KARATAY SANAT-EDEBİYAT YIL:1 SAYI:2 * MART-2014 ÖZEL DOSYA: AŞK Sahibi : Bekir ÇAKAL Yazı İşleri Müdürü: Mustafa CEYLAN 0535 622 43 16 [email protected] www.edebiyatbiz.com Genel Yayın Müdürü Harun YİĞİT BU SAYIDA 1-Editör……….Mustafa CEYLAN-…………….…..…………2 2-Sanat eseri ve Sanatçı-M.Şevket Atalay………….…3 3-Tadı Yok-Türk Öğer Koç.……………………………….…..4 4-İçimizdeki Çocuk-Rukiye Orhan………………………..5 5-Sen Yıktın ….Halil Soyuer…………………………..……..6 6-Sonsuz Uyku*Rahime Kaya………………….…………...7 7-Uzun İnce Bir Yoldayım-Aşık veysel……………….….8 8-Kahraman Analarımız-Ahmet Özdemir……….……9 9-Yaramı Sar Git…….Nuri Can……………………………..10 10-Yere Tükürdü-Ökkeş Öztürk………………….…….. 10 11-Tarihi Değerlerimiz –Ali İrşi…………….………….….11 12-İçimdeki Çocuk Yusuf Bozan……………..…………..13 13-Geçilmez Çanakkale-Mustafa Ceylan…………….13 14-Sarıkamış destanı’ndan Harun Yğit……………….14 15-Çocuklarımız ve Kitap-Ayşe Sönmez Bulut……15 16-Mart Ayında Edebiyat………………………………..….15 17-Bir Öykümüz Var-Ahmet Ünal çam…………..…..16 18-Cemil Meriç Bugün Yaşasaydı-Elif Şafak………..17 19-Tutuklamayın ozanları-Ceyhun Atuf Kansu……18 20-Aşık Sarıca Kız-Hayrettin İvgin…………………….…18 19-Bir ozanın Halktan-Osman Dağlı……………………21 20-Röportaj-Fecrin Nur Öngören……………………….21 21-Antalyalı Genç ıza Mektup-A.Hamdi Tanpınar.24 22-Bir Ayrık Out Konuştu-Ahmet Tufan Şentürk…26 23-Özel Dosya/Türklerde Müzikle Tedavi…… (Yrd. Do. Dr. Pınar Somakçı)……………………………….27 İLETİŞİM : KARATAY MEDRESESİ MÜZE-CAFÉ Karadayı Sokak No:3, 07020 Antalya TEL: 0242 248 48 08 www.karatayfm.com Dergimiz, basın meslek ilkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz, Antalya Karatay Medresesi Müze Café Kuruluşunun kültür ve sanata yönelik bir çalışması olup, ücretsizdir. Dergimize gönderilen her türlü esere telif hakkı ödenmez. Yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu eser sahibine aittir. Gönderilen eserler iade edilmez. * 1 ANTALYA’DA SANATIN YENİ ADRESİ KARATAY MEDRESESİ… EDİTÖR - Mart ayında; Mustafa CEYLAN Gelişim Sanat tarafından kent merkezi içindeki bazı otobüs duraklarına kitap konulması eylemine devam edildi. Ayrıca, “Bizim zamanımızda Aşk Uykudaydı” Türk Öğer Koç’un imzası ile yayınlandı. Ayrıca; Merkezimizde; Karatay Sanat Edebiyat Dergimizin ikinci sayısı ile huzurlarınızdayız. Mart ayı, arada bir bahar esintisi ile Antalya güzelliğine güzellikler katmaya devam ediyor. Beklenen yağmurlar yeterince yağmadı, ama, erkenci ağaçların çiçeklenmiş manzaraları ile Akdeniz’in maviliği, seçim ve propaganda araçlarının çıkardığı gürültüleri senenin üçüncü ayını doldurmaya yetti bile… Mart ayında şairler için gündem dopdoludur. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 18 Mart Çanakkale zaferimiz başta olmak üzere, bir çok konu gündemimizdedir. Bu ay içerisinde aramızdan ayrılıp Hakk’a yürümüş olan şair ve yazarlarımızdan bazıları : A.Kadir, Ömer Seyfettin, Kemalettin Kamu, Çetin Emeç, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Vâlâ Nurettin, Salah Birsel, Yusuf Ziya Ortaç, Turhan Selçuk, Pertev Naili Boratav, Yaşar Nabi Nayır, Jülide Gülüzar, Ceyhun Atuf Kansu, Falih Rıfkı Atay, Aşık V eysel, Samiha Ayverdi, Şevket Süreyya Aydemir, Halit Ziya Uşaklıgil, Mithat Cemal Kuntay, Munis Faik Ozansoy… 28 Şubat 1 Mart tarihleri arasında AnsanAntalya Sanatçılar Derneği’miz tarafından düzenlenen 14.Öykü Günleri ve 19 Şubat günü de rahmetli Cevat Uyanık’I anma günlerini 2022 Şubat arasında da 17.Altın Portakal Şiir sempozyumu ve etkinliklerini ajandamıza iz bırakan çalışmalar olarak not eyledik. 2 Her Cuma günü saat 14:00 de Pir Sultan Abdal Derneği’ nimizin korosu, Her Perşembe günü saat 20:00’ de “Kaleiçinde Doğanlar ve Kaleiçini Sevenler”in Türk Sanat Müziği Korosu, Her Cumartesi günü saat 14:00 de Türk halk Müziği Ata grubu; Ve her Pazar günü saat 11:00’ de Neyzen Mustafa Coşkun Hocamızın ney kursu öğrencileriyle buluşmalarımız devam etti ve devam da edecek. Giderek, şairlerimiz ve yazarlarımızdan imza günleri, resim ve el sanatları sergileriyle çalışma ve çabalarımız çeşitlenerek ve artarak devam edecek demiştik. İşte bu ay, Fecrin Nur Öngören kardeşimizin onuncu sanat yılını ve “Kördüğüm” isimli romanının imza gününü de gerçekleştireceğiz. Bunun yanı sıra, “Burdur türküleri ve Efsaneleri”nden türkülerle tadımlık Halil Erdem kardeşimizin çalışmalarından esintiler sunmaya çalışacağız. İnternet ortamında www.edebiyatbiz.com veya www.edebiyat.biz adresi ile yayınlarımıza başlamış bulunuyoruz. Gelecek sayılarda esenlikler diliyorum. Saygılarımla… buluşmak umuduyla, SANAT ESERİ VE SANATÇI M. Şevket Atalay Ne kolay sözcüğünü. kullanıyoruz "sanatçı" Oysa kolay hak edilir bir tanımlama değildir sanatçı diye nitelendirilebilmek. Başka ülkelerde ve başka dillerde de bu kadar kolaylıkla kullanılıyor mu, hem başka bir ülkede hiç yaşamadığımdan hem de başka bir dil bilmediğimden bilemiyorum. Bu yüzden ülkemizde ve dilimizde kullanışıyla ilgilidir yazacaklarım. Ülkemizde şarkı türkü söyleyen sanatçıdır eli biraz kalem tutan da. de İtirazım var sanatçı sözcüğünün böyle cömert dağıtılmasına. İtirazımın nedeni "sanat eseri" ve "zanaat eseri" kavramları arasındaki farkta gizli. Bir yapıtın "sanat eseri" olarak kabul edilmesindeki birinci ayrım farklı olmasıdır. Farklılık, estetik beğeni gibi ayıraçlarla birlikte ortaya çıkan yapıtı bu niteliğe taşır. Kuşkusuz ki "zanaat eseri" 'de bir ustalık içerir. Ancak zanaat eserinde tekrar vardır. Bir tahta kaşığın sapını ortalamak hiçte kolay değildir. Ama bir kaşık ustası her gün ortalar onlarca kaşığın sapını. Bir müzik eserinin bestesi ve varsa güftesi bir "sanat eseri" olarak değerlendirilebilir. Kuşkusuz ki icrası da önemlidir. Ama bir müzik eserinin defalarca icra edilmesi icra edenlere sanatçı sıfatını kazandıramaz. Bir müzik eserinin icra edilmesi zanaatkârlık veya biraz daha Türkçeleştirilmiş haliyle sanatkârlıktır. Müzisyen ve şarkıcı dostlarımız alınmasınlar. Elbette ki içlerinde senelerce eğitimini almış olanlar kadar çekirdekten yetişerek müziği ustalıkla icra edenler çoktur. Sadece şunun altını çizmek 3 istiyorum. Her gün onlarca kaşığın sapını ortalayan bir ustanın sanatçıyım diye dolaştığına şahit olmadım. Müzik özelinde sanatçı nitelendirmesini besteci ve güfteci için kullanılabilir. Yeter ki yapıtları farklılık, estetik gibi nitelikler taşısın ve kuşkusuz ki beğenilsin. Diğer sanat dallarında da böyle değil midir? Resim sanatını ele alalım. Osman Hamdi Bey bir sanatçıdır. Yaptığı resimler içinden "kaplumbağa terbiyecisi" adlı eseri binlerce kez başkaları tarafından tekrar edilmiştir. Bu gün bir çok resim kursunda öğrencilere çizdirilir durur. Otel odalarına malzeme almak için Çin'e giden arkadaşlarım anlatmıştı fabrika şeklinde resim atölyelerini. Her birinde yüzlerce zanaatkâr götürdüğünüz fotoğraflardan istediğiniz ebatlarda yağlı boya tablolar yapıyormuş. Yani bir gün içerisinde yüzlerce "kaplumbağa terbiyecisi" resmi. Oysa bu resmi "sanat eseri" yapan yukarıda saydığım niteliklerdir. Osman Hamdi Bey yaptığı eserlerle hak etmiştir sanatçı nitelendirmesini. Aynı resmi tekrarlayanlara da sanatçı dersek Osman Hamdi Bey'e haksızlık etmiş olmaz mıyız? Peki ya edebiyat. Şiir, roman, öykü, deneme. Her şiir yazana sanatçı denilebilir mi? Ya da yazılan her şiir sanat eseri midir? Sanatın edebiyat bölümüne gelindiğinde bir soluklanıp biraz daha düşünmek gerek. Zanaatkâr nitelendirmesi içinde kullanılabilir mi? edebiyatçılar Sanıyorum ki kullanılabilir. Yazımın üst bölümlerinde müzisyenlere dokundururken tekrardan bahsetmiştim. Kuşkusuz ki edebiyatta zanaatkârlık kavramını müziğin icrasından ayırmak gerek. Burada anlatmak istediğim adı, ambalajı değişik eserlerde kendini tekrarlamak. Bir romancının üçüncü, dördüncü, beşinci romanlarını okuduğunuzda diğer eserleriyle aynı kurguyu aynı kokuyu hissediyorsanız ne demek istediğimi anlamışsınızdır.Elbette ki bir edebiyatçının da kendine özgü bir tarzı bir stili olmalıdır. Ama bu stil içerik olarak tekrarlanıyorsa zanaatkârlık başlamış demektir. Ne yazık ki zaman zaman sevdiğim yazarların farklı eserlerini okuduğumda buna şahit olduğumu düşünüyorum. Yazarlık ta, diğer sanat dallarında olduğu gibi bir "sanat eseri" meydana getirirken sihri yakalamaktır. Bazı yazarlar sahip oldukları sihirsel yetiyi geliştirmek yerine tekrarlamayı tercih ediyor. Bunu bilinçli mi yapıyorlar yoksa edindikleri şöhretin geldiği yolun kestirmesine mi kaçıyorlar bilemiyorum. Belki de sihir ellerinden uçup gitmiştir, zanaat ürünlerini şöhretlerinin ardına gizliyorlardır. Edebiyat alanında sihir yakalamak zor iş. Geliştirmek daha da zor. TADI YOK Tanımlar anlamlarını toplumsal hareketlilik içerisinde değiştirirken (sahipsizleşirken) sorunların ve çözümlemelerin paylaşımı meleklerin cinsiyetinin tartışmalarına dönüyor. Sanat ve Sanatçının tanımına ihtiyaç duymadan, sanatçı kisveliğiher geçen gün köklerini daha da derinlere salıyor. Bana göre ile başlayan kavramsallık anlayışları araştırmacılığın, gerçeği arayışların önünü tıkıyor… Sanatçısı uyanmayan toplumun uyanması çok zor… ne desem boş, tadı yok hiçbir şeyin resimlerin şiirlerin öykülerin romanların salatalığın domatesin patlıcanın güzel görünen hormonlanan her şeyin başkalaşmış her şey savaşlar barışlar öpüşmeler dudaklar her şeyde silikon tadı her şeyde pudra… Türk Öğer KOÇ 4 “ İÇİMİZDEKİ ÇOCUK ” Rukiye ORHAN Yoğun geçen bir günün akşamı koltukta elimde çay bardağımla uyuyakaldım. Kumsalda yalınayak bir haldeyim. Dalgaların köpükleri ayaklarımı gıdıklıyor, denizden gelen yosun ve tuzun kokusunu hissediyorum. Kumsalda en saf ve en güzel duygularla yürüyorum. Öfke, kin, nefret,stres yok... Ümit, huzur ve sevgi var... Karşımda küçük bir çocuk görüyorum. Kumdan kaleler yapıyor. O çocuk yalnız ve neşesini kaybetmeyecek, onunla oynayacak ve saflığını yaşatacak birisini bekliyor... Yaklaştıkça o çocuğu tanıyorum, benim benim çocukluğum ... Yanına oturuyorum ve çocuğa sarılıyorum.. Konuşuyoruz ..."Sen benim içimdeki en saf, en temiz duygularımsın, sen neşemsin " diyerek sarılıyorum.. Kokluyorum ve ağlıyorum..Kumdan kaleleri birlikte tamamlıyoruz, dalgalara doğru koşuyoruz, kumlara resimler çiziyoruz. Elini tutuyorum, öpüyorum ve vedalaşıyoruz. Kendi çocukluğumdan özür diliyor ve Onu yalnız bırakmamaya söz veriyorum. Ağır adımlarla oradan uzaklaşıyorum. Gözlerimi açtığımda bardağımda yarımkalan çayım soğumuştu. Koltuktan kalkarken yüreğimde huzur şarkıları mırıldanıyordu.. İçimizdeki çocuğu daima yaşatabildiğimiz sürece sevgi ve huzuru da yaşatacağımıza inanıyorum.. Arada bir olsa da çocukluğumuza dönelim... 5 SONSUZ UYKU Gölgeye sığınırken yeryüzü Bir çocuk ağlıyor Güneşe karşı Elleri Kâğıt toplayan kadının eteklerinde Salya sümük Bir lokma ekmeğe Düşlere kaldı özgür dünya Durdu adım Büyüdü uyku Sen ekmek ara çocuğum Büyükler silah kapmaca oyununda 11 Mart 2014 Rahime KAYA Kahraman Analarımız Ahmet ÖZDEMİR Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldeyim Gidiyorum gündüz gece Dünyaya geldiğim anda Yürüdüm aynı zamanda İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece Uykuda dahi yürüyom Kalmaya sebeb arıyom Gidenleri hep görüyom Gidiyorum gündüz gece Bağımsızlık Savaşı'nın verildiği günlerdi. Yurdun bir çok yöresi gibi, İnegöl toprakları da facia geçirmişti. Domaniç Dağları'ndan inen bir köylü kadını, düşmana yol göstererek vatana ihanet etmiş olan öz oğlunu silâhıyla vurarak bizzat cezalandırmıştı. Olay şöyle olmuştu: Bir Yunan fırkası, Domaniç, Sultan Dağları üzerinden geçip Kütahya üzerine yürümüştü. Karargâh Kumandanı Nâzım Bey şehit olmuştu. İnegöl halkı yediden yetmişine kadar düşmana karşı koymaya hazırdı. Silah bulamayanlar, taş, odun, demir parçalarıyla vatanı korumaya gidiyorlardı... O sırada Domaniç Dağları'nın bu yiğit kadını da yirmi yıl boyunca bütün bir gençliğini harcayarak yetiştirdiği oğlunun eline silahını vermişti. Ona aşıladığı vatan sevgisinden emin bir halde, gururla, İnegöl'e düşmanın karşısına göndermişti. Kırkdokuz yıl bu yollarda Ovada dağda çöllerde Düşmüşüm gurbet ellerde Gidiyorum gündüz gece Şaşar Veysel işbu hale Gah ağlayan gahi güle Yetişmek için menzile Gidiyorum gündüz gece AŞIK VEYSEL 6 Ama, dağdan inen bu saf köylü çocuğu, hain bir jandarma onbaşısının oyuncağı olmuştu. Yaptığı işin kötülüğünü bilmeden düşmana haber taşımıştı. Gel gör ki, köyünde oğlunu, yurdunun kurtuluşu için dua ederek bekleyen bu talihsiz anaya, uğursuz haber ulaşmıştı: "Oğlun casusluk etti!" Kadın bir an duraklamadan silahlarını kuşanarak atına binip yola düşmüştü. Kuytu ormanlar, yalçın kayalar aşarak bir yıldırım hızı ile İnegöl'e inmişti. Oğlunun bulunduğu yere varmış, kendisini görmek üzere geldiğini söylemişti: Anasının gelişine sevinen oğlu, elini öpmek için koşa koşa yaklaşmaktaydı. Atının üstünde dimdik bekleyen kadın, kara feracesinde sakladığı silâhı çekmiş, tek kurşunla oğlunu toprağa sermişti... Atının başını çevirerek arkasına bakmadan, bir kasırga hızıyla dönüp kaybolmuştu. Evet... Aslanın dişisi de aslandır. Bu büyük Ulus'un kızları, kadınları, anaları erkekler kadar ulusal güç içinde yer almıştı. Çabalarıyla, kahramanlıklarıyla, Kurtuluş Savaş'ımızın zaferle sonuçlanmasında büyük pay sahibi olmuşlardı. O analarımız, bacılarımız ki, "Biz de varız" demişlerdi. Üstlendikleri görev, cephe gerisinden silah, mermi, ilaç, yiyecek, erzak sağlamak ve ulaştırmakla sınırlı kalmamıştı. Onlar, aynı zamanda kahramanca çarpışarak "Ulusal Güç"ümüze güç katmıştı... O analarımız, bacılarımız ki, yavrularını, "Ya şehid ol, ya gazi" ninnileriyle kundaklayıp büyütmüş, onları davul zurna eşliğinde kutsal göreve, askere uğurlamıştı. O analarımız, bacılarımız ki, cephaneleri sırtıyla, kollarıyla, bulursa kağnılarla savaş alanlarına taşımışlardı. Yağan karın altında üstlerine örtmedikleri yorganlarını, «Milletin malıdır, nemlenirse bozulur» kaygısıyla mermilerin üzerine örtmüşlerdi. Çıplak ayakla karın üzerinde cepheden cepheye koşarken: «Memleketim düşman çizmesi altında, benim içim yanıyor, ayaklarımın üşüdüğünü mü duyarım» demişlerdi. O analarımız, bacılarımız ki, yaralıları tedavi etmekten, yiyecek-giyecek taşımaya, propaganda yapmaya kadar maddi manevi her türlü özveriye katlanmıştı. Acılara, yokluklara karşın, zorlukların üstesinden gelmişlerdi. O analarımız bacılarımız ki, bebesini komşusuna bırakmış, kimisi cephane yollarında, ateşin ortasında doğum yapmıştı. Her şeylerini düşmandan kurtuluşa adamışlardı. O analarımız bacılarımız ki, bununla yetinmemişti. Düşmanın zulmüne karşı eşinin, kardeşinin, babasının yanında cephede açık savaşta da yer almıştı. Kimi zaman mahallenin, köyün erkeklerinden de önce düşman üzerine atılmışlardı. O analarımız, bacılarımız ki, yavrularının 7 şehitlik haberleri geldiğinde, soğuk kanlılığını korumuş, onlarla gurur duymuştu. Şehit olmak, erkekler kadar, kadınlarımız için de geçerliydi. Onlar da cephede silah silaha, göğüs göğüse savaşmış, şehit olmuşlardı. Akhisar-Sındırgı sınırındaki Koca Yayla'da geri çekilen Türk askerlerinin karşısına yirmi bir yaşındaki Gördesli Makbule çıkmıştı. Onları geri çekildikleri için kınamış ve konuşmasıyla cesaret ve moral vermişti. Bununla da kalmamış silahı alarak düşman üzerine atılmıştı. 17 Mart 1922 günü şehit düşmüştü. YERE TÜKÜRDÜ Yürüyordu kendi halinde İtin biri takılı verdi… Şöyle döndü baktı yüzüne İnsanlık içinde eriyiverdi Yere tükürdü. Kuma gömmüş kafayı devekuşları Mezopotamya’da Bağdat önünde… Apolet içinde canlılar gördü. Kaldırdı başını göklere baktı, İndirdi başını Yere tükürdü. Dayanamadı olup bitene, İnsanlığa lânet etti, haykırdı. “Bunlar insan ise ben neyim?” diye… Elini cebine sokup yürüdü Eğdi başını Yere tükürdü. Ökkeş ÖZTÜRK MasalcıMasalcı-Ali İRŞİ TARİHİ DEĞERLERİMİZ Sizlere “Tarih” denilince akla gelen şeyi anlatmaya çalışacağım. Çünkü dünden dünyanın ilk kurulduğu güne kadar uzanan bir süreci değerlendirme herhalde kolay olmasa gerek… Tarih denilen şeyi önünüze rastgelen yüz kişiye sorun; alacağınız yanıtta her ağızdan farklı ama birbirine yakın şeyler duyarsınız. Fakat ayrıntı sorduğunuzda aynı oranda yanıt alamazsınız. Size uzun bir yanıt verecek olanlar bu konuyla ilgilenmiş olanlardır. Onlar da çoğunlukla –bu konunun üzerinde önemle durulmadığı için– iç geçirerek konuşurlar. Günlük yaşantısını dar bir çerçeveye göre geçiren kişiye göre tarih bir olayın gününü, ayını ve yılını bildiren söz ya da gün; bir konuyu, geçmişi ve gelişimi içinde inceleyen anlatıdır. Bu konuyla yeterince ilgilenmiş kişilere göre ise Tarih, geçmişteki insan topluluklarını, bu toplulukların yaşayışlarını, birbirleriyle ilişkilerini, kültür ve uygarlıklarını, yer ve zaman göstererek, anlatan bilim dalıdır. Tarihçi de kimi zaman bu olayların neden ve sonuç ilişkisi içerisinde yer ve zaman göstererek, belgeler ışığında açıklamaya, bunu açıklarken de objektif olmaya çalışır (Bunun aksini yapan kendi inanç ve etnik duygularıyla konuları değiştirenleri gerçek tarihçi olarak görmediğim için onları bu sınıfa koymuyorum) ve geçmişteki olaylara ilişkin tüm bilgileri, olayların vuku bulduğu dönemin koşullarını göz önüne alarak anlatmaya çalışır. Tarih, yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi gibi bir olasılık olmadığından diğer bilimlerden farklıdır. Dolayısıyla geçmişten bu güne kadar yaşanan bunca olayların bize kazandırdıkları ve bıraktıkları yok mu? Elbette var. Tarihten ders alırız, almamız gerekir. Değilse eski bir düşünürün dediği gibi ”Ders alınmazsa tarih tekrarlanır.” Bir de tarihten bize kalan emanet eserler var ki bina “Tarihi Eser” diyoruz. Peki, Tarihi Eser nedir? Tarihçi anlatımıyla Tarihi eser “Geçmiş uygarlıklardan kalan kalıntı ve eserlere verilen genel bir addır. 8 Eski uygarlıklardan kalan her kalıntının bir değeri vardır. Tarihi eserler eski uygarlıkların kültürü, yaşantısı, inanışları ve ilgili dönemin dokusu hakkında bilgiler verir. Tarihi eser denilince akla müzeler, kitaplar, kazılar ve eski dönemlerde yaşamış insanlardan günümüze gelen var oluş nedeni veya bazen ne olduğu bilinmeyen varlıkların araştırılması gelir. Tarihi eserlerle asırlar öncesine kadar gidip, şehirleşme özelliklerini, giyim kuşam şekli ve yaşam tarzlarını görür, din, örf ve adetleri, sanatları hakkında bilgi ediniriz Bu yüzden de tarihi eserlerin ortaya çıkarılması ve onların muhafazası toplumun geleceği için büyük önem taşır. Arkeoloji ise toprağın ve suyun altında kalmış olan tarihi eserleri ortaya çıkarır. Arkeolojik kazı tahmin ettiğinizden daha zor bir iştir. En küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak için iğneyle kuyu kazmaktan daha zordur. Bu uzun süreli uğraş gerektiren işin parasal kaynağını ancak devlet ya da onun kadar parasal kaynağı olan güçlü kurumlar üslenir. Bir de bu eserleri restore işi var ki o başlı başına büyük bir iştir. Bu işin zorluğunu anlatmaya kalksak “Bu iş koca bir futbol sahasında dağılmış bir yaz-boz işini yapmaya benzer.” Sizlerin dikkatini çekmeye çalıştığım bunca anlatıdan sonra “Bizlere düşen nedir?” diye sorduğunuzu işitir gibiyim. Bu nedenle soruyu yanıtlarken öncelikle bu iş için gönüllü olarak bir araya gelmemiz gerektiğidir. Önce bunun önemini herkese anlatarak başlamalıyız. Şunu iyi bilin ki sizin bildiğinizi herkesin bildiğini, herkesin duyarlılığının sizin kadar olduğunu sanmayın. (Şimdiki sözlerimin gerçekliğini bunca yıllık deneyimlerden biliyorum.) Aydınım diyenlerin hatası şu ki “Ya her şeyi ben bilirim, havasındadır, ya da herkes biliyor, herkes kendiliğinden gelir” diye düşünerek yeterince hareket etmez. Bu konuda adeta kapı kapı dolaşılması gerektiğini söyleyebilirim. Ancak bu kadar uğraştan sonra insanlardan destek isteyebiliriz. Şimdi ise desteği nereden isteyeceğimiz konusuna geldi. Pek tabii ki öncelikle en yakınımızdan… Yani eşimizden kardeşimizden, arkadaşımızdan,komşumuzdan, mahallelimizden, aynı kasaba, ilçe ve ilimizden el birliği yapmanız gerektiğini söyleyebilirsiniz. Onlara öncelikle en yakındaki sorunlardan başlamak üzere uzak sorunlara kadar bahsedebilir, onların da yanınızda bulunmasını, sizinle birlikte doğruları teşvik etmesini, yanlışlara karşı çıkmasını ve bu eylemlerin içinde el ele, kol kola olmalarını isteyebilirsiniz. Buraya kadar toplum olarak nasıl hareket etmemiz gerektiğini anlattım, şimdide ivedilikle yapılmak istenen ve gerek adı geçen yere ve gerekse ülkemize zarar verecek yakın bir sorundan bahsedeceğim. Adı geçen yer Phaselis Antik kentinin bulunduğu yarımada, iki plaj ve her attığınız adımda asırla önce ne aşkların yaşandığı, nice olayların geçtiği yere yapılmak istenen turistik oteldir. Herkes biliyor ki böyle bir olay orayı mahvetmekten başka bir işe yaramayacaktır. düşünüyorum. Bu günlerde seçim atmosferi ile bu konu gündeme gelmeyebilir belki ama bana göre bu seçimden daha önemlidir. Çünkü seçimde Ahmet gider Mehmet gelir ama Phaselis giderse bir daha geri gelmez. Haydi ANTALYA, Haydi İNSANLIK GÖREV BAŞINA ! Memleketimizde otel yapılacak başka hiç bir yer kalmamış gibi buraya otel yapmak fikri kadar burayı baltalayıcı şey olamaz. Phaselis Antik kenti bize tarihi mirastır. Bu miras bize onu satma veya kiralama hakkını vermeyen ve olduğu gibi bizden sonraki nesle devretmemiz gereken bir mirastır. Yusuf Bozan Bu bir devir-teslimdir ki bunun bir yerde kesilmesine evet demeye kimsenin hakkı yoktur. Buna karşı çıkmak vatan savunmasıdır. Halkın hakkıdır, daha doğmamış nesillerin hakkıdır. Bizler bu dünyadan göçüp onlar geldiği zaman arkamızdan bizi lanetle anmalarını istemiyorsak onların hakkını savunmak hem vatanseverlik hem de insanlık görevidir. Burada değil otel yapımına piknik yapılmasına hatta denize bile girilmesine izin verilmemelidir. (Çünkü bizde piknik yapmak, denize gitmek demek oranın kirletilmesi demektir. -Haksız mıyım?-) Buna karşı çıkarken hem öyle bina yapılmaya başladıktan, bir kısım inşaatlar yapıldıktan sonra değil, çivi bile çakılmadan bu karşı çıkış yapılmalıdır ki sonuç kesin olsun. (Çünkü bir-çok yerde yargı durdursa bile geri dönüş –maalesef- olmuyor.) Bunun için derim ki öncelikle konuyu yakından takip etmek üzere Kemer halkı tarafından acilen “Phaselis Antik kentini koruma heyeti veya benzeri bir birlik oluşturulmalıdır.” Bu birlik öncülüğünde yürütülecek olan çalışmanın başarıya ulaşması daha kolay olacaktır diye 9 “ İçindeki Çocuk ” Mavilerin denizi Ege'de, Belki bir yakamoz alır; Alınganlığını, kırılganlığını. İçindeki çocuk da büyür bir gün. Artık o korur! Seni ve seninle olanları. Diyerek, takvimleri kalbinden delen benim. Yağız atın topuğun yollara çelen benim… Son nefesime kadar, orucum ben orucum Mermi kaç okkadır ki, yeter kınalı avcum? ! İkiyüz altmış okka, bu basit bir mesele, “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, gemileri ortadan bölen benim. Suları tutuşturup bir anda silen benim… Tetiği çeken eller, Kılıçarslan elidir, Tebessümle açılan şehit çiçekleridir; Mor sümbüllü dağlarım yâdele olur kale “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, kan kırmızı şafakta gülen benim. Kızılırmak misali yanan, bükülen benim… Arıburnu kahraman, Conkbayırı Atatürk Nusret’te her bir mayın vallahi Müslüman-Türk! Kefenimin rengidir kükreyen her şelâle “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! , Diyerek, yurt uğruna cephede ölen benim. Bin melek kanadıyla göğe çekilen benim… Geçilmez Çanakkale..! Gelibolu dediğim Anadolu kapısı Seddülbahir mutlaka İstanbul’un tapusu Tepelerle Marmara benziyor bir pergele “Ya Allah, Ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, düğün diye cepheye gelen benim, Kartal kanatlarımla göğe yükselen benim… Öksüzler çeşmesinden alıp ta abdestini Şu mübârek toprakta namazın kılan benim. Kopsa da kıyametler, olsa da bin zelzele… “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, süngü süngü düşmana dalan benim, Şu mübârek siperde namazın kılan benim… “Aynalı bir çarşı var Çanakkale içinde” Eşi, benzeri yoktur, Hint’te,Yemen’de, Çin’de… Kaç cephede ders verdim, gelen yedi düvele “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, düşmanıma korkular salan benim. Çarpışıp göğüs göğse kılıcın çalan benim…. Gücüm var Seyitlerde hazreti Hamzaların, Söylerim türküsünü cümle yıldırımların. Şehitlik şeref bana, kanımla açsın lâle “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, dua dua mahşeri bulan benim. Cennetin kapısında okunan destan benim… Şimşeğim, fırtınayım, geçerim kasırgayı Bağdaş kurdum güneşe, taç yaptım başa ay’ı; Tarih denen hadise yalan yanlış meş’ale “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! 10 Peygamber’in övdüğü milleti, Batı bilmez, Türk’ün olduğu yerde asla Ezan eksilmez Kan dökülür toprağa, can verilir hilâle “Ya Allah, ya Bismillâh! Geçilmez Çanakkale! Diyerek, yüreklere arştan dökülen benim… Işık ışık ufuktan gene sökülen benim… Mustafa CEYLAN Bir kurşun değse ısıtırdı donan elini Allahuekber yorganına sardık ne yazık Doksan bin gönülde yatan gelini SARIKAMIŞ DESTANI’NDAN Harun YİĞİT Bölüm : 3 Üç kıtanın ortasında dağım ben Bulutlardan daha üstte bu başım Yırtıcı kuş çığlığıdır, ses bende Şahinlerle kartallarla gardaşım Esaretin zincirini erittim Boz toprağı kan dökerek yeşerttim Yüreğimle kahramanlar dirilttim Bu vatana hizmet etmek telaşım Topuklarım sis, kar, buzdur biline Bir şehidim Azrail’in eline Sıra dağlar ortasında bölüne Yazsın tarih düşmanlarla savaşım Derem vardır, boz bulanık su akar Yamaçlarım kardelenle hoş kokar Mehmetlerim; hele sabır, dinsin kar Sarıkamış dağlarıyla bir yaşım Aman dağlar, yaman dağlar, oy dağlar Ben derdimi yağan kara sunamam Yad yabanın paylaşımı dünyayı Enver Paşam, nedendir; anlatamam Üç kıtanın tek kilidi Bardız ey!.. Ben bu sözden gerisini anlamam! Hatıralar bölük pörçük tek çözüm Saraya bak, güya her şey tastamam Homurtulu bir mevsimde şom filler Ateş, barut… Bende ise bir kamam… Emperyalizmin Pazar Paylaşımı işte… 11 Ve Alıp Masaya Yatırdılar Hasta adamı. Ellerinde neşter Başladılar kesmeye Rus, Fransız ve İngiliz! Bin dokuz yüzün başlarında Dünyayı paylaştılar bu üçü Sanayi devrimini geç yapanlar Kaptırdılar bütün fırsatları Almanlar ve İtalyanlar Kıvırmaya başladılar. İkiyüzlü İtalya Üç devin yanında Saf tuttu hemen Osmanlı’yı İttiler Alman denilen Ateşten kucağa Kucağa düşen hasta Hastalığına bakmadan Bakmadan sağına soluna Uzandı İlâç diye sunulan zehire; İçti, İçti, İçti… ……………………….. Her yokluğun son adresi Soğuk, ayaz ve de buz, kış Düşünceli, çıkmaz sesi Sarıkamış, Sarıkamış Güneşi var sırt ısıtmaz Dumanı var dağdan kalkmaz Teli kopmuş ağlayan saz Sarıkamış, Sarıkamış Bir istasyon, bir ince yol İki hangar, üç karakol Sen ağlama içime dol Sarıkamış, Sarıkamış Kayıp ettim mataramı Sarmadın hiç şu yaramı Sürecek gurbet akşamı Sarıkamış, Sarıkamış İçim türkü, dışım ağıt Benizler var beyaz kâğıt Askerime verdim öğüt Sarıkamış, Sarıkamış * ………………………………………….. Kar beyazdır Sarıkamış’ta güller Kar beyazdır renklerin cümlesi Çakır Hasan, Seyitlerin Mıstafa ve Ben Bir Sarıkamış beyazıyız şimdi Kardelen yeşilinin beyaz dudağı Kar çiçekleridir yağar üstümüzden… Bu dağda ceren değil Gezse gezse ölüm gezer Nişanlım saçından kesip koymuş Kâkülünü mektuba Kokusu yâr kokusu seher vaktinin Dün bir asker düştü kar çukuru içine Tutmak istedim Yetişemedim “Yürü, durmak yok” dedi çavuşum Öldü mü, sağ mı? Dönüp bakamadım bile… Kar beyazdır bu yaylanın gelinliği Kudret boyasından almış rengini Bir elim tüfeğimde Öbür elim buz kesmiş Yürü gündüzden geceye bu dağda Yürü düşman üstüne yürü Yayan… Dayan!.. Dayan ey dizlerim dayan… Harun YİĞİT 12 Çocuklarımız ve Kitap Ayşe Sönmez Bulut Çocuklar, toplumun ümidi ve geleceğidir. Onlar ne kadar iyi yetişirlerse, toplum da o kadar sağlam ve güvenlidir. Bu bakımdan çocuk eğitimi, bütün milletlerin önemle üzerinde durduğu bir konudur. Eskiden okullar ve ders kitapları çocuğun eğitimi için yeterliydi. Ders dışı kitaplar ise gereksiz sayılırdı. Bugün ise eğitimin ders kitaplarının dar çerçevesini çoktan aştığı, iyi seçilmiş kitap ve dergilerin, çocuk eğitiminde çok faydalı olduğu anlaşılmıştır. Ders dışı kitapların, çocuğa bilgi kazandırdığı gibi kişilik gelişiminde de rol oynadığı gözlemlenmiştir. Bugün okullarımızın öğrencilere kazandırmaya çalıştığı en önemli alışkanlık, kitap sevgisi ve okuma zevkidir. Buna alışan çocuk bir daha bırakmaz. Bir kez bunu yapabilsek çocuğun eğitimi büyük oranda başarılmış sayılır. Çünkü kitap, bilim ve tekniğin gelişmesinde olduğu kadar insan hayatının şekillenmesinde de en önemli rolü üstlenir. Kitap, zaman ve mesafe tanımayan iyi bir öğretmen ve bilgi hazinesidir. Kitabı açtığımızda yüzlerce yıl önce yaşamış insanlarım buluşları, duygu ve düşünceleri ile karşı karşıya geliriz. Binlerce kilo metre uzaktaki insanların yaşayışlarını öğrenebiliriz. Kitap, aynı zamanda iyi bir arkadaş, güzel bir dilenme aracıdır. Sevdiğimiz bir şiiri, bir öyküyü, bir anıyı okurken duyduğumuz zevk ve huzuru başka hiçbir yerde bulamayız. Kitaplar en yakın dostlarımızdır. İyiyi, doğruyu güzeli bize kitaplar öğretir. Onlar bizim dünyaya açılan pencerelerimizdir. O pencereyi daima açık tutmak yani okumak gerekir. Ders dışı kitapların faydalı olabilmesi için öğretmen ve aileler şu noktalara dikkat etmelidirler: 1- Çocuklara vereceğimiz kitabı mutlaka iyi seçmeliyiz. Her kitap iyi ya da faydalı olmayabilir. Ünlü bir düşünürün dediği gibi “İyi kitap çok iyi, kötü kitap çok 13 kötüdür.” Çocuklarımızı kötü kitabın etkisinden korumanın yolu kitap seçerken dikkatli olmaktır. 2- Kitap, ilgi ve seviyesine uygun olmalıdır. 5. sınıf öğrencisinin zevkle okuduğu bir kitap, 3. sınıf öğrencisine dil ve konu bakımından ağır gelebilir. 3- Kitap, çocuğa korku, kin dehşet, karamsarlık gibi karanlık ve olumsuz duygular aşılamamalıdır. Ona hayatı sevdiren, ümit ve cesaret veren kitaplar olmalıdır. 4- Konuları çocuğu, düşünmeye ve araştırmaya yöneltmelidir. 5Çocuğun okuduğu kitaplardaki kahramanlara benzemeye çalışacağı göz önüne alınarak, acıma, iyilik, kahramanlık ve fedakârlık örnekleri gelenek ve göreneklerimize uygun kitaplar seçilmelidir. 6- Dili ve anlatımı çekici olmalı, çocuğu sıkmamalıdır. Kitap, çocuğu etkileyen çok güçlü bir etkendir. Severek, benimseyerek, kişilere benzemeye çalışarak okuduğu bir kitapta, istediğimiz şekilde yönlendirebilir, kötü davranışlardan koruyabiliriz. O bakımdan çocuklara, bir yandan güzel kitapları tanıtırken bir yandan da okuma sevgisi verebiliriz. Ancak evde anne babayı hiç kitap okurken görmeyen bir çocuğa kitap okuma alışkanlığı kazandırmak zor olacaktır. Anne ve babalar akşamları en azından bir yarım saatini kitap okumaya ayırmalıdır. Düşünsenize, televizyon kapanmış, sessiz bir ortam, herkesin elinde bir kitap…. Bundan daha huzur verici bir an olabilir mi? Şimdi çocuklarımız bilgisayar başından kalmamak için kitapta olanlar burada da var deseler de aynı şey değil. “Kitapsız büyüyen çocuk, susuz yetişen ağaca benzer “ sözü boş yere söylenmiş bir söz değildir. Unutmayalım ki okumayı öğrenmeyen başka şeyleri öğrenir. Okuma sevgisi dünya hazinlerine değişilmez. İnsan bir kitabı her açışında yeni bir şey öğrenir. Bol kitaplı güzel bir gelecek dileğiyle… MART AYINDA EDEBİYAT EDEB YAT 1 MART 1874: Recaizade Ekrem doğdu. 1985: A. Kadir öldü. 2 MART 1930: D.H. Lawrence Fransa'nın Vence kentinde öldü. 1944: Edip Cansever'in yayımlanan ilk şiiri, İstanbul dergisinde. 3 MART 1756: William Goldwin doğdu. Frankeştayn yazarı Mary Shelley'nin babası 4 MART 1995: Şair, sinema yazarı ve ressam Mustafa Irgat öldü. Aktör ve şair Cahit Irgat ile yazar, çevirmen ve İngiliz edebiyatı "duayen"imiz Mîna Urgan'ın oğluydu. 8 MART 1944: Hüseyin Rahmi Gürpınar öldü. (Tuhaf bir tesadüf: Dünya Kadınlar Günü, çocukluğu kadınlar arasında geçen ve romanlarında kadınları çok iyi anlatan bu yazarımızın doğumgününe rastlıyor.) 1977: Öykücü (Van, Kısa Lodos Hikâyeleri), iç hastalıkları uzmanı ve psikiyatr (Şizofreni), Sait Faik'in yakın arkadaşı ve doktoru Fikret Ürgüp, İstanbul'da öldü. 1914'te yine İstanbul'da doğmuştu. Dosdoğru Günlük'ü yıllar sonra çıktı. 9 MART 1967: Nâzım Hikmet'in gençlik ve Moskova'ya Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) giden uzun yolda yolculuk arkadaşı, gazeteci ve yazar Vâlâ Nurettin Vâ-Nû öldü. 1965'te çıkan Bu Dünyadan Nâzım Geçti'de o günleri ve sonrasını anlatmıştı. 11 MART 1892: Enis Behiç Koryürek doğdu. 1962: Yusuf Ziya Ortaç öldü. 5 MART 12 MART 1916: Dada Zürih'te ortaya çıktı. 1913: Guillaume Apollinaire, tek deneme kitabı olan Kübist Ressamlar / Estetik Düşünceler'i (YKY, 1996) yayımladı. Bu kitap kübist ressamlar konusunda hâlâ en önemli kaynaklardan biri, belki de birincisi. 1922: Yönetmen ve şair Pier Paolo Passolini doğdu. 6 MART 1920: Öykücü Ömer Seyfettin öldü. 22 Şubat günü hastalanmış, o gece evinde kaldığı (daha önce meşhur "Geliniz Canip Bey..." mektubunu yazdığı ve Selanik'te Genç Kalemler'i birlikte çıkardığı) arkadaşı Ali Canip'in annesi ona ıhlamur kaynatmıştı. Kadıköy Kuşdili'ndeki Mahmutbaba Mezarlığı'na gömülen Ömer Seyfettin'e mezarında da rahat yoktu: 1940'lı yıllarda, mezarlığın yerine tramvay garajı yapılacağı için, Ali Canip ve birkaç arkadaşı Ömer Seyfettin'in kemiklerini Asri Mezarlık'a naklettiler. Başucuna tekrar dikilen taşındaki yazı, eski harflerle olduğu için örtüldü. Bunları yazan Ali Canip "1920 yılında kerametimiz yoktu ki kitabeyi yeni harflerle yazdıralım" diyordu. (Bu arada, tramvay garajı sonradan İETT Taşıt Müzesi oldu; nihayet 1990'lı yıllarda müze de kaldırıldı ve yerine İtfaiye taşındı.) 1935: Tarihçi İbnürrefik Ahmet Nuri (Sekizinci) öldü. 1948: Şair Kemalettin Kamu öldü. 7 MART 1936: Georges Perec doğdu. 14 13 MART 1970: Adalet Cimcoz öldü. 14 MART 1604: Kınalızade Hasan Çelebi öldü. 1883: Karl Marx öldü. 1941: Şair Metin Altıok doğdu. 15 MART 1971: Cevat Fehmi Başkut öldü. 1981: Yaşar Nabi Nayır geçirdiği mide kanaması sonucunda öldü. İlk sayısını 15 Temmuz 1933'te çıkardığı Varlık dergisi 2001 yılında 68 yaşına girecek. 16 MART 1694: Mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri öldü. 1933: Sedat Simavi haftalık magazin (ve edebiyat) dergisi Yedigün'ün ilk sayısını çıkardı. Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Nurullah Ataç , Mahmut Yesari, Sadri Ertem, Murat Sertoğlu gibi tanınmış yazar ve gazetecilerin yanısıra gençlerin de yazı, şiir, öykü ve romanlarının, Hikmet Feridun Es ve Naci Sadullah Danış'ın röportajlarının, Ramiz Gökçe ve Münif Fehim'in illüstrasyonlarının yayımlandığı dergi, son sayısının çıktığı 17 Ağustos 1950'ye kadar 17 yıl -yüksek bir tirajla- gündemde kalmayı başaracaktı. 27 MART 17 MART 29 MART 1978: Unutulmaz "Kızamuk Ağıdı"nın şairi Ceyhun Atuf Kansu öldü. 1868: Maksim Gorki doğdu. 18 MART 1892: Ruşen Eşref Ünaydın doğdu. 19 MART 1797: Fransız şair ve oyun yazarı Alfred de Vigny, Loches'da doğdu. 1889: Yakup Kadri Karaosmanoğlu doğdu. 1945: Halit Ziya Uşaklıgil öldü. d. 1866 1883: Cumhuriyet döneminin önemli öykücülerinden Memduh Şevket Esendal doğdu. Öğretmenlik, elçilik ve CHP genel sekreterliği gibi devlet memurluklarında bulunacak, bu yüzden öykülerinde M.Ş., M.Ş.E., Mustafa Yalınkat ve Oğulcuk gibi çeşitli imzalar kullanacaktı. 20 MART 1966: Kızıltuğ ve Kolsuz Kahraman'ın yazarı, Karaoğlan'ın fikir babası Abdullah Ziya Kozanoğlu öldü. 1971: Falih Rıfkı Atay öldü. 1984: İlhami Bekir Tez öldü. 1984: Kerime Nadir öldü. 1988: Şair Emin Ülgener öldü. 21 MART 30 MART 1942: Hüseyin Suat Yalçın öldü. 1631: Azmizade Halet öldü. 1973: Âşık Veysel öldü. 1956: Mithat Cemal Kuntay öldü. 1721: Tobias Smollett doğdu. 22 MART 1832: Goethe öldü. 1971: Salih Zeki Aktay öldü. 1842: Stendhal öldü. 1876: Ziya Gökalp doğdu. 24 MART 1904: Şair İsmail Safa öldü. Romancı Peyami Safa'nın babasıydı. 1935: İsviçreli öykücü Peter Bichsel doğdu. 25 MART 1611: Evliya Çelebi doğdu. 1820: Anne Bronté doğdu. 26 MART 1892: Walt Whitman öldü. 15 BİR ÖYKÜMÜZ VAR ANNENİN GÖZYAŞLARI Ahmet Ünal ÇAM Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu. Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti. Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti. Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler 16 gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…” Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu. Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna? Açtı telefonu; -Alo.. -Alo, nasılsın anneciğim? -Sağol yavrum, sen nasılsın? -İyiyim anneciğim. -Ne yapıyorsun, işler nasıl? -Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım. -Öyle mi yavrucuğum. Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu; -İzin aldın mı yavrum? -Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin. -Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı? -Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim. -Sen sen.. bunun için izin almadın mı? -Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum. Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı. -Öyle mi, nasıl biriymiş bu? -Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi. -Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur. -Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne? -Dışarıdaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi. -Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım. -Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol. Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu. Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. 17 Cemil Meriç bugün yaşasaydı Elif Şafak Siyasi gündem, toplumsal hareketlilik ve huzursuzluk derken, Türkiye’de siyaset hep gölgeliyor edebiyatı, sanatı ve felsefeyi. Kayboluyor nüanslar. Keza bunca toz duman arasında bir düşün adamının ölüm yıldönümü de geldi geçti. Sessizce. Yeterince tartışılmadan, konuşulmadan, okunmadan, hatırlanmadan... Ben doğrusu merak ediyorum, bugün bu ortamda yaşasaydı ne yazardı, nelere parmak basardı? Ne sağa ne sola, ne bir kampa ne bir gruba kolayca mal edilebilecek, eşiklerin, ara kategorilerin, gri tonların, nüansların insanıydı. Bugünün kutuplaşmalarına ne derdi acaba? Cemil Meriç okumaya başladığımda lise sondaydım. Hakkını vererek okumam ise üniversite yıllarıma rastlar. Bu Ülke’yi okumak muazzam bir etki bırakmıştı bende. “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği” dediği Bu Ülke. Söylediği her şeye katılmıyordum belki ama katılıp katılmamanın önemi yoktu ki. Dürüstlüğü, entelektüel ahlakı alıp götürüyordu okuru. Yitirdiğimiz bir geleneğin belki de son halkasıydı Cemil Meriç. Kaleminin mürekkebini sadece bilgi ve akılla değil, bir de vicdanla dolduran bir düşünsel geleneğin... Çok yönlüydü. Roman okumaya vakti olmayan, “ciddi” yazılarla uğraşan aydınlardan değildi. Onun gözünde bilgi bir bütündü. Edebiyat sosyolojisinden siyaset felsefesine, dinler tarihinden kültürel okumalara kadar çeşitli alanlarda yazı ve bağlar kurdu. Bugün bir üniversitede ders veriyor olsa belki de disiplinlerarası bir oluşumun başını çekerdi. Daha evvel okuduğum düşünürlere benzemeyen bir yanı vardı Meriç’in. Doğu’dan ve Batı’dan aynı anda alıyordu sanki ilhamını, geçmişten ve bugünden ve bir de abartısız bir karamsarlıkla yorumladığı gelecekten aynı anda... Zeki ve şüpheci, mütevazı ama bir o kadar mağrur, “buralı” 18 ama bir o kadar bağımsız, yalnız ve yalnızlığından korkmayan bir adam... Cemil Meriç’in nasıl biri olduğunu, nasıl yaşadığını ne zaman düşünmeye kalksam gözümün önüne bir resim gelirdi o yıllarda... Sade döşenmiş bir evin kuytusunda, bahçeye bakan bir odasında, kitap üstüne kitap yığılmış bir masa başında, eğilmiş açık duran bir kitaba, parmakları sabitlenmiş bir paragrafın üzerinde, sanki korkmuş cümleleri yitirmekten, kaçmasın diye sıkı sıkı sarılmış söz dizinine, kaybolmuş kelimelerin arasında, çalışıyor adam... Fonda, geri planda onu seven bir kadın var. Kadın sabırla bekliyor okumasının bitmesini, yemeğini getirmeyi. Kadın bekliyor, yemek soğuyor, bir gölge düşüyor odaya. Kararıyor ortalık. Ne gariptir ki okumaya bu kadar düşkün olan Cemil Meriç, ömrünün uzun senelerini gözleri görmeden geçirdi. Etrafındakiler okudular ona. O dinledi. Okuyabilmek için başkalarına muhtaç olmak onu nasıl yaralamış olmalı.. veriyorum okuyucu... Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime, narsistin kendisini seyrettiği dere. Çok bakma, içine düşersin…” “Batı” ile “Doğu” iki ucuz kelimeden, basmakalıp genellemeden ibaret değildir Meriç için. Batı’nın ve Doğu’nun düşünce sistematiklerini kıyaslar, birbirlerinin aynasında eksiklerini görmelerini sağlar. Bir yandan Hint’e uzanır, İran’a, Doğu felsefesine. Bir yandan Fransız edebiyatını ve felsefesini bilir, yazılarına sindirir. Bu iki farklı epistemolojiden iki farklı su çeker. Birbirine harmanlar. “İki yol var insanlık için,” demişti Cemil Meriç. “Ya kendi kendini imha etme noktasına gelecek ya da gerçekten insanlaşacak.” Nasıl olacak bu “gerçekten insanlaşma?” Bugün yaşasaydı umut görür müydü acaba? TUTUKLAMAYIN OZANLARI Bir ozanı tutuklamak Tutuklamaktır ana dilini Gökyüzünü yoksunlamak Türkçeden Kırmaktır en taze dalı su yürürken Bir ozanı tutuklamak Tutuklamaktır ana sözcüğünü Dili büyüten güneşli kapı önlerinde Konuşurken gelen geçenle Bir ozanı tutuklamak Tutuklamaktır yaşamın pınarını Bir ulusun yağmurlarını biriktiren Ve akıtan zamanın dağ eteğinden Bir ozanı tutuklamak Nisan başlangıcında bir daldan Üreyen bir gül haberini Dondurmaktır ve sürdürmektir zemheriyi . Ama ben en çok Cemil Meriç’in kelimelere olan aşkından etkilendim belki de. Öyle seveceksin ki kelimeleri, yetecekler sana, der. Kelimeleri rastgele kullanmaz. Araçsallaştırmaz. “Kelimeleri sana 19 Ozanı tutuklayan toplum, tutuklar kendisini Bir büyük hapishanedir artık orası Devlet adamı da tutukludur orda bir bakıma Muş ovasında ot biçen bir köylüyü de.. Ceyhun Atuf Kansu SAZIN TELİ-GÖNÜL DİLİ Deşifre: Zuhal TÜRKKAHRAMAN Redaksiyon: Hayrettin İVGİN GİZDE BULDUM BEN KENDİMİ ÂŞIK SARICAKIZ (İLKİN MANYA) 1948 yılında Eskişehir’de doğdu. Annesinin adı Lâtife, babasının Mehmet’tir. İlk ve ortaokulu Ankara’da okuduktan sonra, Konya Öğretmen Okulu’na girdi. Öğretmen olarak ilk atandığı yer Ankara’nın Ömerler Köyü İlkokuludur. Daha sonra çeşitli okullarda öğretmen olarak görev yapmıştır. Öğretmen okulunda atletizm çalışmış ve aletli jimnastikte birkaç kez Türkiye birinciliği elde etmiştir.. Saz çalmak merakı daha ilkokul sıralarında başlamış, öğretmen okulunda gelişmiştir. İlk defa 1970 yılında yapılan Konya Âşıklar Bayramı’na katılmıştır. Karacaoğlan, Yunus Emre, Pîr Sultan Abdal gibi eski ozanları okumuş ve incelemiştir. Tip olarak sarışın olduğu için mahlasını Sarıcakız olarak almıştır. Şiirlerinde bu mahlasını baştan bu yana kullanmaktadır. Pek çok festival, şenlik ve şölene katılmış, Türkiye’nin en ünlü âşıkları ile tanışmıştır. 1996 yılında başladığı Arif Sağ Bağlama Okulu’na, iki yıl devam etmiş ve bağlama çalmasını geliştirmiştir. Bir 45’lik plağı, dört tane kaseti bulunuyor. Kadın âşıklar üzerine yapılmış bir araştırması “Halk Şiirinde Ana Sesi” adıyla kitap olarak yayımlanmıştır. Hakkında yapılmış bir kitap 2006 yılı içinde yayımlanmıştır. Öğretmenlikten emekli olan Âşık Sarıcakız, İstanbul’da ikamet etmektedir. 20 Bu alem bu yer içinde Gizde buldum ben kendimi Koca dünya üzerinde Bizde buldum ben kendimi Çektiğim her bir çilemi Al eline yaz kalemi El yaşarken zevk alemi Közde buldum ben kendimi Gönül razı yaşamadan Bazı bazı yaşamadan Bahar-yazı yaşamadan Güzde buldum ben kendimi Bir yol güldür, biri diken Makbul olur zahmet çeken Kolay yollar da var iken Tozda buldum ben kendimi Gönül tufan, gönül boran Budur beni hepten saran Bir ulu dergaha varan İzde buldum ben kendimi Artık şu ömür yarıca Yer dolandım, yer arıca Bunca yer varken Sarıcakız’da buldum ben kendimi. Aşik SARICAKIZ FECRİN NUR ÖNGÖREN Bir ozanın halktan Bir ozanın halktan ayrı yaşamı Balığın karaya düşmesi demek Kesesine bağlı sanat adamı Çıkar pazarının yosması demek Şöhreti ünvanı zirvede olsa Kıral sarayında ödüler alsa Kavgada halkından geride kalsa Tilkinin köşeye pusması demek Tarafsız sanatçı sorumsuz insan Yozlaşır asalak yaşar her zaman Halka söylediğin tutmayan ozan Rüzgarın kayaya esmesi demek Meydanı boş bulsa ucuz kahraman Saray dalkavuğu yamandır yaman Yağma sofrasında karnın doyuran Yem kuşunun faka basması demek Maksudi mazlumun sesi olmayan Yoksul çilesine gönül vermeyen Velhasıl gücünü halktan almayan Karlı dağın kuru çeşmesi demek Ozan MAKSUDİ(Osman DAĞLI) ROMANCILIĞI ÜZERİNE RÖPORTAJ S.1)Niçin roman yazmayı tercih ettiniz? İlk romanınıza yazarken hangi duygular içindeydiniz? C.1)Annem kanser hastasıdır. Ben, orta halli bir ailenin çocuğuyum.Bu nedenle tedavi için her ay Ankara’ya giderken büyük zorluklar yaşıyordum. Bir gün, tedavi olduğumuz hastahanede yarım kalmış bir bina dikkatimi çekti. Bu binanın hangi amaç için yapıldığını ve niçin böyle yarım kaldığını sorduğumda, o binanın bizler gibi tedavi için gelen hasta yakınlarının konaklaması için yapılmaya başladığını, ancak, ödeneksizlikten yarım kaldığını söylediklerinde, bağış yapacak kadar param olmadığını düşünüp üzüldüm. Orada, o an karar verdim. “Roman yazacağım ve o inşaata romanlarımın gelirini bağışlayacağım” diye. İşte, ilk romanım olan “Sonbahar Korkusu” nu bu duygularla yazdım. S.2)Linda, Zafer ve Zafer’in Karısı dersek, cevabınız ne olur? 21 C.2)Taşradan şehre taşınmış bir çiftin, şehir yaşantısını yakalama telaşıdır. Kentin sancılı yaşantısıdır. Dul bir hanımdır Linda… Zafer ve karısının yolu Linda ile kesişir. Yaşantılarında tahmin edemeyecekleri büyük bir değişim meydana gelir. S.3).Kahramanlariniz aşka ve yaşama dair düşüncelerini eğitici ve öğretici bir üslupla mı anlatırlar? Kahramanlarınızla ruh kökünüz arasında bir bağ var mıdır? C.3) Romanlarımda halkın konuştuğu dili kullanıyorum. Halkın içinden yaşamları irdeleyip kaleme almayı tercih ettiğim için okurlarım, mutlaka ya kendi yaşantılarından ya da çevrelerindeki herhangi bir dostlarının yaşantılarından kareler buluyorlar. Sırf bu sebepten, yazarken bir çok konuda dikkatli olmaya çalışıyorum. Okurla bütünleşen, kendi farkındalıklarını seren bir anlayış ve dil tercihimdir. Enteresan bir şey daha söyliyeyim, Romanlarımı yazarken hiçbir kurguya dayandırmadan yazıyorum. Anlıyacağınız, yazmaya başladığımda kitabın sonunu ben de bilmiyorum. Böylece yazarken o anki ruh halim doğrultusunda yazdığımdan; romandaki karakterlerle hem ağlıyor, hem mutlu oluyor hem de yazıyorum. Bazen annem odama girdiğinde beni ağlar görürse “Niçin ağlıyorsun? Onlar gerçek değil ki kızım!” diye söylenebiliyor. S.4)Antalya ve kadın dersek ne dersiniz? C.4)Antalya’mızı Türkiye’ nin diğer şehirlerimizle kıyasladığımızda, Antalya’ mız kadınlar için bir özgürlük şehridir. Şehrimiz oldukça güvenli bir şehirdir. Kadınlarımızı her alanda çalışırkeni gezerken, alışveriş yaparken, müzikte, siyasette; sanatın her dalında görebiliriz. S.5)Türk romanı nereye gidiyor? C.5)Bir halk tabiri vardır, “ağzı olan konuşuyor” diye. İşte bugün herşeyin parayla ölçüldüğü bir de eline kalemi alan herkesin roman yazdığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu, elbetteki çok acı. Lâkin daha acı olan; bazı yayınevleri demeyelim de matbaalar kitap basıp yazarın eline tutuşturuveriyor. Onlar da kitaplarını eline alıp tencere, tava satar gibi 22 pazarlamaya çalışıyorlar. Çok üzülüyorum. Diğer taraftan, çok kaliteli, edebî, değeri yüksek romanlar da basılıyor. Bunların öne çıkması bence sadece tesadüf. Her dalda olduğu gibi bu camiada da ya paranız olacak, ya da sosyal bir çevreniz. C.10)Evet. S.6)Roman başlayanlar nelerdir? C.12)Nermin Bezmen Kurt Seyit ve Suna. yazmaya yeni için tavsiyeleriniz ana son ana C.7) Daha once bahsettiğim gibi bir kurguya dayalı olarak yazmıyorum. Aslında bu kitabımda da ana karakter kadındı. Kitap bitene kadar yine ana karakteri kadın sanıyordum. Kitap bitip son okumada farkettimki ana karakter bir erkek olmuş. Bunu ben değil, roman kendi kendini yönlendirmiş S.8)Fecrin Nur Öngören adı, bir mahlas mı, yoksa gerçek adınız mıdır? C.8)Gerçek adımdır. S.9)Kördüğüm kitabınızın kapağı? C.9)Aşk üçgeni içindeki entrikalar. S.10)Kitaplarınızda kendi yaşantınızdan kesitler var mıdır? 23 C.11)Timmeh cinsi bir papağandır ve 7 yıldır bizimledir. S.12)Sizi etkileyen bir roman? -Teşekkür ederiz. C.6)Yazma eğilimi olan herkesin once “roman yazıyorum” diye başlaması taraftarı değilim. Sadece tavsiyem çok okusunlar. Bu arada da ilk olarak günlük tutmaya başlasınlar. Sonra küçük hikâyelerle devam edip zaman içerisinde kendilerini geliştirebilirler. S.7)Diğer iki romanınızda karakter kadın iken, niçin romanınız “Kördüğüm” de karekteriniz erkek? S.11)Yakup kimdir? -Ben teşekkür ederim. Antalyalı Genç Kıza Mektup Ahmet Hamdi Tanpınar Mektubunuza vaktinde cevap veremedim. Maalesef kâtibim yok. Halbuki şair, muharrir ve üniversite hocası olarak işim epey fazla. Lise sınıflarını, vaktiyle efsanevî denebilecek uzak bir çağda, yani 1918-1919 yılları arasında, benim gibi Antalya'da okuyan ve beni merak eden bir genci hiçbir şekilde bekletmek istemezdim. Edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? Eserlerimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunuzda beni layıkıyla okuduğunuzu gösteren bir emareye rastlamadım. Yalnız, lise talebesisiniz ve Antalya'dasınız. Yani 1918-1919 yılları arasında aşağı yukarı benim yaşadığım hayatı yaşıyorsunuz. İşte size bunun için yazıyorum. Bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum. Hayatımı herhangi bir antolojide bulabilirsiniz. 1901'de doğdum. Babam kadıydı. Bu yüzden çocukluğum daha ziyade onun Anadolu'da tayin olduğu yerlerde geçti. İstanbul'da iki memuriyet arasında kalıyorduk. Ergani madeninde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim. 24 Ergani'den sonra Sinop'a gittik (1908-1910). Orada denizle dost oldum. Çocukluğumun en büyük zevki bir berzahta kurulu şehrin iki yanındaki deniz kıyısında oynamaktı. Tophane tarafında (asıl ticaret limanı) bir yerde Delibaş diye bir ustanın gemi imalâthanesi vardı. Ben yedi, sekiz yaşımda bu geminin gönüllü işçileri içindeydim. Fakat arka taraftaki kumlukta dalgaların gelişini seyretmekten hoşlanırdım. Sonradan Şile ve Kilyos'a benzediğini öğrendim. Hiçbirisi kumluk sahilde dalgaların birbiri ardınca çığlar halinde gelişi kadar güzel olamaz. Siirt'te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde yüzerdim. Buna akşam saatlerinde uzak dağların o korkunç yalnızlığını, o ezici morluğu ilave edin. Kerkük'te yine damlarda yatardık (1913-1914). Yine gece ve yıldızlar. Şimdi kaybettiğimiz bu şehre on üç yaşımda gelmiştik. Üç evde oturduk. Üçünün de geniş bahçeleri vardı. Antalya'ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, Hastahanebaşı'nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi. Bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı. Bir gün İstanbul'a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaşı'na giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbütün başka şekilde. Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail'in evlerine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasındaki boşluktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği durgun denizi gördüm. Hiçbir şey insana bu kadar yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Manzara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. Gideceğim evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. Denizin ve aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir şey olduğunu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu. O devirlerde bu şiire adamakıllı kendimi vereceğim devirdi. Çocuk denecek seviyede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun benim gördüğüm şeyle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat henüz çare ve fırsatlara sahip değildim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat galiba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu. 1921 yılında tekrar Antalya'ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine Hastahanebaşı yolunda iki evin arasında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı. Bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim sene idi. Bir çok şair okumuştum. Yahya Kemal'i, Haşim'i tanıyordum. Zannederim ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm. Bunu gerçekten anladım mı? Bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için çok şeylerden kurtulmamız lazımdır. Bu, bende çok geç oldu. 1921 yılında ise, ben henüz bu çağda değildim. Dilin dışında hiçbir şeyin üzerinde duramıyordum. Aynı günlerde, yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. Bu mağara suyun hücûmuyle, açılıp kapanan aydınlığıyle benim için mühim bir şey oldu. Dediğim gibi, gördüklerimi henüz küçük bir keşif haline getirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır. Huzur romanımda Antalya'dan bahis vardır. Hastahanebaşı'ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz, Mümtaz'ın iç hayatının adeta örgüsünü yaparlar. Fakat dikkatli okumak, gizli bağları bulmak lazımdır. Bütün roman bu iç zemin üstüne düşer. İstanbul denizi ve Boğaziçi geceleri gene bu senelerde gelir. Fakat asıl hayaller dünyanın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insana yalnız nefsinin ve aczinin sembolü dağlar, bir tarafını deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder. Bunlar benim şiirlerimin "algebre" tarafıdır diyebilirim. 25 Yıldızlı gece ve denize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan gittim. Deniz insanla durmadan konuşur. Bununla beraber yalnızlık duygusu benden gitmiş değildir. Bittabi bu manzaraları bu şekilde örebilmem için hayata İstanbul gibi bir deniz şehrinden bakmam gerekirdi. Şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam Yahya Kemal oldu. Haşim'i daha evvel okumuş ve sevmiştim. Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular. Yahya Kemal'in derslerinden -fakülte hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Gâlib'i, Nedîm'i, Bâkî'yi, Nâilî'yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Hakikatte estetiğimiz ayrıdır. Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. Beş Şehir adlı kitabım onun açtığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İki defasında da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben bu ithafı yapamadım. Bende asıl büyük tesir, Fransız şiirinden ve bu şiirin, Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gerard de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffmann ve Edgar Allan Poe'yu, Faust'u ile Goethe'yi, Dede Efendi'yi, Mozart ve Beethoven'i, Bach'ı, sevdiğim Fransız ve İtalyan ressamlarını, Fransız "impressioniste" ressamların mühimini, bazı modernlerin payını da ayırmak lazımdır. Nihayet bütün bunlara bence an sevdiğim romancı olan Marcel Proust'u da ilave etmek gerekir. Asıl estetiğim Valery'yi tanıdıktan sonra (1928-1930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musıkî ve rüya, Valery'nin, "velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır," cümlesini, "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki bir rüya halini kurma," şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar. "Ne içindeyim zamanın" şiiri, şiir halini, kozmosla insanın birleşmesini nakleder ki, bir çeşit murakabe (içine dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakikî romanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Zaten rüyanın kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan duygu bu duygudur. Musikî burada işe girer. Çünkü bu duygu musikîşinas olmamak şartıyla musikî sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. Bunu, yaşadığımızdan başka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. Başka türlü ritmi olan ve mekanla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman. İkinci şiir "Boğazda Akşam", şiirin örgüsünü anlatır. Bu şiirde realite olarak tek bir bulut vardır. Akşamla bu bulut değişir, fakat biraz kavis olur ve ölür. Attığı çığlıklar camlarda tutuşur, fakat biraz sonra tekrar bir yıldız olarak gelir, Boğaz sularında yüzer. Böylece bir bulut, bir obje etrafında bir atmosferin kurulması hikayesi. Burada musikî ile bir benzerlik vardır. Musikî durmadan değişir. Değişerek aleminizi içimizde kurar. Bunların dışında şiirin yapısı, yahut neticeye bizi vardırarak çalışmanın kendisi gelir. Bence şiir bir şekil meselesidir. Şekil her şeyden evvel dilin vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik haline gelirler. Ve dile bu sayede, evvelâ kendi sesimiz, ve biraz da o yolla ve onunla beraber benliğimiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. Sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nabzımızla değişir. Alelade konuşma anında bile -eğer çok umumi bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir. Hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir. Çığlık şiirin yapısıdır. Bütün mesele dili bir sesin kendisi yapmaktır. Bu, adım adım, yani mısra mısra olur. Şu halde her mısra şekildir. Sanatta hocalarımdan biri olan ve şiirlerini çok beğendiğim Stephane Mallarme mısraı, "bir çok kelimeden yapılmış hususi bir dalgalanması olan tek ve uzun bir kelime," diye tarif eder ki, çok doğrudur. Valery ise, şairde kulağın daima uyanık bulunması gerektiğini söyler ki, aynı şeydir. Çünkü kulağımız şiir işlerinde en büyük kontroldür. Bence şiir meselelerinde en güç şey, insanın, kulağıyla tam bir işbirliği yapmasıdır. O hem sizin olmalı, hem de sizi idare edecek kadar dışarınızda, hâttâ tarafsız olmalı. Ancak bu şekilde şiir nağme olur. Bizi his ve heyecanlarımıza esir olmaktan kulağımızın dikkati kurtarır. O yavaş yavaş şiirle aramıza girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kurtarır. Dilin hamuruna gerektiği gibi şekil vermemizi temin eder. Şiir hakkında bu tarz düşünen, onu sonunda insandan ayıran bir adamın niçin roman yazdığını şimdi bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki, şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikaye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı alemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikayelerim verir. Şiir ve sanat anlayışımda Bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber o da borçlu olduğum 26 insanlardandır. Fakat 1932 yıllarında Schopenhauer ve Nietzsche'yi çok okuduğumu da hatırlatayım. Rüya meseleleri beni Freud ve psikanalistlere götürdü. İşte sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz. Ne kazandınız? Orasını bilmem. Kendime gelince... İnsan o kadar mühim değildir. Ben herkes gibiyim. Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski yerinde, yani Ambarlı'da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve coşkunluğunu yaşadım. Size teşekkür ederim. Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin. Minnettarım. Mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum. BİR AYRIK OTU KONUŞTU Ben bir ayrık otuyum dostlar Ne buğday amcam, ne pirinç dayım Mısırla akraba bile değilim Bir yeşermeye göreyim: Kızmasınlar halim duman Canıma kastederler, yapabilseler Ama nafile kurumam ! Gülüyorum çabasına kişioğlunun Şükür toprağın cömertliğine Havaya, suya, bulutlara şükür Bir onlar şikâyetçi değiller benden Ne istedim sanki kendilerinden? Çiğnediler ayakları altında Ezdiler başımı, sustum Çıkarıp attılar kızgın güneşe Yaktılar cayır cayır, ses çıkarmadım Söyleseler bari kabahatimi Ne ettim sanki kişioğluna Ne istedim sanki kendilerinden? İnat olsun diye yeşereceğim Kuru taş üstüne atsalar bile Özümde yaşama gücü, kökümde kuvvet Yeşilin en güzeli yapraklarımda Egemenliğimi tanıtacağım Beni kötü gören cümle dostlara... Ahmet Tufan Şentürk TÜRKLERDE MÜZİKLE TEDAVİ Yrd. Doç. Dr. Pınar SOMAKCI T.C. Haliç Üniversitesi Konservatuvar Türk Musikisi Bölümü 1. Giriş Müzik, eski zamanlardan beri insanlar üzerinde önemli bir yer işgal etmiş tir. İnsanlar üzüntülerini, sevinçlerini, kahramanlıklarını, heyecanlarını, sevgilerini vb çoğunlukla müzik sanatını kullanarak ifade etmeye çalışmışlardır.1 Müzik insanları bir hipnoz hali oluşturarak etkilemiş ve kitlelere zaman zaman yön vermiştir. Özellikle müzik, duyguları yoğunlaştıran bir özelliğe sahip olduğundan, pek çok medeniyetlerde dini duyguların güçlenmesinde, hastalıkların tedavisinde oldukça yaygın bir yöntem olarak kullanılmıştır. 2. Türklerde Müzik Türklerde müzik, Türk tarihi kadar eskiye gitmektedir. Bazı tarih ve müzik bilim adamları en az 6000 yıldan beri devam eden bir Türk müziği tarihinden bahsetmektedir. Bu nedenle tarih sırasına göre Türklerde müzik ve müzikle tedavi; 1. Orta Asya Türk Kültüründe 2. İslam Medeniyetinde 3. Selçuklu ve Osmanlılarda olmak üzere üç başlık altında incelenmesi uygun görülmüştür. 2.1. Orta Asya Türk Kültüründe Müzik Orta Asya Türk Kültürü en az M.Ö. 1700 yıllarına kadar uzanan yaklaşık 6000 yıllık uzun bir süreyi içermektedir. Mehter takımında görülen (M.Ö.1134249) Çevgan Ortaçağda mucuk, buncuk, çagana diye bilinip, Ruslara, Lehlere, Ksiezye Turecki, İsveçlilere Turkist Klockspel, İngilizlere, Jinling Johnnie adlarıyla geçmiştir. 27 M.Ö. 8.yüzyılda önce dümbelek, düdük, çan, gong, çeng çeşitleri ile uzun saplı bağlama tipi çalgılar kullanılmıştır. Sonra tekkelerde halile, zilli maşa, şakşak gibi aletler kullanılmıştır. Daha sonra ise parmak zili, mehter zili, kaşık, kayrak ortaya çıkmıştır.Yine M.Ö.8.yüzyılda Batı Türkistanda pipa(bipa) denilen bir Türk çalgısı Çinlilerce keşfedilmiş, Ortaçağda ise ud ve onun değişik boylardaki ailesi ortaya çıkmıştır.2 Üflemelilerden borular Türklerde çok eskiden beri kullanılmıştır. Ortaçağın başlarında muynuz, nefir aletleri görülmüştür. Yine bu çağda kaval, pişe, ney kul lanılmıştır. Tulum yakın doğu menşelidir. Çift dilli zurna oldukça eskidir. Çıpçığ (bir ağız orgu) 816.yüzyıllar arasında kullanılmıştır. Ritm aletlerinden, def (12.yüzyılda), tümrü (14.yüzyılda), daha sonra mazhar, daire, bendir, zenbez adlı aletler görülmüştür. Davul, Türklerde en yaygın olan müzik, ilan ve işaret aletidir. Çeşitli zamanlarda çeşitli adlarla kullanılmıştır.3 Asya Hunları çeng’i çok sevmiştir, ilkçağın yatugan’ı sonraları santur ve kanun’u oluşturmuştur. Türklerde telli çalgıların en eskisi bağlamadır. İlkçağda kopuzlar, ortaçağda tanbur, tar ailesi, şudurgu, ravza (ırızva) sonraki yüzyıllarda bağlama ailesi(bozok, şarkı, karadüzen) olarak kullanılmıştır. 11. yüzyılda egeme, ıklığ, rebab, tanbur, keman, kemençe(klasik ve karadeniz) yay ile seslendirilmiştir. Bir oktavlık müzikal aralığın sekize değil de altıya bölünmesi ve neticede bir oktav içinde yedi değil de beş ses aralığının kullanılması, batıda “pentatonizm”, Türklerde “beşseslilik” diye adlandırılmaktadır. Beşsesliliğin Orta Asya’dan Dün yaya yayıldığı ve pek çok yerde devam ettiği gözlenmektedir. Örneğin; Urfa, Erzu rum, Safranbolu köylerinde, Konya, Cihanbeyli, Niğde ve Eskişehir’de beşseslilik unsuruna rastlanmaktadır. KazakKırgız, İdilUral, Kırım, Yakut, Karaçay Türkleri müzikal eserlerinde tam beşlilik, Özbek, Doğu Türkistan, Kafkas, Azerbeycan, Türkmen Türkleri müzikal eserlerinde yarım beşseslilik görülmektedir.4 Orta Asya uygarlığı, eski dünyanın dört bir yanına yayılırken, her yerleşim yerinde de varlığını sürdürmüştür. 9. ve 11.yüzyıllarda yoğunlaşan göçlerle artan bir kültür akımı, Karadeniz’in kuzey ve güney yollarından batıya doğru sürekli taşınmış, eski dünyanın kavimleri ile tanıştırılmıştır.Bunun örneklerini pek çok eski seyahatnamelerde görmek mümkündür. 2.1.1. Orta Asya Türk Kültüründe Müzikle Tedavi Orta Asya döneminde kullanılan kopuz veya saz tedavi edici, iyi ruhları çağıran, kötü ruhları kovan önemli bir çalgı olarak kullanılmıştır. Ayrıca Altaylar ve kuzeyinde davullar da hasta tedavisinde ve dini törenlerde özellikle “şamanlar” tarafından kullanılmıştır. Şaman herşeyden önce kendine özgü tekniğiyle, ruhu göklere yükselten veya yer altına indiren bedenin vücuttan ayrıldığını hissettiren bir trans (aşkın) ustasıdır. Kendisi davul çalarak ruhları hükmü altına alır, ölülerle, şeytanlarla, cin ve perilerle irtibat kurarak hastalara şifa dağıtırdı. Daha sonra İslam dini tesiri ile “Baksı” adını alan tedavi eden hekimler Altay, Kaşgar, Kırgız Türklerinde ortaya çıkmıştır. Baksı, seans süresince müzik, şiir, taklit ve dansı sanatkar bir biçimde birleştirerek hastayı iyileştirmeye çalışmıştır. Kendisinden tamamen geçtiği zaman(trans) yaptığı dansın özellikle iyileştirici bir güce sahip olduğuna inanılmıştır. 5 Yine Özbekistan’da da pek meşhur olmasa da halkın içinde “Kinne Yöyücü” ler yani nazar değen insanları tedavi edenler olmuştur. Onların da tedavi leri, yine şarkı söyleyerek veya dans ederek şeytanı kişinin ruhundan kovmayı he defleyerek olmuştur.6 2.2. İslam Medeniyetinde Müzik İslamdan önce, Arapların çoğunluğu deve, koyun sürülerini besleyerek gö çebe bir hayat sürerek çadırlarda yaşamıştır. Bu yüzden güzel sanatların özellikle şiir kolunda ilerlemişlerdir. Sonra şiire yakın olarak müzik doğmaya başlamıştır. Araplarda terennüm iki türlü olmuştur;biri “gına,şarkı” denilen şiiirin müzik 28 ile söylenmesidir, diğeri ise, “tagbir” denilen nesir halindeki sözlerin terennümüdür. Böylece dini olmayan musiki doğmuştur. İslamlığın başlangıcında, musikiye karşı bir direnme gösterilmiştir. Şarkı söylenmek pek hoş karşılanmamıştır. Bunun sebebi, müzik ve şarkının insanı zevk ve sefaya yöneltmesi, dini vazifeleri ihmale götürmesi, ve cinsel istekleri teşvik etmesi olarak düşünülmesindendir. Daha sonra Peygamberin Kuranı Kerim’i güzel okuyanlara karşı memnuniyet duyması ile insanların müziğe karşı bakış açısını yavaş yavaş değiştirmiştir. İslamın ilk çağında Kuran ses perdeleri pek az olan minör gamından oluşan sade melodiler ile okunmuştur. Fakat zamanla güzel sesli kişiler ülkelerinin müzik özelliğini taşıyan melodilerle süslemeye başlamışlardır.7 Yavaş yavaş musikinin cazibesine tutulan devlet büyükleri arasında şarkı söylemek, çalgı çalmak moda olmuştur. Böylece musiki derece derece ilerleyerek Abbasiler çağında daha üstün bir düzeye ulaşmıştır. Abbasiler döneminde yaşamış ünlü Türkİslam bilgini ve filozofu Farabi yazmış olduğu Kitab ül Musiki adlı ese rinde müziği nazari açıdan açıklamış, müzik aletleri hakkında bilgi vermiştir. Türklerin İslamiyeti kabulü, 9. Yüzyılın sonlarına rastlamaktadır.İslamiyetten önce büyük göçlerle batıya taşınan bu eski kültür, kendi kültürleriyle kaynaşmış ve değişik müzik türlerinin doğmasına sebep olmuştur. Türkİslam kül türü içinde esaslı bir yer edinen musiki özellikle saray ve tekkelerde, mehterhane çevresinde gelişmesini sürdürmüştür. Bu gelişmelerin merkezini ağırlıklı olarak mevlevihane ve enderun oluşturmuştur. Mevlevi ve diğer tarikat mensupları ara sında büyük bestekarlar yetişmiş, hem dini hem din dışı musikinin gelişmesi ve ilerlemesi gözlenmiştir. Bektaşilik tarikatı içinde halk müziği varlığını sürdürmüştür. 2.2.1.İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi İslam Medeniyeti tarihinde özelikle tasavvuf ekolü mensupları(sufiler) mü zikle uğraşmış, kullanmış ve savunmuşlardır. Sufiler, akli ve asabi hastalıkların müzik ile tedavi edildiğinden bahsetmişlerdir. Bu dönemde yaşamış büyük Türkİslam alimleri ve hekimleri Zekeriya Er Razi (854932), Farabi (870950) ve İbn Sina (9801037) müzikle tedavinin bilhassa müziğin psişik hastalıkların tedavisinde ilmi esaslarını kurmuşlardır. Farabi, “Musikiulkebir” adlı eserinde müziğin fizik ve astronomi ile olan ilişkisini açıklamaya çalışmıştır. Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi’ye göre şöyle sınıf landırılmıştır: 1. Rast makamı: İnsana sefa(neşehuzur) verir. 2. Rehavi makamı: İnsana beka(sonsuzluk fikri) verir. 3. Kuçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir. 4. Büzürk makamı: İnsana havf(korku) verir. 5. Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti, güven hissi verir. 6. Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir. 7. Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir. 8. Zirgüle makamı: İnsana uyku verir. 9. Saba makamı:İnsana cesaret,kuvvet verir. 10. Buselik makamı: İnsana kuvvet verir. 11. Hüseyni makamı: İnsana sükunet, rahatlık verir. 12. Hicaz makamı:İnsana tevazu (alçakgönüllülük) verir. Farabi Türk müziği makamlarının zamana göre psikolojik etkilerini de şu şekilde göstermiştir: 1. Rehavi makamı: yalancı sabah vaktinde etkili 2. Hüseyni makamı: sabahleyin etkili 3. Rast makamı: güneş iki mızrak boyu etkili 4. Buselik makamı: kuşluk vaktinde etkili 5. Zirgüle makamı: öğleye doğru etkili 6. Uşşak makamı: öğle vakti etkili 7. Hicaz makamı: ikindi vakti etkili 8. Irak makamı: akşam üstü etkili 9. Isfahan makamı: gün batarken etkili 29 10. Neva makamı: akşam vakti etkili 11. Büzürk makamı: yatsıdan sonra etkili 12. Zirefkend makamı: uyku zamanı etkilidir. 8 Büyük İslam bilgini ve filozoflarından İbn Sina (9801037) Farabi’nin e serlerinden çok yaralandığını ve hatta musikiyi de ondan öğrenerek tıp mesleğinde uyguladığını ifade etmiş ve şöyle demiştir: “Tedavinin en iyi yollarından, en etkili lerinden biri hastanın aklî ve ruhî güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi müca dele etmek için cesaret vermek, hastanın çevresi sevimli, hoşa gider hale getirmek ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla biraraya getirmektir.” İbn Sina’ya göre “ses” varlığımız için zaruridir. Ahenkli bir düzen içersin de, belirli bir şekilde ayarlanmış olan sesler, insan ruhu üzerinde çok derin tesirler yapar. Sesin etkisi insan sanatı ile zenginleştirilir. Yine İbn Sina’ya göre, ses tonu değişiklikleri insanın ruh hallerini belirtir. Müzik bestelerini bize hoş gösteren i şitme gücümüz değil, o besteden çeşitli telkinler çıkaran idrak yeteneğimizdir. Bu nun için seslerin düzenli olarak birbirine ahengi, besteleri, ahenkli vuruşların dü zenli ve kaideye uygun oluşları, insanı derinden derine cezp eder.9 Sonuç olarak, İslam medeniyeti döneminde, ErRazi, Farabi, İbn Sina gibi Türkİslam hekimleri, psikolojik hastalıkların tedavisinde; ilaç ve müzikle tedavi yöntemlerini kullanmışlar, bu yöntemler, gerek Selçuklu gerekse Osmanlı hekimleri tarafından tatbik edilerek 18 yüzyıla kadar geliştirilmiştir. 10 2.3. Selçuklu ve Osmanlılarda Müzik İslamiyetten önceki Asya Türk Musikisindeki beşseslilik, dini tesirle birlikte değişmeye başlamış ve bir gamda sekiz ses kullanılmaya başlanmıştır. Bu müzik yavaş yavaş Selçuklu müziğini ve bununla yakın ilgisi olan Mevlevi Müziğini oluş turmuştur. 13.yüzyılda yaşayan Safiyüddin Urmevi büyük Türkİslam bilgini ola rak karşımıza çıkar. Safiyüddin, Türk Musikisi sistemini ilmi şekilde ortaya koy muş, santur, nüzhe, mugni gibi çalgıları icat etmiştir. Safiyüddin’den sonra, 1360-1435 yılları arasında yaşamış Hoca Abdülkadir Meragi’den doğunun yetiştirdiği en büyük bestekar, musiki bilgini, hanende, sa zende olarak söz edilir. 1207 yıllarında doğmuş olan Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled Anadoluya gelirken mevlevi kültürünü oluşturan ney, rebab, çeng, kudüm, halile, mazhar gibi çalgıları getirmiştir. Musikiye zamanla Itri, İs mail Dede Efendi gibi dahi bestekarlar girmiştir. Dini motifler yerini yavaş yavaş sosyal konulara terk etmeye başlayınca Türk Sanat Müziği, Mevlevi müziği ortaya çıkmıştır. Mevlana, özellikle rebab, ney gibi çalgılara önem vermiştir. 11 Bir taraftan Mevlevi ve Klasik Türk Müziği devam ederken, diğer taraftanHoca Ahmet Yesevi’nin şiirleriyle ve Bektaşi nefesleriyle kopuz ve bağlama eşliğinde icra edilen Türk Halk Müziği’nde türkü, uzun hava, atışma, bozlak vb form ları oluşmuştur. Selçuklulardan Osmanlılara geçen askeri gayelerde kullanılan Mehter Mü ziğinin yeniçeri ocağına takdiminde Hacı Bektaşi Veli’nin rolü olduğu söylenmek tedir. Bu musiki türünde kös, davul, nakkare, kudüm, zurna, nefir, nısfiye, zil, zilli maşa vb kullanılmıştır.12 Osmanlı sarayında II. Murat, II. Beyazıt, IV. Murat, II. Mustafa, III. Ah met, III. Selim, II. Mahmut gibi bir çok değerli musikişinastlar yetişmiştir.Yine bu dönemde Itri, İsmail Dede Efendi, Hafız Post, Recep Efendi, Zekai Dede, Emin Dede, Nayi Osman Dede, Ebubekir Ağa, Kantemiroğlu gibi meşhur üstatlar yetişmiştir. 2.3.1. Selçuklu ve Osmanlılarda Müzikle Tedavi Türklerde ilk ciddi müzikle tedavi Osmanlı devleti zamanında görülmekle beraber, Orta Asya’da Anadolu öncesi zamanda Baksı adı verilen Şaman müzis yenler tarafından, çeşitli hastalıklar için tedavi çalışmaları yapılmıştır. Hala bu faaliyetlerini sürdüren Baksılar Orta Asya Türkler arasında yaşamaktadırlar.13 Bir Selçuklu Türk’ünün yaptırdığı Şam’daki Nurettin Hastanesinde İbn Sina, müzikle 30 akıl hastalığının tedavisini uygulamıştır. İbn Sina’nın tesirleri Osmanlı devrinde de devam etmiştir. Osmanlı saray hekimi Musa bin Hamun, diş hastalığı ve çocuk psikoloji hastalıklarını iyileştirmede müzikle tedavi yöntemini kullanmıştır. İbn Sina’nın meşhur eseri “El Kanun fi’ttıbbi” adlı eserini tercüme eden Tokatlı Mustafa Efendinin talebesi Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi (18.yy) yazdığı eserinde İbn Sina’nın eserinden çok faydalandığını ifade etmiştir. Hekimbaşı, Gevrekzade Hasan Efendi ”Emrazı Ruhaniyeyi Negamaı Mu sikiye” adlı eserinde, çocuk hastalıklarına hangi makamın iyi geldiğini şöyle bah setmiştir: Irak Makamı: Çocuktaki menenjit hastalığına faydalıdır. Isfahan Makamı: Zeka, zihin açıklığı verir ve soğuk algınlığı ve ateşli hastalıklardan korur. Zirefkend Makamı: Felç ve sırt ağrısına iyi gelir, kuvvet hissi verir. Rehavi Makamı: Tüm baş ağrılarına, burun kanamasına, ağız çarpıklığına, felç ve balgam hastalıklarına iyi gelir. Büzürk Makamı: Beyin, kulunç ağrılarına iyi gelir, kuvvetsizliği ortadan kaldırır. Zirgüle Makamı: Kalp, beyin hastalığı, menenjit, mide harareti, karaciğer ateşine iyi gelir. Hicaz Makamı: İdrar yolu hastalıklarına iyi gelir. Buselik Makamı: Kalça, baş ağrısı ve göz hastalıklarına iyi gelir. Uşşak Makamı: Ayak ağrıları ve uykusuzluğa iyi gelir. Hüseyni Makamı: Karaciğer, kalp hastalıklarına, nöbet, gizli hummalara iyi gelir. Neva Makamı: Bluğ çağına ulaşmış çocuğa, kalça ağrısına, gönül sevinci ne iyi gelir diye ifade etmiştir. Enderun hastanesinde, çocuk yaştaki talebelerin müzikle tedavi edildiğini, 1675 de Baron Topkapı Sarayını tarif ettiği eserinde belirtmiştir. Musiki üstadı Safüyiddin günün belli vakitlerinde rastgele makamların icra edilmeyeceğini, bu vakitlerde belli makamların icra edilmesinin insan ruhunu dinlendireceğini, insanı huzura kavuşturacağını şöyle ifade etmiştir: 1. Rehavi makamı, fecirden önce 2. Hüseyni makamı, tan yerinin ağardığı zaman 3. Rast makamı, kuşluk vaktinde 4. Zirgüle makamı, öğle vaktinde 5. Hicaz makamı namaz arasında 6. Irak makamı ikindi vaktinde 7. Isfahan makamı, gün batarken 8. Neva makamı, akşam vaktinde 9. Büzürk makamı, yatsı 10. Zirefkend makamı, uyku vaktinde Her ne kadar günün belli vakitlerinden, belli makamlarından söz edilmişse de, ayrıca günün yirmi dört saatinin dörde bölerek, bu zamanlarda hangi makamla rın okunup, dinleneceği de araştırılmıştır. Ayrıca makamların hangi uluslara ne etkisi yaptığı, astrolojiyle bağlantısı da bazı hekimlerce araştırılmış ve incelenmiştir. Makam ve fasılların çeşitli uluslar üzerindeki etkileri olduğunu kabul eden eski Türk hekimlerine göre: 1. Hüseyni makamı Araplara 2. Irak makamı Acemlere 3. Uşşak makamı Türklere 4. Buselik makamı Rumlara daha çok dinletilmiştir Duygusal olarak makamların insan üzerindeki tesirleri hekimlerce şöyle açıklanır: 1. Irak makamı insana tat ve çeşni 2. Zirgüle makamı uyku 3. Rehavi makamı ağlama 4. Hüseyni makamı güzellik 5. Hicaz makamı alçak gönüllülük 6. Neva makamı yiğitlik 7. Uşşak makamı gülme hisleri verir. 14 Astrolojik olarak da yine her burcun bir makamı bulunmuştur. Eski Türk hekimlerinden Şuuri’nin “Tadili Emzice” adlı kitabında musikinin bütün hastalık ve ağrılara iyi geldiğini ilim ve fen adamlarının desteğini ala rak beyan etmiştir. 3. Sonuç ve Öneriler Bu çalışmada Türklerde müzik ve müzikle tedavi, tarihi bir perspektif içer sinde ele 31 alınmış, günümüze kadar Türk Medeniyetlerindeki gelişmeler üzerinde inceleme ve araştırma yapılmıştır. Bu incelemeler ışığında aşağıdaki sonuçlara varılmıştır: 1. Müzikle ruhi tedavi yöntemi çok eski dönemlerde Orta Asya Türk Kültürü içersinde başlamış, çok yönlü görevleri olan kişiler tarafından uygulanmış, günümüzde de uygulanmasına rastlanmaktadır. 2. Türkİslam Dünyasındaki müzikoterapi faaliyetlerinin ve özellikle has tanelerde müzik kullanarak tedavi yöntemlerinin ilk defa 9.yy’da başladığı ve 18.yy’a kadar bu konuda büyük ilerlemeler olduğu görülmüştür. 3. Müzikterapide, ülkelerin milli otantik müziklerinin etkili olduğu, hasta lığın çeşidine göre değişik makam ve enstrümanların fayda sağladığı dikkati çek mektedir. 4. Güvenç’in belirtttiği gibi, pentatotik asıllı olan, improvize ve sezgi im kanı yüksek olup, bünyesindeki koma seslerin çokluğu sebebiyle çok yönlü bir ifade gücüne sahip olan Türk Müziği gittikçe psikoterapide önem kazanmaktadır. Çeşitli ülkelerde yapılmakta olan araştırmalar, 1993 de İstanbul’da gerçekleştirilen “II. Uluslararası Müzikoterapi ve Etnomüzikoloji” sempozyumunda sunulan bildi riler bu düşünceyi desteklemektedir. Bu makalede ele alınan müzikoterapi düşünce ve uygulamaları bugün ye niden günümüz teknolojisi ile incelenip tekrar değerlendirilebilir. Selçuklu ve Osmanlı hekimlerinin ısrarla üzerinde durdukları; makam mizaç, makamvakit, makamastroloji ilişkileri daha bilimsel yaklaşımlarla ve kli nik deneylerle yeniden ele alınabilir. Müzik sadece bir takım hastalarda terapi aracı olarak kullanılmakla kal mayıp, koruyucu olarak ta insanlara büyük faydalar sağlayabilir. Örneğin kent ya şantısındaki stresli insan tipi için, fabrikada işçilerin iş üretim miktarını artırabil mek için ve hatta hayvanların süt ve yumurta gibi üretimlerini artırabilmek için seçilecek uygun müzik türleri olumlu etkiler yaratabilir. 9 Bekir Grebene, Müzikle Tedavi, Sanem Matbaa, Ankara, 1978, s:26. KAYNAKÇA 11 Rahmi Oruç Güvenç, Türklerde ve Dünyada Müzikle Ruhi Tedavinin Tarihçesi ve Günümüzdeki Durumu, İstanbul Üniversitesi basılmamış doktora tezi, İstanbul, 1985, s:2122 Ak, Şahin, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi Tarihi Gelişim ve Uygulamaları, Öz Eğitim Yayınevi, Konya, 1997. Grebene, Bekir, Müzikle Tedavi, Sanem Matbaa, Ankara, 1978. Güvenç,Rahmi Oruç, Türk Musikisi Tarihi ve Türk Tedavi Musikisi, Metinler Matbaa, İstanbul, 1993. 10 Arslan Terzioğlu, Türk–İslam Psikiyatrisinin ve Hastanelerinin Avrupa’ya Tesirleri, Bifaskop Yayınevi, İstanbul, 1972, s.2426. 12 Nazmi Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi, Milli Eğitim basımevi, İstanbul,1976, s.23 13 Rahmi Oruç Güvenç, Türklerde ve Dünyada Müzikle Ruhi Tedavinin Tarihçesi, s:24 Güvenç, Rahmi Oruç, Türklerde ve Dünyada Müzikle Ruhi Tedavinin Tarihçesi ve Günümüzdeki Durumu, İstanbul Üniversitesi basılmamış doktora tezi, İstanbul, 1985. 14 Şahin Ak, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi, s:129 Korlaelçi, Murtaza, İbni Sinada Müzik, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri,1984. KAYNAK:e-tarih.org Ögel, Bahaddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür bakanlığı Yayınları, Ankara,1991. Öztuna, Nazmi Yılmaz, Türk Musikisi Ansiklopedisi, Milli Eğitim basımevi, İstanbul, 1976. Terzioğlu, Arslan, Türk–İslam Psikiyatrisinin ve Hastanelerinin Avrupa’ya Tesirleri, Bifaskop Yayınevi, İstanbul, 1972. Yiğitbaş, Sadık, Musiki İle Tedavi, Yelken Matbaa, İstanbul, 1972. DİPNOTLAR 1 Şahin Ak, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi Tarihi Gelişim ve Uygulamaları, Öz Eğitim Yayınevi, Konya, 1997, s:5. 2 Şahin Ak, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi, s:5859. 3 Bahaddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür bakanlığı Yayınları, Ankara,1991,s:204. 4 Şahin Ak, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi, s:77. 5 Rahmi Oruç Güvenç, Türk Musikisi Tarihi ve Türk Tedavi Musikisi, Metinler Mat baa, İstanbul, 1993,s:10. 6 Şahin Ak, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi, s:88. 7 Şahin Ak, Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi, s: 9798. 8 Sadık Yiğitbaş, Musiki İle Tedavi, Yelken Matbaa, İstanbu, 1972, s:34. 32 _________________________
© Copyright 2024 Paperzz