BAHAR 2014 15 EĞİTİM ÇEMBERİ TAMAM! ñ(/(9=(//ñ6(6ññ/(ñ67('ñßñ1*(/(&(. ñ(/(9(àLWLP.XUXPODUòDQDRNXOXLONRNXOYHRUWDRNXOGDQ VRQUDOLVHVLQLGHD¨DUDNš(àLWLPHPEHULŢQLWDPDPODGò HàLWLP·àUHWLP\òOòQGDKL]PHWHJLUHFHNRODQ ñ(/(9]HO/LVHVL$OPDQFDñQJLOL]FH7½UN¨HHàLWLPYHUHFHN 0H]XQODUòPò]*HUPDQ,%RODUDNGDELOLQHQ*,% *HPLVFKWVSUDFKLJHV,QWHUQDWLRQDO%DFFDODXUHDWH'LSORPD 3URJUDPòLOHG½Q\DGDNLELU¨RNVD\JòQ½QLYHUVLWH\HNDEXOGH ·QHPOLD\UòFDOòNODUND]DQDFDNODU ñVWDQEXO(UNHN/LVHOLOHU(àLWLP9DNIò(àLWLP.XUXPODUò HNPHN·\ ñ(/(9]HO/LVHVL Oò%LOJLñ¨LQ Q.D\òWYH'HWD\ ñVWDQEXO(UNHN/LVHVL0H]XQODUòQD]HO7DQòWòP LHOHY#LHOHYRUJWU /LVHPL]H·àUHQFLDOòPò2UWD·àUHQLPH*H¨Lł6òQDYòLOHKHU\òO EHOLUOHQHFHNWDEDQSXDQòQ½]HULQGHDODFDNODUòSXDQòQ\DQòVòUD <DEDQFò'LO6òQDYòñ(/(9<HWHUOLOLN7HVWLYH0½ODNDWVRQXFXQD J·UHNRQWHQMDQODUòPò]GDKLOLQGH\DSòODFDNWòU ñ(/(9(àLWLP.XUXPODUòşQGDñVWDQEXO(UNHN/LVHVL 0H]XQODUòQDLQGLULP\DSòOPDNWDGòU S A R I S İ Y A H 1 SUNUŞ Sevgili Sarı-Siyahlılar Dergimizin 15. sayısını “Olmazsa Olmazlarımız” başlığıyla sizlere sunuyoruz. İstanbul Lisesi dediğimizde hepimizin aklına ilk gelenler yanında, belli dönemlere mal olmuş ama bugün bile unutulmamış isimler, gelenekler, hikayeler, değerler var. Karaköy’den geçerken kafanızı çevirip gördüğünüzde mutlu olduğunuz okul binası, çekmecenizde kırık geodreieck bulduğunuzda aklınızdan geçenler, sarı ve siyahı bir arada gördüğünüzde ilk çağırışımın lise olması, tüm bunlar bu hikayenin bir parçası olmuş bizlerle var. Hepimiz için ya da her birimiz için ayrı ayrı olmazsa olmazlarımızdan bir dergi hazırladık. 14. sayıdan bugüne geçen dönem içerisinde Şubat ayında Sakarya İzci Grubu’nun 102. Yıldönümünü kutladık. Her sene olduğu gibi bu sene de finans sektörü, sağlık sektörü, üretim ve otomotiv sektörü, bilişim sektörü ve hızlı tüketim sektörü toplantılarımızı devam ettirdik. Sektör toplantılarımızın daha verimli geçmesi, senede bir kez yapılan bir etkinliğin ötesine taşınması ve başka sektörler için de toplantılar yapılması amacıyla sizlerin de değerli fikirleriyle önümüzdeki sene için çalışmalara başladık. Üyelerimize avantajlı ürün ve hizmetler sunan firmalar konusunda güncelleme ve geliştirme amaçlı bir çalışma başlattık. Bu kapsamda daha çok firma ile anlaşarak mezunlarımıza daha çok avantaj sağlayabilmeyi hedefliyoruz. Bir süredir çalışmaları süren yeni web sitemizi, üyelerimizin bilgilerini rahatlıkla güncelleyebilecekleri, yine bir çok bilgiye daha kolaylıkla ulaşabilecekleri bir tasarımla Mayıs ayı itibarıyla yayına sokmayı planlıyoruz. Önümüzdeki sayı “Hayatımız Tasarım” konusuyla karşınızda olacağız. Keyifli okumalar diliyorum. Zeynep Erverdi ’00 ‹stanbul Erkek Liseliler Derne€i Baflkanı [email protected] EDİTÖRDEN Merhaba, Fikrin nereden ve nasıl geleceği hiç belli olmuyor. Ütopya “var oluş nedeni”, ya da “değer” diye adlandırdığımız pek (SarıSiyah 12) sayısı için görsel araştırırken, eski bir yol çok kavram var. Bu sayı, bu “şeyler”i tespit etmek yerine tabelası fotoğrafıyla karşılaştım. “Ütopya” yazısı, bir yön oku onların gerçekliğini ve geçerliliğini anlamaya çalışıyor. ve ∞ km uzaklık bilgisinden oluşuyordu. Tabelanın ne amaçla “Değerlerimiz!!!” diye uzun listeler çıkarıp, böbürlenmeyi yapıldığını anlamam için biraz daha araştırmam gerekti. değil, bu değerleri oluşturan nedenleri yazmayı tercih etti. Furkan Şener isimli bir tasarımcıya ait eski bir yerleştirme Keyifle okuyacağınızı ümit ediyorum. işiymiş. Furkan’la ilk irtibata geçmem bu görseli kullanmak için izin istemem dolayısıyla oldu. Sonra kendisinin “Olmazsa Yaz Sayısı Olmaz” çalışmasını öğrendim, yazışmalarımız sonucunda da Hayatımız tasarım (mı?)... Herşeyde tasarım var (mı?), olmalı derginin şu an okuduğunuz 15. sayısının konusu belirlenmiş (mı?)... gibi önerme/soruların peşinden gideceğiz. oldu. Tasarımı eğer “içerik (content)” e (yani bir konuya, bir fikre, Diğer sayılarımızdan farklı olarak, bu sayımızın kapağı da bir kullanıma, bir işleve, bir konsepte...) uygun form arayışı dışarıdan bir tasarımcı (Furkan Şener) tarafından yapıldı. olarak ele alırsak kullandığımız dil dahil herşey tasarımdır Benden kapak çalışması için küçük bir metin istediğinde, ilk diyebiliriz. Öte yandan varoluştan bu yana herşeyde tasarım aklıma gelen kavram latince bir deyiş olan “sine qua non” var olsa da, alışık olduğumuz şeylere tasarım olarak oldu. Bu başlıkla şu metni gönderdim: bakmayabiliyoruz. Güncel dil farklı olana tasarım diyor, alışılagelenle diğerlerini birbirinden ayırıyor. Sine Qua Non Odamızda, evimizde, ofisimizde dönem dönem yaptığımız Hayati ama bir o kadar da bıkkınlık veren bu kavram “Sağım temizlik gibi, kendimizden de atabilmeliyiz fazlalıkları. Belki Solum Tasarım” başlığıyla yaz sayımızla karşınızda olacak. sadece o zaman “Beni sizler yarattınız” klişesini, varoluşsal bir cümleye dönüştürüp, içini sadece ve sadece gerçekle doldurabiliriz. İçeride tutacaklarımız için ise tek bir soru var: “Ne çıkarsa eksilirsin?” Kendimiz için de, kendimizi ait hissetiğimiz topluluklar için Tansel Atasagun’87 SARISİYAH Dergisi Genel Yayın Yönetmeni de geçerli olduğunu düşündüğümüz ve “olmazsa olmaz”, [email protected] *(1(/6ú*257$ Isler ters gitmeden önce, VD\ID\×ùWHUVùoHYLU mutlu eder XXXXX 42 Ondan Sonra Afiyet Olsun İstanbul Lisesi’ni doyuran, okulun “olmazsa olmaz”ı Ayhan Usta gerçekleri bu röportajda açıkladı. Yılların kırmızı pilavı ne zaman iç pilav oldu? Nasıl yeniden kırmızısını buldu? Aşurenin sırrı ne? Gül suyu mu?.. Yoksa gül suyuna gerek yok mu? Bu yemekhaneden kaç kişilik yemek çıkıyor? Talaş böreğinin içindeki soğan nasıl ölüyor? İç i n d e k ile r Dosya 8 Olmazsa Olmazlarımız Üzerine... Tasarımcı Furkan Şener ile röportaj Lise Kitabı ve Toplumsal Bellek Eşi sordu, Tansel Atasagun anlattı, yeni belgesel projesi ve görsel-yazılı arşivimiz.. SARIS‹YAH Say› 15 BAHAR 2014 ‹MT‹YAZ SAH‹B‹ ‹stanbul Erkek Liseliler Derne€i ad›na Zeynep Erverdi ‘00 GENEL YAYIN YÖNETMEN‹ Tansel Atasagun’87 [email protected] [email protected] SORUMLU YAZI ‹fiLER‹ MÜDÜRÜ Umut Kurç ‘98 26 YAYIN KURULU Ali Fırat Arıcan ‘00, Tarık Volkan Gengen ‘93, Emre Yılmazcan ‘09, Hakan Soğukpınar ‘11 EDİTÖR A. Aylin Çalap 16 Satmayan Derginiz Olmalı 18 Sevgili Kardeşim 20 26 Ali Saydam ’65 38 İEL çalışanlarından Ali Demiroğlu, Hasan Kardaş ve Zeynep Koç anlatıyor 50 Sevgili Olan Güzeldir #ielliolmak; 62 Çığlık Twitter’da sorduk 68 Benim Diğer Ailem Naci Kavuşturan ’74 ile röportaj Futbolun Erkekliği Beşlik Yeme Kaygısı İEL Harap Olmadan... Canberk Beygova ’09 Tansel ATasagun ’87 Umut Kurç ‘98 Sinemanın Geleceğini Arayan Yarışma Lise Kitabı ve Toplumsal Bellek Tanıl Bora 40 Çekirdekten Sarı-Siyahlı Fuat Yalçın ’72 Tansel ATasagun ’87 34 42 Özhan Şişiç ’05, Alper Sezer ’11 ve Bekir Uğur Yıldırım ile İstanbul Lisesi Liseler Arası Kısa Film Yarışması ile ilgili görüştük 72 10 Soru 74 Moda Yolunda 78 Bizden Haberler SANAT YÖNETMEN‹ Rag›p ‹ncesa€›r YAZI ‹fiLER‹ Bahar Balık’09, Begüm Hamzaoğlu’09, Canberk Beygova’09, Emre Koz’97, Mehmet Burak Soysal’06 GRAF‹K TASARIM - UYGULAMA Hayalgücü Tanıtım Hizmetleri GÖRSEL ÇALIŞMALAR Filiz Atasagun, Furkan Şener, Hakan Gündüz, Hüsnü Dökmeci ‘82, Nic Ellis, Tansel Atasagun ‘87, Vitaliy Valishevskiy YAZILAR A. Aylin Çalap, Ali Saydam ‘65, Canberk Beygova ‘09, Emre Koz ‘97,Emre Yılmazcan ‘09, Filiz Atasagun, Fuat Yalçın ‘72, Hüsnü Dökmeci ‘82, Tanıl Bora, Tansel Atasagun ‘87, Tunç Müstecaplıoğlu ‘75, Umut Kurç ‘98 Ahmet Oğul Araman ’72 cevapladı Tunç Müstecaplıoğlu ’75 KAPAK Sine qua non Kapak çalışması Furkan Şener Furkan Şener, içindeki tasarım perisini harekete geçirmem için benden kısa bir metin istemişti. Ben de şunları yazdım: SİNE QUA NON. Odamızda, evimizde, ofisimizde dönem dönem yaptığımız temizlik gibi, kendimizden de atabilmeliyiz fazlalıkları. Belki sadece o zaman “Beni sizler yarattınız” klişesini, varoluşsal bir cümleye dönüştürüp, içini sadece ve sadece gerçekle doldurabiliriz. İçeride tutacaklarımız için ise tek bir soru var: “Ne çıkarsa eksilirsin?” REKLAM KOORD‹NATÖRÜ Filiz Atasagun YAPIM Hayalgücü Tan›t›m Hizmetleri 216 339 4901 BASKI Karakter Color 212 432 3001 Sertifika no: 12799 YAYIN TÜRÜ Süreli Yerel Yay›n ISSN- 1309-7431 Ücretsizdir Üç ayda bir yay›nlan›r. ‹stanbul Erkek Liseliler Derne€i Türkoca€› Caddesi No:4 Ca€alo€lu T: 212.5126462-5225994 W: www.ielder.org.tr Yap›m Yeri: ‹stanbul Bask› Tarihi: Nisan 2014 Her hakl› sakl›d›r. Yaz›lar›n sorumluluklar› yazarlara aittir. Bu dergide yer alan yaz›, makale, foto€raf, çizim ve illüstrasyonlar›n elektronik ortamlar da dahil olmak üzere bir k›sm›n›n veya tamam›n›n yay›nlanmas› ve ço€alt›lmas› yaz›l› izne tabidir. Bu dergi Bas›n Meslek ‹lkeleri'ne uymaya söz vermifltir. S A R I S İ Y A H 7 i d n e k s e k Her ā & ā : / 4 & / ǜ9/ . . . a s r a p a y Röportaj A. Aylin Çalap 3RVWHU7DVDUàPODUà)XUNDQ§HQHU Hayatımın anlamı dediğiniz “şeyler” vardır. Anlatmaya başladığınızda birden en yaratıcı reklamcı, en inatçı satıcı ya da en güçlü propangadacı oluverirsiniz. Peki vazgeçilmez bu “şey” leblebi, rimel ya da penceri kenarı olabilir mi? İlk üç cümle absürt bir metnin girişi gibi gözükse de, tasarımcı Furkan Şener bu soruların peşinden giderek 100 posterlik bir seriye imza attı. 15. sayımıza da ilham kaynağı olan “Bu Proje Olmazsa Olmaz”, küçük mutluluklarımızı ve/ya bağımlılıklarımızı sorguluyor. S A R I S İ Y A H 9 D O S YA Posterlerin arkasında insanların tutkuyla “olmazsa olmaz” dedikleri var. Hatta insanlar öyle tutkulular ki adeta bir ideolojiyi savunur gibi konuşuyorlar olmazsa olmazlarını anlatırken. İşte bu yüzden de posterlerin tarzı eski Rus Konstrüktivist akıma göndermeler yapar nitelikte. başlayamıyorum. Başlasam bile beyhude bir çaba oluyor. Ama başta da dediğim gibi, hayal gücümü devreye sokmak için bir efor sarf etmiyorum. Sadece şunu diyebilirim; yaklaşık 8 yıldır profesyonel anlamda çalışıyorum ve gün geçtikçe gelen bir işe nasıl yaklaşmam gerektiğini her geçen gün daha da iyi anlıyorum. Farklı tatlara, farklı deneyimlere, farklı insanlara, farklı hayatlara açık olmak gerek. Bunu böyle söyleyince çok abartı görülebilir ama aslında öyle değil. Şöyle düşünün; radyoda birden sizin hiç sevmediğiniz bir tarzda bir müzik çalmaya başladı. Hemen kanalı değiştirmek yerine, biraz anlamaya çalışın. Sizin aşina olduğunuz enstrümanlardan başka bir enstrüman duydunuz belki. Belki ufak bir fark yakaladınız. Bu kadar basit aslında… Tabi ki ben de yolun daha çok başındayım, bu sadece naçizane bir öneri. Tasarımla tanışmanız nasıl oldu? Küçüklüğümde karikatüre çok fazla merakım vardı ama çizim konusunun üzerine çok eğilmemiştim. Test kitaplarının kenarına karikatürler çizen bir tiptim sadece. Endüstri mühendisliğinde okurken, bir hobi olarak ilgimi çekmeye başlayan grafik işleme programlarıyla gereğinden fazla ilgilendiğimi fark ettim. Oradan buradan baktıkça işin devamı geldi. Okuduğum bölümü değiştirerek grafik tasarım bölümüne geçmemle tasarımla tanışmış oldum. Tasarım yaparken hayal gücünüzü nasıl devreye sokuyorsunuz? Sanırım bunun cevabı herkesin dediği gibi ama bana pek sempatik gelmeyen ”İlhamın nerden geleceği belli olmaz.” Öyle bir yerlerden bir şeyler geliyor ve sanırım kafamda görselleşiyor. Ki zaten yapacağım işi kafamda görmezsem işe “Olmazsa olmaz” projesini yapmaya nasıl karar verdiniz? Aslında sadece insanlar için önemli olan çok basit kavramların posterlerini yapma fikriyle başladı proje. Umut, aşk, aile gibi… Aslında bu kadar basit bir amaç doğrultusunda başladım projeye. Sonrasında ister istemez proje ilerlememeye başladı. Umut, aşk, aile tamam, sonrasında tutku olsun, annem olsun babam olsun derken gelişti. Ben de doğrudan insanlara sormaya başladım. Projede asıl soru şu: “Senin olmazsa olmazın ne?” Hiçbir kısıtlama getirmeden sorulan bir soru. Bazen doğrudan sorduğum bir soru, bazen de dolaylı olarak. Hatta bazen laf arasında geçen bir cümleden cevabına ulaştığım bir soru. 1 S A R I S İ Y A H 11 D O S YA Burada olmazsa olmaz diye sözü geçen şeylerin hiçbiri olmasa da olur. Ama insanlar tutkuyla bağlandıkları şeyleri hep yanlarında görmek istiyorlar. Sanırım asıl sorun, olmazsa olmaz denilenin yokluğuna alışmaktan ziyade, yokluktaki zorluk sürecine alışmak istememek. Projenin amacı neydi, amacına ulaştı mı? Projenin asıl amacı insanların kendilerinden bir şeyler bulacağı posterler yapmak. İnsanlar kendilerinden bir şeyler bulsun, paylaşsınlar istedikleri gibi istiyorum. Bu yüzden ne projenin kendi sitesinde ne de sosyal ağlarında, kısaca hiçbir yerde görsellerde bir kısıtlama yok. Boyutları büyük, engelsiz... İnsanlar olmazsa olmazlarını istedikleri gibi paylaşsınlar istiyorum. Öte yandan da, evet bir sanatçı değilim, bir tasarımcıyım ama adeta bir sanatçı gibi insanların duygularına hitap eden bir şeyin olabildiğince fazla insana ulaşmasını istiyorum. Şöyle düşünebilirsiniz, insanların yaptığı albümü tanınmasını isteyen bir müzisyenin tüm mp3’lerini paylaşıma ücretsiz açması gibi. Çünkü burada önemli olan telif hakkından ziyade o müzikte ya da o posterde insanların bir şeyler bulabilmesi, ortak noktaya ulaşabilmektir. Logo, broşür, wallpaper vs. değil de neden poster tercih ettiniz? Bir nedeni var mı? Yoksa öylesine aklınıza mı geldi? Tabi ki işim gereği, kişisel internet sitemde de görebileceğiniz üzere grafik tasarımın tüm alanlarında çalışmalarım var. Fakat bu projede özellikle ”poster” dememin sebebi; grafik tasarımın tarihine baktığınızda, poster tasarımının en temel tasarım alanlarından birisi olması. Öte yandan internette dolaşan tonla poster var. Hepsi İngilizce. Artık bu tarz posterlerin de Türkçesi olmasın mı? Her gün 1 tane afiş tasarlamak zor olmadı mı? Yaklaşık 1 yıllık süreçte iş dışında kalan zamanımda tasarladım posterleri. Bunu yapmamın sebebi ise şuydu; Proje başladığından beri, günde bir poster vaadiyle yola çıktım ama gündeme göre ya da hafta içi/hafta sonuna göre bazen de posterimle olan duygusal bağıma göre(!) poster yayınlama sürem değişti. Ama süreyi uzattığımda bile, en geç 2 ya da 3 günde bir yeni poster paylaştım. Yani genelde, haftada 4-5 poster yayımlandı. Dinamizmi kaybetmemek anlamında bunu yapmam gerektiğini düşündüm. İşlerin yoğunluğu, şu ya da bu sebeple poster yayınlama süremin uzamasını istemedim. Tasarlanan posterlerin arkasında ayrıca hikayeleri de var. Projeye başlarken hep şu vardı aklımda: Posterler hikayesi olmadan da tek başına ayakta durabilsin. Posterlerin büyük bir çoğunluğu hikâyeden bağımsız, kendi kendine bir tasarım haline geldi. Aynı şekilde yazılar da posterlerden bağımsız olarak ayaktalar. Ama ikisi birbirini desteklediğinde daha güçlü görünüyor. Yazıların hepsi, benim kalemimden çıkma. Ancak hepsinin ilhamı, çeşitli sohbetlerden sonra geldi. Yazı gönderenlerden hiç beslenmedim. Daha doğrusu beslenemedim. Kuru kuru poster yapmaktansa, hikâyelerden yola çıkmayı tercih ettim. “Mesela ‘kebap yapar mısın?’ diyen oldu. Yaparım tabii ki ama bir hikâyesi de olsa daha güçlü olmaz mı? Posterlerin arkasında insanların tutkuyla olmazsa olmaz dedikleri var. Hatta insanlar öyle tutkulular ki adeta bir ideolojiyi savunur gibi konuşuyorlar olmazsa olmazlarını anlatırken. İşte bu yüzden de posterlerin tarzı eski Rus Konstrüktivist akıma göndermeler yapar Ekmeksiz yeme, doymazsın. Sanki bir sinir anının üstüne denk gelmişti konuşmamız. İnsanı öküzden ayıran bazı şeyler var. Bunlardan en önemlisi de bilgi. Öküz gibi boş gelip boş gitmemek lazım, doldurmak lazım beyni. “Para” dedi sitemkâr bir şekilde. “Olmuyor işte. Hiç bir şey olmuyor. Sağlık da parayla, aşk da parayla, mutluluk da parayla...” Her gün hatalarımı biriktiriyorum, biriktiriyorum, biriktiriyorum. Gün bitimine kadar biriktiriyorum. Küçük bir poşete koyuyorum hepsini. Sonra eve gidip meyve sıkacağına atıyorum tüm hatalarımı. Hepsinin toplamından, sindirimi kolay, aşırı derecede yararlı ama biraz acı bir içecek hazırlıyorum. Konsantre tecrübe. “Huzur” dedi elindeki eski bir ayakkabının sökülmüş dikişlerini tamir etmeye çalışırken. Eski tahta bir taburede oturuyordu. Tamir ettiği ayakkabıyı iki bacağı arasına sıkıştırmıştı ve başı önündeydi. Elindeki ayakkabının derisi ile maharetli ellerinin derisi arasındaki tek fark sıcaklık gibi görünüyordu. Eskimiş çizgileri, kalınlığı, yıpranmışlığı kısaca herşeyi aynıydı.Tam kafasının üzerinde, sadece tamir ettiği ayakkabıyı görebilmesine yetecek kadar, küçük bir ışık yanıyordu. Tamir edilmeyi bekleyen diğer ayakkabılar ise raflarda üst üste duruyordu. Rafların olduğu duvarda yamuk, tozlu ve yıpranmış bir çerçeve vardı. Çerçevenin içinde bir aile fotoğrafı. Anne, baba ve iki küçük kız çocuğu. Yıllardır dokunulmamış gibi tozluydu çerçeve. Etrafındaysa rutubet ve deri kokusu birbirine karışıyordu. Böyle bir ortamda ‘’Huzur’’ demişti. Çok uzun yıllar boyunca o huzuru aramış, ama bulamamış gibi bakıyordu ‘’Huzur’’ derken. Aslında herkesin verdiği cevap ‘’Huzur’’du. Müzik hakkında çok şey söyleyen oldu ama bence hiçbiri bu kadar kısa ve bu kadar içten değildi. Belki de hiçbiri beni bu kadar çekmedi. “Rock’n’roll bebeğim!” Aşklarını, sevgilerini, takıntılarını ya da alışkanlıklarını söylediğini sandı hepsi. Tüm söylenenlerinse tek bir cevapta toplandığını sadece o ihtiyar ayakkabı tamircisi söyledi. Döküldü cümleler ihtiyar dudaklarından. “Eskiden bir ara sokak vardı. Duvarında şöyle yazıyordu: Huzur. 50 metre ileride solda. Bir dükkan adı mıymış neymiş. Taşınmış.’’ Yeni yeni fark ediyorum, sesi çok pusluydu; karanlığı, rutubeti ve deri kokusunu tamamlıyor gibiydi adeta… ‘’Şimdi o sokak var mı bilmiyorum. O sokakta o yazı var mı bilmiyorum. O şehir yerinde duruyor mu onu da bilmiyorum, umrumda da değil aslına bakarsan. Gençliğimde huzur hep 50 metre ilerimdeymiş gibi davrandım, hep ona varabilecekmişim gibi geldi; uğraştım ona varabilmek için. Sonra bir gün tam huzura vardım sandım ki ‘o’ gitti. ‘O’ gidince çok fazla uzaklaştım huzurdan. Huzur ne demek unuttum.’’ Sözünü bitirince yavaşça sağına döndü; ufak, çekiç gibi birşey aldı eline ve yeniden işe koyuldu. Sinirlenmiş gibiydi, yüzünde acı bir ifade vardı. Yüz çizgileri öyle derindi ki mimiklerini çok net görebiliyordum. O ufak çekiçle ayakkabının tabanındaki çivilere olanca gücüyle vuruyordu. Yüzündeki ifade hiç değişmeden bir süre sadece işine odaklandı. Sonra durdu, başını kaldırmadan bana doğru döndü: ‘’Bi’ cigaran var mı?’’ Cigaralarımız bittikten sonra ordan ayrıldım. Dükkandan çıkar çıkmaz elim direk not defterime uzandı: “Huzur. 50 metre ilerde solda.’’ S A R I S İ Y A H 13 XXXXX nitelikte. Ayrıca o köşeli ve sert tasarım tarzı “kedi” posterinde ya da “kedi” gibi daha basit ve sıcak konuların işlendiği posterlerde ortaya farklı bir tat, farklı bir kontrast çıkartıyor. Neden konstrüktivizm? Konstrüktivizm Rusya’da komünizm sırasında ortaya çıkan akım, hem Rus komünizminin propagandası sırasında, hem de sonrasında propaganda amaçlı kullanıldı. Zira dönemin sert mizacına da uygun bir dili vardı bu akımın: Güçlü, sert ve basit bir şekilde, derdini hemen anlatmasıyla öne çıkıyordu. Posterlerde bu akımı kullanma sebebim, öncelikle grafiksel dil anlamında yıllardır çok sevdiğim ve hoşuma giden bir akım olması. Öte yandan, özellikle leblebi, tuvalet kağıdı gibi veya buna benzer olmazsa olmazları anlatırken, konunun yumuşaklığıyla sert komünist çizgilerin oluşturduğu kontrast ortaya farklı bir görsellik çıkardı. Ama “Anne” posteri gibi daha gerçek, olmazsa olmaz posterlerimde de biraz uzaklaştım bu grafiksel dilden. Yani açıkçası popüler olmasından çok projeyle örtüştüğü için kullandım bu dili. İnsan neden “şey”lere bu denli bağlanma ihtiyacı hisseder? Açık söylemek gerekirse, ben insanın her türlü yokluğa alışabildiğini düşünüyorum. Ama kimse alışmak istemiyor. Burada olmazsa olmaz diye sözü geçen şeylerin hiçbiri olmasa da olur. Ama insanlar tutkuyla bağlandıkları şeyleri, hobilerini, sevdiklerini hep yanlarında görmek istiyorlar. Sanırım asıl sorun, olmazsa olmaz denilenin yokluğuna alışmaktan ziyade, yokluktaki zorluk sürecine alışmak istememek. 100 poster bitti, şimdi ne olacak? Tepkilere göre 101, 102 diye artabilir. İnsanların istekleri ya da tepkiler doğrultusunda her şeye açığım. Projeye başlarken insanlara ulaşmak istedim, daha çok insan benim posterlerimi evine, ofisine assın, sosyal medyada kendi profilinde paylaşsın istedim. Projenin gidişatı insanlara bağlı… Ne isterlerse o şekilde olacak. Posterler devam etsin derlerse öyle; bastır, asalım derlerse öyle... İkinci planda ise kendimle ilgili amaçlarım var. Daha çok insan beni tanısın, yaptığım tasarımları görsün ve Türkiye adına, Türk Grafik Tasarımı adına farklı bir şeyler yapıp, katkım olsun istiyorum. Daha önce “Dinle-Bir Mevlana Tasarımı” isimli kitap projemde bu yöndeydi. Mevlana’nın Mesnevi adlı eserinden seçtiğim 100 sözü, 100 farklı tasarımla birleştirdim. Yine bu projede yaptığım gibi kendim başladım, kendim şekillendirdim ve kendim sonuca ulaştım. Kitap olarak yayınlanan bir proje oldu. Yine, Türkiye’de bir ilk ve farklı bir projeydi. Türk Grafik Tasarımı’na bir değer katar nitelikteydi. “Dinle-Bir Mevlana Tasarımı”ndan da bahsedelim. Mesnevi ve Divan-ı Kebir’in bütün ciltleri evimizde vardı. Özellikle Mesnevi çok ilgimi çekiyordu. Annem, 2008 yılında bana bu eseri hediye etti. Tarih 17 Aralık’tı yani Şeb-i Arus’a denk geliyordu. ‘’Mesnevi’’yi okuyunca derinliğinden etkilendim. Sabretmenin çok önemli bir erdem olduğunu öğrendim. Bu, “her şeyi bırakalım” anlamında bir tutum değil. Zaten bir şeyleri bekleyince oluyor. Mesnevi’yi okuduktan sonra gerekli zamanlarda sabretmem ve kesin yargı vermemem gerektiğini anladım. Mevlana’nın hoşgörü anlayışı da beni oldukça etkiledi. Eseri okurken çok kolay görselleştirilebilecek tarafları olduğunu fark ettim ve Mesnevi ve grafik tasarımını yan yana getirmeyi düşündüm. Çok modern bir tipografi denedim. Kitap 100 farklı tasarımdan oluşuyor. Her tasarım için farklı bir yazı karakteri kullandım. Tasarımların sayısı fazla olduğundan okuyucuyu sıkmamak için her seferinde farklı bir yol izleyerek tasarımları oluşturdum. Metni, grafiksel öğeler katarak görselleştirdim. Q http://www.furkansener.com http://www.buprojeolmazsaolmaz.com/ Sırasıyla “OLMAZSA OLMAZ”lar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. 50. Leblebi Zaman Seks Çay İnsülin Masal Atatürk Bıyık Ezan sesi Kolyem Hatalar Eşim Telefon Sınır Huzur Temizlik Viski Harfler Annem Kediler Şöbiyet Umut Cesaret Karabiber Aşk Güç Eski Mevsimler Tuvalet kağıdı Sabır Çalışmak Çizgi roman Kadınlar Kurnazlık Tam Para Keyif Rock n roll Gülmek Kağıt mendil Nazar boncuğu Ağrı kesici İdeoloji Oğlum Rutin İnsanlar Gurur Sevgi Bisiklet Damak tadı 51. Mış gibi 52. Futbol 53. Hayal 54. Gece 55. Babam 56. Muhabbet 57. Dost 58. Rimel 59. Tutku 60. Susmak 61. Gül 62. Zeka 63. Sıcak 64. Alış veriş 65. Sağ elim 66. Pantolon askısı 67. Özgürlük 68. Deniz 69. Yasak 70. Türk bayrağı 71. Yürümek 72. Mutluluk 73. Bilgi 74. Şükür 75. Çözüm 76. Penye iç çamaşırı 77. Anılarım 78. Mevlana 79. Sevdiklerim 80. Filtre kahve 81. Adrenalin 82. Kurallar 83. Zeytin kokusu 84. Yamaç paraşütü 85. Dikkat 86. Rüzgar 87. İstanbul 88. Ekmek 89. Pencere kenarı 90. Bulut 91. Nefes 92. Doğru 93. Yağmur 94. Nefret 95. İçlik 96. Ailem 97. Onun kokusu 98. Kesinlik 99. Önemsiz 100. Ölüm S A R I S İ Y A H 15 Satmayan 1 %FSHJOJ[0MNBMÎ <D]àAli Saydam ’65 Kızım ve oğlum yıllarca “Baban ne iş yapar?” sorusuna yanıt verirken zorlanmışlardır. 2013 yılında kızım 30, oğlum 23 yaşında. İşleri bir hayli kolaylaştı; ama yıllarca acı çekti fukaralar... Yaptığımız işin elle tutulur, gözle görülür bir ürün ortaya koymaması işleri zorlaştırır. İşimi, mesleğimi soranlara “iletişim danışmanlığı” yanıtını verdiğimde, suratıma nasıl baktıklarını düşünüyorum da, çocukların zorlanmasına hak vermeden edemiyorum. O nedenle iletişimcilerin ne yaptıklarını tekrar tekrar anlatmaları kadar doğal bir şey olamaz. Aynen iş dünyasında da bazı şeylerin anlaşılabilmesi için tekrarın gerekli olması gibi. Örneğin, kurumsallaşmayı ağzından düşürmeyen şirketlerin üç-beş kuruş tasarruf etmek adına “kurum yayıncılığı”nı pas geçmeleri akıl alır gibi değildir. Üstelik alttan da saysanız, üstten de saysanız üç-beş etkili iç ve dış iletişim aracının en önemlilerinden biri iken. Bir de tabii ki, dergi yayıncılığı, reklamcılık gibi herkesin kendisini uzman sandığı alanlardan. Pazarlama müdürü mü dersin, CEO ya da patron mu istersin, arada reklam ajansları ve halkla ilişkiler şirketlerinin çalışanlarının görüşleri derken, her kafadan bir ses çıkar. Bu sesler, ancak bir araştırmayla binlerce TL’nin nasıl sokağa atıldığı kanıtlanınca kesilebiliyor. Kurum dergiciliğinde ya da uluslararası adıyla “müşteri 2 dergilerinde” ABD’de durum ne? .XUXPGHUJLFLOLæLVHNW|UQQFLURVXPLO\DUGRODU %LU\ÒO|QFHVLQHJ|UHDUWÒé\]GH $PHULNDOÒéLUNHWOHUSD]DUODPDEWoHOHULQLQ\]GH¶LQLNXUXP yayıncılığına harcıyor. Bu da şirket başına ortalama yılda 700 bin dolarlık bir harcama anlamına geliyor. 7RSODPFLURQXQ\]GH¶SHUDNHQGHVDWÒé\DSDQNXUXOXéODUÒQ dergilerinden oluşuyor. 3 Doğrudan kurum itibarına katma değer getiren kurum yayıncılığı, “Dergi Yayıncılığı” başlığının özel uzmanlık gerektiren alt açılımlarından. Eğer bir CEO, ben “pazarlama iletişimi”nden ve “kurum içi iletişim”den anlarım diyorsa, önce masaya kurumu adına çıkartılan yayını koymalı. Medyanın hemen hemen her alanında olduğu gibi, dergi ve kurum yayıncılığında da ABD fersah fersah ileride. Amerika’daki Dergi Yayıncıları Birliği tam tamına 91 yaşında. Hemen “Türkiye’deki kaç yılında kurulmuş?” diye düşünmeyin, zamanınıza yazık edersiniz. Çünkü ne yazık ki ülkemizde dergi yayıncıları birliği yok! Öte yandan, 30 yılını iletişim sektöründe geçirmiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, kurum dergilerinin yüzde 80’inden fazlası çöpe gidiyor. Çünkü “kurum dergimiz olsun da, nasıl olduğu önemli değil” mantığıyla çıkartılıyorlar. İngiltere’de ise : 6HNW|U¶GDELU|QFHNL\ÒODJ|UH\]GHE\Pé .XUXPGHUJLFLOLæLQLQFLURVX¶GHPLO\RQVWHUOLQNHQ sadece 5 yılda 313 milyon sterline çıkmış. Bu istatistikler gösteriyor ki, kurumsal iletişimin etkili bir parçası olan kurum yayıncılığı sadece “hava basmaya” değil, kalıcı kurum itibarına da yarar. ... Bugün bu işi hakkıyla yaptığı için olmazsa olmazlarımız arasına giren dergimizde yazı yazmaktan gurur duyuyorum. Q 1 Türkiye’de İletişimin Elkitabı 1 – Vazgeçmek Özgürlüktür, Remzi Kitabevi 2011 kitabından 2 Kaynak: http://www.foliomag.com/viewMedia.asp?prmMID=5861 3 Kaynak: Mintel Special Report, Contract Publishing S A R I S İ Y A H 17 GÖRÜŞ 29 Ekim, Cumhuriyet yürüyüşü 4FWHJMJ,BSEFòJN <D]à)XDW<DOÍàQâ Geçenlerde benden yaklaşık on beş yıl daha genç “Sarı Siyahlı” bir kardeşimle yemek yedim. Sıra hesap ödemeye gelince, ben hızlı davrandım ve hesabı ödedim. Kardeşim, abi ben ödeseydim gibi bir şeyler söyledi. Fazla söze gerek yoktu, ama önemli bir noktaya değinmek adına ona dedim ki, “Yıllar önce, ben de Liseden bir ağabeyimle yemeğe çıkmıştım ve o da bana hesap ödetmemişti ve bana, sen de ileride genç bir kardeşinle yemek yediğin zaman böyle davranırsın, demişti.” Bu geleneğin her zaman süreceğine eminim. Söz geleneğe bağlanınca sana “Sarı Siyahlılık nedir?” sorusunun yanıtını vermeliyim. Sarı Siyahlılık; mezuniyetinden onlarca yıl geçtikten sonra ılık bir bahar akşamı Lisenin bahçesine geldiğinde tüylerinin diken diken olmasıdır. Bu klişe bir nostalji ya da duygu yoğunluğu değil, bugün bulunduğun yere gelmene muazzam bir katkı sağlayan kaynağı hatırlamak, tanımak, -Almanca ifadesiyle, Anerkennung- demektir. Sarı Siyahlılık; hiçbir talebin olmadan, Sarı Siyahlı bir arkadaşını aramak ve hatırını sormak demektir. Sonra geçmişe dönmek, ortak anı defterinin bir yaprağındaki zihnine kazıdığın satırları, içeriğini ezbere bilsen de, bilmem kaçıncı kez okumak demektir. Gözlerinden ya yaşlar gelir ya da resimler geçer. O geçmiş unutulmamak için yaşanmıştır sanki… Sarı Siyahlı olmak; eşine ve çocuğuna milli marştan sonra, “Uğrunda oymağın her zinde ferdi” dizesiyle başlayan, marşımızı öğretmek ve onu her bir araya gelindiğinde candan söylemektir. Sarı Siyahlı olmak; öğretmenlerini unutmamak, yıllar sonra bir yerlere geldiğinde, onların öğrettikleri olmasa sahip olduğun bilince eremeyeceğini anlamaktır. Sarı Siyahlı olmak; Alman kültürünü anlamak, kendi kültürümüz ile yoğurmak, -Alman atasözleri Türk olmayı öyle kibar sözlerle ifade etmese de- “Alman gibi disiplinli, Türk gibi mert olmaktır”. Sarı Siyahlı olmak; rozetini taşımak, rozeti taşıyana koşulsuz ilgi göstermek, hatta onu tanımasan bile sevmek ve ona elini uzatmaktır. Sarı Siyahlı olmak; yıllarını geçirdiğin binadaki titreşimleri okuyabilmek, oradaki yaşanmışlıkları anlayabilmek ve geçmişe saygı duymaktır. Sarı Siyahlı olmak; spor yapmak, futbol, basketbol, hentbol oynamak, eskrim yapmak, okul takımına girmeye kafayı takmak, okul takımının maçlarını izlemek için salon salon dolaşmak ve İstanbulspor’un maçlarını kaçırmamaktır. Sarı Siyahlı olmak; izcilik ruhunu bilmek demektir. Ruhu oymak bilinciyle harmanlayarak yardım etmek, kendini yönetmek, çevreyi korumak ve dayanışma kültürünün bir parçası olmak demektir. Sarı Siyahlı olmak, dönem arkadaşlarını bir araya toplamak, çağırdıklarında koşarak gitmek, her buluşmada kaldığınız yerden başlamak, sonrasında kucaklaşarak ayrılmak ve bir dahaki buluşma tarihini hemen belirlemektir. Sarı Siyahlı olmak; her yaştan gencin, aydınlık geleceğe doğru yan yana yürümesidir, her Aşure’de… Aynı yaştan hissederek kol kola girmek ve birlikte olmaktır. Sarı Siyahlı olmak, mütevazı olmak demektir. Sarı Siyahlı olmak, sözünü bilmek demektir. Sarı Siyahlı olmak, adam olmak demektir. Sarı Siyahlı olmak; -tanklar arasında ezilen bir şehit verme pahasınagençliğin sesini duyurmak, -tüm dönemlerde, ölümün davetine gidecek kadar yürekli olup- bir ülkenin kaderinin değişmesinde rol oynamak ve tarihe geçerek sarının yanına siyahı koymaktır. Sevgili Kardeşim, İçinde bulunduğun durum ne olursa olsun umudunu yitirme! Çünkü bil ki; Sarı Siyahlı olmak, yıldırımların sana selam durmasıdır. Q S A R I S İ Y A H 19 #ielliolmak; XXXXX “İEL’li olmak ne demektir?” sorusunu daha geniş bir kitleye sormak amacıyla 4-10 Mart tarihleri arasında Twitter’da #ielliolmak hashtag’ini açtık. Çok kısa bir zamanda TT olacak kadar çok tweet atıldı. İşte sizlere göre “vazgeçilmezlerimizden” bazıları... @idiltoklucu / böyle hocalarımız olduğu için gurur duymaktır #ielliolmak : https://eksisozluk.com/entry/23052387 @ImOzge_ / #ielliolmak #iel #sarısiyah ... @TanselAtasagun /#ielliolmak dergiye haftalarca başka isim arayıp yine dönüp dolaşıp sarı siyah koymaktır @sudegergeroglu / #ielliolmak russell crowe’un okul polarınızdan istemesi gibi durumların mümkün olmasıdır @Cerenaltinisik / #ielliolmak kaç yaşında olursan ol aidiyet duygusunu hissetmektir. @ipekakinci / #ielliolmak kultur haftasini aya irini’de iel korosu konseriyle acip yildiz sarayinda yeni turku’yle bitirmektir. @kerimcankamal / #ielliolmak uğrunda oymağın her zinde ferdi demektir.. şanlı sakaryaya candan söz vermek demektir.. adam olmak demektir.. @dileyildiz / Buradan, dershanedeki hem türk müfredatı gören hem de nefes almadan soru çözenlere ithafen #ielliolmak @Ulaserdogdu /#ielliolmak daha güzel geçemeyecek bir lise hayatı yaşamaktır, @mirfanicli / #ielliolmak kaldırıcam bu hashtagı @metinkuş @denkzeynep /#ielliolmak vapurdan sonraki o yokuşu nefes nefese tırmanabilmektir @belentoker / #ielliolmak bogazin neresinde olursan ol eminonu taraflarina gozleri dikip liseyi bulmaya calismaktir @zeyneperverdi/ #ielliolmak liseden bir arkadaşla otururken aynı anda İstanbul Erkek diyince devamını laylaralaylaylay İstanbul Erkek ezgisiyle getirmektir @AleynaMuftuoglu/ #ielliolmak sevda hocanın batak oynarken yanımıza gelip kızacağına kızım o kadar kartı nasıl elinde tutuyosun demesidir @canevinn / #ielliolmak haftasonu “gel hacı bahçeye çıkıp beren saatle iki fotoğraf çektirelim” diyebilmektir @Furkanismus Ben: “Hala, dün #ielliolmak hashtag’i ile Trending Topic olduk.” Halam: “E sen şimdi kullanamayacak mısın Twitter’ı?” S A R I S İ Y A H 21 XXXXX #ielliolmak; @BerilCelikmen / #ielliolmak tanimadigin donemlerin vedasinda aglamaktir. Aciklayamazsin da @banukaratass / #ielliolmak tahtada turkiye haritasini koordinaten systeme yerlestirerek cografya kopyasi hazirlamaktir @GoksuKoksoy / #ielliolmak kadin olsan da erkek muhabbetinin en temizini yapabilmektir. Saskin bakislara sebep olabilmektedir. @alpoktug / #ielliolmak hayatinin geri kalaninda burayi deli gibi ozleyecegini bile bile istisnasiz her gun okuluna saydirmaktir, ironinin dibidir. @kayihannedim / #ielliolmak girmediğin komite tişörtlerine sahip olmak, tişört bolluğu yaşamaktır. @HilalNYildirim / #ielliolmak physik 3 da waffle makinasinda pancake yapip ustune bi de yumurta kirip afiyetle yemektir . @hsnnsgry / #ielliolmak Darf ich auf die Toilette gehen? @dogannelif / Geodreieck kirilmadan ielli olunmuyomus #ielliolmak #bukacinci!? @behlulcandanga / Bir de bizim dönemde #ielliolmak neredeyse Troçkist olmak demekti o kadar Troçkisti bir arada görmedim daha. @mkaramanlargil / #ielliolmak uludağa çıkarken yolda kalan otobüsten inip “yürüyün yavru kurtlarım!” diyen hocayı takip etmektir @hepplanhepplan / Ve son olarak #ielliolmak twitterı salladığımızı öğrenince heyecanına, sırıtışına ve gözlerine hakim olamamaktır. @uozuren “@taskinozgur: #ielliolmak birisi mezun oldugunuz okulu sorarsa universitenin adini soylememektir” @iremyenidogan / #ielliolmak galata koprusunden gecerken her seferinde okulum diye gostermektir @burcinelmas / #ielliolmak kendin gibi tuhaf espirileri yapanlarin cok oldugunu ve gulecek insanin olacagini bilmektir. @ozan_ozalp / #ielliolmak anlayamazsiniz.. @mmmmeeerrt / #ielliolmak 12 yil gecsede mezun olali hala arada sirada o yillari ruyanda gorup uyanmak istememektir... S A R I S İ Y A H 23 XXXXX #ielliolmak; @AgahanH / #ielliolmak Torpillisi torpilsizi, sınavla gireni sınavsız gireni değil de sağcısı solcusu Türkü Kürdü Arabı HER ŞEYİYLE kardeş olmaktır. @AlahanAlkis / #ielliolmak Çetin Efe’nin dersinde kulaklıkları çıkarıp Whatsappa dalmaktır. @alaraizgic / #gaalliolmak , #ielliolmak bende gflliolmak diye hashtag mi cikarsam gerci ne yazabiliriz ki daha kantinimiz bile yok , iste boyle :D @arasbayrakceken / #ielliolmak Çanakkale’de ölen ağabeylerinin anısına her gün okula siyahlar içinde gitmektir @aysimakuscuaa / #ielliolmak daha önce görmediğin birisine, söylediğin marşı aynı coşku ve heyecanla okumak ve sonsuz minnet duymaktır. @Bucgul / #ielliolmak 1 kisi torpilli girerse tum Turkiyeyi ayağa kaldirmaktir. Bizde herkes alninin teriye burdadir. @danisekim / #ielliolmak @ecematak / bugün nazım hikmet km’de tesadüfen 53 mezunu çok hoşsohbet bi abimizle tanıştım sanki sınıf arkadaşımdı #ielliolmak diyorduk ya böyle bişey @emrcnince / #ielliolmak RT @ezgisariok / #ielliolmak gul yaylanin dibinde olmana ragmen ustundeki okulla alakasiz seyleri gormeden gectigi andaki mutluluktur @izlenerenoglu @KaanOzbelli / Biz ne güzel #kelliolmak #ielliolmak #sjliolmak #almanliseliolmak yaziyoruz da Yüzüncü Yil Sehit Mehmet Bey Ögretmen Lise’li olan napicak? @nazlibulutlar Baskaliseliolmak çok sıkıcıymış ya baksanıza yazdıklarına iyi ki varsın #ielliolmak ihbinihbin @newyearsprayer / #ielliolmak bir anda onlarca abla, abi ve kardeş kazanmaktır, onları öz kardeşinden daha yakın hissetmektir, bu duyguyu başkaları anlayamaz. @seda8kardes / #ielliolmak boğaziçi köprüsünden geçerken trafik varsa daha uzun süre göreceğine sevinmektir... @ygtcnylmz / Gençler okulların arasındaki kapatılan tünelleri yine açalım diyorum. #CALliOlmak #CALlıOlmak #IELliOlmak @zeynepgokboraa / #ielliolmak bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamaktir, aydin olmaktir, aydinlik yarinlar icin umut olmaktir. S A R I S İ Y A H 25 XXXXX Tansel Atasagun ’87 Sarı Siyahlıları yakından ilgilendiren yeni bir projeye başlıyor. Kendisiyle, yapacağı bu belgesel çalışma ve bir topluluğun olmazsa olmazı dediği toplumsal bellek üzerine konuştuk. Lise Kitabi ve Toplumsal Bellek 5ŌSRUWDM5ŌSRUWDM)RWRÛUDIà Filiz Atasagun )RWRÛUDI Nic Ellis Bir süredir seni elinde yeni bir dosya, düşünür; kütüphanenin önünde ve internet sayfaları arasında adeta kaybolmuş görüyorum. Yeni bir projenin ön sıkıntıları gibi duruyor tüm bu belirtiler. Kafanda neler var? Yeni bir proje değil aslında. Bir türlü hayata geçiremediğim 9 senelik bir düşünce üzerinde çalışıyorum, yeniden. Artık çok önemli bulduğum bu düşünceyi hayata geçirmenin zamanı geldiğini hissediyorum. Bahsettiğim “Lise Kitabı” projesi. Genel olarak bir lisedeki, özel olarak İstanbul Lisesi’ndeki yaşamın belgelenmesinden bahsediyorum. Okulda hangi unsurlar vardır, öğrenciler ne yaparlar, öğretmenler nasıl görünür, nasıl davranırlar, okul yaşamının rutini nedir, mekan-insan, zaman-insan, eğitim-insan ve insan-insan ilişkileri nasıldır gibi sorulara cevap veren foto belgesel bir çalışma olacak bu. Orta noktasına insanı koyacağın anlaşılıyor... Kesinlikle. Lise ile ilgili şu ana kadar birtakım kitaplar yapıldı. Bunların pek çoğunda benim de katkım var, biliyorsun. Hatta Düyûn-ı Umûmiye’den İstanbul (Erkek) Lisesi’ne kitabı için tüm binayı en küçük köşesine kadar fotoğraflamıştım. Ama o fotoğraflar odak noktasına binayı koyan, mimari fotoğraflardı. Orada bile bir binanın aslında insandan, yani onu kafasında canlandırmış olan mimarından ve içinde yaşamış/yaşayan insanlardan bağımsız değerlendirilemeyeceğini anlamıştım. Bu sonuç hem fotoğraflarımın üslubunu etkilemiş, hem de kitap çalışmasının içinden “Yüzeye Dokunmak” sergisini çıkartmıştı. İEL eksenli yayınlanan çalışmaların neredeyse tamamı tarih-prestij diye adlandırabileceğimiz belgesel kitap sınıfına ait; belge ve daha önce yayınlanmış bilgilerin bir editör tarafından derlenip toplanması ve kaleme alınmasından oluşuyorlar. Bu bilgi ve belgelerin (“Mustafa Kemal’in Yakasındaki Rozet” kitabı istisnadır) olaylara çoğunlukla resmi tarih tarafından baktığını söyleyebiliriz. Oysa bu binada halen sürmekte olan bir hayat var. Bunun belgelenmesinin, en az diğer belge ve bilgilerin ortaya çıkarılması kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçeklik daha çok bu hayatın içinde. Kitabın İçeriği Bu kitabı eline alanlar, içinde ne görecekler? Lise yılları pek çok açıdan insanın hayatını akışını belirleyen çok önemli bir zaman dilimi. Ergenlikten “adam” olmaya geçişin yaşandığı, çevreyle bilinçli ilişkilerin kurulduğu bir dönem. Üniversite, dolayısıyla iş ve kişinin (ve belki de ülkenin) geleceğine yön veren; buna rağmen en havai olan, sorumsuzluğun en ve tek halinin yaşandığı yıllar. Bu yıllara ait bir görünüş, iletişim ve davranış biçimi var. Fotoğraflarda örneğin bu görülecek. Elbette bu işin yüzeyde kalan S A R I S İ Y A H 27 PROJE tarafı. Bu tip foto-belgesel çalışmalarda derin ve farklı okumalar yapılabilir. Ne giyiyorlar, ne yiyip, ne içiyorlar, neyi beğeniyorlar vb yanında, neden öyle davranıyorlar, dönem konjonktürünün kişilerin üzerine nasıl yansıyor, dertleri, hedefleri ne, kurallarla ilişkileri nasıl gibi… Neden İstanbul Lisesi? Bu sorum ilk bakışta gereksiz gibi görülebilir ve hemen “iyi de en iyi bildiğim yer” cevabını aklına getirebilir. Ancak diğer tarafta objektif olma durumu var. Bu kadar içinde olduğun bir yeri ne kadar tarafsız aktarabilirsin? Yine de soruna ilk cevabım “en iyi bildiğim yer” olacak. Ama kaygılarında haklısın. İstanbul Erkek Lisesi 130 yıldır ayakta dimdik duran bir kurum. Bu duruşundaki en önemli faktör öğretimi yanı sıra, eğitimli ve toplumdan kopmayan bireyler yetiştirmesi. Günümüzde sadece “sınav”a endeksli, soyutlanan yaşamların gittikçe çoğaldığı düşünülürse, İEL geleneğinin önemi ortaya çıkar. İstanbul Lisesi’nin her şeyiyle geniş bir yelpazedeki lise yaşamı, yetiştirdiği bireylerin ve dolayısıyla camianın gücünün esas kaynağı. Tüm bunlara binanın ve binanın bulunduğu semtin öğrenciye kattığı avantajları da eklemek gerek. İEL’yi seçmemin başlıca nedeni bunlar. Elbette yabancısı olmadığım fiziksel ve sosyal ortamın içinde olmak da tercih nedenlerimden. Ve yine elbette, bunu bir hizmet olarak görüyorum. Bu hizmeti neden öncelikle kendi okuluma vermeyeyim? Çalışmayı yaparken fotoğrafçı olarak tavrım çok fazla sosyal-belgeselci olmayacak. Ortaya özellikle koymak istediğim bir sorun, anlatmak istediğim bir dert yok. Ben daha çok bir dönemin lise yaşamına tanık olacağım. Üst katman olarak bunu yaparken, seçtiğim çalışma alanının geleneği olan bir okul olması dolayısıyla alt katman olarak tüm dönemlerin ortak tavrını da belgelemiş olacağım. Her fotoğrafçının fotoğraflarına kendi ideolojisini taşıdığı gerçeğini de unutmadan ama bu tartışmalara hiç girmeden, tarafsız olmanın buradaki öneminin, var olanı tüm gerçekliğiyle göstermek olduğunu söyleyebilirim. Tekrar etmek gerekirse, anlatacağım doğrudan İstanbul Lisesi değil, ideal olandır. Elbette idealin belgeseli, belgeselde örnek olanı da anlatacak. Hikaye, altını kalın çizgilerle çizmeden, bu çocukların hangi koşullar sonucunda böyle yetiştiğinin hikayesi. Kitap, -bunu bağırarak söylemeyen- İEL’ye bir övgü aslında. Ama bunu sadece camia için ve içinde değil, herkesi ilgilendirecek bir üslupla yapacağım. Benim için Lise Kitabı, bir anlamda Sarı Siyahlılar’a geçtikleri sıraların hikayesini armağan etmenin bir aracı olacak. İçerden fotoğraflar üretebilmenin o olayı/yeri/durumu en iyi anlatan yöntem olduğunu söyleyip durursun, hatta verdiğin derslerde de bunun altını sıkça çizersin. Son olarak, şu an İstanbul Modern’de sergilenen Hayallerden Gerçekler sergisinin tabanını oluşturan işlerden biri olan öğrenci atölyeleri “içeriden anlatıma” iyi bir örnek. Lise kitabında da bu yöntemi mi kullanacaksın? Yola çıktıktan sonra belki bazı destekler almak konusunda esnek olabilirim, şimdiden bilemiyorum. Ama temel olarak bu kitapta öğrenci, öğretmen veya çalışanlarla yapılan atölyelerin fotoğrafları olmayacak. Foto röportaj atölyelerinin avantajı çok içeriden karelerin çekilmesini sağlaması. Burada dezavanları benim için daha önemli. Atölye dönemi çok uzun sürüyor ve istikrarla götürülmesi gereken çalışmaya ihtiyaç duyuyor. Öğrencilerin yoğunluk açısından inişli, çıkışlı okul dönemleri, istek ve performanslarının aynı çizgide seyretmemesi ve mezuniyetler buna engel. Bir diğer önemli dezavantaj ise atölye çalışması yapılırsa, fotoğrafçıların bu sefer de “çok fazla” içerden bakacakları, böylece çekilenlerin sadece o döneme ait olacak olması ve karelerin İEL’nin tarihinden, geleneklerinden vs kopuk hale gelmesi. Benim avantajım duyguyu bilecek kadar içeride, bağlantıları kuracak kadar dışarıda yer almam. Profesyonel disiplin, tecrübe vb de cabası. Bir Gün Sahafta… Nasıl doğdu bu fikir? Marmaris’teki bir anlamda münzevi hayatımdan “kesin dönüş yapıp” tekrar İstanbul’a geldiğimde, liseye uğradığım ilk gün Atakan Hoca (Alan) beni yakaladı ve mutlaka fotoğraf kulübüne destek olmalısın dedi. Böylece Nuri Hoca’nın eşliğinde kulüp eğitmenliği serüvenim başladı. O zaman, içinde bulunduğum İstanbul Lisesi’ni daha iyi gözlemleme ve kendi dönemimle kıyaslama imkanı buldum. Çok şey değişmiş olmasına rağmen “öğrenci olma” ve “İEL’li öğrenci olma” durumları belli noktalarda benzerlikler gösteriyordu. Farklı dönemlerden mezunlarla konuştuğumda ve şanslıysam bir iki fotoğraf gördüğümde bunun çok eski dönemler için bile içinde farklılıklar taşıyan aynılardan oluştuğunu gördüm. Sonra fark ettim ki, herkesin ulaşabildiği arşivlerde geçmiş dönemlerin yaşantılarına ait görseller yok. Bu düşünceyi bir sene kadar kafamda çevirdim, notlar aldım, farklı çalışmaları inceledim. Bir gün İstanbul Üniversitesi’nin karşısındaki pasajların birinde en üst S A R I S İ Y A H 29 PROJE katta ve en dipte bir sahafın önüne atılmış, tozdan kapağı zor belli olan “Guildford, The Life Of The School” kitabını gördüm. Çok sinematografik olacak ama kapağındaki tozu ceketimin koluyla sıyırdım, hemen yanıbaşımdaki kitap yığınının üzerine oturdum ve tüm sayfalarına ağır ağır baktım. Sahafın sesiyle irkildiğimde artık ne yapacağımı biliyordum. Nic Ellis diye bir fotoğrafçı ta Avustralya’da aynı şeye kafayı takmış meğer. Bu röportajda kullandığımız fotoğraflar da bu kitaba ait. Ama üzerinden dokuz sene geçmiş. Neden hayata geçirmedin? Bir proje için doğru zaman en önemli şey. Açıkçası ölü doğmasını istemedim. Bir de birkaç kez gündeme getirmeye çalıştım ama beni heyecanlandıracak ortam oluşmadı. Bu işte heyecanlanmak ve bu heyecanı sürdürebilmek çok önemli. İş rutine bindi mi, sonuçlar da sıradan olmaya başlar. Heyecanı yaratan konuyu paylaştığın insan ve/ya kurumların sana karşı tutumları, verdikleri manevi ve maddi destek ki manevi destek olmadan diğerinin varlığı hiç bir işe yaramıyor. Nasıl bir yöntem izleceksin? Ne kadar sürecek bu iş? Belgesel bir çalışma olacak. Minimum bir sene sürmesi gerekiyor, çok daha uzun da sürebilir. Zira çekimleri bitirdiğimde okulla ilgili anlatılacak eksik birşeyin kalmaması gerekiyor. Sanıldığının tersine elime makinayı alıp rastladığımı çekmeyeceğim. Bu işin ön çalışması çok önemli, uzun ve yorucu. Şimdi konu-zaman-mekan-durumçekilecek süjelerle ilgili çok geniş bir plan hazırlıyorum. Bu plan bittiğinde önümde bir yıl içinde İstanbul Lisesi’nde hangi resmi ve gayrı resmi aktivitelerin, ne zaman, nerede, ne içerikle (çekeceğim konu kim veya nelerden oluşuyor, ne yaparlarken vb) gerçekleştiğinin çizelgesi duruyor olacak. Bunun içinde Çanakkale gezisi gibi tek bir tarihe sahip olanlar, pazartesileri yapılan bayrak törenleri gibi rutin olanlar, ders sonrasında yatılıların vakitlerini nasıl geçirdiği gibi değişkenlik taşıyanlar da olacak. Somut bir örnek vermek gerekirse; teneffüste pota kapmayı ele alalım. Bunu konu olarak belirlediğinizde, konuyu anlatacak bir seri hazırlamak için alt başlıklar olarak şunları da belirlemeniz gerekiyor: 1. Teneffüs zilinin çalmasından az önce fırlama hazırlıkları yapan öğrenciler 2. Zil çalma anı 3. Sınıftan koşarak çıkanlar (içeriden ve koridordan görünüş) 4. Potaya varana kadar katedilen yol 5. Pota kapma yarışını kaybedenler-kazananlar 6. Koşmaya gerek duymadan oyuna dahil olanlar (belki büyük sınıflar) 7. Kılık kıyafet 8. Maç içi halleri (oyuncular, öğretmenler, seyirciler) 9. Maç sonrası … Listeyi uzatmak mümkün. İşte fotoğrafçı bir belgesel çalışmada öncelikle baştan tüm bu planları belirler, açı ve ışık gibi sayısız bileşeni birlikte düşünür. Bunlar mutlaka yazılıp çizilir. Elbette beklenmedik anlar olacaktır, bunlar yaptığınız işe keyif katar. Ama işin aslı detaylı mühendislik yapmakta. Burada, “ne mutlu bana ki İEL’de okumuşum ve bana analitik düşünmeyi öğretmiş” diyorum. Projenin bitimiyle ilgili bir süre öngörmek zor. Minimum bir yıl olacağı kesin, çünkü standart tarihler var mutlaka çekmeniz gereken. Okulun ilk günü, resmi törenler, kutlamalar gibi… Ama bunları çekmiş olanız bile, örneğin kalorifer başında toplanmış ikili-üçlü kız grubu ya da sigara içen öğrenci çekmezseniz bu iş olmaz. Çekene kadar da proje bitmez. Fotoğrafçı Etiği İşin etik tarafını soracaktım, konuyu oraya getirdin. Herşeyi mi çekeceksin? Bazı anları çeksen bile yayınlamak doğru olur mu? Tüm sorularına tek bir yanıtım var: Hayır! Öncelikle fotoğrafların yayınlanması için ön koşulum o fotoğrafta yer alan kişilerin rızasının olması. Hiçbir kişiyi ve kurumu rencide edecek bir görüntüyü asla kullanmayacağım. Ama bazı konular da anlatılmalı, sigara örneğinde olduğu gibi. Bir yandan bunu anlatmalı öbür yandan kimseyi deşifre etmemelisiniz. Bu dengeyi sağlamak da fotoğrafçının öncelikleri arasında. Hemen şimdi şöyle bir kare tesvir edebilirim: Mekan tuvalet, biri hariç tüm kabinlerin kapıları açık. Kapalı olandan ince bir duman tütüyor. S A R I S İ Y A H 31 PROJE Öğrencilerden yana sıkıntı çekeceğimi düşünmüyorum. Hatta çoğu zaman onlardan daha sansürcü davranacağımı biliyorum. Beni düşündüren okul idaresi tarafı. Çalışma esnasında ve sonrasında statükocu olmayan, modern ve esnek bakabilen idarecilere ihtiyacım olacak. Belki Dernek ve Vakfın desteği bu noktada kilidi çözebilir. Lise koridorlarında gezinen, derslere giren çıkan bir adam gözümün önüne geliyor. Elinde de kocaman bir makine. Ortamda yabancı durmamayı, meraklı, istekli ya da sinirli bakışların objektife çevrilmesini nasıl önleyeceksin? Görünmez olacağım! Şaka yapmıyorum, burada uzun uzun anlatmak olanaksız ama bir belgesel fotoğrafçı o sınıfta duran öğretmen masasından farklı algılanmamalı. Barselona’daki vaftiz törenini hatırla. Aileyle birlikte papazın burnunun dibine girdiğimde kimse rahatsız olmamıştı. Kimsin sen diye soracaklarına önüme geçtikleri için özür dileyen akrabalar bile olmuştu. Üstelik törenin resmi fotoğrafçısı vardı. Proje sadece bir kitap projesi mi? Kitap lokomotifi. Bunun yanıda video çekimleri yapacak, ses kayıtları oluşturacağım. İşin bir sergisi mutlaka olmalı. İnternet sitesi ve fotoğraf gösterisini diğer çıktılar olarak düşünüyorum. Söyleşiler vb de o dönemin önemli PR faaliyetleri olarak planlanmalı. Beleğimiz Zayıf Söyleşimizin başından beri pek çok defa bu projenin öneminden bahsettin. Bunu biraz daha açabilir misin? Türkiye’deki pek çok topluluk gibi Sarı Siyahlı camianın da en büyük eksiği kayıtlı yazılı ve görsel belleğinin zayıflığı. SarıSiyah dergisini yaparken bu eksiklik hemen her sayıda karşıma çıkıyor. Elimizde birkaç eski yıllık, sağdan soldan bulunmuş bazı fotoğraflar ve Allah’tan zamanında yapılmış az sayıda kitap var. Yine bu dergi içindeki konulardan hareketle bir örnek vereyim: Mezunlar farklı dönemler farklı pilavlar yediklerini söylüyorlar. Hani bir fotoğraf, bir menü ya da bir okul yazısı? Pilav konusu işin esprili tarafı. Ama kaçımız okula ilk alınan kızların hazırlık sınıfındaki hallerini biliyor ya da şu anki yatılılar okulun üst katındaki devasa koğuşları?.. Söylediklerim, “fotoğrafları olsa, ne güzel nostalji olur” diye değerlendirilebilir. Bahsettiğim basit bir hatıra fotoğrafı koleksiyonu değil oysa. Toplumsal ve kurumsal bellekten bahsediyorum. Başka bir örnek vererek konuya devam edeyim. 181. öğrenci vakası malum. O günlerin yaşattığı tecrübe, kurumlarımıza ve okulla ilişkisi olan bireylere bir bilgi kazardırdı. Bu bilgi toplumsal/kurumsal hafızamıza ne kadar doğru kaydedilirse, ileride benzer bir olayla karşılaşıldığında o kadar yerinde kullanılır. İşte bunu kaydetmenin bir yöntemi de o anı yazılı ve görsel olarak belgelemektir. Kaydetme, görsel bombardıman altında olduğumuz bu dönemde daha da önem taşımaya başladı. Detayını bir sonraki sayımızda “Toplumsal Belleği Tasarlamak” başlığı altında ele alacağım için, işin bu tarafını şimdilik “iktidarların fotoğrafların oluşturduğu güçlü belleğe karşı yeni silahının yine fotoğraf olduğunu” söyleyerek geçmek istiyorum. İronik… Biz işin diğer taraflarıyla devam edelim. Bu biraz da alternatif bir tarih oluşturma çabası değil mi? Elbette. Bugün ile ilgili tanıklıkları geleceğe aktarabilmemiz için belgesel fotoğrafa ihtiyaç duyuyoruz. Belgesel fotoğrafçı, 2006’da Fotoğraf Vakfı Yayınları’ndan çıkarttığımız Ken Light’ın kitabının ismi gibi gerçekten de “çağının tanığı”dır. Bağımsız ve tarafsız yapılan çalışmalar doğal olarak resmi tarih dışında bir çizgide seyreder. Bu tip alternatif çalışmalar olayların çok farklı yönlerini gösterme kabiliyetine sahiptir. Alternatif tarih, tarihçiler için tarihin bir bakıma gündelik olanla, sıradan insanla ilişkisini kurmanın ve bu yolla da tarih yazımının demokratikleşmesini sağlamanın bir yoludur. Ulusal ve uluslararası siyasi, askeri ve diplomatik gelişmeler kuşkusuz insanlık tarihinin bir parçasıdır ama sıradan insanın faaliyetleri ve çevresi de aynı şekilde tarihin bir parçasıdır. Kurumlar ve topluluklar da insanlar gibi doğar, gelişir, kendi tarihlerini oluşturur, deneyimler edinir ve özgün değerler yaratır. Ancak bunlar genelde kayıt altına alınmaz. Güne ayak uydurma telaşı içinde geçmiş unutulmaya başlar. Yönetimler ve topluluk üyeleri değişir, tarihle bağlar zayıflar, kazanılmış deneyimler kaybolur ve kökleşmiş değerler yitirilir. Kişilerin bilinçlenmesini, tarihlerini unutmamalarını ve ondan dersler çıkarmalarını sağlayan tüm çalışmalar ise tam ters etki yaratarak o kurum ya da topluluğun birlikte hareket etme ve haksızlıklara karşı güç oluşturma yeteneğine kavuşmasını destekler. Öte yandan, kurumların ve toplulukların hikayeleri aynı zamanda bir ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasal tarihinin önemli izdüşümleridir. Yani sadece, tarih yazımının geleneksel formlarında egemen olan yaklaşım olan resmi tarihle o ülkenin bir dönemini değerlendirmek eksik olur. Bahsettiklerinden buzdağının üstünde yer alacak “fotoğraf kitabı”nın altında geniş ve derin bir kaygı ve sorumluluğun yattığını anlıyorum. Uzun ve zor bir süreç seni bekliyor. Yansımalarını birlikte yaşayacağız. Hepimize kolay gelsin. Son söz olarak neler söyleyeceksin? Bugün, yarın geldiğinde geçmiş olacak. Susan Sontag’ın yazdığı gibi, “Geçmişe sahip çıkılırsa, geçmiş insanların kendi tarihlerini yaratma sürecinin bütünleyici bir parçası olursa, o zaman bütün fotoğraflar yeniden canlı bir bağlama kavuşacaktır; hapsolmuş anlardan çıkıp zaman içinde var olmaya devam edecektir. Alternatif fotoğrafın görevi, fotoğrafı toplumsal ve siyasal belleğin bir parçası kılmaktır.” Son sözü ise John Berger’e vererek bitireyim: “Fotoğrafçı kendisini, dünyanın geri kalan kesimine haber ileten biri olarak değil, fotoğraflanan olayların konusu olan insanların kayıt tutucusu olarak görmelidir.” İstanbul Lisesi kitabıyla tam da bunu yapma uğraşına girmiş bulunuyorum. Q Guildford Gramer Okulu ile ilgili yapılan belgesel çalışma, 12 ay süresince üretilen fotoğraflardan oluşuyor. Projenin sahibi fotoğrafçı Nic Ellis, Avustralya’nın önde gelen fotoğrafçılarındandır. Pek çok ödülü vardır. Guildford - The Life Of The School kitabı Paul Murrey’in önsözüyle 1995 yılında Plantagenet Yayınları tarafından yayınlanmıştır. S A R I S İ Y A H 33 R Ö P O R TA J Benim GLʟHUDLOHP Vestel Grubu’nun İnsan Kaynaklarından Sorumlu İcra Kurulu Üyeliğini yürüten 1974 mezunumuz Necmi Kavuşturan’ın hikayesi gerçek anlamda bir başarı öyküsü. Antep’ten İstanbul’a bir kamyonun sırtında gelmesiyle başlıyor, vali olma hayali gerçekleşmese de, dönüm noktası olarak tarif ettiği İstanbul Erkek Lisesi’ni kazanmasıyla başka yüksek hedeflere doğru devam ediyor. 5ŌSRUWDMYH)RWRÛUDI+şVQş'ŌNPHFLâ Kilisli olduğunuzu biliyoruz. İstanbul’a ne zaman geldiniz? 1956 yılında Kilis’te doğdum. Babam orada iş bulamayınca İstanbul’a gelmiş, bir araba almış ve dolmuşçuluk yapmaya başlamış. Annem, kardeşim ve ben Kilis’te kalmışız. Sonunda babam dayanamamış ve Kilis’e geri dönmek istemiş. Dönmek için de arabayı satmış. Arabayı sattığında, dolmuş şoförlüğü yaparken kazandığı paradan daha fazlasını kazandığını fark etmiş. Gidip borcunu ödemiş ve tekrar bir araba almış. Sonra onu da satmış. Dolmuş şoförlüğü yapmaktansa araba alıp satmak daha iyi bir iş gibi gelmiş. Bunun işi olabileceğini anlayınca da, bizi de İstanbul’a getirtti. Ben de 1960 senesinde, dört yaşında, Bekir Yıldız’ın romanlarındaki gibi Güneydoğu Anadolu’dan bir kamyonun sırtında, Antep’ten İstanbul’a geldim. İstanbul’a dair ilk hatırladıklarınız neler? Denizi ilk görüşümü unutamam. Harem’e geldik ve ben denizi gördüm. Çok iyi hatırlıyorum o günü. Bir yaz günüydü. Garip belki ama egzoz kokusunu severim. Çünkü Harem’de duyduğum o egzoz kokusu, İstanbul’un kokusuydu benim için. Okulla tanışmanız nasıl oldu? Sevdiniz mi okulu, okumayı? Aksaray Deneme İlkokulu diye bir ilkokul açılmıştı. Aksaray’da oturuyorduk ve beni o okula yazdırdılar. Çok şanslıymışım ki, öğrenim hayatıma özel bir ilkokulda başladım. Öyle ki, 1962 yılında olmamıza rağmen okul tam gündü. Kare masalar etrafında oturuyorduk, öğle yemeği veriyorlardı, kıyafet serbestti, önlük giyme zorunluluğu yoktu ve İngilizce öğretiyorlardı. Bizim eve bırak kitabı, gazete bile girmiş değildi. Allah rahmet eylesin, bir Fatma öğretmeni vardı. Anneme, bu çocuk çok iyi okuyabilir, ben onunla özel olarak ilgileneceğim demiş. Ancak ben üçüncü sınıftayken emekli oldu. Onun yerine Ayten öğretmen diye başka bir çok değerli öğretmenim oldu. İlkokuldayken, diğer çocuklara nazaran başarılı bir öğrenciydim. Ne bulursam okuyordum. O zamanlar poşet yoktu, eski gazetelerden kese kağıdı yapılırdı. Ben o kese kağıtlarını açar, üzerlerindeki yazıları bile okurdum. “Hayat Ansiklopedisi” vardı, 4 cilt. Hâlâ da durur. Sürekli A’dan Z’ye Hayat Ansiklopedisi okurdum. Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği ilkokullar arası bir bilgi yarışması vardı. Okul adına o yarışmaya katıldım ve birinci oldum. Birinci olan da 23 Nisan’da vali oluyordu. Vali olmam için de bir frak giymemi istediler. O zaman şimdiki gibi hazır şeyler yoktu. Biz de annemle Kapalı Çarşı’ya gittik, özel frak diktirmek için. Ama öyle bir para istendi ki, Abilerimiz vardı, dayak da yedik ama çok müthiş abiler vardı aralarında... Sayısız kardeş vardı. Onun için aile diyorum. İEL benim diğer ailemdi. İkinci bile demiyorum. Bir-iki ayrımı yapmıyorum, diğer ailemdi. frak diktirmemiz mümkün değildi. Annem radikal bir karar alarak vazgeçti. Bir terzi arkadaşı vardı, bana onun yerine yavrukurt kıyafeti diktirdi. Benim valilik işi de suya düştü. Benim yerime başka bir çocuk vali oldu. Büyük bir travma yaşadım. O zaman annem “Ne bu kadar üzülüyorsun, oyun gibi vali olmak da neymiş… İnşallah sen büyüyünce hakiki vali olursun” dedi. Ben de o gün “hakiki vali” olmaya karar verdim. İlkokuldan sonra babamın bir arkadaşı, babama beni İstanbul Erkek Lisesi’nin imtihanlarına sokmasını söylemiş. Çevremizde birçok çocuk sınavlara hazırlanıyor, ders alıyor, okulda kurslara gidiyordu. Ben hiç kursa gitmeden, ders almadan girdim sınava ve kazandım İstanbul Erkek Lisesi’nin sınavını. Yatılı mıydınız? Yatılıydım. Ama okulun ilk günü yatılı olduğumu algılayamamıştım. Zannediyorum ki, 15:30’a kadar okul var, öğlen veya akşamüzeri burada yatılacak, ama dinlenmek için… İstanbul Erkek Lisesi nasıl bir yerdi sizin için? Lise benim için gerçekten bir aile gibiydi. Ama öğretmenlerimi çok fazla anne baba ile özleştiremem, anne baba tarzı öğretmenler yoktu o yıllar. Öğretmenlerimiz, Türk-Alman ayrımı yapmıyorum, genelde sıcak, olumlu, dost ve sevecen değillerdi. Sadece Almanca hocamız Herr Schleier’i ayrı bir yere koymak lazım. Schleier çok önemli ve değerli bir adamdı. Bir de bana hazırlık sınıfında müthiş destek veren, bütün Türk klasik romanlarını okutturan, onları yazdıran, sözlü anlattıran, dolayısıyla yazma ve konuşma ile ilgili becerileri kazandıran etüt abim vardı: Nihat Ağabey. Gerçek bir abidir benim için... Büyük sınıflarda da abilerimiz vardı, dayak da yedik ama çok müthiş abiler vardı aralarında... Sayısız kardeş vardı. Onun için aile diyorum. İEL benim diğer ailemdi. İkinci bile demiyorum. Bir-iki ayrımı yapmıyorum, diğer ailemdi. Nasıl bir öğrenciydiniz? Okulu evde yapamadığım her şeyi yapmamı sağlayan bir ortam olarak gören bir öğrenciydim. Yani eğlenme, oynama, gezme, dolaşma, arkadaşlık ve haşarılık yapma yeriydi benim için. Ama aynı zamanda derslere de yeterince çalışan, 10 üzerinden 6-7 arası bir öğrenciydim. Hiç sınıfta kalmadım. Temelde disiplinli bir öğrenciydim. Çok planlı ve programlıydım. Biz ilkokulu da, hazırlığı da, ortaokulu da, liseyi de hep bitirme sınavları ile bitirdik. Bütün dersler 10 bile olsa bitirme sınavlarına girerdik. O sınav dönemlerinde her günün programını yapardım, sabah S A R I S İ Y A H 35 R Ö P O R TA J İnsanın hayattaki hedefi kendi ile barışık, kendine iç dünyası ile yeten, çevresi tarafından sevilen, saygı gören, mutlu bir insan olmak olmalı. Bunlar olmazsa olmaz. duyguyu şimdi okula gittiğimde hala hissediyorum. kalktığımda ne giyeceğime kadar her şeyi yazardım. Hala da öyle bir düzen içindedir iş hayatım. “İstanbul Erkekli olmak” nasıl bir duygu? Ben bugün bir yerlere geldiysem, gerçekten orada geçirdiğim 7 yıl sayesindedir. Şimdi geriye dönüp baktığımda çok şanslı olduğumu düşünüyorum ve bu şanslardan en büyüğü de İstanbul Erkek Lisesi’nde okumuş, özellikle de yatılı okumuş olmak. Aile terbiyesi ve disiplini olarak, iyi bir insan olma yönünde, ailemden almam gereken her şeyi aldım. Fakat öğrenim anlamında, bilim anlamında, yaşam anlamında ne aldıysam, 11-18 yaşları arasında İEL’den aldım. Orada aldıklarımın üzerine her gün bir şey koydum hepimiz gibi, ama o temel o kadar köklü ki… Lise yıllarınıza dair olumsuz bir duygunuz var mı? Öğrenciyken, Herr Benz diye bir matematik ve fizik hocamız vardı. Beni negatif etkileyen, ama o negatif etkinin olumlu sonuçlar doğurmasına da neden olan kişidir Benz. Bir gün bana, “Sen bu okulu bitiremezsin, git bir an önce başka bir okula gir. Buradan mezun olamazsın”, dedi. “Olurum”, dedim. “Olamazsın, benden geçemezsin en azından”, dedi. Ama onun dersinden geçtim. Bu defa, “Geçsen bile, üniversiteyi kazanamazsın”, dedi. Üniversiteyi kazandıktan sonra yanına gittim. Bu kez “Kazansan bile adam olmazsın” dedi. Hiç unutmuyorum o lafını. Gerçekten, 17-18 yaşındaki Türk gençlerine kastı olan, sanki bunun için özel olarak görevlendirilmiş bir insan gibiydi. Gençlere ve çocuklara karşı bu kadar acımasız olmayı çok rahatsız edici buluyorum. Valilik kararınıza ne oldu? Liseden sonra bu hedefe yöneldiniz mi? İlk hedef vali olmaktı, evet. Vali olma kararım hiç değişmemişti. Nasıl vali olunur diye araştırınca da Mülkiye’ye gidersem vali olacağımı anladım ve Mülkiye’ye girdim. Ama kader bana öyle bir yol çizdi ki, bankacı oldum. Bankacı olmak gibi bir hedefim hiç yoktu. Ama daha sonra gördüm ki, insanın hayattaki hedefi kendi ile barışık, kendine iç dünyası ile yeten, çevresi tarafından sevilen, saygı gören, mutlu bir insan olmak olmalı. Bunlar olmazsa olmaz. Mesleki olarak en iyi konuma gelseniz bile, bunlar olmazsa o konumdan tatmin olmayan biri olabilirsiniz. Lisenin olmazsa olmazı ne sizce? Okul binasının büyük ana kapısı... O büyük kapıdan geçtiğimde hissettiğim duygu çok özel bir duygu. O kapıdan girdiğinde bambaşka bir dünyaya geçersin. Aynı Peki sizin döneminizde lisenin olmazsa olmaz karakteri kimdi? Dış kapıda duran Fahri Ağabey… Birçok hocanın adı hatırlanmazken Fahri Ağabey’in adı unutulmaz. Revirdeki Satılmış Ağabey’i de önemli bir karakter olarak görüyorum. Bizim o Hababam Sınıfı mantığı içinde bunlar özel adamlardı. Ama bir Mahmut Hocamız var mıydı dersek; benim için o biraz Herr Schleier’di. Almanca hocamız olarak, insan olarak gerçekten ondan çok şey öğrenmiştim ben. Değerli bir insandı. Türk hocalarımıza baktığımızda, Nurettin Topçu çok özel bir karakterdi. Biz onu yeterince algılayamadık o dönem. Şimdiki aklım olsa, Nurettin Topçu hocadan feyz almak, onu dinlemek, onunla sohbet edebilmek, tartışabilmek çok isterdim. Liseye dair, olursa ne güzel olur dediğiniz bir şey var mı? Üniversitemiz olmalı... Bu olursa çok güzel olur. Bizim okuldan mezun olanların çok azı benim gibi hukuk veya siyasal okumuş insanlar. Büyük bir bölümü tıp ve mühendislik okumuş, toplumda maddi manevi çok iyi konuma gelmiş abilerimiz, kardeşlerimiz. Dolayısıyla, bizim muhakkak bir üniversitemiz olması ve mutlaka bunun bir çözümü bulunması gerekir. Bunun çözümü önde gelen mezunların bir araya gelmesi ile olur. O zaman bu yapılabilir. Ben böyle bir şey olsa, maddi manevi çok büyük destek olmak isterim. İstanbul Erkek Lisesi’nin devamı olan bir üniversite şart diye düşünüyorum. Q hayalgücüO[LVMMBOËO www.hayalgucutanitim.com S A R I S İ Y A H 37 SPOR 'VUCPMVO&SLFLMJÙJ #FÚMJL:FNF,BZHÎTÎ* <D]à7DQàO%RUD )RWRÛUDIVitaliy Valishevskiy Futbol dünyasının nasıl “erkek” bir dünya olduğunu uzun uzun tasvir etmeye hacet var mı? Oyunun kendisinden çok, oyun etrafında kurulan dünyadan söz ediyorum. Futbol maçı izleyen erkeklerin gümbürtülü beraberliği, erkekçe bir otarşi dilidir. Başka herkese ve bütün dünyaya karşı, iyi ihtimalle koyu bir kayıtsızlığın, o kadar iyi olmayan bir ihtimalle saldırgan bir meydan okumanın dumanı tüter o dilin üstünde. Futbol üzerine tatlı tatlı veya asabiyetle atışan erkekler, erkek gürültücülüğünün temel birimlerindendirler. Mütehakkim jestler, çalımlar, kabarmalar, iri iddialarla, horozluk talimi yapılır buralarda. Yakın zamana kadar, oğlan çocuğunun abi/ amca/dayı tarafından “ilk maçına” götürülmesi, neredeyse ilk genelev ziyaretine denk bir “erkekliğe geçiş” ritüeli olarak yaşanırdı. Futbol dünyasına katılmak, erkek dünyasına girmenin, erkek olmanın ana yollarından biridir. Futbolun “erkek oyunu” olarak takdis edildiği malum. Oğlanlar bunu daha ufacıkken, okulda, mahallede top oynarken işitmeye başlarlar. Darbelere maruz kaldıklarında, yere yıkıldıklarında, suratlarına, böğürlerine, pipilerine okkalı bir top yediklerinde, etraftan naralanırlar: “Erkek oyunu oğlum bu!” Anneden kopamayan, dünya ve başkaları ile kendisi arasındaki ayrımları kuramayan, “her şeye kadirlik” fantezilerini aşamayan, böylesi bir iç içelik, akışkanlık içinde ilişkilerini ve kendini konumlandırmakta güçlük çeken erkek, bilinçdışı bir tepkiyle sertlik imgelerine sarılarak ve yumuşak görünen Rusya’da homoseksüellerle ilgili çıkan yasanın ardından, İngiliz Stonewall sivil toplum örgütü 2013’te homoseksüellere destek kampanyası başlattı. Kuruluş İngiliz ve İskoç takım oyuncularına gökkuşağı renginde ayakkabı bağları gönderdi ve destek istedi. Marsilya’da oynayan İngiliz Joey Barton bağları kullanan ilk futbolcu oldu. her şeye, yumuşaklık imgesine savaş açarak bu zaafını örtmeye çalışır. “Sert oyun” olarak futbol, olgunlaşamayan erkeklerin, ebedi ergenlerin yaralarına merhem çalar. Oğlanlar ve ergenlerin futbol oynarken ölümcül bir endişeleri, “beşlik yemek”tir: topun bacak aralarından geçmesi! Futbol folklorunda “delinmeyi”, “namusun gitmesini” simgeler bu; “folloş oldu” derler. Sanki erkekliğini kaybetmenin, karı ya da ibne durumuna düşmenin simgesidir. Bazı fırlamalar rakip oyunculara bacak arası yapmaya konsantre olarak oynar, çokları çalım veya gol yememek kadar bacak aralarının harim-i ismetini kollamaya bakarlar. Bu provakasyonun içe işlediği ortamlarda beşlik, habis bir eril zafer sevinciyle kutlanır. Üst düzey maçlarda bile, bir bacak arasının, tribünlerde neredeyse gole denk bir sevinç dalgası kopardığına rastlayabilirsiniz. Erkekliğini kaybetmenin “an meselesi” olduğu bir dünyada, cinsi kimliğinin şerefini tehditlerden korumak için her an tetik durmak gerektiği “şuuruyla” yaşayan müteyakkız erkekliğin tipik bir simgesidir bu “beşlik yeme” kaygısı! Futbol ortamı, erkek homososyalliğinin en güçlü kalelerinden biri. Erkek erkeğe “takılmanın” kurtarılmış bölgesi. Erkek otarşisinin vaat edilmiş ülkesi. Türlü müskirat ve mükeyyifatın harman olduğu sehpaların arkasında kanepeye yayılmış “geyik yaparak” maç izleyen adamların manzarası, modern şehirli orta sınıf erkekliğinin natürmortudur. Tribünde, ana kapıların üzerindeki “demirin üstü” tabir edilen kesimde, bir halay helezonu halinde omuz omuza, göğüs göğüse, zıp zıp (bazen “zıpla, zıpla, zıplamayan ibne” diye tempo tutarak) tezahürat yapan delikanlılarınki, daha ateşli bir “erkek-erkeğe” halidir – belki homoerotik heyecanlar da tesbit edenler çıkacaktır orada. Futbol oyununun kendisinin, “güzel oyun”un, burada bahsettiğim ebedi ergenlik fantezilerini, mütehakkim erkek kimliğini ve sair habaseti dikte ettiğini söyleyemeyiz. Futbol alt-kültüründe başka politik, sosyal, kültürel değerlerin yeşerdiğine de tanığız. Sözgelimi, skordan bağımsız olarak maçı bir ortak eğlence olarak yaşayan ve başka kimseyi değil sadece her nevi mütehakkimi hor gören taraftar geleneğiyle, “alternatif” futbolseverlerin dünya çapındaki kült kulübü olan FC St. Pauli Başkanı, 2003’ten beri, deklare bir geydir. Bu arada, meraklısı, Uluslararası Gey ve Lezbiyen Futbol Federasyonu’nun internet sitesine bakabilir (http://www.iglfa.org), mesela ağustos ayında Amerika’da düzenlenecek olan Gey ve Lezbiyen dünya futbol şampiyonası hakkında bilgi alabilir. Bir süre önce Bursasporlu Esnaflar Derneği’nin, eşcinsel, biseksüel, travesti ve transseksüellerin yürüyüşüne karşı halkı açıkça lince davet ettiğini hatırlıyor musunuz? Yürüyüşü engelleyen taşlı sopalı saldırganlar, dernek merkezine sığınan bu insanları saatlerce mahsur tutmuştu. “Bir avuç dönme, dua edin polise” diye bağırıyorlardı. Bu dehşet verici şiddet ve celal ve onun ardında yatan endişeler üzerine bir düşünün isterseniz. Q * Çizgi Açığı - Futbol Yazıları Çiziler, Tanıl Bora – Turgut Yüksel, İletişim Yayınları, 2013 Bu yazının uzun bir versiyonu, KAOS GL dergisinin Mayıs 2007 sayısında yayınlanmıştı. S A R I S İ Y A H 39 XXXXX Ý&-)BSBQ0MNBEBO Teknik bir konuda usule uygun yazı yazmayı severim, çünkü zahmetsizdir; nereye ne koyacağın kurallara tabidir, klavye başına oturduğunda memur gibi işini yaparsın ve çok sancılanmadan mesain biter. Ancak, Tansel Abi’nin dergi için yazıya dökülmesini istediği bazı fikirler uzun bir süre bembeyaz bir word sayfasına bakmama sebep oluyor: - Canberk, bu sayımızın konusu İEL’nin olmazsa olmazları. - ??? Konunun bana ilk düşündürdüğü, okulla ilgili ilk akla gelen kavramları sıraladığımda hiçbir olmazsa olmazımın olmaması. Hemen hepsinden kolaylıkla vazgeçebilirim. Oldum olası lisede sarı gömlekle dolaşmayı ve depresif gotik kızları çağrıştıran siyahı hiç sevmemişimdir. Ayrıca renklerin anlamı, yani sarının hastane, siyahın da ölüm çağrışımı, hala bana okula yeni başlayan 14 yaşında bir çocuğa anlatılmayacak kadar tatsız gelir. Bana küçücüklük hissini veren bina içinde hiç rahat hissedememişimdir kendimi. 1990 doğumluyum, rozet takacak bir cekete bile ihtiyacım olmuyor henüz, çok şükür. Aşure derseniz, 24 yaşımla İtalyan Lisesi’nin senede bir bedava sınırsız pizza günü var, derim. İstanbulspor belki benim vazgeçilmezim ama çoğunluk için öyle olmadığı aşikâr, geriye ne kaldı sahi? Sakın Almanca demeyin, eminim ki çoğumuzun ilk vazgeçtiği o olmuştur. Peki o zaman, bu dergide işim ne? Neden 13 sayıdır derginin değişmeyen demirbaşlarından biri olarak künyede ismim yer alıyor? Cevabı, baştan sona öznel olan bu yazıda. İspatlamaya zahmet etmeyecek kadar güvenle öne sürdüğüm tez odur ki, burada hayatımıza giren insanlar aslında bizim olmazsa olmazlarımızdır. O insanlar var olduğu sürece renk de, arma da, bina da anlam kazanıyor. Binanın içinde aradığını bulamayınca kırılıyor insan. Bina soğuk bir yer, hayatının beş senesini içinde geçirsen bile, tanıdığın kalmayınca içinde, birden yabancı oluyorsun. Ben en çok okulumda yabancı olmaktan korkuyorum, bugün bile. Beni okulumda hissettiren şey, Haydar Abi’nin birkaç ay arayla okula uğradığımda “Vay koçum benim, nerelerdesin?” diye gülmesi; daha dış kapının girişindeyken en az 30 metre mesafeden bir karış sakalı görüp “Beygovaaaa, gel buraya” seslenişiyle, mezuniyetten sonra bile Gül Yayla’nın beni üç buçuk attırabilmesi; Metin Kuş’un Bob Ross misali “Belki şurda dersten kaçmış bir öğrenci vardır” düşüncesiyle bahçede hiperaktif öğrenci avına çıkması; İdris Hoca’nın şöyle bir göz süzüşü; Seyit Hoca’nın “Nasılsın oğlum?” demesi ve onun avuçlarında küçülüveren koca kafam... O Seyit Hoca ki babamın vefatından 3 ay sonra başladığım okulda, sırf babama benziyor diye yüzüne bakmak istemeyip her seferinde başımı çevirdiğim, uzaklaşmaya çalıştığım halde “Nedir bu çocuğun sıkıntısı acaba?” <D]à&DQEHUN%H\JRYDâ )RWRÛUDI7DQVHO$WDVDJXQâ diye, bir şekilde peşime düşmüştür. Bu yazıyı okumuyorsa hala bilemeyecek ki, her “Nasılsın oğlum?” sorusundan sonra tuvalete gidip ağlamışımdır. Reenkarnasyon varsa, babam o vücutta yeniden çıkmıştır karşıma sanki. Okul binasının üzerimde etkisi, olsa olsa binanın içinde zamanın donduğuna bir şekilde inanabilmem. Kapıdan her içeri girdiğimde, sanki tekrar liseliyim, etrafta “kardeşim” dediğim adını bilmediklerimse sınıf arkadaşlarım. Bu gözlerle baktığınızda, her şey aynı yerde ve tek bir zaman diliminde. Bu yüzden Gül Yayla “Beygovaa” diye bağırdığında elimin sakalıma gitmesi. İşte her şey bu kadar gerçekken, insan bir de Necati Hocasının odasına gidip bir çayını içmek istiyor. Muhittin Hocanın birinci sınıflara askerliğini anlatışını kapıya kulağını dayayıp dinlemek, Halil Parlak’ın son sınıf öğrencileriyle tatlı tatlı sohbet etmesini izlemek istiyor. Öğrenciyken de, mezun olduktan sonra da bir türlü sevemediğim, okulda başımın beladan kurtulmamasının müsebbibi Atakan Hoca’nın bile görünmesini istiyor gönül. Tabii ki kimse son bıraktığımız haliyle kalmayacak (Ali Abi hariç); Hasan Abi’nin saça ak düşmüş, Enver Abi’nin göbek almış yürümüş... Ama son bıraktığımız yerde kalmaları, eğer aklımızı başımıza toplayıp azıcık da zahmet edebilirsek pek mümkün. Yukarıda saydığım isimler, ancak gittikten sonra okulun niteliğini kaybetmemesi için özel bir statüye kavuşması gerektiği tartışılır oldu. Ba’de harabi’l-Basra! Korunan şeyler de var: Okulun adı İstanbul Lisesi olmasına rağmen hala İstanbul Erkek Lisesi olarak biliniyor. Toplumsal bellek ismi koruyor. Arma, hukukun koruması altında. Ama mesela binada durum ne? Nasıl bir korumayla otel, kongre ve sergi sarayı ya da AVM olmaktan kurtarıyoruz onu. Bir gün gazetelerde şöyle ilanlar görmeyeceğimizin garantisi ne : “Cağaloğlu’da Yeni Bir Alışveriş Merkezi: İELİUM.” Yaşadığımız günler, bu satırlara “yok artık” deme imkânı bile vermiyor maalesef. Bu yazı, en küçük kardeşlerinizden biri tarafından yazıldı, haliyle yumuşak bir sonla bitecek: Lütfen derslerimize günü gününe çalışalım, sadece sınav haftası geldiğinde değil. Son dakikada yapılan çalışma bu sınavların bazılarından kalmamıza (Necati Hocalar meselesi), bazılarından da düşük notlarla ucu ucuna (bina meselesi) geçmemize neden oluyor. Aynı yaraları tekrar tekrar almamak için yapılacak bir şey var, doğru düzgün örgütlenmeyi başarıp gelecek projelerine odaklanmak. Geleceğimizin projelerine. Bu dergide yazılıp çizilen değerlerin korumasını hiçbir hayır sahibi vatandaş üstlenmeyecek, yine ancak biz yaparsak yaparız. Belki özel bir statü, belki uzun zamandır ismi olan, cismi olamayan üniversitenin açılması yardımcı olacak bize. İyi şeyler için çalışalım. Çalışalım, oturmayalım öyle. Q S A R I S İ Y A H 41 R Ö P O R TA J İstanbul Lisesi’ni doyuran, okulun “olmazsa olmaz”ı Ayhan Usta gerçekleri bu röportajda açıkladı. Yılların kırmızı pilavı ne zaman iç pilav oldu? Nasıl yeniden kırmızısını buldu? Aşurenin sırrı ne? Gül suyu mu?.. Yoksa gül suyuna gerek yok mu? Bu yemekhaneden kaç kişilik yemek çıkıyor? Talaş böreğinin içindeki soğan nasıl ölüyor? Ondan Sonra "GJZFU Olsun Röportaj A. Aylin Çalap )RWRÛUDI Hakan Gündüz En baştan başlayalım… Ben Giresun Görele’liyim. Eski mezunlar bilir; buranın en önceki aşçıbaşısı Kazım İmat, benim babamın amcası… 1960- 70’li yıllarda bu pansiyon binası yokken, ana binadaki yemekhanede o görevliymiş. Onun yardımcıları da bizim akrabalarımız. 1980’lerin sonunda, ben 18 yaşındayken, burada elemana ihtiyaç olmuş. Onlar çağırdılar, ben de 1989 yılında İstanbul’a geldim ve yemekhanede çalışmaya başladım. Kazım Amca ve o dönem yine burada çalışan Halil Amca benim ustalarım oldular. Siz aynı zamanda akrabalarınızı da çağırmışsınız, neredeyse okulda çalışanların çoğu sizin memleketten… Bizim burada çalışmaya başladığımız dönemin idarecileri bizi çok sevdi. Çünkü canla başla çalışıyor ve hiçbir işten kaçmıyorduk. Evet, ben mutfakta çalışıyordum ama müdürümüz bana kaloriferi yak dediğinde onu da yapıyordum. Kazan dairesinde sıkıntı varsa, orada da çalışıyordum. Yirmi ton kömür geldiğinde, o kömürleri kalorifer dairesine indiriyordum. O dönemde, bazı çalışanlar emekli oldu. Bizim de böyle canla başla çalıştığımızı gördükleri için tanıdığımız, bizim gibi çalışacak eleman var mı diye bize sordular. Biz de köyde arkadaşlarımız var, onları çağıralım mı diye sorduk. Onlar da, biz size güveniyoruz, sizin gibilerse çağırın gelsinler dediler. Biz de tanıdıklarımızı çağırdık. Beytullah, Abdullah Kardaşlar geldiler ve Görele’den 15-20 kişi olduk. Yemek yapmakla, mutfak işleriyle aranız nasıldı? Yemek yapmayı hiç bilmiyordum. Köyden çıktım, buraya geldim. Yemekhanede çırak olarak göreve başladım. 1993 senesinde ustalar emekli oldu ve ben aşçıbaşı görevini aldım. Ne öğrendiysem buranın mutfağında öğrendim. Mutfak işini sevdiniz o zaman? Tabii, hem sevdim, hem de sevildim ve dört sene sonra aşçıbaşı oldum. Ama çok çalıştım. Ayrıca 1989-99 yılları arasında pansiyonda yatılı kaldım. Arada askere gittim geldim. Geldikten sonra yeniden göreve başladım. Hala görevimin başındayım. İlk zamanlar zor oldu mu sizin için? Hiç zorlanmadım. Bir de o zamanlarda personel sayısı daha çoktu. 30-35 kişi kadardık. Gündüz çalışıyorduk. Hepimiz pansiyonda kalıyorduk. Akşam da oturup beraber muhabbet ediyorduk. Vakit, hiç sıkılmadan, çabucak geçiyordu. Evimiz gibiydi, burası. Benim için hala öyle… Çünkü ömrümün 24 senesi burada geçti. O dönemler, yaz kış fark etmez, dışarıya çıkıp bir yerlerde dolaşsak bile, İstanbul Lisesi’nin bahçesine geldiğimizde rahatlıyorduk. Kendi evine, kendi ailenin içine gelmiş gibi bir rahatlama ve huzur duyuyorduk. Öğrencilerle ve öğretmenlerle iletişimiz nasıldı? Çok iyiydi. Hiçbir sıkıntımız olmadı. 24 yılımın her günü çok iyi geçti. Öğrencilerle top oynuyorduk. Dertleşiyorduk kimi zaman. Ben burada çalışmaya başladığımdan beri beş ya da altı idareci ile çalıştım. Şükürler olsun, hiçbiriyle bir sorun yaşamadık. Hepsiyle çok rahat çalıştık. Şimdi özel günlerimizde görüştüğümüzde hepsiyle bir araya geliyoruz. Birbirimize saygı, sevgi, hoşgörü içerisinde sarılıyoruz. Eski mezunlarımızı dernek toplantılarında ya da aşure günlerinde gördüğümüz zaman mutlu oluyoruz. Çünkü kimisi doktor olmuş, kimisi mühendis olmuş, kimisi evlenmiş… Hatta bana sen hiç yaşlanmıyorsun, bunun sırrı ne diye soranlar oluyor, onlara tavsiyelerde bulunuyorum. 21 yıldır mutfaktaki her şey sizden mi soruluyor? Evet, 21 yıldır buranın sorumlusu benim. Ve bunca yıl geçti, bir sıkıntımız olmadı, çok şükür. Ekibiniz kaç kişi ve hangi görevdeler? Yemekhane, mutfak, bulaşıkhane ve öğretmenler yemekhanesinde toplam 11 kişi çalışıyoruz. Ben dahil, 6 kişi aşçı ve aşçı yardımcısı, 2 kişi yemekhanede garson,2 kişi bulaşıkçı ve 1 kişi de öğretmenler yemekhanesinde çalışıyor. Bu 11 kişi, yemeği hazırlıyor, sunuyor, sonrasında topluyor, yıkıyor ve temizliyor. Her gün kaç kişiye yemek çıkıyor? Bu her sene değişiyor. Mesela bu sene, 300’ün üzerinde yatılı öğrencimiz var. Bunun yanında öğle 630 öğrenci daha var. Öğretmenler ve misafirleri de hesaplarsak, nereden baksak 750 kişiye öğle yemeği çıkıyor. Ekibimle, 300 kişiye sabah kahvaltısı, 750 kişiye öğle yemeği, 300 kişiye de akşam yemeği ve son altı senedir çocuklar yatmadan önce verdiğimiz kuşluk dediğimiz öğünü de 300 kişiden hesaplarsak her gün yaklaşık 1700 kişilik yemek çıkıyoruz. En az kaç kişiye yemek yapıyorsunuz? Hafta sonu 120 -130 kişi daimi yatılı kalıyor. Zaten bizim en küçük tenceremiz 130 kişilik yani… Az kişiye yemek yapmak sizi zorluyor mu bunca yıldan sonra? Tabii, biz büyük tencereye alıştık. Bize elli kilo pirinçten pilav yapmak, iki bardak pirinçten yapmaktan daha basit geliyor. Çünkü onun tuzunu, suyunu daha iyi biliyoruz. İstanbul Lisesi’nin geleneksel günü aşure günü mü, pilav günü mü, isim konusunda bir soru işareti var? İstanbul Lisesi’nin geleneksel buluşması aşure günüdür. Ben 24 senedir aşure günü diye biliyorum. Aşure gününde geleneksel kırmızı pilavımızı da ikram ediyoruz, belki o yüzden isim konusu karışmıştır. Kırmızı pilav mı iç pilav mı diye de bir soru var ayrıca? Biz geldiğimiz seneden itibaren kırmızı pilav yaptık. İstanbul Lisesi’nin pilavı ve özelliği kırmızı pilavdır. Bizim aslımız, kırmızı pilavdır. Peki, bu karışıklığın sebebi ne? Şöyle ki; beş altı sene önce mezunlar derneğinde bir yönetim değişikliği olmuştu. Oradan birkaç kişi, bu bizim yıllarda, 60’lı yıllardan bahsediyorlar, pilav kırmızı pilav değildi, iç pilavdı, diye iddia ettiler. Bunun üzerine o dönemki dernek yönetimiyle benim de katıldığım bir toplantı yaptık. Bizden iç pilav, ayran ve aşure yapmamızı istediler. Biz de yaptık ve bir akşam S A R I S İ Y A H 43 R Ö P O R TA J Ayhan Usta’dan Talaş Böreği tarifi Hamur için malzemeler: Un / Asta yağı / Yumurta / Sirke / Tuz / Su İç için malzemeler: Et / soğan / maydanoz öğretmenler yemekhanesinde sunduk, onlara. Bunun üzerine, onların isteğiyle kırmızı pilav iç pilava döndü ve birkaç sene kırmızı pilav değil, iç pilav yaptık. Oysa benden yirmi yıl önceki usta rahmetli Halil Dayı İstanbul Lisesi’nin pilavının kırmızı pilav olduğunu söylerdi hep. Kırmızı pilavdan iç pilava geçtiğimiz dönemlerdeki aşure günlerinde bazı eski mezunların arasında bu yüzden tartışmalar da oldu. Lisenin vakfının onursal başkanı Müfit Dedemiz vardı, o da; böyle şey olur mu, biz yıllardır kırmızı pilav yiyorduk, sen bunu nereden çıkardın diye bana çıkışmıştı. Ben de, biz böyle istemedik, yönetim ne istediyse onu yaptık, dedim. İç pilav bir süre devam etti. Ama neyse ki, geçen sene değiştirdik sistemi. Unu mermerin üzerine bir havuz haline getirecek şekilde döküyoruz. Eğer bir kilo un koyduysak, beş yumurta kırıyoruz. Bir çay bardağı, yeterince tuz ve ılık su ekleyerek hamuru güzelce yoğuruyoruz. Hamur kulak memesi kıvamına geldiğinde merdaneyle hamuru açıyoruz. İçine asta yağını ince ince kıyarak yayıyoruz. Sonra hamuru kapatıp dinlenmeye bırakıyoruz. 15-20 dakika dinlendikten sonra tekrar merdaneyle açıp tekrar kapatıp, yine dinlenmeye bırakıyoruz. Bu dinlendirmeyi en az üç kere yapmak lazım ki o asta yağı hamurun içine iyice işlesin. Sonra hamuru yumurta büyüklüğünde ya da biraz daha büyük kesip top haline getiriyoruz. Top haline getirdikten sonra ince yağla birlikte merdaneyle tekrar açıyoruz. Bir mendil büyüklüğünde açtığımız hamurun içine et / peynir ya da ıspanak koyuyoruz. Biz genelde yağsız ince kıyılmış et tercih ediyoruz. Et, kıyma değil, bıçakla doğranan ince parça etlerden olmalı. İçine koymadan önce eti kavuruyoruz. Kavurduğumuz etin içerisine bir miktar soğan, biraz maydanoz ve pul biber atıyoruz. Soğanı tam pişirmiyoruz, soğan yarı ölü bir haldeyken hazırladığımız içi ocaktan alıyoruz. Sonra hazırladığımız içi mendil büyüklüğünde açmış olduğumuz hamurun içine koyup katlıyoruz. Üzerlerini yumurta sarısı sürüyoruz. İsteğe göre üzerine susam da koyulabilir. Tüm bunları yaptıktan sonra, biraz daha dinlendiriyoruz ve fırına atıp pişiriyoruz. Ondan sonra da afiyet olsun. Kırmızı pilavın tarifi nedir peki? Etli ve salçalı pilava kırmızı pilav demişler. Yapımı şöyle, önce eti pişiriyorsunuz, sonra salça katıyorsunuz, pirinci de döküp kavurduğunuz zaman et ve salça pirinçle harmanlanıyor. Sonuçta bu karışım, geleneksel etli pilavımız oluyor. Şimdi her ne kadar bu tarifi versek de, evde ne kadar iyi pilav ya da aşure yaparsan yap, İstanbul Lisesi’nin pilavı ve aşuresi farklıdır. İstanbul Lisesi’nin kırmızı pilavının ve aşuresinin tadını aldığı zaman bir kişi, o pilavdan ya da aşureden yemek için can atar. Aşureye gelirsek… Sizin aşurenizin sırrı ne? Vermek zorunda değilsiniz tabii ki ama… Yoo, vereyim. Dedim ya, evde denemeye kalksanız bile, bizim yaptığımız gibi bir tat olmaz. Bizim aşurenin yapımı neredeyse bir gün sürüyor. Önceden buğdayı temizleyip, şekerle birlikte kaynatıyoruz. Sonra sabaha karşı üç-dört gibi yapımına başlıyoruz, hem ancak yetişiyor, hem de kaynamış olan buğday ve şeker o saate kadar suyunu iyice çekiyor. Aşurenin içine kattığımız bütün malzemeleri ayrı ayrı haşlıyoruz. Genelde aşure yapılırken şeker ve bütün malzemeler birlikte haşlanır. Ama bizim farkımız bu. Aşureye katacağımız inciri, kayısıyı, fasulyeyi ayrı ayrı haşlıyoruz, çünkü her malzemenin tadı farklı. Tüm malzemeyi ayrı ayrı haşlamadan hep birlikte kaynatınca hepsinin içindeki ayrı tatlardan farklı bir tat ortaya çıkıyor. Buna engel olmak için hepsini ayrı ayrı haşlamak lazım. Tüm malzemeleri karıştırıp, belli bir kıvama geldiğinde aşureyi dinlenmeye bırakıyoruz. Bir iki saat sonra da kaplara koyuyoruz. Sonra cevizini ve kuş üzümünü üzerlerine koyuyoruz. Bildiğimiz aşureden farklı olarak koymadığınız bazı malzemeler var. Tarçın, badem, nar koymak hoşuma gitmiyor. Hatta evdeyken komşular aşure getirince de ya da herhangi bir lokantada da yiyemiyorum. Biz böyle tercih ediyoruz. Yiyen herkes de çok beğeniyor. Ama dedim ya, mesele koyulan malzeme değil, her şeyi koyabilirsiniz, mesele malzemeleri ayrı ayrı haşlamak. Bir de galiba genelde şekerini de sonradan katıyorlar. Biz buğdayla şekeri birlikte kaynatıyoruz. Bu da çok önemli… Peki, siz yaptığınız aşureye gül suyu katıyor musunuz? Bu da ayrı bir tartışma konusu? Son zamanlarda gül suyu koymuyoruz. Eskiden, ustalarımızdan devraldığımız yıllarda gül suyu katılıyordu. Hatta kıvamı tutsun diye, nişasta falan da çalıyorlardı. Ama biz bunları zamanla kaldırdık. Biz şu anda gül suyu da, nişasta da katmıyoruz. Gayet de sıkıntı yok. Zaten gül suyu aşureye sadece koku veriyor. Başka bir anlamı ve etkisi yok. Peki son olarak eski öğrencilerle şimdiki öğrencilerin damak zevkini ve yemek alışkanlıklarını karşılaştırırsak, nasıl bir durum söz konusu? Fena… Şimdiki gençler kuru şeyleri yemeyi seviyorlar. Yani; köfte, döner ekmek, hamburger daha hoşlarına gidiyor. Ispanak, barbunya çıkarınca öğrencilerin yarısı yemiyor. Hatta dokunmadan geri koyuyor. Yemek alışkanlıkları çok değişti. Eskiden fakirlik vardı. İnsanların yemek istedikleri şeyleri bulma konusunda sıkıntılar vardı. Şimdi daha rahat… Biz eskiden sabah kahvaltısında, devlet de bunu söylüyordu, bir çay, bir dilim peynir, beş zeytin veriyorduk. En fazla ortaya bir tabak reçel, bir paket yağ koyup, ertesi gün bir yumurta, üç tane daha zeytin veriyorduk. Ama zamanla bu değişti. Mesela burada kahvaltı artık açık büfe şeklinde veriliyor. On çeşit veriyoruz kahvaltıda. Ayrıca Salı günü tost günü, Çarşamba günü yağda yumurta günü, Perşembe günü mısır gevreği ve süt günü, Cuma günü sucuklu yumurta günü, hafta sonu tost yine var. Q S A R I S İ Y A H 45 XXXXX Çekirdekten 4BSÎ4JZBIMÎ Yaklaşık yirmi yıl önce İstanbul Erkek Lisesi’nde çalışmaya başlamışlar. Çalışmaya başladıkları yıllarda neredeyse öğrencilerle aynı yaşta, hatta onlardan yaşça daha küçük olan bu üç kişi, zamanla öğrencilerin abisi-ablası olmuşlar. Çalışma hayatlarına İstanbul Erkek’li olarak başlayan ve hala sarı siyah rozetleri ile devam eden Ali Demiroğlu, Hasan Kardaş ve Zeynep Koç, lisenin olmazsa olmazlarından… Röportaj$$\OLQqDODS&DQEHUN%H\JRYDã )RWRÛUDI Hakan Gündüz Benim Güzel bBNB×ËSIBOFN Zeynep Koç: İstanbul Lisesi’nden mezun olmak bir ayrıcalıksa, burada çalışmak da bir ayrıcalık. Az değil, 25 sene oldu. Buradaki çalışanlar, öğrenciler hep destek oldular bana. evresimlerin, gömleklerin, perdelerin, masa örtülerinin arasında 25 yıl geçirmiş Zeynep Koç, az değil… Oturduğu ev yandıktan sonra kendini bulduğu İstanbul Lisesi, onun da ikinci evi, bir başka ailesi gibi olmuş. Nevresimlerini yatak altlarına, dolap üstlerine atan yatılılara “olmazsa olmaz” tek bir lafı var; “Tüm kirlileri, bir zahmet, aşağı getirin!” N 1989’da çamaşırhanede çalışmaya başladım. İstanbul Lisesi’nde çalışan ilk kadın bendim o zamanlar. Çamaşırhaneden sorumluyum. Burada hep yalnız çalıştım, hala da yalnız çalışıyorum. Bütün okulun çamaşırı ve ütüsü benden soruluyor. İlk zamanlarda bütün öğrencilerin giysilerini, formalarını, nevresimlerini yıkıyor ve ütülüyordum. Tüm çamaşırları ayrı ayrı yıkayıp asıyordum. O zamanlar çoğu çocuğun annesi, gömleklerini rahat bulabilsinler diye, gömleklere işaret koyardı. Her öğrencinin gömleğini karıştırmadan yıkayıp ütüleyip teslim etmek çok zordu çünkü. Sonra çamaşır filesi çıktı ve benim işlerim kolaylaştı. Okul açıldığında velilere hemen üç tane çamaşır filesi almalarını söylüyordum. Biri çoraplar, biri gömlekler ve formalar, diğeri de beyaz çamaşırlar için. Ama neyse ki, iki senedir işim daha da kolayladı. Çünkü artık öğrencilerin katlarında çamaşır makineleri var. Artık kendi özel eşyalarını kendileri yıkayabiliyorlar. Böylece karışıklık olmuyor. Ama zorlandıklarında her zaman yardım ediyorum onlara. Nevresimlerini tabii ki yine bana getiriyorlar. Bunların dışında okulun bütün masa örtülerini ve perdelerini ben yıkıyor ve ütülüyorum. Eskiden bir de asıyordum. Ama artık kurutma makinem var. İlk seneler zorlandım ama okulun bir çalışanı olarak hiç zorluk çekmedim. Aksine buradaki çalışanlar, öğrenciler hep destek oldular bana. Hala da oluyorlar. Eski mezunlarla karşılaşınca beni tanıyorlar ama ben onları tanımakta zorlanıyorum. Az değil, 25 sene oldu. İstanbul Lisesi’nden mezun olmak bir ayrıcalıksa, burada çalışmak da bir ayrıcalık. Geçenlerde hastaneye gittim. Elimde, İstanbul Lisesi’nin sarı siyah armasının olduğu poşet vardı. Beklemeye başladım ama bir türlü sıra bana gelmedi. Poşet elimde beklerken bir kız yaklaştı yanıma. Bir poşete baktı, bir de bana. Abla sen o poşeti nereden buldun, diye sordu. İstanbul Lisesi’nin poşeti bu, dedim. Siz orada mı çalışıyorsunuz, diye sordu. Evet, dedim. Ben oradan mezunum dedi ve bana hemen yardımcı oldu. Bir daha da bundan sonra bir şey olduğunda hemen benim yanıma gel, dedi. Bu büyük bir şans değil mi? Q S A R I S İ Y A H 47 R Ö P O R TA J #F×,VSV×7FSTFO:FUFS Abisi Ali Demiroğlu: Bir keresinde bir öğrencinin “sınavda boş kağıt vereceğim” dediğine şahit oldum. Çocuğu hemen tuttum. “Yanlış yapıyorsun. Sizlerden bizim de beklentilerimiz var, o kadar emek veriyoruz. Bu emeğin karşılığı olarak sizi bir yerlerde görmek istiyoruz” dedim. 6 yıldır okulun fotokopi işlerinden sorumlu olan Ali Demiroğlu İstanbul Lisesi’nin “olmazsa olmaz”larından. İstanbul Lisesi’nin koridorlarında büyümüş. Büyümüş ve öğrencilerin abisi olmuş. Fotokopi çektirip de parasını soran öğrenciye söylediği, “Beş kuruş versen yeter abisi…” sözü de onun “olmazsa olmaz”ı. 2 Ben İstanbul Lisesi’ne 1980 senesinde geldim. Geldiğimde 9 yaşındaydım. Öğrencilerin içinde büyüdüm. Okulun en küçüğü bendim. Öğrencilerden bile küçüktüm. 9-10 yaşlarındaydım, çalışıyordum ama çok mutluydum. O zamanlar, Ali okuldaki kara kedinin bile nerelerde gezdiğini bilir, derlerdi. Askerden döndükten sonra, bir ara Alman bölümünde çalıştım. Sonra 1988 senesinde fotokopiye geçtim. Burada çalışırken hiçbir sıkıntı yaşamadım. Öğrencilerle hep abi kardeş gibi olduk. Benim fan kulübüm bile var, Facebook’ta. Onu da mezunlar açtı. Sağ olsunlar, severler beni. Bütün sınav soruları benden geçiyor. Bir keresinde bir öğrencinin sınava girmeyeceğim, boş kağıt vereceğim dediğine şahit oldum. Çocuğu hemen tuttum, yanlış yapıyorsun, bu sınava girmelisin, sizlerden ailenizin de bizim de beklentilerimiz var, o kadar emek veriyoruz, bu emeğin karşılığı sizi bir yerlerde görmek istiyoruz, dedim. O öğrenciye söylediklerim onu etkilemiş ki, sınava girdi ve geçer not alıp, sınıfını geçti. Sonra Facebook’taki fan kulübün sayfasına, Ali Abi sayesinde bütünleme sınavını geçtim, yazmış. Tabii, müdür muavini hemen beni çağırdı. Sen sınav sorularını mı veriyorsun diye sordu. Öyle bir şey olur mu hocam, dedim. Böyle bir şey yazmışlar ama, dedi. Neyse ki, sonra öğrenci açıkladı durumu. Benim o öğrenciye söylediklerim onun geleceğini etkilemiş. Ne güzel bir şey bu… Burada çalıştığım sürece hiçbir yanlışım olmadı. Zaten olsaydı bunca sene burada kalır mıydım? Sevilmek çok güzel bir şey, diyalog çok önemli bir şey… Para vermeden gitti, ne olacak, getirmez de şimdi bu, dedi. Sen karışma, ben deftere yazıyorum zaten getirmezse ben cebimden veririm, dedim. Anlamadı tabii… Zaten buranın usulüne de dayanamadı. Burada sistemini anlayamadan görevinden ayrıldı. Çoğu öğrenci fotokopi masrafını harçlıklarından karşılıyor. Parası olan da oluyor, olmayan da… O anda parası olmayıp, sonra getireceğim diyen bir öğrenci, aradan aylar da geçse parayı mutlaka getiriyor. Bir dönem bir muhasebeciyle aramızda bayağı bir polemik olmuştu. Ben fotokopi çekerken, bir öğrencinin para vermeden gittiğini gördü. Öğrenciler buradan mezun olduktan sonra burayı, burada çalışanları unutmuyorlar. Geçenlerde hastanede bir mezunumuzla karşılaştım. Doktor olmuş kendisi. Tesadüfen karşılaştık. Ben onu hatırlayamadım, çok öğrenci var tabii, ama o beni hemen tanıdı ve çok yardım etti. Onun sayesinde raporumu da, ilacımı da alabildim. Bu çok güzel bir şey… Q Burada, öyle bir şey ki geçmişten beri bir sistem oturmuş ve o sistem kim gelirse gelsin devam ediyor. Abilik yapacağın, abisi… Herkes hata yapabilir, biz de hata yapabiliriz. Hata yaptığında bir insanı ipe götürmek gerekmez. Burada herkes kendi işini yapıyor, nasıl yapacağını da iyi biliyor. Bir zorluk olmuyor o yüzden. Ben buradan ayrılmayı hiç düşünmedim. Burası benim evim. İnsan evinden ayrılabilir mi? ,BSEBÚ Hasan Abi Hasan Kardaş: Mezuniyet zamanı öğrenciler okul çalışanlarını havaya atarlar. Çok attılar beni de… On, on beş kişi havaya atıyor ama ilk atılış hemen olmuyor. Ben ilk atıldığımda okulda beş altı senem geçmişti. kulun kapısında giriş ve çıkışlardan sorumlu olan Hasan Kardaş, 17 senedir İstanbul Lisesi’nin ”olmazsa olmaz”ı. Göreve başladığı ilk zamanlarda, neredeyse yaşıtı öğrencilerin ona kafa tutması kafasını attırsa da, İstanbul Lisesi’nin bahçesi artık sanki onun evinin arka bahçesi. O Biz, Giresun Görele’liyiz. İlk olarak bizim oradan Cevdet Usta burada işe başlamış. Cevdet Usta, Ayhan Usta’nın abisi… Sonra Ayhan Usta gelmiş. Ayhan Usta’dan sonra, halen yemekhanede görevli olan dayımızın oğlu Abdullah, sonra da 1992 senesinde Beytullah çalışmaya başladı. 1994’te de ben geldim. Bizim oradan aşağı yukarı on kişi kadar varız burada. Burası hepimizin ilk işe başladığı yer ve hala devam ediyoruz. Buraya çalışmaya gelen herkes önce yemekhane görev alır. Beytullah da, ben de ilk geldiğimizde yemekhanede çalıştık. Beytullah, yemekhanede bir sene çalıştıktan sonra gece bekçiliğine, bir sene sonra da gündüz bekçiliğine geçmiş. İki sene gündüz bekçiliğinden sonra da ana binaya… Sonra da personel sorumlusu oldu. Okulun bütün girdiçıktısından, temizliğinden ve bütün personelinden sorumlu. Ben, burada çalışmaya başladıktan üç ay sonra önce işi bıraktım. Yemekhanede başlamıştım ama mutfak işlerini hiç bilmiyordum, iş zor geldi ve yapamadım. Memlekete döndüm. Sonra 1997’de başka bir işin sınavı için İstanbul’a geldim. Lisede hala eleman ihtiyacı varmış. İki gün düşündüm ve yeniden burada işe başladım. Yine çok zorlandım. Çünkü okuldaki işleyişi bilmiyordum, çocukları tanımıyordum. O zamanlar, burada okuyan öğrencilerle aynı yaşlardaydık. Kimi kafa tutuyordu, cevap veremiyorduk. Çocuklar da hep iri yarıydı. Zamanla alıştım. 1998’den beri bilfiil kapıda çalışıyorum. Sürekli kapıda durduğumuz için devamlı gireni çıkanı takip ediyoruz. Öğrenciler okul giriş çıkışlarında ya da bir ihtiyaçları olduğunda bizimle muhatap oluyorlar. Bir öğrencinin bir şeyi kaybolsa Beytullah Abi’sini buluyor. Şu sınıfta bir şeyimi kaybettim dediğinde, ona yardımcı olan kişi ya da kişiler ilk biz oluyoruz. Buradaki öğrenciler çok iyi ama bazı dönemler okuldan kaçanlar çok oluyordu. Dışarıda kimse kaçmasın diye bakınırken, kulübede bir telefon çalardı, sen alo diyene kadar bir anda kaçarlardı. Yakalayabilirsen yakala. Hele havalar ısındı mı, öğrencileri hayatta tutamazdın. Arka duvardan atlayıp kaçanlar da çok olurdu. Biri ayağını kırmıştı. Gece 12’de Çemberlitaş’ta çocuk kovalamışlığım vardır. Kaçanları tramvay durağında yakalıyorduk. Neyse ki, şimdilerde o kadar kaçan yok. Mezuniyet zamanı öğrenciler okul çalışanlarını havaya atarlar. Çok attılar beni de… On, on beş kişi havaya atıyor ama ilk atılış hemen olmuyor. Ben ilk atıldığımda okulda beş altı senem geçmişti. Önce çok korkuyor insan. Sonuçta çocuk bunlar, ya tutmazlarsa diye düşünüyorsun. Ama onların heyecanına kapılıp, korkarak da olsa yapıyorsun işte… Q S A R I S İ Y A H 49 XXXXX Duvar detayı, Barselona, İspanya / 2014 4FWHJMJ0MBO([FMEJS <D]àYH)RWRÛUDñDU7DQVHO$WDVDJXQâ Çok küçük yaşlarımdan beri mimariye hep ilgi duydum. En sevdiğim oyunlardan biri, önceleri 70’lerin başında Almanya’dan dönerken getirdiğimiz legolardan üst üste koyarak, sonraları çokça taşınmamızdan dolayı evde her zaman bulunan karton kolilerden kesip yapıştırarak binalar, çevrelerine parklar, bahçeler, köprüler vb yapmak oldu. Öyle ki kurduğum mahalleler bazen odamın yarısını kaplardı. Legodan kartona geçiş tersine gelişim gibi gözükebilir. Anlamak için o zamanların kısıtlı formda legolarını ve sonsuz yaratıcılık imkanı sağlayan makas, uhu, boya üçlüsünü göz önüne getirmek yeterli olur. Belki bu nedenledir okul binamızı ilk gördüğümde çok etkilenmem. Yıllar sonra öğrendiğim kadarıyla bazı dönem arkadaşlarımda (2009 mezunu Canberk Beygova’nın bu sayıdaki yazısında da anlattığı gibi) ezilme ve küçücük olma duygusu yaratan bu bina, bende tam ters etki yaratmıştı. Yedi sene boyunca koridorlarında hayranlıkla dolaştım. Hazırlık sınıfının ilk haftasında, ağabeylerimizin sınıfa sarı siyah bayrak ve atkılarla dalıp, İstanbul Erkek Liseli ve İstanbulsporlu olmanın ne olduğunu adeta haykıran söylevlerini dün gibi hatırlıyorum. Gerek öğretmenlerimiz, gerekse ağabey ve ablalarımız sıklıkla İEL’li olmanın ayrıcalığından bahsederlerdi. Bunun lafta kalmadığını, pek çok ortamda bizzat daha o yıllarda yaşadım. * Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir. Tolstoy S A R I S İ Y A H 51 XXXXX O zamanlar henüz lacivert ceket ve gri pantolon giyiyorduk, pek çok okul üniformasıyla tek farkımız ceket cebimizdeki armamızdı. Okul yolunda sıklıkla o armanın temsil ettiği okuluma yapılan iltifatlarla karşılaştım. Yıllarca voleybol ve atletizm takımının sarı siyah formalarını taşıdım. Hatta mahallede bakkala falan gideceğim zaman hemen takım eşofmanımı giyer, evden öyle çıkardım. Bu şekilde mahallede ayrı bir havam olduğuna inanırdım. Her fırsatta (bayrak törenlerinde, derslerde, koroda...) Fethi Cönk Hocamızın önce kendini, sonra bizi gaza getirerek söylettiği okul marşı bazen tüylerimi diken diken eder, bazen de araya “aman Allah” ve “oh oh oh” konmuş versiyonuyla beni eğlendirirdi. Bu versiyon özellikle büyük sınıflar tarafından bayrak töreninde ve kalabalığın içinde kaybolmayacak fakat deşifre de olmayak bir ses ayarıyla söylenirdi. Renklerimiz, armamız, geçmişimizle ilgili hikayelerimiz, binamız ve daha pek çok İstanbul Erkekle ilgili unsur okul yaşamım boyunca nereye baksam karşımdaydı. Hepimiz adeta bir sarı siyah bombardıman içindeydik. Yıllar sonra döndüğüm İstanbul’da ayaklarım beni tekrar liseme götürdü. Bu sefer de hem eğitmen (bir dönem fotoğraf kulübünde), hem de reklamcı, fotoğrafçı ve editör olarak yine kendimi camianın içinde buldum. Artık özel yaşantımın yanında, profesyonel hayatımda da kafamı çevirdiğim yerler sarı siyah olmaya başlamıştı. Üstelik bu sefer işin içine mesleki deformasyon ve -kahretsinlisemin kazandırdığı mükemmeliyetçilik girmişti. Bir de buna fotografik hafızamı ekleyin ve gerisini siz düşünün. Bu etki o kadar büyüktü ki (aslında büyükmüş ki, diye yazmam gerek, zira analizini ancak bugün yapabiliyorum) kurduğum ilk şirketin adı bile Sarı Siyah’dı. En güzel örnek belki de bu dergidir. 15 sayı önce elinizde tuttuğunuz dergiye Sarı Siyah dışında başka bir isim koymak için haftalarca çok uğraştım, uykusuz kaldım. Flamenko gösterisi, İstanbul / 2012 O zamanki dernek yönetimi ve ajanstaki arkadaşlarım da aynı çabayı gösterdiler. Sonuç ortada... “Olmazsa Olmaz” ana konusuna karar verip, alt başlıkları çıkarmaya başlayınca camiamızın ortak olmazsa olmazları üzerine düşünmeye başladım. Detaylarını sosyolog ve psikologlara bırakmakla birlikte, bu benzer beğeni ve davranış biçimlerinin nedenlerini yukarıda yazdığım (ve yazmadığım hepimizin çeşitleyebileceği benzer) noktalarda buldum. Hikayeniz ne kadar gerçek, anlattığınız ne kadar doğru olursa olsun bunu başarılı yöntemlerle aktarmazsanız, sonuca ulaşmanız o kadar ihtimal dışı kalır. Tam tersi gibi. Bugün eğer ortak kümelerde toplanabilen Sarı-Siyahlı insanlar varsa, bilerek kullanılan ya da topluluk rekfeksi olarak ortaya çıkmış, yukarıda bir kısmını yazdığım yöntemlerin başarısı ortadadır. Sonuç o kadar başarılıdır ki; trafikte göz ucuyla gördüğümüz arabanın sadece arka camında İEL stikeri var diye, sapık gibi o arabayı takip etmeler, renk düzenlemesi yaparken sarı ve siyahın yan yana gelmesine çalışmalar, Yüksek Kaldırım’daki bir vitrinde onca rozetin arasında kendi rozetimizin ucunu görüp tanımalar ve daha niceleri hep bu tasarımın sonuçlarıdır. Bu düşüncelerden hareketle bu yazıda algıda seçicilik üzerine kalem oynatacak, algımızı etkileyen faktörlerden bahsedecektim. Yazının akışını düşünürken, bir yandan da fotoğraf arşivime hangi görselleri kullanabilirim diye bakıyordum. Fark ettim ki, özel olarak bu yönde fotoğraf çekimleri yapmamış olmama rağmen, kendi kendine gruplanan bir sarı siyah fotoğraflar arşivine sahip olmuşum bile. Tam bu noktada durdum. Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” beyti geldi aklıma. Sonra bu yazı çıktı arkasından. Ama yazıdan çok fotoğraflar olacaktır konunun durub-i emsali. Q S A R I S İ Y A H 53 F OTO - A N A L İ Z 1 2 1 2 3 Mimari detay, Barselona / 2014 Duvar önünde telefonlu kız, Barselona / 2014 Manastır avlusunda gölgeler, Osnabrück, Almanya / 2010 3 S A R I S İ Y A H 55 F OTO - A N A L İ Z 1 2 3 1 2 3 Mimari detay, Rabat, Fas / 2009 Siya Siyabend sahne performansı, Barışarock, İstanbul / 2007 Sonbahar, Transilvanya / 2003 S A R I S İ Y A H 57 F OTO - A N A L İ Z 1 2 3 1 Flamenko gösterisi, İstanbul / 2012 Mimari detay, Hırvatistan / 2012 Sokak müzisyenleri, St. Petersburg, Rusya / 2006 2 3 S A R I S İ Y A H 59 F OTO - A N A L İ Z Derinkuyu’nun dehlizlerinde, Derinkuyu’ Yeraltı Şehri, Kapadokya / 2000 Kale yolunda gölgeler, Barselona / 2014 S A R I S İ Y A H 61 XXXXX Yirmi sene önce hiçbirimiz bu derginin o zamanki ömrümüzden bile uzun süreceğini tahmin edemezdik. <D]à8PXW.XUÍã )RWRÛUDI7DQVHO$WDVDJXQã 'HUJL.DSDNODUà8PXW.XUÍâ$UŖLYL S A R I S İ Y A H 63 E D E B İ YAT Sarı Siyah’ın içerik toplantısında, derginin konusu olarak “Olmazsa Olmazlarımız” seçildiğinde, aklıma gelen ilk şey; “Çığlık’ı ben yazmalıyım” oldu. Hayatımdaki en önemli kilometre taşlarından biriydi Çığlık. Onun sayesinde yazmayı, dizgiyi, tashihi, matbaayı öğrenmiştim. Bugün Sarı Siyah’a emek veriyorsam, bunun başlangıcı Çığlık’tı. İşte bu yazı, Kıpırtı’yla, İl-Sanat’la, Reactio’yla başlayan, Çığlık’la 20 yıldır süren bir emeğin, geleneğin, güzelliğin kısa bir öyküsü… Dergicilik, İstanbul Lisesi’nin önemli geleneklerinden biridir. İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin eğitim ve kültür sanat alanında diktikleri kilometre taşlarından biri, Osmanlı’nın ilk öğrenci dergisi olan, Numune-i Terakki’yi çıkartmak olmuştur. Bu topraklarda, o tarihlerde bir ilk gerçekleştirilmiş ve bir okulun öğrencileri ülkenin ilk okul dergisini çıkartmışlardır. Bu miras bugün hala devam ediyor. Ben İstanbul Lisesi’ne girdiğimde, sene 1990’dı. İnternet daha hayallerimizdeydi. Özel televizyonlar ve radyolar yeni açılmış, ülkede bir “demokratikleşme” rüzgârı esiyordu. İstanbul Lisesi öğrencileri de bu yılları okul dergileri çıkartarak, okul radyosu kurmaya çalışarak geçiriyorlardı. O yıllarda okulumuzda iki ayrı öğrenci dergisi vardı. Sadece Almanca yayın yapan ve “arada bir çıkan” Reactio ile “aylık kültür sanat düşün dergisi” İL-Sanat. İL-Sanat’ın Haziran 1993’de yayınlanan 4. sayısında iki açık mektup yayınlandı. İlki Reactio’dandı. Reactio, “aradaki önyargıları kırmak ve dostlukları güçlendirmek” amacıyla Kültür Edebiyat Kolu Yayın Organı İL-Sanat çalışanlarını geleneksel bahar gezilerine davet ediyordu. Bu mektubun hemen altında İLSanat’ın olumlu yanıtı yer aldı. Böylelikle, Çığlık’ın 1993 Eylül’ünde çıkmasını sağlayacak olan işbirliğinin temelleri atılmış oldu. Artık okulda bir dergi çıkıyordu. Çığlık/Ruf. Çığlık, Türkçe ağırlıklı olmak üzere TürkçeAlmanca yayın yapıyordu. “Arka Bahçedeki Otel”, “Bir Bizden Bir Ustalardan” gibi klasikleşmiş olan İL-Sanat köşelerini devam ettiriyor, bu arada Almanca içeriğe de geniş yer veriyordu. Bu dönemde derginin çıkmasında en çok rolü olanlar, öğrencilerden Leyla Feyzioğlu ve Gediz Cürgül, öğretmenlerden Mustafa Hakkı Kurt, Şerafettin Aydoğdu ve Muhlis Çakmakçı’ydı. Çığlık’ı iki bölüme ayırıyoruz: 1) Kültür ve Edebiyat Dergisi 2) Atölyeler Bu yıl 43. sayısı yayımlanacak olan Çığlık Dergisi’nden bahsedecek olursak; belirlenen bir ‘dosya konusu’ etrafında toplulukça yazılan yazıların bulunduğu ve aynı zamanda okulumuz öğrencilerinin serbest/özgür yazılarının yayımlandığı bir dergidir. 128 yıllık köklü tarihiyle İstanbul Erkek Lisesi’nin edebiyata, kültür ve sanata ilgi duyan öğrencilerinin bundan 20 yıl önce çıkarmaya başladıkları dergi; bugün hala yayımlanmakta, öğrenci yazarlara yazılarını yayınlama fırsatı vermekte, okul öğrencisinin edebiyata olan açlığını dindirmektedir. İlk üç sayıda, öyküler, şiirler, denemeler, röportajlar vardı. 32 sayfalık yapı ve içerik bu dönemde oluştu. Ben ilk iki sayıda şiir yazmıştım sadece. 3. sayıdan itibaren yazı kuruluna geçtim. 3. sayının sonunda Gediz’in bir “Elveda” yazısı çıktı. “Geçen sene ne demiştik hatırlıyor musunuz? ‘Gelin bu dergiyi bir gelenek haline getirelim.’ Biz üstümüze düşeni yaptık. Bize verilen emaneti alıp onu ileriye götürdük. Şimdi emaneti alma sırası sizde. İnanıyoruz ki onu bizden çok ötelere götüreceksiniz. Başarılar.” diyerek veda etti, Gediz. Ve dergiyi 1994 Eylül’den sonra, 4. sayıdan itibaren biz çıkarmaya başladık. Çığlık, ilk üç sene, neredeyse senede beş sayı çıktı. Bilgisayar öncesi dönemler olduğu için, herkes el yazısıyla yazıları getiriyor, profesyonel bir dizgici tüm bu yazıları diziyordu. Maket, tasarım, editörlük, her şeyi biz yapıyorduk. Kimi zaman tüm hafta sonumuz Muhlis Çakmakçı hocanın Cağaloğlu’ndaki bir ofisinde geçiyordu. Muhlis Hoca’ya o günleri sorduğumda bana şunları söyledi: “Öğretmenlik yaşamımın en özgün eseridir, ÇIĞLIK. Logosu… Kapak resmi ve düzenlemesi… Yazılar… Fotolar... Karikatürler… Hatta yazı karakterine kadar %100 çalıntısız göğüs kabartan bir dergiydi... Emeği geçenlerin hepsine yaşamlarında iyilikler dilerim.” İlk dizgiler geldikten sonra, tashihleri yatakhanede sabahlayarak yapıyorduk. Aydınger baskılar geldikten sonra hatalar varsa da letrasetle düzeltiyorduk. Dergi çıktıktan sonra satma işlemi başlıyordu. O yıllarda dergiyi okuldan para almadan çıkartıyorduk. Dolayısıyla, basıldıktan sonra belli bir sayıda satılması Atölyeler ise; edebiyata ilgili birtakım öğrencilerin, haftanın belirli bir gününde bir araya gelmeleriyle gerçekleşir. Her hafta birbirinden farklı konuların tartışıldığı, ortak bir paydada buluşan öğrencilerin birbirleriyle fikir alışverişinde bulundukları, hem kendilerini, hem yanındakilerini geliştirme fırsatına sahip oldukları atölyelerde; yazarlar, şairler, incelemeler, öyküler, kısacası edebiyat, kültür ve sanata dair her şey konuşulmaktadır. Atölyelerdeki amaç, bireyden çıkıp topluluğa ulaşmaktır. Etkinliklerimiz arasında ayrıca serbest yazı çalışmaları da bulunmakla birlikte, öğrencinin kendini anlaması anlatması için gerekli ortam sunulmaktadır. İstanbul (Erkek) Lisesi Edebiyat Topluluğu S A R I S İ Y A H 65 E D E B İ YAT Yeni Çıkan Dergi Kokusu... Tasarımını önce elde kâğıt ve makasla yaptığımız, sonra bizim için bilgisayarda tasarımı yapacak bir “mezun abinin” peşine düştüğümüz dergimiz. Dizgisi için matbaada grafikerin yanında sabahlara dek oturup beklediğimiz dergimiz. Reklam alıp yaşatabilmek için elimizde mezunlar derneğinden aldığımız isim listesiyle kapı kapı gezdiğimiz dergimiz. Kağıt kokusunu, matbaadan yeni çıkan dergide boya kokusunu bize sevdiren dergimiz. BİZİM DERGİMİZ: ÇIĞLIK. Yirmi uzun yıl olmuş biz Çığlık macerasına başlayalı. Bizden sonra kardeşlerimiz birbirlerine devrederek yaşatmışlar dergimizi. El yazısıyla yazılıp toplanan o ilk yazıları, dizgi için sabaha dek matbaada grafiker yanında nöbet tutan arkadaşlarımı, ilk sayısını elimize aldığımız günü, okuldan maddi destek almadan bir dergi çıkartmanın gururunu, ilk sayıyı satmak için her birimiz bir katın koridorunda elimizde dergiler nöbet tutmamızı, her sayıyı hazırlarken içerik konusunda yaptığımız bitmez tükenmez tartışmaları, bütçemiz bittiğinde cebimizden ödediğimiz masrafları… Unutmamışım. Geriye dönüp bakınca “kendini gerçekleştirmek”ten, “takım olma”ya bugünümü etkileyen yapıtaşlarının hep Çığlık ile yerine oturduğunu görüyorum şimdi. Bizden sonra dergiye emek veren tüm kardeşlerimle gurur duyuyorum. Bundan sonra bu hikayeyi sürdürecek olanlara “Sakın vazgeçmeyin” diyorum. Leyla Feyzioğlu 96’ gerekiyordu. Pek çok insan gönüllü alıyordu dergiyi. Elde kalanlarsa, ne yazık ki, hazırlıktaki ve yatakhanedeki arkadaşlara, biraz zorla, satılıyordu. O günlere dair içimde buruk kalmış olan tek şey; bizden küçükleri bu konuda zorlamış olmaktı. Bunun ayrımını yapabilecek yaşta değildik. 1994 yılı sonbaharında çıkan Çığlık’ın 5. sayısı, derginin yönünü biraz daha toplumsal olaylara çeviriyordu. O sayıda Gediz, Mustafa (Kiremitçi) ve ben Aziz Nesin’le bir röportaj yaptık. Ateizmden kemalizme, Sivas katliamından Sabahattin Ali cinayetine kadar her konuyu özgürce konuştuk ve dergide yayımladık. Röportaj büyük ses getirdi. İki hafta sonra müfettişler okulu bastı. Benimle beraber on öğrencinin ifadesi alındı. Hocalarımız hakkında konuşmamız istendi. Reddettik. Gittiler. Devamı gelmedi. 5. sayıdan itibaren artık yeni bir köşemiz vardı; “Topluma Bakış”. Bu köşede, Sivas olayları, Eğitim-Sen grevleri, Uğur Mumcu cinayeti, Gazi Mahallesi katliamı gibi pek çok konuda özgürce ve sansürsüz şekilde yazdık. 6. sayının kapağı “Menemen’den Sivas’a”, 7. sayının kapağı ise “Uğur Mumcu”ydu. Özgürlük ortamı uzun süre devam etti. Ama ne yazık ki, ilerleyen yıllarda başmüdür yardımcısı Hamit Alkır tarafından derginin bir sayısı toplatıldı. İçindeki bir yazıyı çıkartılıp, yeniden basıldı. Ve biz de, Türkiye’nin en iyi okullarından birinde okusak bile, idarecilerin özgürlüğümüzü sınırlayabileceğini öğrenmiş olduk. Ama yazmaya devam ettik. Bir daha da böyle bir şeyle karşılaşmadık. Derginin geleneksel köşelerinden biri de, İL-Sanat’ta Gediz’in başlattığı “Arka Bahçedeki Otel” adlı köşeydi ve yatakhane hayatını anlatıyordu. Çığlık’ta önce ben yazmaya başladım bu köşede, benden sonra da Taylan Acar devam etti. Köşedeki ilk yazımda su/çay içtiğimiz metal bardakların ve yemek yediğimiz çatal bıçakların pisliğinden ve eskiliğinden şikâyet ettim. Derginin çıktığı akşam yatakhane müdür yardımcısı Halil Hoca beni yemekhanede yanına çağırdı. “Şimdi yandık”, dedim. “Sen niye öyle yazdın?” diye sordu. “E haklıyım”, dedim. Bir Gecede Doğdu Çığlık, Naci (Çıtır) Hoca’nın, ilk Türkçe gazete konusunu işlediğimiz bir derste verdiği “Neden bu okulun adam gibi bir okul gazetesi yok” gazıyla doğdu, bir gecede. Elle yazıp kestiğimiz sütunları birleştirerek oluşturduk ilk “deneme baskısını” daha o akşam, yatakhanede. Yazı, dizgi, baskı aşamalarından geçip okuyucusuyla ilk buluştuğunda, derginin adı Kıpırtı’ydı. O sene iki sayısı çıktı Kıpırtı’nın. İkincisinde baskı parasını ödeyemedik, dergi battı. Babam gelip kurtardı. Bir sene sonra, yılmadan İL-Sanat diye dergiyi çıkarmaya devam ettik. İL-Sanat’tan da Çığlık doğdu. “Abartmışsın”, dedi. “O da edebiyatın şanındandır hocam”, dedim. “Okudum, inceledim. Haklısın. Hepsi değişecek. Eline sağlık”, dedi ve beni hayretler içinde bırakarak gitti. Gerçekten de pazartesi sabahı tüm mutfak ekipmanı yenilenmiş, metal bardaklar gidip yerine çay bardakları gelmişti. O günden sonra “Arka Bahçedeki Otel” yatılı öğrencinin sesi oldu. Geriye dönüp baktığımda, çok güzel bir emek görüyorum. Çığlık’ta yüzlerce şiir, öykü, deneme ve bugün sinema yazarı olan arkadaşların ilk film eleştirileri yayımlandı. Onlarca röportaj yapıldı. Kaan Girgin, Duygu Asena, Aziz Nesin, Mehmet Başaran, Toktamış Ateş, Nevra Serezli, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Şerif Turgut, Doğan Hızlan, İzzet Günay, Sema Temel, Can Kozanoğlu, Necati Cumalı, Demirtaş Ceyhun, Binnur Kaya, Cezmi Ersöz, İlhan Mansız, Ataol Behramoğlu, Bahadır Baruter röportajları benim arşivimde bulabildiklerim... Yirmi yılda 41 sayı çıkmış. Kimi zaman sayfa sayısı artmış, kimi zaman boyutu değişmiş, kimi zaman içeriği farklılaşmış, Lise son sınıftaydım, bir gün alt sınıflardan küçük bir kız geldi. Son sayıda yazdığım yazıyı çok beğendiğini söyledi. Ablası da okumuş, o da çok beğenmiş. İlk ve son hayranlarımdı. Ben yalnızca kendi kalbime sığmayan kelimeleri yazdığımı sanıyordum. Sadece benimkine değil, başkalarının kalbine de dokunuyormuşum. Çok sevdiğimiz Sarı-Siyah’a, biz oradan çıkıp gittikten sonra da bir iz bırakmak için çıkmıştık yola. Durduramadığımız zamana en azından bir imza atmak, küçük de olsa bir iz bırakmak için. Anıların sessizliğinde bir Çığlık boyu olsun anımsanmak için... Gediz Cürgül 96’ kimi zaman dijitalleşmiş... Ama yirmi yıl boyunca gelenek devam etmiş. Bu geleneği başlatan; Leyla Feyzioğlu, Gediz Cürgül, Cem Bico ve Orçin Kelleci’ye, benimle beraber bu yükü paylaşan; Oğuz Karaçuka, Özlem Ersoy, Seçil Kale, Evren Saygıner, Arzu Dede, Güliz Gürel ve Cemal Kayacan’a, benden sonra bayrağı devralan; Berke Yelten, Taylan Acar ve Behlül Çalışkan’a, bu işe gönül veren öğretmenlerimiz; Mustafa Hakkı Kurt, Erdoğan Muhlis Çakmakçı, Şerafettin Aydoğdu, Cuma Karataş, Gülbin Yılmaz ve Semra Göksal’a ve yirmi yıldır bu bayrağı taşıyan tüm öğrencilere çok çok teşekkür ederim. Son olarak, şu an 42. sayıyı hazırlayan, 1993’te başladığımız serüveni 2014’te devam ettiren İstanbul (Erkek) Lisesi Edebiyat Topluluğu’na teşekkür ediyorum. Yirmi sene önce hiçbirimiz bu derginin o zamanki ömrümüzden bile uzun süreceğini tahmin edemezdik. Ne mutlu ki bu bayrak elden ele taşınıyor… Q S A R I S İ Y A H 67 XXXXX 4JOFNBOËO(FMFDFÜJOJ "SBZBO:BSË×NB Röportaj A. Aylin Çalap )RWRÛUDI Hakan Gündüz İstanbul Lisesi Sinema Kulübü, 2003 yılında kısa film yarışması için çalışmalara başladı. 2004 yılında, İstanbul Lisesi Liseler Arası Kısa Film Yarışması, bir lisenin düzenlediği ilk kısa film yarışması olarak “Türk sinemasının geleceği aranıyor!” sloganı ile yola çıktı. On yılı geride bırakan yarışma, her geçen yıl yarışmaya katılan film sayısını arttırarak yoluna devam ediyor. Yarışma fikrini ilk ortaya atanlardan ve düzenleyenlerden Özhan Şişiç ’05, sonraki dönemlerde devam ettiren Alper Sezer ’11 ve sinema kulübünde aktif görev alan 10.sınıf öğrencisi Bekir Uğur Yıldırım ile İstanbul Lisesi Sinema Kulübü’nü, kısa film yarışmasının geçmişini ve bugününü konuştuk. Özhan Şişiç ’05: Biz sinema ile ilgilenen bir arkadaş topluluğuyduk. Okulda film gösterimleri düzenliyor, bu gösterimlerde sinema tarihinin kült filmlerini gösteriyorduk. Bu gösterimleri yaptığımız dönemde Volkan Doda ’05 ile birlikte sinema kulübünü kurmaya karar verdik. Kulübü kurduktan sonra İstanbul Üniversitesi’yle ortak bir çalışma yaptık. Çarşamba günü olan eğitsel kol saatlerimizde İstanbul Üniversitesi’nde sinema ile ilgili Farkımızı ortaya koymak için iki şey gerekli: İlki, yarışmayı uluslararası bir hale ve festival konseptine daha yakın bir şekle getirmek. İkincisi ise bir üniversitenin desteğini almak. düşündüğümüz öğrencilerin velileriyle görüşmeye başladık. Mesela, bir arkadaşımızın babası Sony Ericsson’da çalışıyordu ve onun kişisel desteğiyle ilk senenin yarışma ödülü Sony Ericsson bir telefon oldu. Aynı dönem afişimizi tasarlama konusunda Altın Kitaplar Yayınevi’nin sahibi Hüsnü Terek de bize çok destek oldu. Bürokrasi, Yasalar ve Kurallar Sıfırdan bir yarışma organize ediyorduk. Birçok şeyi hem öğreniyor hem de anında uyguluyorduk. Bürokratik engelleri de kendi çabalarımızla hallettik. Milli Eğitim Bakanlığı’yla izinler konusunda ve diğer okullara yarışmanın duyurusunu yapmaları için görüştük. Tabii ki işler tıkır tıkır işlemiyordu. Birkaç kere gidip, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara yarışma duyurusu fakslandı mı diye kontrol etmek gerekiyordu. Açıkcası zorlamadan olmuyordu. atölye çalışmalarına katıldık. Bu atölye çalışmalarında İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri, bizleri senaryo yazımı ve kamera kullanımı teknikleri konusunda bilgilendirdi. Daha sonra liseler arası bir kısa film yarışması düzenlemeye karar verdik. O sıralar genelde üniversiteler arası kısa film yarışmaları düzenleniyordu. Liseler arası kısa film yarışması yoktu. İlk biz başlattık. O dönem çekirdek kadro on kişi kadardık. Görev dağılımını çok güzel yapmıştık. Yarışma hazırlıklarına başladığımızda sinema kulübündeki herkes büyük özveriyle çalıştı ve herkes elini taşın altına koydu. Yarışmayı düzenleyebilmek için bütçe bulmak ve bürokrasiyle uğraşmak en büyük sorunlardı. Para, Para, Para… Sonuçta; ödüller, reklam, tanıtım, afişlerin basılması gibi bir çok kalem vardı ve sponsor bulmamız gerekiyordu. Biz daha önce sponsor nasıl aranır, nasıl bütçe bulunur elbette bilmiyorduk. Bu yarışmayı düzenlerken tüm bunları öğrendik. O zamanki vakıf müdürümüz Şükrü Levent Deniz, bu yarışmanın var olması için bize çok destek oldu. Bizi ilgili kişilere yönlendirdi ve bütçe bulmamıza yardım etti. Destek olabilecek birkaç sponsor bulduk. Ama organizasyona tam başlayacaktık ki, sponsorlar para veremeyeceklerini, belli bir hizmet karşılığında destek olabileceklerini söylediler. Bunun üzerine kendi çabamızla bireysel görüşmeler yapmaya, bize maddi olarak destek olacaklarını Telif yasasını öğrendik. Yarışmanın kurallarını avukatlarla görüşerek ve onlara danışarak belirledik. Daha sonra bu kurallar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından denetlendi ve bakanlık bize filmlerin içeriklerinin nasıl belirleneceğini, uygun görünmeyen içeriklerle ilgili ne yapacağımızı sordu. Sonuçta, lise bünyesinde yapılan bir yarışma olduğu için çok da özgür bir yarışma olamıyordu. Bunun üzerine bir ön jüri oluşturma kararını aldık. Ön Jüri / Jüri Ön jüride okulun yöneticileri, öğretmenleri ve sinema kulübünden öğrenciler vardı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorusuna istinaden, ”uygun görünmeyen içerik” bu ön jüri tarafından eleniyordu. Asıl jüride yer alacak isimlere ulaşmak içinse, biraz uğraşmak gerekiyordu. Festival açılışları ya da film galalarına gidip yönetmen ve oyuncularla tanışıyor, yarışmamız hakkında bilgi veriyorduk. Yarışma Duyurusu Yarışmanın ilk zamanları internet kullanımı ve sosyal medya bu kadar yaygın değildi. Yarışma duyurusu yapmak için diğer okullara gidip, kişisel bağlantılarımızı kullanıyorduk. Diğer liselerin düzenledikleri aktiviteleri takip ediyor ve orada diğer liselerden öğrencilerle tanışıp yarışmamızı duyuruyorduk. İlk Yarışma İlk sene yarışmaya 24 kısa film katıldı. Jürimiz Atilla Dorsay, Suat Gezgin, İlker Canikligil, Selim Evci, Kadri Yurdatap ve Zeki S A R I S İ Y A H 69 Kulüple ilgili okulun bakış açısında da bir sıkıntı var. A N A Lilgili İ Z izni alana Mesela, kulüple kadar çok uğraşıyorsunuz. Ama sizi uğraştıran, neredeyse yapmayalım diyen kişi, ödül töreni geldiğinde, yarışma sanki onun sayesinde gerçekleşmiş gibi şovunu yapabiliyor. Demirkubuz’dan oluşuyordu. İlk düzenlediğimiz sene, Kadıköy Anadolu Lisesi’nden Alican Aktürk ve Refik Anadol’un kısa filmi “Yaşam Merdiveni” yarışmada birinci oldu. Bu film aynı zamanda onların Bilgi Üniversitesi’nden burs almalarını sağladı. Sinema Atölyesi O dönemde İstanbul Üniversitesi’yle yaptığımız sinema atölyesini yarışma haftasına dahil ettik. O dönem İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi İstanbul Lisesi’nden mezun ağabeyimiz Tonguç İbrahim Sezen ile yine İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Ceyhan Kandemir, yarışma günlerinde on gün okulumuza gelip sinema ile ilgili dersler vermişti. Alper Sezer’11: Benim dönemimde yarışmayı organize etmek daha kolaydı. Çünkü Özhan’ların kurduğu oturmuş bir sistem vardı. Sıfırdan bir yapı kurmak zorunda değildik. Okuldaki kulüp faaliyetlerindeki görev dağılımı bir piramit şeklinde ilerler. 9. sınıf çok aktif olmadan, dışarıdan ortamı gözlemleyerek ve üst sınıflardan sistemi öğrenerek geçer. 10. sınıfta kulüpte daha aktif olunur. 11. sınıflar genelde işin başındadır. 12. sınıflar ise işin başında ve çok aktif bir şekilde çalışır. Değişiklikler Benim dönemimde birkaç değişiklik oldu. İlki; ön jüri üyeleri geçmiş senelerde olduğu gibi okulun yöneticileri, öğretmenleri ve sinema kulübünden öğrenciler değil de, yarı profesyonel sinemacılar ve İstanbul Üniversitesi’nden öğretim üyeleri oldu. Diğeri de; İstanbul Üniversitesi sinema kulübüne verdiği desteğini azaltmaya başladı ve bir süre sonra hem okulun sinema kulübüne verilen sinema eğitimi, hem de yarışma döneminde verilen sinema atölye programı bitti. Yenilikler Benim dönemimde, ödül törenini daha farklı organize etmeye karar verdik. Ödül törenlerinde yarı profesyonel ya da profesyonel müzik grupları konserler verdi. Böylelikle ödül törenine katılım bir anda arttı. Benim dönemimde ödül töreni masraflarını ve ödülleri Vakıf karşılıyordu. Ama onlar da bu masraflardan kısmak istiyordu. Bütçeyi arttırmak istediğimizde büyük problem oluyordu. Bizim ekstra bütçe aramamız gerekiyordu. Bizim de en büyük sıkıntımız bütçe bulmaktı, her dönemde olduğu gibi… Bizim dönemimizde internet kullanımı çok arttığı için, yarışmanın sitesini hazırlamaya karar verdik. Mezunumuz Cenk Çil yarışmanın internet sitesini yaptı. Ayrıca, sosyal medyayı aktif olarak kullanmaya başladık. 2006’da yarışmaya 50 civarında film katılırken, sosyal medya ve internetin getirdiği kolaylıklar sonucu, iki sene sonraki yarışmaya 100’ün üzerinde film katıldı. Ayrıca, sadece İstanbul içindeki okullardan değil, Türkiye’nin birçok ilindeki okullardan da kısa filmler yarışmaya gönderilmeye başlandı. Hatta benim çalıştığım dönemde yarışma birincilerinin çoğu Anadolu’daki liselerden gelen filmlerden çıktı. Bekir Uğur Yıldırım (10. Sınıf): Bu yıl Dailymotion’la bir anlaşma yaptık. Yarışmaya başvuran filmler direkt oraya yüklenebilecek. Bu yarışmaya katılmak isteyen herkes için daha rahat ve kolay bir yöntem. Biz yarışmanın duyurusu ve katılımın artması için daha çok internet ve sosyal medyaya yöneldik. Tanıtımımızı ağırlıklı olarak Facebook ve Twitter’da çok beğeni almış olan sayfalar ve kişiler üzerinden yapmaya çalışıyoruz. Tabii ki ricamızı kimisi kabul ediyor, kimisi etmiyor. Bir lise aktivitesi olduğunu düşünüp ilgilenmeyenler oluyor. Ama yarışmanın Türkiye’de ilk defa düzenlenen ve 11 yıllık bir yarışma olduğunu öğrendiklerinde tavırları değişiyor. Şu anda festivalin diğer dönemleriyle kıyaslanınca olabilecek en basit halini uygulamaya çalışıyoruz. Her sene 1. eğitim-öğretim devresinin sonunda mezunumuz Savaş Dinçel ’61 ağabeyimizin anısına, Savaş Dinçel Sinema Haftası’nı hala düzenliyoruz ama geçmiş dönemlerde olduğu gibi yönetmenler ve oyuncular gelip konuşmalar yapmıyorlar. Filmler seçilip, jüriye gidiyor ve birinci, ikinci, üçüncü seçiliyor. Ödül töreniyle yarışma kapanıyor. Yarışmanın eski havası yok açıkçası. Piramit şeklinde ilerleyen bir görev dağılımından bahsetti ya Alper Ağabey, o pek işlemiyor bu sıralar. Görev dağılımı yapıp, fikirler üretecek olan üst sınıflar çok aktif değiller. Motivasyon eksikliği var. Yarışmanın eskisi kadar etkili olmamasının bir diğer nedeni de, İstanbul’da ve birçok şehirde bu tarz kısa film yarışmalarının artmaya başlaması. Ağabeylerim kendi dönemlerinde liseler arası ilk kısa film yarışması olmanın avantajını yakalamışlar ama şu anda bizim için işler biraz zorlaştı. Aynı şekilde üniversitelerde düzenlenen kısa film yarışmaları çok arttı. Bizim yaptığımız formatı öğrenenler, aynı formatta yarışmalar düzenlenmeye başladı. Ödüllerin miktarı yükseltilip, reklam konusunda sıkıntı da yaşanmayınca, bizim festivalden daha çok duyulan festivaller türemeye başladı. HemYARIŞMALARDA okul yönetiminin hemÜYELİĞİ de öğrencilerin daha sinema JÜRİ YAPMIŞ biraz İSİMLER kulübünü sahiplenmesi gerek. Okulun adını, sadece yüksek puanla Atilla Suat Gezgin, İlker Canikligil, Selim Evci, Kadri girilen birDorsay, okul olmaktan çıkarıp, kültürel olarak da duyurulmasını Yurdatap, Zeki Demirkubuz, Engin Ertan, Atayda Özer, Ceyhan sağlayan bir oluşum, kısa film yarışması. Okulun bu değeri Kandemir, Selim Fırat Yücel, Kemal vermesi gerekiyor ki,Demirdelen, öğrenciler bu yarışmaya sahip Kafadar, çıksın. Nebil Özgentürk, Güven Kıraç, Yeşim Tabak, Önder Çakar, Umut Aral, Mehmet Açar, Nejatveİşler, Beste Fikret gerekiyor. Kuşkan, Fadik Sevin Bunun dışında tanıtım duyuru içinBereket, bütçe olması Atasoy, Muammerbir Brav, Cansu da Dere, Bugünün dünyasında şeyiErkan kötüCan, de yapsan iyi Cansel Elçin, Yekta Kopan, Özge Özberk, Ceylan Sarı, Bennu pazarlayabilirsin çünkü. Güzel birÖzçelik, reklam Ruhi ve tanıtımla eski Yıldırımlar, Onur Ünlü, Ümit Ünal, ihtişamına kavuşabilir. Q Hasibe Eren, Serdar Orçin, Süha Çalkıvik, Ahmet Mümtaz Taylan, Ümit Sarı, Murat Akser, Mehmet Can Yavuz, Gökçe Pehlivanoğlu, Ragıp Savaş, Sezin Akbaşoğulları, Yiğit Özşener, Didem Döşer, Haşmet Topaloğlu... Özhan Şişiç ’05: İlk olmanın avantajı bitti, evet. Yarışmanın kopyaları türedi ve parası olanlar var. Bu yüzden farkımızı ortaya koyacak bir şeyler yapmak gerekiyor. Bunun için iki şey gerekli: İlki, yarışmayı uluslararası bir hale ve festival konseptine daha yakın bir şekle getirmek. İkincisi ise bir üniversitenin desteğini almak. Bir lise olarak böyle bir yarışma düzenliyorsanız, kesinlikle bir üniversitenin desteği gerekiyor. Benim dönemimde İstanbul Üniversitesi’nin desteği çok önemliydi. Sinema televizyon bölümü olan bir üniversite böyle bir yarışmaya destek olursa, aynı zamanda kendisine iyi öğrenciler seçebilir, kitlesine reklamını yapar. Yani üniversitenin kazanımı çok olabilir. Dolayısıyla, özel bir üniversiteyle uzun soluklu bir ortaklık içine girilebilir. Alper Sezer ’11: Kulüple ilgili okulun bakış açısında da bir sıkıntı var. Mesela, kulüple ilgili bir şey yapmak istediğinizde okuldan izin almanız gerekiyor. O izni alana kadar da epey bir uğraşıyorsunuz. Ama izin vermek için sizi uğraştıran, neredeyse yapmayalım diye engel olmaya çalışan kişi, ödül töreni geldiğinde, gördüğü o kalabalık karşısında, yarışma sanki onun sayesinde gerçekleşmiş gibi şovunu yapabiliyor. Çünkü ödül törenlerine Milli Eğitim’den, valilikten insanlar geliyor. Onlara bir şey ispatlayacakları, kendilerini gösterecekleri bir durum oluyor. Q S A R I S İ Y A H 71 1 0 S O RU D A +D]àUOD\DQ&DQEHUN%H\JRYDâ )RWRÛUDI+şVQş'ŌNPHFLâ İSTANBUL ERKEK LİSESİ VE SARI SİYAHLI OLMAK Ahmet Oğul Araman ’72 İstanbul Lisesi’ni birkaç kelimeyle anlatabilir misiniz? Birkaç kelime ile anlatılamaz, benim dünyamdır. Okuldayken dünyada ve / veya Türkiye’de sizi en etkileyen olay ve kişi? Bekçimiz rahmetli Fahri Ağabey ve rahmetli Panço. Okuldayken ya da mezun olduktan sonra, okulla ya da camiayla ilgili sizi en etkileyen olay ve kişi ? Tüm ağabeylerim ve kardeşlerim ile gurur duyuyorum Okulun en sevdiğiniz zamanı / saatleri hangisiydi? Yemek zamanı! Binamızı gözünüzün önüne getirdiğinizde hatırladığınız ilk obje / mekan nedir / neresidir? Ana giriş kapısı ve müdür beyin odasına çıkan merdivenler. Döneminizin en popüler karakteri kimdi? Hangi özelliğinden dolayı? Rahmetli Arap Aziz Hocamız. Bilenler bilir:” Olum, olum, bütün kitabı mı yazıyorsun olum?” O zaman moda olan ve “ah şimdi keşke olsa” ya da “hatırlamak bile istemiyorum” dediğiniz bir şey var mı? Nerde o eski dostluklar… Nasıl bir öğrenciydiniz? Üst orta arası tombiş. Hedefiniz neydi? Ulaştınız mı? Birinci basamağa ulaştım… Şaka şaka, hedefime ulaştım. Okuldan kaçtığınızda en çok nereye giderdiniz? Ne yapardınız? Sinemaya, pideciye, boğaza çay içmeye… BONUS SORU : Okulla ya da camiayla ilgili gerçekleştirilmesini istediğiniz bir hayaliniz var mı? Okulun başında İEL’li bir akademisyen görmek hayalim. S A R I S İ Y A H 73 DENEME Moda Yolunda <D]à7XQÍ0şVWHFDSOàRÛOXâ Hikayeyi tekrar edeyim sana Gayret gayret hatırlasana İlk görüştük senle biz Moda’da Moda Moda Moda yolunda Rahmetli, Ermeni kökenli Belçikalı sanatçı Mark Arian’ın (1927-1985) bu güzel şarkısını, yabancı şarkılara Türkçe söz yazmanın mucidi, müzisyen, aranjör, Julio Iglesias gibi eski bir kaleci olan Fecri Ebcioğlu (1926-1989) Türkçeleştirmişti. O zamanlar 20 yaşında olan Ajda Pekkan da, üçüncü 45’liğinde, 1966 yılında bu şarkıyı seslendirmişti. O yıllarda muhtemelen Ajda da, 65 yaşında 20 yaş halinden daha çekici olacağını tahmin etmiyordu. Kendi olmazsa olmazlarımı düşünürken Kadıköy ve Moda hakkında bir şeyler yazasım geldi. Öyle ciddi bir araştırma yazısı falan değil tabii ki. Fenikeliler’e kadar gidip, Kalkedon şehrini filan anlatmaya kalkarsam, yazının altından kalkmam iyice zorlaşır. Buralarda yaşayan herkesin bir Moda’sı vardır aslında. Okuyacaklarınız da biraz benim Moda’m işte. Yaşantımın 20 yılı Kızıltoprak-Kalamış civarlarında geçti. Annem beni Zeynep O yıllarda, denizdeki yoğun sandal trafiğinden dolayı yüzmek hayli zordu. Kayıkçıların yarısı gezme amaçlı kürek çekenlerden oluşurken, diğer yarısı da seyyar satıcılardan oluşurdu. Kamil’de dünyaya getirdikten sonra, o zamanki ilk evlerine, yani Bahariye’ye dönmüş. Hani biraz zorlarsam, ucundan kıyısından Modalı bile sayılabilirim aslında. Kadıköy Spor Kulübü diye bir kulüp vardı Moda Cem Sokak’ta. Necdet Amcam da bir dönem başkanlığını yapmıştı. Yaz aylarında bahçesinde Lefter, Can Bartu minyatür kale maçlar oynar, GS-FB basketbol takımları da hazırlık maçları yapardı. Benim için anlamı büyüktür. 1962 yılında sünnet düğünüm orada olmuştu, ilk kez orada bir masa tenisi turnuvasına katılmıştım. İlk turda set bile alamadan elenince hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Beni yenen abi, beni kulübün karşısındaki Elif pastanesine götürerek pasta ikram edip teselli etmişti. Sonra, 1976 yılında Efes Pilsen firması Kadıköy Spor Kulübü’nü devralıp basket serüvenine başlamıştı. Ünlü dondurmacı Ali Usta’yı tanıdığımda henüz ustalık ünvanı yoktu. Şimdiki yerinin çaprazında küçük bir dükkanda, lezzetli pideler yapıp satıyordu. Sonradan dondurmacı oldu, bir İtalyan gibi dondurmalar üretmeye başladı, hatta günde bir ton satar hale geldi. S A R I S İ Y A H 75 DENEME Şimdiki dondurmacı dükkanının yerinde ben çocukken bir paten sahası ve yazlık sinema vardı. Sendeleye düşe paten kayardık. Kırıntı ile ilk kez orada tanışmıştık. Kolombo Restoran da vardı 70’li yıllarda. Tarih sırasını mazur görün şimdi de daha eskisini anlatasım geldi. Annem beni Kadınlar Plajına götürürdü. Tahta iskeleden çengelli iğneyle balık avlar ve hayli balık tutardım. Bunu nasıl başardığımı yıllar sonra anneme sormuştum. Meğer annem, üzülmeyeyim diye diğer balıkçılara rica edip oltamın ucuna balık taktırırmış. O yıllarda, denizdeki yoğun sandal trafiğinden dolayı yüzmek hayli zordu. Kayıkçıların yarısı gezme amaçlı kürek çekenlerden oluşurken, diğer yarısı da seyyar satıcılardan oluşurdu. Balık ekmekten, meşrubatçıya, mısırcıdan, mayo satana kadar çeşitli kürekli dükkanlar dolaşırdı Moda sularında. Lozan Plajı diye bir plaj vardı mesela. Merdivenlerle inilen bu plajın, bir de plaj voleybolu sahası vardı. Yukarı çıkan kızların bacaklarına bakmak önemli gençlik heyecanlarındandı. Manzara ve Marmara apartmanlarının arasında Golden adlı bir disko vardı. İlk aşkımla, Golden’de her cumartesi günü uniseks (bir örnek kıyafetin fiyakalı halidir kendileri) giysilerimizle “Do You Love Me” adlı şarkıda dansa kalkıp, şarkı boyunca nefessiz kalana dek öpüşmek de hatırladığım hayırlı geleneklerimizdendi. Sevgilimi, 1920’den beri varolan Kadıköy Kız Lisesi’nin önünde beklerdim. Okulda bir çok güzel kız olduğu söylenirdi, ama ben diğerlerini hiç fark edemezdim. Çünkü sadece onu bakardım. Efendim bir Moda Deniz Kulübü vardı mesela, hala da var. 1910 yılında İngilizler tarafından kurulan Yacht Club’ın devamı diye bilinir. 1935 yılından beri yaşıyor. Annemin camiyle pek alakası yoktur. Ancak; ayazma, yatır, türbe, Telli Baba gibi yerlere mum dikmeden de edemez. Çocukluğunun Aya Ekaterini Ayazması da Moda’dadır. İçinden şifalı su çıktığı varsayılır. Kökeni, İ.S. 294’e kadar gittiği varsayılsa da, resmi bulunma tarihi 1924’tür. Belki de, bir meyhanenin içinden geçilerek gidilen yegane ayazmadır. Meyhane deyip de geçmeyelim sakın. 1934 doğumlu Koço, bir meyhane klasiğidir. Hızlı servisi, güzel mezeleri ve manzarası ile, her Modalı’nın hayatının bir parçasıdır. Ortodoks Rum, İngiliz Anglikan, Ermeni Surp Takavor, Katolik İtalyan kiliseleri ile, bir dinler ve hoşgörü mozağidir Moda. Adeta Mardin’in Istanbul modelidir. Saint Joseph’i de anlatmadan geçmeyelim. Bu disiplinli papaz okulu 1864’den beri binlerce parlak öğrenci mezun etti bol basket potalı avlusundan. Tüm dünyada 875 bin öğrencisi var Kutsal Yusuf Saint Joseph’in. İki adet toprak kortlu Moda Tenis kulübü de klasiklerindendir Moda’nın. Her santimetre karesi değerli olan bu özel semtin bir tür akciğerlerindendir. Barış Manço 81300 Moda adresini tüm Türkiye ezberlemişti bir zamanlar. 1943 doğumlu Manço, 1999 yılında aramızdan ayrıldıktan sonra evi müzeye dönüştürüldü. Müzik dünyasının olduğu kadar, Moda’nın da sembol isimlerindendir. Mühürdar’daki tiyatro üstadı Haldun Taner (1915-1986) büstüne de değinmeden geçemeyeceğim. Haldun Bey sırtını güzelim manzaraya çevirmiş, mimar dayım Modalı Aydın Kunt’un eski ofisine bakıyor her nedense. Moda benim için biraz da Aydın Kunt’tur, İbrahim Çağlar’dır, Levent Çiner’dir. Aaa bu Hilton da ne zaman dikildi buraya. Adı da pek fiyakalı doğrusu. Hilton Double Tree Moda... Tam da, 1979 kasımında petrol tankeri Rumen İndependenta’nın infilak ettiği yere bakıyor. Uykusu ağır sayılan ben bile, sabah 5.30’daki patlamanın şiddeti ile Bostancı’daki evimdeki yatağımdan havaya sıçramıştım. Herkes deprem korkusuyla canını sokağa atmıştı. Tarihçi Kitabevi’nin geçmişi çok gerilere gitmese de, sanki Moda’nın eski bir dükkanı gibi oturuverdi hemencecik yerine. Sahipleri Nevin-Necip Azaoğlu Alanya’dan arkadaşlarımdır. Her hafta, birbirinden ilginç konukları konuşmacı olarak davet ederek tarih sohbetleri yapıyorlar. Gitmeyene hararetle tavsiye ederim. Ara sokalarda açılan yeni cafeleri de unutmamak lazım. 27 gün boyunca yanan tankerde, 94.600 ton ham petrol, zaten hayli pislenmiş Marmara’nın doğal yaşamını daha da mahvetmişti. O zamanlar çevre örgütleri bu denli güçlü de değildi zaten. “Ne yapsın adamcağızlar, zaten 43 gemici ölmüş, Romenler şimdi acılı” denip kapatılmıştı olay. Çirkin yaratık tankerin adı da bağımsızlık anlamına geliyordu. Kaza sonrası otomobil gibi çekilip götürülemediğinden, yıllarca birlikte yaşamıştık bu tanker leşi ile. Moda, artık Tünel’deki o güzelim, içinden yaşam fışkıran ara sokakları andırıyor. Tünel’in, Beyoğlu Belediye Başkanının absürd kararı öncesindeki, yaşayan haline benzetiyorum haliyle. Kadıköy’ü de yazmak istiyordum ama bu kadarı şimdilik yeter. Haydi, herkes bana kendi Moda’sını anlatsın... Q S A R I S İ Y A H 77 HABERLER +D]àUOD\DQODU(PUH.R]â(PUH<àOPD]FDQâ Sakarya 102 Yaşında 15 Şubat 1912’de temelleri bir oymak olarak atılan ve bugün aktif 150’ye yakın izcisi, mezunu ve lideriyle faaliyetlerini aralıksız sürdüren İstanbul Lisesi Sakarya İzci Grubu, 102. yaşını kutladı. 102 yılı geride bırakmış olan Sakarya’nın, daha nice 102 yıllarda izci, mezun ve liderleriyle bir araya gelerek sarı siyah ruhunu en güzel şekilde yaşatmaya devam etmesi dileğiyle… Sektör Toplantıları Beyoğlu Cezayir Restaurant’ta düzenlediğimiz sektör buluşmalarına devam ediyoruz. 24 Mart 2014 Pazartesi akşamı Bilişim ve Telekomünikasyon sektörlerinde çalışan Sarı Siyahlılar bir araya geldi. Pinpon Turnuvasında Şampiyon Melih Kazandöven ’78 16 Şubat 2014 Pazar günü düzenlediğimiz pinpon turnuvasının şampiyonu Melih Kazandöven ’78 oldu. İki tavla turnuvası şampiyonluğu da bulunan mezunumuzu tebrik eder, kendisine önümüzdeki turnuvalarda başarılar dileriz. Hüseyin Avni Karslıoğlu’75 “Lahana Kralı” Seçildi Almanya’nın Oldenburg kenti, kent ve bölgenin başkentte lobisini yapmak üzere her yıl geleneksel “Oldenburg Kara Lahana Yemeği” günü düzenliyor ve bir kişiyi “Oldenburg Lahana Kralı” seçiyor. 1956 yılından bu yana devam eden gelenek kapsamında her yıl siyaset, ekonomi ve kültür dünyasından tanınmış bir isim unvanın sahibi oluyor. Bu yılki unvanın sahibi ise mezunlarımızdan Türkiye Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu ’75 oldu. Haberin ayrıntılarına http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25832909.asp adresinden ulaşabilirsiniz. Firma İndirimleri Dernek olarak üyelerimize indirimli mal ve hizmet sunan firmalarımızla ilgili güncelleme çalışmalarına başladık. Bu projeye destek vererek diğer Sarı Siyahlılara indirimli mal ve hizmet sunmak isteyen mezunlarımızın derneğimiz ile iletişime geçmesini rica ederiz. Bilgi Güncelleme Çalışmaları Sizlere ait mail adresleri, telefon ve faks numaraları, ev ve iş adresleri gibi bilgilerden bazıları çok eski, geçerliliğini yitirmiş ve güncellenmeye ihtiyacı var. Lütfen bizi arayın ve bizdeki bilgilerin doğru olup olmadığını kontrol edelim. Venedik Bienali Hayallerden Gerçekler Türkiye bu yıl ilk kez Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde yer alacak. 7 Haziran – 23 Kasım 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilecek sergideki Türkiye pavyonunun küratörlüğünü ise mezunumuz Murat Tabanlıoğlu ’78 yapıyor. Dergimiz Genel Yayın Yönetmeni Tansel Atasagun ’87 ve mezunumuz İdil Erkol ’99’un da çalışmalarının yer aldığı HAYALLERDEN GERÇEKLER İstanbul Modern’de gezilebilir. Sergi, VitrA ve Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin işbirliğiyle VitrA Çağdaş Mimarık Dizisi’nin üçüncü sergisi olarak gerçekleştiriliyor. Ayşe Aydın Şafak’02’in Kitabı Çıktı Mezunlarımızdan Ayşe Aydın Şafak ’02’in “Feminist Bir Bakışla Türk Aile Hukukunda Kadın Bedeni” isimli kitabı On İki Levha Yayıncılık’tan çıktı. Bir Sarı-Siyahlı Kardeşimize Burs Vermek İster Misiniz? Derneğimiz, her yıl olduğu gibi, 2013-2014 eğitim yılında da, maddi desteğe gereksinim duyan okulumuz öğrencisi veya mezunu kardeşlerimize orta öğretim ve yüksek öğrenim bursu verecektir. Burs havuzumuz, burs veren üyelerimizin katkılarıyla genişlemiş bulunmaktadır, ancak bu fonu, okuyan çocukların bazı acil giderleri için de kullanmaktayız. Hem bu ek harcamaları karşılamak hem de daha fazla öğrenciyi destekleyebilmek için, sizlerin katkılarına ihtiyaç duyuyoruz. Sarı–Siyahlı kardeşlerimize burs vermek ve ayrıntılı bilgi edinmek için, derneğimizi aramanızı rica ederiz. Şartlı bağışlarınız için IBAN numaramız: Garanti Bankası Galata Şubesi TR89 0006 2000 0670 0006 2985 46 Aidat Ödemeleri 2014 yılının başlarında olduğumuz şu günlerde aidat borcu olan üyelerimizden desteklerini rica ediyoruz. 2014 yılı aidatı öğrenci mezunlarımız için 24 TL, diğer mezunlarımız için ise 120 TL’dir. Biliyorsunuz ki, derneklerin faaliyetlerini sürdürmek için tek gelirleri, üyelerinden aldıkları bağış ve aidatlardır. Bu bağlamda üyelerimizin sayısını artırmak; aidat ve bağışları ile faaliyetlerimizi sürdürmek zorundayız. Aidat borcunuzu öğrenmek ve daha ayrıntılı bilgi için dernek ofisine başvurmanızı rica ederiz. İletişim için: Tel. 212-512-6462 veya [email protected] Ödemenizi aşağıdaki banka hesap numaramıza veya kredi kartı formu ile yapabilirsiniz: Garanti Bankası/Galata Şubesi Hesap No : 1299446 IBAN : TR95 0006 2000 0670 0001 2994 46 Kredi kartıyla ödeme yapmak için burada yer alan “Kredi Kartı ile Aidat Ödeme Formu”nu doldurup, her yıl ödeme seçeneğini işaretleyip imzaladıktan sonra, 212-527-9079 no’lu faksa gönderebilirsiniz. S A R I S İ Y A H 79 XXXXX
© Copyright 2024 Paperzz