayıs’ ta, İngiliz ve İskoç Parlamentoları tarafından kabul edilen Birleşme Yasası (Act of Union) ile iki krallık tek bir par- ATAUM EYLÜL 2014 e-bülten ‘Hayır, Teşekkürler’ H. Kardelen IŞIK 9 Referandumu sürecine nasıl/neden gelindi? Galler’in 2011’de yasama yetkisi kazanan 60 üyeli parlamentosuyla, Kuzey İrlanda ’nın 1921’de kurulmuş olsa da 1972’de kapanan ve tekrar tekrar askıya alınan 108 üyeli parlamentosunun yanında 129 üyeli ve daha geniş yetkilere sahip parlamentosuyla “İskoç cininin Birleşik Krallık şişesinden çıkmaya başladığı” ortadaydı. Yine de İskoçya’yı ayrılma referandumuna kadar getiren koşullar özellikle Avrupa’ daki diğer örneklerine hiç benzemiyor. Zira İskoçya’da IRA ya da ETA gibi oluşumlar hiçbir zaman söz konusu olmadı. Öyle ki Edinburgh’yla Londra arasında “muadillerinde” olduğu gibi bir çatışma da söz konusu olmadı. Birleşik Krallık içindeki Kelt uluslardan biri sayılan İskoç ulusunu Londra hiçbir zaman reddetmedi; Kraliçe ve Westminister’a sadakatle bağlılık olduğu sürece İskoç milliyetçiliğinin de “birlik içinde” zararı yoktu. Referandum sürecinde evet kampı tarafından adeta sosyalist bir havayla İskoçya için Birleşik Krallık içerisinde “sömü- rülme” ve ya “zenginlikfakirlik” göndermeleri yapılsa da, ekonomik sayılabilecek en önemli unsur yüksek vergiler, devletten alınan düşük gelir payı ve Kuzey Buz Denizi’ndeki petrol yataklarının sahibi olarak 60’larda Norveç’in gerçekleştirdiği çıkışı tekrarlama ideali. Bütün bunlara rağmen İskoçya’nın İrlanda ve Galler’den farklı olarak hem uzlaşıyla hem de daha fazla imtiyaz içeren konumuyla birlik saat gibi işlemiyordu. Muhafazakar Parti politikaları ve Thatcher’dan bu yana neo-liberal politikalara duyulan tepki, öteden beri güçlü olan sosyal-demokrat damarla ve biraz da 2008 krizinin etkisiyle birleşti. Westminster’la ilişkilerinin ekonomiyle bağlı ince bir çizgide olması, milliyetçi talepler için bardağı taşıran son damlaydı. Bu belirsizlikle birlikte “kendi başlarına daha iyi durumda olacakları inancı” İskoçya’da bağımsızlık talebine desteği giderek arttıran en önemli tetikleyici oldu. Bu nedenle, bağımsızlık referandumu için geriye İskoçya bölgesel hükümetinin başbakanı ve aynı zamanda İskoç ulusalcı hareketinin lideri Alex Salmond’un maharetiyle Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron’ın alacağı risk kalmıştı. İskoçya’da 2000’li yılların başlarından itibaren İskoç milliyetçiliği üzerine siyaset yapan partiler başarılarını giderek arttırmışlardı. Böylelikle, referandumun ayak sesleri sekiz yıllık İşçi Partisi hakimiyetine Mayıs 2007 seçimlerinde son veren İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) iktidara gelmesiyle duyulmaya başladı. Şubat 2010’da İskoç Hükümeti Alex Salmond önderliğinde bağımsızlık referandumunu öneren bir yasa tasarısı hazırladıysa da, muhalefet buna karşı oy kullandı. Böylelikle bağımsızlık yolundaki ilk “resmi” adım hayata geçirilemedi. Mayıs 2011 seçimlerinde bağımsızlık sözü veren manifestosuyla iktidar partisi SNP bir kez daha zafer kazandı. Koltuk sayısını da 47’den 69’a çıkaran SNP, önündeki beş yıllık iktidar süreci içerisinde de bağımsızlık referan- dumu sözünü bir kez daha tekrarladı. Salmond, 10 Ocak 2012’de BBC’ye verdiği röportajda ilk defa referandum için 2014 sonbaharını işaret ettiyse de Birleşik Krallıkla bir anlaşma henüz söz konusu değildi. 25 Ocak 2012’de Alex Salmond’un seçmenlere sorulacak olan “İskoçya’nın bağımsız bir ülke olmasını kabul ediyor musunuz?” sorusunu açıklamasıyla bir yandan İngiltere’yle İskoçya arasındaki ipler iyiden iyiye gerilirken hem İskoçya’da hem de İngiltere’ de siyaset ikiye bölündü. Yine de 21 Mart 2013’te “en azından” referandum yapılacağı konusunda uzlaşıldı. Nihayet, 12 Ekim 2012’de Birleşik Krallık ve İskoç Hükümeti arasında yapılan müzakereler sonuç verdi. Hemen ardından, 15 Ekim’de İskoçya yönetiminin Birleşik Krallık’tan bağımsız hale gelmesini amaçlayan referandumun temel anlaşması Edinburgh’da imzalandı. Böylelikle gözler, 18 Eylül 2014’ e çevrildi. rektiği görüşündeydi. Öte yandan duruma “daha duygusal” yaklaşan bağımsızlık karşıtlarıysa İngiltere İşçi Partisi milletvekili Alistair Darling’in yürüttüğü “Better Together” (Birlikte Daha İyi) kampanyası altında toplandı ve bağımsızlığa “No, Thanks ” (Hayır, Teşekkürler) karşılı- ğını verdi. Bunun yanında Westminster’ın üç büyük partisi de bağımsızlığa karşı birlikte hareket ederek İskoçya’nın birlikte kalma kararı vermesi durumunda özerk yetkilerinin arttırılacağı vaadinde bulundu. mel kazanımı olan daha geniş yetki devri vaadi için Westminster salt İskoçya’ya değil, Kuzey İrlanda, Galler ve İngiltere’ye de söz vermişti. 2015’te yetki devrine dair “İskoçya Yasası” çıkartılması öngörülüyor olsa da Mayıs’ ta genel seçimlerin yapılacak olması ve Cameron’ın esaslı bir anayasa değişikliği isteği, hem İskoçya’nın kazanımlarını derinleştirebilir hem de yasanın kabulünü erteletebilir gözüküyor. Bunun yanı sıra, yetki devrinin genişletilmesi sözüyle bir kez daha “West Lothian Sorunu” diye adlandırılan mesele gündeme geliyor. Bu sorun iki farklı sınıf milletvekili yaratıyor ve böylelikle İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda milletvekillerine nüfusunun yüzde 85’inin yaşadığı İngiltere’ye dair oy ve karar hakkı verilirken tersi mümkün olamıyor. Bu nedenle referandumdan çıkan hayır sonucu merkezi yönetim için ne siyasi ne de idari kaygıları önleyebilmiş durumda. Süreç ulus-devlet özelinde siyasi otoritenin niteliğine dair sorunları gün yüzüne çıkarırken tüm dünyaya da daha enternasyonal bir devlet inşası konusunu da bir kez daha sorgulatacağa benziyor. Öyle ki, olası 2017 referandumu AB’ye de ulus-devlet ötesi bağlamını ve gücünü de sorgulatacak cinsten. Birleşik Krallık süreçte havuç ve değneği birlikte kullanmayı ihmal etmese de şimdilik kapanan bağımsızlık konusu Alex Salmond’un olası selefi Nicola Sturgeon’un daha şimdiden olası referandum için gündemde. 2017’de Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunmayı düşündüğü bir süreçte, ada içinde AB yanlılarının asıl olarak İskoçlar olduğu göz önünde bulundurulduğunda bağımsızlık ateşinin kıvılcımları bir süre daha Birleşik Krallık’ı yakabileceğe benziyor. Evet ya da hayır Referanduma dek sürecek olan evet ve hayır kampanyaları sırasıyla Mayıs ve Haziran 2012’de henüz müzakereler ve görüşmeler sürerken başlatıldı. O tarihten Eylül 2014’e değin temel argümanlarda da önemli bir değişiklik olmadı. İskoçya’da bağımsızlığı savunmak ama- cıyla düzenlenen en büyük kampanya olan “Yes Scotland” (Evet İskoçya), temel olarak eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve ulaşım gibi alanlarda kısmi özerkliği yeterli görmeyerek “her kuşağın bir kere yakalayabileceği bir fırsat” olarak İskoçya’nın zincirlerinden kurtulması ge- Birlikte daha iyi mi? Cameron, daha müzakere sürecinde Salmond’un referandum için üçüncü bir seçenek olan daha geniş bir özerlik önerisini evet ya da hayıra indirgemişti. Birleşik Krallık ve İskoçya’da halkın seçimlere aktif katılım oranlarının düşüklüğüne güvense de özellikle son üç ayda yapılan kamuoyu yoklamalarında evetçilerin %29’dan 40’lara kadar artış göstermesi alınan riski gözden geçirtti. Bu nedenle, kampanya süreci Cameron’ın daha geniş yetki devri vaadiyle bitti. Nitekim “Cameron’ın kalbi kırılmadı” ama çıkan sonuçtan sonra Salmond hem başbakanlıktan hem de İskoç Ulusal Partisi’nden istifa edeceğini açıkladı. 18 Eylül’ de 16 yaş üzeri 4.1 milyon seçmenden sayısı 500 binden az olan kararsızlar referandumun sonucunu yüzde 44.7’lik evet oyuna karşılık “hayır”la belirledi. Referandumdan evet çıkma- sı halinde Londra’yla bir müzakere süreci başlayacak, sterlinin kullanımı, İskoçya’ nın AB ve BM üyeliği, ekonomik çevrelerin tutumu, Kuzey Denizi petrollerinin paylaşımı ve bağımsız İskoçya’nın nasıl bir ülke olacağı konuları için belirsizlikle dolu bir süreç söz konusu olacaktı. Bu nedenle İskoçya’nın -bu konular açıklığa kavuşturulmasa bile- tam anlamıyla bağımsız olması 24 Mart 2016’ yı bulacaktı. Evet tarafında “kendi kaderini tayin hakkı”, hayır tarafındaysa “birlik ruhuyla barışık olarak sürecin belirsizliğine karşı olma” ön plana çıktıysa da, aslında her iki taraf da argümanlarını temelde ekonomik rasyonalite üzerine kurmuştu. Şimdilik bağımsızlık hayalleri rafa kalktıysa da Birleşik Krallık’ı en az “olası bağımsız İskoçya” kadar belirsiz bir sürecin beklediğini söylemek yanlış olmasa gerek. Referandum sürecinin en te- Dünya’da Bağımsızlık Rüzgarı 10 Eski Uzay AYSEV EYLÜL 2014 ATAUM e-bülten Eski Dünya’da Bağımsızlık Rüzgarı Uzay AYSEV Son yıllarda Avrupa ve Orta Doğu’da esen bağımsızlık rüzgarı, İspanya’yı da etkisine almış görünüyor. 19 Eylül’de başarısız olan İskoç referandumundan sonra, İspanya’nın özerk bölgesi Katalonya da bölgesel meclisin 19 Eylül’de aldığı kararla bağımsızlık için referandum yapma yolunda. Katalonya Başkanı Artur Mas’ın da 27 Eylül’de verdiği onayla, referandumun 9 Kasım tarihinde yapılması kesinleşti. Bu bağlamda, Katalan halkına sorulacak iki soru “1) Katalonya’nın bir devlet haline gelmesini istiyor musunuz? cevabınız evetse 2) bağımsız bir devlet olmasını istiyor musunuz?” olarak belirlendi. Katalonya’nın bu hamlesi İspanya merkezi hükümetine açık bir meydan okuma olarak görülebilir. Nitekim İskoçya’daki durumun aksine, Nisan’da İspanya Parlamentosu’nda yapılan oylamada Katalonya’nın bağımsızlık referandumu talebi ezici bir çoğunlukla reddedilmişti. Bu reddin en önemli sebebi 7.5 milyon kişinin yaşadığı Katalonya’nın, bağımsızlığı halinde, halihazırda ekonomik krizden çıkış yolu arayan İspanya’nın gayrı safi milli hâsılasının beşte birini, toplanan vergilerinse dörtte birini beraberinde götürecek olması. Krizden çıkmak için merkezi hükümetin uyguladığı kemer sıkma politikalarının İspanya’nın kalanına oranla çok daha refah içerisinde yaşayan Katalanların bağımsızlık isteklerini kamçıladığı aşikâr. Daha önce de birçok kez Katalonya’nın bağımsızlığına izin verilmeyeceğini açıklayan İspanya hükümet yetkililerinin referandum kararını İspanya Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi bekleniyor. Bu hamleyi öngören Katalan Meclisi referandumu gerçek bir referandumdan ziyade bağlayıcılığı olmayan bir halk oylaması olarak tanımlayarak hükümetten gelecek yasal adımlardan korunmayı amaçlıyor. Yasal olarak bağlayıcılığı olmasa da, son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarının gösterdiği gibi Katalanların çoğunluğunun bağımsızlığa evet demesi halinde olacakları şu aşamada kestirmek güç. İspanya Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili müktesebatını inceleyince söz konusu referandum ve Katalonya’nın bağımsızlığı konusunda nasıl bir tavır alacağını tahmin etmekse son derece kolay. Mahkeme, en son olarak Mart’ta aldığı kararla, Katalan Meclisi’nin oybirliğiyle kabul ettiği Egemenlik Deklarasyonu’nun Katalanların milli egemenliğini ilan eden maddesini İspanya Anayasası’nın İspanyol milletinin bölünmez bütünlüğünü ve egemenliğini garanti altına alan birinci ve ikinci maddelerine aykırı bulmuştu. Mahkeme benzer olarak Deklarasyon’un “Katalanların seçim hakkı” atfının İspanya Anayasası’na aykırı bir hakkı içeremeyeceğini belirtmiş ve dolaylı olarak Katalonya’nın bağımsızlığının anayasaya aykırı olacağının sinyalini vermişti. İspanya hükümetinin ve Parlamentosu’nun konuyla ilgili görüşleri göz önüne alındığında, Katalanların bağımsızlık taleplerinin önünü açmak için yapılacak bir anayasa değişikliği ihtimaller dâhilinde bulunmuyor. Uluslararası Adalet Divanı, 2010’da Kosova’yla ilgili vermiş olduğu danışma görüşünde, uluslararası hukukun bağımsızlık ilanlarına yönelik herhangi bir sınırlama içermediğine hükmetmişti. Çok tartışılan bu kararın yanında, bağlayıcılığı olmayan birtakım ilkeler de devletlere bu konuda yol göstermekte. Bu ilkelerden yasal olarak statüsü en tartışılmaz olanıysa, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda ve Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde (ICCPR) atıf yapılan ve dahili ve harici olarak ikiye ayrılan milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı. Kendi kaderini tayin hakkının dış boyutu yani bağımsızlık hakkı, sömürgeci veya yabancı bir milletin tahakkümü altında yaşayan milletlerin sahip olduğu bir hak iken, iç boyutuysa halihazırda var olan devletler içindeki kültürel azınlıkları ve sahip olacakları statüleri ilgilendirmekte. İşte bu nedenle Katalanların sahip oldukları kültürel azınlık statüsünün bağımsızlık taleplerine cevaz vermediği görüşü yaygın. Buna göre iç boyutu itibariyle kendi kaderini tayin hakkı, söz konusu halka bağımsızlık değil ICCPR’ın 27. maddesinde de belirtildiği gibi kültürlerini ve dinlerini yaşama ve kendi dillerini kullanma hakkı veriyor. Üstelik uluslararası hukukun bir diğer önemli ilkesi olan ulusal sınırların bütünlüğü ilkesiyle çatışmadığı için bu anlayış devletlerce daha çok kabul görmekte. Kanada Anayasa Mahkemesi’nin Quebec’in bağımsızlığıyla ilgili aldığı kararda da belirttiği üzere, uluslararası hukukun ilkeleri, harici kendi kaderini tayin hakkına sadece bir halkın baskı altında tutulduğu ve politik, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak kendini geliştirmesinin engellendiği durumlarda başvurulabilir. Elbette uluslararası hukukun en büyük zaafı olan yaptırım eksikliği sebebiyle devletler ulusal çıkarları gerektirdiği zaman bu prensipleri çiğnemek konusunda herhangi bir çekince duymuyor. Bu uluslararası hukuku ve hukukun üstünlüğünü her fırsatta dile getiren AB ülkeleri için de geçerli. Örneğin 2008’de ba- ğımsızlığını ilan eden Kosova’yı, İspanya, Kıbrıs, Romanya, Slovakya ve Yunanistan dışındaki bütün AB üyeleri tanımış durumda. Tahmin edilebileceği üzere iki grup da pozisyonlarını yukarıda bahsi geçen prensipler doğrultusunda değil, ulusal çıkar hesapları doğrultusunda belirlemiş görünüyor. Nitekim söz konusu beş ülke kendi sınırları içerisindeki “ayrılıkçı gruplara” koz vermemek adına Kosova’yı tanımayı reddetmekte. Geriye ka lan ülkelerse, özellikle Sırbistan’ın açık muhalefetine rağmen bağımsızlığını ilan ettiği iddia edilen Kosova’yı tanıma yoluna gittiler. Uluslararası hukukun prensiplerinin bu şekilde esnetilmesiniyse “özel şartlara” bağladılar. Peki, bütün bunlar Katalonya için ne anlama geliyor? Katalanların İspanya içerisinde yaşayan bir azınlık olarak dâhili kendi kaderini tayin hakkına sahip oldukları aşikâr. Öte yandan, Katalanlar İspanya’nın özerk bir bölgesi olarak kültürel, ekonomik ve politik gelişimlerini sürdürme konusunda dünya üzerindeki birçok azınlıktan çok daha iyi durumda olduğu da yaygın kanı. Bu açıdan İspanyol hukuk sistemi gibi uluslararası hukukun da Katalanlara bağımsızlık istekleri adına faydalı bir argüman sağlamadığı söylenebilir. Buysa Katalanlar’ın bağımsızlık hayallerinin İspanyol Hükümeti’nin muhalefetine rağmen gerçekleşmesini neredeyse imkânsız olduğunu düşünenlerin elini güçlendiriyor. O zaman yapılacak referandum da bağımsızlık yolunda atılan bir adımdan ziyade, Katalan bölgesel yönetimi tarafından İspanyol Hükümeti’ne verilen bir uyarı mesajı olarak değerlendirilebilir. Tabii şimdilik. ATAUM e-bülten EYLÜL 2014 Eğitime Finlandiya Bakışı Aygün KARLI Eğitime Finlandiya Bakışı Aygün KARLI Ülkemizde ve gelişmekte olan diğer ülkelerde eğitim sistemi tartışıladursun Kuzey Avrupa’nın yaklaşık beş buçuk milyon nüfuslu beyaz zambaklar ülkesi Finlandiya’da eğitim sistemi öğrenenleri şaşırtmaya devam ediyor. Üç yılda bir yapılan ve sonuncusu 2013’te açıklanan PISA araştırmalarında kendine Doğu Asya ülkeleriyle birlikte ilk sıralarda yer bulan Finlandiya’nın eğitim sistemi son yıllarda yaptığı reformlarla gittikçe iyileşiyor. Özellikle öğretmen eğitiminin nitelikli oluşu ve çocukların yeteneklerine göre yapılan eğitim, Finlandiya’nın bu alanda bir adım öne geçmesini sağlıyor. Bu eğitimi hem öğretmen hem de öğrenci açısından incelediğimizdeyse ortaya şu bilgiler çıkıyor. Öğretmenler açısından bakıldığında çıkan tablo ilginç. Nitekim yüksek lisans mezunu olmayan bir Finli, öğretmen olamıyor. Okuldaki bir günlerinin dört saatini ders vermeye ayıran öğretmenler, haftada iki saatleriniyse kendi mesleki eğitimleri için harcıyor. Dikkati çeken bir diğer detaysa öğretmenlerin koordine edilmesini sağlayan bir üst makamın bulunmaması. Yani okulun tüm yönetim işlerini bir müdür değil öğretmenler yapmakta. Finlandiya’da öğretmenler başarılı veya başarısız denilerek yargılanmıyor. Kendileri eğer bir konuda eksiklerse bunları eğitim yoluyla gidermeleri sağ- lanıyor. Bu sayede öğretmenlerin işsiz kalma gibi bir endişesi bulunmuyor. Öğretmenlerin tümü devletten eşit ücret alıyor. Özellikle özel okulun olmaması da öğretmenlerin bir yarış veya rekabet içinde olmamalarını sağlıyor. Bir öğretmenin maaşıyla herhangi bir yöneticinin maaşı arasında pek bir fark bulunmaması da öğretmenlerin refah içinde yaşamalarını sağlıyor. Öğretmenler kendi bilgi ve ilgi alanlarına göre eğitim verme hakkına da sahip. Eğitim sistemine öğrenci perspektifinden baktığımızdaysa, Finlandiya’da eğitime başlama yaşı yedi olduğunu baştan belirtmek gerek. Bu yaş grubundaki bir çocuğun okula başlaması zorunlu. Fin kültürü çocukların özgür bir şekilde yetişmesini önemsediği için yaşı kaç olursa olsun bir çocuk okula yalnız başına yürüyerek ya da kendi bisikletiyle gidiyor. Çocukların eğitim görecekleri müfredatsa basit ve tüm bilimlerle ilgili genel bir bakış açısı kazandırma amacı gütmekte. Finli çocuklar istekleri doğrultusunda kendi derslerini kendileri seçmekte özgür. Eğitimin ilk altı yılı çocuklara hiçbir şekilde not verilmiyor. Yalnızca on altı yaşına geldiklerinde ülke genelinde bir sınava girip bu sınavdan not alıyorlar. Öğrencilere ödev verilmiyor. Bu sistem, öğrenmenin yerinin okul olduğunu söylüyor. Öğrencinin günlük teneffüs olarak geçirdiği süreyse yetmiş beş dakika. Çocukların günde dört saat ders aldığını göz önünde bulundurursak, her teneffüs yirmi beş dakika sürüyor. Üsteli eğer bir çocuk bir derste sıkılır ya da o dersi öğrenemediği fark ederse ders ona bireysel istekleri doğrultusunda öğretiliyor. Örneğin çocuk o gün matematik dersi almak istemiyorsa veya dersten sıkıldıysa başka bir zaman diliminde o dersi alıyor. Finlandiya’da okullarda spora da fazlasıyla yer veriliyor. İşin ilginç yanıysa bu okullarda herhangi bir spor takımının bulunmaması. Fin kültürü çocukları rekabet içine sokmaktan hoşlanmıyor. Takım kurup birbirlerine rakip olmaları istenmediği için de spor fazlaca etkin olmasına karşın okul düzeyinde herhangi bir takım mevcut değil. Çocuklar zekâ ve başarı düzeyleri ne olursa olsun hep birlikte aynı sınıflarda okutuluyor. Farklı okullar da birbiriyle rekabet halinde değil. Bunun neticesinde bütün okulların eğitim düzeyi yaklaşık olarak aynı seviyede. Okul kantininde çocuklar için yalnızca meyve, süt ve su bulunuyor. Böylece sağlıklı bir biçimde gelişmeleri destekleniyor. Okuldaki gündelik işlerin her biri öğrenciler tarafından yapılıyor ve böylece sorumluluk sahibi bireyler olmaları sağlanmış oluyor. Okul binalarının belki de en ilgi çekici özelliğiyse bir okul mimarisinden çok ev mimarisini andırması. Böylece çocukların kendilerini evlerinde hissetmeleri sağlanıyor. Ayrıca öğretmenlerle öğrenciler yemeklerini aynı ortamda yiyor. Bu sayede öğrenciler ve öğretmenler arasında bir hiyerarşi olmadığı çocuklara hissettiriliyor. Genel olarak bakıldığında, öncelikle bu eğitim sisteminin oluşmasında birinci etkenin hükümetle sivil toplum kuruluşlarının payı olduğu söylenebilir. Nüfusun az olmasını da bu etkenler arasında sayılabilir ancak çocukları bir birey gibi yetiştirmenin özellikle önemsendiğini de not etmek gerek. Öte yandan, ülkenin gelişmişliğini bu eğitim sisteminin oluşmasında bir temel etken olarak almak yerinde olmayabilir. Zira Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden olan Almanya’ya baktığımızda bu sistemin tam tersini görüyoruz. Almanya’da kişi mutluluğu veya özgürlüğü pek de önemli bir etken değil. Ülke kendi çıkarına ve piyasaya katkı sağlayabilecek çocuklara yatırım yapmaktan kendini geri çekmiyor. Finlandiya’daysa durum tam tersi. İnsanlara “birey” oldukları için değer verildiği ısrarla vurgulanıyor. Piyasanın zaten her şekilde akacağı, önemli olan bireylerin mutlu bir biçimde eğitim hayatlarını ve kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri olduğu düşünülüyor. 11 2 12 Google Avrupalıları Unutmaya Başladı Betül DİNLER EYLÜL 2014 ATAUM e-bülten Google Avrupalıları Unutmaya Başladı Betül DİNLER AB Adalet Divanı (ABAD), 13 Mayıs’ta in ter net kullanıcılarının unutulmak isteme hakkına dayanarak bir karar almış ve arama motoru Google’dan bazı kişisel ve hassas içerik arama sonuçları kaldırmasını istemişti. Bu karara uyacağını açıklayan dev arama motoru Google, bu amaçla internet uzmanlarından bir komite ve internet sitesi kurdu ve “unutulma hakkını” kullanmak isteyen AB vatandaşlarından gelen binlerce talebi değerlendiriyor. Talepte bulunanların arama sonucunun neden alâkasız, eski ve uygunsuz olduğunu bildirmeleri gerekiyor. Bu talebin ardından Google söz konusu istekleri değerlendirerek kamu yararı olup olmadığına bakarak son kararı verecek. Mali sahtekârlıklar, görevi kötüye kullanma, adlî hüküm ve net sitesindeki başvuru forhükûmet yetkilileriyle ilgili munu doldurmak zorunda. içerikler bu kapsamda de- http://support.google.com ğerlendirilecek. Google, bu başlıklı internet sitesindeki işlemi AB üye ülkelerinin formda kullanıcılara hangi ülvatandaşları için yapacak. Ay- kede doğdukları, hangi rıca İzlanda, Lichtenstein, linkin kaldırılmasını istedikNorveç ve İsviçre vatandaş- leri ve taleplerinin nedeninin larına da unutulma hakkı çer- ne olduğu soruluyor. İnternet çevesinde başvuruda bulun- kullanıcılarından ayrıca gema hakkı tanınıyor. Unutul- çerli bir fotoğraflarını da şirma hakkını kullanmak iste- kete göndermeleri isteniyor. yen kişiler, Google'ın inter- Schmidt komite başkanı Google tarafından özgür bilgi ve bireylerin kişisel hakları arasındaki dengeyi korumak için oluşturulan danışma komitesi, hassas içerik arama sonuçlarından rahatsız olarak unutulma hakkından yararlanmak isteyen kullanıcıların form destekli taleplerini değerlendirecek. Google Danışma Kurulu Üyesi olan Oxford İnternet Enstitüsü etik profesörü Luciano Floridi, internetin sebep olduğu bazı etik ve yasal zorunlukların olduğunu belirterek, bu amaçla kurulacak komitenin “zor ve felsefi bir değerlen- dirme”yle görev yapacağına dikkat çekiyor. Komitenin diğer üyeleri arasında BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü Frank La Rue, Leuven Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Peggy Valckle, İspanya Veri Koruma Ajansı için çalışmış aka- demisyen José -Luis ve kâr amacı gütmeyen internet ansiklopedisi Wikipedia’nın kurucularından Jimmy Wales da bulunuyor. Google’ın CEO’su Eric Schmidt ve şirketin baş avukatı David Drummond da komiteye başkanlık ediyor. kriterler esas alınarak hükme bağlanıyor. Eski politikacılar, siyasette bulundukları zamanlardaki politikalarını eleştiren içeriklerin silinmesini istiyor; ciddi ve şiddet içeren suçların failleri, suçlarına ilişkin içeriklerin silinmesini istiyor; mimarlar ve öğretmenler gibi profesyoneller kendileri hakkında yazılan olumsuz incelemelerin silinmesini istiyor. Google mahkeme kararına uyacaktır. Ancak şirketimiz çifte standart görüyor. Bu aynı bir kitabın kütüphanede bulunabileceği ancak kütüphanenin kataloğunda bulunmayacağını söylemek gibi.’’ Google'ın patronu Larry Page da karara uymalarının siteyi sürekli yenileme çalışmalarına zarar vereceğine dikkat çekmiş ve uygulamanın baskıcı rejimlere yarayacağını dile getirmişti. Bir Google sözcüsü de “karar, Google'ın bir bireyin unutulma hakkı ile kamunun bilme hakkı arasında zorlu bir seçim yapmasını gerektiriyor” değerlendirmesinde bulunuyor. Getirilen bir diğer eleştiriyse, unutulma hakkının mali etkileri üzerine. Buna göre, hakkın hayata geçirilmesi için gereken teknik altyapının hazırlanması yolunda ortaya çıkacak dijital mühendislik masrafı ve internet şirketlerinin ekonomik çıkarlarının gözetilmesi gerekliliği, şirketlerle kullanıcılar açısından hukuki ve mali tartışmalara ve belirsizliklere yol açabilecek. Google’a çifte standart Kişisel ve hassas içerik arama sonuçlarının kaldırılması talebi, bir bireyin geçmişte yapmış olduğu belirli bir eylemin sonucu olarak sürekli ve periyodik olarak damgalanmış bir şekilde hayatını sürdürmek istememe özgürlüğünden çıktı. Hedefse, dijital hafızada yer alan bireye ait fotoğraf, kimlik bilgisi, adres ve diğer kişisel içeriğin, yine bireyin kendi talebi üzerine bir daha geri getirilemeyecek biçimde ortadan kaldırılması. Bu hakkın düşünce özgürlüğüne olumsuz etkileri üzerine endişeler var aslında. Zira bireyin geçmişte yaptığı bir eylemin internet gibi bir ortamdan silinmesinin düşünce ve bilgi alma özgürlüğüne olumsuz etkisi olduğu yönünde görüşler bulunmakta. Google’ın baş hukuk danışmanı David Drummond, şirketin neden ABAD’ın unutulma kararına katılmadığını The Guardian’da “We need to talk about the right to be forgotten” (Unutulma hakkı üzerine konuşmamız gerekiyor) başlığıyla yayınlanan yorumunda açıkladı. “Avrupa mahkemesinin kararının ardından Google olarak internet aramalarını sınırlandırmanın neresinde kamu yararının bulunduğuna ilişkin bir tartışmayı başlatmak istiyoruz” diyen Drummond, bu hususun İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ifade özgürlüğüne ilişkin hükümlerine aykırılığından söz ediyor: “Kamu yararı hususu oldukça belirsiz ve sübjektif ATAUM e-bülten EYLÜL 2014 Google Avrupalıları Unutmaya Başladı Betül DİNLER Silinmesi imkânsız İnternet ansiklopedisi Wiki- ğil ve asla olmayacak. Avru- bir girişim.” pedia’nın kurucusu Jimmy Wales da BBC’ye yaptığı açıklamada uygulanacak kararı eleştiriyor: “İnternetin küresel ölçekli yapısından ötürü kişisel bilgileri yok etme sistemi çok uzun sürmeyecek. Mesela, Google’ın ABD versiyonu bu karara dâhil de- pa’da faaliyet göstermeyen ancak başka ülkelerde çalışan birçok arama motoru var. O arama motorları da unutulma hakkı kararını uygulamayacağı için, bir kişinin internet üzerindeki tüm bilgilerinin sonsuza kadar silinmesi imkânsız. Başarısız Unutturun beni! istemişti. Haber, vergi bor- Olayları bu aşamaya getiren aslında İspanyol bir avukat ve kaligrafi uzmanı olan Mario Costeja Gonzales. Mario Costeja Gonzales 1988’de La Vanguardia’da hakkında çıkan bir haberin silinmesini cundan dolayı Gonzales’in evinin satışa çıkarılmasıyla ilgiliydi. Üstelik borç çoktan ödenmişti. Konu, ABAD’a taşındı ve yargılama süreci Gonzales lehine sonuçlandı. Karardan önce Google, içeriklerin kaldırılmasını isteyen insanları bu sayfaların kaynağına yönlendiriyordu. Şimdiyse bu içerikler kaldırılıyor; üstelik Wikipedia ve Wiktionary gibi çeşitli sitelerin arkasında bulunan Wikimedia, Google’ın unutulma Divan da 13 Mayıs’ta kararını verdi. Birliğin en yüksek yargı organı olan ABAD’ın aldığı kararlar da AB nezdinde bağlayıcı. Bu arada, bir zamanlar Google aramasında hakkında 36 kelimelik 2 so- hakkı kapsamında arama sonuçlarından kaldırdığı içerikleri barındıran bir liste yayınladı. Wikimedia sözcüsü Katherine Maher de “insanların kendilerine ulaşılabilir kılınmayan içerikleri bulabilmesi için silinen linkleri ilan edeceğiz’’ vurgusunu yapıyor. nuç çıkan ve “önemsiz bir şahsiyet” olan Gonzalez hakkında şimdi binlerce arama sonucu çıkıyor. Unutulmak için belki de Google’ı kendi haline bırakmak gerekiyor. 13 14 Tartışmalı Komisyon İş Başında! Emre YÜKSEL EYLÜL 2014 ATAUM e-bülten Tartışmalı Komisyon İş Başında! Emre YÜKSEL Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yapılması ve seçimden merkez sağ Avrupa Halk Partisi’nin (EEP) zaferle ayrılmasından sonra gözler Avrupa Komisyonu Başkanlığı seçimlerine çevrilmişti. Zira Ekim sonunda Barroso’dan boşalacak koltuğa kimin oturacağı büyük önem arz ediyordu. EEP, Parlamento seçimlerinde 751 sandalyenin 214’ünü alarak Komisyon başkanlığı seçiminde büyük avantaj elde etmişti. Onu 189 sandalyeyle Sosyalistler, 66 sandalyeyle Liberal Grup ve 52 sandalyeyle de Yeşiller takip ediyordu. Bu sonuçlara göre, EEP büyük bir avantaj elde etmiş gibi görünse de, partinin sandalye sayısı Komisyon başkanlığı için yeterli sayıda değildi. Zira bir kişinin Komisyon başkanı seçilebilmesi için Avrupa Parlamentosu’nda 376 parla- menterin desteğini alması gerekiyor. Nitekim EEP’nin komisyon başkanlığı için adayı olan Jean Claude Juncker de bu duruma dikkat çekmiş ve Sosyalistlerle “büyük bir koalisyon” içinde olabileceklerini belirtmişti. gireceğim” sözleri, Merkel’in desteğinin apaçık bir göstergesi durumunda. Ayrıca Junckerin lideri olduğu EEP, Merkel’in partisi olan Hristiyan Demokrat Parti’yi de içinde barındırıyor. Öte yandan, İngiltere ve Macaristan’ sa Juncker’in adaylığını kesinlikle desteklemeyeceklerini belirten üyeler. İsveç Başbakanı Reinfeldt, Almanya Başbakanı Merkel, İngiltere Başbakanı Cameron ve Hollanda Başbakanı Rutte, İsveç ’in Harpsund kentinde Komisyon başkanlığı seçimlerini konuşmak için toplanmıştı. Zirve sonrasında konuşan Cameroni “AB’de kalmak ya da çıkmak 2017 sonunda yapılacak referandumda halkın vereceği bir karar. Ama AB’nin 2017’ye kadarki yaklaşımı çok önemli. Eğer reformlar gerçekleşirse, daha açık, rekabetçiliği güçlendirecek ve üye devletlere müdahaleyi azaltıcı adımlar atı- lırsa bu AB’de kalma adına bize de yardımcı olur ama şu anki yaklaşım bu yönde değil” sözleriyle Juncker’in seçilmesinin ülkesinin AB’ den çıkması yönündeki düşüncesini güçlendireceğini ima etmişti. Ayrıca Cameron ’ın “2017 sonunda İngiltere’ nin AB içindeki geleceğine Brüksel karar vermeyecek. Bu kararı alacak olanlar İngiltere vatandaşları olacak” sözleri de bu düşüncesini destekler nitelikte. İngiltere’nin Juncker’in adaylığına karşı çıkmasının esas nedeniyse onu “federalist” olarak görmesi. 1980’lerin anlayışıyla hareket eden bir politikacı Avrupa’nın gelecek beş yıldaki sorunlarını çözemez diyen Cameron, Juncker’in adaylığına AB’deki reform taleplerini karşılayamayacağını belirterek destek vermiyor. Cameron ayrıca atanmışların seçilmişlerden daha güçlü olmasına da karşı çıkı- Tartışmalı aday Juncker Avrupa Parlamentosu’nda ço- ya list le rin li de ri Mar tin ğunluğu elde etmeleriyle bir- Schultz’tu, ancak Schultz likte Avrupa Komisyonu baş- adaylıktan Juncker lehine çekanlığı için en güçlü konuma kilme kararı aldı. gelen EEP, başkanlık için Lük- Bu denli etkileyici bir kariyesemburg Başbakanı Jean Cla- re karşın Juncker’in adaylık ude Juncker’i aday gösterdi. süreci önemli tartışmaları da Hukuk alanında yüksek li- beraberinde getirdi. Başını sans derecesi de bulunan Almanya Başbakanı Merkel’ Juncker, 1974’te Hristiyan in çektiği “Juncker’e destek Demokrat Parti’ye katılma- verenler” grubu ve başını İnsıyla aktif politikaya başla- giltere Başbakanı Cameron’ mış, ülkesinde Çalışma Ba- ın çektiği “Juncker’in adaylıkanlığı ve Maliye Bakanlığı gi- ğını desteklemeyenler” grubi üst düzey görevler yapmış- bu bu tartışmanın esas taraftı. 1995’te Jacques Santer’in larını oluşturuyor. Juncker koyerine başbakan seçilen nusunda başta temkinli açıkJuncker, 2013’e kadar da bu lamalar yapan Merkel, songörevde kalarak rekor kırdı. rasında desteğini açıkça ilan 1997 ve 2005 yıllarında iki etti. Nitekim “Jean-Claude kez Avrupa Konseyi Başkan- Juncker’in li der li ğin de ki lığı’nı da yürüten Juncker, Hristiyan Demokratlar AvruMaastricht Kriterleri’nin mi- pa Parlamentosu’nun en güçmarlarından biri olarak bili- lü siyasi grubu haline geldi. niyor. Hatta Euro’nun ortaya Bu yüzden ben de tüm görüşçıkmasında da önemli rol oy- melere Jean-Claude Juncnadı. Juncker’in başkanlık se- ker’in Avrupa Komisyonu çiminde en önemli rakibi Başkanı olması gerekliliğini olarak gösterilen kişiyse Sos- göz önünde bulundurarak ATAUM EYLÜL 2014 e-bülten yor ve Brüksel’in çok fazla yetkisi olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte Cameron’ın seçim süreci boyunca kullandığı en büyük koz Juncker’in seçilmesi durumunda ülkesinin AB’deki geleceğini referanduma götüreceği durumuydu. “Ben Sayın Juncker’in adaylığına karşı çıkıyorum. Bence bu Avrupa için iyi bir yol değil. Bu gidilmemesi ge- Tartışmalı Komisyon İş Başında! Emre YÜKSEL reken yanlış bir yön. Buna kı kendisi karar verecek” sözkarşın ben ne yapacağımı leri de Cameron’ın çektiği söylediysem yapacağım. Bu- resti açıkça gösteriyor. nu referanduma götüreceğim. Bunu yeniden müzakereye açacağım ve İngiliz hal- Komisyon iş başında Ne var ki, Cameron’ın karşı propagandasına rağmen Juncker Avrupa Komisyonu’ nun yeni başkanı oldu. Önce Brüksel’de toplanan Avrupalı liderler, Komisyon Başkanlığı için Juncker’i aday gösterdiler. Avrupa Parlamentosu’nda yapılan oylamada 751 parlamenterin 452’sinin oyunu alan Juncker de Avrupa Komisyonu’nun gelecek beş yıldaki yeni başkanı oldu. Juncker konusundaki propagandada ba şa rı sız olan Cameron, AB’deki reformlar konusundaki duruşunun arkasında olduğunu, geri adım atmayacağını ve bunun uzun bir süreç olduğunu belirtti. Öte yandan Juncker’i destekleyen Merkel de seçim sonrasında “Bence Jean-Claude Junker lehine karar, bize Avrupalı tecrübesi olan bir Komisyon Başkanı verdi. Kendisi hem bireysel olarak üye ülkelerin isteklerini hesaba katacak hem de parlamentonun” sözleriyle desteğini bir kez daha yineledi. Juncker’in seçilmesiyle birlikte Komisyon’da da görev dağılımı yapıldı. Birçok yeniliğe sahip olan Juncker’in kabinesinde beş eski başbakan, dört eski başbakan yardımcısı ve on dokuz eski bakan bulunuyor. Kabinede “İyileştirilmiş Yasal Düzenlemeden Sorumlu” bir birinci başkan yardımcılığı makamı bulunuyor. Komisyon’un tüm tekliflerinin gerçekten gerek duyulan konulara ilişkin olduğunu garanti altına alacak, Temel Haklar Şartı’nı destekleyecek ve Komisyon’ un tüm faaliyetlerinde hukukun üstünlüğüne bağlı kalmasını sağlayacak olan bu göreve Hollanda Dış İşleri Ba- mayacağını belirleyecek. kanı Frans Timmermans ge- İngiltere’de UKIP’in Birlikten tirilirken, Göçten Sorumlu Ko- çıkma propagandası ve Başmisyoner olarak da Yunanis- bakan Cameron’ın ülkesinin tan Savunma Bakanı Dimitris Birlik içindeki durumunu reAvramopoulos atandı. Junc- feranduma götürebileceğini ker’in genişlemeye kapalı bir açıklaması, 1973’ten beri AB söylem benimsemesi nede- içinde olan İngiltere’nin üyeniyle “genişleme” konusu- likten çıkması riskini taşıyor. nun ayrı bir başlık altında top- Bu sebeple Juncker’in İngillanıp toplanmayacağını me- tere’yle yapıcı ilişkiler ve ikili rak edilirken, bu konu Avru- diyaloglar kurması beklenipa Komşuluk Politikası ve Ge- yor. Ayrıca Juncker döneminnişleme Müzakereleri adı al- de Birliğin genişlemesinin natında toplandı ve bu göreve sıl olacağı da merak konusu. de Avusturyalı Johannes Genişlemeye pek sıcak bakHahn atandı. mayan Juncker’in aday ülkeAB’nin deneyimli isimlerin- lerle nasıl bir ilişki kuracağı den Juncker’in 1 Kasım itiba- ve müzakere süreçleri 1973’ riyle görevi Barroso’dan ten beri genişleme eğilimi tadevralmasını takiben nasıl şıyan AB’nin geleceği konubir yönetim sergileyeceği Bir- sundaki önemli meselelerliğin geleceği açısından bü- den birisi gibi gözüküyor. yük önem taşıyor. Özellikle İngiltere’yle olacak diyaloğu bu ülkenin Birlikte kalıp kal- 15 16 Çocukların Cinsel İstismarı Yasemin KARADAĞ ATAUM EYLÜL 2014 e-bülten Çocukların Cinsel İstismarı Yasemin KARADAĞ İngiltere Sosyal Hizmetler Eski Başmüfettişi Profesör Alexis Jay Obe’nin hazırladığı ve İngiltere’nin kuzeyindeki Rotherham şehrinde uzun yıllardır süregelen çocuk istismarının boyutunu gözler önüne seren 160 sayfalık rapor, 26 Ağustos’ta İngiltere’ de yayınlandı. Rapor, 19972013 arasında bin 400’ten fazla çocuğun cinsel istismara maruz kaldığını gösterirken, Obe, raporda verilen rakamlar dışında risk altında bulunan çocukların tespit edilemediğini ve hâlihazırda tacize uğramış pek çok çocuğun da herhangi bir kurum tarafından kayıt altında tutulmadığına dikkat çekiyor. Yaşları 11’le 16 arasında değişen ve cinsel istismarın kurbanı olan çocukların çoğu, bakıma muhtaç veya kimsesiz çocukların korunduğu merkezlerde yaşayanlar. Geri kalanlarsa geçmişinde aile içi şiddete ya da çok daha küçükken cinsel şiddete maruz kalmış çocuklar. Dolayısıyla faillerin “hedef kitlesi” nin ilgiye, sevgiye ve korunmaya muhtaç olan kimsesiz ya da savunmasız çocuklar ol- duğu anlaşılıyor. Raporda, kimi tartışmalara da yol açacak şekilde, mağdur çocukların genellikle beyaz Britanyalı (White British) oldukları tespitine yer verilirken, faillerinse çoğunlukla Asyalı(Asian males) kişilerden oluştuğu belirtilmekte. Altmıştan fazla mağdur çocukla yapılan birebir görüşmelerse çocukların yaşadıkları vahşetin boyutunu gözler önüne seriyor. Anlaşılan faillerin küçük çocukları ağlarına düşürmesi genellikle şöyle gerçekleşiyor: Okul çıkışlarında özel arabalarla alınan çocuklara cep telefonu gibi pahalı hediyeler edilerek bu çocuklar etkileniyor ya da genç bir erkek, hedeflenen kızla sevgili oluyor. Bir süre pahalı hediyelerle, lüks mekânlarla, içkilerle şımartılan kız bu sürede “sözde” sevgilisine çoktan bağlanmış oluyor. Bu süreçte faillerin bir görevi de mağduru, “eğer varsa” ailesinden ve sosyal çevresinden uzaklaştırmak. Nihayetinde, mağdur faili tarafından gerçekten sevildiğine iyice inanmış oluyor ve ona koşulsuz güveniyor. Öy- le ki, mağdurlardan bir kısmı, tüm olan bitenlerden sonra bile failleri tarafından kandırıldığını kabul etmiyor. Obe, raporda, 1997’den 2013’e geçen sürede teknolojinin de ilerlemesiyle kaçırılacak çocukların tespit edilmesi ve kandırılması yönteminin de çeşitlilik gösterdiğine dikkat çekmekte. Kullanımı hızla artan sosyal ağlar sayesinde ilgiye muhtaç küçük çocuklar ivedi şekilde tespit ediliyor ve hedeflenen çocuklar sanal ortamda kolayca kandırılıyor. Faillerin ağına düşen bu çocuklar toplu tecavüze uğruyor ya da İngiltere’nin kuzeyindeki şehirlere götürülerek faillerince para karşılığı başkalarıyla birlikte olmaya zorlanıyor. Örneğin, kendisine 2001’de ulaşılan bir çocuk, 15 yaşındayken bir adam tarafından kandırıldığını ve ona âşık olduğunu söylüyor. Sonrasındaysa âşık olduğu bu kişinin onu Leeds, Bradford ve Sheffield’a götürerek buralarda başkalarıyla birlikte olmaya zorladığını belirtiyor. Çocuk koruma programının olaydan haberdar olduğu, ancak olayla ilgili herhangi bir girişimde bulunulmadığı da raporda belirtilmekte. Olayın ardındansa, pek çok mağdurun dile getirdiği gibi, çocuğa ve ailesine karşı tehditler başlamış. Gelen tehditlerle, istismar edilen çocuk seks işçisi olarak çalışmaya zorlanıyor, aksi halde ailede bulunan küçük çocuğun da kaçırılacağı söyleniyor. Mağdur çocuk ve annesiyse polise gitmeyi reddediyor. Zira polisin kendilerini korumak için hiçbir şey yapmayacağını düşünüyorlar. Aynı çocuk bir kez daha kaçırıldığında kendisine aşırı dozda uyuşturucu verildiğini, üzerine benzin döküldüğünü ve başından geçenleri başkalarına anlatması halinde yakılarak öldürüleceği şeklinde tehdit edildiğini dile getiriyor. 18 yaşına geldiğinde, artık ailesinin bu konuda kendisinin yanında olmadığını ve evsiz kaldığını da dile getiren mağdur çocuk, çocuk koruma programından yardım istediğini ancak kendisine birkaç tavsiyeden fazlasının verilmediğini de belirtmekte. Yıllardır tespit edil(e)meyen sorumlular 16 yıl gibi oldukça uzun bir zaman diliminde Rotherham’da binlerce çocuğun sistematik olarak cinsel istismarın kurbanı olduğunu gösteren raporda, konuyla ilgili bölgede alınan önlemlere de yer verilmekte. İlgili zaman diliminde, Rotherham’da kimisi kısmen de olsa sonuç veren, kimisiyse yalnızca kâğıt üzerinde kalan pek proje yapılmış. Öte yandan, açık bir şekilde görülüyor ki, çocuklara yönelik cinsel istismar meselesi uzun yıllar hem po- litikacılar hem de emniyet güçleri tarafından görmezden gelinmiş. Nitekim cinsel istismarın kurbanı olan başka bir çocuğun yaşadıkları da meselenin ne derece hasıraltı edildiğini gözler önüne seriyor. İlk kez 11 yaşın- dayken cinsel istismara uğrayan ve o dönemde bakım evinde yaşamakta olan mağdur çocuk, ilk kez iki Asyalı adam tarafından bir eve götürüldüğünü, ordayken polislerin geldiğini ve kayıp olduğunun farkına varılarak kur- ATAUM e-bülten tarılmak üzere olduğunu sandığını söylüyor. Polisler eve geldiğinde, kaçırıldığı adamlar tarafından çıplak bir şekilde başka bir kız çocuğuyla yatağın içine girmeye zorlandıklarını anlatan mağdur çocuk, polisler odaya girdikten sonrasını şu sözlerle anlatıyor: “Polis odaya girdi ve göz göze geldik. Ardından burada kimse yok diyerek odadan çıktı.” Ardından yaklaşık altı yıl boyunca 40-50 adamın cinsel istismarına uğradığını belirten mağdur çocuk, ne zaman polise gitse polislerin kendisine inanmadıklarını ve kendisini aşağıladıklarını belirtmiş. Raporda, çocuklara yönelik cinsel istismarla ilgili 2002, 2003 ve 2006’da yayınlanan raporların da yetkililer tarafından ciddiye alınmadığına ve hatta 2002’de yayınlanan ilk raporun içerdiği verilerin EYLÜL 2014 gerçek olmadığı gerekçesiyle üst düzey yetkililer tarafından ortadan kaldırıldığına dikkat çekilmekte. Nitekim Sosyal Hizmetler Çalışanları Birliği Başkanı David Niven de siyasi anlamda tepki çekmemek için pek çok üst düzey yetkilinin Rotherham’ da yaşananları görmezden geldiğini söylüyor. Raporun yayınlanmasının ardından, İngiltere’de hangi üst düzey yetkililerin istifa ederek sorumluluk almaları gerektiği tartışılmaya başladı. Konuyla ilgili ilk açıklama Başbakan David Cameron’ dan geldi. Başbakan, yetkililerin yaşananları önlemek için herhangi bir girişimde bulunmamasını “mide bulandırıcı” olarak nitelendirdi ve 2012’den beri Güney Yorkshire Bölgesi’nin en üst düzey polis yetkilisi olan Shawn Wright’a istifa etmesi Çocukların Cinsel İstismarı Yasemin KARADAĞ 17 ve yaşananların sorumlulu- dından kısa bir süre sonra göğunu üstlenmesi çağrısında revinden istifa ettiğini açıklabulundu. Wright, 2005’te ilk mıştı. Art arda gelen istifakez kurulan çocuk biriminde lara bir yenisi de 19 Eylül de kabine üyesi olarak yer almış Joyce Tracker’ın istifasıyla ekve 2010’da Rotherham’da ço- lendi. 2006’dan itibaren çocuklara yönelik cinsel istis- cuk biriminde önemli pozismar skandalı ilk kez patlak yonlarda yer alan Tracker, raverdiğinde bu olaydan ken- por karşısında “şaşkın” oldudisinin de sorumlu olduğunu ğunu dile getirerek, kendini belirterek istifa etmişti. Son- savunmuş ve istifa etmesine rasındaysa, Wright 2012’de gerek olmadığını düşündüGüney Yorkshire Bölgesi’nin ğünü söylemişti. 19 Eylül’de en üst düzey polis yetkilisi ol- Belediye Konseyi’nden yapımaya layık görülmüştü. İlk e- lan bir açıklamayla Tracker’ tapta yalnızca mensubu ol- ın istifası kamuoyuna duyuduğu İşçi Partisi’nden gelen ruldu. “Kim istifa etsin ya da baskılar neticesinde parti etmesin, kim suçlu, kim ü ye li ğin den is ti fa e den değil” tartışmaları gerek sivil Wright, 16 Eylül’deyse “ö- toplum kuruluşları gerek sinemli konuların dikkatler yasi partiler arasında süredağılabilmeden tartışıla- dursun, raporun yayınlanbilmesi” amacıyla görevin- masından yalnızca 15 gün den de istifa ettiğini açıkladı. sonra Rotherham’da cinsel isRotherham Belediye Konseyi tismara uğrayan 25 çocuk daBaşkanı Roger Stone’sa ra- ha tespit edildi bile. porun yayınlanmasının ar- Portre Portre Recep Ersel ERGE Roald Dahl Yazarlığına esin kaynağı olan önemli okul hatıralarından birisi çikolata testleriydi. Ünlü bir çikolata üreticisi ara sıra Repton öğrencilerine birer kutu çikolata gönderiyordu. Kutularda değişik şekil ve lezzetlere sahip yeni çikolatalarla “kontrol grubu” olarak kullanılacak popüler bir çikolata bulunuyordu. Okuldan sıkılan, ailesiyle geçirdiği yaz tatillerini iple çeken, spor oyunlarını seven, doktordan nefret eden ve çikolataya bayılan sıradan bir çocuktu Roald Dahl. İşlediği ve işlemediği kabahatler için kırbaçla cezalandırıldığı okul yıllarında ne savaş pilotu olacağı aklına gelirdi ne de “dünyanın bir nu- maralı hikâyecisi” olacağı. Tek hayali uzak diyarlara gidip maceraya atılmaktı. Fakat gerçekten o kadar macera dolu bir yaşantısı oldu ki (“hayatımı anlatsam roman olur” misali) sonunda “hikâyeci” olması da neredeyse kaçınılmazdı. Nihayetinde, insanlığın en trajik deneyimlerine tanık olan da oydu, en masum okur kitlesi için hikâyeler uyduran da. Oxfordshire’daki evinin bahçesine tek odalı bir “Yazı Kulübesi” inşa etmişti. “Dev Şeftali” ve “Matilda” başta olmak üzere çoğu kitabını burada yazdı. Hikâyelerini genellikle bir çocuğun bakış açısından anlatıyor, bu arada iyi yetişkinlerle kötü yetişkinleri (veya bu rollere sahip değişik yaratıkları) karşı karşıya getiriyordu. Kara mizaha sıklıkla başvurdu. Yazmaya dair önerilerinden birinde şöyle diyordu: “Keskin bir mizah anlayışının varlığı çok önemli. Yetişkinler için yazarken şart değil, ama çocuklar için yazarken hayati önemi var bunun.” Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Roald Dahl, Galler şehri Llandaff’ta 13 Eylül 1916’da dünyaya geldi. Norveçli Dahl çiftinin beşinci çocuğuydu. Bir ablasını ve ardından babasını kaybettiğinde henüz dört yaşındaydı. Yedi yaşında Llandaff Katedral Okulu ha- zırlık sınıfına başladı. “Çocukluk Hikâyeleri” (Boy: Tales of Childhood, 1984) adıyla öyküleştirdiği anıla- rında “Büyük Fare Komplosu” olarak sözünü ettiği olay, bu okuldaki ikinci yılında gerçekleşmişti. Okula giden yol ATAUM EYLÜL 2014 e-bülten üzerinde bütün öğrencilerin müptelası olduğu bir şekerci vardı. İşletmenin sahibi çirkin ve pis bir kadındı, üstelik çocuklardan nefret ediyordu. Roald ve arkadaşları bir gün büyük şeker kavanozlarından birine çaktırmadan bir fare ölüsü bırakarak yaşlı kadına kendilerince ders vermek istemişler, ancak yaptıkları ortaya çıkınca müdür beyin bizzat infaz ettiği kırbaç cezasına çarptırılmışlardı. Norveç’te böyle bir disiplin anlayışına kesinlikle müsaade edilmeyeceğini bilen anne Dahl, bu işkenceden haberdar olunca inanılmaz öfkelenmiş, müdürü de bir güzel payladıktan sonra Galler okullarından tövbe edip oğlunu bir İngiliz okuluna göndermeye karar vermişti. Böylece Roald, Norveç’te ailece geçirdikleri rüya gibi bir yaz tatilinin ardından, üçüncü sınıfa St Peter's yatılı ilkokulunda devam etti. Eve en yakın İngiliz okulu buydu, ne var ki disiplin anlayışı Britanya adasındaki diğer hiçbir okuldan farklı değildi ve Roald da bütün arkadaşları gibi kırbaç cezalarından payına düşeni alacaktı. Öte yandan, hayatı boyunca devam ettireceği çok güzel bir alışkanlığı da burada edindi. St. Peter’s öğrencileri her pazar sabahı eve mektup yazmak zorundaydı ve bu iş çok ciddiye alınıyordu. (Hatta müdür bu sırada sınıfları dolaşır ve sözde çocukların yazım hatalarını kontrol ederdi. Elbette asıl niyeti okul hakkında kötü şeyler yazmadıklarından e min olmak-tı.) Yazmaya bu şekilde başlayan Roald Dahl, St. Peter’s’taki ilk pazar gününden itibaren en az on yıl boyunca düzenli olarak her hafta bir mektup yazdı annesine. Sonrasında savaş pilotu olarak gittiği Kenya, Irak ve Mısır’dan da yazmaya devam edecekti. 1957’de bir gün Oxford’da belkemiğinden çok ciddi bir ameliyat geçirmiş, o hafta yazamamıştı. Annesi telefon açıp halini hatırını sordu ve geçmiş olsun dileklerini iletti. O görüşmeyi yapan Dahl, annesinin ölüm döşeğinde olduğunu ve ertesi gün öleceğini bilmiyordu, kendisi de hasta olduğundan üzülmesin diye ona söylememişlerdi. Bilmediği bir başka şey de annesinin bütün o mektupları özenle sakladığıydı. İyileşip eve döndüğünde hepsi pullu orijinal zarfında altı yüzden fazla Portre: Roald Dahl Recep Ersel ERGE 21 19 mektup buldu. Dünyaca meşhur bir yazar olarak yaşlandığı günlerde, böyle bir hazineye sahip olduğu için çok şanslı olduğunu söyleyecekti. “Hayatımın ilk büyük macerası” dediği St. Peter’s’taki dört yılın ardından lise eğitimine bir başka yatılı okul olan Repton’da devam etti. Kırbaç cezası tabii ki Repton’ da da eksik değildi. İleride, anılarında şöyle yazacaktı Dahl: “Bütün okul hayatım boyunca müdürlerin ve büyük sınıfların diğer oğlanları kelimenin gerçek anlamıyla ve bazen bir hayli ciddi biçimde yaralamasına müsaade edilmesi beni hayrete düşürüyordu.” 1988’de yayımlanan son çocuk romanı “Matilda” bu şaşkınlığın bir ürünüydü. Korkunç bir müdirenin idare ettiği bir okula giden, olağanüstü bir zekâya ve gizemli güçlere sahip olan küçük bir kızın öyküsünü anlatıyordu. Dahl’ın yazarken en çok zorlandığı kitaplardan biriydi, ama sonunda elde ettiği başarı tüm zahmete değerdi. Yılın Çocuk Kitabı Ödülü’nü kazanan Matilda’nın 1990’da müzikali, 1996’da da filmi yapıldı. Yazarlığına esin kaynağı olan bir diğer okul hatırası da çikolata testleriydi. Ünlü bir çikolata üreticisi ara sıra Repton öğrencilerine birer kutu çikolata gönderiyordu. Kutularda değişik şekil ve lezzetlere sahip yeni çikolatalarla “kontrol grubu” olarak kullanılacak popüler bir çikolata bulunuyordu. Öğrencilerin görevi yeni ürünleri denemek ve ayrı ayrı not verip her birini kısaca değerlendirmekti. Roald Dahl bu deneyi o kadar sevmişti ki, bir çikolata fabrikasının ARGE bölümünde çalıştığını, bir gün olağanüstü bir çikolata icat ettiğini ve onu patronuna gururla sunduğunu hayal etmişti. Otuz beş yıl sonra ikinci çocuk romanı için konu ararken bu hayalini hatırlayıp “Charlie ve Çikolata Fabrikası”nı yazacaktı (1964). Türkçeye “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” adıyla tercüme edilen roman, yoksul bir çocuğun gizemli çikolata üreticisi Willy Wonka’nın fabrikasına girmesiyle değişen hayatını anlatıyordu. Dahl, başyapıtı olarak kabul edilen bu romanını dört yaşındaki oğlu Theo’ya ithaf etmişti. ne katıldı. Altı ay gibi kısa bir Never: A Fable for Supersürede savaş pilotu olmuştu. men) nükleer savaşı konu Libya Çölü’nden Suriye’ye ka- alan ilk edebî eser olduğu dar bütün Akdeniz coğrafya- söylenmekte. sında uçtu, düşman uçakları- Roald Dahl, iki senedir tanını vurdu, kendi de vuruldu, dığı Amerikalı aktris Particia düşen uçağından sürünerek Neal ile 1953 yazında New kurtuldu ve İskenderiye’de al- York’ta evlendi ve ertesi yıl tı ay hastaneden çıkamadı. İngiltere’ye yerleştiler. Dahl İyileşir iyileşmez tekrar uça- ’ın yazarlık kariyeri de ondan ğına atlayarak ünlü Atina sonra hızla tırmanışa geçti. Muharebesi’ne katıldı, yine İlk ünlü çocuk kitabı olan mucizevi bir şekilde hayatta “Dev Şeftali” (James and the kaldı, ama Kenya’daki dü- Giant Peach) 1961’de yaşüşten sonra bozulan sağlığı yımlandı. Ertesi yıl tamamlagittikçe kötüye gidiyordu ve dığı “Büyülü Parmak”ın (The yirmi altı yaşında artık uçuş Magic Finger) yayımıysa görevinden alındı. 1941’de epey gecikti, çünkü avlanma Washington’daki İngiliz Bü- karşıtı mesajının Amerikan siyükelçiliği’ne hava ataşesi lah lobisini kızdıracağını düolarak atanan Dahl, yazarlı- şünen yayıncıları baskıyı dört ğa da burada, Amerika’da yıl bekletmişti. 1970’ler ve başlayacaktı. 1980’lerde hemen her yıl yeWashington’da tanıştığı İngi- ni bir Dahl kitabı çıktı piyasaliz yazar C.S. Forester’ın yü- ya. Birbirinden yaratıcı ve eğreklendirmesiyle, Libya’daki lenceli yeni öykülerinin yanı uçuş maceralarını anlattığı sıra Charlie’nin Willy Wonka’ ilk öyküsü Ağustos 1942’de yla macerası da iki yeni bir dergide yayımlandı ve Ro- öyküyle devam etti. Çocukald Dahl yazar sıfatıyla ilk luk anılarının devamı nitelikez telif ücreti aldı. Nisan ğinde olan ve savaş pilotu 1943’te Walt Disney’den çı- olarak yaşadıklarını anlattığı kan “The Gremlins” adlı öy- ikinci biyografisi “Tek Başıküsü, uçaklarda çeşitli me- na” (Going Solo) 1986’da yakanik arızalara sebep olan yımlandı. Sonunda onu yazküçük yaratıkları konu alı- maktan alıkoyan şey, 23 Kayordu. Yine hepsi havacılık sım 1990’da, yetmiş dört yatemalı on öyküsünü içeren şında kapıyı çalan ölümden ilk öykü kitabı da Ocak 1946 başkası değildi. ’da yayımlandı. Gremlin öy- Gerçi onlarca özgün eseriyle küsüne dayanan 1948 tarihli ölümsüzlüğe çoktan ulaşilk romanının da (Some Time mıştı Roald Dahl. Son çocuk kitabı “The Minpins” de dâhil olmak üzere, ecele yetiştiremediği altı eseri de ölümünden sonra ailesi tarafından yayımlandı. Sonrasında da öykü ve romanlarının yeni baskıları ve uyarlamalarıyla gündemden hiç düşmedi. “Charlie ve Çikolata Fabrikası”nın ikinci film uyarlaması tam bir gişe başarısıydı örneğin. Tim Burton’ın yönettiği 2005 tarihli filmde Willy Wonka’yı Johnny Depp canlandırıyordu. “Matilda Müzikali”nin ikinci versiyonu da Aralık 2010’da Royal Shakespeare Company tarafından sahnelendi. Yedi ödülle başarısını ispatlayan bu görkemli yapım, Nisan 2013’te bir Broadway sahnesine terfi etti ve “Billy Elliot’tan beri en iyi İngiliz müzikali” olarak nitelendirildi. Bu yılsa, romanda Willy Wonka’nın fabrika kapılarını açtığı tarih olan 1 Şubat’ta, “Charlie ve Çikolata Fabrikası”nın ellinci yılı bütün dünyada Roald Dahl’ ın coşkuyla anıldığı kutlamalara vesile oldu. Karısının kurduğu Roald Dahl Vakfı bugün hasta çocuklara ve ailelerine yardım etmeye devam ederken, genç-yaşlı bütün hayranları da onun hikâyelerinden feyz almaya ve doksan yaşına bastığı 13 Eylül 2006’dan beri her yıl bu tarihte Roald Dahl Günü’nü kutlamaya devam ediyor. Çalışma hayatı Lisenin son döneminde, annesi Oxford’a mı yoksa Cambridge’e mi gitmek istediğini sordu oğluna. O günlerde parasını ödeyebilen herkesin gidebildiği okullardı bunlar. Fakat Dahl’ın canı Afrika’ya, Çin’e gitmek, maceraya atılmak istiyordu. Birkaç uluslararası şirkete iş başvurusunda bulundu ve daha mezun olmadan, en çok istediği Shell Oil’e kabul edilmişti bile. O yaz ilk defa ailesiyle Norveç tatiline gitmeyerek fiziksel ve psikolojik dayanıklılığı artırmaya yönelik bir doğa kampına katıldı. Sonraki dört yılı Shell’de stajyer olarak geçti. Bu süre zarfında üretimden yönetime kadar her aşamayı görmüş, hepsinde deneyim kazanmıştı. Derken, 1936’da ilk görev yeri olan Darüsselam’a yolculuk vakti geldi. Yirmi yaşındaydı. Yıllık beş yüz pound maaşı olacaktı. Ama üç yıl boyunca izin hakkı yoktu. Londra limanında kendisini uğurlayan annesiyle ablalarına el sallayarak bir kez daha evden ayrıldı. Doğu Afrika’nın liman şehri Darüsselam’da tam bir safari hayatı sürdüğü üç yıl boyunca Shell için çalıştı. 1939’da İkinci Dünya Savaşı ’nın başlamasıyla eve dönüşü biraz geciktirmeye karar veren Dahl, Nairobi’ye geçerek Kraliyet Hava Kuvvetleri’ DUBLIN Brüksel Son yıllarda adı hükümet krizleriyle sıkça anılan ve halen Sosyalist Elio di Rupo’nun başbakanlığındaki geçici hükümetin yeni hükümet kurulana kadar yönetmekle sorumlu olduğu Belçika’nın başkenti Brüksel’in resmi tam adı Başkent-Brüksel Bölgesi. Şehirde sembolize olan bitmek bilmez Valon ve Flaman dikotomisinin yarattığı siyasi krizi anlamak için öncelikle Belçika’nın sui generis idari ve siyasi yapılanmasına göz atmak lazım. Belçika Anayasası’na göre ülke toplumsal olarak dört dil bölgesinden (Fransız Dil Bölgesi, Flaman Dil Bölgesi, çiftdilli Başkent-Brüksel Bölgesi ve Alman Dil Bölgesi) ve mekânsal düzlemde ise üç bölgeden oluşmakta (Valon, Flaman ve Başkent-Brüksel Bölgeleri). İlk ayrım toplumun dini, sosyo-kültürel ve dilsel farklılığını temel almışken ikincisi coğrafi ve idari bir ayrışmaya işaret etmekte. Başkent-Brüksel Bölgesinde bulunan Brüksel kenti (Fransızcası Ville de Bruxelles, Flamancası Bruxelles-Ville) Başkent-Brüksel Bölgesini oluşturan 19 belediyeden sadece bir tanesi olup esas itibariyle Brüksel eski kentini oluşturan yeri ifade etmekte. Her ne kadar yürürlükteki Belçika Anayasası’nın 194. maddesi Brüksel kentini Belçika’nın başkenti olarak kabul etse de bu yazıda Brüksel kelimesiyle Brüksel kentini de içine alan ve ülkenin de-facto başkenti olan Başkent-Brüksel Böl ge si kastediliyor olacak. Bu arada şu bilgiyi de paylaşmakta fayda var: 2013 yılı itibariyle Brüksel kentinin nüfusu 166 bin iken, Başkent-Brüksel Bölgesi’nin nüfusu 1 milyon 140 bin. Bu kadar karmaşık ayrım ve farklılıkların bir arada olduğu 30 bin kilometrekare yüzölçümlü ve 11 milyon nüfuslu ülkenin ayrıştırıcı olmaktan çok birleştirici bir unsuru olarak Brüksel, hem her yere ait olan hem de hiçbir yere ait olmayan bir başkent kimliğinde. Hem AB’nin fiili başkenti olan hem de NATO merkeziyle ve Benelüks Birliği Genel Sekreterliği’ne ev MAİNZ LEICESTER PODGORİCA PALMA DE MALLORCA ZARAGOZAESPOO BERN LIVERPOOL WARSAW ANDORRA LA VALLA BELGRADE SALZBURGTIMIŞOARA MUNICH MANCHESTER LUBLIN DÜSSELDORF LONDON SOFIA MOSCOW COPPENHAGEN FRANKFURT MURSIA BRATISLAVA THESSALONIKI BERLIN OSLO GRAZ LEEDS MILAN LISBON ROME BARI PAMPLONA EUROPE TALLINN COLOGNE ATHENS LILLE BONN ZARAGOZA SAN MARINO LÜBECK NAPLESWUPPERTAL BRUSSELS EINDOVEN NAPLES AMSTERDAM KIEV SARAJEVO DEN STOCKHOLM BUCHAREST SHEFFIELD 7 HAGG VIENNA GENOA DORTMUD BOCHUM VALENCIA MADRID HELSINKI KRAKOW MINSK TURN ZAGREB CHIŞINAU PARIS GDANSK BERN GDANSK TIRANA Ahmet Miraç SÖNMEZ sahipliği yapan Brüksel, yine pek çok uluslararası örgütün temsilciliğinin de bulunduğu bir kent. Sokaklarında çok dilli diplomatların ve büyük çoğunluğu Akdeniz ülkeleriyle Sahra-altı Afrika ülkelerinden gelen göçmen işçilerin bir arada yürüdüğü bu kent, ağırlıklı olarak Fransızcanın konuşulduğu ama tüm tabelaların Fransızca ve Flamanca olduğu bir yer. Dünyadaki lobi faaliyetlerinin de başkenti olan Brüksel tarihsel olarak bir Flaman kenti olsa da, özgürlüğünü kuzey komşusu Hollanda’ dan dönemin büyük güçlerinin de yardımıyla 1830’da kazanması neticesinde hızla Fransızlaşmış. Brüksel’in kelime anlamına bakıldığında yine Flaman etkisi görülüyor. Yaygın kanıya göre, eski Hollandacada bataklık anlamına gelen broek kelimesiyle ev anlamına gelen zele kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan broekzele, bataklık içindeki ev anlamına gelmekte ve Brüksel kelimesinin de kaynağı. Resmi kuruluş yılı olarak kabul edilen 979’da yanına inşa edildiği Senne nehri şu anda ana cadde ve bulvarlarının altından kanalizasyon olarak akmaya devam etse de, nehrin bir kısmı kentin çıkışında hala görülebilmekte. Nehir kenarında kurulması sebebiyle, Ortaçağ’da önemli birer ticaret merkezi olan Gent, Brugge ve Köln kentleri ara- sındaki ticaret yolunun bir parçası olmuş olan kent bu sayede zenginleşmeye başlamış ve 13. yüzyılda ilk surlarına kavuşmuş. Devamlı surette yıkılıp tekrar yapılan ancak bugüne kalmayan şehir surları, Brüksel’in tarihi kent merkezinin beşgen bir şekil almasına sebep olmuş ve bu şekil bugün “Küçük Ring” olarak biliniyor. Kutsal Roma Germen, Habsburg ve Fransız İmparatorluklarıyla Birleşik Hollanda Cumhuriyeti egemenliğinde yüzlerce yıl geçiren Brüksel, 1830 yılının 25 Ağustos gecesi La Monnaie Tiyatrosu ’nda perdelenen “La muette de Portici” (Porticili Saf Kız) operasının bitiminde çıkan ayaklanmayla başlayan genel isyan neticesinde yeni bir ulusun başkenti haline gelmiş. Pek çok uluslararası konferans, fuar ve sergiye 20. yüzyıl boyunca ev sahipliği yapan kent, 1958’deki Expo Fuarı neticesinde sembolü olan Atomium binasına kavuşmuş. Bina, bir demir kristalinin kafes şeklindeki yapısının 165 milyar kez büyütülmüş bir örneği olan paslanmaz çelikten yapılmış ve modern mimarinin en önemli örneklerinden biri. 1960 ve 1970’li yıllarsa, Brüksel’deki tarihi kent yapılarının belli bir plan dâhilinde olmaksızın yıkılması ve yerlerine özellikle iş merkezi amaçlı inşa edilmiş yüksek yapıların alması sürecini ifade eden Brükselizasyon teriminin doğuşuna tanıklık etmiş. Amsterdam Anlaşması neticesinde resmi olarak Avrupa Komisyonu’nun ve AB Konseyi’nin merkezi haline gelen Brüksel, Avrupa Parlamentosu’nun da Strazburg’ la birlikte iki ev sahibinden biri. Komisyon’a ait Berlaymont binası, Konsey’e ait Justus Lipsius binası ve Parlamento’ya ait Leopold Yapı Kompleksi, Brüksel’in “Avrupa Mahallesi”nin en önemli kurumsal yapıları konumunda. 2013 rakamlarına göre nüfusunun yaklaşık üçte birini Belçika haricindeki diğer Avru pa ülkelerinde doğup Brüksel’e gelen insanlar oluştururken, diğer üçte biriniyse Fas, Türkiye ve Sahraaltı Afrika ülkelerinden gelenler oluşturuyor. Dolayısıyla Brüksel sakinlerinin sadece geriye kalan yaklaşık üçte birlik bölümü Belçika orijinli. Bahçeleri, sarayları, müzeleri ve tabii ki başta çikolata ve bira olmak üzere yiyecekleriyle meşhur olan kente sürgün gelen mühim misafirler tarihte pek bolmuş. Bunlar arasında en önemlileri Victor Hugo, Joseph Proudhon ve Brüksel’in en güzel ve en turistik meydanı olan Grand Place’da Komünist Manifesto’yu yazan Alman filozof Karl Marx. 7 Avrupanın Marşları Lüksemburg Yiğit KÖSEOĞLU “Ons Heemecht” yani “Bizim Vatanımız” isimli marşın sözleri 1859’da Michel Lentz (1820-1893) tarafından yazılırken, ezgi 1864’te Jean Antoine Zinnen (1827-1898) tarafından notaya alındı. 1993’teyse milli marş olarak kabul edildi. Normalde dört kıtadan oluşan sözlerin sadece yukarıda yer verilen birinci ve dördüncü kıtası marş olarak seslendirilmekte. Alzette’nin çayırlar boyunca çağladığı, Sauer’in kayaları dövdüğü, Moselle’in güzel olduğu ve gülümsediği, Boyunca kokulu üzüm bağlarının uzandığı yerde Gökler bize şarabı vaat ediyor. Bu bizim ülkemiz Onun için dünyadaki her şeyi göze alırız. Bizim vatanımız, bizim tapılası evimiz Kalbimizde taşıdığımız, Bizim vatanımız, bizim tapılası evimiz Kalbimizde taşıdığımız. Ey! Sen göklerdeki Tanrım senin güçlü elin yönetiyor Dünyadaki tüm milletleri Lüksemburg topraklarını koru Yabancı boyunduruğundan ve tehditlerden Bir çocuk gibi Tanrım, İçimize ektiğin içimizi dolduran özgürlük ruhu İzin ver özgürlüğün güneşine, Sonsuza kadar parlamasına izin ver. İzin ver özgürlüğün güneşine, Sonsuza kadar parlamasına izin ver. Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (09-2014) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...
© Copyright 2024 Paperzz