AĞUSTOS 2014 YIL:1 SAYI:4 ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ AĞUSTOS 2014 SAYI:4 KÜNYE YAZARLAR Genel Yayın Yönetmeni Durmuş YALÇIN DURMUŞ YALÇIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürleri H.İBRAHİM ÖRGEN Eyüp TEKİN HÜMEYRA TARHAN Neriman TULGAR NERİMAN TULGAR Editör SAFURA BERİKA ARSLAN Zeynep Büşra ÜNSAL YAVUZ SELİM SOYDAŞ Tasarım ZEYNEP BÜŞRA ÜNSAL EDEBİYAT KIRAATHANESİ www.ekiraathane.jimdo.com Yazışma adresi: @ekiraathanesi [email protected] ekiraathane Dergimizde yayımlanan yazıların her türlü telif hakları yazarların kendisine ve/veya temsilcisine aittir. Yazarların izni alınmadan kopyalanması veya kullanılması yasaktır. Copyriht@edebiyatkıraathanesi [email protected] Çayın suyunu koyun, geliyoruz. “Niçin yazıyoruz? Nedir amacı kalemi elimize alışımızın?” 1 Pakdil 1969’da sormuş bu soruyu. Bir yanıtı var mı bilmiyorum, bir yanıt bulabilir miyim? Belki. Yanıtı olsun ya da olmasın, bu soru sonsuza kadar sorulacak. Ve herkes boş dursa da kalem boş durmayacak. … Aslında kalemi elimize almıyoruz, kalem bizi eline alıyor ve yaz diyor. Şiir yaz iki dize, deneme yaz gönlünden geldiğince, hikâye yaz anlatılsın diye… Yaz kendini, yaz bildiklerini, bilmediklerini, yaz her şeyi ve hiçbir şeyi… İçinde kopan fırtınaları, kopmaya hazır olanları bile, hissettiklerini, hissedip de söyleyemediklerini, unuttuklarını, unutmaya kıyamadıklarını, görmek istediklerini, görmek istemediğin halde gördüklerini, görmediklerini, boğazına düğümlenip de söyleyemediklerini… Dile getir, dile getirmediğin her şeyi. … Yazmak, bir eylem mi sadece? Yazmak bir isyan 2. İsyanın ahlaka dönüştüğü zaman, denize atılan bir şişe gibi, boşalt içine, içinden geçen her şeyi. Denize atılan bir şişe gibi, at sen de her şeyi, her şeyini. Bulunup bulunmayacağını düşünmeden, bulunduğunda açılıp açılmayacağını bilmeden. Ayırma insanları ikiye, üçe, beşe, beni anlamadılar, anlaşılamadım deme, anlat her şeyi, sen anlat kendini, önce sen anla seni. Ve yaz bütün bu olup bitenleri, isyan et! ... Şimdi her şey daha kolay değil mi? Hiçbir şey kolay değil, olmayacak, olmamalı. Anlamı kalmaz o zaman. Haydi, anlamı bulma vakti! Çayınızı demleyin şimdi, biz geldik. İnce belli bardağınızı alın ve okuyun bizi. Çaya edebiyat atmanın zamanı geldi. Bir sonraki sayıda görüşünceye dek, çayınızın eksik olmaması dileğiyle… Zeynep Büşra ÜNSAL - Editör Birinin sadece yazılarını okuyarak âşık olabilir misiniz? Olamazsınız, ama bu kişi Nuri PAKDİL ise Mecnun olmaya hazırsınız. bkz. Nuri PAKDİL – Kalemin Yükü. Edebiyat Dergisi 1969 (1). 2 İsyan deyince ne geliyor aklınıza, kötü bir şey mi bu isyan dedikleri? Kim bilir belki? Ama ya değilse, o zaman ne yapacaksınız. Ben söyleyeyim, okuyacaksınız. bkz. Nurettin TOPÇU – İsyan Ahlakı. 1 5 Sürgün | Öykü Yavuz Selim SOYDAŞ 11 Farklıyım Farklı! | Deneme Neriman TULGAR 17 Yol Uzun, Misafirlik Kısa... | Deneme Safura Berika ARSLAN 20 Geçmeyecek | Deneme Durmuş YALÇIN 14 İçimde Bir Sıkıntı Var! | Deneme Zeynep Büşra ÜNSAL 18 Öteki-leştirdiklerimizden misiniz? | Deneme Zeynep Büşra ÜNSAL 21 Yeter ki Gel | Şiir H.İbrahim ÖRGEN 23 Rabia | Şiir H.İbrahim ÖRGEN 22 Üşüyordum! | Şiir Hümeyra TARHAN EDEBİYAT KIRAATHANESİ kapağını bile açmamıştı belki ama okuyacağı Sürgün şey o küçük sürgünün hikâyesi olmalı, olsun diye geçirdi içinden. Meraklı bakışlarını Kırmızı kelebek bir toka ile topladığı altın sarısı saçlarını tel tel dağıtan rüzgâra aldırış etmeden, ağaç dallarının gölgesinde, bankta oturmuş elindeki kitabı inceliyordu. Kitap yeniydi dizginledikten sonra “Hadi bakalım senin niye bir adın yokmuş” diyerek okumaya koyuldu adının yıllar önce Kapak resminde yan yatmış bir ağaç, kalın ve uzun gövdesi boylu boyuna uzanmış; etrafında kimsecikler yok, bütün dalları kırılmasına rağmen bir dalı hala dik ve canlı. Ağacın dallarının kurumuş, solgun renginden çok önceden yıkıldığı anlaşılıyordu. Yerde etrafını saran otlar ve çayır çiçekleri mevsimin bahar başları olduğunu işaret eder gibiydi. Ağaç gövdenin toprakla buluştuğu kısma yakın bir yerden kırılmış ama tam olarak kopmamıştı. Bu yıkılışın doğal bir görüntüsü vardı “herhalde rüzgâr yıkmıştır” diye içinden geçirdi kız. Yazar kitaba bir isim de vermemişti. Belki de bu yüzden almıştı kitabı, bu yüzden bu kadar ayrıntısıyla inceliyordu. İsimsiz kitaba bir isim arar gibi inceledi kapağını. yatmış gövdesinden gelmişti. Eşyalarını … Gece otobüsüyle dolabına özenle yerleştirmeye başladı. Normalde bu kadar düzenli biri değildi aslında ama ne olsa ilk gündü en azından bir seferlik de olsa düzenli olsam fena olmaz diye düşündü. Babasının her yaz dönüşünde sırasını bile unutmadan çınlatırken ettiği bir tembihler yandan da kulaklarını ıslık çalarak yerleştirdi hepsini. Kitapları okuyacağı sıraya göre rafa dizdi. Beş yıl önce Büyükada’da çekilmiş aile fotoğrafı masa lambasının yanında yerini aldı. Küçük kardeşinin yazın lunaparkta çekilmiş fotoğrafına baktı. Cingöz bakışlarıyla sanki izlendiğini hissetmiş gibi gülümsüyordu. Bir eline dondurma diğer eline kâğıt helvayı almış; ağzının kenarları kakaolu dondurma ile boyanmıştı. Kâğıt helvayı tutan elindeki Kıyafetiyle uyumlu ojeli tırnağıyla ağacı yan olduğunu bilmeden… kapağında çizgiler dahi oluşmamış parlak ciltli gıcır gıcır yani. Basım tarihi de çok yakındı. verilmiş köküne künyesi güneşte parlıyor ama üstündeki isim doğru okunmuyordu. Bahçıvan pantolonunun içinden dikkatlice takip ettiğinde; kırığın bir adım kadar giydiği beyaz badinin üzerindeki dondurma yanında, uzun otların arasından başını uzatmış lekeleri ve kâğıt helvadaki minik diş izlerine minik bir sürgünün parladığını gördü. İki baktı. kozalak üst üste konulsa onun boyundan daha uzun olurdu. Yeni doğmuş bir bebek kadar masum ve sevimli görünüyordu. Henüz kitabın “Daha şimdiden özledim seni kerata” diyerek öptükten sonra diğer fotoğrafın 5 EDEBİYAT KIRAATHANESİ çaprazında konumlandırıp eşyalarını yerleştirmeye devam etti. Onun için sıradanlaşmıştı artık bu işler; yaz biter okul başlar, sınavlara girilir gezilir, okul biter eve gidilir vs. ama okuma heyecanı taptaze bir alev gibi hep parlaktı içinde. Edebiyat bölümünü de bu yüzden seçmişti, kendi isteği ile. Aynı ıslıkla odanın içindeki birkaç turdan sonra duş alıp yatağına uzandı, tavandaki ucuz sıvadan kalma girinti çıkıntıları izlerken düşünmeye daldı. Mis gibi çiçek kokan çayırları, annesinin narin elleriyle ince odunları semavere tıkıştırmasını, havanın karardığını haber veren ateş böceklerini, yanı başında toprağa gömülmüş taşları sessizce okşayarak akıp giden küçük dereyi, rüzgârın ritmine hışırtılarıyla eşlik eden kavak ağaçlarını zihninde canlandırdı. Eline bakıyor, elinde bir parça tandır ekmeği küçük bir ısırık alınmış, aslında alınabilecek en büyük ısırıktı küçük Gözlerini açtığında saat sabahın yedisi olmuştu. Hazırlandıktan sonra okula gitmek üzere evden çıktı. Derse tam vaktinde yetişmiş ve her zamanki yerini çoktan almıştı. Ders çıkışında bahçede muhabbete daldılar. Kimi yazın yaptığı inanılmaz tatilden bahsederken, kimi de nasıl yerde, diziyle bileğinin arasında sivrisineklerin hediyesi küçük kızarıklıklar gözüne çarpıyor devamında da beyaz ayakkabıları. Gözlerini yerden alıp karşıya bakıyor, annesi elindeki son çalı parçasını da ateşe attıktan sonra onunla göz göze geliyor, gülümsüyor inci gibi dişleri parlayarak. Bu sıcak gülümseme eşliğinde ekmeğinden bir ısırık daha alıyor, sonra rüzgârda uçuşan otlar ve sonra… ... geçirdim diye hayıflanıyordu. Onun anlatacakları sınırlı ve sıradandı birçoğuna göre. Çimlere uzanmış ve tatili kendi deyimi ile “king” geçmiş olan; bronz tenli, kirli sakallı arkadaşı: “Sen de harika kitaplar okudun dimi kanka” dedi gözlerini kısarak, etkileyici daha doğrusu alaycı ses tonuyla. Alınmadı, hoşuna gidiyordu bu durum “tavsiye ederim dostum” diyerek tatilin tahmin edildiği gibi geçtiğini onayladı. Babasının zengin kütüphanesini sonuna kadar kullanıyordu. Evdeki kitapları önce okuma sırasına göre dizer belli bir hedef koyar ve sırasıyla okumaya başlardı. ağzına göre. Minderin üstünde ayaklarını uzatmış buz mavisi kısa pantolonunun bittiği boşa ... Arkadaşlarından ayrılmış kampüsün batı yakasındaki yüzme havuzuna giderken ağaçların altında kitap okuyan kız dikkatini çekti. Elindeki kitaba öylesine dalmıştı ki rüzgârın notlarını bankın dibine düşürdüğünü fark etmemişti bile. Rüzgârda uçuşan notlara daha fazla kayıtsız kalamadı ve yerden topladıktan sonra kıza uzattı “pardon notlarınız düşmüş de” dedi gülümseyerek. Kız başını kitaptan kaldırıp bir anlık şaşkınlıktan sonra kitabı kapatıp ön yüzünün üstüne banka bırakırken çocuk kitabı takip edip tekrar 6 EDEBİYAT KIRAATHANESİ bakışlarını kıza yöneltti. Karşısında dikilen çocuğa baktı sade ama şık giyimli, koyu kot pantolonun üzerine siyah ‘v’ yaka bir badi giyinmişti. Atletik yapısı ve sırtındaki çanta sporu sevdiğini tahmin etmek için yeterliydi. Zümrüt yeşili gözleri ve yeni tıraş edilmiş yüzü güneşte parlıyordu. Siyah orta kalınlıktaki kaşları ve burnu yüzü ile orantılı, yakışıklı, temiz yüzlü bir delikanlı görüntüsü vardı. Gülüşü de hiç fena değildi. Kız bu kısa süreli duraksamadan sonra uzanıp elinden notları aldı, teşekkür etti ve onun spor binasına girişini izledi. Çocuk kızı çok fazla incelemedi yardım -” Beni hatırladınız mı?” diye başladı. Hani bahçede notlarım düşmüştü…” -” Aa evet evet kitaba öylesine dalmıştın ki gözün bir şey görmüyordu” diye sözünü kesti tebessümle.” Kız kendini tanıttı heyecanla. İngilizce öğretmenliğinde okuyordu. Tam bir edebiyat aşığıydı elinde kitapları, dilinde şiirler… Karşılıklı birkaç cümleden sonra konu edebiyata, yazılarına, şiirlerine geldi. Hayran gözlerle izlemişti kız o gün onu. İki aydır muhabbetleri çok ilerlemiş karşılıklı kitap etti ve gitti o kadar. Ama o anlarda ikisinin de önerileri, buluşmalar, edebi metin okumalar farklı merakları vardı. Kızın ki: “çocuğun ismi derken aralarındaki bağın adı konulmuştu neydi, kimdi?” Çocuğunki ise : “böylesine gömülüp okuduğu kitabın adı neydi?”. Dönüp sormadı, kız da onun çıkmasını beklemedi… sayfaları sonbaharda dökülen yapraklar gibi çevrildi. Gözler güneşin dünyayı izlemesi gibi sayfalarda gezindi mevsim mevsimi kovaladı ta ki bahar gelene kadar. Kız aynı ağacın altında banka düzenlediği bir etkinlikte görmüştü onu yeniden. Konuşmacı, “hali hazırda dergilerde şiirleri ve yazıları yayınlanmış olan edebiyat aşığı” diye anons etmişti onu. Beyfendi duruşu ile kürsüye geldi selam ve saygılarını sunduktan sonra kısa bir özgeçmiş sunumu yaptı. Sonrasında ise son şiirini okudu akıcı ve etkili sesiyle. Artık onunla tanışmalıydı bu kez cesaretini topladı ve program bitiminde yanına gitti. bekliyordu. “Sana bir sürprizim var demişti.” zümrüt gözlü edebiyatçı. Çocuk çaprazındaki patikadan gelirken ... Kitap aslında. Kız yine aynı yerde elinde kitap onu duraksadı ve onu izlemeye başladı. Aylar önce de aynı yerde oturan aynı kıza baktı. Bu kez sadece gelip geçen olarak değil ayrıntılarıyla görmek istedi bu güzel tabloyu. Kendine de kızdı o gün böyle bakmadığı için ve ayların onsuz geçmesine neden olduğu için. Güneşte parlayan altın saçlarına baktı tel tel rüzgârda salınışını izledi sessizce. İnce kalem kaşlarına, sonra hemen altındaki üzüm karası gözlerine, uzun kirpiklerine iyice baktı sanki ağır çekimde işliyordu her şey. Elindeki kitabın sayfasının çevrilişi dakikalar alıyor gibiydi. Saçları yine arkadan toplanmış, hediye ettiği zümrüt yeşili küpeleri takılmış, nasıl da yakışmıştı. Üzerinde baharın gelişini müjdeleyen kır çiçekleriyle 7 EDEBİYAT KIRAATHANESİ bezenmiş kısa kollu bir elbise, kolunda ince arkadaşlarıyla laflamayı çok sever. Aslında altın kaplama kordonlu saati… İsmi gibiydi benim sanki bahar onun adına yakışmak için gelmiş tanıştıracaktım gibi. Hemen arkasındaki akasya ve ıhlamur edebiyatçıdır.” Kız hiç konuşmadan heyecanla çiçeklerinin kokuları eşliğinde şu birkaç saniye ve dikkatle dinledi laf aralarında başını ona mevsimi yaşatmıştı sanki. sallayarak. O kadar sevinmişti ki aşk dolu Anın tadını çıkarmak isteyen ağır adımlarla geldi, usulca yanına oturdu selamlaştılar. Derin derin baktılar birbirlerinin gözlerine daha önce hiç bakmamış gibi hiç görmemiş gibi… Kitap önerme sırası kızdaydı ve aklına şu gizemli kitap geldi; evden çıkarken çantasına atmıştı. “Çok güzel bir kitap konusu da çok hoş, bir sıcacık sana sürprizim öpücük örnek yanağında acıklı bir hikâye. Ama adı yok maalesef. ”diyerek uzattı. konuştuğumuzda ” bunu Hatta seninle okuyordum” buydu. aldığım yerini Sizi bir almıştı çocuğun. Kızın yüzünü ellerinin arasına aldı uzun uzun baktı; gülüşünden yaptığı bir sandalla sabahın ilk ışıklarıyla aşk okyanusuna açılmış bir kâşif gibi, o tertemiz aşk kokusu son nefesi olacakmış gibi derin derin içine çekti bakışlarını… ... ormanın dünya olduğu ağaçların konuştuğu, âşık olduğu, öldüğü ilginç ama bir o kadar de Anlaştıkları gibi akşam yedi buçuk sıralarında sahilde buluştular. Bahar rüzgârı ilk yüzlerine tatlı tatlı esiyordu. El ele kafenin dedi yolunu tuttular. Kız çok heyecanlıydı bir o kadar da merak içindeydi. Sahile yakın biraz iç tebessümle. Çocuk o gün sormayı unuttuğu kitabı eline aldı. Dikkatle inceledikten sonra kıza dönüp “Bu kitabı okumuştum. Hikâyesini dinlemek ister misin?” dedi. Kız heyecanla oturuşunu düzeltti pür dikkat dinleme pozisyonu aldıktan tarafta bir kafeye girdiler kız daha önce buraya hiç gelmemişti şirin bir yerdi. Duvarları antika eşyalar süslemişti, günümüzde kullanılmayan gereçler; eski bir tüfek, eski balıkçı ağları, bakraç, tabak çanaklar, süs eşyaları… sonra ” Nasıl yani biliyor musun? Tabi ki Küçük masaların üzerinde bakır tepsiler ve dinlemek isterim lütfen! Aylardır bunu merak etrafında tabureler, sağ tarafta köşede de bir ediyorum ben.” dedi. sedir vardı. Sedire geçip oturdular. Garson gelip Kızın gözlerinde merak ve heyecanın dans edişini izledi çocuk. “Ama ben değil tanıdığım birisi var o anlatsın sana, şansın varmış ki bu hafta İstanbul’da olacakmış. Üsküdar’da bir kafede akşamları oturup sipariş alırken kendilerine içecek bir şeyler söylediler. Çocuk saatine baktı sekiz olmak üzereydi. “Bir de orta şekerli kahve lütfen” dedikten sonra yanında oturan kıza dönerek ” Hep tam vaktinde gelir” diye ekledi. Kız içinden bu kadar yakın tanıyor demek ki diye 8 EDEBİYAT KIRAATHANESİ geçirdi. Daha siparişler içeriye bile iletilmemişti ki adam kapıda göründü. Uzun boylu ve geniş omuzlu, üstünde kışın bittiğinden emin olamadığını anlatan uzun bir pardösüsü vardı. Siyah çerçeveli gözlükleri, ak düşmüş şakakları, alacalı bıyığı ile karizmatik ve olgun bir görüntüsü vardı. Etrafına bakınmadan direkt onlara doğru yöneldi çocukla samimi bir sarılmadan ve selâmlaşmadan sonra ” Merhaba kızım ben "Şimdi konuşma sırası bende sanırım" dedi. Kitabı eline alıp derin bir iç çekti, gözleri buğulandı. Biraz önceki gülen adamın yerini hüzünlü, tepesine karlar yağmış bir dağ aldı sanki. Kahvesinin son yudumunu aldıktan sonra suyunu içti ve anlatmaya başladı. “Bahar aylarının henüz başlarıydı. Karımın doğumu yaklaşmış hastanede bekliyorduk. Gündüz vakti hava çok açıktı; gökyüzünün Nihat, kerata senden çok bahsetti bana mavisi pırıl pırıldı; çiçek kokularını taşıyan ılık anlattığından da güzelmişsin” dedi çocuğun rüzgâr pencereden içeri doluyordu. Karım çok saçlarını karıştıran tatlı sert bir okşama ile. İsim başta bir anlam ifade etmemişti. Kız bir anlam veremeden kahve bakır tepsideki yerini aldı. Çocuk kitabı çıkarıp göstererek “En güzel okuyucunuz Nihat bey, Bahar kitabınızın ismini çok merak etmiş ben de en iyi sahibi bilir diye düşündüm.” dedi ve adama bir bakış attı. Kızın kalbi ağzında atıyordu sanki nasıl yani Nihat Karahanlı mı? Kitabın yazarı mı? severdi baharı özellikle de bu yeniden dirilişin kendini izlettiği dönemleri. O kadar mutlu ve heyecanlıydı ki… Akşama kadar bekledikten sonra gece yarısına yakın bir vakitte doğumhaneye aldılar. Saatler süren doğum bir şeylerin ters gittiğini düşündürse de kötü şeyler aklıma dahi gelmiyordu. "Ya da ben gelmesini istemiyordum bilemiyorum.” İnanamıyordu bu nasıl olabilirdi ki. Önündeki Sudan bir yudum daha aldı, ikisi de ilkokul meyve suyundan bir yudum aldıktan sonra bir öğrencileri gibi sessizce pür dikkat onu adamın bir çocuğun yüzüne baktı şaşkın şaşkın. dinliyordu. Çocuk daha önce defalarca dinlemiş ” Nan.. na.. nasıl yani? Siz… “ olsa da yine aynı dikkatle dinliyordu. Devam - “Yoksa ona söylemedin mi?” diye güldü sesini adam. Çocuk gülerken kaşlarını kaldırarak “hayır” dedi konuşmadan. “Sürpriz yapmayı pek bi sever bizim bu kerata” diye devam etti adam. Kız hala tam olarak anlamamıştı ne olduğunu, bakışlarından belliydi. etti : ” Bir süre sonra içeriden bebeğin ağlama duydum sevinmemiştim, hayatımda içimi öyle hiç bir o kadar mutluluk sarmıştı ki anlatamam. İlerde o ağlama sesinin gecelerimi mahvedeceğini bilemezdim tabii dedi. Zorlama bir gülüş ile. Ama bu fazla uzun sürmedi. Doktor dışarı çıktığında kimse mutlu değildi. Başta anlayamadım ama anlattılar 9 EDEBİYAT KIRAATHANESİ zaman durmuş gibi sadece doktorun ağzı şuradaki küçük sürgünü gördün değil mi? Kız hareket ediyor gibi.” O anı tekrar yaşar gibi sadece evet anlamında başını salladı. “İşte sen oldu gözleri dolu doluydu hepsinin, bakışlarını onu tanıyorsun kızım hem de kitabı okumaya yere dikip belli etmemeye çalıştı. başladığın ilk günden beri. Elini oğlunun “Doğumun zor geçtiğini, kanamanın fazla olduğunu, ellerinden geleni yaptıklarını değişik tıbbi terimlerin olduğu cümlelerle anlattılar. İnanamadım, girdiğimde görmek bütün istedim. güzelliği ile Yanına uzanmış uyuyordu. Hemşire battaniyeye sarılmış bebeği kollarıma verdi. Kendini göstermek istercesine minik elleriyle battaniyeyi çekiştiriyordu. Kokladım tıpkı bahar gibiydi kokusu. Bebeği götürdüler. Karımın alnından öptükten sonra dizlerimde bir acı hissettiğimi hatırlıyorum uyandığımdaysa koluma serum bağlandığını gördüm. Bayılmıştım.” Kız kitabın adını çoktan unutmuş bu gerçek hikâyeye verecek isim bulamıyordu, yaşlı gözlerle dinlemeye devam etti. " Uyandığımda hepsinin rüya olmasını dilesem de değildi maalesef. Pencereden dışarıya baktığımda ağaçları kıracak kadar şiddetli bir fırtına vardı…" Bir süre sessizlik oldu, hepsi ağlamış sadece burunlarını çekişleri duyuluyordu. Genç âşıklar elleri kenetlenmiş bir biçimde, yaşlı gözlerle çaresizliğin hikâyesini dinlemişlerdi. Adam sedirde arkasına yaslandı gözlerinin buğusunu omzuna atıp kendine doğru çekti, sarıldılar Devam etti: “Adının ‘Umut’ olduğunu da söylemiştir herhâlde” diye espri yaptı gülüştüler. Kızın yaşadığı şaşkınlık, hüzün, mutluluk hepsi birbirine karışmıştı. Umut’un zümrüt gözlerine bakakaldı ve bir kere daha aşık oldular birbirlerine. O gün uzun uzun muhabbet ettiler, anlatılacaklar ve yaşanılacak bir ömür vardı önlerinde daha… ... Umut eve döndükten sonra masanın üstündeki aile fotoğrafını eline aldı, yatağına uzandı. Babasının sonradan evlendiği ve ona halâ anne dediği kadına minnettardı, ona annelik yaptığı ve bir kardeş verdiği için. Sonra tavana baktı hiç görmediği annesini hayal etmeye çalıştı. " Çayır çiçeklerinin kokuları, kuş sesleri, rüzgârın ağaçları dans ettirişi… Gözlerini yerden alıp karşıya bakıyor, annesi elindeki son çalı parçasını da ateşe attıktan sonra onunla göz göze geliyor, gülümsüyor inci gibi dişleri parlayarak. Bu sıcak gülümseme eşliğinde ekmeğinden bir ısırık daha alıyor, sonra rüzgâr… Rüzgârda uçuşan otlar, kırılan ağaçlar ve sonra…" “Her bahar bir başlangıçtı; her sürgün ise yeni bir umut…” sildikten sonra devam etti: Gelelim senin soruna küçük hanım dedi kitaba bakarak. Dikkatle incelediğine eminim, Yavuz Selim SOYDAŞ 10 EDEBİYAT KIRAATHANESİ Farklıyım Farklı! Aslında bu söz böyle değil. Orhan Gencebay’ın “Haklıyım haklı” ifadesi geçen “Sen De Haklısın” şarkısının sözleri üzerine yapmış olduğum küçük bir nazire. Mesele haklı olmak değil yani, farklı olmak! Yıllar önce çok sevdiğim bir arkadaşımdan duymuştum bu sözü. “Biliyorsun, ben farklıyım biraz.” (Sanırım bu yazıyı kazara okuyan tüm arkadaşlarım “Acaba ben mi demiştim?” diye ısrarla bu anlamda bir farklılık olmadığını söylemek istediğimi anlayacaksınız. Birkaç tane örnek verirsem bana hak vereceğinizi umuyorum. Hadi son dönemden verelim örnekleri. Mesela şallı hanım kızlar, eşarplı hanım kızlar, hem şallı hem eşarplı hanım kızlar, şalın üstüne gözlük takmayı seven hanım kızlar ya da tam tersi bunu saçma bulan hanım kızlar, şalın üstüne gözlük takıp fotoğraf çekilmeyi gösteriş şeklinde nitelendiren hanım kızlar, fotoğraf çekilirken gözlüğünü koyacak kendine bir defa soracak.) Evet, ne diyorduk? yer “farklı olmak.” Bu ifade, o zamana kadar hiç koyan hanım kızlar, yazma takmayı seven dikkatimi çekmemişti. Sağ olsun o arkadaşım, o sözü ile dikkatimi bu yöne kaydırdı. O günden sonra sokakta, evde, konserde, tiyatroda, okulda velhasıl umumi her yerde insanları dikkatle inceler oldum. İlk zamanlar herkesin ne kadar farklı olduğunu gördüm. Sonra insanları incelemeye devam edince bir yerden sonra Piaget’nin bahsettiği gibi şemalar oluştu kafamda. Ve insanların artık bir yerden sonra birbirlerine benzediklerini fark ettim: “Şu adamı birine benzettim, şu kız sanki birine benziyor...” gibi cümleler beynimi felç etti. Tabi başka bir hastalık daha başladı. Gördüğüm yüzü unutmamak! O kadar dikkatle baktım ki insanlara bir farklılık bulayım diye; artık bir gördüğümü bir daha unutmaz hale geldim. Evet, işte o zamandan sonra binlerce şema oluştu kafamda ve moda ile birlikte bu şemalar giderek çoğalıyor. Sanırım vereceğim bulamadığından eşarp/şalının üzerine hanım kızlar, ne şal ne eşarp ne de yazma takan hanım kızlar… Bir de beyefendiler cihetinden ele alalım olayı. Mesela gömlek giyen beyefendiler, tişört giyen beyefendiler, hem gömlek hem tişört giyen beyefendiler, gömleğin üzerine muhakkak ceket giyen beyefendiler, yakalı tişört giyen beyefendiler, yakasız tişört giyen beyefendiler, sağ tarafında sigara koymak için cebi olmayan tişörtleri giymeyen beyefendiler. Hadi bir de tüm insanlara bakalım: İnanan insanlar, inanmayan insanlar. İnanan insanları da alt başlıklar altında gruplandırabiliriz. Mesela namazlardan sadece Cuma’yı kılıp diğerlerini yaşlanınca kılacak olan Müslümanlar; beş vakit namaz kılıp, orucunu tutup, evden işe işten eve gidip gelen mütevazı bir hayat süren orta şeker Müslümanlar; “Vay o namaz kılanların haline örneklerle insanların farklılık arayışlarının sadece dış görünüşlerde olduğunu ve benim de 11 EDEBİYAT KIRAATHANESİ ki” ifadesinin muhatabı olan, yetim hakkı ben mutlu olurum ki benim aldığım eteği yiyen, kapılarını dünyaya kapatan, etliye beğenmiş de almış.” Allah’tan, o gün “Bizim sütlüye karışmayan, zalime susan kendine bir arkadaş da bende gördüğü ayakkabının Müslümanlar; facebook, twitter, instagram gibi aynısını almış. Ya ne kıskanç insanlar var.” sosyal paylaşım ağlarında sayısız dini içerik dememiştim. paylaşan dediğine diğerimiz “kıskançlık” diyor, zaman sosyal Müslümanlar; “Böyle saçmalıklarla uğraşacağıma oturur bir Kur'an Sustum. Birimizin “beğeni” farkı sanırım. okurum.” deyip de oturup bir Kur'an-ı Kerim okuyamayan Müslümanlar; son olarak tarifi ne sözle anlatılan ne de satırlara sığan üç kelime ile ifade edecek olursak “Allah’ın sevdiği Müslümanlar”...(Bu kısım biraz gönül ile alakalı olduğu için çok da burnumuzu sokmasak iyi olur diye düşünüyorum. Ama bu sonuncusundan olmak en iyisi sanırım!) Görüldüğü gibi bizler de böyle şemalardan herhangi biri altında yerimizi alabiliriz. Peki, o halde neden ille de farklı olmaya çalışıyoruz ki? Son hızla ilerleyen bir moda ve bu modayı aynı hızla takip eden bir sanal ortamın varlığı altında ezilirken nasıl farklı olabiliriz ki? Bizler, dışımızda farkı yaratma(!)nın derdindeyiz. Ama olmaz. İçerimizde kopan fırtınalar belki farklı farklıdır. Buna söyleyecek sözüm yok. Ama dışımıza bu kadar ehemmiyet verip farklı olmak adına garip mahlûklara dönüştürmeyelim kendimizi. İşin kötüsü o halimiz bir sanal ortama düşerse “Yeni moda bu!” deyip arkamıza takılacak insanlar var ve bu insanlar yine fark(!)ı ortadan kaldıracaklar. Yine benzer olacağız(!). (Aynı olacağız demiyorum. Çünkü aynı olmak da en az farklı olmak kadar zor bir şey!) Farklılıklar elbette vardır. Birbirimize bilmediğini öğretmek ve belki muhabbet kurmak içindir. Ama toplumda Aslında bu farklı olmak hastalığı 69'lulardan kendimizin öncekilerde pek fazla yok. Misal komşusuyla çizmeyelim. Çünkü o kalemden çok var ve aynı koltuk takımını alan ev hanımları bilirim. başkaları da muhakkak o kalemle çizecektir Ya da eşlerine aynı tişörtün birisi M, diğeri L kendi üzerlerini. üstünü fosforlu kalemle bedenini alan hanımlar bilirim. (Bedenleri farklı; çünkü birinin eşi diğerinden daha iri cüsseli. Yoksa farklılık olsun diye değil.) Bir Eğer şu âlemde bir farklı insan varsa o da defa anneme sordum: “Ya anne! Aynı eteği Amentü giymek sinir bozucu bir şey değil mi? Bak söylemeyen, dedikodu ve fitnelik yapmayan, falanca da aynısını almış. Koca mağazada etek mi kalmadı?” Cevap muhteşem: “Olsun kızım, duasına boyun eğmiş, yalan doğru sözlü ve güvenilir olan, para başta olmak üzere tüm masivaya sırt çevirmiş, güler yüzlü, 12 EDEBİYAT KIRAATHANESİ tatlı dilli, samimi, kıyafet yönüyle de diğer her alanda olduğu gibi ölçülü, yani kısacası Efendimiz (sav) i taklit eden kişidir. Böyle birini görürseniz işte o farklı biridir. Ben bunların hepsini bünyesinde taşıyan bir farklı insan henüz görmedim. Görenler varsa da onun gönül resmini çeksin. Zira böylesine farklı bir insanı bir daha görmek nasip olmayabilir. Kim bilir belki bu satırları yazan kişi de “Öyle farklı bir şey yazayım ki insanlar çok beğensinler.” diye klavye başına geçmiştir aynı demlerde aynı niyetle yazan başka insanların varlığını bilmeden, öyle kendi havasında, farklıyım edasında... Selamlar, saygılar… Neriman TULGAR 13 EDEBİYAT KIRAATHANESİ İÇİMDE BİR SIKINTI VAR! … Sebepsiz düşüyor aklıma, yaptıklarım ve yapmadıklarım… Kırıp döktüklerim, paramparça ettiklerim… Ben ne kadar cahil, ben ne kadar gafilim… “Hayat boş bir rüyaymış” 3 meğerse her şeyin içinde olduğu ve hiçbir şeyin yerinden oynatılamayacağı, bütün canların, canının bile bir gün gelince geçip gidecek, ne kadar saltanat sürerse sürsün tahtını bir gün devredecek olduğu bir rüya. Ölünce uyanacağımız bir rüya... Dinimden yırtarak dünyamı yamıyormuşum meğerse doğru yaptığımı sandığım her şeyde yanlışa batıyormuşum. Gökte yapılıp yere indirilen her şey, belki Âdem, belki de Âdem’den geriye kalan şey, kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi. Dünyamı yamadığım şeyler bir kıymık gibi kalbime batıyor şimdi… Bir var olan, varlığıyla yok olan, ateş gibi yanan ve yakan dünya! Canlı cenaze kaynıyor için, kaynadıkça fokurduyor, üstünde ot bile bitmiyor da gözünde ormanlar yeşeriyor. Yaratılanların en sahtesi, aldananlarla dolusun ve hiç doymak bilmiyorsun! Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, üzerine binince musalla taşından başka her yere gitmek istediklerimiz ve sevdiklerimizden ibaretsin ama aslında hiçbir Her okuduğumda başka bir dizesi bana hükmediyor, beynimde şimşekler çaktırıyor. Bu kadar mana dolu bir şiiri ne yaşamış da yazmış diyorum hep, hızlı yaşanmış bir ömürdür belki de ona bu şiiri yazdıran. bkz. Cahit Zarifoğlu – Sultan. 4 Eflatun diyor ya hani “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” diye, işte hakikat bu değişmeyen şeyin aslında ne olduğunu bilmekte. Ona verdiğimiz değere göre anlam kazanan ve kazandığı anlamla hayatımızı aldatan şeyler bunlar. İşte o yüzden Peygamber Efendimiz de hep “Allah’ım bana eşyanın hakikatini göster.” diye dua edermiş. Bize düşen hakikati anlamaya çalışmak ve gerekeni yapmak. Varlığı kesin olmayan, görünüşü aldatıcı olan ve bizi oyalayan her şeyden uzak durmak. 3 şeysin, bugün varsın belki (varlığın bile şüpheli!), ama hep var olamayacaksın, olmayacaksın, hakikat 4 bulununca sende içindekiler gibi yok olacaksın! İçimdeki bu dayanılmaz sıkıntı, senden ve sendeyken hâlâ, dünya. Ait değilken sana, ait olduğumu sanmamdan ve sandıklarımda yanılmamdan… İçimde ki bu sıkıntı sana sağır, sana dilsiz, sana âmâ olamayışımdan. Sende sürgün kalmaktan. İçimdeki bu sıkıntı sana aldanmış olmaktan. Bana ait olmayanı, sahip olamayacağımı arayarak harcadığım, gafletle geçirdiğim zamandan. Anne-m, baba-m, kardeşleri-m, arkadaşları-m, dostları-m, “bana” ait olan... Sahip olduğu-m-u sanıp, ‘Benim’ dediğim ama benim olmayan, bende olmayan, bana sahip olan. Ne kadar bensem, ben olmayan, benden başka… Aldanış! “Dünya hayatı aldanış metâından başka bir şey değildir.” 5 Geçiyorken zaman, gece ve gündüz birbirini izliyorken, aramakla geçirdiğim ama bulamadığım şey orada durmuş beni benden daha iyi tanıdığını söyleyerek, bana beni anlatıyorken... Ne yapmalıyım? Ne yapacağım? Arayarak bulamadığım, okuyarak öğrenemediğim, dinleyerek söyleyemediğim şeyi ne yapacağım? Bulunmayan şey ne olacak? Muamma ve muammanın ardında bıraktığı doldurulmaz sandığım boşluk. Bâki kalan zaten Bâki olandır, bizim çabamız boşuna bir çaba. Mesele de bunu anlamakta. Sevinince ya da üzülünce, bir doğuma veya ölüme şahit olunca, elde edilen ve kaybedilen her şeyde bu ayet gelir benim aklıma, hatırlamak değil bu ama hatırdan da çıkmayan bir şey… “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinde ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”bkz. Türkiye Diyanet Vakfı Meâli, Hâdid Sûresi: 20. 5 14 EDEBİYAT KIRAATHANESİ Aramadığım yerde şimdi bulduğumu daha başka yerde arayacak değilim. Aramadığım yerde şimdi bulduğum, ne olacak şimdi? “Var olan ve olacak olan bütün köşelerin sahibi” 6 gafletle geçirdiğim zamanda bir tek köşe bir ayırmamışken sana, ne yapacağım şimdi? Her şey Sen iken, Sendeyken, Seninleyken; ben ne yapacağım? Kaybettiğim onca zamandan kalan bir şey yokken elimde, nasıl elimi açacağım? Kaybedilen onca zamandan bana ağlamak kalmış kala kala Ey gözlerim ağlayın! Kalmamak için bu dünyada… Bu dünya tamahkârlık âlemi, geleni ve gideniyle… 2 dakika sonrasını bile bilmeden 2 milyar yıl sonrasını düşünme yeri. Denizin içinde olduğundan habersiz, ıslanmayacağını düşünen dilsiz balık misali, insanlığın hali. Kendisini düşünen, kendisini gören, kendisini duyan ve sonunda kendi kendisiyle bile kalamayan insan, bu dünya kendinden kopuşlar âlemi, kendinden bile eksik kalanların yeri ve bin yıl yahut bin asır sonra bile olsa gelecek olan ayrılık vakti… Ve insan, vakt-i tamamın eksik hali… İçimdeki bu dayanılmaz sıkıntı hep bu yüzden… Güneşi yıldızların ışığı ile arayıp bir şey göremedim demekten… İçimdeki bu sıkıntı gelip de bir türlü gidememekten ve gideceğim yere bir şey götürememekten. İçimdeki bu sıkıntı misafir olduğum “evde” kendimi ev sahibi sanmamdan. İçimdeki bu sıkıntı benden, bana benden gelen her şeyden, bu sıkıntı hep “ben” deyip, “ben”i bkz. Sezai KARAKOÇ, Gün Doğmadan (15.Basım), Diriliş Yayınları, 2013, s. 53. 7 Daha önceki dipnotta da bahsettiğim gibi “hakikat” birbirine sırt sırta yapıştırılmış iki kuş gibi, ikisinin aynı anda uçmaya çalıştığında uçamadığı, ancak biri ölünce diğerinin hayatta kalarak diğerini de gökyüzüne taşıyabildiği. Kuşlardan birini dünya sevgisi, diğerini de ahiret sevgisi olarak görürsek eğer aynı anda kanat çırpan kuşların her biri farklı bir yöne gitmek isteyecek ve netice de ikisi de hiçbir yere gidemeyecektir. 6 bile bilmemekten. İçimdeki bu hiçbir şey olan her şeyden. İçimdeki bu sıkıntı senden, sendeyken ve seninleyken dünya. Kurtuluşum, sensiz, sensiz olduğu kadar bensiz kalmakta. Seni, beni bırakıp artık “aldanacak” bir şey bırakmamakta. Kurtuluşum “hakikat 7”i anladığım anda ve sen yoksun artık geçici olan hayatımda… Kasım, 2013 … Ve yine, yeniden sebepsiz düşüyor aklıma yapamadıklarım… “İnsan insanın kurdudur” 8 derler, nedendir bilmem, açıkçası bilmekte istemem. İnsan insanın kurdu olabilir mi? Olamaz, olmamalı! Âdem’den bu yana, bütün yaratılanlara bakılırsa, gelmiş ve geçmiş olan bütün insanlar birbirine yurt olmuşlar. O yüzden “İnsan insanın yurdudur.” Peki, nasıl yurt olunur? Bilen var mı? Yüzlerce, binlerce yıldır olan bir şey bu, kelimelerime sığar mı? Dedem, “Herkes kendi kapısının önünü süpürürse, dünya tertemiz bir yer olur.” derdi. Basit bir cümle, anlamı ve yapısıyla, tabi içinde yatan anlamları anlamayınca… Dedem kendi deneyimlerinin ona öğrettiği her şeyi bu cümleyle anlatmıştı bana, en basit ve görünen haliyle hem de. Düşünsene bir, ne demek istediğini! Gerçek anlamda düşünelim, herkes kendi kapısının önünü süpürsün, sadece bir sokak bile bunu yapsa değişimi görmemek mümkün değil! Çok yoğunuz biliyorum, başımızı kaşıyacak vaktimiz yokken, “canım sıkıldı” diyebiliyoruz ya, ha işte o zaman, dışarı çık ve Gerçekten istenilen yere uçmak için ise birini öldürülmesi gerekliliğidir. Biraz mizah katarak söylersek eğer, cennete gitmek istiyorsanız ölümü göze alacaksınız. 8 Neden böyle bir şey dile getirilmiş, nasıl bir ortamda dile getirilmiş diye düşünmeden edemiyorum ama bir türlü bir açıklama da yapamıyorum kendime. İzafi bir durumdur belki de… ”bkz. T.Hobbes. 15 EDEBİYAT KIRAATHANESİ “Canım sıkıldı ben temizlik yapacağım.” de ve gör olacakları. Seni görenlerin, sana ne yaptığını sorduğunda verdiğin cevap düşündürsün onları, “Canım sıkıldı temizlik yapıyorum.”. Belki deli gözüyle bakarlar sana, belki de… Ama aldırma, bir devrim başlatıyorsun sen şu anda. Eskiden –şu an bazı yörelerde hala devam ediyor bu gelenek- bir evin eşiğine bakarlarmış, evlenilecek yaşta bir kız varsa bu eşikten anlaşılırmış, kız, sabah erkenden kalkar eşiği temizlermiş, bir nevi evin içindeki eşikte dile gelirmiş. Hane halkının durumunun bile eşikten anlaşıldığı zamanlarmış. Şimdi eşikten anlaşılmayı bırakın, içeri girip baksanız bile anlayamazsınız hiçbir şey, tozlanmış ve kirlenmiş her şey. İçimdeki sıkıntı işte hep bu yüzden, dünya kirli diye, dövünüp söylenirken, kapı-mın/nın eşiğinin bile beni/seni gösterememesinden... Canımızın sıkılması hep bu yüzden, benden, senden, ondan, bundan, her şeyden. Birbirimizin kurdu olmamızda bu yüzden, evimizi kurt yuvası zannetmelerinden değil bizim evimizi o hale getirmemizden. Ne yapıyorum ben şimdi? Dünya her zamankinden daha kirli değil mi? O mu kirli yoksa içindekiler mi kirletmiş onun eşiğini? Artık temizlik vakti! Benden, senden, bizden, her şeyden gitme vakti… hepimizin hiçbir olmadığından… şey kadar bile değeri İçimdeki sıkıntı işte hep bu yüzden… Kendini bile kendisiyle yalnız bırakmaya korkan insan –yani biz- neden böylesin? (Neden böyleyim, neden böyleyiz?) Vicdanımı susturabilecek miyim böyle, vicdanımızı susturabilecek miyiz böyle? Susacak mı? Yapmam gerekeni yapmazsam, yapmazsan, yapmazsak susar mı? Ne yapmalı diyorsun değil mi? Sen mi diyorsun peki bu söylediğini, yoksa vicdanının sesi mi? Sessiz bir çığlık onunkisi değil mi? Sadece onun duyabildiği bir çığlık! Artık vicdanımızın ellerini bağlayıp, onu suya attıktan sonra dikkat et su ıslatmasın seni demekten vazgeçme vakti! Sessiz çığlıkları duyma vakti! İçinizde bir sıkıntının giderek büyümesinin zamanın geldi. 9 Benim içimde bir sıkıntı var, canım sıkılıyor, duramıyorum! … Temmuz, 2014 Zeynep Büşra ÜNSAL Demem o ki, dünya da açlık, yoksulluk, hastalık, savaş ve ölüm varsa bizden ve bizim bize ettiklerimizden. Çocuklar ağlıyorsa bir yerlerde, ellerinden şekeri alındığı için değil, anneler babalar ağlıyorsa bir yerlerde bu herhangi bir şeyi kaybettiklerinden değil! Benim yurt olamayışımdan, senin yurt olamayışından, “Müslüman” denilmiş bize. Neden denildiğini düşündüğümde aklıma ilk önce dinimiz İslam olduğu için her halde diyorum kendime, sonra ibadet ettiğimiz için, diğer ümmetlerden farklı olduğumuz için… Ama sonra görüyorum ki Müslümanlık bu değil, ben Müslüman değilmişim meğerse! Müslüman, kendi derdinden çok kardeşinin derdiyle dertlenen, onun için üzülen, onun için gözyaşı dökenmiş. Müslümanlık bizim 9 bildiğimiz değilmiş. Yaratılanların en şereflisi olan biz, kirletiyoruz artık kendimizi şerefle işlediğimiz günahla/larla, yalnız işlediğimiz günahlardan sorumlu tutulmayacağımızı unutuyoruz her şeyi unuttuğumuz bu zamanda, çamurdan farkı olmayan yanımızla da ortak oluyoruz -daha fazla kirlenmek için- şerefle işlenen her günaha ve susturuyoruz vicdanımızı dünyayı sen mi kurtaracaksın sanki dediğimiz her anda. 16 EDEBİYAT KIRAATHANESİ Yol uzun, misafirlik kısa... yolculuğu ve orayı hatırlatır. Araştırmalar, planlar, dualar, manevi bugün... postalar... Ve o an geldiğinde; posta dinlendirecek kutunuza manevi mesaj düştüğünde duraklara. Her bir insanoğluna onu oranın fetihleri sizi çağırıyor demektir. tanımlayacağımız Fazlaca Uzaklara, gitmek istiyorum ruhumu bir özellik Artık yapılacak tek şey gitmektir. Yola nasibime düşen: çıkmaktır. Gezgin ruhunuz bir gün sizi yolculuk. Bu kelime kalbimin hızlı hızlı yola çıkaracaktır. Mutlaka ama mutlaka. atmasına, yüzümde gülücükler açmasına Fakat kimisi bunun farkındadır kimisi neden oluyor. Hiç görmediğim yerleri sadece bakanlardandır. Diyeceğim o ki; sadece bir sırt çantası ve bir fotoğraf yola çıkın, seyahat edin sıhhat bulun. makinesiyle dolaşmak bu dünyada en Gözleriniz Allah'ın ikramlarını arasın. sevdiğim şey. Yol da yolculuk da nasip Ruhunuzu geziye çıkardığınız her yolda işidir her zaman. Hemen isteyince güzel duraklar bulursunuz İnş. Yol uzun, gidemezsin, gitmemelisin. Gönlünde bir misafirlik kısa… verilmiş. Benim ayrı süre yer etmeli, aklını kurcalamalı, tabir yerinde ise çağrılmalısın. İşte o zaman tüm kapılar açılır sana. Aslında yolculuk Safura Berika ARSLAN çok kolaydır fakat bu kadar kolay olmasının da bir zamanı vardır... İsfahan, Tebriz, Tunus, Kahire, Ürdün, Fas, İstanbul, Kırım, Endülüs... Ve daha birçok yer. Bunlar tılsımlı kelimelerdir, duadır anlayana, idrak edene. Allah yeryüzünü gezin, dolaşın, ibret alın dedikten sonra ne Bosna bize uzaktır ne Kudüs ne de Fas. Bu diyarlar yüreğinize kor olarak düştü mü artık kurtuluş yoktur. Size her şey, herkes yolu, 17 EDEBİYAT KIRAATHANESİ ÖTEKİ-LEŞTİRDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ? Hayranlıkla bakıyorum, nasıl durabiliyor, hiç eğilmiyor, bükülmüyor diye. Orada öylece durmuş. Dile gelip konuşsa da anlatsa her şeyi, yaşadığını, şahit olduklarını, şahit olmak zorunda kaldıklarını, baharını, yazını ve hayatını. Çocuklar saklambaç oynamak için kullanırlardı en çok, ellerini yüreğinin üzerine koyarak sayarlardı. 10, bir anne oğlunu askere gönderiyor arkasından su dökerek, su gibi git su gibi gel diyerek. 9, hafif ve sarı bir lamba yanıyor ve ezan okunuyor ve sokaktaki evlerden sesler gelmeye başlıyor. 8, kaptan, yine içmiş, karısını ve oğlunu dövüyor. 7, elinde sefer tası evinin reisini işe uğurluyor. 6, mahallenin ninesi yine kedileri toplamış başına, onlara et veriyor. 5, delikanlı, sevdalandığı kıza türküler söylüyor. 4, kış mevsimi, yeryüzünde değil yüreklerde, savaş var şimdi gözünün önünde. 3, Ali’nin annesi, Elif’in abisi ağlıyor, Zat-ı hali benden kaç yaş büyük olan bu ağaç beni kendine hayran bırakıyor. Nasıl durabiliyor diye soruyorum kendime? Ağaç geride bir tek biz kaldık, yalnız kaldık diye beni duymuş olacak ki kulağıma sesler geliyor: değil, kavuşanlardan- - Yalnız olduğuma bakma ve yalnız olduğumu olamadık diye. 2, gelenler kadar gidenler var sanma. Ben hiç yalnız kalmadım burada. her yerde. 1, sağım solum sobe, saklanmayan Yıllara şahit oldum, insanlara, hayvanlara ve ebe! birbirine bağlı olan hayatlara. Gözyaşlarıyla ölenlerden -Hakk’a ortasında sulandım hep, bazen bir ölü bazen yeni doğan duruyorum yıllardır, etrafımda hiç ağaç yok, bir bebek için dökülen, bazen anne bazen baba Ben bir ağacım, yolun tam hiç arkadaşım yok, herkes uzakta. Yalnız bir ağacım ama yalnız değilim aslında. için, bazen açlıktan, yoksulluktan, bazen sevinçten, bazen insanın kendi kalbine söz 18 EDEBİYAT KIRAATHANESİ Kabuğuma Beni de ötekileştirdiler. Ben onlardım, onlarda imzalar attılar yıllarca, birbirine sevdalı ben, beni kendilerinden uzak ettiler, yabancı gençler adlarını yazarak, birbirinden nefret bildiler. Aramıza, kavgalar, düşmanlıklar, edenler dalımı budağımı kırarak. kıskançlıklar, geçirememesinden, bazen… Sarıldılar savaşlar, zulümler, ölümler gövdeme kim olduklarını bile bilmediğim koydular, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de insanlar, beni bunlara şahit ettiler. Beni kendilerinden sarıldılar gövdeme kimsenin sarılmadığı insanlar. Kim olduğunu bilmediğim insanlar geçti önümden yıllarca, bazen bir düğüne bazen bir cenazeye. Hayatım, önümden geçenlerin ritüel haline getirdikleri hayatlarını ayrı bildiler. Beni burada bırakıp gittiler. - Hayran olma bana, hayran olunacak bir yanım yok nasılsa! Şimdi en uzun cümlem sükût. Ve konuştuğum kadar susacağım artık onlara. izleyerek geçti. Nasıl hayran olmam, olur, mu öyle şey ağaç? - Kimseye zarar vermedim. Birbirine zarar Sen verenleri izlemekten ölmeyi istedim. Çok ötekileştirenleri konuştum, herkes beni duysun istedim. Uzun ötekileştirmemişsin sarılmaları bile. için kimseyi, Dalını kucak seni kıranlara, açmışsın, seni uzun cümleler kurdum ama bir an bile duymayanlara en uzun cümlelerini harcamışsın, dinlenmedim. kaçıp gitmemişsin hep onlara bakmışsın. - “Ben” diyenlere şahit oldum. Önce “ben” Bırakmamışsın onları, yalnızlığı göze almışsın. dediler sonra, “sen”, “o”, “bu”, “şu” diye Göğe doğru uzanıp onları gölgene almışsın. herkesi etiketlediler. “Ben varsam, sen, o bu şu Bırakmamışsın hiç kimseyi, seni bırakıp olmak zorundasın, ben varsam hep benden ayrı gidenleri bile. Ben yapamam bunların hiçbirini, olansın!” dediler. Ötekileştirdiler birbirlerini, dayanamam, durmadan ve yorulmadan. Kavga ettiler, beni incindiğim kadar kırarım incitirim, ağladığım de kavgalarına ortak ettiler. Bazen benimle kadar bazen benim için bile kavga ettiler. ötekileştiririm. - Hep konuştular ama hiç dinlemediler birbirlerini. öylece ağlatırım. duramam. Kırılıp Ötekileştiğim Yalnız bırakıldıkça kadar yalnız bırakır, terk ederim, giderim. En sonunda biterim. Senin gibi bir ağaç olabilsem ve ötekileştirmesem kimseyi. Senin gibi uzun -En çok çocuklar anladı beni, çocuklar duydu cümlelerim olsa. Beni duysunlar diye sussam ve çocuklar konuştu benimle. Ama sonra bir ve sessizliğim en uzun sükûtum olsa. şeyler oldu onlara da, saklambaç oynamayı bıraktılar, ellerini yüreğimden çektiler, yalnız bıraktılar beni. “Oradaki” ağaç ettiler. Yakındım onlara uzak ettiler kendilerini bana. Bir ağaç olabilsem, senin gibi bir ağaç… Haziran 2014 Zeynep Büşra ÜNSAL 19 EDEBİYAT KIRAATHANESİ Geçmeyecek okuyan bir duygu. Adını unutuyorsun, ismini unutuyorsun belki kendini de unutuyorsun ama Akreplerle başa çıkmak zor. Hepsi ileri gidiyor sen geri vurdukça. Bir yelkovanın kanatlarında unutuyorsun başıboş zamanı dolaşıyor büsbütün, umutlarında saniyeler ve sen kaybediyorsun benliğinde kopan fırtınaları. Hemen peşinden acımasız bir rüzgâr vuruyor pencerenin camlarına, tık tık tık. Sen kim aşk hep kalıyor evinin başköşesinde. Dünya değişiyor, kıyafetlerin ve tarzın değişiyor, yediklerin-içtiklerin, belki etrafındaki herkes değişiyor fakat aşk, her zaman kalıyor seninle. Aklına geldikçe, ya da aklına gelmesini istedikçe soruyorsun kendine, biliyorum. Hiçbir şey geçmedi değil mi? Geçmeyecek. olduğunu sormadan tanıtıyor kendini, içini ürperterek. Her şey bir rüya olsa diyorsun ama bu senin için tek gerçek, diyor. Hatırlatıyor sana, akreplere yelkovanlara inat geçmişin tüm silinmeye yüz tutmuş hatıralarını ya da silmek için çabalayıp da bir çizgiyle kapatmaya çalıştıklarını. Ve yüzüne ince bir çizgi daha ekliyor ardından, belki birkaç tel beyazlık daha ve sen kapatıyorsun pencereyi rüzgârın yüzüne. Hiçbir bir şey geçmedi değil mi? Geçmeyecek. Geçmeyecek, biliyorum ve biliyorum aşkın hep yanı başımda ağıtlar yaktığını. Biliyorum bir kıvılcımla kalbimdeki buruşuk kâğıtların alev aldığını ama ne yapabilirim? Size anlatıyorum ki bunları, asla bana benzemeyin. Ya da benzeyin, kimin umurunda. Bir gece vakti dikilecek karşınıza aniden sokak köpekleri ve sizin sığınabileceğiniz tek kanat, sokak lambasının ışığı olacak. Korkacaksınız yalnız oluşunuzdan. En iyisi mi kafanıza bir silah Bir film açıyorsun belli belirsiz duygularını köreltmek için ve belki sessiz notalara bürünmüş bir müzik dinliyorsun şimdi. Aklın bilmem kimin gözlerine takılı kalmış duruyor dayayın ve parmağınızı koyun kafanızla namlunun arasına. Diğer elinizle yüklenin tetiğe. Sonuç; ölüm değil aslında, işte şimdi unuttunuz ve geçti... oysaki farkındasın. Ardından bir kahraman çıkıveriyor karşına ve öpüyor sevdiğini zamanın tüm şehvetiyle. Ya da müzikteki kadın sana diyor ki; bırak aşkın kollarını çekiştirmeyi, Ağustos, 2014 Durmuş YALÇIN sen güneş kadar yakın ol yıldızların evlerine. Belki anlam veremiyorsun ama aynı duyguya gark ettiriyor seni bunlar, mutsuzluk. Belki, umutsuzluk ve sonuç aşk. Yıllara meydan 20 EDEBİYAT KIRAATHANESİ YETER Kİ GEL Hüzünlü bir pazar günü gel Akşamüzeri kimse olmasın Sadece selamını ver Hiç gitmemişsin gibi Ya da ben bir rüya görmüşüm gibi Konuş anlat gözlerinin perdesinin nerede yırtıldığını Çehrendeki sükûneti nerede kaybettiğini Ya da sen zahmet etme ben söyleyeyim Sensiz gündüzlerin bile ne kadar karanlık olduğunu Hüzünlü bir pazar günü gel Akşamüzeri kimse olmasın Yanında bir bavul ve sen Bana ve yalnızlığıma selam ver Önemli değil; boş ver nezaket olmasın Konuş anlat bana bensiz geçen zamanı Sana nasıl yetmeyip gidişini Söyle sevmediğini ama pişman olduğunu Ya da sen zahmet etme ben söyleyeyim Gitmenle hüznünde kayboluşumu Hüzünlü bir pazar günü gel Yeter ki gel... H. İbrahim ÖRGEN 21 EDEBİYAT KIRAATHANESİ İmtihanı kaybetmenin acısı ile yığılıp kaldım... ÜŞÜYORDUM! Yıkıldım… Yoruldum… Üşüyordum! … Yüreğim cehennemin o en yakıcı hali ile kavrulurken ben üşüyordum… Korkuyordum! Yaşamaktan, güvenmekten, sevmekten… Öyle yaşamlar, öyle insanlar vardı ki hayatımda çakıl taşı misali… Hep ayağıma takılan… Hep bir adım daha gerilememe sebep olan… Hep canımı yakan… Ve öyle hatalar yapıyordum ki bir anlık gaflet ile… Secdeye varıp da af dileyememenin azabı ile yanıp kül oldum… Vefa gösteremedim hayatıma… Ey beni benden edenler!.. Beni benden uzaklaştıranlar… Yeter! Bırakın artık peşimi… Paramparçayım... Savruldum, bittim, tükendim… Ey günahlarım! Azad edin artık beni cehenneminizden… ... Ve artık üç noktalar koydum ömrümün sonuna… Hüzne büründü yüreğim… Dua edememenin acısı ile kavruldum… İhanet ettim kendime, Rabbim’e, yaşamıma, ömrüme… Rabbim rahmetine sığınıyorum… Gözyaşlarım temizlemedi, kömür karası kalbimi… Affına sığınıyorum… temizleyemedi Huzuruna varmaya yüzüm yok Rabbim!.. Kapında, eşiğinde kıtmirim… Hicret edemedim Sana... Yığılıp kaldım günahlarım arasında… Beni affeyle… Çok üşüdüm Rabbim ! Ölüm geldi aklıma, hesap geldi… Ve ben kor ateşler içinde çok üşüdüm… Kapkara yüzüm huzuruna… ile nasıl Affeyle Rabbim!.. çıkacaktım Senden nasıl af dilenecektim… Ne yüzle “ Rabbim beni affeyle” diye rahmet bekleyecektim… ... Canım hiç bugünkü kadar acımamıştı… Şubat, 2014 Hümeyra TARHAN Hiç bu kadar üşümemiştim… 22 EDEBİYAT KIRAATHANESİ R4BİA beş harf üç hece İnsanlık susmakta gece içinde gece H. İbrahim ÖRGEN 23 ÇAYA EDEBİYAT ATANLARIN DERGİSİ www.ekiraathane.jimdo.com @ekiraathanesi [email protected] ekiraathane
© Copyright 2024 Paperzz