editörden Bu sayımızda çocukluğun yitimine sebep olan, onları bir günde “küçük yetişkin”ler yapan bir yanlış uygulamayı; çocuk yaşta evlilikleri kapak konusu olarak seçtik. Ç ocukluk, insan hayatının geçince geri gelmeyecek bir dönemi. Elbette yaşamımızın geçen hiçbir dönemi bir daha geri gelmez ama çocukluk, hayatımızın bir nevi temelinin atıldığı bir zaman olması sebebiyle ayrı bir öneme sahip. Çünkü çocukluk, bir inşaatın temeli gibi kişilerin bedensel, ruhsal özelliklerinin yanı sıra hayatının mecrasının da şekillendiği bir dönem… İnşaatın temelinin binanın asıl kısmını hem sağlamlık, dayanıklılık hem de biçim açısından belirlemesi gibi çocukluk da yaşamın sonraki safhaları için önemli bir temel niteliğinde. Ya çocukluk yaşanamazsa?.. Ya hayatın bu çok önemli hazırlayıcı devresi çabucak atlanıp inşaatına geçilirse hızla, ne olur? Çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik sıralamasında bir basamak atlayıp çocukluktan doğruca yetişkinliğe geçilirse?.. Bu sayımızda çocukluğun yitimine sebep olan, onları bir günde “küçük yetişkin”ler yapan bir yanlış uygulamayı; çocuk yaşta evlilikleri kapak konusu olarak seçtik. Kamuoyunda “çocuk gelinler” olarak da yer alan konuyu Dr. Elif Arslan, sebepleri, dinî ve hukuki yönlerinin yanı sıra bireysel ve toplumsal sonuçları açısından ele aldı. “Bir Sessiz Çığlık” başlığıyla incelediği “çocuk yaşta evlilikler”in dinî yönünü, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyemiz Mehmet Keskin’e, bireysel ve toplumsal yönlerini ise sosyolog/ aile terapisti Nazlı Özburun ile psikoterapist/sosyolog Rukiye Karaköse’ye danıştı. Çocuk yaşta evliliklerin, farklı boyutlarıyla ele alındığı Pencere dışındaki bölümlerde de birbirinden kıymetli kalemlerin yazılarına yer verdik. Serbest Kürsü’de Nurbanu Demir, parayla ilgili tavırlarımızı sordu gençlere ve yetişkinlere. Aile-ce bölümümüzde Hilal Kübra Uzunkaya, çocuklarda ve ergenlerde özgüven gelişimi konusunda hatırda kalıcı tespitlerde bulundu. Genco Usta herkesin kendisinden ve ailesinden uzak gördüğü ancak toplumda hızla artan bir problemden; madde bağımlılığından söz etti. Gülşah Akçay Civriz “Söz Ola Kese Savaşı Söz Ola Kestire Başı” başlıklı yazısıyla aile içinde sözel iletişimde yapılan hatalara dikkat çekti. Hayatın İçinden bölümünde Gülşah Nezaket Maraşlı, “Ailelere Hükmeden Dizi Çocukları”nı, Zeynep Ulviye Özkan ise hemen her ailenin dile getirdiği bir yakınmayı ele aldı ve “Eyvah Çocuğum Kitapları Sevmiyor” başlığı altında ailelere, çocuklarına kitap okumayı sevdirme noktasında önerilerde bulundu. Bu yazıların yanı sıra diğer bölümlerimizde yer alan birbirinden güzel yazılarla bu ay da evlerinize konuk olmaktan mutluluk duyacağız. Dr. Faruk Görgülü İçindekiler Pe n re e c Bir Sessiz Çığlık Çocuk Yaşta Evlilikler Dr. Elif Arslan Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Mali işler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR [email protected] Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Teknik Servis Latif KÖSE Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı no: 147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: 0312 295 7306 Faks: 0312 284 7288 biz biz e Yayın Koordinatörleri Dr. Elif ARSLAN Merve Gül OLGUN Helal ile Dost Haram ile Küs Bir Aile Olmak Huriye Martı 10 Kısa-Kısa 14 Dr. Ülfet Görgülü 16 Çocuk Kalbi Hümeyra Karagöz ‘Oku’yabilmek Kainatı 18 Nurbanu Demir 20 Hilal Kübra Uzunkaya 22 Dr. Genco Usta 24 Psk. Gülşah Akçay Civriz 30 Gülşah Nezaket Maraşlı 32 Zeynep Ulviye Özkan Söz Ola Kese Savaşı, Söz Ola Kestire Başı Aileye Hükmeden Dizi Çocukları Eyvah, Çocuğum Kitapları Sevmiyor Serbest Kürsü Fatih Koca şi Çocuklarda ve Ergenlerde Özgüven Gelişimi yle Sö Mehmet Çilek Madde Bağımlılığı otlar n en gurb et t Yabancı Bir Ülkede Aile Olmak: Özgürlük mü Yoksa Tutsaklık mı? Yrd. Doç. Dr. Mustafa KOÇ vim e Merve Gül Olgun iz Ekmek Kadar Değerli, Su Kadar Azizdir Çay 38 Hale Şahin 40 Kamil Büyüker 42 Hasan Karaca 44 Dr. Lamia Levent 46 Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı 48 Kırk Ambar Resulüllah’ın Kıymetli Dadısı: Ümmü Eymen (r.a.) Secdeye İşlenen Nakış: Seccadeler “Gelin” Çocuklar Hava Kararıyor İnsanın Aldanması: Gaflet İnme pencere 4 Dr. Elif Arslan - Diyanet İşleri Uzmanı “Çocuk Yasta Evlilikler” İ ki insanın yeni bir hayata adım attıkları bir birlikteliktir evlilik. Artık yolu birlikte yürümeye, birlikte ağlayıp birlikte gülmeye karar vermişlerdir. Sevinçleri birlikte, hüzünleri birlikte olacaktır. Biri bir sıkıntıya düşse, diğeri kol kanat gerecek, sahiplenecektir. Ev bark, çoluk çocuk sahibi olacaklardır. Huzurlu bir yuvada, hayırlı evlatlar yetiştireceklerdir. Başka bir ifadeyle, evlilikten beklenen, olması gereken budur. Ancak bazen güzelliklere anahtar değil de sorunların çözümü olarak görülür evlilik. Yani var olan bir sorun çözülmek yerine, evlilikle üstü örtülmeye çalışılır. Nikâhta keramet vardır denerek hasta biri, iyileşmesi umuduyla; sorumsuz bir hayat yaşayan kişi, durulması, sorumluluk sahibi olması amacıyla evlendirilir. Toplumda örneklerini sıkça görebileceğimiz bu durumlar ne yazık ki farklı problemlere kapı aralamakta, çoğunlukla da sorunu iyice içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Kişiler çocuk yaşta evlenerek her şeyden önce ‘çocukluğunu’ kaybeder ve bir günde ‘büyümek’ zorunda kalırlar. pencere 6 Evlilik, problemlerin çözümü olarak görülünce… Evliliğe yanlış bakış açıları, onun yine başka ya da olası problemlerin çözümü olarak da görülmesine sebep olabilmektedir. Psikoterapist ve sosyolog Rukiye Karaköse, bu durumlardan birinin, kızın “adı biriyle çıkmadan baş göz etme” düşüncesi olduğunu ifade ediyor. Burada kızın yaşının küçük olması, evliliğe hazır olup olmadığı, evlilik sorumluluğunu kaldırıp kaldıramayacağı, evlenmek isteyip istemediği gibi diğer şartlar, kızın “adının çıkmaması” amacı karşısında silikleşmekte, önemsizleşmektedir. O yüzden bir an önce baş göz edilmelidir. Evliliğin sorun çözme yöntemi gibi görüldüğü bir başka durumu ise psikolog Nazlı Özburun, ebeveyninden biri ya da her ikisi vefat eden kız çocuğunun evlendirilmesi olarak açıklıyor. Bu evliliğin, geride kalan çocuğun korunması amacını gözettiğini söyleyen Özburun bununla ilgili olarak, babası vefat eden ve amcasının vesayetine giren beş kız çocuğunun 16-17 yaşlarını doldurduklarında arka arkaya evlendirildiklerini anlatıyor. Kız çocuklarını korumak için amcanın yaptığı bu seçim, daha sonraki yıllarda bu çocukların evliliklerinde yaşadıkları sorunlar nedeniyle fiziksel ve psikolojik hastalıklar yaşamalarına neden olmuştur. Psikolog Özburun, erken yaştaki evliliklerle ilgili geleneksel kabullerin rolünü ise “kız beşikte, çeyiz sandıkta” ifadesiyle anlatırken yine evliliğin bir koruma yöntemi olarak görülmesine vurgu yapıyor. Çocuk evliliklerinin çoğu aile kararı ve görücü usulüyle gerçekleşse de, kimi durumlarda çocukların kendileri de evlenmeye karar verebilirler. Bunun sebeplerini sorduğumuz her iki uzmanımız; “Evde yaşanan sorunlar, baskı veya şiddet görmek, erken yaşta anne veya babanın kaybedilmesi ya da üvey anne veya baba yanında yaşıyor olmak gibi sebeplerle çocukların evliliği bir çözüm ve kurtuluş yolu olarak görmeleri” şeklinde açıklıyor. Ekonomik şartların iyi olmadığı, ciddi geçim sıkıntısı yaşanan ailelerde de evlilik, evden “bir boğaz eksilmesi” olarak görülebiliyor. Böylece bir kişinin eksilmesiyle ekonomik rahatlama sağlanacağı düşünülebiliyor. Bazı yörelerimizde kız çocukları için söylenen “kaşık düşmanı” tabiri ne yazık ki bu anlayışı doğrular niteliktedir. Erken yaştaki evliliklerin bir başka ekonomik sebebi ise başlık parasıdır. Sosyolog Karaköse, yukarıda açıkladığımız toplumsal, kültürel, ekonomik bazı sebeplerin yanı sıra dinî birtakım ön kabuller sebebiyle de toplumda erken yaşta evliliğin kültürel olarak makbul sayıldığını ifade ediyor. Çocuk yaştaki evlilikler Kur’an’ın ruhuna aykırıdır Söz dinî ön kabullere gelince bu ön kabullerin doğruluğunu irdelemenin gerekli olduğunu düşündük ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Mehmet Keskin’e dinimizin erken yaşta evlilikle ilgili bakışını sorduk. Hocamız, İslam’a göre evlenecek kişilerde reşit olma şartı arandığını belirterek şunları söyledi: “Evlenecek kişiler, mutlaka evlilik yükünün altından kalkabilecek yaşta olmalılar. Çocukların evlendirilmeleri toplumu vahim sonuçlarla karşı karşıya getirecektir. İslamiyet toplumda huzuru, düzeni, dinginliği esas alan yüce bir din olduğuna göre, küçük yaştaki çocukların evlendirilmeleri durumunda bu gibi açmazlarla karşılaşılacağı için İslam anlayışıyla bağdaşmaz. Diyelim ki hukuki şekil şartları yerine getirildi, birisi muvafakat etti, nikâh kıyıldı ama toplumdaki düzen sadece hukuki normlara bağlı kalmakla sağlanmaz, yerine getirilmez. Aynı zamanda toplumun psikolojisi gibi hayatın düzenli şekilde devamını sağlayan şartların da yerine getirilmesi gerekir.” Çocuklar sorumluluklarını tam anlamıyla idrak edecek durumda olmadıkları için onların sırtına böyle bir yük yüklenmemesi gerektiğini belirten Sayın Keskin, toplumun bu konuda mutlaka bilinçlendi- pencere 8 rilmesi gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Reşit olmayan kişileri evlendirmek Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Dinin tasvip etmediği bir şey de günahtır. Konuyu Din İşleri Yüksek Kurulu’nda da görüştük. Böyle bir evliliğin doğru olmayacağı yönünde görüş birliği oluşturuldu.” Erken yaşta evlilikler, resmî nikâh yapılamadığı için de evliliğin yürümemesi ya da eşin vefat etmesi gibi durumlarda özellikle kadınların çeşitli mağduriyetler yaşamasına neden olmaktadır. Keskin, bu durumda olan kadınların haklarını adli mercilerde arama imkânından mahrum kaldığına dikkat çekerek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın taşradaki personele gönderdiği genelgelerde, resmî nikâhı olmayan kimselerin dinî nikâhlarının kıyılmamasına yönelik talimat verildiğini söyledi. Buna göre resmî nikâhı olmayan kimselerin nikâhlarını kıyan din görevlileri sorumlu tutulacak. Başkanlığımızın bu genelgesinin oldukça önemli olduğunu düşünmekteyiz. Zira Medeni Kanunumuza göre on yedi yaşını doldurmayanlar evlenemediği için imam nikâhı bir çözüm gibi görülebilmektedir. Bu ise ne yazık ki çok daha farklı toplumsal yaralara ve genellikle de kadınların mağduriyet yaşadıkları ciddi problemlere yol açabilmektedir. Ülkemizde erken yaşta evlilik problemi devam ediyor Yasalarımızca yasak olmasına rağmen, kimi zaman yaşları mahkeme yoluyla büyütülerek, kimi zaman da resmi nikâh olmaksızın dinî nikâh yapılarak çocuklar evlendirilebilmektir. Yaş büyütmeler ve dinî nikâhların resmi bir kaydının olmaması gibi nedenlerle ülkemizdeki çocuk yaştaki evlilikleri tam olarak tespit etmek mümkün olmasa da mevcut çalışmalar, bu sorunun varlığını ortaya koymaya yetmektedir. Türkiye İstatistik Kurumunun 2013 yılında 11 Temmuz Dünya Nüfus Günü için yayımladığı Haber Bülteninde yer alan verilere göre 2012 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre 15-19 yaş grubundaki kadınların medeni durumlarına bakıldığında %6,6’sı resmî olarak evli bulunmaktadır. Bunların sadece resmî medeni durumlar olduğu ve daha küçük yaş gruplarını içermediği düşünüldüğünde ülkemizde çocuk yaşta evliliklerin, üzerinde durulması gereken önemli bir problem olduğu gözden kaçmayacaktır. Evlilik sorumluluğunu taşıyabilmek için hangi şartların oluşması gerekir? Evlilik, evlenen kişilerin omuzlarına birtakım sorumluluklar yükler. Sorumlulukları taşıya- bilmek, o sorumluluk cinsinden yeterlilikleri açıdan çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik gibi her gerektirir. Rukiye Karaköse bu yeterlilikleri “fi- dönemin hayatımızda önemli bir yeri vardır ve ziksel, zihinsel ve psikolojik olgunluk” olarak ruh sağlığımız için bu dönemlere ait gelişim tanımlıyor. Evlenecek kişinin “fiziksel gelişimi görevlerini sırayla, sağlıklı şekilde yerine getiryeterli düzeyde olmalıdır. Cinsellik ve doğur- memiz gerekir. Birini atlamak psikolojik açıdan ganlık özelliklerini sağlıklı bir şekilde yaşaya- pek çok olumsuz sonuç doğurabilir.” bilmesi için bedenin gelişimini tamamlamış Çocuk yaştaki evliliklerde psikolojik sorunların olması gerekir. Zihinsel engeli bulunmamalı, yanı sıra cinsellik başta olmak üzere başka pek evliliğin hak ve sorumluluklarını kavrayabilecek çok sorun da yaşanabilmektedir. Nazlı Özbudurumda olmalıdır. Psikolojik açıdan ise sağ- run, cinsellikle ilgili eksik bilgilenme, erken halıklı ve evliliğe hazır; evlilik ilişkisinin duygusal milelikler, bebeğe hazır olmadan anne olmak yükünü taşımaya, bir aile hayatını sürdürmeye ve çocuk sahibi olmanın sorumluluklarını taşıyeterli psikolojik direnci olmalıdır.” Nazlı Özbu- yamamaktan kaynaklanan problemler gibi pek run ise kişinin evlilik sorumluluğunu taşıyabil- çok zorluğun erken yaşlarda yapılan evliliklermesinin bireyin kendilik algısının oluşmasına de problem olarak karşımıza çıkabileceğini ifave gelişimini tamamlamış olmasına bağlı oldu- de ediyor. Rukiye Karaköse ise düşük yapma, ğunu, erken yaştaki evölü doğum yapma ve liliklerde çocuğun bu doğumla ilişkili sorunErken yaşta evlilikler, olgunluğa erişemediği lardan hayatını kaybetiçin evliliğin gerektirdiği resmî nikâh yapılamadığı için me ihtimalinin yetişkin sorumluluğu da taşıyakadınlara oranla daha de evliliğin yürümemesi ya da madığını söylüyor. Üç yüksek olduğunu dile kelimeyle ifade edilen getiriyor. Erken yaşta eşin vefat etmesi gibi durum“evliliğin sorumluluğuevlenen kadınların aynu taşıyamama”, aslarda özellikle kadınların çeşitli rıca daha ileri yaştaki lında içinde hastalığı hemcinslerine göre fimağduriyetler yaşamasına neden ziksel ve cinsel şiddete barındıran kötü bir tohuma benzetilebilir. Bu karşı daha savunmasız olmaktadır. durum, başta küçük olduğunu da söyleyen yaşta evlenen kız olmak üzere bütün aile için Karaköse, ayrıca erken yaşta çocuk doğurmafarklı problemlerin, sıkıntıların başlangıcı anla- nın, çocuk eşin eğitim ve iş imkânlarına erişimimına gelebilmektedir. ni engellediğini söylüyor. Çocuk yaşta evlenmek her şeyden önce “çocukluğu” yok ediyor Sokakta oynayacağı yaşta evlendirilen kız çocuklarının bebeklerle oynadığı, sokakta oyun oynayıp akşam olunca kayın validesi tarafından eve çağırıldığıyla ilgili gerçek hikâyeler duymuşuzdur pek çoğumuz. Ancak evlilik, doğal olarak bir olgunluk algısı oluşturduğu için bu tür durumlar ya bir gülümseme eşliğinde ya da kınama vurgusuyla anlatılır genellikle. Oysa söz konusu olan bir “çocuk”tur. Evlendirilerek artık kadın ve bir anne adayı olarak görülse de o, koşmak oynamak ihtiyacı olan, evliliği anlama yaşına gelmemiş olan bir çocuktur. Sayın Karaköse bu durumu şöyle ifade ediyor: “Kişiler çocuk yaşta evlenerek her şeyden önce ‘çocukluğunu’ kaybeder ve bir günde ‘büyümek’ zorunda kalırlar. Evlilik kültürel olarak yetişkin kabul edilmeye yol açar. Oysa gelişimsel Çoğu zaman bir problemin çözümü gibi görünen erken yaşta evlilik konusu, ailelerin şapkalarını önlerine, ellerini vicdanlarına koyarak tekrar tekrar düşünmeleri gereken bir konu gibi duruyor. Hiçbir ailenin bile bile kendi çocuklarına zarar vermek istediğini düşünmediğini ifade eden Nazlı Özburun, “İyi bir şey yaptıklarını düşünerek kendilerince buldukları en doğru çözümü uyguluyor gibi görünüyorlar ama evliliklerde arkada yatan niyetler de çok önemlidir. Öncelikle evlilik doğru niyetlerle ve uygun koşullar altında yapılmadığında hiçbir zaman kurtuluş olmayacaktır algısının yerleşmesi gerekiyor. Türkiye’de bir an önce her yaş grubundaki insanda ‘evlilik her koşulda kurtuluştur’ algısının değişmesi gerekiyor.” tespitinde bulunuyor ve soruyor: “İyiliğini düşünerek on altı yaşındaki kızını otuz altı yaşında zengin bir adamla evlendiren ailenin düşünmesi gereken bir soru da şudur: Hangi iyilik, hangi kurtuluş?” kısa kısa 10 Mutluluk Istah Açıyor Enerji̇ Savurganlığı Bütçemi̇zi̇ Eri̇tir Ç E nerji kaynaklarımızın sonsuz ve sınırsız olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Bu sebeple ısıtma, aydınlatma ve ulaşım ihtiyaçlarımızı karşılarken, elektrikli ev eşyalarımızı kullanırken, kısacası günlük yaşantımızın her safhasında enerjiyi verimli kullanmak suretiyle, ihtiyaçlarımızı kısıtlamadan aile bütçesine, ülke ekonomisine ve çevremizin korunmasına katkı sağlamaya yönelik tedbirler almamız gerekiyor... Toplumun ve aile bireylerinin bu kaynakları doğru kullanımı konusunda bilinçlendirilmesine yönelik önemli çalışmalara imza atan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, ‘enerji hanım’ ve ‘enerji çocuk’ projeleriyle bu doğrultuda binlerce vatandaşa eğitim seminerleri düzenliyor. Bakanlığın konuyla ilgili yaptığı araştırmalar ve anketlerde elde edilen bulgular da oldukça dikkat çekici. Zira enerji kaynaklarımızı verimli kullanmamanın Türkiye’ye yıllık maliyeti, 15 milyar lirayı bulabiliyor. İstatistiklere göre günümüzde 120 m2 evde yaşayan dört kişilik bir ailenin sadece günlük ihtiyaçları için harcadığı enerji miktarı yılda 600 kwh civarında. Buna göre enerji verimliliğini bir yaşam biçimi hâline getirmediğimizde yılda en az 5 ton karbondioksit üreterek çevreye zarar veriyoruz. (www.eie.gov.tr) oğu zaman fazla kilo problemlerinin, stres ve depresyona bağlı yanlış beslenme alışkanlıklarına ya da kalıtsal hastalıklara bağlı olduğunu düşünürüz. Ancak hesaba katmadığımız bir faktör daha var ki, özellikle yeni evli çiftlerin maruz kaldıkları (!) aşırı ‘mutluluk yüklemeleri’ bunların başında geliyor... Konuyla ilgili ABD’deki Chapel Hill Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma; evlilerin kilo alma risklerinin bekârlara göre daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Araştırma, her ne kadar ülkemiz topraklarının çok ötesinde, farklı bir kültür coğrafyasında farklı beslenme alışkanlıkları sergileyen bir toplum tarafından ortaya konulmuş olsa da sanıyorum ülkemiz bazında bu sonuçları, örf ve adetlerimizi de göz önüne alarak değerlendirmemiz gerekiyor. Zira yeni evli çiftlerin bir tanışma ve kaynaşma vesilesi olarak akraba ve eş-dost ziyaretlerinde bulunmaları, kayınvalidelerin oğullarının kilo alıp vermeleriyle (bir bakıma) gelinlerin hamaratlıklarını ölçüyor olmaları (!) ve akabinde çaya eşlik eden pastalar-börekler, bizdeki kilo alma kaynaklarını açıklamaya yetiyor da artıyor bile… Ne diyelim, Allah huzurumuzu daim, kilolarımızı gelip geçici eylesin. Çayınızın Yanında Seker Degil Üzüm Olsun H emen her yaş grubuna hitap ederek kimi zaman öğrencilerin motivasyon kaynağı; kimi zaman keyifli sohbetlerin başkahramanı olan çay, kültürümüzün vazgeçilmez içeceklerinden biridir şüphesiz... Sudan sonra en çok tükettiğimiz bu içeceğe dair yapılan araştırmalar, yetişkin bir insanın günde yaklaşık 10 bardak çay içtiğini ortaya koyuyor. İçtiğimiz çaylara ortalama iki adet kesme şeker eklendiğini düşünürsek, hiç yoktan (!) aldığımız kalori miktarı 320’leri buluyor. Sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için çayın yanında şeker tüketiminin önüne geçilmesi ve bu konuda bilinçli hareket edilmesi konusunda önemli bir projeye öncülük yapan Manisa İl Sağlık Müdürlüğü, son iki yıldır il genelinde çayın yanında kuru üzüm dağıtımı yapıyor. Bu kapsamda bir bardak çayla ortalama altı adet üzüm tüketimi esas alınarak hazırlanan minik paketlerle, alınan kalori miktarının %79 oranında azaltılması hedefleniyor... Bizler de bu konuda gereken hassasiyeti göstererek sağlığımız açısından şekerden uzak durmalı, onun yerine kan yapıcı, zihin açıcı kuru üzümü, kararını gözeterek tüketebilmeliyiz. Dini Kavramlarımız İşaret Diliyle Dile Geldi D iyanet İşleri Başkanlığı, işitme engelli vatandaşların din eğitimlerini kolaylaştırmak üzere attığı adımlara bir yenisini daha ekledi. Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından “işaret diliyle vaaz ve hutbe” hizmetleri sonrası hayata geçirilen proje ile din eğitiminde ve işaret dilinde karşılığı olmayan dinî kavramları açıklamak üzere önemli bir kaynak kitap hazırlandı. Sözlük, yaklaşık 800 adet dinî kavramın işaret diliyle görsel açıklamasını içine alan Türkiye’nin ilk, dünyanın ise en kapsamlı dinî kavramlar sözlüklerinden biri olma özelliğini taşıyor. Ayrıca, işitme engelli bireylerin algı seviyeleri ve farklı bölgelerdeki işaret kullanımları dikkate alınarak hazırlanan bu sözlüğe “http://engelsiz.diyanet.gov. tr” adresinden de erişilebilecek. Eserden, Türkiye’deki üç yüz bine yakın işitme, üç yüz bin kadar da dil ve konuşma engelli vatandaşımızın istifade etmesi bekleniyor. biz bize 12 Doç. Dr. Huriye Martı Aile ve Dini Rehberlik Daire Başkanı Helal ile Dost, Haram ile Küs Bir Aile Olmak A llah’ın yeryüzünde var ettiği nimetlerden biridir aile. Bir aile içinde doğmaktan, aileyle büyümekten, ailenin sunduğu güveni, huzuru, birlik ve desteği hissederek yaşamaktan daha güzel ne olabilir? Aile hem kendisi bir nimettir hem de Allah’ın pek çok nimetiyle varlığını korur. Bebeğinden babaannesine ailedeki herkes yemek, içmek, giyinmek, barınmak gibi nice nimete muhtaçtır… Dünya nimetleri saymakla bitmez ama insanoğlu bunların arasından helal olanları seçmekle sorumludur. Helal yoldan kazanmalı, helalinden elde etmeli, helale harcamalıdır. Aile gibi bir nimeti, helal nimetlerle ayakta tutmalıdır. Zira Kerim Kitabımızda şöyle buyrulur: “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Maide 5/88.) Nedir helal? Helal; temiz olan, yarayışlı olan, güzel olan, iyi olan, hoş ve pak olandır. İnsana fayda sağlarken onu Allah’a yaklaştırandır. Haram ise bunun tam aksine zarar veren, pis ve necis olan, Allah’tan uzaklaştırandır. Neyin helal, neyin haram olduğuna biz karar veremeyiz. Bu konuda hüküm veren, son sözü söyleyen Allah’tır. Peygamber Efendimizin ifadesiyle; “Helal, Allah’ın kitabında helal kıldıklarıdır. Haram da yine Allah’ın kitabında haram olanlardır. Hükmünü belirtmedikleri ise müsamaha gösterdiği (mubah olan) şeylerdir.” (Tirmizi, Libas, 6.) Allah’ın gönderdiği peygamberler, insanlara helal olan eşyaları, maddeleri, davranışları tanıtmakla görevlidir. O hâlde helali sevmek ve helal konusunda hassasiyet göstermek aslında bir eğitim ve bilinçlenme sonrası oluşur. Gözlerimizi yeniden ailemize çevirirsek şöyle diyebiliriz: “Eğitimin ilk adımları anne kucağında atıldığına göre, helal duyarlılığı da ailede öğrenilen bir olgudur.” Helal duyarlılığı ile öncelikle insanın hayatında helal ve haram şeklinde sınırlar olduğunu ve bunları Allah’ın belirlediğini bilmeyi kastediyoruz. Çocuklarımıza başıboş yaratılmadığımızı; özgürlüğün her istediğini yapmak, her dilediğini yemek, canı istediğince giyinmek demek olmadığını, bizi sınırlayan birtakım kurallar bulunduğunu, çünkü “kul” olduğumuzu öğretmeliyiz. Haramın çoğu zaman tatlı ve cazip olduğunu, oysa sonuçları bakımından hiç de mutluluk ve sağlık vermediğini anlatmalıyız. Helal çizginin varlığı ile huzur bulan, helali arayan, helalinden kazanan, helal ile yetinen insanların manevi kazanımlarını sıklıkla hatırlatmalıyız. Sevgili Peygamberimizin “Hiç kimse kendi elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir yiyecek yememiştir.” (Buhari, Büyû’, 15.) sözünü anımsatmalıyız. Ailemizdeki her bireyin helal ile dost, haram ile küs olması için çaba sarf etmeliyiz. Ailemizde helal bilinci derken, her yerde, her şeyde, her zaman helali arama kararlılığından da bahsediyoruz. Anne babanın “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek haram işle haram kazanç sağladığı, haram sözle haram kararlar aldığı, haram lokmaya eyvallah dediği bir ailede helal duyarlılığı nasıl oluşabilir ki? Yetişkinler olarak kimi zaman zor olsa da, bir bedel ödemeyi gerektirse de helal sözle yetinmeyi, helal davranışlar sergilemeyi hayat düsturu edinmeli, yavrularımıza örnek olmalıyız. Allah’ın sınırları hakkında titizlik göstermeli, O’nun yasaklarını küçümsememeliyiz. Haramın karla dolu yamaçlara fırlatılmış bir kartopu gibi hızla büyüyerek çığa dönüştüğünü bilhassa gençlerimize anlatmalıyız. Helal duyarlılığının bir diğer boyutunda ise, helal lokmanın iyi davranışlara ve güzel ahlaka kapı aralamasından bahsediyoruz. Hz. Mevlana’nın ifadesiyle, “Nur ve kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadır.” Evin babası “Az olsun, zor olsun ama helal olsun!” diyebildiğinde, ailesini helal lokma ile besleyecek, evlatlarına helal fikri aşılayacaktır. Ailenin boğazından helal lokma geçtiğinde, aile fertleri gergin, mutsuz ve isyan dolu bir ortamdan korunmuş, manevi anlamda güçlenmiş, daha huzurlu insanlar olacaktır. Bilmeliyiz ki, bedenimize giren her lokma, düşünce ve davranışlarımıza sirayet eder. Zihnimizi, gönlümüzü, ruhumuzu, ibadetlerimizi etkiler. O halde helal bilinci, doğru yaşama bilincine eştir. Yine Hz. Mevlana’ya kulak verelim: “Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen, bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil! Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası olduğunu gördün mü?” Kısacası sevgili dostlar, ailemizde helale özen göstermenin ve haramdan kaçınmanın bir yaşam tarzı olmasını sağlayalım. Çocuklarımızı helal iş ve eğlencelere yönlendirelim. Kazanç kapımızı helal anahtarıyla açalım. Helalin bereketi davet ettiğini unutmayalım. Peygamber Efendimizin anlattığına göre, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram olduğu hâlde el açıp yakaran ama duası kabul olmayan insanlar vardır! (Müslim, Zekât, 65.) Kendimizi ve ailemizi onlardan biri olmaktan koruyalım… biz bize 14 Çocuk Kalbi A kıp giden bir nehir insan hayatı ve suyunun en temiz, en berrak hâli çocukluk dönemi. Öyle ya çocuk denince akla gelen saflık, masumiyet, samimiyet değil mi? Kocaman ve çıkarsız sevgiler, içten ve samimi duygular taşır minik kalpleri. Merhametle çarpar yürekleri. İmanları halis ve kavi. Olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olanlardır çocuklar. Büyüklerin onlardan öğrenecek ne çok dersleri var! Dört yaşındaydı Ali. Sevincinden havalara uçmuştu âdeta. Ona çok güzel bir bisiklet almıştı ailesi. Hafta sonu bisikletine binmek için babasıyla birlikte parka gittiklerinde neşe içindeydi. O pedalları çeviriyor, babası da yanında yürüyerek Ali’ye eşlik ediyordu. Bir ara omuzlarındaki boya sandıklarını zorla taşıyan, üstü başı perişan birkaç çocuk çıktı önlerine. Hepsi hayranlıkla izlediler onu. Sonra devam ettiler yollarına. Ama içlerinden bir tanesi, yaşı belki de Ali’den az büyük olanı kaldırımın ortasında dalıp gitti, uzun uzun seyretti Ali’yi. Sonra bir rüyadan uyanırcasına irkildi, diğerlerine yetişebilmek için hızla uzaklaştı. Babası fark etmişti onları ve hüzünlü bir şekilde, “O çocuk sana özenerek baktı” dedi oğluna. Ali’ye bu söz yetmişti, hemen bisikletten indi ve “Bir daha binmeyeceğim” dedi. Babası ne dediyse dinletemedi. Oysa ne çok sevinmişti o bisiklet alındığında. Şimdi “Bisikletimi o çocuğa vereceğim” diye ağlıyordu. Bu derece tepki vermesi hem şaşırtmış, hem mutlu etmişti ailesini. Merhametin çocuk kalbindeki tecellisi. “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe iyiliğe erişemezsiniz.” ayeti bunu mu söylemekteydi? Eskiyi kendine ayırıp, yeniyi verebilmek, yeniyi eskitmeden vermek. Cömertlik bu olsa gerek. Başkalarını kendi nefsine tercih etmek. İlk kez bindiği bisikletinden başka bir çocuğun yüzünü güldürmek için feragat etmek… Dr. Ülfet Görgülü Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Beş yaşındaki Sena’nın her geçen gün Allah hakkında merakı artıyor. O gün yine annesine üst üste sorular yöneltiyor: -Anne, gerçekten Allah’ı kimse yaratmadı mı? Peki, O nasıl oldu? -Allah kendiliğinden var yavrum. -Allah ilk kimi yarattı? si istemeden ayağına basmıştı. Umreyi tamamlayıp otele döndüklerinde annesine; “Abim ayağıma bastı, ihram yasağı işledi. Kabul oldu mu umresi?” diye sormuştu. Çocuk kalbinde filizlenen ibadet bilinci böylesine derindi. Acaba büyükler soruyorlar mıydı kendilerine, itişip kakışırken, bağırıp çağırırken, öfke patlamaları yaşayıp, ayakları değil yürekleri incitirken umremiz makbul mü? diye. On dört yaşındaki Zehra, bir lise öğrencisi... Yaşıtlarından çok farklı onun hayat hikâyesi. Anneli, babalı yetimlerden biri. Yuvada büyümüş, -Peygamberler şimdi Allah’ın yanındalar mı, yurtta atmış adımını ergenliğe. Nazlanacak bir O’nu görüyorlar mı? babası olmamış, anne kucağının sıcaklığını hiç tatmamış. Ara sıra misafir olarak arkadaşları-Herhâlde görüyorlardır. nın evine gidiyor. Kimi zaman aile içi tartışma-Biz niye göremiyoruz? lara, kavgalara şahit oluyor. Hayretle ve gözleri -Allah bize varlığını, büyüklüğünü bizi yarata- dolarak anlatıyor: “Bir insanın anne babası olur da nasıl bilmez kıymetini? Neden bağırıp, rak gösteriyor. kırar kalplerini? Anne babalar niçin -Anne ben Allah’ı öpeceğim. anlamaya çalışmaz çocuklarını, Akıp giden bir güzellikle düzeltmez hatala-Nasıl öpeceksin? rını? Allah’ı üzmüş olmazlar nehir insan hayatı -Ölünce, Allah’ım seni mı, darılttıklarında birbirleriöpebilir miyim? diyeceğim, ve suyunun en temiz, en ni?” sonra da öpeceğim. berrak hâli çocukluk Çocuk kalbinde mayalanan -Anne cennette çok oyunaile özlemi, yaşanmamış sevdönemi. cak var mıdır? gilerin mahrumiyeti bundan daha -Cennette çocuklar olacağına içli anlatılabilir mi? göre oyuncaklar da olur herhâlde... Şimdi hesaplaşma zamanıdır kendimizle. ÇoAnneyi gülümsetiyor, çocuk kalbinden yansı- cuk kalbinin saf aynasında seyreylediğimizde yan bu masumiyet. Ne içten bir muhabbet, ne düşüncelerimizi, duygularımızı, yapıp ettiklerisaf bir niyet Allah’ı görmek, kucaklayıp öpmek mizi, o aynayı nasıl kirlettiğimizi hatta param istemek... Yıllar geçtikçe, şah damarından ya- parça ettiğimizi soralım. Allah’ın tertemiz yakın olan Rabbine, nasıl oluyor da “feveylün” ratıp bize teslim ettiği bu nadide emanetleri hitabını duyacak kadar uzak düşüyor insan korumayı beceremediğimizin derdine yanalım. büyüdükçe? Dinin ruhları dirilten ikliminde, Kur’an’ın rehberliğinde ve Sünnetin aydınlığında yuvaları... mızı cennete çevirmemiz gerekirken, açmadan Ahmet yedi yaşında. Ailesiyle birlikte umredeysoldurduğumuz cennet çiçeği yavrulara ağladiler yarıyıl tatilinde. Kafilenin en küçük umreyalım. cisiydi, akıllı ve sevimli. İhrama girmek, havluya bürünmek onun için çok ilginç bir tecrübeydi. Gerçekten ebeveynler ve eğitmenler olarak, Ancak o ihramın sadece bir elbise değişikliği safiyetin, masumiyetin, merhametin sembolü olmadığının, niyetle birlikte olumsuz olan dav- olan çocuklardan nasıl oluyor da şiddetin, zulranışların değişmesi gerektiğinin idrakindeydi. mün, cinayetin failleri çıkıyor sorusuna verebiUmre tavafı yaparlarken kalabalıkta bir ara abi- lecek cevabımız var mı? -Önce Hz. Âdem ve Havva’yı… Sonra onların çocuklarını… biz bize pencere 16 O kumaktır hayat. Zira “İnsanlığa indirilen Kitab”ın ilk sözü değil midir, “Oku!” emri? Alabildiğine okumak… Sadece yazılanları değildir, okumak… Yazılmayanları da okuyabilmektir, hayat denen şey. Mütemadiyen okuyabilmek insanlığı, yaşamı, en çok da kendimizi! Okumak için illa kalemle kâğıdın buluşması gerekmez. Harfler gerekmez… Kelimeler gerekmez… Cümleler gerekmez… Zahiren yazı da gerekmez. Bize emredilen “Oku!” emri, hayatın her zerresine yayılmıştır. Bir bakışı ‘oku’mak mesela… Bir sesi… Bir davranışı… Dağı, taşı, ayı, güneşi… İnsanoğlunu… İnsanlığı… Velhasıl hayata dair her şeyi!.. Bir çocuk yanaşır yamacınıza, usul usul bakar gözlerinizin içine… Konuşmaz. Ama konuşuyordur sizinle. Okumak gerekir o gözleri… O masum yüreği… Önünüzde serpilen bir deniz vardır. Masmavi… Huzur verir size. İçiniz ferahlar, onu izledikçe… Uçsuz bucaksız denizin ardında yemyeşil dağlar vardır. Çiçekler… Böcekler… Güneş batmaktadır… Kızıllığı tüm gönlünüze şifa verir… Gün yavaş yavaş biterken; yıldız- Hümeyra Karagöz lar çıkmaya başlar… Ay, tüm haşmetiyle bakıyordur size… Okumaktır bakmak… Okuyabilmektir görebilmek… Birer kitaptır aslında her biri. Güneş, ay, deniz, dağ tepe… Ve her biri “ilim” taşıyordur insanoğluna. “Aç beni!” der. “Oku beni… Benden bir şeyler öğren ki, yaratılışımın nedenini eda edebileyim! Bak bana… Gör beni… Oku, her zerremi… Zira her zerremdedir, o büyük sır… Her damlamda yeni bir şey taşıyorum, bilgiler yumağıyım ben… Sadece ‘oku’ beni, anla, idrak et!” diye fısıldar gönüllerimize… Başımızdan geçen her bir olayda ‘oku’mamızı ister bizden; Yaradan, o olayı. Analiz edip işin özüne inebilmeyi… Özde bir şeyler bulmamızı bekler, bulup o “sırrı” ortaya çıkarmamızı. O sırda saklıdır kaderimiz belki de. O sırra vakıf olabildiysek, o sırda bize “fısıldananları” okuyabildiysek, kader yolunun sapaklarına varabilmiş ve o sırla hangi sapaktan sapacağımıza karar vermişiz demektir. Okumaktır aslolan… İlk önce kendimizi… Sonra yaşadığımız her şeyi… Olayları… Eşyaları… Doğayı… İnsanları… İnsanlığı… Ama en çok da kâinatı! “İkra” derken Yaradan… En çok bundan bahsediyordur, belki de. Kâinatı ‘oku’yabilmekten... ‘Oku’maktır hayat... Ayet ayet ‘oku’maktır, yaşamak… Yaşamaktır; ‘oku’duğunu anlamak. Anladığını idrak etmek, uygulayabilmek… Kâinattır her bir insan… Gizlerle, sırlarla doludur… Belli bir alfabesi yoktur ama ‘oku’yabilmektir esas olan… Harfsiz… Kelimesiz… Cümlesizdir esas ‘oku’mak... Aklın ve kalbin birleşiminden doğar o yetenek. Ruhumuza üflenen o ‘nefes’le kendini gösterir. O ‘nefes’in zekâtıdır belki de ‘oku’mak… O zekâtın ifası da sadece ‘oku’maya düşmüştür. Vesselam… .. . k u d r arayı o p , S r e d e e r serbest kürsü 18 e Gençilneiçin ne anlamAninfaedbabanız para ? iz Para s harcarsınız ı? m re nerele nıza karışır ma harca Nurbanu Demir n Nurca 2) Yay (2 ddi an ma a y a ıl ş r m a rımı k arım a tiyaçla larıma harc lacağım ih in iç a enim ihtiyaç riş ediye Para b ı genellikle ya birine h çok alışve , a e y v a im d ın ar er ım ed çtır. P eceğim un dış bir ara rımla eğlen aparım. On lanlara yard arçlığımın ay eh cı o aşla ı. arkad da harcam azen ihtiya lmüştüm v na kızmışt ü a n z B b a ü . d ir a r m k d d la a za ço değilim ta bir kere tim, babam efek yardım nun ü n ü k iş kt r, o hat düş i verm an ufa ünürle . hepsin abartmad ğumu düş arışmazlar k u k o k ld beri ç mlu o için ço andan . Ailem tutu m a z O m uyoru bulun 1) mir (2 Kübra Alde e giyim ektir. Sadec m e d ş ri e v a, yol Para alış isel bakımım iş K . n a ıd ç değil, her a çlarıma para cburi ihtiya e m ri e z n e ve b na da yardım la başkaları m ra a P . m nim de harcarı neticede be a m a m ri te yardımda etmek is ığı için pek d a lm o im sı. belli bir gelir rum açıkça ı bulunamıyo kullandığım n parayı iyi e ç e a g n e u b lim t Faka Ben e m de öyle. ile a , m ld ru e o Gen e düşünüy orlar bana. ıy ş rı a k i k ii a rağmen tab a gitmez am çok hoşum ı s a sıl a ılm n ş rı ım a k alışır çıklamaya ç a e c in iğ ild olab ı. harcadığım uk... Uzmanına Sord Paranın bir araç olarak değerli ama bir amaca dönüştürülemeyecek kadar da naif olduğunu söyleyebiliriz. Bugün paranın çok pahalıya satıldığını söylemek mümkün… Para karşılığında pek çok insan ömrünün en değerli kısımlarını satmış oluyor. Oysaki parayı ihtiyaçlarımızın karşılanması için bir araç olarak görmek, bunun dışında yüce anlamlar atfetmemek daha sağlıklı bir düşünme biçimi. Paranın nasıl kazanılacağı, kazanılan paranın hangi ihtiyaçlar için kullanılacağı, ne kadarının daha sonrası için ayrılacağı ve ne kadarının bizim dışımızdaki ihtiyaç sahibi akrabalar, ar- n (20) Nihal Dura a Şehir dışınd a gücüdür. lm a n tı le a k s lli e Para mı gen deniyle para nlarda okumam ne ibi temel ala g im iy g , k e mam, yiyec ışında harca d n u n o , m harcıyoru nne babam iriktiririm. A b k o ç a h a d u düşünür, lu olduğum m tu tu e ld e gen ar ama a karışmazl n a b n e zd ü bu y klarını a haklı oldu d a rs la ır ş rı eğer ka . düşünürüm Alper Oğuzhan (18) m ettireazsa hayatını deva Para, ihtiyaçtır. Olm , onun rim dışarıda yemek ye mezsin. Genellikle ında dış ra harcarım. Bunun için yemeğe çok pa ılanır em tarafından karş genel ihtiyaçlarım ail nelda yardım etmem ge zaten. Başkalarına raya pa an iyim ben, ne zam likle. Çünkü öğrenc lli olmuyor. ihtiyacım olacağı be ığını, nasıl harcama yapt Aile senin dışarıda tam olarak bilmez. nerelere gittiğini falan ı zla para harcadığım Bu yüzden bazen fa nim be bana. Sonuçta para düşünüp karışırlar acağım param. Nasıl harcay cüzdanımda benim da beni ilgilendirir. Nazlı Özburun [email protected] Uzm. Sosyolog/ Aile Terapisti kadaşlar veya diğer insanlar için kullanılacağını belirlemek önemlidir. Parayı yönetebilmeyi öğrenmek hayatta pek çok problemi ortaya çıkmadan önlemenin de esasıdır. Mesela ihtiyaç bazlı tüketmeyle istek bazlı tüketme arasındaki farkın yapılabilmesi paranın sürekli yetmediği gibi bir yakınmaya da götürebilir, memnun olduğunuz bir hayatı yaşamaya da… Dengesini kaybetmiş bir para kazanma hırsı da paranın bir hiç olduğu düşüncesi de insanın hayatını zorlaştırmak için yeterlidir. Anne babaların çocuklarına gelişim dönemlerine uy- .. k. u d r o S balara Anne-Biçain ne anlam ifaudehaerdceard?ığını düşühnaürçylıoğrı/ in ğr en Para siz zun parayı do kendisine veril nu n mısınız? Çocuğu ? Çocuğunuzu ır ış r a k a z musunu ıl harcayacağın as bursu n (48) Mehmet Özveren hin (40) Beyhan Şa ı olduğu için çim kaynağ m Para bir ge a. Çocukları diyor aslınd e e d a if i y e rlar. her ş l harcamıyo . parayı güze şünüyorum ü d i erdiğim v ı lığ rç a ın h n i ra Ben yeterl verdiğim pa çocuğuma k ra . la m o ru e o n An arışıy nacağına k a rc a h n bir ıl la s a o n e ait e kendilerin ld e n e g r z la nma lar. Çocuk ından hoşla s a ılm ş rı a k zgün paraya o parayı dü a d a b a b e Ama ann ister. harcasınlar rını karşılayan bir Para insanın ihtiyaçla u kısmen parayı doğr değerdir. Çocuklarım am rs olu k ce ire değerlend harcıyorlar, tek tek a am er ed t ka dik alarına büyük oğlum harcam iz harcama yapıyor. küçük biraz gereks yorum, lık verdiğimi düşünü Ben yeterince harç rı belli. n giderleri, ihtiyaçla zaten okudukları içi hiç karışmam. Verdiğim paraya da ptın, bunu nereye Şunu neden şöyle ya a onun haricinde de harcadın demem am . ekstra para vermem zhan (46) r. Fatma Oğu kli bir araçtı em için gere Ömer D emir (5 ı ilm e, çünkü ad mı sürdüreb ıyorlar benc m a Para hayatı rc a h e ru parayı doğ il. Kendilerin Çocuklarım e sahip değ c n ili b o i n a rafları bizim cuk y n çoğu mas üstünde ço te a Z teklerini i. rl te e endi özel is lık da y k rç a a d h ın n ış le d ri e n v . or. Onu şünüyorum n karşılanıy rdiğimizi dü e v tarafımızda r ta ü k ik n m ü am ç bilecek bir ine karışam iğ d ir d de karşılaya n e rl e ğ tepki verir. lığı nasıl de am da ters Verilen harç rs lu o diği k a c a ş . Karı yor, o da iste lu o in n ri ile görmüyorum kend den çıkınca Sonuçta biz ak istiyor. gibi harcam gun ve ihtiyaçlarını gözeterek, kendi bütçelerini de hesaba katarak para vermeleri uygun ve önemlidir. Her ihtiyaç hâlinde gençleri anne babadan sürekli para isteme durumunda bırakmamak lazım. Her ailenin kendi bütçesini esas alarak aile bireylerinin meşru harcamaları için bir miktar parayı ayırıyor ve sorgulamadan veriyor olmaları gerekir. Bu paranın nasıl kullanılacağı çocukluk döneminde öğrenilmişse zaten problem yaşanmaz. Öğrenilmemişse karşılıklı konuşarak bir miktar harçlık belirlenmesinin önemli olduğunu söyleyebilirim. Gencin parayı yönetebilmesi, hayatının sorumlu- 1) Para be nim için bir araç tır. Para işlerimi görece ğim harca çocukla rım birb ma konusund Büyük a irinden ve orta farklı. nca par neyi ne a h e s küçük iç reye harcayac abını iyi yapa r, a in aynı şeyi sö ğını bilir ama Harçlık y le y emey hiçbir çünkü ç ocuğa v zaman yeterli eceğim. e olma r diğ ihtiyaçla rı değiş in harçlık çerç z, evesind ir. Ne k o kad a e yeterli h ar harcamak is dar verirseniz arçlık d ter. O y iye bir üzden olsa ha rcadıkla şey olmaz. İm rı paray gereksiz k a karışır ânım yerlere ım h a , r camasın ama im lar diye kân olm uyor ta bi. luğunu alabilmesi için önemlidir. Bu parayla gerekirse yardım da edebilir. Veya ailesince ihtiyaç görülmeyen alanlara, mesela bir kitap almaya veya bir hobi kursuna katılabilmeye imkân sağlamış olur. Ayrıca mutluluk üzerine dünyada yapılmış çalışmalara baktığımızda; barınma, giyinme beslenme ve güvenlik ihtiyaçları karşılandıktan sonraki ilave her şeyin insan mutluluğunu arttırmaya bir etkisinin olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Hatta daha çok kazanmak, genellikle daha fazla kaygılı ve mutsuz olmak anlamına da gelebilir çoğu zaman. aile-ce 20 Hilal Kübra Uzunkaya Psikolog, Hipnoterapist ve Aile Danışmanı Çocuklarda ve Ergenlerde Özgüven Gelisimi K işilik kuramcıları ilk çocukluk dönemini 2-6 yaş arası dönem olarak belirtmektedir. Oysaki kişilik gelişimi ve özgüven oluşumunun bebek daha anne rahmindeyken gelişmeye başladığı varsayılmaktadır. Öğrenme sürecinde bebek anlamlandırmasa bile duyduğu her sesi kaydeder ve ilerleyen zamanlarda benzer yaşantılarla karşılaştığında bilinçaltındaki bu bilgiler davranışa dönüşmeye başlar. Bunu bilen kimi anneler hamilelik süreci boyunca bebeklerine Kur’an okur, kimi anneler de klasik müzik dinletirler. Çünkü çocuk doğduğunda bu sesleri tanır, öğrenmesi daha kolay gerçekleşir ve zihin dünyası gelişmeye başlar. Bu nedenle 0-6 yaş kişilik gelişimi ve özgüven oluşumunda en önemli dönemdir. Çocuk bu dönemde öğrendiği temel bilgilerle, sahip olduğu tutumlarla ve geliştirdiği kişilik yapısıyla yaşamının geri kalanına bu bağlamda yön vermektedir. Anne ve baba, bebekle kurduğu sevgi temelli ilişki sayesinde, sağlıklı bir güven oluşumu için ilk adımı atmış olur. Yine annelerin hamilelik süreci boyunca bebeğiyle duygusal iletişim kurabilmesi için, eliyle karnına temasta bulunup bebeğiyle konuşması ve sesiyle ona güven vermeye çalışması özgüven sağlamada faydalı olacaktır. Bununla birlikte annenin sağlıklı ve olabildiğince huzurlu bir hamilelik geçirmesi, bebeğin ruh dünyasına olumlu etkide bulunmaktadır. Daha sonra doğumla birlikte, annenin bebeğiyle tensel teması, onu kucağına alması, hamilelik dönemindeki gibi bebeğiyle konuşması ona güven verir. Tanı- dık bir ses duyduğu için bebek yeni ortama adapte olmakta daha az zorlanır. Bebeklerin ilk aylarda işitme duyuları görme duyularına göre çok daha fazla geliştiği için seslere daha duyarlıdır. Anne sesi de her zaman bebeğe güven verir. Görme duyusunun gelişmeye başladığı dönemlerde (2. aydan sonra) bebek kişileri ayırt etmeye başlar. Bebek anne ve babasını tanıyacağı için bu dönemde onların bebek ile göz teması kurması güven gelişimi için oldukça önemlidir. Çocuğun dil gelişimi ile birlikte sorduğu sorulara anne ve babasının sabırla tatmin edici cevaplar vermesi, ona önem ve değer verildiğini hissettirir. Özellikle ebeveynler, çocuklarının boy hizasına inerek, göz teması kurarak, çocuğu dinler ve anlamaya çalışırlarsa çocuk anne ve babaya sağlıklı bir bağlılık geliştirir. Maalesef bizim kültürümüzde anneler çocuklarının bağlı olmaktan çok bağımlı olmasını tercih ediyorlar. Çocuklarına, bir şeyi başaramadıkları anda müdahale ediyorlar. Bebeğin, ilk adımları atmaya başladığı anda düşeceği zaman hemen tutma eğiliminde oluyorlar. Bu nedenle bağımlı ve güvensiz nesiller yetişiyor. Bunun yerine ani bir düşme durumunda bir anda düşmeyi önlemek yerine, bebeğin hafif bir düşüş sağlayacağı şekilde bir elin bebeği tutması ona güven verecektir. Aynı zamanda başarısız oluşu başarma azmini tazeleyecektir. Bu gibi durumlar sonucunda çocuk sağlıklı güven ve kişilik gelişimine sahip olmaya başlar. Ergenlere gelince... Ergenlik dönemi ise kişiliğin, tutumların ve davranışların büyük ölçüde şekillendiği 0-6 yaş dönemini tamamlayıcı bir dönemdir. Ergenlik; fiziksel ve ruhsal anlamda değişikliklerin yaşandığı, büyüme ve gelişmenin hızlandığı 2 veya 3 yıl süren dönemi kapsar. Ergenlik çocukluktan erişkinliğe geçiş evresidir. Bu yüzden bu dönem aile tarafından diğer dönemler gibi normal karşılanmalıdır. Çoğu anne-baba, çocuklarını başkalarının çocukları ile karşılaştırma eğilimindedirler. Ama ebeveynler şunu bilmelidirler ki her birey kendi içinde bir dünya, bir âlemdir, biriciktir ve öyle değerlendirilmelidir. Bu yüzden her ergen, ergenlik dönemini aynı şekilde geçirmez. Kimisi daha asi ve saldırgan olurken, kimisi daha içedönük ve sakin olabilir. Bu dönemde, ergenin ilgi alanları değişebilir, aileye eleştirel yaklaşabilir, dikkatini toplamada özellikle ders çalışmakta zorlanabilir, en önemlisi birey olduğunun, artık çocuk olmadığının fark edilmesini ister. Ebeveynler yeri gelince “Sen büyüdün artık bunu yapmamalısın” derken, yeri gelince de “Sen daha çocuksun” diyerek, ergenin ikilemde kalmasına sebep olmaktadır. Ergen “Çocuk muyum? Yoksa yetişkin miyim?” sorusu ile baş etmeye çalışmaktadır. Aileler, ergeni bu bocalamadan kurtarmalı, onun yetişkin bir birey olmaya çalıştığını hatırlamalı ve kendisine yardımcı olmalıdırlar. Ebeveynler, öncelikle çocuklarını yargılamak yerine saygı gösterip, anlamaya çalışmalı, aynı dönemlerden kendilerinin de geçmiş olduklarını hatırlamalıdırlar. Diyecekler ki “Bizim zamanımızda ne demek ergenlik depresyonu, bir şamar yer otururduk”. Evet, haklılar fakat her sorun içinde bulunduğu kültür ve zaman diliminde değerlendirilmelidir. Bu şekilde onun özgüven gelişimine katkı sağlamış olurlar. Son olarak ergenlere verilecek en güzel anahtar cümle; “En güzeli evinize ve sevdiklerinize bağlılığınızı sürdürerek, bağımsızlığınızı kazanmanızdır”. Ebeveynlere verilecek en güzel anahtar cümle ise; “Çocuğunuzun evine ve kendinize olan bağlılığını pekiştirmeniz, bağımsızlığına saygı duymanızdır”. aile-ce 22 er şey dört ay önce başlamıştı. O artık eskiden tanıdığı kişi değildi. Uzun süreden bu yana birlikte paylaştıkları bir şey yoktu. Eskiden ara sıra gittikleri ve her seferinde hangi film olacağı konusunda tartıştıkları sinema günlerini bile özlüyordu. İlk olarak dersleri kötüleşmeye başlamıştı. Sonrasında ise oğlunun etrafında tuhaf insanlar görmüştü. Tüm uyarılarına rağmen onların aslında çok iyi kişiler olduğu konusunda oğlu çok emindi. Her zaman yaptığı gibi ona güvenmeyi tercih etmişti. İlk olarak evden izinsiz para almaya başladığında anlamıştı bir şeylerin ters gittiğini. Başlangıçta bir şey bil- Dr. Genco Usta Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Uzmanı miyormuş gibi yaptıysa da her geçen gün evden kaybolanların miktarı da evdeki sorunlar da artıyordu. Son olarak çok sevdiği ölen babasından hatıra kalan fotoğraf makinesini satmıştı. Tüm bunlara rağmen bunları neden yaptığını bilmiyordu…” Hepimizin sınırlı bir çevresi var ve tüm yaşamımızı, bu sınırların ötesindeki yaşamın da bizimkiyle aynı olduğuna inanarak geçiriyoruz. Çoğu kişi için oldukça yabancı bir sorun olan uyuşturucu madde kullanımında bizim sınırlarımızın ötesindeki yaşam ile ilgili veriler oldukça ilginç; ABD verilerine göre 12–17 yaş arasındaki ergenlerin yaklaşık % 25’inde yasa dışı madde kullanımı görülmektedir. Yaklaşık olarak her beş ergenden biri marihuana (esrar) ya da haşhaş kullanmaktadır. 17 yaşına kadar her üç ergenden birinin sigara kullandığı bilinmektedir. ABD’de ergenlerde içki kullanımı üzerine yapılan araştırmalarda 13 yaşındaki erkek çocukların üçte biri, kız çocukların da dörtte birinin en az bir kez içki kullandığı saptanmıştır. Her ne kadar ülkemizde konu ile ilgili net verilere ulaşma imkânı olmasa da her geçen gün uyuşturucu madde kullanımının arttığını söylemek yanlış olmayacaktır. 1. Madde bağımlılığını önlemek ilk adım olmalıdır. Çocuğunuzun kontrolünüzde, sizin bildiğiniz ve güvendiğiniz ortamlarda bulunmasını sağlayınız. Madde ile temasın önlenmesi sonraki aşamalarda ortaya çıkabilecek telafisi zor süreçlerin ortaya çıkmasında çözüm olacaktır. Her geçen gün giderek önemi artan bir konu olan madde bağımlılığı ile ilgili ailelere pek çok görev düşmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalarda en uygun yaklaşımın, baskıdan uzak ancak kontrollü bir ebeveyn tutumu olduğu gösterilmiştir. Bu süreçte ailelerin dikkat etmesi gereken noktalar aşağıda sıralanmıştır: tedavi başarı şansı çok yüksektir. 2. Sıklıkla madde başlangıcının arkadaş çevresi aracılığı ile olduğunu unutmayınız. Madde kullananlardan oluşan bir çevresi olan çocuğun madde kullanımı kolaylaşacaktır. Bu nedenle çocuğunuzun arkadaş çevresini tanıyın. Kimlerle arkadaşlık kurduğunu kontrol edin. 3. Her şey eğitim ile başlar. MadMadde kullanımı ve bağımlıde kullanımı ile ilgili çocuÇocuğunuzun ders ğunuza eğitim verin. Onu lığı ile ilgili pek çok farklı madde kullanımına iteriskten bahsedilebilir. başarısında ani düşme olması, bilecek sorunlara alterAile içi anlaşmazlıklar, natif çözümler sunun. akademik zorluklar, daha öncesinde görülmeyen davradavranım bozuklu4. Ani başlayan değu ve depresyon nışların görülmesi (kavgacılık, hırsızlık ğişiklikleri yakından gibi psikiyatrik bo- vb.), duygu durumunda ani değişiklikler takip edin. Çocuğuzukluklar, ailede ve nuzun ders başarısıngibi sonradan başlayan değişiklikler- da ani düşme olması, arkadaş çevresinde madde kullanımının daha öncesinde göde, madde kullanımı her zaman rülmeyen bulunması, dürtüsel davranışların (fevri) bir yapıya sahip görülmesi (kavgacılık, hırakılda bulundurulmalıdır. olmak ve erken yaşta sigara sızlık vb.), duygu durumunda kullanımı bu risk faktörlerinden ani değişiklikler gibi sonradan başlayan değişikliklerde, madde kullabazılarıdır. Yapılan araştırmalar gençlerin yaşadığı psikiyatrik sorunların da bazen nımı her zaman akılda bulundurulmalıdır. madde kullanımına yol açabildiğini göstermek- 5. Ümitsizliğe kapılmayın. Madde kullanımı ile tedir. Bu gibi durumlarda gençler bu psikiyatrik ilgili bir durum saptandığında ümidinizi her zarahatsızlığın oluşturduğu sıkıntıyı geçici olarak man koruyun. Toplumsal öğretiler ile birlikte gemaddenin erdiği rahatlık ile çözme yolunu ter- nellikle madde bağımlılığı tedavi edilemez gibi cih etmektedir. algılanmasına rağmen, uygun müdahaleler ile 6. Uzmandan yardım alın. Sıklıkla birçok aile böyle bir durumu öğrendiklerinde sorunu aile içerisinde çözmeye çaba gösterir. Bu yaklaşım bazen tedavinin gecikmesi ile sonuçlanabilir. Bu nedenle en uygun yaklaşım, profesyonel destek alarak bu konuda çözüm sağlamaktır. aile-ce 24 Gülşah Akçay Civriz Kadın Psikoloğu - Aile Danışmanı Söz Ola Kese Savası, Söz Ola Kestire Bası Ö nce söz vardı…’ Ahdi Atik’e ithafen rivayet edilen bu cümle her duyuşumda beni derinden etkiler. İnsanı insan yapandır kelimeler… Ağzımızdan çıkan kelimeler çıkmadan önce bizim esirimiz fakat onları serbest bırakır bırakmaz artık geri dönüşü olmayan bir süreç başlar ve kimi zaman sonuç olarak kelimelerimiz bizi köleleştirir. Mevzubahis olan durum aile hayatımız olunca, eşimizle ya da çocuklarımızla olan sözel iletişimimiz, derdimizi doğru ve etkili anlatarak bizi sorunlardan özgürleştirebilirken yanlış ifadelerle bizi sorunlu bir aile hayatına esir de edebiliyor. Bu yazıda sizlerle aile hayatında sözel iletişimde yapılan hataları ve etkili sözel iletişim yolları üzerine bilgi ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle sıkça yaptığımız sözel iletişim hatalarından bahsedecek olursak, bu durumda iki farklı boyutta iletişim hatalarını değerlendirebiliriz. Birinci boyutta, bizim karşımızdaki kişinin bir davranışı nedeniyle yaşadığımız sıkıntıyı ifade ederken düştüğümüz bir üslup hatası olarak “sen mesajları ya da sen dili”ni değerlendirelim. Sen mesajları, karşımızdakini bizi olumsuz etkileyen bir davranışı nedeniyle ‘yargılayarak’, ‘eleştirerek’ yaptığımız sorun tespitlerinde düştüğümüz bir hatadır. Örneğin, ‘ben mutfakta yemek yaparken çocuklar birbirleriyle tartıştığında sanki hiç umurunda değilmiş gibi yerinden bile kalkmıyorsun, elindeki gazeteyi okumaya devam ediyorsun!’ gibi, eşinden beklentisini ifade etmek için sitemkâr bir şekilde sözel iletişime başvuran bir hanımefendi hiç farkında olmadan eşini öncelikle umursamazlıkla itham ederek sen dili kullanma hatası yapmıştır. Tabii olarak, bu cümleyi duyan beyefendinin nasıl bir tepkiyle eşine karşılık vereceğini az çok hepiniz tahmin edebilirsiniz. Önce kendini savunmaya başlayan beyefendinin getirdiği argümanlar birkaç dakika içinde asıl meselenin unutulup konunun dallanıp budaklanmasına ve sonuçta hiçbir çözüme ulaşılamamasına sebep olur ve üstüne üstlük iki tarafta da öfke ve incinme ortaya çıkar. Sen dili, üzüm yemek yerine bağcıyı dövmektir aslında. Bu nedenle aile içinde etkili bir sözel iletişime adım atmak için karşımızdakini yargılama ve eleştirme hatasına düşmeden derdimizi ifade etmemiz çok önemlidir. Bunu başarmak için kul- lanmamız gereken üsluba ‘ben dili/ben mesajları’ diyoruz. Ben dili’nde karşımızdakine iletmek istediğimiz mesajlar, onun tavrı ya da davranışı karşısında bizim nasıl etkilendiğimiz, ne hissettiğimiz konusunda genelleme, yargılama ve eleştirmeye girmeden onu bilgilendirmeyi içermelidir. Örneğin, ‘Ben mutfakta yemek yaparken çocukların aralarındaki tartışmalar esnasında gazete okumaya devam ettiğin zaman ben işimi bırakıp onlarla ilgilenmek durumunda kalıyorum. Bu durumda işleri bitirmem zorlaşıyor.’ şeklindeki bir cümle karşımızdakine sadece sorunun ne olduğunu söyler, bize neye mal olduğundan haber verir ve bizimle empati kurması için karşımızdakine bir kapı açar. Bu şekilde kendi derdimizi, karşımızdakini incitip savunmaya itmeden, doğru bir üslupla anlatarak kendi üzerimize düşen görevi yapmış oluruz. Bununla birlikte şunu gözden kaçırmamakta fayda var; ben dili ile kendi problemimizi anlatmamız daima karşımızdakinin beklentimiz doğrultusunda hareket etmesi ile sonuçlanmayabilir; çünkü bizim değerlendirmemiz, sadece bizim gözümüzden olayın nasıl göründüğü ile ilgilidir. Bu durumda biz, sorun olarak tanımladığımız fakat karşımızdakinin davranışını açıklayabilecek önemli bir noktayı kaçırıyorsak eğer doğru üslupla sorunu anlatarak onu anlamak için de çok önemli bir adım atmış oluruz. Örnek; ‘Evet, senin işini bırakıp onlara müdahale ettiğini görüyorum fakat ben çocukların sorunlarını kendi aralarında çözebilmeleri için bu tartışmalara müdahale etmek istemiyorum. Sence bu konuda nasıl davranmalıyız? Görüldüğü gibi, sorunu doğru bir üslupla ifade eden kişi, karşılığında eşi ile arasındaki görüş farklılığını ortaya çıkarabilir ve böylece bir yanlış anlaşılma hatasından Sen dili, üzüm yemek yerine bağcıyı dövmektir aslında. Bu nedenle aile içinde etkili bir sözel iletişime adım atmak için karşımızdakini yargılama ve eleştirme hatasına düşmeden derdimizi ifade etmemiz çok önemlidir. dönülerek, çocuk eğitiminde nasıl davranılmalı konusu üzerinde bir istişareye adım atılabilir.’ Aile içinde sözel iletişimde yapılan hataların bir kısmı da karşımızdaki kişi, yani eşimiz ya da çocuklarımız sorun yaşadığında ortaya çıkar. Biz, toplumsal olarak, sorun yaşayan birine acilen yardım etme, onun derdine derman bulma eğilimindeyiz. Bu nedenle, karşımızdakinin sorunu olduğunu anladığımızda onun anlatmadığı şeyler de olabileceğini düşünüp ‘zihin okuma’ yaparak ona ‘nasihat etme’, ‘nutuk çekme’, ‘akıl verme’ veya davranışı nedeniyle onu ‘eleştirme’ veya ‘azarlama’ gibi hatalara düşebilmekteyiz. Karşımızdaki konuşmakta isteksizse sürekli konuşabilmekte veya karşımızdaki çokça konuşuyorsa hiç cevap vermeden sessizce dinleyebilmekteyiz. Maalesef tüm bu yaklaşımlar yanlış teknikler sınıfında yer almaktadır. Sorunu olan kişiye karşı ‘etkin dinleme’ ile yaklaşmalıyız, yani burada söz bizde değil derdi olandadır. Bize düşen görev; dinlemek, anlamaya çalışmak ve bir ayna gibi anladıklarımızı ona geri yansıtmaktır. İşte bu durumda, eşimiz ya da çocuğumuz anlaşılma duygusunun rahatlığı ile sorununu çözmek için kendi yolunu bulur. Karşımızdakinin sorunu bizimle ise, bizim sorunu anlamamız zaten çözümün yarısıdır. Bu nedenle kelimelerle dokuduğumuz cümleler hepimiz için çok önemli. Toplumsal yapının mihenk taşı olan aile hayatına baktığımızda, bazen bir cümlenin yıllar boyunca bizi motive ettiği bazen de bir cümlenin içimizde hiç dinmeyen bir yara gibi kanayıp durduğu vakidir. söyleşi 26 Fatih Koca ile Söyleşi 1971’de Amasya’da doğan Fatih Koca, 1983’te Amasya Büyük Ağa Medresesi’nde hafızlığını tamamladı. Musikiye küçük yaşta dedesinin teşvikleriyle başladı... 1999’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu… Akademisyenliğinin yanı sıra neyzen ve kasidehan olan Fatih Hoca ile Aile dergisi okuyucularımız için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik… Mehmet Çilek “Hafız olmak büyük bir şereftir. Ama o şerefin hemen karşısında büyük bir sorumluluk vardır. Yani o şerefe nail olmak büyük bir şeydir ama onu muhafaza etmek, sorumluluk bilincinde olmak demektir.” Fatih hocam, ülkemizde Türk Din ve Tasavvuf Musikisi icra eden sanatçılardan birisiniz, aynı zamanda Ankara İlahiyat Fakültesi Türk Din Musikisi Kürsüsünde öğretim üyesisiniz. Biz öncelikle sahip olduğunuz bu başarının sırrını sormak istiyoruz size... Başarı her zaman Allah’tandır. Meselenin Yüce Rabbimizin vermiş olduğu nimetlere şükretmekten geçtiğine inanan birisiyim ben. Hafızlık hocalarım Seyit Ahmet Fırat ve İsmail Batman her zaman şunu söylerdi bize: “Oğlum, eğer toplumda bir yerlerde olayım; insanların gönüllerinde yerim olsun diyorsanız kesinlikle Kur’an’dan ayrılmayın.” Şayet toplum nezdinde bu manada bir yerimiz varsa bu hep ucundan köşesinden bir yerlerden Kur’an’a hizmet etmemiz sebebiyledir. Kur’an’a hizmet edeni Allah toplumun gönlünde muhakkak bir yer edindiriyor. Dedemin imam olması hasebiyle küçüklüğüm hep camide geçti. Ne zaman tatile köye gitsem dedemi sürekli birilerini okuturken buluyordum. Dedem benim ilgili olduğumu görünce müezzinlik yaptırmaya, Kur’an ve ilahi okutmaya başladı. Beni bırakmadı. Bendeki kabiliyeti görüp elimden tutan ilk kişi dedemdir diyebilirim. Çekirdekten yetişmek derler ya. Benimki de öyle oldu. Fıtraten de ses güzelliği olunca bugünlere kadar geldik işte. Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş olmanız nasıl bir mana derinliği arz etmekte, anlatabilir misiniz? Hafız olmak büyük bir şereftir. Ama o şerefin hemen karşısında büyük bir sorumluluk vardır. Yani o şerefe nail olmak büyük bir şeydir ama onu muhafaza etmek, sorumluluk bilincinde olmak demektir. Allah’a şükürler olsun ehil ellerde Kur’an öğrenip hıfzettim. Hafızlıktan sonra hemen medreseden ayrılmadım. İmam hatip lisesine giderken de medresede belletmenlik yapıyor, hafız yetiştiriyordum. Öğrencilerimizin başında onlara örnek olmaya çalışıyordum hep. Burada hem Kur’an’la hem de müzikle meşguliyetim devam etti. Sonra Arapça dersleri aldım Kur’an’ı anlamak için. Kıraat, talim, tecvit onların hepsini hocalarımız veriyorlardı. Allah hepsinden razı olsun. Vefat edenlere Allah rahmet eylesin. Bir Müslüman nasıl olması gerekiyorsa o şekilde yetişmemiz için hocalarımız çok gayret sarf etmişlerdir. Hafızlık sizin için ne anlam ifade ediyor derseniz, ben hayatımı gücümün yettiğince yukarıda saymış olduğum minval üzere devam ettirmeye çalışıyorum. Onun bilincindeyim. Allah günahlarımızı affeylesin diyorum… Gücümüz yetiyor ancak nefis çekiyor bazen bir kenara… Allah bizleri muhafaza eylesin. Konu hafızlık ve öğrencilik yıllarınızdan açılmışken Fatih Hocam; bu yıllara dair aklınızda yer etmiş anılarınızdan birini bizimle paylaşmak ister misiniz? Unutamadığım o kadar çok anım var ki… Hangisini anlatayım. Yalnız bir tanesini hiç unutamıyorum. Türkiye çapında düzenlenecek olan Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma yarışmasına katılmak üzere Amasya’yı temsilen bir öğrenci seçilecekti. Bu yarışmaya, kursumuzdan güzel Kur’an okuyan üç arkadaşım katılacağından ben yedekte kalmıştım. Yalnız, yarışma günü camiye gitmiş, minber kenarında bir yerde oturmuş olanları izliyordum. Yarışma bitti; sonucu açıklamak üzere o dönemin Amasya müftüsü Hüseyin Çınar Hoca ayağa kalktı. Birden kenarda beni gördü ve şaşkın bir ifadeyle: “Fatih sen yok musun?” dedi. (Hüseyin Hoca beni, kursumuzu ziyarete geldiğinde müezzinlik yapmamdan tanır, sesimi beğenirdi. Biz ilahiler okurduk, o da dinlerdi. İsmimi de orada öğrenmişti.) Cemaate ve jüriye Fatih de okusa olmaz mı? dedi. Herkes gelen teklifi kabul edince ben yerimden heyecanla kalktım, kürsüye çıktım ve okumaya başladım... Gözlerimi aralarda açıyordum ve yaşlıların ağladığını görüyordum. Hüseyin Hoca birinciyi açıklamak için ayağa kalktı ve birden “Fatih Koca” dedi. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Yarışmadan sonra hafızlık arkadaşım Hüseyin Kula beni orada omuzlarına aldı ve Sultan Beyazıt Camii’nden kursa kadar taşıdı. Hiç unutmam o anı. Bu bana bir aşk verdi, bir şevk verdi anlatamam. Hayatımı bu minval üzere devam ettirmem hususunda bir karardı aslında o gün benim için. Tabi benim birinci olduğum haberi dedemlere sonradan ulaşmıştı. Yarışmaya katılacağımı bilseler izlemeye gelirlerdi… Konuyla alakalı şunu da eklemek istiyorum. Dedemin hocası vardı. “Koca imam” derlerdi ona. Son yıllarını dedemin yanında geçirdi. Dedem hep bakmıştı ona. Dedeme zamanında; “Oğlum Allah sana öyle güzel günler göstersin. İşte bu Hayrullah Hoca desinler. Seni parmakla gösterecekleri günler de olsun” diye dua edermiş... Dedem bana derdi ki “Oğlum işte bak biz hizmet ettik büyüklere… Hocam bana dua etti ve çok şükür bu duayı, Allah seninle nasip etti bana...” Dışarı çıkıyorum bir camide veya farklı bir yerde parmakla göstererek diyorlar ki; “Hayrullah Hoca bu işte! Fatih’in, şu Kur’an yarışmasında birinci olan çocuk var ya, işte o çocuğun dedesi bu, diyerek beni gösteriyorlar” derdi. Hasılı bunun Kur’an’a hizmetin, büyüğe saygının ve iyi niyetin sonucu olduğunu düşünüyorum. söyleşi 28 Çocukluk ve gençlik yıllarınız Amasya’da geçti... Bizlere musiki eğiliminizin başladığı bu yıllardan ve ney’le tanışma hikâyenizden bahsedebilir misiniz? Çocukluğumda elektrik ve televizyon yoktu bizim köyde. Dedemin radyosu vardı. Sabah namazından sonra ve özellikle ramazanlarda enstrümantal müzik çalınırdı. Aka Gündüz Kutlay, Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, Ahmet Hatiboğlu, Ekrem Vural gibi isimlerden eserler dinlerdim. İlk ney sesini orada duydum. Dedeme neyin nasıl bir şey olduğunu sormuştum. O da bana kamıştan ney gibi üflemeli çalgılar yapardı. Adeta köyün kavalcısı olmuştum. Köylüler çağırıp çalmamı isterlerdi. Ben onlara çalardım. Herkesi kahkahaya boğardı benim yaptıklarım. Neyle ilk tanışmam şu an konservatuarda hoca olan Ramazan Kamiloğlu ile oldu. Hafızlık yaptığım kursu ziyarete geldiğinde onu ney üflerken gördüm. Benim merakımı görünce dört beş günlüğüne bana verdi kendi neyini. Radyodan dinlediğim neyi ilk kez orada görmüştüm, elime alıp üflemeye çalışmıştım. Dedemin, anne ve babamın teşviklerini unutmam mümkün değil. Onlar da hep destek verdiler bana. Amasya’da neyzen Osman Yıldız Hocamla tanıştırdılar, onun evine derse gittim. Hocam bendeki isteği görünce bana hemen iki günün içinde elektrik borusundan ney yaptı. Nerde ney yaptırıyorsun o zaman. Ney yapımcısı mı var? Tam iki yıl o boruyla üfledim ben. Sonra İstanbul’dan Amasya’ya halamın oğlu ve eniştem ney gönderdiler... Sonra ben o neyi bir konserimde Amasya müzesine hediye ettim, sergileniyor şu an. Müzelik olduk yani… Ney’le olan muhabbetinizi bir defasında; “İlk defa bir sese âşık oldum, bu da ney sesiydi” sözleriyle ifade etmişsiniz... Mevlana der ki, ney bir mürşidi kâmildir. O mürşidi kâmilin size ifade ettiği, Allah’a götüren yol ne ise o yol üzere devam edin der. Ben ney sesinden gayrimeşru bir duygu hiçbir zaman için almadım. Allah’ı ve peygamberi hatırlatmayan bir ses almadım. Herhâlde bundan olsa gerek, ney benim hayatımla bütünleşmiş. Ney’siz geçirebileceğim bir günüm olmadığını belirtmek isterim. Çünkü ney benim için bir arkadaştır. Çünkü musiki, eğer iyi kullanırsanız insanı kötü şeylerden muhafaza eder. Bir insan fıtraten kızgın olabilir veya çok hüzünlü olabilir. Bunlardan kurtulmanın yolu “neydir, ney sesidir” derim. Evimde arabamda fakültede odamda da neyim vardır. Alırsın eline biraz ney üflersin, o kızgınlık ya da hüzün yok oluverir. Ney’siz geçirebileceğim bir günüm olmadığını belirtmek isterim. Çünkü ney benim için bir arkadaştır. Çünkü musiki, eğer iyi kullanırsanız insanı kötü şeylerden muhafaza eder. Bir insan fıtraten kızgın olabilir veya çok hüzünlü olabilir. Bunlardan kurtulmanın yolu “neydir, ney sesidir” derim. Şu an Diyanet TV’de “Bad-ı Saba” programınız devam ediyor… Beni ulusal manada televizyona teşvik eden 2003 yılından itibaren Mehmet Görmez Hocamız olmuştur. O yıllarda TRT 1 ekranlarında İslam’ın Aydınlığında programı vardı. Tam beş yıl boyunca bu programda TRT repertuarından dini musiki eserleri seslendirdim. Çok güzel bir hizmet olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Evet, “Bad-ı Saba” devam ediyor… Bugün yetmiş küsur program olmuş… Tasavvuf ve Cami Musikisi konularını -camiden çıkmışız, bir çay söylemişiz caminin kenarında şeklinde- sohbet tadında götürüyoruz. Anadolu’nun farklı yerlerine de götürmek istiyorum inşallah programımızı… Bu çalışmaları dini musikimize bir hizmet olarak görüyorum. Bu hizmetin içinde olduğum için de kendimi hep mutlu hissediyorum, Allah’a şükrediyorum. Bugünün gençlerine neler tavsiye etmek istersiniz… Bu noktada ailelere düşen sorumluluklardan da bahsedebiliriz… Her Müslümanın bir enstrümanla meşgul olmasını tavsiye edebilirim. Özellikle çocukluktan gençliğe geçiş ve gençlik dönemlerinde anne babalara tavsiyem çocuklarını bir sanatla meşgul olmaya teşvik etmeleridir. Ney, gitar, bağlama hiç fark etmez. Hat veya resim de olabilir. Çocukların enerjilerini güzel sanatlara harcamaları onların fiziksel, ahlaki ve manevi gelişimlerine kesinlikle katkıda bulunacaktır. Oğlum Furkan’da ve etrafımdaki ailelerin çocuklarında görüyorum ben müziğin olumlu katkısını. Ama neyin ayrı bir felsefesi var. Neyle meşgul olanlar eğer onun felsefesini iyi algılıyorsa daha da bir farklı oluyor. Gençlere tavsiyem ya güzel sanatlardan biriyle meşgul olsunlar ya da sanat müziği, tasavvuf müziği icrası yapılan bir koroya katılsınlar. Gün içerisinde yapmış olduğunuz, dilinize, gönlünüze aşina olan bir duayı bizimle paylaşmak ister misiniz? Bismillahirrahmanirrahim. Bundan büyük dua mı var? Ama en çok namazlarımın sonunda yaptığım dua “Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahil azim.” Bu duayı hiçbir zaman eksik etmem ben, benim virdimdir bu. Zaten son dört yıldır uğraştığım doktora tezim olan “salatü selam” ayrı bir repertuar oldu. Musiki eşliğinde salatü selam ile Peygamber Efendimizi o güzel nağmelerle anmak da ayrı bir şey. hayatın içinden 30 Gülşah Nezaket Maraşlı Yönetmen-Yazar Aileye Hükmeden Dizi Çocukları Dizilerde görülen çocuk karakterler, bize ve kültürümüze yabancı, giyinişiyle, konuşmasıyla, bakışıyla, duruşuyla sokakta gördüğümüz çocuklardan çok farklı. Sanki yabancı film izler gibi izliyoruz bu tuhaf karakterleri. Ç ocuklarımızla ilgili yazılı ve görsel basında ne yapılırsa yapılsın, muhakkak pedagoglar ve psikologlardan yardım alınarak, danışılarak yapılmalı… Ancak ne yazık ki bir türlü buna dikkatimizi veremiyoruz. Özellikle çocuklar tarafından çok izlenen diziler, bu bakımdan büyük önem teşkil etmektedir. En başta çocuklara ve gençlere yönelik dizilerin, onların yaşlarına uygun olup olmadığına karar verilmelidir. Eğer uygun ise dizide kullanılan konudan, karakterlerin oluşumuna hatta dekoruna kadar malzemelerin, çocuklarımızın içinde yaşadıkları kültüre, geleneğe ve günün şartlarına uygunluğuna dikkat edilmelidir. Fakat bugün yayınlanan dizilere baktığımızda, üstelik hiç istisnasız, hemen her şeyin gündelik hayattan çok farklı gösterildiğine şahit oluyoruz. Bunların içinde en önemlisi de dizilerdeki çocuk karakterlerin işleniş şekli. Dizilerde görülen çocuk karakterler, bize ve kültürümüze yabancı, giyinişiyle, konuşmasıyla, bakı- şıyla, duruşuyla sokakta gördüğümüz çocuklardan çok farklı. Sanki yabancı film izler gibi izliyoruz bu tuhaf karakterleri. Çocuk karakterlerin görünümleri, giyimleri, konuşma farklılıkları bir yana, en tehlikeli olan kısmı, bu çocukların dizilerde ailelerini kendilerinin yönetmesi, âdeta emirleri altına almaları. Tehlikeli diyoruz, çünkü TV’de görülen her şey “rol model” olarak alınıyor, bundan da en fazla çocuklarımız etkileniyor. Ve bu dizilerde çocuklar, ailelerinin üzerinde nasıl yaptırım uygulayabileceklerini öğreniyorlar, aileler de maalesef buna izin veriyor. Yahut seçim yapmadan çocuklarına TV dizilerini seyrettiren aileler, çocuklarındaki değişimin ya hiç farkına varmıyor ya da çocuklarındaki yabancılaşmaya karşı ne yapacaklarını bilemeyerek çaresiz kalıyorlar. Dizilerdeki çocuk karakterlerin hikâyeleri, öncelikle ailelerinin, hayatı ve aile düzenlerini çocuklarından ibaret olarak görmesiyle başlıyor. Dizi ailesinde çocuk “her şey”den biraz fazla önem kazanan bir ferttir. Bu durum, senaryoyu köpürtmek adına yapılan en büyük hatadır ki, mümkün olduğunca abartılır. Dolayısıyla çocuk karakter, ailenin kendisinden ne olursa olsun asla vazgeçmeyeceğinin kendisine kul köle olduğunun bilincindedir. Diğer karakterlere de bu bilinçle yaklaşır. Bir dediği iki edilmeyen dizi ailesinde, çocuk, istediği her şeyi elde edebilmenin lüksü içindedir. Aksi asla düşünülemez. Çocuk, küçük bir krallık kurmuşçasına aileyi kendisi yönetir. Anne-baba ve diğer bireyler de bu krallığa koşulsuz bağlı fertler olarak çocuğun her lafını dinler, onun dediklerine göre hareket eder, ailenin yaşayış düzenini çocuğa göre uyarlar. Dizilerde bu çocuk karakterler, ailenin nasıl yaşayacağına kendileri karar verirler. Aile de çocuğun istediği gibi davranmaya özen gösterir. Çocuk yaşı kaç olursa olsun, mesela beş yaşındaki bir karakterin yetmiş yaşındaki dedesini yönettiğini, sözünü dinlettiğini de görmekteyiz. Çocuk dizilerinde ailenin durumu da feci bir hâldedir. Aile, bütün ilişkilerini çocuklarına göre düzenler. Hayat onlar için, yalnızca çocuklardan ve onların isteklerini en yüksek seviyede yerine getirmekten ibarettir. Ve ailenin büyük fertleri, çocukları tarafından yönetilmekten memnun, mesutturlar. Çocuk dizilerinde zirvede yaşanan bu durum, geleneksel ailenin yapısına uymamakla birlikte, aile yapısına yeni bir örnekleme sunmaktadır. Bu da aileler için olduğu kadar, bir başına ve tek bir fert olarak hareket etmeye alıştırılan çocuklarımız için fevkalade yanlış model olmaktadır. En kısa sürede bu “yanlış modellemenin” önü alınmalı, uzmanlar tarafından çocuk dizileri acilen gözden geçirilmelidir. Evet, ailede çocuğun yerine kıymet biçilemez, işte bunun için geleceğe hazırladığımız çocuklarımızın yanlış yönlendirilerek yanlış yetişmelerinin önüne geçilmelidir. hayatın içinden 32 Zeynep Ulviye Özkan DİB Çocuk ve Gençlik Kitapları Editörü Eyvah, Çocugum Kitapları Sevmiyor! Ç ocuk: İs-te-mi-yo-ruuummm! Kitap okumayı sevmiyorum. Anne: Ama neden yavrum? Bak beni çok üzüyorsun… Çocuk: Çünkü kitap okumak çok sıkıcı… Anne: Neden öyle diyorsun, kitap okumak faydalıdır, bize güzel bilgiler verir, kitap iyidir, hoştur… Aranızda bu ve benzeri diyalogları yaşayan var mı? Ya da şöyle sorayım, aranızda bu ve benzeri diyalogları yaşamayan var mı? Hepimiz biliriz, çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak deveye hendek atlatmaktan zordur. Sahi çocuklar kitapları gerçekten sevmezler mi? Bu son sorunun cevabını aslında hepimiz çok iyi biliyoruz. Söyler misiniz, siz çocukluğunuzda kitap okumayı ne kadar seviyordunuz? Şahsen ben yılların çocuk yayıncısı olarak söylüyorum, çocukken kitap okumayı son derece sıkıcı bulur, okumak istediğim hâlde elime kitabı alır “ooofff, ne sıkıcı” der geri bırakırdım. Ya da okurdum ama sonunda “ne anlattı ki bu” der, hiçbir şey anlamadığımı kendime itiraf ederdim. Çok nadirdir severek okuduğum bir kitaba rastladığım. Belki bu benim şanssızlığımdı, bilemiyorum. Maalesef çocukluğumda iyi kitaplarla tanışamadım. Şimdi ise büyüdüm, tek derdim çocuklar iyi kitaplarla tanışsınlar ve çok güzel kitaplar okusunlar… Ve o meşhur “ülkemizde kitap okuma oranı düşük” klişesinden de kurtulalım. mak size düşüyor. Onunla konuşun, masallar anlatın, elinize sevdiğiniz bir kitabı alın ve bebeğiniz sizi dinliyormuşçasına okuyun. Bu, bebek doğmadan önce size pratik kazandıracak bir uygulamadır. Böylece bebeğiniz doğduktan sonra daha kolay adapte olabilirsiniz sürece. Evet, bebeğimiz doğacak, odası hazırlandı. Kızsa pespembe, erkekse masmavi bir oda çoktan dizayn edildi bile. Yatağı, dolabı, kıyafetleri, oyuncakları… Peki ya kitaplığı? Çocuk doğmadan ona ait bir kitaplık olsa, büyüdükçe kolayca erişebileceği bir kütüphane… Ne güzel olurdu… Siz yetişkinler, lütfen çocukluEveeet, bebeğimiz doğdu, şimğunuza dönün ve kitapla di ne yapacağız? İlk iş birHepimiz biliriz, olan ilişkinizi bir gözden kaç ay anne ve bebek geçirin. Kitap okumayı arasında tanışma ve çocuklara kitap okuma sever miydiniz? Hangi sevgi yumağı olma alışkanlığı kazandırmak kitapları severdiniz? Kihâllerinden sonra, katap okurken ne hayal liteli malzemeden üredeveye hendek atlatmaktan ederdiniz? Elinizdeki tilmiş bebek kitapları kitap nasıl olsaydı da alın. Çocuğunuzun elle zordur. Sahi çocuklar siz onu keyifle okuyatutup kavrama becerisi kitapları gerçekten sevbilseydiniz? İşte o yaşlara geliştikten sonra bebek inebildiğinizde bütün bu sokitapları alınabilir. Kenarları mezler mi? ruların yanıtını da bulmuş olaoval kesimli, yumuşak baskıcaksınız. Lütfen azıcık, yetişkinlerin lı, mümkünse kumaş kitaplar tercih o çok yüksek penceresinden bakmayı bırakıp edin. Banyo kitapları da bu süreçte idealdir. çocukça düşünün ve çocuğunuzun ne hissettiÇocuğunuzun küvetine oyuncak ördek ve ğini anlamaya çalışın. Bunu başarabildiyseniz, benzeri bilumum oyuncak koyacağınıza zaartık yazımızın asıl kısmına geçebiliriz demekrarsız plastikten üretilmiş, oyuncak görünümtir. lü banyo kitaplarını tercih edebilirsiniz. Bu Kitapları seven, kitap okuma alışkanlığı özelliklerdeki kitapları bebek yırtamaz, ağzına olan bir çocuğunuz mu olsun istiyorsunuz? götürse de kaliteli malzemeden üretildiği için Bekârlara sesleniyorum. Evleneceğiniz kişiyi bebeğinize zarar vermez. Bebek kitapları geiyi seçin. Ne o? İlginç mi geldi? Emin olun çok nelde sadece resimden oluşur. Nadiren metin doğru bir şey söylüyorum. Çocuk, kitap oku- yer alır, o da bir-iki kelime yahut kısa cümleyan bir anne ve baba görmezse kolay kolay ciklerden oluşur. Emin olun bu onun için çok kitap okuru olamıyor. anlamlı bir girişim olacak. Velev ki evlendiniz ve bebek bekliyorsunuz. O vakit acele edin, çocuğunuzla kitapları tanıştırmanın ilk adımı anne karnında atılır. Bebek anne karnındayken kitapla arasında ilişki kur- Çocuğumuz büyüdükçe kitaplar çeşitlenecek ve biz bu konuda ona nasıl yardımcı oluruz diyorsanız bir sonraki yazımızı merakla bekleyebilirsiniz, hiç sakıncası yok bizim için… gurbetten notlar 34 Yrd. Doç. Dr. Mustafa Koç Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi k: a lm O e il A e d e lk Ü ir B ı c Yaban ı? m k lı k a s t u T a s k o Y Özgürlük mü ilmesinin elbette bilmesinin veya kalab ola e ail i pılarındak oldukça zor bir durum Türk ve Avrupa Aile Ya ki imkânsız değil, fakat durumda Avrupa’nın çeFarklılıklar olduğu bilinmelidir. Bu tçi Türk aileleri, dil, din, kültür, ge- şitli ülkelerinde yaşayan gurbe de rin ele ülk itli çeş ın besleDünyan ekonomik kendi dinsel ve kültürel değerlerinden syo so ve zı tar şam ya , lenek, görenek benimseyebilirlerse, sal faktörlerden dolayı nen bilinçli ‘aile politikaları’ şam ya itli çeş i gib r tla şar içinde yalıklar ortaya çık- kendi değerlerine yabancılaşmadan klı far zı ba da sın ara arı aile yapıl hayatlarını devam rak Türk ve Avrupa aile- şadıkları Avrupa ülkelerinde mıştır. Buna paralel ola birtakım farklılıklar söz ettirebilirler. leri arasında da önemli a içinde yaşadıkları ülkonusudur. Entegrasyon yaklaşımıyl ayı beceyle özetlenebilir: keye psikososyal açıdan uyum sağlam şö lar lık klı far bu n ile Sözü ed sonraki süreçte a Avrupa’ya göre evlilik rebilen göçmen ailelerin daha (a) Türk toplum yapısınd u ise, sahip olla; buna karşılık boşan ihtiyaç duyacakları en önemli olg faz ça uk old len hâ nı ora ve doğrk ailelerinin ço- dukları bu entegrasyon sürecini sağlıklı Tü (b) r; ktü şü dü da rı ma oranla noktada da rden daha fazladır; (c) ru kanallarla besleme ihtiyacıdır. Bu cuk sayısı, Avrupalı ailele göçmen bir ların sosyal hayattaki akla ilk olarak, yurt dışında yaşayan dın ka ki rde ele ail alı Avrup çlendirmesi elerinden daha fazladır; ailenin dinî değerler ile ilişkisini gü çalışma oranları, Türk ail rt dışı teşa evlilik dışı birliktelik- gelir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yu (d) Aile olgusunun dışınd an Türkiye tiplerinin oranı Avrupa kilatı kapsamında, yurt dışında yaşay ler gibi farklı birliktelik yö ır; n ailelere nelik çok undan daha fazlad mhuriyeti vatandaşı ola Cu toplumunda, Türk toplum ri buluna, aile üyelerinden yaş- önemli dinî ve sosyal içerikli hizmetle (e) Türk toplum yapısınd şayan göçrumsal yaşam merkezle maktadır. Dolayısıyla yurt dışında ya lıların huzurevi gibi ku hizmetlerin farkında ola a’dan daha düşüktür. men aileler mutlaka bu rinde yaşama oranı Avrup r. ma yoluna gitmelidirle i Ailesi Olabil- rak bunlardan yararlan etç rb Gu de ke Ül Bir lojik yıpranma ve Yabancı yapabilen ailelerde psiko nu Bu ek ilm ğılması mek veya Kalab ayacağı için bir ailenin da olm r ele lm zü çö e bilgilerden hareketl olgusu da kolaylıkla Şimdi, yukarıdaki teorik lamına gelen boşanma an e ed ülk bir ı aile dinî dedan yabanc mayacak demektir. Eğer, çık a psikososyal uyum açısın ay ort ek ilm an içeribilmek veya kalab ini sıcak tutamazsa, zam kis iliş ile gurbetçi Türk ailesi ola r rle ğe ha ayrıntılı analizler ya ğu zaman da vafarkına vararak veya ço konusu üzerinde biraz da de sin ı nc ba ya n psikolojik ve sosyal açıda içinde yaşadığı ülkenin k pılabilir. Öncelikle, psiko ara ay ram llî mi enin kendine özgü e uyacak ve giderek bir ülkede, gurbetçi ail syoekonomik değerlerin so , nın ası şam ya k inden koparak koruyara ait olan değerler sistem ve dinî hassasiyetlerini ine nd ke rle rle ğe de n getirdiği yani ait olduğu kültürde kaçınılmaz bir biçimde asimilasyon sürecine gi(b) Özellikle yurt dışınd recektir. Yani, içinde ya a doğup büyüyen ikinc şadığı Batı toplumu gib i, i üçüncü ve daha so her geçen gün giderek nraki kuşak göçmen ço daha fazla sekülerleşecek cu kla rın karşı karşıya kaldıkla ve kendi ailesel dinam rı en büyük problem, ya iklerini kuşatan değerle r, şadıkları sosyal çevrede kutsaldan sekülere doğru gelecekteki hayatları içi negatif yönde bir seyir n kendilerine örnek alabil izleyecektir. ecekleri ‘rol modeller’in olmamasıdır. Bu türden göçmen ailelerin çocukGurbetçi Ailelerimize Altın Öğütler larının yüksek eğitim alamadıkları için, içind e İşte bu bağlamda, yaba ncı bir ülkede kendi de yaşadığı ülkenin önemli makam ve mevkileri ile - saygınlık gö ğerleriyle gurbetçi ailesi ren mesleklerde yeteri olabilme ve kalabilmekadar yer alamamalarının en temel seb nin anlamı ve önemi üz ebi budur. Bu nedenle erine –yukarıda– yapılan ailelerin çocuklarına ya değerlendirmeler ışığın kın veya uzak çevreden da bu ailelere pratik ka p- mutlaka bir rol samda şu önerilerde bu model bulmaları gerekme lunulabilir: ktedir. (c) Yurt dışında yaşayan (a) Aile üyelerinden an ailelerin günlük yaşamlane babalar, kendileri ve rı içerisinde birbirleriyle çocukları için Diyanet ku rdukları sosyal ilişkiler İşleri Başkanlığı’nın yu rt- çok zayıf olduğundan dışı teşkilatı bünyesind do lay ı cami veya dernek e Din Hizmetleri Müşa- me rkezli mutlaka bu sosya virlikleri veya Ataşelikler l ilişkilerini güçlendii kanalıyla üretilen din recek sosyal içerikli projeler üre hizmetlerinden en üst tilmelidir. düzeyde yararlanmalıd ır. (d) Ai Böylelikle, yurt dışında lel er, ço cu kla rına mutlaka kendi ana çeşitli dernek ve vakıf dilleri, larla işbirliği içerisinde yürütülen bu hizmetlerin dinleri ve kültürleriyle ilgili temel eğitimler ini üretildiği camiler/mesc zamanında aldırmalıdır itler veya dernekler, bu lar. Bu bağlamda, dil ve dinin, bir kültürün iki ön aileler için güvenli liman emli taşıyıcı unsuru ollar olacaktır. duğu asla unutulmamalı dır. evimiz 36 E vimiz köşesinde bu ay, hayatımızın her anında kalbimizin ritmini tutarmışçasına bizimle beraber olan “çay” içeceğini, geleneksel kültürümüzün yol göstericiliğinde kelimelere, satırlara sığdırmaya çalışacağız. Medeniyetlerin Doğuşu “Çay”la Başlar Günümüzden yaklaşık beş bin yıl kadar önce Çin’de keşfedilerek insanlığın ilk içeceklerinden biri olmayı başarmış çay, geçmişi çok eskilere uzanan pek çok medeniyet tarafından özenle yetiştirilmiş, narin, hoş kokulu özel bir bitkidir. Yüzyıllar boyunca, demleme usulleri ve çeşitliliği bakımından farklı coğrafyalarda tüketile gelmiş çayın, 19. asır itibariyle Türk kültürüne yerleşmesi ve akabinde kendine özgü kimlik kazanması, şüphesiz tesadüfi bir durum değildir. İpek yolu Merve Gül Olgun aracılığıyla ülkemiz topraklarına gelen çayın, kültürümüzce dünyanın hiçbir yerinde benzerine rastlayamayacağınız türden bir olguyla -sosyal hayattaki yerini doldurulamayacak şekilde sağlamlaştırması- kısacası sanatta, edebiyatta, deyimlerde ve birçok alanda bir “kültür ögesi” olarak kendini göstermesi, başlı başına bir zenginlik kaynağımızdır diyebiliriz. “Çay İçiyoruz” Mutlu Bir Sessizlik İçinde… Kimi zaman çiseleyen bahar kokulu bir yağmurun, kimi zaman lapa lapa yağan bir karın tam ortasında düşer aklımıza onun yokluğu… Kimi zamansa bir deniz kıyısında dalgaların coşkusuyla iştaha geldiğimiz vakit ya da sıcak bir simit kokusunu içimize çekerken hissederiz yokluğunu… Ah bir çay olsaydı da içseydik, deriz… Alışageldiğimiz lezzeti, kokusu ve eşsiz berraklığıyla sudan sonra en çok tükettiğimiz içecek özlemini çektiğimiz altı üstü (!) “bir bardak çay” değil midir aslında… Gecenin son ışıklarına kadar elimizden düşürmediğimiz “hayat pınarımız”; sabahleyin erkenden işe, okula gitmek üzere yatağımızdan doğrulduğumuzda da üç beş yudumla dahi olsa yardımımıza koşan “yarım kalan uykumuz” olmaz mı… Ya da bir dost meclisinde -devamını dileyerek- son bir yudumunu çekerken çayımızın, işittiğimiz “tazeleyeyim mi?” sorusu, aslında tazelenenin ‘ömrümüz’ olduğunu hissettirmez mi bizlere?... İşte böylesine içten gelen bir sevgiyle, sessizce severiz çayımızı… 7/24 “Nakit Mutluluk” Hesabıyla Her An Hizmetimizde Çay… Bizler fark etmesek de günler, çay dolu bardaklarla kovalar birbirini… Mevsimler, çayları bir dolup bir boşalan bardaklarla dönüp duruverir… Şehirlerarası terminallerde, istasyonlarda, uğultulu okul kantinlerinde, boğucu hastane koridorlarında, mahpushane damlarında veya bir kahvehanede çayla dağılıverir tüm karamsarlıklarımız… Onun buğusuyla uçar gider başımızın telaşı, gönlümüzün darlığı... Tıpkı aşk gibi üç harftir çünkü çay… Ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın; ne sebebi, ne de mevsimi… İşte budur 7/24 nakit mutluluk hesabı! Sınıfsız İçeceğimiz “Çay” Malumunuz ilkbaharda çay bahçelerinde başlayan çayın yolculuğu, avuçlarımızda sıcaklığını hissettiğimiz bir bardak taze çaya dönüşünceye kadar sürer gider… Daha dumanı üzerindeyken sımsıkı kavranılan yorgunluk giderici bu lezzet, her kim tarafından yudumlanıyorsa yudumlansın hiç fark eder mi? Nereye giderseniz gidin, bir esnafa, bir sahafa, bir tamirciye, bir avukat yazıhanesine, bir muhasebeciye… Nereye olursa hemen çayınız getirilivermez mi? Bu açıdan, farklı ekonomik statülere sahip kişilerin eşitlendiği nokta olmayı başarabilmiştir çay... Misafirlikte “Çay Adabı” Girilen her meclisin öznesi, muhabbetin “resmi temsilcisi” olmuş çayın geleneksel kültürümüzdeki değerini, misafirliğe özel adabında da görebilmemiz mümkün… Zira yapılan zarif dokunuşlarla çay kültürünün söze, sözden kalbe ince ince dokunan nakışlar gibi hikmetleri, hakikatleri akar gönüllere… Bu düşünce üzere, misafirlikte ikram edilen çayın kâfi geldiğini belli etmenin ve ısrara gerek olmadığını vurgulamanın en nezaketli biçimini alır; ince belli bardak üzerine konuluveren bir çay kaşığı… Tasavvufta Çay “Bir Aşka” Dönüşür! Orta Asya İslam kültüründe “çay”, ilk olarak Hoca Ahmet Yesevi’nin sohbetleriyle demini almış, tadını bulmuştur… Dinî sohbetlerin yapıldığı meclislerde çayın pişirildiği semaver, dertlilere şifa dağıtan manevi çeşmeye benzetilerek; “küçük derviş” ismiyle sembolize edilmiş; sufi kültüründe semaverin fokurdaması gönlün kaynaması; damlayan sular Allah için dökülen gözyaşı; içinde yanan ateş ise dervişin zikrine atfedilmiştir… Erzurum’da Çay “Kıtlama” Usulü İçilir! Çay kültürümüzü anlatıp da Doğu illerimizle ve özellikle Erzurum’la özdeşleşmiş “kıtlama” geleneğinden bahsetmemek mümkün müdür sizce? Çay severlerin malumu üzere “kıtlama geleneği”, odun ateşinde semaverlerle demlenen çayın, ince belli zarif bardaklarda, kırmızı desenli porselen çay tabakları eşliğinde servis edilmesi sonrasında kendini gösteren harika bir gelenektir… Buna göre, küp şekerin daha sert, kolay erimeyen ve dişle kırılmayan en küçük hâli, çay içimi boyunca yanağın bir kenarında tutularak çay keyifle yudumlanır. Böylece çayın, gereğinden fazla şekerle tüketilmeyerek asıl tadı anlaşılmış olur… Denemeyenler için -ısrarla- tavsiyemizdir efendim! İyi Çay Demlemenin Püf Noktası Samimiyetten Geçer! Kültürümüzde oldukça özen ve samimiyet gerektiren çay pişirme usulümüz, kaliteli bir çay kullanımının yanı sıra çayın kaynar suyla buluşması öncesinde yıkanmasını ve mis kokusu çıkıncaya dek çaydanlık üzerinde bekletilmesini gerekli kılar… Buna ilaveten çayın yeterli miktarda kaynar suyla demlenmesi sonrası, demliğin üzeri temiz bir havluyla örtülürse hem tadının çabuk alınması sağlanır, hem de soğuması engellenmiş olur. Edebiyatımızda Çay Zaman içerisinde pek çok şaire, yazara, sanatçıya ilham kaynağı olmuş çay, kimi zaman da içten dile gelip satırlara dökülmüştür… Örneğin, Necip Fazıl’ın “Evim” şiirinde çay: “Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı, asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı…” mısralarında yer bulmuştur… saadet asrının hanımları 38 Hale Şahin Diyanet İşleri Uzmanı RESULÜLLAH’IN KIYMETLİ DADISI: ÜMMÜ EYMEN (r. anha) Ümmü Eymen Bereke bint Sa’lebe, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın Habeşli cariyesiydi. Allah Resulü’nün hiç göremediği babasından yadigar kalan kıymetli dadısıydı. “Annemden sonraki annemdir.” derdi hep Hz. Peygamber onun için. (İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 359.) Zira altı yaşındayken babasının kabrini ve akrabalarını ziyaret için birlikte gittikleri Medine’den annesini de kaybetmenin acısıyla dönerken Ümmü Eymen’in şefkatiyle teselli bulmuştu. Mekke’ye döndüğünde dedesi Abdulmuttalib torununun Ümmü Eymen’in elinde büyümesine karar vermiş ve kendisinden onu asla ihmal etmemesini istemişti. Abdulmuttalib’in emanetine gözü gibi bakmıştı Ümmü Eymen. Y ıllar sonra büyüyüp Mekkelilerin Mûte Savaşı’nda da kocası Zeyd b. Hârise’yi güvenini kazanan genç Muham- şehit verdi. Allah Resulü hem şehit annemed (s.a.s.), Hatice ile evlendi ve si hem de şehit eşi olan dadısını ziyaret etçok sevdiği dadısını azat etti. Bunun üze- meyi vefatına kadar hiç ihmal etmedi. Ona rine Ümmü Eymen Ubeyd b. Zeyd el- baktıkça “Ehlibeytimden geriye bu kaldı.” Hazreci ile evlenerek kendi yuvasını kur- (İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 359.) derdi. Resulüllah’ın du. Bu evlilikten Eymen adlı oğlu dünya- dadısına olan sevgi ve hürmetini bilen Hz. ya geldi. Daha sonra kocası Ubeyd bir sa- Ebu Bekir ve Hz. Ömer de vefatından sonra vaşta şehit düştü. Ümmü Eymen’in yalnız aynı şekilde Ümmü Eymen’i ziyaret ederkalmasına Resulüllah’ın gönlü razı olmadı. lerdi. Yanına gittikleri bir defasında Ümmü “Kim cennet ehli bir kadınla evlenmek is- Eymen ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun? terse Ümmü Eymen ile evlensin.” buyur- Allah katındakiler Resulüllah (s.a.s.) için du. (İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 224.) Allah Resulü’nün daha hayırlıdır.” dediler. Doğduğu günden bu çağrısına çok sevdiği azatlı kölesi Zeyd vefatına kadar hizmetinde bulunduğu, acı b. Hârise kayıtsız kalmadı ve onunla evlen- tatlı her anına şahit olduğu ve anne şefkadi. Bu evliliğinden de Hz. Peygamber’in tiyle sevdiği Hz. Peygamber’den ayrı kalkendi torunlarından ayırmadığı mak Ümmü Eymen’i çok üzmüşve babası Zeyd kadar çok sevtü. Peygamber’in yokluğuna Anne diği Üsame b. Zeyd dünyaalışmak kolay değildi lababa şefkatinya geldi. kin daha da zor olanı arden uzak büyüyen Allah tık vahyin gelmeyecek Anne baba şefkatinolmasıydı. Bu hissiyatResulü’ne onların sıcaklığıyden uzak büyüyen Alla Ümmü Eymen şöylah Resulü’ne onların la yaklaşan hayırlı bir dadı olan le dedi: “Ben Allah’ın sıcaklığıyla yaklaşan katındakilerin Resulü Ümmü Eymen, aynı zamanda hayırlı bir dadı olan (s.a.s.) için daha hayırÜmmü Eymen, aynı zasahabilerin önde gelenleri lı olduğunu bilmediğimmanda sahabilerin önde den ağlamıyorum. Asıl arasında yer aldı. gelenleri arasında yer aldı. gökten inen vahyin kesilHz. Hatice’nin ardından Hz. miş olmasına ağlıyorum.” AlPeygamber’e iman ettiğini bildidıkları cevap Hz. Ebu Bekir’i ve Hz. ren ilk mümin kadınlardandı. MüslüÖmer’i de duygulandırdı ve onlar da ağmanların çetin bir imtihandan geçtiği Uhud lamaya başladılar. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 103.) Savaşı’nda Hz. Fatıma, Hz. Âişe, Ümmü Süleym, Nesibe bint Kâ’b ile birlikte askerlere Bir zamanlar Abdülmuttalib’in cariyesi diye su dağıtımı ve yaralıların tedavisi gibi hiz- anılan Ümmü Eymen, Rahmet Elçisi’nin dimetleri özveriyle yerine getirdi. Aynı şekil- liyle “annem” diye taltif edilerek cennetde Hayber Savaşı’nda bir grup kadınla bir- le müjdelenmiş saliha hanımlardan olma likte ip eğirmekten ilaç temin edip yaralı- şerefine ermişti. Bir hizmetkâr için tarif ları iyileştirmeye kadar Allah yolunda elin- edilemeyecek bir mutluluk olmalıydı bu. den geleni yapmaya çaba sarf etti. Savaş Resulüllah’a duyduğu muhabbeti, vefası, sonrasında Hz. Peygamber, Ümmü Eymen fedakârlığı ve dirayeti sayesinde asrısaave beraberindeki kadınlara ganimetten detin örnek simalarından biri olan Ümmü bazı hediyeler verdi ve onların hatırı sayılır Eymen, Hz. Osman’ın halifeliği zamanınhizmetlerini karşılıksız bırakmadı. Ümmü da 645 yılında Medine’de vefat etti ve Baki Eymen Huneyn Savaşı’nda oğlu Eymen’i, Mezarlığı’na defnedildi. geçmiş zaman olur ki 40 Kamil Büyüker Secdeye Islenen Nakıs: Seccadeler Y alnız seccademin yönünde şefkat/ Beni kimsecikler okşamaz madem/ Öp beni alnımdan, sen öp seccadem” der merhum şair Necip Fazıl. Yeryüzünde temiz olan her yer elbette Hz. Peygamber ümmetine secde mahalli kılınmış ama biz yine de namaza, secdeye, O’na yaklaşmaya farklı güzellikleri de vesile kılmışız. İslam sanatı secde mahalline de özel önem göstermiş ve bunu seccadelerle, seccadelere işlenen nakışlarla göstermiş. Seccadenin tarihi Efendimiz’in (s.a.s.) inşa ettiği ve namaz kıldığı mescitlere bakıldığında çıplak zemin, avlu ya da temiz toprak üzeri, secde mahalli idi. Öyle ki, Efendimiz namaz kılmak için özel bir yaygıya ihtiyaç duymadan çölün kavuran kızgın toprağı üzerinde namaz kılarken, zeminin yakıcılığından etek uçlarını ve elbiselerinin uzun kollarını kullanarak korunması da bu durumun göstergesidir. Zira Hz. Enes (r.a.)’den bir rivayette “Biz çok sıcak günlerde Rasulüllah (s.a.s.) ile birlikte namaz kılardık. Birimiz alnını sıcak sebebiyle yere koyamayacak olsa giysisini serer, onun üzerine secde ederdi. (Kütüb-i Sitte Muhtasarı ve şerhi, 8. Cilt, s. 535.) Seccade ya da eski ifadesiyle yaygı serilmesi ne zaman başladı? Bunun hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Yalnız bilinen şu ki, öncelikle kişilerin koltuklarının altlarında namaz kılarken kullandıkları yaygıları beraberlerinde getirdikleri, sonrasında ise cami ve mescit zeminlerinin palmiye yaprakları, hasır, keçe vb. yaygılarla kaplandığı rivayetleri mevcuttur. Zamanla seccadeye olan ihtiyaç azalmış gibi görünse de, seccade, mescit dışında evlerde, konaklarda ve resmî dairelerde kullanılır olmuş. Başta Selçuklu medeniyeti olmak üzere, Osmanlı medeniyeti seccadelere dinî duygu ve estetiği yansıtmış. (Ülkü Bilgin, “Saf Seccadeler” Sanat, Yıl 3, S. 6, s. 47-57, Haziran 1977.) Her dönem farklı bir motif dili Selçuklu ve Osmanlı camilerinde gördüğümüz asırlık dokuma halı seccadelerin motif detayları sıradan düşünülmüş şeyler değildi. Örneğin seccadelerde görülen kandil resmi Seccadelerde görülen kandil resmi ilahî ışığı; ibrik beden temizliğini; hayat ağacı, sonsuz yaşamı temsil eder. ilahî ışığı; ibrik beden temizliğini; hayat ağacı, sonsuz yaşamı temsil eder. Daha birçok motifin İslam inanç akidesi ile yorumlaması yapılmıştır. Mihrap nişinin tepe noktasından aşağıya doğru sarkan bir çiçek demetinin “bağ-ı irem”i; mihrap nişinin cennetin kapısını simgelemesi gibi… Şimdi motiflerde dile getirilen detaylara bir göz atalım. Kandil motifi Kandil motifleriyle Allah’ın nuru sembolize edilmiştir. Konuya daha geniş perspektiften baktığımızda, kandil motifi bir anlamda da Allah’ın nuru için Kur’an’ın Nur suresini işaret ederken, Kur’an’ı da sembolize etmekte, düşünceyi ona yönlendirmektedir. Böylece Kur’an kelamından feyz alarak aydınlanmayı da işaret etmektedir. Taban Motifi Bu motif bazı çevrelerce namaza durulacak yer olarak tanımlanır. Oysa daha başka manaları da kapsamaktadır. Bu motifin işaret ettiği birinci konu Kur’an’ın Bakara suresidir. Orada “… Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak Resul’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble yaptık. …” (Bakara 2/143.) şeklindeki bildirimden başka bir anlamı daha vardır. O da “kıyam”dır. Verilmek istenen üçüncü mesaj ise, Buhari’den rivayet edilen hadisle ilgilidir. Buna göre; “Kıbleye teveccüh yalnız namaza mahsus değildir ve namazda, teveccüh ayak parmakları uçlarının istikameti ile tahakkuk eder.” denmektedir. (A.J.Wensinck, “Kıble. Kıbla”, MEB İslam Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1955, s. 666.) İbrik Motifi İbriğin, İslamiyet öncesi Doğu kültürlerinde, özellikle dinî çevrelerde yaygın kullanıldığı bilinmektedir. İbrik ve şekli, kullanım alanı bakımından özel bir konuma sahiptir. Seccadelerde de motif olarak kullanılması ve sembolizm içinde bazı mesajlar vermesi ile de İslam sanatı açısından önem arz eder. İbrik motifinin seccadelerde kullanılmasıyla verilen ön mesaj “abdest almak”la ilgilidir. Ayrıca, ibrik motifinin seccadede kandil konumunda ve özellikle ters durması başka bir konuyu da gündeme getirmektedir. Onun da Allah’ın doksan dokuz adından biri olan “Rahman”dan “rahmet”in gündeme getirilmek istenmesi olduğu söylenebilir. (M. Önder Çokay, Seccade ve Saf Seccadelerdeki Bazı Motiflerin İkonografik Değerlendirilmesi, İstem, Yıl 5, S. 9, 2007, s. 189-210.) Seccadelere nakış nakış işlenen motifler, bakan/gören için daha bilmediğimiz nice deruni anlamlar taşımaktadır. gülümseten yazılar 42 Hasan Karaca Y eni bir siteye taşındık. Büyüklerin konuşmalarından anladığıma göre bu biz çocuklar için çok iyi bir şeymiş. Her şeyden önce güvenliymiş, hem oyun alanı da varmış. Siz bakmayın benim burada arabalarımla oynadığıma. Esasında kulağım büyüklerde. Bir sürü laf üretiyorlar gerekli gereksiz ama olsun. Arada böyle bizi ilgilendiren konular da çıkıyor. Ama büyüklerin bana göre her söylediği doğru olmayabiliyor. Güvenli dedikleri ne biliyor musunuz? Sitenin etrafı duvarla örülü. Çocuksanız, kapıda bekleyen güvenlik dışarı çıkmanıza engel oluyor. Yani anlayacağınız, aslında yarı açık bir cezaevi burası. Çıkmak yasak, etraf kapalı ve kapıda gardiyan bekliyor. Tamam, oyun alanı da var ama küçücük. Her kattan bir yığın çocuk iniyor parka, salıncakta sıra gelene kadar hava kararıyor. Hava kararınca da o yüksek yüksek binalardan çığlıklar başlıyor: “Ahmet, Ali, Fatma, gelin!” diye. Ya da annemin versiyonuyla “Gelin çocuklar, hava kararıyor.” Oysa biz o anda maçın en heyecanlı bölümündeyiz mesela. Fakat bu kimsenin umurunda değil. Sanki hava kararınca ne oluyorsa? Hem ben biliyorum, aslında bütün maçlar hava kararınca oynanıyor. Hatta bazen maç izleyeyim diye uyku saatimi geçirdiğim bile oluyor. Maç dediğin karanlıkta oynanır. Ama büyüklerin umurunda mı? Her şeye bir sınırlama, her şeye bir kural. Çocuksan çekeceğin var. Sürekli duvarlara tosluyorsun. Her yaş için bir sınırlama var. Mesela televizyon izlerken, bilmem 7 yaş üstü, yok 13 yaş üstü. Yani sırf on bir yaşındayım diye bir sürü filmi izleyemiyorum. Oysa benden çok daha korkak olan Mert sırf benden iki yaş büyük diye her filmi izliyor. Hâlbuki ben mesela dev ahtapottan korkmuyorum, o korkuyor. Anlamadım gitti bu büyüklerin yaş takıntısını. Ama öyle zannediyorum ki, biz çocuklara karşı tek üstünlükleri yaşları. O yüzden onu bize karşı kullanıyorlar. Otuz yaşındaymışmışlar da çok şeyler bilirmişmişler. Hiç de bile, daha Minecraft’ın ne olduğunu bile bilmiyorlar. O zaman da yasaklayamıyorlar. İşte o andan itibaren büyüklere üstünlük sağlıyoruz. Bilmek güçtür. Bu yüzden oynadığıma bakmayın, kulağım büyüklerde. Bazen de faydalı şeyler söylüyorlar. Sadece şu alt komşumuzun konuşmalarına anlam veremiyorum. Sürekli kızlarına bağırıyor. Ta bizim evden duyuluyor “Ayşe, Gül, gelin!” çığlıkları. Tamam, dışarıda hava kararınca bağır da evde ne diye bağırıyorsun ki? Üstelik Türkçeyi de doğru dürüst kullanamıyor. Çoğul ve tekil eklerini karıştırıp duruyor. Mesela şöyle: “Ayşe, Gül, gelin, çay getir.” Gel de çık işin içinden. Ayşe mi getirecek çayı, Gül mü? İşte bu sorular aklımdan geçerken ve ben arabalarımla oynarken, kapı çaldı. “Bizim kızdır!” dedi alt komşu. Bu gelen acaba Gül mü, Ayşe mi demeye kalmadı, annesi seslendi “Ayşe, Gül gelin, bir selam versene!” diye. Meğer Ayşe ve Gül tek kişiymiş. Ama annesinin Ayşegül’e neden gel değil de gelin dediğini anlamış değilim. Ayşegül de pek anlamış gibi durmuyor. Kesin bu da büyüklerin bize oynadığı bir oyundur. Dur bakalım çözeceğim... bilgelik hikâyeleri 44 U zun yollardan geldiği belliydi. Çölün sıcağıyla kavrulan bedeni, soluklanacak bir vahanın hayalini kurmaktaydı. Kendinden geçmiş bir hâlde yol alırken, aniden karşısına dikilen vahşi hayvanın korkusuyla sendeledi. Can havliyle koşmaya başladı. Candı bu, başka şeye benzemezdi. Ne bedeninin yorgunluğu, ne de şiddetli susuzluğu kaldı. Habire koşuyor, bir taraftan da arkasını kolluyordu, nerdeyse vahşi hayvana postu kaptıracaktı. Ama o da ne, hemen önüne bir kuyu çıkmıştı. Belki bu onun için bir kurtuluş olur ümidiyle hiç düşünmeden kendini karanlık kuyunun boşluğuna bırakıverdi! Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir dal gördü ve ona tutundu. Vahşi hayvandan kurtulmuştu kurtulmasına ama tutunduğu dalı bir siyah bir beyaz fare durmadan kemiriyordu. Daha korkuncu ise, kuyunun dibinde devasa bir ejderha ağzını açmış avının düşmesini bekliyordu. Ne dehşetengiz bir manzara! Zavallı seyyah, korku ve panik içerisinde bir çare düşünmeye başladı. Vakit dardı, zaman hızla geçiyordu, düşmanı da tetikte onu bekliyordu. Kafasından saniyeler içerisinde bin bir türlü düşünce geçmeye başladı. Belanın birinden kurtulayım derken daha beterine tutulmuştu. Çaresizdi… Tam o anda aklını başından alan o güzelliğe gözü takıldı. Bir anda fareler, ejderhayı ve durumunun vahametini unutturdu ona gördükleri. Gördüğü; kuyunun duvarına yapışmış, ışıldayan rengi ve iştah kabartan kokusuyla bir petek baldı. İçinde o balı yemek konusunda karşı konulmaz bir iştiyak duydu ve hemen Dr. Lamia Levent Diyanet İşleri Uzmanı bir parmak çalıp tadına baktı. Aman Allah’ım! Tadı daha önce yediği hiçbir bala benzemiyordu. Bundan sonra da bu lezzette bir bal bulması imkansızdı. Her şeyi unuttu ve kendini balın lezzetine kaptırdı. Böylece aklını, fikrini, gönlünü, gözünü bala kaptıran biçare adam içinde bulunduğu durumun neticelerini aklına bile getirmedi. Devekuşu misali başını kuma gömmüş, etrafından ve kendisinden habersiz bir hâldeydi. Ancak onun bu durumu farelerin ipi kemirmesine ve ejderhanın pusuda beklemesine hiçbir tesir etmiyordu. Nihayet kemirilen dal koptu ve gafil seyyah kuyunun dibine düşerek helak oldu. Gaflet içindeki yolcunun başından geçenleri böyle resmediyor Feridüddin Attar. Bu kıssadaki kuyu ve afetler, dünya hayatını; ejderha, dünyevi ve nefsani sıfatları; bal, aldatıcı fani lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare, gece ve gündüzü yani geçip giden ömrü temsil eder. Seyyah da bu şartlar altında şu imtihan âlemine gelip geçen yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa, onu bekleyen helakten başka bir şey değildir. Gafil seyyahın helakla biten serüveni ne acı değil mi? Kâinatın insanın aklını başından alan güzellikleri, lezzetleri ve hazları karşısında insan hangi tavrı göstermeli? Sadece yolcusu olduğumuz bu fani âlemde gaflete düşmemek için hangi dala sarılmalıyız? Karşımıza çıkan bela ve musibetlere hangi nazarla bakmalıyız? Uzayıp giden sorular… Ancak gaflete düşmemek, bu soruları her dem ha- tırlamak için yakaza hâlinde olmalı mümin. En güzelin yarattığı, en şerefli varlık olarak elbette iyiye güzele talip olacağız. Elbette helal dairesi içerisinde dünyanın lezzetlerini tadacağız. Ne var ki, bu güzellikler aklımızı başımızdan almak yerine aklımızı başımıza devşirmeli. O’nun harikulade sanatı karşısında hayretle kâinatı temaşa edebilmeli ve sonsuz güzellikten yansıyan tecellileri görebilecek kalp rikkatine sahip olmalı insan. Yoksa gafletin helak eden gergefinde seyyah misali kaybolur gideriz. Bir hadisi şerifinde Hz. Peygamber, insanın kendisine verilen nimetler konusundaki gafletine şöyle dikkat çekiyor: Gençlik, sağlık, servet, zaman ve ömür… İhtiyarlık gelmeden, elden ayaktan düşmeden gençliğin geçivereceğini kim düşünür… Hastalık bizi iniltilere gark etmeden, sağ- lığın kıymetini kim bilir… Bir kıvılcım malımızı telef etmeden düşünür müyüz yokluğu… Ya da zaman ve ömrümüz tükenip gitmeden, değerini bilir miyiz? Efendimiz gayet veciz bir şekilde hatırlatıyor akıp giden zamanla birlikte her şeyin bitişe, zevale doğru gidişini… Misafiri olduğumuz bu dünyanın fani lezzetlerine kendini kaptırıp gaflete dalanların hâllerini meşhur İranlı şair Sadi şöyle anlatıyor: “Sen menfaat ve mal telâşıyla Hakk’tan gâfilsin, Bu yüzden en değerli sermayen ömrünü boşa geçirirsin. Nefsin heva tutkuları senin aklını dikti, çalışmaz etti. Nefsin heva zehri, senin ömür ekinini yaktı. Gözünden gaflet sürmesini temizlemeye bak. Ki yarın bu gözüne toprak dolacak.” bir nefes sıhhat 46 H alk arasında “inme indi, felç geçirdi” diye anlatılan durum; çeşitli sebeplerle beyinde herhangi bir bölgede kanlanmanın azalması veya bir bölgede kanama olması ile meydana gelir. En sık iskemi dediğimiz kanlanmanın çeşitli sebeplerle azalması sonucu ortaya çıkar. Beyinde hangi bölge ya da bölgeler etkilenmişse hastanın şikâyetleri ve belirtileri ona göre değişebilmektedir. Bu durum bazen bulantı, kusma, baş dönmesi, kol ve bacaklarda güçsüzlük, konuşma bozukluğu, hatta şuur değişikliği ve şuur kaybı şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Burada inmenin endüstrileşmiş ülkelerde kalp damar hastalıkları ve kanserden sonra 3. sıklıkta ölüm nedeni olduğunu hatırlatmakta fayda görmekteyim. Bu olayın gelişmesinde damar sertliği, damar tıkanıklığı ve kalp ritim bozuklukları önemli rol oynamaktadır. Sigara içme, ileri yaş, hareketsiz yaşam tarzı, kolesterol yüksekliği, yüksek tansiyon ve şeker hastalığı riski artıran faktörlerdir. Bu hastaların tedavisine öncelikle risk faktörlerinin kontrol altına alınması ile başlanır. Böyle bir talihsiz olay yaşanmadan yaşam tarzı düzenlemeleri ve koruyucu tedaviler yapılır. Ancak her şeye rağmen inme oluşmuşsa öncelikle hastanın yaşamsal bulguları korunur, uygun hastanede tetkik edilerek tedavisi netleştirilir. Günümüzde bilgisayarlı tomografi bu amaçla kullanılmakta, bazı hastalar için manyetik rezonans görüntüleme dediğimiz EMAR tetkiki gerekebilmektedir. Bu tetkiklerin gerekliliği ve sırası takip eden doktorun karar vereceği, her hastanın klinik bulgularına göre değişecek durumlardır. Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı Aslında bahsettiğim bu bilgilere her yerde kolayca ulaşabilirsiniz. Amacım bu sıradan bilgileri tekrar etmek değildir. Asıl olan bu hastalığı düşündüren belirtiler görüldüğünde bu hastanın hızlıca bir hastanenin acil servisine ulaştırılmasıdır. Bunun için 112 acil servis aranmalı ve derhal yardım istenmelidir. Böyle bir hastada zaman kaybedilmemeli, belki geçer diye düşünülmemelidir. Çünkü günümüzde damar açıcı tedaviler bu hastalarda yüz güldürücü sonuçlar vermektedir. Bu tedavilerle belki hasta felç olan uzvunu tekrar kullanabilecek ya da kaybettiği herhangi bir fonksiyonunu geri kazanabilecektir. Bu da bu hastaların aileye olan bağımlılığını ortadan kaldıracak ve topluma yük olmasını engelleyecek, bireysel olarak da daha kaliteli bir hayat yaşamasına şans verecektir. Ancak bu tedavi zaman sınırlı bir tedavidir. Olayın üzerinden uzun zaman geçtiğinde uygulanamamaktadır ve her hasta yüzde yüz iyileşir diye düşünülmemelidir. Hasta yakınlarının bu hastalara kesin bir teşhis koyması zordur, o nedenle şüphelendikleri anda acil yardım istemeleri gerekir. Burada bir farkındalık oluşturmak isterken, bir yanlış anlamaya da sebebiyet vermemek gerekir. Bu tedavi her hastaya uygun olmayabilir, hastanın geçirdiği hastalıklar veya kullandığı ilaçlar bu tedaviyi yapmamızı engelleyebilir, bunun kararını doktor verecektir. Hasta yakınları olarak bize düşen baş ağrısı, bulantı, kusma, şuur değişikliği, kol ve bacaklarda tutmama gibi şüpheli durumlarda hastamızın 112 tarafından uygun bir hastaneye taşınması için yardım çağrısında bulunmaktır. rı la a d y a F n u n u Çörek Ot asında oksihastalıkların oluşm Bilimsel çalışmalar rolüne ğu oksidatif stresin du ol n de ne rın la dan ajan suz durumÇörek otu bu olum r. di te ek km çe at dikk i çalıştırarak antioksidan sistem en ed e el ad üc m la nı sıra iltihap maktadır. Bunun ya hastalıklara çare ol nleri ini güçlendirici yö m te sis a nm vu sa önleyici ve l özellikler r ve antimikrobiya se an tik An r. ttu cu de mev lere sahiptir. arında yararlı etki al st ha r ke Şe ir. er göst tta hemen hemen etkisi vardır. Vücu cu yu ru ko i er ciğ ra Ka sahiptir. ine olumlu etkilere tüm sistemler üzer kırk ambar Dua 48 yok etinin m i N ! ’ım ve “Allah sağlık , n a d ın nsızın olmas dan, a n ı s a ulm türlü in boz ve her n a t afiyet amak rım.” a uğr sığını a n belay a S ından gazab bra, ü’l-Kü n e n ü î, es-S (Nesâ 7955.) 6, No: 5 , e z İstiâ Kavak Ağacı İle Kab ak Kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göste rmiş. Bahar ilerledikçe bitki, kavak ağ acına sarılarak yükselm eye başlamış. Yağmur ve güneşin de etk isi ile hızla büyüyen kaba k, kavağın boyuna ulaşmış. Başı bu kadar büyük bir hızla ka va ğa ulaşınca bir gün dayanamayıp so rmuş kavağa: “Sen kaç ayda bu hâle geldin?” “On yılda…” de miş kavak. Çiçeklerini sa llayarak gülmüş kabak: ”On yıld a mı? Ben iki ayda nered ey se seninle aynı boya geldim.” “Doğ ru…” demiş ağaç, “Çok do ğru.” Günler günleri kovalam ış ve sonbahar rüzgârla rı başladığında kabak önce üşümüş, so nra da yapraklarını dökm üş bir bir. Soğuklar arttıkça da aş ağıya doğru inmeye başla mı ş. Büyük bir telaş ve endişeyle so rmuş kabağa: “Neler olu yo r bana?” Kavağın ”Ölüyorsun” ce vabından sonra inleyere k sormuş kabak: “Niçin?” Aldığı ceva p çok manidarmış: “Benim on yılda geldiğim yere iki ayda gelmeye ça lıştığın için.” k Tadımlı NEYIZ Tarife kalkma bizi; Ne suyuz, ne de buyuz Âdem denen denizi Arayan birer suyuz Döner, kıvrılır fakat Daire olmaz bu hat Ne kadar sürse hayat, O yolun yolcusuyuz. Enis Behiç Koryürek Raptiye “İnsan ne kadar az bilirse o kadar çok bildiğini sanır.” J. J. Rousseau
© Copyright 2024 Paperzz