“ÇOK ŞÜKÜR!” Şükrün Günlük Hayatımıza Yansımaları… Bestami ÇİFTÇİ GİRİŞ İnsan bir ailede dünyaya gözünü açar. Davranışları bu çevrede şekillenmeye başlar; ilkin annesini tanımasıyla başlayan hayat yolculuğu, sırasıyla aile içindeki diğer insanlardan, akrabalar, dostlar ve ailenin sosyal hayattaki çevresinden etkilenerek söz konusu şekillenme devam eder. Sonraki yıllarda, insan hayatına okul arkadaşları, yol arkadaşları, hayat arkadaşları vb. eklenmek suretiyle belirli bir yaşta davranışlarımız yerli yerine oturmuş olur. Ailede başlayarak öğrendiğimiz; sonraları günlük yaşamımızda ağzımızdan çıkan her kelimenin ve her davranışın bir arka planı vardır. Kullandığımız her bir kelime inandığımız değer yargılarının dışavurumundan ibarettir. Pozitif veya negatif, kullandığımız her kelime bizi yetiştiren sosyal çevrenin ve inandığımız argümanların dilini temsil eder. Bu dil kişinin düşünce yapısını, inançlarını, ön/son yargılarını yansıtır. Türkiye’de yaşayan insanların, -Müslüm veya gayr-i Müslüm- ağızlarından çıkan o kadar çok kelime vardır ki, bu kelimeler –farkında olunsun veya olunmasınörtük eğitimin bir kültür olarak dışavurumudur. Bu kelimelerden biri şüphesiz “Nasılsınız?”, “Ne var ne yok?” sorularına verilen “Hamdolsun, iyiyim!” “Çok şükür”, “Elhamdülillah”, “Allah bugünümüzü aratmasın!” cevapları gibi; bir üzücü olay yaşandığında veya elde edilmek istenenden daha azı geldiğinde; “Buna da şükür!”, “Şükürler olsun!” “Çok şükür, daha beteri de olabilirdi!” gibisinden tevekkül sözleri duymak günlük hayatımızın yansımalarından birkaçıdır. Bu makalenin amacı; Şükür Risalesi başta olmak üzere Risale-i Nur’un farklı konuları içine serpiştirilmiş olan ve Nur’un mesleğinin dördüncüsü ve en mühimi bulunan şükrün (veya hamdin) günlük hayatımızda nasıl yaşandığına dair bir ayna tutmak ve nasıl yaşatılması gerektiğine ilişkin de bir açılım sunmaktır. HAMD-ŞÜKÜR- NEDİR? Hamd kelime anlamı olarak "övmek, methetmek, yüceltmek" anlamlarına gelmektedir Hamd; kâinattaki yaratılmış ve yaratılmakta olan tüm varlıkların niteliklerinin ve özelliklerinin Allah’ın isimlerinin tecellisi olduğu hakikatini anlatan bir kelimedir. Bu açıdan hamd yalnızca Allah'a mahsustur. Kur’an’ın Besmeleden sonra gelen ilk ayeti hamd ile başlar: “El-Hamdü lillahi Rabbi’l-Âlemin” “Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fatiha Suresi,1/1) 1 Hamd (praise) ile şükür (Thank, gratitude) arasında fark vardır. Hamd, sadece Allahu Zülcelale mahsus olan bir fiildir; nimetin Allah’tan geldiğini itiraf etmek, nimet içinde onu veren Mün’imi görmek, mukabilinde O’nun rızası için güzel amellerde bulunmak ve o nimete Allah’tan başkasını ortak koşmamaktır. Bu hakikati bir abd-i aziz olarak, bir insan olarak tüm varlıklar adına Sani-i Zülcelale sunmaktır. Şükür ise daha kapsamlıdır. Nimetin sahibine açıkça övgüde bulunmak; bu nimetin bize ulaşmasına vesile olanlara ise dua etmek anlamına gelmektedir. Şükür, hem Allah’a hem de kullara karşı yapılan müşterek bir ameldir. Hatta anne ve babaya da şükretmek Kur’an’ın bir emridir: “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunduk. Dönüş ancak banadır.” (Lokman, 31/14 ) Şükür, Kur'ân’da üzerinde en çok durulan kavramlardan biridir. Yetmiş beş yerde şükürden, şükretmenin öneminden bahsedilir. Şükür kelimesinin eş anlamlısı olan ve yaklaşık aynı sayıya ulaşan “hamd” kelimesi ve türevleri de eklendiğinde Kur’an’ın Tevhidi destekleyen en büyük dayanağının ve göstergesinin hamd ve şükür olduğu görülecektir. SEYYİDİ’S-ŞÂKİRİN (SAV) Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamberimiz (sav) Seyyidi’şŞâkirindir. Hazret-i Aişe validemizin naklettiği hadiste, geceleri ibadetle ve sürekli bir şekilde şükür içinde bulunan Allah Resulüne “Ya Resulullah, senin gelmiş geçmiş bütün günahların affolunduğu halde bizden daha çok Allah’a yalvarıyorsun, hikmeti nedir?” sorusuna Gül yüzlü Resul (sav); “Şükreden kul olmayayım mı?” demiştir. Hz. Peygamber (sav) in ism-i mübareki “MUHAMMED”dir. Bu kelime HAMD kökünden türetilmiş hem fail (özne) ve hem de mef’uldür. Yani çokça “öven” (hamdeden) ve hem de “övülmüş” anlamına gelmektedir. Tüm mevcudatın, insin ve cinnin varlığıyla övündüğü, Rabbimizin övdüğü ve Ona salavat istediği O Zatın (sav) sünnet-i seniyyesine uymanın en büyük şükür vasıtası olduğunun bilincinde olmak gerekir (11. Lem’a, Sünnet-i Seniyye Risalesi) “Veren el, alan elden üstündür” buyuran peygamber efendimiz, vermenin şükürle ilişkisi ifade etmektedir. Çünkü şükreden verir. Şükreden zekât ve sadakasını verir. ŞÜKÜR MESLEĞİ Kur’an-ı Kerim’in ahir zaman uygulamalarının anahtarlarını sunan Risale-i Nur’da da Hamd ve şükür kavramları önemli yer tutmaktadır. Risale-i Nur’un acz ve fakr üzerine kurgulanan mesleğinin 4 esasından biri de şükürdür: 2 Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz. (28. Mektup, Beşinci Risale) Konu şiirvari dizelerden açılmışken 6. Mektupta ifadesini bulan bir şiirinde de; Madem öyle, bırak şekvâyı, şükret; çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.” Demektedir. Bu şiirin altında ise “Üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi”, diyerek şükürle ilgili şu yorumu aktarmaktadır: Rabbimize verdiğimizin sözün; yani “O, ‘Ben Senin Rabbin değil miyim?’ dedi. Sen ‘Evet’ dedin. ‘Evet’ demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır.” (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) demektedir. ŞÜKÜR VE TEVHİD İşratu’l-İ’caz’ın hemen ilk ayetlerinin tefsirinde “…Ve keza elhamdülillah, ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir.” Denilmektedir (İşarat’ul-İ’caz, 32 e-risale). Demek ki hamdin/şükrün manası tevhiddir. Her daim hamd eden bir abid tevhidi ilan etmekte ve Rabbiyle bağını güçlendirmektedir. EL-HAMDÜ KELİMESİ Yine 20. Mektubun Beşinci Kelimesi olan HAMD de de aynı manalar gizlenmiştir: “Yani, hamd ve senâ, medih ve minnet O’na mahsustur, O’na lâyıktır. Demek nimetler O’nundur ve O’nun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. Öyle ise, hamd dahi O’na aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey O’nundur, O’na aittir. Evet, âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubûdiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor.” (20. Mektup, Beşinci Kelime e-risale) Benzer bir yorumun yine Mektubat’ın 29. sunun Birinci Risalesinin Beşinci Nüktesinde de belirtildiği üzere El-Hamdü; “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda ki, Allah denilir.” Şeklinde tanımlanmaktadır. Hamdin aşağıda sayılan esma-i Hüsna ve sıfat-ı İlahiye ile doğrudan ilişkisi vardır: 3 · · · · · · · Rahman Rahim Rezzak Samed Şekûr Kayyum Sıfat-ı Subutiye RAMAZAN ORUCU VE ŞÜKÜR Ramazan Risalesinin 2. Nüktesinde Ramazan orucunun rızıkla ilişkisini ve oradan da şükürle ilişkisini anlatıp, Ramazan orucunu “şükrün anahtarı” olarak tanımlamaktadır: “Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır; Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder. İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.” (29. Mektup, İkinci Risale, İkinci Nükte; e-risale.com) ŞÜKÜR VE TAHMİDİYE 4 Şükür mesleği Risale-i Nur’da o kadar önemle vurgulanmıştır ki, Cevşen-ül Kebir’in 6. bölümü olan Tahmidiye bu konuya ayrılmış bir duadır. Bediüzzaman said Nursi Tahmidiye için şu ifadeleri kullanmaktadır: “… Mesleğimizin 4 esasından en büyük esası olan şükrün en geniş, en yüksek mertebesini ihata eden İsm-i Azam ile 9 ayet-i uzmayı…” Bu Tahmidiye duasıyla ilgili olarak bir anekdottan bahsetmekte yarar vardır: “Azılı bir İslam düşmanı olan Avni Doğan’ın Kastamonu Valisi olduğu günlerdi. Yol açma, park yapma gibi bahanelerle türbeler, mübarek dergâhlar, tekkeler, mescidler birer birer yıkılıyordu. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Kastamonu'da kaldığı senelerde, (1936-1941) Kur'ân nurlarına doğru pervaneler gibi koşan Çaycı Emin, Mehmed Feyzi, Sadık Bey gibi hakikat kahramanlarından biri de Küçük Şeyhlerin Hilmi veya Hilmi Bey namındaki bir iman irfan yolcusuydu Küçük şeyhlerin Hilmi (1) lakabıyla anılan Hilmi Sema Erkal…b ütün uğraşma ve didinmelerine rağmen, bu yıkım işlerine mani olamamış; üzüntüsünün şiddetinden, neticede Vali Avni Doğan’ı öldürmeye karar vermişti. Bütün hazırlık ve planlarını yapan Hilmi Erkal, valiyi öldüreceği silahı da temin ettikten sonra, bir gün dalgın ve düşünceli bir halde, çarşı polis karakolunun karşısındaki Üstad Bediüzzaman’ın kaldığı evin önünden geçiyordu. Bu esnada pencereden camı tıkırdatan Üstad Bediüzzaman’a, Hilmi Erkal başını kaldırarak baktı. Nur Üstad, Hilmi Erkal’ı yanına çağırıyordu. “Bu ihtiyar hoca da acaba ne istiyor, bana ne diyecek?” düşüncesi içinde, ahşap evin merdivenlerini tırmanan Hilmi Bey, az sonra Nur Üstad’la karşı karşıya idi. Üstad, Hilmi Erkal’ın eline “Tahmidiye” duasını vererek, kendisine bu duadan bir adet yazmasını istemişti. Üstadın bu kolay isteği, Hilmi Erkal’i de şaşırtmıştı. Hemen o gece, Tahmidiye duasını yazmaya başladı. Saatlerce Tahmidiye’yi yazmaya çalışan Hilmi Erkal, duayı bitirdiği zaman, artık eski Hilmi değildi. Değil adam öldürmek, bir karıncaya bile 1 “Kastamonu'da, sekiz sene mübarek mahdumu ve merhum refikasıyla Risale-i Nura fevkalâde bir sadakatle çalışan ve kalemiyle Risale-i Nura çok hizmet eden ve çoklarını Nur dairesine getiren ve hapishanede (1943 Denizli) kendi gibi kahramanlardan olan Sadık Beye; hem istirahatıma, hem Nur şakirdlerinin tesanüdüne ehemmiyetli hizmet eden ve Feyzi ve Emin ve İhsan ve Ahmedler gibi has kardeşlerimizle; yine Kastamonu'da Nurlara hizmet eden 'Küçük Şeyh' namında Hilmi Bey bana mektubunda, Nurcu olan refikasının vefatını bildiriyor. O merhume hakkında medar-ı şükrandır ki, bir iki aydır dualarımda 'Zehralar' dediğim vakit, 'Hacerler' de derdim; içimde, o merhumeyi de niyet ediyordum. Vefatını bilmiyordum. Cenab-ı Hak, ona binler rahmet eylesin ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan etsin. Âmin!” (Emirdağ Lahikası -1, 288 e-risale) 5 ayak basamaz bir duygu içine girmişti. Artık Hilmi Erkal, nurun bir talebesi olmuş; Üstadın yazdığı Kur’an hakikatlerinin neşrine, hayatını vakfetmişti. Bediüzzaman, Hilmi Erkal’ı, Tahmidiye duası vesilesiyle, büyük bir badireden kurtarmış; vali katili olarak yıllarca hapislerde çürümekten, belki de idam olunmaktan halas eylemişti. O, artık, zalimlere karşı silahla değil, Kur’an ve iman hakikatlerinin neşri yoluyla, kalemle mücadeleyi düşünüyor; asayişi bozmadan, müsbet iman hizmetine çalışıyordu.” NAMAZ VE ŞÜKÜR Hamd/Şükür, namaz ibadetinin 3 hülasasından biridir. Cemaline karşı “Elhamdülillah” diyen bir mü’min, “Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmetini, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür ve senâ ile ve Elhamdü lillâh ile ilân etsin. (Sözler, 9. Söz, İkinci Nükte) Burada da görüldüğü gibi, arzın halifesi unvanıyla yapılan her ibadet külliyet kesbetmektedir. MİNNETTARLIK VE ŞÜKÜR Şükrün kaynağı minnettarlıktır. İman ile Rabbine bağlanan bir mü’min her şeyin ondan geldiğine inanır ve minnet duyar. Halis tevhid inancı bunu gerektirir. Minnet duygusu ise şükrü iltizam eder. Bu çerçevede Üstad hazretleri 2. Şua’da şunları söyler: “Mevcudatın icadındaki en mühim makâsıd-ı Rabbâniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb etmektir. Bu ince sır içindir ki, şükrü ve perestişi ve minnettarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rızık ve şifa ve bilhassa hidâyet ve iman gibi daire-i kesretin en âhirindeki cüz’î ve küllî bu gibi fiiller ve in’âmlar, doğrudan doğruya Kâinat Hâlıkının ve umum mevcudat Sultanının eseri ve ihsanı ve in’âmı ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan (Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan sadece Allah’tır.” Zâriyat Sûresi, 51:58.) ayetini tekrar ile rızkı ve hidâyeti ve şifayı Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda veriyor. Ve onları ihsan etmek “Ona mahsus ve Ona münhasırdır” diyor. Ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor. (Şualar, 2. Şua, İkinci Makam, e-risale) Minnettarlık duygusunu Sadi-i Şirazi şu şekilde ifade etmektedir: İnsan her nefeste iki defa şükretmesi lazım; Biri nefes aldığı, diğer nefes verdiği için. Çünkü; nefes alıp verememek de var; 6 Nefes verip alamamak da var. ŞÜKÜR RİSALESİ Ahirzamanının sabırsız ve şükürsüz insanlarına deva olmak üzere yazılan Mektubat’ın 28. Mektubun Beşinci Risalesi başlı başına “Şükür” konusuna ayrılmıştır. Ayrıca Risale-i Nur’un diğer yerlerinde hem şükür ve hem de Hamd kavramlarının işlendiği bölümler de yine şükrün/hamdin manası, bir ibadet olarak zikrinin ve manalarını tefekkür etmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Buna göre: Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür. Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı halk eden Zât, ondan o hayatı intihap ediyor. Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor. Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz edilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat’ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî hakikat rızıktadır. Şimdi, görüyoruz ki, her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, halen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor. Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve zîşuurun nazarını 7 dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder. Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in’âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder. Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu dereceye sukut eder. Öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan en ednâ makama inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıt ve muhalif bir vaziyete düşerler. Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir. Evet, Zât-ı Akdesin alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan lâfzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle ona yetişilir. Hem Rahmân‘ın en zâhir mânâsı, Rezzâktır. Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır. Hem şükür içinde sâfi bir iman var; hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü, bir elmayı yiyen ve “Elhamdü lillâh” diyen adam, o şükürle ilân eder ki: “O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir” demesiyle ve itikad etmesiyle, herşeyi, cüz’î olsun küllî olsun, Onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve herşeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor. 8 İnsan-ı gafil, küfrân-ı nimetle ne derece hasârete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzetle, Cenâb-ı Hakkın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi mânevî lübleri ve hülâsaları ve mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anâsıra inkılâp etmeye gidiyor. Eğer şükretmezse, o muvakkat lezzet, zevâl ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalb olur. Şükürle, zâil rızıklar, daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünkü, o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır. Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür. Yoksa, ehli gaflet ve dalâletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar. Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubûdiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş: Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz. ŞÜKÜR VE İLİŞKİLİ OLDUĞU KAVRAMLAR · · · İman ve Tevhid: Hem şükür içinde sâfi bir iman var; hâlis bir tevhid bulunur. Rahman: Evet, Zât-ı Akdesin alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan lâfzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle ona yetişilir. Rızık ve Rezzak: Hem Rahmân‘ın en zâhir mânâsı, Rezzâktır. Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının 9 · · · · · · cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. İktisat ve kanaat: Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır (Şükür Risalesi). Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevîdir (19. Lem’a). Sabır: Sabır ve Şükür birlikte anılan iki kavramdır. Çünkü ikisinde de tevhid manası vardır. Sabreden insan umudunu O’na bağlar ve sonucu ne olursa olsun bu bağlanmanın tadını çıkarıp şükreder. Masiyette, ibadet - taatte ve musibete maruz kalındığında sabr-ı cemil göstermek halis tevhittir. Sabır olumsuz durumlarla, şükür ise nimetlerle imtihan edilmektir. Rıza ve memnuniyet: Şükrün mikyâsı rızadır ve memnuniyettir. Namaz ve ibadetler: Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır. Tama, Hırs, israf ve kanaatsizlik: Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir. (Şükür Risalesi) Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. (19. Lem’a) Zillet ve mahrumiyet: Hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.Evet, Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir. Hem Yahudi milleti de şükrüsüzlükle, hırs ve kanaatsizlik nedeniyle zillet ve meskenete tabi kılınmıştır. “Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızklarını bulması.. ve sahranişinlerin (yani; bedevîlerin) kanaatkârane vaziyetleri ve izeetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkur davamızı kati ispat eder.” (Lem'alar, On Dokuzuncu Lem'a). “Hırs, sebeb-i haybettir; ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet her milletten ziyade hırs ile dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i katidir?” “Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırs ile dünyaya yapışan ve aşk ile hayatı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmet ile kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasarettir.” (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, s. 271). “Vesile-i rızk-ı helal, acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir." (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, s.418)” diyen Bediüzzaman Said Nursi, bu davasını ispat etmek için kullandığı delillerden biri de Yahudilerin durumudur. O şöyle der: “Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırs ile meşhur olan Yahudi milletinden daha ziyade rızk peşinde koşan olmuyor. 10 Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade su-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zaten gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helal değil ki, meselemizi cerh etsin.” (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, s.418). ŞÜKRÜN ÇEŞİTLERİ Şükür/Hamd lisan ile ifade edilebileceği gibi, hal diliyle de yapılabilir. Günlük hayatımızda besmele ile başlayıp hamd ile bitirdiğimiz nimetlere karşı dil ile hamd edilebilir. Nimetlerin yenmesi/kullanılması sırasında bu nimetlerde in’amı görme düşüncesi de bir şükürdür. Bediüzzaman hazretleri bu durumları insan fıtratı ile açıklamaktadır. Şükür Risalesine göre üç türlü şükür vardır: Birincisi, Fıtri Şükürdür (Şükr-ü fıtri): İnsan ve hayvan türleri rızka karşı bir iştiha, iştiyak ve istek arzu eder. Sabah kalkıldığında rızık istenir. İnsanlar işine gücüne gidip rızkının peşinde dolaşırlar. Hayvanlar yuvalarından çıkıp rızık arayışına başlarlar. Bu bir arayış aslında fıtri şükrün göstergeleridir. “Bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.” İnsan Rezzak-ı Rahman’ı unuttuğu için gaflete düşüyor ve şükrünü yapmıyor. Elde ettiği rızkı ya kendi emeğine, zekâsına ya da tesadüflere bağlayarak şirke düşüyor. İkincisi, Manevi Şükürdür (Şükr-ü manevi): “Rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir.” Üçüncüsü ise Şuursuz Şükürdür (Gayr-i şuuri şükür): Canlı türlerinde rızka ilişkin bir lezzet yaratılmasaydı hiçbir kez tatmak dışında o nimetlere yanaşmazdı. Özellikle insan kâinattaki tüm rızıkların tatlarını bilecek, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in’âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.” Anlaşılıyor ki, “Telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır.” Dördüncüsü Şükr-ü Örfi’dir. Allah’ın insana ihsan ettiği maddi ve manevi her bir nimeti O’nun emrettiği yerlere sarf etmesi anlamına gelmektedir. Böylece, hem Kur’an’ın emrettiği şeriata ve hem de Tabiatta cari olan adetullaha uygun hareket etmiş olur. Kendisine emanet olarak verilen bu duyguları hakiki mecralarında sarf etmek demek, o duyguların bağlı bulunduğu âlemlerle irtibat kurmak demektir. Yani kainat çarkının bir parçası olarak şükrünü yerine getiren bu çarka uygun davranmış olur. Demek ki şükr-ü örfi; insanın mahiyetine konulan maddi-manevi azalarını 11 Allah’ın emri doğrultusunda kullanıp, o azaları geliştirmesi ve neşv ü nema ettirmesidir. Bu yönüyle de insan Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına mükemmel bir ayna olmaktadır. İnsan-ı kâmil mertebesine de bu şekilde ulaşabilir. Bir tohumun içindeki kabiliyetleri geliştirerek ağaç haline getirmesini de onun şükr-i örfisi olarak düşünebiliriz Çünkü, tohumun içinde manevî ağaç, toprak üstüne çıkarak, esmayı ilahiyi üzerinde tecelli ettirmekle şükrünü yerine getirmiş olur. İnsan, melek ve cin gibi şuur sahibi varlıklar da onların üstünde tecelli eden Allah’ın isimlerini ve sanatlarını görmüş olurlar. Buna göre, her nimetin şükr-ü örfisi kendi cinsindendir. Nasıl ki sanat maharetin, adalet vicdanın, sadaka malın-servetin, muhabbet kalbin, düşünmek aklın, tutmak elin, yürümek ayağın, tebliğ hidayetin, cihad nefsin, araştırma muhakemenin vb. şükrü olduğu gibi. ŞÜKRÜN MÜŞAHHASLAŞMASI Bu dünya hayatında yediğimiz/içtiğimiz tüm meşru rızıklar farklı isimler alarak (vitamin, protein vb.) bizim vücudumuzun bileşenleri durumuna gelirler. Aslında bu rızıkları yemeye başlamadan önce ifade ettiğimiz “Bismillahirrahmanirrahim” ile her bir lokmanın adını koymuş oluyoruz. Çünkü o nimette Mün’im’i görmüş bulunmaktayız. Öte yandan sonunda dediğimiz “elhamdülillah” kelimesiyle o rızkın diğer bir etiketini yapıştırmış oluyoruz. Böylece o lokma mide dairesindeki işlemlerinden sonra vücudumuzun gerekli yerlerine giderek bizim hayatımız olurlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Yediklerimizden ibaret olan her birimiz, besmele ve şükrün müşahhas, görünen ve somut bir cismiyiz biz. Bu cisimle kalkıp en büyük şükür ifadesi olan namazı kılmak, üç öğün yemek ve ara atıştırmalara bedel 5 vakit namazı kılmak şükrün en ala mertebesi ve göstergesidir. Onun için Bediüzzaman şükrün sadece kuru bir sözden ibaret olmadığını; aksine somut, elle tutulur-gözle görülür bir meyvesi olduğuna delil olarak yediğimiz elmayı gösterir. Der ki, “Bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyen adam, o şükür ile ilân eder ki; ‘O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir.” (Mektubat, Şükür Risalesi). Demek ki ahiret hayatı canlıdır. Buradaki sözlerimiz, amellerimiz arş-ı alaya çıkar ve cennette hayattar birer ürün olarak bizimle birlikte olmaya devam eder. O halde sözlerimize, amellerimize dikkat! (Sözler, 13. Söz, Hüve Nüktesi) GÜNLÜK HAYATTA ŞÜKÜR/HAMD Özetle, Kur’ân-ı Hakîm, şükrü netice-i hilkat göstermektedir. Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat da netice-i hilkat-i âlemin en mühimminin şükür olduğunu haykırmaktadır. Kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette, her bir şey bir derece şükre bakmakta ve ona müteveccih olmaktadır; kısacası, şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürse 12 bizim günlük yaşantımızdaki söylemlerimizin ve eylemlerimizin şükür ile bağlantısını nasıl kurmalıyız? Sosyal hayatımızın zamkı: Teşekkür Hz. Peygamber (a.s): “Halka teşekkürde bulunmayan Allah'a da şükretmez” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr 35. IV, 339; Ebu Dâvud, Edeb 12.V, 157,158.) İnsanların yaptıkları iyiliklere teşekkür etmeyi ve bu iyiliği diğer insanlara da söylemeyi tavsiye eden Hz. Peygamber, şöyle buyurur: “Kendisine bir iyilik yapılan kimse, imkânı varsa bu iyiliğe iyilikle karşılık versin. İyilik yapacak bir şey bulamazsa iyilik yapanı övsün. Kim iyilik yapanı överse, ona teşekkür etmiş olur. Kim de kendisine yapılan iyiliği gizlerse, ona nankörlük etmiş olur…” (Ebu Davut, Edeb, 12. V,158,159; Tirmizî, Birr, 87. IV, 379.) Teşekkür etmekle ilgili araştırmalar Harvard Tıp Fakültesinden Michael Craig Miller’in bir yazısında yer verdiği şükretme üzerine yapılmış bir araştırmaya göre, şükretmenin veya insanlara teşekkür etmenin faydaları şu şekilde sıralanmıştır: · · · · · · · · · · Hamd etmek insanı daha fazla olumlu duyguya sahip kılmaktadır. Hamd eden veya teşekkür eden insan yaptığı dünyevi işlerden daha fazla haz alır. Hamd eden insan daha sağlıklı olur. Hamd eden insan zorlukların üstesinden gelir. Hamd eden / teşekkür eden insan daha güçlü insani ilişkiler kurabilir. Kaliforniya Üniversitesinden Dr. Robert A. Emmons ile Miami Üniversitesinden Davis ve Dr. Michael E. Mc. Cullough’un yaptığı bir diğer deneysel araştırma ise daha ilginç sonuçlar vermektedir. Araştırmaya göre, 3 grup insan toplanıyor. Birinci grup hafta boyunca kendileriyle ilgili teşekkür etmelerine neden olan olayları; ikinci grup hafta boyunca kendileriyle ilgili olumsuz ve irrite edici olayları yazıyorlar. Üçüncü grup ise hafta boyunca kendilerini olumlu-olumsuz etkileyen olayları yazıyorlar. 10 hafta sonra birinci grubun, yani teşekkürlük olaylar yaşayanların hayata daha iyimser ve pozitif baktıkları ortaya çıkıyor. Çalışanlara yaptıkları işte üstleri tarafından “Teşekkür ederim” cümlesi kullanılan işyerlerinde çalışan motivasyonuna etkisi oldukça pozitif olup iş sonuçlarını olumlu etkilediği gözlenmiştir. Bu durum aile içindeki iletişim için de geçerlidir. Daha birçok araştırmaya yer veren araştırmacının bulduğu sonuç şudur: Daha çok şükreden/teşekkür eden insanların kendilerini daha iyi hissettikleri, hayata daha pozitif baktıkları ve daha iyi şeyler yapmaya daha çok teşebbüs ettikleri ortaya konulmuştur. Teşekkürü artırmanın yolları da vardır: 13 · · · · Birincisi, insani ilişkilerimizde teşekkür ederim kelimesini sıkça kullanmak gerekir. Sözlü olmayan yerlerde bırakacağınız not kâğıdına ve bir memo kâğıdına “teşekkür ederim”, “emeğine sağlık” ellerine sağlık” diline sağlık” “gayretin böyle devam etsin!” vb. “en takdir edici yoldaş” şeklinde yazmak şükrü artırmaya ve desteklemeye teşvik edebilir. İkincisi, Yukarıda fiili olarak yaptığınız teşekkürü mental olarak da düşünebilirsiniz. Düşünce yoluyla insanların etkilendikleri ortaya çıkarılmıştır. Bazen bu düşüncenizi görüş açınız içindeki insanlara başparmağını dik tutup diğer parmakları yumarak “harikasın!” şeklindeki bir el işareti ile gerçekleştirebilirsiniz. Teşekkürlük insanların isimlerini veya teşekkürlük sözleri yazdığınız bir not defteriniz olsun. Bu sizin sadece sözlü ve davranışsal değil, yazılı olarak da teşekkürlük insanlar çemberini oluşturmanızı sağlayabilir. Duayı yayınız. Dua etmek şükrün ve teşekkürün anahtarıdır. İnsanlara teşekkür etme alışkanlığı kazanmak istiyorsanız Allah’a dua ediniz. İnsanlara dua ediniz. Çingene duası bile bizi etkiliyorsa, insanların birbirlerine yaptıkları dualar da onları etkiler. GÜNLÜK DURUMLAR · · · · · · · · · HAYATTA TEŞEKKÜR EDİLECEK / HAMD EDİLECEK Her yemekten sonra: Tabii ki başta besmele söylenmiş olmalıdır. Mümkün olsa her lokmadan sonra da söylense! Ancak bu fiilen olmasa da başlangıç ile bitiş ortasında Mün’im-i Kerim’i hatırlamak, tefekkür etmek, aracı elleri düşünmek de şükür sayılır. Her içecekten sonra: Adabına uygun bir şekilde ve helal olmak kaydıyla içilen bir sıvıdan sonra Mün’im-i Hakikiye hamd etmek; varsa aracılara teşekkür etmek. Yataktan kalkınca- uyanınca: Her gece bir kabir hayatı, her uyku ölümün ammizadesidir. Yatarken yaptığımız dualar gibi, kalkınca da hamdele ve salvale getirmeliyiz. Tüm alışverişlerimizde: Veren Allah’ı hatırlamasa da, gafil de olsa; biz alan olarak “Bismillah” demeliyiz; bu nimetler için Allah’a hamd etmeliyiz. Allah adına vermeyen insanlara teşekkür etmemeliyiz. Olumsuz bir olayı veya tehlikeyi atlattıktan sonra: Yaşadığımız bir musibet, kaza, bela vb. durumlarda elbette sabredeceğiz. Ancak kader inancımızın gereği olarak hikmetleri düşülmeli ve daha beteri olmadığı için şükretmeliyiz. Aldığımız her nefeste: Mümkün olsa da hatırlasak, her hu nefesinde O’nu hatırlamak ve bizi yaşatmaya devam ettiği için bunu fırsat bilip şükretsek! Dünya ile ilgili meşru ve temiz ne iş yaparsak yapalım sonunda elhamdülillah demek bizi mutlu edecektir. Ticari kazancımızın sonunda, kasanıza giren her kuruş için, gün sonunda saydığımız kazançlarımız için de binler kez elhamdülillah demeliyiz. Doğum günümüzde: Her yaşı aldığımızda, yaşlandığımızda bize bir yıl daha ömür verip bulunduğumuz yaşa getirdiği için elhamdülillah demeliyiz. 14 · · · · · Muvaffakiyet sonunda: Dünyevi başarılar egomuzu okşayabilir. Gurura düşerek gizli şirke neden olabilir. Bu nedenle her muvaffakıyette elhamdülillah demeliyiz. Sevinç/mutluluk anında: Kişisel veya ailevi mutlu anlarımızda daha çok şükretmek, şükür namazı kılmak da oldukça önemlidir. Peygamberimize (SAS) ve ilk Müslümanlara baskı ve zulüm uygulayan Ebu Cehil’in öldürülmesi üzerine Peygamberimiz iki rekât şükür namazı kılmıştır. Mutlu günlerimizde / milli ve dini günlerde: 1922’de Ordunun Yunan’a galebesinden neş’et eden dönemin yöneticilerinin namaz konusundaki gafletini görünce “Meclis-i Meb’usan’a Hitap” ile başlayan cümleler şükre davet etmektedir: “Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan “salât” gibi ferâizi imtisal etmeniz lâzımdır—ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.” (mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 116, e-Risale) Anne ve babaya teşekkür: Bir hazine değerinde olan bu teşekkür Kur’an’ın bir emridir. Onlara “of” bile demeden her daim hizmetini görmek, dünyada iken ahireti kazanmanın kısa yollarından birdir. Hastalık zamanında şükür: Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur. Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. Hattâ bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et. (25. Lem’a, Hastalar Risalesi, 2. Deva) KİMLER TEŞEKKÜR ETMEZ/ŞÜKRETMEZ? Şükretmek/Hamd etmek gerçekten bir büyük nimettir. Kur’an-ı kerim’de “Şükreden kullar pek azdır” (Sebe, 13), istediği her şeyden sayısız nimete nail olduğu halde “insan çok nankördür” (İbrahim, 34) buyrulmaktadır. Peki kimler şükretmez / hamd etmez? İnsanlar farklı ortamlarda, farklı eğitim çevrelerinde ve farklı kültürlerde yetişirler. Bu etkenler insanın değer yargılarının oluşumuna temel teşkil eder. Bunlardan biri de karakterdir. İnsanlar iki tür karaktere sahiptir. Bu karakterler iki meslekle ifade edilmiştir: Birisi Çiftçi karakteri, diğer avcı karakteridir. 15 Çiftçi Karakteri Çiftçilik mesleği, gerektirdiği aşamalardan dolayı farklı değişkenlere sahiptir. Toprağı sürmek, sonra tohum atmak… Tohum atıldıktan sonra çiftçinin yapabileceği tek şey var; Allah’tan yağmur istemek, kar yağmasını beklemek vb. Tohum filiz verdikten sonra çiftçinin elinden gelen işler vardır. Çapalamak, sulamak, ilaçlamak, gübrelemek… Sonrası tamamen Allah’ın bileceği bir gelecektir. Çiftçilik mesleği, meslek gereği halis tevhid ihtiva eder. Elinden geleni yapar sonucunu Yaratıcıdan bekler. Avcı karakteri Avcılık mesleği ise bir nevi fırsatçılıktır. Pusuya yatmayı, gözetlemeyi ve havalanacak/hareket edecek avını beklemeyi, sonunda onu avlamayı gerektirir. Böylece avcının mizacı basit bir fırsatçılık olup mesleği gereği tevekkül ve Rabbini hatırlama eylemi gerektirmez. (Avcı kardeşlerim haklarını helal etsinler. Kişileri değil mesleği analiz ediyoruz.) Devlet memuru karakteri de böyledir. Memur gelirini hükümetten bilir. Halis Tevhitten uzaklaşır. Rızkını ve tayinatını hükümetten bekler. (memur kardeşlerim haklarını helal etsinler.) Esnaf ve tüccar ise halis bir tevhid ile gelecek rızkını sadece Rezzak’tan bekler. Dükkânını açar, temizliğini yapar, raflarını tanzim eder. Güler yüzünü takınır. Müşteriyi beklemeye başlar. Müşteri gelsin diye Allah’a yalvarır. Sonuç olarak şükretmek, bir emek, çaba ve belirsizlik durumunu ihtiva eder. Sabır ve şükür bu belirsizliğin kul ile Rabbi arasındaki bağıdır. Emek harcanmış yemekler daha lezzetli olup, aynı zamanda şükrün de anahtarıdır. İnsanın kendi emeğinden daha güzelini yememiştir. Ancak bir takım insanların bulunmaktadır. Bunlar: · şükürsüzlüğünde aranacak bazı özellikler Müsrifler: Müsrif insanların şükrü gaflet nedeniyle yoktur. İsraf eden kişi nimetin değerini bilmez. Değeri bilinmeyen nimetin ise şükrü yapılmaz. Kuru bir parça ekmeğe şükreden bir insan ile ekmeklerini çöpe döken ama şükür insanlar arasındaki fark gibidir. Bu konuda Bediüzaman İktisad Risalesinde şöyle der: “İktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.” (19. Lem’a, Birinci Nükte, e-Risale) 16 · Tama sahipleri: Şükür mesleği, insanı minnetsiz yaşamaya teşvik etmektedir. Tama ise verilen rızıkla yetinmeyip insanlara yüzsuyu dökmeyi ve minnet altında kalmayı netice verir. Özellikle dava sahiplerinin bu konuda hassas olmaları, davalarının izzetini düşünmeleri ve kendilerinin de su-i istimal edilmemelerine dikkate etmeleri elzemdir. Bediüzzaman hazretleri talebelerini uyardığı Üçüncü Desise-i Şeytaniye’de bu hususa dikkat çeker: “Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Hak’tır. O hem Rahîm, hem Kerîm’dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette, gayr-ı meşru bir tarzda yüzsuyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir! Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukàbil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır. Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukàbil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniye’ye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” (Mektubat, 29. Mektup, Altıncı Risale olan Altıncı Kısım, Üçüncü Desise-i Şeytaniye e-risale) · · Hırslı ve Kanaatsizler: Hırsı, israf etmek netice verir. Müsrif insanlar hırslı olurlar. Aynı zamanda kanaatsiz de olurlar. “Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.” (Lem’alar, 19. Lem’a, Yedinci Nükte) Küfrân-ı nimet edenler: Birbirleriyle yakın ilişkileri olan bu kavramlardan biri de küfran-ı nimettir. Yani kendisine verilen nimeti inkâr etmektir ki, zaten başından itibaren verilen nimette Mün’im-i Hakikiyi görmemek demektir. Sosyal ve kişisel hayatımızda ince bir çizgidir bu ve çoğu insan pratikte bu terminolojileri karıştırmaktadır. Söz gelimi tevazu yapacağım derken küfran-ı nimet eder; nimeti ilan edeceğim derken de bu defa gurura düşer. Bediüzzaman Hazretleri bu durumu Terzi-elbise analojisiyle açıklar. Terzinin diktiği elbiseyi giysen ve çok yakışsa ve sen de gurura düşmeyeyim derken, yakışmadığını söylesen bu küfran-ı nimet olur, demektedir. Ya da tersine; yakıştığını söyledikten sonra terziyi unutsan ve güzelliğini kendinden bilsen bu da guru olur. Burada ölçü şudur: Evet ben güzelleştim, ama bu güzellik elbiseye dolayısıyla bu elbiseyi bana giydirene aittir, demektir. (28. Mektup, Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele, Dördüncü Sebep, e-risale) 17 · Gerçek hayatta da hem malen ve hem ruhen bize verilmiş olan nimetler üzerinden şükür yoluyla O’nu hatırlamak gerekir. Böyle yapmayanlar Karun’un “Kendi ilmimle kazandım!” demesi kabilinden bir ahmaklık yapar ki, tokada müstahak olur (23. Söz, İkinci Mebhas, Dördüncü Nükte) Gayr-i meşru kazanç sağlayanlar: Haram yollarla kazanç sağlayanlar da şükre uzaktırlar. Bu tür insanlar iki kısımdır: Birinci kısmı zaten şükredecek bir inanca sahip olmayan; rabbini tanımayan; dolayısıyla haram-helal ayrımı yapmadan yaşayan ve kazanan insanlardır. Bu tür insanlar şükretmezler. İkinci kısım insanlar ise haram kazandığının farkındadır. Haram mala şükretmek ise caiz değildir. Böyle olduğunu bilen insan malını temizlemek amacıyla dini hizmetlere yardımda bulunarak kendilerini tathire çalışırlar ki, bunun onlara bir faydası yoktur. Kimin malını kime hibe ediyorsun, denilebilir. Demek iki tarzda da haram mal-kazanç için şükür caiz değildir. SONUÇ Şükür, vahidiyet içinde ehadiyeti görmektir. Şükür hakiki mü’min olmanın en görünen, en zahir, en müşahhas göstergesidir. İnsan önce kendi nefsini düşünmeye eğilimli bir varlıktır. Nefsin mutmain olması için şükür mesleğinde bulunması gerekir. Hayatının her anını şükretmekle geçiren bahtiyar insanlar, aynı zamanda fikretmekle, aynı zamanda sabretmekle de harcarlar; daha doğrusu ahiret tohumlarını her anlarına serpiştirirler. Ta ki ahirette o şükrün meyvelerini yesin. Zamansızlık ve yalnızlık bu zamanın en önemli iki zayıf noktası olup bunlar insanın Şükrünü engelliyor. Ancak bu olumsuz durumlar şükür fırsatına çevrilebilir. Şükür vasıtasıyla çalışma şevki artar. Zamanı meyveli bir ağaca dönüşür ve zamanı genişlenir (bast-zaman). Yalnızlık hissi ortadan kalkar. Rabbinin en hakiki yoldaş olduğuna hükmeder. Şükreden adam anlar ki, kendisi yalnız değil, onun Bir Rezzak’ı ve Bir Sahibi var. Şükredilecek nimetleri saymakla bitirmek mümkün değildir. Biz en iyisi Bediüzzaman hazretlerinin cümleleriyle şükrün madenine girelim: “Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkezâ... Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukàbil şükretmeyerek, imkânât ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Hak’tan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?” “Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?” diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın—ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.” 18 “Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Kat’iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ Sabûr” de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır.” اﻟﺮﱠاﺣِ ﻤِﯿﻦَ اَرْ ﺣَ ﻢَ ﯾَﺎۤﺑِﺮَ ﺣْ ﻤَ ﺘِﻚَ اﻟﺸﱠﺎﻛِﺮِﯾﻦَ ﻣِ ﻦَ اﺟْ ﻌَ ﻠْ ﻨَﺎ اَﻟﻠّٰ ﮭُﻢﱠ ﺟْ ﻤَ ﻌِﯿﻦَ وَ ﺻَ ﺤْ ﺒِﮫِ اٰ ﻟِﮫِوَ ﻋَ ﻠٰۤ ﻰوَاﻟْﺤَﺎﻣِ ﺪِﯾﻦَ اﻟﺸﱠﺎﻛِﺮِﯾﻦَ ﺳَ ﯿﱢﺪِ ﻣُ ﺤَ ﻤﱠ ﺪٍ ﺳَ ﯿﱢﺪِ ﻧَﺎ ﻋَ ﻠٰ ﻰوَ ﺳَ ﻠﱢﻢْ ﺻَ ﻞﱢ اَﻟﻠّٰ ﮭُﻢﱠ.َا ُاﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﯿﻦَ رَ بﱢ ◌ِ ِاﻟْﺤَ ﻤْ ﺪُ اَنِدَ ﻋْ ﻮٰ ﯾﮭُﻢْوَ اٰ ﺧِ ﺮ 24 SAAT ŞÜKÜR DÖNGÜSÜ İnsanın şuuri olsun veya olmasın, 24 saatini şükürle geçirmesi mümkün olduğunu düşünüyorum. İrademin, kontrol edilebilir değişkenler arasında şükrü yeteri kadar yerine getirebilmesi; kontrol edilemeyen değişkenleri ise niyetime bağlı olarak şükürle geçirip, 24 saatlik şükür çarkını oluşturması mümkün görünüyor. Oysa ben fıtraten gayet zayıfım; her şey bana ilişir, beni müteessir ve müteellim eder. Acizim; belâlarım ve düşmanlarım pek çok. Gayet fakir olduğum halde ihtiyaçlarım sonsuz. Öylesine tembel ve iktidarsızım ki, hayatın yükleri ve yüklerin ağırlığı altında muzdaribim. İnsaniyetim beni kâinatla alâkadar etmiş; oysa sevdiğim, ünsiyet ettiğim şeyler akıp gidiyor; zevâl ve firak mütemadiyen beni incitiyor; aklım, bana yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösterdiği halde, elim kısa, ömrüm kısa, iktidarım kısa, sabrım kısadır. Sonra bu sınırlılıkları, elime verilen şükür davetleri olarak gördüm. Şükrünü eda edebileceğim tüm haller, tüm nimetler ve durumlar benim tüm hissiyatımla; aklımla, kalbimle ve ruhumla irtibatlandırılmış; işte tam burada bir ruh gibi olan şükrümün günümün her anında, aldığım her nefeste teşrif edip, bana can verdiğini hakka’l-yakin bildim. Yeniden şükrettim. Bu mülahazalarla 24 saat içindeki hususi şükr-ü ekber olan namaza çağrıldığımız 5 vaktin değerini daha iyi anladım. Şu beş vaktin her birinin “birer inkılâb-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin emârâtı ve in’âmât-ı külliyei İlâhiyenin alâmâtı olduklarını, üzerimize borç ve zimmet olan farz namazının bu 5 vakte tahsisinin bir nimet olduğunu ve nihayet hikmetlerle donandığını” gördüm. İslamiyetin, saat zamanını değil, olay zamanı esas aldığını, Ramazan hilalinin görünmesi gibi, olay zamanı üzerinden bizi ibadete davet ettiğini farkettim. Yıllar sonra, beni şükürden uzaklaştıran en önemli etkenin “gafletim” olduğuna kanaat getirdim. Rutinleşen dünyam, alışılmış davranışlarımın tekrarı 19 nedeniyle istimrar etmiş, yasalaşmış yaşantılarımız beni gaflete sürükleyip şükürden uzaklaştırıyordu. Bu nimetlerden birini kaybettiğim anda sır bozuluyor, hayali dünyamın camdan olan duvarları büyük bir şangırtı ile parçalanıp beni kendime getiriyordu. Rutinden çıkıp hemen gerçeği görüyorum; ancak nisyandan alınan ben, tehlikenin geçmesiyle yeniden gaflet perdesiyle gözlerimi bağlayıp, öylece bakar kör olarak dolaşıyorum rutin hayatımda. Yeme-içme, konuşma, dinleme, gezme, dolaşma, yürüme, tutma, bakma, işitme, tatma, tutma, insani ilişkiler kurma, bir iş yapma, beyni kullanma, yeteneklerimi kullanma, gezme-tozma, zevk alma, anlama, gayret etme, çalışma, dinlenme, yatma, kalkma, rüya görme, binme-inme, yüzme, gezme, yorulma, dinlenme, gece-gündüzün dönüşümü, ay ve güneşin doğup batması, dünyanın dönüşü ve daha sayamayacağım her türlü meşru iç ve dış değişken. Daha nice rutinleşmiş, ancak gafletim nedeniyle onların zaten olmaları gerekmesi bir zorunlulukmuş gibi algıladığım ve her biri şükrü gerektiren bu davranışlarıma şükretmediğim için utanç duydum. Neredeyse ilim, hikmet ve iradesiyle bu kâinatı döndüren Rabbimi “Mucib-i bizzat” diyen felsefeciler gibi düşünecektim. En büyük şükrü etmem gereken nefes alıp vermem bile gaflet saikasıyla nefessizliğin yani ölümün gelip çatması anındaki pişmanlıklarımın bir yumağı mı olmalıydı? Öyle olsa bile vakit artık çok geçti. Yapmam gereken yalnızca meşru olan sözlü veya sözsüz davranışlarımın başında Bismillah demek, sonunda da Elhamdülillah… İşte şimdi 5+1 vaktin; bu vakitler dışında kalan anlarımın şükürle imtihanı başlıyordu: Sabah Vakti: Yataktan şükrederek kalkıyorum. Ölüme benzeyen gecenin siyah kefeninden ve kabrime benzeyen yatağımdan ve kabir yatağımın toprağı olan yorganımdan “Kalk!” emriyle uyanıyorum. Yeni bir güne beni sağlık ve afiyetle başlatma lütfuna mazhar ettiği için hamd ediyorum gecenin Sahibine. Sağlıkla ve afiyetle beni diriltenin rızasını almak, memnuniyetimi O’na göstermek için sabah namazını kılmak için hazırlanıyorum. Sabah vaktini düşünüyorum şükürle; bana neleri hatırlatmıyor ki; sanki her biri bir sembol olmuş, ruhuma akan füyuzatın hikmetlerini bahşediyor derinden: “Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar ettiği” için hamdediyorum. Namaz sonrası şükrüme devam ediyorum. Günlük dualarımı okuyorum. Yeni günü şükürle karşılamak; beni nelerin beklediğini bilmediğim bir meçhulde bana 20 arkadaş olacak, dost olacak ve yaran olacak Rabbime sığınıyorum. O’nun kitabını okuyorum. Kahvaltı masama oturuyorum. Gecenin karanlığından, gecenin ölüm renginden yeni bir güne uyandığımda aklımı, ruhumu ve hissiyatımı doyurmuşken, acıkan bedenim de şükrün enerjisi olan gıda istiyor; Razzak’ına yalvarıyor. Kahvaltımı yapıyorum; çeşit çeşit peynirler, zeytinler, yumurta, bal, pekmez; çeşitli mugaddi gıdalar beni şükre davet ediyor. İsraf etmeden, ihtiyacım kadarıyla besleniyorum. Her lokmada düşüncelerimle şükrediyorum. Aklımla fikrediyorum. Ruhum da doyuyor. “Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız…” Şimdi hazırlık zamanı. İşe/okula gitme vakti. Dünya işlerini tanzim ve işleme zamanı. Rızkımıza açılan sebepler kapısını tıklatma zamanı. Bismillah ile yola çıkıyorum. Elimde çantam, dilimde dua; sekineyi okuyorum yollarda. İşimin başındayım; rızkıma bahane olan işim. İşimi en iyi şekilde yaparak hakkını vermeyi de rızkımın bir davetçisi olarak görüyorum. Bir kapının bin kapı açtığı hikmetler dünyasında ben işimi en iyi şekilde yaparak, manevi şükrümü eda ederek, başka rızık kapılarının açılmasına ilişkin kapı zilini çalıyorum. Öğle Vakti: Kahvaltıda aldığım gıdaların vücudumda hazm olduğunu acıkmamdan anlıyorum. Biyolojik saatim rızkımın gonglarını çalmaya başlıyor şimdi. Yemeğe gidiyorum. Birbirinden lezzetli yemekler mideme bayram havası çalarken, aklım, fikrim ve ruhum onlardaki lezzet-i mahsusayı düşündürüp beni şükre davet ediyor. Her kaşıkta, bebekliğimde/çocukluğumda bana yemeğimi yediren annemin tuttuğu kaşıkmış gibi bir his alıyorum; o kaşığı tutan ben değilim de sanki gaybi bir el beni besliyor. Bir aldığım lokmaya bakıyorum; bir de müteşekkirane gülümseyerek o kaşığı bana uzatan O gaybi eli öpüyorum. Şükrediyorum her lokmada, her kaşıkta. Şimdi bu küçük şükürlerden sonra aynı vakitte dünyada öğle yemeği yiyen tün insanların teşekkürlerini ve hamdlerini sunmak üzere büyük külli şükür olan öğle namazına kalkıyorum. Şimdi öğle arası; rızkımı O’nun in’amıyla be beslemesiyle aldım. Şimdi zuhr zamanı. Günümü beşe bölen en büyük ve merkezi aralık. Abdestimi alıyorum, namazıma duruyorum; bana yaz mevsiminin ortasını, gençlik yıllarımın kemâlini, hem dünyanın yaratılışındaki sıralamada insanın yaratılış devrine benzeyişini ve ona işaret ettiğini; onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlattığını görüyorum, hissediyorum. “Allah u Ekber!” diyerek namazıma duruyorum. Ruhumun namazı arzuladığı, ona susadığını hissettiğim vakitti öğle vakti. Gündüzün bir iki saat sonra zevale meyledip gidecek olan günlük işlerinin en mükemmel anı öğle vakti. Bu denli meşguliyetlerden arınmak, yorgunluktan titreyen dizlerimizi dinlendirmek, aklımızı ve ruhumuza bir pencere açma, geçici bir isitrahat zamanı. “Fâni dünyanın bekàsız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti.” “İn’âmât-ı İlâhiyenin tezahür ettiği bir andır—ruh-u beşer o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekàsız şeylerden çıkıp, Kayyûm-u Bâkî olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn 21 nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemâl-i bîzevâline ve cemâl-i bîmisâline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu” anladım. Öğleden önce başlayan günlük işlerimin en verimli uzatmalarını daha yaşıyorum. Rızkımın sebeplerinden olan işime yeniden dört elle sarılıyorum. Biliyorum ki, bu dünyevi ameller dahi, hakiki şükür olan namaz sayesinde ibadete inkılap ediyor; ben de şükrediyorum. İkindi Vakti: İşte bir mola daha; ikindi molası. Yani asr vakti. İkindi namazının tam vakti. Bana neler hatırlattığını bir çırpıda söyleyeyim: İkindi vakti, bana sararan yaprakları dökülen, sıcakların etkisini kaybetmeye başladığı, normal günlerle ömür günlerinin de kısaldığını hatırlatan güz mevsimini hatırlatıyor. Diğer yandan yaşlanmakta olduğumu kafama kafama vuran beyaz saçlarımın sökün ettiği ihtiyarlık vaktini, Âhirzaman Peygamberinin (aleyhissalâtü vesselâm) asr-ı saadetine benzeyen zamanlamanın anlamını; yani onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in’âmât-ı Rahmâniyeyi ihtar ettiğini gördüm ve hissettim. İkindi vakti bir hüzün mevsimidir. Bana hayatımın ihtiyarlıktaki mahzun haletini, ahir zamanda yaşamanın elim zorluğunu hatırlattığını yakinen bildim. İkindi vakti belirli saatler arasında çalışanları değil, serbest çalışan herkesin günlük işlerinin neticelenmesi zamanı olduğunu, üstelik o günde mazhar olduğum sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı hatırlattığını gördüm. O koca güneşin batışa meyletmesi işaretiyle burada bir misafir memur olduğumu ve her şeyin geçici, kararsız olduğunu namaz ile ilân etmenin tam zamanı olduğunu bildim. Ebediyeti isteyen ve ebed için yaratılan ben; ihsana karşı perestiş etme eğilimi olan ben; firaktan müteellim olan ruhum için ben, elbette kalkmalıyım ve abdest alıp, şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedînin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münacat etmeliyim. Bu namazla zevâlsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd etmek isityorum. En büyük arzum, izzet-i Rububiyetine karşı zelilâne rükûa gitmektir. En büyük emelim, sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde etmektir. En büyük talebim, hakikî bir teselli-i kalp, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyâsında kemerbeste-i ubûdiyet etmektir. İşte tüm bunları ancak ikindi namazıyla gerçekleştiğini ve bu ikindi namazını kılmanın ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir fıtrat borcunu eda etmek olduğunu, hatta gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu anladım. 22 Akşam öncesi, işlerimi tekrar toparlama zamanı şimdi. Günümün dünyevi muhasebesini yaparken yarının iş planımı da yaparak zihnimi işyerimde bırakıyorum. Yanıma ruhumu, aklımı, duygularımı da alarak dönüyorum. Bir günü daha bitirmenin huzuru ve şükrü içindeyim. Akşam Vakti: Akşam oldu; mağrib zamanı şimdi. Akşam ezanı okunuyor. Gün bitti deniyor. Paydos! Haydin namaza diyor yeniden; akşam namazına. Bir günü daha bitirmenin şükrünü bekliyor bu çağrı. Bu çağrı, sonbahardan sonra pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet başlangıcındaki harabiyetini ihtar eden tecelliyât-ı celâliyeyi anlatıyor. Beşeri gaflet uykusundan uyandırıp, ikaz ediyor. Bu akşam çağrısı bana kışın başlamasını; yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatının hazin vedası içinde gurub etmesinin zamanını andırır. Vefatımla bütün sevdiklerimden bir firâk-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmemin zamanını hatırlatıyor Dünyanın kıyamet ile sekerat zelzelesi içinde vefatıyla, bütün sakinlerinin başka âlemlere göçmesini ve bu dar-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırıyor; çirkinleşmeye, ölmeye, batmaya mahkûm olan sevgililerin gerçek sevgili olamayacağını ikaz ediyor. İşte, akşam namazı için, böyle bir vakitte, fıtraten bir cemâl-i bâkîye âyine-i müştak olan ruhum, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâlin Arş-ı Azametine yüzümü çevirip, bu fânilerin üstünde Allahu ekber deyip, onlardan ellerimi çekmeye niyet ettim. Hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp, Dâim-i Bâkînin huzurunda kıyam edip Elhamdü lillâh diyerek kusursuz kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip; َﻧَﺴْ ﺘَﻌِﯿﻦُ وَ اِﯾﱠﺎكَ ﻧَﻌْ ﺒُﺪُ اِﯾﱠﺎكdemekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubûdiyet ve istiâne ettim. Nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczimi, fakr ve zilletimi izhar etmekle َاﻟْﻌَ ﻈِﯿﻢُ رَ ﺑﱢﻰَ ﺳُ ﺒْﺤَﺎن deyip, Rabb-i Azîmini tesbih ettim. Zevâlsiz cemâl-i Zâtına, tağayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine karşı secde edip, hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubûdiyetimi ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemîl-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulup َ ْاﻻَﻋْ ﻠٰ ﻰ رَ ﺑﱢﻰَ ﺳُ ﺒْﺤَﺎنdemekle zevâlden münezzeh, kusurdan müberrâ Rabb-i Âlâsını takdis ettim. Sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini kendi hesabıma o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekremine selâm etmekle biatımı tecdid ve evamirine itaatimi izhar 23 edip ve imanımı tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâlin vahdâniyetine şehadet ettim. Saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazımı kılmak ne kadar latîf, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkiyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anladım. Akşam yemeğimi yiyorum şimdi. Metabolizmam şükre muhtaç; aldığım besinlerden daha önemlisi de bu değil mi zaten? Acıkan midem değil aslında; acıkan şükre muhtaç olan ruhum. Sabah ve öğle şükrüne muhtaç olduğu gibi, akşam şükrüne de muhtaç. Rızıklanmak görüntü yalnıza; yediğim her lokma şükrün somutlaşmış halinden başka bir şey değil. Vücudumda enerjiye dönüşecek o bir parça somut yemek, mide kazanında bir kez daha, bir kez daha öldükten sonra ağzımda şükreden dilin bir zerresi olacak. Yatsı Vakti: Günümün sonuna doğru geliyorum; şimdi yatsı vakti; işâ vakti. Artık karanlıklar âleminden gönderilen siyah bir örtü gece âleminin tüm varlıklarını, tüm eserlerini örtüyor şimdi. Siyah kefenin örttüğü tüm eserler bana kışı hatırlatıyor; bembeyaz örtünün örttüğü zemin yüzünü; o soğuk karın altında dünya ile ilişiği kesilmiş insan türünü hatırlatıyor; yalnız vefat etmiş insanları değil, vefat edenlerin dünyada bıraktığı tüm eserleri de unutulmuşluk perdesi altında silinip gidiyor zamanla. Tüm bunlar bu imtihan dünyasının kıyametle tamamen kapanacağını ihtar edip Kahhâr-ı Zülcelâl’in celâlli tasarrufâtını ilân ediyor, bildim. Uyku; bizi dünyadan koparan hayattayken ölümle kucak kucağa oluşumuzun sembolü uyku; yatsı vaktinde yatağa giren bir insan için gündüzden bir ey kalmıyorsa, yakın bir gelecekte ölecek olan benim de tüm eserlerim, hatırlarım, hatırlayanlarım, hatırlatacaklarım da unutulacak. Yapacağım tek şey var; O’nun hıfz kanunu ile güzel amellerimi, davranışlarımı insanların hafızalarında, eserlerimde göstermektir. Geceyi gündüze çeviren O’dur. O Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehârdır. Kışın beyaz sahifesini, gecenin bu siyah sahifesine çevirir. Bununla Rabbâni tasarrufunu gösterir. Yazın müzeyyen yeşil sahifesini kışın bârid beyaz sahifesine çevirir. Bununla da ay ve güneşi istediği gibi çevirir. Yani O Musahharu’ş-Şemsi ve’lKamer’dir. Yatsı namazı vaktiyle anladım ki, bu dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harap olup, o büyük sekerâtıyla, kıyametiyle vefat edip, geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin inkişafında Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın tasarrufât-ı celâliyesini ve tecelliyât-ı cemâliyesini andırdığını hayal gözümle gördüm. Anladım ki, “şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mâbud ve Mahbûb-u Hakikîsi o Zât olabilir ki, gece-gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi suhuletle çevirir, yazar, bozar, değiştirir, bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak olduğunu ispat eden bir vaziyettir.” 24 İşte, nihayetsiz aczim, zayıflığım, hem nihayetsiz fakirliğim, muhtaçlığım, hem nihayetsiz bir karanlık ve belirsiz geleceğime dalacağım bu vakitte ruhumun ancak yatsı namazını kılmakla dinginlik kazanacağını gördüm. Bu vakitte ben de Hz. İbrahim (as) gibi “Batanları, yok olanları, çirkinleşenleri sevmem!” deyip bir Mâbûd-u Lemyezel, Mahbûb-u Lâyezâlin dergâhına namazla iltica ettim. Şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde bir Bâkî-i Sermedî ile münâcât edip, bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalimi ışıklandıracak, mevcudâtın ve ahbabımın firak ve zevâlinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîmin iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini gördüö. Anladım ki, muvakkaten onu unuttuğumda unutulduğumu; gizlenen dünyayı o dahi unutup, dertlerimi kalbimin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette döküp; hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubûdiyetimi yapıp, yevmiye defter-i amelimi hüsn-ü hâtime ile bağlamak için namaza durmak, yani bütün fâni sevdiklerime bedel bir Mâbud ve Mahbûb-u Bâkî’nin ve bütün dilencilik ettiğim âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîm’in ve karşısında bütün titrediğim muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîm’in huzuruna çıkmak gerektiğini kesinlik derecesinde hissettim. Yatsı namazı vaktiyle ki, yatsı namazı vaktinde gerçekleşen ve içinde namaz emriyle dönülen İlahi buluşma –Miraç – anlamına gelen işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladım. Namaz sonrası günlük okumalarımı yapmanın tam zamanı. Hem El ayak çekilmişken beynimin günün yorgunluğundan azade olması zamanı. Şükrün meyvelerini toparlama zamanı. Gece Yarısı: Şimdi güzel rüyalar görme zamanı. Uykumun derinliklerinden gündüzün yaşadıklarımın âlem-i misaldeki negatifleri harekete geçiyor ve bir sinema perdesine akseder gibi beyin matriksimde canlılık kazanıyor. Teheccüd Vakti: Saatimin sesiyle uyanıyorum. Gecenin bir yarısı şimdi; o gece vakti ki, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı anlatıyor bana. Uyumamla bedenimle alakası eksilmiş ruhumun rahmet-i Rahmân’a ne derece muhtaç olduğunu hatırlatıyor. Kalkıyorum. Abdestimi alıp 2 rekât teheccüd namazımı kılıyorum. Bu bana kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildiriyor, ikaz ediyor. Bütün bu bana bağlı olan ve olmayan tüm değişkenler ve değişimler, içinde Cenâb-ı Mün’im-i Hakikî’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ettiğini gördüm. Bununla O’nun ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân ile ifade ettim. 25 Ertesi Sabah Vakti: Ertesi sabah ise bana haşir sabahını ihtar ediyor. “Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makul ve lâzım ve kat’i ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat’iyettedir.” “İşte, bu vaziyetteki ruhumun, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelâl’in, bir Rahîm-i Zülcemâl’in dergâhına niyazla, namazla müracaat edip arzı hal etmesi, tevfik ve medet istemesi ne kadar elzem; ve peşindeki gündüz âleminde başıma gelecek, belime yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinat olduğu bedâheten anladım.” 24 saatimin her dakikası, her saniyesi, her salisesi, rabiası, hamisesi, sadisesi, sabiası, samineni, tasianı ve aşiratı adedince O’na hamd olsun; O’nun Resulüne, al ve ashabına salat ve selam olsun. Tüm bunlardan sonra O’na yalvarıyorum: “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme.” ÇOK ŞÜKÜR Allah’ın verdiği yüze, çok şükür, Yüzüme taktığı, göze çok şükür. Herkesten ayrı, eşiz yüzümü; Bana ait kılan, Rabbe çok şükür. Kalp seyreder Âlemi, bu pencereden; Gözümü yaratan, Rabbe çok şükür. Her tadı ayıran et parçasını; Dilimi Yaratan, Rabbe çok şükür. Her sesi ayırıp, sessizce sunan, Kulağı yaratan Rabbe çok şükür. Envai çeşit, her bir kokuyu, Ayırt edebilen güzel burnumu; Yaradan, Rabbe binlerce şükür. Ne yöne çevirsem, koşarak giden, Ayağı yaratan, Rabbe çok şükür. 26 Eşi dostu saran, iki kolumu, Ölçüyle yaratan, Rabbe çok şükür. Bir boy, bir endam, öz simam ile; Donatan, Müzeyyin, Rabbe çok şükür. Kalp ki ah!... Âcizim onu tariften, Araba motoru görünüşte zahiren, Sevgi, nefret, ordadır hissedilen, Bu güzel âleti, koyana Şükür. Bu beden, bende; benim değil ki; İkram-ı Rahmân’a, binlerce şükür. Bahşetmiş bana; son din İslâm’ı, Bu Yüce İhsâna; Rabbim çok şükür. Şükrüme de şükür, olsun İlâhî!... Şükreden kul oldum; buna da şükür… Risale Haber, Eyüp Otman, 20 Şubat 2014 27 28
© Copyright 2024 Paperzz