Aylık Dergi - Diyanet İşleri Başkanlığı

Aylık Dergi
Nisan 2015
Sayı 292
HZ. PEYGAMBER VE
ANADOLU’DA BİRLİKTE
YAŞAMA KÜLTÜRÜ
BİRLİKTE
YAŞAMA AHLAKI
PROF. DR. MAHMUT AYDIN İLE
BİRLİKTE YAŞAMA ÜZERİNE SÖYLEŞİ
HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİNDE
BİRLİKTE YAŞAMA VE HOŞGÖRÜ
İnsanlık tarihinde başka din ve kültür mensuplarıyla
bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en
güzel örneğini Müslümanlar vermiştir.
Modern zamanlarda sıkça dillendirilen
meselelerden birisi de “Birlikte
yaşama ahlakı” konusudur.
Birlikte yaşamanın aslında bir
zihniyet meselesi olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Yeryüzü bütünüyle Allah’ın mülkü, insanlar da Allah’ın
kuludur. Hz. Peygamber belli bir zaman ve mekâna ya da
topluma değil, tüm insanlığa rehber olarak gönderilmiştir.
EDİTÖRDEN
GÜNÜMÜZ dünyası bilim, teknoloji ve iletişim alanında ulaştığı yeniliklerle akla hayale gelmeyecek derecede bir gelişme elde etmiştir. Teknolojide son asırda elde edilen kazanımlar, âdeta yüzyıllara meydan okur
hâle gelmiştir. Bu durum, bilginin, olayların bir anda dünyanın dört bir tarafına ulaştığı, mesafelerin ortadan
kalkıp, zaman ve mekân mefhumunun göreceli hâle geldiği ve kültürlerarası etkileşimin hız kazandığı bir
tabloyu karşımıza çıkarmaktadır. Çağın insanlıkla imtihanı olan zorunlu göçler ve daha müreffeh hayat arayışları da insanları farklı ülkelerde ve farklı şehirlerde yaşamaya sevk etmektedir. Doğal olarak ülkeler, kültürler ve dinler arası iletişim artmakta, farklı kimliklerin bir arada yaşama zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Hiç kimsenin bu sürece bigâne kalması da mümkün değildir. Burada önemli olan kimliği, kişiliği, değerleri
kaybetmeden, “biz olabilmek” ve “biz kalabilmek”tir. Küresel ölçekte de yaşanan meydan okumalara karşı
onurlu bir duruş sergileyebilmektir.
Bugün modern dünya birlikte yaşamayı çağdaşlık ve gelişmişliğin önemli göstergelerinden biri olarak kabul
etmekle birlikte, dünyanın birçok bölgesinde insanlar hak ihlallerine maruz kalmaya, en temel hak olarak
kabul edilen yaşama hakkı başta olmak üzere, düşünce ve inançla ilgili ihlaller yaşamaya hâlâ devam etmektedir. Her insanın doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerin önündeki en büyük engelin ötekileştirme, farklılıklara tahammül edememe ve farklılıkları tehdit olarak görme anlayışının olduğunu söyleyebiliriz.
İslam Medeniyetinde birlikte yaşamanın ilk tecrübesi, Medine şehir devletinde yaşanmıştır. Medine’de Müslüman, Yahudi ve müşrik topluluklarının birbirleriyle ve başkalarıyla ilişkilerini, temel hak ve görevlerini
belirleyen Medine sözleşmesi bu konuda önemli bir vesikadır. Bu sözleşme, farklı din mensuplarının bir
arada yaşamasına imkân vermiş olması ve bunu yasal bir zemine oturtması bakımından tarihi ve hukuki
değeri haiz önemli bir belgedir.
Veda Hutbesi’nde de her insanın canının, malının ve inancının dokunulmaz olduğunu ve her türlü saldırıya
karşı korunması gerektiğini ilan eden Hz. Peygamberin Medine’de oluşturduğu çok inançlı ve kültürlü yapı,
bizim medeniyet anlayışımızı, insana yaklaşımımızı göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Hz. Peygamberin Medine’de ortaya koyduğu bu tecrübe, bir arada yaşama hukukunun ve ahlakının da temellerini
teşkil etmektedir.
Hz. Peygamberin hoşgörü, şefkat, merhamet ve affedicilik üzerine inşa ettiği toplumun yansıması Anadolu’da
“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz” dizelerinde dile getirilmiştir.
Anadolu coğrafyası, binlerce yıllık tarihinde farklılıkları içinde barındırmış; barış ve hoşgörüyle yaşamayı
başarmış, farklılıkları birer zenginlik olarak görmüş önemli bir örnektir bizim için. Ahmet Yesevi, Yunus
Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli ve daha niceleri düşünceleri, sevgi ve hoşgörü anlayışları
ile kültür ve medeniyetimizin bu alandaki sembol temsilcileridir.
Birlikte yaşama adına bugün yaşanan sıkıntılar, karşılıklı saygı, anlayış ve hoşgörü zeminini birlikte oluşturmakla sağlanabilir. Unutulmamalıdır ki tek taraflı bir hoşgörüden bahsedilemez. Yine bir tarafın menfaat
ve çıkarına zemin hazırlayan bir ilişki tarzı da kabul edilemez. Birlikte huzur ve güven içinde yaşamak için
sadece yasal düzenlemeler, felsefi ve sosyolojik bakış açıları da yeterli değildir. Her şeyden önce toplumda
birlikte yaşama inancı, ahlakı ve kültürünün de oluşturulması gerekir. İnsan tasavvuru hakkında kültürümüzün yaklaşımını özetleyen Yunus Emre, birlikte yaşamanın formülünü asırlar öncesinden en güzel şekilde
dile getirmektedir: “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü.”
Bu sayıda, modern zamanlarda insanın nasıl ötekileştirildiğini, birlikte yaşama ahlakının nasıl zedelendiğini,
bunun giderilebilmesi için çarelerin neler olduğunu çok değerli yazarlarımızın katkılarıyla sizler için hazırladık. Her sayısında, sosyal ya da bireysel sorunları dinî referanslarla ele alan dergimiz, bu sayıda da birlikte
yaşamanın ahlakını; “Kuşlar gibi uçmayı öğrendik, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ama kardeşçe yaşamayı
unuttuk.” dediğimiz modern zamanlarda birbirimizi ötekileştirmeden bir arada huzur ve barış içinde yaşayabilmenin yollarını aradı.
Barışın, huzurun ve hoşgörünün önce kendi çevremizden başlayıp, sonra küresel ölçekte egemen olduğu bir
dünya temennisiyle dergimizi siz değerli okuyucularımızın beğenisine sunuyoruz.
Mayıs sayımızda buluşmak üzere…
Sa lman
D r. Y ü ksel
292
6
Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakmak
Anadolu’da Birlikte Yaşama Kültürü
Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ
10
Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise Topraktan
14
Birlikte Yaşama Ahlakı
18
Farklılıklar Kaçınılmaz, Birlikte
Yaşayabilmek Erdemdir
22
Birlikte Yaşamak, Dirlikte Yaşamak
26
Birlikte Yaşama Üzerine Prof. Dr.
Mahmut AYDIN ile Söyleşi
32
Birlikte Yaşamanın Evrensel İlkeleri
34
Hz. Peygamber’in Örnekliğinde
Birlikte Yaşama ve Hoşgörü
37
Hz. Peygamber ve
Birlikte Yaşama Bilinci
Dr. Ekrem KELEŞ
05
10
Doç. Dr. Yaşar YİĞİT
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Dr. Lamia LEVENT
Dr. Mustafa EREN
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Selva ÖZELBAŞ
Diyanet İşleri Başkanlığı
Adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Dr. Yüksel SALMAN
Yayın Koordinatörleri
Mustafa BAYRAKTAR
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
2 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Dr. Lamia LEVENT
[email protected]
22
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Görsel Sorumlu
Burhan ÇİMEN
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
İletişim
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv.
No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara
Tel : 0312 295 86 61
Faks: 0312 295 61 92
[email protected]
facebook.com/diyanetaylikdergi
twitter.com/Diyanet Dergisi
58
62
26
40
44
46
Şehrin Huzur Mekânı
Na’t-ı şerif: Şiirle Peygamber Sevgisi ve
Şefaat Arzusu
Prof. Dr. Emine YENİTERZİ
Üç Aylar: Hasat Vakti Ömrün Bereketi
Sedide AKBULUT
64
O’nun (s.a.s.) İçin Ne Dediler?
68
Dünden Bugüne: Hâdimlikten Hâkimliğe
72
Bizi Şekle Kavuşturan: el-Musavvir
74
76
79
M. Kamil Yaykan / Sümeyye Özçelik
Dr. Erdal KILIÇ
Fatma BAYRAM
Erzurum Ulemasından Yunus Kaya
Dr. Zeki KOÇAK
Bunu Konuşalım: Aysun Özkan ile Söyleşi
Dr. Lamia LEVENT
Fahr-i Kâinat Efendimiz
Dr. Mehmet Nur AKDOĞAN
Mahmut BIYIKLI
Çarpıtılan Cihat Anlayışımız
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Riya: Kimi Kandırıyoruz?
Hale ŞAHİN
48
52
Gençliğe İstikamet Çizen Bir Mücadele
İnsanı:Ali Fuat Başgil
54
Avusturya İslam Kanunu
Üzerine Bir Değerlendirme
56
Kutlu Doğum’u Moskova’da Yaşamak
Kâmil BÜYÜKER
Hoş Gör Hâlimizi Ya Rasulallah
Sümeyye ERTÜRK
Fatih KARADAŞ
Dr. Mustafa KÜTÜKÇÜ
Abone İşleri
Tel : 0312 295 71 96-97
Faks : 0312 285 18 54
e-mail: [email protected]
Abone Şartları
Yurtiçi yıllık: 60.00 TL
Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları
AB Ülkeleri: 30 Euro
Avustralya: 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka: 250 Kron
İsviçre: 45 Frank
34
48
Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi
IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi
sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir.
Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri
Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725
Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: [email protected] www.a4grafik.com.tr
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Basım Tarihi: 27/03/2015 ISSN-1300-8471
B A Ş M A K A L E
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Hz. Peygamber (s.a.s.),
Birlikte Yaşama Ahlakı ve Hukuku
MODERN zamanlarda âdeta küresel bir köye dönüşen dünyamızda bilim ve teknoloji alanında
baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Ulaşım hizmetlerinde büyük kolaylıklar sağlandı. Kitle iletişim
araçları olabildiğince yaygınlaştı. İş, ticaret, eğitim ve benzeri amaçlarla gerçekleştirilen seyahatler
gittikçe çoğaldı. Dünya nüfusu 8 milyarı aştı. Köyden kente göçün durmaksızın devam etmesi
neticesinde yerküremizde milyonların yaşadığı metropoller, megapoller oluştu.
Bu arada modern dünya, tarihî tecrübeleri fazla dikkate almadan kendi değerler dünyasını inşa
etti. Bu değerler dünyası içinde kendi hayat tarzını, kurumlarını, insan ilişkilerini, dilini üretti.
Geçmişe dair ne varsa, bugüne dair ne elde ettiyse hepsini bu yeni zihniyete arz etti. Ancak hayata
bakışı hikmet ve merhamet değil, güç ve menfaat eksenliydi. Bu yüzden pozitivizm ve hümanizmin görece dünyası içinde sürekli bir çatışma kültürü meydana geldi. Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları, soğuk savaş dönemleri, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da yaşanan trajediler, insanlığın son asırlarda yaşadığı büyük acılardır. Bilhassa son yıllarda Arakan’da, Filistin’de, Irak’ta,
Suriye’de ve Yemen’de yaşanmakta olan şiddet ve çatışma ortamı insanlığın vicdanını sızlatmaya
devam etmektedir. Tüm bu savaş, çatışma, işgal ve soykırımlar nedeniyle zorunlu yer değiştirmeler ve göçler yaşandı ve hâlen de yaşanmaya devam ediyor.
Dünyanın sınır kavramını unuttuğu ve alabildiğince çalkalanıp alt üst olduğu günümüzde, farklı
din, dil, ırk, renk, ülke, kültür, inanç, mezhep ve meşrebe sahip insanlar, tarihte hiç görülmemiş
bir yoğunlukta bir arada yaşamaya başladı. Küresel ölçekte bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasi,
dinî ve kültürel etkileşimler yaşandı. Bu durum pek çok problemin yanında “öteki” problemini,
yani ötekini tanıma, kabullenme ve onunla bir arada yaşama problemini beraberinde getirdi. Artık
aynı toprağı, suyu, havayı paylaşan insanlar arasında saygıya dayalı sağlıklı bir iletişim örüntüsü
kurmak; kendi yaşamı adına diğerinin yaşama hakkını elinden almayan, hukuka ve ahlaka riayet
ederek birlikte yaşamayı başarabilen toplumlar inşa etmek gerekiyordu.
Her ne kadar insanlık birlikte yaşama konusunda ciddi bir birikime sahip olsa da, sürekli demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, çoğulculuktan ve çok kültürlülükten söz edilse de,
dünyamızda medeniyetler, dinler ve kültürler arasında çatışma senaryoları, yabancı düşmanlığı,
ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, asimilasyon ve izolasyon politikaları bir türlü sona erdirilemedi.
Savaşlar, işgaller, şiddet ve terör eylemleri, çatışmalar, istibdatlar, soykırımlar, sömürgecilik ve
zulüm durmaksızın devam etti.
Her ne kadar farklılıklardan kaynaklanması muhtemel çatışmaların önlenmesi adına uluslararası
sözleşmeler imzalanmış, uluslararası kurum ve kuruluşlar ihdas edilmişse de bütün bu girişimler,
dünyamızdaki farklılıkların tamamını kuşatmadığı ve de dinî, ahlaki ve kültürel alt yapı ile desteklenmediği için barış, huzur ve kardeşlik yolunda istenen neticeler bir türlü alınamadı.
Dolayısıyla bugün birlikte yaşama konusunda genelde insanlığın özelde ise Müslüman toplum-
ların karşılaştıkları sorunların çözümü için seferber olunmasına; dinlerin, özellikle de son hak din olan
İslam’ın bakış açısının ortaya konmasına; tarih boyunca Müslümanların bu konuda geliştirdikleri hukukun
bilinmesine, tarihî tecrübenin günümüze yansıtılmasına ve birlikte yaşama ahlakı konusunda bir bilinç
oluşturulmasına ihtiyaç vardır.
Hiç şüphesiz İslam, farklılıkların bir arada barış ve huzur içinde yaşamalarına dair ahlak ve hukuk ilkelerini
belirlemiş yegâne dindir. İslam’ın “öteki” anlayışı, farklılıkların bir kimlik olarak muhafaza edilip yaşatılmasını öngörür. Kur’an-ı Kerim, farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak değerlendirir (Rûm, 30/20.) ve insanların
kavimlere, kabilelere, ırklara ayrılmasının hikmetini “teâruf” kavramıyla izah eder. (Hucurat, 49/13.) Buna göre
yeryüzünde dillerin, renklerin, etnik yapıların farklı farklı oluşu, ötekini tanıma, bilme ve kabullenme
anlamına gelen teârufu gerektirir. İnsan, farklılıkların ilahi kudretin, hikmetin ve sınavın birer parçası olduğunu (Maide, 5/48.) idrak etmeli, erdemli ve faziletli bir duruşla bir arada yaşama hedefine ulaşabilmelidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanından günümüze İslam toplumları, Müslüman olmayan toplumlarla ilişkilerinde her zaman belli ölçüleri gözetmiştir. Bu ölçüleri belirleyen bizzat Kur’an ve Hz. Peygamberin (s.a.s.)
sünnetidir. Kerim kitabımızda dini kabul noktasında insanlara baskı yapılmasını yasaklayan ayetler bulunması (Bakara, 2/256; Yunus, 10/99; Kehf, 18/29.), başka din ve inanç mensuplarına anlayış gösterilmesini gerekli kılmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.) döneminde Hristiyanlarla ilk ilişkiler, Müslümanların Habeşistan’a hicretiyle; Yahudilerle ilk ilişkiler ise bizzat Hz. Peygamberin (s.a.s.) Medine’ye hicretiyle başlamıştır. Medine İslam
toplumunda üç ilahî dinin mensupları arasında örnek ilişkiler kurulmuş, antlaşmalar imzalanmış, birlikte
yaşama hukuku geliştirilmiş ve bu hukuk Medine Vesikası ile yazılı hâle getirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber
(s.a.s.) ve Hulefa-yı Raşidin döneminde Müslüman olmayanlar, azınlık statüsünde değerlendirilmeyip asli
unsur olarak kabul edilmiş, yapılan antlaşmalarda her ferde din ve vicdan hürriyeti tanındığı açık bir şekilde belirtilmiştir. Buna göre dinî eğitim, öğretim, ayin ve ibadetler ile mabetler, inanç hürriyetinin gereği
olarak hukukun güvencesi altına alınmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabının temellerini attıkları birlikte yaşama hukuku tek taraflı bir süreçte gelişmemiş, diğer din mensuplarının da bu anlayışa katkıları olmuş, bu sayede başta Anadolu olmak üzere
Endülüs’ten Hindistan’a, Afrika’dan Asya’ya İslam coğrafyasının dört bir köşesinde örnek toplum modelleri
ortaya konulmuştur. Farklı millet, kültür ve dinlerin kavşak noktaları olarak nitelendirebileceğimiz Kudüs,
Şam, Bağdat, Kahire, İskenderiye, Kurtuba, Üsküp, Saray Bosna, Antakya, Edirne, Bursa, Mardin, İstanbul
gibi İslam şehirleri, hoşgörünün, anlayışın, saygının hüküm sürdüğü huzur ve barış merkezleri olmuşlardır.
Üzülerek belirtelim ki, birlikte yaşama kültürüne dair teorik ve pratik birikimimize rağmen bugün hâlâ
farklılıkları kabullenme meselesi, en büyük toplumsal problemlerimizden birisidir. Hâkim gücün farklılıkları aza indirme, hatta tamamen kaldırmaya yönelik gizli ya da açık baskısı küresel bir mesele olarak
karşımızdadır. Batı toplumlarında var olan “farklılıklarla birlikte yaşama zafiyeti” Müslümanlara karşı islamofobi kaynaklı nefret söylemleri, ayrımcılık politikaları ve camilere yönelik saldırı girişimleri ile gün yüzüne çıkarken, İslam toplumlarında da mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, ideolojik ayrımcılık sebebiyle iç
çatışmalar yaşanmakta, masum canlar katledilmekte, şehirlerin tarihî ve kültürel dokusu yok edilmektedir.
Her türlü olumsuzluğa, saldırıya, oyuna, strateji ve plana rağmen Müslümanlar olarak, Kur’an-ı Kerim’in ve
son peygamberin (s.a.s.) çağlar üstü örnekliğini esas almakla mükellef olduğumuzu burada bir defa daha
hatırlamakta fayda mülahaza ediyorum. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiğinde
şiddet sarmalından kurtulacaktır. İslam’ın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine, tarihte bu ilkelerin üzerinde yükselen model toplumlara, onların farklılıkları çatışma ve yıkım sebebi değil, gelişme ve zenginleme
fırsatı olarak nasıl değerlendirdiğine odaklandığımız zaman, coğrafyamız yeniden selam ve eman yurdu
hâline gelecektir. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet
ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlâkını yeniden yaşanır kılmaktan geçmektedir.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
5
G Ü N D E M
YETMİŞ İKİ MİLLETE BİR GÖZLE BAKMAK
ANADOLU’DA BİRLİKTE
YAŞAMA KÜLTÜRÜ
Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
İrfani geleneğin birlikte yaşama sürecinde; durağan, statik ve uyuşuk bir yapı değil,
toplumun tekâmülünü öngören, başkalarıyla birlikte yaşamayı, onları kabullenmeyi
esas alan, her insanı potansiyel Müslüman gören ve Müslüman kardeşini kendisine
tercih eden ve karşılıksız sevmeyi ve vermeği yeğleyen bir anlayış egemendir.
6 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Kilise ve camilerin bir arada olduğu Mardin’den bir görünüm
İNSANLIK tarihinde başka din
ve kültür mensuplarıyla bir arada
yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini Müslümanlar vermiştir. Asr-ı saadet
döneminden itibaren Emevi ve
Abbasi hilafetinden günümüze
kadar Şam, Kudüs, Kahire, Bağdat ve İstanbul gibi farklı din
mensuplarının birlikte yaşadığı şehirlerde başka dinlerin ve
kültürlerin tarihinde eşine rastlanmayacak bir hoşgörü ortamı
oluşmuştur.
Anadolu, tarihî süreç içerisinde
birlikte yaşama tecrübesinden
nasibini almış ve Müslümanların
bu tecrübeyi en yüksek seviyede
yaşadığı bölgelerden birisi olmuştur. Bütün bu dönem boyunca bu
ülkelerde oluşan birlikte yaşama ortamının hazırlayıcı unsuru
İslam’ın kendisidir. İslam gerek
temel kaynaklarında, gerekse asrı saadetteki uygulamalarında bu
anlayışın neşet ettiği ana kaynak
olmuştur.
İslam’ın özünde var olan birlikte yaşama tecrübesine irfan geleneğinin temsilcisi olan arifler,
yaşantı ve düşünceleriyle önemli
katkılar sağlamışlardır. İslam’ın
ruhani derinliğini yorumlayan
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
7
G Ü N D E M
gönül sultanı arifler, İslami hoşgörüyü arifane bir tarzda ifade
etmişlerdir. Nitekim irfani klasik eserlerde nakledilen birtakım
anekdotlar irfan ehlinin bu anlayışlarını ortaya koyan örnekleridir.
İrfani geleneğin birlikte yaşama
sürecinde; durağan, statik ve
uyuşuk bir yapı değil, toplumun
tekâmülünü öngören, başkalarıyla birlikte yaşamayı, onları kabullenmeyi esas alan, her insanı
potansiyel Müslüman gören ve
Müslüman kardeşini kendisine
tercih eden ve karşılıksız sevmeyi
ve vermeği yeğleyen bir anlayış
egemendir.
Aslında insanların başka din
mensupları ile bir arada yaşaması
fıtri bir olgudur. İnsanlar her zaman birlikte yaşayacakları kimseler konusunda seçim yapma şansına sahip olmayabilirler. Çünkü
doğmadan önce kimin nerede
doğup kimlerle yaşayacağı kimseye malum değildir; bu yüzden
birlikte yaşama, karşılıklı hoşgörüyü zorunlu kılmaktadır.
İslam’ın
süratle
yayılmasında
8 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Anadolu Selçukluları
döneminde en büyük fikrî
temsilcilerini yetiştiren
irfani düşünce İbn Arabi,
Mevlana ve Yunus Emre
ile İslam’ın cihanşümul
mesajını evrensel
imparatorluk mefkûresi
sayesinde bütün cihana
ulaştırmıştır.
yapmışlardır. Arifler diğer din
mensuplarına ve farklı kültürlere
hoşgörü ile yaklaşmışlardır. Özellikle Anadolu Selçukluları döneminde en büyük fikrî temsilcilerini yetiştiren irfani düşünce İbn
Arabi, Mevlana ve Yunus Emre
ile İslam’ın cihanşümul mesajını
evrensel imparatorluk mefkûresi
sayesinde bütün cihana ulaştırmıştır. Nitekim Yunus Emre yetmiş iki millete bir gözle bakmayanı, şeriat ölçülerine göre evliya
olsa bile isyankâr sayar:
Yetmiş iki millete birlig ile bakmayan
Şer‘ile evliyâsa hakîkatte âsîdür
diğer din ve inanç mensuplarına gösterilen müsamahanın da
önemli bir etkisi vardır. Çünkü
İslam’da, Hristiyanlık’ta olduğu
gibi emperyalist emeller taşıyan
ve arkasında devlet desteği bulunan misyonerler yoktur. Onun
yerine insanlara İslam’ın mesajını
taşıyan sivil nitelikli davetçiler
vardır. Bu davet hizmetini sadece bir gruba hasretmek mümkün
değilse de özellikle “leşker-i duâ”
olarak anılan arifler, fiilen bu işi
(Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı Tenkitli
Metin, s. 43 (29/4.)
Gönül yıkan kimsenin ibadetinin
anlamsızlaşacağını ne güzel ifade
eder:
Bir kez gönül yıktınsa bu kıldığın
namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil (age. s. 163 (166/1.)
İslam, insanlara aşkla yaklaşan
bir ruhun temsilcisidir. Aşk sayesinde merhamet çekirdeğinden
G Ü N D E M
fışkıran mesuliyet, insanı sınırlı
ve dar yapılı bir varlık olmaktan
kurtarır, sonsuz ve ebedî bir hayata hazırlar. Yunus dört kitabın
anlamının ancak aşkla anlaşılacağına kaildir:
Dört kitâbın mânâsın okudum
tahsîl kıldım
Aşka gelicek gördüm bir ulu hece
imiş (age. s. 125 (124/9.)
Birlikte yaşamak tanış olmayı, tanış olmak sevip sevilmeyi sağlar.
Bunun neticesi ise huzurla yaşamaktır.
Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim / Dünya kimseye
kalmaz (age. s. 125 (124/9.)
Metinleri nasıl okuyup nasıl yorumladığımız çok önemli. Aynı
metinlerden birileri medeniyet
ihya ederken birileri vahşet üretebilir. Niyeti gönüller yapmak
olan, elbette inşa ve imara memurdur:
Ben gelmedim dâvî için / Benim işim
sevi için
Dostun evi gönüllerdir / Gönüller
yapmaya geldim (age. s. 176 (17 age. s.
125 (124/9).9/2.)
Yunus Emre kendi yolunun ve
dininin güzelliğini de şu ifadelerle anlatır:
Gayrıdır bu milletten bu bizim milletimiz
Hiç dinde
diyânetimiz
bulunmadı
dîn
ü
Bu dîn ü diyânette dünya ve âhirette
Yetmiş iki millette ayrıdır âyâtımız
(age. s. 118 (116/1-2.)
İrfan ehlinin diğer din mensuplarıyla; özellikle ehlikitap ile
ilişkilerinde ortak hedefleri her
insanı potansiyel Müslüman olarak görmek ve Hakk’ın mahluku
olarak sevmek ve hoş görmektir. Kur’an’daki ehlikitabı ortak
bir kelimede buluşmaya çağıran
hitab-ı ilahî (Âl-i İmran, 3/64.) Müslümanların ve irfan ehlinin müşterek çıkış noktası olmuştur.
Başka din mensuplarına inanç,
ibadet ve içtimai münasebetlerde
hoşgörü göstermek kişilerin dinleri, inançları ve kişilikleriyle ilgili özgüvenle yakından alakalıdır.
Bu konuda özgüven problemi
taşımayanlar başkalarının varlığından rahatsız olmaz; hatta onlara yaratıcının saygın bir varlığı
olarak bakar.
İrfan geleneği İslami değerleri birebir yansıtan ve asr-ı saadetteki
diğer din mensuplarıyla birlikte
yaşama geleneğini en iyi biçimde
sürdüren, halkı Hak için sevmeyi
öğütleyen bir disiplindir. Bu disiplinde Hakk’ın değişik tezahürleri söz konusudur. Her vasıftaki
insanı çağıran; onlara “gel” diyen
gönül sultanları ancak onları oldurmak, erdirmek ve Hakk’a vardırmak üzere davet ederler.
Beraber bulundukları insanları
yanlışlıklarını mazur görüp hatalarını tevil ederek hoş gören, buna
mukabil nefislerini suçlu görüp
kınayan irfan ehli günümüzde
bencilliğin, egoizmin hâkim olduğu noktalarda diğerkâmlık
ve hasbilik vasıflarıyla insanları
kuşatmaktadır. Kendisini toprak
gibi gören, üzerine atılan pisliklere rağmen kendisinden daima
güzellikler biten bir gönül insanı,
çağımızın çıkarcı insanını kuvvetle etkileyecek çarpıcı bir güce
sahiptir.
İrfani hayatı “güzel ahlak ve
edep” diye tarif eden arifler insanlara başkalarıyla geçimli olma,
kahır çekme, yük kaldırma gibi
konularda kendilerine önemli
görevler düştüğünü ifade etmiş
olmaktadırlar. Yunus’un:
Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz
gerek
Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş
olamazsın (Krş. Mustafa Tatcı, Yunus Emre
Dîvânı, s. 115 (111/2.)
Diye özetlediği güzel ahlak ve
geçim ehli olma konusu arifleri
merkez insanlar hâline getirmektedir. Bu yüzden tarihî süreçte
İslam ve irfanla yoğrulan Anadolu coğrafyası barışın, huzurun,
esenliğin ve birlikte yaşamanın
merkezi hâline gelmiştir.
Bugün tarihimizdekinin aksine
aleyhte propagandalarla insanların İslam’la ilgili birtakım ön kabulleri oluşmuş bulunmaktadır.
Bu ön kabuller, İslam’ın güler
yüzü ile hiç bağdaşmamaktadır.
Bu yüzden tarihî süreçte gönül
erenleri ve Alperenlerin üstlendiği yöntem tekrar incelenmelidir.
Küreselleşmenin ve birlikte yaşama tecrübelerinin tartışıldığı günümüzde farklılıkları zenginlik
kabul eden, her cins, dil ve ırktan
zümreleri içinde barındıran irfani telakki, insanlığın işine bugün
her zamankinden daha çok yarayacak bir olgudur. Küresel dünya
vatandaşlığının tartışıldığı günümüzde, düşünce ve inanç gruplarının birbirleri üzerinde baskı
oluşturmadan birlikte yaşamaları irfani gelenekle daha kolay ve
daha kalıcı olacaktır.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
9
G Ü N D E M
‘EY İNSANLAR! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini
yaratan; ikisinden birçok erkek
ve kadın (meydana getirip) yayan
Rabbinize karşı gelmekten sakının…’ (Nisa, 4/1.)
Kimilerinin tanımladığı gibi dünya artık bir köy hâline geldi. Çeşitli ırklara, dinlere ve kültürlere
mensup insanların birbirleri ile
iletişim hâlinde bulunduğu ve
hatta dünyanın pek çok yerinde
beraber yaşamak zorunda olduğu
bir zamandayız. Zira iletişim ve
ulaşım araçları devletler, kültürler
ve insanlar arasında örülmüş bulunan birtakım duvarları ortadan
kaldırdı. Kültürler arası iletişim
hızlandı. İnsanları birbirinden
ayıran birçok engel yok oldu.
Halklar, ülkeler ve hatta kıtalar
arsındaki engeller birer birer yıkıldı, yıkılmaya devam ediyor. Bu
sebeple farklı kültürler birbirleri
ile daha çok ve daha sık karşılaşmaktadır.
Sömürgecilik, Batı’da sanayileşmenin ortaya çıkardığı iş gücü
ihtiyacı, eğitim, ticaret ve başka
amaçlarla yapılan seyahatler, sa-
HEPİNİZ ÂDEM’DENSİNİZ
Âdem ise Topraktan
Dr. Ekrem KELEŞ
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı...
10 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
G Ü N D E M
vaşlar ve çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan zorunlu yer değiştirme
ve göç gibi etkenlerle dünyadaki
pek çok şehir artık dilleri, renkleri, ırkları, kültürleri farklı birçok
insanı bir arada barındırmaktadır. Bütün bunlar çeşitli ırklara,
coğrafyalara, kültürlere, inançlara
ve dillere mensup insanların bir
arada yaşamasını zorunlu hâle
getirmiştir.
Bu tablo göz önüne alındığında
dinleri, dilleri, inançları ve kültürleri farklı insanların bir arada huzur, barış ve güven içinde
birlikte yaşayabilmesine ilişkin
birtakım hukuki ve ahlaki düzenlemelerin yapılmasını kaçınılmaz
kılıyor.
Birlikte yaşama hususunda ilk
İslami tecrübe
Birlikte yaşamanın hukuki ve
ahlaki temellerinin bizzat Hz.
Peygamber tarafından Medine-i
Münevvere’de atıldığını görmekteyiz. Bilindiği gibi Medine’ye
hicretinden bir müddet sonra,
Hz. Peygamber’in önderliğinde
Medine’de yaşayan bütün gruplar arasında bir antlaşma metni
imzalanmıştır. Medine şehir devletindeki Müslüman, Müşrik ve
Yahudi toplulukların birbiriyle ve
başkalarıyla ilişkilerini, bu toplulukların temel hak ve görevlerini
birtakım esaslara bağlayan Medine Sözleşmesi, farklı din mensuplarının bir arada yaşamasına
imkân vermesi ve bunu hukuki
bir zemine oturtması bakımından
çok önemli ve tarihî bir vesikadır.
Bu belgede Yahudilerin canları,
malları ve dinî özgürlükleri gü-
vence altına alınmış ve onların
hak ve sorumlulukları gösterilmiştir. Bu bakımdan bu vesika,
hem farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşaması, hem de
din ve vicdan hürriyeti açısından
son derece önemli siyasi ve hukuki bir belgedir.
Birlikte yaşamak için sadece
hukuki düzenlemeler yetmez
Çeşitli ırklara, coğrafyalara, kültürlere, inançlara ve dillere mensup insanların bir arada huzur ve
güven içinde yaşayabilmesi için
yalnızca hukuki ve kanuni birtakım düzenlemeler yeterli değildir. Buna paralel olarak toplumda
birlikte yaşama inancı, ahlakı ve
kültürünün de oluşturulmasına
ihtiyaç vardır. Çünkü birlikte
huzur, barış ve güven içinde yaşama, ancak sağlam bir inanç ve
ahlak zemininde gerçekleşebilir.
Bu sebeple asıl önemli olan, birlikte yaşamanın toplumun bütün
bireyleri tarafından özümsenmesi
ve âdeta bir yaşam biçimi hâline
getirilmesidir. Zira hukuk devletinin bulunmadığı, kanunların
adil olmadığı ve adaletin bir hayat
tarzı olarak hayata geçirilemediği
toplumlarda birlikte yaşamaya
ilişkin kanuni düzenlemeler kâğıt
üzerinde kalır. Bunun en çarpıcı
örneklerini, günümüz batı toplumlarında kendini gösteren ve
hızlı bir şekilde yükselen İslam
korkusu/ islamofobinin ortaya çıkardığı tablolarda görmek mümkündür.
İslam’ın daha baştan ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde Müslümanlar, Müslüman olmayan
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
11
G Ü N D E M
insanlarla beraber yaşamanın
ahlakını ve hukukunu oluşturmuşlardır. Bu husustaki birtakım
kavram, terim, ıstılah ve mefhumların ve bunlara bağlı olarak
hukuki kuralların oluşum tarihi
İslam tarihi ile yaşıttır.
Müslüman topluma Müslüman
olmayan vatandaşlarını emanet
eden bir temel yaklaşım
Medine vesikasından başlamak
üzere Hz. Peygamberin Müslüman toplumda yaşayan gayrimüslimlere ve ehlizimmete
yönelik tebliğat ve talimatı doğrultusunda oluşan hukuki ve
ahlaki kurallar ve ilkeler, asırlar
boyu gayrimüslimlerin İslam ülkesinde huzur, barış ve güven
içerisinde yaşamasına imkân vermiştir. Böylece İslam toplumları
en baştan beri bünyesinde gayrimüslimleri barındırmış ve onlara
özgürlüklerini ve haklarını vererek onlarla yan yana yaşamıştır.
Onlara İslam inancını dayatmamış, İslam’a girmeleri için baskı
yapmamıştır. Haklarına saygı
göstermiştir. Böylece Müslüman
toplumda gayrimüslimlerin hakları ve vazifeleri belirlenmiş ve bu
alanla ilgili zimmet hükümlerine
ilişkin hukuki ve ahlaki kurallar
oluşmuştur.
Müslüman olmayanların vatandaş olarak İslam ülkesinde yaşamasının kuralları “Ehlizimmet,
ahd, eman ve müste’men” gibi
her biri onlara karşı Müslümanlara ağır sorumluluklar yükleyen
kavramların oluşturduğu ana
başlıklar altında şekillendirilmiştir. Bu kavramlar, Müslümanlara
12 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
İslam’ın daha baştan
ortaya koyduğu
esaslar çerçevesinde
Müslümanlar,
Müslüman olmayan
insanlarla beraber
yaşamanın ahlakını
ve hukukunu
oluşturmuşlardır.
Müslüman olmayanları emanet
eden anlam ve içeriklere sahiptir. Esasen bu, birlikte yaşamanın
sadece hukuki değil ahlaki temellerini de oluşturmaya yöneliktir.
İnsanlığın İslam medeniyetinin
ortaya koyduğu birlikte yaşama
tecrübesine ihtiyacı var.
Müslümanların Müslüman olmayanlar ile birlikte yaşamaları
hususunda İslam Medeniyetinin
ortaya koyduğu büyük tecrübe
ve birikime tüm insanlığın ihtiyacı vardır. İslam’ın ortaya koyduğu
ilkelerde İslam’ı kabul etmeyenlerin yok edilmesi, ortadan kaldırılması gibi bir yaklaşım asla yer
almamıştır. Bu hususta ilk akla
gelen ayet-i kerimelerin mealleri
şöyledir:
‘Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi; böyle iken sen hepsi mümin olsunlar
diye insanları zorlayıp duracak
mısın?’ (Yunus, 10/99.)
‘Dinde zorlama yoktur.’
2/256.)
(Bakara,
Bu ayet-i kerimeler ile Kur’an ve
sünnetin genel ilkeleri, topluma,
toplumsal düzene zarar vermediği sürece farklı dinden insanların
İslam yurdunda kendi dinlerini
özgürce yaşamalarının güvence
altında olduğunu göstermektedir.
Müslümanların Müslüman olmayanlarla insani ilişkilerindeki
temel yaklaşım ise mealini sunacağımız şu ayetlerde yer almaktadır:
‘Allah sizi, din konusunda sizinle
savaşmamış, sizi yurtlarınızdan
da çıkarmamış kimselere iyilik
etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adil davrananları sever. Allah,
sizi ancak, sizinle din konusunda
savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek
verenleri dost edinmekten men
eder. Kim onları dost edinirse,
işte onlar zalimlerin ta kendileridir.’ (Mümtehine, 60/8-9.)
İslam tarihinde bu çerçevede oluşan hukuki ve ahlaki birikim büyük bir literatür oluşturmaktadır.
Bu husustaki tarihî, fıkhi ve ahlaki mirasa günümüz insanlığının
çok ihtiyacı bulunmaktadır. Bu
mirası güncelleyerek insanlığın
gözleri önüne sermek günümüz
Müslüman ilim adamlarının en
önemli vazifelerindendir.
Batılılar gelip müdahale edinceye
kadar islam medeniyetinin Şam,
Kudüs, Bağdat, Mısır, İstanbul,
Endülüs, Saraybosna, Güney
Asya gibi önemli merkezlerinde
hatta küçük yerleşim birimlerinde bile Müslümanlar ile Müs-
G Ü N D E M
lüman olmayanlar asırlar boyu,
bunların bazısında on dört asrı
aşan bir süre yan yana barış, huzur ve güven içinde yaşamışlar,
birbirlerinin sevinçlerini, hüzünlerini, sıkıntılarını, zorluklarını
ve bolluklarını paylaşmışlardır.
Batılılar gelip müdahale edinceye kadar bu hep böyleydi. Onlar
gelip İslam dünyasında Müslümanlarla birlikte asırlarca beraber
yaşamış bulunan Hristiyanları,
Ermenileri tahrik ederek kendi
çıkarları için kullanmaya başlayıncaya kadar yahut da Siyonist
anlayış gelip İslam dünyasında
Filistin’de insanları tedhiş ile terör ile yurtlarından edinceye kadar bu hep böyle devam etmiştir.
Ne zaman ki gelip müdahalede
bulundular, insanları zorla köleleştirmeye başladılar, ne zamanki
Müslümanlarla beraber yaşayan
gayrimüslimleri çeşitli vaatlerle
tuzağa düşürerek kendi çıkarları
için kullanmaya başladılar ve ne
zaman ki gelip İslam dünyasını
işgal ettiler, işte bundan sonra
huzur ve sükûn bozulmaya başladı.
Şu bir gerçek ki tarih boyunca aynı geleceği paylaşan, aynı
vatanda ortak olarak yaşayan
insanlar arasına ayrılık tohumlarını sömürgeci ve işgalci ülkeler
ekmişlerdir. Böylece tarihin şahit
olduğu en mükemmel beraber
yaşama örnekleri kirlenmeye ve
bulanmaya başlamıştır. Azınlıkları himaye bahanesiyle başlattıkları müdahaleler azınlıkları da
huzursuz etmiştir. Bu sömürgeci
ve işgalcilerden herhangi biri, ne
zaman çıkıp sömürdükleri ve sömürmek istedikleri ülkenin güya
yararına gibi görünen bir şey söylemişse hep altından hain birtakım planlar çıkmıştır.
başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.’
Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem
de topraktan
Birlikte yaşama hukukunun temel esasını ortaya koyan yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i
kerimeyi teyit eden ve açıklayan
bu kutlu sözler, kıyamete kadar
bu hususta insanlığın yolunu
aydınlatacak temel ölçüyü ifade
etmektedir.
‘Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için
sizi boylara ve kabilelere ayırdık.
Allah katında en değerli olanınız,
O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar
olandır.’ (Hucurat, 49/13.)
İslam’a göre bütün insanlar ayet-i
kerimede ifade edilen bu büyük
ailenin çocuklarıdır. İstisnasız
olarak ve hiçbir ayrım yapmadan
her insan, yaratılışı itibarıyla saygındır, Kur’an-ı Kerim nazarında
dinine, inancına, rengine, ırkına
bakmaksızın insanın şerefli bir
varlık olarak yaratıldığı açıklanmıştır. İnsan, Yüce Allah’ın
değerli kıldığı varlıktır, mükerremdir. Bu hususu ifade eden
ayet-i kerimenin meali şöyledir:
‘Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel
ve temiz şeylerden rızıklandırdık
ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.’ (İsra, 17/70.)
Allah
Rasulünün
Veda
Hutbesi’nde yer alan şu cümleler ise, birlikte yaşama hukukuna ve birlikte yaşama ahlakına en
çok zarar veren ırkçılık ve türevleri mahiyetindeki her türlü hastalıktan toplumları koruyacak biricik kıymet ölçüsüdür: ‘Rabbiniz
birdir, babanız birdir. Hepiniz
Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin
İslam’da, ötekini yok etme başlığını taşıyan bir anlayışın hiçbir
zaman yeri olmamıştır. Çünkü
bu öteki -her ne kadar din hususunda ve itikatta Müslümanlara karşı da olsa- bir insandır ve
insan haklarına sahiptir. Kendi
inancını koruyarak Müslümanlarla yan yana yaşamak istediği
takdirde bu hususta kendisine
imkân verilir ve baskı yapılmaz.
Farklılıklar Allah’ın ayetleridir
İnsanların renklerinin, dillerinin,
ırklarının farklılığı Yüce Allah’ın
sınırsız güç ve kudretini gösteren ayetlerdendir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: ‘Göklerin
ve yerin yaratılması, dillerinizin
ve renklerinizin farklı olması da
onun (varlığının ve kudretinin)
delillerindendir. Şüphesiz bunda
bilenler için elbette ibretler vardır.’ (Rum, 30/22.)
Bu farklılıkları var eden, hiç bunların düşmanlık veya nefret nedeni yapılmasına rıza gösterir mi?
Tam tersine ilahî irade bunların
tanışmaya, hayırlı işlerde buluşmaya, yardımlaşmaya, işbirliğine
ve insanlık namına ortak yararların ve maslahatların gerçekleştirilmesine vesile olmasını istemektedir.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
13
G Ü N D E M
Birlikte Yaşama Ahlakı
Doç. Dr. Yaşar YİĞİT
Din Hizmetleri Genel Müdürü
MODERN zamanlarda sıkça dillendirilen meselelerden birisi de
“Birlikte yaşama ahlakı” konusudur. İnsanlık doğusuyla batısıyla
belki de tarihin hiçbir kesitinde
tanık olmadığı ölçekte siyasi, dinî
ve etnik eksenli ayrımcılık, dışlama gibi olgularla karşı karşıyadır.
Bu nedenle olsa gerek ki, zengin
bir birlikte yaşama tecrübesine ve
kültürüne sahip insanlık, bu yaşanan olumsuz sürecin ve vakıanın ilgi ve ilintileri üzerinde kafa yorma gereksinimi duymuştur. Zira söz konusu tehdit, gün
geçtikçe istemli ya da istem dışı
hemen herkesi bir şekilde kapsam alanına çekmektedir. Neticede terör, şiddet ve savaşlar belirli
14 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
coğrafyalara özgülense de insanlık topyekûn yaşanamaz bir dünyaya doğru hızla yol almaktadır.
Etnik kökenleri, coğrafyası, dili ve dini farklı olanların yanı sıra; aynı dine mensup olup farklı mezhep ve meşrepleri benimsemiş kimselerin hatta aynı aile
bireylerinin bir arada yaşamalarının terimsel ifadesidir “birlikte
yaşama”. Bu itibarla birlikte yaşamanın kapsamı oldukça geniştir. Günümüzde ifade ettiği kavramsal anlam bir tarafa, insanlığın/insanoğlunun atası Hz. Âdem
ve eşinin yaşam serüvenine birlikte başlamaları da, birlikte yaşamanın tarihsel kökeni konusunda bizlere bir fikir vermektedir. Bu noktada iki insan aynı
ortamı paylaştığında birlikte yaşamanın hem hukuku hem de
ahlakı gündeme gelir. Ahlak, daha iradi ve içsel/içkin bir reflekstir. Dolayısıyla arzulanan, bir arada yaşamanın kurallarının ahlak
zeminine oturmasıdır. Kur’an-ı
Kerim’de Hz. Peygamberin ahlakının yüceliğine vurgu yapılması da bu ifadelerin desteklenmesi bağlamında zikredilebilir. Zira
hukuk normatiftir, kurallar içselleştirilsin içselleştirilmesin zahirde iradi ya da gayriiradi uyulması, tabi olunması gerekir. Bunun
tabii sonucu hukukun tanzim ettiği ilişkiler çoğunlukla mekanik
bir hüviyet arz eder. Ahlak ise,
insanın âdeta eti-kemiği mesabesinde olup ondan ayrılmaz bir vasıf, tutum, davranış olarak sudur
eder. Söz gelimi kamera kaydı olmadığında ya da polisin tespit ihtimali bulunmadığında da kırmı-
G Ü N D E M
zı ışıkta durmak ahlaki bir davranıştır.
İnsan, ontolojik açıdan bakıldığında aynı özden neşet etmiş
bir varlıktır. Nitekim “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve
ondan da eşini yaratan; ikisinden
birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının…” (Nisa, 4/1.)
ayeti insanların aynı özden yaratıldığını dile getirmektedir. Peygamber efendimiz de “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da
birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.
Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü
yoktur. Üstünlük ancak takvada,
Allah’tan korkmaktadır.” (Buhari,
Edebü’l-Müfred, 309-334.) buyurarak bu
birlikteliğe vurgu yapmıştır. “İnsanlar senin, ya dinde kardeşin,
ya hilkatte eşindir” sözüyle de
Hz. Ali insanlığın aynı özden geldiğini ifade etmiştir.
Ancak tarihsel süreç içinde insanlar dil, din, etnik köken ve kültür
gibi unsurlar dikkate alındığında
farklı sınıflara ayrılmışlardır. Bütün ilahî dinler, söz konusu farklılıkları bir zenginlik vesilesi addederek evvela yeryüzünün yaşanabilir kılınması ve mamur
hâle getirilmesi üzerinde ısrarla durmuştur. Nitekim Kur’anı Kerim’de, “Semud kavmine de
kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim!
Allah’a kulluk edin. Sizin ondan
başka hiçbir ilahınız yok. O sizi
yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görev-
Etnik kökenleri,
coğrafyası, dili ve dini
farklı olanların yanı
sıra; aynı dine mensup
olup farklı mezhep ve
meşrepleri benimsemiş
kimselerin hatta aynı aile
bireylerinin bir arada
yaşamalarının terimsel
ifadesidir “birlikte
yaşama”.
li (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise ondan bağışlanma dileyin;
sonra da ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara
cevap verendir.” (Hud, 11/61.) buyrularak Hz. Âdem ve neslinin
dünya sahnesine böylesine ulvi
bir görev için ve ağır bir sorumlulukla gönderildiği ifade edilmiştir. İmar ve ömür kelimelerinin aynı kökten türediği, ömrün
imar ile ne derece yakından ilintili olduğunu ima etmektedir. İnsan kendini, çevresini hasılı ilahî
rızaya vesile olacak her şeyi ömür
sürecinde imar etme sorumluluğu ve gayreti içinde olduğunda ömür bir anlam ifade edecektir.
İnsanlığın yaratılış amaç ve hikmetinden uzaklaşarak yolunu
kaybettiği zamanlarda, Yüce Allah, en seçkin kulları peygamberleri vasıtasıyla insanlığa doğru yolu dahası onun gereklerini hatırlatmıştır. Ancak, insanlık
tarihsel süreçte zaman zaman bu
istikametten sapmış, kendisine,
çevresine ve Rabbine karşı duyarsızlaşmıştır. Tarih, yaratılış itibarıyla bir özden gelen ve kar-
deş olan insanlar arasındaki nice üstünlük yarışlarına, bu yolda
değerlerin tüketilişine, insan onur ve haysiyeti ile bağdaşmayan
nice uygulamalara, zulümlere,
katliamlara şahit olmuştur, maalesef bugün de olmaktadır. Üzülerek belirtelim ki yaşadığımız zaman diliminde akan kan ve gözyaşının değeri, etnik köken, dinî
aidiyet gibi unsurlar bağlamında
takdir edilmektedir. Bu ne hazin
ve acınası bir durum ve tutumdur. Birlikte yaşama ahlakından
gerçek anlamda söz edebilmek için; akan her damla kanın, gözyaşının coğrafyası, dini dikkate alınmaksızın, aynı hüzün hissedilebilmelidir.
Vahiy geleneğinin son temsilcisi
olan Rasul-i Ekrem (s.a.s.) de getirmiş olduğu hayat yüklü mesajlarla gerek kendi dönemi gerekse sonraki asırlarda yaşayan bütün insanlara bir rahmet vesilesi
olmuştur. Kutlu Nebi, ötekileştirme, dışlama, hor görüp ayıplama, toplumun değerlerinden
başka değer benimseyene hayat
hakkı tanımama gibi insanca yaşamın önündeki engelleri kaldırmak için müstesna bir çaba göstermiştir.
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık
ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık...”
(Hucurat, 49/13.) ilahî ilkesi doğrultusunda rahmet elçisi, farklılıkların bir üstünlük ve çekişme sebebi değil, aslında bir zenginlik ve
kaynaşma vesilesi olduğunu vurgulamıştır. O, mümini cana yakın
kişi olarak tanımlamış, insanlarla
yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimse-
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
15
G Ü N D E M
de hayır olamayacağını bildirmiştir. (İbn Hanbel, II, 400.) Hz. Peygamber, “...Kişi, insanların kendisine
nasıl davranmalarını istiyorsa o
da insanlara öyle davransın.” (Müslim, İmare, 46.) sözüyle de beşerî münasebetlerdeki temel prensibe işaret etmiştir. Onun oluşturduğu ensar-muhacir kardeşliği, din
kardeşliğinin zirvesi olmuştur.
Onun Medine sözleşmesi ve Veda Hutbesi’ndeki eşsiz mesajları,
insana, inanca, kutsala, düşünceye, kültüre, medeniyete saygının,
farklı unsurlarla güven içerisinde
bir arada yaşamanın nasıl başarılabileceğinin kodlarını ve ahlakını on dört asır öncesinden insanlığa takdim etmiştir.
Allah Rasulü’nün temellerini attığı kadim geleneğimiz, birlikte
yaşamanın en güzel örnekleriyle
doludur. Asırlar boyu, başta Anadolu olmak üzere, İslam coğraf-
16 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
yasında farklı din, dil, ırk, kültür,
mezhep ve meşrep mensupları güven içerisinde bir arada yaşamışlardır. Engin hoşgörü, sevgi, saygı, diğerkâmlık, paylaşma,
yardımlaşma, güvenme ve güven
verme gibi insani meziyetlerin en
nadide örnekleri bu medeniyette sergilenmiştir. Bu medeniyet,
“Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” anlayışındaki Yunusları yetiştirmiştir. Bu medeniyet, “Değil
mi ki sen bensin; ben de senim.
Kendi kendimizle bunca savaşmamız da ne?” diyen Mevlanaları
insanlık mirasına hediye etmiştir.
Bu medeniyet, temel hak ve hürriyetlere saygı temelinde, dinî, siyasi ve etnik bütün farklılıkları
bünyesinde barındırarak barış içerisinde yaşamayı başarmış bir
medeniyettir.
Ancak, son zamanlarda dünyanın değişik bölgelerinde insanla-
rın huzur ve güven içinde bir arada yaşama ortamını tehdit eden
hodkâmlık, tahammülsüzlük, hedonizm, başkalarını yok sayma,
ayrımcılık, haksızlık gibi uygulamalara; zulüm, işkence, terör,
katliam gibi olaylara şahit olunmaktadır. Ayrıca islamofobinin
bir tür endüstriye dönüşerek yaygınlaşması, kutsala ve kutsal değerlere yönelik olumsuz söylem
ve eylemlerin artması, dünya barışının geleceği adına endişelere
neden olmaktadır.
Modern zamanlarda aslında Müslümanların her ne kadar lokal
düzeyde mezhep, meşrep, vb.
bazı problemleri olsa da genelde
gerek birbirleriyle gerekse farklı din mensuplarıyla bir arada yaşama sorunları olmamıştır. Barış,
saygı, hoşgörü içerisinde sair unsurlar ile sorunsuz yaşamışladır.
Fakat aynı şeyi kendini modern
G Ü N D E M
Hangi inanç ve düşünceye mensup olursa olsun insanlık, tarihsel tecrübe ve birikimlerden de istifade
ederek “öteki” olarak nitelendirilen birey ve toplumlarla barış, saygı ve hoşgörü içinde yaşamanın uğraşını
vermelidir. Çünkü daha iyi bir dünya mümkün; tabii ki bu adaletle, hak ve hukuka riayetle, sevgi ve
saygıyla, şefkat ve merhametle dahası insanın insanca yaşamasına zemin hazırlayan ve katkı sağlayan her
unsurun dikkate alınması ile mümkündür.
olarak tanımlayan ve bugün islamofobik bir travma yaşayan Batı dünyası için söylemek oldukça
zordur. Müslümanlar azınlık olarak bulundukları dünyalarda aynı rahatlıkta yaşamlarını sürdürememektedir.
Diğer taraftan geçtiğimiz birkaç yıl içinde bölgemizde meydana gelen iç savaşlar nedeniyle
ülkemize göç etmek zorunda kalan muhacir kardeşlerimizin durumu da birlikte yaşama konusunda bizler için bir imtihandır.
Bu mağdur kardeşlerimize tarihimizde olduğu gibi bugün ve yarın da gönül kapılarımızı açmak,
onlara gurbet soğukluğu değil, sıla sıcaklığı hissettirmek millet olarak her daim hepimizden beklenen ve hepimize yakışan bir tutumdur.
Ülkemizde çeşitli nedenlerle son
yarım asırlık süreçte köyden kente yoğun bir göç yaşandığı da bir
gerçektir. Söz konusu göç neticesinde özellikle büyük şehirlerde
farklı din, mezhep, meşrep, etnik
köken mensubu insanlardan müteşekkil yeni bir yapı ortaya çıkmıştır. Böyle bir yapıda zaman
zaman insanların birlikte yaşama
konusunda duyarsızlaştığı gözlemlenmektedir. Oysa toplumsal
huzurun yolu, başkalarının inancına, düşüncesine saygı gösterebilmek, hak ve hukukuna riayet
edebilmek ve bütün bunları yaşatabilmekle mümkündür.
Bugün insanlık; topyekûn kendi kısır döngülerine, yalnız kendi
değerlerini önemseme bencilliğine mahkûm olmanın sonuçlarını
hep birlikte el ele vererek onarmak zorundadır. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.s.)’in çağları aşan rahmet yüklü mesajlarını iyice özümsemeye, gönüllere gergef
gergef işlemeye, İslam’ı onun önderliğinde temsil etmeye her zamankinden daha çok muhtaçtır.
İslam başta olmak üzere bütün
ilahî dinlerin mesajlarında insanlığın huzur ve barış içinde inanç
ve kültürel zenginlikleriyle birlikte yaşamalarına katkı sağlayacak
yönde önemli öğretiler/unsurlar
bulunmaktadır. Gerek tarihte ve
gerekse günümüzde din farklılıklarından beslenen birtakım olumsuzlukların aslında dinlerin
özünden değil, bağlılarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Dolayısıyla dünya barışı ve insanlığın mutluluğunu sağlamak için
hepimizin sağlıklı iletişim, diyalog, hoşgörü ve birbirimizi anlamaya yönelik faaliyetlere önem
vermemiz gerekmektedir. İnsanın hayal ufkunun romantik simgesi Ay’ın topraklarına ayak basan
bir kozmonot, dönüşünde şunları ifade ediyordu: “Buradan bakıldığında yeryüzü güzel ve aydınlıktı; birlik ve barış içinde görünüyordu.” İlk defa bir insan gözü,
yeryüzünü bütünlüğü içinde fark
ediyordu. Dünya; çeşitli mülaha-
zalar, mücadeleler bağlamında
çizilen sınırları olmadan, dar ufka hapsedilmemiş bir mekân olarak gözlemleniyordu. Bu itibarla
ideal olan dünyanın gözlemlenen
bu bütünselliğinin, inanç, düşünce veya bazı etnik mülahazaların
öncelenmesi suretiyle zedelenmemesi, ihlal edilmemesi gerekir.
Aksi takdirde dünyamız yaşanılamaz bir gezegen hâline dönüşecektir. Hangi inanç ve düşünceye mensup olursa olsun insanlık,
tarihsel tecrübe ve birikimlerden
de istifade ederek “öteki” olarak
nitelendirilen birey ve toplumlarla barış, saygı ve hoşgörü içinde
yaşamanın uğraşını vermelidir.
Çünkü daha iyi bir dünya mümkün; tabii ki bu adaletle, hak ve
hukuka riayetle, sevgi ve saygıyla, şefkat ve merhametle dahası insanın insanca yaşamasına zemin hazırlayan ve katkı sağlayan
her unsurun dikkate alınması ile mümkündür. Yüce Allah’ın en
güzel surette yarattığı insanın orijin olarak aynı özden geldiği dikkate alınarak ona rahmet elçisinin
nazarıyla bakılabilmelidir. O’nun
(s.a.s.) Yahudi’siyle, Hristiyan’ıyla, Müslümanıyla ve başka unsurlarıyla inşa etiği adalet, hakkaniyet, merhamet, müsamaha
toplumunu barış/sulh toplumunu bugün insanlık olarak benzer
değerlerle inşa etmek zorundayız. Barış ve huzur dolu bir yaşamın yolunun, böylesi bir anlayıştan geçtiği asla unutulmamalıdır.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
17
G Ü N D E M
Farklılıklar Kaçınılmaz
Birlikte Yaşayabilmek Erdemdir
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
MÜSLÜMANLARIN küresel bir
güç olarak tarih sahnesine çıktığı
ilk anlardan itibaren başta Haçlılar olmak üzere diğer din mensuplarının onları “öcü” gösterdiği
bilinmektedir. Onlara göre din
olarak İslamiyet, ümmet olarak
Müslümanlar; kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan,
gözünü kan bürümüş, eli kılıçlı
barbar insanlardır. Kur’an’ın ne-
redeyse bütün dillere çevrildiği,
İslam araştırmalarının ciddi akademik kuruluşların sadece müfredatına değil teşkilat yapısına
da dâhil olduğu, Müslümanların
yaşamadığı bir yeryüzü parçasının âdeta kalmadığı günümüzde
bile durum pek farklı değildir.
İslamofobiya gibi etkili bir propaganda aracı ile dünya kamuoyu,
“dinci teröre” kaynaklık eden,
birlikte yaşama kültürünün olmadığı, farklılıklara tahammül
edemeyen bir din ve Müslüman
toplum imajı ile korkutulmak-
Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olan Medine Sahîfesi
18 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
tadır. Oysa hem teorik olarak
İslam ve onun iki ana kaynağı
olan Kur’an ve sünnet-siret hem
de Müslümanların on beş asırlık
tarihi, öteki ile birlikte yaşama
bakımından son derece tabii ve
insani ilke, değer ve uygulamalara sahiptir.
Bilindiği üzere farklılıklar bir yaratılış gerçeğidir. İlk insan Âdem’i
yaratan Yüce Allah onun neslinin
değişik ırk, renk ve dillerde çoğalmasını murat etmiş; etnisitelerin farklılığını kudretini gösteren bir işaret olarak sunmuştur.
“Göklerin ve yerin yaratılması,
dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının
ve kudretinin) delillerindendir.
Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.)
ayeti bunu beyan ederken şu ayet
de söz konusu farklılığın hikmet
ve maksadını açıklamıştır: “Ey
insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi
bir erkek ve bir dişiden yarattık
ve birbirinizi tanımanız için sizi
boylara/milletlere ve kabilelere
ayırdık. Allah katında en değerli
olanınız, O’na karşı gelmekten en
çok sakınanınızdır.” (Hucurat, 49/13.)
Bu etnik farklılığın yanında, dinsel ve dolayısıyla kültürel farklılığın bir başka ifadeyle çoğulcu-
G Ü N D E M
luğun da Yüce Yaratıcı’nın bizzat
kendisinin muradı olduğu açıkça
vurgulanmıştır:
“Sizden her biriniz için bir sistem
ve bir hayat tarzı belirledik. Eğer
Allah dileseydi, elbette sizi tek
bir ümmet yapardı. Fakat verdiği
şeylerde sizi imtihan etmek için
ümmetlere ayırdı. Öyle ise hayırlı
işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü
Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa
düşmüş olduğunuz şeyleri size
bildirecektir.” (Maide, 5/48.) ile “Eğer
Rabbin dileseydi, yeryüzündeki
insanların hepsi toplu hâlde mutlaka iman ederlerdi. Böyle iken,
sen mi mümin olsunlar diye,
insanları zorlayacaksın?” (Yunus,
10/99.) ayetleri de yaratılışın bu
boyutunu sergilemektedir.
Dinî ve kültürel farklılıkların bir
yaratılış gerçeği olduğu böylece
belirtilip ardından İslam’ın dışındaki diğer dinlere ve mensuplarına hayat hakkı tanınmaması, açık
bir tutarsızlık olurdu. Bu sebepledir ki, gerek Kur’an-ı Kerim gerek
onu duyuran İslam Peygamberi
(s.a.s.), başta yaşama, mülkiyet
hakkı ile din ve düşünce hürriyeti olmak üzere temel hakları
teminat altına alacak hükümler
getirmiştir. (Bakara, 2/26; Nisa, 4/32;
Maide, 5/32; İsra, 17/33; Kehf, 18/29; Ğaşiye,
88/21–22; Buhari, “Cizye”, 5; Ebu Davud, Cihad, 153; Tirmizi, Diyât, 11.)
Gerek etnik-fizyonomik gerek teolojik-kültürel farklılıkların varlığı, Habil ile Kabil’den itibaren insanlığın farkında olduğu bir gerçekliktir. Esasen dünya hayatının
anlamı da bu farklılıkta gizlidir
Gerek etnik-fizyonomik
gerek teolojik-kültürel
farklılıkların varlığı, Habil
ile Kabil’den itibaren
insanlığın farkında olduğu
bir gerçekliktir. Esasen
dünya hayatının anlamı
da bu farklılıkta gizlidir
ki, bu anlam yukarıdaki
ayetle de bildirildiği üzere
“imtihan”dır.
ki, bu anlam yukarıdaki ayetle
de bildirildiği üzere “imtihan”dır.
Mademki insan böyle verili bir
ortama doğdu; mademki bu fıtri gerçeklikten kaçamaz, öyleyse
farklılıklar içinde yaşayıp imtihanı başarıyla vermek durumundadır.
Her konuda olduğu gibi dinî ve
etnik farklılıklarla birlikte yaşamanın da en güzel örneklerini
sergilemiş olan Rasul-i Ekrem
(s.a.s.), İslam toplumunda yaşayan bir gayrimüslime (zimmi)
haksızlık yapan, gücünün üstünde mali sorumluluk yükleyen ve
gönlü razı olmadığı hâlde ondan
bir şeyler alan kimsenin karşısına
hesap gününde bizzat kendisinin
çıkacağını beyan buyurmuş, bir
zimmiyi öldüren kimsenin kırk
yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir. (Buhari, Cizye, 5; Ebu Davud,
Cihad, 153; Tirmizi, Diyat, 11.) Hz. Ali
başta olmak üzere birçok sahabiye nispet edilen, “Onlar cizyeyi
malları bizim mallarımız, kanları
bizim kanlarımız gibi olsun diye
kabullenmişlerdir.” tespiti de
(Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi, Beyrut 1982, VII,
bu noktadaki örnek tutumu
göstermektedir. Bütün bu yönlendirmeleri esas alan Müslüman
hukukçular “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptirler” genel kuralı
çerçevesinde gayrimüslimlerin
“inançlarıyla baş başa bırakılmaları gerektiğini” vurgulamışlardır. (Serahsi, el-Mebsut, İstanbul 1983,
XIII, 137.) Öyle ki, bu yaklaşım
gayrimüslimlerin İslam’ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya
tasarruflarına bile onay kapısı
açmıştır. Bunun bir göstergesi
olarak Hasan Basri, zimmilerin
İslam hukuku bakımından geçersiz sayılması gereken nikâhlarına
devletin karışıp karışamayacağını soran Emevi halifesi Ömer b.
Abdülaziz’e, “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için
bize cizye ödüyorlar.” diyerek
karışılmaması gerektiği cevabını
vermiştir. Kaynaklarda pek çok
benzeri bulunan bu tür bilgiler
ve uygulama örnekleri, zimmilerin İslam toplumlarında temel
haklardan yoksun yaşadıklarını,
medeni haklara sahip bulunmadıklarını, ikinci sınıf vatandaş
sayıldıklarını ve eksik ehliyetli kişiler gibi görüldüklerini söyleyen
Batılı araştırmacıları yalanlamaktadır.
111.)
Bir gayrimüslimin İslam toplumundaki hukuki konumuyla ilgili genel kural şudur: Kamu yönetimi ve inançla ilgili bazı istisnalar
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
19
G Ü N D E M
İslam toplumunun bir üyesi
olarak yaşayan zimmiler ile
aldıkları emana dayanarak
Müslümanlar arasında
geçici olarak bulunan
müste’menler, tarih boyunca
Müslümanlarla karşılıklı
güven esasına dayanan sosyal
ilişkiler kurmuşlardır. Dahası
fakihlerin geliştirdiği “zimmet”
teorisi ile İslam toplumunda
yaşayan gayrimüslimlerin
can, mal, inanç ve değerleri
Müslümanların sorumluluğunda
kabul edilmiştir.
20 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
dışında, zimmiler Müslümanlarla
aynı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Bu kural Hz. Peygamber’in,
“Eğer İslam egemenliğini tanıyıp
vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki, Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine,
Müslümanların omuzlarında olan
yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır.” (Şafii, Müsned,
Beyrut ts., II, 114-115.) gibi buyrukları
başta olmak üzere Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerle bizzat yaptığı
pek çok zimmet antlaşmasındaki
yazılı hükümlere dayanmaktadır.
Hicretin hemen ardından Medineli Yahudiler ile yapılan sözleşme de bu açıdan önemli bir kaynaktır.
Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olan Medine sahifesindeki, “Yahudilerden bize tabi
olanlara, haksızlık yapılmaksızın
ve aleyhlerindekilere de destek
olmaksızın yardım edilecek ve
iyi muamelede bulunulacaktır.”
ile “Avf Yahudileri müminlerle
beraber bir ümmet oluştururlar.
Yahudilerin dinleri kendilerine,
müminlerin dinleri kendilerinedir. Bu hükme, haksızlık yapmadıkça ve suç işlemedikçe gerek
efendileri gerek bizzat kendileri
dâhildirler. Haksızlık yapıp suç
işleyen, ancak kendisine ve ailesine zarar verir.” gibi taahhütler
bir yana, Hz. Muhammed (s.a.s.),
kendi otoritesinin uzağında kalan yerlerdeki gayrimüslimlerin
G Ü N D E M
haklarını da koruyacak adımlar
atmıştır. Mesela Güney Arabistan’daki Himyer kralına gönderdiği bir mesajda, Yahudi ve
Hristiyan olarak eski dinlerinde
kalmak isteyenlere herhangi bir
müdahalede bulunulmamasını
şart koşmuş; Necran Hristiyanlarına verdiği emannamede, onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve uygulamalarına, ailelerine
ve mabetlerine bizzat kendisinin
kefil olduğunu bildirmiştir. (Ebu
Yusuf, Kitabu’l-Harac, Kahire 1382, s. 72.)
Haklar elbette sorumluluklarla
anlamlı hâle gelir. Müslümanlarla birlikte yaşayan gayrimüslimlerin de elbette birtakım görev
ve sorumlulukları vardır. İslam
ülkesinin bir ferdi olduğu için
zimminin başta gelen görevi,
İslam’ın hâkimiyetini kabul edip
Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı
göstermesi, Müslüman toplumun
güvenilir bir üyesi olup kamu düzeni ve genel ahlaka aykırı davranışlardan uzak durmasıdır.
Sonuç olarak, İslam toplumunun
bir üyesi olarak yaşayan zimmiler ile aldıkları emana dayanarak
Müslümanlar arasında geçici olarak bulunan müste’menler, tarih
boyunca Müslümanlarla karşılıklı
güven esasına dayanan sosyal ilişkiler kurmuşlardır. Dahası fakihlerin geliştirdiği “zimmet” teorisi
ile İslam toplumunda yaşayan
gayrimüslimlerin can, mal, inanç
ve değerleri Müslümanların sorumluluğunda kabul edilmiştir.
İslam hukukçularının yorumuna
göre gayrimüslimlerle yapılan
zimmet akdinin gayesi, savaşı
sonlandırmak, gayrimüslim vatandaşların kendi inançlarının
gereğini İslam egemenliği altında
özgürce yerine getirebilmelerini
sağlamak ve İslam’ın değerlerini
Müslüman toplum içinde yaşayarak görmelerini temin etmektir.
Yer yer bilgisizlikten ve tahrikten
kaynaklanan kimi olumsuzluklar
görülse de İslam tarihi boyunca
farklı din ve kültürlerin barış içinde birlikte yaşamalarının (convivencia) somut örnekleri işte bu
yolla kayıt altına alınmıştır.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
21
G Ü N D E M
Birlikte Yaşamak
Dirlikte Yaşamak
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
TOPLUMSAL ve bireysel alanda
farklı kişilik ve kültürlerin çatışmadan uzak, karşılıklı saygı ve
destek ruhu içinde aynı mekânı,
22 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
aynı coğrafyayı paylaşarak varlıklarını sürdürmelerini “birlikte
yaşamak” diye ifade ediyoruz.
Türkçemizdeki “dirlik etmek” ile
örtüşen bir anlatım bu.
Toplumsal hayatı paylaşan bireyler olarak birbirimize sayısız
ihtiyaç kanalları ile bağlıyız. “Yal-
nız taş duvar olmaz” atasözümüz
bunu ifade ediyor. Ne var ki birey
olarak herkesin kendine has bir
dünyası da vardır ve herkes kendi
dünyasında dilediğini bağımsız
ve tek yetkili olarak yapabilmek
ister. İşte bireyler arası ilişkilerde
ortaya çıkan karşı oluş ve zıtlık
G Ü N D E M
hâli buraya dayanır. Sağlıklı bir
birlikte hayat herkesin kendini
ifade etme imkânını bulmasına
bağlıdır. Bu, aileden başlayıp, iş
ve toplum hayatına, kültürel katmanlara kadar her alanda işletilmesi gereken bir ilkedir. Kendini
ifade edemeyen kişi bir şekilde
bizleri varlığından haberdar eder;
ama bu çok kere sağlıklı bir yolla
olmaz.
Farklılıkların bir arada
Kişisel farklılıklar, bireyin içinde
yetiştiği dinî inanç ve kültürün
etkisi ile daha da girift bir hâl alıyor. Bu noktada aidiyet duyguları
özel bir yere sahiptir ve insanlar
kendilerini bu yönleri ile de hissettirmek isterler. Varlığımızı gerçek anlamda hissetmemiz aidiyet
duygusunu yaşayıp ifade edebilmemizle ilgilidir. Ne var ki bu
durum başka aidiyetlerle aramızda olması gereken iletişim yollarını tıkayıcı bir engele, görüşmelere
engelleyici tabulara dönüşmemelidir. Aynı şey toplum içinde yar
alan farklı inanış, kültür ve dünya
görüşlerine mensup kesimler için
de söz konusudur.
sistemine ihtiyaç
Farklılıkların bir arada yaşanabilmesi ve toplumun sağlıklı
ilişkiler üretebilmesi için bireysel
istekleri sınırlayıcı bir kurallar
sistemine ihtiyaç duyulur. İlk
bakışta olumsuz gibi görülebilen
bu sınırlayıcı yaklaşım gerçekte,
herkesin kendi gibi olabileceği,
değerlerini yaşayabileceği, ortak
düşünceler, hedefler ve idealler
etrafında bütünleşeceği bir alanı
açabilmenin şartıdır. Farklılıklar
ayrışma ve çatışmanın değil, toplumsal bir bütün oluşturmanın
yaşanabilmesi ve
toplumun sağlıklı
ilişkiler üretebilmesi
için bireysel istekleri
sınırlayıcı bir kurallar
duyulur.
unsuru olarak görülebilirse birlikte yaşamak soluk almak gibi
tabii hâle gelebilir.
Örselenen birlikte yaşama pratiklerini normal çizgisine çekebilme
başarısı bir bilinç tazelenmesi ile
elde edilecektir. Bütün kayıtlayıcı ve kısıtlayıcı mülahazalardan
uzak, en büyük ortak payda olan
“insanlık” olgusunda buluşma
iradesi bu bilinç hareketinin çıkış
noktasını oluşturabilir. İnanç ve
kültür farklılıklarının toplumsal
yapıda iç kümelenmelere sebep
olması kaçınılmaz bir olgudur.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Peygamber (s.a.s.)’e yönelik “Sen ne
kadar çok arzu etsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (Yusuf, 12/103.) hatırlatması
bu gerçeğe dikkat çekmektedir.
Buna göre, “İslam” adında sembolleşen barış çağrısı ilk hamlede
inanç birliği etrafında şekillenirken küresel ölçekte üst insani
değerlerler üzerinden gerçekleştirilebilir. Yine, “Ey insanlar!”
şeklindeki birçok ilahî hitap insanlığın en büyük ortak paydası
olan soy birliğine işaret etmekte
ve şu açılımı getirmektedir: “Biz
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için
sizi boylara ve kabilelere ayırdık.”
(Hucurat, 49/13.) Demek ki bütün
âdemoğulları insan oluşları yönü
ile büyük bir ailedir. Bu ailenin
mensupları ayrışma yerine bir
araya gelip tanışacak, yeryüzünü
imar görevinde yardımlaşacaktır.
İnsanların mutlak hakikati duyabilmeleri için buna ihtiyaç vardır.
Aslında, ilahî dinlerin dayandığı
ortak bir ahlak temeli var. İnsanların bir diğerini sevmesine,
yardım etmesine, fakire, yetime,
yoksula, ihtiyarlara ve çocuklara
destek vermeye dayanan ahlaki
müştereklerimiz var.
İslami dünya görüşüne göre
birlikte yaşamanın temel ahlaki ilkesi “tearuf” yani görüşüp
tanışmak ve bunun gereğine
göre yaşamaktır. Bu toplumda
“ben”in alternatifi “öteki(ler)” değil, “diğer(leri)”dir. Zira “öteki”
ötelemek, uzak tutmak anlamlarını çağrıştırır. “Diğer” ise “ben”
dışındaki bireyleri bir bütünün
eş değer unsurları olarak görür;
toplumsal öbekleşmelere “hep
birlikte” anlayışını telkin eder.
Burada “ben” kadar “diğeri” de
aktiftir, öyle de olmalıdır. Zira
“ben” diyen kişi bunu diğerleri
var olduğu için diyebilmektedir.
Bu mantıki bağın kurulabildiği
yerde benliğin bencilliğe dönüşmesi söz konusu olamaz. Böylece bencillik “içeride” bir yerlerde
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
23
G Ü N D E M
Semavi dinlere mabetlik yapmış olan Diyarbakır Ulu Camii
Bugün hangi gerekçe
ile olursa olsun sosyal
bünyemizde varlığından
söz edilebilecek her türlü
yakınma ve sızlanmalar
üstesinden gelinemeyecek
şeyler olmamalı. Bu konuda
sergilenen ve gelecekte
sergilenecek olan her türlü
girişim başarı yolunda
desteklenmeyi hak ediyor.
“karantina”ya alınır. Bu karantina olgusunda ortaya çıkacak
gevşeme “diğerleri”nin dikkate
alınmayıp yok sayıldığı her türlü
zulmüm ve haksızlığın yaşandığı
sıkıntılı bir zemine evrilir. Bu sebeple birlikte yaşamanın pratikteki en temel ilkesi haksızlıktan
sakınmak yani adalettir. Adalet
yoksa zulüm ve haksızlık, nefret
ve ayrışma vardır. Mazlumun
inancına, sosyal ve kültürel mensubiyetine bakılmaz, hakkı korunur. “Birliktelik rahmet, ayrılık
ve çatışma azaptır.” (Ahmet b. Hanbel,
Müsned, IV, 278.) uyarısı, böyle bir
ortamda hayata geçirilebilir.
Coğrafi, ırki ya da toplumsal
farklılıkların insanlar arasında
statü belirleyici, itibar ve otorite
kaynağı olarak görülmesi adalet ilkesinin içini boşaltır. Bu da
her ölçekte birlik, dirlik ve düzeni bozar, ayrılıklara sebep olur.
Ayrılık ve sürtüşme ise inanç ve
toplum ayrımı yapmaksızın her
zaman ve her yerde acı ve ıstı-
24 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
rapların kaynağıdır. Statülerin,
Allah’ın insanlara atfettiği değer
üzerinden belirlenmesi hâlinde
ise (Hucurat, 49/13.) bu risk bertaraf
edilebilecektir. Böyle bir ortamın
sağlaması yolunda Kur’an öncelikle müminler olmak üzere muhataplarına “Ne zulmedin, ne de
zulüm görün” (Bakara, 2/279.) emrini
yönelterek birlikte yaşamanın en
hayati ilkesini insanlığın önüne
koymuştur. Bu ilkenin gereği olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam
yurduna barışçıl amaçlarla giren
herkese gereken iyi muameleyi
göstermiştir. Mesela Necran Hristiyanlarını, kendileriyle yaptığı
antlaşmalar gereği onların can ve
mal güvenliklerini sağlamış, onları mescidinde ağırlamış, orada
kendi inançlarına göre ibadet
etmelerine hatta kendisi ile tartışmalarına izin vermiştir. Hukuki
nizamı kabullenenleri hukukta
Müslümanlarla bir tutmuştur.
Farklı inanç sahiplerinin cenazelerine saygı göstermiş, davetleri-
ne katılmış, onlarla borç ilişkisine
girmiştir. (Buhari, Rehin, 2.) Böylece
“diğerleri”ne, toplumsal hayatın
bir hukukta eşit birer parçası
oldukları mesajını vermiştir. Bu
yaklaşım Müslümanların süreç
içinde kurdukları Bağdat, Şam,
Basra, Kûfe, Fustat gibi yeni şehirlerde pratik hayatın her alanına yansımıştır. İspanya, İstanbul
ve Balkanlar da aynı insani havayı
asırlarca soludu.
Coğrafyaları devlet yapan siyasal
erkin el değiştirdiği geçiş dönemlerinde sosyal bir tedirginlik,
rahatsızlık ve gerginlik yaşanır.
Nitekim Müslüman “Türklerin
Anadolu’ya gelişleriyle birlikte
başlangıçta Hristiyan-Müslüman
çatışması hızlanırken daha sonra
çatışmanın yerini karşılıklı işbirliği ve ortaklık almıştır. Bu durum
her iki medeniyetin mensuplarına da eşsiz bir barış, hoşgörü ve
bir arada yaşama tecrübesi kazandırmıştır. Özellikle Osmanlı
İmparatorluğunun topraklarında
G Ü N D E M
sında Çoğulculuk ve Birlikte Yaşama Tecrübesi” [Birlik İçinde Çokluk Sergisi Broşürü,
Birinci
Dünya Savaşı’na kadar dertleri ile
dertlendiğimiz ve aynı ile karşılık
gördüğümüz gayrimüslim vatandaşlarımız, komşularımız, esnafımız, sanatkârlarımız, ustalarımız
vardı. “Mübadele” sarmalı karşılıklı olarak asırlardır sürüp giden
nice komşulukları bitirdi; geride
hüzün verici manzarasıyla boş
evler, boş köyler kaldı.
Kültür Bakanlığı, İst. 2009 içinde])
Bugün hangi gerekçe ile olursa
olsun sosyal bünyemizde varlığından söz edilebilecek her türlü
yakınma ve sızlanmalar üstesinden gelinemeyecek şeyler olmamalı. Bu konuda sergilenen ve
gelecekte sergilenecek olan her
türlü girişim başarı yolunda desteklenmeyi hak ediyor. “Birlikte
yaşamak için sadece siyasi, felsefi
ve sosyolojik bakış açıları yeterli
değildir. İnsanlığımız sanat, edebiyat, şiir gibi estetik unsurlarla
zenginleştirilmeli ve bunlar bir
arada yaşama diline eklenmelidir.” Bu özellikle çağdaş hayat
için çok önemlidir. Çünkü teknoloji hayatı ilmek ilmek dokuyan birçok imkânımızı elimizden
aldı. Oturduğumuz yerde dünya-
nın öbür ucuyla iletişim kurma
kolaylığını sağlamasına karşılık
bizi sanal dünyaya hapsetmiş görünüyor. Mektubun sahip olduğu bağ kurucu özellik, klavyeden
dökülen mekanik satırlarda yok.
Dokunduğunuz kâğıt size, onu
yazıp göndereni düşündürür,
hayal ettirir, zaman aralığı ile de
olsa aynı şeye dokunmuş olmanın duygusallığını yaşatırdı. Artık
bu imkân, insanın elinden uçup
gitmiştir.
Birlikte yaşamak, dış dünya şartlarında olduğu kadar beslendiği
ruh dünyası ortamında da önemli
hasarlara uğramıştır. Telafi çalışmalarına buradan başlamak gerekiyor.
Habib-i Neccar Camii ve Aziz Piyer Kilisesi / Hatay
Ermeniler, Süryaniler, Rumlar,
Sırplar, Habeşliler, Kıptiler, Yakubiler, Begonviller, Bulgarlar,
Romanlar, Macarlar, Gürcüler
uzun asırlar boyunca birlikte
yaşamanın güzel örneklerini vermişlerdi.” (Bekir Karlığa, “İslam Dünya-
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
25
SÖYLEŞİ
PROF. DR. MAHMUT AYDIN:
Kendi dışındakinin dışlanması üzerine kurulu olan ben tasavvuru,
ötekiyle ilişkinin birlikte yaşama üzerine değil, onunla çatışma
üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurmaktadır.
Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT
Diyanet İşleri Uzmanı
Sayın Hocam, Fransa’da karikatür krizi sonrası yaşanan olaylardan sonra tekrar gündeme gelen
“birlikte yaşama” çabası/tecrübesi esasında insanlığın kadim meselelerinden birisi. Aradan geçen
onca zamana ve beraber yaşamanın imkânları üzerine gösterilen
pek çok çabaya rağmen neden
birbirimizin farklılıklarına saygı
göstererek barış içerisinde yaşamayı öğrenemedik?
26 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Burada öncelikle sahip olduğumuz farklılıklarımıza saygı göstererek huzur ve barış içinde yaşayabileceğimiz bir dünya oluşturamama nedenlerine değinmeden
önce birlikte yaşama sorununun
günümüzde nasıl giderek kronik
bir hâl aldığı üzerinde durmak istiyorum.
Bilindiği üzere insanlık tarihinin
başlangıcından itibaren Kur’an’da
muhtemelen de Eski Ahit’te kıssası anlatılan Habil-Kabil olayından
itibaren “birlikte yaşama” konusu
bir “insanlık problemi” hâline gelmiştir. Bu sorun, en mukaddes emanet olan insan canının hiçe sayıldığı, dinlerin kutsallarına sözde
fikir özgürlüğü adı altında pervasızca hakaret edildiği, dinî ve insani değerlerin ayaklar altına alındığı günümüz dünyasında giderek
daha karmaşık bir hâl alma yolunda hızla ilerlemektedir.
Tarih boyunca bu soruna kafa yoranların ürettikleri hukuk devleti,
hukukun üstünlüğü, demokrasi,
insan hakları gibi söylemler, herkesin kendi ayırt edici farklılıklarını muhafaza ederek ortak bir değer etrafında birlikte barış içinde
yaşayabilecekleri bir model veya
modeller geliştirmede başarısız olmuştur. Çünkü bu tür söylemleri
dillendiren ve bayraktarlığını yapanlar, dünya ölçeğinde yaşanan
SÖYLEŞİ
insan hakkı ihlalleri ve vahşetler
karşısında ikircikli bir tutum ve
tavır takınma yoluna gitmektedirler. Samimi olmadığımız ve ötekine yönelik şiddet, baskı ve zulüm uygulamalarına kayıtsız kaldığımız müddetçe birlikte yaşama
sorunun üstesinden gelebilmemiz için üretilen söylem ve modellerin sorunun çözümüne katkı
sağlaması mümkün değildir. Hatta böyle bir durumda söz konusu
söylemler sorunu meşrulaştırma
işlevi göreceğinden daha da pekişmesine ve içinden çıkılmaz bir hâl
almasına da neden olabilir.
Birlikte yaşamanın aslında bir zihniyet meselesi olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bu bağlamda kendi iç barışını gerçekleştiremeyenlerin; adalet, barış ve sevgi ilkelerini kendi yaşamlarında içselleştiremeyenlerin öteki ile huzur ve
güvenin hâkim olduğu bir yaşam
alanı oluşturması mümkün görünmemektedir. İç barış ise inanılan şeylerde ve yapılan eylemlerde
samimi olmayı gerektirir. Burada
Hz. Peygamber’in “din samimiyettir” hadisini hatırlamakta fayda
var. Bu hadis en geniş manasıyla,
inanç ve eylemlerimizdeki tutarlılık açısından bize bir perspektif
sunmaktadır.
Batı dünyası yüzyıllardır Müslümanlarla bir arada yaşıyor ancak
bugün yaşanan olaylara baktığımızda ötekiyle birlikte yaşama konusunda çok da başarılı
olduklarını söylemek mümkün
görünmüyor. Avrupa’da Müslümanlara yönelik olarak yükselişe
geçen ırkçı söylem ve saldırıları
da göz önünde bulundurduğumuzda Batı’nın bugün birlikte
yaşama konusundaki duruşunu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Batı ve İslam dünyası diye bir ayrımda bulunmanın
Kendi iç barışını
gerçekleştiremeyenlerin;
adalet, barış ve
sevgi ilkelerini
kendi yaşamlarında
içselleştiremeyenlerin
öteki ile huzur ve güvenin
hâkim olduğu bir yaşam
alanı oluşturması mümkün
görünmemektedir. İç barış
ise inanılan şeylerde ve
yapılan eylemlerde samimi
olmayı gerektirir.
doğru bir tespit olmadığını burada ifade etmem gerekiyor. Çünkü 700’lü yılların başında günümüz İspanya topraklarına ulaşan
İslam dini ve onun müntesipleri yani Müslümanlar, günümüzde
Batı diye adlandırılan medeniyetin olmazsa olmaz bir parçasıydılar. Dolayısıyla İslam’ı ve Müslümanları çekip aldığımızda Batı
medeniyetinden de bahsetmek artık mümkün olmayacaktır.
Evet, sorunuzda da işaret ettiğiniz gibi Batı dünyası özellikle 18.
yüzyıldan itibaren Müslümanlarla
barış içinde birlikte yaşama konusunda hiç de iyi bir sınav vermemiştir. Bunun nedenini anlamak
için Batı Hristiyan medeniyetinin köklerine gitmek zorundayız. Bu bağlamda geçmiş dönemlere baktığımızda tarihsel süreçte
Batı dünyasının, sadece diğer din
mensuplarıyla ilişkilerinde değil;
aynı zamanda Hristiyan olmakla
birlikte ana gövde Hristiyanlıktan
farklı fikir ve görüşlere sahip olan
kendi dindaşlarıyla ve Hristiyanlığın içinden çıkarak zamanla ayrı
bir din hâline geldiği Yahudiliğin
mensuplarına yönelik tutumunun
sorunlu olduğunu görürüz. Özellikle Hristiyanlığın IV. yüzyılda Roma İmparatorluğunun resmî
dini olmasından sonraki süreç bunu göstermektedir. Bu yüzyıldan
sonra İmparatorluğun gücünü arkasına alan Hristiyanlar, sadece
Hristiyan olmayanlara değil, aynı zamanda Hristiyan olup da Kilisenin resmî doktrinlerine uygun
bir inanca sahip olmadığından heretik/ sapkın olarak ilan edilenlere yönelik oldukça dışlayıcı ve şiddet içeren bir tutum içinde oldular. Daha önce kendilerine baskı
ve zulüm yapanlara karşı misliyle karşılık verdiler. Bazı çağdaş araştırmacılara göre Hristiyanlığın,
Roma İmparatorluğu’nda resmî
din statüsüne ulaşmasından sonraki İmparatorluk sınırları içindeki ve Avrupa’da yayılması barışçıl
bir yayılma değildi. Çünkü bu dönemde Hristiyan otoriteler, İmparatorluğun gücünü arkalarına alarak mevcut yerel Roma kültlerine
ve pagan inançlarına bağlı olanları
baskı altına almış, onlara ya Hristiyan olmak ya da ölmek dışında
başka bir seçenek bırakmamışlardı.
Batı Hristiyan dünyasının başta kendi ötekisi olmak üzere tüm
dini ötekine özellikle de İslam ve
Müslümanlara yönelik dinî gerekçeli ötekileştirme politikası, modern dönemde din dışı ve seküler
argümanlarla bir şekilde devam
etmiştir. Bu dönemde kendini
tekâmül aşamasının son noktası
olarak tanımlayan, bilimden ahlaka, hukuka ve insan haklarına kadar her şeyin en doğrusunu ve en
iyisini sadece kendisinin bildiğini
ve yaptığını iddia eden Batı medeniyetinin başta İslam medeniyeti
olmak üzere diğer medeniyetleri
“sömürülmesi” ve “medenileştirilmesi gereken” geri kalmış toplumlar gördüğü bir ortamda Batılıların
kendileri gibi inanmayanlarla birlikte barış içinde yaşaması söylemden öteye geçmeyen bir retorik olmaya devam edecektir.
Konunun tarihsel arka planını
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
27
SÖYLEŞİ
dikkate alarak son yıllarda yaşanan hadiseleri göz önüne getirelim. Tarihe 11 Eylül trajedisi olarak geçen olaydan sonra Batı’nın
İslam dünyasını dizayn etme çabaları, Danimarka’daki karikatür
krizi ile son günlerde Fransa’da
yaşanan Charlie Hebdo gibi yaşanan hadiseler, Batı dünyasının öteki ile birlikte yaşama konusundaki samimiyetsizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Aslında daha
önce de altını çizdiğimiz gibi kendi dışındakinin dışlanması üzerine kurulu olan ben tasavvuru, ötekiyle ilişkinin birlikte yaşama
üzerine değil, onunla çatışma üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurmaktadır. Haddizatında
geçmişte olduğu gibi günümüzde de kendi dünya görüşünü, tarih ve medeniyetini yegâne aktör
olarak görmeye devam eden Batı
dünyasının, ötekine yönelik samimiyet ve adalet olgusu üzerine bina edilen bir tasavvur geliştirmesini beklemek fazlasıyla iyi niyetlilik olacaktır.
Sizin de bir makalenizde dile getirdiğiniz üzere; yaşadığımız çok
kültürlü, çok inançlı ve çok etnik
kimlikli dünyada, çoğulculuk ve
çeşitlilik meselesine Müslümanlar olarak nasıl bakmalıyız?
Bilindiği üzere çok kültürlü, çok
inançlı ve çok etnik kimlikli dünyamıza sık sık “çoğulculuğun ve
çeşitliliğin” kutlanması gereken
bir olgu olduğu bir slogan olarak
dillendirilmektedir. Müslümanların gerçekten böyle olup olmadıklarını kendimize sormamız gerekir. Bu sorunun yanıtı bağlamında yüce kitabımız Kur’an-ı
Kerim’e baktığımızda çoğulculuğun ve çeşitliliğin Allah’ın bir takdiri olduğunu görmekteyiz. Şöyle
ki Kur’an’a göre dünyada birden
çok etnik kimliğin bulunması-
28 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
İslam’ın öngördüğü
birliğin, farklılıklar ve
çeşitlilikler içindeki birlik
olduğunu görmekteyiz.
Bu farklılık ve çeşitlilik
de ne insan toplumunun
idealden ütopyaya
dayanan bir tedrici
değişiklikten dolayı
ne de ilahî rehberliğin
veya beşer anlayışının
olmamasından dolayı
değil; kültürlerin, dillerin,
ırkların ve yaşanılan
çevrenin farklılığının
doğal bir sonucu olarak
ortaya çıkan bir beşerî
durumdur.
na izin veren bizzat Yüce Allah’ın
kendisidir. Eğer Allah bunun tersini dilemiş olsaydı insanlığı tek
bir ümmet olarak yaratırdı. Bu fikir Kur’an’da çeşitli ayetlerde altı
çizilerek vurgulanmaktadır: “...Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek
topluluk yapardı...” (Maide, 5/48; Hud,
11/118; Şuara, 26/8; Nahl, 16/93.) Naklettiğimiz bu ayetlerde baktığımızda İslam’ın öngördüğü birliğin,
farklılıklar ve çeşitlilikler içindeki birlik olduğunu görmekteyiz.
Bu farklılık ve çeşitlilik de ne insan toplumunun idealden ütopyaya dayanan bir tedrici değişiklikten dolayı ne de ilahî rehberliğin
veya beşer anlayışının olmamasından dolayı değil; kültürlerin, dillerin, ırkların ve yaşanılan çevrenin farklılığının doğal bir sonucu
olarak ortaya çıkan bir beşerî durumdur. Yani en azından bu bir
realite olarak kabul edilmektedir.
Bu bakımdan Hristiyan teolojilerde temel bir zemin olarak kabul
gören dışlayıcı tutumun, İslam’da
en azından teolojik açıdan bir kar-
şılığının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kur’an, nazil olmaya
başladığı andan itibaren dışlayıcılığı reddetmiştir. Konuyla ilgili
birçok ayet bir yana sadece “Ehlikitap” tabiri bile meramınızı anlatmaya yeter.
Bu noktada şöyle bir soru sormak istiyorum. Günümüz dünyasındaki mevcut dinî ve kültürel çeşitlilik normal karşılanması, ya da katlanılması veya
üstesinden gelinmesi gereken bir
olgu mudur?
Bu soruyu yanıtlamaya şu tespitle
başlamak istiyorum. İnsanlık tarihine baktığımızda bazı istisnalar
hariç tarihin hemen her döneminde hâkim dinin, kültürün veya
dünya görüşünün taraftarlarının
diğer dinleri, kültürleri veya dünya görüşlerini üstesinden gelinmesi gereken unsurlar olarak görerek tarih sahnesinden silip kendi dinlerini, kültürlerini ve dünya
görüşlerini biricik kılma eğiliminde oldukları bilinen bir gerçektir.
Bu noktada kendi kendimize tüm
insanların bizimle aynı dini, kültürü veya dünya görüşünü paylaşması; “Bizim gerçekten istediğimiz ideal bir durum mu yoksa gelişmemizi daha iyiye ve daha
güzele ulaşmamızı engelleyen büyük bir kayıp mıdır?” sorusu üzerinden düşünmemizi teklif ediyorum. Kanaatimce eğer tüm
insanların dinsel inancımızı, kültürümüzü veya dünya görüşümüzü benimsemesini büyük bir zafer ve ideal bir durum olarak görürsek, o zaman bu durum dinsel
ve kültürel çeşitliliği, takdir edilmesi ve kutlanması gereken değil, tolere yani katlanılması gereken ve ilk fırsatta da üstesinden
gelinip yok edilmesi gereken bir
olgu olarak gördüğümüz anlamına gelir. Yok, eğer kendi dinî ge-
SÖYLEŞİ
leneğimiz, kültürümüz veya dünya görüşümüz dışındaki dinlerin,
kültürlerin veya dünya görüşlerinin ortadan kaldırılmasını yani
çeşitliliğin yok edilmesini bizim için büyük bir kayıp olarak görüyorsak, o zaman bu durum dinsel
ve kültürel çeşitliği gerçekten takdir ettiğimiz ve değerli gördüğümüz anlamına gelir. Dikkat edilirse söyleşimizin başında değindiğimiz noktaya tekrar döndük. Yani,
hadisenin içselleştirilmesi ve samimiyet meselesi... Dinî ve sosyokültürel referanslarımız ve müktesebatımız, bu hususta hem teorik
açıdan hem de pratikler bakımından oldukça zengindir.
Dinî inanışların, kültürlerin, dünya görüşlerinin, yaşam tarzlarının ve etnik kimliklerin çoğulluğu ve çeşitliliği toplumlarımızda
yol açtığı sorunlardan dolayı çoğu kez istenmeyen bir olgu olarak
görülmesine rağmen söz konusu
çoğulluk ve çeşitliliğin günümüz
dünyasında yaşadığımız pek çok
sorunun çözümü konusunda bizim için zengin bir kaynak olacağı aşikârdır. Çünkü monolitik ve
tekdüze bir yaşam tarzı ve dünya
görüşünün aksine dinamik ve sürekli gelişime açık bir dünya görüşü geliştirilmesini öngören çeşitlilik, toplumların sosyal ve siyasal
gelişmesinin itici gücüdür. Dahası çoğulculuk ve çeşitlilik, bizlerin
yaşadığımız sorunları farklı şekillerde algılama ve yorumlama yeteneğimizi geliştirerek onlara farklı çözümler üretilmesi noktasında
bize katkı sağlayıcı bir özelliğe sahiptir. Buna göre toplumların ilerlemesi, sahip oldukları farklılıkların ve çeşitliğin ortadan kaldırılmasıyla değil, oldukları gibi
muhafaza edilip avantaja dönüştürülmesine bağlıdır. Örneğin İslam tarihine baktığımızda ilk dönemlerde fethedilen bölgelerde
yaşayan gayrimüslim halk, ötekileştirilerek farklılık ve çeşitlilik
yok edilmeye çalışılmamış aksine
gayrimüslimlerden üst düzey bürokrat, hekim ve bilim insanı olarak yararlanılma yoluna gidilmiş
ve bu şekilde çoğulcu bir İslam
düşüncesi ve kültürü inşa edilmiştir. Örneğin 711 yılında Müslümanların Kuzey Afrikalı komutan Tarık b. Ziyat komutasında
İber Yarımadası’na adım atmasıy-
la birlikte Endülüs coğrafyasında
kurulan İslam devletleri bünyesinde farklı dinî ve kültürel kimlikler eritilerek yok edilme yerine bu kimliklerden de yararlanılma yoluna gidilmiştir. Öyle ki bu
dönemde Endülüs’te Müslüman,
Yahudi ve Hristiyanların katkılarıyla adına “convencia/bir arada
yaşama” denen farklılıkların kin,
nefret ve çatışma değil, daha iyiye
ve güzele ulaşma yönünde bir yarış aracı olarak görüldüğü bir din
ve medeniyet tecrübesi oluşturulmuştur.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi Müslümanlar olarak birlikte yaşama
konusunda güçlü referanslara ve
köklü bir medeniyet tecrübesine
sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. İslam medeniyetinin bu tecrübesi insanlık için tekrar nasıl
umut kaynağı olabilir?
İfade ettiğiniz gibi İslam tarihine
dönüp baktığımızda öteki ile birlikte yaşama konusunda kaynağını Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim
ve Hz. Peygamber’in sünnetinden
alan ve yukarıda ifade ettiğimiz
Endülüs tecrübesi örneğinde olduğu gibi diğer medeniyetlere de
örneklik teşkil eden ve “farklılıklar içinde birlikte yaşama” düsturuyla sloganlaşan bir birlikte yaşama kültürüne öncülük ettiğimiz inkârı mümkün olmayan bir
gerçekliktir. Nitekim Kur’an ve
sünnet açısından bakıldığında bu
kültürde de tıpkı diğer medeniyetlerde olduğu gibi bir “öteki” kategorisi bulunmaktadır. Fakat bu
kategoriye dâhil edilenler “büsbütün öteki” olarak yönetilmesi, sömürülmesi, gerektiğinde cezalandırılması hatta yok edilmesi gerekenler değil, birlikte yaşanılması
ve dost olunması hatta “biz” kategorisine dâhil edilmesi gerekenler
olarak kabul edilmektedir. Maale-
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
29
SÖYLEŞİ
sef günümüzde İslam dünyasına
özellikle de Orta Doğu ve Afrika
coğrafyasına baktığımızda bu birlikte yaşama kültürünün ve tecrübesinin, yerini kardeşin kardeşi katlettiği bir duruma bıraktığı
günleri yaşadığımız da aşikârdır.
Sahip olduğumuz birlikte yaşama
kültürümüzün, birlikte barış içinde yaşama konusunda insanlık için bir ümit ışığı olabilmesi için
öncelikle söz konusu tecrübenin
ve kültürün İslam coğrafyasında
tekrar hâkim kılınması gerekmektedir. Eğer birlikte yaşama konusunda sahip olduğumuz tarihsel
tecrübeyi insanlığa bir model olarak sunmak istiyorsak önce söz
konusu tecrübenin referanslarını
iyi anlayarak onu yeniden içselleştirmek suretiyle kendi coğrafyamızdaki birlikte yaşama sorunun
üstesinden gelmeliyiz. Daha sonra da -tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi- diğer medeniyetler tarafından
onun örnek alınması için çaba sarf
etmeliyiz.
Bizim inancımızda farklılıklar
varoluşumuzun bir gereği. Hucurat suresinde de ifade edildiği üzere Yüce Allah’ın insanları
farklı hususiyetlerde yaratması,
çatışma ayrışma için değil tam
aksine tanışma ve kaynaşma vesilesi olmalıdır. Bizlere İslam’ın
öngördüğü birlikte yaşamanın
temel felsefi ve ahlaki ilkelerinden söz eder misiniz?
Bu noktada öncelikle şunu ifade
etmeliyim ki önceki sorularda da
değindiğim gibi Yüce Kitabımız
Kur’an-ı Kerim, dinî ve kültürel
farklılığı tek Tanrı’ya imanın birliği içinde kabul ve takdir etmektedir. Kur’an’ın öngördüğü bu çeşitlilik, insanların birbirleriyle iletişim kurmalarının veya birbirlerini
anlamalarının mümkün olmadığı şekilde farklı dilleri konuştuk-
30 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Bir toplumda bireyler
arasında teâruf
ikliminin oluşması,
o toplumu oluşturan
bireylerin birbirini
dinleyip anlamalarını
sağlar.
ları bir olgu değil, birbirleriyle diyalojik ilişki içinde olmaları gerektiğine vurgu yapan bir amaçlar
birliğidir. Buna göre Kur’an’ın öngördüğü birliğin bir iman birliği
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu birlik, Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Muhammed ile son bulan
ilahî vahyin tarihî devamlılığı içinde varlığını sürdürmektedir. Sorunuzda ifade ettiğiniz üzere Kur’an,
insan ırkının farklı milletler ve
toplumlar hâlinde yaratılmasının
sebebini Hucurat suresi 13. ayette
onların birbirleriyle tanışıp bilişmesi yani Kur’an’ın ifadesiyle insanların birbirleriyle tanış olması,
irfanlaşması, yaşadıkları toplumları beraber inşa ve imar etmelerini ifade eden “teâruf” kelimesiyle
açıklar. Bir toplumda bireyler arasında teâruf ikliminin oluşması, o
toplumu oluşturan bireylerin birbirini dinleyip anlamalarını sağlar.
Bu da birbirlerinden bir şeyler öğrenmelerini ve birbirlerinden öğrenme de karşılıklı olarak birbirlerine değer vermelerini sağlayarak
birlikte dönüşmelerine ve gelişmelerine yardım edecektir. Böyle
bir sürecin, oluşacak birlikte yaşama kültürünün hem bireysel ve
toplumsal, hem de küresel ve evrensel ölçekte yaygınlaşmasına da
katkı sağlayacağı muhakkak.
Günümüzde, başta medeniyetler olmak üzere farklı dinî düşüncelere ve kanaatlere mensup insanlar arasında yaşanan çatışma
ve düşmanlıkların arkasında yatan en önemli sebep; farklılıkların ön plana çekilip benzerliklerin
göz ardı edilmesidir. Hâlbuki yüce kitabımız Kur’an, farklı dinsel
inanç ve kanaatlere mensup Müslüman, Hristiyan ve Yahudileri aralarındaki ortak kelimede yani
“Allah’tan başkasına ibadet etmeme ve birbirlerini ilah edinmeme” noktasında birleşmeye çağırmak suretiyle biz Müslümanları,
diğer inanç mensuplarıyla diyalojik ilişki çerçevesinde barış içinde
birlikte yaşamaya çağırmaktadır.
Birlikte yaşamanın temel ahlaki ilkelerinin başında ortak beşerîlik,
yaratılanın Yaratan’dan ötürü sevilmesi ve kişinin kendisine davranılmasını istediği gibi diğer insanlara davranması gelmektedir.
Aslında hakşinaslık, dürüstlük,
dengelilik ve tarafsızlık demek olan adalet olgusu tüm bu ahlaki
ilkeleri kendinde toplayarak birlikte yaşama kültürünün ahlaki
ayağını teşkil eder. Nitekim Yüce Allah Mümtehine Suresi’nin 8.
ayet-i kerimesinde biz Müslümanlara inançlarımız konusunda bizimle savaşmayan ve bizleri yurtlarımızdan çıkarmaya kalkışmayanlarla iyi ilişkiler kurmayı ve
onlara adaletli davranmayı yasaklamamakta, hatta salık vermektedir.
Günümüzde medeniyetler uzlaşması tezinin karşısına medeniyetler çatışması tezi konmaya
çalışılıyor. İnsanlık için felaket
senaryoları yazılıyor. Dünyanın
pek çok bölgesinde farklılıklar
üzerinden ayrışmalar ve çatışmalar sürüyor. İnsanoğlu tüm bu
olumsuz algıları yıkıp bir arada
yaşamayı nasıl mümkün kılabilir?
SÖYLEŞİ
Öncelikle sorunuzla ilgili bir düzeltme yapmamız gerekiyor. O da
önce “Medeniyetler Çatışması” tezi ilk defa Bernard Lewis tarafından 1990’da yayımlanan “Müslüman Öfkenin Kökleri” adlı makalesiyle tedavüle sokulmuş, daha
sonra da Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntigton tarafından
1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “Bir Medeniyetler Çatışması” başlıklı çalışmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Bu teze karşı hem İslam dünyasından
hem de Hristiyan dünyasının sağduyulu düşünür ve yöneticileri
ciddi tepki göstererek farklılıkları bir çatışma unsuru olarak değil,
“ben”i zenginleştiren ve güçlendiren bir unsur olarak görerek medeniyetlerin çatışması değil uzlaşması gerektiğini üzerinde durmaya başlamışlardır. Bu çerçevede
2005 yılında ülkemiz ve İspanya başbakanlarının öncülüğünde başlatılan ve bilahare de Birleşmiş Milletler girişimine dönüşen
medeniyetler özellikle de İslam
ve Batı medeniyeti arasındaki kutuplaşma ve gerilimin ancak medeniyetler ve kültürler arasında
karşılıklı saygı ve anlayış temeli
üzerinde oluşturulacak bir “Medeniyetler İttifakı”yla mümkün olacağı fikri dünya ölçeğinde dillendirilmeye başlanmıştır.
Sorunuzda da ifade ettiğiniz gibi
“Medeniyetler Çatışması” tezine
karşı iyi niyetle başlatılan ve bir
BM projesine dönüştürülen “Medeniyetler İttifakı” girişimine rağmen son yıllarda farklılıklar bir
zenginlik ve rahmet olarak değil,
çatışma ve kavga nedeni yapılarak
dünyamız özelikle de Müslüman
coğrafyası yangın yerine çevrilmeye çalışılmaktadır. Yaşanan ve
körüklenen bu çatışma ve kavgalar karşısında küremizin herkesin
kendi ayırt edici farklılığını muhafaza ederek birlikte barış içinde yaşayabileceği bir yer yapılma-
sının yolu Hz. Âdem (a.s.)’den Hz.
Muhammed (s.a.s.)’e kadar kutlu
elçilerin getirdikleri -hiçbir ayrım
gözetmeksizin- herkesin aklını,
dinini, canını, malını ve nesebini mukaddes ve aziz kabul eden;
sahip olduğu dünya görüşünden
dolayı hiçbir hak mağduriyeti yaşamasını asla kabul etmeyen çağlar üstü mesajlarına kulak verip
onları içselleştirmemiz yeterli olacaktır.
Bugün farklı din ve kültürlerin
birlikte yaşamasının imkân ve
temelleri üzerinde tartışırken,
aynı inanca mensup olmalarına
rağmen İslam coğrafyasında bir
arada yaşama konusunda ciddi
problemlerin olduğunu görüyoruz. Müslümanlar ne zaman
Allah ve Rasulü’nün istediği kıvamda bir arada dayanışma ve
kardeşlik içinde yaşayacaklar?
Veya bunu başarabilecekler mi?
Bu soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için -asıl konumuz
olmamasına rağmen- önce günümüz dünyasında Müslüman coğrafyada yaşanan sorunun iyi teşhis edilmesi için asıl sorunun ne
olduğu üzerinde birkaç şey söylemek istiyorum. Müslüman coğrafyada, Batı sömürgeciliği ve emperyalizmine kadar öteki ile birlikte barış ve huzur içinde yaşama
kültürünün hâkim olduğunu görmekteyiz. Ne zaman ki Batı Hristiyanlığı Müslüman coğrafyayı işgale, sömürmeye ve bunlarla birlikte “medenileştirme” adı altında
Hristiyanlaştırmaya başladı, o zaman Müslümanlar da sadece dini
ötekiyle değil aynı zamanda yıllarca birlikte yaşadığı etnik ötekiyle
olan birlikte yaşama kültüründen
de uzaklaşmaya başlamışlardır. Bu
uzaklaşma özellikle son dönemlerde pozitivist ve ilerlemeci tarih
tasavvurunun etkisiyle kendi kültürünü ve medeniyetini tarihsel
düzlemin nihai noktası ve gelişme
ve ilerlemenin “zirvesi” olarak gören Batı medeniyetinin bu algısını, geçmişteki “medenileştirme ve
Hristiyanlaştırmanın” yerini alan
sözde “özgürleştirme ve demokratikleştirme” adı altında bazen “yumuşak güç” ama çoğu zaman da
“sert güç” kullanılarak Müslüman
coğrafyaya dayatmasının acı sonuçlarının bugün bu coğrafyadaki
“farklılık zenginliktir” düsturunun
yerini farklı olanın yok edilmesi
algısına bıraktığına tanık olmaktayız. Bu evrilmenin sonucu olarak da bugün Müslüman coğrafyada Müslümanların kendilerinden farklı düşündüğü veya farklı
bir dinî gruba ya da etnik kimliğe
ait olduğu için birbirlerini gözlerini kırpmadan katlettiği, birbirlerine kumpas kurduğu bir çatışma
kültürü yaygınlık kazanmaktadır.
Müslümanlar olarak her gün biraz
daha battığımız birbirimizi ötekileştirip yok etme bataklığından
çıkmamız için pek çok imkâna sahibiz. Dediğim gibi müktesebatımız bu hususta her açıdan zengindir.
Özetle söylersek, günümüz dünyasında sadece sorunuzda isimlerini zikrettiğiniz Irak, Suriye, Mısır ve Pakistan gibi ülkelerde değil
tüm Müslüman coğrafyada yaşanan kadim birlikte yaşama kültürümüzü yok eden çatışma ve kardeş katliamlarından kurtulmanın
yolu İslami öğretiyle de uygunluk
gösteren çoğulcu din algısının ve
dünya görüşünün coğrafyamızda
yayınlaştırılmasından geçmektedir. Hz. Peygamberin Medine’sinde, Abbasilerin Bağdat’ında, Endülüs Emevileri’nin Endülüs’ünde,
Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ünde, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’unda ve Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlar’ında inşa edilen
kadim birlikte yaşama kültürünü
tekrar tesis etme ve böylece dünya toplumlarına bir model olarak
sunma şansını yakalarız.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
31
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Birlikte Yaşamanın
Evrensel İlkeleri
Dr. Mustafa EREN
Yalova/Altınova Vaizi
Son yıllarda hoşgörü, entegrasyon, tanınma, diyalog ve medeniyetler ittifakı gibi kavramlar,
ulusal ve uluslararası siyasette
daha önceki dönemlerle mukayese edilmeyecek bir derecede
gündeme gelmektedir. Bu kavramların geniş bir yelpazede başat
bir söyleme dönüşmesinin çeşitli
sosyopolitik sebepleri vardır. Bize
göre bu saiklerin en derinlerinde
yatan ana unsurlardan bir tanesi
‘birlikte yaşama’ olgusudur. Birlikte yaşama olgusu insanın varoluş şartlarından biridir. İnsanoğlu
geçmişten günümüze kadar farklı
tecrübelerle birlikte yaşamanın
mücadelesini vermiştir. Bu açıdan
bakıldığında birlikte yaşama, sosyal, siyasal ve düşünce dünyamızda yeni bir kavrammış gibi algılansa da, insanlığın sahip olduğu
tarihsel tecrübe böyle bir algının
doğru olmadığını gösterir. Yaşam
şartları şu veya bu şekilde insanları birlikte yaşamaya zorlamıştır.
Tartışılması gereken asıl konu
insanların bir arada bulunmaları, aynı ortam ve mekânları paylaşmaları değil, hangi şartlarda,
hangi nitelikte ve hangi değerlerle
birlikte yaşamalarıdır.
Tarih farklı kültür ve medeniyet-
32 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
lerde, birlikte yaşamayı başarabilmiş toplumlara tanıklık etmiştir.
Bizim tarihimiz bu anlamda zenginliklerle doludur. Hangi medeniyet ve dönem açısından bakarsak, onun üzerinde yaşadığımız
topraklarda kök salmış kadim
izlerini görürüz. Bu coğrafyadan
gelip geçen medeniyet ve dinlerin
her biri bir sonraki medeniyetin,
sonraki inanç ve değer tablosunun zeminini oluşturmaktadır.
Bütün inançlar, dinler, kültürler
ve medeniyetler bu tabloda gergef
gergef işlenmiştir. Bu tablonun
her karesinde, ayrı bir medeniyet, ayrı bir güzellik ve zenginlikle karşılaşıyoruz. (Ali Bardakoğlu, 21.
Yüzyıl Türkiye’sinde Din ve Diyanet, I. Cilt.
Der: Ömer Menekşe, DİB. Yay. 2010, 389.)
Birlikte yaşama kültürünü başarmış toplumlara baktığımızda, bu
toplumların öne çıkan özellikleri
evrensel ahlaki değerler zemininde bilişmeleri, buluşmaları ve birleşmeleri olmuştur.
Aydınlanmanın çocukları olan
modern ve seküler dünya tasavvuru, hayatın bütün kompartımanlarına öylesine nüfuz etmiştir
ki, artık insanoğlu kendi kendini
yok edebilecek, içinde yaşadığı
dünyayı yaşanmaz hâle getirebilecek bir konuma gelmiştir. Bu süreçte, insanları kuşatan toplumsal
kaos, sosyal adaletsizlik, açlık,
şiddet, terör, yolsuzluk, eğitim-
sizlik, mezhepçilik ve meşrepçilik
küresel bir olgu olarak, insanın
varoluşuna ve özgürlüğüne yönelik ciddi bir tehdit unsuru olmuştur. Bugün öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, üniversiteler, gazeteler,
dergiler, kitapçılar, kütüphaneler,
kurumlar ve hayatımızın diğer
alanları Leibniz’in monadları gibi
birbirine kapalı olan iki ayrı dünyayı işgal ediyor. Birisi dinî dünya diğeri seküler dünya. Hayatın
rutin akışı içerisinde bu iki dünya
sanki hiç buluşmuyor gibi gözükmektedir. (Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, Çev: Kadir Filiz,
Küresel
sıkışmışlığın ve açmazın patolojik
bir ifadesi olan bu durum, başta
uluslararası organizasyonlar olmak üzere, ulusal alana da taşınmıştır. Bu inisiyatiflerin arkasında
insanoğlunun bugünkü umutları
kadar, endişeleri ve korkuları da
yatmaktadır. İnsanoğlu, tanışmanın, bilişmenin yollarını hem
açacak, hem kapatacak, insanları birbirine hem sevdirecek hem
kızdıracak, Kur’an’ın ifadesiyle
“karada ve denizde kendi elleriyle
yaptıklarıyla fesat çıkaracak” duruma gelmiştir. Bugün ortaya çıkabilecek bir vahşet, tarihte eşi ve
benzeri görülmemiş kırılmalara,
tahribatlara ve zulümlere sebep
olabilir. İşte endişenin ve korkunun arkasında bu düşünceler bu
ihtimaller yatmaktadır. (Mehmet S.
Ayrıntı Yay. İstanbul 2012, 10.)
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Aydın ile İçe Kritik Bakış, Din, Felsefe, Laiklik,
Der: Mehmet Gündem, İyi Adam Yay. İstanbul
Dünyanın mevcut durumdan daha kötüye gitmemesi için her toplum üstüne düşen
sorumluluğu yerine getirmeli,
kendi tarihini, kültürünü, dinini,
siyasetini, insan düzeneklerini,
ona göre yeniden şekillendirmelidir. Her toplum, kendi kültürüne
eleştirel bir gözle bakarak, birlikte
yaşamayı tehdit edecek yorum ve
söylemleri bir kenara bırakmalı.
İnsanlık, geçmişte ve günümüzde
yaşadığı dramatik durumlardan
ders çıkararak birlikte yaşamanın minimal kodlarını oluşturan
evrensel ahlak ilkeleri üzerinde
yeniden buluşmanın yollarını aramalıdır. Bu evrensel ahlak ilkeleri
her geleneğin ve kültürün derin
etosunda yerleşmiş, birlikte yaşama kültürünün zeminini oluşturmuştur. Zaten ahlak dediğimiz
zaman aklımıza gelen ilk husus,
insanların bir arada barış ve huzur
içerisinde yaşamak için üzerinde
uzlaştıkları ortak değerler anlaşılmalıdır. İnsanlığın en büyük ve en
eski dinî ve ahlaki geleneklerden
süzülerek günümüze kadar tevarüs eden ahlak prensiplerini dört
temel talimatla özetleyebiliriz:
1999, 170.)
• Zorbalıktan uzak, bütün hayatlara saygılı bir kültürü taahhüt etmek. Kadim gelenekte “Hiç kimse öldürülmemelidir.” Hiç kimse
bir başkasına maddi veya manevi
olarak eziyet verme, yaralama,
öldürme, hakkına sahip değildir.
Hiçbir halk, devlet, ırk veya din,
başka ırktan ve inançtan bir azınlığı temizleme, sürme ve eritme
hakkına sahip değildir.
• Bir dayanışma kültürünü ve adil
bir ekonomik düzeni taahhüt etmek. “Hırsızlık yapmamalısın.”
Adil ve dürüst davranmalısın.
Doyumsuz bir para, mevki ve
tüketim hırsı yerine, yeniden ölçülülüğün ve alçak gönüllülüğün
anlamını keşfetmeliyiz. Çünkü
hırsına kapılan insan, ruhunu,
özgürlüğünü, sükûnetini iç huzurunu ve böylece onu insan yapan
değerleri kaybetmektedir.
• Hoşgörüye dayalı bir kültürü ve
dürüstlük içinde bir hayatı taahhüt etmek. “Yalan söylememelisin.” Doğruyu söylemeli dürüst
hareket etmelisin. Hiçbir kimse-
birey ve toplumların ahlaki gelişimiyle doğrudan ilgilidir. İnsanlar
birtakım hukuksal norm ve kurallarla bir yere kadar birlikte yaşamaya çalışır. Bu hukuksal zemin
ahlakla beslenmemişse birtakım
sıkıntılara yol açar. Bugün hukuk ve demokrasi standartlarının
yüksek olduğu ülkelerde, ırkçılık,
ayrımcılık, ötekileştirme, son zamanlarda tırmanışa geçen islamofobi gibi olayların sıkça görülmesi
bu anlamda tek başına hukukun
yetersizliğinin bir tezahürüdür.
Bu nedenle birlikte yaşamanın ö-
Dünyanın mevcut durumdan daha kötüye gitmemesi için her
toplum üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeli, kendi
tarihini, kültürünü, dinini, siyasetini, insan düzeneklerini, ona
göre yeniden şekillendirmelidir.
nin ve hiçbir kuruluşun, hiçbir
devletin ve hiçbir dinî müessesenin veya dinî cemaatin, insanlara
yalan söyleme hakkı yoktur.
• Hakların eşitliği kültürünü ve
erkekle kadının ortaklığını taahhüt etmek. “Zinaya yaklaşmayınız.” Birbirinizi saymalı ve sevmelisiniz. Hiç kimse bir başkasını,
kendi cinsi arzusunun aracı yapma, onu cinselliğe bağımlı kılma
veya tutma hakkına sahip değildir. (Hans Küng, Denkwege, Ein Lesebuch,
Karl-Josef Kuschel (Hg), München 2008, 356.)
Bu dört temel prensip insanların bir arada yaşamasının ahlaki çekirdeğini oluşturmaktadır.
Mesele, oldukça basit bir şekilde
formüle edilen bu prensiplerin
hayata nasıl ve ne şekilde geçirilmesidir. Birlikte yaşama kültürü,
nündeki engelleri kaldırmak için,
bu alana katkı yapabilecek bütün
enstrümanlar kullanılmalıdır. Hukuk, birlikte yaşamanın normatif
zeminine; ahlak, vicdani ve gönül
boyutuna; eğitim, ahlaki değerlerin uygulanmasına, meleke hâline
gelmesine katkı yapacaktır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz;
birlikte yaşama günümüz insanının varoluşsal sorunlarından biridir. Her toplum önce kendi iç
dünyasında nitelikli, yüksek standartlı, insanın onur ve şerefine yakışır bir tarzda birlikte yaşamayı
başarabilmelidir. Kendi sorunlarını çözememiş, iç huzuru ve barışı
sağlayamamış toplumlar; küresel
barışa, Kant’ın ifadesiyle “ebedî
barışa” katkı yapamazlar.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
33
DİN DÜŞÜNCE YORUM
HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİĞİNDE
Birlikte Yaşama ve Hoşgörü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Süreli Yayınlar ve Kütüphaneler Daire Başkanı
Yeryüzü bütünüyle Allah’ın mülkü, insanlar da Allah’ın kuludur.
Hz. Peygamber belli bir zaman ve
mekâna ya da topluma değil, tüm
insanlığa rehber olarak gönderilmiştir. O’nun vasıtasıyla tüm zamana ve insanlığa duyurulan evrensel mesaj, dillerin ve renklerin
farklılığının Allah’ın ayetlerinden
olduğunu özellikle belirtmektedir.
“Göklerin ve yerin yaratılması,
dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve
kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette
ibretler vardır.” (Rum, 30/22.)
O hâlde bizler farklılıkları toplumsal bir zenginlik olarak görebilmeli, “insan” üst kimliğinde
birleşerek, insana insan olduğu
için saygı duyabilmeliyiz. Veda
Hutbesi’nde Hz. Peygamber’in:
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir.
Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.
Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur.” hitabı, çağlar üstü bir
mesajı; söylendiği anki hikmet
ve değeriyle bugüne aynen taşımaktadır. Bu hitap aynı zamanda,
Rasulüllah’ın yaklaşık yirmi üç se-
34 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
neyi bulan risalet sürecinde farklı
din mensuplarıyla olan ilişkilerinin, topyekûn insanlığa bakışının
ve bu anlayışla ortaya koyduğu
uygulamalarının son aşamada kelama/evrensel bir mesaja bürünmüş hâlidir.
Hz. Peygamber hicretin hemen
akabinde farklı dinî gruplarla anlaşma imzalamış, bu insanlarla
komşuluk ilişkilerinde bulunmuş,
Farklı görüşlere tahammülün giderek kaybolmaya başladığı ve
insanların her geçen gün birbirlerini daha az anladığı hatta anlayamaz hâle geldiği günümüz
dünyasında, karşımızdakini ötekileştirmeden, Allah’ın bir ayeti
olarak görüp anlamaya çalışmak
ve hoş görebilmek erdemine ve
Rasulüllah’ın bu konudaki örnekliğine ne kadar da ihtiyacımız var.
“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı
olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.
Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.)
alışveriş yapmış, hatta Yahudi asıllı olan Hz. Safiyye ile evlenerek,
onu risalet hanesinin hanımları
ve müminlerin anneleri arasına
katmıştır. Bir gece vakti hüzün
ve gözyaşıyla ayrıldığı Mekke’ye
bir gün fatih olarak döndüğünde kimseye ceza vermemiş, hiç
kimseyi inancını değiştirmek için
zorlamamış ve müşriklerin öncülerinden olup da İslam’a girenleri
değişik biçimlerde onurlandırmıştır.
Hoşgörülü olabilmek için olaylara
ve insanlara bakışımızı değiştirmek, farklılıkları zenginlik olarak
görebilmek gerekir. Hoş görmek,
beraberinde engin bir sabır ve
affedebilme erdemini gerektirir.
Nitekim Yüce Rabbimiz öfkeyi
yenme ve insanları affedebilmeyi
başaranları övmekte, onları cennetle müjdelemekte ve bu kullarını sevdiğini açıkça ifade etmektedir. (Âl-i İmran, 3/134.)
DİN DÜŞÜNCE YORUM
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
35
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Kutlu doğumunu andığımız Hz.
Peygamber’in hayatında sabretmenin, affetmenin ve hoş görmenin en can alıcı örneklerini görmekteyiz. O, Taif’te taşlandığında; “Allah’ım! Zayıfım, güçsüzüm,
herkes beni hor görüp aşağılıyor.
Ey herkesin zayıf görüp dalına
bindiği zavallıların Rabbi olan
Allah’ım! Her taraftan kuşatıldım.
Çaresiz ve kimsesiz kaldım. Beni
kime emanet ediyorsun Rabbim.”
diye yakarıyor, ardından da, “Eğer
bana kızmadıysan, ben çektiklerime razıyım Allah’ım.” diyordu.
Cebrail (a.s.) gelip, “İstersen şu
dağı birleştirip, sana bunu yapanları canlı olarak toprağa gömeyim.” dediğinde, Rasulüllah’ın:
“Hayır, ben Rabbimden bunu
değil, onların soyundan sadece
Allah’a kulluk eden ve O’na hiçbir
şeyi ortak koşmayan bir nesil getirmesini dilerim.” (Buhari, Tevhid, 9.)
cevabında, O’nun engin rahmetinin tecellisini seyretmekteyiz.
Bir başka zamanda o Kutlu
Nebi’yi, kendisinden ganimet isteyen bir göçebenin, yakasından
çekiştirip, canını yakması üzerine,
olaya müdahale etmek isteyenleri
durdurarak; “Bırakın o öğrenecek.” derken görüyoruz.
Bir keresinde de tuvalet kültüründen yoksun bir bedevinin
mescidin bir köşesinde ihtiyacını
gidermesi üzerine, tepki gösteren
sahabeyi Rasulüllah yatıştırıyor
ve bir kova su ile halledilebilecek
olan bu meseleyi probleme dönüştürmek isteyenlere: “Siz kolaylık gösterici olarak gönderildiniz,
zorlaştırıcı değil.” diyordu.
Böyleydi Hz. Peygamber, başka
türlü olması da düşünülemezdi.
Zira Rabbi ona: “Allah’ın rahmeti
36 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen
onları affet. Onlar için Allah’tan
bağışlama dile!” (Âl-i İmran, 3/159.)
hitabında bulunmuştu.
Hz. Peygamber (s.a.s.), insan haklarına saygı, insan onuruna hürmet ve insana hizmet adına, ona
gülümsemeye de, yoldan eziyet
veren bir şeyi kaldırmaya da sadaka ölçüsünde değer atfetmiştir.
En temel insan haklarının ayaklar
altına alındığı günümüzde, bu ifadelerin ve davranış modelinin taşıdığı anlamı yeniden keşfetmeye
ne kadar muhtacız.
Hoşgörü eksikliğinin önemli bir
sebebi; kendimizi sorgulayamamak, bilakis hep haklı ve kusursuz görmektir. Oysa İslam anlayışında nefis muhasebesi son derece
önemli kabul edilmiştir. Rabbimiz
de: “Kendinizi temize çıkarmayın.
Kimin takva üzere olduğunu O
çok iyi bilir.” (Necm, 53/32.) buyurmaktadır. Hucurat suresi 12.
ayette de; “Birbirinizin ayıp ve kusurunu araştırmayın.” denilerek,
kusur görme ve ayıp bulma hastalığından mutlaka kurtulmamız
gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Bu hakikat, rahmet peygamberinin lisanından: “Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da
onun ayıbını örter.” müjdesiyle
bizlere duyurulmuştur.
Hoşgörünün temel ilkelerinden
biri, insanların şahsiyetini rencide etmemektir. Günahkâr da olsa
kimseye hakaret etmemek, onurunu kırmamak İslami bir prensiptir. Nitekim Hz. Peygamber,
zina için kendisinden izin isteyen
genci, onu rencide etmeden bu
yanlış düşüncesinden vazgeçirmiş
ve onu iffetli yaşamanın gereğine
inandırmıştır.
Her ne sebeple olursa olsun insanları küçümsemek, onlarla alay
etmek İslam ahlakıyla asla bağdaşmaz. Yüce Rabbimiz; “Ey iman
edenler! Bir topluluk bir diğerini
alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar
da diğer kadınları alaya almasın.
Belki onlar kendilerinden daha
iyidirler. Birbirinizi karalamayın,
birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık
ne kötü bir namdır! Kim de tövbe
etmezse, işte onlar zalimlerin ta
kendileridir.” (Hucurat, 49/11.) buyurarak insanlarla alay etmenin kötü
bir davranış olduğunu açıkça belirtmektedir.
İslam’ın özü incitmemek ve incinmemektir. Yunus ne kadar güzel
ifade etmiş:
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaratan’dan ötürü
Kutlu Doğum etkinliklerinin,
magazin malzemesi yapılmasına
fırsat verilmeden, gerçekten ihlas
ve samimiyetle Hz. Peygamber’i
anlamaya, bir haftaya serpiştirilen bilgi ve duygu şöleninden bir
ömür boyu istifade edilecek gönül
azığı derlemeye vesile olması temennisi ile Hz. Peygamber’i tanıma, anlama ve sevmeyle başlayan
bu kutlu yolculuğun son durağında ‘fenafirrasul’ mertebesine erişerek, onun gibi olma imkânını bize
sunmasını Yüce Mevla’dan niyaz
ediyorum.
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Hz. Peygamber ve
Birlikte Yaşama Bilinci
Selva ÖZELBAŞ
Üsküdar Vaizi
‘İnsan, sosyal bir varlıktır’ diye tanımlanır. Onu diğer canlılardan ayırt etmek için de ‘insan, konuşan
varlıktır’ denir. İnsan, hem kelam
eden hem de ilahî kelamın muhatabı sorumluluk sahibi, medeni
bir varlıktır. Canlılar âleminde şuurlu bir birlikteliğe sahip olan tek
varlıktır. İnsanın bu şuurlu birlikteliği ve buna göre davranış sergilemesi, dünyayı ve kendisini imar
etme sorumluluğunun temelini
teşkil etmektedir.
İnsanın sosyal bir varlık oluşunu,
ilk insandan itibaren takip edecek
olursak ondaki bu fıtratı açıkça
görmek mümkündür. Allah, insanı tek bir nefisten ve ondan da eşini yaratandır. Kadın ve erkek her
ikisi de insanoğlunun birlikte yaşama düzenini oluştururlar. İlgili ayette “…Rabbinize karşı, sorumluluğunuzun bilincinde olun”
(Nisa, 4/1.) buyruğu, insanoğlunun
birlikte yaşayacağı bu yeryüzü hayatında her türlü sorumluluğun
bilincinde olmaları gerektiğine işaret etmektedir.
İşte böylece bir arada yaşamak
zorunda olan insan için öncelikle etrafında birleşecekleri ‘Ev’ inşa edilmiştir. (Âl-i İmran, 3/96.) Mekke’deki bu ev; içinde barınılan
mesken anlamında değil, bütün
evler için bir simgedir. İnsanları bir gayeyle birleştiren ve o gaye uğruna hayat yolunda yürüten,
sa’y ve gayrete sevk eden örnek
ev. Müslümanların, dünyanın her
yerinden namaz için yöneldikle-
ri ev… Hac ve umre nedeniyle, inananların tanışıp toplandıkları ev…
Kur’an ayetlerinden ve peygamber dualarından da anladığımız
husus insanın dünya hayatının diğer insanlarla bir arada olma, birlikte yaşama biçiminde olacağıdır.
Öyle ki, zaman içinde bu kuş uçmaz, ekin bitmez vadide duaların bereketi hâsıl olur ve ümmü’lkura yani şehirlerin anası Mekke,
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
37
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Hz. Âdem’den sonra bu ilk evin
etrafında yeniden dirilir. (Enam, 6/
92.)
Hz. Hacer de koşuşturmasında arayış içinde olmuştur. Bu dualar
ve arayışlar zemzem gibi bereketli bir suyun çölün ortasından fışkırmasına, nihayetinde de Kevser
gibi bir Müslüman neslinin doğmasına neden olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim’in duası,
Allah’a teslim olan birlikte yaşama
bilincine sahip bir ümmet içindir.
Nihayet Hz. Peygamber dünyaya
gelir. Bu öyle bir dünyadır ki; insanları ayrıştıran, horlayan, işkence eden zihniyete sahip bir dünya... Hz. Peygamber, inanmasalar
da aynı toplumda yaşadığı müşriklere tahammül etmiş; hatta onlara, “Sizin dininiz size, benim
dinim de banadır” (Kafirun, 109/6.)
buyruğunu diyebilmiştir. Ancak
müşrikler Müslümanlara yaşama
hakkı tanımadıklarından, birer ikişer Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’ye
gelir gelmez diğer inançtan insanlarla “Medine Vesikası” dediğimiz tarihin örnek anlaşmasını
yapmış ve barış içinde birlikte yaşayabilen bir toplum oluşturmak
istemiştir. Bu anlaşma ile Müslümanlar ve diğerleri birbirlerinin
haklarına riayet ederek ve sorumluluklarını yerine getirerek yaşamak durumunda olduklarını kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber
öyle bir sistemle gelmiştir ki; insanlar asgari müşterek oluşturabilecek; insan olma ortak vasfıyla,
bu dünyada birbirinin hukukuna
38 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Kur’an ayetlerinden ve peygamber dualarından da anladığımız
husus insanın dünya hayatının diğer insanlarla bir arada
olma, birlikte yaşama biçiminde olacağıdır. Öyle ki, zaman
içinde bu kuş uçmaz, ekin bitmez vadide duaların bereketi
hâsıl olur ve ümmü’l-kura yani şehirlerin anası Mekke,
Hz. Âdem’den sonra bu ilk evin etrafında yeniden dirilir.
DİN DÜŞÜNCE YORUM
saygı duyarak sulh içinde yaşayabileceklerdir.
Hz. Peygamberin hicreti ile Taybe
olan Yesrib, yıllardır birbiriyle savaşmaktan bitap düşen insanların
savaşa dur dediğine tanık olmuştur. Evs ve Hazreç gitmiş yerini
muhacir ve ensarın iman kardeşliği almış, gönüllerde sevgi ve merhamet çiçekleri açmaya başlamıştır. İman birliği fikirleri, fikir ve
kalplerin birliği de her türlü ihtiyacın paylaşımına neden olmuştur.
Rasulüllah Medine’ye gelir gelmez
mescidinin temellerini atmıştır.
Mescit, Müslümanların secdede
birleştikleri ibadet mahallidir. Hz.
Peygamber mescidin ne anlam ifade ettiğini yaşayışı ile ashabına
göstermiştir. Öyle ki mescit, ashabın her türlü toplumsal hasleti pekiştirdikleri, eğitildikleri yer
hâlini almıştır. Bu mescit merkezli yaşayış, yanlış geleneklerin yerini nihai doğruların almasında
etkili olmuştur. Birlikte yaşamın
getirdiği medeniyet, mescidin içinden hale hale etrafa yayılmış ve
Rasulüllah, ağzından dökülen güzel sözlerle yeni oluşan İslam toplumunun birlikte yaşama bilincini
nakış nakış işlemiştir.
Medeni bir toplum olabilmenin
şartları vardır. Toplumun diğer
fertleri ile anlaşabilmek, fikirlerine saygı duymak, hoşgörülü ve
iyi niyetli olmak bu şartlardandır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)
her fırsatta ashabına, medeni insanlar olarak yaşamanın kurallarını öğretme çabası içinde olmuş;
“Müslüman, elinden ve dilin-
den Müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buhari, İman 4; Ebu Davud, Cihad 2.) “Mümin ülfet eden ve
kendisi ile ülfet edilendir…” (Müsned, 2, 4, 5, 335.) buyurmuş; bencillik
ve kaba davranışlardan uzak durabilmeleri için ashabına ve bize,
“Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de
istemedikçe iman etmiş olamaz”
(Buhari, İman 7; Müslim, İman 71, 72.) diyerek, imanın kemalini böyle bir
duygu temelli davranışa hamletmiştir. Bütün bu güzel sözler, birliktelik oluşturmada harç vazifesi
görmüştür.
Allah (c.c.) tüm inananların bu
şuurda olmalarını isteyerek “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat,
49/10.) buyururken, Hz. Peygamber de müminleri vücuda benzetmiştir. (Buhari, Edep 27; Müslim, Birr 66.)
Aksi takdirde Kur’an’da “...birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize
korku düşer ve kuvvetiniz elden
gider…” (Enfal, 8/46.) diyerek istenmeyen durumlar işaret edilmiştir.
Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde
de; “…canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir…” diyerek temel insan hakları bağlamında en dikkat edilmesi
gereken konulara vurgu yapmıştır.
Kur’an’da millet ve kabileler
hâlinde yaratılmış olmanın tanışmak için olduğu, ayrım ve üstünlük nedeni olmadığı beyan edilir. (Hucurat, 49/13.) Hz. Peygamber
(s.a.s.) de insanların soy sop, ırk,
renk farklılıklarının üstünlük ve
ayrılık sebebi olmadığını dile getirmiştir.
Rasulüllah Medine’ye
gelir gelmez mescidinin
temellerini atmıştır.
Mescit, Müslümanların
secdede birleştikleri
ibadet mahallidir. Hz.
Peygamber mescidin ne
anlam ifade ettiğini yaşayışı
ile ashabına göstermiştir.
Öyle ki mescit, ashabın
her türlü toplumsal hasleti
pekiştirdikleri, eğitildikleri
yer hâlini almıştır.
İnsan, Allah’a kulluk etmek için
yaratılmıştır. İnsanın yaratılacağını duyduklarında meleklerin
de ifade ettikleri gibi; yeryüzünde
fesat çıkarıp kan dökecek olmalarına rağmen Allah (c.c.), insanın
fıtratına diğer insanlarla nasıl bir
ve beraber olabileceğinin kodlarını da koymuştur. Öyle ki, Kur’an
ve Hz. Peygamber bu amaca matuf olarak gönderilen son kitap ve
son peygamberdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların Kur’an ve
sünnete uydukları takdirde kavga dövüş yerine fıtrattaki kodlarla bir ve beraber davranarak hakkı
ayakta tutabileceklerini ümmetine nasihat olarak bırakmıştır. Ne
mutlu onun nasihatlerini tutanlara!..
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
39
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Şehrin Huzur Mekânı
Mahmut BIYIKLI
Yahya Efendi’yi vezirler,
devlet erkânı, divan erbabı,
esnaf ve halk özellikle de
gemiciler ziyaret eder,
hediye ve adaklar gönderirler
hacetleri için dua niyaz
ederlerdi.
40 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Asırlık medeniyetimize vücut veren kültür, edebiyat, sanat hayatımızda tekkelerin vazgeçilmez bir
yeri olmuştur. Onlar birer halk
okulu gibi, insanlığa uzanan birer
el, birer irfan ocağıydı. Şehirlerin
bu huzur mekânları, manevi bir
eğitim potası olmasının yanı sıra,
sosyal yardım ve tedavi amaçlı hizmetler görür, ticari hayata
çeki düzen getirir, güzel sanatlar
akademilerinin işlevlerini üstlenerek şiir ve musikinin doyurucu, yoğurucu ikliminde insanı
oldurur ve doldururdu. “Beşikten
mezara kadar” sürecek bir eğitim
anlayışıyla mükellef tutulmuş bir
ümmet, ihtiyaç duyduğu dinî ve
medeni aydınlığı tekke ve zaviyelerin cihanşümul, evrensel terbiye
esaslarında aramıştır.
İstanbul’un dört direğinden biri
Onlardan biridir Yahya Efendi
Tekkesi. Mahir İz Hoca bu huzur
mekânını İstanbul’u ayakta tutan
dört direkten biri olarak kabul
eder.
ŞEHİR VE KÜLTÜR
sütkardeşi olmuştur. Okul çağı
gelen Yahya Efendi ilk derslerini
babası Ömer Efendi’den aldıktan
sonra, Trabzon’da bulunan meşhur âlimlerden ve zamanın velilerinden kabul edilen Müfti Ali
Çelebi’nin rahle-i tedrisinde bulunarak maddi ve manevi sahada
bir hayli mesafe kat etmiş, ‘mülazemet’ yani asistanlık payesini
almıştır. Zahir ve batın ilimlerini
tahsil ettikten sonra ilmini ikmal
etmek için İstanbul’a gelmiştir.
İstanbul’da ilk önce Anadolu
Kavağı’nda ‘Haydarpaşa Çiftliği’ denilen mevkide bir çilehane
yaptırmış ve orada çilesini ikmal
ederken civar halkın hayhuyundan kurtulmak için kendisinden
sonra ‘Yuşa Tepesi’ adını alan ve
bugün de aynı isimle anılan Süt-
lüce üzerinde ve Beykoz ile Anadolu Kavağı arasındaki mevkie
yerleşmiştir. Hz. Yuşa’nın makamını Yahya Efendi’nin keşfettiği
rivayet edilmektedir.
Yahya Efendi’nin İstanbul’a 30
yaşında geldiği tahmin edilmektedir. İstanbul’da Yavuz ve Kanuni devirlerinin büyük ve meşhur
âlimi olan Şeyhülislam Zembilli
Ali Efendi’ye intisap etmiştir. Bu
sohbetler Yahya Efendi’nin her
bakımdan olgunlaşıp yüksek
mertebelere ulaşmasında vesile
olmuştur. Yahya Efendi, Zembilli
Ali Efendi’den iki yıl feyiz aldıktan sonra Zembilli Ali Efendi’nin
vefatı üzerine 1526 yılında hocasının yerine günlük 15 akçe ücretle Canbaziyye Medresesine müderris tayin olmuştur. Bu tayinle
Yahya Efendi Dergâhı / İstanbul
Yahya Efendi, “Beşiktaşlı” diye
şöhret bulmasına rağmen aslen Amasyalı olup Trabzon’da
doğmuştur. 1495 yılında babası
Amasyalı Ömer Efendi, Trabzon kadısı olarak görev yapmakta iken bu tarihte Yavuz Sultan
Selim de Trabzon’da vali olarak
bulunmakta idi. Oğlu Şehzade
Süleyman h. 900/1495 yılının
1 Şaban’ında Yahya Efendi’nin
doğduğu hafta Trabzon’da doğmuştur. Şehzade Süleyman’ın
annesi Hafsa Sultan’ın sütü az olduğundan, Kadı Ömer Efendi’nin
refikaları ve Yahya Efendi’nin validesi olan Trabzonlu Afife Hatun
küçük şehzade Süleyman’a süt
vermiş ve onun sütannesi olmuştur. Böylece Yahya Efendi de meşhur Kanuni Sultan Süleyman’ın
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
41
ŞEHİR VE KÜLTÜR
birlikte Yahya Efendi ‘Müderris’
mahlasıyla tanınmaya başlanmış,
halk arasında da ‘Molla Şeyhzade’ denilmekle şöhret bulmuş
ve böyle anılmıştır. Canbaziyye
Medresesi’nden sonra nice medresede ilim yaydıktan sonra 1553
tarihinde Kadızade Efendi’nin yerine Fatih Camii’ndeki ‘Medaris-i
Semaniye’den birinin müderrisliğine tayin olmuştur. Burası Yahya
Efendi’nin son görev yeridir. Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğli’si
civarında boğdurup annesi Gülbahar Hatun’u saraydan çıkartmasının hata olduğunu bildiren
bir mektubu sütkardeşi Kanuni
Sultan Süleyman’a göndermesi üzerine vazifesinden azil ve emekli
42 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
edilmiştir. Şeyh Efendi emekli
olunca Beşiktaş’taki evi ve mescidinde inzivaya çekilmiş ve böylece bütün ömrünü bu dergâhta
ilim öğretmeye, tefekkür ve zikirle geçirmeye başlamıştır. 1556’da
Sultan II. Selim’in tahta çıkmasıyla şartları biraz daha rahatlamıştır.
Kayık ücretleri beş akçeye çıkıyor
Vefatına ‘’irtihal eyledi kutbu’l
ulema’’ terkibiyle tarih düşürülen
Yahya Efendi, 1570 senesi Zilhiccesinde Kurban Bayramı gecesinde 78 yaşında iken Beşiktaş’taki
dergâhında ebedî âleme göçmüştür. Cenaze namazını, bayram
namazını müteakip Süleymaniye
Camii’nde devrin Şeyhülislamı
olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır. Cenaze Süleymaniye’den
Beşiktaş’a getirilerek hayatta iken
kendileri tarafından yaptırılmış
olan bugünkü makamına tevdi
edilmiştir. Cenaze merasimi o kadar kalabalık olmuştur ki, o gün
İstanbul’dan Beşiktaş’a kayık ücretinin beş akçeye yükseldiği rivayet edilmektedir.
Yahya Efendi’yi vezirler, devlet
erkânı, divan erbabı, esnaf ve
halk özellikle de gemiciler ziyaret
eder, hediye ve adaklar gönderirler hacetleri için dua niyaz ederlerdi. Bilhassa Karadeniz’e çıkan
ve dönen Müslüman ve Hristi-
ŞEHİR VE KÜLTÜR
yan gemiciler sahile yanaşarak
Yahya Efendi’nin hayır dualarını alırlardı. Hatta halk arasında,
Üsküdar’da Özbekler Tekkesi şeyhi Abdullahi’l-Ekber, Beşiktaş’ta
Yahya Efendi, Beykoz’da Yuşa
Hazretleri ve Sarıyer’de Telli
Baba’nın İstanbul’un manevi bekçileri oldukları yolunda yaygın bir
inanış da mevcuttur.
Yahya Efendi türbesine doğru…
Beşiktaş ile Ortaköy arasında bulunan Çırağan Sarayı’nın karşısındaki bu edep dergâhını hangi
mevsimde hangi vakitte ziyaret
ederseniz edin, dünya ile ahiretin
kucaklaştığı cennetten inme bir
huzur mekânı karşılar sizi. Sinan
Usta’nın işlediği bu şiir-mekân insan eliyle tasarlanmış değil de coşkun ve ebedî bir baharın içinden
fışkıran bir tabiat parçası izlenimi
uyandırır içinizde. Bir tepeciğin
yamacında yer alan bu asitaneye
zorlu bir yokuştan, âdeta nefsin mertebelerini tırmanırcasına
meşakkatle çıkılır. Dergâha yüz
tuttuğunuzda sizi “Edep ya hû”
yazılı bir kitabenin serin alnı karşılar. Bu zarif tembih, türbenin
derinliklerinde nasıl bir gönül
tertibiyle gezinmeniz gerektiğini
de fısıldar kulağınıza. Eşikten geçildikten sonraki “Huzur” hâli ise,
ne kelimelere sığar, ne de başka
bir kalbe aktarılabilir artık.
“Yahya-yı Beşiktaş’ı ziyaret edelim
gel
Oldur sebeb-i zinet-i kühsar-ı Beşiktaş”
Mısraları gezinir dilinizde ve bir
dağ başının böyle bir ziynetle nasıl cennete dönüştüğünü bir kez
daha fehmedersiniz. Tanpınar,
Yahya Efendi için “Kanuni gibi
celadet sahibi bir hükümdarın
hususi hayatına bile karışacak kadar cesur ve kendini saydırmış bir
irfan adamı”ydı der. Evet; bunun
için bu huzur-mekâna vardığınızda bir irfan mektebine girdiğinizi
de anlarsınız.
Burada hayat ve ölüm arasındaki birkaç basamakla geçilen ince
hattın müşahhaslaşmış hâlini görürsünüz. Ölüme “Asude bir bahar ülkesi”ne girer gibi giden soy-
lu ruhların nefesi kuşatır ve ebedî
varlığın sırlarını serin servilerin
selamları eşliğinde kulağınıza fısıldar. Bu bahçenin her köşesinde “Bostan-ı huş der-dem içredir
nalişleri / Bülbül-i bağ-ı rızadır
sâlikan-ı Nakşibend” diyen ruh ve
gönül ikliminin erenleriyle halvet
der-encümen olabilirsiniz. Her
nefes eli kârda gönlü Yâr’da olan
Beşiktaş ile Ortaköy
arasında bulunan Çırağan
Sarayı’nın karşısındaki
bu edep dergâhını
hangi mevsimde hangi
vakitte ziyaret ederseniz
edin, dünya ile ahiretin
kucaklaştığı cennetten
inme bir huzur mekânı
karşılar sizi.
bu rıza bahçesinin bülbülleri, bilinmez ufuklara yol arayan hoş
sedalarından birini de sizin için
saklamıştır.
Bu bahar ülkesini ziyaret etmek,
bir kalbi olduğunu hissetmek isteyenler için mutlaka geçilmesi
gereken bir ilk eşiktir. Tadanlara
ne mutlu!
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
43
VAHYİN AYDINLIĞINDA
Çarpıtılan Cihat Anlayışımız
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
“Allah uğrunda hakkını vererek cihad edin.” (Hac, 22-78.)
Kur’an ve sünnetin önemli terimlerinden biri
olan cihat, son yılların tartışmalı ve netameli kelimelerinden biri hâline gelmiştir. Bu
durum, konunun anlaşılmaz, çetrefil, usul
ilminin ifadeleriyle, mücmel ve müphem
olmasından kaynaklanmıyor. Aksine terim,
Kur’an’ın en açık konularından birini ele almaktadır.
Bugün bu terimi kullanmaktan Müslümanlar
dahi çekinir olmuşlardır. Çünkü terimin etrafında olumsuz bir anlam dünyası oluşmuştur. Artık cihat kelimesi, bombaları, cesetleri, masum insanların vahşice öldürülmesini
çağrıştırıyor. Ne yazık ki, böyle bir durumla
karşı karşıyayız.
Evet, Allah yolunda fedakârlığı ifade eden
cihat kelimesinin parlak yüzü bugün kirletilmiştir. Cehaletin, bencilliğin, taassubun
ve şiddetin çirkin dünyası bu kelimeye bulaştırılmıştır. Müslümanların birbirine karşı
silahlı mücadeleleri bununla ifade edilir olmuştur. Bu, terimin İslami literatürdeki kullanımından tam bir sapmayı göstermektedir.
Müslümanlar arasındaki şiddetten, ne yazık
ki, bu terimin anlamı da nasibini almıştır.
Batılılar İslam’ı hep ‘kılıç dini’ olarak tanıtmışlardır. Asırlardır bu temayı işlemektedirler. Bugün de bunun bir devamı olarak
islamofobi kavramını kullanmaktadırlar.
Birtakım örgüt ve gruplar da, akıl almaz tutumlarıyla bunları destekler bir tavır içerisine
girmişlerdir.
Oysa bu dini gönderen Allah Teala, kendisini
44 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olarak bizlere tanıtmaktadır. O’nun kelamı Kur’an’ın
da en bariz özelliği, rahmet ve şifa kaynağı
oluşudur. Doğal olarak onun elçisi de bu
vasıftan yoksun olamazdı. Nitekim Allah
Rasulü’nün de âlemlere rahmet olarak gönderildiği bizlere bildirilir. Dolayısıyla İslam’ın
‘korku’, ‘şiddet’ ve ‘terör’le anılması, bu dine
yapılabilecek en büyük iftiradır.
Masum insanlara bomba yağdırmanın, onları hunharca öldürmenin cihatla ne alakası
olabilir? Aslında cihat, İslam’ın rahmet ve
güzelliği ile insanların tanışması değil mi?
Ama yaşanan bu müessif hadiseler, insanların İslam’la tanışmaları şöyle dursun, ondan
uzaklaşmalarına sebep olmaktadır.
Cihat, İslam’la insanlar arasında köprüler
kurmanın metodudur. Ancak meydana gelen yürek yaralayıcı olaylar, bu köprüleri
yakmakta ve yıkmaktadır. Cihat, hakikate
susamış gönülleri rahmet dinine açma yöntemidir. Yine cihat, i’lay-ı kelimetullah yani
Allah isminin yücelmesi, O’nun dininin yükselmesidir. Ama bu gelişmeler, insanlık nazarında İslam’ın itibar kaybetmesine sebep
olmaktadır.
Cihat İslam’ın lokomotifi mesabesindedir. Bu
din, çağlar sonrasına, kıtalar ötesine cihat sayesine ulaşmıştır. Bu sebeple onun geleceğe
yürüyüşü dün olduğu gibi bugün de cihatla
mümkün olacaktır.
Bizim gelecekte insanlığa söyleyecek bir sözümüz olacaksa, bu cihatla mümkün olacak-
tır. Dolayısıyla cihadı bir tarafa koymak İslam’ın
kolunu, kanadını budamak demektir. Yine bu,
Müslümanların bastıkları dalı kesmeleri, kendilerini var eden ruhu, dinamizmi yok etmeleri
demektir.
Ashab-ı kiram, cihat ruhunu kavradığı için yollara revan oldu, ülke ülke, kıta kıta dolaştı. Sonraki Müslümanlar da onların yolundan gittiler.
Böylece İslam Asya’ya, Afrika’ya, Uzak Doğu’ya
ve diğer coğrafyalara ulaştı. Milyarlarca insan
hidayete erdi, İslam’ın fazilet yolunu benimsedi.
Asırlarca İslam coğrafyasının dini tevhit oldu.
Putlara tapılmadı, kula kulluk edilmedi. İnsanlar tiranların, zalimlerin boyunduruğundan
kurtuldu. Hakkı, adaleti ve fazileti hayatın gayesi gördüler. İşte bütün bunlar cihat sayesinde
olmuştur.
Cihadın gayesi, hakkı üstün tutmak ve hâkim
kılmak için gayret göstermektir. Bunun çeşitli
yolları vardır. Öncelikle cihadın sadece savaştan
ibaret olmadığını belirtmek gerekir.
İlgili ayet ve hadisler birlikte değerlendirildiğinde, bu terimin, nefisle mücadele etmek, Allah’a
kulluk yapmak, İslam’ı tebliğ etmek, onun uygulanması için çalışmak gibi geniş bir muhtevası vardır. Diğer bir anlatımla terim kalp, dil,
el gibi beşeri aksiyonun ortaya konulduğu her
vasıtayla Allah yolunda gayret göstermeyi ifade
etmektedir. (Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 528.)
İslam, hak ve hakikat davasını barış yoluyla gerçekleştirmek ister. (Buhari, Cihat, 112.) Sırf din farklılığı sebebiyle diğer milletlere savaş ilan etmez.
Ancak yeryüzünden savaş da hiçbir zaman eksik olmamıştır. Hele hak ve hakikat mücadelesinin düşmanları daima var olmuştur. Dolayısıyla
İslam, savaşı arızi, geçici bir durum olarak görmüştür. Müslümanlar fiilî bir savaşa, saldırıya
maruz kalırlarsa bu söz konusu olur. Hatta bu
durumda kendi dinlerini vatanlarını korumak
onlar üzerine farz olur.
Cihadın gayesi, gayrimüslimlere İslam’ı ulaştırmak ve ondan haberdar olmalarını sağlamaktır.
Ancak burada baskı söz konusu değildir. Tarihte de Müslümanlar dini böyle anlayıp uygulamamışlardır. Çünkü din, ancak insanın kendi
irade ve tercihiyle kabul edilir. Baskıyla insanlar
ancak dini kabul eder görünürler. Ancak Müslüman ve dindar olamazlar.
İslam savaşla ilgili oldukça önemli bir düzenleme getirmiştir. O da, savaş ahlakıdır. Dolaysıyla
savaş demek, düşmanla ilgili her şeyi mubah
görmek, önüne geleni öldürmek, yakıp yıkmak
asla değildir. Mesela savaşta aşırı gidilmez. (Bakara, 2/190.) Karşı taraf savaşı bıraktığında savaş
sürdürülmez. (Enfal, 8/61.) Yine düşmanla yapılan
anlaşmalara sadakatsizlik edilmez. (Tevbe, 9/7.)
Geçen asırlarda uluslararası ilişkilerde maddi
kuvvet ve savaşta galibiyet, üstünlük sebebiydi.
Ancak günümüzde ekonomi ve kültür alanlarında güçlü olmak da son derece önemli bir
hâle gelmiştir.
Bilim, kültür, sanat, eğitim ve medya alanlarında önde giden topluluklar diğerlerine üstünlük
sağlamaktadır. Toplumlar medya üzerinden
birbirini vurmakta, kültürel yapılar ve manevi
dinamikler bu yolla çökertilmektedir.
Şu hâlde günümüz cihadında, ilmî ve kültürel
faaliyetler öncelikli bir hâle gelmiş bulunmaktadır. Nitekim henüz savaşa izin verilmeyen
Mekke döneminde cihatla ilgili ayetlerin gelmiş
olması yine Müslümanların Kur’an’a dayanarak
inanmayanlara karşı büyük mücadeleye çağrılmaları bu tespiti doğrulamaktadır. (Furkan, 25/52.)
Geçen asırda Müslüman topluluklar topraklarını düşmanlardan temizleyebilmek için seferber olmuşlardır. Tarihlerinin en acı ve ıstıraplı
dönemlerinden birini yaşamışlardır. Neticede,
düşman istilasından topraklarını kurtarmayı
başaran Müslümanların kültür istilası karşısında aynı başarıyı gösterdiklerini söylemek mümkün değildir.
Müslümanlar açısından kültürel istila, onların topraklarını istila etmek kadar tehlikelidir.
Çünkü bağımsızlık, manevi kimliği devam ettirmekle esas anlamını kazanır. Dolayısıyla bugün
Müslümanların kendi nesillerini günah batağına saplanmaktan korumaları, en önemli görevleri hâline gelmiştir. Bu açıdan günümüzde
cihadı bu açıdan ele almak ve değerlendirmek
gerekmektedir.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
45
HADİSLERİN IŞIĞINDA
Riya: Kimi Kandırıyoruz?
Hale ŞAHİN
Cündüb b. Abdullah’tan nakledildiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle demiştir:
Diyanet İşleri Uzmanı
“Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, Allah (onun bu niyetini herkese) duyurur. Kim gösteriş
için iyilik yaparsa, Allah da (onun bu riyakârlığını herkese) gösterir.” (Müslim, Zühd, 48.)
Beğenilmek, takdir edilmek, övülmek,
parmakla gösterilen, görünen, bilinen
olmak… İnsan olarak hepimizin kalbinin bir köşesinde bu duygular az ya da
çok vardır. Kimi gerçekten takdir edilesi
davranışlar sergiler, bu yönüyle ön plana
çıkmak istemese de bir şekilde yaptıkları kendisini görünür kılar. Buna rağmen
tevazu göstermeyi elden bırakmaz. Kimi
de aslında âdeti olmadığı hâlde sırf beğenilme duygusunu tatmin etmek için
başkalarının gözü önünde takdirle karşılanacak davranışlarda bulunur. İnsanlar
nezdinde görünür, bilinir ve konuşulur
olduğunu fark ettikçe bundan haz duyar.
İnandırıcılığıyla herkesi kendine hayran
bıraktığını düşünerek bir kez daha kendisine hayran olur. Gün gelip de gerçek
ortaya çıktığında duyacağı pişmanlığı
aklının ucuna bile getirmeden etrafını
kandırmaya devam eder. O, her ne kadar başkalarını aldattığını zannederek
cesaretle rolünü oynamayı sürdürse de
aslında en başından beri kendi kendini
kandırdığının farkına varamayacak zavallı bir kimsedir.
Allah Rasulü “Kim duyulsun diye iyilik
yaparsa, Allah (onun bu niyetini herkese)
46 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa,
Allah da (onun bu riyakârlığını herkese)
gösterir.” (Müslim, Zühd, 48.) buyurur. İnsanın içini sinsice kemiren riya hastalığına
karşı ikaz eder hepimizi. Başkalarının gözünü boyadığını zannederek kimse kendini kandırmasın ister. Zira er ya da geç,
bu dünyada ya da ahirette riyakârın gerçek niyeti, kalplerde olanı hakkıyla bilen
Yüce Allah (Teğabün, 64/4.) tarafından ortaya
çıkarılacaktır. Rızasının gözetilmediği,
samimiyetten uzak ve ihlassızca yapılan
hiçbir amel O’nun katında kıymet ifade etmeyecektir. Amellerin karşılığının
verileceği hesap gününde Allah (c.c.)
riyakârlara şöyle seslenecektir: “Dünyada
kendilerine gösteriş yaptıklarınızın yanına gidin! Bakalım onlardan bir hayır görebilecek misiniz?” (İbn Hanbel, V, 429.)
Kıyamet günü hesaba çekilecek üç kulun
tasvirine dair başka bir hadiste Hz. Peygamber, amellerindeki gerçek niyetlerinin ortaya çıkmasıyla riyakârların nasıl
hüsrana uğradıklarını daha da somut bir
şekilde anlatır: Öncelikle Allah uğrunda
şehit olduğunu düşünen bir adam huzura getirilir. Kendisine verilen nimetler
sayılır, o da hepsini hatırlar. Allah Teala
bu nimetlere karşılık ne yaptığını sorar ona.
“Şehit düşünceye kadar senin uğrunda savaştım” der. Ancak onun asıl niyetini bilen
Yüce Allah, “Yalan söylüyorsun, sen sana
‘cesur’ desinler diye savaştın. Nitekim bu
da söylendi.” buyurur. Bunun üzerine adam
yüzükoyun sürüklenerek cehenneme atılır.
İkinci olarak ilim öğrenip öğretmiş ve güzel Kur’an okuyan bir adam huzura getirilir.
Kendisine verilen nimetlere karşılık ne yaptığı sorulur. O da öğrendiği ilmi başkalarına
öğrettiğini ve Allah için Kur’an okuduğunu
söyler. Fakat Allah (c.c.) kendisine ‘âlim’
desinler, ‘güzel Kur’an okuyor’ desinler diye
bunları yaptığını yüzüne vurur ve o da aynı
şekilde cehenneme atılır. Son olarak kendisine Allah’ın her türlü maldan bolca verdiği
zengin bir adam huzura getirilir. Bütün bu
nimetlere karşılık ne yaptığı sorulunca o,
“Malımı sırf senin uğrunda, senin istediğin
yollarda harcadım.” der. Onun maksadını
da çok iyi bilen Yüce Allah, yalan söylediğini, kendisine “cömert” desinler diye böyle
yaptığını ve emeline ulaştığını buyurur. O
da sürüklenerek cehenneme atılır. (Müslim,
İmare, 152.)
İnsanı yaratılmışların en değerlisi kılan, yerde ve gökte ne varsa her şeyi onun hizmetine amade eden, onu yeryüzündeki halifesi
ilan eden Yaratan’ın, bahşettiği bunca nimete karşılık ondan istediği tek bir şey vardır:
“Dini Allah’a has kılarak kulluk etmek.” Bu
konuda en ufak bir ortaklık imasına dahi tahammülü yoktur. Riya olgusuna bu açıdan
yaklaşıldığında insanın ne denli bir tehlike
içinde olduğunu anlamak zor değildir. Nitekim yaptığı herhangi bir ibadet ya da iyilikte
Allah’ın rızası yerine kulların beğenisini kazanma düşüncesinde olan riyakâr kişi, gizliden gizliye şirke bulaşmaktadır. Bu nedenle
Hz. Peygamber, namazını başkası görüyor
diye güzelleştirerek kılan kimsenin misalinden hareketle riya ve gösterişi “gizli şirk”
olarak niteler. (İbn Mace, Zühd, 21.) Yüce Allah’ın
şirk karşısında kuluna muamelesi ise gayet
nettir: “Ben şirk konusunda kendisine ortak
koşulanların en uzak (ve yüce) olanıyım.
Her kim bir amel işler de benimle birlikte
başkasını ona ortak ederse onu şirkiyle baş
başa bırakırım.” (Müslim, Zühd, 46.)
Riya, imanla asla bağdaşmayan kötü bir tutumdur. İnanan bir insanın gerek Allah ile
gerekse diğer insanlarla ilişkilerinde samimi
ve dürüst olması gerekir. Aksi takdirde münafıklara benzeme tehlikesiyle karşı karşıya
kalır. Kur’an-ı Kerim’de münafıklar namaz,
zekât ve sadaka gibi ibadetleri sırf gösteriş
olsun diye yaptıkları için ciddi anlamda
eleştirilirler. (Nisa, 4/36-38, 142; Maun, 107/4-6.)
Mallarını samimiyet ve ihlastan uzak gösteriş maksatlı harcamaları nedeniyle onlar,
üzerinde biraz toprak bulunan ve şiddetli
yağmura maruz kaldığında çıplak kalan bir
kayaya benzetilirler. (Bakara, 2/264.)
Neredeyse hayatlarının tümü ikiyüzlülük ve
riya üzerine kurulu olan münafıklara benzememek ve şirk tuzağına düşmemek için
yaptığımız her işte Allah’ın rızasını gözetmeliyiz. Zira amelleri sırf Allah rızası için
yapmak, kalbi hile ve aldatma duygularından salim kılar. (İbn Mace, Sünnet, 18.) Her durumda ihsan bilinciyle hareket etmeli, Yüce
Allah’ın her an bizi gördüğünü ve bizimle
beraber olduğunu unutmamalıyız. Riya yaparak kimi kandırıyoruz aslında? Bu soru
üzerinde defalarca düşünmeliyiz. Ve kalbi
sinsice ele geçiren bu illetten korunmak için
Sevgili Peygamberimizin şu duasıyla Rabbimize sığınmalıyız: “Allah’ım fakirlikten,
küfürden, şirkten, nifaktan ve görsün duysunlar diye yapılan amelden sana sığınırım.”
(İbn Hibban, Sahih, III, 300.)
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
47
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
Gençliğe İstikamet Çizen
Bir Mücadele İnsanı:
Ali Fuat
Başgil
Kâmil BÜYÜKER
48 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Kitabın yazıldığı tarih 1949. Eserin ismi “Gençlerle Başbaşa.”
Gençliğe rota çizen ve onlarla sahici bir konuşma yapan isim ise
Ali Fuat Başgil’dir. Neredeyse ismi
ile özdeşlemiş “Gençlerle Başbaşa”
isimli eserin yazılmasının üzerinden tam 66 yıl geçmiş ancak
tavsiye kitaplar listesinde bu hacmi küçük ama ifade ettiği mana
büyük olan eseri hep ilk sırada.
Türkiye’nin yetiştirdiği önemli
kıymetlerden hukukçu, siyasetçi
ve fikir adamı Ord. Prof. Dr. Ali
Fuat Başgil, eğer geride hiçbir şey
bırakmamış olsaydı sadece yetmiş
sayfalık bu küçücük risale bile
onun ruhunu şâd etmeye yeterdi.
Nitekim bugün bu eserinin kitap
listelerinde hep ilk sıralarda ve
hâlâ basılıyor olması, sesinin makes bulduğunun en büyük işaretidir. Eserinde “Kişinin kıymeti dilinin altında ve kaleminin ucunda
gizlidir. Onu söz ve yazı açığa çıkarır.” der. (Gençlerle Başbaşa, Yağmur yayınevi, 1983, 18. Baskı, s. 67.) O zaman Ali
Fuat Başgil’i önemli bir isim yapan
hikâyesini bilmeli ve tanımalıyız.
hocalarından birisi olur. 1939 yılında ordinaryüs profesör olmuştur. (Ordinaryüs Profesör payesi en az beş yıl
Çarşamba’dan Paris’e…
bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimse-
Milletine âşık ve milletinin hukukunu savunma konusunda
hiçbir dayatma ve engel tanımayan Ali Fuat Başgil, 1893 yılında
Samsun’un Çarşamba ilçesinde doğar. Bölükbaşıoğulları’ndan Hafız
İbrahim Efendi’nin torunu, Mehmet Şükrü Efendi’nin oğludur.
İlk tahsilini Çarşamba’da, orta
tahsilinin ilk yıllarını İstanbul’da
yapmış ve 1914’ten itibaren tahsilini yarıda bırakarak yedek subay
sıfatıyla dört yıl Kafkas cephesinde savaşmıştır. Orta tahsilinin
geri kalan kısmını ise hangi yolla
gittiğini bilmediğimiz Paris Buffone Lisesi’nde tamamlamıştır
(1921). (A. Selçuk Özçelik, Ali Fuat Başgil,
DİA, 1992, cilt: 5, sayfa: 128-130.) Başgil,
“Gençlerle Başbaşa” kitabında birer serlevha gibi duran “Çalış genç
arkadaşım çalış! Namerde muhtaç
olmak, ölmekten beterdir. Gençliğini eğlenmekle geçiren, ihtiyarlığını ağlamakla geçirir.” (age. giriş
yazısı.) sözleriyle kendi tecrübesini
ve hayat felsefesini de ortaya koymuştur. Paris’teki öğrenimi, bundan sonra hayatını şekillendirecek
olan mesleğinin ilk adımı olan
Grenoble Hukuk Fakültesi’nde
devam etmiştir. Yine Paris Hukuk
Fakültesi’nde “Boğazlar Meselesi”
konulu teziyle doktor olur; ayrıca Paris Siyasi İlimler Okulu ile
Edebiyat Fakültesi’nden diploma
alır. 1929’da yurda dönen Başgil,
Cumhuriyet yıllarının ilk hukuk
lere verilirdi. Bu unvan 1981’de kaldırılmıştır.)
profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini tanıtmış öğretim üyeleri arasından seçilerek
Diyanet muhtar olmalı, Vakıflar
Diyanet’e
bağlanmalı
Ali Fuat Başgil, fikrini, düşüncesini aksiyon hâline getiren bir
cemiyet adamıdır aynı zamanda.
1947 yılında Hür Fikirleri Yayma
Cemiyeti’ni kurmuştur. 1960 ihtilali yıllarında, hak ve hukuktan
ayrılmayan ve doğruları eğip bükmeden haykıran bu isim, Millî
Birlik Komitesi tarafından 147
öğretim üyesiyle beraber üniversiteden uzaklaştırılır. 10 Nisan
1961’de de emekliye ayrılır. Zor
zamanlarda ve zor konuşmalara
talip olan Ali Fuat Başgil’in hayatında önemli bir kesit ise ileride
Neredeyse ismi ile
özdeşlemiş “Gençlerle
Başbaşa” isimli eserin
yazılmasının üzerinden
tam 66 yıl geçmiş ancak
tavsiye kitaplar listesinde
bu hacmi küçük ama ifade
ettiği mana büyük olan
eseri hep ilk sırada.
Din ve Laiklik (Fakülteler Matbaası,
İstanbul 1954.) ismiyle kitaplaşacak
olan konuşmasıdır. Mareşal Fevzi Çakmak’ın 1950 Nisanında
vefatından sonra başlayan irtica
söylentileri ve beraberinde din
hürriyeti ve laiklik tartışmaları
dolayısıyla Üniversite Talebe Birliği Heyeti, Başgil’e bu konularda
kendilerini aydınlatması için talepte bulunurlar. Ali Fuat Başgil
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
49
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
O dönemde yazdığı eserlerle halkı ile arasındaki
uçurumu kapatan, milleti ile yakınlaşan pek az
simaya rastlarız. Ali Fuat Başgil, dönemin aydınları
gibi fildişi kulelerde değil, gerektiğinde zindanlarda
yatabilmeyi, bedel ödeyebilmeyi bilen bir isimdir.
50 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
1950 yılının 28 Nisan ve 5 Mayıs
günlerinde, Beyazıt’ta talebe lokalinde iki uzun konuşma yapar.
Yeni Sabah Gazetesi’nde ise 17
Mayıs’tan itibaren 12 makale olarak tefrika edilir. En nihayetinde
üç bölüm hâlinde yayınlanacak
eserin ilk kısmını 1954 yılında yayınlanmaya muvaffak olur. Eserde
Diyanet İşleri’ni muhtar bir müessese hâline getirmek, Vakıflar’ı
bu teşkilata bağlamak suretiyle
Diyanet’i mali serbestliğe kavuşturmak ve böylece “şart-ı vâkıf”ı
da yerine getirmek Başgil’in savunduğu fikirlerdendir. Aynı zamanda Diyanet bahsini yazarken
şu cümleleri sarf etmekten de geri
durmaz: “Diyanet bahsinde, amel
bakımından, çok günahkârım.
Fakat günahkâr olmak, dini sevmeye ve dindarın tükenmez saadetine imrenmeye mani midir?
Din hakkında yazılar yazışım ve
dindarlığı müdafaa edişim, şahsen dindar olduğumdan ve dinin
emirlerini yerine getirdiğimden
değildir; bilakis, olamadığımdan
ve getiremediğim için üzüldüğümden ve dindarlığın insana
verdiği iç huzuruna imrendiğimdendir. Nazarımda din yalnızca
fert için bir fazilet ve feragat kaynağı değil; aynı zamanda ve böyle
olduğu için içtimai hayat temizliğinin de en kuvvetli bir teminatıdır. Yine nazarımda dini sevmek
ve Müslümanlığı müdafaa etmek,
hakikatte insanlığı sevmek ve insanlık hakkını müdafaa etmektir.
Çünkü Müslümanlık, insanlık
dediğimiz bütünün bir parçasıdır. Cüzü sevmek, netice itibarıyla bütünü sevmektir.” (age. s. VI.)
Tevarüs ettiği geleneği ve mirası
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
asla hiçe saymayan ve müdafaa
eden Başgil, Müslümanlığı da yine
onu küçük düşürmeye çalışanlara
karşı savunmuştur. Eserinin giriş
yazısının sonunda da Latin Mütefekkiri Publius Syrus’un sözünü
naklederek memleket hesabına
üzüldüğünü ifade eder. Söz şudur: “En sefil hayat, başkalarının
arzusuna tabi olarak yaşamaktır.”
Türkçe meselesi ve dilimize
yapılan ihanetler
O dönemde yazdığı eserlerle halkı
ile arasındaki uçurumu kapatan,
milleti ile yakınlaşan pek az simaya rastlarız. Ali Fuat Başgil, dönemin aydınları gibi fildişi kulelerde
değil, gerektiğinde zindanlarda
yatabilmeyi, bedel ödeyebilmeyi
bilen bir isimdir. Ergun Göze, Ali
Fuat Başgil’in 1962’de İsviçre’de
kaleme aldığı hatıralarına da (Hatıralar, Kubbealtı yay. 2007.) yazdığı giriş
yazısında şunları söyler: “19451960 seneleri arasında, yazmış
olduğu ilmî makaleler, vermiş
olduğu hukuki yorumlar ile o
kadar büyük bir prestije erişmişti
ki bunu ancak “o günden bugüne hiçbir ilim adamına halkıyla
bu kadar samimileşmek, yakınlaşmak ve milletinin itimadına
mazhar olmak nasip olmamıştır.”
diyerek anlatabiliriz.” Daha çok
siyasi hatıraları ihtiva eden bu
eserinde öz Türkçe adına yapılacak katliama karşı çıkmış ve dili
müdafaa etmiştir. Türkçenin başı-
na gelenin hiçbir büyük milletin
başına gelmediğini ve uğradığı suikastın tarihte misli görülmediğini
ifade eden ve hamaset değil, hakikat sözcülüğü yapan Başgil’in şu
satırları da dikkat çekicidir: “Açık
olalım ve iyi anlaşalım. Diller milletlere, mukaddes kitaplar gibi,
gökten iner ve oturmuş kayalar
gibi, kasırgalara göğüs gerer demiyorum. İnsan aklının kudretini
ve insan himmetinin yüksek kıymetini inkâr ederek; diller, engin
ovalarda kıvrım kıvrım akan çaylar gibi yolunu ve yatağını kendi
kendine açar da demiyorum. Sadece hükümet zoru, kanun yasağı ve sansür satırı ile dil budayıp
değiştirmek, gebeyi tekme ile doğurtmaktır, diyorum.” (age. s.176.)
Eserleri ve mücadelesi ile
yaşıyor
Ali Fuat Başgil’in hayatında, emekliliğe dair dönemlerinde bile
pasif bir sahne göremeyiz. Emekli
olduktan kısa bir süre sonra politikaya atılır ve 15 Ekim 1961’de
Adalet Partisi’nin Samsun listesinden bağımsız aday olarak senatör
seçilir. Bu devrede cumhurbaşkanlığına adaylığını koyduysa
da 27 Mayıs’ı savunan çevrelerin
tepki ve baskıları sonucu cumhurbaşkanlığı adaylığından ve
senatörlükten istifa eder. Ali Fuat
Başgil’in Samsun Çarşamba’da
başlayan hayat yolculuğu 74 yaşında 17 Nisan 1967’de tamamlanır. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır ancak eserleri milyonların elinde ve kütüphanelerindedir.
İsmi de yine doğduğu topraklarda
ve Çarşamba’da açılan Hukuk Fakültesi ile birlikte yaşamaktadır.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
51
SÖZÜN YANKISI
Hoş Gör Hâlimizi
YA RASULALLAH
Sümeyye ERTÜRK
Kur’an Kursu Öğreticisi
Merhum şairimiz Mehmet Akif
bir şiirinde şöyle der:
Dünya neye sahipse, onun vergisidir
hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona
ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet…
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile
haşret
M.Akif Ersoy
Medyunuz… Medyun ona bütün
bir insanlık. Dünya onun (s.a.s.)
dirilten nefesiyle, insanlığı sükût
ettiren vahşiliklerden kurtuldu.
Onun (s.a.s.) ışığı asırlar ötesinden gelmesine rağmen bugün de
gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Aksine zaman yaşlandıkça onun mesajı sürekli gençleşti.
Nice pas tutmuş sineler onun
52 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan nurlu nübüvvet halkası da Efendiler Efendisi (s.a.s.) ile en zirveye
ulaşmıştır. Nasıl ki; bir ağacın en
mükemmel kısmı ve bütün faaliyetlerinin neticesi, onun meyvesidir; nübüvvet ağacının en güzel
ve mükemmel meyvesi de Hz.
Muhammed’dir (s.a.s.). İşte böyle
bir peygamberi bütünüyle anlamak ve anlatmak bizim boyumuzu aşan bir iştir. On dört asırdan
beri en müdekkik ilim adamları
tarafından bu mevzuda sayısız
eserler telif edilerek, Hz. Muhammed (s.a.s.) hakikati anlaşılmaya
çalışılmıştır.
rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) buyurur. Dikkat
edilirse Allah (c.c.) peygamberimizi hoşgörü ve müsamahayı
kapsayan “rahmet” ile zikreder.
Bunun gibi Kur’an-ı Kerim’de
daha birçok ayet o (s.a.s.)nun şefkat ve merhametine vurgu yapar.
Bu ayetlerden birinde Allah (c.c.);
“Andolsun, size kendi içinizden
öyle bir peygamber gelmiştir ki,
sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok
ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve
merhametlidir. (Tevbe, 9/128.)
buyurur. Efendimiz (s.a.s.) hoşgörü ve müsamahasını pratik hayatında yaşamıştır. Yoksa bugün
sözde hümanistlerde olduğu gibi
bu söylenenler teoride kalmamış,
bizatihi ne söyledi ise evvela yaşamıştır. Kendisi ağır ve zor olanı
yaşıyor, fakat insanlara hafif olanı
tavsiye ederek samimiyet ve ihlasın ulaşılmaz zirvelerinde dolaşıyordu.
Pek çok hususta olduğu gibi
Efendiler Efendisi (s.a.s.) merhamet mevzuda da zirvededir. Zira
o (s.a.s.) rahmet peygamberidir.
Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de “Ey
Muhammed! Seni ancak âlemlere
Uhut muharebesi sırasında Allah Rasulü’nün (s.a.s.) canı kadar
sevdiği amcası ve süt kardeşi Hz.
Hamza (r.a.) şehit edilmiş; şehit
edilmenin de ötesinde vücudu
parça parça edilmişti. Yine orada,
(s.a.s.) aydınlık mesajı ile parladı
ve parlamaya devam ediyor. İnsanlık bugün her zamankinden
daha fazla onun hayat veren soluklarına muhtaç. Ümit ediyoruz
ki insanlık son bir kere daha Hz.
Muhammed (s.a.s.) çizgisine gelecektir.
SÖZÜN YANKISI
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) hoşgörü ve müsamahası sadece Müslüman olanlara
münhasır değildir. Gayrimüslimler de onun hoşgörüsünden nasibini almışlardır.
Bir gün bir Yahudi cenazesi, önünden geçerken ayağa kalkmıştı. Bunun üzerine
sahabi sormuştu: “Ya Rasulallah o geçen cenaze bir Yahudiye aitti.” rahmet
peygamberi (s.a.s.) bunun üzerine “Ama o bir insandı.” diye cevap vermişti.
halasının oğlu Abdullah b. Cahş
(r.a.) da eziyetle şehit edilmişti.
Hatta onun mübarek başı yarılmış, dişleri kırılmış, vücudu kan
revan içinde kalmıştı. Düşmanlarının, gayz ve öfke ile üzerine
çullandığı ve bütün gayretleriyle O’nu öldürmek istedikleri bu
hengâmede, o (s.a.s.) Yüceler
Yücesi insan, kanı yere akarsa Allah (c.c.) onları mahveder endişesiyle: “Allah’ım kavmimi bağışla;
çünkü onlar (beni) bilmiyorlar!”
demektedir. Bu ne büyük şefkat
anlayışıdır ki, onu öldürmek isteyenlere o, dua dua yalvarmakta,
kem söz ve bedduaya yüreğini kapatmaktadır.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.)
hoşgörü ve müsamahası sadece
Müslüman olanlara münhasır değildir. Gayrimüslimler de onun
hoşgörüsünden nasibini almışlardır. Bir gün bir Yahudi cenazesi,
önünden geçerken ayağa kalkmıştı. Bunun üzerine sahabi sormuştu: “Ya Rasulallah o geçen cenaze
bir Yahudiye aitti.” rahmet peygamberi (s.a.s.) bunun üzerine
“Ama o bir insandı.” diye cevap
vermişti. Hayvanlara dahi hoşgörü ve merhamet gösteren bir zat
insanlara göstermez miydi? Elbette gösterirdi…
Bu minval üzere misalleri çoğaltmak mümkündür. Her şeyden
önce şunu ifade etmeliyim ki,
insanların sayısı adedince farklı
düşünceler olabilir. Esasen “farklı
düşünce ve anlayışlar, farklı yaradılışın neticesidir.” Bu nedenle
hoşgörü, insani bir vasıftır ve insanlık bugün Muhammedi hoşgörüye her zamankinden daha çok
ihtiyaç duymaktadır. Hoşgörü ve
müsamahanın olmadığı bir toplumda kardeşlik, sevgi ve barıştan söz etmek mümkün değildir.
Kâinatın sultanı olan Allah (c.c.)
zatını Kur’an-ı Kerim’inde en çok,
Rahim (Acıyıp merhamet eden),
Gafur (Bağışlayan), Afuv (Affeden), Settar (Ayıpları örten) isimleri ile tanıtıyorsa, yaratılanlara da
düşen aynı vasıfları taşıma ve ona
göre davranma gayreti olmalıdır.
Affetmesini bilmeyenler elbette
affedilmeye layık olamazlar. Allah
Rasulü (s.a.s.) her daim “Allah’ım
Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle.” şeklinde
dua ederlerdi. Evet, insan için en
büyük teselli ve ümit kaynağı af,
müsamaha, merhamet ve hoşgörüdür. Varlığın başlangıcı merhamet, devamı da merhamet ile
olmaktadır.
Biz İslamiyeti, İslam peygamberinin anladığı şekilde anlayabilirsek
ancak o zaman dinimizi doğru
bir şekilde anlamış olacağız. Doğru anlaşılan bir din ancak, doğru temsil edilir. Dinimizi doğru
temsil ettiğimiz takdirde, insanlık
İslam’ın evrensel mesajını hakkıyla anlayacak ve kim bilir bu mesaja gönül vererek aynı halkanın
zincirlerini teşkil etme şansını yakalayacaklardır
Biz, “En güzel örnek” olan hidayet rehberine (s.a.s.) uyma gayreti içerisinde bulunmalı ve ondan
faklı düşünmeyi ve yaşamayı aklımıza dahi getirmemeliyiz. Zira
onun bakışı ile eşya ve hadiselere
bakanlar en çirkin gibi görünen
şeylerde bile nice güzelliklerin
bulunduğunu fark edeceklerdir.
İnsan sevdiğine benzermiş ya
hani; hâlimizin, ahvalimizin, ahlakımızın en sevgiliye benzemesi
duasıyla…
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
53
DİN VE SOSYAL HAYAT
Avusturya İslam Kanunu
Üzerine Bir Değerlendirme
Fatih KARADAŞ
Avusturya Din Hizmetleri Müşaviri
Müslümanların Avusturya’daki
mazisi 900 yıla kadar uzansa da
asıl etkileşim ve ilişki 20. yy’ın
başlarında
Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Bosna
Hersek’i ilhakı ile başladı. 1964
yılında Türk iş gücünün gelmeye
başlaması ile ivme kazandı. Bosna Hersek’in ilhakı ile 1912 yılında kabul edilen İslam Kanunu
ve bu kanun üzerine tesis edilen
Avusturya İslam Cemaati (İGGiÖ)
1979 yılında kuruldu. İslam’ın ne
54 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
resmî bir din ne de Müslümanların dinî bir grup olarak tanındığı diğer Batı Avrupa ülkeleri ile
karşılaştırıldığında, İslam dininin
legal olarak tanınması Avusturya
devleti ve onun Müslüman vatandaşları arasında eşsiz bir ilişkinin
oluşmasına zemin hazırladı. Devletle Müslümanlar arasındaki bu
ilişki, yasal olarak tanınan din ve
mezheplerden biri olan Avusturya
İslam Cemaati’ne kamu kuruluşu
statüsünü kazandırdığı gibi devlet
okullarında Müslüman öğrencilere İslam dersi verme, müfredatı
oluşturma, İslam dersi öğretmen
ve müfettişlerini atama yetkisi
verdi. Kurumsallaşmış bu iletişim
ve son yıllarda İslam’ın kamusal
alanda tartışılan bir mesele olması
İslam Cemaati’nin önemi ve rolünün ciddi bir şekilde artmasına
vesile oldu.
2012 yılında oluşturulan İslam
Diyalog Forumu ile başlayan yeni
kanun süreci aslında ilk değildir.
Geçmiş yıllarda iki defa gündeme
gelmiş ancak müzakere faslına
geçilemeden süreçler tıkanmıştır.
Burada dikkate alınması gereken “İslam Diyalog Forumu”nun
oluşturulmasıdır. Bu forumun
hedefi bir İslam diyalog platformu tesis edilerek ‘‘birlikte yaşa-
DİN VE SOSYAL HAYAT
mı ilgilendiren meseleleri konu
edinip önlemler sunan’’ bir diyalog sürecinin başlatılmasıdır.
Esasen Avusturya’da bir diyalog
forumunun kurulmasına ihtiyaç
bulunmuyordu. Çünkü Avusturya, yüz yıldır bünyesinde barındırdığı Müslüman nüfus gerçeğini idrak edip bu gerçeği kanun
ile somutlaştıran ilk Batı Avrupa
ülkesi olduğu gibi on yıllardan
beri hem devlet hem de kamuoyunun muhatabı olarak hizmette
bulunan İGGİÖ adında bir temsil
kurumu mevcuttu. Ayrıca hem
vatandaşlar hem de siyasi sorumluluk sahibi herkes, Müslümanların Avusturya’daki resmî temsil
kurumuyla doğrudan diyalog
kurma imkânına sahipti. Dolayısıyla kurumsal tabanda diyalog
kurmak için Avusturya’da bir diyalog forumunun kurulmasına
ihtiyaç yoktu. Ancak bu şekilde
mevcut sorunların hazır bulunan
muhataplarca çözülmeye çalışılması yerine, soru(n)lar devlet
karşısında bağlayıcılığı olmayan
başka bir ortama taşındı. Bugün
elimizde vücut bulmuş olan İslam
Kanununun hangi ayaklar üzerine
oturacağı kararlaştırılmış oldu.
Bu kanun bizlere neleri getirmektedir; Müslüman cemaat ve
dernekler olarak itiraz maddelerimizin başında gelen İGGİÖ’ye ait
bir kanun olmaması ve bu durum
ile hedef kitlenin değişmesidir.
1912 yasası ile muhatap Hanefi
mezhebine mensup Müslümanlar iken, bu kanun ile İGGİÖ,
Avusturya Alevi İslam Cemaati ve
bundan sonra kurulması kuvvetle
muhtemel tüm cemaat ve gruplar
muhatap kitle olarak kabul edilmiştir. Bu durum diğer dinlerle
karşılaştırıldığında Müslümanlara
yönelik bir ayrımcılık uygulandığı
anlamına gelmektedir. Özellikle
Avusturya’da bütün Hıristiyanlara
yönelik tek bir kanundan ziyade
Katoliklere, Protestanlara ve diğerlerine işaret eden farklı kanunlar vardır.
Avusturya Anayasasında bulunan
eşitlik ve denklik ilkesine aykırı
olarak İslam Kanununun, Müslüman organizasyonların, cemaatlerin faaliyetlerini finanse etmek
için yurt dışından para almalarını
yasaklamasıdır. (6. Paragraf 2. Madde.)
Yurt dışı finans yasağı maddesinin, gerekçelerdeki “Bir başka
ülkenin memuru Avusturya’da
imam olarak görev yapamaz.”
maddesi ile tahsis edilmesi, bu yasağın diğer dinlerin kanunlarında
ve günlük yaşamda mevcut olmaması eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Bu ve bu minvaldeki maddelerin anayasaya aykırı olmasının
yanı sıra Müslüman vatandaşları
eşit olmayan bir muameleye tabi
tutmaktadır.
İslam Kanunu’nun satır aralarında
okunan ve 2. Paragraf 2. Madde
ile vurgulanan genel şüphe endişesi dikkate değer bir başka eleştiri noktasıdır. Bu durumu niyet
okuma olarak addetme aslında
yanlıştır. Çünkü ilgili siyasilerin
kanunu savunma, kamuoyuna
tanıtma ameliyelerinde radikalizm ve “İslamizm” ile mücadele
vurguları ve açık beyanları bunu
göstermektedir. Kamuoyuna güvenlik endişesi ile çıkarıldığı söylenen İslam Kanunu savunmalarının, Müslümanları ve özellikle bu
kanuna karşı çıkanları potansiyel
tehlike ve radikalleşme eğilimli
kimseler olarak nitelendirmesi
son derece endişe vericidir.
Diğer Avrupa ülkelerinde konuşulmaya başlanan o ülkenin
dilini bilen din görevlisi talebi
aslında yıllar önce başkanlığımız
tarafından gerekli görülmüş ve
bunun için ciddi adımlar atılmış,
Uluslararası İlahiyat Projesi çerçevesinde aynı zamanda mezunlar
verilmeye başlanmıştır. Ancak
dil bilen din görevlisi talep edilirken “Almanca vaaz eden imam”
formunda istenilmesi maksadını
aşmakla kalmayıp ihtiyacı görmezden gelen bir bakış açısını
sergilemektedir. Aynı zamanda
bu durum, her milletin kendi
dilinden din hizmetleri alma özgürlüğünü kayıt altına alan İnsan
Hakları Beyannamesine göre de
uygun değildir.
Netice olarak bir kanun ihdas
edilirken kanunun muhataplarının taleplerini ve ihtiyaçlarını ne
kadar karşıladığına, var olan İslam Cemaati, Müslüman dernek
ve organizasyonların statülerini
geliştirip geliştirmediğine ya da
ne kadar katkıda bulunduğuna
bakılmalıdır. Ayrıca Müslümanlar
ve onların dinî kuruluşları olan
İslam Cemaati’nin, legal olarak
tanınan kiliseler ve diğer dinî
gruplar gibi eşit bir muameleye
tabi olup olmayacakları anayasal
haklar çerçevesinde ele alınmalıdır. Güvenlik endişesi ile çıkartıldığı izlenimi vererek Müslümanları huzursuz eden, on yıllardır
Müslümanlara karşı uygulanan
liberal politikanın yerini artık
kurumsallaşmış islamofobiyaya
bırakan İslam Kanunu hakkında
Müslümanların itirazlarına kulak
verilmeli, gidişatın varacağı duraklar için önceden önlemler alınmalıdır.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
55
HATIRA DEFTERİNDEN
Kutlu Doğum’u Moskova’da Yaşamak
Dr. Mustafa KÜTÜKÇÜ
DİB Başkanlık Müşaviri
Yaşanan güzelliklere daha önce
de bizzat şahit olduğum için bu
yılın rebiyülevvelinin de öncekiler
gibi Moskovalılar için dolu dolu
geçeceğinden şüphem yoktu. Bu
yüzden olsa gerek, program için
davet alınca beni ayrı bir heyecan
sardı.
Rebiyülevvel her ne kadar son zamanlarda Moskova’da soğuk ve
karlı mevsimlere rastlasa da kelime manasında olduğu gibi âdeta
bahar soluklar buralara... Müslüman halka ayrı bir heyecan, başka
bir enerji getirir. Gayrimüslimler
dahi Müslüman komşuları sayesinde ve yapılan faaliyetlerle bu
baharı hissederler.
büyük konser salonlarından birinde farklı bir heyecanla bir araya
gelinir.
Moskova’nın en seçkin salonu kabul edilen altı bin kişilik Crocus
City Hall’de yapılacak programa
gitmek için çıkıyoruz evimizden.
Şu ana kadar milyonları ağırlayan
salonu sanki ayrı bir hâl almış…
Dile gelse bugün tarihî bir güne
şahitlik etmenin gururunu yaşadığını söyleyeceğinden şüphem
yok. Öyle ya; sedef, içindeki inciyle, zarf da mazruf ile kıymetlenir. Bugün de burada Kâinatın
Efendisi (s.a.s.) anılacak, anlatılacak ve anlaşılmaya çalışılacak...
Eşim ve çocuklarımla beraber salonun geniş fuayesinde hazırlanan
zengin kültürel etkinliklerden istifade ederken, programın sadece
salon içinde olmadığını anlıyoruz. Uygun yerlere yerleştirilen
ekranlardan günün önemine dair
Moskova Crocus City Hall
Bu ay, Rusya Müslümanları ara-
sında daha çok ‘mevlit ayı’ olarak
bilinir. ‘Mevlit ayının’ bu diyar
için ayrı bir yeri ve manası vardır.
Her ne kadar ramazanla kıyaslanmasa da bu zaman diliminde
görülen hareketlilik onu diğer aylardan ayırmaktadır. Müftülüğün
ay boyunca yapacağı faaliyetler,
basın yayın yoluyla halka duyurulur. Şehrin bilbordlarında ‘mevlit’
programının reklamı yerini alarak megapolisin siluetine ayrı bir
renk katar. Konu komşu, akraba
ve arkadaş çevresinin katılımıyla
evlerde yapılan ‘meclisler’, buralara ayrı bir ruhaniyet kazandırır, müftülüklerin şehirdeki kreş,
okul, huzurevi, yetimhane, hapishane ve eğitim merkezlerinde
yaptığı sosyokültürel faaliyetler de
şehir hayatına bereketli bir hareketlilik getirir. Ve ayın nihayetine
doğru veya sonunda bir ay boyunca ülkede yapılan etkinlikleri
taçlandırmak için Moskova’nın en
56 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
HATIRA DEFTERİNDEN
Sevgili
Peygamberimizin
maneviyatının soğuk
Moskova’ya ılık baharı
müjdelediğine bir kez
daha şahitlik etmenin
hazzı ile Moskova’dan
ayrılıyoruz.
hazırlanmış kısa film ve slaytları
seyretme imkânı, yeni çıkan dinî
kitap, hat sanatı ve çeşitli dinî
simgeler/atributlar ile bayanlara
yönelik tesettür giysi çeşitlerinin
bulunduğu sergi alanlarını görme
imkânımız oluyor. Ayrıca yetişkinlerle yapılan söyleşi ve anketler, çocuklara yönelik yarışma ve
kültürel etkinliklerle konukların
vakitlerini dolu dolu değerlendirmeleri düşünülmüş. Bu da Müslüman nüfusun yoğunluğuna göre
denizde bir damla mesabesinde
olan, İslam kültür merkezinin ve
camilerin bulunduğu Moskova’da
çok önemli olsa gerek.
Fuaye alanındaki programın sonuna doğru Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ravil Gaynutdin’in
programa dair duygu ve düşüncelerini bildirmek için hazır bekleyen kameraların çokluğunu
görünce, medyanın da konuyla
yakından ilgilendiğini anlamış
oldum. Nitekim ertesi günkü tele-
vizyon ve diğer haber organlarında programla ilgili değerlendirme
ve Peygamberimizle alakalı bilgilere şahit olunca da; Rusya gibi
çok dinli ve milletli bir ülkede
barışa katkı, farklı kesimler arasındaki dinî ve kültürel zenginliklerin paylaşımı noktasında bu tip
programların sayısının artırılması
gerektiği kanısına vardım.
Bu yıl “mucize” konusu seçilmiş. Profesyonelce hazırlanan
kısa film ve slaytlar ustaca dizayn edilmiş ekranlardan yansıtıldı. Moskova’nın tanınmış din
âlimlerinin sahne aldığı canlı
skeçlerle dinleyicileri sıkmadan
cazip bir anlatımla konu takdim
edildi. Konunun sadece salonda kalmayarak program sonrası
da dinleyicilerle beraber olması,
onların zihninde kalacak şekilde
kurgulanışı da ince bir ayrıntı.
Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde tanınmış sanatçıların
farklı dillerdeki ezgi ve ilahilerle
Moskovalı Müslümanları manevi
coşkuya sevk etmeleri ve dinleyiciler arasında hediye umre çekilişi,
programı daha da cazibedar hâle
getirdi. Ama programın asıl ilgi
çeken tarafı, yüzlerce kişinin günler önce biletlerin bitmesine rağmen dondurucu soğuk karşısında
“bir ümit belki bulunur” deyip
salon dışında bekleşmelerine sebep; başkentte ilk defa Peygamberimizden bir parçanın gösterilecek
olmasıydı. Dağıstan’dan bugün
için özel getirtilen Efendimiz’in
(s.a.s.) saç telini görme ve el sürme şerefi Türklerden birisi olarak
bize de Moskova’da nasip olacakmış meğer.
Sevgili Peygamberimizin maneviyatının soğuk Moskova’ya ılık
baharı müjdelediğine bir kez
daha şahitlik etmenin hazzı ile
Moskova’dan ayrılıyoruz. Bir
başka baharda bir başka Kutlu
Doğum coşkusunu tatmanın özlemiyle...
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
57
kültürsanatedebiyat
NA’T-I ŞERİF:
Şiirle Peygamber Sevgisi ve Şefaat Arzusu
Prof. Dr. Emine YENİTERZİ
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
58 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
En son, en mükemmel ve ebedî
din olan İslamiyet’i tebliğ edip
önceki dinleri iptal eden, Cenab-ı
Hakk’ın Habib’i, nebi ve rasullerin
sonuncusu ve en yücesi; âlemlere
rahmet olarak gönderilen Hz.
Muhammed (s.a.s.) marifetin aslı,
esasıdır; o bilinmeden Rabbü’lâlemin bilinmez. O, Allah’ın sevgilisidir; onu sevmeden Allah’ı
sevmek, aşk-ı ilahîye ulaşmak
mümkün değildir. Nitekim bir
hadis-i şerifte; “Sizden birinize
ben; kendi nefsinden, annesinden, babasından, çocuklarından
ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığı müddetçe tam iman
etmiş sayılmaz.” buyrulmaktadır.
Bu hadis, kâmil mümin olmanın
samimi bir Peygamber aşığı olmakla mümkün olduğunu bildirir.
Asırlar boyunca sevgi ve sevgiliye
hasredilen klasik Türk edebiyatında şairler; Yüce Peygamber’e hürmet, muhabbet ve bağlılıklarını
na’t-ı şeriflerle dile getirmeye çalışmışlardır. Na’t; Hz. Peygamber’i
övmek, üstün özelliklerini dile getirmek, ona duyulan sevgi ve bağlılığı dile getirmek üzere yazılan
şiirlere verilen isimdir. Sezai Karakoç bu sevgi geleneğini; “Peygamber nasıl insanın ufkuysa, na’t da
şiirin ufkudur. Na’t, Peygamber’in
şiirle yapılmak istenen portresidir.
Na’t, en ileri ve en mükemmel bir
sevgi abidesidir.” sözleriyle tarif
eder.
On beşinci yüzyıl şairi Mehmed,
şairlerin asırlar boyunca neden
binlerce na’t-ı şerif yazdığını
Işknâme adlı mesnevisinde izah
eder. Şair; sahralar kâğıt, ağaçlar
kalem, denizler mürekkep olsa;
melekler, insanlar ve cinler kıya-
mete kadar gece gündüz çalışsalar
Yüce Peygamber’in na’tının binde
birini bile yazamayacaklarını ancak ona duyulan büyük sevgiden
dolayı böyle bir âdet olduğunu
hatırlatır ve bir hikâye anlatır.
Şairler de na’t-ı şerifler vasıtasıyla
peygamber âşıkları arasına isimlerini yazdırmak, bu yolla Yüce
Peygamber’e candan bağlılıklarını, samimi sevgilerini arz etmek
arzusundadırlar. Şeref Hanım,
Hikâye şöyledir: Hz. Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra bir kervan tarafından
bulunur, Mısır’a getirilir, pazarda
köle olarak satışa çıkarılır. Hz.
Yusuf’un güzelliğini gören halk
onu satın almak için ağırlığınca
altın teklif eder, herkes varını yoğunu ortaya koyarak o dünya güzelini almaya talip olur. Yaşlı bir
kadıncağız da bir elinde bastonu
“Na’tten gerçi ümîd-i şu’arâ/
İntisâb etmedir ey şâh sana” mısralarıyla şairlerin na’t yoluyla peygamber sevgisini oluşturan halkaya dâhil olma, bağlılığını ispat
etme, himayesine mazhar olma
dileğini belirtir.
“Şüphesiz Allah ve melekleri
peygambere çok salavat getirirler (överler). Ey inananlar, siz de
O’na salâvat getirin ve tam bir tes-
Asırlar boyunca sevgi ve sevgiliye hasredilen klasik
Türk edebiyatında şairler; Yüce Peygamber’e hürmet,
muhabbet ve bağlılıklarını na’t-ı şeriflerle dile getirmeye
çalışmışlardır. Na’t; Hz. Peygamber’i övmek, üstün
özelliklerini dile getirmek, ona duyulan sevgi ve bağlılığı
dile getirmek üzere yazılan şiirlere verilen isimdir.
diğer elinde de bir iki parça iplikle pazardaki mezada yetişmeye
çalışmaktadır. O güzel için herkes
evini barkını ortaya koyarken, kadıncağızın elindeki iplikle telaşını
görenler ona gülünce kadın seslenir:
Metâ’ım ger kamunun kemteridir
Desinler Yûsuf’a bu müşterîdir
Yani; “Malım herkesin malından
daha azdır, o güzeller güzelini
satın almam mümkün değildir
ama istiyorum ki benim için, ‘Bu
da Yusuf’a taliptir’ desinler!” Yaşlı
kadın bu sözlerle asıl amacının;
Yusuf’a müşteri olarak defter-i
uşşâka/âşıklar listesine adını yazdırmak olduğunu belirtmiştir.
limiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56.)
ayeti müminleri Hz. Peygamber’e
sevgi ve saygılarını dile getirmeye
teşvik etmektedir. Bu yüzden şairler Hz. Peygamber’in övgüsünü
şiir diliyle ifade etmeyi kendileri
için zevkli bir görev addetmişler
hatta Cenab-ı Hakk’ın yalnızca
Habibi’nin övgüsünü şair diliyle
duymak için insanlara edebî zevk
ve belâgat gibi meziyetler verdiğini belirtmişlerdir:
Kim vermez idi kimseye Hak hüsn-i
tabî’at
Halk etmez idi kimseyi kısm-ı
bülegâdan
Gûş etmek eğer olmasa maksûd-ı
İlâhî
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
59
kültürsanatedebiyat
Evsâf-ı dil-ârânı zebân-ı şu’arâdan
(Nâbî)
Dinî ve edebî kültürümüzde her
mümin bir âşık, Hz. Peygamber
ise tek maşuk-ı hakiki telakki edilir. Hem Allah’ın hem de insanların sevgilisi, Habibullah ve Habibi İbad olan Yüce Peygamber’e
duyulan bu muhabbetin, bu bağlılığın kıymeti mahşerde ortaya çıkacak, Tacizade Cafer Çelebi’nin;
bir ayak bin ayak üstünde ifadesiyle tarif ettiği çetin mahşer gününde herkes kurtuluş ümidiyle
Hz. Peygamber’in eteğine yapışacaktır:
Ey ser-firâz-ı halk etek senin el benim
Şol gün ki ola bir ayak üstünde bin
ayak
Hat: Hüseyin Kutlu, Tezhip: Şerife Aktaş
O can pazarında kurtuluşu bulanlar, sermayesi peygamber sevgisi
olanlardır:
Âhiret bâzârına vardıkta eyler fâ’ide
Nakd-i aşkındır onun kim serverâ
ser-mâyesi (Zâtî)
Mahşer gününde, o müthiş
hengâmede insanlar kendilerine
bir şefaatçi arayacak ancak başvurdukları diğer peygamberler
“nefsî nefsî” yani nefsim, kendim
diyerek insanlara başka şefaatçi aramasını söyleyecek; bunun
üzerine herkes Hz. Peygamber’e
gidip Allah’ın en son ve en sevgili peygamberinden affolunmaları için şefaatini isteyeceklerdir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber; “Ya Rab
ümmetî, ya Rab ümmetî” diyerek
yalnızca ümmetinin kurtuluşunu
dileyecek, “Makam-ı Mahmud”un
sahibi olan, sözü Allah katında
makbul olan şahlar şahının duası
kabul edilecek ve şefaat hazinesi
60 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Beleğa’l-ulâ bi kemâlih
Keşefe’d-dücâ bi cemâlih
açılacaktır. Na’tlerde şairlerin büyük bir samimiyetle ifade ettikleri bu hadisenin en güzel tasvirini
Şeyh Galib’in müseddes na’tında
görürüz:
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayran
“Nefsî” deyü dehşetle kopa cümleden
efgan
Hasünet cemîu hisâlih
Sallû aleyhi ve âlih (Şeyh Sadî Şirazi)
Yüce Peygamber’in
ümmetinin en büyük
arzusu olan ve ahirette
açıkça müşahede edilecek
şefaati, na’t şairlerinin
hayal dünyasında zengin
tasavvurlar oluşturmuştur.
KÜLTÜR-SANAT
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşan
Destûr-ı şefâatle senindir yine meydan
Sen Ahmed ü Mahmûd u
Muhammed’sin efendim
Hak’tan bize sultân-ı mü’eyyedsin
efendim
Şair; velilerin ve peygamberlerin
hayretle donup kaldığı, herkesin
korkuyla kendini kurtarma çabasına düştüğü, “nefsî” diye feryat
ettiği, günahkârların ümitsizlikle
perişan olduğu mahşer meydanında insanların tek isteği olan
ilahî affın Hz. Peygamber’in şefaatiyle mümkün olacağını anlatır.
İşte bu sebeple na’tlerde Habibullah sevgisi yanında şefaat ümidi ve
talebi en önemli muhteva özelliği
olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden Şair İsmetî; günahların dermanı, cehennem korkusuna karşı Müslümanların sığınağı telakki
ettiği na’t-ı şerifi ateşten koruyan
bir muskaya benzetir:
Ser-levh-i na’t-ı nakş-ı cemâl-i
Peyamberî
Kim hırz-ı cân-ı ümmet imiş havf-ı
nârdan
“Her Peygamber’in kendine has
ve kabule mazhar olan bir duası vardır. Onunla Allah’a dua
etmiştir. Ancak ben duamı ahirette ümmetime şefaat etmek
için saklıyorum” hadis-i şerifi
günahkârlar için büyük bir müjdedir. Bu hadis; “Ümit edebilirsin, Rabbin seni bir Makam-ı
Mahmud’a gönderecektir.” (İsra,
17/79.) ayetiyle desteklenmiştir.
Ayette bildirilen Makam-ı Mahmud, mahşerde Hz. Peygamber’e
verilecek olan şefaat yetkisidir. Bu makamın yüceliğini de;
“Cenab-ı Hak sana verecek, öyle
verecek ki tamamen razı ve hoş-
nut olacaksın ve bütün dileklerin
yerine gelecek.” (Duha, 93/5.) ayeti
izah eder.
Yüce Peygamber’in ümmetinin
en büyük arzusu olan ve ahirette
açıkça müşahede edilecek şefaati,
na’t şairlerinin hayal dünyasında
zengin tasavvurlar oluşturmuştur.
Örneğin Nâdirî, Cenab-ı Hakk’ın
Habib’inin mahşerde günahkârları
bir şemsiye gibi koruması, himaye etmesi için gölgesini dünyada
vermediğini, ahirete sakladığını
söyler:
Âcizân-ı mahşer üzre zıllıni teksîr
için
Sakladı dâr-ı fenâda sâyeni
Perverdigâr
Şol seni sevenlere
Kıl şefaat onlara
Özetlemek gerekirse; klasik
Türk şiirinde şairler asırlar boyunca na’t-ı şerifler ile kâinatın
özü ve gayesi olan hakikat-i
Muhammediye’yi anlatmaya, Hz.
Peygamber’in zatının kâinatın
yaratılış sebebi; nurunun ilk yaratılan cevher; varlığının âlemlere
rahmet; şefaatinin de mahşerdeki
herkesin ortak ihtiyacı olduğunu
dile getirerek Habibullah’a muhabbetlerini ve şefaatine nail olma
taleplerini arz etmişlerdir.
Muhabbetden
hâsıl,
Muhammed
oldu
Muhammed’siz muhabbetden ne
hâsıl!
Mümin olan tenlere
Cansın Yâ Rasulallah
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
61
kültürsanat
Üç Aylar: Hasat Vakti
Ömrün Bereketi
Sedide AKBULUT
Aile ve Dini Rehberlik Daire Başkanı
Mescid-i
Aksa’dan
Beytü’lHaram’a Tur-i Sina’dan Medine-i
Münevvere’ye… Mekânlar içinde
mukaddes beldeler… Recep’ten
Mirac’a,
Şaban’dan
Berat’a,
Ramazan’dan Kadir’e günlerden
cumaya, an’lardan sehere zamanlar içinde seçkin vakitler. Andolsun geceye, andolsun gündüze,
andolsun kuşluğa ve andolsun
zamana…
Zaman ki bazen su olup akar, bazen nakit olup tükenir, an olup
secdeye gelir bazen. Gün olmuş
vakit; dün, bugün, yarın. Dün demişiz geçip gidene, yarın emelin,
meçhulün adı olmuş. Bugünü ganimet bilip amel saymışız. Yıl olmuş, mevsim olmuş, ekin olmuş,
hasat olmuş. Edilen duaların, dökülen gözyaşların, yapılan hayırların dalga dalga Allah’a ulaştığı
üç aylar olmuş.
Miracı içinde barındıran recep, ramazanın habercisi şaban, Kur’an
ile kıymetlenen ramazan. Allah
Rasulünün dilinde dua olur dökülür: “Allah’ım recep ve şabanı
bize mübarek kıl ve bizi ramazana
kavuştur.” (Müsned, 1/259.)
Elbette tüm mekânlar Allah’ın,
tüm zamanlar Allah’a aittir. Ancak yaşanılan telaşlar, peşinden
koşulan hazlar yaratıcı ile müna-
62 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
sebetleri gözden geçirmeye fırsat
bırakmayabilir. Üç aylar mevsimi
kazançların ve kayıpların gözden
geçirildiği zaman ve zemin olur.
“Rabbinizin mağfiretine ve cennetine koşun.” (Âl-i İmran, 3/134.) çağrısına kulak verip genişliği gökler
ve yeryüzü kadar olan cennete
talip olunur.
Yol belli, yolcu bilinen; yol ve yolcunun sahibi gözleyen. Aslında
tüm seferlere hazırlık yol gözükünce başlar. Yolun ve yolculuğun farkına varmaktır üç aylar.
Ertelenmiş hazırlıklara hız vermek, fırsatları bohça yapıp yükün
sahibine sunmaktır. Herkes yarın
için önceden ne göndermiş olduğuna bakmalıdır. (Haşr, 59/18.)
Recep; regaip ve miraç ile şereflenen tövbe ve hürmet ayı. İlk
cuma gecesinde başlar bu mevsime rağbet ve bu gece regaip adını
alır. Yönelişin yönünün çizildiğine işarettir. Bir işi bitirdiğinde
diğerine koyulmak demektir. Bu
gece yenilenme ve yönelmedir.
Bolluğun ve ihsanın dünya semalarında sahiplerini aradığı gecedir.
Müslümanlar asırlardır bu kutlu
rahmete ellerini ve gönüllerini açarak icabet beklerler. Miraç olur
yirmi yedinci gece dua ve yakarışlar zirve yapar, arşın sahibine
yürüyüşün adı olur. Ve müminler
namazla buluşup namazla dirilmenin şerefine kavuşurlar. Her
miraç yeniden buluşmadır. Ve
her namaz miracı olur Muham-
met ümmetinin.
Şaban; ramazana hazırlık, muhabbet ve hizmet zamanı… Yoğun ve
yorucu bir ibadet mevsiminin habercisi... Hz. Aişe: “Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay
görmedim.” (Tecrid, VI. 215.) diyerek
Allah Rasulünün bu aya iltifatını
öğretir. Amellerin Allah Teala’ya
bu ayda arz edildiğini ve bu arzın
kendisi oruçlu iken vuku bulmasından hoşlandığını söyleyen de
Kutlu Nebiden başkası değildir.
(Nesai, Sıyam, 70.)
Beratla gelen af ve mağfiretin
müjdesidir. Rahmetin sağanak
sağanak yağdığı gecedir berat.
Bir ömrün ahirete şahit olmasının
adıdır. Allah temizdir temizlenenleri sever (Bakara, 2/222.) fermanıyla
temizlenmektir. Berat; her hikmetli işe hükmün verildiği (Duhan,
44/4.) şabanın on beşinci gecesi,
rahmet-i Rahman’ın, af dileyen,
rızık isteyen, afiyet bekleyen için
çağrısıdır. (Tirmizi, Savm 38.)
Ramazan; Kur’an’ın indirildiği
(Bakara, 2/185.) cennet kapılarının
açıldığı (Buhari, Savm 5.) bin aydan
daha hayırlı, (Kadir, 97/3.) selamın,
selametin, rahmetin, nimetin adı
ramazan.
İftarıyla, sahuruyla, mukabelesi,
teravihiyle, fitresi zekâtıyla, Kadir Gecesi ve nihayet bayramıyla
dört bir yanımızı mağfiret kuşatır. Nebi’nin dilinde müjde olur
ramazan. “Kim ramazan ayının
KÜLTÜR-SANAT
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
“Kim ramazan ayının gecelerini, Allah’a inanarak ve karşılığını da Allah’tan
bekleyerek ibadetle değerlendirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Nesai, Sıyâm, 39.)
gecelerini, Allah’a inanarak ve
karşılığını da Allah’tan bekleyerek
ibadetle değerlendirirse geçmiş
günahları bağışlanır.” (Nesai, Sıyam,
39.)
İrfan kültürümüzde erbain geleneği vardır. Kötülüklerden arınmak, razı olunacak hâl ve hasletleri kazanmak için 40 gün tayin
edilir. Kırklara karışmak tabiri
de buradandır. Üç aylarda doksan günlük hasenat eğitimi erbain
yağmurlarının, baharın habercisi
tohumlara can verdiği gibi mümine hayat verir. Ruhunu nimet
yağmuruna açar, bedenini şükür
suyuyla yıkamaya fırsat verir.
Biliriz ki zaman andır, ölüm ansızın. Bu nedenle ömrümüzün son
rahmet mevsimini yaşıyormuş
gibi nelere dikkat edebiliriz?
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin” emri, “tefekkür
edin” ve “akletmez misiniz?” mesajlarıyla buluştuğunda başımızı
ellerimizin arasına alıp yaptıklarımız ve yapamadıklarımızı bir bir
düşünmek… “Kaç kişinin kalbini
kırdım, kaç gönüle girdim, hangi emri çiğnedim, hangisine itaat
ettim” sorgulamasını yapmak...
İsyanlardan pişmanlık duyup,
itaat için sebat dileyerek fırsat gemisine binebilmek… Okuma, öğrenme, öğretme, anlama, yaşamla
ilişkilendirme bağlamında Kur’an
ile daha fazla meşgul olmak…
Öncelikle farz olan ibadetleri vak-
tinde edaya özen gösterip varsa
kazalar tespit edilerek yavaş yavaş
tamamlamak. Gece namazlarına
bu mevsimde daha dikkat edilerek namaz ve oruç gibi nafile ibadetlere de özen gösterebilmek ve
Allah’a yakınlaşmaya vesile olacak
iyilikler, hayır ve hasenatlar ile
ömrü bereketlendirmek.
Bir gerçeği de unutmamalıyız ki
üç aylar içerisinde idrak edilen
kandil gecelerine ait özel bir namaz sahih kaynaklarımızda mevcut değildir. Nebevi öğreti de asıl
olan az ve devamlı bir ibadet düzenidir. Yedirme, içirme, giydirme, borç verme, yetime kol
kanat germe, akrabayı gözetme şeklinde ikram ve
ihsanı ihtiyaç sahibiyle buluşturarak mali
ibadetleri çoğaltmaya
dikkat etmek gerekir.
Kerim kitabımızın ve
Allah Rasulünün bildirdiği mümin vasıflarına sahip olabilmeli,
rıfk, hilm, nezaket, güler
yüz ile dil, göz ve kalp emniyetini sağlamaya özen göstermelidir. En güzeli, müminler
arasında sevgiye zemin hazırlayacak selamı yaymak, büyükleri
onurlandırıp küçükleri sevindirmekle ömür heybesini bu üç aylarda ve hasat mevsiminde “rıza
ve dua” ile doldurabilmektir.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
63
kültürsanat
O’nun (s.a.s.) İçin
Ne Dediler?
Kâinatın özü sevgi… Sevginin merkezinde Allah ve rasulü var. Yüce Rabbimiz şöyle
buyuruyor: De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmran, 3/31.)
Peygamber sevgisi aynı zamanda yüce milletimizin huzur toplumuna, adalet toplumuna, birlikberaberlik-kardeşlik toplumuna özlemi olarak da yorumlanabilir. Peygamber sevgisi, İslam
âlemini “Ümmet-i Muhammed” bilincine ulaştıracak ve aynı gayeler etrafında toparlayacak
yegâne reçetedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) insanların iyiliklerini, kurtuluşlarını
gözetirdi; hoşgörüsüyle insanların kalplerini kazanır, çektiği sıkıntılardan dolayı hüzün
duyardı. Çünkü o âlemlere rahmet olarak gönderilen şefkat ve merhamet peygamberi idi.
Hepimiz çok iyi biliriz ki seven hep sevdiğini düşünür ve onu anlatır. Bülbülün yüz
hikâyesi varmış, hepsi de gül üstüne. Diyanet İşleri Başkanlığımızın öncülüğünde
her yıl kutlanan Kutlu Doğum Haftası’nın temel amacı da Hz. Muhammed’i (s.a.s.)
hatırlatmak, onu anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır. Bizler de Hz. Peygamberi sizin
dilinizle anlatmak istedik ve farklı isimlere “Hz. Peygamber sizin için ne ifade diyor,
hayatınızdaki önemi nedir? Efendimizin sizi en çok etkileyen özellikleri nelerdir?” sorularını
sorduk. Şimdi naif duygularını, özenle seçtikleri cümlelerini sizlerle paylaşıyoruz.
64 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
KÜLTÜR-SANAT
Hazırlayanlar: M. Kamil Yaykan / Sümeyye Özçelik
Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK
İSAM Başkanı
Peygamber (s.a.s.) Efendimizin bir Müslümanın hayatındaki önemi elbette tartışılmayacak kadar yüce bir yerdedir, yüksek bir yerdedir. Özellikle
benim gibi hayatının 40 senesini sünneti ve hadisi öğretmekle, öğrenmekle geçiren biri için bu önem çok daha bir değer ifade eder. Onun için
Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz âleme gönderilmiş en son rehber, en son
peygamber ve en son kitabın tebliğcisi olarak benim için çok büyük değer
ifade ediyor. Benim için ifade ettiği değer aslında bir insan teki olarak
beni aşan bir şey. Bütün insanlık için çok büyük değer ifade ediyor.
Bir seçim yapma imkânı keşke olsa ama yine de şöyle bir şey söyleyeyim:
Kendisine karşı duruşlara, karşı oluşlara rağmen insanlara karşı olan insani değer münasebeti yani mesela inanmayan birini ısrarla dine davet etmesi… Bütün eziyetleri Müslümanlara yapmış ve sonra Müslüman olmuş
birine, o anda geçmişteki hislerinin yok olup Müslüman olmuş kardeşi
olarak ve ümmetinin bir ferdi olarak bakması; merhameti, şefkati, meveddeti bunlar benim için çok önemli.
Dr. Hüseyin KAYAPINAR
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı
Evet, Merhum Akif’in dediği gibi; “Medyun ona cemiyyeti, medyun ona
ferdi / Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet.” sadece ben değil ki
bütün dünya Peygamber Efendimize (s.a.s.) medyun. Bizler imanı, inancı Kur’an’ı ve ahlaki güzellikleri onun sayesinde öğrendik. Bizler iyilik,
güzellik ve fazilet namına ne varsa Rasulüllah Efendimiz sayesinde elde
ettik. Dolayısıyla peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) her yönü bizim için fevkalade önemli ve biz ona borçluyuz.
Peygamber Efendimiz bir devlet adamıydı, bir ordu komutanıydı, cemaate namaz kıldıran imamdı, husumetleri çözen bir hâkim idi. Bir aile reisi
idi. Bir ticaret erbabı idi. Bir peygamberdi hepsinden önemlisi. Ve bu
özelliklerinin her biriyle ilgili bize örnek teşkil eden birçok yönü var.
Ama benim açımdan en etkilendiğim yönü hoşgörülü olmasıydı. İnsanlara değer vermesi, tevazu sahibi olması ve bağışlayıcı olması, maddi şeylere değer vermemesi. İnsanlar bu özellikleri sebebiyle ondan çekinmez,
bir köle bir cariye bile rahatlıkla gelip ona sıkıntısını, derdini açabilirdi.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
65
kültürsanat
Prof. Dr. Ümit MERİÇ / Akademisyen
Bismillahirrahmanirrahim. Besmeleyi aldığımız her nefes ve verdiğimiz her nefesle bir kere daha tekrar etmek gerekir. Varlığımızı Rabbi’lâlemin’in bize lütfettiği yaşama şerefine borçluyuz; içinde yaşadığımız
kâinatı ise Allah’ın sevgilisine.
Dolayısıyla Hz. Peygamber sadece benim için değil Rabbi’l-âlemin’in var
kıldığı andan itibaren kâinatın içinde olan her şeyin varlık sebebidir.
Zaman ve mekân onun aşkına halk olunmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber benim için zamanların ve mekânların kendisi için var kılındığı ilk
sebep ve son sonuçtur.
Dolayısıyla Hz. Peygamber’in Allah tarafından övülerek yaratılmış olan
özelliklerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. O bir küll’dür ve bütün küll’ler gibi cüz’ü yoktur.
Prof. Dr. Nurullah GENÇ / Akademisyen
Efendimiz Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) hayatımdaki önemi, kâinatın
en güzeli ve kâmili olması ve Rabbimiz tarafından seçilmiş son rehberi
olmasıdır. O, tüm güzelliklerin sonsuz rehberidir. İyiliği çoğaltan bir anlayışınız varsa, bunu ancak onunla yapabilirsiniz. Ona karşı duranlar ise
kötülüğün payandalarıdır. Bugün yeryüzü insanlığı ondan uzak olduğu
için büyük acılar çekmektedir. Ah bilseler tek ve hakikatli, hikmetli rehberin o olduğunu. Ah bir layıkıyla bilebilsek!
Sevilmeyecek özelliği mi var ki onun… Her yönüyle saf ve temiz, her
hâliyle naif ve zarif, her davranışıyla mükemmel bir insan numunesi ve
her sözüyle bir peygamber. Bu nedenledir ki, özelliklerimizi ona göre düzenlemek istediğimizde, bilelim ki, güzellik adına onda bulamayacağımız
tek özellik yoktur.
Demba BA / Sporcu
Hayatımızda, düşüncelerimizde onun üzerine yaptıklarımız Allah ve Hz.
Muhammed (s.a.s.) rızasını kazanmak içindir. Nimetlere ve başarıya şükretmeyi ve şükrettikçe başarmayı Hz. Muhammed’den öğrendim.
Hz. Peygamberin en etkilendiğim yönleri şunlardır:
- Herkese hoşgörülü davranıp kimseyi incitmemesi
- Herkesi doğruya çağırması
- Kadınlara ve çocuklara şefkatle yaklaşması
- Kendisine gelen herkese yardım etmesi
66 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
KÜLTÜR-SANAT
Kenan İMİRZALIOĞLU / Oyuncu
Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlık tarihinin gelmiş geçmiş örnek alınacak bir
numaralı önderidir. Zamanlar üstü bir lider, akıllar üstü bir deha, içiyle
dışıyla en güzel örnektir. O, (s.a.s.) seçilmişlerin en şereflisi; her şeyden
önce her yönüyle mükemmel bir insandır. Onun ümmetinin bir ferdi olabildiğim için, kendimi şanslı biri olarak görüyorum ve beni bu dünyaya
onun takipçisi, bir Müslüman olarak getiren Allah’a şükretmek için başka
neden aramaya gerek duymuyorum.
Onun her özelliği sevilir. Onun her özelliği tüm insanlık tarafından sevilmelidir. Ancak, beni en çok etkileyen özelliği dürüstlüğüdür. O emrolunduğu gibi dosdoğru olabilmiş örnek bir insandır. Keşke hepimiz, “ben
Müslümanım” diyen herkes, bunu unutmasak ve dürüst olmayı insan
olmanın ilk prensibi olarak uygulayabilsek.
Fadime ÖZKAN / Gazeteci-Yazar
Yakıcı ama umutlu bir özleyiş benim için... Büyük bir hayranlık. Ya hakkıyla bilemedim, dediğine uyamadım ve sevmem gerektiği gibi sevemediysem korkusu. Ama sonra yakınlık, rahatlık hissi. Şükür ve yine özleyiş...
Bana yolumu şaşırmayacak pusulam. Kalbimi istikametimi doğrultan biricik rehberim ve çok değerli yol arkadaşım.
Efendimizin beni etkileyen özelliği merhametidir.
Prof. Dr. Caner TASLAMAN / Akademisyen
Allah eğer din göndermeseydi uçsuz bucaksız karanlıklarda kalmış zavallılardan da çölün ortasında susuzluktan kıvranan muhtaçlardan da
çok daha kötü durumda olurduk. Hz. Muhammed Allah’ın gönderdiği
nuru bizlere iletip karanlıkların yırtılmasına, ab-ı hayatı bize içirip susuzluğumuzun kaybolmasına sebep olan Allah’ın bizlere rahmetidir. Onun
aracılığıyla Allah bizlere Hablullah’ı (Âl-i İmran, 3/103.) uzatmış ve bizi delalet
kuyusundan çıkartmıştır.
Hz. Muhammed ahlakı Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış, kınayanın kınamasından da çocukların taşlamasından da yılmamış, insanlardan tecrit
olmadan Allah’la gönül bağını devam ettirmiş, merhametiyle de canını
ortaya koymasıyla da örnek olmuş, “Sağ elime güneşi sol elime ayı verseler de davamdan vazgeçmem” demiş insanlığın iftihar tablosudur. Ona
şeref olarak “Allah’ın Rasulü” unvanı yeter; bizim onu sevmemiz için ise
Allah’ın onu sevmiş ve seçmiş olması yeter.
Moussa SOW / Sporcu
Hz. Muhammed (s.a.s.) inanç ve yaşam biçimimizde devrim yapan şahsiyettir. Hayattan keyif almanın yolunu öğretendir. Güzel ahlakı öğretendir.
Onu çok seviyorum. Çocuklarıma ve aileme onun hayatını öğretiyorum.
Hz. Peygamberin beni en çok etkileyen yönleri şunlardır:
- Sabırlı olması
- Kendisine eziyet edenlere beddua etmemesi, lanet okumaması.
- Merhametli olması
- Güler yüzlü olmasını
- Her insana eşit davranması
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
67
GE ÇM İ Ş Z AM A N I N İZİNDE
DÜNDEN BUGÜNE:
Hâdimlikten Hâkimliğe
Dr. Erdal KILIÇ
“Ben Hicaz’ın Hizmetkârıyım”
Osmanlı ordusu 1517 yılında
Mısır’ı hâkimiyeti altına alır. Yavuz Sultan Selim bir cuma günü
Kahire’de bir camide verilen vaazı dinlemeye başlar. Vaazda kendisinden “Hâkimü’l-Haremeyn
(Mekke ve Medine’nin hâkimi/
sahibi) olan hükümdar” diye övgü
dolu sözlerle bahsedildiğini görür. Bu duruma itiraz etmek üzere
ayağa kalkarak “Ben Hâkimü’lHaremeyn (Hicaz’ın sahibi) olamam. Oranın sahibi Allah’tır.
Ben olsam olsam “Hâdimü’lHaremeyn” (Hicaz’ın hademesi/
hizmetkârı) olurum” diye cevap
verir.
Bundan dolayı Mısır seferinden
sonra padişahlar kendi kararlarının ve devlet mührü onaylı olan
fermanların ilk satırına “Ben ki
Hâdimü’l-Haremeyn-i şerifeyn”
sözlerini yazdırırlardı.
İslam’la şereflenen, ümmet bilinç ve şuurunu kavmiyetçiliğin
çok üstünde tutan Türk milleti,
Büyük Selçuklu Devleti zamanından itibaren İslam âleminde
dikkate alınan, sözü geçen bir
68 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
Sultan II. Selim tarafından
30 Eylül 1574’te
Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e gönderilen ferman
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
İslam’la şereflenen,
ümmet bilinç ve şuurunu
kavmiyetçiliğin çok
üstünde tutan Türk
milleti, Büyük Selçuklu
Devleti zamanından
itibaren İslam âleminde
dikkate alınan, sözü
geçen bir millet olmuştur.
Yavuz Sultan Selim’in Tuğrası
millet olmuştur. Tabi oldukları
Abbasiler devrinde idari, askerî
ve bürokraside önemli sorumluluklar üstlenmelerinin yanında
Haremeyn’e de büyük bir ilgi ve
saygı göstermişlerdi. Haremeyn’e
yönelik gösterilen bir itibarı âdeta
bir bayrak yarışı olarak gören
Osmanlı İmparatorluğu da mukaddes topraklara henüz hâkim
değilken dahi Haremeyn’e hizmet
etme arzusunu ve samimiyetini
ortaya koymuştur. Nitekim asırlar
boyunca Osmanlı’nın bölge siyaseti, ‘hizmet götürme’ mülâhazası
üzerine bina edilmiş ve padişahlar
kendilerini Hâdimü’l-Haremeyn
olarak görmüşlerdir. Osmanlı sultanlarının ve halkın gönderdiği
yardımlar, Yıldırım Beyazıt, Çelebi
Mehmet ve Sultan 2. Murat devirlerinde hediyeler gönderilmesi ve
geliri yüksek arazilerin Haremeyn
adına vakfedilmesi, Fatih Sultan
Mehmet’in, İstanbul’un fethinden
elde edilen ganimetten bölgeye
para aktarması, hac yollarının güvenliği ve Hicaz’da yaşanan su sıkıntısının giderilmesi konusunda
gösterdiği azami gayreti, ecdadın
Haremeyn hizmetine verdikleri
ehemmiyet ve muhabbetin göstergesidir.
Artık bir hacının dahi başına
gelebileceklerden biz mesulüz
Suriye, Filistin, Mısır’ı fetheden,
ardından da Hicaz bölgesini Osmanlı topraklarına dâhil eden ve
hilafet makamının yeni sahibi olan
Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan
oğlu Şehzade Süleyman’a gönderdiği mektupta: “Artık bir hacının
dahi başına gelebileceklerden biz
mesulüz” diyerek bu makamın
kendisine gurur ve övünç kaynağından ziyade nasıl bir mesuliyet
ve sorumluluk yüklediğini tüm
dünyaya haykırmak suretiyle örnek bir tavır sergilemişti: Hac organizasyonlarının Devlet-i Âliye
idaresinde yapılmaya başlanması,
hacı adaylarının Mekke’ye güven
içinde ulaşabilmeleri, bedevi saldırılarından zarar görmemeleri ve
hac ibadetini huzurlu bir şekilde
yapabilmeleri için kapsamlı tedbirler alınması, farklı istikametlerden gelen kafilelerin İstanbul,
Şam, Kahire ve Yemen’de toplanması, hacıların yol, su, ulaşım ve
konaklama ihtiyaçlarının yaklaşık
dört asırdır İstanbul’dan sistemli
bir şekilde koordine edilmiş olması büyük sultanın ağzından çıkan
söze ne denli sadâkatle bağlanıldığının icraatlarıdır.
Hindistan’a dahi gideriz
Haremeyn ve civarında huzur
ve asayiş ortamının devamı için
Mekke’nin dış tehditlerden korunması maksadıyla Yemen’e
ve Mısır’ın güneyine doğru
hâkimiyet sahasının genişletilmesi suretiyle Kızıldeniz ve çevresinin kontrol altına alınması, Uzak
Doğu’da yaşayan Müslümanların
Hicaz’a güvenli bir şekilde ulaşabilmelerini sağlamak maksadıyla
Hint Okyanusu’na donanma gönderilmesi, tamamlanamasa dahi
Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan
bir kanal açılması için çalışmalar
yapılması dünyalık menfaat ve çıkarlarla beyni kemirilen bugünün
insanının algılayabileceği, tartabileceği bir durum değildir.
Mekke’yi korumak için daha önce
yaptırılan surlara ilaveten Ecyad,
Fülfül, Hint kalelerinin inşa edil-
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
69
GE ÇM İ Ş Z AM A N I N İZİNDE
mesi ve bu kalelere, Sultan Abdülaziz devrine kadar Osmanlı
hâkimiyetinin alameti sayılan bir
bayrağın dahi çekilmemesi Osmanlıların mukaddes beldelerin
barındırdığı hatıralara ve ehlibeyte
karşı nasıl bir muhabbet ve saygı
ile bağlı olduklarının işaretleridir.
Tarihin her döneminde susuzluk
konusu da hac mevsiminde gündemde olan problemlerin başında
geldiği için, Osmanlılar soruna
yeni su kaynakları bulmak, açmak
suretiyle çözüm getirmişlerdir.
Vaktiyle Abbasi Halifesi Harun
Reşit’in eşi Zübeyde Hanım tarafından yaptırılan su kanallarının
tahrip olması üzerine, Kanuni
Sultan Süleyman’ın hayırsever
kızı Mihrişah Sultan’ın himmetiyle, Mekke’nin en önemli su kay-
70 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
nağı olan Ayn-i Zübeyde’ye 1524–
1530 yılları arasında Ayn-i Hanin
kanalları eklenmiş ve Cebel-i
Rahme’nin etrafına havuzlar yapılmış, böylece Arafat ve Müzdelife bölgesi rahatlatılmıştır. Hâlâ
Arafat’ta Allah Rasulü’nün vakfeye
durduğu Cebel-i Rahme’nin eteklerinde de Osmanlı çeşmelerinin
izlerini görmek mümkündür.
Haremeyn hizmeti devralındıktan
sonra Mekke’de geniş çaplı imar
faaliyetlerine de başlayan Osmanlı
şehrin fiziki planına özel bir önem
vererek; Mescid-i Haram’ın ve
Kâbe’nin görünümünü bozacak
bir mimari üsluptan özenle sakınmış, bu konuda öncelikle Mescidi Haram’ın minareleri, sütunları,
revakları, kapıları, ahşap çatısı,
tavaf alanının zemini yenilenmiş
ve yüksekliği on iki metreyi bulan
çok sanatlı bir minber yapılmıştır. Harem-i Şerif’in ahşap çatısı
İstanbul ve Mısır’dan getirilen
malzeme ile 1576’da çok kubbeli
hâle getirilmiş; hüsn-ü hat örnekleriyle süslenen kapılara Mescid-i
Haram’la ilgili ayetler işlenmiştir.
Kanuni devrinde başlayan çalışmalar, Mimar Sinan’ın desteğiyle
2. Selim ve 3. Murat zamanında
da devam etmiştir. Altı minareli olarak planlanan Sultanahmet
Camii’nin inşasından evvel, bu
büyük eserin banisi Sultan 1. Ahmet tarafından Mescid-i Haram’a
yedinci minare yaptırılmıştır. Böylece Mekke ve Harem-i Şerif mimari açıdan yeni bir kimlik kazanmış ve göze hoş gelen bir estetiğe
kavuşturulmuştur.
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
Osmanlı hâdimliği/hâkimiyeti
biterse/bitirilirse…
Yazıya sığdırılamayacak kadar
çok olan bu hizmetler Osmanlı
Devleti’nin, siyasi ve askerî açıdan
gerilemeye başladığı dönemlerde
de aksatılmadan takip edilmiştir.
Ki 1. Dünya Savaşı’nda tarihinin en sıkıntılı zamanlarını yaşamasına rağmen devrin padişahı
Mehmet Reşat, 1916’da Mescid-i
Haram’ın genel bakımının yapılmasını ve selden zarar gören sütunların değiştirilmesini söylemiştir. Fakat ne yazık ki, savaşın doğurduğu ağır maddi sıkıntılar ve
Hicaz’daki Osmanlı hâkimiyetinin
sona ermesi üzerine bu imar faaliyeti yerine getirilememiştir.
İlk defa doksanlı yıllarda Kâbe-i
Muazzama’ya tepeden bakacak
şekilde bir bina yapıldı. Sonra
hâdim kralın, Mekke-i Mükerreme’deki sarayı… Karşısında oteller ve dev binalar... Onun yanında
dev binalar… Ve çember altında
kuşatılan Kâbe… Çoğu sahabe-i
kiram hatırası eski ve tarihî binaların yıkımı, yerine dev otellerin
yapımı… İhtiyaca binaen, şartlar
ve imkânlar gereği diyerek yapılan
ancak, zorluk ve imkânsızlıklar
sunan yapılar/yapımlar.
Kısaca İslam adabının bir kenara
bırakılması ile dünyanın kitle turizmi kurallarının hâkim olmaya
başlaması… Bedelini öde Harem’e
ulaş kampanyaları… Kalpler taş
kesilmesin diye kalpleşen Kâbe
karşısında enaniyet ve kibri beslemeler… Bugün dünden daha
çok ziyaretine gidiyoruz: Hâdimi
olmak ya da hâkimi olmak!..
Osmanlı Fermanı
Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem şeyhi Kadı Hüseyin’e
30 Eylül 1574’te gönderilen fermanın Türkçesi şöyle:
“Mekke-i Mükerreme kadısına
ve Harem şeyhi Kadı Hüseyin’e
hüküm ki; hâlâ İstanbul’a tafsilatlı arzuhal sunulup Harem-i
Şerif duvarlarına bitişik evlerin ve
medreselerin tuvaletlerinin sıcak
günlerde kokmakta olduğu ve bu
kokudan hacıların ziyade sıkıntı
çekmekte olduğu ifade edilmiştir.
Ayrıca bazı Rafızi itikatlı Acemler
hakikaten Harem-i Şerif haricinde
yüksek evler yapıp, Beytullahi’lHaram’a ve Harem-i Şerif’e yüksekten bakıp uygun olmayan çeşitli hareketlerde bulunup Haremi Şerif’te ibadet eden salih zatları
rahatsız etmektedir. Bunların geceleri aileleriyle beraber döşekle-
ri ve beşikleri ile Harem-i Şerif’in
üzerine çıkıp yattıkları ve buna
benzer çeşitli uygunsuz hareketlerinin bitmek bilmediği bildirildi.”
“Şimdi, daha önce tarafımdan
Harem-i Şerif duvarına bitişik bir
ev satın alınıp, yılda 120 altın sikkeye kiraya verilip, devletimin ve
saltanatımın devam ve bekası için
Sure-i Fetih okunup testilerle su
dağıtılırdı. Harem-i Şerif duvarına
bitişik olması uygun görülmeyip,
evvela bu evin yıkılması ve zikrolunan paranın Cidde mahsulünden tayin olunması babında Cidde Emini’ne hükm-i hümayunum
gönderilmiştir. Buyurdum ki,
hükm-i şerifim sana ulaştığında
asla geciktirmeyip emrim gereğince ilk başta o evi ve daha sonra
Harem-i Şerif duvarlarına bitişik
olan diğer evleri, kimin olursa olsun tamamen yıkarak ortadan kaldırasın ve Harem-i Şerif dâhilinde
binadan eser bırakmayasın. Medrese tuvaletlerini dahi kaldırıp,
Harem-i Şerif’in dışında münasip
bir yerde yaptırasın.”
Osmanlı revakları dahi hürmeten Kâbe’den alçak inşa edilmişti.
Kâbe-i Muazzama oldukça yüksek yapıların gölgesi altında. Ancak bedelini ödeyebilenler yürüme mesafesinde bir yerde kalma
imkânına sahipler. Osmanlı nezaketi Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yüksek hiçbir yapıya müsaade
etmezdi. Artık bugün durum oldukça farklı.
“Bedelini öde Harem’e ulaş.” Ya
imkânı olmayanlar; eskiye nazaran
daha uzak mesafelerde, imkânlar
dünyasında, tüm imkânsızlık ve
zorluklarla baş başa…
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
71
EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R
BİZİ ŞEKLE
KAVUŞTURAN
el-Musavvir
Fatma BAYRAM
Bir rüya gördüğünüzü düşünün.
Tanıdığınız bir yerde tanıdığınız
insanlarla birliktesiniz ama bir
tuhaflık var. Kime dönseniz sesi,
yüzü, mimikleri birbirinin aynı…
Hangisi anneniz, hangisi kardeşiniz, hangisi eşiniz ayırt etmek
imkânsız. Tam birine yöneliyorsunuz bir bakıyorsunuz sandığınız kişi değilmiş. Susamışsınız
ama bütün nesneler hem su hem
su değil. Daha doğrusu her şey su
gibi görünüyor ama hangisi su,
ayırt etmek imkânsız. Suyun da
ateşin de görüntüsü aynı. Sizi yakana kadar ateşin ateş olduğunu
anlamak imkânsız. Her şey birbirine karışıyor. Uyandığınızda ne
hissederdiniz?
İşte dünyamızın bu ürkütücü
rüyaya dönüşmesini engelleyen,
taşlardan kuşlara, çiçeklerden
insanlara kadar her bir varlığa,
evrende yalnızca ona mahsus
olan, benzersiz şeklini verendir
Musavvir. Her bir türü değil, her
türün her bireyini dahi diğerlerin-
72 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
den ayıracak özellikleri verendir.
Bizler ancak bu sayede varlıkları
birbirinden ayırabilir, birbirimizi
tanıyabilir, tanışabiliriz.
Yüce Yaratıcımız bizi önce “halk”
ederek yokluğun dipsiz kuyusundan yeryüzüne çıkarmış, sonra
“var” etmekle yetinmeyip her bir
varlığı bütün evren içinde sadece
kendine mahsus olan şekline kavuşturmuş, ona fiziki ve ruhi bir
şahsiyet ihsan etmiştir. (Araf, 7/11.)
Artık ne bir çakıl taşı diğerinin
aynıdır ne bir yaprak ne bir su
damlası. Varlığın tasarımını yapan
Musavvir’in her eseri o kadar özgündür ki sadece dış görünüşü ile
değil, duygularının ve düşüncelerinin en derin detaylarına kadar
hiçbir varlık diğerinin aynı değildir. Ragıp el-İsfahani’nin dediği
gibi her birimizin iki sureti vardır.
Biri duyularla algılanan dış suretimiz, diğeri de akılla algılanan
kişiliğimizin, kimliğimizin sureti.
O’nun belirlediği (Âl-i İmran, 3/6.) suretlerimiz O’nun eseri olarak yaşadığımız sürece bize emanettir.
Yani bazılarının iddia ettiği gibi
bedenimizin sahibi biz değiliz.
Öyle olduğu için de ona keyfimize
göre müdahale edemeyiz. Az önce
gördüğümüz üzere Musavvir olan
Allah dışımızı şekle kavuşturduğu gibi içimizi, yani kişiliğimizin
temel yapı taşlarını da tasvir etmiştir. (Ahlakımızı değil, temel karakteristik
özelliklerimizi.) Bu nedenle bazı ana
babaların yapmaya çalıştığı kişiliğin özünü değiştirmeye yönelik
eğitim ıslah değil, ifsattır.
Peki, şekil verenlerin en güzeli
olan Allah’ın bir tasarımı çirkin
olabilir mi? O çirkin bir şey yaratır mı? Her zaman dile getiremesek de içimizi kemiren bu soruyu
âlemlerin Musavviri’ne imanımızda bir tereddüt olmadan nasıl cevaplayabiliriz?
“Güzellik konusundaki kıstaslarımızı nasıl oluşturduğumuza
bakarak” diye cevaplayabilirim bu
soruyu... Bozulmamış yaratılış güzeldir… Oraya her müdahale eline bir fırça alıp Louvre Müzesi’ne
dalan ve aklınca oradaki eserleri
düzeltmeye kalkan birinin yaptığından daha korkunç bir şeydir.
Bir şeyin bize çirkin gelmesi ya yaratılışı veya bakışımızı bozduğu-
İşte dünyamızın bu ürkütücü rüyaya dönüşmesini
engelleyen, taşlardan kuşlara, çiçeklerden insanlara kadar
her bir varlığa, evrende yalnızca ona mahsus olan, benzersiz
şeklini verendir Musavvir.
muzdandır. Birincisinde dengeyi
bozup zincirleme olarak her şeyi
altüst etmişizdir; ikincisinde ise
bakışımızı eşyanın özündeki güzelliği göremeyecek şekilde bozmuşuzdur. Yaratılıştaki muazzam
güzelliği görebilmek, doğallıktan
uzaklaştıkça imkânsızlaşıyor. Aynen hafızasını kaybetmiş birinin
en yakınlarını bile tanıyamaması
gibi. Zaman içinde bu bilinç kaybına uğrayacağımızı bilen Allah
ise gözümüzün önüne sonsuza
dek kalacak bir hatırlatma notu
(Kur’an’ın bir adı da “Zikr”dir) vererek her şeyin en doğrusunu bize
hatırlatıyor:
“Yeri sizin için yerleşim alanı,
göğü de bir bina kılan, size şekil
verip de şeklinizi güzel yapan ve
sizi temiz besinlerle rızıklandıran
Allah’tır. İşte Allah, sizin Rabbinizdir. Âlemlerin Rabbi Allah,
yücelerden yücedir.” (Mümin, 40/64.)
“Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak
O’nadır.” (Tegabün, 64/3.)
Esma-i Hüsna şarihi Ali Osman
Tatlısu’nun aktardığına göre ise
“Galatat-ı tabiat denilen ve evrendeki mükemmel düzenin kusurları gibi gösterilmek istenen
durumlar, aslında birer eksiklik
değil, doğanın ve ana babanın
“gerçek müessir” olmadığını ve
yaratanın iradesini gösteren ve
O’nun eşsiz sanatının eseri olan
birer tanıktırlar.”
Musavvir olan Yaratıcımız bizi
yokluktan varlığa çıkarırken üflediği solukla bizlere de tasavvur
ve tasvir yeteneği bahşetmiştir.
İbn Arabi’ye göre nasıl ki dış görünümlerimizin ayırt edilmesi bu
ismin tecellisi ile olmuşsa ve nasıl
ki Musavvir’in tecellisi olmadığında evrende tüm varlıklar birbirine
karışıp tam bir kaos olacak idiyse
aynı şekilde O’nun tecellisi olmasaydı düşünce ve duygu dünyamızda da hiçbir hissi diğerinden
ayırt edemeyecek, duygularımızı
ve düşüncelerimizi tek tip olarak
algılayacaktık. Olaylar karşısında
ne hissettiğimizi ve ne düşündüğümüzü bir türlü tanımlayamayacaktık. Bu yetenek sayesindedir
ki zihinlerimizde kavramlar için
imajlar geliştirir, onları şekle sokar, tasarlarız. Bir şeyi önce tahayyül eder, sonra yaparız. Bu hayal
ve tasavvur yeteneğimizi Allah’ın
vahyine tabi kıldığımızda; yani
yanlışın, kötülüğün hayaline bile
izin vermediğimizde hayallerimiz
Musavvir’in rehberliğinde bizi
sadece hakka erdirir. Böylece her
türlü aldanıştan korunmuş oluruz.
Son üç ayetinde Allah’ın on yedi
ismini ihtiva eden Haşir suresinin
son ayetindeki Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimleri yaratmanın aşamalarını dile getirir. Bu isimlerin ilki
olan “Hâlık” mahlûkun var olma
zamanını ve alabileceği sayısız şekilden birini planlayıp belirlemeyi ifade eder. Bâri’ “yarattığı şeye
maddi açıdan bir hacim verip varlık kazandıran” manasına gelir.
Yaratmanın nihai kademesini teşkil eden Musavvir ise mahlûkun
fiziki ve ruhi portresini belirleyip
halk eylemini sona erdiren anlamını ifade eder. Bu isimler sadece
cisimleri ve eşyayı var etmeyi ifade etmez. İlkeler, kanunlar, prensipler koyma, fiilleri, düşünceleri
yaratma, bunları cisimlere, varlıklara uygulama gibi vakıalar; soyut
kavramlar, süreçler, stratejiler,
değerler sistemi de bu isimlerin
tecelli alanındadır. Fikir, sanat,
eşya vb. herhangi bir şeyin üretim
aşamalarında varlık gösterenler
Musavvir isminin tecellisine en
çok muhtaç olanlardır.
Tasvir yaratmanın son aşaması
olduğu gibi insan da yaratılış zincirinin son halkasıdır ve Sadrettin
Konevi’ye göre cismanilik mertebelerinin sonuncusudur. Yani
maddi bir cismi olanların en üst
noktasındadır. Bu nedenle de tasvir ve tasavvur yeteneğini haizdir.
İşte insan bu yeteneğini pek beğenip sınırlarını unuttuğunda bütün
hakikati tasavvur ve tasvir edebileceğini zanneder ve bu vehim
onun ayağını kaydırır. Bu hataya
düşmemek için de insana edepli
bir şekilde haddini bilmek düşer.
Haddimiz vahyin başladığı yerdir.
Bu nedenle de O’nun sözünün üstüne söz söylenmez.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
73
PORTRE
Erzurum Ulemasından Yunus Kaya
Dr. Zeki KOÇAK
Erzurum Ömer Nasuhi Bilmen Dini
Yüksek İhtisas Merkezi Eğitim Görevlisi
Erzurum’un Tortum ilçesinin Yukarı Katıklı Köyü’nde (Yukarı Ödük-Serdarlı Belediyesi) 1927 yılında dünyaya geldi Yunus Kaya
Hocamız. Aslen Türkistan’ın Karaca denen mahallinden gelen bir
aileye mensup olan hocamızın babası Karacaoğulları’ndan Molla
Zülküf’tür. Annesi Bağbaşı (Hahu)
köyünden Çalıkoğulları’ndan Ahmet Ağanın kızı Saliha Hatun’dur.
Altı yaşlarında köyün meşhur
hafızı Gazap Hafız’dan altı ay
Kur’an dersi aldı. İlkokulu köyünde okuduktan sonra Aşur Hafız Efendi’den iki yıl Kur’an ve
tecvit dersleri yanında Tortum
Müftüsü Ali Efendi’nin oğlu İsmail Efendi’den rika yazısı ile Osmanlıca dersi aldı. Bu dönemde şiddetli şekilde tifo hastalığına
yakalandı. Kırk gün sonra iyileşince halet-i ruhiyesinde ve duygularında büyük bir değişikliğin
olduğunu hissetti. Ardından dönemin Nakşibendi tarikatı büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi
Efendi’ye intisap etti. Ayrıca askere gidene kadar köyün imam-hatibi müderris, âlim ve fazıl kişi olan Hacı Yunus Efendi’den Kur’an,
tecvit ve fıkıh dersleri aldı.
1946–1949 yılları arasında Gümüşhane ve Erzurum’da vatani görevini yaptı. Askerden sonra
tekrar köyüne dönerek bir yıl sü-
74 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
reyle Yunus Efendi’den akait ve fıkıh derslerine devam etti. 1951 yılının ilk ayında dönemin Erzurum
Müftüsü Müderris Muhammet Sadık Solakzade Efendi’den medrese
usulündeki tedrisata başladı. Yedi yıl süreyle medrese sistemindeki bütün dersleri okudu. Ramazan tatilinde hocasından Farsça
ve ta’lik hattıyla ilgili dersler aldı. Talebelik süresince Kurşunlu Medreselerinde kaldı. Özellikle mantık, münazara, ilmü’l-vad’,
belagat, kelam, tasavvuf, usul-ü fıkıh ve feraiz ilminde derinleşti ve
icazet aldı. Ayrıca bu esnada bu
dersleri alt kademedeki öğrencilere de okuttu.
1957 yılının on birinci ayında
Mısır’a gitmek için hazırlık yapmaya başladı. Dönemin şartlarında Mısır’a doğrudan gitme imkânı
olmadığından gayet meşakkatli olan bir buçuk aylık bir yolculuk
yaparak vize almak için sırasıyla İ-
ran, Irak, Suriye ve Lübnan’a ulaştı. Diğer ülkelerde Mısır vizesi alamayınca en son çare olarak Beyrut
konsolosluğuna başvurdu. Uzun
uğraşlar sonucu vizesi onaylandı.
Akabinde Mısır’a giderek Ezher idaresine müracaat etti; giderken
Bağdat’a uğradığı için özel görevli olacağı ihtimaliyle Ezher’e kaydetmede tereddüt ettiler. O dönem Ezher Üniversitesinde hoca
olan Konyalı Ali Zeki Efendi’nin
kefaletiyle Ezher’e kabul edildi.
Ali Zeki Efendi’ye “bu şahsa kefil
misin?” diye sorulunca o hiç tanımadığı hâlde hiç tereddüt etmeden “tahte mes’uliyyeti ma dame
hünak” (burada bulunduğu sürece benim mesuliyetimdedir) diyerek hocamızın fakülteye kaydolmasını sağlamıştır. Lise diploması
olmadığı için, yönetmelik gereği Ezher Lisesi Müdürü ve dönemin âlimlerinden Şeyh Derviş’in
başkanlığındaki komisyonca bir
PORTRE
hafta süreyle ilmî sınava tabi tutuldu. Komisyonda bütün derslerden göstermiş olduğu üstün
başarı takdirle karşılanarak lise
diplomasını alması için yönetmelik gereği lisenin son sınıfına kaydoldu ve üstün başarı ile lise diplomasını aldı.
1958-1959 ders yılında Ezher Üniversitesi Usuli’d-din Fakültesine başladı. Dördüncü sınıfta iken
fakülte yönetimince yeni yapılan
programa göre fakültede bir yıl
daha okuyarak beş yılda mezun
oldu. Mezuniyetten sonra iki yıl
da kelam, tasavvuf ve felsefeden
ihtisas yaptı. Ayrıca Türkiye’den
gelen imam- hatip lisesi mezunlarının Ezher Üniversitesine kabul edilebilmesi için ilgili makamlar nezdinde girişimde bulunup
muadeletlerini gerçekleştirerek
Ezher’in dinî fakültelerine kaydolmalarını sağladı. Bu konuda hocası ve dönemin Ezher genel sekreteri Mahmud Hubballah’ın büyük
katkıları olmuştur. O dönemde Ezher diploması ve doktorası geçersiz olduğundan doktorayı yarıda bırakarak 1965 yılında
Türkiye’ye döndü. Dönemin Milli
Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek Fransa veya Pakistan’da doktora yapmayı istediğini ve bunun
hukuki durumunu yazılı olarak
sordu. Milli Eğitim Bakanlığı, “Ezher Üniversitesi diploması geçersiz olduğundan yapacağınız doktoranın da herhangi bir geçerliliği
olmayacaktır” cevabını verdi. Sonra aynı yıl denkliği kabul edilen
Bağdat Üniversitesi Külliyetü’şşeria ve’l-Adab Fakültesi’ne kaydoldu. Ezher’den mezun olması
nedeniyle bir yıl yeterli görülerek 1966 yılında bu fakülteden de
mezun olarak Türkiye’ye döndü.
Türkiye’ye döndükten sonra sırasıyla Uşak, Çanakkale ve Erzurum
illerinde 9 yıl il müftülüğü yaptı.
Erzurum müftülüğü yaptığı esnada il müftülüğü binasını inşa etti.
Ayrıca önderliğinde Yukarı Katıklı
Köyü’ne büyük bir cami ve medrese inşa edildi. Akabinde 1975
yılının mayıs ayında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne intisap etti. Burada 18 yıl kelam ve tasavvuf derslerinin yanı sıra İslam
felsefesi, Arapça ve mantık dersleri de okuttu. Bu derslerin haricinde emekli olduktan sonra Solakzade Camii Medresesinde ve
evinde özel olarak kelam, mantık,
münazara ve usul-i fıkıh dersleri
de okuttu.
Diğer taraftan 2000 yılında, İhtisas
eğitimine başlayan Ömer Nasuhi
Bilmen Dinî Yüksek İhtisas Merkezinde bir süre Kur’an-ı Kerim
meali dersini okuturken zaman
zaman çeşitli ilmî konularda kon-
PEYGAMBER (S.A.S)’E
METHİYE
Hz. Hak yanında yüce kıymetin,
Ne kadar methetseler kimse
eremez.
Fazilet babında ulvi makamın,
Kitledin kapusun kimse giremez.
Saçtın yeryüzüne nur-i fazilet,
feranslar verdi. Bu konferansları kaset ve CD’lere kaydedilmiştir.
Ayrıca hocamız bu dönemde yaz
tatillerinde genelde Azerbaycan ve
Nahcivan’a giderek Diyanet’in açmış olduğu Kur’an kurslarındaki talebelere ve ilahiyat lisesi öğrencilerine kitap, elbise ve para
yardımlarının yanında yapılmakta olan dört camiye de maddi yardımda bulundu. Hocamız çokça talebe yetiştirmesinin yanı sıra
şehrin merkez camilerinde özel
gün ve gecelerde çeşitli konferanslar ve vaazlar verdi.
Ayrıca üniversitede bulunduğu
dönemlerde çeşitli ilmî çalışmalar
da yaptı. Bu çalışmalarına ilaveten fert beyitleri bulunan hocamızın Peygamber (s.a.s.) Efendimize yazdığı methiyesi de önemlidir.
Bu nedenle onu eserlerini müteakip vermeyi uygun buluyoruz.
Genç yaşta ilim yolculuğuna çıkıp ömrünü Hakk’a hizmete adayan Yunus Kaya hocamız, 27
Şubat 2015 Cuma günü Hakk’ın
rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi
Tortum’un Serdarlı Beldesi’ne defnedilmiştir. Merhuma Allah’tan
rahmet, bütün yakınlarına ve talebelerine başsağlığı dileriz.
Yunus Kaya hocamızın başlıca eserleri ise şöyledir:
1- el-İcaretü Beyne Mezahibi’s Sitte (Bağdat Üniversitesi)
Aliller, zeliller, körler göremez.
2- el-Lafz ve’l-Ma’na inde Ebi Hilal el-Askeri (Bağdat Üniversitesi)
Yarasa tabiatlı bazı insanlar,
3- Kelama Giriş (basıldı)
Şeriat nurundan razı olamaz.
4- İlm-i Kelam (Mebde ve Meâd)
(basıldı)
Olmazsa şefaat Yunus kuluna
Varıp cennette seni bulamaz.
5- Tasavvuf (Nefsi Arıtma ve Donatma) (basıldı)
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
75
Sonpeydamgerinfo ekibi
BUNU KONUŞALIM
AYSUN ÖZKAN:
“Hz. Peygamberin Evrensel Nübüvvet Mesajını Bugünün
Diliyle ve Çağın Araçlarıyla Kitlelere Aktaracak Yeni
Çalışmalar Ortaya Koymak Gerekiyor.”
Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT
Diyanet İşleri Uzmanı
Aysun Hanım, son birkaç yıldır
özellikle Batı medyasında Peygamber Efendimize yönelik birtakım olumsuz yayınların yer
aldığını görüyoruz. Biz Müslümanlar için çok önemli bir değer olan Efendimize yönelik bu
olumsuz yayınların arka planında yatan nedenler nelerdir?
Yakın zamanda ve günümüzde
yaşanan hadiselerin, gerek karikatür krizi gerek South Park olayı gerek Charlie Hebdo olayı ve
gerekse diğer lokal gibi gözüken
ancak aslında pek de münferit
sayılmayacak hadiselerin arka
76 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
planını kavramak ve meseleyi
vuzuha kavuşturmak için geriye
dönük güçlü bir tarihsel okuma
yapmak gerekmektedir. Olan biten şeyler sadece içinde bulunduğumuz dönemin bilinç kodlarıyla
açıklanamaz. Geriye dönüp baktığımızda Batı kültür ve medeniyeti
içerisinde uzun yüzyıllardan bu
yana süregelen bir ötekileştirme
politikasının bilinçli olarak sürdürüldüğünü müşahede ederiz.
Gerek Dante’nin İlahi Komedyasında gerekse onu resimlendiren
sanatçıların eserlerinde yer alan
tasvirlerinde bu algıyı güçlendiren unsurlar yer almaktadır.
İslam’dan başka hiçbir dinin ve
temsilcilerinin Batı medeniyetini
tehdit ettiği iddia edilmemiştir.
Son dönemlerde Batı’da hızla artan İslam nüfusu da, bu tehdidin
psikolojik temelini oluşturmaktadır. Batı’da Müslümanların yaşadıkları coğrafyalardaki toplumlarla oluşturduğu kültürel bütünlük
arttıkça, Batı Müslümanlara yönelik yürüttüğü ötekileştirme faaliyetlerini de arttırmaktadır
Peygamber Efendimiz merhamet ve rahmetin timsali bir şahsiyet olmasına rağmen, dünyada onun hakkında oluşturulan
algıların bu yönde olmadığını
görüyoruz. Sizce Peygamber
Efendimizle ilgili oluşturulan
bu yanlış algıların sebebi nedir?
Kasti olarak üretilmiş olan tamamen gerçek dışı bir imaj söz konusudur tarihsel sürece ve çağdaş
BUNU KONUŞALIM
hadiselere baktığımızda. Bugün
çeşitli sanat ve iletişim araçları
kullanılarak yaratılan atmosfer de
az önce betimlemeye çalıştığımız
sürecin çağımızdaki uzantısından
başka bir şey değildir. Müslümanları ötekileştirme faaliyetleri
dün de bugün de Hz. Peygamber
üzerinden yürütülmektedir. Nitekim siyasi iktidar ve hegemonya
kurma amacıyla üzerine gidilecek
olan toplumlara karşı böylesine
bir öteki algısı her zaman temel
motivasyon aracı olarak kullanılacak ve meşruiyet zemini oluşturacaktır kimi çevreler nezdinde.
Mesele dinî olmaktan çok siyasi
saiklerle bulandırılmıştır diyebiliriz. Oluşturulan algının ve imajın
elbette Efendimiz’in tarihsel kişiliğiyle veya ilahî mesajıyla uzaktan
yakından alakası yoktur. Bir Batılı
için onu anlamak zaten güçtür.
Yaratıcının hâkimiyetini reddedenlerin ortak bilinçaltında öncelikle “beşer peygamber”e karşı
bir direnç mevcuttur. Kur’an’daki
kıssalarda kendilerine beşer peygamber gönderilen inkârcı kavimlerin “Bize bir melek gönderilmeli
değil miydi?” dediği anlatılır. Bu
böyleyken Hz. Peygamber’in hayatın her anına örneklik teşkil
eden mesajı ve tarihsel kişiliği bütünüyle deforme edilmelidir Batılı
zihniyetince. O’nun varlığını mistik/ metafizik algıdan tamamıyla
kurtarıp; yaşam tarzı, dünyaya
bakışı ve davranışları ile model
gösteren, beşerî yönünü ön plana
çıkaran çalışmalara hız kazandırılmalıdır. Aksi takdirde bahsettiğimiz saiklerle kasıtlı olarak oluşturulan algıyla, Hz. Peygamber’in
temsil ettiği ilahî mesaj da akamete uğrayacaktır. Sonuçta Batı’nın
kodlarında bir düşman “öteki”
ilan etmeden kimlik oluşturama-
Sonpeygamberinfo web
portallarımızda oldukça
seçici ve günümüz
dünyasının ihtiyaçlarını
dikkate alan bir yayın
politikası gözetmeye
çalışıyoruz. Sadece yazılı
değil, aynı zamanda
audio-visual yapımlar da
takipçilerimize sunuluyor.
Sosyal medya üzerinden de
etkin bir yayın sürdürmeye
özen gösteriyoruz.
ma geleneği hep vardı. Yani çarpıtma ve tahkir hep vardı, bugün
ortaya çıkmadı.
Tüm insanlık için kurtuluş vesilesi olacak öğretileri yaşayan
ve tebliğ eden Peygamber Efendimizi biz yeterince tanıyor
muyuz? Türkiye’de ve dünyada
Peygamber Efendimizi tanıtmaya yönelik yapılan çalışmalar
nelerdir ve bunlar yeterli midir?
Yeteri kadar tanıyıp anlayabilseydik İslam âlemi olarak bugün çok
farklı hususları tartışıyor olurduk.
Maalesef ki yeterince tanımıyor ve
anlamak için gerektiği kadar çaba
sarf etmiyoruz. Bir defa her çağın
belli algı düzeyi ve bilinç kodları
bulunmaktadır. Tüm zamanlara hitap eden evrensel nübüvvet
mesajını bugünün diliyle ve çağın
araçlarıyla kitlelere aktaracak yeni
çalışmalar ortaya koymak gerekiyor.
Türkiye özelinde konuya bakacak
olursak öncelikle dikkat çekilmesi
ve titiz bir şekilde analiz edilmesi gereken konu şudur ki maalesef son yıllarda Hz. Peygamber’i
“Kutlu Doğum Haftası”na sıkıştırmış durumdayız. Yılın çok kısa
bir zaman diliminde neredeyse
sürekli Hz. Peygamber’i anıyoruz
ama geri kalan asıl büyük zaman
diliminde âdeta gündem dışına
itiyoruz onun siretini. Hâlbuki
her anımızı ona göre tanzim etmek birer Müslüman olarak temel
vazifemiz. O yüzden sadece belirli günler değil yılın her saati Hz.
Peygamber’i anlamak için çaba
sarf etmeliyiz. Ayrıca yürütülen
faaliyetler “anma” değil “anlama”
odaklı olmalıdır.
Dünya genelinde ise çok samimi
ve özveri ürünü çalışmalar var
olmasına ve son yıllarda nicel bir
artış görülmesine rağmen yeterli
düzeyde ve nitelikte hamle yapıldığını söyleyemeyiz.
Sizler Sonpeygamberinfo ailesi
olarak Peygamber Efendimizi
tanıtmaya yönelik son derece
önemli işler yapıyorsunuz. Bu
çalışmanın doğuş hikâyesini
bizimle paylaşır mısınız? Sizi
böylesi bir çalışma yapmaya
sevk eden saikler nelerdi?
2000’li yıllara yukarıda da zikrettiğimiz kimi hadiselerin bütün
şiddetiyle yaşandığı günlere tanıklık ederek başladık. Bilhassa
karikatür krizinin ardından Hz.
Peygamber’in yeni bir dille ve çağın etkin iletişim araçlarıyla tüm
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
77
BUNU KONUŞALIM
dünyaya en doğru bilgiler ışığında anlatılması ihtiyacı kendini
daha da belli eder hâle geldi. Bir
grup sivil toplum gönüllüsü olarak Meridyen Derneği çatısı altında bir araya geldik ve söz konusu
doğrultuda Hz. Peygamber’i en
sağlıklı biçimde ve günümüz insanının zihin dünyasını göz önüne
alarak anlatma adına girişimlerde bulunmak istedik. Meridyen
Derneği gönüllülerinin destek
ve teşebbüslerinin ardından ilim
dünyamızın önemli isimlerinin
rehberliğinde Sonpeygamberinfo
Projesi ortaya çıktı.
Sonpeygamberinfo olarak yaptığınız çalışmalar nelerdir?
Peygamber Efendimizi çağımız
insanına nasıl anlatıyorsunuz?
Web portallarımızda oldukça seçici ve günümüz dünyasının ihtiyaçlarını dikkate alan bir yayın
politikası gözetmeye çalışıyoruz.
Sadece yazılı değil, aynı zamanda
audio-visual yapımlar da takipçilerimize sunuluyor. Sosyal medya
üzerinden de etkin bir yayın sürdürmeye özen gösteriyoruz.
Sonpeygamberinfo çalışması öncelikle Türkçe’nin yanında İngilizce, Almanca ve Rusça başta
olmak üzere farklı dillerde yayın
yapan bir internet platformu olarak ortaya çıktı ancak kısa zamanda internet yayıncılığının sınırlarını aşan faaliyetlerle çok yönlü bir
projeye dönüştü. Özellikle akademik sahada çalışmalarımız oldu.
Ülkemiz üniversitelerinde bu alanlarda yapılan araştırmaları desteklemek, nitelikli eserleri taltif
etmek ve yenilerini teşvik etmek
amaçlarıyla ihdas ettiğimiz Hadis
ve Siret Araştırma Ödülleri’nden
bahsetmek isterim öncelikle. Periyodik olarak düzenlediğimiz
78 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
yarışmanın bu yıl altıncısı gerçekleştiriliyor. Makale, yüksek lisans
ve doktora olmak üzere üç ayrı
kategoride araştırmalar seçkin bir
jüri heyeti tarafından değerlendiriliyor. Doktora ödülümüz bu dönem 8.000 TL, yüksek lisans ve
makale ödüllerimiz ise 5.000’er
TL olarak belirlendi. Ayrıca ömrünü bu alanlardaki çalışmalara
vakfetmiş kimselere şükran duygularını dile getirmek üzere Hadis
ve Sirete Hizmet Onur Ödülü veriliyor aynı kapsamda. Onur ödülünün sahibi Sonpeygamberinfo
okurlarının oylarıyla belirlenmektedir.
Sonpeygamberinfo’nun 2009 yılından itibaren düzenli olarak gerçekleştirdiği, bu yıl “Türkiye’de
Tüm Yönleri İle Siyer Çalışmaları
Sempozyumu” ile nihayete erecek
siret projelerinden biri de “Siyer
Atölyesi” idi. Siyer Atölyesi’nin
öncelikli amacı gerek Türkiye’de
gerekse dünyada tür ve nicelik
olarak hızla artan siyer literatürünü değerlendirmek ve bu sahanın günümüzdeki ihtiyaçlarına
dikkat çekmek suretiyle, Türkiye
ve dünyadaki siyer çalışmalarına
katkıda bulunmak ve yeni siyer
çalışmalarına yön vermek olarak
belirlenmişti. Ayrıca yakın zamanda ortaokul ve liselerde seçmeli olarak okutulmaya başlanan
Hz. Muhammed’in Hayatı dersleri için matbu ve online destek
materyalleri hazırladık. Tüm
Türkiye’de eğitim gören öğrencilere yönelik ücretsiz olarak sunuluyor çalışmalar. Yirmi binden
fazla basılı kitap dağıtımımız oldu
ilgili destek projesi kapsamında.
Gözbebeğimiz sayılan bir diğer
çalışmamız ise çocuk sayfamızdır. Büyük bir özenle ve pedagojik dikkatle hazırlanmış olan
Sonpeygamberinfo Çocuk Sayfası
tamamıyla özgün ve sürekli güncellenen içeriğiyle her geçen gün
minik ziyaretçilerinin sayısını artırıyor.
Yürüttüğümüz önemli projelerden biri de Online Hadis Platformu. Platform internet üzerinden
katılımcılara yetkin bir ilahiyatçı
rehberliğinde hadis alanında ilmî
alt yapı sağlayan bir bilgi paylaşım programıdır. Ücretsiz hizmet
veren platformun amacı katılımcıların ilahiyat fakültesi mezunları
düzeyinde hadis bilgisine sahip
olmalarını sağlamak. Platform
oturumları internet üzerinden
gerçekleştirildiği için dünyanın
her yerinden iştirak edebilmek
mümkün.
Bundan sonraki süreçte yapmayı planladığınız çalışmalar var
mı? Müslümanlar olarak bizim
Efendimize karşı ödevlerimiz
nelerdir?
Şu an Meridyen Derneği ve Sonpeygamberinfo ekibi olarak 9-12
Nisan 2015 tarihlerinde gerçekleştireceğimiz
uluslararası
“Türkiye’de Tüm Yönleriyle Siyer Çalışmaları Sempozyumu”na
odaklanmış durumdayız. 2017
yılında bu sempozyumu tematik
olarak tüm dünyada yapılan siyer
çalışmalarını kapsayacak şekilde
genişletme gibi bir düşüncemiz
var. Ayrıca hadis ve siret konularına mahsus bir akademik dergi
yayınlamak üzere çalışmalara başlamış bulunmaktayız. Bunların
dışında Sonpeygamberinfo’nun
Fransızca ve İspanyolca gibi dünyada çokça konuşulan başka dillerde de yayın yapmasına yönelik
girişimlerimiz var. Son olayların
ardından Fransızca site hazırlığına hız vermiş durumdayız.
KİTAPLIK
Fahr-i Kâinat
Efendimiz
A. Ragıp Akyavaş
Dr. Mehmet Nur AKDOĞAN
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzman Yrd.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatının, İslam toplumu için ifade ettiği anlam ve değerin yüceliği tartışılmaz bir gerçektir. Tarih boyunca pek çok müellif, onun (s.a.s.)
hem insanlığa tanıtılması hem de
yaşantısının doğru anlaşılmasını
sağlamak amacıyla, eserler telif
etmiştir. Bu gayeye matuf olmak
üzere A. Ragıp Akyavaş da “Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) Hayatı” adlı
eserini bu amaçla kaleme almıştır.
Akyavaş, ilk tahsilini Şam’da tamamladıktan sonra İstanbul ve
Şam’daki çeşitli askerî okullarda
eğitim görmüş, 1912 yılında mülazım (teğmen) rütbesiyle orduya
katılmıştır. Osmanlı Devleti’nin
son beş Sadrazam’ına yaverlik
görevlerinde bulunmuş, aynı zamanda dönemin önemli hocalarından dinî ilimlere dair dersler
almıştır.
NİSAN 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
79
KİTAPLIK
Sünnet ve Hadislerin
Anlaşılması ve
Yorumlanması Hususunda
Metodoloji Sorunu
Akyavaş; Türk ve İslam tarihi üzerine
uzun yıllar araştırmalar yapmış, bu vesileyle de Orta Doğu’nun pek çok yerini gezmiş, Mekke, Medine ve Kudüs
gibi İslam tarihi için önemli merkezlerde bulunmuştur.
A. Ragıp Akyavaş; Arapça, Türkçe ve
Fransızca gibi farklı dillerde yazılmış
kaynakları esas alarak hazırladığı eserini neşredemeden 1969 yılında vefat
edince kitap, refikası tarafından bir
yıl sonra “Hz. Muhammed’in Hayatı”
adıyla tek cilt olarak neşredilmiştir.
Ardından, Akyavaş’ın gazete yazıları
ve Ankara Radyosu’nda “Dinî-Ahlaki
Musahabeler” adlı programından derlenen sohbetlerinin ilave edilmesiyle
eser iki cilt hâline getirilmiştir.
Eserin
birinci
cildinde,
Hz.
Peygamber’in çektiği zorluklar, mücadelesi, Mekke ve Medine dönemleri ele
alınmıştır. Ayrıca aynı ciltte Kur’an-ı
Kerim’in tarihi hakkında kıymetli bilgiler bulmak mümkündür. Kur’an’ın
tanımı ile başlayan bu bölümde, vahiy, Kur’an’ın ezberlenmesi, Kur’an’ın
yazımında kullanılan malzemeler,
Kur’an’ın cemi, tertibi ve çoğaltılması
konularına muhtasar bir biçimde yer
verilmiştir. Birinci cildin son bölümü
olan “İslamiyet İnsaniyettir” ana başlığı altında A. Ragıp Akyavaş’ın gazete
yazılarına ve Ankara Radyosu’nda yaptığı dinî-ahlaki sohbetlerine yer verilmiştir. Bu sohbetlerde ferdî ve içtimai
hayatta Müslümanın sahip olması ge-
80 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2015
reken hususiyetler kısa ve özlü bir şekilde ifade edilmiştir.
Eserin birinci cildinin devamı niteliğinde olan ikinci ciltte inanç, ibadet ve
ahlaka dair pek çok konu ele alınmıştır. Bu konular, okuyucuyu sıkmayacak ve okuyucunun kitapla bağını sıkı
tutacak bir üslup ile muhtasar tarzda
işlenmiştir. Ayrıca bu ciltte Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi sahabenin önde gelen isimlerinin hayatlarından kesitler, menkıbeler, şahsiyetlerine dair bilgiler sunulmuştur.
İkinci cildin son bölümü “Okuyucu
Mektupları”na ayrılmıştır. Bu mektuplar çoğunlukla dinî konularda bilgi edinmek isteyen okuyucular tarafından
1964-1969 yılları arasında Akyavaş’a
yöneltilen sorular ve onun bu sorulara
verdiği yanıtlardan ibarettir.
Eserin, Arapça ve Osmanlıca pek çok
kelimeyi ihtiva etmesi yönüyle, yazıldığı dönemin dilsel özelliklerini yansıttığı söylenebilir. Eserde, çoğu zaman
anlatılan konuyla ilgili şiirlerin nakledilmiş olması ve betimlemelere yer verilmesinin yanı sıra akıcı bir üslubun
da hâkim olduğu gözlemlenmektedir.
Eser, 2014 yılında Türkiye Diyanet
Vakfı tarafından “Fahr-i Kâinat Efendimiz” adıyla iki cilt hâlinde neşredilmiştir.
(A. Ragıp Akyavaş, Fahr-i Kâinat Efendimiz, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2014.)
Prof. Dr. Mehmet Görmez
OTTO Yayınları
Ankara, 2014
Hadis İlminin Temel
Meseleleri
Prof. Dr. Mehmet Görmez
OTTO Yayınları
Ankara, 2014
Kalbin Erbaini
Prof. Dr. Mehmet Görmez
OTTO Yayınları
Ankara, 2014
Gazâlî’de Sünnet,
Hadis ve Yorum
Prof. Dr. Mehmet Görmez
OTTO Yayınları
Ankara, 2014
Kur’an-ı Kerim Ayet-i
Kerimelerinin Nurları
Huzurunda HATUN
Musa Carullah
Yayına Hazırlayan:
Prof. Dr. Mehmet Görmez
OTTO Yayınları
Ankara, 2014
Yenİ Yayınlarımız
Sûretu’l-Halâs
fî Tefsîri Sûreti’l-İhlâs
Taşköprîzade Ahmed Efendi
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve
Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz.
ww.diyanet.gov.tr
Ey insanlar! Şüphe yok
ki, biz sizi bir erkek ve
bir dişiden yarattık ve
birbirinizi tanımanız için
sizi boylara ve kabilelere
ayırdık. Allah katında en
değerli olanınız, O’na
karşı gelmekten en çok
sakınanınızdır. Şüphesiz
Allah hakkıyla bilendir,
hakkıyla haberdar olandır.
(Hucurat, 49/13.)
FİYATI: 5TL