Zeynep Büşra ÜNSAL

AĞUSTOS 2014
YIL:1
SAYI:4
ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ
ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ
AĞUSTOS 2014 SAYI:4
KÜNYE
YAZARLAR
Genel Yayın Yönetmeni
Durmuş YALÇIN
DURMUŞ YALÇIN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürleri
H.İBRAHİM ÖRGEN
Eyüp TEKİN
HÜMEYRA TARHAN
Neriman TULGAR
NERİMAN TULGAR
Editör
SAFURA BERİKA ARSLAN
Zeynep Büşra ÜNSAL
YAVUZ SELİM SOYDAŞ
Tasarım
ZEYNEP BÜŞRA ÜNSAL
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
www.ekiraathane.jimdo.com
Yazışma adresi:
@ekiraathanesi
[email protected]
ekiraathane
Dergimizde yayımlanan yazıların her türlü telif
hakları yazarların kendisine ve/veya temsilcisine
aittir. Yazarların izni alınmadan kopyalanması
veya kullanılması yasaktır.
Copyriht@edebiyatkıraathanesi
[email protected]
Çayın suyunu koyun, geliyoruz.
“Niçin yazıyoruz? Nedir amacı kalemi elimize alışımızın?” 1 Pakdil 1969’da sormuş bu soruyu.
Bir yanıtı var mı bilmiyorum, bir yanıt bulabilir miyim? Belki. Yanıtı olsun ya da olmasın, bu soru
sonsuza kadar sorulacak. Ve herkes boş dursa da kalem boş durmayacak.
…
Aslında kalemi elimize almıyoruz, kalem bizi eline alıyor ve yaz diyor. Şiir yaz iki dize, deneme yaz gönlünden
geldiğince, hikâye yaz anlatılsın diye… Yaz kendini, yaz bildiklerini, bilmediklerini, yaz her şeyi ve hiçbir
şeyi… İçinde kopan fırtınaları, kopmaya hazır olanları bile, hissettiklerini, hissedip de söyleyemediklerini,
unuttuklarını, unutmaya kıyamadıklarını, görmek istediklerini, görmek istemediğin halde gördüklerini,
görmediklerini, boğazına düğümlenip de söyleyemediklerini… Dile getir, dile getirmediğin her şeyi.
…
Yazmak, bir eylem mi sadece? Yazmak bir isyan 2. İsyanın ahlaka dönüştüğü zaman, denize
atılan bir şişe gibi, boşalt içine, içinden geçen her şeyi. Denize atılan bir şişe gibi, at sen de her şeyi,
her şeyini. Bulunup bulunmayacağını düşünmeden, bulunduğunda açılıp açılmayacağını bilmeden.
Ayırma insanları ikiye, üçe, beşe, beni anlamadılar, anlaşılamadım deme, anlat her şeyi, sen anlat
kendini, önce sen anla seni. Ve yaz bütün bu olup bitenleri, isyan et!
...
Şimdi her şey daha kolay değil mi?
Hiçbir şey kolay değil, olmayacak, olmamalı. Anlamı kalmaz o zaman. Haydi, anlamı bulma
vakti! Çayınızı demleyin şimdi, biz geldik. İnce belli bardağınızı alın ve okuyun bizi. Çaya edebiyat
atmanın zamanı geldi.
Bir sonraki sayıda görüşünceye dek, çayınızın eksik olmaması dileğiyle…
Zeynep Büşra ÜNSAL - Editör
Birinin sadece yazılarını okuyarak âşık olabilir misiniz? Olamazsınız, ama bu kişi Nuri PAKDİL ise Mecnun
olmaya hazırsınız. bkz. Nuri PAKDİL – Kalemin Yükü. Edebiyat Dergisi 1969 (1).
2
İsyan deyince ne geliyor aklınıza, kötü bir şey mi bu isyan dedikleri? Kim bilir belki? Ama ya değilse, o zaman
ne yapacaksınız. Ben söyleyeyim, okuyacaksınız. bkz. Nurettin TOPÇU – İsyan Ahlakı.
1
5 Sürgün | Öykü
Yavuz Selim SOYDAŞ
11 Farklıyım Farklı! |
Deneme
Neriman TULGAR
17 Yol Uzun, Misafirlik Kısa...
| Deneme
Safura Berika ARSLAN
20 Geçmeyecek | Deneme
Durmuş YALÇIN
14 İçimde Bir Sıkıntı Var! |
Deneme
Zeynep Büşra ÜNSAL
18 Öteki-leştirdiklerimizden
misiniz? | Deneme
Zeynep Büşra ÜNSAL
21 Yeter ki Gel | Şiir
H.İbrahim ÖRGEN
23 Rabia | Şiir
H.İbrahim ÖRGEN
22 Üşüyordum! | Şiir
Hümeyra TARHAN
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
kapağını bile açmamıştı belki ama okuyacağı
Sürgün
şey o küçük sürgünün hikâyesi olmalı, olsun
diye geçirdi içinden. Meraklı bakışlarını
Kırmızı kelebek bir toka ile topladığı altın sarısı
saçlarını tel tel dağıtan rüzgâra aldırış etmeden,
ağaç dallarının gölgesinde, bankta oturmuş
elindeki kitabı inceliyordu. Kitap yeniydi
dizginledikten sonra “Hadi bakalım senin niye
bir adın yokmuş” diyerek okumaya koyuldu
adının
yıllar
önce
Kapak resminde yan yatmış bir ağaç, kalın ve
uzun gövdesi boylu boyuna uzanmış; etrafında
kimsecikler yok, bütün dalları kırılmasına
rağmen bir dalı hala dik ve canlı. Ağacın
dallarının kurumuş, solgun renginden çok
önceden yıkıldığı anlaşılıyordu. Yerde etrafını
saran otlar ve çayır çiçekleri mevsimin bahar
başları olduğunu işaret eder gibiydi. Ağaç
gövdenin toprakla buluştuğu kısma yakın bir
yerden kırılmış ama tam olarak kopmamıştı. Bu
yıkılışın doğal bir görüntüsü vardı “herhalde
rüzgâr yıkmıştır” diye içinden geçirdi kız.
Yazar kitaba bir isim de vermemişti. Belki de
bu yüzden almıştı kitabı, bu yüzden bu kadar
ayrıntısıyla inceliyordu. İsimsiz kitaba bir isim
arar gibi inceledi kapağını.
yatmış
gövdesinden
gelmişti.
Eşyalarını
…
Gece
otobüsüyle
dolabına
özenle
yerleştirmeye
başladı.
Normalde bu kadar düzenli biri değildi aslında
ama ne olsa ilk gündü en azından bir seferlik de
olsa düzenli olsam fena olmaz diye düşündü.
Babasının her yaz dönüşünde sırasını bile
unutmadan
çınlatırken
ettiği
bir
tembihler
yandan
da
kulaklarını
ıslık
çalarak
yerleştirdi hepsini. Kitapları okuyacağı sıraya
göre rafa dizdi. Beş yıl önce Büyükada’da
çekilmiş aile fotoğrafı masa lambasının yanında
yerini aldı. Küçük kardeşinin yazın lunaparkta
çekilmiş fotoğrafına baktı. Cingöz bakışlarıyla
sanki izlendiğini hissetmiş gibi gülümsüyordu.
Bir eline dondurma diğer eline kâğıt helvayı
almış; ağzının kenarları kakaolu dondurma ile
boyanmıştı. Kâğıt helvayı tutan elindeki
Kıyafetiyle uyumlu ojeli tırnağıyla ağacı
yan
olduğunu
bilmeden…
kapağında çizgiler dahi oluşmamış parlak ciltli
gıcır gıcır yani. Basım tarihi de çok yakındı.
verilmiş
köküne
künyesi güneşte parlıyor ama üstündeki isim
doğru
okunmuyordu. Bahçıvan pantolonunun içinden
dikkatlice takip ettiğinde; kırığın bir adım kadar
giydiği beyaz badinin üzerindeki dondurma
yanında, uzun otların arasından başını uzatmış
lekeleri ve kâğıt helvadaki minik diş izlerine
minik bir sürgünün parladığını gördü. İki
baktı.
kozalak üst üste konulsa onun boyundan daha
uzun olurdu. Yeni doğmuş bir bebek kadar
masum ve sevimli görünüyordu. Henüz kitabın
“Daha şimdiden özledim seni kerata”
diyerek
öptükten
sonra
diğer
fotoğrafın
5
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
çaprazında
konumlandırıp
eşyalarını
yerleştirmeye devam etti.
Onun için sıradanlaşmıştı artık bu işler; yaz
biter okul başlar, sınavlara girilir gezilir, okul
biter eve gidilir vs. ama okuma heyecanı taptaze
bir alev gibi hep parlaktı içinde. Edebiyat
bölümünü de bu yüzden seçmişti, kendi isteği
ile. Aynı ıslıkla odanın içindeki birkaç turdan
sonra duş alıp yatağına uzandı, tavandaki ucuz
sıvadan kalma girinti çıkıntıları izlerken
düşünmeye daldı. Mis gibi çiçek kokan
çayırları, annesinin narin elleriyle ince odunları
semavere tıkıştırmasını, havanın karardığını
haber veren ateş böceklerini, yanı başında
toprağa gömülmüş taşları sessizce okşayarak
akıp giden küçük dereyi, rüzgârın ritmine
hışırtılarıyla eşlik eden kavak ağaçlarını
zihninde canlandırdı. Eline bakıyor, elinde bir
parça tandır ekmeği küçük bir ısırık alınmış,
aslında alınabilecek en büyük ısırıktı küçük
Gözlerini açtığında saat sabahın yedisi
olmuştu. Hazırlandıktan sonra okula gitmek
üzere evden çıktı. Derse tam vaktinde yetişmiş
ve her zamanki yerini çoktan almıştı. Ders
çıkışında bahçede muhabbete daldılar. Kimi
yazın yaptığı inanılmaz tatilden bahsederken,
kimi
de
nasıl
yerde, diziyle bileğinin arasında sivrisineklerin
hediyesi küçük kızarıklıklar gözüne çarpıyor
devamında da beyaz ayakkabıları. Gözlerini
yerden alıp karşıya bakıyor, annesi elindeki son
çalı parçasını da ateşe attıktan sonra onunla göz
göze geliyor, gülümsüyor inci gibi dişleri
parlayarak. Bu sıcak gülümseme eşliğinde
ekmeğinden bir ısırık daha alıyor, sonra
rüzgârda uçuşan otlar ve sonra…
...
geçirdim
diye
hayıflanıyordu. Onun anlatacakları sınırlı ve
sıradandı birçoğuna göre. Çimlere uzanmış ve
tatili kendi deyimi ile “king” geçmiş olan;
bronz tenli, kirli sakallı arkadaşı: “Sen de harika
kitaplar okudun dimi kanka” dedi gözlerini
kısarak, etkileyici daha doğrusu alaycı ses
tonuyla. Alınmadı, hoşuna gidiyordu bu durum
“tavsiye ederim dostum” diyerek tatilin tahmin
edildiği gibi geçtiğini onayladı. Babasının
zengin
kütüphanesini
sonuna
kadar
kullanıyordu. Evdeki kitapları önce okuma
sırasına göre dizer belli bir hedef koyar ve
sırasıyla okumaya başlardı.
ağzına göre. Minderin üstünde ayaklarını
uzatmış buz mavisi kısa pantolonunun bittiği
boşa
...
Arkadaşlarından ayrılmış kampüsün batı
yakasındaki
yüzme
havuzuna
giderken
ağaçların altında kitap okuyan kız dikkatini
çekti. Elindeki kitaba öylesine dalmıştı ki
rüzgârın notlarını bankın dibine düşürdüğünü
fark etmemişti bile. Rüzgârda uçuşan notlara
daha fazla kayıtsız kalamadı ve yerden
topladıktan sonra kıza uzattı “pardon notlarınız
düşmüş de” dedi gülümseyerek. Kız başını
kitaptan kaldırıp bir anlık şaşkınlıktan sonra
kitabı kapatıp ön yüzünün üstüne banka
bırakırken çocuk kitabı takip edip tekrar
6
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
bakışlarını kıza yöneltti. Karşısında dikilen
çocuğa baktı sade ama şık giyimli, koyu kot
pantolonun üzerine siyah ‘v’ yaka bir badi
giyinmişti. Atletik yapısı ve sırtındaki çanta
sporu sevdiğini tahmin etmek için yeterliydi.
Zümrüt yeşili gözleri ve yeni tıraş edilmiş yüzü
güneşte parlıyordu. Siyah orta kalınlıktaki
kaşları ve burnu yüzü ile orantılı, yakışıklı,
temiz yüzlü bir delikanlı görüntüsü vardı.
Gülüşü de hiç fena değildi. Kız bu kısa süreli
duraksamadan sonra uzanıp elinden notları aldı,
teşekkür etti ve onun spor binasına girişini
izledi. Çocuk kızı çok fazla incelemedi yardım
-” Beni hatırladınız mı?” diye başladı. Hani
bahçede notlarım düşmüştü…”
-” Aa evet evet kitaba öylesine dalmıştın ki
gözün bir şey görmüyordu” diye sözünü kesti
tebessümle.”
Kız kendini tanıttı heyecanla. İngilizce
öğretmenliğinde okuyordu. Tam bir edebiyat
aşığıydı elinde kitapları, dilinde şiirler…
Karşılıklı
birkaç
cümleden
sonra
konu
edebiyata, yazılarına, şiirlerine geldi. Hayran
gözlerle izlemişti kız o gün onu. İki aydır
muhabbetleri çok ilerlemiş karşılıklı kitap
etti ve gitti o kadar. Ama o anlarda ikisinin de
önerileri, buluşmalar, edebi metin okumalar
farklı merakları vardı. Kızın ki: “çocuğun ismi
derken aralarındaki bağın adı konulmuştu
neydi, kimdi?” Çocuğunki ise : “böylesine
gömülüp okuduğu kitabın adı neydi?”. Dönüp
sormadı, kız da onun çıkmasını beklemedi…
sayfaları
sonbaharda
dökülen
yapraklar gibi çevrildi. Gözler güneşin dünyayı
izlemesi gibi sayfalarda gezindi mevsim
mevsimi kovaladı ta ki bahar gelene kadar. Kız
aynı ağacın altında banka düzenlediği bir
etkinlikte görmüştü onu yeniden. Konuşmacı,
“hali hazırda dergilerde şiirleri ve yazıları
yayınlanmış olan edebiyat aşığı” diye anons
etmişti onu. Beyfendi duruşu ile kürsüye geldi
selam ve saygılarını sunduktan sonra kısa bir
özgeçmiş sunumu yaptı. Sonrasında ise son
şiirini okudu akıcı ve etkili sesiyle. Artık onunla
tanışmalıydı bu kez cesaretini topladı ve
program bitiminde yanına gitti.
bekliyordu. “Sana bir sürprizim var demişti.”
zümrüt gözlü edebiyatçı.
Çocuk çaprazındaki patikadan gelirken
...
Kitap
aslında. Kız yine aynı yerde elinde kitap onu
duraksadı ve onu izlemeye başladı. Aylar önce
de aynı yerde oturan aynı kıza baktı. Bu kez
sadece gelip geçen olarak değil ayrıntılarıyla
görmek istedi bu güzel tabloyu. Kendine de
kızdı o gün böyle bakmadığı için ve ayların
onsuz geçmesine neden olduğu için. Güneşte
parlayan altın saçlarına baktı tel tel rüzgârda
salınışını izledi sessizce. İnce kalem kaşlarına,
sonra hemen altındaki üzüm karası gözlerine,
uzun kirpiklerine iyice baktı sanki ağır çekimde
işliyordu her şey. Elindeki kitabın sayfasının
çevrilişi dakikalar alıyor gibiydi. Saçları yine
arkadan toplanmış, hediye ettiği zümrüt yeşili
küpeleri takılmış, nasıl da yakışmıştı. Üzerinde
baharın gelişini müjdeleyen kır çiçekleriyle
7
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
bezenmiş kısa kollu bir elbise, kolunda ince
arkadaşlarıyla laflamayı çok sever. Aslında
altın kaplama kordonlu saati… İsmi gibiydi
benim
sanki bahar onun adına yakışmak için gelmiş
tanıştıracaktım
gibi. Hemen arkasındaki akasya ve ıhlamur
edebiyatçıdır.” Kız hiç konuşmadan heyecanla
çiçeklerinin kokuları eşliğinde şu birkaç saniye
ve dikkatle dinledi laf aralarında başını
ona mevsimi yaşatmıştı sanki.
sallayarak. O kadar sevinmişti ki aşk dolu
Anın tadını çıkarmak isteyen ağır adımlarla
geldi, usulca yanına oturdu selamlaştılar. Derin
derin baktılar birbirlerinin gözlerine daha önce
hiç bakmamış gibi hiç görmemiş gibi… Kitap
önerme sırası kızdaydı ve aklına şu gizemli
kitap geldi; evden çıkarken çantasına atmıştı.
“Çok güzel bir kitap konusu da çok hoş, bir
sıcacık
sana
sürprizim
öpücük
örnek
yanağında
acıklı bir hikâye. Ama adı yok maalesef.
”diyerek
uzattı.
konuştuğumuzda
”
bunu
Hatta
seninle
okuyordum”
buydu.
aldığım
yerini
Sizi
bir
almıştı
çocuğun. Kızın yüzünü ellerinin arasına aldı
uzun uzun baktı; gülüşünden yaptığı bir
sandalla sabahın ilk ışıklarıyla aşk okyanusuna
açılmış bir kâşif gibi, o tertemiz aşk kokusu son
nefesi olacakmış gibi derin derin içine çekti
bakışlarını…
...
ormanın dünya olduğu ağaçların konuştuğu,
âşık olduğu, öldüğü ilginç ama bir o kadar
de
Anlaştıkları
gibi
akşam
yedi
buçuk
sıralarında sahilde buluştular. Bahar rüzgârı
ilk
yüzlerine tatlı tatlı esiyordu. El ele kafenin
dedi
yolunu tuttular. Kız çok heyecanlıydı bir o
kadar da merak içindeydi. Sahile yakın biraz iç
tebessümle.
Çocuk o gün sormayı unuttuğu kitabı eline
aldı. Dikkatle inceledikten sonra kıza dönüp
“Bu kitabı okumuştum. Hikâyesini dinlemek
ister misin?” dedi. Kız heyecanla oturuşunu
düzeltti pür dikkat dinleme pozisyonu aldıktan
tarafta bir kafeye girdiler kız daha önce buraya
hiç gelmemişti şirin bir yerdi. Duvarları antika
eşyalar süslemişti, günümüzde kullanılmayan
gereçler; eski bir tüfek, eski balıkçı ağları,
bakraç, tabak çanaklar, süs eşyaları…
sonra ” Nasıl yani biliyor musun? Tabi ki
Küçük masaların üzerinde bakır tepsiler ve
dinlemek isterim lütfen! Aylardır bunu merak
etrafında tabureler, sağ tarafta köşede de bir
ediyorum ben.” dedi.
sedir vardı. Sedire geçip oturdular. Garson gelip
Kızın gözlerinde merak ve heyecanın dans
edişini izledi çocuk.
“Ama ben değil
tanıdığım birisi var o anlatsın sana, şansın
varmış ki bu hafta İstanbul’da olacakmış.
Üsküdar’da bir kafede akşamları oturup
sipariş alırken kendilerine içecek bir şeyler
söylediler. Çocuk saatine baktı sekiz olmak
üzereydi. “Bir de orta şekerli kahve lütfen”
dedikten sonra yanında oturan kıza dönerek ”
Hep tam vaktinde gelir” diye ekledi. Kız
içinden bu kadar yakın tanıyor demek ki diye
8
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
geçirdi.
Daha
siparişler
içeriye
bile
iletilmemişti ki adam kapıda göründü. Uzun
boylu
ve
geniş
omuzlu,
üstünde
kışın
bittiğinden emin olamadığını anlatan uzun bir
pardösüsü vardı. Siyah çerçeveli gözlükleri, ak
düşmüş şakakları, alacalı bıyığı ile karizmatik
ve
olgun
bir
görüntüsü
vardı.
Etrafına
bakınmadan direkt onlara doğru yöneldi
çocukla
samimi
bir
sarılmadan
ve
selâmlaşmadan sonra ” Merhaba kızım ben
"Şimdi konuşma sırası bende sanırım" dedi.
Kitabı eline alıp derin bir iç çekti, gözleri
buğulandı. Biraz önceki gülen adamın yerini
hüzünlü, tepesine karlar yağmış bir dağ aldı
sanki. Kahvesinin son yudumunu aldıktan
sonra suyunu içti ve anlatmaya başladı.
“Bahar aylarının henüz başlarıydı. Karımın
doğumu yaklaşmış hastanede bekliyorduk.
Gündüz vakti hava çok açıktı; gökyüzünün
Nihat, kerata senden çok bahsetti bana
mavisi pırıl pırıldı; çiçek kokularını taşıyan ılık
anlattığından da güzelmişsin” dedi çocuğun
rüzgâr pencereden içeri doluyordu. Karım çok
saçlarını karıştıran tatlı sert bir okşama ile. İsim
başta bir anlam ifade etmemişti. Kız bir anlam
veremeden kahve bakır tepsideki yerini aldı.
Çocuk kitabı çıkarıp göstererek “En güzel
okuyucunuz Nihat bey, Bahar kitabınızın
ismini çok merak etmiş ben de en iyi sahibi bilir
diye düşündüm.” dedi ve adama bir bakış attı.
Kızın kalbi ağzında atıyordu sanki nasıl yani
Nihat Karahanlı mı? Kitabın yazarı mı?
severdi baharı özellikle de bu yeniden dirilişin
kendini izlettiği dönemleri. O kadar mutlu ve
heyecanlıydı ki… Akşama kadar bekledikten
sonra
gece
yarısına
yakın
bir
vakitte
doğumhaneye aldılar. Saatler süren doğum bir
şeylerin ters gittiğini düşündürse de kötü şeyler
aklıma dahi gelmiyordu.
"Ya
da
ben
gelmesini
istemiyordum
bilemiyorum.”
İnanamıyordu bu nasıl olabilirdi ki. Önündeki
Sudan bir yudum daha aldı, ikisi de ilkokul
meyve suyundan bir yudum aldıktan sonra bir
öğrencileri gibi sessizce pür dikkat onu
adamın bir çocuğun yüzüne baktı şaşkın şaşkın.
dinliyordu. Çocuk daha önce defalarca dinlemiş
” Nan.. na.. nasıl yani? Siz… “
olsa da yine aynı dikkatle dinliyordu. Devam
- “Yoksa ona söylemedin mi?” diye güldü
sesini
adam. Çocuk gülerken kaşlarını kaldırarak
“hayır” dedi konuşmadan.
“Sürpriz yapmayı pek bi sever bizim bu
kerata” diye devam etti adam.
Kız hala tam olarak anlamamıştı ne
olduğunu, bakışlarından belliydi.
etti : ” Bir süre sonra içeriden bebeğin ağlama
duydum
sevinmemiştim,
hayatımda
içimi
öyle
hiç
bir
o
kadar
mutluluk
sarmıştı ki anlatamam. İlerde o ağlama sesinin
gecelerimi mahvedeceğini bilemezdim tabii
dedi. Zorlama bir gülüş ile. Ama bu fazla uzun
sürmedi. Doktor dışarı çıktığında kimse mutlu
değildi. Başta anlayamadım ama anlattılar
9
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
zaman durmuş gibi sadece doktorun ağzı
şuradaki küçük sürgünü gördün değil mi? Kız
hareket ediyor gibi.” O anı tekrar yaşar gibi
sadece evet anlamında başını salladı. “İşte sen
oldu gözleri dolu doluydu hepsinin, bakışlarını
onu tanıyorsun kızım hem de kitabı okumaya
yere dikip belli etmemeye çalıştı.
başladığın ilk günden beri. Elini oğlunun
“Doğumun zor geçtiğini, kanamanın fazla
olduğunu, ellerinden geleni yaptıklarını değişik
tıbbi terimlerin olduğu cümlelerle anlattılar.
İnanamadım,
girdiğimde
görmek
bütün
istedim.
güzelliği
ile
Yanına
uzanmış
uyuyordu. Hemşire battaniyeye sarılmış bebeği
kollarıma verdi. Kendini göstermek istercesine
minik
elleriyle
battaniyeyi
çekiştiriyordu.
Kokladım tıpkı bahar gibiydi kokusu. Bebeği
götürdüler. Karımın alnından öptükten sonra
dizlerimde bir acı hissettiğimi hatırlıyorum
uyandığımdaysa koluma serum bağlandığını
gördüm. Bayılmıştım.”
Kız kitabın adını çoktan unutmuş bu gerçek
hikâyeye verecek isim bulamıyordu, yaşlı
gözlerle dinlemeye devam etti.
" Uyandığımda hepsinin rüya olmasını
dilesem de değildi maalesef. Pencereden
dışarıya baktığımda ağaçları kıracak kadar
şiddetli bir fırtına vardı…"
Bir süre sessizlik oldu, hepsi ağlamış sadece
burunlarını çekişleri duyuluyordu. Genç âşıklar
elleri kenetlenmiş bir biçimde, yaşlı gözlerle
çaresizliğin hikâyesini dinlemişlerdi. Adam
sedirde arkasına yaslandı gözlerinin buğusunu
omzuna atıp kendine doğru çekti, sarıldılar
Devam etti:
“Adının ‘Umut’ olduğunu da söylemiştir
herhâlde” diye espri yaptı gülüştüler. Kızın
yaşadığı şaşkınlık, hüzün, mutluluk hepsi
birbirine karışmıştı. Umut’un zümrüt
gözlerine bakakaldı ve bir kere daha aşık
oldular birbirlerine. O gün uzun uzun
muhabbet
ettiler,
anlatılacaklar
ve
yaşanılacak bir ömür vardı önlerinde daha…
...
Umut eve döndükten sonra masanın
üstündeki aile fotoğrafını eline aldı, yatağına
uzandı. Babasının sonradan evlendiği ve ona
halâ anne dediği kadına minnettardı, ona
annelik yaptığı ve bir kardeş verdiği için.
Sonra tavana baktı hiç görmediği annesini
hayal etmeye çalıştı.
" Çayır çiçeklerinin kokuları, kuş sesleri,
rüzgârın ağaçları dans ettirişi… Gözlerini
yerden alıp karşıya bakıyor, annesi elindeki
son çalı parçasını da ateşe attıktan sonra
onunla göz göze geliyor, gülümsüyor inci gibi
dişleri parlayarak. Bu sıcak gülümseme
eşliğinde ekmeğinden bir ısırık daha alıyor,
sonra rüzgâr… Rüzgârda uçuşan otlar,
kırılan ağaçlar ve sonra…"
“Her bahar bir başlangıçtı; her sürgün
ise yeni bir
umut…”
sildikten sonra devam etti:
Gelelim senin soruna küçük hanım dedi
kitaba bakarak. Dikkatle incelediğine eminim,
Yavuz Selim SOYDAŞ
10
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
Farklıyım Farklı!
Aslında bu söz böyle değil. Orhan Gencebay’ın
“Haklıyım haklı” ifadesi geçen “Sen De
Haklısın” şarkısının sözleri üzerine yapmış
olduğum küçük bir nazire.
Mesele haklı olmak değil yani, farklı olmak!
Yıllar önce çok sevdiğim bir arkadaşımdan
duymuştum bu sözü. “Biliyorsun, ben farklıyım
biraz.” (Sanırım bu yazıyı kazara okuyan tüm
arkadaşlarım “Acaba ben mi demiştim?” diye
ısrarla bu anlamda bir farklılık olmadığını
söylemek istediğimi anlayacaksınız. Birkaç
tane örnek verirsem bana hak vereceğinizi
umuyorum. Hadi son dönemden verelim
örnekleri. Mesela şallı hanım kızlar, eşarplı
hanım kızlar, hem şallı hem eşarplı hanım
kızlar, şalın üstüne gözlük takmayı seven hanım
kızlar ya da tam tersi bunu saçma bulan hanım
kızlar, şalın üstüne gözlük takıp fotoğraf
çekilmeyi gösteriş şeklinde nitelendiren hanım
kızlar, fotoğraf çekilirken gözlüğünü koyacak
kendine bir defa soracak.) Evet, ne diyorduk?
yer
“farklı olmak.” Bu ifade, o zamana kadar hiç
koyan hanım kızlar, yazma takmayı seven
dikkatimi çekmemişti. Sağ olsun o arkadaşım,
o sözü ile dikkatimi bu yöne kaydırdı. O günden
sonra sokakta, evde, konserde, tiyatroda,
okulda velhasıl umumi her yerde insanları
dikkatle inceler oldum. İlk zamanlar herkesin
ne kadar farklı olduğunu gördüm. Sonra
insanları incelemeye devam edince bir yerden
sonra Piaget’nin bahsettiği gibi şemalar oluştu
kafamda. Ve insanların artık bir yerden sonra
birbirlerine benzediklerini fark ettim: “Şu
adamı birine benzettim, şu kız sanki birine
benziyor...” gibi cümleler beynimi felç etti.
Tabi başka bir hastalık daha başladı. Gördüğüm
yüzü unutmamak! O kadar dikkatle baktım ki
insanlara bir farklılık bulayım diye; artık bir
gördüğümü bir daha unutmaz hale geldim.
Evet, işte o zamandan sonra binlerce şema
oluştu kafamda ve moda ile birlikte bu şemalar
giderek
çoğalıyor.
Sanırım
vereceğim
bulamadığından
eşarp/şalının
üzerine
hanım kızlar, ne şal ne eşarp ne de yazma takan
hanım kızlar… Bir de beyefendiler cihetinden
ele alalım olayı. Mesela gömlek giyen
beyefendiler, tişört giyen beyefendiler, hem
gömlek
hem
tişört
giyen
beyefendiler,
gömleğin üzerine muhakkak ceket giyen
beyefendiler, yakalı tişört giyen beyefendiler,
yakasız tişört giyen beyefendiler, sağ tarafında
sigara koymak için cebi olmayan tişörtleri
giymeyen beyefendiler. Hadi bir de tüm
insanlara bakalım: İnanan insanlar, inanmayan
insanlar. İnanan insanları da alt başlıklar altında
gruplandırabiliriz. Mesela namazlardan sadece
Cuma’yı kılıp diğerlerini yaşlanınca kılacak
olan Müslümanlar; beş vakit namaz kılıp,
orucunu tutup, evden işe işten eve gidip gelen
mütevazı
bir
hayat
süren
orta
şeker
Müslümanlar; “Vay o namaz kılanların haline
örneklerle insanların farklılık arayışlarının
sadece dış görünüşlerde olduğunu ve benim de
11
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
ki” ifadesinin muhatabı olan, yetim hakkı
ben mutlu olurum ki benim aldığım eteği
yiyen, kapılarını dünyaya kapatan, etliye
beğenmiş de almış.” Allah’tan, o gün “Bizim
sütlüye karışmayan, zalime susan kendine
bir arkadaş da bende gördüğü ayakkabının
Müslümanlar; facebook, twitter, instagram gibi
aynısını almış. Ya ne kıskanç insanlar var.”
sosyal paylaşım ağlarında sayısız dini içerik
dememiştim.
paylaşan
dediğine diğerimiz “kıskançlık” diyor, zaman
sosyal
Müslümanlar;
“Böyle
saçmalıklarla uğraşacağıma oturur bir Kur'an
Sustum.
Birimizin
“beğeni”
farkı sanırım.
okurum.” deyip de oturup bir Kur'an-ı Kerim
okuyamayan Müslümanlar; son olarak tarifi ne
sözle anlatılan ne de satırlara sığan üç kelime
ile ifade edecek olursak “Allah’ın sevdiği
Müslümanlar”...(Bu kısım biraz gönül ile
alakalı
olduğu
için
çok
da burnumuzu
sokmasak iyi olur diye düşünüyorum. Ama bu
sonuncusundan olmak en iyisi sanırım!)
Görüldüğü gibi bizler de böyle şemalardan
herhangi biri altında yerimizi alabiliriz. Peki, o
halde neden ille de farklı olmaya çalışıyoruz ki?
Son hızla ilerleyen bir moda ve bu modayı aynı
hızla takip eden bir sanal ortamın varlığı altında
ezilirken nasıl farklı olabiliriz ki?
Bizler,
dışımızda
farkı
yaratma(!)nın
derdindeyiz. Ama olmaz. İçerimizde kopan
fırtınalar belki farklı farklıdır. Buna söyleyecek
sözüm yok. Ama dışımıza bu kadar ehemmiyet
verip farklı olmak adına garip mahlûklara
dönüştürmeyelim kendimizi. İşin kötüsü o
halimiz bir sanal ortama düşerse “Yeni moda
bu!” deyip arkamıza takılacak insanlar var ve
bu insanlar yine fark(!)ı ortadan kaldıracaklar.
Yine
benzer
olacağız(!).
(Aynı
olacağız
demiyorum. Çünkü aynı olmak da en az farklı
olmak kadar zor bir şey!) Farklılıklar elbette
vardır. Birbirimize bilmediğini öğretmek ve
belki muhabbet kurmak içindir. Ama toplumda
Aslında bu farklı olmak hastalığı 69'lulardan
kendimizin
öncekilerde pek fazla yok. Misal komşusuyla
çizmeyelim. Çünkü o kalemden çok var ve
aynı koltuk takımını alan ev hanımları bilirim.
başkaları da muhakkak o kalemle çizecektir
Ya da eşlerine aynı tişörtün birisi M, diğeri L
kendi üzerlerini.
üstünü
fosforlu
kalemle
bedenini alan hanımlar bilirim. (Bedenleri
farklı; çünkü birinin eşi diğerinden daha iri
cüsseli. Yoksa farklılık olsun diye değil.) Bir
Eğer şu âlemde bir farklı insan varsa o da
defa anneme sordum: “Ya anne! Aynı eteği
Amentü
giymek sinir bozucu bir şey değil mi? Bak
söylemeyen, dedikodu ve fitnelik yapmayan,
falanca da aynısını almış. Koca mağazada etek
mi kalmadı?” Cevap muhteşem: “Olsun kızım,
duasına
boyun
eğmiş,
yalan
doğru sözlü ve güvenilir olan, para başta olmak
üzere tüm masivaya sırt çevirmiş, güler yüzlü,
12
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
tatlı dilli, samimi, kıyafet yönüyle de diğer her
alanda olduğu gibi ölçülü, yani kısacası
Efendimiz (sav) i taklit eden kişidir. Böyle
birini görürseniz işte o farklı biridir. Ben
bunların hepsini bünyesinde taşıyan bir farklı
insan henüz görmedim. Görenler varsa da onun
gönül resmini çeksin. Zira böylesine farklı bir
insanı bir daha görmek nasip olmayabilir.
Kim bilir belki bu satırları yazan kişi de “Öyle
farklı bir şey yazayım ki insanlar çok
beğensinler.” diye klavye başına geçmiştir aynı
demlerde aynı niyetle yazan başka insanların
varlığını bilmeden, öyle kendi havasında,
farklıyım edasında...
Selamlar, saygılar…
Neriman TULGAR
13
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
İÇİMDE BİR SIKINTI VAR!
…
Sebepsiz düşüyor aklıma, yaptıklarım ve
yapmadıklarım…
Kırıp
döktüklerim,
paramparça ettiklerim… Ben ne kadar cahil, ben
ne kadar gafilim…
“Hayat boş bir rüyaymış” 3 meğerse her şeyin
içinde olduğu ve hiçbir şeyin yerinden
oynatılamayacağı, bütün canların, canının bile
bir gün gelince geçip gidecek, ne kadar saltanat
sürerse sürsün tahtını bir gün devredecek olduğu
bir rüya. Ölünce uyanacağımız bir rüya...
Dinimden yırtarak dünyamı yamıyormuşum
meğerse doğru yaptığımı sandığım her şeyde
yanlışa batıyormuşum. Gökte yapılıp yere
indirilen her şey, belki Âdem, belki de Âdem’den
geriye kalan şey, kalbime bir ağırlık gibi çöküyor
şimdi. Dünyamı yamadığım şeyler bir kıymık
gibi kalbime batıyor şimdi…
Bir var olan, varlığıyla yok olan, ateş gibi yanan
ve yakan dünya! Canlı cenaze kaynıyor için,
kaynadıkça fokurduyor, üstünde ot bile bitmiyor
da gözünde ormanlar yeşeriyor. Yaratılanların en
sahtesi, aldananlarla dolusun ve hiç doymak
bilmiyorsun!
Yediklerimiz,
içtiklerimiz,
giydiklerimiz, üzerine binince musalla taşından
başka her yere gitmek istediklerimiz ve
sevdiklerimizden ibaretsin ama aslında hiçbir
Her okuduğumda başka bir dizesi bana hükmediyor,
beynimde şimşekler çaktırıyor. Bu kadar mana dolu bir
şiiri ne yaşamış da yazmış diyorum hep, hızlı yaşanmış
bir ömürdür belki de ona bu şiiri yazdıran. bkz. Cahit
Zarifoğlu – Sultan.
4
Eflatun diyor ya hani “Değişmeyen tek şey değişimin
kendisidir.” diye, işte hakikat bu değişmeyen şeyin
aslında ne olduğunu bilmekte. Ona verdiğimiz değere
göre anlam kazanan ve kazandığı anlamla hayatımızı
aldatan şeyler bunlar. İşte o yüzden Peygamber
Efendimiz de hep “Allah’ım bana eşyanın hakikatini
göster.” diye dua edermiş. Bize düşen hakikati
anlamaya çalışmak ve gerekeni yapmak. Varlığı kesin
olmayan, görünüşü aldatıcı olan ve bizi oyalayan her
şeyden uzak durmak.
3
şeysin, bugün varsın belki (varlığın bile
şüpheli!), ama hep var olamayacaksın,
olmayacaksın, hakikat 4 bulununca sende
içindekiler gibi yok olacaksın!
İçimdeki bu dayanılmaz sıkıntı, senden ve
sendeyken hâlâ, dünya. Ait değilken sana, ait
olduğumu sanmamdan ve sandıklarımda
yanılmamdan… İçimde ki bu sıkıntı sana sağır,
sana dilsiz, sana âmâ olamayışımdan. Sende
sürgün kalmaktan. İçimdeki bu sıkıntı sana
aldanmış olmaktan. Bana ait olmayanı, sahip
olamayacağımı arayarak harcadığım, gafletle
geçirdiğim zamandan.
Anne-m, baba-m, kardeşleri-m, arkadaşları-m,
dostları-m, “bana” ait olan... Sahip olduğu-m-u
sanıp, ‘Benim’ dediğim ama benim olmayan,
bende olmayan, bana sahip olan. Ne kadar
bensem, ben olmayan, benden başka… Aldanış!
“Dünya hayatı aldanış metâından başka bir
şey değildir.” 5
Geçiyorken zaman, gece ve gündüz birbirini
izliyorken,
aramakla
geçirdiğim
ama
bulamadığım şey orada durmuş beni benden daha
iyi
tanıdığını
söyleyerek,
bana
beni
anlatıyorken... Ne yapmalıyım? Ne yapacağım?
Arayarak
bulamadığım,
okuyarak
öğrenemediğim, dinleyerek söyleyemediğim
şeyi ne yapacağım? Bulunmayan şey ne olacak?
Muamma ve muammanın ardında bıraktığı
doldurulmaz sandığım boşluk.
Bâki kalan zaten Bâki olandır, bizim çabamız boşuna
bir çaba. Mesele de bunu anlamakta. Sevinince ya da
üzülünce, bir doğuma veya ölüme şahit olunca, elde
edilen ve kaybedilen her şeyde bu ayet gelir benim
aklıma, hatırlamak değil bu ama hatırdan da çıkmayan
bir şey… “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence,
bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat
sahibi olma isteğinde ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir
ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da
sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp
olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada
Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı
bir geçimlikten başka bir şey değildir.”bkz. Türkiye
Diyanet Vakfı Meâli, Hâdid Sûresi: 20.
5
14
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
Aramadığım yerde şimdi bulduğumu daha
başka yerde arayacak değilim.
Aramadığım yerde şimdi bulduğum, ne olacak
şimdi? “Var olan ve olacak olan bütün köşelerin
sahibi” 6 gafletle geçirdiğim zamanda bir tek köşe
bir ayırmamışken sana, ne yapacağım şimdi? Her
şey Sen iken, Sendeyken, Seninleyken; ben ne
yapacağım? Kaybettiğim onca zamandan kalan
bir şey yokken elimde, nasıl elimi açacağım?
Kaybedilen onca zamandan bana ağlamak kalmış
kala kala
Ey gözlerim ağlayın!
Kalmamak için bu dünyada…
Bu dünya tamahkârlık âlemi, geleni ve
gideniyle… 2 dakika sonrasını bile bilmeden 2
milyar yıl sonrasını düşünme yeri. Denizin içinde
olduğundan habersiz, ıslanmayacağını düşünen
dilsiz balık misali, insanlığın hali. Kendisini
düşünen, kendisini gören, kendisini duyan ve
sonunda kendi kendisiyle bile kalamayan insan,
bu dünya kendinden kopuşlar âlemi, kendinden
bile eksik kalanların yeri ve bin yıl yahut bin asır
sonra bile olsa gelecek olan ayrılık vakti… Ve
insan, vakt-i tamamın eksik hali…
İçimdeki bu dayanılmaz sıkıntı hep bu
yüzden… Güneşi yıldızların ışığı ile arayıp bir
şey göremedim demekten…
İçimdeki bu sıkıntı gelip de bir türlü
gidememekten ve gideceğim yere bir şey
götürememekten. İçimdeki bu sıkıntı misafir
olduğum “evde” kendimi ev sahibi sanmamdan.
İçimdeki bu sıkıntı benden, bana benden gelen
her şeyden, bu sıkıntı hep “ben” deyip, “ben”i
bkz. Sezai KARAKOÇ, Gün Doğmadan (15.Basım),
Diriliş Yayınları, 2013, s. 53.
7
Daha önceki dipnotta da bahsettiğim gibi “hakikat”
birbirine sırt sırta yapıştırılmış iki kuş gibi, ikisinin aynı
anda uçmaya çalıştığında uçamadığı, ancak biri ölünce
diğerinin hayatta kalarak diğerini de gökyüzüne
taşıyabildiği. Kuşlardan birini dünya sevgisi, diğerini de
ahiret sevgisi olarak görürsek eğer aynı anda kanat
çırpan kuşların her biri farklı bir yöne gitmek isteyecek
ve netice de ikisi de hiçbir yere gidemeyecektir.
6
bile bilmemekten. İçimdeki bu hiçbir şey olan
her şeyden.
İçimdeki bu sıkıntı senden, sendeyken ve
seninleyken dünya. Kurtuluşum, sensiz, sensiz
olduğu kadar bensiz kalmakta. Seni, beni bırakıp
artık “aldanacak” bir şey bırakmamakta.
Kurtuluşum “hakikat 7”i anladığım anda ve sen
yoksun artık geçici olan hayatımda…
Kasım, 2013
…
Ve yine, yeniden sebepsiz düşüyor aklıma
yapamadıklarım…
“İnsan insanın kurdudur” 8 derler, nedendir
bilmem, açıkçası bilmekte istemem. İnsan
insanın kurdu olabilir mi? Olamaz, olmamalı!
Âdem’den bu yana, bütün yaratılanlara bakılırsa,
gelmiş ve geçmiş olan bütün insanlar birbirine
yurt olmuşlar. O yüzden “İnsan insanın
yurdudur.” Peki, nasıl yurt olunur? Bilen var
mı? Yüzlerce, binlerce yıldır olan bir şey bu,
kelimelerime sığar mı?
Dedem, “Herkes kendi kapısının önünü
süpürürse, dünya tertemiz bir yer olur.” derdi.
Basit bir cümle, anlamı ve yapısıyla, tabi içinde
yatan anlamları anlamayınca… Dedem kendi
deneyimlerinin ona öğrettiği her şeyi bu
cümleyle anlatmıştı bana, en basit ve görünen
haliyle hem de. Düşünsene bir, ne demek
istediğini! Gerçek anlamda düşünelim, herkes
kendi kapısının önünü süpürsün, sadece bir sokak
bile bunu yapsa değişimi görmemek mümkün
değil! Çok yoğunuz biliyorum, başımızı
kaşıyacak vaktimiz yokken, “canım sıkıldı”
diyebiliyoruz ya, ha işte o zaman, dışarı çık ve
Gerçekten istenilen yere uçmak için ise birini
öldürülmesi gerekliliğidir. Biraz mizah katarak söylersek
eğer, cennete gitmek istiyorsanız ölümü göze
alacaksınız.
8
Neden böyle bir şey dile getirilmiş, nasıl bir ortamda
dile getirilmiş diye düşünmeden edemiyorum ama bir
türlü bir açıklama da yapamıyorum kendime. İzafi bir
durumdur belki de… ”bkz. T.Hobbes.
15
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
“Canım sıkıldı ben temizlik yapacağım.” de ve
gör olacakları. Seni görenlerin, sana ne yaptığını
sorduğunda verdiğin cevap düşündürsün onları,
“Canım sıkıldı temizlik yapıyorum.”. Belki deli
gözüyle bakarlar sana, belki de… Ama aldırma,
bir devrim başlatıyorsun sen şu anda.
Eskiden –şu an bazı yörelerde hala devam ediyor
bu gelenek- bir evin eşiğine bakarlarmış,
evlenilecek yaşta bir kız varsa bu eşikten
anlaşılırmış, kız, sabah erkenden kalkar eşiği
temizlermiş, bir nevi evin içindeki eşikte dile
gelirmiş. Hane halkının durumunun bile eşikten
anlaşıldığı
zamanlarmış.
Şimdi
eşikten
anlaşılmayı bırakın, içeri girip baksanız bile
anlayamazsınız hiçbir şey, tozlanmış ve
kirlenmiş her şey.
İçimdeki sıkıntı işte hep bu yüzden, dünya kirli
diye, dövünüp söylenirken, kapı-mın/nın
eşiğinin bile beni/seni gösterememesinden...
Canımızın sıkılması hep bu yüzden, benden,
senden, ondan, bundan, her şeyden.
Birbirimizin kurdu olmamızda bu yüzden,
evimizi kurt yuvası zannetmelerinden değil
bizim evimizi o hale getirmemizden.
Ne yapıyorum ben şimdi? Dünya her
zamankinden daha kirli değil mi? O mu kirli
yoksa içindekiler mi kirletmiş onun eşiğini?
Artık temizlik vakti! Benden, senden, bizden, her
şeyden gitme vakti…
hepimizin hiçbir
olmadığından…
şey
kadar
bile
değeri
İçimdeki sıkıntı işte hep bu yüzden…
Kendini bile kendisiyle yalnız bırakmaya korkan
insan –yani biz- neden böylesin? (Neden
böyleyim,
neden
böyleyiz?)
Vicdanımı
susturabilecek miyim böyle, vicdanımızı
susturabilecek miyiz böyle? Susacak mı?
Yapmam gerekeni yapmazsam, yapmazsan,
yapmazsak susar mı?
Ne yapmalı diyorsun değil mi? Sen mi diyorsun
peki bu söylediğini, yoksa vicdanının sesi mi?
Sessiz bir çığlık onunkisi değil mi? Sadece onun
duyabildiği bir çığlık! Artık vicdanımızın ellerini
bağlayıp, onu suya attıktan sonra dikkat et su
ıslatmasın seni demekten vazgeçme vakti! Sessiz
çığlıkları duyma vakti! İçinizde bir sıkıntının
giderek büyümesinin zamanın geldi. 9
Benim içimde bir sıkıntı var, canım sıkılıyor,
duramıyorum!
…
Temmuz, 2014
Zeynep Büşra ÜNSAL
Demem o ki, dünya da açlık, yoksulluk, hastalık,
savaş ve ölüm varsa bizden ve bizim bize
ettiklerimizden. Çocuklar ağlıyorsa bir yerlerde,
ellerinden şekeri alındığı için değil, anneler
babalar ağlıyorsa bir yerlerde bu herhangi bir
şeyi kaybettiklerinden değil! Benim yurt
olamayışımdan, senin yurt olamayışından,
“Müslüman” denilmiş bize. Neden denildiğini
düşündüğümde aklıma ilk önce dinimiz İslam olduğu
için her halde diyorum kendime, sonra ibadet ettiğimiz
için, diğer ümmetlerden farklı olduğumuz için… Ama
sonra görüyorum ki Müslümanlık bu değil, ben
Müslüman değilmişim meğerse! Müslüman, kendi
derdinden çok kardeşinin derdiyle dertlenen, onun için
üzülen, onun için gözyaşı dökenmiş. Müslümanlık bizim
9
bildiğimiz değilmiş. Yaratılanların en şereflisi olan biz,
kirletiyoruz artık kendimizi şerefle işlediğimiz
günahla/larla, yalnız işlediğimiz günahlardan sorumlu
tutulmayacağımızı unutuyoruz her şeyi unuttuğumuz
bu zamanda, çamurdan farkı olmayan yanımızla da
ortak oluyoruz -daha fazla kirlenmek için- şerefle
işlenen her günaha ve susturuyoruz vicdanımızı
dünyayı sen mi kurtaracaksın sanki dediğimiz her anda.
16
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
Yol uzun, misafirlik kısa...
yolculuğu
ve
orayı
hatırlatır.
Araştırmalar, planlar, dualar, manevi
bugün...
postalar... Ve o an geldiğinde; posta
dinlendirecek
kutunuza manevi mesaj düştüğünde
duraklara. Her bir insanoğluna onu
oranın fetihleri sizi çağırıyor demektir.
tanımlayacağımız
Fazlaca
Uzaklara,
gitmek
istiyorum
ruhumu
bir
özellik
Artık yapılacak tek şey gitmektir. Yola
nasibime
düşen:
çıkmaktır. Gezgin ruhunuz bir gün sizi
yolculuk. Bu kelime kalbimin hızlı hızlı
yola çıkaracaktır. Mutlaka ama mutlaka.
atmasına, yüzümde gülücükler açmasına
Fakat kimisi bunun farkındadır kimisi
neden oluyor. Hiç görmediğim yerleri
sadece bakanlardandır. Diyeceğim o ki;
sadece bir sırt çantası ve bir fotoğraf
yola çıkın, seyahat edin sıhhat bulun.
makinesiyle dolaşmak bu dünyada en
Gözleriniz Allah'ın ikramlarını arasın.
sevdiğim şey. Yol da yolculuk da nasip
Ruhunuzu geziye çıkardığınız her yolda
işidir her zaman. Hemen isteyince
güzel duraklar bulursunuz İnş. Yol uzun,
gidemezsin, gitmemelisin. Gönlünde bir
misafirlik kısa…
verilmiş.
Benim
ayrı
süre yer etmeli, aklını kurcalamalı, tabir
yerinde ise çağrılmalısın. İşte o zaman
tüm kapılar açılır sana. Aslında yolculuk
Safura Berika ARSLAN
çok kolaydır fakat bu kadar kolay
olmasının da bir zamanı vardır... İsfahan,
Tebriz, Tunus, Kahire, Ürdün, Fas,
İstanbul, Kırım, Endülüs... Ve daha
birçok yer. Bunlar tılsımlı kelimelerdir,
duadır anlayana, idrak edene. Allah
yeryüzünü gezin, dolaşın, ibret alın
dedikten sonra ne Bosna bize uzaktır ne
Kudüs ne de Fas. Bu diyarlar yüreğinize
kor olarak düştü mü artık kurtuluş
yoktur. Size her şey, herkes yolu,
17
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
ÖTEKİ-LEŞTİRDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
Hayranlıkla
bakıyorum,
nasıl
durabiliyor, hiç eğilmiyor, bükülmüyor
diye. Orada öylece durmuş. Dile gelip
konuşsa da anlatsa her şeyi, yaşadığını,
şahit olduklarını, şahit olmak zorunda
kaldıklarını,
baharını,
yazını
ve
hayatını.
Çocuklar saklambaç oynamak için
kullanırlardı en çok, ellerini yüreğinin
üzerine koyarak sayarlardı. 10, bir anne
oğlunu askere gönderiyor arkasından su
dökerek, su gibi git su gibi gel diyerek.
9, hafif ve sarı bir lamba yanıyor ve
ezan okunuyor ve sokaktaki evlerden
sesler gelmeye başlıyor. 8, kaptan, yine
içmiş, karısını ve oğlunu dövüyor. 7,
elinde sefer tası evinin reisini işe
uğurluyor. 6, mahallenin ninesi yine
kedileri toplamış başına, onlara et
veriyor. 5, delikanlı, sevdalandığı kıza
türküler söylüyor. 4, kış mevsimi, yeryüzünde
değil yüreklerde, savaş var şimdi gözünün
önünde. 3, Ali’nin annesi, Elif’in abisi ağlıyor,
Zat-ı hali benden kaç yaş büyük olan bu ağaç
beni
kendine
hayran
bırakıyor.
Nasıl
durabiliyor diye soruyorum kendime? Ağaç
geride bir tek biz kaldık, yalnız kaldık diye
beni duymuş olacak ki kulağıma sesler geliyor:
değil,
kavuşanlardan-
- Yalnız olduğuma bakma ve yalnız olduğumu
olamadık diye. 2, gelenler kadar gidenler var
sanma. Ben hiç yalnız kalmadım burada.
her yerde. 1, sağım solum sobe, saklanmayan
Yıllara şahit oldum, insanlara, hayvanlara ve
ebe!
birbirine bağlı olan hayatlara. Gözyaşlarıyla
ölenlerden
-Hakk’a
ortasında
sulandım hep, bazen bir ölü bazen yeni doğan
duruyorum yıllardır, etrafımda hiç ağaç yok,
bir bebek için dökülen, bazen anne bazen baba
Ben
bir
ağacım,
yolun
tam
hiç arkadaşım yok, herkes uzakta. Yalnız bir
ağacım ama yalnız değilim aslında.
için, bazen açlıktan, yoksulluktan, bazen
sevinçten, bazen insanın kendi kalbine söz
18
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
Kabuğuma
Beni de ötekileştirdiler. Ben onlardım, onlarda
imzalar attılar yıllarca, birbirine sevdalı
ben, beni kendilerinden uzak ettiler, yabancı
gençler adlarını yazarak, birbirinden nefret
bildiler. Aramıza, kavgalar, düşmanlıklar,
edenler dalımı budağımı kırarak.
kıskançlıklar,
geçirememesinden,
bazen…
Sarıldılar
savaşlar,
zulümler,
ölümler
gövdeme kim olduklarını bile bilmediğim
koydular, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de
insanlar,
beni bunlara şahit ettiler. Beni kendilerinden
sarıldılar
gövdeme
kimsenin
sarılmadığı insanlar. Kim olduğunu bilmediğim
insanlar geçti önümden yıllarca, bazen bir
düğüne bazen bir cenazeye. Hayatım, önümden
geçenlerin ritüel haline getirdikleri hayatlarını
ayrı bildiler. Beni burada bırakıp gittiler.
- Hayran olma bana, hayran olunacak bir
yanım yok nasılsa! Şimdi en uzun cümlem sükût.
Ve konuştuğum kadar susacağım artık onlara.
izleyerek geçti.
Nasıl hayran olmam, olur, mu öyle şey ağaç?
- Kimseye zarar vermedim. Birbirine zarar
Sen
verenleri izlemekten ölmeyi istedim. Çok
ötekileştirenleri
konuştum, herkes beni duysun istedim. Uzun
ötekileştirmemişsin
sarılmaları
bile.
için
kimseyi,
Dalını
kucak
seni
kıranlara,
açmışsın,
seni
uzun cümleler kurdum ama bir an bile
duymayanlara en uzun cümlelerini harcamışsın,
dinlenmedim.
kaçıp gitmemişsin hep onlara bakmışsın.
- “Ben” diyenlere şahit oldum. Önce “ben”
Bırakmamışsın onları, yalnızlığı göze almışsın.
dediler sonra, “sen”, “o”, “bu”, “şu” diye
Göğe doğru uzanıp onları gölgene almışsın.
herkesi etiketlediler. “Ben varsam, sen, o bu şu
Bırakmamışsın hiç kimseyi, seni bırakıp
olmak zorundasın, ben varsam hep benden ayrı
gidenleri bile. Ben yapamam bunların hiçbirini,
olansın!” dediler. Ötekileştirdiler birbirlerini,
dayanamam,
durmadan ve yorulmadan. Kavga ettiler, beni
incindiğim kadar kırarım incitirim, ağladığım
de kavgalarına ortak ettiler. Bazen benimle
kadar
bazen benim için bile kavga ettiler.
ötekileştiririm.
- Hep konuştular ama hiç dinlemediler
birbirlerini.
öylece
ağlatırım.
duramam.
Kırılıp
Ötekileştiğim
Yalnız
bırakıldıkça
kadar
yalnız
bırakır, terk ederim, giderim. En sonunda
biterim. Senin gibi bir ağaç olabilsem ve
ötekileştirmesem kimseyi. Senin gibi uzun
-En çok çocuklar anladı beni, çocuklar duydu
cümlelerim olsa. Beni duysunlar diye sussam
ve çocuklar konuştu benimle. Ama sonra bir
ve sessizliğim en uzun sükûtum olsa.
şeyler oldu onlara da, saklambaç oynamayı
bıraktılar, ellerini yüreğimden çektiler, yalnız
bıraktılar
beni.
“Oradaki”
ağaç
ettiler.
Yakındım onlara uzak ettiler kendilerini bana.
Bir ağaç olabilsem, senin gibi bir ağaç…
Haziran 2014
Zeynep Büşra ÜNSAL
19
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
Geçmeyecek
okuyan bir duygu. Adını unutuyorsun, ismini
unutuyorsun belki kendini de unutuyorsun ama
Akreplerle başa çıkmak zor. Hepsi ileri gidiyor
sen geri vurdukça. Bir yelkovanın kanatlarında
unutuyorsun
başıboş
zamanı
dolaşıyor
büsbütün,
umutlarında
saniyeler
ve
sen
kaybediyorsun benliğinde kopan fırtınaları.
Hemen peşinden acımasız bir rüzgâr vuruyor
pencerenin camlarına, tık tık tık. Sen kim
aşk hep kalıyor evinin başköşesinde. Dünya
değişiyor, kıyafetlerin ve tarzın değişiyor,
yediklerin-içtiklerin, belki etrafındaki herkes
değişiyor fakat aşk, her zaman kalıyor seninle.
Aklına geldikçe, ya da aklına gelmesini
istedikçe
soruyorsun
kendine,
biliyorum.
Hiçbir şey geçmedi değil mi? Geçmeyecek.
olduğunu sormadan tanıtıyor kendini, içini
ürperterek. Her şey bir rüya olsa diyorsun ama
bu senin için tek gerçek, diyor. Hatırlatıyor
sana, akreplere yelkovanlara inat geçmişin tüm
silinmeye yüz tutmuş hatıralarını ya da silmek
için çabalayıp da bir çizgiyle kapatmaya
çalıştıklarını. Ve yüzüne ince bir çizgi daha
ekliyor ardından, belki birkaç tel beyazlık daha
ve sen kapatıyorsun pencereyi rüzgârın yüzüne.
Hiçbir bir şey geçmedi değil mi? Geçmeyecek.
Geçmeyecek, biliyorum ve biliyorum aşkın hep
yanı başımda ağıtlar yaktığını. Biliyorum bir
kıvılcımla kalbimdeki buruşuk kâğıtların alev
aldığını ama ne yapabilirim? Size anlatıyorum
ki bunları, asla bana benzemeyin. Ya da
benzeyin, kimin umurunda. Bir gece vakti
dikilecek karşınıza aniden sokak köpekleri ve
sizin
sığınabileceğiniz
tek
kanat,
sokak
lambasının ışığı olacak. Korkacaksınız yalnız
oluşunuzdan. En iyisi mi kafanıza bir silah
Bir film açıyorsun belli belirsiz duygularını
köreltmek için ve belki sessiz notalara
bürünmüş bir müzik dinliyorsun şimdi. Aklın
bilmem kimin gözlerine takılı kalmış duruyor
dayayın ve parmağınızı koyun kafanızla
namlunun arasına. Diğer elinizle yüklenin
tetiğe. Sonuç; ölüm değil aslında, işte şimdi
unuttunuz ve geçti...
oysaki farkındasın. Ardından bir kahraman
çıkıveriyor
karşına
ve
öpüyor
sevdiğini
zamanın tüm şehvetiyle. Ya da müzikteki kadın
sana diyor ki; bırak aşkın kollarını çekiştirmeyi,
Ağustos, 2014
Durmuş YALÇIN
sen güneş kadar yakın ol yıldızların evlerine.
Belki anlam veremiyorsun ama aynı duyguya
gark ettiriyor seni bunlar, mutsuzluk. Belki,
umutsuzluk ve sonuç aşk. Yıllara meydan
20
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
YETER Kİ GEL
Hüzünlü bir pazar günü gel
Akşamüzeri kimse olmasın
Sadece selamını ver
Hiç gitmemişsin gibi
Ya da ben bir rüya görmüşüm gibi
Konuş anlat gözlerinin perdesinin nerede
yırtıldığını
Çehrendeki sükûneti nerede kaybettiğini
Ya da sen zahmet etme ben söyleyeyim
Sensiz gündüzlerin bile ne kadar karanlık
olduğunu
Hüzünlü bir pazar günü gel
Akşamüzeri kimse olmasın
Yanında bir bavul ve sen
Bana ve yalnızlığıma selam ver
Önemli değil; boş ver nezaket olmasın
Konuş anlat bana bensiz geçen zamanı
Sana nasıl yetmeyip gidişini
Söyle sevmediğini ama pişman olduğunu
Ya da sen zahmet etme ben söyleyeyim
Gitmenle hüznünde kayboluşumu
Hüzünlü bir pazar günü gel
Yeter ki gel...
H. İbrahim ÖRGEN
21
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
İmtihanı kaybetmenin acısı ile yığılıp kaldım...
ÜŞÜYORDUM!
Yıkıldım…
Yoruldum…
Üşüyordum!
…
Yüreğim cehennemin o en yakıcı hali ile
kavrulurken ben üşüyordum…
Korkuyordum!
Yaşamaktan, güvenmekten, sevmekten…
Öyle yaşamlar, öyle insanlar vardı ki hayatımda
çakıl taşı misali…
Hep ayağıma takılan… Hep bir adım daha
gerilememe sebep olan… Hep canımı yakan…
Ve öyle hatalar yapıyordum ki bir anlık gaflet
ile…
Secdeye varıp da af dileyememenin azabı ile
yanıp kül oldum…
Vefa gösteremedim hayatıma…
Ey beni benden edenler!..
Beni benden uzaklaştıranlar…
Yeter! Bırakın artık peşimi…
Paramparçayım...
Savruldum, bittim, tükendim…
Ey günahlarım!
Azad edin artık beni cehenneminizden…
...
Ve artık üç noktalar koydum ömrümün
sonuna…
Hüzne büründü yüreğim…
Dua edememenin acısı ile kavruldum…
İhanet ettim kendime, Rabbim’e, yaşamıma,
ömrüme…
Rabbim rahmetine sığınıyorum…
Gözyaşlarım temizlemedi,
kömür karası kalbimi…
Affına sığınıyorum…
temizleyemedi
Huzuruna varmaya yüzüm yok Rabbim!..
Kapında, eşiğinde kıtmirim…
Hicret edemedim Sana...
Yığılıp kaldım günahlarım arasında…
Beni affeyle…
Çok üşüdüm Rabbim !
Ölüm geldi aklıma, hesap geldi… Ve ben kor
ateşler içinde çok üşüdüm…
Kapkara yüzüm
huzuruna…
ile
nasıl
Affeyle Rabbim!..
çıkacaktım
Senden nasıl af dilenecektim…
Ne yüzle “ Rabbim beni affeyle” diye rahmet
bekleyecektim…
...
Canım hiç bugünkü kadar acımamıştı…
Şubat, 2014
Hümeyra TARHAN
Hiç bu kadar üşümemiştim…
22
EDEBİYAT KIRAATHANESİ
R4BİA beş harf üç hece
İnsanlık susmakta gece içinde gece
H. İbrahim ÖRGEN
23
ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ
www.ekiraathane.jimdo.com
@ekiraathanesi
[email protected]
ekiraathane