FARK - Milli Eğitim Bakanlığı

EDEBİYAT, SANAT VE FİKİR
FANZİNİ
Yıl: Mayıs 2014
Editörler: Alperen KARTAL Hadi TUNÇEL
Kapak Tasarımı: İlkşen ÇEPNİ Şevval GÜRCAN
Dergi ve Logo Tasarımı:
Yasin ÇELİK
Yazılardaki görüşlerin sorumluluğu
yazarlarına aittir.
İÇİNDEKİLER
YAZARLAR
1.Sunuş
Editörlerden
2.Boş Vakit Na-Hoş Ömür (Deneme)
İ. Sefa ÇAKIROĞLU
3.Yıkılmayan (Öykü)
Nazife ÇELİK
4.Ozan’a Fıss’lamayın (Araştırma)
Ayşegül TİYEK
5.Köprüdeki Kız (Deneme)
R. Yağmur SAÇAN
6.Kulis Artığı (Araştırma)
Enis KÜÇÜK
7.Etkili Ders Çalışma Teknikleri (Araştırma)
İ. Sefa ÇAKIROĞLU
8.Tablet Tablet Çikolatalı Müshil (Eleştiri)
Hadi TUNÇEL
9.Yalanına İnan (Deneme)
Nazife ÇELİK
10.Ceza (Öykü)
Alperen KARTAL
11.Evren Durakları (Tanıtım)
Ş. GÜRCAN-İ. Sefa ÇAKIROĞLU
12.Dünya Küçük Değil (Deneme)
Esra BAŞKAYA
13.Titanfall (Oyun)
E. Onuralp GÖLBAŞI
14.LOL (Oyun)
Alperen KOLAY
15.Düşlemek (Deneme)
Esra BAŞKAYA
16.Bir Avcının Gözünden Diyarlar (Öykü)
Enis KÜÇÜK
17.12 Yıllık Esaret (Eleştiri)
İlkşen ÇEPNİ
18.And The Oscar Goes To (Eleştiri)
Şeymanur YETİŞKİN
19.Spor (Araştırma)
Bengisu TAŞKOLU
20.Teşekkürler, Puro Kullanmıyorum(Tarih)
Mücahit KARAKÖSE
21.Siyah Cehennem (Öykü)
Bengisu ERİŞEN
22.Boş Tekne (Tanıtım)
Şevval GÜRCAN
23.Senin İçin Binlerce Kez (Öykü)
R. Yağmur SAÇAN
24.Zihinseli (Araştırma)
İ. Sefa ÇAKIROĞLU
25.Berdüş (Deneme)
Hadi TUNÇEL
26.Fark (Eleştiri)
Alperen KARTAL
Mayıs 2014
“Büyük fikirler yüzünden ahlakı bozulacak kişilere yazıklar olsun.”
Marquis de Sade
Okuyucularımıza,
Yaratıcılığımızın getirdiği olgu bütününde hiçbir zaman insanlara belli fikirleri anlatmayı
düşünmedik. Şu an satırlarını okuduğunuz bu fanzin tek bir fikrin değil, büyük düşüncelerin yansımasıdır. Yolumuzda yürürken sivri taşlara çarpsak da ilerlemeye devam ettik. Aslında bu fanzin
emeğin ve azmin başarısıdır.
Şimdi sizlere bilimi, edebiyatı, felsefeyi ve sanatı, parlattığımız bir tabakta sunuyoruz. Bu
uzun ve zor süreçte bizlerde emeği geçen herkese saygılarımızı sunuyor, dergiye katkı sağlayan
tüm arkadaşlarımıza tekrar tekrar teşekkür ediyoruz.
Keyifli okumalar…
Editörlerden
2
Mayıs 2014
BOŞ VAKİT NÂ-HOŞ ÖMÜR
Boş iş, adeta ömür törpüsüdür. Boş şeylere dalarak vakit geçirip gönül eğlendirmek
isteyenler tatmin olamazlar hiçbir zaman. Saatlerce amaçsız bir şekilde bir yerlerde gezse,
koltuğa yaslanıp saatlerce boş boş televizyon seyretse, saatlerce insanlarla boş konuşup dedikodu yapsa sonunda aklını ve hafızasını yıpratıp sadece kendini yoracaktır. Oysa hayatının
kıymetini bilen insanlar, zamanın değerli olduğunun farkındadırlar. Gezmeleri, muhabbet
etmeleri her zaman bir amaç taşımaktadır. Böylece hayatlarının her anını amaçlı işlerle
süslerler ve kendilerini de boş yere yıpratmazlar.
Basralı ilim adamı Amir’i ziyarete gelenler: “Bize vakit ayırsan da oturup şöyle biraz
sohbet etsek.” derler. Parmağıyla gökyüzünü göstererek der ki: “Tutun şu güneşi, yerinde
saysın; ben de sizinle oturup sohbetle vakit öldüreyim. Bunu yapamıyor, vakti durduramıyorsanız, izin verin bir daha ele geçiremeyeceğim vaktimi pişman olmayacağım şeylerle değerlendireyim!..” Evet, “zamanı harcamak” önemli olanı, ertelememize neden olan bir tuzaktır.
Zamanı harcamak, hayatı harcamaktır. Bu nedenle herkes zamanına sahip çıkmalı ve
bilinmeli ki zaman kendi varlığımızı, kıymetlendirme adına bize verilen bir emanettir.
Kıymetli düşünür Benjamin Franklin, “Hayatınızı seviyorsanız zamanınızı boşa geçirmeyiniz;
çünkü zaman hayatın ta kendisidir.” demektedir.
Bir servet kadar değerli olan zaman, kum tanelerinin avucumuzdan kaydığı gibi gözlerimizin önünde iz bırakarak kaymakta. Onu değerlendirmezsek ardından sadece pişmanlıklar
gelir. İmam Şafii şöyle dile getirir zamanı boşa harcamanın bilinçsizliğini: “Zamana kusur
buluruz, oysa zaman konuşacak olsa utanırız.”
Eski bir Çin atasözünde: “Zamanın bir anını israf etmektense tüm servetinizi bir
kuyunun dibine atmanız daha iyidir.” şeklinde geçmekte. Çünkü zaman bir kez gittiğinde,
sonsuza kadar gitmiştir. Ve insan vaktini neyle geçiriyorsa o, odur.
Dünya üç günlüktür. Gözümüzü açıp kapatana kadar gelir geçer. Zamanla, zamana
yenik düşmemek için çok dikkat etmeliyiz. Her an, sonsuz derecede kıymetli. Bunu anlayabilirsek ne ala. Zamanı öyle güzel değerlendir ki, “Yarın vefat edeceksin!, denilse bile programında herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı hissetmeyesin!..” diyor bir yazar. Fazla söze ne
hacet. Sözlerine kulak verenlerden ve hayatı hakkı ile yaşayanlardan olma ümidi ile.
3
İsmail Sefa ÇAKIROĞLU
Mayıs 2014
YIKILMAYAN
Ufalmıştı gözleri, sessizleşti birden. Sitemli bakışların yerini acı bir kabulleniş
aldı. Bütün emekleri, bütün geçmişi, bütün hayatı eşyalarını doldurduğu kamyonla geçti
gitti karşısından. Harcını kardığı, duvarını ördüğü, sevgisini demlediği kondusu gözlerinin önünde
parçalanıyordu. Bağırdı çağırdı, sonucunu alamadıysa da direndi. Yorgun düştü yaşlı bedeni. Artık
bıraktı, kendini parçalanmış bir tuğla parçasına. Oturdu ve izledi zorla yıktıkları kondusundan kalan
döküntüleri... Umutlarını, yarınlarını almışlardı gaddarca ve itinayla.
- Durun! Yıkmayın o duvarlar benim evlatlarım; bacası karımdır, ocağımdır, aşımdır, hayatıdır. Vurmayın kepçelerinizi, kirletmeyin mahallemi. Zabıtalar ne durursunuz burada? Benim güzel
kondumu gökdelene mi bırakacaksınız?
Şimdi elinden oyuncağı alınmış bir çocuktan farksızdı. Apağır bir vebal bıraktı geride, elinden kondusunu çalan zorbalara. Alın teri silinmişti. Oysaki bir çaba vardı, bir emek vardı, uykusuzluğun hayrı vardı; karısının anısı, anasının şefkati vardı. Yüreğine kondu bir acı, yüreğine koydu
yuvasını. Yalınayak koştu kucağında taşlarla...
Nazife ÇELİK
OZON’A FISSLAMAYIN!
Her gün evden çıkarken güzel kokmak için bol bol parfüm sıkıyoruz. Ama bunun zararlı
yönlerinin olduğunu unutmamalıyız. Ozon tabakasını tehlikeye sokan etkenler arasında, CFC
(kloroflorokarbon)’ler diye anılan klorlu ve florlu karbon bileşikleri özel bir yer tutuyor. Saç ve
deodorant gibi sprey tenekelerinde, buzdolaplarında ve plastik köpük yapımında eskiden beri kullanılan yapay kimyasallardan olan CFC’ler, atmosfere kadar yavaş yavaş ve ayrışmadan yükselmektedir. CFC’ler, Ozon tabakasının olduğu bölgeye varınca kuvvetli güneş ışınlarının etkisiyle parçalanıp klor atomlarına ayrılıyor. Tek bir klor atomu, zincirleme reaksiyonla binlerce ozon
molekülünü parçalayabilmektedir. Bunun sonunda güneşin zararlı ışınları yeryüzüne ulaşarak cilt
kanseri gibi hastalıklara ve ölümlere neden olabilir. Yani bu kimyasalların etkisini göz ardı etmek
mümkün değil.
CFC’lerin kullanımı yasaklanmış olmasına karşın, tehlikeleri henüz geçmiş değil. Aslında
torunlarımıza kadar da uzanacağa benziyor. Çünkü bunların etkileri 50 yıl gibi bir sürede ortaya
çıkıyor. Ne olur ne olmaz deodorantlarımızı almadan önce, üzerinde yazan bilgilere bir göz atmak
hiç de fena olmaz. Hatta üzerinde “ozonla dost” gibi etiketli olanları tercih edebiliriz. En azından,
torunlarımızın hatırına. Ayrıca bir şişe parfümde 600 sentetik kimyasal madde vardır. Parfüm sektöründe çoğu zararlı ve tehlikeli olan 5 bin çeşit kimyasal madde kullanılmaktadır.
4
Mayıs 2014
Çevresel açıdan baktığımızda parfümün en büyük tehlikesi, içerdiği kloroflorokarbon gazlarının Ozon tabakasına zarar vermesidir.
Biyolojik açıdan baktığımızda, kalitesiz parfümlerin cildimizde oluşturduğu alerjik reaksiyonları örnek verebiliriz. Eğer hassas bir cilt yapımız varsa parfüm kaliteli bile olsa cildimize
zarar verebilir.
Toplumsal açıdan baktığımızda ise, yerli yersiz parfüm şişesine batmış gibi ağır kokulu parfümler kullanmak özellikle toplu taşıma araçlarında başka insanları rahatsız edebilir.
Spreyler tam 72 saat sıkılan yerde etkili olur. İçindeki diehoruos ve pyrethirms gazları arıları
bile öldürür. Hatta sudaki canlıları bile etkiler. Bu durumun bir sonucu olarak cilt kanseri riski ve
gözlerde katarakt oluşma olayında artış gözlenmektedir. Bir sivil toplum kuruluşunun yaptığı araştırmada: Alerjiden, iç salgı bezlerinin işleyişinin bozulmasına kadar bazı hastalıklara neden olabileceği gösterildi. Kaliforniya’daki bağımsız bir laboratuarda test edilen 17 parfümden 12’sinde erkek
bebeklerin genital organlarında gelişim bozukluklarına yol açan dietil fitalat maddesi belirlendi.
Test edilen parfümlerde ortalama 14 “gizli” kimyasal maddenin bulunduğu ve yasal boşluk
nedeniyle bu bileşenlerin parfüm adı altında bir araya getirildiği belirtildi.
Ben bu yazıyı yazmakla kalmadım, parfüm şişelerimi çöpe attım. Size de tavsiye ederim.
Ayşegül TİYEK
KÖPRÜDEKİ KIZ
Düşünüyordu köprüdeki kız. Yağmurun tenindeki ritmini, rüzgârın kemiklerindeki dansını,
güneşin gülüşüne vuran hüznünü. Mutluluğu, mutsuzluğu. Soğuğu hissetti köprüdeki kız. Düşünüyordu. Sonbaharda düşen eylül yaprağından, ağlayan bir bebeğin cennet kokusuna kadar. İnsanları,
yok olan vicdanlarını. Güzel bir kalp yerine, güzel bir tende aradıkları aşklarını. Bir gözyaşını düşündü mesela. Bir kadının gözlerinden akan sıcak gözyaşını. Nefretle dolu kalbini. Mutsuzluğunu
düşündü. Gece kararırken denizin kokusunda bulabileceği mutluluğa rağmen, kendi yarattığı mutsuzluğunu. Paslanmış demirlere dokundu köprüdeki kız. Dünyanın ona söylediği şarkıyı dinledi.
Ritmi hissetti. Çayını yudumladığında içine dolan huzuru fark etti. Kalbini dinlemeyi öğrendi.
‘Kim, ne der?’ demeyi bırakıp, koşmayı hayal etti. Gökyüzüne baktı köprüdeki kız. Ve bir martı
olup sonsuzluğa uçtu. Pusulası kalbiydi.
Rümeysa Yağmur SAÇAN
5
Mayıs 2014
Kulis Artığı
“İnsanı, insana, insanla anlatmak.”
Kimilerine göre sadece bir eğlence, sadece bir boş zaman aktivitesi, kimilerine göre bir boş
zamandan fazlası ve belki de her şey. Rönesans sonlarından itibaren insanı tanıyan, bilen, gözeten,
düşlerini gerçekleştiren ve davranışlarını sergileyen bir düşünce sahnesi. Ve belki de evrendeki en
üstün varlık kabul ettiğimiz insanı en doğru ve “Ben bu muymuşum?” demeye sürükleyen sorgulamalar bütünü.
Yunancada seyirlik yeri anlamına gelen ve ‘’tiyatro’’ olarak telaffuz ettiğimiz imgesel
olayların, hayattan kesitlerin belirli bir süre içerisinde karşı tarafa aktarılmasına tanık olduğumuz
düşünce akımına bir göz atmak ister misiniz?
Milattan önce 8. yüzyılda ilk tiyatro binaları, halk arasında yaygınlaşmadığından tapınaklar
halinde görülmüştür. Tapınaklarda oynanan oyunların merkezi, Yunan Tiyatrosu olarak adlandırılırken o dönemdeki toplumsal olaylardan ziyade kilise ayinleri ve İncil’deki fantastik olayları sergilemek için kullanılmıştır. Günümüze kıyasla var olan imkânsızlıktan ve ötekileştirmeden dolayı
bir dönem sadece tahtadan açık hava sahneleri kullanılmıştır.
Aristoteles’e göre tiyatro insan hareketlerinin bir taklidi, temsili ve zihninde verdiği savaşı
dışa aktarmasıdır. Bu zihin savaşı, dönem içerisinde yüzlerden çok çeşitli maskelerin kullanılmasına sürüklemiştir oyuncuları. Günümüz Antik çağ araştırmacıları tarafından büyük ilgi toplayan
duvar çizimleri, kullanılan maskeler için ilham kaynağı olmuştur.
Maskeler ve ilkel çizimlerle başlayarak zamanla gelişen ve yoğrulan; şamanlardan felsefe
ve düşünce akımına kapılıp giden tiyatro, hiçbir zaman dayatmalara karşı boyun eğmemiştir. Bir
dönem tüm dünyaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu tiyatrodaki gelişmelere ilgisiz kalmıştır.
Diğer yanda Papa, kültürel gelişimi engellemeyi ve tiyatronun çıkış yaptığı dönemdeki gibi İncil’e
dayalı dini oyunların katı bir şekilde devam etmesini istemiştir. Beraberinde kendi tiyatrosunu inşa
ederek özgür düşünce ve felsefe ile bağdaştırılan oyunlara karşı çıkmış; bu yönde ilerleyen senaristlere ve oyunculara ölüme kadar giden ağır cezaları uygun görmüştür. Buna karşın aydın kesim
rönesans ve reform hareketlerine kadar örgütlü bir biçimde, Papa’nın bir dediğini iki etmeyerek ve
ağır dini kuralları halka yazdığı oyunlarda toplumsal mesajlar vererek aktarmaya çalışmıştır.
6
Mayıs 2014
İniş-çıkışlarla dolu, engellemelerle, dayatmalarla ve kısıtlamalarla gelişip giden tiyatro,
ilerleyen zamanlarda yaygınlaşmış ve kendi içerisinde işlediği temalar gereğiyle ayrılma gereği duymuştur. İtalya, Fransa ve İngiltere sömürü üçlüsünün burjuvai sınıfa hitap eden oyunlarının yanı sıra halkın sorunlarını dile getiren, modern komediyi esas
alan, trajedik olayları hissettiren ve mitolojiyi tema olarak uygun gören oyunlar da yazılıp çizilmiştir.
Sonralarda ise romantizm ve duygusal konular üzerinde durulan oyunlar sergilenirken yıllar geçtikçe tiyatroya ciddi eğilimler görülmüştür. Gerçeklikten simgecilik, izlenimcilik, doğalcılık, gelecekçilik ve dışavurumculuk gibi modernist akımlara geçilmiştir. Kültürel bir bilgi birikimini gerektiren bu tür oyunlar kolayca seyirci çekememesine rağmen kaybolmamış, konu sınırlaması olmadan rahatça istediğini sahnede belirtmiştir. Unutmayın,
“Ars longa, vita brevis.”
“Sanat uzun, ömür kısa.”
Enis KÜÇÜK
ETKİLİ DERS ÇALIŞMA TEKNİKLERİ
Bildiğiniz gibi okuldaki dersler, akabinde YGS ve LYS için planlı çalışmanız gerekiyor.
Sayfalarca bilgiyi beyninizde güvenli bir noktaya transfer etmek ve orada saklı tutabilmek oldukça
zorlu bir iş. Ancak bu 9 etkili ders çalışma tekniği ile emin olun, bilgileri çok daha hızlı ve verimli bir biçimde fethedeceksiniz:
1.
Çalıştığınız konuları ilginç hale getirin.
Çalıştığınız konulara ilk baktığınızda “Bu benim ne işime yarayacak?” diyebilirsiniz, an-
cak unutmayın. Hayatta her öğrendiğiniz şey, bir oyunda seviye atlamanıza yarar gibi sizin dünyayı ve onu yöneten kuralları anlamanızda bir adım daha ilerlemenizi sağlayacak. Örneğin, türev ve
integral mi çalışıyorsunuz, limit sonsuza gittiğinde bunun ne demek olabileceğini tekrar düşünün.
Fizikte kaldırma kuvvetini mi çalışıyorsunuz? Öğrendiğiniz konunun inşaat araçlarında nasıl etkili
olduğunu hayal edin. Böylece öğrendiğiniz konular sadece kitapta kalmayacak, siz onları gerçek
hayattan örneklerle özümseyeceksiniz.
7
Mayıs 2014
2. Zamanınızı iyi planlayın.
Plan başarı getirir. Özellikle gelecek sene için sınavlara çalışıyorsanız, zamanınızı en iyi şekilde değerlendirmek için kesinlikle bir çalışma programınız olsun.
3. 20 ila 50 dakika arası değişen bloklarla çalışmaya gayret gösterin.
Zamanlı test çözmek gerektiğinde bu mümkün olmayabilir, ancak konu okumaları ve
tekrarı yaparken özellikle dikkatinizi kaybetmemek için arada sandalyenizden kalkıp koşun, sıçrayın, takla atın. Beyninize kan gidişini hızlandırmak için elinizden geleni yapın.
4. Kendinize çalışmak için güzel bir yer bulun.
Bu odanız olabilir. Ancak her gün odanıza kapanıp ders çalışmak bir süre sonra canınızı
sıkabilir. Maalesef Türkiye’de kütüphanelerin azlığı kütüphaneleri önermememizi zorlaştırıyor.
Ancak yakın çevrenizde bir kütüphane varsa burası çalışmak için ideal yer olabilir. Bazı öğrenciler ise yakın çevrelerindeki kafeleri ders çalışmak için tercih ediyorlar. Yer tercihiniz, ne kadar
sesli bir ortamda çalışmak istediğinize bağlı olarak değişebilir. Psikolojik araştırmalar gösteriyor
ki hafif ses, ders çalışma temposunu arttırabiliyor. Ancak çok yüksek sesli müziğin olduğu ve
insanların bağırdığı ortamlarda ders çalışmaktan sakının.
5. Zihninizi berrak tutun.
Eğer ders çalışmadan önce aklınızda çok fikir olmasından dolayı odaklanamıyorsanız,
beyaz bomboş bir kâğıt alın ve aklınızda sizi meşgul eden şeyleri buna dökün. Hepsini yazdıktan sonra göreceksiniz ki zihniniz rahatlamış ve ders çalışmaya hazır olacaksınız.
8
Mayıs 2014
6. Ders sırasında atıştırmalıklarınız yanınızda bulunsun.
Özellikle de odak kaybetmeden uzun saatler çalışmak istiyorsanız, kan şekerinizin çok düşmesini beklemeden hemen atıştırabileceğiniz yiyecekler yanınızda veya
yakınınızda bulunsun. Ancak bunları soru çözerken veya bir şey okurken yemeyin.
Sadece yemeği çiğnemek bile oldukça dikkatinizi dağıtacaktır.
7. Önce en önemli şeyleri öğrenin!
Bir konuyu okurken sadece okuyup geçmeyin. Okuduğunuz kitaba neleri ve nasıl not aldığınız oldukça önemli. Her okuduğunuz bölümde en önemli noktaları bulun ve işaretleyin. Anlamadığınız konuların yanına soru işareti koyun. Ya da anlaması zor konseptlerin yanına kendiniz
not alarak daha basit bir dille açıklayın. Okumayı pasif bir aktiviteden, oldukça hareketli ve aktif
bir aktivite haline getirin. Konuları okurken fosforlu, renkli tükenmez kalemleriniz ve kurşun kaleminiz yanınızdan eksik olmasın.
8. Çalışma kartları yapın.
Formül mü ezberlemeniz gerekiyor? Hemen bir çalışma kartına bunu yazın. Bir kelimenin
anlamını hep unutuyor musunuz? Kartın ön kısmına Türkçesini, arkasına da İngilizcesini yazın.
Çalışma kartlarınızı hep saklayın. Konuları tekrarlamanız gerektiğinde veya sınavlara hazırlanırken bu kartlarla oynayarak çalışın.
9. Bir grupla çalışın.
Amerika’da yapılan bir psikolojik araştırmada işbirlikçi ve bireysel öğrenme karşılaştırılmıştır. Asyalı öğrenciler grup halinde çalışarak birbirlerine destek olurken; Amerikalı öğrenciler
ise tek başlarına çalışmayı tercih etmişlerdir. Grupla çalışmanın başarıyı getirdiği üniversite başarılarıyla ortaya konmuştur.
9
Mayıs 2014
Asyalı öğrenciler, grup halinde çalışarak birbirlerine soru sorarak konuyu anlamaya
çalışıyor ve birbirlerinin bilgilerinden yararlanıyor; Amerikalı öğrenciler ise Asyalı
öğrencilerin ulaştığı bilgiye sahip olana kadar saatlerini kaybediyor. Dolayısıyla sizi
motive eden birkaç arkadaşınızla çalışmaya önem verin.
Üstelemek başarının temel unsurudur. Kapıyı yeterince uzun süre ve yüksek sesle çalarsanız, birilerini uyandıracağınızdan emin olabilirsiniz.
İsmail Sefa ÇAKIROĞLU
“Hiçbir çiçekçi dükkanının demir kepenleri olmaz . Çünkü kimse
aklına getirmez çiçek çalmayı.”
Boris Vian
10
Mayıs 2014
TABLET TABLET ÇİKOLATALI MÜSHİL
“Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir
kutuya bakmak istemezler.” Bu sözlerin sahibi Daryik F. Zanuck (20, Century Fox
Başkanı) 1994 yılında dünyanın en büyük tarihi ve bilimsel gaflarından birinin altına imza attı.
Günümüzde her akşam o kutuya bakmak isteyen insanlarla birlikte yaşıyoruz ama bazılarımızın
sabrettiğini biliyorum.
Bizler ne kadar sabırlı olabileceğimizi kanıtlamış bir toplumuz. “Kurtlar Vadisi”ne tam
on yıl sabrettik ve Kutlar Vadisi’nin bize getirdiği tüm düşünce furyalarını yaşadık. Tabi ki bunlardan en önemlisi “Türkiye üzerinde oyunlar oynanıyor.” düşüncesiydi ve yeni eğilim bunun
üzerine söylevler vermek oldu. Artık bu tür söylevlere pek rastlamıyoruz çok şükür diyemeyeceğim. Çünkü bu düşünceye artık çoğu insan inandığı için bu tür söylevlerin ardı arkası kesildi.
Genel yargı “Türkiye üzerinde oyunlar oynanıyor.” oldu.
İster inanın ister inanmayın ama Zanuck’un işe yaramaz kutusu fikirlerimizi değiştiriyor
ama bu istenen yollarla yapılan bir şey değil. Edward Said’din bu konu hakkında derin şüpheleri
var: “Olgulara ve teknolojinin apaçık yararlarına gözü kapalı güvenden öte bir anlama gelmemeye başlayan bilim inancı kültürün genelinde bir zekâsızlaşmaya yol açmaktadır (...) ve (bu durum) eleştirel olmaktan uzak kamuoyunun ilgi alanına girmemektedir”. Bu afilli cümlede Said
şunu anlatmak istiyor: “Kitap okurken bile üstünde durulan fikre daha eleştirel yaklaşıyorsun bir
etrafına bak, bir kendine gel, birazcık soru sor.”
2011 yılında Çin’de bir olay oldu. Bilimkurgu dizilerinin çekilmesi ve kitaplarının yayımlanması yasaklandı. Çünkü bu tür yayınlarlarda insanlar, daha arzu edilesi bir hayat yaşıyorlardı ve Çinliler uçuk fikirlerle devlete karşı isteklerde bulunabilirlerdi. Bugün bu tür yayınların,
dünyanın çoğu yerinde serbest olması çok özgür toplumlar olduğumuz anlamına gelmiyor. Aksine bu tür arzu edilesi hayatlar gözümüzün önünde iken arzulayamayacak kadar hayal gücü yoksunu olduğumuzu gösteriyor, bu basit bir bilinç krizi aynı zamanda bir parodi. Modern kültür
ürünleri bunun en güzel örnekleri, şimdi reklamlar:
“İstediğiniz görünüme spor yapmadan ulaşın, yiyerek zayıflama.”
“Sipariş et, kapına gelsin, alışverişe çıkmadan alışveriş.”
“Diyet kola, kola özünün içerdiği 14 tip şekersiz.”
“Mentollü sigara soğuk algınlığına ve daha birçok hastalığa deva.”
“Fosil yakıt kullanan çevreci araba tipleri ve daha neler.”
11
Ama bunlardan bir tanesi favorim: “Çikolatalı müshil.”
Mayıs 2014
Artık sorunların ve çözümlerinin bir arada bulunduğu bu tür ürünleri satın alarak
mutlu olabiliriz. Tabi ki bu tür ürünler, televizyonu açtığımızda da karşımıza çıkıyor
artık.
Yeni trend “genç ve zengin” dizileri. Hepsinden nefret ediyorum ama bir tanesine karşı ayrı bir nefretim var. O da the O.C.’nin kitsch bir uyarlaması olan “Medcezir”. Nefretimin
sebeplerini derleyip topladım, efendim şu şekilde arz ediyorum:

Aşırı zenginlik

Gerçek bir sorun olmayışı

Realiteden uzaklık (Bir zamanlar Herodot Cevdet’le cezbelenirdik hey gidi günler… )
İlk sorum bu adamlar nasıl bu kadar zengin oldu. Bunun için ne kadar zenginler ona baka-
lım. Bu adamlar gayet lüks arabalara biniyorlar. Lüks mekânlarda fiyatlara bakmadan sipariş veriyorlar (Kendilerine özel bir butikleri var mı bilmiyorum. Yoksa hem zengin hem de görgüsüzlerdir.
Diğer yandan özellikle avm tarzı yerlerde alışveriş yapmalarını, daha derinden analiz etmek gerekir.). Ceplerinde para yerine kredi kartı var, banka ve faizlerden korkmuyorlar. Yedikleri yemekler,
gut hastalığına yakalatır cinsten. Yıllanmış şarap olmazsa susuzlukları dinmiyor. Kısacası adamların bir günde harcadıkları para 50. meridyeni rahatça doyurabilirken bu adamlar büyük problemler
yaşıyorlar. Zenginler ama mutlu değiller, al sana bir tablet çikolatalı müshil.
Bu miktar paraya sahip olmak çoğu insanın hayallerini rahatlıkla gerçekleştirir ve hayalleri
gerçekleşen insanlar ise mutludurlar. Bize verilen tablette ne yazıyor: “Zenginsen mutsuzsundur,
fakir olmak daha eğlenceli çabalama!” Emin olun neler hissettiklerini bilemezsiniz.
Ama bu mutsuzluk genelde maddi bir mutsuzluktur. İşin manevi boyutuna değinmeden önce
sizi Özben ailesiyle tanıştırmak istiyorum. (Umarım bu soyadı kimse taşımıyordur) Özben ailesi
orta gelirli bir aile olarak içimizden biri. Hayırlı vatandaş konumuna yükselmek için Bay ve Bayan
Özben tam dört çocuk yaptılar. Ayrıca bir çevreci olarak benzinli araba kullanmıyorlar. Sağlıklarına
önem verip Karatay diyetiyle besleniyorlar. Yani hafta ikiden fazla etli yemek yemiyorlar, şekeri
bıraktılar. Uyku düzenlerini bozmamak için çocuklarını hiç bir zaman partilere yollamadılar ama
üniversite sınavı için yeri geldi tüm aile fertleri uykusunu feda etti. Yeşilaycı diyebiliriz onlar için
içki kullanmıyorlar. Hiçbir zaman yıllanmış şarap içmediler, sıcak şarap ve türevlerini ise bilmiyorlar zaten. Bir gün Bay Özben devlet dairesinden eve gelmiş olsun. Televizyonda ise o insanlar karides vb. şeyleri lüks mekânlarda yiyorlar. Bay Özben sevgili eşine dönüp “Hanım bunlar bizim evde
niye yok.” diyor. Televizyonda kuzu etinde yapılmış pirzolalar ve biftekler, “Hanım bunlar niye
bizim evde yok.” dersen Bayan Özben ne desin “O tür şeyler televizyonda olur, bey!” mi desin?
Burada verebileceğimiz en önemli tavsiye bu tür sorular sormayı bırakması. Bunun sonu Şener
Şen’in başarıyla canlandırdığı çıplak vatandaş oluyor sonra, denemişliğimiz var çünkü.
12
Mayıs 2014
Ama siz bırakmayın ve sorun. Bu adamlar nasıl zengin oldu diye. Harcadıkları paraya fiş kesiliyor mu? Vergimi ben tam veriyorum, yoksa onlar hep Banker Bilo gibi
şey mi? Her şey eleştirilirken bu kesim eleştiriden muaf tutuluyor. Soru sorunca mutsuz olduğumuz bir ülkede yaşıyoruz. Cevabını bulunca değil bir şeyler yaptığımız
zaman mutlu olacağız. Ben on yıllık sabrın Kurtlar Vadisi’ne değil, soru sormamanın verdiği
zararlara karşı verdiğimize inanıyorum. İkinci tablet çikolatalı müshil, soru sormak mutsuz
eder.
En önemlisi ise bu tür şeyler gerçek mi? Aliağaoğlugil’lerin nasıl zengin olduğuna biraz
bakın derim. Bu adam basitçe zengin olmadı. Kitschliğin içinde boğulan reklam filmini hatırlayın. İnsanları mutlu edecek bir şey, kameraya bakıyor, gözünü kırpıyor ve yalan söylüyor. Bu
gerçekten doğru olabilir mi eğer bu tür bir çaban olsaydı 50. meridyene yardım etseydin derler
adama. Warren Buffet gibi servetinin %98’ini bağışlasaydın derler adama.
Üçüncü tablet çikolatalı müshil, 1. sınıf burjuva senin mutsuzluğun için uğraşmaz çünkü
senin mutsuz olup olmadığın onun umurunda olmaz.
2. problemi atlamışız. Bu insanlar neden mutsuz? Aslında değiller. Aşırı tüketmenin
doygunluğunu yaşıyorlar. Sen küçükken kazana düştün hikâyesi. Bir insan temel ihtiyaçlarını
karşıladıktan sonra geriye bu kadar uçuk parası kalmıyorsa mutludur zaten. Çünkü hayaline kavuşmuştur, küçük hayalleri olan bir toplum her zaman budala ve mutludur zaten. Lütfen yanlış
anlamayın Yahudiler gibi Babil Kulesi yapın demiyorum. Birazcık aç olun diyorum çünkü bunu
hak ediyorsunuz.
Dünyada bu tür insanların daha fazla türememesi için lütfen etrafınızda neler olup bittiğini anlamaya çalışın, çünkü anlamak değişimdir ve değişim konforu getirir, konfor ise anlık
mutluluğu. Bu adımlardan sonra yaşayacağımız ikinci bilinç krizinde Eric Fromm’a sarılırız.
Ve son olarak gazetelere ve medyaya değil, yaşadığınız şeylere inanın. Okan Bayülgen
bir TV programında televizyon izlemeyi bırakın demişti. Çok dürüst bir davranıştı aslında ama
gerçekleşmeyeceğini bildiği için bunu rahatça söyledi. Diyebileceğim tek şey eleştirel bir şekilde televizyon izleyin.
Hadi TUNÇEL
13
Mayıs 2014
YALANINA İNAN
Mutluluk için ‘neden’ mi arıyorsun? Yapma be kardeşim! Mutluluk kapını çalmaz, git bakalım bir de sen çal. Elin mi yok? Anlamıyorum, bu asık suratlarla çok mu
havalı oluyorsunuz? Gülümsemek, gülmek ve güldürebilmek tadından yenilemeyecek bir haz.
Nasıl mahrum kalır insan. Mutlu mu olamıyorsun, yalan söyle kendine! Hiç mi yalan söylemedin? Hani derler ya beyaz yalan, siyah yalan. Al sana pembe yalan. Yeni bir güne yeni bir senle
başla. Mutlu bir senle. Bak nasıl inanırsın yalanına. Denemekten ne çıkar.
Geçenlerde yürüyorum, karşıdan müthiş caka sahibi bir beyefendi dikkatimi çekti. Kolalı
bir gömlek, özenle yapılmış kravat, üstüne kondurulmuş soğuk bir yüz ifadesi... Neyse bizimki
kararlı bir edayla adımlarını sıklaştırıyorken ayrımına varamadığı bir boşlukla dengesini kaybederek klâsını bir hamlede bozdu. Hiç durur muyum? Bastım koca bir kahkahayı. “İki kuruşunu
da gülmeye mi verdin?” demez mi?
- Evet, efendim verdim. Keşke siz de verseydiniz.
Nazife ÇELİK
“Dertlerini gözyaşlarında boğmak isteyenlere, dertlerin yüzme
bildiğini söyle”
Aldous Huxley
DÜNYA KÜÇÜK DEĞİL
Dünya hiç küçük değil deriz. Dünya çok büyük, her köşesinde birini bırakacak kadar,
samimi dostları etrafa dağıtacak, her anında yeni bir hayatın sohbetini arayacak, hasretini duyacak kadar. Hep gitmesi gelmesi insanın, kendini usturupsuz bir gel-gite yerleştirmesi, elinde bir
bavul ve fazla ağır bir çantayla gezmesi… Bu yüzden kimseyi sığdıramamaktan tek bir zamana,
zaman bir milyona bölünmediğinden… Dünya küçük değil bu sebepten. Diye zırvalarız.
Anlarlar…
Esra BAŞKAYA
14
Mayıs 2014
CEZA
Milyonlarca bireyi sadece ölmek ya da ölmemek sorusuna muhatap eden zoraki umutsuzlukları, topyekün canlarını ve zihinlerini savunmaya çalışırken üstünü örtmeye çalıştıkları içsel fırtınalarından beslenen ve hiç kimselerin bilemediği zoraki bireyselleştirmeleri ve kusamadıkları bulantılarını hem kendilerinin hem de geride bıraktıklarının yaşadığı
zoraki yalnızlıkları anlatır bu zorunlu intihar.
Asla anlayamayacakları, asla bilemeyecekleri ama bir gün mutlaka gerçekle yüzleşecekleri;
serin ve kaynar soluklarını gökyüzüne verecekleri gün duyguları ve onlarla birlikle ufalanacak ilikleri, son saniyelerinde kabaran damarlarından habersiz üstlerine yürüyen bir avuç dolusu et yığınıyla mücadele etme gereğini kendinde bulmayan insanların, zorunlu kaçışlarıdır bilmediklerimiz.
Savaşlara, açlıklara, zenginliklere, topluma ayak uyduramayanların hikâyesi hiç görmediğiniz ve
göremeyeceğiniz bir yerlerde, tam arkanızdadır. Bu adam dünyadaki tüm sıkıntıları çekmiş ve tüm
başlangıçların sonunda erimiştir. Sizlere her gün gördüğüm bir hikâyeyi anlatıyorum. Sizlere düzenin düzensizliğini anlatıyorum.
Ben bugün dört arkadaşını öldürmeye çalışmış bunlardan ikisine çok yaklaşmış fakat başaramamış ve diğer ikisini de elinden kaçırmış; birinin yerine irice bir kediyi diğeri içinse yavru bir
ayıyı boğarak öldüren biri oldum ve hayatımın ilk günahını işledim. Çevremdekiler gibi ben de
yaptıklarıma inanamadım ve kendi içimde büyük savaşlar verdim. Böyle bir şey yapamazdım. İyiliksever ve dindar biriydim. 13 yaşımdan beri bir kez bile pazar ayinlerini kaçırmamıştım. Çalışkan bir mühendistim. Gayet iyi görünümlüydüm. Hep kötülükten uzak durmuş ve kanundan yana
olmuştum. Şimdi ne olmuştu da böyle bir yanlışa düşmüştüm. Toplumda parmakla gösterilen kişilerin başındaydım. Hayatım boyunca bir kere bile hırsızlık yapmamıştım. Tüm işlerini planlı yapardım ve hep dakik olmuştum. Şimdi iki elim alnımda yerdeki desenleri sayıyordum.
O dönemde birini öldürmenin cezası sertti. Mahkeme beni ölüme mahkûm etmiş, ayı ve
kedi içinse ellişer tane altın istemişti. Ayı ve kedi hayatlarının insan yaşamıyla eşit sayılması için
ne yapmalıydı? Pazartesi akşamı pazarlar toplanırken sinsi bir şekilde yakalanmış kelepçeleri ellerime yemiştim. Şikâyetlerin nereden nasıl geldiğini dahi anlamadan, yalanlar söylüyordum. Haber
ilçeme yayıldığında alacaklılarım ve düşmanlarım olayı desteklemiş. Yıllardır kasabalarda olan
cinayetleri benim işlediğimden şüphelendiklerini ama iyi bir vatandaş oldukları için kanıt bulmadan kimseyi kötü duruma düşürmek istemediklerini söylemişlerdi. Yargıcım ise nihilist bir ihtiyardı ve acıma duyguları yoktu. Baskıcı bir papaz ailesinde büyümüş merhamet nedir öğrenememişti.
O günlerde çok kez insan canı alınıyordu ki cezamı 6 gün sonra bir pazar gününe vermişti. Pazar
günü giyotini boynumla boyayacaktım.
15
Mayıs 2014
Tutuklandığımda tüm mallarıma el konuldu ve üstüme mahkûm kıyafetleri verildi.Hücrem soğuk olmasına rağmen evimden daha sıcaktı. Taş yatak bile konforlu
olduğu için tebessüm ettim, gizledim. Ziyaretime bir kişi bile gelmemişti ve gözlerim
son yazdığım yamuk satırları verecek birini aramaya koyulmuştu. Sürekli tanrıya dua
ediyor, korkumu dövmeye çalışıyordum. Ben ölecek miydim? Ölüm benim için büyük bir uçurumdu. Sürekli nasıl öleceğini düşünmüştüm ve sonucunu acı içerisinde bulmuştum. Bu ürkütücü
eşikte rüzgârın saçlarımı gözlerime sokmasını tadıyordum. Kesinlikle ilgisiz kalamamak için fazlasıyla eğitilmiştim. Buna rağmen son günlerimi altı pirinç tanesi ve küflenen bir tasta suyla ölümün kurtuluşunu ve tanrıya kavuşacağı o anı düşleyerek geçirdim. Tüm düşüncelerim, iliklerime
kadar kancalarını geçirmiş, parça parça koparıyordu. Durmadan hücrenin fareli deliklerinden
dünyaya bakıyor ve korkunç karanlıklar görüyordum. Tüm duygu durumlarını unutmuş; doğumdan şimdiye kadar ölümü düşünen bir Çinli keşiş olmuştum. Çaresiz ve yorgundum. Yardım edecek biri yoktu. Yaşadıklarımın ve hissettiklerimin, yaptıklarımın ve yapacaklarımın cezası olduğuna inanmıştım. Ölmeden önce sıfırlanıp çürümek mucizevî olurdu. Bu tüm sıfırların altında
ölümün sessizliğini çok sonradan duymuştum. Aslında hep yanımda duran bir şeymiş gibi; ben
şaşkınlıkla fark etmiştim. Hepsinin ötesinde beni eksilere düşürecek şeyler hissetmemin nedenini
hiç anlamamıştım. Ölümü iyi karşılayamadım. Soru’nun olmayan şıklarını seçmeye zorlanıyordum ama ortada ne soru vardı ne de seçecek bir cevap. Kan isteksizdi ve yağmur yağmıyordu.
O beş gün benim için elli seneden fazlaydı. Buradaki zaman kavramını anlatamam. Tarif
edemem ya da kanıtlayamam ama ben o elli senede hayatımı tamamladım. Asıldığım gün 27 yaşında değil 87 yaşında olacaktım. Son yıllarıma doğru dini inancım da zayıflamıştı. Dualarımla
göklere bağırıyordum cevabı sevgiden yoksun.
Gerçeklikle rüya arasında gidiyordum ve ben karanlık bir köşede oturuyordum. Karanlık,
çok karanlık bir köşede… Loş bir ışığın dahi aydınlatamadığı o köşede. Çaresiz, nedensiz, hissiz
bir şekilde... Sürekli acıyla gülümseyen o muhteşem cesetleri görüyordum. Burnumda gerçeğin o
leş kokusu, her şeyin o leş kokusu; örümceklerin, gözlerin, yüzlerin, sıfatların, gardiyanların, kaldırımların, hücre demirlerinin, okulların, ev sahiplerinin, ormanın, ormansızlığın, ışığın, ışıksızlığın ve hiçbir şeye sahip olamamanın… Anlamsızca saatlerce oturabiliyordum. Öleceğim günü
beklemek içimi kemirip duruyordu. Bir an önce olup bitmesini arzuluyordum. Mağaramda hareketsizce yatarken uyku nedir unutmuşken milyonlarca iğrençlik görüyordum. Hücremde olmayan
o rafların, dolapların ve her şeyin üzerime yıkıldığı iğrenç bunalımlardan bir türlü çıkamıyordum.
Gerçekliğini anlayamamam için birisi beni tutuyordu sanki ve o yatağa zincirlenmiş bir şekilde
donup kalıyordum. Üstüme yıkılanları engelleyemiyordum ve onlar her seferinde daha sert
çarpıyordu.
16
Mayıs 2014
Ben ölümü hak etmiyordum. Sinirim yıllardır itaat ettiğim liderlerime ve onların getirdiklerine karşı isyana dönüşmüştü. Hepsinden tiksiniyordum. Aslında bu kadar rahat
davranmalarını yediremiyordum.
Ufacık bir delikten baktığınızda dahi gözünüze giren umutsuz gerçekliği sadece ben mi
görebiliyordum? Onlar da görüyormuş ancak gerçeği anlayamamaları için gözlerinde sadece bana
takılamayan bir lens olduğunu düşünüp her şeyi unutmaya çalışıyordum.
Bugün benim ölüm günüm. Karara bir kere bile itiraz etmedim. Kızdığımı ve üzüldüğümü
belli etmeden hissiz kaldım. Cellâdım giyotini temizliyor ve bilemek için hızlanmaya başlıyordu.
Çünkü o da işi düzgün yapmak isterdi. Saatler çabuk geçmişti. Kendimi her şeye hazırlamış sansam da ruhumu 50 senede yoğuramazdım. Ancak yalancı memeler vermiş, onu kandırmıştım. Ruhumun gerçeklikle karşılaşınca bana daha da sinirleneceğinden habersiz kalmıştım. Vücudumdan
terler akmaya başlamış, giyotine yatacak gücüm dahi kalmamıştı.
Kişi ölümü kendi tatmadığı, ondan daha da önce bir cesede dokunmadığı, bir canlının ölümünü görmediği sürece fazla önemsemez. En azından kendi için tatmin edici cevaplar verir ve anını yaşar. Fakat tüm gerçekliğiyle ölüme yaklaştığında büyük sarsıntılar geçirir. Kişi ölümüne altı
saniye kala zaten ölmüştür. Giyotin insanın demirle hesaplaşmasıdır; sadece cezalandırma kanunları adı altınla kamufle edilmiştir. Aslında toplumun tüm sorunları ölüm cezaları kadar tiksinç midir ya da ölüm cezaları toplumun bakışları kadar? Eğer ki ölüm cezası yeterliyse toplumda neden
hala suç işlenmektedir? Ve bu adam bu cezayı hak ediyor mudur?
Ölüme saatler kala kendimden uzaklaştığımı hissettim. Kadersiz çıkmazlarımın getirdiği
büyük bulutlu okyanusların sınırındaki adaların vermiş olduğu büyük fırtınaların sonucuyla yüzleştim. Aslında bugün hayatını en iyi şekilde yaşamaya çalışmış -büyük bir olasılıkla da başarmışbir adam öldü. O yalan söylemedi. O hırsızlık yapmadı ya da insanları kandırmadı. O sadece düzenin getirmiş olduğu düzensiz yırtmaçların arasına tutunamadı. Normal olmadığını ve normal olmanın anormal olduğunun farkında olmamak olduğunun bilmek olduğunun farkında olan adamın tüm
paradokslardan uzaklaşması yıllar önce değil bugün gerçekleşti ve dünyayı değiştirdi. O geçmişte,
şimdi ve gelecekte yaşamını sürdürdü ama vücudu, davranışları hatta düşünceleri bile tanımadığı
kişiler tarafından yönetildi.
Bugün bir adam öldü. Bugün bir cevap kâğıdını yırttı. Cellat yargıca selam verdi ve bıçağını temizledi. Aslında bugün pek bir şey olmadı. Güneş aşağı indi ve kuşlar uçmaya devam etti. Sen
nefeslerinin düzensizliğini bir kez daha hissettin.
Giyotin hızlı bir idam yöntemi olduğundan kafanız yere düşse dahi otuz saniye boyunca
oyuktaki bedeninizi görebilir, etraftaki insanlara tepkiler verebilirsiniz. Fransa’da yıllarca yerdeki
kafaların mimikleriyle ilgili hikâyeler anlatılmıştır.
17
Alperen KARTAL
Mayıs 2014
“Evren Durakları” bölümüne hoş geldiniz! Bu bölümde okumanız gerektiğini düşündüğümüz ama büyük ihtimalle okumaya üşeneceğiniz kitapları tanıtacağız. Farklı
konuları ele alan, ünlü yazarların haftalarca ‘çok satanlar’ bölümünde zirvede kalan
kitaplarına göz atma fırsatı bulacaksınız. Keyifli okumalar dileriz!
SİMYACI
Simyacı, Brezilyalı eski şarkı söz yazarı Paulo Coelho'nun yayınladığı, 1988 yılından bu yana tüm dünyada bir fenomen haline gelmiş bir başyapıttır. Simyacı, altı yılda kırk iki ülkede yirmi altı dile
çevrilmiş ve yedi milyondan fazla satmıştır. Bu, Gabriel Garcia
Marquez'den (1927 doğumlu Kolombiyalı yazar) bu yana görülmemiş
bir olay.
Yüreğinde çocukluğunu yitirmeyen okurlar için klasik bir kimlik kazanmıştır. Simyacı’yı bulma aslında kendini bulma çabasıdır insanın. Kendi kişisel menkıbesini gerçekleştirmesidir. Burada İspanya’nın Endülüs bölgesinde çobanlık yapan Santiago’nun
rüyasında gördüğü hazineyi arama çabasıyla Mısır’a kadar uzanan hikâyesi anlatılmaktadır. Eserde Santiago, çeşitli insanlarla çalışmış ve farklı düşünceleri okuyucuya tanıma fırsatı sunmuştur.
Bu süre boyunca kişisel menkıbesini gerçekleştirme umudunu hiç yitirmemiştir.
HAYVAN ÇİFTLİĞİ
Hayvan Çiftliği, George Orwell'in fabl tarzındaki siyasi, alegorik ve hiciv romanıdır. Roman ilk olarak 1945'te yayınlandıysa da asıl
ününe 1950'lerde kavuşmuştur. Totaliter rejimlere karşı olan Orwell,
romanında SSCB'nin kuruluşundan itibaren meydana gelen önemli
olayları kara mizah yoluyla ve mecazî bir dille anlatır. Hayvan Çiftliği,
çok yankı uyandırmış ve olumlu eleştiriler almıştır.
Roman, bir Stalinizm eleştirisi olmakla birlikte, II. Dünya Savaşı yıllarında müttefiklerini kızdırmak istemeyen İngiltere'de sansüre uğramıştır. Romanın çizgi
filmi çekilirken konusunun CIA tarafından değiştirildiği iddia edilmektedir. Roman 1999'da bu
kez konusuna daha sadık bir senaryoyla filme çekilmiştir. Hayvan Çiftliği Türkiye'de ilk
kez 1954 yılında Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından Halide Edip Adıvar'ın Türkçe çevirisiyle yayımlanmıştır.
18
Mayıs 2014
Hikâye, Koca Reis (domuz)’in hayvanlara barış ve mutluluk dolu
bir dünya vaat etmesiyle başlar ancak tek yolun insanları çiftlikten atmak olduğunu
söyler. Bunun için diğer hayvanlar kendilerini geliştirmeye başlar. Domuzlar diğer
hayvanlara göre daha zekidir ve okuma-yazma bilmektedir. Koca Reis öldükten sonra
liderliğe Snowball (domuz) getirilir. Snowball diğer hayvanlara okuma-yazma öğretir. Hayvanlar için değirmen yapmak isteyen Snowball, diğer bir domuz Napolyon’un ihanetine
uğramıştır. Çiftlikteki güçlü hayvanların desteklerini alarak kısa sürede Snowball’u çiftlikten
atar. Başa geçen Napolyon, hayvanları öncekine göre daha fazla çalıştırır ve bütün olumsuz durumlardan Snowball’u suçlar. Koca Reis’in ‘İnsanlara benzemeyin!’ öğüdünü çiğneyen Napolyon, giderek insanlar gibi yaşamaya başlar. Koca Reis ve Snowball’un bütün söylediklerini inkâr
eden Napolyon, hayvanlar üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurar. Hayvanlar, Napolyon’un yaptıklarının yanlış olduğunu anladığında ise artık çok geçtir. Gerçekliğin ve hayalin kusursuz uyumu
olan ve çok önemli dersler veren bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
İskender Pala’nın bu kitabında, aslında bize büyük bir hikâye sunulmuyor. Bu kitapta
bize günlük olarak sürekli kullandığımız deyimlerin, atasözlerin ve
kalıplaşmış bazı sözlerin nasıl ortaya çıktığı anlatılıyor. Örneğin ‘abayı
yakmak’ deyiminin anlamındaki abanın bir tür yünden yapılan kumaş
olduğunun ve tekkeye girenlerin giydiğini biliyor muydunuz? Ali Cengiz oyunu’, ‘bel bağlamak’, ‘dolap çevirmek’, ‘keçileri kaçırmak’, ‘ipe
un sermek’, ’toprağı bol olsun’, ‘çam devirmek’, ‘hapı yutmak’,
‘kabak tadı vermek’, ‘eli kulağında’, ‘pabucu dama atılmak’ ve daha
birçok deyim ve atasözlerinin anlamlarını okuduktan sonra o deyim ve
atasözlerini kullanırken aklınıza anlamları gelecektir. Yazar, bu küçük
hikâyeleri oluşturmak için sayısız tarihi kitaplardan ve kişilerden referans almıştır.
Günümüzde tarihi eserlere ağırlık veren Elif Şafak, Metin Bakar, Bekir Sami Seçkin gibi önemli yazarlardan biri olan İskender Pala’nın, son zamanların en iyi romancısı olduğu söylenmektedir. “Od”, “Efsane” ve “Şah ve Sultan” gibi gerçekten okunması gerektiğini düşündüğüm bu eserleri bu konuda örnek verebilir ve sonuç olarak böylesine önemli ve değerli eserleri
Türk Edebiyatı’na kazandıran bu yazarın günümüzde daha çok tanınması ve okunması gerektiğini düşünüyorum. Bunun Çağdaş Türk Edebiyatı’nı canlı tutmak için önemli bir adım olduğuna inanıyorum. Şimdiden herkese iyi okumalar diliyorum.
İsmail Sefa ÇAKIROĞLU
19
Mayıs 2014
Gece Yolu: Kristen Hannah
Alkolik annesi tarafından terk edilmiş olan Lexi Baill,
yıllarca koruyucu ailelerin yanında süründükten sonra Port
George, Washington'a daha önceleri varlığından haberdar
olmadığı teyzesinin yanına gönderilir. 14 yaşındaki Lexi, ikizler Zach ve
Mia ile bir lisede tanışır. Zach, Lexi'yi zor bir durumdan kurtarır ve böylelikle birbirlerinden hoşlanmaya başlarlar. Güzel günler geçerken Lexi,
Farraday ailesinin bir üyesi haline gelir, yıllardır kimseden görmediği
duyguları onlarla yaşar. Mia, Zach ve Lexi birbirlerine kenetlenirler ve
birbirleri olmadan hiçbir şey yapamaz olurlar.
Ta ki Gece Yolu'ndaki o talihsiz geceye kadar her şey mükemmeldir. Lisedeki son yılları
hepsini büyük bir sınavdan geçirir ve o sıcak yaz gecesinde, verilen yanlış bir kararla hepsinin hayatları değişir, altüst olur ve çıkmaz bir yola girer. “Yağmurun küle döndüğü o gece”den sonra
Farraday ailesi göz açıp kapayıncaya kadar paramparça olacak, Lexi her şeyini kaybedecektir.
Sonraki yıllarda, hepsi o gecenin doğurduğu sonuçlarla yüzleşir ve unutmaya çalışır. Ya da affetme cesaretini kendinde bulmaya.
Gece yolu, insanın ruhu affetme konusunda, beklemek, geçmişe tutunmak, unutmak konusunda çok başarılı bir kitaptır. Yazarın mükemmel anlatımına âşık olacağınız bu romanın içinde,
adeta yaşayacaksınız. Kitabın kapağını açarken derin bir nefes alın, o nefesi bıraktığınızda kitabın
nasıl bittiğini ve sizi nasıl gözyaşlarına boğduğuna tanık olun.
Aynı Yıldızın Altında: John Green
16 yaşındaki kanser hastası Hazel Grace'in yaşamak için sadece bir
kaç yılı kalmıştır; kendi sonu çoktan tasarlanmış olan Hazel, sadece
geride kalacaklar için endişelenmektedir fakat Augustus Waters isimli
bir sürpriz karakterin, Hazel'ın da gittiği “Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu”nda boy gösterene kadar. İşte o zaman, bu zeki çocuğun çekimine karşı koyamayan Hazel'ın öyküsü yeniden yazılır.
Yaşamın ve ölümün arasında ince bir çizgi olduğunu hatırlatan bir aşk
romanı. Hayatta bir iz bırakmak ve bıraktığın izin acı verip vermeyeceğini, kanser hastasının ağzından okumak… Bu roman raflarınızda dursun diye yazılmamış ve akıllarınızdan uzun süre boyunca da çıkmaya niyeti yok. Eğlendirici ve hıçkıra hıçkıra ağlatan, hayat
ile ölüme dair büyük soruları cevaplandıran keyifle okuyacağınız ve uzun uzun düşündüren bir
kitap.
20
Mayıs 2014
Senden Önce Ben: Jojo Moyes
Lou, çalıştığı küçük kafede etrafın enerji kaynağı olarak bildiği, kendi kendine yeten bir kadın. Will ise vücudunun bir kısmını kullanamayan, aksi,
geçimsiz ve çekici bir adam. Hayatları nerede çakışabilir ki? Kitap
iki zıt duyguyu hep zirvede ve eşit tutuyor; sevgi ve hüzün.
Lou’nun çalıştığı kefenin kapatılmasıyla iş arayışları başlar. Kalabalık bir ailede yaşayan Lou, evin masraflarında ailesinin
ona ihtiyacı olduğunu çok iyi bilir. Kendisine zar zor bakabilen
birisi için en zor işlerden birine görüşmeye gider: hasta bakıcılığı.
Will’in solgun, ilaçlarla dolu dünyasına Lou’nun enerjik, bir o kadar da değişik dünyası karışır. Evden çıkmayan, her türlü eğlendirecek şeyi reddedip ölmeyi bekleyen Will’e neyin iyi geleceğini o
bilir. Elinden gelen her şeyi yapar; onu gezmeye, pikniğe, müzik dinlemeye hatta at yarışlarına
götürür.
Fakat onu yıkan şeyi duyduktan sonra tüm tutumu ve amacı değişir. Will’in ölmek istediğini bilmektedir. Fakat bunun için özel bir merkez olduğundan ve Will’in buraya gitmeyi
dilediğinden, beklemesinin tek nedeninin annesi olduğundan haberi yoktur. Will, intihar etmek
istemektedir.
Kitabın en önemli ve en güzel kısmı burada başlıyor. Will’in suratındaki saniyelik gülümseme bile onun için, bir adım olmaya başlamaktadır. Her seferinde biraz daha yaklaştığını
düşünür. Lou’nun, Will’i intihardan vazgeçirip geçiremeyeceği ise kitabın sonunu görmeye
olan isteği kat kat arttırıyor. Okuduğunuza asla pişman olmayacağınız bir kitap. Bittiğinde,
acıyı tüm vücudunda hisseden bir adamın acısı vücudunuza, o acının kat kat fazlasını kalbinde
hisseden kadının acısı kalbinize yayılıyor.
Şevval GÜRCAN
“Sahip olduğum her bilgi, içinde çürüdüğüm bir hücredir.”
Hakan Günday
21
Mayıs 2014
CALL OF DUTY’DE TİTANLARIN İŞİ NE?
TITANFALL
Hızlı, uçmalı ve kaçmalı oynanışı ile bizi on dakikalığına Frontier’a götüren Titanfall,
bekleyenleri pişman ettirmedi. Titanfall’ın normal bir maçı, en az iki kere “Gördün mü?” durumu barındırıyor. On dakikada kendinizi bazen hack yaparken bazen dev bir robotun sırtındaki
devrelere ateş ederken bazen de duvardan sarkarak rakip oyunculara ateş ederken görüyorsunuz.
Dev Robotlar Ölümsüz Olmalı
Hayır değiller. Aksine çok zayıflar. Oyuna başladığınızda herkes için 3 dakikalık titan
geri sayımı başlıyor. Bu süreyi kısaltmak için yapmanız gereken şey ise rakip oyunculara ve yapay zekâlara hasar vermek. İlk titan’ın savaş alanına düşmesi oyunun o takım tarafından kazanıldığı anlamına gelmiyor. Her pilot (oyuncu) bir anti-titan silahına sahip. Bu silahla düzgün bir açı
yakalarsanız çok etkili oluyor. Bunun haricinde titanın sırta çıkma (rodeo), zırhın bir bölümünü
sökme ve içeriye ateş etme gibi bir şekilde saldırma şansı veriyor. Bu saldırılarınız, titan’ın savaş
dış bölümünde otomatik olarak yenilenen kalkanını hiçe sayıyor ve zırha kalıcı hasar veriyor.
Bunu yaparken titan pilotu ekranına bir uyarı alıyor ve isterse titan’ın içinden çıkıp sizi silahı ile
öldürebiliyor veya bir elektrikli bir sis bulutu yayıp acılı bir şekilde ölmenizi bekleyebiliyor.
22
Mayıs 2014
Titan’ların yürüdükleri yerlere dikkat etmelisiniz yoksa yere atılmış bir sigara izmariti
gibi dümdüz olabilirsiniz. Titan’ı ister siz kontrol edersiniz, ister otomatik pilot kontrol eder ve size ekstra skor kazandırır. Titan’ınız, savaş alanına indiğinde bir kalkan
tarafından yirmi saniye kadar korunuyor. Binmek istiyorsanız bu süre içinde binin. Binmek istemiyorsanız iki modu var bu dev abilerin. Titan’ı iki girişli bir binanın girişlerinden birine bırakıp
ikincisine de kendiniz geçip savunabilir veya öldüğünüzde titan’ınızı yanınıza çağırmak için takip
moduna alabilirsiniz. İstediğiniz zaman üzerine doğru zıplayıp sizi kapmasını izleyebilir ve pilot
koltuğunuza oturabilirsiniz elbette.
Otomatik Kilitlenen Tabanca
Şaşırtıcı derecede iyi çalışıyor. Silahın kilitlenmesi için rakipleri imlecinizin yakınında tutmalısınız. Herkesin duvarda koşturup koca haritayı saniyeler içerisinde turladığı bir oyunda bu çok
zor olabiliyor. Tabanca, Grunt türdeki yapay zekâlara anında kilitleniyor. Spectre türündeki yapay
zekâlara iki saniye, pilotlara ise o anki can yüzdesine bağlı olarak iki-beş saniyede kilitleniyor. Bu
süre, bir maçı 10 dakika süren bir oyun için çok fazla. Bir pilot ile karşılıklı çatışmada genelde zararlı çıkan veya ölen siz oluyorsunuz. Ayrıca fırlatılan bombalara odaklanarak bir bombayı, havada patlatabiliyorsunuz.
23
Mayıs 2014
Haritalar
Akrobasi için hazırlanmış haritalarda yolculuk etmek bir süre sonra kendini
tekrar etmiyor. Basit bir rota etrafında dönmüyorsunuz. Haritalardaki evler ve benzeri yapılar bir pilotun titanlardan kaçmak için en iyi seçeneği. Fakat pencereler açık. İçeri
girip pusmak çok akıllıca değil. Kafanızı uzattığınızda, hatta herhangi bir yerde durduğunuzda, sizin iki-üç katınız olan bir titan silahından çıkan mermi tarafından imha ediliyorsunuz.
6v6 Az Olur
Bir takımda 6 oyuncu bulunması durumunda insanlar çevrede gezip birbirini aramasın
diye yapay zekâları eklemiş EA abimiz. 2 tür yapay zekâ var. Gruntlar yayan asker olarak
adlandırabileceğimiz insanoğulları. “Spectre” adlı robotları “gruntlar” ile karşılaştırdığımızda
daha dayanıklılar. Bu yapay zekâlar “pack” şeklinde adlandırabileceğimiz dört-beş kişilik
gruplar şeklinde dolaşıyorlar. Spectre’ler hacklenebiliyor. Hacklediğiniz spectre yakınındakileri de hackliyor. Bu şekilde öldürmeyip 5 kişilik bir grubu kendi tarafınıza çevirebiliyorsunuz. Bir takımda yaklaşık 100 kadar yapay zekâ haritaya dağılmış oluyor ve sayıları düştükçe
gökten kapsüller halinde veya taşıma araçlarından ip ile kayarak savaş alanına gönderiliyorlar. Yeni inmiş bir kapsül bulursanız skorunuzu biraz daha artırabilirsiniz çünkü bu yapay
zekâlar öldürmekten çok ölmeye programlanmış. Ayrıca aralarında yaptıkları yumruk savaşlarına şahit olabilirsiniz. Pencerenin birinden girip kafanızı çevirdiğinizde bir dost grunt rakip
spectre tarafından yere yatırılmış ve ölmeyi bekliyor olabiliyor. Bu durumda kafaya bir kurşun ile spectre’yi öldürüp grunt’ı kurtarabilirsiniz.
24
Mayıs 2014
Kişiselleştirme
EA abimiz Battlefield’da da yaptığı gibi özelleştirmeyi güzel ve sade yapmış.
Seviye atladıkça yeni silahlar, savaş alanında anlık bir destek verebilecek yetenekler,
pasif yetenekler açıyorsunuz. Silahları kullandıkça özelleştirmeler açabiliyorsunuz
(gelişmiş şarjör vs.) ve bu geliştirmeler asla aşırı güçlü olmuyor. Modern Warfare 3’deki akimbo
silahların terörü hala rüyalarıma giriyor. Bunun haricinde oyun sonunda 1-3 arası ‘’burn card’’
dediğimiz kartlardan ediniyorsunuz. Bu kartlar, size oyunda 1 yaşamlık bonus özellik veriyor. Görünmezliğinizin süresi artıyor, silahınız güçleniyor, daha hızlı koşuyorsunuz ve bunun gibi şeyler.
Gerçekten güçlü kartlar var fakat çok nadir denk geliyor. Ayrıca iki kurşuna öldüğünüz bir oyunda, hiç ölmeyip de bu kartların tadına varmak çok kolay değil.
Oyun Modları
Multiplayer bir campaign sunan Titanfall, kendisinin tek kötü yanı. Campaign oynarken
bünyesindeki minik hikâyesi yeterince anlatılmıyor. Campaign haricinde oyun modlarına bakarsak ilk olarak Attrition karşımıza geliyor. Basit olarak Team Deathmatch diyebiliriz.
Last Titan Standing modunda herkes bir titan ile oyuna başlıyor ve round sonuna kadar
tekrar doğmuyorsunuz. Hardpoint’de haritadaki 3 bölgeden olabildiğince fazlasını ele geçirip elinizde tutmaya çalışıyorsunuz. Capture Points denebilir. Son olarak Pilot Hunter modunda amaç
pilot öldürmek. Her ölen pilot rakip takıma 1 puan kazandırıyor ve 50 puana ulaşan takım oyunu
kazanıyor.
25
Mayıs 2014
MOBA (Multiplayer Online Battle Arena) türü bir oyun olan League of Legends 2009
yılında adını online oyunlar listesine yerleştirdi. Warcraft 3’ün DOTA adlı modundan esinlenerek yapılan oyun kısa sürede Almanya, Fransa, Amerika, Kore, İngiltere gibi ülkelerde popülarite yakaladı. Hızla gelişimine devam eden oyun
ülkemizde de sesini duyurmayı başardı. Oyun 5
kişinin, 5 kişiye karşı rakip bölgeyi ele geçirmek
için verdikleri mücadeleden ibaret. Fakat oyunu
bizim için çekici yapan ana unsur şampiyonlar.
Oyunda 110’dan fazla şampiyon bulunmakta ve
belirli aralıklarla yenileri eklenmekte. Bir şampiyonda iyi olabilirsiniz ama karşınıza gelen rakibe
göre bu şampiyonu oynama şeklinizi, mekaniklerinizi değiştirmek zorundasınız. Tek düze oynamak genellikle oyunu kaybetmenize yol açar. Bu
yüzden oyunun zevki her yeni mücadele ile değişiyor ve bizi adeta bilgisayarlarımızın başına
kilitleyip bırakıyor.
League of Legends Türkiye sunucusu ilk defa 27 Temmuz 2012 tarihinde LoL resmi
Facebook sayfasında duyurulmuştur ve daha sonra 29 Ağustos 2012 tarihinde kapalı betası yayınlanmıştır. Tamamen Türkçeleştirmek için 56 farklı seslendirme sanatçısı ile seslendirme ekibi
kurulmuştur. Oyunda 3 adet oyun modu bulunmaktadır:
KLASİK
Summoner’s Rift (Sihirdar Vadisi)
Bu haritada 3 adet koridor ve 4 adet orman bulunmaktadır. Ormanlarda belirli aralıklarla
yaratıklar doğmakta ve bazı yaratıkların verdiği özel güçler bulunmaktadır. Haritada bulunan 3
koridor üzerinden de belli aralıklarla minyon dalgaları (Creep) gelmektedir, her takım 3 koridor
üzerinden gelen yaratıkları veya düşman şampiyonlarını öldürerek para ve tecrübe kazanırlar.
26
Mayıs 2014
The Twisted Treeline (Uğursuz Korkuluk)
Sihirdar Vadisi’ne kısmen benzemektedir. Bu haritada da amaç rakibin Nexus'unu yok ederek oyunu
bitirmektir fakat bu haritada Sihirdar Vadisi’nden
farklı olarak 3 şampiyona karşı 3 şampiyon yer almaktadır bu nedenle haritada 2 adet koridor bulunmaktadır. Bu koridorlardan da tıpkı Sihirdar Vadisi’nde olduğu gibi belirli zaman aralıklarıyla min-
Aram
Bu mod, oyuncuların All Random All Mid
(Herkes orta koridor, herkes rastgele şampiyon)
tarzında oluşturdukları oyun modu sayesinde çıkmıştır, yine amaç rakip takımın Nexus'unu yıkmaktır bu haritada. Herhangi bir görev dağılımı
bulunmadığı için herkes şampiyonunun istediği
özelliğini geliştirebilir, ciddi bir oyundan daha
çok eğlence amaçlıdır.
Dominion
Bu oyun modunda 5 adet ele geçirilebilir nokta
bulunuyor. Bu noktaları elinizde tuttuğunuz süre
boyunca rakip takımın kristaline hasar veriyorsunuz. Ayrıca ölümler de kristallere hasar veriyor.
Bu şekilde kristalinin canı 0’a düşen takım
yeniliyor.
27
Mayıs 2014
ROLLER
ADC(Attack Damage Carry): Bu görevdeki şampiyonlar menzilli ve hasarı
attack damage (saldırı gücü) tarzında olan şampiyonlardır. Takım savaşlarında karşı takımdaki
şampiyonları çok hızlı bir şekilde yok edebilirler. Bu şampiyonların DPS (damage per second)
değerleri çok yüksektir.
Support: Bu görevdeki şampiyonların kabiliyetleri önemlidir. Mümkün oldukça şampiyon öldürmezler. Şampiyon öldürülmesine yardım ederler, ADC'yi iyileştirirler, rakip şampiyonu yavaşlatırlar, yakalarlar vb. destek çıkacak işleri yaparlar. Support ile ADC genellikle
aşağı koridorda bulunurlar fakat bazı turnuvalarda taktiklere göre başka koridorlarda oynayabiliyorlar.
APC(Ability Power Carry): Bu görevdeki şampiyonlar orta koridorda oynarlar. Bu
şampiyonlar otomatik saldırıdan çok kabiliyetleriyle oyunda yer alırlar. Takım savaşlarında
ADC'den sonra APC'de rakip şampiyonları öldürüp savaşı taşıyabilirler. ADC'den daha çok
yetenek gerektiren bu şampiyonlar mage (büyücü)'dirler.
Tank: Bu görevdeki şampiyonların can ve zırh değerleri fazlasıyla yüksektir. Bu şampiyonlar takım savaşlarında kendilerini öne sürerek takımlarındaki şampiyonların zarar görmemesini sağlar. Bu şampiyonlar orman veya üst koridorda yer alabilirler.
Fighter-Assasin: Bu şampiyonlar menzilsiz saldırı gücü şampiyonlarıdır, savaşlarda
karşı takıma olabildiğince zarar verip savaşların kazanılmasına yardımcı olurlar. Bu şampiyonlar orman veya üst koridorda yer alabilirler.
Alperen KOLAY
“Sıradan insanların huzurlu olmalarının nedeni, düşüncelerinin
olmamasıdır.”
Romain Rolland
28
Mayıs 2014
DÜŞLEMEK
Geleceğin kendisi büyük bir korkuyu barındırıyor içinde. Ruhumun kıyılarında bir
çalkantı göremiyorken büyük bir tsunamiyi düşlüyorum. Düşlemek, düşlemek endişeyi doğurur, çünkü gelecek belirsiz paslı bir sis denizidir, çünkü ancak düşleyerek geleceği şu
an yaparız. Durmadan akan bir çeşmenin ne zaman kesileceğini tahmin edememek, bir gün ya
susuz kalırsak korkusu, işte böyle somutlaştırabilirim gelecek hakkındaki düşüncelerimi, ancak
betimleyerek anlatabilirim bütün bu anlamsız somutluğu, asla anlaşılmayacak olmanın korkusunu barındırmaksızın. İnsan boğulabiliyor. Şu an korkunç bir girdap gibi gözüken yoğun, katran
dolu sonsuz bir denizin içinde sürükleniyormuşum gibi geliyor hayatı düşündüğümde ve gelecek; az sonra yağacak bir kara bulutun buharlı yokluğu gibiydi düş perdelerinde, buğulu bir
cam gibiydi…
Esra BAŞKAYA
Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce tezatlarıyla bütündür.
Zıt fikirlere kulak tıkamak, kendinizi hataya düşürmek değil midir?
Cemil Meriç
31
Mayıs 2014
BİR AVCININ GÖZÜNDEN DİYARLAR
Kılıcı uzun zaman sonra ilk kez kınıyla buluşmuştu. Birçok yerinden yırtılmış
uzun pelerini kesiklerle doluydu. Şeritlerden oluşmuş kahverengi deri zırhını üzerinde taşıyordu. Bacağındaki pantolonu zırhıyla uyum sağlıyor, ayakkabısı ile ayağına gizlediği
ufak hançeri saklıyordu.
Otlak arazide epeydir koşturuyordu. Saatler sonra durup havaya bakabildiğinde güneş
tam tepedeydi ve şimdi hava turuncunun açık tonlarına bürünmüştü. Neler olmuştu öyle? Karşısına baktı. Onu görünce derin bir soluk alıp verdi. Sonunda varmıştı işte: Frean Harabeleri. İzlenmediğinden emin olmak için durdu, etrafına bakındı. Kimse yoktu. Harabelere doğru ilerlemeye başladı. Sütunlar halindeki geçitlerden birinden geçti. Buraya yalnızca sığınmak için gelmişti aslında, belki bir süre karargâhı veya evi olarak kullanabilirdi burayı. Harabeler terk edileli
üç yıl olmuştu ne de olsa. Tam üç yıl.
Etrafına tekrar baktı, geçmişe dair izler barındıran duvarlara. Saplanıp kalmış, bozulmuş
mızrak ve ok uçları. Metal parçaları, otların arasında okunması mümkün olmayan kâğıtlar… Yürüdü adam. Sırtını duvara verdi ve kayarak yere oturdu. Ani bir acıyla irkildi. Elini koluna götürdü, ıslaktı. Çok da umursamadı ve küçük çantasından pek temiz olmayan bir bez çıkardı. Bezi
kolunun kanayan bölümüne yerleştirdi ve omzundan tutturulacak şekilde sıkıca sardı. Uzun ya
da derin bir yara değildi ancak bir sıyrık demek de zordu. Muhtemelen dövüşürken olmuştu.
Doğru ya! Dövüşmüştü. Bu sırada uzattığı bacaklarını saran pantolonundaki yırtıkları ve bacaklarına kadar uzanan sıyrıkları fark etti. Talihine bir kez daha lanet etti. En azından doğru yerdeydi veya o öyle sanıyordu. Emin olmalıydı.
Elleri tekrar çantasına uzandı ve küçük bir defter çıkardı. Bir yıl önce annesine verilmişti
bu defter. Deri kapağını çevirerek açtı kitabı. İlk sayfada babasının adı ve kısa bir açıklama vardı: “Alanest Wor'rado-Bir Avcının Gözünden Diyarlar”
Yüzünde beliren tebessümle birlikte, birkaç sayfa daha çevirdi ve sonunda aradığını buldu. "... Frean. Bu yörede göğün mavi olduğu tek yer belki de. Birçok diyar gezdim ve birçoğunda
ise savaştım. Yıllar bana şunu gösterdi; buraya kaç yıl arayla gelirsem geleyim, burası bana hep
aynı hisleri yaşatacak. Her seferinde savaşçı ruhumu yenileyecek. Kaderin sütunları bana kaybettiğim yolu gösterecek, ışığın çeşmesi kurumuş dudaklarımı ıslatacak ve bir Frean ustasının
çekici kılıcımı şekillendirecek.
32
Mayıs 2014
Ve güneş… Hiçbir yerde burada durduğu gibi durmuyor. Bu topraklara ilk bastığım
anı hatırlıyorum. Taşla örtülü bir şehir. Tepesinde bir güneşin sığabileceği tek boşluk -sonradan fark ettim ki öğlen, güneş tepeye çıktığında bu son derece etkileyici
olabiliyormuş- ve ilginç sütun kapılar. Her şey öylesine boş ve anlamsız gelmişti ki.
Buranın manevi değerler üzerine kurulu bir yapı olduğunu geç anladım elbette. Halkla tanışmam ve Frean büyücülerinin beni şehirlerine kabullenmesi pek de kolay olmadı. Bu yüzden başardığımda epey sevinmiştim. Ben bir avcıyım. Zoru seviyorum. Ve bunun için yaşıyorum."
Adam, nefesini tutmuş bir şekilde birkaç sayfa çevirdi ve Frean sözcüğünü gördüğü
ilk yerden başlayıp okumaya devam etti:
" ...Haydutlar... Hiç bu kadar kalabalık olmadılar. İnanılmaz bir azimle saldırıyorlar.
Sayıları yüzlerce. Sütun kapılar düşeli iki gün oluyor. Düşman kapıyı ele geçirir geçirmez
yarım daire şeklinde şehri üstten saran surlara tırmandı ve Frean'ın güneşini söndürdü. Basit bir çarşaftı örttükleri ama o herkese umut veren boşluğu kapatmaya yetti. Büyücülerin
gücü azalıyor, daha ne kadar dayanabilecekleri bilinmez ancak bu sayıdaki düşmana karşı
yapabilecekleri pek de şey yoktu zaten. Üç gün önce baş büyücü Achmor ile doğuya elçi göndermek üzerine görüştüm. Kabul etti ve aynı gün elçiler yola çıktı. Gönderdiğimiz elçi sayısı
beş olmasına karşın bu öğlen yalnızca biri döndü. Şaşırmadım, canlarını kurtarmak için kaçacaklarını zaten biliyordum. -Bu işte bekâr elçilerin kullanılması yanlıştı. Ailesi Frean'da
olan bir elçi işini layıkıyla yapardı.- Elçinin söylediğine göre şehri tahliye etmek için konseye danışılmış ve varılan karar Arcabul'dan Frean'a uzanan bir tünel açmak olmuş.
Arcabul'un cüce ustalarının bunu iki günde yapabileceği söyleniyor ancak bu kadar dayanabileceğimiz meçhul. Kılıcım onlarca ete saplandı ve onlarca zırhı parçaladı. Onlarca daha
parçalayacak ve onlarcasını öldürecek gücüm var.
Peki ya sonra? Onlarcasını değil de yüzlercesini öldürsem, Tanrı’ya gönderdiğim
her bir ruh Frean'ın güneşini biraz daha açacak mı? Yıllar önce güneşin beni büyülediği bu
topraklar tekrar eskisi gibi olacak mı? Eğer bu yargılar ve doğuracakları sonuçlar kesinleşecekse elimden geldiğince savaşmaya ve onlarca can daha almaya hazırım."
33
Mayıs 2014
Savaşçı kitabı kapattı. Tek ayağının yardımıyla doğruldu ve ayağa kalktı.
Frean neye dönüşmüştü böyle. Bir zamanlar o açık güneş kubbesi -gerçi artık etrafı
yıkılmış bir boşluktan ibaretti- nereye gitmişti. Bu şekilde hiç de büyüleyici değildi
Frean. Adam bir an için bu toprakların eski halini görmeyi istedi. Kitaba devam
edip etmemeyi düşündü ancak sonra vazgeçti. Biraz çevreyi gezip tekrar okuyacak, babasının ve Frean'ın akıbetini öğrenecekti. Üç yıldır görmüyordu babasını, Frean'ın düşüşü ile babasının kayboluşu aynı yılda gerçekleşmiş iki hadiseydi. Acaba neler olmuştu, eğer babasına
bir şey olmuşsa bu kitaba kim devam etmişti? Bir yıl önce ansızın bir adam ortaya çıkıp annesine bu defteri neden vermişti? Babası, avcı nerelerdeydi?
Adam cevabı bulabilmek için kalktı ve etrafına bakınmaya başladı. Çevreyi kolaçan
edecek, bir şeyler atıştıracak ve tekrar kitabı okuyacak sonra da nihayet uyuyacaktı. Babasının bu huyunu düşündü, güzel bir düşünceydi. Kendi yaşadıklarını özellikle de bugünküleri
not etmeliydi belki de. Belki de… İlerleyip orta boylarda bir eve girdi ve yolculuğuna tekrar
başladı, tek ümidi ise rahatsız olacağı hiçbir şeye rastlamadan kitabının başına dönmekti.
Enis KÜÇÜK
Bir insan, kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna
itiyor. Çekmek aklına gelmiyorsa odada hapistir.
Ludwig Wittgeinstein
34
“AND OSCAR GOES TO…”
Mayıs 2014
(Ve Oscar’ı Kazanan… )
New York eyaletinde özgür bir siyahî olarak doğan fakat daha sonra Washington D.C’
ye kaçırılan Solomon Northup’un hayat hikâyesini esas alan film 12 Years a Slave (12
Yıllık Esaret), geçtiğimiz günlerde Oscar’ı kazandı. En iyi film, en iyi uyarlama senaryo ve
Lupita Nyong’o “Patsey” rolüyle en iyi yardımcı kadın -her ne kadar tartışma konusu olsa daOscar Ödülleri’ne layık görüldü. Filmin başrolünde oynayan Chiwetel Ejiofor, Solomon karakteriyle izleyici karşısına çıktı. Michael Fassbender’in canlandırdığı “Edwin Epps”, dönemine özgü
acımasız ve zalim bir karakterin özelliklerini yansıtıyor. Öte yandan Benedict Cumberbatch’ın
hayat verdiği “Ford” karakteri ise filmin beyaz meleklerinden biri. Filmde gördüğümüz önemli
isimlerden bir diğeri de Brad Pitt (Samuel Bass). Pitt’in aynı zamanda filmin yapımcılığını da
üstlendiğini görüyoruz. Peki, bu çok konuşulan filmin yönetmeni kim?
Steve McQueen.
2008 yılında ilk uzun metraj filmi Hunger (Açlık) ve ardından
2011 yılındaki Shame (Utanç) filmleri ile beyazperdeye büyük bir
damga vurdu. Bu iki filmle seyirciyi kendine hayran bırakan McQueen
son filmiyle ilgiyi biraz kaybetmişe benziyor.
Önceki filmlerinde büyük beğeni toplayan yönetmen, 12 Years
a Slave ile “Oscar’a oynuyor.” gibi söylentilere maruz kaldı. Filmde
gerek Hollywood kültürünün aşırı derecede göze batması, gerekse zaman çizgisinin hissettirilmemeye çalışılması -gerçekten Solomon’un
hafiften ağaran saçları dışında 12 yıl geçtiğine inanmak pek mümkün
değil- en çok eleştirilen kısımlar.
Artık işlenmesi klişe olarak değerlendirilen ırkçılık ve kölelik gibi konular kimilerine göre filmde çok sığ kalmış. Irkçılık, derin ve sarsan bir konu fakat filmde birkaç şiddet sahnesi dışında hissedilmiyor. Yönetmenin diğer iki filminden de alışık olduğumuz uzun çekimli sahneler
dışında bu filminde de pek farklı bir yöntem yok. Bu yüzdendir ki izleyiciyi etkilemede pek de
başarılı olamadı.
Filmde açık hava sahneleri bol olduğundan ortaya güzel fotoğrafların çıkmaması elde değil. Film adına söylenebilecek diğer bir güzel şey ise Hans Zimmer tarafından kazandırılan müzikler. Buram buram dram kokan bu film iyi oyunculuklar, iyi bir ekip ve iyi bir senaryo barındırıyor. Fakat Oscar’ı hak ediyor mu derseniz, orası size kalmış.
35
İlkşen ÇEPNİ
Mayıs 2014
OLUMSUZ ELEŞTİRİLERİN MAĞDURU
12 Yıllık Esaret’in konusu, Solomon Northup’un hikâyesinden oluşmaktadır. Amerika'da köleliği yasaklayan
iç savaştan kısa bir süre önce, özgürce yaşayan bir siyahî müzisyen Solomon Northup (Chiwetel Ejiofor) kaçırılarak bir
köle tüccarına satılır. Bu tüccardan Solomon'u satın alan kişi Efendi Ford (Benedict Cumberbatch) olur. Efendi Ford’un hoşgörülü
bir karakteri canlandırdığı görülse de köle satın alması ve bu köleleri tekrar satması bu koşullardan rahatsızlık duymadığını apaçık
ortaya koyar. (Bu da filmde klişe tiplerden biri olmadığını gösterir.) Solomon, bu sefer de Edwin Epps (Michael Fassbender)'e satılır ve onun yanında çalışmaya başlar. Epps ise köleleri kendi malı olarak gören, onlara her istediğini yapabileceğini düşünen -bunlara işkence ve taciz etmek de dahil- ve bunları dinine bağlayan
karakterdir. Solomon, çiftliğe gelen Bass (Brad Pitt) isimli marangoz ile çalışırken onun özgürlük yanlısı olduğunu anlar. Bass'e tüm yaşadıklarını anlatır. Bass, Solomon'a yardım edeceğini
söyler. Solomon'un eski tanıdıklarından biri gelir ve onu kurtarır.
Steve McQueen'in uzun metrajlı bu filmi, ırkçılık ve köleliği anlatan ve Oscar'ı kazanmasını sağlayan bir yapıt olmuştur. Bu film Amerika'da o dönemki insanlığın nasıl berbat bir durumda olduğunun güçlü bir kanıtıdır. Filmde kalıplaşmış karakterlerin olmasına rağmen çok iyi
bir yönetim, güçlü oyuncular, Hans Zimmer'ın bestelediği müzikler… Bu unsurlar gerçeklikle de
birleşince filmin Oscar'ı kazanması pek de şaşırtıcı olmamalı.
Filmdeki zaman kavramının yok olması, artık Steve McQueen'in filmlerinde bir çeşit imza olmuştur. Filmin en etkileyici yönü tüm gerçeklerin duygularca bastırılmadan anlatılmasıdır.
Mesela John Tibeats (Paul Dano)'ın Solomon'u işlemediği bir suçtan dolayı ağaca asması ve
uzun bir süre orada kalması ve çevredeki hiçbir kölenin oraya yaklaşmaması Solomon'u indirmeye çalışmaması. Ya da Patsey (Lupita Nyong'o) karakterinin güneş altında kırbaçlanması ve etraftaki kölelerin ölüm sessizliğinde bu olayı izlemesi gerçekliğin ortaya konduğunun kanıtıdır.
Açıkçası film, Steve McQueen'in başarılı eserlerinden biri olmuştur. Bu filmin Oscar'ı
kazanması, aynı zamanda ırkçılık ve kölelik gibi sıradanlaşmış konuları işlemesi, filmi olumsuz
eleştirilerin mağduru konumuna getirmiştir. 12 Yıllık Esaret, izlendikten sonra bir süre etkisinden çıkılmayan nadir filmlerdendir.
Şeymanur YETİŞKİN
36
Mayıs 2014
AĞA TOP TAKILDI!
Lakros, ufak ve sert plastik topu taşıyabilen
ve ucunda bir ağ olan sopalarla oynanan
spordur. Her oyuncunun amacı topu karşı takımın kalesine isabetli atmak. Erkekler 10, bayanlar 12 kişiden
oluşan takımlarla mücadele eder. Oyun değişik kategorilerde ve farklı sayıda oyuncudan oluşan takımlarla oynanır. Klasik olarak her gole 1 puan verilir.
AL EŞİNİ SIRTINA, DOĞRU
FİNİŞE!
Geleneksel hale gelen eş taşıma şampiyonasını Finliler her yıl düzenliyor. Şampiyon olabilmek için
birbirini taşıyan çiftlerin bitiş çizgisini önce geçmesi gerekiyor. Finlandiya’da yapılan bu şampiyonada
belirlenen hiçbir kural yok. Karşı cinsten birisini
taşımanız yeterli. Elbette birincilik için hızlı olmak
da gerekiyor.
NEFESİNİ TUT VE TOPLAR
KALEYE!
Su altı rugby oyununda 1 takım toplam 11 kişiden
oluşur. 6 kişi suda ve 5 kişi değişme hattındadır.
Amaç düşman takımın kalesine top atmaktır. Oyun
15 dakikalık 2 devre olarak oynanır. Devre arası 5
dakikadır. Maç uzarsa 3 dakikalık iki devre daha
oynanır. Devre arası 1 dakikadır. Beraberlik yine
bozulmazsa penaltılara geçilir. Oyunda toplam 3
hakem vardır. 1 su üstü hakemi, 2 tanede tüplü su
altı hakemi vardır.
37
Mayıs 2014
TAHTAKURULARI DUYMASIN!
Kriket, 11'er kişilik 2 takım arasında sopa ve topla oynanan bir oyundur. Kendine has olan wicket’ler, kriketin temel aracıdır. "Wicket"ler üç tahta sopa benzeri ve bunların
üst uç kısımlarında bulunan 2 bağlantısız nesneden oluşur; dikdörtgen bir alanın iki ucunda bulunur. Oyun sırasında sahada vuruş yapan takımın iki oyuncusu ve diğer takımın tüm oyuncuları
bulunur. Takımların ilk 11'deki oyuncularının yanı sıra yedek olarak bulundurulan bir 12. adamları vardır. Vuruş yapan takımın
oyuncuları "wicket"lerin önünde durur. Bu oyuncular birer sopa
kullanır.
Bengisu TAŞKOLU
TEŞEKKÜRLER, PURO KULLANMIYORUM!
1889'da soğuk bir kasım günü. Öğleden sonra kürk paltolu bir kalabalık Charlottenburg
Hipodromu'nda toplanır. Avrupa'da turneye çıkan ve büyük bir beğeni toplayan Buffalo Bill'in
Vahşi Batı şovunu izleyeceklerdir. Seyirciler arasında bir yıldır Reich tahtında oturan atılgan
genç Kayzer II. Wilhelm de vardır. Wilhelm özellikle şovun yıldızı Annie Oakley'nin gösterisini
izlemek üzere gelmiştir. Oakley, tüm dünyada 45'lik Colt tabanca ile yaptığı gösterileriyle
ünlüdür.
Her zaman olduğu gibi, o gün de, Annie izleyiciler içinden bir bayan ya da beyefendinin
gönüllü olarak sahneye çıkıp bir puro tutmasını istedi. Kendisi puronun ucunu vuracaktı. "Kim
puroyu tutmak için gönüllü olacak?" diye sordu. Aslında kalabalıktan gönüllü çıkacağını hiç
beklemiyordu; sormasının tek nedeni izleyicileri güldürmekti. Uzun süreden beri gösterisinin
sıkıntısına katlanan kocası Frank Butler, her zaman öne çıkar ve canlı Havana tutucusu olarak
kendisini önerirdi.
Ne var ki bu kez Annie duyurusunu yapar yapmaz, Kayzer Wilhelm kraliyet locasından
fırlayıp kasıla kasıla sahneye yürüdü. Annie afallayıp dehşete düşmüştü ama ününü yitirmemek
için gösteriden vazgeçemezdi. Wilhelm altın kutudan bir puro alıp gösterişli bir biçimde yakarken Annie her zamanki atış mesafesine geçti. Aniden bunun Kayzer’in küçük şakalarından biri
olmadığını anlayan bazı polisler gösteriyi durdurmaya çalıştılarsa da Yüce Majesteleri tarafından
engellendiler. Güderisinin (geyik derisinden yapılan giysi) içinde terden sırılsıklam olan Annie,
önceki gece her zamankinden fazla kaçırdığına bin pişman bir durumda Colt'u kaldırdı, nişan
aldı ve Wilhelm'in purosunun küllerini savurdu!
38
Mayıs 2014
Cincinnatili (Ohio'da bir şehir) keskin nişancı Kayzer’in purosunu değil de kafasını
uçurmuş olsaydı, Avrupa'nın en hırslı ve havai (dilediği gibi davranan) yöneticilerinden biri sahneden çekilmiş olurdu. Almanya yirmi beş yıl sonra savaşla sonuçlanan
saldırgan Weltpolitik siyasetini izlemeyebilirdi.
Anlaşılan Annie'nin kendisi de daha sonra hatasını görmüştü. Birinci Dünya Savaşı
başladıktan sonra, Kayzer’e ikinci bir deneme için mektup yazdıysa da bu kez yanıt alamadı.
Mücahit KARAKÖSE
SİYAH CEHENNEM
Boğuluyorum. Kimse görmüyor. Sanki görseler bir şey yapacaklar. Bana bu dünyada
en kötü şeyin ölüm olduğunu söylediler. Bence daha kötüleri vardı. Yaşamadıkları için konuşamıyorlar. Susuyorlar ve bana acıyorlar. Tıpkı o yeşil gözlü minicik kızın mendil satarken
baktığı gibi bakıyorlar bana. Onlardan utanıyorum ama acım bana bunu unutturuyor. Şu yaşıma kadar hep tek takıldım, kimseye boyun eğmedim. Ne ailemi üzdüm, ne de yüzlerini yere
düşürdüm. Yalnızlığı seviyordum, belki de başka çarem olmadığı için böyle diyordum. Bilmiyorum. Bence insanı öldüren iki duygu var: Biri umut, bir diğeri çaresizlik. Umut gökyüzü;
çaresizlik deniz misali, hep sonsuz. Ben ikisine de aşığım. Çünkü sonsuzluğa inanmazken onlar beni fikrimden alıkoyan şeylerdi. İnsanoğlu bir sonsuzluğa, bir de imkânsıza inanmakta
güçlük çeker. Birini, sonunu göremediği için; diğerini, başaramadığı için. Sevmezler bu muhteşem ikiliyi. Ben isterdim ki deniz gökyüzüne sarılsın, insanlar imkânsızın olmadığını görsün.
Şimdi ben gökyüzünü denizden daha çok sevdikçe nefretim de arttı. Küçüktüm, herkes bebeklerle oynarken ben oyuncak ne bilmezdim. Hırslıydım, bu hırsı kendimden alırdım. Yalnızlık,
en büyük tetikçimdi. Hayallerimden çok hedeflerim vardı. Hep onlara ulaşmak, yapamazsın
diyenlere gülmek için uğraştım. Asker oldum. Evet, herkesin yapamazsın dediğini yaptım ama
onlara gülmek yerine başımı öne eğdim. Çünkü cahile gülsem de bir bakışıyla beni bir kez daha öldürebilirdi. Babam gökyüzünü çok sevdiğimi bilirdi, havacı olmamı isterdi hep. Bir gün
onu karşıma alıp konuştum. Ona, en sevdiğim şeyin beni öldürmesinden korktuğumu söyledim. Eğer ona ulaşırsam, eskisi gibi sevemeyeceğimi, siyah balonlar bırakamayacağımı dile
getirdim. Sonra Kara Harp Okulu’nu yazdım. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman geçti ve ben
hedefime ulaşmanın mutluluğuyla her yeni günü daha çok seviyordum. Ama hayatımda bir
şey değişti. Yıllardır devam eden kural bozuldu. Aşk, beni buldu. Hem de gökyüzünde. Arkadaşımın kuzeni, kendisi pilot. Ben ise gökyüzünün onu teslim almasına çoktan izin vermiştim
39
bile.
Mayıs 2014
Çünkü yapamadığımı yapan adama seve seve aşık olmuştum. Bir döngü var derler;
sen onu seversin, o başkasını. Sanırım biz bu zinciri bozmuştuk ve mutluyduk. Evet,
bu kelebekler, mutluluğun iplerini saldığı balonlar gibi özgürce dolaşıyordu içimde.
Şimdi biraz daha büyüdüm. Eskiden kaybetmenin ne olduğunu bilmeyen ben, şimdi
hayata daha sıkı tutunuyordum. Onunla evlendim. Sevgiye bu kadar açken onu nasıl elimin tersiyle iterdim. Mutluyduk, çok mutluyduk. Sanki bitmeyen bir rüyadayız. Sonsuza dek sürecek
gibi geliyor, denizle gökyüzü sarılana dek. Bu oyunun kaybedeni olacak mıydı? İki kişi kazanılan şey nasıl olur da teke düşer, hem de galip gelerek. Garip. İki kişi kazandık, iki kişi de kaybederiz. Aptallık işte. Meğer öyle değilmiş; birimiz kaybeden olduk ama birimiz de kazanmadık.
Ta ki o kazaya kadar. Yine erkenden kalkmıştık. Sefere gidecekti; bir hafta yanımda yoktu. Ne
bitmez bir haftaymış, bir daha gelmedi, gelemedi. Onunla iletişime geçmeye çalıştım, her yeri
aradım. Kötü bir şey olmuştu zaten ama sesini duymamak beni daha da öldürüyordu. İşten izin
aldım biraz. Telefonlar, ziller susmak bilmedi. Aradan bir ay geçti. Uçağın hava şartlarından
dolayı düştüğünü, yolcuların yarısının hayatını kaybettiğini söylediler en sonunda arayıp. Telefon karşısında beni sakinleştirmeye çalışan adamı bağırarak susturdum ve pilotu sordum. “Pilot,
eşim, o nasıl, yaşıyor mu?” dedim ama konuşan ben değildim. Sadece dudaklarımın kıpırdadığını hissediyordum. Maalesef lafını duyduktan sonra daha fazla ayakta duramadım. Hemen babam
konuşmaya devam etmişti. Kendime geldiğimde onun kaybolduğunu, her yere baktıklarını ama
bulamadıklarını söyledi. İşte şimdi her şey daha yeni başlamıştı. Şimdi ne yapacaktım? Başımı
ellerimin arasına alıp dibe mi çökecektim, yoksa yaşıyordur umuduyla güçlü mü kalacaktım?
Dibe battım, en dibe. Bir gram umut yoktu içimde. Sanki böyle her geçen gün vücuduma daha
çok cam kesikleri batıyor, böyle sanki içim yarılıyor da her şey oraya dökülüyor. Umutsuzdum
ama bekliyordum. Ben hala çıkıp gelmesini, her şeyin eskisi gibi olacağını bekliyordum. Yine
en başa dönmüştüm. O beyinsizlerin acıyarak bakan gözleriyle baş başa idim. Onları yuvalarından çıkarıp bir daha bakmamalarını sağlamak istiyordum. Üstelik artık yalnız değildim, umudunu kesenler gemisinde. Başın sağ olsun lafına cevap vermeyi geçtim, her söyleyeni attığım çığlıklarla boğmak istiyordum. Karşıma geçip bana bir şeyler anlatan aptal insanlara sağır rolünü
oynuyordum. O söylediklerine inanmalı, tuzaklarına düşmeli miydim?* Umut, onu ölüler dünyasından geri getirir miydi? Eğer öyleyse umut, ölümün önüne geçen ilk duygu olduğunu kanıtlamıştı bana. Neyse ki bir ay daha duvarlarla konuşarak, sessiz çığlıklar atarak geçti. Hala son nefesimi vermediğime şaşkındım. O lanet telefon yine çaldı. Nasıl açardım, hangi cesaretle? Hemen kapattım ve fırlattım bir yere. Aramaya devam ettiler, sanki beynimin her yerinde ağlayan
bebek sesleri vardı. Titreyen ellerimle babama verdim telefonu ve açmasını istedim.
40
Mayıs 2014
O da çok ter döktü ve birkaç dakika sonra yüzündeki ifadeden her şeyi anlamıştım. Biri
boğazımı sıkarmışçasına, “Öldü, değil mi? Öldü!” dedim. Bu soruya beni bağrına basarak cevap vermeyi tercih etti. Ölmüştü, daha doğrusu ölmüştük. Dediğim gibi ikimiz de
kaybettik. Dünya yıkıldı da bir tek ben altında kaldım sanki. Herkes bir köşeye çekilmiş
perişan halde ağlıyordu. Şaşkın gözlerle baktım onlara ve zar zor yerimden kalkarak odaya gittim.
Kapıyı kilitledim. Şimdi yeni bir dünya yaratmalıydım kendime: yeraltı dünyası. Aklımda tek bir
düşünce vardı. Artık hiçbir yerde olmayan insan nereye giderdi?* Kapımın önünden geçerken konuşan insanlar cesedinin bir okyanusta bulunduğunu söylüyorlar. Kâğıtlara bir şeyler yazıyor, duvarlara yapıştırıyordum. Kâğıdım bitmişti, bu yazmama engel değildi. Duvarlar, tertemizdi ve kâğıt olmaya en iyi adaydı. Ben de duvarları kâğıt yaptım. Acı çekiyordum. Bu karmaşık acı, öfkeye dönüşüyordu.* Soluk aldıkça acım dayanılmaz oluyordu.* Hiçbir şey hissedemeyecek kadar yorulmuştum.* Cehennemdeydim, siyah cehennem. Yanıyordum. Bedenim ve içim yanıyordu.* Yüreğimden
yükselenleri çığlık çığlığa haykırmalıydım.* İçimde ölüm ve yıkım vardı. Herkes kapıdan, bu günlerin de geçeceğini, zamanla alışacağımı söylüyordu. Tabi ki bu masallara hiçbir zaman inanmayacaktım. Artık gökyüzünden nefret ediyordum. Orası şimdi bomboş benim için. Sevgimin, nefrete
dönüşmesi çok kısa bir süre aldı. Âşık olduğum bütün mavilikleri, siyaha çalmıştım. Artık ne hayal
vardı ne mutluluk. Tüneldeyim, dibe uzanan bir tünel. Sonunda yalnızca karanlık var. Gözlerim yorulmuştu, gökyüzüne bakıyor ve ağlayamıyordum.* Bu acı hala kemiklerimi sıyırıyordu.* Kim bilir
kaçıncı uykusuz gece? Terk edilmiş bu evle ben artık aynı şeyiz. Günler sonra kapıyı açıp annemden bir ayna istedim. Bakmamla fırlatmam bir oldu zaten. Biraz daha toparlanmam gerektiğini ve
insanlara karşı bir oyun oynamayı düşündüm. Geçmiş gibi, alışmış gibi yapacaktım. Ancak böylesi
beni ölüme götürürdü. Odamı temizledim, yazdıklarımı bir dosyaya yerleştirdim. Duvarlara hiç ellemedim. Evde ona dair her şeyi kaldırmıştı zaten babam. İnsanları kandırmak ustaca yaptığım bir
işti. Bunu yapmak hiç zor olmadı. Cenazesini getirdiler. Güçlü kalmaya çalışıyordum. Herkes oradaydı. Bir sürü üniformalı insanlar, arkadaşları, ailesi. Hepsi ağlıyordu, ben ise gururla fotoğrafını
taşıyordum. Ne zaman pes edecektim? Yürüyecek gücüm kalmamıştı, kollarımdan tutan insanlar
sayesinde sürüklenmekten kurtuluyordum. Gömerken, bakamadım. Her şey bitmişti, onu bu kez
dönüşü olmayan bir sefere yollamıştım. Gittikçe güçleniyordum. Biraz daha bu sahteliğe devam
ettim. En sonunda içimde uyuyan canavar uyanmış ve çıldırmıştı.* O anda dünyanın sonu geldi.*
Aslında kendim için daha farklı bir ölüm umut etmiştim.* Bileklerimi keserek veya kendimi sallandırarak ölebilirdim. Ama kendimi sonsuza hapsederek ölmek en iyisi olacaktı. Cehennemin zincirlerini şakırdatarak dolaşan ilk sakini ben olacaktım. Ya da sonuncu. Ya da hiçbir şey olmayacağım.*
İnsanlar için çılgınlık sayılan şey benim için çok doğal geliyordu şimdi: intihar. Bir ses duyuyorum.
41
Mayıs 2014
Ölümün yaklaşan ezgisi.* Teknedeyim, denizin ortasında. Birazdan son nefesimi alacağım ve bu yalana bir son vereceğim. Ne güzel değil mi? Etrafımda “Hayııııırr!” diye haykıracak kimsem yok. Şimdi son kez göğe bakıyorum. Bir tek bulut bile yok.
Şimdi. Nefes al. Aç ellerini ve bırak kendini, sonsuz maviye.
İşte böyle komşu. Bu da seneler önce vefat eden eşimin arkasından yazdığım kâğıtlardan
bir tanesi. Neyse maziyi çok deldik bugün. Çayını tazeleyeyim mi?
Bengisu ERİŞEN
Merhaba arkadaşlar, “Boş Tekne” bölümüne hoş geldiniz! Bu bölümde sizlere aşina olduğunuz benzer konuları ele alan Türk dizilerinin aksine, farklı kültürleri ve konuları ön plana çıkartan yabancı dizileri tanıtacağım. Hangisini izlerseniz izleyin, keyif alacağınıza eminim. İyi
okumalar!
DOCTOR WHO
Dizinin asıl konusu bilim-kurgu ve fantastik olup 1963 yapımlı Klasik Doctor Who ve 2005 yapımlı Modern Doctor
Who olmak üzere ikiye ayrılır. Dizi ağırlıklı olarak bilimkurgu olsa da dizinin komedi ve dram dallarına da girdiği
söylenebilir. Geçtiğimiz Kasım ayında 50. yıl dönümünü
kutlamış, İngiltere'nin en uzun süren bilim-kurgu dizisi unvanını almıştır.
Hikâye, bir zaman lordunun yaşadığı gezegen Gallifrey'de
savaşın çıkmasından sonra zamanda ve mekânda hareket
eden bir kulübe çalıp kâinatın her köşesinde ve her anında
yaşadığı maceraları, yalnızlıkları, özlemleri ve sorunları anlatır. Doktor'un asıl amacı evrenleri
ve yaşayan canlıları büyük tehlikelere karşı korumaktır.
Maceralarını yalnız yaşamak istemeyen Doktorlar yanına yardımcı bir insan alır ve
onunla T.A.R.D.I.S yardımıyla evrenleri kurtarmaya çalışır. Yardımcıları seçmek için bir ölçüt
yoktur. Doktor bunun hakkında "Neden seçtiğimi bilmem, sadece kim olduğunu bilirim." demiştir.
Kullandığı kutunun adı T.A.R.D.I.S. olup açılımı "Time And Relative Dimension In
Space" yani "Uzay ve Zamanda Göreceli Boyut"tur. İçi dışından daha büyük olan kulübe Doktor tarafından yeniden organize edilebilir. Bukalemun Devresi'ne sahip olan bu uzay aracı gittiği yerin dokusuna uygun olarak şekil değiştirebilir. Ancak Doktor 60'lı yılların sonunda
İngiltere'ye indiğinde polis kulübesi şeklini almış ve kulübe öylece kalmıştır.
42
Mayıs 2014
İki kalpli Doktor'umuz son bölümde 2100 yaşına girdikten sonra rejenerasyon geçirmiştir. Rejenerasyon, Zamanlord'larının ve Zamanleydi'lerinin bedenlerini ölüm
anında en ufak hücresine kadar değiştirdikleri yeniden canlanma olarak da bilinen
kurgusal bir olaydır. Bir Zamanlordu-leydisinin 13 rejenere hakkı vardır. Doktorların rejenerasyon geçirdikten sonra yaptıkları ilk şey, vücutlarını kontrol etmek olur. Örneğin
modern serinin ilk Doktor'u olan 9. Doktor 10. Doktor'a dönüşünce "Ah! Yeni dişler, bu çok
garip!", 10. Doktor 11. Doktor'a dönüşünce "Bacaklar! Hala bacaklarım var, güzel! Kollar, eller, ah parmaklar, çok fazla parmak… Gözler… Evet, gözler de. Burun, daha kötüsü de olmuştu. Çene, vay canına...", 11. Doktor modern serinin şu anki doktoru 12. Doktor'a dönüşünce ise
"Böbrekler! Böbreklerim var!" demiştir.
Her Doktor'un kendine has özelliklerinin olması rejerasyon bölümlerini daha da heyecanlı kılar, yeni hislerle karşılaşan Doktorlar çoğu zaman ne yapacaklarını şaşırırlar. İngiliz
yapımlarının en başarılı dizilerinden biri olan Doctor Who'yu izlemenizi özellikle tavsiye ederim ancak uyarmalıyım ki bağımlı olmanıza sebep olabilir!
SUPERNATURAL
Amerikan yapımlı Supernatural dizisi ilk olarak 2005 tarihinde yayınlanmaya başlamıştır.
Dizi hikâyesi korku ağırlıklı olmak üzere gerilim, dram
ve komedi gibi birçok türden de etkiler taşıyan bir gençlik dizisidir.
Hikâye, Dean Winchester ve Sam Winchester
kardeşlerin babalarının kaybolmasından sonra tekrar bir
araya gelip avcılığa geri dönmeleriyle başlar. Ancak bu
avcılık düşündüğünüz gibi bir avcılık değildir. Canavarlar, şeytanlar dâhil olmak üzere birçok kötü doğaüstü
varlığın Dünya'yı ele geçirmesine engel olur ve onları
avlarlar.
Dizi, kardeşlerin insanların gerçekte var olmadığını zannettiği birçok tür yaratık, hayalet, şeytan,
vampir, şekil değiştiriciler, cehennem köpekleri, kurt adamlar, ejderhalar, croatoan vb.
varlığın avcılığını yaptıkları ve bu maceralar sırasında yaşadıklarını anlatır.
43
Mayıs 2014
Dizide, Dean ve Sam arasındaki özel ilişki ön plandadır. Dean, içki ve kadın
düşkünüdür. Fakat oldukça cesur ve gururludur. Kardeşi Sam'e ona olan bağlılığı etkilenmenizi sağlar. Dean eğlenceli, klasik rock hayranı ve hiç bir şeyden korkmayan
biri gibi görünse de onunda korktuğu ama saklamayı tercih ettiği şeyleri vardır ve
Sam bu yüzden çok zorlanır. Sam ise merhametli, zeki birisidir. Sam ve Dean avcılık yüzünden
sürekli seyahat etseler de değişmeyen tek şey arabaları Impala'dır. Kardeşlerin -özellikle
Dean'ın- arabaya düşkünlüğü göz önünden kaçmamaktadır. Dizi boyunca iki kardeşin başından
geçen duygusal, dramatik, komik ve korku dolu maceralar, izleyicileri ekrana bağlar.
HOW I MET YOUR MOTHER
2005 yılında Amerika'da yayınlanmaya başlayan durum-komedi dizisidir. Dizinin ilk bölümü
2030 yılında ana karakter Ted'in çocuklarına,
"Size annenizle nasıl tanıştığımı anlatacağım." demesiyle başlar ve böylece dizi 2005
yılına döner. 2005'de 27 yaşında olan mimar
Ted, arkadaş gurubuyla kendisine küçük bir
dünya yaratmıştır. Grup üyeleri Ted'in en iyi
arkadaşı,
hukuk
öğrencisi
Marshall,
Marshall'ın uzun yıllardır birlikte olduğu anaokulu öğretmeni Lily ve absürt bir kişiliğe sahip olan takım elbisesiz nefes alamayan
Barney'dir.
44
Mayıs 2014
SHERLOCK
Sherlock, Sir Arthur Conan Doyle'nin Sherlock Holmes eserlerinden ilham alınarak
yayınlanmaya başlanmış, 2010 yapımlı bir İngiliz mini dizisidir. Asıl türü, cinayet,
polisiye, drama olmasına rağmen komedi, macera, aksiyon gibi türlerinde içinde yer alır.
Hikâye 21. yüzyıl Londra'sında, sonradan ünlü
olacak olan Yardımcı Dedektif Sherlock Holmes ve onun
yardımcısı Doktor John Watson'ın polisin çözmekte zorlandığı olayları ışığa kavuşturmasını temel alır. Vakaların
Bay Holmes'ın tarzı ve espri anlayışı ile çözülüyor olması
diziyi daha da güzel bir hale getiriyor.
Danışman Dedektif Holmes bir çıkarım yapma
ustasıdır. Holmes aynı zamanda en büyük zihin saraylarından birini kullanmaktadır. Sherlock, vakaları incelemekten özellikle cinayetleri çözmekten büyük bir zevk
alır ve bu kendini beğenmişliği ile birleşince insanların
onu psikopat olarak tanımlamasına neden olur. Sherlock bu tanıma "Ben bir psikopat değilim,
yüksek nitelikli bir sosyapatım!" diyerek karşılık verir.
Tahmin edebileceğiniz gibi bu kadar zeki ve yetenekli bir kişinin düşmanları olmazsa
olmazlarındandır. Çoğu zaman düşmanlarını kolayca yense de bazen çok zeki düşmanlarla
karşı karşıya geliyor. Bunlardan en meşhuru ve en zorlusu, kendi tabiriyle danışman suçlu
James Moriarty'dir. Moriarty tam bir suç dehasıdır, Londra'nın dışına kadar uzanan bir suç örgütünün başındadır. Dedektifimiz Holmes bu örgütü deşifre etmeye çalışırken aynı zamanda
Moriarty'nin akıl sır erdirilmez oyunlarından kurtulmaya çalışıyor. İki dehanın savaşında kimin
öleceğini kim bilebilir?
Karakterlere, özellikle de kurgusuna âşık olacağınız bu dizinin tadı damağınızda kalacak. Üzülerek söylüyorum ki dizi yılda sadece üç bölüm yayınlıyor bölümlerin 90 dakika olması bizleri biraz tatmin etse de, açlığımızı dindirmiyor. Bekleme süresinde iyi şanslar!
Şevval GÜRCAN
45
Mayıs 2014
SENİN İÇİN BİNLERCE KEZ
Açık tavandan ve camsız pencerelerden sızan güneş gözüne çarptı. Yarı uyanık,
ceketine sarındı. Sabahın habercisi o koku, kömür kokusu… Ufak bir sızı ve aniden parlayan bir
anı. O kömür kokusu ona çocukluğunu hatırlatmıştı. Zihninde paslanan çocukluğu. Vücudunun
soğukluğu yetmiyormuş gibi günbegün biraz daha silinen. Şimdilerde ise ona kalan hasret, o ses
ve birer birer dökülen kelimeler ‘Senin için binlerce kez oğlum.’
Yattığı yerden yavaşça doğruldu. Soğuktan kıpkırmızı olmuş burnunu nemli ceketinin içine soktu. Oltasına çevirdi kafasını. Herkese inat her sabah hiç şaşmadan elinde oltası denize giderdi. Virane barakadan dışarı çıktı. Havada güneş vardı. Akşamdan kalan soğuk eklemlerini terk
etmemişti. Her sabah olduğu gibi ara sokaktan geçiyordu. Bu ara sokaktaki insanlar ona iğrenerek
bakıyordu. Biri hariç ‘Fatma Kadın’. Ama yine de severdi o yolu. Bilmiyordu ama amaçsızca severdi işte. Nasıl ki bir kıza sevdalanılır o da o yola sevdalanmıştı. Onu denize götüren o yola. Fatma Kadın’ın evine gelince yavaşladı. Fatma Kadın, elinde bir yarım ekmek yanında belirdi. Ansızın bulunan bir hazine gibi alıp sardı ekmeği. Çocuklar onu ‘Deli Hasan’ diye kovaladığında babasının ‘Ağlama oğlum, sen büyüyüp kocaman olacaksın’ diyerek Hasan’ı sardığı gibi. Fatma
Kadın, ekmeği gibi sıcak elini Hasan’ın yüzüne götürdü. Ürperdi Hasan. ‘Hasan’ım’ dedi. ‘Deli
Hasan’ım’ ve yine ağladı. Sanki Hasan’ın tüm acıları gidecekmiş gibi ağladı. Hasan yoluna devam etti. Ekmeğini yiyecek bir yer arıyordu. Diğer insanlardan çok çok uzak bir yer. Ona acıyarak bakanlardan uzak.
Babasının öldüğü günden beri hep aynıydı insanlar. Her gece ve her sabah. Alışmıştı aslında. İnsanların onunla konuşurken ‘baba’ dediği anda susmalarına ve onun sanki hiç hatırlamamış gibi gülüp devam etmelerine. Alışmıştı aslında yaşlı teyzelerin onu gördüğünde kırışık yüzlerinden akan sıcak gözyaşlarına. Herkes ona baba kelimesini unutturmaya çalışıyordu ama o ilk
baba demişti, ilk babasının sıcaklığını hissetmişti, ilk onu sevmişti, ilk ona güvenmişti. Nasıl unuturdu ki. Zaten her sabah sokağın soğuk ve acı kömür kokusu hatırlatıyordu. İstanbul’un sokakları, ağaçları, deniz kenarı, Galata Köprüsü… Tek dostu o deniz ve kırık oltası. Yağmur sonrası
uyku gibi, ilk düşen kar tanesi gibi, baharın ilk çiçeği gibi, yeni yanan sobanın sıcaklığı, soba üstünde kevredilen ekmek gibi severdi o denizi. Gözyaşlarını saklardı o deniz. Her sabahki kanlı
gözyaşlarını. Kimse görmezdi ağladığını kimse işitmezdi hıçkırıklarını. Acılarını taşırdı o deniz.
İçindeki çığlıkları, baba özlemini.
46
Mayıs 2014
Her gün babası gelir otururdu kayığın kenarına, gülümserdi ona, eskiden nasıl
gülüyorsa. Üstünde ölmeden önceki kıyafeti, teriyle karışmış ıslak tahta kokusu.
“Ağlama oğlum, sen kocamansın.” derdi. Hasan konuşurdu onunla. Onun için hem
yaşıyor hem de ölüydü. “Çabuk gittin be baba, çok değişti İstanbul, sokakları, ağaçları, insanları, köprüyü bile değiştirdiler ama var ya baba bir şu deniz değişmedi. Yine aynı kokuyor,
aynı sessizlikte ama dinliyor bizi. Bak olta hala duruyor, ceketinde üstümde... Yazın sıcak oluyor ama çıkarmıyorum. Anılarımda siliniyor yavaş yavaş hepsi gitmesin diye çıkarmıyorum
işte ceketi. Hala Deli Hasan diye bağırıyorlar ardımdan, yine bana sarıldığını hissediyorum,
ağlıyorum. Ha ağlıyorum diye de üzülme. Peynirli ekmeği Fatma Kadın veriyor hem de her
sabah. Özlüyorum baba seni hem de çok özlüyorum. Bağırıp çağırmak istiyorum çığlık çığlığa
sokaklarda koşmak istiyorum ama yapamıyorum baba sadece seni özlüyorum. Ağlıyorum baba, ağlamamı istemediğini biliyorum ama yine de ağlıyorum, baba, sadece seni özlüyorum.”
Her sabah gelirdi işte buraya, balık tutmaya değil; babasıyla konuşmaya, denizi koklamaya. Akşama kadar denizde dolaşır durur, anlatır da anlatır. Sonra yavaşça barakasına dönerdi. Ama bu gece barakaya girince bir huzur çöktü içine. Islak tahta kokusu kaplamıştı her
yeri. Hiç rüzgâr vurmuyordu yüzüne. Üşümüyordu. Ceketi çıkarmak istedi ilk defa. Sert döşeğe uzandı. Yumuşacıktı döşek, rahattı. Ağır bir uyku bastırdı. Gözlerini açık tutamıyordu. Kapıda birden babası belirdi. Gülümsedi. Gözlerini kapattı. Anıları rengârenkti. Her şey bugün
gibiydi. Babasının sesini duydu. ‘Hadi gel oğlum’ Hasan hiç şüphesiz seslendi: ‘Senin için
binlerce kez baba!’
Rümeysa Yağmur SAÇAN
“Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde ilk
vazgeçeceği kişi siz olursunuz”
Sigmund Freud
47
Mayıs 2014
ZİHİNSELİ
Zekâyı Geliştirmenin Yolları
Çoğu insan zekânın doğuştan geldiğini ve onu değiştirmenin (geliştirmenin) mümkün olmadığını düşünür. Aslında bu yanlış bir düşüncedir. Eğer doğru yöntemleri düzenli olarak uygularsak beynimizin 6-10 yıl daha genç kalabileceğini biliyor muydunuz? Bu süre zarfında beyin
genç kaldığı için elbette vücudumuz da genç kalıyor. Beyni genç tutmanın ve geliştirmenin birden fazla yolu var. Ama bu yöntemlerin birçoğuna alışmak süre alacaktır. Tabi etkisini hemen
göstermeyecektir. Ama sabırlı olursanız ve bu yöntemleri uygulamaya devam ederseniz, ileride
bunun faydalarını siz de göreceksiniz. Bu yöntemleri hayatınızın her döneminde uyguladığınızda
siz de nelerin değiştiğini fark edeceksiniz.
Unutkanlık sorunlarına yakalanmamak için beyin hücreleri arasındaki bağlantının iyi
çalışması gerekir. Aksi halde ileriki yaşlarda beyne iyi bakılmadığı için çeşitli sorunlarla karşılaşılabilir. Beyninizin çok hassas olduğunu ve sürekli gelişmesi için yeni şeyler öğrenmeniz gerektiğinizi unutmayın. Beynin sağlıklı olabilmesi için bazı aktiviteleri yerine getirmeniz gerekir:
DİYET
İpucu 1: Genel beyin sağlığı için taze sebze ve meyvelerle dengeli bir şekilde beslenmek
gerekir.
İpucu 2: Beynin sabit bir enerji kaynağına ihtiyacı var. Bu enerji kaynağı, glukoz adı verilen
şekerdir. Bu şekeri yediğiniz karbonhidratlardan (makarna, yulaf, kepekli ekmek, bakliyat) alabilirsiniz. Glukoz için çikolota, bisküvi ve şekerli içeceklerden uzak durun, çünkü şeker oranı fazla
olduğu için bu yiyecekler beyne zarar verecektir.
İpucu 3: Beyin oksijen ile doldurulmalıdır. Bu aynı zamanda kandaki demir oranını da yükseltecektir. Demir almak için kırmızı et, yeşil sebze, kurutulmuş meyve, zenginleştirilmiş tahıl ve
bakliyattan yararlanabilirsiniz.
İpucu 4: Kahvaltı ya da öğle yemeğini -özellikle sınav zamanlarında- atlamayın. Beyni araştıran
bilim adamları kahvaltı yapmayan öğrencilerin test sonuçlarının daha düşük olduğunu tespit etmişler. Yine abur cubur yemek de beyne iyi gelmez. Abur cubur yemek yerine yavaş yayılan
karbonhidratlardan yararlanmanın daha iyi olduğu ispatlanmıştır. Bu arada herkesin kahvaltıya
ihtiyacı var, kızların daha fazla, unutmayın!
48
Mayıs 2014
SU
İpucu 5: Susuz kalmayın. Vücudun susuz kalması beyni etkileyecektir. Tuvalet ihtiyacı varken de beyin çalışmaz.
EGZERSİZ
İpucu 6: Beyninizin kılcal damarlar aracılığıyla -ihtiyacı olan- oksijeni alması için harekete ihtiyacı var. Araştırmalar egzersizin hafıza kapasitesini artırdığını göstermiştir. Bu yüzden bol bol
yürüyüş yapmak, bisiklete binmek beyninizin size teşekkür etmesi için gereklidir.
UYKU
İpucu 7: Beyninizin en hızlı ve en kolay tedavi yöntemi iyi bir gece uykusudur. Hem sizin dinlenmeniz hem de beyninizin öğrendiklerini pekiştirmesi için uyku iyi gelir. Özellikle gece uykusu. Hatta gün içinde bazı şekerlemeler yapmak bile beyninizi biraz daha geliştirir. Zihninizi geliştirmek için şunlara da dikkat etmelisiniz:
1.
Bulmacalar çözün.
2.
Beynin iki yönünü geliştirin. Dişlerinizi, saçlarınızı fırçalarken her zaman kullandığınızdan farklı olan elinizi kullanın.
3.
Belirsiz olan şeylerin tadını çıkarın. Örneğin yanılsama resimleri seyredin. Paradoksları
çözmeye çalışın.
4.
Zihin haritalamayı öğrenin.
5.
Bir veya daha fazla duyunuzu engelleyin. Evinizi gözleriniz kapalı bir biçimde yeniden
gezin.
6.
Tat duyunuzu geliştirmek için yiyecekleri karşılaştırın. Peynir ile çikolata tat farklarını
bulmaya çalışın.
49
7.
Görünüşte ilgisiz olan konular arasındaki kavşak noktaları bulun.
8.
Farklı klavye kullanmayı öğrenin.
9.
Sürekli kullanılan nesnelerin farklı kullanım alanlarını keşfedin.
10.
Yaratıcılık tekniklerini öğrenin.
11.
Varsayımlarınızın tersini düşünün.
12.
Resim ya da duvar kâğıtlarını baş aşağı çevirin.
Mayıs 2014
14. Eleştirel düşünün.
15. Mantığı öğrenin. Mantık bulmacalarını çözün.
16. Bilimsel yöntemi tanıyın. Hayatınızda kullanın.
17. Resimler çizin. Sanatçı olmanız gerekmez.
18. Beyni geliştirici gıdalar yiyin.
19. Olumlu düşünün.
20. Bir sanat alanı ile uğraşın.
21. Biraz aç olun. Genelde tok olmayın.
22. Egzersiz yapın.
23. Dik oturun.
24. Bol su için.
25. Derinden nefes alın.
26. Gülün.
27. Bir hobiniz olsun.
28. Rahat uyuyun.
29. Müzik dinleyin.
30. Teknoloji ile daha az uğraşın.
31.
Fikirlerinizi bir yere depolayın. Onları yazın, şifreleyin, saklayın.
4. maddede belirtilen zihin haritalama uygulanması bilindiğinde bir bilgiyi hatırlamanız
çok daha hızlı ve düzenli olacaktır. Özellikle bu bizim gibi sınavlara sürekli girenler için çok iyi
bir yardımcı olacaktır. Burada amaç, beyninizi tamamen daha kolay kullanmanızı sağlamak.
Bu tekniğin orijinal adı ‘Mind Palace’ yani Hafızı Sarayı’dır. Hafıza Sarayı, Antik Roma'dan bu yana, inanılması güç hafıza özelliklerini elde etmek için kullanılan bir yöntemdir. 8
kez Dünya Hafıza Şampiyonu olan Dominic O'Brien, bu tekniği kullanarak 2808 adet iskambil
kâğıdını sırasıyla saymayı başarmıştır. İşte kendi hafıza sarayınızı oluşturmanız için yapmanız
gereken adımlar:
50
Mayıs 2014
1- Mekânını (Sarayını) Seç
Öncelikle çok iyi bildiğiniz bir mekânı seçin. Bu mekânı ne kadar iyi tanıyorsanız ve görselleştirme yoluyla bu mekân içinde rahat gezeceğinize ne kadar eminseniz,
bu tekniğin etkisi o kadar fazla olacak demektir. Zihninizin gözleriyle kolaylıkla her
ayrıntısını görebileceğiniz bir yer olmalı. Bu kriterlere göre ilk akla gelen yer, evinizdir.
Seçtiğiniz mekânın sadece statik bir görüntüsünü değil, farklı açılardan ve perspektiflerden görünümünü, mekânı çeşitli rotalarda gezdiğinizde nelerle karşılaştığınızı gözlerinizin önüne
getiriyor olmanız gerek. Bu, tekniği güçlendirerek hafızanıza aldığınız bilgileri belirli bir sırada
hatırlamanızı kolaylaştırır. Yaşadığınız şehirdeki meşhur ve işlek caddeler, işe ya da okula giderken kullandığınız sokaklar, şu anki ya da geçmiş yıllardaki okulunuzda sınıfınızdan kütüphaneye
giderken izlediğiniz yol, iş yerinizde sizin masanızdan patronun odasına uzanan patika… Tüm
bunlar Hafıza Sarayı’na örnek olabilir.
2- Ayırt Edici Özellikleri Listele
Şimdi seçtiğiniz mekânın belirleyici özelliklerini belirleyip bunlara konsantre olma zamanı! Mesela, dışarıdan evinizin içine uzanan yolu seçtiyseniz, karşınıza çıkan ilk şey muhtemelen
sokak kapısı olacaktır. Devam edin ve sırasıyla neler gördüğünüzü inceleyin. İlk odada neler var
mesela? Odayı metodik olarak analiz edin, örneğin soldan sağa, sırasıyla objeleri gözden geçirin.
Dikkatinizi çeken bir şey var mı? Oturma odasındaki orta sehpa ya da duvardaki güzel bir tablo
olabilir. Bu işlem süresince zihinsel notlar tutun. Bunlar daha sonra bilgi parçalarını depo etme
konusunda size yardımcı olacak olan "hafıza odacıklarıdır".
3- Mekânını Zihnine Yerleştir
Tekniğin %100 etkili olması için mekânı olabildiğince her detayıyla zihninize yerleştirmeye çalışın. Eğer görsel yetenekleri gelişmiş bir insansanız, bunda zorlanmayacağınızı
söyleyebiliriz. Değilseniz işte size birkaç ipucu:
Mekânı, detayları sesli şekilde tekrarlayarak gezin.
Önemli noktaları bir kâğıda yazın, bu noktaları gözünüzün önünde canlandırarak yüksek
sesle tekrar edin. Aklınızda tutmaya çalıştığınız ayrıntılara hep aynı açıdan bakın.
Mekânı zihninize yerleştirdiğinizden emin olduğunuzda “Hafıza Sarayınız” kullanıma
hazır demektir. Artık istediğiniz her şeyi hafızanıza almak için bu sarayı kullanabilirsiniz.
51
Mayıs 2014
4- İlişkilendir
Şimdi sarayınızın kralı/kraliçesi sizsiniz! Onu istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.
Hafıza Sarayı tekniği görsel ilişkilendirme yoluyla kullanılır. Süreç son derece basit:
Mekândaki bir imajı ele alın. Bu sizin "hafıza çiviniz" olacak. Bu imajı, hafızanıza almak istediğiniz şeyle ilişkilendirin. Her "hafıza çivisi" Hafıza Sarayımızın ayırt edici bir özelliğidir.
Görsel ilişkilendirme yapmanın yöntemleri vardır: Çılgınlaştır, renklendir, garip-olağandışı hale
sok, ters yüz et… Bu özelliklere sahip şeyler daha kolay hatırlanır, öyle değil mi? Hafıza Sarayınız olan mekânı gerçek hayatta eşi benzeri olmayacak denli özgün ve özel kılmaya çalışın.
İsterseniz size örnek olması amacıyla basit bir bilgiyi hafızamıza yerleştirmeyi deneyelim. Mesela alışveriş listesi. İlk malzememiz domates olsun. Zihinsel olarak kendinizi Hafıza
Sarayınız olan mekâna transfer edin ve giriş kapınızı gözünüzün önüne getirin. Şimdi domates
ile giriş kapısını ilişkilendirin. Örneğin kapı koluna asılmış kıpkırmızı domateslerin olduğu bir
fileyi hayal edin ve taze domateslerin mis gibi kokusunu hissedin. Domateslerle giriş kapısını
ilişkilendirdiğinize emin olduktan sonra yürümeye devam edin. Önceden zihninize kaydettiğiniz sıradaki obje ile listenizdeki bir başka malzemeyi ilişkilendirin. Örneğin, karşınıza çıkan ilk
odadaki evlilik fotoğrafınızla yumurtayı özdeşleştirebilirsiniz. Gelinin elinde tuttuğu kocaman
çiçek demetinin içinde yumurtaların olduğunu hayal edebilirsiniz.
Bunlar sadece benim sunduğum örnekler. Farklı ilişkilendirmeler yapmak sizin hayal
gücünüze kalmış. Bu yöntemi kullanarak listenizdeki diğer malzemeleri de sırasıyla Hafıza Sarayınıza yerleştirebilirsiniz.
5- Sarayını Ziyaret Et
Bu aşamada tekniğe alışmak için Hafıza Sarayınızda baştan sona bir gezi yapacaksınız.
Tabi ki zihninizde…
Sarayınızdaki objeleri sırasıyla gözünüzün önüne getirdiğinizde, hatırlamak istediğiniz
ve bu objelerle ilişkilendirdiğiniz bilgiler de aynı sırayla aklınıza gelecektir.
Son objeye geldiğinizde geri dönün ve bu kez de hatırlamak istediklerinizi sondan başa
saymaya çalışın.
52
Mayıs 2014
6- Sonuç
Hafıza Sarayı hakkında en sevdiğim şey, etkili bir yöntem olmasının yanı sıra, öğrenmesinin ve kullanmasının çok keyifli olması. Azıcık egzersizle Hafıza Sarayı’nıza yerleştirdiğiniz bilgiler günler, haftalar, yıllar hatta daha uzun süre aklınızda kalacaktır. Zihninizde istediğiniz kadar çok Hafıza Sarayı yaratabileceğinizi unutmayın. İster basit ve sade bir mekân,
ister pek çok obje ve eşyayla dolu oldukça kalabalık bir yer… Bunların her biri sizin hafıza
bankanız olacak ve istediğiniz her şeyi istediğiniz her yer ve zamanda hatırlamanızı kolaylaştıracak.
Unutmayın! İnsan beyni bu evrendeki en karmaşık sistemlerden biridir. Ve hala da
tam olarak bilinmemektedir. Bu teknikler sadece onu biraz daha ve doğru kullanmanıza
kılavuzluk eder.
HER ŞEY SİZİN ELİNİZDE…
İsmail Sefa ÇAKIROĞLU
“Erdemlerimiz ve kusurlarımız birbirinden ayrılamaz. Güç ve
madde gibi. Onlar ayrıldığında insan bir hiçtir.”
Nikola Tesla
53
Mayıs 2014
BİRTAKIM İNSANLAR
Yarım düğüm kravatıyla şehrin sadece ücra köşelerine giden metro çıkışında
derbeder bir halde kendi kendine söyleniyordu. Delirmiş değildi ya da sarhoş olmamıştı. Henüz, o tür şeyler icat edilmemişti çünkü. Fakat yalnızlık ve karanlık en başından beri
hep onu takip ediyordu, yoksa siz hala bu tür şeylere inananlardan mısınız? Yalnız olduğuna
göre o bilindik tiratlarından okuyabilirdi:
Öyleyse bu akşam çıldırıyoruz Berdüş. Dünyada yer kapladığımız için köpekler, kediler
ve bütün bitkiler gibi dünyada yer kapladığımız ve yaşadığımız için. Çıldırmak için daha iyi bir
sebebin varsa lütfen söyle. (Yanındakine bakmak için kafasını çevirdiğinde yeniden söylenmeye başladı.) Burada olmadığını unutmuşum kusura bakma bana bir şey anlatmıştın hatırlıyor
musun?
Eski zamanlarda zengin bir adam vardı; gerçekten çok zengin bu adam, bir gün önemli
bir şey fark etti. Dünyadaki en önemli şeyin satın alınamayacağını, zenginliğinin. Ve dolayısıyla insanlığının nasıl zengin olduğunu bilmediği için; yoksa unutmuş muydu, sanırım unutmuştu. Neyse nasıl zengin olduğunu unuttuğu için korkmaya başladı. Yoksul bir insan olmak fikri
ona korkunç geliyordu, çünkü yaşadığı yerde yoksul insanlar o kadar da insana benzemiyordu.
Bu düşünce onu takip etmeye başladı ve bir gün adam lüks ve pahalı davetlere gitmeyi bıraktı.
Yeni kıyafet almayı da, araba sürmeyi de. Para harcamakla ilgili aklına ne gelirse hepsini bıraktı. Artık akşamlarını hesap defterlerinin başında uyuklayarak geçiriyordu. En sonunda bir
yoksul gibi yaşamaya başladı. Yoksul olmak istemiyorken yoksul gibi yaşayan bir adam, buna
çok gülmüştük ama sen hikâyenin sonunu anlatmadın. Sadece intihar ettiğini biliyoruz, sonra
da bütün bunların benim yaşadıklarımla aynı şeyler olduğunu.
Dediğim gibi öyleyse çıldırıyoruz Berdüş, dünyada yer kapladığımız için !
Hadi TUNÇEL
“Felsefeyi düşünmeden yaşamak, sahip olunan bir çift kapalı gözü açmaya
tenezzül etmemektir.”
Descartes
54
Mayıs 2014
“Yeni bir adım atmak, yeni bir şey söylemek insanların en fazla korktuğudur.”
Dostoyevski
FARK
İnsanı diğer canlılardan ayırabilen zekâsını daha etkili kullanabilmesi ve yeryüzündeki en gelişmiş canlı olmasıdır. İnsan, en başında zararsız bir varlıkken hayatta kalma yarışını
oynamak yerine; daha hızlı bir yaşama girdi. Bu yarışa nesillerce girebilmesi için dürüstlüğünü bırakıp yerine kibri ve egoyu alması gerekiyordu. Varoluş amacını dahi unutup bu yarışa girmeyi kabul etti. Doğaya karşı çıktı. Nefsine hâkim olamadı. Düşünmeyi unuttu.
Eğer “çağımızın gereği teknoloji” bizlere her gün öğütler veren -ancak kendisini bununla tatmin edebilen- insanların üzerine eklenirse hiçbir fayda sağlamaz. Eğer hayatımızı
kolaylaştırmak için çabaladığını söyleyen binlerce “bilim adamlarının” yaptığı icatların üzerine neden marka koyduklarını hiç sorgulamadıysan ve yapılanların gerçekten senin kanserojen maddelerden %00.01 daha az etkilenmen için yapıldığına inanıyorsan bir takım görüşler
seni de zehirlemeye başlamış demektir.
Otobüse bindiğinde bile arasında sadece 30 cm bulunan yol arkadaşıyla konuşmak
yerine, insanların kafasını aşağı eğip telefonlarıyla uğraştıklarına dikkat et! Saatlerce bilgisayar başında oturmanı sağlayan gücün adını tekrarlayabilir misin? Online oyunların, sosyal
ağların, internet sitelerinin aslında en büyük uyuşturucular olduğunu onlarla yaşayarak öğrendin ve artık onlara bağımlısın. Aslında hiçbiriniz televizyon izlemeye, bilgisayar oynamaya ya da küçük kutular üzerinde başparmaklarınızı geliştirmeye zorlanmıyorsunuz. Aslında
hiçbiriniz marka giymeye, her şartta daha iyi bir ürünü almaya zorlanmıyorsunuz. Sadece
kandırılıyorsunuz. Sizler hesapları istiyorsunuz. Kredi kartlarını ve senetleri istiyorsunuz.
Çiftçinin emeğini fırında ödeyebileceğinizi, aldığınız ayakkabılarla günde 1 dolara çalışan
Bangladeşli annenin hakkını verebileceğinizi zannediyorsunuz. Bunları “herkes” yapıyor
diye yapıyorsunuz. Çünkü kölelik kaldırılmadı, herkesi kapsayacak şekilde genişletildi.
55
Mayıs 2014
Değişimin en büyük halkasının küçükler olduğu bilindiği halde koca bir nesil
bastırılarak yetiştiriliyoruz. Aslında büyük bir kalemtıraş var ve hepimiz tıraşlanıyoruz. Çünkü her kalem gibi aynı olmak zorundayız. Yani aynı kısalıkta, aynı renkte zorla aynı
kaliteyi sağlayacağımız düşünülüyor. Ancak her kalemin ucu her kalemtıraşın ağzına uymuyor ve bu yüzden neslimizin büyük bir kısmı çürük kalem olarak çöpe atılıyor. Böylece bizi
daha kolay sınıflandırıp eleyebiliyorlar. Hiçbir şeyin eğitiminizi engellemesine izin vermeyin;
kendinizi yeteneklerinizin doğrultusunda geliştirin. Çünkü gelecekte geçmişten pişmanlık
duyduğunuzda, ettiğiniz sitemlerin kimsenin umurunda olmayacağınızı biliyorsunuz. Her insan yeteneğinin olduğunu unutmamalı. Örnek aldığınız bilim adamlarından, sanatçılara kadar
dünyaya katkı sağlayan tüm insanların bizlerden tek farkı yeteneklerini keşfetmiş ve bu hizada doğru adımlar atmış olmalarıdır.
Bizlere yeteneklerimizi nasıl keşfedeceğimiz öğretilmiyor, bizlere nasıl meslek sahibi
olup para kazanacağımız öğretiliyor. Tamamen doyumsuz nesiller yetiştiriyoruz. Sen bilgisayar başında fast-food siparişi verirken insanlar bir bardak su için kilometrelerce yol yürümek
zorunda. Dünyada 2 milyar kişi obeziteyken sayılabilenlere göre Afrika’da saatte 300, yılda 2
milyon kişi açlıktan ölüyor.
İnsanız ve barınma ihtiyacımızın olduğunu hepimiz kabul ediyoruz ama bu ihtiyaç
kimse tarafından doğru anlaşılmamış. Misafirliğe gittiğinizde bile gördüklerinizle evinizdeki
eşyaları kıyaslayıp böbürleniyorsunuz. Hâlbuki hepiniz aynı yerlerden aynı ürünleri alıyorsunuz. Aynı renkteki avizeleri kullanıp aynı televizyonlardaki programları izleyerek sabahlıyorsunuz. Mobilyalarınızı alıp “Bundan sonra başka mobilya almayacağım.” diyorsunuz. Sonra
“hayalinizdeki yatak…”, “hayalinizdeki masa...”, “aradığınız yemek takımı...” ve “son kez
alacağınız vazolarınız...”. Son tasarlanan tüm o eşyaları alıyorsunuz ve en sonunda
“hayalinizdeki” yuvanıza kısılıp kalıyorsunuz. Sahip olduklarınız artık sizin sahibiniz oluyor
ve sizler tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleri olarak kalıyorsunuz. Sıfır hatadan bahsediyor,
hayatı dolu dolu yaşamaktan ve her şeyi daha hızlı elde etmekten söz ediyorsunuz. Sizler mükemmelleştikçe değeriniz azalıyor ve robotlaşıyorsunuz.
56
Mayıs 2014
Bir bilim dergisi okumak sizin için çok zor. “Neden okumuyorsun?” sorusuna ise
"Arabama, karıma, dostlarıma, aileme ve evime hizmet etmekten nasıl zaman ayırabilirim
ki?" oluyor. Hâlbuki maçlarda bağırmaya, kâğıt oynamaya ve tüm saatlerini dört duvar arasında çalışarak geçirmeye zaman ayırabiliyorsun. Ne bir kitap okuyorsun ne de bir konu üzerine araştırma yapabiliyorsun. Çünkü araştırmaların sana düşüncelerden başka sunacak bir
şeyi yok. Sana çıkar sağlamaz, ücretini yükseltmez, yıl sonunda prim vermez ve sana pahalı
hediyeler alamaz. Senin için mesleki saygınlık, bankadaki hesap ve takım elbiselerinin
markası, gerçeklik ve araştırmalardan daha önemli.
Doğal kaynaklar tükenmek üzere. Enerji kaynakları her saniye daha fazla azalıyor.
Kaygı ve tedirginliğinizin nedeni büyük kaynak savaşlarının nefeslerini duyuyor olmanız.
Tüketerek tükenmenin açıklaması bu. Dünya sömürülüyor ve faturaları ağır olacak. Dünya
herkesi arzularından vuracak, çünkü arzularımız kadar var olduğumuza inanıyoruz. Bu
devasa buhran bir gün hayatta kalma yarışına dönüşecek. Dünya insan oğlunu özüne dönüştürecek. Zengin, zengin olabilmek için fakirden çalamayacak. İçecek petrol ve kirletecek
deniz kalmayacak. Son nehir kuruyacak.
Özünde en kravatlısından en aykırısına kadar herkes bu gidişattan şikâyetçi. Bir
şeyleri değiştirmek gerçekten çok uç noktalarda görünse de fark yaratmak çok kolay ve
değişim küçük farklarla başlar. Bir tarafta hem zekâ, hem fizik hem de teknik bakımdan
düşük olan bireyler, dayanağı açıklanamaz kurallar bütününe bağlı kalarak yaşarken; kalan
kesim ise yönetmeyi ve ellerini şıklatmayı iyi öğrenmiş. Birileri "bireysel özgürlük",
"insanların eşitliği", "açlık düzeyi geliri" konularını ele alan konferansın molasında gümüş
işlemeli kol düğmesini altın işlemeliyle değiştirirken; diğerleri pantolonunu diktirmek için
terziye gitmeye hazırlanıyor. Birileri toplantılarının molasında Almanya'ya okuması için
gönderdiği kızının banka hesabına milyarlarca dolar yatırırken; maaşlarına 2 kuruş zam
gelsin diye bekleyenler 75 kuruşluk simitten sadece 1 lirası olduğu için 2 tane alamıyor.
57
Mayıs 2014
Geçilmesi en zor sistem, farkındalıktır. Burada ateşi iştahlandırmak kolay
ama kıvılcımı çıkartmak zordur. Yaşam, gözlerini güvenlikten; sevgiyi paradan;
özgürlüğü kamuoyundan daha önemli saydığı zaman arzu edilebilir ve güvenilir olacak.
Beethoven ya da Tchaikovski'nin müziğindeki melodi senin yaşamının havasına girdiğinde;
kendi yeteneklerini zamanında kavradığında; savaş şeflerinin kötü işlerini değil; büyük
adamların düşüncelerini hayatına mal ettiğinde; tabağına yiyebileceğin kadar
yemek aldı-
ğında; hayatının sınavlara bağlı olmadığını hissettiğinde; erkeklerle kadınlar arasındaki
sevgiye, evlilik belgesinden daha çok saygı gösterdiğinde; her şeyi ama her şeyi sorgulamayı
öğrendiğinde; gerçekliği dinlerken kendini iyi hissettiğinde; sokaktaki insanın yüzünde
üzüntü ve yoksulluk değil, özgürlük ve dinamiklik gördüğünde; “Kim ne der?” diye düşünmediğinde; karşındakine bakmadan doğruyu doğru, yanlışı yanlış yorumlayabildiğinde;
insanları sınıflandırmayıp inançlarına saygı gösterdiğinde; kafandaki düzen kırıntılarına
herkesi uydurmayıp karşıt görüşlülerden de bir şeyler öğrenmeye çalıştığında yaşam arzu
edilebilir ve güvenilebilir olacak. Farkına varacaksın.
Sorgula! Düşün! Yaşa!
Alperen KARTAL
58
29
Şevval GÜRCAN
Merve ÇOLAK
30
Habibe Cansu AKTAŞ