ŞİFRE SÜLEYMANİYE Tarihler 1555 yılını göstermektedir. Kanuni sultan Süleyman’ın emriyle başlayan Süleymaniye Camisinin inşaatı tüm hızıyla sürmekte, ihtişamı bu haliyle bile göz kamaştırmaktadır. Aynı tarihlerde Vatikan’dan özel bir görevle yola çıkan heyet, Osmanlı topraklarına girmek üzeredir. Tapınak şövalyelerinin nezaretinde aylardır yol alan bu heyet Temaşvar(Romanya) yakınlarında mola verdiğinde şövalyelerin başı Mihail, Kardinal Saint Pietro’ya(Sen Pietro) taşıdıkları sandığın içinde ne olduğunu bir kez daha sorar. Çünkü sandığın bulunduğu arabanın yanından Hıristiyan keşişler bir an olsun ayrılmamakta, arabanın içinde yatıp kalkmaktadırlar. Kardinal Saint Pietro, Şövalyenin ısrarlı soruları karşısında, arabanın kapısını açar ve ağzı kilitli ve mühürlü sandığı göstererek, “Sör Mihail! İstanbul’un ve Ayasofya’nın öcünü alma vakti geldi nihayet Osmanlı’dan.” der. Sandığın içinde büyükçe bir taş vardır.(120x80) Bu, yüzlerce yıl önce Apollon Tapınağından sökülüp Vatikan’a getirilmiş, yeryüzünde bir eşi dahi bulunmayan Hıristiyanlarca kutsal sayılan bir taştır. Yakut rengindeki bu taş, Sultan Süleyman’a, Süleymaniye’de kullanılması için Papa tarafından gönderilmektedir. *** Metin(KOÇ),Mimar Sinan Üniversitesinde mimarlık fakültesinde araştırma görevlisidir. Sanat tarihi hakkında geniş bir bilgiye sahip olup, klasik dönem Türk mimarisi ilgili çalışmaları ve basılmış kitapları vardır. Metin Bey, fakülte dışında vaktinin büyük bir kısmını Süleymaniye kütüphanesinde geçirmektedir. Kütüphane müdürü Rasim Bey’le(EREN) aralarında oldukça sıcak bir dostluk kurulmuştur. Rasim Bey, çalışkanlık ve gayretiyle kendisine gençliğini hatırlatan Metin’i çok sevmektedir. Bazen gecenin geç saatlerine kadar, edebiyattan felsefeye, sanat tarihinden mimariye hatta siyasete kadar pek çok konu hakkında konuşmaktadırlar. Rasim Bey, arkeoloji ve mitoloji hakkında engin bir bilgiye sahiptir. Arkeolojik ve mitolojiyle alakalı hikâyeleri, eş-dost toplantılarında anlatmaktan büyük bir zevk alır. Rasim Bey’in kızı Leyla’nın arkeoloji okumasının sebebi de babasının anlattığı bu hikâyelerdir. Leyla; İstanbul Üniversitesinde arkeoloji bölümünde doktora yapmaktadır. Çalışkan ve titiz bir insan olan Leyla Hanım da bir saraylı edası ve ağırlığı vardır. O da babası gibi eski kitapları incelemeye meraklıdır ve vaktinin büyük bir kısmını o da kütüphanede geçirmektedir. Metin Bey’i babasıyla yaptığı hoş sohbetlerden tanımakta bu sohbetlere bazen kendisi de iştirak etmektedir. Bir akşam katıldıkları davetten geç vakitte eve gelen Rasim Beyle kızını kötü bir sürpriz bekler. Evlerine birileri girmiştir. Her taraf darmadağınıktır. Özelliklede kütüphane… Bütün kitaplar yerlere saçılmıştır. Polise haber verilir. Fakat yapılan incelemede evden alınan hiçbir şey yoktur. Dolabın gözünde duran Leyla hanımın takılarına el bile sürülmemiştir. Leyla’nın yüzünde öfke ve şaşkınlık varken Rasim Bey’in rengi sapsarıdır. Yüzüne korku hâkimdir. Sanki evlerine niçin girildiğini bilir gibidir. Rasim Bey, ertesi gün kütüphanede oldukça geç bir vakte kadar Metin’in gelmesini bekler. Fakat Metin, fakültedeki işlerinin yoğunluğu yüzünden gelemez. Telefonunu sessize aldığından da Rasim Bey’in kendini aradığını ancak evine varıp yatacağı zaman fark eder. Rasim Bey tam on iki kez çağrı bırakmıştır. Hemen aramak isterse de vaktin geç olduğundan vazgeçer. 1 Sabah erkenden Süleymaniye Kütüphanesin yolunu tutan Metin, kütüphanenin önünde bir kalabalık görür. Rasim Bey öldürülmüştür. *** Kafasından aldığı bir darbe onun ölümüne sebep olmuştur. Odası dağınıktır. Bir şeyler arandığı bellidir. Kan izinden Rasim Bey’in odadaki dolaba kadar süründüğü anlaşılmaktadır. Sırtını dolaba yaslamış, dizlerinin hafif karnına doğru çekmiş ve o şekilde ölmüştür. Ertesi gün gazeteler cinayeti baş sayfaya taşırlar. Cinayetten bahseden gazetelerden birinde kullanılan fotoğraf Metin Bey’in dikkatini çeker. Farklı açıdan çekilen O fotoğrafta Rasim Bey’in sol elinin parmakları yumulu olup sadece işaret parmağı kalkıktır. Sağ eliyse izci selamı verir gibi durmaktadır. Hemen gazeteye giden Metin Bey, diğer resimleri de inceler. Sanki Rasim Bey bir şey işaret ediyor gibidir. Yanına aldığı birkaç fotoğrafla beraber hemen kütüphaneye varır. Cinayetin işlendiği odaya girip Rasim bey’in ölü olarak bulunduğu andaki dolaba doğru gider bir taraftan da elindeki fotoğraflara bakar. Parmağın işaret ettiği yöne döndüğünde çerçevelenmiş büyük bir fotoğraf görür. Bu, Rasim Bey’in gençken izci kampında çekilmiş bir fotoğrafıdır. Önce duvardaki fotoğrafı inceler. Fakat pek bir şey anlamaz. Elindeki resimlere bir daha bakar. Cesedin parmağı duvarda asılı duran bu fotoğrafı gösterir gibidir. Bir kez daha duvarda ki fotoğrafı inceler. Hatta resmi çerçevesinden çıkarır, içine bakar. Fakat hiçbir şey bulamaz. Annesini kaybettikten sonra bir de babasının öldürülmesi Leyla Hanımı derinden yaralamıştır. Herkes tarafından sevilen bir insanın niçin öldürüldüğünü bir türlü anlayamaz. Metin Bey ile Babasının neden öldürülebileceği hususunda konuşurlarken Leyla Hanım, son bir hafta içinde babasının kütüphaneden çıkmadığını, evlerine hırsız girmesinin de aynı tarihlere denk geldiğini söyler. Metin, yanında getirdiği resimleri göstererek, “O parmağıyla acaba duvardaki resmi mi işaret ediyor diye, çerçevesinden bile söküp çıkardım.” der ve gazeteden aldığı fotoğrafları Leyla’ya uzatır. Gözyaşlarını silen Leyla Hanım resimlere dikkatlice bakar fakat bir mana veremez. Metin bey’in evden ayrılmasından kısa bir süre sonra Leyla Hanımın telefonu çalar. Telefondaki ses kendinin tanıtmadan Rasim Beyin ölümünden üzgün olduğunu söylemektedir. Telefondaki soğuk ve ürkütücü o ses, Leyla Hanıma bir şeyler sormakta, kitaba sahip olmak için her şeyi yapabileceğini dile getirmektedir. Leyla Hanım şaşkındır ve korkmuştur. Heyecanını ve tedirginliğini yenmeye çalışan Leyla, konu hakkında hiç bir bilgisi olmadığını söylese de karşıdaki ses, kitabın karşılığında bir servet ödemekten bahseder. Leyla Hanım-tedirginliğini gizlemeye çalışarak- hangi kitaptan bahsettiğini bilmediğini, kütüphanede yüzlerce tarihi el yazma kitap olduğunu hangisine servet ödemek istediğini sorar. Derin bir o kadar da boğuk çıkan ses, Leyla Hanımın kanını dondurur. “Leyla Hanım, böyle olmasını istemezdim. Babanız için çok üzgünüm. O kitabı istiyorum. Yoksa bir daha bu kadar kibar olamam. Keşke o gece kitabı evde bulsaydık. Şimdi Rasim Bey belki de…” der ve telefon kapanır. Leyla dehşet içinde kalır. O geceyi komşularında geçiren Leyla yatağa uzanır ama uyuyamaz. Metin’in kendisine gösterdiği fotoğraflar hatırına gelir. Birden yatağından fırlar. “Aman Allah’ım! Yoksa… Tabi ya… Neden düşünemedim.” diyerek sessizce odanın kapısını açar. Fakat evden çıkıp çıkmamakta kararsız kalır. “Ya evde biri varsa… Ya beni bekliyorsa…” gibi vehimler içerisindedir. Cesaretini toplar ve parmak uçlarına basarak merdivenlerden aşağı iner. Kapının önüne geldiğinde mütemadiyen titreyen ellerinden anahtar kayar ve yere düşer. Ses merdiven boşluğunda yankılanır. Etrafına tedirgin tedirgin bakan Leyla anahtarı hızlıca yerden alır kapıyı açar. Daha sonra kütüphaneye girer asılı duran tabloyu indirir. Çelik kasayı açar. Ertesi gün fakülteye Metin Bey’in yanına gider.“Metin! Dün bana gösterdiğin fotoğraflar… Babamın ne demek istediğini anladım. Babam bu paketi sana bırakmış galiba. 2 Üzerinde ‘Metin Bey’e verilmek üzere’ yazıyor” der ve paketi uzatır. Metin hiçbir şey anlamaz. Paketi açar içinden kalınca, koyu kahverenginde, deri ciltli bir kitap çıkar. Metin kitaba bakar, sayfalarını karıştırır. İçinde Rasim bey’in yazığı notları görür. Uzunca bir süre kitabı inceler. Sonra oldukça heyecanlı bir ses tonuyla, “Yıllardır var olduğu iddia edilen fakat bir türlü bulunamayan kitap şu an elimizde Leyla! Bu bir servet, paha biçilmez bir hazine!” diye bağırır. Kitabı yetkililere teslim etmenin en akıllıca iş olacağını söyleyen Leyla’ya, Metin, karşı çıkar ve “Verilmesini lüzumlu görseydi baban verirdi.” der. Leyla Hanım, “Belki de verecekti. Belki de seninle o yüzden görüşmek istedi.” dediyse de Metin ikna olmaz. Akşamın geç bir vaktine kadar çalışan Metin, kitapta ilginç bir bilgiyle karşılaşır. Mimar Sinan, Vatikan’dan gönderildiği söylenen bir taştan bahsetmektedir. Yüzlerce yıldır efsane olmaktan öte gitmeyen bu bilginin gerçek olabileceğini düşünen Metin, Leyla’yı arar ve bir kafede buluşurlar. Leyla, kendilerine yardım edecek birini tanıdığını ve kendisine güvenebileceklerini söyler. Aziz Bey’in Tripleks evinin oldukça büyük bir bahçesi vardır. Bir adam boyu yüksekliğinde bahçe duvarları olan evin girişi ara bir sokağa bakmaktadır. Kapıyı çaldıklarında vakit gece yarısını çoktan geçmiştir. Bu sebeple uzunca bir süre dışarıda beklemek durumunda kalırlar. Kapı açıldığında Aziz Bey, yarı uykuludur. Karşısında Leyla’yı görünce şaşırır. Telaşlı hallerini görünce dışarıyı şöyle bir kolaçan edip onları içeri alır. Aziz bey, Rasim bey’in çocukluk arkadaşıdır. Emekli bir akademisyendir. Sanat tarihi ve eski Türk mimarisi uzmanıdır. Metin ve Leyla’nın anlattıkları Aziz Bey’i kendine getirir. Onları dikkatlice dinler ve kitabın yanlarında olup olmadığını sorar. Leyla ile Metin bir birlerine bakarlar ve Metin çantasından çıkardığı kitabı uzatır. Kutsal bir şeyi elinde tutuyormuşçasına kitabı inceleyen Aziz Bey çok heyecanlanır. “Kitabı sizden başka bilen var mı?” diye sorar. Başından geçenleri anlatan Leyla, babasının ölümüyle bu kitabın bir alakası olduğunu söyler. Aziz Bey kütüphaneye doğru yürür. Leyla ile Metin de onu takip eder. Kütüphanenin arka taraflarına doğru giden Aziz Bey, birazdan elinde bir kitapla gelir. Metin’in elindeki ile Aziz beyin elinde tuttuğu kitap bir birine çok benzemektedir. Bu sefer şaşırma sırası Metin ve Leyla’dadır. Çalışma masasına oturan Aziz Bey onların meraklı bakışları arasında “Bendeki Koca Sinan’ın çalışmalarının birinci, sizdeki ise ikinci cildi olsa gerek. Fakat bu sırrı saklamanızı rica ediyorum. Çünkü… Çünkü dostumun başına gelenlerin benim de başıma gelmesinden korkuyorum.” Aziz Bey daha sonra, “Bakın gençler bu kitabın varlığı duyulursa peşinizde sadece koleksiyoncular ve polis olmaz. Korkarım… Peşinizde yabancı gizli servis elemanları da takılabilir. Hatta babanızın ölümünden…” deyince Leyla ile Metin oldukça tedirgin olurlar. Fakat bu kitabın yabancı gizli servislerle ne alakası olduğunu bir türlü anlayamazlar. Aziz bey tekrar yerinden kalkar ve başka bir kitabı raftan indirir.(Latince yazılmış bir kitap) kitabı karıştırıp bazı yerleri işaretler sonrada o işaretli yerlere göz atarak anlatmaya başlar. “Tapınak şövalyeleri yüzlerce yıldır faaliyet gösterdiler ve hâlâ da göstermekteler. Bu gizli teşkilat ilk önce ‘Süleyman Tapınağı koruyucuları’ adıyla kuruldu. Kudüs, Bağdat ve Şam’da faaliyet gösterip Hıristiyanlar hacıların işlerini görürken misyonerlik faaliyetleri de yaptılar. Müslüman Araplarda aynı işi, Avrupa da hatta Vatikan da yaptı. Ve bu faaliyetlerin sonunda pek çok papazın Müslüman olduğunu fakat kendilerini gizlediklerini biliyoruz. Arapların Endülüs’ü (İspanya) fethi, bunların verdiği casusluk bilgileriyle oldu.” der. Vaktin bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen hiç kimsenin gözünde uyku yoktur. Leyla ile Metin gözlerini dahi kırpmadan tüm dikkatlerini emekli akademisyene çevirmişlerdir. Fakat 3 bu kitapların Tapınak şövalyeleriyle ne alakası olduğunu hâlâ anlayamazlar. Aziz Beyi dinmeye devam ederler. Derin bir nefes alan Aziz Bey, “Müslüman olanlar sadece papazlar değildir. Bir rivayete göre Papa V. Clement de gizli bir Müslüman’dı. Yani Katoliklerin tepesindeki isim. Tabi bu bir rivayet ve bu rivayeti destekleyen hiçbir kanıt da yok. Papa V. Clement’i diğerler papalardan ayıran başka bir özelliği daha var… Tarihe, Tapınak şövalyelerini kaldırıp bir kısmını da idam ettiren, papalığı Roma’dan Avignon’a(Fransa) taşıyan kimse olarak bilinir. Avignon papalığı dönemini başlatan da odur. Yine bir rivayete göre Avignon papalarının elinde olduğu söylenen Apollon Tapınağından sökülmüş bir taş vardır. Ve papalık Vatikan’a tekrar taşınırken bu taşta götürülür. Fakat bu taşın varlığını sadece Avignon papaları geleneğinden gelen papalar bilmektedir. Ve bu yakut rengindeki taş bir gün Vatikan’dan kaybolur. Taşın içine Papa V. Clement tarafından yerleştirildiği söylenen bir mesaj vardır. V. Clement, Tarihe, Tapınak şövalyelerini ortadan kaldıran papa olarak geçtiği için onun gizli bir Müslüman olduğu, bunun delilin de o taşın içinde saklanmış olduğu söylenir. Fakat bu rivayetlere rağmen V. Clement’in çok koyu bir Katolik olduğunu söyleyen kaynaklarda var. Müslümanlara karşı giriştiği faaliyetler de bu iddiayı destekliyor. İddia edilen o ki bu taş, aslında Süleymaniye Camisinde kullanılmak için bizzat V.Clement’in soyundan gelen III. Paulus tarafından İstanbul’a gönderilmiş ve ne hikmettir bilinmez taşın mihrapta kullanılmasını istemiştir. III. Paulus böyle yaparak atasının gizli bir Müslüman olduğunu Osmanlıya bildirmek istedi diyenlerde var, Koyu bir Katolik olarak Osmanlıdan fethin ve Ayasofya’nın öcünü almayı planladı diyende… Hatta işin hakikatini, o taşı Osmanlıya getirenler dahi bilmiyordu. Fakat O taşın içinde olduğu söylenen gizli bilgi ya da mesaj hakkında kayıtlı hiç bir bilgi yok. Hatta böyle bir taşın olup olmadığı bilgisi de yok. Kanaatimce tüm bunlar dilden dile dolaşan birer ortaçağ efsanesi…” Metin büyük bir şaşkınlıkla Aziz Beyi dinlemekte elindeki kitaba sıkıca tutmaktadır. Leyla ile Aziz Bey’in konuşmalarını kesen Metin, oldukça tedirgin bir şekilde, “Ya bunlar rivayet değil de gerçekse… Ya gerçekten böyle bir taş varsa...” der. Kitabı masaya koyar ve sararmış sayfalarını çevirmeye başlar. Odanın içerisi bir anda sessizliğe gömülür. Aziz bey, Metin’in parmağının ucuyla gösterdiği satırı okur. Soğuk bir ter, kırlaşmış şakağından çenesine doğru süzülür. Kitapta, Süleymaniye’nin anlatıldığı bölümün son sayfalarına doğru Vatikan’dan gelen bir heyetin sultanın huzuruna çıktığını, yanlarında büyükçe bir sandığın olduğunu ve padişaha takdim edildiğinden bahsetmektedir. Hediyeyi kabul eden padişahın, içinden çıkan yakut rengindeki büyükçe taşın camide kullanması için kendisine teslim edildiğini, kendisinin de birkaç gün sonra hem Sultan Süleyman’a hem de Vatikan’dan gelen heyete “Taşı Caminin en uygun yerine yerleştirdim” demek suretiyle onları bilgilendirdiğini yazmaktadır. Kitapta verilen bilgi sadece bundan ibarettir. Taşın varlığı, padişah tarafından kabul edildiği ve uygun bir yere yerleştirildiği hatta gelen heyetin, aldıkları bu cevaptan çok memnun oldukları yazılıdır. Fakat nereye yerleştirildiği hakkında hiçbir bilgi yoktur. Leyla her ne kadar bu işten tedirgin olsa da Metin oldukça kararlıdır. Rasim Bey’in bu kitabı kendisine teslim etmesi onu daha bir azimli kılar. Çok sevdiği insanın ölümüne sebep olan bu sırrı da çözmeye niyetlidir. Birkaç gün sonra Metin, Trakya üniversitesi tarafından bir konferans için Edirne’ye çağrılır. Edirne’ye girerken Selimiye’nin muhteşem silueti onu mest eder. Gündüz konferansa katılan Metin geceyi geçirmek için otele gelir. Tarih kitaplarından fırlamış bir eski zaman kahramanı gibi duran Selimiye tam karşısındadır ve ışıklandırılmış haliyle daha bir ihtişamlı durmaktadır. Bir müddet camiyi izleyen Metin daha sonra, konferansta dağıtılan kitaplara bakarken Selimiye ilgili küçük bir kitapçık dikkatini çeker. Sayfalarını karıştırır. Rönesans devri ekolünün savunucusu olarak bilinen Alman Mimar Bruno Taut’un 4 Selimiye için kullandığı kelime dikkatini çeker: “Die Stadt Krone.” Bu Latince bir kelimedir. Bilgisayarını açan Metin bu kelimeyi yazar ve Türkçe karşılığı için enter tuşuna basar. Bilgisayardaki tercümeyi okuyan Metin oldukça şaşırmıştır. Metin’in ağzından dökülen kelimeler soğuk ve tane tanedir: “Şehire Taç koymak…” Bilgisayarın başına geçer. Arama motoruna bazı kelimeler yazıp aratır. “Stadt Krone” (Taç koymak) kelimesine arama motorunun verdiği karşılık oldukça ilginçtir: “The soldiers twisted together a crown of thorns and put it on his head.” (Askerler dikenlerden bir taç örüp başının üzerine koydu. Bunlar mor bir kaftan; onu giydirdik.) Metin, bilgisayarına bu cümleyi yazar ve enter tuşuna bir daha basar. Bir-iki saniye bile birkaç saat gibi gelir. Metin hayretler içindedir. Hıristiyanlığın ve İncillerin tanıtıldığı bir sayfa çıkar karşısına. Yuhanna İncilinden alıntı yapılmış bu cümlenin bir şifre olarak kullanılıp kullanılmadığını, bahsi geçen askerlerin kimler olabileceğini düşünürken bu askerlerin Tapınak şövalyelerinin olabileceği aklına gelir. Fakat Selimiye ile bu gizemli taş arasında bir bağlantı kuramaz. Daha sonra Mimar Sinan’ın “çıraklık, kalfalık ve ustalık eserlerim” dediği satırlar zihninden geçer ve bazı taşlar yerine oturmaya başlar. Gecenin oldukça geç saatlerine kadar çalışır. Bilgisayarından kendi üniversitesinin, Süleymaniye ve milli kütüphanenin veri bankalarına girer. Oldukça ilginç bilgilere ulaşır. Biraz dinlenmek için uzandığında sabah olmak üzeredir. Birkaç saat sonra telefonun alarmı ile uyanır. Ilık bir banyo yapıp dün geceden beri aldığı notları şöyle bir gözden geçirir ve Aziz Bey’i arar. Ona bu taş, Süleymaniye’den Selimiye’ye gizlice taşınmış olabilir mi? diye sorar. Neden böyle düşündüğünü soran Aziz bey’e Metin, ulaştığı bilgileri aktardıktan sonra, “Süleymaniye Cami, devrin en ihtişamlı yapısıydı. Bu sebeple o taş Süleymaniye’ye gönderildi. Ama daha sonra Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye inşa edildi.” der. Aziz bey, bunların taşınması için bir sebep olamayacağını söyler. Metin, Mimar Bruno Taut’un Selimiye için “Stadt Krone” dediğini, bu kelimenin Latince de “Taç koymak” manasına geldiğini söyledikten sonra “Taç koymak” kelimesinin İncil’den alınmış bir paragraf olduğunu ve bir şifre olarak kullanılmış olabileceğini anlatır. Mimar Bruno Taut ile ilgili yaptığı araştırmalarda ise çok şaşırtıcı bilgilere ulaştığını belirtir. Alman mimar, Hitler zamanında toplama kamplarından kaçırılmıştır. Türkiye’ye sığınan Alman mimar uzunca yıllar Selimiye ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Ölümüne yakın Selimiye ile ilgili çalışmalarını “Die Stadt Krone” ismiyle Avrupa’daki bir yayın evine göndermiştir. İlginç bir detay daha vardır. Bruno Taut, öldüğünde Edirnekapı’daki şehitliğe defnedilmiştir. Bu ise cevabı asla verilemeyecek büyük bir sır gibi durmaktadır. Metin’in aklına ünlü İngiliz Casusu Lawrence gelir. Metin, yaptığı araştırmada I.Balkan harbinde Bulgarların Edirne’ye girdikten sonra, karargâh olarak hemen Selimiye’yi işgal ettiğini, buraya askerlerden başka din adamlarının, şarkiyatçıların da gelip gittiğini, bazı araştırmalar yaptığını hatta geceleri yanaşan araçlara camiden bir şeyler çıkarılıp yüklendiğini öğrenir. Nitekim Kral Ferdinand sık sık Edirne’ye gelmiştir. Metin, Kralın bu taştan haberi olduğunu düşünür. Büyük Bulgar krallığını kurmak isteyen Kral Ferdinand’ın ve bu kayıp taşı bulması ve ortaya çıkarması onu hayaline daha bir yaklaştırması muhtemeldir. Metin, öğlene doğru, Selimiye Camisine gider. Caminin büyüleyici atmosferi içinde her köşeyi, her direği, kubbeleri dedektif titizliği ile inceler. Orada küçük bir turist kafilesi de görür. Rehberin etrafında toplanmış grup müezzin mahfilin önünden geçerken mahfilin ön sol ayağındaki bir motifin önünde durur. Bu ters dönmüş bir lale motifidir. Metin, Rehberin söylediklerine kulak misafiri olur. Rehber, bu ters lale ile ilgili anlattığı rivayetler grubun oldukça dikkatini çekmektedir. Fakat bu ters motif, Metin de farklı bir çağrışım yapar. Zira Mimar Sinan’ın hiçbir eserinde böyle bariz bir hataya müsaade etmeyeceğini bilir. Gayri ihtiyari “Ya da bir şifre!” der. Seslice ağzından çıkan bu söz, grup tarafından da duyulur. Rehber, “Nasıl bir şifre Beyefendi?” diyerek güler ve grubuna dönerek, “Biraz önce Ters Lale ile ilgili söylencelere bir efsane daha eklendi arkadaşlar” der. Grup gülerek oradan 5 uzaklaşırken Metin eliyle ters lale motifini inceler. Bu kadar ayakaltında, hemen önünde namaza durulan bir direğe ters bir motifin işlenmesi, üstelik “Ustalık eserinde” böyle bir kusurun olması Metin’e normal gelmez. “Sonradan yerleştirilmiş de olabilir” diye düşünür. Metin, Süleymaniye de ki o taşın bir süre sonra buraya getirildiği, fakat daha sonra birileri tarafından da sökülüp başka bir yere götürüldüğüne inanmaya başlar. İşaret olarak da bu “Ters lale” motifinin kazındığı kanaatindedir. Ters lale’nin Latince ismi “İmperial Crown” dır. Bu sözcüğün Türkçeye transkripsiyonu ise “Kral tacı” manasına gelmektedir. Hıristiyan inancına göre Hz İsa çarmıha gerildiği, ruhu göğe yükseldiği sırada lale çiçeği boynunu bükmüştür. Ters lale, Hz. İsa’dan ayrılışın sembolüdür. Metin’e göre ise bu Ters lale, Vatikan’dan gönderilen o taşın orada olmadığı ya da taşındığı manasına gelen bir işarettir. Metin İstanbul’a dönünce Leyla ile Kafede buluşup Edirne de Selimiye ile ilgili öğrendiği bilgileri ona anlatırken izlendiğinin farkında bile değildir. Ertesi gün, Metin ve Leyla Süleymaniye camisine giderler. Caminin içini saran ulvi bir derinlik ve serinlik onları mest eder. Güneşin, ateş bahçesine çevirdiği camlardan süzülen mavi, mor, sincabi bahar ışıkları bu çinilerin üzerinde birikmekte ve koyulaşmakta duvarları süsleyen çinilerde esrarengiz bir denizaltı aydınlığı vermektedir. Süleymaniye’ye ilk kez geliyormuşçasına etrafı hayran hayran seyreden Leyla’ya Metin, cami ile ilgili bir şeyler anlatmaktır. Mihrabın tam karşısında, caminin ana girişinin üstündeki iki küçük pencere Leyla’nın dikkatini çeker. Metin onların “İs odası” olduğunu Mimar Sinan’ın dâhiyane buluşuyla yanan mumların isinin o pencerelerden geçerek orada toplandığını, o isin de özel bir yağla karıştırılarak mürekkep yapıldığını söyler. Leyla, is odasını merak eder ve görmek ister. Üs kata çıkarlar. Küçük bir oda büyüklüğündeki bu bölümün duvarları isten katran gibi olmuştur. Yürürken ayağı kayan Leyla, duvara çarpar. Düşmemek için duvara yaslansa da düşer. Üstü-başı kapkara olur. Buraya çıktığına pişman olmuş söylenirken, bir taraftan da ayağa kalkmaya çalışır. Ayağa kalkarken bir şey fark eder. Düşerken sürtündüğü duvarın islerinin altında bazı çizimler dikkatini çeker. İs penceresinden caminin içini seyreden Metin’e heyecanlı bir ses tonuyla, “Galiba bulduk!” diye bağırır. Leyla mendiliyle duvarı silmeye başlar. Leyla yine aynı heyecanla “Sonunda bulduk kayıp taşı Metin! Taşın yerleştirilebileceği en güzel yer. Üstelik yıllarca bulunamaması da normal. Yıllarca biriken is, duvarları kömür gibi yapmış. Tabi ki bulunamaz. Hakikaten Sinan’ın en güzel yere yerleştirdim’ dediği kadar var.” der ve duvarı iyice temizler. Duvara kroki şeklinde bir cami çizilmiştir. Avlusu ve dört minaresi ile Süleymaniye resmedilmiş gibidir. Dikdörtgen avlu, küçük eşit karelere bölünmüş gibi durmaktadır. Bu şeklin hemen altında caminin temeline benzeyen bir şekil daha vardır ki gemi omurgası gibi durmaktadır. Leyla Vatikan’dan gönderildiği söylenen taşın yerini bulmuş olmanın sevincini yaşarken Metin bu sevince pek ortak olmaz. Duvardaki resmi inceler. Şeklin neden buraya çizildiğini düşünürken, mihrabın hemen üstündeki vitray pencerede yazılı “Allah” lafzının, İs odasının küçük penceresinden süzülerek, duvardaki krokide, avlunun çizildiği o küçük karelerden birinin üzerine düştüğünü fark eder. Camiden ayrılırken zihinleri hâlâ o şekille meşguldür. Leyla üstünü değiştirmek için evine döner. Evine vardığında akşam olmak üzeredir. Telefonun yanında olmadığını fark edince is odasında düştüğü aklına gelir ve Metin’i arar. Telefonunu muhtemelen camide düşürdüğünü mümkünse gidip almasını rica eder. Metin, görevlilerden rica ederek çıktığı İs odasında telefonu ararken çok tuhaf bir şey dikkatini çeker. Ay’ın parlak ışığı peygamberin isminin yazdığı vitraya vurmakta, is odasının ikinci penceresinden süzülerek krokinin üzerinde ki başka bir kareciğin üzerine düşmektedir. Metin, ilkini normal bulsa da ikinci hadise bu çizimlerin ve yansımaların bir işaret olabileceğini düşünür. 6 Metin, hem telefonu vermek hem de akşam yemeği için Leyla’yı Galata kulesindeki restorana davet eder. Leyla geç olduğunu söyleyerek önce gelmek istemezse de Metin, İs odasında gördüğü ilginç hadiseden bahsedince Leyla, fikrini değiştirir. Galata kulesine gitmek için boş bir taksi bekleyen Metin, sağa sola bakarken bir kitapçının önünde durduğunu fark eder. Kitaplara olan aşinalığından vitrini inceler. Vitrinde “Mabetlerimizin Esrarı” isimli bir kitap dikkatini çeker. Dükkânını kapatmak üzere olan kitapçıdan kitabı alır. Leyla ile buluşan Metin, yemek ten sonra terasta bir süre Süleymaniye’yi izlerler. Metin, el yazması kitapta gördüğü çizimlerle is odasında ki şekiller arasında bir bağlantının olduğunu fakat çözemediğini söyler. Süleymaniye ile ilgili konuşmaya devam ederken Metin, kitapçıdan aldığı kitap aklına gelir ve Leyla’ya gösterir. Bir süre kitabı beraberce incelerler. Kitap sadece Süleymaniye’den değil Selimiye ve Ayasofya’dan da bahsetmektedir. Hatta kitapta oldukça enteresan bilgilerde vardır. Kendilerine yardımı dokunabileceğini düşünerek yazarla görüşmeye karar verirler. Ertesi gün yayınevinden yazara ulaşırlar ve randevu isterler. Birkaç gün sonra yazarla buluşurlar. Metin ve Leyla fazla detaya girmeden konuyu Süleymaniye’ye getirirler, bazı şeyler sorarlar. Fakat duydukları karşısında şaşkına dönerler. Yazar, Mimar Sinan’ın insan aklını zorlayacak bir mimari zekâya sahip olduğunu, sembolleri çokça kullandığını, İslam’ın genel kaidelerini ustalıkla eserlerine kazıdığını belirtir. Kubbelerin, mihrabın, minarelerin, şadırvanın, kullandığı ölçülerin bile bir sembolü, bir manası vardır. Yazar, Süleymaniye’de ki minarelerin iki tanesinin 66 diğerlerinin ise 92 arşın olduğunu söyleyince Leyla, “Bu sayılar ne manaya geliyor?” diye sorar. Yazar, “92 sayısı ebcet hesabıyla “Allah” lafzının, 66 rakamı ise “Muhammed” isminin karşılığıdır. Yani bunlarda birer semboldür” der. Mimar Sinan’ın bir özelliği daha var diyen yazar, “O, yaptığı esere banisinin(yaptıranın) kişisel özelliklerini de yansıtmayı başarmıştır. Mesela, Mihrimah Sultan Camiler. Biraz inceleseniz, öyle fevkaladelikler görürsünüz ki… hayretler içinde kalırsınız. Neyse bunu başka bir zaman konuşuruz.” der Metin ve Leyla, kısa bir görüşme olacağını zannederlerken sohbet bir hayli uzar. Ayasofya ile ilgili öğrendikleri ise daha bir ilginçtir.“ İngilizler, İstanbul’un işgali sonrası Süleymaniye ve Ayasofya ile çok yakından ilgilenirler.” der yazar. Devamla, “Süleymaniye ve Ayasofya’nın etrafına özel birlikler yerleştirirler ve aylarca hiç kimse yaklaştırılmazlar. Görgü tanıklarına göre de özellikle geceleri buralarda İngilizlerin faaliyetleri artmış yaklaşan boş araçlar, yüklerle uzaklaşmıştır. İngilizler yıllarca bunu inkâr etti. Fakat dalgıçlar, 2010da Ayasofya’nın zemininde sarmal tüneller içerisinde ilerlenirken 1917 tarihli asker mataraları bulundu.” diyen yazarın sözünü kesen Leyla, oldukça şaşırmış bir halde“Dalgıçlar mı? Dalgıçların ne işi var Ayasofya da.” diye sorar. Yazar, hafif bir tebessüm ettikten sonra, “Ayasofya’nın altı, bir su göletidir gençler.” der ve bir bardak su içtikten sonra kaldığı yerden devam eder. “İngiliz ordusuna ait bu mataraların suyun onlarca metre altında gizli odaların içinde bulunması ise bir hayli ilginçtir. Batı’nın Ayasofya ve Süleymaniye’ ye ilgisi Cumhuriyet sonrası da devam eder. Savaş yıllarında bakımsız kaldığı ideasıyla Ayasofya bazı küçük tamiratlar görür. 1932 yılında, kim tarafın verildiği tam belli olmayan bir izinle, A.B.D’li bilim adamlarınca mozaikleri ortaya çıkarmak üzere çalışma başlar. Bu çalışmalar devam ederken herhangi bir yazılı bir karar olmaksızın Ayasofya 1934 yılında müzeye dönüştürülür. 1935 yılından itibaren de müze olarak ziyarete açılır. Müzeye çevrilen cami özellikle yabancılar tarafından daha fazla ziyaret edilmeye başlanır. 1945 yılında ise yine misafirleri vardır Ayasofya’nın. Temelleri suyun içinde olan bu mabedin dev kubbesinin altında, ana salonun zeminine gömülü sarnıç kapakları açılır, zemindeki suyun boşaltılıp araştırma yapılmasına karar verilir. Ancak sarnıçlardaki suyun azalmadığını, motorun yanmasıyla bu işten vazgeçildiği bildirilirse de buna pek inanan olmaz. Araştırmayı yapan ekip palan pandıras Türkiye’den ayrılır. 2010 yılında ise temellerine bu sefer dalgıçlar iner. Dalgıçlar tarafından -var olduğu idea edilen- cami sarnıçlarının Yerebatan ve Topkapı Sarayı’yla olan bağlantıları araştırılır. Tekfur Sarayı’ndan, Adalar’a uzandığı rivayet edilen gizli geçitler bulunmaya çalışılır. 7 Dalgıçların ilk ayak bastıkları salon koridor gibi uzundur ve sütunlarla güçlendirilmiştir. Buradan Sultanahmet Meydanı ve Topkapı Sarayı yönüne, yaklaşık 70 santim yüksekliğinde, taş örülü iki tünel uzandığı fark edilir. 5. yüzyıldaki güçlü Bizans İmparatoru II. Teodosios’un halka görünmeden Ayasofya’dan Tekfur Sarayı ve Hipodrom’a geçtiği söylenen tünel bulunur. Dalgıçlar daha sonra caminin tam ortasına denk gelen tünellere girerler. Tuğladan kemerlerle güçlendirilmiş bu tüneller 50 metre sonra ikiye ayrılır, bir kolları kubbenin altına doğru iler. Fakat önleri tuğlalarla kapatılmıştır. Bir insanın geçemeyeceği genişlikteki dar geçitlere kalem tip kameralarla bakılır. Geçitlerin ilerisinde binanın merkezine ve çıkış kapısına uzanan iki geçit saptanır. Muhtemelen bu geçitler Yerebatan’dan, Topkapı’ya kadar uzandığı zannedilen gizli yollardır. Topkapı Sarayı yönünde 25 santim yüksekliğindeki bir tünelden sürünerek ilerlenir. Taşların arasından, ışığın sızdığı bir noktaya rastlanır. Buradan avluya ulaşıldığında iki metre yüksekliğinde, yaklaşık beşer metrekarelik, içerisinde insan iskeleti ve testi kırıkları olan iki oda bulunur. Yazar, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi onlara doğru eğilir ve “Sizde bilirsiniz Süleymaniye kapsamlı bir tadilata alınmıştı. Geçen aylarda da ibadete açıldı. Koskoca Süleymaniye külliyenin yapımı altı yılda tamamlanmışken tadilatı –ilginçtir- üç-dört sene sürmüştür. Caminin çevresi güvenlik gerekçesiyle yüksek brandalarla çevrilmiş ve etrafında kuş uçurtulmamıştır. İşin en ilginç tarafı Süleymaniye’nin tadilata alındığı tarihle Ayasofya’nın temellerine inilip araştırma yapıldığı tarihlerinin aynı zamana denk gelmesidir. Bu ayrıntı çoğunun dikkatinden kaçar. Bazı gazeteler konunun üzerine gidip bir şeyler arandı diye yazarlar fakat bir şey çıkmaz. Oralarda ne aradılar, ne yaptılar kimse bilemedi.” der. Metin ile Leyla bir birine bakar ve “Biz biliyoruz gibilerinden.” Kafalarını hafifçe sallarlar. Leyla, Süleymaniye’nin altında da tüneller var mı? diye sorar. Yazar “Evet, var. Üç ayrı yerden temellere inilirdi. Bunların ikisi caminin içinde diğeri ise avludaydı. Caminin içinden inilen kapakların üzerine o tadilat sırasında beton dökülerek kapatıldı. Zeminin düz olması için yapıldığı söylendi. Avludaki ise zannedersem bulunamadı.” Yazarın sözü biter bitmez cep telefonu çalar. Arayana bakar daha sonra izin isteyerek yan odaya geçer. Konuşmalar mırıltı şeklindedir, anlaşılmaz. Konuşma biraz uzayınca cümleler kısalır ve anlaşılır olur. “Biraz daha… Biliyorum… Hayır, kesinlikle olmaz İsa!” yazar içeri girdiğinde yüzünün gergin olduğu görülür. Öksürerek boğazını temizleyen yazar, “şey… Acaba…” der. Metin, “Çok teşekkür ederiz. Zaten bizde kalkacaktık.” der ve kalkarlar. Yazar özür dileyerek istedikleri zaman gelebileceklerini söyler. Leyla ile Metin oradan ayrıldıklarında is odasında gördükleri şeklin sırrını çözmek için caminin temeline ulaşmaları bunun içinde avludaki kapak taşını bulmaları gerektiğini düşünürler. Bir akşamüstü Aziz Bey’i evinde ziyaret ederler ve öğrendiklerini onunla paylaşırlar. Aziz Bey İs odasıyla özellikle ilgilenir. Heyecanlanmıştır. Ayasofya ve Süleymaniye ile ilgili anlatılanlara fazla tepki vermemesinden konu hakkında bilgisi olduğunu anlarlar. Aziz bey, is odasının duvarındaki çizimden bahsedilirken dikkat kesilir. “Gençler, zannedersem sonuca yaklaşıyorsunuz. Artık daha fazla dikkat etseniz iyi olur.” der. Birkaç gün sonra, akşama doğru Süleymaniye’nin avlusunda buluşan Leyla ile Metin, avluyu şöyle bir incelerler. Nerden başlayacaklarını bilemezler. Bir taraftan da konuşmaktadırlar. Leyla, Metin’e “Babam da yazarın anlattığı gibi, Mimar Sinan’ın insanların zihinleriyle oynamaktan büyük bir zevk aldığını, sembolleri çok kullandığını, anlatmak istediklerini eserine ustalıkla kazıdığını” söylerdi. Mesela şu minareler. Babam dört minare ve şerefelerin Sultan Süleyman’a işaret olduğunu anlatırdı.” Metin’in meraklı bakışları altında Leyla anlatmaya devam eder: “Şu on şerefe Kanuni’nin 10.padişah olduğunu, dört minare ise, İstanbul’un fethinden sonraki 4.padişah olduğunu gösterirmiş.” Daha sonra Leyla Metin’e dönerek, “Ben bunları niye anlatıyorum ki? Sen zaten biliyorsundur.” Deyince Metin, “Yok. Bilmiyorum. Bizim işimizde rivayetler değil zaten. 8 Bunlar, edebiyatçıların işi. Biz matematiksel denklemlere, çizimlere bakarız.” deyince. Leyla, “peki, şu an biz hangi matematik denklemle uğraşıyoruz?”diye sorar. Metin, “Aslında haklısın. Her efsanenin, rivayetin, hikâyenin bir gerçeği yansıttığını göz ardı etmemek gerekir. Bu da bizim hatamız.” Der. Uzunca bir süre ikisi de konuşmaz. Leyla’nın babasıyla buraya gelip avlusunda koşuşturduğu çocukluk yılları aklına gelir. Hüzünlenir. Sonra babasının kanlar içinde cesedi hatırına gelir; ağlar. Oturduğu yerden kalkar, avludaki mermerleri sayar, kenarda bulduğu sert bir cisimle üzerinde durduğu mermere vurmaya başlar. Sonra başka bir tarafa gider, durur yine elindekiyle vurur. Sonra başka bir köşeye doğru koşarak gider yine mermerleri sayar, durur. Çıkan sese kulak kesilir. Leyla yavaş yavaş asabileşmeye başlar. “…7.8.9.10 tamam burada olmalı. Yok, burası da değil. …3,4 tamam burasıdır… Yok. Burada da yok… Nerede bu kapak!” diye haykırır. Leyla’nın tuhaf hareketleri çevredekilerin de dikkatini çekmiştir. Metin koşarak yanına varıp onu durdurur. Leyla ağlamaya başlar. Babası aklına gelmiştir. Kapak taşını bulursa babasının da katillerini bulacağı zannındadır. Sanki katiller, caminin temellerinde bir yerde saklanıyorlardır da, onlarda katillere ulaşmaya çalışıyorlardır. Leyla’yı sakinleştiren Metin, onu bir köşeye oturtur. Sonra birden “Belki de… Leyla az burada bekle hemen geliyorum.” der ve camiye girer. Birkaç dakika sonra geri döner ve “Bakalım Mimar, padişahının karakterini bu camiye nasıl kazımış” der ve yürür. Ortadaki şadırvana kadar yürür sonra yüzünü caminin ana girişine çevirir, revakları sayar. Sekiz revak vardır. Leyla meraklı bakışlarla Metin’i takip eder. Sonra caminin kapısına doğru ilerler. Ana girişin solundaki 2. Revağın önünde durur. Revağın önünde diğerlerine nazaran biraz daha büyük duran beyaz mermer bloğun üzerine basan Metin, Leyla’dan getirmesini istediği o sert cismi alır ve mermere hafif hafif vurur. Çıkan ses, altının boş olduğunu göstermektedir. Yüzlerini bir sevinç kaplar. Leyla bunu nasıl tahmin ettiğini sorar. Metin, “Şayet mimar Sinan kişisel özellikleri eserlerine kazıyorsa Sultan Süleyman’ın, Hz. Ömer’e benzetilmesi gerektiğini, Hz. Ömer’in adaletiyle, ilk yazılı kanunlar yapmasıyla meşhur olduğunu, padişahın da Kanuni olarak anıldığını” söyler. Biraz önceki çılgınlığı sevince dönen Leyla, “peki, o revağın önünde olduğunu nasıl anladın.” der. Metin, “Senin biraz önce anlattıkların aklıma bir şeyler getirdi. Emin olmak için camiye girdim. Camilerde Allah ve peygamberimizin isimlerinden başka dört halifenin ve peygamberimizin torunlarının isimleri yazılıdır. Hz. Ömer’in ismi ise hep mihrabın solunda ikinci sıradadır. Dikkat ettiysen mihrap ile caminin kapısı bir birine bakıyor.” der. “Yarın geç vakit gelip caminin temellerine doğru bir seyahat yapalım” diyen Metin, Leyla ile vedalaşır. İki-üç saat sonra Metin, elinde mermer bloğu kaldıracak aletlerle tekrar camiye gelir. Etrafı kol açan eder. Kimsenin olmadığına emin olduktan sonra o mermer bloğu zorlayarak açmaya çalışır. Belki yüzlerce yıl açılmayan taş kapağı yerinden oynatmak zordur. Bir hayli uğraştıktan sonra mermer aralanmaya başlar. Taşı yavaş yavaş kenara doğru iterken üzerine bir gölgenin düştüğünü görür. İrkilir ve sıçrar. Geriye aniden döndüğünde karşısında Leyla görür. Leyla, “Senin bu gece geleceğini biliyordum. Eve gideceğimi söyledim ama bu civardan ayrılmadım. Gelmeni bekledim. Yanılmamışım.” deyince Metin, “Aşağıda ne ile karşılaşacağımız hiç belli değil. Seni tehlikeye atmak istemediğim için böyle davrandım. Ve aşağıya ben tek başıma iniyorum.” der. Fakat Leyla gelmekte ısrarcıdır. Örümcek ağlarıyla kaplanmış sarmal taş basamaklardan, kıvrıla kıvrıla aşağı doğru inerlerken birileri tarafından takip edildiklerinin farkında bile değillerdir. Granit taşlardan yer yer tuğlalardan örülmüş temelin içi bir insanın rahatlıkla yürüyebileceği yükseklikte ve genişliktedir. Mimarı tarafından deprem dalgalarına dayanabilmesi için gemi omurgası gibi inşa edilen Süleymaniye’nin temel genişliği ve derinliği caminin yüksekliği kadardır. Bir müddet aşağı doğru döne döne inen merdivenler düz ve uzun bir yere çıkar. Önlerini üst kısmı insan bileği kalınlığında parmaklıklı, alt kısmı ise demir levhalar çakılmış, bir kapı keser. Metin, elindeki levye ile sürgüsüne vurarak açar. Daha sonra levyeyi bir manivela olarak kullanır. Pas tutmuş kapı büyük bir gıcırtıyla açılırken çıkan ses dehlizlerde boğuk boğuk yankılanır. Kapıyı iyice geriye doğru yaslarlar kapanmaması için önüne buldukları bir taşı koyarlar. Yürürler. Daha sonra yol tekrar aşağı doğru kıvrılarak inmeye başlar. Sonra 9 yine bir düzlük… Metin elindeki fenerle önünü aydınlatırken bir taraftan da duvarları incelemekte işine yarayacak bir şeyler aramaktadır. Diğer elindeki boyayla da geçtiği yerlere işaretler koymaktadır. Mütemadiyen uzayıp giden dehlizlerin içinde yarım saat olmuş ama hala yürümektedirler. Lakin işlerine yarayacak hiç bir şey bulamamışlardır. Yavaş yavaş tavanlar alçalmaya, duvarlar daralmaya başlar. Temellerin nihayetine doğru yaklaştıklarını anlarlar. Ve yol birden biter. Önlerine çıkan bir duvar yollarını bıçak gibi kesmiştir. Duvarı inceleyen Metin, duvara kuvvetli birkaç tekme atar. Acıyla yere düşen Metin’e Leyla, hüzünlü ve yıkılmış bir halde, “Yolun sonu galiba.” der. Bir şeyler bulacaklarından emin olarak girdikleri bu dehlizlerde tüm ümitlerini kaybederler. Yıkılmışlardır. Bir müddet orada öylece konuşmadan otururlar. Metin, “Buraya kadarmış. Haydi, gidelim” der ve elini Leyla’ya uzatır. İsteksizce elini uzatan Leyla ayağa kalkar. Çok Üzgündür. Geri dönerlerken ağızlarını bıçak açmaz. Bir müddet devam eden bu sükûnet, Metin’in havayı ustura gibi kesen sesiyle bozulur. “Leyla! Şuraya bak.” Aşağı doğru giderlerken fark edemedikleri bir boşluk görürler. Bir insanın eğilerek ve yan dönerek geçebilecekleri dar bir geçit. Önce Metin, sonra Leyla sürünerek buradan geçerler. Önlerinde genişçe sayılabilecek bir galerinin uzandığını görürler. Oraya ulaşmak için genişliği birkaç adım olan, yedi-sekiz metre uzunluğunda köprü gibi bir geçitten dikkatlice yürürler. Geldikleri yer, biraz daha geniş, zemin ise daha düzgündür. Biraz ileride taştan bir masa gibi duran bir yükselti dikkatlerini çeker. Muhtemelen bulundukları yer, cami temelinin orta kısmıdır. Bu taştan masa, Horasan tarzı tuğlalarla örülmüş, üstüne ise –muhtemelen çizim yapmak için- dört-beş parmak kalınlığında kesme bir mermer yerleştirilmiştir. Tozlanmış mermeri eliyle şöyle bir kontrol eden Metin, mermerin oynadığını hisseder. Leyla ile taş bloğu yittiklerinde, mermerin altına gizlenmiş deri kılıflar içinde parşömenler bulurlar. Kılıfları tek tek açıp incelerler. Parşömenlerin birisinde İs odasında gördükleri şekle benzer bir çizim dikkatlerini çeker. İs odasında gördükleri çizimden farklı olarak avlu kısmını gösteren bölümlerdeki kareciklerin içinde Arapça karakterlerle sayılar yazılmıştır. Parşömenleri kılıflara yerleştirip çıkacakları vakit duydukları ayak sesleriyle irkilirler. Ayak sesleri yavaş yavaş yaklaşır. Yüzleri tam seçilmeyen üç adam kendilerine doğru gelmektedir. Diğerlerine nazaran daha iri olanı bozuk bir Türkçe ile parşömenleri kendilerine vermelerini ister. Metin direnecek gibi olunca belindeki silahı çıkartır ve Leyla ve Metin’e doğrultur. İçlerinden biraz daha tombul olanı bir ayağı diğerine nazaran kısa olduğundan aksayarak Metin’e doğru yürür ve elinden parşömenleri çekip alır. Yüzlerini tam seçemedikleri bu adamlar oradan uzaklaşırken Leyla ile Metin ne yapacaklarını bilemezler. Leyla “Bizim burada olduğumuzu nerden bildiler? diye sorar. Parşömenleri elinde tutan adam geri dönerek “Teknoloji harika bir şey…” der. Birkaç dakika sonra adamların peşinden yetişmek için koşsalar da duydukları ses kanlarını dondurur. Demir kapı büyük bir gıcırtıyla kapanır. Her ikisinin de gözleri korkudan büyür. Yerin metrelerce altında diri diri gömülmüşlerdir. Metin hemen cep telefonuna sarılır. Fakat telefonun çalışmadığını fark eder. Leyla yavaş yavaş kendini kaybedecek gibi olur. Metin, daha metanetli davranmak durumundadır. Bir çıkış bulmak ümidiyle yürümeye başlarlar. fakat bu galeri labirent gibidir. Aşağıya doğru kıvrılarak inen tüneller, diğer tarafta olduğu gibi yavaş yavaş daralmaya ve tavanı alçalmaya başlar. Leyla paniklemiş bir halde “Biliyorum… Şimdi önümüzü bir duvar kesecek. Metin ne yapacağız? Fare gibi kapana kısıldık. Sana demiştim gel bu işten vazgeçelim. Teslim edelim şu kitabı. Babamdan sonrada biz…” Metin cevap vermez. Yürümeye devam ederler. O kadar çok dolanmışlardır ki yön duygularını kaybederler. Metin’in elindeki fenerin pilide yavaş yavaş bitmeye başlar. Etraf şimdi biraz daha kararmıştır. Fener sadece önlerini aydınlatabilmektedir. Ve birazdan fener de işe yaramaz olur. Karanlığın içinde kaybolurlar. Oldukları yere çökerler. Metin’e iyice sokulan Leyla hıçkırıklara boğulur. Ağlama krize dönüşür. Kalkıp şuursuzca koşmak isteyen Leyla’yı Metin zor zapt eder. Ölüm hissi kara bir bulut gibi yüreklerine çöker. Nefes almaları hızlanmıştır. Metin bu duruma düşmelerine kendisinin sebep olduğunu düşünür, büyük bir vicdan azabı çekmektedir. Dakikalar geçer. Metin’in terden ıslanmış elbiseleri tenine yapışır. Üşüdüğünü hisseder. Hafiften bir esinti 10 terden sırılsıklam olmuş sırtını yalamaktadır. Metin cep telefonunu açar, yayılan hafif ışığını Leyla’ya doğru tutarak “Leyla! Galiba kurtulduk…” der. Leyla’nın elinden tutan Metin, cep telefonunun hafif aydınlığında yürümeye başlarlar. Bir müddet yol aldıktan sonra tünel çatallaşır. Leyla, “Şimdi hangi taraftan gideceğiz?” diye sorar. Metin, elini önce tünelin birine sonra diğerine uzatır. Tünellerden birisinden gelen hafif esintiyi terlemiş eli hemen hisseder ve “şu taraftan.” der. Metin, “Camiyi yazın daha serin yapmak için yapılan bu tüneller umarım bizim kurtuluş yolumuz olur.” diyerek yürümeye devam ederler. Bir müddet sonra esinti iyice hissedilir. Metin, “Tünelin sonuna yaklaştık galiba Leyla.”der. Kurtulma heyecanıyla hızlanırlar. Fakat tünel iyice daralmaya başlar. Bebek gibi emekleyerek yürümeye başladıklarında sadece esinti değil denizin sahile vuran sesini de duymaya başlarlar. Lakin tünel iyice daralır. Yılan gibi sürünmeye başlar. Metin ağzına aldığı telefonla önlerine hafifte olsa aydınlatmaya çalışır. Santim santim ilerlemektedirler. Derin derin nefes almaya başlarlar. O esnada Metin’in ağzından telefonu düşer. Zifiri bir karanlığın içinde kalırlar. İyice yorulmuşlardır. Sadece ayak parmaklarının ucuyla vücutlarını ileri doğru yitebilmektedirler. Dakikalar birer asır gibi geçer. Taşlara sürtünen dirsekleri, sırtları soyulur. Leyla, boğuk bir sesle, “Nefes alamıyorum Metin! Geri döneceğim.” Der. Metin de cansız ve cılız bir sesle, “Lütfen dayan Leyla. İnan bana az kaldı.” der. Her ikisi de iyice yorulmuş, nefes alıp vermekte güçlük çekmektedirler. Neredeyse ölmeyi arzu eder bir hale gelen Leyla, Metin’in, “Işığı görüyorum Leyla!” diye seslenmesiyle adeta hayata tekrar döner. Çalı çırpı ve otlarla, ince fundalıklarla kaplı tünelin ucundan Metin, güçlükle çıkar. Tünelin ağzını biraz temizler, Leyla’nın da çıkmasına yardım eder. İkisi de hemen oraya uzanıp soluklanırlar. Metin, bu işi çözmeye kesin kararlıdır. Birkaç gün sonra Aziz Bey’in yanına gitmeye karar verir. Kitabın diğer cildinin onda olması, Süleymaniye külliyesi ile ilgili engin bir bilgiye sahip olması, her seferinde onları dikkatli olmaları hususunda kendilerini uyarması onun anlattıklarından çok daha fazla bilgiye sahip olduğunu düşünmesine sebep olur. Muhtemelen dostu Rasim Bey’in başına gelenlerin kızının da başına gelmesinden korkmakta bu sebeple de onun hayatına mâl olacak bir bilgiyi saklamaktadır. Geç bir vakitte Aziz Bey’in evine gider. Giriş kapısının baktığı sokak boyunca ardı ardına dizilmiş koyu renkli lüks araçlar Metin’in dikkatinden kaçmaz. Fakat bir mana da veremez. Genelde açık görmeye alışık olduğu dış kapı ise bu gece kapalıdır. Kapıyı uzun uzun çalarsa da cevap veren olmaz. Dönüp gideceği zaman içerden oldukça hafif klasik müziği andıran sesler duyar. Tekrar zile basar. Aziz bey’le görüşmeyi kafasına takan Metin, duvardan atlar ve içeri girer. Evin sadece bodrum katının zayıf ışıkları bahçeye vurmaktadır. Ön kapının zilini çalar, cevap veren olmayınca bahçe tarafına dolanır ve bahçe kapısını vurur. Kapının cam bölümlerinden bir insan siluetinin geldiği görülür. Suratı sert bir kaya parçasından biçilmiş zannedilen pehlivan yapılı, oldukça şık giyimli birisi kapıyı yavaşça açar. Buz gibi bakışlarla Metin’i süzer. İçeriden Aziz Bey’in sesi duyulur. Hafif öfkelidir. “Oğlum, kimmiş bu saatte gelen.” der. “Leyla Hanımla gelen beyefendi Aziz Bey.” Aziz Bey, karşısında Metin’i görünce çok şaşırır. Kekeleyerek, “Senin ne işin var burada.” der. Bir taraftan da kafasını dışarı uzatır etrafı kolaçan eder. Metin, Aziz Bey’in hem tedirgin hem şaşkın halini tuhaf bulsa da pek oralı olmaz davet edilmeden içeri girer ve “Aziz Bey! Sizinle bu akşam mutlaka görüşmemem gerekir.” der. Aziz Bey, “İsa! Metin Bey’i üst kata çıkar.” İsa, Metin Bey’i çalışma odasına çıkarır. Soğuk bakışlarla da onu bir kez daha süzer. Sonra odadan ayrılır. Metin, büyük çalışma odasının ahşap mobilyalarını incelerken çalışma masasının üzerindeki bir yüzük dikkatini çeker. Oldukça değerli ve antika olduğu anlaşılan yüzüğü alıp parmağına takar. Üzerinde iç içe geçmiş “x ve p” harflerini( )görür. Ayak seslerini duyduğunda ise hemen parmağından yüzüğü çıkarır ve yerine koyar. Az sonra içeri Aziz Bey girer. O şaşkın ve tedirgin halini ise hâlâ üzerindedir. Hafif öfkenin de hissedildiği bir ses tonuyla, “Bu gece ziyaretleri sizde alışkanlık haline geldi Metin Bey! Buyurun sizi dinliyorum. Biraz acele etmenizi rica edeceğim. Zira şu an pek müsait değilim.” der. O esnana içeri giren İsa, elindeki dosyayı Aziz Bey’in önüne koyar ve “İstediğiniz belgeler beyefendi. Yeni tamamladım” der. Aziz Bey bir taraftan dosyalara gözünün ucuyla bakarken 11 memnun bir yüz ifadesiyle, “Çalışkan ve becerikli bir insan kadar insana huzur veren bir şey olamaz.” der. İsa odadan çıkarken Metin’i bir kez daha derin ve manalı bir bakışla süzer ve gider. Hafif hafi öksürerek boğazını temizleyen Metin, “Aziz Bey; artık gizlemeye çalışmayın. Her şey aşikâr. Artık konuşun…” deyince Aziz Bey’in göz bebekleri büyür ve “Şey… Nasıl yani.” Metin devam eder, “Evet Aziz bey, pek çok şey biliyorsunuz. Bende bunun farkındayım. Ama artık yeter.” Aziz bey’in nefes alıp vermesi hızlanır. Kekelemeye başlar. Metin, “Tabi siz haklı olarak Rasim Bey’in kızının başına bir şey gelmesini istemiyorsunuz. Ama lütfen bildiklerinizi bize aktarın. Bize anlattıklarınız kadar, anlatmadıklarınızın da olduğunu çok iyi biliyorum. Lütfen. Rica ediyorum…” Derin bir nefes alan Aziz Bey, kendini toplar “Şey… Aslında doğru. Anlatmadığım daha pek çok şey var. Ama seninde dediğin gibi endişem sadece Leyla için değil. Senin için de kaygılanıyorum. Ne kadar az şey bilirseniz o kadar güvende olursunuz diye düşünmüştüm. Madem iş bu noktaya geldi. Ne yapalım… Seni de, Leyla’yı da bu dertten kurtaracağım. Bana güvenin.” Daha sonra sağ elinin başparmağı ile serçe parmağını halka yapar, diğer üç parmağını birleştirip başına doğru yaklaştırır ve “İzci sözü. Benden haber bekleyin” der. O esnada merdivenlerden konuşarak çıkan iki kişinin sesleri duyulur. Boğuk boğuk duyulan ses kapıya yaklaştıkça daha anlaşılır olur. Başı anlaşılamayan konuşmanın bir yerinde “…Dei’nin, sırrı çözmesine az kaldı.” diye bir söz işitilir. Aziz Bey, dışarıdan gelen seslere kulak kabartan Metin’in dikkatini kendi üzerine çekmek için hemen sesini yükseltir. Başka mevzulardan bahsetmeye başlar. Daha sonrada koluna girdiği Metin’i, balkona çıkarır. Hayatını tehlikeye attığını düşündüğü Leyla’yı mümkün olduğu kadar olayların dışında tutmaya karar veren Metin, Başka ipuçları bulmak ümidiyle gittiği Süleymaniye’de gezerken fil ayağının hemen arkasında birkaç kişinin konuşmasına kulak misafiri olur. Bozuk bir aksanla konuşan bu sesi unutması mümkün değildir. Hissettirmeden onları izler. Üç kişi, is odasına bakarak bir şeyler konuşmaktadırlar. İçlerinden bir tanesi eliyle is odasını işaret eder ve oraya doğru yürümeye başlarlar. Adamlardan birisi aksayarak yürümektedir. Onlar is odasına çıkan merdivenlerine doğru yürürken Metin takiptedir. Üç adam yukarı çıktıkların da o da çıkmak ister ama cesaret edemez. Bir kaç gün önce ellerinden alınan parşömenlerin adamlarda olup olmadığına bakar fakat göremez. On beşyirmi dakika sonra o üç adam aşağı iner. Yüzlerindeki ifadeden pek bir şey bulamadıkları anlaşılmaktadır. Gizemli o üç adamın, is odasına çıkmışları Metin’i şüphelendirir. Leyla’nın evine gitmeye karar verir. Leyla’ya Aziz Bey’i ne kadar tanıdığını sorar. Leyla, “Çocukluğumdan beri. Aile dostumuz, babamın sırdaşı. Dostlukları neredeyse yarım asra dayanır.” der ve aile fotoğraflarının bulunduğu albümü dolaptan alır. Pek çok fotoğrafta Rasim Beyle Aziz Bey yan yanadır. Fotoğraflardaki samimi pozları gören Metin, Aziz Bey hakkındaki şüphelerinin yersiz olduğunu düşünür. Leyla’nın “Neden sordun?” sorusunu, “Hiç…” demekle geçiştirir. Ama hâlâ aklı o üç kişidedir. İs odasına neden çıkmışlardır. Daha sonra tünelde söyledikleri o söz aklına gelir: “Teknoloji harika bir şey…” Masanın üzerinden kâğıt alan Metin bir şeyler yazar ve Leyla’ya gösterir: “Dinleniyor olabiliriz.” Metin, izin isteyip kalkacağı zaman ayağı koltuğun kenarında duran albüme çarpar. Yere düşen albümden birkaç resim yere saçılır. Özür dileyerek fotoğrafları albüme yerleştirmeye çalışırken gördüğü bir resim dikkatini çeker. Fotoğrafta Rasim Bey izci elbiseleri giymiştir. Yanındaki kişinin kim olduğundan emin olmak için Leyla’ya fısıltı şeklinde “Babanın yanındakini tam çıkaramadım.” deyince fotoğrafa bakan Leyla, –Metin’in eliyle sessiz söylemesini işaret ettiğinden– Metin’in kulağına, “Kim olacak Aziz Amcam…” Hiç bir şey söylemeyen Metin yerinden kalkar. Aziz Bey’in söylediği,“Seni de, Leyla’yı da bu dertten kurtaracağım. Bana güvenin.” Sözü aklına gelir. Leyla’ya kendisini takip etmesini eliyle işaret eder. Dış kapının önüne geldiklerinde kapıyı örten Metin, “Dikkatli ol Leyla. Benden başka hiç kimseyle bu konular hakkında konuşma. Bu iş nihayete erinceye kadarda bahsettiğin akrabalarında kal.” der ve gider. 12 Metin evine geldiğinde tüm yaşadıklarını bir kez daha gözden geçirir. O üç adamın peşlerine takılması, is odasına çıkmaları hep Aziz Beyle yaptıkları görüşmelerden sonra başlarına geldiklerini fark eder. Rasim Bey’in kanlar içindeki o fotoğrafında sağ eliyle yaptığı işaret, Leyla’nın evinde gördüğü izci fotoğrafları ve Aziz Bey’in “İzci sözü” diyerek kendini uğurlaması… Yarım asra yaklaşan bir dostluk… Böyle bir şey olabilir mi? diye düşünür. Hâlâ aklının almadığı bazı şeyler vardı. Bilgisayarın başına geçen Metin, arama motoruna iç içe geçmiş “x-p” harflerini yazıp enter tuşuna basar. Arama motorunun verdiği seçenekleri saatlerce tek tek inceler. Okudukları karşısında dehşete düşen Metin, damarlarındaki kanın çekildiğini hisseder. "İncillerin de kaleme alındığı dil olan Eski Yunanca da "x" harfi "khi", "ro" olarak okunan "p" harfi ise "re" sesine tekabül etmektedir. "XP" Yunancada "khristos" şeklinde yazılan Mesih'in kısaltmasıdır. Doğu Roma bu kısaltmayı, Hıristiyanlığı benimsemesiyle birlikte sembol olarak kullanmaya başlamış bundan bir haç modeli olan "khi ro haçı"nı çıkartmıştı. Bu haç tapınak şövalyelerinin Doğu Roma kökenli olanlar tarafından kullanılan bir semboldür. Rasim Bey’in, yıllarca arkadaşlık yaptığı bu insanın gerçek kimliğini anlayamamasını bir türlü aklı almayan Metin, bilgisayarının başında sabahlar. Sadece son hecelerini duyduğu “Dei”, kelimesini arama motoruna yazan Metin, şansını denemek ister. Bir müddet bekler, çıkan sonuçları tek tek tıklar. Arama motorunun “Opus dei” şeklinde verdiği bir sonucu açan Metin, okudukları karşısında şaşkına döner. “Opus Dei Tarikatı” Vatikan konseyi tarafından ilan edilen “Kutsallığa evrensel çağrı’nın” gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Bu inanışa göre bir gün tüm dünya Hıristiyan olacaktır. Opus Dei Tarikatı bu inancı gerçekleştirmek için her türlü yolu mubah gören oldukça gizemli bir teşkilattır. Metin, nasıl sarmal bir işin içine girdiklerini şimdi daha iyi anlar. Sadece kendilerinin değil belki akrabalarının dahi büyük bir tehlikenin içinde olabileceğini düşünür. kendilerini ortadan kaldırmayı sadece o tünellerde denemişlerdir. Şu ana kadar kendilerine bir şey yapmadılarsa muhtemelen o taşı bulamadıklarındandır diye düşünen Metin, kendi kendine konuşur: “parşömenler işlerine yaramadı zannedersem. Bu da demektir ki her an kapımız çalınabilir.” Biraz dinlenmek için kanepeye uzanan Metin, kitaptan çektirdiği fotokopileri inceler. Birden bir şey dikkatini çeker. Süleymaniye’nin duvarına kazınan güneş saati kitapta da gösterilmiş, bazı çizimler yapılmıştır. Hemen bilgisayarın başına geçen Metin biraz araştırma yapar. Süleymaniye’deki güneş saatinin şimdiki ve eski halini gösteren iki ayrı fotoğraf bulur. Renkli çekilmiş fotoğrafta sayılar, şekiller pek gözükmezken, oldukça eski olduğu anlaşılan siyah beyaz resimde rakamlar daha belirgindir. Eski resimde görüldüğü halde yeni resimde pek fark edilmeyen ayrıntılar Metin’in dikkatini çeker. Ertesi gün erkenden Süleymaniye’ye gitmeye karar verir ve bilgisayarını kapatma düğmesine basar. Bilgisayarın “Windows xp kapanıyor yazması Metin’e çok manidar gelir ve “Dünyaya bile onların penceresinden bakıyoruz.” der. Sabah erkenden Süleymaniye’ye giden Metin, caminin batı cephesinde bulunan güneş saatini inceler. Duvar çakılmış bir çocuğun parmağından biraz daha kalın iki demir parçasından biri, hafif aşağı doğru kavisli dururken diğeri onun yarım metre kadar solunda ve hafif aşağısında, kartal gagası gibi eğridir. Akrep ve yelkovan vazifesi gören bu iki çubuğun altında, yüzlerce yıldır güneşin altında esmerleşen taşların üzerinde sadece dikkatli bakışların görebileceği şekiller vardır. Tadilattan kalma olduğu anlaşılan bir kireç taşını, güneş saatinin etrafına iyice sürter. Taş üzerine yontulmuş, karardığı için görülemeyen şekiller ve sayılar yavaş yavaş belirmeye başlar. Çıkan şekil is odasında ve Süleymaniye’nin dehlizlerinde buldukları şekle benzemektedir. Hemen cep telefonu çıkarıp çıkan şekli çeker. Daha sonra çektiği fotoğrafı bilgisayarda büyüterek inceler. Sayılar, 13 harfler daha net görülür. Metin, öğle vaktine doğru tekrar is odasına çıkar. Biraz sonra vitray pencerede yazılı “Allah” lafzının, İs odasının küçük penceresinden süzülerek, duvardaki krokinin üzerine düştüğü kareyi işaretler. Akşam olduğunda ise Ay’ın parlak ışığı peygamberin isminin yazdığı vitraya vurur, is odasının ikinci penceresinden süzülerek krokinin üzerinde ki başka bir kareciğin üzerine düşer, o kareyi de işaretler. Diz üstü bilgisayarı açar, o işaretlediği karecikleri, fotoğrafla eşleştirir. Karşısına 66 ve 92 sayıları çıkar. Hemen aklına yazarın anlattıkları gelir. 92 rakamının ebcet hesabıyla “Allah”, 66 rakamının ise peygamberin ismine denk geldiğini hatırlar. Bu şifreler caminin geniş avlusunu işaret etmektedir. Ertesi gün üniversitedeki işlerini tamamlayan Metin, ikindiye yakın Süleymaniye’ye iner. Caminin avlusunu dikkatli gözlerle inceler. Fakat işine yarayacak bir şey göremez. Minarelere bakar. Yine yazarın minarelerde kullanılan sembollerle ilgili söylediklerini hatırlar. İs odasına düşen yansımalarla -66,92- minarelerin oranların aynı olmasının bir tesadüf olamayacağını düşünür. Ama bu şifreyi nasıl çözeceğini bilemez. Dün öylece bıraktığı duvarı temizlemek için güneş saatinin olduğu yere gider. Elindeki çantadan çıkardığı küçük bir fırça ile duvarı temizlemeye başlamışken minarelerden ezan sesleri yükselir. İkindi vakti girmiştir. Gayri ihtiyari, “Acaba ecdadımız bu güneş saatine bakarak vakitleri nasıl tespit ediyorlardı.” diye düşünürken o demir çubukların gölge boylarının 1,5 katı kadar uzadıklarını ve bir noktada çakıştıklarını fark eder. İçinden, “Demek, vaktin girdiğini böyle biliyorlar” der aklına bir şey gelir. “Acaba…” der, elindeki fırçayı atmasıyla cami avlusuna koşması bir olur. Güneşin batıya doğru meylettiği o ikindi vaktinde, güneybatı cephesindeki ve uzunluğu 92 arşın olan minare ile kuzeydoğu cephesindeki 66 arşınlılık minarelerin gölgelerin birleşerek tek bir minare gibi göründüğünü fark eder. Minarelerin alemindeki hilal, taç kapının üstüne düşer. Aynı saatlerde Leyla, özel eşyalarını almak için evine geldiğinde kapının açık olduğunu fark eder. Kapıyı hafifçe aralayıp içeri baktığında evin darmadağınık olduğunu fark eder. İçeri girer. Tüm odalar karıştırılmıştır. Kütüphanedeki panonun yerinden alındığını, kasanın açıldığını görür. Polisi aramak için telefonunu açacakken başına bir silah dayanır ve ağzı kapatılır. Akşam olduğunda Metin, tekrar Aziz Bey’in evine gider. Aziz Bey, Metin’i çalışma odasında ağırlar. Birkaç gün öncekine nazaran oldukça sakin ve kendinden emin bir hali vardır. Metin de bir koltuğa oturur ve "Khi Ro Haçı şövalyeleri” hakkında bir şey bilip bilmediğini sorar. Aziz Bey, bir anlık şaşkınlık yaşasa da gülerek, “Bu haç sembolü pek bilinmez. Nereden duydun?” diye sorar. Metin, duymadığını geçen akşam, masanın üstünde ki bir yüzükte gördüğünü ve biraz araştırma yaptığını söyler. Sonra, “Araştırdığım sadece o da değil. Bir de Opus Dei.” diyen Metin, “Benim anlayamadığım tarih boyunca Ortodoks Doğu Roma ile anlaşamayan Katolik Vatikan nasıl bir ortak paydada buluştuğu. Birde… Birde sizin bunlarla ne alakanız olduğu. Bu yaptığınız hainlik.” der. Kendinden emin, rahat tavrını bozmayan Aziz Bey, “Açık sözlülüğünü sevdim delikanlı. Yaşımız ilerledikçe dikkatimiz biraz zayıflamış. Olsun sona yaklaştık zaten.” der ve alaylı bir şekilde güler. Sonra ciddi bir tavır takınarak, “16 Mart 1920 de İstanbul işgal edildiğinde pek çok kişinin gözünden kaçan bir detay vardı. İşgal kuvvetleri komutanı İngiliz General Harrigton karaya beyaz bir atın üstünde çıktı ve İstanbul sokaklarını o beyaz atla gezdi. Üstelik o Protestan’dı. Bunun sebebini biliyor musun?” deyince Metin hayır manasına kafasını sallar. Aziz Bey, “Sizlerin hafızası oldukça zayıf. Ama biz ne İstanbul’u unutabildik ne de Ayasofya’yı… General Harrigton beyaz bir atla dolaştı çünkü Fatih de İstanbul’a beyaz atla girmişti. Bizler ortak duygularda birleşiriz.” der. Devamla, “Hainlik. Kime göre. Ben davama ihanet etmiş değilim. Noradungiyan Efendi de davasına ihanet etmedi. Bu isimde birisini hiç duydun mu? I.Balkan harbine damgasını vuran simalardandır kendisi. Ve o benim büyük dedemdir. O tarihlerde hariciye nazırı idi. Balkan savaşı çıkmayacağı garantisini vererek orduyu terhis ettiren odur. Balkan savaşında Bulgarlar Edirne’ye girince Bulgar kralını karşıladı. Selimiye camisini didik edenlerden birisiydi. 14 Metin, oldukça şaşırmış bir halde Aziz bey’i dinlemektedir. Aziz Bey, birazdan anlatacakları onu daha da şaşırtacaktır. “Soyadı kanunu çıktıktan hemen sonra Türkiye deki tüm nüfus daireleri yandı. Osmanlının tuttuğu kayıtlar kül oldu. Yeni kütükler yazılırken de yeni isimler ve soy isimleri aldık. Benim gibi yüzlercesi var. İsimlerimiz sizin gibi. Fakat aslında…” der. Metin, “peki, yıllarca dostluk yaptığınız bir insanı nasıl öldürebildin” diye sorar. Aziz Bey, onu öldürdüğümü de nerden çıkardın” deyince, Metin, “kendisi söyledi. Cesedini bulduğumuzda bir eliyle duvardaki resmi gösterirken diğer eliyle de izci selamı gibi büktüğünü fark ettik. Siz geçen gece beni izci selamıyla uğurlayınca…” Aziz Bey, “Ee…” der. Metin devam eder: “Leyla’nın evinde fotoğrafları incelerken Rasim bey’le sizin izci resimlerinizi gördük. Rasim beyin neden öyle yaptığını anladık. Katilini bize göstermek istemiş” der. Aziz Bey, “Aferin delikanlı. Polis olmalıymışsın. Aslında ona zarar vermek istemedim. Elindeki kitaptan bahsedince ona bir servet önerdim. Fakat o kabul etmedi. Israrım tehdide dönünce kitabı yetkililere vereceğini söyledi. Ne yazık ki… Onun için üzüldüm.” der. Metin,“ Tahminime göre Vatikan’ın gönderdiği taşın sırrını biliyorsun” der. Aziz Bey, “Evet… Bilen birkaç kişiden biriyim. Bu sır üst düzeydekilere söylenir. Taşın sırrını biliyoruz ama nerde olduğunu hala bulamadık.” Deyince, Bu taş neden bu kadar önemli diye soran Metin’e Aziz Bey, “Papa III. Paulus, sadece İstanbul’un ve Ayasofya’nın İntikamını almak istedi. Fakat biz hepinizden intikam alacağız. Siz ve kıbleniz…” der. Metin hiçbir şey anlamaz söylenenlerden. Daha sonra Aziz Bey, yeterince konuştuklarını söyler. Masanın kenarındaki zile basınca içeri iki kişi girer. Yanlarında elleri ve ağzı bağlı olduğu halde Leyla da vardır. “Muhtemelen sana tüm bunları neden anlattığıma şaşırmışsındır. Anlattım çünkü en iyi sır saklayanlar ölülerdir.” Der. “İkisini de bodruma götürün ve orada işlerini bitirin” dediği anda Metin, “O taşın yerini bulduğunu, Leyla’yı serbest bırakmaları karşısında göstereceğini söyler. Aziz bey; gülerek taşın yerini söylerse, ikisini de işkence etmeden öldüreceğini söyler. Süleymaniye’ye geldiklerinde vakit bir hayli ilerlemiştir. Avluya girerler. Aziz Bey gülerek “Mimar Sinan’ın yüzlerce yıl önce engel olduğu şeyi, gerçekleştirmek bize düştü. Tarihe geçmemize az kaldı.”der ve istavroz çıkarır. Daha sonra Aziz Bey’in işareti ile silahını Metin’e doğrultan iri yarı bir adam, “Haydi göster yerini” der. O esnada arka arkaya birkaç kez patlayan silah sesi duyulur. Aziz Bey’in adamları yere yığılırken, Aziz Bey, silahın soğuk namlusunu ensesinde hisseder. Yavaşça kafasını geriye çevirdiğinde gözlerine inanamaz: “İ… İsa… diye bağırır. İsa,“Aziz Bey, bu millet sizi bilmez mi sandınız. Siz bizim içimizdeydiniz bizde sizin…” der. Biraz sonra gelen polis onları araçlara doğru götürülürken, sütunların arkasından bir siluet belirir. Metin ve Leyla’nın yanına doğru yaklaşır. İsa geriye arkasına bakar ve başıyla selam verir, “Buyurun efendim” der. Metin ve Leyla da geriye dönünce yazarı karşılarında görünce şaşırırlar. Yazar, tebessüm ederek hafifçe başını eğerek onları selamlar. Metin yavaş yavaş Taç kapıya doğru yürür. (Diğerleri onu takip eder) Taç kapının hizasında ilerisinde şadırvanın hemen sağ tarafında bir mermer bloğun önünde durur. İsa’nın da yardımıyla taşı kaldırırlar. Bir tarafı beyaz renkte sıradan bir mermer gibi dururken bu taşın diğer yüzü yakut rengindedir. Tek parça bir bloktanmış hissi veren bu taşın iki ayrı renkten oluşması oldukça şaşırtıcıdır. Bu gizemli taş ters çevrilerek tekrar yerine konur. Yakut rengin içine oyularak yerleştirildiği anlaşılan zümrüt rengini andıran Haç şeklini görünce hepsi çok şaşırır. Metin, “Vatikan’ın büyük oyununu demek buydu!” der. Avludan çıkarlarken Metin’in caminin ilan panosundaki resim dikkatini çeker. Bu ilan, Kâbe’nin etrafındaki binaların yıkılıp, büyütüleceği haberini verdikten sonra yeni genişletilmiş halini gösteren temsili bir resimdir. 15
© Copyright 2024 Paperzz