editörden - Diyanet İşleri Başkanlığı

editörden
Bu sayımızda çocukluğun yitimine sebep olan, onları bir günde
“küçük yetişkin”ler yapan bir yanlış uygulamayı; çocuk yaşta evlilikleri
kapak konusu olarak seçtik.
Ç
ocukluk, insan hayatının geçince
geri gelmeyecek bir dönemi.
Elbette yaşamımızın geçen
hiçbir dönemi bir daha geri gelmez ama
çocukluk, hayatımızın bir nevi temelinin
atıldığı bir zaman olması sebebiyle ayrı bir
öneme sahip. Çünkü çocukluk, bir inşaatın
temeli gibi kişilerin bedensel, ruhsal özelliklerinin yanı sıra hayatının mecrasının da
şekillendiği bir dönem… İnşaatın temelinin binanın asıl kısmını hem sağlamlık,
dayanıklılık hem de biçim açısından
belirlemesi gibi çocukluk da yaşamın
sonraki safhaları için önemli bir temel
niteliğinde. Ya çocukluk yaşanamazsa?.. Ya
hayatın bu çok önemli hazırlayıcı devresi
çabucak atlanıp inşaatına geçilirse hızla,
ne olur? Çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik
sıralamasında bir basamak atlayıp çocukluktan doğruca yetişkinliğe geçilirse?..
Bu sayımızda çocukluğun yitimine sebep
olan, onları bir günde “küçük yetişkin”ler
yapan bir yanlış uygulamayı; çocuk yaşta
evlilikleri kapak konusu olarak seçtik.
Kamuoyunda “çocuk gelinler” olarak da yer
alan konuyu Dr. Elif Arslan, sebepleri, dinî
ve hukuki yönlerinin yanı sıra bireysel ve
toplumsal sonuçları açısından ele aldı. “Bir
Sessiz Çığlık” başlığıyla incelediği “çocuk
yaşta evlilikler”in dinî yönünü, Din İşleri
Yüksek Kurulu Üyemiz Mehmet Keskin’e, bireysel ve toplumsal yönlerini ise sosyolog/
aile terapisti Nazlı Özburun ile psikoterapist/sosyolog Rukiye Karaköse’ye danıştı.
Çocuk yaşta evliliklerin, farklı boyutlarıyla
ele alındığı Pencere dışındaki bölümlerde de birbirinden kıymetli kalemlerin
yazılarına yer verdik.
Serbest Kürsü’de Nurbanu Demir, parayla ilgili tavırlarımızı sordu gençlere ve
yetişkinlere. Aile-ce bölümümüzde Hilal
Kübra Uzunkaya, çocuklarda ve ergenlerde özgüven gelişimi konusunda hatırda
kalıcı tespitlerde bulundu. Genco Usta
herkesin kendisinden ve ailesinden uzak
gördüğü ancak toplumda hızla artan bir
problemden; madde bağımlılığından söz
etti. Gülşah Akçay Civriz “Söz Ola Kese
Savaşı Söz Ola Kestire Başı” başlıklı yazısıyla
aile içinde sözel iletişimde yapılan hatalara
dikkat çekti. Hayatın İçinden bölümünde
Gülşah Nezaket Maraşlı, “Ailelere Hükmeden Dizi Çocukları”nı, Zeynep Ulviye
Özkan ise hemen her ailenin dile getirdiği
bir yakınmayı ele aldı ve “Eyvah Çocuğum
Kitapları Sevmiyor” başlığı altında ailelere,
çocuklarına kitap okumayı sevdirme
noktasında önerilerde bulundu.
Bu yazıların yanı sıra diğer bölümlerimizde
yer alan birbirinden güzel yazılarla bu ay
da evlerinize konuk olmaktan mutluluk
duyacağız.
Dr. Faruk Görgülü
İçindekiler
Pe
n
re
e
c
Bir Sessiz
Çığlık
Çocuk Yaşta Evlilikler
Dr. Elif Arslan
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Mali işler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa BAYRAKTAR
[email protected]
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Teknik Servis
Latif KÖSE
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar
Bulvarı no: 147/A 06800
Çankaya/ANKARA
Tel: 0312 295 7306
Faks: 0312 284 7288
biz
biz
e
Yayın Koordinatörleri
Dr. Elif ARSLAN
Merve Gül OLGUN
Helal ile Dost
Haram ile Küs
Bir Aile Olmak
Huriye Martı
10
Kısa-Kısa
14
Dr. Ülfet Görgülü
16
Çocuk Kalbi
Hümeyra Karagöz
‘Oku’yabilmek Kainatı
18
Nurbanu Demir
20
Hilal Kübra Uzunkaya
22
Dr. Genco Usta
24
Psk. Gülşah Akçay Civriz
30
Gülşah Nezaket Maraşlı
32
Zeynep Ulviye Özkan
Söz Ola Kese Savaşı,
Söz Ola Kestire Başı
Aileye Hükmeden Dizi Çocukları
Eyvah, Çocuğum Kitapları Sevmiyor
Serbest Kürsü
Fatih Koca
şi
Çocuklarda ve Ergenlerde
Özgüven Gelişimi
yle
Sö
Mehmet Çilek
Madde Bağımlılığı
otlar
n
en
gurb
et
t
Yabancı Bir Ülkede
Aile Olmak: Özgürlük mü
Yoksa Tutsaklık mı?
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KOÇ
vim
e
Merve Gül Olgun
iz
Ekmek Kadar Değerli,
Su Kadar Azizdir Çay
38
Hale Şahin
40
Kamil Büyüker
42
Hasan Karaca
44
Dr. Lamia Levent
46
Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı
48
Kırk Ambar
Resulüllah’ın Kıymetli
Dadısı: Ümmü Eymen (r.a.)
Secdeye İşlenen Nakış:
Seccadeler
“Gelin” Çocuklar Hava Kararıyor
İnsanın Aldanması:
Gaflet
İnme
pencere
4
Dr. Elif Arslan - Diyanet İşleri Uzmanı
“Çocuk Yasta
Evlilikler”
İ
ki insanın yeni bir hayata adım attıkları bir birlikteliktir evlilik. Artık yolu birlikte yürümeye, birlikte ağlayıp birlikte
gülmeye karar vermişlerdir. Sevinçleri birlikte, hüzünleri birlikte olacaktır. Biri bir sıkıntıya düşse, diğeri kol kanat gerecek, sahiplenecektir. Ev bark, çoluk çocuk sahibi olacaklardır. Huzurlu bir yuvada, hayırlı evlatlar yetiştireceklerdir. Başka bir ifadeyle, evlilikten beklenen, olması gereken budur. Ancak bazen güzelliklere anahtar değil de sorunların çözümü
olarak görülür evlilik. Yani var olan bir sorun çözülmek yerine,
evlilikle üstü örtülmeye çalışılır. Nikâhta keramet vardır denerek hasta biri, iyileşmesi umuduyla; sorumsuz bir hayat yaşayan kişi, durulması, sorumluluk sahibi olması amacıyla evlendirilir. Toplumda örneklerini sıkça görebileceğimiz bu durumlar ne yazık ki farklı problemlere kapı aralamakta, çoğunlukla
da sorunu iyice içinden çıkılmaz hâle getirmektedir.
Kişiler çocuk yaşta
evlenerek her şeyden
önce ‘çocukluğunu’
kaybeder ve bir günde
‘büyümek’ zorunda
kalırlar.
pencere
6
Evlilik, problemlerin çözümü olarak
görülünce…
Evliliğe yanlış bakış açıları, onun yine başka
ya da olası problemlerin çözümü olarak da
görülmesine sebep olabilmektedir. Psikoterapist ve sosyolog Rukiye Karaköse, bu durumlardan birinin, kızın “adı biriyle çıkmadan baş göz etme” düşüncesi olduğunu ifade ediyor. Burada kızın yaşının küçük olması,
evliliğe hazır olup olmadığı, evlilik sorumluluğunu kaldırıp kaldıramayacağı, evlenmek isteyip istemediği gibi diğer şartlar, kızın “adının çıkmaması” amacı karşısında silikleşmekte, önemsizleşmektedir. O yüzden bir an
önce baş göz edilmelidir.
Evliliğin sorun çözme yöntemi gibi görüldüğü bir başka durumu ise psikolog Nazlı Özburun, ebeveyninden biri ya da her ikisi vefat eden kız çocuğunun evlendirilmesi olarak
açıklıyor. Bu evliliğin, geride kalan çocuğun
korunması amacını gözettiğini söyleyen Özburun bununla ilgili olarak, babası vefat eden
ve amcasının vesayetine giren beş kız çocuğunun 16-17 yaşlarını doldurduklarında arka
arkaya evlendirildiklerini anlatıyor. Kız çocuklarını korumak için amcanın yaptığı bu seçim, daha sonraki yıllarda bu çocukların evliliklerinde yaşadıkları sorunlar nedeniyle fiziksel ve psikolojik hastalıklar yaşamalarına neden olmuştur. Psikolog Özburun, erken yaştaki evliliklerle ilgili geleneksel kabullerin rolünü ise “kız beşikte, çeyiz sandıkta” ifadesiyle anlatırken yine evliliğin bir koruma yöntemi
olarak görülmesine vurgu yapıyor.
Çocuk evliliklerinin çoğu aile kararı ve görücü usulüyle gerçekleşse de, kimi durumlarda
çocukların kendileri de evlenmeye karar verebilirler. Bunun sebeplerini sorduğumuz her
iki uzmanımız; “Evde yaşanan sorunlar, baskı
veya şiddet görmek, erken yaşta anne veya
babanın kaybedilmesi ya da üvey anne veya
baba yanında yaşıyor olmak gibi sebeplerle
çocukların evliliği bir çözüm ve kurtuluş yolu
olarak görmeleri” şeklinde açıklıyor.
Ekonomik şartların iyi olmadığı, ciddi geçim
sıkıntısı yaşanan ailelerde de evlilik, evden
“bir boğaz eksilmesi” olarak görülebiliyor.
Böylece bir kişinin eksilmesiyle ekonomik
rahatlama sağlanacağı düşünülebiliyor. Bazı
yörelerimizde kız çocukları için söylenen “kaşık düşmanı” tabiri ne yazık ki bu anlayışı
doğrular niteliktedir. Erken yaştaki evliliklerin
bir başka ekonomik sebebi ise başlık parasıdır. Sosyolog Karaköse, yukarıda açıkladığımız toplumsal, kültürel, ekonomik bazı
sebeplerin yanı sıra dinî birtakım ön kabuller
sebebiyle de toplumda erken yaşta evliliğin
kültürel olarak makbul sayıldığını ifade ediyor.
Çocuk yaştaki evlilikler Kur’an’ın ruhuna
aykırıdır
Söz dinî ön kabullere gelince bu ön kabullerin doğruluğunu irdelemenin gerekli olduğunu
düşündük ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri
Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Mehmet Keskin’e
dinimizin erken yaşta evlilikle ilgili bakışını sorduk. Hocamız, İslam’a göre evlenecek kişilerde reşit olma şartı arandığını belirterek şunları
söyledi: “Evlenecek kişiler, mutlaka evlilik yükünün altından kalkabilecek yaşta olmalılar.
Çocukların evlendirilmeleri toplumu vahim
sonuçlarla karşı karşıya getirecektir. İslamiyet
toplumda huzuru, düzeni, dinginliği esas alan
yüce bir din olduğuna göre, küçük yaştaki çocukların evlendirilmeleri durumunda bu gibi
açmazlarla karşılaşılacağı için İslam anlayışıyla
bağdaşmaz. Diyelim ki hukuki şekil şartları yerine getirildi, birisi muvafakat etti, nikâh kıyıldı
ama toplumdaki düzen sadece hukuki normlara bağlı kalmakla sağlanmaz, yerine getirilmez.
Aynı zamanda toplumun psikolojisi gibi hayatın
düzenli şekilde devamını sağlayan şartların da
yerine getirilmesi gerekir.” Çocuklar sorumluluklarını tam anlamıyla idrak edecek durumda
olmadıkları için onların sırtına böyle bir yük
yüklenmemesi gerektiğini belirten Sayın Keskin, toplumun bu konuda mutlaka bilinçlendi-
pencere
8
rilmesi gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Reşit
olmayan kişileri evlendirmek Kur’an’ın ruhuna
aykırıdır. Dinin tasvip etmediği bir şey de günahtır. Konuyu Din İşleri Yüksek Kurulu’nda da
görüştük. Böyle bir evliliğin doğru olmayacağı
yönünde görüş birliği oluşturuldu.”
Erken yaşta evlilikler, resmî nikâh yapılamadığı için de evliliğin yürümemesi ya da eşin
vefat etmesi gibi durumlarda özellikle kadınların çeşitli mağduriyetler yaşamasına neden
olmaktadır. Keskin, bu durumda olan kadınların haklarını adli mercilerde arama imkânından
mahrum kaldığına dikkat çekerek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın taşradaki personele gönderdiği genelgelerde, resmî nikâhı olmayan
kimselerin dinî nikâhlarının kıyılmamasına
yönelik talimat verildiğini söyledi. Buna göre
resmî nikâhı olmayan kimselerin nikâhlarını
kıyan din görevlileri sorumlu tutulacak. Başkanlığımızın bu genelgesinin oldukça önemli
olduğunu düşünmekteyiz. Zira Medeni Kanunumuza göre on yedi yaşını doldurmayanlar
evlenemediği için imam nikâhı bir çözüm gibi
görülebilmektedir. Bu ise ne yazık ki çok daha
farklı toplumsal yaralara ve genellikle de kadınların mağduriyet yaşadıkları ciddi problemlere yol açabilmektedir.
Ülkemizde erken yaşta evlilik problemi devam ediyor
Yasalarımızca yasak olmasına rağmen, kimi
zaman yaşları mahkeme yoluyla büyütülerek,
kimi zaman da resmi nikâh olmaksızın dinî
nikâh yapılarak çocuklar evlendirilebilmektir.
Yaş büyütmeler ve dinî nikâhların resmi bir
kaydının olmaması gibi nedenlerle ülkemizdeki çocuk yaştaki evlilikleri tam olarak tespit
etmek mümkün olmasa da mevcut çalışmalar, bu sorunun varlığını ortaya koymaya yetmektedir. Türkiye İstatistik Kurumunun 2013
yılında 11 Temmuz Dünya Nüfus Günü için
yayımladığı Haber Bülteninde yer alan verilere
göre 2012 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi
sonuçlarına göre 15-19 yaş grubundaki kadınların medeni durumlarına bakıldığında %6,6’sı
resmî olarak evli bulunmaktadır. Bunların sadece resmî medeni durumlar olduğu ve daha
küçük yaş gruplarını içermediği düşünüldüğünde ülkemizde çocuk yaşta evliliklerin, üzerinde durulması gereken önemli bir problem
olduğu gözden kaçmayacaktır.
Evlilik sorumluluğunu taşıyabilmek için
hangi şartların oluşması gerekir?
Evlilik, evlenen kişilerin omuzlarına birtakım
sorumluluklar yükler. Sorumlulukları taşıya-
bilmek, o sorumluluk cinsinden yeterlilikleri açıdan çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik gibi her
gerektirir. Rukiye Karaköse bu yeterlilikleri “fi- dönemin hayatımızda önemli bir yeri vardır ve
ziksel, zihinsel ve psikolojik olgunluk” olarak ruh sağlığımız için bu dönemlere ait gelişim
tanımlıyor. Evlenecek kişinin “fiziksel gelişimi görevlerini sırayla, sağlıklı şekilde yerine getiryeterli düzeyde olmalıdır. Cinsellik ve doğur- memiz gerekir. Birini atlamak psikolojik açıdan
ganlık özelliklerini sağlıklı bir şekilde yaşaya- pek çok olumsuz sonuç doğurabilir.”
bilmesi için bedenin gelişimini tamamlamış
Çocuk yaştaki evliliklerde psikolojik sorunların
olması gerekir. Zihinsel engeli bulunmamalı,
yanı sıra cinsellik başta olmak üzere başka pek
evliliğin hak ve sorumluluklarını kavrayabilecek çok sorun da yaşanabilmektedir. Nazlı Özbudurumda olmalıdır. Psikolojik açıdan ise sağ- run, cinsellikle ilgili eksik bilgilenme, erken halıklı ve evliliğe hazır; evlilik ilişkisinin duygusal milelikler, bebeğe hazır olmadan anne olmak
yükünü taşımaya, bir aile hayatını sürdürmeye ve çocuk sahibi olmanın sorumluluklarını taşıyeterli psikolojik direnci olmalıdır.” Nazlı Özbu- yamamaktan kaynaklanan problemler gibi pek
run ise kişinin evlilik sorumluluğunu taşıyabil- çok zorluğun erken yaşlarda yapılan evliliklermesinin bireyin kendilik algısının oluşmasına de problem olarak karşımıza çıkabileceğini ifave gelişimini tamamlamış olmasına bağlı oldu- de ediyor. Rukiye Karaköse ise düşük yapma,
ğunu, erken yaştaki evölü doğum yapma ve
liliklerde çocuğun bu
doğumla ilişkili sorunErken yaşta evlilikler,
olgunluğa erişemediği
lardan hayatını kaybetiçin evliliğin gerektirdiği
resmî nikâh yapılamadığı için
me ihtimalinin yetişkin
sorumluluğu da taşıyakadınlara oranla daha
de evliliğin yürümemesi ya da
madığını söylüyor. Üç
yüksek olduğunu dile
kelimeyle ifade edilen
getiriyor. Erken yaşta
eşin vefat etmesi gibi durum“evliliğin sorumluluğuevlenen kadınların aynu taşıyamama”, aslarda özellikle kadınların çeşitli rıca daha ileri yaştaki
lında içinde hastalığı
hemcinslerine göre fimağduriyetler yaşamasına neden ziksel ve cinsel şiddete
barındıran kötü bir tohuma benzetilebilir. Bu
karşı daha savunmasız
olmaktadır.
durum, başta küçük
olduğunu da söyleyen
yaşta evlenen kız olmak üzere bütün aile için Karaköse, ayrıca erken yaşta çocuk doğurmafarklı problemlerin, sıkıntıların başlangıcı anla- nın, çocuk eşin eğitim ve iş imkânlarına erişimimına gelebilmektedir.
ni engellediğini söylüyor.
Çocuk yaşta evlenmek her şeyden önce
“çocukluğu” yok ediyor
Sokakta oynayacağı yaşta evlendirilen kız çocuklarının bebeklerle oynadığı, sokakta oyun
oynayıp akşam olunca kayın validesi tarafından eve çağırıldığıyla ilgili gerçek hikâyeler
duymuşuzdur pek çoğumuz. Ancak evlilik, doğal olarak bir olgunluk algısı oluşturduğu için
bu tür durumlar ya bir gülümseme eşliğinde ya
da kınama vurgusuyla anlatılır genellikle. Oysa
söz konusu olan bir “çocuk”tur. Evlendirilerek
artık kadın ve bir anne adayı olarak görülse de
o, koşmak oynamak ihtiyacı olan, evliliği anlama yaşına gelmemiş olan bir çocuktur. Sayın
Karaköse bu durumu şöyle ifade ediyor: “Kişiler çocuk yaşta evlenerek her şeyden önce
‘çocukluğunu’ kaybeder ve bir günde ‘büyümek’ zorunda kalırlar. Evlilik kültürel olarak yetişkin kabul edilmeye yol açar. Oysa gelişimsel
Çoğu zaman bir problemin çözümü gibi görünen erken yaşta evlilik konusu, ailelerin şapkalarını önlerine, ellerini vicdanlarına koyarak
tekrar tekrar düşünmeleri gereken bir konu gibi
duruyor. Hiçbir ailenin bile bile kendi çocuklarına zarar vermek istediğini düşünmediğini
ifade eden Nazlı Özburun, “İyi bir şey yaptıklarını düşünerek kendilerince buldukları en doğru
çözümü uyguluyor gibi görünüyorlar ama evliliklerde arkada yatan niyetler de çok önemlidir.
Öncelikle evlilik doğru niyetlerle ve uygun koşullar altında yapılmadığında hiçbir zaman kurtuluş olmayacaktır algısının yerleşmesi gerekiyor. Türkiye’de bir an önce her yaş grubundaki
insanda ‘evlilik her koşulda kurtuluştur’ algısının değişmesi gerekiyor.” tespitinde bulunuyor
ve soruyor: “İyiliğini düşünerek on altı yaşındaki kızını otuz altı yaşında zengin bir adamla
evlendiren ailenin düşünmesi gereken bir soru
da şudur: Hangi iyilik, hangi kurtuluş?”
kısa kısa
10
Mutluluk
Istah Açıyor
Enerji̇ Savurganlığı Bütçemi̇zi̇ Eri̇tir
Ç
E
nerji kaynaklarımızın sonsuz
ve sınırsız olduğu bir dünyada
yaşamıyoruz. Bu sebeple
ısıtma, aydınlatma ve ulaşım
ihtiyaçlarımızı karşılarken, elektrikli
ev eşyalarımızı kullanırken, kısacası
günlük yaşantımızın her safhasında
enerjiyi verimli kullanmak suretiyle,
ihtiyaçlarımızı kısıtlamadan aile
bütçesine, ülke ekonomisine ve
çevremizin korunmasına katkı
sağlamaya yönelik tedbirler
almamız gerekiyor... Toplumun
ve aile bireylerinin bu kaynakları
doğru kullanımı konusunda
bilinçlendirilmesine yönelik önemli
çalışmalara imza atan Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı, ‘enerji hanım’
ve ‘enerji çocuk’ projeleriyle bu
doğrultuda binlerce vatandaşa eğitim
seminerleri düzenliyor. Bakanlığın
konuyla ilgili yaptığı araştırmalar ve
anketlerde elde edilen bulgular da
oldukça dikkat çekici. Zira enerji
kaynaklarımızı verimli kullanmamanın
Türkiye’ye yıllık maliyeti, 15 milyar
lirayı bulabiliyor. İstatistiklere göre
günümüzde 120 m2 evde yaşayan
dört kişilik bir ailenin sadece günlük
ihtiyaçları için harcadığı enerji miktarı
yılda 600 kwh civarında. Buna göre
enerji verimliliğini bir yaşam biçimi
hâline getirmediğimizde yılda en az
5 ton karbondioksit üreterek çevreye
zarar veriyoruz. (www.eie.gov.tr)
oğu zaman fazla kilo problemlerinin,
stres ve depresyona bağlı yanlış
beslenme alışkanlıklarına ya da kalıtsal
hastalıklara bağlı olduğunu düşünürüz. Ancak
hesaba katmadığımız bir faktör daha var ki,
özellikle yeni evli çiftlerin maruz kaldıkları (!)
aşırı ‘mutluluk yüklemeleri’ bunların başında
geliyor... Konuyla ilgili ABD’deki Chapel
Hill Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma;
evlilerin kilo alma risklerinin bekârlara
göre daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.
Araştırma, her ne kadar ülkemiz topraklarının
çok ötesinde, farklı bir kültür coğrafyasında
farklı beslenme alışkanlıkları sergileyen bir
toplum tarafından ortaya konulmuş olsa da
sanıyorum ülkemiz bazında bu sonuçları,
örf ve adetlerimizi de göz önüne alarak
değerlendirmemiz gerekiyor. Zira yeni evli
çiftlerin bir tanışma ve kaynaşma vesilesi
olarak akraba ve eş-dost ziyaretlerinde
bulunmaları, kayınvalidelerin oğullarının
kilo alıp vermeleriyle (bir bakıma) gelinlerin
hamaratlıklarını ölçüyor olmaları (!) ve
akabinde çaya eşlik eden pastalar-börekler,
bizdeki kilo alma kaynaklarını açıklamaya
yetiyor da artıyor bile… Ne diyelim, Allah
huzurumuzu daim, kilolarımızı gelip geçici
eylesin.
Çayınızın
Yanında
Seker Degil
Üzüm Olsun
H
emen her yaş grubuna
hitap ederek kimi zaman
öğrencilerin motivasyon
kaynağı; kimi zaman keyifli sohbetlerin başkahramanı olan çay, kültürümüzün vazgeçilmez
içeceklerinden biridir şüphesiz... Sudan sonra en çok tükettiğimiz bu içeceğe dair yapılan
araştırmalar, yetişkin bir insanın günde yaklaşık 10 bardak çay içtiğini ortaya koyuyor. İçtiğimiz
çaylara ortalama iki adet kesme şeker eklendiğini düşünürsek, hiç yoktan (!) aldığımız kalori
miktarı 320’leri buluyor. Sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için çayın yanında şeker tüketiminin önüne
geçilmesi ve bu konuda bilinçli hareket edilmesi konusunda önemli bir projeye öncülük yapan
Manisa İl Sağlık Müdürlüğü, son iki yıldır il genelinde çayın yanında kuru üzüm dağıtımı yapıyor.
Bu kapsamda bir bardak çayla ortalama altı adet üzüm tüketimi esas alınarak hazırlanan minik
paketlerle, alınan kalori miktarının %79 oranında azaltılması hedefleniyor... Bizler de bu konuda
gereken hassasiyeti göstererek sağlığımız açısından şekerden uzak durmalı, onun yerine kan
yapıcı, zihin açıcı kuru üzümü, kararını gözeterek tüketebilmeliyiz.
Dini Kavramlarımız İşaret Diliyle Dile Geldi
D
iyanet İşleri Başkanlığı, işitme engelli vatandaşların din eğitimlerini kolaylaştırmak üzere
attığı adımlara bir yenisini daha ekledi. Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından “işaret
diliyle vaaz ve hutbe” hizmetleri sonrası
hayata geçirilen proje ile din eğitiminde ve
işaret dilinde karşılığı olmayan dinî kavramları
açıklamak üzere önemli bir kaynak kitap
hazırlandı. Sözlük, yaklaşık 800 adet dinî
kavramın işaret diliyle görsel açıklamasını
içine alan Türkiye’nin ilk, dünyanın ise en
kapsamlı dinî kavramlar sözlüklerinden biri
olma özelliğini taşıyor. Ayrıca, işitme engelli
bireylerin algı seviyeleri ve farklı bölgelerdeki
işaret kullanımları dikkate alınarak hazırlanan
bu sözlüğe “http://engelsiz.diyanet.gov.
tr” adresinden de erişilebilecek. Eserden,
Türkiye’deki üç yüz bine yakın işitme, üç
yüz bin kadar da dil ve konuşma engelli
vatandaşımızın istifade etmesi bekleniyor.
biz bize
12
Doç. Dr. Huriye Martı
Aile ve Dini Rehberlik Daire Başkanı
Helal ile Dost, Haram ile Küs
Bir Aile Olmak
A
llah’ın yeryüzünde var ettiği nimetlerden
biridir aile. Bir aile içinde doğmaktan, aileyle büyümekten, ailenin sunduğu güveni, huzuru, birlik ve desteği hissederek yaşamaktan daha güzel ne olabilir? Aile hem kendisi bir
nimettir hem de Allah’ın pek çok nimetiyle varlığını korur. Bebeğinden babaannesine ailedeki
herkes yemek, içmek, giyinmek, barınmak gibi
nice nimete muhtaçtır…
Dünya nimetleri saymakla bitmez ama insanoğlu bunların arasından helal olanları seçmekle
sorumludur. Helal yoldan kazanmalı, helalinden
elde etmeli, helale harcamalıdır. Aile gibi bir nimeti, helal nimetlerle ayakta tutmalıdır. Zira Kerim Kitabımızda şöyle buyrulur: “Allah’ın size rızık
olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı
gelmekten sakının.” (Maide 5/88.)
Nedir helal? Helal; temiz olan, yarayışlı olan, güzel
olan, iyi olan, hoş ve pak olandır. İnsana fayda
sağlarken onu Allah’a yaklaştırandır. Haram ise
bunun tam aksine zarar veren, pis ve necis olan,
Allah’tan uzaklaştırandır. Neyin helal, neyin haram olduğuna biz karar veremeyiz. Bu konuda
hüküm veren, son sözü söyleyen Allah’tır. Peygamber Efendimizin ifadesiyle; “Helal, Allah’ın
kitabında helal kıldıklarıdır. Haram da yine
Allah’ın kitabında haram olanlardır. Hükmünü
belirtmedikleri ise müsamaha gösterdiği (mubah
olan) şeylerdir.” (Tirmizi, Libas, 6.) Allah’ın gönderdiği
peygamberler, insanlara helal olan eşyaları, maddeleri, davranışları tanıtmakla görevlidir. O hâlde
helali sevmek ve helal konusunda hassasiyet göstermek aslında bir eğitim ve bilinçlenme sonrası
oluşur. Gözlerimizi yeniden ailemize çevirirsek
şöyle diyebiliriz: “Eğitimin ilk adımları anne kucağında atıldığına göre, helal duyarlılığı da ailede
öğrenilen bir olgudur.”
Helal duyarlılığı ile öncelikle insanın hayatında
helal ve haram şeklinde sınırlar olduğunu ve bunları Allah’ın belirlediğini bilmeyi kastediyoruz.
Çocuklarımıza başıboş yaratılmadığımızı; özgürlüğün her istediğini yapmak, her dilediğini yemek,
canı istediğince giyinmek demek olmadığını, bizi
sınırlayan birtakım kurallar bulunduğunu, çünkü
“kul” olduğumuzu öğretmeliyiz. Haramın çoğu
zaman tatlı ve cazip olduğunu, oysa sonuçları bakımından hiç de mutluluk ve sağlık vermediğini
anlatmalıyız. Helal çizginin varlığı ile huzur bulan,
helali arayan, helalinden kazanan, helal ile yetinen insanların manevi kazanımlarını sıklıkla hatırlatmalıyız. Sevgili Peygamberimizin “Hiç kimse
kendi elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yememiştir.” (Buhari, Büyû’, 15.) sözünü
anımsatmalıyız. Ailemizdeki her bireyin
helal ile dost, haram ile küs olması için
çaba sarf etmeliyiz.
Ailemizde helal bilinci derken, her yerde, her şeyde, her zaman helali arama
kararlılığından da bahsediyoruz. Anne
babanın “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek haram işle haram kazanç sağladığı, haram sözle haram kararlar aldığı, haram lokmaya eyvallah dediği bir ailede
helal duyarlılığı nasıl oluşabilir ki? Yetişkinler olarak kimi zaman zor olsa da,
bir bedel ödemeyi gerektirse de helal
sözle yetinmeyi, helal davranışlar sergilemeyi hayat düsturu edinmeli, yavrularımıza örnek olmalıyız. Allah’ın sınırları hakkında titizlik göstermeli, O’nun
yasaklarını küçümsememeliyiz. Haramın karla dolu yamaçlara fırlatılmış bir
kartopu gibi hızla büyüyerek çığa dönüştüğünü
bilhassa gençlerimize anlatmalıyız. Helal duyarlılığının bir diğer boyutunda ise, helal lokmanın iyi
davranışlara ve güzel ahlaka kapı aralamasından
bahsediyoruz. Hz. Mevlana’nın ifadesiyle, “Nur ve
kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen
lokmadır.” Evin babası “Az olsun, zor olsun ama
helal olsun!” diyebildiğinde, ailesini helal lokma
ile besleyecek, evlatlarına helal fikri aşılayacaktır.
Ailenin boğazından helal lokma geçtiğinde, aile
fertleri gergin, mutsuz ve isyan dolu bir ortamdan korunmuş, manevi anlamda güçlenmiş, daha
huzurlu insanlar olacaktır. Bilmeliyiz ki, bedenimize giren her lokma, düşünce ve davranışlarımıza
sirayet eder. Zihnimizi, gönlümüzü, ruhumuzu,
ibadetlerimizi etkiler. O halde helal bilinci, doğru
yaşama bilincine eştir. Yine Hz. Mevlana’ya kulak
verelim: “Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen, bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil! Hiç buğday
ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek
sıpası olduğunu gördün mü?”
Kısacası sevgili dostlar, ailemizde helale özen göstermenin ve haramdan kaçınmanın bir yaşam tarzı olmasını sağlayalım. Çocuklarımızı helal iş ve
eğlencelere yönlendirelim. Kazanç kapımızı helal
anahtarıyla açalım. Helalin bereketi davet ettiğini
unutmayalım. Peygamber Efendimizin anlattığına göre, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram
olduğu hâlde el açıp yakaran ama duası kabul olmayan insanlar vardır! (Müslim, Zekât, 65.) Kendimizi
ve ailemizi onlardan biri olmaktan koruyalım…
biz bize
14
Çocuk Kalbi
A
kıp giden bir nehir insan hayatı ve suyunun en
temiz, en berrak hâli çocukluk dönemi. Öyle ya
çocuk denince akla gelen saflık, masumiyet,
samimiyet değil mi? Kocaman ve çıkarsız sevgiler,
içten ve samimi duygular taşır minik kalpleri. Merhametle çarpar yürekleri. İmanları halis ve kavi. Olduğu
gibi görünüp göründüğü gibi olanlardır çocuklar. Büyüklerin onlardan öğrenecek ne çok dersleri var!
Dört yaşındaydı Ali. Sevincinden havalara uçmuştu âdeta. Ona çok güzel bir bisiklet almıştı ailesi. Hafta sonu bisikletine binmek için babasıyla
birlikte parka gittiklerinde neşe içindeydi. O
pedalları çeviriyor, babası da yanında yürüyerek Ali’ye eşlik ediyordu. Bir ara omuzlarındaki boya sandıklarını zorla taşıyan, üstü başı
perişan birkaç çocuk çıktı önlerine. Hepsi
hayranlıkla izlediler onu. Sonra devam ettiler
yollarına. Ama içlerinden bir tanesi, yaşı belki de Ali’den az büyük olanı kaldırımın ortasında dalıp gitti, uzun uzun seyretti Ali’yi.
Sonra bir rüyadan uyanırcasına irkildi, diğerlerine
yetişebilmek için hızla uzaklaştı. Babası fark etmişti onları ve hüzünlü bir şekilde, “O çocuk sana
özenerek baktı” dedi oğluna. Ali’ye bu söz yetmişti, hemen bisikletten indi ve “Bir daha binmeyeceğim” dedi. Babası ne dediyse dinletemedi.
Oysa ne çok sevinmişti o bisiklet alındığında. Şimdi “Bisikletimi o çocuğa vereceğim” diye ağlıyordu.
Bu derece tepki vermesi hem şaşırtmış,
hem mutlu etmişti ailesini.
Merhametin çocuk kalbindeki tecellisi. “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe
iyiliğe erişemezsiniz.” ayeti bunu mu
söylemekteydi? Eskiyi kendine ayırıp,
yeniyi verebilmek, yeniyi eskitmeden
vermek. Cömertlik bu olsa gerek. Başkalarını kendi nefsine tercih etmek. İlk
kez bindiği bisikletinden başka bir çocuğun yüzünü güldürmek için feragat etmek…
Dr. Ülfet Görgülü
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Beş yaşındaki Sena’nın her geçen gün Allah
hakkında merakı artıyor.
O gün yine annesine üst üste sorular yöneltiyor:
-Anne, gerçekten Allah’ı kimse yaratmadı mı?
Peki, O nasıl oldu?
-Allah kendiliğinden var yavrum.
-Allah ilk kimi yarattı?
si istemeden ayağına basmıştı. Umreyi tamamlayıp otele döndüklerinde annesine; “Abim
ayağıma bastı, ihram yasağı işledi. Kabul oldu
mu umresi?” diye sormuştu. Çocuk kalbinde
filizlenen ibadet bilinci böylesine derindi. Acaba büyükler soruyorlar mıydı kendilerine, itişip
kakışırken, bağırıp çağırırken, öfke patlamaları
yaşayıp, ayakları değil yürekleri incitirken umremiz makbul mü? diye.
On dört yaşındaki Zehra, bir lise öğrencisi... Yaşıtlarından çok farklı onun hayat hikâyesi. Anneli, babalı yetimlerden biri. Yuvada büyümüş,
-Peygamberler şimdi Allah’ın yanındalar mı, yurtta atmış adımını ergenliğe. Nazlanacak bir
O’nu görüyorlar mı?
babası olmamış, anne kucağının sıcaklığını hiç
tatmamış. Ara sıra misafir olarak arkadaşları-Herhâlde görüyorlardır.
nın evine gidiyor. Kimi zaman aile içi tartışma-Biz niye göremiyoruz?
lara, kavgalara şahit oluyor. Hayretle ve gözleri
-Allah bize varlığını, büyüklüğünü bizi yarata- dolarak anlatıyor: “Bir insanın anne babası olur
da nasıl bilmez kıymetini? Neden bağırıp,
rak gösteriyor.
kırar kalplerini? Anne babalar niçin
-Anne ben Allah’ı öpeceğim.
anlamaya çalışmaz çocuklarını,
Akıp giden bir
güzellikle düzeltmez hatala-Nasıl öpeceksin?
rını? Allah’ı üzmüş olmazlar
nehir insan hayatı
-Ölünce, Allah’ım seni
mı, darılttıklarında birbirleriöpebilir miyim? diyeceğim,
ve suyunun en temiz, en ni?”
sonra da öpeceğim.
berrak hâli çocukluk
Çocuk kalbinde mayalanan
-Anne cennette çok oyunaile özlemi, yaşanmamış sevdönemi.
cak var mıdır?
gilerin mahrumiyeti bundan daha
-Cennette çocuklar olacağına
içli anlatılabilir mi?
göre oyuncaklar da olur herhâlde...
Şimdi hesaplaşma zamanıdır kendimizle. ÇoAnneyi gülümsetiyor, çocuk kalbinden yansı- cuk kalbinin saf aynasında seyreylediğimizde
yan bu masumiyet. Ne içten bir muhabbet, ne düşüncelerimizi, duygularımızı, yapıp ettiklerisaf bir niyet Allah’ı görmek, kucaklayıp öpmek mizi, o aynayı nasıl kirlettiğimizi hatta param
istemek... Yıllar geçtikçe, şah damarından ya- parça ettiğimizi soralım. Allah’ın tertemiz yakın olan Rabbine, nasıl oluyor da “feveylün” ratıp bize teslim ettiği bu nadide emanetleri
hitabını duyacak kadar uzak düşüyor insan korumayı beceremediğimizin derdine yanalım.
büyüdükçe?
Dinin ruhları dirilten ikliminde, Kur’an’ın rehberliğinde ve Sünnetin aydınlığında yuvaları...
mızı cennete çevirmemiz gerekirken, açmadan
Ahmet yedi yaşında. Ailesiyle birlikte umredeysoldurduğumuz cennet çiçeği yavrulara ağladiler yarıyıl tatilinde. Kafilenin en küçük umreyalım.
cisiydi, akıllı ve sevimli. İhrama girmek, havluya
bürünmek onun için çok ilginç bir tecrübeydi. Gerçekten ebeveynler ve eğitmenler olarak,
Ancak o ihramın sadece bir elbise değişikliği safiyetin, masumiyetin, merhametin sembolü
olmadığının, niyetle birlikte olumsuz olan dav- olan çocuklardan nasıl oluyor da şiddetin, zulranışların değişmesi gerektiğinin idrakindeydi. mün, cinayetin failleri çıkıyor sorusuna verebiUmre tavafı yaparlarken kalabalıkta bir ara abi- lecek cevabımız var mı?
-Önce Hz. Âdem ve Havva’yı… Sonra onların
çocuklarını…
biz
bize
pencere
16
O
kumaktır hayat. Zira “İnsanlığa indirilen Kitab”ın ilk sözü değil midir,
“Oku!” emri? Alabildiğine okumak…
Sadece yazılanları değildir, okumak… Yazılmayanları da okuyabilmektir, hayat denen
şey. Mütemadiyen okuyabilmek insanlığı,
yaşamı, en çok da kendimizi!
Okumak için illa kalemle kâğıdın buluşması
gerekmez. Harfler gerekmez… Kelimeler gerekmez… Cümleler gerekmez… Zahiren yazı
da gerekmez. Bize emredilen “Oku!” emri,
hayatın her zerresine yayılmıştır.
Bir bakışı ‘oku’mak mesela… Bir sesi… Bir
davranışı… Dağı, taşı, ayı, güneşi… İnsanoğlunu… İnsanlığı… Velhasıl hayata dair her
şeyi!..
Bir çocuk yanaşır yamacınıza, usul usul bakar
gözlerinizin içine… Konuşmaz. Ama konuşuyordur sizinle. Okumak gerekir o gözleri… O
masum yüreği…
Önünüzde serpilen bir deniz vardır. Masmavi… Huzur verir size. İçiniz ferahlar, onu izledikçe… Uçsuz bucaksız denizin ardında yemyeşil dağlar vardır. Çiçekler… Böcekler… Güneş batmaktadır… Kızıllığı tüm gönlünüze
şifa verir… Gün yavaş yavaş biterken; yıldız-
Hümeyra Karagöz
lar çıkmaya başlar… Ay, tüm haşmetiyle bakıyordur
size…
Okumaktır bakmak… Okuyabilmektir görebilmek…
Birer kitaptır aslında her biri. Güneş, ay, deniz, dağ
tepe… Ve her biri “ilim” taşıyordur insanoğluna. “Aç
beni!” der. “Oku beni… Benden bir şeyler öğren ki, yaratılışımın nedenini eda edebileyim! Bak bana… Gör
beni… Oku, her zerremi… Zira her zerremdedir, o büyük sır… Her damlamda yeni bir şey taşıyorum, bilgiler yumağıyım ben… Sadece ‘oku’ beni, anla, idrak et!”
diye fısıldar gönüllerimize…
Başımızdan geçen her bir olayda ‘oku’mamızı ister bizden; Yaradan, o olayı. Analiz edip işin özüne inebilmeyi… Özde bir şeyler bulmamızı bekler, bulup o “sırrı” ortaya çıkarmamızı. O sırda saklıdır kaderimiz belki
de. O sırra vakıf olabildiysek, o sırda bize “fısıldananları” okuyabildiysek, kader yolunun sapaklarına varabilmiş ve o sırla hangi sapaktan sapacağımıza karar vermişiz demektir.
Okumaktır aslolan… İlk önce kendimizi… Sonra yaşadığımız her şeyi… Olayları… Eşyaları… Doğayı… İnsanları… İnsanlığı… Ama en çok da kâinatı!
“İkra” derken Yaradan… En çok bundan bahsediyordur,
belki de. Kâinatı ‘oku’yabilmekten...
‘Oku’maktır hayat... Ayet ayet ‘oku’maktır, yaşamak…
Yaşamaktır; ‘oku’duğunu anlamak. Anladığını idrak etmek, uygulayabilmek…
Kâinattır her bir insan… Gizlerle, sırlarla doludur… Belli bir alfabesi yoktur ama ‘oku’yabilmektir esas olan…
Harfsiz… Kelimesiz… Cümlesizdir esas ‘oku’mak... Aklın
ve kalbin birleşiminden doğar o yetenek. Ruhumuza
üflenen o ‘nefes’le kendini gösterir.
O ‘nefes’in zekâtıdır belki de ‘oku’mak… O zekâtın ifası da sadece ‘oku’maya düşmüştür.
Vesselam…
..
.
k
u
d
r
arayı
o
p
,
S
r
e
d
e
e
r
serbest kürsü
18
e
Gençilneiçin ne anlamAninfaedbabanız para
?
iz
Para s harcarsınız ı?
m
re
nerele nıza karışır
ma
harca
Nurbanu Demir
n
Nurca
2)
Yay (2
ddi
an ma a
y
a
ıl
ş
r
m
a
rımı k
arım a
tiyaçla larıma harc lacağım
ih
in
iç
a
enim
ihtiyaç
riş
ediye
Para b ı genellikle ya birine h çok alışve ,
a
e
y
v
a
im
d
ın
ar
er
ım ed
çtır. P
eceğim
un dış
bir ara rımla eğlen aparım. On lanlara yard arçlığımın
ay
eh
cı o
aşla
ı.
arkad da harcam azen ihtiya lmüştüm v na kızmışt
ü
a
n
z
B
b
a
ü
.
d
ir
a
r
m
k
d
d
la a
za
ço
değilim ta bir kere tim, babam efek yardım nun
ü
n
ü
k
iş
kt
r, o
hat
düş
i verm
an ufa
ünürle
.
hepsin abartmad ğumu düş arışmazlar
k
u
k
o
k
ld
beri ç
mlu o
için ço
andan . Ailem tutu
m
a
z
O
m
uyoru
bulun
1)
mir (2
Kübra Alde
e giyim
ektir. Sadec
m
e
d
ş
ri
e
v
a, yol
Para alış
isel bakımım
iş
K
.
n
a
ıd
ç
değil, her a
çlarıma para
cburi ihtiya
e
m
ri
e
z
n
e
ve b
na da yardım
la başkaları
m
ra
a
P
.
m
nim de
harcarı
neticede be
a
m
a
m
ri
te
yardımda
etmek is
ığı için pek
d
a
lm
o
im
sı.
belli bir gelir
rum açıkça
ı
bulunamıyo
kullandığım
n parayı iyi
e
ç
e
a
g
n
e
u
b
lim
t
Faka
Ben e
m de öyle.
ile
a
,
m
ld
ru
e
o
Gen e
düşünüy
orlar bana.
ıy
ş
rı
a
k
i
k
ii
a
rağmen tab
a gitmez am
çok hoşum
ı
s
a
sıl
a
ılm
n
ş
rı
ım
a
k
alışır
çıklamaya ç
a
e
c
in
iğ
ild
olab
ı.
harcadığım
uk...
Uzmanına Sord
Paranın bir araç olarak değerli ama bir amaca dönüştürülemeyecek kadar da naif olduğunu söyleyebiliriz. Bugün paranın çok pahalıya satıldığını söylemek
mümkün… Para karşılığında pek çok insan ömrünün
en değerli kısımlarını satmış oluyor. Oysaki parayı ihtiyaçlarımızın karşılanması için bir araç olarak görmek,
bunun dışında yüce anlamlar atfetmemek daha sağlıklı bir düşünme biçimi. Paranın nasıl kazanılacağı,
kazanılan paranın hangi ihtiyaçlar için kullanılacağı,
ne kadarının daha sonrası için ayrılacağı ve ne kadarının bizim dışımızdaki ihtiyaç sahibi akrabalar, ar-
n (20)
Nihal Dura
a
Şehir dışınd
a gücüdür.
lm
a
n
tı
le
a
k
s
lli
e
Para
mı gen
deniyle para
nlarda
okumam ne
ibi temel ala
g
im
iy
g
,
k
e
mam,
yiyec
ışında harca
d
n
u
n
o
,
m
harcıyoru
nne babam
iriktiririm. A
b
k
o
ç
a
h
a
d
u düşünür,
lu olduğum
m
tu
tu
e
ld
e
gen
ar ama
a karışmazl
n
a
b
n
e
zd
ü
bu y
klarını
a haklı oldu
d
a
rs
la
ır
ş
rı
eğer ka
.
düşünürüm
Alper Oğuzhan (18)
m ettireazsa hayatını deva
Para, ihtiyaçtır. Olm
, onun
rim
dışarıda yemek ye
mezsin. Genellikle
ında
dış
ra harcarım. Bunun
için yemeğe çok pa
ılanır
em tarafından karş
genel ihtiyaçlarım ail
nelda yardım etmem ge
zaten. Başkalarına
raya
pa
an
iyim ben, ne zam
likle. Çünkü öğrenc
lli olmuyor.
ihtiyacım olacağı be
ığını,
nasıl harcama yapt
Aile senin dışarıda
tam olarak bilmez.
nerelere gittiğini falan
ı
zla para harcadığım
Bu yüzden bazen fa
nim
be
bana. Sonuçta para
düşünüp karışırlar
acağım
param. Nasıl harcay
cüzdanımda benim
da beni ilgilendirir.
Nazlı Özburun
[email protected]
Uzm. Sosyolog/ Aile Terapisti
kadaşlar veya diğer insanlar için kullanılacağını belirlemek önemlidir.
Parayı yönetebilmeyi öğrenmek hayatta pek çok problemi ortaya çıkmadan önlemenin de esasıdır. Mesela
ihtiyaç bazlı tüketmeyle istek bazlı tüketme arasındaki
farkın yapılabilmesi paranın sürekli yetmediği gibi bir
yakınmaya da götürebilir, memnun olduğunuz bir hayatı yaşamaya da… Dengesini kaybetmiş bir para kazanma hırsı da paranın bir hiç olduğu düşüncesi de insanın hayatını zorlaştırmak için yeterlidir.
Anne babaların çocuklarına gelişim dönemlerine uy-
..
k.
u
d
r
o
S
balara
Anne-Biçain ne anlam ifaudehaerdceard?ığını düşühnaürçylıoğrı/
in
ğr
en
Para siz zun parayı do kendisine veril
nu
n
mısınız?
Çocuğu ? Çocuğunuzu
ır
ış
r
a
k
a
z
musunu ıl harcayacağın
as
bursu n
(48)
Mehmet Özveren
hin (40)
Beyhan Şa
ı olduğu için
çim kaynağ
m
Para bir ge
a. Çocukları
diyor aslınd
e
e
d
a
if
i
y
e
rlar.
her ş
l harcamıyo
.
parayı güze
şünüyorum
ü
d
i
erdiğim
v
ı
lığ
rç
a
ın
h
n
i
ra
Ben yeterl
verdiğim pa
çocuğuma
k
ra
.
la
m
o
ru
e
o
n
An
arışıy
nacağına k
a
rc
a
h
n bir
ıl
la
s
a
o
n
e ait
e kendilerin
ld
e
n
e
g
r
z
la
nma lar.
Çocuk
ından hoşla
s
a
ılm
ş
rı
a
k
zgün
paraya
o parayı dü
a
d
a
b
a
b
e
Ama ann
ister.
harcasınlar
rını karşılayan bir
Para insanın ihtiyaçla
u
kısmen parayı doğr
değerdir. Çocuklarım
am
rs
olu
k
ce
ire
değerlend
harcıyorlar, tek tek
a
am
er
ed
t
ka
dik
alarına
büyük oğlum harcam
iz harcama yapıyor.
küçük biraz gereks
yorum,
lık verdiğimi düşünü
Ben yeterince harç
rı belli.
n giderleri, ihtiyaçla
zaten okudukları içi
hiç karışmam.
Verdiğim paraya da
ptın, bunu nereye
Şunu neden şöyle ya
a onun haricinde de
harcadın demem am
.
ekstra para vermem
zhan (46)
r.
Fatma Oğu
kli bir araçtı
em için gere
Ömer D
emir (5
ı
ilm
e, çünkü ad
mı sürdüreb
ıyorlar benc
m
a
Para hayatı
rc
a
h
e
ru
parayı doğ
il. Kendilerin
Çocuklarım
e sahip değ
c
n
ili
b
o
i
n
a
rafları bizim
cuk y
n çoğu mas
üstünde ço
te
a
Z
teklerini
i.
rl
te
e
endi özel is
lık da y
k
rç
a
a
d
h
ın
n
ış
le
d
ri
e
n
v
.
or. Onu
şünüyorum
n karşılanıy
rdiğimizi dü
e
v
tarafımızda
r
ta
ü
k
ik
n
m
ü
am ç
bilecek bir
ine karışam
iğ
d
ir
d
de karşılaya
n
e
rl
e
ğ
tepki verir.
lığı nasıl de
am da ters
Verilen harç
rs
lu
o
diği
k
a
c
a
ş
. Karı
yor, o da iste
lu
o
in
n
ri
ile
görmüyorum
kend
den çıkınca
Sonuçta biz
ak istiyor.
gibi harcam
gun ve ihtiyaçlarını gözeterek, kendi bütçelerini de hesaba katarak para vermeleri uygun ve önemlidir. Her
ihtiyaç hâlinde gençleri anne babadan sürekli para isteme durumunda bırakmamak lazım. Her ailenin kendi bütçesini esas alarak aile bireylerinin meşru harcamaları için bir miktar parayı ayırıyor ve sorgulamadan
veriyor olmaları gerekir. Bu paranın nasıl kullanılacağı
çocukluk döneminde öğrenilmişse zaten problem yaşanmaz. Öğrenilmemişse karşılıklı konuşarak bir miktar harçlık belirlenmesinin önemli olduğunu söyleyebilirim. Gencin parayı yönetebilmesi, hayatının sorumlu-
1)
Para be
nim için
bir araç
tır. Para işlerimi görece
ğim
harca
çocukla
rım birb ma konusund
Büyük
a
irinden
ve orta
farklı.
nca par
neyi ne
a
h
e
s
küçük iç reye harcayac abını iyi yapa
r,
a
in aynı
şeyi sö ğını bilir ama
Harçlık
y
le
y
emey
hiçbir
çünkü ç
ocuğa v zaman yeterli eceğim.
e
olma
r
diğ
ihtiyaçla
rı değiş in harçlık çerç z,
evesind
ir. Ne k
o kad
a
e
yeterli h ar harcamak is dar verirseniz
arçlık d
ter. O y
iye bir
üzden
olsa ha
rcadıkla şey olmaz. İm
rı paray
gereksiz
k
a karışır ânım
yerlere
ım
h
a
,
r
camasın
ama im
lar diye
kân olm
uyor ta
bi.
luğunu alabilmesi için önemlidir. Bu parayla gerekirse
yardım da edebilir. Veya ailesince ihtiyaç görülmeyen
alanlara, mesela bir kitap almaya veya bir hobi kursuna katılabilmeye imkân sağlamış olur.
Ayrıca mutluluk üzerine dünyada yapılmış çalışmalara
baktığımızda; barınma, giyinme beslenme ve güvenlik
ihtiyaçları karşılandıktan sonraki ilave her şeyin insan
mutluluğunu arttırmaya bir etkisinin olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Hatta daha çok kazanmak, genellikle
daha fazla kaygılı ve mutsuz olmak anlamına da gelebilir çoğu zaman.
aile-ce
20
Hilal Kübra Uzunkaya
Psikolog, Hipnoterapist ve Aile Danışmanı
Çocuklarda ve Ergenlerde
Özgüven Gelisimi
K
işilik kuramcıları ilk çocukluk dönemini 2-6 yaş arası dönem olarak belirtmektedir. Oysaki kişilik gelişimi ve özgüven
oluşumunun bebek daha anne rahmindeyken
gelişmeye başladığı varsayılmaktadır. Öğrenme
sürecinde bebek anlamlandırmasa bile duyduğu
her sesi kaydeder ve ilerleyen zamanlarda benzer yaşantılarla karşılaştığında bilinçaltındaki bu
bilgiler davranışa dönüşmeye başlar. Bunu bilen
kimi anneler hamilelik süreci boyunca bebeklerine Kur’an okur, kimi anneler de klasik müzik
dinletirler. Çünkü çocuk doğduğunda bu sesleri
tanır, öğrenmesi daha kolay gerçekleşir ve zihin
dünyası gelişmeye başlar. Bu nedenle 0-6 yaş kişilik gelişimi ve özgüven oluşumunda en önemli
dönemdir. Çocuk bu dönemde öğrendiği temel
bilgilerle, sahip olduğu tutumlarla ve geliştirdiği
kişilik yapısıyla yaşamının geri kalanına bu bağlamda yön vermektedir.
Anne ve baba, bebekle kurduğu sevgi temelli ilişki sayesinde, sağlıklı bir güven oluşumu için ilk
adımı atmış olur. Yine annelerin hamilelik süreci
boyunca bebeğiyle duygusal iletişim kurabilmesi
için, eliyle karnına temasta bulunup bebeğiyle konuşması ve sesiyle ona güven vermeye çalışması
özgüven sağlamada faydalı olacaktır.
Bununla birlikte annenin sağlıklı ve olabildiğince
huzurlu bir hamilelik geçirmesi, bebeğin ruh dünyasına olumlu etkide bulunmaktadır. Daha sonra
doğumla birlikte, annenin bebeğiyle tensel teması, onu kucağına alması, hamilelik dönemindeki
gibi bebeğiyle konuşması ona güven verir. Tanı-
dık bir ses duyduğu için bebek yeni ortama adapte olmakta daha az zorlanır. Bebeklerin ilk aylarda
işitme duyuları görme duyularına göre çok daha
fazla geliştiği için seslere daha duyarlıdır. Anne
sesi de her zaman bebeğe güven verir. Görme
duyusunun gelişmeye başladığı dönemlerde (2.
aydan sonra) bebek kişileri ayırt etmeye başlar.
Bebek anne ve babasını tanıyacağı için bu dönemde onların bebek ile göz teması kurması güven gelişimi için oldukça önemlidir.
Çocuğun dil gelişimi ile birlikte sorduğu sorulara anne ve babasının sabırla tatmin edici cevaplar vermesi, ona önem ve değer verildiğini
hissettirir. Özellikle ebeveynler, çocuklarının
boy hizasına inerek, göz teması kurarak,
çocuğu dinler ve anlamaya çalışırlarsa çocuk anne ve babaya sağlıklı bir bağlılık
geliştirir. Maalesef bizim kültürümüzde
anneler çocuklarının bağlı olmaktan
çok bağımlı olmasını tercih ediyorlar.
Çocuklarına, bir şeyi başaramadıkları
anda müdahale ediyorlar. Bebeğin,
ilk adımları atmaya başladığı anda
düşeceği zaman hemen tutma eğiliminde oluyorlar. Bu nedenle bağımlı
ve güvensiz nesiller yetişiyor. Bunun
yerine ani bir düşme durumunda bir
anda düşmeyi önlemek yerine, bebeğin hafif bir düşüş sağlayacağı şekilde bir elin bebeği tutması ona güven
verecektir. Aynı zamanda başarısız
oluşu başarma azmini tazeleyecektir.
Bu gibi durumlar sonucunda çocuk sağlıklı güven ve kişilik gelişimine
sahip olmaya başlar.
Ergenlere gelince...
Ergenlik dönemi ise kişiliğin, tutumların ve davranışların büyük ölçüde şekillendiği 0-6 yaş dönemini tamamlayıcı bir dönemdir. Ergenlik; fiziksel ve
ruhsal anlamda değişikliklerin yaşandığı, büyüme ve gelişmenin hızlandığı 2 veya 3 yıl süren dönemi kapsar. Ergenlik çocukluktan erişkinliğe geçiş
evresidir. Bu yüzden bu dönem aile tarafından diğer dönemler gibi normal
karşılanmalıdır. Çoğu anne-baba, çocuklarını başkalarının çocukları ile karşılaştırma eğilimindedirler. Ama ebeveynler şunu bilmelidirler ki her birey
kendi içinde bir dünya, bir âlemdir, biriciktir ve öyle değerlendirilmelidir.
Bu yüzden her ergen, ergenlik dönemini aynı şekilde geçirmez. Kimisi
daha asi ve saldırgan olurken, kimisi daha içedönük ve sakin olabilir.
Bu dönemde, ergenin ilgi alanları değişebilir, aileye eleştirel yaklaşabilir,
dikkatini toplamada özellikle ders çalışmakta zorlanabilir, en önemlisi birey olduğunun, artık çocuk olmadığının fark edilmesini ister. Ebeveynler
yeri gelince “Sen büyüdün artık bunu yapmamalısın” derken, yeri gelince
de “Sen daha çocuksun” diyerek, ergenin ikilemde kalmasına sebep olmaktadır. Ergen “Çocuk muyum? Yoksa yetişkin miyim?” sorusu ile baş etmeye
çalışmaktadır. Aileler, ergeni bu bocalamadan kurtarmalı, onun yetişkin
bir birey olmaya çalıştığını hatırlamalı ve kendisine yardımcı olmalıdırlar.
Ebeveynler, öncelikle çocuklarını yargılamak yerine
saygı gösterip, anlamaya çalışmalı, aynı dönemlerden kendilerinin de geçmiş olduklarını
hatırlamalıdırlar. Diyecekler ki “Bizim zamanımızda ne demek ergenlik depresyonu, bir şamar yer otururduk”. Evet,
haklılar fakat her sorun içinde bulunduğu kültür ve zaman diliminde değerlendirilmelidir. Bu
şekilde onun özgüven gelişimine katkı sağlamış olurlar.
Son olarak ergenlere verilecek en güzel anahtar
cümle; “En güzeli evinize ve sevdiklerinize
bağlılığınızı sürdürerek,
bağımsızlığınızı kazanmanızdır”. Ebeveynlere verilecek en güzel
anahtar cümle ise;
“Çocuğunuzun evine
ve kendinize olan bağlılığını pekiştirmeniz,
bağımsızlığına saygı
duymanızdır”.
aile-ce
22
er şey dört ay önce başlamıştı. O artık
eskiden tanıdığı kişi değildi. Uzun süreden bu yana birlikte paylaştıkları bir şey
yoktu. Eskiden ara sıra gittikleri ve her seferinde
hangi film olacağı konusunda tartıştıkları sinema günlerini bile özlüyordu. İlk olarak dersleri
kötüleşmeye başlamıştı. Sonrasında ise oğlunun
etrafında tuhaf insanlar görmüştü. Tüm uyarılarına rağmen onların aslında çok iyi kişiler olduğu
konusunda oğlu çok emindi. Her zaman yaptığı
gibi ona güvenmeyi tercih etmişti. İlk olarak evden izinsiz para almaya başladığında anlamıştı
bir şeylerin ters gittiğini. Başlangıçta bir şey bil-
Dr. Genco Usta
Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Uzmanı
miyormuş gibi yaptıysa da her geçen gün evden
kaybolanların miktarı da evdeki sorunlar da artıyordu. Son olarak çok sevdiği ölen babasından
hatıra kalan fotoğraf makinesini satmıştı. Tüm
bunlara rağmen bunları neden yaptığını bilmiyordu…”
Hepimizin sınırlı bir çevresi var ve tüm yaşamımızı, bu sınırların ötesindeki yaşamın da bizimkiyle aynı olduğuna inanarak geçiriyoruz. Çoğu kişi
için oldukça yabancı bir sorun olan uyuşturucu
madde kullanımında bizim sınırlarımızın ötesindeki yaşam ile ilgili veriler oldukça ilginç; ABD
verilerine göre 12–17 yaş arasındaki ergenlerin
yaklaşık % 25’inde yasa dışı madde kullanımı
görülmektedir. Yaklaşık olarak her beş ergenden
biri marihuana (esrar) ya da haşhaş kullanmaktadır. 17 yaşına kadar her üç ergenden birinin sigara kullandığı bilinmektedir. ABD’de ergenlerde
içki kullanımı üzerine yapılan araştırmalarda 13
yaşındaki erkek çocukların üçte biri, kız çocukların da dörtte birinin en az bir kez içki kullandığı
saptanmıştır. Her ne kadar ülkemizde konu ile
ilgili net verilere ulaşma imkânı olmasa da her
geçen gün uyuşturucu madde kullanımının arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
1. Madde bağımlılığını önlemek ilk adım olmalıdır. Çocuğunuzun kontrolünüzde, sizin bildiğiniz
ve güvendiğiniz ortamlarda bulunmasını sağlayınız. Madde ile temasın önlenmesi sonraki aşamalarda ortaya çıkabilecek telafisi zor süreçlerin
ortaya çıkmasında çözüm olacaktır.
Her geçen gün giderek önemi artan bir konu
olan madde bağımlılığı ile ilgili ailelere pek çok
görev düşmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalarda en uygun yaklaşımın, baskıdan uzak ancak
kontrollü bir ebeveyn tutumu olduğu gösterilmiştir. Bu süreçte ailelerin dikkat etmesi gereken
noktalar aşağıda sıralanmıştır:
tedavi başarı şansı çok yüksektir.
2. Sıklıkla madde başlangıcının arkadaş çevresi
aracılığı ile olduğunu unutmayınız. Madde kullananlardan oluşan bir çevresi olan çocuğun
madde kullanımı kolaylaşacaktır. Bu nedenle
çocuğunuzun arkadaş çevresini tanıyın. Kimlerle
arkadaşlık kurduğunu kontrol edin.
3. Her şey eğitim ile başlar. MadMadde kullanımı ve bağımlıde kullanımı ile ilgili çocuÇocuğunuzun
ders
ğunuza eğitim verin. Onu
lığı ile ilgili pek çok farklı
madde kullanımına iteriskten bahsedilebilir.
başarısında ani düşme olması,
bilecek sorunlara alterAile içi anlaşmazlıklar,
natif çözümler sunun.
akademik zorluklar,
daha öncesinde görülmeyen davradavranım bozuklu4. Ani başlayan değu ve depresyon nışların görülmesi (kavgacılık, hırsızlık ğişiklikleri yakından
gibi psikiyatrik bo- vb.), duygu durumunda ani değişiklikler takip edin. Çocuğuzukluklar, ailede ve
nuzun ders başarısıngibi sonradan başlayan değişiklikler- da ani düşme olması,
arkadaş çevresinde
madde kullanımının
daha öncesinde göde, madde kullanımı her zaman rülmeyen
bulunması,
dürtüsel
davranışların
(fevri) bir yapıya sahip
görülmesi (kavgacılık, hırakılda bulundurulmalıdır.
olmak ve erken yaşta sigara
sızlık vb.), duygu durumunda
kullanımı bu risk faktörlerinden
ani değişiklikler gibi sonradan
başlayan değişikliklerde, madde kullabazılarıdır. Yapılan araştırmalar gençlerin yaşadığı psikiyatrik sorunların da bazen nımı her zaman akılda bulundurulmalıdır.
madde kullanımına yol açabildiğini göstermek- 5. Ümitsizliğe kapılmayın. Madde kullanımı ile
tedir. Bu gibi durumlarda gençler bu psikiyatrik ilgili bir durum saptandığında ümidinizi her zarahatsızlığın oluşturduğu sıkıntıyı geçici olarak man koruyun. Toplumsal öğretiler ile birlikte gemaddenin erdiği rahatlık ile çözme yolunu ter- nellikle madde bağımlılığı tedavi edilemez gibi
cih etmektedir.
algılanmasına rağmen, uygun müdahaleler ile
6. Uzmandan yardım alın. Sıklıkla birçok aile
böyle bir durumu öğrendiklerinde sorunu aile
içerisinde çözmeye çaba gösterir. Bu yaklaşım
bazen tedavinin gecikmesi ile sonuçlanabilir. Bu
nedenle en uygun yaklaşım, profesyonel destek
alarak bu konuda çözüm sağlamaktır.
aile-ce
24
Gülşah Akçay Civriz
Kadın Psikoloğu - Aile Danışmanı
Söz Ola Kese Savası,
Söz Ola Kestire Bası
Ö
nce söz vardı…’ Ahdi Atik’e ithafen rivayet
edilen bu cümle her duyuşumda beni derinden etkiler. İnsanı insan yapandır kelimeler… Ağzımızdan çıkan kelimeler çıkmadan
önce bizim esirimiz fakat onları serbest bırakır
bırakmaz artık geri dönüşü olmayan bir süreç
başlar ve kimi zaman sonuç olarak kelimelerimiz
bizi köleleştirir. Mevzubahis olan durum aile hayatımız olunca, eşimizle ya da çocuklarımızla olan
sözel iletişimimiz, derdimizi doğru ve etkili anlatarak bizi sorunlardan özgürleştirebilirken yanlış
ifadelerle bizi sorunlu bir aile hayatına esir de
edebiliyor. Bu yazıda sizlerle aile hayatında sözel
iletişimde yapılan hataları ve etkili sözel iletişim
yolları üzerine bilgi ve düşüncelerimi paylaşmak
istiyorum.
Öncelikle sıkça yaptığımız sözel iletişim hatalarından bahsedecek olursak, bu durumda iki farklı
boyutta iletişim hatalarını değerlendirebiliriz. Birinci boyutta, bizim karşımızdaki kişinin bir davranışı nedeniyle yaşadığımız sıkıntıyı ifade ederken
düştüğümüz bir üslup hatası olarak “sen mesajları ya da sen dili”ni değerlendirelim. Sen
mesajları, karşımızdakini bizi olumsuz
etkileyen bir davranışı nedeniyle ‘yargılayarak’, ‘eleştirerek’ yaptığımız sorun
tespitlerinde düştüğümüz bir hatadır.
Örneğin, ‘ben mutfakta yemek yaparken çocuklar birbirleriyle tartıştığında
sanki hiç umurunda değilmiş gibi
yerinden bile kalkmıyorsun, elindeki
gazeteyi okumaya devam ediyorsun!’
gibi, eşinden beklentisini ifade etmek
için sitemkâr bir şekilde sözel iletişime
başvuran bir hanımefendi hiç farkında olmadan
eşini öncelikle umursamazlıkla itham ederek sen
dili kullanma hatası yapmıştır. Tabii olarak, bu
cümleyi duyan beyefendinin nasıl bir tepkiyle
eşine karşılık vereceğini az çok hepiniz tahmin
edebilirsiniz. Önce kendini savunmaya başlayan
beyefendinin getirdiği argümanlar birkaç dakika
içinde asıl meselenin unutulup konunun dallanıp
budaklanmasına ve sonuçta hiçbir çözüme ulaşılamamasına sebep olur ve üstüne üstlük iki tarafta da öfke ve incinme ortaya çıkar. Sen dili, üzüm
yemek yerine bağcıyı dövmektir aslında. Bu nedenle aile içinde etkili bir sözel iletişime adım atmak
için karşımızdakini
yargılama ve eleştirme hatasına düşmeden derdimizi
ifade etmemiz çok
önemlidir. Bunu
başarmak için kul-
lanmamız gereken üsluba ‘ben dili/ben mesajları’
diyoruz. Ben dili’nde karşımızdakine iletmek istediğimiz mesajlar, onun tavrı ya da davranışı karşısında bizim nasıl etkilendiğimiz, ne hissettiğimiz
konusunda genelleme, yargılama ve eleştirmeye
girmeden onu bilgilendirmeyi içermelidir. Örneğin, ‘Ben mutfakta yemek yaparken çocukların
aralarındaki tartışmalar esnasında gazete okumaya devam ettiğin zaman ben işimi bırakıp onlarla
ilgilenmek durumunda kalıyorum. Bu durumda
işleri bitirmem zorlaşıyor.’ şeklindeki bir cümle karşımızdakine sadece sorunun ne olduğunu
söyler, bize neye mal olduğundan haber verir ve
bizimle empati kurması için karşımızdakine bir
kapı açar. Bu şekilde kendi derdimizi, karşımızdakini incitip savunmaya itmeden, doğru bir üslupla anlatarak kendi üzerimize düşen görevi yapmış
oluruz. Bununla birlikte şunu gözden kaçırmamakta fayda var; ben dili ile kendi problemimizi
anlatmamız daima karşımızdakinin beklentimiz
doğrultusunda hareket etmesi ile sonuçlanmayabilir; çünkü bizim değerlendirmemiz, sadece bizim gözümüzden olayın nasıl göründüğü ile ilgilidir. Bu durumda biz, sorun olarak tanımladığımız
fakat karşımızdakinin davranışını açıklayabilecek
önemli bir noktayı kaçırıyorsak eğer doğru üslupla sorunu anlatarak onu anlamak için de çok
önemli bir adım atmış oluruz. Örnek; ‘Evet, senin
işini bırakıp onlara müdahale ettiğini görüyorum
fakat ben çocukların sorunlarını kendi aralarında
çözebilmeleri için bu tartışmalara müdahale
etmek istemiyorum. Sence bu
konuda nasıl davranmalıyız? Görüldüğü gibi, sorunu
doğru bir üslupla
ifade eden kişi,
karşılığında eşi ile
arasındaki görüş
farklılığını ortaya çıkarabilir ve böylece
bir yanlış anlaşılma hatasından
Sen dili, üzüm yemek yerine bağcıyı
dövmektir aslında. Bu nedenle aile
içinde etkili bir sözel iletişime adım
atmak için karşımızdakini yargılama
ve eleştirme hatasına düşmeden derdimizi ifade etmemiz çok önemlidir.
dönülerek, çocuk eğitiminde nasıl davranılmalı
konusu üzerinde bir istişareye adım atılabilir.’
Aile içinde sözel iletişimde yapılan hataların bir
kısmı da karşımızdaki kişi, yani eşimiz ya da çocuklarımız sorun yaşadığında ortaya çıkar. Biz,
toplumsal olarak, sorun yaşayan birine acilen yardım etme, onun derdine derman bulma eğilimindeyiz. Bu nedenle, karşımızdakinin sorunu olduğunu anladığımızda onun anlatmadığı şeyler de
olabileceğini düşünüp ‘zihin okuma’ yaparak ona
‘nasihat etme’, ‘nutuk çekme’, ‘akıl verme’ veya
davranışı nedeniyle onu ‘eleştirme’ veya ‘azarlama’ gibi hatalara düşebilmekteyiz. Karşımızdaki
konuşmakta isteksizse sürekli konuşabilmekte
veya karşımızdaki çokça konuşuyorsa hiç cevap
vermeden sessizce dinleyebilmekteyiz. Maalesef
tüm bu yaklaşımlar yanlış teknikler sınıfında yer
almaktadır. Sorunu olan kişiye karşı ‘etkin dinleme’ ile yaklaşmalıyız, yani burada söz bizde değil
derdi olandadır. Bize düşen görev; dinlemek, anlamaya çalışmak ve bir ayna gibi anladıklarımızı
ona geri yansıtmaktır. İşte bu durumda, eşimiz
ya da çocuğumuz anlaşılma duygusunun rahatlığı ile sorununu çözmek için kendi yolunu bulur.
Karşımızdakinin sorunu bizimle ise, bizim sorunu
anlamamız zaten çözümün yarısıdır.
Bu nedenle kelimelerle dokuduğumuz cümleler
hepimiz için çok önemli. Toplumsal yapının mihenk taşı olan aile hayatına baktığımızda, bazen
bir cümlenin yıllar boyunca bizi motive ettiği bazen de bir cümlenin içimizde hiç dinmeyen bir
yara gibi kanayıp durduğu vakidir.
söyleşi
26
Fatih Koca ile Söyleşi
1971’de Amasya’da
doğan Fatih Koca,
1983’te Amasya Büyük
Ağa Medresesi’nde
hafızlığını tamamladı.
Musikiye küçük yaşta
dedesinin teşvikleriyle
başladı... 1999’da Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nden mezun
oldu… Akademisyenliğinin yanı sıra neyzen ve
kasidehan olan
Fatih Hoca ile Aile
dergisi okuyucularımız
için keyifli bir söyleşi
gerçekleştirdik…
Mehmet Çilek
“Hafız olmak büyük bir şereftir. Ama o şerefin hemen karşısında büyük bir sorumluluk vardır. Yani o şerefe nail olmak büyük
bir şeydir ama onu muhafaza etmek, sorumluluk bilincinde olmak demektir.”
Fatih hocam, ülkemizde Türk Din ve Tasavvuf Musikisi
icra eden sanatçılardan birisiniz, aynı zamanda Ankara
İlahiyat Fakültesi Türk Din Musikisi Kürsüsünde öğretim üyesisiniz. Biz öncelikle sahip olduğunuz bu başarının sırrını sormak istiyoruz size...
Başarı her zaman Allah’tandır. Meselenin Yüce Rabbimizin
vermiş olduğu nimetlere şükretmekten geçtiğine inanan birisiyim ben. Hafızlık hocalarım Seyit Ahmet Fırat ve İsmail
Batman her zaman şunu söylerdi bize: “Oğlum, eğer toplumda bir yerlerde olayım; insanların gönüllerinde yerim olsun
diyorsanız kesinlikle Kur’an’dan ayrılmayın.” Şayet toplum
nezdinde bu manada bir yerimiz varsa bu hep ucundan köşesinden bir yerlerden Kur’an’a hizmet etmemiz sebebiyledir.
Kur’an’a hizmet edeni Allah toplumun gönlünde
muhakkak bir yer edindiriyor. Dedemin imam
olması hasebiyle küçüklüğüm hep camide geçti. Ne zaman tatile köye gitsem dedemi sürekli
birilerini okuturken buluyordum. Dedem benim
ilgili olduğumu görünce müezzinlik yaptırmaya,
Kur’an ve ilahi okutmaya başladı. Beni bırakmadı. Bendeki kabiliyeti görüp elimden tutan ilk
kişi dedemdir diyebilirim. Çekirdekten yetişmek
derler ya. Benimki de öyle oldu. Fıtraten de ses
güzelliği olunca bugünlere kadar geldik işte.
Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş olmanız nasıl bir
mana derinliği arz etmekte, anlatabilir misiniz?
Hafız olmak büyük bir şereftir. Ama o şerefin
hemen karşısında büyük bir sorumluluk vardır.
Yani o şerefe nail olmak büyük bir şeydir ama
onu muhafaza etmek, sorumluluk bilincinde olmak demektir. Allah’a şükürler olsun ehil ellerde
Kur’an öğrenip hıfzettim. Hafızlıktan sonra hemen medreseden ayrılmadım. İmam hatip lisesine giderken de medresede belletmenlik yapıyor,
hafız yetiştiriyordum. Öğrencilerimizin başında
onlara örnek olmaya çalışıyordum hep. Burada
hem Kur’an’la hem de müzikle meşguliyetim
devam etti. Sonra Arapça dersleri aldım Kur’an’ı
anlamak için. Kıraat, talim, tecvit onların hepsini hocalarımız veriyorlardı. Allah hepsinden razı
olsun. Vefat edenlere Allah rahmet eylesin. Bir
Müslüman nasıl olması gerekiyorsa o şekilde
yetişmemiz için hocalarımız çok gayret sarf etmişlerdir. Hafızlık sizin için ne anlam ifade ediyor derseniz, ben hayatımı gücümün yettiğince
yukarıda saymış olduğum minval üzere devam
ettirmeye çalışıyorum. Onun bilincindeyim. Allah günahlarımızı affeylesin diyorum… Gücümüz
yetiyor ancak nefis çekiyor bazen bir kenara… Allah bizleri muhafaza eylesin.
Konu hafızlık ve öğrencilik yıllarınızdan açılmışken Fatih Hocam; bu yıllara dair aklınızda
yer etmiş anılarınızdan birini bizimle paylaşmak ister misiniz?
Unutamadığım o kadar çok anım var ki… Hangisini anlatayım. Yalnız bir tanesini hiç unutamıyorum. Türkiye çapında düzenlenecek olan Kur’an-ı
Kerim’i güzel okuma yarışmasına katılmak üzere
Amasya’yı temsilen bir öğrenci seçilecekti. Bu
yarışmaya, kursumuzdan güzel Kur’an okuyan üç
arkadaşım katılacağından ben yedekte kalmıştım. Yalnız, yarışma günü camiye gitmiş, minber
kenarında bir yerde oturmuş olanları izliyordum.
Yarışma bitti; sonucu açıklamak üzere o dönemin Amasya müftüsü Hüseyin Çınar Hoca ayağa
kalktı. Birden kenarda beni gördü ve şaşkın bir
ifadeyle: “Fatih sen yok musun?” dedi. (Hüseyin
Hoca beni, kursumuzu ziyarete geldiğinde müezzinlik yapmamdan tanır, sesimi beğenirdi. Biz
ilahiler okurduk, o da dinlerdi. İsmimi de orada
öğrenmişti.) Cemaate ve jüriye Fatih de okusa olmaz mı? dedi. Herkes gelen teklifi kabul edince
ben yerimden heyecanla kalktım, kürsüye çıktım ve okumaya başladım... Gözlerimi aralarda
açıyordum ve yaşlıların ağladığını görüyordum.
Hüseyin Hoca birinciyi açıklamak için ayağa kalktı ve birden “Fatih Koca” dedi. Neye uğradığımı
şaşırmıştım. Yarışmadan sonra hafızlık arkadaşım Hüseyin Kula beni orada omuzlarına aldı
ve Sultan Beyazıt Camii’nden kursa kadar taşıdı.
Hiç unutmam o anı. Bu bana bir aşk verdi, bir
şevk verdi anlatamam. Hayatımı bu minval üzere
devam ettirmem hususunda bir karardı aslında
o gün benim için. Tabi benim birinci olduğum
haberi dedemlere sonradan ulaşmıştı. Yarışmaya
katılacağımı bilseler izlemeye gelirlerdi… Konuyla alakalı şunu da eklemek istiyorum. Dedemin
hocası vardı. “Koca imam” derlerdi ona. Son yıllarını dedemin yanında geçirdi. Dedem hep bakmıştı ona. Dedeme zamanında; “Oğlum Allah
sana öyle güzel günler göstersin. İşte bu Hayrullah Hoca desinler. Seni parmakla gösterecekleri günler de olsun” diye dua edermiş... Dedem
bana derdi ki “Oğlum işte bak biz hizmet ettik
büyüklere… Hocam bana dua etti ve çok şükür
bu duayı, Allah seninle nasip etti bana...” Dışarı
çıkıyorum bir camide veya farklı bir yerde parmakla göstererek diyorlar ki; “Hayrullah Hoca bu
işte! Fatih’in, şu Kur’an yarışmasında birinci olan
çocuk var ya, işte o çocuğun dedesi bu, diyerek
beni gösteriyorlar” derdi. Hasılı bunun Kur’an’a
hizmetin, büyüğe saygının ve iyi niyetin sonucu
olduğunu düşünüyorum.
söyleşi
28
Çocukluk ve gençlik yıllarınız Amasya’da geçti... Bizlere musiki eğiliminizin başladığı bu
yıllardan ve ney’le tanışma hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
Çocukluğumda elektrik ve televizyon yoktu bizim
köyde. Dedemin radyosu vardı. Sabah namazından sonra ve özellikle ramazanlarda enstrümantal
müzik çalınırdı. Aka Gündüz Kutlay, Niyazi Sayın,
Necdet Yaşar, Ahmet Hatiboğlu, Ekrem Vural gibi
isimlerden eserler dinlerdim. İlk ney sesini orada
duydum. Dedeme neyin nasıl bir şey olduğunu
sormuştum. O da bana kamıştan ney gibi üflemeli çalgılar yapardı. Adeta köyün kavalcısı olmuştum. Köylüler çağırıp çalmamı isterlerdi. Ben onlara çalardım. Herkesi kahkahaya boğardı benim
yaptıklarım. Neyle ilk tanışmam şu an konservatuarda hoca olan Ramazan Kamiloğlu ile oldu.
Hafızlık yaptığım kursu ziyarete geldiğinde onu
ney üflerken gördüm. Benim merakımı görünce
dört beş günlüğüne bana verdi kendi neyini. Radyodan dinlediğim neyi ilk kez orada görmüştüm,
elime alıp üflemeye çalışmıştım. Dedemin, anne
ve babamın teşviklerini unutmam mümkün değil. Onlar da hep destek verdiler bana. Amasya’da
neyzen Osman Yıldız Hocamla tanıştırdılar, onun
evine derse gittim. Hocam bendeki isteği görünce
bana hemen iki günün içinde elektrik borusundan ney yaptı. Nerde ney yaptırıyorsun o zaman.
Ney yapımcısı mı var? Tam iki yıl o boruyla üfledim ben. Sonra İstanbul’dan Amasya’ya halamın
oğlu ve eniştem ney gönderdiler... Sonra ben o
neyi bir konserimde Amasya müzesine hediye ettim, sergileniyor şu an. Müzelik olduk yani…
Ney’le olan muhabbetinizi bir defasında; “İlk
defa bir sese âşık oldum, bu da ney sesiydi”
sözleriyle ifade etmişsiniz...
Mevlana der ki, ney bir mürşidi kâmildir. O mürşidi kâmilin size ifade ettiği, Allah’a götüren yol
ne ise o yol üzere devam edin der. Ben ney sesinden gayrimeşru bir duygu hiçbir zaman için
almadım. Allah’ı ve peygamberi hatırlatmayan bir
ses almadım. Herhâlde bundan olsa gerek, ney
benim hayatımla bütünleşmiş. Ney’siz geçirebileceğim bir günüm olmadığını belirtmek isterim.
Çünkü ney benim için bir arkadaştır. Çünkü musiki, eğer iyi kullanırsanız insanı kötü şeylerden
muhafaza eder. Bir insan fıtraten kızgın olabilir
veya çok hüzünlü olabilir. Bunlardan kurtulmanın
yolu “neydir, ney sesidir” derim. Evimde arabamda fakültede odamda da neyim vardır. Alırsın eline biraz ney üflersin, o kızgınlık ya da hüzün yok
oluverir.
Ney’siz geçirebileceğim bir
günüm olmadığını belirtmek
isterim. Çünkü ney benim için
bir arkadaştır. Çünkü musiki,
eğer iyi kullanırsanız insanı
kötü şeylerden muhafaza eder.
Bir insan fıtraten kızgın olabilir
veya çok hüzünlü olabilir.
Bunlardan kurtulmanın yolu
“neydir, ney sesidir” derim.
Şu an Diyanet TV’de “Bad-ı Saba” programınız devam ediyor…
Beni ulusal manada televizyona teşvik eden 2003
yılından itibaren Mehmet Görmez Hocamız olmuştur. O yıllarda TRT 1 ekranlarında İslam’ın
Aydınlığında programı vardı. Tam beş yıl boyunca bu programda TRT repertuarından dini musiki eserleri seslendirdim. Çok güzel bir hizmet
olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Evet, “Bad-ı
Saba” devam ediyor… Bugün yetmiş küsur program olmuş… Tasavvuf ve Cami Musikisi konularını -camiden çıkmışız, bir çay söylemişiz caminin
kenarında şeklinde- sohbet tadında götürüyoruz.
Anadolu’nun farklı yerlerine de götürmek istiyorum inşallah programımızı… Bu çalışmaları dini
musikimize bir hizmet olarak görüyorum. Bu hizmetin içinde olduğum için de kendimi hep mutlu hissediyorum, Allah’a şükrediyorum.
Bugünün gençlerine neler tavsiye etmek istersiniz… Bu noktada ailelere düşen sorumluluklardan da bahsedebiliriz…
Her Müslümanın bir enstrümanla meşgul olmasını tavsiye edebilirim. Özellikle çocukluktan
gençliğe geçiş ve gençlik dönemlerinde anne
babalara tavsiyem çocuklarını bir sanatla meşgul
olmaya teşvik etmeleridir. Ney, gitar, bağlama
hiç fark etmez. Hat veya resim de olabilir. Çocukların enerjilerini güzel sanatlara harcamaları
onların fiziksel, ahlaki ve manevi gelişimlerine
kesinlikle katkıda bulunacaktır. Oğlum Furkan’da
ve etrafımdaki ailelerin çocuklarında görüyorum
ben müziğin olumlu katkısını. Ama neyin ayrı
bir felsefesi var. Neyle meşgul olanlar eğer onun
felsefesini iyi algılıyorsa daha da bir farklı oluyor.
Gençlere tavsiyem ya güzel sanatlardan biriyle
meşgul olsunlar ya da sanat müziği, tasavvuf müziği icrası yapılan bir koroya katılsınlar.
Gün içerisinde yapmış olduğunuz, dilinize,
gönlünüze aşina olan bir duayı bizimle paylaşmak ister misiniz?
Bismillahirrahmanirrahim. Bundan büyük dua
mı var? Ama en çok namazlarımın sonunda yaptığım dua “Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahil azim.” Bu duayı hiçbir zaman eksik etmem
ben, benim virdimdir bu. Zaten son dört yıldır
uğraştığım doktora tezim olan “salatü selam” ayrı
bir repertuar oldu. Musiki eşliğinde salatü selam
ile Peygamber Efendimizi o güzel nağmelerle anmak da ayrı bir şey.
hayatın içinden
30
Gülşah Nezaket Maraşlı Yönetmen-Yazar
Aileye
Hükmeden
Dizi Çocukları
Dizilerde görülen çocuk karakterler, bize ve
kültürümüze yabancı, giyinişiyle, konuşmasıyla,
bakışıyla, duruşuyla sokakta gördüğümüz
çocuklardan çok farklı. Sanki yabancı film izler gibi
izliyoruz bu tuhaf karakterleri.
Ç
ocuklarımızla ilgili yazılı ve görsel basında
ne yapılırsa yapılsın, muhakkak pedagoglar ve psikologlardan yardım alınarak, danışılarak yapılmalı… Ancak ne yazık ki bir türlü
buna dikkatimizi veremiyoruz.
Özellikle çocuklar tarafından çok izlenen diziler,
bu bakımdan büyük önem teşkil etmektedir. En
başta çocuklara ve gençlere yönelik dizilerin, onların yaşlarına uygun olup olmadığına karar verilmelidir. Eğer uygun ise dizide kullanılan konudan, karakterlerin oluşumuna hatta dekoruna kadar malzemelerin, çocuklarımızın içinde yaşadıkları kültüre, geleneğe ve günün şartlarına uygunluğuna dikkat edilmelidir.
Fakat bugün yayınlanan dizilere baktığımızda,
üstelik hiç istisnasız, hemen her şeyin gündelik
hayattan çok farklı gösterildiğine şahit oluyoruz.
Bunların içinde en önemlisi de dizilerdeki çocuk
karakterlerin işleniş şekli.
Dizilerde görülen çocuk karakterler, bize ve kültürümüze yabancı, giyinişiyle, konuşmasıyla, bakı-
şıyla, duruşuyla sokakta gördüğümüz çocuklardan çok farklı. Sanki yabancı film
izler gibi izliyoruz bu tuhaf karakterleri. Çocuk karakterlerin görünümleri, giyimleri, konuşma farklılıkları bir yana, en tehlikeli olan kısmı, bu çocukların dizilerde ailelerini kendilerinin yönetmesi, âdeta emirleri altına almaları. Tehlikeli diyoruz,
çünkü TV’de görülen her şey “rol model” olarak alınıyor, bundan da en fazla
çocuklarımız etkileniyor. Ve bu dizilerde çocuklar, ailelerinin üzerinde nasıl
yaptırım uygulayabileceklerini öğreniyorlar, aileler de maalesef buna izin
veriyor. Yahut seçim yapmadan çocuklarına TV dizilerini seyrettiren aileler,
çocuklarındaki değişimin ya hiç farkına varmıyor ya da çocuklarındaki
yabancılaşmaya karşı ne yapacaklarını bilemeyerek çaresiz kalıyorlar.
Dizilerdeki çocuk karakterlerin hikâyeleri, öncelikle ailelerinin, hayatı ve aile düzenlerini çocuklarından ibaret olarak görmesiyle başlıyor.
Dizi ailesinde çocuk “her şey”den biraz fazla önem kazanan bir ferttir.
Bu durum, senaryoyu köpürtmek adına yapılan en büyük hatadır ki,
mümkün olduğunca abartılır. Dolayısıyla çocuk karakter, ailenin kendisinden ne olursa olsun asla vazgeçmeyeceğinin kendisine kul köle
olduğunun bilincindedir. Diğer karakterlere de bu bilinçle yaklaşır.
Bir dediği iki edilmeyen dizi ailesinde, çocuk, istediği her şeyi elde
edebilmenin lüksü içindedir. Aksi asla düşünülemez. Çocuk, küçük
bir krallık kurmuşçasına aileyi kendisi yönetir. Anne-baba ve diğer
bireyler de bu krallığa koşulsuz bağlı fertler olarak çocuğun her lafını dinler, onun dediklerine göre hareket eder, ailenin yaşayış düzenini çocuğa göre uyarlar. Dizilerde bu çocuk karakterler, ailenin
nasıl yaşayacağına kendileri karar verirler. Aile de çocuğun istediği
gibi davranmaya özen gösterir. Çocuk yaşı kaç olursa olsun, mesela beş yaşındaki bir karakterin yetmiş yaşındaki dedesini yönettiğini, sözünü dinlettiğini de görmekteyiz.
Çocuk dizilerinde ailenin durumu da feci bir hâldedir. Aile,
bütün ilişkilerini çocuklarına göre düzenler. Hayat onlar için,
yalnızca çocuklardan ve onların isteklerini en yüksek seviyede
yerine getirmekten ibarettir. Ve ailenin büyük fertleri, çocukları tarafından yönetilmekten memnun, mesutturlar.
Çocuk dizilerinde zirvede yaşanan bu durum, geleneksel ailenin yapısına uymamakla birlikte, aile yapısına yeni bir örnekleme sunmaktadır.
Bu da aileler için olduğu kadar, bir başına ve tek bir fert olarak hareket
etmeye alıştırılan çocuklarımız için fevkalade yanlış model olmaktadır.
En kısa sürede bu “yanlış modellemenin” önü alınmalı, uzmanlar tarafından çocuk dizileri acilen gözden geçirilmelidir. Evet, ailede çocuğun
yerine kıymet biçilemez, işte bunun için geleceğe hazırladığımız çocuklarımızın yanlış yönlendirilerek yanlış yetişmelerinin önüne geçilmelidir.
hayatın içinden
32
Zeynep Ulviye Özkan
DİB Çocuk ve Gençlik Kitapları Editörü
Eyvah, Çocugum
Kitapları Sevmiyor!
Ç
ocuk: İs-te-mi-yo-ruuummm! Kitap okumayı sevmiyorum.
Anne: Ama neden yavrum? Bak beni çok
üzüyorsun…
Çocuk: Çünkü kitap okumak çok sıkıcı…
Anne: Neden öyle diyorsun, kitap okumak
faydalıdır, bize güzel bilgiler verir, kitap iyidir,
hoştur…
Aranızda bu ve benzeri diyalogları yaşayan var
mı? Ya da şöyle sorayım, aranızda bu ve benzeri diyalogları yaşamayan var mı? Hepimiz biliriz,
çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak
deveye hendek atlatmaktan zordur. Sahi çocuklar kitapları gerçekten sevmezler mi? Bu son sorunun cevabını aslında hepimiz çok iyi biliyoruz.
Söyler misiniz, siz çocukluğunuzda kitap okumayı ne kadar seviyordunuz? Şahsen ben yılların
çocuk yayıncısı olarak söylüyorum, çocukken
kitap okumayı son derece sıkıcı bulur, okumak istediğim hâlde elime kitabı alır “ooofff,
ne sıkıcı” der geri bırakırdım. Ya da okurdum
ama sonunda “ne anlattı ki bu” der, hiçbir şey
anlamadığımı kendime itiraf ederdim. Çok
nadirdir severek okuduğum bir kitaba rastladığım. Belki bu benim şanssızlığımdı, bilemiyorum. Maalesef çocukluğumda iyi kitaplarla
tanışamadım.
Şimdi ise büyüdüm, tek derdim çocuklar iyi
kitaplarla tanışsınlar ve çok güzel kitaplar okusunlar… Ve o meşhur “ülkemizde kitap okuma
oranı düşük” klişesinden de kurtulalım.
mak size düşüyor. Onunla konuşun, masallar
anlatın, elinize sevdiğiniz bir kitabı alın ve
bebeğiniz sizi dinliyormuşçasına okuyun. Bu,
bebek doğmadan önce size pratik kazandıracak bir uygulamadır. Böylece bebeğiniz doğduktan sonra daha kolay adapte olabilirsiniz
sürece.
Evet, bebeğimiz doğacak, odası hazırlandı.
Kızsa pespembe, erkekse masmavi bir oda
çoktan dizayn edildi bile. Yatağı, dolabı, kıyafetleri, oyuncakları… Peki ya kitaplığı? Çocuk
doğmadan ona ait bir kitaplık olsa, büyüdükçe kolayca erişebileceği bir kütüphane… Ne
güzel olurdu…
Siz yetişkinler, lütfen çocukluEveeet, bebeğimiz doğdu, şimğunuza dönün ve kitapla
di ne yapacağız? İlk iş birHepimiz biliriz,
olan ilişkinizi bir gözden
kaç ay anne ve bebek
geçirin. Kitap okumayı
arasında tanışma ve
çocuklara kitap okuma
sever miydiniz? Hangi
sevgi yumağı olma
alışkanlığı kazandırmak
kitapları severdiniz? Kihâllerinden sonra, katap okurken ne hayal
liteli malzemeden üredeveye hendek atlatmaktan
ederdiniz? Elinizdeki
tilmiş bebek kitapları
kitap nasıl olsaydı da
alın.
Çocuğunuzun elle
zordur. Sahi çocuklar
siz onu keyifle okuyatutup kavrama becerisi
kitapları gerçekten sevbilseydiniz? İşte o yaşlara
geliştikten sonra bebek
inebildiğinizde bütün bu sokitapları
alınabilir. Kenarları
mezler mi?
ruların yanıtını da bulmuş olaoval kesimli, yumuşak baskıcaksınız. Lütfen azıcık, yetişkinlerin
lı, mümkünse kumaş kitaplar tercih
o çok yüksek penceresinden bakmayı bırakıp edin. Banyo kitapları da bu süreçte idealdir.
çocukça düşünün ve çocuğunuzun ne hissettiÇocuğunuzun küvetine oyuncak ördek ve
ğini anlamaya çalışın. Bunu başarabildiyseniz,
benzeri bilumum oyuncak koyacağınıza zaartık yazımızın asıl kısmına geçebiliriz demekrarsız plastikten üretilmiş, oyuncak görünümtir.
lü banyo kitaplarını tercih edebilirsiniz. Bu
Kitapları seven, kitap okuma alışkanlığı özelliklerdeki kitapları bebek yırtamaz, ağzına
olan bir çocuğunuz mu olsun istiyorsunuz? götürse de kaliteli malzemeden üretildiği için
Bekârlara sesleniyorum. Evleneceğiniz kişiyi bebeğinize zarar vermez. Bebek kitapları geiyi seçin. Ne o? İlginç mi geldi? Emin olun çok nelde sadece resimden oluşur. Nadiren metin
doğru bir şey söylüyorum. Çocuk, kitap oku- yer alır, o da bir-iki kelime yahut kısa cümleyan bir anne ve baba görmezse kolay kolay ciklerden oluşur. Emin olun bu onun için çok
kitap okuru olamıyor.
anlamlı bir girişim olacak.
Velev ki evlendiniz ve bebek bekliyorsunuz.
O vakit acele edin, çocuğunuzla kitapları tanıştırmanın ilk adımı anne karnında atılır. Bebek
anne karnındayken kitapla arasında ilişki kur-
Çocuğumuz büyüdükçe kitaplar çeşitlenecek
ve biz bu konuda ona nasıl yardımcı oluruz
diyorsanız bir sonraki yazımızı merakla bekleyebilirsiniz, hiç sakıncası yok bizim için…
gurbetten
notlar
34
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Koç
Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
k:
a
lm
O
e
il
A
e
d
e
lk
Ü
ir
B
ı
c
Yaban
ı?
m
k
lı
k
a
s
t
u
T
a
s
k
o
Y
Özgürlük mü
ilmesinin elbette
bilmesinin veya kalab
ola
e
ail
i
pılarındak
oldukça zor bir durum
Türk ve Avrupa Aile Ya
ki imkânsız değil, fakat
durumda Avrupa’nın çeFarklılıklar
olduğu bilinmelidir. Bu
tçi Türk aileleri,
dil, din, kültür, ge- şitli ülkelerinde yaşayan gurbe
de
rin
ele
ülk
itli
çeş
ın
besleDünyan
ekonomik kendi dinsel ve kültürel değerlerinden
syo
so
ve
zı
tar
şam
ya
,
lenek, görenek
benimseyebilirlerse,
sal faktörlerden dolayı nen bilinçli ‘aile politikaları’
şam
ya
itli
çeş
i
gib
r
tla
şar
içinde yalıklar ortaya çık- kendi değerlerine yabancılaşmadan
klı
far
zı
ba
da
sın
ara
arı
aile yapıl
hayatlarını devam
rak Türk ve Avrupa aile- şadıkları Avrupa ülkelerinde
mıştır. Buna paralel ola
birtakım farklılıklar söz ettirebilirler.
leri arasında da önemli
a içinde yaşadıkları ülkonusudur.
Entegrasyon yaklaşımıyl
ayı beceyle özetlenebilir: keye psikososyal açıdan uyum sağlam
şö
lar
lık
klı
far
bu
n
ile
Sözü ed
sonraki süreçte
a Avrupa’ya göre evlilik rebilen göçmen ailelerin daha
(a) Türk toplum yapısınd
u ise, sahip olla; buna karşılık boşan ihtiyaç duyacakları en önemli olg
faz
ça
uk
old
len
hâ
nı
ora
ve doğrk ailelerinin ço- dukları bu entegrasyon sürecini sağlıklı
Tü
(b)
r;
ktü
şü
dü
da
rı
ma oranla
noktada da
rden daha fazladır; (c) ru kanallarla besleme ihtiyacıdır. Bu
cuk sayısı, Avrupalı ailele
göçmen bir
ların sosyal hayattaki akla ilk olarak, yurt dışında yaşayan
dın
ka
ki
rde
ele
ail
alı
Avrup
çlendirmesi
elerinden daha fazladır; ailenin dinî değerler ile ilişkisini gü
çalışma oranları, Türk ail
rt dışı teşa evlilik dışı birliktelik- gelir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yu
(d) Aile olgusunun dışınd
an Türkiye
tiplerinin oranı Avrupa kilatı kapsamında, yurt dışında yaşay
ler gibi farklı birliktelik
yö
ır;
n ailelere nelik çok
undan daha fazlad
mhuriyeti vatandaşı ola
Cu
toplumunda, Türk toplum
ri buluna, aile üyelerinden yaş- önemli dinî ve sosyal içerikli hizmetle
(e) Türk toplum yapısınd
şayan göçrumsal yaşam merkezle maktadır. Dolayısıyla yurt dışında ya
lıların huzurevi gibi ku
hizmetlerin farkında ola
a’dan daha düşüktür.
men aileler mutlaka bu
rinde yaşama oranı Avrup
r.
ma yoluna gitmelidirle
i Ailesi Olabil- rak bunlardan yararlan
etç
rb
Gu
de
ke
Ül
Bir
lojik yıpranma ve
Yabancı
yapabilen ailelerde psiko
nu
Bu
ek
ilm
ğılması
mek veya Kalab
ayacağı için bir ailenin da
olm
r
ele
lm
zü
çö
e
bilgilerden hareketl
olgusu da kolaylıkla
Şimdi, yukarıdaki teorik
lamına gelen boşanma
an
e
ed
ülk
bir
ı
aile dinî dedan yabanc
mayacak demektir. Eğer,
çık
a
psikososyal uyum açısın
ay
ort
ek
ilm
an içeribilmek veya kalab
ini sıcak tutamazsa, zam
kis
iliş
ile
gurbetçi Türk ailesi ola
r
rle
ğe
ha ayrıntılı analizler ya
ğu zaman da vafarkına vararak veya ço
konusu üzerinde biraz da
de
sin
ı
nc
ba
ya
n
psikolojik ve
sosyal açıda
içinde yaşadığı ülkenin
k
pılabilir. Öncelikle, psiko
ara
ay
ram
llî
mi
enin kendine özgü
e uyacak ve giderek
bir ülkede, gurbetçi ail
syoekonomik değerlerin
so
,
nın
ası
şam
ya
k
inden koparak
koruyara
ait olan değerler sistem
ve dinî hassasiyetlerini
ine
nd
ke
rle
rle
ğe
de
n getirdiği
yani ait olduğu kültürde
kaçınılmaz bir biçimde
asimilasyon sürecine gi(b) Özellikle yurt dışınd
recektir. Yani, içinde ya
a doğup büyüyen ikinc
şadığı Batı toplumu gib
i,
i üçüncü ve daha so
her geçen gün giderek
nraki kuşak göçmen ço
daha fazla sekülerleşecek
cu
kla
rın karşı karşıya kaldıkla
ve kendi ailesel dinam
rı en büyük problem, ya
iklerini kuşatan değerle
r,
şadıkları sosyal çevrede
kutsaldan sekülere doğru
gelecekteki hayatları içi
negatif yönde bir seyir
n
kendilerine örnek alabil
izleyecektir.
ecekleri ‘rol modeller’in
olmamasıdır. Bu türden
göçmen ailelerin çocukGurbetçi Ailelerimize
Altın Öğütler
larının yüksek eğitim
alamadıkları için, içind
e
İşte bu bağlamda, yaba
ncı bir ülkede kendi de yaşadığı ülkenin önemli makam ve mevkileri
ile
- saygınlık gö
ğerleriyle gurbetçi ailesi
ren mesleklerde yeteri
olabilme ve kalabilmekadar yer alamamalarının en temel seb
nin anlamı ve önemi üz
ebi budur. Bu nedenle
erine –yukarıda– yapılan
ailelerin çocuklarına ya
değerlendirmeler ışığın
kın
veya uzak çevreden
da bu ailelere pratik ka
p- mutlaka bir rol
samda şu önerilerde bu
model bulmaları gerekme
lunulabilir:
ktedir.
(c) Yurt dışında yaşayan
(a) Aile üyelerinden an
ailelerin günlük yaşamlane babalar, kendileri ve
rı içerisinde birbirleriyle
çocukları için Diyanet
ku
rdukları sosyal ilişkiler
İşleri Başkanlığı’nın yu
rt- çok zayıf olduğundan
dışı teşkilatı bünyesind
do
lay
ı cami veya dernek
e Din Hizmetleri Müşa- me
rkezli mutlaka bu sosya
virlikleri veya Ataşelikler
l
ilişkilerini güçlendii kanalıyla üretilen din recek
sosyal içerikli projeler üre
hizmetlerinden en üst
tilmelidir.
düzeyde yararlanmalıd
ır. (d) Ai
Böylelikle, yurt dışında
lel
er,
ço
cu
kla
rına mutlaka kendi ana
çeşitli dernek ve vakıf
dilleri,
larla işbirliği içerisinde
yürütülen bu hizmetlerin dinleri ve kültürleriyle ilgili temel eğitimler
ini
üretildiği camiler/mesc
zamanında aldırmalıdır
itler veya dernekler, bu
lar. Bu bağlamda, dil ve
dinin, bir kültürün iki ön
aileler için güvenli liman
emli taşıyıcı unsuru ollar olacaktır.
duğu asla unutulmamalı
dır.
evimiz
36
E
vimiz köşesinde bu ay, hayatımızın her
anında kalbimizin ritmini tutarmışçasına
bizimle beraber olan “çay” içeceğini, geleneksel kültürümüzün yol göstericiliğinde kelimelere, satırlara sığdırmaya çalışacağız.
Medeniyetlerin Doğuşu “Çay”la Başlar
Günümüzden yaklaşık beş bin yıl kadar önce
Çin’de keşfedilerek insanlığın ilk içeceklerinden
biri olmayı başarmış çay, geçmişi çok eskilere
uzanan pek çok medeniyet tarafından özenle
yetiştirilmiş, narin, hoş kokulu özel bir bitkidir.
Yüzyıllar boyunca, demleme usulleri ve çeşitliliği
bakımından farklı coğrafyalarda tüketile gelmiş
çayın, 19. asır itibariyle Türk kültürüne yerleşmesi ve akabinde kendine özgü kimlik kazanması,
şüphesiz tesadüfi bir durum değildir. İpek yolu
Merve Gül Olgun
aracılığıyla ülkemiz topraklarına gelen çayın, kültürümüzce dünyanın hiçbir yerinde benzerine
rastlayamayacağınız türden bir olguyla -sosyal
hayattaki yerini doldurulamayacak şekilde sağlamlaştırması- kısacası sanatta, edebiyatta, deyimlerde ve birçok alanda bir “kültür ögesi” olarak
kendini göstermesi, başlı başına bir zenginlik
kaynağımızdır diyebiliriz.
“Çay İçiyoruz” Mutlu Bir Sessizlik İçinde…
Kimi zaman çiseleyen bahar kokulu bir yağmurun, kimi zaman lapa lapa yağan bir karın tam
ortasında düşer aklımıza onun yokluğu… Kimi zamansa bir deniz kıyısında dalgaların coşkusuyla
iştaha geldiğimiz vakit ya da sıcak bir simit kokusunu içimize çekerken hissederiz yokluğunu… Ah
bir çay olsaydı da içseydik, deriz…
Alışageldiğimiz lezzeti, kokusu ve eşsiz berraklığıyla sudan sonra en çok tükettiğimiz içecek
özlemini çektiğimiz altı üstü (!) “bir bardak çay”
değil midir aslında… Gecenin son ışıklarına kadar elimizden düşürmediğimiz “hayat pınarımız”;
sabahleyin erkenden işe, okula gitmek üzere
yatağımızdan doğrulduğumuzda da üç beş yudumla dahi olsa yardımımıza koşan “yarım kalan
uykumuz” olmaz mı… Ya da bir dost meclisinde
-devamını dileyerek- son bir yudumunu çekerken
çayımızın, işittiğimiz “tazeleyeyim mi?” sorusu, aslında tazelenenin ‘ömrümüz’ olduğunu hissettirmez mi bizlere?... İşte böylesine içten gelen bir
sevgiyle, sessizce severiz çayımızı…
7/24 “Nakit Mutluluk” Hesabıyla Her An Hizmetimizde Çay…
Bizler fark etmesek de günler, çay dolu bardaklarla kovalar birbirini… Mevsimler, çayları bir dolup bir boşalan bardaklarla dönüp duruverir… Şehirlerarası terminallerde, istasyonlarda, uğultulu
okul kantinlerinde, boğucu hastane koridorlarında, mahpushane damlarında veya bir kahvehanede çayla dağılıverir tüm karamsarlıklarımız…
Onun buğusuyla uçar gider başımızın telaşı, gönlümüzün darlığı... Tıpkı aşk gibi üç harftir çünkü
çay… Ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak
çayın; ne sebebi, ne de mevsimi… İşte budur 7/24
nakit mutluluk hesabı!
Sınıfsız İçeceğimiz “Çay”
Malumunuz ilkbaharda çay bahçelerinde başlayan çayın yolculuğu, avuçlarımızda sıcaklığını
hissettiğimiz bir bardak taze çaya dönüşünceye
kadar sürer gider… Daha dumanı üzerindeyken
sımsıkı kavranılan yorgunluk giderici bu lezzet,
her kim tarafından yudumlanıyorsa yudumlansın hiç fark eder mi? Nereye giderseniz gidin, bir
esnafa, bir sahafa, bir tamirciye, bir avukat yazıhanesine, bir muhasebeciye… Nereye olursa hemen
çayınız getirilivermez mi? Bu açıdan, farklı ekonomik statülere sahip kişilerin eşitlendiği nokta olmayı başarabilmiştir çay...
Misafirlikte “Çay Adabı”
Girilen her meclisin öznesi, muhabbetin “resmi
temsilcisi” olmuş çayın geleneksel kültürümüzdeki değerini, misafirliğe özel adabında da görebilmemiz mümkün… Zira yapılan zarif dokunuşlarla çay kültürünün söze, sözden kalbe ince ince
dokunan nakışlar gibi hikmetleri, hakikatleri akar
gönüllere… Bu düşünce üzere, misafirlikte ikram
edilen çayın kâfi geldiğini belli etmenin ve ısrara
gerek olmadığını vurgulamanın en nezaketli biçimini alır; ince belli bardak üzerine konuluveren
bir çay kaşığı…
Tasavvufta Çay “Bir Aşka” Dönüşür!
Orta Asya İslam kültüründe “çay”, ilk olarak Hoca
Ahmet Yesevi’nin sohbetleriyle demini almış, tadını bulmuştur… Dinî sohbetlerin yapıldığı meclislerde çayın pişirildiği semaver, dertlilere şifa
dağıtan manevi çeşmeye benzetilerek; “küçük
derviş” ismiyle sembolize edilmiş; sufi kültüründe semaverin fokurdaması gönlün kaynaması;
damlayan sular Allah için dökülen gözyaşı; içinde yanan ateş ise dervişin zikrine atfedilmiştir…
Erzurum’da Çay “Kıtlama” Usulü İçilir!
Çay kültürümüzü anlatıp da Doğu illerimizle ve
özellikle Erzurum’la özdeşleşmiş “kıtlama” geleneğinden bahsetmemek mümkün müdür sizce?
Çay severlerin malumu üzere “kıtlama geleneği”, odun ateşinde semaverlerle demlenen çayın,
ince belli zarif bardaklarda, kırmızı desenli porselen çay tabakları eşliğinde servis edilmesi sonrasında kendini gösteren harika bir gelenektir…
Buna göre, küp şekerin daha sert, kolay erimeyen ve dişle kırılmayan en küçük hâli, çay içimi
boyunca yanağın bir kenarında tutularak çay keyifle yudumlanır. Böylece çayın, gereğinden fazla
şekerle tüketilmeyerek asıl tadı anlaşılmış olur…
Denemeyenler için -ısrarla- tavsiyemizdir efendim!
İyi Çay Demlemenin Püf Noktası
Samimiyetten Geçer!
Kültürümüzde oldukça özen ve samimiyet gerektiren çay pişirme usulümüz, kaliteli bir çay kullanımının yanı sıra çayın kaynar suyla buluşması
öncesinde yıkanmasını ve mis kokusu çıkıncaya
dek çaydanlık üzerinde bekletilmesini gerekli kılar… Buna ilaveten çayın yeterli miktarda kaynar
suyla demlenmesi sonrası, demliğin üzeri temiz
bir havluyla örtülürse hem tadının çabuk alınması sağlanır, hem de soğuması engellenmiş olur.
Edebiyatımızda Çay
Zaman içerisinde pek çok şaire, yazara, sanatçıya
ilham kaynağı olmuş çay, kimi zaman da içten
dile gelip satırlara dökülmüştür… Örneğin, Necip
Fazıl’ın “Evim” şiirinde çay: “Semaverde huzuru
besteleyen bir şarkı, asma saatte tık tık zamanın
hazin çarkı…” mısralarında yer bulmuştur…
saadet asrının
hanımları
38
Hale Şahin Diyanet İşleri Uzmanı
RESULÜLLAH’IN
KIYMETLİ DADISI:
ÜMMÜ
EYMEN
(r. anha)
Ümmü Eymen Bereke bint Sa’lebe, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın Habeşli
cariyesiydi. Allah Resulü’nün hiç göremediği babasından yadigar kalan
kıymetli dadısıydı. “Annemden sonraki annemdir.” derdi hep Hz. Peygamber onun
için. (İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 359.) Zira altı yaşındayken babasının kabrini ve akrabalarını
ziyaret için birlikte gittikleri Medine’den annesini de kaybetmenin acısıyla
dönerken Ümmü Eymen’in şefkatiyle teselli bulmuştu. Mekke’ye döndüğünde
dedesi Abdulmuttalib torununun Ümmü Eymen’in elinde büyümesine karar
vermiş ve kendisinden onu asla ihmal etmemesini istemişti. Abdulmuttalib’in
emanetine gözü gibi bakmıştı Ümmü Eymen.
Y
ıllar sonra büyüyüp Mekkelilerin Mûte Savaşı’nda da kocası Zeyd b. Hârise’yi
güvenini kazanan genç Muham- şehit verdi. Allah Resulü hem şehit annemed (s.a.s.), Hatice ile evlendi ve si hem de şehit eşi olan dadısını ziyaret etçok sevdiği dadısını azat etti. Bunun üze- meyi vefatına kadar hiç ihmal etmedi. Ona
rine Ümmü Eymen Ubeyd b. Zeyd el- baktıkça “Ehlibeytimden geriye bu kaldı.”
Hazreci ile evlenerek kendi yuvasını kur- (İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 359.) derdi. Resulüllah’ın
du. Bu evlilikten Eymen adlı oğlu dünya- dadısına olan sevgi ve hürmetini bilen Hz.
ya geldi. Daha sonra kocası Ubeyd bir sa- Ebu Bekir ve Hz. Ömer de vefatından sonra
vaşta şehit düştü. Ümmü Eymen’in yalnız aynı şekilde Ümmü Eymen’i ziyaret ederkalmasına Resulüllah’ın gönlü razı olmadı. lerdi. Yanına gittikleri bir defasında Ümmü
“Kim cennet ehli bir kadınla evlenmek is- Eymen ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun?
terse Ümmü Eymen ile evlensin.” buyur- Allah katındakiler Resulüllah (s.a.s.) için
du. (İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 224.) Allah Resulü’nün daha hayırlıdır.” dediler. Doğduğu günden
bu çağrısına çok sevdiği azatlı kölesi Zeyd vefatına kadar hizmetinde bulunduğu, acı
b. Hârise kayıtsız kalmadı ve onunla evlen- tatlı her anına şahit olduğu ve anne şefkadi. Bu evliliğinden de Hz. Peygamber’in
tiyle sevdiği Hz. Peygamber’den ayrı kalkendi torunlarından ayırmadığı
mak Ümmü Eymen’i çok üzmüşve babası Zeyd kadar çok sevtü. Peygamber’in yokluğuna
Anne
diği Üsame b. Zeyd dünyaalışmak kolay değildi lababa şefkatinya geldi.
kin daha da zor olanı arden
uzak
büyüyen
Allah
tık vahyin gelmeyecek
Anne baba şefkatinolmasıydı. Bu hissiyatResulü’ne onların sıcaklığıyden uzak büyüyen Alla Ümmü Eymen şöylah Resulü’ne onların
la yaklaşan hayırlı bir dadı olan
le dedi: “Ben Allah’ın
sıcaklığıyla yaklaşan
katındakilerin Resulü
Ümmü Eymen, aynı zamanda
hayırlı bir dadı olan
(s.a.s.) için daha hayırÜmmü Eymen, aynı zasahabilerin önde gelenleri
lı olduğunu bilmediğimmanda sahabilerin önde
den ağlamıyorum. Asıl
arasında
yer
aldı.
gelenleri arasında yer aldı.
gökten inen vahyin kesilHz. Hatice’nin ardından Hz.
miş olmasına ağlıyorum.” AlPeygamber’e iman ettiğini bildidıkları cevap Hz. Ebu Bekir’i ve Hz.
ren ilk mümin kadınlardandı. MüslüÖmer’i de duygulandırdı ve onlar da ağmanların çetin bir imtihandan geçtiği Uhud
lamaya başladılar. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 103.)
Savaşı’nda Hz. Fatıma, Hz. Âişe, Ümmü Süleym, Nesibe bint Kâ’b ile birlikte askerlere Bir zamanlar Abdülmuttalib’in cariyesi diye
su dağıtımı ve yaralıların tedavisi gibi hiz- anılan Ümmü Eymen, Rahmet Elçisi’nin dimetleri özveriyle yerine getirdi. Aynı şekil- liyle “annem” diye taltif edilerek cennetde Hayber Savaşı’nda bir grup kadınla bir- le müjdelenmiş saliha hanımlardan olma
likte ip eğirmekten ilaç temin edip yaralı- şerefine ermişti. Bir hizmetkâr için tarif
ları iyileştirmeye kadar Allah yolunda elin- edilemeyecek bir mutluluk olmalıydı bu.
den geleni yapmaya çaba sarf etti. Savaş Resulüllah’a duyduğu muhabbeti, vefası,
sonrasında Hz. Peygamber, Ümmü Eymen fedakârlığı ve dirayeti sayesinde asrısaave beraberindeki kadınlara ganimetten detin örnek simalarından biri olan Ümmü
bazı hediyeler verdi ve onların hatırı sayılır Eymen, Hz. Osman’ın halifeliği zamanınhizmetlerini karşılıksız bırakmadı. Ümmü da 645 yılında Medine’de vefat etti ve Baki
Eymen Huneyn Savaşı’nda oğlu Eymen’i, Mezarlığı’na defnedildi.
geçmiş zaman
olur ki
40
Kamil Büyüker
Secdeye Islenen Nakıs:
Seccadeler
Y
alnız seccademin yönünde şefkat/
Beni kimsecikler okşamaz madem/ Öp
beni alnımdan, sen öp seccadem” der
merhum şair Necip Fazıl. Yeryüzünde temiz
olan her yer elbette Hz. Peygamber ümmetine secde mahalli kılınmış ama biz yine de
namaza, secdeye, O’na yaklaşmaya farklı güzellikleri de vesile kılmışız. İslam sanatı secde
mahalline de özel önem göstermiş ve bunu
seccadelerle, seccadelere işlenen nakışlarla
göstermiş.
Seccadenin tarihi
Efendimiz’in (s.a.s.) inşa ettiği ve namaz kıldığı mescitlere bakıldığında çıplak zemin, avlu
ya da temiz toprak üzeri, secde mahalli idi.
Öyle ki, Efendimiz namaz kılmak için özel
bir yaygıya ihtiyaç duymadan çölün kavuran kızgın toprağı üzerinde namaz kılarken,
zeminin yakıcılığından etek uçlarını ve elbiselerinin uzun kollarını kullanarak korunması
da bu durumun göstergesidir. Zira Hz. Enes
(r.a.)’den bir rivayette “Biz çok sıcak günlerde
Rasulüllah (s.a.s.) ile birlikte namaz kılardık.
Birimiz alnını sıcak sebebiyle yere koyamayacak olsa giysisini serer, onun üzerine secde
ederdi. (Kütüb-i Sitte Muhtasarı ve şerhi, 8. Cilt, s. 535.)
Seccade ya da eski ifadesiyle yaygı serilmesi
ne zaman başladı? Bunun hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Yalnız bilinen şu ki, öncelikle kişilerin koltuklarının altlarında namaz
kılarken kullandıkları yaygıları beraberlerinde
getirdikleri, sonrasında ise cami ve mescit zeminlerinin palmiye yaprakları, hasır, keçe vb.
yaygılarla kaplandığı rivayetleri mevcuttur.
Zamanla seccadeye olan ihtiyaç azalmış gibi
görünse de, seccade, mescit dışında evlerde,
konaklarda ve resmî dairelerde kullanılır olmuş. Başta Selçuklu medeniyeti olmak üzere,
Osmanlı medeniyeti seccadelere dinî duygu
ve estetiği yansıtmış. (Ülkü Bilgin, “Saf Seccadeler”
Sanat, Yıl 3, S. 6, s. 47-57, Haziran 1977.)
Her dönem farklı bir motif dili
Selçuklu ve Osmanlı camilerinde gördüğümüz asırlık dokuma halı seccadelerin motif
detayları sıradan düşünülmüş şeyler değildi.
Örneğin seccadelerde görülen kandil resmi
Seccadelerde görülen kandil resmi ilahî ışığı; ibrik beden
temizliğini; hayat ağacı, sonsuz yaşamı temsil eder.
ilahî ışığı; ibrik beden temizliğini; hayat ağacı, sonsuz yaşamı temsil eder. Daha birçok
motifin İslam inanç akidesi ile yorumlaması
yapılmıştır. Mihrap nişinin tepe noktasından
aşağıya doğru sarkan bir çiçek demetinin
“bağ-ı irem”i; mihrap nişinin cennetin kapısını simgelemesi gibi… Şimdi motiflerde dile
getirilen detaylara bir göz atalım.
Kandil motifi
Kandil motifleriyle Allah’ın nuru sembolize
edilmiştir. Konuya daha geniş perspektiften
baktığımızda, kandil motifi bir anlamda da
Allah’ın nuru için Kur’an’ın Nur suresini işaret ederken, Kur’an’ı da sembolize etmekte,
düşünceyi ona yönlendirmektedir. Böylece
Kur’an kelamından feyz alarak aydınlanmayı
da işaret etmektedir.
Taban Motifi
Bu motif bazı çevrelerce namaza durulacak
yer olarak tanımlanır. Oysa daha başka manaları da kapsamaktadır. Bu motifin işaret
ettiği birinci konu Kur’an’ın Bakara suresidir.
Orada “… Her ne kadar Allah’ın doğru yolu
gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak
Resul’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble yaptık. …” (Bakara
2/143.) şeklindeki bildirimden başka bir anlamı daha vardır. O da “kıyam”dır. Verilmek
istenen üçüncü mesaj ise, Buhari’den rivayet
edilen hadisle ilgilidir. Buna göre; “Kıbleye
teveccüh yalnız namaza mahsus değildir ve
namazda, teveccüh ayak parmakları uçlarının
istikameti ile tahakkuk eder.” denmektedir. (A.J.Wensinck, “Kıble. Kıbla”,
MEB İslam Ansiklopedisi, C. 6,
İstanbul 1955, s.
666.)
İbrik Motifi
İbriğin, İslamiyet öncesi Doğu kültürlerinde,
özellikle dinî çevrelerde yaygın kullanıldığı
bilinmektedir. İbrik ve şekli, kullanım alanı
bakımından özel bir konuma sahiptir. Seccadelerde de motif olarak kullanılması ve sembolizm içinde bazı mesajlar vermesi ile de
İslam sanatı açısından önem arz eder. İbrik
motifinin seccadelerde kullanılmasıyla verilen ön mesaj “abdest almak”la ilgilidir.
Ayrıca, ibrik motifinin seccadede kandil konumunda ve özellikle ters durması başka bir
konuyu da gündeme getirmektedir. Onun
da Allah’ın doksan dokuz adından biri olan
“Rahman”dan “rahmet”in gündeme getirilmek istenmesi olduğu söylenebilir. (M. Önder Çokay, Seccade ve
Saf Seccadelerdeki Bazı Motiflerin
İkonografik Değerlendirilmesi, İstem, Yıl 5, S. 9, 2007, s. 189-210.)
Seccadelere nakış nakış
işlenen motifler, bakan/gören için daha
bilmediğimiz
nice deruni
anlamlar
taşımaktadır.
gülümseten
yazılar
42
Hasan Karaca
Y
eni bir siteye taşındık. Büyüklerin konuşmalarından anladığıma göre bu
biz çocuklar için çok iyi bir şeymiş. Her şeyden önce güvenliymiş, hem
oyun alanı da varmış. Siz bakmayın benim burada arabalarımla oynadığıma. Esasında kulağım büyüklerde. Bir sürü laf üretiyorlar gerekli gereksiz
ama olsun. Arada böyle bizi ilgilendiren konular da çıkıyor. Ama büyüklerin
bana göre her söylediği doğru olmayabiliyor. Güvenli dedikleri ne biliyor musunuz? Sitenin etrafı duvarla örülü. Çocuksanız, kapıda bekleyen güvenlik dışarı
çıkmanıza engel oluyor. Yani anlayacağınız, aslında yarı açık bir cezaevi burası.
Çıkmak yasak, etraf kapalı ve kapıda gardiyan bekliyor. Tamam, oyun alanı da
var ama küçücük. Her kattan bir yığın çocuk iniyor parka, salıncakta sıra gelene
kadar hava kararıyor. Hava kararınca da o yüksek yüksek binalardan çığlıklar
başlıyor: “Ahmet, Ali, Fatma, gelin!” diye. Ya da annemin versiyonuyla “Gelin
çocuklar, hava kararıyor.” Oysa biz o anda maçın en heyecanlı bölümündeyiz mesela. Fakat bu kimsenin umurunda değil. Sanki hava kararınca ne
oluyorsa? Hem ben biliyorum, aslında bütün maçlar hava kararınca
oynanıyor. Hatta bazen maç izleyeyim diye uyku saatimi geçirdiğim bile oluyor. Maç dediğin karanlıkta oynanır. Ama büyüklerin umurunda mı? Her şeye bir sınırlama, her şeye bir kural.
Çocuksan çekeceğin var. Sürekli duvarlara tosluyorsun.
Her yaş için bir sınırlama var. Mesela televizyon izlerken, bilmem 7 yaş üstü, yok 13 yaş üstü. Yani
sırf on bir yaşındayım diye bir sürü filmi izleyemiyorum. Oysa benden çok daha korkak
olan Mert sırf benden iki yaş büyük diye
her filmi izliyor. Hâlbuki ben mesela
dev ahtapottan korkmuyorum, o
korkuyor. Anlamadım gitti bu
büyüklerin yaş takıntısını. Ama öyle zannediyorum ki, biz çocuklara karşı tek üstünlükleri yaşları. O yüzden onu bize karşı kullanıyorlar. Otuz yaşındaymışmışlar da çok şeyler bilirmişmişler. Hiç
de bile, daha Minecraft’ın ne olduğunu bile bilmiyorlar. O zaman
da yasaklayamıyorlar. İşte o andan itibaren büyüklere üstünlük
sağlıyoruz. Bilmek güçtür. Bu yüzden oynadığıma bakmayın, kulağım büyüklerde. Bazen de faydalı şeyler söylüyorlar. Sadece şu
alt komşumuzun konuşmalarına anlam veremiyorum. Sürekli
kızlarına bağırıyor. Ta bizim evden duyuluyor “Ayşe, Gül, gelin!”
çığlıkları. Tamam, dışarıda hava kararınca bağır da evde ne diye
bağırıyorsun ki? Üstelik Türkçeyi de doğru dürüst kullanamıyor.
Çoğul ve tekil eklerini karıştırıp duruyor. Mesela şöyle: “Ayşe, Gül,
gelin, çay getir.” Gel de çık işin içinden. Ayşe mi getirecek çayı,
Gül mü? İşte bu sorular aklımdan geçerken ve ben arabalarımla
oynarken, kapı çaldı. “Bizim kızdır!” dedi alt komşu. Bu gelen acaba Gül mü, Ayşe mi demeye kalmadı, annesi seslendi “Ayşe, Gül
gelin, bir selam versene!” diye. Meğer Ayşe ve Gül tek kişiymiş.
Ama annesinin Ayşegül’e neden gel değil de gelin dediğini anlamış değilim. Ayşegül de pek anlamış gibi durmuyor. Kesin bu da
büyüklerin bize oynadığı bir oyundur. Dur bakalım çözeceğim...
bilgelik hikâyeleri
44
U
zun yollardan geldiği belliydi. Çölün
sıcağıyla kavrulan bedeni, soluklanacak bir vahanın hayalini kurmaktaydı. Kendinden geçmiş bir hâlde yol alırken,
aniden karşısına dikilen vahşi hayvanın korkusuyla sendeledi. Can havliyle koşmaya
başladı. Candı bu, başka şeye benzemezdi.
Ne bedeninin yorgunluğu, ne de şiddetli susuzluğu kaldı. Habire koşuyor, bir taraftan da
arkasını kolluyordu, nerdeyse vahşi hayvana
postu kaptıracaktı. Ama o da ne, hemen önüne bir kuyu çıkmıştı. Belki bu onun için bir
kurtuluş olur ümidiyle hiç düşünmeden kendini karanlık kuyunun boşluğuna bırakıverdi! Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında
büyümüş olan bir dal gördü ve ona tutundu.
Vahşi hayvandan kurtulmuştu kurtulmasına
ama tutunduğu dalı bir siyah bir beyaz fare
durmadan kemiriyordu. Daha korkuncu ise,
kuyunun dibinde devasa bir ejderha ağzını
açmış avının düşmesini bekliyordu. Ne dehşetengiz bir manzara! Zavallı seyyah, korku ve
panik içerisinde bir çare düşünmeye başladı.
Vakit dardı, zaman hızla geçiyordu, düşmanı
da tetikte onu bekliyordu. Kafasından saniyeler içerisinde bin bir türlü düşünce geçmeye
başladı. Belanın birinden kurtulayım derken
daha beterine tutulmuştu. Çaresizdi… Tam o
anda aklını başından alan o güzelliğe gözü
takıldı. Bir anda fareler, ejderhayı ve durumunun vahametini unutturdu ona gördükleri.
Gördüğü; kuyunun duvarına yapışmış, ışıldayan rengi ve iştah kabartan kokusuyla bir
petek baldı. İçinde o balı yemek konusunda
karşı konulmaz bir iştiyak duydu ve hemen
Dr. Lamia Levent Diyanet İşleri Uzmanı
bir parmak çalıp tadına baktı. Aman Allah’ım!
Tadı daha önce yediği hiçbir bala benzemiyordu. Bundan sonra da bu lezzette bir bal
bulması imkansızdı. Her şeyi unuttu ve kendini balın lezzetine kaptırdı.
Böylece aklını, fikrini, gönlünü, gözünü bala
kaptıran biçare adam içinde bulunduğu durumun neticelerini aklına bile getirmedi. Devekuşu misali başını kuma gömmüş, etrafından
ve kendisinden habersiz bir hâldeydi. Ancak
onun bu durumu farelerin ipi kemirmesine
ve ejderhanın pusuda beklemesine hiçbir tesir etmiyordu. Nihayet kemirilen dal koptu
ve gafil seyyah kuyunun dibine düşerek helak oldu.
Gaflet içindeki yolcunun başından geçenleri
böyle resmediyor Feridüddin Attar. Bu kıssadaki kuyu ve afetler, dünya hayatını; ejderha,
dünyevi ve nefsani sıfatları; bal, aldatıcı fani
lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare, gece
ve gündüzü yani geçip giden ömrü temsil
eder. Seyyah da bu şartlar altında şu imtihan
âlemine gelip geçen yolcudur ki, eğer gaflete
dalarsa, onu bekleyen helakten başka bir şey
değildir.
Gafil seyyahın helakla biten serüveni ne acı
değil mi? Kâinatın insanın aklını başından
alan güzellikleri, lezzetleri ve hazları karşısında insan hangi tavrı göstermeli? Sadece
yolcusu olduğumuz bu fani âlemde gaflete
düşmemek için hangi dala sarılmalıyız? Karşımıza çıkan bela ve musibetlere hangi nazarla bakmalıyız? Uzayıp giden sorular… Ancak
gaflete düşmemek, bu soruları her dem ha-
tırlamak için yakaza hâlinde olmalı mümin. En
güzelin yarattığı, en şerefli varlık olarak elbette
iyiye güzele talip olacağız. Elbette helal dairesi
içerisinde dünyanın lezzetlerini tadacağız. Ne
var ki, bu güzellikler aklımızı başımızdan almak
yerine aklımızı başımıza devşirmeli. O’nun harikulade sanatı karşısında hayretle kâinatı temaşa
edebilmeli ve sonsuz güzellikten yansıyan tecellileri görebilecek kalp rikkatine sahip olmalı insan.
Yoksa gafletin helak eden gergefinde seyyah misali kaybolur gideriz.
Bir hadisi şerifinde Hz. Peygamber, insanın kendisine verilen nimetler konusundaki gafletine
şöyle dikkat çekiyor: Gençlik, sağlık, servet, zaman ve ömür… İhtiyarlık gelmeden, elden ayaktan düşmeden gençliğin geçivereceğini kim düşünür… Hastalık bizi iniltilere gark etmeden, sağ-
lığın kıymetini kim bilir… Bir kıvılcım malımızı
telef etmeden düşünür müyüz yokluğu… Ya da
zaman ve ömrümüz tükenip gitmeden, değerini bilir miyiz? Efendimiz gayet veciz bir şekilde
hatırlatıyor akıp giden zamanla birlikte her şeyin bitişe, zevale doğru gidişini… Misafiri olduğumuz bu dünyanın fani lezzetlerine kendini kaptırıp gaflete dalanların hâllerini meşhur İranlı şair
Sadi şöyle anlatıyor:
“Sen menfaat ve mal telâşıyla Hakk’tan gâfilsin,
Bu yüzden en değerli sermayen ömrünü boşa geçirirsin.
Nefsin heva tutkuları senin aklını dikti, çalışmaz
etti.
Nefsin heva zehri, senin ömür ekinini yaktı.
Gözünden gaflet sürmesini temizlemeye bak.
Ki yarın bu gözüne toprak dolacak.”
bir nefes sıhhat
46
H
alk arasında “inme indi, felç geçirdi” diye anlatılan durum;
çeşitli sebeplerle beyinde herhangi bir bölgede kanlanmanın azalması veya bir bölgede kanama olması ile meydana
gelir. En sık iskemi dediğimiz kanlanmanın çeşitli sebeplerle azalması sonucu ortaya çıkar. Beyinde hangi bölge ya da bölgeler etkilenmişse hastanın şikâyetleri ve belirtileri ona göre değişebilmektedir. Bu durum bazen bulantı, kusma, baş dönmesi, kol ve bacaklarda güçsüzlük, konuşma bozukluğu, hatta şuur değişikliği ve şuur
kaybı şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Burada inmenin endüstrileşmiş ülkelerde kalp damar hastalıkları ve kanserden sonra 3. sıklıkta ölüm nedeni olduğunu hatırlatmakta fayda görmekteyim. Bu
olayın gelişmesinde damar sertliği, damar tıkanıklığı ve kalp ritim
bozuklukları önemli rol oynamaktadır. Sigara içme, ileri yaş, hareketsiz yaşam tarzı, kolesterol yüksekliği, yüksek tansiyon ve şeker
hastalığı riski artıran faktörlerdir. Bu hastaların tedavisine öncelikle
risk faktörlerinin kontrol altına alınması ile başlanır. Böyle bir talihsiz olay yaşanmadan yaşam tarzı düzenlemeleri ve koruyucu tedaviler yapılır. Ancak her şeye rağmen inme oluşmuşsa öncelikle hastanın yaşamsal bulguları korunur, uygun hastanede tetkik edilerek tedavisi netleştirilir. Günümüzde bilgisayarlı tomografi bu amaçla kullanılmakta, bazı hastalar için manyetik rezonans görüntüleme dediğimiz EMAR tetkiki gerekebilmektedir. Bu tetkiklerin gerekliliği ve
sırası takip eden doktorun karar vereceği, her hastanın klinik bulgularına göre değişecek durumlardır.
Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı
Aslında bahsettiğim bu bilgilere her yerde kolayca ulaşabilirsiniz. Amacım bu sıradan bilgileri tekrar etmek değildir. Asıl olan
bu hastalığı düşündüren belirtiler görüldüğünde bu hastanın
hızlıca bir hastanenin acil servisine ulaştırılmasıdır. Bunun için
112 acil servis aranmalı ve derhal yardım istenmelidir. Böyle bir
hastada zaman kaybedilmemeli, belki geçer diye düşünülmemelidir. Çünkü günümüzde damar açıcı tedaviler bu hastalarda
yüz güldürücü sonuçlar vermektedir. Bu tedavilerle belki hasta
felç olan uzvunu tekrar kullanabilecek ya da kaybettiği herhangi bir fonksiyonunu geri kazanabilecektir. Bu da bu hastaların
aileye olan bağımlılığını ortadan kaldıracak ve topluma yük olmasını engelleyecek, bireysel olarak da daha kaliteli bir hayat
yaşamasına şans verecektir. Ancak bu tedavi zaman sınırlı bir
tedavidir.
Olayın üzerinden uzun zaman geçtiğinde uygulanamamaktadır
ve her hasta yüzde yüz iyileşir diye düşünülmemelidir.
Hasta yakınlarının bu hastalara kesin bir teşhis koyması zordur,
o nedenle şüphelendikleri anda acil yardım istemeleri gerekir.
Burada bir farkındalık oluşturmak isterken, bir yanlış anlamaya
da sebebiyet vermemek gerekir. Bu tedavi her hastaya uygun
olmayabilir, hastanın geçirdiği hastalıklar veya kullandığı ilaçlar bu tedaviyi yapmamızı engelleyebilir, bunun kararını doktor
verecektir. Hasta yakınları olarak bize düşen baş ağrısı, bulantı,
kusma, şuur değişikliği, kol ve bacaklarda tutmama gibi şüpheli
durumlarda hastamızın 112 tarafından uygun bir hastaneye taşınması için yardım çağrısında bulunmaktır.
rı
la
a
d
y
a
F
n
u
n
u
Çörek Ot
asında oksihastalıkların oluşm
Bilimsel çalışmalar
rolüne
ğu oksidatif stresin
du
ol
n
de
ne
rın
la
dan ajan
suz durumÇörek otu bu olum
r.
di
te
ek
km
çe
at
dikk
i çalıştırarak
antioksidan sistem
en
ed
e
el
ad
üc
m
la
nı sıra iltihap
maktadır. Bunun ya
hastalıklara çare ol
nleri
ini güçlendirici yö
m
te
sis
a
nm
vu
sa
önleyici ve
l özellikler
r ve antimikrobiya
se
an
tik
An
r.
ttu
cu
de mev
lere sahiptir.
arında yararlı etki
al
st
ha
r
ke
Şe
ir.
er
göst
tta hemen hemen
etkisi vardır. Vücu
cu
yu
ru
ko
i
er
ciğ
ra
Ka
sahiptir.
ine olumlu etkilere
tüm sistemler üzer
kırk ambar
Dua
48
yok
etinin
m
i
N
!
’ım
ve
“Allah
sağlık
,
n
a
d
ın
nsızın
olmas
dan, a
n
ı
s
a
ulm
türlü
in boz
ve her
n
a
t
afiyet
amak
rım.”
a uğr
sığını
a
n
belay
a
S
ından
gazab
bra,
ü’l-Kü
n
e
n
ü
î, es-S
(Nesâ
7955.)
6, No:
5
,
e
z
İstiâ
Kavak Ağacı İle Kab
ak
Kavak ağacının yanında
bir kabak filizi boy göste
rmiş. Bahar
ilerledikçe bitki, kavak ağ
acına sarılarak yükselm
eye başlamış.
Yağmur ve güneşin de etk
isi ile hızla büyüyen kaba
k, kavağın
boyuna ulaşmış. Başı bu
kadar büyük bir hızla ka
va
ğa ulaşınca
bir gün dayanamayıp so
rmuş kavağa: “Sen kaç
ayda bu hâle
geldin?” “On yılda…” de
miş kavak. Çiçeklerini sa
llayarak
gülmüş kabak: ”On yıld
a mı? Ben iki ayda nered
ey
se seninle
aynı boya geldim.” “Doğ
ru…” demiş ağaç, “Çok
do
ğru.”
Günler günleri kovalam
ış ve sonbahar rüzgârla
rı
başladığında
kabak önce üşümüş, so
nra da yapraklarını dökm
üş bir bir.
Soğuklar arttıkça da aş
ağıya doğru inmeye başla
mı
ş. Büyük
bir telaş ve endişeyle so
rmuş kabağa: “Neler olu
yo
r
bana?”
Kavağın ”Ölüyorsun” ce
vabından sonra inleyere
k
sormuş kabak: “Niçin?” Aldığı ceva
p çok manidarmış:
“Benim on yılda geldiğim
yere iki ayda gelmeye ça
lıştığın için.”
k
Tadımlı
NEYIZ
Tarife kalkma bizi;
Ne suyuz, ne de buyuz
Âdem denen denizi
Arayan birer suyuz
Döner, kıvrılır fakat
Daire olmaz bu hat
Ne kadar sürse hayat,
O yolun yolcusuyuz.
Enis Behiç Koryürek
Raptiye
“İnsan ne kadar az
bilirse o kadar çok bildiğini
sanır.”
J. J. Rousseau