En Az Üç Çocuk?!

En Az Üç Çocuk?!
M. Aykut Attar
Hacettepe Üniversitesi
Verimli olun ve çoğalın!
—Eski Ahit (Tekvin, 1: 22)
Çok seven ve çok doğuran kadınlarla evlenin. Zira, ben, (kıyamet
günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim.
—Hz. Muhammed (aktaran: Ebu Davud, Nikah 4, 2050)
Başlamış bir hamilelik sürecini doğrudan sonlandırmanın ve kürtajın,
tedavi edici amaçlar için bile olsa, kesinlikle, çocuk sayısını
belirlemenin meşru yollarından olamayacağını bir kez daha bildirmek
zorundayız.
—Papa VI. Paul (Humanae Vitae, Madde 14)
Refah iktisadının klasik sorunsallarından biri nüfus politikasıdır. Kuramsal açıdan,
nüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal
refahın belirli bir kişi başına ölçüsünü—en çok kılacak (sabit) bir nüfus düzeyinin veya
(istikrarlı) bir nüfus artış hızının olup olmadığı ve bunların sayısal olarak—nokta ya da aralık
hedefleri biçiminde—belirlenebilip belirlenemeyeceği sorularına odaklanır. Uygulama, ancak
bu kuramsal soruların yanıtlarından hareketle, toplumu en iyi nüfus düzeyine veya en iyi
nüfus artış hızına—veya bunların aralıklarına—ulaştıracak özgül politikalar geliştirilmesini
gerektirir.
En yüzeysel biçimde yaklaşıldığında, insan gücü toplumun üretici güçlerinin başında
geldiği için, artan ya da yüksek bir nüfus düzeyi (bütünsel) maddesel toplumsal refahı artırıcı
bir etkiye sahiptir. Her bir insan aynı zamanda beslenecek başka bir baş olduğu için ise, artan
ya da yüksek bir nüfus düzeyinin maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerinde her
koşulda net bir artış yaratacağı kolaylıkla garanti edilemez. En yüzeysel biçimde
yaklaşıldığında bile göz ardı edilemeyen bu ikilik—yani artan ya da yüksek bir nüfus
düzeyinin net etkisi konusundaki belirsizlik—maddesel toplumsal refahın kişi başına
ölçülerini en çok kılacak bir nüfus düzeyinin veya bir nüfus artış hızının gerçekten de var
olabileceğini destekler. Güvenilir sayısal hedeflerin belirlenmesi, ancak, bu hedefleri çıktı
olarak verecek modelin gerçeğin iyi bir yaklaştırması olmasını—örneğin, iş gücüne katılım
oranını, yaşam beklentisi ile ölüm hızlarını ve ülkenin net göç durumunu dikkate almasını—
ve karmaşık nedensellik ilişkilerinin belirlenebildiği bir çerçeveyi gerektirecektir. Üstelik,
nüfus politikasının uygulaması, bir toplumun bireylerinin özgürce ve diğer bireylerin
seçimlerinden bağımsızca aldıkları evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarının nasıl yeniden
yönlendirilebileceği sorusuna yanıt bulunması gerekliliği nedeniyle de oldukça çetrefildir.
Türkiye'de nüfus politikası sorunsalı geçen yıllarda yeni bir boyut kazandı: 2004 ve
2010 yıllarında Time dergisi tarafından “Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine dahil edilen
Başbakan Erdoğan, Türkiye'de nüfusun yaşlanmasının ve doğurganlık hızının azalmasının—
-1-
ve buna bağlı olarak da nüfus artış hızının yavaşlamasının—beklenen (olumsuz) refah etkileri
nedeniyle, yeni aile kurmuş vatandaşlarından en az üç çocuk sahibi olmalarını istiyor.
Başbakan'ın, üstelik, bu konudaki yaklaşımında oldukça ısrarcı görünmekten rahatsız
olmadığı da anlaşılıyor. En az üç çocuk konusunu onur konuğu olarak davet edildiği düğün
törenlerinde dile getirmeye devam edişini medyadan takip ediyoruz. Birkaç yıl önce, bir iş
adamları derneğinin toplantısında, iktisatçıları göreve çağırarak, şu minvalde konuşmuştu:
Eğer Türkiye'yi seviyorsanız ve bu milleti seviyorsanız,
hesaplamalarınızı iyi yapın. Bu ülkenin nüfusunu ancak bir
ailenin en az üç çocuğu olursa genç ve canlı tutabilirsiniz. Aksi
takdirde, bugün Batı'nın ağladığı gibi yarın biz de ağlayacağız.
Almanya'yı ele alın. Çocuk başına para veriyor. Teşvik ediyor.
[...] “Efendim, işte, imkansızlıklar...” “Efendim, biliyorsunuz,
çok çocuk olunca tinerci oluyorlar.” Bunu diyen siyasetçiler ve
cumhurbaşkanları var bu ülkede. Ben onlara sadece diyorum
ki, “Siz neden tinerci olmadınız?”
Bu yazı, Başbakan Erdoğan'ın söylemini ve iktisatçılara yaptığı çağrıyı ciddiye alarak,
en az üç çocuk tartışmasının iktisadi bir değerlendirmesini sunuyor. Yazının amacı, en az üç
çocuk tartışmasında, önyargılı biçimde, en az üç çocuk yanlısı ya da karşıtı bir tarafta olmak
kesinlikle değildir. En az üç çocuk sahibi olunması düşüncesine, çünkü, çok farklı nedenlerle
yanlı veya karşıt olabilirsiniz. İyi bir dindarsanız, örneğin, başlangıçtaki alıntılardan da
anlaşılacağı üzere, çok sayıda çocuk sahibi olunmasından yana olmanız oldukça akla
yatkındır. Dünyayı daha kalabalık bir yer haline getirmenin ciddi çevre sorunlarına katkıda
bulunduğunu iddia edecek “geri dönüşümcü” düşünce için, aksine, çok sayıda çocuk sahibi
olmak mutlaka kaçınılması gereken bir tercihtir. Özgürlükçü düşünenler, belki de tarafsız
kalarak, çiftlerin yatak odasında olacak ve bitecekler hakkında politikacılara yüksek sesle
düşünme şansı verilmesinden rahatsız olabilirler. Bu bakımlardan, Başbakan Erdoğan'ın
söylemini ciddiye almak için, kendisinin İslamcı geçmişinden ve kendimizin onunkine
benzeyen veya benzemeyen dünya görüşünden koşullanarak gizli ajanda paranoyası
yapmanın, bize, en az üç çocuk tartışmasını somut biçimde çözüme bağlamak konusunda
yardımcı olmayacağını baştan kabul etmek gerekir. Bu yazı, iktisadi tarihin özgül olguları ve
tunçtan yasalarından hareket etmektedir; öncül ilkelerden ve güçlü gerekçelerden. Çünkü
refah iktisadı bütünüyle normatif değildir.
Yazı, öncelikle, gelişmiş ülkelerin tamamlamaya yakın oldukları uzun demografik
geçiş sürecini ve bu ülkelerin karşı karşıya kaldıkları yaşlanan nüfus sorununu tanıtıyor.
İkinci bölüm, Türkiye'nin nüfus dinamiklerinin diğer gelişmiş ülkelerinki ile olan
karşılaştırmalı ve tarihsel bir özet çözümlemesinden hareketle, Türkiye'de aktif bir nüfus
politikası uygulamasının gerçekten gerekli olup olmadığını soruyor. Ardından, yazı, sadece
toplam doğurganlık hızının hedeflenmesi gibi dar kapsamlı bir nüfus politikası tasarımının,
toplumsal refah amaçları için yetersiz ve hatta saptırıcı olacağını destekleyen bazı gerekçeleri
özetliyor. Sonlandıran bölüm, Başbakan Erdoğan'ın ve AKP hükumetlerinin nüfus politikası
yaklaşımlarının refah iktisadı açısından taşıdığı bir tutarsızlığa dikkat çekiyor.
I
Kolektif öğrenme ve bunun teknolojik sonuçları, insan türünün öyküsünü diğer tüm
hayvanların öyküsünden çok çarpıcı biçimde farklılaştırdı: Beynin büyümesi, büyüyen beynin
kullandığı enerjinin artması, iletişimin biçimselleşmesi ve dayanışmanın kurumsallaşması
-2-
gibi nedenlerle, Homo sapiens sapiens toplulukları faydalı bilgiyi nesil-içi ve nesiller-arası
doğrultuda paylaşma ve, dolayısıyla, zaman içinde biriktirme yeteneği geliştirdiler. Süreğen
biçimde biriken faydalı teknolojik bilgi süreğen biçimde artan maddesel refah olarak geri
dönecekti, ancak bunun için, öncelikle, yeterince “zenginleşerek” nüfusun geçimlik düzey
tüketim tuzağından—Thomas Malthus'un ünlü kuramındaki yoksulluk tuzağından—çıkmak
gerekliydi. Avcı-toplayıcı topluluklarında ve tarım toplumlarında, sabit arzdaki toprağa ve
doğal kaynaklara olan teknolojik bağımlılık nedeniyle, artan kişi başına verimlilik artan nüfus
ve artan nüfus da azalan kişi başına verimlilik demekti. Uzun dönemde nüfus çok yüksek
ölüm hızları nedeniyle ancak çok yavaş bir hızda ve istikrarsız biçimde artarken, ücretler
geçimlik düzeyde takılı kalmıştı. Ücretlerin Tunç Yasası'ydı işleyen.
Günümüz iktisadi gelişme kuramcılarının üzerinde henüz çok güçlü biçimde uzlaşmış
olmadıkları mekanizmaların etkileşimi sonucunda modernite geldi. Endüstri Devrimi Batı
Avrupa uluslarını yoksulluk tuzağından kurtarırken, nüfus düzeyleri Ücretlerin Tunç
Yasası'nın son çevriminde kalıcı olarak artmaya—ve hatta hızlanarak artmaya—başladı.
Kapitalizmin, üretim toprağın boyunduruğundan kurtuldukça, daha çok insanı istihdam
etmeye ihtiyacı vardı ve bu daha çok insanların yetenekli olmaları bile gerekmiyordu. Ancak,
ve ancak, teknolojik gelişme yeterince hızlandıktan ve makinelerde içerilmiş bilgi yeterince
çoğaldıktan sonra yetenekli insanlara olan talep önemli hale gelecek ve bu da aileleri çok
sayıda çocuk yapmak yerine daha az sayıda ancak eğitimli—ve, dolayısıyla, yetenekli—
çocuklar “üretme”ye sevk edecekti. Sağlık Devrimi'nin etkisiyle hızla düşmekte olan ölüm
hızları da doğurganlığı azaltıcı etkiye sahipti. Böylelikle, demografik geçişin ikinci
aşamasında, doğurganlık azalmaya ve nüfus artış hızı düşmeye başladı. Zenginleşen uluslar
yaşlanacaktı. Üstelik, sadece evlenme ve çocuk sahibi olmanın artan maliyetleri değil,
yayılmakta olan ve kadının bir çalışan olarak özgürlüğünü öne alan “kültür” de bu geçişi
destekleyecekti. Psikolojik bir sınır olarak aile başına iki çocuk bir tesadüf değildi.
Öngörülebilir bebek ölüm hızları ve prezervatif çok şeyi değiştirmiş olmalıydı.
Demografik geçişe ve iktisadi gelişmenin hızlanmasına ilişkin olgular, farklı
toplumlar ve bunların ekonomileri için tek biçimli bir modernleşme olamayacağına inanan
toplumsal bilimcileri kuşkuya sevk edebilecek kadar güçlü olan düzenlilikler gösterirler. 19.
yüzyılın başına kadar, örneğin, kalabalık olmayan ve yoksul ulusların toplumları ve
ekonomileri ile karşılaşırız—bugünün en gelişmiş olanları da dahil olmak üzere. Bu tarım
toplumlarında, savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar gibi etmenler nedeniyle yüksek olan ölüm
hızları ve yoksulluğun kendisi, bunlara doğrudan tepki veren doğurganlık hızlarının da
yüksek olmalarına neden olmuştur. Doğurganlığın Endüstri Devrimi ile gelen zenginleşmeye
ilk birkaç nesilde verdiği tepki ülkeler arasında farklılaşsa da—İngiltere'de 17. yüzyılın
ortalarından 1820ler'e kadar artan, ancak Fransa'da Endüstri Devrimi öncesinde bulunduğu
yüksek düzeyde kalan doğurganlık hızlarında olduğu gibi—teknolojik gelişmeye dayalı
zenginleşmenin süreğenleşmesi, hem evlilik ve ilk çocuk yaşlarının artmasına, hem de toplam
doğurganlık hızının azalmaya başlamasına yol açmıştır. İngiltere'de, örneğin, 18. yüzyılın
başlarında 4.50'nin biraz üzerinde olan toplam doğurganlık hızı, takip eden yüz yılı aşkın
süreçte tarihsel açıdan en yüksek değeri olan 5.70'e kadar yükselmişse de, 20. yüzyılın
başında 4.00'ın ve 21. yüzyılın başında da 2.00'ın altına düşmüştür.
Gelişmiş dünyaya ve özellikle Avrupalı uluslara korku veren olgu, toplam doğurganlık
hızlarının, nüfus düzeyini uzun dönemde ve düşük düzey ölüm hızları altında sabit kılacak
olan 2.05 düzeyinin—İngilizce replacement level olarak adlandırılan düzeyin—oldukça altına
inmiş olmasıdır. Bugün, Avrupa'da, Türkiye dışlandığında, toplam doğurganlık hızı 2.05'in
üzerinde olan bir ülke yoktur ve Avrupa Birliği ülkelerinin ortalama toplam doğurganlık hızı
-3-
1.50'ye kadar düşmüş durumdadır. Birleşmiş Milletler'in 2004 yılında yayınlanan 2300'e
Doğru Dünya Nüfusu raporundaki tahminlere göre, demografik geçişin öncüsü Avrupa'da,
nüfus, 2050 yılına kadar sürecek bir azalma eğilimine sahip olabilir. Eğer yerleşik toplumsal
güvence sistemleri, kimilerinin iddia ettiği gibi, yaşlanan nüfusun ve artan bağımlılık
oranlarının olumsuz refah etkileri ile mücadele etmeye hazır durumda değillerse, Avrupa'yı
gerçekten de zor birkaç on yıl bekliyor olabilir.
II
Türkiye'nin deneyimi, bölgesel farklılıklar göz ardı edildiğinde, gelişmiş ülkelerin
önceki deneyimlerinden gerçekten farklı değildir. Başkent Üniversitesi'nden Şeref Hoşgör ve
ODTÜ'den Aysıt Tansel'in hazırladıkları 2050'ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim raporunda da
belirtildiği gibi, Türkiye'de, toplam doğurganlık hızı, 1923-1955 döneminde 5.50'den 7.00'a
doğru artmış, sonrasında, hızlanan iktisadi büyüme ve gelişmeye ve yükselen şehirleşme ve
endüstrileşmeye koşut olarak, hızlı bir azalış eğilimine sahip olmuştur. Hacettepe Üniversitesi
Nüfus Etütleri Enstitüsü'nün 2008 yılı Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması'nda, toplam
doğurganlık hızının 1978'de 4.33, 1988'de 3.02, 1998'de 2.61 ve 2008'de 2.16 olarak tahmin
edildiği belirtilmektedir.
İktisadi gelişmenin karmaşıklığını doğru biçimde anlamak konusunda iktisatçılar bile
her zaman çok başarılı olmadıkları için, doğurganlık hızlarının 2.05'in altına inmesine aceleci
bir doğurganlığı artırma yanlısı tepki veren nüfus politikacısının tutumunda aslında şaşılacak
bir durum yoktur. Oysa, soru, toplam doğurganlık hızı 2.05'in altına indikten sonra 1.50'ye
yaklaşarak azalmakta iken, maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerindeki değişimin ne
yönde olacağı sorusudur. O halde, karşılaştırmalı bir nüfus ve refah çözümlemesine—çok
basitçe de olsa—başvuruda bulunmak gerekmektedir.
Türkiye verileri toplam doğurganlık hızının 1978'ten 2008'e kadar olan 40 yıllık
dönemde, 4.33'ten 2.16'ya indiğini—yani yaklaşık olarak iki kat azaldığını—gösteriyor.
Angus Maddison'ın verilerine göre, bu 40 yıllık dönemde, Türkiye'nin nüfusu—ölüm
hızlarındaki hızlı azalmanın baskın etkisiyle—yaklaşık 43 milyondan yaklaşık 76 milyona
yükseldi. 1.75 katlık bu nüfus artışına rağmen, Angus Maddison'ın Türkiye verileri, enflasyon
ve kur değişimlerinden arındırılmış—yani gerçel—kişi başına yurtiçi ürünün aynı dönemde
yaklaşık olarak 1.90 kat arttığını gösteriyor.
Gerçel kişi başına yurtiçi ürünün, var olan başka ölçütler arasında, neden göreli olarak
iyi bir refah göstergesi olarak kabul edilmek zorunda olduğunu anlamak gerekir: Öncelikle,
toplumsal refahın ideal kişi başına ölçüsü gerçel kişi başına yurtiçi ürün değildir. Dünya
Bankası, örneğin, ünlü Dünya Gelişme Göstergeleri veri bankası ile, sağlık, çevre, eğitim,
tarımsal gelişme, yoksulluk ve bilimsel ve teknolojik gelişme gibi başlıklar altında, toplamda
800'ü aşkın toplumsal refah göstergesinin izini sürmektedir. Gerçel kişi başına yurtiçi ürün
değişkenini—en azından maddesel—toplumsal refahın iyi bir ölçüsü kılan olgu, değişkenin
bazı önemli gelişme göstergeleri ile güçlü ve istatistiksel açıdan anlamlı birer korelasyon
ilişkisine sahip olmasıdır. Çok yeni bir çalışmada, Stanford Üniversitesi'nden iktisatçılar
Charles Jones ve Peter Klenow, toplumsal refahın, (i) yaşam beklentisine, (ii) tüketim
düzeyine, (iii) çalışmadan geçirilen zamana ve (iv) yurtiçi gelir eşitliliği düzeyine bağlı olan
bir istatistiksel ölçüsünü hesaplayarak, 134 ülke için, bu geniş refah ölçüsünün gerçel kişi
başına yurtiçi ürün ile güçlü biçimde ilişkili olduğunu doğrulamaktadırlar. Ayrıca, Birleşmiş
Milletler'in İnsani Gelişme Endeksi de gerçel kişi başına yurtiçi ürün ile güçlü biçimde
ilişkilidir: İnsani gelişmede en öndeki ülkeler en zengin olanlardır; ya da tam tersi.
-4-
İngiltere'nin kabaca 1890-1930 yıllarını kapsayan demografik geçişine Türkiye'nin
1978-2008 geçişi ile karşılaştırılmalı olarak bakmak aydınlatıcı olacaktır. İngiltere'de 19.
yüzyılın sonunda toplam doğurganlık hızı yaklaşık olarak 4.30 düzeylerindedir ve takip eden
40 yıl içinde yaklaşık olarak 2 kat azalarak, Bebek Patlaması'ndan önce, 2.10'a yakın bir
düzeye düşmüştür. Soru, İngiltere'nin nüfus ve gerçel kişi başına yurtiçi ürün (veya gelir)
düzeylerinin bu 40 yıllık dönemdeki büyüme eğilimlerinin Türkiye'nin 1978-2008
deneyimine benzer olup olmadığıdır. 1891 ve 1931 sayımlarına göre, İngiltere'nin nüfusu
1891'den 1931'e yaklaşık olarak 1.38 kat artmıştır. Diğer yandan, California Üniversitesi
Davis'ten Gregory Clark'ın derlediği kişi başına gerçel gelir endeksi, aynı dönemde, yaklaşık
olarak 1.30 kat artış göstermektedir. O halde, İngiltere de, toplam doğurganlık hızının keskin
biçimde azaldığı 40 yıllık bir dönemde, sadece nüfusunu değil, gerçel kişi başına gelirini de
artırmayı başarmıştır.
Ya daha sonrası? Acaba İngiltere'de toplam doğurganlık hızının Bebek Patlaması'ndan
sonra sürdürdüğü kalıcı düşüş eğilimine eşlik eden nüfus ve gerçel kişi başına yurtiçi ürün
örüntüleri nasıldır? Büyüme katsayıları ne yönde değişmiştir? Nüfusun yaşlanmasının
elimizdeki refah göstergesi ile olan uzun dönemli hareketi ne yöndedir? Gregory Clark'ın
verilerine göre, İngiltere'de gerçel kişi başına gelir ve gerçel ücret düzeyleri, 1950-59
onyılından 2000-08 zaman aralığına değin sürekli olarak artmış ve büyüme katsayıları,
sırasıyla, 2.98 ve 3.48 olmuştur. Başka deyişle, nüfusunun hızla yaşlandığı ve toplam
doğurganlık hızının 2.05'in oldukça altına doğru azaldığı yarım yüzyıl boyunca, İngiltere'de
gerçel kişi başına gelir yaklaşık olarak 3 kat ve gerçel ücret yaklaşık olarak 3.5 kat artmıştır.
Nüfusun da, azalan bir hızda da olsa, kalıcı olarak arttığını ve 50 milyon düzeyini geçtiğini
biliyoruz. Karl Marx'tan değilse, demografik geçişte önde olan bir ulus olarak İngiltere,
geride olan Türkiye'ye, Türkiye'nin kendi demografik geleceğinin bir örneğini göstermiştir.
Türkiye'yi neyin beklediğine de bu noktada dikkat çekmek gerekiyor: Şeref Hoşgör ve
Aysıt Tansel'in 2050'ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim raporunun nüfus büyümesi açısından en
karamsar öngörüleri—yani nüfusun artması beklenebilecek en düşük hızda artacağı
senaryonun çıktıları—Türkiye nüfusunun beş yıllık aralıklarla ölçüldüğünde sürekli olarak
artarak 2050 yılında 95 milyon civarında olacağını göstermektedir. 2050 yılında ulaşılması
beklenen toplam nüfus düzeyi, orta düzey öngörülere göre ise, 100 milyon civarındadır. Aynı
orta düzey öngörüler—ki bunlar nüfusbilim ilkeleri açısından en güvenli biçimde dikkate
alınabilecek öngörülerdir—toplam doğurganlık hızının ancak 2050'de 1.85 düzeyine düşmüş
olacağı yönündedir. Benzer öngörülere Birleşmiş Milletler'in 2300'e Doğru Dünya Nüfusu
raporunda da yer veriliyor: 2000 yılında dünyanın en kalabalık 15. ülkesi olan Türkiye'nin,
2050 yılında dünyanın en kalabalık 19. ülkesi olması bekleniyor. Yani 50 yıllık bir hızla
azalan doğurganlık süreci boyunca, Türkiye'nin, “En Kalabalık Ülkeler” listesinde sadece
dört sıra gerilemesi öngörülüyor.
Bu yönde öngörülerin, Türkiye'de doğurganlığın azalmasından endişe duyarak
“Doğurganlık artmalı!” diyen nüfus politikacısının elini zayıflatan öngörüler olduklarını
görmek gerekir: Önümüzdeki 40 yıl boyunca, Türkiye'nin toplam doğurganlık hızının, bugün
Batı Avrupa uluslarına korku veren 1.50 ve 1.30 gibi çok düşük düzeylerin yanına bile
yaklaşmayacağı beklenmektedir. O halde, Türkiye'de aktif bir nüfus politikası uygulanması
gerekip gerekmediği, en azından özgürlükçü bir bakış açısından yaklaşıldığında, oldukça
yerinde bir sorudur. Demografik geçiş sürecinin sadece kültürel etmenlerle
açıklanamayacağına ek olarak, teknolojik gelişmenin hızlanması ve Batı Avrupalı olmayan
uluslara yayılmasının çekirdek öykünün bir parçası olduğunu kabul etmek zorundayız. Yeni
üretim teknolojilerinin birim işgücü verimliliğini uzun dönemde kalıcı biçimde artırmaya
-5-
devam ettiği bir ülke olan Türkiye'de, doğurganlığın azalmasına eşlik eden bir kişi başına
zenginleşme sürecinin uzun dönemde devam etmeyeceğine gerekçesizce inanmak ve,
dolayısıyla, karamsar olmak için, iktisadi gelişme ve demografik geçiş ile bunların nesnel
tarihleri hakkında oldukça bilgisiz olmak gerekmektedir. Bugünün bütün gelişmiş uluslarının
tarihleri, yenilik yaratıcı (girişimci) bireylerin şehirli nüfus içindeki paylarının artması ile bu
şehirli bireylerin büyükbabaları ile büyükannelerinden ve babaları ile annelerinden daha az
sayıda çocuk sahibi olmayı seçmelerine ve teknolojik gelişmenin meyvelerinden daha çok
faydalanabilmelerine tanık olmuştur. O halde, teknolojik gelişme motorunu çalışır durumda
tutmayı sağlamak ve insanların çocuk sahibi olma kararlarını kendilerine bırakmak, politikacı
açısından, yaşlanan nüfusun ve azalan doğurganlığın olumsuz refah etkilerini gidermenin
etkin ve etkili bir yolu olabilir.
III
Türkiye'de doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikasına gerçekten gerek
olup olmadığı sorusu, şu ikinci soruyu ortaya çıkarmaktadır: (Türkiye'de) doğurganlığın
artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikasının tasarımına ilişkin zorluklar nelerdir?
RAND Kurumu Avrupa biriminin 2005'te yayınladığı Nüfus Çöküşü? Avrupa
Birliği'nde Düşük Doğurganlık ve Politika Tepkileri adlı araştırma özeti, nüfus politikasına
ilişkin zorluklar konusunda, önemli bilgiler sunuyor. Avrupa Birliği ülkelerinin
deneyimlerinden hareketle, özet, ulusal politikaların doğurganlık düşüşlerini
yavaşlatabileceğine ve fakat tekil bir politikadan her koşulda olumlu sonuç beklenmemesi
gerektiğine dikkat çekiyor. Özet, ayrıca, belirli bir ülkede olumlu sonuç veren bir politikanın
başka bir ülkede başarısız olabileceğini ve bazı toplumsal ve iktisadi koşulları iyileştirme
amaçlı politikaların doğurganlığı dolaylı olarak etkileyebileceğini vurguluyor. Özetin ana
düşüncesine göre ise, (i) farklı hükumet politikaları arasındaki ilişkiler, (ii) makro koşullar ve
(iii) hanehalklarının demografik davranışları, doğurganlığın belirlenmesinde ortak rol
oynamaktadırlar.
Doğurganlığın artırılmasını hedefleyen bir nüfus politikasının tasarlanmasındaki ana
zorluk, işte, bu ortak rolün deşifre edilmesidir. Bu deşifre etme ödevini somutlaştırmadan
önce, ancak, sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir politikanın iki tartışmalı
yönüne—bebek ölüm hızının önemine ve bebek patlamalarının uzun-dönem sonuçlarına—
değinmek gerekmektedir.
Bebek ölüm hızı, nüfus artış hızını, tıpkı doğurganlık hızları gibi doğrudan
etkilemektedir ve Türkiye'nin nüfus artış hızının düşük olmasının çok önemli bir nedeni de
oldukça yüksek düzeydeki bebek ölüm hızıdır. Birleşmiş Milletler Nüfus Birimi verilerine
göre, 2005-2010 döneminde, Türkiye, 1000 bebekte 24.02 ölüm ile, bebek ölüm hızının en
düşük olduğu ülkeler listesinde 115. sıradadır. Korkutucu olduğu kadar utanç verici bir kayıt
olmalı bu. Aysıt Tansel ve Şeref Hoşgör'ün orta düzey öngörüleri, 2050 yılına uzanan süreçte,
bebek ölüm hızının sürekli olarak azalacağını ve 2050 yılında 1000 bebekte 7.10 ölüme
ulaşacağını göstermekteyse de, bu düzey, gelişmiş ülkelerin neredeyse tümünün 2005-2010
döneminde ulaşmış oldukları bebek ölüm hızlarından bile daha yüksektir. Başka deyişle, eğer
sorun gerçekten de nüfus artış hızının azalması ise, doğurganlığın bugünkü ivmesiyle
azalmaya devam edeceği 40 yıllık bir süreçte, bebek ölüm hızının öngörülenden daha hızlı
biçimde azaltılmasına yönelik aktif sağlık politikaları oldukça etkili olabilir. O halde, şu soru,
bir kez daha sorulmalıdır: Neden sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir nüfus
politikası?
-6-
Doğurganlığın artırılmasına yönelik politikanın olası sonuçlarından biri de, örneğin
2016-2020 yılları arasında doğan çocukların toplam sayısının, önceki beş yıllık dönemlerde
doğanların sayısından önemli ölçüde yüksek olmasıdır. Başka deyişle, doğurganlığı artırma
yanlısı politika, Türkiye'ye birkaç bebek patlaması nesli hediye edebilir. Bebek patlaması
nesilleriyle ilgili sorun, bağımlılık oranının, bebek patlaması nesillerinin yaşlanıp emekli
olmaya başlamalarıyla birlikte göstermesi beklenebilecek hızlı artış eğilimidir. Azalan
doğurganlık ve artan yaşam beklentisi, bağımlılık oranının, demografik geçiş süreci boyunca
artmasını açıklarken, bebek patlaması nesillerinin emekli olmaya başlamaları bu artışın hızını
çarpıcı biçimde yukarı çekebilir. Birleşik Devletler Toplumsal Güvence Yönetimi'nin 2007
yıllık raporundaki verilere göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde, 65 yaş ve üstündeki
(çalışmayan) nüfusun 20-64 yaşlar arasındaki (çalışan) nüfusa oranı olarak tanımlanan yaşlı
bağımlılık oranı, 1950'den 2000'e sadece % 6 artarken, Bebek Patlaması nesillerinin emekliye
ayrılacakları 2010 sonrası dönemde yaşlı bağımlılık oranındaki artış hızlanacak ve oran 2030
yılında % 35 düzeyinde olacaktır. O halde, sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir
nüfus politikasının tasarımının, bebek patlamalarının uzun vadedeki etkileri bağlamında da
tartışılması gerekmektedir. Ayakları yere sağlam basan bir nüfus politikası, başka deyişle,
uzun vadeli bir politika olmak durumundadır.
Sorun, geri dönersek, bireylerin veya hanehalklarının, demografik davranışlar
bağlamında, diyelim ki işsizlik ve enflasyon gibi makroiktisadi değişkenlere ve diyelim ki
emeklilik yaşını ve hamilelik iznini düzenleyen farklı hükumet programlarına nasıl tepki
verdiklerini belirleyebilmek sorunudur. Bu sorunu da, iki ayaklı bir sorun olarak ele almak
aydınlatıcı olacaktır: Öncelikle, doğurganlığın artmasını sağlamaya yönelik nüfus
politikasının uygulaması, çocuk sahibi olan çiftlerin çocuk sahibi olma davranışlarının
yeniden yönlendirilmesini gerektireceğinden, politika yapıcı konumundaki karar vericilerin,
doğurganlığı açıklayan ve gerçeğin yeterince iyi bir yaklaştırması olan—yani en azından
sınanmış ve yanlışlanmamış olan—bir modele ihtiyaçları vardır. Bu bakımdan, geçen
yüzyılın ikinci yarısında, Chicago Üniversitesi'nden Gary Becker'ın aile iktisadının
öncülüğünde geliştirilen ve doğurganlık tercihlerini—ve ölüm oranlarına etki eden bireysel
gıda harcamaları ve sağlık yatırımlarını—somut iktisadi (ve toplumsal ve kültürel ve
biyolojik) temellere bağlayan biçimsel kuramlara, sorunun bu ayağının çözümünde,
başvuruda bulunulması gerekmektedir. Diğer yandan, doğurganlık davranışını etkilemesi
beklenecek makroiktisadi değişkenler ile politika yapıcının hedef ve araç değişkenlerinin
nasıl etkileştikleri sorusu, en az doğurganlık davranışını neyin belirlediği sorusu kadar önemli
olmalıdır. Genel denge çözümlemesinin önemini kavramış olan (refah) iktisatçılar(ı), sorunun
bu ikinci ayağını neden bu şekilde somutlaştırmak gerektiğini anlayacaklardır: Günümüzde,
makroiktisat kuramlarının çoğu, karmaşık nedensellik ilişkilerinin kuramcı tarafından açıkça
belirlenebilmelerine olanak tanıyan bir “kapalı evren” modelciliği üzerinde inşa
olmaktadırlar. Thomas Malthus'un kuramında nüfus ve verimlilik arasındaki iki yönlü
nedenselliğin belirlenebilmesi buna örnektir. 1950ler'de, Stanford Üniversitesi'nden Kenneth
Arrow ve California Üniversitesi Berkeley'den Gérard Debreu, Leon Walras'ın genel denge
kuramını genelleştirip güçlendirdiler. Geçen zamanda, yeni (analitik veya hesaplamalı)
çözüm yollarının uygulanmalarına da olanak tanıyan genel denge modelciliği, özellikle refah
iktisadının ana yöntembilimsel yönelimlerinden biri haline geldi. Gerçekliğin yeterince iyi bir
yaklaştırması olabilen bir davranışsal genel denge kuramını özenle kurmak ve çözümlemek,
güvenilir (politika) öngörüler(i) yapmanın, gerçekten de, tek iyi yolu olabilir. Bunun nedeni,
Chicago Üniversitesi'nden Robert Lucas'ın ünlü eleştirisi ile ortaya koyduğu üzere,
bireylerin, politika yapıcının eylemlerine, politikanın etkisini ortadan kaldıracak yönlü
tepkiler geliştirebilecek olmalarında yatar. Dolayısıyla, bireysel davranışların politikanın
kendisi—ve zamanla değişkenlik göstermesi beklenebilecek diğer makroekonomik
-7-
koşullar—ile nasıl değişeceğini dikkate almayan çözümlemeler en azından yanıltıcı olma
olasılığı taşırlar.
Burada, ancak, davranışsal temelleri olan genel denge modellerine yüklenen
vurgunun, nüfus politikası tasarımında modelciliğe koşulsuzca güvenmemize yetecek kadar
güçlü bir vurgu olmadığını belirtmek gerekir. İki neden var: Birincisi, Minnesota
Üniversitesi'nden Larry Jones, Iowa Üniversitesi'nden Alice Schoonbroodt ve Mannheim
Üniversitesi'nden Michele Tertilt'in 2011 yılında yayınlanan Doğurganlık Kuramları: Bunlar
Negatif Doğurganlık-Gelir İlişkisini Açıklayabiliyorlar Mı? adlı çalışmalarında gösterdikleri
üzere, doğurganlığın davranışsal kuramları, doğurganlığı açıklayabilmek için bazı özel
varsayımlara ve ön kabullere dayanmaktadırlar ve çoğu gerçekçi olmayan bu varsayımlar ve
ön kabuller nedeniyle, yerleşik doğurganlık kuramlarına olan güven tam değildir. Geçen on
yıllık sürede, Brown Üniversitesi'nden Oded Galor ve David Weil'in öncü çalışmaları ile
başlayan ve iktisadi gelişmenin çok uzun dönemdeki örüntü ve düzenliliklerini bütünsel bir
çerçeve içinde açıklamak amacında olan bir araştırma programı, doğurganlığın davranışsal
kuramlarından doğrudan faydalanarak, teknolojik gelişme ve demografik geçişi—çok
yerinde tarihsel gerekçelerle—birbirlerine içselleştirdi. Ancak bu araştırma programından
kuramcıların doğurganlığı açıklamış olmak için benimsedikleri varsayımlar yeniden gözden
geçirilmedikçe, programın nüfus politikası tasarımına kılavuzluk etme rolünün tamamlanmış
olmayacağı anlaşılıyor. Bundan daha zorlu görünen ikinci neden ise şu: Bugüne kadar
önerilmiş ve teknolojik gelişmeyi demografik geçişe içselleştirmiş olan nüfus kuramlarının
neredeyse tümü, nüfusun sonsuza kadar sürekli olarak artmasına olanak tanımakta ve/veya
nüfus düzeylerinin uzun dönemde içsel olarak nasıl sabitleneceği sorusuna yanıt
vermemektedir. Başka deyişle, nüfus politikası tasarımında en faydalı olabilecek kuramların
büyük çoğunluğu, dünyanın sonlu bir (insan) taşıma kapasitesine sahip olduğunu yok saymak
suretiyle, uzun dönemde sabitlenmeleri beklenen nüfus düzeylerini açıklayamamaktadırlar.
Duke Üniversitesi'nden Pietro Peretto ve ETH Zürich'ten Simone Valente'nin, 2001 tarihli
Sonlu Bir Gezegende Büyüme: Uzun Dönemde Kaynaklar, Teknoloji ve Nüfus adlı
makalelerinde tanıttıkları modelin, ancak, bir istisna olarak önemine dikkat çekmek gerekir.
Pietro Peretto ve Simone Valente, kaynak kıtlığının nüfusu uzun dönemde sabitleme eğilimini
nüfus ve teknoloji arasındaki etkileşimleri de dikkate alarak kuramsal olarak
çözümlemektedirler. Buna göre, artan nüfusa bağlı olarak artan kaynak kıtlığının kaynak
fiyatı etkisi, nüfusun tarihsel zaman sonsuza gitmeden önce sabitlenmesini açıklarken, sabit
nüfusun sürekli olarak teknolojk gelişmeye yatırım yaparak refahını artırmayı başardığı bir
uzun dönem dengesi istikrarlıdır.
Nüfus politikasının, (i) kaynak kıtlığının etkilerini göz ardı etmeyen, (ii) nüfus düzeyi
ile teknolojik gelişme arasındaki etkileşimleri açıkça dikkate alan ve (iii) doğurganlığı
açıklamak için benimsediği can alıcı varsayımlar yeterince gerçekçi olan yeni genel denge
modelleri üzerinde inşa olması gerektiği açık. Eğer nüfus politikası gerçekten gerekliyse ve
aktif nüfus politikası uygulaması ile amaçlanan havada kalan boş laflar üretmekten daha
fazlasıysa, nüfus politikası tasarımcıları, farklı hükumet politikaları arasındaki ilişkilerin,
makro koşulların ve hanehalklarının demografik davranışlarının ortak rolünü, ancak bu temel
niteliklere sahip modellerin genişletilmesi ile deşifre edebilirler.
IV
İktisatçılar şöyle der: Bedava öğle yemeği yoktur. Serbest mal olmadıkları tartışma
götürmeyenler dışında kalan solunabilir hava gibi “mallar” bile, kirlilik sınırlarını aşma
riskiyle karşı karşıya olduğumuz için bedava değildir. Bedava yaşamıyoruz, kısacası.
-8-
Doğurganlık tercihlerini somut iktisadi temellere bağlayan biçimsel kuramların en
önemli ortak niteliği, (aile kurma ve) çocuk sahibi olma kararını yöneten fayda ve maliyet
bileşenlerini birbirinden ayrıştıran yaklaşımlarıdır. Buna göre, doğurganlık, insanların
üremekten ve çocuk yetiştirmekten elde ettikleri haz (ve başka maddesel ya da kültürel
güdüleyenler) ile ailenin geliri ve çocuk sahibi olmanın ve o çocuğu reşit bir birey olarak
topluma kazandırmanın parasal maliyetine bağlıdır.
Başbakan Erdoğan'ın ve AKP'nin nüfus politikasına yaklaşımlarındaki tutarsızlık,
doğurganlığın maliyet muhasebesinde somutlaşıyor: Bir yanda, vatandaşlarına, şimdi tercih
ediyor olduklarından, ortalamada, daha fazla sayıda çocuk tercih etmelerini salık veren—ve
2004 ve 2010 yıllarında Time dergisi tarafından “Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine
dahil edilmiş olan—bir başbakan var. Diğer yanda, bu başbakanın genel başkanı olduğu ve
uzun yıllardır iktidarda olan parti, bireysel özgürlüklerden taviz verilmeden artırılacak olan
doğurganlığın ek maliyetinin finansmanına katkı yapmak konusunda hiçbir yasal adım
atmamış durumda. Sadece, vaat bile olamamış mırıldanmalar var politikacıların ağzında: en
az üç çocuk yapan çiftlere verilebilecek ödüller gibi.
En az üç çocuk tartışmasının yukarıdaki iktisadi değerlendirmesi, politikacıların
gerçek niyetlerini sorgulamayı ve sadece doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir
nüfus politikası uygulamasının olabilirliğinin ve arzulanırlığının diğer yönlerini, başka
toplumsal bilim alanlarından araştırmacılara ve eleştirmenlere bırakıyor. İktisatçı aklının ve
iktisadi tarih deneyiminin çok güçlü biçimde desteklediğini, ancak, bir kez daha vurgulamak
gerekmektedir:
 Türkiye'nin uzun dönem nüfus öngörüleri, ülkenin nüfus artış hızının yavaşlaması
sorununun, gelişmiş ülkelerin önceki dönemde deneyimledikleri sorundan gerçekten
farklı olmadığını ve, üstelik, toplam doğurganlık hızındaki düşüşün, gelişmiş
ülkelerde kaydedilen düşüşlerden daha az olarak kalacağını gösteriyor.
 Türkiye'deki yüksek bebek ölüm oranları, nüfus artış hızındaki azalma ile
mücadelede, politikacılara net bir hedef tayin ediyor: doğan bebeklerin çok daha
fazlasını hayatta tutmak! Bu bakımdan, politikacıların, sadece doğurganlığın
artırılmasını hedefleyen bir politikada ısrar etmektense, gerekli sağlık politikalarını
tasarlamak ve uygulamak ile de meşgul olmaları gerektiği apaçık ortada.
 Aklı başında bir refah iktisadı bütünüyle normatif olarak kalamayacağı için,
Türkiye'nin güncel demografik gelişmelerinin toplum için “en iyi” olmadığını
göstermek ve “en iyi”ye ulaşmak için hangi yönde değişimlerin gerektiğini bulmak,
özünde, bir kuramsal sorundur. Bu nedenle, politika yapıcıların, yerleşik kuramların
ancak çok küçük bir kümesinin aktif bir nüfus politikası tasarımında yol gösterici
olabilecek kadar sağlam olduğu gerçeğiyle de yüzleşmeleri gerekiyor.
Dileğim o ki, iktidara geldiği günden bu yana “En az üç çocuk!” ısrarından
vazgeçmeyen Başbakan Erdoğan, söylemini ciddiye alan ve niyetini sorgulamayan buna
benzer (iktisadi) değerlendirmelere daha sık rastlasın ve onları ciddiye alarak niyet
sorgulaması yapmasın.
-9-
Alternatif Teknolojilerin İdeolojik Açılımları
Sevgi Taşkın
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
İnsanlık tarihinde toplumsal yaşamın gelişim çizgisi içinde iletişim, insanı diğer
canlılardan ayıran bir olgu olması bakımından önemlidir. Bundan dolayı iletişimin temel
aşamaları pek çok sosyolojik çalışmanın da ele aldığı önemli konuların başında yer alır.
İletişim teknolojileri ise bize insanlık tarihinin öyküsünü verir. Bu çalışma, alternatif
teknolojik değişimlerin toplumsal yapıda nasıl bir dönüşüm hedeflediklerini anlamak
amacıyla yapılmıştır. Bu nedenle başlangıçta iletişimin temel aşamaları konusu ele alınmıştır.
Çalışmanın kurgusu üç kitap üzerinden farklı bakış açılarının karşılaştırmalı olarak iletişim
teknolojileri kapsamında toplumsal dönüşüm üzerine yapılmış olan yorumlarını
değerlendirilmek üzere oluşturulmuştur. Bu kitaplardan ilki McLuhan’ın Gutenberg Galaksisi
isimli kitabıdır1. İkincisi David Dickson’un Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik
Boyutları isimli kitabıdır2. Sonuncu olarak da üç yazarlı bir kitap aracılığıyla emek
cephesinden geliştirilmiş farklı bir model arayışı ele alınmaktadır3.
Bu kitapların konu edindiği alanlar için de son derece önemli bir yer tutan kitle
iletişim araçlarının bir eleştirisinin yapılması için bu araçların temel işlevlerini kısaca
belirlemek de çalışmanın bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Kitle iletişim araçlarının
genel olarak işlevlerinin belirtilmesinden sonra, bu işlevleri esas alarak, bu araçların birey ve
toplum üzerinde olumlu etkilerinin olduğunu söyleyen McLuhan’ın da içinde bulunduğu ve
post modern olarak tanımlanabilecek cepheden yapılan eleştiri ve değerlendirmelere yer
verilecektir. Teknolojik gelişmenin insanlığa getirdiği olumlu ve olumsuz yönler bakımından
David Dickson’un Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları kitabı
incelenmiştir. Son kitap da Brecher, Costello ve Smith’in yazmış oldukları Aşağıdan
Küreselleşme isimli kitapta belirtilen model değerlendirilmektedir.
Çalışma asıl olarak teknolojik gelişimin yaratacağı dünyayı eleştirel bakış açısıyla
yorumlamayı amaçlar. Bu nedenle genel olarak bu dünyanın iyi bir dünya olup olamayacağı,
sürdürülebilir nitelikte olup olmadığı ve nedenleri hakkında sorular sorup yanıtlar
aramaktadır. Sonuç olarak da bu gelişime karşı insanlığın seçenekleri nelerdir ve bunlar nasıl
geliştirilebilir sorularına ilişkin açılımlar hedeflenmektedir.
I. İletişimin Temel Aşamaları
I.1. Sözlü İletişim Aşaması
Tıpkı bilimsel alanlardaki gelişim için olduğu gibi teknolojik gelişme de toplumsal
üretim ilişkileriyle ve bu ilişkilerin örgütlenmesine yönelik biçimlenir. Bu nedenle bütün
diğer teknolojiler gibi iletişim teknolojileri de insanlığın gelişim süreçlerine koşut ilerler.
1
Marshall McLuhan, (1962), Gutenberg Galaksisi, YKY, İstanbul, 2001
D.Dickson, Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları, AyrıntıYayınları, İstanbul, 1982
3
Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, Aram Toplum Yayınları, İst., 2002
2
- 10 -
Dolayısıyla insanoğlu toplumsal yaşama geçişiyle birlikte birbiri ile ilk önce ve kaçınılmaz
olarak sözlü iletişim kurmuştur. Toplu olarak yaşadığı dönemlerde ancak bir toplum olmadan
önce insan, diğer canlılar gibi kendi türüyle bazı iletişim biçimleri geliştirmişti. Ancak bunlar
için sözlü iletişim demek doğru olmaz. Bunlar bazı seslerin çıkarılması, ses tonunun
kullanılması, bedensel ve yüzle yapılan jest ve mimiklerden ibarettir. Çünkü insan o aşamada
sadece kendisi için gerekli olduğu kadar kendi türünden diğerleri ile ilişkiye geçmekteydi.
Toplumsal yaşamın başlaması ile birlikte, hem bilinç eşiğinde bir sıçrama yaşanmış hem de
artık sadece kendisi için değil, içinde yaşadığı toplumun sürdürülebilmesi için de iletişim
kurması kaçınılmaz olmuştu. Burada en basit haliyle konuşmadan söz etmekteyiz. Seslerin
farklı kullanımlarının öğrenilmesine eşlik eden beden dili insanın ilk iletişim teknolojisidir.
Bunu geliştirmesi gerekmişti çünkü artık hem diğerleriyle hem de yaşamda bir bütün olarak
içinde olduğu ilişkiler ağı, ihtiyaçlar ve sorunlar karmaşıklaşmıştı. Bu sürece bağlı olarak
iletişim de bir üst aşamaya sıçradı.
I.2. Yazılı İletişim Aşaması
Yazının keşfi, hem tarihsel kayıtların diğer kuşaklara aktarılması hem de insanlığın
bilinç düzeyinin yeni bir aşamaya geçişi olarak kabul edilir. İnsan, kendisi ile ilişkiye
geçmiştir. Tıpkı sözlü iletişimde olduğu gibi burada da ihtiyaç ve sorunların kapsamlarının
genişlemesinden dolayı yazı keşfedilmiştir. Ayrıca insan, gezegende, bir gün öleceğini bilen
tek bilinçli varlık olarak yerini almıştır. Bu onu diğer canlılardan ayıran temel özelliğidir:
Kurgu yapabilen insan, henüz gerçekleşmemiş bir geleceğin inşasını sadece ve sadece
zihninde yapabilmektedir. Geçici bir yaşamda kalıcı olma çabası, ontolojik bir kaygıya
dönüştüğünde yazılı iletişim insanın toplumsallaşma serüveninde en önemli ikinci aşama
olarak karşımıza çıkar. Göç etmek zorunda kalan insanlar, kendilerinden sonrakilere
bırakabilecekleri tek miras olan deneyimlerini yazı aracılığıyla paylaşmayı öğrenmişlerdir.
Bu dönemde henüz sınıflı bir topluma geçilmediğinden dolayı üretim fazlası bir artık ve
bireysel mülkiyetten söz edilemez. Bu iletişim teknolojisinin daha sonraki süreçte yaşanan
ilerlemeleri, hem yerleşik düzene geçiş hem de sınıflı toplumların doğmasıyla birlikte kendini
gösterir. İnsanlığın en değerli deneyimlerinden biri olan matbaa ile yazılı iletişim teknolojisi
kitleselleşir –ne var ki bu uzun sürecin oldukça geç dönemlerine karşılık gelmektedir. Bu
nedenle orta çağın sonları ve yeni çağ, yazılı iletişim teknolojilerinin altın çağı sayılmaktadır.
I.3. Görsel İletişim Aşaması
Sınıflı toplumun doğması ile birlikte sanatsal etkinlikler kendini, toplumun bir parçası
olarak ifade etme boyutuyla gelişmiştir. Sınıfsal farklılaşmalar, beraberinde baskıyı getirir.
Baskı, hem sınıfsal aidiyet duygusuna hem de söylemek istenenlerin üzeri örtük bir biçimde
yayımlanma gereksinimine yol açar. Aslında şiddet insan türü için de içsel bir dürtüdür.
Ancak artık mağara dönemini geride bırakan insanın kendini başka yollarla anlatma çabaları
gündeme gelmektedir. Kuşkusuz mağara duvarına çizilen resimlerin ya da ilkel toplumlarda
görülen ayin ve tören danslarının görsel iletişimin ilk örnekleri arasında sayılmasını öne süren
bir bakış açısı bulunur. Ancak genel olarak resim ve tiyatro sanatının ilk örnekleri görsel
iletişimin başlangıcı kabul edilir. Bu iletişim teknolojisi, bireyin başka araçları kullanarak,
diğer insanlarla birlikte çalışmayı başarabilmesiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Görsel
iletişimin sanayi toplumuyla birlikte kitleselleşmesi söz konusudur. Görsel iletişimin altın
çağı bu nedenle sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur. Resim sanatından yola
çıkarak ve ışığın kullanım tekniklerinin gelişmesiyle birlikte keşfedilen fotoğrafçılık, hemen
sonrasında sinema teknolojisini yaratmıştır. Bu ideolojik olarak da iletişim teknolojisinin
yaşadığı bir devrim sayılmaktadır.
- 11 -
Burada hemen eklemek gerekir ki çalışmanın temel konusunu oluşturan, genel olarak
teknolojinin ve özelde iletişim teknolojilerinin bugün geldiği noktada yaşanan dönüşümü
eleştirmek için bir dördüncü aşama olan elektronik iletişim ortamını yani sanal dünyayı da
saymak gerekir. Ancak, bu aşamanın her üç aşamayı kapsayan ve sonuç bölümünde ele
alınarak çözümlenmesi gereken bir olgu olduğunu kabul etmek daha gerçekçi bir bakış açısı
olacaktır. Zaten bu üç aşamanın sonuçta insanlığı taşıyıp getirdiği son aşamaya da bu
boyutuyla bakılmalıdır ve bu yönden eleştirilip alternatifler getirilmelidir. Sonuçta iletişim
teknolojilerinin tümü içinde bulunulan toplumsal yaşamı şekillendirdiğine göre, eleştiriler ve
alternatifler de bütünlükçü bir yaklaşım içinde olmalıdır.
I.4. Eleştiriler
(a) McLuhan’ın Postmodern Eleştirisi
MacBride’ın “Birçok Ses Tek Bir Dünya” isimli raporunda belirttiği gibi iletişimin
işlevleri haber verme, toplumsallaştırma, motivasyon, tartışma-diyalog, eğitim, kültürel
geliştirme, eğlence ve bütünleştirme olarak sekiz başlık altında toplanabilir4. Haber verme
işlevi, kitle iletişim araçlarının temel ve en bilinen işlevidir. Bu işlev bilgi aktarma işlevi
olarak da değerlendirilebilir. Toplumsallaştırma işlevi ise, günümüzün heterojen yapılı
toplumlarında bireylerin bir arada yaşamalarının sağlanabilmesi için toplumsal değerlerin
yani kültürün yayınlar aracılığı ile iletimidir. Toplumsallaştırma işlevine bağlı olarak kitle
iletişim araçları toplumun amaçlarını belirler; değer yargılarını canlı tutarak genelleşmesini
sağlar. Bağımsızlık, insan hakları gibi değerler buna örnek verilebilir. Tartışma-diyalog işlevi,
kitle iletişim araçlarının ulusal ya da uluslararası platformlarda söz konusu çıkarlar
doğrultusunda kamu oyu oluşturma işlevini görür. Eğitim işlevi, toplumsallaştırma işlevi ile
bağlantılı olarak topluma yeni üyeler kazandırma, bunlara toplumun kültürel değerlerini
benimsetme görevini üstlenir. Kültürel gelişim işlevi için ise sanatsal ve kültürel ürünlerin
kitle iletişim araçları ile yayılması örnek gösterilir. Kitle iletişim araçlarının bir diğer işlevi
ise eğlendirmedir. Bunu popüler kültürü yaygınlaştırmak yoluyla yapar. Bunların içeriği
televizyonda spor, eğlence, magazin programları olabileceği gibi çeşitli yarışmalar olabilir.
Kitle iletişim araçlarının bütünleştirme işlevi, birey ve grupların birbirlerini tanımalarını,
kültürler arası çatışmaları azaltmayı hedefler. Ayrıca tüm bunların yanında, reklâm sektörü
örneği verilerek ekonomik bir işlevi olduğu da eklenebilir5.
Birey ve toplum sorunlarının çözüm kaynağı olarak kitle iletişim araçlarından en
önemlisi olarak televizyonu kabul eden yazarlardan biri McLuhan’dır. Bu nedenle bu
çalışmada onun Gutenberg Galaksisi kitabı özel olarak incelenmiştir6. Ancak genel olarak
yazarın iletişim ve teknolojileri üzerine görüşlerini anlamak için bazı başka metinleri de
okunmuştur.
Bu yazara göre, toplumların evrensel gelişim sürecinde temel unsur iletişim teknikleri
ve bunların farklılaşmasıdır. Zaten McLuhan da yukarıdakine benzer bir sınıflandırma
yapmıştır. İnsanlığın geçirdiği ilk dönem olarak yazının bulunuşundan önceki kabile
dönemini ele alırken buradaki egemen iletişim biçimi olarak sözlü anlatım ve işitsel
algılamayı belirtir. Düşünce özgür bir biçimde yayılır ve insan bütün duygularını aynı anda ve
4
S. MacBride, “Bir Çok Ses Tek Bir Dünya”, Unesco Türkiye Milli Komisyonu, Ankara, 1993
Gökhan Savaş, “Kitle İletişim Araçlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi,s. 2-3,
www.insanbilimleri.com
6
M.McLuhan, Gutenberg Galaksisi –Tipografik İnsanı Oluşumu, ilgili bölümler.
5
- 12 -
uyumlu bir biçimde kullanır. Daha sonra, yazının bulunması ile gelişen ve Gutenberg
Galaksisi dediği dönem gelmektedir. McLuhan’a göre yazının bulunuşuyla insanoğlunun
birinci dönemdeki sakin yaşamı da köklü bir değişime uğramıştır. Yazının egemen olmaya
başladığı bu tarihsel dönemde ortaya çıkan en önemli kavramlar bireycilik, merkeziyetçilik
ve milliyetçiliktir. Ayrıca, yazının yayılmaya başlaması, ülkelerin yönetiminin merkezi
nitelikte olmasına yol açarak totaliter yönetimlerin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Mc
Luhan’a göre iletişimsizlik döneminden yazılı iletişim aşamasıyla geçen insanlık artık bilgi
bakımından yoksul ancak katılım sağlanması açısından güçlü bir araç olan televizyon ile
farklı bir yaşam formuna, “ küresel bir köye” ulaşmıştır. Televizyon ile birlikte görme
duyusunun egemenliği ilan edilmiştir. Televizyon ile yazılı iletişimin basım yoluyla
kitleselleştiği ancak duygu ve düşüncelerin sınırlandırılarak yayılmasına izin veren bir tür
kapalı uygarlık biçimi yarattığını öne sürdüğü tanımladığı bu aşama artık sona yaklaşmıştır.
Dış dünyayı algılamada, Gutenberg Galaksisi’nin buyrukçu özellikleri silinmekte, ilkel
aşamadaki doğallığı ile kabile dönemi, tüm özellikleriyle birlikte, teknik anlamda daha ileri
bir boyutta yeniden başlamaktadır. McLuhan’ın parça bütün arasındaki nedensellik bağına
bakışı post modern çizgide yer alır. Bu nedenle bu akıma dâhil olan diğer tüm yazar ve
düşünürlere benzer olarak, bu gelenek, televizyona yüklediği anlamı şu neden bağlamında
paylaşmaktadır: 19.yy. aydınlanma çağının bilim ve akla yüklediği aşırı değere ve
modernizmin kazanımlarına olumsuzlayarak bakmaktadırlar. Televizyon, insanın, katılmadığı
ama kendisine dayatılan yaşama biçimlerinden uzaklaşarak asıl istediğine yönelmesine
olanak tanıyacak ve bu yolla onu özgürleştirecektir. Yani aslında televizyon bir şeyleri
dayatmaz, insanlığa ne istediğini anımsatır ve bunları insanlığa yeniden geri verir.
İletişim kuramlarında genel bir kabul ile teknolojik determinizme Marshall McLuhan
şekil vermiştir7. Bu kuramın arkasında yatan temel düşünce, insanlar arası iletişimin
insanlığın varoluşunu şekillendirdiğidir. McLuhan’a göre kültür, nasıl iletişim kurulduğuna
bağlı olarak şekillenir. İletişim teknolojisindeki bir buluş kültürel değişime yol açar. Aletleri
insan şekillendirir ve sonrasında aletler insanı şekillendirir. İletişim modelindeki değişim
insan yaşamını dönüştürür. Teknolojik determinizm geçmişte ve şimdi neler olduğunun
anlaşılmasına yardımcı olur. Ancak ona göre teknolojik determinizm gelecekle ilgili
öngörüde bulunmaz. Teknolojik determinizm bize içerik yerine araca bakmamızı önerir. Araç
insanın uzantısıdır. Bu uzantı akla gelen her şeyi kapsar. Konuşulan ve yazılan her sözcük,
giysi, ev, para, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telefon, sinema, radyo, televizyon
gibi konularda bir biçimde bunlarla ilişki içindedir. McLuhan çalışmalarında kitle iletişim
araçlarının, baskı makinesinden başlayarak radyo ve özellikle de televizyonun, toplum
üzerine etkilerini incelemiş ve elektronik iletişim araçlarının kültürü yaygınlaştırarak dünyayı
“küresel bir köye” dönüştüreceklerini öne sürmüştür.
McLuhan elektronik medyayı, dünyayı algılamanın kolektif yollarına bir tür geri
dönüş olarak değerlendirmiştir. Elektronik medya sayesinde, sözel geleneğin yeniden
oluştuğunu ve insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular.
“Araç Mesajdır” kitabında küresel bir köyde yaşadığımızı ve bu köyde her şeyin aynı anda
olduğunu, zaman ile yer kavramının yok olduğunu öne sürmektedir.
Ne var ki televizyonun, McLuhan’ın belirttiği gibi dünyayı küçültmesi ve küresel bir
köye dönüştürmesi, kendisinin içinde sayılması gereken ancak daha sonraki bazı post modern
yazar ve düşünürler tarafından aşağıda belirtilen nedenlerle olumlu bir gelişme olmadığı öne
sürülerek bu akıma dâhil edilmemesine neden olarak eleştirilmiştir. Frankfurt Okulu
7
Dickson, a.g.k., s. 69
- 13 -
temsilcilerine göre bu çok önemli bir sorun olarak görülmektedir8. Tek tek yerel kültürlerin
yok olacağı ve güçlü olan kültürün merkezde olduğu bir dünya düzeni oluşacağı düşüncesiyle
televizyon kültürüne şiddetle karşı çıkılmıştır. Çünkü McLuhan’ın kehanetinden sonra
görülmüştür ki, küresel sermayenin ve ülkeler liginde bunun en güçlü uygulayıcısı olarak
A.B.D. kültürünün egemen olduğu bir dünya düzeninde ABD, bu egemenliği kitle iletişim
araçları ile daha da yaygınlaştırma çabasındadır. Tek tip bir yaşam tarzı ve insan ilişkilerini
yansıtan temaların egemen olduğu dünya sinemasında tekel gücünde söz sahibi olması
nedeniyle A.B.D.’nin kültür emperyalizmi hedefleri dışında, gerek siyasi gerek ekonomik
alanda egemenlik aracı olarak kitle iletişim araçlarından, özellikle de televizyondan
yararlandığı çok açık biçimde görülmektedir.
(b) David Dickson’un Politik Eleştirisi
Teknolojinin, toplumdaki güçlerin dengesi, maddi ve ideolojik denetim ve servet
dağılımı ile yakından ilişkili olduğu açıktır ve tarafsız değildir. Bu nedenle toplumsal
sistemden bağımsız, ayrı bir yerde duran nesnel bir olgu olarak değerlendirilmesi doğru
olmaz. Tüm bunlardan dolayı da genel olarak egemen sınıfların hizmetinde ve onların
çıkarları doğrultusunda işlev görür. Kuşkusuz bu durum iletişim teknolojileri için de aynı
kapsamda değerlendirilmelidir.
Dickson’a göre bu durumun aksine, yabancılaştırıcı özelliklerinden arındırılarak, en
ekonomik ve insancıl bir teknolojiyle örülmüş yapısal bir model üretilebilir; daha da ötesi
insanlığın gezegen üzerindeki yaşamının sürebilmesi için bu zorunlu ve kaçınılmazdır. Ne var
ki bu da alternatif bir toplum projesinin inşasını gerektirir. Güncel teknolojik arayışlar ve
değişimler, politik düzlemden bağımsız olmayan bir dönüşüm hedeflemektedir. Bu
dönüşümün belirleyici özellikleri ile iyi çözümlenmesi ve sorgulanması gerekir.
Kendisine duyulan genel bir güvensizlik, yoğun ve keskin eleştiriler, kitlesel ve
evrensel boyutta insanlık sorunlarına sistemsel bir çözüm getirememiş olmasının açıklığı
içinde kaçınılmaz olarak insan yaşamının içinde en önemli yeri artık teknolojik aygıtlar ve
bunların kullanım ideolojisi ile birlikte makineleşme kaplamıştır; modern yaşam biçiminin
belirleyicisi olmuştur. Ulaşım, iletişim, mal ve çoğu hizmetin üretilmesi ve temini, eğlence ve
kültürel etkinlik dünyalarında bile teknolojinin kapladığı yer, yüz yıl öncesine göre akıl almaz
boyuttadır. Bu nedenle teknolojinin insan yaşamındaki bu önemli rolünü anlamak, kesinlikle
toplumun en ince ayrıntısına kadar çözümlenmesi ve değişim süreçlerinin keşfedilmesi için
de yaşamsal hale gelmiştir. Dickson’un kitabı yazmasının başlıca amacı, teknolojiyi sınıfsal
ve siyasal düzenlerden bağımsız olmayan pek çok yönüyle analiz etmektir. Alternatif
modeller için düşünceler üretmektir. Bu alternatifler neden uygulamaya geçirilemiyor? Hangi
unsurlar ve kimler ya da toplumun hangi kesimleri tarafından bu alternatiflerin önü kesiliyor?
Bu tür soruları sormak, bunlara yanıt aramak aslında Dickson’un çalışmasının da temelini
oluşturduğu gibi teknoloji politikalarını sorgulamakla aynı anlama gelir.
Dickson aslında teknolojik determinizme, toplumsal gelişmenin tek maddi kaynağını
teknolojide buldukları için değil, bunun mülkiyet ve dağılım konularını içeren arka planına
bakmaksızın toplumsal yapı üzerindeki ideolojik güç ve denetim kullanma mekanizmalarına
kuramsal zemin hazırladıkları için karşı çıkmaktadır. Bu karşı çıkışta, teknolojinin doğasını
ve toplumsal yapıyı belirleyen yönlerini anlamak aynı zamanda ekonomik deterministlere
karşı çıkmanın da bir unsurunu içerecektir. Dickson’un iddiası şudur ki “Egemen hiyerarşik
8
Jurgen Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, YKY, İstanbul, 2004, s.32
- 14 -
örgütlenme ve otoriter denetim biçimleri kapalı toplumların geliştirdikleri teknoloji ile
bütünleşir ve çakışırlar. Burada aynı yapıyı tıpkı bir kapitalist ülke gibi insanlıktan uzak bir
modele, toplumu uyum sağlamak adına zorlayarak aynı biçim ve içerikte kullanan, bunun
yanı sıra sosyalist olduğunu iddia eden bazı (eski) ülkelerin yönetim biçimlerine de bir
eleştiri getirilmektedir. Alternatif toplumu, alternatif bir teknoloji modeli ile birlikte
yaratmayı denemedikleri için bu yönetimler de Dickson’un eleştirileri kapsamına
alınmaktadır.
Atom bombası sonrasında artık teknolojinin insanlık dışı yüzü apaçık kendini
göstermiş ve beklenen toplumsal gelişmeler gerçekleşmedikçe teknolojik determinizm
taraftarlığının maskeleri düşerek, teknolojinin yansızlığına ilişkin kuramlar geçerliğini
yitirmiştir. Panoptikon, aşırı kontrolcü ve standartlaştırıcı, modern hapishaneler gibi ev ve iş
mekânları arasına sıkışmış bir yaşam biçimini belirlemekte kullanılan teknoloji, Kafkaesk ve
manipülatif bir toplum düzenini ve bu düzenin iktidarlarını yaratmıştır. Başlangıçta
kendisinden mucizeler beklenen teknoloji artık insan yaşamının hem bedensel hem de akıl
sağlığını tehdit eder noktaya gelmiştir. Bu da dolayısıyla toplumsal yaşamın sürdürülemez
hale gelmesine yol açacaktır. Kuşkusuz gelinen bu aşamadan sonra teknolojiden tümüyle
uzak kalmak ve ilkel bir yaşama dönmek de gerçekçi değildir ve mutluluk getirmeyecektir.
Ne var ki bunun akılcı kullanımı mümkündür. Zaten verilmesi gereken yanıt, sorulan sorunun
kaynağının içindedir. Teknoloji insan yaşamını her anlamda kolaylaştırıcı, dengeleyici ama
özgürlükleri çoğaltan bir araç olmalıdır. Kapitalizmin sürmesi amacına yönelik bir yapı değil.
Ancak bu düşünce Dickson’a göre yaygınlaşamamaktadır çünkü politik otorite, bunu
istemeyenlerin elindedir. Kitle iletişim araçları onların kontrolünde olduğu sürece bunun
düşünsel zemini oluşturulamaz. Bu durumun istisnaları olabilir ama onlar da politik olarak
etkin olmaktan henüz uzaktır. Dickson’a göre, etkinleşme mücadelesi, egemen siyasal
otoritelerin dayatmacı politikalarının açığa çıkarılmasında varılan başarıya ve bunlardan
kurtulma savaşımındaki ilerlemeye koşuttur.
(c) Emek Cephesinin Aşağıdan Küreselleşme Hareketi Kapsamında Eleştirisi ve
Küresel İletişim Önerileri
BCS yazmış oldukları kitapta, ilk bölümde yukarıdan küreselleşme ile aşağıdan
küreselleşme arasındaki çatışmanın analizini yapmaya çalışmışlardır. Burada küreselleşen
dünyada insanın kendisi için nasıl sorunlarla dolu bir çevre yarattığı ele alınmakta ve
kapitalizmin doğasına uygun bir teknolojinin de eleştirisi yapılmaktadır. İkinci bölümde ise
toplumsal hareketlerin gücü üzerine değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Üçüncü bölüm,
aşağıdan küreselleşme hareketi ile oluşturulabilecek alternatif bir yönetsel yapı arasındaki
ilişkilere yoğunlaşmıştır. Dördüncü bölüm, bu alternatif modelin kendi içindeki çelişkilerine
çözümler üretmeyi hedeflemektedir. Beşinci bölümde ise bu modelin neden ortak bir program
halinde somutlaştırılması gerektiğini tartışmakta ve nasıl inşa edilebileceğine ilişkin
açılımlarda bulunmaktadır. Altıncı bölümde ayrıntılı olarak açıklanan modelin ana hatlarıyla
ne olduğu bu çalışmanın Sonuç bölümünde değerlendirilmiştir. Kitabın yedi, sekiz ve
dokuzuncu bölümlerinde ise ulus ötesi toplumsal hareket ağlarının doğuşuna bakılarak
bunların zayıf ve güçlü yönleri incelenmekte, bu modelin halkla, diğer bazı karşıt politik
düzlemlerle nasıl ilişkiye geçmesi gerektiği anlatılmakta ve bunlar yapılmadığı takdirde bir
yokoluşa sürüklenilmekte olduğu ileri sürmektedir9. BCS’ye göre halkın gücü toplumsal bir
değişim adına dönüştürülmelidir. Öyle bir program yaşama geçirilmelidir ki önceki düşünce
biçimleri ve bunun etkilediği yaşam biçimi baştan aşağı değişerek hareketin yaratacağı
9
Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, s. 14-5
- 15 -
öncelikler aracılığıyla, bu hareket ve seçkinlerin tepkileri arasında karşılıklı olarak
dönüştürücü bir süreç başlatılabilsin10. Sonuç olarak aşağıdan küreselleşme hareketinin tüm
insanlık adına tarihsel öneme sahip olduğu ortaya konmaktadır.
II. Teknolojinin Esiri İnsanlık
II.1. Doğal Kaynakların Yokoluşu ve Gezegenin Çöküşü
Dickson’un aktardığı üzere Barry Commoner “The Closing Circle” adlı kitabında
1946 yılında, 1971 yılına kadar dünyayı kirleten insan kitlesi oranının % 200 ile %2000
arasında arttığını belirtirken bu artışın nüfus artışı ya da yaşam standartlarındaki yükselme ile
açıklanamayacak düzeyde olumsuz bir gelişme olduğuna işaret etmektedir11. Kapitalist
sistemin sürdürmekte ısrarcı olduğu bu üretim düzeyinin ve modelin bir sonucu olan söz
konusu olumsuzluk göstermektedir ki aslında teknoloji sağlamayı hedeflediği yaşam
biçiminden insanları uzaklaştırmaktadır. Eğer bu durum sürerse, gezegen üzerinde yalnızca
insanlar için değil, diğer bütün canlılar için de yaşamsal tehdit oluşturan sınırlarda doğal
kaynakların yok olması ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu durumda buna neden olan teknoloji
mutlaka sorgulanmalıdır. Üstelik burada sorgulanması gereken kullanımda yapılan yanlışlar
değil, amaçlardır. Bu amaçlara uygun alaınan kararlar ve yapılan seçimler sorgulanmalıdır12.
Asıl kabul edilmesi gereken, teknolojinin dayattığı yeni yaşam biçiminin insancıl bir
dönüşüme yol açmadığı ve giderek ağırlaşan sorunlar karşısında bu tüketim çılgınlığına
hizmet eden maddi üretime bir son verilmesi gereğidir. Burada faydalı olan ve olmayan
tartışmalarında, liberal iktisat düşünürlerinin de gerçeği görmelerine karşın, aksini
savunmalarını “fayda” kavramının kar ya da sermaye artışı gibi kavramlarla
özdeşleştirilmesinden kaynaklandığı biçiminde açıklamak gerekir. Ancak, teknoloji ile
ekonomik büyüme arasındaki karmaşık ilişkileri yeniden deşifre etmenin kaçınılmazlığı
ortadadır. Örneğin teknolojik çalışmalara ait bütçelerin neredeyse üçte ikisinden fazla bir
kısmının askeri politikalar ve uygulamalar için ayrıldığı, bilimsel savaş tekniklerinin, nükleer,
biyolojik, kimyasal, elektronik ve hatta psikolojik boyutlarıyla bunların sürdürülmekte
olduğu bilinmektedir13. Bunun dışında teknolojik ilerleme ile gelişmiş ülkelerin, gelişmekte
olan ya da az gelişmiş ülkeleri bir bağımlılık ilişkisi içinde esir alma durumu da söz
konusudur. Hızlı sanayileşmenin doğurduğu bir diğer sorun ise yaygın işsizliktir. Üstelik
teknolojik gelişmenin yarattığı refah artışı ne dünya toplumları arasında ne de bir ülkenin
kendi toplumunun farklı kesimleri arasında eşit düzeyde paylaştırılabilmektedir. Geliştirilen
teknolojilerin kullanımı ve sonuçları, iktisadi göstergelerle karşılaştırıldığında, toplumların
yalnızca küçük bir üst kesimi için bu anlamlıdır. Bununla birlikte, bu gelişmelerden
yararlanmakta olan söz konusu kesimin de zaten refah düzeyi açısından bakıldığında bir
yoksunluk içinde olmadığı açıkça görülebilmektedir.
II.2. Yabancılaşma – Yalnızlaşma – Yalıtım
Bugünün çağdaş toplumları, kendisinden önceki hiçbir toplumun olmadığı kadar
teknolojik tabanlı dev bir mekanizmanın verimli işleyişine dayanmaktadır 14. Ancak teknoloji
insan yaşamı için aynı zamanda geri döndürülemez zararlar veren bir olgu haline gelmiştir.
10
a.g.k., s. 12
Dickson, a.g.k., s. 39
12
a.g.k., s. 40
13
Dickson, a.g.k., s. 43
14
s. 35
11
- 16 -
Bunu tümüyle iktisadi ya da politik
teknolojiyi tümden suçsuz ilan etmektir
aslında homojen değil, farklı unsurları
tanımlayan bir kavramdır. Bu nedenle
gerekir15.
süreçlerden bağımsız ele almak, Dickson’a göre
ve bu bir yanılgıdır. Çünkü teknoloji de toplum gibi
bir araya getiren ve onların arasındaki ilişkileri de
teknolojiyi toplumsal bir kurum olarak ele almak
Marx’ın kullandığı anlamda yabancılaşma kavramı, oldukça soyut ve Marx’ın kendine
özgü bir içeriğe sahip olmakla birlikte sonradan bu kavram birçok yazar tarafından
geliştirilmiştir. Dickson’un kitabında Seeman’a yapılan bir atıfla bunun kapsayıcılığına dört
boyut altında yapmış olduğu katkı ele alınmıştır16. Bunlar:
 Bireyin kendisinin başkaları ya da cansız bir sistem (teknoloji gibi) tarafından
denetlenmekte veya yönlendirilmekte olduğunu düşündüğü için duyduğu güçsüzlük
duygusu;
 Üretim işlevlerinin bölümlenmesi ile şiddetlenen ve bürokratik yapının arttırdığı
biçimiyle işi için algıladığı anlamsızlık;
 Sıklıkla işi ile arasındaki kopukluk nedeniyle, kişiliksizleşme duygusuna eşlik eden
işine karşı yaşadığı yabancılaşma duygusu;
 Toplumsal yabancılaşmaya ya da bir arada yaşama ortamıyla oluşmuş, bireyin toplum
içinde değerinin küçülmesi hissi ile çözülmelere neden olacak boyutta kişinin kendine
ve toplumsal yaşama duyduğu uzaklaşma hali ki bunun için ünlü sosyolog
Durkheim’in analizlerinde normsuzluk ve yalıtılma kavramları kullanılmaktadır.
Yabancılaşmanın insan üzerindeki etkilerini ve toplumsal olarak yarattığı
olumsuzlukları inceleyen bir diğer ana akım Frankfurt Okuludur. Eleştirel Kuram diye de
bilinen bu akıma bağlı olan yazarlardan Marcuse, Habermas, Jacques Ellul ve Theodor
Roszak’ın yorumlarından bazı çarpıcı kısımlarına da Dickson’un kitabında yer verilmiştir17.
Bu yazarların çalışmaları ve yorumlarında ana hatları ile teknolojinin bugün geldiği aşamanın
insanlığa aykırı olduğu gösterilmektedir. Tüm bu çalışmalarda teknolojiye karşı getirilen
eleştirilerin sadece sağ ya da sol düşünce cephelerinden gelen romantik hezeyan belirtileri
olmadığını kanıtlamak amaçlanır. Alternatif teknolojinin kökleri, çağdaş teknolojinin insan
doğasına aykırı ve yabancılaştırıcı boyutları olarak gördükleri konulardan endişe duyanların
çalışmalarında bulunmaktadır. Bunun yanında, çevre açısından bu teknolojinin gelişme tarzı
arayışını acil bir gereklilik haline getirdiğini savunanların toplumsal ve politik eleştirilerinde
de bu çalışmaların başlangıcının izlerini sürmek mümkündür18.
II.3. İnsanlığın Ödevleri
Tüm bu yukarıda belirtilenlere karşın, alternatif teknoloji hareketinin bir bütünlük
oluşturduğu söylenemez. Bu akımlara yumuşak teknoloji, radikal, halkçı, ara, özgürlükçü ya
da düşük teknoloji gibi isimler verilmektedir. Amaç olarak ise “yenilenmeyen kaynakların
çok tasarruflu kullanımını, çevreye yapılan müdahalelerin en aza indirilmesini ve olumsuz
çevresel etkilerin ortadan kaldırılmasını, bölgesel ya da yarı bölgesel kendine yeterliliği,
bireylerdeki yabancılaşma ve bireyin bireyi ya da bir sınıfın toplumun diğer kesimlerini
sömürmesinin sona erdirilmesini” kapsar. Bazı düşünce gruplarına göre ise alternatif
teknoloji, büyük bir çevre yıkımı yüzünden toplumda olası bir teknolojik çöküş olmasına
15
s. 36
s. 53
17
Dickson, a.g.k., s. 59
18
s. 60
16
- 17 -
karşı, bir tür yaşamın sürdürülebilmesine ilişkin oluşturulan güvence, acil durum senaryosu
olarak değerlendirilmektedir19. Ancak Dickson’da asıl önemli olarak vurgulanmak istenen
şudur: Alternatif teknolojilerin önemi, belirli sorunlar için önerilecek belli çözümlerde
değildir. Asıl olarak insanın gereksinimlerini ve kaynaklarını karşılayacak yeni düzenlemelere
ilişkin kökten farklı model önerilerinin dikkate alınması gerekir. Gezegenin canlı
popülâsyonu ve insanın yaşamını sürdürebilmesi için bunun kaçınılmaz olduğunu görmek
gerekir. Bunun da dört unsuru bulunmaktadır: Alternatif teknolojiler eşitlikçi, iktisadi
anlamda etkin, ekolojik anlamda sürdürülebilir bir yaşam ortamı sağlayan ve bireysel
memnuniyet yaratan modelleri üretmelidirler.
Bilim adamlarının ve teknoloji uzmanlarının iktidar mekanizmalarına daha çok
bağlandığı açıkça görülmektedir. Bilimsel ve teknolojik konulara ilişkin bilgiler ve bu
konular hakkında verilen öğütler politik sürecin temel bir parçası olmaktadır20. Bunun bir tür
tarafsızlık maskesi olarak kullanıldığının altı çizilmeli ve burada bir tarafsızlığın olamayacağı
açığa çıkarılmalıdır21. Dickson bu depolitizasyonun totaliter yönetimlere giden yolu
açacağına ilişkin bizi uyarmaktadır22. Vurgulanması gereken şudur: Teknokrasi, politik
sorunları çok karmaşık gibi göstermek ya da saf teknik sorunlar kılığına büründürmek
yoluyla sorumluluğu bireyden alır gibi yapar ve geniş halk kitlelerini politik süreçten koparır.
Ancak bu sağlıklı ve olması gereken bir durum değildir. Teknolojik olanaklara erişimde
yaratılan ayrımcılık, refah düzeyi düşük olan kitleleri cezalandırır niteliktedir. Bunun
önlenmesi için teknolojinin eşit erişimine olanak tanıyacak uygulamalar ortaya konmalıdır.
III. İnsanlığın Hizmetinde Teknoloji
III.1. Ütopik Teknolojinin Vazgeçilemez İlkeleri – Dickson
(a) Enerji: Güneş, Su, Rüzgâr, Toprak
Dickson, kitabının ikinci ve üçüncü bölümünü sanayileşme sürecinde yaşanan
teknolojik gelişmenin bir eleştirisine ayırmıştır. Bu bölümlerde politik yönleri göz ardı edilen
ya da arka planın açığa çıkarılmamaya çalışıldığı süreçlerde insanlığın yaşadığı yıkımlar ve
gelinen bu noktada gezegenin tümünde yaşanan geri döndürülemez tahribat konusuna
ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Ne var ki bu değerlendirmeler değerli olduğu kadar yaygın
olarak bilinmektedir. Bu eleştiriler ve benzerlerine sıklıkla diğer kaynaklarda da rastlamak
mümkün olduğundan, bunlara bu çalışmada yer verilmemiştir. Dickson’un kitabının
dördüncü kısmında ele aldığı ütopik teknolojiye ilişkin temel ilkeler tartışması bizce çok daha
anlamlıdır ve çalışmanın amacına daha uygun olduğundan bu kısımlara yer verilmiştir.
Bu bölümde Robin Clarke’tan yapılan bir alıntıda, “yumuşak teknolojinin” bazı
özellikleri ile mevcut teknolojik yapıların özellikleri karşılaştırılmıştır. Bunlar 35 madde
halinde sıralanmıştır23. Bunlara örnek olarak daha sağlıklı, az enerji kullanan, kirlenme oranı
düşük, her zaman işlevsel olan, komünal birimlerde üretilen ve kullanılan, demokratik,
doğayla bütünleşmiş, diğer canlılara zarar vermeyen, yerel kültüre uygun, tarımsal
alanlardaki çok kültürlülüğü özendiren gibi özellikler sayılabilir. Tüm bunlar aslında
yukarıdaki enerji ögelerinin en etkin biçimde kullanılmasına bağlıdır. Örneğin güneş
19
s. 61
s. 47-8
21
s. 87
22
s. 49
23
Dickson, a.g.k., s.131-3
20
- 18 -
enerjisinin sera ilkesinin bir bölümü olarak evlerin ısıtılmasında ya da elektriksel güç kaynağı
olarak kullanılması olasıdır24.
Yukarıdakine benzer biçimde rüzgârdan, mekanik güç üretme anlamında
yararlanılması tarihin en eski dönemlerinden beri bilinmektedir. Bunun elektriksel güç gibi
diğer alanlar için yaygınlaştırılması önemlidir. Bunun yanı sıra, su hem canlılar hem de
üretim için yaşamsal bir enerjidir. Üstelik rüzgâra göre daha avantajlıdır çünkü akışı çok daha
düzenlidir ve önceden kestirilebilir özelliktedir. Dezavantajı ise, uzak mesafelere iletilmesi
bakımından maliyetlidir. Sadece nehirlerin bulunduğu bölgelerle sınırlıdır25. Bu konuda
çözüm arayışlarına giden bir teknolojik gelişme mümkün kılınmalıdır. Dickson, bu kısımda,
suyun alternatif kullanımına ilişkin pek çok örnek vermiştir.
Toprak ise bunların arasında en önemli ögedir. Topraktan elde edilecek kalıntılarda ve
çöplerin yeniden dönüştürülmesi aşamasında toprağın ekolojik denge içinde kullanılması çok
önemlidir. Gübreler, mutfak atıkları gibi organik artıkların ayrıştırılması ile elde edilecek olan
metan gazının birçok kullanım alanı bulunabilir26. Üstelik küresel ısınmaya karşı metan gazı
salınımlarının kontrol altına alınması ve yeniden kullanılabilir hale getirilmesi metanı önemli
bir enerji kaynağına dönüştürecektir. Bu uygulamalar için belli teknolojik tasarımların
geliştirilmesi, alternatif teknolojiler için esastır.
Yukarıda anlatılan kaynaklar bir arada kullanıldığında küçük toplulukların enerji
gereksinimlerini önemli ölçüde belki de tümüyle karşılayabilir. Üstelik bu kullanımlar
sayesinde yaşam döngüsü içinde üretim ile bireyin ilişkisi bakımından bir ritim de
oluşturabilirler. Üretim etkinlikleri doğallaşabilir. Bu Dickson’un Bookchin’den alıntıladığı
üzere “insanın doğa ile olan bağlarının devrimci bir biçimde yenilenmesi”27 anlamına
gelebilir. Böylesi bir yapısal dönüşümün aslında çok da yakın ve düşünülenden basit yollarla
gerçekleşebilir olduğu görülmelidir.
(b) Üretim ve Örgütlenme Temelinde Alternatif Bir Düzenin Ögeleri: Besin,
Konut, Ulaşım, Tıp
Bu bölümde Dickson, mal üretimi ve toplumsal örgütlenme konularında, alternatif
teknolojilerin önerilerini ele almaktadır. Bunların adı geçen konularda, önemli kazanımlarına
değinmektedir. Örneğin besin üretiminde ütopyacı teknologların, geleneksel tarım
tekniklerinden öğrenecekleri çok şey olduğunu ileri sürer28. Aynı şekilde bu bakış açısı,
insanların barınma ihtiyacına getirecekleri çözümler için de yanıtlar sağlayabilir.
İnsanlık, üretim ve yaşama alanları arasındaki mesafeyi azaltacak tasarımlar ve
uygulamalar ortaya koyabilirse, ulaşımın maliyetleri ve doğaya verdiği tahribat da
azalacaktır. Bunun mümkün olması, kökten bir yaşam biçimi dönüşümünü gerektirir. Ancak
bu yapısal dönüşümün dışında geliştirilebilecek olan alternatifler de vardır. Bu alternatifler
için kitlelerin toplu olarak ulaşımını sağlamak, bireyin sağlığı için kullanımı özendirilecek
olan bisiklet ve bunun mekanizmasını diğer teknolojilerle birleştirilip uygulamaya koymak,
yukarıdaki bölümde değinilen alternatif enerji kullanımları ile ulaşımı gerçekleştirmek ve
otomotiv endüstrisini teşvik etmeyecek bir politika dizisini yürürlüğe koymak biçiminde
24
s. 141
.s. 150
26
Dickson, a.g.k., s. 152
27
s. 153
28
s. 155
25
- 19 -
örnekler verilebilir. Dickson bu bölümde bazı teknik modellerin ayrıntılarını da belirtmiştirStirling motoru, havadan sarkan raya monte edilen metro gibi29.
Tıp alanındaki teknikler için kuşkusuz bunların ideolojik sorgulanmaları başta
gelmelidir. Amaç, her ne olursa olsun uzun yaşam mı olmalıdır sorusuna yanıt aranmalıdır.
Amaç, yaşanan süre ne olursa olsun bunun en sağlıklı biçimde geçirilmesi olmalıdır. Önleyici
tıp çalışmaları, topluluk düzeyinde işleyen kamu sağlığı pratiklerine yönelik olmalıdır30.
İnsana, bir nesne, üzerinde çalışılacak bir deney malzemesi olarak bakan tıp anlayışı terk
edilmelidir.
Yukarıda sözü edilen tüm bu alternatif modellerin ilk başta yerele yetki verilerek
yürürlüğe konması esastır. Bu modeller, bir bütün içinde toplumsal düzenin yeniden inşasını
oluşturacaktır. Bu nedenle açıklanan tüm bu önerileri, birbirinden bağımsız değil, biri
diğeriyle ilişkilendirilmiş bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru bir yaklaşım
olacaktır. Aynı nedenle, bu önerilerin ideolojik bakış açısı yani paradigma farklılığı ortaya
konmalıdır. Bugünkü teknolojilerin sadece araçlarına değil, sadece kullanımlarına değil,
hangi amaç doğrultusunda üretildiklerine ve nasıl bir sisteme hizmet ettiklerine ilişkin
yapılan sorgulamanın, aslında devrimci bir kopuş anlamına geldiği her zaman akılda
tutulmalıdır. Bu önerilerin tümü kapitalist olmayan bir toplumsal düzen kapsamında
içselleşebilecek olgulardır31.
III.2. Yapısal Dönüşümün Mc Luhan’a göre Dile Yansıması
McLuhan’a göre, “aracı, iletinin kendisidir”. Bir iletişim eyleminde belirleyici olan
şey iletilmek istenenin içeriği değil, bu ileti için kullanılan aracın tekniğidir. Ona göre
insanların ilişki ve eylem ölçülerini biçimleyen ve belirleyen tek şey kullanılan araçlardır.
Her iletişim tekniği ya da belli iletişim teknikleri grubu belli bir kültürü ortaya çıkarırlar.
McLuhan’a göre bütün medya insan duygularının ve güçlerinin uzantısıdır. O kadar ki
ona göre küresel elektronik ağ, insanın sinir sisteminin aslında bir uzantısından ibarettir.
McLuhan her türlü teknolojinin insanın uzantısı olması görüşü ile teknolojik gelişimin insan
ilişkilerini nasıl bir kapsamda ve hangi boyutlarıyla etkilediğine vurgu yapmaktadır. Buna
göre McLuhan insanın düşüncesinin ve organlarının bir uzantısı olarak yeni buluşlar yaptığını
ileri sürmektedir. Örnek olarak toprak kazmak için icat edilen kürek insanın elinin ve
ayağının bir uzantısıdır. Mikroskop ve teleskop da insanın gözünün uzantısıdır. Otomobil de
insanın ayağının uzantısıdır. Ama aynı zamanda yeni bir teknoloji mevcut durumda geçerli
olan ve yaygın olarak kullanılan teknolojik kalıpları ya tümüyle ortadan kaldırır ya da bir üst
aşamaya sıçratır. Örneğin ateşli silahın bulunmasıyla okçuluk önemli bir savaş tekniği ya da
bir vasıf olmaktan çıkmıştır. Böylece yetenek olarak da körelmiş ve marjinalleşmiştir.
Teknolojilerin kaderi budur. Otomobilin icat edilmesi de yürüme kültürünü ortadan kaldırmış
ve bunun sonucunda kentler ve ülkeler otomobile uygun olarak gelişme göstermişlerdir.
Telefon sesin uzantısıdır. Ancak telefon insanların mektup yazma alışkanlıklarını yok
etmiştir32.
29
Dickson, a.g.k., s. 167
s. 169
31
s. 177-9
32
McLuhan, a.g.k., ilgili bölümler
30
- 20 -
Medya, yani araç iletilen mesajdan çok insanlar üzerinde etkilidir. Araç sadece
mesajın taşıyıcısı rolünü üstlenmez. O belki de mesajdan daha çok insanların düşünce
yapılarını ve algılayışlarını değiştirir. Algımızı şekillendirir ve belki de algımızı farklı
formlara sokar. Kitap, radyo, televizyon ve sinemada verilen mesajların hepsi farklı etki
oluşturur. Örneğin insanlar yazılı kültürün etkisiyle kitapta verilen mesajı daha zor unuturken,
televizyonda verilen mesajı daha kolay unutabilmektedir.
III.3. Gezegenin Bir Canlı Türü Olarak İnsan ve Onunla İlişkisi
(a) Dünyayı Nasıl Anlamaya Çalışıyoruz? – Mc Luhan
McLuhan’a göre insanoğlunun doğası, büyük bir hızla, çok yaygın bir gezegen
duyarlılığının oluşmasına ve hiçbir gizin kalmamasına yol açacak kadar enformasyon
sistemlerine dönüştürülmektedir.
“Şimdiki zamanda olan odur ki, artık değişim öyle büyük bir hızla gerçekleşmektedir
ki, dikiz aynası işe yaramamaktadır. Jet hızıyla giderken dikiz aynaları işe yaramazlar. Kişi,
gelecekle başa çıkmanın bir yolunu bulmak zorundadır. İnsanoğlu bundan böyle, bilinmeyen
karşısında duyduğu korku yüzünden yeni olan şeyleri eskisi gibi bir şeylere dönüştürmek için
bu kadar enerji harcayamaz ve bu durumda sanatçının yaptığını yapmalıdır. Şimdiki zamana
bir görev anlayışıyla yaklaşmalı; tartışılması gereken bir çerçeve olarak çözümleme ve başa
çıkma alışkanlığı geliştirmeldiri ki, gelecek çok daha berrak bir biçimde görülebilsin.”33
McLuhan’a göre 20. yüzyılın son yarısında Doğu Batı’ya doğru koştururken Batı da
oryantalizmi kucaklayacak ve bütün bunların hepsi de, birbirleriyle başa çıkma, şiddetten
kaçınma çabası çerçevesinde gerçekleşecektir. McLuhan barışın anahtarının, iki sistemi, eş
zamanlı olarak anlamak olduğunu söylemektedir. Aşırı bilgi yüklemesinin insanların
psikolojileri üzerinde olumsuz etki yaptığına da dikkat çekmektedir. Bu yüklenme insanları
duyarsızlaştırmakta ve kişilik bölünmelerine yol açacak bir noktaya sürüklemektedir.
(b) Dünyayı Nasıl Anlamalıyız? Brecher-Costello-Smith
Küreselleşme süreci hem geri çevrilemez, hem de var olan şekliyle sürdürülemez bir
konuma sıkışıp kalmıştır. İnsanların yapmayı seçtikleri her şey, bütün olasılıklar dâhilinde
insanlığın gezegendeki geleceğinin yaşamını şekillendirecektir. Eğer, teknolojinin ve buna
bağlı olarak politik ortamın insanoğlunu aynı şekilde etkilemesine izin verilirse, bizleri hiç iç
açıcı sonuçların beklemediği açıktır. Bu sonuçlar herkesin herkese karşı savaştığı bir dönem,
tek bir süper gücün hâkimiyetindeki bir dünya, küresel seçkinlerin tiranlığına dayalı bir
ittifak, küresel bir çevre yıkımı ya da bunların bir birleşimi olabilir. Tüm bu sonuçlardan
kaçınmanın yolu, yaşanan süreçleri emek cephesinden bakarak yeniden tanımlamak ve
insanları ayrı kamplarda değil aynı amaçlar ve model etrafında bütünleştirici politikalar
üretmektir. Bundan vazgeçmek gezegendeki yaşanabilir ortamın sona ermesine ve canlı
türlerinin insan da içinde olmak üzere yok olmasına göz yummak anlamına gelecektir34.
33
34
a.k., s. 8
BCS, a.g.k., s. 16
- 21 -
IV. Sonuç Yerine:
Alternatif Yapılar Oluşturmak ve İletişim Teknolojilerinin Rolü
IV.1. Küresel Bir Program Taslağı ile Dünyayı Yeniden Kurmak
BCS, kitabın 6. bölümünde aşağıdan küreselleşme çağrılarında bir model
önermektedir. Bu model yedi temel ilke çerçevesinde somutlaşmaktadır35. Bunlar şu şekilde
sıralanmıştır:
 Emekle ilgili, çevresel, toplumsal ve insan hakları koşullarını iyileştirme
 Yerelden küresele kadar her düzeyde kurumları demokratikleştirme
 Kararları, olabildiğince bu kararlardan etkilenenlere yakın düzlemde, politikleşme
temelinde alabilme ve gerçekleştirme
 Küresel zenginlik ve gücü eşit hale getirme
 Küresel ekonomiyi çevresel sürdürülebilirliğe dönüştürme
 İnsani ve çevresel ihtiyaçları karşılayarak refah yaratma
 Küresel ekonomik patlamaya ve ardından gelen çöküşe karşı korunma
Burada BCS’nin önerdiği, iletişim teknolojilerinden en üst düzeyde bu ilkeler
etrafında örgütlenilmesi doğrultusunda yararlanmaktır. Kitle iletişim araçları büyük ölçüde
sermayenin kontrolünde olsa da açık bulunan ve zorlanan tüm yollar bunun için
kullanılmalıdır.
IV.2. Elekronik / Sanal Dünyanın Eleştirisi
Kuşkusuz internet ağları aracılığıyla dünyanın artık bir iletişim sarmalı içinde dönüp
durduğu ve bir anlamda da bu şekilde daraldığı bir ortamda yaşıyoruz. Günlük
deneyimlerimiz bize bu ağın dışında bir yaşam olmayacağını her an hatırlatıyor. Alternatif
teknoloji akımları içinde bu teknolojinin, bireyin toplum içindeki yaşamını daha az
yabancılaştırıcı biçimde kullanılmasına ilişkin model önerileri bulunmakla birlikte bunların
bir bütünlük içinde olduğu da henüz söylenemez. Kuramsal çalışmalar geliştikçe, bunların bir
bütünlük kazanması ve eylem planlarının belirlenmesi de söz konusu olacaktır.
Bireyin özel yaşamında belirleyici bir yere sahip olan bu elektronik/sanal dünyanın
kamusal alan için de yaşamsal önem kazandığı açıkça görülmektedir. İnternet üzerinden
iletişimin olmadığı dönemde nasıl bir bilgi alışverişinde bulunulduğu neredeyse unutulmuş
durumdadır. Alternatif yaşam biçimlerini bugünün teknolojik gelişmişlik düzeyine
uyarlayarak oluşturmak gerekmektedir. Teknolojiden vazgeçerek, yalıtılmış bir ortam
oluşturulması mümkün değildir. Bu gerekli de değildir. Amaç, alternatif teknolojik yapıların
önemini kavramak ve bireyin dünyasını daha iyi hale getirmek için kullanmak üzere
yöntemler geliştirmektir.
Toplumda, iş yaşamında ve diğer alanlarda giderek artan yabancılaşma, teknolojinin
vaat etmiş olduğu güzel ve mutlu bir geleceği insanlığa kazandıramayacaktır. Tam aksine,
bireyin diğer bireylere ve kendine karşı yaşadığı güvensizlik ve umutsuzluk duygusu
artmaktadır ve yaşamın sürdürülebilirliğini tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Bu durumda,
toplumsal yaşamın ve bireylerin sağlıklı ve mutlu bir yaşam içinde olmalarının koşulu,
teknolojinin bugünkü hali ile artarak kullanımı olamayacaktır. Alternatif teknolojiler
aracılığıyla eşitlikçi, ayrımcılıkları ortadan kaldırmaya hizmet eder nitelikte üretilecek olan
35
s. 97-113
- 22 -
modeller ve bunların hem kamu yönetimi hem de bireyin özel yaşamı içinde, toplumsal
ilişkiler ağı üzerinden kamusal alanla kesişen bağlantı noktalarında kullanılma seçeneklerinin
uygulamaya geçirilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu çalışmanın asıl amacı bunun
kaçınılmaz bir arayış olduğunu vurgulamaktır. Birçok eksiği ile birlikte, bu amacın yerine
getirildiği umut edilmektedir.
Kaynakça
Brecher, J., Costello, T. ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, Aram Toplum Yayınları,
İstanbul, 2002
Dickson, David, Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları, Ayrıntı Yayınları,
1992
Habermas, J., İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, YKY-Cogito Dizisi, İstanbul, 2004
MacBride, S., “Bir Çok Ses Tek Bir Dünya”, Unesco Türkiye Milli Komisyonu Raporu
içinde, Ankara, 1993
McLuhan, M., (1962), Gutenberg Galaksisi – Tipografik İnsanın Oluşumu, YKY, 1. Basım,
İstanbul, 2001
Savaş, G. “Kitle İletişim Araçlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, Uluslararası İnsan Bilimleri
Dergisi, www.insanbilimleri.com
- 23 -
Egemenin Deneyiminden Deneyimin Egemenliğine:
Pessoa Şiirinde Varlık Problemi
Kadir Güven
I
Portekizce, “pessoa” kelimesi “(hiç) kimse” anlamına gelir. Hiç kimse; bir bakıma,
herhangi bir yerde kendi halinde yaşayan, tarihin umursamadığı, niteliksiz bir yaşamın sahibi
değilse nedir? Gerçekten de Pessoa, İngilizce ve Fransızca ticaret mektupları yazarak geçinen
önemsiz bir memur olarak yaşamıştır. Ophelia Quieroz1 bir mektubunda, Luis de
Montalvor’un2 sık sık Pessoa’ya: “Fernando, senin hala tanınmamış olman bir cinayet”
dediğini yazar. Sıradan bir memur herkes tarafından nasıl tanınabilir ki? Pessoa, sanki
yarattığı bütünlüklü şiirin onu geleceğe taşıyacağına kesinlikle inanarak, her seferinde şöyle
der: “Boş verin, çünkü ben ölünce geriye sandıklar dolusu kalacak.” Sandığında, yirmi bini
aşkın el yazması vardı; ancak tüm bu fragmanlar, ölümünden sonra hatırlanması için yeterli
olmamıştır. İlginçtir ki, Latince persona kelimesi, pessoa kelimesi ile aynı anlamdadır;
“oyun” ya da “maske” demektir. Aslında Pessoa, çoğunlukla, “aynı oyunu farklı maskelerle
oynayan” gizemli bir şair olarak gösterilmiştir. Çoğu entelektüel gibi, yaşadığı çağın
“sonradan farkına vardığı” en otantik ve bütünsel uğraklardan biridir. Peki, Pessoacı şiiri nevi şahsına münhasır kılan şey tam olarak nedir?
II
Bilindiği gibi, Platoncu felsefe, her türden sanatı felsefenin soyuna çekmemiş olmakla
suçlamıştır. Platon’un İdea’ları, insan dünyasına ait gerçekliği, insan zihninden tamamen
bağımsız olarak temsil etme yetisine sahiptirler; varlıklar ya da nesneler, İdealar aleminin bir
çeşit sabit fonksiyonudur. Bir başka deyişle, İdea nesnesinden tamamen “kopmuş”
vaziyettedir. Platoncu teşhis gayet açık ve nettir: hakikatin bilgisini elinde tutan “nesnel
kürsü” felsefedir; sanat, toplumsal gerçekliğin vasat bir “kopyası” –hatta, ancak kopyanın
kopyası olabilir– olmaktan öteye geçemez. Çünkü sanat (felsefe gibi) “adam akıllı” ölçüp
biçmez, üretken –gidimli3– düşüncenin yerine keyfi bir biçimde “dilin yasa tanımaz
buyruğunu” geçirir. Şiir, bunu yaparken “egemenin deneyimine” çomak sokacaktır –ki
Platoncu siyasetin aklını başından alan olasılık bundan başka bir şey değildir. Buna karşılık,
anti-Platonculuk “hakikatin/gerçekliğin” taşıyıcısı olma payesini felsefenin elinden alıp
sanata verir. Amerikalı eleştirmen Sontag’ın4 dediği gibi, “Sanat olarak sanat, ancak bu
kuram nedeniyle anlaşılması güç, savunma gerektiren bir şey olur”. Kısacası, egemenin
deneyimine “bütünlük” veren fikir bundan başka bir şey değildir.
Peki, “deneyimin egemenliği” ile ilgili olarak, ne düşünebiliriz? Fransız felsefeci
Alain Bodiou, Felsefi Bir Görev: Pessoa’nın Çağdaşı Olmak başlıklı makalesinde,
Pessoa’nın şiirinin, çağının mevcut tartışmalarının ötesine bir yerde durmakta olduğunu
1
Pessoa, Fernando, Ophelia’ya Mektuplar, Sel Yayıncılık, 2009, s. 90.
Fernando Pessoa ile birlikte Orpheu dergisini kuran Portekizli modernist şair.
3
Gidimli (discursive) düşünme, fikri tasarılar arasında yol yaparak, çıkarımlar oluşturarak ve mantıklı
izleklerin peşinden giderek düşünme, diye tanımlanabilir.
4
Sontag, Susan, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Metis Yayınları, 2008, s. 10.
2
- 24 -
söylemiştir. Pessoa’cı şiirde uç veren ve onu marjinalleştiren çağımıza yabancı yenilik, bu
fazlalık nedir? Bodiou’ya göre, Pessoa, kökleri Platon’a kadar uzanan ve günümüz
literatürüne hakim olan “sanat” ve “felsefe” arasında sürüp giden ikircikli ilişkiyi, farklı bir
bağlama taşımıştır. Bodiou Pessoa şiirinin, “...Platoncu ya da anti-Platoncu olmamayı
başaran bir yol açtığını” düşünmektedir5. XX. yüzyıl, kendini Platoncu sanat anlayışının
karşısında konumlandırırken, Pessoa İdea’ya götüren tüm yollara “iri” taşlar koymuştur.
Şöyle de söylenebilir: yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekliyle, Platon’da egemenin
deneyimine aracılık eden aşkınlık fikri, Pessoa’da deneyimin egemenliğine dönüşerek yok
olmaktadır. Bodio’nun6 yazdığı gibi, Pessoa’nın şiirinde, “Şeyler, İdea’larıyla özdeştir”. Pasif
ve Bir’in türevi olarak düşünülmüş “kendinde–varlık” yerine, etkin ve Çok’un olumsal
çeşitlenmeleri ile özdeşleşen “kendi–içinde varlık” geçirilmiştir. Çünkü özbilinç sahibi varlık,
her halükarda araya giren bir “üst buyruk” tarafından sabitlenmemiştir. Nesneler ya da
varlıklar, İdea’nın talim ve terbiyesinden haberdar değildir. Bilinç sahibinin, kendi benliği ile
olan ilişkisini kavrarken, hiçbir şekilde “İdea’nın çemberinden” geçmesine gerek yoktur.
Egemenin deneyimi veya deneyimin egemenliği düşüncesine dikişli üçüncü bir
seçenek, “deneyime egemen olan nesnel bir dram” yok mudur Pessoa’da? Pessoa
yazdıklarının tümüne, “dünyada bir başına kalmak isteyen” ve sürekli “kasvetli ve bunalım
içinde devinen” karakterini yansıtmıştır. Onun, ömrü boyunca peşinden koştuğu şiir tasarısı,
bireysel varlığının “sürekli bir biçimde yaşadığı iç sıkıntısına” kulak kesilerek
kavranmadıkça, tam olarak anlaşılamaz. Şöyle ki, buradalık, yani “bu dünyada” bulunma,
Sartre’da ya da Camus’da olduğu gibi, Pessoa için de saçmadır. Pessoa’da, dünya üzerinde
eylemde bulunmak ve gündelik telaşelerin tutsağı olma fikri, yadırganarak yerden yere
vurulur. Aydınlanmış bireyin tekilliği dışında –ki bu Pessoa’dan başkası değildir– evrende
yer etmiş her türden hakikat aynı kefeye konur. Dünya ile ilişki kurma zorunluluğunun
beraberinde getirdiği bilinçsizlik hali, bir bütün halinde “insanlığı kendi kökleri ile ilgili
doğru bilgiye ulaşmaktan” men etmiştir. “Zorunluluk” ve “Yazgı” birbirinden bağımsız
değildir; iç içe geçmiş durumdadır. Hepimiz, “...Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın
evlatlıklarıyız...” der Pessoa7 ve ekler: “Tanrı, Sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi
doğurmuş olan kaosun duludur.” Demek ki, Pessoa’da, sürekli aynı kalan kurucu gücün
“kendi yasasını süresiz dayatmasıyla” karşı karşıyayız. Bu bağlamda, bu makalede ileri
sürülen fikir tam olarak şudur: Pessoa’cı şiir düşüncesi, varlığı, Platoncu tartışma
bağlamından söküp çıkarmıştır: fakat bunu yaparken, yukarıda tanımlandığı şekliyle onu,
Yazgı’nın pasif alıcısı konumuna dönüştürmüştür. Pessoa’nın şiirini okurken kendimizi, şiirin
kendi dışında bıraktığı herhangi bir “şey” gibi hissederiz. Sanki Kozmos, “Pessoa ve onun
dışında kalan her türden şey” arasında tam ortadan ikiye bölünmüştür.
III
Kulağımıza çalınan kederli bir müzik: “Sonsuza dek bedenlerimizin içine
hapsedildik!” Varlığın biyolojik boyutu, insanı bedensel olarak “kendi içine kapatılmış bir
hareketsiz” olarak taçlandırmıştır. Derilerimiz, bilincimizin bağlı kaldığı “sabit merkezi”
garanti altına almıştır. (Pessoa, Bir Kaçağım Ben8 şiirinde, “İnsan sıkılırsa aynı yerde
yaşamaktan / Ben neden hep aynı derinin altında sıkılmadan yaşayayım?” diye sorar.) Ömür
boyunca, aynı derinin altında çakılı durmaya yazgılıyız. Bedenimiz için “uzam” ve “mekan”
5
Bodiou, Alain, Başka Bir Estetik, Metis Yayınları, 2011, s. 52.
Bodiou, s. 56.
7
Pessoa, Fernando, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, 2011, s. 73.
8
Pessoa, Fernando, Uzaklıklar, Eski Denizler, Can Yayınları, 2011, s. 108.
6
- 25 -
ne ise hep öyle kalır. Benlik, deri-altına sıkışmış varlığın, kişisel dünyasının olumlanmasıdır.
Ancak, vücudun verili sınırları içerisinde kalma zorunluluğunun kabul edilmesi ile birlikte,
yaşam ve bilinç yeniden üretilebilir. Başka bir bedene sahip olmak “düşler alemi” dışında
mümkün değildir.
“Don Quijote ve Madame Bovary’de” diye yazar Felski9 “...baş kahramanları mest
edip akıllarını çelen şey, romans türünün sunduğu düş dünyalarıdır.” Romans türünden
kaynaklanmasa da, bu mest olma durumu Pessoa10 için de fazlasıyla geçerlidir: “denize
açılmak gerekli” diye yazıyordu Pessoa, “yaşamak gerekli değil”. Pessoa, kafasında sınırsız
sayıda “düşsel yaşantı” tasarlayan ve bunları bol keseden dağıtıyormuş gibisinden yücelten,
Ben’liğin çatlağını bularak yolu açan şairdir. 1935’te öldüğünde, sandığından çıkan binlerce
fragman, belirli bir zaman aralığında yaşamış oldukları düşlenen –bazılarının bilgileri
kayıptır– hayali karakterlerin takma isimleri ile yazılmıştı; Alvaro de Compos, Alberto
Caeiro, Ricardo Reis, Bernando Soares, Antonio Mora ve bizzat Fernando Pessoa. Bu
karakterler, kestirme yoldan giderek, Pessoa ile birebir özdeş sayılamaz; her biri “uzamın
egemenliğini” aşma yönünde atılmış birer adımdır.
İtalyan edebiyatçı Antonio Tabucchi11 Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü’nde, bütün
kurmaca karakterlerin sırasıyla hastaneye gelerek Pessoa’ya veda ettiği “teatral bir son”
kurgulamıştır. Çoğul kimlikler, gerçek varlığın yok olması ile birlikte solup gideceklerdir.
Çünkü Pessoa için varlık, kendi ideal benliklerinin bilinçli kurucusu pozisyonundadır. Şöyle
de söylenebilir; Pessoa’da varlık ve praxis problemi, “çoğulluk” ya da “olumsallık” fikrinden
ayrı ele alınamaz. Colusso’ya12 kalırsa, Pessoa’nın getirdiği “büyük yenilik” burada ortaya
çıkar: “Temelde, Katoliklik ve Hıristiyanlıktaki biricik ruh fikriyle, tek ve bölünmez ruh
fikriyle mücadele etti Pessoa. Pagan dinlerindeki çoğul ruhun dönüşünü arzuladı.” Çoğul
ruhlar, praxis bağlamında, eşsiz bir deneyimin gizemli özneleridirler; “dünya ile aralarındaki
boşluğun şaşkınlığını” devamlı suretle aşmaya çabalarlar. Ama her durumda, sorun öylecene
karşımızda durmaktadır; boşluk, şiirin maddiliği ile doldurulabilecek midir? Şöyle sormak da
mümkün; “varlığın çoğulluğu” ve “düş birikimi” ile desteklenen bu çabalamalar, varlık ile
dünya arasındaki derin boşluğu doldurmaya yetebilir mi? Yanıt olumsuzdur; Bloch’un13
hayal kırıklıklarının listesini yaparken söylediği gibi, “hiçbir zaman Pazartesi sabahına
erişemeyecek olan” bir şölenin törenselliği, var olanın yakasına sıkıca yapışır.
IV
Yukarıda belirtilen savları Pessoa şiirinde göstermeyi deneyebiliriz. Benjamin14
Boudelaire’de Bazı Motifler Üzerine isimli makalesinde, “kumarbazın” ve “sanayi
proleterinin” pratik etkinliğinde ortak bir özellik olduğunu düşünür: “Tıpkı kumarda bir
cuop’nun (atış) bir önceki coup’dan kopuk olması gibi elin makineye müdahalesi de bir
öncekinden kopuktur; bu yüzden de işçinin angaryası kendi tarzında kumarbazınkinin
karşılığıdır. Her ikisinin çalışması da aynı ölçüde içerikten yoksundur.” Çağımıza özgü
şekliyle, reflekslere dayanan bir benzerliktir bu. İşçi, üretimin organizasyonunda hiçbir
şekilde, söz sahibi değildir. Üretimin “araçları” ve “konusu” patron tarafından önceden
9
Felski, Rita, Edebiyat Ne İşe Yarar, Metis Yayınları, 2010, s. 81.
Aktaran, Işık Ergüden-Hur Yumer, Şeytanın Saati, Can Yayınları, 2008, s. 8.
11
Tabucchi, Antonio, Fernando Pessoa’nın Son üç Günü, Can Yayınları, 2005.
12
Colusso, Tiziano, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü (Önsöz), Can Yayınları, 2005, s. 6.
13
Bloch, Ernst, Umut İlkesi, İletişim Yayınları, 2007, s. 228.
14
Benjamin, Walter, Boudelaire’de Bazı Motifler Üzerine, Son Bakışta Aşk İçinde, 2008, s. 137.
10
- 26 -
belirlenmiştir ve tüm bu akılcılaştırmanın, ücretli emekçinin “kişisel/entelektüel” hedefleri ile
uzaktan yakından ilgisi yoktur. Üretim ile ilgili işlemler, üreten “özneyi” içermez. Kumar
oyuncusunun bağlı olduğu mekanizma, tıpkı işçi de olduğu gibi, tüm projeleri onun adına
yürürlüğe koymuştur. Kumar salonunun havası, fabrikanın havasından farklı değildir. “Hep
yeniden başlamak” der Benjamin15 “kumarın düzenleyici fikridir –tıpkı ücretli işte olduğu
gibi”.
Pessoa için insanlık, Benjamin’in örneğinde kumarbaza ya da işçiye denk düşecek
biçimde, dünya ile ilişkisinin farkında olmayan “bilinçsiz” bir unutkandır. Varlığının
köklerini unutup sebat etme durumu, her daim uyanık kalmayı becerebilen bir uyuklamanın
çimentosundan yapılmıştır. Pessoa’nın tüm şiirleri, “dünyaya yönelmek zorunda kalmış
bilinçli varlık olarak insana” dair ebedi bir sıkıntının etkilerini taşır. İnsanlar, “sokak
lambasının puslu ışığı altında amaçsızca uçuşan sineklerden” farksızdır. Şöyle söylemek de
mümkün; “Bizler, yani bir bütün halinde insanlık, “dış–dünya” ile aramızdaki uçurumun
farkında değiliz. Ne yaparsak yapalım, “kendimizden, kendimiz olmaktan” kurtulamayacağız.
Çünkü lambayı kimin yaktığını unuttuk.” Alberto Caeiro takma adıyla yazdığı, Günebakan
Gibi Keskindir Bakışım16 isimli şiirinde, bu nokta gayet belirgindir.
İnanırım Dünya’ya, bir papatyaya inandığım gibi
Çünkü görürüm onu ama düşünmem.
Çünkü düşünmek anlamamaktır...
Onu düşünmemiz için değil,
(Düşünmek iyi görememektir)
Biz ona bakalım ve onunla uyum içinde
Olalım diye yaratılmıştır dünya.
Felsefem yok, duyularım var benim...
Doğadan söz ediyorsam onu bildiğimden değil,
Sevdiğimdendir bu, onu sevmemin nedeni de
Sevenin neyi sevdiğini, niçin sevdiğini
Ve sevginin ne olduğunu asla bilmemesidir.
Şairin ve şiirin temel arzusu, “gerçeği/hakikati” dolaysız bir biçimde ortaya
koymaktır. Bu yüzden, ilk elden, tasvirler açık ve basit gerçekliğin dolaysızlığı ile
kırpılmıştır. Burada, doğayı doğa yapan bütün derinlik tüm çıplaklığı ile karşımızda
durmaktadır. Karmaşık, yüklemlerinin taslağı çizilmemiş ve tamamlanmamış sonsuz sayıda
eyleminin taşıyıcısı olan bir kurmacanın “kuru hakikati” ile karşı karşıya kalırız. Pessoa’nın
gözünde, “uyumun harikulade birliği” herhangi bir fenomenolojik yanılsamaya angaje
olmayacak derecede belirgindir.
Aslında, Pessoa’nın şiiri, sonsuz olanın yolunu yaparak, doğayı “insansızlaştırmak”
istiyordu. Şiirleri, ekseriyetle, insanların sonsuza kadar ortadan kaybolduğunu hissettirir.
Pessoa’da, bir nesne, hayvan ya da insan, aynı bilinçsizlik değerleri ile yüklü oldukları
müddetçe, birbirlerinden ayrı kategorilerde değerlendirilmemiştir. Tam tersine, insanların,
şeylerin ve nesnelerin özü, aynı “özdeş maddenin kristalleşmesi” sonucu ortaya çıkmıştır.
Pessoa sanki bize şöyle der gibidir: “Öyle görünüyor ki, insanın pratik biyolojik yaşamı,
hayvanlar ile çok fazla benzerlik taşır. Belkide, daha garip olanı, insanın tahtadan yapılmış
15
16
Benjamin, s. 140.
Pessoa, 2011, s. 22.
- 27 -
masalar ya da parlaklığını yitirmiş metal paralar için geçerli olan doğal kanunlara tabii
olmasıdır; örneğin, insan herhangi bir şey gibi “atomlarına ayrılabilir” veya ömrünü
tamamladığında, değersizleştiği düşünülerek “gözden çıkarılabilir” vb.. Ve insan, kararlı ve
azimli bir yüreklilikle ve aynı zamanda bitkilere nispet edercesine, “çorak arazinin uzak bir
kenarında ya da bir direğin dibinde yaşadığını bilmeden” yaşayabilir.”
Böyle bir “kendi konumunu belli etme deneyimi” çoğu kez, hayalperestlikten oldukça
uzak ve nihilizme fazlasıyla yakın bir perspektifle özdeşleştirilebilir. Bu özdeşliğin ötesinde,
düşünmeme ve uyum sağlamama saadeti, sadece şairin ve bir elin parmağı kadar filozofun
bilgisi dahilindedir. Muazzam sayıda insan ve onların dünya ile kurduğu ilişkiler,
yanılsamalar ve bilinçsizlik ile harmanlanmış “patikalarından” geçerek, kendini kaptırma ve
kendini kaybetme deneyiminin “sürekli güneş gören yüksek tepelerine” ulaşmıştır. Pessoa,
varlığı Platon’dan kurtarıp “kısmetini açma” işini yüklenirken, aynı zamanda insanlığa
“uzaktan” ve “midesi bulanarak” bakıyor gibidir; Denize Övgü’nün sonuna doğru “Zavallı
insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar!” diye bağırır sanki. Başka bir evrenin vatandaşı
olma ve her şeyi olduğu gibi bırakıp gitme arzusu, Pessoa’ya Öteki’ni (insanlığı) unutturmuş
gibidir. Compos17 takma adıyla yazılmış Denize Övgü18 şiirinde, işgal ettiği “anlamsız
konumun protezini” söküp atma isteğini belirginleştirir.
Yuh bana! Çılgınlığımı yaşayamadığım için
Yuh bana! Ayaklarım her zaman uygarlığın eteklerine
dolandığı
Ve sırtıma bir çuval dantel yüklenmiş gibi inceliklerle
davrandığım için!
Biz hepimiz, çanak yalayıcıları çağdaş hayırseverliğin!
Veremliler, sinir hastaları gibi bitik, içe geçmiş,
Vurup kırmaktan, erkekçe dövüşmekten kaçan,
Ruhlarını iplikle bağlı bir tavuk ayağı gibi sürükleyenler!
“...Caeiro sonlunun saltanatını üretiyorsa” der19 Bodiou, “Compos şiirin enerjisinin
sonsuza kaçmasını sağlayacağı içindir.” Pessoa’nın şiirini okurken, varlık olarak, burada,
“boş bir gösteren” olduğumuzun derinlemesine ayırdındayızdır; yaşamın anlamsızlığını şeffaf
bir biçimde yansıtan prizmanın ışığı, olduğumuz yeri terketmek zorunda bırakacak derecede
güçlü bir biçimde, gözümüzü almaktadır. Sanki anlatılanlar, bizi tek hamlede
üzerimizdekilerden kurtararak çıplak bırakır. Varlığımızın dokusuna işleyen ve bizi boydan
boya kat eden “evren hapisanesinin” tam ortasında kaldığımızı derinden hissederiz. Tarihi ve
bu dünyadan kurtulma fikrini askıya alan “geçirimsiz” ve “sonsuz” bir çember, sürekli olarak
“kendi içine” kapanır durur. Bizi bu “çoğul mezarlıktan” kurtaracak bir başka hayatın ırmağı
ebediyen kurumuştur.
V
Yukarıdaki tartışmayı biraz daha açabiliriz. Pessoa’nın tüm edebi ürününe sinmiş en
belirgin tavır şudur: etkin bir olumsuzlayıcı olarak “hayatın anlamsızlığına kayıtsız kalmak”
ya da “dünyaya sırt çevirmek”. Bu durum, Pessoa’nın şiirine derinden sirayet etmiş “edilgen
bir kötümserlik” hali ile yakından ilişkilidir. Bu edilgen tavrın dayanağı, tüm gücünü varlık
17
Pessoa, 2011, s. 77.
Pessoa, 2011, s. 59.
19
Bodiou, s. 57.
18
- 28 -
probleminin köklerinden alır; şöyle ki, fiziksel dünya, “bize ait olmayan, bizim dışımızda
planlanmış” tasarımların ürünü olmaktan öte bir anlam taşımaz. Varlığın dünya ile olan
ilişkisi, kendisi ile ilgili kesin bir hükme sahip olmadığımız, belirsiz bir yasa tarafından
yönetilir. Dört bir yanımız “gerçekliğin” yürürlüğe koyduğu kuralların çalılıklarıyla
kapatılmıştır. Dünyada geçici olarak konaklayan insan, “ruhsuz çiçeklerin birbirine dolanan
dallarıyla sarmaladığı renksiz kapıdan” içeri itilmiştir. Bir başka deyişle, dünyanın ve kendi
varlığının farkında olma, kendi nesnesine asla uyum gösteremeyen bir bilincin, “gecenin
kasvetli sıcaklığını gündüzün hafif rüzgarı ile dengeleme girişiminden” başka bir şey değildir.
Sartre’ın20 deyimiyle, saçmalık “İnsanın dünyayla ilişkisinden başka bir şey değildir.” Basitçe
biz, saçmalığın “nesneleriyiz”. Pessoa’dan alınmış aşağıdaki parça –“Şiirlerimin düz yazısını
yazıyorum” der Pessoa– bu bağlamı net bir biçimde somutlaştırabilir21.
“Hepsi aynı bunların; atölye’den söz eden genç kızlar,
işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle
alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz
terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı
bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki, aynı görünmez
varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan
farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar,
ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip
olduklarının farkında değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal –
aslında hepsinde aynı aptallık. Kimileri daha yaşlı, kimileri
daha genç – aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri erkek, kimileri
kadın – aslında hepsinin cinsiyeti aynı; var olmayan bir
cinsiyet bu.”
Huzursuzluğun Kitabı, arkadaşı Carneiro’ya yazdığı bir mektup22 ile başlar ve Pessoa
neredeyse her satırında, dünyanın “hep aynı kalan” görüntülerden müteşekkil olduğundan
yakınır; “Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez
olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok.” Amaçsız bir
sıradanlık, sürekli olarak, şimdiki zamanın ağırlık merkezinde yerleşme eğilimindedir.
İnsanlar, nesneler ve gündelik işlerin tekdüzeliği içinde –bakımsız bir Şimdi’nin canlı kanlı
aynasında kendini görerek– yaşama zorunluluğu, “durgunluğun derin yarıklarına orantısız
parçaları düşmüş, sıkıntılı bir enkaz olma hali” ile özdeştir. Yaşam, Pessoa için, arka kapısı
cennete ya da cehenneme açılan bir han değildir; “arafta kalmış bilincin yuva yaptığı, can
sıkıcı bir bekleme odasıdır.” Mektubun23 sonunda, tüm bu tatsız durgunluğun verdiği “sürekli
hüzün” haliyle şöyle sorar; “Hissetmek – ne renktir acaba?” Acaba, mutlu olma bilinci söz
konusu edildiğinde, tekil bir renkten bahsedebilir miyiz? Ya da şöyle soralım; yüzünü
dünyaya dönmüş mutluluk imgemiz, hangi tonların ağırlığı ile şekillenir? Tekrar Benjamin’e
dönmemiz gerekiyor.
Benjamin, Tarih Felsefesi Üzerine24 II. tezde yukarıdaki soruyu yanıtlıyor gibidir.
“Düşününce görürüz ki” diye yazar Benjamin “mutluluk imgemiz baştan başa, kendi
20
Aktaran, Vedat Günyol, Önsöz, Yabancı, s.11, 2011.
Pessoa, 2011, s. 130.
22
Pessoa, 2011, s. 17.
23
Pessoa, 2011, s. 19.
24
Benjamin, 2008, s. 39.
21
- 29 -
varoluşumuzun bizi bir kere içine sürüklediği zamanın renklerini25 almıştır.” Demek oluyor
ki, tek bir renkten bahsedemeyiz; en azından “zamanın çoğul renklerinden” haberdarken,
bunu yapamayız. Dünya karşısında bilerek uğraşısız kalmayı yeğleyen bir bilinç sahibini ne
yatıştırabilir? Pessoa için, hiçbir argüman “yatıştırıcı” değildir.
Aslında, “burada olmamanın özgürlüğü ile yüklü düşler” dışında, her şey “yavan” ve
“ketum” gelir Pessoa’ya. Pessoa için “Kozmos’un ve Tanrı’nın dışına çıkma” fikri fazlasıyla
hoşa gitse bile, pek mümkün görünmez; ne zaman yüzünü düşler alemine çevirse, dünya, her
seferinde ve saplantılı bir biçimde, akraba oldukları gerçeğini gözünün içine sokmaya
çabalar. İnsanlar da onun için, “hırsızın ayağına takılan önemsiz eşyalardan” farksızdır;
herhangi bir düş görme anında, planını bozan önemsiz ayrıntılardır. Pessoa’nın
“tesellisi/avuntusu” düşlerinden ibarettir; evrenin sevimsiz hakikatinin katı hükmünden
sıyrılarak, emsalsiz büyülenmeler yaşadığı kısa metrajlı kopuşlardır bunlar. Bir başka deyişle,
modern deneyimin sürekliliğinde, “gündelik yaşamın iktidarını düşler alanında kalarak
unutmak” niyetindedir. “Benim törelerim” der26 Pessoa, “yalnızlığın töreleri, insanların
töreleri değil kesinlikle.”
VII
Sonuçta, Pessoa, Bodio’nun da söylediği gibi, felsefe ve sanat arasında süregelen
ilişkinin yönünü değiştiren şairdir. Yarattığı kurmaca karakterler, onu çağımızın en önemli
şairlerinden biri haline getirmiştir. Şiirinde, varlıkların ve nesnelerin dünya üzerinde
deneyimledikleri yaşama kulak verdiklerini ve nesnel hakikatin bu dünyaya içrek olduğunu
göstermiştir. Bir başka deyişle, Pessoa, varlık ve onun özbilinci arasına girebilecek herhangi
bir “aracı ilkenin” kökünü kurutmuştur. Öte yandan, Pessoa’nın şiiri, yaşadığı güçlü
trajedinin nedenini anlamayan ve neyin “kefaretini” ödediğini bilmeyen bir gözün
süzgecinden geçirilerek yazılmıştır. Pessoa, dünya ile akrabalık kurmaya bir türlü
yanaşmayan, düşler alemi ile avunan ve bunun sonucunda, sürekli olarak var-olma sıkıntısını
sırtında taşıyan birisiydi. “Tek derdimiz kendimizi oyalamak” diyordu Pessoa27, “bu doğru;
ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için
yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.”
Kaynakça
Benyamin, Walter (2008), “Son Bakışta Aşk”, haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları,
İstanbul.
Bloch, Ernst (2007), “Umut İlkesi”, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul.
Bodiou, Alain (2010), “Başka Bir Estetik”, çev, Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul.
Camus, Albert (2011), “Yabancı”, çev. Vedat Günyol, Can Yayınları, İstanbul.
Felski, Rita (2010), “Edebiyat Ne İşe Yarar”, çev, Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul.
Pessoa, Fernando (2008), “Şeytanın Saati”, çev. Işık Ergüden, Can Yayınları, İstanbul.
Pessoa, Fernando (2009), “Ophelia’ya Mektuplar”, çev. Sema Rifat, Sel Yayıncılık, İstanbul.
Pessoa, Fernando (2011), “Huzursuzluğun Kitabı”, çev, Saadet Özen, Can Yayınları, İstanbul.
Pessoa, Fernando (2011), “Uzaklıklar, Eski Denizler”, çev, Cevat Çapan, Can Yayınları,
İstanbul.
25
İtalikler benim.
Pessoa, 2011, s. 81.
27
Pessoa, 2011, s. 29.
26
- 30 -
Tabucchi, Antonio (2005), “Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü”, çev, Münir H. Göle, Can
Yayınları, İstanbul.
“Yoruma Karşı” (2008), Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş’in içinde, çev. Yurdanur Salman, Metis
Yayınları, İstanbul.
- 31 -
Sosyolog ve Fotoğraf
Günnur Ertong
Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu
Sosyoloji toplumu gözlerken sahip olduğu araçların farkında mıdır sorusundan
hareketle ortaya çıkan bu yazı sosyologu başka bakış açılarına taşıyabilmeyi ummaktadır.
Sosyologu başka bakış açılarına taşırken de ona yeni araçları tanıtmak, anlatmak bu araçlar
hakkında farkındalığını artırmak gayesindedir. Elbette özellikle uygulamalı sosyolojinin
vazgeçilmezi olan ses kayıt cihazının araştırmalara dahil olmasının üzerinden yıllar geçmiş
ve artık kullanımı kanıksanmıştır ancak sosyoloji sadece sese ve deşifresine mahkum
değildir, ufkunu genişletmeli, görebildiklerini daha fazla araştırmasına yansıtmalıdır.
Cipriani ve Del Re (2012) ‘ye göre görsel sosyoloji sosyal sinyalleri olduğu gibi,
ifadeleri mümkün olduğunca doğal bir şekilde, bağlama verilen tepkileri kaydetmeyi amaçlar.
Önceden tasarlanmış davranışla anında verilen tepki arasındaki farka yeni bir bakış getirir.
Bu farkındalığın doğurduğu bir alan olan ve hızla büyüyen görsel sosyoloji, öncelikle
fotoğraf, video, resim gibi çeşitli görsel materyali sosyolojik araştırmalara dahil ederek
onların da analize katkı sağlamasını hedeflemektedir.
Burri (2012) ‘ye göre bugünün toplumsal yapısında görüntüler dağınık bir biçimde yer
almaktadır. Toplumsalın önemli bir biçimi olarak görsel materyal, sosyal gerçekliğin
temsiliyetlerini arttırmıştır. Görsel, gücünün artışıyla insanların nasıl düşündüğünü ve
etkileştiğini neredeyse belirler hale gelmiştir. Teknolojinin gelişimi bunu her geçen gün
artırmaktadır. Ancak görsel üzerine düşünmek için sosyolojinin çoğunlukla kavramsal bir
çerçeveden yoksun olduğu düşünülmektedir. Sosyolojide tarihsel olarak bakıldığında görüntü
üzerine yapılmış bir takım çalışmalar mevcuttur. Buri (2012)’nin çalışmasında yer verdiği
örneklerden; 1908 yılında Simmel’in duyular sosyolojisi çerçevesinde görme duyusunun kent
hayatındaki öneminin altını çizdiği çalışması, Goffmann’ın ise 1967 yılındaki çalışmasında
sosyal etkileşimde gündelik hayatta bedenin performansını tartışırken benliğin sözel olmayan
temsiliyetinden bahsetmesi örnek olarak verilebilir. Toplumsal cinsiyet rollerini öne çıkaran
reklamlar üzerine yaptığı ampirik çalışmada ise yine Goffman (1967) bu rollerin görsel
olarak nasıl yansıtıldığını araştırmıştır. Bourdieu (1965) ise çalışmasında gündelik hayatta
sosyal entegrasyonda fotoğrafın nasıl kullanıldığına odaklanmıştır. Görüntülerin sosyal
pratikte rol oynayan aşağıdaki görsel boyutlarının da görsel mantığı oluşturduğunu
belirtmektedir.
 Görsel değer: görüntülerin tutarlı özelliklerini yansıtır. Görsel bilginin eş zamanlı
olarak algılanmasına izin verir.
 Görsel performans: görsel sinyallerin görüntüde nasıl birleştiğine işaret eder.
 Görsel ikna edebilme gücü: görüntülerdeki bilginin iletişim ve retorikteki gücünün
altını çizer.
Görüntüleme pratikleri görsel mantıkla nasıl gerçekleşiyor sorusuna cevap vermek
için görsel değerin işitsel, dokunsaldan farklı, metinsel, rakamsal işaretlerden de farklı olarak
meydana geldiğinin farkında olarak başlamak gerekir. Görsel değer hiçbir zaman epistemik
pratikten ve aktörlerin sosyal bağlamından bağımsız düşünülemez. Estetik algı; görsel
- 32 -
performans, kontrast, netlik, görsel sinyallerin nasıl bir araya geldiğinden, kültür, yaş, eğitim,
bireysel yetenekler gibi faktörlerden etkilenmektedir. Cinsiyet, güç, iktidar ise görüntünün
algılanmasında, yorumlanmasında etkilidir. Görseli etkileyen, belirleyen bunca sosyal faktör
olduğu düşünüldüğünde, görselin toplumu, dönüştürme gücü arttıkça görsel sosyolojinin
genişleyen bir alan olacağını görmek kaçınılmaz olacaktır.
Bu yazıda özellikle fotoğrafın sosyolojideki yeri ve nasıl katkı sağlayabileceği konusu
ele alınmaya çalışılmıştır. Becker (1974)’a göre sosyoloji ve fotoğraf yaşıttır. Comte,
sosyolojiye adını verdiği sırada Daguerr de metal levha üzerine görüntü sabitleme yöntemini
kamuya duyurmaktadır. Aynı yaşta olan iki alanın da en önemli ortak paydası toplumun
araştırılmasıdır. Fotoğraf makinesi bir ses kayıt cihazı gibi kayıt eden ve iletişim sağlayan bir
araç gibi düşünülmelidir. American Journal of Sociology yayın hayatının ilk 15 yılı boyunca
ses getiren makaleleriyle ilişkili fotoğraflar yayınlamıştır. Sözel olmayan bir takım verinin
saklanması için de önemli bir araç olarak görülmelidir. Her zaman sözel verinin yanı sıra
paylaşılan görsel verinin anlatımı güçlendirdiği düşünülmektedir. Ancak bugün bile böyle
çalışmalar az sayıdadır. Sosyoloji, fotoğrafa karşı çok da sevecen değildir.
Toksoy (2006:9) ‘a göre günümüz sosyal bilimleri içinde fotoğraf, film, video gibi
görsel malzemeleri temel alan ve genelde görsel çalışmalar olarak adlandırılan araştırmalara
yönelik ilgi gün geçtikçe artmaktadır. Sosyal yaşamı görsellik üzerinde ele alan bu
çalışmalar, sosyal bilimleri disiplinler arası çalışmalara doğru iterken mevcut bilgi üretme
biçimlerine ve araştırma tekniklerine de alternatifler sunmaktadırlar. Görüntü temelli
araştırmalar içinde imgeler; yazılı metne eklenen, araştırmacının ortaya koyduğu varsayımları
destekleyici, yorumsuz, belgesel kaynaklar olmanın ötesinde birer veri olarak
değerlendirilmektedirler.
Bir 19. yüzyıl buluşu olan fotoğrafın sosyolojiye katkısını özetleyen "görsel sosyoloji"
kavramının da işaret ettiği gibi (Harper: 1989; 81-83) teknolojik yenilikler sosyal bilimlerde
metodolojik yeniliklere yol aça gelmişlerdir. Bu yolun sosyolojiyi zenginleştireceği
düşünülmektedir.
Günümüzde görsel araştırma araçlarının sosyolojide yeterince kullanılmaması bu
çalışmada sorunsallaştırılmıştır. Teknolojinin zenginliğinden sosyal bilimcinin
faydalanmaması bugün neredeyse bir az gelişmişlik olarak yorumlanabilmektedir. Bu
zenginlik bilişim teknolojileri, internet olabileceği gibi fotoğraf makineleri, kameraları
kapsayan görsel kayıt mekanizmalarını da içermelidir.






Bu yazıda aşağıdaki sorulara cevap aranması amaçlanmaktadır.
Fotoğraf bir araştırma tekniği olarak görülebilir mi?
Toplumsal araştırmalarda fotoğraf ne tür olanaklar sunar?
Sosyolojik araştırmaların içerisinde fotoğrafın yeri nedir?
Görsel sosyoloji içerisinde fotoğraf nasıl konumlanmakta ve tanımlanmaktadır?
Fotoğrafla yapılan araştırmalarda yaşanabilecek sorunlar nelerdir?
Fotoğraf ve etik ilişkisi nasıldır? (manipülasyonlar)
Artan teknoloji kullanımıyla birlikte dijital, gündelik hayatın hemen her noktasına
sirayet etmiştir. Fotoğraf ve fotoğrafçılık da bu teknolojik yükselmeden fazlasıyla
nasiplenmiş ve üstün görüntü kalitelerini kompakt cep makinelerini makul fiyatlara
sahiplenme şansı alana duyulan ilgiyi de yükseltmiştir. Fotoğraf çeken tablet PCler,
boyundan büyük çözünürlüğe sahip fotoğraf makinelerinin yaygınlığı artmıştır.
- 33 -
Bu çalışma fotoğraf alanlarının tümünü kapsamamakla birlikte fotoğraf sanatını betimlemeye
dair de bir anlatı çabası içerisinde değildir. Ancak sosyoloji ve fotoğraf arasında bir köprü
oluşturarak bir araştırma tekniği olarak fotoğraf çekimini bir alternatif olarak sosyologlara
sunma kaygısı gütmektedir.
Prosser ve Scwartz (1998: 101-111)’a göre araştırmada fotoğrafın kullanımı,
araştırmacının öncelikle epistemolojik ve metodolojik varsayımlarını ortaya koymakla
başlamalıdır. Bunun yanı sıra sosyolojik yaklaşımı da fotoğrafın araştırmada nasıl yer alacağı
konusunda belirleyici olacaktır. Fotoğrafın oluşturulması sırasında üzerinde gelişen
teknolojiye paralel olarak yapılabilecek manipülasyon imkanlarının her geçen gün artıyor
olması daha önce çoğunlukla gerçekleri salt olarak ortaya koyduğu düşünülen fotoğraf
konusunda bir parça güvensizlik yaratamaya başlamıştır. Saha notları ya da diğer ampirik
veri gibi fotoğraflar da bize dış dünyayı tarafsız ve önyargısız biçimde belgelemeyebilir
ancak fotoğraflar aracılığıyla kolayca fark edilemeyen ya da gözden kaçan ilişkiler fark
edilebilir ya da kanıtlanabilir.
Araştırmaya katılan kişinin hakları, katılımcıya duyulan sorumluluklar ve telif hakları
konusu da fotoğraf çekimi tekniği kullanılarak yapılan araştırmalarda oldukça önem
taşımaktadır. Fotoğraflanan nesneye ya da özneye eleştirel mesafe koyan bir yaklaşım
araştırmanın verili olanı somutlaştırmasına olanak tanıdığı için daha güvenilir kabul
edilmektedir.
Görsel sosyoloji araştırmalarına konu edilecek toplumsal öğelerin seçimi de
tartışmaya açıktır şöyle ki güçlü grupların kendilerine ulaşmak isteyen nitel araştırmacıları
engelleme ihtimalleri de mevcuttur. Daha çok araştırmacının erişebileceği konular/kişiler
görselliğin içinde bulunduğu çalışmalarda yer alacaklardır.
Fotoğrafta kullanılan teknik belirleyiciler; ışık, renk, objektifler, kullanma becerisi
üretilen fotoğrafın araştırmadaki kullanımını şüphesiz etkileyecektir. Fotoğrafın kalitesi
arttıkça etkisi de artacaktır.
Fotoğraf makinesi daha çok bir ses kayıt cihazı gibi yapılacak nitel araştırmada
kullanılan teknolojik bir araç olarak düşünülmelidir. Kullanımı sonucunda araştırma bulguları
açısından yaratacağı zenginliklerin yanında yol açabileceği sorunların da olduğu göz ardı
edilmemelidir. Bugün akıllı telefonlar sayesinde bir çok sosyolog aslında ses kayıt ve
görüntüleme cihazını her an yanında taşımakta ve sosyal medya aracılığıyla bunu tüm
dünyayla paylaşma şansına sahip olmaktadır. Akıllı telefonların sunduğu çok amaçlı
fonksiyonların birer araştırma malzemesine dönüşmesi sosyologun gündelik hayatına da
sosyolojiyi daha fazla taşıma şansı getirecektir. Değişen tüketim kalıpları sosyolojinin yapılış
biçimini de kuşkusuz etkileyecektir.
Cipriani ve Del Re (2012) ‘ye göre insanlar, fotoğraflarını ve otobiyografilerini,
zaman içerisindeki paylaşımlarını (facebook zaman tüneli) internet üzerinden paylaşmakta ve
nesne değişmekte buna paralel olarak benliğin sunumuna duyulan ihtiyaç nedeniyle
sosyologun rolünü değiştirmektedir. Sosyolojik analizde artık insanlar çok daha aktif
katılımcılardır. Kendi gerçeklik yorumlarını yapabilmekte ve kendi hazırladıkları
materyallerle benliklerini sunabilmektedirler. Fotoğraf albümleri ve evde çekilmiş videolar
artık kişisel değildir, onlar artık fikirleri de ortaya koymaktadırlar. Benliğin sunumu bugüne
kadar araştırmanın nesnesi olarak görünenler için çok önemli hale gelmiştir.
- 34 -
Nitel araştırmalar yapılırken hem metin hem de görüntü bir takım işleme tabi
olmaktadır. Veri depolama, kodlama, hatırlatma notları alma, saha notları gibi…Bunlar
yapılırken çeşitli programlardan faydalanılmaktadır. Bu programlar farklı saha
çalışmalarından gelen veriyi ve görüntüler birleştirebilmekte ve çeşitli demografik verilere
göre sınıflandırabilmektedir. Teknoloji nitel çalışmaları da kolaylaştıracak bir takım
yardımda bulunmuştur. Ancak önemli olan veriyi teoriye transfer edebilmektir. Bir yazılımın
teori ve pratiği bir araya getirmesini beklemek ona haksızlık olacaktır. Burada sosyolojinin
görevi daha da kritik hale gelmektedir.
Prosser & Schwartz (1998)’e göre sahip olduğunuz sanatsal bakış ve teknik imkanlar
üreteceğiniz fotoğrafı etkileyecektir. Sonuçta sizin analiz nesneniz olan fotoğrafın toplumsalı
yansıtma gücü de bunlardan etkilenmiş olacaktır. Araştırmacı tarafından çekilen fotoğraflar,
veri toplama aşamasında sıklıkla bir görüşme cihazı olarak kullanılır. Bu çoğunlukla
“fotoğrafik uyarım” (photoelicitation) olarak adlandırılır ve bireylerle, gruplarla, çocuklarla
yapılan görüşmeler, görsel etkiye sözel etkiden daha kolay yanıt veren kimselerle daha etkin
kullanılabilir. Fotoğrafik uyarım, tek veya daha önce yapılmış bir analize dayanarak
araştırmacı tarafından bir araya getirilmiş, görüşmeci tarafından bir anlam ifade edeceği
düşünülerek hazırlanmış fotoğraf dizisidir. Bunun sonucunda herhangi bir fotoğrafın
yorumlanması ya da tartışılması mutlaka teorik bir çerçeve gerektirmektedir.
Rose (2007: 237-256)’a göre görüntüler araştırmacı tarafından da üretilebilir.
Sosyolojik araştırmada kullanılacak görüntüler, fotoğraf, harita, video kayıtları ya da
diyagramlar olabilir. Ancak bunlardan en yaygın kullanılanı fotoğraftır. Fotoğraf sosyal
araştırmalarda kullanıldığında; bilgi, etki ve tepkiyi beraberinde taşır. Fotoğraf yaşam
deneyimlerinin daha şeffaf temsilidir. Araştırmalarda kullanılan fotoğrafları şu şekilde
sınıflandırmak mümkündür.
 Destekleyici: Araştırmacının yorumlarına bağımlı olan fotoğraflardır. Araştırmacının
sorusuna cevap bulmak konusunda kanıt teşkil eder. Fotoğrafik uyarımı da bu
sınıflandırmaya dahil etmek mümkündür. Çekilen fotoğraflar mülakatı teşvik edici bir
biçimde kullanılmaktadır. Fotoğrafı belgesel şeklinde kanıt olarak kullanan fotoğraf
dokümantasyonu da bu gruba girmektedir.
 İlave: metne görsel destek sağlamak amacıyla kullanılan fotoğraflar bu kategoride yer
almaktadır.
Araştırma etiği fotoğrafın kullanıldığı araştırmalarda büyük öneme sahiptir.
Fotoğrafik uyarım her ne kadar basitçe mülakata bir fotoğrafı dahil etmek olarak yorumlansa
da mülakatta katılımcıyla yaptığınız görüşmede fotoğrafla pek çok konuya hatta konunun çok
farklı detaylarına bile erişebilmektedir. Fotoğrafik uyarım iki farklı şekilde sağlanabilir.
Birincisinde araştırmacının çoğunlukla da katılımcının sahip olduğu bir fotoğraf tartışılırken
diğerinde katılımcıdan bir fotoğraf çekmesi istenmektedir.
Fotoğraf dokümantasyonunda araştırma problemine ilişkin fotoğraflar çekilerek
araştırmaya katkı sağlanması beklenmektedir. Örneğin Suchar’ın 1997 yılında yaptığı
soylulaştırma kavramına ilişkin çalışmasında araştırma yaptığı sahanın fotoğraflarını çekerek
başlamış her fotoğrafın altına da saha notlarını iliştirmiştir. Bu notlar o fotoğrafın hangi
araştırma sorusunu cevapladığıyla ilgilidir. Bu notlarda bir çeşit kodlama sistemi kullanarak
fotoğrafları karşılaştırılabilir kılmıştır. Üçüncü aşamada ise ilk aldığı görüntüler üzerinden
daha detaylı tartışmak istedikleriyle ilgili ikinci fotoğraflar çekmiştir. İlave olarak kullanılan
fotoğraflar ise daha çok daha çok metnin doğruluğuna ikna etmek içindir.
- 35 -
Fotoğrafın kullanıldığı bu araştırmalarda etik kavramı bir parça daha ön plandadır.
İngiltere Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar konseyinin etik araştırma için koyduğu altı
prensip oldukça önemlidir. Bu prensipler:






Araştırma bütünlük içerisinde ve kaliteli olmalıdır.
Araştırma bünyesinde çalışacak herkesin amaçlardan, araştırmanın yönteminden
araştırma sonuçlarının nasıl ve nerede kullanılacağından, katılımlarının neleri
kapsayacağı konusunda bilgilendirilmelidir.
Kullanılan malzemenin anonim olacağı, örneğin fotoğrafların üzerinde varsa kişilerin
yüzlerinin buzlanması gibi.
Tüm katılımcılar gönüllü olarak projede yer almalıdır.
Katılımcılara zarar verilmesi engellenmelidir.
Araştırma bağımsız olmalı, çıkar çatışmaları engellenmelidir.
İşbirlikçi araştırma: araştırmayı katılımcılar üzerinde değil, onlarla birlikte yapmak için
kullanılır. Örneğin katılımcıların size poz verdikleri hallerde onları fotoğraflamak buna örnek
olarak verilebilir ancak bu durumda da o fotoğrafların nerede ve nasıl kullanılacağını onlara
anlatmak çok önemlidir.
Düşünümsellik: etkili işbirliği düşünümsel dikkat gerektirir. Buradaki düşünümsellik
araştırma yapan ve üzerinde araştırma yapılan arasındaki güç ilişkisinin sonuçları hakkında
farkındalık yaratmakla ilgilidir.
İzinler: fotoğrafı çekilen kişinin ya da mekan hak sahiplerinin izni mutlaka alınmalıdır.
Telif hakkı: eğer araştırmada kullandığınız fotoğraflar katılımcılar tarafından çekildiyse
herhangi bir yayında kullanılması için onların izinleri alınmalıdır çünkü fotoğrafın telif hakkı
onlara aittir.
Görüntüleri sahibiyle paylaşmak: eğer bir kişinin fotoğraflarını araştırmanızda kullanmak
amacıyla çektiyseniz o fotoğrafları o kişilerle paylaşmak uygun olacaktır.
Fotoğraf makinesinin işlevi önceleri araştırmaları desteklemek iken dijital
fotoğraflama, manipülasyon yapılacak anlaşmaların da doğasını etkilemektedir.
Çekim senaryoları (Shooting script) (Suchar, 1997) fotoğrafik bilgiyle ulaşılabilecek
araştırma konuları ve sorularının listesidir. Bu sorular teori temellidir. Dijitalin
yaygınlaşmasıyla gündelik olayların daha çok tartışılması daha çok Burawoy’un 2005
yılından bu yana ortaya kuyp yaygınlaştırmaya çalıştığı halk sosyolojisi yapılmasına olanak
tanımıştır. Oluşturulan yayınlarda görsel malzemelere daha çok yer verilmesi düşünülebilir.
Bir çok sosyologun kullandığı sosyal medya araçları, blogların yanı sıra yapılacak
araştırmalarda da görsel malzemelerin kullanılması araştırmaların daha çok bugünü
yakalamasına imkan tanıyacaktır. Bu yaklaşım aynı zamanda araştırmaların daha geniş
kitleler tarafından da sahiplenilmesini sağlayacaktır. Burada en kritik nokta her sosyolojik
araştırmada olduğu gibi teorik çerçeveyi ihmal etmemek, kullanılacak araştırma tekniği ve
aracı her ne olursa olsun temellendiği teoriyi tartışmaktır. Uygulamalı sosyoloji alanı
içerisinde çalışmalar yapan sosyologların halk sosyolojisini gözeterek görsel sosyolojiyi hem
fotoğrafik hem de sinematografik araçlarla zenginleştirilmesi bugün Türkiye’de çok fazla
örneğine rastlayamadığımız görsel sosyoloji çalışmalarının artmasını sağlayacaktır.
- 36 -
Facebook’ta yer alan görsel sosyoloji grubu, ISA (Uluslararası Sosyoloji Derneği)’nin
görsel sosyoloji tematik grubu (http://www.isa-sociology.org/tg05.htm) bu alanla ilgilenen
sosyologların paylaşımları ve tartışmaları için uygun platformlara birer örnek
oluşturmaktadır.
Ancak görsel sosyoloji yapılırken ya da bunu sadece fotoğrafa indirgemek gerekirse
fotoğrafla sosyoloji yapılırken etik unsurlara dikkat etmek katılımcıların haklarını korumak
oldukça önemlidir. Aynı zamanda çeken bizzat araştırmacı değilse fotoğrafçının haklarına da
katılımcının haklarına gösterine özen mutlaka gösterilmelidir.
Özel alanın kamusal taşınmasının bir yolu olan görsel malzemenin araştırmada
kullanılması bu hassasiyeti gerekli kılmaktadır. Sosyoloji, toplumsal değişimi, davranışları,
anlamları, motivasyonları çalışmaktadır. Görüntüler ise tüm bu olayların hafızası olarak
düşünülmelidir. Mülakat yapan ve katılımcı arasındaki ilişkiyi, özneler ve bağlamı, inançları,
ideolojileri, fotoğraf çeken ve fotoğraflananı, filmi yapanı ve filmi yapılanı yeniden
şekillendirmektedir. Ancak diğer veriyle görsel materyalin bir arada düşünülmesi önemlidir.
Kaynakça
Becker, H. (1974), Fotoğraf ve Sosyoloji, Toplumbilim, Fotoğraf Özel Sayısı, Ed. Gamze
Toksoy, Kemal Cengizkan, Sayı: 19, Bağlam yayınları, İstanbul, s.45-67 Harper: 1989.
Parmeggiani, P. (2009) Going digital: using new technolohies in visual sociology. Visual
studies, 24:1 71-81
Wynn, J. R. (2009). Digital sociology: Emergent technologies in the field and the classroom.
Sociological Forum, 24(2), 448-456.
Burri. R. V. (2012) Visual Rationalities: Towards a Sociology of Images. Current Sociology,
60 (1): 45-60.
Cipriani, R., Del Re (2012) Imagination and Society, Cognitive Processing.
Prosser, D., Schwartz, D. (2006) Sosyolojik Araştırma Sürecinde Fotoğrafın Yeri, Ebru Aykut
(çeviren). Toplumbilim, 19: 101-112.
Rose, G. (2007) Visual Methodologies: An Introduction to the Interpretation of Visual
Materials. Sage Publications: London.
Suchar, C. S. (1997) Grounding Visual Sociology Research in Schooting Scripts. Qualitative
Sociology, 20: 33-55.
- 37 -
Kişinin Kendisiyle Savaşımı Bağlamında Korku ve Şiddet
Üzerine, Toplumsal Bilinçaltından Çağdaş Birey Bilincine
Doğru Bir Çözümleme
Mehmet Uğur Neşşar
Benlik Savaşı
Nerdesiniz gündelik sertlik serdarları?
Neyin savaşında, neyin sabrındasınız?
Soluk yok, mideler öttürüyor duvarları.
Siz hala benliklerin savaşındasınız.!
—Hamit Saraç
Victor Davis Hanson, "Batı Savaşçılığının ürkütücülüğünden" bahsederken, Avrupalı
orduların iki milenyum boyunca "kafasını kaldıran her şeyi ezip geçmesini" Grek köklerine
dayandırıyor. Dick Cheney, George W. Bush'a "savaşın bir felaket fakat uygarlığın doğal
parçası" olduğunu dayatıyor. Robert D. Kaplan "gelişmenin başkalarını incitmekle
sağlandığı"nı söyledikten sonra Amerika'nın küresel liderliğini koruyabilmesi için "İçtenlikle
ve çekinmeden pagan Grek köklerine dönmesi gerektiğini" savunuyor. Birinci Körfez
Savaşının ünlü komutanı Colin Powell, "karşı konulamaz askeri güç"le Orta Doğu'ya
saldırırken, antik Grek’ten kalan, "Batıdaki bizler diğer uygarlıklardan mental ve spiritüel
olarak üstünüz; bu nedenle istila ettik" düşüncesinden cesaret alıyor(2). Tarihin yazılmaya
başladığı çağlardan bu yana hiç ara vermeyen savaş ve katliamların akla ve ruha
dayandırılmak istenmesini akıl nasıl kabul edebilir? İnsanların diğer insanlardan üstün
oldukları iddiasının uygarlık söylemi ile bağdaştırılmak istenmesini algılamak ve açıklamak
mümkün müdür? İnsanı bu kadar bencil ve savaşçı yapan nedir ve insanlık kavramı neden
şiddeti çağrıştırmaktadır?
Steven Pinker, bir yandan Darfour ve Irak'ta yaşananlara atıf yaparken diğer yandan,
16.yüzyıl Paris saraylarının vahşi kedi yakma "eğlencelerinden" günümüze doğru akan
süreçte insanın barbarlığının azaldığını, “modernitenin kurumlarının” bizleri daha "soylu"
yaptığını ve "insan türünün" gezegendeki en barışçıl dönemini yaşadığını iddia ediyor.
Dahası Pinker günümüzde eğlence amaçlı acımasızlık, işkence, ölüm cezası, devlet politikası
olarak istila, savaş suçu olarak tecavüz ve cinayetin “Batı’da” nadir yada hiç görülmediğini;
olup da açığa çıktığında ise lanetlendiğini söylüyor ve bunun oluşmasına “Batı’nın”, özellikle
de İngiltere ve Hollanda'nın önderlik ettiğini savunarak, 17. yüzyılda ortaya çıkan "Akıl
Çağının" bu değişimi tetikleyici işlev yaptığını ileri sürüyor(10). Pinker'in, Batı’da nadir
olduğunu ifade ettiği olayların tümünün bugün, Irak başta, tüm dünyada artarak gözlendiği
artık bir sır değilken, kurumlarının insanlığı daha uygar yaptığını iddia edilen modernite ile
barışçılığı tetiklediği dile getirilen akılcılığın, günümüzün post modern dünyası tarafından
reddedildiği bir gerçek değil midir?
Yirminci yüzyıl, dünyayı peş peşe kana bulayan iki büyük savaşla açılıyor. "Kurtarıcı
Bilimin", Nazi Almanya’sının inşasında ve ölüm kusan bir hortlağı andıran atom bombasının
- 38 -
üretiminde kullanılmasından sonra ruh bilim alanında; “aşkın(transandantal) metafiziği
reddeden, mantığa dayalı evrimci, gerekirci pozitivizm(Logical positivism) yerini; sosyal ve
organizyasyonel davranışın izlendiği, ırkçılık ve şiddetin malign kişilik tiplemelerinin
gelişimiyle ilgisini sorgulamaya yönelik bir sürece terk ediyor ve insanın doğası, bireysel
davranışının anlamıyla değerlendirilmeye başlanıyor”(8). Bilim ve rasyonaliteden uzaklaşma
sadece ruh bilim alanıyla da kısıtlı kalmayıp esas ve bizzat fiziğin kendisi, fiziğin babası
Einstein’ın görelilik kuramıyla sarsılıyor:
... daha sonra fizik biliminin kendisi top yekun bir paradigma
değişikliği yaşadı. Üç büyük yeni kuram mekanik
gerekirci(determinist) anlayışı yerle bir etti ve evrenin sanıldığı
kadar basit fiziki bir yapı olmadığını gösterdi. Bunlardan biri
Einstein'ın geliştirdiği rölativite kuramıydı. Rölativite kuramı
zaman ve mekân gibi en temel kategorilerimizin bile mutlak
nitelikte olmadığını söylüyordu. ... Bir masanın boyu evrenin
her yerinde iki metre değildi ve zaman da değişik yerlerde
değişik hızlarda akıyordu. Evrendeki en temel kategorilerin
rölatif olması düşüncesi daha sonraları post modern
düşüncenin yolunu da açan ana itki oldu. İkinci temel kuram
kuantum teorisiydi. Kuantum teorisi mekanik gerekirciliğe
vurulan en ciddi darbeydi. Evrenin temel yapı taşlarının yani
atomun ve atom altı parçacıkların ancak bir belirsizlik
kategorisi içinde kavranabileceğini gösteriyordu. Ayrıca artık
gözlemci de işin içine girmişti. Bir şeyi gözleme eylemi o
şeyin niteliğini değiştiriyordu ve gerçeklik artık kelimenin dar
anlamıyla nesnel gerçeklik değildi. Gerçeklik; olayları
gözlemleyen kişiden(bu bilim adamını da kapsıyor)bağımsız
bir kategori değildi ve nesnelle öznel arasındaki klasik sınırlar
kuantum teorisiyle çok daha flu hale gelmişti. Üçüncü büyük
kuram ise kaos teorisiydi. Kaos teorisi olayları lineer yani
doğrusal biçimde kavrama alışkanlığımızı sorguluyordu ve
evrendeki pek çok olayın non-lineer yapıda olduğunu
gösteriyordu. Bu kurama göre gerekirci süreçler bile önceden
tam olarak öngörülemez çünkü realitenin non-lineer niteliği
dolayısıyla başta çok küçük ve önemsiz gibi gözüken faktörler
bile zamanla o süreci belirleyen ana etkenler haline dönüşme
potansiyeli taşırlar (4)
Post modern dünyanın non-lineer, belirsiz ve öznel gözleme dayalı göreceli realitesi
böylece ortaya çıktı ve modern düşüncenin, özne veya bireyi öncelerken nesne yada ötekini
geri plana iten stabilitesinden; post modernitenin, ötekini kollayayım derken özneleştirip
ötekiliğini yok eden kaosuna geçildi:
Post modern düşünce ve -modernizmin ihmal ettiği öznedoğa'nın/özne-öteki'nin rehabilitasyonu amacıyla birlikte olanekolojik denge kaygısı her şeye özne payesi verir,...ötekini
özneye dönüştürür ... ötekinin ötekiliğini ortadan
kaldırır...ilişkiyi bütünüyle olanaksızlaştırır.... Modernizmin,
özneye ait değersiz tasarımları nesneye yansıtmasıyla
"hoyratça kullanım'"a, "kötü kullanım"'a izin veren ben
- 39 -
merkeziyetçiliği aşılmıştır, ancak sonuç bir kulanıl(a)mazlık
dünyası ile karşılaşmanın çaresizliği, ürkekliği ve
kaybolmuşluğu olmuştur. (5)
Özetle post modern yeni düzen, modernitenin yurttaşını bireyleştiriyorum derken
yalnızlaştırmış, edilgenlikten kurtarayım derken etkisizleştirmiş, özneleştiriyorum derken de
kişiliksizleştirmiştir. Önceleri, tek kutuplu, kapitalist yeni dünyanın, bilgisayar hızıyla
yarattığı gelişmelerle gözleri kamaşan insanoğlu; kısa süre sonra acımasız rekabet ortamından
ve girdabına kapıldığı tüketim çılgınlığından yorulmaya başlamış; artan iletişim ve sınırların
kalkmasıyla iç içe geçtiği farklı toplumlarla birlikte sürdürmekten önceleri haz aldığını
sandığı çok kültürlü yaşamdan ürkmeye ve giderek de diğer kültür ve inanç topluluklarını
yadsıyarak, ötekileştirmeye başlamıştır. Yeni dünya düzeni, tam “bu böyledir” kibriyle ebedi
hükümranlığını ilan etmeye hazırlanırken, beklenmedik biçimde çok kısa sürede sarsılmaya
başlayınca, insanlık kuyruğunu ısıran Uroboros1 misali adeta başladığı yere geri dönmeye;
bir başka deyişle içerisine sürüklenilen kaosla birlikte, ilk bilinçlenme dönemlerindeki
korkularıyla, bilinmeyen karşısındaki primitif tepkimeleri sanki geri gelmeye başlamıştır.
İnsanın bilinçlenmeyle birlikte ilk fark ettiği duygu korkudur. Başta vahşi hayvanlar,
gök gürlemesi, yıldırımlar, ateş püsküren volkanlar yanında; kendi hayal dünyasından
kaynaklanan ve gölgeleri arkasından mağara duvarlarına yansıyan şeytanlar ve hortlaklardan
korkan insan(6), ölümlü olduğunu algıladıktan sonra, ölümden sonraki bilinmezlik karşısında
özgüvenini de yitirerek, öğrenilmiş korku ve çaresizliklerinin en büyüğü ve yamanıyla
yüzleşmek zorunda kalmıştır. Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar ölüm korkusunun tek
bileşenli olmadığını, gelecekle ilgili olduğunu, ölümün kaçınılmazlık, belirsizlik, evrensellik
ve kalıcılık gibi özellikleri yanında kişisel katılım açısından da algılandığını, ölüm sonrası
bilinmeyene karşı duyulan sancılı hoşnutsuzluğa, kimlik ve haysiyet kaybı korkusunun eşlik
ettiğini ve nihayet ölüm korkusunun bilinçte ve bilinç dışında farklı, farklı formda oluştuğunu
ortaya koymuştur(8). Primitif insanın başta ölüm korkusu olmak üzere ilkel korku ve
ümitsizlikleri zaman içerisinde bazı inanç, hurafe ve ritüellerin doğmasına yol açmış; daha
sonra da, tanrıların doğaüstü güçleri ile hiddetleri büyücülerin kehanet, büyü, tılsım ve
muskalarıyla engellenmeye, yatıştırılmaya çalışılmıştır. İnsan, ne yaparsa yapsın ölüme çare
bulamayınca; ölümden sonra da yaşam olduğunu öngörerek, bu dünyada kalan bedeninden
ayrı bir ruhu(Tin) olduğunu fark etmiş/keşfetmiş/yaratmıştır. İnsana ölümsüzlük yanında
dünyada çekilen acıların telafisini de sunan tinsellik ya da spiritüalizm, kadim çağlardan
günümüze kadar; felsefeden, paganizm ve büyüye, semavi dinlere ve nihayet çağdaş ruh
bilime kadar sosyal yaşamda kendisine aralıksız yer bulmuş, insanın ezeli korkuları kadar
kalıcı olmuştur. Sonuçta, insanın zekâsıyla koşut geliştirdiği bilim yanında önemi artan
sosyal yapısı, günümüzde ölüm korkusunun ben ve ben ötesi yeni boyutlarını fark etmesini
sağlasa da; spiritüalizm, akla ve bilime yapılan atfın süreçte zayıflamasının da katkısıyla,
adeta aklın gelişmesine inat, yükselişini sürdürmüştür. Günümüz insanı, bir yandan psikiyatr
koltuklarını doldurup tüketim patlaması yaşayan antidepresanla akıl almaz paralar öderken,
diğer yandan tinsellik ve fizik ötesine ilgi hızla artıyor; gezegen, varlığını tehdit edecek
1
Uroboros (Ouroboros), eski zamanlardan kalma, daire şeklini alıp kendi kuyruğunu ısıran bir yılan, ejderha
figürüdür. Kendisini, bittiği andan başlayarak yeniden yaratan, tekrarlayan sonsuz döngüyü temsil eder.
Uroboros ayrıca, ilk baştan itibaren var olan ve yok edilemeyecek olan ilkel birlik fikrini anlatmak için de
kullanılan dinsel ve mitolojik bir semboldür. Carl Jung Uroboros’un, insan ruhu için arketipsel bir önemi
olduğunu, Jung’cu psikolog Erich Neumann ise ego öncesi bir alt durum(down state) ve insanın ayrışmamış
yeni yetmeliğini tanımladığını ileri sürmüşlerdir. http://en.wikipedia.org/wiki/Ouroboros
- 40 -
boyutta bir değişim süreci yaşarken, insanoğlu da belki yeni bir bilinçlenme düzeyine geçişin
sancılarıyla boğuşuyor.
Steven Pinker, vahşetin çok fazla olduğu kabile ve erken uygarlaşma dönemlerinde,
Kutlu Savaş'ın dayandığı siyasal haklılık anlayışının İbranilerden başlayarak, Hindu,
Müslüman ve Çinlilerde "soykırıma" varan zulme neden olabildiğini dile getiriyor(10).
Tarihin başlangıcında, ölümün varlığın sonu olduğunu algılayıp da, "var"lığı ve "varlığı"nı
sürdürebilmek için mücadele etmeyi ve nihayet gereğinde öldürmeyi öğrenen insan savaşla
erkenden tanışmıştır. Başlangıçta yiyecek maddesi bulmak amacıyla avlanmakla başlayan
öldürme süreci kısa zamanda şekil değiştirerek önce talan ve çapula, sonra da yandaşları,
kabilesi, kandaşları, ırktaşları, dindaşları için savaşa dönüşmüş; "haklı savaş, kutlu savaş"
icat olmuş ve savaşa evolusyon, biyolojik gerekircilik(determinizm) gibi gerekçeler
yakıştırılmaya çalışılmıştır(9). Savaş ve öldürme günümüzde Darfour’daki soykırım, El
Kaide saldırıları, canlı bombalarla yapılan katliamlar ve kahraman(!)komutanların, antik
köklerinin barbalığına atıf yaparak destanlaştırmaya çalıştıkları 2. Körfez savaşı formlarında
sürmektedir. Kısacası, sözde iki dünya savaşında olağanüstü sayıda insanın ölmesi üzerine
irkilip, daha sonra da faturayı modernite, akılcılık ve bilime kesen insanoğlu için hiç bir şey
ilk başlangıçtan çok da öteye gitmemiştir. Son noktada, Malezya Ulusal Fetva Konseyi'nin,
“Hinduizm esasları içerdiği ve Müslümanları yozlaştırdığı gerekçesiyle yoga yapmayı
yasaklaması”(13), yükselen huzursuzluğun; gerekirci pozitivizm ile nesnel gerçekliğin
reddeden post modern çağda da, hız kesmeden dalga, dalga dünyayı sarmaya devam ettiğini
açıkça ortaya koymaktadır.
Peki, bütün bu yazdıklarımın kişinin kendisi ile savaşımıyla ilgisi nedir?
İnsanın, kendi varlığıyla birlikte kendisi dışında varlıkların da olduğunu algılaması,
ötekinin farkına varmasının başlangıcıdır. Önce doğa olayları ve yabani hayvanlar olan öteki,
daha sonra kendisi dışındaki insanlara dönüşmüşse de; bireyin baş etmesi gereken esas
ötekinin kendi içerisinde gizli olduğunun anlaşılması için ruh bilimin gelişmesine ve bilinç
dışının keşfedilmesine kadar beklemek gerekmiştir. Bilinç dışının fark edilmesiyle birlikte
insanoğlu kendi içerisinde/etrafında/dışında bir ötekiyle yüzleşmek zorunda kalmış ve bilinçbilinç dışı, özne-nesne, ben-öteki, dişil-eril, doğurgan-buyurgan, doğa ana-gök tanrı, doğa-tin
biçiminde dillendirilebilecek ikilikler dizgesinin yarattığı bir çatışma içerisine sürüklenmiştir.
Bu ikiliklere tersten bakıldığında, toplumsal boyutta çatışma yaratan birçok sürecin köklerini
bireylerin bilinç-bilinç dışı ikilemine dayandırmak, yani kendi kendisiyle, kendi içinde
yaşadığı/yaşattığı çatışmasına kadar izlemek olanaklı görünmektedir. Diğer bir ifadeyle tek,
tek her birimizin içimizdeki ben ve öteki arasında, çok da insanca bir koruma dürtüsüyle
ortaya çıkıp, süregelmiş, kadim ve vazgeçilemez temel çatışma; insanın yerleşik yaşama
geçmesiyle birlikte, beraber yaşadığı diğer benzerlerininkilerle birikerek son kertede kabileler
arası, dinler arası, ırklar arası, kültürler arası, renkler arası, seksler arası vb. kolektif
çatışmaları yaratmıştır. Eğer bu böyleyse yani bireysel bilinç, kolektif bilinç dışında
birikebiliyorsa; antik çağlarda mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin, aslında kendi iç
dünyamızın derinliklerinden dışarıya fışkıran kendi kâbuslarımız olduğu ve tarihsel süreçte
erkeği iyi, kadını şeytan; beyaz tenli kadını iyi, esmer kadını düşük ahlaklı; sarı saçlıyı temiz,
lepiska saçlıyı günahkâr(vamp(ir)); beyaz adamı iyi, koyu tenliyi kötü; beyazı efendi, siyahı
köle olmaya mahkûm edenin(11); eğlence diye kedileri, cadı/şeytan diye kadınları, kötü diye
zencileri ve meydanlarda maketleri yakanın; üstünlük savıyla sıvanmış saldırganlıkların
özrünü antik çağlarda arayan Sezar'ları kendi elleriyle iktidar yaptıktan sonra atılan bombaları
ve açılan toplu mezarları TV kanallarından çekirdek çiğneyerek izleyenin ve nihayet
soykırım, Kutlu Savaş, Haçlı Anlayışı ve sömürgeciliği yeniden hortlatanın tek, tek her
- 41 -
birimizin, kendi iç seslerimizin evrensel korosundan başka bir şey olmadığı aşikârdır. Ve
dahi, henüz hiç birimiz içimizdeki kışları bir senfoniye dökebilecek kadar Tchaikovsky, ya da
kendi ölümlerimize ağıt yazabilecek kadar Mozart olamamış olduğumuzdan, bu koronun
hatırı sayılır bir süre daha sesini duyurmaya devam etmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Düşünebilmek için bilinç ve akıl gerekiyorsa, düşünce tarihi insanlık tarihi kadar eski
olmalıdır. İnsan, bilinçle algıladıklarını düşünerek yorumlayabileceğine göre algılanan tarihin
aslında insanın kendisi ile olan hesaplaşmasının zamanı aşkın evrensel günlüğü niteliğinde
olması gerekir. İnsan inanca da düşünce ve tefekkürle ulaşmıştır. Ancak sonraları, düşünce
çok çabuk yerini inanca bırakmış ve insanoğlu, gaybdan kendisine ulaştığına inandığı ve ön
yargısız bakıldığında onu iyiye sevk etmeye yönelik olduğu anlaşılan "Emir"lerle kendisini
yönetmeye başlamış/kolaycılığına alışmıştır. İnanç cendereye, yönetim de zulme döndüğünde
faturayı inanca kesip aydınlanma ihtiyacı duyan insan, çıkışı rönesansı yaşayıp dinde reform
yapmakta aramış, arkasından da akıl çağına ulaşmıştır. Bugünse spiritüalizmin yeniden
yükselişiyle birlikte akılcılık reddedilmekte ve bir kısır döngünün çemberi kapanmaktadır.
Tarihsel sürece biraz yukarıdan ve ön yargısız bakıldığında bu kısır döngü, çember ya da
cenderenin tekliği açıkça görülecektir. Diğer bir anlatımla aydınlanma ile ulaşılan
modernitenin bugün yadsınan baskıcı elitisizmiyle, kilise elitinin tiranizmi ve bugün post
moderniteyi, inkâr ettikleri elitlerinkine benzer bir kibirle dayatan neo-entelektüeller
tarafından özneleştirilerek, kullanılamazlığa mahkûm edilen ötekinin çaresizlikleri aslında iç
içe ve aynıdır. Yani apaçık gözlemlenmesine karşın aşılamayan ve hatta beslenen aynı ikilik
bukalemun gibi çağın konjonktürüne uygun renklere bürünüp, bürünüp karşımıza
çıkmaktadır. Buna göre avcı da, büyücü de, Sezar da, derebeyi de, papaz da, kral da, darbeci
de, elit de, hırsız da, özgürlük savaşçısı da, aymaz da, hain de her birimizin tek, tek iç
derinliklerimizde koruduğumuz küf kokulu mahzende, bir arada ve üstelik çıplak
dolaşmaktadırlar.
Aslında insanoğlu bilinçlendiği günden beri küf kokulu mağarasının çıkışını aramakta
ve bu arayışını felsefe, inanç, bilim ya da sanat gibi adlar taksa da aklıyla sürdürmektedir.
Harward'lı Profesör Steven Pinker çağımızda şiddetin azaldığını savını tartışırken; şiddetin
nedenlerinin insanın dünyayı algılamasındaki değişikliklerle açıklanmaya çalışılmasına atıf
yaptıktan sonra; günümüzde insanın doğasının fazlaca değişmemesi ve hala şiddeti
izlemekten hoşnut olmasına karşın, Avrupa modernizmi ile de ivme kazanan ve kognitif sinir
bilimcilerinin(neuroscientist) beyin kabuğu ön kısmı(prefrontal cortex)fonksiyonlarına
bağladığı, "kendi kendini kontrol etme, uzun dönemli planlar yapma ve başkalarının düşünce
ve duygularına değer verme" gibi beyin işlevleri sayesinde, insanların şiddet fantezileriyle
hareket etme eğilimlerinin azaldığını söylüyor. Pinker, agresyonun ortadan kaldırılması,
teknolojinin gelişmesiyle uzayarak kalitesi artmış olan yaşamın değerinin daha iyi
anlaşılması, malların serbest dolaşımıyla ticaret, iş gücü paylaşımı ve barışın, diğer insanların
canlısını ölüsünden daha değerli kılması ve nihayet insana genetik mirasla geçen empati
yeteneğinin başkaları ile iç, içe yaşadıkça, insanoğlunu aşıp hayvanları da kapsayacak
biçimde genişlemesiyle, diğer insanlar üzerinde avantaj elde etmeyi daha az düşünmeye
başlayan insanın, bundan sonra "Neden Savaş" yerine "Neden Barış" sorusuna yöneleceğine
inanıyor(10). Pinker yaklaşımında, algılama ile başlayıp, beyin ön kabuğu ve düşünce ile
devam etmek suretiyle aklı öncelediğine göre; post modernitenin kargaşasından çıkmak için,
Jurgens Habermas'ın dile getirdiği üzere "akılcılığın ve aydınlanmanın yeniden
keşfedilmesine" gerek olacağı aşikardır(12).
Bilinmeyene, metodolojik bir yaklaşımla açıklama aramayı temel hedef almış ve
dolayısıyla, bilinmeyenden korkmak bir yana, yeni bilinmeyenle karşılaşmaktan haz alması
- 42 -
gereken akılcılık ve bilimsel düşüncenin, yeni bir bilinmeyenler manzumesi karşısında
içerisine sürüklendiği yılgınlığını, çok sağlıklı saydığımız bireylerin umulmadık travmalar
karşısındaki yılgınlıklarına ve/veya, nöroz/psikozlarına benzetmek hiç de abartılı değildir. Bu
bakış açısıyla, savaş alanlarında on milyonların ölümü sonucunda ateşi yükselen insanlığın
içerisine sürüklendiği paradigma değişikliğini küresel bir nevroz olarak tanımlamak
uygundur. Akılcılığı yadsırken ötekinin ötekiliğini ortadan kaldırarak ilişkiyi
olanaksızlaştıran bu değişikliğinin, ancak; aklın farkındalık geliştirmesine karşın
algılayamadığı için ötekileştirdiği akıl dışına karşı duyduğu yabancılaşma, korku ve
yılgınlığı; süreç içerisinde, beyin ön kabuğunu daha da geliştirerek; farkındalığı ve
yabancılaşmayı geliştirenin de aynı akıl olduğunu algılamasıyla aşılabilmesi mümkün
görünmektedir.
King Crimson 1969 yılında çıkardığı "In the Court of the Crimson King" albümünde
yer alan "Epitaph" isimli şarkısında "Kahinlerin/peygamberlerin üzerine yazdığı duvarların
yıkıldığını, sessizliğin çığlıkları boğduğunu, her insanın rüyaları ve karabasanları tarafından
paralandığını ve gelecekte ağlayacağını hissettiğini" dile getirerek mezar taşındaki kitabede
"konfüzyon" yazılacağını söylüyordu(15). Günümüzde kapitalizm ve serbest rekabetin en
başarılı ve "Dünyanın en zengin insanlarından biri olan Gates, Davos'taki Dünya Ekonomik
Forumu'nda yaptığı açıklamada, “Kapitalizmin zengin insanlara olduğu kadar yoksul
insanlara da hizmet etmesinin bir yolunu bulmalıyız. Ben bunu 'Yaratıcı Kapitalizm' olarak
adlandırıyorum" diye konuşuyor(14). Küresel mali kriz, serbest rekabet şövalyelerini,
acımasızca eleştirdikleri korumacı/devletçi uygulamalara yöneltiyorlar. Sovyetler Birliğinin
dağılmasıyla komünizmin çökmesi üzerinden henüz 20 yıl bile geçmemişken karikatüristler
doların üzerine Carl Marx'ın resimlerini monte etmeye başlıyorlar. Post modern yeni dünya
düzeninin duvarları, Berlin duvarı kadar bile dayanamadan çatırdamaya başlıyor. Bill
Gates’in, "Yaratıcı kapitalizm"'i(!) ile yardım etmek istediği, günde 1 dolardan az gelirle
yaşamak zorunda bırakılmış bir milyardan fazla yoksul insan, bugün, üstelik de kapitalist
insan tacirlerinin bizzat kendileri tarafından, damarları ağzına kadar HIV ve sıtma ile dolu
olduğu halde konteynırların içerisine tıkılıp, taşınarak; şövalyelerin sırça köşklerinin etrafına
karabasan gibi yığılıyorlar. "Kural olmadığında bilgi ölümcül bir yoldaşa dönüşebiliyor ve
insanlığın kaderi, çeliği güneşin altında parlatan savaş makinelerine hükmeden aptalların
eline düşüyor(15). Ebu Garib'de, Guantanamo'da acı çeken; Bosna'da, Çeçenistan'da, Dünya
Ticaret Merkezi'nde, Darfour'da, Irak'da katledilen insanların acısından; uyuşturucu batağına
düşen, açlıktan ölen, etini satan erkek ve kadınların onursuzluğundan; delinen ozon
tabakasından, yok edilen yahşi yaşamdan, iklim değişikliğinden ve ekolojik dengesi
bozulduğu için homurdandığı anlaşılan gezegenden,
“bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler” diyebilen her birimiz tek, tek sorumluyuz ve içerisine sürüklendiğimiz nevrozdan
tek, tek çıkmayı başaramadığımız takdirde, yaktığımız ormanların ateşiyle yarattığımız
cehennemde yok olmamız kaçınılmaz görünmektedir.
Yaşam dikensiz bir gül bahçesi değil ve hiç de olmayacak. Soren Kierkegaard
"sağlıklı bir yaşamın, karşıtlıkların aşılması ile mümkün olabileceğini" savunuyor ve ekliyor:
"Sonluluk/sonsuzluk, imkan/gereklilik gibi karşıtlıkların çözülememesi insanın içinde hüsran
oluşturur. İşte insan olmanın özü bu hüsranda aranmalıdır, mutlulukta değil.", Amerikalı
spiritualist Ken Wilber ise "İnsan ölümden korktuğu için kendi kendini öldürür" diyor(3).
Mustafa Merter "Varoluşçuların son sorular diye tanımladığı ölüm, anlam, özgürlük ve
yalnızlık gibi, cevapları cüzi akılla verilemeyecek soruların...orta bilinç dışının üst
katmanlarıyla, üst bilinç dışının sınırında" sorulmaya başlandığından söz ediyor ve çıkışı
"Tevhid"de arıyor(3). Bilgin Saydam mistisizmi vurgularken, "mistik olmak için dindar
olmak gerekmediğinin" altını çiziyor(5). İnsanın kendi kendisiyle savaşımını başarıyla
- 43 -
sürdürebilmesi için farklı bir yaklaşım ve yöntem peşinde görünen herkes aslında, bir
biçimde ben ve öteki ikileminden çıkmanın yollarını arıyor. Bunun için en kısa/ yol derin
psikolojik yada felsefi çözümlemeleri bir anlığına bir kenara bırakıp, içimizde beslediğimiz
ayrışmayı isimler takmaya çalışmadan ve iddiasızca buluşturmak; aklı yada ruhu
sorgulamadan, ötekileştirmeden, özneleştirmeden, zorbalaştırmadan, krallaştırmadan yada
tanrılaştırmadan barıştırmak gibi görünüyor. Bulunduğumuz noktada yükselen spiritüalizm
akıl-inanç/doğa-tin ikileminin Uroboros’unu diriltme eğilimi gösteriyor. Bireysel hak ve
özgürlüklerle, ötekini öncelendiği günümüz dünyasında kimseye bir çözümün öğretilmesi ve
dayatılması söz konusu olamayacağına göre, her bireyin bu durumu kendi iradesiyle
içselleştirmesi ve bu savaşımı kendi başına vermesi gerekiyor. Her birimiz, tıpkı da kuantum
fiziğinin belirsizlikler boşluğunda devinip duran atom altı parçacıkları gibi kendi küçük
sınırlarımız içerisinde oraya buraya savrulurken, aynı zamanda maddeyi de
oluşturduğumuzun bilincine varabildiğimizde sorun büyük oranda aşılacak gibi
görünmektedir.
Mitolojinin kolektif bilinçaltını yansıttığı düşünülmektedir(5). “İnsanın evrim
sürecine ışık tutan karakterlerin doğa güçleri, şeytanlar ve canavarlara karşı verdikleri
savaşlarının kahramanlık öyküleri mitler ve destanlarla günümüze taşındı; uğur, tılsım ve
büyünün gücüne bugün de inanılmaya devam ediliyor”(6). Diğer bir anlatımla mitler
insanlığın tarih boyunca biriktirdikleri bilgi ve deneyimlerini kuşaklar ötesine ve bugüne
taşıyor. Çağdaş liderlerin mitolojiye atıf yapmaları adeta bunu doğrulamayı amaçlamakta.
Eğer öyleyse, aldatılan kardeşi Menelaos’un intikamı için tarihin en büyük ordusu ile
Truva'yı yerle bir eden Agamemnon'un, zaferle geri döndüğünde aldatan karısı Clytemnestra
tarafından katledilmesiyle; ölümsüz kılınmaya çalışılan büyük savaşçı Achilleus’un, çelimsiz
Paris’in okuyla can vermesinin, günümüze basit bir ironiden çok daha derin bir mesajı olması
gerekiyor.
“James Joyce'un Ulysses'inde Homeros'un Odysseus'uyla özdeşleştirdiği kahramanı
Leopold Bloom'u, bütün sıradanlığına karşı, sıra dışı epik bir kahraman yapan, onun
sevecenliğidir. Eser içerisinde Bloom'un kediler, kuşlar, köpekler, ölüler, hainler, körler,
yaşlı kadınlar, doğum yapan bir kadın ve yoksullara karşı gösterdiği teklifsiz empati,
Odysseus'un yolculuğu sırasında karşılaştığı sayısız engelle "baş edişine" eş tutulmuştur”(1).
“..Oysa “olağan”, olağanüstü olmak durumundadır ve öyledir de, her ne kadar edebiyatın
başlangıcına dönecek olduğumuzda aklımıza Homeros gelirse de, Shakespeare belki başka
herkesten iyi göstermiştir bunu. Olağan durum ya da kişi ya da şey sıradandır…Ve
(Shakespeare) özel değil, çok sıradan olduğu için, kusursuz değil, kusurlarla dolu olduğu
için, herkes gibi olduğu için yapabildi bunu.”(16). Sıradanlık ve sevecenlik, öfke ve hiddetten
daha kalıcı görünüyor. Steven Pinker’in sözünü ettiği “empati yeteneğinin” kadim çağlardan
günümüze sadece “genetik mirasla” değil, mitoloji ve edebiyatla da geçtiği aşikar. Sınırların
ortadan kalktığı post modern dünyada, “başkaları ile iç, içe yaşadıkça, insanoğlunu da
aşarak hayvanları da kapsayacak biçimde genişleyen” empatinin ezeli ikilik ve çatışmaları
aşmada büyük yeri olduğu da kesin. Bunu başarabilmek içinse, bireyselden toplumsala her
boyutta, “diğerlerinden mental ve spiritüel olarak üstünlük” kibir ve saplantısından
vazgeçebilmek gerekiyor.
Homeros’un iki destanı, İliada ve Odyssey, birbirine zıt anlayışlarla bir ikiliği
yansıtıyor: Yaşlı Homeros, on yıl süren Truva savaşından çıktıktan sonra, sevgili güzel karısı
Penelope’nin kendisini beklediği İthaca’ya ulaşmak için bir on yıl daha türlü engellerle
mücadele etmek zorunda kalan Odysseus’un öyküsünü anlattığı Odyssey’de; İliada’daki “eril
militarizmini açıktan reddetmese de, dişil duyarlılıkla yazılmış uzun, epik bir anlatımla
- 44 -
olumsuzlamaktadır”. Ithaca, gerçek hayatta yaşadığımız belirsizliğinin yarattığı
tatminsizliğin ötesinde iyi bir yer, bir ütopya, kayıp ideal ya da William Butler Yeats’in
ifadesiyle “güzellik ve masumiyet”tir. Yirminci yüzyılın İskenderiyeli şairi Constantine
Cavafy, Odyssey’i yaşam yolculuğunun bir metaforu olarak görmekte ve yolculuğun sonunu
yolculuğun kendisi kadar önemsememektedir(2). O halde içimizdeki militarist erili, gene
içimizde taşıdığımız yaratıcı, sevecen dişille; toprak anayı, gök tanrıyla; inancı, düşünceyle
bütünleştirebilmek ve Leopold Bloom’un yaptığı gibi “fırtınalar, dev girdaplar, insan eti
yiyen tek gözlü devler, çok başlı canavarlar, felç eden bitkiler; erkekleri içirdikleri şarapla
domuza çeviren, güzel sesleriyle söyledikleri şarkılarla onların akıllarını başlarından alıp
gemilerini kayalıklara çarptıran ve nihayet boğulmaktan kurtarma karşılığı esarete zorlayan
kadınlarla(1), sıradanlık, sevecenlik ve empatiyi kaybetmeden ve bu uzun mücadelede, yani
yaşamda neyi elde edeceğimiz hesabıyla değil de nasıl yaşadığımızı düşünerek mücadele
edebilmek gerekmektedir.
İnsanın içindeki savaş hiç bitmeyecek, bitmesi de gerekmiyor ve belki bitmemesi daha
doğru. Mitler bize kolektif bilinçaltından sesleniyor, bizse yanıtını pek övünerek
koruduğumuz çağdaş, özgür birey bilinci ile vermeliyiz. Mitlerle konuşulduğunda bir insan
ömrü süresi anlamsızlaşıyor; dün, bugün ve hatta yarın bu ana indirgeniyor. Yaşam ve ölüm
bütünleşiyor ve anlamsızlaşıyor. Korkular kaybolmasa da etkisini yitiriyor ve ben
diğerkâmlaşabiliyor. İnsan ancak bu noktaya varmayı başarabildiğinde, “köklerine” doğru
bakıp orada“şiddet ve savaşı” değil, “kadim düşünce mirasını ve inancı, antik pagan
kökleriyle bütünleştirerek karanlıklar arasından geçirenleri(17)” görmesi mümkün oluyor.
Ithaca’ya giden yol da işte o an açılmaya başlıyor.
Kaynakça
(1): SparkNotes Editors. “SparkNote on Ulysses.” SparkNotes LLC. 2003.
http://www.sparknotes.com/lit/ulysses/ (accessed April 25, 2012).
http://www.sparknotes.com/lit/ulysses/themes.html
(2): Thomas Cahill, Sailing the Wine-Dark Sea", First Anchor Books, 2004.
(3): Mustafa Merter, Dokuz Yüz katlı İnsan, Kaknüs Yayınları, 5.Baskı, 2008.
(4): Ümit Erol, 6 Ekim 2004, http://www.gazetem.net/uerolyazi.asp?yaziid=44
(5): M. Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci, Metis Yayınları, 1997.
(6): "Chapter 13: Introduction." Gale Encyclopedia of the Unusual and Unexplained. 2003.
Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>.
http://www.encyclopedia.com/doc/1G2-3406300274.html
(7): James D. Hart and and Phillip W. Leininger. "Will to Believe, The, and Other Essays in
Popular Philosophy." The Oxford Companion to American Literature. 1995.
Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>.
http://www.encyclopedia.com/doc/1O123-WlltBlvThndthrssysnPplrPh.html
(8): WATTS, FRASER. "Psychology." Encyclopedia of Science and Religion. 2003.
Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>.
http://www.encyclopedia.com/doc/1G2-3407200232.html
(9): http://www.brainandevolution.blogspot.com/2008/02/why-we-kill-each-other-evolutionof-war.html
(10): http://www.edge.org/3rd_culture/pinker07/pinker07_index.html
(11): Leslie A. Fiedler, Love and Death in the American Novel, Dalkey Archive Pres Books,
Second Printing 2003.
(12): Nazım İrem, Radikalleştirilmiş Aydınlanma Projesi Kıyısında Entelektüeller ve Jurgen
Habermas, Doğu Batı Dergisi, 35. Sayı, Sayfa 209-231, 2006.
- 45 -
(13): http://www.haber7.com/haber/20081122/Malezyada-Yoga-fetva-ile-yasaklandi.php
(14): http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=14247
(15): http://www.hitslyrics.com/k/kingcrimson-lyrics-2178/epitaph-lyrics-104331.html
(16): Martin Seymour Smith, Yüzyılların 100 Kitabı, Sayfa 231-232, Boyner Holding
Yayınları, 1998
(17): Thomas Cahill, How The Irish Saved Civilization, First Anchor Books, 2006
- 46 -