Yükseköğretimde Değişmeler

YÜKSEK ÖĞRETİMDE
DEĞİŞMELER
t
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ
YAYINLARI
YÜKSEK ÖĞRETİMDE
DEĞİŞMELER
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ
XII. EĞİTİM TOPLANTISI
17-18 Kasım
1988
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ
BİLİM DİZİSİ No.XII
Yayına
Hazırlayanlar:
Prof.Dr.Özcan Demirel
Doç.Dr.Nizamettin Koç
İÇ İN D E K İL E R
VII
SUNU
TED BİLİM KURULU BAŞKANI Prof. Dr. Süleyman
Çetin ÖZOĞLU'nun "Yüksek Öğretimde Değişmeler"
konulu XII. eğitim toplantısını açış konuşması..................... XI
TED GENEL BAŞKANI Prof. Dr. Rüştü YÜCE’nin
KONUŞMASI.......................................................................... XIX
YÜKSEKÖĞRETİM KURULU BAŞKANI
Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI'nın konuşması............. XXII
BİLDİRİ:
Tarihsel Gelişim İçinde
Üniversite ve Yükseköğretim Kavramı
(Prof. Dr. Vakur VERSAN)..........
BİLDİRİ:
11 "Üniversite ve Yükseköğretim Kavramı
Açısından Türkiye'deki Gelişmeler"
(Doç. Dr. Nurkut İNAN)......................
PANEL:
BİLDİRİ:
I
21
Yüksek Öğretimde Başlıca Sorunlar
(Prof. Dr. Rüştü YÜCE,
Prof. Dr. Turgut AKINTÜRK,
Doç. Dr. Yahya ZABUNOĞLU,
Derya DİNGİLTEPE,
Prof. Dr. Gülseren GÜNCE,
Prof.Dr.Mehm et SAĞLAM,
Dr.Savaş TÜREL).................................
51
III Yükseköğretimde Plânlama
ve Koordinasyon
(Prof.Dr.Mahm ut ADEM )...................
151
BİLDİRİ:
BİLDİRİ:
BİLDİRİ:
PANEL:
EK:1
IV Lisans - Üstü Eğitim
(Prof.Dr.Yaşar KARAYALÇIN)........
191
V Yükseköğretimde! Öğretim Elemanlarının
Yetiştirilmesi
(Prof. Dr. Kemal GÜÇLÜOL)..........
227
VI Yüksek Öğretimde Yönetim
(Prof. Dr. Ziya BURSALIOĞLU)....
273
II Yükseköğretimde Beklentiler
(Prof. Dr. Süleyman Çetin ÖZOĞLU,
Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI,
Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ,
Prof. Dr. Kamil MUTLUER,
Doç. Dr. İlhan SEZGİN,
Prof. Dr. Kâzım TÜRKER,
İbrahim YURT)....................................... 291
TED XII.Eğitim Toplantısı Programı.........
369
S UNU
Kamuya yararlı ve gönüllü bir eğitim derneği olan Türk Eğitim
Derneğinin bilimsel eğitim etkinliklerini gerçekleştiren Bilim Ku­
rulu, güncel olduğu kadar önemli olan bir konuda XII. Eğitim Top­
lantısını düzenlemiştir. "Yükseköğretimde Değişmeler" olarak
saptanan bu konunun ele alınarak, bilimsel düzeyde tartışılması,
toplumumuzda Yükseköğretim-Oniversite konusunda yaşanan
olaylardan, kısıntılardan, baskılardan ve suskunluktan sonra,
özlem giderici, umut verici bir tarihi aşama özelliği taşımış
görünmektedir.
Eğitimin ve özellikle yükseköğretimin yalnız belli çevrelerde,
belli düzey ve kurallarla tartışılması, "resmi" tutanak veya raporlar­
la sonuçlara ulaşılması genelde "kısır döngü" özelliği ile
algılandığı için, sorunları çözücü olmaktan çok yeni sorunlara yol
açmış görünmüştür. Eğitim ve yükseköğretim konularının ve so­
runlarının, gönüllü kuruluşların girişimleri ile düzeyli ama özgür ve
özerk toplantılarda ele alınması çağdaş bir yaklaşım olarak ele
alınmaktadır.
Kurulduğundan bu yana, Atatürk Devrim ve İlkeleri kapsam
ve doğrultusunda, eğitim sistemimizin her düzeyinde güncel ve
önemli konulara yönelik bilimsel toplantılar düzenleyen Bilim Ku­
rulumuz, "Y ükseköğretim de Değişm eler" toplantısıyla,
eğitimimizi bir bütünlük içinde ele alma yaklaşımı sonucu, eğitim
sistemimizin ve uygulamalarının her düzeyini kapsamış bulun­
maktadır. Okul öncesi eğitimden yükseköğretim e, her
düzeydeki eğitimimiz son on yıl içinde incelenmiş ve bilimsel
çalışmalar ayrı kitaplar halinde kamuoyunun biigi ve yararına su­
nulmuştur.
"Yükseköğretimde Değişmeler" adlı XII. Eğitim Toplantımız,
XII. Millî Eğitim Şûrası ile I. Gençlik Şûrası çalışmalarını izlemiş
olup, her iki Şûra'da uzun uzun tartışılan yükseköğretim konusu­
na; beklenen, özlenen biçimde bir yaklaşımı sağlamayı
amaçlamış ve gerçekleştirmiştir. Atanan, seçilen ve belirlenen
VII
üyelerle yapılan Şûra çalışmalarında bile, Yükseköğretim Kurulu
ilgilileriyle Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı yetkililerinin
Yükseköğretim Kanunu, Yükseköğretim Kurulunun yetkileri ve
uygulamalar konularındaki farklı görüşleri ve yeni hazırlıkları
gündeme getirmiştir. Bunun devamı olarak 1989 yılı Bütçe
görüşmelerinde konu parlamentoda uzun uzun ele alınarak
tartışılm ıştır. İşte böyle bir zamanda "Yükseköğretimde
Değişmeler" adlı bilimsel toplantı, konuya yaklaşım yönünden,
ayrı ve önemli bir işlevi yerine getirmiştir.
"Dokunulmazlığı" olduğu ve "tartışılamayacağı" biçiminde
kamuoyunda yerleştiği ileri sürülen kanının, gîderilecek
Yükseköğretimin, yararının, kurulunun, üniversitelerinin belirli
düzeyde tartışılabileceği, tartışılması gerektiği düşüncesi ve an­
layışı gün geçtikçe önem kazanmaktadır.Bir sistemi ve uygulama­
larını iyi ve kötü tarafları ile eleştirmenin, incelemenin yerinde
olacağı görüşü, hem YÖK karşıtları hem de taraftarlarınca benim­
senmeye ve belirtilmeye başlanılmıştır. Toplantımız bu tür et­
kileşimin sergilenmesine olanak sağlamıştır.
Toplantının ilk gününe katılarak açış konuşmalarından birini
yapan Yükseköğretim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. İhsan
Doğramacı, toplantının yararına değinerek, uygulamalarda hata­
lar yapılmış olabileceğini belirtmiş, diyalog ve etkileşim
sağlamanın yararlarını vurgulamıştır. Yükseköğretim konusuna bi­
limsel yaklaşımla eğilerek araştırmalar yapılması gereğine
katıldığını beyan etmiştir. İlk günkü çalışmalarda sunulan bildiri­
lerde 'Tarihsel Gelişim İçinde Üniversite ve Yükseköğretim Kav­
ramı" ve "Üniversite ve Yükseköğretim Kavramı Açısından
Türkiye" konuları, Yükseköğretim, YÖK uygulamaları, iddia edi­
len YÖK Reformu gibi tartışmalara, bilimsel açıklık ve gerçekçilik
getirecek biçimde ve düzeyde ele alınarak incelenmiştir.
Yükseköğretimdeki değişmelerin, gelişme olup olmadığı
tartışmalarına açıklık getirici olan bu iki bildiri, YÖK konusundaki
tek yönlü ve reform türü değerlendirmelere yeni bir bakış getir­
mektedir. Yükseköğretimde başlıca sorunların ele alındığı panel
VIII
çalışmasında ise, mali kaynakların yetersizliği, kadroların azlığı gibi
eğitim sistemimizin ve eğitime bakışımızın temel görüntüleri yanı
sıra YÖK ile Yargı ilişkileri, öğretim üyesi, öğrenci etkileşimi,
üniversitenin evrensel bilim yurdu özelliği ve bunun sağlanması
gereği gibi konular, uzmanlar, öğretim üyeleri ve üniversite
öğrencisi tarafından tartışılmıştır.
Toplantının ikinci günü, "Yükseköğretimde Planlama ve
Koordinasyon" "Lisans-Üstü Eğitim" "Yükseköğretimde Öğretim
Elemanlarının Yetiştirilmesi" "Yükseköğretimde Yönetim" konu­
larında verilen bildirilerde, YÖK ve uygulamaları bilimsel açıdan ir­
delenmiş, durum belirlenerek yapılanların amaca ve çağdaş
gelişmelere ve gençliğimizin geleceğine ilişkin sorunlara göre
değerlendirilmeleri gereği sergilenmiştir. Bu bildirilerde YÖK ile
başlayan dönemde üniversitelerin durumunun, gelişme olmak­
tan çok başkalaşma, sayısal olarak kalabalıklaşma, yayılma ama
kaliteden uzaklaşma gibi özelliklerle açıklanabileceğine
değinilm iştir. "Yükseköğretimde Beklentiler" konulu panel
çalışmasında ise, YÖK Başkanı ve üyesinin yanı sıra Millî Eğitim
Gençlik ve Spor Bakanlığı Müsteşar yardımcısı ile Devlet Planla­
ma Teşkilatı uzmanı ve üniversite öğretim üyeleri, panel üyesi
olarak görüşlerini ve geleceğe ilişkin düşüncelerini sergilemişler
ve dinleyicilerle etkileşime girmişlerdir.
YÖK Başkanı ile üyesi, amacın çok sayıda öğrenci yetiştirmek
olduğuna, ayrılan kaynakların yetersiz olduğuna, araştırıcı,
düşünen öğrenci yetiştirilmesi gereğine değinerek önce çağı
yakalayıp sonra onu aşmak zorunda olduğumuza değinmişlerdir.
Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı mensubu olan üye,
öğretmen ihtiyacına ve öğretmen yetiştirme konusundaki sorun­
lara değinmiş, Devlet Planlama Teşkilatı mensubu ise, mevcut
mali kaynakların, fiziki yapının ve araştırma olanaklarının dengeli
ve verim li kullanılm asının gereğine değinerek, mevcut
yükseköğretim politikalarının sosyal talep ağırlıklı olduğunu, hal­
buki bunu çağın gereği ekonomik talep ağırlıklı olması gerektiğini
vurgulamıştır. Üniversite öğretim üyesi olan panel üyeleri ise,
IX
öğretim üyelerinin, öğrencilerin örgütlenmesi, kitap ve yazılı kay­
nak sorunu, öğretim üyelerinin özgürlüğü, 1402 sayılı yasa uy­
gulamalarının hukuk dışı oluşu, bilime yönelme, bilim adamını,
araştırıcıları koruma, destekleme, ödüllendirme ve yüreklendirme
konularının önemine değinerek beklentilerini vurgulamışlardır.
İzleyicilerin katkıları, soruları ve bunlara panel üyelerinin tepkile­
riyle panel çalışması bütünleşerek tamamlanmıştır.
Konusu, programı, katılanların düzeyi ve özelliği, tartışmaların
içerik ve düzeyi, serbestliği boyutlarında Yükseköğretim uygu­
lamalarımız ve YÖK bakımından bu toplantı tarihi bir toplantı
olmuş ve bir diyalog, etkileşim dönem ini başlatm ış
görünmektedir. Bu bakımdan bu toplantının çalışmalarını bir kitap
halinde sunmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz.
Bilimsel çalışmaların gerçekleştirilmesinde, bir eğitim derneği
olma özelliğni vurgularcasına, destek ve olanak sağlayan Türk
Eğitim Derneği Genel Kurulu ile Genel Merkez Yönetim Kurulu­
na teşekkürlerimizi sunuyorum.
Bildiri sunan, panel çalışmalarına katılan bilim adamları ile uz­
manlara, öğrencimize, izleyicilerimize teşekkür ve şükranlarımızı
s u n a rım .
T o p la n t ı n ı n
d ü z e n le n m e s in d e
ve
gerçekleştirilmesinde emeği geçen Derneğin Genel Merkez
bürosu elemanları Fethi İnce, Aysel Şahin, Tekin Koçak, Özden
Koru, Hatice Bakan, Nurettin Kesmez ve Ahmet Gürbüz'e
teşekkürlerimizi sunuyorum. XII. Eğitim Toplantısının kitabının
yayına hazırlanmasını sağlayan Bilim Kumlu üyeleri Sayın Prof.
Dr. Özcan Demirel’e, Doç. Dr. Nizamettin Koç'a ve basımı
gerçekleştiren Set-Ofset Matbaası ilgilileri ile çalışanlarına
teşekkürlerimizi sunuyorum.
PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN ÖZOĞLU
i
TED Bilim Kurulu Başkanı
X
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ BİLİM KURULU
BAŞKANI PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN
ÖZOĞLU'NUN
"YÜKSEKÖĞRETİMDE
DEĞİŞMELER" KONULU XII. EĞİTİM
TOPLANTISINI AÇIŞ
KONUŞMASI
Sayın, Yükseköğretim Kurulu Başkanı
Değerli Konuklar,
Yazılı ve sözlü Basının Değerli Mensupları,
Sizleri Türk Eğitim Derneği Bilim kurulu adına saygı ile selamlar,
XII. Eğitim Toplantım ızı onurlandırm anızdan dolayı
teşekkürlerimizi sunarım.
Kamuya yararlı ve gönüllü bir eğitim derneği olan Türk Eğitim
Derneği başarılarla ve kalıcı ürünlerle dolu 60 yıllık çalışma
yaşamını geride bırakmış bulunmaktadır. Derneğin kalıcı
ürünlerinden birisi kuruluşunun 50. yılında, 1977'de,
oluşturduğu Bilim Kurulu ve onun etkenlikleridir. Bilim Kurulu­
muz 10 yılı aşkın çalışma yaşamında, eğitimin, bir bütünlük içinde
kuramsal ve uygulamalı boyutlarını, bilimsel etkinliklerde buluna­
rak kapsamayı amaçlamıştır.
Eğitime ve eğitim uygulamalarına, eğitim sisteminin
bütünlüğü içinde ve bilime temellendirilen etkinliklerimiz, bireyin
gelişmesine ve toplumun kalkınmasına yönelik eğitim görüş ve
yaklaşımına dayalı olarak Atatürk Devrim ve ilkeleri kapsam ve
doğrultusunda oluşturulmaktadır. Eğitim alanında etkinliklerimi­
zin gerçekleştirilmesinde, çağdaş bilime ve insan haklarına te­
mellendirme, lâik, çoğulcu, özgürlükçü, demokratik ve ulusal
kültür birikimimizden kaynaklanarak evrensele ulaşma, öğretim
birliği ilke ve yasasına bağlı kalarak, sorunlara özgün düşünce ve
XI
bilimsel araştırmalarla eğilme, esas olmaktadır. Eğitim sistemimi­
zin çağdaş ve bilimsel olması için öğrencilerde, gençlerde,
eleştirici bakışı, akılcılığı, özgür ve yaratıcı düşünme yeteneğini
amaçlayarak geliştirmesi gerektiği vazgeçilmez kural olarak kabul
edilmektedir.
Bu bağlamda, Bilim Kurulumuz, eğitim sistemimizin her
düzeyinde güncel ve önemli konularda yıllık bilimsel eğitim ve
öğretim toplantıları düzenlemekte ve yayınlar yapmakta,
araştırma projeleri desteklemektedir. İlk bilimsel eğitim top­
lantımız, 1977 yılında, Yükseköğretime Giriş ve Sorunları konu­
sunda yapılarak, konunun sorunlarına ışık tutulmaya çalışılmıştır.
Bu toplantıda, yükseköğretimimizin önüne yığılan ortaöğretim
mezunları konusunun yarattığı durum ve sorunlar yöneltme, reh­
berlik ve psikolojik danışma, yönlendirme ve ortaöğretimdeki
başarıyı üniversiteye girişte değerlendirme gibi boyutlarda
tartışılarak öğrencileri salt testlerle sıralama işlemlerinin yetersiz­
liği belirlenerek, çözüm önerileri oluşturulmuştur. Bu toplantı­
mızda ele alınan bilimsel önerilerimizin bir kısmı üniversite giriş
sistemine 1980'lerden sora monte edilmiş görünmektedir.
Eğitim sistemimizin bütünlüğü içinde olmak üzere, Bilim Ku­
rulumuz yükseköğretimdeki değişmeleri izleyerek konuya ilişkin
etkinliklerini kurulduğu yıldan beri sürdürmeye çalışmıştır.
Örneğin Mart-1979'da hazırlanarak kamuoyuna da sunulmyş
olan "Üniversiteler Yasası Tasarısı" Bilim Kurulumuz tarafından
ele alınarak, A.Ü. Hukuk Fakültesi Konferans Salonu'nda yapılan
bir bilimsel toplantıda bildiriler ve panel çalışmalarıyla tasarının in­
celenmesi ve önerilerin ve konuya katkıların oluşturulması
sağlanmıştır, bu bilimsel toplantı zamanın Millî Eğitim yetkilileri ta­
rafından ilgi ile izlenmiştir.
Yükseköğretimi yeniden düzenlemeye ilişkin olarak 1980
yılının sonlarında başlatılan çalışmalar kamuoyuna yansıtılmadığı
için izlenememiş, ancak 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun
Kasım-1981'de yayınlanmasından sonra bu konuda bir bilimsel
toplantı düzenlenerek yasanın getirdiklerinin incelenmesi
XII
düşünülmüştür. Bilim adamlarının bildirileri ile panellerden
oluşan iki günlük toplantı yapılamamıştır. Bu toplantıda bilimsel
çalışmalara katılması belirlenerek programa alınmış olan bir kısım
öğretim üyesi o yıllarda üniversiteden ayrılmak durumunda
kalmış olup, bunlar halen üniversite dışındadırlar.
T o p lu m d a k i
d e ğ iş m e le rin
e ğ itim
s is te m im iz e ,
yükseköğretimimize yansıması ve etkileri önemli sonuçlar
doğurmuştur. Cumhuriyet döneminde, çağdaş anlamda
oluşturulm aya başlanılan yükseköğretim sistemimiz ile
üniversitelerimize ilişkin olarak çıkarılan temel yasalar, 1933
yılında yayınlanan 2252 sayılı kanun, 1946 yılında çıkan 4936
sayılı Üniversiteler Kanunu ile 1960’da çıkarılan 115 ve 119 sayılı
kanunlar, 7.7. 1973 tarihli 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ve
son olarak 6.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'dur. Y ükseköğretim im izdeki ve üniversitelerim izdeki
değişmeleri bu kanunların getirdiği düzenlemelerden izleyerek
değerlendirebilir, gelişme veya geriye dönme uygulamalarını yo­
rumlayabiliriz. Bazısı kısa ve bazısı uzun ömürleri olan bu yasalar,
üniversite ve yükseköğretim sistemi konusundaki arayışlarımızın
ve buna dayalı olarak düşünülen değişikliklerin bir sonucu
olmuştur. Yasa maddelerinin değiştirilmesi veya maddeler eklen­
mesi gibi konuları içeren diğer yasaları dikkate almaz isek 2547
sayılı yasa ile yapılan değişmeler, yükseköğretimde olağanüstü
bir geçici dönemin ve yönetimin iradesi ile yapılmış değişmeler
olarak belirmektedir.
2547 sayılı yükseköğretim yasasının çağdaş üniversite,
yükseköğretim kavram ve kapsamına uyup uymadığı konusun­
daki yorum ve görüşler büyük farklılıklar ortaya koymaktadır.
Anılan yasanın çıktığı günden bu yana geçen yedi yıl içinde
değişik çevrelerden gelen yorumlar, değerlendirmeler ve
eleştiriler zaman zaman büyük boyutlara ulaşmış görünmektedir.
Yasa çıktıktan sonra üniversiteden uzaklaştırılan öğretim üyesi ve
öğrenciler konusu halen tedavisi sağlanamayan bir yara olarak
kalmış görünmektedir. Öğretimin vurgulanarak ön plana
XI II
çıkarıldığı, araştırma işlevinin ikinci plana atıldığı görüşü yaygındır.
Üniversitenin yüksekokul anlayışı ile oluşturulup, "büyük lise"
düzeyinde öğretim yapıldığı yönünde değerlendirmeler dikkat
çekmektedir. Bu tür değerlendirmeler üniversite mensupları ta­
rafından da yapılmaktadır.
Üniversitelerde öğretme ve bilgi aktarma esas alındığından
konferans yöntemleri ile yapılan öğretimde etkileşimin azaldığı
ve öğrencinin öğrenmesini, kavramasını ve düşünmesini olum­
suz yönde etkileyerek kaliteyi düşürdüğü sık rastlanan bir diğer
değerlendirme olmaktadır. Üniversitelerde yönetimde, akademik
çalışmalarda ve zaman zaman araştırma çalışmalarında
özgürlüğün ve özerkliğin olmadığı, yöneticilerin atanma yoluyla
görevlendirilerek tek ve güçlü yetkililer kılınması ve böylece
öğretim üyelerinin üniversiter ortamda, akademik ve bilimsel et­
kinliklerin yönetim, denetim ve karar verme boyutlarından soyut­
lanmasının, performansı ve gerekli olan katılımı azalttığı öğretim
üyelerinin işlerinde şevklerinin azalarak, işlerinden soğudukları
biçimindeki belirleme ve eleştiriler yaygın görünmektedir.
Çağdaş üniversiter anlamda akademik ünvan, formasyon kazan­
ma, öğretim üyeliği mesleğine girme ve yükselme konularında
getirilen hükümlerin ve uygulamaların ciddi sorunlar yarattığı ileri
sürülmektedir.
2547 sayılı yasanın hazırlanarak kabul edildiği dönemin
özelliklerinden dolayı, bir tepki yasası özelliği taşıdığı, öğretim
üyeleri, öğrenciler için bir çok yasağı içerdiği, öğretim üyesi
mesleğinde güvenceyi azalttığı, belli bir grubun, kadrolaşmanın
egem enliğinin hissettirildiği, görevden uzaklaştırm a ve
ayrılmaların büyük boyutlara ulaştığı, kamuoyuna da yansıyan
temel değişmenin sonuçları olarak yorumlanmaktadır. Birçok
değişikliğe uğrayan 2547 sayılı yükseköğretim yasasının ve ona
dayanılarak çıkarılan çok sayıda yönetmeliklerin sağladığı yetki ve
olanaklarla, üniversite sayısının ve öğrenci kontenjanlarının
büyük ölçüde arttırıldığı, başarı oranın yükseldiği, yukarıda
sayılan eleştirilere verilen temel yanıt olmakta ve buna dayalı ola­
rak da bu değişme, bir gelişme olarak savunulmaktadır.
XIV
1980'den sonra nicelik bakımından üniversitelerimizdeki sayısal
artmaların nitelik bakımından olumsuz değişmelere neden
olduğu eleştiri ve görüşü de yaygındır. Üniversitelerde öğretim
üyesi dağılımının dengelenmesi ve piramit oluşturma girişimine
ilişkin değerlendirmeler çok tarklı olmaktadır. Dengeli dağılımı
sağlamak için mevcut araştırma ünitelerini, belli bir öğretimi her
yerde sağlamak için dağıtmak üniversitede beklenen verimi
sağlayamaz. Çağdaş üniversitelerin birbirlerinden farklı olması,
bilimsel rekabeti, en iyi olma veya belli konularda ve disiplinlerde
bir otorite, bir merkez olma isteği ve mücadelesi, gelişmek,
çağdaşlaşmak ve verimli olmak için çok gerekli görülmektedir.
Tek tip, belli bir standarda indirgenmiş yüksekokul veya diğer ku­
ruluşlar üniversite olarak kabul edilmemektedir.
Günümüzde gözlenildiği kadarıyla, yükseköğretim uygulama­
larımızı, değişik boyut ve ölçülerde olmakla beraber, siyasi parti­
lerimiz, öğrenciler, öğretim üyeleri, veliler ve basın eleştirmekte,
Yükseköğretim kurulun sorumluları ise savunmaktadırlar. Dikkati
çeken husus, yükseköğretim yasasına ve ona dayalı uygulamala­
ra ilişkin eleştirilerin ve savunmaların yeterince bilimsel araştır­
malara dayandırılmamasıdır. Yasanın ve uygulamaların bilimsel bir
araştırma konusu yapılması için yeterince zaman geçtiği halde,
farklı sayı ve istatistiklere, yorumlara ve "resmi" raporlara dayalı
değerlendirmelerin sürdürülmesi ve bilimsel araştırma projele­
rine dayalı değerlendirmeler başlanılmaması eleştiri savunma tü­
rü ve gelişim sağlamayan bir kısır etkileşimi sürdürmek olacaktır.
Böyle bir yaklaşımla üniversitelerde gelişmeyi sağlamak, büyük
boyutlara ulaşan sorunlara çözümler bulmak zorlaşacaktır. Uslu
ve cici öğrenci yetiştirdiği, öğretim üyelerini sindirdiği ve hatta
kültür ve bilim yaşamımızı olumsuz yönde etkilediği ileri sürülen
Yükseköğretim Kurul uygulamalarının salt "resmi" raporlar yerine
konunun bilimsel çalışmalara açılması, yükseköğretimimizi incele­
mek isteyen araştırıcılara izin verilmesi ve tarafsız araştırıcılara
araştırma yaptırılması beklenen bir davranış olacaktır. Bu tür
araştırmaları yürütecek bilim adamlarımız vardır, bunların yönetici
olmaları gerekli değildir.
XV
Cumhuriyet döneminde başlamış olan üniversite ve
yükseköğretim sistemi, modeli ve uygulamaları konusundaki
değişmelerin, her zaman bir gelişme özelliği taşımadığı bu
bakımdan çağdaş üniversite için arayışın sürdüğü bir gerçektir.
"Aydınlar Anlaşması” olarak nitelenen ve I. Gençlik Şûrası'nda
oybirliği ile kabul edilen "2000 Yılının Gençliği" raporunda,
"gençliğin 2000 yılına hazırlanmasında mevcut eğitim sisteminin
yeterli olamayacağı.." belirlenmiştir. Buna göre, Yükseköğretim
ve üniversiteler de eğitim sisteminin bir öğesi olarak, en kısa za­
manda yeterli hale getirilmek durumundadıdır. Böylece genel
arayışın, yükseköğretimde ve üniversitede kısa zamanda bir
çözüm bulmaya, değişm e ve gelişm eleri sağlamaya
dönüştürülmesinin gerekli olduğu vurgulamaktadır.
Değişme ve gelişmeyi, bilimsel ve çağdaş kavram ve yak­
laşımlarla sağlamak ve üniversitenin bu konuda kendi
hazırlıklarına başlamalarına olanak tanıyarak, bilimsel araştırma ve
çalışmaları başlatmak gereği açıktır. Özerk Yükseköğretim Kurulu'nun sağlayacağı değişme ve gelişmelerin, özerk ve çağdaş
üniversiteye ulaşmak için yeterli olamıyacağı, gerekli olan katılımı
sağlayamayacağı kanısı yaygın görünmektedir. Üniversitenin bu
konuda kamuoyuna yansıyan bir hazırlığından da söz edileme­
mesi dikkat çekicidir.
Bilim Kurulumuz, yedi yıllık uygulaması geride kalmış olan
yükseköğretim yasası ile Yükseköğretim Kurulu uygulamalarının
yükseköğretimimize getirdiği değişmeleri, eğitim sistemimizin
bütünlüğü içinde yaptığı etkinliklerini bütünleştirmek amacıyla ve
konusu bilimsel yaklaşımla ele alarak tartışılmasını sağlamayı ya­
rarlı bulmuş ve bu yılki Eğitim Toplantımızın konusunu
"Yükseköğretimde Değişmeler" olarak belirlemiştir, iki gün boy­
unca altı bildiri ve iki panel çalışması ile yükseköğretimin seçilen
boyutlarının tartışılmasını planlamıştır. Böylece yeni değişme ve
gelişmeler arayışı için ilgililere ve bu konudaki çalışmalara bilimsel
katkılar getirmeyi ve bir ışık tutmayı amaçlamıştır.
XVI
XII. Eğitim Toplantımızın gerçekleştirilmesinde, bundan
önceki çalışm alarım ızda olduğu gibi, Bilim Kurulmuzun
çalışmalarını destekleyen ve olanak sağlayan Türk Eğitim
Derneği Genel Kurulu ile Genel Merkez Yönetim Kuruluna, bildiri
sunacak, panel çalışmalarına katılacak olan bilim adamlarına, uz­
manlara ve öğrencimize huzurlarınızda teşekkürlerimizi sunuyor­
um. Saygılarımla.
XVI I
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ GENEL BAŞKANI
PROF. DR. RÜŞTÜ YÜCE'NİN KONUŞMASI
Yıkseköğretim Kurulunun Sayın Başkanı
Diğerli Bilim Adamları ve Öğretim Üyeleri
Sıygıdeğer Konuklar
■RT ve Basının Sayın Temsilcileri
TED ve Türkiye Vakıflar Bankasının Değerli Mensupları
Türk Eğitim Derneği (TED) tarafından düzenlenen
"'ükseköğretimde Değişmeler" konulu 12. Eğitim Toplantısına
hjşgeldiniz.
"Yükseköğretimde Değişmeler" konulu TED 12. Eğitim top­
lantısının 12. Eğitim Şûrası ve 1. Gençlik Şûrasının akabinde dü­
zelenmiş olmasını anlamlı bir raslantı olarak niteliyorum.
1928 yılında büyük önder Atatürk'ün yönlendirmesiyle kuru­
lan Türk Eğitim Derneği arkasında bıraktığı 60 yıl boyunca adında
y»r alan eğitim sözcüğünün yüklendiği sorumlulukları amaçları
d>ğrultusunda yürütmeyi görev bilmiştir. Topluma karşı kendini
yıkümlu saydığı konularda önemli girişimlerde bulunmuş ve
bışarılı olmuştur. Türk Eğitim Derneği yetenekli, çalışkan ve fakat
kmsesiz binlerce Türk Çocuğuna eğitim yapabilmeleri için burskr vererek, İngilizce dilinde öğretim yapan ulusal kökenli
otaöğretim kuruluşlarının ülkemizde yerleşmesini sağlayarak,
ejitim ve öğretim toplantıları düzenleyerek, Eğitim ve Bilim isimli
br dergiyi sürekli yayınlayarak, Türk Eğitimi'nin gelişmesine
biyük emekleri geçen eğitimcileri her yıl ödüllendirerek ve
ejitim konusundaki araştırma projelerini destekleyerek Türk
Ejitim hayatına benzeri hiçbir kuruluşun yapamadığı
y>nlendirme ve katkıyı gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmeye de
divam edecektir.
XIX
"Bilim" ve "Yüksek Öğretim" birbirini tamamlayan hatta birbiri
ile eşanlamlı sayılabilecek iki kavramdır. Bilim yüzyılımızın simgesi,
yükseköğretim ise günümüzün sorunu olarak karşımızda bulun­
maktadır. Toplumların geleceğe ait potansiyeli ve bilime dayalı
gelişmelerin dinamiği yükseköğretim kesiminde saklıdır.
Bilim -araştırm a-teknoloji ve üretim ilişkileri 20. yüzyıl
başlarında organik bir bağlantıya dönüşmüştür. Günümüzde baş
döndürücü bir tempoda seyrettiğini gözlediğimiz teknolojik
gelişmenin temelinde araştırma ve bilim yatmaktadır. Bilimaraştırma ya da bilim-teknoloji sisteminin yanındaki iki büyük sis­
tem ise endüstri ve yüksek öğretimdir. Bu geliştirilmiş çerçeve
içindeki yüksek öğretimin ağırlıklı yerini inkar etmek mümkün
değildir. OECD ülkeleri ile diğer gelişmiş ülkelerde yapılan
araştırmalarda bilimin ilerlemesinde yüksek öğretimin katkısının
ortalama %75-80 mertebesinde olduğu tesbit edilmiştir. Bu bul­
gular yüksek öğretimin ve yüksek öğretim kurumlarının ülkenin
geleceği açısından ne denli önem li olduğunu açıkça
göstermektedir.
Dünyadaki teknolojik gelişmeye ayak uydurabilmek ve
ülkemiz insanına ileri ülkeler toplumlarının yaşamına benzer bir
yaşam sunabilmek için yüksek öğretimde temel ilke nicelik değil
nitelik olmalıdır. Nitelikli insan gücü ancak ve ancak yüksek
öğretim kurumlarında yaratılacak iyi bir öğretim ve araştırma ortamı
sayesinde yetiştirilebilecektir. Seçkin, vasıflı ve tam gün esası ile
çalışan öğretim üyesi kadrosu, yeterli cihazlarla ve teknik ele­
manlarla donatılmış laboratuvarlar, öğrenci-öğretim üyesi oranını
20'den az tutulması ve benzeri temel hususlar nitelikli eleman
yetiştirmenin vazgeçilmez esaslarını oluşturmaktadırlar. Sözü
edilen koşulların sağlanması ise kaynak sorunun çözümlenmesi
ile mümkün görülmektedir. Başka bir deyişle milli bütçeden eğiti­
me ayrılan payın arttırılması zorunlu hale gelmiş bulunmaktadır.
Yüksek Öğretim sorunları 18-22 Temmuz 1988 tarihlerinde
düzenlenen 12. Eğitim Şûrası ile 24-28 Ekim tarihlerinde
düzenlenen I. Gençlik Şûrası'nda sürekli gündemde kalan bir
XX
konu olmuştur. Böyle güncel bir konunun, iki gün süre ile TED
12. Eğitim Toplantısında ele alınmasını ve yüksek öğretimi
düzenleyen, yürüten ve denetleyen 2547 sayılı Yüksek Öğretim
Yasası ile yasayı uygulamaktan sorumlu Yüksek Öğretim Kurumunun çalışmalarının bilim adamlarımızın tarafsız yaklaşımları ile
değerlendirilmesini ilgililere ışık tutması açısından fevkalade ya­
rarlı görmekteyim.
2547 sayılı yasada ve Yüksek Öğretim Kanununun uygulan­
masında aksayan hiçbir yanın bulunmadığını söylemek ne kadar
yanlış ise aynı yasa ve kanunun getirdiği düzenlemelerle yüksek
öğretim ve üniversitelerin gelişmesine hiçbir katkı getirilmediğini
ileri sürmek de o ölçüde haksızlık olacaktır. Eğitime gönül vermiş
bir Demek olarak amacımız bir bilimsel toplantı ile kanunun getir­
dikleri ve götürdükleri ile bir bütün içinde objektif bir şekilde
tartışılması ortamını sağlamaktadır.
Yüksek Öğretimde Değişmeler konulu Türk Eğitim Derneği
12. Eğitim Toplantısının başarılı geçmesini diler, toplantıya teşrif
ederek Demeğimiz çalışmalarına güç katan Prof. Dr. Sayın Ihsan
Doğramacı başta olmak üzere tüm bilim adamlarımıza ve uzmanla­
ra, toplantıyı düzenleyen TED Bilim Kuruluna, toplantı için içinde
bulunduğumuz salonu tahsis eden Türkiye Vakıflar Bankası
Genel Müdürü ve Türk Eğitim Derneği eski başkanı Sayın ismet
Alver'e ve onun adına tüm Banka mensuplarına, Türk Eğitim
Derneği Binasında görevli personelimize, TED Merkez Yönetim
Kurulu ve üyeleri adına şükranlarımızı arz ediyorum.
Saygılanmla,
XXI
YÜKSEKÖĞRETİM
KURULU
BAŞKANI
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI'NIN
KONUŞMASI
Sayın konukllar, basınımızın ve TRT’nin değerli temsilcileri,
Ben, k e n d ili Türk Eğitim Derneğine çok yakın hissettiğimi
dile getirerek sîzlerime başlamak istiyorum. Bu yakınlığın birçok
sebebi vardır. Bunlardan bir kısmı vaktiyle Dernekte Yönetim Ku­
rulu Üyeliği yapmış olmam ve üç çocuğumun da orta öğretimi bu­
rada tamamlamış olmaları gibi kişisel sebeplere dayanır. Öte yan­
dan, Istanbuldaki Robert Kolej ve Galatasaray nasıl Türk
eğitimine büyük hizmetler vermişse, Ankara 'da Türk Eğitim
Derneğinin kurmuş olduğu Ankara Koleji de aynı ölçüde büyük
hizmetler vermiş ve değerli bilim adamlarımızın yetişmesinde
önemli rolü olmuştur. Bu nedenle, Derneğin kurduğu kolejin
başarısını içtenlikle kutluyor ve daha nice başarılı hizmetler ve­
receğine inanıyorum.
Derneğin böyle bir toplantı düzenlemiş olmasına şahsen pek
müteşekkirim. Çünkü bu toplantıda bilinen bilinmeyen birçok hu­
suslar aydınlanacak, Sayın ÖZOĞLU'nun dile getirdiği te ­
reddütler tartışılacak ve konuya ışık tutulmuş olacaktır. Fakat iki
günlük kısa bir sürenin bu kadar önemli bir konunun sonuca
bağlanmasında yeterli olamıyacağını da belirtmek isterim. Ümit
ediyorum ki, burada ileri sürülecek görüşler ve yapılacak tavsiye­
ler, Yükseköğretim Kurulu'nda ilk fırsatta kurulacak bir heyette
karşılıklı görüşme ve değerlendirmelere açılır. Elbette buradan
ve diğer forumlardan alınacak dersler olacaktır. Bunun ülke
açısından büyük yararlar sağlıyacağı inancındayım. Bu kurumun
kamu ile doğrudan ilgili olanları sübjektif olabilir. Başarıları abart­
mak veya başarısızlıkları görmezlikten gelmek isteyenler bulu­
nabilir. Bu konuda objektiflik esas olduğuna göre, sağlıklı sonuç,
ancak karşılıklı görüşme ve tartışmalarla elde edilebilir. Bu yolun
XXII
ve burada iki gün sürecek olan toplantının ülkemizin
yükseköğretimi açısından pek yararlı olacağına inanıyor ve
konuşmama bu inançla başlıyorum.
Konumuz "yükseköğretimde değişmeler" dir. Bugün dünyaya
şöyle bir göz atarsak, hiçbir ülke yoktur ki, yükseköğretiminde
sürekli değişmeler olmasın. Avrupa ülkelerine bakınız, son 10
yılda kanunları ortalama üç defa temelden değişmiş bulunmak­
tadır. Bunun bir tanesi ve en son örneği, 1988 Temmuz ayında
Ingiltere'nin çıkardığı Eğitim Kanunu, eğitimde reform kanunu­
dur. Bilmem onu görme fırsatını bulabildiniz mi? Bu kanun
üzerinde iki senedir çalışılıyordu. Eskiden Ingiliz üniversiteleri
dünyanın en özerk üniversiteleri idi. Kanımca halen de öyledir.
Çünkü bunların işine karışan yoktur. Yöneticileri genellikle, krali­
yet ailesinden biri veya bir validir; yani sembolik birisidir. Atanan
kişiler işin sorumlu yöneticisidir. Cambridge, Oxford ve bir
ölçüde Londra Üniversitesi dışında, bunlar şimdiye kadar daima
dışarıdan atanmış kişilerdir ve bu atama dışında üniversitelere
herhangi bir müdahale de olmaz. Yakın zamana hattâ bu yılın
başına kadar, devletten sağlanan malî desteği üniversiteler
arasında University Grants Committee adlı bir kuruluş taksim
eder, onlara ne yaptıklarını çalışmalar hakkında bir soru sorar ve
nede bunun dışında herhangi bir müdahalede bulunurdu. Fakat
Temmuz da çıkan yeni kanuna göre, durum tamamen
değişmiştir. Bu kanunda UGC kaldırılmış, onun yerine tamamı
hükümet tarafından atanan yeni bir organ getirilmiştir. Bu organ
yükseköğretimin düzenlenmesini, denetlenmesini üstlenmekte
ve öğretimden, eğitimden sorumlu devlet bakanı tarafından
yönetilmektedir. Bu kanunda belirtilen yeni organa, bir
üniversiteyi kaldırmak veya iki üniversiteyi birleştirmek gibi bir
yetkide verilmiştir. Çok enteresan bir tutum. Ama onun dışında
üniversiteye yine müdahale yoktur.
Bir iki örnek daha vereyim. Vereceğim örnek İsveç'in Stock­
holm üniversitesidir. Fakat İsveç'in bütün üniversiteleri bu usule
tâbidirler. İsveç'te 1974'de değişen kanuna göre rektör, öğretim
XXI I I
üyeleri temsilcilerinden, öğrenci temsilcilerinden ve sendika
temsilcilerinden oluşan bir heyet tarafından seçiliyordu. 1978'de
çıkan bir kanuna göre de İskandinav üniversitelerinde, rektörler,
doğrudan hükümet tarafından
atanmaya başlanmıştır.
Belçika'da, Fransa’da, İsviçre'de ve 1982'de de Yunanistan'da,
genellikle "Yükseköğretim Kurumlan Millî Komitesi" Üniversiteler
veya Yüksekokullar Komitesi Kurulu" adlı çeşitli isimler altında,
üniversiteleri denetleyen ve üniversiteler arasında koordinasyo­
nu sağlayan kuruluşların ortaya çıktığını görüyoruz.
Bizde de 1973'de çıkarılan 1750
sayılı Kanunla
"Yükseköğretim Kurulu" kabul edildi ve kanuna girdi. Fakat o za­
man yürürlükte bulunan Anayasa'nın 120. maddesine göre,
üniversite organları kendileri tarafından seçilir, denetleme
seçilen organlar tarafından yapılırdı. Yeni Anayasa, 1973 yılındaki
1750 sayılı Kanunda yer alan Yükseköğretim Kurulu'nu
lağvetmiştir. Çünkü, burada üyelerin yarısı üniversitelerden,
yarısı hükümet tarafından, Millî Eğitim Bakanınca belirleniyor, Ku­
rulun Başkanı olarak da Millî Eğitim Bakanı öngörülüyordu.
Çoğunluğun hükümette oiması nedeniyle bu kanun
lağvedilmiştir.
1960'lardan bu yana yıllardır üniversitelerde, üniversite kanu­
nunu değiştirmek veya ıslah etmek için sürekli olarak çalışmalar
sürdürülegelmiştir. Zamanında, bunların bir kısmına ben de
katıldım.
Şimdi de gelelim 2547 sayılı kanuna. Sürekli olarak
gündemde olan bu kanun acaba bir tepki kanunu mudur ? Yoksa
ihtiyaca cevap verebilen bir kanun mudur ? Görüşüme göre bu
kanun, yönetime ilişkin bazı yönleri ile bir tepki kanunudur. Bil­
diğiniz gibi, üniversitelerde eskiden her şeye kurallar hâkimdi.
Eğer bir rektör veya dekanın kendi kişiliğinden kaynaklanan bir
otoritesi yoksa, hemen hemen bir karar alma yetkisi de yok
sayılırdı. Karar yetkisi, doğrudan doğruya fakülte kurullarında ve
senatolarda toplanmıştı. Bu sistemde, kurullar haftada bir toplanır
ve tıp fakülteleri gibi öğretim üyesi bakımından çok kalabalık olan
XXIV
fakültelerde, toplantı için daha başlangıçta çoğunluk sağlama
problemi ortaya çıkardı. Ayrıca, bu kurullarda söz gelişi falanca
kimse yurt dışına gitsin mi? gitmesin mi? Falanca kişinin
çalışmaları uygun mu değil mi gibi, basit konular saatlerce
tartışma konusu olabilirdi. Mayıs ayında öğretim üyelerinin bir
yıllık öğretim ve araştırma faaliyetleri gözden geçirilir fakat uzun
toplantılara bağlı bu değerlendirme sonunda, pek ender olarak
"yetersizlik" kararı verilirdi. Hattâ bir hafta on gün sonra aynı karar
yeniden gözden geçirilir ve bu defa "yeterlidir" şeklinde sonuca
bağlanırdı. Ben üniversiteye uzun yıllar hizmet ettim. 1961
yılından itibaren, Ankara Üniversitesi Rektörlüğünü, Orta Doğu
Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığını, Hacettepe
Üniversitesinde yönetim görevlerini ve rektörlüğüm dolayısıyla
bu olayların içinde yaşadığım için yakından biliyorum. İşte bu du­
rumun yarattığı tepki bu kurulları ortadan kaldırmış ve yeni kanun­
da yönetimi birkaç kişilik küçük guruplara vermiştir. Bu uygulama
ve bir ölçüde o eski tepki hâlâ da devam etmektedir. Ancak, karar
yetkisi böyle birkaç kişilik küçük kurulda olunca da, öğretim
üyeleri olup bitenlerden tamamen habersiz kalmaktadır.
İkinci bir husus mevzuatla ilgilidir. Söyleyeceklerimin bir kısmı
yalnız 1981'den sonrasını değil öncesini de içine alır. Eğer mev­
zuat açısından bizdeki durumla karşılaştırmak üzere, çoğulcu de­
mokrasi ile yönetilen Batı üniversitelerine şöyle bir göz atarsak,
onlarda serbest olan fakat bizde yasaklanan bazı kısıtlamaların
bulunduğunu görürüz. Bunlardan biri, 2547 sayılı Kanunda yer
alan "Öğretim elemanları ile her düzeydeki öğrenciler siyasî parti­
lere ve bunların hertürlü yan kuruluşlarına üye olamazlar ve bir
parti hesabına siyasî faaliyetler gösteremezler" şeklindeki
hükümdür. Bir nebze Avrupa ve ö ze llikle Fransa
üniversitelerinde çalışmam olduğu için biliyorum; orada
üniversiteler iyi mi kötü mü demiyorum; fakat sadece aradaki farkı
belirtmek istiyorum, öğrenci toplantılarında veya üniversitelerin
kendi salonlarında yapılan toplantılarda, bir masada sağ partiyi
temsil eden, karşısında da aksi partiyi temsil eden öğrenciler yer
alırlar. Bunlar, birbirleri ile selâmlaşırlar, sohbet ederler, fakat kav­
XXV
ga etmezler. Forumlarda kendi görüşlerini savunur ve tartışırlar.
Bazan da yer değiştirirler. Kanımca, bu durum siyasî hayata bir
hazırlanma sürecinin ifadesidir. Bizde ise kanunla yasaklanmıştır.
Öğretim elemanları ile öğrencilerin kamu yararına dernekler
dışındaki herhangi bir demeğe üye olmamaları da bir kısıtlamadır
ve bir tepki hükmündedir, diyebilirim.
Ayrıca, Arayasa'mızda bir 130. madde vardır. Bu madde ile
Devletin va nğı ve bağım sızlığı, ülkenin bütünlüğü ve
bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunmak yasaklanmıştır.
Gerçi, bu da bir kısıtlamadır. Ancak, ben şahsen ülke yararları
açısından bu maddenin daha bir süre kalmasında yarar olacağı
görüşündeyim. Aslında bu, beni aşan bir konudur. Tartışma yeri
de burası değildir, onun için daha fazla durmadan geçiyorum.
Ben burada sizlere bizim topladığımız bilgi ve rakamlar sun­
maya bizim dışımızdaki verilere dayanarak bazı bilgiler, bazı ra­
kamlar sunmaya çalışacağım. Bugün hatırlardadır yahut da tarih­
ten biliyoruz ki, Ortaçağın en eski üniversitelerinden biri Bolonya
üniversitesidir. Bu üniversiteyi öğrenciler aralarında para toplaya­
rak kurmuştur. Bunlar hocalarını da kendileri seçmişler ve
seçmekte idiler. Bu üniversitede, eğitim uzundu ve hukuk
ağırlığı olan bir bilim alanı idi. Fakat hukuka gelmek için önce ede­
biyat okunur, ondan sonra hukuka geçilirdi. Uzun yıllar rektörü
öğrenciler seçerdi. Başka karışanları yoktu. Öğretim üyesi hiçbir
şeye karışmazdı. Çünkü, parayı veren öğrencilerdi. Duruma onlar
hâkimdi. Ancak, üniversiteler geliştikça para yetmedi. Bunun
üzerine zaman zaman kilisenin zaman zaman da oradaki hâkim
güçlerin, dükaların veya eyalet hükümranlığını elinde tutan
kişilerin desteğine ihtiyaç duyuldu, zamanla da eğer tabir caiz ise
"özerkliği" kullanmak ortadan kalktı veya azaldı. Eskiden
öğrenciler elbette istediklerini yaparlardı. Çünkü parayı onlar ve­
riyor ve hocalara bizi okutun, öğretin diyorlardı.
Üniversitelerde 1950’lere kadar hâkim olan görüş mümkünse
hiçbir yere hesap vermemek şeklinde idi. Ancak, 1957de Sput-
XXVI
nik büyük bir uyarı oldu. Özellikle Batıda, "biz üniversiteye para
veriyor ve araştırma yapmalarını istiyor isek, ne yaptıklarını da
bilmemiz ve hesap sormamız gerekir," kanısı hâkim oldu, işte bu
nedenle, hükümetler üniversite ile daha çok ilgilendiler. Demin
İsveç'ten bahsetmiştim. İsveç'te üniversite yönetim kurullarının
üçte biri parti temsilcilerinden ve politikacılardan, üçte ikisi de
akademik kişilerden oluşur. Yunanistan'daki yükseköğretim ku­
rulu üyelerinin bir kısmı parlamentodaki parti temsilcileridir. Bun­
lar, yükseköğretimde çeşitli partilerin parlamentodaki temsil gücü
oranında yer almaktadırlar. Burada önemli olan husus, dışardan
bir organa veya bir guruba, yapılan işler hakkında bilgi vermektir.
1970'lerde yürürlükte olan yasanın 120. maddesinde
"üniversiteyi ancak üniversiteyi oluşturanların seçtiği organlar
denetler" hükmü yer almıştır. Biz bu maddeye dayanarak o sırada
Hacettepe'de acaba öğrencilerden temsilci alsak nasıl olur? diye
düşündük. Çıkardığımız bir yönetmelikle senato üyesi kadar
seçilen öğrenci ve aynı sayıda asistandan oluşan "üniversite
konseyi" adlı bir kurul kurduk. Fakültelerde de öğrencilerin aynı
oranda temsil edilmelerini sağladık. Benim şahsî düşüncem, bi­
zim dışımızda bazı kişilerin de bize zaman zaman uyarıda bulun­
maları ve yaptıklarımız hakkında bilgi edinmeleri şeklinde idi. Bu
uygulama maalesef uzun sürmedi. O zamanki anarşi
döneminde, seçilen öğrenciler anarşistler tarafından tehdit edil­
diler, "katılmayın, siz artık yönetime uydunuz" diye katılmaları
önlendi. Fakat o dönemde konuşmalar çok daha ciddî idi.
Çünkü, kurullarda öğrenci de vardı. Üniversite öğretim üyeleri ve
elemanlarının dışında bir makama hesap verilmesi veya bir maka­
ma hesap sorulması mümkün olabiliyordu. Bu asla müdahale ve
icra ile ilgili değildi. Ben şahsen bunun doğru bir yaklaşım
olduğuna inanıyorum.
Bugün 1946'dan sonra, 1946'dan 1980'e kadar şüphesiz
çok başarılı çalışmalar yapılmıştır. Fakat verilen global bütçenin
nasıl ve nerede kullanılacağı mütevelli heyetin kararına bağlı idi.
XXVII
Kanımca ODTÜ, yükseköğretim hayatında büyük hizmetlerde
bulunmuş, araştırmada, eğitimde Türkiye'ye çok büyük hizmetler
vermiştir. Bu üniversiteyi, mütevelli heyet tarafından seçilen
rektör denetliyor, mütevelli heyete hesap veriyor, icabında da
değiştiriyordu. Fakat bunun sakıncalı tarafları yok muydu? El­
bette v<rd;. Üyelerinin tümü aynı anda hükümet tarafından
atanıyordu. Demokrasiye ara verildiği dönemlerde en azından iki
defa özellikle müteveli heyetler görevlerden alınmış, yerlerine
yenileri tayin edilmiştir. Ondan sonra, çoğunluk olmadığı için bir
süre rektör de seçemediler. Arkadaşlarımız hatırlayacaklardır,
bunların biz de 1750 sayılı Kanuna tabi olalım diye bazı girişimleri
olmuştur, daha sonra 1981'de diğer üniversiteler gibi onlar da
Yükseköğretim Kurulu rejimine tabi oldular.
Şimdi biraz daha eskiye giderek bir iki dakikanızı daha almak
istiyorum. Atatürk, 1933'de İstanbul Darülfünu’nun
çalışmalarından hiç memnun değildi. İsviçre'den getirilen ve Ce­
nevre'de yürürlükte olan kanun ve mevzuata yakın bir mevzuat
öneren Malch'ın raporu büyük ölçüde kabul gördü ve 1933'de
Darülfunun lağv edilerek yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu.
Zamanın Milî Eğitim Bakanı Reşit Galip'in şu sözlerini hatırlayalım:
Bunlar, "darülfünu'nun fakülte ve diğer bölümleri arasında bilim­
sel işbirliğini sağlayacak koordinasyonun bulunması, öğretim
üyelerinin üniversite dışındaki çalışmaları dolayısıyla eğitim ve
öğretimle yeterince ilgilenmemeleri ve kendilerini yalnız belirli
saatlerdeki derslerden sorumlu sayarak bilimsel araştırmadan
uzak kalmaları, bunun sonucu olarak da yayınların azlığı
şeklindeki yakınmalarıdır. Darülfünun ve ona bağlı fakültelerdeki
yönetimle ilgili makamlara seçimle gelindiğinde, öğretim üyeleri
arasında ihtiras, sürtüşme ve anlaşmazlıkların doğmuş olması ve
dışardan etkin bir denetimin bulunmaması da değişiklik ihtiyacını
doğuran sebepler olarrk gösterilmiştir. Yapılan değişikliklerden,
Darülfünun'daki öğretim üyelerinin müstakbel çalışma arka­
daşlarını seçme yetkisine sahip olmaları dolayısıyla, bu kurumların
dışarıdan gelecek yeni kabiliyetlere büyük ölçüde kapalı kalması
önemli bir etken olmuştur.Burada size aktardığım hususlar, Prof.
X X VI I I
Dr. Hirsch'in1 bir kitabından alınmıştır. Üniversite reformu ile ilgili
önerilerde bulunmak üzere Atatürk'ün direktifleri ile davet edilen
Isviçre'li uzman Prof. Mahlche raporunda aynen şöyle demekte­
dir. "Hiçbir mesele üniversite'nin istikbali için profesörlerin seçimi
ve atanması kadar önemli değildir. Halen tatbik edilen sisteme
göre, hocayı alâkadar diğer hocalar bulmaktadır. Alâkadarlar fena
hâkimlerdir, onların görüşleri alınmalı, fakat karar başka makamlar­
ca verilmelidir.” İşte raporda yer alan görüş budur.
1946'dan sonraki dönemde demokrasi başladı ve o zaman,
yeni kanun üniversiteye kendi organlarını, kendi yöneticilerini
seçme yetkisini verdi, bu düzen 1961 Anayasası ile de güvence
altına alındı. Üniversitelerimiz bu dönemde elbetteki çok başarılı
çalışmalar yapmıştır. Ona hiçbir diyeceğimiz yoktur. Fakat ben
üniversitelerin, yani senatoların aldıkları kararlarla ilgili bir iki örnek
arz edeyim: Biliyorsunuz, 1961'den sonra plânlı döneme
geçilmiştir. 1979-1980 ve onu izleyen dört öğretim yılı için
Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Plânında yükseköğretim çağındaki
öğrencilerin ve gençlerin okullaşma oranı şöyle öngürülmüştü:
1979'dan itibaren sırasıyla Yüzde 10,4, yüzde 11,2, yüzde 12,2
yüzde 13,4 ve nihayet 1980 için yüzde 15.
Gerek bu plân hedeflerinin gerçekleştirilebilmesi ve gerekse
okullaşma oranının yükseltilebilmesi için, Devletçe gereken çaba
harcanmış ve 1973 yılından itibaren yeni yeni üniversiteler
açılmıştır. Mevcud 8 üniversiteye 11 daha eklenmek suretiyle
üniversite sayısı 19'a yükseltilmiştir. Fakat haliyle bu sayı artışına
rağmen, ne yazık ki, öğrenci sayısında bu artış gerçekleştirile­
memiştir. Meselâ, 1975 yılında Üniversite, Akademi ve
Yüksekokullara toplam 49.542 öğrenci alınmışken, bu sayı 5 yıl
sonra 1980'de 8.000 noksanı ile 41,574'e düşmüştür. Bu
düşüşün gerekçesi olarak da, biz ancak bu kadarını iyi okutabiliriz
denmiştir. Oysa, bu dönemde ülkemizin yükseköğrenim
çağındaki nüfusu yaklaşık 3,5 milyondan 4 milyona çıkarak
500.000'lik bir artış göstermiştir. Sonuç olarak, bu olumsuz tu­
tum yüzünden plânda öngörülen hedeflere ulaşılamadığı gibi,
1. Hirscht Ermst, Dünya üniversiteleri ve Türkiye'de Üniversitelerin Gelişmesi I.
Cilt, İstanbul, 1930, s-310-319
XXIX
yükseköğretimdeki okullaşma oranı da 1975-1976 yılının %
9,1'ine karşı 1980-1981 yılında % 5,9'a düşmüştür.
Bu durum karşısında Yükseköğretim Kurulu, Üniversitelerle
görüşerek ve yeni bir düzenlemeye giderek kapasite artırımı
üzerinde uurmuştur. Kapasite artırımına giderken, elbette nitelik,
nicelik vasfı üzerinde de durmak gerekirdi. Ancak, bunu tek
başına bir faktör olarak düşünmek de yeterli değildir. Bu sebeple
Yükseköğretimdeki yeni düzenlemelerde kapasite artırımı ve
öğrencilerimize daha kaliteli-öğretim sunma hedefi birlikte ele
alınmıştır. Alınan tedbirler ve getirilen yeni düzenleme ile
yükseköğretimdeki okullaşma oranı artmaya başlamıştır.
Yükseköğretim çağı nüfusumuzdaki hızlı artışa rağmen, okul­
laşma oranı % 9,2'ye, bu yıl da (1989) yüzde 10,3e yükselmiştir.
Eğer gerekli tedbirler alınmamış olsaydı, belki 1980'deki % 5,9
oranı bugün %4'e veya % 3'e kadar düşebilirdi.
Bugün üniversitelerde tek sistemin varlığından bahsedilir, bu
görüşe hiç katılmıyorum. Çünkü, üniversitelerimizin teşkilâtı hep
aynı değildir İstanbul'da hem işletme fakültesi vardır, hem de ikti­
sat fakültesi. Bu fakülteler birçok üniversitede birer bölüm halin­
dedir. Yine İstanbul Teknik Üniversitesinde metalürji, elektrik,
elektronik, makina, inşaat birer fakültedir. Fakat birçok
üniversitemizde bunlar birer bölümdür. Bugün size başka bir
örnek daha vereyim. Hacettepe Tıp Fakültesi ve Cerrahpaşa T:p
Fakültesi'nin ikinci sınıflarında okutulan derslere dikkatinizi
çekmek isterim. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde, ikinci sınıfın ders­
leri; anatomi, histoloji, fizyoloji, temel mikrobiyoloji ve parazitoloji­
dir. Bunların saatleri de yazılıdır. Hacettepe ve buna benzeyen
bir iki fakültede ise bu derslerin adı yoktur. Bunlarda hücre biyo­
lojisi, doku biyolojisi, dolaşım, metabolizme, neroendokrin gibi
dersler okutulmaktadır. Üçüncü sınıfta da durum aynıdır. Şimdi
bir de bilgisayardan örnek verelim. Şu anda elimde ODTÜ'nün,
Hacettepe'nin, İstanbul Teknik Üniversitesi'nin ve Yıldız
Üniversitesi'nin programları var, bunlar hiç birbirine benzemez.
İsteyene gösteririm. Gelelim tarihe; Şurada Ankara Üniversitesi
XXX
ve diğer üniversitelerin programları yer alıyor. Bir üniversitede bi­
rinci yılda Osmanlı paleografyası, İslâm Öncesi Türk tarihi, Büyük
Selçuklular ve seçmeli dersler var. Öbüründe ise ilkçağ, ilkçağ
medeniyeti, mitoloji, osmanlıca, sosyolojiye giriş, ortaçağ tarihi,
tarih bibliyografyası dersieri vardır. Bunun örneklerini daha da
çoğaltabilirsiniz. Edebiyat büsbütün değişiktir. Ayrıca,
yükseköğretim kurulunun üniversitelere program gönderme
yetkisi de yoktur ve olmamıştır. O halde, tek tip düzen söz konu­
su değildir ve olamaz. Üniversiteler program yaparken, eğitim
konseyi dediğimiz dekanlar ve uzmanlar bir araya gelirler; ortak
ders olsun mu olmasın mı, buna karar verirler, bizim üniversite
öğretim sistemindeki görüşümüz belli bir dersi okutmak, onun
muhtevasını ezberletmek ve imtihanını verdim şeklinde değildir.
Bu uygulama bir ölçüde hâlâ devam ediyorsa, bunun son bul­
ması için ne lazımsa yapmak gerekir. Üniversitede tek bir kitap
verilmemesi esastır. Birçok kitap, kaynak, mecmua gösterilir;
öğrenciye bunlardan nasıl yararlanacağı ve ileride nereden, nasıl
bilgi toplayacağı öğretilir. Hele fen alanında, temel bilimlerde her
üç, beş yılda bir kapsam değişmektedir. Binaenaleyh, o günkü
bilgiyi hemen imtihanda sunmak bir marifet değildir. Öğrencilere,
imkân vermeli, kitapları da alın okuyun demelidir.
öğrenci neyi nasıl toplayabiliyor? Sentezi nasıl yapıyor? Mu­
hakemesi nedir? Eğer bunu öğretebiliyorsak, üniversitede
önemli olan budur.
Demek istiyorum ki, bu konuda YÖK'ün görüşü alınmaz. Biz
gelişmeleri ve üniversite organlarının resmiyet kazanmış karar­
larını ancak resmî gazeteden okur ve öğreniriz.
Diğer yandan, atamalar üniversite içinde başlar ve üniversite
içinde biter. YÖK. bugüne kadar hiçbir öğretim elemanının,
hiçbir doçentin, hiçbir profesörün ataması ile ilgili bir öneride bu­
lunmamıştır ve bulunma yetkisi de yoktur. Çünkü, kanun bunu
yasaklamıştır. Jüri üyelerinin hazırladığı raporlar, burada Jüri deyi­
minin yanlışlığına da işaret etmeliyim. Çünkü Jüri diye birşey yok­
tur. Aslında referans vardır ve ayrı ayrı referanslar alınır üniversite
XXXI
yönetim kurullarınca incelenip değerlendirilir. Üniversite rektörü
buna kendi görüşünü de ekleyerek önerisini YÖK'e gönderir.
Eskiden Millî Eğitim Bakanına gönderilir ve atama üçlü kararname
ile çıkardı. Şimdi YÖK'e gönderiliyor. Ancak, YÖK'te konu sa­
dece kanuna uygun olup olmadığı açısından, incelenir ve
değerlendirilir. Eğer bunda tereddüt varsa iade edilir. Fakat
hiçbir zaman onun yerine şunu yap gibi bir teklifte bulunulamaz.
Malî bakımdan para sarfı yetkisi de tamamen üniversitededir. Es­
kiden Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin malî kurallarında istisnai
bir durum ve bir rahatlık vardı. Bir mütevelli heyet ile yönetilen bu
üniversitenin hesapları, kendi kanunu uyarınca bir harcama es­
nekliğine sahipti. Harcamaların ve harcamalarla ilgili denetimlerin
genel kurallar dışında bir esneklik taşıması, uygulamalarda etkin­
lik sağlıyacaktır.
Bugün de üniversitelerde birinci derecede itâ amiri
Rektördür. Yönetimde Yükseköğretim Kurulu'na dayanan bir
merkeziyetçilik yoktur. Üniversite senatoları, üniversiteleri veya
birimleri ile ilgili yönetmelikleri kendileri hazırlarlar ve YÖK'ün
görmesine lüzum kalmadan yayınlamak üzere Resmi Gazete'ye
gönderirler.
Öğretim elemanlarının veya üniversite personelinin seçilme
ve atanmalarında da üniversite dışı makamların ve YÖK’ün hiçbir
yetkisi yoktur. Yükseköğretim Kurulu yalnızca profesörlüğe
seçilen öğretim üyelerinin durumlarını kanunlara uygun olup ol­
madığı yönünden değerlendirerek atama yapmaktadır. Bu da es­
kiden uygulanan üçlü kararname ile atamanın son aşamasından
başka birşey değildir. Eskiden üniversitelerde bir araştırma fonu
da yoktu. Bugün devlet bütçesinden sağlanan ödenekler
dışında, döner sermayelerden ve diğer yönlerden aktarılan gelir­
ler ile araştırma fonlarına da başvurmuşlardır. Bu fonlar saye­
sinde, bu yılın ilk 10 ayında 1308 proje, 1987 ise 1422 proje
gerçekleştirilmiştir. Eskiden projeler ya TÜBİTAK'tan sağlanır
veya şahısların yardımına bağlı kalırdı. Bugün "Araştırma Fonu" ndan desteklenen projelere tahsis edilen kaynak 14 milyar TL.'dır.
XXXII
Bu miktar elbette büyük para sayılmaz. Fakat eskiden bu da yok­
tu. Hem de Şubat ayı mali yıl sonu olduğu için kullanılmayan para­
lar Hâzineye giderdi. Şimdi ise, bu paralar mevcut fonda ertesi
yıla aktarabilmektedir. Gerçi, aslında bu da yeterli sayılmaz ama,
yine de epey kolaylık sağlanmaktadır.
Nihayet bir konu üzerinde daha durarak sözlerime son ve­
receğim. Bu da üniversitelerde araştırmalar durdu mu, sorusuna
verilecek cevaptır.
International Directory of Scientist and Scholars adlı bir
bülten vardır. Bu bülten Fladelfiya'da çıkan uluslararası bir
yayındır. Burada belli başlı, yani scientist indekse giren yayınların
hangi ülkeden geldiği ve kimler tarafından gönderildiği belirtilir.
Orada önemli olan ülkedir. Yani burada bir Amerikalı da araştırma
yapsa Türkiye sayılır; bir Türk de Amerika'da araştırma yapsa Amerika sayılır. Buna göre 1979-1980 1983-1984 ve 1987'ye ka­
dar olan bütün referanslar buradadır. Teker teker gösterebilirim.
Bu referanslarda Türkiye'den çıkanların sayısı 300’lerde
dolaşmıştır, 1979'da 3 1 5 ,1982'de yine aşağı yukarı 300'lerde,
371 fakat 1985'de 839, 1987'de ise 1451'dir. O halde
araştırmalar da durmuş değildir. Ayrıca bir araştırma fonu
oluşmuştur.
Bugün Yükseköğretim Kurulu binasında bir bilgi tarama mer­
kezi vardır. Herhalde bir kısmınız görmüşsünüzdür. Bu merkez­
de uluslararası düzeyde istenen bilgi dakikasında sağlanıyor; re­
feransların özetleri de verilebiliyor. Buraya 13 bin küsur yabancı
periyodik geliyor. Bunların sayısı 15 bine çıkarılacaktır. İstenen ve
eksik olanlar da getirilmelidir. Bu da toplam (7-8 milyar ek bir har­
cama kalemi) demektir. Bir taraftan da bu merkez 250 bilgi ban­
kasından aşağı yukarı 260 milyon referansa abonedir. İstediğiniz
bilgiye ilişkin üç anahtar sözcüğü söyleyin, size derhal faxla gelir.
Bu konuda darboğazımız oldu. Maaş düşüklüğü yüzünden ele­
manlarımız azalıyor; fakat onun da çaresini bulduk. İnşallah bu da
önlenecektir. 1982’de üniversitelerimizde yayın saysı 9 bin 5
iken, 1987’de 17 bin 554'e çıkmıştır. Bu sayının içinde tezlerde
XXXIII
dahil olmak üzere her çeşit yayın vardır. Ayrıca bu yayınların
türlerinin de neler olduğunu gösteren kitaplar yayınlanmıştır.
Son bir maruzatta bulunacağım. Bizim büyük eksikliğimiz öğretim
üyesinin y e tiş tirilm e s id ir. D ışarıya açılm ış d e ğ iliz.
Üniversitoîarimizdeki kıt kaynaklar daha ziyade hocaların ihtiyaç
duyulan yarlere kısa sürelerle gelerek hizmet vermelerine inhisar
ediyordu. Şimdi bir ölçüde belli merkezlere doktora öğrencileri
gönderiliyor. Ayrıca 1416 sayılı Kanun çerçevsinde, Millî Eğitim
Bakanlığınca yurtdışında ihtisas yapma amacıyla öğrenci
gönderme uygulamaları da devam ediyor. Bu uygulamalar çok
yarar sağlamıştır. Fakat şimdiye kadar üniversiteler kendi
bütçelerinden, kendi imkânları ile -dış bursları saymıyorum- he­
sap ettik, 10 yılda ancak 28 kişi yollamışlar. Şimdi durum
değişmiştir. Doktora için, son 22 ayda tanınmış yabancı
üniversitelerden akseptans alıp, bütün masrafları, yolluk ve
ücretleri üniversitelerce karşılanm ak suretiyle araştırm a
görevlilerinden yurtdışına gönderilenlerin sayısı 502'dir. Bu
sayının içinde yurt dışından burs sağlayanlar yoktur. Bir sistemi iyi
ve kötü tarafları ile tenkit etmek elbette yerinde olur. Baştan
söylediğim gibi sistemin beğenilmeyen tarafları olabilir. 1402
sayılı Kanun kanayan bir yaradır. Bu kanunun üniversitelerdeki
uygulaması gerçekten yerinde olmamıştır. Bu YÖK'ün değil, o
zamanki yönetimin bir tasavvurudur. Ayrılanların sayısı üzerinde
şu sebeple durulmaması gerekir. Çünkü sayıda yer alan rakam­
ların bir kısım idari tasavvurun sonucu olduğu halde, bir kısmı da
belki biz de uzaklaştırılırız, korkusu ile kendiliğinden ayrılmalarının
ortaya koyduğu sonuçlar. Biz kurul olarak bunların ayrılmalarının
haklı haksız oldukları yönündeki tartışmaları ve kadro bulunup
bulunmadığı hususunu bir yana bırakarak, dönmelerini samimî
olarak arzu etmekteyiz. Üniversite'den ayrılmış olup da tekrar
üniversiteye dönmek isteyenlerin hepsi de alınmışlardır. Benim
bilgim dahilinde müracaat edip de alınmayan yoktur. Bunlardan
isteyenlerin herhangi bir formaliteden geçmeden ve ilâna lüzum
kalmadan 60'ıncı maddenin (b) fıkrasına göre otomatik olarak geri
dönmeleri mümkündür, belki uygulanmamış da olabilir. Biliyo­
XXXIV
rum, bazı olayları üzülerek biliyorum. Bunlar hatâlardır, kabul
ediyoruz ve söylemek lâzım, 1402'liklerin geri dönmeleri için
Danıştay'a da gidildi. Danıştay'da aleyhte oy verildi. Bütün bunlar
üzülerek söyleyeyim ki, olmaması gereken şeylerdir. Biz, yak­
laşık bir yıl 'ince bunların dönmelerini sağlamak için teşebbüse
geçtik. Bizim kanaatim iz, "bunların üniversiteden uzak­
laştırılmaları, sıkıyönetim döneminde idi. Sıkıyönetim kalktığına
göre dönmeleri gerekir." şeklindeydi. Fakat "kanunen buna
imkân yoktur, tereddüt var. Eğer Danıştay alınabilirler diye bir
görüş bildirmezse, Maliye bunların aylığını ödemez" dediler. Biz
de bunun üzerine Başbakanlık aracılığı ile Danıştay'dan görüş
istedik. Bugüne kadar bir görüş gelmiş değildir, fakat öğrendiğim
kadarıyla Başbakanlık bunu Danıştaydan sormamıştır. Çünkü biz
direkt soramıyoruz. Onun için ben parlementerlere de birçok ve­
silelerle durumu arz ettim; öyle bir kanun teklifinde bulunurlarsa,
biz bunun destekleyicisiyiz. Bunu şimdiden ilân ediyoruz.
Efendim aradan yedi yıl geçti, ben şuna inanıyorum ki, iyi ve
kötü taraflarıyla bir reform kanunudur ve çağdaş bir reform
olmuştur.
Şimdi son bir noktaya da dokunayım: Ben üniversite
yöneticisinin hattâ fakülte yöneticisinin seçimle değil, tarafsız bir
heyet tarafından atanmasından yanayım. Demokratik değil, ama
üniversitede demokratik atanma diye bir kural yoktur, özerklik ve
özgürlük vardır.
Dünya üniversitelerine bakın, yürürlükte olan budur. Seçimle
gelen yerlerde hükümet komiseri vardır, bundan iki ay önce Bolonya'da toplanan 602 üniversite rektörü bir Magna Carta
yayınladılar. Bu Magna Carta'da "Üniversitelere devlet
müdahalesinin, siyasî müdahale ve ekonomik, baskı dışında kal­
ması asıkJır." dendi. Yöneticisinin atanmayla mı seçimle mi gelme­
sine hiç dokunulmadı.
OECD özerklikle ilgili 20 tane şart koştu. Bu 1980'lerde çıkan
bir yayındadır. Bunlarda atama veya seçim yoktur. Acaba hoca­
XXXV
ların atanmasında hükümetin, siyasi otoritenin tesiri var mıdır?
sorusuna cevap ararsak, Belçika'da üniversite üç profesör aday
gösterir, bakan bunlardan birini atar. Bazan da geri gönderir, ye­
nilerini aday gösterin der Benim çocuk hekimi olarak aynı za­
manda Uluslararası Pediatri Kurulu'nda da görevim vardır. Bu
vesileyle Avusturya'da bulunuyordum. Oranın Millî Eğitim bakanı
bir hanım beni yemeğe çağırmıştı. Oradaki çocuk hekimi arka­
daşlar bana, aman dediler; "bakan dört aydır buraya profesörü
tayin etmedi, ne olur yemekte profesör Zweimüller'i meth et,
çünkü o da adaylardandır. "Ben nasıl müdahale ederim; ama bir
fırsat bularak sordum ve dedim ki "Hassbelger beş altı ay önce
vefat etti. Acaba onun yerine kim geldi? Bakanın cevabı:
"Sormayın sayın Doğramacı, dört tane aday gösterdiler, hiçbiri
sosyal demokrat değil, hiçbirisini tayin etmeyeceğim, gerisin ge­
riye göndereceğim, yeni adaylar göndersinler." şeklindeydi..
İsviçre'de 8 kanton üniversitesi ile iki federal üniversite vardır.
Federal olan ikisi teknik üniversitedir. Biri Zürih'te politeknik,
diğeri de Lozan'da. Bu bir YÖK tarafından yönetilmektedir. Diğer
8 üniversiteden herbiri kanton üniversitesidir, senato üyeleri ge­
nellikle birer yıl için rektör olurlar. Fakat en ufak harcama bile ora­
da millî eğitim müdürünün iznine tâbidir. Özerkliğin 20 tane şartı
vardır. Onun için bütün "Kıta Avrupa Üniversitelerinde 40 ila 60
arasında özerklik vardır." deniyor.
Şimdi bizde hocalar artık hiçbir şeye katılmıyorlar. Yapılan
işlerden haberleri yok. Biz bir sene önce "akademik kurullar"
diye bir şey çıkardık. Her anabilim dalının, her bilim dalının, her
fakültenin akademik kurulları olsun dedik. Fakat bize dendi ki,
akademik kurulların yöneticisini yine dekan tayin ediyor. Bunun
üzerine biz yine toplandık, kanun imkân veriyor, bugünden iti­
baren bilim dalı başkanlarını bilim dalı hocaları tayin edecek, yani
seçecek; anabilim dalı başkanını da o anabilim dalında bulunan
öğretim üyeleri, profesörler arasından seçecek. Bölüm
başkanları da bu şekilde seçilmiş olan anabilim dallan veya ana
sanat dalları başkanlarının yazılı görüşleri ile görev başına getirile­
XXXVI
cek. Bu uygulama doğru dedik. Ancak, görüşüme göre,
yönetimden hesap verecek bir rektörün, bir dış hey'et ta­
rafından- ama hükümet değil-, çoğunluğunu hocaların
oluşturduğu bir hey’et tarafından atanması uygundur. Nitekim
kanunumuzda yeralan hüküm gereğince, rektörler,
Yükseköğretim Kurulu’nun önerisi üzerine Cumhurbaşkanı'nca
atanmaktadır, rektör adaylarını tespit eden Yükseköğretim Kurulu'nun üçte ikisini profesörler oluşturmaktadır. Bunlardan
doğrudan doğruya 7si Üniversitelerarası Kurulca, üniversitede
görevli öğretim üyeleri arasından seçilmektedir. Bu üyeler hem
üniversitedeki görevlerini devam ettirdikleri hem de YÖK'ün
Genel kurul üyesi oldukları için YÖK ile üniversiteler arasında
tabiî bir köprü kurulmakta ve diyalog devam ettirilmektedir. Bu
söylediklerim Yükseköğretim kanunu'nda zamanla ihtiyaç duyu­
lan değişikliklerden birkaçıdır. Beni dinlediğiniz için teşekkür
ediyorum. Bana üniversite sorunları konusunda yöneltilen soru­
ları arkadaşlarım not edeceklerdir. Ben somlar sırasında burada
bulunmasam da panelde yine huzurunuzda olacağım.
Tekrar teşekkür ve saygılarımla. (Alkışlar.)
XXXVII
B İ L D İR İ I
TARİHSEL GELİŞİM İÇİNDE
ÜNİVERSİTE VE
YÜKSEKÖĞRETİM KAVRAMI
PROF. DR. VAKUR VERSAN
(İ. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi)
Oturum Başkanı : PROF. DR. HAYDAR TAYMAZ
Tarihsel Gelişim İçerisinde
Üniversite ve Yükseköğretim Kavramı
T arihsel gelişim i içe risind e ince led iğ im iz zaman
üniversitelerin esas amacının kültürü geliştirmek ve yaymak
olduğu görülür. Fakat zamanla buna çeşitli meslekler için gerekli
olan temel teknik bilgileri sağlamak amacı da eklenmiştir.
Gerçek bilimi yaymak orijinal araştırma yapmadan mümkün olamayacağına göre, doğal olarak, üniversitelerin temel
amaçlarından bir diğeri de bilimsel araştırmalar yapmaktır.
Bilim tarihi bu tür müesseselerin ilkel şekilde önceleri Çinde,
Hindistanda ve Mısırda ortaya çıkmış olduklarını kaydetmektedir.
Daha sonraları eski Yunanda Pitagor'un kurduğu okul, Eflatun'un akademisi, Aristo'nun Liceum'u ve Romanın özellikie re­
torik ve tartışma usul ve esaslarını öğreten okulları da bu tür
öğretimin ilk nüveleri olarak kabul edilmektedirler.
Bütün bu teşebbüslere rağmen, bir bilim külliyesi olarak,
üniversitelerin gerçek başlangıç devri genellikle Ortaçağlar ola­
rak kabul edilmektedir.
Bilim tarihi ile uğraşanlar üniversitelerin bu çağlarda ortaya
çıkmağa başlamalarını başlıca iki sebebe dayandırmaktadırlar.
Bunlardan birincisi Batının Arap medeniyeti ile temasa geçmiş
olması, kentleşmenin ortaya çıkması ve Hıristiyan din adamlarının
genel bilgi seviyelerinin yavaş yavaş artmağa başlamasıdır.
İkincisi ise sosyal bir müessese olarak korporasyon fikrinin
doğmasıdır. Böylece batıda kiliseler, manastırlar ve diğer dinî ku­
rumlar bir nevi hiyerarşi içinde bir araya gelerek araştırma yapan
ve bilgi transferinde bulunan teşkilatlar haline gelmişlerdir.
Bu tür bilimsel kurumların ilki XI inci yüzyılda Italyada ortaya
çıkan Salerno Tıp Fakültesi ile X uncu yüzyılda yine aynı ülkede
kurulmuş olan Bologna Hukuk Fakültesidir.
3
Bunları Fransada Paris (1150-1170) ve Toulouse (1229),
Ingilterede Oxford (1168) ve Cambridge (1212), İspanyada Salamanca (1243) ve Seville (1254), orta Avrupada Prague (1344)
ve Vienna (1365), Almanyada Heidelberg (1384) ve Köln (1388)
izlemiştir.
Bu devirde üniversiteler bağımsız bir şekilde faaliyette bulu­
nan ve gelir kaynakları kendi vakıflarından ibaret olan bilim
müesseseıeri idi.
Reformasyon hareketi ile bu üniversitelerde bilimsel açıdan
büyük bir gelişme oldu, fakat buna karşılık bunlar üzerinde mer­
kezî idarenin, yani devletin etkisinin arttığı görüldü.
Bunun neticesinde üniversitelerin özerklikleri kaybolmağa
başladı. Öğretim üyeleri geleneksel devlet memurları haline gel­
diler ve bunların üzerinde bir nevi hiyerarşi ve sansür tesis edildi.
Artık Üniversitelerin en başta gelen fonksiyonlarının bilimsel
araştırma değil, fakat eğitim ve öğretim olduğu ileri sürülüyor, bu
iki fonksiyonun birleşemeyeceği, gerekirse bilimsel araştırmalar
için ayrı kurumlar tesis edilebileceği iddia edilerek, üniversitelerin
sadece devlete memur ve devlete bağlı kiliseye eleman
yetiştirmek olduğu ileri sürülüyordu.
XVI ncı yüzyılda bilimsel araştırmaların ağırlık merkezleri Italyan
üniversiteleri idi. Özellikle Galileo ve Vesaliusun bulundukları Padua ve Pisa üniversiteleri bunların başında geliyordu.
XVH'nci yüzyılda bu çalışmalar kuzey Avrupa üniversitelerinde
yayılmağa başladı, Ingilterede Oxford ve Cambridge, Hollandada
Leyden bu tip bilimsel incelemelerin ve yayınların yoğunlaştığı
üniversitelerdir.
XVIII
inci yüzyılda aydınlık devrinin etkisi ve üniversitelerin
amaçlarında her tarafta bir yenilik oldu ve bilimsel araştırmalara ye­
niden önem ve hız verildi.
Fransız devrimi her türlü sosyal ayrıcalıklara son verirken
eğitimi de kitlelere ve topluma yaymak amacı ile üniversitelerin
geleneksel imtiyazlarına karşı çıktı.
4
Napoleon ise eğitimi millileştirmek amacı ile üniversiteler de
dahil olmak üzere, eğitim ve öğretimi merkezî bir sisteme bağladı
ki bu durum Fransada sonraki yıllarda da devam etmiştir.
XIX uncu yüzyıl başlarında üniversitelerin yapılarında büyük
değişiklikler olmuştur. 1810 yılında Humboldt,- Fichte ve
Schleiermacher tarafından kurulan Berlin üniversitesi hem
araştırma ve hem de eğitim-öğretim merkezi niteliği taşıyordu.
Berlin üniversitesinin bu niteliği sadece Alman üniversiteleri
için değil, fakat Hollanda, İskandinav ülkeleri ve İsviçre
üniversiteleri için de bir model, bir örnek olarak kabul edildi.
Böylece anlaşıldı ki gerçek bir ilimsel araştırmaya dayanmadıkça
sağlam bir eğitim-öğretim yapmağa imkân yoktur. Bu suretle XIX
uncu yüzyıl başlarındaki Alman üniversiteleri kısa zamanda
bugünkü dünya üniversitelerinin bilimsel çalışmalarına esas
teşkil etti.
Ancak bu çağın üniversiteleri sadece birer bilim ocakları olarak
kalmamışlar fakat aynı zamanda politik birer merkez haline de gel­
mişlerdir. Bu üniversiteler, içinde bulundukları toplumun millî his­
lerine tercüman olmak sureti ile ülkelerinin mukadderatlarına da
etki yapmışlardır.
Meselâ Berlin, Heidelberg gibi Alman üniversiteleri Alman mil­
liyetçiliğini ve Alman birliğini sağlamak hususunda önemli roller
oynamışlardır.
Paris üniversitesi Fransız siyasî hayatında özgürlüğün yer al­
masında etkili olmuştur.
İtalyan üniversiteleri ülkelerinde yabancı müdahalelerine karşı
mukavemet fikrini sağlamış ve böylece Italyan milletinin yeniden
varoluşuna katkıda bulunmuştur.
İspanyol üniversiteleri Napoleona karşı mukavemet merkezle­
ri oluşturmuş, Kopenhag ve Oslo üniversiteleri Danimarka ve
Norveçteki milliyetçilik hareketlerine merkez olmuşlardır.
Polonyanın Varşova, Macaristanın Peç üniversiteleri bu
5
ülkeler için aynı rolleri oynamışlar, çarlık Rusyada Moskova, Petersburg gibi üniversiteler ise Panislavismin çekirdeğini teşkil
etmişlerdir.
Avrupanm bu üniversiteleşme hareketi, tarihî bir gelişme
içinde başka kıtalara da yayılmıştır. Amerika kıtasında ilk
üniversiteler Ispanyollar tarafından kurulmuştur. Örneğin Mexico
Üniversitesi (1551), Lima Üniversitesi (1553) tarihlerinde kurul­
muşlardır.
İngilizce konuşan kuzey Amerika kıtasında, bugünkü Amerika
Birleşik Devletlerinde, Harvard Üniversitesi daha bu topraklar
İngiliz sömürgesi iken Ingilterenin Cambridge Üniversitesi mezu­
nu John Harvard tarafından (1634) de kurulmuş, bunu Yale
(1701), Columbia (1754), Princeton gibi diğerleri takip etmiştir.
Daha sonraları üniversiteler diğer ülkelerde de kurulmağa
başlamıştır.
Ülkemizin yükseköğrenim tarihini zaman ve mekân içinde in­
celediğimiz zaman dünyanın hemen her tarafında ortaya çıkan
bu gelişmeyi bizde de görmek kabildir.
Türk tarihinin önemli bir kısmını teşkil eden Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren Iznikte başlayan ve te­
okratik bilgilerle bunun bir kısmını teşkil eden hukuk ve felsefe
bilimleri üzerinde kurulan ve ilk dereceden başlayarak bir
işbölümü ve ihtisasa gitmeden bütün bu dalları içine alan eğitim
sistemi Istanbulda Türk kültür ve medeniyetinin kuruluşu olan
(1453) yılından itibaren XV inci yüzyılda Fatih Sultan Mehmet
Vakıfları olan üniversite ile gelişmeğe başlamış, XVI ncı yüzyılda
Kanuni Sultan Süleyman devrinde bu hükümdarın vakıfları ile ku­
rulan Süleymaniye tesislerinde daha geniş bir işbölümüne gel­
miş, fakat XVI ncı yüzyıldan sonra bir gelişme gösterememiştir.
Osmanlı devrindeki eğitim sistemi birbirini tamamlayarak bir
bütün arzeden üç aşamada gerçekleşiyordu.
Birinci aşamada öğrenci asıl eğitime esas teşkil edecek ilkel
6
bilgileri özel bir öğretmenden alıyor, bundan sonra ikinci aşama
olan eğitime geçiliyordu. Orta eğitime benzetebileceğimiz bu
ikinci aşamadan sonra öğrenci o devrin üniversitesi demek olan
medresede bir oda sahibi oluyor, hem gerçek bir üniversite
öğrenimine başlıyor ve hem de daha aşağı derecedeki
öğrencileri derse hazırlamak yetkisini kazanıyordu.
Üniversite derecesindeki öğrenimini bitirdikten sonra öğrenci
icazet yani doktor payesini alıyor ve bu suretle öğretim ve yargı
görevlerini yapmak hakkını ve ehliyetini kazanmış oluyordu.
Yargı yetkisini kullanmak, tabiatı ile, böyle bir göreve tayinle
elde edilirdi ve bu görevi muhafaza ettiği sürece devam ederdi.
Buna mukabil öğretim üyeliği unvanı ve yetkisi icazet alındıktan
sonra ömür boyu kullanılan bir yetki olarak kalır ve bu kimseler
"İlmiye" denilen bilim adamları sınıfını teşkil ederlerdi.
Bunun dışında kalan teknik bilgiler, örneğin mimarlık ve diğer
sanatlar çıraklık yolu ile ve bir kısmı da loncalarda eide edilirdi.
Bu sistem Osmanlı İmparatorluğuna tekaddüm eden Selçuk
İmparatorluğunda ve diğer Türk devletlerinde de cari olduğu gibi
o çağlarda Türklerin de dahil olduğu Isiam ve doğu medeniyeti­
nin de uyguladığı bir sistemdi.
Sanatta ve idarede Türk karakterini muhafaza etmekle bera­
ber, dinde ve hukukta İslam dinine, onun dinî hukukuna ve fel­
sefesine dayanan Osmanlı Devleti Avrupa ile temaslarını
arttırdıktan sonra yükseköğretimde de reform ihtiyacını duy­
muştur.
Pu ihtiyaç evvelâ askerlik alanında kendini göstermiş ve bu
nedenle ordu ihtiyacını karşılamak amacı iie XVIII inci yüzyıl orta­
larında teknik bilgiler veren okulların açılmasına ihtiyaç duyul­
muştur. Böylece (1774) tarihinde "Mühendishane i Bahrii
Hümayun" ve "Mühendishane i Berri Hümayun" adlı iki okul
açılmıştır.
Bu öğretim kurumlarında matematik, mekanik, astronomi, fi­
zik, kimya gibi müspet bilimler okutuluyordu. Böylece nazarî bil­
giler veren medreselerin yanında teknik bilgiler veren
yüksekokullarda açılmış oluyordu.
XIX
yüzyıl başında (1834) senesinde ordunun subay ih­
tiyacını karşılamak maksadı ile "Harbiye Mektebi" açılmış, Tanzimattan sonra ise mülkiye teşkilatı için gerekli elemanları
yetiştirecek bazı okullar tesis edilmiştir. Bu arada Osmanlı
Darülfünunu olarak ilk bir üniversite tesisine de teşebbüs edilmiş
ise de bu teşebbüs maalesef uzun ömürlü olamamıştır. İkinci
defa açılan darülfünun 1933 yılına kadar faaliyetine devam
etmiştir. Memleketimizde çağdaş üniversite kurmak çabası ise
ancak Atatürk'ün teşebbüsü ile cumhuriyet devrinde başarıya
ulaşmıştır.
Bugün, ç e ş itli ü lkelerde, ü n ive rsite le r geleneksel
gelişmelerine uygun olarak, gerek yönetimleri bakımından, ge­
rekse öğretim üyelerinin atanmaları ve tâbi oldukları kurallar
bakımından, ya da malî kaynakları açısından şeklî olarak farklı bir
takım usullere tâbi bulunmaktadırlar.
Hatta bazen aynı ülkede üniversitelerin farklı usulleri kabul et­
tikleri dahi görülmektedir.
Ancak, ister özel olarak kurulmuş olsunlar, isterse mahaiiî jcja-’
reler veya devlet tarafından kurulsunlar, büîün fis o * * *
üniversitelerin temelinde yatan bir esas vardır ki o da akademk
özerklik ilkesidir, bu ilke üniversiteler için vazgeçilmez bir esas
bir kıstastır.
Akademik özerklik, esas itibarı ile, bir üniversite veva
yükseköğretim kurumu üyesinin gerçek olduğuna inandığı bir
hususu, içinde görev yaptığı müessesedeki akademik üstlerinin
veya üniversite dışındaki herhangi Wr makam veya merciin kendi
sini görevinden uzaklaştıracağı veva sorumlu tutacağı korkusun
dan azade olarak söyleyebilm esi, yazabilmesi veva
yayımlayabilmesidir.
1
8
İkinci bir manası ise, bir üniversitenin veya yükseköğretim kurumunun bir bütün olarak, yani tüzel kişilik olarak, izleyeceği
veya uygulayacağı hususları herhangi bir dış makam veya merciin
denetimine tâbi olmadan yürütebilmesidir.
Tabiidir ki bu ikinci özerkliğin varlığı birincinin, yani bilim adam­
larının özerkliklerinin mevcudiyetine bağlı bulunmaktadır.
Son yıllarda bu tabir, yani özerklik, daha da geniş bir kapsam
almağa başlamış ve bilimsel özerklik aşırı bir takım hüküm ve ka­
rarlardan hatta kamu oyu baskılarından korunma özerkliği an­
lamına gelmeğe başlamıştır.
Kısacası, bugün artık akademik özerklik öğretme ve öğrenme
hürriyeti olarak anlaşılmakta ve üniversite fonksiyonunun temel
unsurunu teşkil etmektedir.
Akademik özerkliği tarihsel gelişimi içerisinde incelemek ister­
sek bunun düşünce hürriyetinin ortaya çıkması ile başladığını
görürüz.
Düşünmek mevcut inançları ve uygulamaları eleştirmek an­
lamına geldiği için bu eleştiriler yerleşim inanç ve düşüncelere
sahip olan kimseler tarafından daima tepki ile karşılanmıştır.
Batıda bunun en eski ve meşhur örneği Milattan önce 399
yılında, mevcut dinî inançlara aykırı düşüncelerinden dolayı ken­
disine yapılan isnat ve ithamlara karşı Sokratın savunmasıdır.
Sokrat bu savunmasında düşünce özgürlüğünün öğretim
özgürlüğünü de kapsadığını söyliyor ve bunun gerek dine ve
gerekse devlete karşı yerine getirilmesi gerekli bir görev
olduğunu vurguluyordu.
Batı uygarlık tarihinde bunun mücadelesi çok olmuş, fakat
artık bugün bu hürriyet insan hak ve özgürlüklerinin
başlıcalarından birisi olarak hür dünyanın her tarafında kabul
olunmuştur.
İlk ve orta çağlarda dinî ve politik nedenlerle akademik
9
özgürlüklere karşı yapılan mücadeleler çok sert olmuştur. Bu
özgürlüklerin savunuculuğunu ilk zamanlarda kara Avrupasında
yapanların başında Leiden ve Heidelberg üniversiteleri geliyor­
du. İngilterede Sir Francis Bacon 1605 de yayınladığı
"Advancement of Leaming" adlı eserinde bilim özgürlüğünü
dinî, siyasî, kişisel ve dogmatik önyargılara karşı savunuyordu.
İlmî araştırmalar ve bunların bağnaz ve tutucu çevrelere ve
davranışlara karşı savunma mücadelesi onyedinci ve onsekizinci
yüzyıllarda üniversiteler dışındaki bilimsel kurumlarda da
gelişmeğe başlamıştır, ingilterede 1660 yılında kurulan "Royal
Society", Almanyada 1700 yılında tesis edilmiş bulunan" Bilimler
Akademisi" ve Amerika Birleşik Devletlerinde 1743 senesinde
ortaya çıkan "American Philosophical Society" bunların en
meşhur örnekleridir. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda ise bi­
limsel özgürlük fikri batıda gelişen demokrasi ve liberalism cere yanları neticesinde gittikçe yayılmış ve yerleşmiştir. Zira çoğulcu
demokrasi ve ekonomide yaygınlaşan liberalleşme zarurî ve
mantıkî olarak fikirlerde de liberalleşmeyi gerekli kılmış, malların
ve eşyanın serbestçe alışverişi ve dolaşım gibi fikirlerin de ser­
bestçe alışverişi kabul olunmuştur.
Ayrıca bugün hâkim olan görüşe göre, akademik özgürlüğün
gerekçesi ve dayanağı sadece fertlere tanınmakta olan fikir ve
ifade özgürlüğü olamaz. Zira akademik özgürlük fertlerin sahip
oldukları ifade hürriyetinden daha fazla bir masuniyeti gerektir­
mektedir.
Bilim ancak serbest araştırma, serbest düşünce, serbest
ifade ile gelişir. Başka bir deyimle akademik özgürlük bilim
adamının kişisel menfaatına değil, bilakis toplumun ve dolayısı ile
insanlığın yara-rınadır.
Bu durum, tabiatı ile, bilim adamı kendisi dışında hiç kimsenin
denetimine tâbi olamaz anlamına gelmez. Her insan gibi, akade­
mik özgürlüğe sahip, bilim adamı da yanılabilir, hataya düşebilir.
Ancak onun bu yanılmaları ve hataları, kendisi gibi akademik
1o
özerkliğe sahip olan başka bilim adamları tarafından bilimsel yol­
larla düzeltilir. Çünkü bilim adamlarının kullandıkları metotlar ve
elde ettikleri sonuçlar diğer bilim adamlarının tenkit veya tasviple­
rine açıktır. Gerçek bilim adamının görevi Sokratın deyimi ile bilim­
sel düşünceyi gidebildiği yere kadar götürmektir.
Bugün, ülkemiz de dahil olmak üzere, bütün dünyada
üniversitelerin de etkilendikleri, önemli bir takım sorunlar vardır.
Bu sorunların temelinde bilim ve tekniğin, bugüne kadar ta­
savvuru dahi mümkün olmayan büyük bir hızla gelişmekte olması
ve buna insanın ve toplumun ayak uydurmakta güçlüklerle
karşılaşması yatmaktadır.
Bilim tarihinin tespitine göre insanın ateşi bulmasından
pişirilmiş tuğlaya geçmesi bin yılda olmuştur. Tuğladan buhar ma­
kinesine geçiş on bin yılda gerçekleşmiştir. Buhar makinesinden
motora ve elektriğe geçiş için yüz yıl beklemek gerekmiştir. Elek­
trik santralinden atom piline sadece kırk yılda geçilmiştir.
ikinci Dünya Savaşına son veren atom bombasından bugüne
kadar geçen kırk yıl içinde ortaya çıkan teknik gelişmeler, bilgi­
sayarlar, insanoğlunun aya gidişi, fezanın fethi, yıldız savaşları
planları ise teknik gelişmenin artık yüzyıllarla değil, yıllarla, belki
de daha kısa ölçülerle başarıya ulaştığını göstermektedir.
Buna paralel olarak, yine bilginlere göre, biolojik gelişmeler
sebebi ile, insan oğlunun hem ömrü uzamakta ve hem de o,
vücutca ve kafaca daha çabuk olgunlaşmaktadır.
Büyük bilgin Julian Huxley'in incelemelerine göre ortalama in­
san ömrü demir çağında 17, Ortaçağda 25, Fransız Devriminde
37, 1955 lerde 70 imiş. Şimdi ise seksene ulaşmak üzere bulu­
nuyor.
İnsan ömrünün bu şekilde sağlıklı bir şekilde uzaması
çağımızda üç kuşağın bir arada toplumda faal bir şekilde yaşaması
sonucunu doğurmaktadır. Bu durum da toplumdaki önemli mev­
kilere gençlerin geçmesini güçleştirmektedir. Zira gerek yaşlılar
11
ve gerekse orta yaşlılar faal hayatta kalmakta, mevkilerini muhafa­
za etmek çabasını göstermektedirler.
Ayrıca eskiden gen çle rin kendilerinden öncekilerin
tecrübelerinden, bilgi birikimlerinden yararlanmaları gerekli iken
bugün bilakis gelişen teknoloji sayesinde buna da ihtiyaç kal­
mamıştır. Birikmiş bilgi ve tecrübeler bilgisayarlar yolu ile en
doğru ve çabuk şekilde yeni kuşaklara aktarılmağa başlamıştır.
Bu nedenledir ki kuşaklararası bir çatışma toplumda ortaya
çıkmakta bu da toplumda bir takım sorunlar yaratmaktadır.
Toplumdaki bu sorunların en belirgin bir şekilde aksettiği yer­
lerden birisi de üniversitelerdir.
Bugün dünyanın her tarafında üniversitelerin karşılaştıkları so­
runlar, temelde birbirleri ile bağlantılı olan sorunlardır. Bunların
halledilmeleri belki de çağdaş yükseköğretim kurumlarının
yapılarında, teşkilatlarında ve fonksiyonlarında birtakım köklü
değişikliklerin yapılmasını gerektirmektedir.
Yükseköğretim sorunlarının başında yıldan yıla artan öğrenci
sayısı gelmektedir. Başka hiçbir sorun olmasa dahi sadece bu
durum dünyanın her tarafında önemli bir mesele olarak
üniversitelerin karşısına çıkmaktadır.
Bu sorunun kökeninde yatan, her tarafta teknik elemana, ihti­
sas sahibi kişilere gittikçe artan bir şekilde duyulan ihtiyaçtır.
Hiçbir ülke yirmi birinci yüzyıla yetersiz teknik elemanla girmeğe
cesaret edemiyor. Ancak genel eğitim in her tarafta
yaygınlaşması ve gençlerin artan sayılarla üniversitelere
başvurmaları bu sorunu daha da güçleştirmektedir. Öyleki bazı
ülkelerde bir kısım üniversitelerde öğrenci sayısı yüzbini bulmak­
ta, bunu sınırlamak ise sosyal ve hatta politik birtakım güçlükler
yaratmaktadır.
Başka bir deyişle, bir taraftan demokrasi ve sosyal adalet fikir­
leri eğitimi her sınıfa ve tabakaya yaymağa çalışmakta, buna karşı
teknik zaruretler, planlı kalkınma, mesleklerdeki gelişme ve per-
12
feksiyonman arzu ve ihtiyacı üniversiteleri, ister istemez, s^lektıf
yani en iyisini isteyen bir duruma getirmekte bu da toplumda ve
özellikle gençler arasında bir tepkiye ve hatta bunalıma neden ol­
maktadır.
Üniversitelerin karşılaştıkları ikinci sorun malî güçlüklerdir. Ge­
rek öğrenci sayısının artması ve gerekse çağdaş teknolojinin
gereği olarak üniversitelerin ihtiyaçları ve giderleri gittikçe artmak­
ta, buna karşılık gelirleri bunları karşılayamamakta, böylece devle­
tin, kamu kurum ve kuruluşlarının, ya da özel kişi ve kurumların
parasal yardımlarını gerektirmekte bu da üniversitelerin
özerklikleri bakımından kaçınılmaz bir takım sakıncalar ortaya
çıkarmaktadır.
Üçüncü sorun üniversite eğitiminin muhteviyatı, yani kap­
samı, daha açık bir deyimle ne gibi konuların, ne ölçülerde okutu­
lacağı meselesidir.
Bugünün şartları gençlere meslekleri ile ilgili konuların
yanında, yanı sosyal bilimler ya da teknik bilgilerin dışında,
"humanities" denilen beşerî bilgilerin de dengeli bir şekilde oku­
tulmasını zorunlu kılmaktadır.
Ayrıca öğretilen bilgilerin pratik hayata uygulama olanakları da
ayrı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da temel bilimler ile uy­
gulamalı bilgiler arasındaki dengenin tespiti meselesini ortaya
koymaktadır.
Üniversitelerin karşılaştıkları dördüncü sorun ise şudur:
Üniversiteler fildişi kulelerine kapanıp, içinde yaşadıkları
müessese olarak mı kalmalıdırlar, yoksa toplumun sorunlarına
eğilen, onlarla bütünleşen ve çareler arayan, bunları tartışan, yol
gösteren birer merkez, birer mihrak, birer odak noktaları mı ol­
malıdırlar?
Bugün içinde yaşadığımız bu dünyada sosyal, ekonomik,
kültürel problemleri olan ve halkı bu nedenlerde bölünmüş bulu­
nan toplumlarda üniversitelerin tarafsızlıklarını korumaları çok zor­
laşmıştır.
13
Buna karşılık, fertleri arasında genel konularda fikir birliğine
ulaşılmış, bir "concensus" doğmuş toplumlarda üniversitelerin
tarafsızlığı çok daha kolay sağlanmaktadır.
Bu nedenledir ki sosyal ve ekonomik durumları ve dolayısı ile
düşünce ve inançları bakımından fertleri arasında kesin ayrılıklar
ve bu ülkelerde, üniversitelerin geleneksel özgürlükleri ile toplu­
mun gereksinmelerini bağdaştıracak ve bunları denkleştirecek
usul ve sistemler bulmağa çalışılmaktadır.
Nihayet bütün bu sayılanların ötesinde başka ve çok daha
önemli bir konu vardır ki bu sorun üniversitelerin bizzat mevcu­
diyetleri için bir tehlike teşkil etmektedir.
Bu sorun, bu tehlike ise, bilimsel araştırma, bilimsel eğitimi te­
melinden yok eden, objektif ve rasyonel, yani tarafsız ve aklî
düşünceye karşı çıkan, şüpheci, septik davranışlardır. Maalesef
bu tür davranışlar dünyanın bir kısım ülkelerinde üniversiteler için
büyük sorunlar yaratmakta ve tehlikeler oluşturmaktadır.
Dünyanın hemen her yerinde, içinde yaşadığımız çağın
şartları ve ihtiyaçları nedeni ile, ortaya çıkmış olan bu sorunların
giderilmesi ve üniversitelerin tarihi görevlerini en iyi bir şekilde
yerine getirebilm eleri, öğrencileri ve öğretim üyeleri ile
üniversite mensuplarının, siyaset ve idare adamlarının, hep bir­
likte, bu sorunlara, toplumun yararlarını gözönünde tutan,
çağdaş ve bilimsel bir anlayışla yaklaşmalarına bağlıdır.
GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN -Katkıda bulunmak ve soru sormak isteyen arka­
daşlarımız işaret buyursunlar ve konuşacak olan arkadaşlarımız
lütfen mikrofona buyursunlar.
RAUF İNAN -Sayın Prof. Vakur Versan'a gönülden
övgülerimle teşekkür ederim.
14
Türkiye'de gerçek profesörler var. Kendilerinden yalnız dört
sorum olacak; öğrenmek için. Biri: OsmanlIlarda Enderunun du­
rumu ne idi? İkincisi: Medreselerde ne gibi bölümler, basamaklar,
aşamalar vardı? Medreseler bildiğim kadarıyla skolastik kurumlardı. Bugünkü anlamda siz onlara üniversite dediniz, üniversite
olabilirler miydi? Belirleyebilir misiniz? Üçüncü sorum: Bolonya'dan önce kurulan üniversiteyi söylediniz, yazamadım
kaçırdım. O Bolonya'dan önce kurulan üniversitenin tarihini ve
yerini rica edeyim. Dördüncüsü: Üniversite deyimi nasıl
türetilmiştir. Bunları rica ediyorum.
Çok teşekkür ederim.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ - Ben de sayın profesöre
teşekkürlerimi arz ediyorum, çok şeyler öğrendim; fakat zaman
az olduğu için hemen soruma geçiyorum. Osmanlı Devletinin 15
inci yüz yıldaki ciddi eğitim çabasını gördük. 16 ncı yüzyılda bu
çabanın duraladığını ve sonra dünyaya ayak uyduramadığını da
Sayın profesör özelte belirtti.
Bu konu eğitim tarihimizin önemli bir sorunudur. Şöyle ki Os­
manlIda neden filozof yetişmedi? Bilim adamı neden yetişmedi?
Yani düşünür neden yetişmedi? Soruları var. Mimarını yetiştiriyor,
edebiyatçısını yetiştiriyor, şairini yetiştiriyor, kumandanını,
yöneticisini yetiştiriyor da neden filozof ve bilim adamı
yetiştirmiyor sorusu akla geliyor. Sanıyorum ki bu sorunun yanıtı
ile 16 ncı yüzyıldaki duraklama arasında sıkı bir ilişki var. Yani Dev­
let düzeninde, dünya görüşünde öyle bir değişme hava var ki,
Osmanlı bilgin, bilge yetiştiremiyor. Bu soruya eğer bir cevap
lütfederlerse, inanıyorum ki bundan sonraki çalışmalarımıza da
ışık tutmuş olacaklardır.
Teşekkür ediyorum, efendim
MEHMET EMİRALİOĞLU -Sayın Başkan, Değerli Hocalarım!
15
Benim sorularım “demokrasi ve üniversite" üzerine olacaktır.
YÖK’ün Sayın Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, önünüzde, bi­
raz önceki konuşmasında: "Üniversitede özgürlük var. özerklik
var. Demokrasi yok." dedi. Sayın Doğramacı'nın bilgilerinden, ya­
rarlandığımız, bilgi kaynaklı konuşmasında, üniversitelerin
özerkliğe, bilim özgürlüğüne sahip olduğuna ve üniversitelerin
tarafsızlığı kavramına değinildi. Kendilerinin yönetimindeki
üniversitelerde bunların varlığını görmekte güçlük çektiğimizi
söylemek isteriz.
Üniversite iie demokrasinin ilişkisi, yani üniversitede demok­
rasinin yeri ve etkisi, üniversitenin demokrasiye katkısı, demok­
rasinin üniversitede demokratlık, üniversite içi demokrasi nasıl
doğmuş, nerelere varmış, nerelere kadar gitmelidir? Bu konuda
üniversite içi bunalımlar, üniversite dışı çelişkiler, sorunlar,
çözümler, hedefler var mıdır? Beni aydınlatırlarsa sevineceğim.
Saygılarımla.
BAŞKAN -Sayın Hocam, soruların cevabı kapsamlı olacak ama
süremiz oldukça sınırlı, o yönden kısaca cevaplandırırsanız çok
memnun olurum.
Prof. Dr. Vakur Versan - İlk üniversite hangisidir sorusunun
cevabı -eski Yunandaki Pitagor'un kurduğu okulu, Eflatun'un
Akademisini, Aristo'nun Liceumunu, Romanın özellikle retorik
ve tartışma usul ve esaslarını öğreten müesseselerini, bir tarafa
bırakacak olursak- dokuzuncu yüzyılda Kalyada ortaya çıkmış olan
Salerno Tıp Fakültesi ile onuncu yüzyılda yine aynı ülkede kurul­
muş olan Bologna Hukuk Fakültesi olduğudur.
Enderuna gelince, bu çok ilginç bir müessesedir ve
dünyanın ilk kamu yönetimi okuiudur. Bilindiği gibi Amerikalılar
ve AvrupalIlar kamu yönetiminin bir bilim dalı olarak ortaya çıkışını,
Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri başkanı
olan meşhur VVilson'un Princeton Üniversitesi siyaset bilimi
profesörü iken 1887 yılında yayınlamış olduğu bu konudaki bir
bilimsel makalesine dayandırırlar.
16
Gerçekten Amerika Birleşik Develetlerinde kamu yönetimi
öğretimi ve bunu öğreten kurumlar bu tarihten sonra ortaya
çıkmağa başlamış ve bu akım ancak ikinci Dünya Savaşından
sonra Avrupaya geçerek yayılmıştır.
Halbuki Fatih Sultan Mehmet Istanbulun zaptından hemen
sonra, Topkapı Sarayında devletin yüksek yöneticilerini
yetiştirmek amacı ile bir okul açmıştır ki, dünyanın ilk kamu
yönetimi okulu diyebileceğimiz bu Enderun faaliyetini ondokuzuncu yüzyıl başından Üçüncü Selim devrine kadar
sürdürmüştür.
Gerçekten, bu müessese öğretim programları vesairesi ile
tam bir yönetim okulu olup Osmanlı Devletine büyük yöneticiler
yetiştirmiştir. Nitekim Amerikada yayınlanmış bulunan "The Palace School of Muhammed the Conqueror" isimli eser bunu bi­
limsel olarak açıkça ortaya koymaktadır.
Medreselere gelince, bunlar çağdaşlan olan batı üniversiteleri
ile ve özellikle Ingiliz üniversiteleri ile büyük bir benzerlik arz
ederler. Bu benzerlik bina bakımından olduğu gibi teşkilat ve
usuller bakımından da ortaya çıkmaktadır.
Bizde medreseler nasıl büyük camilerin etrafında kurulmuş bi­
lim ocakları ise Oxford ve Cambridge gibi üniversiteler de büyük
katedrallerin etrafında oluşmuş müesseselerdir. Genellikle bir
dikdörtken şeklinde yapılmış olan bu binalarda öğretim üyeleri ve
öğrenciler birlikte yaşarlardı. Bizim medreselerde olduğu gibi o
üniversitelerde de ilk ele alınmış olan konular teoloji yani ilahiyat,
ona dayanan hukuk, felsefe ve tıb, matematik gibi bilim dallarıdır.
Süleymaniye, Fatih gibi medreselerimizle, Oxford ve Cambridge
gibi üniversitelerin kolejlerini karşılaştırmakla bu yapısal benzer­
likleri görmek kabildir.
Akademik kıyafetlerde bile bir benzerlik vardır. Eski medrese­
lerde müderrislerin giydikleri 'biniş' lerle Anglo-Sakson
üniversitelerinde giyilen akademik cüppeler birbirlerine çok ben­
zerler. Hatta daha ileri giderek akademik ünvanlarda dahî bir ben­
17
zerlik ileri sürülebilir. Bizdeki eski 'icazet' deyimi ile bugün Ingiliz
ve Amerikan üniversitelerinde kullanılmakta olan 'graduation'
sözü bir anlamda eşitlik taşımaktadır.
Tarihte iki ayrı toplum ve iki ayrı medeniyetin ortaya çıkarmış
olduğu bu müesseseler arasındaki ayniyet ve paralelizm, birbirle­
rinden kopya etm ekten ziyade, aynı ihtiyaçların aynı
müesseseleri doğurduğunu göstermektedir ve ilginç bir
örnektir. Ne varki oralarda bu müesseseleri çağların değişen
şartlarına uydurarak bugüne kadar getirmişler, bizde ise bu
yapılamamış, müesseseler yüzyıllar içinde çağ dışı kalmış ve
fonksiyonlarını yitirmiş, bu nedenie de yerlerini yeni ve başka
müesseselere bırakmışlardır.
Üniversite ile demokrasi arasındaki ilişkilere ait soruya gelince
tabiidir ki ikisi arasında büyük ilişki vardır.
Üniversiteler kültür ve eğitimin, hür düşüncenin kaynak­
landığı ve oluştuğu merkezler, odak noktalarıdır. Demokrasi ise
şekilden çok belli bir kültüre, seviyeye, moraliteye yani ahlakivata
dayanan bir sistemdi. Amerikalı bir siyaset felsefecisinin deyimi
ile demokrasi son bir tahlil ile hürriyete kavuşmuş insanların ma­
nevî ve ahlakî niteliklerinin derecesini saptayan bir denemeden
başka bir şey değildir.
Bu nedenledirki, üniversiteler, içinde bulundukları topSumların millî hislerine oidukları kadar kültür seviyelerine ve özgür
düşünce sınırlarına tercüman olmak sureti ile ülkelerinin mukad­
deratlarına etki yaparlar.
BAŞKAN -Efendim, hocamızın konuşmasını kesmek iste­
mezdim ama zaman sınırına uymak zorundayım, bu bakımdan
değerli hocamıza ve siz dinleyenlere çok teşekkür ediyorum.
(Alkışlar)
F
BİLDİRİ II
"ÜNİVERSİTE VE
YÜKSEKÖĞRETİM KAVRAMI
AÇISINDAN TÜRKİYE'DEKİ
GELİŞMELER"
DOÇ. DR. NURKUT İNAN
(T. E. D. Bilim Kurulu Üyesi)
Oturum Başkanı : DR. MESUT ÖZGEN
Gİ Rİ Ş
Üniversite ve yüksek öğretim kavramının Türkiyedeki
gelişmesi bu tebliğin çerçevesi içinde ele alınamayacak dere­
cede geniş bir konudur. Ayrıca, benim saptayabildiğim kadarıyla
bu konuda ülkemizde yeterli bilimsel çalışma yoktur. Bu tebliâ
çerçevesinde ben konuya yasama tarihi açısından bakmak isti­
yorum. Yani Türkiyede Üniversitelerin ve yüksek öğretim kav­
ramının nitelikleri, üniversitenin işlev ve görevleri konusunda ikti­
darların ne düşündüğünü anlatan yasa metinleri ve bu yasa
metinlerine gelinceye kadar geçirilmiş olan yasama süreci
içindeki alt metinleri ele alacağım. Bu nedenle çalışma, tarihi bir
çalışma olacak. 1919-1981 yılları arasında siyasal iktidarın konuya
bakış açısını saptamaya çalışacağım.
Kısa bir tarihçe vermek gerekirse 1919 yılında İstanbul Da­
rülfünunu ilk kez bir yasaya bağlanmıştı: Darülfünunu Osmanî Ni­
zamnamesi. Ondan sonra 1933'de herkesin bildiği yüksek
öğretim ya da üniversite reformu adı altında anılan İstanbul
Darülfünununun lağvedilmesi ve yeni bir üniversite kurulması
olayı yaşandı. Bu da yasa! metinlerle gerçekleştirilmiş bir "reform"
idi. Çok partili hayata geçildiğinin ilk yılında, 1946 yılında Batılı ve
modern anlamda ilk özerk Türk üniversitesinin temelini oluşturan
yasa metni parlamentodan geçti. Bu yasa metni 1960 yılına kadar
yürürlükte kaldı. 1960 27 Mayısı sonrasında 1946 tarihi yasada
çok önem li değişiklikler yapıldı. Ancak 1960 yılındaki
değişiklikler, 1946 tarihli yasayı yürürlükten kaldırmadığı gibi, bu
tebliğ çerçevesinde değindiğimiz Üniversitenin nitelik, işlev ve
görevleri konusunda da 1946 yılındaki yasadaki metinde bir
değişiklik yapmadı. 12 Mart dönemi sonrası 1973 seçimlerin­
den önce yasalaşan bir metin de, 1750 sayılı Üniversiteler ka­
nunu idi. Bu metin o zaman partiler dışı hükümet tarafından
hazırlandı ve parlamentoda Adalet Partisi çoğunluğuyla ve bazı
değişikliklerle benimsendi. Yüksek öğretim kurulu (YÖK) kav­
ramının ilk ortaya çıktığı yasa budur. Tebliğde kısaca 1979 yılın­
21
da kamuoyunun tartışmasına açılmış o zamanın Cumhuriyet
Halk Partisi iktidarı Millî Eğitim Bakanı Necdet Uğur tarafından
hazırlanmış bir taslağa değineceğim. Buna talihsiz taslak adı
vermek mümkün, çünkü Bakan Necdet Uğur kendi partisine
bile bu taslağı kabul ettiremedi. Ancak, bu taslağın önemli
yönlerinden biri gerçek anlamda kamuoyuna açılmış ve ka
muoyunda tartışılmış ilk Üniversiteler Kanunu taslağı olmasıdır
Nihayet yine herkes tarafından bilindiği gibi 12 Eylül dönemi­
nin ilk yılında 1981 yılında yürürlüğe giren Yüksek Öğretim Ya­
sası bugünkü yasal durumu oluşturdu (1>.
1. İLK DÜZENLEME
Darülfünunu Osmanî Nizamnamesi adını taşıyan 1919 sayılı
yasanın gerekçesinde bu yeni düzenlemenin 3 temel amacı
şöyle belirlenmekteydi. "Darulfünuna" yani üniversiteye "İlmî
muhtariyet" bilimsel özerklik vermek, "fikri hürriyet" yani fikir
özgürlüğü sağlamak ve "mali hususatta hukuku mahsusat" yani
malî konularda özel kurallara tabi kılma, Kanun metni
Üniversitenin niteliği, işlev ve görevleri hakkında çok kısa ve nötr
bir maddeye sahipti. Kanunun 1. maddesinde yer alan tek amaç
hükmü, Darülfünunun, yüksek eğitimin gelişmesi amacına
yönelik çalışmalar yapacağı bir bilimsel kurum olarak tanımlaması
idi. 2. madde de bilimsel özerkliğe sahip olduğunu eklemekte
idi. Bu kanun görüldüğü gibi, son derecede nötr bir kanundur.
"Nötr" sözcüğünü, ideolojik sözcüğünün karşıtı olarak kullan­
maktayım. Aşağıda görüleceği üzere Türkiye'de yasal gelişme
açısından görülen eğilim -trend- üniversitelere verilen önemin
gittikçe artması ve siyasal iktidarın üniversitelere gittikçe daha
ideolojik açıdan bakmaya başlamasıdır. 1919 tarihli yasaya
çalışmanın sonuç bölümünde tekrar değinilecektir. Ancak 1924
yılında yani Cumhuriyetten sonra 1919 sayılı yasaya bir ek yasa
(1) Bildiride artılan tüm taslak, tasarı ve yasaların metinleri ekte mevcuttur.
22
çıkartılarak Darülfununa tüzel kişilik tanınmış ve bu biçimde idari
ve mali özerklik nitelikleri daha da pekiştirilmiştir.
2. ATATÜRK REFORMU
1930'larda ki hükümetlerin ve Atatürk'ün Darülfununa bakışı
pek de yakın ve sıcak değildi. Nihayet zamanın Millî Eğitim Ba­
kanı Mustafa Necati'nin hazırladığı çok kısa bir yasa ile Darülfunun
ilga edildi ve yeni bir üniversite kurması yolunda Millî Eğitim Ba­
kanlığına yetki tanındı. 1933 reformu ile yeni bir Üniversite kurul­
ması öngörülmekle birlikte bunun aracı olarak Bakanlık
görevlendirilmişti. Yasal düzenleme yeni üniversite kurma
görevini Millî Eğitim Bakanlığına bırakmış bulunmaktaydı. Millî
Eğitim Bakanlığı üzerine düşen bu görevi bir talimatname yeni
adıyla bir yönetmelik yaparak yerine getirdi.
11
Ekim 1934 tarihli İstanbul Üniversitesi Talimatnamesinin 1.
maddesi Bilgi sahalarında araştırmalar yapmak, millî kültürü ve
yüksek bilgiyi genişletmeye ve yaymaya çalışmak, Devlet ve
memleket hizmet işleri için ergin ve olgun unsurlar yetişmesine
yardım etmek gibi görevleri üniversiteye yüklemiş bulunuyordu.
Görüldüğü üzere bu metinde Yüksek Öğretimin daha doğru bir
deyimi ile Üniversitenin araştırma, araştırmaları yayma ve öğretim
görevleri yer almaktadır. Bugün evrensel olarak kabul edilen bu
üç temel fonksiyon yasa metnine girmiştir. Ayrıca, millî kültürü
yaymaya çalışmak sözcükleriyle de ilk kez kural koyan makamın
yani o zamanki Millî Eğitim Bakanlığının konuya ideolojik bir yak­
laşım içinde olduğunu göstermektedir.
1934'te bu biçimde kurulan İstanbul Üniversitesi Nazi Almanyası'ndan kaçan elli dolayında Alman Profesörün katkıları ile
önemli ölçüde gelişti ve bu duruma girmiş olan üniversiteyle
1946 yılına gelindi. 1946 yılına kadar yani 1934 ile 1946 yılları
arasında Üniversitenin idari, mali ve bilimsel özerkliğinden söz et­
mek mümkün değildi. Buna karşın Üniversitelerin temel
işlevlerinin sürdürmelerinde yani araştırma, araştırmayı yayma ve
öğretim işlevlerini sürdürmelerinde son derecede serbest
23
bırakılmış oldukları da bir gerçektir. Üniversite bu biçimde 1934
yılından itibaren talimatnameyle yönetilen bir kurum haline girdi
ve bu yöntemle yaklaşık 12 yıl yaşamını sürdürdü.
3. ÖZERK ÜNİVERSİTE
Ülkemiz tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan çok par­
tili demokrasi denemesinin başarılı ilk adımı 1945 yılında partilerin
kurulmasıyla atılmıştı. Aynı yıl iktidar partisine ve özellikle
hükümet üyelerine hakim olan fikir üniversitenin artık yeterli ol­
gunluğa ulaştığı ve bundan böyle bir yasaya bağlı olarak özerk bir
biçimde yaşamını sürdürmesinin doğru olacağı görüşü idi.
Özellikle üniversite özerkliğinin artık üniversiteye verilmesi ge­
reken bir hak olduğu konusunda geniş yayın yapıldı, görüş bildi­
rildi. Bunun üzerine, zamanın Millî Eğitim Bakanlığı Üniversite
öğretim üyelerinden de oluşmuş bir karma komisyon kurarak
bunlara bir kanun taslağı hazırlattı. Bu taslağın adı
"Üniversitelerin, Fakültelerin ve Bunlara Bağlı Diğer Kurumların
Özerklikleri Üzerine Kanun Tasarısı" idi. Bu taslağın 1. maddesi
yine oldukça nötr bir biçimde ve çok kısa olarak üniversitenin
tanımını yapıyor, fakat görev ve işlevleriyle ilişkin herhangi bir
açıklamada bulunmuyordu. Bu taslağın 1. maddesinde
"Üniversiteler, fakültelerden doğrudan doğruya kendine bağlı
enstütü okul ve kurumlardan oluşmuş bir birliktir", denmekteydi.
Maddenin 2. bölümündeyse gerek üniversitelerin, gerek
fakültelerin ayrı ayrı sayılarak hem bilimsel, hem yönetsel ve hem
de akçalı yani malî özerkliğe sahip, tüzel kişilikleri olan kuruluşlar
oldukları belirleniyordu. Üniversitenin herhangi bir tanımına bu
taslakta yer verilmemesi ya da üniversitenin görev ve işlevleriyle
ilgili hükümlerin bulunmaması tesadüf değildi. Bu taslağın
hazırlanmasında en çok etkili olan kişi zamanın İstanbul Hukuk
Fakültesi dekanı ve sonra İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordi­
naryüs Profesör Sıddık Sami Onar idi. Bu konuda 1946 yılındaki
tasarı kanunlaşmadan önce İstanbul Üniversitesince Rektör Tevfik Sağlam'ın imzasıyla hazırlanan bir raporda üniversitelerin
tanımlanmalarının görev ve işlevlerinin kanunla belirlenmelerinin
24
t
gereksiz olduğu, hatta bunun zararları olabileceği
söylenmekteydi
İstanbul Üniversitesi batı dünyasına karşı
üniversiteyi bilmediğimiz sanki kanunla öğrendiğimiz izlenimi uyandıracağı, düşüncesinde idi. Fakat zamanın Millî Eğitim Ba­
kanlığı karma komisyon tarafından hazırlanmış olan tasarıyı
beğenmedi ve Talim ve Terbiye dairesine yeni bir tasarı hazırlattı.
Bu tasarı Büyük Millî Meclisine sunuldu ve kanunlaştı, ilk özerk
Üniversite kanunu işte bu Talim Terbiye dairesinin hazırladığı bu
kanundur. Bu kanun İstanbul Üniversitesinin biraz önce
değindiğim raporundaki görüşlerin aksine karma komisyonun
hazırladığı metinden de çok ayrılarak Üniversitelerin organik
tanımı ile görevlerini birbirinden ayırdı. Üniversitelerin tüzel
kişiliğe sahip özerklik hakkına kendilerine tanınmış kamu kurum­
lan olduğunu belirleyen maddeden ayrı olarak kanunun 3. mad­
desi üniversitelerin görevlerini geniş bir biçimde saymayı
yeğledi. Talim ve Terbiye Dairesi, üniversitenin görevlerini beş
bent halinde toplamış bulunmaktaydı. Maddenin bu biçimde ka­
leme alınışı bundan sonraki tasarıları da geniş ölçüde etkileyecek
ve 1946 tarihli yasayı izleyen tüm yasalar aynı modeli, hatta bazan aynı hükümleri taşıyacaklardı. Ama önce Talim Terbiye daire­
since hazırlanan taslağa bir göz atmakta yarar vardır. Bu taslakta
beş bent halinde sayılan Üniversitelerin görevleri klasik
araştırma, öğretim ve bilimi yayma öğelerini çok ayrıntılı bir
biçimde açıklamakta, bunlara ek olarak üniversitelerin devlete ve
kamu kuruluşlarına yardımcı olmalarını, hükümetçe istenen ince­
lemeleri yapmak görevini de üstlenmelerini öngörmekteydi.
Ayrıca bu klasik işlevlerin yanında taslak, üniversitenin
yetiştireceği öğrencilerin niteliklerini de sıralamış bulunmaktaydı.
Denebilirki yasal metinler ilk kez gerçek bir ideolojik içerik kazan­
maktaydı. Taslak "genç nesle ileri Türk Cemiyetinin ve demokrasi
ilkelerine dayanan çağımız medeniyetinin ilkelerini sindirerek bi­
lim anlayışı kuvvetli erkin düşünceli ve millî karakterli bilgi ve de(2). Bu raporun metni için bak. Ord. Prof. Dr. Ernst Hirş, Dünya Üniversiteleri ve
Türkiyede Üniversitelerin gelişmesi, İstanbul 1950, sh. 809-812.
25
ney sahibi aydın vatandaşlar yetiştirmek" görevini üniversitelere
yüklemekteydi. Bu taslak hükümetçe herhangi bir değişikliğe
uğramadan parlamentoya sunuldu. Ama Büyük Millet Meclisinde
komisyonda ve genel kurulda bazı değişiklikler yapıldı. Bu
madde de yapılan değişikliklerin önemli bir bölümü redaksiyon
niteliğinde değişiklikler olmakla birlikte maddenin gerçek ideolo­
jik içeriğini saptayan yani üniversitelerin hangi türde vatandaş
yetiştirmesini gerektiğini belirleyen A bendinde önemli bir
değişiklik yapıldı. Talim ve Terbiye Dairesince hazırlanan taslağın
A bendi 'çağımızın medeniyetinin ülkülerinden, "demokrasi ilke­
lerinden" yani evrensel değerlerden ayrıca "ileri Türk cemiyetinin
ilkelerinden" söz etmekteyken, Büyük Millet Meclisi bu A bendi­
ni çok daha milliyetçi ve ideolojik bir biçimde değiştirdi, Evrensel
değerlerden ziyade millî değerlere daha çok önem verir bir
biçimde yeniden kaleme aldı. Bu haliyle de metin kanunlaştı.
Yani 1946 tarihli Üniversiteler Kanununun Üniversitenin
görevlerini sayan 3. maddesinin A bendi öğrencilerini Türk devriminin ülkülerine bağlı ve milli karakter sahibi vatandaşlar olarak
yetiştirmek görevini Üniversitelere yüklemişti.
Dikkat edilecek olursa, talim ve terbiye taslağından
"demokrasi ilkelerine dayanan çağımız medeniyetinin ülküleri",
sözcükleri çıkartılmış onun yerine "Türk devriminin ülkülerine
bağlı ve millî karekter sahibi vatandaşlar" ibareleri konmuş idi.
Aslında "millî karakter sahibi" sözcükleri Talim Terbiye taslağında
yer almakla birlikte cümlenin yazılışı icabı ikinci derecede kalmak­
ta idi. Yasalaşan metinde ise ön plana çıkarılmıştı. 1946 tarihli
kanunun gelişmesi ve incelenmesi bizi bu noktaya getiriyor. Her
ne kadar Türkiye'de çok partili demokrasiye geçişin ilk yıllarında
hazırlanmış bu yasanın ana amacı üniversiteye özerklik vermek
için hazırlanmış bir metin olmasına karşın Büyük Millet Meclisinde
hiç değilse üniversitenin görevlerine ilişkin maddeye gayet belir­
gin bir ideolojik içerik kazandırılmıştı. Diğer bir deyimle
üniversitenin üniversal niteliğinin ötesinde hatta bunda biraz
ayrılarak daha bir millî nitelik kazandırılmak çabası görülüyor.
1946 yılından sonra üniversite yasalarının tarihçesi Türkiye'de
26
darbeler tarihiyle paralel yürür. 1946 yılından sonra üniversiteler
yasası 3 kez değişti. Türkiye'de de 3 kez askeri darbe oldu ve bu
yasa değişiklikleri hep askeri darbeden sonraki yıllara ve askeri
darbenin hala etkili ya da iktidarda olduğu yıllara rastladı. Bunların
ilki 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan değişiklik idi.
4. 27 MAYIS
1960 yılında gerçekleştirilen bu üniversiteler kanunu
değişikliği 1946 sayılı yasayı yürürlükten kaldırmadı. Bunu çok
geniş bir biçimde değiştirmekle yetindi. Ancak üniversitenin
görev ve işlevlerini saptayan 3. madde değiştirilmedi. Bu neden­
le 1960 yılındaki yasa değişikliği aslında bu tebliğin konusu
dışında kalmaktadır. Buna karşın bu yasa değişikliğinin genel ha­
vasına da değinmekte yarar görüyorum.
27. Mayıs askeri darbesini ülkemizdeki diğer iki askeri dar­
beden ayıran en önemli özelliklerden birtanesi askeri darbenin
sonrasının üniversite desteği ile yürütülmesi ve üniversiteden,
üniversite mensuplarından geniş ölçüde yararlanılmasıdır. 12
Mart ve 12 Eylül darbeleri için bunun tam tersini söyleyebiliriz.
Bu son ikisi acıkca ve net biçimde üniversiteyi karşılarına
almışlardı. 1960 değişikliği bu nedenle üniversiteden destek
alan üniversitenin desteği ile işlerini yürüten bir cuntanın yapabi­
leceği bir yasa değişikliğiydi. Bu yasa değişikliğine hakim olan
görüş üniiversitenin yerini sağlamlaştırmak görüşü idi. Ancak bu
kurumsal olarak bir sağlamlaştırmadan çok kişilere ilişkin bir
sağlamlaştırma oldu. Yani Üniversitede o anda hakim olan
öğretim üyeleri kuşağını daha güçlü kılmak için yapılan bir
değişiklikti. Örneğin genç kuşağı ve çok yaşlı kuşağı devre dışı
bırakacak önemli değişiklikler yapıldı. Ordinaryüs profesörlük
kaldırıldı. Asistanlıkta geçen doçent olmak için gereken süreler
uzatıldı. Profesör olmak zorlaştırıldı. Kısacası 1960 yılında
üniversitede iktidarda olan kuşağın daha uzun yıllar iktidarda kal­
ması sağlandı. Yapılan değişiklik yalnızca bununla sınırlı kaldığı
için üniversitenin temeline ilişkin bir değişiklik yapılmadı.
27
5. 12 MART
Üniversite yasasının yeniden değiştirilmesi 12 Mart askeri dar­
besinin son yılı olan 1973 yılında Nihat Erim hükümeti tarafından
getirilen yasa tasarısının Büyük Millet Meclisince kabulü
biçiminde oldu.
Bu tasarıyı ve kanunlaşan metni incelemeden önce 12 Mart
döneminin garip siyasal yapısını hatırlatmakta yarar görüyorum.
12 Mart döneminde yapılan bir askeri darbe sonucu parlamento­
mu bir rejim ve perde arkası bir askeri yönetim oluştuğunu
görüyoruz. Ama perde önünde görülen partisiz bir hükümet ile
parlamento ülkeyi yönetiyorlar. Bu partisiz hükümet tarafından
1750 sayılı Üniversiteler Kanunun ilk taslağı hazırlandı. Bu
hazırlıkta 1946 yılındaki model aynı izlenmiş, Kanun taslağının 3.
maddesi üniversitelerin görevlerini geniş bir biçimde açıklamış
idi. Bu taslağın Büyük Millet Meclisinde uğradığı değişiklikler
üniversite yasama tarihinde ilk kez ideolojik görüş farklılıklarının
açıkça tartışıldığı ve Parlamentoya yansıdığını gösteren
örneklerdir. Nihat Erim Hükümeti tasarısı Üniversitelere verilen
klasik görevleri genel olarak saymakla kalmamış, nasıl öğrenci
yetiştirmeleri gerektiğini açıklamış, planlı kalkınmayı vurgulamış
ve 1946 yılında Üniversitelere yüklenen görevi daha da net
biçime getirmişti. Bu görev Üniversitelerin hükümete yardımcı ol­
ması ve hükümetçe talep edilecek inceleme ve araştırmaları
sonuçlandırarak düşüncelerini bildirmesiydi. Hükümet bu talep­
lerini Millî Eğitim Bakanı aracılığıyla Üniversitelere sunacaktı. Ta­
sarının ikinci bir yeniliği üniversitelerin özerkliğini kaldırmamakla
birlikte üniversitelerin denetim koordinasyon kurulu ve önemli
ölçüde yönetime de katılacak bir kurul üniversiteler dışındaki
kişilerden oluşan bir üst kurul oluşturması idi. Diğer bir deyimle, o
zamanki adıyla da YÖK, "Yüksek Öğretim Kurulu" ilk kez yurdu­
muzda 1973 yılında gündeme gelmiştir.
Tasarı yine 1946 yılında Büyük Millet Meclisinden geçmiş
metne uygun olarak üniversitelerin millî karekterini vurgulamakta
28
idi. 3. maddenin B bendi öğrencileri "Anayasada ifadesini bulan
Türk devletinin ve Türk devriminin ilkelerine bağlı Millî karakter
sahibi vatandaşlar olarak" yetiştirme görevini yüklemekte idi.
Üniversitenin evrensel nitelikleri 1946 kanununa oranla daha
geri plana atılmış hatta hiç değinilmemişti. Tasarının ikinci belirgin
özelliği de öğretim fonksiyonunu ya da görevini ön plana almış
olmasıydı. Yani 3. maddenin A bendi öğretimden söz etmekte, B
bendi hangi tip öğrenci yetiştirilmesi gerektiğini açıklamakta,
araştırma ve diğer görevler bunları izlemekte idi. Büyük Millet
Meclisinde, komisyonlarda ve genel kurulda maddenin diğer
bentlerine pek değinilmedi. Ama Üniversitelerin nasıl öğrenci
yetiştirmeleri gerektiğine ilişkin B bendi Partiler arasında geniş
tartışmalara yol açtı. Adalet Partisi Milletvekillerinin önerisi
üzerine bent şu hale geldi: "Öğrencilerini bilim anlayışı kuvvetli,
millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve adetlerine bağlı milli­
yetçi ve sağlam düşünceli aydınlar olarak yetiştirmek",
Görüldüğü gibi burada Yüksek Öğretimin Millî karakteri vurgulan­
makla kalmamakta, ilk kez kanunda, anayasa çerçevesi ibareleri
çıkarılmakta, anayasaya bir atıf yapılmamakta, "milliyetçi aydınlar"
ve "Millî tarih şuuruna sahip" derken, Türk devriminden ve ana­
yasada da ifadesini bulan Türk devletinden söz edilmemekte ak­
sine tutucu bir yaklaşım içinde kaleme alındığı hissini veren "örf
ve adetlerine bağlı milliyetçi aydınlardan" söz edilmekte idi. Ada­
let Partisi milletvekillerinin bu önerisine Cumhuriyet Halk Partisi
milletvekilleri şiddetle karşı çıktılar ve Nihat Erim Hükümetinin
metnini benimsediklerini söyleyerek onu savundular. Ancak
çoğunluk sahibi olan Adalet Partililerin oylarıyla demin aktardığım
biçimde taslak kanunlaştı. Bu kanunlaşan metnin bazı başına ge­
lenleri de açıklamakta yarar görüyorum. Demin okuduğum 3.
maddenin B bendinde "örf ve adetlerine bağlı aydınlar"
sözcükleri Anayasa mahkemesince iptal edildi. Keza Yüksek
Öğretim Kurulu "YÖK" da Üniversitenin kendisi dışındaki kişiler
tarafından yönetilemiyeceği anayasa ilkesine aykırı görülerek
Anayasa Mahkemesince iptal edildi. Böylelikle ilk YÖK daha ku­
rulamadan tarihe karışmış oldu.
29
Araştırmamızın bu noktasında şunu söyleyebiliriz: 1933'ten
1973 e kadar, Üniversitelerin görev ve işlevlerini belirleyen
maddeler gittikçe daha ideolojik içerik kazanmakta ve iş evrensel-millî çatışmasından çıkıp ilerici ve tutucu çatışmasına
dönüşmektedir.
6. NECDET UĞUR TASLAĞI
1979
yılında Cumhuriyet Halk Partisinin kısa iktidar dönemi
içinde Cumhuriyet Halk Partili Millî Eğitim Bakanı Necdet Uğunun
talihsiz bir girişimi oldu. Necdet Uğur Üniversite öğretim
üyelerinden de yararlanarak Bakanlık içinde kesin bir çalışma
yaptırdı ve yeni bir üniversiteler kanunu taslağı hazırladı ve diğer
taslaklardan oldukça farklı biçimde bu taslağın geniş olarak kamu
oyunda tartışılmasını sağladı. Ama hemen eklemekte yarar var.
Daha öncede belirttiğim gibi bu taslak parlamentoya dahi yarama­
dan Millî Eğitim Bakanlığının raflarında kaldı. Çünkü Millî Eğitim
Bakanı Necdet Uğur bu taslağı kendi partisine dahi kabul ettirememişti. Taslağın geniş bir analizini yapacak değilim. Burda tas­
lağın iyi ya da kötü yönlerini belirleyecek de değilim. Ama bu tas­
lakta da 1946 ve 1973 tarihli kanunlardaki genel yaklaşımdan
uzaklaşılmadığını yine taslağın 3. maddesinde üniversitelerin
görevlerinin biraz da daha ayrıntılı bir biçimde saptandığını
görmekteyiz. Bu taslağın üniversitelere hangi tip öğrenci
yetiştirmek gerekir sorusunu cevaplayan 3. maddesinin B bendi
ideolojik içeriği ağır ama genel yaklaşımı muhafazakar ve tutucu
olmaktan çok ilerici ve demokrat bir ifadeyle kaleme alınmıştı,
"öğrencilerini anayasada belirtilen Atatürkçülük ve demokratik
hukuk devleti anlayışına ve devletin ülkesi ve ulusuyla
bütünlüğü ilkesine bağlı ve ulusa! tarih bilinci olan yurttaşlar ola­
rak yetiştirmek", ayrıca 1973'teki Anayasa değişikliğinden beri di­
limize girmiş olan "devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü ya da
bölünmezliği" tekerlemesi ilk kez burada üniversiteler kanunun­
da da yer aldı, ama metin daha öncede söylediğim gibi kanun­
laşmadı.
30
Necdet Uğur taslağı hakkında söylenebilecek son söz, bu
taslağın hazırlanış tarihinin normal olarak üniversite kanunlarının
yasama faaliyeti tarihçesi modeline uymadığıdır. 1946 dan bu
yana üniversite yasaları çok önemli bir reform sayılacak çok partili
hayata geçmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmış ya da askeri
darbelerle gelen iktidarlar güçler tarafından hazırlanmıştır.
Seçimle iktidara gelen sivil hükümetin hazırladığı bir taslaktı Nec­
det Uğur'un taslağı. Başarısızlığının sebepleri arasında bunu da
saymak herhalde gerekir.
7. 12 EYLÜL
Bir askeri yönetimin hazırlattığı 1973 tarihli Üniversiteler kanu­
nu yürürlükten kaldırarak yani bir kanun yapmak başka bir askeri
yönetime nasip oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen ilk
yılın sonunda, 1981 yılında, Millî Güvenlik Konseyi ve konseyin
hükümeti bir yüksek öğretim Kanunu tasarısı hazırladı. Bu tasarı
Danışma Meclisinin kurulmasının hemen arefesinde ve Danışma
Meclisinden geçmeksizin sadece Konseyde görüşülerek ka­
nunlaştı.
Halen yürürlükte olan Yüksek Öğretim Kanunu Hasan
Sağlam'ın bakanlığındaki Millî Eğitim Bakanlığı tarafından
hazırlanmış bir tasarıya dayanır. Temmuz 1981 tarihinde
hazırlanmış olan bu tasarı, Üniversiteleler de o zaman dağıtılmış
ve görüş istenmiş idi. Bu tasarının ve sonradan kanunlaşan met­
nin konumuz bakımından en önemli özelliği üniversite kavramını
açıklayan, üniversitenin görev ve işlevlerini belirleyen tek bir
madde ile yetinmemesi, 3 ayrı madde halinde bu kavramları ve
görevleri belirlemesi idi. Üç ayrı madde de oldukça uzun madde­
lerdi. Tasarının 4. 5. ve 6. maddeleri konumuzla ilgili olan mad­
deler. 4. madde yüksek öğretimin amacını belirliyor. 5. madde
yüksek öğretimin ana ilkelerini belirliyor. Nihayet 6. madde
üniversitelerin görevlerini sayıyor. Aslında 6. madde metnin en
nötr olan maddesi, sadece üniversitelerin görevlerinin ne
olduğunu belirleyip daha idealist ya da ideolojik içeriği 4 ve 5.
31
maddelere bırakıyor. Tasarının 4. maddesi yüksek öğretimin
amacı başlığı altında 3 konuyu düzenlemekte. Nasıl öğrenci
yetiştirilmeli sorusunu cevaplıyor. Üniversiteler Türk milletini nasıl
etkilemeli, Yeni bir kavram olarak bunu belirliyor ve nihayet
üniversiteler olarak üst düzey amaçların neler olduğunu saptıyor.
Yüksek Öğretim Kanunu üniversitelerle, yüksek öğretimi ayrı
kavramlar olarak ele almakta Yüksek öğretim üst kavram.
Üniversiteler Yüksek öğretimin içinde yer alan kurumlardan birtanesi. Bu nedenle yüksek öğretimin amacı başlığını taşıyan 4.
madde yüksek öğretim açısından öğrencileri ve Türk milletini be­
lirlerken 3. bendinde yüksek öğretim kurumlarından biri olan
üniversitenin genel amaçlarının neler olacağını belirlemekte. 4.
maddenin en uzun kaleme alınmış olan bendi öğrencilere ilişkin
A bendi. Bu A bendinin 7 tane alt paragrafı mevcut daha önceki
kanunlardan pek farklı olmayan bu ibareler yine genel olarak
yüksek öğretimin evrensel konumu yerine millî, milliyetçi duru­
munu vurgulamakta öğrencileri Türk Milletinin millî, ahlaki, insani,
manevi ve kültürel değerlerini taşıyan Türk vatandaşı olarak
görmek istemekte. Üniversitenin böyle öğrenciler yetiştirmesini
emrederler, pek tabi Atatürkçülüğü, Atatürk İnkılap ve ilkelerini
de ön plana almakta. Bu karşılık 1946 yılında tasarıdan Büyük Mil­
let Meclisince çıkarılmış olan "demokratik hukuk devleti" tabiri
daha da genişlemiş olarak taslakta yer almış; "demokratik laik ve
sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev
ve sorumluluklarını bilen vatandaşlar" Bir başka yenilik de 2.
bendte üniversitelerin Türk milletini nasıl etkilemesi gerektiğinin
yazılması. Üniversiteler, Türk milletini değiştirebilir mi? Karakterini
hangi ölçüde değiştirebilir? Bu tartışma konusu olabilmekle bir­
likte taslakta yer almış. Bu bendin bir kısmı bazı evrensel
değerlere yer vermiş. Örneğin "dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce,
din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin ülkesi ve fertleriyle
bölünmez bir bütün olarak" ibaresi mevcut. Nihayet 3. bend
üniversitelerin görevleri araştırma, bilimsel çalışma genel
düzeyde kalkınmaya ve gelişmeye destek olmak ve bilimi yay­
mak olarak sıralanmış. 5. madde aslında birçok bakımdan 4. mad­
32
denin A ve B bendlerinin bir tekrarından ibaret. Ama madde
"Yüksek Öğretim aşağıdaki ana ilkeler doğrultusunda planlanır,
programlanır ve düzenlenir" diye başlıyor. Tasarıda bu maddenin
A'dan i’ye kadar gelen dokuz bendi var. Hepsini ayrı ayrı okuya­
cak değilim. A bendindeki önemli kavramlar:’ değinmek istiyor­
um. Öğrencilere neler telkin edilir? "Atatürk inkılapları ve ilkeleri
doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı çağdaş .emokrasi bi­
lincinin kazandırılması sağlanır". Ayrıca "öğrenene! zararlı siyasi ve
ideolojik telkinlerden arındırılır". "Milli demokratik laik ve sosyal bir
hukuk devleti düzeninin gerçekleştirilmesi için çağdaş demokra­
si bilinci kazandırılır". Bilinen tekerleme burda da yer alıyor.
"Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütünlüğü ilkesi
kendilerine benimsetilir". "Millî kültür" öğrencilere öğretilir. Bun­
dan sonra daha teknik konulara geliniyor. Bu ana ilkeler içinde
mesela yüksek öğretimin paralı olduğu, inkılap tarihi, Türk dili ve
yabancı dilin zorunlu ders olarak okutulması gerektiği gibi teknik
konular mevcut. Nihayet 6. madde üniversitelerin görev yetki ve
sorumlulukları başlığını taşıyor. Burda çok daha teknik düzeyde
araştırma, eğitim, öğretim, bilimin yayılması, kamu kuruluşlarıyla
işbirliği yapmak, Uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmak vesaire
gibi görev ve yetkilerden söz edilmekte. Bu maddede dikkati
çeken husus yine eğitim, öğretimin araştırmanın önüne getirilmiş
olması, aslında bu eğitim, öğretime öncelik tanınma hususu
hükümet tasarısından sonra Millî Güvenlik Konseyince ve millî
güvenlik konseyi komisyonunca değiştirilen metinlerde
yapılmış.
Hükümetin hazırladığı bu tasarı, Millî güvenlik Konseyi ihtisas
komisyonunca değiştiriliyor. Millî Güvenlik Konseyince
tartışılıyor. Ve halen yürürlükte olan metin ortaya çıkıyor. Bu me­
tinler çalışmanın sonunda verilmiştir. Onun için ayrı ayrı hep­
sini okumuyorum. Yalnız yapılan değişikliklerden bazıla­
rına değinmek istiyorum. İhtisas komisyonunca yapılan
değişikliklerde yüksek öğretimin amacını düzenleyen 4. mad­
dede "demokratik laik ve sosyal hukuk devleti" ibaresi çıkarılmış.
Bu demokrasi kavramının yasa metninden ya da tasarı metnin­
33
de ikinci çıkarılışı. İlk kez 1946 tarihli yasada bunu görüyoruz.
Ayrıca demin değindiğim ve tasarıda yer alan belki de tek evren­
sel amaç olan "dil ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, din ve mezhep
ayrımı yapmamak ilkesi" de yine ihtisas komisyonu taratından me­
tinden çıkarılmış. Buna paralel olarak 5. maddeden yani ana ilke­
lerden de "millî demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" ibare­
siyle "çağdaş demokrasi bilincinin kazandırılması" ibareleri
çıkanmış 5. maddenin A bendi bu ibareler çıkarıldıktan sonra
"atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk m illi­
yetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır haline
gelmiş. Yani ana ilkeler yalnız Atatürk inkılapları ve Atatürk milli­
yetçiliği ile sınırlandırılmış.
özel ihtisas komisyonunda yapılan bu değişikliklerden sonra
yeni metin Millî Güvenlik Konseyi huzuruna geliyor ve Millî
Güvenlik Konseyindeki tartışmalarda da bazı değişiklikler
yapılıyor. Herşeyden önce amaçları belirleyen 4. maddenin
yüksek ihtisas komisyonunca belirlenen "anayasada ifadesini
bulan Türk milliyeçiliğine bağlı" ibaresi Millî Güvenlik Konseyi
Başkanı tarafından itiraza uğruyor ve Başkan bu ibarenin
çıkarılarak yerine Atatürk milliyetçiliğinin konması önerisini
yapıyor. Millî Güvenlik Konseyi Başkanı orgeneral Kenan Evren'in bu amaçla konsey toplantısında söylediklerini aynen nak­
letmek istiyorum <3>. Başkan: "5. maddenin A fıkrasında Atatürk
inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı
deniliyor. Halbuki 4. fıkranın A fıkrasının birinci paragrafında
Atatürk inkılaplarına ve ilkelerine anayasada ifadesini bulan Türk
milliyetçiliğine bağlı dedik. Birisinde Atatürk milliyetçiliğine biri­
sinde Türk milliyetçiliğine deniliyor. Hangisi doğrudur. Türk milli­
yetçiliği ise kastımız". İhtisas komisyonu başkanı: "Anayasada
ifadesini bulan Tüık milliyetçiliği, Atatürk milliyetçiliği efendim".
Başkan: "Ama onu öyle demek lazım. Atatürk inkılaplarına ve il­
kelerine anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliği çünkü
(3) Tutanak Dergisi, M. G. Konseyi B:77 26.10 1981 0:1, sh. 10-11.
34
öyledir aslı, Atatürk Milliyetçiliğidir. Türk milliyetçiliği deyince
başka taratiarada da çekilebiliyor. Kafatasçılık şudur budur falan
gibi şeylere doğru çekilebiliyor. Atatürk milliyetçiliğinin içinde bu
yoktur. Zaten 5. maddenin ana ilkelerinde de öyle denmiş
Atatürk Milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması
sağlanır.
Millî Güvenlik Konseyi Başkanı aynı maddedeki kendi teklifini
sonradan değiştiriyor. Yani "Anayasada ifadesini bulan Atatürk
milliyetçiliği ibaresinin kalkmasını öneriyor ve şöyle diyor: Millî
Güvenlik Konseyi genel sekreteri: "Atatürk ilkelerine dayalı ve
anayasada ifadesini bulan desek efendim". Başkan: "Anayasada
geçmeyebilir belki hiç anayasayı karıştırmayalım burda. Anayasa­
da başka türlü geçer, şu olur bu olur. Öğrencilerini Atatürk
inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk Milliyetçiliğine bağlı".
Konsey Başkanının bu son ibaresi konseyce onaylanarak ka­
nunlaşıyor. M illî G üvenlik Konseyince yapılan önemli
sayılabilecek bir başka değişiklik de 5. madde. 5. madde Yüksek
öğretimin ana ilkelerini saptayan madde ve bu maddenin B ben­
di millî kültürümüze ilişkin hükmü içeriyor. Millî kültürle ilgili bu B
bendine Millî Güvenlik Konseyi üyesi Orgeneral Nurettin Ersin'in
önerisi üzerine (4). "Örf ve Adetlerimize bağlı" ibaresi de ekle­
niyor ve "milli kültürümüz örf ve adetlerimize bağlı kendimize has
şekil ve özellikleriyle evrensel kültür içinde korunarak geliştirilir
ve öğrencilere millî birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve
irade gücü kazandırılır" haline geliyor. Türkçe ve gramer
bakımından da bir ekleme olduğu açıkça görülen "örf ve adetleri­
mize bağlı" sözcükleri bu önergenin Millî Güvenlik Konseyince
benimsenmesi üzerine kanunlaşıyor.
Burda şunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Bu sözcükler
daha önce 1750 sayılı kanun döneminde, 1973 yılında Parla­
mentoda Adalet Partisi milletvekillerinin önerisi ile yasa metnine
(4) Tutanak Dergisi, M.G. Konseyi B:77 26.10 1981 0:1, sh. 14
35
girmiş ve fakat sonradan anayasa mahkemesince iptal edilerek
yasadan çıkarılmış idi. Pektabii Yüksek Öğretim Kanununun
yapıldığı tarihte, 1961 anayasası yürürlükte olmadığı hatta hiçbir
anayasa yürürlükte olmadığı için böyle bir endişeyle bağlı ol­
maksızın bu ibarenin tekrar kanuna girmesi sağlanmış. 2547
sayıiı kanunun anayasaya aykırılığının anayasanın geçici maddesi
nedeniyle ileri sürülemeyeceğini hepimiz biliyoruz.
2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasasının konumuzla ilgili madde­
lerinin bir değerlendirmesini yapmak gerekecek olursak Milliyetçi
yanı gittikçe daha ağır basan, ideolojik içeriği her yeni kanunla
genişleyen bu maddeler bu yasada da daha önceki yasalara
oranla çok daha fazla genişlemiş bulunmaktadır, ayrıca, madde
sayısı artırılmıştır. Tasarılarda 4,5 ve 6. maddeler. Kanunlaşmış
metinde ise 4, 5 ve 12. maddeler. Bu maddelerde ele alınan
konuların ele alınış biçimi ve içeriği bakımından ise bunların bir
üniversiteler yasası maddesinden çok parti programı niteliğinde
olduğunu görüyorum. Ayrıca maddelerin çeşitli yerlerine yapılan
eklemelerle ya da ilk baştan itibaren kaleme alınan biçiminde sağ
ideolojinin, tutucu ve milliyetçi görüşün ağır bastığını ve bu
görüşün Atatürk ilkeleriyle kamufle edilmeye çalışıldığın» da
söyleyebilirim. Her ne kadar Millî Güvenlik Konseyi Başkanı Kon­
seyin bu maddelerle yaptığı açıklamalarda demin okuduğum ğibi
kafatasçılığa karşı olduğunu bu nedenle milliyeçtilik yerine
Atatürk milliyetçiliği sözcüklerinin yer alması fikrini savunuyorsa
da, maddelerin başka yerlerinde de açıkça ırkçılık etkisi altında
yazılmış olduğu izlenimi veren ibareler var. Özellikle "din, dil, ırk
ayrımı gözetmeksizin" ibaresinin kanundan çıkarılmış olması bu
yargımı güçlendiriyor.
SONUÇ
Sonuç olarak iki değerlendirme yapmak istiyorum. İlk olarak
Üniversite yasalarının hangi koşullar altında yapıldığını tekrarla­
makta ve genel olarak vurgulamakta yarar var. İlk yasal çalışma
1919. 1. Dünya savaşı sonu. Türkiye'nin yeniden toparlanma
döneminin belki başlangıcı. Atatürk devriminin son yıllarında
36
karşılaştığımız yeni yasama faaliyeti 1933 yılında yapılan radikal
değişiklik. Burada Üniversitede yapılacak radikal değişikliğin or­
taya çıkarabileceği sakıncaların önlemleri önceden alınmış ve Hitlerden kaçan Alman musevisi profesörler Türk Üniversitelerini
çağdaş düzeye çıkarmayı başarmışlar, izleyen dönemdeki yasa­
ma faaliyeti çok partili hayata geçişin ilk yılında olmuş: 1946. Bun­
dan sonraki yasaların tarihleri ise çok belirgin, 1960, 1971 ve
1980 askeri darbelerinden sonra ele alınmış olan Üniversite ya­
saları. Model açıkça belirleniyor. Ya askeri darbeler ya devrimler
ya savaşlar ya da demokrasiye geçiş gibi çok önemli olayların pa­
ralelinde yürümüş üniversiteler yasalarında değişiklik yapmak.
Bunun tek istisnası 1979'da Millî Eğitim Bakanı Necdet Uğur'un
hazırladığı tasarı. Bu da tam istisna halini alamamış. Çünkü kanun­
laşmamış.
Değerlendirme yapmak istediğim 2. husus, bu incelenen
yasa metinlerindeki üniversite kavramı, üniversitenin görev ve
işlevleri konusundaki hükümlerin izledikleri yol. Hemen açıkça
şunu söylemek herhalde yerinde olacaktır ki, Türkiyenin içinde
bulunduğu siyasal rejim ne olursa olsun, yasayı yapan güç hangi
siyasal görüşe sahip olursa olsun, iktidarın konumu nasıl olursa
olsun, tüm yasa metinleri gittikçe daha ayrıntılı hale gelmiş, daha
ideolojik içerikli olmuş, evrensel görüşlerden daha milliyetçi
görüşlere doğru bir yönelim olmuş. Bu bakımdan bu genel trend
bakımından Necdet Uğur tasarısı dahi bir istisna oluşturmuyor,
üniversite öğretim Üyeliğinden yetişmiş birisi olarak benim kişisel
ve sübjektif seçimim üniversitelerle ilgili ilk yasa yolunda ola­
caktır. Yani Üniversiteleri düzenleyen yasalardan en evrensel ve
olumlu olanı 1919 tarihli, en ideolojik ve en baskıcı olanı da 1981
tarihli yasadır. Nitekim daha önce değinmiş olduğum İstanbul
Üniversite raporunun ilgili bölümünü burada aynen tekrarlamak
istiyorum:*5)
(5) Bak yukarda (2) Nolu dip not.
37
"Tasarının üçüncü maddesi kanun tekniği bakımından bir fay­
da arzetmediği halde bazı mahzurlar doğurabilecek ve kanunun
sistemi hakkında birtakım tenkitlere yol açacak mahiyettedir.
Şöyle ki:
a) Üniversiteler bütün medeni dünyanın müşterek bir kurumu
olduğu ve Üniversite görevleri hakkındaki cihan görüşü bütün
akademik alemce bilindiği cihetle Üniversitelerin tarifini tazammun eden, mahiyeti ve görevleri hakkında direktifleri ihtiva eden
bir madde, bilhassa dış alemde, böyle bir müessesenin mahiyeti­
nin kanunla belirtilmesine lüzum olacak derecede muhitimizde
bilinmediği hakkında bir düşünce uyandırabileceği içeride de
Üniversite Öğretim Üyelerine karşı itimatsızlığın mevcudiyeti his­
sini verebilir.
b) Üniversiteye şu veya bu istikamette kanunlu direktifler ve­
rilmesi Üniversitelerin ilmi muhtariyeti hakkındaki prensibe tama­
men uygun düşmez.
c) Kanunlarda tariflerin ve husus ile münakaşa ve tefsire
müteallik tariflerin bulunması bugünkü hukuk tekniğine uygun
değildir.
d) Üniversite organları Üniversiteleri halin icap ve ihtiyaçlarına
göre idare edeceği ve işleri düzenleyeceği cihetle böyle bir
maddenin sebebi ve müeyyidesi de yoktur.
Bu sebeplerden dolayı bu maddenin tamamen kaldırılması
doğru olacağı kanaatindeyiz".
Bildirimi kendi sözlerimle değil, asker kökenli ve sağ eğilimli
bir milletvekilinin sözleriyle bitirmek istiyorum. 1948-1950 yılları
arasında Türk üniversitelerinde önemli bazı olaylar yaşandı bu
olaylar nedeniyle parlamento, ile üniversite arasında bir çatışma
çıktı ve bazı Ankara üniversitesi öğretim üyeleri solculuk yaptıkları
gerekçesi ile Üniversiteden uzaklaştırıldılar. Hükümetin böyle bir
uzaklaştırma yapmaya yetkisi yoktu. Bu nedenle parlamento
Bütçe Kanunlarında değişiklik yaparak görevden uzaklaştırılmayı
38
sağladı. Bu konuların Büyük Millet Meclisinde tartışıldığı esnada
Millet Partisi milletvekillerinden sol görüşe karşı olmasıyla tanınan
emekli general Sadık Aldoğan aynen şöyle diyordu <6>.
"Arkadaşlar; bir üniversite, teşbih etmek lazımgelirse, bir ağaç
gibidir. Biyolojik bir şeydir. Biz istediğimiz gibi bir üniversite yapa­
mayız. Üniversite kendi kendine vücuda gelir. Üniversiteyi böyle
sistematik bir şekilde kuramayız. Esasen tarihe bakacak olursak,
üniversiteler neşvünema bulmuş asırlarca gelişe gelişe.
Eğer üniversitem izin bünyesinde bazı noksanlıklar
görüyorsak iyiden iyiye bilelim ki, bu noksanlık bizim, üniversiteyi
Hükümet eliyle kurmuş olmamızdan ileri geliyor. Bundan dolayı
da bu işin içine siyaset, tabiatıyla politika giriyor. Bakınız bugün,
mesela: Milliyetçilik diyoruz; milliyetçilik bir ideolojidir, milliyetçilik
politik bir şeydir. Bu meclis siyasi, teşrii bir meclistir. Burada ideo­
lojiler çarpışır. Bu mecliste pekala milliyetçi de bulunabilir, milli­
yetçiliğe o kadar çok ehemmiyet vermeyip de başka bir ideolo­
jiye sahip bir grup da olabilir, biraz daha sola mütemayil fikirde
olanlar da olabilir. Bunlar tamamen siyasi mahiyette bir şeylerdir.
Biz Üniversite içinde, milliyetçilik ideolojisini elimize alarak,
üniversitenin içinde bu cereyanı, bu ideolojiyi hakim bir ideoloji
diye tatbike kalkacak olursak, üniversitenin içine siyaseti biz ken­
dimiz sokmuş oluruz."
"... üniversite şöyle olmalı, böyle olmasını biz istiyoruz diye­
meyiz. Üniversite kendi kendini meydana getirecektir. Yoksa
devlet eliyle kürsüler kurmak, kürsüler kaldırmakla üniversite ol­
maz."
"... Hangi partiden olursa olsun, bu milliyetçilik duygularını
alevlemek için programlarımıza istediğimiz herşeyi koyabiliriz. Fa­
kat Üniversiteye gelince bu iş burada biter. Üniversiteye gelmiş
(6) Tutanak Dergisi, Dönem VIII, C. 12. Top. 2. sh. 753-755; 783-814.
(7) Bak (6) Nolu Dip not
39
bir talebe, öyle hocasının her dediğine kafa sallıyacak vaziyette
ise, acınacak bir durumdayız demektir. Üniversitedeki talebe, hocasıyle münakaşa eden adamdır." W
1971 ve 1980 generallerinin General Sadık Aldoğan'dan
öğreneceği çok şey varmış herhalde.
Teşekkür ederim.
GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN -Çok teşekkür ediyorum Sayın inan.
Süremizin geri kalan kısmında sorularınız varsa, katkılarınız
varsa onları rica edeceğim.
Buyurun.
Prof. Dr. AKİF KANSU -Ben bir katkıda bulunacağım; fakat,
ondan önce gerek Sayın Versan'a, gerek Sayın Inan’a bu anlamlı
ve kapsamlı konuşmaları için teşekkür ediyorum. Yalnız Türkiye
yükseköğretim tarihi gözden geçirilirken gerçekten bir
Üniversite unutuluyor veya atlanıyor, bunun belki dayanağı da
adının Üniversite olmaması. 1933 yılında Ankara'da Yüksek Ziraat
Enstitüsü adı altında bir Üniversite kurulmuştur. Belki büyük bir
rastlantı; İstanbul Üniversitesinin ıslahatı ile aynı yıla rastlıyor ve
bu Yüksek Ziraat Enstitüsünün kuruluşunda yine Alman
Profesörlerinin büyük katkısı var. Çünkü pekçok sayıda şimdi
"bölüm” dediğimiz o zaman "enstitü" adı ile anılan bütün birimle­
rin başında Alman Profesörler yer almıştır. Bu 2291 sayılı Yasa ki
1933 yılında çıkmıştır, zannediyorum ki Türkiye Yükseköğretim
Tarihi ile ilgilenen kişilerin gözden geçirmesi gereken bir yasadır,
çok ilginç maddeleri vardır. O yasa veya buna dayanılarak beş yıl
evvel benim ve iki arkadaşımın yayınladığımız bir kitapçıkta
yazdığımız gibi, beş Fakülteden oluşan bu müessesenin, 1948
(8) Bak (6) Nolu Dip not.
40
yılında, Ziraat ve Ziraat Sanatları Fakülteleri birleşereK Ankara
Üniversitesine, Veteriner Fakültesi keza Ankara Üniversitesine
katılmış ve Temel Bilimler Fakültesi Ankara Üniversitesi Fen
Fakültesinin oluşturmasına katkıda bulunduğu gibi, Orman
Fakültesi de İstanbul Üniversitesine katılmıştır. Ve bu kuruluş,
yani Yüksek Ziraat Enstitüsü, gerek eğitim-öğretime, gerekse
aynı derecede araştırmaya önem veren (ki bu kanun maddele­
rinde yazılıdır) ve akademik yükselmelerinde belki özlenen dere­
cede disiplinli oluşu ile gerçekten bir Üniversitedir. Fakat, adı
Yüksek Ziraat Enstitüsü olduğu için belki bu konuya eğilen
kişilerin gözünden kaçmaktadır, onu hatırlatmak istedim. Çok
teşekkür ederim.
BAŞKAN -Biz de teşekkür ederiz efendim.
HALDUN ÖZEN -Sayın Nurkut Inan'ın bence önemli olan bir
noktaya değinmesini bekliyordum, onu bir soruya dönüştürmek
istiyorum. Sayın Vakur Versan'ın genellikle dünyadaki ge­
lişmeleri kapsayan ve üniversite kavramındaki gelişmeleri çok
açık seçik ortaya koyan açıklamalarında belirlenen durumla, Sayın
Inan'ın, Türkiye'deki durumu özetledikten sonra, kısa da olsa bir
karşılaştırma yapmasını beklemiştim. Böyle bir karşılaştırmayı rica
etmek mümkün mü? Yani Sayın Versan'ın yaklaşımı ile kendi yak­
laşımlarını yan yana koyduklarında sonuç cinsinden bir şey
söylemek olanağı var mı?
Bir noktaya daha değinmeme izin verin, o da Atatürk
döneminde birçok çalışma yapılırken niye üniversite ile ilgili
düzenlemelerin 1933'lere kadar geciktiği, neden daha önceki
yıllarda yapılmadığı konusu. Anımsamalıyız ki daha önceki yıllarda
da üniversite, o zamanki adıyla darülfünun, ile ilgili bazı
gelişmeler vardır. Osmanlı İmparatorluğu'ndan Darülfünun'u ilmi
muhtariyet (bilimsel özerklik) kazanmış olarak devralan Türkiye
Cumhuriyeti 1923'lerde, İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun Darülfunun
Eminliği (Üniversite Rektörlüğü) döneminde, bir yasa ile
yönetsel özerkliği de buna eklemiştir. Ayrıca İstanbul'daki Har­
biye Nezareti binasını da, yönetsel özerklik kazanan üniversiteye
41
vermiştir. Bu bina hala İstanbul Üniversitesi tarafından Kul­
lanılmaktadır.
Halbuki bizim tarihimizde kamu kurumlarının elindeki olanaklar
hep askeri kurumlara devredilegelmiştir. O dönemde bunun ter­
si yapılmıştır. Bu da Cumhuriyet yönetiminin üniversite üzerinde
titizlikle durduğunu gösterm ektedir. Ne ki 1930'lardan
başlayarak TBMM'nde çeşitli kişilerin ve gurupların şu veya bu
şekilde haklı veya haksız nedenlerle ortaya çıkan eleştirileri
olmuştur. İsviçreli uzman A. Malche, bu eleştirilerden sonra bir
rapor hazırlamak üzere görevlendirilmiştir. Ama bizim inceleme­
lerde saptayabildiğimiz odur ki; hem Atatürk ,hem İnönü olabildiği
kadar üniversiteye müdahale etmemeye gayret göstermişlerdir.
Bu kadar değinmekle yetiniyorum. Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Buyurun Sayın Emiralioğlu
MEHMET EMİRALİOĞLU -Sayın Hocamıza bu değerli
konuşmalarından dolayı teşekkür ederek sözüme başlıyorum.
Bir katkı ve anı sunacağım, ondan sonra da bir sorum olacaktır.
Anım şudur:
1946 da, Üniversiteler Yasasının hazırlandığı zamanda ben,
Ankara Hasanoğlan Yüksek köy Enstitüsü Zirai İşletme Ekonomi­
si öğrencisiydim. O günlerde dünyayı, ülkemizi, toplumu ilgilen­
diren güncel önemli konular vardı. Bizim formasyonumuz
bakımından öğrenmek gereksinimi duyduğumuz olayları, tarih­
sel, bilimsel, siyasal ve toplumsal yönleriyle yetkili bilim ve sanat
adamlarından dinlemek, öğrenmek istiyorduk.
Yüksek Köy Enstitüsü Üniversiteler yasasıyla çok yakından il­
giliydi. Bunun nedenleri de çoktu. Örneğin Üniversitelerde,
kırsal kesim, köykalkınması (toplum kalkınması) köy sosyolojisi
üzerinde özel bölümler yoktu ve Yüksek Köy Enstitüsünde
böylesi dersler ve disiplinler vardı. Bu halimizle bir Üniversitenin
uygun fakültesine Yüksek okul olarak bağlanmak isterdik.
42
(
Öte yandan Çıkacak Üniversiteler Yasası, Üniversite Öğretim
Üyelerini Üniversiteye bağlıyor, dışarıda kalan okullarda ders ver­
melerini yasaklıyordu. Halbuki Tıp Fakültesinde Prof. Dr. Hikmet
Birant, Siyasal Bilgiler Fakültesinden ekonomi profesörleri ve
Fransızca Prof. Dil Tarih Coğrafya Fakültesinden, Doç. Dr. Seni­
ha Tunakan, Prof. Dr. irfan Şahinbaş, Prof. Dr. Saffet Korkut,
Prof. Cemal Arif alagöz, Doç. Ferruh Sanır, Doç. Niyazi Çıtakoğlu
ve daha birçok öğretim üyesi, Ziraat Fakültesinden Prof. Dr. Ne­
jat Yalkı, Prof. Dr. Mithat Ali Tolunay, Prof. Dr. Şevket Ahmet Bi­
rant, Prof. Dr. Celal Tarıman, Prof. Dr. Kâzım Köylü, Prof. Dr. Halit
Evliyar ve şimdi anımsayamadığım daha bir çok öğretim üyesi
Yüksek Köy Enstitüsünde ders veremeyeceklerdir.
Ayrıca Devlet Konservatuvarı ile Gazi Eğitim Enstitüsünün Ya­
bancı dil, Resim, Tiyatro, Müzik, İç süslemeceliği, mimarlık, ede­
biyat ve sanat dal öğretim üyeleri de Yüksek Köy Enstitüsü
Öğretim üyeleriydiler. Bu okullar da Üniversiteye katılırlarsa,
Yüksek Köy Enstitüsünün bunlardan yoksun kalması yeni ya­
sanın emri olacaktı. Bu bakımdan da yasa bizi ilgilendiriyordu. Bir
Malik Aksel’den, Bir Hakkı İzzet Izet'ten, Mahir Canova'dan,
Aydın Gün'den, Cüneyt Gökçer'den Sebahattin Eyüboğlu'ndan
yoksun kalmayı Yüksek Köy Enstitüsü içine sindiremiyordu.
işte bu sorunları kendisinden dinlemek için Ord. Prof. Enver
Ziya Karal'ı Yüksek Köy Enstitüsüne Konferans için götürmek
üzere kendisine baş vurduğumda: Türkiye Büyük Millet Mecli­
sindeki Üniversiteler Yasasının görüşmesini beraber izleyip öyle
yola çıkmamızı istedi. Prof. Karal bize en çok Konferansa gelen­
lerden biriydi. Cumhuriyetimizin niteliklerini belirleyen altı ilkeyi,
devrim tarih öğretmenimiz Prof. Dr. Halil Demircioğlu’na ek olarak
ayrıca Karal'dan da dinlemiş, kendisiyle seminerler yapmıştık.
Yüksek Köy Enstitüsü onunla, o da Yüksek Köy Enstitüsü ile
içiçeydi. Yedi bölümde öğretim yapan Yüksek Köy Enstitüsü'nün bu yasa kapsamına alınıp alınamayacağını sor­
duğumuzda, Sayın Karal, o günkü şöven fikir akımı ve yönetim
tutumunu neden göstererek; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini,
43
Devlet Konservatuvarını kapatmayı plânlayanların karşısında,
isteğimizin önerilemeyeceğini söylemiş ve kara kaderimizi ortaya
koymuştu. Sol akımlara yer verdikleri için D. T. C. Fakültesini ve
Devlet Konservatuvarını kapatamadılar ama Yüksek Köy Ens­
titüsünü kapatmayı becerdiler.
Yükseköğretim içinde bu kadar belirgin, yeri ve eğitimde, bi­
limde ve sanatta bunca insan yetiştirmede katkısı olan Yüksek
Köy Enstitüsünün yeri ve önemi bir türlü anılmak istenmez. Bu
nedendir?
Erzurum'da Atatürk Üniversitesi kurulurken, Nebraska
Üniversitesinin örnek alındığı söylendi de, Yüksek Köy Ens­
titüsü uygulama ve Deneyiminin oradaki bölümlere ve
yöntemlere etkisi görmezden gelindi.
Sorun Şudur: Türkiye'de Üniversiteler gelişirken, değişirken
demokrasiye, siyasete ne yaptı? Türkiye'nin demokratik
değişimi, gelişimi ve siyaset, üniversiteye ne yaptı? Yüksek
Öğretim gelişim, değişim ve yaşamında Yüksek Köy Ens­
titüsünün yeri ve önemi nedir? Bu sorun yanıtlanırsa sevi­
neceğim, yararlanacağım. Teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
BAŞKAN -Buyurun efendim.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Teşekkür ederim Sayın
Başkan, efendim, Sayın Doç. Nurkut Inan'ın konuşmasında
1960'a değinilir gibi oldu, fakat atlanıldı. İki önemli husus var.
4936 sayılı Kanun 1924 ve sonraki tadilleriyle yani, Cumhuriyetin
ilk dönemine yön veren Anayasa içerisinde Üniversiteye özerklik
getiriyordu. 1961 Anayasası bu özerkliği meşrulaştırmıştı; yani
zannediyorum 120 nci madde üniversitenin öğretim üyeleri ta­
rafından kurulacağını ve yönetileceğini dile getiriyordu, devlet ta­
rafından kurulması şansıyla birlikte önemli bir noktadır. Yani
4936'yı desteklem iştir 1961 anayasası artı, arkasından
üniversiteye ikimüdahale var. 110 küsür sayılı iki kanun var, bir
44
de onlara temas etme vaadinde bulundunuz ama zamanınız yet­
medi, bu fırsatı size yaratmaya çalışıyorum. Teşekkür ederim
Sayın Başkan.
BAŞKAN -Evet.
Buyurun Sayın Nurkut İnan.
DOÇ. DR NURKUT İNAN-Önce tarihi sorulara cevap vere­
yim. 1933 yılında Kurulan Yüksek Ziraat Enstitüsünün Türk
Yükseköğretim tarihinde önemli bir yeri var; ama benim yak­
laşımım yükseköğretim tarihinin bir taraması değil, Yüksek Ziraat
Enstitüsünün kuruluşuna ilişkin yasa Sayın Emiroğlu'nun
söylediği gibi çok ilginç bir yasadır ve bu yasa ile bir nevi bir
bağımsız üniversite oluşturulmuştur. Ziraat fakültesi olarak Anka­
ra Üniversitesine bağlanması acaba doğru mu olmuştur? Bu ku­
rumun gelişmesini çabuklaştırmış mıdır? Engellemiş midir? Bu da
ayrıca üzerinde durulacak bir husus, Yüksek Ziraat Enstitüsünün
kuruluş kanununda görev, işlev ya da tanım maddesi olmadığı
için ben metin olarak ele almadım.
Yine Sayın Haldun Özen'in değindiği nokta çok önemli yani
Darülfünunun ayrıca ek bir kanun ile tüzelkişilik ve dolayısıyla
özerklik kazanması 1340, ben tam hesabını yapamadım 1923
oluyor galiba bu da Cumhuriyetten sonra olması bakımından
önemli. İsterseniz şuradan hemen bakalım. Diyorki İstanbul
Darülfünununun Şahsiyeti Hükmiyesi Hakkında Kanun.
"İstanbul Darülfünunu ve müteşekkil bulunduğu tıp, hukuk,
edebiyat, ilahiyat ve fen medreselerinden her biri emvali men­
kule ve gayrimenkule tasarrufuna teberruat kabulüne ve devairi
mehakimde huzur ve murafaya ve istikraz ve mümasili ukut hariç
olmak üzere her nevi mukavelat akdine ve sarfiyat icrasına me­
zun, şahsiyeti hükmiyeye haiz bir müessesedir*'.
Çok açıkça mali özerklik veriliyor. Esasen 1919 tarihli kanu­
nun ikinci maddesinde bilimsel özerkliye sahip böylelikle bir
bütünleşme ve gerçek anlamda bir özerklik oluşuyor.
45
Yüksek Köy Enstitülerinin durumu ve Ankara Üniversitesine
bağlanıp bağlanmaması meselesi gerçekten yüksek öğretim tari­
himizin önemli sorunlarından bir tanesi. Yüksek Köy Enstitüsü
niçin üniversiteye bağlanmadı? üniversiteye bağlanmaması onu
küçültücü bir davranış mı idi? Bu tabii o zamanın siyasal
eğilimlerine ilişkin bir şey, Yüksek Köy Enstitüleri artık ortada ol­
madığı için durumun bir değerlendirmesini yapamayacağız, fakat
değerlendirmesini yapabileceğimiz kuruluşlar var, konservatuvar
var, Gazi Eğitim var. Bunların üniversiteye bağlanmaları
1981'den sonra olmuştur. Acaba bu iyi mi olmuştur, kötü mü
olmuştur? Ben çok şey kaybettikleri kanısındayım. Belki Yüksek
Köy Enstitüsü de ölümünden önce üniversiteye bağlansa idi,
belki de iyi olmazdı, bilemiyorum.
Tabi ki 1960 tarihli yasalar çok önemli, 1960 Anayasası da
Sayın Güvenç'in belirttiği gibi üniversite özerkliğini Anayasal
güvenceye bağlayan çok önemli bir ilke hüküm. 1982 Anaya­
sasına gelince: Burada ilginç olan nokta şudur: Danışma Mecli­
sinden çıkan metin, üniversitelerin özerkliğine saygı gösteren bir
metindi 130 uncu madde. Danışma Meclisinde kabul edilen bu
metnin yayınlandığı günü takip eden gün, hatırlayacaksınız, 27
üniversite rektörünün basında müşterek bir bildirgesi çıktı.
Rektörler Danışma Meclisi metninin 130 uncu maddesine
katılmadıklarını, anayasanın üniversitelerle ilgili maddesi konu­
sunda önerilerinin ne olduğunu açıkladılar, işin ilginç olan tarafı
27 rektörün önerisinin, Millî Güvenlik Konseyince aynen benim­
senmesi oldu ve halen Anayasamızda yürürlükte olan 130
madde işte bu metindir. Bu da Türkiye de rektörlerin siyasal ikti­
dar üzerinde ne kadar etkili olduklarını gösteren örneklerden bir
tanesidir her halde.(!)
Son olarak, bir karşılaştırma imkânı yarattığı için Haldun
Özen'e teşekkür ediyorum. Dünyadaki gelişmelerin ışığında
Türkiyede üniversite ve yükseköğretimdeki gelişmeleri ben bir
cümle ile açıklayabilirim. Türkiye'de benim araştırdığım dönem
içinde, (1919-1981) bu işle biraz uğraşmış, mürekkep yalamış bir
46
akademisyen olarak bana sorarsanız, hangi kanunu seçerdin?
Hiç tereddüt etmeden 1919 tarihli yasayı seçerdim. Geldiğimiz
noktayı belirtmek için çarpıcı bir tercihdir bu. Diğer bir deyimle
çok önemli gelişmeler olmuştur belki Türkiye'de ama bu
gelişmelerin 1923'deki ekiyle birlikte 1919 tarihli Darülfünun ni­
zamnamesinin düzeyinde üniversiteye verilen rahatlık, çalışma
imkânı ve özerkliği getirememiştir. O zamanki Darülfunun bu ra­
hatlığı hak etmiş midir, o görevlerini yerine getirmiş midir? Bu ta­
mamen ayrı bir şey. Ben hukukçuyum, kağıt üzerindeki yasaya
bakarım, benim tercihim 1919'dur efendim.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Efendim, toplantımızın sabah bölümünü bir saate
yakın bir gecikmeyle kapatıyorum.
Bu nedenle öğlenden sonraki panelimize biraz daha zaman
eklemek açısından programımızdaki 14.30 olan panelin başlama
saatini 14.45 olarak değiştiriyorum ve oturumu kapatıyorum.
47
PANEL I
YÜKSEK ÖĞRETİMDE
BAŞLICA SORUNLAR
PANEL ÜYELERİ
PROF. DR. RÜŞTÜ YÜCE (B a şka n )
PROF. DR. TU R G UT AKINTÜRK
(Yükseköğretim Kurulu Üyesi)
DOÇ. DR. YAHYA ZA BUNO Ğ LU
(A.Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi)
DERYA D İN G İLTEP E
(A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrencisi)
PROF. DR. G ÜLSEREN GÜNCE
(A.Ü.Eğitim Bilimleri Fakültesi Emekli Öğretim
Üyesi)
PROF. DR. M EHM ET SAĞLAM
(Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü)
DR. SAVAŞ TÜREL
(A.Ü. Sağlık Kültür ve Spor Dairesi Başkanı)
A. PANEL ÜYELERİNİN KONUŞMALARI
BAŞKAN -Prof. Dr. Rüştü YÜCE Panelimizi açmak istiyorum.
Sabah oturumundan sonra toplantının 15 dakika geç
başlayacağı da tarafıma bildirilmişti, dolayısıyla öğleden sonraki
toplantının 14.45'de başlaması gerekiyordu, bu 15 dakikalık bek­
lemeyi de, bir panel mensubumuz gelmediler, onu beklemek
için geciktirdim; fakat kendisini hala görmüyorum. Sizin de
sabrınızın taşacağını gözlerinizden okuyorum, o nedenle paneli
başlatacağım. Sayın Doç. Dr. Yahya Zabunoğlu teşrif ettiği za­
man yerini alacak ve ona da söz vereceğim, bu çerçevede ben
sayın panelistleri davet ediyorum.
Buyurun.
Efendim, panele baktığınız zaman bir şey dikkatinizi çekecek,
Ankara Üniversitesi ağırlıklı bir panel. Ben ODTÜ mensubu
olduğum için denge unsuruyum. Neden Ankara Üniversitesi
ağırlıklı deyince, bizim Bilim Kurulumuz galiba Ankara
Üniversitesi ağırlıklı olduğu için panelistler de dolayısıyla Ankara
Üniversitesi ağırlıklı oluyor.
Aslında bizim hoş bir geleneğimiz vardı, panelde görev alan
arkadaşlarla daha önce bir araya gelip panelde neler
konuşulacak diye bir program çizerdik, bunu malesef yapamadık,
benim işlerim çok yoğundu, değerli panelistleri bir araya getiremedimfakat bu 15 dakikalık arada kendileriyle bir çerçeve çizdik
ve bir konuşma sırası tesbit ettik. Bir bayan misafirimizin de
uyarısını dikkate alarak bu programda şöyle ufak bir değişik
yöntem uygulayacağım. Benim solumda hepinizin tanıdığı Prof.
Dr. Turgut Akıntürk bildiğiniz gibi yükseköğretim kurulu üyesidir.
Önce kendisine söz vereceğim, bir kurul üyesi olarak konuya
yaklaşımını anlatacak, daha sonra sağımda bulunan (size göre
solda) bir Rektörümüz bulunuyor, 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü
Sayın Prof. Dr. Mehmet Sağlam, kendisine bir Rektör olarak so­
runları nedir onu soracağım. Üçüncü konuşmacı olarak bir
51
öğretim üyesi olan Sayın Zabunoğlu'na sözü vermeyi
düşünüyordum fakat o gelmeyince sırayı öğrencimize,
hanımefendiye vermek istiyorum. Dolayısıyla öğrenci kanadının
sorunlarını kendisinden dinleyeceğiz. Daha sonra çok değerli bir
öğretim üyemiz var, aynı zamanda bir psikolog, şu anda emekli
olan Gülseren Hanımefendiye söz vereceğim. Savaş Bey bir
idareci, aynı zamanda öğretim üyesi, Sağlık Kültür ve Spor Daire­
si Başkanı, o da hem Üniversite yönünü, hem de öğrenci
yönünü bize anlatacak. Sabah, açılışda Yükseköğretim Kurulu
Başkanı Sayın Prof. Dr. Ihsan Doğramacı'nın ağzından sorunları
dinlemişti, çok yararlanmıştık, aydınlanmıştık, Bilim Kurulu
Başkanımız Prof. Süleyman Çetin Özoğlu’nun yaklaşımlarını ve
görüşlerini dinlemiştik. Şimdi sıra panelistlerde.
Ben şöyle bir giriş yaparak sözü hemen Sayın Prof. Dr. Tur­
gut Akıntürk’e vereceğim. Üniversitenin görevi ve amaçları nedir
diye sorulduğu zaman bizim karşımıza bilim üretmek ve araştırma
yapmak geliyor. Temel görevlerinden bir tanesi de kaliteli
öğretim ve eğitim arz etmek. Bu ikisini bütünleştirdiğimiz anda
çağdaş yükseköğretim yapıyorsunuz demektir bana göre.
Sonuçda da bir ürün çıkacak, o ürün de üniversitelerde verilen
eğitimi yansıtacak; öğrencilerimizi araştıran, düşünen, konuşan,
tartışan, üreten; ama toplumla paylaşan, topluma uyum sağlayan
kişiler yapmak istiyoruz. Bunların tümünü gerçekleştirdiğimiz za­
man bana göre fevkalade iş yapmış olacağız. Tabii bunları yap­
mak da kolay bir iş değil, dolayısıyla sorunlar var. Sorunların ol­
madığını iddia eden de yok. Burada amacımız objektif ölçülerle
sorunlarımızı ortaya koymak ve belki çözümleri önermek.
Sayın Zabunoğlu bize katıldılar, buyurun Sayın Zabunoğlu.
Bu çerçevede ben girişi yaptıktan sonra sözü değerli hocamız
Sayın Prof. Dr. Turgut Akıntürk’e veriyorum.
Buyurun Hocam.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Yükseköğretim Kurulu
Üyesi) -Efendim, yükseköğretimde sorunlar dendiği zaman
52
karşımıza çeşitli sorunlar çıkıyor. Nitekim biraz evvel Sayın
Başkanın da buyurduğu gibi, sabahki oturumda Sayın
Doğramacı, Sayın Özoğlu, Sayın Versan konuşmalarında kısmen
bu sorunları dile getirdiler. Şimdi, yükseköğretimde ortaya çıkan
sorunlar bakış açısına göre farklılık arzedebilir. Bir yöneticinin
gözüyle göründüğünde başka sorun ortaya çıkar, öğretim üyesi
sıfatıyla bakıldığı zaman başka sorunlar ortaya çıkar, öğrenci
gözüyle bakıldığında sorunlar şekilde değiştirir. Hatta politikacı
gözüyle bakıldığı zaman sorunlar başka şekle bürünebilir. Nite­
kim bu sorunlardan bazıları televizyondaki haberlerden aldığımız
bilgiye göre Büyük Millet Meclisinde kısmen hallolmuş bulunu­
yor.
Ben bulunduğum yer itibariyle yönetim açısından bize intikal
eden sorunlar,bizim önümüzde ortaya çıkan sorunlar üzerinde
durmak istiyorum. Tabii, diğer arkadaşlarım kendi açılarından so­
runları ortaya getireceklerdir.
Bizim açımızdan ortaya çıkan ve en başta gelen, en belirgin
sorun, fazla öğrenci alınması sorunu. Devamlı surette bize intikal
ediyor, sabahleyin de söylendi: "fizikî kapasite üstünde öğrenci
alınıyor, sınıflar dolu, bu nedenle talebeler ayakta, dolayısıyla ka­
lite meselesi ortaya çıkıyor, iyi öğrenci yetişemiyor çok kalabalık
sınıflarda, kalite düşüklüğü var" deniliyor. Önce bu soruna
değinmek istiyorum izninizle. Efendim, öğrencilerin sayı olarak
fazlalığı doğru. Bu iddia yerinde, doğru. Bugün Türkiye'de 67 il
ve 22 ilçeye yayılmış olarak 210 fakülte, 96 sı meslek
yüksekokulu olmak üzere, 174 yüksekokul, toplam olarak 384
yükseköğretim kurumu var. Türkiye'de 3 Kasım 1988 tarihi itiba­
riyle 393 508’i örgün öğretim ve 160 bini de açık öğretim olmak
üzere şu anda 553 508 öğrenci yükseköğretime devam etmek­
tedir.
Bu rakam tabiatıyla ilk bakışta yüksek görünebilir; ama 20 ilâ
24 yaşları arasındaki çağ nüfusu, yani yükseköğretim çağı
nüfusu dikkate alındığında, bu rakamında çok aşağıda olduğu
hemen ortaya çıkacaktır. Nitekim, 1980 öğretim yılında 237 369;
53
1985 yılında 449 414 öğrenci yükseköğretime devam ediyor idi.
Okullaşma oranı ülkemizde maalesef, üzülerek ifade edelim
diğer ülkelere kıyasla son derece düşüktür. Bugün Türkiye'de
bu kadar çok öğrenci almamıza rağmen okullaşma oranı yüzde
10. 3 civarındadır. Bu oran iktisadi bakımdan bizden ileri olmayan
birçok ülkede bizden yüksektir, yüzde 22'ier civarında bulun­
maktadır. Meselâ Flipinler'de, bazı Güney Amerika Devletleri'nde
Ürdün'de, Yunanistan'da bu rakam bizim rakamlarımızın maalesef
üzülerek ifade ediyorum, üzerindedir.
Avrupa ve amerika ülkelerine bakacak olursanız, bu rakam
daha da yükselmekte, Avrupa'da ortalama yüzde 30, Amerika'da
yüzde 50’ler civarına gelmektedir. Nitekim kalkınma piânıda bizim
okullaşma oranını düzenlemiştir. Bu rakam 1979-1980'den itiba­
ren, kalkınma plânından arz ediyorum, dördüncü beşyıllık kalkın­
ma plânında, yüzde 10.4;11.2;12.2;13.4;15 olması gerekiyor
idi. Meselâ 1980-1981 öğretim yılında yüzde 11,2 olması
öngörülen okullaşma oranı, maalesef yüzde 5,9 da, aşağı yukarı
yarı yarıya kalmıştır. Tabii Yükseköğretim Kumlu olarak biz bu du­
rumu dikkate almak suretiyle elimizden geldiğince fazla gencimi­
zin Yükseköğretim kurumunda eğitim-öğretim görebilmesi
amacıyla bu rakamları tespit ediyoruz. Yükseköğretim Kanunun­
dan evvel, yükseköğretim kurumlarının öğrenci alımları doğrudan
doğruya kendi senatolarına ait idi. Her fakültede profesörler ku­
rulu,-sonra fakülte kurulu oldu adı-, her yıl toplanıp uzun
müzakerelerden sonra kaç öğrenci alacağını tespit ediyor, sena­
toya götürüyor, senato da bunları tespit ediyor idi ve bu rakam
yıldan yıla daima düşmekte idi, bende rakamları var arz edebilirim,
uzun yıllar hocalık yaptım, yöneticilik yaptım, kendi fakültemden
örnekler verebilirim, arkadaşlarım da burada. Biz bir ara 1200,
1300'lere çıkmıştık, sınıflar kalabalıktı, yavaş yavaş indire indire
500'e kadar inmiştik. Senatoda uzun münakaşalar olurdu, biraz
daha fazla öğrenci alalım, 50 küsür daha, tıp fakültesine 25 kişi
daha alalım, eczacılığa 10 kişi daha ekleyelim, çocuklar okusun
diye. Şimdi Yükseköğretim Kuruluna bu yetki kanunla verildi.
54
Üniversitelerden rektörler bu yıl şu kadar öğrenci alıyoruz diyor­
lar. Yükseköğretim Kurulunda memleket ihtiyacına, çağ
nüfusuna bakarak bunları dengeleme suretiyle biraz kontenjan­
ları artırıyoruz. Bu arada, hemen bunun arkasından şu şikayetler
geliyor: Fazla öğrenci olunca Öğretim üyeleri -pek tabii hele ara
sınavlarda yıl sistemi uygulayan yükseköğretim kurumlarında se­
nede dört tane olunca- "biz sabahtan akşama kadar kağıt oku­
makla meşgulüz, hiçbir zaman bilimsel araştırma ve incelemeye
vakit bulamıyoruz" diyorlar. Haklılar, çoğunlukla haklılar, yüksek
sayıda talebesi olan hoca arkadaşlarımız haklı. Ancak, Türkiye
Büyük Millet Meclisinde 44 üncü maddenin A fıkrasının
değiştirilmesiyle bunun çaresi bulundu. Yılda dört yerine en az
iki ara sınav, mecburiyeti getirildi, dolayısıyla öğretim üyesi arka­
daşlarımızın kağıt okuma yükleri de yarı yarıya azalmış oldu.
Tabii, bu öğrenci fazlalığı sorununu ortadan kaldırmak son
derece kolay, Biz kontenjanları eskiden olduğu gibi indiririz; ama
o zaman Türkiye'de okullaşma oranı bugün eriştiğimiz yüzde
10.3'den yüzde yediye, altıya, beşe inebilir. O itibarladır ki, fazla
öğrenci almak, çağ nüfusu ile orantılandığı zaman bizi haklı çıkarır
zannediyorum. Her yıl gazetelerde okuyorsunuz, 600 bin ci­
varında gencimiz ÖSYM sınavlarına başvurmaktadır, bu sene
yine başvurular başladı, herhalde yine 600 bin küsür, 700 bin ci­
varında öğrenci başvuracaktır. Tabii bu 700 binin hespi lise me­
zunu değil, bunlar arasında geçen yıl kazanamayanlar veya ka­
zandığı yeri beğenmeyenler, fakülte değiştirmek isteyen
öğrenciler de var. Ama sorunun kaynağı bizce ortaöğretimden
gelmektedir. Ortaöğretim, öğrencileri meslekî öğretime sevk et­
memektedir. Bizde herkes imam hatip lisesinden, meslek lise­
sinden, kız meslek lisesinden mezun olanlar da dahil olmak
üzere herkes üniversitelere gelmektedir. Oysa, bazı Avrupa
ülkelerinde durum bundan farklıdır. Almanya'da her lise mezunu,
her ortaöğretim mezunu üniversiteye gitmemektedir. Eğer biz­
de de bu sağlanırsa, üniversite kapılarında 600-700 bin
öğrencinin birikmesi meselesi kendiliğinden hallolmuş olacaktır;
ama bu sistem devam ettiği sürece, biz Yükseköğretim Kurulu
55
olarak bu rakamı indiremeyiz. İndirdiğimiz zaman, bu sefer
öğrenci velilerinden tenkitler ve şikâyetler gelecektir, bunu arz
etmek istiyorum.
Ortaya koymak istediğim ikinci mesele, ödenek yetersizliği
sorunu'dur. Bir taraftan, fazla öğrenci alıp eğitmek, öğretmek zo­
runluluğu bulunduğu, diğer taraftan, ödenekler yeterince veril­
mediği içindir ki, maalesef bazı öğretim kurumlarımızda dilediğince öğretim yapma imkânı azalmaktadır. Çok küçük bir örnek
arzetmek istiyorum izninizle: 1976 Bütçesinde -1988 fiyatlarıyla
arz ediyorum, tüm üniversitelere verilen ödenek 529 küsür mil­
yar liradır, öğrenci sayısı 344, 305 olduğundan örgün ve diğer
açık öğretim, daha doğrusu o zaman YayKur'du, bir öğrencinin
maliyeti 1 milyon 538 bin lira idi, yani her öğrenci başına devletin
verdiği para 1 milyon 538 bin lira idi. Bugün 1988 Bütçesinde,
geçen bütçemizde üniversitelere 614 milyar lira ayrılmıştır;
öğrenci adedi, biraz önce arz ettiğim gibi, 553 508 olduğuna
göre, bir öğrenciye 1 milyon 110 bin lira düşmektedir. Yani
1976'dan 400 bin lira daha az. O itibarla bütçe ödenekleri
artırılmadığı, bugünün seviyesinde, eski seviyesinin altına indiği
içindir ki, bir çok öğretim kurumunda yeni bina yapmak, yeni araçgereç almak imkânları tabii azdır ve bu sebeple de belki arzula­
nan düzeye erişmek imkânı olamamaktadır.
Yine yönetici olarak bizim tespit ettiğimiz ve size yansıyan so­
runlardan biri, ücretlerin azlığı sorunu'dur. Öğretim elemanlarına
Devletimizin ödediği ücretler, bugünkü durumda, tatmin edici
düzeyde değildir, örnek arz edeyim izninizle: Kıdemli, yani üç
yılını doldurmuş, bir profesörün eline yeni makam tazminatı ile
birlikte bugün 798 946 lira, yeni bir profesörün eline ise 725 bin
lira geçiyor. 1 inci derecenin 4 üncü kademesinden maaş alan bir
doçent 568 679: 2 nci derecenin 6 ncı kademesinden maaş alan
bir doçent 568 679: 2 nci derecenin 6 ncı kademesinden maaş
alan bir doçent 560 bin lira alıyor. Yardımcı doçentin eline 421
bin 382 lira ve araştırma görevlisinin, yeni atadığımız araştırma
görevlilerinin eline 217 bin lira geçiyor. Bugün bazı kamu kurumlarında aldığımız bilgilere göre şoförlerin 400 bin liradan
56
sözleşme yaptıkları bir vakıadır. Binaenaleyh, bir kamu şoför 400
bin lira alırken, lisan bilen, iyi yetişmiş, kalifiye, ileride bilim adamı
olacak bir kişi 217 bin lira alıyor, nerede? İstanbul'da, Ankara’da.
Zannediyorum, gecekondu bölgelerinde, Akdere'de ev kiraları
herhalde 80 bin liradan aşağı değil, bizim müstahdemlerden,
şoförlerden duyduğumuza göre 70-80 bin liradır. Araştırma
görevlisi arkadaşımız doğru dürüst bir yerde ev kiralamaya kalksa,
verdiğim iz maaş kirasını karşılamayacak. Tabii bu da
Yükseköğretim Kurulu olarak bize intikal eden büyük ve önemli
problemlerden biri. Bu ne ile bağlantılı? öğretim üyesi sayısı ile
bağlantılı, yeni öğretim üyesinin yetiştirilmesi, kaynak meselesi
ile bağlantılı. Bu maaş rakamları böyle olduğu sürece, ancak idea­
linde öğretim üyesi olmak bulunan gençlerimiz yükseköğretim
kurumlarına, üniversitelere gelmekte, tabiri caizse bilim aşkıyla
bu mesleğe yönelmektedirler, yoksa para için kimse gelmemek­
tedir. Zira dışarda çok daha iyi imkânlar var. Yurt dışına doktora
veya yüksek lisans öğrenimi yapmak üzere yeni araştırma
görevlisi göndermek için ilânlar yaptık. Sabahleyin Sayın
Doğramacı'nın ifade ettiği gibi, 502 öğretim elemanını, genç ele­
manı yurt dışına gönderdik. Bugün Kuruldan 15-20 yeni eleman
daha geçti, yani sayı 520’ye doğru artıyor. Bunlar Avrupa'ya, Amerika'ya gidecekleri için geldiler, ama siz yurt içinde yeni
araştırma görevlisi aradığınız zaman bulamıyorsunuz, dolayısıyla
ücret meselesi de bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Efendim, bu arada Yükseköğretim kuruluna sorun olarak in­
tikal eden meselelerin biri de, kadro meselesi'dir. Öğretim ele­
manı arkadaşlarımız kadro sıkışıklığından şikayetçiler. Aranızda
öğretim üyesi olanlar bunu yakından bilirler. Kadro meselesi
3455 sayılı ve 7 Haziran 1988'de yürürlüğe giren bir kanunla
kısmen halledilmiş oldu. Bugün Türkiye'de -tüm üniversiteleri
ele alarak arz ediyorum. 2528 serbest profesör kadrosu var.
3824 kadrodan 2528'i serbest bırakılmıştır, diğerleri kapalı kadro­
dur. En büyük sıkıntı doçent ve profesör kadrolarındadır. Bu da
nereden geliyor, eskiden 2547 sayılı kanunun yürürlüğe girme­
sinden önce, üniversitelerin her birinin ayrı ayrı kadro kanunları
57
vardı ve kadrolar son derece müsait ve bol idi. Ben yine mensup
olduğum fakülteden örnek arz edeyim: Benim fakültemde 60
profesör kadrosu vardı, hiçbir zaman bu 60 kadro dolmadı, 1985
senesinin sonunda ben oradan ayrıldığım zaman 33 profesör
vardı; yani 60 kadroya karşılık 33 profesör. 2547 sayılı kanundan
sonra bu kadrolar azaldı, 78 sayılı Kanun Hükmünde Kararname
tüm üniversitelerin kadrolarını düzenledi, meselâ bizim Ankara
Hukuk Fakültesine 18 profesör kadrosu verildi. 60'a karşılık 18
verildi; çok daha az verilenler var, eczacılık fakültesine, ilahiyat
fakültesine çok az kadrolar verildi. Dolayısıyla terfi etmek imkânı,
profesör kadrolarına atanma imkânı daraldı. Bunun üzerine biz,
yani YÖK hükümetle temasa geçtik, kapalı kadroların açılmasını
istedik. 876 profesör kadrosu, 1580 doçent, 2646 yardımcı
doçent ve 12 535 araştırma görevlisi kadrosunun açılmasını iste­
dik. Bize ilk verilen cevapta birçok boş kadronun olduğu, önce
bunların doldurulması, ondan sonra kadro talebinde bulunulması
söylendi. İlk bakışta bu doğru gibi gelir, ama biz kendilerine
açıklama yaptık, dedik ki; bizde boş kadro var, kadro bol
görünüyor, ama Van 100 üncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesine
tahsis edilen bir profesör kadrosunun Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesine bir faydası yok. Biz Ankara Tıptaki bir profesörü o kad­
roya atayamayız; her fakültenin, her üniversitenin kadrosu ken­
dine hastır, biz bakanlık kadrosu değiliz ki oradan bir profesörü
alıp buraya verelim, Edirne'deki meslek yüksekokulunun kadro­
sunu buraya getirebilelim. Netice itibariyle bundan birkaç gün
evvel edindiğimiz bilgiye göre Bakanlar Kurulu bu kadroları
verme, açma kararı almış, pek yakında bir kararname ile kadrolar
verilecek imiş.
Sabrınızı taşırmamak için sözlerimi burada kesmek istiyorum,
benden sonra konuşacak arkadaşlarımız var, onlar da tabii kendi
açılarından, öğretim üyesi olarak, yönetici olarak, öğrenci olarak
sorunları dile getirecekler, zannediyorum ikinci turda
yükseköğretim kumlu üyesi olarak bendenize ağır yük düşecek,
biraz da savunma durumuna düşeceğimi tahmin ediyorum.
Saygılar sunarım. (Alkışlar)
58
BAŞKAN -Sayın Akıntürk’e teşekkür ediyoruz ve açışta da
söylediğim gibi ikinci sözü bir rektörümüze, Anadoluda bulunan
bir üniversitenin rektörüne veriyorum. Buyurun Sayın Sağlam.
PROF. DR. MEHMET SAĞLAM (Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Rektörü)
-Teşekkür ederim.
Değerli dinleyenler, ilk önce benden önce yapılan
konuşmaların ışığında, gözlemlediğim iki temel yaklaşımı vurgula­
maya çalışacağım, arkasından da Üniversitelerin veya
Yükseköğretim Kurumlârının bugünkü başlıca sorunlarını özet
halinde arz etmeye çalışacağım.
Bu gözlemlerimden birincisi şu: Ülkemiz bütün dünyada en
çok yanlış anlaşılan ülkelerden biridir. Çünkü; 24 yaşında bir de­
likanlı olarak doktoraya Amerika'ya gittiğimde bana, "KAÇ HANI­
MIN VAR" diye sorarlardı. Seyrettikleri bir kaç filimle sınırlı bilgileri
ile "Ülkenizde hala FES giyiliyormu", "posta idareniz var mı" diye
sorduklarında yıl 1969 idi. Bir arkadaşımız "Hayır hepimizin bir
ağacı var, mektuplarımızı ağaca bağlıyoruz" diyerek şaka yoluylada olsa yanıldıklarını dile getirmek gereği duymuştu. Son yıllarda,
bu yanlış anlama olayını değişik biçimde bir benzeri
Yükseköğretim Kurulu ve Yükseköğretim Kurumlan içinde
yaşanmaktadır. Bunun sebebi, Yükseköğretim Kurulu, Kurumlan
veya camiası olarak, kendimizi iyi anlatmamamız olabilir. Veya
doğrudan doğruya bütün anlatmalarımıza rağmen belirli
ölçülerde, belirli biçimde yanlış anlama veya bilgilerimizi, bildikle­
rimizi ya da olayları kamuoyuna yeterince yansıtamadığımızdır.
Şimdi bunları niçin söylüyorum? Yanlış anlaşılmanın sonuçlan
neler oluyor? Kanaatimizce bugün, bu yanlış anlaşılmanın ve
kendimizi anlatamamanın en önemli sonucu; öğretim eleman­
larının, özellikle asistandan-profesörüne kadar, belirli bir moral
bozukluğuna yahut sistemi benimsememe gibi bir tutum
içerisine girmeleridir. Bu ise bence, hangi tipte olursanız olun,
59
nasıl düşünürseniz düşünün, çok önemli bir eksiklik olmaktadır.
Yani üyelerimizin büyük bir kısmı şu veya bu şekilde kitle ha­
berleşme araçlarının, radyo, televizyon ve kitapların varlığına
rağmen Yükseköğretim Kurulu ile ilgili yeterli ve doğru bilgilere
ulaşamamaktadırlar. Kabul ediyorum ki; bunun kabahati bizimdir.
Herşeyden evvel Yükseköğretim Kurumlan olarak biz, olup bite­
ni daha iyi anlatabilmeliydik. Niçin?... Öğretim elemanı sayısı
açısından, öğrenci sayısı açısından yani daha çok öğrenci okut­
mak açısından, yapılan bilimsel araştırmalar veya bunların sayısı
açısından, Yükseköğretim Kurumlarının sayısı ve ülke sathına
yayılması açısından, kısaca hangi açıdan ele alırsanız alın, 1981
ile 1988 birbiriyle mukayese edilemiyecek farklılıktadır. Konunun
kanıtı olan rakamlar meydandadır, istatistikler meydandadır.
Buna, sabahleyin Yükseköğretim Kurulu Başkammız da bir neb­
ze değindiler. İstatistiklere paralel, örnek olay olarak kendi
Üniversitemi almama müsade ediniz. 1975 yılında kuruluyor.
1975'ten 1981'e kadar geçen altı-yedi yılla, 1981'den 1988'e
kadar geçen yedi yılı dört kriter açısından mukayese etmeme
müsade buyurunuz. Öğretim elemanları sayısı; 1981 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesinde toplam 114 öğretim elemanı vardır.
Bunların 3'ü profesör, 15’i doçent gerisi öğretim görevlisi ve
araştırma görevlisidir. Tekrar ediyorum 114 öğretim elemanı.
Yedi yıl sonra bugün, 567 öğretim elemanı vardır, beş misline
yakın bir artış vardır. 3 profesörden 41 profesöre, 14 doçentten
70 doçente, yardımcı doçentte ise (esasen 1750'de yardımcı
doçent öğretim üyesi diye bir kavram yok) doktor asistanda
O'dan 69'a araştırma görevlisi sayısı itibarıyla 60 civarından 223’e
kısaca, öğretim elemanı sayısında 5 misline yakın artışa
ulaşılmıştır.
Sabahleyin Hocalarımızda belirttiler, benim kanaatime
görede, eğitim ve öğretimide bilim yapma ve yayma şeklinde
düşünürseniz, bir üniversitenin bilim yapma ve yayma şeklindeki
temel işlevi, öğretim üyelerinin kalitesine bağlıdır. Bugün
dünyanın en ileri üniversitelerine gidiniz, en iyi binaları olduğu
için değil, en iyi hocaları olduğu için iyi üniversitedirler. Öyle ise
60
öğretim elemanlarının, öğretim üyelerinin sayısı öğrenci başına
düşen öğretim üyesi sayısını etkilemesi açısından önemlidir. Bu
oranda, eğitim ve öğretimin bilim yapma ve yaymanın kalitesini
göstermesi açısından fevkalade önemlidir ve rakamlar ortadadır.
Öğrenci sayısı açısından biraz evvel Sayın Akıntürk bahsettiler,
daha az öğrenci alırsanız, daha kaliteli öğretim yaparsınız. Ancak,
Türkiye Yükseköğretimdeki okullaşma oranı belli, plan hedefleri­
miz belli öyle ise mazeret daha fazla okutmak ve fakat daha kalite­
li okutmaktır. Bu anlamda düşünürseniz, Ondokuz Mayıs
Üniversitesinde 1981 yılında 409 öğrenci vardır, bugün 8000
öğrenci vardır. 409 öğrenci okurken başarı oranı %30'u
geçmemiştir. 1988'i çıkartmadık fakat son beş yıldır, altı yıldır
öğrenci başarısı %85'ten aşağı değildir. Öğretim kalitesi
yönünden söyleyeceğimize gelince; öğretim elemanı-öğrenci
rasyosu, oranı 14'dür. Ondokuz Mayıs Üniversitesinde. Bir Ana­
dolu Üniversitesi olarak, bunu başka ülkelerin rakamları ile mu­
kayese edebilirsiniz. 14 olarak bu rasyo, bizim gelişmişlik
düzeyimizden daha ilerdeki oranlarla bile mukayese edilebilecek
durumdadır.
Şimdi, bilimsel araştırmalar açısından bakarsanız: En azından
bir araştırma fonu kanalıyla son bir yıldır sonuçlandırılan araştırma
proje-lerinden basılan kitap sayısı 25'dir. 1975 ile 1981 yılları
arasındaki birinci altı yıllık dönemde bütün yayınların sayısı 18'dir.
1981 den buyana olan rakamı bir tarafa bırakıyorum, sadece
1987 Kasımı ile 1988 Kasımında ki basılan kitap sayısı 25'dir. Bu
sayı ile araştırma fonunca desteklenen araştırmaların sonuçları olarak basılan kitap sayısını arz ediyorum. Son iki yılda, 150’nin
üzerinde projeye 320 milyon ayrılmıştır.
Yükseköğretim Kurumlarının sayısı açısından bakarsanız,
1981 yılında üç fakülte vardır. Bunlar; Tıp, Ziraat, Fen ve
Mühendislik fakülteleridir. 1988 yılında bu üç rakam beş katı arta­
rak 15'e çıkmıştır. Bugün 6 fakülte vardır, 6 yüksekokul vardır.
Mezuniyet sonrası eğitimi yapan 3 enstitü vardır. Bu enstitüler
bence fevkalade önemlidir. Çünkü 1981 yılında 20 civarında
61
master ve doktora talebesi varken, bugün lisansüstü öğrenim
görenlerin sayısı 292'yi bulmuştur. Bu sekiz misline yakın bir artış
demektir. Doğrudan doğruya öğretim ve eğitim bakımından
fonksiyonel olarak yükseköğretim kurumlan sayısı da yedi yılda
beş misline yakın artmıştır. Samsun'a ilave olarak Sinop’da,
Amasya’da ve Çorum'da ki meslek yüksekokulları ile bölgeye
yaygın bir Üniversite haline dönüşmüştür. Şimdi, bütün bunları
niçin söyledim? Başlangıçta arz ettiğim gibi, yapılanları kendi ele­
manlarımıza ve kamuoyuna anlatamamanın sıkıntısını çektiğimiz
kanaatindeyim. Bence en önemli problemlerimizden birisi
bugün budur, bunu anlatmak zonjndayız. Türk kamuoyu, hatası
ile seviyesi ile fakat gerçek şekliyle Üniversitelerimizi bilmelidir.
Benim, kanaatime göre bütün bunlar, gerçek şekliyle
anlaşılamamıştır. Şimdi bunu belirttikten sonra eğer kendimizi
doğru anlatsaydık ne olurdu?
Bunlarla ilgili gözlemlediğimiz ikinci yaklaşım şudur: Kanaa­
time göre kendimizi çok iyi anlatsaydık bile yine Yükseköğretimle
ilgili bir genel yaklaşım sorunu ile karşı karşıya kalacaktık. Bu sa­
bah iki değerli Hocamızın belirlediği iki konu var. Bunlardan birisi
sayın Vakur Versan Hocamızın belirttiği Üniversitelerin
işlevlerinin ne olması gerektiği konusunda; Toplumsal konsen­
süs meseleleri, yani üniversitenin fonksiyonları açısından tarafsız
olması ya da kendisine siyasi fonksiyon verilmeli midirverilmemelimidir? Yanlış anlamadımsa, Hocam buyurdular ki,
eğer siyasi fonksiyon verilmemesi şeklinde toplumsal konsen­
süs oluyorsa, üniversite tarafsız bir biçimde fonksiyonlarını icra
etmek imkanını buluyor, yoksa toplum kendisinden siyasi fonk­
siyonlar bekliyor.
İşte biz toplum olarak, belirli alanlarda konsesuse ulaşıp,
üniversitelere şu veya bu şekilde siyasi fonksiyonlarda yüklemek
istiyormuyuz-istemiyor muyuz? Benim gözlediğim kadarıyla,
bugüne kadarki durumumuzda biz, üniversitelerin tarafsız fonk­
siyon görmelerinden ziyade üniversitelerimize siyasi fonksiyon
vermek istiyoruz. Örnek, son zamanlarda en çok tartışılan konu­
62
lardan biri, öğrencilerimiz veya öğretim üyelerimiz siyaset yapmalı
mıdır? Yeni kanunumuz yapmamalıdır diyor, siyasi partilere üye
olamaz diyor. Ama diğer taraftan yapmalıdır, üye olsunlar, dernek
kursunlar, derneklerde siyaset yapmalıdır görüşünde olanlar var.
Şimdi biz toplum olarak bu anlaşmazlığımızı üniversitelerimizde
ve yükseköğretim kurumlarımızda halledemeyiz. Biz bu konuda
karar vermek zorundayız. Eğer toplumsal konsensüse bazı ko­
nularda ulaşıyorsak, üniversitelerimizi bırakalım tarafsızlık
içerisinde bilim yapsınlar, ilim yapsınlar. Bir taraftan dernekler
siyaset yapamaz derken, diğer taraftan dernekler kurulsun, siya­
si fikirler ileri sürsünler. Bu yine sayın Hocamızın sabahleyin belir­
lediği gibi bir ölçüde özgürlüğün, düşünce ve fikir özgürlüğünün
bir sonucu olarak, bilim sel özerklik şekline dönüşsün
üniversitelerimizde, buna kimsenin bir diyeceği yok. Ama biz
ünivresitelerimizi siyasi fonksiyon içinde görüp görmediğimizi,
ona bu alanda fonksiyon verip vermediğimizi, toplumsal kon­
sensüsümüzün olup-olmadığını, tartışıp bir sonuca ulaştırmak
zorundayız. Geçmiş yılların büyük ölçüde siyasi tartışmalarından,
hiç de günahı olmayan öğretim üyesi arkadaşlarımız yara
almışlardır, ebebi budur. Bir takım guruplar üniversiteden siyasi
menfaat sağlamak beklentisindedirler. Eğer toplum olarak biz
üniversiteyi siyasi arena haline getirmeye, üniversitenin siyasi
fonksiyonları olduğuna, sayın Hocamızın verdiği tarihteki
örnekler gibi siyasi rehberlik, yahut belli ölçüde, fikri düzey
bakımından topluma rehberlik edecek gibi siyasi fonksiyon
içerisinde görüyorsak, bunu belirlememiz lazım.
Şimdi bunu belirlemememizin sonucu nedir? Biraz önce arz
ettim, kendimizi anlatsak da bu belirlenmediği için yani
üniversitenin siyasi fonksiyona sahip olup-olmadığı toplumsal
konsensüse ulaşılamadığı için, bazı konularda kendisinden siya­
si işlevler beklenen bir kurum haline dönüşmektedir. Şimdi aynı
şeklide inan arkadaşım belirledi, ideolojik yaklaşmışız üniversite
sorununa. Üniversitelerin sorununa ideolojik yaklaştığımız
sürece, üniversitenin kendisinin ideolojik düşüncelerden kurtul­
masını beklemek beyhude, hayal olur kanaatindeyim. Böylece
63
biz, üniversitenin sorunlarına bilimsel yaklaşımla çözüm aramak
yolunumu deniyoruz, yoksa belirli ideolojilerin bakış açılarından
üniversiteyi görmeye mi çalışıyoruz? Bununla ilgili kanunlar şöyle
veya böyle olabilir. Sayın Vakur Versan Hocama katılıyorum,
düşünce meselesidir, demokrasi kurumların fonksiyonlarını anla­
ma konusundaki toplumsal konsensür meselesidir.
İşte Anayasası olmadan demokrasinin beşiği olan ülkelerde
var. Öyle ise olay, belirli ölçülerde kanunda şu yazıyordu, bu
yazıyordu, bu kanun şöyle mi, böyle mi olmalıydıdan ziyade bir
toplumsal anlayış, bir toplumsal konsensüs meselesi haline
dönüşmektedir. Şimdi bu iki konuyu belirledikten sonra çeşitli
açılardan, sayın Akıntürk Hocamızında belirlediği gibi, sorunlara
yaklaşılabilir. Ama ben, uygulamanın içindeki bir öğretim üyesi olarak, belirlemeye çalıştığım birkaç sorunun, daha üzerinde dur­
mak istiyorum.
Bunlardan birincisi ve kanaatimce Türk Yükseköğretiminin,
Türk eğitim ve öğretiminin birinci sorunu; Türk Millî Eğitimine,
genel olarak, gayri safi millî hasıladan ayrılan payın, başka
ülkelerle mukayese edilemeyecek kadar düşük oluşu. Hatta
geçmişteki payın, belirli dönemlerde giderek azalmış olması, bu
pay mutlaka yükseltilmelidir. Bunun öğretim üyelerine yansıyan
yönü var, bunun araç gerece yansıyan yönü var, öğrenciye
yansıyan yönü ile yurtlara, yemeklere yansıyan yönü var. Hangi
açıdan bakarsanız bakınız, gayri safi millî hasıladan eğitime ayrılan
payın düşük oluşu bugün, Türk Yükseköğretim sisteminin
özellikle en başta gelen sorunudur. Bu ihtiyaçlar, hiçbir zaman
çağdaş biçimde, bu paylar artırılmadıkça karşılanamaz.
İkinci Sorun; Sayın Akıntürk'te bahsettiler, kadro olayı,
Kadronun bulunup bulunmaması açısından, sayın Akıntürk bah­
settiler. Ben daha da ileri gideceğim. Burada kamu
yöneticilerinin piri Hocamız oturuyor, bence kadro, kamu
yönetiminde belli bir görev sorumluluğu belirlemek için
geliştirilmiş bir kavramdır. Yani yöneticinin rasgele insanları alıp
kamu görevine getirememesi içindir. Halbuki üniversitede; hangi
64
statüde alırsanız alınız, akademik ünvanlar, belirli kanuni ve bilim­
sel şartlar yerine getirilerek elde edilir. Yani size yüzlerce
profesör kadrosu verseler, elinizde profesör unvanını bilimsel olarak almış adam bulunmadıkça bir tanesine atama yapamazsınız.
Böylece bana sorarsanız, üniversitede kadro olayı, akademik ka­
drolar için söylüyorum, başlı başına gereksiz bir olaydır. Çünkü
doçent olmanın şartları kanunen bellidir, bu şartlara haiz olan kim­
se doçentlik kadrosunun gerektirdiği ücretini alır. Sorumlulukları,
nasıl yetiştiği zaten kanunla bellidir. Eğer bu yapılıyorsa,
ODTÜ'de geçmiş dönemde yapıldığı gibi, en azından öğretim
üyesi kadrosu global olarak belirlenir. Bunun profesör, doçent
ve yardımcı doçent gibi aralarındaki taksimatı doğrudan doğruya
üniversitenin kendi organlarına bırakılabilir. Kim ki doçent
olmuştur, doçent olduğu gün kendisine doçentlik kadrosu veri­
lebilir. Kim ki profesör olmuştur, profesör olduğu gün kendisi
profesör kadrosuna atanabilir. Yani öğretim üyesi kadrosu olarak
sınırlayabilirsiniz, illa gerekli ise, bütçe vesaire zorunluluk duyar­
sa, ki kıldığı kanaatinde değilim. Bir başka yolda doğrudan
doğruya akademik titrin, akademik unvanın alınmasıyla beraber,
o kişi aldığı akademik unvanın kadrosuna atanmış olur ki, kadro
olup olmaması diye bir şey söz konusu bile olamaz. Yani bir nevi
kamu yönetimindeki rütbe esası gibi bir prensip getirilebilir, kad­
rolar kökünden halledilmiş olur. Halbuki bugünkü durumda
olduğu gibi profesör olmuş bir insanın, doçent olmuş bir insanın,
hemen bilginize arz edeyim, belki bilmeyenler vardır, bir doçent
zaten dördüncü, üçüncü dereceye atanır. Üniversiteyi bitirmek
suretiyle devlet memuru olarak hizmet süresinde esasen
müktesep hak olarak zaten üçüncü, dördüncü dereceye gel­
mektedir. Yani peşinde olduğu kadro aslında sıradan bir
üniversitede mezununun normal bir devlet dairesinde ne iş ya­
parsa yapsın oturacağı kadrodur. Olağanüstü bir kadro değildir.
Çünkü devlet hizmeti olarak 14-15 seneyi bulmaktadır bir
profesörlüğe geliş. Devlet memuriyeti süresi olarak asistanlıktan
itibaren aynı şekilde doçentlik 10 seneden aşağı olmamaktadır.
Onun için doçentin kadrosunun olması, profesörün kadrosunun
65
olmaması gerçekten gülünç olm aktadır. Nitelikleri ile
düşündüğümüz takdirde ve Devletin normal müktesep hakların
altında adam çalıştıramaz prensibini uygularsanız zaten kafi gelir.
Üçüncü sorun: Üniversite Öğretim üyeliğinin cazip hale
getirilmesi. Biz büyük ölçüde, eskisi gibi okul birincilerini, depart­
man birincilerini, İkincilerini, üçüncülerini değil, normal asistan,
araştırma görevlisi bulamama ile karşı karşıya olmasıdır. Bugün
öğretim üyesinin, bilgi ve beceri düzeyine bakarak, piyasada
alabileceği ücretle, üniversitede aldığını mukayese ettiğimiz za­
man fevkalade düşük bir ücret seviyesi ile karşı karşıya gel­
diğimizi görürsünüz. Anadolu Üniversiteleri bakımından ise
teşvik için öngörülmüş olan geliştirme ödeneği bugün için
gülünç bir miktardır. Ele geçen bir öğle yemeği bedeli mesabe­
sinde bir paradır, yani Van'da veyahut Diyarbakır’da demeyeyim
de farzedelim Kayseri'de çalışan bir öğretim üyesinin, Ankara'da,
İstanbul'da çalışan bir öğretim üyesinden fazla olarak geliştirme
ödeneği diye aldıkları fark 30 bin lira civarında idi. Bugünde 5060 bin lirayı geçtiğini sanmıyorum. Bir akşam yemeği, fiyatına hiç
kimse buradan Kayseri'ye Fırat'a, Van'a gitmez. Dolayısıyla
geliştirme ödeneği ya kaldırılmalıdır ya da tatmin edici ücret haline
dönüştürülmelidir. 50-60 bin liralık mesele değildir. Geliştirme
ödeneği diye buna isim tapı, kanunlara koymanın bir anlamı yok
tur. Bildiğiniz gibi Bakanlar Kurulu aylık maaşın yüzde 50'sine ka­
dar tesbit eder diyor, ama hep yüzde 10'lar, 15'lerde kalıyor. Ne­
ticede, ayda 20-30 bin lira veriliyor. Adı geliştirme ödeneği olan,
Anadolu'ya adam göndermenin teşviki işte bu oluyor.
Dördüncüsü: Üniversitelerimiz kendileri mali kaynak yarat­
malı ve bu kaynak yaratmak teşvik edilmelidir, engellenmemelidir. Bugün üniversitelerimiz vergi kanunlarına tabidir, 2886 sayılı
Kanuna tabidir. Şöyle arz edeyim. Binanızdaki bir dükkanı kiraya
verirseniz, defterdar geliyor kirasını alıyor. Yani üniversitenin kay­
nak yaratması konusunda teşvik edilme bir yana kendi binamızı
kiraya defterdar veriyor. Hazine-i Maliye, bu bina benim diyor.
Nasıl olur diyorsunuz, bu üniversitenin binası ama o, kiraya veril­
66
mesi gerekirse ben kiraya veririm eliyor. Yani kaynak yaratmanın
teşvikini bırakınız, engellenmektedir. Kaynak yaratıldığında,
KDV'de ödenmektedir, eğitim araçlarının ithalinde teşvik belgesi
almadığınız sürece, başka vergiler gelmektedir. Kısaca kaynak
yaratması teşvik edilmeli, bu mali özerklik bakımından da
üniversiteyi biraz daha tatmin eder kanaatindeyim.
Beşinci olarak, Yurt-Kur, harç ve krediler. Özellikle
öğrencilerin sorunlarıyla ilgili olan konularda, bir sürü
sübvansiyon yapılmaktadır. Öteden beri bir yetiştiriliş tarzımız var.
Öğrenci ortaokula, liseye geliyor hâlâ ayakkabısını annesi-babası
bağlıyor, geleneklerim iz böyle. Büyük çoğunluk için
söylüyorum, istisnalar olabilir, üniversiteye geliyor, babası kay­
dettiriyor. Yani 18 yaşını bitirmiş reşit bir insan herşeyden sorum­
lu ama hâlâ birilerinin mahiyetinde onu büyütmeye çalışıyoruz
nedense, işte bizim gençlerimize sabah kahvaltısı, akşam
yemeği verelim ortalığı süpürelim vesaire, bu iyi yetişmelerini
sağlama değildir. Yani 18 yaşını bitiren öğrencinin normal bir Türk
vatandaşı gibi bazı sorumlulukları olmalıdır. Öyle ise, kahvaltı pa­
rası, yemek sübvansiyonu yerine, (ki kaba bir hesapla aylık 70 bin
liraya yakın tutuyor) verin ayda 70 bin lirayı, istediği yemeği yesin,
medeni bir insan gibi istediği yerde kahvaltı etsin, istiyorsa kah­
valtı etmesin, istiyorsa öğle yemeği yesin, akşam yemeği yesin,
yani kendi yaşantısını kendisinin kurmasına imkan verelim.
G ençlerim izi gütm ekten, ne yiyeceğine kadar bizim
seçmemizden vazgeçmeliyiz. Esasen bunun yeterli düzeyde
yapılabileceğini de zannetmiyorum. Çünkü hepimizin çocukları
var, herkes kendi çocuğunun psiko-sosyal ihtiyaçları ile başa
çıkamazken, ben şimdi 8 bin öğrencinin psiko-sosyal her türlü ih­
tiyaçlarını karşılayacağım, yemeğinin gönlüne göre çıkmasını
sağlayacağım, bu mümkün değildir. Mümkün olmayan göreve
talip olmamak gerekir. Bu arkadaşlarımız 18 yaşını bitirmiş Türkiye
Cumhuriyetinin normal vatandaşı, bunlara sübvansiyon şeklinde
bir para vereceksek ki vermeliyiz, eğitim ve fırsat eşitliği
bakımından para olarak verelim. Bırakalım kendisi büyük ölçüde
yatacağı evi, yiyeceği yemeği ve başka ihtiyaçlarını kendi zevkine
67
göre, kendi sorumluluğu altında karşılamaya çalışsın. Çok daha
yararlı olacağı kanaatindeyim, ayrıca bunun otomatik sonuçları
var; ergin bir Türk vatandaşı kabul ettiğiniz gün normal Türkiye
Cumhuriyeti Kanunları size-bana ne ise, öğrenciye de odur.
İstediği kıyafeti giyer belirli şartlar içerisinde istediği şekilde saçını
tarar, bıyığını uzatır, sakalını uzatır. Normal Türkiye Cumhuriyeti
Kanunları mani değilse, bizim de genç kıza veya genç delikanlıya
bu konuda akıl verme gibi bir görevimiz ortadan kalkmış olur.
Altıncı olarak, önemli saydığım bir konunun üzerinde dur­
mak istiyorum. Yükseköğretim kurumlarımızda bugün bilgi biri­
kimimiz var, tecrübeli hocalarımız var, Yükseköğretim Kurumlan
kendi sorunlarını kendi çözecek güçtedir. Bunu niçin arz ediyo­
rum. Burada sosyolojik araştırmalara kafa yormuş hocalarımızı
görüyorum. Çok basit bir mantık yürütmek istiyorum,
müsaadeleri ile. Bir sosyal yapı, basit anlamda birden çok kişinin
bir amaç için bir araya gelmeleriyle oluşuyor, bu yapıya belirli ku­
rallar getiriyoruz, organizasyon oluyor. Organizasyonu kanunlar­
la kurabilirsiniz, yıkabilirsiniz, değiştirebilirsiniz. Ama organizas­
yon, kendi kendine sorun çözme mekanizması geliştirdiği
zaman, örfleri, âdetleri, yazılı olmayan kuralları ile sorunlarına
çözüm bulabilecek erginliğe eriştiği zaman da ona, Kurum diyo­
ruz bir anlamda. Bazı hocalarımız rakamlar verdi, enderuna gider­
sek 500 yıllık, daha yakına gelirsek 100 yıllık, 1919'u, Sayın
inan'ın çok sevdiği kanunun başlangıcı saydığı yılı alırsak da,
aşağı yukarı 70 yıllık bir yükseköğretim kurumu tecrübemiz var.
Yani bu kurumlan kanunlarla birden bire sil baştan yeniden
değiştirmek, ne kadar uğraşsak mümkün değildir. Bildiğim ka­
darıyla sosyal bilimlerde, kamu yönetiminde kuracağımız yeni or­
ganizasyonun mutlaka iyi işleyeceğine dair hiç bir kriter de yok­
tur. Bizatihi organizasyonun toplumdan aldığı hammadde insan
emeği vs. karşılığı, topluma verdiği-ürettiği mal ve hizmetler
bakımından ne derece verimli olduğu konusunda karar verecek,
belli bir süre geçmemiştir. Yani organizasyonlar kurarsınız, belli
yıllar geçer, iyiye gidebilir, kötüye gidebilir. Türkiye Cumhuriye­
timde bir Yükseköğretim Kurumu vardır, en az 70 yıllık, en fazla
68
belki 500 yıllık. Sabahleyin söylenenlere katılıyorum ama ne Bologna ne de ondan önceki kurulanlar tamamen bizim medrese­
lerden ayrı, o zamana göre hiçbir dini etkide kalmadan, kurulmuş
ve gelişmiş Üniversiteler değil, onlar da devirlerinin dini etkinlik­
lerine kalmış daha sonra laik gelişme göstermişlerdir. Ama şöyle,
ama böyle vakfiyeleri vardır. Hocam Prof. Versan çok güzel belir­
lediler, 15. inci yüzyıldaki Kanuni ve Fatih Vakfiyeleri ile Batıdaki
üniversitelerin Vakıflarının büyük benzerlikleri vardı buyurdular.
Öyle ise, her hal-ü kârda belirli bir yükseköğretim geçmişimiz var
ve ortaya koyduğumuz bugünkü kurumlarımız var. Bu kurumların
şu veya bu şekilde, başta arz ettiğim gibi, ideolojik yaklaşımlarla,
siyasi fonksiyonlar vererek yahut belli ölçüde yapılanların şu veya
bu şekilde yanlış anlaşılmasında siyasi menfaatler bularak, siyasi
ve ideolojik açıdan yaratılmalarının, fevkalade sakıncası olduğu
kanaatindeyim. Bilimsel olarak tartışabilirz, bilgi birikimimiz var,
tecrübeli hocalarımız var, tecrübe birikimimiz var. Açıkçası; öyle
ise biz Yükseköğretim Kurumlan olarak; kendi sorunlarına çözüm
bulma mekanizmasını geliştirebiliriz. Buna muktediriz. Sorun­
larımızı bilimsel yaklaşımla tartışıp daha iyisini buluruz. Sorunlar
vardır, sorunlar olacaktır. Bütün sosyal kurumlarda bir dinamik
gelişim bulunduğuna göre, bu değişim için sorunların çözüm
yolu; bilimsel yaklaşımla tartışılması ve çözüm yollarının kurum
içinde bilimsel olarak ele alınmasıdır.
Son olarak, herşeyimiz olduğuna göre en önemli iki konu;
yeterli tahsisatın Yükseköğretim Kurumlarına ayrılması ve yeterli
kadronun yani yetişmiş elemanın istihdamını zorlaştıran her türlü
engelin ortadan kaldırılmasıdır.
Saygılarımla. (Alkışlar)
BAŞKAN -Sayın Sağlam’a teşekkür ediyorum bu aydınlatıcı
bilgileri ve düşünceleri için.
69
Sözü en solumdaki panelimizin öğrenci kesimini temsil eden
değerli arkadaşıma veriyorum. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi son sınıf öğrencisi Derya Hanımefendiye sözü veriyo­
rum.
DERYA DİNGİLTEPE (Yüksekokul öğrencisi) -Ben ilkönce bu
fırsatı verdiği için TED'ne çok teşekkür etmek istiyorum. Bu adet
olduğu üzere yapılan bir teşekkür değil. Nitekim, biz gençler ne
yazıkki sorunlarımızı dile getirmede pek olanak tanınmayan bir
kitle olduğumuzdan, bu fırsatın değeri büyük bizim için.
Konumuz 'yükseköğretim gençliğinin sorunları', aslında bun­
lar genel olarak Türk gençliğinin sorunlarından ayırt edilemez,
yani Türk gençliğinin sorunlarından ayırt edilemez, yani Türk
gençliğinin sorunlarının tümü aynı zamanda üniversitelinin de
sorunlarıdır. Ancak, 'üniversiteli' gençlerin onlara özgü sorun­
larının üzerinde durmaya çalışarak konuşmamın sınırlarını
çizeceğiz.
Aslında sorun üniversiteli olup üniversiteli olamamaktadır. Bu­
nun nedenini görmeye çalıştığım ızda 'üniversitenin ne
olduğunu 'anlamamız gerektiği çıkıyor ortaya. Üniversite, genel
deyimiyle 'evrensel bilim yurdu' demektir. Bu tanımın üzerinde
durmak gerekiyor, nitekim her sözcük ayrı ayrı anlam yüklü: evrensel-bilim-yurdu.
a.E vren sellik
Evrensellik deyince insanın aklına ilk gelen herhalde çok
çeşitli şeylerin varlığı, birarada oluşudur. Bunun yanında o çok
çeşitliliği içermekle birlikte bir birlik de söz konusudur; yani her­
kesin üzerinde anlaşmaya vardığı, kabul ettiği bazı şeylerin
varlığı. Öyleyse üniversitenin evrensel olabilmesi için tek tiplik­
ten çıkması ve aynı zamanda herkesin kabul ettiği bazı olguları da
barındırması gerekir. Bizim üniversiteli gençliğimizin sorunları da
büyük ölçüde bunlara sahip olamamaktan kaynaklanıyor.
Eğer ben bir üniversiteli olarak istediğimi rahat bir şekilde
70
giyemiyorsam, istediğim şekilde sakal bırakamıyorsam, saçlarımı
uzatam ıyorsam ,istediğim düşünceyi istediğim şekilde
açıklayamıyorsam, benden tek birşey bekleniyorsa üniversite ev­
rensel değildir.
Tek tiplilik konusu toplumun ortak paydada birleşmesi konu­
suyla ters düşüyor gibi görünse de ben öyle olmadığına
inanıyorum. Çünkü, üzerinde anlaşmaya varılmış olgulardan biri
de insan haklarıdır Bununla bağlantılı olarak şu da söylenebilir:
Üniversite deyince o ortaklaşa kabul edilen şeylerin başında ge­
len demokrasi de akla gelmelidir. Üniversite eğer demokrasinin
bulunduğu bir yerse gerçekten evrenseldir. Bunun dışında tabi
ki üniversitenin o ülkenin belli koşullarından, özelliklerinden
apayrı düşünülmesi olanaksızdır. Ama bu üniversitenin, mil­
lileştirilecek, milliyetçileştirilecek diye dışarı kapalı olmasını, belli
kalıplardan ayrılmamasını gerektirmez. Zaten, bu, üniversitenin
evrenselliğine aykırıdır; ayrıca bence görevlerinden biri olan, o
ülkenin söz konusu özelliklerinden bazılarını değiştirmede etkili
olma işlevini yerine getirmesini de engeller. Ben ülkemizdeki
üniversitelerin bu işlevini yerine getirebildiğine inanmıyorum.
Yani toplumsal gelişime katkıda bulunduklarına. Bunun için önce
zaten düşünce özgürlüğünün olması gerek. Oysa, düşünce
özgürlüğü denmese de -düşünm ek engellenem ezdüşündüklerini açıklama özgürlüğünden feragat eden bir toplu­
luk var karşımızda. Öyle ki bazı yasal düzenlemeler, bazı uygu­
lamalar, soyut genellemeler, manevi kısıtlamalar bu kitleyi yap­
mak istemediklerini yapmaya ya da yapmak istediklerini
yapmamaya zorluyor.
Hepimiz biliyoruz ki Türkiye kısa aralıklarla bazı deneyimler
geçirdi; ancak sanıyorum, bunların yükü bu deneyimlerden son­
ra -hatta- kendi varlığının farkına varmış bugünki üniversiteli
gençliğin omuzlarına yüklenemez. Birçok sorunumuzun teme­
linde de bu durum yatıyor. Diyelim ki istediğimiz yönde bazı yasal
düzeltmelere gidildi, ama eğer hala birçok şeyden sırf genç
olduğumuz için sorumlu tutuluyorsak sorun halledilmiş sayılmaz.
71
O üniversite evrenseldir, düşünce özgürlüğü vardır, gibi şeyler
söylenemez. Oysa üniversitenin evrensel olabilmesi için
düşünce üretmesi, geliştirmesi ve yayması gerekir.
Tabii üniversitenin düşünce üretip, geliştirip yayması işlevini
yaparken tarafsız olması gerektiği üzerinde durulmasına bile ge­
rek yok. Ancak, bu tarafsızlığın nasıl sağlanabileceği üzerinde
durmak gerekiyor. Bazı görüşlere göre belli kişilerin, belli
kişilerce atanması yeterli. Eğer, bugün olduğu gibi üniversitenin
yönetimi Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay
Başkanılğı gibi belli kurumlarca, özellikle de Bakanlar Kurulu gibi
aslında belli bir tarafı gösteren kurullarca atanan üyelere verilirse
üniversitenin tarafsız olsalar dahi sonuçta belli görüşleri savunan
kişilerce atanıyorlar. Oysa üniversite bilimsel özerkliğe sahip ola­
bilmek için zaten yönetimde özerkliğe sahip olmak durumun­
dadır. Üniversite, üniversite dışından kişilerce atanan, hatta
üniversite dışından kişilerce yönetilem ez. Üniversite
üniversitenin içinden kişilerce seçilen, üniversiteli kişilerce
yönetilmelidir. Bunların arasında öğrenciler de olmalıdır.
Bu konu hep konuşuluyor, biraz önceki konuşmalarda da
bunu gözledim, ama bir türlü öğrencilerden bahsedilmiyor. Mali
sorunlardan, atamalardan... bahsedildi; bir türlü öğrencilere ge­
linemedi. Oysa, öğrenci üniversitenin temel direği, sorun büyük
ölçüde onun çevresinde dönüyor. Öğrencinin sorunlarını onu
temel olarak halledemezseniz üniversite sorunlarını nasıl halle­
debilirsiniz?
Bizim kendi sorunlarımızın, yani bizi doğrudan ilgilendiren
konuların halledilmesi ya da bilimsel gelişimin sağlanması gibi
diğer konularda bizim de etkide bulunmamız, söz hakkımızın ol­
ması gerekiyor. Bunun için yönetimde de söz sahibi olmak, oy
hakkı olmak önemli.
Şimdi bu nasıl olacak sorusu sorulabilir. Yine yukardan birileri
mi atayacak bizi? Hayır. Öğrencileri temsil eden kişilerin yine
öğrenci tarafından 'seçilmesi' ile olabilir ancak bu. Bu seçimin
72
gerçekleşebilmesi için de öğrenciler adına söz alabilecek der­
neklerde yapılacak seçimle belirlenecek temsilci, hem gerçekten
'temsilci' olacak, hem de bu meşruluğa dayanarak arada iletişimi
sağlayacak kişi olacaktır.
Ancak bugünki ortamda dernek kurmak tamamen yasak­
lanmış olmasa da belirli sınırlamalara tabii tutuluyor, genel kurul
yasal zorlamalar nedeniyle toplanamıyor, toplansa bile bazı faa­
liyetleri sürdürmesi için birçok kısıtlamalar getiriliyor. Bunların herbirinin nedeni de, biraz evvel Rektör Beyin bahsettiği gibi -o açık
açık söylememişti, ben söylüyorum- 12 Eylül korkusuna dayan­
dırılıyor. Dolayısıyla, bugünki üniversite gençliği o korkuyu ya­
ratan kendisiymiş gibi cefasını da kendisi çekiyor. Daha önce
bazı deneyimler yaşandı diye, bizler şimdi örneğin dernekleşme
olayına bir türlü geçemiyoruz. Sanıyorum, artık bunları aşıp bazı
evrensel değerlere sahip olabilmemiz gerekiyor.
Üniversitede statik bilgiler, hatta bunun da ötesinde tek tip
bilgi veriliyor. Öğrenciden bunları öğrenip, öğrenmeyi bir tarafa
bırakın ezberleyip sınav kağıtlarına dökmesi isteniyor. Evrensel
bir ortamda bu nasıl geçerli olabilir, bilemiyorum. Yani sadece
şekil, düşünce olarak değil, bilgi olarak da üniversitenin evren­
s e lliğ i söz konusu. Ö ğrenci herşeye açık olm alı,
öğrenebilmelidir. Sistem de bunu sağlayacak bir sistem olmalıdır.
Gerekli olanaklar sağlanmalı, en azından öğrenci bunu kendisi
sağlayabiliyorsa engellenmemelidir. Yani istediği kitabı bulundu­
rabilmek okuyabilmelidir. ayrıca eğitim sisteminin de öğrenciyi
araştırmaya teşvik edici oluşu burada belirtilebilir.
Türkiye ve üniversite, Türkiye koşulları dışına çıkamamaktadır.
O kabuğu bir türlü kıramıyoruz. Oysa, ben bir üniversite
öğrencisi olarak dışarıdaki yaştaşlarımla ileşitişimi sağlayabilmek,
Türkiye sınırları dışına, ama onun da gerçeklerini iyi bilerek,
taşmak, o sınırların ötesinde düşünebilmek isterdim, ileriye
yönelik üretmek ve yurdumuzun gelişimine, kendi gelişimimizle,
kendi katılımımızla yardımcı olmak, bizim amacımız. Ancak, biraz
evvel de değindiğim gibi iki tanım ezberleyip, onların nasıl kul­
73
lanılacağını bilmeden, yönetilmeye, yönlendirilmeye alışmış,
hakkını aramayan, arayamayan, hatta hakkının ne olduğunu bile
bilmeyen robotlar olup çıktık. Bu, üniversitede bile üretmeyi
öğrenemeyen gençliğe geleceği emanet eden Atatürk mantığı
mıdır? Yoksa, Atatürk'ün, o yüce düşün adamının adını kullana­
rak, onun düşünceleriymiş gibi onun düşüncelerinin uygulan­
masını engelleyen kişilerin mantığı mıdır? Bu düşünceler çok
genel deyimi ile 'vicdanı hür, irfanı hür, fikri hür' olarak
özetlenebilir herhalde.
b. Bilimsellik
'Üniversite evrensel bilim evidir' tanımında ikinci sözcük
'bilim'. Şimdi üniversitenin bilimselliğinden ne anladığımı kısaca
açıklamaya çalışacağım.
Bilim öncelikle özgür düşünceyi gerektirir. Özgür düşünce
de devletin genel iradesine tabi olamaz. Çünkü bilim, kendi
içinde bir canlılığı, bir gelişimi, bir değişimi getirir ve üniversitenin
görevi de bunu sağlamak yanında söz konusu değişimleri,
gelişimleri halka, topluma aktarabilmektir. Devletin buradaki işlevi
ise böyle kurumların kurulması ve görevlerini yürütebilmeleri için
gerekli ortamın sağlanmasıdır. Devlet bunun için vardır, yoksa
bunların engellenmesi için değil. Bilimsel özerkliğin de bu anlam­
da var olması gerekiyor.
Bilimsel çalışma deyince akla öğretim görevlilerinin yaptığı
araştırmalar geliyor. Oysa bilim sadece bilim adamları tarafından
değil, bir tür'amatör bilim adamı' sayılabilecek öğrenciler ta­
rafından da üretilebilmen. Öğrencinin buna katkısı olmalı ve
başkalarının katkısından kendisine çıkardığı bazı karlar olmalı. Bu­
rada yine bir 'ancak' koyarak bizlerin bilimsel bir eğitim yapa­
madığımızı belirtmek istiyorum. Daha önce de değindiğim gibi
üniversite eğitimimiz statik bilgileri ezberlemeye dayanıyor,
araştırmaya değil. Bunun birçok nedeni var tabii. Öğrenci
sayısının çok, buna karşılık öğretim elemanı sayısının az oluşu,
vize sınavlarının çokluğu, mali kısıtlılıklar, kitab-ların yasaklanması
74
gibi... Aslında biz o belli bilgileri bile alamıyoruz ki. Sır fta yüzyüzelli öğrenci varsa, öğretmen -öğretmen diyorum, çünkü o an­
daki işlevi o- içeri girip, bazı şeyleri söyleyip, hatta söylemeden
önündeki notlardan okuyup, sonra çıkıp gidiyorsa, biz o insan­
dan ne derece öğrenebiliriz?
Bilimsel eğitimin yapıldığı ortamda, öğretim elemanı tabii ki
belli bazı bilgileri verir, ama sonra karşılıklı tartışma olur. Yoksa
düşünce üretmek, geliştirmek, yaymak gibi işlevler nasıl
gerçekleşir bilemiyorum.
Eğitim verme yetersizliği ve bu arada iletişim eksikliği konu­
sunda sadece öğretim elemanlarına suç yüklemek yanlış olur.
Açıkça söylüyorum, bazıları bence suçludur ki bunlar öğrenciye
yaklaşımında 'sen ne anlarsın' gibi bir tavır takınanlar ve ona
bırakın öğrenciliğini, insan olmasından dolayı dahi saygı duymayı
bilmeyenlerdir. Ama çoğunluğunu da bilinen sorunların engelle­
diğinin farkındayız. Araştırma yapmak, ders vermek, bir sürü
sınav kağıdı okumak, konusunda dünya litaratürünü izlemek ve
hepsinin yanında geçimini sağlamak için ek işler yapmak gibi
birçok yükümlülük yüklendilerse, bu görevlerinden bazılarını
beklenen ölçüde yerine getirememeleri doğaldır. Bizler bu
gerçekleri görüp, öğrencilik psikolojisine kapılmadan düşünmek
ve 'hoca'larımızı karşımıza almamak durumundayız. Bu arada
şunu da belirtmek istiyorum. Bu sorunlar ne yazık ki küçüklerbüyükler, yukarıdakiler-aşağıdakiler ayrımı yapılarak sanki iki
düşman kamp varmış gibi gündeme getiriliyor. Benim öncelikle
karşı çıktığım bir konu bu. Biz hepimiz aynı toplumun insanlarıyız
ve hepimizin amacı da aynı: Yararlı birşeyler yapmak. Öyleyse be­
raber çalışmamız gerek. O aradaki önyargılardan sıyrılıp, tabuları
kırıp birbirimizin düşüncelerine, değerlerine saygılı olmalıyız.
Sanıyorum öğrencilerin yönetime katılması da bu açıdan çok ya­
radı olacak.
Burada belirtilmesi gereken diğer bir konu da öğretim ele­
manı sayısının göreceli olarak azalmasıyla üniversitelerde birçok
kürsünün kapanmış durumda oluşu. Okullarımızdan atılan ya da
75
ayrılmak zorunda kalan yetişmiş insanlarımızın dönüşünün
sağlanması, özellikle ekonomik olarak bilim adamlarının
güçlendirilmesi ile tekrar bir özendirme yoluna gitme gibi
önlemlerin yararlı olacağına inanıyorum.
Bilimsel çalışma konusunda bir sorunda ders seçme ola­
nağının ya hiç olmaması ya da çok sınırlı oluşu. Ben somut bir
örnek olarak kendimi göstereyim. Uluslararası ilişkiler bölümü
son sınıf öğrencisiyim. Bu gün uluslararası ilişkiler büyük ölçüde
ekonomik ilişkiler temeline dayanıyor ve ben ekonomi bilmiyo­
rum. Bize doğru dürüst ekonomi dersi verilmedi. Ekonomi
bölümü olmadığımız için onlar kadar gereksinim duymadığımız
gibi bir yaklaşımla çok önemsenmedi. Seçme olanağım olmadığı
için ben de kendimi geliştirecek dersler alamadım. Nasıl
öğreneceğim, hangi kitabı okuyacağım, bana bu konuda kim yol
gösterecek? Zaten öğretim elemanının görevi herşeyi
öğretmekten çok yol göstermek değil mi?
Şimdi ben burada derslerimizin yeterli olmadığını söylüyorum,
başka bir öğrenci arkadaşım da ders programının çok yüklü ol­
masından yakınıyor. Peki bu sorunlar nasıl halledilecek? Bunlar,
yukarıdan gönderilmiş yönetmeliklerle tartışılamaz. Bunlar o
üniversitenin ya da bir alt biriminin kendi özellikleri, gereksinimle­
rine göre o birim tarafından belirlenecek konulardır.
Araştırma yapabilmeliyiz, birşeyler üretebilmeliyiz diyoruz.
Gerçekten Türk genci meraklılığa susamıştır, başarıya susamıştır.
Bu özlem haline gelmiştir. Sanıyor musunuz ki bir futbol
takımının dışarda aldığı başarı, sadece kazandığı için beğeniliyor.
Hayır, çünkü biz millet olarak başarılı olmayı çok özlemişiz. Onun
için bizden, içimizden birinin ya da birilerinin başarısı bizi sokakla­
ra dökebiliyor. Öğrenciler de bireysel ya da topluluk olarak başarı
kazanmak isterler, ama o sonucu doğuracak imkanlar yok
üniversitelerimizde. Ayrıca, özendirme, destekleme yoluna da
gidilmiyor. Örneğin ödüllerle tatmin olmaları sağlanmıyor.
Burada eklenecek bir konu da başarının ölçütü. Biraz önce
76
Rektör Bey tarafından başarı oranının yüzde 30'dan yüzde 80’e
yükseldiği yolunda bazı rakamlar verildi. Ne tür bir başarıdan bah­
sedildiğini ben anlayamadım, nasıl ölçüldüğünü de bilemiyorum.
Bu rakamlar objektif olmayıp, sağlıklı gibi görünse de bizi
yanıltıyor. Bunun kanıtı da yine biz öğrencileriz. Ne kadar bir dolu
rakam önüme sürülse de ben içinde bulunduğumuz durumu
yaşayan biri olarak bunların gerçekçi olmadığını söyleyebilirim.
Bu rakamlar derdimizin varolmadığını göstermeye çalışıyor, ama
o derdi yaşayan bizleriz ve var olduğunu biliyoruz.
c. Yurt
Üniversite sadece eğitimin, bilimsel araştırmaların yapıldığı bir
yer değildir. Üniversite bir yurttur, bir yuvadır. Öğrenci başka
açılardan da tatmin olabilmelidir. Kısaca, üniversite entellektüel
ortamın sağlandığı ve topluma da bu konuda yarar sağlayan,
katkıda bulunan, o canlılığı topluma aktarabilen yer olmalıdır.
Böylece ilk aşamada yurdu soyut olarak ele almış oluyorum. Yurt
sözcüğü de zaten manevi açıdan değinilmeye çok elverişli. Do­
layısıyla şimdiye kadar söylenenler de bunları hatırlatıyor. Biz
gençlerin artık yurdumuza bağlı olmamamız, milliyetçi olma­
mamız, millî duyguların gittikçe körüklendiği ve kimlik sorununun
ortaya çıktığı gibi... Çözüm olarak da Atatürk milliyetçiliğinin daha
iyi öğretilmesi, daha iyi anlaşılması gösteriliyor. Bu öğretimle ol­
maz inancındayım. Ben gerçekten Atatürkçüyüm, ama temelde
benim milliyetçi olabilmem için, yani bu yurda bağlı hissetmem
için yine bu yurda ait hissetmem gerekiyor. Eğer kendimi yurdu­
ma bağlı hissetmiyorsam, ondan birşeyler almıyor ve veremiyorsam tabii ki böyle bir sorun ortaya çıkacak.
Bu duygu tek başına okullardaki öğretimle, bayramlarda bir­
kaç şiirin okunmasıyla, belli sloganvari sözlerin söylenmesiyle
aşılanamaz. Ancak Atatürkçülüğü yaşıyorsam, fikrim hür, vic­
danım hür, irfanım hür ise onu hissedebilirim ve yurtçu olabilirim,
buraya aidim derim. Öyleyse üniversite ortamında da bunların
gerçekleşmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
77
Üniversitenin bir entellektüel yurt, aydın yetiştirme yeri
olduğunu söylemiştim. Bu işlevin uygulamada gerçekleşmesi
için ilk varolması gereken, öğrencilerin sosyal-kültürel alanda faa­
liyetlerini üniversite içinde yürütebilmeleridir. En direkt yol ise bu
faaliyetlerin örgütlenmesi, birçok kulüp kurulması, dernek­
leşmeye gitmektir. Örgüt sözcüğünden çok korkuluyor artık;
onu kullanmayacağım, yerine organizasyon diyeceğim. İnsana
çok daha ılımlı bir sözcük gibi geliyor; aslında anlamı aynı, ama
ülkemizde varolan o önyargıların ateşlenmemesi için örgüt
sözcüğünden kaçıyorum.
Şimdi bu kulüpler çok çeşitli olabilir; halkoyunları kulübünden
tiyatro kulübüne, hayvanları sevenler kulübünden feministler
kulübüne kadar. Öğrenciler bunlar içinde çeşitli faaliyetlerini
sürdürürler, bunlar üniversite içinde sergilenir, dışına da çıkar.
Bu sayede toplum da yarar görür ve toplumsal gelişime katkıda
bulunulmuş olunur ki daha önce de söz ettiğim gibi
üniversitenin temel işlevlerinden biri budur.
Bu faaliyetler bazı üniversitelerimizde az da olsa yapılıyor,
bazılarında nerdeyse hiç yok, çünkü o söylemekten kaçındığım
sözcükten korkuluyor. Aman, bunlar biraraya gelirse yine
birşeyler olur, deniliyor. Oysa o korkulan şeylerin olmaması için
bizim sosyal, kültüröl alanda kendimizi geliştirmemiz gerekiyor.
Sanıyorum karşımızdaki temel çelişki bu.
Yurt konusunu mekan olarak da ele almak önemlilik
gösteriyor. Şimdiye kadar, üniversite öğrencilerimizin daha çok
manevi sorunlarından bahsettim, maddi sorunları da var ki yurt
sorunu bunlardan biri. Barınma, beslenme, ısınma, çalışma or­
tamı gibi konulara gelince karşımıza parasızlık nedeni çıkıyor.
Temel çözümü de bütçeden ayrılan payın artırılması olacaktır her­
halde. Ancak, üniversitelerin bir kampüs içinde olması ve
üniversite yurdunun da bu alan içinde bulunması gerektiğini bu­
rada belirtmeliyim. Üniversitenin kendi maddi sorunlarını
çözebilecek duruma gelmesi, kendi kendine yeterli hale gelebil­
mesi de bir çözüm yoludur, ama bu öğrenciden para alınarak ol­
78
mamalıdır tabii ki.
Maddi sorunların ucu dönüp dolaşıp para konusuna geldiği
ve bazı rakamlara dayandığı için bu konu üzerinde daha fazla dur­
mayacağım. Böylece evrensel bilim yurdu deyimini açıklamış
oluyorum. Şimdi buna üniversite ile ilgili bazı başka şeyler ekle­
mek istiyorum.
Bunlardan biri açık öğretim üniversite demek değildir.
Açıköğretime karşı değilim, ama üniversite statüsünde olması
yanlış geliyor.
Diplomadan söz açılınca söz iş imkanına da geliyor ister iste­
mez. Üniversite bilim yurdudur, ama her üniversite mezunu da
bilim adamı olacak diye birşey yok. Hele Türkiye’nin gerçekleri
gözönünde tutulunca, hatta büyük çoğunluk bir meslek sahibi
olacak ve bilim üretmeyecektir. O zaman diplomanın bir işe yara­
ması gerekir. Diploma duvara süs olarak asılacak bir araç olma­
malı, kişinin iş bulabilmesinde bir araç olarak kullanılabilmelidir.
İşsizlik sorunu sadece üniversite çerçevesinde düşünülemez,
•ama diplomalı işsiz deyince kendine özgü bir sorun da ortaya
çıkmaktadır. O da ülkede ihtiyaç olan alanlarda yeterli yetişmiş
eleman yokken bazı alanlarda gerekenden çok olması. Bunun
için öğrenci üniversiteye girmeden önce, belirlenmiş istihdam
alanlarına göre özendirilmelidir. Ayrıca, üniversiteye gelene ka­
dar geçtiği öğretim döneminde bir elemenin yapılması başka
türlü soruların çözümünde de yararlı olacaktır. Böylece herkes
üniversite kapısına yığılmayacak ve ihtiyaç olan alanlar için, ayrıca
açılmış iş sahalarına yönelik eğitileceklerdir.
Üniversiteye yığılma konusunda hep söylenen şey büyük ta:
lep olduğu, bunun bir arz-talep meselesi olduğudur. Bu kadar
kişi dışarda beklerken üniversiteye giren öğrenci sayısının
kısıtlanamayacağı belirtilir hep. Eğer muhakkak arz-talep sorunu
olarak bakılacaksa talebi kısmanın yolları niye aranmıyor? Mesela
imam hatip okulları yerine meslek okullarının sayısı niye
artırılmıyor?
79
Konuyu üniversite içinde ele alırsak öğrencilerin ilerde mes­
lek olarak uygulayacakları bilgilerin pratiğinin öğretimleri sırasında
verilemediğini görürüz. Uygulamalı öğretimin teorik bilgilerin
daha iyi anlaşılması yanında deneyim kazanma ve iş bulma
açısından da yararlı olacağı açık. Aynı zamanda üniversite içinde
son sınıf öğrencilerin iş bulmalarına yardım edecek bazı merkez­
lerin, rehberlik kurumlarının oluşturulması gerekiyor.
Tüm bu söylediklerime çok şey eklenebilir ya da çıkarılabilir.
Bence hepsinin temelinde yatan mali sorunların ötesinde zihni­
yettir. Zihniyeti değiştirmedikçe siz istediğiniz kadar bol para ve­
rin, sistemi istediğiniz kadar demokratikleştirdiğinizi savunun
aynı sorunlar devam edecektir. Toplum bana güvenmedikçe, sa­
dece bir çjenc olduğum için benden korktukça, sıralanan olanak­
ların sağlanmasının pek bir yararı olmayacaktır. İlk önce bu zihni­
yetin değiştirilmesi gerekiyor. Toplumdan önce de bizim kendi
zihniyetimizi değiştirmemiz gerekiyor. Ben şunu çok açık olarak
arkadaşlarıma sormak istiyorum: Biz gerçekten kendimize
güveniyor muyuz, yoksa kendimizden korkuyor muyuz? O
sözünü ettiğim önyargıları önce biz kendimiz dışlayabilecek mi­
yiz?
İlk önce kendimiz, sonra karşımızdakilerin düşünmesi için
birşeyler yapmamız gerektiği kesin. Buna da eleştirilerimizde
yıkıcı değil, yapıcı olarak başlayabiliriz. Şimdiye kadar kaba güçle
hiçbir şeyin hallolmadığı çıktı ortaya. Bundan sonra da kendi
aramızda organizasyona gidip, sesimizi yükseltip, ama demokra­
tik biçimde sesimizi yükseltip birşeyleri başlatmamız ve bizden
sonra gelecek kuşaklara bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmemesini
sağlamamız gerekiyor.
Teşekkür ederim efendim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Efendim, panel başlamadan önce Derya
Hanımefendi ile bir araya geldik. Konuşma süresi konusunu
tartışırken benden 15 dakikanın yetmeyeceğini, biraz daha
hoşgörülü davranmamı istemişti, ben de 5 dakika daha verebili­
rim demiştim ama on dakika ek süre oldu.
80
Efendim, sözü Yahya Zabunoğlu'na veriyorum. Kendileri bi­
raz geç g eld iğ i
için hangi konuya d e ğ in e ce ğ in i
öğrenememiştim, bana bir pusula gönderdi, yargı kararlarına
göre YÖK konusunda konuşacak imiş.
Buyurun Sayın Zabunoğlu.
DOÇ. DR. YAHYA ZABUNOĞLU (A. Ü. Hukuk Fakültesi
Öğretim Üyesi) -Sayın Başkan, sayın dinleyenlerim, ben bugün
çok mutluyum. 6 Kasım 1981 sonrasında YÖK yürürlüğe girdi, 6
Kasım 1982'de bütün hükümleri ile uygulanmaya başlayıp
bugüne kadar yaşamını sürdürdüğü dönemde YÖK ile, YÖK'ün
mensuplan ile üniversite düzeyinde ve türlü organlarıyla, kurumlarıyla daha çok yargı alanında karşı karşıya bulunduk. Bu bir çeşit
karşılıklılıktır, bugün bir diyalog, bir yanyana bulunma ortamı
içindeyiz. Derya arkadaşım ız çok öğretici ve eğitici
konuşmasında da söz ettiği gibi bu hoşgörü ve eleştirisel ortam­
dan yararlanıp birbirimizi daha iyi anlayacağız.
Buraya gelmeden evvel arşivime baktım Sayın dinleyenlerim,
1981'den bu yana 152 tane YÖK davası almışım. Şimdi YÖK da­
vasından neyi anlıyorum veya anlamıyorum onu açıklığa
kavuşturacağım. YÖK ile doğrudan doğruya ilgili davaların sayısı
152 değil kuşkusuz, YÖK'ün birinci altyapıları bildiğiniz gibi
üniversitelerdir, ona bağlı olan ikinci sayılabilecek alt yapılaşma
fakültedir. Bu nedenle 152 YÖK davası derken bunu da araya­
cağım. Aslında bu muhakkak, bu tek düzeci ve biraz sonra vur­
gulamaya çalışacağım üzere oligarşik yanı belirgin sosyal
yapılaşma içinde artık Yükseköğretim kurumu ve üniversiteler
Yükseköğretim Kurumu Başkanını, bir rektörden, bir rektörü bir
sayın dekandan ayırt etmenin sadece adlandırma bakımından
önemi var, yoksa niteliksel açıdan büyük bir önem taşımadığı
kanısındayım.
Benim yanım sıra bildiğim kadarıyla ülkemizde özellikle
İstanbul'da bulunan hukukçu arkadaşlarımız da YÖK davaları ile
81
meşgul olmuşlardır. Onların davaları, aslında görev aldıkları
uyuşmazlıklar, hakkında kesin sayıları bilemiyorum. Ama şöyle bir
toparlarsak 1981'den bu yana YÖK'le üniversitelerle,
fakültelerle, öğrenci boyutunda, öğretim elemanı boyutunda,
yükselmeden alçalmalar, yönetmelikler her türlü ayrılmaya bağlı
olarak bildiğiniz gibi 800 dava Türk yargısına ulaşmış ve bunların
büyük bir kesimi kesin karar düzeyine varmıştır. Yani yargı bu ko­
nuda son sözü söylemiştir.
Sayın dinleyenlerim ben sayıları öne sürmekten hiç
hoşlanmıyorum, sabahleyin keşke YÖK'ün saygıdeğer başkanı,
Nurkut inan arkadaşımızın da zaman payını oldukça kullanarak
uzun uzun sayılardan bahsetti. Bugün yine iki YÖK mensubu
rektör ve sayın üyeyi ayırt etmediğim için böyle söylüyorum, yine
sayısal bilgiler verdiler. Ben de çok kolay işte benden geçen 152
küsür davadan aşağı yukarı hepsi şöyle sonuçlanmıştır, YÖK'le il­
gili 30 veya 40 tanesinde YÖK'ün aldığı işlemler şu şekilde iptal
edilmiştir deyip işin içinden çıkabilirdim. Aslında niceliksel bir
olay, sayılar hiç önemli değil, önemli olan özellikle yargının
YÖK'de oluşan sorunlara bakışı önemli. Son sözü söyleyecek bir
makam, merci olması düşünülürse niteliksel bir şey niteliksel
değerlendirme için yapılır. Onu özellikle vurgulamak istiyorum.
Çünkü sayılar üzerinde bir türlü biz uyuşamıyoruz. İşte
yükseköğrenimde kalite arttımı artmadı mı? sayteyşınların sayısı
çoğaldı mı çoğalmadı mı? Bilimsel araştırmaların sayısı arttımı, art­
madı mı? Sayılara yalan söyletmek çok kolay, bunları değişik
şekillerde gözönüne getirmek ve bu tartışma sürüyor.
Yargı belirli bir uyuşmazlıkta son sözü söylemişse artık bunun
yanlışlığı yeni bir yargısal inanç ortaya çıkıncaya kadar söz konusu
olamaz, o doğrudur, işe bu yandan bakılınca karşımıza şöyle bir
tablo çıkıyor. Bir kere yargı deyince neyi anlıyorum ve yargının
YÖK'le ilişkileri ortaya çıktıkça beklentilerimiz ne olabilir? Bu işi
kısaca bilginize sunmak istiyorum. Kuşkusuz yargı YÖK ilişkileri
sözkonusu olursa asıl beklentimiz anayasa yargısındandır. Yani
gönül isterdiki 2547 sayılı Yasa temel ilkeleri, ana amaçları, getir­
82
diği yeni kurumlaşma modelleri, hasılı bütün hükümleri ile veya
belirli hükümleri ile en azından anayasa yargısına gidilmiştir, gidil­
memiştir biliyorsunuz sebebini. Çünkü anayasa yargısına gitmesi
kısıtlanan veya yasaklanan temel yasal düzenlemelerden birisidir
YÖK. Peki nereye gitmiştir YÖK'le ilgili temei sorunlardan doğan
uyuşmazlıklar? Hangi yargıya gitmiştir? Hemen ifade edeyim idari
yargıya gitmiştir. Burada bir noktaya özellikle parmak basmak is­
tiyorum. Türkiye'de genelde yargı, özelde idare yargısı 1982
Anayasasından sonra yeni bir kimlik kazanmıştır. Bağımsızlıktan
ve güvenceden eskiden olduğu gibi yararlanan bir yargı
karşımızda değildir, idari yargı ile ilgili eleştirileri 1980 öncesinde
topladığım için deyim yerinde ise en çok bu zaman, en fazla
kısıtlamalar, önlemler manzumesi'idari yargısında çıkmıştır. Bunu
şunun için ifade ediyorum. Böyle bir idare yargısı dahi YÖK'le ilgi­
li sorunlar, dava niteliğine büründüğünde, önüne geldiğinde
fevkalade önemli, biraz sonra beş altı nirengi noktası halinde su­
nacağım ve düşündürücü, ışık tutucu kararlar verebilmiştir.
Yargının üçüncü bacağını veya boyutunu oluşturan adalet
yargısına gelince:
Adalet yargısı ile ilgili çok ilginç bir saptamam var, onu kısaca
bilginize sunmak istiyorum. Adalet yargısının, genel adli yargının
hukuk boyutu ile ilgili gelişmeler çok sınırlı kalmıştır. Birtakım yargı
kararlarının, idare mahkemesi kararlarının, danıştay kararlarının uy­
gulanmamasından ötürü kişisel sorumlulukların saptanması için
bazı YÖK ve üniversite sorumluları hakkında açılan davaların ada­
let yargısına intikali bir yana, bu konuda bu kesimde pek fazla
örnek gösterilemez. Ne varki çok önemli bir örnek var. Ankara
Üniversitesi, bir profesörün, bir başka sayın profesörün
profesörlüğü engellemek için doğru olmayan, bir beyanda bu­
lunması nedeniyle adalet yargısında tazminata mahkum edil­
miştir. Bir başka üniversitemizde de bir yargı kararının yerine geti­
rilmemesinden ötürü bir eski rektör mütevazi sayılabilecek bir
mahkumiyet kararı sonucunda bu kanuni ödemeyi yapmıştır.
Adalet yargısının ceza verme boyutuna inmiyorum. Burada neler
olup bitti dinleyemedim. Çünkü adalet yargısının ceza boyutuna
83
YÖK'le ilgili sorunların intikali için bilindiği gibi memurun muhakematına benzer bir hüküm 2547 sayılı Yasada düzenlendiğinden
evvela YÖK'ün süzgecinden, daha önce üniversitenin
süzgecinden geçip, olayların ceza yargısına ulaşması gerekmek­
tedir. Çok ilginç bir belge var elimde. Bir Ankara üniversitesi
rektörü ve eski rektör yardımcısı ile ilgili resmi evrakta sahtekarlık
savını içeren suç duyurusu YÖK'ün sayın Başkanı ben inceledim
ve bir suç göremedim diye bendenize suç duyurusunda bulu­
nulan kişinin avukatı olarak bildirimde bulunmuştur. Bu şimdiye
kadar iki örneğin idari yargısında görülmemiş bir örnektir. Şunu
söylemek istiyorum. Bu tabii ne olduğunu ve olmadığını
araştırdık, özellikle hayretle gördük, yalnız 2547 sayılı Yasayı ken­
di anladığı biçimde yorumlamakla muhtar ve bu anlamda tam
bağımsız bir yapı değil, kendi kurallarını da istediği gibi üreten bir
yapı. Öğrendik ki suç duyuruları, ceza takibatı ile ilgili girişimler
hakkında ne yapılacağına dair bir yönetmelik oluşturmuşlar ve bu
yönetmeliğe göre bu tür suç duyurularının tek süzgeç olarak
Sayın YÖK Başkanmın elinden geçmesini, eğer o uygun
görürse, YÖK’ün biliyorsunuz bir denetleme ekibi var, "YÖK'de
netleme kurulu", oraya intikal edecek. Demekki denetleme kuru­
luna yollanmak layık görülmediği için orada takılmış kalmış. Bu ne­
denle YÖK'le ilgili ceza mesuliyetinin varlığını saptayan, aşağı
yukarı tüm sorunlar kamuoyuna hiç yansımamıştır, şimdi bunların
ceza yargısına ulaşması için, geçmesi gereken yollar YÖK ta­
rafından tıkanmıştır. Burada büyük bir birikim olduğunu tahmin
etmek güç değildir. Çünkü üniversitenin faaliyetleri arasında
alımlar, ihaleler, inşaat vesaire işler var, eski dönemlerden beri
geldiği gibi özellikle personel işleri, personelin yaptığı cezai
sayılabilecek fiillerinden, eylemlerinden dolayı pek çok olaylar ol­
ması bekleniyor, bunlardan kamuoyuna yansıyan birkaç küçük
sekreterin, bir iki kişinin de değil, işte hastanede görevini yapar­
ken hastaya zararlı ilaç vermesi gibi olaylardan ibaret kakmıştır. Bir
tek temel örnek var, onu söyleyeyim, o da herhalde örtbas edile­
meyecek bir örnekti. Ankara Üniversitesinin Fen Fakültesindeki
jeoloji profesörü, YÖK öncesinde de yaptıkları bilinen bir kişi, bu
84
denetleme kuruluna kadar intikal eden yolsuzlukları konusunda
üniversite ve meslekten ihraç edilmiştir.
Şimdi yargıdan anladığım ve YÖK'le bağlamlı olarak alt
yapılarını yerleştirdiğim model bu. Kısaca yol ve yöntem hakkında
bir bilgi. Sayın dinleyenlerim siz de takdir buyurusunuz ki ben­
den geçen bütün bu davaların tamamını sizlere burada aktaracak
değilim, zaten bunun yararı da yok. Bunların her biri kendine
özgü örnek olaylardır. Ama gruplaştırma yapılabilir. Ben de bu
yolu izleyeceğim. Ayrıca YÖK'le ilgili Yükseköğretim Kanunu ve
Kurulu ile ilgili ve üniversitelerle ilgili, bir kısmına değinilen, bir
kısmına değinilmeyen bütün temel soruların da yargıya intikal
ettiğini söylemek olanağı yoktur. Bu gruplaşma ve çizmeye
çalıştığım yol ve yöntem karşısında önce kısaca 1402'likler
olayından söz edeceğim, ondan sonra çok tartışılan ve bir ana
grubu oluşturan araştırma görevlilerinin görev sürelerinin
uzatılmaması veya yeniden atanmaması ile ilgili örnek olaylarda
YÖK'ün izlediği ve ona bağlı üniversitelerin izlediği yolu aktar­
maya çalışacağım ve çok önemli saydığım profesörlüğe
yükseltilmelerle ilgili YÖK'ün bir kısmı kendine özgü ve bilinme­
yen, hemen her örnek olayda yeni isimlerle karşılaşılan kural
düzenlemeleri ve uygulamaya yaklaşımına ilişeceğim. Nihayet
öğrenci arkadaşımızın dile getirdiği sorunlardan bir tanesi olan
dernek olayına; yani "üniversitelerimizdeki dernek organizasyo­
nu" dedi arkadaşımız,öğrencilerin organize olması olayına ilişkin
bir iki temel olaya değineceğim ve nihayet doktora olayı, 2547
sayılı Yasanın 36 ncı maddesinin anlaşılması şekliyle birkaç temel
örnekle işi bitirmeye çalışacağım.
Sabahleyin YÖK'ün saygıdeğer başkanı burada 1402'liklerin
kanayan bir yara olduğunu söyledi, ama bunu bir mevzuat, bir ya­
sal düzenleme olayı niteliği taşıdığını, eğer bir yasa çıkarsa,
bugün bili-yorsunuz 1402'likler dediğimiz, medeni ölüme mah­
kum edilen çeşitli kamu görevlilerinin sakıncası kaldırılanlarının,
sakıncası olmadığı anlaşılanların sorunlarını yargı uzunca bir süreç
sonucunda çözebilmiştir. Geriye sakıncalı oldukları hâlâ ileri
85
sürülenlerin sorunları kalmıştır, üniversitedeki örnekler de daha
çok bu yoldadır. Sayın YÖK Başkanının beklentisi yasal
düzenleme ile ilgili, işte bu üçüncü gruptaki 1402'likler için, yani
sakıncası kaldırılmayanlara ilişkin yeni düzenlemeler beklentisi.
Biz yargıdan yeniden bir girişim bekliyoruz, o bir ysna sabah
söylenenler çok düşündürücü oldu, içtenlikten, açıkça ifade
edeyim yoksun göründü. Şimdi size bir örnek olay vereceğim.
Sayın YÖK Başkanı sabahleyin burada biz bunlarla ilgili
Başbakanlığa başvurduk, danıştaydan görüş istedik, çünkü
maaş ödeme vesaire sorunları olabilir, bu yanıtı alamadığını bildir­
diler. Ben danıştay'da bir incelemede bulundum. Danıştaya
başvuruyorum. Sabahleyin Sayın YÖK Başkanı efendim.
"Başbakanlık bunu yapmadı" diyor. Önümde bir yazı var.
23.7.1987 tarihinde bu yazı, ismini vermek istemiyorum, çok
sevdiğimiz bir Ankara Üniversitesi mensubu hocamız, sakıncalı
sayılıyor hâlâ 23.7.1987'de, bana dördüncü başvurumdan sonra
YÖK'ün Sayın Başkanvekili, efendim. "Danıştaya başvurduk, oradan görüş bekleniyor" diyor. Bugün de aynı şeyleri duyduk.
Demek ki bir yıldan beri başvurunun Başbakanlıksan Danıştay'a
intikal edemediği anlaşılıyor. YÖK bu davanın sahibi değil, açıkça
istemiyor bunların dönmesini, yoksa böyle sudan cevaplarla biz
yazdık ama Başbakanlık istemedi vesaire gibi görüşlerin geçerli
ve yeterli olduğunu sanmıyorum.
Araştırma görevlilerine gelince. Sayın dinleyenlerim, YÖK 6
Kasım 1982 bütün hükümleriyle yürürlüğe girdiğinde özellikle
Ankara Üniversitesinin bir veya birkaç fakültesinde bazı öğretim
görevlilerinin görevlerine son verildi, daha doğrusu görev
süreleri uzatılmamak suretiyle görevden uzaklaştırdılar. Bu bir
görev sonudur. O zaman açılan davalar sonucunda bu arka­
daşlarımızın pek çoğu görevlerine dönebilmiştir. Daha sonra
YÖK idari yargı yerlerine sunduğu savunmalarındaki doktriner
görüşünü yasallaştırdı bir anlamda 2880 sayılı Yasayla sözün
kısası 33'üncü maddeyi yeni bir hüküm. Olay şu idi. Bir kamu
görevlisinin görev süresi kendiliğinden sona erer mi, yoksa
86
görev süresi uzatılanlar için yeni bir idari işlem mi oluşturulur?
YÖK kısa yoldan, bağlı üniversiteleri kısa yoldan o arkadaşların
görev süresi belirli bir tarihte sona erdiğinde sona ermiş olur.
"Eğer görev süreleri uzatılmamaşsa kendilerini kapının dışında
bulurlar" diyebilmiştir biliyorsunuz.
Bu idari hukuk ilkelerine taban tabana aykırı, bir anlamda uy­
garlık düzeyinin yadsınması ve Türk idare yapısına da yabancı
görüşü, Türk idare mahkemeleri benimsememiştir. Hatta 2880'le
getirilen değişikliklere rağmen ve böylece bugün bu konu ile ilgi­
li bir yargısal inanç kurulmuş ve bütün işlerliği ile yürürlükte bu­
lunmaktadır. YÖK'le onun bağlılığı olan üniversiteler, araştırma
görevlilerinin görev sürelerini uzatmadıkları takdirde, bu uzatma­
ma da bir işlem olduğu için. Bunun sebeplerini bildirmek mecbu- #
riyetinde. Böylece biz bu konuda hukukçular olarak sorunu
çözdüğümüz kanısı ile bir anlamda rahata ermiş iken, bundan bir
ay kadar önce Ankara Üniversitesinde benzer durumda bir arka­
daşımızın görev süresinin sonunda bir neden gösterilmeden
görevine son verildi. Açılan dava sonucunda, 1982'den beri de­
vam eden bu geçersiz savunmanın Ankara Üniversitesi ta ­
rafından yeniden ileri sürüldüğünü hayretle müşahade ettik:
Yani ne diyor Ankara Üniversitesi, "1988 yılının bu ayında görev
süresi kendiliğinden sona erdi, sebep bildirmeye mecbur
değilim" diyor.
Sayın dinleyenlerim bir kamu görevlisinin görevine son veri­
lirken sebep bildirilmemek halinin yarattığı uygarlık dışı tutum bir
tarafa yargı yeri tarafından emredilmesine karşın sebep bildirilmemesinde ısrar edilmesi açıkça hukuka karşı, hukuka ısrardır, iş
bununla kalmamıştır. Bu konuda bir doktrin üretilmiştir. Bu yargı
yerlerinin bütün davaları özellikle araştırma görevlilerinin
görevlerine son verilmesi ile ilgili davaları gelen yargı yerlerini bir
anlamda ürkütmeye, bu tür davalardan elini çekmeye yöneltici
baskıcı bir doktrin, örnekleri vardır getirdiğim dosyalar arasında,
aslında tüyler ürpertici bir doktrindir. O da şudur. Yasa bir kamu
görevlisinin görevinin kendiliğinden sona ereceğini bildirmiş ise
87
ben burada bir idari işlemin varlığından söz ederek açılan davayı
bilmiyorsam devlet hukukuna, devletin üstün otoritesine karşı
geliyorsun ey mahkeme denilmiştir.
Yeri gelmişken şunu ifade etmek istiyorum, idari yargı yerle­
rindeki davalarda YÖK hukuk müşavirlerinin yargıya beklenen
saygının dışında olağan ve saygı kurallarımızın bilim dışında bir­
takım gelişmelerle sataşmaya varacak şekilde hitaplarda bulunul­
duğu görülmüştür. Üniversitelerimizin aşağı yukarı hemen ta­
mamında bu tür idare mahkemelerinin verdiği kararlar, alınan ka­
rarlardır. Davacının aldığı karar, nereden aldığı idare mahkemesin­
den. Sanki idare mahke-meleri bu tür işlerde davacı gittiğinde,
bir gün sonra bir iptal kararı verilmektedir. Uygulamada bulunan
^a d a ş la rım bilir, bu çok meşakkatli bir iştir. Karar alınmaz, mah­
keme tarafından verilir, ama bütün bunlara karşı kararlar ehem­
miyet verilmeden mahkemelere bu şekilde bildirimlerde bulun­
maktadır.
Dernek olayına gelince. B iliyorsunuz dernekleşm e
bakımından çok ilginç bir kısa tarihçe yaşadık. Derneklerde kuru­
cu üyelerin Rektörden izin alıp almaması, Rektörlüğün onayı ol­
madan dernek kurulup kurulamayacağı uzun boylu tartışıldı. An­
kara Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak ilk öğrenci derneğinin
kurulmasında kendi ölçümde katkım oldu. Ankara Üniversitesinin
bu olaydaki tutumu fevkalade ilginçtir. Verilen savunmada
üniversite öğrencisi olan arkadaşlarımızın dernek kurdukları tak­
dirde derslerine yeteri kadar vakit aylamayacakları, bunların çok
başarılı öğrenciler iken, başarılarının düşeceği, bir kısım kurucu
olmak isteyenlerin de zaten tembel, ikinci, üçüncü sınıf
öğrencileri olduğu ciddiyetle savunulabilmiştir. Hiç kimse sorum­
luluğu kabul etmemiştir. Herkes birbirinin üzerine sorumlulğu ya­
sal inceliklerden yararlanarak atmanın yolunu bulmuştur, başka
bir şey söylemek istemiyorum bu konuda; ama bugün dernekler
yasal biçimde kurulabilecek duruma bu karardan sonra gelebil­
miştir.
Profesörlüğe yükseltme işine gelince. Burada iki boyutlu
88
YÖK kurulduktan sonra özellikle bilginize sunmak istiyorum. Bi­
rincisi şudur: Biliyorsunuz YÖK'le profesörlüğe yükseltilme, kad­
roya atanma içiçe geçirilmiştir. Böylece kadroya atama olanağı
bulunmadığı takdirde yükselme süreci de işlememektedir, ikisi
birbirini tamamlamaktadır. Bunun verdiği kolaylıktan da yararlana­
rak, YÖK-YÖK öncesi evrede profesörlüğe yükselttirme için
bütün koşullarının yerine getirmiş pekçok adayın yükseltilme ve
atama işlerini yıllarca savsaklayabilmiştir. İki tane temel örnek ve­
reyim. Doğan Sürmen olayı, bugün Uludağ Üniversitesinde
profesördür, Turgut Baştan olayı, Fuat Yıldırım olayı, bunlar
profesörlüğe başvurup işlemlerini 1982'de 1981'de bitirdikleri
halde, 1986 yılına kadar hâlâ efendim, "sizin işlemleriniz devam
ediyor, biz inceliyoruz" diye yanıt alan kişilerdir ve ancak YÖK'ün
kesin işler tesisine zorlayıcı başvurumuzdan sonra bu işlemler
kurulabilmiştir ve ortaya şu içler acısı tablo çıkmıştır. Aslında bun­
ların bu işlemlerinin geciktirilmesinin sebebi Türk mevzuatının bir
parçası olmayan bir güvenlik soruşturmasının YÖK tarafından
yaptırılması veya yapan mercilerde bekletilmesidir. Bu güvenlik
soruşturması ile ilgili yargı yerlerinin özellikle yüksek Danıştayın
görüşü bunların hemen tamamının, hemen değil, tamamının
kanıtlara dayanmayan birtakım sübjektif yargıları içerdiği ve
böylece bir idari işlemin dayanağı, sebep öğesi olarak
gösterilemeyeceği yolundadır. Buna bakarak YÖK'e yaptığımız
başvurularda artık bu güvenlik soruşturması yasa dışı mekaniz­
masını işletmemenin gerektiğini, objektif olarak kanuni koşulları
yerine getiren, yükseltilmeye aday kişilerin işlemlerinin bitirmeleri
gerektiği duyurduğum uz vakit bunların hiçbirine kulak
asılmamıştır. Yine eski minval üzere işlemler kuşkusuz güvenlik
soruşturması mekanizması da işletilerek sürdürülmektedir.
Gelen kararlara karşı yüksek yargı yerlerinin ve idare mahke­
melerinin verdiği kararlara karşı YÖK'ün tutumu çok ilginçtir. Bu
kararların yerine getirilmesi, kararların istihsaline kadar geçen
süreye bakarak oldukça uzun zamanlar almaktadır. Kararlar bölük
pörçük veya kusurlu ya da eksik yerine getirilmektedir. Özellikle
personel hukuku ile ilgili kararlarda örneğin yükseltmelerde sa­
89
dece yükseltme ile yetinilmekte fakat en azından bir idarenin ipti­
dai idare hukuku bilgisine sahip belki elemanları bulunmadığı için
veya kimse kendilerini uyarmadığı için bir iptal kararının doğal so­
nucu olan özlük haklarının tanınması akçalı haklarının ödenmesi
gibi kesimler daima ihmal edilmektedir, bunlarla ilgili davalar da
böylece sürüp gitmektedir.
Sözün kısası ben yargı ile YÖK'ün kesiştiği, karşı karşıya gel­
diği bu tip olaylarda ortaya çıkan bu tablo karşısında ve onlardan
esinlenerek hiç de umutlu değilim. YÖK yasa dinlememektedir.
Yargı kararına saygı duymamaktadır. Böylece belki kuruluşu bir
anayasa kuralına da-yalı bir temel yasanın olmasına rağmen yavaş
yavaş bu yargı kararlarına karşı koymaktaki tutumu nedeniyle
açıkça ifade etmek istiyorum, artık yasal bir kurum olmaktan
çıkmıştır. Bir kuruluş bu denli yargı kararlarına karşı cephe almayı
mutad meşgale haline getirirse bir istikrar kazanmış durum haline
getirirse o kurula meşrutiyetini kaybetmiş yani yasa dışılığa doğru
gitmiş bir kurum nazarıyla bakma hakkımız olduğu kanısındayım.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Efendim, sizi maalesef 17.30'a doğru çaya ala­
cağım.
Sözü bir psikolog, psikolojide uzman olmuş bir öğretim
üyesine bırakmak istiyorum.
Buyurun Sayın Gülseren hanım.
PROF. DR. GÜLSEREN GÜNÇE -Efendim hayli yorul­
duğunuzu tahmin ediyorum ben de kendimi o kadar kaptırarak
dinledim ki söyleyeceklerimi bile unuttum. O kadar önemli konu­
lar tartışıldı ki burada. Çok mutluyum bunlann kamuoyuna mal ol­
masına. Konuşulması çok gerekli konular konuşuldu. Hocamız
bizi psikolog diye taktim etti, temelde doktor, ama aynı zamanda
eğitim psikolojisi hocası olduğum için psikolog bir arkadaş, size
çokdeğişik şeyler söyleyecek, biraz da hava dağılsın daha iyi
olur.
90
Görüyoruz, üniversitenin çok büyük sorunları var. Malî
açıdan, bilim açısından, kadro açısından bunlara büyük bir dikkat­
le dinledik ve kabul de ediyoruz. Ama ben başka bir sorununa
dikkatleri çekmek istiyorum. Bu, öğretim üyesi, öğrenci ilişkisi so­
runu. Daîift özel belki kolayca görülemeyen veya üzerinde fazla
araştırma yapılmadığı için rakamlara dökülemeyen ama çok yoğun
yaşanan, benim de öğretim üyeliğim zamanında yoğun
yaşadığım sorun. Üniversiteye gelen öğrenci veya üniversitede
okuyan öğrenci 18 ila 25 yaş arası genç insanı. Bu ergenliğin
son döneminde ve gençliğin başlangıcında yaşayan insan de­
mektir. Ergenliğin son döneminin bir özelliği insanın daha hâlâ
kimliğini tam tarif edemediği, toplum içindeki yerini tam tayin ede­
mediği bir dönemde olmasındadır, işte bu dönemde karşımıza
gelen gencecik insanlara biz meslek edinmek için veya bilim
adamı olarak yetiştirmek için bir sürü bilgileri aktarma durumun­
dayız, öğretim üyeleri olarak. Birçok üniversite, birçok fakültede
bu insanlar bu bilgileri almaya ve öğrenmeye çalışırken, bir yan­
dan da kendilerini tarif etmeye kim olduklarını anlamaya
çalışmaktadırlar ve bizim onlara kim olduklarını öğretecek bir özel
dersimiz yok. Özellikle psikolojide okuyan öğrenciler dışında
siyasalda olsun, hukukta olsun, fen fakültesinde olsun, teknik
üniversitelerde olsun okuyan öğrenci yoğun bilgi birikimini
sağlarken, kendi sorunlarıyla başbaşa kalmakta. Peki bugüne ka­
dar bu insan, üniversiteden çıkan insanlar kimliklerini bulamamış
mıdır? Bunları, onları yetiştiren öğretim üyeleri sağlamıştır. Nasıl
sağlar, üniversitenin görünmez atmosferi içinde sağlar. Evet
gözle görülür, elle tutulmaz bu atmosfer ama yaşanır, yaşanırsa
da bu kimlik olayını kişilik olayını sağlar. Herkesin mesleki kim­
liğini, kişiliğini ya da toplum içindeki kimliğini kişiliğini kazandırır,
işte burada bu noktada öğretim üyesi ile öğrenci arasındaki ilişki
çok büyük önem kazanıyor. Öyle öğretim üyeleri vardır ki seneler
boyunca fakültelerden gelip geçmiş pek çok genç insanın kişiliği
üzerine adeta damgalarını vurmuş, kendi güzel özelliklerini unu­
tulmaz güzelliklerini onlara aktarmıştır. Çalışmayı öğretmiştir, in­
san sevmeyi öğretmiştir, affetmeyi öğretmiştir, ayakta durmayı
91
öğretmiştir, mücadeleyi öğretmiştir ve seneler içerisinde geçmiş
yıllarına anarken insanlar bu öğretim üyelerini de mutlaka anarlar.
Çünkü onların aynı zamanda hem hocaları, hem de psikologu
olmuştur bu öğretmenler.
Böyle öğretim üyelerinin de var olduğu üniversitelerde
yaşadık ve böyle insanlardan pek çoğunu da çok şükür ki tanıdık.
Şimdi lafı uzatmak istemediğim için hemen günümüze gelelim
diyorum. Günümüzde durum ne? Ben günümüzdeki durumu
sorunlu görüyorum, şu nedenle Demin de duyduğumuz, dinle­
diğimiz gibi öğrenci sayısı çok fazla, ka-labalık sınıflar karşısında
özellikle genç olan öğretim üyeleri, daha çok genç olan öğretim
üyeleri bir gerginliğe düşerler, sınıfın atmosferini sakinliğini
sağlayabilmek, ders ortamını sakin götürebilmek ve kendileri
şaşırmadan o genç, kıpır kıpır insanların karşısında şaşırmadan
derslerini verebilmek için bir gerginliğe düşerler, isim isim tek tek
onları tanımadıkları için, ne onlara uzanabilir, ne şaka yapabilir, ne
sus Ayşe veya Ahmet diyebilir, ne bana bak dinliyor musun
çabuk çabuk dersini şaşırmadan anlatıp ve hemen çantasını
kapıp odasına sığınmaya bakar. Böyle bir durumda öğrenci,
öğretim üyesi ilişkisi ne olacak? İşte biraz önce öğrenci arka­
daşımız bunu getirdi. Onlar da öğretim üyelerini sevmez, öğretim
üyeleri onlardan korkar, öğrencilerde öğretim üyelerinden kor­
karlar. Odasında bulur mu? Peki derste bu iletişimi kuramadı,
soru soramadı, ona ulaşamadı veya onun tarafından bir şaka, bir
iltifat göremedi, bir psikolojik beraberlik yaşanamadı, ders dışında
da çok zor. Ders dışında bu iki kitleyi birarada görmek mümkün
değil son yıllarda. Odalarda da fazla kalamıyor insanlar, ya kağıt
okumak için eve ya herhangi bir araştırma peşinde kütüphaneye
ya da başka işler hayat gailesi ile ilgili, zaten odalarda fazla
öğrenciler ile de meşgul olmak bir vakit çok fazla politik yük
yükledi insanların üstüne, insanlarda hâlâ bu korkular var. Birlikte
yapılacak güzel faaliyetler de yok. Ne birlikte geziye gidiliyor, ne
birlikte oyun oynanıyor, ne birlikte spor yapılabiliyor, ne birlikte
şiir okunabiliyor. Ne münazara yapılabiliyor. Biz ne kadar
şanslıymışız, bugünün gençliğine göre bizim zamanımızda
92
müzikler, birlikte yapılan oyunlar, münazaralar, geziler vardı ve biz
birçok öğretim üyemizi çok yakından tanımak, onları sevmek, on­
lar tarafından sevilmek şansına eriştik. Şimdi günümüz
öğretiminde bu ilişki git gide yok olma durumunda böyle bir or­
tamda elbette öğrenci arkadaşımızın şikayeti çok haklıdır. Güzel
bir öğretim olmaz. İnsan sevmediği, takdir etmediği ulaşamadığı
öğretim üyesinin verdiği dersi de angarya gibi çalışır. Her ne ka­
dar istatistikler başarıyı yüksek gösterse de bu görecedir. Çünkü
başarı test sınavlarının bilgisayarda tespit edilen souçlarına göre
istatistiklere dökülmekte ve bizim elimize gelmektedir. Bir
öğrenci ben iyi yetişmiyorum diyorsa haklıdır.
Ben birçok öğretim üyesi arkadaşla da bunu tartıştım.
Gerçekten bu test sınavları onların iyi yetiştiğinin, kanıtı mıdır? Bu
tartışılabilir. Artık sözlü sınav, öğrenciyi tanımak veya tekrar tekrar
görm ek imkânı yok. Öğrenci git gide bilgisayarların
değerlendirdiği anonim bir kitle haline gelmekte. Böyle bir du­
rumda karanlık bir tablo. Gerçi ne yapılabilir? Daha yaşanır bir at­
mosfer; öğrenci öğretim üyesi atmosferi temin edilemez mi? Biz
bu çocukları okutmak zorundayız. Bu anlaşılıyor. Bu kalabalık de­
vam edecek, bu da anlaşılıyor. Bunun önüne geçmek mümkün
değil. Bu, planlama yapılmadıkça, çok önden planlama yapılıp
üniversite önündeki yığılmaya mani olunmadıkça bu kalabalık da
devam edecek. O halde bu kalabalığın içerisinde bu öğrenciler
hâlâ tanıyabilen, sevebilen, olara saygı duyabilen ve yaklaşabilen
öğretim üyeleri yetiştirilemez mi? Ben yetiştirilebilir kanaatinde­
yim. Bu nasıl olur. Bu, mesleki dersleri yanında onlara
öğretmenlik formasyonu, bir çeşit insan psikolojisi öğretmekle
olur. Tabii yine ütopik bir çözüm dediniz bunun için; yani mate­
matik öğrenen veya mühendislik öğrenen bir insana öğretmenlik
formasyonu verilebilir mi? Gereksiz, ama üniversitede hoca ola­
cak her insana bu verilebilir. Karşısındaki kitlenin psikolojisi onla­
ra ulaşmanın yolları öğretilebilir. Vaktiyle usta çırak işi olarak bu
öğretilirdi, herkes kendi hocasından öğrenirdi bunu. Ama bugün
bu mümkün değil. Kimse usta çırak ilişkisini yeniden yaşayamaz
artık üniversitelerde bu kalabalıkta, o zaman çok dikkatli seçilmeli
93
öğretim üyesi, gerçekten öğrenciye ulaşabilecek ve bu niteliğe
sahip insanlar arasından seçilmeli ve bu insanları bu bilgilerle do­
natmalı. Bundan başka, her fırsatta fakültelerde öğretim üyeleri
ile öğrencileri bir araya getirecek fırsatlar yakalamalı. Her fakülte,
ne okursa okusun, meslek olarak ne mesleği kazanırsa, ne bilim
dalında olursa olsun, mutlaka edebiyatla, müzikle, sanatla ve
sporla uğraşmalıdır. Medikososyaller veya spor tesisleri buna
yeter mi? Yetmesin. İnsanlar çözüm aradığı takdirde bu sorunlara
mutlaka bulurlar. Şu anda çocuğun tıp fakültesinde okuyor, An­
kara Üniversitesi Tıp fakültesinde son sınıfa geldi ve bir müzik
odası bulamamanın ıstırabını bir altı sene yaşadı. Hacettepe'nin
müzik odası var, başka bir yere gidiyorsun bir fakültenin müzik
odası var, bunların müzik grupları var. Yani tıp fakültesi öğrencisi
müzikle meşgul olursa ne kadar güzel bir şey olur bu kupkuru bir
doktor mu olsun, yoksa hiç değilse müzikle uğraşan, duyguya
önem veren bir insan mı olsun? Bir mizik odası vermedi fakülte
bunlara. Şu nedenle, bu nedenle. Tabii fakültenin iç sorunlarını
bilmiyorum, suçlamak da istemiyorum ama bu çözülmeyecek bir
olay değil, o müzik odası verilebilir di, o insanlara bu, öğretim
üyeleri ile birlikte olabilir, birlikte çalışabilir di.
Lafı fazla uzatmak istemiyorum, çayınızdan da sizi fazla
ayırmak istemiyorum. Bu sorun daha uzadıkça uzar, ama
öğrencilerini gerçekten seven onların yanında gerçekten yer
alan, onlara insan olmayı öğreten bilim dalı yanında insan olmayı
öğreten öğretim üyelerine sahir olmak dileği ile ve umuduyla
konuşmamı bitiriyorum efendim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Efendim, son konuşmacıya söz vereceğim. Son
konuşmacımız, Ankara Üniversitesinde Sağlık, Kültür ve Spor
Dairesi Başkanı Dr. Savaş Türel - Buyurun Sayın Türel.
DR. SAVAŞ TÜREL Kıymetli dinleyiciler;
Sayın konuşmacılar, yükseköğretim sorunlarını çok iyi dile ge­
tirdiler. Sayın öğretim üyelerinin açıklamalarının yanı sıra, ben de
94
sîzlere yükseköğretim in sorunları üzerinde değil de,
yükseköğretimde okuyan öğrencilerin ne gibi sorunları olduğu
ve bu sorunların tesbiti ile ilgili olarak yapılmış bir araştırmadan
elde
e d ilm iş
s o n u çla rı
a çıkla m a ya
ça lış a c a ğ ım .
Üniversitelerimizde, öğrencilerimize yönelik kişilik hizmetlerine
verilen önem gün geçtikçe artmaktadır. Bu amaçla, çeşitli
araştırmalar yapılmaktadır. 1981 yılında Devlet Planlama
Teşkilatınca da yayınlanan bir araştırm am ıza göre,
öğrencilerimizin sorunlarını beş maddede özetleyebilir.
1- Öğrenim sorunları,
2- Ekonomik durumları ve sorunları (Beslenme dahil),
3- Barınma durumları ve sorunları,
4- Kültürel faaliyetleri ve sorunları (Boş zamanlarım
değerlendirme dahil),
5- Psiko-sosyal sorunları
dır.
Daha önceki konuşmacı sayın hocalarımız ve öğrenci arka­
daşlar, öğrenim sorunlarını uzun uzun dile getirdiler. Benim biraz
önce saymış olduğum diğer sorunlara, konuşmacıların
değinmemeleri beni oldukça sevindirdi.
Özellikle bu soruları, artık üniversiteler çözümlüyor kanaati
bende hasıl olmaya bayşladı. Bu sorunlar içinde bence en
önemli sırayı, ikinci sırada bahsettiğim ekonomik sorunlar olmak­
tadır. Bütün bu olayları çözebilmek, ekonomik soruların
çözülmesine bağlı olduğu kanısındayım. Şunu rahatça
söyleyebiliriz ki; biraz önce bahsettiğim beş temel sorunun
çözümü için, üniversitelerde alt yapı ve bilgi birikimi vardır. Yalnız,
kişisel görüşüm olarak bütün çözümü ekonomiye bağlıyorum.
Öğrencilerimizin, başlıca belirlenen ihtiyaçları ise şunlardır.
-Öğrenim ihtiyaçları,
95
-Beslenme, barınma, ulaşım ihtiyaçları,
-Rehberlik ve psikolojik danışma ihtiyaçları,
-İş bulma ve çalışma ihtiyaçlarıdır.
Bu ihtiyaçları karşılama görevini devlet ve üniversitelerimiz
üstlenmiştir. Ayrıca, barınma ile ilgili olarak Kredi ve Yurtlar Kuru­
mu da görev almaktadır.
Üniversitelerde öğrencilerin öğrenim ve işbulma dışındaki ih­
tiyaçlarını Sağlık, Kültür ve Spor Daireleri karşılamaktadır. Bu dai­
reler, mediko sosyal merkezi adı latında 1965 yılından itibaren
kurulmuş, yükseköğretim kurulu kanunu çıktıktan sonra da yeni
kurulan diğer üniversitelerde Sağlık, Kültür Spor Daireleri adı
altında teşkilatlandırılmıştır. Sağlık, Kültür Spor Dairelerinin kuru­
luş amaçları, öğrencilerin beden ve ruh sağlığını korumak, hasta
olanları tedavi etmek veya ettirmek, ilgi alanlarına göre boş za­
manlarını kazanmalarına imkan hazırlamak ve bu hizmetlerle
öğrencilerin gelişmesine katkıda bulunmak, Öğrenim yönünden
daha başarılı olmalarını sağlamak, öğrenim sırasında sorunlarına
ve ihtiyaçlarına yardımcı olmaktır. Bu dairelerde genel olarak
Sağlık, Sosyal ve sportif hizmetler yürütülmektedir. Sağlık servis­
lerinde beden, ruh sağlığı ile ilgili koruyucu ve tedavi edici hiz­
metlerle beraber hastalara ilaçlar, ortopedik cihazlar ücretsiz ola­
rak verilmektedir. Sosyal servislerde ise, kuruluş amacına uygun
olarak çeşitli sosyal faaliyetler yapılmakta, bu faaliyetleri yapabil­
mek için çeşitli tesisler kurulmakta, öğrencilerin boş zamanlarını
değerlendirmek amacıylada çeşitli kültürel faaliyetler prog­
ramlanmaktadır.
Spor faaliyetleri üniversitelerde iki kısımda yapılmaktadır. Be­
den eğitimi dersi olarak ders şeklinde, bir de spor olarak boş za­
manları değerlendirmek amacıyla yapılmaktadır. Boş zamanları
değerlendirmek amacıyla yapılan sportif faaliyetler yıllardır
düzenli olarak sürmektedir. Yalnız beden eğitimi dersi adı altında
konmuş olan spor faa liye tle rin in bilhassa ka labalık
üniversitelerde, yeterince yerine getirildiğini düşünemiyorum.
96
Bu tür spor faaliyetleri taktirlerinize bırakıyorum. Bu dersin belli
bir zaman zorunlu olarak kaldırılması gerektiği kanaatindeyim.
Öğrencilerimizin beslenme sorunları bizim açımızdan büyük
bir problem idi. Yalnız zamanla bu sorunun yüzde 50'si ortadan
kalktı. Zaten öğrenci arkadaşlarımız da pek bu sorundan bahset­
medi, demek ki kendileri halletmişler bu sorunu. Ankara
Üniversitesinde bugün 20 bin öğrenciye öğlen yemeği, bin
öğrenciye de sabah kahvaltısı verilmektedir.
Barınma sorunlarını ile Kredi Yurtlar Kurumu ilgilendiği için,
fazla üzerinde durmayacağım. O biraz daha büyük bir sorun.
Üniversitelerin yurtları yetersiz, Kredi Yurtlar bu sorunla ilgileni­
yorlar.
Yalnız Ankara'da 200 bin civarında öğrenci olduğunu tahmin
ediyorum. Çoğunluğunun barınma sorunu vardır.
Küçük şehirlerdeki üniversitelerde bu sorun tahmin ediyo­
rum sayın rektörde daha iyi bilirler, çoğunda hemen hemen orta­
dan kalktı.
Öğrencilerin rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerine ge­
lince, birçok üniversitede rehberlik ve psikolojik danışma
bölüm leri yavaş yavaş açılm aya başlam ıştır. Ankara
Üniversitesinde de, Eğitim Bilimleri fakültesi bünyesi içinde reh­
berlik ve psikolojik danışma bölümü, öğrencilerin hizmetine gir­
miş ve öğrencilerin ilgisini beklemektedir. Aslında bu soruların bir
kısmı da, bizim öğrenci arkadaşlarımızın ilgisizliğinden kaynaklan­
maktadır. Üniversitelerde kendilerine yönelik ne türlü hizmet ve­
rildiği bilincinde değillerdir. Öğrenciler ilk kayıta geldikleri zaman,
çoğunlukla broşürlerle, el ilanları ile bu bilgiler kendilerine
dağıtıldığı halde, öğrenci arkadaşlarımızın okuma alışkanlığı olma­
ması yüzünden derhal atılmakta ve takip edilmemektedir.
Bizim tespit edebildiğimiz sorunlar ve yapabildiklerimiz bun­
lar, bir sorunuz varsa olnala ayrıca rakamlarla cevap vereyim, hiç
rakam kullanmadım. Çok teşekkür ederim.
97
BAŞKAN -Efendim, o zaman sizi 17.30 da burada olmak
üzere dışarıya davet ediyorum.
B. GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN (Prof. Dr. Rüştü Yüce) -Efendim, yüksek
müsaadelerinizle birinci panelin tartışma kısmını açıyorum.
Paneldeki arkadaşlara soru sormak isteyenler olabilir. Önce
bu arkadaşları tespit edelim.
Buyurun Sayın Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu.
PROF. DR. RAUF NASUHOĞLU -Konuşmacı arka­
daşlarımızdan Sayın Prof. Akıntürk, olayları dar açıdan değil, karşı
tarafın sorunlarını da içeren geniş açıdan düşünmeleri, onları an­
lamağa çalışmaları gerektiğini belirttiler. Başka bir deyimle YÖK'e
karşı eleştirilerde fazla sertleşmeden biraz bizi anlamağa çalışın
dediler. Bu sözler sorumluluklarına katıldıkları YÖK'ü problemleri­
ni dolayısıyla Yüksek Öğretim problemlerini yine kendileri
açısından ortaya koydular. Buna göre YÖK hertürlü yokluk
içindedir, para yokluğu, öğretim üyesi yokluğu, aşırı öğrenci
sayısı baskısı, kitap yokluğu, eğitim araçları yokluğu... bütün bun­
lar eğitimi olanaksız hale getiren çok olumsuz koşullar, hiç
kuşkusuz. Bu durumda akla gelen, bunlarsız eğitim olamayacağı
gerçeğidir. Öyle ise kendimizi avutmakla, Ülkemizi avutmakla
vakit geçirmiş olmuyormuyuz? Bu nedenle sorumlulara şunu
sormak istiyorum: Bu sınır koşullarını değiştirerek köklü bir reform
yapma iddiası ile ortaya çıkarılan YÖK'ün ne büyük bir yanılgı
olduğunu anlayarak bambaşka bir yönde hareket etmek gerek­
mez mi? Bir çıkar yol yok mu? ikinci sorum da şu: Sayın Prof.
Mehmet Sağlam karşılıklı anlayıştan söz ettiler. Karşılıklı bir diya­
log kuramamaktan yakındılar anladığım kadarı ile ailelerle kurumlar
arasında, öğrencilerle eğitim düzeni arasında uyum yok diyorlar.
Böyle bir diyalog kurulabilseydi işlerimiz çok daha kolay yürürdü
dediler. Bu bir ölçüde doğru olabilir. Ama sağlıklı bir eğitim için
/
98
yalnızca diyalog kurmakla iş biter mi? Bence Eğitimin düzelmesi
yığınla etkenin bir araya gelmesini gerektirir. Bir de genç
konuşmacı arkadaşımızı daha doğrusu genç öğrencimiz Derya
Dingiltepe'nin konuşmalarından ne denli mutluluk duyduğumu
belirtmek isterim. Bu, yönetime katılma kavramının ne yararlı, ne
önemli ve ne gerekli olduğunu gösteren güzel bir örnek. Kendi­
sini ve burada dinleyiciler arasında bulunduğunu öğrendiğim ai­
lesini kutlamak isterim.
Teşekkürlerimle..
Başkan -Buyurun Sayın Emiralioğlu
MEHMET EMİRALİOĞLU -Derneğimize teşekkürlerimi ve
şükranlarımı sunarak söze başlayacağım. Demeğimizin, suskun­
laştırılmış bir ortamda böylesine bir diyaloğu aramızda
oluşturması, özlediğimiz bir diyalog ortamını aramızda oluşturmuş
ve başlatmış bulunması, hepimizi sevindirdi. Bir Dernek Üyesi olarak, böylesi eylemlerle derneğimizin bu sevincimizi
sürdüreceğini umuyorum. Sözümü YÖK Başkanı Sayın Prof. Dr.
Ihsan Doğramacının "1402 bir yaradır" sözüne getirmek isterim.
İzin verirseniz ben "YÖK Türkiye'de bir yaradır" diyeyim. YÖK'ün,
Üniversitelere, bilime, öğrenci ve öğretim üyelerine DARBE
olduğuna inanıyorum. YÖK, ara dönemin insanını yetiştirmeye
yönelik bir işlev nedeni ile kurulmuştur, diyorum. Aradönem fel­
sefesinin, ekonomik ayağı çöktü, siyasal ayağı da sallantıdadır.
Görünen odur ki YÖK gidecektir. Özerk, demokratik, çağdaş,
ulusal nitelikli bilim kurumlan olarak üniversitenin yeniden kurul­
masının uzlaşma noktalarını aramak gündeme alınmalıdır. Bu
yara, YÖK Yasasının maddeleri değiştirilerek iyileştirilemez, 65
maddeden oluşan yök yasasında bu güne kadar yaklaşık 65
değişiklik yapıldığı halde, yara iyileşemedi. Paralı, vakıflı
Üniversite, "mütevellidi yönetimler Türkiye Üniversite ge­
leneğiyle bağdaşmamaktadır.
Rektörlük yapmış bir organizasyon yetkilimiz: "YÖK yasası
99
değişecektir." dediği zaman, ben kendisine "neyini
değiştireceksiniz Sayın Hocam? " sorusunu yöneltmiştim. Ken­
disine: YÖK Yasası tümüyle ortadan kaldırılıp Üniversite Ya­
sasının yeniden yapılması gerektiğini söyledim, uomokrasinin
güzel bir oluşumu olarak sevinerek belirtiyorum. Naçiz görüşüm,
o büyüğümce onaylandı, başka toplantılarda YÖK Yasasının
kaldırılacağını söylemektedir. Bu konuda sağlam bir kamuoyu
oluştu. 15402 ve Üniversite Yarası böylece kapanacaktır.
Sayın Prof. Dr. Akıntürk Hocam, öğrenci çokluğundan söz
etti. Bu görüşe katılanlar da oldu. Bu görüşe ben katılmıyorum.
Bizim kadar gelişmemiş ülkelerde Yüksek öğrenim öğrencisinin
oranı, kendi populasyonu içinde bize göre daha çoktur. Onlar
bunu daha da artırmanın çabası içindeler. Konuya doğru
bakılmasını öneriyorum. Üniversite anfi ve laboratuvarlarında
öğrenci çokluğu, anaların çok doğurduğuna ya da bu çokluğa
gerek olmadığına bağlanmamalıdır. Bu sayı ve oranları artırmak
zorundayız. Üniversiteye daha çok insan almalıyız. Verimi
düşüren bu çokluk, Devlet bütçesinden Millî Eğitime ve
Üniversiteye ayrılması gereken payın küçük tutulmasından,
bütçe ödenekleriyle, aile katkılarının savurganca harcanıp talan
edilmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Mekân ve donanım
genişletilerek öğrenci sayıları seyreltilmelidir. Millî Eğitim
Şûrasının önerdiği oranda bütçeye yine para konulmadı.
Öğrenciler anfilere yığılarak önlem alındı. Yüksek öğrenimde
hazırlanmış eğitilmiş iş gücünü ülke gereksinimine yetecek kadar
üretmemiz, daha çok öğrenci almamızı gerektirmektedir.
Peki, ounu sayın hocalarım niye söylerler? Bütçedeki payın
gittikçe artması gerekirken, gittikçe eksildiğini, yani benim
söylediğimi söylememek için "öğrenci çokluğunu" söylerler. Hal­
buki burada Millî Eğitim ve Üniversitelerden ödenek kısıntısı
yapılmasının üniversite çalışma yerlerinde verimi düşüren,
öğrenci kalabalıklarına yol açtığı söylenmelidir. Eğitim Öğretim
sektörünün Devlet bütçesinden lâyık ve lâzım olduğu ödeneği
almasını önleyen tercihleri burada dile getirmeliyiz. Türkiye
Eğitim ve öğretimine daha fazla kaynak ayıracak durumdadır. Fa­
100
kat dağıtımı yapanlar, eğitimin önem ve önceliğini başka hizmet
ve yatırım sektörlerinin çok gerilerine almış bulunmaktadırlar.
Ekonomi, ticaret ve maliye konularını konuşuyor olsaydık. Eğitim
ve Öğretimin paralarının nerelere gittiğini hatta nerslerde heder
olduğunu da belirleyebilirdik.
Diğer bir sorun da plansızlık ve yanlış politika sorunudur.
Üniversitelerimiz, hangi iş alanlarına, hangi bilim dallarına, hangi
bilimsel araştırmalara, hangi yıllarda, hangi nitelikte ne kadar,
eğitilmiş işgücü hazırlayacaktır? Bu konuda yapılmış bilimsel
araştırmalar ve araştırmaya dayandırılmış plânlar, plânları oluşturan
programlar var mıdır? Ben yok diyorum. Varsa söylensin
öğrenelim.
Üretim alanlarında o üretim için hazırlanmamış olanlar
çalışırken, üniversiteyi bitirenlerin yaklaşık yarısı kendi dalı
dışında, doyurmaz ücretlerle çalışıyorlar, ya da işsiz kalıyorlar.
(Kaynak: Çağdaş Araştırma Merkezi, Dr. Tamer Ürüm'ün
araştırması) Ayrıca Piyasanın aradığı ile Üniversitenin yetiştirdiği
arasında da bir uyum yoktur. Öğleden önce "üniversitelerin ge­
tird ikle rinin neler olduğunu" sordum, ilg ili Hocalarım
yanıtlamadılar..
Üniversite, Politikaya uzak durduğu kadar, Üniversite Politi­
kasına da yaklaşılmıyor. Bu konuda bir suskunluk, konuş; nazliK
bir çekingenlik vardır, insan "konuşan varlık, politik yaratık" olarak
tanılıyoruz. İnsana özgü olan politikanın konuşulamaz, korkulur
hale gelmesi üniversitenin en büyük sorunudur. Özgür
düşünce, çeşitli fikir üretmekle görevli bir yerdir üniversite.
Üniversite demokrasi bunalımı ve özerklik yoksunluğu içindedir.
Demokrasiden beslenmeyen, demokrasiye katkı yapmayan
üniversiteye paralar yığsanız da öteki tüm gereksinimlerini
karşılaşsanız da rahat olamaz, sorunlardan kurtulup kendisini bu­
lamaz, inancındayım. Bu söz biraz cesaretli görülüyorsa beni
bağışlayınız, inancımı söylüyorum. Bunun açık ve seçik olarak
her yerde, her zaman, herkese söylenmesi gerektiğine
inanıyorum.
101
Öğrenci temsilcisinin burada konuşturulmasının önemine
öncelikle değiniyorum. Öğrenciler adına konuşan bayan Derya
Dingiltepe’ye teşekkür ediyorum. Yine sözü burada Sayın YÖK
Başkanı Prof. Dr. Ihsan Doğramacının sabahki konuşmasına geti­
receğim. "Öğrenci Konseylerini anarşistler çalışamaz ettiler"
demişlerdi. Ben Orta Doğu Öğrenci Aileleri Derneği (ODTÜÖADER) Genel Başkanlığı yaptım. ODTÜ'de ÖTK öyle bir etkiye
uğramadan rahatça yararlı çalışmalar yapmıştır. Öteki Üniversite,
Akademi ve Yüksek okullarda boykotlar öğretim kesintisi ya­
ratırken, ÖTK'nın sayesinde ODTÜ kesintisiz öğretim yapmıştır.
Bunda O zamanki Rektör'ün bir katkısı yoktu. Şikayetçi
olduğumuz, öğretimi kesintiye uğratacak girişimleri vardı; fakat
ÖTK ve Öğretim Üyeleri Derneğinin çabaları ODTÜ'de kesintisiz
öğretim sağladı. Kendilerinin başında bulundukları Üniversitede
öğrenci örgütünü çalıştırmayan bir eylemi ne gördük, ne duyduk
ne de okuduk. Orada belki yaşanmıştır da biz farkında olmamışız.
Bu olduysa bile gerçek sorumlu Yönetimdir. Bu nedenle Bayan
Derya Dingiltepe'nin görüşüne katılıyorum , üniversite
yönetimine Öğrenciler, Araştırma görevlileri, Çalışanların, sendi­
kası, Öğrenci Aileleri örgütü katılmalıdırlar. Bu katılım ve
çoğulculuk, Üniversitenin verimini artırır, yaşamını rahatlatır,
yönetimini kolaylaştırır. O dönemde ÖTK kötü niyetli yöneticiler
tarafından tökezletilm ek istendi. Zamanın İçişleri Bakam
aramızdadır. Tökezletme girişimleri sırasında ODTÜ-ÖADER
Yönetimi olarak karşı karşıya geldik. İçişleri Bakanının önüne ÖTK
ile ilgili, uyduruk, dağ kadar evrak yığmışlardı. Uyduruk evraka
bakılsaydı, bu günün saygın, üretken binlerce kişisi, eğitilmiş
işgücü kitlesi belki de sanık sandalyesinde olacaktı. ÖTK resmi
bir kuruluştur, akademik Konseyin Kararı ile yönergesine göre
çalışıyordu. ÖTK'yı sabote etmek isteyenler, Sayın YÖK
Başkanının dediği gibi anarşistler değil, kellifelli, büyük yetkililer­
di. ama başaramadılar. ÖTK yararlı oldu. Bu uygulama ve Deneyi­
mi Üniversitelerimizin geliştirerek yeniden düzenlemelerinden
yarar umarım. Mahkeme nasıl savcı, yargıç, avukat, sanık ve
tanıktan oluşursa, Üniversite de Rektör, Dekan, Öğretim Üyesi,
102
öğrenci, çalışan ve Öğrenci aileleri örgüt temsilcilerinden
oluşmalıdır. Bunlardan birinin eksik olması ve hizmetini
üniversiteden esirgemesi, üniversiteyi verimden düşürür hatta
çalışamaz eder. Ancak çalışır görünür. Bunu YÖK sağlayamaz,
yeni bir yapılaşma bekliyoruz.
Sayın Rektör, Prof. Dr. Mehmet Sağlam Hocamız, güzel bir tab­
lo çizdi. 19 Mayıs Üniversitesini güllük gülistanlık içinde gösterdi;
büyük artışlardan söz etti. Söylediklerinin gerçek olmasını ve
öteki Üniversitelerde de gerçekleşmesini dilerim. Ömrü eğitim
hizmetinde geçmiş, eğitim yöneticiliği yapmış bir eğitimci olarak
ve affınıza sığınarak söylüyorum. Eğitimin Devlet tercihinde ön
plânda ele alındığı dönemlerde bile eğitim yöneticileri, Sayın
Mehmet Sağlam kadar, rahat ve içaçıcı konuşamamışlardır.
Eğitimin savsaklandığı, geri plânlara itildiği bu dönemde 19 Mayıs
Üniversitesi olanaklı ve rahatmış!.. Bu olanakları ve rahatlığı YÖK
dizgesine bağlayamayız. Bu sonucu, kendilerinin özel girişimleri,
19 Mayıs Üniversitesinin yerel başarısı olarak selâmlıyoruz. Öteki
Üniversitelerde olamayışından da YÖK'ü sorumlu tutuyoruz.
Hele hele öteki üniversitelerin yönetenlerini hiç mi hiç sorumlu
tutm uyo ru z. Çünkü o la ğ a n lıkla rı o la ğ a n ü stü lü kle rle
değerlendirmek doğru olmaz. 19 Mayıs Üniversitesindekine bir
olağanüstülük olarak bakıyoruz. YÖK koşulunda sorunsuz
üniversite olacağına inanamıyoruz.
Öğretim Üyeliğinin Çekimi (cazibesi) ve Saygınlığı (itibarı) ko­
nusunda da düşüncelerimi açıklamak isterim.
Sayın Profesörler, Sayın Öğretim Üyeleri!
Demin bir arkadaşımız, Profesör ve Öğretim üyesine ben
"ÖĞRETMEN" diyorum, dedi. Doğru söylüyor. Profesörün
çekimi ve saygınlığı, eğitim, öğretim uğraşısının çekimi ve
saygınlığı ile özdeştir. Sizin çekiciliğiniz ve saygınlığınız,
öğretmenliğin çekicileştirilmesine ve saygınlaştırılmasına bağlıdır.
Türkiye'de Eğitmen horlanırken, O'na sahip çıkılmazsa,
öğretmen kıyılırken seyirci kalınırsa, okullar mescitlerin gerisinde
103
bırakılırsa bu tutum üniversiteye ve Profesöre yansımakta gecik­
mez. Çünkü okullar bilim ve araştırma yeri, eğitmen ve öğretmen
de birer öğretim elemanıdır. Sizin gibi eğitim, öğretim yapan
öğretmenler açlığa, okullar yoksulluğa mahkum edilirken,
üniversite ve Profesör, yangını çıktığı yerde, kendisine gelme­
den karşılamazsa, o yangın elbette kendi çatı ve balkonuna da
ulaşacaktır. Ülkede olan da budur. Öyleyse Üniversite Öğretim
Üyeleri, öğretmenleşecekler, Öğretmenlere arka çıkacaklar,
öğretmenlerle meslek dayanışmasına girecekler, çekiciliği ve
saygınlığı bu yoldan elde edeceklerdir. Bilimin, teknolojinin
çağdaş düşüncenin, sosyal, demokrat anlayış ve davranışın,
özgürlüğün, hümanizmin öncülüğü ve savunuculuğu yapılırken,
meslekdaşları olan öğretmenlerin öncülüğünü ve savunucu­
luğunu da üstlenecek profesörün çekiciliği ve saygınlığı da arta­
caktır. İstediğiniz sonuca varmanın yolu öğretmenlerle
bütünleşmekten geçer.
Türkiye’de bilim yapan, fikir, düşünce üreten, araştırma ya­
pan, buluşlarda bulunan, demokrasiyi yücelten, arındıran
üniversite ile, ekmek parası kazanacak, üretimdeki ara işleri yapa­
cak elemanı yetiştiren yüksek okul birbirinden ayrılmalıdır.
Üniversite okul değildir. Onun asıl işlevi öğretimden ibaret de olamaz. Hatta o, çalışmalarını eğitim olarak sınırlayamaz. Bunlar
Üniversitenin yan ürünleridir. Bunların üreteni üniversiteden ayrı
düzenlenen ama üniversite ile danışmalı, dayanışmalı,
yardımlaşmalı ve eşgüdümlü yüksek okullardır.
Üretim alanlarının ve ara hizmet yerlerinin istediği meslek
adamlarını da okullar yetiştirecektir.
Din hizmetlerinde halka yardımcı olacak, ibadet, dinsel iş hiz­
met ve törenleri yapmak üzere bir meslek adamı olarak, ona göre
hazırlanmış izlencelere göre yetiştirilmiş kimseleri, izlence
düzenlemeleri ve sınav ayarlamalarıyla üniversiteye aldınız. On­
lardan üniversite öğrenciliği için gereken koşulları aramadınız. Ya
da onların özel bir formasyondan geçip değişmelerini,
gelişmelerini de sağlamadınız. Açık söylüyorum, varlıklarından
104
Üniversitede kaygı duyulan kadroları Üniversiteye doldurdunuz.
Bu gün orijinleri dolayısıyla varlıklarından sıkıntı çekilen ve kaygı
duyulan öğretim üyeleriyle yan yanasınız. O orijin ve formasyon­
dan çağdaş bilim adamının çıkması ender karşılaşılan bir olgudur.
Çoğunluk beklendiği gibi çıkmaz. Radyoda konuşmalarını,
basında yazılarını, toplantılarda, karşılıklı konuşmalarda zihniyetle­
rini sergileyen bu insanlar çağdaşlığı, bilimselliği, akılcılığı, de­
mokrasiyi, fikir özgürlüğünü, hatta ulusallığı çileden çıkaran
görüntüler sergiliyorlar. Onun için ben öğretmen okulunu biti­
renlerin bile bir seçmeden geçip, bir uyum formasyonu kazan­
madan Üniversiteye alınmasından yana değilim. Böylesi bir uyum
ve hazırlıktan, değişimden, gelişimden geçerek üniversiteye git­
me yolunun herkese açık tutulması, fırsat eşitliğinin, yetenekleri
değerlendirm enin, özgürlüğün ve dem okrasinin gereği
olduğunu da biliyorum, inşaları bir yere bağlayıp sürgit orada tut­
mak da insanlığa yakışmaz elbette. Bu yöntem ve dizgelerle
Üniversiteleri meslek okulu, meslek okulunu da üniversite gibi
görmekten kurtuluruz.
Yanlış anlaşılmasın. Bilim adamlığı da meslektir. Ama o aynı za­
manda imam ya da öğretmen değildir. Öğretmen ya da imamın bi­
lim adamı olamayacağı gibi. Bilim adamı üniversiteden yetişir,
onun için üniversite formasyonu ve başarısı ön koşuldur.
"Sosyetik yüksek öğrenim özentisi, askerliği yedeksubay olarak
yapma kuruntusu" ile yapılan yüksek öğrenimler, üniversite
dışındaki yüksek okullarda sağlanmalıdır. Baremin en üst dere­
cesinden emekli olmak özlemini de yüksek okullar gidermelidir.
Üniversite yükseköğretim ayrımı belirlenip bu ayrımla yine de
bir bütünlük içinde sorunlar çözümlendiği zaman üniversiteler
görevini yapar, üniversiteliler de rahata kavuşur inancındayım.
Bunca bilge kişi arasında, böylesine yüksek düzeyli bir toplumda
yaptığım naçiz konuşma boyunu biraz aşmış da olabilir. Beni an­
layışla karşılayıp bağışlayacağınızı umarak saygılarımı sunanm.
BAŞKAN -Sayın Rauf inan hocam, buyurun.
105
RAUF İNAN -Sayın Başkana bana söz verdikleri için teşekkür
ederim. Önce bir noktayı belirteyim. Bu memleketin tarihinde Ha­
san Ali Yücel gibi dünya tarihinde benzeri bulunmayan bir bakan.
Rüştü Uzel, bir Hakkı Tonguç, bir Mustafa Necati geçmiştir, onlar
ödül almadı, onlara ödül verilmeden bana Eğitime Hizmet Ödülü
verildiği için içime sinmemiştir, bunu belirtmeliyim. Önce bir şey
sorayım: Bakanlıktan kimse var mı burada? Siz varsınız, kaç kişi?
Zahmet buyursunlar da tanıyayım, bileyim. Şunu da belirteyim;
Bildiğim kadarıyla dünyada Türk Eğitim Derneğinden, eğitim
alanında daha iyi çalışan başka demek bilmiyorum, belki vardır da
ben bilmiyorum. Hiç olmazsa Almanya’yı Avusturya’yı, İsviçre'yi
bilirim. Bu kadar değerli ve Millî Eğitim Bakanlığına bu kadar
yardımı ve desteği olabilen bir derneğin böyle seçme kişilerin
gündemdeki böyle değerli yanlarıyle ele aldıkları, açıkladıkları bir
bilimsel toplantıya Bakanlığın ele aldıkları zaman ona aldırış etme­
mesi acınılacak bir şeydir. Talim Terbiye Kurulu Başkanının bura­
da bulunması lazımdı. Hatta akla bir soru geliyor; acaba Millî
Eğitim Bakanlığının yetkili orunlarında burada konuşanlar veya
TED’nin bilim kurulunda bulunanlar değerinde kaç kişi vardır?
Anlaşılan pek yok ki, işte böyle dirsek temasını yapamıyorlar, ilk
aklıma gelen şu idi: Sayın Profesör Sağlam 1981'de fakültede üç
profesör varken, 1988 de 11 profesör oldu; dediler, nereden
bulundu bu kadar profesör bu yedi yıl içinde? Bu merakımdır.
BAŞKAN -Bulunduğu yerde yetişmiştir sayın hocam.
RAUF İNAN (Devamla) -Yedi senede?
BAŞKAN -Evet hocam.
RAUF İNAN (Devamla) - Peki teşekkür ederim. Bu arada
övgü ile Sayın Dingiltepe'yi kutlayacağım, çıkınca ona sordum
1968 de ne-redeydiniz siz, nasıl oluyor da 1968'den beri
bugüne kadar öğrencisiniz? Çünkü 1968'de söylenenleri
öğrencilerin istediklerini belirtti, o zaman öğrenciler boykot da
yapmışlardı: Sayın yetkililerden soruyorum: Bu 20 sene
içerisinde o öğrencilerin istediklerinden ne kadarı yapıldı? Onun
106
içindir ki, bugün Sayın Dingiltepe o konuları ele aldı. Eğer
yapılmadıysa üniversite gelişmiş değildir. O zaman Öğrencilerce
istenilen şu idi: Hocalarımız bizimle ilgilensinler, öğrencilerin di­
lekleri gelişigüzel değildi, içtenlikle ilgilensinler ve dışarda fazla iş
alıp bize zaman kalmamış durumunda olmasınlar. Bize kitap
yazsınlar, derslerimizi açıklayacak, sorularımızı açıklayacak kitaplar
yazsınlar bizim alabileceğimiz fiyatla satsınlar.
Bunda çok haklı idiler. Çünkü 1971'de benim bir kitabımı iş
Bankası baskı, 25 liraya satılıyordu. Bir üniversite hocasının on­
dan da birçok yaprak eksik bir kitabı 55 liraya satılıyordu. O
üniversite hocasının o kitabını öğrencilerden başka pek kimse­
nin alacağını sanmıyorum. Arada bu kadar büyük fark nasıl olur?
Öğrenciler bunu istiyorlardı. İsteklerinden birisi şu idi. ileride ala­
cağımız görevlere göre bize dersler verilsin, derslerin bu kadar
soyut olmaması lazım. Biz de yönetime katılalım. Bizim de
düşüncelerimiz alınsın. Şu soru da var: Üniversitelerde öğrenci
kişiliği için neler yapılıyor, öğrenci kişiliğinin gelişmesi için? Ka­
ramsarım çünkü ABC Dergisinin temmuz sayısında Doçent Dr.
Kemal Açıkgöz ve eşi araştırma yapmışlar: Doç. Dr. Kemal
Açıkgöz üniversite öğrencileri arasında anket yapmış, eşi Kâmile
Açıkgöz de ortadereceli okullar da yapmış. Acaba YÖK'te bunlar
dikkatle okundu mu? Ayrıca Sayın Prof. Dr. Süleyman Çetin
Özoğlu'nun kitabı var: Eğitimde Rehberlik ve Psikolojik Danışma,
1982 ile 1986 arasında çıkmış altı tane kitap saptadım ve burada
Sayın Prof. Dr. Günçe'nin de konuşmaları da o konuda. Asıl
önem öğrencilerin durumudur. Bir profesörle bir öğrenci temsil­
cisi burada değindi öğrencilerin sorunlarına, bunlar en önemli
konulardır. Ne dereceye kadar kişilikli insan yetiştiriyoruz biz? Ne
dereceye kadar? Bu soru her öğretim üyesinin gözünün
önünde bulunmalıdır. Ve düşünmelidir: Karşımdaki bu insanlar
arasında kimbilir ne büyük insanlar var. Kim bilir benden üstün
neler var? Onlara bu kişiliği sağlayan ben olmalıyım. Bu, her
profesörün gözü önünde bulunması gereken bir amaç olmalıdır.
Bir başka konuya geçeyim. Birinci Cihan Savaşından sonra Orta
Avrupada şöyle bir söylenti çıkmıştı, sizleri çok ilgilendirir. Çin, Al­
107
manya'dan en değerli bir profesör almış götürmüş, üç yıllığına, iki
yıl sonra izinli olarak memleketine dönmek koşuluyla, iki yıl sonra
memleketine dönmüş, orada kendisine sormuşlar: Nasıl memnunmusun? -Benim profesörlüğüm orada iflas etti demiş, hiç ya­
rarlı olamıyorum. Gerçek bilim adamı yalan söylemez. O da
gerçek bilim adamı olduğundan her yerde bunu söylemiş.
Çin'de vaktiyle bulunan bir papaz sormuş; -Ne o demiş sen yok­
sa orada dersleri buradaki gibi açıklayarak, somut haline koyarak
mı anlatıyorsun? Profesör: -Tabii demiş. Papaz- yok yahu, demiş,
tabii sana orada değer vermezler. Onlar öyle ders isterler ki, anla­
masınlar, anlamadıkları ölçüde değer verirler.
Televizyonda profesörlerden kimileri gayet iyi konuşuyor,
ama kimileri öyle konuşuyor ki, bu kendi kendine konuşuyor,
dersiniz, kimse anlamaz. Karşındakilere kimlere söylüyor, eğer
öğrencilerine de böyle anlatıyorsa, yazık o öğrencilere. Bu arada
şunu da arz edeyim. Öğrencilerdeki başarısızlık durumunu bir
türlü anlayamıyorum değil, hazmedemiyorum. O ne müthiş soru­
ların basılması için alınan tedbir-ler, kapıların kilitlenmesi,
basımevinin etrafında bir kordon kurulması ve nihayet
öğrencilere sınavın uygulanması. Bu kadar iyi bunca titiz
seçilmiş, öğrenciler nasıl olur da üniversitede başarısızlıkla bu ka­
dar çok fire veriyor? Oraya girebilmiş öğrenci demek ki, hak etmiş
de girmiş eğer hak etmemişse eğer o zamana kadar bu öğrenci
başarılıydı da üniversite neden onu bunu başarısızlığa mahkûm
ediyor? Başarısız yüzler, binler ne oluyor? Bu da bir açıklanırsa
çok minnettar kalırım. Ayrıca bilimin yüksek onuru konusunda
bazı şeyler var ki, onu yarına bırakıyorum. Çünkü bilimin yüksek
bir onuru vardır.
Hepinize çok teşekkür eder saygılar sunarım. (Alkışlar)
BAŞKAN -Sıra Sayın Nurkut Inan'ın buyurun.
DOÇ. DR. NURKUT İNAN -Ben TED’nin çok çeşitli kademele­
rinde yaklaşık 15 yılı geçkin bir süredir görev yapıyorum ve bu
108
sürede Sayın Rauf inan hocamızı îanırım, kendisine TED eğitim
hizmet ödülünü veren kurulda ben de vardım. Hemen şunu
söyleyeyim, her toplantımıza gelir, her toplantımızda konuşur,
her toplantımızda ben kendisini dinledikten sonra yeni bir ödül
veresim gelir. (Alkışlar)
Benim için bugünkü panelin en önemli bölümü diyalog kurul­
masının öneminin anlaşılması ve bunun açıkça söylenmesi oldu.
Bu diyaloğun kurulmasında TED'nin oynadığı rol de övüldü. Bu
da beni sevindirdi demeğin bir üyesi olarak. TED bu diyaloğu
kurmak için 1982'de ilk girişimini yapmıştı. Sabahleyin bildirimi bir
generalin sözleri ile bitirmiştim, dinlemiş olanlar hatırlayacaklardır,
eğer onun gibi düşünen iki üç general daha olsaydı, 1982'de bu
diyaloğu kurmuştuk ve çok yol almıştık. Şimdi izin verirseniz daha
teknik konulara geçeyim.
Birkaç tane çok somut sorum olacak. Birincisi Sayın Prof.
Akıntürk'ten. Kendi görüşünü sormak istiyorum. Yükseköğretim
Kanununun 44 üncü maddesinin a bendi vizeler hakkındadır,
öğrencilerin her yıl belirli sayıda vize sınavına tabi tutulmasını
öngören bir yasa kuralıdır ve bugünlerde bu yasanın kaldırılması,
değiştirilmesi sözkonusu. Bunu üniversitenin ve yükseköğretim
kurumunun çeşitli kademelerinden gelen kişiler memnun
karşıladıklarını söylüyorlar. Sormak istediğim soru çok teorik
düzeyde soru. Bir ülkede niteliği ne olursa olsun tüm
yükseköğretim kurumlarında yılda kaç sınav yapılacağı ve bu
sınavların öğrencilerin başarı yüzdesini nasıl etkile-yeceği yasa
ile belirlenirse acaba özerklikten söz edilebilir mi evet ya da hayır
cevabını bekliyorum.
ikinci değinmek istediğim konu da şu: Sabahleyin
Yükseköğretim Kurulunun Sayın Başkanı ve panelimizde sayın
Rektör Prof. Sağlam rakamlar verdiler. Bu rakamları anlamakta
ben güçlük çekiyorum. Doğruluğu konusunda bir şey
söyleyecek değilim; o konu tartışmaya açık. Ama anlamakta
güçlük çekiyorum. Ben bu rakamları sözkonusu yapmayı
düşünüp şu kürsüden dile getirmeyi planlarken Rauf inan ho­
109
camız aynı soruyu sordular ve doğrudan Sayın Sağlam'dan ce­
vabını aldılar. Şimdi bir yükseköğretim kurumu, hangi düzeyde
çalışırsa çalışsın, yedi yılda kendi kaynakları ile 41 tane profesör
yetiştirirse ben bundan şüphe ederim, buna inanabilmem
mümkün değil. Kendi kaynakları ile 41 profesör yetiştiren
yükseköğretim kurumu ya doğru söylemiyordur, ya bu işi ciddiye
almıyordur. Aynı biçimde 409 öğrenciden başlayıp bu 409
öğrencinin başarı yüzdesinin yüzde 30 olduğunu söyleyip, yedi
yıl içerisinde 409 öğrencinin başarı yüzdesinin yüzde 30
olduğunu söyleyip, yedi yıl içerisinde 409 öğrenciyi 20 katına
sekiz bine çıkarıp aynı zamanda da başarı yüzdesinin yüzde 85'e
çıktığını söylemek pek inanılabilir gelmiyor. Ya doğru değildir, ya
da ölçekler değişmiştir. Master ve doktora düzeyinde 20 master
öğrencisi 200 e çıkmış bakın 1975 yılında kurulmuş bir üniversite
1988 yılında 2000 master ve doktora öğrencisine sahip. Bu da
inanılır gibi değil, Ankara hukuk fakültesi 1925 yılında kurul­
muştur, ilk doktora derecesini 1948'de vermiştir. O yıl iki kişi ya
da üç kişi doktor olmuştur Sayın Yaşar Karayalçın da onlardan bir
tanesidir. Yani 13 yıl geçtikten sonra kuruluşundan 200 kişiye
doktor payesi ya da master payesi veren bir üniversitenin ben
yükseköğretim düzeyinde son derece şüphe ederim.
Son olarak bir genel soru ile bitirmek istiyorum. Altı kişilik bir
panelin birinci turunu dinledik, çok net bir biçimde ikişer ikişer
üçe ayrılabilecek biçimdeydi panelimiz. Bugün üniversitelerin
sorumlu kişileri durumunda olan YÖK Üyesi Prof. Akıntürk, Sayın
Rektör Prof. Sağlam, sorunlarını içtenlikle dile getirdiler bu
açıdan kendilerine teşekkür borçlu olduğumuz açık. Ama her iki­
si de sorunları ikiye bağladılar; ödenek sorunu, kadro sorunu.
Aslında kadroda para sorunu. Türkiye gibi enflasyon yüzdesi
yüzde 100 olan bir ülkede bir kurumun para sorunun olması ga­
yet normal. Bu soru., bütün kurumlarda var. Eğer üniversitenin
tek sorunu bu ise sorunu yok demektir. Diğer bir deyimle tek so­
run parasal olunca örneğin tapu teşkilatı ile yükseköğretim ku­
rumlan arasındaki farkı görmek çok zor oluyor.
110
Bunun yanında diğer iki hatta dört konuşmacıdan dinle­
diğimiz sorunlar adli sorunlar, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin
örgütlenme sorunları, eğitim sorunları, düşünce özgürlüğü ve
dem okrasi sorunları, öğrencilerin ekonom ik sorunları,
öğrencilerin psikolojik sorunları vesaire, böylesine katı çizgilerle
sorunların farklı aktarıldığı bir panelde panelcilerin hepsine bir­
den sormak istiyorum. Acaba Türkiye’de yükseköğretimin sorun­
ları nedir? Tekrar geri çekilip düşünüp bizlere söyleyebilir misi­
niz?
Teşekkür ederim efendim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Sayın Karayalçın, buyurun.
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN: Efendim, ben bir açıklama
yapmak istiyorum ve ondan sonra da iki sorum olacak.
Yarın sabahleyin yükseköğretimde lisansüstü eğitim konu­
sunda benim bir tebliğim var, bu tebliğimi teksir ettirdim, dışarda
bulunmaktadır. Eğer bu konuya yakın ilgi duyanlar tebliğ metnini
daha evvel okuyabilirlerse yarınki toplantıda tartışmaya daha çok
vakit ayırabiliriz, bilgilerinize sunarım.
BAŞKAN -Efendim kusura bakmayın müdahale ettim, üzücü
bir haber. Biraz önce burada oturan Kütüphaneler eski müdürü
Abdülkadir Salgır Bey bir kalp krizi geçirmiş ve vefat etmiştir.
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN(DEVAMLA) -Arkadaşlar,
Abdülkadir Bey Türkiye'ye kütüphanecilik alanında büyük hiz­
metler vermiş çok değerli bir meslektaşımızdır, bunu sizlere arz
ediyorum ve kendisine tanrıdan rahmet diliyorum. Kaderin
önüne geçilmez.
Sorum şu: Gerek televizyon programlarında, gerek bu sabah
ki sayın YÖK başkanının açıklamasında belirgin bir görüş ortaya
111
çıkmıştır; YÖK bir koordinasyon ve planlama organıdır, yönetim
organı değildir ve üniversitelerin programlarının oluşmasında
YÖK'ün herhangi bir etkisi yoktur. Şimdi panelde bulunan sayın
yönetici meslektaşlarıma ve diğer arkadaşlarıma soruyorum, uy­
gulama böyle midir?
İkinci sorum şu; aslında sayın Emiralioğlu’nu dinle meşeydim,
ben bu soruyu sorm ak, ortaya koymak istemezdim.
Üniversitenin içinde ve önünde olmak üzere iki çeşit yığılma
vardır. Üniversitenin önünde olan yığılmanın sebepleri malûm,
fakat içinde olan yığılmanın sebebleri nelerdir? Ben bildim bileli
Türkiye'de birkaç senede bir yasama organından af kanunu çıkar
ve çok entresandır, Yükseköğretim Kanununda ilk delik böyle bir
af kanunu ile açılmıştır. Şimdi bilhassa Dingiltepe arkadaşıma so­
ruyorum. Türkiye'de üniversitelerin içindeki yığılmanın sebebi
nedir?
BAŞKAN -Sayın Karayalçın'a teşekkür ediyorum.
Sayın özaydınlı, buyurun efendim.
İRFAN ÖZAYDINLI -Sözlerime başlarken TED bilim kurulunun
toplantısında dinleyici olarak bulunmaktan mutlu olduğumu belir­
tir, bu tür örnek çalışmaları düzenleyen, Yönetim ve Bilim Kuru­
lunda görev alanları içtenlikle kutlarım.
Zevkle takip ettiğim bugünkü panelde görüşlerini açıklayanlar
arasındaki öğrenci temsilcisi kızımızın cesaretle ve gerçekçi ola­
rak vurguladığı bir konuda görüşümü açıklamak üzere huzuru­
nuzda bulunuyorum.
Konuşmasını takdir ettiğim öğrenci temsilcisi kızımız dedilerki;
"Ben son sınıftayım, uluslararası ilişkilerden mezun olacağım, fa­
kat ekonomi hakkında yeterli bilgim yok ve aynı zamanda teorik
bilgimi uygulanacak bir sistemle pekiştirmiş değilim."
Sayın başkan bu dile getirilen konudan hareketle, kişisel ola­
rak üzerinde çalıştığım Entegre Üniversite eğitimi hakkındaki
112
görüşümü kısaca arz edeceğim.
Sanayileşmiş diğer bir deyimle kalkınmış hızla gelişen tekno­
lojiye uyum sağlamış ülkelerde, becerili insan gücüne verdikleri
önemi tüm eğitim süresinde özellikle orta öğretim sonunda
yüksek okul ve Üniversite eğitiminde Entegre (Tümleşik)
eğitime öncelik verdikleri görülmektedir.
Ülkemiz kalkınmada sanayii öncelik vermiş olmasına rağmen
ara insan gücü -Becerili insan gücü- yetiştirmede eğitim sistemi­
mize bu amaca uygun planlama ve programlamada oldukça geri
kaldığımız bir gerçektir.
Son senelerde başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere yet­
kili makam sahiplerinden, becerili insan gücü yetiştirme konusu
dile getirilmekte, bazı atılımlar yapılmakta ise de kanımca yetersiz­
dir.
Ara insan gücü yetiştirme amacı genişletilmeli, Üniversite
eğitimimizin öncelik alan konusu haline getirilmelidir.
Memnuniyet verici bir atılımı burada dile getirmek isterim.
Türkiyemizin ender yetiştirdiği bir iş adamımızın (Sayın Vehbi
Koç) inançlı takibi sonucu İstanbul Marmara Üniversitesinde 5,
İzmir Ege Üniversitesinde 1 bölümde entegre Üniversite eğitim
sistemiyle eğitime başlamıştır.
Ancak, örneğin Ingilterede olduğu gibi, Üniversite-Sanayii
işbirliği plân ve program yapımında, bugünün gençliğine cevap
verebilecek geniş kapsamlı bir uygulam a ülkem izde
yapılamamaktadır.
Ülkemizde, teorik eğitimi pratikle pekiştirecek staj sistemi uy­
gulanmakta isede istenilen sonuç elde edilememektedir, staj
yeri bunu bir angariye olarak kabul etmekte, öğrenci ise bu
dönemi eğlence ve zaman öldürme olarak kabul etmektedir.
Hele anarşik olayların yoğun olduğu dönemlerde staj yerine hiç
uğramadan belge alan gençlerin çoğunlukta olduğu bir
gerçektir.
113
Sayın başkan, müsaade buyurursanız, örnek olarak entegre
Üniversite eğitim sistemi hakkında çok kısa bilgi sunmak isteriz.
Bu sistem Üniversite -Sanayii işbirliğinin gerçekleşmesi sure­
tiyle öğrenc:!ere yılın 6 ayı ve-veya birer senelik dönüşümlü ola­
rak, Üniversitede teorik eğitim vermekte, gene Üniversitenin
anlaşmalı bir sanayii veya diğer kurum ve kuruluşlarında daha
önceden hazırlanan belirli bir amaca yönelik bir program
çerçevesinde Üniversitede gösterilen teorik bilgileri, eğitimci ve
uzman nezaretinde uygulamalı olarak pekiştirilmektedir.
Bu sistemle, öğrenim gören öğrenciler (Master ve doktora
eğitimi dahil) mezun olduklarında, ayakları yere basan gerçekçi
bilgiler ve becerilerle donanmış olarak iş gücü grubuna
katılmakta, ayrıca bu gençler sanayiide ve diğer kurumlarda
çalıştıkları süreler için kazandıkları para ile öğrenim giderlerinin bir
bölümünü karşılama, sanayii ve diğer kurum ve kuruluşlar (Ulus­
lar arası kuruluşlar dahil) ise kendi amaçlarına yönelik nitelikli ele­
mana kavuşturulmuş olmaktadır.
Sözlerime son verirken; konuşmasını takdirle dinlediğim
öğrenci kızımızın entegre Üniversite eğitim sistemi ile eğitilmiş
olsa idi, kendisinin ve bu panelde bir çok gencin dile getirdiği
gelecek endişesi asgaride olabilirdi.
Bana, bu konuda konuşma fırsatı veren Sayın başkana
teşekkür eder, bilim kurulunun verimli çalışmalarında başarılar
dilerim.
Saygılarımla.
BAŞKAN -Sayın Binali Kılıç, buyurun efendim.
BİNALİ KILIÇ (Öğrenci) -Bu kadar değerli konuşmacılar
arasında bana söz hakkı verdiğiniz için teşekkür ederim Sayın
Başkan. Bütün konuşmacılar 2547 sayılı Yükseköğretim kanunu­
nun Türk üniversitelerine getirdiği sorunları kendileri değişik
114
yönleriyle getirdiler ve açıkladılar gerçekten bu açıklamalardan
faydalandık. Fakat kafamda yine açık olmayan noktalar var, bun­
ları sormak istiyorum. Gerçekten üniversite nedir? Yani Türk
üniversitesinde okuyan Türk üniversite öğrencileri üniversite
dendiği zaman ne anlıyor, üniversitenin tam anlamını biliyorlar mı
ya da bilmiyorlar mı? Üniversite bir ülke için ne demektir? Türk
üniversiteleri Türkiye'nin sorunlarını biliyor mu, sorunları tespit
edebiliyor mu, bu sorunlara çözüm getirebiliyor mu ya da
T ü rkiye'deki sorunlar Türk ü niversite le ri bünyesinde
tartışılabiliyor mu? İlk önce bunu öğrenmek istiyorum. İkinci bir
nokta bir toplumun demokratik olup olmamasında o toplumu
yönetenlerin, yönetilenleri tam temsil edip etmediğine bakılır.
Buna ek olarak da anayasamızda bir madde var, Türk toplumunda sınıflar yoktur, sadece meslek grupları vardır. Gerçekten Türk
üniversitesinde okuyan 500 bine yakın öğrenci bu farklı meslek
gruplarını temsil ediyor mu? Farklı meslek gruplarındaki insanların
çocukları mı yoksa belirli meslek gruplarında bir yığılma var mı ve
bu Türk üniversitesi için bir sorun mu değil mi? Bunu öğrenmek
istiyorum. Son olarak da temsilcimiz Sayın Derya Dingiltepe'nin
bir ek olarak bir şeyler söylemek istiyorum. Hani bir söz vardır,
halk türkümüzün bir mısrasında geçer, "aşan bilir karlı dağın
ardım" falan derler. Ben yurtta kalan bir öğrenciyim ve birtakım
sorunları arkadaşımızın es geçtiğini söylemek zorundayım. Bir
gün içerisinde hesap olarak tam iki buçuk saat yemek kuy­
ruğunda bekliyoruz sabah öğlen ve akşam, arkadaşımızın oku­
duğu siyasal bilgiler fakültesinde tam öğlen yemeği yemek için
12 de kuyruğa giren bir arkadaşımız 1 de ancak eiine servis
tabağı tutuşturulabiliyor. Yurtta bir bardak çay içebilmek için
inanın tam 15 dakika kuyruk bekliyoruz. Kitap almak için
gerçekten Türk üniversite öğrencilerinin yeterli ekonomik kay­
nağı olup olmadığı da tartışılabilir. Sonra üniversitelerin okuttuk­
ları eser bakımından adlandırılması gerekirse bence Türk
üniversitelerine kitap üniversiteleri değil, fotokopi üniversiteleri
denir. Bunun nedeni nedir? Bu konuda aydınlatırsanız teşekkür
ederim. (Alkışlar)
115
run sayın Yamacı.
YAŞAR YAMACI (Öğrenci) -öncelikle TED'ne teşekkür et­
mek istiyorum. Ayrıca hocalarıma ve Derya'ya. Derya zaman
kısıtlılığından olsa gerek, bizlerin sorunlarına pek fazla
değinemedi. Ben soru olarak değilde, katkıda bulunmak üzere
konuşmak istiyorum.
Efendim, sizlerinde bildiği gibi sorunlarımız; dernekleşme,
barınma, ekonomik ve sosyal kültürel sorunlar olarak
sıralanmakta. Benimde saptadığım iki sorun var altı çizilmesi ge­
reken. Bizler, hemen hemen tüm fakültelerde sabah 8.30-17.00
arası derse girmekle yükümlüyüz. Daha sonraya ise yemeği,
ders çalışmayı, dinlenmeyi ve ödev hazırlamayı, araştırmayı
sığdırmak zorundayız. Bizim için gerçekten önemi büyük boş za­
manın. Oysa boş zaman denince büyüklerimizin aklına hemen,
kahvede geçirilecek zaman geliyor. Oysa böyle değil. Örneğin
kütüphaneye gideceksem derse girmemem gerekiyor. Bugün
paneli izlemeye geldim ama beden dersi hocamız, yine bugün
altı saatlik bir yoklama alacaktı. Burayı beden dersine tercih ettim
ama belkide bütünlemeye geleceğim bu dersten. Sadece be­
den değil, diğer derslerde de karşılaşıyoruz bu tür zorluklarla.
İşte bizim için boş zamanın önemi burada daha da belirgin­
leşiyor.
Bir de sosyal-kültürel ilişkilerden sözettik. Öncelikle şunu be­
lirtmek istiyorum. Ben Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler 3. sınıf öğrencisiyim. Biz­
ler diğer arkadaşlara oranla biraz daha şanslıyız herhalde. Ders­
lerde tartışma ortamı bulabiliyoruz. Hocalarımızla rahat diyaloğa
girebiliyoruz. Bu olanaklar sağlanıyor bize. Ama birde diğer okul­
ları düşünüyorum. Ne böyle bir olanakları var, ne de
danışmanları. Birinci sınıfta ki arkadaşlarımız var birde. Lise yeni
bitmiş, liseden farklı bir okul beklentisiyle geliyorlar üniversiteye.
Ve büyük bir şaşkınlığa uğruyorlar. İsterseniz tüm okullara bakın,
tüm birinci sınıflar büyük bir şaşkınlığın içerisindeler. Farklı olan
bir kuruma geliyorlar ama farklılık bulamıyorlar. Değişen pek bir
116
şey yok. Lisede de hoca gelip dersini anlatıp, gidiyordu.
Üniversitede de aynı. Hiçbir farklılık yok. Ne bir tartışma, ne bir
soru sorabilecek zamanları var. Düşünüyorum da bunu ben de
yapabilirim. Eğer herhangi bir metni yada konuyu akşamdan
okuyarak gelirsem arkadaşlarıma rahatlıkla aktarabilirim. Belki bir
Profesör'den daha rahat aktarabilirim. Çünkü dinleyen de benim
gibi öğrenci. Onlarla daha rahat bir iletişime girerim. Neyi anlayıp
anlamadığını daha kolay anlayabilirim.
Öğrenciler olarak bizler, öğretim görevlilerinin bize yakın ol­
masını istiyoruz. Olurda bu kişi ders hocası olmaz. Ama
danışmanlarımız olabilir. Tabi bir kişi değil, bir danışman kaç kişi­
nin sorununu halledebilir. Her zaman söylenen birşey var; Eği­
timde rehber öğretmenlere, uzmanlara, psikolojik danışmanlara
çok ihtiyacımız var. Ancak Millî Eğitim Bakanlığının bu konuda
hiçbir çabası yok. Ben birinci sınıfa geldiğim zaman çalışacağım
alan olarak beş seçenek vardı önümde. Bugün ise üçe indi bu
seçenekler. Gittikçe azalacağı korkusu beni rahatsız ediyor. Ki
psikoloji öğrencisi olduğum halde, yine de çok etkiliyor ruh sağ­
lığımı.
Üniversite de okuyorum ama bitince ne yapacağım? Bu so­
ruyu kendime, okul bitince de soruyorsam eğer YÖK sistemi
bana göre iflas etmiştir.
Sayın Savaş Bey öğrencilerden ilgi bekliyoruz dedi. Mediko'da bildiğim kadarıyla Pisikolojik Danışma Merkezi var.
Dürüstçe belirtmek gerekirse bizler, sadece fiziksel rahatsızlık
için gidiyoruz Mediko’ya. Diğer bölümleri pek dikkate aldığımız da
yok. Düşünüyorum da Mediko'nun bize yaptığı hizmetler
Fakültenin yanında üç-dört tane minyatür futbol sahası, spor sa­
lonu, korolar vesaire ile sınırlı kalmış. Bu uğraşılara öğrenciler ne
kadar katılabiliyor. Mediko'da bunlarla sınırlamış kendini. Oku­
duğum bir araştırmada Harvvard Üniversitesinde, Harward'ı
oluşturan yönetim kadrosu, okuluna öğrenci seçmek için
ö ğren cin in ayağına g id iyorla r. Toplum M ühendisleri
oluşturmuşlar, kendilerine uygun öğrencileri Amerika'nın çeşitli
kentlerinden topluyorlar. Böyle olunca da öğrencinin her türlü
117
rahatsızlığını gidermek için çalışıyorlar. Çünkü o öğrenciler onlar
için değerli. Bizim Mediko'nun beklentisi ise öğrencinin gelmesi.
Masalarına oturmuşlar öğrenci bekliyorlar. Ben de diyorum ki, bi­
raz da siz gelmeye çalışın bize.
Bizler derslerin yoğunluğundan, arkadaşlık ilişkilerinden,
ekonomik sorunlardan barınma sorunundan bunalmış bir durum­
da, sizleri bekliyoruz, istihdam sorunu ise alabildiğine büyük.
Tüm bu zorlukların içerisindeyken bile yine de birşeyler yapmak
istiyoruz. Ama biraz da dayanacağımız bir yer olsun istiyoruz.
Bazı şeyleri danışabileceğimiz birilerini istiyoruz. Bizler
önemsendiğimiz andan itibaren çok büyük şeyler yapabilecek
güçteyiz. Çok şeyi başarabiliriz. Yeter ki bizleri destekleyin,
önemseyin bizleri. Bunun için de siz gelin biraz da bizlere.
Teşekkür ederim, efendim.
BAŞKAN -Buyurun Bozkurt Güvenç Bey
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Sayın Başkanım, benim
saatimle salondaki saat arasında yedi sekiz dakika fark var.
Umarım benimkisi daha doğrudur. O tempoda konuşmaya
çalışacağız. Efendim, ben de herkes gibi bütün teşekkürlere,
bütün mutluluklara katılıyorum, paylaşıyorum ve bu paylaşmanın
yaşanan bu tarihi günün önemini, ağırlığını azalttığını değil
arttırdığını düşünüyorum. Öyle bir paylaşma ki paylaşdıkca
çoğalıyor.
Öğrenci arkadaşımızın o Derya gibi dersinden ben de payıma
düşeni aldım. Çok haklı olduğu bir gerçek var. Üniversite yasa­
larımızda öğrenciye az yer.verilmiştir. Yani, yasak savmak için yer
verilmiştir. 4936 en ileri, en demokratik yasadır, öğrenci adı, di­
siplin kurullarında geçer. Yönetim kurulları aynı zamanda disiplin
kuruludur. Yasa, öğrenciyi üniversitenin asıl üyesi saymaz. Medikososyal yeni bir gelişmedir. Arabanın tekerini nerede tamir
edebiliriz? Sorusuna yanıttır. Yani önce kişiyi hasta edelim, bizim
Beytepe’de olduğu gibi üşütelim donduralım. Hasta olduğunuz
anda ülkemizin en ileri üniversite hastanesinde tedavi edelim.
Ama ısıtamıyoruz, öğrenciyi önce hasta ediyor, sonra tedavi
ediyoruz. Yani koruyucu değiliz. Bu çok haklı bir yakınmadır.
Öğrenci üniversitede, Yüksek öğretim Kurumu, öğretmen kadar
118
önemli bir öğesidir. Eğer onu dikkate almazsanız, yasada,
düşüncede, uygulamada, işte zaman sayın arkadaşımın, meslek­
taşımın psikoloji açısından sözünü ettiği o birliği kurmaya imkân
kalmaz. Bizim TED koleji diyelim, isterseniz genel kolej kavramı,
kollekyum kavramı, birlikte yaşam deneyimidir. "Colegium" ora­
dan geliyor. Dış İşleri Bakanının kolleji kendinden önceki bakan,
aynı işi yapan kişi demektir, öğretmenlerle öğrenciler hemen he­
men aynı işi yapıyorlar. Beraber yaşadıkları için kolegium
sözcüğü oradan geliyor. Oysa biz koleji başka bir kurum olarak
alıyoruz: İngilizce eğitim yapılan bir öğretim kurumu. Beraber
yaşadığınız sürece koleji olmaz. Sabahleyin sayın Prof. Vakur
Versan çok iyi değindi tarihi gelişimine yer verirken. İngiliz
üniversitelerinde öğretmen öğrenci birlikte yaşatarak aynı de­
neyimi paylaşarak yarattılar koleji. Almanlar başka bir şeyi yaptı.
Ayırmadılar üniversiteleri kentlerden, fakat öğrenciyi kent
hayatına endüstri hayatına ticaret hayatına katarak, yaptılar
eğitimi. Öğrenciyi bir beraberliğe katacaksınız, öğrenci böyle
dışarda hani böyle prematüre bebekler gibi suni ortamda
yetişmez. Bir birliğe katılarak öğrenin. Yalnız ders programıyla da
değil. Değerli arkadaşlarım dile getirdiler. Eğitim programı haftada
22 saat değildir. Eğitim programı bütün bir hayat programıdır ve
insanoğlu hayatta ne yaptığından, her şeyden bir şeyler öğrenir.
Neler yapıyorsa, onları öğrenir. Bunu dikkate almak gerekir.
Kanunlarımız öğrenciye yer vermiyor, yapı tesislere yer veri­
yor mu? Donanıma yer veriyor mu? Hayır onlara da yer vermiyor.
Türkiye'de bir milyon bilgisayardan söz ediliyor. Bugün değme
üniversitemizde bir ders araçları merkezi yoktur. Şöyle bir beyaz
pano yoktur. Bir sinema gösterecek alet yada salon bula­
mazsınız, perde bulamazsınız. Belki ODTÜ'de bir iki salonu hariç.
Damını kurmadan yani ders araçları merkezi (dam), olmadan bilgi­
sa ya r göçer,
fantazi
olur. Eğer ö ğretm e n le ri de
yetiştirmiyorsanız o bilgisayarları kim kullanır? Programlara yer
yoktur. Programlar (müfredat programı) haftada 22 saat ders
Sayın Doğramacı söyledi. Şu dersleri okuyorlar. Asıl ders prog­
ramı bu değil ki! Bu çocuk üniversitede ne yapıyor? Nasıl yapıyor,
119
neyle yapıyor? Hangi amaçla yapiyor? yasada buna da yer yoktur.
Ne var. Öğretim üyelerinin akademik konuları vardır. Nasıl girer,
nasıl çıkar, nasıl emekli olur. Nasıl yönetilir. Bütün tartışma da
nasıl yönetilir de geçiyor. Onu da geçtim. Şimdi Sayın Emiralioğlu'nun sorusu sitemli gibi geldi. Bazı soruların cevaplarını
yarınki panelde olduğum için oraya saklıyorum ama bu soruya ce­
vap vereyim. Üniversite, politikaya yahut demorkasiye ne getir­
di? Yahut politika üniversiteye neler getirdi? Haklıdır. Bütün
özerklik tatışması da bu soru veya bu denge üzerinde, toplan­
maktadır. Özerkliğin bir bedeli var, toplumdaki iki büyük otorite,
geleneksel siyasi güç, bir de bilimin getirdiği gerçekliğin gücü.
Bu iki güç dünyanın her yerindeki üniversitelerde karşı karşıya
gelmiş, çatışmış; sonunda uzlaşmıştır. Gel seninle uzlaşalım, ar­
kadaşım. Nasıl uzlaşalım. Sen siyasi güçsün ben politikaya
karışmayayım; ben de bilimsel gücüm sen de bilime karışma, yani
aramızda bir "ateşkes hattı" bulunsun. Alman özerklik anlayışının,
otonomi anlayışının temelinde böyle bir kuvvetler ayrımı var.
İşlevler ayrımı gibi düşünelim, özerklik buradan geliyor.
Özerkliğin karşısında, sen bu ilkeye uyum göstereceksin. Ne
güzel! Prof. Hirsch bu üniversiteler kanununda söylemiştir. Oysa
çözümün bir çıkmazı var. Kültür hayatı böyle kategorilerle
sınırlanmaya elverişli. Güçlük şuradadır. Bilimle politikayı ayırdınız,
bilimi üniversite yapacak ve de politikayı da devlet veya siyasi ikti­
dar yapacak. İyi peki bilim politikasını ya da politika bilimini kim ya­
pacak? Tabii bu işlere üniversite karışmayacağına göre mali
bakımdan da siyasi güce mahkûm olduğuna göre bunu politika
yapacak, işte politikacı bilim politikasının yaptığı zaman, karşınıza
YÖK çıkıyor. Burada bir destek bekliyorum. Çünkü soruyu cevaplarfdırdım. (Alkışlar). Peki politika bilimini kim yapacak? Politika
bilimini de haydi siyasal bilgiler fakültesi yapsın ama onun yaptığı
politika bilimi benim izlediğim politikaya ters düşmesin. Buraya da
bir sansür girecek mi? Mecburen girecek. İşte özerklik anlayışının
çıkmazı buradadır. Özerkliğe karşı olanlar diyorlar ki hayatı bu
şekilde ikiye ayıramazsınız, bunlar mecburen birbirinin içine gire­
cek. Öyle ise ne olacak? Birbirimizin varlığını kabul etmek zorun­
120
dayız. Birlikte yaşamak zorundayız. Yani sen ve ben ayrı ayrı
varlıklar gibiyiz ama hayat beraber geçecek bu birliği kabul
edeceğiz. Yani sen ve ben ayrı ayrı varlıklar gibiyiz ama hayat be­
raber geçecek bu birliği kabul edeceğiz. Yani değişmeyi de ka­
bul edeceğiz, bilimi de kabul edeceğiz, politik gerçeği de kabul
edeceğiz, işte bu birlikte olmayı, çeşitliliği kabul ettiğimizde de
demorkasi ortaya çıkar. Bu birliği, bu demokrasi ilkesini kabul et­
meden barış içinde birlikte yaşamaya, uzlaşmaya olanak yok.
Ben sözü çok uzattım. Sayın Başkan söylemiyor. Küçük bir teb­
liğ yaptığımı kabul ederek sözlerimi bitireyim.
Teşekkür ederim efendim. (Alkışlar).
BAŞKAN -Bozkurt hocamızı yarınki panelde çok dinle­
yeceğiz. Paneldeki arkadaşlarımıza söz vermek istiyorum.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Haklısınız Anayasa böyle
söylüyor. Ama müracaat eden her öğrenciyi de üniversiteye
almıyorsunuz. 600 bin kişi baş vuruyor. 200 bin kişi alıyorsunuz.
Merhum Altan Günalp ilk gerçeği açıkladı. Dedi ki üniversiteye
giriş sınavlarının sonuçlarına göre, girenlerin yüzde 90'ın puanı
yüzde 50'nin altındadır. Burada YÖK'ün bir seçimi var. Nedir o
seçim? Demek ki yüzde 50’nin altındadır girenlerin başarısı. Yani
herkesi almıyorsunuz. Aldıklarınızın yüzde 90'ı giriş sınavındaki
soruların yarısını yapamamıştır. O zaman anayasanın hükmü ne­
rede kaldı, yani siyasal sosyal bir tercihiniz var. Orada almak zo­
runda olmadığınız öğrenciyi de alıyorsunuz. Okullaşmayı yüzde
10'a çıkarmak için.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Sınıf geçme demek iste­
medim Üstadım, demek istediğim o kontenjanları tespit ederken
bütün bilgilere sahip olarak tespit ediyorsunuz. Tabii böyle tespit
ettiğiniz sürece yüzde 50'nin altında kalacaktır aldığınız öğrenci.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Evet. Başka ne
yapabiliriz?
12 1
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Ona göre tespit edersiniz.
Bizi bu Kadar alıyorsunuz ama verdiğiniz eğitimin düzeyi budur.
Mezun olanlara iş veremiyoruz. 1980 ve 1984 arasında devlet
400 tane üniversite mezununa iş vermiştir, siz 40 bin Kişi mezun
etmişsiniz.
Öğrenciyi alıyoruz ama ne yapıyoruz, ona eğitimini veremiyo­
ruz, mezun edemiyoruz, mezununa iş veremiyoruz ama diyoruz
Ki bu Kadar Kontenjan tespit ettiK, bu Anayasa bize söylemiyor
yüzde Kaç alacağımızı. Ben bunu söylemeK istedim.
BAŞKAN -Buyurun Sayın Prof. Dr. Mahmut Adem.
PROF. DR. MAHMUT ADEM -Sayın Sağlam'ın raKamları
ÖYSM'ce yayınlanmış rakamları tutmadı. Bu nedenle Konu
üzerinde bir İKİ cümle söylemeK istiyorum. 19 Mayıs Üniversitesi
sayın reKtör tarafından biraz abartmalı olaraK anlatıldı. Benim raKamlarım Şöyle: 1980-1981 öğrenci sayısı 1378, öğretim üyesi
(öğretim elemanı demiyorum) 17, bir öğretim üyesine düşen
öğrenci sayısı 138,1986-1987 de öğretim üyesi 61, bir öğretim
üyesine düşen öğrenci sayısı 124 ve 24 sayısı Türkiye ortala­
masının, Yüzüncü Yıl Üniversitesinden sdnra en düşük oranı
yani Türkiye ortalaması 1980-1981’de bir öğretim üyesine 27
öğrenci düşüyor ve 1986-1987'de 46 öğrenci düşüyor, sizin
üniversite nitelik yönünden sondan ikinci durumda.
MEHMET SAĞLAM -Ben de 1980 için onu verdim, 15
öğretim üyesi diyorsunuz ben de 15 doçent üç tane profesör
den bahsettim 1980'de, benim son verdiğim rakamsa 1988 rakamlan.
MAHMUT ADEM -Tamam ama bir 1980-1981 öğretim yılında
öğretim üyesine düşen öğrenci sayısı 138
MEHMET SAĞLAM -Bir saniye 1988 yılında bir öğretim üyesi
demedim, öğretim elemanı dedim. Öğretim üyesi derseniz Yu­
nanistan'da da 140'dır. Batı Almanya'da 130'dur. Öğretim üyesi
122
demedim efendim, eleman, araştırma görevlisi, öğretim görevlisi,
doçenti, profesörü, yardımcı doçenti Kapsamaktadır.
MAHMUT ADEM -O tabii üniversite için... Ortaokul
öğretmenleri şimdi üniversitede öğretim görevlisi oldular, onları
sayarsak... Bu eğitim fakültelerinde öğretmen var, onlar ortaokul
öğretmeni 104 tümüyle ünvanları değişti, öğretim görevlisi oldu­
lar.
MEHMET SAĞLAM -Ben de öğretim üyesi demedim diyorum
zatıalinize anlamıyorum, nerede anlaşamıyoruz. Öğretim elemanı
dedim.
BAŞKAN -Evet, tamam efendim.
Turgut Akıntürk hocamızdan başlıyorum, buyurun efendim
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Yükseköğretim Kurulu
Üyesi) -Sayın konuşmacılara cevap vermeden evvel, bir iki cümle
söylemek istiyorum. Bunları lütfen samimi olarak kabul ediniz.
YÖK diye kısaca ifade edilen Yükseköğretim Kurulu, maalesef
talihsiz bir kurum. Kimin başına bir şey gelse YÖK'den bilir. Ga­
zeteleri okuyun, İzmir’de bir öğrencinin kaydı silinir, babası beya­
nat verir kızım YÖK yüzünden böyle oldu, YÖKZEDEDİR der.
Batman Meslek Yüksekokulunda bir öğrenci iki yıl üstüste
başaramadı diye atılır, ilişkisi Kesilir, Allah Kahretsin bu YÖK
yüzünden oldu denir. Onun için ben şimdi elinizi vicdanınıza
KoyaraK cevaplandırm anızı istiyo-rum . Batman Meslek
Yüksekokulunda sınıfta başarılı olamayan öğrencinin YÖK ile ne
ilgisi var. İzmir'de Ege'de, Edirne'de Trakya Üniversitesinde
kaydı silinen öğrencinin YÖK ile ne ilişkisi var. YÖK oturup orada­
ki yöneticilere bu talebenin kaydını silin, buniarı atın diye talimat
gönderiyor. 1750 sayılı Kanunun 54 üncü maddesi vardı
YÖK'den evvel, Sayın Öğretim Üyesi arkadaşlarımın hepsi bilir,
maddede "başarısız öğrencinin ilişkisi kesilir" diyordu. Ama ne
vardı. Biz ilişkisini kesemiyorduk. Sayın Nasuhoğlu hocama şimdi
123
»Den bir örnek vereceğim beraber, karşı karşıya oturuyoruz sena­
toda, o zaman ben dekandım, şu beyanda bulundum: "Bizim
fakültemizde kaydı silinmesi gereken bir öğrenci var" dedim.
"Sayın rektör isterseniz bunu suç ihbarı kabul edin, benim
hakkımda işlem yapsn, ben bu öğrencilerin kaydını silmiyorum"
dedim. "Kaydını silersem yarın sabah hukuk fakültesini yerinde
bulamam” dedim. Çünkü biz öyle devirlerde yaşadık, sene
19771er, 1978'ler, 1979'lar bütün hoca arkadaşlarımız bilir. Bir
olay olduğu zaman arkamıza döndüğümüzde dekandan başka
kimse yoktu fakültede. Benim fakültem işgal edildiği zaman, bin­
lerce talebe fakülteye dolduğu zaman döndüm arkama baktım,
yönetim kurulu üyeleri dahil kimsecikler yok meydanda, onun
için dedim ki "ben bu talebelerin kaydını silmem, bin öğrenciyi bir
anda ben sokağa atarsam ne fakülte kalır yerinde, ne dekan kalır,
ne hoca kalır." Onun için şimdi bu ortamda bunlar siliniyor,
yöneticiler şimdi korkmuyor. Binaenaleyh, bu sistem, kayıt silme
sistemi YÖK'ün getirdiği bir sistem değil. O halde, bu başarısız
olan öğrenciler YÖKzede değii. Dolayısıyla YÖK talihsiz bir ku­
rum, onun için söylüyorum, kimseye yaranamamış bir kurum.
Öğrenciye yaranamamış, öğretim üyesine yaranamamış, veliye
yaranamamış, kimseye yaranamamış, yarandığı kimse yok. Ayağı
burkulan YÖK diyor, her şey YÖK ten biliniyor. Bir müessesenin
iyi tarafı da vardır, kötü tarafı da vardır. Esas mesele şu: Bu
ülkede yükseköğretimi koordine eden, plânlayan ve denetle­
yen, bir müesseseye gerek var mıdır, yok mudur? Problem bu.
Yükseköğretim Kuruiu bazı faaliyetlerinde yanlış davranmış olabi­
lir, sütten çıkmış bir kurul olarak takdim etmiyorum ben. Burada
da körü körüne savunmuyorum. Ben bir Yükseköğretim Kurulu
Üyesiyim, ama benim bir tarafım, ağır basan tarafımda öğretim
üyeliğim. Ben üç yıldır Yükseköğretim Kuruiu üyesiyim, ama 35
senedir de hocayım. Oradan geldim buraya, gökten gelmedim,
başka memleketten de ithal edilmiş falan değilim, Marshal
Planından buraya yollamadılar beni. Hocalıktan geldim. Onun için
ismi YÖK olur, yarın sabah başka bir isim alır; nitekim birtakım
ülkelerde YÖK denmez, Yunanistan’da var, Isveç'de var, Dani­
124
marka da var, ismi değişebilir. Önemli olan, Yükseköğretim Kuru­
lunun kendisine verilen görevleri yapıp yapamadığı meselesidir.
Şimdi, Sayın Nasuhoğlu hocam hep şunlardan bahsetti: Hep
yok, yok, yok dedi, hoca yok dedi, para yok dedi, hiçbir iş yap­
mayalım. Ben öyle demedim. Dikkat buyurulursa bu panelde
bize verilen görev, yükseköğretimdeki sorunları ortaya koymak
idi. Ben de bir Yükseköğretim Kurulu üyesi olarak dedimki, "bize
yansıyan birtakım sorunlar var. Bu sorunların ne olduğunu ortaya
koyalım". O bakımdan sayın hocam size malumat arz ediyorum.
Ben onu demek istemedim, hocalar da azaldı, çok düştü deme­
dim, hoca sayısında artma var hemen isterseniz arz edebilirim. 9
105, bu rakamı her zaman ispat edebiliriz, şu anda 9 105 öğretim
üyesi var Türkiye yükseköğretim kurumlarında görevli: 2772
profesör, 2864 doçent, 3469 yardımcı doçent ki bu rakama
profesör rakamına 3454 sayılı Kanunla yükseltilen kadrosuz
profesörler dahil değil. YÖK'te her yürütme kurulu toplantısında
en az 30-40 profesörlüğe yükseltme geçiyor, zannediyorum ki
800'ü geçti kadrosuz profesörler, bu 9105 rakamı dışındadırlar.
Sayın Emiralioğlu'nun bazı açıklamalarına ben de katılıyorum.
Özellikle imkânsızlıklara değindiniz, eğitime gerekli önem veril­
miyor, eğitim olması lazım gelen yere gelemedi dediniz.
Teşekkür ederim size, ben de onu ifade etmek istedim. Keşke
Hükümetimiz, Meclisimiz bize, eğitime daha fazla önem verip,
daha çok para verse, o zaman biz daha iyi kişiler yetiştireceğiz,
ama eğitime yapılan yatırım biraz uzunca bir yatırım. Politikacılar
veya siyasi iktidar daha çok, çabuk netice alınacak şeylere para
yatırıyor, herkesin görebileceği şeylere, ama eğitim kişinin
yetişmesi, ortaya çıkması biraz uzunca sürüyor, onun için
bugüne kadar bütün siyasi iktidarlar eğitime biraz az ehemmiyet
vermişlerdir. Ben size katılıyorum, keşke hak ettiği yeri alabilse.
Efendim, üniversite meslek okulumu buyurdunuz. İmam ha­
tip lisesi mezunu da geliyor, hepsi geliyorlar, kalabalık biraz ama
Anayasadaki "okuma, öğrenme hürriyeti" dolayısıyla, eşitlik ilkesi
dolayısıyla bunları biz önleyemiyoruz, diyemiyoruz ki öğretmen
125
okulu mezunlan sadece öğretmen olsunlar, imam hatip lisesi me­
zunları sadece ilahiyata gitsin diyemiyoruz. Şunu arz edeyim:
Bugün istatistiklerden, bize gelen rakamlardan imam hatip lisesi
mezunlarını çok büyük sayıda siyasal bilgiler, hukuk, tıp
fakültelerini kazandıkları hatta yüksek puan almak suretiyle ka­
zandıkları anlaşılıyor. Bu nereden geliyor diye inceledik. Biraz da
maddî imkânsızlıklardan geliyor. Malî durumu müsait olmayan
bazı çocuklar imam hatip lisesinde okuyorlar, yurtları var, kredi ve­
riyorlar, onları destekliyorlar, dernekler vasıtasıyla; ama Anaya­
samız karşısında bu ayrımı yapmaya imkân yok. Keşke mümkün
olsa da herkes kendi yolunda gitse, ziraatı bitiren ziraat
fakültesine, endüstri mesleği bitiren mühendisliğe; ama endüstri
mesleği bitirenlerden tıp fakültesine giden var, buna tabii mani
olamazsınız.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Haklısınız Anayasa böyle
söylüyor ama müracaat eden her öğrenciyi de üniversiteye
almıyorsunuz, 600 bin kişi gelecek 200 bin kişi alıyorsunuz.
Sayın merhum Altan Günalp ilk gerçeği açıkladı dedi ki
üniversiteye giriş sınavlarındaki sonuçlara göre girenlerin yüzde
90’ın puanı yüzde 50‘nin altındadır dedi. Burada YÖK’ün bir
seçimi var. nedir o seçim? Demekki yüzde 50'nin altındadır başarı
girenlerin yani herkesi almıyorsunuz ama aldıklarınızın yüzde 90'ı
giriş sınavındaki soruların yarısını yapamamıştır. O zaman anaya­
sanın hükmü nerede kaldı, yani orada bir tercihiniz var. Orada al­
mak zorunda olmadığınız öğrenciyi de alıyorsunuz. Yüzdeleri
yüzde 10'a çıkarmak için.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Sayın Güvenç
bir kaç öğrenci alacağımızı daha önceden ilan ediyoruz, diyoruz
ki siyasal bilgiler fakültesine 450 öğrenci, Ankara Hukuk
Fakültesine 800 öğrenci vesaire. Herkes tercihlerini söylüyor,
bu arada biz eğer "sadece yüzde 50'nin üzerinde kalanları
126
üniversiteye alıyoruz, altında kalanı almıyoruz" dersek, o zaman
siyasal bilgilere belki 115 kişi girecek, hukuk fakültesine de 800
kişiden diyelim 236 kişi girecek; problem o değil, problem o kon­
tenjanı doldurma meselesidir. Binaenaleyh, kontenjan dolun­
caya kadar puanlar aşağıya doğru gidiyor. Yoksa sınıf geçme
değil Sayın Güvenç, sınıf geçmede 800 öğrenci girer, 50 nin
altında 750 si kaldı mı 50 kişi sınıfı geçti, gerisi bütünlemeye
kaldı. Ama bizdeki sınav değil, seçme ve yerleştirme. Binaena­
leyh, sıralamadır. Yani iki katı değil, hiç alâkası yok. Yani puanı 10
da olur, 12 de olur, 20 de olur, 30 da olur, sıralamanın, alt alta
sıralanıyor
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Evet. Başka ne
yapabiliriz?
PROF. DR.BOZKURT GÜVENÇ -Ona göre tespit edersiniz.
Bizi bu kadar alıyorsunuz ama verdiğiniz eğitimin düzeyi budur.
Mezun olanlara iş veremiyoruz, 1980 ve 1984 arasında devlet
400 tane üniversite mezununa iş vermiştir, siz 40 bin kişi mezun
etmişsiniz.
Öğrenciyi alıyoruz ama neyapıyoruz, ona eğitimini veremiyo­
ruz, mezun edemiyoruz, mezununa iş veremiyoruz ama diyoruz
ki bu kadar kontenjan tespit ettik, bu anayasa bize söylemiyor
yüzde kaç alacağımızı. Ben bunu söylemek istedim.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Efendim, onun
kökeninde ortaöğretimden geliyor, yani onlardan gelecek
üniversiteye kişi.
BAŞKAN -Sayın Güvenç'in demek istediği siz hepsini doldur­
mayın diyor.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Doldurmayalım,
tamam 146 bin öğrenci aldık bu yıl, onu uygulayalım 36 bin kişi
alalım, geri kalanlar standardın altında kaldıkları için sokağa
1 27
düşsünler, kahveleri doldursunlar, yer bulabilirlerse kahvelerde
oturabilsinler, yoksa belediyeye söyleyelim yeni banklar sıralar
alsın, yok, başka çaremiz yok, bu bir sıralamadır. Bu bir geçme
notu değlidir. Binaenaleyh, belli sırayı bulduğu an üniversiteye
girecek, eğer belli standart üzerinde alıyorsak veliler "benim
çocuğum sokakta geziyor, niye geçen sene 100 kişi alırken bu
sene 35 kişiye indirdiniz" diyecekler. O halde bu, bir başarı tespi­
ti değil, bir sıralamadır, dolayısıyla kazanabilmek için o sıra içinde
kalmak zo.unluluğu var.
Efendim, Sayın Rauf Nasuhoğlu.
PROF. DR. RAUF NASUHOĞLU -Yüksek Öğretim yön ver­
mek, onu geliştirmek yani reform yapmak gerekçesi ile çıkarılan
YÖK Yasası uygulamaya girdikten az sonra gerçek amacını belli
etti. Bu özel bir siyasal rejimin eğitim dışı özel yasası idi. Yasanın
getirdiği reform sayılabilecek maddeler üç beş yıl içinde silinip
gitti. Bugün artık herkes bu yasanın bir yanılgı olduğunu açıkça
belirtiyor. Bunun Türk Eğitimine hizmet etmediğini ve edeme­
yeceğini kabul edelim ve ne yapmak gerekiyorsa onu yapalım.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Tabii bu sizin
kişisel görüşünüz, siz yürümemiştir deyindce yürümez. Zaten
bu gibi tartışmalarda birisi yürümemiştir diyecek, diğeri
yürümüştür diyecek. Sizin şahsi kanaatiniz o.
Sayın Rauf İnan hocamız kitap konusunda kitapların pahalı ol­
masından sözettiniz. Efendim, bizim "Üniversiteler Yayın
Yönetmeliği" var, ders kitapları üniversitelerce bastırılınca maliye­
tine satılır. Her zaman kulağımıza gelen, duyulan kitap ticareti
sözleri var bilirsiniz, hocalar kendileri bastırıyorlar, pahalı satıyorlar
diye. Yönetmelikte açık hüküm var: Ancak yönetim kurulu o yıl o
kitabı başaramayacağına, parası olmadığından, ödeneği ol­
madığından dolayı başaramayacağına karar verirse, hocanın özel
128
bastırma hakkı doğuyor, yoksa doğrudan doğruya hocatarın özel
kitap bastırma hakları yok. Doğrudan doğruya üniversiteler basar
ve maliyetine satılır. Ama bugün kitapların maliyetinin ne olduğu
hepimizce malum... Bir öğrenci arkadaşımız söyledi, onu ben arz
edecektim, yani "üniversiteler kitap üniversitesinden fotokopi
üniversitesine dönüştü" buyurdu, şimdi burada kabahat
müsaade ederseniz YÖK'te değil, amma siz öyle diyorsanız
üzerime alıyorum, YÖK'ün kabahati. YÖK oturup kitap yazmıyor
efendim, biz hocalara emir veremiyoruz tek tek emir veremiyo­
ruz, kabahat işlemişiz, yarın sabah derhal toplanıp hocalara bir
genelge ile "bir ay içinde, üç ay içinde ders kitabı yazın, yaz­
madığınız takdirde görevinize son vereceğiz" diyelim, eğer
üniversite özerkliğine uyuyorsa. Bu, hocaların meselesi. Bir ho­
canın kendi kitabını yazması gerekir. Yazarsa, başka işlerden va­
kit ayırabilir de, dışardaki işlerden vakit bulur da oturup kitabını ya­
zarsa ne alâ; ama hocalarımız maalesef, birçok işlerden dolayı ye­
terince vakit bulamıyorlar. Kendilerini öğrencisine, kitabına has­
redemiyorlar. İmkânsızlıkları var, onları da kabul ediyorum. Çünkü
çok az zamanları var, oradan oraya koşmaktan vakit bulamıyorlar.
Ama ben bir hoca olarak hocaların kendi okuttukları derslerin ki­
taplarını yazmasından yanayım, bu görevi kendim de hocalık ya­
parken yerine getirdim, kitabımı yazdım, talebelerime verdim.
Onun için Yükseköğretim Kurulu hocalara bu şekilde talimat
verme yetkisine sahip değil, hocalar kendileri bunu yaparlarsa
memnuniyetle karşılayacağım.
Sayın Nurkut İnan arkadaşım, kanunda vizelerin yer alması,
hatta sınıf geçme notunu belli ölçüde etkilemesinden sözetti.
2547 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiğinde 44'üncü maddede
arasında sayısını belirleyen hüküm yoktu. Vizelerin adedini
Yükseköğretim Kurulu tespit ediyordu ve en az iki diye bildirmişti
hatırlarsanız. Biz buna itiraz etmiştik hukuk fakültesi olarak
hatırlarsınız, siz o zaman oradaydınız ben Üniversitelerarası Kurul
üyesi idim, bir önerge verdim dedim ki "iki arasınavı çok öğrenci
sayısı beş yüzü aşan sınıflarda ve yıl sistemi uygulayan kurumlar­
da sınav sayısını bire indirelim" demiştim. Sonradan 2880 sayılı
129
kanunla bu madde değişirken kanun koyucu getirdi bunu en az
iki diye kanunun içine koydu. Bu dünyanın benim bildiğim
ülkelerinde hiç görülmeyen bir şey; yani kanuna sınavın sayısı
konmaz, tenkit ettim dedim ki elastikiyet kalmıyor, yönetim kurulu
ikiyi kaldırıp bire indiremiyor; dün haberleri dinlediyseniz 44'üncü
maddedeki tadilâtla arasınav sayısı bire indi, bundan sonra yarı
yılda en az bir ara sınav yapılması şekline dönüştü. Sınav
sayısının kanunda yer almaması lâzım, ama kanun biz yap­
madığımız için. Şimdi ara sınavın finale yüzde kaç etki yapacağı
meselesi üniversitelere bırakıldı. Yani üniversiteler oturacak
yüzde 30 mu etki yapacak, yüzde 40 mı etki yapacak, onu da
üniversiteler, -kendileri özerktir- tespit edecekler, kanun bu yet­
kiyi onlara veriyor. Sayın İnan arkadaşımız gerek Sayın Sağlam'ın,
gerekse benim para ve kadro meselesinden bahsettiğimizi
söylediniz, başka şeylere değinmedi dediniz. Demin de arza
çalıştığım gibi bizim konumuz diye bunları söylüyorum. Ben dik­
kat ederseniz ilk sözüme başlarken üniversitenin o kadar çok so­
runu var ki, konuşmacılar Sayın Özoğlu'ndan başladık, Sayın
Doğramacı, Sayın Versan hepsi konuşmalarında saydılar, ben
hangi gözle bakarsanız sorunlar öyle görünür dedim. Benim
gözümde yönetici olarak böyle görünüyor, davalarla uğraşan ar­
kadaş gözünden bakarsanız davalar görünüyor. Üniversitenin
en önemli sorunu davalar görünüyor, idari yargıdan geçen dava­
lar, öğrenci arkadaşımıza bakarsanız öğrenci gözüyle başka
görünüyor, rektör gözüyle bakarsanız meseleye, başka
görünüyor, medikososyal başkanı da başka görüyor. Onun için
ben bize ait olanları açıkladım. Öğrenci meselesini söyleseydim
Derya arkadaşımızın sahasına tecavüz edecektim, diyecekti ki
YÖK üyesi kalkmış öğrenci dertlerini söylüyor, bıraksın da
öğrenci kendi derdini kendi anlatsın. Onun için ben kendimize
ait olan dertlerden bahsettim.
Sayın Karayalçın hocam YÖK koordinasyon, plânlama or­
ganıdır, programlarla alâkası yoktur, uygulamaları böyle buyurdu­
lar. Sayın Hocam YÖK plânlama, denetleme ve koordinasyon or­
ganıdır. Üniversitelerin programlarının tespiti şöyle olur:
13H
Eşdeğer, benzer fakültelerin komiteleri var, konseyleri var. Me­
selâ tıp konseyi var, tıp dekanlarından oluşan bir konsey var. Bun­
lar toplanır, ben de dekan olarak gittim, altı hukuk fakültesi vardı o
zaman şimdi yedi oldu, oturup konuşuluyor, bunlar müşterek
noktaları tespit ediyorlar, şunlar şunlar olsun diyorlar.
Yükseköğretim Kurulu bunlara müdahale etmiyor. Yüzde 30
ilave, yüzde 30 indirilebilir deniyor, müşterek noktalar tespit edi­
liyor. Şunun için ediliyor. Bugün İstanbul hukuk fakültesinde
Roma hukuku dersi okutulurda Ankara'da okutulmazsa, bilmem
Selçuk üniversitesinde borçlar hukuku özel hükümleri okutul­
maz, Ankara'da okutulursa tabii olmaz. Onun için herkesin oku­
ması lâzım gelen dersleri kendi dekanları konseylerinde tespit
ediyorlar, müşterek noktalardan sonra her fakülte ilâve dersler
koyuyor. Mesela Ankara Hukuk Fakültesinde bugün okutulan
bazı dersler İstanbul'da yoktur, İstanbul'da okutulan bazıları da
bizde yoktur. Hatta en son bizim fakültede AET hukukunun
seçimlik ders olarak konması gelmişti bir ara, mecburi ders olarak
konması gelmişti, fakülte dekanlarına sorduk, biz YÖK olarak size
bunu yapın diyemeyeceğiz, fakülteler kendi aralarında
konuşsunlar dedik; dolayısıyla programları YÖK oturup kendi
başına düzenleyerek empoze etmiyor efendim. Onu size arz
ediyorum bilgi olarak.
Binali Kılıç arkadaşımız, üniversite nedir diye sordu.
Üniversitenin çok güzel bir tanımını öğrenci arkadaşım yaptı, fev­
kalade güzel bir tanım yaptı, uzun uzun da üçe bölerek her bir
konu üzerinde teker teker fevkalade güzel açıklamalarda bulun­
du, onun için benim açıklamama gerek yok. Hoca olarak kendi­
sinden bu konuşması için yararlandım, hakikaten fevkalade
güzel "evrensel bilim yuvasıdır" şeklinde güzel bir tanımlama ile
üniversiteyi anlattı. Üniversite içinde memleket meseleleri
görüşülüyor mu buyurdular. Görüşülen fakülteler var, zannedi­
yorum siyasal bilgiler vesaire gibi fakültelerde görüşülüyor ama
ben eczacılık fakültesinde farmakoloji dersinde memleket mese­
lelerinin görüşüldüğüne pek ihtimal veremiyorum; ama hukuk
fakültesinde, siyasal bilgilerde görüşüldüğünü zannediyorum.
131
Bize intikal etmiyor, biz YÖK olarak sormuyoruz siz bunları
konuşuyor musunuz, konuşmuyormusunuz, 15 dakika da bun­
ları konuşun diye onlara talimat vermiyoruz, onun için bilemiyo­
rum, konuşulduğunu tahmin ediyorum.
Özerklik ve özgürlük meselesine de son olarak değinmek is­
tiyorum. Üniversitelerde YÖK geldi özgürlük bitti, özerklik bitti
mahfoldu, ‘âfları var. Özerklik ne demek, özgürlük ne demek? Bi­
limsel özerklik bir üniversite mensubunun, öğretim elemanının, sabahleyin tanımı gayet güzel "akademik özerklik" diye Sayın
Versan tarafından yapıldı-, kendisini görevden alacakları korkusu
olmadan, başına bir dert gelme korkusu olmadan, düşüncelerini,
fikirlerini açıkça söyleyip konuşabilmesi demektir. Şimdi "YÖK
geldi bu bilimsel özerklik gitti, yani hiçbir öğretim üyesi YÖK’den
korkudan hiçbir şey söyleyemiyor, YÖK'ü bile tenkit edemiyor,
YÖK hakkında bir cümlecik söyleyemiyor, hiç aklından geçeni
söyleyemiyor" gibi izlenim ortaya çıktı. Ben yine vicdanlarınıza hi­
tap ederek sormak istiyorum. Üniversite çatısı altında halihazırda
görev yapmakta olan üniversite öğretim üyesi sıfatıyla halen
üniversite içinde çalışmakta olan bir kişi çıkıp topluluk önünde
YÖK meşrutiyetini kaybetmiştir diyebiliyorsa, o ülkede bilimsel
özerklik vardır, bunu diyen öğretim üyesi YÖK tarafından ceza­
landırılmıyor. Bana bir tek örnek gösterilsin, densinki "bir öğretim
üyesi YÖK hakkında şunu yazdı, şunu söyledi ve öğretim
üyeliğinden atıldı". Bir büyük İstanbul gazetesinde bir
profesörün yazısı vardı YÖK aleyhinde; ondan evvel dünya ka­
dar vardı. Bir profesör Tekirdağ Üniversitesinden tel çekti "YÖK
Başkanı yeter artık istifa et git oradan" dedi. Hiç kimse hakkında
bir tek işlem yapılmadı. Bu arada Sayın Zabunoğlu'nun değindiği
bir noktayı da açıklayayım. "Yükseköğretim Kurulu bugüne kadar
bir tek öğretim üyesinin canını yaktı, attı, o da fen fakültesinde idi
ötekilerine bir şey olmadı, hep zavallı hemşireler, memurları
atıyorlar, hocalara, kimseye dokunmuyorlar" dediler. "Açıklasın
Sayın Akıntürk" dediler. Bugüne kadar 11 öğretim üyesi
hakkında meslekten ihraç cezası verilmiştir. Bunların dördü ke­
sinleşmiştir, ötekiler Sayın Zabunoğlu'nun dediği idari yargıdan
132
geri gelmiştir, hatırlarsınız, gazeteler büyük büyük dekan olduğu
halde evinde hasta muayene eden kişi diye başlık yaptılar, fotograflarla tespit ettiler, teybe aldılar, o kişiyi meslekten ihraç ettik.
Danıştaya gitti ve bizim kararımızı bozdurdu. Onun gibi yine ga­
zetelerde görmüşsünüzdür, yine ful/time oldukları halde kaçak
hasta muayene eden, arkadaşlarının muayenehanelerinde hasta
bakan kişileri koca koca resimleriyle yazdılar, geldiler önümüze
hepsinin duruşmalarını yaptık, yüksek disiplin kurulunda hepsi
hakkında karar verdik, ertesi gün hemen yine idari yargı yoluna
gittiler, idari yargıdan kararları bozuldu, hepsine buyurun
hoşgeldiniz eski görevlerinize buyurun dedik. Binaenaleyh, du­
rum bundan ibaret. Biz gerekeni yapıyoruz, ama idari yargı yete­
rince kanıt bulamıyor, gazetelerin muhabirlerin yakalayıp, tespit
ettiği şeyi idari yargı delil saymadı, bizim burada kusurumuz yok,
bunu uyguladık ama bozuldu, hepsi vazifelerine geri geldiler.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum geçen sefer
tespit ettim en az ben konuşmuşum, bunu saptamıştım, arka­
daşlar yarım saat konuştular ben de tek tek yazdım buraya tedbirli
davrandım; çünkü arkadaşımız espri yaptı "YÖK kısıtlıyor" YÖK
kısıtlamıyor Başkanlıktan kısıtlanıyor. Görüyorsunuz her şeyi YÖK
kısıtlıyor! Hatta son zamanlarda otobüs biletlerine zamlar bizden
geldi! YÖK zam yaptı! yakında da ekmek zammı var! onu da biz
yaptık! unutmayın.
BAŞKAN -Hanım efendi siz bir şey mi diyeceksiniz.
AYSUN UMAY -Sayın Hocama, bir örnek gösterebilir misiniz
dediler, somut olarak ben çok yakından tanıdığım bir örneği ver­
mek istiyorum. Şu anda Trakya Üniversitesi Tekirdağ Ziraat
Fakültesinde görevli bir profesör Sabahattin Öğün. Prof. Dr.
Sabahattin Öğün, YÖK'ün hoşlanmadığı eleştirilerde bulunduğu
için cezalandırılan bir örnektir. TÜBİTAK'ta görevli iken YÖK
Başkanı Doğramacı'nın araştırmaların nitelikleri ve sayısının
arttığına ilişkin görüşlerine karşı görüşlerini Millet Gazetesine ver
133
diği bir demeçte açıklamış ve görevli bulunduğu TÜBİTAK Vete­
riner, Hayvancılık Araştırma Grubunda desteklenmeye değecek
proje bulam adıklarını, niteliğin düştüğünü söylem işti.
Doğramacı'nın Türk eğitim sistemine yapabileceği en büyük katkı
üniversitelerin başından çekilmektir diye de görüşünü belirt­
miştir.
Bu olaydan sonra yaşananlara, hocanın yakın çevresinde bu­
lunduğum için yakından tanık olma olanağım oldu. Hoca, bu
açıklamasının ardında, TÜBİTAK'ça görev süresi uzatılması isten­
diği halde YÖK'ün baskılarıyla izin verilmeden Tekirdağ'daki
görevine gönderildi. Ayrıca o sırada çıkan bir yasa 1980
döneminde profesörlüğe kabul edilenler ancak YÖK Yasası
nedeniyle profesör olamayanlar eğer kadrolar boşsa o kadrolara
atanırlar dediği için ve daha önce profesörlüğü senatoca kabul
edilmiş ancak YÖK yasası nedeniyle Çukurovada profesör ola­
mamış olduğundan halen boş olan kadrosuna başvurdu. Ancak
yine YÖK'ün çıkan yasaya aykırı davranışı ile cezalandırılmak
amacıyla bu hak kullandırılmadı. Hoca halen Tekirdağdaki
görevini sürdürmektedir.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Biliyorum
hanımefendi ben isim vermedim, sualim de şu idi. YÖK'ü veya
Başkanını tenkit ettikleri için görevlerinden atılanlar var mı? Bir
isim söyleyiniz? Sabahattin öğün ismini ben söylemedim, şunu
dedim Trakya üniversitesinden bir hoca dedim. Telgraf çekerek
"YÖK Başkanı Doğramacı yeter artık çekil oradan" dedi, buna
dahi bir şey yapılmadı" dedim. Sabahattin Öğün olayını ben bili­
yorum. Sabahattin Öğün benim yanıma geldi, bir saat benim
odamda, beraber başbaşa konuştuk. Sabahattin Öğün
Çukurova üniversitesinde doçentti, 26 ncı madde uyarınca aynı
yerde profesör olunmadığı için kendi arzusuyla Trakya
Üniversitesi Ziraat Fakültesine prof#sör olarak gitti. TÜBİTAK’ta
da burada görevli, uzun yıllardır da burada. Kendisi hiç Tekir­
dağ'a gitmeyip Ankara'da oturdu, TÜBİTAK’ta oturduğu için ora­
124
da derse de gitmedi. Ben biliyorum, huzurunuzda söylüyorum
ben dosyasını biliyorum. Siz talebesisiniz.
AYSUN UMAY-Hayır talebesi değilim, ben birlikte çalıştım.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Tamam oradan
naklen söylüyorsunuz, dosya bende buyurun gelin ben size
göstereyim . Sabahattin Öğün TÜBİTAK'da idi, 38’le
görevlendirmez, üniversiteden gelir, kendi fakültesine gider,
kendi fakültesi bunun görevlendirilm esine razıyım der,
üniversite yönetim kurulu bize gönderir, fakültesi diyor ki
"Sabahattin Öğün üç küsür yıldır Ankara’da görevlidir burada
kendisine ihtiyaç var, biz görevlendirilmesini istemiyoruz" diyor.
Rektörlükten bize olumsuz gelen görevlendirmeyi biz olumluya
çevirip görevlendiremeyiz. Kaldıki Sabahattin Öğün oradan
atılmadı üniversiteden, oradaki memleket çocuklarına, Trakya'da
ders verdi, Ankara’da oturuyordu ders verdi. Gelelim
Çukurovaya atanmasına. Kanun çıktığı zaman diyor ki kadro varsa
rektörün önerisi üzerine oraya atanabilir, "a ta n ır demiyor,
"atanabilir"diyor. Rektöre dilekçe vermiş, rektör bize yazıyor. Diyorki Sabahattin Öğün’ün atanacağı ziraat aletleri anabilim
dalında boş kadro yoktur, tarla bitkileri anabilim dalında var, bi­
naenaleyh, Öğün'ün anabilim dalı bunu tutmuyor diye oranın
rektörünün bize yazısı var. Ben konuyu şahsi mesele haline ge­
tirmiyorum, şunu söylemek istiyorum. Yani YÖK oturup sen bize
çattın, sen bize merutiyetini kaybettin dedin, gözün kör olsun
YÖK dedin. Kafan kırılsın dedin diye kimseyi atmıyor, özerklik,
özgürlük bu; herkes YÖK’ü tenkit ediyor. Biz tenkide açığız. Ben
şahsen yanlış taraflarımızı düzeltmek için sizlerden istirham edi­
yorum. Yanlış varsa düzeltmek için tenkitlerinizi söyleyin, bu
müesseseyi öldürmeyelim. Bugün adı YÖK'tür, yarın MOK diye
bir müessese olur. Çünkü mesele bir koordinasyon, planlama ve
denet kurulunun mevcut olmasındadır, zannediyorumki içinizde
135
böyle bir kurulun olmasına karşı çıkan yok, ama YÖK'e karşı çıkan
var. Niye? Diyorsunuz ki YÖK şunları yanlış yaptı, tamam yanlış
yapıldıysa bunları düzeltelim. Ben "hayır YÖK’ün hiç de kusuru
yoktur, sütten çıkmıştır, şu kadarcık bile günahı yoktur" demiyo­
rum. Her müessesede olduğu gibi onunda yanlış hareketleri
olmuştur, arkadaşımız bazı şeylerden bahsetti haklı olduğu yerler
vardır, o bahsettiği kişiler bugün o makamlarda yok, onu da arz
edeyim, arkadaşlarımızın bilgisine, artık o makamlarda oturmuyor­
lar. O makamlarda başkaları oturuyor. Demekki onlar görevlerini
yetkilerini iyi yapamamışlar, iyi kullanamamışlar zamanında, arka­
daşımızın dile getirdiği şikâyetlere konu olmuşlar, şimdi de yerle­
rine başkaları gelmiş; mühim olan insanın kendisine tanınan yet­
kiyi objektif olarak, tarafsız olarak kullanabilmesidir, ama biraz da
YÖK'ün talihsizliği belki buradan olmuştur. Bazı yöneticiler bu
yetkilerini objektif kullanmamışlardır. Yanlış kullanışlardır,
şikâyetler olmuştur, ben kabul ediyoaım, olmamıştır demiyorum.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Teşekkür ederim. Hanımefendi artık söz vermiyo­
rum. Yalnız kafa sallamanızdan tatmin olmadığını anlıyorum. Bir
bayan bir randevu isterse Turgut Beyden, vermemezlik etmez.
PROF. DR. TURGUT AKINTÜRK (Devamla) -Derhal, yarın
buyurun.
BAŞKAN -Buyurun Sayın Sağlam, sözü size veriyorum.
PROF. DR. MEHMET SAĞLAM -Efendim, teşekkür ederim.
İlk önce arkadaşlarımın sorularına çok kısa cevap vermek istiyo­
rum. Sayın Nasuhoğlu hocamız sağlıklı eğitim için diyalog yeterli
midir diyor. Elbetteki yeterli değil, ama olumlu, müspet
katkılardan, unsurlardan birisi olarak arz etmiştim, onu hemen
söyleyeyim. Sayın Emiroğlu'nun insan gücüne yatırım konusun­
da yani genellikle eğitime para verilmediği fikrine katılıyorum,
136
esasen gayri safi milli hasıladan genelde Türk eğitimine ve
yükseköğretimine fevkalade az para verildiğini, mukayese edile­
meyecek kadar düşük olduğunu, son zamanda da azaldığını arz
etmiştim. Dolayısıyla kendilerine katılıyorum.
Rauf İnan hocamız 41 profesörü nereden buldunuz dedi.
Nereden buldunuz kanunu gibi, bulduk sayın hocam. Teşrif
buyurun kendileri ile sizi tanıştırayım beraber yemek yeyin, bun­
lar hayali hocalar değil. Tabii oradan yetişenler var, dışarıdan dok­
tora yapıp 1980’den sonra Üniversitemize gelenler var, kendi
üniversitelerinden profesörlük sırası geldiği halde naklen gelen­
ler var, kendi üniversitelerinden profesörlük sırası geldiği halde
naklen gelenler var. Bunlarla 38, üç gün önce gelen üç ile 41
pofesörümüz var. 1980 yılında bu üç profesör idi, diğerlerinin
sayısınıda sayayım, sayın sınıf arkadaşıma. Bilmiyorum yemin mi
etmem lazım. Herhalde bizim burada yanlış istatistik bilgi ver­
memizin hiçbir anlamı yoktur, hiçbir izahı yoktur. İstirham ediyo­
rum, kendisini Samsun’a davet ediyorum, buyursunlar. Kalite
olayına gelince anlatacağım, sayılar içinden tekrar okuyayım.
Üç’den 38 artı, üçte yeni 41 dedim, doçent sayısı 15'den 70 de­
dim, 1988 için, yardımcı doçent sayısı 71 dedim, öğretim
görevlisi 26'dan 107'ye araştırma görevlisi 66’dan 216'ya, uzman
sayısı 2’den 17'ye okutman sayısı 1'den 46'ya yükselmiştir de­
dim. Toplam öğretim elemanı sayısı yedi yılda 5 misline yakın arta­
rak 114'den, tekrar ediyorum öğretim elemanı 567'e ulaşmıştır
dedim sayıları, nitelikleri burada var.
İnan arkadaşım dedilerki; birdenbire bu kadar master ve dok­
tora öğrencisi sayısı nasıl olur. Biliyorsunuz 1981'den beri mezu­
niyet sonrası eğitimi olayı sosyal bilimler, fen bilimleri ve sağlık bi­
limleri enstitüsü şeklinde organize edilmiş durumda. Bunun
içersinde tamamen öğretim üyesi yetişme niyeti ile değil,
doğrudan doğruya bir alanda master yapmak için gelen öğ­
renciler de var. Dolayısıyla bunları arz edeyim: fen bilimleri ens­
titüsünde 164, bunun içinde fen bilimleri enstitüsü deyince fizik,
kimya, matematik, biyoloji, istatistik, mühendislik dalları gibi çeşitli
137
dallaım tamamını içine aldığı için böldüğünüzde bu belki 11,12,
17,18 ayrı bilim alanında toplam 164'ü, her birine böldüğünüzde
yedi sekiz öğrenci düşmektedir. Belki bir hukuk fakültesindeki
sayıyı buyurdunuz, halbuki doktora demedim, 164 master ve
doktora öğrencisi olarak sosyal bilimler enstitüsünde 67, sağlık
bilimleri enstitüsünde 15 olmak üzere 246'dır bugünkü rakam.
Bunun 41’i doktora öğrencisidir. 205'i master, yüksek lisans
öğrencisidir. Dolayısıyla bunların yedi yıl içerisinde nasıl bu kadar
oldu sorusuna gelince; 1975’de kurulmuş olmasına rağmen
2980'lere kadar, Anadoludaki diğer başka Üniversitelerde
olduğu gibi sağlık bilimleri enstitüsü, sosyal bilimler enstitüsü adı
altında master ve doktora öğrenimi yapan müesseselerimiz, ku­
rumlanınız yoktu. Daha önce ifade ettim üç fakülte idi, 409
öğrenci vardı diye. Şimdi bunlar kurulduktan sonra takdir buyurursunuzki bir üniversitenin bütün bilim dalları veya anabilim dal­
ları çeşidi kadar fen bilimlerinde, sosyal bilimlerde, sağlık bilimle­
rinde gelen öğretim elemanlarının ikişer, üçer, beşer kendi bilim
dallarında yetiştirdikleri, açtıkları programlar var. dolayısıyla bu ra­
kamlar üniversite çapında global rakamlardır. Böldüğümüz zaman
her anabilim dalına, üç, beş düşende vardır, iki düşende vardır,
on düşende vardır. Dolayısıyla, sağlık, sosyal bilimler, fen bilimleri
enstitüsünde rakamların tamamı budur. Şimdi, üç yıl içerisinde
bu heyula öğrenci, buyurdunuz. Üç fakültede 409 öğrenci. Bu
üç fakültenin bir çoğu da Ankara'da eğitim görmektedir o zaman.
Yani tıp fakültesi 1975'de kurulmuştur ama Hacettepe
Üniversitesinde 27 öğrenci eğitim görmektedir. Fen fakültesi
Samsun’da kurulmuştur ama Hacettepe'nin Fen Fakültesinde
bilmem 40 öğrenci eğitim görmektedir. Dolayısıyla iki, üç ve
dördüncü sınıfa geldikleri zaman ancak bu üç fakültede eğitim
gören 409 öğrenci var. 1981 ’le beraber altı fakülte ve orada
öğretime geçildiği için her yıl yapılan laboratuvarlar, binalar var,
örneğin hastaneler 1981'de 450 yataklı bir hastane açtık, bu
önümüzdeki yıl içinde 900 yatağa çıkıyor. Yani fiziki kapasite ola­
rak artış var. Dolayısıyla 50 olan tıp öğrencisi 200'e çıkar. Bugün,
yalnız tıp fakültesinde 1200 öğrenci olmuştur. Dolayısıyla altı
138
fakülte, altı yüksekokulun, bunun ikisi Amasya'dadır, biri
Çorum'dadır, biri Sinop'tadır. Bütün bunlara o yedi sene
içerisinde yeni öğrenci alınmıştır, mezunlar vermiştir, dolayısıyla
dört bin öğrenci düğmeye basıp 8 bin olmamıştır. Yedi sene
içerisinde arz ettim 12'ye yakın yeni yükseköğretim kurumu dev­
reye girmiştir. Yani üç yeni fakülte altı yeni yüksekokul ve üç ens
titü , demin sözünü ettiğim enstitüler. Bütün bunlardaki
öğrencilerin toplamıdır verdiğim rakam. Hatta bendeniz 8 bin de­
dim 8146'dır bugünkü öğrenci miktarı. Fakültelere göre dağılımı
belli. Bunların hepsini arz edebilirim. Fakat öğrenci sayısı daha az
olsaydı dahamı kötü olurdu: öğrenci sayısı, Üniversite öğretim
kapısındaki sosyal taleple bir insan gücü planlaması olayıdır. Bun­
ların bazısı Üniversitenin, bazısı Devlet Planlamanın, başka mev­
kilerin ve başka makamların da görevleridir. Bu plan
çerçevesinde bize ayrılan kontenjanlara aldığımız öğrencilerdir.
Bunlar için eğitim ve öğretimi dala kaliteliye götürmek içinde
öğretim üyesi yetiştirmenin her türlü yolunu bütün imkanlarıyla
kullanıyoruz. Mesela, 11'e yakın araştırma görevlisini yani eski
deyimi ile asistanı bu yıl başta amerika ve Ingiltere olmak üzere
çeşitli ülkelere gönderdik. Önümüzdeki yıl daha da göndermeyi
düşünüyoruz. Yani bir taraftan biz sosyal bilimler enstitüleri, fen
bilimleri, sağlık bilimleri enstitülerinde adam yetiştirirken diğer ta­
raftan 1416 ile maarifin yılda 200'lük kontenjanından gelenleri al­
maya çalışıyoruz, kendimiz göndermeye çalışıyoruz, işte 502'yi
bulmuştur, zannederim son 1,5 yıldaki rakam, bunun 11 taneside benim Üniversiteme düşmekte, zannederim bir yedi, sekiz
tanesinin işlemi yürüyor, dolayısıyla daha kaliteli eğitim vermek
için çırpınıyoruz. Ama bize ayrılan kontenjanlar üzerinde
Üniversitenin kendi imkanlarıyla daha önce tespit ettiklerini
düşürmemiz kolay kolay mümkün değil. Bu sosyal talep
karşısında her yıl fiziki kapasiteyi, öğretim elemanını artırarak daha
iyi eğitim vermeye çalışıyoruz. Onu arz edeyim, rakamlarımızda
bazen bir, iki, üç, beş eksiklik fazlalık olabiliyor. Şöyle, şimdi git­
tiğim zaman iki tanesinin daha belki bu yeni profesörlüklerden
isimi gelmiş olabilir, özellikle son günlerde, Sayın Akıntürk rakam
139
verdiler son iki üç ayda 3455'le 700-800'e yakın doçentlik kadro­
sunda protesör gelme imkânından dolayı, büyük bir grup arka­
daşımızın, kendi kadrolarında profesör ünvanını almaları
sağlanmıştır. Bundan da memnunuz. En kısa zamanda, inşallah,
özlük hakları bakımından düzenlemelerle en azından diğer arka­
daşları seviyesine gelmelerini temenni ediyorum.
Lisansüstü programlarla ilgili olarak özellikle zannederim
Yaşar Karayalçın Hocamın sorularını cevapladılar, ben fazla bir
şey ilave etmiyeceğim.
Öğrenci Binali ile Yaşar Yamacı'nm bütün şikayetlerine
katılıyorum. Sayın Akıntürk'de söyledi. Bize daha önce bir iş
bölümü yapıldı, öğrenci adeta, sağlık kültür spor dairesi başkanı.
Bugün sağlık kültür spor olanakları, barınma beslenme, vesaire
programlar konacak dendiği için, biz de daha çok başlıca sorunlar
üzerinde durduk. Yoksa bu sorunlar olmadığı anlamına gelmiyor,
Derya'da biraz serzenişte buiundu, öğrenci sorunları iyi bilinmi­
yor diye. Ama şunu hemen söyleyeyim, Derya son sınıfta
olduğuna göre 1985'te girmiş olsa gerek. Aslında Derya YÖK
sisteminin yetiştirdiği öyle robot, vesaire tipinde bir öğrenci
değil, kendi tabiri ile kendi kendini tezkip ediyor adeta, işte
örnek önümüzde, Derya bizim şu anda sürdürdüğümüz eğitim
sisteminin bir ürünüdür. Bencede ideal bir öğrencidir.
Yükseköğretim Komisyonunda da şûrada bulunduk, bunu o za­
manda söylememiştim, ama şimdi söylüyorum, demekki robot
gibi öğrenci yetiştirmiyoruz, bayağı ne söylediğini bilen öğrenci
yetiştiriyoruz. Derya'da bunun örneklerinden biri olarak aramızda
bulunuyor.
Saygılar sunuyorum.
BAŞKAN -Konuşma sırası Derya Hanımda, ama aldığınız
artıları, eğrinizin yüksek olmasını dikkate alarak, isterseniz pas
geçebilirsiniz. Peki buyurun efendim.
140
DERYA DİNGİLTEPE (A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi
öğrencisi) Amacım iltifat almak olmadığı için hakkımı kullanmak
istedim.
Bu panelde tek öğrenci temsilcisi benim. Dolayısıyla o çok
fazla ve çeşitli olan sorunlarımızın tümüne birden değinmek bana
düşüyordu. Oysa Sayın Savaş Türel Sağlık-Kültür ve Spor Daire­
si Başkanı olarak bu konulara değinecekti, sayın Gülseren
Günce daha çok psikolojik, sosyolojik olarak konuya yak­
laşacaktı. Oysa ben bunların herbiri ile sorumluydum. Onun için
bazı konular hakkında kısa ve daha öz konuşmam doğaldır. Bu
açıdan özellikle öğrenci arkadaşlarımın benim eksiklerimi tamam­
lamalarına, daha doğrusu bazı sorunları açmalarına çok sevindim,
biraz daha üzerinde durulmuş oldu.
Savaş Bey konuşmasında, bana doğrudan doğruya soru ola­
rak yöneltmese de, şu sorunları yok mu, niye bunlardan bahset­
medi, diye sordu. Oysa ben 'yurt' konusunu ele alırken
öğrencilerin barınma, bes-lenme, ısınma gibi bazı sorunlarının
varlığı konusuna değinmiştim. Ancak bunlar temelde mali sorun­
lar olduğu ve bütçeye bağlılığı nedeniyle üzerinde çok fazla dur­
mayacağım, demiştim. Amacımız bunların en kısa sürede halledil­
mesi. Arkadaşlarımız da bu konulara değindi. Dolayısıyla bunlara
çok zaman ayırmadım diye bu sorunları halledilmiş olarak
görüyorum sayılamaz.
Fakat ekonomik sorunlar hakkında şimdiye kadar bahsedil­
meyen birşey olduğunu farkettim, o da harç ve krediler konusu.
Bilindiği gibi üniversite öğrencileri belli bir miktar harç verirler.
Bense parasız eğitimi savunan birisi olarak bu harçların tamamen
kaldırılmasını istiyorum. Daha önce de televizyondaki Açık Otu­
rum programında bunu söylediğimde aldığım cevap eğitimin za­
ten parasız olduğu şeklindeydi. Bu görüşün dayandığı temel de
öğrenciden alman paranın yine öğrenciye harcandığı
şeklindeydi, ayrıca çoğu öğrenciye harç kredisi verildiği için harç
ödeyememe gibi bir sorun olmadığı savunuluyordu. Üstelik de
harçlar öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük bir rol
141
oynamıyordu. Ben burada büyük bir çelişki görüyorum. Eğer o
kadar küçük bir miktarı karşılıyorsa hiç aimayın harçları. Öğrenci
için büyük olabilen o miktarla öğrenci kitabını alabilsin, tiyatrosu­
na gidebilsin, bırakın bunları karnını doğru dürüst doyurabilsin.
Bir de zaten kredi olarak biz onu geri veriyoruz denilerek
harçların öğrencilere yük yaratmadığı söyleniyor. Kredi olarak
karşıladığınızı hiç almayın ve birçok bürokratik işlem de ortadan
kalksın. Belki de harçların kaldırılması en kolay çözüm olacaktır.
Krediler konusunda da söylediğim şey herkese kredi verilme­
si yerine asıl ihtiyacı olanlara, temel gereksinimlerini karşılayacak
kadar kredi verilmesiydi. Tabii konuya burs olması açısından ba­
karsak daha da geliştirebiliriz. Kredi de bir tür burs olduğuna
göre, adı kredi olsun olmasın burslar maddi olarak ihtiyacı olma­
yan, ama başarılı öğrencilere de verilebilir.
Şimdi konukların sorularına tek tek yanıt vermeye çalışacağım.
Bir konuşmacımız verdiğim ders hakkında -ders vermeye
çalışmıyordu- teşekkür etti ve daha fazlasına gerek yok dedi.
Çünkü üzülüyoruz, diye de aslında kendisi üzücü olan bir nede­
ni iletti. Ben bunları üzmek için değil, ama düşündürmek için an­
lattım.
Birçok konuşmacımız üniversiteye giren öğrenci sayısı konu­
suna değindi. Aslında teoride üniversiteye çok daha fazla
öğrenci alınması gerektiği öne sürülebilir. Üniversite eğitimini
alan öğrenci sayısı arttıkça toplum gelişimine katkı büyüyecektir,
daha çok yetişmiş insanımız olacaktır. Ancak gerçekler bizi bu
idealden uzak tutuyor. Şu andaki imkanlar ortadadır ve biliyoruz
ki bizim de bunlara göre davranmamız gerekiyor. Eğer öğrenci
fazlası üniversitelerin lise gibi olmasında büyük bir rol oynuyorsa
zaten üniversite eğitimi almış, yetişmiş insandan söz edilemeye­
cektir. O zaman liseleri fazlalaştırın, ama üniversiteleri lise azmanı
olmaktan kurtarın.
Üniversite eğitimi eleme usülüne tabii olmak zorundadır.
Herkes üniversiteli olamaz, bu bukadar basit. Ancak bunları
142
söylerken elitçi bir düşünceyle söylemiyorum. Fırsat eşitliğinin
sağlanması ve orta öğretim sisteminin değiştirilmesi koşulu mu­
hakkak ki hükmünü sürdürüyor.
Üzerinde durulan diğer bir konu profesör sayısının
artırılmasıydı. Bu hepimizin arzusu, ama nicelik yanında nitelik de
çok önemli. Yoksa kolay profesörlük adı altında çok bilinen yollar­
la böyle bir amaca ulaşılmaya çalışılması hiç kimseye yarar
sağlamayacaktır.
Sayın İnan Bey 1968 yılından bahsetti; 20 senedir aynı
şeyleri konuşuyoruz, bunlar hala halledilmedi mi, dedi. Ben de
buna özellikle değinmek istiyorum. Sanıyorum bu tür panellerin,
açık oturumların, şuraların amacı sadece sorunların ortaya
dökümü ve çözüm yollarının gösterilmesi değil, bir etkide bulun­
maktır. Bu çözümlerin uygulamaya dökülmesi için bir baskı grubu
gibi çalışmaktır. Dolayısıyla bu panelin de amacına erişmesi ve
burada bulunan bulunmayan ilgililerin konuşulanları dikkate al­
masını diliyorum.
İşte şimdi bize, öğrencilere büyük görev düşüyor. Bu arada
şunu da belirteyim. Ben öğrenci arkadaşlarımıza kendilerine
güvenip güvenmedikleri konusunda bir soru sormuştum, ama
hiçbirinden yanıt alamadım. Sanırım nedeni de yanıtın hayır, biz
kendimize güvenmiyoruz olması değildi. Yanıt belli olduğu için
sözlere dökülmeye gerek kalmadı. Ama ben herkes adına
söylüyorum: Biz bu işi yaparız. Türk gençliği tüm bu kısır imkanlar
içinde dahi gereken kapasiteye sahiptir. Ancak bu kapasiteyi
sağlayan YÖK ya da herhangi biri değildir. Bu bizim içimizde,
gençlik ruhumuzda var.
Ben örnek olarak gösteriliyorum. Bilmiyorum neden. Ben o
kadar büyük bir insan olduğumu sanmıyorum. Herhangi bir arka­
daşım da burada söylediklerimi anlatabilirdi. Ama bu fırsata sahip
olamadılar, oysa ben bu olanağı yaratabildim ya da verildi ve kul­
lanıyorum. Benim farkım bu. Bunu bazı şeylere yormak yanlış.
İşte bu bir örnektir, demek ki biz yaratabiliyoruz, öğretebiliyoruz,
143
üretebiliyoruz ve böyle insanlar yetiştiriyoruz, demeniz hatalı. Bir
şeyler başarılıyorsa biz kendi çabamızla yapıyoruz. Zaten, ilkönce
YÖK sadece bir koordinasyon kuruludur deyip de sonra bazı
başarıları YÖK'e yontmak başlı başına çelişki. Eğer YÖk herşeyin
içinde değilse nasıl başarılardan sorumlu tutulabilir ki?
Bir konuşmacı 'yükseköğretim sorunları nedir1diye doğrudan
bir soru sordu. Ben bu sorunların, hatta diğerlerinin maliyet, sis­
tem gibi sorunların da ötesinde zihniyete bağlı olduğunu
söylemiştim. Böylece bu soruya yanıt vermiş oluyorum.
Diğer bir konu da YÖK'ün planlama, koordinasyon kurulu mu
olduğu, yoksa uygulama da farklılaştığı mıydı. Ben teknik olarak
bu soruya yanıt veremem. Ancak uygulamayı yaşayan biri olarak
bazı şeyler söyleyebilirim. Uygulama da herşeyin ucu YÖK'e da­
yandırılıyor. Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor: Acaba niye hep
YÖK suçlanıyor?
Genelde toplumumuzda her dönemde her şeyin sorumlusu
olarak birşey aranır. İnsanlar kendi dışlarında birşeyi sorumlu tu­
tarlar. Bizde de şu anda YÖK bulunmuş sorumlu tutmak için.
Ama burada niye başka bir kuruluşun, kişinin değil de YÖK’ün
bulunduğunu düşünmek gerekiyor. Herhalde planlama, koordi­
nasyon dışında birşeyler yapıyor ki sadece öğrenci değil birçok
çevre YÖK'ü sorumlu gösteriyor.
Bu konuda şunu söyleyebilirim: Adı ne olursa olsun
gerçekten planlama, koordinasyon ile ilgilendikçe böyle bir kuru­
lun varlığına karşı değilim.
Bir konuşmacımız üniversite içinde yığılmaya nedenin ne
olduğunu sordu. Şimdi bazı öğrenci arkadaşlarım söyleyeceğim
için bana kızabilirler: Ben affa karşıyım. Burada da bir ama diyerek
affa 'ideal bir sistemde' karşıyım. Eğer istediğimiz gibi bir sistem
olsaydı affa gerek kalmayacaktı ki o zaman. Bu konu da burada
konuşulmayacaktı. Ama bugünki sistemde af gibi acayip şeylerin
ortaya çıkması bir mecburiyet haline geldi. Çünkü birçok insan
kendisinin büyük ölçüde dışında olan nedenlerden ötürü atılma
144
durumuna geliyor bizim üniversitelerimizde. Eğer bu nedenleri
ortadan kaldıramıyorsanız sonuca gidip at çıkaracaksınız tabii ki.
Burada şunun da belirtilmesi gerekiyor. Öğrenciler okuldan
atılır, birkaç yılda bir af çıkar, bu da siyasilerin işine yarar. Af
çıkarılması işlemi Meclisle olduğundan, bunu yapan da bazı par­
tiler olduğundan bu konu politik hale gelm iştir ve kul­
lanılmaktadır. Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsur­
larıdır. Halkın sesini duyurucu, isteklerini yerine getirmek için
çalışan unsurlardır. O zaman af için çalışmaları normaldir, denebi­
lir. Ama sonuca bakılırsa konu politikaya alet olmaktadır ve bazı
kişiler bu yoldan kolay oy sağlamayı amaç edinmişlerdir.
Üniversite politikaya alet olmamalıdır. Onun için de af gibi çözüm
yollarına gitmek yerine ideal sisteme ulaşılmalı ve atılma gibi olay­
lar ortadan kalkmalıdır.
Üniversite nedir, sorusuna yanıt vermiştim. Bir daha üzerinde
durmuyorum.
Sonraki konuşmacılarımız öğrenci arkadaşlarımızdı. Bazı ko­
nular üzerindede daha fazla durmalarına sevindim. Bu arada hiz­
metlerin öğrencinin ayağına gitmesi konusunda söylediklerini
desteklediğimi belirtmeliyim.
Bir konuşmacımızda YÖK Kanununun öğrenciyi yasak söz
konusu olduğunda ele aldığını söylemiş ve bunun acılığından
bahsetmişti. Ben de bu konu üzerinde Gençlik Şurasında dur­
muştum. Bırakın YÖK Kanununu Anasaya’da bile gençler konu­
suna ayrılan bölümün başlığı Gençliğin Korunmasıdır. Sanki
gençlik hakkında anayasaya konulacak başka birşey yok gibi
gençliğin korunmasından bahsedilir. Bu çok somut bir örnek
sanırım. Efendim, biz kendi kendimizi koruyabiliriz.
Sayın Turgut A kıntürk, her şeyi YÖK üzerine
konuşuluyormuş gibi algıladı herhalde. Örneğin hocaların kitap­
ları basması konusunda bana atıfta bulundu. Ben hocalar kitapları
basamıyor şeklinde birşey dediğimi hatırlamıyorum.
145
PROF. TURGUT AKINTÜRK -Hayır, Rauf Bey konuşurken si­
zin konuşmanıza Rauf Bey atıf yaptı, ders kitapları pahalı dedi,
bensize söylemedim.
DERYA DİNGİLTEPE (Devamla) -Peki. Şunu da eklemek is­
tiyorum. Sorunlarımız tek bir alanda değildir, tek başına değildir,
Türkiye'nin sorunlarından bağımsız olarak düşünülemez.
Tekrar teşekkürler.
BAŞKAN -Başkanın hoşgörüsü biraz fazla oldu ama, o benim
sorunum.
Buyurun Sayın Zabunoğlu.
DOÇ. DR. YAHYA ZABUNOĞLU (A.Ü.Hukuk Fakültesi
Öğretim Üyesi) -Sayın Başkan, sayın dinleyenler, söylenecek
Çok şey var, bir iki noktaya birkaç tümce ile dokunmak istiyorum.
Sayın Akıntürk'e teşekkür borçluyum, bize sunduğu bir tutam
davada en azından verilen kararlarda haklılık payı olduğunu
söyledi, sorumlularının yeniden görevlendirilmemesi suretiyle
en azından saptandığını ifade buyurdular. Bu yeterli değil, tabii
doğru bir şey yapılmıştır, ayrıca sorumlulardan hazine zararı tahsil
edilmelidir, rücu davaları açılmalıdır. Çünkü üniversitemizin bir
fakültesinde Ankara'da en az 17 öğretim üyesi iki kez görevden
uzaklaştırılmış, yıllarca görev dışı kalmışlardır. Bunların ortalama
beşer milyon lira hâzineye maliyetleri vardır. Bunlar aranmalıdır.
Temel sorunlardan bir tanesi Sayın Karayalçın hocamın soru
olarak bize yönelttiği noktadır. YÖK icra uzvu niteliği kazanmıştır.
Sayın Akıntürk, yasa kurallarına 2547'nin 6 ncı ve 7 nci madde­
sinde görevle ilgili kurullara bakarak planlama, program yapma ve
koordinasyon yetkileriyle donatılmış bir kurul olduğunu ifade et­
tiler. Ben katılmıyorum. Bir kere konuya iki yönden bakmak lazım.
Sosyo politik açıdan böyle bir kurulun yasa kuralları ne olursa ol­
sun eylemsel olarak, yani sosyal gerçeklikte vardığı noktayı,
145
erişebildiği yetki donanımı nedir? Bu ayrı konu, ben salt hukuksal
açıdan baktığımda da katılamadığımı itade edip, bir mahkeme ka­
rarından bir küçük alıntı okuyacağım size. Davalı Sayın Mehmet
Sağlam'ın rektörü olduğu üniversite, davacı ismini okuyacağım,
çok kısa bir tümce, bu adamcağız, bu davacı araştırma görevlisi
idi, görev süresi uzatılmadı, biz "bunu üniversitesi yaptı" diye bi­
liyorduk, öyle dava açtık, mahkeme bizim bilmediğimiz bir şeyi
saptadı ve kararına soktu, Danıştay onayladı. Getirtilen 1.4.1984
gün ve 4636 sayılı Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı yazısı ekli
gizli yazıda davacının siyasi görüşünün belli doğrultuda bulun­
duğu falan falan. Bu nedenle atanmadığı anlaşılıyor. Yani YÖK
diyor ki, bilinmeyen işlem olarak, "bu adam tehlikelidir,
sakıncalıdır, atama" diyor, Üniversitede bunun üzerine işlem
yapıyor ama saklıyor, "ben yaptım" diyor. Görüyorsunuz icrai yet­
ki elde etmiştir burada YÖK.
İkincisi, son değişikliklerden bir tanesi de YÖK'ün içinde bir
yürütme kurulu oluşmuştur. Bir planlama, koordinasyon, denet­
leme biriminin içinde eğer yürütme kurulu varsa idare hukuku
bakımından yürütme kurulu gibi bir alt kurula sahip olan bir kuru­
lun artık icrai yetkilere sahip olmadığı kesinlikle söylenemez, çok
açık seçik hukuki bakımdan yürütme kuruluna sahip kurul, yani
Yükseköğretim Kurulu icrai yetkilerle donatılmıştır, icrai kuruldur.
Bu kadar arz etmekle yetiniyorum.
BAŞKAN -Teşekkür ediyorum Sayın Zabunoğlu, Gülsenen
Hanım konuşmak istemiyorlar, buyurun Sayın Savaş Bey.
DR. SAVAŞ TÜREL (A.Ü.Sağlık, Kültür ve Spor Dairesi
Başkanı) -Sayın Başkan ben öğrenci arkadaşlarla kısaca cevap
vermek istiyorum. Biraz da bize gelin dediler, 20 yıl önceki
öğrencilerim iz geldikleri zaman hizmet vermekte güçlük
çekiyorduk, işte doktorumuz yok, şu yok bu yok geliyoruz, boş
dönüyoruz diyorlardı, 20 sene sonra artık ayaklarına gitme
hazırlığı içindeyiz, ilk rehberlik bürosunu da kendi fakültelerinde
147
açtık, inşallah yakın zamanda diğer hizmetlerle karşılarına
çıkacağız.
Teşekkür ederim efendim.
BAŞKAN -Efendim, beş saatlik panelin sonunda genelde
yönetenler bir özet yaparlar, ben bunu yapmayacağım, çünkü
sabrınız çok taştı, yalnız şu kadarını söyleyeyim, bu tartışma or­
tamından ve panelden çok şeyler öğrendiğimi ve bunun yararlı
olduğunu gözlüyorum. Konuşmaları sabırla dinlediğiniz için size
ve verdikleri bilgiler, açık sözlülük nedeniyle panelistlere
yürekten teşekkür ediyorum.
Yarın saat 9.30'da buluşmak üzere. (Alkışlar)
148
BİLDİRİ III
YÜKSEKÖĞRETİMDE
PLÂNLAMA
VE KOORDİNASYON
PROF. DR. MAHMUT ADEM
(Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi
Öğretim Üyesi)
Oturum Başkanı: DOÇ. DR. ÖZCAN DEMİREL
Y ükseköğretim N edir?
Genelde eğitim sistem i; öğretim düzeyi (ilk, orta,
yükseköğretim) ve öğretim türü (genel, meslek ve teknik
öğretim) olarak ele alınmaktadır. Yükseköğretim; ortaöğretime
(liseye) dayalı, en az iki yıllık bir önlisans öğretimi ile lisans ve li­
sans üstü öğretimi içeren bir eğitim düzeyidir. Yükseköğretim
içinde, üniversitenin özel bir yeri ve önemi vardır.
Üniversite; ortaöğrenimini bitiren gençlerin kabul edildiği,
öğrenim süresi en az 3-7 yıl olan (ABD’deki liseden sonra iki yıllık
önlisans öğrenimi veren "Junior Colleges"hariç; fakülte, bölüm,
yüksekokul, enstitü vb birimlerden oluşan özerkliğe ve kamu
tüzel kişiliğine sahip bilim, araştırma, öğretim, yayın yapan ve
danışmanlık hizmetleri veren yükseköğretim kuruluşlarıdır!.
1981
öncesi ülkem izde yükseköğretim denilince;
üniversiteler, akademiler ve yüksekokullar akla geliyordu. Bugün
yükseköğretim ile üniversite eşanlamda kullanılmaktadır. Çünkü
üniversite çatısı altında bulunmayan bir yükseköğretim kurumu
bulunmamaktadır. Buna göre, Unesco'nun sözü edilen
yayınından alınmış ve uluslararası düzeyde kabul görmüş bu
tanıma göre 30.3.1983 tarih ve 18003 sayılı Resmi Gazetede
yayınlanan 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumlan Teşkilatı
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Ka­
bulüne Dair Kanun ile, iki yıllık önlisans eğitimi veren Eğitim
Yüksekokulları ile Meslek Yüksekokullarının üniversite ile bir çatı
altında toplanması çağdaş üniversite tanımına ters düşmektedir.
Çünkü çağdaş üniversite, öncelikle sayıca ve nitelikçe yeterli
öğretim üyesi demektir. Oysa anılan yükseköğretim kurumlarında, okul müdürü (o da kimilerinde) hariç hiçbir öğretim üyesi
bulunmamaktadır.
1) Victor G. Orıushkin, La P laniflcation du D eveloppem ent d e*
Ü n iv e r s it e s , Unesco, Instltut International da Planiflcation de
1'Education, Paris, 1971, s.13
151
Planlama Nedir?
En genel anlamda planlama "belirli amaçlara ulaşmak için
gelecekte uygulanacak bir dizi kararları hazırlamaktan oluşan bir
süreçt’r2". Eğitim kesimine indirgendiğinde, bir eğitim sisteminin
gelişmesi, bu sistemle diğer sistemlerin ilişkilendirilmesi büyük
önem taşımaktadır. Eğitim sisteminin geliştirilmesinde kimi temel
toplumsal-ekonomik girdiler ve engellerle karşılaşılmaktadır:
insan, araç ve gereç, mal olanaklar, okullaştırılacak nüfus vb.
Buna karşılık eğitim sisteminin çıktıları da, kimi sorunları berabe­
rinde getirmektedir. Sistemin ürünü denilince bireylerin
eğitilmesi akla gelmektedir. Ne kadar? Nasıl? Neye göre? Öz ola­
rak pîanlama; neyin, ne zaman, ne miktarda ve nitelikte, hangi
araçlar kullanılarak üretileceğinin kestirilmesidir. Eğitimin"sosyal
stratejisi", sosyal adalete uygun olarak belirlenmiş ise-ki demok­
ratik bir düzende başka bir seçenek yoktur-bu hizmetin, tüm
eğitim düzey (ilk, orta ve yüksek) ve türlerinde her yurttaşa tam
eşitlikle sunulması gerekmektedir. Öyleyse eğitim planlamasının
ilk hedefi; her düzeyde eğitim hizmeti sunulurken, herkese fırsat
ve olanak eşitliği sağlanmasıdır.
İdeal bir eğitim planlamasının en önemii ikinci hedefi; ülkenin
gereksinme duyacağı insangücünü esas alarak, eğitim-öğretimi
buna göre gerçekleştirmek ve öğrencileri yönlendirmektir. Ge­
nelde üniversite, öğrencilerine iş sağlamakla görevli değildir. An­
cak üniversite gençleri; mezun olduklarında çalışacakları
mesleğe en uygun bir biçimde yetiştirmekle görevlidir. Aynı
biçimde üniversite gençleri, ulusal kalkınma sürecinde en çok is­
tihdam olasılığı bulunan ve en yüksek tatmin sağlayan meslek
kollarına yönlendirmek durumundadır.
2) C.A Anderson, Principes de la Planification de 1‘Education, le Contexte Soclal de la Planification de 1'Education, Unesco, IIPE, Paris, 1968, s.10
152
Konuya eşitlik ve istihdam açısından yaklaşıldığında eğitim
planlaması; yükseköğretim kurumlarının ülke düzeyine dengeli
dağılımını sağlamak; kadın-erkek, varlıklı-yoksul, köylü-kentli,
doğulu-batılı vb olduğuna bakılmaksızın tüm yükseköğretim çağ
nüfusunun bu eğitim hizmetinden eşitlikle yararlanmasını
gerçekleştirm ek, sanayinin geliştiği yörelerde teknoloji
fakültelerinin, tarım ın yoğun olduğu yörelerde ziraat
fakültelerinin vb kurulması için ulusal, bölgesel kalkınma hedefle­
rini esas almalıdır.
Eğitimin, özellikle yükseköğretimin en az toplumsal hedefleri
kadar önemli olan ekonomik hedefleri bulunmaktadır. Planlarda
belirlenen kalkınma hedeflerine ulaşılmasında yeterli sayıda ve
nitelikte insangücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle
kalkınma sürecinde bireye nitelik kazandıran eğitim, insangücü
ve istihdam ile birlikte ele alınmakta ve planlanmaktadır.Böylece
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda ifadesini bulan eğitiminsangücü-istihdam dengesinin sağlanması amaçlanmaktadır.
Buna göre çeşitli kesim lerde gereksinme duyulan insangücünün niteliği ve insanlara bu niteliği kazandıracak eğitim
kurumlarının birlikte planlanması zorunlu görülmektedir.
Yükseköğretim, yüksek nitelikti insangücünü, bilim ve tekno­
loji üretecek bilim adamları ve araştırmacıları, öğretmenleri ve
öğretim üyelerini yetiştiren bir eğitim düzeyidir. Bu nedenle, bu
kesime ayrılan parasal ve insan kaynaklarının, yüksek-öğretimin
her türünde (tıp, tarım, hukuk vb)ne kadar ve hangi nitelikte in­
sangücüne gereksinim duyulduğu, istenilen insangücünü
yetiştirmek için gereksinme duyulacak öğretim üyesi, fakülte,
laboratuvar, atelye, makine, teçhizat vb'nin bilinmesine ve ol­
dukça uzunca bir süre önce planlanmasına zorunluluk duyul­
maktadır. Çünkü yükseköğrenim, uzun bir süreçtir. İlkokuldan iti­
baren düşünülürse, en az 15 yıl sürmektedir. Bir öğrenci,
örneğin fen ve teknik alanda yetiştirilmek istenirse, bunun
hazırlığı ilkokulda başlamaktadır. İlkokulda hedef, iyi bir Anadolu
lisesi ya da özel koleje giriştir. Ortaokulda da , en iddialı hedef
153
Fen lisesi olmaktadır. Lisede ise hedet; istihdam olasılığı ve ücret
düzeyi en yüksek olan bir fakülteye (elektronik, tıp vb) girebil­
mektir.
Ülkemiz çeyrek yüzyıl önce, ilk planlı kalkınma politikasını uy­
gulamaya başlamışsa da; eğitimi, özellikle yükseköğretimi planla­
ma girişimleri son onbeş yılda yoğunluk kazanmıştır.
Planlamanın Tarihsel ve Yasal Gelişimi
Anayasa'ya göre Yükseköğretim Kurulu'nun kuruluş amacı
şöyle belirlenmiştir:
Yükseköğretim kurum larının öğretim ini planlam ak,
düzenlemek, yönetmek denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsei araştırma faaliyatlarini
yönlendinmek, bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler
doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tah­
sis edilen kaynakların etkili bir biçimce kullanılmasını sağlamak ve
öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı
ile Yükseköğritem Kurulu kurulur (Md. 131).
Aslında yükseköğretimin ya da alışılagelmiş adı ile
üniversitelerin belli bir merkezi organca planlanması düşüncesi,
1982 Anayasası ya da 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile
getirilen bir yenilik değildir.
Türkiye 1961 Anayasası ile planlı kalkınma politikasını benim­
semiştir. Ancak, özellikle üniversiteler ülkemizde izlenen"planlı
kalkınma disiplinini” uzun süre benimsememişlerdir. Hatta 1968
Öğrenci Olaylarının su yüzüne çıkardığı üniversite sorunları kon­
usunda çok şeyler yazılmış, söylenmiştir. Ama üniversitelerin
plansız bir gelişme gösterdiği, ekonomik ve toplumsal kalkınma
konusunda hemen her kamu kuruluşunda bir planlama örgütü
bulunmasına karşılık, üniversiteyi planlamakla görevli bir örgüt
bulunmadığına parmak basan yazılar, o tarihlerde yok denecek
154
denli azdır.
Oysa 1960'larda bütün dünyada, bu arada Türkiye'de ekono­
mik ve toplumsal kalkınma ile eğitimin gelişmesi arasında çok sıkı
bir ilişki olduğu, daha açık deyişle eğitimin; kalkınmayı hızlandıran
en önemli etken olduğu kabul ediliyordu.
1960'larda üniversitelerin planlı kalkınma disiplinini benimseyememelerinin nedenlerini bir araştırma şöyle sıralıyordu:
1. Yasaların tanıdığı yetkiye dayanarak, üniversiteler birbirle­
rinden özgür hareket etmiş, ortak bir planlama örgütü kura­
mamışlardır.
2. Üniversitelerin geleneksel yapısı vb nedenlerle bazı alan­
larda günümüzün gereksinmelerini karşılayacak çağdaş yapılı
yeni yükseköğretim kurumlan açılması önlenmiştir.
3. Bazı durumlarda üniversite özerkliğini değişik yorumlama
ve üniversite-hükümet ilişkilerinin işbirlikçi nitelikte olma­
masından dolayı üniversite yasalarını düzenleme son derece
yavaş ve güç işlemektedir.
4. Üniversite gelişmesinin en başta gelen öğelerinden biri
olan öğretim üyesi yetiştirilmesini uzun dönemli planlamayı zo­
runlu kılm ası,siyasal iktidarların konuya gereken ilgiyi
göstermemesi, öğretim kadrosu çok zayıf üniversitelerin
doğmasına yol açmıştır. Son yıllarda yükseköğretime, giderek ar­
tan eğitim istemi de kısa dönemli tedbirler alınmasını zorunlu
kılmış, uzun dönemli çözüm yollarının aranmasını bir ölçüde
önlemiştir.
5. Üniversitelerin özerklik konusunda gösterdikleri titizlik,
gelişmelerini bazen ters yönde etkilemiştir. Ulusal düzeyde bir
planlama örgütü kurma ve bunun kararlarına uyma konusunda di­
renme olmuştur3.
3) Başbakanlık DPT-SPT Planlama Şubesi, Yükseköğretim Çalışması, Ankara,
1969, s.3. (Yayınlanmamış rapor)
155
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının uygulanmaya başladığı
1963 yılından on yıl sonra 1973 yılında hem 1739 sayılı Milli
Eğitim Temel Kanunu, hem de 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu
ile Türk Milli Eğitiminin planlanması için yasal bir çerçeve
oluşturulmuştur.
Milli Eğitim Temel Kanunu ile benimsenen "planlılık"ilkesi
şöyledir:
Milli eğitimin gelişmesi iktisad, sosyal ve kültürel kalkınma he­
deflerine uygun olarak eğitim-insangücü-istihdam ilişkileri dikkatealınmak suretiyle sanayileşme ve tarımda modernleşmede
gerekli teknolojik gelişmeyi sağlayacak mesleki ve teknik eğitime
ihtiyaca göre ağırlık verecek biçimde planlanır ve gerçekleştirilir
(Mad. 14).
Halen yürürlükte olan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunun­
da da yükseköğretim planlaması şöyle belirlenmiştir:
Yükseköğretimde;öğretim elemanlarından, tesislerden ve
öğrencinin zamanından en verimli bir şekilde yararlanmayı
mümkün kılacak ve çeşitli bölgelerdeki yükseköğretim kurumlarının dengeli bir şekilde gelişmesini sağlayacak tedbirler alınır;
yükseköğretimin bütününü kapsayan ve ortaöğretimle ilgisini
sağlayan bir planlama düzeni kurulur (Mad. 39).
Milli Eğitim Temel Kanunu ile hemen hemen aynı tarihlerde
yürürlüğe giren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ile,
üniversiteleri planlamakla görevli bir Yükseköğretim Kurulu
(YÖK) kurulmuştur. Bu Kanunda YÖK'ün görev ve yetkileri
şunlardır:
a.
Yükseköğrenim alanında yeni kurumların açılması, mevcut­
ların geliştirilmesi, insangücü ihtiyaçlarının karşılanması,
yatırımların ve kaynakların etkili bir şekilde kullanılması,
yükseköğretim alanının muhtaç bulunduğu öğretim ve araştırma
elemanlarının yurt içinde ve yurt dışında yetiştirilmesi için kısa ve
uzun vadeli planlar hazırlamak ve ilgili kuruluşların senatolarca
156
tespit edilen ideal Kadrolarını dengeli bir şekilde düzenlemeK;
b. Üniversite ve diğer yüKseKöğretim Kurumlarını ilgilendiren
Kanun ve tüzüK tasarılarını inceleyereK görüşlerini bir ay içinde
Milli Eğitim Bakanlığına sunmak;
c. Öğrenim ve öğretimin Devlet Kalkınma Planı hedeflerine
uygun olarak yürütülmesini sağlamak amacı ile üniversitelerin
özelliklerini, kapasitelerini, insangücü ve maddi ihtiyaçlarını dikkatealarak gerekli gördüğü öğretim dallarında dönem sayısının
artırılması, paralel öğretim veya gece öğretimi yapılması hususun­
da önerilerde bulunmak;
ç. Üniversitelerin, yükseköğretim bütünlüğü çerçevesi
içinde, yüksek dereceli okullara akademik yönden yapabilecek­
leri yardımları ve bu alandaki gözetim hizmetlerinin esaslarını ilgili
kurumlarla birlikte saptayarak gereğini istemek ve sonuçlarını iz­
lemek;
d. Görevlerine ilişkin çalışma sonuçlarını her yıl bir rapor ha­
linde yayınlamak;
e. Kalkınma planının gerektirdiği araştırma konuları ile özel
araştırma fonlarının üniversitelere dağıtımını üniversitelerarası
işbirliği halinde yapmak.
Ancak 1750 sayılı Kanun ile kurulan YÖK'e ilişkin yasa mad­
deleri, Ankara Üniversitesinin başvurusu üzerine, 3.12.1975 ta­
rih ve 15431 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa Mahke­
mesi kararı ile iptal edilmiştir.
Son olarak 12 Eylül 1980 askeri yönetimince 6 Kasım 1981
tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu kabul edilmiştir. Bu
Kanun temelde bir'lepki" kanunu olarak kabul edilmektedir. Bu
nedenle anılan Kanunun yazılı olmayan birçok gerekçesi bulun­
maktadır. Bunların başlıcaları şunlardır;
1.
Bir varsayıma göre üniversiteler, 12 Eylül 1980 öncesi
ülkemizi iç savaşın eşiğine getiren anarşi yuvası idi. Bizce bu var­
sayım temelden yanlıştır. Üniversiteler özerk olduğu için
157
anarşinin bu kurumlarda yuvalandığı varsayımı geçerli olmuş ol­
saydı, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı özerk olmayan öğretmen
yetiştiren kurumlar ve mutlak Devletin denetim ve götetimi
altında bulunan Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı öğrenci yurtları
belli siyasal görüşteki militanların yuvası, "kurtarılmış bölge” ol­
mazdı.
2. İkinci varsayıma göre, Türkiye'de yükseköğretim dağınık bir
biçimde örgütlenmiştir. Yükseköğretimin bütünleştirilmesi ge­
rekmektedir. Bu da, tüm yükseköğretim kurumlarının tek bir yasa
ile üniversite şemsiyesi altında toplanmasını zorunlu kılmaktadır.
Ancak bu şekilde tüm yükseköğretim kurumları-biraz da askeri
okullardan esinlenerek-”emir-komuta" düzeni ile daha disiplinli
ve merkezi bir otoritece yönetilebilir. işte 2547 sayılı Kanın bu
zorunluluktan doğmuştur.
Bizce böyle bir varsayım da geçersizdir. Çünkü dünyada tüm
yükseköğretim kurumlarının üniversite çatısı altında toplandığı
tek bir ülke gösterilemez. Doğu'dan Batı'ya, varlıklı ülkelerden
yoksul ülkelere değin hemen her ülkede yükseköğretimde ku­
rumdan kuruma önemli farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin
ABD'de Harvvard, Yale, MTI, Stanford vb üniversitelerin
saygınlığının doruk noktasında olmasına karşılık, "Junior College” ler de, ara insangücü yetiştiren önlisans okulları olarak çok
önemli bir gereksinmeyi karşılamaktadır. Aynı biçimde Fransa'da
Yükseköğretmen Okulu (Ecole Normale Superiure), Yüksek
Teknik okul (Ecole Polytechnique), Ulusal Yönetim Yüksekokulu
(Ecole Nationale d'Administration) vb. yüksekokulların toplum­
daki saygınlığı üniversitelerden çok daha fazladır. 1968
Üniversite Reform Yasası ile tarihi Sorbonne Üniversitesi 13 yeni
üniversiteye bölünm üştür, ama ö zelliğ i olan Büyük
Yüksekokullar (Grandes Ecoles) olduğu gibi korunmuştur.
Bu örnekler çoğaltılabilir, ama 2547 sayılı Kanun ile getirilen
yeni yükseköğretim modelinin bir benzeri gösterilemez.
3. Üçüncü varsayıma göre, Türkiye'de yükseköğretim kurum-
158
larına ayrılan parasal ve insan kaynaklarının verimli ve ussal (ras­
yonel) kullanılmadığını, eldeki geniş fiziksel ve parasal olanaklara
karşın yükseköğretimin, özellikle üniversitelerin, gençlerin
öğrenim isteğini karşılamadığını, yeni kapasite yaratma konusun­
da üniversitelerin bir süredurum (atalet) içinde bulundukları sav­
lanıyordu. Bu kesime ayrılan tüm kaynakların daha verimli bir
biçimde kullanılması için tüm yükseköğretim kurumlarını
üniversite çatısı altında toplayarak planlı bir yükseköğretim
düzeni kurulması ileri sürülüyordu.
Uzmanlık alanı Eğitim Ekonomisi ve Planlaması olan bir
öğretim üyesi olarak, özerklik konusudaki görüşlerimizi saklı tuta­
rak, YÖK'ün bu son gerekçesine o zaman yürekten katılmıştık.
Ülkemizdeki tüm yüksekğretim kurumlarını planlamakla görevli
merkezi bir örgüt (YÖK) bulunduğuna göre, Milli Eğitim Temel
Kanununda öngörüldüğü gibi, yükseköğretim de eğitiminsangücü-istihdam dengesi kurulacağına inanmıştık.
Ancak yedi yıllık YÖK uygulamalarından, Yasanın merkezi bir
yükseköğretim planlama örgütü olarak sunulan Yükseköğretim
Kurulu (YÖK), tüm Türk yükseköğretim kurumlarını planlamak biryana, bir üniversite kargaşa düzeninin kurulması yönünde çok
önemli adımlar atılmıştır.
Planlı Bir Yükseköğretim Düzeni Kurulmasının Gerekçesi
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunun gerekçesinde önceki
yükseköğretim düzeni, birçok yönden eleştirilm iştir. Bu
eleştiriler şöyle özetlenebilir:
1. 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ile kurulan düzende;
yükseköğretim kurum larım ızın yarattıkları kapasite ile
yükseköğretim talebinin karşılanamadığı gözlenmiştir.
2. Kapasite sorununa çözüm aranırken, yeni yükseköğretim
kurumlarının kurulmasında ilke olbilecek temel hedeflerin belir­
159
lenmemiş olduğu, araştırmalara dayalı olgulara rağmen,
yükseköğretim kurumlarının, genellikle gelişmeye elverişli
bölgelere dengeli dağılımı vb ilkelerin çoğuna ihmal edildiği ve
kısa sürede mevcut üniversite sayısı plansız olarak 9'dan 19'a
çıkarıldığı, aynı uygulamanın akademi ve yüksekokulların kurul­
masında da izlendiği ileri sürülmüştür.
3. Yeni üniversite ve bağlı kurumların kurulması konusunda
planlarda, he. konunun ayrı projeler halinde ele alınmadığı, tüm
olanaklar sağlandıktan sonra kuruluşa geçilmesi öngörüldüğü
halde, öğretim üyeleri açısından dengeli bir dağılımın veya rotas­
yonun belli bir yönteme bağlanmadığı, tamgün yasasının kesin
bir şekilde uygulanmadığı, öğretim üyesi yetiştirilmeden yeni ku­
rumlar açıldığı, böylece plansız bir yükseköğretimin gelişmesine
yol açıldığı iddia edilmiştir.
4. Kapasite artırma endişesi ile öğretim olanakları
gerçekleştirilmeden açılan yükseköğretim kurumlarında,
öğretimin gereken düzeyde sürdürülemediği, yerleşik öğretim
üyeleri bulunmadığından yapılan öğretimin harcamaları çok fazla
artırdığı, öğretim üyelerinin toplandığı büyük şehirlerdeki kurumların mezunları ile öğretim üyesi sıkıntısı çeken ve aynı diplomayı
veren diğer kurumların mezunları arasında da ülke menfaatlerini
zedeleyen nitelik farkları olduğu görüşü ileri sürülmüştür.
5. Kalkınma planlarında öngörülen insangücünün
yetiştirilmesi yerine sürekli olarak aynı alana yönelik insangücü
yetiştirilmesinin ağırlık kazandığı iddia edilmiştir.
6. Açık yükseköğretim uygulaması ile hızlan dirilmiş eğitim
programları uygulamasının, daha çok öğretmen yetiştirmeye
yönelik olup, sonuçta Millî Eğitim Bakanlığı ihtiyacının çok
üstünde ve bugün için yeniden hizmet-içi eğitim verilmesi yoluy­
la nitelik kazandırılması gereken çok sayıda bir öğretmen kitlesi
oluşturulduğu ileri sürülmüştür.
7. Yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanlarının ge­
nellikle pedagojik eğitimden geçmemiş olmalarının, kendi alan­
160
larının gerektirdiği özel öğretim yöntemlerinden yeterince bilgi
sahibi olmamalarının, verilen eğitimin niteliğini etkilediği öne
sürülmüştür.
8. Yükseköğretim kurumlarımızın büyük bir kısmında
gerçekleştirilemeyen veya işletilemeyen rehberlik hizmetleri,
sosyal çalışmalar, yönetime katılma, öğrencilerin not, kitap ve
benzeri konulardaki gereksinmelerinin giderilememesi, ruh ve
beden sağlığı hizmetlerinin sağlanamaması, disiplin ve
yükümlülük esaslarının saptanamamış olması gibi konuların mev­
cut oluşu, yetiştirilmesi gereken insangücünün, nitelikleri
açısından eksik kalmasına neden olduğu gerekçesi ile yeni bir
yükseköğretim kanunu çıkarılmasına gereksinme duyulduğu
sonucuna varılmıştır.
1.
Yukardaki gerekçeler ışığında 6 Kasım 1981 tarihinde
yükseköğretim kurumlarınca yaratılan kapasite gereksinmeyi
karşılamıyordu da, bugün karşılıyor mu?
1980-1981 öğretim yılında, 11 yıl önce ilkokula kaydolan her
yüz öğrenciden yalnızca onu bir yükseköğretim kurumunda yer
bulabiliyordu, 1984-1985 yılı için de bu oran aynı kalmıştır.
1973-1974 öğretim yılı ilkokula yeni kaydolan 916.990
öğrenciden, 1984-1985 öğretim yılında-Açoköğretim Fakültesi
Yaygın Bölüm öğrencisi dışlanırsa-91,989’u yükseköğrenim
görme şansına sahip olabilmiştir. Mutlak rakamlar esas alınacak
olursa, 1980-1981 öğretim yılı Yükseköğretim çağındaki 19-22
yaş küm esi 3.374.856 nüfusun 237.369'u (% 6.8'i)
yükseköğrenim görüyordu. 1985-1986 öğretim yılında ise, çağ
nüfusu yaklaşık 3.8835.122‘dir. İşveren ya da istihdam eden kurumca hiçbir zaman örgün yükseköğretim kurumlan ile
eşdeğerde sayılmayan Açıköğretim Fakültesi öğrencileri dışla­
nırsa, yükseköğretimde okullaşma oranı %9.1 olmuştur. (19851986'da yükseköğretim öğrenci sayısı 350.351 ’dir.)
161
2.1981 öncesi, kısa sürede mevcut üniversite sayısı plansız
olarak 9'dan 19'a çıkarılmış da, 1981 sonrası 2809 sayılı yasa ile
ünivrsite sayısı 19'dan 29’a çıkarılırken araştırma bulgularına da­
yalı olarak planlı bir yöntem mi izlenmiştir? Tam tersine, daha
önce hiçbir şekilde üniversite niteliği bulunmayan iktisadi ve Ti­
cari ilimler Akademileri, Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademi­
leri, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Sosyal Hizmetler Akade­
misi, Gençlik ve Spor Akademileri ve bağlı kuruluşlar; özellikle
Eğitim Enstitüleri, Yüksek Öğretmen Okulları vb meslek okulları,
üniversite ve fakültelere dönüştürülmüştür. Bu düzenleme
yapılırken, bilimsel araştırma bulgularına dayalı planlama yapılması
bir yana, öğretim üyeleri bulunup bulunmadığına bakılmaksızın
bu okullarda öğretmenlik yapmakta olan binlerce-çoğu iki-üç yıllık
Eğitim Enstitüsü mezunu-öğretmene öğretim görevliliği unvanı
verilerek Fakültede çalışmaları sağlanmıştır. Böylece, plansız
yeni üniversite ve fakülteler kurulmuş ama anılan meslek okulları
öğretim niteliği ve bilimsel araştırma yönünden fakülte düzeyine
yükseltilememiştir. Hatta getirilen yeni düzenleme ile, ülkemizin
bilim ve teknoloji üreterek toplumda haklı bir saygınlık kazanmış
olan Orta Doğu Teknik, İstanbul Teknik, İstanbul, Ankara, Hacet­
tepe, Boğaziçi vb üniversiteler birer meslek okulu durumuna
düşürülmüştür.
12 Eylül dönemi üniversite politikası o denli plansız bir
gelişme göstermiştir ki, kalkınma planlarında belirlenen nitelikli in­
sangücü gereksinm eleri dikkate alınmadığı gibi bugün
üniversiteler diplomalı işsiz yetiştiren kuruluşlar durumuna
düşürülmüştür.
3.1981 öncesi planlarda her yeni üniversite açılması için ayrı
bir proje yapılmamış ise, 1981 sonrası yapılmış mıdır?
30.3.1983 tarih ve 18003 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
162
2809 sayılı Yükseköğretim Kurumlan Teşkilatı Hakkında Kanun
Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanunla
kurulan yeni üniversiteler şunlardır: Gazi, Mimar Sinan, Marmara,
Yıldız, Dokuz Eylül, Akdeniz, Trakya, Yüzüncüyıl.
1981 sonrası kurulan yeni üniversiteler, kalkınma planlarında
ayrı bir proje olarak ele alınmış olsaydı, bu üniversitelerin hepsi
yükseköğretim hizmetlerinin ülkeye dengeli dağılımını sağlamak
amacıyla ilk üç büyük kent dışındaki kentlerde kurulurdu. Oysa
tam tarsine dokuz yeni üniversiteden en büyük beş tanesi,
1981 öncesi üniversitelerin en yoğun olduğu Ankara, İstanbul
ve İzmir'de kurulmuştur. Böylece 1981 sonrası yeni açılan
üniversiteler de; tıpkı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ge­
rekçesinde eleştirildiği ve kalkınma planlarında belirtildiği gibi
"her yeni üniversite açılması için ayrı bir proje yapılmamıştır".
4. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu kabul edilmekle:
a. Tüm üniversitelere yerleşik öğretim üyesi sağlanabildi mi?
1980-1981 öğretim yılında tüm yükseköğretimde bir öğretim
üyesine ortalama 27 öğrenci düşüyordu. 1986-1987 öğretim
yılında bu rakam 62 olmuştur (Açıköğretim dahil), özele indirgen­
diğinde durum hiç de içaçıcı değildir:
b. Büyük kentlerdeki yükseköğretim kurumlan ile taşradaki
yükseköğretim kurumlan arasındaki ülke çıkarlarını zedeleyen
nitelik faiklan azaldı mı?
1981 öncesinde kimi yükseköğretim kurumlan fakülte
değildi. Örneğin Eğitim Enstitüleri ortaokul öğretmeni yetiştiren
birer meslek yüksekokulu iken bugün fakülteye dönüştürüldü
ve sözüm ona lise öğretmeni yetiştirmektedirler. Ancak öğretim
üyesi sıkıntısı, bu kurumun adının değişmesi ile hiçbir şekilde
giderilememiştir. Örneğin 2809 sayılı Kanun ile Eğitim Fakültesi
olan Eğitim Enstitülerinde öğretim üyesi başına düşen ortalama
öğrenci sayısı 1986-1987 öğretim yılında şöyledir:
163
ÇİZELGE 3
EĞİTİM FAKÜLTELERİNDE ÖĞRENCİ SAYISI,
ÖĞRETİM ÜYESİ SAYISI VE ÖĞRENCİ / ÖĞRETİM
ÜYESİ ORANI
1 9 8 6 -1 9 8 7
ÜNİVERSİTE VE
EĞİTİM FAKÜLTESİ
Anadolu Ü. Eğitim Fak.
Ankara Ü.Eğitim Bilimleri F.
Atatürk Ü.Kazım K.bekir E.F.
Boğaziçi Ü. Eğitim Fak.
Çukurova Ü. Eğitim Fak.
Dicle Ü. Eğitim F.
Dokuz Eylül Ü.Buca Eğitim F.
Fırat Ü. Teknik Eğitim Fak.
Gazi Ü. Gazi Eğitim Fak.
Gazi Ü. Mesleki Eğitim Fak.
Gazi Ü. Teknik Eğitim Fak.
Hacettepe Ü. Eğitim Fak.
İnönü Ü. Eğitim Fak.
Karadeniz Ü. Fatih Eğitim Fak.
Marmara Ü. Atatürk Eğitim F.
Marmara Ü.Teknik Eğitim Fak.
Ondokuz Mayıs Ü.Eğitim Fak.
ODTÜ. Eğitim Fak.
Selçuk Ü. Eğitim Fak.
Uludağ Ü. Bursa Eğilim F.
Uludağ Ü. Balıkesir Necati E.F.
Eğitim Fakülteleri Ortalaması
ÖĞRENCİ
SAYISI
ÖĞRETİM
ÜYESİ S.
ÖĞRENCİ/
ÖĞRETİM ÜYE.
ORANI
904
1.161
3.082
562
635
1.687
2.904
342
4.802
4.193
2.720
1.680
217
1.278
3.968
1.703
2.198
1.192
2.441
1.453
1.436
40.558
16
25
16
10
7
9
16
5
23
8
7
28
7
2
40
7
7
28
9
6
16
292
57
46
193
56
91
187
182
68
209
524
389
60
31
639
99
243
314
43
242
242
90
139
Kaynak: Ö SYM , Yükseköğretim İstatistikleri.
5.
1981 öncesi kalkınma planlarında öngörülen nitelikli in­
sangücü yetiştirilmesi yerine, sürekli aynı alana insangücü
yetiştirilmesi sürdürülmüyor mu?
164
1980
- 1981 ve 1985- 1986 öğretim yılları yükseköğretim
öğrenci sayılarının alanlar itibariyle dağılımı Çizelge 4'te verilmiştir.
ÇİZELGE 4
BİLİM DALLARINA GÖRE YÜKSEKÖĞRETİM
ÖĞRENCİ SAYILARI
1980-1981
TOPLAMA
ORANI (%)
1985-1986
TOPLAMA
ORANI (%)
Eğitim Bilimi ve
Öğretmen Yetiştirme
28.080
11.8
58.657
13.0
Beşeri Bilimler,
Din ve Teoloji
17.604
7.4
24.664
5.5
Güzel Sanatlar
4.112
1.7
4.811
1.1
BİLİM DALLARI
Hukuk
11.624
4.9
17.408
3.9
Toplumsal Bilimler
64.839
27.3
180.398
40.1
Fen Bilimleri
15.849
6.7
23.725
5.3
Tıp Bilimleri
25.988
11.0
39.862
6.9
Mühendislik
66.138
27.9
84.434
18.8
Tanm,Orman
1.576
0.7
15.455
3.4
Diğer
1.395
0.6
-
-
237.205
100.0
449.414*
100.0
TOPLAM
* Açıköğretim Fakültesi Yaygın Bölüm öğrencileri dahil.
Kaynak:
DİE, Yükseköğretim 1980-1981
DİE, Türkiye istatistik Yıllığı 1987.
Çizelge 4 incelendiğinde, 1980-1981/1985-1986 yılları
arasında, bugün en çok istihdam sorunu bulunan öğretmen
165
yetiştirme ile toplumsal bilimlerde öğrenci sayısı en çok
artırılmıştır. Öğretmen yetiştiren kurumlarda öğrenim gören
öğrenci sayısı 28.080 iken beş yıl sonra 58.657'ye yükselmiştir.
Böylece bir yandan niteliksiz öğretmen adayları yetiştirilerek
öğretmenlik mesleğinin toplumda saygınlığı düşürülmüş, öte
yandan gereksinme olmayan alanlarda diplom alı işsiz
yetiştirilmiştir. Eski Eğitim Enstitüleri olan bugünkü Eğitim
Fakültelerinde niteliksiz öğretmen adayı yetiştirilmektedir. Önce,
öğrenciler bu kurumlara şu görüşle gelmektedirler: "Hiçbir yeri
kazanamazsam, öğretmen olurum ". Ayrıca halen bu
Fakültelerde öğretim elemanlarının % 80 - 90 ' j öğretim görevlisi,
yani iki ya da üç yıllık Eğitim Enstitüsü mezunu ortaokul
öğretmenidir, ama üniversite diplomasına imza atmaktadırlar.
Üniversite diploması "fabrika eden" bu kuruluşlarda, herşeyden
önce öğretim görevlilerinin çoğu üniversite mezunu değildir.
1980-1981 öğretim yılı toplam yükseköğretim öğrenci
sayısının % 27.3'ü iken beş yıl sonra % 40.1’ine yükseltilen top­
lumsal bilim öğrencileri, diplomalı işsiz iktisatçı, işletmeci vb değil
de nedir?
Buna planlı bir yükseköğretim denilebilir mi?
6. Açık yükseköğretim uygulaması ile hızlandırılmış eğitim
programları uygulaması, daha çok öğretmen yetiştirmeye yönelik
olmuş ve sonuçta Milli Eğitim Bakanlığı gereksinmenin çok
üstünde ve bugün için yeniden hizmetçi eğitim verilmesi yoluyla
nitelik kazandırılması gereken büyük sayıda bir öğretmen kitlesi
oluşturmuştur.
1981 öncesi durum böyle idi de bugün farklı mı?
7. YÖK, kurulduğundan bugüne değin yükseköğretim kurumlarında görevli öğretim elemanlarının eğitbilimsel (pedagojik)
eğitimden geçirilmesi için herhangi bir karar alamamıştır.Çünkü
halen YÖK üyelerinden hiçbiri eğitimbilimci değildir. Hatta YÖK'
te Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığını bile, bir eğitimbilimci
te m s il
e tm e m e kte d ir.
Fakülte d e
g ö re v li ö ğ re tim
166
üyelerı"pedagojik formasyon" almamışsa, Eğifim, Fen-Edebiyat
Fakülteleri öğrencilerinden ortaöğretim öğretmen adayları bu
eğitimin gereğine nasıl inandırılabilir?
8.
Yükseköğretim Kanununun harçlara ilişkin 46. madde­
sinde aynen şöyle denilmektedir:
Bu suretle doğrudan üniversiteler bütçelerine intikal eden
harçlar ve ücretler her üniversite bütçesinde açılacak öğrenci
sosyal yardım tertibinden, kurulacak öğrenci Harçlar Fonuna
aktarılar. Bu fonda toplanan paralar öğrencilerin beslenme,
kültürel ve sportif faaliyetleriyle diğer sosyal ihtiyaçları için kul­
lanılır. Fonun sarf ve denetimi ile ilgili konularda
üniversitelerin döner sermayeleri ile ilgili hükümler uygulanır.
Fondan artan para ertesi yılın fon hesabına devrolunur.
Öğrenci Harçlar Fonunda toplanan paralarla; öğrencilerin beslenme, kültürel ve sportif faaliyetleri ile birlikte sunulacak
diğer sosyal hizmetler için kullanılacağı yasa gereğidir.
Kanunun 47. maddesine göre öğrencilerden alman harçlarla
öğrencilere sunulacak toplumsal hizmetler arasında şu hizmet
de yer almaktadır: Üniversiteler "rehberlik ve psikolojik danışma
merkezleri kurar, öğrencilerin kişisel ve ailevi sorunlarını
çözümlemeye çalışır” .
Üzülerek belirtelim ki, öğrencilerin kişisel ve mesleki sorun
larını çözümlemek amacıyla rehberlik ve psikolojik danışma mer­
kezi hemen hiçbir üniversitece kurulmamıştır.
Öte yandan, öğrencileren beslenme, kültürel ve sportif faali­
yetleri ile diğer sosyal ihtiyaçlarının karşılanması için alınan
harçların, bu sayılan ihtiyaçlardan hiçbiri karşılanmayan
Açıköğretim Fakültesi öğrencilerinden alınması yasanın özüne
ve sözüne taban tabana ters düşmektedir.Çünkü bu öğrenciler;
değil Fakültenin kantininde yemek yemek ya da spor tesisle­
rinde sportif faaliyatlerde bulunmak; görmüş olduğu öğrenimin
uzaktan olması nedeniyle, öğrencisi olduğu Fakültenin nerede
167
olduğunu dahi görmemiştir. Açıköğretim öğrencilerinden harç
alınması Yükseköğretim Kanununa uygun değildir.
YASA İLE YÖK’E VERİLMİŞ PLANLAMA
VE EŞGÜDÜMLEME GÖREVLERİ
Yükseköğretim planlaması ile ilgili olarak:
1.2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda "eğitim öğretim
plan ve programları, bilmsel ve teknolojik esaslara, ülke ve yöre
ihtiyaçlarına göre kısa ve uzun vadeli olarak geliştirilecektir" denil­
mektedir (Mad. 5/d). Yasanın bu açık hükmüne karşın,
"yükseköğretimin bütünüyle çağdaşlaştırılması ve ülke gerek­
sinmelerine göre yeniden yapılandırılması" biçiminde ifade edi­
lebilecek bu hedefin gerçekleşmesine, tüm alanlarda eğitimöğretimi gerek içerik gerek sistem bütünlüğü açısından
değerlendirerek geliştirecek nitelikte bir planlama- programlama
çalışmasına girişilmemiştir. Bunun için YÖK’te güçlü bir planlama
örgütü kurulmamıştır. Her üniversiteye ayrılmış olan eğitimöğretim planlamacıları kadroları, hemen tüm üniversitelerce kad­
ro sıkıntısı çekilen akademik ve genel idari hizmetlerde
çalışanlara verilmiştir.
2. Ciddi ve etkili bir yükseköğretim planlama örgütü kurul­
madığından yasada "yükseköğretim kurumlarının geliştirilmesi
verim lerinin artırılm ası, genişletilm esi ve bütün yurda
yaygınlaştırılması amacına yönelik olarak yenilerinin açılması,
...planlanması.." (Mad. 5/h) konusunda da bugüne kadar
YÖK'ce somut bir çalışma yapılmamıştır. Hatta YÖK uygulama­
larının başladığı 1983-1984 öğretim yılında gelişmemiş
üniversitelere rotasyon uygulam alarından tümüyle vaz­
geçilmiştir. Neden? "Hikmetinden sual olunmaz".
3. Yine yasaya göre "yükseköğretim kurumlarının bu Kanun­
da belirlenen amaç, hedef ve ilkeler doğrultusunda kurulması,
geliştirilm esi, eğitim -öğretim faa liyetlerinin gerçekleşti­
rilmesi için kısa ve uzun vadeli planlar hazırlamak Yükseköğretim
Kurulunun görevidir" (Mad. 7/0).
16S
Kuruluşundan tam yedi yıl geçmiş olmasına karşın, YÖK kısa
ve uzun vadeli bir yükseköğretim planı hazırlayamamıştır.
Kanunda "Yükseköğretim alanlarının ihtiyaç duyduğu öğretim
elemanlarının yurt içinde ve yurt dışında yetiştirilmesi için kısa ve
uzun vadeli planlar hazırlanması" hükme bağlanmıştır (Mad. 7/0
ve 35).
Bu konuda da YÖK’ün ciddî bir öğretim üyesi yetiştirme planı
hazırlanacağına dair hiç bir işaret bulunmamaktadır. Dolayısıyla
öğretim üyesi yetersizliği, kimi alanlarda çok fazladır. YÖK uygu­
lamaları başlamadan önce, 1980-1987 öğretim yılında bu sayı
46'ya yükselmiştir. Konu kurumlar düzeyinde ele alındığında,
1986-1987 öğretim yılı bazı kurumlarda bir öğretim üyesine
düşen öğrenci sayısı, Türkiye üniversiteler ortalamasınınm 14
katına ulaşmaktadır. Nitekim anılan öğretim yılında Karadeniz
Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesinde bir öğretim üyesine 639,
Gazi Üniversitesi Meslekî Eğitim Fakültesinde 524, Gazi
Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinde 389, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Eğitim Fakültesinede 314, Selçuk Üniversitesi
Eğitim Fakültesinde 271 öğrenci düşmektedir. Böylece öğretim
üyesi olmadan üniversite diploması verildiğine göre, Türk
üniversite diplomalarına Avrupa üniversitelerinin denklik verip
vermeme konusunda kuşku duymaları yadırganmamalıdır.
Öte yandan esas amacı üniversitelere öğretim üyesi
ye tiştirm e k olan lisans üstü öğretim büyük ölçüde
"sulandırılmıştır".
1.
göre:
Lisans üstü Öğretim Yönetmeliğini Geçici 5. maddesine
2809 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği 30 Mart 1983 tari­
hinde üniversitelere bağlı yükseköğretim kurumlarında
öğretmen olarak en az 4 yıl hizmet etmiş bulunanlar, lisans
öğrenimini görmüş olmaları şartıyla doktor unvanı almak için
bulundukları üniversitelerin ilgili enstitülerine müracaat edebi­
lirler. Bu gibiler, Lisans-üstü Öğretim Yönetmeliğinin doktora
169
için öngördüğü şartlardan süre ve lisans-üstü ders almak zo­
runluluğundan muaf tutulurlar (6 Kasım 1983 tarih ve 18213
sayılı Resmi Gazete ile yayımlanan değişik şekli).
Böylece doktora öğrenimi erozyona uğratılmıştır. Bu uygula­
ma, Lisans-üstü Öğretim Yönetmeliğinin 12. maddesine de ta­
ban tabana ters düşmektedir. Anılan maddeye göre, doktora
giriş sınavına kabul edilmenin önkoşulu, adayın bir yüksek lisans
diplomasına sahip olmasıdır.
2. Ayrıca bir üniversitenin Sağlık Bilimleri Enstitüsü, psikoloji
lisansına sahip olanları, yüksek lisans diploması aramadan, dok­
toraya kabul etmektedir. Bu da, Yönetmeliğin 12. maddesine
ters bir uygulamadır.
3. Bir Enstitüye bağlı herhangi bir anabilim dalında lisans üstü
program açılabilmesinin önkoşulu, bu anabilim dalında en az üç
öğretim üyesinin bulunmasıdır. Uygulamada bu önkoşula da uyulmadığı gözlenmektedir. Kimi Enstitülerde yalnızca bir kadrolu
yardımcı doçent bulunan anabilim dalında yüksek lisans prog­
ramı açılmaktadır.
4. Lisans-üstü öğretim programını en çok sulandıran bir başka
nokta da, lisans-tamamlama programlarıdır. "Öğretmen yetiştiren
kurumlarda (Eğitim Fakültesi, Eğitim Yüksekokulu) çalışmakta
olan ama lisansı bulunmayan öğretim görevlileri, daha önce bitir­
dikleri yükseköğrenimlerini, yazın ya da akşamları açılacak kurslar­
la lisansa tamamlayabililer (Öğretmen Yetiştiren Yüksekokul Me­
zunlarının Lisans Öğrenimi Yapmaları Hakkında Yönetmelik,
Resmi Gazete 16 Kasım 1983/18223;.
Buna göre, bir aday üç yıllık bir Eğitim Enstitüsünde örneğin
Fen Bilimleri Bölümünü bitirmiş olsun. Anılan Eğitim Ens­
titüsünde üç yıllık öğrenimi süresince Fizik, Kimya, Biyoloji oku­
muştur. Böylece ortalama bir yıl Fizik okumuş olan bir ortaokul
öğretmeni (bugün Eğitim Fakültesi öğretim görevlisi) Fizik li­
sansındaki en az üç yıllık eksiğini, en çok üç ay içinde tamamla­
maktadır. Böylece lisans- üstü öğrenim görmeye hak kazanabil-
170
mektetir. 1977-1978 yıllarında hızlandırılmış eğitim ile niteliksizbilgisiz ortaokul öğretmeni yetiştirilmişti. Bu uygulama, 2547
sayılı Kanunun gerekçesinde niteliksiz öğretmen yetiştirildiği için
eleştirilm iştir. Bu kez, benzer uygulama ile, ortaokul
öğretm eninden de niteliksiz üniversite öğretim üyesi
yetiştirilmektedir. Hiç kuşkusuz bu nedenle olacak uluslararası
üne sahip birbilim adamımız (Cahit Art), YÖK dönemi
üniversiteleri için "29 ortaokul" demiştir.
5.
Öte yandan YÖK ile getirilen merkezi üniversite yönetimi,
akademik yükselmelerde kanuna, yönetmeliğe taban tabana
ters uygulamalar yapmaktadır. Örneğin bir üniversitemizde uz­
manlık alanı felsefe olan bir öğretim görevlisi; ilâhiyatçı, teknik
eğitimci ve eğitim tarihçisi üç profesörün raporu üzerine,.
Eğitimde Psikolojik Hizmetler anabilim dalına doçent atanmıştır.
Bir başka örnek, 2547 sayılı Kanunun 26/b maddesine göre,
profesörlüğe başvuran adayların durumunu incelemek üzere
Rektör, biri profesörün açık olduğu birimden (anabilim
dalı ya da bölüm), en az biri de o üniversite dışından olmak üzere
üç profesörden aday hakkında rapor ister. Yasanın bu açık
hükmüne karşın, uygulamada bazı üniversite rektörleri, adayın
başvurduğu birimdeki profesörü değil de adaya olumlu rapor
yazmaya hazır başka profesörleri görevlendirmektedir. Bu tür ya­
saya ters rapor üniversite yönetim kurulunda kabul edilmekte,
YÖK' ce de onaylanmaktadır. Böylece Devletin en seçkin kurum­
lan olan üniversitelerde akademik değerler, bizzat ünivesitelerin
atanma yoluyla gelen yöneticilerince tahrip edilmektedir.
Bütün bu birbiriyle, özellikle da yasa ile taban tabana ters ve
keyfi uygulamalardan sonra YÖK’ün üniversitelerarasında bir eş
güdümlemesindan (koordinasyonundan) söz edilebilir mi?
Yasa ile YÖK'e verilmiş olan bir başka planlama ve
eşgüdümleme görevi de sosyal etkinlikler konusundadır.
Buna göre:
Yükseköğretim kurumlan, Yükseköğretim Kurulunun yapa-
171
cağı plan ve programlar uyarınca öğrencilerin beden ve ruh
sağlığının korunması, barınma, beslenme, çalışma, dinlenme
ve boş zamanlarını değerlendirme gibi sosyal ihtiyaçlarını
karşılamak ve bu amaçla bütçe imkanları nispetinde okuma sa­
lonları, yataklı sağlık merkezleri, mediko-sosyal merkezleri,
öğrenci kantin ve lokantaları açmak, toplantı, sinema ve tiyatro
salonları, spor salon ve sahaları, kamp yerleri sağlamakla ve
bunlardan öğrencilerin en iyi şekilde yararlanmaları için gerekli
önlemleri almakla görevlidirler (Mad. 47/a).
Yükseköğretim kurumlan, özel ve kamu kuruluşları ile işbirliği
yaparak mezunlarına iş bulmakta yardımcı olurlar (Mad. 47/b).
Yedi yıldır YÖK'ce, öğrencilere yönelik sosyal etkinlikler k o -.
nusunda hiçbir plan ve program yapılmamıştır. Bu konu tümüyle
üniversitelerin insiyatifine bırakılmıştır. Yukarda sayılan sosyal et­
kinliklerin gerçekleştirilebilmesi için öğrencilerden alınan harçlar
kullanılmaktadır. Ancak Öğrenci Harçlar Fonunda toplanan para­
ların yerinde kullanılıp kullanılmadığı ciddî olarak denetlenme­
mektedir. Bu nedenle bugüne değin Öğrenci Harçlar Fonun­
dan, kanunda öngörüldüğü gibi, örneğin bir üniversite öğrenci
yataklı sağlık merkezi açılamamaştır. YÖK, bu konuda da, yasa ile
kendisine verilen planlama ve eşgüdümleme görevini bugüne
değin yapmamıştır.
Ayrıca herhangi bir üniversite ya da fakültenin, özel ya da
kamu kuruluşları ile işbirliği yaparak mezunlarının iş bulmaları ko­
nusunda ciddî bir girişimde bulunduğu görülmemiştir.
Örneğin çok olduğu söylenen tıp doktoru açığının ne olduğu
konusunda bilimsel bir araştırma yapılmamıştır. Bir başka örnek
da , meslek yüksekokullarınca karşılanması düşünülen meslek
mensuplarının ne kadar olduğu konusunda elde bilimsel veriler
bulunmamaktadır. Konu, bu alanda yetişmiş insangücü arz-talep
dengesine göre değil, tıpkı açık öğretimde alduğu gibi,
gençlerin yükseköğrenim isteğini karşılama açısından ele
alınmıştır.
172
Yasada öngörülen bir eşgüdümleme konusu şöyledir:
Yükseköğretim kurumlan arasında bu kanunda belirlenen
amaç, ilke, ve h edefler doğrultusunda birleştirici,
bütünleştirici, sürekli, ahenkli ve geliştirici işbirliği ve koordi­
nasyonu sağlamak (Mad. 7/b).
YÖK, bugüne değin Eğitim Fakülteleri programları, hatta bu
fakültelerin hepsinin kolayca uzlaşabilecekleri "Öğretmenlik For­
masyonu" programında bile ahenkli bir işbirliği sağlayamamıştır.
Örneğin, bu programdaki "Rehberlik" dersi YÖK'ün ilgili kara­
rında seçmeli olmasına karşılık, bir kısım fakültelerde bu ders zo­
runlu ders olarak okutulmaktadır.
Yasa ile getirilen bir diğer planlama ve eşgüdümleme de
şudur:
Devlet kalkınma planlarının ilke ve hedefleri doğrultusunda
ve yükseköğretim planlaması çerçevesi içinde:
1. Yeni
üniversite kurulm asına ve g erektiğinde
birleştirilmesine ilişkin önerilerini veya görüşlerini Milli Eğitim
Bakanlığına sunmak,
2. Bir üniversite içinde fakülte, enstitü ve yüksekokul
açılmasına, birleştirilmesi veya kapatılması ile ilgili olarak
doğrudan veya üniversitelerden gelecek önerilere dayalı ka­
rarlar almak ve gereği için Milli Eğitim Bakanlığına sunmak
(Mad. 7/d).
1987 Haziranında TBMM bir oturumda 1 üniversite, 21
fakülte, 5 enstitü ve 1 konservatuarın kurulmasını kararlaştırırken
YÖK, hiç bir etkinlik gösterememiştir (Bkz: Cumhuriyet Gazetesi,
18.6.1987).
YÖK'ce hazırlanm ış ve uygulamaya konulmuş bir
yükseköğretim planı bulunmadığından, 1983 yılından beri yasa
ile YÖK'e verilen "yükseköğretim üst kuruluşları ile
üniversitelerce hazırlanan bütçeleri tetkik ve onaylama" görevini
YÖK hiçbir zaman gereği gibi yerine getirmemiştir (Mad. 7/k).
173
Mevcut eğitim-öğretim ve uygulama programları, araştırma ve
bilim alanlarının özellikleri, bina araç-gereç olanakları, öğrenci
sayısı vb noktalar esas alınarak üniversitelerin öğretim üyesi
(prof., doç., yrd. doç.) ihtiyaçlarının YÖK'ce belirlenmesi görevi
de yasada öngörülen kapsamda yerine getirilememiştir. Genel olarak toplumsal bilimler alanlarında YÖK'ce benimsenmiş olan
örneğin bir anabilimdalında bir profesör, iki doçent, dört yardımcı
doçent vb sistem, bizzat YÖK tarafından bozulmuştur. Bunun
en güzel örneği "kolay profesörlüktür. Bu süreç ile yıllardır mer­
kezi yabancı dil sınavını başaramamış doçentlere bile profesörlük
unvanı verilmiştir. Burada mektupla yardımcı doçent, doçent ve
profesörlüğe yükseltilmeler konusu üzerinde ayrıca durmaya ge­
rek duyulmamıştır. Ancak mektupla akademik unvan verilmiş olan
ama kendisi herhangi bir yabancı dil bilmeyen bir müzik ya da re­
sim iş öğretmenini dekan ya da rektörce yabancı dil jürierine
seçilmesi ile, bu sınavlar da ciddiyetini çoktan yitirmiştir.
Sonuç olarak buraya kadar yasa ile YÖK'e verilen
yükseköğretim kurumlarının planlanması ve eşgüdümleme
görevlerinin hiçbirinin YÖK'ce yerine getirilmediği örneklerle
açıklanmıştır. Ayrıca YÖK ile birlikte merkezden, dolayısıyla
"ke yfi" yönetim , tüm yü kse kö ğ re tim ku ru m la rınd a
yaygınlaştırılmış, böylece akademik değerler tahrip edilmiş,
üniversitelerde öğretim temelinden sarsılmıştır. Yasa ile kendi­
sine görev olarak verilmiş olan bir yükseköğretim planlaması
hazırlama ve uygulama görevini, kurulduğundan bugüne değin
yapmamış olan YÖK'ün varoluş nedenini anlamak mümkün
değildir.
Bizce YÖK, merkezi bir icra organı olmamalı idi, merkezi bir
planlama ve eşgüdüm organı olmalı idi. Bu aslî görevini, yasanın
özüne ve sözüne uygun olarak yerine getirmemiş olan YÖK’ün
gereğine inanmak mümkün değildir. Zaten geçen Temmuz
ayında toplanan XII. Milli Eğitim Şûrasında da YÖK'ü, bugünkü
uygulamaları ile savunanlar, yalnızca YÖK'ce atanmış yöneticiler
olmuştur.
174
GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN:- Sayın Adem, Yükseköğretimde plânlama ve koor­
dinasyon konuşmalarını tamamladılar. Şimdi bu konuda söz al­
mak isteyen varsa söz vereceğim.
Beş konuşmacıya üçer dakikayı geçmemek üzere söz veri­
yorum.
Buyurun Sayın Emiralioğlu.
MEHMET EMİRALİOĞLU- Sayın Başkan, değerli hocalarım!
Yüksek öğretimde plânlama ve koordinasyon konusuna
baktığım zaman ben, yüksek öğretimde plânlama ve koordinas­
yonun nasıl olacağının anlatılacağını algılamıştım. Ayrıca bir koor­
dinasyonu da anlayamadım. Çünkü koordinasyon işlevi,
plânlama sürecinin içinde bir katagoridir. Bunun gibi plânlamada
daha başka en az yedi katagori ve işlev vardır. Onların içinden bir
tanesini alıp da ötekilere değinmeyişe de merak ettim. Ama eksik
olm asın Sayın Adem konuşm asıyla yükseköğretim de
plânlamanın olmadığını ortaya koymuştur. Bunu biz de biliyorduk
ama kanıtlama belgelerine ve verilerine sahip değildik. Sayın
A dem 'e te şe kkü r ederim . Y ü kse kö ğrete m in amacı
doğrultusunda neyi, nerede, ne zaman, ne kadar, ne ile, nasıl ve
kimlerle yapacağımız, bilimsel araştırma verilerine dayanılarak be­
lirlenmiş değildir. Yükseköğretimin, araştırmasında, piânlanmasında, uygulamalarında, ölçme ve değerlendirmelerinde,
yeniden düzenlenmesinde zaman boyunca bir tutarlılık ve
süreklilik yoktur. Günlük sorunların geçici çözümleriyle
uğraşılmakta, bu yıl bir türlü, gelecek yıl başka türlü, birbirinden
kopuk, özlerinde tutarsız önlemlerle oyalanılmaktadır. Avrupa
Birliğine katılacak ülkemizin öteki alanlarda olduğu gibi
yükseköğretimde de onlar düzeyinde olmasını bu tutum ve
gidişle sağlayamayız. Uluşlararası yarışta geri kalır, onlara mey­
danlarımızı bırakmak gibi acı bir sonuçla karşılaşırız.
175
Y ükse kö ğretim de
P lânlam a konusunun d ışın d a
söylenenlerdan benim ilgilendiğim konulara da izninizle değin­
mek istiyorum.
Biliyorsunuz. Mezunuyet sonrası eğitim için bir kuruluş
düzenlendi. Buraya ben de baş vurdum. Yüksek Köy Enstitüsü
Zirai İşletme Ekonomisi bölümünün özel ve Okulun Genel
Öğretim Programlarından aldığım kredileri, Türkiye Orta Doğu
Amme İdaresi Enstitüsünde aldığım derslerin notlarını, DİE
Eğitim Merkezindeki eğitimden kazandıkarımı otaya koydum.
Bunlar benim bu kurumu bitirmek için kaydımı yaptırmamın ve bir
sömestri devam etmemin yettiğini gösterdi. Yani kredi toplamım
diploma almama yetiyordu. Kayıt yaptırıp, bir sömestri oranın
öğrencisi görünmem gerekiyordu. Yeni bir formasyondan
geçmeden bana bir akademik ünvan verilecekti. Bir uzman ola­
caktım. Aslında uzmanlık titrim hem TODAİ den hem de DİE
Eğitim Merkezinden aldığım diplomalarla bana verilmiş oluyordu.
Bir üçüncüsü kendiliğinden geliyordu. Akademik olarak elde
edeceğim bir yetkiyi aldıktan sonra o yetkiye lâyık olmak için ken­
di kendimi tamamlamak zorunda kalacağım için programa devam
etmedim. Sayın konuşmacıların burada sözünü ettikleri "bedeva
unvan dağıtmaların" bir örneği bu olsa gerekir.
Yüksek Köy Enstitüsünün kurulmasıyla bir yükseköğretim
plânlaması yapılmıştır. Bunu bilen ve ilgisi içine alan yok. Temel
eğitim, İlköğretim, Yaygın eğitim ve özellikle kırsal kesimdeki köy
eğitim ve kalkınmasının gereklik duyacağı yüksek öğrenimli
eğitim meslekadamları yetiştirilmesi plânlanmıştır. Köy Ens­
titülerinin, Bölge okullarının, İlköğretim teftiş bölgelerinin gerek
duyduğu yüksek öğretmenli meslekadamlarının yetiştirilmesine
bu plâna göre başlanmıştır. Dil ve Tarih Coğrafya ve Fen
Fakültesinden, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen oku­
lundan, Devlet Konservatuvarından, Yüksek Ziraat Ens­
titüsünde (Şimdiki Fakülte) sağlanamayacak meslek adamları
Yüksek Köy Enstitüsünde yetiştiriliyordu. İlk hedef okulun yedi
bölümünde 22 Köy Enstitünün tüm öğretmenlerini, bölge
176
ilköğretim m üfettişlerini, Bölge okullarının öğretmen ve
yöneticilerini yetiştirmekti. Ayrıca Oralara meslek içi eğitim hizme­
ti verilmesi de plânlanmıştı.
BAŞKAN- Teşekkür ederiz.
Buyurun Sayın Sağlam.
Prof. Dr. MEHMET SAĞLAM- Sayın Başkan, sayın Prof. Dr.
Adem üniversitemiz ile ilgili verdiğimiz rakamlara dün de
değinmişlerdi. Bugün değinmelerindeki bir-iki konuyu tavzih et­
mek istiyorum.
Birincisi şu; herşeyden evvel benim aldığım başlangıç rakam­
ları 1980 rakamları ve mukayese ettiğim yedi yılda, 1988 rakam­
ları, Bunu tekrar vurguluyorum. Öğretim elemanı sözcüğünü de
biz icat etmedik. "Ben kabul etmiyorum" diyorlar ama 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanununun bir sözcüğüdür. Yani profesörü,
doçenti, yardımcı doçenti, öğretim görevlisini, okutmanı,
araştırma görevlisini kapsamına alan bir sözcüktür bu. Türkiye
genelinde kişi başına düşen veya öğrenci başına düşen öğretim
elemanı şeklinde istatistiklendirildiği ve dünyada da böyle uygu­
landığından, bu temayüle uyarak o şekilde istatistik verdik. 14-15
dedik ve hala ısrar ediyoruz. 8146 öğrencimiz var, 567 öğretim
elemanımız var, Hesap maydandadır. Öğretim üyesine gelince;
Ondokuz Mayıs Üniversitesinin Türkiye genelinin aşağısında
olduğunu kabul etmiyorum. Çünkü, ellerinde yoksa bugün
Yükseköğretim Kurumundan temin edebilirler, Kasım 1981Kasım 1988 dönemi Yükseköğretimle ilgili istatistikler çıkmıştır.
Bu rakamlar orada da var. Türkiye genelinde , eskiye yani 1750
sayılı kanuna dönerek "öğretim üyesi" tanımına bakarsak; doçent
ve profesör anlamındaki öğretim üyesi başına düşen öğrenci
sayısı nedir? Bununda hesabı orada yapılmıştır. Bu Türkiye
genelinde 120'dir. 46 rakamı falan söylediler bunu nereden
aldılar bilmiyorum. Yani 120 öğrenciye bir doçent veya profesör
düşmektedir. Bu eski yani 1750 tanımına göre yapılmış bir he­
saptır, bunu tekrar vurguluyorum. Bu hesaptan giderseniz On-
177
dokuz Mayıs Üniversitesinde, 70 doçent-41 profesör, 110'u
8000'e oranlayın yine 120'nin altındadır. Anlayamıyorum yani
neyi tekzip ediyor sayın Hocamız. Bir daha hesap edelim isterse­
niz.
Dünya geneline gelelim; UNESCO'nun Statistical Yearbook1987 sayfa 247-278'deki rakamlara göre, Bercelona
Üniversitesinde Ispanya, bir profesör ve doçente 137 öğrenci
düşmektedir.. Yine o kıstasla ele alıyorum yani 1750 kıstası ile,
Manchester Üniversitesi Ingiltere, 143 öğrenci düşmektedir,
Finlandiya 116 öğrenci düşmektedir, Viyana Ünivesitesi Avus­
turya 108 öğrenci düşmektedir. Bu istatistikler için öğretim üyesi
doçent ve profesör olarak kabul edilmiştir. Tekrar ediyorum bu
bir övünme oranı değlidir. Öğretim elemanı olarak çıkan rakamlar
meydandadır. Ondokuz Mayıs Üniversitesinde, 1980 ve 1988'i
mukayese ettim. Daha iyinin, idealin, en iyinin hududu yok,
övünülecek bir şey de yok. Ama gerçeği söylemek zorundayız,
mazur görünüz, çok rica ediyorum.
Şimdi, mezuniyet sonrası için okunan madde ise bir istisnadır
Öyle bir istisnadır ki; 20 yıl, 15 yıl, 10 yıl asgari 5 yıl, Milli
Eğitimden Üniversiteye devredilm eden önceki Yüksek
Öğretmen Okulunda, Gazi Eğitim gibi veya teknik eğitim gibi
mesleki eğitim gibi 4 yıllık Yükseköğretim kurumlarında, dikkat
buyurunuz, en az beş yıl öğretmenlik yapanlara tanınan istisnayı
buraya getirip, bedava ünvan dağıtılıyor, demenin izantnı-bilimsel
anlayışını zatıalilerinize bırakıyorum. Bu madde sadece o zamana
göre Yüksek Öğretmen Okulları, Gazi Eğitim, Mesleki Eğitim,
Teknik Eğitim gibi okullarda en az 5 yıl hocalık yapmış olanlara uy­
gulandı. Bunların nasıl seçildiğini bilen eğitimciler vardı. O zaman
akademik bir ünvanları yoktu ama buralarda öğretim üyeliği
yapmışlardı. İşte bunlara tanınan istisna maddesidir o. Yoksa
mezuniyet sonrası eğitimin, sayın Hocamız da dokunacaktır,
bugün asgari-azami kredileri ile konmuş bir sistemi vardır. Bunlar
belli süreler için uygulamaya konmuş geçici maddelerdir. Bunu
da arz etmek isterim.
178
Yükseköğretim Kurulunun planlayıcı mı-icracı mı olduğu ko­
nusundaki görüşleri plan açısından ele aldığımız taktirde; en
azından hepimiz biliyoruz ki, 2000 yılına kadar Ünivesitelerden
gelişme planları istenmiştir. Üniversitelerde bugün geliştirme ko­
miteleri oluşturulmuştur. 9 Eylül Üniversitesinde de olduğuna
eminim. Bu komiteler kanalıyla her Üniversitenin,2000 yılına ka­
dar kendi gelişim planı Yükseköğretim Kuruluna gönderilmiştir.
Yükseköğretim Kurulunun bu planlar çerçevesinde yaptığı
zalışmalar ne merkezde? Bunu açıklamak veya bildirmek tabii
bize düşmez. Fakat en azından birtakım rakamlar ortadadır.
Bugünkü ile 1980 arasında özellikle Üniversitemizi ilgilindiren ra­
kamları, Hocamıza vermeye hazırım. Tekrar ediyorum, bunda
övünülecek birşey yok. Önemli olan; gerçekleri bilelim, ne
yapılabildiğini, ne yapılamadığını görelim ve yapılamayanlar konu­
sunda daha iyiyi yapmaya çalışalım.
Saygılar sunuyorum.
BAŞKAN- Buyurun Sayın Prot. Dr. Süleyman Çetin Özoğlu
PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN ÖZOĞLU- Sayın Prof. Dr.
Adem'e teşekkürler etmek istiyorum. İki noktaya değinme
gereğini duydum. Prof. Adem, onur kırıcı bir durumu
örneklediler. Fransa örneğini verdiler. Bizim ülkemizde yani mut­
fağımızda bu örnekten daha belirgin bir konuyu bilgiye sunmak
istiyorum. Ünivesiteler öğretmen yetiştirmekte, fakülteler diplo­
ma vermektedirler. Bu diploma da belli bir işi yapmaya yeterlidir
yazılır. Diplomanın anlamı da budur zaten. Milli Eğitim Gençlik ve
Spor Bakanlığı'mızda her yıl "öğretmenlik yeterlilik sınavı" açar.
Dikkatinizi çekiyorum yeterlilik sınavı açmaktadır. Salt bir seçme
sınavı değil, yeterlilik sınavı açmaktadır. Bundan daha "onur
kırıcı" ne bekliyorsunuz. Bir ülkenin yükseköğretimi diploma ve­
rir, bir ülkenin bakanlığı bu diplomaya rağmen o meslek için ye­
terlilik sınavı açarsa, burada bir ciddi durum vardır. Bu günün bu
tür uygulama öğretmeliğin başına geldi. Böyle giderse, uygula­
ma yarın öbür gün diğer mesleklerde de başlayacak gibi
görünüyor. Diğer mesleklerde de işverenler, devletin
179
işverenleri, yeterlilik sınavı açarlar. Fransa'ya gitmeye gerek
yok "onur kırıcı" örnek için. Eğer bir kuruluş yetiştirdiği, diploma
verdiği elemanı o toplumda yetiştirdiği işi için yeterlidir ayrıca ye­
terlik sınavına gerek yok mücadelesini veremiyor ise durum cid­
didir. Yükseköğretimde salt sayıları tartışmanın, sayıları konuş­
manın anlamını pek anlayamıyorum.
Dikkati tekrar çekmek istiyorum. Bugün yalnız öğretmenlik
için geçerli bu uygulama, ama diğer meslekler için de yavaş
yavaş oluşmaya başlayabilir. Özellikle, özel şirketlerin ilanlarına
bakınız. Belirli bir fakültenin mezunlarını almak istemektedirler.
Açık veya gizli, diğerlerini kabul etmeyeceklerini bildirmektedir­
ler . Örnekler için açıköğretime falan gitmeye de gerek yok. Öyle
ise konu bu açıdan yükseköğretimde sayıları planlamak değil
yapılan işi kaliteyi planlamak gerekiyor. 2000 yılına böyle gide­
ceksek sayılar ne kadar
büyürse büyüsün herhalde
üniversiteden gerçek yükseköğretimden söz etme olanağımız
gittikçe azalacaktır.
Bir konuya daha değinmek istiyorum. Sayın Prof. Sağlam bir
bilgi verdiler, o çerçevede devam etmek istiyorum. 1981'den
1988'e kadar plan kavramında yaptıklarımızı sayılarla ve
yatırımlarla Sayın Adem açıkça ortaya koydular. Bir plan ol­
madığını belirlediler, olmayan şeyi tartışamayacağımıza göre
gelişme yok! Ama bir çok yapılmış işler var! Şimdi 200 yılını dik­
kate alarak üniversitelerde, bilgi edinmekten dolayı memnunluk
duyduğumuz bir konu ordaya atıldı; gelişim planları
hazırlanıyormuş ! ilginçtir, iki gündür ilk kez üniversitenin bütün
bu işlerdeki yerini duymuş olduk. 1981'den beri herşeyi YÖK
yapıyordu. Bu işlerde üniversite nerede? Yükseköğretimin
üniversitesi nerede? diye sorular beliriyordu. Artık üniversite ge­
lişim planı hazırlıyormuş. Çok sevindirici bir durum. Ama, kor­
karım. 1981-1988 ör.ıeğini dikkate alacak olursak, bu planlarda
gelecek için her halde büyük ümit bağlayacağımız planlar olma­
yacaklardır. Çünkü yapacaklarımızın, yaptıklarımızın bir devamı
özelliğini taşıma olasılığı büyüktür. Bu ümitsizliğimi de dile getir­
mek gereğini duydum. Saygılar sunuyorum, teşekkür ederim.
180
BAŞKAN- Sayın Kansu buyurun.
Prof. Dr. Akif KANSU- Sayın Başkan teşekkür ederim.
Mümkün olduğu kadar kısa bir iki cümle söylemek istiyorum.
Sayın Adem 1750 sayılı Kanuna göre kurulan YÖK'ün fazla etkin
olmadığını söylediler. Ben o kuruluşta görev yapmış olan Sayın
Yusuf Vardar'dan sonra TÜBİTAK adına YÖK'de görev yaptım;
fazla etkinlik göstermeyişinin bir nedeni, öyle denilebilir, çok
temkinli hareket eden bir komisyon olmasındandır. Yani o güne
kadar hemen hemen hiçbir şey yapılmadığı için, birden bire
çabuk karar alıp yanlış yapacağına, hemen hemen her hususta
bir komisyon kurup, komisyonun hazırladığı raporu defalarca
tartışan ondan sonra karara varan bir kuruluş olduğu için fazla et­
kinlik göstermedi; ömrü de kısa olduğu için belki yaptıkları yahut
hazırladıkları ortaya çıkacağı sırada da tamamen kaldırıldı. Yapmak
istedikleri de maalesef bazı hukuk kuruluşları tarafından,
Danıştaya başvurm alar vesaire gibi olaylar nedeniyle,
yürütülmedi ve onu da söyliyeyim: Yeni doçent olanlara
gösterilen yeni Üniversiteler, bilhassa taşradaki Üniversiteler, ta­
yin için iki veya üç yer asgari olarak gösteriliyordu fakat pekçoğu
Danıştaya veya teknisyenlik, hemşirelik kadrolarına başvurdular
gitmemek için. Bunları söylemiş olayım.
İkincisi de, bir öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, işi
Üniversite çapında aldığınız zaman o derece belirgin sonuçlar
varmez; ama, ne kadar ayrıntıya inerseniz bu sonuçlar bariz ola­
rak ortaya çıkar. Ziraat Fakültelerinda değişik lisans programlan
vardı, mesela benim Dekanı olduğum Ankara Üniversitesi Ziraat
Fakültesi 12 değişik tipte diploma verir, on iki değişik lisans prog­
ramı uygular. Bu lisans programlarının uygulandığı bazı yeni Zi­
raat Fakültelerimizde (tabii hepsinde bütün lisans programları
yok onu da söyleyeyim) bu programların bazısında yerleşik kad­
rolu birtek öğretim üyesi yoktur. Teşekkür ederim.
BAŞKAN- Sayın Kansu'ya teşekkür ederim. Buyurun sayın
İnan.
Doç. Dr. NURKUT İNAN- Efendim bir noktaya değinmek isti-
181
yorum birde küçük bir sorum var; ama sorum Sayın Prof. Adem'e
değil. Ama önce asıl değinmek istediğim noktayı söyleyeyim. Or­
taya çıkan resim önemli rakamlardan daha önemli. Rakamların za­
man zaman aldatıcı olabilmesinden kurtulmanın en pratik çaresi
ve yolu rakamları tek başına almayıp karşılaştırma amacıyla kul­
lanılmasıdır. O zaman daha sağlıklı sonuca varırız. Şimdi Sayın
Mahmut Adem arkadaşımızın verdiği rakamlarla karşılaştırma yap­
mamız mümt ün. Belki kendileri de bu konuda birkaç söz
söylerler diye açıklıyorum. Ben rakamlara baktım ve dehşete
düştüm. Çünkü Türkiye'nin bütün temel üniversiteleri çökmüş.
Mesela Hacettepe Üniversitesinin öğretim üyelerinin yarısı yok
olmuş. Ankara Ünivrsitesinden yüzde otuz gitmiş. Bu nedenle
büyük ünivrsitelerde 1981 ve 1988 arasında bir çöküş vardır.
Büyük üniversitelerdeki bu çöküş taşra ünivrsitelerinin
gelişmesini haklı gösterebilecek birşey midir değil midir bunun
tartışmasının yapılması lazımdır. Öğretim üyesi ya da öğretim ele­
manı başına düşen öğrenci sayısı da düşmüş yani daha az
öğretim üyesi daha çok öğrenciye hizmet verir olmuş. Mutlak ra­
kamlara değil değişmelere bakarak varılan bu sonuç bir çöküş
göstermektedir. Durum bu kadar açıktır.
Şimdi izin verirseniz soruma geleyim. Bir teknik sorum var
Yükseköğretim Kurulunun önde gelen görevi koordinasyon ve
planlamadır. Dün kendileri de bunu söylediler. Türk Eğitim
Derneği iki günlü bir sempozyum düzenlemiş bu sempozyumun
ikinci gününün ilk bildirisi yükseköğretimde planlamadır. YÖK
nerede? Sorum işte bu; kim temsil ediyor YÖK'ü, acaba Ondo­
kuz Mayıs Üniversitesi Rektörü YÖK'ü temsilen mi buradadır onu
bilemiyorum.
Prof. Dr. MEHMET SAĞLAM - Hayır.
Doç. Dr. NURKUT İNAN (Devamla) - Değilse, mesele yok,
sağolun. Dün Yükseköğretim Kurulu üyeleri üniversitelerimizi
savundular ama bugün YÖK'ün aslî görevi konusunda görüşle­
rini açıklamak için kendilerine verilen fırsatı kullanmadılar. Halbuki
dün Yükseköğretim Kurulu Sayın Başkanının cümlesini de veril­
182
miş bir söz olarak kabul ettik. Bu iki günlük sempozyumun yet­
meyeceğini daha ilerde yeniden YÖK İle birlikte toplanacağımıza
söz vermişti. Belki Yükseköğretim Kurulunun düzenleyeceği bu
söz verilen toplantının hazırlıkları sürdüğü için gelemediler onu
bilemiyorum, ama YÖK nerede sorum devam ediyor.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN - Biz de teşekkür ederiz. Genellikle İnan soy­
adlılardan aynı soruları alıyoruz. Sayın Raut inan hocamız da Milli
Eğitim Bakanlığı temsilcisi nerede diye sorarlar. Sayın Nurkut
İnan da YÖK temsilcileri nerede diye soruyor.
Buyrun Sayın Adem.
PROF. DR. MAHMUT ADEM - Teşekkür ederim Sayın
Başkan.
Kişisel bir tartışmaya girme gibi bir niyetim yok, sayın rektörle
bizim verdiğimiz rakamlar aslında farklı kaynaklar değil, 19801981 rakamları Devlet İstatistik Enstitüsü rakamları, fakat ondan
sonra geçen yıla kadar ÖSYM ya da YÖK hiçbir rakamı Devlet
İstatistik Enstitüsüne vermediği için yükseköğretim istatistiği
yayınlanmadı, geçen yıl en son yayınlananlar da bize ulaştı, ben
1986-1987'yi aldım. Sayın Sağlam da 1987-1988'i aldı aynı kay­
naktan. Sayın Nurkut Inan'ın söylediği gibi, bu çok şey
değiştirmiyor. Sorun o d e ğ il. Sorunun başka yönleri var, yani ra­
kamlar çok şey ifade etmiyor. Ben onu bir iki cümle ileSayın
Özoğlu sordular, söyleyeyim, " mutfağın içinden"söylemek zo­
rundayız bazı şeyleri alınmasınlar ben onları konu dışında tutuyo­
rum. Benim fakültemde üç bölüm var, Dekan bu üç bölümün bir
bölüme indirilmesini istiyor. YÖK bunu onaylıyor yani bu 2547
sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce yapılabilecek bir şey mi?
Mümkün mü? O dekan yerinde durabilir mi? Efendim,bunun
örnekleri o kadar çok ki, bunlar içinde yaşadığımız olaylar. Bir
Fakültede psikolojik hizmetler anabilim dalında bir doçentlik ilanı
veriliyor, felsefe doktoru olan birisi başvuruyor, bu psikoloji alanı
ile hiç bir ilgisi olmayan üç kişi rapor yazıyor, rektör onaylıyor, fel­
183
sefe doktoru psikoloji doçenti oluyor. Şimdi başka örnekler ve­
reyim. Bir doçent profesörlüğe yükselecek; kanunda der ki üç
komisyon üyesi rapor verecek, bu üç profesörden birisi ilgili bi­
rimden olacak, bu birimdeki profesörü rektör dişilm iş, üniversite
yönetim kurulu kabul etmiş, Y ö ı\ onaylamış, Dcçent de profesör
olmuştur, bu örnekleri çoğaltabiliriz. Örneğin fakülte kurullarının
oluşumu. Kendi aralarından seçecekleri üç profesör iki doçent
ve bir yardımcı doçent. Dekan seçtirmiyor. Başka bir örnek, yarı
yıl başında ve sonunda fakülte kurulu taplanır kanuna göre, top­
lanmıyor, peki ne olacak? Bu rektöre anlatıldığı zaman aldığınız
cevap şu: Efendim zaten fakülte kurulu, yönetim kurulu dekana
yardımcıdır. Istişari organdır, toplanmasa da olur. Eksik olsa ne
olur?Şimdi bu YÖK düzeninde, içinde yaşadığımız gözlediğimiz
olaylar akademik değerlerin tahrip edildiğini, geleneklerin tahrip
edildiğini gösteriyor. Bunlar aslında sölenecek şeyler değil ama,
bunlar içimde olan şeyler söylemek zorundayım.
Asıl görevi olan plânlamayı da yapmadığına göre artık ben
YÖK'ün gereğine de pek inanmıyorum. Eğer plânlama
yapmıyorsa, isterseniz bir cümlelik bir madde ile 2547 sayılı
Yükseköğretim Kurulu Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır, yeni ka­
nun hazırlanıncaya kadar 1750 sayılı eski kanun uygulansın deni­
lebilir. Ben çok üzülerek bir gözlemimi daha belirteyim. Bunu XII
Milli Eğitim Şurasında da gözledim. Ne zaman YÖK'le ilgili bir
tartışma açılsa, sayın hocalarımı bunun dışında tutuyorum: şöyle
oluyor, özellikle yönetim görevlerinde olanlar, rektör, dekan
düzeyinde sanki çıkarları zedelenecekmiş gibi savunmaya
geçiyorlar. Acaba bu görevlerde olmasalar aynı şeyi savunurlar
mıydı? Merak ediyorum. Sanki öyle gibi gelmiyor bana, çünkü bir
ay dekanlık yapıp, sonra dekanlıktan ayrıldıktan sonra YÖK aley­
hinde konuşanları ben çok gördüm. Dün Sayın YÖK üyesi Prof.
Dr. Turgut Akıntürk ne Isa'ya ne Musa'ya yaranamadık dedi. O
halde niçin YÖK’ü savunuyorlar? Anlamıyorum. Mademki
çalışmıyor, çalışmayan düzeni düzeltmek gerekir.
184
Teşekkür ederim Sayın Başkan
BAŞKAN - Çok teşekkür ederiz.
Gerçekten de Yükseköğretimce Plânlama ve Kc rdinasyon
toplantısı,bizim toplantımızla sistemdeki toplantı aynı özellikleri
gösteriyor. Biz de planlamaya ve koordinasyona uyamadığımız
için 15 dakika ara veriyoruz, çünkü ara verildiği zaman bu işler
daha iyi düzeliyor. Herhalde bundan sonraki toplantılarda
gerçekleşir.
Saygılar
BİLDİRİ IV
LİSANS - ÜSTÜ EĞİTİM
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN
(A. Ü. Hukuk Fakültesi Banka ve Ticaret Hukuk
Enstitüsü Müdürü)
Oturum Başkanı: YRD. DOÇ. DR. ÖMER PEKER
Türkiye'de Lisansüstü Eğitim
ı
1. Yüksek öğretimde değişmeler-lisansüstü eğitim
2. Çıkış noktası: Meritokrasi mi -mediokrasi mi?
3. Siyasî tercih ve güçlükler
4. Toplumun temel taşlarını sarsanlar
5. Değerlemede gözönüne alınması gereken hususlar
I
6. Lisansüstü eğitimin önemi ve özelliği
7. Türkiye'de lisansüstü eğitim
İD
8. YÖ. Kanunundan önce lisansüstü eğitim
9. Bu dönemle ilgili görüş ve önerilerim
IV
10.YÖ. Kanunu döneminde lisansüstü eğitim
11.Bir ilke ve uygulama
12.Lisansüstü eğitim-öğretim enstitüleri
13.Lisansüstü eğitim için ayrı, güçlü bir kadro
14.Kütüphane hizmetleri
15.
Dersler, tez ve seminer çalışması
16. istatistikler
17. Sonuç
Ekler:
I . Bütün bilim dallarında lisansüstü eğitim
I I . Eğitim alanında lisansüstü eğitim
III. Hukuk alanında lisansüstü eğitim
Türkiye'de Lisansüstü Eğitim
i
1.
Yüksek öğretimde değinmeler: TED'nin bu başlık altında
düzenlediği ve iki gün sürecek tu toplantılarda bana verilen
konu T ürkiye'deki lisansüstü eğitim O) a la n ın d a ki
'değişmeler’dir.
'Değişme' tarafsız, değer hükmü taşımayan bir kavramdır.
Değişmeler olumlu yönde olursa ’gelişme'yi' olumsuz yönde
olursa ’gerileme’yi ifade eder.
Değişmeler sayısal açıdan (kantitatif) veya nitelik açısından
(kalitatif) incelenebilir.
Lisansüstü eğitim alanındaki değişmeleri tesbit etmek için
önce değişmeleri sayısal yönü ile bilmek gerekir. Sayısal
değişikliklerin, amaçları açısından değerlendirilebilmesinde
çeşitli güçlükler vardır. Yasal düzenleme ile uygulama arasındaki
farklar üstü eğitimden sorumlu olan birimlere ve bilim alanlarına
göre önemli şekilde değişebilmektedir.
Lisansüstü eğitim alanında görev alanlar ile öğrenciler
arasında yapılacak tarafsız bir anketin gerçeklerin ve problemle­
rin ortaya çıkması açısından önemli bir hizmet olacağı kanaatin­
deyim. Yüksek öğretim alanında samimî kanaatlerini
açıklamakdaki güçlükleri, kimliklerini açıklama zorunluğu olmadan
yapılacak bir anketle büyük ölçüde azaltılabilir.
Ayrıca bir dönemin değerlendirilmesi yapılırken normal
gelişme sürecini ve oranını tesbit etmek, zaman unsurunu ve o
dönem içinde fiilen kullanılan ödenekler tutarını gözönüne almak
kişisel ve toplumsal açıdan maliyet/fayda analizi de yapmak gere­
kir.
(1) Lisansüstü kelimesi bazan tek kelime olarak, bazan iki ayn kelime olarak
yazılmaktadır. Lisansüstü çalışmalar için bazan 'eğitim' bazan "öğretim", ba­
zan "eğitim-öğretim" kelimeleri kullanılmaktadır.
191
Türkiye'de lisansüstü eğitim çalışmaları içinde hukuk alanında
öğrenci, asistan-doçent ve profesör olarak 38 yılım geçti (19441982). Bu süre içide ve Üniversiteden istifa ettikten sonra
geçen 6 yıl içinde yani toplam 44 yıl çeşitli kademelerde
Türkiye'de lisansüstü öğretim problemlerini öğretim üyesi,
yönetici ve eğitim konuları üzerinde çalışan, düşünen, problem­
lere çözüm arayan bir kişi olarak tesbit etmeğe çalıştım;
görüşlerimi, tenkitlerimi, önerilerimi ilgili kurullarda ve komisyon­
larda açıkladım ve bunların bir kısmını ayrıca yayınladım.
Bu tebliğde lisansüstü eğitim alanındaki değişmeleri, benim­
senen hedefler, tercih edilen sistemler, uygulamalar ve ortaya
çıkan önemli problemler açısından özetlemeye çalışacağım.
Türkiye'deki lisansüstü eğitim problemlerinin daha üst
düzeyde ve bütün teknik yönleri ile inceleneceği ve yeterli süre
içinde açıkça tartışılabileceği çalışmalar için bu toplantının başarılı
bir adım olmasını dilerim.
2.
Çıkış noktası: Meritokrasi mi-mediokrasi mi? Hangi siyasî re­
jimi benimsemiş olursa olsun, hangi gelişme düzeyinde bulunur­
sa bulunsun her toplum şu konuda bir tercih yapmak durumun­
dadır: toplum için önemli olan her alanda (siyaset, yönetim,
hukuk, ekonomi, tıp, eğitim, araştırma, endüstri vs.) üst düzey
hizmetleri kimlere teslim edilecektir?
Toplumun kaderine bu alanlarda yetersiz, vasat kişiler mı
hâkim olacak, yoksa toplum içinde "en iyiler", en kabiliyetliler mi
güçleri oranında yüksek düzeyde eğitimden faydahanarak üst
kademe hizmetlerinin gereklerine göre yetiştirilecek, üst kade­
melerde hizmet vereceklerdir? Başka deyimle sosyal sistem mediokrasi'ye mi, yoksa meritokrasiye'mi yani miras veya servete
değil, sadece liyakata, yetenek ve beceriye dayanan "en iyilere
mi" dayanacaktır (r ^itokratik aristokrasi)?
Dünya tarihinde ve bugün önder durumda olan toplumlar
siyasî tercihini meritokrasi yönünde yapmış ve bu alanda gerçek
bir başarı gösterebilmiş toplumlardır.
19
Eğitim alanında, özellikle lisansüstü eğitimde seçkincilik (elitisme) toplumu meritokrasiye, eşitçilik (âgalitarisme, egalitarianism) ise mediokrasi’ye götürür (*).
3. Siyasî tercih ve güçlükler: Akılcı tercihin meritokrasi
yönünde olması gerekir; fakat özellikle demokratik toplumlarda
siyasî tercihi kesin olarak meritokrasi yönünde yapmanın ciddî
güçlükleri vardır. Toplumun baskısına, çoğunluğun isteklerine
siyasî güçler ancak bir yere kadar dayanabilmekte ve ondan son­
ra meritokratik toplum düzeni ilke ve hedefinde tavizler derece
derece artmaktadır.
Süratli ve aşırı nüfus artışı, eğitim kurumlarının kendi
bölgelerinde açılması için yapılan baskılar, eğitim ve meslek ka­
demelerini belli bir düzeye, olgunluğa ve başarıya ulaşmadan
aşma istekleri ülkemizde, siyasî iktidarlarda yasama ve yürütme
düzeyinde planlı kalkınma ilkesi ve disiplini ile bağdaşmayan
düzenleme ve uygulamalara sebep olmuştur ve olmaktadır.
Yüksek öğretim alanında problemlerin ortaya çıkmasında veya
halledilememesinde kanaatımca siyasî tercih, müsamaha ve ta­
vizler, yüksek öğretim meselelerinin ele alınışında siyasî denge
mülâhazaları, yüksek öğretim alanındaki problemleri doğru
teşhisdeki yanılgılar önemli bir rol oynamıştır. Bunu yüksek
öğretim alanındaki organların ve yöneticilerin tutum ve dav­
ranışlarını da ilâve etmek gerekir.
4. Toplumun temel taşlarını sarsanlar: Ülkemizdeki
toplum hayatının ve bu arada yüksek öğretim hayatının temel
taşlarını sarsmak isteyen gizli el veya eller bulunduğu,
Türkiye'nin süratli gelişmesini engellemek için dış güçlerin ve
onların ülkemizdeki köstebeklerinin -bir ülkeye uzun vadede en
büyük ve en etkili darbenin yükseköğretim alanını alt üst etmek
süretiyle vurulabileceği kanaati ile- planlı bir şekilde hareket ettik-
(2) Bak. Karayalçın: Meritokrasi, Konferans, (10 Nisan 1973) Ankara s. 1-5.
193
leri görüşü yaygındır.
Bu görüş doğru mudur, değil midir bilemiyorum. Her toplum­
da her dönemde yıkıcı veya gelişmeleri önleyici faaliyetlerin dış
güçler tarafından yönetilmesi veya desteklenmesi ihtimali vardır.
Önemli olan toplumu yönetenlerin, siyaset, bürokrasi ve
yükseköğretim kademesinde sorumluluk taşıyanların gerçekleri,
problemleri görmeleri, çözümler konusunda açıkça tartışmaları,
problemleri halledecek doğru önerilerde bulunmaları ve yetkili
karar organlarının gerekenleri vakit geçirmeden yapmalarıdır.
Aksi halde varlığı ileri sürülen dışgüçler, gizli el veya eller ile
yetkili karar organları arasında, farkına varılmayan ve aslında hiç is­
tenmeyen, tehlikeli bir paralellik ortaya çıkabilir. Ayrıca bazı alan­
lardaki geri kalmışlığın, başarısızlığın sebebini dış güçlere, gizli el­
lere mal etmek veya hasnetmek hastalığını ve sebeplerinin
doğru olarak teşhisini önleyebilir; bu kolay yol ve yorum
yanılgılara toplum içinde oluşan gerçek sebeplerin aranma­
masına, rehavete sebep olabilir.
5.
Değerlem ede gözönüne alınm ası gereken hu­
s u s la r: Sosyal bir sistemi, müesseseyi incelerken ve
işlemlerini, çalışmalarını değerlendirirken o organizasyonla ilgili
statüyü (yasal düzenlemeyi) ve o organizasyonda insan ve kay­
nak unsurlarını ayrı ayrı ele almak gerekir. Beklentilerin
gerçekleşememesinin sebebi organizasyonun kendi yapısı
(statüsü veya yasal düzenleme...) olabilir; organizasyon yapısı
mükemmel olabilir, fakat malî kaynak yetersizliği hizmetlerin bek­
lenen düzeyde gerçekleşmesini imkânsız hale getirebilir. Güçlü
mali kaynaklı, sağlam yapılı bir kuruluş sadece yönetim yani insan
unsuru sebebiyle keyfî, lâübali ve gayri ciddî bir kuruluş şeklini
alabilir veya yapısal yetersizlik yönetim yani insan unsuru dolayısiyle bir ölçüde telâfi edilebilir.
Bu giriş kısmında belirttiğimiz hususlar genel mahiyette olup,
kanaatimce, her sosyal müessesenin ve ciddî problemin ince­
lenmesinde, doğru olarak değerlendirilmesinde gözönüne
alınması gerekir.
194
II
6.
Lisansüstü eğitimin önemi ve özelliği: Avrupa'da
yüksek öğretim lisans ve doktora olarak iki kademeden
oluşuyordu. Yüksek öğretime talebin artması, toplumda değişik
düzeyde yetişmiş insan ihtiyacının ortaya çıkması gibi sebeplerle
İkinci Dünya Harbinden sonra yüksek öğretim alanında Avru­
pa'da, ön lisans ve yüksek lisans olmak üzere iki yeni kademe ih­
das edilmiştir.
Yüksek lisans kademesinin benimsenmesinde IngilizAmerikan yüksek öğretiminde bu kademede uygulanan
eğitimden başarılı sonuçlar alınmasının da önemli bir rolü
olmuştur.
Yükseköğretimde ön lisans ve lisans kademelerinde öğrenci
sayısının önemli şekilde artması sonucu bu kademelerde eğitim
yığın Öğretimine dönüşmüştür.
Lisansüstü öğretim ise seçkin eğitimidir ve öyle kalması
lâzımdır. Çünki her alanda üst düzeyde görev alacaklar
(yöneticiler, uzmanlar, özellikle üniversite öğretim üyeleri...) bu
kademede yetişeceklerdir. Uzun vadede toplumun geleceği,
kaderi, yüksek teknoloji çağını aşmak üzere bulunduğumuz bir
dünyada, bu kademede yapılan eğitimin kalitesine bağlıdır.
Lisansüstü eğitim pahalı, maliyeti yüksek bir eğitimdir.
Sayısı az kişilerin mümkün olan en üst düzeyde yetişebilmeleri
için öğretici kadro, kütüphane -laboratuvar ..için yapılan giderler
bu alandaki hizm etlerin m aliyetini önemli bir şekilde
yükseltmektedir. Bir alana yapılan her yatırım, kişinin veya toplu­
mun, tüketimden veya başka alanlara yapılacak yatırımdan fe­
dakârlık etmesi demektir. Lisansüstü eğitim alanına yapılacak
yatırımların en yüksek sosyal faydayı sağlayacak şekilde
planlanması ve gerçekleştirilmesi lâzımdır.
195
7.
Türkiye'de lisansüstü eğitim: Ülkemizde <3> yüksek
öğretim alanında önce lisans düzeyinde öğretim başlamış, dok­
tora kademesi değişik bilim alanlarında öğretim kadrosu yeterli bir
yoğunluk kazandığı sonucuna varlıaoa açılmıştır. Doktora kade­
mesinin her bilim dalında Türkiye'de ne zaman başladığı konu­
sunda kapsamlı bir çalışma tesbit edilememiştir.
Ülkemizde yeni yüksek öğretim kademeleri yasal düzenleme
açısından ilk defa 14.6.1973 tarihinde kabul edilen 1739 sayılı
Millî Eğitim Temel Kanununda görülmüş, yüksek öğretim
lisans öncesi, lisans ve lisansüstü olmak üzere üç kısma
ayrılmıştır (m. 37 fl). Bu kanundan altı gün sonra 20.6.1973 tari­
hinde kabul edilen 1750 sayılı Üniversiteler Kanununda ise
Üniversite eğitimi temel bilimler, lisans, yüksek lisans, uzmanlık
ve doktora" kademelerine ayrılmıştı (m. 53 fl). 4.11.1981 tarihli
ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nda yüksek öğretim
kademeleri daha açık bir şekilde belirtilmiştir. Ön lisans (en az
dört yarı yıl) - lisans (en az sekiz yarı yıl)- lisans üstü (yüksek lisans-doktora) (m.3'e bak.).
Yüksek Ö ğretim Kanunu yüksek lisansın lisans
öğretimine dayalı en az iki yarıyıllık, ortaöğretime dayalı en az on
yarıyıllık programı kapsayacağını kabul etmişti. 17.8.1983 tarih ve
2880 sayılı kanunla yapılan değişiklikle yüksek lisansın sadece
lisansa dayalı olabileceği kabul edilmiş ve süresi ise belirtilme­
miştir. Doktora ise lisansa veya yüksek lisansa dayalı olabilecek­
tir; birinci durumda süre en az altı yarıyıl, ikinci durumda ise en az
dört yan yıldır.
Akademik açıdan Türkiye'de lisans üstü eğitimin gelişmesi ve
problemleri 1981'den önce ve sonra, yani YÖ. Kanunundan
önce ve sonra olmak üzere, iki dönemde ayrı ayrı incelenmelidir.
(3) "Türkiye'de lisans-üstü eğitim'' konusunda tek monografi Dr. Fatma V arif'a
aittir:
-Pozitif bilimlerin temel ve uygulama alanlarında, Ankara 1972, 183 s.
(AÜEF.yay.)
-Sosyal bilimlerde. Ankara, 1973, 295 s. (AÜEF. yay.).
196
8.
YÖ. K anunundan ö nce lisansüstü eğitim: 1981
yılına gelinceye kadar yüksek öğretim kurumlan üniversiteler,
akademiler ve yüksek okullardan oluşuyordu. Akademiler,
üniversite adını alamayınca, üniversite statüsüne benzer bir
statüye kavuşturulan yüksek okullardır. İktisadî ve Ticarî
İlim ler Akadem ileri Kanunu 1959 yılında, 1184 sayılı 7334
sayılı Deviet M ühendislik ve Mimarlık Akademileri Ka­
nunu 1969 yılında kabul edilmiştir.
Lisansüstü öğretim ülkemizde üniversiteler ve akademiler
içinde kendi kuralları içinde yönetmeliklerle açılmış ve
düzenlenmiştir.
Her fakülte veya akademi içinde hangi tarihde doktora ve
yüksek lisans çalışması başladığını ve lisansüstü eğitime kayıtlı ve
diploma alanların sayısını gösteren yayınlanmış bir inceleme tes­
bit edilememiştir.
Bu konuda bazı bilim alanlarındaki durumu özet olarak belirt­
mek istiyorum:
H ukuk a la nında doktora çalışmaları İstanbul Hukuk
Fakültesinde 1932 yılında; Ankara Hukuk Fakültesinde ise
1944-45 yılında başlamıştır.
Hukuk alanında yüksek lisans çalışmaları ilk defa Ankara
Hukuk Fakültesinde 1976-77 öğretim yılında başlamış, 1982
yılına kadar devam etmiştir. Fakültemizdeki yüksek lisans
çalışmaları bir yıl sürüyor, yüksek lisans dersleri, seminerler ve
uygulamalı çalışmalardan oluşuyordu. Doktoraya kaydolmak için
yüksek lisans yapmış olmak gerekmiyor, ama üç lisans seminer
sertifakası yeterli sayılıyordu (4).
(4) Karayalçın: Türkiye Adalet Akademisi. Niçin ve nasıl kurulmalıdır. Ankara
1972, s.83-84; Hukukda öğretim-kaynaklar-Metod-Problem Çözme, 3. baskı,
197
Eğitim: A.Ü. Eğitim Fakültesinde 1969 yılında lisansüstü
öğretim olarak yüksek eğitim lisansı ve eğitim doktorası
çalışmaları başlamış (RG. 17 Ekim 1969) ve yüksek eğitim li­
sansına yüksek okullardan diploma almış olanlar ilgili komisyonun
uygun bulması şartıyle kabul edilmiştir, (m. 1a). Her halde bu
sebeple yüksek lisansa kaydolan öğrenci sayısı dikkati çekecek
kadar yükselmiştir (5>.
Eğiti n alanında lisansüstü çalışmalar konusunda dikkati
çeken bir husus da Hacettepe Üniversitesinde kurulan
"Mezuniyet Sonrası Eğitim Fakültesi" dir.
Bu Fakültenin adında yer alan 'Eğitim' kelimesi sözkonusu
fakültenin sadece eğitim bilimi alanında lisansüstü çalışmalar için
kurulduğu intibaını vermektedir. Halbuki bu fakültede tıp dışında
çeşitli alanlarda, bu arada eğitim bilimleri alanında lisansüstü
çalışmalar yaptırılmıştır; "bilim uzmanlığı, yüksek mühendislik ve
eşdeğer kademeye dayalı "bilim doktorluğu" programları uygu­
lanmıştır (ilgili yönetmelik için RG.26 Temmuz 1977, s. 7-16'ya
bak.)
Bu dönemde Hacettepe Üniversitesinde eğitim alanında li­
sans eğitimi yapılmıyordu ve bu amaçla oluşmuş bir kadro bulun­
muyordu. Bu alan da lisans eğitimi için gerekli kadrosu bulun­
mayan bir üniversitenin Mezuniyet Sonrası Fakültesinde o
alanda lisans üstü eğitim yapılmış olması belki Türk Yüksek eğitim
hayatında ilk defa görülen bir uygulamadır.
1971-72 eğitimi yılından itibaren tarım alanında başlayan
"Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Diploma Son­
rası Yüksek Okulunda (RG. 27.7.1971); 20.6.1967'de kuru­
lan Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Hayvan
(5) 1967-1980 yıllarında (11 öğretim yılında) kayıtlı öğrenci sayısı 7882, diploma
alanlar: 276, Çadırcı, Doç. Dr. Musa Süslü, Vrd. Doç. Dr. Azmi. Ankara
Üniversitesi Tarihi, Ankara 1982, s. 416'ya bak. (A. Ü. Rektörlüğü yay.).
198
Yetiştiriciliği ve Sağlık Bilimleri Yüksek Okulu'nda ihti­
sas ve doktora çalışmaları yapılmıştır (6).
Genel durum: Bu dönemde mevcut öğretim üyesi kadro­
sunun lisansüstü eğitim için yeterli olup olm adığına
bakılmaksızın, yüksek lisans ve doktora düzeyinde çalışmalarla il­
gili yönetmelikler yayınlamıştır. Bu moda önce üniversitelerde
sonra bütün İktisadî ve ticarî bilimler akademileri ile mimarlık ve
mühendislik akademilerinde yaygın bir hal almıştır.
İktisadî ve ticarî bilimler akademilerinde lisansüstü eğitim esas
itibariyle bu fakültelere bağlı enstitüler içinde yaptırılmıştır.
Eskişehir ITIA. K ütahya Yönetim Bilimleri Fakültesi ise
doğrudan doğruya yüksek lisans çalışması yapmıştır (RG. 27
Ağustos 1981). Bu akademilerde hukuk alanında bile yüksek li­
sans ve doktora programlarının uygulandığı görülmüştür.
1981
yılına gelinceye kadar üniversitelerde ve akademilerde
yapılan lisansüstü eğitimin düzeyi her öğretim kurumunun kad­
rosuna, benimsediği programlara, uygulanan metodlara, bu
programda görev alan öğretim üyelerinin durumuna, bu alandaki
çalışmalar için ayırabilecekleri zamana, kütüphane ve/veya laboratuvarların durumuna göre çok değişmiştir.
Yüksek öğretim alanında bir reform yapmak düşünülürken li­
sans üstü eğitimin dayanacağı ilkelerin, bu alandaki problemlerin
ve tercih edilecek çözümlerin açıkça tesbit edilmesi gerekir.
YÖ. Kanunu döneminde benimsenen esasların ve uygula­
manın incelenmesine geçmeden bu konuda 1982 yılına kadar
çeşitil vesilelerle yayınlanmış olan kendi görüş ve önerilerimi
özetlemek isterim.
(6) Ziraat-Veteriner-Orman Fakültelerinin Yüksek Ziraat Enstitüsü (Y.Z.E.)
Bünyesinde açılışlarının 50. yılı 1933-1983, s. 14-15, 37; ormancılık alanı için
s.58'e bak. (A.Ü.yay. 1983).
9. Bu dönemle İlgili görüş ve önerilerim:
"Bir fakülte veya üniversitenin normal bir lisans öğretimi, uzmanlık ve
doktora çalışmaları yapabilmesi için gereken kürsü sayısını ve her kürsü
için lüzumlu profesör, doçent, asistan... sayısını tesbit etmek gerekir."
'Bir fakültenin normal bir lisans, uzmanlık ve doktora çalışması yapabil­
mesi için kaç kürsüye ve kaç öğretim üyesine ihtiyacı olduğu ve bir
öğretim üyesinin öğretim yükü ilgili fakülte temsilcilerinden kurulacak bir
komisyonda tesbit edilmeli ve meselâ Üniversitelerarası Kurul'da veya
kurulursa Türk Üniversiteleri Planlama Kurulunda-kesinleşmeli ve bu
esaslar aynı şekilde değişebilmelidir" f7).
Yüksek lisan* vs Doktora: Bakanlık tasarısında yüksek lisans ve
doktora eğitiminde görülen aksaklıkları ortadan kaldıracak hükümler ek­
siktir.
a) Kanaatimizce ihtisas komisyonlarının teklifi ile YÖK, yüksek lisans
ve doktora eğitimi yapacak fakültelerin kütüphane, laboratuar ve öğretim
üyesi standardlarını tesbit etmeli ve bu standardları sağlayamamış
fakültelerde yüksek lisans ve doktora öğretimi yapılamamalıdır.
b) Yüksek lisans ve doktora öğretimi kademesi ayn bir fakülte ha­
linde örgütlenmelidir. Böylece bu kademedeki çalışmalar daha verimli hale
gelecek, bu kademe aynı zamanda araştırma kademesi olarak
gelişecektir. Üç kademe kuruluşları arasında öğretim üyelerinin dağıtımı,
çalışma süre ve şartları bir yönetmelikle esnek, fakat objektif esaslara
bağlanabilir ve bağlanmalıdır W .
"Il-Llsansüstü
g e liş tirilm e s i:
ö ğretim in
düzenlenm esi
ve
Türk ekonomisi ve fikir hayatı, lisansüstü öğretime -enaz lisans
öğretimi kadar- önem verilmesini gerektirecek bir düzeye ulaşmıştır. Li­
sansüstü öğretim ayrıca yüksek öğretimde görev alacak öğretim
üyelerinin ve araştırıcıların yetiştirilmesi bakımından da önemlidir. Lisans
üstü öğretim bu iki açıdan geliştirilmeli ve düzenlenmelidir.
(7) Ankara Üniversitesi Senatosuna Haziran 1967'de sunulan rapor (Karayalçın:
Meseleler ve görüşler, 1972-1983. III. Ankara, s. 112, 113).
(8) Öğretim ve Personel Konuları, Dünya 10-12 Aralık 1971 (Karayalçın: Mese­
leler ve Görüşler, II, Ankara, 1972, s. 24-25.)
2 00
T e d b irle r:
-Lisansüstü öğretim (yüksek lisans, doktora) yapabilmek için bir
Fakülte, Akademi ve diğer yüksek öğretim kurumlarında gereken asgari
şartlar Üniversitelerarası Kurul ile Akademi'ararası Kurul tarafından tesbit
edilmelidir.
Bu şartları haiz olmayan yüksek öğretim kurumlarında lisansüstü öğretim
yapılmamalıdır
-Lisans öğretim kadrosu ile lisans üstü öğretim kadrosu geçiş imkânları
tanınmak ve şartları belirtilmek suretiyle birbirinden ayrılmalı ve zaruret ol­
madıkça lisansüstü öğretim ile görevlendirilen öğretim üyeleri lisans
öğretimi ile meşgul olmamalıdır.
-Lisansüstü
düzenlenmelidir
öğretimde
öğretim -araştırm a
yükü
yeniden
-Lisansüstü öğretimin yüksek okul veya fakülte şeklinde örgütlenmesi
teşvik edilmelidir.
-Türkiye'de her ilim dalında lisans üstü öğretim yapılmasını
gerçekleştirmek üzere:
a) önce bugünkü durum tesbit edilmeli, hangi bilim dallarında li­
sansüstü öğretim yapılmadığı veya yeterli sayılamıyacak çalışma
yapıldığı açıkça belirtilmelidir.
b) Sonra boşluklar ve eksikliklerin nasıl ve hangi süre içinde tamamla­
nacağı açıklanmalı, bu amaçla ilgili kurumlar görevlendirilmeli ve her
yönden desteklenmelidir." (9).
Yükseköğretim Kanunu Tasarısının ve Konusunun tartışıldığı
tarihde bu hususdaki görüşlerimi de tekrar ettim:
"Tasarıda yüksek öğretim, Türkiyenin bilim siyaseti açısından ele
alınmamıştır. Lisansüstü çalışmaların (yüksek lisans doktora, doktora
sonrası çalışmaların) bu amaçla özel olarak kurulmuş ayrı okullarda, ayrı
ve güçlü bir kadro ile ve farklı bir çalışma düzeni içinde yapılması bu alan­
da ilerlemiş ülkelerde benimsenmiş bir ilkedir. Lisans öğretimi ile li­
sansüstü öğretim aynı fakültelerde, aynı kadrolar tarafından
(9) Yeni üniversitelerin geliştirilmesi, Üniversite Denetleme Kurulu tarafından
oluşturulan özel komisyona 26.8 1976 tarihinde sunulan rapor, “Karayalçın,
Meseleler ve Görüşler III, 1967 s. 63-64."
2 01
yapılmaktadır. Halbuki lisansüstü öğretim araştırmaya dayanan bir
öğretimdir. Bu itibarla bunun ayrı bir kadro tarafından yapılması lâzımdır.
Yeni kanun bir dereceye kadar bu konuya yaklaşmıştır. Lisansüstü
öğretimin enstitülerde yapılabileceğini öngören hükümler vardır. Kanaatımca üniversite, siyasetinde lisans öğretimi ile lisans üstü öğretimi
birbirinden ayırmak, ayrıca lisansüstü öğretim için isteğe bağlı ayrı bir
kadro oluşturmak, hangi şartlar altında lisansüstü öğretim yapılacağını
belirtmek lazımdır. Bugün bazı fakültelerde lisansüstü öğretim çok su­
landırılmıştır. Bunu önlemek için lisansüstü öğretim yapılacak fakültelerin
açıkça belirtilmesi ve kadrolarının gayet iyi seçilmesi lâzımdır" ^®).
10.
Yükseköğretim kanunu döneminde lisansüstü
eğitim: 4.11.1981 tarih ve 1547 sayılı Yükseköğretim kanunu­
nu lisansüstü öğretim konusunda benimsediği ayrımlar daha ev­
vel belirtilmiştir, (nu. 7'e bak).
Lisansüstü eğitim-öğretim yapma yetkisi 2547 sayılı kanunla
enstitülere verilmiştir.
Enstitü, üniversitelerde ve fakültelerde birden fazla bilim dal­
larında lisansüstü eğitim-öğretim, bilimsel araştırma ve uygulama
yapan yükseköğretim kurumudur (m. 3 f).
Bu sistemde yalnız Yüksek Öğretim Kurulu ile Üniversitelerin
kamu tüzelkişiliği vardır (m. 6,13).
Kanun fakültelerde de enstitü kurulabilmesini, dolayısıyle
fakültelerde lisansüstü eğitim öğretim yapılabileceğini kabul et­
mekte ise de uygulama bu yönde gelişmemiştir (Lisansüstü
Eğitim Öğretim Enstitülerinin Teşkilât ve İşleyiş Yönetmeliği.
m.8'e bak.)
Üniversiteler içinde enstitüler YÖK’nun olumlu görüşü veya
önerisi üzerine kanunla kurulur (m. 52) ve her halde yine kanun­
la birleştirilir veya kapatılır (m. 7 d2, 5f).
Lisansüstü öğretim esasları Üniversitelerarası kurul tarafından
(10) Yükseköğretim Kanunu. Tercüman, 21 Kasım 1981 AçıkOturum,
"Karayalçın, age., s. 85-86."
202
çıkarılacak yönetm elikle düzenlenir (m. 65, 12 bl).
Üniversitelerarası Kurul'un Lisansüstü öğretim Yönet­
m eliği (LÜL-ÖY) 6 Ekim 1982 tarihinde Resmi Gazetede
yayınlanarak aynı gün yürürlüğe girmiş, uygulama 1982-83
öğretim yılında başlamıştır (Geçici m.2). Bu yönetmelikde altı yıl
içinde 14 defa değişikli ve ilâveler yapılmıştır.
Enstitülerle ilgili esaslar YÖK. tarafından yayınlanan
"Üniversitelerdeki Akademik Teşkilat YöntemllğiHn de
(RG. 18 Şubat 1982) yer almıştır. YÖK Kanunu'na paralel olacak,
(m. 3f) bu yönetmelikde de lisansüstü eğitimin "Üniversite ve
fakültelerde bu m aksatla kurulan enstitü tarafından
düzenleneceği" hükmü (m. 11f1), hatta fakülteye bağlı enstitü
müdürünün ilgili fakülte dekanının önerisi üzerine rektör ta­
rafından atanacağı hükmü (m.11 f2b) bulunduğu halde fakülte
düzeyinde enstitü kurulduğu, uygulamaya dönük doktora ile
bağlantısı olmayan bir yıl süreli yüksek lisans eğitimi yapıldığı tes­
pit edilememiştir.
Bu yönetmelikte ayrıca dikati çeken husus lisansüstü eğitimi
düzenleyecek enstitüleri henüz kurulam am ış bulunan
üniversitelerin lisansüstü eğitim programlarının senatolarca
yapılacak yönerge esaslarına göre yürütülmesinin kabul edilmiş
olm asıdır (m .11 12). Tıp alanında uzmanlık eğitimi tıp
fakültelerince S.S.Y.B. kurallarına göre yürütüleceğini belirtmiştir
(m.11 12).
YÖK'ün Lisansüstü Eğitim öğretim Enstitülerinin
Teşkilat ve İşleyiş Yönetmeliği 3 Mart 1983 tarihli Resmi
Gazetede yayınlanmıştır. Bu yönetmeliğin bazı maddeleri 4 Tem­
muz 1988 tarihinde yayınlanan bir yönetmelikle değiştirilmiştir.
Lisansüstü eğitim-öğretim üniversitelerde başlıca (11> üç
(11) Lisanüstü eğitim-öğretim yapılan diğer enstitütler ve özellikle
Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi alanındaki enstitülerin bu aland a­
ki çalışm aları için Y Ö K Ö ğrenci Seçm e ve Yerleştirm e M erkezi’nin yayınladığı yıllık yükseköğretim istatistiklerine bakınız.
203
çeşit enstitüde yapılır: Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Sağlık Bilimleri Enstitüsü. Bu enstitülerin yalnız
yönetim organları vardır (müdür, yönetim kurulu, genel kurul);
öğretim kadrosu yoktur. Fakültelerin bölüm başkanları, enstitünün-ismen mevcut- anabilim dallarının da başkanıdırlar (LÜETİY. m.5'in ilk ve değiştirilmiş metnine bak.).
Lisansüstü eğitim-öğretime rektörün önerisi üzerine YÖK
karar verir (LUE-TİY m.4'ün ilk ve değiştirilmiş metnine bak.).
Üniversiteler, bu iki temel yönetmeliğe dayanarak kendi li­
sansüstü eğitim-öğretim yönetmeliklerini yayınlamışlardır. Ensti­
tüde yürütülecek lisans üstü programların asgarî muhteva­
larının Enstitü kurulu tarafından hazırlanıp Üniversite senatosu
tarafından karara bağlanması kabul edilmişti (LÜE-TİY.m. 7f3). Bu
yetki de 4 Temmuz 1988 değişiklikliği ile Üniversitelerarası Kuru­
la verilmiştir (değiştirilen m. 7f3).
11.
Bir İlke ve uygulama: 1981 yılı programında (RG 4
Haziran 1981) "Plân ve yıllık programlarda, kurulmasına
başlanmış olan yüksek öğretim kurumlarının yeterli eğitim ve
öğretim şartlarına kavuşturulmadan, yeni yüksek öğretim kurumlarının açılmaması öngörülmüştür. Buna rağmen üniversitelerce
alınan kararlara dayanarak insangücü ihtiyaçları ile tutarlı olmayan
yeni kurumların açılmasına devam edilmiştir" tesbiti yapıldıktan
sonra (s. 324) "y ü k s e k
ö ğ re tim d e
k u ru lm a s ın a
başlanmış kurumlar yeterli öğretim şartlarına kavuş­
turulmadan, öğretim elemanları sağlanmadan ve ele
alınacak hukuk! düzenlem eler gerçekleşmeden yeni
üniversite, fakülte, yüksekokul, enstitü İle bölüm
açılmayacaktır" ilkesi bir politika tedbiri olarak benimsenmişti
(s. 327).
1981 yılından önce mevcut olan yükseköğretim de
piânsızlık 1981 yılından sonra da yasama organı ve YÖK
düzeyinde devam etmiştir.
204
Daha yakından takip edebildiğimiz hukuk alanında 8.6.1987
tarihli 2289 sayılı Kanunla Atatürk Üniversitesine bağlı olarak Er­
zincan'da Hukuk Fakültesi (m.12), henüz lisans düzeyinde
eğitim kadrosunu oluşturamamış Selçuk Üniversitesinde Kon­
ya'da, Dicle Üniversitesinde Diyarbakır'da hukuk alanında li­
sansüstü öğretime başlanmış olması bu ilkenin ne ölçüde uygu­
landığını gösteren yasama ve YÖK düzeyinde yeni örneklerdir.
I
Kadrosuzluk, öğretim üyesi bulma sıkıntısı ve ödenek yeter­
sizliği içinde kıvranan bazı yüksek öğretim kurumlarının varlığı
yeni yükseköğretim kurumlarının kuruluşuna karar verilirken bun­
ların ilerde gerektireceği malî külfetlerin, öğretim kadrosunu
oluşturma güçlüklerinin gözönüne alınmadığını göstermektedir.
12.
Lisansüstü eğitim -ö ğ retim e n stitü leri; L i­
sansüstü eğitim ve öğretimin üniversitelerde üç tip enstitüde
örgütlendirilmesi de kanatımca bir planlama ve organizasyon ha­
tasıdır.
YÖ. Kanunu ile 1981 yılında benimsenen lisansüstü eğitimöğretim enstitüsü modeliyle ilgili olarak 1983 yılı programında yer
alan şu açıklama düşündürücüdür (RG. 29 Aralık 1982, s. 268):
"Yüksek öğretimin ileriye dönük plânlama konularının tamamının yeniden
ele alınması gereği ortadadır.
Üniversitelere bağlı olarak kurulan enstitüler üç türdür. Bunlardan bir türü
sadece özel olarak seçilmiş dallardaki araştırmalarla; bir türü ağırlık ka­
zanmakta olan bazı ilim dallarıyla ilgili gücün her üniversiteye yayılarak
kaynakların israfı yerine bu üniversitede yoğunlaşmasını hedef alan en­
stitüler; bir türü ise sosyal, tıp ve fen dallarında lisansüstü eğitimi
düzenleyici fonksiyon görecek enstitülerdir. İlk İki tür enstitüde
a raş tırm a yanın da aynı zam an d a eğ itim fa a liy e ti de
yap ılab ile cek ancak, lisan sü stü e n stitü le rin d e böyle bir
uygulama olmayacaktır. Bu tür enstitülerin binaları, öğretim kadroları
bulunmayacak; mevcut fakültelerin öğretim üyeleri ile lisansüstü
öğrencilerinin öğretim programlarının yapılması, öğrenciye uygun seçmeli
derslerin seçilmesinde yardımcı olunması, öğrencinin izlenmesi,
fakülteler ve aynı dalda görev yapan diğer üniversitelerin enstitüleri ile
koordinasyonun yapılması işlerini yürüteceklerdir."
205
Lisansüstü öğretim 1981 yılına kadar fakülteler içinde
yapılmıştır. Bu uygulamada ortaya çıkan mahzurları bertaraf etme
yolu, fakülte içinde ve gözetiminde lisansüstü öğretimi bir sürekli
komisyonun sorumluluğuna vermek ve fakülte içindeki tecrübeli
ve araştırmaya yönelmiş ve lisansüstü öğretime istekli öğretime
istekli öğretim üyelerinden oluşacak özel bir ekip oluşturmak ve
bu görevde bulunanlara yeteri kadar zaman ve imkân sağlamaktı;
bu düzenleme en doğru çözüm olan lisansüstü öğretim
fakültelerinin Kurulmasında isabetli bir adım olabilirdi.
Bir kaç fakülteyi ilgilendiren bilim alanlarında lisansüstü eğitim
ve öğretimin binası, eğitim kadrosu bulunmayacak, mevcut
fakültelerin eğitim üyeleri ile, fakat enstitülerin sorumluluğu
altında yapılması halinde bu modelden, (yapıdan) ileri gelen
akademik ve İdarî ciddî problemlerin ortaya çıkması "eşyanın tabi­
atı" icabıdır. Bu konuda attı yıllık uygulamanın açık ve samimî bir
değerlemesi yapılmalıdır.
1983 yılı programından yukarda aldığımız bölümde bugün de
isabetli ve doğru olan, "yüksek öğretimin ileriye dönük plânlama
konularının tamamının yeniden ele alınması gereği" dir.
13.
Lisansütsü eğitim için ayrı, güçlü bir kadro: Yüksek
öğretimin çeşitli kademelerinde yapılacak öğretim için değişik
vasıfda öğretim üyelerine ihtiyaç vardır. Ön lisansda başarılı ola­
bilecek bir öğretim üyesi, lisansüstü eğitimde yetersiz olabilir. Li­
sansüstü eğitim için gerekli vasıfları haiz bulunan tecrübeli;
araştırmaya dönük bir öğretim üyesinin lisans, hele ön lisans ka­
demesinde görevlendirilmesi ise yönetim açısından ciddî bir
hata teşkil eder.
YÖK. döneminde yüksek öğretim kademeleride yardımcı
doçentlerle genişletilmiş öğretim üyeleri sınıfı içinde isteğe, for­
masyona, akademik performansa göre bir görev bölümü
yapılm ası gerektiği anlaşılam am ıştır. Bunun sebebi
ö n lisa n s -llsa n s -y û ks e k llsan s-d o kto ra çalışm aları
arasında bir fark görmeyen zihniyettir. Bunun en tipik
206
örneği, öğretim üyelerinin ders yükü hesap edilirken 1982
yılında ö nllsans-llsans-yüksek lisans-doktora ders
saatierinln YÖK tarafından eşdeğer sayılmasıdır.
Bu anlayışa göre emeği ve zamanı değerlendirilen bir öğretim
üyesi hem ön lisansda, hem lisansda, hem yüksek-lisansda,
hem de doktora düzeyinde görevlendirilecek ve bunaltılacak
olursa lisansüstü eğitim düzeyi elbette düşecektir ve
düşmüştür.
Bu durum ayrıca lisansüstü öğretim programlarının,
birbiriyle ilgisi olmayan, zarurî olarak ilgili öğretim üyelerinin ders
vermeye hazır bulundukları konulardan (uygulamada görüldüğü
gibi doçentlik, doktora tezlerinden, bunlar da olmayınca veya
tükenince lisans derslerinden) oluşmasına sebep olmuştur.
14. Kütüphane hizmetleri: Lisansüstü eğitim ve öğretimde
başarının bir şartı da bu düzeyde çalışmaların yapıldığı kurumlarda
kütüphanelerin (vebazı bitim kollarında ayrıca lâboratuvarların) bu
çalışma ve araştırmalara elverişli bulunmasıdır.
öğretim üyeleri ve kütüphaneleri yeterli olmayan veya evleviyetle bulunmayan bilim alanlarında lisansüstü çalışma
yapılmasına izin verilmesi akademik b ir cinayet o la rak
tanımlanmalıdır.
Ankara’da Türkiye'deki bütün üniversitelere hizmet verecek
bir dokümantasyon merkezi kurmak için veya kurulduğu için
veya başka sebeplerle kütüphane hizmetleri bakımından üstün
durumda olan fakülte ihtisas kütüphanelerinde ödeneklerin
gülünç denilecek tutarlara indirilmesi YÖK döneminde ihtisas
(fakülte) kütüphanelerinin, değil lisansüstü öğretim yapan
öğretim üyelerinin ve öğrencileriin, hatta lisans öğretimi yapan
öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamaz hale
düşürülmesine sebep olmuştur.
15. Ders, tez ve seminer çalışması: Üniversitelerarası
Kurul'ca kabul edilen yönetmelik, yüksek lisans ve doktora prog­
207
ramlarını kontenjan- giriş sınavında başarı - en az 12 yarı yıl saat
ders - sınav - tez esaslarına dayandırmıştır.
Doktoraya kayıt için ayrıca yüksek lisans yapmış olmak, giriş
sınavı olarak bilim sınavından önce yabancı dil sınavını da ver­
mek; doktora kademesinde ders sınavları yanında tez saf­
hasından önce yeterlik sınavında da başarılı olmak gerekmekte­
dir.
Görülüyor ki lisansüstü öğretimde temel unsur teorik dersler
ve tezdir. Teorik derslerde öğrenci sadece alıcı d u ru m ­
dadır. Teorik dersleri, yukarda belirttiğimiz sebeplerle belli, birbi­
riyle bağlantılı konularda yoğunlaştırılmaması, bir çok hallerde li­
sans derslerinin tekrarı mahiyetinde kalması öğrenciyi belli bir
düzeye ve olgunluğa getiremez. Ayrıca araştırım tekniği ve kay­
naklar hakkında yeterli bir düzeye gelmeden yapılacak tez
çalışmasında, bekleneni elde etmek çok güçleşir.
İlim ve araştırma hayatında kişiyi yetiştiren ve ol­
gunlaştıran tem el unsur, sem iner çalışm aları ve
ödevleridir. Seminer çalışması ve ödevi yapmayanların yüksek
lisans ve doktora tezlerini beklenen düzeyde ve sürede
hazırlayabilmesi mümkün değildir (12>.
YÖK düzeninde lisans düzeyinde -meselâ Ankara Hukuk
Fakültesinde 48 yıl önce kabui edilmiş ve uygulanmış olan- semi­
ner çalışmaları kaldırılmış, lisansüstü eğitim ve öğretimde
Üniversitelerarası Kurul, öğrenciyi aktif ve üretici duruma getiren
seminer çalışma ve ödevlerine, dolaylı olarak yapılan ikaza
rağmen 14 defa değiştirilen lisansüstü öğretim yönetmeliğinde
yer vermemiştir.
Seminer çalışmalarına lisansüstü eğitim ve öğretimde yer
vermeyen Üniversitelerarası Kurulun olumsuz görüşüne Ankara
Üniversitesi katılmamış, kendi yönetmeliğinde lisans ve doktora
kademesinde seminer çalışması yapılması gerektiğini kabul
(12) Karayalçın: Seminer çalışmaları. Tercüman, 17 Nisan 1984.
208
etmiştir, (m.3, 13, RG 6 Mart 1985) (Cumhuriyet Üniversitesi
açısından RG. 11 Nisan 1983, m. 21'e bak). Lisansüstü eğitimöğretimde seminer çalışm alarının Dicle Üniversitesinin
Yönetmeliğinde de yer aldığını görüyoruz (RG. 24 Nisan 1987,
m. 11, 28).
Lisansüstü eğitim ve öğretimde seminer çalışmaları konusun­
da Üniversitelerarası Kurul ve diğer Üniversiteler ile bu iki
Üniversite arasında ortaya çıkan görüş farkı akademik zihniyet
açısından üzerinde durulmaya değer bir husustur.
16. İstatistikler: YÖK'e bağlı "Öğrenci Seçme ve
Yerleştirm e Merkezi-Dokümantasyon Birim i" tarafından
hazırlanan ve yayınlanan yıllık "Yükseköğretim İstatistiklerinde li­
sansüstü öğretim konularında ayrıntılı sayılabilecek veriler yer
almıştır. Üniversitelerin hangi enstitülerinde yüksek lisans ve
doktora alanında kaç öğrenci bulunduğu ve kaç öğrencinin de­
rece aldığı -kız-erkek ayrımı da yapılmak suretiyle-ayrı ayrı veril­
mekte, bu bilgiler Türkiye ölçüsünde öğretim (bilim) alan­
larına göre tasnif edilmektedir.
Yükseköğretim alanında yayınlanan bu istatistikler YÖK
dönemine gelinceye kadar Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından
yayınlanan istatistiklerden daha ayrıntılı ve bu alanda yapılacak
çalışmalar için daha faydalıdır.
YÖK döneminde lisansüstü eğitim-öğretim çalışmaları
hakkında sayısal gelişme açısından toplu bilgi vermek amacıyla
Türkiye ölçüsünde ve örnek olarak aldığımız hukuk ve eğitim
alanlarında 1983-84 ve 1987-88 öğretim yılındaki durumları
gösteren tablolar ek olarak sunulmuştur.
17. Sonuç: 1982 yılında verdiğim bir raporda yer alan şu
cümleler lisansüstü eğitim alanında 1967 yılındanberi savun­
duğum görüşleri, vardığım sonucu açıkça göstermektedir:
"Yıllardanberl »avunduğum çöziim şudur: Lisansüstü, öğretim
seçkin bir öğretim kadrosu ile ve bu öğretim üyelerine yugun çalışma
şartlarının sağlanması ile beklenen düzeye çıkabilir. Lisansüstü eğitim
209
yapacak kadroda ancak bu düzeyde çalışmalardan zevk alan ve o
düzeyde çalışabilecek güçde olan tecrübeli öğretim üyeleri yer almalıdır.
Ders ve imtihan yükü altında ezilen, rahat düşünme, çalışma ve araştırma
(kânlarından mahrum ve daha yetişme döneminde iken yardımcı doçent
adı ve öğretim üyesi statüsü verilen kişilerle lisansüstü öğretim
yapılamayacağı aşikârdır. Lisansüstü eğitim belki üniversitelerin belli bir
düzeye gelmiş bilim alanlarında, ayrı bir kadro ile ve bu düzeyde eğitim ve
araştırmanın gerektirdiği şartlar altında yapılmalıdır.’
Ülkemizin bugünki öğretim üyesi kadrosu, hele YÖK'le bir­
likte kurulmuş yeni üniversitelerin durumu ve lisansüstü eğitim
için ayrılabilen kaynakların sınırlılığı gözönüne alınacak olursa her
üniversitede her alanda lisansüstü öğretim yapmanın doğru bir
çözüm olmadığını göstermektedir.
Lisansüstü öğretim, ancak bu öğretimin gerektirdiği akade­
mik koşulların birarada bulunduğu alanlarda ve kuruluşlarda
yapılmalıdır.
Lisansüstü öğretim ile araştırma birbirinden ayrılamaz. Bilim
ve Yüksek öğretim planlaması açısından Türkiye'de her bilim
alanında bütün akademik şartları haiz, güçlü en aşağı bir kuruluş
oluşturmak hedef olmalı, ancak bu kuruşlar personel ve para vs.
bakımından her yönü ile desteklenmelidir.
Bu kuruluşların Türkiye ölçüsünde dağılmasında yarar vardır.
Üniversitelerin, özellikle yeni üniversitelerin akademik durumları,
bulundukları bölgenin özellikleri ve diğer hususlar incelenerek
her üniversitede her halde bir alanda araştırma ve lisansüstü
öğretim kuruluşunun oluşturulması ve süratle geliştirilmesi
plânlanmalıdır.
Hedef, her bilim alanında her yönü ile mükemmel, milletlera­
rası düzeyde bir araştırma-lisansüstü eğitim kuruluşu olmalı, hiç
olmazsa seçkinleri yetiştiren lisansüstü eğitim-öğretim alanı yeter­
siz, derme çatma kuruluşlardan kurtarılmalıdır.
(13) S. Beşyıllık Kalkınma Planı için kurulan Bilim-Araştırma ve Teknoloji Özel
Komisyonuna 22.XI. 1982 tarihinde sunulan rapor 'Karayalçın, Meseleler
ve Görüşler, İli, s. 117."
1 210
L is a n s ü s tü Ö ğretim
(Bütün bilim alanlarında)
Yüksek Lisans
1983-84 f )
1987-1988 (“ )
Okuyan
Yeni kayıt
Derece alan
9.059
4.516
1.099
16.884
8.200
3.449
Doktora
Okuyan (Toplam)
Yeni kayıt
Derece Alan
4.336
932
676
7.732
2.684
812
(*) 1983-1984 Öğretim yılı Yükseköğretim İstatistikleri, s. 65.
(**) 1987-1988 Öğretim yılı Yükseköğretim İstatistikleri, Ankara, 1988, s. 69.
II
E ğitim alanında L isansüstü Ö ğretim
Yüksek Lisans
Okuyan
Yeni kayıt
Derece alan
1983-84 (*)
1987-88 (**)
1157
331
56
1411
681
189
166
37
1
302
163
36
Doktora
Okuyan
Yeni kayıt
Derece alan
(*) 1983-84 Öğretim yılı Yükseköğretim İstatistikleri, s.94.
(**) 1987-1988 Öğretim yılı Yükseköğretim İstatistikleri, Ankara, 1988, s. 103.
211
III
Hukuk alanında lisansüstü öğretim
m s a k Lisans
1987-1988
1983-84 n
D
Okuyan
184
433
Yeni kayıt
107
228
6
53
134
199
11
89
5
19
Derece alan
Doktora
Okuyan
Yeni kayıt
Derece alan
(*) 1983-1984 öğretim yılı Yükseköğretim İstatistikleri, s.91.
(**) 1987-1988 öğretim yılı Yükseköğretim İstatistikleri Ankara, 1988, s, 98.
GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN-Bu konuda sayın Hocamıza soru yöneltmek veya
katkıda bulunmak isteyenler varsa onları kürsüye alacağım.
Sayın Prof. Dr. Mehmet Sağlam, buyurun efendim.
PROF. DR. MEHMET SAĞLAM -Değerli Hocama ilk önce bir
sonım var. Mezuniyet sonrası lisans üstü çalışmada "SEÇKİNCİ”
yaklaşımı benimsediklerini söylediler. Bende katılıyorum. Yalnız,
özellikle Hukuk Fakülteleri, Tıp Fakülteleri gibi hatta bazı
Mühendislik dalları gibi, Batıda, örneğin Ingiltere'de, Amerika'da*
meslek adamı olmak için bile asgari yüksek lisansın, masterin
geçerli olduğu bir dünyada, bugün bu görüşlerin, en azından
yüksek lisansın master düzeyi için, yani daha doğrusu, mezuni­
yet sonrası eğitimin yüksek lisans kısmı içinde muhafaza ediyorlar
mı? Yani en azından meslek adamlarımızı daha iyi yetiştirmek için
212
bu benimsenemez mi? Çünkü ben son yıllarda belki Hukuk çıkışlı
biri olduğum için, özellikle bu fakültelerin mezunlarının profesyo­
nel hale gelmeleri için asgari master düzeyinin gerektiğine inan­
maya başladım. Bu konudaki düşüncesini almak istiyorum. Birde
YÖK öncesi lisansüstü eğitiminde bir düzen varmıydı?
Fakültenizdeki o seminerleri bende hatırlarım, gerekirse
gönüllü gidilirdi. Ama standartlar ne idi? Yani ne kadar seminere
giderseniz doktora yaparsınız? Veya doğrudan doğruya avukat
yazıhanelerinde yardım edilerek mi asistanlık sürerdi? Hukuk için
söylüyorum, yahut hiçde böyle mezuniyet sonrası olmadan
çanta tutarakmı tamamlanırdı? Bu sistemide Hocam çok iyi bilir.
Ama bugünün rakamları karşısında bir kişinin-bir kişiyi eğiterek
mezuniyet sonrası eğitimini yaptırması dünyanın neresinde
kaldı? Onu da taktirine arz ediyorum.
Sayın Hocamızın, bu konularda düşüncelerini almak isterim.
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN - Sayın Prof. Sağlam'a
teşekkür ederim. Böylece bu konudaki görüşlerimi açıklama
fırsatını bana verdiler.
Yükseköğretimde lisansüstü eğitimde seçmecilik daha
sağlıklı şüphe yok. Yüksek lisans konusunda bizim fakültemizde
1976-1977'den sonra bir senede yüksek lisans programlarını
öğrettik. Özellikle özel hukuk alanı vesairede bu programların
amacı doktoraya yönelmek değildi; meslek alanında bunların
daha iyi yetişmesini sağlamaktı. YÖK kanununda açık hüküm ol­
mamasına rağmen bugün bu uygulama yüksek lisans doktoranın
ön kademesini oluşturması hata olmuştur kanaatimce. Türk
Üniversitelerinde lisans üstü eğitimin meslekî yönde de
geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bizim fakültemizde fev­
kalâde başarılı olan bu çalışmalar, maalesef YÖK döneminde
kaldırıldı. Banka ve Ticaret Hukuku Enstitüsü olarak bir yüksek li­
sans diploması veremiyoruz, ama aynı esasları ben kendi Ens­
titümde uyguluyorum. Bu sene dördüncü yıldayız ve iyi netice-
213
ler alıyorum. Öğretim seviyemizin de Ankara Üniversitesindeki
yüksek lisansın üstünde olduğunu söylüyorlar, ben de o kanaat­
teyim.
İkinci konu: YÖ Klen önceki dönemde de standartlar belli
değildi. Şüphe yok yapılması lazımdı. Seminer tekniğine gelince,
seminer çalışması yapmak tekniği konusunda meslektaşlarımızın
da yeteri kadar tecrübe sahibi, bilgi sahibi olmadığı kanaatinde­
yim. Seminer çalışması bir küçük gurup çalışmasıdır. Öğrencilere
çalışmanın nasıl yapılacağı, araştırmanın nasıl yapılacağı gösterilir.
Konu verilir, hazırlık çalışmasını yaparak gelen öğrenci plan ve
tavsiyelerde bulunur, çalışmalar devam eder. Bizim yaptığımız,
uyguladığımız seminer budur. Ondan sonra seminer çalışması
gelir. Kütüphaneye tevdi edilir ve öğrenciler o çalışmasını anlatır,
diğer öğrencilerde görüşlerini bildirir, tartışma yapılır. Hocada
kendi kanaatini anlatır. Oda teklifini yapar. Böyiece daha
çekirdekten itibaren öğrenci, bu bilimsel çalışma havasına alışır.
Ben işte bu standartları tesbit etmek gerekir derken aynı za­
manda Türkiye'de seminer çalışmalarının nasıl yapılacağı konusundada meslektaşlarımızı yetiştirmek gerektiği kanaatindeyim.
Çünkü uygulamaları biliyorum. Ben Prof.Hırş’in öğrenciliğini,
asistanlığını yaptım. Daha fakültede öğrenci iken bizim
gördüğümüz şu olmuştur; her toplantı çin seminere çalışan bir
öğrenci tutanak yapardı, tesbit ederdi. Bunları söylediler, şunları
söylediler diye. Böylece ben şimdi 1943 senesinde yapılan
seminerde diğer arkadaşların, Hocanın söylediklerini kapsayan
bütün tutanaklara sahibim. Senelerce biz bunu uyguladık. Ama
her meslektaşımın bunu yaptığını söyleyemem.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Buyurun Sayın İnan.
M. RAUF İNAN -Sayın Başkan, sayın Yaşar Karayalçın'a
gönülden teşekkür ederim. Çok önemli bir konuyu, geniş eğitim
çerçevesi içinde -yüksek lisansın yerini- ele alarak ortaya koydu­
214
lar. Yükseköğretime gelen öğrencilerin -bugünkü seçim
yöntemiyle gelmekte olan öğrencilerin- gelişigüzel bir alınışı
oluyor. Yüksek öğretim ancak kuramsal yeteneği olanlar içindir.
Orta Avrupa'da (Avusturya, İsviçre, Almanya'da) seçilecek ku­
ramsal yetenekli öğrenciler 4 yıllık Temel Okuldan sonra orta de­
receli okullara geçerken gimnazyumlara ayrılıyorlar. Bunu son
millî eğitim şûrasında da söyledim. İş Bankasının 1971'de
yayımladığı Orta Avrupa'da Gelişmenin ve Demokrasinin Temeli:
EĞİTİM yapıtı bu konuyu ayrıntılarıyla açıklar.
Sayın Millî Eğitim Bakanı bu göreve geldiği günden
başlayarak okullarımızda bir türlü yabancı dil öğrenilemediğini
söylüyor. Bu doğrudur. Öğrenilemiyor ve bugünkü koşullarda
öğrenilemez de. Çünkü yabancı dil öğrenebilmek için de yine
ve özellikle kuramsal yetenekte olmak gerekir.
Üniversite yükseköğretim kuramsal yetenekte olanlara özgü
bir kurumdur. Sayın arkadaşım Emiralioğlu birkaç kez dile getirdi:
Köy enstitülerinden Yüksek Köy Enstitüsüne alınacak olanların
başarıları, beş yıllık öğretim süresinde öğretmenlerince izlenir,
saptanırdı: Yüksek öğrenimi yapabilecek durumda mıdır? Adaylar
buna göre seçilir gönderilirdi. Bu nedenledir ki, onların arasından
başansız tek kişi çıkmadı.
Yüksek öğretime gelenlerin kuramsal yetenekte olmaları gibi,
yüksek lisans için ayrıca daha yetenekli olmaları ve bunun
üzerinde özellikle durulması gerektir.
Yetenek konusu bizde, eğitimimizde ele alınmamıştır,
üzerinde bir kavram olarak bile durulmamıştır. Bu nedenle de
hayatın birçok alanlarında zararını görüyoruz. Örneğin o korkunç
trafik kazaları, gelişi güzel, yetenekli, yeteneksiz kimselerin ağır
vasıta kullanmalarından ileri geliyor. Ağır vasıta kullananların bir
psikolojik incelemeden geçirilmeleri lazımdır. Trafik kazalarına
çoğunlukla ağır vasıta kullananlar sebep olmaktadırlar.
Yüksek lisans için sadece kuramsal yeteneği olanlar değil;
onlardan daha ileri ve üstün yetenekleri olanların dikkate
215
alınmaları gerektiğini belirtmek istedim. Çok teşekkür ederim.
BAŞKAN -Çok teşekkür ederiz.
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN -Sayın Inan’ın sözlerine ta­
mamen katılıyorum. Bugünkü sistemde yüksek lisansa kayıt ol­
mak için giriş imtihanında başarılı olmak lâzım. Doktoraya kayıt ol­
mak için ayrıca yabancı dil imtihanında başarılı olmak lâzım, fakat
uygulama nasıl oluyor? Uygulamada yetenek tespit edilebiliyor
mu?
Biz normal düzende yetiştik. Biz lisans öğrencisi iken üç tane
seminer çalışması yapılırdı. Çünkü doktoraya kayıt olmak içni üç
seminer sertifikasına sahip olmak gerekiyordu. Lisans üstü
çalışmalarda yeteneği tesbit bakımından bundan daha iyi bir yol
yoktur. Ayrıca biz senelerce fakültemizde asistan olacakları semi­
ner çalışmalarında tespit ettik, seçtik, aldık. Bugün de böyle ol­
ması lâzımdır. Doğru yol budur. Çünkü bunlar ilerde hoca olacak­
lar, bu gençlerde ayrıca araştırma gücü olması lâzım. Bir kimsede
araştırma gücü, yeteneği var mıdır, yok mudur? Bu, ancak semi­
ner çalışmasında belli olur. Diplomanın pekiyi dereceli olması ye­
terli değildir. Diplomada başarılı olmak, imtihanda başarılı olmak
belli düzeyi gösterir. Ama araştırmaya yönelmek isteyenlerde
diploma dışında başka meziyetler de gerekir. Bu da seminer­
lerde anlaşılır.
BAŞKAN -Teşekkür ederim.
Sayın Özoğlu, buyurun.
PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN ÖZOĞLU -Sayın Prof. Karayalçın’ın son cümlesinden devam ederek görüşlerimi sunmak is­
tiyorum. Bizde yüksek lisansa giriş, araştırma görevliliğine giriş
yöntemi ne odur, ne de budur. Temelde bir kadrolaşmanın
yöntemidir. Bunu bu çerçevede tartışmalıyız. Kadrolaşmaktır.
Yüksek Lisans, Doktora dereceleri falan sonra gelir. Bugün YÖK
21 S
üniversitelerindeki yüksek lisans veya lisans üstü eğitimi bir
kitle eğitimidir. Üniversitece kadrolaşmak için bir araç olarak kul­
lanılmaktadır. Aslında, doktora derecesi, üniversel anlamda
alınabilecek en yüksek derecedir. Doktorayı alan kişi
üniversitede çalıştığı sürece profesör olmaktadır. Bir başka
endüstri konusunda çalıştığı sürece ise bir profesör değildir, bi­
lim doktorudur. Amerika Birleşik Devletlerinin Atom Enerjisi Ko­
misyonu ve diğer belirli komisyonlarının başındakiler profesör
ünvanını kullanmazlar, bilim doktorudurlar. Ama onlar belirli
üniversitelerde profesörlük yapmış olabilirler. Bu gerçeği
görmek zorundayız. Uzun yıllar bu ülke, doktorasız profesörlerle
yükseköğretimini, üniversitesini yönetti. Teme! bir gerek vardı.
Belirli düzeyde yetişmiş ehil elemanları doktoraları olmadan da
profesör yaptılar. Dikkat ederseniz, o dönemde bile bir kanunla
kimseye bilim doktorası verilmedi. Ama şimdi, uygulama, bu
üniversiter tavıra ve değerlere pek yer vermemektedir.
Doktora derecesi, özür dilerim bu sözü kullanacağım, bilim
yaşamının, üniversitenin namusudur. Bunu herhalde üniversiter
anlamda korumak zorundayız. Doktora derecesi dağıtılarak veril­
mez adaylar onu kazanarak alırlar. Nerede? Üniversiter ortamdan,
programdan alırlar. Becerebilirlerse dereceyi alırlar. Ama bir giriş
sınavını kazanıp, bir kadronun elemanı haline geldikten sonra
doktora derecesi almak ise bir otomatiğe bağlanarak derece al­
mak gibi bir özellik taşıyor. Sorun budur. Bunun üzerinde dur­
mak gerekir.
Bir diğer hususa daha değinmek istiyorum. Üniversitedeki ar­
kadaşlar bu hususlara hiç değinmiyorlar. Bunların konuşulması
lazım. Aldığınız araştırma görevlisini yüksek lisansa otomatik ola­
rak yolluyorsunuz. Ne yapıyor araştırma görevlisi? Ders mevrs
almıyor. Hocasının derslerine onun yerine yasa izin vermediği
için girmemesi gerekir iken giriyor, girme durumunda kalıyor. Bu
durumu üniversitelere sorarsanız, hiçbirisi araştırma görevlisinin
ders okuttuğunu söylemez, ama gerçekte araştırm a
görevlilerinin ders yükünün ne olduğunu hepiniz biliyorsunuz.
217
Bu gençler bilim formasyonunu hocasının derslerini vererek ka­
zanmaktadırlar. Yani el yordamı ile kazanmaktadırlar. Bu gerçekler
içerisinde böyle bir lisans üstü eğitim, geleceğimiz için gele­
cekte üniversitemiz için ne anlama gelir takdirlerinize sunmak is­
tiyorum. Bu gençler bilimsel formasyonu dahi yeterince kazana­
mamış görünmektedirler. Bunların yeteneklerinden falan söz
etmiyor, en temel bilim formasyonunu dahi sistematik olarak ka­
zanamamışlardır, çünkü bu olanak onlara sağlanmamıştır. Ders
vermekten başını alıp iki araştırma, üç eser inceleyememiştir. Bu
gençler yarın öbür gün ü nive rsite m izin kadrosunu
oluşturacaklardır. Kitle eğitimi belki belirli meslekler için yüksek li­
sans düzeyinde gerekebilir, ama belirii mesleklerde özellikle bi­
lim doktorası düzeyinde bu kadar serbest davranamayız.
Üniversiter dereceleri, üniversiter anlayışı bir tarafa bırakarak
dağıtamayız.
Konuyla ilgili bir diğer noktayı daha belirlemek istiyorum.
Üniversitede, fakültesinde, bir yardımcı doçent eğer etrafında
hiç doçent veya profesör yoksa, yardımcı doçent olur olmaz,
yüksek lisans programı açmak istemektedir. Acaba neden?
Yüksek Lisans programı saygınlık kazandırıyor. Çünkü onu
"hoca" haline getiriveriyor. Birdenbire kendisine hocalık payesi
verilmiş oluyor. Dr. Ahmet, hoca Ahmet haline geliveriyor. Hele
bir doçent oldu mu her şeyi yapmak durumundadır artık. Sayın
Prof. Karayalçın da değindiler, üniversitenin mutfağında bu du­
rumlar daha acı ve bu genç ne yazık ki yüksek lisansı yeterince
göremediği, yeterince formasyon alamadığı için anlaya­
madığından hem lisansı, hem yüksek lisansı, hem doktorayı
yaptırılabileceği anlayışını geliştirmiştir. Kolaycı yaklaşımların en
tehlikelerinden birisi de budur. Öğretim üyeliğinin mütevazi
olma, formasyon verirken takılması gereken bilimsel tavırları
geliştirm e d eneyim lerini görem eyen, yaşam ayanların
yetiştirdikleri de herhalde o tavırları takınamayacaktır.
Çok teşekkür ederim.
BAŞKAN -Teşekkür ederim.
'*218
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN -Bu fikrin özünde kanaa­
timce -yine bazı baskıların sonucu veya tercih edilen siyasî ilke
sonucu gerçekleştirilen- Yükseköğretim Kanunu ile Türkiye'de
yükseköğretim kuruluşlarının bütünleştirilmesi olgusu yatmak­
tadır. Eğitim enstitüleri, akademiler, diğer yüksek okullar,
üniversiteler hepsi hamur haline getirildi, bütünleştirildi. Aslında
bu, siyasiî bakımdan sosyalist görüşün bir sonucudur, Alman­
y a ’da da ’G e s a m th o ch sch u le ' te crü b e
e d ilm iş tir;
gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Fakat orada bu çözümün
sakıncaları anlaşılmıştır ve vazgeçilmiştir.
Türkiye'de bütün bu değişik düzeyde ve değişik amaçlı kuru­
luşlar bir araya getirilince ister istemez ciddî problemler ortaya
çıkacaktır; bunu önlemek mümkün değildir. Bundan sonra
ünvan
m e s e le le ri
b a ş la y a c a k tır.
A k a d e m ile rd e k i,
üniversitelerdeki hocaların ünvanları eşdeğerde sayılacaktır.
Konservatuvaıiar üniversiteye bağlanınca oradaki hocaya da,
Profesör ünvanı verilecektir. Devlet sanatçısı sıfatını taşımanın
prestiji bir insan için, bir sanatkâr için yeterli olması lâzım gelir. Sa­
natkâr olmak başkadır, üniversite hocası olmak başkadır. Çok
başarılı bir sanatkâr belki üniversite hocasından daha muteber bir
kişidir; herkes üniversite hocası olabilir ama güçlü bir sanatkâr olamaz. Fakat yüksek düzeyde sanatçı olmak üniversite profesörü
sıfatını kazanmak için katiyen gerekmez ve yeterli değildir. Bu
sıfatlar için gereken şartlar birbirinden çok farklıdır. Başka konular
da var ama benden sonra konuşacak arkadaşımın vaktini almak
istemiyorum. Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Buyurun efendim.
PROF. DR. ZİYA BURSALIOGLU -Sayın Başkan, biraz evvel
değerli meslektaşım Süleyman Çetin Özoğlu’nun, araştırma
görevlilerinin master ve doktora derslerine girmeden sadece
hocaların derslerini doldurarak bu programları tamamladığı ve bu
dereceleri aldığı şeklindeki ifadesinin; belki başında, belki de or-
219
tatarında, benim işitmediğim bazılarının gibi bir sözcüğü de sarfettiğini var sayıyorum, teşekkür ederim.
MEHMET EMİRALİOĞLU -Efendim, Sayın Hocamız Prof. Dr.
Yaşar karayalçın, eğitim disiplinini fakülteleştirme işlevini yapmış
bir bilim adamı olarak, bu günkü konuşmasıyla, çok yarar­
landığımız, unutamayacağımız bilgiler verdi. Bu alanda bir kaynak
kişi olarak kendileri açıklama zorunluluğu olmadan yapılacak bir
anketleme. "buradaki kimlik açıklamadan duyulan kaygı nedir ki
açıklanmaması isteniyor. Bunun açıklanmasını rica ediyorum.
"MEDİTOKRASİ" ve "MEDİOKRASİ" kavramları, demokrasi
günlüğünde, politika uygulamalarında, üzerinde durulması,
çalışmalarda kullanılması, gereklerine uyulması, her zaman
gözönünde bulundurulması gereken kavramlardır. Bu kavramları
kamuoyuna mal ederek günlük dilimizde kullanacağımıza,
yönetimleri iyileştirmenin bu kavramlara uyulmasını gerektir­
diğine göre Sayın Prof. Dr. Karayalçın, bu Türkçe karşılıklar bul­
maya çalışabilirler, bunları Türkçeleştirebilirler mi? Bunlara karşılık
bazı sözler kullandılar, gibime geliyor. Onları önererek
MEDİTOKRASİ ve MEDİOKRASİ sözcüklerini Türkçeleştirecek
çalışmalar yapacaklar rm?
Kendilerine bir başka sorum daha var. Emperyalizim dendiği
zaman, genellikle ve yalnızca ekonomik emperyalizm akla geli­
yor. Oysa bir kültür emperyalizmi, onun da içinde eğitim emper­
yalizmi kileşim yada içinde çalışanların da bulunduğu insanların
sınıflanması bellidir. Ekonomi ve sınıflar kadar, kültür ve eğitim de
emperyalizme konu olmuyorlar mı? Lisans ve lisans üstü
eğitim deki personel'den bazıları yürütücüdür, bazıları
danışmandır, bazıları alan elemanıdır. Bunlar birbirinin yerini
işletme ve yönetimde alamazlar, ancak danışmalı ve eşgüdümlü
olarak birlikte çalışırlar. Ama YÖK'e baktığımızda O'nun garip ve
karmaşık bir kuruluş olduğunu görüyoruz. Hem yürütücüdür,
hem danışmandır, hem alan elemanıdırlar. YÖK yüksek
220 -
öğretimde her üç niteliği de üstünde toplayamaz. Bu durumu ile
bunlardan biri olmaya da razı olamaz. Onun için YÖK kaldırılmalı
ve Üniversitelerle yüksek okullar yeniden düzenlenmelidir diyo­
ruz. Yükseköğretim sorunu gündeme geldiğinde bu günkü
karışıklıklar önlenmelidir. Bu önleme nasıl olacaktır? Yazılarında, li­
sansüstü öğretimi, yüksek okul ve fakülte olarak örgütlemek ge­
rektiği yolunda bir önerileri var. Bunu daha önce de başka
yönden dile getirdiler. Burada sorum şudur:
Bir örgüt kuruyor, yönetim başlatıyorsunuz, öğretim üyelerini
başka yerlerden alıyorsunuz. Böylesi bir ayrı örgütlenmede bura­
lara yetecek kadar lisansüstü öğretim verecek sayıda ve nitelikte
öğretim üyesi yedek olarak Türkiye’mizde varmıdır? Yoksa
dışardan getirilebilir mi, getirilmeli midir?
Değerli arkadaşım, Sayın Prof. Dr. Süleyman Özoğlu'nun
değindiği "kadrolaşmak sakıncası" nı düşünerek sormak istiyo­
rum:
Sayın M.Rauf İnan öğretmenim (kendisi böyle dememi ister)
Köy E nstitüsünden Y üksek Köy E nstitüsüne yani
yükseköğrenime nasıl gelindiğini açıkladılar. Onu yineleme­
yeceğim. Ben burada Yüksek Köy Enstitüsünü bitirenlerin
Yükseköğrenim üstü öğrenimleri hakkındaki düzenlemeyi dile
getiremezler miydi? Ben bildiğimi açıklamak isterim.
Yüksek Köy Enstitüsü Yönetmeliğin yanılmıyorsam 28. ya da
yanılıyorsam başka bir maddesinde bu konu düzenlenmiştir. Bu
madde diyor ki: Üç yıllık öğretim boyunca, dal öğretim üyeleri,
öğrencilerini ayrı ayrı izlerler. Bunlardan dış ülkelerde daha
yüksek öğrenim yapabilecek özel anıklık gösterenleri, Okul
Öğretim Üyeleri Kuruluna önerirler. Orada bu madde bize uygu­
landı. Bilirsiniz Ankara özel İdare Fidanlığı şimdiki Kurtuluş parkı
ve onun çevresindeki Apartmanların bulunduğu yerdeydi ve Bu­
ranın Müdürü Sanih Alpaslan, Yüksek Köy Enstitüsünün Bahçe
Kültürleri öğretim Üyesiydi. Ankara'daki tüm öğretim üyelerimiz
ve profesörlerimiz burada toplanarak içinde bulunduğum bir gu­
2 21
rup arkadaşımızı, değişik dallarda üst öğrenimi yurt dışında yapa­
cak özel anıklığa sahip olarak belirlemişlerdi. Bununla ilgili burs­
ların Millî Eğitim Bakanlığınca verileceği kararda belirtilmişti. 1947
de yapılacak genel seçimler bir yıl öne alınıp 1946 da aynı parti
içinde iktidar, Köy Enstitülerini benimsemeyen bir kadronun
eline geçince, bu burslar verilemedi ve üst öğrenimler
yapılamadı. Esasen Yüksek Köy Enstitüsü de kapatıldı. Şimdi
buradan da bir soru çıkarıyor ve soruyorum:
Bu yöntem Üniversitelerimizde de işletilebilir mi?
Köy Enstitülerinin bilinmeyen ve unutulmuş tarihinden söz
edişim bazılarını sıkmış olabilir; sıkıntı duymadan beni dileyenlere
teşekkür eder, hepinizi saygıyla selamlarım. Gündem dışı ve ge­
reksiz şeyler söylemedim lütfedip dinlediniz, sevindim.
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN -Sayın Emiralioğlu'nun
sorularının hepsine cevap verecek durumda değilim; çünkü vakit
oldukça ilerledi.
Neden yapılacak ankette kişilerin isim belirtmemesini
önerdim. Sebebi açık. Çünkü kişi kendi isminin duyulmasını iste­
meyebilir. Eğer ismi belirtme zorunluğunu koyacak olursanız
bazı bilgileri edinememek tehlikesi ortaya çıkabilir. Bunu
önlemek gerekir.
İkinci som: Meritokrasi yeni bir terimdir. Avrupa'da da yeni kul­
lanılan bir terimdir. Türkiye'de tam karşılığı yok. Türkçe'de de­
mokrasi kelimesi var, aristokrasi kelimesi var, meritokrasi konu­
sunda 16 yıl önce bir konferans verdim. Meritokrasi yerine
Türkçe bir deyim de bulamadım.
Eğitim emperyalizmi konusu: Ben konuşmamın başında da
arz ettim. Gizli eller, yabancı güçler vs. belki vardır, belki li­
sansüstü eğitimi etkileyen gizli eller, yabancı güçler vardır, bile­
mem. Fakat ben bu kanıda olmadığım için bu konu üzerinde dur­
madım. önemli olan kendi işimizi kendimizin yapması, problem­
222
lerimizi kendimizin değerlendirmesi ve çözmesidir. Sebep olarak
sadece gizli elleri, yabancı güçleri görürseniz, sorumluluğu
üzerinden atmış olursunuz. Türkiye'nin yükseköğretimini bozan­
lar yabancı eller derseniz, yerli elleri aklamış olursunuz. Bizim
kendi sorumluluğumuzu idrak edip içimizdeki sorumluları aramak
gerekir. Yabancılar gerekçesine dayanıp işi hafife almamak
lâzımdır. Mesele bu bence. Yüksek öğretim i bozanlar
içimizdedir.
Türkiye'de önerdiğim şekilde bir lisansüstü okul veya
fakültesi kurulursa bunun için yeterli eleman vardır. Eğer
dediğim şekilde belli yerlerde Türkiye'de güçlü merkezler (Centres of excellence) lisansüstü fakülteler oluşturulmak istenirse
hiç şüphe etmiyorum Türkiye'de bunu çok başarılı şekilde
gerçekleştirecek güçlü meslektaşlarım vardır. En üst düzeyde
eğitim ve araştırma yapacak gerçek olan meslektaşlarım biliyor
musunuz nerede vakit kaybetmektedirler? önlisans okullarında.
Bu Türk ilim hayatı bakımından affedilmez bir israf, günahtır.
Planlamanın amacı mevcut malî ve akademik imkânları en ve­
rimli şekilde kullanmaktır. Akıl almaz bir israf içindeyiz. Ben
Türkiye'de o düzeyde elemanların mevcut olduğu, meselenin
bir organizasyon, planlama meselesi olduğu kanaatindeyim.
Son olarak kadrolaşmak. Kadrolaşmak kelimesi çok talihli bir
terim değildir. Kadrolaşma kelimesi ile ifade edilmek istenen bir­
birinden çok ayrı iki kavram vardır. Kadrolaşmak siyasî kadro­
laşmak anlamına gelir aslında. 1981'den sonra bazı yerlerde bu
defa ters yönde kardolaşma olduğunu görüyoruz. Ancak kadro­
laşma ile anlatılmak istenen kadrolara güçlü eleman bulmak me­
selesi ise, bu kadrolara eleman seçilecek yerler seminerlerdir.
223
Eğer fakültelerde lisans düzeyinde sem iner çalışması
yapılmasına izin verilirse, bakın kısa süre içinde ne güçlü gençler
yetişecektir! Ben bunu kendi Enstitümde yaşıyorum. Lisansüstü
eğitim öğrencileri kütüphaneyi görüp hiç çalışma, araştırma yap­
mamış; arşiv nedir, katalog nedir, nasıl araştırma yapılır bilmiyorlar.
Bu boşluğu doldurmak için hazırladığım kitabım 1985'de üçüncü
baskısı yapıldı. Öğrencilere fırsat vermek, öğretmek lâzım, yolu
açmak lâzım. Siz üniversite olarak lisans düzeyinde semineri
önleyecek olursanız elbette bu durum, bu sonuç ortaya çıkar.
Ankara Hukuk Fakültesinde lisans seminerleri 1940 tarihli
Yönetmelikde yer almıştı. 1988 yılında Türkiye’nin bu açıdan se­
viyesi 48 sene evvelki seviyesinin altındadır, bunu çok üzülerek
ifade ediyorum.
BAŞKAN -Efendim, Beşinci Oturumu kapatıyorum.
Altıncı Oturumu yönetmek üzere Sayın Nizamettin Koç’u da­
vet ediyorum.
224
BİLDİRİ V
YÜKSEKÖĞRETİMDE
ÖĞRETİM ELEMANLARININ
YETİŞTİRİLMESİ
PROF. DR. KEMAL GÜÇLÜOL
(F.Ü. Teknik Eğitim Fakültesi Dekanı)
Oturum Başkanı : DOÇ. DR. NİZAMETTİN KOÇ
YÜKSEKÖĞRETİMDE ÖĞRETİM ELEMANLARININ
YETİŞTİRİLMESİ
I. GİRİŞ
Bilimsel çalışmaların yapılıp yayıldığı ve üst düzeyde kritik insangücünün yetiştirildiği yükseköğretim kurumlan son yıllarda
eğitimde en çok tartışılan ve değişmelere uğrayan kurumlar ola­
rak belirmektedir. Bu kurumların artan öğrenci sayıları, artan ma­
liyetler ve toplumun bu kurumlardan her gün daha farklı ve etkin
görevler bekleme eğilimi, bilim ve teknolojideki süratli gelişme ve
değişmeler yükseköğretimi çok yönlü olarak tartışma konusu ha­
line getirmiş bulunmaktadır. Bu arada öğretim elemanı yetiştirme
de bu konular arasındadır ve önemli bir sorun olarak nicelik ve
nitelikler yönünden tartışılmaktadır.
Bilindiği gibi, yükseköğretimde öğretim elemanı yetiştirmenin
bir geleneği vardır. Özellikle klâsik sistemlerde, bu gelenek, bir
kürsü profesörünün denetim ve gözetiminde bilim adamı olma
çabasının ifadesidir ve bir tür usta-çırak, üstat-izleyen ilişkisi nite­
liği taşır. Anglo-Sakson ve özellikle A.B.D. uygulamalarında ve
bu tür sistemleri benimseyen örneklerde ise, lisans düzeyindeki
yükseköğretimde olduğu gibi, öğretim üyeliğine giden yolda da
"formal" bir hazırlık, lisansüstü düzeyde bir "hizmet öncesi
eğitim" söz konusudur. Bu da sırasıyla "yüksek lisans" ve
"doktora" öğrenimi olarak belirir.
Türk Millî Eğitim Sisteminde de yükseköğretimde öğretim
elemanı yetiştirme sorunu önemli ve öncelikli sorunlar arasında
yer almaktadır. Nitekim onsekizinci yüzyıldan beri ileri Avrupa
ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletlerinde eleman yetiştirme
çabaları bunu göstermektedir. Son yıllarda sayıları artan
yükseköğretim kurumlarıyla bu kurumlardaki öğrenci artışı
öğretim elemanı ihtiyacını daha çok artırmış ve sorun daha kritik
ve karmaşık bir görünüm almağa başlamıştır.
227
il. ÜNİVERSİTE, ÖĞRETİM ELEMANI VE EĞİTİM
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ilk Darülfünün 1863 de
açıldı. Daha sonra, 1870 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi
ile Darülfünun-u Osmani, 1900 de Darülfünun-u Şahane kurul­
du. Darülfünun-u Şahane'nin tüm görevlileri eğitim bakanınca
aday gösterilip padişah tarafından atanmıştır. 1908 de
"Darülfünun-u Osmani" adıyla yeniden örgütlenen üniversitenin
görevi "Bilimi bulmak, korumak ve yaymak" olarak belirlenmiştir.
1869 Tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesinde belirtildiğine
göre:<1>
a) İstanbul'da Darülfünun-u Osmani (Osmanlı Üniversitesi)
adıyla bir üniversite kurulacaktır.
b) Üniversite öğretmenlerine ikibinbeşyüzden beşbin kuruşa
ve yardımcılarına binbeşyüzden ikibinbeşyüze kadar aylık
maaş verilecektir.
c) Üniversite öğretmen yardımcıları öğretmen nizamnamesine
göre seçilecek ve tayin olunacaktır.
ç) Profesör (Müderris) olmak isteyenler, bitirme diplomasını
aldıktan sonra, bir yıl daha kayıt pusulalarını alacaklardır. Bu
süre içinde uygulanacak usule göre imtihan olunacak ve
bir ilmi konu üzerinde çalışacaktır. İmtihanda ve
çalışmalarında başarılı sayılanlara nizamnameye göre
profesörlük (müderrislik) yetkisi (ruus) alabilmeleri için vesi­
ka verilecektir.
d) Üniversite Maarif Nezaretiin teklifi ve padişahın emriyle tayin
edilecek bir nâzır tarafından idare edilecektir.
Aslında, Darülfünun-u Osmani 1914 yılında Alman
profesörlerin de görev almasıyla üniversite niteliğini daha çok ka­
zanm ıştır. 1918-1919 Öğretim Y ılı'nda da yeni bazı
düzenlemelerle bilimsel özerklik kazanmıştır^2) Daha sonra,
1934 de, İstanbul Üniversitesi Talimatnamesinde belirtildiği gibi,
"Bilgi sahalarında araştırmalar yapmak, millî kültürü ve yükek bil-
228
giyi genişletmeğe ve yaymağa çalışmak, devlet ve memleket hiz­
met ve işleri için ergin ve olgun unsurlar yetişmesine yardım et­
mek gibi vazifeler için" İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.
12.61946 gün ve 4936 Sayılı Üniversiteler Kanunu ile de Anka­
ra Üniversitesi ile diğer üniversiteler bir çatı altında toplanmış,
1950 den sonra da Ankara ve İstanbul dışındaki üniversiteler ku­
rulmağa başlanmıştır. Nitekim 25.2.1953 gün ve 6059 Sayılı
"Doğu Üniversitesi Kuruluş Hazırlıkları Hakkında Kanun"
çıkarılmış ve 31 Mayıs 1957 gün ve 6990 Sayılı kanunla da
Atatürk Üniversitesi'nin kurulmasına karar verilmiştir. Tüm bu
gelişmeler daima öğretim elemanı ihtiyacı sorununu gündeme
getirmiş ve sürekli olarak çeşitli önlemler alınmıştır. Bu arada,
4936 Sayılı Kanunla belirtilen fonksiyonlarına yeni fonksiyonların
eklendiğini gördüğümüz üniversiteler, yeni düzenlemelerle git­
tikçe artan öğretim elemanı ihtiyacı ile karşı karşıya kalmışlardır.
Aslında, 1750 Sayılı Kanunda belirtilen yükseköğretimin
amaçları, küçük değişiklikler hesaba katılmazsa, 4936 Sayılı Ka­
nunda yeralan amaçlara benzemektedir. Bu değişiklikler
arasında:
1. Çeşitli yükseköğretim kademelerinde bilimsel çalışmaları iz­
lemek.
2. Çağdaş bilim ve teknoloji ilkeleri ve devlet kalkınma planlan
amaçları doğrultusunda kaynaklardan en rasyonel, verimli ve
ekonomik şekilde yararlanmak, gibi hükümler dikkati çeker.
Burada, herşeyden önce "Yükseköğretim" kavram ve uygu­
lamalarıyla yükseköğretimde görevli "öğretim elemanı" kavramları
ve bu konuda akla gelebilecek bazı sorular üzerinde durmak is­
tiyoruz.
Geleneksel olarak, yükseköğretim kurumlan ortaöğretim son­
rası kurumlardır. Son yıllara kadar da genel olarak -ve birçok
ülkede bugün bile- "seçkinlerin yararlanabildiği bir eğitim verir­
ler. Şüphesiz bu "seçkin" olma hali her zaman ve sadece
"sınıfsal" özelliklere ilişkin değildir, bu kurumlarda lisans veya dip­
229
loma verilmekte, dört yıl ve daha fazla süreleri kapsayan
üniversitelerin dışında yine dört yıl veya daha az bir sürede
eğitimin tamamlandığı ve çeşitli amaçlara dönük ve çeşitli adlarla
anılan yükseköğretim kurumlan da bilinmektedir. Bazan bu tür
kurumlar ve özellikle iki yıl süreli olanlar, ortaeğitim kapsamı
içintis görülür veya "toplum kolejleri", "kısa süreli yükseköğretim
kurumlan", "enstitüler" olarak adlandırılırlar. Öğretim üyesi,
öğretim görevlisi, asistan, uzman, okutman gibi ünvanlarla tüm
bu yükseköğretim kurumlarında görev alan akademik personel,
ilgili kurumun amaçları doğrultusunda, "bilimsel" veya "öğretim"
ağırlıklı bir çalışma düzenine uymak zorundadır. Örneğin, bazı
yükseköğretim Kurumlarında akademik derecelerin veya bilimsel
araştırmaların değil uygulama ağırlıklı çalışmaların ve atelye
öğretmeni tipi öğreticilerin önem taşıdığı doğrudur. Aslında bu
tür kurumlarda, yatay ve dikey geçişleri sağlayıcı seçenekleri be­
lirleyen programlar dışında, akademik çalışmalara ve kuramsal
derslerin öğretimine değil, uygulamalı çalışmalarla pratik bilgi ve
beceri kazandırıcı derslere ağırlık verilmesi gerekmektedir.
Amaçlarına uygun olanı budur. öğretim elemanlarının da bu
amaçlara hizmet edecek nitelikte elemanlar olması beklenir.
Bilindiği gibi, 1750 ve daha sonra 2547 sayılı kanunlarda
öğretim üyeleriyle öğretim üyesi yardımcılarının görevleri, atanma
şartları ve hatta disiplin işlerine ilişkin ayrıntılı hükümlerin yer aldığı
görülmektedir. Buna göre, üniversitede görevli "akademik" per­
sonel "öğretim elemanları" olarak belirlenmiştir. Üniversite
öğretim üyeleri, "üniversite profesörleridir". (1750 S.K.Md.18).
"Asistanlar, öğretim görevlileri, araştırma görevlileri, okutmanlar,
uzmanlar, çeviriciler" ise "üniversite öğretim yardımcılarıdır".
(Aynı kanun Md. 28). 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu'na gö­
re 1750 Sayılı Kanun uyarınca "öğretim yardımcıları" grubunda
bulunan doktoralı asistanlar "yardımcı doçent" ünvanıyla "öğretim
üyeleri" grubuna dahil edilmiştir. Her iki yasada ve bu yasalara
göre hazırlanan tüzük ve yönetmeliklerde öğretim elemanlarının
görevleri, atanma ve yer değiştirmeleri, yükselmeleri ayrıntılarıyla
belirtilmiş bulunmaktadır.
230
Şüphesiz, yapısal durum yanıda, yükseköğretimin amaçlarına
ulaştırılmasında insan unsurunun ve en başta da öğretim
üyelerinin ve yardımcılarının nitelikleri önem taşır. Bu konuda ilk
akla gelecek sorulardan birisi de "Öğretim üyesi veya öğretim
elemanı öğretmen midir?" veya "Öğretim elemanları ne derece
öğretmendir?" Ya da "Yükseköğretim öğretim elemanlarının
öğretmenlikle ilgisi nedir? biçimindeki bir sorudur.
Bilindiği gibi öğretim üyesinin klâsik roiü önce bir "alan bilgisi
uzmanı" olması, sonra da "bilgi vermesi" ile anlatılır. Bu onun
"bilgi yayıcı, bilgi sağlayıcı" olma özelliğine de uyar. Bu tür
görevler de herşeyden önce bir organizasyon, açıklık ve bilgi
öğretimi ile ilgilidir. Ardından, öğrencileri tanıma, onların ilgisini
çekebilme, heyecan ve bazı strateji ve yöntemleri bilip uygulama
gibi bilgi ve becerilere sahip olma gerekliliği gündeme gelecek­
tir. Bu arada, "öğrenmede rehberlik etme" de öğretim ele­
manının yerine getirmesi beklenen bir diğer görevidir. Bu ne­
denle, öğretim elemanının ve özellikle öğretim üyesinin insanları
ve özellikle gençleri sevmesi, sabır, olgunluk, tarafsızlık gibi te­
mel sayılabilecek bazı niteliklere sahibolması gerekir.
Sonuç olarak, öğretim üyesinin hem bilim adamlığı, hem de
öğretmenlik işlevlerini yüklendiği açıkça görülmektedir. Ancak,
öğretim üyesi yardımcılarının "bilimsel olma” niteliklerinin
"öğretmen"inkine daha yakın olacağı, daha doğrusu onların bi­
limsel araştırma yapma, bunların sonuçlarını yayma gibi "bilim
adamı olma" özellikleri bir öğretim üyesinin düzeyinde, ondan
beklenen kapsam ve ağırlıkta olmayacaktır. Bununla birlikte,
öğretim üyesinin de "öğretmen" özelliği gösterme gerekliliği
hiçbir zaman hesap dışı ve unutulabilecek bir şey değildir.
Bu noktada, öğretim elemanlarının "öğretmen olma"
özelliklerini düşünerek öğretmen yetiştirmede izlenen bellibaşlı
modellere bir göz atmanın yararlı olabileceğini düşünüyoruz. Bi­
lindiği gibi, öğretmenlerin genel, mesleki veya profesyonel ve
belirli bir alan veya bilim dalında belli bir düzeyde yetişmiş olmaları
beklenir. Bu beklentilerde olduğu kadar belirtilen alanlarda
2 31
yetişme düzeyleri sistemler arasında, hatta aynı sistemin farklı
eğitim düzey veya türleri arasında aynı değildir. Bu durum yıl
veya yetiştirme programlarının süre ve kapsamı yönünden de
farklılıklar gösterir. Hizmetöncesi, hizmetiçi eğitim, staj veya uy­
gulama için de aynı durum söz konusudur. Bunlarla birlikte,
özellikle son yıllarda, öğretmen yetiştirmede, öğrenim program­
larının kapsamı, öğrenim süresi, hizmetiçi eğitime ayrı bir önem
verme, yeni teknolojilerden yararlanma gibi konularda genel bir
eğilimin ve "ortak" denilebilecek yaklaşım ve uygulamaların
gözlendiği bir gerçektir. Örneğin, Türk Eğitim Sistemi'nde de,
1739 Sayılı Yasa ile, öğretmenliğin genel kültür, alan bilgisi ve
öğretmenlik bilgisi veya pedagojik formasyon gerektiren ve en
az iki yıllık bir yükseköğrenimi gerektiren bir meslek olduğu belir­
tilmiştir. "öğretmen yetiştirme modelleri"ni aşağıdaki şekillerde
incelediğimizde (Şekil II.2 ve 3) bu ayırımın dört yıla, değişik
biçimlerde de olsa, yayıldığını-yıl olarak bazı farklılıklar da dikkate
alınsa-oranlarının farklılığına karşın belirtilen alanların her model­
de dikate alındığını görürüz.
Öğretmen nitelikleriyle öğretmenin rollerini karşılaştırdığı­
mızda öğretmen yetiştirmede ve düzeyi ne olursa olsun -öğretim
elemanı yetiştirmede bazı ipuçları elde etmemiz ve öğretim ele­
manı yetiştirme ve görevlendirmede izlediğimiz politika ve uygu­
lamalar üzerinde düşünüp bazı sorular sormamız mümkün ve ya­
rarlı olacaktır. Aşağıdaki tabloda (Tablo II.4) görüldüğü gibi,
öğretmenin bilgi vermeden sanatkâr olmaya kadar bazı rolleri
vardır ve bu rollerini yerine getirirken sahibolması gereken ve or­
ganizasyondan grup öğretimi becerisine kadar çeşitli nitelikleri
taşıması gerekir. Elbette buradaki sorulardan biri de, bu rol ve
becerilerin, niteliklerin yükseköğretim öğretim elemanları ve
özellikle öğretim üyeleri için ne anlam taşıyacağıdır. Belirtilen rol­
leri yerine getirme ve bunun için bazı nitelikleri taşıma
yönünden, acaba yükseköğretim öğretim elemanları hiç hesaba
katılmasa da, istenen sonuçlar-örneğin sadece bilimsel alanda
yeterli olma özelliği yeter sayılarak-elde edilebilir mi? Elde edile­
biliyor mu?
232
Yükseköğretimin "Geleneksel" ve "Çağdaş" yapıları ve
Türkiyedeki durum ana hatlarıyla aşağıda gösterilmiştir. (Şekil
11. 1 ).
( A)
Za m a n
Doktora Sonrası
SINIRI YOK
19.YIL
18 YIL
Mezuniyet Sonrası
( Lisans- Üstü)
Mezuniyet Sonrası
17YIL
16YII
Lisans
15YIL
İKİNCİ BASîMM
Üniversite
Lisans
U Y IL
(Lisans )
On Lisans
13 YIL
Geleneksel Yapı
Çağdaş Uygulama
Yüksek E ğitim in Örgütlenmesi ,
(G e ne l)
(B )
Mez.
Mez.
Sonrası Sonrası
18 YIL
Mez.
Mez.
Sonrası Sonrası
17YIL
16YIL
15YIL
U Y IL
1 3Y IL
12YIL
1
YUKSEKOKUl AKAD. ÜNİVERSİTE
ÜNİVERSİTE YÜKOKUl
1902 ÖNCESİ
'9 *2 DEN
T ürkiye'de
Yükseköğretim
ŞEKİL 11.1
YÜKSEKÖĞRETİMİN YAPISI
M YO.
SONRA
Tüm Çalışma Planlarında Dört Yıllık
Paralel Öğrenim
YIL
Özel Konu Veya
4
Meslek Eğitimi
Alan Eğitim i
3
2
Genel
Eğitim
1
iki
ve
Yıl Genel Eğitim Üzerine Alan
Meslek
Eğitim i
ŞEKİL 11.2
ÖĞRETMEN YETİŞTİRME MODELLERİ (A-l
YIL
5
Meslek
Eğitim i
4
(0)
3
Genel
E ğitim
Özel
Konu Veya
A lan
E ğ itim i
2
1
Dört Yıl Genel Eğitim ve Alan
Eğitim i ve Bir Yıl
Tüm A lanlarda
P aralel
Besı
Meslek E ğitim i
Y ıllık
E ğ itim
ŞEKİL 11.3
ÖĞRETMEN YETİŞTİRME MODELLERİ (C-D)
Öğretim
Organizasyon Heyecan Öğretici Grupla Öğretim
Rolü
Açıklık
Bilgi veren
Teşvik
X
Bilgisi
Becerisi
X
Bildiğini Gösteren
Gösterici
X
Olanak Sağlayan
X
Sokrat Görevi
Soru-Cevap
İzleme
X
Katılım Sağlayıcı
X
X
Terapist
X
X
Düzenleyici
Geliştirici
X
X
Klinik
Elemanı
Sanatkâr
X
X
Görüldüğü gibi W "öğretim" konusu ve bununla ilgili olarak
"öğretmenlik" uygulamaları sadece ve başkaca bir faktör veya
niteliği dikkate almadan -neredeyse kendiliğinden veya
öğreteceği konuyu bilen herkes tarafından- yürütülebilecek bi­
rer işlev veya uğraşı olmaktan uzaktır. Ancak, yükseköğretimde
öğretim üyesi yetiştirme modeli, geleneksel olarak "özel alan
236
eğitimi" ile bir tür "çıraklık" dönemini kapsar (Şekil 11.4).
9
8
7
Lisansüstü
Özel
Konu veya Alan E ğitim i
6
5
(Yüksek Lisans, Uzmanlık, Doktora)
4
Genel
E ğitim
ve
3
Özel
2
Konu veya
(Lisans)
A lan
E ğ itim i
1
Yüksek Eğitimde Öğretim Elemanı Yetiştirme
ŞEKİL 11.4
237
III. KALKINMA PLANLARINDA ÖĞRETİM ELEMANI
SO RUN U
I.
Millî Eğitim Şûrası'nda o dönemin Millî Eğitim Bakanı
yükseköğretimde öğretim elemanı sorununu aşağıdaki şekilde
ifade etmişti:
"Yükseköğretim mesleğinde çalışan ilim adamlarımızın
mesleğe bağlı kalmaları ve liyakatleri ile kıdemleri nispetinde refa­
ha kavuşm aları en büyük e m e lim izd ir.... Y üksek
müsseselerimize devam eden gençlerimizin Garp dillerinden hiç
değilse birini, o dilde tetkik ve tetebbüe imkân verecek surette
elde etmelerini muvaffakiyetin esaslı şartlarından biri olarak
görüyoruz"
Görüldüğü gibi, yabancı dil öğrenimi konusu sadece öğretim
elemanı yetiştirme ile ilgili değilse de, öğretim elemanlarının
"refaha kavuşmaları" konusu ile yabancı dil öğrenmeleri ve bu­
nun gereği bugün de tartışılan önemli konular arasında bulun­
maktadır.
"Yüksek öğretimde öğretim elemanı yetiştirilmesi sorununa
öncelik verilmelidir... öğretimin yanında, araştırmaya da öncelik
verilmesi gerekir" hükmü Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında be­
lirtilirken, "300 kadar öğretim elemanı seçilerek yurt dışına
gönderilecektir" hükmüyle sorunun çözümü düşünülmüştür.
(6).
Bununla birlikte, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planında belirtildiği
gibi, "1963-1967 döneminde-yurt dışına-3000 kişi gönderilmesi
hedef alınmışken 1966 sonunda ancak 500 e yaklaşılmıştır. Asis­
tanlığın çekici kılınması öğretim üyesi sorununun çözülmesinde
temel güçlüktür <7). Aynı konuya daha sonraki planlarda da
değinildiğini görüyoruz. "1968-1972 arasında yeniden 3000
öğrencinin doktora için yurt dışına gönderilmesi sağlanacaktır"
(®) ve benzeri hükümler bunun ifadesidir. Bu doğrultuda
öngörülen önlemlere 1985 Yılı Programında da raslıyoruz.
"Tedbirler" olarak belirtilen hususlardan ikisi aşağıdadır:*9)
1. Üniversitelerin geliştirilmesi ve öğretim üyesi yetiştirilmesi
için üniversite gelişme planları yapılacaktır.
2. (1416) sayılı kanun uyarınca doktora öğrenimi için gelişmiş
ülkelere öğrenci gönderilmesine devam edilecektir. Ülke ih­
tiyaçları doğrultusunda belirli alanlarda, yurt dışında ihtisas yapma
ve tecrübe kazanma imkânlarını artıracak şartlar sağlanacaktır.
Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında belirtildiğine göre de:
( 10)
"Doktora yapmış asistanların düzenli bîr biçimde kul­
lanılmaması, 1416 sayılı yasa uyarınca Millî Eğitim Bakanlığı hesa­
bına öğretim elemanı yetiştirmek amacıyla yurt dışına gönderilen
elemanların dönüşlerinde görevlendirilmelerinin etkili ve düzenli
bir yönteme bağlanmamış olması öğretim üyesi sorununu olum­
suz bir biçimde etkilemektedir."
Planlarda ve plan çalışmalarında "yüksek öğrenimde öğretim
üyesi yetiştirilmesi konusu sürat ve önemle ele alınmalıdır" (11),
"Mezuniyet sonrası eğitimde kapasite artırılması" gereği <12>ve
yüksek öğretimde gerekli gelişmelerin sağlanabilmesi için
"merkezi bir örgütleşmeye gidilmesi" <13>ve benzeri hususlar
üzerinde durulagelmiştir. Ancak, genellikle "gelişmeler" e ilişkin
değerlendirmelerin olumlu olmadığı görülmektedir. Örneğin,
"öğrenci-öğretmen oranlarındaki gelişmelerin yetersiz olduğu"
(14), "öğretim elemanı yetiştirmede yapılmak istenenlerin uygu­
lamada tamamen tersinin yapıldığı" <15>, "Türkiye'de yüksek
düzeyde eleman göçünü yavaşlatıcı ve hızlandırıcı gelişmelerin
yan yana yer aldığı" <16) ve "Bilim adamı yetiştirmede tek kaynak
olan üniversitelerin, büyük bir öğrenci kütlesi ile karşı karşıya bu­
lunması, verdiği eğitimin kalitesi kadar, bilim adamlarının araştırma
fonksiyonları açısından da olumsuz rol oynamakta" olduğu <17>
ve benzeri hususlardaki açıklama ve değerlendirmeler bunlar
arasında sayılabilir.
239
Diğer yandan, öğretim elem anlarının "öğretm enlik"
yönünden yetişmeleri gereğine ve böylesine bir yetersizliğe sa­
dece Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında değinilmiştir: <18)
"Yüksek öğretimdeki öğretim elemanlarının yetişme
dönemleri içinde pedagojik eğitimden geçmemeleri, uygu­
lamada açıkça görülen büyük boşluklar yaratmaktadır. Genel
anlamda pedagojik bilgilerden ve her dalın öğretiminin ge­
rektirdiği özel öğretim yöntemlerinden, bu çağın eğitime ge­
tirdiği sorunlardan ve bunların çözüm yollarından habersiz
bir öğretici sadece dersini anlatmak ve sınav yapmak gibi ru­
tin yoldan yürümekle yetinir...Yüksek öğretimdeki öğretim
elemanlarının kendi konularında doktora derecesini aşan
düzeyde araştırma ve bilimsel yayınlar yapmış olmalarının,
onların pedagojik bakımdan yetişmelerine yeterli olduğunu
sanmak kesin bir yanılgıdır."
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planına yeniden göz attığımızda
aşağıdaki önlemlerin yer aldığını gözlüyoruz:
1. Başarılı elemanların üniversiteye çekilebilmesi için öğretim
üyeliğinin cazip hale getirilmesi <19>sağlanacaktır.
2. Yükseköğretimdeki akademik eleman sayısı plan dönemi
sonunda 4|J frine çıkarılmış olacaktır.
3. Yurtdışı ve içinde öğretim elemanı yetiştirilmesine hız verile­
cek, boş kadroların doldurulması için tedbirler alınacaktır.
4. Akademik personelin yabancı dili daha iyi öğrenmeleri
sağlanacaktır. <20>
Beşinci Beş Y ıllık Kalkınm a Planı Dönem inde
yükseköğretimdeki öğretim elemanı sayıları aşağıdaki şekilde
öngörülmüştür. (Tablo III.1)
Yükseköğretimde öğretim elemanı sayılarıyla öğrenci/öğretim
elemanı oranlarını, eski yıllardan başlayarak incelersek aşağıdaki
tablo karşımıza çıkar (21) (Tablo III.2).
240
(Bin)
Yıllar
Toplam Öğretim Elemanı
Sayısı
1983-1984
20.2 (Gerçekleşen)
1984-1985
24.3
1985-1986
28.1
1986-1987
32.7
1987-1988
39.5
1988-1989
45.0
Tablo III. 1
V. Plan Döneminde Yüksek Öğretimde Öğretim Elemanı
Sayısı
(Uzman, okutman ve araştırma gör. dahil)
Öğretim Yılı
Öğrenci Sayısı
(Toplam)
Öğretim Elemanı
Sayısı
(2)
(1)
167 918
1972-1973
11 098
1974-1975
262 302
12 654
1976-1977
244 305
15 930
1979-1980
269 877
20 699
237 205
1980-1981
20 917
1981-1982
240 364
22 223
274 946
1982-1983
19 858
1983-1984
348 000
20 200
(X) MEB dan devralınan öğretim görevlileri dahildir.
Oranlar
1/2
15.1
20.7
21.6
13.0
11.5
10.8
14.0
17.2
Tablo III.2
Yükseköğretimde Öğretim Elemanı Sayıları ve Öğrenci/Öğretim
elemanı Oranları
(Seçilmiş Yıllar)
241
Daha sonra yapılacak değerlendirmelerde burada, kalkınma
planlarında öngörülen sayıların gerçekleşme oranları üzerinde
ayrıca durulacaktır. Ancak, planlarda ve plan çalışmalarına ilişkin
açıklamalarda aşağıdaki hususların ya yer almadığı veya yer al­
makla birlikte önerilmekle veya not edilmekle kalındığı
görülmektedir:
1. Yüz yılı aşkın bir süredenberi yurt dışına öğretim elemanı
yetiştirmek üzere eleman gönderilmektedir. Bunda belli başarılar
elde edildiği bir gerçektir. Ancak, durumun yeniden
değerlendirilmesi, örneğin, artık ihtiyaçlara cevap vermeyn 1416
sayılı yasanın değiştirilmesi veya yeniden düzenlenmesi zamanı
çoktan gelmiştir.
2. Yurt dışında ve içinde öğretim elemanı yetiştirilmesi sorunu
hiçbir dönemde ayrıntılı bir plana bağlanmadığı gibi "Devlet politi­
kası" denilecek türden bir yaklaşımla ele alınmamıştır.
3. Bu konudaki gerçek ihtiyaçlarla yurtiçi yetiştirme potansiye­
li belirgin değildir.
4. Yurt dışı ve yurt içi öğretim elemanı yetiştirme konularında,
"alanlarda ilişkin ihtiyaç ve çalışmalar yapılmadığı gibi, konunun
ekonomik yanı da hiç tart ışı Imamakta ve planlamalarda yer alma­
maktadır.
5. Öğretim elemanı yetiştirmede yurtdışı örgütlenme ve
özellikle adayların kurum seçme, sorunlarını iletme, burslarını
alma gibi temel sorunlannı bile çözmede yetersiz durumdadır. Bu
durum gittikçe karmaşık bir hal almakta ve soruna ne planlarda ve
ne de bu konuda yapılan tartışmalarda değinilmektedir.
IV. EĞİLİMLER VE DEĞERLENDİRMELER
Daha önce belirtilen "Yeni üniversitelere yerleşik öğretim
üyesi bulmak sorunu, temel sınırlayıcı bir etken olarak bütün
ağırlığını sürdürmektedir" (22) yollu değerlendirmenin 1988
yılında da geçerli olduğu görülmektedir. Ayrıca, konu, genel ola­
242
rak "yü kseköğretim i ilişkin olarak yapılan tartışmaların bir
bölümü olarak daha çok tartışılmakta, kamuoyu da konuyla daha
yakından ilgili gözükmektedir. Ancak, öğretim üyesi adaylığına
olan isteğin azaldığı,öğretim üyeliğinin çekici bir uğraş olmaktan
çıktığı, özellikle gelişm ekte ve yeni kurulm akta olan
yükseköğretim kurumlarının öğretim elemanı ihtiyacının bir türlü
karşılanamadığı ve gelişmiş üniversitelerden buralara gidenlerin
çok az olduğu görülmektedir. Ayrıca, üniversite çatısı altında top­
lanan meslek yüksekokullarıyla diğer yüksekokul ve enstitülerin
öğretim elemanı ihtiyaçlarıyla bu öğretim elemanlarının nitelikleri
ve kadro durumlarına ilişkin çeşitli yanlış anlamalarla yetersiz plan­
lama ve uygulamaların varlığı dikkati çekmektedir. Bu konuda
mevcut durumun süratle belirlenerek gerekli önlemlerin alınması
gittikçe gecikmekte ve buna bağlı olarak öğretim elemanı ih­
tiyaçlarının karşılanması konusu daha da karmaşıklaşmaktadır.
Yükseköğretim kurumlarında görevli öğretim elemanları
ünvanlarına göre incelendiğinde de plan hedeflerine ve artan
öğrenci ve kurum sayısına göre gerilerde kalmış durumdadır. (Ta­
blo IV. 1)
Tablo IV. 1
Ünvanlarına Göre Toplam Öğretim Elemanları <23)
1986-1987
Prof!
Doç.
Y.Doç.
Ûğ.Gör.
Ok.
Uzm.
Ar.Gö
Çev.
Plan!. Top.
1877
3074
2668
3173
1818
657
9091
14
11
2
25
1244
96
36
4
-
-
1424
Lisans
Eği. Yapan
22378
Prag. Görev.
Ö n. Lis.
Eğ, Y apan
Prog. Görev.
E n s ve A raş.
Mer. Görevli
32
50
21
X
12
8
432
1
580
Yabancı Uy.
7
7
11
68
29
21
74
-
217
243
Görüldüğü gibi öğretim elemanı sorunu genellikle "nicelik"
yönüyle ele alınmakta, hatta kalkınma planlarında da daha çok bu
yönüyle değerlendirilip önlemler belirlenmeğe çalışılmaktadır.
Buna rağmen Türkiye'de öğretim elemanı yetiştiren kurum ve
programlardaki aday sayıları gelişmiş ülke standartlarının çok
altında bulunmaktadır. Örneğin Türkiye’de yüksek lisans ve dok­
tora öğrenimi yapanların lisans düzeyinde öğrenim görenlere
oranı Türkiye'de yüzde 2.3 dolaylarındadır. Aynı oran A.B.D. de
yüzde 33, İngiltere'de 20, Fransa'da ise 25 dir. <24>
Ayrıca, öğretim üyesi yetiştirme, artık, sadece hizmetöncesi
eğitim olarak da anlaşılmamakta "üniversitede öğretimi
geliştirme", "hizmetiçi eğitim" ve benzeri adlarla, hem genç hem
de deneyimli öğretim elemanlarının kendilerini yenilemelerine
veya noksanlarını tamamlamalarına olanaklar sağlanmaktadır. Bu
eğilim "özel alan” için olduğu kadar "eğitim teknolojisi" ve
"öğretim yöntemleri" alanları için de doğrudur, örneğin, 1970
yılından başlayarak, Kanada'da bu alanda çeşitli etkinlikler ve
bunları yürütmek üzere kurulan bazı kuruluşlar ve merkezler dik­
kati çeker, bu etkinliklerin amaçlan öğretimin gelişmesini
sağlamak üzere üniversitelerdeki fakülte mensuplarına yardım
etmek, böylece öğretim sürecinin, amaçları, kapsamı ve vereceği
mesajlar yönünden etkinliğini sağlamada yardımcı olmak
biçiminde belirlenmiştir.<25> Daha sonra bu konuda gerekli
önerileri geliştirmek üzere ulusal bir komite kurulmuş ve bugüne
kadar çeşitli etkinliklerle üniversite öğretim elemanlarının ve
üniversite öğretiminin geliştirilmesi yönünde belirtilen türdeki et­
kinlikler il ve ülke düzeylerinde sürdürülmüştür. Aynı şekilde,
1979 yılında Avusturalya'da VVilliams Komisyonu oluşturulmuş
program geliştirme, öğretim uygulama ve kuramlarına ilişkin,
öğretim elemanlarının yetiştirilmelerine yardımcı olacak program­
ları oluşturmak üzere, bi çalışma grubu meydana getirilmesini
önermiş ve daha sonra bu doğrultuda çalışmalar yapılmıştır.
Örneğin, bazı üniversitelerde bu amaca dönük bölümler
oluşturulmuştur. Ayrıca, Ingiltere'de ve diğer bazı ülkelerde
244
üniversitelerin birçoğunda kendi bünyelerinde, daha sonra da
yöresel veya merkezi bir örgütlenmeyle, öğretim elemanları için,
öğretim i geliştirme amacına yönelik yetiştirm e kursları
açılagelmiştir. Bu kursların süreleri farklıdır.
Öğretim elemanlarının geliştirilmesi konusunda dikkati çeken
bazı güçlükler belirm ektedir. Bunlar aşağıdaki şekilde
özetlenebilir:
1. Öğretim elemanlarının geliştirilmesi kesin bir ihtiyaç olarak
belirmekle birlikte bu tür etkinliklere karşı konulmakta, direnilmektedir. Çoğu kez ve özellikle ihtiyacı olanlarca, geliştirme
çalışmalarının yapılması bir ihtiyaç olarak kabul edilmemektedir.
2. öğretim elemanlarının bu tür çalışmalara katılması çoğu kez
"gönüllülük" esasına dayanmakta veya çalışma sonunda
gösterilen perform ansın düzeyi hiçbir önem taşım ıyor
gözükmekte, başarılı çalışanla pek başarı veya ilgi göstermeyen
arasında farklılık ortaya çıkmamakta, bu da bu konuda sadece
gönüllülüğün veya kurumsal teşvikin kendi başına yeterli ola­
mayacağını göstermektedir.
3. Ayrıca, öğretim elemanlarının geliştirilmesi ihtiyacı genel­
likle pek duyulmamakta ve öğretim elemanı geliştirme ve
geliştirme programları konularında yeterince bir anlaşma
sağlanamamış bulunmaktadır.
4. Her yükseköğretim kurumu veya üniversitenin kendi
bünyesinde geliştirme programlarını uygulaması başarılı olama­
makta veya gereğince yürütülememektedir. Bunun çeşitli ne­
denleri olduğu bir gerçektir. Bunun için bölge veya ülke çapında
yapılacak düzenlemeve etkinliklere gerek görülmekte, bu tak­
tirde başarı ve katılım artmakta ancak bu sefer de bölgesel veya
ülke çapında gerekli desteği sağlamak güçleşmektedir.
5. Ne hizmetçi eğitim ve ne de öğretim elemanı geliştirme
veya benzeri isim ve yaklaşımlarla, yükseköğretimde öğretim ele­
manı geliştirme konusu kurumlaşamamış, "bilim adamı olma",
245
"araştırma yapabilme" niteliklerinnin ötesinde "öğreticilik" ve
"eğiticilik", yani öğretim elemanlarının işlevlerinin "öğretmenlik"
yönü, öğretim üyeleri için gerekli nitelikler olarak yeterince be­
nimsenmemiş durumdadır. Hatta, "özel alan eğitimi" almış ve bu
alanda öğretim yapıyor olmak bir öğretim elemanı için "eğitimci"
olmanın da yeterli bir göstergesi olarak kabul edilegelmiştir.
Bununla birlikte, yukarıda belirtildiği gibi, özellikle gelişmiş
eğitim sistemlerinde bu konuda son yıllarda önemli gelişmeler
gözlenmektedir. Buna göre, artık üniversitelerde sadece
araştırma söz konusu olamaz. Üniversiteler eğitim ve araştırma
okulları olarak kabul edilmelidir. Bu da öğrencilere sadece bilgi
verme veya öğretim üyelerine araştırma şansı sağlamakla değil,
her iki işlevi yerine getirmekle gerçekleşir. <26) Böylesine bir
üniversite veya yükseköğretim kurumunda da öğretim görevi
yüklenenlerin hem bilim, hem öğretim yönüyle yetişmiş olmaları
ve sürekli kendilerini yenileyici geliştirme çaba ve çalışmalarına
katılmaları kaçınılmazdır.
Türk yükseköğretim sisteminde diğer bir gelişme de li­
sansüstü eğitime ağırlık verme hedefine ilişkin olarak
gözlenmektedir. Daha çok sayıda öğretim üyesi yetiştirme hede­
fine dayalı olarak, son yıllarda, bir yandan yurtdışına öğrenci
gönderilmeğe devam edilirken, diğer yandan yurtiçi burslarla li­
sansüstü öğrenci sayılarında artışlar olmuştur. Örneğin, 1986
yılında derece alan lisansüstü öğrencilerinin sayısı 26988'e
ulaşmıştır. (Tablo IV.2).
Y. Lisans
14 078
Kayıtlı öğrenci
Doktora Toplam
6702
20 780
Derece Alan Öğrenci
Y.Lisans Doktora Toplam
2 184
Tablo IV.2
Enstitülere Göre Lisansüstü
Öğrenci Sayıları 1986
246
504
2688
Bununla birlikte, yüksek lisans ve doktora düzeyinde yurtiçi
ve yurtdışı eğitimin çeşitli yönlerden yeni bir düzenleme ve dik­
katli bir izlemeye ihtiyacı olduğu ortadadır. Çünkü hem
1416,4489 ve 2547 sayılı yasalara göre öğrenci yetiştirme
düzeninde ve hem de yurtiçi lisansüstü eğitimi konusunda or­
ganizasyon, nitelik ve planlılık yönünden önemli darboğazların
bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, 1750 sayılı yasa ve öncesi uy­
gulamalardan önce "asistan"durumunda olan doktoralı eleman­
ların "öğretim üyesi" olarak, yardımcı doçent adıyla, sistemde yer
almalarına karşın, öğrenci sayılarıyla yükseköğretim kurumiarının
sayılarındaki artışın da etkisiyle, sistemden ayrılan yurtiçi ve
yurtdışında başka sektörlere kayan öğretim elemanı sayısı da
azımsanamayacak düzeydedir. 1970 yılına kadar mimarların
yüzde yedisi, makina mühendislerinin yüzde 5.3 ü, mütehassıs
doktorların yüzde 21.4 ünün çalışmak için yurt dışına gittikleri
<27) bilinmektedir. Bu eğilimin sonraki yıllarda da devam ettiği he­
saba katılırsa yükseköğretimde öğretim elemanı sorununun
değişik boyutlarıyla, süratle ve dikkatle ele alınmasının kaçınılmaz
olduğu bir daha ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, yeni üniversitelere
yerleşik öğretim üyesi bulma ve yetiştirme sorununun da 'temel
ve sınırlayıcı bir etken" <28>olarak sürdüğü ve yükseköğretim ku­
rumlan arasında nitelik farklılıkları doğuracak düzeye geldiği bile
söylenebilir. Bu nedenle, yükseköğretimde öğretim elemanı so­
runu bir bakıma, uzun dönemde, nitelik sorunu haline gelmiş olacaktır. Tüm yükseköğretim kurumlarındaki sorunları "kapsamlı
bir biçimde ele alacak merkezi bir örgütlenmeye gidilmesi" <29)
yolundaki önlem de 1982 yılındanberi yerine getirilmiş olduğuna
göre, bu yoldaki çabalara daha belirgin ve bilimsel biçimde de­
vam edilmesi gerekmektedir. Bu da gerçek bir yükseköğretim
planlamasını gündeme getirmektedir. Önceki yıllarda yapılan bir
araştırmaya göre t30), bilim adamlanmızın ypzde 28 i yurtiçi dok­
tora programlarının, yüzde 21 i yurtdışı programların amacına
ulaştığını belirtmişlerdir. Grubun yüzde 57 si yurtiçi, yüzde 56 sı
yurtdışı doktora burs programlarının amaçlarına ulaşıp
ulaşmadıkları konusunda kesin bir görüş belirtmemişlerdir. Bazı
247
araştırmacıların değerlendirmesine göre de (31), dışarıda eleman
yetiştirme de başarılı olunmayışının göstergesi hâlâ eleman
yetiştirme sorunuyla karşı karşıya bulunuşumuzdur.
V.ÛZET
Üniversite bilim ve eğitim kurumu olarak yüksek düzeyde in­
sangücü yetiştiren, bilgi üreten ve yayan nitelikleriyle toplumun
geleceğini etkiler. Ancak, yükseköğretim sadece üniversiteden
oluşmaz, öğretim elemanları ise yükseköğretimde akademik et­
kinlikleri, bilimsel araştırma ve eğitim olarak, yürüten, geleneksel
olarak da "bilim'* yönünden hazırlıklı olmalarına "eğitim-öğretim"
den daha çok önem verildiği bilinen, öğretim üye ve
yardımcılarından oluşur. Son yıllarda, yurdumuzda pek izleri
görülmemekle birlikte, öğretim elemanlarının öğretmenlik veya
e ğ itic i-ö ğ re tic ilik yö nlerinin de g e liştirilm e sin e özen
gösterilmekte ve bu amaçla çeşitli programlar uygulanmaktadır.
Ancak, öğretim elemanı geliştirmenin hem nicelik ve hem nitelik
yönünden hâlâ henüz çözümlenemeyen birçok sorunu bulun­
maktadır. Türk Yükseköğretim sisteminde de öğretim elemanı
sorunu güncelliğini korumakta, artan kurum ve öğrenci sayısı bu
sorunun çözümünü güçleştirmektedir. Bu amaçla yurtdışı ve
yurtiçi olanaklardan yararlanma çabaları sürdürülmektedir. 1416,
4489, 2547 Sayılı yasalar çerçevesinde yürütüldüğü bilinen bu
etkinliklerin gerekli sonuçlara ulaşmada artık yetersiz kaldığı, hem
bu yasaların, hem uygulamalarının süratle ve bilimsel bir yak­
laşımla yeniden değerlendirilip gerekli düzenleme, planlama ve
uygulamalara geçilmesinin gerekliliği açık olarak meydana
çıkmaktadır. Bu arada, yetiştirilen elemanların istihdam sorun­
larıyla mevcut öğretim elemanlarının durumlarının gözden
geçirilip iyileştirilmesi, yükseköğretim kurumlarından dışarıyayurtiçi ve dışına- olan "kan kaybı" niteliğindeki öğretim elemanı
kaybının önlenmesi veya katlanılabilir düzeye indirilmesi gerekli­
dir. Lisansüstü düzeydeki eğitimin hem nicelik ve hem de nitelik
yönünden sürekli planlama ve değerlendirmeğe ihtiyacı bulun­
248
duğu meydandadır. Sonuç olarak, denilebilir ki, artan ihtiyaçlar
gözönüne alınırsa, önümüzdeki beş-on yıl öğretim elemanı
yönünden Türk yükseköğretimi için oldukça "kritik” yıllar ola­
caktır. Bir de buna genel olarak, öğretim elemanı yetiştirme ko­
nusunun daha çok "nicelik" yönü üzerinde durma- bunda da
hedeflere ulaşamamış olunmakla birlikte- eğilim ve çabaları ekle­
nirse, yakın bir gelecekte, sorun yükseköğretim kurumlan
arasında bir nitelik, derecelenme veya sınıflara ayırma sorunu
olarak karşımıza çıkacaktır. Bu nedenle, denilebilir ki, Tür­
kiye'de yükseköğretim sorunu büyük ölçüde öğretim elemanı
sorunudur. Çözüm arayışlarının da sadece "âcil ve çoğu geçi­
ci" ve genellikle "gündelik politikalara dayalı” önlemlere bel
bağlayarak sürdürülmek yerine yükseköğretimin ve bunun da
ötesinde eğitim sisteminin bütünlüğü içinde-belli devlet politi­
kalarına dayalı olarak, hem kısa ve hem de uzun vâdeli önlemler
doğrultusunda sürdürülmesi gerekir. Bunun için, önce yurtiçi
olanakların, mevcut kapasitelerin belirlenip kullanılması koşu­
luyla, hem yurtiçi ve hem de yurt dışında öğretim elemanları ye­
tiştirme çabalarının daha bilinçli bir planlama ile ele alınması za­
manı çoktan gelmiş bulunmaktadır.
249
DİP N O TLA R
1. Özalp R. ve Ataünal A. Türk Millî Eğitim Sisteminde
Düzenleme Teşkilatı. Millî Eğitim Basımevi. İstanbul s.
565-568.
2. Korkut, Hüseyin. Türk Üniversiteleri ve Üniversite
Araştırmaları. A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi yayınları, No.
134, ankara, 1984. s. 10-12, 25.
3.
De Young, C. ve Wynn, R. American Education. Mc
Graw-Hill New York, 1964. S. 296-297.
4.
Donald, J.G. 'The Concept of the University Teacher". IUT.
Poceedings. Eight International Conference. July
14-17,1982. West Berlin. University of Maryland. University
College. College Park, M.D.1982. S. 347.
5. I. Millî Eğitim Şûrası. 17-29 Temmuz, 1939.
6. State Planning Organization. First Five Year Development Plan, 1963-1967. Merkez Bankası, Ankara, 1963.
s. 420
7.
Devlet Planlama Teşkilatı. Kalkınma Planı, İkinci Beş
yıl, 1968-1972. Başbakanlık Devlet Matbaası. Ankara,
Ocak 1963. s. 161
8.
D.P.T. a.g.e. s. 170
9.
D P.T. 1985 Yılı Programı. Yayın No. DPT : 1981. Anka­
ra, 1985. S. 195.
10. DPT. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı, 19791983. Yayın No. DPT: 1664. Ankara, Nisan 1979. S. 452
11. DPT. Kalkınma Planı, Birinci Beş Yıl, 1963-1967.
Başbakanlık Devlet Matbaası. Ankara, Ocak 1963. s. 460.
12. DPT. Yeni Strateji ve Kalkınma Planı, Üçüncü Beş
Yıl. 1973-1977. Yayın No. DPT: 1272. s. 767.
13. DPT. a.g.e. s. 769.
250
14. DPT. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı, s. 452.
15. Varış, Fatma. Eğitim Bilimine Giriş. A.Ü.Eğitim Fakültesi
Yayını. Ankara, 1978. s.170.
16. Oğuzkan, Turhan. "Yüksek Düzeyde Elemanın Ülkeler-Arası
Göçü". TÜBİTAK. VI. Bilim Kongresi BAY Grubu Te­
bliğleri. 17-19 Ekim 1977. TBTAK Yayınları, No. : 359. ankara, 1977. s. 10.
17. Devlet Bakanlığı. Bilim ve Teknoloji Politikası. Çalışma
Dokümanı. Devlet Bakanlığı Yayını Nr. 22. Ankara, 1987. s.
59.
18. DPT. Eğitim IV. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel ihtisas Komis­
yonu Raporu. Yayın No. DPT: 1591-DİK: 270. Haziran 1977.
S. 22.
19. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1985 1989.
Yayın No. DPT: 1974. s. 145.
20. a.g.e. s. 146.
21. V. Beş Yıllık Kalkınma Planı Öncesinde
Gelişmeler, 1972-1983. V. Beş Yıllık Plan Destek
Çalışmaları: 1 (Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler). Yayın No.
DPT: 1975. Ocak 1985. s. 375.
22. DPT. Yeni
Yıl. s. 769.
Strateji ve Kalkınma Planı, Üçüncü Beş
23. ÖSYM. 1986-1987 Öğretim Yılı Yükseköğretim
İstatistikleri. ÖSYM Dokümantasyon Birimi. DKB 008. An­
kara, 1987. s. 20.
24. Korkut, Hüseyin. Türk Üniversiteleri ve Üniversite
Araştırmaları s. 23.
25. Matheson, Christopher C. Stall Development Matters.
Coordinating Committee forthe Training of University
Teachers. A Revievv: 1961-1981. London, 1981. s. 242.
251
26. Whrtehead. Alfred North, The Aims of Education. A Mentor
Book. The Mac Millan Company. New York, 1963. s. 93.
27. DPT Yeni Strateji ve Kalkınma Planı, Üçüncü Beş Yıl. s. 81.
28. a.g.e. s. 769.
29. a.g.e. s. 769-780
30. Özoğlu, Süleyman Çetin. "Türkiye Bilimsel ve Teknik
Araştırma Kurumu’nun Yurt İçi ve Yurt Dışı Doktora Burs Pro­
gramlarının Değerlendirilmesi. 1964-1965" TÜBİTAK VI.
Bilim Kongresi Tebliğleri. 17-19 Ekim 1977. BAYGE-29. s. 16.
31. Karadeniz, Cemil. "Bilim Adamı ve Araştırıcı Yetiştirmede Et­
kin Olabilecek Yöntemler, a.g.e. s. 200
K AYNAKÇA
1. Alfred North VVhitehead. The Alms of Education. A
Mentor Book. The MacMillan Company. New York, 1963.
2. A. Whitney Grisvvold. Liberal Education and the Democratic İdeal Yale University Pess, Inc. New Haven, 1960.
3.
Devlet Bakanlığı. Bilim ve Teknoloji Politikası. Çalışma
Dökümam. Devlet Bakanlığı Yayını Nr. 22 Ankara, 1987.
4.
Devlet Planlama Teşkilatı. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı, 1985 1989. Yayın No. DPT: 1974.
5. ---------- . Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Öncesinde
Gelişmeler, 1972 1983. V. Beş Yıllık Plan Destek Çalışmaları:
1
(Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler). Yayın No. DPT: 1975.
6. ----------. 1985 Yılı Programı. Yayın No. DPT: 1981. An­
kara, 1985.
7. ----------. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı,
1979-1983. Yayın No. DPT: 1664. Ankara, Nisan 1979.
252
8.
. Eğitim. IV. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel ihtisas
Komisyonu Raporu. Yayın No. DPT: 1591-270. Haziran,
1977.
9 . -------. Kalkınma Planı, Birinci Beş Yıl. 1963-1967.
Başbakanlık Devlet Matbaası. Ankara, Ocak 1963.
10 .--------. Kalkınma Planı, İkinci Beş Yıl. 1968-1972.
Başbakanlık Devlet Matbaası. Ankara: Kasım, 1967.
11.--------. Yeni Strateji ve Kalkınma Planı, Üçüncü
Beş Yıl. 1973-1977 Yayın No. DPT: 1272.
12. De Young ve Wynn. American Education. McGraw-Hill
Book Company. New York, 1964.
13. Ergun Türkcan. "Bilim Politikası ve Yüksek Öğretim". TED.
Yüksek öğretime Giriş Sorunları. TED I. Eğitim To­
plantısı, 25-26 Ekim 1977. Şafak Matbaası, Ankara, 1978.
14. Fatma Varış. Eğitim Bilimine Giriş. A.Ü. Eğitim Fakültesi
Yayını. Ankara, 1978.
~
15. Füsun Akarsu ve Diğerleri. "Strategies for Successful Curriculum Development. Grup D. Panel" Chris de W. Hebron ve
A.B.Smith (Ed.) 1984 International Seminar on Staff/
Faculty Development Proceedings. N.U. Tyne Polytechnic, 1984.
16. Hüseyin Korkut. Türk Üniversiteleri ve Üniversite
Araştırmaları. A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları. No.
134 Ankara, 1984.
17. Mahmut Adem. "Yüksek Öğretimin Planlama Sorunu". TED.
Yüksek öğretime Giriş Sorunları. TED I. Eğitim To­
plantısı, 25-26 Ekim 1977. Şafak Matbaası, Ankara, 1978.
18. M. Cemil Karadeniz. "Bilim Adamı ve Araştırıcı Yetiştirmede
Etkin Olabilecek Yöntemler". TÜBİTAK. VI. Bilim Kong­
resi Tebliğleri. 17-19 ekim 1977.
253
19. MEGSB. Şûra Genel Sekreterliği. Yüksek öğretim ön
Çalışma Raporu. XII. Millî Eğitim Şurası. Temmuz 1988,
Ankara.
20. ÖSYM. 1986-1987 Öğretim Yılı Yükseköğretim
İstatistikleri. ÖSYM Dokümantasyon Birimi. Ankara, 1987.
21. R. Özalp ve A. Ataünal. Türk Millî Eğitim Sisteminde
Düzenleme Teşkilatı. Millî Eğitim Basımevi İstanbul,
1977.
22. S. Çetin Özoğlu. Türkiye Bilimsel ve Teknik araştırma Kurumu'nun Yurt İçi ve Yurt Dışı Doktora Burs Programlarının
Değerlendirilmesi. 1964 1975." TÜBİTAK. VI. Bilim
Kongresi Tebliğleri. 17-19 Ekim Ankara, 1977.
23. State Planning Organization. First Flve Year Develop­
ment Plan, 1963-1967. Merkez Bankası. Ankara, 1963.
24. Turhan Oğuzkan. "Yüksek Düzeyde Elemanın Ülkelerarası
Göçü". TÜBİTAK. VI. Bilim Kongresi Tebliğleri. 17-19
Ekim 1977. Ankara, 1977.
254
GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN -Çok teşekkür ederiz Sayın Güçlüol Hocamıza.
Soru sormak isteyenlere ve katkıda bulunmak isteyenlere
söz vermek istiyorum. Hocamız tüm konuşulanlara toplu halde
cevap vereceklerdir.
Buyurun efendim.
PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN ÖZOĞLU -Sayın Güçlüol'a
böyle bir konuyu bize belirli bir çerçeve içinde açıkladıkları için
teşekkür ediyorum. Bu bildiri konusunda özellikle ve biraz da
belki farklı bir görüş olması bakımından belirtmek istediğim bir iki
nokta var. Bu, yurt dışında öğretim üyesini yetiştirme konusudur.
Bu konuda, dün YÖK Başkanının verdiği bigiyi memnuniyetle
karşılıyorum. Belki de YÖK'ün şu ana kadar yaptığı en olumlu iş,
beşyüze yakın genci, yurt dışında öğretim üyesi olarak
yetiştirmek üzere göndermiş olmasıdır. Bu hizmet belki ileride
YÖK’ün yaptığı tek hizmet olarak da anlamlı hale gelecektir.
Öğretim üyelerinin yurt dışında yetiştirilmesi konusu çok değişik
boyutlarda tartışılabilir. Ancak ülkemize sağladığı yararlar artık elle
tutulur hale gelmiştir. 1960'lardaki TÜBİTAK uygulaması örneği,
1970 ve 1980'deki üniversite kadrolarını doldurmaya, üniversite
kadrolarında araştırmaların en üst biçimde özellikle belirli alanlar­
da gerçekleşmesine yardımcı olmuştur. Ümit ediyoruz ki YÖK'ün
bu uygulaması belirli bir kadrolaşma bile olsa, Türk üniversitesi
için gelecekte önemii bir yatırım ve umut olacaktır. Sayının art­
ması için dileğimiz bunun bir an önce ciddi olarak geliştirilmesidir.
Bir diğer önemli konu şudur: Öğretim üyesi kavramı ile ya­
bancı dil kavramı birbirinden ayrılmaz bir özellik taşıyor. Özellikle
bilimsel çerçeve ve üniversiter anlamı içerisinde bu kavramlar iç
içedir. YÖK'ün hazırladığı bir resmi rapor var. 1981-1988 yılı uy­
gulamaları kapsıyor. Bu raporun 30'uncu sayfasında "Aldığımız
tedbirlerle öğrencinin yükseköğretimde yeterlik alanı ne olursa
olsun güzel sanatlardan birini veya beden eğitimini seçmeli ders
olarak alması, yabancı dillerden birini öğrenmesi sağlanmıştır."
255
deniliyor. Rapora göre, öğrencinin bir yabancı dil öğrenmesi
sağlanmıştır. Ama aynı raporun başka bir sayfasında ise özetle,
yurt dışına eleman gönderecektik ama yabancı dil yetersiz­
liğinden dolayı gönderemedik deniliyor. Madem ki yabancı dili
kazandırıldığı iddia ediliyor, nasıl oluyor da, yabancı dilde yetersiz
hal bir engel oluyor. Bu resmi raporun belirlemelerine ben başka
bir şey eklemek istemiyorum. Görüyorum ki öğrencilerin yurt
dışında öğrenim görebilecekleri düzeyde bir yabancı dili kazan­
maları için bazı programları ciddi olarak ele almakta yarar vardır.
Rapor sayıları ile değerlendirmeleri gerçeği kapsarsa daha an­
lamlı olacaktır.
Çok sık olarak öğretim programlarından bahsedildi ve YÖK'ün
Sayın Başkanı durmadan tekrarladı, biz öğretim programlarına
müdahale etmiyoruz diye. Gerçekte ise ettiler. YÖK'ün ilk yıllarda
telefonla da programlar verildi fakültelere, onları da yaşadık.
Şimdi etmiyorlarmış. Ancak ilginç bir nokta var. Diyorlar ki; Dekan­
lar Konseyi toplanıyor, onlar konuşuyorlar ve kendi programlarını
oluşturuyorlar. Demek ki bir dekan o kadar etkili, yetkili ve ehil bir
kimse ki Fakültesindeki tüm programları her yönü ile bilen uzman
bir kişi ve o programları fakültesindeki ve bilimlerdeki gelişmeler
içerisinde, konseyde değişik programları tartışıp programları
oluşturabilecek bir yetkiye ve erke sahip olmaktadır. Böyle bir bi­
limsel erke de sahip oluyor demek ki.
Peki Eğitim Fakültesi diye yeniden oluşturulan fakülteler var.
Bunların dekanları eğitimci değil. Bunların dekanları diğer dallar­
dan gelen fizikçi, kimyacı olabiliyor, hekim olabiliyor, hukukçu
olabiliyor, siyasal bilimci olabiliyor. Şimdi bu diğer bilim dal­
larından atanmış dekanlar, Dekanlar Konseyinde kendi uzmanlık
alanlarının dışındaki, bir fakültenin birçok programını oluşturma
durumundadır. Sonuçta bu programlan o fakültenin programları
olarak değerlendirilebilir ve fakülteler kendi programlarını yapıyor
diye bir hükme varabilir miyiz? Program yapmak, özellikle
yükseköğretim çerçevesinde öğretim üyesi araştırıcı yetiştirme
sürecinde, bir yetkilinin hele alan dışından atanmış bir yetkilinin
256
tek başına yapabileceği bir iş değildir. Bu bakımdan bu Dekanlar
Konseyi ile program yapmak yöntemi öğretim üyesi yetiştirme
boyutunda da anlamsız bir durumu ortaya çıkarıyor. Atananların
yaptığı her iş uygundur, formülü ile açıklanabilecek tek bir resmi
çözüm olarak karşınıza çıkıyor. O bakımdan öğretim üyeliği, ata­
ma ile kazanılan bir ünvan, bir yeterlilik olmamalı, bilimsel formas­
yon ile bir yetişme, bir hazırlanma ile kazanılan bir ünvan olmalıdır.
Şartlar ne olursa olsun hiçbir şekilde, otomatiğe bağlamayı
üniversite öğretim üyeliği için kabul edemeyiz.
1950’lerde, 1960'larda bunu ortaöğretim düzeyinde bir
ölçüde yaptık, herkes öğretmen olabilir dedik. Şimdi bunun ya­
rattığı manzarayı görüyoruz. Herkes üniversitede ders verebilir
der isek ve ne yapalım zamanımız yok, paramız yok,
yetiştiremedik der isek; zannederim’90'lı yıllarda üniversitede
daha da acı tabloları görebileceğiz.
Bir ikinci durum ise şudur: Sekiz yıl geçti aşağı yukarı, sekiz
yılda tahmin ederim ciddi bir planlama ile bir öğretim üyesi kadro­
su oluşturulabilirdi. Halâ oluşturulamamış. Mevcutla yetinmişiz ve
mevcuda günlük yaklaşımlarla, Palyatif yaklaşımlarla yeni biçimler,
yeni isimler ünvanlar vermişiz, yeni roller vermişiz. Ama
değişmeyen temel husus, bunların henüz öğretim üyesi olarak
hazır olmadıkları, yetiştirilmedikleri gerçeğidir. Bu durumda, ken­
dileri yetişmemişler ise herhalde onların yetişeceklerinden de
büyük umutlarla sonuç bekleyemeyiz.
Teşekkür ederim Sayın Başkan
BAŞKAN -Biz de teşekkür ederiz efendim.
Buyurun efendim.
AYŞE DEMİRBOLAT -Konuya genel olarak organizasyon,
yöntem, planlama açısından yaklaşıldı. Sorunun temel noktası
yönetme olmalıydı, yönetsel eylemin kendisi olmalıydı. Çünkü
planlamadaki, örgütlenmedeki hatalar uygulamada daha da
büyüyerek karşımıza çıktılar.
257
Sayın Güçlüol iyi bir öğretim elemanı nasıl elde edilir, nasıl
yetiştirilir konusuna çok üst düzeyden baktılar. Dokümantasyon
merkezlerinin yetersizliğinden, yurt dışına öğretim elemanı yol­
lanmasından sozettiler. Konuya içerdeki uygulama açısından
yaklaşır, bilimselliğin ilk adımı olan doktora eğitiminin nasıl veril­
diğine bakarsak dile getirilen konuların gerçekten üst düzey so­
runları olduğu açıklanır sanınm.
Doktora eğitimine başlayabilmek için çok mücadele vermiş bir
öğretim elemanı olarak, üniversitelerde öğretim elemanı
yetiştirme konularına nasıl bakıldığına ışık tutacağı inancıyla, izni­
nizle kendi sorunumu da dile getirmiş olacağım.
Üç kez gazetelerde resmen ilan edilen doktora sınavlarına gir­
dim. Ben ve benimle sınava giren adaylar sınavı kazanamadılar.
Daha doğrusu kazandırılmadılar. Yabancı dil konusunda ken­
dime güvendiğimden olsa gerek her seferinde hakkımı arama
cesaretini gösterebildim. Her hak arayışımda, "Biz zaten öğrenci
almamaya kararlıydık. Yeterli düzeyde elemanımız, doktora prog­
ramını yürütecek eğitim kadromuz yok gibi ilginç ama dostane
açıklamalarla karşılaştım (I). Üniversiteler doktora eğitimi vereme­
dikleri gibi öğretim elemanlarının kendilerine güvenlerini çalıyor,
zamanlarını alıyorlar. Göstermelik ilanlarla kendilerini YÖK'e karşı
aklamayı da ihmal etmiyorlar.
Öte yandan yabancı dili orta düzeyde bile bilmeyen kimi
öğretim elemanları efendim dokuzuncu madde, efendim beşinci
madde ile açık kapılar bularak sınavsız ya da dost sınavlarıyla her­
hangi bir üniversitede doktora eğitimine başlıyorlar. Bu nasıl
oluyor, hangi amaca hizmet ediliyor? Sayın özoğlu'nun belirttik­
leri gibi gerçek bir kadrolaşmayla m< karşıkarşıyayız?...
Üniversite denetimden uzakta mıdır? Bir öğretim elemanı için
normal yollardan başarıyı yakalamak, bir sınav kazanmanın mutlu­
luğunu yaşamak olağan dışı bir olay mıdır? Üniversitelerde kişisel
ilişkiler,dostluklar bilimsellikten üstün şeyler midir? niçin Merkezi
Sistemle doktora sınavlan yapılmıyor?
258
Soruna ortaya koyulan yönetsel eylem açısından yak­
laşılmasını diler, teşekkür ederim.
PROF. DR. B07KURT GÜVENÇ -Sayın Başkan, şimdi dinle­
diğimiz arkadaşı.iîi^ gerçeklerin dile getirilmediğini söyledi. Ben
kendisine teselli değilse bile, birkaç gerçeği dile getirmeye
çalışayım. Bir millî eğitim sisteminin herhangi bir kademesi için
şöyle düşünülebilir. Ülkede başka kurumlar vardır, daha yüksek
kurumlar vardır, üniversiteler vardır, yurt dışında kurumlar
vardır, öğretmenlerimizi onlar yetiştirirler.Fakat bir yükseköğre­
tim kurumu (üniversite) bu görevi kimseye bırakamaz, bu
onun esas işlerinden bir tanesidir. Yükseköğretim kurumlarını
diğer kurumlardan ayıran özelliklerden birisi budur. Üniversite
kendi öğretmenini yetiştirmek zorundadır. Yükseköğretim kurumunun tanımı budur, eğer bunu yapmıyor ise o bir yüksek­
öğretim kurumu değildir. Önce bu gerçeği dile getirelim.
Eğer bu imkân verilmiyor ise onun adı yükseköğretim kurumu
değildir. Ama kendisi olmayabilir. Tabii adı vermeden konu­
şuyorum değerli kardeşim. Bizim amacımız politika değil ger­
çekleri dile getirmek!
İkincisi YÖK'ün bir raporunu hatırlıyorum. Bundan bir iki ay ev­
vel Eğitim Şûrası sırasında okumuştum. Yükseköğretim yapan,
pardon, yükseköğretimde lisansüstü eğitim yapan kurumlarımızın sayısı YÖK’den songj yirmi-otuz kat artmış ama öğrenci
sayısı sadece iki ila üç kat artmış. Bu da bana tuhaf geldi. Yani
öğretmen sayısının iki üç kat artırmak için kurum sayısının yirmi
otuz kat artırılması bana biraz miras yedilik gibi geliyor. Karayalçın'ın konuşmasını dinleyemedim. kurum sayılarını bu kadar
çok artırmaktansa meselâ bu sayılar birkaç bölgede iki, üç kat
artırılabilirdi. O kadar kat arttırmaya gerek yoktu. Bu gerçeği dile
getirelim. Zaten uygulama da birçok Anadolu üniversitesinde im­
kanlarımız yok diye sınav açıyor kazananları imkanı geniş olan
üniversitelere gönderiyorlar.
Yükseköğretim kurumumuz, bu işi standardize etmek için iyi
bir organizasyonla, (örgütleme ile) bir ana yönetmelik yayınladı
259
ve diğer üniversiteleri de kendi yönergelerini yapmakta serbest
bıraktı. Güzel gibi görünüyor. Bir çerçeve yönetmelik var, her
üniversitenin de, hatta her enstitünün de her birinin yönergeleri
var. Şimdi düşünebilirsiniz ki nş güzel bir çerçeve yönetmelik
var. Herkes buna uyuyor, öyle değil. Size bir örnek vereceğim.
Ben, Hacettepe'deki Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün üyesiyim,
Hacettepe'de galiba "sosyal" sıfatını koruyabilen tek kurum odur.
O bakımdan biraz mutluyum, ben de "sosyal antropolog"
olduğum için rahatlık duyuyorum. Çünkü diğer bütün sosyaller
düştü. Ankara Üniversitesi'nin sosyal bilimler enstitüsünde kızım
var. İki uygulamaya baktığım zaman değil iki üniversite, iki ülke ka­
dar farklı! Nasıl oluyor? O zaman diyorum ki ya çerçeve
yönetmelik değiştirildi de bizim haberimiz yok. Ya da kurumsal
yönergeler, çerçeve yönetmeliği değiştiriyor da haberimiz ol­
muyor. Yani standartlar çok farklı, yönetmelikler bir birine bu ka­
dar çok benzese bile.
Efendim, daha önce fırsat bulamadığım için değerli meslek­
taşım Karayalçın'ın tebliğine de değineceğim, lisansüstü eğitim,
Kemal Beyin de dile getirdiği gibi, böylece eğitimin düzeyini
yüksetmek değil, bir anlamda öğretmen yetiştirmenin yolu yor­
damıdır. Nasıl seçelim? Karayalçın dedi ki biz 1948'de 1949'da
seminerler yapardık, hâlâ da yaparız; güzel, o seminerlerden
geçmemiş öğretim üyeleri bu seminerleri nasıl yaparlar? Çok
önemli bir sorun. Seminer yapmak kolay bir şey değil, şahane bir
hoca bulursunuz belki 500 kişiye ders anlatır, üç kişinin karşısına
oturup bir seminer yapamaz, seminer ödevi veremez, yapanları
değerlendiremez. O işi nasıl yapalım? Haydi yaptık, seçtik, bu
seçtiğimiz kimseleri nasıl eğitelim. Hangi derslerle, hocanın
çantasını taşıyarak dersini vererek, yahut, biraz önce Bursalıoğtu'nun dediği gibi, derslere girerek. Herhalde çok farklı uy­
gulamalar var. Yetiştirdik nasıl atayalım. Nasıl atalım kolay ama
nasıl atayalım o biraz daha zor bir konu. Atadık, nasıl geliştirelim
Öğretim üyesini, sabun tozu gibi bir defa üretilip, paketlenmiş bir
ürün değil. Onun sürekli geliştirilmesi gerek. Dünyada, olup bi­
tenlerden haberdar olması lazım. Jen birkaç kez yurt dışından
260
çağrı aldım. Üniversitemden konut fonu istiyorum ve izin istiyo­
rum, sadece konut fonu için yardım istiyorum. Vereceğiz diyor­
lar. Biz genç elemanların gitmesini tercih ederiz çünkü siz artık
yaşını başını almış profesörsünüz, iyi ama ben daha beş sene
hizmet edeceğim, Yugosavya'da kongre yapıldı gidemiyorum.
Param yok. Sadece gidip gelmek yol parası milyon. Yani nasıl
atayalım, nasıl geliştirelim, yükseköğretim kurumunun görevidir.
Haydi geliştirdik, nasıl terfi ettirelim. Sayın Doğramacı'yı anıyorum
ama üzülüyorum ki şu anda YÖK'den kimse yok aramızda.
"YÖKZEDELER" demiyorum ama yine de söylemekten kendimi
alamıyorum nasıl terfi ettirelim? Jüriyi kaldırdık, yayınlara
bakıyoruz. Haziran ayında 10-15 tane dosya geliyor. Bir ay içinde
incelemekte zorunluluk var. 30-40 tane makale, kitap oku rapo­
runu gönder. Gönderiyoruz bir de bakıyorsunuz. Olur
demişsiniz olmuyor, Olmaz demişsiniz oluyor ama böyle oluyor.
Değerli arkadaşlarım bu referans sistemi yalnız Türkiye'de değil
çağdaş dünyada da vardır. Hindistan'dan bana dosya geliyor,
Amerika'dan geliyor. Övünmek için söylemiyorum. Hiç ge­
rekçesini tanımadığım bir kimseden. Böyle olmuyor sonuç. Size
sonucunun gerekçesini söylüyorlar, adamın, adayın haberi yok,
ama sonuç şöyle oldu diyorlar, o değerlendirmede size bilgi ve­
riyorlar. Burada bir emeğiniz var, size para vermiyorlar ama size
değer veriyorlar.
Seminer yapmak çözüm olabilir, katılıyorum. Ama nasıl ya­
palım? Önce seminer yapacak hocaları seminere çağıralım. Kısa
süreli dersler dünyada moda olmaya başladı. Artık haftada üç
saat bir sömestir beş ay, bir yıl süreli dersler bitti. Dünyada çok
görüyorum. Falanca ünlü hoca filanca kuruma iki gün için geliyor,
bir buçuk gün için geliyor. Dört saat seminer yapacak. Ama sizin
onu tanıma fırsatınız var. Bütün yetişenlere haber veriyorlar.
Öğrenci gelip bir hocanın Avrupa'dan gelip Amerikaya, Ameri­
ka'dan gelip Avrupa'ya giden bir hocayı bir buçuk gün
tanıyabilmesi için. Üniversitelerimiz araştırma yapıyorlar, yayın
yapıyorlar, yeni adaylar yetiştiriyorlar. Şöyle söyleyeyim,
1980'den sonra öğrencilere, asistanlara açık ilk toplantı bu sabah
Beytepe'de yapıldı, mezun ettiğimiz lisansta veya lisansüstünde
mezun ettiğimiz öğrencilerimizin büyük bir çoğunluğuna bir
akademik toplantının havasını bile tenefüs ettiremiyoruz.
Görmeden mezun oluyorlar, görmeden bir master, bir doktora
alıyorlar Bir bilim adamı tebliğini nasıl hazırlar, nasıl sunar, nasıl
tartışılır? Bilmiyor, görmemiş! Ne zaman görecek? İlk katıldığı top­
lantıda mahçup olmak pahasına, ondan sonra öğrenm eye
başlayabilir. Eğer konut fonunu ödeyebilirse. Yabancı dilin
önemi üzerinde duruldu, sanırım biribirimizi aldatıyoruz. Aday
seçtikten sonra ona bir yıl süre veriyoruz. Bizim üniversitemiz
daha da iyi bir çözüm buldu, yabancı dilde yeterli olmayanı kursa
gönderiyorlar, kurstan hep geçer not alıp geçiyorlar. Ondan son­
ra da bizim barajımız bitti. Yani yeterli. Biz zaten onu C=(Orta) ile
bırakmışız, B=(lyi) ile geliyor. Hiçbir şey yapamazsınız! B notu ile
gelen lisans ve doktora adaylarının ödevlerinde yabancı dilde tek
bir kaynak bulamıyorum. Yabancı dil yeterliğini biçim olarak, (ro­
zet gibi) kullanıyoruz. Özür dilerim. İşi standarize etmek istedik.
Sonucu söyleyeyim, yönetmelikler ve de kurulan kurullar... Ne
yönetebiliyor, ne de denetleyebiliyoruz. Onun için Karayalçın’a
katılacağım. İşi ciddi tutmak istiyorsak, "mükemmelliyet merkezle­
ri" diyorlar ama bunların sayısını azaltıp belki buradaki eğitim
sürecinin kalitesini yükseltmek hatırıma geliyor. Birkaç tane ol­
sun, belki de tek bir Gazi Eğitimi yeniden kuralım? Bilmiyorum.
Bunu Eğitim Şûrasında söyledim. Üniversiteli arkadaşlarım bana
kızdılar. Ordaki düzeyin bizden daha düşük olduğunu
düşünmüyorum. Bizimkisi daha düşüktür demiyorum. Böyle bir
kaç merkeze ihtiyaç var gibi gözüküyor. Çünkü standardı kalmadı
işin, nerede üniversite varsa iki üç tane enstitüyü derhal kuruyor­
sunuz. Jürilerinizi kuruyorsunuz, adaylarınızı buluyorsunuz ve
süreç başlıyor, bir defa başladıktan sonra da akademik nezaket,
bu iş böyle olmuyor demeye engel. Bilmiyorum, yeteri kadar dile
getirdim mi?
Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Biz de teşekkür ederiz.
262
Buyurun Sayın Mehmet Emiralioğlu, lütfen olabildiğince özet
olursa memnun olacağım.
MEHMET EMİRALİOĞLU -Sayın Başkan, Değerli Hocalarım
ve Dinleyenlerim! Benim söyleyeceklerimi söyleyen bulunur
diye sonuna kadar bekledim. Değinilmeyince konu benim de
alanımda olduğu için söz aldım. Belki konunun dışında görülebilir
ancak açıklık sağlamak için Sayın Meslekdaşım Güçlüol'dan
öğrenmek istiyorum:
Biliyorsunuz, 1739 Sayılı Millî Eğitim Temel Yasası, bütün
öğretmenlerin Yüksek öğrenimli olması koşulunu getirdi. Bu
koşul, bizim gibi eğitim kaynakları kısıtlı, ekonomisi dış ülkelere
büyük miktarda borçlu, borç alarak borç faizi ödeyen bir ülke
olduğumuz da ortadadır. Bunun yanında öğretmenlikte başarılı,
yeter deneyimli, öğretmenlerinin yeterliği, yetiştirdiği kuşaklarla
kanıtlanmış bir ülkede, özellikle okul öncesi, ilköğretim, temel ve
yaygın eğitim öğretmenlerinin hemen yükseköğrenimden
geçirilmesi kaçınılmaz, ertelenemez bir zorunluluk muydu? Bana
göre şimdilerde yukarıda saydığım eğitim kurumlarında dört yıla
varan yüksek öğrenimli öğretmen gereksinimi yoktu., Hele
çalışan öğretmenleri dışardan, uzaktan ve açıktan hemen
yükseköğrenimli yapmak öncelikli değildi. Bu işlev ilerilere
atılarak aşama aşama gerçekleştirilebilirdi. Sayın Güçlüol bu
görüşüme katılırlar mı?
Açıklığa kavuşturulmasını gerekli gördüğüm bir başka konu
da: "Öğretim elemanı" sözünü bana göre bilim doktoruL akade­
mik doçent ve profesörler kullanmamalıyız. Bu isim, öğretim
üyesi, öğretmen, eğitmen ve usta öğreticilere ad olmalıdır diyo­
rum. Bu görüşüme ne derler? Geçmişi de gözönüne getirerek
bir bütünleme yaparsak ve hepsini katarsak "öğretim elemanı"
adı altında eğitmen, öğretmen, gezici başöğretmen, okutman,
ilmi yardımcı, asistan, doktoralı, doktorasız, doçent ve profesör,
Ordünaryüs Profesör toplanabilir mi? Köy Enstitüleri de bunlara
I
.
-I
j
____ 2 6 3
bir "ustaöğretici" kattı son zamanda başka kurumlar da bu adla
eleman çalıştırmaktadırlar. Sayın Güçlüol'un konusu Öğretim ele­
manı yetiştirmedir. Bu kavrama bir açıklık getirmelidir. O'nun an­
lattığı yükseköğretimdeki tüm öğretim elemanını kapsıyor ve
ötekileri dışlıyor olmalıdır. Bize göre ise artık bunun adı, öğretim
elemanı olamaz. Onların adı Doktor, doktoralı Doç ve Profesör
yetiştirme olmalıdır. Bu kademedeki bilim adamlarımız, eğer özel
bir öğretmenlik formasyonundan geçip bunu bir sertifikaya
bağlamamışlarsa öğretmen sayılamazlar. Bir bilimi, teknolojiyi bil­
mek ve uygulamakla onu öğretmek aynı iş değildir. Yüksek
öğrenimde öğrenciler, dal öğrenimini yaparken uygulanan
yöntemlerden elbette etkilenirler, bu yöntem iyi ya da kötü
olduğuna göre etkilenme de ona göre olur. Eğitim ve öğretim de
fizikcilik, kimyacılık, hekimlik, hukkuçuluk, ressamlık ve yontucu­
luk gibi bir meslek dalıdır. Bu dalın adı "öğretmenliktir". Burada
öğretmenlik meslek dalı dışında saydığımız dalların o dalların
öğretmeni olabilmeleri ayrı bir hazırlık ve formasyon gerektirir.Bilmek her zaman öğretebilmeyi sağlamaz.
Öğretebilmek ve öğretmen olmak için, bilinen dalın dışında,
eğitim ruhbilimi, çocuk ve genç ruhbilimi, eğitim metodolojisi,
genel ve özel gibi disiplinlerde yetişmek ve o eğitim ve beceri­
leri kazanmak gerekir. Belli bilim dallarını bilenlere bunları
başkalarına öğretmek durumunda olanlara öğretmenlik formas­
yonunun verilmemesi, ülke eğitim ve öğretimini büyük kayıplara
ve zorluklara uğratmıştır.
İzin verirseniz açıkça bir şey söylemek istiyor ve beni
bağışlamanızı diliyorum. Bir öğretmen nasıl profesör değilse, her
profesör de öğretmen sayılmamalıdır.
Sayın Kemal Güçlüol buna ne diyecektir?
Teşekkür ederim, Saygılar sunarım.
BAŞKAN -Teşekkür ederiz efendim.
Buyurun hocam.
264
PROF. DR. YAŞAR KARAYALÇIN -Efendim Sayın
Güçlüol'un ortaya koyduğu konulardan bir tanesi de 1416 sayılı
Kanun. Bu kanun senelerdenberi Millî Eğitim Bakanlığı ta­
rafından yurt dışında uzman kişiler yetiştirmek için uygulanmıştır.
Bakın, uygulamada takip edilen metodların çok yanlış olması
nedeniyle Türkiye belki milyarlarca lira döviz kaybetmiştir, ya­
bancı ülkelere gönderilen gençlerden intihar edenler olmuştur.
Bu konuyu doğru çözüme bağlamak lâzımdır. Bunların ilgili
ülkelere göre burada kısa bir kurstan geçirilmesi lâzımdır ve her­
halde orada yapılacak çalışmalara uygun bir eğitimden geçmiş ol­
maları lâzımdır. Doktora yapmak üzere yurt dışına gönderilecek
kişi hayatında bir defa seminer çalışması yapmamış ise orada bu
kişinin akademik bakımdan perişan olması kaçınılmazdır. Bence
yapılacak şey biraz evvel sayın meslektaşımın belirttiği gibi, be­
nim önerdiğim gibi-lngilizce meşhur olan bir deyimle
"mükemmellik merkezleri"ni oluşturmak yani her alanda belli yer­
lerde en aşağı üç tane bu düzeyde merkezler kurmaktır. Bu mer­
kezlerin kendi alanlarında iyi şekilde uzman ve araştırıcı
yetiştirmekle görevli olmaları lâzım. Burada bir seviyeye gelmiş
olanları gerekirse yabancı ülkelere, daha ileri düzeyde
yetişmeleri için göndermek
lâzım. Bizim neslimiz Üniversiteler
Kanununun sağladığı çok büyük imkânlarla yetişmiştir. Uygulama
bizim fakültemizde, üniversitemizde şöyle olmuştur. Yurt dışına
iki yıl asistan iken gidilirdi, bir yıl doçent iken, bir yıl profesör iken.
Biz eğer belli bir seviyeye ulaşabildiksek Devletin bize sağladığı
bu büyük imkânlar sayesinde bu seviyeye gelebilmişizdir. Sayın
Doğramacı dün 500 kişiyi dışarıya gönderiyoruz diye biraz da
övünerek bahsettiler. Aslında durum şöyledir. Türkiye'de Cum­
huriyet döneminde yıllarca gençlerin yurt dışında yetiştirilmesi
esası uygulanmıştır. Bir ara üç bin kişinin bilim adamı yetiştirilmek
üzere dışarıya gönderilmesi projesi söz konusu oldu. Türkiye
YÖK döneminde bu konuda altı yıl kaybetmiştir.
Teşekkür ederim.
26*
BAŞKAN -Biz de teşekkür ederiz.
Sayın Hocam cevap vermek üzere buyurun.
PROF. DR. KEMAL GÜÇLÜOL -Etendim, ben bilseydim bil­
dirimi biraz daha uzun tutardım.
Sondan itibaren başlıyorum. Üç bin kişinin yurtdışına
gönderilmesi planlanmış fakat öyle bir planlama ki, hatırımda
kaldığına göre, yaklaşık on yıl içinde bu sayının üçte biri dahi
gönderilememiş. Neden göndereceksiniz? Hangi alanlarda?
Belli değil. Hatta akseptans alma konusu bile ortada kalan bir uy­
gulama. Sadece üç bin kişi. Neden üç bin kişi de beş bin değil?
Birinci beş yıllık plandan itibaren durumu inceliyorsunuz. Sadece
sonraki planlarda, üçüncü beş yıl dahil, öngörülen sayıların
gerçekleşmediği, şu kadar gönderilebildiği hakkında hükümler
var. O halde üç bin kişinin öğretim elemanı yetiştirilmek üzere
yurtdışına gönderilmesinin sadece planlanmış olması yeterli
değil. Bunun gibi, YÖK'ün son uygulamalarıyla yurtdışına
göndermelerin de gerçek bir planlama ve buna dayalı uygulama­
lara bağlı olarak yürütülmesi gerekir. Bunda ihtiyaçlar, mevcut po­
tansiyel, maliyet ve uygulanabilirlik durumları dikkate alınmalıdır.
1416 sayılı kanuna gelince: Bende o kanunun değiştirilmesi
amacıyla oluşturulan gruplarda görev aldım. Ancak, bu kanunun
günün ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi henüz sağlanamadı.
En azından şunu söyleyeyim, 1416 sayılı Yasa ile bir planlama
yaptınız diyelim. Örneğin, bir Anadolu üniversitesinde, beş
öğretim üyesi adayını yurt dışına gönderdiniz. Bu elemanların
herşeyden önce giderken mutlaka istifa etmesi gerekiyor.
Özlükle ilgili çeşitli konular, sorunlar var. "Biraz yabancı dil" konu­
suna gelince, ben sayın hocamıza katılmıyorum. "Biraz yabancı
dil", diye bir şey yok gerçekten. Ayrıca, "seminer" konusu da çok
önemli. Seminer konusu farklı uygulanıyor. Bazı uygulamalarda
bir kitap okuyup özetini çıkarmayı seminer diye anlıyoruz. Bu
gerçek anlamda düzenlenir ve uygulanırsa yararlı olur. Tabii
266
1416 eski ve önemli hizmetlerin yerine getirilmesine yardımcı
olmuş bir yasa. Ama, artık gerçekten eskimiş. Örneğin, bu ya­
saya göre yurtdışında sadece yükseköğretim düzeyinde
öğrenci gönderebilirsiniz. Sadece yükseköğretime devam eaen
vatandaşınıza öğrenci vizesi verebilirsiniz. Döviz aktarabilirsiniz.
Ama uygulamaya bakarsanız ortaöğretim düzeyinde de bundan
yararlanıldığını görürsünüz. Eskiden kanunu çıkaranlar iyi bir
düzenleme yapmışlar. Ancak, şartlar değişmiş, 1416 Sayılı Yasa
gibi bir de 4489 sayılı yasa vardır. Pek çok öğretmen bu yasadan
yararlanarak yurtdışına gitmiştir. Bu ayrı bir uygulamadır. 2547
sayılı yasa da böyle. 2547 ile 22 ayda yurtdışına gönderilenlerin
sayısı, eski uygulamaya göre, nicelik bakımından önemli. Fakat,
akseptans sağlama başta olmak üzere, bazı sorunlar bu uygula­
mada da sürüyor. Planlama yetersizliği ortadan kalkmış değil.
YÖK ve üniversiteler arasında bu konudaki iletişim ve koordinas­
yon, ayrıca yetki -görev paylaşımı, açık ve yeterli değil. Sonuç olarak, ben konuyu ayrıntılı belirtmek yerine, hatırlanırsa, şöyle be­
lirtmiştim. Yurt dışında öğretim elemanı yetiştirmeğe, belli yerlerde
lisansüstü eğitime ağırlık vermek suretiyle, konunun gerçekten
ön yargısız gözden geçirilip gerekli önlemlerin önce makro
düzeyde planlanmasına, önce bir politika düzenlenmesine ge­
rek vardır. Bu bakımdan, bu konu gerçekten bir başağrısı. Çok
köklü. Ağırlık vermemiz gerekiyor. Bütün üniversitelerde
yükseklisans ve doktora açmanız şart da değil. Kriterini koy­
duğunuz zaman bile demin arkadaşımızın belirttiği gibi, çeşitli uy­
gulamalarla yozlaşabiliyor. Örneğin, bazı üniversiteler bir prog­
ram açmak için üç öğretim üyesi bulunması gerekliliğini şöyle ye­
rine getiriyor: Üç öğretim üyesi o anabilim dalında gösteriliyor.
Örneğin, diğer bir fakülte veya bölümde iki kişi var. Programın
açılacağı anabilim dalında da bir kişi bulunuyor. Üçünün de adını
yazıp sayısal gereklilik karşılanıyor. Ancak, bu tutumun iki
yönden değerlendirilmesi gerekiyor. Birisi, ilgili arkadaşımız
çaresiz kalmış, ne yapıp yapıp kısa zamanda ben bir adam
yetiştireyim çabasında. İkincisi, ben de diyor, öğretim üyesiyim,
benim de bir tane doktora öğrencim olsun veya yüksek lisans
267
öğrencim olsun, öyleyse, konunun bazı psikolojik yönleri dahil,
ihtiyaca dönük sorunları da var. Bunları da gözönüne almak gere­
kir. Bu işin en iyi yapılabildiği üniversiteler seçilerek lisans üstü
eğitimin ağırlıklı olarak buralarda yürütülmesi çok önceleri
önerilmişti. Benim önerilerim arasında da bulunuyor. Bu işin,
istenirse, koordinasyonunun, en bilinçli ve yararlı biçimde
yapılabileceği yer, mevcut yasalar çerçevesinde YÖK’tür.
Bilindiği gibi, üniversite öğretim elemanları iki gruptur. Birisi,
öğretim üyesi, diğeri öğretim üyesi yardımcısı gruplarıdır. Mevcut
sistemin içinde profesör, doçent ve yardımcı doçent öğretim
üyesi konumundadır. Diğerleri öğretim üyesi yardımcılarıdır.
Öğretmenliğe gelince, şüphesiz, öğretmenlik eşittir eğitim bilim­
ci demek değildir, öğretm en eğitim bilimlerine ilişkin olarak
yüklendiği görevleri uygulayan kişidir, ama yükseköğretimde,
işin başında belirttiğim gibi, öğretme ve eğitme fonksiyonlarını
yürütecek formasyona gereğince sahip olmayan kişilerin fazlalığı
elbette büyük bir yetersizlik olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllarda
üniversite eğitim ve öğretimin geliştirilmesi, öğretim eleman­
larının bu yönde yetiştirilmesi konusunda Kanada, İsveç, İsviçre,
Avusturalya'da ve A.B.D.'de, bu alanda bazı çalışma ve uygula­
malar var. Ben bu faaliyetleri daha önce, hizmet içi çalışmalar ola­
rak belirtmiştim. 1960'lı yıllarda başlamış olan bu çabaların şimdi
oldukça geliştiğini görüyoruz. Konumuzla ilgili olmamakla birlikte,
Sayın Emiralioğlu arkadaşımızın öğretmen yetiştirmeyle ilgili bir so­
rusu vardı. Öğretmenlerin üç yıllık yükseköğrenim görmelerinin
gerekli olup olmadığı şüphesi gündeme getiriliyordu. Öğrenim
düzeylerinin "yırla değil "programlarla belirlenmesi esas olmakla
birlikte, yerleşen "yıl" ölçeği ele alındığında da, artık Türkiye'nin
"dört yıllık" yükseköğrenim gören öğretmenlere sahibolmağa
hakkı vardır. Türk öğretmeninin de yüksek öğrenim görmemeye
mahkum edilmemesi gerekir. Şüphesiz, burada, niteliği unutma­
mak, öğretmenliği helkesin her zaman yapabileceği önemsiz bir
meslek haline düşürmemek öğretim yılı sayısından daha az
önemli değildir.
268
Doktoraya giriş konusunda lisans üstü eğitim yönetmeliği ve
çerçeve yönetmeliği konusunda Sayın Güvenç'in belirttiği hu­
suslar gerçek, kendi elemanlarını da yetiştirmeleri gerekiyor
üniversitelerin.
Ancak, mevcut yönetmelik şuna engel değil. Örneğin, bize
bir öğrenci geldi, "Pedagojik formasyon almıştır", yazılı bir bel­
gesi vardı. Ancak, aldığı bir tek eğitim dersi vardı. Ama aldığı ders­
leri gösteren belgeyi sonradan getireceğini belirtti. İlgililer bunun
üzerine öğrenciyi giriş sınavına aldılar, öğrenci sınavı kazandı.
Fakat daha önce enstitüde geliştirilen "önceden alınmış olması
gereken dersler" belirlendiği için, daha sonra noksanları -daha
doğrusu yaklaşık altı zorunlu dersi almadığı- ortaya çıktı. Bunları
başarıyla tamamladığında asıl programa başlayabileceği belirtile­
rek sorun çözümlendi. Daha önceki uygulamalardan da, yakın
dallarda eğer noksanı varsa tamamlaması gerekiyordu. Onun için
o arkadaşa denildi ki sen -şu, şu dersleri tamamladığın ve
başardığın takdirde programa alıyoruz. Bunun yapma konusun­
da ne akıllı bir idareci olmaya gerek var, ne yeni bir yönetmeliği
çıkarmaya. Zannediyorum, bu, istenildiği zaman yapılabilir.
Sorunun yönetim konusu ile ilişkin yönünü zannederim Sayın
Bursalıoğlu daha sonra cevaplıyacaktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, yakın dallarda veya aynı dallardaki
uyarlamalar, lisansüstü programlar düzenlenirken, kolaylıkla
yapılabilir. Mevcut yönetmeliklerin buna engel olacağı da
söylenemez. Bu yönetmeliklerdeki yetersizliklerin giderilemiyeceğinin de söylenemiyeceği gibi. Burada belirteceğim ikinci
bir nokta da, lisansüstü düzeyde öğrenci yoğunluğu ile ilgili. Li­
sans ve doktora öğrenimi yapanların, sayısal değerlendiril­
mesinde genellikle bir ölçüt var. Bu konunun incelenmesinde,
Yüksek lisans ve doktora öğrenimi yapanların lisans düzeyindeki
öğrenci sayısına oranı önem taşıyor. Bu oranlara baktığımız za­
man çok çeşitli sayılar var elimde, bu sayılardan bir bölümü, bu
alandaki yetersizlikleri belirliyor, örneğin, yüksek lisans ve dok­
tora eğitimi yapanların lisans düzeyinde öğretim görenlere oranı
269
Türkiye’de yüzde 2.3 dolaylarında. Bu sayılar bir, birbuçuk yıl es­
kidir. Yüzde 3 dolaylarında veya yüzde beş diyelim. Biraz daha
cömert olalım. Bu oranı başka ülkelerde incelediğimiz zaman
görüyoruz ki, Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde 33, Fran­
sa'da yüzde 25, Ingiltere'de yüzde 20 dolaylarında, diğer bazı
ülkelerde ise yüzde 10, yüzde 20 dolaylarında değişiyor. O
halde burada yapılacak bir saptama, ilerideki öğrenci sayısındaki
artışı da mutlak surette hesaplamamız gerektiğine göre, buradaki
oranın az olduğu gerçeğidir. Ama diğer istatistik bilgileri de ele
aldığımızda sayılar, bu konuda mutlaka bir şeyler yapmak ve sayın
arkadaşlanmızın belirttiği hususlar da dahil, bu işe mutlaka el at­
mak gerektiği ortaya çıkıyor. Yani öyle gözüküyor ki konu sadece
güncel değil, gayet ciddi.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Efendim, bu oturuma katkıda bulunanlara, sayın
hocamızdan başlamak üzere teşekkür ediyorum. Oturumu ka­
patmadan önce bir anons yapmak istiyorum. Efendim, öğleden
sonraki ilk oturumumuz saat 15.00'de başlıyor. "Yükseköğretimde
yönetim" adlı bir bildiri, onu takiben de "Yükseköğretimde Beklenti­
ler" adlı panelimiz olacak.
Bekliyoruz Efendim. İyi günler.
BİLDİRİ VI
YÜKSEK ÖĞRETİMDE
YÖNETİM
PROF. DR. Z İY A BURSALIOĞLU
(A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi)
Oturum Başkanı: DR. FERHAN OĞUZKAN
■
YÜKSEKÖĞRETİMDE İKİ YASA VE UYGU­
LAMALI KARŞILAŞTIRMA
Bu bildirinin amacı, 1973 yılında çıkan 1750 sayılı
"Üniversiteler Kanunu" ile, 1981 yılında çıkan "2547 Sayılı
Yükseköğretim Kanunu"nu; sistem ve yönetim kavramlarından
bazılarının ışığında bir kuram- uygulama ilişkisi içinde
karşılaştırmak ve uygulamadan da bazı örnekler vermektir.
Önceden belirtmek gerekirse, her iki yasada, bu kavramların
çoğu bakımından bir çizginin iki ucunda kalmıştır.
Sistemin Amaçları ve Görevleri
Eski yasada üniversitelerin amaçları saptanmamış, hangi
görevlerin hangi amaçlardan kaynaklandığı ancak yoruma kalmış,
bazen geniş tutulan bu yorumlar da, üniversitenin görevlerini
tartışmalı duruma sokmuştur (1). Çünkü görevin, amaca dönük
eylem olması gerekir.
Yeni yasada da, yükseköğretimin görevleri açık seçik belirtil­
memiş, ancak amaçlardan sonra, bazıları göreve benzeyen ana il­
keler konulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, ikisi de bir amaçgörev karşılaştırmasını olanaksız kılmaktadır.
Sistemin Yapısı
Eski yasada üniversite bir fakülteler federasyonu olup, yetki­
lerin dağıtıldığı kurullar tarafından yönetiliyor, yöneticileri ta­
rafından da seyrediliyordu. Rektör ve dekanın temel görevi, ku­
rullara başkanlık etmek ve onların aldıkları kararları uygulamak
olarak tanımlanmıştı. Yeni yasada yetkilerin çoğu YÖKle; artanı
da rektörlükte toplanmıştır. Rektörün, fakültelerin elemanları, bi­
naları, bütçeleri, kadroları ve demirbaşları üzerinde mutlak tasar­
ruf yetkisi bulunmaktadır. Bu nedenlerle, sistemin anatomisi,
yani karar yetkilerinin dağılımı, her iki yasada da, sağlıklı değildir.
(1) Z iya
M illiy e t ,
B ursalıoglu, Ü n iversitelerin
18.7.
1977.
Ö rg ü t
Anatom isi,
273
Çünkü rektörün yetkilendirilm esinde öngörülen güçlerin
birleştirilmesi ilkesi, dekanın yetkilendirilmesinde güçlerin
dağılımı ile sonuçlanmaktadır. Bu çelişki uygulamada en az iki
olumsuz sonuç vermektedir. Yöneticinin temel görevi kaynak­
ların üretilmesi ve artırılmasıdır. Önce bunları tasarrufunda bulun­
durabilmek kuşkulu olan dekanın, bu teşebbüsü azalmaktadır.
Sonra, özellikle bunların sağlanmasında emek vermemişse, ken­
disini seçen rektörün istemleri üzerine, dağıtılmasında cömert
davranmaktadır. Örgütsel fizyolojisi bakımından, eski yasada
üyelerin kararlarını etkileme yolları sınırlı olmasına karşın, yeni ya­
sada bu yollar çeşitlenmiş ve artmıştır.
Eski yasa yükseköğretimin bir sistem olarak kurulması ve
işlemesini zorlaştırmış, sistem kavramına yanaşmak istemeyen
yönetim organları da , bu zorluğu artırmıştır. Yenisi de,
yükseköğretimi bir sistem yapısına sokmasına rağmen,yetkilerin
büyük bir kısmını sistemin merkezinde yani YÖK'te toplamış,
fakülteler ve bölümler gibi alt sistemlerin işlev ve etkisini
azaltmıştır.
Sistemin Merkezi (YÖK)
Eski yasada öngörülen YÖK, hükümet kanadından gelen
üyelerin, üniversite kesiminden gelenlerden fazla olması ve bu­
nun doğuracağı diğer nedenlerle 1975 yılında Anayasa Mahke­
mesi tarafından iptal edilmişti. Çünkü 1961 Anayasasının 120.
maddesinde, üniversitelerin kendileri tarafından seçilen organlar
eliyle yönetileceği hükmü yeralmıştı. Yeni Anayasa'da böyle bir
hüküm olmayışı, iki YÖK arasındaki temel farkı yaratmış bulun­
maktadır.
Eski yasada, ME Bakanı başkanlığında olan YÖK, iki yıl süre
ile seçilecek üniversite temsilcileri sayısı kadar; bakanın teklifi
üzerine, Bakanlar Kurulunca atanacak üyelerden oluşuyordu,
Yeni yasada YÖK üyelerinin üçte biri sayın Cumhurbaşkanı, üçte
biri Bakanlar Kurulu, üçte biri de Ünivrsitelerarası kurulca
seçilmektedir. Ancak, Rektörler ve senatörlerden oluşan
274
Üniversitelerarası Kurul, YÖK üyelerinden üçte birini seçmekte,
bu seçilenler de rektör adaylarının önerilmesinde söz ve oy sahi­
bi olmaktadır. Halbuki eski yasada, her üniversitenin yetkili or­
ganınca iki yıl için seçilecek YÖK temsilcileri ile, tüm öğretim
üyeleri tarafından seçilen rektörler bağım sız gruplar olarak
öngörülmüştür. Bir sistemde bir hatanın olması ihtimali varsa, o
hata muhakkak olacaktır. Yasalar ve yöneticilerden beklenen, o
ihtimalin ortadan kaldırılmasıdır.
Her iki yasaya göre, YÖK'te üniversite dışı temsilcilerin bulu­
nuşu da, ayrı bir tartışm a konusu olmaktadır. Önce bürokraside
olup da, üniversitede bulunm ayan bilim dalı veya uygulaması
yoktur. Sonra, belli akademik aşamalardan geçmemiş kimselerin,
geçmiş olanların akademik verimi veya yönetim performanslarının
değerlendirmesi, her sistem de tartışmaya yol açmıştır. Belki de
bu nedenlerle, 3 Şubat 1988 tarihli Milliyet gazetesinde,. Devlet
Bakanı Adnan Kahveci' ye atfedilen yeni YÖK tasarısı, tüm
üyelerin akadem isyenlerden oluşmasını öngörm üş bulunm ak­
tadır (2)
Diğer bir zorunluk da, böyle kurullarda üniversiter disiplinlerin
dengeli temsil edilm esidir. Örneğin bir boyutu eğitim, diğeri
yönetim olan YÖK' te böyle bir eksiklik duyulm am ıştır.Çünkü
1981de kuruluşundan beri YÖK'e bir eğitim bilim ci veya bir
yönetim bilimci atanm am ıştır. Belki de, birincisi her öğretim
üyesinin, aynı zam anda bir eğitim uzmanı olduğu gibi bir
yanılgıdan; İkincisi de, bazı ülkelerde olduğu gibi,ülkemizde de
eğitim yönetiminin am atör düzeyde kalmış olmasından kaynak­
lanmaktadır. Ancak bilime yönetim ne kadar gerekliyse,
yönetime de bilim o kadar gereklidir.
Yeni YÖK'ün oluşum unda, ME Bakanlığınca iki üyenin
seçilmesi öngörülmüştür. Ayrıntıya girilmemiş olmasına rağmen,
bu kontenjanın amacı; eğitim sisteminin ilköğretim, ortaöğretim,
mesleki ve teknik eğitim gibi temel alt sistemlerinden seçilecek
(2)
"K ahvecinin YÖK T aslağı"M illiyet, 3 Şubat 1988.
275
bilgili ve deneyimli üyelerin, bunların yükseköğretim ile
bütünleşmesinde danışmanlık etmeleridir. Bakanların bu takdir
haklarını, makro düzeyde kamu yararı, mikro düzeyde de kurum
yararı yönünde kullanması gerekirken, hepsinin böyle davran­
madığı görülmektedir.
Diğer yandan 21 Aralık 1987 tarihinde çıkan 301 sayılı kanun
hükmünde kararname, yeni yasanın 6. maddesini değiştirmiş ve
YÖK organlarını Genel Kurul, Başkan ve Yürütme Kurulu olarak
üçe ayırmıştır. Bu bölünme, karar sürecine katılanların sayısını
azaltmak bakımından, sistemi daha kapalı duruma getirmiştir.
Çünkü demokratik yönetimin temel ilkesi, yürütme gücünün
değil, katılma derecesinin artırılmasıdır. Ayrıca, bu değişikliğe
dayalı olarak yapılan yönetmeliğin 8. maddesinden, dekan
s e ç im le ri ye tk is in in Y ürütm e K urulun a a kta rıld ığ ı
anlaşılmaktadır.Halbuki, Anayasa'nın 130. maddesi, dekanların
YÖK tarafından seçilme ve atanmasını zorunlu kılmıştır. Anayasa
ile verilmiş bir görev ve yetkinin kararname ve yönetmelik ile ak­
tarılması ve uygulanmakta olması, hukuksal tartışmaya açık bir
durum yaratmıştır.
Denetim ve Değerlendirme
Eski yasada iptal edilmeyen"Üniversite Denetleme Kurulu"
yeni yasada "Yükseköğretim Denetleme Kurulu" olardk, daha
geniş görev ve yetkilerle yer almıştır. Bu kurulda, özgeçmişleri
kuruldaki görevleri ile dengeli üyelerin çalışmış ve çalışmakta ol­
masına rağmen; yararsız olduğu ileri sürülerek, lağvedilmesi is­
tenmiştir (3). Çift yollu bir süreç olan denetleme veya teftişin ya­
rarı, bu sürecin temel ilkelerinin izlenmesine bağlıdır. Bunlardan
güvenirlik ilkesi denetleme sonuçlarının kurumlara ve kişilere
gönderilmesini gerektirir^4). Evrensel olarak uygulanan bu ile­
tişim ve geribesleme (feedback) yöntemi, belki de yasal bir zorunluk görülmediğinden, bugüne kadar yeğlenmemiştir.
(3)
276
Aynı Kaynak
Yönetimde informasyon eksikliği, yönetilenleri rahatsız eder.
Kapalı sistemlerde insanların mutsuzluk nedenlerinden biri de
budur. Yönetici performansının rapora bağlanmaması, başarılı ve
başarısız yönetici arasındaki farkı ortadan kaldırmak bakımından
sakıncalıdan Olsa olsa, başarılı yöneticinin görevden alınmasını,
başarısızın ise görevde tutulmasını kolaylaştırır. Bu durumun poli­
tika ve yürütme organları arasında kopukluğa yol açma ve bir de­
netleme organını zamanla önemsizleştirme olasılığı, 1985
yılında, Eğitim Bilimleri Fakültesinde yapılan ve bastırılın "Eğitim
Yönetiminde Denetleme ve Değerlendirme Sempozyumu"nun
önsözünde belirtilmişti(4).
Yukarıdaki açıklamalar, yükseköğretim sisteminde, bakanlık
teftiş kurulu gibi bir denetleme organı gerektiği yönünde yorumlanmamalıdır.Ancak, bu kurulun, fiziki ve sayısal saptamalar
dışında, gerçek eğitim- öğretim değerlendirmeleri yapabilmesi
bekleniyorsa, kadrosunun eğitimde uzmanlaşmış personel ile
desteklenmesi gerekmektedir.
Karar Organları:
Eski yasada kurullarda olan karar yetkilerinin çoğu, yeni yasa­
da yöneticilere verilmiştir. Böylece eskiden kurulların aldıkları ka­
rarları uygulamakla görevli olan rektörler, dekanlar ve bölüm
başkanlan; şimdi bu kararlardan çoğunu kendileri verebilmekte­
dir. Ayrıca salt yönetimsel değil, jüri kurmak gibi akademik karar
yetkileri de bunlar arasındadır.
Yeni yasada, fakülte kurullarının üye sayısı önemli oranda
azaltılmıştır. Eskiden çoğunluğu sağlamak veya karar almakta
sıkıntı çeken yöneticiler bu durumdan memnun kalmış, fakat
büyük bir kısmı informasyon çemberi dışında kalan yönetilenler
rahatsız olmuştır. Bu konuda öğretim elemanları sayısı ile oranlı
bir katılma, her iki taraf için de daha doyurucu olabilir.
Görevden çok biçimi hareket noktası alan ve 1982 yılında
(4)
"Eğitim Yönetiminde Denetleme ve Değerlendirme Sempozyümu", A. Ü.
Eğitim Bilimleri Fakültesi, 1985, Önsöz
277
yayınların "Akademik Teşkilat Yönetmeliğime göre, sosyal bilim
fakültelerinde bölüm sayısı üçe indirilmiş ve ilişkisi zayıf ana­
bilim dallarını bir arada toplamak zorunluğu doğurmuştur (5). Bu
birleştirme, eğitimde uzmanlık proğramlarını daraltmak gibi olum­
suz bir sonuç da vermiştir. Yapıyı biçimlendiren iki etken amaç ve
görevdir. Bir eğitim kurumunun yapısı da, bunlar dikkate alınarak
birimlendirilir.
Eski yasada, hem senato, hem de üniversite yönetim kuru­
lunda bir önceki rektör ve rektör yardımcıları; fakülte yönetim ku­
rulunda da, bir önceki dekan ve dekan yardımcıları bulunurdu.
Bunun politika tutarlığı sağlama, daha evvelki kararlannı ge­
rekçelerini açıklamak gibi yararları yanında; yarışmalı kişileri biraraya getirmek gibi sakıncaları da görülmüştür. Yeni yasa, bir
önceki yöneticilerin bu yolla kurullara girişini kaldırmış, rektör
yardımcılarının üniversite yönetim kuruluna katılmasını oy hakkı
olmaksızın tercihe bırakmış, dekan yardımcılarına ise hiçbir kurula
katılma olanağı vermemiştir.Kurullarda yönetimin ağır basmasını
önlemeyi amaçladığı sanılan bu durum, danışma ve destek ih­
tiyacı duyan dekanların, yardımcılarını kurullarda yasa dışı bulun­
durması nedeniyle, özellikle yönetimsel kararların hukuken itira­
za açık kalmasına yol açmıştır. Yeni yasada, bölüm başkanının
bölümdeki eğitim-öğretim faaliyatlerinden sorum lu tutulması
ile; rektörün veya dekanın fakültedeki öğretim elemanlarını
içeride ve dışarda doğrudan görevlendirme yetkisi de bir çelişki
yaratmıştır.
Planlama ve K oo rd in a syo n
Her iki yasada, YÖK’e planlama ve koordinasyon görevlerini
vermiş bulunmaktadır. Nitekim 78 sayılı Kanun Hükmünde Karar­
name ile, 1983 yılında toplam kadrolar üniversitelere YÖK ta­
rafından,fakültelere de rektörlüklerce gene toplam olarak
dağıtılmıştır. Ancak sonraları bu yetkilerin sistem merkezine
(5)
"Üniversitelerde Akademik Teşkilat Yönetmeliği", madde 13, Resmi Gazete,
18 Şubat 1982/17609
278
çekildiği görülmektedir. Bugün için yaklaşık bine yakın bölüm ve
3500 civarında anabilim dalı olan yükseköğretimde; sadece
bölüm içindeki bir kadronun, bir anabilim dalından diğerine ak­
tarılması değil, iki anabilim dalında bulunan eşdeğer kadrolar
arasında derece değiştirmesi bile YÖK’e gidip gelmektedir.
Toplam kadrolarını dağıtabilen üniversite organlarının, kadro
aktarması veya derece kaydırması gibi işlemleri yapamaması
düşünülmemelidir. Nitekim, eski yasada YÖK'ün planlama görevi
olmasına rağmen, senatoların ideal kadro komisyonları, kadro
verme veya aktarma işlemlerini büyük bir titizlikle yapabilmiştir.
Yetki aktarma derecesinin ayarı, yöneticinin merkezden veya ye­
rinden yönetim anlayışına bağımlıdır. Bu anlayış isterse, merkezî
bir yapı içinde yerinden yönetimi; yerinden yönetime dayalı bir
yapı içinde, merfcezî yönetimi yaratabilir. Yetkinin tazia aktarılması
yönetimin sistem hakkındaki bilgisini azaltır.Az aktarılması da,
yönetimin temposunu ağırlaştırır. Dengeli bir yetki aktarmayı en­
gelleyen başlıca iki etken, üst yönetimin ast yönetime olan
güvensizliği, veya üst yönetimin güç biriktirme eğilimidir.
Koordinasyonun en etkili aracı bütçedir. Eski yasada
fakültelerin tüzel kişiliği olduğundan,dekanlar câri gider
bütçelerini Maliye Bakanlığı, yatırım bütçelerini de DPT ile
görüşürler ve bunları güçleri oranında artırırlardı. Artık bu artırmayı
her alt kademe bir üstünden beklemekte ve fazla bir çaba
göstermemektedir.
YÖK'ün altı yıllık ve yedi yıllık uygulama sonuçlarını ayrıntılı ve
şematik olarak açıklayan yayınlarının incelenmesinde,
yükseköğretimin çeşitli boyutlarında geniş politikaların saptan­
masına değil, hedeflere yer verildiği görülmektedir. Halbuki koor­
dinasyon sürecinin ilkelerinden biri olan erkenlik, bu sürecin po­
litika saptama ile başlamasını öngörür.
Yukarıdaki örneklerden çıkarılması gereken sonuç, YÖK
düzeyinde bir organın daha çok; yukarıya doğru politika
öğütleme, aşağıya doğru İse politika saptama nitelikli
279
görevleri yüklenmesidir. Yönetimsel planlama ve koordinasyon
gibi yürütme işlemlerini de, yürütme organlarının temsilcilerinden
oluşan Üniversitelerarası Kurulun üstlenmesi daha uygun ola­
caktır. "Rektörler Komitesi" gibi bir ara organın yaratılması ile rol
ve statüsü azalan bu kurul, YÖK'e oranla tarihsel bir gelişim
içinde daha çok müesseseleşmiş ve kabullenilmiştir. Ayrıca, yeni
yasanın 7. maddesinde YÖK'e verilen görevlerden bazılarını, 11.
maddesinde üniversitelerarası Kuruldan da beklendiği dikkati
çekmektedir.
Hiyerarşi
Eski yasaya göre, bölüm veya kürsü tarafından yürütülen li­
sans üstü eğitim-öğretim ve araştırma, yeni yasada enstitü'ye ve­
rilmiştir. Batıdaki örneklerin aksine; sosyal, fen ve sağlık bilimleri
enstitüleri gibi yapısal ve görevsel farklılaşmaya gidilmiştir. Ayrıca,
yasada fakülteden sonra gelen enstitü, yönetmelikle ona
eşdeğer duruma getirilmiş, fakültenin bölümleri enstitüye anabi­
lim dalları olarak bağlanmıştır^). Kurumsal yorumlar ile, enstitü
müdürü fakülte kadrosunda bulunan öğretim üyelerinin de disip­
lin âmiri yaratılmıştır. Daha fazla yönetimsel ve akademik sorun­
lardan kaçınılması düşünülüyorsa, evrensel örneklere ve
ülkemizde önceki uygulamalara da bakılarak, her üniversitede
tek bir lisans üstü eğitim fakültesi kurulması daha uygun olacaktır.Çünkü bir yandan YÖK'e koordinasyon görevini veren
yeni yasa diğer yandan lisans üstü eğitim kurumlarını
çeşitlendirmekle, bu görevi güçleştirmiştir. Lisans üstü eğitim
enstitülerinin sosyal, fen, sağlık gibi çeşitlendirilmesi de, yeni ya­
sanın öngördüğü bütünlük ilkesine ters düşmüştür.
Akademik hiyerarşi bakımından, eski yasada kurullarda
öğretim üyelerine ait konularda katılmalar unvanlara göre
sınırlanmış olmasına rağmen, yeni yasada bunlar kaldırılmıştır. Bir
tür demokratikleşme olarak yorumlanabilecek bu yeniliğin, bazı
durumlarada doğurabileceği sakıncalara özgü istisnalar da getiril-
(6)
"Lisansüstü Eğitim öğretim Enstütülerinin Teşkilat ve işleyiş Yönetmeliği",
madde 5, Resmi Gazete 3 Mart 1983, 17976.
280
Eski yasada, gerek yöneticiler gerekse kurulların üyeleri, yeine seçildikleri kimselerin sürelerini doldururlardı. Yeni yasada
»unların genellikle belli süreler ile atanma veya seçilmesi
öngörülmüştür. Böylece, bir yandan eskiden sağlanan politika
ve uygulama sürekliliği kalkmış, öbür yandan da yeninin
öngördüğü kadro birliği kalmamıştır.
E
Akademik Yükselme
Eski yasada akademik parsonelin öğretim üyeleri ve öğretim
üyeleri yardımcıları olarak gruplandırılmasına karşın, yeni yasa
bunları öğretim elemanı terimi altında tek başlıkta toplamıştır.
Böylece hizmete yeni giren bir araştırma görevlisine de, öğretim
niteliği eklenmiş ve bu ilişki, bazı istatistik farklılaşmalara yol
açmıştır.
Yeni yasada yeni bir akademik unvan ve görev olan yardımcı
doçentlik getirilmiştir. Yasanın 23. maddesinini (c) fıkrası, bir
üniversitede doktora derecesi alanın, kendi üniversitesinde bir
ya rd ım cı d o ç e n tlik
kadrosu n a üç yıl geçm eden
başvuramayacağını, diğer bir deyişle başka bir üniversiteye
başvu ru la bile ceğ in i öngörm üştür. Böylece, akadem ik
yükselmenin ilk koşulu, coğrafî faktöre bağlanmıştır. Üç büyük
şehirde bazı istisnalara rağmen, taşra ünivresitelerine öğretim
elemanı yardımını amaçlayan bu önlem, maddî teşvik unsurlarını
artırsaydı; bu yükselmeyi daha akademik bir temele oturtmuş
olurdu. Nitekim, kendi ünivesitesinde üç yıl hizmet görme zorunluğu., 3.9.1986 tarihinde kanun hükmünde kararname ile
kaldırılmıştır. Böylece, taşraya gidip dönemeyenler ile, gitmeyip
bekleyenler arasında bir eşitsizlik doğmuştur.
Diğer yandan, eski yasada doçentlik için öngörülen, doktora­
dan sonra dört yıllık bekleme süresi yenisinde kaldırılmış; fakat
profesörlük için öngörülen beş yıllık süre aynen bırakılmıştır.
Süre, meslekî yükselmenin yararlı koşullarından biri ise, bunun
her aşama için geçerli olması gerekir.
Eski yasada daha yerleşik olan akademik yükselme
2 81
prosedürleri, yeni yasanın geçici maddeleri ve izleyen
değişiklikleri ile dikkati çeker derecede çeşitlenm iştir^).
Böylece, aynı unvan altında, statüler ve haklar ya da çeşitlenmiş
olmaktadır. Bu çeşitlenmelerin, özlük hakları bakımından yarattığı
eşitsizliklerin yakın bir gelecekte çözümlenmemesi durumunda,
kurumsal sürtüşme ve kırgınlıklar artabilecektir.
Eski yasada 70 olan emeklilik yaşı, yenisinde 67'ye indiril­
miştir. Ancak, bir araştırmaya göre 1989 yılında yükseköğretimde
24.000 öğretim üyesine ihtiyaç olacaktır*8)'. Bu durumda,
yetişm iş insangücünden yararlanm a yönünde yasal
düzenlemeler yapılmalıdır.
Yöneticilik
İki yasa arasındaki en önemli fark, akademik yöneticilerin
seçim veya atama ile gelmiş olması gibi gösterilmektedir. Siyah
beyaz-tercihi gibi, sonuçsuz olduğu kadar da yararsız olan bu
tartışmada, önemli bazı noktalar gözden kaçmaktadır. Önce,
yönetimde seçim veya atama, yerleri ayrı olan işlemlerdir.
Örneğin, milletvekilleri seçilir, fakat bakanlar atanır. Eski yasada
rektör yardımcıları senato tarafından, bölüm başkanları da fa­
külte kurulu tarafından seçilirdi. Senatonun rektörün adayını,
Fakülte kurulunun da dekanın adayını seçmediği durumlar ol­
muştur. Halbuki, maiyetini seçmek, yöneticinin doğal hakfarı
arasında görülmek gerekir. Sonra, asıl olan süreç değil nite­
liktir, yani yöneticilerin makamlara nasıl gelecekleri değil;
hangi nitelikteki yöneticilerin hangi makamlara geleceğidir.
Örneğin, dekanlığa veya rektörlüğe gelinceye kadar, çeşitli
yönetim kademeleri ve görevleri bulunmaktadır. Bunların hiç­
birinden geçmeden, veya bazılarından kısa süreler içinde sü­
ratle geçirilerek atanan yöneticilerin başarı performanslarının
diğer yöneticilerinki ile karşılaştırılması, bir araştırma ve değer­
C7)
"On Çeşit Profesör", M i l l i y e t , 7 Nisan 1988.
(8)
İlhan Dülger, "Beşinci veGelecek Plan Döneminde öğretm en Yetiştirmedin
Beklenen Fonksiyon", H. Ü. Eğitim Fakültesi Dergisi, Ankara, 1986.
282
lendirme konusu yapılmalıdır. Seçim ve atama süreçlerinin
yönetici davranışına ilişkin bir karşılaştırmasını yapmak gerekir­
se, her sektörde seçim yöneticiyi yönetilene daha çok
bağımlı kılar. Atama ise, yöneticinin yönetilene karşı olan
duyarlığını azaltır.
Yönetim bilimine en çok katkıda bulunan bilimlerden psikoloji
ve sosyolojide, kabul etme denilen bir kavram, hem yönetici
hem de yönetilen açısından önemlidir. Eski yasa, rektör veya de­
kanın kurumun aylıklı pfofesörleri arasından seçilmesini
öngörmekle, bu etkileşimi dikkate almıştır. Yeni yasada ise, bu
sosyo-psikolojik gerçek gözardı edilmiş ve her iki yöneticinin de
kurum dışından getirilme olanağı yaratılmıştır. Nitekim, yeni yasa
ve uygulamaları savunulurken batıdan gösterilen örneklerin ak­
sine, ülkemizdeki 22 eğitim fakültesinden sadece 3'ünün de­
kanı eğitim bilimcilerden atanmıştır(9)'
Demokratik toplumda yönetim süreci seçimle başlamaktadır
ve akademik bir grup da, kendi yöneticisini seçebilmelidir. Ancak
bir seçim, onu izleyen başka seçimler ile etkisiz duruma da
düşürülmemelidir.
Akademik Özgürlük
Anayasanın 25. maddesi, "Herkes düşünce ve kanaat
hürriyetine sahiptir"; 26. madesi de, "herkes düşünce ve kanatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu
olarak açıklama ve yazma hakkına sahiptir" demektedir. Yeni ya­
sanın 7. maddesinin (1) fıkrası ise, YÖK'e "Bu kanunla belirlenin
yükseköğretimin amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı
harekette bulunanları, rektörün önerisi üzerine veya doğrudan,
normal usulüne oöro, yükseköğretim kurumlan ile ilişkilerini kes­
mek veya denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumuna
atamak" yetkisini vermiş bulunmaktadır. Yukardaki ifadelerin uy­
gunluk veya karşıtlık dereceleri yetkili yargı ve yönetim organ­
larınca açıklanmadan, akademik özgürlügün sınırlarını çizmek ola­
naklı görülmemektedir.
(9)
HHüseyin Hüsnü Tekışık, "öğretmenlik Meesleğinin Durumu ve Öğretmen
Yetiştirme Sorunu" Çağdaş Eğitim, Mart, 1988
283
örgütsel İklim
Örgüt boyutlarından belki de en önemlisi iklim idir.
G eçirdiğim iz dönem ler ve onları izleyen önlem ler,
yükseköğretim kurumlarımızı ılık ve rahat bir iklimden yoksun
bırakmıştır. Bu sıkıntıya dikkatimizi çeken, önce yazarlarımız
olmuşturOO) Daha sonra, yetkililer de, gençlerimizin, araştırıcı
ve girişimci olarak yetiştirilmeleri zorunluğunu belirtmişlerdir*1"•)
Yükseköğretimle ilgili yasal yeniliklerde, iklim boyutunun önem
ve yararı asla gözardı edilmemelidir. Bir sistemde başka bir siste­
min havası yaratılırsa, birincinin kişiliği zayıflar.
S onuç:
Herhangi bir sosyal sistem gibi, bir yükseköğretim sisteminin
de yenilenmesi, hukuksal olduğu kadar, yönetimsel yaklaşım da
gerektirir. Ülkemizde konuya genellikle hukuksal açıdan
bakılmış, sistem yasasının ülkenin temel yasalarına uygun­
luğunun sağlanm asıyla ye tin ilm iştir. Şim diye kadar
önemsenmemiş olan yönetimsel yaklaşım ise, sistemi çalıştıracak
yetkilerden bir bölümünün dışa aktarılmasını değil, sistem
yöneticilerine dengeli bir biçimde dağıtılmasını gerektirir.
Herhangi bir sistemde olduğu gibi, eğitim sisteminde de ye­
nileşmenin değerlendirilmesi şu soru ile başlamalıdır: Yeni sis­
tem öğrenciye ve topluma eskisinden farklı ne vermiştir? Önemli
olan yeniliğin, sistem yapısından çok, sistem ile ürünü ve sistem
ile toplum arasındaki ilişkilerde yer almasıdır. Yani yapısal yenilik­
ler, bu ilişkilerde amaçlanan yenilikleri izlemelidir-*12*
Bazı teorik kavramlar ışığında iki yasa ve uygulamaları
açısından yaptığımız bu karşılaştırmalar konusunda, çeşitli ve
çelişkili değerlendirmeler yapılmaktadır. Bizim karşılaştırmalarımız
ise, yedi yıllık uygulama esnasında yapılan, yasalara ve meslek
(10)
(11)
(12)
284
Yavuz Donat, "Üniversitenin Sancısı" Tercüman, 27 Temmuz 1985.
"Bakan Güzel Sistemin Tartışmaya ve Bilimsel Meraka imkân Vermediğini
Söyledi", Milliyet, 1 Kasım, 1988.
Ziya Bursalıoğlu "Üniversite Yenileşmesinden Ne Anlıyoruz?" Milliyet, 24
Aralık, 1980
değerlerine uygun, hizmetlerin önemini gölgelemek amacını
gütmemektedir. Ancak, en üst makamların kayıtsız şartsız
desteği sayesinde, daha etkin ve verimli hizmetlerin yapılmış
olabileceğini göstermektir. Her sektörde olduğu gibi, eğitimde
de başarının iki koşulu yansız danışm a ve g ü ç l ü
yürütmedir. Bir sistemde yansız danışma ve güçlü yürütme
sağlandığı zaman, yasal düzenleme o kadar ağır basamaz.
Bilimde gerçeğe götüren en emin yol araştırmadır.Eğitim
girişiminin niteliği gereği olarak da, alan araştırmasıdır. Şimdiye
kadar yapılmamış olan da budur. Yükseköğretim sistemimiz de,
bu tür araştırmalara açıldığı ve sonuçlarından yararlandığı oranda
güçlenecektir.
GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN (Dr. A. Ferhan Oğuzkan)- Teşekkür ederim Sayın
Bursalıoğlu, Yönetimde ortaya çıkan zorlukları, çelişkileri,
karışıklıkları ayrıntılı bir biçimde anlatmış, açıklamış oldunuz. Bana
göre, Sayın Bursalıoğlu'nun anlattıkları içinde biraz daha
aydınlatılması gereken herhangi bir nokta yok. Esasen, program­
da "bize ayrılan 15 dakikalık" soru sorma ve tartışma süresinden
de ancak beş dakikalık bir zamanımız kaldı. Bunanla birlikte, top­
lantılarımızın geleneğini de düşünerek, bu beş dakikalık süreyi
tek bir soru sormak ve cevabını almak için değerlendirelim. Sayın
Bursalıoğlu'na tek bir soru sormak isteyen bir dinleyici arkadışımız var mı acaba? Buyurun.
MEHMET EMİRALİOĞLU- Sayın hocama teşekkür ederim.
YÖK’ün yapısı içinde organizasyon ve metod yani O ve M
dediğimiz_birim var. İki gündür dinlediklerimde ya bu örgütün
içinde O ve M yoktur, ya da varsa o birim uyumaktadır. Bu konu­
da hocam ne diyor.
BAŞKAN- Buyurun Sayın Süleyman Çetin Özoğlu.
PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN ÖZOĞLU- Sayın Konuşmacı,
dekan yardımcılarının kurullara katliama konusuna değindiler. Bu
285
konuda şöyle bir kuramsal çerçeve çizmek istiyorum. Belirli bir
üniversitenin tüm dekanları izine çıktı, dekan vekillerinin hepsi
doçent veya yardımcı doçenttir. Üniversite Yönetim Kurulu top­
landı. Rektör, gündeme göre profesör atamalarına ilişkin kararlar
üretmeye başladı. Yardımcı doçentler veya doçentler, dekan
vekili olarak profesörler veya profesör olacaklar için
yükseköğretime öneri konusunda karar hazırlıyorlar, oy kul­
lanıyorlar. Dün öğrendik ki, YÖK sisteminde profesör atamaları
salt üniversitelerin yetkisindedir. Sayın Prof. Doğramacı, YÖK'ün
profesör atamalarında, yalnız kanuna aykırılık var mı yok mu
şeklinde bir işlevi olduğunu söyledi. Böyle bir kuramsal çerçeve
içerisinde Sayın Bursalıoğlu acaba ne derler. Yardımcı doçentin
veya doçentin profesör değerlendirmesi nereye uyar, nasıl bir
husustur. Bir ast bir üste ünvan verebilir mi? Bir üstteğmenin bir
generalin atanmasında fikir beyan etmesi, oy kullanması
düşünülebilir mi? Üniversitedeki örnek bundan farklı mıdır?
Teşekkürler.
BAŞKAN- Buyurun Sayın Sirâl Ülkü.
DR. SİRAL ÜLKÜ- Çok kısa birşey söyleyeceğim. Sayın Prof.
Bursalıoğlu, eski ve yeni yasaları, bir çizginin karşıt uçlarında ola­
rak mı gösterdiniz, yoksa aynı ucunda mı gösterdiniz?
BAŞKAN- Biraz açıklar mısınız? DR. SİRAL ÜLKÜ (Devamla)Ben şöyle anladım efendim, bir devamlılık boyutu, bir
"continuum" üzerindeki konumlarına göre yasalar karşılaştırabilir.
Eski ve yeni yasaları aynı uçta mı görüyorsunuz yoksa karşıt
uçlarda mı? Bu devamlılık boyutunun diğer kesimlerinden birkaç
örnek verebilir misiniz?
BAŞKAN- Buyurun Sayın Bursalıoğlu.
PROF. DR. ZİYA BURSALIOĞLU- Şimdi, bu sorulara verile­
cek cevapların üçü de oldukça uzun. Önce şunu belirteyim,
YÖK'ün iç yapısını yayınladıkları yönetmelikler itibariyle inceleye­
bildim. Bu yönetmeliklerde böyle bir birime rastlamadım. Belki
286
ben inceledikten sonra çıkmış olabilir. Çünkü sık sık yönetmelik
veya değişiklik çıkıyor. Sabahleyin Yaşar Hocamızın söylediği
gibi, yüksek lisans yönetmeliği 16 defa değişmiş, iç yapısıyla ilgili
diğer yönetmelikler de. En son yine, "Yükseköğretim Kurulu
Teşkilatı ve Çalışma Usulleri" yönetmeliği çıktı. Teşkilât denil­
diğine göre, Organizasyon ve Metod biriminin bu yönetmelik
içinde olması beklenir. Yönetmeliğin başlıkları: Yükseköğretim
Kurulunun organları, başkan, başkanvekilleri, yürütme kurulu,
genel kurul üyelerinin görev ve yetkileri, başkan ve üyelerin yet­
kileri, kurulların toplanması, vesaire. Burada da, O ve M gibi bir bi­
rime rastlanmıyor.
Tabii, değerli meslektaşım Sayın Özoğlu'nun temas ettiği
çelişkiler bu yeni yasada var. Eski yasada, karar organlarında üst
ünvanların sözkonusu olduğu durumlarda, ast ünvanlardaki kim­
seler katılamazlardı. Şimdi, yeni yasada, bir profesörlük konu­
sunda dekana vekâlat eden bir yardımcı doçent karar organ­
larında bulunabiliyor. Eskiler , "El vekili vel asil, velâ kani kör
Vasil" derlerdi. Şayet kanunda, hangi durumlarda asilin buluna­
cağı, hangi durumlarda vekilin bulunamayacağı belirtilmemişse,
dekana vekâlet eden, onun tüm yetki ve sorumluluklarına sahip­
tir.
Sirâl hocanın sorusunu anladım. Başlangıçta, bu iki yasa bir
çizginin aynı ucundadır dediğim için, siz 1750 ve 2547 bir çizginin
aynı ucunda mı, diye soruyosunuz. Keşke 2547‘yi 1750'nin bu­
lunduğu uca getirebilsek. Ama, dikkat buyurduysanız, bütün
açıklamalar ve örnekler, siz kontenyum dediniz, ben bir çizginin
dedim, iki ucundadır. Yani, hemen hemen, tam anlamı ve
ayrıntısıyla birbirine aykırıdır.
Çok teşekkür ederim.
BAŞKAN- (Dr. A. Ferhan Oğuzkan)-Sayın Bursalıoğlu'na bil­
dirisi ve ek açıklamaları için teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Sayın ko­
nuklar, programda bu oturumdan sonra bir ara konulmuştu, an­
cak öğleden sonra biraz geç toplanıldığı için bu ara şimdi
287
kapanmış durumda. Bu nedenle, lütfen salondan ayrılmayalım,
ben Sayın Süleyman Özoğlu'nu kürsüye davet ediyorum. Arka­
daşımız ikinci panelin yöneticiliğini yapacaktır. Biliyorsunuz, ikinci
panelde iki gündür tartışılan sorunların çözümü üzerinde durula­
caktır. YÖK'ün çok sorunlu bir kurum olduğu anlaşılmaktadır. Bu
kadar sorunlu bir kurumun işlevini sürdürmesi için bu sorunların
çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Öyle tahmin ediyorum ki
değerli panelistler bu hususta bizleri aydınlatacaklardır.
Hepinizi saygıyla selamlarım. (Alkışlar)
288
PANEL
II
YÜKSEKÖĞRETİMDE
BEKLENTİLER
PANEL
ÜYELERİ
PROF.DR.
SÜLEYMAN
ÇETİN
ÖZOĞLU
(Başkan)
PROF.
DR. İHSAN
DOĞRAMACI
(Yükseköğretim Kurulu Başkanı)
PROF.
DR. BOZKURT GÜVENÇ
(H.Ü. Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)
PROF. DR. KAMİL MUTLUER
(Yükseköğretim Kurulu Üyesi)
DOÇ.
DR.
İLHAN SEZGİN
(MEGSB Müsteşar Yardımcısı)
PROF. DR. KÂZIM TÜRKER
(A.Ü. Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi)
İBRAHİM YURT
(DPT Sosyal Planlama Dairesi)
A. PANEL ÜYELERİNİN KONUŞMALARI
BAŞKAN (PROF. DR. SÜLEYMAN ÇETİN ÖZOĞLU) -Değerli
konuklar, TED'in "Yükseköğretimde Değişmeler" adlı bilimsel
toplantısının ikinci panelini sizlere saygılar sunarak açıyorum.
Panelimize katılacak değerli panel üyelerini sizlere sırayla takdim
edeceğim ve buraya çağıracağım. Yükseköğretim Kurulu
Başkanı Prof. Dr. Ihsan Doğramacı, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç,
Doç. Dr. Ilhan Sezgin, Prof. Dr. Kâmil Mutluer, İbrahim Yurt,Prof.
Dr. Metin Şengonca, Uludağ Üniversitesinde öğretim Üyesi,
katılamadılar. Tahmin ediyorum bir nedeni vardır. O bakımdan
mevcut üyelerimizle panel çalışmamıza devam edeceğiz.
Panelimize ayrılan toplam süre içerisinde her panel üyemizin
10-15 dakikalık bir sürede görüşlerini açıklanmasını bekliyoruz.
Eğer zamanımız kalırsa ikinci bir tur yapmayı düşünüyoruz, ama
zamanımız kalmazsa ara vereceğiz ve sonra tartışma kısmına
geçeceğiz. Bugün panelimizde ele alacağımız temel konu
"Y ükseköğretim de B eklentiler" dir. iki gün süre ile
yükseköğretime ilişkin belirli konular, bildiriler, panel çalışmaları
olarak ele alındı, tartışıldı, sorunlar ortaya konuldu. Bu sorunların
ortaya konulmasında zaman zaman çözüm önerileri de dile geti­
rildi. Ancak bugünkü panelimizde çözüm önerileri diye
özetleyebileceğimiz beklentiler ana konumuz olacaktır. Nedir
yükseköğretimden beklediklerimiz? ikibin yılına hazırlamayı
düşündüğümüz gençlerimizi ve toplumumuzu yükseköğretim
çerçevesinde nasıl ele alıp, nasıl hazırlayacağız? Neler
düşünmekteyiz? Varsa planlarımız nelerdir? Sayın üyelerimiz bu
konularda görüşlerini ortaya koyacaklardır. Biz panel grubu ola­
rak daha öncede bir toplantı yapıp belirli bir program belirleme­
dik. Her üyemizin kendi alanında, kendi görüşü çerçevesinde
sizlere düşündüklerini görüşlerini aktarmasını ana amaç edindik.
Bu çerçevede ilk sözü Yükseköğretim Kurulu Başkanı Sayın
Prof. Dr. Ihsan Doğramacıya veriyorum. Buyurun Sayın
Doğramacı.
291
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI (YÖK Başkanı)-teşekkür
ederim.
Beklentiler zannederim fazla.....olmaması gerekir. Amaç
daha çok gence ve en yüksek nitelikte eğitim ve öğretim vermek
ve bunları araştırmalara yöneltmek düşüncesindeyiz, amaç bu­
dur. Bugün bunu kısıtlayıcı konular nedir? Kanımca mali konuları
ön sırada görüyorum bugün istediğimiz yükseköğretim kurumu,
özellikle üniversite öğrencisi, araştırıcı olsun, okulu bitirdiği za­
man sentez yapma kabiliyeti, konuları nereden araştırıp bula­
cağını öğrenen birisi olsun ve dün de açışta yaptığım konuşmada
dile getirmeye çalıştım, biz yükseköğretim programlarını çeşitli
kalıplara sokarak değil, dersleri serbest bırakmak ve dersleri
tartışmalı hale getirmek, bu arada öğrencilere hangi kaynaklara
başvurabileceklerini, hangi konularda kütüphanelerde bilgiler
arayarak bilgi getireceklerini öğretmek ve bunları tartışmalara
geçirmek olması gerekir. Amaç budur. Bu sebeple bugünkü
düzende, her üniversite ona bağlı eğitim programlarında kendi
programlarını kendileri yapmak serbestisine sahiptir ve dün de
göstermeye çalıştığım gibi benzer fakülteler, eğitim programları
değişik üniversitelerde ayrı ayrıdır, aynı kalıpta değildir. Fakat bu
yetmiyor, yeteri kadar kütüphanemiz yok. Öyle bir ortam için ister
istemez yeteri kadar öğretim elemanı, çok iyi yetişmiş öğretim
elemanına ihtiyaç var, o da yok. Mali imkanlar son derece kısıtlı ve
bugün verilen malî imkânlarda da sarf yetkisinde büyük bir sıkıntı
var. Eskiden mütevelli heyeti, idareciler otururlar, durum öyle
değildir verilen parayı üneversite mütevelli heyeti şüphesiz
öğretim üyelerinin, elemanlarının görüşü, yöneticilerden de
görüşü alınarak ihtiyaca göre dağıtırdı, kadroları ihtiyaca göre sap­
tardı ve maaşları ona göre ayarlardı. Bugün o serbestti elbette
yok. o halde mali konularda kanımca.
Öğretim elemanlarının yetiştirilmesi konusunda da çok büyük
bir darboğaz vardır. Çünkü bugün hiç inkar edilemeyen bir konu
Avrupada, Amerika'da özellikle bilimler, teknolojiler, bilim
dediğimiz zaman yalnız teknik bilimler değil, sosyal bilimleri de
292
kast ediyorum. Çok büyük ilerlemeler kadedilmiştir. Biz, bunu
geçmek biraz şöyle dursun, onu yakalamak, bir tabirle çağı yaka­
lamak zorundayız, ondan sonra çağ atlamaya başlayabiliriz. Onun
için en başta gelen bilim merkezlerine kabiliyetli gençlerimizi
gönderm ek zorundayız, bunda geç kaldık. Biz buna
Yükseköğretim Kurulu olarak başlamış bulunuyoruz. Dün size
502 gencimizin şu anda en ileri merkezlerde doktora eğitimi,
yükseklisans eğitimi gördüklerini söyledim. Bu gün bu rakam
502'den 512’ye yükselmiştir. Daha da çoğalacaktır, bunu yap­
mamız lazım.
Bu şüphesiz yetmez bunlar döndüklerinde kendilerine eğer
araştırma imkânı vermezsek, yalnız mali konu yetmez, kendilerin
geçindirecek kadar para verdik, ki bugün veremiyoruz, verdik
diyelim fakat burada hür bir ortam içinde araştırma, imkânlarını
kendilerine vermezsek, çalışmalarında yeteri kadar araç gereç
sağlamazsak zaman zaman bilimsel konferanslara gitmeleri için
olanakları sağlamazsak bu yatırımımız, bunların çarelerine
yaptığımız yatırım, beklenen sonucu elbetteki vermeyecektir. O
halde kanımca burada darboğaz mali konudur. Bir örnekle
sözüme son vereyim. Vakit kalırsa belki bazı sorulara cevap
verme veya görüşümü bildirme fırsatı bulurum.
Bugün bazı burada bulunan bilim adamlarının, arka­
daşlarımızın bir kısmının bir ölçüde bilgi sahibi olduğu bir özel
üniversite kurulmuştur, Bilkent Üniversitesi. Bu üniversitede
eğitim öğretim organizasyon rejimi devlet üniversitelerinden
farksızdır. Arada bir tek fark var, maddi. Çünkü diğer
üniversitelere devlet tarafından, bütçesinden para sağlanıyor, bir
ölçüde ve sarf yetkisi de kısıtlıdır. Burada tek fark budur. Bu
imkânlarla daha iyi hoca bulmak, şunu demek istemiyorum, öbür
üniversiteler daha iyidir, fakat mali, sarf imkânı olmasa idi
bugünkü düzeyde bir üniversite olamazdı ve bu üniversiteye
sağlanan malî imkânlar en başarılı öğrencilerin mali durumları ne
olursa olsun, bazı kolaylıklar sağlanmaktadır. Bunlardan ücret
alınmamaktadır, yurt ücretsiz olarak sağlanmaktadır, cep harçlığı
293
olarak öğrencilere para verilmektedir. Bugün bazı bölümlerde
örneğin bilgisayarda, elektrikte, elektronikte, endüstri
mühendisliğinde yüzde yüze yaklaşan öğrenciler bundan yararlanmaktalar. Diğerleri masrafın ancak bir kısmını ödemekteler ve
ertesi yıl belli bir başarıyı tuttururlarsa yine ücretten ve diğer
külfetlerden muaftır. Bu ancak mali imkânlarla sağlanabiliyor. O
halde diyeceksinizki bu mali imkânlar nerede? Tesadüf bu,
düşünülmüş bazı imkânlar ortaya konulmuş, bazı yatırımlar
yapılmış bunu belki vakıflar yaptı, fakat yaklaşık iki veya üç hafta
önce bütün bu mal varlığı vakıflardan üniversitenin mülkiyetine
intikal etti. Bunu da size bilgi olarak arz ediyorum.
Hacettepe Üniversitesi kurulduğunda arkadaşım Bozkurt
Güvenç'le beraber başlangıçta beraber çalıştık, orada
başlangıçta bir esneklik vardır, orada gördüğünüz binaların,
eğitim binalarının, hasırcılardan sağa saparsanız o yolun sol tarafı
daha çok eğitim binaları tıpta ilgili, sağlık bilimleriyle ilgili sağ tarafı
hastaneler. Hastanelerin mülkiyeti bizim vakfındı, o zaman tesis
diyorduk bir imkân vardı, öğretim üyelerine daha çok para ver­
mek imkânı vardı ve bununda sağladığı bazı rahatlıklar vardı.
1967 yılında üniversite olarak kuruldu ve o günkü tesis, dernek
vakıf bütün tapuda kayıtlı mallanmı, binalarını üniversiteye devret­
ti. O halde bu dediğim dernek, tesis veya vakıf kendisi için
çalışmıyor, müessese için çalışıyor, fakat o günkü imkân
böyleydi, bugünde böyle bir özerk üniversitenin ortaya
çıkmasında yardımcı olan bu kuruluşlar mal varlıklarının tamamını
üniversitenin emrine vermişlerdir. Böylece üniversitenin, zaten
hukuken imkân yok fakat maddi yönden de bu bizimdir biz
yardım yapalım şeklinde değil, üniversite idaresi bu imkânlardan
yararlanmak yoluna gitmektedir. Özetle, kanımca üniversitenin,
üniversitelerimizin daha hızlı ileriye gitmesi, daha iyi nitelikte
öğrenci ve araştırıcı yetiştirmesi ve kadroya ve mali imkâna ve sarf
kolaylığına bağlıdır.
İzninizle şunu da ilave edeyim, geçen yedi yıl içinde
tecrübelere, o günlerden, o uygulamalardan alınan derslere da­
294
yanılarak değişiklikler yapılmıştır. Dün sabahleyin yönetmeliğinin
dün çıkmış olacağını düşündüğüm bir değişikliğe dokundum,
buradan ayrıldıktan sonra resmi gazeteye baktım, gerçekten
çıkmıştı. Burada bilim dalı, sanat dalı, anabilim dalı, anasanat dalı
yöneticilerini o bilim leri oluşturan öğretim elemanları
seçmektedir. Bu zannediyorum ileri bir adımdır ve rahatlık getire­
cektir. Bölüm yöneticilerinin atanmasında da bölümü oluşturan
anabilim dalı başkanlarının yazılı görüşleri de istikametinde karar
alınabilir. Ben şuna inanıyorum, bir hesap verme, dışardaki bir or­
gana YÖK gibi objektif çalışabilen bir organa hesap vermenin za­
ruretine inanıyorum. Bugünkü Yükseköğretim Kurulunun kom­
pozisyonu bir ay sonra şöyle bir yola geçecektir. Üyelerin üçte
ikisi akademik kadrodan gelecektir. Bunun yarısını üniversite
öğretim üyeleri, görev başında olan üniversite öğretim üyeleri,
profesörlerden seçilecek temsilciler, diğer üçte birini tarafsız ol­
ması gerekir ve öyle olduğuna inandığım devlet başkanı
doğrudan hükümet değil, onların tayini, seçmesi ve YÖK’ün ka­
nununda yeralmıştır. Bir ay sonra bu da bu kurul kurulacaktır.
Üçte birini de hükümet temsilcileri, ki şu anda görev başında bu­
lunan bir çok genel müdür, millî eğitim müsteşarı hazine gibi
bunların da temsilcileri yer almaktadır. Ve almayıp çoğunluğu
teşkil etmemek şartıyla ihtiyaçları öğrenip yardım faslında ben
bunu da yararlı görüyorum, o halde yeni kabuk değiştiren
yükseköğretim kurumlan yeni bir düzenin uygulamasında elbetteki acemilik, sıkıntılar göstermişlerdir. Bu normaldir. Fakat şuna
inanıyorum ki yıllar geçtikçe ve bu gibi panellerden gelen
öneriler süzgeçten geçirilip, değerlendirilip bunlardan yararlı
olduğu kabul edilenler şüphesiz uygulanır, bu vesile ile bu
paneli ve toplan*ıvı tertipleyen heyete tekrar teşekkür ederim.
Sözlerimi burada bitiriyorum efendim.
Teşekkür ederim efendim.
BAŞKAN -Çok teşekkür ederim Sayın Doğramacı. Özellikle
zamanı planladığımız biçimde kullandığınızdan dolayı.
Şimdi sözü Sayın Sezgin'e vermek istiyorum. Acaba Millî
295
Eğitim Bakanlığımız yükseköğretimde beklentiler konusunda
ne düşünmekteler. Buyurun Sayın Sezgin.
DOÇ. DR. İLHAN SEZGİN (Millî Eğitim Gençlik ve Spor Ba­
kanlığı Müsteşar Yardımcısı)
Teşekkür ederim Sayın Başkan, Sayın dinleyiciler burada
açıklamaya çalışacağım, görüşler, Bakanlığımın değil, kişisel
görüşlerimdir. Bu hususu özellikle belirtmek isterim.
Yükseköğretim sistemimiz içerisinde öğretmen yetiştirme
konusundaki görüşlerimi açıklamak istiyorum, Türkiye’de 1982
yılına kadar öğretmen yetiştiren kurumlar üç ana grupta toplan­
makta idi.
1. Üniversiteler
2. Akademiler
3. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı yüksek öğretmen okulları ve
eğitim enstitüleri
1982 yılında yükseköğretim sistem im izde yapılan
düzenlemeler çerçevesinde, öğretmen yetiştiren kurumların
tam am ı
ü n iv e rs ite le rim iz e
b a ğ lı
o la ra k
ye nide n
teşkilatlandırılmıştır. Günümüzde öğretmen ve eğitim uzmanı
yetiştiren kurumlar şunlardır:
1. Eğitim Bilimleri Fakültesi
2. Eğitim Fakülteleri
3. Teknik Eğitim Fakültesi
4. Mesleki Eğitim Fakültesi
5. Eğitim Yüksek Okulları
6. Sanat Eğitimi Yüksek Okulları
öğretmen yetiştirmede beklentilere geçmeden önce VI. ve
VII. Plan döneminde eğitimde gerçekleştirilmesi tasarlanan
296
başlıca gelişmeleri kısaca açıklamak isterim. Okul öncesi eğitimde
çağ nüfusunun ancak yüzde dördüne eğitim hizmeti verilebil­
mektedir. VII. Plan dönemi sonunda bu çağ nüfusunun yüzde
otuzbeşi eğitim kapsamına alınabilecektir. Okul öncesi
eğitimdeki bu sayısal gelişmenin gerçekleşebilmesi için 39.000
yeni öğretmene ihtiyaç olacaktır.
İlko kul kadem esinde % 100 o kullaşm a hedefinin
gerçekleşebilmesi ve eğitiminin niteliğinin yükseltebilmesi için
bu kademe de 15.000 sınıf öğretmeninin yetiştirilmesi gerek­
mektedir. İlkokullarda sınıf mevcutlarının 40'ı geçmemesi ve tekli
öğretim, temel ilkeler olarak Bakanlıkça benimsenmektedir. Or­
taokul kademesinde günümüzde 12-14 yaş grubunun yüzde
60'ı okula devam edebilmektedir. 2000 yılında bu çağ
nüfusunun tamamının okula devam etmesi hedeflenmektedir.
Ortaoukdaki artan öğrenci sayısı için çeşitli branşlarda 67.000 ci­
varında yeni öğretmene ihtiyaç olacaktır.
Lise kademesinde öğretmen yetiştirmeyi genel ve mesleki
teknik liseler yönünden incelemek gerekir. Kalkınma planımız
Türk ortaöğretim sistememizin mesleki-teknik okul ağırlıklı ol­
masını temel bir ilke olarak kabul etmiştir. Bu hususun
gerçekleşmesi büyük yatırımları gerektirmektedir. Alncak,
ülkemizin gelişmesi için ihtiyaç olan anakademe insangücünün
yetiştirilmesi bakımından, mesleki-teknik okulların sayılarının
artırılması ve niteliklerinin yükseltilmesi şarttır. 2000 yılında lise­
lere devam edecek gençlerimizin yüzde 40'nın genel liselerde,
yüzde 60'nın mesleki teknik liselerde öğrenim göreceği planlan­
maktadır. Genel liseler için 2000 yılına kadar çeşitli branşlarda
40.000 yeni öğretmen yetiştirilmesi gerekmektedir. Uzun
dönemli planlama 2000 yılında endüstriyel eğitim yapan meslekiteknik okullara devam edecek öğrenci sayısının 900.000'ne
ulaşacağını gösterm ektedir.
Endüstriyel m esleki-teknik
öğretimde gelişme hedefinin gerçekleşmesi, 40.000 teknik
öğretmen yetiştirilmesiyle yakından ilişkilidir. Günümüzde mesle­
ki-teknik eğitim sistemimizin karşılaştığı güçlüklerin başında
297
öğretmen açığı gelmekderir. Yeterli sayı ve nitelikte öğretmen
yetiştirmede önemli güçlükler bulunmaktadır. Teknik öğretmen
yetiştiren kurum lanınız talebi karşılayacak öğretm eni
yetiştirememektedir.
3308 sayılı Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunun, mesleki ve
teknik eğitim sistemimizi yeniden günümüz ihtiyaçlarına göre
düzenlenmiştir. Mecburi eğitimden sonra bir üst öğrenim kurumuna devam etmeyen ve bir işletmede çırak olarak çalışan
gençlerimize, düzenli mesleki eğitim hizmeti verilmesi kanunun
temel amaçlarından birisidir 1987 yılında 86.000'ne, 1988 yılında
128.000'ne ulaşmıştır. Eğitime alınan çırak sayısının 1988-1989
öğretim yılında 150.000 civarında olması beklenilmektedir. VI.
plan döneminde eğitilecek çırak sayısının 500.000 civarında ola­
cağı tahmin edilmektedir. 3308 sayılı kanun, çıraklık ve örgün
mesleki eğitim dönemini geçirmiş, istihdam için gerekli mesleki
yeterliklere sahip olmayan yetişkinlere mesleki yeterlik ka­
zandırılmasını Bakanlığımıza görev olarak vermiştir. Bu amaçla,
yetişkinlere yönelik meslek kurslarının sayısının artırılmasına ve
niteliklerinin yükseltilmesine özel bir önem verilmektedir. Çıraklık
ve yetişkinlerin mesleki eğitimdeki nicelik ve nitelik hedeflerinin
gerçekleştirilmeside ilâve teknik öğretmen yetiştirilmesini gerek­
tirmektedir.
Sonuç olarak öğretmen yetiştirmede günümüzdeki durumu­
nu özetle şöyle belirtebilirim.
1.
İlkokul, ortaokul ve genel liselere öğretmen yetiştirmede
arz ve talep arasında genelde bir dengeye ulaşılmıştır. Bazı dal­
larda öğretmen arzı talebi aşmıştır. Bu husus Bakanlığın her yıl
açmakta olduğu öğretmen yeterlik sınavlarına yapılan
başvurularda açıkça görülmektedir. Bazı branşlarda gözlenen
arz-talep dengesizliğinin giderilmesi şarttır. İlkokul, ortaokul ve
liselere öğretmen yetiştiren kurumlarda niteliğin yükseltilmesine
önem verilmelidir, öğretmen talebinin sınırlı olduğu branşlarda,
arzın kısılmasına gidilmelidir. Bu konuda Bakanlık YÖK işbirliği
şarttır.
298
2. Endüstriyel mesleki-teknik öğretime atelye ve meslek
dersleri öğretmeni yetiştiren kurumlarımızdan mezun olanlar ih­
tiyacı nitelik ve nicelik yönünden karışlayamamaktadır.
Endüstriyel mesleki - teknik öğretimde 7000 öğretmen açığı bu­
lunmaktadır. Mevcut teknik öğretmen açığının kapatılabilmesi ve
artan öğrenci sayısının gerektirdiği öğretmen ihtiyacının
karşılanabilmesi için teknik eğitim fakültelerinin sayısının
artırılmasına, mevcut eğitim imkânlarının daha etkili olarak kul­
lanılmasına ve eğitimin niteliğinin yükseltilmesine ihtiyaç vardır.
Bu kurumlar bilim ve teknolojideki değişmelerin ortaya çıkardığı
yeni branşlarca te kn ik öğretm en yetiştirecek şekilde
teşkilatlandırılmalıdır.
3. Her kademedeki okullarımıza öğretmen yetiştiren kurulular­
la, Bakanlık arasında yakın işbirliği gereklidir. Öğretmen
yetiştirme sistemi ile öğretmeni istihdam eden sistem arasında
işbirliğinin kurumlaştırılması yararlı olabilir düşüncesindeyim.
4. Öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumlarımızda,
öğretmenlik meslek eğitimi güçlendirilmelidir.
5. Bakanlık Bütçesine öğretmen yetiştiren kurumların
güçlendirilmesi için ödenek konulmalıdır, bu ödenek ilgili kurum­
larca Bakanlığa sunulacak geliştirme projelerinin finansmanında
kullanılmalıdır.
6. Ö ğretm en y e tiş tire n ku ru m la rım ızın b ütçe le ri
üniversitelerimiz bütçeleri içerisinde müstakil hale getirilmelidir.
Yükseköğretim sistemimiz içerisinde öğretmen yetiştiren kurumlardan beklentilerimi açıklamaya çalıştım.
ilgilerinize teşekkür eder saygılar sunarım.
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Sezgin. Bakanlığımızın
yükseköğretim den b ekled ikle rin i öğretm en boyutunda
açıkladınız, bu çerçevede tahmin ediyorum ki mesajınız ilgililer ta­
rafından değerlendirilecektir.
Şimdi, Devlet Planlama Teşkilatımızdan Sayın İbrahim Yurt ko-
299
nuya nasıl bakıyor? görüşlerini alalım. Buyurun Sayın Yurt.
İBRAHİM YURT (DPT Sosyal Planlama Dairesi) - Sayın
Başkan, kıymetli dinleyiciler saygılarımı sunarım. Sözlerime
başlamadan halen yürürlükte olan beşinci beş yıllık kalkınma
planının yükseköğretim kurumlarını eğitim politakalarına esas ola­
rak, nasıl gördüğünü bir küçük paragrafla ifade etmek istiyorum.
Özet olarak Beşinci plan döneminde, "üniversitelerimizin
gerçeklerin devamlı araştırıcısı, toplum değerlerinin koruyucusu,
milli birliğin teminatı, gençliğin yönlendiricisi ve toplumun gerek­
tirdiği liderliğin sağlayıcısı olma niteliklerini korumaya yönelik ted­
bir alınmasına devam edici, üniversitelerin kişisel araştırmalarla ve
iş hayatıyla yakın ilişkiler içerisinde bilgi üretme ve ilmi bulguları
toplumun sosyal ve ekonomik geleceğinin meydana getirilme­
sinde başarı ile kullanacak olan toplum liderlerini yetiştirme gibi
fonksiyonlarına eşit şekilde ağırlık verilecektir. Ayrıca,
yükseKöğretimdeki mevcut kapasitenin kalkınmanın insan gücü
ihtiyaçları ve istihdam imkânları doğrultusunda düzenlenmesine
ve kulanılmasına; yükseköğretime geçişte fırsat eşitliğinin
sağlanmasına itina gösterilmesi, başarılı elemanların üniversiteye
çekilebilmesi için öğretim üyeliğinin cazip hale getirilmesi plan
döneminde yükseköğretim politikasının temelini teşkil etmekte­
dir. Plan, beşinci beş yıllık plan temel politikalar bölümünde bunu
söylüyor.
Şimdi, beklentilere geçmek istiyorum. Sayın Doğramacı ve
Sayın Sezgin'in belirttiği gibi, ilk olarak üzerinde durmak iste­
diğim konu yükseköğretim kurumlarının öğretim elemanı ih­
tiyacıdır. Bugün yükseköğretim kurumlan ihtiyaç duydukları aka­
demik kariyer elemanının üçte biri ile çalışıyor dersek konuyu
abartmış olmayız Beşinci beş yıllık kalkınma planında 1988 -1989
yılında öğretim elemanı olarak nitelediğimiz araştırma görevlileri
dahil 45 binlik bir hedefi öngörmüşken, 1988-1989 öğretim
yılında bu sayı ancak 28 bine ulaşabilmiştir. İlk olarak,
yükseköğretimde yetenekli kimselerin öğretim elemanı olması
için cezbedilmesi konusunda önemle üzerinde durulması gere­
300
ken husus, planın tem el politika olarak belirttiği gibi,
öğretmenliğin cazip hale getirilmesidir. Hem öğretmenlik
süresinde, hem de öğretim elem anlarının yetişm eleri
döneminde öğretmenliğin ya da öğretim üyeliğinin cazip hale
getirilmesi gerekiyor. Bunun için fedakarlıktan kaçınılmaması ge­
rektiğine inanıyorum.
Yalnız bir hususu vurgulamakta yarar görüyorum. Bütün
eğitim sisteminin öğretmenlerini yetiştiren bir yükseköğretim sis­
temi, kendi öğretim elemanlarını yetiştirmek için işlerliği olan
fonksiyonel bir mekanizma oluşturamamıştır bugüne kadar. Bu
mekanizmanın behemahal oluşturulması, yükseköğretim siste­
minin kendi öğretim elemanlarını kendi imkânları ile yetiştirmesi
esas olmalıdır. Sayın YÖK Başkanı, dünkü konuşmalarında ve bi­
raz evvelde belirttikleri gibi, 512 tane araştırma görevlisini yurt
dışına gönderdiklerini söylüyorlar. Buna ilave olarak her yıl 200
kadar da 1416 sayılı kanunla gönderilenleri sayarsak her yıl 700
elemanın üniversitelerde öğretim görevlisi olarak yetiştirilmek
üzere mezuniyet sonrası eğitim yani yüksek lisans ve doktora
eğitimi için yurtdışına gönderildiğini görüyoruz. Kanımca bu, çok
pahalı olması yanında, fazla zaman alıcı bir süreçtir. Bu yolla, yani
bütün öğretim elem anlarım ızı yurt dışına göndererek
yükseköğretim kurumlarının öğretim elemanı ihtiyacını karşılamak
imkânıma da sahip olamayız kısa zamanda. Bunun için kendi
içinde, özellikle altyapısı elverişli olan, insan gücü altyapısı, fiziki
altyapısı ve araç, gereç altyapısı müsait olan üniversitelerde özel
programların oluşturulması ve bunun yaygınlaştırılmasında yarar
görmekteyim.
Öğretim elemanı ihtiyacını belirtirken şu birkaç istatistiği de
vermek istiyorum. Bugün üniversitelerimizde profesör, doçent
ve yardımcı doçent olarak çalışan 9066 öğretim elemanı var.
öğretm en başına düşen öğrenci sayısına biraz sonra
değineceğim için burada temas etmek istemiyorum. Bu öğretim
elemanlarının 2760'ı profesör, 2854'ü doçent, 3452'si de
yardımcı doçenttir. Şimdi son 15 yıl içerisinde yükseköğretim ku-
301
rumlarında öğrenci sayısındaki artış yüzde 83 civarında. Son yedi
sekiz yıl içerisinde, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu çıktıktan
sonraki dönemdeki öğrenci artışı yüzde 73 civarındadır. Bu ra­
kamlara açık öğretimi dahil etmiyorum, sadece lisans öncesi
öğretimi dahil ediyorum. Öğrenci kompozisyonu içerisinde açık
öğretimin öğrenci kapasitesi yüzde 29. dur. Yine lisans öncesi
eğitiminki yüzde 11 dir. Açıköğretimle lisans öncesi eğitim bir­
likte alındığında bugünkü 553 508 öğrencinin yüzde 40'ı önlisans
ve açıköğretime devam eden öğrencilerdir.
Bütün üniversiteler birlikte alındığında bir öğrenci 1 milyon
650 bin liraya, yani bir öğrenci için yılda 1 milyon 650 bin lira har­
cama yapılmaktadır. Bu ortalamayı verdikten sonra üniversiteler
arasında en düşük ve en yükseği vermek istiyorum. En düşük
harcama yapan üniversite 995 bin lira ve en yüksek de 3 milyon
200 bin lira olarak görünüyor. Burada gelişmekte olan
üniversitelerde yatırım harcamaları fazladır, o yüzden öğrenci
başına harcama fazla diyebilirsiniz. Bunu elimine etmek için
mümkün olduğu kadar üç büyük şehirdeki, isimlerini verme­
yeceğim, üniversiteleri karşılaştırarak bazı sayılar vermek istiyo­
rum. Üç büyük şehirden birinde öğrenci başına 1 milyon 192 bin
lira harcama yapan üniversite var, 2 milyon 128 bin lira harcayan
üniversite var. Bunlar yanyana, aşağı yukarı nitelikleri birbirine
benzeyen üniversiteler. Başka bir şehirde, 1 milyon 250 bin har­
cayan var, 1 milyon 755 bin harcayan var. Ayrıca üçüncü büyük
şehrimizde de 995 binden 2 milyon 162 bin lira arasında
değişen farklılıklar görülüyor. O halde ister cari olsun, ister yatırım
harcaması olsun, ayrılan kaynakların dengeli olarak
dağıtılmasında yarar görülmektedir. Yalnız burada dengeli olarak
dağıtım derken, bazı cazibe merkezlerinin de ihmal edildiği, edil­
mesi gerektiği anlamını ifade etmek istemiyorum. Çünkü
üniversitelerde bilimsel gelişmeyi, bilimsel fikir yaratmayı
güçlendirmek için bazı cazibe merkezlerinin de yaratılmasında
büyük yarar vardır. Bunun için tabii fazla harcamaların olması
gerekir. Benim karşılaştırdığım üniversiteler aşağı yukarı birbirinin
paraleli olanlardır.
302
Başka bir sorun yine kaynakların etkili kullanımıyla ilgili olarak
öğretim elemanlarının dengeli dağılımı meselesi var. Öğretim ele­
manları üniversiteler arasında dengeli dağılıyor mu? Burada
öğretim elemanlarının dengeli dağılıp dağılmadığının basit bir
göstergesi olarak öğretim üyesi başına, yani Profesör, doçent,
doktor ve yardımcı doçentlerin toplamına düşen öğrenci
sayılarını karşılaştırdım. Öğretitim üyesi başına 15 ile 108 öğrenci
düşen iki eksttrim üniversiteyi çıkarırsak, yükseköğretim kurumlarımızda öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 28 ile 74
arasında değişmektedir ve ortalama 43 öğrenci düşmektedir. Ta­
bii bu oldukça fazla bir farklılık gösteriyor. Onun için bundan son­
raki çalışmalarda, bundan sonraki girişimlerde mümkün olduğu
kadar öğretim elemanı sıkıntısı çeken üniversitelerin öğretim ele­
manı ihtiyacının karşılanmasınaöncelikverilmesi gerekir.
Başka bir husus, fiziki altyapının etkin kullanım ı,
Üniversitelerde bu geçmişte daha yoğundu ama giderek azalıyor
zannediyorum. Herkes benim fakültem, benim kütüphanem, be­
nim bölümüm, benim atelyem benim labaratuvarım zihniyeti ile
hareket ediyor, kimse kimseyi kendi imparatorluğunun sınırları
içerisine, afedersiniz bu tabiri kullandığım için, sokmak istemiyor.
Üniversite yöneticilerinin behemahal bunu önlemesi ve fiziki alt­
yapının ders araç ve gereçlerinin, kitaplıkların, labaratuvarların or­
tak ve etkili kullanımını sağlaması gerekir kanaatindeyim. Eğitim
ve öğretim faaliyetlerinde, bilimsel çalışmalardan daha iyi
sonuçlar alabilmek için bu husus önemlidir. Hatta şunu
söyleyebilirim, her yükseköğretim kurumunun içerisinde kaynak
dağılımı ve hatta paraların, biraz evvel Sayın Sezgin belirtiler mad­
di kaynakların dağılımı, araç, gereç imkânlarının dağılımıda büyük
farklılıklar göstermektedir.
Üçüncü olarak, üzerinde durduğum husus ekonominin insan
gücü ihtiyaçları ile sosyal talebin dengelenmesidir. Bugün
yükseköğretimde
öğrenci
kompozisyonunu
değerlendirdiğimizde daha çok sosyal talebe dönük, sosyal ta­
lep ağırlıklı bir yapının olduğunu görüyoruz. Ben genel olarak
303
açıköğretimdeki 160 bin öğrenciyi sosyal talebi karşılamak için
konulmuş bir sistem olarak görüyorum. Sosyal talebi ekonominin
ihtiyacı olmayan mezunlarının istihdam imkânı bulamadıkları sos­
yal bölümleri yani kendi çocuğunun sadece yüksek tahsil yap­
masını isteyen kimselerin çocuklarını gönderecekleri bölümler olarak niteliyorum. O bakımdan sistemin sosyal talep ağırlıklı
olduğunu söylemek istiyorum. İnsan gücü ihtiyaçlarına karşılık
verecek bölümlere de baktığımız zaman burada dinamik bir yak­
laşımın olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü kontenjanlar
ayarlanırken, dinamik bir yaklaşım sözkonusu değil, bu sene 50
alıyorsak gelecek sene 25 daha fazla alalım, ama bu mezunların
istihdam imkânı olacak mı olmayacak mı? Bu talebi mümkün
olduğu kadar bir yerde sınırlamak gerekir mi gerekmezmi soruları
üzerinde fazlaca durulmadığını görmekteyim. Bu konu, özellikle
ihtisas gerektiren alanlarda, pahalı eğitim ve öğretim yapılması
gereken alanlarda bu konunun önemle üzerinde durulması ge­
rektiğine inanıyorum. Bu YÖK'ün ve dolayısıyla üniversite
yönetiminin dikkatle üzerinde durması gereken bir husustur. Ta­
bii buradaki planlama yaklaşımına sabahleyin Sayın Prof. Adem
değindikleri için ben üzerinde durmayacağım. Sağlam bir insan
gücü planlamasının yapılması, sosyal taleple ekonominin gele­
cekteki insan gücü ihtiyaçlarının dengelenmesini gerektirir. Aksi
halde ihtiyaçtan fazla kimya mühendisi yetiştirirsek, fazla inşaat
mühendisini yetiştirirsek, fazla tarım mühendisi yetiştirirsek, bun­
ları ileride yeni bir alanda iş sahibi yapabilmek için yeniden
eğitmemiz gerekir. Bunlara yeniden bir beceri kazandırmamız
gerekir, bu da ileride önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.
Buna şimdiden meydan vermemek için kontenjanları ona göre
hesaplı, bilimsel araştırmalara dayanan, geleceğe dönük tahmin­
lere dayanan bir yaklaşımla tespit etmekte yarar görürüm.
Dördüncü husus eğitimin kalitesinin yükseltilmesi meselesi­
dir. Kaliteli bir öğretimin yapılıp yapılmadığı sınıflarda öğrenci
sayısının azlığı ile çokluğu ile ortaya çıkarılabilir, yani
göstergelerden birisi budur. Bugün üniversitelerim izin
çoğunda, hatta önemli meslek dallarında eleman yetiştiren,
304
hâkim yetiştiren, doktor yetiştiren daha başka önemli meslek ele­
manlarını yetiştiren bölümlerde bile sayın hocaların çoğunun 200
öğrenci ile 300 öğrenci ile ders yaptıklarını görüyoruz ve bunlar nor­
mal bir uygulama halinde devam ediyor. Acaba 200 kişi ile 300
kişi ile hoca ne ölçüde iletişim sağlayabilir, ne ölçüde yaratıcı
düşünceyi geliştirebilir, ne ölçüde pratik düşünceyi geliştirebilir,
ne ölçüde özgür düşünceyi geliştirebilir, ne ölçüde öğrencinin
kendi kendini yenilem esi için öğrenmeyi öğrenm esini
sağlayabilir? Bu mümkün değil, hatta dün Sayın Gülseren hanım
da söylemişlerdi, hoca öğrencilerinin adını bile öğrenemeden yıl
sonunu getirir. Buradan bir şeye temas etmek istiyorum. Acaba
son sekiz yıllık dönemde im tihanlarda başarı gösteren
öğrencilerin oranının ortalama yüzde 37’den 85'e çıkması
eğitimin kalitesinin yükseldiği anlamına gelirmiş. Bunun üzerinde
muhakkak durulması gerekir. Bence eğer 200 kişiyi bir sınıfta okutuyorsanız, sonra bir test verip de yarın sabah gelip kıraat
ettiğiniz notların sonuçlarını çocuklann, testlerin doğru, yanlış ce­
vaplandırılmasına göre değerlendiriyorsanız, bu bir ölçüde ez­
berciliğin teşvik edildiği bir yaklaşım olarak öğrencinin gerçekten
eğitimin amaçları doğrultusunda iyi bir şekilde yetiştiğini ifade et­
mez kanısındayım.
Sayın Başkan sabrınız için çok teşekkür ederim. Diğer
kısımlara ikinci turda devam etmek istiyorum.
BAŞKAN -Teşekkür ederim Sayın Yurt
Şimdi sıra üniversitelerimizde. Bakalım onlar 2000 yılının gen­
cini nasıl yetiştirmeyi düşünüyorlar? Yükseköğretimden neler
bekliyorlar. Bu bakımdan üniversite öğretim üyelerimize söz ve­
receğim. Önce Prof. Dr. Bozkurt Güvenç. Buyurun Sayın
Güvenç, beklentilerinizi bekliyoruz.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ (H.Ü.Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi) -Bir ricam var, Saydam göstermede yardım ede­
cek arkadaşım yerini alırsa, birinci saydamı kaysun.
Sayın Başkan, sayın dinleyenler. İşimin çok zor olduğunu
305
düşünüyordum. İbrahim Yurt arkadaşım işimi iki bakımdan kolay­
laştırdı. Tasarladığım konuların büyük kısmını size sundu, İkincisi
Sayın Başkan toplantıyı açarken, 15 dakika verdi ama ortalama 20
dakika üzerinde gidiyor. Ben de o ortalamaya sığınabileceğimi
umuyorum. Beklentilerimden biri bu.
Değerli dinleyenlerim, bu toplantı dün sabah açıldı ve bugün
katılanlardan çok daha küçük, hemen hemen bu salonu doldu­
ran değerli dinleyenlerin yarısı kadar bir grupla açıldı. Ben de ora­
daydım. Sayın Doğramacı'yı ve onu izleyen 5-6 tebliğden 4'ünü
dikkatle izledim. Şimdi sorunlara yanıt arıyoruz, beklentilerimizi o
yönde dile getireceğiz. Öyle sanıyorum ki, bugün burada bulu­
nan arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğu iki gündür neler
konuşulduğunu bilmiyor. Çok kısaca olanları özetlemeye
çalışayım . Konu nereden başladı? Yükseköğretim ile
üniversitenin, özdeşliğinden veya farkından başladı, bir sonuca
varmaktan çok sorunları dile getirmeye çalışıyoruz. Dile getirilen
sorunları tek bir şema üzerinde toplayıp özetlemeye çalıştım. Es­
kiden bu şemayı altıgen olarak çizerdik, şimdi yönetim ve öğretim
üyelerine ait bir sorun yoktu. Şimdi beşgene indi. Dikkat ederse­
niz yönetim sorunu merkezi bir konuma geldi. Demek ki
beşgenin tepesinde programlar var, sağ tarafında öğretim
üyeleri, sol tarafta katma bütçe ve fon finansman sorunları! Te­
melde ise üniversiteyi oluşturan iki büyük unsur yapı tesis ve de
öğrenciler. Dünden beri konuştuğumuz sorular bu beş ana
öğenin teker teker dile getirilmesi ve bunlar arasındaki ilişkilerin
kurulması yönünde gelişti. Özetle, Program konusunda, herkes
programdan söz ediyor. Çünkü üniversitenin bir programı yoksa
eğitimi yoktur. Herkes programın ölçülmesi değerlendirilmesi
üzerinde durdu, geliştirilmesi ihtiyacı dile getirildi. Bu yetki ve so­
rumluluğun kimin üzerinde olduğu tartışıldı ve programla ilgili ola­
rak, üniversite programları ve yüksekokul programları arasındaki
tarihi ve güncel farkların devam ettiği dile getirildi (Sayın Prof.
Versan tarafından). Yani üniversite biraz daha evrensel biraz
daha bilime açık, yüksekokullar ise biraz daha mesleğe yönelik.
İkisinde de genel eğitim var ama farkları devam ediyor. Başka bir
306
sorun olarak, ders programı eğitim programı farkı dile getirildi. Biz
program deyince alışmışız, haftada şu kadar saat, bu kadar gün
gibi. Girdik çıktık, 40'ar dakikalık ders programı uygulanmıştır.
Eksik yoktur, dersler dolmuştur. Acaba bir üniversitenin eğitim
programı sadece bu derslerden mi oluşuyor? Hayır, hemen
bütün arkadaşlarımız bu anlayışı genişletmek gereğini duydular.
Bu sabahki çalışmalarda da, eğitim programlarından önemli bir
bölümünün, yükseköğretimi oluşturan öğretim üyelerinin
ye tiştirilm esine yönelik olması gereği ortaya kondu.
Yükseköğretim yalnız öğrenci yetiştiren değil aynı zamanda ken­
di öğretim üyesini yetiştiren bir kurumdur; böyle olmak zorun­
dadır. Çünkü her okul öğretmenini bir yerden bekler ama
üniversiteye hoca yetiştiren bir süper üniversite yoktur. Bu prog­
ram okulda da verilmişse sorumluluğu kimde? Üniversiteyi
oluşturan herkeste! Öğrenci arkadaşımız bunu dile getirdi! Onlar
bile katılmak istiyorlar bu programın geliştirilmesine. Yani diyorlar
ki öğretm enlerim ize katılabilm eliyiz. Eğer öğretm enler
katılmıyorsa, o program nasıl gelişir? Öğretmen üniversitede,
öğretmen derken öğretim üyeleri yardımcılarını kast ediyorum.
Onlar programın geliştirilmesinde birinci derecede yük taşımalı.
Ancak onların katkısı ile öğretim programı gelişmelidir. Biliyor­
sunuz, anne-babalar, kardeşler, emek verdiğimiz varlıkları sevi­
yoruz. Onların başarısı için uğraşıyoruz. Eğer katkıda bulunmaz­
sak o programı geliştirmek mümkün değildir. Öğretmene
rağmen, beni dışlayarak program gelişemez. Atalarımız güzel
demişler cami ne kadar büyük olursa imam bildiğini okur.
İkincisi öğretim üyeleri konusu! Çekim güvence ve heyecan
üzerinde duruldu. Sayın Sağlam, arkadaşım söyledi teknik
öğretim üyelerinde bir isteksizlik, bilmiyorlar, onlar bile bilmiyorlar
sorunun ne olduğunu! Bilmediğimiz zaman heyecanımızı kaybe­
diyoruz. Demek ki bir iletişim sorunu çıkıyor ortaya! Bu heyecanı
alevlendirmek kıvılcım çakmak ve bunu canlı tutmak zorundayız.
Aslında sorun cazibesizlik, güvensizlik, heyecansızlık. Doğru
veya yanlış; ama bir gerçek düş böyle dile getirildi.
307
PR OGR AM
ÖĞRETİM
ÜYESİ
YAPI-TESİS
ÖĞRENCİ
YÜKSEKÖĞRETİM -ÖĞELER.& İŞLEVLER
Şimdi demek ki beklentimiz, bu yetki ve heyecanın öğretim
üyelerine verilmesidir. Onların da, doğru yanlış birtakım izlenim­
lerle katılmadıkları şeylere katılmasını sağlamak yalnız öğrencilerin
yönetime katılması değil, Sayın Doğramacı'nın bugün bizlere
söylediği gibi rektörü seçme hakkı var. Öğretim üyelerinin de
örgütlenm esine izin verilm eli. Çok beğenilen Ingiliz
üniversitelerini ziyaret ettiğimde gördüğümü hatırlıyorum,
öğretim üyelerinin sendikaları var. Biz işçilerimize bunu zor­
laştırıyoruz ama sonuca varmak için gerekli. Yönetim, bizim gibi
gözükmüyor, ama bir birlik, bir dayanışma, bir organizasyon ge­
rekli, öğretim üyelerinin sayıca yeterli ve kaliteli olması üzerinde
önceden durulduğu için daha fazla zamanınızı alamayacağım.
308
Üçüncü sorun öğrenciler. Arkadaşımız dedi ki bütün bu ka­
nunlarda unutulan bir öğe var: "Biz öğrenciler". Öğrencilere az
yer veriyorsunuz! Bütün kanunlarımız. Bu günkü dahil öğrenciyi
zaman zaman hatırlar, disiplin konusunda. Neler yapacaklar, ne­
ler yapmayacaklar. Oysa öğrenci çok önemlidir. Boğaziçi
Ü n ive rsite si'n in b aşa rısın d a ki büyük sır ö ğ ren cin in
örgütlenmesidir. İzin verirseniz bütün bir haftayı öğrenciler plan­
layıp uygulayabilir. Hayata hazırlık böyle olur. Biz diyoruz ki sen
henüz çocuksun. Otur dinle. İş bulamazsan ne yapalım. Bizden
bu kadar.Oysa öğrenciyi hayata hazırlamanın yolu, üniversitede
iş yapmayı öğretmektir, fabrikaya göndermek değil.
öğrencilerimizin elbet sorunlar var. Asıl sorun şudur: Sorun
üniversite öğrencisi ergin bir vatandaş mıdır? yoksa çocuk mu­
dur? Eğer çocuksa, "otur, dur, yap yapma .." Eğer bir ergin va­
tandaş ise o da ergin vatandaş gibi davranmak zorundadır. Va­
tandaşın örgütlenme hakkını sınırlamadığınız bir demokraside
öğrencinin örgütlenme hakkını sınırlamamanız gerekir. Eğer yo­
lumuz yönümüz demokrasiye doğru ise. Başka bir yöne doğru
ise, diyeceğim yok. Söylediklerimi geri alırım!
Demek ki öğrenciler tanınmak istiyorlar, güven istiyorlar,
örgütlenme hakkı istiyorlar. Kötüye kullandığında ki kullanılabilir,
kullanıldığı anda "kötüye kullanılıyor" dersiniz. Ama kötüye kul­
lanılacak diye örgütlenmeye izin vermezseniz, bu tutum daha
kötü sonuçlara yol açabilir. Demokrasi bunun için kolay bir rejim
değildir.
Sayın Doğramacı ilk defa dile getirdi kütüphane ve tesis ko­
nusunu. Az konuştuk ama altını çizmek istiyorum. Sayıda ve kali­
tede çok yetersiziz. Kitap yok, alt yapı yetersiz, Sayın İbrahim
Yurt da söyledi, eskimiş, yenileyemiyoruz, bütçe yetersiz.
Bütçe, sadece öğretim üyelerinin, yardımcılarının maaşlarından
oluşuyor. İşletme giderlerinin bile nasıl sağlandığını merak edi­
yorum. İyi ki yönetici değilim diyorum!
Son olarak bütçe, fon ve finansman konusu. Tabii her konu­
309
nun başı değilse bile sorun oraya gelip dayanıyor: Para sorunu:
Nereden bulacağız? Sayın Akıntürk dün dile getirdi. Öğrenci
başına düşen giderler enflasyonu bile karşılamıyor. Enflasyon
yüzde 80'e çıkarken, öğrenci başına ayrılan gider yüzde 25-30,
yüzde 50 azalmış gibi gözüküyor. Bu koşullar altında "her şeyin
başı olan parayı nereden bulacağız?" bilemiyorum. Bütçeyi
artırmada hep birleştik! İş döndü dolaştı (şemadaki) beş yıldızın
tam ortasına geldi. Bütün bunların yetkilisi ve sorumlusu
yönetimdir. Peki üniversitede ne tür yönetimler var? Bütün bu
sorunların çözümünü yönetimden bekliyoruz. Sayın Akıntürk'ün
dediği gibi, YÖK’den bekliyoruz. YÖK bakalım ne yapabilecek?
Son bir kaç yıldır, hatta belki 25 yıldır, Türkiye'de özerklik
tartışılır ve sonunda konu şuraya gelir. Yöneticileri biz mi seçelim
yoksa başkası mı seçsin (atasın)? Mesele sadece ikili bir sorun
değil. Belli başlı ç tip var. Birazdan ben de fikrimi size sunacağım.
Belki bu kadar kesin, bu kadar net değil ama merkezi üniversite
yönetimi var.
Birinci sırada, üniversite merkezi bir otoritenin, bir gücün veya
devletin parçasıdır, bu varlığın içerisinde, öğretmenlerle
öğrencilerin topluluğu vardır. Yani merkezi yönetim bir
öğretmenler ve öğrenciler topluluğu tanımıştır buna bir işlev ver­
miştir. Bunun yönetmeni de devletçe atanmış bir "vicechancellor" dur. Sayın Doğramacı bu adı sık sık kullanır, çünkü
tam karşılığını bulmak kolay değildir. Yönetim bu yöneticiye
bırakılır. Bazı ülkelerde buna "komiser" de diyebilirler. Bizim sis­
temimizde üniversite devletin bir parçasıdır, öğretmenleri,
öğrencileri var. Onlan yönetecek bir direktör tayin edilmiştir. İkinci
tip üniversite, "özerk" üniversitedir. Bunun tanımı ademimerkezidir. Almanya'da olduğu gibi federal bir yapıya sahiptir.
Onun içinde bilginler vardır araştırmacılar vardır, yazarlar vardır.
Öyle bir topluluktur ki, dikkat buyurursanız, burada öğrencilere
pek yer verilmemiştir. Oligarşik bir demokrasi! Demokraside
herkes aynı düzeydedir ama bir oligarşidir. Çünkü kendi ara­
larından bazılarının bir süre için yönetici diye seçerler. Kendilerini
310
toplumun üzerinde bir yere yerleştirirler. Terk ettiğimiz 4936 sis­
temi böyle bir üniversite idi. Şimdi aşağıya geçmeden önce, he­
men belirteyim, Sayın Inan'ın dünkü bildirisinde gördük ki Türk
üniversiteleri 1919'dan bu yana, özerk üniversiteden merkezi
devlet üniversitesine doğru bir geçiş süreci içerisinde bulun­
muşlardır. Üniversitelerimizin tanımları, amacı, hedefi daima bu
yönde olagelmiştir.
Bir de üçüncü tip üniversite vardır, Amerika’da veya bazı Ang­
losakson ülkelerinde gördüğümüz. Bunun literatürdeki adı,
Korporatif üniversitedir yani devletin eğitim erkine sahip bir korporasyona Devletin eğitim yetkisini vermesidir. Buna Türkiye'de
holding dersek ticari olur. "Vakıf" dersek, durumumuza uygun
bir isim bulmuş oluruz. Bu üniversite nasıl bir kurumdur?
Yöneten ve yönetilenler, eğiten ve eğitilenler vardır, koruyucular
ve korunanlar vardır. Bunlardan oluşan ve tüzel kişiliği bulunan
bir topluluk, Burada üst otoritenin veya mal sahibinin katıldığı bir
mütevelli heyet vardır. Mütevelli Heyetin atadığı bir baş yönetici,
yürütücü vardır. Bu baş yöneticinin Rektörün seçtiği diğer
yöneticiler Dekanlar vardır. Hep birlikte sistemi yürütürler. Şimdi,
bir örnek vermem istenirse, Sayın Doğramacı'nın kurduğu Bilkent, daha çok bu tipe benzemektedir. Ama bunlar çok kesin
tanımlar değil, ideal tiplerdir. Yani hiçbirisi tam, kesim değıiaır.
Mesela son yapılan değişiklikle, devlet üniversitelerinde, ki
anabilim dalları başkanlarımn seçimle gelmesi, merkezi
üniversiteden özerk üniversiteye doğru bir geçiş gibi
gözükmektedir. Şimdi yönetimde, demek ki, böyle şeyler var,
oluyor.
Sorunların çözümüne geçmeden önce, dündenberi
gündem de olan birkaç noktaya değinm ek istiyorum .
Hatırlayacaksınız. Sayın Versan'a sormuştum: "Osmanlı Medre­
sesi amaçta, kıyafette, kuruluşta bu kadar batıya benzediği halde
16 ncı yüzyıldan sonra neden bilim adamı ve filozof yetiştirmedi?
Sayın Vakur Versan busorumu,beni çok ciddiye aldı. Kendisine
Osmanlı Devletindeki duraklamanın sebeplerini sorduğumu
311
sandı. "Beni aşar dedi. Oysa benim amacım o değildi. OsmanlIda
bilim adamı ve filozof yetişmedi. Neden? Sadece gündeme
getirmek için arz ediyorum. Bir Hocazade Fatih Sultan Mehmet
zamanında alınan bir fetva ile Kuran'ı Kerim'e, inanca, ters düşen
felsefeyi düşünceyi yasaklamıştır. Bu da bilimin sonu olmuştur.
Nerede çatışıyor ise, felsefe mahkûmdur. İmâm esastır. Böyle bir
sistemde Medrese ancak molla yetiştirir. Bugün karşılaştığımız
sorun, türban sorunu değildir. Kanaatimce asıl sorun budur: Kuran'ı Kerim'e veya kitaba ters düşmeden bilim yapılabilir mi? Biz
sadece Batı'daki engizisyonu hatırlıyoruz. Oysa Osmanlı Devle­
tinde inanca, şeriata ters düştüğü için idam edilen binlerce
düşünür (bilim adamı) vardır. Allah, bizim felsefe yapmamak için
yaratmamıştır. Büyük düşünürler gelmiş, fakat çoğu uzun zaman
yaşayamamı şiardır.
Efendim, Sayın Doğramacı'nın dünkü o tatlı ve yumuşak
konuşmasında, iki noktaya değinildi. 1919'larda kumlan İstanbul
Darülfununu, 1933'lerde başarısızdı. Devlet müdahale etti. Öyle
bir izlenim aldım ki, kendileri söylemediler, acaba başarısızlık,
İstanbul Darülfünunun "muhtar" oluşundan mı ileri geliyordu? O
dönemi okuduğum zaman, şimdi bir araştırma vesilesiyle okuyo­
rum ve anlıyorum ki yeteri sayıda adamımız yoktu. Paris'deki bir
Hoca, falanca üniversiteye devam ettiği için sonradan Fatih Hoca
olmuştur. Kandilli’deki rasathaneyi kurmuştur. O kadar az sayıda
bilim adamı varmış! Almanlar geldiği zaman, kimya fakültesinde ki
alman hoca analiz dersi koyuyor: keyfi (kalitatif) analiz, kemmi analiz. Kemmi analiz kantitatif analiz, bütün öğrenciler devam
etmişler. Analiz kalitatif (keyfi) gitmesek de olur demişler. Bir
sene çakmışlar. O kadar bilgin, hoca. Gelenek deneyim yok. Sa­
dece muhtariyete olayı bağlamak bana güç geliyor, zorlama gibi
görünüyor.
İkinci bir husus, yine Sayın Doğram acı'nın dünkü
konuşmasında vardı. Belki bize bugün biraz daha açıklayabilirler.
1975 ile 1980 arasında üniversitelerin aldığı öğrenci sayısı
gerçekten düşük. Sekiz, dokuz tane yeni üniversite kurulduğu
312
halde alınan toplam sayıya bakıyorsunuz, 50 binden 40 binlere
düşmüş. Acaba bu sadece muhtar üniversitelerin yani özerk
üniversitelerin sorumsuzluğundan mı kaynaklanıyordu? Unut­
mayalım ki, değerli dinleyiciler, 1980 sonunda bir askeri
müdahale yapıldı. Türkiye'nin nereden döndüğünü, bir iç harbin
eşiğinden döndüğünü söylediler, gerekçeleri bu idi. Şimdi iç
harbin eşiğinden dönmüş bir ülkede bütün sorumluluğu veya
üniversitedeki bu düşmeyi muhtariyete bağlamak, konuyu
saptırmak değilse bile abartmak gibi gözüküyor. Ama şunu da be­
lirteyim ki özerk üniversitenin çoğu hallerde özerkliğin dayandığı
sorumluluğu taşımadığı konusunda Sayın Doğramacı ile her za­
man beraber olmuşumdur.
Efendim, 1402’nin kanayan bir yara olduğu söylendi, dile
getirildi. Bu olağanüstü bir duruma hukukun, tepkisi ve
müdahalesi idi, doğıu! Örfi hukuk her yerde ve her zaman serttir,
hızlıdır, kararlıdır; ama hukuktur. Şimdi bizde kanayan yara nere­
den ileri geliyor? Tasarrufun hukuki olmayışından ileri geliyor.
Batıya her çıktığımız anda Nsiz bu adamları işten atmışsınız bun­
ların suçu nedir? diye soruyorlar. Bilmiyoruz. Neden? ilan edilme­
miş. Suç yok, savunma hakkı yok. Bir tasarruf kanuni olduğu za­
man mutlaka hukuki olmuyor. İşte sorun burada. Dikkat
ederseniz, Türkiye'de örfi hukuk demiyoruz, "örfi idare" diyoruz,
ama bunu İngilizceye tercüme ettiğimizde "Martial Law" diyoruz.
"Law" (hukuk) dediğimiz zaman en ilkelinden en gelişmişine ka­
dar, bir iddia makamı olacak, suçun ne olduğunu söyleyecek ve
kişiye savunma hakkı vereceksiniz. Atılan arkadaşlar, suçsuzdur,
iyidir demiyorum. Diyorum ki bunlara İngilizcedeki, hukuk ge­
leneğinin, yasanın gerektirdiği savunma hakkını veriniz. Sorun
bu. Bunlar yapılmamışsa, düzeltilmesi gerekir, hukuk adına.
Atılanların affedilmesi gerekir demiyorum. Dönmeleri iyi olur de­
miyorum. Aralarında çok sevdiğim arkadaşlarım var. Dönsünler
demiyorum. Dediğim bu yaranın daha fazla kanamasını istemiyor
isek savunma hakkı verilsin diyorum. Çünkü çok kanarsa varlık
ölebilir. Bunu bekliyoruz. Bunun düzelmesini bekliyoruz. Hatayı
kim yaptı? Kim yaptı ise yapmış, ama Türkiye olarak biz kanıyoruz.
313
Efendim, son olarak Sayın Doğramacı ile özerklik konusunda
bir anlayış farkına sahibim beni hoşgörüyle dinleyeceğini bilerek
dile getirmeye çalışacağım. Şimdi özerklik denince üç boyut
hatıra geliyor: 1) İdari, yani yönetim özerkliği; 2) Bilim özerkliği 3)
Mali özerklik. Sonuncudan başlayalım. Dünya üzerinde Harvard
gibi birkaç varlıklı üniversite dışında mali özerklik yok! Bütün
üniversiteler bir kaynağa yanaşmak zorundadır. Bir kaynak yarat­
mak zorunda. Umalım, Türkiye çok zengin olur, çok varlıklı olur
ve mezun yöneticiler bunu ele alır, destPu' B e n 1950'lerde
yabancı bir üniversiteden mezun oldum. Hâlâ benden yılda 50
dolar bekliyorlar. Tabii bunu ödemek için (yurtdışına çıktıkça) zor­
lanıyorum. Mezunlar besliyor bir müesseseyi. En büyük gelir
öğrencilerden değil, tabii, varlıklı olan binler bağışlıyor. Hircsh mil­
yonlar bağışlıyor. Bu mali özerklik, Hircsh'de bu konuda şöyle
söylemiştir; "Devlet destekler ama işine karışmaz." Şimdi geriye
kalıyor idari özerklik ve bilim özerkliği. Biraz önce size sunduğum
sistemlerin her birisinde bilim özerkliği olmak zorundadır, yani
özgürlük olmak zorundadır. Eğer yoksa üniversite olmaz. Peki
bu bilim özerkliği bizde neden bu kadar önemli de Batıda (anglosakson dünyasında) hiç konuşulmuyor? onlarda sorun yok. Onlardaki sorun tersine akademik özgürlüktür. Otonomi kavramı
vardır ama onlar bunu kamunun vicdanı, üniversitenin bir doku­
nulmazlığı gibi anlar. Üniversite öyle yüce bir kurumdur ki birisi
ona dokunmaya kalkarsa onu tutar, engeller. Sayın Versan dün
söyledi Ingiltere'ye gittiklerinde soruyor peki siz değerli bir
öğretim üyesini nasıl atarsınız? "Neden atayım ki" diyor Rektör!
Tayin anlamında değil, dışarıya atma anlamında. Adam işini
yapıyorsa, nereden çıktı bu soru? Atmaya gerek yok adam işini
yaptığı sürece. Burada bir konu var, orada bir konu var, orada bili­
min geleneği var. Bu iş 16 ncı yüzyılda eğitimle başlamış, bilim
dokunulmaz hale gelmiştir. Üniversiteyi koruyan bir konsensüs
oluşmuştur. Bilim yararlı bir şeydir. Ingiltere’yi bugüne getiren o
bilimdir. "Doğa tarihidir1'. Biz hâlâ hocamın dediği gibi ileri mi
götürüyor, geri mi götürüyor? Böyle bir durumda akademik
saygınlık eğer kamu vicdanında konsensuslar, bir oybirliği ile
314
sağlanamıyor ise, onun koruyuculara ihtiyacı vardır. Mesela
Atatürk "Cumhuriyet sizden şöyle koruyucular ister” , demiş,
Üniversite de sizden böyle koruyucular istiyor. Onun için
özerklik diyoruz. Akademik özgürlüğün, barışın (huzurun) olabil­
mesi. Devletin görevidir dersin, rahat edersin. 1970'lerde rahat
edildi mi? 1970'lerde üniversitemizde barış kalmamıştı, on sene
süreyle birinci grup, ikinci gaip, jandarmalar polisler bizi o hale
düşürdü. Üniversitenin dokunulmazlığı, girilmezliği, özerkliği kal­
mamıştır.
Şimdi demek istediğim, efendim, biz özerklik diyoruz, ideal
değil. Asıl kavram, Sayın Doğramacı da söyledi, esas olan
özerklik değil özgürlüktür. Esas olan gerçekten özgürlüktür.
Eğer özgürlük zaten dokunulmaz duruma gelmişse, kamu ta­
rafından, toplum tarafından ayrıca bir hukuki (yasal) özerkliğe ih­
tiyaç yoktur. Ama gelmemişse işte o zaman onu korumak gere­
kir. Arz etmek istediğim buydu. Prof. Hırcsh, özerkliğin sınırsız
olmadığını belirtmiştir. Üniversiteler tarihini yazmıştır. Bu barış
nasıl sağlanabilir? Yani üniversite bir eğitim kurumu, bir bilim kurumudur, gerçeği yaratan bir kurumdur. Devlet ise siyasi güce
sahiptir. Bunlar nasıl karşı karşıya geleceklerdir. Şöyle bir
işbölümü yapsınlar: Üniversite bilim yapsın, devlet ise siyaset
yapsın. Bilimin karakteri kuramsal olmasıdır, siyasetin karakteri ise
uygulayıcı olmasıdır. Tabii bunun doğurguları var. Şöyle ki,
sonuç olarak, üniversite kuramsal bilim yapıyor devlet de uygula­
mada politika yapıyor. Peki, acaba bu kadar kesin bir ayrım
yapılabilir mi? Dün akşam, arz etmeye çalışmıştım, geç vakit. Söz
gelişi, diyelim ki, bilim politikasını kim yapacaktır? Çünkü bir tarafı
bilim bir yanı politika. Politikayı bilim içinde düşünmek zor. Hadi
üniversiteye geliniz politika bilmini yapınız. O zaman bilim politi­
kasını kim yapacak? Eğer siz yapamıyorsanız, birisi gelir sizin
namınıza yapıyor. Sayın Prof. Kemal KARHAN basına açıkladı,
biz bu üniversiteye para vermek istedik, mali özerklik istedik,
dedi. Bazı makamlarca uygun görülmemiş, mali özerklik, yani
özgürlük!
315
Demek ki bu sınırları koymak, kısıtlamak mümkün, uygulamak
zor. Hırcsh diyor ki bu sınırları kolay koyamadığınız için, kon­
muşları sürdüremediğiniz için, siyasi güç daima müdahale edebi­
lir, onun için buna yasal bir koruyucu zırh yani özerklik gereklidir.
1970'lerde Namtere Üniversitesinden Profesör Michel OECD’ye
verdiği raporda, Fransa'daki yükseköğretimde demokratik planla­
ma ve koordinasyonla görevli bir merkeze ihtiyaç vardır. Fransa
gibi gelişmiş bir ülkede, İç ve dışta demokrasi deniyor. Dışarda
demokrasi içerde yok, içerde demokrasi içerde yok, içerde de­
mokrasi dışaıda yok olmaz. Hem toplumda, hem eğitim kurumunda demokrasi olmalı diyor. Bütünle ile parçanın uyuşması gerekir,
diyor, bunu savunmak, gelişmek için, sosyal, kurumsal ve yapısal
sorunların çözümünde işbirliği yapmak zorundayız diyor. İster
devlet katında olun, ister üniversite yanında heyecan, katılım ve
inandırıcı yönetim sistemin sorunlarını çözer, diyor. Ben bu diyaloğun başlamış olmasından son derece mutluyum.
Bu diyaloğun devam edeceğine inanıyorum.
Özür diliyorum, Sayın Başkan, süreyi aştığım için. Hoş
görünüze, teşekkür ederim.
BAŞKAN - Teşekkür ederim efendim. Sayın Güvenç, iki
günlük görüşmeleri özetledi, kendisine o bakımdan da
müteşekkirim. Toplantımızın özetini yapmaları yönünden. Bir
nokta da dikkatimi çekti, onu da vurgulamak istiyorum. Sayın
Güvenç yükseköğretimi Üniversite olarak ele aldılar ve üniversite
olarak gördüler.
Efendim, sıra Prof. Dr. Kâzım Türker'de. Buyurun Sayın
Türker.
PROF. DR. KÂZIM TÜRKER -Teşekkür ederim sayın başkan.
Konuşmam kısa sürecektir. Daha önceki Sayın konuşmacılar ka­
dar deneyimli değilim. Yıllarımı laboratuvarında deneyleri başında
geçirmiş ve 35 yıl öğretim üyeliği deneyimiyle elbette bazı
316
söyliyeceklerim var. Ancak bir saat önce Sayın Bursalıoğlu'nun
tebliğini dinlerken her hocanın mutlaka pedagoji eğitiminden
geçmesi zorunluluğuna inandım. Yaşım uygun ve zamanım ye­
terli olsaydı Sayın Bursalıoğlu'nun denetiminde Pedagoji dokto­
rası yapardım.
Sayın B ursalıoğlu 1750 ile 2547 sayılı kanunları
karşılaştırırken birbiriyle çelişen pek çok madde ve değimleri so­
mut örneklerle vurguladılar. Bu kanunlarda yüksek öğretim kurumlarının hedefleri belirtilmeye çalışılmışsada, önemli kavram
kargaşası yaratmada da gereğini yapmıştır.
Eğer Y ükseköğretim Kurum lan, özellikle Akademik
müesseseler olan Üniversitelerin öngördükleri hedefleri isabetle
vurgularsak, beklentilerimizin neler olabileceği daha kolay
anlaşılır. Bu hedefleri üç ana bölümde özetleyebiliriz:
1- Bu kurumlarda bilim öğrenilir.
2- Bu kurumlarda bilim öğretilir.
3- Bu kurumlarda bilim üretilir.
Bu üç ana hedef birbirini tamamlar. Bir hedefte oluşabilecek
yetersizlik veya yokluk diğer hedefleride yetersiz duruma getirir.
Önemle üzerinde durmak istediğim Üniversitelerimizde "bilim
üretimi" hedefinin ne ölçüde gerçekleşebildiğidir. Yılların dene­
yimi ile elde ettiğim şaşmaz bir inanışımı vurgulamak istiyorum.
Akademik bir kurum eğer bilim üretemiyorsa bu kurumdan eğitim
ve öğretim beklemek sadece bir hayaldir. Konuşmacılar bahsedi­
len hedeflere erişmede yetişmiş insan gücünün önemini vurgu­
ladılar. Sayın YÖK başkanı da başlangıçta iyi yetişmiş öğretim
üyesi yetersizliğini vurguladılar. Bu boşluğu doldurmak üzere
halen 512 kişinin yurtdışına doktora yapmak üzere gönderildiğini
bahsettiler. Fakat planlama sözcüsünün bu rakamın son derece
az olduğunu vurgulamasıda ilginçtir ve kanatimce planlama bu
görüşünde son derece haklıdır. Burada bir noktayı vurgulamakta
yarar vardır. YÖK kurulduğu günden beri yurt içindeki gelişmiş
317
Üniversitelerimizdeki kendini sahalarında ispatlamış bilim adam­
larımızdan, yeni kurulan Üniversitelere eleman yetiştirmek üzere
gerekli planı yapıp uygu lamamı ştır. Halbuki yurt dışına doktora
yapmak üzere gönderilen sayı kadar hatta daha da fazlası yurt
içinde de yetiştirilebilir ve insan gücüne katkılar sağlanabilirdi.
Ama YÖK sisteminde sırf mezuniyet öncesi dersler vermek
üzere yeni kurulmuş üniversitelere gelişmiş üniversitelerden
kendini ispatlamış pek çok bilim adamını göndermekten geriye
kalmamış ve bu son derece yanlış ta s a rru fla neden olmuştur.
Kendi saham için bir saptama yapmak gerekirse şunu
söyleyebilirim: Bir laboratuvar adamı uğraşısına kısa bir süre araverse, bilimde kaybedeceği mesafeyi bir daha kolay kolay
aşamaz. Bu ise bilimsel üretimi aksatır. Bu üretim aksarsa ne ideal
bir eğitim nede öğretim gerçekleştirilebilir. Ayrıca "Yardımcı
Doçentlik" müessesesini uygulama yöntemi kesinlikle
söyleyebilirim ki kendi sahamızda (Tıpta) yeni kurulmuş
fakültelerde önemli eğitim ve öğretim aksaklıklarına neden
olmuştur.
Bu ülkede bilime yönelme ve bilim üretme gereği Atatürk ta­
rafından başlatılmıştır. Yüce kurtarıcının Türk halkına iki önemli
buyruğu olduğunu Devrim tarihimizden öğrenmişimdir. Bu buy­
ruklardan birisi onun Kocatepede, ülkemizi işgal etmek isteyen
emperyalistlere son darbeyi vurduğu buyruğudur: "Ordular ilk
hedefiniz Akdenizdir ileri..." demiştir ve Anadolu insanı bu buy­
ruğu on gün içinde yerine getirmiş ve İzmir'de noktalamıştır.
Onun ikinci buyruğu görüşüm o ki gereğince anlaşılmamış ve
benimsenmemiştir. Bu buyruk "Yaşamda en gerçek yol gösterici
müspet bilimdir; bunun dışında yol aramak gaflet, delalet ve ce­
halettir" özdeğişimde saklıdır. Yüce Atatürk ülkemizin
gelişmesinde tek bir hedefe yönelmenin gereğini vurgulamış ve
bunun müspet bilim olduğunu açık ve seçik bir şekilde belirt­
miştir.
Atatürk bu düşünce ile 1933 Üniversite reformunu
gerçekleştirmiştir. Nasyonel Sosyalizm baskısından ülkelerini
318
terkeden son derece saygın bilim adamlarına kucak açmıştır. Bu
değerli bilim adamları ülkemizde gerçek bir üniversiter sistemi
kurmuş ve "bilimsel üretim’’ de İstanbul Üniversitesini saygın bir
bilimin yuvası haline getirmişlerdir. Acaba Nasyonal Sosyalizm
baskısı olmasaydı ve bu saygın bilim adamları ülkelerini terketmek
durumunda kalmasalardı Atatürk ne yapardı? Eminim ki Atatürk
her çareye başvurur ve yine üniversiter espiriye, bilim üretimi
sağlayacak her türlü olanağı sağlardı.
Etrafımızdaki komşu arap ülkelerinin son on yıldanberj bilim­
sel araştırmalara verdiği önem, bilimsel üretimlerini artırmaları son
derece düşündürücüdür. Atatürk'ün 1933 de uyguladığı reform­
ları bu ülkeler günümüzde uyguluyor ve bu potansiyelleri
bakımından bizi geride bırakıyorlar. Dikkat edilirse Kuveyt, Suudi
Arabistan gibi ülkeler kurdukları modern üniversitelerine saygın
yabancı bilim adamlarını davet ediyorlar. Science, Nature, Federation Proceedings gibi dergilere ilanlar verip, büyük maddi ola­
naklarla bu bilim adamlarım üniversitelerine çekiyorlar.
Günümüzde saygın uluslararası periyodiklerde bu ülkelerden
kaynaklanan yayınlar azımsanmıyacak ölçülere varmıştır. Çok
çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Dünyanın en büyük bilimsel
toplantısı her yıl ilkbahar aylarında A.B.D. de Temel Bilimler Fede­
rasyonu tarafından düzenlenir. 1986 yılında bu toplantıda
Bağdat Üniversitesinden üç veya dört adet tebliğ yayınlanmıştır.
Bilindiği gibi bu tarihlerde Irak-İran harbi tüm şiddetiyle devam
ediyordu Ne var ki bu üniversite Araştırıcısına gerekli desteği
vererek Kaliforniyadaki toplantıya iştiraklerini sağlamış ve daha
önemlisi bu toplantıya sunulan 30.000 makale arasından seçilen
9-10 bin makale arasına bu tebliğler girebilmiştir.
Kuveyt, Suudi Arabistan gibi ekonomik gücü çok yüksek olan
ülkeler isteseler her türlü gelişmiş teknolojiyi satın alabilirler. Ne
var ki teknoloji satın alınmakla bitmez. Bunu en az seviyeye indir­
menin yolu da müspet bilime yönelmedir. İşte bizim 1933 de
yapmak istediklerimizi bu ülkeler tarafından uygulamaya koy­
manın gerçek nedeni budur.
319
Kendi mesleğimden örnek vermek istiyorum. Bilgisayarlı to­
mografi cihazını satın aldık. Milyarlar yatırdık. Daha doğru dürüst
semeresini görmeden bu defa ultrasonik tetkik cihazları çıktı. On­
ları da aldık ve milyarlar yatırdık. Sonra manyetik rezonans
görüntüsü çıktı onu da alıyoruz. Bu böyle devam edecek ve biz
bilim üretmediğimiz sürece bilimi üreten ve teknolojiye adapte
eden ülkelerin birer pazarı olmaktan ileri gidemiyeceğiz.
1933 de başlatılan ve 1950 li yıllara kadar devam eden bu
denge nasıl bozuldu?
Kişisel görüşüm o ki yabancı Hocalarımızın ülkemizden
ayrılmalarıyle Üniversitelerimizdeki bilimsel gerileme arasında
yakın bir ilişki vardır. Bu arada ufak bir öğrencilik anımı nakletmek
istiyorum: Tıp tarihi derslerimizin birine o zamanki Fakülte De­
kanımız ünlü, merhum bir cerrahi Hocamız gelmişlerdi. Tıp Tarihi
hocamız yurtdışında bulunuyordu. Hocamız bir sohbet nite­
liğinde olan konuşmasını sürdürürken "Bizler gibi yetişmiş Türk
Hocaları mevcut iken, artık yabancı Hocaları ülkemizde tutmak bir
enayiliktir" demişti. Sınıf arkadaşlarımızdan birisi (bu arkadaşımız
yabancı dil bilen ve yabancı literatürü takip eden biriydi), "Dış lite­
ratürde yurdumuzu terketmeye başlamış yabancı hocalarımızın
adlarını kendi ilgi sahalarında sık sık görüyorum. Ancak hiç bir
Cerrahi Kitabı veya Literatüründe sizin isminizi göremedim. Bu­
nun bir anlamı var mı?" diye sormuştu. O andaki gelişmeleri anlat­
maya gerek görmüyorum. Ancak zannedersem bu arkadaşımız o
zaman şu anda tartıştığımız konuya önemli bir yaklaşımda bulun­
muştu.
K işisel görüşün o ki 1950 li yılla rd a n sonra
Üniversitelerimizde, bugünkü çıkmaza neden olan gerileme
dönemi başlamıştır. Gerçek akademik kriterler yerine, başka
ölçütler geçerli olmaya başlamıştır. Başka bir değimle akademik
kadrolara seçimlerde bir "negatif seleksiyon" oluşmuştur. Bu or­
tamda öylesi durumlara geldik ki, araştırma yapmak, bilimsel
üretim ihracına yönelmek nerde ise bir suçmuş gibi kabullen­
meye başlandı. Gerek 1750 gerekse 2547 sayılı yasaların hiç bir
320
denetim maddeleri gereği gibi işletilmedi. Örneğin 2547 sayılı
yasanın açık hükümlerine rağmen akademik terfilerde ve ulusla­
rarası yayın nede bunların sitasyonları gereği gibi işletilmedi.
Hele son bir kanunla önüne gelen herkese bol keseden bu "titr"
ler adeta ikram edildi. Bu yasa yürürlüğe girdikten sonra "bilimsel
özgürlükler" adamakıilı kısıtlandı. Bir çok Üniversitelerden değerli
bilim adamları yaşamlarını yurt içi veya dışında aramak üzere
ayrıldılar. Bir bakıma bir "beyin reiease"ı oldu.
Ülkemizde serbest piyasa ekonomi sistemi uygulanmaktadır.
Eğer gerçek anlamda uygulanırsa saygı duyarız. Yetkililerimiz her
fırsatta ihracatçıya "iyi kaliteli mal üretin, ihracata yönelik olsun,
dış pazarlarda yerini bulsun" diye önerilerde bulunurlar. Ayrıca
bunun için ihracatçıya pek çok avantajlarda sağlamıştır. Vergi ia­
desi, Teşvik primi gibi. Bilimsel verilerinde dışa açılması bir
bakıma "Beyin değil fakat bilim ih ra cfdır. Bu son derece
önemlidir. Gerçek bilim adamının bilimsel özgürlük dışında teşvik
primi, vergi iadesi istemeside mevzubahis değildir. Bir şeyi daha
vurgulamak isterim "gerçek bilim adamı hayali ihracatta yapmaz".
BAŞKAN -Prof. Dr. Süleyman Çetin Özoğlu- Çok teşekkür
ederim Sayın Türker. Bu ihracatm ayrıntılarına girmediniz. Biliyo­
rum alanınız olmadığı için girmediniz. Ama bunu hareket noktası
alarak, herhalde, konuyu inceleyen üniversite mensupları,
görüşlerini yazılar halinde kamuoyuna mal edeceklerdir. Hayalisi
de olmadığına göre bu tür ihraç kârlı ve yararlı olacaktır.
Efendim, panel çalışmamıza YÖK Sayın Başkanı ile
başlamıştık, ilk turumuzu yine YÖK Üyesi Sayın Prof. Dr. Kâmil
Mutluer ile tamamlamak istiyorum. Buyurun Sayın Mutluer.
PROF. DR. KAMİL MUTLUER (YÖK Üyesi) -Teşekkür ederim
Sayın Başkan. Mümkün olduğu kadar panelin konusu
doğrultusunda konuşmaya gayret edeceğim. 2547 sayılı Kanun
bir yükseköğretim kurulu oluşturdu. Yüksek Öğretim Kurulunun
görevleriyle ilgili maddesini incelediğimiz zaman, Kurulun esas
321
ö de vin in , yükseköğretim ku rum larını plânlam ak ve
yükseköğretim kurumlan arasında koordinasyon sağlamak
olduğunu görürüz. Yükseköğretim Kurulunun görevleriyle ilgili
madde uzun bir madde, bu birçok bendden oluşuyor. Ama bu
maddenin hemen hemen üçte ikisi ve hatta daha fazlası belirtmiş
olduğum Yükseköğretim Kurumlarının plânlamasıyla ilgili.
Bunu sağlayabilmek için Yükseköğretim Kuntlu, birkaç yıldır
yükseköğretim kurumlarının plânlaması ile meşgul oldu. Hedef
olarak aldığımız 2000 yılında yükseköğ , nin kaç öğrenciye
ulaşması gerektiğini ve ulaşılan öğrenci sayısının dağılımının ne
olması gerektiğini belirlemeye çalıştı.
İkincisi, bu öğrencinin eğitebilmek için, bu öğrenciye
öğrenim verebilmek için, ne kadar öğretim üyesine sahip ol­
mamız gerekir plânını yapmaya çalıştı. Üçüncü olarak da fiziki
plânlama üzerinde durdu. Yani, üniversitelerde fizik imkânın ne
boyuta olması gerektiğini ortaya koymaya çalıştı.
Plânı bu üç ayak üzerine oturtmaya çalıştık ve diğer yandan
planı iki kademeli olarak yürütmek istedik. Birincisi, mikro plân olarak, yükseköğretim kurumlarma bizzat planlarını kendilerinin
yapması suretiyle sağlamaya çalıştık. İkincisi de onun üzerinde
ülkenin şartlarını ve ihtiyaçlarını gözönünde tutarak bir makro
plan şeklinde düzenliyoruz, önce mikro plânı düzenledik ve her
üniversite ile ilişki içerisine girdik. Bu ilişki sadece rektörlük ka­
demesinde olmadı. Bölümlere kadar indik ve her bölümü,
söylemiş olduğum hedefler doğrultusunda kendi potansiyelleri­
ni ve ulaşmak istedikleri hedefleri, kendilerine tespit ettirdik. Ki
plân kurumlara yabancı olmasın diye. Bu kuruluşlardan gerekli
bilgileri aldık, şu anda bu plânın makro çalışmasını bitirmek
üzereyiz.
Belirttiğim üzere önce öğrenci sayısını plânlamak istedik. Bu
konuda plânı iki esas üzerine oturtmak mümkündü. Birincisi, in­
san gücü plânlaması esası üzerine oturtmaktır. İkincisi ise, sosyal
talebe göre plânı düzenlemekti. Benden önce konuşan bir kaç
322
arkadaşım, özellikle plânlamacı arkadaşım Sayın Yurt,
Yükseköğretim kontenjanlarının insan gücü planlamasına göre
yapılması gerektiğini, oysa öğrenci kontenjanlarının sosyal talep
doğrultusunda olduğunu belirttiler. Diğer arkadaşlarımız da bu
konuya değindiler. Dedilerki, üniversitenin tek fonksiyonu sa­
dece mesleki eğitimi yapmak değildir diye. Bilindiği gibi
Üniversitenin mesleki eğitim yapmanın dışında iki fonksiyonu
daha vardır. Bunlardan birincisi, meslek sahibi olsun veya ol­
masın öğrenim görmek isteyenlerin arzularına cevap vermektir.
İkincisi de toplumun isteklerini araştırmak ve ihtiyaçlarını
karşılamaktır. Bugün Türkiye'de maalesef bir insan gücü planla­
ması yoktur. Bu görevin esas yükümlülüğü DPPnin olması gere­
kir. Ancak, Türkiye'de bir insan gücü planlaması yoktur. Bu
bakımdan ister istemez biz plânımızı sosyal talep üzerine oturt­
mak mecburiyetinde kaldık. Bizim kanaatimize göre bu yaklaşım
da üniversitenin fonksiyonlarına uygun bir yaklaşım oluyor.
Bugün Türkiye'de 390 bin dolaylarında örgün ve 160 bin dolay­
larında da açık öğretim öğrencisi olmak üzere yaklaşık 550 bin
d olaylarında yükseköğretim öğrencisi bulunm aktadır.
Üniversitelerden gelen bilgileri değerlendirdiğimizde 2000
yılında yaklaşık 550 bin dolaylarında örgün yükseköğretim
öğrencisine sahip olacağız. Demek ki biz bu 550 bin örgün
öğretim öğrencisine bugünden itibaren yavaş yavaş imkân yarat­
mamız gerekmektedir. Bunun için de okullaşma oranlarını artırma
gayreti içerisinde bulunmamız gerekiyor. Ancak Türkiye’de
yapılması gerekli en zor işlerden bir tanesi de eğitimi
düzenlem ektir. Çünkü Türkiye'de yapılması gerekli en zor
işlerden bir tanesi de eğitimi düzenlemektir. Çünkü
Türkiye'deki eğitim çağındaki nüfus o kadar hızlı artmaktadır ki,
bunu istenilen şekilde organize etmek gerçekten çok zor, ol­
m a ktad ır. Y ani ilk ö ğ re tim d e ki, o rta ö ğ re tim d e k i ve
yükseköğretimdeki artışı nazarı itibare aldığımızda, öğrenci sayısı,
birçok batı ülkelerindeki ülkelerin nüfusundan fazla olmaktadır.
Onun için gerçekten bu mali kaynağı bulmak son derece güç bu­
lunmaktadır. Mali kaynaksız ise eğitimin olmayacağı tabiidir.
323
Efendim, geçen yıl yükseköğretimde okullaşma oranı yüzde
12 olarak tespit ettik. Yani yükseköğrenim çağında olup bun­
ların yükseköğrenim görebilenlere oranını yüzde 12'ye çıkarmayı
hedef aldık. 1985 yılı nüfus sayımını nazarı itibare alıp bunu bu
yıla uzattığımız zaman baktık ki bu oran 10.3'e inmiş bulunmak­
tadır. Pek tabii ki Açıköğretim bu rakama dahil bulunmaktadır.
Açıköğretimi çıkardığımız takdirde bu rakam yüzde 8 dolaylarına
inmektedir. Bunun için bu tarafa kaynak ayırmak mecburiyetin­
deyiz. Ancak, ayrılan kaynaklar maalesef düşmektedir. 1976
yılında yaklaşık bütün yükseköğretim kurumlarına 5 milyar do­
layında bir ödenek veriliyordu. 1988 yılında verilen ödenek top­
lamı 600 milyara ulaştı. Rakam çok büyük fark fazla gibi
gözüküyor; ama bu rakamı 1988 fiyatlarına getirdiğimiz zaman,
1976'da yükseköğretim kurumlarına verilen ödenek miktarı 540
milyar dolaylarında ve 1988 yılında verilen ödenek toplamı da
600 milyar dolayında olduğu görülmektedir. Bu arada öğrenci
ikiye katlanmış, ithalat dolayısıyla üniversitelerin alış maliyeti
yükselmiş, diğer masrafı artıran faktörler ortaya çıkmış ve bunun
üzerine bütçe uygulamaları dolayısıyla verilen ödeneklerin ancak
yüzde 60'ın kullanımına izin verilmiştir. Şimdi bir Katma Değer
Vergisi var. Katma Değer Vergisi üniversitenin alışlarında
üniversitenin üzerinde kalıyor. Tüketiciye yansıtılamıyor.
Ödeneklerle, Katma Değer Vergisi oranı kadar ödenekte bir azal­
ma var. Diğer yandan bütçe kesintileri dolayısıyla verilen
ödeneğin bir kısmını kullanamıyorsunuz, ithalatta gümrük vergisi
ve gümrük vergisine bağlı olarak ödenen diğer algılarda ekle­
nince bu ve buna benzer nedenler dolayısıyla, eğer size yüz
veriliyorsa siz ancak 60'ını kullanabiliyorsunuz. Yani 600 milyar
lira size ödenek verildiği zaman, siz bunun sadece 360 milyar li­
rasını kullanıyorsunuz. 1977'de verilen rakam 1988 fiyatlarıyla
550 milyar 1988 yılında verilen miktar gerçek olarak ise 368 mil­
yardır. Öğretimin kalitesini en başta düşüren faktörlerden biri bu
olmaktadır.
1976 yılında üniversitelere konsolide bütçeden ayrılan pay
yüzde 3,5 ve eğer yanlış hatırlamıyorsam, 1988 yılında ayrılan bu
324
pay 2.7 Gayri safi milli hasıla içerisinde de üniversitelerin payı ise
binde yedi buçuktan binde yediye düşmüş durumdadır.
Görüldüğü üzere bu karamsar bir tablodur.
'
Bazı arkadaşlarımız öğretim elemanı tablosunu çok karamsar
gördüler. Biz de tam anlamıyla bunu yeterli bulmuyoruz. Ama bu
zannedilen kadar da karamsar bir tablo meydana getirmemekte­
dir. Bugün Türkiye'de, bir öğretim üyesine, profesör, doçent ve
yardımcı doçent, 43 öğrenci düşmektedir. Bu oran batı ülkeleri
üniversitelerinde de yaklaşık hemen hemen aynı. Tabiki bazı batı
üniversitelerinde bundan daha müspet rakamlar var. Ama 40
öğrenci, 43 öğrenci rakamı çok karamsar bir rakam da değil. Bizim
plânlamalarımıza göre, biraz önce arz ettiğim gibi 2000 yılında
550 bin, 555 bin dolayında örgün öğretime ulaşacağız diye
düşünüyoruz. Şu anda bizim 28 bin dolayında öğretim ele­
manımız var. 9 bin küsür öğretim üyemiz var. Yaklaşık olarak yılda
bin küsür doktoralı öğrenci yetiştiriyoruz. Bizim tahminimize göre
2000 yılında 22 bin dolayında öğretim üyesine sahip olacağız.
Eğer 22 bine ulaşabildiğimiz takdirde 22 bini 550 binde
karşılaştırdığımız zaman 2000 yılında bir öğretim üyesine 26
öğrenci düşecektir, bu rakamda takdir ederseniz çok düşük bir
rakam değildir.
Biraz da öğretim elemanı yetiştirmeye değinmek istiyorum.
Bugün esas olarak üniversiteler kendi enstitülerinde öğretim
elemanı yetiştirme gayreti içerisindeler. Bir arkadaşımız
üniversiteler hocasını kendisi yetiştirmesi gerekir dedi. Doğru.
Nitekim esas olarak bu böyle olmaktadır. Ama dışardan da yardım
alarak dışarda da öğretim elemanını yetiştirmek de gerekir. Nite­
kim bunu mevcut hükümler doğrultusunda bir ölçüde
gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bunun da sayısı oldukça yüksek
bir sayıya ulaşmıştır. Yani gelişmekte olan üniversitelere gelişmiş
üniversiteler bugün öğretim üyesi yetiştirme gayreti içinde bu­
lunmaktadır. Bir de Sayın Hocamın belirttiği gibi yurt dışında
öğretim elemanı yetiştirme gayreti içerisindeyiz. Ama gönül arzu
ederki belirli merkezleri, belirli enstitüleri, daha işler hale getir­
325
mek, öğretim üyesi yetiştirmeyi biraz daha imkan dahilinde kılmak
yararlı olacaktır zannediyorum.
Üniversitelerimizin mekan, araç-gereç durumu ile ilgili
çalışmaları da planda yer aldı. Bu konuda da üniversitelerin en­
vanterini aldık. Her üniversitenin kapalı alanı ne kadardır, bunu
tespit ettik. Yabancı ülkelerde bir öğrenciye kaç metrekare alan
düşüyor, bunu da gözönünde tutarak 2000 yılına kadar
üniversitelerin daha ne kadar kapalı alana, ne kadar araç gerece
ihtiyacı var, bunun tespiti içerisindeyiz. Tabiki plan yapmak çok
zor, planı uygulamak daha zor bunu da biliyoruz, ama bu bir koor­
dinatör kurulun sayesinde olmaktadır. Kurulun, günahları
yanında bu tür sevapları da var, bunu şimdilik arz ediyorum, ikinci
turda ilaveler yapmaya çalışacağım.
Arz ederim efendim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Prof. Dr. Süleyman Çetin Özoğlu -Tekeşkür ede­
rim Sayın Mutluer.
Efendim, panelimizin ilk turunu tamamladık. Mesajları sayın
panel üyelerimiz verdiler, konuya nasıl baktıklarını mümkün
olduğu kadar ortaya koydular. İkinci turda ise çok kısa bir tur yap­
mayı düşünüyoruz. Bir tartışma olanağı sağlamak bakımından,
ikinci turda eklemek istedikleri konular varsa belirli bir süre'
içerisinde bunları belirtmek üzere Sayın panel üyelerine söz ver­
mek istiyorum. Önce Sayın Doğramacı'dan başlamak istiyorum.
İkinci turda belirtmek istedikleriniz var mı efendim?
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI (YÖK Başkanı) -Müsaadeniz
olursa. Bir kere panelde siz değerli arkadaşlarımın hepsine
katılıyorum. En çok katıldığım Bozkurt Güvenç.
Kısaca birkaç noktaya dokunayım. Sayın Mutluer arkadaşım
öğretim üyelerinin öğrencilere göre oranının oldukça iyi
olduğunu söylediler, genelde öyle olabilir ama dağılım öyle
değil, bazı alanlarda maalesef son derece denge kötü. Öğretim
326
üyeleri, hele araştırma görevlileri orada hocalık yaparlar, masa
başında eğitim yaparlar onlar da sayılırsa oran çok iyi, fakat bunun
yurt sathında çeşitli bilim alanlarına göre hesaplarsak, ben
şahsen o kadar mütmin değilim diyebilirim.
Sayın Güvenç, Alman Üniversitelerini bizim eski düzendeki
sisteme benzettiler. Buna katılmıyorum. Çünkü orada birkaç
üniversitede rektörler seçimle göreve geliyor, fakat her
üniversitede "Kansılar" adlı ve hükümetçe atanmış bir kişi var.
İdareye ve mali konulara o bakar. Onların rahatlığı, bölümlerin,
departmanlarının çok fazla bağımsız olm asıdır. Onlara
üniversitenin merkezi idaresi fazla karışmaz, fakat üniversite
genelinde seçimle görev başına gelen rektörün yanında
hükümetçe atanan "Kansılar" var. İsviçre'de daha da enteresan.
Sekiz kanton üniversitesi var. Bazıları senatonun üyesi bir yıl için
rektör seçilir. Fakat bazı federal kanton hükümetinin üniversiteye
atadığı ve "Kutreter" adı verilen beş kişilik bir kurul vardır. Eğer bir
karşılaştırma yapmak gerekirse, Amerika Birleşik devletlerinde
eyalet üniversitelerinin üst yönetim kurul "board of trustees"
veya "board of regents" adını taşır. Kurul üyeleri, ilgili eyalet valisi
tarafından özel veya kamu kesiminde temayüz etmiş kişiler
arasından tayin edilir, üniversite rektörünü, genellikle bu üst
Yönetim Kurulu seçer.
Üniversitenin iç işlerine kesinlikle karışmazlar, üniversite ken­
di kendini idare eder. Ancak, bu makamlara hesap verir. Şimdi bir
konuyla da belki ilgenirsiniz. Acaba bizde neden "Darülfünun"
dendi? Arapçada fen aslında bilim değil, sanat anlamındadır. Ora­
da üniversiteye darülfünun denince hocalar feryat ettiler, imkânı
mı var! din dışında herhangi birşey olur mu? dediler. Fakat bizde
"fen” bilim anlamını kazandığı için adını Darülfünun koydular.
Buna benzer öyle şeyler olmuştur ki, bilirsiniz” minareye paraton­
er takmak günahtır diye bunu yasakladılar. Ve yine bildiğiniz gibi
Kandilli Rasathanesi’ni kaç defa yıkmak istediler bu gavur işidir,
Allah'ın yarattığı yıldızlara kul nasıl olur da bakar, o günahtır diye.
Tabii bu gibi şeyler gelişmeyi çok gerilerde bırakmıştır. Matbaanın
327
bize niçin geç geldiğini çok iyi bilirsiniz. Son olarak da şunu
söyleyim: Oxford üniversitesi belki dünyanın en özerk
üniversitesidir. Çünkü onların vakfiyeleri de vardır. Fakat tarihinide üç defa hükümet, devlet tarafından kapatılmıştır, demek ki,
zaman zaman böyte müdahaleleler de oluyor, şimdi hiçbir sistem
ideal değildir, yazımda ideal olabilir, fakat uygulamada ideal
olmıyor maalesef.
Şimdi biz geliniz 2547 sayılı kanunda önce bizde yani Hacet­
tepe'de bir Mezuniyet Sonrasa Fakültesi vardı, Sayın Güvenç'in
onun kurulmasında çok büyük emeği geçti. Bunların dışında
doktora öğrencileri vardı. Sistemli bir şekilde yetiştiriliyordu,
ayrıca enstitüler vardı. Bunlar da doktora yaptırıyorlardı. Fakat
fonksiyonlarını ne kadar yerine getirebildikleri ayrı bir konudur.
Zannederim zamanım doldu, teşekkür ederim.
BAŞKAN - Çok teşekkür ederim.
Sayın Sezgin ikinci turda eklemek istedikleriniz var mı?
DOÇ. DR. S. İLHAN SEZGİN (Millî Eğitim Gençlik ve Spor Ba­
kanlığı Müsteşar Yardımcısı) -Sayın Başkan, zamanın ilerlemiş
olduğunu dikkate alarak kısaca bazı konularda düşüncelerimi
açıklamak istiyorum.
Bu sempozyumda meslek yüksek okullarının durumu çok az
tartışılmıştır. Bu kurumların teme! amacı, ülkemizin kalkınması için
muhtaç olduğu ara insangücünü yetiştirmektir. Meslek Yüksek
Okulları 1982 yılında gerçekleştirilen yükseköğretimin yeniden
düzenlenmesi çerçevesinde Millî Eğitim Bakanlığından ayrılarak
ü n ive rsite le rim ize b a ğ la n m ıştır. Bu kurum lar, hem
yükseköğretime olan talebin karşılanmasında, hem de iş
hayatının ihtiyacı olan ara insangücünün yetiştirilmesinde önemli
hizm etler yapm aktadırlar. Y ükseköğretim kurum unca
geliştirilerek uygulamaya konulan ve Dış finansman ihtiyacı
Dünya Bankası'ndan sağlanan kredilerce karşılanan projeler, bu
328
kuaımların gelişmesine değerli katkılarda bulunmaktadır. Meslek
Yüksek Okullarının daha fonksiyonel hale getirilmesi için okul
yönetimlerinin daha esnek hareket etmelerine imkân verecek bir
düzenlemenin yapılmasının yararlı olacağı düşüncesindeyim.
Öğretmen yetiştirmede bazı dallarda arz fazlalığı bulunmasına
karşılık, özellikle teknik dallarda arz talebi karşılayamamaktadır. Bu
durum kalkınm am ız için gerekli olan nitelikli işgücünün
yetiştirilmesinde ciddi güçlüker yaratmaktadır. Plan hedeflerinin
gerçekleştirilmesi için öğretmen yetiştirme sistemimizdeki arz ta­
lep dengesizlikleri giderilmelidir. Sayın yükseköğretim kurulu
Başkan ve üyelerininde bulunduğu toplantıda bir teklifde bulun­
mak istiyorum. Türkiye’nin yeni teknik eğitim fakültelerine ihtiyacı
vardır. Bu fakültelerin açılması için gerekli fiziki yapılar Bakanlıkla
işbirliği yapılarak karşılanabileceği gibi, bazı eğitim fakültelerinin
teknik eğitim fakültelerine dönüştürülmesiylede sağlanabilir.
Yeni teknik eğitim fakültelerinden yetişecek gençlerimizin is­
tihdam problemi olmayacağı gibi, mesleki ve teknik eğitim için
planlanan gelişmenin gerçekleşmesinde önemli katkılarda bulu­
nacaktır.
Teklifimin ilgililerce değerlendirileceği beklentisi ile teşekkür
eder, saygılarımı sunarım.
BAŞKAN -Teşekkür ederim sayın Sezgin, ilgililer bu somut
önerilerinizi tahmin ediyorum ki değerlendirme olanağı bula­
caktır.
Sayın Yurt ikinci turda siz neler öneriyorsunuz? Buyurun.
İBRAHİM YURT (DPT Sosyal Planlama Dairesi) -Sayın
Başkanım ben mümkün olduğu kadar kısa kesmeye çalışacağım.
Bir düzeltme yapmak istiyorum. Sayın Mutluer'in belirttiği bir
hususu düzeltmek istiyorum. Galiba yanlış anlaşıldı, ben insan
gücü planlaması, tamamen insan gücü planlamasına dönük bir
planlamadan değil de bugünkü durumun daha çok talep ağırlıklı
329
olduğunu vurgulamıştım, yani ağırlık sosyal talepde demiştim.
Tabii planlamanın yaptığı makro insan gücü planlamasının, insan
gücü hedeflerinin muhakkak alt bölümlere inilerek araştırmalar
yapılarak Yükseköğretim planlamasının buna oturtulması
gereğini de ortadan kaldırmaması gerekir.
Üzerinde önem le durulm ası gereken bir husus,
yükseköğrenim önündeki yığılmanın devam eder olmasıdır.
Buna nasıl bir çare bulunacak? Muhakkak bunun üzerine
eğilinilmesi gerekiyor. Buna çare olarak geçmişte yaykur sistemi
kuruldu, çare olmadı, ara insan gücü başlığı altında ön lisans
okulları, yahutta meslek yüksekokulları sistemi getirildi. Bugün
60 bin kişiyi barındırıyor, bu da çare almad, arkasından, yaygın
eğitim sistemi diye adlandırılan televizyonla eğitim sistemi hâlâ
mevcut öğrencinin yüzde 29'unu kavrıyor. (160 bin öğrenci) bu
da çare olmadı. Bana öyle geliyorki bu iki yerde çare aramakta
yarar var. bir tanesi, orta öğretimde selektif olup yetenekli
öğrencilerin, Sayın Karayalçın Hocamızın söylediği gibi,
üniversiteye gelmesini sağlayacak bir sistemin oluşturulması.
Bunun yanında yükseköğretimde de üniversitelerin kendi du­
rumlarına göre bazı standartları oluşturmaları, bu standartların
altına düşen öğrencileri elemenin ya da kabul etmemenin yol­
larını bulmaları lazımdır. Bugün ki üniversitelere giriş sistemi ile bu
sorunun üstesinden gelmek mümkün görünmüyor, ister puanı
105 yapın, ister 110 yapın. 650 bin, 700 bin öğrenci imtihana gi­
rer ve dört yıllık öğretim kurumlarına sadece 60 bin civarında bir
kontenjan tanınırsa bunun eritilmesi mümkün değildir. Zaten
Kâmil Beyin verdiği hedefe göre de bugünkü örgün eğitimdeki
öğrenci sayısı 2000 yılında yüzde 40 artarak 550 bin olacaktır.
Üniversitelerin önündeki yığılmanın muhakak kesin bir çaresinin
bulunması gerekiyor. Bunun üzerinde ciddi olarak durulması
gerekiyor.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Teşekkür ederim. Kuşkusuz ortaöğretimin
geliştirdiği ve üniversitenin önüne getirdiği o öğrenci yığınına
330
yaklaşırken "radikal" tedbirlerin yanında "eğitime" dayalı tedbirler
de düşünülmelidir. Bunların temeli, ortaeğitimden itibaren
öğrencilerin yönlendirilmesi konusundaki alınacak bilimsel ted­
birlerdir. Bunu 30 yıldır söyleriz, bu konuda kimse bilimsel ve sis­
tematik anlayışa dayalı tedbirler almamıştır. Bir çok ulus bu soru­
nu, yönlendirme ile çözmüştür, radikal tedbirlerle değil. Bu
tedbirleri psikolojik danışma dediğimiz bir bilim dalının uygulama­
ları ile geliştirmek ve uygulamak söz konusudur. Yeterki eğitim
sistemimizi bu çerçeve de ele alabilelim ve öğrenciye yönelik
hizmetleri geliştirelim. Aksi halde "radikal" tedbirler yeni sorunlar
yaratır.
Teşekkür ederim Sayın Yurt.
Sayın Güvenç buyurun.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ (H.Ü. Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi) -Efendim, Sayın Yıırt'un bıraktığı yerden
sürdüreyim, lise mezunu herkes üniversiteye girsin dedik. Giriş
derslerimi, artık veremiyorum, Öğrenci diyor ki Efendim ben şu
tür liseden geldim, tahtaya çizdiğiniz o (x,y) eksenleri hiç
görmedim. Ben bu çocuğa bilimsel sosyoloji anlatıyorum.
Mümkün değil!
Efendim, dünden beri konuşuldu: Kalite mi kantite mi? Kalite
tabii, sosyal ihtiyaç! Kantite yani çok sayıda öğrenci. Kanaatimce,
kentite ile kaliteyi birbirinden ayrı kutuplar gibi düşünmemek zo­
rundayız. Normal dağılım eğrisinin niceliklerine ulaşabilmek için
Küçük dar tabanlarla çok yüksek kuleler inşa edemezsiniz. Eyfel
kulesini hatırlayınız 300 metreye çıkmıştır ama tabanı oldukça
geniştir, taban geniş tutulmazsa yani büyük sayılara fırsat ver­
mezseniz kaliteyi çok fazla artıramazsınız. Onun için kalite mi kandite mi? Sorusuna : Hem kalite hem kantite, diyeceğim!
İhracat, teşvik ve konut fonlarından kredi alanlardan eğitim
fonu kesilmesini öneriyorum. Yapıcı bir teklif. Umarım ki kayda
331
geçer ve ciddiye alınır.
Efendim, Sayın Mutluer üniversite planlamasının tekrar
üniversiteler ve Devlet Planlama Teşkilatı ile birlikte ele alındığını
duydum, çok mutlu oldum. Söylemek istediğim bu idi, hatta
imkân verilirse bazı konularda katılmakta isterim.
Altyapıyı yenileyebilir miyiz? Hep para azlığı söyleniyor değerli
arkadaşlarım. Bu bir öncelikler, millî öncelikler sorunudur. Bakınız
bu yıl ilginç bir olaya tanık olduk. Kamuoyuna açıklandığı için dev­
let sırrı değil, millî savunmaya ayrılan bütçe 800 milyar lira do­
layında kesilmişti. O zaman işler aksar dendi ve ödenek kesil­
meden verildi.
Şimdi, millî savunma önemsizdir demek istemiyorum. Ama bir
karşılaştırma yapmak istiyorum: Millî Savunma önemli de Millî
eğitim ya da Yükseköğretim önemli değilmi? Eğer bunlar önem
derecelerini giderek yitirirlerse, millî savunma sonunda kimleri
nasıl savunacak? Diye düşünüyorum.
Sayın Doğramacı bugün bana iltifat etti. Hacettepe’yi beraber
kurduk, emeği geçti, dedi. Bir iki küçük anlaşmazlığımız oldu.
Gerçekten beni büyük bir sabır ve hoşgörü ile dinledi. Bana
büyükçe bir paye verdi. En çok da benim eleştirilerime katıldığını
söyledi. Şimdi teşekkürlerimi söylemek istiyorum. Ben buraya
nasıl geldim? Pakistan’a gidiyordum, hoca beni yoldan çevirdi.
Eğitim planlamasında ona yardım ediyordum. Hacettepe'nin ku­
rucu rektörü ile tıpöncesini planlıyorduk. Üniversite katologlarında bir "sosyal antropoloji" dersi var ki öğretmenini bir türlü
bulamıyoruz. Antropolog buluyoruz ama diyor ki ben bu muhte­
vayı bilmiyorum, veremem. Bir sene hocasız idare ettik. İkinci yıl
Doğramacı dedi ki eğer hâlâ bulamıyorsan, yetkim var birisini bu­
lup getirebilirsin. Kusura bakmayın, beş altı aday ile konuştum,
bulamıyorum. Öyle ise dersi kaldıralım dedi. Gönlüm razı değil,
çünkü o dersi, verebileceğimi sanıyorum, öyleyse başla dedi.
Başladım. O gün bugündür gidiyor, Bunu sadece bir teşekkür
için söylemiyorum. Sorun biraz daha değişik, aslında sözü ciddi
332
bir konuya getirmek istiyorum. (Bugün ilk defa onun önünde an­
lattım ama bir çok kez anlatmışımdır, dostlarım bilir). Ana sorun
şudur: Eğitim yöneticisinin baş sorumluluklarından bir tanesi
para bulmak ise, İkincisi, programın geliştirilmesi sürecine
katılmaktır. Programa zaman ayırmaktır. Eğer eğitim yöneticisi
programın geliştirilmesine zaman ayıramıyorsa üniversitenin ge­
leceği umutsuzdur. Sayın Doğramacı'nın Hacettepe'deki
başarısının temelinde sanıyorum ki, programın gelişmesine za­
man ayırması yatıyor. O zaman ki başarısından dolayı
Doğramacı'yı kutluyor, teşekkürlerimi sunuyorum.
Teşekkür ederim, efendim.
BAŞKAN -Teşekkür ederim. Böyle mutlu olayları da yaşıyoruz
inşallah devam eder.
Sayın Türker, buyurun.
PROF. DR. R. KÂZIM TÜRKER -Sayın Başkan, Şimdi
anlıyorum ki bu yıl bütçeye ayrılan 600 milyar TL. den 360 milyar
tasarruf tedbirleri nedir? Nelerden ve nerelerden tasarruf edilir?
Bunun hududu nedir? Kendimle ilgili bir örnek vermek iste­
rim. Üniversitenin Araştırma Fon'u Labaratuvarımı mükemmel
şekilde donattı. Projelerimden hiç bir kısıtlama yapmadı. Şu anda
kompitür sistemlerim, printer, plotter gibi aksesuarlarım
mükemmel çalışıyor. Bildiğimiz gibi printer plotter*in şerit ve ka­
lemleri özeldir. Nihayi bilgi buradan çıkar. Bakınız sistemi
tanımlamak istiyorum. Organ veya hayvan preparasyonu, değişik
parametrelerin kaydı, digital konverter Kard, bilgisayardan önce,
amplifiyer, Hard diske kayıt, plotter veya printer'e intikal. Şimdi
printer ve Dlotter*in kalem veya şeridi eskimiş olsun. Bunu yeni­
lemek zorunludur. Ne var ki bu ufak aksesuarlar tasarruf tedbirle­
rine giriyor, bir bürokrat "efendim bunları alamayız" derse ne
olur? Bunlar gerçektir. Ama hemen ilave etmek isterim, şahsım
için kendi üniversitemde böyle bir güçlükle karşılaşmadım. Be­
nim idarecilerim son derece anlayışlıdır. Fakat böyle zorlukiaria
333
karşılaşma her araştırmacı için geçerli olabilir. Tasarrufun hudutları
nereden başlayıp nerede biteceği kesin kez belirtilmelidir. Bun­
lardan çıkan bir sonuçta, araştırmanın kökeninde ekonomik duru­
mun ne denli katkısı olduğunu gösteriyor. Eğer ekonomik
durum bozuksa, enflasyon hızla artıyorsa, fiyatlar her geçen gün
değişiyorsa, paranın değeri gün geçtikçe azalıyorsa, bu ortamda
ciddi bir araştırma ortamından bahsetmekte son derece güçtür.
Burada ö> emli bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. Müspet
bilim ve bilim adamı bağlı olduğu kurumca korunmalı ve ona sahip
çıkılmalıdır. Bir yıldır halkımız tamamen bilim dışı bir aldatmacanın
içindedir. İnsanımız bilimin yegane geçerli yol olduğunda kuşku
içine sokulmuştur. Talihsiz "zakkum" olayı, TRTnin sorumluluğu
karşısında bilim adamları ile halk karşı karşıya getirilmiştir. Bizler
halkımız nazarında "kıskanç" diye sıfatlandırıldık. Benim kurumumun mütevelli heyeti olması icabeden YÖK bu konuda hiç ses
çıkarmamıştır. Bu etkili kurum acaba bilime sahip çıkamaz mıydı?
Eğer bu konuda savaş veren bilim adamları, bilim dışı bir davranış
içindeyseler gerekli cezayı neden uygulamadılar? Bilimin
ölçütleri neden uygulanmıyor? Otuz yıllık akademik yaşamın
süresince hiç bir kurum veya yetkili bana "arkadaş ne
yapıyorsun? neler ürettin? hangi uluslararası bilim platformuna
eriştin" diye sormamış beni denetlememiştir. Bundan sonrada
olacağından kuşku duymaktayım.
BAŞKAN -Teşekkür ederim Sayın Türker. Bilim adamlarının il­
gililer tarafından korunması yönünde belirttiğiniz nokta aslında
toplumumuzun önemli bir sorunu olmadan ele alınması gereki­
yor.
Sayın M iluer, ikinci turdaki görüşlerinizi rica etsem.
PROF. DR. KÂMİL MUTLUER -Sayın Başkan eğer izin verir­
seniz iki öneri ortaya koyacağım. Bunlardan birincisi gerçek so­
mut bir öneri İkincisi biraz teorik, biraz fantazi, o da benim kişisel
görüşüm. Şimdi öğretim üyelerinin dağılımı konusu gündeme
334
geldi. Gerçekten dağılımda bir arıza var. Bunun esas nedeni de
geliştirme güçlüğü denilen ödeneğin son derece yetersiz ol­
ması. Bu ödenek 10 bin lira ile 100 bin lira arasında değişiyor.
Geliştirme güçlüğü ödeneği mahrumiyet bölgelerinde öğretim
elemanların statüsüne göre değişmektedir. Bugün 100 bin liraya
Van'a Diyarbakır'a, nasıl bir hoca götürebiliriz? Yapı olarak ben
kötümser tabiatlı bir kişiyim, ama çok kötümser görmüyorum yine
dağılımı, Efendim, üç büyük şehirde öğrencilerin yüzde 62’si
var. Birinci tercihlerin yüzde 76’sı üç büyük şehre olmaktadır. Demekki yükseköğretim kurumlarını üç büyük şehirde istiyorlar ve o
üç büyük şehre yakın yerlerde istiyorlar. Tabii bunun dışında ka­
lanlarda yüzde 38 öğrenci var. Üç büyük şehirdeki öğretim üyesi
sayısı, oranı yüzde 68, üç büyük şehir dışında yüzde 32. Bu du­
rumda yaklaşık 550 dolayında öğretim üyesini üç büyük
şehirden diğer illere dağıtıldığında Türkiye'nin her yanında
dağılım eşit olacak. Tabii ki bunu özendirici tedbirlerle yapmak
gerekmektedir. Bunu ders veren öğretim elemanı başına yani
yardımcı doçent, profesör ve öğretim görevlisi olarak hesap
ettiğimiz takdirde, biraz daha iyimser bir tablo ortaya çıkıyor.
Bunu da halletmenin tek yolu, benim görüşüme göre, o
bölgelerde bulunan yükseköğretim kurumlarına sözleşmeli kad­
ro vermek ve büyük şehirlerden izinli saymak suretiyle oraya
öğretim üyesi götürülmesini sağlamak. Süresi bittiği zaman tek­
rar üniversitesine dönmek imkânı yaratmaktır ve bunun mali cep­
hesi iki milyona kadar sözleşmeli kadro verilse dahi ve oradaki
öğretim üyelerine geliştirme güçlüğü 500 bin liraya kadar
yükseltilse dahi 20-25 milyar dolayında bir ödenek getirmektedir.
20-25 milyar lira bizim personel ödeneklerimiz içerisinde çok
düşük bir yapı oluşturmaktadır. 1989 personel ödeneklerimiz
500 milyar lira, 20-25 milyarı 500 milyara oranlarsak, oran son de­
rece küçüktür. Bunun tek çözüm yolu sözleşmeli kadrolarda
veya ona benzer özendirici tedbirlerle oraya hoca göndermekle
olacaktır.
İzin verirseniz bir iki dakika bir fantazi, yükseköğretimin finans­
manı ile ilgili bir gönüşümü arz edeceğim. Ama eğer zaman ye-
335
terii değilse vazgeçeyim efendim.
BAŞKAN -Estağfurullah, özellikle fantazi dedikten sonra me­
rakla bekliyoruz.
KÂMİL MUTLUER (Devamla) -Efendim, yükseköğretim hiz­
meti yarı toplumsal hizmet niteliğinde bir hizmettir. Biz şimdi 40
bin lira harç alıyoruz bir hukuk öğrencisinden çok diyorlar. 100
bin lira alıyoruz bir tıp öğrencisinden çok fazla diyorlar, arkadaşım
maliyetini ortaya koydu üç milyon dedi, işte bütçenin zorluğu bu­
radan oluyor. Hizmetin iki türlü faydsı var. Kişiye faydası ileride
mezun olduktan sonra kişinin gelirini artırıyor. İkincisi, topluma
faydası, Öğretim sonucu toplumun genel seviyesi yükselmiş
oluyor. Araştırmalarda bir bölü üç faydasının topluma iki bölü üç
faydasının da kişiye ait olduğu kabul ediliyor. Bu durumda
esasında çok gerçekçi bir hareket noktasından bir tanesi, 1989
bütçesinin 600 milyarın 400 milyarını öğrenci harcı olarak almamız
lazım, teorik olarak bunun 200 milyarını devletin ödemesi lazım.
Ama bunu uygulamaya kalktığımız takdirde bunun da imkânı zor.
Bunu biliyoruz. 1989 bütçesine getirdiğimiz takdirde yine aşağı
yukarı oran şöyle oluyor. 1 trilyon dolaylarında bir bütçemiz var,
yatırım harcaması üçte ikisi cari harcama. Şimdi benim görüşüme
göre, bugün üniversiteler katma bütçelidir. Katma Bütçe demek
kendi geliri ile kendi üretimi ile elde etmiş olduğu gelirle geçinen
bütçe demektir. Ama bizim katma bütçemizin genel büçteden
hiçbir farkı yoktur. Onun için yıl sonunda nakit sıkıntısı çekiyoruz
zaten. O bakımdan üniversite de hizmet üretiyor, öğretim hizme­
ti veriyor. Bu bakımdan niye öğrencilerden hiçbir şey almayalım?
Ama yatırım ödeneklerini doğrudan doğruya devlet bugünkü
gibi bize katma bütçe ile versin, diğer cari ödemeleri ise öğrenci
maliyetlerine göre harç olarak alalım öğrenciler borçlansın. Bu­
nun çeşitli faydaları var. Tartışmaya açılması bakımından bunu arz
etmeye çalıştım. Yani öğrencinin cebinden hiç bir şey
çıkmayacak. Yükseköğretim kurumlarına giren para hemen he­
men aynı olacak, yalnız öğrenciler bir miktar ileriye dönük
336
borçlanacaklar. Bu da en tabii bir sonuçtur. Çünkü ileride onun
gelirleri fazlalaşacaktır, öğrencileri daha çalışkan olmaya itecektir.
Yükseköğretim kurumlanınız daha fazla öğrenci almaya gidecek­
tir. Yani bu konu tartışılabilir bir konudur. Çünkü bu teoride vardır.
Teoriği acaba uygulamaya aksettirebilir miyiz? Çok kısa süre
içerisinde fazla açıklam ada bulunm adım . Bu kadar
açıklayabiliyorum. Saygılar sunarım.
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI (YÖK Başkanı) -ama bu oy
kaybettirmez mi acaba?
BAŞKAN -Çok teşekkür ederim Sayın Mutluer
B. GENEL TARTIŞMA
BAŞKAN (Prof. Dr. Süleyman Çetin Özoğlu) -Efendim, pa­
nelimizi, ikinci tur çalışmasıyla birlikte iki buçuk saate yakın bir
sürede tamamladık. Bizim yaştakiler için kolay bir durum değil bu!
Şimdi sizlere soru sorma, katkıda bulunma olanağı sağlamak
bakımından tartışma kısmını açmak istiyorum.
Efendim söz almak isteyenleri belirliyorum. Başka söz almak
isteyen olmadığına göre, sekiz arkadaşımız söz aldı beş dakika­
dan 40 dakikalık süremiz olabilir. Daha az zaman kullanmak iste­
yen olursa memnun oluruz.
Buyurun Sayın Profesör Çavdar.
PROF. DR. AYHAN O. ÇAVDAR -Her şeyden evvel bu paneli
dinlemekten çok yararlandım. Düzenleyenlere teşekkür ederim.
Gerek eğitimci, gerçek ve profesyonel anlamda eğitimci olan
hocalarımızı kasdediyorum, gerekse YÖK'ün yetkililerinin
konuşmalarını, başta Sayın Doğramacı olmak üzere, ilgiyle izle­
dim. Aldığım bazı notlar çerçevesinde izninizle birkaç noktayı, bil­
hassa Doğramacı Hoca ile tartışmak istiyorum. Aldığım notlardan
birincisi şu; Sayın Doğramacı "Ü niversite öğrencisi
337
araştırıcı olsun" dediler, bugün değil üniversite öğrencisi,
üniversite hocasının araştırıcılığı dahi tartışma konusudur, acaba
biz üniversite öğretim üyeleri gerçekten yeterince araştırma yapabiliyorm uyuz? Pek emin değilim. Bugün üniversite
öğrencisine hocalık yapan bizlerin, üst düzeyde ya da öğretim
üyelerinden beklenen düzeyde araştırıcılık niteliklerimizi koruya­
bildiğimizi sanmıyorum.
Kanımca, ene İde, YÖK uygulamasından sonra araştırma se­
viyesi düşmüştür. Bazı maddi olanakların sağlanmasına rağmen
düşmüştür, onun için ben olaya, sadece maddi olanak sorunu
olarak bakmıyorum. Bunda öğretim üyelerinin motivasyonunun ve
üniversiteye güvenin azalması, çalışanla çalışmayan arasında
farkın ortadan kalkması, objektif ve doğru bir değerlendirmenin
yapılmaması gibi faktörler rol oynamıştır. Sonuçta üniversite ho­
casının üniversiteye güveni kalmamıştır ve akademik kariyer ca­
zip bir meslek olma vasfını giderek yitirmiştir. Bazan bana talebe­
lerim veya meslektaşlarım soruyor" siz hala araştırma yapmakta,
yayın yapmakta ısrarlı mısınız hocam, hala bu yolda gidecekmisiniz?" Şahsen bugünün şartlarında olumlu cevap vermekte zor­
lanıyorum. Sayın Doğramacı "dersler serbest" olacak dediler,
Dersler özellikle başlangıçta hiç serbest değildi, o kadar serbest
değildiki YÖK'ün atadığı dekan ve rektörler, özellikle dekanların
öğretimle görevlendirdiği öğretim üyeleri, yani aynı düzeyde
olduğumuz kişiler, bize bir telefonla; örneğin üçüncü sınıf tıp
öğrencilerine 22 saat yerine o andan itibaren 66 saat eğitim ya­
pacaksınız direktifini verebiliyorlardı. Bunun hemen mümkün
olamıyacağını kendilerine söylediğimiz zaman; (çühkü hocanın
derse hazırlanması, kaliteli ders vermesi için mutlaka gerekli
hazırlığı yapması lâzım) emir YÖKten gelmiştir" diyerek bizi bu
uygulamaya zorladılar. Yani sorunların çoğu her türlü icraatın idarecilerce YÖK adına yapılmasından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla
YÖK bütün tenkitlere hedef olmuştur. Belki de olay bütünüyle
YÖK'den kaynaklanmamıştır, fakat YÖK'ün ismi idarecilerce
sıklıkla ve negatif yönde kullanılmıştır. YÖK'ün uygulamadaki
hatalarından ilki, kanımca böyle otoriter bir sistemde atayacağı
338
kişilere çok dikkat etmesi gerekirken bunu yapmamış olmasıdır.
Oysa otoriter sistemlerde de çok pozitif şeyler yapılabilirdi,
bugünkünden daha fazla pozitif şeyler, fakat sistemin işleyişi ida­
recilere, üst idarecilere dolayısıyla kişilere bağlı olduğu için bun­
ların seçimi son derece önem taşıyordu başlangıçta; eğer bu
idareciler gerçekten vatansever, gerçekten objektif, gerçekten
öğretim üyelerine saygılı Jur uygulama yapsalardı sorunlar çok
daha az olabilirdi. Malasef ilk üç yılda veya 5 yılda (Rektörlerin
süresi dikkate alınırsa) bu gerçekleşmemiştir. Şimdi bazı olumlu
gelişmeler varsa da kayıpları ve çekilen ıstırapları telafi edebilecek
mi pek emin değilim.
Tabiatıyla Sayın Doğramacı'nın "İyi yetişmiş öğretim ele­
manına" ihtiyaç olduğunu bilirtmelerine teoride katılmamak
mümkün değil, "öğretim elemanının yetiştirilmesi imkânı az idi,
bu da artırılıyor dediler" 502 gencin yurt dışına yollandığını
işitiyoruz. Şahsen seçim kriterlerini iyi bilmiyorum, ancak birkaç
tanık olduğum olay nedeniyle diyebilirimki pek te tarafsız
seçilmemişlerdir. Bu konuda da objektif kriterlerin getirilmesi
gereğine inanıyorum. Falan hocanın yakını olmak veya bazı poli­
tik özellikler taşımak yurt dışına gönderilmede gerekçe olma­
malıdır. özetle YÖK bazı çevrelerce büyük umutlarla kurulmuş
ancak bekleneni verememiştir. Daha önceki 1750 sayılı kanunda
da beğenmediğimiz taraflar vardı. Ben şahsen o zaman özerk­
liğin iyi biçimde kullanıldığına inanmıyordum. Zamanın profe­
sörler kurulu ve senatolarında da söylediğim gibi özerkliğin
ancak otokontrolle var olacağını düşünüyordum. Üniversite otokontrolü her zaman yeterince yapamıyordu. Ayrıca demokrasinin
en zayıf yöntemi olduğunaJnandığım parmak demokrasisi karar­
larda egemendi, yani bizler 1750’yi yeterince beğenmez ve dü­
zeltilmesini isterken karışımıza YÖK çıktı ve ne yazık ki bizlere
1750'yi çok arattı.
339
Özetle YÖK bekleneni veremedi ve tekrar etmek istiyorum ki
YÖK'te birinci hata (Sayın Doğramacı'nın elinde olabilir, onun
boyutlarını da aşabilir bunu tam değerlendirecek durumda
değilim), Rektör ve Dekan düzeyinde yapılan atamalarda
olmuştur. İlk atamalar son derece hatalıdır. En azından kendi
üniversitemiz ve bildiğim bazı üniversiteler bakımından. Belli bir
görüşe ve ideolojiye angaje y ö n e ttile r iş başına gelmiş ve
bugün tasfiyesi son derece güç, pereonel ve öğretim elemanı
kadroları oluşturmuşlardır. Üst yöneticiler değişse bile artık sis­
temde ve bu kadrolarda büyük bir değişiklikolacağına, üzülerek
belirteyim ki, inanamıyorum. Diğer bir hususu da yine Sayın
Doğramacı'nın izinleriyle belirteceğim, YÖK çıktığı andan itibaren
kanun maddeleri veya uyguladığı yönetmeliklerin hükümleri, o
kadar fazla değiştiki, yakın bir zamana kadar Anabilim Dalı
Başkanıydım, Türkçe okuyup yazdığımıza ve anladığımıza göre
inanın bir evvelki gün gelen yazıyı takipte güçlük çekiyordum, o
denli çok değişen kararlar muvacehesinde. Ayrıca bana göre
bazı konularda ödünler de verildi. YÖK'ün önce güzel görünen
bir sistemi vardı; "rotasyon sistemi" fakat maalesef eşit ve objektif
ölçülerle rotasyon sağlanamadı. Rotasyon, ya bir cezalandırma
yöntemi gibi ya da kamuoyunda çıkan eleştiriler ve bazı kişilerin
baskısıyla geri dönülerek uygulandı. Rotasyonda bilebildiğimiz
hiçbir objektif krite r uygulanm adı. Ö rneğin merkez
üniversitelerde kalması gereken öğretim üyeleri adeta Doğu
Üniversitelerine sürülürken, ayrıcalıklılar hiçbir makul gekeçe ol­
maksızın, Ankara'dan Istabul’a gönderilm ek suretiyle
ödüllendirildiler. Şerefli öğretim üyeleri yöneticilerin kaprislerine
ve usulsüzlüklerine boyun eğmedikleri için, komplolara veya
haksız soruşturmalara maruz bırakıldılar. YÖK'te bütün bunlara
seyirci kaldı.
Özetle kanunun uygulanması çok zigzaglı oldu. Şahsen ben
Doğramacı hocanın kendisi için dahi üzülüyorum. Hiçbir kanun
Türkiye'de bu derece eleştirilm em iştir. Acaba, Sayın
Doğramacı'dan rica etsek, bu kanunun yürürlükten kaldırılmasına
veya islâhına yardımcı olamazlar mı? Bu şekilde hem kendisini
340
ağır eleştirilerden, hem üniversiteleri huzursuzluktan ve nihayet
kendisini seçen üst makamları da sorumluluktan kurtaracaklardır.
Çok teşekkür ederim (Alkışlar).
PROF. DR. KEMAL GÜRİZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi
Rektörü) -Üç hususa değinmek istiyorum. Birincisi Sayın Yurt'un
belirttiği üniversiteler önündeki yığılma ve bu konuda Sayın Mutluer*i destekleyen bir şey söyleyeceğim. Üniversite önündeki
yığılmanın en önemli sebeplerinden bir tanesi yükseköğretimin
çok yüksek şahsi faydasına karşılık, toplumsal faydasına oranla
bedava olmasıdır. İkincisi Sayın Türker'in değindiği negatif seleksiyon hususu öğretim üyesi yetiştirirmesinde ve buna bağlı ola­
rak ü n iv e rs ite le r kendi öğretim ü ye le rin i ke nd ile ri
yetiştirmelidirler sözü, kanımca tavzih edilmelidir. Üniversiteler ta­
bii ki öğretim üyesi yetiştireceklerdir ama yanlız kendileri için
değil. Üçüncü husus Sayın Güvenç'in konuşmasını büyük bir ilgi
ile izledim. Çok önemli bir konuya değindiler, üç tane üniversite
modelinden bahsettiler ve özerk üniversite olamayacağını, muh­
telif ölçülerde otonomiye sahip üniversite olabileceğini belirttiler.
Ben kendilerini teyit eder mahiyette iki örnek arz etmek istiyo­
rum. Nitekim, bunun böyle olduğu sayılarla da gösterilmiştir. Bi­
rinci örnek Fransa'da çıkan bir makalede Nant üniversitesinde
yapılmış olan bir doktora tezinin birtakım hatalar öne sürülerek
Fransız Millî Eğitim Bakanı tarafından iptal edildiği şeklindedir.
Bunu dikkatlerinize arz ederim. Yine Sayın Güvenç’i teyit eder
mahiyette bir çalışmadan söz etmek istiyorum. OECD tarafından
yapılan bir çalışmada üniversiteler relatif otonomi endeksine
göre sıralanmıştır. Birinci Ingiliz üniversiteleridir, Amerikan
üniversiteleri bunun dışında relatif olarak 100, ki Ingiliz
üniversitelerinde rektörler ömür boyu tayinle gelir. Buna mukabil
Alman üniversiteleri sondan üçüncüdür. Bakınız dünyanın Avrupanın, Amerika dışındaki en özerk üniversitesi olan Ingiltere'de
1988 Temmuzunda çıkan Education Reform Act adlı kanunun
yüksek öğretimle ilgili maddelerine yenilikler getiriyor. Birincisi,
341
daha önce mevcut olan University Grants Commitee'nin adı Uni­
versity Fund C ouncil'a dönüştürülüyor, ki bu bizde
yükseköğretim kurulunun bir anlamda muadilidir. Burada 14 üye
hükümet tarafından tayin ediliyor ve bunların en az altısının, en
çok 9 unun üniversite dışından, yani akademisyen olmayan
kişilerden olacağı hükme bağlanıyor. Bunun başına da tercihan
üniversite dışından bir kişi yine hükümet tarafından tayin ediliyor.
İkincisi, çok önemli. Mesleğe yeni başlayanlar için veya halen
meslekte olup da ünvan kademesinde terfi edenler veya en üst
kademe olan profesörlüğe terfi edip de başka bir üniversiteye
profesör olarak geçmek isteyenler için iş garantisi tamamen
kaldırılmıştır.
Üçüncü önemli husus. Kanunun taslağında, Kanunda akade­
mik freedom (özgürlük) lafı geçmiyor. Ingiltere'de bunun üzerine
kıyamet koptu fakat kanun yürürlüğe girdiğinde bu terim yine yer
almadı. Sadece üniversitelerin akademik konularda, özgür fikir­
lere sahip olacağına dair bir ibare yer aldı.
Dördüncü önemli husus. Kanunda onların YÖK'üne verilen
en önemli görev üniversitelerin birbiriyle rekabet etmesi için ge­
reken tedbirleri almak, uygun gördüğü tedbirleri almak şeklinde,
bundan da şöyle bir sonuç çıkabiliyor. İngiltere'deki bazı yorum­
lara göre. Mesela hükümet on tane fizikçi bana lazım dediği
anda, o zaman üniversiteler teklif verecekler, Manchester
üniversitesi diyecek ki ben on tane fizikçiyi şu kadara yetiştiririm,
bir diğer üniversite ben şu kadara, Oxford şu kadara, vesaire.
Beşincisi efendim, Ingiltere'nin iyi bir yükseköğretim sistemi
vardır biliyorsunuz, üniversite sisteminin dışında bir de politecnics and ıcolleges >var. bunlar daha önce mahalli idarelerin kon­
trolü altındanken bunlar için de ayrıca bir yükseköğretim kurulu
muadili politecnics and colleges funding council adlı bir kurum
toplanaraktan bunların tamamı bir merkezi koordinasyon altına
alınmıştır. Bunlar niye böyle oluyor? Birçok ülkelerden daha
birçok örnekler verilebilir. Bunun böyle olmasının sebebi, bütün
342
dünyada 21 inci yüzyıl üniversitesi çağdaş üniversite şu yola
doğru gidiyor, sahip olduğu her türlü fiziki imkân, tesis, bilgi biri­
kimi ve insan gücünü kullanarak müteşebbis bir zihniyetle
değerlendirerek yarattığı kaynaklarla birlikte kendisine tahsis
olan kaynakları en etkili ve rasyonel biçimde kullanabilecek bir
üniversite modeline doğru yönelebiliyor, ki akademik freedom'un da en büyük teminatı üniversitenin kendisine kaynak ya­
ratabildiği ölçüde bunu sağlayabilmektir.
Teşekkür ederim efendim.
BAŞKAN -Teşekkür ederiz, Sayın Güriz.
Sayın Rauf İnan, buyurun.
RAUF İNAN -Dünden beri burada bir öğrenci dikkatiyle dinle­
dim ve bir öğrenci gibi çok yararlandım. Dünden beri en çok yine­
lenen sözcük mali durum oldu, para oldu, ödenek oldu. Hep Fuzuli'nin Şikayetnamesini hatırladım. Tabii ondan burada söz
etmeye vakit yoktur. İkinci Cihan Savaşından sonra Almanya ve
Avusturya'da büyük yıkım içinden geçtikten sonra şöyle bir slo­
gan başlamış. Her şeyde tutum, tasarruf, yalnız eğitimde ve bilimde
değil; her şeyde tutum tasarruf yalnız eğitim ve bilim için. Sayın
Doğramacı başlarını salladıklarına göre anlaşılıyor ki onlar da bunu
gönülden diliyorlar. Bu Türkiye'de daha önce uygulanmıştır.
Türkiye yokluk yıllarının içinde iken (onu ancak bizim gibi saçları
çok ağarmış olanlar bilirler.) 600 bin üretici, cephelerde savun­
maya hazırlanırken, Türkiye bunu uyguladı ve o yıllarda o kadar
büyük atılımlar oldu ki yalnız sözü edilmedi. O zaman her şeyde
tutum yalnız eğitim için bilim için denmedi. Bu söz söylenmedi.
Neler yapıldığını ancak o zaman bu işlerin içinde olanlar bilirler.
Bunları emekli öğretmen olarak arz ettim.
öğrenciliğime geçiyorum. Önce Sayın Doğramacı'dan ricam
olacak, ama o ricamdan öncede (izninizle demiyorum çünkü bu
sözü hiç beğenmiyorum, müsaadenizle demek lazım veya
343
Türkçesiyle elvelinizle demek lazım). Bir kart okuyacağım, bu
kart -çoğunuz ismini duymuşsunuzdur.- Profesör G. Jaeschke'den gelmiştir. Şu tarihi taşıyor: 19 Şubat 1974. "Sayın .M.
Rauf İnan, Atatürk Devrimleri Sempozyumu dolayısıyla
görüştüğümüze pek sevindim, şimdi yedinciTürkTarih Kongresi­
nin ikinci cildini aldım, Atatürk'ün eğitimci kişiliği ve Amaçları adlı
bildirinizi büyük ilgi ile okudum, (izninizle diyor, müsaadenizle
sözcüğümü bilmediği için), şunu bildirmekle onur kazanırım:
Samsun öğretmenler Birliğinin çay toplantısı Sayfa 869 880, 22
Eylül 1924'de oldu. Atatürk Söylev ve Demeçleri.... ", Gerçekten
ben yanlış olarak 26 Eylül 1925 yazmışım. Şunu da soruyor sayın
Profesör: "Ankara'da Güven Anıttaki deyimi Türk Öğün, Çalış
Güven, hangi günde söylendiğini bilir misiniz? Türkiye'de Köy
Enstitüleri adlı doktora tezinin İngilizce orjinal metni çıktı mı, ne­
rede?" Atatürk bunu Samsun'da söylemiş. Demin Sayın Türker
de onu söylediler. "Dünyada her şey için, maddiyat için, mane­
viyat için hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, Fen­
dir...." Ben tarihini yanlış yazmışım. Sayın Doğramacıyı, Hacet­
tepe Üniversitesinin binalarını gördükçe, orada tedaviye gittikçe,
saygıyla anarım, bizim bilim tarihimizde yeri vardır. Bunlar onun
anıtlarıdır diye düşünürüm. Yalnız onları kuran Doğramacı'yı son­
raki Doğramacı yok etmesin, dileğinde bulunurum. 1974 Tem­
muzunda o gelen karttan birkaç ay sonra, millî eğitim şûrasında,
bir öğle yemeğinden çıktıktan sonra yanımızda rahmetli bakan
Mustafa Üstündağ'la üçümüz yürürken, Hacettepe Üniversitesi
alanındaki anıtta, Atatürk'ün o sözünün yanlış yazıldığını sayın
Doğramacı'ya söyledim; hatırlarlar herhalde, o anıtta iki yanlış
var: Biri önde biri de arkasında var, arkasındaki daha da ilginç.
Atatürk'ün 1937'de söylediğinin altına 1938 yazılmış. Şunu
hemen belirteyim Atatürk'ün Amasya'daki genelgesinin de
oradaki anıtın kaidede bulunan yazıtta da iki yanlış var. Amas­
ya’da olabilir diyelim, ama üniversitede bu olmaz. Ben bu ko­
nuyu bir de birkaç yıl sonra bir plaket vermekle beni onurlan dıran rektöre de yazdım. Birkaç ay sonra rektörden yanıt geldi.
Ben de yazımda bir yanlış yapmışım.
344
Şuna da d e ğ in e k is tiy o ru m
h atta soruyorum ,
yükseköğretimin, üniversitelerin bu memlekete Atatürk'ü
tanıtmak için ne gibi girişimleri vardır ve ne gibi ödevleri olması
gerekir. Acınacak bir şeydir. 12-13 sene önce idi, profesör özer
Ozankaya, Yükseköğretimde devrim tarihi konusu üzerinde in­
celeme yapmıştı, çok olumsuz sonuçlar çıktığını kitabında belirtti.
Üniversiteler, yükseköğretim Atatürk'ü bu millete, bu topluma iyice tanıtmak zorundadırlar. Atatürk'e karşı düşmanlık başlamıştır.
Bu, Türkiye’nin geleceği için korkunçtur. Türkiye'de Balkanların
1912'deki yazgısına doğru giden bir akım var. O kara yıkım daima
kafamızda tutmamız gereken bir durumdur. Balkanların kaderin­
den 9-10 yıl sonra Türkiye’yi kurtaran Atatürk olmuştur.
Atatürk'ün sadece ulusal değil, evrensel bir yanı daha vardır.
Bunlardan birisi çağdaş, biri de büyük tarih içindeki evrensel­
liğidir. Bunları bu m illete öğretmek, ancak ve ancak
öğretmenlerin ve hele onlardan daha çok profesörlerin işidir,
ödevidir.
Atatürk’ün evrenselliğine yalnız 10 Kasımda Sayın Cumhur­
başkanımız operadaki toplantıda UNESCO genel konferansının
tam bugünkü gibi Kasım ayında Atatürk hakkında verdiği kararı
söylemiştir. Bundan başka Türkiye'de hiçbir zaman Atatürk'ün
evrenselliği üzerinde durulmamıştır, öğrenmek istediğim başka
bir şey de şudur. Sayın Prof. Bozkurt dediler ki, üniversite sa­
dece öğrencilerin değil, öğretim üyelerinin de yetiştiği yer ol­
malıdır. Ben de not ettim, acaba öğretim üyelerinin geliştirilmesi
için ne gibi girişimler vardır? Dünden beri birkaç konuşmacının
açıklamalarından sonra çok şükür Türkiye'de gerçek profesör var
dedim. Onlar bunu niçin söylediğimi nereden bilecekler, on, oniki ay önce bir açık oturumda üç profesörün konuşmasını dinle­
dim, hayatımın en büyük acısını duydum. Bunlar nasıl profesör
olmuşlar, nasıl böyle konuşurlar? diye düşündüm. Mesela birisi
diyordu ki, Kuran'ı Kerim'de Maide suresinin 57 nci ayetinde
sosyoloji ile ilgili şeyler vardır. Ben Kur'an'ı okurum gittim baktım,
hiç böyle bir şey yok. Aynen bunun gibi konuşmalar.
345
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN -Teşekkür ederim Sayın İnan.
BAŞKAN -Sayın Prof. Altıntaş, buyurun.
PROF. DR. MUSTAFÂ ALTINTAŞ (GÜ IİBF İktisat Bölümü
öğretim Üyesi) -Üniversitelerimizin geleceği ile ilgili olan bu açık
oturumda değerli panalistlere, değerli meslekdaşlarıma ve genç
arkadaşlarıma düşünmelerine ve çözüm üretmeye katkıda bulun­
maya yönelik olarak bir soru sormak istiyorum. Sorum; buraya
katılanların günümüzde ve ikibinli yıllarda kendi çocuklarını Türk
öğretim kurumlarına gönül rahatlığı içinde teslim etmekteler mi ve
teslim edebilecekler mi?
İkinci sorum, YÖK Başkanı Sayın Doğramacı'ya yönelik ola­
caktır. Sayın Doğramacı, yaptıkları sunuşlarında yüksek öğretim
sistemimizde tek tip bir eğitim programının olmadığını, her
üniversite, fakülte ve bölümün kendi amacına uygun olarak
bağımsız ve birbirinden ayrı program uygulayabileceklerini ve
uygulamanın da böyle olduğunu söylediler. Uygulamanın arzu
ettikleri ve diledikleri biçimde olmadığını burada uzun uzun
örneklemeyeceğim. Benim burada üzerinde durmak istediğim
ve zorunlu yasal dersler tanımı içinde yer bulan dörtlü ders gru­
bunun durumudur. 2547 Sayılı Yasaya göre; "Atatürk İlke ve
İnkılapları", "Türkçe", "Yabancı Dil" ve "Beden Eğitimi yada Sa­
nat" derslerinin blok biçiminde verilmesi zorunludur. Bu dersle­
rin her dönemde öğrencilere zorunlu olarak verilmesi, program
düzenlemesinde ne ölçüde serbest olursanız -olunuz- gerçek
böyle de değil -ders program ınızın önünü bütünüyle
tıkamaktadır, öğrenciye meslek ve gelecek kazandıran dersler
için bile söz konusu olmayan bu ağırlığın, anılan dersler için zo­
runluluk biçimine büründürülmesinin bunca sene boyunca uy­
gulanması sonuçları ortada iken, ortadan kaldırılmasının zamanı
artık gelip- geçmemiş midir? Eğer burada gerçekleri konuşmak
gerekiyor ise, anılan derslerin hemen hiç birinin gerçek anlamı ile
yapılmadığını da söylemek gerekmektedir. Yapılmayan bu ders­
346
ler, sözde ve kağıt üzerinde yapılıyor görünerek, hem prog­
ramınızı tıkamakta ve hem de gerekmez kaynak savurganlığına
neden olmaktadır, ilgili dalda çok yaşamsal önemde olan bir
derse bile verilmeyen ağırlığın, kağıt üzerindeki deslere verilmesi
ve bu dersleri üniversüa düzeyinde verebilecek öğretim ele­
manları yetiştirilmeden orta öğretim kurumlarındaki öğretmenler
eli ile yürütülmesi ve buniara da üniversite öğretim elemanları
sanısı verilmesi akademik mesleğin hem öğrenciler ve hem de
kamuoyundaki saygınlığını büyük ölçüde zedelemiştir.
Burada sıkça yinelenen bir istek ve özlem üzerinde de dur­
mak istiyorum. Türkiye'de "bilim üretilmesi" bir dilek ve özlem ola­
rak sıkça dile getirildi. Ancak böyle bir dilek ve özlemin varlığı, tek
başına g erçe kle şm e si için ye te rli d e ğ ild ir. Bizim
üniversitelerimizde yada daha doğrusu Türk eğitim sistemi
içinde, bırakınız bilim üretilmesini giderek bilim öğretilmesi bile olanaksız duruma gelmiş ve gelmektedir. Çünkü, altyapımız yani
bize öğrenci gönderen kurumlar, kuşkuya, düşünceye yer ve­
ren kurumlar yerine inanca yer veren, düşünm eye-kuşkuya
kapalı kurum lar özelliğine bürünmüşlerdir. Mesleki niteliğini bir
yana bırakarak giderek genel öğretim kurumlan içindeki ağır­
lığı artan imam hatip okulları ile imam hatipleştirilen okullardan
gelen öğrencilerle bilim üretileceğine, bunlara bilimin aktarıla­
bileceğine, öğretilebileceğine inanmamaktayım.
Eğitim
sistemimizin öncelikle yeniden, soğukkanlılıkla, günün kısır
çıkarlarından arındırılmış olarak yeniden ele alınması, laik eğitimöğretim sistemimizin yeniden kurulması gerekmektedir. Öğretim
birliğine yeniden dönülmelidir. İmam Hatip okulları, meslek adamı
yetiştiren konumuna döndürülmeli,sayıları bu gereksinime göre
yeniden düzenlenmelidir. Bunların programları laik ve çağdaşlık
ilkesi doğrultusunda gözden geçirilmelidir, öncelikle imam-hatip
olamayacakları açık bir gerçek olan kız öğrencilere bu türden
okulların kapıları kapatılmalıdır. Yükseköğretim kurumlarına bu
meslek okulu çıkışlarının girmesinin önüne geçilmelidir. Zorunlu
din dersi, yeniden yurttaşın kendi seçimine bırakılmalıdır. Kuran
347
kursları gibi tarikatların cirit attığı yuvalar kapatılmalı ve devletin-laik
devletin-denetimi altına alınmalıdır. Tüm bunların yapılması niyeti­
mize ve amacımıza bağlıdır. Gerçekten çağdaş, laik, demokrat ve
ulusal bir devlet olmak istiyorsak, özgür bir ülkenin özgür ve ege­
men bireylerini yaratmak istiyorsak bu hedefleri gerçekleştirmek
zorundayız.
Alt yapısı bu denli inanca yer veren kurumlara dayalı olan
yükseköğretim kurumlarımız, bunu daha da güçlendirici
girişimlerden kendilerini alıkoyamamakta, bilimsel olmanın karşıtı
düşünce ve eğitimin yerleşmesine katkıda bulunmaktadırlar.
2547 Sayılı Yasaya göre kaynakların en etkin bir biçimde kul­
lanılması görevi Üniversite Rektörlerine verilmiştir. Yine 2547
sayılı yasaya göre öğrencilerinin toplumsal, psikolojik ve kültürel
gereksinimlerini karşılamak ve onların ruh ve beden sağlıklarını
geliştirmekle görevli olan Rektörlükler, olmayan derslikleri
oluşturma, öğrencilerinin ruhsal ve bedensel sağlıklarını iyi­
leştirici alanlarda katkıda bulunmazken, onlara kütüphane, spor
alanı yapmazken, derslik, koridor ve tuvalet temizliğine özen
göstermez iken, yükseköğretim kurumlarında mescit açmaya,
cami yapmaya girişmektedirler. Bunlar onların görevi midir? Yok­
sa bütün bu türden girişimler, asıl yapmaları gereken ve yapa­
madıkları görevlerini gizleme amacına dönük çabalar mıdır, yada
asli görevlerini yapmadıklarını sorgulayacak bir gençliğin
yetişmesine engel olma girişimleri midir?
Bir başka sorum, açık öğretim programı üzerinde olacaktır.
Açık öğretimi diploma beklentisi içinde olan kitleleri uyutmak ve
avutmak amacına dönük olarak yürütmeyi sürdürecek miyiz? Yani
eğitim sistemimizi, yüksek öğretim kurumlaşmamızı, ekonomik
gereksinimlerimize dönük olarak değilde toplumsal/siyasal is­
temlere dönük olarak düzenlemeyi sürdürecek miyiz? Bu türden
programların toplumun önüne yığacağı diplomalı işsizler sorunu­
nu nasıl çözeceğiz? Bütün bunlar yanıtlanması ve çözüm
üretilmesi gereken sorunlar değil midir? Kaynaklarımızı ne zaman
verimli bir biçimde yönlendireceğiz, insanımızı ne zaman
348
bugününden mutlu,
yükselteceğiz?
geleceğinden
umutlu
bir konuma
Eğitim sistemimiz, sürekli olarak af yasalarına gereksinim du­
yan bir sistem olma özelliğini ikibinli yıllarda da sürdürecek midir?
Gerçekte öğrenci affı yasaları, bana göre, öğrencilerin affedilme­
si amacına dönük olmayıp, öğrencilerimizi böyle bir sistem içinde
bırakan bizlerin onlardan af-özür dilemesi değil midir? Lütfen iki­
binli yıllarda öğrencilerinden sürekli olarak af dileyen, görünürde
onları affeden bir sistem olarak yürütmeyelim.
Çok teşekkür eder, saygılarımı sunarım efendim.
BAŞKAN -Teşekkür ederim.
Sıra Prof. Dr. Bekir Onulun. Buyurun Sayın Onur.
PROF. DR. BEKİR ONUR (A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi)Efendim, özellikle panelin birinci turundaki konuşmaları din­
lerken birtakım bakış açıları ile politikalar oluşturulmak isten­
diğini ya da oluşturulan politikaların eleştirildiğini gördüm.
Oysa ben burada makro değil mikro düzeyde, kişisel olarak
her birimizin öğrenci karşısında, üniversite çatısı altında yaşa­
dığı bazı sorunlara değinmek istiyorum. Bunlar gerçekten ya­
şadığımız ve çözüm bekleyen sorunlar. İlk planla mikro dü­
zeyde gibi göıünen sorunlar, ama çok önemli. Bunlardan bi­
rincisi, kişisel olarak yaşadığım ve diğer öğretim üyesi arka­
daşlarımın da yaşadığı bir sorun, o da yayın kıtlığı, ders kitabı
kıtlığı. Öğrencilerin sadece hocanın ağzına bakarak ders yap­
tığı bir üniversite haline geldiğimizi burada söylemek, dile ge­
tirmek istiyorum. Bu gerçekten giderek bir sorun haline ge­
liyor. Ya da birtakım bilimsel olmayan bilgilerin doluşturulduğu
teksirlerle ders yapılan üniversite haline gelmek durumun­
dayız. Acaba bunun önüne geçilemez mi? Ya da yetkililer
acaba bu konuda ne düşünürler? Çünkü bilimsel birtakım
yayınlara dayalı olarak öğretim yapamadığımız sürece o çatı
altında bilim de yapamayacağımıza inanıyorum. Şu anda
kendi dalımdan bir örnek vereyim: 25 yıl önce ben üniversite
349
öğrencisi iken bir tek "psikolojiye giriş" kitabı vardı, biz onu
okumuştuk; bugün yine birtek psikolojiye giriş kitabı vardır.
Değişen hiçbir şey yok. Belki kitap değişiyor, ama kitap
sayısı değişmiyor. Bunun mutlaka önüne geçilmesi gerektiği
kanısındayım; aksi halde, dediğim gibi bunun yerini, bu boş­
luğu bilimsel olmayan başka şeyler dolduracaktır ve doldur­
maya da başlamıştır. Şu halde, Üniversiteden özellikle bunu,
Sayın YÖK'ün, Başkanı da burada, kendilerinden istirham
ediyorum. Üni ersitede bilimsel yayınların yayınlanmasını sağ­
layacak bir altyapının oluşturulması gerekmektedir. Bunun
öncelikle belki çeviri yoluyla başlaması, giderek daha sonra
öğretim üyelerinin eserlerine dönüşmesi de düşünülebilir.
Geçmişte çeviri konusunda Türkiye büyük şeyler yapmıştır,
edebiyat alanında ya da bilimsel alanda. Bugün de aynı şey
yapılabilir. Bunu yapmak zorundayız. Birinci konu bu.
İfade etmek istediğim ikinci konu buna bağlı olarak ortaya
çıkan konudur; Üniversitede araştırma yapıldığından söz ediyo­
ruz, ama bu araştırmalar herkesin eline geçmiyor, ya da yapıldığı
yerde kalıyor. Ben kendi alanımda Türkiye'de ne yapıldığını yete­
rince bilemiyorum. Eğer araştırma yayın olarak çıkmamışsa. Yine
Sayın YÖK yetkililerinden rica ediyorum: Tezler, özellikle
üniversitede yapılan tezler yapıldığı yerlerin raflarında kalıyor.
Bunların merkezi bir örgüt tarafından herkese duyurulmasının
önlemleri mutlaka alınmalıdır. Üniversitede yapılan araştırmalar, ki
bu araştırmaların çoğu biliyorsunuz derece almak için yapılan
araştırmalardır, bunlar sadece yapan kişilerin ya da yapılan
çevrenin bildiği şeyler olarak kalmamalı. Bunları hepimiz duymak
zorundayız. Ben psikologsam, sadece psikoloji alanında yapılan
tezleri bile bilmekle yetinmek istemiyorum. Hukukta da ne
yapıldığı, sosyolojide de ne yapıldığını, tıpta da ne yapıldığını bil­
mek istiyorum. Çünkü bugün bilimlerin disiplinleri arasında bir­
takım köprülerin kurulduğunu biliyoruz. Şu halde bunları da top­
layan ve herkese duyuran bir örgütün kurulması dileğindeyim;
zaten YÖK bünyesinde kurulan dökümantasyon merkezi pekâlâ
bu işi üstlenebilirr, bu görevi yerine getirebilir. Bunu özellikle
YÖK'ün yapması gerektiği, eğer YÖK bunu yaparsa bence Türk
350
üniversite tarihinde olumlu bir puan alacağı kanısındayım. Ma­
demki merkezi bir planlama örgütü olduğu iddiasındadır, şu
halde bunları da merkezi bir biçimde planlaması ve bu hizmetleri,
bu yararlan bize sunması gerektiği kanısındayım.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Teşekkür ederiz Sayın Onur. Sıra Av. Arif
Çavdarda Buyurun Sayın Çavdar.
AV. ARİF ÇAVDAR - Sayın misafirler,
Ben üniversite mensubu değilim ve üniversite ile kan hıslığım
da yok. Ancak, sihri hısımlığım vardır. Üniversitelere yakınlığımı
anlatmak için kullandığım bu deyimi ve ne demek istediğimi huhukukcular anlayabilirler.
Bu toplantıda yapılan konuşmalara, bir kaç yönü ile değinmek
istiyorum.
Buradaki konuşmacılar, genel anlamda ve daha çok
üniversitelerdeki öğretici ve öğrenci kadrolarının nicelikleri,
sayıları, maliyetleri, binaları vs. gibi konularda görüşlerini bildirdi­
ler. Ancak, Üniversitelerdeki öğretici ve öğrencilerin nitelikleri
konusunda beyanda bulunanlar sadece, Sn. Prof. Dr. Bozkurt
Güvenç ve Sn. Prof. Dr. Kazım Türker oldu.
Cumhuriyet tarihimizde Yüce Atatürk'ün dehası sayesinde,
Yüksek Öğretim kurumlan, molla eğitimi veren Dorülfünun
düzeyinden Batılı anlamda eğitim veren çağdaş Üniversite
düzeyine yükseltildiği zaman, Türkiye'de parasal olanaklar yok
denilecek kadar azdı.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Hitlerin Almanya'da uygu­
ladığı Nazi zulmü ve baskısından kaçan bilim adamlarına,
ülkemizde yerleşme ve çalışma olanakları tanıyan ve hem de
bunu, zaten sınırlı olan parasal olanak ve kaynakları kullanmadan
ve zorlamadan gerçekleştiren büyük ATATÜRK'ün adını anma­
dan geçemiyeceğim.
351
Söz konusu Alman bilim adamları bizlere, olaylar karşısında,
"Batılı anlamda", pozitif bilim bakış açısı ve düşüncesini ka­
zandırmışlardır.
Bu Alman bilim adamlarının Türkiye’deki huzurları, Türk Mes­
lektaşlarınca kaçırıldıktan sonradır ki yaşam yollarını Türkiye
dışında aramışlar ve kendilerine dış Dünya'dan sunulan, çok
özendirici bilimsel koşullar nedeniyle, yapılan çağrılara evet de­
mek zorunda kalmışlardır.
Bu bilim adamları, Dünyanın neresine gitmişlerse ceplerinde­
ki Türk Pasaportlarını yanlarında sefer belgeleri olarak taşımışlar
ve Türk Bayrakları ile Atatürk'ün resimlerini de çalıştıkları ve
barındıkları yerleri onurlandırması için baş köşelere asmışlar ve
Atatürk'ü hayatlarında karşılaştıkları en dikkate şayan kişi olarak
tanımlamışlardır.
Sn. Prof. Türker konuşması sırasında bahis ettiği sınıf arka­
daşının ismini vermedi ve nezaketinden olacak, şimdiki du m mu nu
ve konumunu da belirtmedi. Aslında o zamanki sınıflarında ders
verirken Türk Ordinaryüs Profesörün söylemiş olduğu "biz bura­
da bulunurken bu Almanların ne işi var" diyen bu Türk Hocasına
karşı reaksiyon gösteren o öğrenci, uluslararası yayınlarda Alman
hocaların ismini gördüğünü ve fakat onları küçümseyen Türk
hocaların ismini göremediğini söyleyen ve Türk hocalarına o za­
man eleştiri yönelten o idealist öğrenci bugün, eleştirdiği Türk
hocalarının izinde özenle yürüyen bir öğretim üyesidir.
Öyle mi, Sn. Türker Hoca?
Bilindiği gibi, Fransa'dan başlayarak bütün Dünya'ya yayılan
bir 1968 Öğrenci olayları krizi yaşandı. Fransa sağ duyulu bir poli­
tika izleyerek, öğrencilerin Üniversiteler ve Üniversite öğretim
üyelerine karşı yöneltmiş oldukları tüm haklı eleştiri nedenlerini
ortadan kaldırdı ve sonuçta öğrenci gösterilerini ve anarşiyi
anında önledi. Ancak, Türk Üniversitelerinde özeleştiri
yapılmadığından ve öğretim üyeleri arasındaki "negatif seleksiyon dayanışmasfda giderilemediğinden, Üniversiteler, sorun­
352
larından arındırılamadığı gibi, giderek artan sayıdaki niteliksiz
öğretim üyelerinin sorumsuz davranışları ve vurdumduymazlığı
sonucu başımıza YÖK Sistemi getirildi.
Ülke tarihinde bir kez Atatürk'ün eline geçen ve alabildiğince
olumlu bir biçimde değerlendirilerek 1933 Büyük Üniversite Reformu'nun gerçekleştirilmesine yol açan fırsat bu kez, bazı
güçlerin desteğiyle, Sn. Prof. Doğramacı'nın eline verilmiş ve fa­
kat bu fırsat alabildiğince heder edilmiştir.
Yükseköğretim Yasasının ilk çıktığı günlerdeki, sosyal temas­
larımızın birinde, Sn. Doğramacı hocaya aynen günün birinde
"Hacettepe Üniversitesi önünde heykeliniz dikilecektir" demiş
ve kend ile rine olağanüstü saygı duyduğum eşleri
hanımefendiye de, kullandığım deyimin nezih toplulukta
bağışlanması dileğiyle, "Sn. Doğramacı, YÖK ile birlikte, tüm
geçmişini kumar masasına koymuştur demiştim.
Aslında olay şudur: YÖK sistemi kurulduğu zaman, Türk
Üniversitelerini, öğretim üyelerinin kişiliklerini, yeteneklerini,
güçlü ve güçsüz yanlarını en iyi bilen bir kişi olarak, Sn. Prof.
Doğramacı ve çevresi, objektif kıstaslara göre uygulama yapsa ve
bu olağanüstü fırsatı, ülke ve üniversiteler yönünden, en iyi
biçimde değerlendirebilseydi, Atatürk'ten sonra böylesine
olağanüstü bir güç ve fırsatın eline verildiği bir kişi olarak, 1933
Üniversite reformu bir kez daha yinelenebilecekti.
Üzülerek belirtmeliyim ki bu çok önemli fırsat heder edilmiştir.
Üniversitelerin en üst düzey yöneticileri, çevrelerini
oluştururken, kendilerine hitaben "harikalar yarattınız, keramet
buyurdunuz v.s. gibi" içten olmayan methiyeler düzen kişiliksiz
kimseleri toplarsa ve fikirlerine karşı hayır diyebilen kişilerden de,
köşe bucak kaçarsa, erdemli öğretim üyelerini Doğu Anadolu
Üniversitelerine ve diğerlerini de İstanbul, Ankara ve İzmir
Üniversitelerine rotasyon diye gönderilmelerini sağlar veya
yapılanlara göz yumarsa ve böylece Üniversitelerde öğretim
üyesi seçimi ve rotasyonu, objektiflikten ziyade, cezalandırma
353
veya haksız ödüllendirme aracı olarak kullanılırsa, YÖK Yasası uy­
gulamasından daha başka bir sonuç beklenemezdi.
Bilimsel gücünden aldığı inançla fikirlerini gümbür gümbür
dile getiren Sn. Prof. Kazım Türker'in dediklerine kulak veriniz.
Sade bir yurttaş olarak söz aldığım bu ortamda, Sn. YÖK
başkanı, açıklamalarda bulunur ve sorularımı yanıtlarsa kıvanç
duyarım. Saygılarımla efendim.
BAŞKAN -Teşekkür ederiz Çavdar.
Sayın Doç. Dr. Nurkut inan, buyurun.
DOÇ. DR. NURKUT İNAN -1402 kanayan bir yaradır, ama
1402 likler üniversitenin bir sorunu değildir. Üniversite sorun­
larını belkide gözden kaçırmak için kullanılan bir şeydir. Bakın ra­
kamları varyim: 1402'liklerin yüzde 3'ü üniversitedendir.
Üniversiteden ayrılanların, yani atılanların, protesto için istifa
edenlerin, emekli olanların, tümünün binde 7'si 1402'lik. Önemli
bir sorundur; ama üniversitenin sorunu değildir. Aynı biçimde
mali sorunlar da çok önemli sorunlardır. Ama mali sorunlar
Türkiye Cumhuriyetinin sorunlarıdır. Üniversitenin sorunları
değil, üniversitenin sorunlarını biz dünkü panelde dinledik. Ama
dünkü panelden öteye bugünkü dört bildiri üniversitenin sorun­
larını çok açık, netbir biçimde ortaya koydu. Yönetim sorunları,
planlama sorunları, üst düzey öğretim sonuları, öğretim elemanı
yetiştirme sorunları. Bu sorunları gördükten sonra ben sadece
vardığım sonucu ve bu bildiri sahiplerinin de varmış olduklarını
sandığım sonucu tekrarlayacağım. 1933 reformundan çok söz
ettik hepimiz biliyoruz, radikal bir reform olduğunu da biliyoruz.
Bu reformun gerekçesi Reşit Galip'in birnutkunda belirmiştir.
Reşit Galip'in söylediği sakıncaların tümü buğün mevcuttur.
Türkiye üniversiteleri yedi yıl içinde bir 1933 reformuna gerek
duyar hale getirilmişlerdir. Onun için çözüm yolu gayet basit
üniversiteleri lağv edip yenisini kurmak. Bu arada bu durumun
354
sorumlusu hangi kurumdur, kimdir, ya da nedir? Cezalandırmak
içni değil, bir daha aynı yola girmemek için, bununda tesbiti gere­
kir. Birinci sorumlu bir yasadır efendim; 2547 sayılı Yasadır. 2547
sayılı Yasa çok kötü uygulanmıştır, benden önce konuşan arka­
daşlarıma ve hocalarıma katılıyorum, ama çok iyi de uygulansaydı
kötü bir yasaydı, onun için birinci sorumlusu budur. Yazılı yasa­
dan bağımsız olarak 2547 sayılı Yasanın uygulanması da
üniversiteyi bu günkü hale getirmiştir. Onun için ikinci sorumlu
da bu uygulamanın başı Sayın Prof. Doğramacı'dır. Türkiye'de
yaptığı bütün güzel işlerin sonunda üniversiteleri bu noktaya ge­
tirmiştir. Ama sayın hocamız Türkiye’de çok değerli bir iş daha
yapmıştır, çok güzel bir yeni üniversite kazandırmıştır. Türkiye Bil
Kent Üniversitesini kazandırmıştır. Gönül isterki o üniversiteyi
yönetmeye devam etsin, İşin çözümü de bence burada yatmak­
tadır.
Teşekkür ederim efendim, (alkışlar)
BAŞKAN -Teşekkür ederiz efendim.
Bir çok soru ortaya kondu. Ben o soruları cevaplamak için
panel üyelerimize söz hakkı vereceğim, Sayın Doğramacı'dan
başlıyorum. Buyurun Sayın Doğramacı.
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI (YÖK Başkanı) -Efendim,
çok teşekkür ederim, çok yararlı oldu, şimdi efendim, bazı sorular
varki onları ifşaa etmeme ilgililerin müsamahası herhalde mevcut
olacaktır. 2547 sayılı Kanun kötüdür, iyidir, onları bir yana
bırakalım bizzat kanaatim bu iyi bir kanundur ve 1933'de
Atatürk’ün yaptığı reformun, ihtiyaç duyduğu, onu yapmak ye­
niden yükseköğretimi çağdaşlığa getirilmesi için yapılmıştır ve ka­
nun daha yürürlüğe konmadan yeni tartışıldığı sırada Sayın Prof.
Çavdar orada idi, özellikle yükseltmek için birkaç öğretim
üyesinin kabul edildiği şeyler değil, sayteyşın indeksler dünya
ölçüsünde yayınlara yer verilesi hükmünü övmüştü. Kanunun
maddelerini okursanız, yönetmelikler değişti çünkü yeni bir ka­
355
buk değişiyor ve ihtiyaca göre sıkıntılar çıktıkça yeniden
yönetmelikler baştan aşağıya kadar çıkarılmak zorunda idi ve
sanıyorum yönetmelikleri bir okursanız bir tanesi dün çıktı her­
halde fenadır diyemezsiniz. Sır şu: elbetteki bu yöneticilerin
seçiminde biz aday gösterdiğimiz zaman bunu tanımıyorduk fa­
kat bize gelen bilgilere dayanarak önerilerimizi Sayın Cumhur­
başkanına arz ediyorduk. Fakat benim hafızam beni yanıltıyorsa
eğer beni tashih etsinler, kendilerinden rica ettim Sayın Prof.
Çavdar'dan Ankara Üniversitesi rektörü olarak acaba kabul eder
misiniz?
PROF. DR. AYHAN ÇAVDAR -İyi bir rektörlük yapacağma
inanmıyordum.
PROF, DR. İHSAN DOĞRAMACI (Devamla) -Arz edeyim
müsaade eder misiniz? O halde kendilerine rica ettim ve bana bu
cevabı verdiler, o zaman ben ne yapabilirdim? Bu bir. İkincisi,
müddet bitti tabii biz arkadaşımızı tanıdık, büyük hizmet ettiler
ama daha iyilerini bulamazmıyız diye düşündük ve biz
gösterdiğimiz dört adaydan biri
rektörlük için Sayın Ayhan
Çavdandı. -Özür dilerim efendim-. Uygulamayı seçilen arka­
daşlarımız yapacaktı ve bunun dışında belki bulunmadıkları için,
izinleri olmadığı için açıklamıyorum. Bizim rica ettiğimiz kişiler
bunu kabul etmediler. Nihayet bir seçimdir. Mademki siz istemi­
yorsunuz, acaba sizinle ilgili bir görev için bir isim verebilir misi­
niz? diye sorduğumda, "birinci tercihim şudur" dedi ve o kişinin
seçilmesini sağladık. Öyle değil mi Ayhan Hanım. Doğru değil
iri?
PROF DR. AYHAN ÇAVDAR- Tıp fakültesinin lehine oldu.
PROF DR. İHSAN DOĞRAMACI (Devamla) - yani, bu işleri ya­
parken iyi yöneticiyi bulmak gerekir. Fakat eğer o kişiler size
"hayır" derlerse, o zaman eliniz kolunuz bağlı kalıyor. Bu hem
356
kendilerine, hem de aynı derecedekilere bir cevabım olacaktır. O
halde biz kendimiz gidip de üniversiteye gelin demeyiz, insanları
ararız: hatâlar olabilir, hatâ yapmamak için çalışmamak lâzım.
Çalışınca, iş yapınca hatâlar da olur, ama onu düzeltmeyi de bil­
mek lâzım.
Anıttaki hatâları düzeltmemiz lâzım. O anıtın beğenilmesi
jürisinde Sayın Güvenç de vardı.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ - Yazılar benden sonradır
Efendim.
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI (Devamla.) - Ama anıtın
yazılarının düzeltilmesi için şimdi ben ancak rektörden rica ede­
bilirim, çünkü, bizim merkezin bu işlerle ilgili bir emir vermeye yet­
kisi yoktur.
Efendim, zorunlu derslerden bahsedildi. Kanun okunursa
zorunu dersler olarak Türkçe, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi ol­
mak üzere iki zorunlu ders g örülecektir. Am erikan
üniversitelerine giderseniz, "Ingiliz dilini" ilk yıllarda okuturlar.
Maalesef bizim liselerimizde öğrencilerin Türkçe bilgileri son de­
rece eksiktir. İşte bu ders, eksikliği gidermek üzere konulmuştur.
Bunun dışında kurul olarak tüm öğrenciler: teknik bilime veya
tıbba dalmasınlar, istekli olarak bir sanat dalını seçsinler dedik. Bu
resim olabilir, grafik sanatlar olabilir, müzik olabilir, onu izlemek ve
uygulama olabilir. Bunlardan birini seçsinler diyoruz. Hiçbirini
yapmıyorsa o zaman beden eğitimi yapsın, dedik yani bizim ka­
nunun anlamı bir ölçüde sanata da yöneliktir, öğrencilerimizin bir
sanata yönelmesi, ona zaman ayırması düşüncesiyle yapılmıştır.
Yoksa hem beden eğitimi, hem sanat diye bir seçim yoktur. Uy­
gulama tam olmamıştır, o ayrıdır ve ona katılıyorum.
Gelelim bilimsel yayın konusuna. Efendim, bu tezlerin, bilhas­
sa tezlerin, bizim dökümantasyon merkezinde toplanması güzel
bir fikirdir. Biz rektörlerimize rica edeceğiz, bu gibi tezlerin,
çalışmaların birer nüshasını yollasınlar, zaten orası yeni bir bilgi­
sayar sistemine geçiyor ve bunu duyurabilire. Şu anda iyisi de
357
olur, kötüsü de olur Sayın Türker, fakat hepsini oraya dizeceğiz.
Buna rağmen şunu söyleyeyim1982'de 9005 kitap basılmıştır.
Türkiye'de 1987'de bu 17554'e çıkmıştır. Yine de bu rakam
azdır, fakat eskiye göre yaklaşık iki katı artış vardır, üniversitelerin
matbaaları yetersizdir. Ancak, YÖK'e işletilmesi yeni verilen bir
matbaamız tamamlanmak üzeredir, bu da daha çok eserlerin
basılmasına yardım edecektir.
Ben burada her konuya cevap vererek savunma yapmak
durumunda değilim. Şüphesiz tenkitlerin çoğuna katılıyorum.
Sayın İnan hocama Hacettepe ile ilgili iltifatları için teşekkür ede­
rim. Sayın Nurkut'un da Bilkent için ifade ettikleri iltifatlara
teşekkür ederim. Fakat inancım şudur ki, iyi ve tam olarak uygu­
lanması ve o olanakların sağlanmış olması şartıyla 1750 sayılı Ka­
nuna göre 2547 sayılı kanun büyük bir reformdur. Ben buna
inanıyorum, inanmasam buna devam etmem, ama daha da iyi uy­
gulanması için yeteri kadar zaman geçmemiştir. Bu gibi toplantılar
bize ışık tutacaktır ve sistem daha iyi işleyecektir. Ümit ederiz ki,
Sayın Çavdar gibi diğer kişiler de bundan sonra yönetimden
kaçmasınlar. Çünkü üniversiteyi idare edecek onlardır. YÖK gi­
dip idare edecek değildir.
Teşekkür ederim. (Alkışlar).
BAŞKAN- Teşekkür ederim Sayın Doğramacı.
Sayın Güvenç size de soru yöneltildi, isminiz geçti, acaba siz
de o konularda ne düşünüyorsunuz, ne söylemek istersiniz?
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ -Efendim, bir Rektörümüz,
özellikle yurt üzerinde durdular, özgürlüğü belirtmediler, Ingiliz
Kanununda geçmediğini söylediler, dünyanın bu yönde
olduğunu söylediler, doğrudur, kanlıyorum. Yalnız burada, ulusal
bir çelişkiyi dikkatlerinize sunmak istiyorum. Dikkat çekmek had­
dim değil, davet ediyorum. Batı'daki Demokrasi ilkelerinden söz
edildiği zaman, deniyor ki, Türkiye'nin tarihi, toplumsal yapısı de­
358
mokrasiye elverişli değildir. Çünkü Türkiye'nin özel koşulları
vardır, Türkiye'de demokrasi ancak bu kadar olur. Üniversite so­
runlarına değindiğimiz zaman bize en ileri düzeyde ki ülkelerde
üniversite böyledir deniyor. Şimdi bir karar vermemiz gerek, eğer
Türkiye'de demokrasi ancak bu kadar olur. Üniversite sorunlarına
değindiğimiz zaman bize en ileri düzeyde ki ülkelerde üniversite
böyledir deniyor. Şimdi bir karar vermemiz gerek, eğer
Türkiye'nin toplumsal yapısı, tarihi vesairesi uygun değilse
Ingiltere'de adı geçmeyen, yasası olmayan, bir üniversitenin
töresine biz nasıl ayak uydururuz? Bunu dün Versan hoca dile
getirdi. Haklısınız, tartışılabilir ama buradaki ikileme değiniyorum:
Batı Demokrasisinin olmayacağı bir ülkede Batı usülü
üniversite!..
Etendim, Sayın Altıntaş'a bir güze! haberim var. Altıntaş Sor­
du: İmam hatipli kaynaklılarla bilim olur mu, diye. Her sınıfta üç
tane, beş tane var, benden notlarını alıp giderken bana Yeni
Asya Yayınlarını hediye ediyorlar paket paket. Ben bu suretle
Yeni Asya Yayınlarını takip ediyorum. Bir tanesini buldum, bu ka­
dar bol bulamaç nereden geliyor diye sordum. Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı Yayınevleri vitrinin sağ taratı Yeni Asya Yayınları ile
doludur. Uzaktan gelmiyor. Burada Sayın Müsteşar yardımcısı var
söylüyorum: Millî Eğitim Bakanlığının Yayınevlerinin sağ vitri­
ninde Yeni Asya Yayınları yer almaktadır ve evrimi (bilimsel) düşün­
ceyi, doğa ve kültür tarihini öğretmeye çalıştığım öğrenci arka­
daşım bana diyor ki "Hoca sen bunları oku da, ilmin artsın" Arzettim,
efendim.
Psikolojiye Giriş kitabı. Hacettepe üniversitesi'nin çevirdiği
yeni bir giriş kitabı var, çok da güzel basılmıştır gücünüz yeter mi
bilmiyorum belki biraz pahalı ama başka kitap yok!
Reşit Galip’in söyledikleri bugün de geçerlidir. Onun için, de­
nebilir ki, Prof. Malche'ın 1930’larda Türkiye'de gördükleri
bugünde geçerlidir. Şu farkla ki Malche raporu’nu yazdı, Atatürk
Raporu beğendi. Üniversite kapatıldı, yeniden açıldı. Türkiye'de
kimsenin haberi olmadı. Ne kadar mutlu, bir yere gelmişiz ki,
Sayın Doğramacı eleştirilerimizi denliyor, haklı buluyor. Anlamlı
bir aşama olmuştur.
359
Efendim inan Hocamızın, genç Inan'ın söylediği, hukukçu
olduğunu tahmin ediyorum, bir noktaya katılamayacağım, an­
tropolog olarak. Dediler ki sonunda, peşinden yasa geliyor.
Hayır, bakınız Hırcsh diyor ki "Türkiye'deki üniversite
reformu sorunları, yönetim sorunları, eğitim sorunları üniversite
sorunları, yasa ve tüzük ile değil, toplumun, sosyal siyasal ve
kültürel gelişmesi ve evrimiyle başarıya ulaşır." Yasayı getirmekle
Sayın İnan da katılıyorlar. Yasa tek başına bir araçtır, araçla çok
güzel şeyler de yapılabilir, çok kötü şeyler de yapılabilir, insan
varlığının düzeyidir ki o yasayı daha iyi duruma getirebilir. Zaten
biz de yükseköğretimde değişme beklerken bunu dile getir­
meye çalışıyorduk. Yasa ve benzeri tüzükler bütün bunlar araç!
Tatlı tatlı konuştuk, ne kadar hoşgörülü konuştuk; amacımız Türk
insanını, Atatürk'ün istediği düzeyde çağdaş insanı yaratabilmek,
o tabloyu yaratabilmek, gerisi diploma, resim falan hepsi boş laf
Sayın Doğramacı büyük içtenlikle atama konuunu dile getirdi:
Atanmış bazı rektörler. Evet yukardan atama sistemi bütün
dünyada vardır. Ama sistemi böyle değildir. Bir üniversitenin
rektörü, üç bin aday arasından iki yıl aranıp taranır. Sonunda da,
mütevelli heyetine, buyrun size beş aday derler. Bu beş aday­
dan herhangi birisi öğretim üyelerinin, personelin, mezunların,
öğrencinin, Basının, siyasal partilerin, hepsinin en az yüzde 80
desteği ile göreve başlar. Bundan sonrası rektöre kalmıştır. Ama
şu kişi rektör olacak, bu dekan olmayacak dediğiniz zaman
sonuç böyle olabilir.Tek sorun atama değil. Sorunlardan birisi de
atamanın nasıl yapıldığı, kimin atandığıdır. Yani demek isterim ki,
Sayın Doğramacı dâ buna katılıyor, daha titiz atamalarla, daha iyi
sonuçlar alınabilir.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN -Sayın Türker siz bir konuya değinmek istemiştiniz,
isminiz geçti buyurun.
PROF. DR. R. KÂZIM TÜRKER: -Sayın sual sahibinin tezlerin
360
arşivlenmesi ve duyurulması görüşüne tamamen karşıyım. Tez
bir bilimsel dergide yayınlandığı zaman değer kazanır. Her disipli­
nin ulusal ve uluslararası periyodikleri vardır. Tezler pek ala bu
dergilerde yayınlanabilir. Yayınlanmamış bir tez bilim dünyasının
görüş ve eleştirisine açılmamış sayılır. Bu ise akademik
gelişmenin bir yerde durması anlamına gelir. YÖK'ün kütüphane
ve dokümantasyon merkezi kelimenin tam anlamı ile
mükemmeldir. Tek beklentim bu önemli eserin devam etmesidir.
Yoksa Hacettepe Kütüphanesinin durumuna düşerse üzücü
olur görüşündeyim. Bu konuda YÖK'e
önemli bir görev
düşmektedir. En azından kendi Fakültelerimiz için bu öneri son
derece yerinde olur düşüncesindeyim. Her Fakülte Kurulduğu
anda hemen bir yayın organı çıkarmaya kalkar. Bunlar yetersizdir.
Ne yazık ki şu ana kadar bu yetersiz dergilerdeki yayınlar akade­
mik terfilerde doküman olarak kullanıldı. YÖK bunlara bir son ve­
rip bir İngilizce ve birde Türkçe olmak üzere devamlı bir yayın or­
ganı çıkarabilir. Fakültelerin bu konudaki yatırımları birleştirilip cid­
di ve her ay yayınlanabilir, editoryal bordu, danışmanlar heyetiyle
mesleki dergiler çıkarabilir. Böyle bir derginin uluslararası
saygınlık kazanması daha kolaydır.
PROF. DR. İHSAN DOĞRAMACI (YÖK Başkanı) -Sayın ho­
cam affınıza mağruren yarım dakikalık birbilgi faydalı olur. Hemen
hemen Türkiye'de çıkan mecmuaların hiçbirisi sayteyşın endek­
se alınmıyor. İkincisi biz bir sene önce karar aldık ve şu anda bir
heyet bunları tarıyor, santeyşın endekse geçmiş üniversite
öğretim üyelerinin ve sayıları ilan edilecektir, Aralık ayında ve
böylece her üniversitede kaç öğretim üyesi kaç yayın çıkmıştır,
bunu kamu görecektir, ayrıca başarılılara da ödül verilecektir.
Bunu arz ediyorum.
DEĞERLENDİRME
BAŞKAN -Prof. Dr. Süleyman Çetin ÖZOĞLU -Efendim,
sabrınızı çok taşırdık. Sayın Prof. Altıntaş derki, ben bir soru sor­
dum "Buraya katılanlar gelecekte ve bugün kendi çocuklarını
Türk öğretim kurumlarına gönül rahatlığı içinde teslim edecekler
mi? ama hiç cevap alamadım. Cevap alamayışının nedeni bir
361
ölçüde belki" sistemin ürünlerini daha görmedik, bir görelim, o
zaman gönderir miyiz, göndermez miyiz, o zaman karar ve­
receğiz" düşüncesi olabilir. "Çocuklarımızı o üniversiteye ve o
eğitim sistemine gönderip göndermemeyi şimdiden karara
bağlamak istemiyoruz" demek istedik belki. Ama galiba soruya
cevabımızın olumsuz olması olasılığını görmek yaşamak istemiyo­
ruz. Efendim, eğer izin verirseniz değerlendirmeye bir belirleme
ile başlayacağım. Tarihi bir toplantıyı yaparak, özlenen bir dönemi
başlattık. İzinlerinizle Sayın yetkililer ben bunu böyle
değerlendirmek istiyorum. Yedi yılda ilk kez Yükseköğretimi,
Yükseköğretim kurulunu, Yükseköğretim Yasasını ve uygulama­
larını, kısaca YÖK'ü böyle bir toplantıda bu düzeyde ele alıp
tartışabildik. Kuşkusuz bu bizim özlem im izdi. Bunu
gerçekleştirebilme olanağını bulduğumuz için mutluluk duyuyo­
ruz. Bize yardımcı olanlara da müteşekkiriz. Bir diyalog başlatıldı.
Bu ne kadar önemli bir aşamadır. Bu diyaloğun geliştirileceğini
muhakkak hepimiz umuyoruz ve bekliyoruz. Bu ilk aşamada, ilk
diyalogta sorunlara yaklaşmada ortak bir nokta bulduk. Aslında
bu nokta zaten vardır. Ama unutulmuş gibi idi. Bu ortak nokta
BİLİM ve BİLİMSEL YAKLAŞIM'dır. Gördük ki BİLİM ışığında so­
runlarımıza yaklaşabilirsek, tahmin ediyorum ki, 2000 yıllarına
Yükseköğretim ve eğitim için daha anlamlı bir şekilde hazırlık ya­
pabileceğiz. Bu toplantımızda, unutulmaya başlanan etkileşim
ve katılım ı sağladık. Öğrenci konuştu, vatandaş konuştu,
öğretim üyesi konuştu, asistan konuştu, yardımcı doçent
konuştu, profesör konuştu, yöneticiler konuştu, kısaca ilgili
herkes konuştu Yükseköğretim konusunda. Bu bir değişiklik
değil mi? Hatta olması gereken bu değil mi? Bunu ne kadar
özlediğimizi gördük. Şu nokta çok belirgin olarak vurgulandı:
Eğitimde ve Yükseköğretimde 2000 yılına bakarken, e t­
kileşim i, katılım ı sağlayacak, olması gereken o tartışma
özgürlüğünü sağlayacak yaklaşımları geliştirelim. Buna kimse iti­
raz etmedi. Yükseköğretimde planlama gereği özellikle vurgu­
landı ve bu vurgulanma çerçevesinde ayrıntılar bilimsel
çerçevede tartışıldı, planlamanın gereği paylaşıldı. Sayın
Profesör Dr. Ihsan Doğramacı, dünkü konuşmalarıyla ve
362
bugünkü panel konuşmalarıyla ve toplantıya katılarak yapılanları
aktarması, soruları yanıtlam ası ve etkileşime girmesiyle
Yükseköğretim ve YÖK konusundaki kopukluk ve tartışmalarda
sıcak bir barışı ve yakınlaşmayı sergilediler. Kendilerine Bilim Ku­
mlumuz adına, Derneğimiz adına teşekkür eder bu yaklaşımın
sürdürülmesini dilerim.
Bu diyaloğu ilgili ve yetkililer paylaştıkları için yükseköğretim
konusunda bu diyaloğun artık önlenm esi, durdurulm ası
sözkonusu değildir diye düşünüyorum. Nitekim yetkililer de söz
verdiler bu toplantının sonuçlarını daha değişik şekillerde
çalışalım, ele alalım, beraberce bunların üzerinde duralım dediler.
Kuşkusuz 2547 sayılı Yasanın ve olanakların çerçevesinde ola­
caktır bu çalışma ve beraberlik. Ama bu bile tarihi dive nitelediğim
aşamanın ve başlayan yeni diyalog ve dönemin olumlu bir özelliği
ve görünümüdür.
Her bilimsel toplantımızdan sonra Derneğimiz olanakları ve
kurullarımızın kararları çerçevesinde bu toplantılarımızın bildirileri­
ni, panel çalışmalarını, tutanakları, tartışmaları yayınlamaya
çalışıyoruz. Ümit Ediyorum ki bu toplantıyı da yayınlama, kamuya
maletme olanağını bulacağız. Ancak sizlerden de ilgi bekliyoruz.Yayınlarımızı sergiledik, bu yayınlarımız bu tür toplantıların
ürünüdür. Yayınlarımızın, özellikle yetişmekte olan gençler için
temel kaynak olduğunu düşünüyoruz. Bizlere bu konuda
yardımcı olursanız çok müteşekkir olacağız.
Kısaca teşekkürlerimi sunarak toplantıyı kapatmak istiyorum.
Başta TED'in Genel Kurulu üyelerine, Yönetim Kurulu Başkanı
başta olmak üzere üyelerine ve iki günlük toplantımızı aşağı yu­
karı bir yıldır gerçekleştirmek için bize büyük bir katkı, yardım
sağlayan şekreteryamıza, mutfağımızın esas elemanlarına huzur­
larınızda teşekkür etmek istiyorum. İki gündür bu toplantıyı böyle
bir güzel salonda yapma olanağını veren ve bize rahat rahat
tartışma görüşme, diyalog olanağını sağlayan Vakıflar Bankası il­
gililerine başta Genel Müdür Sayın ismet Alver olmak üzere
teşekkürlerimizi sunuyorum. Sabırlarınızı taşırdıysak özür dilerim.
Çünkü toplantı Yükseköğretimde tarihi bir toplantı idi, tarihi bir
diyaloğdu, sizlerle yaşadık ve paylaştık bunu. Çok teşekkür
eder, saygılar sunarım efendim. (Alkışlar)
363
EK 1 : Yayma Hazırlık Çalışmalarında Gerekli Düzeltmeler İçir,
İlgililere Gönderilen Yazı Örneği
„
_
Sayı: 70
14.2.1989'
Sayın.............................................. .............
Derneğimizce düzenlenen ve 17-18 Kasım 1988 tarihlerinde
T.Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğü Toplantı Salonu'nda
yapılmış bulunan "YÜKSEKÖĞRETİMDE DEĞİŞMELER" konu­
lu, 'TED Bilimsel Toplantısında sunulan Panel ve Bildirilerin bir
kitap haline getirilmesi çalışmaları sürdürülmektedir.
Bu to p lantıd a ,.........................................................................
............................................................................................... konulu,
BİLDİRİ/PANEL ile ilgili olarak;
( ) Sunduğunuz konuşmanın,
() İzleyicilerin yöneltmiş oldukları sorulara verdiğiniz cevap­
ların,
() İzleyici olarak, toplantının "Tartışma" kısımlarında; katkı nite­
liğindeki konuşmanız veya bildiri sahibine ya da panel üyelerine
yönelttiğiniz soruların, ses alıcı gereçten belirlenebilen metni
ekte sunulmuştur.
15 Mart 1989 tarihine kadar ekte sunulan metinde, metnin
aslına sadık kalarak yapılmasını gerekli gördüğünüz düzeltmeleri,
eklemeleri ve çıkarmaları yaparak yayınlanmasını istediğiniz met­
nin, Derneğimize ulaştırılmasını dilemekteyiz. Bu yayınımızın
kısa sü rede y a y ın la n m a s ı p la n la n m a k ta d ır. Bu
bakımdan, gerekli düzenlem elerden sonra, yazınızı
bâsıma hazır bir biçimde daktilo İle yazılmış olarak
gönderm enizi beklem ekteyiz.
Ayrıca, halen düzeltme yapmak üzere gönderdiğimiz ekteki
metinde, gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra, bu metnin ve
364
toplantı sırasında verdiğiniz (şayet verdiyseniz) bildiri veya panel
konuşmanızın metninin basılmasını belirten, "basılabilir" ibaresi
ile imzalı olarak göndermenizi önemle rica etmekteyiz.
Bilginizi rica eder, ilgileriniz için teşekkür ederim.
Saygılarımızla.
MEHMET BAKLACI
Genel Müdür
NOT: Ekte sunulan metnin düzeltilerek, yeniden yazılması
halinde, tarafımızdan gönderilen metinle birlikte iadesi
rica olunur.
365
EK 2 : Yayına Hazırlık Çalışmalarında Gerekli Düzeltmeler için
İlgililere Gönderilen Hatırlatma Yazısı (İkinci Yazı) Örneği
Sayın:.....................................
İlg i: 14.2.1989 tarih ve 70 sayılı yazımız.
Derneğimizce düzenlenen ve 17-18 kasım 1988 tarihlerinde
T. Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğü Toplantı Salonu'nda
yapılmış bulunan "YÜKSEKÖĞRETİMDE DEĞİŞMELER" KO­
NULU, T.E.D. XII. Eğitim Toplantısında sunulan Panel ve Bildiri­
lerin bir kitap haline getirilmesi çalışmalarımız sonuçlanmak üze­
redir.
Sizin de destek ve önemli katkılarınızla gerçekleştirdiğimiz bu
toplantıda, yaptığınız konuşmanın ve izleyicilerin sordukları soru­
lara verdiğiniz cevapların ses alıcı gereçten belirlenebilen metni;
gerekli görebileceğiniz düzeltmeleri yapmak üzere, 14.2.1989
tarih ve 70 sayılı yazımızla size gönderilmişti. Ancak, şimdiye ka­
dar, sizdenı bu yazımıza cevap alamamış bulunuyoruz.
Yayınlanacak kitabın, toplantıda ele alman konuların tümünü
içermesine büyük önem veriyoruz. Bu bakımdan, işlerinizin
yoğunluğundan şimdiye kadar cevap veremediğinizi tahmin
ettiğimiz ilgi'deki yazımıza, sizce mümkün olabilecek en kısa süre
içinde (örneğin 15 gün içinde) cevabınızı bekler, bunu bizden
esirgemeyeceğinizden emin bulunduğumuzu bildirmek isteriz.
Yardımlarınız için teşekkür eder, bu vesile ile saygılarımı sunanm.
PROF. DR. RÜŞTÜ YÜCE
T.E.D. Genel Başkanı
RY/HB
366
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ
XII. EĞİTİM TOPLANTISI
YÜKSEKÖĞRETİMDE
DEĞİŞMELER
1 7 - 1 8 KASIM 1988
Perşembe-Cuma
Y E R : Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Genel Müdürlüğü To­
plantı Salonu "Atatürk Bulvarı No. 207 Kavaklıdere/
ANKARA"
V
YÜKSEKÖĞRETİMDE
DEĞİŞM ELER
17-18 Kasım 1988
17 Kasım 1988
9.30-10.30
- A Ç ILIŞ
Prof. Dr. Süleyman Çetin özoğlu
(TED Bilim Kurulu Başkanı)
Prof. Dr. Rüştü Yüce
(TED Genel Başkanı)
Prof. Dr. ihsan Doğramacı
(Yükseköğretim Kurulu Başkanı)
Hasan Celal Güzel
(Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı)
(Toplantıya Katılabildikleri Takdirde)
10.30-11.00
BİRİNCİ OTURUM
Başkan
Prof. Dr. Haydar Taymaz
(TED Bilim Kurulu Başkan Yardımcısı)
Konuşmacı
Prof. Dr. Vakur Versan
(I.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi)
Konu
'Tarihsel Gelişim İçinde Üniversite ve
Yükseköğretim Kavramı"
11.00-11.15
T A R TIŞ M A
11.15-11.30
ARA -ÇAY
11.30-12.00
İKİNCİ OTURUM
369
Başkan
Dr. Mesut özgen
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konuşmacı
- Doç. Dr. Nurkut İnan
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konu
"Üniversite ve Yükseköğretim Kavramı
Açısından Türkiye'deki Gelişmeler"
12.00-12.15 - T A R T IŞ M A
12.15-14.30 - ÖĞLE TATİLİ
14.30-16.00 - ÜÇÜNCÜ OTURUM
(PANEL 1)
Başkan
Prof. Dr. Rûştû Yüce
(TED Genel Başkanı)
Konu
Katılanlar
YÜKSEKÖĞRETİMDE
R U N LA R
Prof. Dr. Turgut
BAŞLICA SO­
Akıntürk
(Yükseköğretim Kurulu Üyesi)
Derya
Dlnglltepe
(A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi)
Prof. Dr. Gülseren Günçe
(A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Emekli Öğretim
Üyesi)
Prof. Dr. Mehmet Sağlam
(Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü)
Dr. Savaş Türel
(A. Ü. Sağlık Kültür ve Spor Dairesi Başkanı)
Doç. Dr. Yahya
Zabunoğlu
(A. Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi)
370
YÜKSEKÖĞRETİMDE
DEĞİŞM ELER
17-18 Kasım 1988
17 Kasım 1988
9.30-10.30
- AÇILIŞ
Prof. Dr. Süleyman Çetin özoğlu
(TED Bilim Kurulu Başkanı)
Prof. Dr. Rüştü Yüce
(TED Genel Başkanı)
Prof. Dr. Ihsan Doğramacı
(Yükseköğretim Kurulu Başkanı)
Hasan Celal Güzel
(Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı)
(Toplantıya Katılabildikleri Takdirde)
10.30-11.00 - BİRİNCİ OTURUM
Başkan
- Prof. Dr. Haydar Taymaz
(TED Bilim Kurulu Başkan Yardımcısı)
Konuşmacı
- Prof. Dr. Vakur Versan
(İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi)
Konu
- 'Tarihsel Gelişim İçinde Üniversite ve
Yükseköğretim Kavramı"
11.00-11.15 - TA RTIŞM A
11.15-11.30 - ARA-ÇAY
11.30-12.00 - İKİNCİ OTURUM
369
Başkan
Dr. Mesut özgen
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konuşmacı
- Doç. Dr. Nurkut İnan
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konu
"Üniversite ve Yükseköğretim Kavramı
Acısından Türkiye'deki Gelişmeler"
12.00-12.15 - T A R T IŞ M A
12.15-14.30 - ÖĞLE TATİLİ
14.30-16.00 - ÜÇÜNCÜ OTURUM
(PANEL 1)
Başkan
Prof. Dr. Rüştü Yüce
(TED Genel Başkanı)
Konu
Katılanlar
YÜKSEKÖĞRETİMDE
R U N LA R
Prof. Dr. Turgut
BAŞLICA SO­
Akıntürk
(Yükseköğretim Kurulu Üyesi)
Derya Dlnglltepe
(A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrencisi)
Prof. Dr. Gülseren Günçe
(A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Emekli Öğretim
Üyesi)
Prof. Dr. Mehmet Sağlam
(Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü)
Dr. Savaş Türel
(A. Ü. Sağlık Kültür ve Spor Dairesi Başkanı)
Doç. Dr. Yahya
Zabunoğlu
(A. Ü. Hukuk Fakültesi öğretim Üyesi)
370
16.00-16.15 - ARA -ÇAY
16.15-17.00 - T A R T IŞ M A
18 Kasım 1988
9.30-10.00
Başkan
- DÖRDÜNCÜ
OTURUM
Doç. Dr. özcan Demlrel
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konuşmacı
- Prof. Dr. Mahmut Âdem
(Dokuz Eylül üniversitesi Buca Eğitim Fak.
Öğretim Üyesi)
Konu
"Yükseköğretimde Plânlama ve Koordinasyon”
10.00-10.15 - T A R T IŞ M A
10.15-10.45 - BEŞİNCİ OTURUM
Başkan
Yrd. Doç. Dr. Ömer Peker
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konuşmacı
- Prof. Dr. Yaşar Karayalçın
(A. Ü. Hukuk Fak. Banka ve Ticaret Hukuku
Enstitüsü Müdürü)
Konu
"Lisans-Üstü Eğitim"
10.45-11.00 - T A R T IŞ M A
11.00-11.15 - A RA -ÇAY
11.15-11.45 - ALTINCI OTURUM
Başkan
Doç. Dr. Nizamettin Koç
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
Konuşmacı
- Prof. Dr. Kemal G üçlüol
(F. Ü. Teknik Eğitim Fakültesi Dekanı)
Konu
"Yükseköğretimde öğretim Elemanlarının
Yetiştirilmesi"
371
11 . 45 - 12.00 - T A R T IŞ M A
12 . 00 - 14.00 - ÖĞLE TATİLİ
14 . 00 - 14.30
YEDİNCİ OTURUM
Başkan
-
Konuşmacı
- Prof. Dr. Ziya Bursalıoğlu
(A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi)
Konu
- Yüksek Öğretimde Yönetim
Dr. Ferhan Oğuzkan
(TED Bilim Kurulu Üyesi)
14 . 30 - 14.45 * T A R T IŞ M A
14 . 45 - 16.15 - SEKİZİNCİ OTURUM
(PAN EL II)
Başkan
- Prof. Dr. Süleyman Çetin Özoğlu
(TED Bilim Kurulu Başkanı)
Konu
- YÜKSEKÖĞRETİM DE
Katılanlar
- Prof. Dr. İhsan Doğramacı
(Yükseköğretim Kurulu Başkanı)
BEKLENTİLER
- Prof. Dr. Bozkurt Güvenç
(H.Ü. Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)
Doç. Dr. İlhan Sezgin
(MEGSB Müsteşar Yardımcısı)
Prof. Dr. Metin Şengonca
(Uludağ Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim
Üyesi)
Prof. Dr. Kâzım Türker
(A.Ü. Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi)
İbrahim Yurt
(DPT Sosyal Planlama Dairesi)
16 . 15- 16.30
ARA-ÇAY
16 . 30 - 17.30
TARTIŞMA
372
*