En Az Üç Çocuk?! M. Aykut Attar Hacettepe Üniversitesi Verimli olun ve çoğalın! —Eski Ahit (Tekvin, 1: 22) Çok seven ve çok doğuran kadınlarla evlenin. Zira, ben, (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim. —Hz. Muhammed (aktaran: Ebu Davud, Nikah 4, 2050) Başlamış bir hamilelik sürecini doğrudan sonlandırmanın ve kürtajın, tedavi edici amaçlar için bile olsa, kesinlikle, çocuk sayısını belirlemenin meşru yollarından olamayacağını bir kez daha bildirmek zorundayız. —Papa VI. Paul (Humanae Vitae, Madde 14) Refah iktisadının klasik sorunsallarından biri nüfus politikasıdır. Kuramsal açıdan, nüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kişi başına ölçüsünü—en çok kılacak (sabit) bir nüfus düzeyinin veya (istikrarlı) bir nüfus artış hızının olup olmadığı ve bunların sayısal olarak—nokta ya da aralık hedefleri biçiminde—belirlenebilip belirlenemeyeceği sorularına odaklanır. Uygulama, ancak bu kuramsal soruların yanıtlarından hareketle, toplumu en iyi nüfus düzeyine veya en iyi nüfus artış hızına—veya bunların aralıklarına—ulaştıracak özgül politikalar geliştirilmesini gerektirir. En yüzeysel biçimde yaklaşıldığında, insan gücü toplumun üretici güçlerinin başında geldiği için, artan ya da yüksek bir nüfus düzeyi (bütünsel) maddesel toplumsal refahı artırıcı bir etkiye sahiptir. Her bir insan aynı zamanda beslenecek başka bir baş olduğu için ise, artan ya da yüksek bir nüfus düzeyinin maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerinde her koşulda net bir artış yaratacağı kolaylıkla garanti edilemez. En yüzeysel biçimde yaklaşıldığında bile göz ardı edilemeyen bu ikilik—yani artan ya da yüksek bir nüfus düzeyinin net etkisi konusundaki belirsizlik—maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerini en çok kılacak bir nüfus düzeyinin veya bir nüfus artış hızının gerçekten de var olabileceğini destekler. Güvenilir sayısal hedeflerin belirlenmesi, ancak, bu hedefleri çıktı olarak verecek modelin gerçeğin iyi bir yaklaştırması olmasını—örneğin, iş gücüne katılım oranını, yaşam beklentisi ile ölüm hızlarını ve ülkenin net göç durumunu dikkate almasını— ve karmaşık nedensellik ilişkilerinin belirlenebildiği bir çerçeveyi gerektirecektir. Üstelik, nüfus politikasının uygulaması, bir toplumun bireylerinin özgürce ve diğer bireylerin seçimlerinden bağımsızca aldıkları evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarının nasıl yeniden yönlendirilebileceği sorusuna yanıt bulunması gerekliliği nedeniyle de oldukça çetrefildir. Türkiye'de nüfus politikası sorunsalı geçen yıllarda yeni bir boyut kazandı: 2004 ve 2010 yıllarında Time dergisi tarafından “Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine dahil edilen Başbakan Erdoğan, Türkiye'de nüfusun yaşlanmasının ve doğurganlık hızının azalmasının— -1- ve buna bağlı olarak da nüfus artış hızının yavaşlamasının—beklenen (olumsuz) refah etkileri nedeniyle, yeni aile kurmuş vatandaşlarından en az üç çocuk sahibi olmalarını istiyor. Başbakan'ın, üstelik, bu konudaki yaklaşımında oldukça ısrarcı görünmekten rahatsız olmadığı da anlaşılıyor. En az üç çocuk konusunu onur konuğu olarak davet edildiği düğün törenlerinde dile getirmeye devam edişini medyadan takip ediyoruz. Birkaç yıl önce, bir iş adamları derneğinin toplantısında, iktisatçıları göreve çağırarak, şu minvalde konuşmuştu: Eğer Türkiye'yi seviyorsanız ve bu milleti seviyorsanız, hesaplamalarınızı iyi yapın. Bu ülkenin nüfusunu ancak bir ailenin en az üç çocuğu olursa genç ve canlı tutabilirsiniz. Aksi takdirde, bugün Batı'nın ağladığı gibi yarın biz de ağlayacağız. Almanya'yı ele alın. Çocuk başına para veriyor. Teşvik ediyor. [...] “Efendim, işte, imkansızlıklar...” “Efendim, biliyorsunuz, çok çocuk olunca tinerci oluyorlar.” Bunu diyen siyasetçiler ve cumhurbaşkanları var bu ülkede. Ben onlara sadece diyorum ki, “Siz neden tinerci olmadınız?” Bu yazı, Başbakan Erdoğan'ın söylemini ve iktisatçılara yaptığı çağrıyı ciddiye alarak, en az üç çocuk tartışmasının iktisadi bir değerlendirmesini sunuyor. Yazının amacı, en az üç çocuk tartışmasında, önyargılı biçimde, en az üç çocuk yanlısı ya da karşıtı bir tarafta olmak kesinlikle değildir. En az üç çocuk sahibi olunması düşüncesine, çünkü, çok farklı nedenlerle yanlı veya karşıt olabilirsiniz. İyi bir dindarsanız, örneğin, başlangıçtaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, çok sayıda çocuk sahibi olunmasından yana olmanız oldukça akla yatkındır. Dünyayı daha kalabalık bir yer haline getirmenin ciddi çevre sorunlarına katkıda bulunduğunu iddia edecek “geri dönüşümcü” düşünce için, aksine, çok sayıda çocuk sahibi olmak mutlaka kaçınılması gereken bir tercihtir. Özgürlükçü düşünenler, belki de tarafsız kalarak, çiftlerin yatak odasında olacak ve bitecekler hakkında politikacılara yüksek sesle düşünme şansı verilmesinden rahatsız olabilirler. Bu bakımlardan, Başbakan Erdoğan'ın söylemini ciddiye almak için, kendisinin İslamcı geçmişinden ve kendimizin onunkine benzeyen veya benzemeyen dünya görüşünden koşullanarak gizli ajanda paranoyası yapmanın, bize, en az üç çocuk tartışmasını somut biçimde çözüme bağlamak konusunda yardımcı olmayacağını baştan kabul etmek gerekir. Bu yazı, iktisadi tarihin özgül olguları ve tunçtan yasalarından hareket etmektedir; öncül ilkelerden ve güçlü gerekçelerden. Çünkü refah iktisadı bütünüyle normatif değildir. Yazı, öncelikle, gelişmiş ülkelerin tamamlamaya yakın oldukları uzun demografik geçiş sürecini ve bu ülkelerin karşı karşıya kaldıkları yaşlanan nüfus sorununu tanıtıyor. İkinci bölüm, Türkiye'nin nüfus dinamiklerinin diğer gelişmiş ülkelerinki ile olan karşılaştırmalı ve tarihsel bir özet çözümlemesinden hareketle, Türkiye'de aktif bir nüfus politikası uygulamasının gerçekten gerekli olup olmadığını soruyor. Ardından, yazı, sadece toplam doğurganlık hızının hedeflenmesi gibi dar kapsamlı bir nüfus politikası tasarımının, toplumsal refah amaçları için yetersiz ve hatta saptırıcı olacağını destekleyen bazı gerekçeleri özetliyor. Sonlandıran bölüm, Başbakan Erdoğan'ın ve AKP hükumetlerinin nüfus politikası yaklaşımlarının refah iktisadı açısından taşıdığı bir tutarsızlığa dikkat çekiyor. I Kolektif öğrenme ve bunun teknolojik sonuçları, insan türünün öyküsünü diğer tüm hayvanların öyküsünden çok çarpıcı biçimde farklılaştırdı: Beynin büyümesi, büyüyen beynin kullandığı enerjinin artması, iletişimin biçimselleşmesi ve dayanışmanın kurumsallaşması -2- gibi nedenlerle, Homo sapiens sapiens toplulukları faydalı bilgiyi nesil-içi ve nesiller-arası doğrultuda paylaşma ve, dolayısıyla, zaman içinde biriktirme yeteneği geliştirdiler. Süreğen biçimde biriken faydalı teknolojik bilgi süreğen biçimde artan maddesel refah olarak geri dönecekti, ancak bunun için, öncelikle, yeterince “zenginleşerek” nüfusun geçimlik düzey tüketim tuzağından—Thomas Malthus'un ünlü kuramındaki yoksulluk tuzağından—çıkmak gerekliydi. Avcı-toplayıcı topluluklarında ve tarım toplumlarında, sabit arzdaki toprağa ve doğal kaynaklara olan teknolojik bağımlılık nedeniyle, artan kişi başına verimlilik artan nüfus ve artan nüfus da azalan kişi başına verimlilik demekti. Uzun dönemde nüfus çok yüksek ölüm hızları nedeniyle ancak çok yavaş bir hızda ve istikrarsız biçimde artarken, ücretler geçimlik düzeyde takılı kalmıştı. Ücretlerin Tunç Yasası'ydı işleyen. Günümüz iktisadi gelişme kuramcılarının üzerinde henüz çok güçlü biçimde uzlaşmış olmadıkları mekanizmaların etkileşimi sonucunda modernite geldi. Endüstri Devrimi Batı Avrupa uluslarını yoksulluk tuzağından kurtarırken, nüfus düzeyleri Ücretlerin Tunç Yasası'nın son çevriminde kalıcı olarak artmaya—ve hatta hızlanarak artmaya—başladı. Kapitalizmin, üretim toprağın boyunduruğundan kurtuldukça, daha çok insanı istihdam etmeye ihtiyacı vardı ve bu daha çok insanların yetenekli olmaları bile gerekmiyordu. Ancak, ve ancak, teknolojik gelişme yeterince hızlandıktan ve makinelerde içerilmiş bilgi yeterince çoğaldıktan sonra yetenekli insanlara olan talep önemli hale gelecek ve bu da aileleri çok sayıda çocuk yapmak yerine daha az sayıda ancak eğitimli—ve, dolayısıyla, yetenekli— çocuklar “üretme”ye sevk edecekti. Sağlık Devrimi'nin etkisiyle hızla düşmekte olan ölüm hızları da doğurganlığı azaltıcı etkiye sahipti. Böylelikle, demografik geçişin ikinci aşamasında, doğurganlık azalmaya ve nüfus artış hızı düşmeye başladı. Zenginleşen uluslar yaşlanacaktı. Üstelik, sadece evlenme ve çocuk sahibi olmanın artan maliyetleri değil, yayılmakta olan ve kadının bir çalışan olarak özgürlüğünü öne alan “kültür” de bu geçişi destekleyecekti. Psikolojik bir sınır olarak aile başına iki çocuk bir tesadüf değildi. Öngörülebilir bebek ölüm hızları ve prezervatif çok şeyi değiştirmiş olmalıydı. Demografik geçişe ve iktisadi gelişmenin hızlanmasına ilişkin olgular, farklı toplumlar ve bunların ekonomileri için tek biçimli bir modernleşme olamayacağına inanan toplumsal bilimcileri kuşkuya sevk edebilecek kadar güçlü olan düzenlilikler gösterirler. 19. yüzyılın başına kadar, örneğin, kalabalık olmayan ve yoksul ulusların toplumları ve ekonomileri ile karşılaşırız—bugünün en gelişmiş olanları da dahil olmak üzere. Bu tarım toplumlarında, savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar gibi etmenler nedeniyle yüksek olan ölüm hızları ve yoksulluğun kendisi, bunlara doğrudan tepki veren doğurganlık hızlarının da yüksek olmalarına neden olmuştur. Doğurganlığın Endüstri Devrimi ile gelen zenginleşmeye ilk birkaç nesilde verdiği tepki ülkeler arasında farklılaşsa da—İngiltere'de 17. yüzyılın ortalarından 1820ler'e kadar artan, ancak Fransa'da Endüstri Devrimi öncesinde bulunduğu yüksek düzeyde kalan doğurganlık hızlarında olduğu gibi—teknolojik gelişmeye dayalı zenginleşmenin süreğenleşmesi, hem evlilik ve ilk çocuk yaşlarının artmasına, hem de toplam doğurganlık hızının azalmaya başlamasına yol açmıştır. İngiltere'de, örneğin, 18. yüzyılın başlarında 4.50'nin biraz üzerinde olan toplam doğurganlık hızı, takip eden yüz yılı aşkın süreçte tarihsel açıdan en yüksek değeri olan 5.70'e kadar yükselmişse de, 20. yüzyılın başında 4.00'ın ve 21. yüzyılın başında da 2.00'ın altına düşmüştür. Gelişmiş dünyaya ve özellikle Avrupalı uluslara korku veren olgu, toplam doğurganlık hızlarının, nüfus düzeyini uzun dönemde ve düşük düzey ölüm hızları altında sabit kılacak olan 2.05 düzeyinin—İngilizce replacement level olarak adlandırılan düzeyin—oldukça altına inmiş olmasıdır. Bugün, Avrupa'da, Türkiye dışlandığında, toplam doğurganlık hızı 2.05'in üzerinde olan bir ülke yoktur ve Avrupa Birliği ülkelerinin ortalama toplam doğurganlık hızı -3- 1.50'ye kadar düşmüş durumdadır. Birleşmiş Milletler'in 2004 yılında yayınlanan 2300'e Doğru Dünya Nüfusu raporundaki tahminlere göre, demografik geçişin öncüsü Avrupa'da, nüfus, 2050 yılına kadar sürecek bir azalma eğilimine sahip olabilir. Eğer yerleşik toplumsal güvence sistemleri, kimilerinin iddia ettiği gibi, yaşlanan nüfusun ve artan bağımlılık oranlarının olumsuz refah etkileri ile mücadele etmeye hazır durumda değillerse, Avrupa'yı gerçekten de zor birkaç on yıl bekliyor olabilir. II Türkiye'nin deneyimi, bölgesel farklılıklar göz ardı edildiğinde, gelişmiş ülkelerin önceki deneyimlerinden gerçekten farklı değildir. Başkent Üniversitesi'nden Şeref Hoşgör ve ODTÜ'den Aysıt Tansel'in hazırladıkları 2050'ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim raporunda da belirtildiği gibi, Türkiye'de, toplam doğurganlık hızı, 1923-1955 döneminde 5.50'den 7.00'a doğru artmış, sonrasında, hızlanan iktisadi büyüme ve gelişmeye ve yükselen şehirleşme ve endüstrileşmeye koşut olarak, hızlı bir azalış eğilimine sahip olmuştur. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü'nün 2008 yılı Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması'nda, toplam doğurganlık hızının 1978'de 4.33, 1988'de 3.02, 1998'de 2.61 ve 2008'de 2.16 olarak tahmin edildiği belirtilmektedir. İktisadi gelişmenin karmaşıklığını doğru biçimde anlamak konusunda iktisatçılar bile her zaman çok başarılı olmadıkları için, doğurganlık hızlarının 2.05'in altına inmesine aceleci bir doğurganlığı artırma yanlısı tepki veren nüfus politikacısının tutumunda aslında şaşılacak bir durum yoktur. Oysa, soru, toplam doğurganlık hızı 2.05'in altına indikten sonra 1.50'ye yaklaşarak azalmakta iken, maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerindeki değişimin ne yönde olacağı sorusudur. O halde, karşılaştırmalı bir nüfus ve refah çözümlemesine—çok basitçe de olsa—başvuruda bulunmak gerekmektedir. Türkiye verileri toplam doğurganlık hızının 1978'ten 2008'e kadar olan 40 yıllık dönemde, 4.33'ten 2.16'ya indiğini—yani yaklaşık olarak iki kat azaldığını—gösteriyor. Angus Maddison'ın verilerine göre, bu 40 yıllık dönemde, Türkiye'nin nüfusu—ölüm hızlarındaki hızlı azalmanın baskın etkisiyle—yaklaşık 43 milyondan yaklaşık 76 milyona yükseldi. 1.75 katlık bu nüfus artışına rağmen, Angus Maddison'ın Türkiye verileri, enflasyon ve kur değişimlerinden arındırılmış—yani gerçel—kişi başına yurtiçi ürünün aynı dönemde yaklaşık olarak 1.90 kat arttığını gösteriyor. Gerçel kişi başına yurtiçi ürünün, var olan başka ölçütler arasında, neden göreli olarak iyi bir refah göstergesi olarak kabul edilmek zorunda olduğunu anlamak gerekir: Öncelikle, toplumsal refahın ideal kişi başına ölçüsü gerçel kişi başına yurtiçi ürün değildir. Dünya Bankası, örneğin, ünlü Dünya Gelişme Göstergeleri veri bankası ile, sağlık, çevre, eğitim, tarımsal gelişme, yoksulluk ve bilimsel ve teknolojik gelişme gibi başlıklar altında, toplamda 800'ü aşkın toplumsal refah göstergesinin izini sürmektedir. Gerçel kişi başına yurtiçi ürün değişkenini—en azından maddesel—toplumsal refahın iyi bir ölçüsü kılan olgu, değişkenin bazı önemli gelişme göstergeleri ile güçlü ve istatistiksel açıdan anlamlı birer korelasyon ilişkisine sahip olmasıdır. Çok yeni bir çalışmada, Stanford Üniversitesi'nden iktisatçılar Charles Jones ve Peter Klenow, toplumsal refahın, (i) yaşam beklentisine, (ii) tüketim düzeyine, (iii) çalışmadan geçirilen zamana ve (iv) yurtiçi gelir eşitliliği düzeyine bağlı olan bir istatistiksel ölçüsünü hesaplayarak, 134 ülke için, bu geniş refah ölçüsünün gerçel kişi başına yurtiçi ürün ile güçlü biçimde ilişkili olduğunu doğrulamaktadırlar. Ayrıca, Birleşmiş Milletler'in İnsani Gelişme Endeksi de gerçel kişi başına yurtiçi ürün ile güçlü biçimde ilişkilidir: İnsani gelişmede en öndeki ülkeler en zengin olanlardır; ya da tam tersi. -4- İngiltere'nin kabaca 1890-1930 yıllarını kapsayan demografik geçişine Türkiye'nin 1978-2008 geçişi ile karşılaştırılmalı olarak bakmak aydınlatıcı olacaktır. İngiltere'de 19. yüzyılın sonunda toplam doğurganlık hızı yaklaşık olarak 4.30 düzeylerindedir ve takip eden 40 yıl içinde yaklaşık olarak 2 kat azalarak, Bebek Patlaması'ndan önce, 2.10'a yakın bir düzeye düşmüştür. Soru, İngiltere'nin nüfus ve gerçel kişi başına yurtiçi ürün (veya gelir) düzeylerinin bu 40 yıllık dönemdeki büyüme eğilimlerinin Türkiye'nin 1978-2008 deneyimine benzer olup olmadığıdır. 1891 ve 1931 sayımlarına göre, İngiltere'nin nüfusu 1891'den 1931'e yaklaşık olarak 1.38 kat artmıştır. Diğer yandan, California Üniversitesi Davis'ten Gregory Clark'ın derlediği kişi başına gerçel gelir endeksi, aynı dönemde, yaklaşık olarak 1.30 kat artış göstermektedir. O halde, İngiltere de, toplam doğurganlık hızının keskin biçimde azaldığı 40 yıllık bir dönemde, sadece nüfusunu değil, gerçel kişi başına gelirini de artırmayı başarmıştır. Ya daha sonrası? Acaba İngiltere'de toplam doğurganlık hızının Bebek Patlaması'ndan sonra sürdürdüğü kalıcı düşüş eğilimine eşlik eden nüfus ve gerçel kişi başına yurtiçi ürün örüntüleri nasıldır? Büyüme katsayıları ne yönde değişmiştir? Nüfusun yaşlanmasının elimizdeki refah göstergesi ile olan uzun dönemli hareketi ne yöndedir? Gregory Clark'ın verilerine göre, İngiltere'de gerçel kişi başına gelir ve gerçel ücret düzeyleri, 1950-59 onyılından 2000-08 zaman aralığına değin sürekli olarak artmış ve büyüme katsayıları, sırasıyla, 2.98 ve 3.48 olmuştur. Başka deyişle, nüfusunun hızla yaşlandığı ve toplam doğurganlık hızının 2.05'in oldukça altına doğru azaldığı yarım yüzyıl boyunca, İngiltere'de gerçel kişi başına gelir yaklaşık olarak 3 kat ve gerçel ücret yaklaşık olarak 3.5 kat artmıştır. Nüfusun da, azalan bir hızda da olsa, kalıcı olarak arttığını ve 50 milyon düzeyini geçtiğini biliyoruz. Karl Marx'tan değilse, demografik geçişte önde olan bir ulus olarak İngiltere, geride olan Türkiye'ye, Türkiye'nin kendi demografik geleceğinin bir örneğini göstermiştir. Türkiye'yi neyin beklediğine de bu noktada dikkat çekmek gerekiyor: Şeref Hoşgör ve Aysıt Tansel'in 2050'ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim raporunun nüfus büyümesi açısından en karamsar öngörüleri—yani nüfusun artması beklenebilecek en düşük hızda artacağı senaryonun çıktıları—Türkiye nüfusunun beş yıllık aralıklarla ölçüldüğünde sürekli olarak artarak 2050 yılında 95 milyon civarında olacağını göstermektedir. 2050 yılında ulaşılması beklenen toplam nüfus düzeyi, orta düzey öngörülere göre ise, 100 milyon civarındadır. Aynı orta düzey öngörüler—ki bunlar nüfusbilim ilkeleri açısından en güvenli biçimde dikkate alınabilecek öngörülerdir—toplam doğurganlık hızının ancak 2050'de 1.85 düzeyine düşmüş olacağı yönündedir. Benzer öngörülere Birleşmiş Milletler'in 2300'e Doğru Dünya Nüfusu raporunda da yer veriliyor: 2000 yılında dünyanın en kalabalık 15. ülkesi olan Türkiye'nin, 2050 yılında dünyanın en kalabalık 19. ülkesi olması bekleniyor. Yani 50 yıllık bir hızla azalan doğurganlık süreci boyunca, Türkiye'nin, “En Kalabalık Ülkeler” listesinde sadece dört sıra gerilemesi öngörülüyor. Bu yönde öngörülerin, Türkiye'de doğurganlığın azalmasından endişe duyarak “Doğurganlık artmalı!” diyen nüfus politikacısının elini zayıflatan öngörüler olduklarını görmek gerekir: Önümüzdeki 40 yıl boyunca, Türkiye'nin toplam doğurganlık hızının, bugün Batı Avrupa uluslarına korku veren 1.50 ve 1.30 gibi çok düşük düzeylerin yanına bile yaklaşmayacağı beklenmektedir. O halde, Türkiye'de aktif bir nüfus politikası uygulanması gerekip gerekmediği, en azından özgürlükçü bir bakış açısından yaklaşıldığında, oldukça yerinde bir sorudur. Demografik geçiş sürecinin sadece kültürel etmenlerle açıklanamayacağına ek olarak, teknolojik gelişmenin hızlanması ve Batı Avrupalı olmayan uluslara yayılmasının çekirdek öykünün bir parçası olduğunu kabul etmek zorundayız. Yeni üretim teknolojilerinin birim işgücü verimliliğini uzun dönemde kalıcı biçimde artırmaya -5- devam ettiği bir ülke olan Türkiye'de, doğurganlığın azalmasına eşlik eden bir kişi başına zenginleşme sürecinin uzun dönemde devam etmeyeceğine gerekçesizce inanmak ve, dolayısıyla, karamsar olmak için, iktisadi gelişme ve demografik geçiş ile bunların nesnel tarihleri hakkında oldukça bilgisiz olmak gerekmektedir. Bugünün bütün gelişmiş uluslarının tarihleri, yenilik yaratıcı (girişimci) bireylerin şehirli nüfus içindeki paylarının artması ile bu şehirli bireylerin büyükbabaları ile büyükannelerinden ve babaları ile annelerinden daha az sayıda çocuk sahibi olmayı seçmelerine ve teknolojik gelişmenin meyvelerinden daha çok faydalanabilmelerine tanık olmuştur. O halde, teknolojik gelişme motorunu çalışır durumda tutmayı sağlamak ve insanların çocuk sahibi olma kararlarını kendilerine bırakmak, politikacı açısından, yaşlanan nüfusun ve azalan doğurganlığın olumsuz refah etkilerini gidermenin etkin ve etkili bir yolu olabilir. III Türkiye'de doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikasına gerçekten gerek olup olmadığı sorusu, şu ikinci soruyu ortaya çıkarmaktadır: (Türkiye'de) doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikasının tasarımına ilişkin zorluklar nelerdir? RAND Kurumu Avrupa biriminin 2005'te yayınladığı Nüfus Çöküşü? Avrupa Birliği'nde Düşük Doğurganlık ve Politika Tepkileri adlı araştırma özeti, nüfus politikasına ilişkin zorluklar konusunda, önemli bilgiler sunuyor. Avrupa Birliği ülkelerinin deneyimlerinden hareketle, özet, ulusal politikaların doğurganlık düşüşlerini yavaşlatabileceğine ve fakat tekil bir politikadan her koşulda olumlu sonuç beklenmemesi gerektiğine dikkat çekiyor. Özet, ayrıca, belirli bir ülkede olumlu sonuç veren bir politikanın başka bir ülkede başarısız olabileceğini ve bazı toplumsal ve iktisadi koşulları iyileştirme amaçlı politikaların doğurganlığı dolaylı olarak etkileyebileceğini vurguluyor. Özetin ana düşüncesine göre ise, (i) farklı hükumet politikaları arasındaki ilişkiler, (ii) makro koşullar ve (iii) hanehalklarının demografik davranışları, doğurganlığın belirlenmesinde ortak rol oynamaktadırlar. Doğurganlığın artırılmasını hedefleyen bir nüfus politikasının tasarlanmasındaki ana zorluk, işte, bu ortak rolün deşifre edilmesidir. Bu deşifre etme ödevini somutlaştırmadan önce, ancak, sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir politikanın iki tartışmalı yönüne—bebek ölüm hızının önemine ve bebek patlamalarının uzun-dönem sonuçlarına— değinmek gerekmektedir. Bebek ölüm hızı, nüfus artış hızını, tıpkı doğurganlık hızları gibi doğrudan etkilemektedir ve Türkiye'nin nüfus artış hızının düşük olmasının çok önemli bir nedeni de oldukça yüksek düzeydeki bebek ölüm hızıdır. Birleşmiş Milletler Nüfus Birimi verilerine göre, 2005-2010 döneminde, Türkiye, 1000 bebekte 24.02 ölüm ile, bebek ölüm hızının en düşük olduğu ülkeler listesinde 115. sıradadır. Korkutucu olduğu kadar utanç verici bir kayıt olmalı bu. Aysıt Tansel ve Şeref Hoşgör'ün orta düzey öngörüleri, 2050 yılına uzanan süreçte, bebek ölüm hızının sürekli olarak azalacağını ve 2050 yılında 1000 bebekte 7.10 ölüme ulaşacağını göstermekteyse de, bu düzey, gelişmiş ülkelerin neredeyse tümünün 2005-2010 döneminde ulaşmış oldukları bebek ölüm hızlarından bile daha yüksektir. Başka deyişle, eğer sorun gerçekten de nüfus artış hızının azalması ise, doğurganlığın bugünkü ivmesiyle azalmaya devam edeceği 40 yıllık bir süreçte, bebek ölüm hızının öngörülenden daha hızlı biçimde azaltılmasına yönelik aktif sağlık politikaları oldukça etkili olabilir. O halde, şu soru, bir kez daha sorulmalıdır: Neden sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir nüfus politikası? -6- Doğurganlığın artırılmasına yönelik politikanın olası sonuçlarından biri de, örneğin 2016-2020 yılları arasında doğan çocukların toplam sayısının, önceki beş yıllık dönemlerde doğanların sayısından önemli ölçüde yüksek olmasıdır. Başka deyişle, doğurganlığı artırma yanlısı politika, Türkiye'ye birkaç bebek patlaması nesli hediye edebilir. Bebek patlaması nesilleriyle ilgili sorun, bağımlılık oranının, bebek patlaması nesillerinin yaşlanıp emekli olmaya başlamalarıyla birlikte göstermesi beklenebilecek hızlı artış eğilimidir. Azalan doğurganlık ve artan yaşam beklentisi, bağımlılık oranının, demografik geçiş süreci boyunca artmasını açıklarken, bebek patlaması nesillerinin emekli olmaya başlamaları bu artışın hızını çarpıcı biçimde yukarı çekebilir. Birleşik Devletler Toplumsal Güvence Yönetimi'nin 2007 yıllık raporundaki verilere göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde, 65 yaş ve üstündeki (çalışmayan) nüfusun 20-64 yaşlar arasındaki (çalışan) nüfusa oranı olarak tanımlanan yaşlı bağımlılık oranı, 1950'den 2000'e sadece % 6 artarken, Bebek Patlaması nesillerinin emekliye ayrılacakları 2010 sonrası dönemde yaşlı bağımlılık oranındaki artış hızlanacak ve oran 2030 yılında % 35 düzeyinde olacaktır. O halde, sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir nüfus politikasının tasarımının, bebek patlamalarının uzun vadedeki etkileri bağlamında da tartışılması gerekmektedir. Ayakları yere sağlam basan bir nüfus politikası, başka deyişle, uzun vadeli bir politika olmak durumundadır. Sorun, geri dönersek, bireylerin veya hanehalklarının, demografik davranışlar bağlamında, diyelim ki işsizlik ve enflasyon gibi makroiktisadi değişkenlere ve diyelim ki emeklilik yaşını ve hamilelik iznini düzenleyen farklı hükumet programlarına nasıl tepki verdiklerini belirleyebilmek sorunudur. Bu sorunu da, iki ayaklı bir sorun olarak ele almak aydınlatıcı olacaktır: Öncelikle, doğurganlığın artmasını sağlamaya yönelik nüfus politikasının uygulaması, çocuk sahibi olan çiftlerin çocuk sahibi olma davranışlarının yeniden yönlendirilmesini gerektireceğinden, politika yapıcı konumundaki karar vericilerin, doğurganlığı açıklayan ve gerçeğin yeterince iyi bir yaklaştırması olan—yani en azından sınanmış ve yanlışlanmamış olan—bir modele ihtiyaçları vardır. Bu bakımdan, geçen yüzyılın ikinci yarısında, Chicago Üniversitesi'nden Gary Becker'ın aile iktisadının öncülüğünde geliştirilen ve doğurganlık tercihlerini—ve ölüm oranlarına etki eden bireysel gıda harcamaları ve sağlık yatırımlarını—somut iktisadi (ve toplumsal ve kültürel ve biyolojik) temellere bağlayan biçimsel kuramlara, sorunun bu ayağının çözümünde, başvuruda bulunulması gerekmektedir. Diğer yandan, doğurganlık davranışını etkilemesi beklenecek makroiktisadi değişkenler ile politika yapıcının hedef ve araç değişkenlerinin nasıl etkileştikleri sorusu, en az doğurganlık davranışını neyin belirlediği sorusu kadar önemli olmalıdır. Genel denge çözümlemesinin önemini kavramış olan (refah) iktisatçılar(ı), sorunun bu ikinci ayağını neden bu şekilde somutlaştırmak gerektiğini anlayacaklardır: Günümüzde, makroiktisat kuramlarının çoğu, karmaşık nedensellik ilişkilerinin kuramcı tarafından açıkça belirlenebilmelerine olanak tanıyan bir “kapalı evren” modelciliği üzerinde inşa olmaktadırlar. Thomas Malthus'un kuramında nüfus ve verimlilik arasındaki iki yönlü nedenselliğin belirlenebilmesi buna örnektir. 1950ler'de, Stanford Üniversitesi'nden Kenneth Arrow ve California Üniversitesi Berkeley'den Gérard Debreu, Leon Walras'ın genel denge kuramını genelleştirip güçlendirdiler. Geçen zamanda, yeni (analitik veya hesaplamalı) çözüm yollarının uygulanmalarına da olanak tanıyan genel denge modelciliği, özellikle refah iktisadının ana yöntembilimsel yönelimlerinden biri haline geldi. Gerçekliğin yeterince iyi bir yaklaştırması olabilen bir davranışsal genel denge kuramını özenle kurmak ve çözümlemek, güvenilir (politika) öngörüler(i) yapmanın, gerçekten de, tek iyi yolu olabilir. Bunun nedeni, Chicago Üniversitesi'nden Robert Lucas'ın ünlü eleştirisi ile ortaya koyduğu üzere, bireylerin, politika yapıcının eylemlerine, politikanın etkisini ortadan kaldıracak yönlü tepkiler geliştirebilecek olmalarında yatar. Dolayısıyla, bireysel davranışların politikanın kendisi—ve zamanla değişkenlik göstermesi beklenebilecek diğer makroekonomik -7- koşullar—ile nasıl değişeceğini dikkate almayan çözümlemeler en azından yanıltıcı olma olasılığı taşırlar. Burada, ancak, davranışsal temelleri olan genel denge modellerine yüklenen vurgunun, nüfus politikası tasarımında modelciliğe koşulsuzca güvenmemize yetecek kadar güçlü bir vurgu olmadığını belirtmek gerekir. İki neden var: Birincisi, Minnesota Üniversitesi'nden Larry Jones, Iowa Üniversitesi'nden Alice Schoonbroodt ve Mannheim Üniversitesi'nden Michele Tertilt'in 2011 yılında yayınlanan Doğurganlık Kuramları: Bunlar Negatif Doğurganlık-Gelir İlişkisini Açıklayabiliyorlar Mı? adlı çalışmalarında gösterdikleri üzere, doğurganlığın davranışsal kuramları, doğurganlığı açıklayabilmek için bazı özel varsayımlara ve ön kabullere dayanmaktadırlar ve çoğu gerçekçi olmayan bu varsayımlar ve ön kabuller nedeniyle, yerleşik doğurganlık kuramlarına olan güven tam değildir. Geçen on yıllık sürede, Brown Üniversitesi'nden Oded Galor ve David Weil'in öncü çalışmaları ile başlayan ve iktisadi gelişmenin çok uzun dönemdeki örüntü ve düzenliliklerini bütünsel bir çerçeve içinde açıklamak amacında olan bir araştırma programı, doğurganlığın davranışsal kuramlarından doğrudan faydalanarak, teknolojik gelişme ve demografik geçişi—çok yerinde tarihsel gerekçelerle—birbirlerine içselleştirdi. Ancak bu araştırma programından kuramcıların doğurganlığı açıklamış olmak için benimsedikleri varsayımlar yeniden gözden geçirilmedikçe, programın nüfus politikası tasarımına kılavuzluk etme rolünün tamamlanmış olmayacağı anlaşılıyor. Bundan daha zorlu görünen ikinci neden ise şu: Bugüne kadar önerilmiş ve teknolojik gelişmeyi demografik geçişe içselleştirmiş olan nüfus kuramlarının neredeyse tümü, nüfusun sonsuza kadar sürekli olarak artmasına olanak tanımakta ve/veya nüfus düzeylerinin uzun dönemde içsel olarak nasıl sabitleneceği sorusuna yanıt vermemektedir. Başka deyişle, nüfus politikası tasarımında en faydalı olabilecek kuramların büyük çoğunluğu, dünyanın sonlu bir (insan) taşıma kapasitesine sahip olduğunu yok saymak suretiyle, uzun dönemde sabitlenmeleri beklenen nüfus düzeylerini açıklayamamaktadırlar. Duke Üniversitesi'nden Pietro Peretto ve ETH Zürich'ten Simone Valente'nin, 2001 tarihli Sonlu Bir Gezegende Büyüme: Uzun Dönemde Kaynaklar, Teknoloji ve Nüfus adlı makalelerinde tanıttıkları modelin, ancak, bir istisna olarak önemine dikkat çekmek gerekir. Pietro Peretto ve Simone Valente, kaynak kıtlığının nüfusu uzun dönemde sabitleme eğilimini nüfus ve teknoloji arasındaki etkileşimleri de dikkate alarak kuramsal olarak çözümlemektedirler. Buna göre, artan nüfusa bağlı olarak artan kaynak kıtlığının kaynak fiyatı etkisi, nüfusun tarihsel zaman sonsuza gitmeden önce sabitlenmesini açıklarken, sabit nüfusun sürekli olarak teknolojk gelişmeye yatırım yaparak refahını artırmayı başardığı bir uzun dönem dengesi istikrarlıdır. Nüfus politikasının, (i) kaynak kıtlığının etkilerini göz ardı etmeyen, (ii) nüfus düzeyi ile teknolojik gelişme arasındaki etkileşimleri açıkça dikkate alan ve (iii) doğurganlığı açıklamak için benimsediği can alıcı varsayımlar yeterince gerçekçi olan yeni genel denge modelleri üzerinde inşa olması gerektiği açık. Eğer nüfus politikası gerçekten gerekliyse ve aktif nüfus politikası uygulaması ile amaçlanan havada kalan boş laflar üretmekten daha fazlasıysa, nüfus politikası tasarımcıları, farklı hükumet politikaları arasındaki ilişkilerin, makro koşulların ve hanehalklarının demografik davranışlarının ortak rolünü, ancak bu temel niteliklere sahip modellerin genişletilmesi ile deşifre edebilirler. IV İktisatçılar şöyle der: Bedava öğle yemeği yoktur. Serbest mal olmadıkları tartışma götürmeyenler dışında kalan solunabilir hava gibi “mallar” bile, kirlilik sınırlarını aşma riskiyle karşı karşıya olduğumuz için bedava değildir. Bedava yaşamıyoruz, kısacası. -8- Doğurganlık tercihlerini somut iktisadi temellere bağlayan biçimsel kuramların en önemli ortak niteliği, (aile kurma ve) çocuk sahibi olma kararını yöneten fayda ve maliyet bileşenlerini birbirinden ayrıştıran yaklaşımlarıdır. Buna göre, doğurganlık, insanların üremekten ve çocuk yetiştirmekten elde ettikleri haz (ve başka maddesel ya da kültürel güdüleyenler) ile ailenin geliri ve çocuk sahibi olmanın ve o çocuğu reşit bir birey olarak topluma kazandırmanın parasal maliyetine bağlıdır. Başbakan Erdoğan'ın ve AKP'nin nüfus politikasına yaklaşımlarındaki tutarsızlık, doğurganlığın maliyet muhasebesinde somutlaşıyor: Bir yanda, vatandaşlarına, şimdi tercih ediyor olduklarından, ortalamada, daha fazla sayıda çocuk tercih etmelerini salık veren—ve 2004 ve 2010 yıllarında Time dergisi tarafından “Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine dahil edilmiş olan—bir başbakan var. Diğer yanda, bu başbakanın genel başkanı olduğu ve uzun yıllardır iktidarda olan parti, bireysel özgürlüklerden taviz verilmeden artırılacak olan doğurganlığın ek maliyetinin finansmanına katkı yapmak konusunda hiçbir yasal adım atmamış durumda. Sadece, vaat bile olamamış mırıldanmalar var politikacıların ağzında: en az üç çocuk yapan çiftlere verilebilecek ödüller gibi. En az üç çocuk tartışmasının yukarıdaki iktisadi değerlendirmesi, politikacıların gerçek niyetlerini sorgulamayı ve sadece doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikası uygulamasının olabilirliğinin ve arzulanırlığının diğer yönlerini, başka toplumsal bilim alanlarından araştırmacılara ve eleştirmenlere bırakıyor. İktisatçı aklının ve iktisadi tarih deneyiminin çok güçlü biçimde desteklediğini, ancak, bir kez daha vurgulamak gerekmektedir: Türkiye'nin uzun dönem nüfus öngörüleri, ülkenin nüfus artış hızının yavaşlaması sorununun, gelişmiş ülkelerin önceki dönemde deneyimledikleri sorundan gerçekten farklı olmadığını ve, üstelik, toplam doğurganlık hızındaki düşüşün, gelişmiş ülkelerde kaydedilen düşüşlerden daha az olarak kalacağını gösteriyor. Türkiye'deki yüksek bebek ölüm oranları, nüfus artış hızındaki azalma ile mücadelede, politikacılara net bir hedef tayin ediyor: doğan bebeklerin çok daha fazlasını hayatta tutmak! Bu bakımdan, politikacıların, sadece doğurganlığın artırılmasını hedefleyen bir politikada ısrar etmektense, gerekli sağlık politikalarını tasarlamak ve uygulamak ile de meşgul olmaları gerektiği apaçık ortada. Aklı başında bir refah iktisadı bütünüyle normatif olarak kalamayacağı için, Türkiye'nin güncel demografik gelişmelerinin toplum için “en iyi” olmadığını göstermek ve “en iyi”ye ulaşmak için hangi yönde değişimlerin gerektiğini bulmak, özünde, bir kuramsal sorundur. Bu nedenle, politika yapıcıların, yerleşik kuramların ancak çok küçük bir kümesinin aktif bir nüfus politikası tasarımında yol gösterici olabilecek kadar sağlam olduğu gerçeğiyle de yüzleşmeleri gerekiyor. Dileğim o ki, iktidara geldiği günden bu yana “En az üç çocuk!” ısrarından vazgeçmeyen Başbakan Erdoğan, söylemini ciddiye alan ve niyetini sorgulamayan buna benzer (iktisadi) değerlendirmelere daha sık rastlasın ve onları ciddiye alarak niyet sorgulaması yapmasın. -9- Alternatif Teknolojilerin İdeolojik Açılımları Sevgi Taşkın Abant İzzet Baysal Üniversitesi İnsanlık tarihinde toplumsal yaşamın gelişim çizgisi içinde iletişim, insanı diğer canlılardan ayıran bir olgu olması bakımından önemlidir. Bundan dolayı iletişimin temel aşamaları pek çok sosyolojik çalışmanın da ele aldığı önemli konuların başında yer alır. İletişim teknolojileri ise bize insanlık tarihinin öyküsünü verir. Bu çalışma, alternatif teknolojik değişimlerin toplumsal yapıda nasıl bir dönüşüm hedeflediklerini anlamak amacıyla yapılmıştır. Bu nedenle başlangıçta iletişimin temel aşamaları konusu ele alınmıştır. Çalışmanın kurgusu üç kitap üzerinden farklı bakış açılarının karşılaştırmalı olarak iletişim teknolojileri kapsamında toplumsal dönüşüm üzerine yapılmış olan yorumlarını değerlendirilmek üzere oluşturulmuştur. Bu kitaplardan ilki McLuhan’ın Gutenberg Galaksisi isimli kitabıdır1. İkincisi David Dickson’un Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları isimli kitabıdır2. Sonuncu olarak da üç yazarlı bir kitap aracılığıyla emek cephesinden geliştirilmiş farklı bir model arayışı ele alınmaktadır3. Bu kitapların konu edindiği alanlar için de son derece önemli bir yer tutan kitle iletişim araçlarının bir eleştirisinin yapılması için bu araçların temel işlevlerini kısaca belirlemek de çalışmanın bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Kitle iletişim araçlarının genel olarak işlevlerinin belirtilmesinden sonra, bu işlevleri esas alarak, bu araçların birey ve toplum üzerinde olumlu etkilerinin olduğunu söyleyen McLuhan’ın da içinde bulunduğu ve post modern olarak tanımlanabilecek cepheden yapılan eleştiri ve değerlendirmelere yer verilecektir. Teknolojik gelişmenin insanlığa getirdiği olumlu ve olumsuz yönler bakımından David Dickson’un Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları kitabı incelenmiştir. Son kitap da Brecher, Costello ve Smith’in yazmış oldukları Aşağıdan Küreselleşme isimli kitapta belirtilen model değerlendirilmektedir. Çalışma asıl olarak teknolojik gelişimin yaratacağı dünyayı eleştirel bakış açısıyla yorumlamayı amaçlar. Bu nedenle genel olarak bu dünyanın iyi bir dünya olup olamayacağı, sürdürülebilir nitelikte olup olmadığı ve nedenleri hakkında sorular sorup yanıtlar aramaktadır. Sonuç olarak da bu gelişime karşı insanlığın seçenekleri nelerdir ve bunlar nasıl geliştirilebilir sorularına ilişkin açılımlar hedeflenmektedir. I. İletişimin Temel Aşamaları I.1. Sözlü İletişim Aşaması Tıpkı bilimsel alanlardaki gelişim için olduğu gibi teknolojik gelişme de toplumsal üretim ilişkileriyle ve bu ilişkilerin örgütlenmesine yönelik biçimlenir. Bu nedenle bütün diğer teknolojiler gibi iletişim teknolojileri de insanlığın gelişim süreçlerine koşut ilerler. 1 Marshall McLuhan, (1962), Gutenberg Galaksisi, YKY, İstanbul, 2001 D.Dickson, Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları, AyrıntıYayınları, İstanbul, 1982 3 Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, Aram Toplum Yayınları, İst., 2002 2 - 10 - Dolayısıyla insanoğlu toplumsal yaşama geçişiyle birlikte birbiri ile ilk önce ve kaçınılmaz olarak sözlü iletişim kurmuştur. Toplu olarak yaşadığı dönemlerde ancak bir toplum olmadan önce insan, diğer canlılar gibi kendi türüyle bazı iletişim biçimleri geliştirmişti. Ancak bunlar için sözlü iletişim demek doğru olmaz. Bunlar bazı seslerin çıkarılması, ses tonunun kullanılması, bedensel ve yüzle yapılan jest ve mimiklerden ibarettir. Çünkü insan o aşamada sadece kendisi için gerekli olduğu kadar kendi türünden diğerleri ile ilişkiye geçmekteydi. Toplumsal yaşamın başlaması ile birlikte, hem bilinç eşiğinde bir sıçrama yaşanmış hem de artık sadece kendisi için değil, içinde yaşadığı toplumun sürdürülebilmesi için de iletişim kurması kaçınılmaz olmuştu. Burada en basit haliyle konuşmadan söz etmekteyiz. Seslerin farklı kullanımlarının öğrenilmesine eşlik eden beden dili insanın ilk iletişim teknolojisidir. Bunu geliştirmesi gerekmişti çünkü artık hem diğerleriyle hem de yaşamda bir bütün olarak içinde olduğu ilişkiler ağı, ihtiyaçlar ve sorunlar karmaşıklaşmıştı. Bu sürece bağlı olarak iletişim de bir üst aşamaya sıçradı. I.2. Yazılı İletişim Aşaması Yazının keşfi, hem tarihsel kayıtların diğer kuşaklara aktarılması hem de insanlığın bilinç düzeyinin yeni bir aşamaya geçişi olarak kabul edilir. İnsan, kendisi ile ilişkiye geçmiştir. Tıpkı sözlü iletişimde olduğu gibi burada da ihtiyaç ve sorunların kapsamlarının genişlemesinden dolayı yazı keşfedilmiştir. Ayrıca insan, gezegende, bir gün öleceğini bilen tek bilinçli varlık olarak yerini almıştır. Bu onu diğer canlılardan ayıran temel özelliğidir: Kurgu yapabilen insan, henüz gerçekleşmemiş bir geleceğin inşasını sadece ve sadece zihninde yapabilmektedir. Geçici bir yaşamda kalıcı olma çabası, ontolojik bir kaygıya dönüştüğünde yazılı iletişim insanın toplumsallaşma serüveninde en önemli ikinci aşama olarak karşımıza çıkar. Göç etmek zorunda kalan insanlar, kendilerinden sonrakilere bırakabilecekleri tek miras olan deneyimlerini yazı aracılığıyla paylaşmayı öğrenmişlerdir. Bu dönemde henüz sınıflı bir topluma geçilmediğinden dolayı üretim fazlası bir artık ve bireysel mülkiyetten söz edilemez. Bu iletişim teknolojisinin daha sonraki süreçte yaşanan ilerlemeleri, hem yerleşik düzene geçiş hem de sınıflı toplumların doğmasıyla birlikte kendini gösterir. İnsanlığın en değerli deneyimlerinden biri olan matbaa ile yazılı iletişim teknolojisi kitleselleşir –ne var ki bu uzun sürecin oldukça geç dönemlerine karşılık gelmektedir. Bu nedenle orta çağın sonları ve yeni çağ, yazılı iletişim teknolojilerinin altın çağı sayılmaktadır. I.3. Görsel İletişim Aşaması Sınıflı toplumun doğması ile birlikte sanatsal etkinlikler kendini, toplumun bir parçası olarak ifade etme boyutuyla gelişmiştir. Sınıfsal farklılaşmalar, beraberinde baskıyı getirir. Baskı, hem sınıfsal aidiyet duygusuna hem de söylemek istenenlerin üzeri örtük bir biçimde yayımlanma gereksinimine yol açar. Aslında şiddet insan türü için de içsel bir dürtüdür. Ancak artık mağara dönemini geride bırakan insanın kendini başka yollarla anlatma çabaları gündeme gelmektedir. Kuşkusuz mağara duvarına çizilen resimlerin ya da ilkel toplumlarda görülen ayin ve tören danslarının görsel iletişimin ilk örnekleri arasında sayılmasını öne süren bir bakış açısı bulunur. Ancak genel olarak resim ve tiyatro sanatının ilk örnekleri görsel iletişimin başlangıcı kabul edilir. Bu iletişim teknolojisi, bireyin başka araçları kullanarak, diğer insanlarla birlikte çalışmayı başarabilmesiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Görsel iletişimin sanayi toplumuyla birlikte kitleselleşmesi söz konusudur. Görsel iletişimin altın çağı bu nedenle sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur. Resim sanatından yola çıkarak ve ışığın kullanım tekniklerinin gelişmesiyle birlikte keşfedilen fotoğrafçılık, hemen sonrasında sinema teknolojisini yaratmıştır. Bu ideolojik olarak da iletişim teknolojisinin yaşadığı bir devrim sayılmaktadır. - 11 - Burada hemen eklemek gerekir ki çalışmanın temel konusunu oluşturan, genel olarak teknolojinin ve özelde iletişim teknolojilerinin bugün geldiği noktada yaşanan dönüşümü eleştirmek için bir dördüncü aşama olan elektronik iletişim ortamını yani sanal dünyayı da saymak gerekir. Ancak, bu aşamanın her üç aşamayı kapsayan ve sonuç bölümünde ele alınarak çözümlenmesi gereken bir olgu olduğunu kabul etmek daha gerçekçi bir bakış açısı olacaktır. Zaten bu üç aşamanın sonuçta insanlığı taşıyıp getirdiği son aşamaya da bu boyutuyla bakılmalıdır ve bu yönden eleştirilip alternatifler getirilmelidir. Sonuçta iletişim teknolojilerinin tümü içinde bulunulan toplumsal yaşamı şekillendirdiğine göre, eleştiriler ve alternatifler de bütünlükçü bir yaklaşım içinde olmalıdır. I.4. Eleştiriler (a) McLuhan’ın Postmodern Eleştirisi MacBride’ın “Birçok Ses Tek Bir Dünya” isimli raporunda belirttiği gibi iletişimin işlevleri haber verme, toplumsallaştırma, motivasyon, tartışma-diyalog, eğitim, kültürel geliştirme, eğlence ve bütünleştirme olarak sekiz başlık altında toplanabilir4. Haber verme işlevi, kitle iletişim araçlarının temel ve en bilinen işlevidir. Bu işlev bilgi aktarma işlevi olarak da değerlendirilebilir. Toplumsallaştırma işlevi ise, günümüzün heterojen yapılı toplumlarında bireylerin bir arada yaşamalarının sağlanabilmesi için toplumsal değerlerin yani kültürün yayınlar aracılığı ile iletimidir. Toplumsallaştırma işlevine bağlı olarak kitle iletişim araçları toplumun amaçlarını belirler; değer yargılarını canlı tutarak genelleşmesini sağlar. Bağımsızlık, insan hakları gibi değerler buna örnek verilebilir. Tartışma-diyalog işlevi, kitle iletişim araçlarının ulusal ya da uluslararası platformlarda söz konusu çıkarlar doğrultusunda kamu oyu oluşturma işlevini görür. Eğitim işlevi, toplumsallaştırma işlevi ile bağlantılı olarak topluma yeni üyeler kazandırma, bunlara toplumun kültürel değerlerini benimsetme görevini üstlenir. Kültürel gelişim işlevi için ise sanatsal ve kültürel ürünlerin kitle iletişim araçları ile yayılması örnek gösterilir. Kitle iletişim araçlarının bir diğer işlevi ise eğlendirmedir. Bunu popüler kültürü yaygınlaştırmak yoluyla yapar. Bunların içeriği televizyonda spor, eğlence, magazin programları olabileceği gibi çeşitli yarışmalar olabilir. Kitle iletişim araçlarının bütünleştirme işlevi, birey ve grupların birbirlerini tanımalarını, kültürler arası çatışmaları azaltmayı hedefler. Ayrıca tüm bunların yanında, reklâm sektörü örneği verilerek ekonomik bir işlevi olduğu da eklenebilir5. Birey ve toplum sorunlarının çözüm kaynağı olarak kitle iletişim araçlarından en önemlisi olarak televizyonu kabul eden yazarlardan biri McLuhan’dır. Bu nedenle bu çalışmada onun Gutenberg Galaksisi kitabı özel olarak incelenmiştir6. Ancak genel olarak yazarın iletişim ve teknolojileri üzerine görüşlerini anlamak için bazı başka metinleri de okunmuştur. Bu yazara göre, toplumların evrensel gelişim sürecinde temel unsur iletişim teknikleri ve bunların farklılaşmasıdır. Zaten McLuhan da yukarıdakine benzer bir sınıflandırma yapmıştır. İnsanlığın geçirdiği ilk dönem olarak yazının bulunuşundan önceki kabile dönemini ele alırken buradaki egemen iletişim biçimi olarak sözlü anlatım ve işitsel algılamayı belirtir. Düşünce özgür bir biçimde yayılır ve insan bütün duygularını aynı anda ve 4 S. MacBride, “Bir Çok Ses Tek Bir Dünya”, Unesco Türkiye Milli Komisyonu, Ankara, 1993 Gökhan Savaş, “Kitle İletişim Araçlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi,s. 2-3, www.insanbilimleri.com 6 M.McLuhan, Gutenberg Galaksisi –Tipografik İnsanı Oluşumu, ilgili bölümler. 5 - 12 - uyumlu bir biçimde kullanır. Daha sonra, yazının bulunması ile gelişen ve Gutenberg Galaksisi dediği dönem gelmektedir. McLuhan’a göre yazının bulunuşuyla insanoğlunun birinci dönemdeki sakin yaşamı da köklü bir değişime uğramıştır. Yazının egemen olmaya başladığı bu tarihsel dönemde ortaya çıkan en önemli kavramlar bireycilik, merkeziyetçilik ve milliyetçiliktir. Ayrıca, yazının yayılmaya başlaması, ülkelerin yönetiminin merkezi nitelikte olmasına yol açarak totaliter yönetimlerin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Mc Luhan’a göre iletişimsizlik döneminden yazılı iletişim aşamasıyla geçen insanlık artık bilgi bakımından yoksul ancak katılım sağlanması açısından güçlü bir araç olan televizyon ile farklı bir yaşam formuna, “ küresel bir köye” ulaşmıştır. Televizyon ile birlikte görme duyusunun egemenliği ilan edilmiştir. Televizyon ile yazılı iletişimin basım yoluyla kitleselleştiği ancak duygu ve düşüncelerin sınırlandırılarak yayılmasına izin veren bir tür kapalı uygarlık biçimi yarattığını öne sürdüğü tanımladığı bu aşama artık sona yaklaşmıştır. Dış dünyayı algılamada, Gutenberg Galaksisi’nin buyrukçu özellikleri silinmekte, ilkel aşamadaki doğallığı ile kabile dönemi, tüm özellikleriyle birlikte, teknik anlamda daha ileri bir boyutta yeniden başlamaktadır. McLuhan’ın parça bütün arasındaki nedensellik bağına bakışı post modern çizgide yer alır. Bu nedenle bu akıma dâhil olan diğer tüm yazar ve düşünürlere benzer olarak, bu gelenek, televizyona yüklediği anlamı şu neden bağlamında paylaşmaktadır: 19.yy. aydınlanma çağının bilim ve akla yüklediği aşırı değere ve modernizmin kazanımlarına olumsuzlayarak bakmaktadırlar. Televizyon, insanın, katılmadığı ama kendisine dayatılan yaşama biçimlerinden uzaklaşarak asıl istediğine yönelmesine olanak tanıyacak ve bu yolla onu özgürleştirecektir. Yani aslında televizyon bir şeyleri dayatmaz, insanlığa ne istediğini anımsatır ve bunları insanlığa yeniden geri verir. İletişim kuramlarında genel bir kabul ile teknolojik determinizme Marshall McLuhan şekil vermiştir7. Bu kuramın arkasında yatan temel düşünce, insanlar arası iletişimin insanlığın varoluşunu şekillendirdiğidir. McLuhan’a göre kültür, nasıl iletişim kurulduğuna bağlı olarak şekillenir. İletişim teknolojisindeki bir buluş kültürel değişime yol açar. Aletleri insan şekillendirir ve sonrasında aletler insanı şekillendirir. İletişim modelindeki değişim insan yaşamını dönüştürür. Teknolojik determinizm geçmişte ve şimdi neler olduğunun anlaşılmasına yardımcı olur. Ancak ona göre teknolojik determinizm gelecekle ilgili öngörüde bulunmaz. Teknolojik determinizm bize içerik yerine araca bakmamızı önerir. Araç insanın uzantısıdır. Bu uzantı akla gelen her şeyi kapsar. Konuşulan ve yazılan her sözcük, giysi, ev, para, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telefon, sinema, radyo, televizyon gibi konularda bir biçimde bunlarla ilişki içindedir. McLuhan çalışmalarında kitle iletişim araçlarının, baskı makinesinden başlayarak radyo ve özellikle de televizyonun, toplum üzerine etkilerini incelemiş ve elektronik iletişim araçlarının kültürü yaygınlaştırarak dünyayı “küresel bir köye” dönüştüreceklerini öne sürmüştür. McLuhan elektronik medyayı, dünyayı algılamanın kolektif yollarına bir tür geri dönüş olarak değerlendirmiştir. Elektronik medya sayesinde, sözel geleneğin yeniden oluştuğunu ve insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular. “Araç Mesajdır” kitabında küresel bir köyde yaşadığımızı ve bu köyde her şeyin aynı anda olduğunu, zaman ile yer kavramının yok olduğunu öne sürmektedir. Ne var ki televizyonun, McLuhan’ın belirttiği gibi dünyayı küçültmesi ve küresel bir köye dönüştürmesi, kendisinin içinde sayılması gereken ancak daha sonraki bazı post modern yazar ve düşünürler tarafından aşağıda belirtilen nedenlerle olumlu bir gelişme olmadığı öne sürülerek bu akıma dâhil edilmemesine neden olarak eleştirilmiştir. Frankfurt Okulu 7 Dickson, a.g.k., s. 69 - 13 - temsilcilerine göre bu çok önemli bir sorun olarak görülmektedir8. Tek tek yerel kültürlerin yok olacağı ve güçlü olan kültürün merkezde olduğu bir dünya düzeni oluşacağı düşüncesiyle televizyon kültürüne şiddetle karşı çıkılmıştır. Çünkü McLuhan’ın kehanetinden sonra görülmüştür ki, küresel sermayenin ve ülkeler liginde bunun en güçlü uygulayıcısı olarak A.B.D. kültürünün egemen olduğu bir dünya düzeninde ABD, bu egemenliği kitle iletişim araçları ile daha da yaygınlaştırma çabasındadır. Tek tip bir yaşam tarzı ve insan ilişkilerini yansıtan temaların egemen olduğu dünya sinemasında tekel gücünde söz sahibi olması nedeniyle A.B.D.’nin kültür emperyalizmi hedefleri dışında, gerek siyasi gerek ekonomik alanda egemenlik aracı olarak kitle iletişim araçlarından, özellikle de televizyondan yararlandığı çok açık biçimde görülmektedir. (b) David Dickson’un Politik Eleştirisi Teknolojinin, toplumdaki güçlerin dengesi, maddi ve ideolojik denetim ve servet dağılımı ile yakından ilişkili olduğu açıktır ve tarafsız değildir. Bu nedenle toplumsal sistemden bağımsız, ayrı bir yerde duran nesnel bir olgu olarak değerlendirilmesi doğru olmaz. Tüm bunlardan dolayı da genel olarak egemen sınıfların hizmetinde ve onların çıkarları doğrultusunda işlev görür. Kuşkusuz bu durum iletişim teknolojileri için de aynı kapsamda değerlendirilmelidir. Dickson’a göre bu durumun aksine, yabancılaştırıcı özelliklerinden arındırılarak, en ekonomik ve insancıl bir teknolojiyle örülmüş yapısal bir model üretilebilir; daha da ötesi insanlığın gezegen üzerindeki yaşamının sürebilmesi için bu zorunlu ve kaçınılmazdır. Ne var ki bu da alternatif bir toplum projesinin inşasını gerektirir. Güncel teknolojik arayışlar ve değişimler, politik düzlemden bağımsız olmayan bir dönüşüm hedeflemektedir. Bu dönüşümün belirleyici özellikleri ile iyi çözümlenmesi ve sorgulanması gerekir. Kendisine duyulan genel bir güvensizlik, yoğun ve keskin eleştiriler, kitlesel ve evrensel boyutta insanlık sorunlarına sistemsel bir çözüm getirememiş olmasının açıklığı içinde kaçınılmaz olarak insan yaşamının içinde en önemli yeri artık teknolojik aygıtlar ve bunların kullanım ideolojisi ile birlikte makineleşme kaplamıştır; modern yaşam biçiminin belirleyicisi olmuştur. Ulaşım, iletişim, mal ve çoğu hizmetin üretilmesi ve temini, eğlence ve kültürel etkinlik dünyalarında bile teknolojinin kapladığı yer, yüz yıl öncesine göre akıl almaz boyuttadır. Bu nedenle teknolojinin insan yaşamındaki bu önemli rolünü anlamak, kesinlikle toplumun en ince ayrıntısına kadar çözümlenmesi ve değişim süreçlerinin keşfedilmesi için de yaşamsal hale gelmiştir. Dickson’un kitabı yazmasının başlıca amacı, teknolojiyi sınıfsal ve siyasal düzenlerden bağımsız olmayan pek çok yönüyle analiz etmektir. Alternatif modeller için düşünceler üretmektir. Bu alternatifler neden uygulamaya geçirilemiyor? Hangi unsurlar ve kimler ya da toplumun hangi kesimleri tarafından bu alternatiflerin önü kesiliyor? Bu tür soruları sormak, bunlara yanıt aramak aslında Dickson’un çalışmasının da temelini oluşturduğu gibi teknoloji politikalarını sorgulamakla aynı anlama gelir. Dickson aslında teknolojik determinizme, toplumsal gelişmenin tek maddi kaynağını teknolojide buldukları için değil, bunun mülkiyet ve dağılım konularını içeren arka planına bakmaksızın toplumsal yapı üzerindeki ideolojik güç ve denetim kullanma mekanizmalarına kuramsal zemin hazırladıkları için karşı çıkmaktadır. Bu karşı çıkışta, teknolojinin doğasını ve toplumsal yapıyı belirleyen yönlerini anlamak aynı zamanda ekonomik deterministlere karşı çıkmanın da bir unsurunu içerecektir. Dickson’un iddiası şudur ki “Egemen hiyerarşik 8 Jurgen Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, YKY, İstanbul, 2004, s.32 - 14 - örgütlenme ve otoriter denetim biçimleri kapalı toplumların geliştirdikleri teknoloji ile bütünleşir ve çakışırlar. Burada aynı yapıyı tıpkı bir kapitalist ülke gibi insanlıktan uzak bir modele, toplumu uyum sağlamak adına zorlayarak aynı biçim ve içerikte kullanan, bunun yanı sıra sosyalist olduğunu iddia eden bazı (eski) ülkelerin yönetim biçimlerine de bir eleştiri getirilmektedir. Alternatif toplumu, alternatif bir teknoloji modeli ile birlikte yaratmayı denemedikleri için bu yönetimler de Dickson’un eleştirileri kapsamına alınmaktadır. Atom bombası sonrasında artık teknolojinin insanlık dışı yüzü apaçık kendini göstermiş ve beklenen toplumsal gelişmeler gerçekleşmedikçe teknolojik determinizm taraftarlığının maskeleri düşerek, teknolojinin yansızlığına ilişkin kuramlar geçerliğini yitirmiştir. Panoptikon, aşırı kontrolcü ve standartlaştırıcı, modern hapishaneler gibi ev ve iş mekânları arasına sıkışmış bir yaşam biçimini belirlemekte kullanılan teknoloji, Kafkaesk ve manipülatif bir toplum düzenini ve bu düzenin iktidarlarını yaratmıştır. Başlangıçta kendisinden mucizeler beklenen teknoloji artık insan yaşamının hem bedensel hem de akıl sağlığını tehdit eder noktaya gelmiştir. Bu da dolayısıyla toplumsal yaşamın sürdürülemez hale gelmesine yol açacaktır. Kuşkusuz gelinen bu aşamadan sonra teknolojiden tümüyle uzak kalmak ve ilkel bir yaşama dönmek de gerçekçi değildir ve mutluluk getirmeyecektir. Ne var ki bunun akılcı kullanımı mümkündür. Zaten verilmesi gereken yanıt, sorulan sorunun kaynağının içindedir. Teknoloji insan yaşamını her anlamda kolaylaştırıcı, dengeleyici ama özgürlükleri çoğaltan bir araç olmalıdır. Kapitalizmin sürmesi amacına yönelik bir yapı değil. Ancak bu düşünce Dickson’a göre yaygınlaşamamaktadır çünkü politik otorite, bunu istemeyenlerin elindedir. Kitle iletişim araçları onların kontrolünde olduğu sürece bunun düşünsel zemini oluşturulamaz. Bu durumun istisnaları olabilir ama onlar da politik olarak etkin olmaktan henüz uzaktır. Dickson’a göre, etkinleşme mücadelesi, egemen siyasal otoritelerin dayatmacı politikalarının açığa çıkarılmasında varılan başarıya ve bunlardan kurtulma savaşımındaki ilerlemeye koşuttur. (c) Emek Cephesinin Aşağıdan Küreselleşme Hareketi Kapsamında Eleştirisi ve Küresel İletişim Önerileri BCS yazmış oldukları kitapta, ilk bölümde yukarıdan küreselleşme ile aşağıdan küreselleşme arasındaki çatışmanın analizini yapmaya çalışmışlardır. Burada küreselleşen dünyada insanın kendisi için nasıl sorunlarla dolu bir çevre yarattığı ele alınmakta ve kapitalizmin doğasına uygun bir teknolojinin de eleştirisi yapılmaktadır. İkinci bölümde ise toplumsal hareketlerin gücü üzerine değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Üçüncü bölüm, aşağıdan küreselleşme hareketi ile oluşturulabilecek alternatif bir yönetsel yapı arasındaki ilişkilere yoğunlaşmıştır. Dördüncü bölüm, bu alternatif modelin kendi içindeki çelişkilerine çözümler üretmeyi hedeflemektedir. Beşinci bölümde ise bu modelin neden ortak bir program halinde somutlaştırılması gerektiğini tartışmakta ve nasıl inşa edilebileceğine ilişkin açılımlarda bulunmaktadır. Altıncı bölümde ayrıntılı olarak açıklanan modelin ana hatlarıyla ne olduğu bu çalışmanın Sonuç bölümünde değerlendirilmiştir. Kitabın yedi, sekiz ve dokuzuncu bölümlerinde ise ulus ötesi toplumsal hareket ağlarının doğuşuna bakılarak bunların zayıf ve güçlü yönleri incelenmekte, bu modelin halkla, diğer bazı karşıt politik düzlemlerle nasıl ilişkiye geçmesi gerektiği anlatılmakta ve bunlar yapılmadığı takdirde bir yokoluşa sürüklenilmekte olduğu ileri sürmektedir9. BCS’ye göre halkın gücü toplumsal bir değişim adına dönüştürülmelidir. Öyle bir program yaşama geçirilmelidir ki önceki düşünce biçimleri ve bunun etkilediği yaşam biçimi baştan aşağı değişerek hareketin yaratacağı 9 Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, s. 14-5 - 15 - öncelikler aracılığıyla, bu hareket ve seçkinlerin tepkileri arasında karşılıklı olarak dönüştürücü bir süreç başlatılabilsin10. Sonuç olarak aşağıdan küreselleşme hareketinin tüm insanlık adına tarihsel öneme sahip olduğu ortaya konmaktadır. II. Teknolojinin Esiri İnsanlık II.1. Doğal Kaynakların Yokoluşu ve Gezegenin Çöküşü Dickson’un aktardığı üzere Barry Commoner “The Closing Circle” adlı kitabında 1946 yılında, 1971 yılına kadar dünyayı kirleten insan kitlesi oranının % 200 ile %2000 arasında arttığını belirtirken bu artışın nüfus artışı ya da yaşam standartlarındaki yükselme ile açıklanamayacak düzeyde olumsuz bir gelişme olduğuna işaret etmektedir11. Kapitalist sistemin sürdürmekte ısrarcı olduğu bu üretim düzeyinin ve modelin bir sonucu olan söz konusu olumsuzluk göstermektedir ki aslında teknoloji sağlamayı hedeflediği yaşam biçiminden insanları uzaklaştırmaktadır. Eğer bu durum sürerse, gezegen üzerinde yalnızca insanlar için değil, diğer bütün canlılar için de yaşamsal tehdit oluşturan sınırlarda doğal kaynakların yok olması ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu durumda buna neden olan teknoloji mutlaka sorgulanmalıdır. Üstelik burada sorgulanması gereken kullanımda yapılan yanlışlar değil, amaçlardır. Bu amaçlara uygun alaınan kararlar ve yapılan seçimler sorgulanmalıdır12. Asıl kabul edilmesi gereken, teknolojinin dayattığı yeni yaşam biçiminin insancıl bir dönüşüme yol açmadığı ve giderek ağırlaşan sorunlar karşısında bu tüketim çılgınlığına hizmet eden maddi üretime bir son verilmesi gereğidir. Burada faydalı olan ve olmayan tartışmalarında, liberal iktisat düşünürlerinin de gerçeği görmelerine karşın, aksini savunmalarını “fayda” kavramının kar ya da sermaye artışı gibi kavramlarla özdeşleştirilmesinden kaynaklandığı biçiminde açıklamak gerekir. Ancak, teknoloji ile ekonomik büyüme arasındaki karmaşık ilişkileri yeniden deşifre etmenin kaçınılmazlığı ortadadır. Örneğin teknolojik çalışmalara ait bütçelerin neredeyse üçte ikisinden fazla bir kısmının askeri politikalar ve uygulamalar için ayrıldığı, bilimsel savaş tekniklerinin, nükleer, biyolojik, kimyasal, elektronik ve hatta psikolojik boyutlarıyla bunların sürdürülmekte olduğu bilinmektedir13. Bunun dışında teknolojik ilerleme ile gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeleri bir bağımlılık ilişkisi içinde esir alma durumu da söz konusudur. Hızlı sanayileşmenin doğurduğu bir diğer sorun ise yaygın işsizliktir. Üstelik teknolojik gelişmenin yarattığı refah artışı ne dünya toplumları arasında ne de bir ülkenin kendi toplumunun farklı kesimleri arasında eşit düzeyde paylaştırılabilmektedir. Geliştirilen teknolojilerin kullanımı ve sonuçları, iktisadi göstergelerle karşılaştırıldığında, toplumların yalnızca küçük bir üst kesimi için bu anlamlıdır. Bununla birlikte, bu gelişmelerden yararlanmakta olan söz konusu kesimin de zaten refah düzeyi açısından bakıldığında bir yoksunluk içinde olmadığı açıkça görülebilmektedir. II.2. Yabancılaşma – Yalnızlaşma – Yalıtım Bugünün çağdaş toplumları, kendisinden önceki hiçbir toplumun olmadığı kadar teknolojik tabanlı dev bir mekanizmanın verimli işleyişine dayanmaktadır 14. Ancak teknoloji insan yaşamı için aynı zamanda geri döndürülemez zararlar veren bir olgu haline gelmiştir. 10 a.g.k., s. 12 Dickson, a.g.k., s. 39 12 a.g.k., s. 40 13 Dickson, a.g.k., s. 43 14 s. 35 11 - 16 - Bunu tümüyle iktisadi ya da politik teknolojiyi tümden suçsuz ilan etmektir aslında homojen değil, farklı unsurları tanımlayan bir kavramdır. Bu nedenle gerekir15. süreçlerden bağımsız ele almak, Dickson’a göre ve bu bir yanılgıdır. Çünkü teknoloji de toplum gibi bir araya getiren ve onların arasındaki ilişkileri de teknolojiyi toplumsal bir kurum olarak ele almak Marx’ın kullandığı anlamda yabancılaşma kavramı, oldukça soyut ve Marx’ın kendine özgü bir içeriğe sahip olmakla birlikte sonradan bu kavram birçok yazar tarafından geliştirilmiştir. Dickson’un kitabında Seeman’a yapılan bir atıfla bunun kapsayıcılığına dört boyut altında yapmış olduğu katkı ele alınmıştır16. Bunlar: Bireyin kendisinin başkaları ya da cansız bir sistem (teknoloji gibi) tarafından denetlenmekte veya yönlendirilmekte olduğunu düşündüğü için duyduğu güçsüzlük duygusu; Üretim işlevlerinin bölümlenmesi ile şiddetlenen ve bürokratik yapının arttırdığı biçimiyle işi için algıladığı anlamsızlık; Sıklıkla işi ile arasındaki kopukluk nedeniyle, kişiliksizleşme duygusuna eşlik eden işine karşı yaşadığı yabancılaşma duygusu; Toplumsal yabancılaşmaya ya da bir arada yaşama ortamıyla oluşmuş, bireyin toplum içinde değerinin küçülmesi hissi ile çözülmelere neden olacak boyutta kişinin kendine ve toplumsal yaşama duyduğu uzaklaşma hali ki bunun için ünlü sosyolog Durkheim’in analizlerinde normsuzluk ve yalıtılma kavramları kullanılmaktadır. Yabancılaşmanın insan üzerindeki etkilerini ve toplumsal olarak yarattığı olumsuzlukları inceleyen bir diğer ana akım Frankfurt Okuludur. Eleştirel Kuram diye de bilinen bu akıma bağlı olan yazarlardan Marcuse, Habermas, Jacques Ellul ve Theodor Roszak’ın yorumlarından bazı çarpıcı kısımlarına da Dickson’un kitabında yer verilmiştir17. Bu yazarların çalışmaları ve yorumlarında ana hatları ile teknolojinin bugün geldiği aşamanın insanlığa aykırı olduğu gösterilmektedir. Tüm bu çalışmalarda teknolojiye karşı getirilen eleştirilerin sadece sağ ya da sol düşünce cephelerinden gelen romantik hezeyan belirtileri olmadığını kanıtlamak amaçlanır. Alternatif teknolojinin kökleri, çağdaş teknolojinin insan doğasına aykırı ve yabancılaştırıcı boyutları olarak gördükleri konulardan endişe duyanların çalışmalarında bulunmaktadır. Bunun yanında, çevre açısından bu teknolojinin gelişme tarzı arayışını acil bir gereklilik haline getirdiğini savunanların toplumsal ve politik eleştirilerinde de bu çalışmaların başlangıcının izlerini sürmek mümkündür18. II.3. İnsanlığın Ödevleri Tüm bu yukarıda belirtilenlere karşın, alternatif teknoloji hareketinin bir bütünlük oluşturduğu söylenemez. Bu akımlara yumuşak teknoloji, radikal, halkçı, ara, özgürlükçü ya da düşük teknoloji gibi isimler verilmektedir. Amaç olarak ise “yenilenmeyen kaynakların çok tasarruflu kullanımını, çevreye yapılan müdahalelerin en aza indirilmesini ve olumsuz çevresel etkilerin ortadan kaldırılmasını, bölgesel ya da yarı bölgesel kendine yeterliliği, bireylerdeki yabancılaşma ve bireyin bireyi ya da bir sınıfın toplumun diğer kesimlerini sömürmesinin sona erdirilmesini” kapsar. Bazı düşünce gruplarına göre ise alternatif teknoloji, büyük bir çevre yıkımı yüzünden toplumda olası bir teknolojik çöküş olmasına 15 s. 36 s. 53 17 Dickson, a.g.k., s. 59 18 s. 60 16 - 17 - karşı, bir tür yaşamın sürdürülebilmesine ilişkin oluşturulan güvence, acil durum senaryosu olarak değerlendirilmektedir19. Ancak Dickson’da asıl önemli olarak vurgulanmak istenen şudur: Alternatif teknolojilerin önemi, belirli sorunlar için önerilecek belli çözümlerde değildir. Asıl olarak insanın gereksinimlerini ve kaynaklarını karşılayacak yeni düzenlemelere ilişkin kökten farklı model önerilerinin dikkate alınması gerekir. Gezegenin canlı popülâsyonu ve insanın yaşamını sürdürebilmesi için bunun kaçınılmaz olduğunu görmek gerekir. Bunun da dört unsuru bulunmaktadır: Alternatif teknolojiler eşitlikçi, iktisadi anlamda etkin, ekolojik anlamda sürdürülebilir bir yaşam ortamı sağlayan ve bireysel memnuniyet yaratan modelleri üretmelidirler. Bilim adamlarının ve teknoloji uzmanlarının iktidar mekanizmalarına daha çok bağlandığı açıkça görülmektedir. Bilimsel ve teknolojik konulara ilişkin bilgiler ve bu konular hakkında verilen öğütler politik sürecin temel bir parçası olmaktadır20. Bunun bir tür tarafsızlık maskesi olarak kullanıldığının altı çizilmeli ve burada bir tarafsızlığın olamayacağı açığa çıkarılmalıdır21. Dickson bu depolitizasyonun totaliter yönetimlere giden yolu açacağına ilişkin bizi uyarmaktadır22. Vurgulanması gereken şudur: Teknokrasi, politik sorunları çok karmaşık gibi göstermek ya da saf teknik sorunlar kılığına büründürmek yoluyla sorumluluğu bireyden alır gibi yapar ve geniş halk kitlelerini politik süreçten koparır. Ancak bu sağlıklı ve olması gereken bir durum değildir. Teknolojik olanaklara erişimde yaratılan ayrımcılık, refah düzeyi düşük olan kitleleri cezalandırır niteliktedir. Bunun önlenmesi için teknolojinin eşit erişimine olanak tanıyacak uygulamalar ortaya konmalıdır. III. İnsanlığın Hizmetinde Teknoloji III.1. Ütopik Teknolojinin Vazgeçilemez İlkeleri – Dickson (a) Enerji: Güneş, Su, Rüzgâr, Toprak Dickson, kitabının ikinci ve üçüncü bölümünü sanayileşme sürecinde yaşanan teknolojik gelişmenin bir eleştirisine ayırmıştır. Bu bölümlerde politik yönleri göz ardı edilen ya da arka planın açığa çıkarılmamaya çalışıldığı süreçlerde insanlığın yaşadığı yıkımlar ve gelinen bu noktada gezegenin tümünde yaşanan geri döndürülemez tahribat konusuna ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Ne var ki bu değerlendirmeler değerli olduğu kadar yaygın olarak bilinmektedir. Bu eleştiriler ve benzerlerine sıklıkla diğer kaynaklarda da rastlamak mümkün olduğundan, bunlara bu çalışmada yer verilmemiştir. Dickson’un kitabının dördüncü kısmında ele aldığı ütopik teknolojiye ilişkin temel ilkeler tartışması bizce çok daha anlamlıdır ve çalışmanın amacına daha uygun olduğundan bu kısımlara yer verilmiştir. Bu bölümde Robin Clarke’tan yapılan bir alıntıda, “yumuşak teknolojinin” bazı özellikleri ile mevcut teknolojik yapıların özellikleri karşılaştırılmıştır. Bunlar 35 madde halinde sıralanmıştır23. Bunlara örnek olarak daha sağlıklı, az enerji kullanan, kirlenme oranı düşük, her zaman işlevsel olan, komünal birimlerde üretilen ve kullanılan, demokratik, doğayla bütünleşmiş, diğer canlılara zarar vermeyen, yerel kültüre uygun, tarımsal alanlardaki çok kültürlülüğü özendiren gibi özellikler sayılabilir. Tüm bunlar aslında yukarıdaki enerji ögelerinin en etkin biçimde kullanılmasına bağlıdır. Örneğin güneş 19 s. 61 s. 47-8 21 s. 87 22 s. 49 23 Dickson, a.g.k., s.131-3 20 - 18 - enerjisinin sera ilkesinin bir bölümü olarak evlerin ısıtılmasında ya da elektriksel güç kaynağı olarak kullanılması olasıdır24. Yukarıdakine benzer biçimde rüzgârdan, mekanik güç üretme anlamında yararlanılması tarihin en eski dönemlerinden beri bilinmektedir. Bunun elektriksel güç gibi diğer alanlar için yaygınlaştırılması önemlidir. Bunun yanı sıra, su hem canlılar hem de üretim için yaşamsal bir enerjidir. Üstelik rüzgâra göre daha avantajlıdır çünkü akışı çok daha düzenlidir ve önceden kestirilebilir özelliktedir. Dezavantajı ise, uzak mesafelere iletilmesi bakımından maliyetlidir. Sadece nehirlerin bulunduğu bölgelerle sınırlıdır25. Bu konuda çözüm arayışlarına giden bir teknolojik gelişme mümkün kılınmalıdır. Dickson, bu kısımda, suyun alternatif kullanımına ilişkin pek çok örnek vermiştir. Toprak ise bunların arasında en önemli ögedir. Topraktan elde edilecek kalıntılarda ve çöplerin yeniden dönüştürülmesi aşamasında toprağın ekolojik denge içinde kullanılması çok önemlidir. Gübreler, mutfak atıkları gibi organik artıkların ayrıştırılması ile elde edilecek olan metan gazının birçok kullanım alanı bulunabilir26. Üstelik küresel ısınmaya karşı metan gazı salınımlarının kontrol altına alınması ve yeniden kullanılabilir hale getirilmesi metanı önemli bir enerji kaynağına dönüştürecektir. Bu uygulamalar için belli teknolojik tasarımların geliştirilmesi, alternatif teknolojiler için esastır. Yukarıda anlatılan kaynaklar bir arada kullanıldığında küçük toplulukların enerji gereksinimlerini önemli ölçüde belki de tümüyle karşılayabilir. Üstelik bu kullanımlar sayesinde yaşam döngüsü içinde üretim ile bireyin ilişkisi bakımından bir ritim de oluşturabilirler. Üretim etkinlikleri doğallaşabilir. Bu Dickson’un Bookchin’den alıntıladığı üzere “insanın doğa ile olan bağlarının devrimci bir biçimde yenilenmesi”27 anlamına gelebilir. Böylesi bir yapısal dönüşümün aslında çok da yakın ve düşünülenden basit yollarla gerçekleşebilir olduğu görülmelidir. (b) Üretim ve Örgütlenme Temelinde Alternatif Bir Düzenin Ögeleri: Besin, Konut, Ulaşım, Tıp Bu bölümde Dickson, mal üretimi ve toplumsal örgütlenme konularında, alternatif teknolojilerin önerilerini ele almaktadır. Bunların adı geçen konularda, önemli kazanımlarına değinmektedir. Örneğin besin üretiminde ütopyacı teknologların, geleneksel tarım tekniklerinden öğrenecekleri çok şey olduğunu ileri sürer28. Aynı şekilde bu bakış açısı, insanların barınma ihtiyacına getirecekleri çözümler için de yanıtlar sağlayabilir. İnsanlık, üretim ve yaşama alanları arasındaki mesafeyi azaltacak tasarımlar ve uygulamalar ortaya koyabilirse, ulaşımın maliyetleri ve doğaya verdiği tahribat da azalacaktır. Bunun mümkün olması, kökten bir yaşam biçimi dönüşümünü gerektirir. Ancak bu yapısal dönüşümün dışında geliştirilebilecek olan alternatifler de vardır. Bu alternatifler için kitlelerin toplu olarak ulaşımını sağlamak, bireyin sağlığı için kullanımı özendirilecek olan bisiklet ve bunun mekanizmasını diğer teknolojilerle birleştirilip uygulamaya koymak, yukarıdaki bölümde değinilen alternatif enerji kullanımları ile ulaşımı gerçekleştirmek ve otomotiv endüstrisini teşvik etmeyecek bir politika dizisini yürürlüğe koymak biçiminde 24 s. 141 .s. 150 26 Dickson, a.g.k., s. 152 27 s. 153 28 s. 155 25 - 19 - örnekler verilebilir. Dickson bu bölümde bazı teknik modellerin ayrıntılarını da belirtmiştirStirling motoru, havadan sarkan raya monte edilen metro gibi29. Tıp alanındaki teknikler için kuşkusuz bunların ideolojik sorgulanmaları başta gelmelidir. Amaç, her ne olursa olsun uzun yaşam mı olmalıdır sorusuna yanıt aranmalıdır. Amaç, yaşanan süre ne olursa olsun bunun en sağlıklı biçimde geçirilmesi olmalıdır. Önleyici tıp çalışmaları, topluluk düzeyinde işleyen kamu sağlığı pratiklerine yönelik olmalıdır30. İnsana, bir nesne, üzerinde çalışılacak bir deney malzemesi olarak bakan tıp anlayışı terk edilmelidir. Yukarıda sözü edilen tüm bu alternatif modellerin ilk başta yerele yetki verilerek yürürlüğe konması esastır. Bu modeller, bir bütün içinde toplumsal düzenin yeniden inşasını oluşturacaktır. Bu nedenle açıklanan tüm bu önerileri, birbirinden bağımsız değil, biri diğeriyle ilişkilendirilmiş bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Aynı nedenle, bu önerilerin ideolojik bakış açısı yani paradigma farklılığı ortaya konmalıdır. Bugünkü teknolojilerin sadece araçlarına değil, sadece kullanımlarına değil, hangi amaç doğrultusunda üretildiklerine ve nasıl bir sisteme hizmet ettiklerine ilişkin yapılan sorgulamanın, aslında devrimci bir kopuş anlamına geldiği her zaman akılda tutulmalıdır. Bu önerilerin tümü kapitalist olmayan bir toplumsal düzen kapsamında içselleşebilecek olgulardır31. III.2. Yapısal Dönüşümün Mc Luhan’a göre Dile Yansıması McLuhan’a göre, “aracı, iletinin kendisidir”. Bir iletişim eyleminde belirleyici olan şey iletilmek istenenin içeriği değil, bu ileti için kullanılan aracın tekniğidir. Ona göre insanların ilişki ve eylem ölçülerini biçimleyen ve belirleyen tek şey kullanılan araçlardır. Her iletişim tekniği ya da belli iletişim teknikleri grubu belli bir kültürü ortaya çıkarırlar. McLuhan’a göre bütün medya insan duygularının ve güçlerinin uzantısıdır. O kadar ki ona göre küresel elektronik ağ, insanın sinir sisteminin aslında bir uzantısından ibarettir. McLuhan her türlü teknolojinin insanın uzantısı olması görüşü ile teknolojik gelişimin insan ilişkilerini nasıl bir kapsamda ve hangi boyutlarıyla etkilediğine vurgu yapmaktadır. Buna göre McLuhan insanın düşüncesinin ve organlarının bir uzantısı olarak yeni buluşlar yaptığını ileri sürmektedir. Örnek olarak toprak kazmak için icat edilen kürek insanın elinin ve ayağının bir uzantısıdır. Mikroskop ve teleskop da insanın gözünün uzantısıdır. Otomobil de insanın ayağının uzantısıdır. Ama aynı zamanda yeni bir teknoloji mevcut durumda geçerli olan ve yaygın olarak kullanılan teknolojik kalıpları ya tümüyle ortadan kaldırır ya da bir üst aşamaya sıçratır. Örneğin ateşli silahın bulunmasıyla okçuluk önemli bir savaş tekniği ya da bir vasıf olmaktan çıkmıştır. Böylece yetenek olarak da körelmiş ve marjinalleşmiştir. Teknolojilerin kaderi budur. Otomobilin icat edilmesi de yürüme kültürünü ortadan kaldırmış ve bunun sonucunda kentler ve ülkeler otomobile uygun olarak gelişme göstermişlerdir. Telefon sesin uzantısıdır. Ancak telefon insanların mektup yazma alışkanlıklarını yok etmiştir32. 29 Dickson, a.g.k., s. 167 s. 169 31 s. 177-9 32 McLuhan, a.g.k., ilgili bölümler 30 - 20 - Medya, yani araç iletilen mesajdan çok insanlar üzerinde etkilidir. Araç sadece mesajın taşıyıcısı rolünü üstlenmez. O belki de mesajdan daha çok insanların düşünce yapılarını ve algılayışlarını değiştirir. Algımızı şekillendirir ve belki de algımızı farklı formlara sokar. Kitap, radyo, televizyon ve sinemada verilen mesajların hepsi farklı etki oluşturur. Örneğin insanlar yazılı kültürün etkisiyle kitapta verilen mesajı daha zor unuturken, televizyonda verilen mesajı daha kolay unutabilmektedir. III.3. Gezegenin Bir Canlı Türü Olarak İnsan ve Onunla İlişkisi (a) Dünyayı Nasıl Anlamaya Çalışıyoruz? – Mc Luhan McLuhan’a göre insanoğlunun doğası, büyük bir hızla, çok yaygın bir gezegen duyarlılığının oluşmasına ve hiçbir gizin kalmamasına yol açacak kadar enformasyon sistemlerine dönüştürülmektedir. “Şimdiki zamanda olan odur ki, artık değişim öyle büyük bir hızla gerçekleşmektedir ki, dikiz aynası işe yaramamaktadır. Jet hızıyla giderken dikiz aynaları işe yaramazlar. Kişi, gelecekle başa çıkmanın bir yolunu bulmak zorundadır. İnsanoğlu bundan böyle, bilinmeyen karşısında duyduğu korku yüzünden yeni olan şeyleri eskisi gibi bir şeylere dönüştürmek için bu kadar enerji harcayamaz ve bu durumda sanatçının yaptığını yapmalıdır. Şimdiki zamana bir görev anlayışıyla yaklaşmalı; tartışılması gereken bir çerçeve olarak çözümleme ve başa çıkma alışkanlığı geliştirmeldiri ki, gelecek çok daha berrak bir biçimde görülebilsin.”33 McLuhan’a göre 20. yüzyılın son yarısında Doğu Batı’ya doğru koştururken Batı da oryantalizmi kucaklayacak ve bütün bunların hepsi de, birbirleriyle başa çıkma, şiddetten kaçınma çabası çerçevesinde gerçekleşecektir. McLuhan barışın anahtarının, iki sistemi, eş zamanlı olarak anlamak olduğunu söylemektedir. Aşırı bilgi yüklemesinin insanların psikolojileri üzerinde olumsuz etki yaptığına da dikkat çekmektedir. Bu yüklenme insanları duyarsızlaştırmakta ve kişilik bölünmelerine yol açacak bir noktaya sürüklemektedir. (b) Dünyayı Nasıl Anlamalıyız? Brecher-Costello-Smith Küreselleşme süreci hem geri çevrilemez, hem de var olan şekliyle sürdürülemez bir konuma sıkışıp kalmıştır. İnsanların yapmayı seçtikleri her şey, bütün olasılıklar dâhilinde insanlığın gezegendeki geleceğinin yaşamını şekillendirecektir. Eğer, teknolojinin ve buna bağlı olarak politik ortamın insanoğlunu aynı şekilde etkilemesine izin verilirse, bizleri hiç iç açıcı sonuçların beklemediği açıktır. Bu sonuçlar herkesin herkese karşı savaştığı bir dönem, tek bir süper gücün hâkimiyetindeki bir dünya, küresel seçkinlerin tiranlığına dayalı bir ittifak, küresel bir çevre yıkımı ya da bunların bir birleşimi olabilir. Tüm bu sonuçlardan kaçınmanın yolu, yaşanan süreçleri emek cephesinden bakarak yeniden tanımlamak ve insanları ayrı kamplarda değil aynı amaçlar ve model etrafında bütünleştirici politikalar üretmektir. Bundan vazgeçmek gezegendeki yaşanabilir ortamın sona ermesine ve canlı türlerinin insan da içinde olmak üzere yok olmasına göz yummak anlamına gelecektir34. 33 34 a.k., s. 8 BCS, a.g.k., s. 16 - 21 - IV. Sonuç Yerine: Alternatif Yapılar Oluşturmak ve İletişim Teknolojilerinin Rolü IV.1. Küresel Bir Program Taslağı ile Dünyayı Yeniden Kurmak BCS, kitabın 6. bölümünde aşağıdan küreselleşme çağrılarında bir model önermektedir. Bu model yedi temel ilke çerçevesinde somutlaşmaktadır35. Bunlar şu şekilde sıralanmıştır: Emekle ilgili, çevresel, toplumsal ve insan hakları koşullarını iyileştirme Yerelden küresele kadar her düzeyde kurumları demokratikleştirme Kararları, olabildiğince bu kararlardan etkilenenlere yakın düzlemde, politikleşme temelinde alabilme ve gerçekleştirme Küresel zenginlik ve gücü eşit hale getirme Küresel ekonomiyi çevresel sürdürülebilirliğe dönüştürme İnsani ve çevresel ihtiyaçları karşılayarak refah yaratma Küresel ekonomik patlamaya ve ardından gelen çöküşe karşı korunma Burada BCS’nin önerdiği, iletişim teknolojilerinden en üst düzeyde bu ilkeler etrafında örgütlenilmesi doğrultusunda yararlanmaktır. Kitle iletişim araçları büyük ölçüde sermayenin kontrolünde olsa da açık bulunan ve zorlanan tüm yollar bunun için kullanılmalıdır. IV.2. Elekronik / Sanal Dünyanın Eleştirisi Kuşkusuz internet ağları aracılığıyla dünyanın artık bir iletişim sarmalı içinde dönüp durduğu ve bir anlamda da bu şekilde daraldığı bir ortamda yaşıyoruz. Günlük deneyimlerimiz bize bu ağın dışında bir yaşam olmayacağını her an hatırlatıyor. Alternatif teknoloji akımları içinde bu teknolojinin, bireyin toplum içindeki yaşamını daha az yabancılaştırıcı biçimde kullanılmasına ilişkin model önerileri bulunmakla birlikte bunların bir bütünlük içinde olduğu da henüz söylenemez. Kuramsal çalışmalar geliştikçe, bunların bir bütünlük kazanması ve eylem planlarının belirlenmesi de söz konusu olacaktır. Bireyin özel yaşamında belirleyici bir yere sahip olan bu elektronik/sanal dünyanın kamusal alan için de yaşamsal önem kazandığı açıkça görülmektedir. İnternet üzerinden iletişimin olmadığı dönemde nasıl bir bilgi alışverişinde bulunulduğu neredeyse unutulmuş durumdadır. Alternatif yaşam biçimlerini bugünün teknolojik gelişmişlik düzeyine uyarlayarak oluşturmak gerekmektedir. Teknolojiden vazgeçerek, yalıtılmış bir ortam oluşturulması mümkün değildir. Bu gerekli de değildir. Amaç, alternatif teknolojik yapıların önemini kavramak ve bireyin dünyasını daha iyi hale getirmek için kullanmak üzere yöntemler geliştirmektir. Toplumda, iş yaşamında ve diğer alanlarda giderek artan yabancılaşma, teknolojinin vaat etmiş olduğu güzel ve mutlu bir geleceği insanlığa kazandıramayacaktır. Tam aksine, bireyin diğer bireylere ve kendine karşı yaşadığı güvensizlik ve umutsuzluk duygusu artmaktadır ve yaşamın sürdürülebilirliğini tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Bu durumda, toplumsal yaşamın ve bireylerin sağlıklı ve mutlu bir yaşam içinde olmalarının koşulu, teknolojinin bugünkü hali ile artarak kullanımı olamayacaktır. Alternatif teknolojiler aracılığıyla eşitlikçi, ayrımcılıkları ortadan kaldırmaya hizmet eder nitelikte üretilecek olan 35 s. 97-113 - 22 - modeller ve bunların hem kamu yönetimi hem de bireyin özel yaşamı içinde, toplumsal ilişkiler ağı üzerinden kamusal alanla kesişen bağlantı noktalarında kullanılma seçeneklerinin uygulamaya geçirilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu çalışmanın asıl amacı bunun kaçınılmaz bir arayış olduğunu vurgulamaktır. Birçok eksiği ile birlikte, bu amacın yerine getirildiği umut edilmektedir. Kaynakça Brecher, J., Costello, T. ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, Aram Toplum Yayınları, İstanbul, 2002 Dickson, David, Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları, Ayrıntı Yayınları, 1992 Habermas, J., İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, YKY-Cogito Dizisi, İstanbul, 2004 MacBride, S., “Bir Çok Ses Tek Bir Dünya”, Unesco Türkiye Milli Komisyonu Raporu içinde, Ankara, 1993 McLuhan, M., (1962), Gutenberg Galaksisi – Tipografik İnsanın Oluşumu, YKY, 1. Basım, İstanbul, 2001 Savaş, G. “Kitle İletişim Araçlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, www.insanbilimleri.com - 23 - Egemenin Deneyiminden Deneyimin Egemenliğine: Pessoa Şiirinde Varlık Problemi Kadir Güven I Portekizce, “pessoa” kelimesi “(hiç) kimse” anlamına gelir. Hiç kimse; bir bakıma, herhangi bir yerde kendi halinde yaşayan, tarihin umursamadığı, niteliksiz bir yaşamın sahibi değilse nedir? Gerçekten de Pessoa, İngilizce ve Fransızca ticaret mektupları yazarak geçinen önemsiz bir memur olarak yaşamıştır. Ophelia Quieroz1 bir mektubunda, Luis de Montalvor’un2 sık sık Pessoa’ya: “Fernando, senin hala tanınmamış olman bir cinayet” dediğini yazar. Sıradan bir memur herkes tarafından nasıl tanınabilir ki? Pessoa, sanki yarattığı bütünlüklü şiirin onu geleceğe taşıyacağına kesinlikle inanarak, her seferinde şöyle der: “Boş verin, çünkü ben ölünce geriye sandıklar dolusu kalacak.” Sandığında, yirmi bini aşkın el yazması vardı; ancak tüm bu fragmanlar, ölümünden sonra hatırlanması için yeterli olmamıştır. İlginçtir ki, Latince persona kelimesi, pessoa kelimesi ile aynı anlamdadır; “oyun” ya da “maske” demektir. Aslında Pessoa, çoğunlukla, “aynı oyunu farklı maskelerle oynayan” gizemli bir şair olarak gösterilmiştir. Çoğu entelektüel gibi, yaşadığı çağın “sonradan farkına vardığı” en otantik ve bütünsel uğraklardan biridir. Peki, Pessoacı şiiri nevi şahsına münhasır kılan şey tam olarak nedir? II Bilindiği gibi, Platoncu felsefe, her türden sanatı felsefenin soyuna çekmemiş olmakla suçlamıştır. Platon’un İdea’ları, insan dünyasına ait gerçekliği, insan zihninden tamamen bağımsız olarak temsil etme yetisine sahiptirler; varlıklar ya da nesneler, İdealar aleminin bir çeşit sabit fonksiyonudur. Bir başka deyişle, İdea nesnesinden tamamen “kopmuş” vaziyettedir. Platoncu teşhis gayet açık ve nettir: hakikatin bilgisini elinde tutan “nesnel kürsü” felsefedir; sanat, toplumsal gerçekliğin vasat bir “kopyası” –hatta, ancak kopyanın kopyası olabilir– olmaktan öteye geçemez. Çünkü sanat (felsefe gibi) “adam akıllı” ölçüp biçmez, üretken –gidimli3– düşüncenin yerine keyfi bir biçimde “dilin yasa tanımaz buyruğunu” geçirir. Şiir, bunu yaparken “egemenin deneyimine” çomak sokacaktır –ki Platoncu siyasetin aklını başından alan olasılık bundan başka bir şey değildir. Buna karşılık, anti-Platonculuk “hakikatin/gerçekliğin” taşıyıcısı olma payesini felsefenin elinden alıp sanata verir. Amerikalı eleştirmen Sontag’ın4 dediği gibi, “Sanat olarak sanat, ancak bu kuram nedeniyle anlaşılması güç, savunma gerektiren bir şey olur”. Kısacası, egemenin deneyimine “bütünlük” veren fikir bundan başka bir şey değildir. Peki, “deneyimin egemenliği” ile ilgili olarak, ne düşünebiliriz? Fransız felsefeci Alain Bodiou, Felsefi Bir Görev: Pessoa’nın Çağdaşı Olmak başlıklı makalesinde, Pessoa’nın şiirinin, çağının mevcut tartışmalarının ötesine bir yerde durmakta olduğunu 1 Pessoa, Fernando, Ophelia’ya Mektuplar, Sel Yayıncılık, 2009, s. 90. Fernando Pessoa ile birlikte Orpheu dergisini kuran Portekizli modernist şair. 3 Gidimli (discursive) düşünme, fikri tasarılar arasında yol yaparak, çıkarımlar oluşturarak ve mantıklı izleklerin peşinden giderek düşünme, diye tanımlanabilir. 4 Sontag, Susan, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Metis Yayınları, 2008, s. 10. 2 - 24 - söylemiştir. Pessoa’cı şiirde uç veren ve onu marjinalleştiren çağımıza yabancı yenilik, bu fazlalık nedir? Bodiou’ya göre, Pessoa, kökleri Platon’a kadar uzanan ve günümüz literatürüne hakim olan “sanat” ve “felsefe” arasında sürüp giden ikircikli ilişkiyi, farklı bir bağlama taşımıştır. Bodiou Pessoa şiirinin, “...Platoncu ya da anti-Platoncu olmamayı başaran bir yol açtığını” düşünmektedir5. XX. yüzyıl, kendini Platoncu sanat anlayışının karşısında konumlandırırken, Pessoa İdea’ya götüren tüm yollara “iri” taşlar koymuştur. Şöyle de söylenebilir: yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekliyle, Platon’da egemenin deneyimine aracılık eden aşkınlık fikri, Pessoa’da deneyimin egemenliğine dönüşerek yok olmaktadır. Bodio’nun6 yazdığı gibi, Pessoa’nın şiirinde, “Şeyler, İdea’larıyla özdeştir”. Pasif ve Bir’in türevi olarak düşünülmüş “kendinde–varlık” yerine, etkin ve Çok’un olumsal çeşitlenmeleri ile özdeşleşen “kendi–içinde varlık” geçirilmiştir. Çünkü özbilinç sahibi varlık, her halükarda araya giren bir “üst buyruk” tarafından sabitlenmemiştir. Nesneler ya da varlıklar, İdea’nın talim ve terbiyesinden haberdar değildir. Bilinç sahibinin, kendi benliği ile olan ilişkisini kavrarken, hiçbir şekilde “İdea’nın çemberinden” geçmesine gerek yoktur. Egemenin deneyimi veya deneyimin egemenliği düşüncesine dikişli üçüncü bir seçenek, “deneyime egemen olan nesnel bir dram” yok mudur Pessoa’da? Pessoa yazdıklarının tümüne, “dünyada bir başına kalmak isteyen” ve sürekli “kasvetli ve bunalım içinde devinen” karakterini yansıtmıştır. Onun, ömrü boyunca peşinden koştuğu şiir tasarısı, bireysel varlığının “sürekli bir biçimde yaşadığı iç sıkıntısına” kulak kesilerek kavranmadıkça, tam olarak anlaşılamaz. Şöyle ki, buradalık, yani “bu dünyada” bulunma, Sartre’da ya da Camus’da olduğu gibi, Pessoa için de saçmadır. Pessoa’da, dünya üzerinde eylemde bulunmak ve gündelik telaşelerin tutsağı olma fikri, yadırganarak yerden yere vurulur. Aydınlanmış bireyin tekilliği dışında –ki bu Pessoa’dan başkası değildir– evrende yer etmiş her türden hakikat aynı kefeye konur. Dünya ile ilişki kurma zorunluluğunun beraberinde getirdiği bilinçsizlik hali, bir bütün halinde “insanlığı kendi kökleri ile ilgili doğru bilgiye ulaşmaktan” men etmiştir. “Zorunluluk” ve “Yazgı” birbirinden bağımsız değildir; iç içe geçmiş durumdadır. Hepimiz, “...Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlıklarıyız...” der Pessoa7 ve ekler: “Tanrı, Sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan kaosun duludur.” Demek ki, Pessoa’da, sürekli aynı kalan kurucu gücün “kendi yasasını süresiz dayatmasıyla” karşı karşıyayız. Bu bağlamda, bu makalede ileri sürülen fikir tam olarak şudur: Pessoa’cı şiir düşüncesi, varlığı, Platoncu tartışma bağlamından söküp çıkarmıştır: fakat bunu yaparken, yukarıda tanımlandığı şekliyle onu, Yazgı’nın pasif alıcısı konumuna dönüştürmüştür. Pessoa’nın şiirini okurken kendimizi, şiirin kendi dışında bıraktığı herhangi bir “şey” gibi hissederiz. Sanki Kozmos, “Pessoa ve onun dışında kalan her türden şey” arasında tam ortadan ikiye bölünmüştür. III Kulağımıza çalınan kederli bir müzik: “Sonsuza dek bedenlerimizin içine hapsedildik!” Varlığın biyolojik boyutu, insanı bedensel olarak “kendi içine kapatılmış bir hareketsiz” olarak taçlandırmıştır. Derilerimiz, bilincimizin bağlı kaldığı “sabit merkezi” garanti altına almıştır. (Pessoa, Bir Kaçağım Ben8 şiirinde, “İnsan sıkılırsa aynı yerde yaşamaktan / Ben neden hep aynı derinin altında sıkılmadan yaşayayım?” diye sorar.) Ömür boyunca, aynı derinin altında çakılı durmaya yazgılıyız. Bedenimiz için “uzam” ve “mekan” 5 Bodiou, Alain, Başka Bir Estetik, Metis Yayınları, 2011, s. 52. Bodiou, s. 56. 7 Pessoa, Fernando, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, 2011, s. 73. 8 Pessoa, Fernando, Uzaklıklar, Eski Denizler, Can Yayınları, 2011, s. 108. 6 - 25 - ne ise hep öyle kalır. Benlik, deri-altına sıkışmış varlığın, kişisel dünyasının olumlanmasıdır. Ancak, vücudun verili sınırları içerisinde kalma zorunluluğunun kabul edilmesi ile birlikte, yaşam ve bilinç yeniden üretilebilir. Başka bir bedene sahip olmak “düşler alemi” dışında mümkün değildir. “Don Quijote ve Madame Bovary’de” diye yazar Felski9 “...baş kahramanları mest edip akıllarını çelen şey, romans türünün sunduğu düş dünyalarıdır.” Romans türünden kaynaklanmasa da, bu mest olma durumu Pessoa10 için de fazlasıyla geçerlidir: “denize açılmak gerekli” diye yazıyordu Pessoa, “yaşamak gerekli değil”. Pessoa, kafasında sınırsız sayıda “düşsel yaşantı” tasarlayan ve bunları bol keseden dağıtıyormuş gibisinden yücelten, Ben’liğin çatlağını bularak yolu açan şairdir. 1935’te öldüğünde, sandığından çıkan binlerce fragman, belirli bir zaman aralığında yaşamış oldukları düşlenen –bazılarının bilgileri kayıptır– hayali karakterlerin takma isimleri ile yazılmıştı; Alvaro de Compos, Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Bernando Soares, Antonio Mora ve bizzat Fernando Pessoa. Bu karakterler, kestirme yoldan giderek, Pessoa ile birebir özdeş sayılamaz; her biri “uzamın egemenliğini” aşma yönünde atılmış birer adımdır. İtalyan edebiyatçı Antonio Tabucchi11 Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü’nde, bütün kurmaca karakterlerin sırasıyla hastaneye gelerek Pessoa’ya veda ettiği “teatral bir son” kurgulamıştır. Çoğul kimlikler, gerçek varlığın yok olması ile birlikte solup gideceklerdir. Çünkü Pessoa için varlık, kendi ideal benliklerinin bilinçli kurucusu pozisyonundadır. Şöyle de söylenebilir; Pessoa’da varlık ve praxis problemi, “çoğulluk” ya da “olumsallık” fikrinden ayrı ele alınamaz. Colusso’ya12 kalırsa, Pessoa’nın getirdiği “büyük yenilik” burada ortaya çıkar: “Temelde, Katoliklik ve Hıristiyanlıktaki biricik ruh fikriyle, tek ve bölünmez ruh fikriyle mücadele etti Pessoa. Pagan dinlerindeki çoğul ruhun dönüşünü arzuladı.” Çoğul ruhlar, praxis bağlamında, eşsiz bir deneyimin gizemli özneleridirler; “dünya ile aralarındaki boşluğun şaşkınlığını” devamlı suretle aşmaya çabalarlar. Ama her durumda, sorun öylecene karşımızda durmaktadır; boşluk, şiirin maddiliği ile doldurulabilecek midir? Şöyle sormak da mümkün; “varlığın çoğulluğu” ve “düş birikimi” ile desteklenen bu çabalamalar, varlık ile dünya arasındaki derin boşluğu doldurmaya yetebilir mi? Yanıt olumsuzdur; Bloch’un13 hayal kırıklıklarının listesini yaparken söylediği gibi, “hiçbir zaman Pazartesi sabahına erişemeyecek olan” bir şölenin törenselliği, var olanın yakasına sıkıca yapışır. IV Yukarıda belirtilen savları Pessoa şiirinde göstermeyi deneyebiliriz. Benjamin14 Boudelaire’de Bazı Motifler Üzerine isimli makalesinde, “kumarbazın” ve “sanayi proleterinin” pratik etkinliğinde ortak bir özellik olduğunu düşünür: “Tıpkı kumarda bir cuop’nun (atış) bir önceki coup’dan kopuk olması gibi elin makineye müdahalesi de bir öncekinden kopuktur; bu yüzden de işçinin angaryası kendi tarzında kumarbazınkinin karşılığıdır. Her ikisinin çalışması da aynı ölçüde içerikten yoksundur.” Çağımıza özgü şekliyle, reflekslere dayanan bir benzerliktir bu. İşçi, üretimin organizasyonunda hiçbir şekilde, söz sahibi değildir. Üretimin “araçları” ve “konusu” patron tarafından önceden 9 Felski, Rita, Edebiyat Ne İşe Yarar, Metis Yayınları, 2010, s. 81. Aktaran, Işık Ergüden-Hur Yumer, Şeytanın Saati, Can Yayınları, 2008, s. 8. 11 Tabucchi, Antonio, Fernando Pessoa’nın Son üç Günü, Can Yayınları, 2005. 12 Colusso, Tiziano, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü (Önsöz), Can Yayınları, 2005, s. 6. 13 Bloch, Ernst, Umut İlkesi, İletişim Yayınları, 2007, s. 228. 14 Benjamin, Walter, Boudelaire’de Bazı Motifler Üzerine, Son Bakışta Aşk İçinde, 2008, s. 137. 10 - 26 - belirlenmiştir ve tüm bu akılcılaştırmanın, ücretli emekçinin “kişisel/entelektüel” hedefleri ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Üretim ile ilgili işlemler, üreten “özneyi” içermez. Kumar oyuncusunun bağlı olduğu mekanizma, tıpkı işçi de olduğu gibi, tüm projeleri onun adına yürürlüğe koymuştur. Kumar salonunun havası, fabrikanın havasından farklı değildir. “Hep yeniden başlamak” der Benjamin15 “kumarın düzenleyici fikridir –tıpkı ücretli işte olduğu gibi”. Pessoa için insanlık, Benjamin’in örneğinde kumarbaza ya da işçiye denk düşecek biçimde, dünya ile ilişkisinin farkında olmayan “bilinçsiz” bir unutkandır. Varlığının köklerini unutup sebat etme durumu, her daim uyanık kalmayı becerebilen bir uyuklamanın çimentosundan yapılmıştır. Pessoa’nın tüm şiirleri, “dünyaya yönelmek zorunda kalmış bilinçli varlık olarak insana” dair ebedi bir sıkıntının etkilerini taşır. İnsanlar, “sokak lambasının puslu ışığı altında amaçsızca uçuşan sineklerden” farksızdır. Şöyle söylemek de mümkün; “Bizler, yani bir bütün halinde insanlık, “dış–dünya” ile aramızdaki uçurumun farkında değiliz. Ne yaparsak yapalım, “kendimizden, kendimiz olmaktan” kurtulamayacağız. Çünkü lambayı kimin yaktığını unuttuk.” Alberto Caeiro takma adıyla yazdığı, Günebakan Gibi Keskindir Bakışım16 isimli şiirinde, bu nokta gayet belirgindir. İnanırım Dünya’ya, bir papatyaya inandığım gibi Çünkü görürüm onu ama düşünmem. Çünkü düşünmek anlamamaktır... Onu düşünmemiz için değil, (Düşünmek iyi görememektir) Biz ona bakalım ve onunla uyum içinde Olalım diye yaratılmıştır dünya. Felsefem yok, duyularım var benim... Doğadan söz ediyorsam onu bildiğimden değil, Sevdiğimdendir bu, onu sevmemin nedeni de Sevenin neyi sevdiğini, niçin sevdiğini Ve sevginin ne olduğunu asla bilmemesidir. Şairin ve şiirin temel arzusu, “gerçeği/hakikati” dolaysız bir biçimde ortaya koymaktır. Bu yüzden, ilk elden, tasvirler açık ve basit gerçekliğin dolaysızlığı ile kırpılmıştır. Burada, doğayı doğa yapan bütün derinlik tüm çıplaklığı ile karşımızda durmaktadır. Karmaşık, yüklemlerinin taslağı çizilmemiş ve tamamlanmamış sonsuz sayıda eyleminin taşıyıcısı olan bir kurmacanın “kuru hakikati” ile karşı karşıya kalırız. Pessoa’nın gözünde, “uyumun harikulade birliği” herhangi bir fenomenolojik yanılsamaya angaje olmayacak derecede belirgindir. Aslında, Pessoa’nın şiiri, sonsuz olanın yolunu yaparak, doğayı “insansızlaştırmak” istiyordu. Şiirleri, ekseriyetle, insanların sonsuza kadar ortadan kaybolduğunu hissettirir. Pessoa’da, bir nesne, hayvan ya da insan, aynı bilinçsizlik değerleri ile yüklü oldukları müddetçe, birbirlerinden ayrı kategorilerde değerlendirilmemiştir. Tam tersine, insanların, şeylerin ve nesnelerin özü, aynı “özdeş maddenin kristalleşmesi” sonucu ortaya çıkmıştır. Pessoa sanki bize şöyle der gibidir: “Öyle görünüyor ki, insanın pratik biyolojik yaşamı, hayvanlar ile çok fazla benzerlik taşır. Belkide, daha garip olanı, insanın tahtadan yapılmış 15 16 Benjamin, s. 140. Pessoa, 2011, s. 22. - 27 - masalar ya da parlaklığını yitirmiş metal paralar için geçerli olan doğal kanunlara tabii olmasıdır; örneğin, insan herhangi bir şey gibi “atomlarına ayrılabilir” veya ömrünü tamamladığında, değersizleştiği düşünülerek “gözden çıkarılabilir” vb.. Ve insan, kararlı ve azimli bir yüreklilikle ve aynı zamanda bitkilere nispet edercesine, “çorak arazinin uzak bir kenarında ya da bir direğin dibinde yaşadığını bilmeden” yaşayabilir.” Böyle bir “kendi konumunu belli etme deneyimi” çoğu kez, hayalperestlikten oldukça uzak ve nihilizme fazlasıyla yakın bir perspektifle özdeşleştirilebilir. Bu özdeşliğin ötesinde, düşünmeme ve uyum sağlamama saadeti, sadece şairin ve bir elin parmağı kadar filozofun bilgisi dahilindedir. Muazzam sayıda insan ve onların dünya ile kurduğu ilişkiler, yanılsamalar ve bilinçsizlik ile harmanlanmış “patikalarından” geçerek, kendini kaptırma ve kendini kaybetme deneyiminin “sürekli güneş gören yüksek tepelerine” ulaşmıştır. Pessoa, varlığı Platon’dan kurtarıp “kısmetini açma” işini yüklenirken, aynı zamanda insanlığa “uzaktan” ve “midesi bulanarak” bakıyor gibidir; Denize Övgü’nün sonuna doğru “Zavallı insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar!” diye bağırır sanki. Başka bir evrenin vatandaşı olma ve her şeyi olduğu gibi bırakıp gitme arzusu, Pessoa’ya Öteki’ni (insanlığı) unutturmuş gibidir. Compos17 takma adıyla yazılmış Denize Övgü18 şiirinde, işgal ettiği “anlamsız konumun protezini” söküp atma isteğini belirginleştirir. Yuh bana! Çılgınlığımı yaşayamadığım için Yuh bana! Ayaklarım her zaman uygarlığın eteklerine dolandığı Ve sırtıma bir çuval dantel yüklenmiş gibi inceliklerle davrandığım için! Biz hepimiz, çanak yalayıcıları çağdaş hayırseverliğin! Veremliler, sinir hastaları gibi bitik, içe geçmiş, Vurup kırmaktan, erkekçe dövüşmekten kaçan, Ruhlarını iplikle bağlı bir tavuk ayağı gibi sürükleyenler! “...Caeiro sonlunun saltanatını üretiyorsa” der19 Bodiou, “Compos şiirin enerjisinin sonsuza kaçmasını sağlayacağı içindir.” Pessoa’nın şiirini okurken, varlık olarak, burada, “boş bir gösteren” olduğumuzun derinlemesine ayırdındayızdır; yaşamın anlamsızlığını şeffaf bir biçimde yansıtan prizmanın ışığı, olduğumuz yeri terketmek zorunda bırakacak derecede güçlü bir biçimde, gözümüzü almaktadır. Sanki anlatılanlar, bizi tek hamlede üzerimizdekilerden kurtararak çıplak bırakır. Varlığımızın dokusuna işleyen ve bizi boydan boya kat eden “evren hapisanesinin” tam ortasında kaldığımızı derinden hissederiz. Tarihi ve bu dünyadan kurtulma fikrini askıya alan “geçirimsiz” ve “sonsuz” bir çember, sürekli olarak “kendi içine” kapanır durur. Bizi bu “çoğul mezarlıktan” kurtaracak bir başka hayatın ırmağı ebediyen kurumuştur. V Yukarıdaki tartışmayı biraz daha açabiliriz. Pessoa’nın tüm edebi ürününe sinmiş en belirgin tavır şudur: etkin bir olumsuzlayıcı olarak “hayatın anlamsızlığına kayıtsız kalmak” ya da “dünyaya sırt çevirmek”. Bu durum, Pessoa’nın şiirine derinden sirayet etmiş “edilgen bir kötümserlik” hali ile yakından ilişkilidir. Bu edilgen tavrın dayanağı, tüm gücünü varlık 17 Pessoa, 2011, s. 77. Pessoa, 2011, s. 59. 19 Bodiou, s. 57. 18 - 28 - probleminin köklerinden alır; şöyle ki, fiziksel dünya, “bize ait olmayan, bizim dışımızda planlanmış” tasarımların ürünü olmaktan öte bir anlam taşımaz. Varlığın dünya ile olan ilişkisi, kendisi ile ilgili kesin bir hükme sahip olmadığımız, belirsiz bir yasa tarafından yönetilir. Dört bir yanımız “gerçekliğin” yürürlüğe koyduğu kuralların çalılıklarıyla kapatılmıştır. Dünyada geçici olarak konaklayan insan, “ruhsuz çiçeklerin birbirine dolanan dallarıyla sarmaladığı renksiz kapıdan” içeri itilmiştir. Bir başka deyişle, dünyanın ve kendi varlığının farkında olma, kendi nesnesine asla uyum gösteremeyen bir bilincin, “gecenin kasvetli sıcaklığını gündüzün hafif rüzgarı ile dengeleme girişiminden” başka bir şey değildir. Sartre’ın20 deyimiyle, saçmalık “İnsanın dünyayla ilişkisinden başka bir şey değildir.” Basitçe biz, saçmalığın “nesneleriyiz”. Pessoa’dan alınmış aşağıdaki parça –“Şiirlerimin düz yazısını yazıyorum” der Pessoa– bu bağlamı net bir biçimde somutlaştırabilir21. “Hepsi aynı bunların; atölye’den söz eden genç kızlar, işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki, aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal – aslında hepsinde aynı aptallık. Kimileri daha yaşlı, kimileri daha genç – aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri erkek, kimileri kadın – aslında hepsinin cinsiyeti aynı; var olmayan bir cinsiyet bu.” Huzursuzluğun Kitabı, arkadaşı Carneiro’ya yazdığı bir mektup22 ile başlar ve Pessoa neredeyse her satırında, dünyanın “hep aynı kalan” görüntülerden müteşekkil olduğundan yakınır; “Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok.” Amaçsız bir sıradanlık, sürekli olarak, şimdiki zamanın ağırlık merkezinde yerleşme eğilimindedir. İnsanlar, nesneler ve gündelik işlerin tekdüzeliği içinde –bakımsız bir Şimdi’nin canlı kanlı aynasında kendini görerek– yaşama zorunluluğu, “durgunluğun derin yarıklarına orantısız parçaları düşmüş, sıkıntılı bir enkaz olma hali” ile özdeştir. Yaşam, Pessoa için, arka kapısı cennete ya da cehenneme açılan bir han değildir; “arafta kalmış bilincin yuva yaptığı, can sıkıcı bir bekleme odasıdır.” Mektubun23 sonunda, tüm bu tatsız durgunluğun verdiği “sürekli hüzün” haliyle şöyle sorar; “Hissetmek – ne renktir acaba?” Acaba, mutlu olma bilinci söz konusu edildiğinde, tekil bir renkten bahsedebilir miyiz? Ya da şöyle soralım; yüzünü dünyaya dönmüş mutluluk imgemiz, hangi tonların ağırlığı ile şekillenir? Tekrar Benjamin’e dönmemiz gerekiyor. Benjamin, Tarih Felsefesi Üzerine24 II. tezde yukarıdaki soruyu yanıtlıyor gibidir. “Düşününce görürüz ki” diye yazar Benjamin “mutluluk imgemiz baştan başa, kendi 20 Aktaran, Vedat Günyol, Önsöz, Yabancı, s.11, 2011. Pessoa, 2011, s. 130. 22 Pessoa, 2011, s. 17. 23 Pessoa, 2011, s. 19. 24 Benjamin, 2008, s. 39. 21 - 29 - varoluşumuzun bizi bir kere içine sürüklediği zamanın renklerini25 almıştır.” Demek oluyor ki, tek bir renkten bahsedemeyiz; en azından “zamanın çoğul renklerinden” haberdarken, bunu yapamayız. Dünya karşısında bilerek uğraşısız kalmayı yeğleyen bir bilinç sahibini ne yatıştırabilir? Pessoa için, hiçbir argüman “yatıştırıcı” değildir. Aslında, “burada olmamanın özgürlüğü ile yüklü düşler” dışında, her şey “yavan” ve “ketum” gelir Pessoa’ya. Pessoa için “Kozmos’un ve Tanrı’nın dışına çıkma” fikri fazlasıyla hoşa gitse bile, pek mümkün görünmez; ne zaman yüzünü düşler alemine çevirse, dünya, her seferinde ve saplantılı bir biçimde, akraba oldukları gerçeğini gözünün içine sokmaya çabalar. İnsanlar da onun için, “hırsızın ayağına takılan önemsiz eşyalardan” farksızdır; herhangi bir düş görme anında, planını bozan önemsiz ayrıntılardır. Pessoa’nın “tesellisi/avuntusu” düşlerinden ibarettir; evrenin sevimsiz hakikatinin katı hükmünden sıyrılarak, emsalsiz büyülenmeler yaşadığı kısa metrajlı kopuşlardır bunlar. Bir başka deyişle, modern deneyimin sürekliliğinde, “gündelik yaşamın iktidarını düşler alanında kalarak unutmak” niyetindedir. “Benim törelerim” der26 Pessoa, “yalnızlığın töreleri, insanların töreleri değil kesinlikle.” VII Sonuçta, Pessoa, Bodio’nun da söylediği gibi, felsefe ve sanat arasında süregelen ilişkinin yönünü değiştiren şairdir. Yarattığı kurmaca karakterler, onu çağımızın en önemli şairlerinden biri haline getirmiştir. Şiirinde, varlıkların ve nesnelerin dünya üzerinde deneyimledikleri yaşama kulak verdiklerini ve nesnel hakikatin bu dünyaya içrek olduğunu göstermiştir. Bir başka deyişle, Pessoa, varlık ve onun özbilinci arasına girebilecek herhangi bir “aracı ilkenin” kökünü kurutmuştur. Öte yandan, Pessoa’nın şiiri, yaşadığı güçlü trajedinin nedenini anlamayan ve neyin “kefaretini” ödediğini bilmeyen bir gözün süzgecinden geçirilerek yazılmıştır. Pessoa, dünya ile akrabalık kurmaya bir türlü yanaşmayan, düşler alemi ile avunan ve bunun sonucunda, sürekli olarak var-olma sıkıntısını sırtında taşıyan birisiydi. “Tek derdimiz kendimizi oyalamak” diyordu Pessoa27, “bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.” Kaynakça Benyamin, Walter (2008), “Son Bakışta Aşk”, haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul. Bloch, Ernst (2007), “Umut İlkesi”, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul. Bodiou, Alain (2010), “Başka Bir Estetik”, çev, Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul. Camus, Albert (2011), “Yabancı”, çev. Vedat Günyol, Can Yayınları, İstanbul. Felski, Rita (2010), “Edebiyat Ne İşe Yarar”, çev, Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul. Pessoa, Fernando (2008), “Şeytanın Saati”, çev. Işık Ergüden, Can Yayınları, İstanbul. Pessoa, Fernando (2009), “Ophelia’ya Mektuplar”, çev. Sema Rifat, Sel Yayıncılık, İstanbul. Pessoa, Fernando (2011), “Huzursuzluğun Kitabı”, çev, Saadet Özen, Can Yayınları, İstanbul. Pessoa, Fernando (2011), “Uzaklıklar, Eski Denizler”, çev, Cevat Çapan, Can Yayınları, İstanbul. 25 İtalikler benim. Pessoa, 2011, s. 81. 27 Pessoa, 2011, s. 29. 26 - 30 - Tabucchi, Antonio (2005), “Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü”, çev, Münir H. Göle, Can Yayınları, İstanbul. “Yoruma Karşı” (2008), Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş’in içinde, çev. Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul. - 31 - Sosyolog ve Fotoğraf Günnur Ertong Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Sosyoloji toplumu gözlerken sahip olduğu araçların farkında mıdır sorusundan hareketle ortaya çıkan bu yazı sosyologu başka bakış açılarına taşıyabilmeyi ummaktadır. Sosyologu başka bakış açılarına taşırken de ona yeni araçları tanıtmak, anlatmak bu araçlar hakkında farkındalığını artırmak gayesindedir. Elbette özellikle uygulamalı sosyolojinin vazgeçilmezi olan ses kayıt cihazının araştırmalara dahil olmasının üzerinden yıllar geçmiş ve artık kullanımı kanıksanmıştır ancak sosyoloji sadece sese ve deşifresine mahkum değildir, ufkunu genişletmeli, görebildiklerini daha fazla araştırmasına yansıtmalıdır. Cipriani ve Del Re (2012) ‘ye göre görsel sosyoloji sosyal sinyalleri olduğu gibi, ifadeleri mümkün olduğunca doğal bir şekilde, bağlama verilen tepkileri kaydetmeyi amaçlar. Önceden tasarlanmış davranışla anında verilen tepki arasındaki farka yeni bir bakış getirir. Bu farkındalığın doğurduğu bir alan olan ve hızla büyüyen görsel sosyoloji, öncelikle fotoğraf, video, resim gibi çeşitli görsel materyali sosyolojik araştırmalara dahil ederek onların da analize katkı sağlamasını hedeflemektedir. Burri (2012) ‘ye göre bugünün toplumsal yapısında görüntüler dağınık bir biçimde yer almaktadır. Toplumsalın önemli bir biçimi olarak görsel materyal, sosyal gerçekliğin temsiliyetlerini arttırmıştır. Görsel, gücünün artışıyla insanların nasıl düşündüğünü ve etkileştiğini neredeyse belirler hale gelmiştir. Teknolojinin gelişimi bunu her geçen gün artırmaktadır. Ancak görsel üzerine düşünmek için sosyolojinin çoğunlukla kavramsal bir çerçeveden yoksun olduğu düşünülmektedir. Sosyolojide tarihsel olarak bakıldığında görüntü üzerine yapılmış bir takım çalışmalar mevcuttur. Buri (2012)’nin çalışmasında yer verdiği örneklerden; 1908 yılında Simmel’in duyular sosyolojisi çerçevesinde görme duyusunun kent hayatındaki öneminin altını çizdiği çalışması, Goffmann’ın ise 1967 yılındaki çalışmasında sosyal etkileşimde gündelik hayatta bedenin performansını tartışırken benliğin sözel olmayan temsiliyetinden bahsetmesi örnek olarak verilebilir. Toplumsal cinsiyet rollerini öne çıkaran reklamlar üzerine yaptığı ampirik çalışmada ise yine Goffman (1967) bu rollerin görsel olarak nasıl yansıtıldığını araştırmıştır. Bourdieu (1965) ise çalışmasında gündelik hayatta sosyal entegrasyonda fotoğrafın nasıl kullanıldığına odaklanmıştır. Görüntülerin sosyal pratikte rol oynayan aşağıdaki görsel boyutlarının da görsel mantığı oluşturduğunu belirtmektedir. Görsel değer: görüntülerin tutarlı özelliklerini yansıtır. Görsel bilginin eş zamanlı olarak algılanmasına izin verir. Görsel performans: görsel sinyallerin görüntüde nasıl birleştiğine işaret eder. Görsel ikna edebilme gücü: görüntülerdeki bilginin iletişim ve retorikteki gücünün altını çizer. Görüntüleme pratikleri görsel mantıkla nasıl gerçekleşiyor sorusuna cevap vermek için görsel değerin işitsel, dokunsaldan farklı, metinsel, rakamsal işaretlerden de farklı olarak meydana geldiğinin farkında olarak başlamak gerekir. Görsel değer hiçbir zaman epistemik pratikten ve aktörlerin sosyal bağlamından bağımsız düşünülemez. Estetik algı; görsel - 32 - performans, kontrast, netlik, görsel sinyallerin nasıl bir araya geldiğinden, kültür, yaş, eğitim, bireysel yetenekler gibi faktörlerden etkilenmektedir. Cinsiyet, güç, iktidar ise görüntünün algılanmasında, yorumlanmasında etkilidir. Görseli etkileyen, belirleyen bunca sosyal faktör olduğu düşünüldüğünde, görselin toplumu, dönüştürme gücü arttıkça görsel sosyolojinin genişleyen bir alan olacağını görmek kaçınılmaz olacaktır. Bu yazıda özellikle fotoğrafın sosyolojideki yeri ve nasıl katkı sağlayabileceği konusu ele alınmaya çalışılmıştır. Becker (1974)’a göre sosyoloji ve fotoğraf yaşıttır. Comte, sosyolojiye adını verdiği sırada Daguerr de metal levha üzerine görüntü sabitleme yöntemini kamuya duyurmaktadır. Aynı yaşta olan iki alanın da en önemli ortak paydası toplumun araştırılmasıdır. Fotoğraf makinesi bir ses kayıt cihazı gibi kayıt eden ve iletişim sağlayan bir araç gibi düşünülmelidir. American Journal of Sociology yayın hayatının ilk 15 yılı boyunca ses getiren makaleleriyle ilişkili fotoğraflar yayınlamıştır. Sözel olmayan bir takım verinin saklanması için de önemli bir araç olarak görülmelidir. Her zaman sözel verinin yanı sıra paylaşılan görsel verinin anlatımı güçlendirdiği düşünülmektedir. Ancak bugün bile böyle çalışmalar az sayıdadır. Sosyoloji, fotoğrafa karşı çok da sevecen değildir. Toksoy (2006:9) ‘a göre günümüz sosyal bilimleri içinde fotoğraf, film, video gibi görsel malzemeleri temel alan ve genelde görsel çalışmalar olarak adlandırılan araştırmalara yönelik ilgi gün geçtikçe artmaktadır. Sosyal yaşamı görsellik üzerinde ele alan bu çalışmalar, sosyal bilimleri disiplinler arası çalışmalara doğru iterken mevcut bilgi üretme biçimlerine ve araştırma tekniklerine de alternatifler sunmaktadırlar. Görüntü temelli araştırmalar içinde imgeler; yazılı metne eklenen, araştırmacının ortaya koyduğu varsayımları destekleyici, yorumsuz, belgesel kaynaklar olmanın ötesinde birer veri olarak değerlendirilmektedirler. Bir 19. yüzyıl buluşu olan fotoğrafın sosyolojiye katkısını özetleyen "görsel sosyoloji" kavramının da işaret ettiği gibi (Harper: 1989; 81-83) teknolojik yenilikler sosyal bilimlerde metodolojik yeniliklere yol aça gelmişlerdir. Bu yolun sosyolojiyi zenginleştireceği düşünülmektedir. Günümüzde görsel araştırma araçlarının sosyolojide yeterince kullanılmaması bu çalışmada sorunsallaştırılmıştır. Teknolojinin zenginliğinden sosyal bilimcinin faydalanmaması bugün neredeyse bir az gelişmişlik olarak yorumlanabilmektedir. Bu zenginlik bilişim teknolojileri, internet olabileceği gibi fotoğraf makineleri, kameraları kapsayan görsel kayıt mekanizmalarını da içermelidir. Bu yazıda aşağıdaki sorulara cevap aranması amaçlanmaktadır. Fotoğraf bir araştırma tekniği olarak görülebilir mi? Toplumsal araştırmalarda fotoğraf ne tür olanaklar sunar? Sosyolojik araştırmaların içerisinde fotoğrafın yeri nedir? Görsel sosyoloji içerisinde fotoğraf nasıl konumlanmakta ve tanımlanmaktadır? Fotoğrafla yapılan araştırmalarda yaşanabilecek sorunlar nelerdir? Fotoğraf ve etik ilişkisi nasıldır? (manipülasyonlar) Artan teknoloji kullanımıyla birlikte dijital, gündelik hayatın hemen her noktasına sirayet etmiştir. Fotoğraf ve fotoğrafçılık da bu teknolojik yükselmeden fazlasıyla nasiplenmiş ve üstün görüntü kalitelerini kompakt cep makinelerini makul fiyatlara sahiplenme şansı alana duyulan ilgiyi de yükseltmiştir. Fotoğraf çeken tablet PCler, boyundan büyük çözünürlüğe sahip fotoğraf makinelerinin yaygınlığı artmıştır. - 33 - Bu çalışma fotoğraf alanlarının tümünü kapsamamakla birlikte fotoğraf sanatını betimlemeye dair de bir anlatı çabası içerisinde değildir. Ancak sosyoloji ve fotoğraf arasında bir köprü oluşturarak bir araştırma tekniği olarak fotoğraf çekimini bir alternatif olarak sosyologlara sunma kaygısı gütmektedir. Prosser ve Scwartz (1998: 101-111)’a göre araştırmada fotoğrafın kullanımı, araştırmacının öncelikle epistemolojik ve metodolojik varsayımlarını ortaya koymakla başlamalıdır. Bunun yanı sıra sosyolojik yaklaşımı da fotoğrafın araştırmada nasıl yer alacağı konusunda belirleyici olacaktır. Fotoğrafın oluşturulması sırasında üzerinde gelişen teknolojiye paralel olarak yapılabilecek manipülasyon imkanlarının her geçen gün artıyor olması daha önce çoğunlukla gerçekleri salt olarak ortaya koyduğu düşünülen fotoğraf konusunda bir parça güvensizlik yaratamaya başlamıştır. Saha notları ya da diğer ampirik veri gibi fotoğraflar da bize dış dünyayı tarafsız ve önyargısız biçimde belgelemeyebilir ancak fotoğraflar aracılığıyla kolayca fark edilemeyen ya da gözden kaçan ilişkiler fark edilebilir ya da kanıtlanabilir. Araştırmaya katılan kişinin hakları, katılımcıya duyulan sorumluluklar ve telif hakları konusu da fotoğraf çekimi tekniği kullanılarak yapılan araştırmalarda oldukça önem taşımaktadır. Fotoğraflanan nesneye ya da özneye eleştirel mesafe koyan bir yaklaşım araştırmanın verili olanı somutlaştırmasına olanak tanıdığı için daha güvenilir kabul edilmektedir. Görsel sosyoloji araştırmalarına konu edilecek toplumsal öğelerin seçimi de tartışmaya açıktır şöyle ki güçlü grupların kendilerine ulaşmak isteyen nitel araştırmacıları engelleme ihtimalleri de mevcuttur. Daha çok araştırmacının erişebileceği konular/kişiler görselliğin içinde bulunduğu çalışmalarda yer alacaklardır. Fotoğrafta kullanılan teknik belirleyiciler; ışık, renk, objektifler, kullanma becerisi üretilen fotoğrafın araştırmadaki kullanımını şüphesiz etkileyecektir. Fotoğrafın kalitesi arttıkça etkisi de artacaktır. Fotoğraf makinesi daha çok bir ses kayıt cihazı gibi yapılacak nitel araştırmada kullanılan teknolojik bir araç olarak düşünülmelidir. Kullanımı sonucunda araştırma bulguları açısından yaratacağı zenginliklerin yanında yol açabileceği sorunların da olduğu göz ardı edilmemelidir. Bugün akıllı telefonlar sayesinde bir çok sosyolog aslında ses kayıt ve görüntüleme cihazını her an yanında taşımakta ve sosyal medya aracılığıyla bunu tüm dünyayla paylaşma şansına sahip olmaktadır. Akıllı telefonların sunduğu çok amaçlı fonksiyonların birer araştırma malzemesine dönüşmesi sosyologun gündelik hayatına da sosyolojiyi daha fazla taşıma şansı getirecektir. Değişen tüketim kalıpları sosyolojinin yapılış biçimini de kuşkusuz etkileyecektir. Cipriani ve Del Re (2012) ‘ye göre insanlar, fotoğraflarını ve otobiyografilerini, zaman içerisindeki paylaşımlarını (facebook zaman tüneli) internet üzerinden paylaşmakta ve nesne değişmekte buna paralel olarak benliğin sunumuna duyulan ihtiyaç nedeniyle sosyologun rolünü değiştirmektedir. Sosyolojik analizde artık insanlar çok daha aktif katılımcılardır. Kendi gerçeklik yorumlarını yapabilmekte ve kendi hazırladıkları materyallerle benliklerini sunabilmektedirler. Fotoğraf albümleri ve evde çekilmiş videolar artık kişisel değildir, onlar artık fikirleri de ortaya koymaktadırlar. Benliğin sunumu bugüne kadar araştırmanın nesnesi olarak görünenler için çok önemli hale gelmiştir. - 34 - Nitel araştırmalar yapılırken hem metin hem de görüntü bir takım işleme tabi olmaktadır. Veri depolama, kodlama, hatırlatma notları alma, saha notları gibi…Bunlar yapılırken çeşitli programlardan faydalanılmaktadır. Bu programlar farklı saha çalışmalarından gelen veriyi ve görüntüler birleştirebilmekte ve çeşitli demografik verilere göre sınıflandırabilmektedir. Teknoloji nitel çalışmaları da kolaylaştıracak bir takım yardımda bulunmuştur. Ancak önemli olan veriyi teoriye transfer edebilmektir. Bir yazılımın teori ve pratiği bir araya getirmesini beklemek ona haksızlık olacaktır. Burada sosyolojinin görevi daha da kritik hale gelmektedir. Prosser & Schwartz (1998)’e göre sahip olduğunuz sanatsal bakış ve teknik imkanlar üreteceğiniz fotoğrafı etkileyecektir. Sonuçta sizin analiz nesneniz olan fotoğrafın toplumsalı yansıtma gücü de bunlardan etkilenmiş olacaktır. Araştırmacı tarafından çekilen fotoğraflar, veri toplama aşamasında sıklıkla bir görüşme cihazı olarak kullanılır. Bu çoğunlukla “fotoğrafik uyarım” (photoelicitation) olarak adlandırılır ve bireylerle, gruplarla, çocuklarla yapılan görüşmeler, görsel etkiye sözel etkiden daha kolay yanıt veren kimselerle daha etkin kullanılabilir. Fotoğrafik uyarım, tek veya daha önce yapılmış bir analize dayanarak araştırmacı tarafından bir araya getirilmiş, görüşmeci tarafından bir anlam ifade edeceği düşünülerek hazırlanmış fotoğraf dizisidir. Bunun sonucunda herhangi bir fotoğrafın yorumlanması ya da tartışılması mutlaka teorik bir çerçeve gerektirmektedir. Rose (2007: 237-256)’a göre görüntüler araştırmacı tarafından da üretilebilir. Sosyolojik araştırmada kullanılacak görüntüler, fotoğraf, harita, video kayıtları ya da diyagramlar olabilir. Ancak bunlardan en yaygın kullanılanı fotoğraftır. Fotoğraf sosyal araştırmalarda kullanıldığında; bilgi, etki ve tepkiyi beraberinde taşır. Fotoğraf yaşam deneyimlerinin daha şeffaf temsilidir. Araştırmalarda kullanılan fotoğrafları şu şekilde sınıflandırmak mümkündür. Destekleyici: Araştırmacının yorumlarına bağımlı olan fotoğraflardır. Araştırmacının sorusuna cevap bulmak konusunda kanıt teşkil eder. Fotoğrafik uyarımı da bu sınıflandırmaya dahil etmek mümkündür. Çekilen fotoğraflar mülakatı teşvik edici bir biçimde kullanılmaktadır. Fotoğrafı belgesel şeklinde kanıt olarak kullanan fotoğraf dokümantasyonu da bu gruba girmektedir. İlave: metne görsel destek sağlamak amacıyla kullanılan fotoğraflar bu kategoride yer almaktadır. Araştırma etiği fotoğrafın kullanıldığı araştırmalarda büyük öneme sahiptir. Fotoğrafik uyarım her ne kadar basitçe mülakata bir fotoğrafı dahil etmek olarak yorumlansa da mülakatta katılımcıyla yaptığınız görüşmede fotoğrafla pek çok konuya hatta konunun çok farklı detaylarına bile erişebilmektedir. Fotoğrafik uyarım iki farklı şekilde sağlanabilir. Birincisinde araştırmacının çoğunlukla da katılımcının sahip olduğu bir fotoğraf tartışılırken diğerinde katılımcıdan bir fotoğraf çekmesi istenmektedir. Fotoğraf dokümantasyonunda araştırma problemine ilişkin fotoğraflar çekilerek araştırmaya katkı sağlanması beklenmektedir. Örneğin Suchar’ın 1997 yılında yaptığı soylulaştırma kavramına ilişkin çalışmasında araştırma yaptığı sahanın fotoğraflarını çekerek başlamış her fotoğrafın altına da saha notlarını iliştirmiştir. Bu notlar o fotoğrafın hangi araştırma sorusunu cevapladığıyla ilgilidir. Bu notlarda bir çeşit kodlama sistemi kullanarak fotoğrafları karşılaştırılabilir kılmıştır. Üçüncü aşamada ise ilk aldığı görüntüler üzerinden daha detaylı tartışmak istedikleriyle ilgili ikinci fotoğraflar çekmiştir. İlave olarak kullanılan fotoğraflar ise daha çok daha çok metnin doğruluğuna ikna etmek içindir. - 35 - Fotoğrafın kullanıldığı bu araştırmalarda etik kavramı bir parça daha ön plandadır. İngiltere Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar konseyinin etik araştırma için koyduğu altı prensip oldukça önemlidir. Bu prensipler: Araştırma bütünlük içerisinde ve kaliteli olmalıdır. Araştırma bünyesinde çalışacak herkesin amaçlardan, araştırmanın yönteminden araştırma sonuçlarının nasıl ve nerede kullanılacağından, katılımlarının neleri kapsayacağı konusunda bilgilendirilmelidir. Kullanılan malzemenin anonim olacağı, örneğin fotoğrafların üzerinde varsa kişilerin yüzlerinin buzlanması gibi. Tüm katılımcılar gönüllü olarak projede yer almalıdır. Katılımcılara zarar verilmesi engellenmelidir. Araştırma bağımsız olmalı, çıkar çatışmaları engellenmelidir. İşbirlikçi araştırma: araştırmayı katılımcılar üzerinde değil, onlarla birlikte yapmak için kullanılır. Örneğin katılımcıların size poz verdikleri hallerde onları fotoğraflamak buna örnek olarak verilebilir ancak bu durumda da o fotoğrafların nerede ve nasıl kullanılacağını onlara anlatmak çok önemlidir. Düşünümsellik: etkili işbirliği düşünümsel dikkat gerektirir. Buradaki düşünümsellik araştırma yapan ve üzerinde araştırma yapılan arasındaki güç ilişkisinin sonuçları hakkında farkındalık yaratmakla ilgilidir. İzinler: fotoğrafı çekilen kişinin ya da mekan hak sahiplerinin izni mutlaka alınmalıdır. Telif hakkı: eğer araştırmada kullandığınız fotoğraflar katılımcılar tarafından çekildiyse herhangi bir yayında kullanılması için onların izinleri alınmalıdır çünkü fotoğrafın telif hakkı onlara aittir. Görüntüleri sahibiyle paylaşmak: eğer bir kişinin fotoğraflarını araştırmanızda kullanmak amacıyla çektiyseniz o fotoğrafları o kişilerle paylaşmak uygun olacaktır. Fotoğraf makinesinin işlevi önceleri araştırmaları desteklemek iken dijital fotoğraflama, manipülasyon yapılacak anlaşmaların da doğasını etkilemektedir. Çekim senaryoları (Shooting script) (Suchar, 1997) fotoğrafik bilgiyle ulaşılabilecek araştırma konuları ve sorularının listesidir. Bu sorular teori temellidir. Dijitalin yaygınlaşmasıyla gündelik olayların daha çok tartışılması daha çok Burawoy’un 2005 yılından bu yana ortaya kuyp yaygınlaştırmaya çalıştığı halk sosyolojisi yapılmasına olanak tanımıştır. Oluşturulan yayınlarda görsel malzemelere daha çok yer verilmesi düşünülebilir. Bir çok sosyologun kullandığı sosyal medya araçları, blogların yanı sıra yapılacak araştırmalarda da görsel malzemelerin kullanılması araştırmaların daha çok bugünü yakalamasına imkan tanıyacaktır. Bu yaklaşım aynı zamanda araştırmaların daha geniş kitleler tarafından da sahiplenilmesini sağlayacaktır. Burada en kritik nokta her sosyolojik araştırmada olduğu gibi teorik çerçeveyi ihmal etmemek, kullanılacak araştırma tekniği ve aracı her ne olursa olsun temellendiği teoriyi tartışmaktır. Uygulamalı sosyoloji alanı içerisinde çalışmalar yapan sosyologların halk sosyolojisini gözeterek görsel sosyolojiyi hem fotoğrafik hem de sinematografik araçlarla zenginleştirilmesi bugün Türkiye’de çok fazla örneğine rastlayamadığımız görsel sosyoloji çalışmalarının artmasını sağlayacaktır. - 36 - Facebook’ta yer alan görsel sosyoloji grubu, ISA (Uluslararası Sosyoloji Derneği)’nin görsel sosyoloji tematik grubu (http://www.isa-sociology.org/tg05.htm) bu alanla ilgilenen sosyologların paylaşımları ve tartışmaları için uygun platformlara birer örnek oluşturmaktadır. Ancak görsel sosyoloji yapılırken ya da bunu sadece fotoğrafa indirgemek gerekirse fotoğrafla sosyoloji yapılırken etik unsurlara dikkat etmek katılımcıların haklarını korumak oldukça önemlidir. Aynı zamanda çeken bizzat araştırmacı değilse fotoğrafçının haklarına da katılımcının haklarına gösterine özen mutlaka gösterilmelidir. Özel alanın kamusal taşınmasının bir yolu olan görsel malzemenin araştırmada kullanılması bu hassasiyeti gerekli kılmaktadır. Sosyoloji, toplumsal değişimi, davranışları, anlamları, motivasyonları çalışmaktadır. Görüntüler ise tüm bu olayların hafızası olarak düşünülmelidir. Mülakat yapan ve katılımcı arasındaki ilişkiyi, özneler ve bağlamı, inançları, ideolojileri, fotoğraf çeken ve fotoğraflananı, filmi yapanı ve filmi yapılanı yeniden şekillendirmektedir. Ancak diğer veriyle görsel materyalin bir arada düşünülmesi önemlidir. Kaynakça Becker, H. (1974), Fotoğraf ve Sosyoloji, Toplumbilim, Fotoğraf Özel Sayısı, Ed. Gamze Toksoy, Kemal Cengizkan, Sayı: 19, Bağlam yayınları, İstanbul, s.45-67 Harper: 1989. Parmeggiani, P. (2009) Going digital: using new technolohies in visual sociology. Visual studies, 24:1 71-81 Wynn, J. R. (2009). Digital sociology: Emergent technologies in the field and the classroom. Sociological Forum, 24(2), 448-456. Burri. R. V. (2012) Visual Rationalities: Towards a Sociology of Images. Current Sociology, 60 (1): 45-60. Cipriani, R., Del Re (2012) Imagination and Society, Cognitive Processing. Prosser, D., Schwartz, D. (2006) Sosyolojik Araştırma Sürecinde Fotoğrafın Yeri, Ebru Aykut (çeviren). Toplumbilim, 19: 101-112. Rose, G. (2007) Visual Methodologies: An Introduction to the Interpretation of Visual Materials. Sage Publications: London. Suchar, C. S. (1997) Grounding Visual Sociology Research in Schooting Scripts. Qualitative Sociology, 20: 33-55. - 37 - Kişinin Kendisiyle Savaşımı Bağlamında Korku ve Şiddet Üzerine, Toplumsal Bilinçaltından Çağdaş Birey Bilincine Doğru Bir Çözümleme Mehmet Uğur Neşşar Benlik Savaşı Nerdesiniz gündelik sertlik serdarları? Neyin savaşında, neyin sabrındasınız? Soluk yok, mideler öttürüyor duvarları. Siz hala benliklerin savaşındasınız.! —Hamit Saraç Victor Davis Hanson, "Batı Savaşçılığının ürkütücülüğünden" bahsederken, Avrupalı orduların iki milenyum boyunca "kafasını kaldıran her şeyi ezip geçmesini" Grek köklerine dayandırıyor. Dick Cheney, George W. Bush'a "savaşın bir felaket fakat uygarlığın doğal parçası" olduğunu dayatıyor. Robert D. Kaplan "gelişmenin başkalarını incitmekle sağlandığı"nı söyledikten sonra Amerika'nın küresel liderliğini koruyabilmesi için "İçtenlikle ve çekinmeden pagan Grek köklerine dönmesi gerektiğini" savunuyor. Birinci Körfez Savaşının ünlü komutanı Colin Powell, "karşı konulamaz askeri güç"le Orta Doğu'ya saldırırken, antik Grek’ten kalan, "Batıdaki bizler diğer uygarlıklardan mental ve spiritüel olarak üstünüz; bu nedenle istila ettik" düşüncesinden cesaret alıyor(2). Tarihin yazılmaya başladığı çağlardan bu yana hiç ara vermeyen savaş ve katliamların akla ve ruha dayandırılmak istenmesini akıl nasıl kabul edebilir? İnsanların diğer insanlardan üstün oldukları iddiasının uygarlık söylemi ile bağdaştırılmak istenmesini algılamak ve açıklamak mümkün müdür? İnsanı bu kadar bencil ve savaşçı yapan nedir ve insanlık kavramı neden şiddeti çağrıştırmaktadır? Steven Pinker, bir yandan Darfour ve Irak'ta yaşananlara atıf yaparken diğer yandan, 16.yüzyıl Paris saraylarının vahşi kedi yakma "eğlencelerinden" günümüze doğru akan süreçte insanın barbarlığının azaldığını, “modernitenin kurumlarının” bizleri daha "soylu" yaptığını ve "insan türünün" gezegendeki en barışçıl dönemini yaşadığını iddia ediyor. Dahası Pinker günümüzde eğlence amaçlı acımasızlık, işkence, ölüm cezası, devlet politikası olarak istila, savaş suçu olarak tecavüz ve cinayetin “Batı’da” nadir yada hiç görülmediğini; olup da açığa çıktığında ise lanetlendiğini söylüyor ve bunun oluşmasına “Batı’nın”, özellikle de İngiltere ve Hollanda'nın önderlik ettiğini savunarak, 17. yüzyılda ortaya çıkan "Akıl Çağının" bu değişimi tetikleyici işlev yaptığını ileri sürüyor(10). Pinker'in, Batı’da nadir olduğunu ifade ettiği olayların tümünün bugün, Irak başta, tüm dünyada artarak gözlendiği artık bir sır değilken, kurumlarının insanlığı daha uygar yaptığını iddia edilen modernite ile barışçılığı tetiklediği dile getirilen akılcılığın, günümüzün post modern dünyası tarafından reddedildiği bir gerçek değil midir? Yirminci yüzyıl, dünyayı peş peşe kana bulayan iki büyük savaşla açılıyor. "Kurtarıcı Bilimin", Nazi Almanya’sının inşasında ve ölüm kusan bir hortlağı andıran atom bombasının - 38 - üretiminde kullanılmasından sonra ruh bilim alanında; “aşkın(transandantal) metafiziği reddeden, mantığa dayalı evrimci, gerekirci pozitivizm(Logical positivism) yerini; sosyal ve organizyasyonel davranışın izlendiği, ırkçılık ve şiddetin malign kişilik tiplemelerinin gelişimiyle ilgisini sorgulamaya yönelik bir sürece terk ediyor ve insanın doğası, bireysel davranışının anlamıyla değerlendirilmeye başlanıyor”(8). Bilim ve rasyonaliteden uzaklaşma sadece ruh bilim alanıyla da kısıtlı kalmayıp esas ve bizzat fiziğin kendisi, fiziğin babası Einstein’ın görelilik kuramıyla sarsılıyor: ... daha sonra fizik biliminin kendisi top yekun bir paradigma değişikliği yaşadı. Üç büyük yeni kuram mekanik gerekirci(determinist) anlayışı yerle bir etti ve evrenin sanıldığı kadar basit fiziki bir yapı olmadığını gösterdi. Bunlardan biri Einstein'ın geliştirdiği rölativite kuramıydı. Rölativite kuramı zaman ve mekân gibi en temel kategorilerimizin bile mutlak nitelikte olmadığını söylüyordu. ... Bir masanın boyu evrenin her yerinde iki metre değildi ve zaman da değişik yerlerde değişik hızlarda akıyordu. Evrendeki en temel kategorilerin rölatif olması düşüncesi daha sonraları post modern düşüncenin yolunu da açan ana itki oldu. İkinci temel kuram kuantum teorisiydi. Kuantum teorisi mekanik gerekirciliğe vurulan en ciddi darbeydi. Evrenin temel yapı taşlarının yani atomun ve atom altı parçacıkların ancak bir belirsizlik kategorisi içinde kavranabileceğini gösteriyordu. Ayrıca artık gözlemci de işin içine girmişti. Bir şeyi gözleme eylemi o şeyin niteliğini değiştiriyordu ve gerçeklik artık kelimenin dar anlamıyla nesnel gerçeklik değildi. Gerçeklik; olayları gözlemleyen kişiden(bu bilim adamını da kapsıyor)bağımsız bir kategori değildi ve nesnelle öznel arasındaki klasik sınırlar kuantum teorisiyle çok daha flu hale gelmişti. Üçüncü büyük kuram ise kaos teorisiydi. Kaos teorisi olayları lineer yani doğrusal biçimde kavrama alışkanlığımızı sorguluyordu ve evrendeki pek çok olayın non-lineer yapıda olduğunu gösteriyordu. Bu kurama göre gerekirci süreçler bile önceden tam olarak öngörülemez çünkü realitenin non-lineer niteliği dolayısıyla başta çok küçük ve önemsiz gibi gözüken faktörler bile zamanla o süreci belirleyen ana etkenler haline dönüşme potansiyeli taşırlar (4) Post modern dünyanın non-lineer, belirsiz ve öznel gözleme dayalı göreceli realitesi böylece ortaya çıktı ve modern düşüncenin, özne veya bireyi öncelerken nesne yada ötekini geri plana iten stabilitesinden; post modernitenin, ötekini kollayayım derken özneleştirip ötekiliğini yok eden kaosuna geçildi: Post modern düşünce ve -modernizmin ihmal ettiği öznedoğa'nın/özne-öteki'nin rehabilitasyonu amacıyla birlikte olanekolojik denge kaygısı her şeye özne payesi verir,...ötekini özneye dönüştürür ... ötekinin ötekiliğini ortadan kaldırır...ilişkiyi bütünüyle olanaksızlaştırır.... Modernizmin, özneye ait değersiz tasarımları nesneye yansıtmasıyla "hoyratça kullanım'"a, "kötü kullanım"'a izin veren ben - 39 - merkeziyetçiliği aşılmıştır, ancak sonuç bir kulanıl(a)mazlık dünyası ile karşılaşmanın çaresizliği, ürkekliği ve kaybolmuşluğu olmuştur. (5) Özetle post modern yeni düzen, modernitenin yurttaşını bireyleştiriyorum derken yalnızlaştırmış, edilgenlikten kurtarayım derken etkisizleştirmiş, özneleştiriyorum derken de kişiliksizleştirmiştir. Önceleri, tek kutuplu, kapitalist yeni dünyanın, bilgisayar hızıyla yarattığı gelişmelerle gözleri kamaşan insanoğlu; kısa süre sonra acımasız rekabet ortamından ve girdabına kapıldığı tüketim çılgınlığından yorulmaya başlamış; artan iletişim ve sınırların kalkmasıyla iç içe geçtiği farklı toplumlarla birlikte sürdürmekten önceleri haz aldığını sandığı çok kültürlü yaşamdan ürkmeye ve giderek de diğer kültür ve inanç topluluklarını yadsıyarak, ötekileştirmeye başlamıştır. Yeni dünya düzeni, tam “bu böyledir” kibriyle ebedi hükümranlığını ilan etmeye hazırlanırken, beklenmedik biçimde çok kısa sürede sarsılmaya başlayınca, insanlık kuyruğunu ısıran Uroboros1 misali adeta başladığı yere geri dönmeye; bir başka deyişle içerisine sürüklenilen kaosla birlikte, ilk bilinçlenme dönemlerindeki korkularıyla, bilinmeyen karşısındaki primitif tepkimeleri sanki geri gelmeye başlamıştır. İnsanın bilinçlenmeyle birlikte ilk fark ettiği duygu korkudur. Başta vahşi hayvanlar, gök gürlemesi, yıldırımlar, ateş püsküren volkanlar yanında; kendi hayal dünyasından kaynaklanan ve gölgeleri arkasından mağara duvarlarına yansıyan şeytanlar ve hortlaklardan korkan insan(6), ölümlü olduğunu algıladıktan sonra, ölümden sonraki bilinmezlik karşısında özgüvenini de yitirerek, öğrenilmiş korku ve çaresizliklerinin en büyüğü ve yamanıyla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar ölüm korkusunun tek bileşenli olmadığını, gelecekle ilgili olduğunu, ölümün kaçınılmazlık, belirsizlik, evrensellik ve kalıcılık gibi özellikleri yanında kişisel katılım açısından da algılandığını, ölüm sonrası bilinmeyene karşı duyulan sancılı hoşnutsuzluğa, kimlik ve haysiyet kaybı korkusunun eşlik ettiğini ve nihayet ölüm korkusunun bilinçte ve bilinç dışında farklı, farklı formda oluştuğunu ortaya koymuştur(8). Primitif insanın başta ölüm korkusu olmak üzere ilkel korku ve ümitsizlikleri zaman içerisinde bazı inanç, hurafe ve ritüellerin doğmasına yol açmış; daha sonra da, tanrıların doğaüstü güçleri ile hiddetleri büyücülerin kehanet, büyü, tılsım ve muskalarıyla engellenmeye, yatıştırılmaya çalışılmıştır. İnsan, ne yaparsa yapsın ölüme çare bulamayınca; ölümden sonra da yaşam olduğunu öngörerek, bu dünyada kalan bedeninden ayrı bir ruhu(Tin) olduğunu fark etmiş/keşfetmiş/yaratmıştır. İnsana ölümsüzlük yanında dünyada çekilen acıların telafisini de sunan tinsellik ya da spiritüalizm, kadim çağlardan günümüze kadar; felsefeden, paganizm ve büyüye, semavi dinlere ve nihayet çağdaş ruh bilime kadar sosyal yaşamda kendisine aralıksız yer bulmuş, insanın ezeli korkuları kadar kalıcı olmuştur. Sonuçta, insanın zekâsıyla koşut geliştirdiği bilim yanında önemi artan sosyal yapısı, günümüzde ölüm korkusunun ben ve ben ötesi yeni boyutlarını fark etmesini sağlasa da; spiritüalizm, akla ve bilime yapılan atfın süreçte zayıflamasının da katkısıyla, adeta aklın gelişmesine inat, yükselişini sürdürmüştür. Günümüz insanı, bir yandan psikiyatr koltuklarını doldurup tüketim patlaması yaşayan antidepresanla akıl almaz paralar öderken, diğer yandan tinsellik ve fizik ötesine ilgi hızla artıyor; gezegen, varlığını tehdit edecek 1 Uroboros (Ouroboros), eski zamanlardan kalma, daire şeklini alıp kendi kuyruğunu ısıran bir yılan, ejderha figürüdür. Kendisini, bittiği andan başlayarak yeniden yaratan, tekrarlayan sonsuz döngüyü temsil eder. Uroboros ayrıca, ilk baştan itibaren var olan ve yok edilemeyecek olan ilkel birlik fikrini anlatmak için de kullanılan dinsel ve mitolojik bir semboldür. Carl Jung Uroboros’un, insan ruhu için arketipsel bir önemi olduğunu, Jung’cu psikolog Erich Neumann ise ego öncesi bir alt durum(down state) ve insanın ayrışmamış yeni yetmeliğini tanımladığını ileri sürmüşlerdir. http://en.wikipedia.org/wiki/Ouroboros - 40 - boyutta bir değişim süreci yaşarken, insanoğlu da belki yeni bir bilinçlenme düzeyine geçişin sancılarıyla boğuşuyor. Steven Pinker, vahşetin çok fazla olduğu kabile ve erken uygarlaşma dönemlerinde, Kutlu Savaş'ın dayandığı siyasal haklılık anlayışının İbranilerden başlayarak, Hindu, Müslüman ve Çinlilerde "soykırıma" varan zulme neden olabildiğini dile getiriyor(10). Tarihin başlangıcında, ölümün varlığın sonu olduğunu algılayıp da, "var"lığı ve "varlığı"nı sürdürebilmek için mücadele etmeyi ve nihayet gereğinde öldürmeyi öğrenen insan savaşla erkenden tanışmıştır. Başlangıçta yiyecek maddesi bulmak amacıyla avlanmakla başlayan öldürme süreci kısa zamanda şekil değiştirerek önce talan ve çapula, sonra da yandaşları, kabilesi, kandaşları, ırktaşları, dindaşları için savaşa dönüşmüş; "haklı savaş, kutlu savaş" icat olmuş ve savaşa evolusyon, biyolojik gerekircilik(determinizm) gibi gerekçeler yakıştırılmaya çalışılmıştır(9). Savaş ve öldürme günümüzde Darfour’daki soykırım, El Kaide saldırıları, canlı bombalarla yapılan katliamlar ve kahraman(!)komutanların, antik köklerinin barbalığına atıf yaparak destanlaştırmaya çalıştıkları 2. Körfez savaşı formlarında sürmektedir. Kısacası, sözde iki dünya savaşında olağanüstü sayıda insanın ölmesi üzerine irkilip, daha sonra da faturayı modernite, akılcılık ve bilime kesen insanoğlu için hiç bir şey ilk başlangıçtan çok da öteye gitmemiştir. Son noktada, Malezya Ulusal Fetva Konseyi'nin, “Hinduizm esasları içerdiği ve Müslümanları yozlaştırdığı gerekçesiyle yoga yapmayı yasaklaması”(13), yükselen huzursuzluğun; gerekirci pozitivizm ile nesnel gerçekliğin reddeden post modern çağda da, hız kesmeden dalga, dalga dünyayı sarmaya devam ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Peki, bütün bu yazdıklarımın kişinin kendisi ile savaşımıyla ilgisi nedir? İnsanın, kendi varlığıyla birlikte kendisi dışında varlıkların da olduğunu algılaması, ötekinin farkına varmasının başlangıcıdır. Önce doğa olayları ve yabani hayvanlar olan öteki, daha sonra kendisi dışındaki insanlara dönüşmüşse de; bireyin baş etmesi gereken esas ötekinin kendi içerisinde gizli olduğunun anlaşılması için ruh bilimin gelişmesine ve bilinç dışının keşfedilmesine kadar beklemek gerekmiştir. Bilinç dışının fark edilmesiyle birlikte insanoğlu kendi içerisinde/etrafında/dışında bir ötekiyle yüzleşmek zorunda kalmış ve bilinçbilinç dışı, özne-nesne, ben-öteki, dişil-eril, doğurgan-buyurgan, doğa ana-gök tanrı, doğa-tin biçiminde dillendirilebilecek ikilikler dizgesinin yarattığı bir çatışma içerisine sürüklenmiştir. Bu ikiliklere tersten bakıldığında, toplumsal boyutta çatışma yaratan birçok sürecin köklerini bireylerin bilinç-bilinç dışı ikilemine dayandırmak, yani kendi kendisiyle, kendi içinde yaşadığı/yaşattığı çatışmasına kadar izlemek olanaklı görünmektedir. Diğer bir ifadeyle tek, tek her birimizin içimizdeki ben ve öteki arasında, çok da insanca bir koruma dürtüsüyle ortaya çıkıp, süregelmiş, kadim ve vazgeçilemez temel çatışma; insanın yerleşik yaşama geçmesiyle birlikte, beraber yaşadığı diğer benzerlerininkilerle birikerek son kertede kabileler arası, dinler arası, ırklar arası, kültürler arası, renkler arası, seksler arası vb. kolektif çatışmaları yaratmıştır. Eğer bu böyleyse yani bireysel bilinç, kolektif bilinç dışında birikebiliyorsa; antik çağlarda mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin, aslında kendi iç dünyamızın derinliklerinden dışarıya fışkıran kendi kâbuslarımız olduğu ve tarihsel süreçte erkeği iyi, kadını şeytan; beyaz tenli kadını iyi, esmer kadını düşük ahlaklı; sarı saçlıyı temiz, lepiska saçlıyı günahkâr(vamp(ir)); beyaz adamı iyi, koyu tenliyi kötü; beyazı efendi, siyahı köle olmaya mahkûm edenin(11); eğlence diye kedileri, cadı/şeytan diye kadınları, kötü diye zencileri ve meydanlarda maketleri yakanın; üstünlük savıyla sıvanmış saldırganlıkların özrünü antik çağlarda arayan Sezar'ları kendi elleriyle iktidar yaptıktan sonra atılan bombaları ve açılan toplu mezarları TV kanallarından çekirdek çiğneyerek izleyenin ve nihayet soykırım, Kutlu Savaş, Haçlı Anlayışı ve sömürgeciliği yeniden hortlatanın tek, tek her - 41 - birimizin, kendi iç seslerimizin evrensel korosundan başka bir şey olmadığı aşikârdır. Ve dahi, henüz hiç birimiz içimizdeki kışları bir senfoniye dökebilecek kadar Tchaikovsky, ya da kendi ölümlerimize ağıt yazabilecek kadar Mozart olamamış olduğumuzdan, bu koronun hatırı sayılır bir süre daha sesini duyurmaya devam etmesi kaçınılmaz görünmektedir. Düşünebilmek için bilinç ve akıl gerekiyorsa, düşünce tarihi insanlık tarihi kadar eski olmalıdır. İnsan, bilinçle algıladıklarını düşünerek yorumlayabileceğine göre algılanan tarihin aslında insanın kendisi ile olan hesaplaşmasının zamanı aşkın evrensel günlüğü niteliğinde olması gerekir. İnsan inanca da düşünce ve tefekkürle ulaşmıştır. Ancak sonraları, düşünce çok çabuk yerini inanca bırakmış ve insanoğlu, gaybdan kendisine ulaştığına inandığı ve ön yargısız bakıldığında onu iyiye sevk etmeye yönelik olduğu anlaşılan "Emir"lerle kendisini yönetmeye başlamış/kolaycılığına alışmıştır. İnanç cendereye, yönetim de zulme döndüğünde faturayı inanca kesip aydınlanma ihtiyacı duyan insan, çıkışı rönesansı yaşayıp dinde reform yapmakta aramış, arkasından da akıl çağına ulaşmıştır. Bugünse spiritüalizmin yeniden yükselişiyle birlikte akılcılık reddedilmekte ve bir kısır döngünün çemberi kapanmaktadır. Tarihsel sürece biraz yukarıdan ve ön yargısız bakıldığında bu kısır döngü, çember ya da cenderenin tekliği açıkça görülecektir. Diğer bir anlatımla aydınlanma ile ulaşılan modernitenin bugün yadsınan baskıcı elitisizmiyle, kilise elitinin tiranizmi ve bugün post moderniteyi, inkâr ettikleri elitlerinkine benzer bir kibirle dayatan neo-entelektüeller tarafından özneleştirilerek, kullanılamazlığa mahkûm edilen ötekinin çaresizlikleri aslında iç içe ve aynıdır. Yani apaçık gözlemlenmesine karşın aşılamayan ve hatta beslenen aynı ikilik bukalemun gibi çağın konjonktürüne uygun renklere bürünüp, bürünüp karşımıza çıkmaktadır. Buna göre avcı da, büyücü de, Sezar da, derebeyi de, papaz da, kral da, darbeci de, elit de, hırsız da, özgürlük savaşçısı da, aymaz da, hain de her birimizin tek, tek iç derinliklerimizde koruduğumuz küf kokulu mahzende, bir arada ve üstelik çıplak dolaşmaktadırlar. Aslında insanoğlu bilinçlendiği günden beri küf kokulu mağarasının çıkışını aramakta ve bu arayışını felsefe, inanç, bilim ya da sanat gibi adlar taksa da aklıyla sürdürmektedir. Harward'lı Profesör Steven Pinker çağımızda şiddetin azaldığını savını tartışırken; şiddetin nedenlerinin insanın dünyayı algılamasındaki değişikliklerle açıklanmaya çalışılmasına atıf yaptıktan sonra; günümüzde insanın doğasının fazlaca değişmemesi ve hala şiddeti izlemekten hoşnut olmasına karşın, Avrupa modernizmi ile de ivme kazanan ve kognitif sinir bilimcilerinin(neuroscientist) beyin kabuğu ön kısmı(prefrontal cortex)fonksiyonlarına bağladığı, "kendi kendini kontrol etme, uzun dönemli planlar yapma ve başkalarının düşünce ve duygularına değer verme" gibi beyin işlevleri sayesinde, insanların şiddet fantezileriyle hareket etme eğilimlerinin azaldığını söylüyor. Pinker, agresyonun ortadan kaldırılması, teknolojinin gelişmesiyle uzayarak kalitesi artmış olan yaşamın değerinin daha iyi anlaşılması, malların serbest dolaşımıyla ticaret, iş gücü paylaşımı ve barışın, diğer insanların canlısını ölüsünden daha değerli kılması ve nihayet insana genetik mirasla geçen empati yeteneğinin başkaları ile iç, içe yaşadıkça, insanoğlunu aşıp hayvanları da kapsayacak biçimde genişlemesiyle, diğer insanlar üzerinde avantaj elde etmeyi daha az düşünmeye başlayan insanın, bundan sonra "Neden Savaş" yerine "Neden Barış" sorusuna yöneleceğine inanıyor(10). Pinker yaklaşımında, algılama ile başlayıp, beyin ön kabuğu ve düşünce ile devam etmek suretiyle aklı öncelediğine göre; post modernitenin kargaşasından çıkmak için, Jurgens Habermas'ın dile getirdiği üzere "akılcılığın ve aydınlanmanın yeniden keşfedilmesine" gerek olacağı aşikardır(12). Bilinmeyene, metodolojik bir yaklaşımla açıklama aramayı temel hedef almış ve dolayısıyla, bilinmeyenden korkmak bir yana, yeni bilinmeyenle karşılaşmaktan haz alması - 42 - gereken akılcılık ve bilimsel düşüncenin, yeni bir bilinmeyenler manzumesi karşısında içerisine sürüklendiği yılgınlığını, çok sağlıklı saydığımız bireylerin umulmadık travmalar karşısındaki yılgınlıklarına ve/veya, nöroz/psikozlarına benzetmek hiç de abartılı değildir. Bu bakış açısıyla, savaş alanlarında on milyonların ölümü sonucunda ateşi yükselen insanlığın içerisine sürüklendiği paradigma değişikliğini küresel bir nevroz olarak tanımlamak uygundur. Akılcılığı yadsırken ötekinin ötekiliğini ortadan kaldırarak ilişkiyi olanaksızlaştıran bu değişikliğinin, ancak; aklın farkındalık geliştirmesine karşın algılayamadığı için ötekileştirdiği akıl dışına karşı duyduğu yabancılaşma, korku ve yılgınlığı; süreç içerisinde, beyin ön kabuğunu daha da geliştirerek; farkındalığı ve yabancılaşmayı geliştirenin de aynı akıl olduğunu algılamasıyla aşılabilmesi mümkün görünmektedir. King Crimson 1969 yılında çıkardığı "In the Court of the Crimson King" albümünde yer alan "Epitaph" isimli şarkısında "Kahinlerin/peygamberlerin üzerine yazdığı duvarların yıkıldığını, sessizliğin çığlıkları boğduğunu, her insanın rüyaları ve karabasanları tarafından paralandığını ve gelecekte ağlayacağını hissettiğini" dile getirerek mezar taşındaki kitabede "konfüzyon" yazılacağını söylüyordu(15). Günümüzde kapitalizm ve serbest rekabetin en başarılı ve "Dünyanın en zengin insanlarından biri olan Gates, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda yaptığı açıklamada, “Kapitalizmin zengin insanlara olduğu kadar yoksul insanlara da hizmet etmesinin bir yolunu bulmalıyız. Ben bunu 'Yaratıcı Kapitalizm' olarak adlandırıyorum" diye konuşuyor(14). Küresel mali kriz, serbest rekabet şövalyelerini, acımasızca eleştirdikleri korumacı/devletçi uygulamalara yöneltiyorlar. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla komünizmin çökmesi üzerinden henüz 20 yıl bile geçmemişken karikatüristler doların üzerine Carl Marx'ın resimlerini monte etmeye başlıyorlar. Post modern yeni dünya düzeninin duvarları, Berlin duvarı kadar bile dayanamadan çatırdamaya başlıyor. Bill Gates’in, "Yaratıcı kapitalizm"'i(!) ile yardım etmek istediği, günde 1 dolardan az gelirle yaşamak zorunda bırakılmış bir milyardan fazla yoksul insan, bugün, üstelik de kapitalist insan tacirlerinin bizzat kendileri tarafından, damarları ağzına kadar HIV ve sıtma ile dolu olduğu halde konteynırların içerisine tıkılıp, taşınarak; şövalyelerin sırça köşklerinin etrafına karabasan gibi yığılıyorlar. "Kural olmadığında bilgi ölümcül bir yoldaşa dönüşebiliyor ve insanlığın kaderi, çeliği güneşin altında parlatan savaş makinelerine hükmeden aptalların eline düşüyor(15). Ebu Garib'de, Guantanamo'da acı çeken; Bosna'da, Çeçenistan'da, Dünya Ticaret Merkezi'nde, Darfour'da, Irak'da katledilen insanların acısından; uyuşturucu batağına düşen, açlıktan ölen, etini satan erkek ve kadınların onursuzluğundan; delinen ozon tabakasından, yok edilen yahşi yaşamdan, iklim değişikliğinden ve ekolojik dengesi bozulduğu için homurdandığı anlaşılan gezegenden, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyebilen her birimiz tek, tek sorumluyuz ve içerisine sürüklendiğimiz nevrozdan tek, tek çıkmayı başaramadığımız takdirde, yaktığımız ormanların ateşiyle yarattığımız cehennemde yok olmamız kaçınılmaz görünmektedir. Yaşam dikensiz bir gül bahçesi değil ve hiç de olmayacak. Soren Kierkegaard "sağlıklı bir yaşamın, karşıtlıkların aşılması ile mümkün olabileceğini" savunuyor ve ekliyor: "Sonluluk/sonsuzluk, imkan/gereklilik gibi karşıtlıkların çözülememesi insanın içinde hüsran oluşturur. İşte insan olmanın özü bu hüsranda aranmalıdır, mutlulukta değil.", Amerikalı spiritualist Ken Wilber ise "İnsan ölümden korktuğu için kendi kendini öldürür" diyor(3). Mustafa Merter "Varoluşçuların son sorular diye tanımladığı ölüm, anlam, özgürlük ve yalnızlık gibi, cevapları cüzi akılla verilemeyecek soruların...orta bilinç dışının üst katmanlarıyla, üst bilinç dışının sınırında" sorulmaya başlandığından söz ediyor ve çıkışı "Tevhid"de arıyor(3). Bilgin Saydam mistisizmi vurgularken, "mistik olmak için dindar olmak gerekmediğinin" altını çiziyor(5). İnsanın kendi kendisiyle savaşımını başarıyla - 43 - sürdürebilmesi için farklı bir yaklaşım ve yöntem peşinde görünen herkes aslında, bir biçimde ben ve öteki ikileminden çıkmanın yollarını arıyor. Bunun için en kısa/ yol derin psikolojik yada felsefi çözümlemeleri bir anlığına bir kenara bırakıp, içimizde beslediğimiz ayrışmayı isimler takmaya çalışmadan ve iddiasızca buluşturmak; aklı yada ruhu sorgulamadan, ötekileştirmeden, özneleştirmeden, zorbalaştırmadan, krallaştırmadan yada tanrılaştırmadan barıştırmak gibi görünüyor. Bulunduğumuz noktada yükselen spiritüalizm akıl-inanç/doğa-tin ikileminin Uroboros’unu diriltme eğilimi gösteriyor. Bireysel hak ve özgürlüklerle, ötekini öncelendiği günümüz dünyasında kimseye bir çözümün öğretilmesi ve dayatılması söz konusu olamayacağına göre, her bireyin bu durumu kendi iradesiyle içselleştirmesi ve bu savaşımı kendi başına vermesi gerekiyor. Her birimiz, tıpkı da kuantum fiziğinin belirsizlikler boşluğunda devinip duran atom altı parçacıkları gibi kendi küçük sınırlarımız içerisinde oraya buraya savrulurken, aynı zamanda maddeyi de oluşturduğumuzun bilincine varabildiğimizde sorun büyük oranda aşılacak gibi görünmektedir. Mitolojinin kolektif bilinçaltını yansıttığı düşünülmektedir(5). “İnsanın evrim sürecine ışık tutan karakterlerin doğa güçleri, şeytanlar ve canavarlara karşı verdikleri savaşlarının kahramanlık öyküleri mitler ve destanlarla günümüze taşındı; uğur, tılsım ve büyünün gücüne bugün de inanılmaya devam ediliyor”(6). Diğer bir anlatımla mitler insanlığın tarih boyunca biriktirdikleri bilgi ve deneyimlerini kuşaklar ötesine ve bugüne taşıyor. Çağdaş liderlerin mitolojiye atıf yapmaları adeta bunu doğrulamayı amaçlamakta. Eğer öyleyse, aldatılan kardeşi Menelaos’un intikamı için tarihin en büyük ordusu ile Truva'yı yerle bir eden Agamemnon'un, zaferle geri döndüğünde aldatan karısı Clytemnestra tarafından katledilmesiyle; ölümsüz kılınmaya çalışılan büyük savaşçı Achilleus’un, çelimsiz Paris’in okuyla can vermesinin, günümüze basit bir ironiden çok daha derin bir mesajı olması gerekiyor. “James Joyce'un Ulysses'inde Homeros'un Odysseus'uyla özdeşleştirdiği kahramanı Leopold Bloom'u, bütün sıradanlığına karşı, sıra dışı epik bir kahraman yapan, onun sevecenliğidir. Eser içerisinde Bloom'un kediler, kuşlar, köpekler, ölüler, hainler, körler, yaşlı kadınlar, doğum yapan bir kadın ve yoksullara karşı gösterdiği teklifsiz empati, Odysseus'un yolculuğu sırasında karşılaştığı sayısız engelle "baş edişine" eş tutulmuştur”(1). “..Oysa “olağan”, olağanüstü olmak durumundadır ve öyledir de, her ne kadar edebiyatın başlangıcına dönecek olduğumuzda aklımıza Homeros gelirse de, Shakespeare belki başka herkesten iyi göstermiştir bunu. Olağan durum ya da kişi ya da şey sıradandır…Ve (Shakespeare) özel değil, çok sıradan olduğu için, kusursuz değil, kusurlarla dolu olduğu için, herkes gibi olduğu için yapabildi bunu.”(16). Sıradanlık ve sevecenlik, öfke ve hiddetten daha kalıcı görünüyor. Steven Pinker’in sözünü ettiği “empati yeteneğinin” kadim çağlardan günümüze sadece “genetik mirasla” değil, mitoloji ve edebiyatla da geçtiği aşikar. Sınırların ortadan kalktığı post modern dünyada, “başkaları ile iç, içe yaşadıkça, insanoğlunu da aşarak hayvanları da kapsayacak biçimde genişleyen” empatinin ezeli ikilik ve çatışmaları aşmada büyük yeri olduğu da kesin. Bunu başarabilmek içinse, bireyselden toplumsala her boyutta, “diğerlerinden mental ve spiritüel olarak üstünlük” kibir ve saplantısından vazgeçebilmek gerekiyor. Homeros’un iki destanı, İliada ve Odyssey, birbirine zıt anlayışlarla bir ikiliği yansıtıyor: Yaşlı Homeros, on yıl süren Truva savaşından çıktıktan sonra, sevgili güzel karısı Penelope’nin kendisini beklediği İthaca’ya ulaşmak için bir on yıl daha türlü engellerle mücadele etmek zorunda kalan Odysseus’un öyküsünü anlattığı Odyssey’de; İliada’daki “eril militarizmini açıktan reddetmese de, dişil duyarlılıkla yazılmış uzun, epik bir anlatımla - 44 - olumsuzlamaktadır”. Ithaca, gerçek hayatta yaşadığımız belirsizliğinin yarattığı tatminsizliğin ötesinde iyi bir yer, bir ütopya, kayıp ideal ya da William Butler Yeats’in ifadesiyle “güzellik ve masumiyet”tir. Yirminci yüzyılın İskenderiyeli şairi Constantine Cavafy, Odyssey’i yaşam yolculuğunun bir metaforu olarak görmekte ve yolculuğun sonunu yolculuğun kendisi kadar önemsememektedir(2). O halde içimizdeki militarist erili, gene içimizde taşıdığımız yaratıcı, sevecen dişille; toprak anayı, gök tanrıyla; inancı, düşünceyle bütünleştirebilmek ve Leopold Bloom’un yaptığı gibi “fırtınalar, dev girdaplar, insan eti yiyen tek gözlü devler, çok başlı canavarlar, felç eden bitkiler; erkekleri içirdikleri şarapla domuza çeviren, güzel sesleriyle söyledikleri şarkılarla onların akıllarını başlarından alıp gemilerini kayalıklara çarptıran ve nihayet boğulmaktan kurtarma karşılığı esarete zorlayan kadınlarla(1), sıradanlık, sevecenlik ve empatiyi kaybetmeden ve bu uzun mücadelede, yani yaşamda neyi elde edeceğimiz hesabıyla değil de nasıl yaşadığımızı düşünerek mücadele edebilmek gerekmektedir. İnsanın içindeki savaş hiç bitmeyecek, bitmesi de gerekmiyor ve belki bitmemesi daha doğru. Mitler bize kolektif bilinçaltından sesleniyor, bizse yanıtını pek övünerek koruduğumuz çağdaş, özgür birey bilinci ile vermeliyiz. Mitlerle konuşulduğunda bir insan ömrü süresi anlamsızlaşıyor; dün, bugün ve hatta yarın bu ana indirgeniyor. Yaşam ve ölüm bütünleşiyor ve anlamsızlaşıyor. Korkular kaybolmasa da etkisini yitiriyor ve ben diğerkâmlaşabiliyor. İnsan ancak bu noktaya varmayı başarabildiğinde, “köklerine” doğru bakıp orada“şiddet ve savaşı” değil, “kadim düşünce mirasını ve inancı, antik pagan kökleriyle bütünleştirerek karanlıklar arasından geçirenleri(17)” görmesi mümkün oluyor. Ithaca’ya giden yol da işte o an açılmaya başlıyor. Kaynakça (1): SparkNotes Editors. “SparkNote on Ulysses.” SparkNotes LLC. 2003. http://www.sparknotes.com/lit/ulysses/ (accessed April 25, 2012). http://www.sparknotes.com/lit/ulysses/themes.html (2): Thomas Cahill, Sailing the Wine-Dark Sea", First Anchor Books, 2004. (3): Mustafa Merter, Dokuz Yüz katlı İnsan, Kaknüs Yayınları, 5.Baskı, 2008. (4): Ümit Erol, 6 Ekim 2004, http://www.gazetem.net/uerolyazi.asp?yaziid=44 (5): M. Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci, Metis Yayınları, 1997. (6): "Chapter 13: Introduction." Gale Encyclopedia of the Unusual and Unexplained. 2003. Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>. http://www.encyclopedia.com/doc/1G2-3406300274.html (7): James D. Hart and and Phillip W. Leininger. "Will to Believe, The, and Other Essays in Popular Philosophy." The Oxford Companion to American Literature. 1995. Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>. http://www.encyclopedia.com/doc/1O123-WlltBlvThndthrssysnPplrPh.html (8): WATTS, FRASER. "Psychology." Encyclopedia of Science and Religion. 2003. Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>. http://www.encyclopedia.com/doc/1G2-3407200232.html (9): http://www.brainandevolution.blogspot.com/2008/02/why-we-kill-each-other-evolutionof-war.html (10): http://www.edge.org/3rd_culture/pinker07/pinker07_index.html (11): Leslie A. Fiedler, Love and Death in the American Novel, Dalkey Archive Pres Books, Second Printing 2003. (12): Nazım İrem, Radikalleştirilmiş Aydınlanma Projesi Kıyısında Entelektüeller ve Jurgen Habermas, Doğu Batı Dergisi, 35. Sayı, Sayfa 209-231, 2006. - 45 - (13): http://www.haber7.com/haber/20081122/Malezyada-Yoga-fetva-ile-yasaklandi.php (14): http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=14247 (15): http://www.hitslyrics.com/k/kingcrimson-lyrics-2178/epitaph-lyrics-104331.html (16): Martin Seymour Smith, Yüzyılların 100 Kitabı, Sayfa 231-232, Boyner Holding Yayınları, 1998 (17): Thomas Cahill, How The Irish Saved Civilization, First Anchor Books, 2006 - 46 -
© Copyright 2024 Paperzz