İndir (PDF, 330KB) - Prof. Dr. Sabri Eyigün Germanist / Sosyolog

1
MODERN VE GELENEKSEL ROMANIN TEMEL FARKLARI
VE
POLİTİK GÜDÜMLÜ ROMANIN MODERN ROMAN
İÇİNDEKİ YENİ KONUMU
ÖZET:
Bir edebi tür olan roman, hiçbir dönemde 20. yüzyılda olduğu kadar derin bir değişime
uğramadı. Bugün romanın biçim ve içeriği derin değişimlere uğradığı gibi, ona yüklenilen işlevler ve ondan beklentiler de değişti. Çünkü yeni biçim ve anlatım anlayışı, yalnızca teknik bir tercih olmayıp romana yüklenilen farklı işlevler ve romandan beklentilerle doğrudan ilişkilidir. Örneğin modern roman kuramları, romanı artık belirli ve herkes için geçerli bir çözümü ortaya koyan bir tür olarak görmemeye başladı.
Değişen yeni teknik ve felsefesiyle kaleme alınmış modern romanlar, en çok roman
içinde bir alt tür olan politik güdümlü romanlarda değişikliğe neden oldu. Çünkü modern roman anlayışı, temelde politik güdümlü romanların temel özelliği olan, tek doğruyu ve tek gerçeği anlatma iddiası ile çelişmektedir. Dolayısıyla modern roman içinde
artık ideolojik güdümlü bir romandan söz etmek olanaklı değildir. Çünkü geleneksel
politik romanlar, bilgilendirme, doğrudan 'değiştirme', çözümler sunma olguları üzerine
kurulmuşlardır. Bu romanların kendilerine özgü sınırları, belli gerçekleri ve çözümleri
vardır, dolayısıyla romanlar da herkesin o gerçeği ve çözümü benimseyerek değişmesi
üzerine kurulmuştur. Oysa ki modern roman, kesin ve tek boyutlu bir gerçekliği reddeder.
Çağdaş dünyanın algıladığı bu yeni gerçeklik anlayışı, politik ve güdümlü ideolojik
romanların yazılmasına öncülük eden Marksist sanat eleştirisinde çok ciddi yorumlara
yol açtı. Şöyle ki, o güne kadar ideolojik güdümlü romanların ancak içerik ve geleneksel olay örgüsü ve tip‟ler düzleminde belli bir iletiyi aktarabileceğine inanırken, şimdi
biçim öğesi de ön plana geçmeye başladı.
İşte bu yeni yorum sayesinde politik romanlar, modern roman türü içinde hem tehlikeye
giren varlığını korudu, hem de roman türüne yeni bir soluk getirdi.
Araştırma, edebiyat bilimi verileri ışığında politik güdümlü romanın yeni konumunu
incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtara Sözcükler: Politik Güdümlü Roman, Modern Roman, Marksist Sanat, Tek
Doğru ve Tek Gerçek, Değişme.
2
Abstract:
THE NEW POSITION OF THE POLITICAL-ENGAGED NOVEL IN THE
MODERN AND POST OFFICE-MODERN NOVEL
The art of the novel have not changed in any times as deeply as that in the 20th century
during this process. At first these changes seen on the plane of from and content
changed not only the content of the novel but also the functions given to it and the expectations from it. This understanding of new from and narration is not only a technical preference but is directly related to the different functions given to novel and the
expectations from it. For instance, the theories of modern novel no longer regard the
novel as genre which is particular and puts forward solution acceptable for every one.
A Work composed with the techniques and philosophy of the modern novel, olt first,
can not assert the narration of the only truth and reality which ist the essential characteristic of politic-guided novel. Therefore, it is not possible to mention about an ideologyguided novel here. Because the traditional political novels are based upon the plots of
giving information “changing” directly, presenting solutions. These novels have limits
peculiar to themselves, certain facts and solutions, so the novels have been founded on
that every one adopts these facts and solutions, and change himself. Whereas, the modern novel rejects on absolute and one –dimensional- reality.
The new understanding of reality as the modern word perceives led to very serious
comments in the criticism of Marxist art which was the initiator of composition of political and ideology- guided novels. That is, while it was believed that the ideologyguided novels could narrate a certain message only on the plane of content and traditional plot and types dill then, today the “form” element has begin to came to foreground. To cite and example, the liberal Marxist art like Adorno, Marcuse, Fischer
claimed that the revolutionary transformation the art would make should be looked for
in the „innovations in forms” now and then. Thanks to this new comment, political
novels have both preserved their existence among the types of modern novel which was
at risk and presented new contributions to this novel type.
Key Words: Political-Engaged Novel; Modern novel; Marxist art; traditional political
novels
3
Modern ve Geleneksel Romanın Temel Özellikleri:
Modern roman, 20. yüzyılın başlarında romanın geleneksel temel yapısı olan olay örgüsü, zaman, mekan, kahraman gibi öğelerinin değiştirilmesiyle ortaya çıkan yeni bir
biçim anlayışının ürünüdür. Ölçütü ise doğrudan içerik ve yayımlandığı zaman diliminden çok, değişen gerçeklik karşısında romanın anlatım aracı olarak seçtiği yeni biçim
öğeleri yanında iç monolog, bilinç akımı gibi anlatım teknikleridir.
Modern romanın kullandığı yeni biçim ve anlatım teknikleri, yalnızca teknik bir tercih
olmayıp romana yüklenilen farklı işlevler ve romandan beklentilerle doğrudan ilişkilidir. Örneğin modern roman kuramları, romanı artık belirli ve herkes için geçerli bir
çözümü ortaya koyan bir tür olarak görmez. Onlara göre roman, sorunu ortaya koymalı,
çözümü okuyucuya bırakmalıdır. Çünkü,
“Bu yeni edebiyatın amacı, bilgilendirmek, yol göstermek,
siyasal ya da düşünsel düzlemde bilinç oluşturmak değildir.
Yeni edebiyatla geleneksel edebiyat arasındaki en aşılmaz
uçurumdur bu. (...) Ona göre, edebiyatın önkoşulu olan yol
gösterici/ yönlendirici/ eğitici boyutu (...) mesajın algılanan
görüngesel gerçekliği çerçevesinde verilmesi gerekir.”
(Ecevit, 2002, s. 38)
Roman kuramlarındaki bu derin değişimin nedeni, başta modern çağın kendi gerçekliğidir. Çünkü çağdaş dünyada yaşanan sosyal, kültürel ve bilimsel değişmeler 19. yüzyılın
pozitivist gerçeklik anlayışını değiştirdiği gibi, bu süreç içinde ideolojilerde yaşanan
değişimler de roman yazarını hayal kırıklığına uğratarak onun gerçekliğe ve ideolojik
olgulara bakışını değiştirdi. Artık modern roman yazarı “çağdaş dünyanın karmaşıklığını, insan bilincinin kendi kendine konuşan işleyişi ve her sesin, her hareket ve eylemin
anlamlı belirsizliğinin” (Mikhail, 2000, s.123) bilinci içindedir. Yani 20. yüzyılda
değişen yalnız dış gerçekler değil, roman yazarının bilinci de, tutumu da buna paralel
olarak değişmiştir. Berna Moran, özellikle politik roman yazarında görülen bu değişimi
şöyle anlatır:
“Tüm dünyada solun içine düştüğü çıkmaz yazarları çok
karmaşıklaşan toplumsal ve ekonomik sorunlar karşısında
alternatifsiz bırakmış ve bu sorunları işlemeye elverişli klasik gerçekçi yöntemden uzaklaştırmıştır.”(Moran, 1998, s.
10-11)
Yeni yöntemde amaç sorunlara kesin bir çözüm sunmak değil, onları ortaya koymak
ve sergilemektir. Dolayısıyla modern romanlarda, belirirsizlik ve açık son romanın
temel özelliğidir. Bu da gösteriyor ki, modern roman yazarı artık ne tek bir sorunu gündeme getirmekte, ne de herkes için geçerli olan tek bir çözüm sunmaktadır.
Modern roman yazarı, yalnızca gösterir, sergiler, kişiyi bu biçimiyle sorgulamaya yöneltir ve kendi gerçekliğini kendisinin bulmasını ister. Bir başka anlatımla, modern
yazar, aslında Orhan Pamuk'un da belirttiği gibi, biraz bulandırmayı, biraz karmaşıklığı
sever. Bununla hem romanının iletisini belirsizleştirir, kendi çözümünü gizler hem de
4
yapıtını çok anlamlı kılar. (Bkz.Eyigün, 2003,43)
Bu amacı güden modern roman, doğaldır ki kendine özgü olan teknik ve biçimini de bu
doğrultuda geliştirdi. Yukarıda sözü edilen teknik ve amaç doğrultusunda kaleme alınmış bir roman, yani tam olarak modern roman teknik ve felsefesiyle kaleme alınmış bir
yapıt, başta politik güdümlü romanın temel özelliği olan, tek doğruyu ve tek gerçeği
anlatma iddiasında olamaz. Dolayısıyla burada ideolojik güdümlü bir romandan söz
etmek olanaklı değildir. Çünkü geleneksel politik romanlar, bilgilendirme, doğrudan
değiştirme, çözümler sunma olguları üzerine kurulmuşlardır. Bu romanların kendilerine
özgü sınırları, belli gerçekleri ve çözümleri vardır, dolayısıyla romanlar da herkesin o
gerçeği ve çözümü benimseyerek değişmesi üzerine kurulmuştur. Oysaki modern roman, kesin ve tek boyutlu bir gerçekliği reddeder. Çünkü modern roman yazarı, bütünlüğünü kaybetmiş ve değişken bir dünyada hiçbir şeyin kesin olamayacağı düşüncesindedir. Ona göre en kesin gözüyle bakılan şeylerin bile değişik versiyonları vardır. Bundan dolayı modern roman yazarı anlatısında her şeyi kuşkulu kılar. (Ecevit, 2002, 39)
Hem Modern Hem de Geleneksel Romandan İzler Taşıyan Romanlar
Günümüzde modern romanların yanında, geleneksel anlamda yazılan romanlar veya
karışık türden romanlar da söz konusudur. Modern politik güdümlü romanlar genellikle
bu karışık grup içine girmektedir. Dolayısıyla modern politik güdümlü romanlar, modern özellikler taşısalar da ağırlıklı olarak geleneksel romandan tümüyle kopmuş değillerdir. Kopmaları kendi varlıklarının ortadan kalkması anlamına gelir. Çünkü bilindiği
gibi 'güdümlülük' sözcüğü, bir yere bağlanmak, bir şeye taraftar olarak onun gerçekleşmesine çalışmak anlamını içerir. Dolayısıyla politik güdümlü bir roman demek,
politik bir düşüncenin hizmetine sunulmuş ve dünyayı kendi ideolojisi doğrultusunda
değiştirmek için kaleme alınmış bir roman demektir. Kısaca belirli bir ideolojiye bağlı
olarak “edebiyatı kendinden başka bir amaç için araç” (Aytaç, 2000,s. 27) yapan roman
demektir.
Ayrıca çağımızın tüm yazarları geleneksel yapıyı bırakmadıkları ve yeni teknik ve biçimleri kullanmadıkları için, 20. yüzyılda kaleme alınan romanların ancak bir bölümü
tam anlamıyla „modern roman‟ sayılmaktadır. Bundan dolayı modern dönem olarak
adlandırdığımız 20. yüzyılda yazılan romanların bir kısmı modern roman iken, bir kısmı
da geleneksel roman çizgisinde, diğer bir kısmı da her iki roman türünden özellikler
sergilemektedir. Yani bazı özellikleriyle modern, bazı özellikleriyle geleneksel romandan izler taşımaktadırlar. Bu durumda söz konusu yapıt, ağırlıklı olarak hangi roman
türünü gösteriyorsa o roman grubuna dahil edilmektedir.
Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Geleneksel politik roman kuramlarıyla modern
roman kuramları arasında bu kadar farklılık varken, nasıl olur da politik güdümlü bir
roman hem modern, hem de geleneksel romandan izler taşıyabilir? İlk önce şunu tekrar
vurgulamakta yarar vardır: Modern politik romanlar genellikle ideal anlamda „modern
roman‟ çizgisinde değillerdir. Bu romanlar, yazarın politik angajmanına ve ilgisine
bağlı olarak, değişik oranlarda modern romanın teknik ve biçimlerini kullanmış olabilirler. Modern romanın teknikleri kullanılarak yazılan tüm romanlar da bütünüyle modern
roman sayılmazlar. Çünkü yukarıda da vurguladığımız gibi, önemli olan teknikler yanında modern romanın temel felsefesinin de kabul edilmiş olması gerekir. Nitekim aynı
5
teknikler başka amaçlar doğrultusunda da kullanılabilir. Burada ölçü, politik romanın,
modern romanın temel felsefesini hangi ölçüde benimseyip benimsemediğine bağlıdır.
Şimdi politik güdümlü romanların niçin ve hangi boyutta modern romanın tekniklerini
kullandıklarına bir açıklık getirelim:
Politik Güdümlü Modern Romanlar
Çağdaş dünyanın algıladığı yeni gerçeklik anlayışı, politik ve güdümlü ideolojik romanların yazılmasına öncülük eden Marksist sanat eleştirisinde çok ciddi yorumlara yol
açtı. Şöyle ki, o güne kadar ideolojik güdümlü romanların, ancak içerik ve geleneksel
olay örgüsü ve tip‟ler düzleminde belli bir iletiyi aktarabileceğine inanırken, şimdi biçim öğesi de ön plana geçmeye başladı. Örneğin Theodor Ludwig WiesengrundAdorno, Herbert Marcuse, Ernst Fischer gibi liberal Marksist eleştirmenler, sanatın
yapacağı devrimci dönüşümü artık „biçimdeki yeniliklerde’ aramak gerektiğini ileri
sürmektedirler. Örneğin bu konuda Marcuse şunları söyler: “Sanat, ancak geleneksel
biçimleri reddederek, alt üst ederek (...) devrimci bir ruha sahip olabilir.” (Marcuse,
1968, s.87) Adorno da geleneksel sanatı, var olan toplumsal ilişkileri olumlayıcı özelliğinden dolayı eleştirir ve yeni biçimlerle ideolojinin aktarılmasını ister.
(Bkz.Plekhanov, 1962)Bu eleştirmenlere göre yazar, doğrudan bilgi vermese de yeni
biçimler sayesinde, okuyucuyu düşünmeye sorgulamaya yönlendirebileceği için, toplumu da değiştirebilir. Peki bu durum romanın estetiğini etkiler mi? Georgi Valentinoviç
Plehanov bu soruya da yanıt verir. Ona göre bir sanat yapıtında,
“„Modern başkaldırı’ ortaya konursa, o yapıtın estetik değeri azalmaz. Yeter ki, onu ortaya koyma, bu salık verme
açık ve tutarlı olsun; öğüt veren kimse düşüncelerini seçmeyi iyi bilsin; düşünceler onun eti, kanı haline gelsin ve
sanatsal yaratılış sırasında güçlüğe, karışıklığa, düzensizliğe
yol açmasın. Fakat bu kaçınılmaz koşullar yerine getirilmezse (...) o zaman ideoloji sanat yapıtını olumsuz etkiler."
(Plekhanov, 1962, s. 146)
Hatta bugün çağımızın politik roman yazarlarının bazıları, estetik ölçüler içinde kalarak
modern romanın ideolojiyi daha iyi sanata taşıyacağı savını ileri sürmektedirler. Örneğin Peter Weiss, „Karşı Koymanın Estetiği’ adlı romanında modern roman tezini savunur. Romanın ana kişilerinden Coppi ve Heinemann iki ayrı görüşü savunurlar. Coppi,
yalnızca gerçekçi estetik kuramları savunurken, Heinemann, avangard biçimleri savunur. Çünkü bunlar, şimdiki anlayışa göre, günümüzün gerçeklerine daha uygundurlar.
Ben anlatıcı, ki yazar görüşlerini daha çok ben-anlatıcı aracılığı ile aktarmaktadır, bu
tanıtımlarda nesnelliğini korurken, romanın sonlarına doğru Coppi‟nin tezine karşı
çıkmaz, ama Heilmann‟ın tezini benimsediğini söyler. (Bkz. Eyigün, 2003, s. 43-46)
Örnek olarak da Avangard biçimlerle, Alfred Döblin‟in, Franz Kafka‟nın ve Pablo Ruiz
Picasso‟nun nasıl da zamanın kendine özgü baskısını, sömürüsünü çarpıcı bir biçimde
dile getirdiklerini söyler. Yine politik roman yazarlarından Italo Calvino da modern
estetiğin bir tesadüf olmadığını kurmaca yapıtı olan „Gözlemci‟ (1996)romanında dile
6
getirir. Romanda anlatıcı, kişisel anlatım biçimiyle gözlemlerini anlatırken, Cottolengo
sakatlar yurdunda gördüğü yozlaşmışlığın, ahlaki ve estetik çöküntünün, “kendi ahlaki
ve estetik seçimlerinden” (Calvino, 1996, s.57) ne kadar da farklı olduğunu düşünür.
Gördüğü bu tablo karşısında kendi kuşağının bütün ressamlarının niçin teker teker soyut
sanata geçtiklerini daha iyi anlar ve bunların bir tesadüf olmadığını söyler.
Bu yeni yorumlar, politik romanların, ideal anlamda modern roman olmasalar da, yeni
biçimlerle kaleme alınmasında etkili olmuştur. Bu yeni anlayışta değişen şey, daha çok
geleneksel, tek doğru saplantısı içinde bulunan şematik yaklaşımın yok olmasıdır. Örneğin Calvino, Mario Vargas Llosa, ve Wolfgang Koeppen gibi yazarlar modern roman teknikleriyle başarılı politik romanlar yazmışlardır. Bunların diğer geleneksel politik romancılardan farkı, romanlarındaki politik bildirilerini „belirsizliğin bilgeliğinde’
boyutlandırmaları, sorunların çözümünü okuyucuya bırakmalarıdır. Bu doğrultudaki
politik romanlara en güzel örnek Perulu yazar Llosa‟un And Dağlarında Terör (1993)
adlı romanıdır. Llosa‟ın romanında bir yığın siyasal ve sosyal olaylar, terör eylemleri,
işkenceler anlatılır. Ama kimin suçlu, kimin haklı olduğu, hatta gerçekten terör eylemlerini kim, niçin yaptığı çok net değildir, ayrıca roman kesin bir sonla bitmez. Yazar,
sonucu okuyucunun yorumuna bırakmıştır. (Bkz. Llosa, 1993)
Politik güdümlü modern romanların bir diğer önemli farkları da, yalnızca diğer modern
romanlardan değil, aynı zamanda geleneksel politik romanlardan da daha eleştirel bir
anlatım tutumuna sahip olmalarıdır. Çünkü politik roman yazarlarının önceki ideolojik
güdümlülükleri zayıflayıp, ideolojilerine olan güvenleri sarsılınca, hem kendi politik
yaşamları hem de yandaşlarıyla bir hesaplaşma içine girme gereksinimi duymaktadırlar.
Hâlâ ideolojilerine bağlı olmakla beraber daha önce içinde yaşadıkları ideolojik grupları, şimdi yine, eleştirel bir bakışla anlatır ve sorgularlar
Bu özellikle otobiyografik öğelerin ağır bastığı modern politik romanlarda daha sıklıkla
görülür. Çünkü otobiyografik politik romanları kaleme alan yazarlar, ideolojik angajmanı güçlü eski yazarlardır. Örneğin Weiss‟ın, György Dalos‟un romanlarındaki benanlatıcıların kendi öz yaşamlarını anlatmalarında olduğu gibi. Burada bir örnekle yetinmek istiyorum. Eski Demokratik Almanya (DDR) yazarlarından Faust‟un Provokatör(1999) adlı modern politik romanının konusu, yazarın DDR‟le olan bir hesaplaşmasıdır. Ben-anlatıcı Kayanberg, tezler ve karşı tezlerle eski devletini eleştirir. Yazar,
gerçek yaşamdan tanıdığı bir çok yazarın ve politikacının gerçek ismini de vererek
DDR döneminde yaşadıklarını anlatır. Yazar, DDR döneminde çektiği sıkıntıları, mahkumiyetleri romanının konusu yapar. Doğu Berlin‟den kaçışını, Batı Almanya‟ya gelişini, orada yaşadığı uyum sorunlarını anlatır. Kendisinin hâlâ Marksist olduğunu ve
insancıl bir sosyalizmi istediğini vurgulayan ben-anlatıcı, Batı Almanya‟daki sol çevreyi eleştirir. Entelektüel bir cehalet içinde olduklarını da belirtir.
Bilindiği gibi modern politik romanların önemli bir özelliği anlatım biçimlerindeki
farklılıktır. Geleneksel romanlarda ağırlıklı olarak üçüncü tekil kişi ve tanrısal anlatım
egemendir. Ancak modern romanlarda, büyük oranda, Weiss‟ın romanında olduğu gibi
güdümlü bir anlayışla kaleme alınmış olsalar bile, ben-anlatım biçiminin tercih edildiğini görmekteyiz. Bunun bir nedeni, artık yeni ideolojik eylem ve düşüncelerin ortaya
atılmasından ziyade, eskilerin uzak bir mesafeden değerlendirilmesi ve eleştirilmesi söz
konusu olmasıdır. Ben-anlatıcı ağırlıkta olunca, politik romanlarda artık eylem ve olgulardan çok, düşünceler temel alınmaktadır.
Bazen Calvino‟nun Gözcü romanında olduğu gibi kişisel anlatım biçimi de tercih edil-
7
mektedir. Her iki anlatım biçimde, olaylar bir kişinin sınırlı bakış açısıyla yansıtıldığı
için tanrısal anlatım biçiminde olduğu kadar geniş bir yorum ve yönlendirme mümkün
değildir. Örneğin Calvino‟nun romanında anlatıcının okurla paylaştığı ek bilgiler ancak
parantez içinde sınırlı bir biçimde verilir. Örneğin: “Muhalefet için (Amerigo solcu bir
partiye kayıtlıydı), genellikle seçim günü yağan yağmur iyi bir belirti sayılırdı.”
(Calvino, 1996, s.7)
Bu yeni anlayışla kaleme alınan politik güdümlü modern romanlar da modern romanlar
gibi, anlattıklarını tam olarak kuşkulu kılmasalar da, „kesin bir gerçeklik‟ anlayışını terk
etmişlerdir. Ancak yine de bu romanlarda politik olmayan romanlara göre kesinlik daha
fazladır. Örneğin, olay zincirinin belirsizliğine karşın kişi ve mekan verileri net ve ayrıntılıdır. Çünkü kişinin kimliği politik roman için önemli olduğu gibi, mekan da zaman
da, kısaca çevre de onu anlamak için önemlidir.
Buna karşın, okur merkezli anlama kuramları, politik romanın bu ‘kısmı kesin gerçekliği’nin de bugün anlamını yitirdiği görüşündedirler. Onlar,
“Okur merkezli kuramlar her metinde birden çok okuma
anahtarı bulunabileceğini, bu okuma anahtarının okurun seçimleri bağlamında harekete geçip anlamlandırma etkinliğini yönlendireceğini” (Parlak, 2002, s. 248) belirtirler.
Edebiyat bilimcisi Betül Parlak, bu düşünceden yola çıkarak “okuma böylesi öznel bir edinimken, roman yansıtma
kuramlarının ve ideolojik yaklaşımların ona yüklediği „gerçeği değiştirme‟, „topluma örnek olma‟ gibi işlevleri nasıl
taşıyabilir?” ( Parlak, 2002, s. 248)
Parlak bu soruyla, modern politik romanların toplumu değiştirme işlevini yerine getiremeyeceği görüşünü dile getirir. Bu görüşe göre, yazarın anlattıklarının fazla bir önemi
kalmıyor. İdeolojik de olsa politik de olsa okur farklı bir şey anlayabilir. Metnin aslında
söylemek istemediği; ima bile etmediği herhangi bir anlamı metinden çıkarabilir. Çünkü
belli bir metin sonsuz okuma anahtarları sunabilir.
Ancak, burada politik romanların diğer romanlara göre, daha az boşluklar bıraktığı,
yazarın verdiği somut verilerin okuyucu için yönlendirici olduğu bir gerçektir. Ve daha
da önemlisi, okuyucu politik bir romanı hangi amaç doğrultusunda yazıldığının bilinci
içinde okuduğundan, yazarın vermek istediğini daha doğrudan algılayacağı da unutulmamalıdır.
20. yüzyıl romanlarında „geleneksel politik roman’ anlayışını kökünden değiştiren bir
başka gelişme ise „post- modern roman‟ anlayışıyla yaşandı. Çünkü postmodernist özellikler taşıyan romanlar, toplumsal ve siyasal sorunlardan uzaklaştıkları gibi, kullandıkları teknikler ve anlatım biçimleri de bilinen anlamda politik bir roman yazılmasını olanaksızlaştırmaktadırlar.
Post- modern bir anlayışla kaleme alınan romanlar, gerçekçi ve modern politik romanın
tersine, gerçeklikle romanın bağını sorgulamak ve gevşetmek için okuyucuya devamlı
yapıtın kurmaca olduğu, gerçek olmadığı izlenimini duyumsatacak teknikler kullanmaktadırlar. (Bkz. Eyigün, 2003, s.76–85)
Bu durum post-modern romanların politik olamayacağı görüşünü doğurabilir. Nitekim
bu yönde görüşler de söz konusudur. Ancak post-modern politik roman yazarı, başka
8
biçim öğeleri göstererek hem görüşlerini anlatır, hem de değişim yaratabilir. Örneğin
bunlardan biri, konuyu okuyucuyu kışkırtacak bir biçim ve anlatımla dile getirmektir.
Bu konuda Orhan Pamuk‟un görüşleri ilginçtir:
“Her zaman romanı kışkırtma yapmak, en olmadık, en uzak
konulara, bölgelere kancalar atmak, karanlık köşeler yaratmak, şüpheler uyandırmak için mevcut inançların, önyargıların kabuğunu çatır çutur kırılabileceği bir alan olarak gördüm.”(Pamuk, 1999, s. 103)
Bu post-modern yaklaşım bize romanın değişim gücünün hâlâ devam ettiğini göstermektedir. Modern roman içinde başka farklı roman kuramları da vardır ki, politik roman
anlayışına taban tabana bir karşıtlık oluşturur. Örneğin Alain‟ın, Yeni Roman kuramı
bunlardan en önemlisidir. Ona göre dünya ne anlamlıdır ne de Sartre‟in deyişiyle absürdedir. Yalnızca vardır ve gözümüzün önünde durmaktadır. Dolayısıyla bu anlayış, romanlarda dünyaya belli bir anlam vermeyi uygun bulmaz. Burada romancı, kişiler,
olaylar ve olgular karşısında yalnızca bir seyircidir, onu yorumlamaya yetkisi yoktur.
Bu anlayışla kaleme alınan romanlarda, “gittikçe toplum hayatına ayak uyduramayan,
silikleşen insan ele alınır. Yeni Roman, kişinin siyasi yönünü, saygınlığını kaybetmesi,
insanlığını kaybetmesi sonucu şeye dönüştüğünü savunur.” (Aydın, 2002, s. 355)
Sonuç:
Yukarıdaki görüşlerden de anlaşılacağı gibi, aslında modern roman anlayışı ile ideolojik
güdümlü romanın felsefesi arasında büyük bir uyuşmazlık vardır. Ancak hâlâ roman
yazarı politik konuları, tümüyle geleneksel olmayan yeni bir bakış açısıyla edebiyata
taşımaya devam etmektedir. Dolayısıyla ortaya yeni bir roman türü çıkmıştır: Politik
güdümlü modern roman. Nitekim bugün romanın politik edebiyat türleri içindeki öncü
konumu hâlâ sürmektedir. Burada modern romanla, politik roman ince bir ortak çizgide buluşmuşlardır. Çünkü politik romanlar nasıl toplumu değiştirme amacı üzerine
kurulmuş iseler, modern romanlar da değiştirme amacı taşımaktadırlar. Modern roman
yazarı gerçi, sanatın artık bireyi doğrudan değiştirmeyeceğine, ona ancak dünyayı ve
yaşamı sorgulayarak öğretebileceğine inanmaktadır. Ancak burada da bir değişim söz
konusudur. Yani, bireye, yaşamı sorgulayarak değiştirmeyi öğretmek, ona bu konuda
farklı seçenekler sunmaktır. Bu nedenle tek gerçeği sunmaktan kaçınır modern yazar.
Romandan değişimi tümüyle çıkaramayız. Aksi halde romanın öldüğünü kabul etmiş
oluruz ki, bu romanın temel anlayışıyla da çelişen bir gerçek olur. Çünkü topluma ve
sorunlara farklı bir bakış açısıyla bakmak, çoğunlukla bunları değiştirme isteğini de
beraberinde getirecektir. Yani, değiştirme isteği var oldukça politik roman da yeni biçimler ve anlayışlarla roman türünü zenginleştirmeye, ona boyutlar katmaya devam
edecektir.
Yeni yorum sayesinde politik romanlar, modern roman türü içinde hem tehlikeye giren
varlığını korumuştur, hem de roman türüne yeni bir soluk getirmiştir.
9
KAYNAKÇA
AYDIN, E.. (2002), „Roman ve İnsan‟ Hece Dergisi. Cilt. 6. (Sayı: 65/66/67) s-352358. Ankara
AYTAÇ, G. (2000), „Edebiyat Yazıları 1995- 2000‟. Multilingual Yayınları. Ankara
BAKTHİN, M. Alıntı JANET Wolf, (2000), „Sanatın Toplumsal Üretimi, s, 123, Özne
Yayınları. Ankara
CALVİNO, I. (1996), „Gözlemci‟ çev: Aydın Emeç, Can Yayınları. İstanbul.
ECEVİT, Y. (2002), „Türk Romanında Postmodernist Açılımlar. İletişim Yayınları.
İstanbul.
EYİGUN,S.(2003) „Edebiyatta Politik Roman‟ Aktif Yayınları. İstanbul
FAUST, S. (1999), „ Provakateur‟ München. F. A. Herbig Verlag, Stuttgart
LIOSA, M. (1993), „And Dağlarında Terör‟ çev. İnci Kut. Can Yayınları. İstanbul
MORAN, B. (1998), „Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış‟ İletişim Yayınları. İstanbul.
PAMUK, O. (1999), „ Öteki Renkler‟. İletişim Yayınları. Ankara.
PARLAK, B. (2002) „Öznel ve Toplumsal Anlamlandırma Aracı Olarak Roman. Hece
Dergisi. 6. (Sayı: 65/66/67)S. 247-251. Ankara
PLEHANOV, G.V, (1962) „ Sanat ve Sosyalizm‟, çev. S. Mimoğlu. Sosyal Yayınları.
Ankara
WOLF, Janet, 2000, „Sanatın Toplumsal Üretimi, çev: Ayşegül Demir. Ankara. Özne
Yayınları
10
-
EDEBİYAT NE ZAMAN “POLİTİK” OLABİLİR?
Doç. Dr. SABRİ EYİGÜN
Dicle Üniversitesi. Eğitim Fak.
Alman Dili ve Eğitimi Anabilim Dalı
21100 DİYARBAKIR
[email protected]
ÖZET
Edebiyatın politik olanı sanata taşıyıp taşıyamayacağı veya taşırsa bunun ölçüsünün ne olması gerektiği konusu, yüzyıllardır edebiyat kamuoyunda tartışılmaktadır.
Edebiyatın yüksek bir amacı olduğunu, bundan dolayı dünyayı değiştirmek gibi bir
işlevi üstlenemeyeceğini söyleyenlerin yanında, edebiyata politik bir angajman yükleyen yazar ve eleştirmenler de vardır.
Edebiyat ve politika arasındaki ilişkinin ne olduğunun yüzyıllardır tartışılmasına
karşın yazar ve eleştirmenlerce ortak bir sonuca varılamamasının nedenini, başta edebiyatın ve sonra da politikanın doğasında aramak gerekir. Çünkü edebiyat ve politika
çok yönlü yorumlanabilecek bir karaktere sahiptirler. Bundan dolayıdır ki, her bir yazar
ve eleştirmen konuyu farklı kriterlerden yola çıkarak değerlendirmektedir.
Burada en doğru yol, edebiyatın evrensel tanımından yola çıkarak konuya yaklaşmaktır: Edebiyat, belli estetik kurallar dahilinde yazılan bir sanat yapıtıdır. Sanatın
evrensel doğasına ve amaçlarına bağlı kalınırsa, eserin konusu ve yazarının toplumsal
güdümlülüğü fazla bir rol oynamayacaktır. Yani konu politik olabilir de olmayabilir de.
Önemli olan, konunun işlenişinde evrensel estetik kurallara bağlı kalınıp kalınmamasıdır.
ZUSAMMENFASSUNG
„Wann darf die Literatur politisch sein?”
Das Verhältnis der Dichtung zur Politik wird in vieler Hinsicht in der literarischen Öffentlichkeit diskutiert, z.B. besonders hinsichtlich der Frage, ob Dichtung bzw.
Kunst politisch sein könne bzw. müsse. Diese Frage beschäftigt die Literaturinteressierten schon seit Jahrhunderten. Einige Dichter und Kritiker sehen die Kunst nicht als ein
Mittel, die Welt zu ändern, sondern als einen Versuch, sie zu überleben. Sie überschätzen die Dichtung und den Dichter so hoch, dass sie sich nicht parteilich verhalten dürfen. Demgegenüber gibt es Dichter, die eine politische Gesinnung haben und in den
gesellschaftlichen Problemen engagiert sind und deren literarische Schöpfungen politische Themen einbeziehen. Alle Dichter begründen ihre Einstellung zum Politischen in
der Dichtung auf unterschiedliche Weise. Es steht hier fest, dass es für uns nicht immer
einfach ist, in einem fiktionalen, dichterischen Werk das Politische und das Engagement zu definieren und auseinander zu halten. Ich glaube, dass die universale Definiti-
11
on der Dichtung uns dabei ein richtiges Kriterium geben kann: Ein literarisches Werk ist
ein Schriftstück, das ein Autor/eine Autorin nach bestimmten ästhetischen Regeln
schreibt. Die Form, der Inhalt und der Umfang des Werkes müssen diesen Regeln entsprechen. Man bewertet ein dichterisches Werk also danach, inwiefern es diesen Regeln entspricht. Wenn ja, dann kann es auch das Politische in die Literatur tragen. Natürlich soll das nicht das einzige Kriterium sein.
Giriş
Edebiyat kamuoyunda yüzyıllardır tartışılan konulardan biri de, edebiyatın dış gerçekliği anlatıp anlatmayacağı veya anlatırsa büyüsünün bozulup bozulmayacağı sorunudur. „Dış gerçeklik’ konusu çerçevesinde en çok tartışılan şey ise politik gerçeklik
ve dolayısıyla bunu konu edinen politik edebiyatın konumudur.
Politik edebiyat, genellikle ideolojik ve sosyolojik bir yaklaşımla irdelendiği için, bu
konuda ideolojilerin sayısı kadar değişik görüş ve düşünceler ortaya çıkmıştır. Politik
edebiyat konusundaki görüşlerin farklı olmasında ayrıca, insanların farklı bakış açılarına sahip olmaları, sanatın kendi doğasının çok boyutlu olması gibi daha başka etkenler
de söz konusudur. Örneğin edebiyat eleştirmenleri ve yazarları, sanatın herhangi bir
boyutu üzerinde düşündükleri ve ona göre değerlendirmede bulundukları için, ortaya
farklı ve birbiriyle çelişen doğrular çıkmıştır.
Çok kapsamlı olan bir sanatsal olgu, dar bir bakış açısıyla ele alındığında veya yalnızca
bir özelliği ile anlatıldığında yanlış anlaşıldığı gibi, karşı çıkmalara da neden olacaktır.
Burada çözümü, söz konusu kavram ve olgunun çok boyutlu tanımında aramak gerekir.
Dolayısıyla konu, edebiyat bilimi açısından geniş anlamda ele alındığında, bir çözüme
kavuşmuş olacaktır.
Bu konunun, yalnızca edebiyat biliminin perspektifiyle bütünsel bir bakış açısıyla yeniden değerlendirilmesi gereği, bu çalışmanın yapılmasını gerektiren ana etken olmuştur.
Konunun anlaşılması için önce edebiyat ve politikanın tanım ve işlevlerinin ne olduğunun, tarih içinde nasıl algılandığının bilinmesi gerekir.
“Edebiyat”' sözcüğü, etimolojik olarak Arapça “edep” sözcüğünden türemiştir ve „ahlâk‟, „terbiye‟, „güzel huy‟, „nezâket‟, „zarafet' gibi anlamları içermektedir. Yani sözcüğün köken olarak, bugün edebiyat biliminde kullanılan anlamıyla doğrudan bir ilişkisi
yoktur. Sözcük, zaman içinde anlam daralması ile bugünkü içeriğini kazanmıştır.
„Edebiyat‟ kavramının Batı dillerindeki karşılığı olan Literatur ( Alm.), Literature
(İng.), Litterature (Fr.) sözcüğü ise Eski Yunanistan‟da bir yazar tarafından belirli
estetik kurallara göre yazılan metinler için kullanılmaktaydı. Bu kurallar başta biçim,
içerik ve belirli bir çerçeveydi. Bir edebi metnin kalitesi, bu kurallara ne ölçüde uyduğuna bağlıydı. Bunların dışında başka ölçüler de vardı, ama en önemlileri bunlardı.
'Edebiyat' kavramı, bugün en genel tanımıyla duygu, düşünce ve hayallerin, olayların,
nesnelerin, soyut ve somut değerlerin söz ve yazı halinde, güzel ve etkili bir şekilde
anlatılması sanatıdır. Bu bağıntılar içinde en önemlisi ise, başta onun bir sanat olmasıdır. Sanat ise, "bir duygunun, bir tasarının veya güzelliğin ifadesinde kullanılan metotların tümü, bu metotlar sonucunda ulaşılan üstün yaratıcılıktır. Bir şeyi güzel yapmak
için uygulanan kuralların tümü"dür (Erkul, 1996, s. 11). Burada edebiyatın en çok dikkat çeken özelliği bir güzelliğin ifadesi olması, var olan değil sonradan yapılması, özel-
12
likle içerik ve biçiminden dolayı farklı bağlamlarda, çeşitli anlam boyutlarına sahip
olmasıdır.
Böylece edebiyat kavramının etimolojisini ve tanımını kısaca açıkladıktan sonra, edebiyatın işlevine geçebiliriz. Edebiyatın işlevinin ne olduğu sorusunun yanıtını ve bu konunun kaynağını her şeyden önce sanat tarihi içinde aramak gerekir. Çünkü edebiyat, tarih
boyunca temelde iki farklı bakış açısıyla ele alınmıştır. Edebiyat yapıtlarının ortaya
çıkmasında bu iki bakış açısı her zaman etkili olmuştur. Bunlardan biri, edebiyatı devlet, politika, ahlak, din gibi bir başka olgunun aracı olarak görmüştür. Diğer bir görüş
ise, edebiyat yapıtlarına onların kendilerinden hareketle yaklaşmış ve kendileri için
bakmıştır. Bu düşünceyi paylaşanlar, edebiyat yapıtlarını değerlendirirken ölçü olarak
estetik değerleri ve sanatın özünü temel almışlardır.
Bu iki yaklaşımın temelini iki büyük filozof atmıştır: Platon ve Aristoteles. Platon,
insanların, kontrol altına alması gereken duygularını coşturduğu düşüncesi ile edebiyata
başlangıçta adeta zararlı bir olgu gibi yaklaşır. Çünkü ona göre, edebiyat asıl gerçekliği
değil de, ancak yüzeysel gerçekliği verdiği için insanları yanıltır. Ancak daha sonraları,
ideal bir toplum ve devlet kurma yolunda bu amaca hizmet edecek edebiyatı kabul
eder. Dolayısıyla Platon, sanat yapıtlarını değerlendirirken her şeyden önce söz konusu
sanat yapıtının „ideal devlet’ düzenini korumada bir araç olup olmadığı ölçüsünden
hareket eder. Bir başka anlatımla edebiyata sosyal ve politik bir görev yükleyerek güdümlü bir hale getirir. Bu çerçevede güdümlü olmayan edebiyata da sansür uygulanması
gerektiğini söyler. Edebiyata işlevsel olarak bakan ilk çağ filozoflarından Platon, bu
bakış açısıyla, edebiyatı 'sanat' olarak gereksiz gören ancak onun değerini politik ve
sosyal güdümlülükte gören anlayışın temelini oluşturur. (Bkz. Moran, 1991, s, 10-16)
İlk çağlardan günümüze kadar sanat kamuoyunda var olan sanat kuramlarının temelini
Platon'dan sonra Aristoteles atmıştır. Aristoteles'e göre edebiyatın görevi, "gerçekten
olan şeyi değil, tersine olabilir olan şeyi, yani olasılık veya zorunluluk kanunlarına göre
mümkün olan şeyi ifade etmektir." ( Moran, 1991, s, 14)
Aristoteles, edebiyatın 'olabilir olan şeyi' dile getirmesi gerektiği düşüncesi ile edebiyata farklı bir gerçeklik yükler. Burada edebiyatı ve sanatçıyı yüceltir, onu diğer sosyal
alanların üstünde görür. Aristoteles, özellikle tragedyanın tanımını yaparken, edebiyatın
hem bilgi kazandırma, hem de yararlı psikolojik etkisine değinerek bireysel ve toplumsal yaşamdaki yerine de dikkat çeker. Bununla beraber sanat yapıtlarını değerlendirirken de ölçü olarak her şeyden önce sanat yapıtlarının kendisini alır.
Bu iki düşünürün açtığı yolda bugün, yazar ve düşünür sayısı kadar, edebiyatın yapısı
ve işlevi konusunda farklı ayrıntılarda yaklaşımlar ve bu yaklaşımlara uygun gerekçeler
söz konusudur.
Edebiyata yüklenen işlevlerden biri olarak görülen “politika” sözcüğü etimolojik olarak
eski Yunanca 'polis' (kent) sözcüğünden türemiştir. Polis o dönemde kent devletlerine
verilen isimdir. Politika ise “devlete ait işler anlamını taşır” (Kışlalı, 1998, s. 17). Kavram günümüzde siyasetbilimciler tarafından temelde iki yaklaşım doğrultusunda tanımlanmaktadır. Ayrıca yine bu iki yaklaşıma uygun yananlamlar da söz konusudur.
Birinci yaklaşım, politika kavramını devlet kurumu temelinde ele almakta, devletin ve
devlete bağlı kurumların işleyişi çerçevesinde yorumlamaktadır. Bu yaklaşıma göre
politika daranlamda devleti yönetme sanatıdır. Geniş anlamda ise "anayasa hukuku,
idare hukuku, devletler hukuku gibi genel olarak kamu hukuku alanındaki kuramların
uygulamadaki biçimine ve bunlardan oluşan olaylara denmektedir" (Girgin, 1982, s.
13
415 ). Politika kavramına ikinci bir yaklaşım ise onu politik faaliyetler çerçevesinde
değerlendirmekte ve ona, politik faaliyetleri diğer sosyal faaliyetlerden ayıran etkenler
doğrultusunda bir tanım getirmektedir. Politikaya işlevsel açıdan bakan bu yaklaşıma
göre politika, iktidar için yapılan kavgadır. Bu tanım, aynı zamanda politik faaliyetleri
diğer sosyal faaliyetlerden ayıran temel bir ayrımı da göstermektedir ki, burada ölçü
„iktidar‟ olgusudur. Bu görüşte olanların öncüleri 15.Yüzyıl İtalyan düşünürlerinden
Machiavelli ve onun günümüzdeki takipçileri sosyolog Max Weber ve filozof Bertrand
Russell gibi düşünürlerdir. Machiavelli politik iktidarın ele geçirilmesi, korunması,
büyümesi ve yitirilmesi konusunda yazmış olduğu “ll Principe” (Türkçeye Hükümdar
olarak çevrilmiştir) adlı yapıtıyla bu konuda hepsine öncülük etmiştir. Machiavelli, bu
yapıtında politikayı, iktidardakilerin gücü elde etmek, korumak ve yaygınlaştırmak için
kullandıkları en iyi teknik araç olarak tanımlar.
Edebiyat ve politika kavramlarının tanım ve içerikleri böyle iken, yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, edebiyatın yapısı, işlevi, gerçekliği ve politikayla olan ilişkisi
hiçbir zaman yazarlar ve edebiyatbilimcileri tarafından tartışmasız bir biçimde ortaya
konulmamıştır. Görüldüğü gibi bu farklı yaklaşımların kaynağı, dün olduğu gibi bugün
de her zaman sanatın özü ile doğrudan ilişkili değildir. Edebiyat çok yönlü, toplumsal,
kültürel, bireysel, vb. bir olgu olduğu ve tüm yaşamı kucakladığı için insanlar sanatı,
kendi dünya görüşleri, yaşam felsefeleri ve doğalarının perspektifi ile değerlendirmektedirler.
Bu yaklaşım farklılıklarında yaşanılan sosyal ve siyasal olayların da büyük rolü vardır.
Örneğin 'Toplumcu Gerçeklik' sanat anlayışına sahip olan yazarların ve bunları destekleyen düşünürlerin edebiyata, politik veya toplumsal bir işlev yüklemeleri ve bunu sanatın olmazsa olmazı görmelerini başka nasıl açıklayabiliriz? Nitekim Lenin, "edebiyat,
parti edebiyatı olmalıdır. Kahrolsun partizan olmayan yazar! Kahrolsun edebiyatın
üstün adamı! Edebiyat, proletaryanın genel davranışının bir parçası olmalıdır" (Girgin,1982 s. 66). derken bunun en somut örneğini oluşturur. Oysaki sanatı bütünsel bir
bakışla değerlendirmeyen her yaklaşım eksiktir ve sanatı tam olarak anlatamaz. Çünkü
tek taraflı bakıldığı zaman sanatın içindeki karşıtlıklar ayrı ayrı görünür. Örneğin sanatın bu çok yönlülüğünden dolayıdır ki sanat, tarih içinde bir taraftan görünüş ve kurmaca olarak anlaşılmış, diğer taraftan da ondan toplumu değiştirmesi istenmiş ve dolayısıyla gerçek gerçekliğe dayanması beklenmiştir. Yazar ve şairler edebiyata bu işlevlerinden birini yükleyerek yaklaştıkları için ortaya sanat adına çelişkili düşünceler çıkmıştır.
Oysaki edebiyat ve politika kavramlarına bütünsel bakıldığından konu kendiliğinden
anlaşılacaktır. Çünkü her ne kadar bir edebi yapıtta doğrudur, yanlıştır gibi kabuller bir
anlam taşımasa bile, edebiyat da diğer sanat türleri gibi biçim ve özden oluşmaktadır ve
mutlaka bir içeriği vardır. Bu içerikte düşler olduğu gibi, ahlaksal değerler de vardır.
Bunların içinde politik konuların olması da doğaldır, bazen insanlara sıkıcı gelse bile.
Çünkü politika da insanın sosyal yaşamının bir gerçeğidir. Stendhal, bir yazısında "bir
yazın ürününde politika, bir konserin tam ortasında patlayan bir tabanca sesi gibi gürültü ve kaba ama yine de insanın ilgilenmekten kaçınamayacağı bir şeydir" (Howe, 1987,
s. 70), derken de bu ilişkinin boyutuna dikkat çeker. Çünkü edebiyat bir insan ürünü
olduğuna göre, sonuçta insanı ve onun çevresi ile olan ilişkilerini ve sorunlarını anlatmak zorundadır. Aristoteles, 'Poetika'sında Tragedya'nın öğelerini anlatırken, üçüncü ve
önemli öğe olarak bu düşünceyi sayması bunun en güzel kanıtıdır. Bundan dolayı Sev-
14
da Şener, Aristoteles'in düşünce öğesini, bugünkü „tez ve tema'nın‟ karşılığı olarak
görür. Çünkü Aristoteles, „düşünce deyince, koşulların emrettiği ve koşullara uygun
olan şeyleri söyleme ve tartışma yetisini anlıyorum; başka zaman bu, politik ve retoriğin ödevini teşkil eder‟, biçiminde yorumlar. (Bkz. Şener, 1998, s.70-75)
Sanatı bir hesaplaşma olarak görenlerin çıkış noktalarında biri de edebiyatın içerdiği bu
sosyal ve politik boyut olsa gerek. Çünkü ilk edebiyat türlerinden olan ve ilk çağlara
kadar uzanan klasik trajedinin kökeninde, ister tanrılarla olsun, ister kaderle, isterse de
düşüncelerle, bir çatışmanın, bir gerilimin ve hesaplaşmanın olmasını başka nasıl açıklayabiliriz.? Dolayısıyla edebiyat, estetik ve biçimsel normlar önplanda olmak koşuluyla
politikayı da anlatabilir, politik güdümlü de olabilir. Çünkü edebiyatın ve genel anlamda sanatın özünde insanlara estetik bir güzellik vermek olduğu herkesin kabul ettiği bir
gerçektir. Ama yine sanatın içerik boyutunun da var olduğu ve onun yaşamın kendisini
anlattığı diğer bir gerçektir. Çünkü edebiyat her ne kadar doğrudan yaşanılan gerçekleri anlatmasa bile, ilham aldığı, dayandığı gerçekler yaşamın kendi gerçekleridir. Öyle
olmasa, sanatçılar kendi çağlarını, kendi toplumlarını estetik düzlemde anlatmazlardı.
Yaşamı, onun güzelliklerini ve sorunlarını dile getirmek estetik amaca ters düşmez.
Bunlar birbirlerini tamamlayan gerçeklerdir. Önemli olan yazarın ele aldığı konuyu çok
boyutlu hale getirmesidir.
Politik konuları çok boyutlu hale getirmek ve bu arada sanatın temel özelliklerini korumak ise, yazarın politik düşüncelerinden çok sanatsal yeteneklerine bağlıdır. Eğer ele
alınan politik konu tek boyutlu ise, burada konuyu değil, yazarı sorgulamak gerekir.
Burada "kabahat, düşüncelerde değil, onları özümlemeyen, sindiremeyen ve şu yahut bu
nedenle tutarlı ideolojisi olmayan sanatçıdır." (Plehanov, 1962, s.146)
Çünkü bir sanat yapıtı, sanatsal bir nitelik kazandıktan sonra, ele aldığı politika ve ideolojiye karşı bağımsızlaşır ve onu aşar, isterse yazar güdümlü olsun. Çünkü yazar güdümlü olsa bile konu yazara özgü bir biçimle yoğrulunca farklı ve yeni bir gerçeklik
kazanmıştır. Yani, artık okur için var olan belli bir dogmatik ideolojinin kalıpları değil,
yeni bir gerçekliktir. Bu da her okur için farklı farklı duygu ve düşünceleri çağrıştıracağından artık o düşünceler, ilgili olduğu politika ve ideolojiyi aşmış demektir.
Aksi halde, okuyucu açısından güdümlü edebiyat yoktur, sanatsal açıdan yetersiz, yazar
açısından eksik ve güdümlü bir edebiyat vardır.
Schiller‟in, gerçek bir sanat yapıtının ele aldığı içeriği nasıl evrenselleştirdiği, bir başka
boyuta yücelttiği ve kendisini aştığın konusundaki görüşleri bu konuyu bir başka açıdan
aydınlatır: "Gerçek bir sanat yalnızca geçici bir oyunu aktarmayı amaçlamaz. O, insanı
yalnızca anlık bir özgürlük rüyasına sokmayı değil, onu gerçekten özgür yapmayı amaçlar.(...) Bunu, sanatın biraz gerçekliği, nesnelliği gerektirdiği için yapar. Dolayısıyla
sanat kendisini yalnızca gerçekliğin görüntüsüyle sınırlandıramaz. Sanat ideal yapısını, doğrudan gerçeklik üstüne, doğanın sağlam ve derin temeli üstüne kurar." (Ziss,
1984,s. 87).
Görüldüğü gibi Schiller burada, bir yazarın politik ve ideolojik konuları sanata taşıyıp
taşımamasının değil, onları bağlı oldukları gerçeklerden uzaklaştırıp, yeni bir gerçeklik
içinde özgürce sanatsal gerçekliğe dönüştürmesinin önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Sonuç:
15
Edebiyat içerik ve biçimden oluştuğuna göre, estetik bir biçimi olacağı gibi, içeriğinin
de olması doğaldır. İçerik düzleminde onu diğer sosyal alanlardan ayıran şey, konusunu işleyiş biçimidir, ona verdiği estetik boyuttur. Ele alınan konunun yaşamın hangi
alanını ilgilendirdiği sanat açısından o kadar da önemli değildir. Eğer edebiyat böyle
algılanmasa, işte o zaman Sartre'in sorusu gündeme gelir: “Edebiyat nedir?”, ve kimin
içindir? Edebiyat ne yalnızca dildir ne de yalnızca içeriktir. Edebiyat bu iki özelliğe de
sahip olan çok yönlü dilsel bir sanat türüdür.
Edebiyatı edebiyat yapan ölçü, ele aldığı nesneden çok, o nesnenin hangi ölçüde sanatsal gerçekliğe dönüştürüldüğü ilkesidir. İşte bir yapıtın sanat kalitesini gösteren ölçütler bunlar olmalıdır. Aksi halde, edebiyat ve ideoloji ilişkisine, farklı bir boyutta
yine ideolojik bir yaklaşım sergilenmiş olunur.
KAYNAKÇA
ERKUL. V. (1996) “Sanat ve İnsan” İstanbul
HOWE, I.(1987) “Politik Roman Kavramı”, Adam Sanat Dergisi, Nr.15 Şubat Ankara.
KIŞLALI, A. (1998) “Siyaset Bilimi.” Ankara
MARCUSE, H. (1968), „ The affirmative character of culture‟ Negations: ESSAYS İN
Critical Theory, London, içinde JANET Wolf, 2000, „Sanatın Toplumsal Üretimi, s, 87,
Özne Yayınları. Ankara
MORAN, B.(1991) “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri” İstanbul.
ÖZTÜRK, M. (1993) “Ordu ve Politika”. Ankara
PLEHANOV, G. (1962), “Sanat ve Sosyalizm”, çev. S. Mimoğlu, Ankara
REIF, A.(1993, “ Edebiyat Her Zaman Darboğazdadır”, çev: Aysun Şener ve Cengiz
Sarıçam. Gündoğan, sayı. 5, Ankara
SARTRE, J.P.(1982), “Edebiyat Nedir?”, çev. Bertan Onaran, İstanbul
ŞENER, S. (1998) “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”. Dost Kitabevi, Ankara.
WELLEK, D.(2001), “Edebiyat Teorisi”, çev. Ömer Faruk Huyugüzel Akademi Yay.,
İzmir
ZISS, A. (1984), “Estetik. Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi”, İstanbul
ZMĚGAČ, V. (1990) , “Der europäische Roman”, Tübingen
1
16