AYLIK EDEBİYAT DERGİSİ EKİM 2014 YIL:1 SAYI: 7 ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ 23 EKİM 2014 SAYI: 7 KÜNYE YAZARLAR Genel Yayın Yönetmeni ALEYNA ÖNAL Durmuş YALÇIN CEMRE BEDİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürleri DURMUŞ YALÇIN Cemre BEDİR GÜLCE YILDIRIM Eyüp TEKİN Neriman TULGAR HALİL İBRAHİM ÖRGEN MEHMET GÖKDOĞAN MERVAN SÖYLEMEZ Editör MİNE YALÇIN Zeynep Büşra ÜNSAL RÜMEYSA ARSLAN Tasarım SAFURA BERİKA ARSLAN SÜMEYRA AYHAN EDEBİYAT KIRAATHANESİ Yazışma adresi: [email protected] Dergimizde yayımlanan yazıların her türlü telif hakları yazarların kendisine ve/veya temsilcisine aittir. Yazarların izni alınmadan kopyalanması veya kullanılması yasaktır. Copyright@edebiyatkıraathanesi YAVUZ SELİM SOYDAŞ YEŞİM ÜNSAL ZEYNEP BÜŞRA ÜNSAL www.ekiraathane.jimdo.com @ekiraathanesi Ekiraathane ekiraathanesi Zeynep Büşra ÜNSAL [email protected] Irmağın yatağını değiştirmeliyiz! Zor olduğunu biliyorum ama mümkün. Irmaklar, iyiye güzele akmalı, insandan insana yol olmalı… Gelin okuyalım olabilecek olanları. Olanlar ne kadar zavallı olabilecek olanların yanında, okuyup anlamalı! Bir kelime düşünün, aklınıza ilk ne gelirse, söyleyin şimdi içinizden bağıra bağıra, anlamını bulana ya da yitirene kadar söyleyin. “İnsan”ı düşünün ve söyleyin içinizden bağıra bağıra, dağlara çarpsın sesiniz, çarpıp geri dönsün size, anlam bulana ya da yitirene kadar, göğe yükselsin ve sonra insin yere, yağmurla sohbet edip, rüzgârla dans etsin, bulutlara selam versin, güneşte yanıp denizde kendine gelsin, göğe yükselsin ve sonra yere insin. İnsan, insan olana kadar bu süreç devam etsin. Tanımlamalı şimdi bütün tanımları. En baştan. Herkesin bildiğini herkes bilene kadar tanımlamalı. Ve herkese hitap eden soru sorulmalı. İnsan? … Cevaplarınız, cevaplarımız olana kadar sormalı. Herkesin bildiğini, herkes bilene kadar tanımlamalı. … Tasavvuru mümkün olmayan bir mavilik görüyorsunuz her gün. Aklınızın almadığı o mavilik yüreğinize doluyor, her yerde ve her şekilde çıkabiliyor karşınıza, bazen güneşle selamlıyor sizi, bazen ayla… Mahrum bırakmıyor sizi hiçbir zaman kendinden, mahrum bırakılsa da her şeyden. İşte tam da bu yüzden uzun zamandır merak ettiğim şeyler var. Benim yanıtlarım yanıt olmuyor sorumlarıma… “En çok kirlenen şey nedir?” ve “Gökyüzünün bir sahibi var mı?” bkz. Nuri PAKDİL, Bir Yazarın Notları L, Ankara: Edebiyat Dergisi Yayınları, 1999. 1 Aynı göğün çocuklarıyız, gideceğimiz başka bir dünya yok, varsa söyleyin, söyleyin ki bilelim. Benim bildiğim gökyüzünün hepimize ait olduğu, hepimize aitlikten kastım, paylaşılabilir olduğu, kimsede tapusunun olmadığı. Nerden bakarsak bakalım, nasıl görürsek görelim aynı şeyi görüyoruz, tasavvur edilemeyen bir 2 … “İnsanın en çok kalbi temiz olmalıdır. Tüm organlarımıza buyuran bir güç var onda. Anlatmaya, yorumlamaya gücümüzün yetmediği bir giz birikimi bu. İnsanı kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kayıp gidecek elinizden!” 1 diyor Pakdil, demek ki en çok kirlenen şey kalp, kalplerimiz kirlendiği için oluyor bütün olanlar ve olamıyor olabilecek olanlar. Bu yüzden ırmağın yatağını değiştirmeliyiz! Ve insan, her şeyin sahibi olan insan, her şeye sahip olmaya çalışan insan… Gökyüzünü bile tapulamaya çalışan insan… Sorular soruları doğuruyor zihnimde, nedenler nasıllar birbirini kovalıyor sürekli, yanıtlarım artık karşılamıyor sorularımı, o yüzden size soruyorum bütün bunları. Ben bilmiyorum, bildiklerim hiçbir işe yaramıyor, insanlar neden bu kadar yabancı, aynı göğün çocukları 2 olmamıza rağmen neden bu kadar yabancıyız birbirimize? Ay hepimizi kucaklayacak kadar zenginken biz birbirimizi neden kucaklayamıyoruz? Güneş mahrum bırakmazken kendinden bizi, neden bizi, bize mahrum bırakıyoruz? Olabilecek olan o kadar güzel şey varken biz neden olanlara kucak açıyoruz? … Bildiklerinizi bilmek istiyorum, bildiklerinizi herkesin bilmesini istiyorum. Yanıtlarınız değiştirecek dünyayı. … Sorularımın sorularınız, yanıtlarınızın yanıtlarımız olduğu bir dünya düşlüyorum şimdi, sizinle gerçek olacak bir düş. Bir sonraki sayıda görüşünceye dek çayınızın ve çayınızın yanında edebiyatın eksik olmaması dileğiyle… mavilik. Bazen kızıllığa bürünüyor bazen bulutlarla beyazlığa. Ama gökyüzü olmaktan bir şey kaybetmiyor. Peki, biz insan olarak kendimizden ödün veriyoruz? Olaylara, durumlara ya nesnelere göre insan oluyoruz? Yazar arkadaşlarımın ve benim çektiğim “Aynı gökyüzün çocuklarıyız” konulu fotoğraflarla karşıladık sizi bu sayımızda. Nerden, nasıl bakarsak bakalım, kim olursak olalım hepimizin baktığı yer aynı, bunu anlatmayı amaçladık. 5 Kayıp Karakter | Öykü | Yavuz Selim Soydaş 7 Enin Sonu | Şiir | Cemre BEDİR 8 Yoksun | Deneme | Aleyna ÖNAL 9 Aşkın Bilinmezliği | Deneme | Aynur ÇETİN 10 Fikirler ve Çatışmalar Üzerine | Deneme | Mehmet GÖKDOĞAN 11 İsmin Aşk Hali | Öykü | Yavuz Selim SOYDAŞ 13 Vuslat Acısı | Şiir | Tayfun ERGEN 5 Aşk Tutulması | Şiir | Aleyna ÖNAL 6 Bir Tutam Gökyüzü | Şiir | Cemre BEDİR 8 Eflatun, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve Nietzsche'den Örneklerle Değişim Üzerine | Deneme | Mehmet GÖKDOĞAN 9 Aşkın Bilinmezliği | Deneme | Aynur ÇETİN 10 Fikirler ve Çatışmalar Üzerine | Deneme | Mehmet GÖKDOĞAN 11 İsmin Aşk Hali | Öykü | Yavuz Selim SOYDAŞ 13 Vuslat Acısı | Şiir | Tayfun ERGEN EDEBİYAT KIRAATHANESİ KAYIP KARAKTER Yavuz Selim SOYDAŞ işlemişti. 1997… Ahşap pencerenin kenarına dirseklerini dayamış elleri yüzünde dışarıyı izliyordu. Cama vuran yağmur tanelerinin birkaç parçaya bölündükten sonra aşağılarda yeniden birleşmesini dikkatle takip etti. Buğulanmış camda elleriyle açtığı boşluktan yağmurun dünyayı yıkayışını izlemekle meşguldü, sessiz sedasız. odunun çatırtısı eşliğinde kendi kendine radyoda haber saatiydi. Ne anlatıldığını çok anlamıyordu. “Başbakan bugün katıldığı toplantıda… Ünlü iş adamı projelerini…” O daha çok yağmurun sesindeydi. Yerdeki su birikintilerine vuran yağmurun suyu sıçratışını izlerken sesini hayal etmeye çalışıyordu... hayatında sahip olduğu tek kişi. Saat beş başlamasından anlamıştı gelmek üzere olduğunu, hızla fırlayıp camda beklemeye başlamıştı. Ona bir sürprizi vardı, heyecanının sebebi buydu aslında. Nihayet açık kahverengi gömleğinin rengi daha koyu görünüyordu şimdi. Elinde ağzını sıkı sıkıya bağladığı bir poşet vardı. Bugün de çocuğuna eli boş gelmiyordu, en sevdiği şeyi almıştı. Her babanın gelişi gibi işte, tam bir baba gibi... Heyecanla babasının yanına koştu, gülmeden konuşmaya gayret edecekti... Baba elbiselerini değiştirip odaya geldi, kollarını iki yana açıp çocuğunu hasretle kucakladı. Üzerine o kadar titriyordu ki bir an olsun yalnız bırakmak istemiyordu ama mecburdu çalışmaya. Çocuğun annesi aralarından ayrılalı bir yıl olmuştu. Yine böyle yağmurlu bir günde kapatmıştı gözlerini. Parası olmadığı için çocuğunu okuldan almak zorunda kalmıştı. Her Beklediği biri vardı heyecanla, haberlerinin ıslanmış sürprizini ona belli etmemek için hiç Odanın ortasındaki sobada yanan konuşan Sırtındaki sarılışında bunları hatırlıyordu. Kader tekerrür etmeye devam ediyordu… Çocuk artık zamanı geldi diye düşünmüş olacak ki babasının bacaklarına sarıldı. ”Baba bak sana ne göstereceğim” dedi gözleri parlayarak. Başını yukarı kaldırdı iki yana ayrılmış uzun saçları o görünmüştü. Çamur olmuş patika yolda bata çıka geliyordu. Ayağında 3 yıl önce aldığı altı delinmiş eski kunduraları vardı. İşte kullandığı ipler ve hamal sırtlığı da elindeydi. Şemsiyesi yoktu, yağmur orta boydaki düz saçlarını başına yapıştırmış, saçının yanlarından sızan sular sık ve uzun sakallarının içine omuzlarına döküldü. İri kahverengi gözlerinin içi gülüyordu. Baba dizlerinin üzerine çöktü, ellerini kızının omuzlarına koydu. Küçük kız arkasında saklı yumruk yaptığı elini usulca açtı. İçinde minik bir diş vardı. Baba gözlerini kaldırdığında kızının yüzündeki kocaman gülümsemeyi gördü. Gamzeleri kaybolana kadar açılmış gülen surattaki ağızda bir şey eksikti. O aydınlık 5 EDEBİYAT KIRAATHANESİ dişlerdeki gülüşün içindeki küçücük bir sırtındaki yük değil küçük bedeninin boşluk, bir karanlık adamı yıllar öncesine içindeki kocaman yüreğiydi aslında. götürmeye yetmişti… Yazarlar, hayatın insanın sırtına yüklediği yüklerden bahsederken o yükün 22yıl önce… Oturmuş karıncaları izliyordu, karıncanın birini göstererek “benim babam da böyle güçlü işte” demişti. Parlak kırmızı ayakkabılara doğru yürüyen karıncayı izlerken. Ayakkabıyı takip ederek kızın yüzünü bulduğunda bugün ki küçük kızda da olan aynı gülümsemeyle ona bakıyordu. Gülerken mendilin küçülmüş arasından gülüşündeki gözleri, çıkardığı eksiklikle dişi onu zorluklarla hiç tesadüf değildi. Çocukluktu belki, ne demek olduğunu bile bilmediği duygulardı ama aşkın en güzel hali çocuk haliydi. mücadeleden sonra hayata teslim olmuş, kendi haline bırakmıştı. Annesinin hastalığı hızla ilerlerken Mehmet de büyüyordu. Annesi ile ayrılık vakti geldiğinde evlilik çağı gelmişti. Aynı yerde birlikte çalıştığı bir arkadaşının kardeşi ile evlendi. Annesi ne evlendiğini ne de küçük bir kızı olduğunu görebilmişti. ve unutmamıştı. Kızına aynı ismi vermesi de ”Hayatımı yazsam roman olur” derdi hep. Gerçekten de öyleydi, roman gibi yaşadı hayatını. Hiçbir zaman da yazmadı. Ama hayatını yazan birisi vardı ondan habersiz. Küçük bir kız çocuğunun kahramanı olarak, mutluluğu kızının küçük Babası onu okuldan aldığı günden sonra o kasabaya bir daha hiç gitmedi. O kızı da görmedi, ama kızın dediği gibi olmuştu. Dişi gömdüğü günden bu yana gerçekten de hiç unutmamıştı. Bambaşka bir hayatı yaşasa da… ellerinde bularak yaşadı. Yaşamaya da devam ediyordu. Kızını omuzlarına aldı, tek odalı küçük evin içinde tur atıyorlardı. Çocuğun gülüşündeki eksiklikse yalnızca dişlerindeydi. Küçük elleriyle babasının yüzünü sımsıkı sarmıştı: ”Heeeeeyy benim babam Onlu yaşlarda… en güçlüüü” çığlıklarındaki masumiyeti ise On yaşındayken babası öldüğünde yağmuru bile kıskandırıyordu. Kaderin annesine bakmak zorunda kalmıştı. Okula tekerrürüyse sadece adamın anlayabildiği da gitmiyordu. Ne de olsa baba mesleği dildendi. diyerek hamal sırtlığını sırtladı gücü yetmediği 6 tarifini en iyi yapabilecek kişiydi. Birkaç yıl halde. Taşıyamadığı şey “Bazen küçük bir çocuğun iki dudağının arasındadır mutluluk…” EDEBİYAT KIRAATHANESİ ENİN SONU Eli cebinde yürüyenler, Yalnız olmasa da Gezerler sokak sokak Hatıralarını; Aylardan Ağustos'sa Yalnız hissederler İç cepte hüzün, İkindi sonraları. Neler dönüyor oysaki Aynı gökyüzü altında. Gözlerde eksik etek ümitler, İplikçi pasajında; Gülüşler ki çıplak, cenaze bekler. Hayat diz çökünce ardı sıra Ufuktaki yalnızlığa ve Eylül; Peşi sıra, ufukta sonbahar anılır, Diğer sarkan mevsimler ve Bir peygamber, Hüzün vahyedilirken yalnızlığa. Sarkacakmış gibi bakar Gökteki yıldızlara Gecenin güzeline denk gelen; Daha çok sarılır Şarkı söyleyen dudaklara İnsan yalnızken. Ne kadar da yeter insana Gelen bir kadın sesi İhtiyaçken. Ölüm, Geriye kalan ıslak imza Hasret hasret Biten bir taksitten. CEMRE BEDİR 7 EDEBİYAT KIRAATHANESİ YOKSUN Gece, yağmur ve şişe… Karanlığın gökten yere kadar ulaştığı bir karartı var yine. Damlalar cana vuruyor ökyüzünden her inişlerinde. Şişeler dolusu hüzün devriliyor dibi görülene dek, panzehircesine. Seni unutmak için değil çabam, acılarımı hatırlamamak. Hatırlamamak için, boş hayallerin kurulduğu boş odalarda kafayı bulmak. Sonra, yeniden kaybetmek bir kumarcasına. Sana tutunmadan, uyutularak geçti umutlarım, şimdi söyledim unutmadan. Hatırlamamaktan utanmam. Çaresizliktir yüzümü yüzünden sakındıran. Damlaların cana vurduğu her an gözyaşlarımda boğulur hatıran. Buharlaşmış cama yazdığım baş harflerde aradan süzülen yağmur damlası mıydı BİZ’i ayıran? Yoksa camın buğusu kayboldu da mı sonumuz oldu, hatırlayamam. … Gündüz ve geceye karşı sayıklarım ismini. Yankılanır her harfi yalnızlığıma nispet gibi. Suskunluk bürür yavaş yavaş bedenimi. SEN ve BEN, hep iki ayrı kelime miydik sahi? Yoksa yollar hep bir ayrımdan mı oluştu unutturmak için birbirimizi. BİZ olmak zor değildi. Hayat, tüm yaşanmışlıkları unutturdu ezberlememişiz gibi. Bizi kader istemedi nedensizce. Ama alfabe içinde üç harfte kaybolmak vardı yolları bilmezcesine… Sokak lambası altında bağdaş kurdum, seni beklercesine. Tavanım gökyüzü, yıldızlar dileklerim; kaymadı hiçbiri, düşmedin geceme, kabul olmuyor istekler, yoksun yine. Yoksun diye kapanmıyor gözlerim bu gecede. Yoksunum sesinden ve sarmadı kolların bedenimi, görmedim suretini. Gündüzler kayıp, gecelere karıştı güneş, kayboldu zifiri siyahta, kayboldu suskunlukta, odalarda yankılandı, yağmur altında kaldı.Gündüzler sensiz; olmadığın için benim kimsesiz. Gözler kapalı, dualar sayılı, gülüşler bayat, dünden kalma umutlarla yollarda saydığım adımlarıma birde sen bak. YOKSUN YANIMDA SEN, BENDE YOKSUNUM SENDEN. ALEYNA ÖNAL 8 EDEBİYAT KIRAATHANESİ ERİK DALI Bir kırık erik dalı, Masumca eğmiş başını da Küsmüş erken gelen güze. Daha avuçlarında kıpkırmızı erikler, Tadına doyulmamış baharları var. Dünden kalmış çocuk sesleri Yarına gebe neşeli şarkılar çalar. Ah o şair düşürdü ya kalemine eylülü, Ekimin gözü şimdiden kapıda Oysa daha bitmemiş haziran akşamları Gitar sesine ısınan kumsallar var. Baharın nazlı salınışını özler Erik dalına takılı kalmış uçurtmalar. Gülce YILDIRIM 9 Fotoğraf: Safura Berika ARSLAN EDEBİYAT KIRAATHANESİ 10 EDEBİYAT KIRAATHANESİ HER ŞEHRİN BİR HİKÂYESİ VARDIR Güvercinler uçuyor mu yoksa biz uçuyoruz onlar duruyor mu? O çocuk, işte orada ki çocuk ellerini açmış koşuyor onlara doğru, yakalayamayacağını bilmeyerek. Annesi bakıyor sadece ve gülümsüyor. Onu güldüren güvercinler mi yoksa güvercin gibi kanat çırpmaya çalışan oğlu mu bilmiyorum. Ben de bir kenarda durmuş onları izliyorum. Çocuk güvercinleri, annesi çocuğunu bende çocuğun annesini izliyorum. Acaba ben kim tarafından izleniyorum? Nerden bakmalı, nerden bakmalı ki, görebilmeli, her şeyi ve herkesi... İşte bu şehrin hikâyesi de böyle, anne, çocuk ve güvercinler... Ben geçiyordum sadece. … Bu sıcakta kimse olmaz diyordum içimden ama metro çıkışında durup baktığımda karıncalar gibi insanları gördüm. Hepsinde bir telaş, bir koşturmaca. “Bu neyin acelesi böyle, nereye gidiyorsunuz?” diyemedim. Nereye gideceğimi biliyordum, ama gitmek istediğim yere nasıl gideceğimi bilmiyordum. Eskisi gibi soramıyordum da kimseye, ya da sormak istemiyordum, bilmiyorum öyle işte. Hiç kaybolmamıştım, buna güveniyordum ve kaybolmamak için Allah’a sığınıyordum. Gideceğim yer beni mi bekliyor, yoksa ben mi bekliyorum gideceğim yeri bilmiyorum. Her kavuşma da bir bekleyen ve beklenen vardır ya hani, ben hangisiyim diye merak ediyorum. Etrafa göz gezdiriyorum, güneş tam tepede ama buna rağmen insanlar her yerde. … Eskiden yaptığım hiçbir şeyi yapmıyordum belki ama bu sefer bir şey değişti ve karıncalar nereye ben oraya dedim, kaybolup olmayacağımı bilmeden. Gideceğim yeri oraya ben koymuşum gibi kimseye sormadan, kimseye bakmadan yürüyordum. Yerdeki sarı işaretlere bakıyor ve göğü görüyordum. Gözlerim görmese bu şeritler bana her şeyi gösterecek mi acaba? Yoksa onların gösterdiği kadarını görmeye mecbur mu olacağım, gözlerim olmayınca? Muamma… Şerit hala devam ediyor ve yürüyorum. Sol köşede bir simitçi, teyzenin birine yol tarif ediyor ve konuşmalarında dikkatimi bir şey çekiyor, gideceğim yerden bahsediyorlar, evet, evet doğru duydum, gideceğim yerden bahsediyorlar. Şeritler işe yarıyormuş meğerse her türlü işaret bu uzun sarı çizgide… Şimdi teyzenin peşine düşme vakti. Postacı yürüyüşü modunda ilerliyorum, biraz casus biraz da saklambaç oynayan çocuk gibi. Teyze önde ben arkada ama durun bir dakika, teyze, caminin önünde bekleyen amcaya doğru yöneliyor, bir şeyler konuşuyorlar sonra ayrılıyorlar, teyze ilerlemeye devam ediyor. Ben durur muyum hiç, teyze nereye ben oraya, sarı çizgiden sonraki kılavuzum teyze artık. Köşeyi dönüyoruz ve kalabalığa merhaba diyoruz, doğru yolda olduğuma eminim, çünkü karıncalar etrafta. Teyzeye yaklaşıyorum şimdi, aynı hizadayız, göz göze geliyoruz, gülümsüyorum ve muhabbet başlıyor. Teyzem anlatıyor tatlı diliyle, biraz önceki amca eşiymiş meğerse gideceğimiz yer kalabalık olur diye buradaki camide abdest alacakmış ve namaza kadar orada olacakmış... Dar bir sokakta ilerliyoruz, karıncalar gibi, istikamet belli ama durun bir dakika herkes oraya mı gidiyor yani? İnanılmaz, herkes aynı yöne doğru gidiyor, gitmek ne kelime akıyor. Yetişmemiz gerek, vakit geliyor. 11 EDEBİYAT KIRAATHANESİ … Bahçedeki bütün banklar dolu, banklarda oturanlardan daha fazlası ayakta ve doldurmuş avluyu. Her yaştan binlerce insan ve her yerde kanat çırpan binlerce güvercin, güvercinlere doğru koşan çocuk ve çocuğun annesi ve bir de köşede durmuş onları izleyen ben. Çok hızlı geçiyor zaman burada ve bu anda. Daha 1 dakika bile geçmemişken yıllardır buradayım ve buralıyım gibi. Çocuk ve güvercinler yıllardır burada gibi, güvercinler aşina çocuğa, çocuğun yaptıklarına. Anne, aşina çocuğunun güvercinlere olan merakına… Herkes o kadar buralı ki, bütün misafirler ev sahibi. Buranın hikmeti de bu galiba. Burada yabancılık çok yabancı. … Biraz önceki teyze ve amca tam karşımda, amca saatini işaret ediyor ve o işarete iştirak ediyoruz. Kalabalıkla birlikte kalabalığa karışıyoruz. … Bu kadar kalabalık bir cemaati ilk defa görüyorum, “Safları sıkılaştırın!” burada anlam buluyor bende, iğne atsam yere düşmeyecek çünkü. Elhamdülillah! Hikâyemin kahramanı annenin yanında yer buluyorum kendime. Bir Cuma vakti, Hacı Bayram Veli’de kalbimizin sahibiyle buluşuyoruz, aynı anda kanat çırpan güvercinler gibi… Zeynep Büşra ÜNSAL 12 GÜZELLEME Gökkuşağı içmiş Nerde bir yalnızlık olsa Gülüşleri vardı, İrkilirdim Aynalar da mücella sayılmaz Aynalar, “Her serzeniş Algısız duvarlardı Aşka kargıştır” derim. Söz söylerim Ve aşka arz ederim Kutsal bir ittifakı Bölüşen dişler Ve ayrılık müsveddesi Aşığım, Terk edişler Her sözümü aşka bağlarım Her şey Ve şairim, Yapabildiğin kadardı Ağlarsam başka ağlarım Ellerim Sen şiirdin Kör salkımlar topladı İçtikçe susardı şiirlerim Ödünç kalabalıklar Her şiir, her aşk, her şair Biriktirdim Senindir, Şairdim, Arz ederim… Yavuz KORKMAZ ‘KOŞULSUZ’ KABUL Garip bir tren yolculuğu… -Sıradışı- Onlarca, üstü başı kir pas içinde çocuk. Karınları aç, paraları yok. Kıyafetleri “pis” de olsa, karınları aç da olsa, kimse onlarla oyun oynamasa da, yüzlerinde bir gülümseme, dillerinde bir şarkı... Ne kadar savaştan çıkmış olsalar da… “Sıcak sıcak simit” diye bağırıyor biri vagonun koridorunda. Yakın koltuklardan bir yolcu simit alırken; duran simitçinin sepetine takılıyor hepsinin gözleri ve sonra elleri boş bir şekilde bir koltuğa üç-beşi oturarak dışarıyı seyretmeye koyuluyorlar tekrar. Herkes bu “pis “ çocukların gürültüsünden rahatsız, kulaklarında kulaklıkla yolculuklarına devam ediyor. Ve trenin başka bir yerinde başka bir topluluk. Diyarbakırlılar. Bir kaç tanesi 20’li yaşlarda delikanlı, bir dede, birkaç tane kadın ve yine bir sürü “pis” çocuk… Türkü söylüyorlar bağırarak vagonun içinde. (“Sarhoş olacaklar”) Yolcular uyuyamamaktan şikâyetçi. Ama kimse “onlar”a bulaşmak istemiyor. Tiksinmiş ve huzursuz suratlarıyla yüzlerini pencereye çevirip görmezden geliyorlar. Orta yaşlarda bir adam “Ya sabır!” diyor kendi kendine… Konuşuyor Diyarbakırlı olan iki genç kendi aralarında. “Teröristlere söyle, örgüte katılacağım, dağa çıkacağım ben!”. Öteki cevap vermiyor. Sessizliğin üstüne devam ediyor diğeri; “Gel biraz muhabbet edelim, severim muhabbeti.” diyor. Karşısındaki gencin yine umrunda değil, gözleri pencereden dışarıları seyretmekle meşgul… Sonra trenin duraklarının birinde bir yolcu oturuyor, konuşmaya hevesli olanın yanına ve muhabbet etmeye başlıyorlar. “Benim adım Soner, ya senin ki?” diyor yeni binen yolcu. “Ali” diye cevap veriyor genç. “Nerelisiniz, nereye gidiyorsunuz?” derken konuşmaya başlıyorlar. Soner ne üstüne başına bakıyor onların, ne küfürlü ağızlarına… Aradığı ve bulduğu tek şey Ali’nin gözleri ve sözlerindeki samimiyet sadece… Ali çalışmaya gittiği yer olan Eskişehir’ e davet ediyor Soner’i. Uyuyan kuzeni Cüneyt’i çağırıyor. Muhabbet etmek için bulduğu adamı gösteriyor. “Kalk, biraz toplum içine karış!”. “Topluma kazandıralım bunu.” diyor tekrar Soner’e dönerek. Cüneyt Ali’ye göre biraz daha sessiz olsa da dâhil oluyor muhabbete... Arada bir dertli dertli türkü söylerken Ali, akıllarına jilet geliyor ve konu kendini jiletlemekle devam ediyor. Soner soruyor Cüneyt’e: “ Kendini jiletliyor musun?”… “Moralim bozulduğunda.” diyor Cüneyt, omzundan bileğine kadar gösterip “Buradan buraya kadar jiletliyorum.” diyor, “Rahatlıyor musun?” diye soruyor Soner ve “Kan aktıkça rahatlatıyor.” diye cevap veriyor Cüneyt. Soner Cüneyt’in bu durumuna yorum yapmadan hacamattan bahsediyor; ”Vücutta toplanan pis kan alınıyor ve bunun psikolojiye etkisi var gerçekten, tıpta kullanılıyor”. Ankara’da inip aktarma yapacak olan bu insanlara, “Ankara’da kalacak mısınız?” diye soruyor Soner. “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” diyor. Gezdiği yerleri anlatırken “Tiflis’i biliyor musun?” diyor Ali’ye. “Gürcistan’a gideceğim, orda çadır kurup, yaşayacağım.”. Cüneyt bu sene çadır kurmadıklarından bahsediyor, “Tek kişilik çadır al kendine.” diyor Soner, çadırın rahatlığından bahsediyor… Soner tren Ankara’ya varmak üzereyken oradaki çocuklarla da oynamayı ihmal etmiyor. Minicik çocuklarla “çak yapıyor”. Onların “pis “ ellerine çarpıyor ellerini, gülüyor çocuklar… Başlarını okşuyor o da onlara bakıp gülümsüyor… “Bilmem ki nasıl olunur insan, -insan gibi insan- ? Bilmem ki nasıl koşulsuz kabul edilir her insan… Bilmem ki nasıl oynanır üstü başı “pis” çocuklarla Bilmem ki nasıl muhabbet edilir sarhoş bir “terörist”le… Bilmem ki nasıl insan olunup da sorulur; Beş-On dakika önce tanıdığın “ne idüğü belirsiz” insanlara ‘bir ihtiyacın var mı?’ diye…” Rümaysa Arslan BAZEN Bazen özler insan Nisan yağmuru gibi arasira Dolunay gibi sene de bir Bazen özlesin insan hiç olmazsa ömrunde bir... Bazen bekler insan Sesinden uzanan bir eli Yüregini serinletecek umidi Bazen beklemeli insan hasretini çektiklerini... En çok ta gider insan Unutur özlemeyi, bilmeden beklemeyi Vefayi veda sanarak. Aslında gidecektir insan geldiği yollardan... Sümeyra AYHAN Bazen Bazen sevdiklerimiz için yapabileceğimiz hiç bir şey kalmıyor. Sadece üzülmek geliyor insanın elinden ... Anlayamıyorsun sevdiklerini; dinleyemiyorsun... "Olsun be bu da geçer" bile diyemiyorsun... Acı olan da bu ya; onun içine ateş düşüyor belki ama seninkine kocaman kor . Bunu bile anlatamıyorsun… Mine YALÇIN Meğer suyla değil aşkla büyürmüş fesleğen Ah sevgili Leyya ! Yorgunum, suskun ve yenik Heybemde, dizlerinde uyuyabilmenin saadeti Leyya’m! Bir Harut sihri gibi dolanıyor Gamzelerin gülmelerime Aylardan nisandı. Dışarıda baharın habercisi böcekler, eşsiz senfonilerini oluşturmuşlardı yine.Kim bilir belki de yitip giden onca güzelliğin ardından yas tutuyorlardı. Baharın bu tatlı sabahına uyanmanın verdiği hazla doğruldu yatağından M. Yanağının kenarına ilişmiş akşamdan kalma bir gülüş vardı. Bu gülümseme adeta günün özeti gibiydi. Her zaman yaptığı gibi ilk işi perdeleri çekmek oldu. Perdeleri çekmesiyle derin bir nefes çekişi aynı ritimde idi. Saksıdaki fesleğene gözü ilişti bir ara.Kaç gündür onu ihmal ettiğini hatırladı. Hatta renginin bu kadar solmasından da kendisinin sorumlu olduğunu düşündü. Kendisini affettirmenin tek yolu fesleğene bolca su vermek olduğunu düşündü. Odanın duvarları boydan boya tablolar, resimler, sanatçılar ve yetmişli yıllarda kalma sloganvari sözlerle doluydu. Sevdiği şiirleri,dizeleri küçük kâğıtlara yazmış ve düzenli bir şekilde asmıştı. Zaman değiştikçe şiirler ve şairler de değişmişti. İsyan, keder, işçi kokan dizeler yavaş yavaş aşk ve bireyselliğe kaymıştı. Değişiyor insan. Değişmeli ama istendik bir şekilde olmalıydı bu. Yeniye en yeniye, en güzele, keşfedilmemişe. Tuhaftı bu sabah M. Bütün gün Leyya’nın etkisinde kalmıştı. Sonra dudağındaki akşamdan kalma gülümseyişi hatırladı. Bir daha güldü yalnız bu sefer daha sesli bir şekilde. Masasının başında kendisini uzun uzun düşünürken buldu. Kafasının içinde dağınık, iç içe girmiş bir sürü hayal ve düşünceler uçuşuyordu. Kendi kendine bahaneler üretiyor, rastlantısalolasılıklar oluşturuyordu. Neden olmasın ki? Bugünü dünden ayıran en önemli şey yarına dair olan hayallerimiz değil miydi zaten? Bakışlarıdalmış gözbebekleri büyümüş, elleriyle başını destekleyerek bir şeyler düşünüyordu. Nefes alışverişi hızlanmıştı. Yüzünde kontrol edemediği bu mutluluk, bir uçurumun kıyısını andırıyordu. Leyya, onun uçurumuydu şimdi. Öyle bir uçurum ki intihara cezbettiren.Öyle bir uçurum ki uçuruma kanat açtıran. Bir rastlantı olamazdı bu karşılaşma. Oysa bu güne kadar hiç bir ilahi güce de inanmamıştı. Tesadüf mü tevafuk mu? Ne tuhaf bir şey şu aşk diye düşündü. Sizi, ret ettiklerinize bile inandırmak zorunda bırakıyor. Leyya aşktı. Yeni bir yalvaç bulmuştu sanki M.. Bırakın eteklerinden öpmeyi, onunla aynı iklimde yaşamaya bile razıydı şimdi. Keskin bir bağlayış, bütün rastlantılardan uzak mutlak bir imandı M’nin bu hisleri. Daha önce hiç tatmadığı, semtinden bile geçmediği bu aşklanma, aşkın ne olduğunu bile bilmeden aşklanma. Bu sadet, bu tarif edilemeyen ikindi mutluluğu. Hangi coğrafyadan ödünçtü, hangi iklimlerden kopup gelmişti, yarım kalmış hangi hayatın devamıydı diye düşünüyordu. O güne kadar duyduğu bütün hikâyelerdeki kahramanlar yerine koyuyordu kendisini. Sürgünler,göçler, remiller ve oyunu bozan bu gizli sır. Aşk bu aşk! Zindanlardan, kuyulardan saraylara uzayan bir yol.Durduk yere bileklerin kesilemeyeceğini, bıçakların sinelere saplanamayacağını şimdi anlamıştı. Bütün kutsal kitaplardaki mesajlar hep aşk üzereymiş - meğer suyla değil aşkla büyürmüş fesleğen- çarmıha gerilmek, kudüs yokuşlarında göğe yükselmek aşkmış hep. İçinden bu tarifsiz duygular peşin sıra geçerken bir yandan da kendisinin nasıl böyle değiştiğini düşünüyordu. Acaba Leyya’nın da sabahları ilk işi pencereyi açmak mıydı? Benim gibi saksıda ilgisizlikten kurumaya yüz tutuğu bir fesleğeni var mıydı? Olsaydı iyi anlaşırdı herhalde çiçeklerimiz! Sonra yüzünü keskin bir acı, hüzün bastı birden. Niçin seninle şimdi ele ele değiliz. Şu pencere dibinde camlara niye ismimizin baş harflerinden şekiller yapamıyoruz-hem bak yağmur da yağıyor- şu fesleğeni beraber koklayamayacaksak ne anlamı kalır kokuların? Şarkılar seni söylemeyecekse, şu uzun uzadıya parklarda seninle yürüyemeyeceksek, gittiğimiz lokantalarda siparişi verip sabırsızca yemeği bekleyemeyeceksek..ahh Leyyla.. Leyya’yı ilk bu odada görmüş, tanımıştı ama harf harf tanımıştı. Tam da bu masanın üzerinde olmuştu her şey. Burada vurulmuştu, burada titremişti. Bu oda sanki başka bir gezegendi. Bütün adımları onu hep buraya taşımak istiyordu. Ne zaman bu iklime ayak basmaya kalkışsa yüzüne bir ciddiyet bürünüyordu. Nefesi kesiliyor, alnında ter, tesbih taneleri gibi diziliyordu. Bu hayal âleminden ve düşünceler buhranından ayılır gibi oldu bir ara. İşte tam karşısında duruyordu Leyya, bütün ihtişamıyla bütün güzelliğiyle. Her zaman bıraktığı yerdeydi. Masasının başucuna koymuş ve ayracını da en son okuduğu yerde bırakmıştı. Masasına oturdu ve kaldığı yerden okumaya devam etti.. Görse Züleyha hicab ederdi zülüflerinden Ah Leyya’m gözlerin ki; Arkadan yırtıyor Yusuf’un gömleğini. Mervan SÖYLEMEZ ÖZLER GİBİ Üstüme yağan yağmurlar Derin yaralar açar tüm damlalar Sanki eski bir film izler gibi Gözlerim eskisi gibi ama sanki daha az özler gibi Sisler her yerde Ya da benim kalbimden gelir Soluksuz bedenimden senin için sesler gelir O sesler sanki seni özler gibi Soğuk hem de kasvetli Üstümden atamadığım bir ağırlık var Kalbim zorlanır her adın geçişinde Gözlerim buğulanır Gözler, kalp seni özler gibi Emin olamıyorum artık senden benden Yani biz diyemiyorum fark edersen Ki et artık anla ki her şey sana dönük Bu mısralar daha uzun çünkü sabrım daha yenik Mısralar sanki seni özler gibi Halil İbrahim ÖRGEN
© Copyright 2024 Paperzz