Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği 1 www.islamdaveti.com NASLARIN DELALETİNİN KATİLİĞİ VE ZANNİLİĞİ Ebu Ubeyde 2 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği Delillerin Kati veya zanni oluşları iki yöndendir; İspat ve delalet... SUBUT CİHETİNDEN NASLARIN KATİLİĞİ Subut açısından nasların katiliği tek bir dereceye bağlı değildir. Subut açısından Kuranın ve aynı şekilde mütevatir sünnetin kati olduğunda hiçbir şüphe yoktur.1 Âlimler arasında ihtilaf vahid haberin katiliği noktasında hasıl olmuştur. Kitap ve sünnet şeri delillerin kati olanlarıdır Kuran'ın ayetleri Allah subhanehu ve teala’nın mükelleflere ahkamını beyan ettiği sözleridir. Hükmün tamamı, aslı Allah subhanehu ve teala’ya aittir. Allah dedi ki; “ Hüküm yalnızca Allah’a aittir.” 2 Teşrinin ilk kaynağı okunan kurandır. Bununla beraber ikinci kaynak ise metlu olmayan Resululllah sallahu aleyhi ve sellem’in sünnetidir. Allah’ın dediği gibidir; “ O hevasından konuşmaz. Onun konuştuğu ona vahyedilendir.”3 Bunun dışında var olan hiçbir şey hüccet olmaz ancak o şey bu ikisinden birine dayanırsa o müstesnadır. Örneğin kıyasın kendisi kitap ve sünnetten muhakkak bir aslı var olmak zorundadır ki hüccet değeri kazanabilsin. Mütevatir haberin katiliği Öncelikle mütevatir ve haber kelimelerinin manaları ile başlamak gerekmektedir. Haber kelimesi, şeriat âlimleri katında şu manalara gelmektedir; Fahrur Razi dedi ki; “ Zaruri olması sebebi ile sınır ve resimden mustağni olan demektir.”4 Harameyn dedi ki; “ İçerisinde doğru ve yalanın girdiği şeydir.” 5 1 Mütevatir olan rivayetin katiliğinden ihtilaf yoktur. Ancak şaz olan kıraatin hükmü noktasında katilik söz konusu edilmemiştir. Ancak kendisi ile istidlal yapmak meşru sayılmıştır. 2 Enam 57; Yusuf 40 3 Necm 3-4 4 Mahsul 4/221-222 5 Burhan 1/367 3 www.islamdaveti.com Gazali dedi ki; “ Tasdik ve tekzibe ulaşan sözdür.”6 Hadis Âlimlerinin yanında ise; “ Hadis ile aynı manadadır.” 7 Mütevatir; kelimesine gelince; Lugatta; Ard arda gelmek ve birbirini takip etmek manasındadır. Usulcülerin tevatür tanımlarına geldiğimizde ise; “ Sözlerinin ilmi hâsıl ettirdiği büyük toplumdan ulaşan haber demektir.”8 “ Haber verilen bilginin ilim ifade etmesini anlatan ibaredir.” 9 Hafız İbnu Hacer Hadis âlimlerinin mütevatir haberin şu dört şartı barındıran haber olduğuna dair bir nakilde bulunmuştur. Bu dört şart şunlardır; - Yalan söylemekte toplanamayacak büyük bir çoğunluğun varlığı, Baştan sona kadar bu sayı ile aktarılması, Sonun dayandığı yerin hisse dayanmasının varlığıdır. İşitenlerin işittikleri haberlerde onlara arkadaşlık etmiş olmalarıdır.”10 Bu yüzden mütevatir haber kesin ilim içermektedir. İbn Hazm dedi ki; “Topluluğun topluluğa naklettiği ve Nebi sallahu aleyhi ve sellem’e ulaşan haberdir. İşte bu öyle bir haberdir ki iki Müslüman onu almanın vacipliğinde ihtilaf etmez. Bu haberde bunun galibi için katilik ifade eder.”11 6 Mustasfa 2/131 Bu tanım lugat ehlinin yaptığı tanımlarla da mutabıktır. Daha fazla bilgi için; Lisanul Arab 2/131-133; Sahhah 1/278; Kamusul Muhiyt 1/170 8 Mahsul 4/227 9 İhkam Fi Usulil Ahkâm Lil Amidi 1/258 10 Nuzhetun Nezar 56-57 11 İhkamul Ahkâm Libni Hazm 1/116-117 7 4 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği Vahid Haberin Katiliği Vahid haberin tarifi; “ İlim ifade eden haberlerin tevatür derecesine ulaşmayanlarıdır.”12 Amidi dedi ki; “ Tevatür sınırında olmayan haberlerin adıdır.” 13 Hafız ibn Hacer muhaddislerin ıstılahında şu manaya geldiğini zikretti; “ Mütevatirin şartlarını toplamayan haberdir.”14 Asıl itibarı ile Mütevatir haber ile Ahad haber arasında bir haber çeşidi yoktur. Bazı usulcülerin bahsettiği ‘Müstefid’ haber aslında vahid haberin müsemması içerisindedir. Bu müstefid haber ile beraber meşhur hadiste vahid haberin bir çeşididir. Usulcülerin çoğu bu iki haberi vahid haberin bir bölümü olarak zikretmişlerdir.15 Meşhur haber şudur; İkiden fazla kişinin haber verdiği ve tevatür derecesine ulaşmayan haber demektir. Bir haber meşhur diye isimlendirilir ki o haberin açıklığından kaynaklanır. Bu haber için müstefit haberdir diyen usulcü ve hadisçi fakihlerden bir cemaat imam bulunmaktadır. Çünkü bu haber insanlar arasında yayılıp dilden dile dolaşmıştır. 16 Usulcüler vahit haberin ilim ifade etmesi için karinenin varlığını gerekli saymışlardır. İbn Hazm dedi ki; “ Delil alanların delil aldığı vahit haberin her birinin şu sıfatının; yalan ve vehmin var olabilmesidir ki bu durum onların söylediği gibidir. Ancak hissi bir burhanın gelmesi veya nakledilen bir burhanın gelmesi ile ilim gerektirir ki oda zaruri nas olur. Şüphesiz ki Allah subhanehu ve Teâlâ bazı haberleri bundan beri etmiştir. Delili ile bu haberi yalan ve vehmin varlığından çıkarmıştır. Öyleyse biz şu görüşü alırız ki burhanların varlığı ile adil ve Nebi sallahu aleyhi ve sellem’e uzanan vahit haberin şeriat ahkâmında ilim ifade eder. Kesinlikle bu habere yalanın ve vehmin girişi caiz değildir.” 17 12 Mustasfa 2/179 İhkam Fi Usulil Ahkâm 1/274 14 Nuzhetun Nazar 70-71 15 Kevkebul Münir 2/345; İrşadul Fuhul 1/207 16 İbnu Hacer Nüzhetun Nazar56-57; Fethul Mugiys lis Sahavi 3/32-33; Tedribur Ravi Lis Suyuti 2/173 17 İhkamul Ahkâm Libni Hazm 1/133-136 13 5 www.islamdaveti.com Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah dedi ki; “ Şeriatta vahit haberin kabul edilmesi ve ilim ifade etmesine bağlı olan mesele; Akıllılardan kimse söylemez ki her tek kişinin haberi ilim ifade eder. Birçok insan bunun red edilmesi noktasında birçok araştırma yaptılar.” 18 İbnul Kayyim dedi ki; “ Bazı usulcüler hiç kimsenin söylemediği bir yalanı söylediler. İmam Ahmed’den gelen bir rivayete göre vahit haber karinesiz ilim ifade eder sözüdür. Bu her haber hakkında onların yanında değişmeyen sözdür diye nakledilmiştir. “ “ Bunlar Allah için ne acayipliktir. İslam’ın imamları hakkında bu yalanı yüksek sesle söylemekten insanlar hayâ etmezler mi? Ancak bunlar ve misalleri yaptıklarında özürlüdürler. Çünkü onlar insanların sözlerinin lazımı ile söz nakletmeyi caiz sayanlardır. Onlar ki sözlerin lazımlarını ıstılahlarında mezhep kılanlardır.”19 Özet olarak usulcüler arasında meşhur olan vahit haberin hüccet oluşunda değil de o vahit haberin kayıtlanmasında aslen fakihlerin ihtilaf ettikleri görülmektedir. Muayyen bir şahsın hakkında yalan ihtimalinin varlığı sahabe dışındakiler için geçerlidir. Çünkü sahabe adil sayılmıştır. Çünkü sahabenin adaleti Allah’ın onları tezkiye etmesi ile subut bulmuştur. Bu ayetler; “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli inanmış olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar olmakla beraber, çoğu yoldan çıkmıştır.”20 “Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki razı olmuştur” 21 “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan 18 Müsvedde 244 Savaigul Mursele 2/445 20 Ali İmran 110 21 Fetih 18 19 6 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği hoşnuddurlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.”22 “Allah'ın yardımı sana ve sana uyan müminlere yeter.” 23 Hafız ibnu Hacer dedi ki; “ İşte bunların hepsi adaletlerinin katiliğini kapsamaktadır.”24 Aynı şekilde Kuranın dışında sünnette de birçok sahabenin temizliğini anlatan ve onları tezkiye eden naslar bulunmaktadır. Bunların hepsi de onların adaletini ortaya koymaktadır. Hatib El Bağdadi dedi ki; “Bu konudaki haberler çok daha genişletilebilir. Hepsi de Kuran’da sabit olanlara mutabıktır. Bunların hepsi sahabenin temizliğini, adaletini ve nezahetini kati kılmaktadır.”25 NASLARIN DELALET YÖNÜNDEN KATİLİĞİ Birinci konu; Nassın katiliği Nas noktasında delaletin katiliği kısımlara ayrılır Nassın katiliği hakkında konuşmadan önce delaletin âlimler katındaki taksimatlarını açıklamak gerekir ki ta ki nassın yeri beyan edilmiş olsun. Âlimler lafzın delaletini lafzın kendisi ve delalet ettiği mana ile alakasına göre farklı sayılarda farklı kısımlara ayırmışlardır. Sonra âlimler lafız ve delaletleri noktasındaki alakalarını tek bir menheç kılmadılar. Öyle ki bu konuda şöhret bulan Hanefiler ile cumhur arasındaki meşhur ihtilaf söz konusu olmuştur. Ancak âlimlerin bu taksimatlarında lafzın manasının açık olması ile katiliğe ulaşması ve açık olmaması sebebi ile katiliğe ulaşmaması noktasında Nas ve zahir diye iki ayrı taksimatta bulunmuşlardır. 22 Tevbe 100 Enfal 64 24 İsabetu Fi Temyizis Sahabe 1/7 25 Kifayetu Lil Hatib El Bağdadi 96 23 7 www.islamdaveti.com Hanefilerin bunun karşısında yaptıkları taksimatları ise Zahir, Nas, Müfesser ve Muhkem taksimatıdır. Mananın dışındaki ihtimalli lafız -ki işte o racih olandır- onun adı ‘Zahir’dir. Delalet ettiği şey hiçbir ihtimal taşımayan bir açıklıkta ise işte o da ‘Nas’tır. Bu Cumhurun taksimatıdır. Hanefilerin yanında ise Nassın zahirinde ortaya çıkan lafzın ihtimal taşıması, tahsis ihtimalinin var olması ve nesh ihtimalinin var olmasıdır. Eğer lafız bu zikredilen 3 ihtimali de bünyesinde bulunduruyor ise ‘Zahir’ ıstılahındadır. Birinci ihtimalin dışında nesh ve tahsis ihtimali taşıyor ise ‘Nas’ tır. Eğer diğer iki ihtimalin dışında sadece nesh ihtimali taşıyor ise ‘Müfesser’ dir. Eğer bu ihtimallerden hiç birini taşımıyor ise işte o ‘Muhkem’ dir. Hanefilere göre burada zikredilen 4 mertebeden zahirin dışında geri kalanların hepsi katidir. Ancak bütün bu taksimatlar ve izahlardan sonra şuraya işarette bulunmakta fayda vardır ki Hanefilerden sonraki fakihler arasında kendi mezhebine muhalefet ederek bu konudaki taksimatı Cumhur âlimlere göre yapanlar olmuştur. Bu konudaki Hanefilerden özellikle Semerkand beldesindeki Hanefi fakihlerinin ihtilaflarını Alâeddin Semerkandi ‘ Mizanul Usul’ kitabında izah etmiştir. Nassın tarifi; İbnu Faris dedi ki; “ Nun ve Sad sahih asıldır. Bu yükseldi, yükselmek ve bir şeyi sonu manasına delalet eder. Onların şu sözü bundandır ki; ‘ Hadisin falana olan nassı’nı yani ona kaldırılmasıdır… Her şeyin nassı bittiği yerdir.”26 Ancak ıstılahtaki tanımına gelince iki tane tarif sabit olmuştur. 26 Mucemu Magayisil Luga 5/356-357 8 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği Birincisi; Ne uzaktan ne de yakından hiçbir ihtimalin var olmadığı lafız manasındadır. İkincisi; delilin zıddı kabul edilebilecek bir delil ihtimalinin olmadığı lafızdır. Yani ilim ehlinin genel tanımlamalarından hiçbir ihtimali barındırmayacak bir şekilde lafzın delaletinin çok açık olduğu ve ihtimal taşımadığı lafızlardır neticesi çıkmaktadır. Bu yüzden İmam Şevkani rahimehullah usule dair yazdığı güzel eserinde usul fıkh ilmine dair mukaddimeler anlattığı bölümde usulül fıkhın mevzusunu şu lafızları kullanmıştır; “ Şu sözümüz gibidir; Emir vacipliği ifade eder. Ya da zati arızlardaki şu sözümüz gibidir; Nas kati bir şekilde delalet ile işaret ettiğinde delildir…”27 İmam Şafi rahimehullah dedi ki; “ Beyan toplayıcı bir isimdir. Öyle ki asılları bir araya toplayan bunlardan da furuların türediği bütün manaları içine almaktadır…” İmam Şafi bu sözleri yeryüzünde ilk yazılan usul kitabı olan ‘Risale’nin hemen girişinde ilk başında sarf etmiştir. Çünkü bu ilim şeri hitabın ve o hitaptaki mananın doğru anlaşılması için gerekli olan şeydir. Bu sözleri sarf ettikten sonra şöyle söylemiştir; “ Bunlardan bazılarının bazılarına oranla beyanı daha tekitlidir.” Bunlardan sonra konumuz ile alakalı olan şu sözleri sarf etmiştir; “ Yarattıklarına nas olarak şunları beyan etmiştir; Bütün farzların genelinin vacip olması gibi. Örneğin namaz, zekat, hac, oruç gibi şeylerin vacipliğidir. Aynı zamanda gizli ve açık olan bütün fuhşiyatı onlara haram kılmıştır. Zina, içki, ölü eti, kan ve domuz etini de haram kılmıştır.”28 Daha sonra İmam Şafi rahimehullah nas niteliği taşıyan delilleri şöyle misallendirmiştir; 27 28 İrşadul Fuhul; Usul ilmine giriş Babı Risale 21 9 www.islamdaveti.com “ Allah dedi ki; ‘ Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen bir kurbanı kesmesi gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç memleketine döndüğünde ise yedi olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam on gündür.’29 Bu ayet açıkça beyan ediyor ki bu hitabın yapıldığı kimse hacda ki 3 gün ve döndüğündeki 7 gün ile beraber tam olarak on güne tamamlamış olur.”30 İmam Şafi yine bu konuyu şu misal ile örneklendirmiştir; “ Allah dedi ki; ‘ Musa ile 30 geceye vaadleştik. Sonra on gün ile tamamladık. Rabbinin tayin ettiği 40 geceyi buldu.’31”32 Bu iki ayette de kati olan şey 10 günlük orucun vacipliği ve Allah subhanehu ve teala’nın Musa aleyhisselam ile 40 gün vaadleştiğidir. Ebu Bekir El Bakillani ‘nas’ tanımını şöyle misallendirmiştir; “ Allah celle celaluhu dedi ki; ‘ Muhammed Allah’ın resulüdür’ 33 Bunun misali, kendisinde kast edilen muradın hiçbir ihtimal ve hiçbir sorun taşımadığı zahir naslardır.”34 İkinci Konu; Umumun katiliği Bu konuda irdelenmesi gereken bir diğer durum ise Kuran ve sünnette var olan nasların umumu yoksa has mı olduğunu bilmektir. Öncelikle hassın tanımı ile başlayacağız sonrada inşallah umumun tanımını yapacağız. Has şu demektir; kendisi malum olan bir isimlendirmeye delalet eden lafızdır. İmam Zerkeşi ‘Bahrul Muhiyt’ adlı eserinde bu şekilde tanımlamıştır.35 Âlimler hassın üzerine katiliğin itlak edilmesini caiz görmüşlerdir.36 Burada şurası önemlidir ki genel lafız tahsis ihtimalini taşıdığı için burada 29 Bakara 196 Risale 26 31 Araf 142 32 Risale 26 33 Fetih 29 34 Takrib vel İrşad 1/340-341; 431-432 35 İbnul Hacib 2/108; Muhtasarur Ravda 2/550; Bahrul Muhiyt 3/240; Tarifat Curcani 95 30 10 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği katilik itlak edilmezken has olan tahsis edilmiş olan hüküm katilik taşır ki o genel hükmün mukabilinde özelliği beyan edilendir. Bu yüzden has olana katilik verilmiştir. Bunu anlamak için bir örnek vermek yerinde olacaktır. Örnek olarak Müslümanlar lafzını elimize alacak olursak; şüphesiz bu söz Âdemoğullarından her bir Müslüman ferdi kapsayan genel bir lafızdır. Eğer denilirse ki ‘Müslümanlara ikram edildi’ bu sözde kesinlik ifade eden yer ve kati olan durum Müslüman olmayanların bunun dışında kalmalarıdır. Kati olarak burada has olan Müslümanlar lafzı ile ancak inananlara ikram edildiğini ifade eder. Ancak zahirinde Müslümanların genel ifadesi içerisinde her bir Müslüman ferdin var olup olmadığı irdelen ildiğinde burası katilik ifade etmeyecektir.37 Umumun(genel) tarifi; Cevheri dedi ki; “Genel özel olanın zıddıdır… Bir şeyin umum olması onun genel olmasıdır.”38 Ancak usul âlimlerinin ıstılahlarına gelince; Umumun katiliği şu demektir; bir lafzın genel manasının bütün yönlerini ve vecihlerini kapsayıp kapsamadığına mücerret olarak her halinin katilik ifade edip etmediği noktasında yakin olunmasıdır. Genelin misali şudur; Allah subhanehu ve Teâlâ dedi ki; “ Hırsız erkek ve kadının elini kesin…”39 Umumun hüccet oluşunu söyleyen herkese göre bu ayette el kesme cezası her türlü hırsızlığı kapsamaktadır. İşte burada esas olan şudur ki ayette her hırsızlıkta kesin olarak kesmek kast edilmiş midir yoksa her hangi hırsızlardan birisi bundan istisna edilmiş midir? Yani eğer biri erkekler der ise bu bütün dişilerin dışındakileri kast etmiştir. Ancak sözü konuşan kişi bunun ile bütün erkekleri ferd ferd mi kast etmiştir yoksa onlardan bazılarını mı kast ederek söylemiştir işte bu konuda yakin olmaya çalışmaktır. 36 Tahrir İbnul Hemmam 1/267; Teysirut Tahrir 1/268; Tefsirun Nusus 169 Mucemu Makayisil Luga 4/15-18; Lisanul Arab 12/426 38 Sahhah 5/1992-1993 39 Maide 38 37 11 www.islamdaveti.com İmam Şafi Risale’de dedi ki; “O her şeye kadirdir.”40 “Yerlerde ve göklerde ne varsa hepsi Allah’ındır.”41 “ Yeryüzünde hiçbir canlı var olmasın ki ancak onun rızkı Allah’a aittir.”42 İşte bunların hepsinin umumluğu kati olarak bilinenlerdir.”43 Ancak bu birinci kısma örnek teşkil eden durumlardı. Bir de zikrettiğimiz ikinci kısım söz konusudur ki o da umum lafızdan özel bir mana irade edilmesi ile katiliğin keyfiyetinin değişmesidir. İmam Şafi rahimehullah buna da şunu örnek vermiştir; “ İnsanlar onlara dediler ki, şüphesiz insanlar sizin toplanmışlar bu yüzden onlardan korkun. Onların imanları arttı. Dediler ki; Allah bize yeter o ne güzel vekildir.”44 Nebi sallahu aleyhi ve sellem ile beraber olan insanlar vardı ki bunlar insanlar toplu kelimesinin içerisinde değillerdi. İnsanlar onların etrafına toplanmışlardı ama onunla beraber olanlar ve diğerlerinden bir kısmı da onlarla değildir. Delalet açık bir şekilde ortaya koyuyor ki vasfettiğimiz gibi onların bir kısmı olmadan diğer bir kısmı toplanmıştı. İlim şunu kapsamaktadır ki insanların tamamı onların etrafına toplanmadılar. İnsanların tamamı onlara haber vermedi ve insanların tamamı onlarla olmadı… Bilakis onlar insanlardan ekserisinin bulunmadığı bir cemaatti.”45 İşte bu da kesin karineler ile bilinen lafızlardaki murad edilen mananın umum ifade olmadığını bilakis has olan özel bir ifade olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer genel olan bir lafzın başka bir delil tahsis edilmesini gerekli kılarsa Cumhur ile Hanefiler arasında bu noktada bir fark olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Hanefilerde Cumhur da böyle bir durumda eğer delil ile umum lafzın içerisinde haslık irade edildi ise bu umuma katilik vermemişlerdir. Ancak bazıları şu istisnayı yapmışlar ki eğer bu tahsis kati 40 Bakara 29 Bakara 284 42 Hud 6 43 Risale 53-54 44 Ali İmran 173 45 Risale 58-60 41 12 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği bir delil ile yapılmışsa o özel olan kati olur. Özelin dışında geri kalan umum da aynı şekilde kati olur.46 Bu konunun başlığı altında âlimler şöyle bir başlık açmışlar ve şu konuyu irdelemişlerdir; Mefhumun katiliği: Mefhum lugatte bir şeyden anlaşılan ve bilinen demektir.47 Istılahta ise şu manaya gelmektedir; “ Nutk mahallinde hükmün delalet ettiği şeydir”48 Buda iki çeşittir. ‘Mefhumul Muvafaka’ yani anlaşılan şeyin muvafık olduğu demektir. ‘Mefhumul Muhalefe’ yani anlaşılan şeyin muhalifi demektir. Birincisine gelince; hakkında susulanın hükümde nutk edilene mutabık olmasıdır. Bu da kendi içinde iki kısma ayrılır. Hakkında susulanın kendisi ile nutk olunandan daha evla olmasıdır. İkincisi; hakkında susulanın hükümde nutk edilen ile eşit olmasıdır. İkincisi olan ‘mefhumul muhalefe’ ye gelince hakkında susulanın hükümde nutk edilene muhalif olmasıdır.49 Mefhumun misalleri şunlardır; Nebi sallahu aleyhi ve sellem dedi ki; “ Otlayan koyunlarda zekât vardır.”50 Nebi sallahu aleyhi ve sellem otlatılan hayvanlarda zekâtın vacip olduğunu vasfetti. Bundan anlaşılır ki özel besi ile besilenmiş hayvan bunun dışındadır. Ondan zekât gerekmez. 46 Usulus Serahsi 1/144; Usulul Cessas 155-156 Lisanul Arab 12/459; Sahhah Cevheri 5/2005 48 İbnul Hacib ma’a Beyanil Muhtasar 2/433 49 Beyanul Muhatasar Isfıhani 2/433-444; Mefhumun tarifi ve kısımları, Burhan lil Cuveyni 1/298-299; Hudud lil Baci 50; Mustasfa lil Gazali 3/413; Vusul libni Burhan 1/355; Şerhu Muhtasarur Ravda lit Tufi 2/704; Cemul Cevami libni Subki 1/266-240; Şeyh Muhammed Emin Şenkiti Usulul Fıkh 237 50 Buhari Fethul Bari 3/317 47 13 www.islamdaveti.com Mefhumul kati Mefhum şu iki kati iş bir araya gelirse işte o zaman kati hükmünde olur. Birincisi; nutk edilen hükmün manasının kati olmasıdır. Yani kesin bir ilim ile bilmesi gerekir ki delilin ifade ettiği muayyen mananın meşru kılındığının kesin olarak bilinmesidir. İkincisi; ya da bu hüküm susulan şeyden daha şiddetli ya da ona eşit bir manada olduğunun kesinen bilinmesi ile olur. Bunun delilleri nelerdir? 1- Allah Subhanehu ve Teâlâ dedi ki; “ Senin rabbin hükmetti ki ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve Babaya iyilik yapın. Onlardan biri senin yanında yaşlılığına ulaşır ise ya da ikisi yaşlanır ise onlara uf bile deme ve onlara ikram et.”51 Arapça dilini bilen herkes bu sözleri işittiği zaman anlar ki onlara uf dememek ve ikram etmek kesin olarak onlardan ezayı def etmenin ve onlara ikramda bulunmanın göstergesidir. Burada kati olarak anlaşılmakta ve bilinmektedir ki vurmak ve sövmek uf demek ezasından daha büyük ezalardır. Eğer uf demek haram ise onlara vurmak ve sövmek kati olarak aynı şekilde haramdır.52 2- Allah Subhanehu ve Teâlâ dedi ki; “ Eğer (o ehli kitaptan) birine bir dinar emanet edersen onların başına dikilmeden sana o bir dinarı döndürmezler…”53 Ayetin öncesinden ve mefhumundan anlaşılıyor ki bir dinarın üzerindeki emanet edilenleri de kati olarak başlarına dikilmeden geri döndürmezler. 3- Allah celle celaluhu dedi ki; “ O nefislerini tezkiye edenleri görmedin mi? Bilakis Allah dilediğini tezkiye eder. Onlara bir fetil54 kadar zulm edilmez.”55 Buradaki manadan açıkça 51 İsra 23 Mustasfa 2/105; İhkam lil Amidi 3/66; Şerh Muhtasar İbnu Hacib 2/173; Şerhu Kevkebil Müniyr 3/476; tahrir ma’a takdir ve tehbir 1/113 53 Ali İmran 75 54 Hurmanın çekirdeğini ortadan ikiye bölen ince zarın adıdır. 55 Nisa 49 52 14 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği anlaşılan şudur ki bu ince zardan daha büyük zulümlerde muhakkak kati surette yapılmayacaktır. 56 4- Allah celle celaluhu dedi ki; “ O yetimlerin mallarını zulmen yiyenler karınlarına ateş doldurmuşlardır. Onlar ateşe varacaklardır.”57 Buradan anlaşılmaktadır ki yetimlerin mallarını yemek kati olarak haram olduğu gibi onları yakmak ve heder etmekte kati olarak haramdır. 58 5- Ali ibnu Ebi Talip hadisidir. Nebi sallahu aleyhi ve sellem dedi ki; “… Müslümanların birine zimmetleri onların en düşüğünün vermesi ile geçerlidir.”59 Buradan anlaşılır ki yine kati olarak onların en yücesinin tanıdığı zimmet hakkı da kesin olarak kabul edilen bir hükümdür. Yani en yüceleri zimmet tanıdığında bu da nutk edilen hükümde zikredilmese de delilin mefhumunda kati olarak ortaya konulmaktadır. 6- Abdullah ibn Ömer’den rivayet edilen hadiste o dedi ki; Nebi sallahu aleyhi ve sellem, Kuran ile düşmanın arzına seyahat etmeyi yasaklardı. Onların eline geçer korkusu ile yasaklardı.” 60 Öyle ki İmam Ahmed bu hadisi zimmet ehline Kuranı rehin vermenin haramlığına delil aldı. İbn Teymiyye ve Futuhi bunu mefhumun katiliğine delil gösterdiler.61 Nasların delaletinin katiliği ve zanniliğine göre alimler meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Eğer buraya kadar anlattığımız esasları muayyen örnekler üzerinde tatbikler ile irdeler isek anlatmak istediğimiz şey anlaşılacaktır inşallah. İbnu Nuceym dedi ki; “ Bir kişi başına Mecusilerin kepini koyarsa sahih olan görüşe göre tekfir edilir. Ancak zaruret anında sıcak veya soğuğu def etmesi hali müstesnadır. Ya da beline kâfirlerin kemeri olan zunarı takması ile de tekfir edilir. Ancak onu da savaşta aldatmak için giymesi müstesnadır.”62 56 Mustasfa 1/335-336 Nisa 10 58 Muhammed Emin Şenkiti Usulul Fıkh 237 59 Buhari ve Müslim 60 Buhari ve Müslim 61 Müsvedde 347; Şerhu Kevkebil Münir 3/486 62 Bahrur Raik 5/133 57 15 www.islamdaveti.com İbnu Hacer El Heytemi’de şunu belirtmektedir ki; “ Her kim beline kâfirlerin zunarını takarda ticaret için darul harbe girer ise işte o kâfirdir…”63 Buradaki nakiller ile anlatmaya çalıştığımız nokta şurasıdır; ilim ehline göre kâfirlerin elbiselerini ve süslerini giymek açık bir şekilde kati olarak küfre delalet etmemektedir. Bir kısmı bunu küfre delalet eden bir sebep sayarak tekfir etmiş iken, diğer kısmı ise bundan dolayı tekfir etmemiş ve kâfirlere benzemenin haram olduğunu, bu ve buna benzer fiillerin haram olduğunu belirtmişlerdir. İbn Teymiyye bu meselede şunları söylemiştir; “ Bunun sebebi şudur; Onlara muhalefet dinin izhar olması, yüce olması, onları cihad ile alçak etmek ve cizye verdirerek boyun eğdirmek olmadan gerekli olmaz. Müslümanlar işin başında güçsüz zayıflar idiler. Bu yüzden kâfirlere muhalefet ile emrolunmadılar. Ancak artık din zahir oldu, şeriat yüce oldu ve güçlendi. O gün böyle oldu tıpkı bugün olduğu gibi. Eğer Müslüman savaşmadığı bir darul harpte ve darul küfürde bulunursa zahirde kâfirlerin yoluna muhalefet ile emrolunmamıştır. Çünkü onlara zarar gelecektir. Bazen bilakis kişi için zahirde onlara muvafakat etmek müstehap veya vacip olur. Eğer bunda dinin maslahatı var ise, kâfirlerin işlerine muttali olup Müslümanlara haber vermek gibi bir maslahat olduğundadır.”64 İşte Zunnar gibi aslen hakikatte kâfirlerin dininden olmayan ancak Müslümanların kâfirlerden ayrılmak için onların dinine nispet ettikleri şeydir ki, onu giymek ile Müslümanlar kâfirlerden ayrılmışlardır. Şurada Âlimlerimiz arasında ihtilaf yoktur ki, kişinin kendisini kâfirlere benzetmesi ve kendini onlara tabi kılması açıkça küfürdür. Ancak buradaki ihtilaf her zaman bunun gibi elbiselerin itikad edilmeden giyilmesi kişinin kendisini kâfirlere müntesip kılması mıdır yoksa kılmaması mıdır noktasındadır. Hanbelî Fıkhının anlatıldığı ‘Furu’ adlı meşhur kitapta da şunlar kaydedilmiştir; “ Vacibi yerine getirmek ile ikame ettiğini izhar etmek ancak kalbinden yapmayı dilememek nifakın kendisidir. Salebe 63 64 İlamu Bikavatiil İslam 363 İktidas Sıratel Mustakim 1/176 16 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği hakkındaki sözde olduğu gibi; “ Onlardan bazıları Allah’a söz verirler” Tekfir edilir mi? Küfründe iki yön vardır. Küfrün birinci şekli onun Allah’a ve Resulüne isyan etmiş olmasıdır. Allah’ın Resulünü reddetmek ise küfürdür. Dedi ki; Ashabımızdan bir taife dedi ki; Hepsi küfürdür, Allah’ı yalanlamaktır. Benim söylediğim ise amellerde var olan nifak hakkındaki görüşüm; tekfir edilmemesidir. İmam Ahmed ve ashabından rivayet olunan da tekfir edilmemesidir. Onlar küfrünü gizleyen munafığı(itikadi nifakı) olanı tekfir etmişlerdir. İşte bunun hepsi Kadının sözlerindendir. Doğru olan küfrünü gizleyen munafığı(itikadi nifakı) olanı tekfir etmektir, başkasını değil. Kadının dediği gibi; İmam Ahmed ve ashabından intisar’da zikrolunduğu gibi doğru olan şudur; Her kim kâfirlerin süsü ile süslenir ise, zünnar giymek, boynuna haç asmak, haramdır tekfir edilmez… Dedi ki; Eğer bir kişinin haçı öpmek gibi bir fiil ile onu tazim ettiği görülürse, ya da küfür ehlinin yakınlıkları ile yakınlaştığı izlemlenirse, onların satışını ve ibadetlerini arttırdığı gözlemlenirse bunun riddet olması ihtimal dâhilinde olur. Çünkü bu fiiller itikat ile olur. İtikad etmeden yapması da ihtimaldir. Ya bunu bir sevgiden dolayı ya da dünya hayatına dair bir ihtiyaç sebebi ile takiyyeden yapıyor olabilir. Böyle bir durumda birincisi racih olur. Şaka ile küfür eden küfretmiştir. Zahiri kastını men etse dahi bu böyledir. Küfre has fiilleri işleyen failin tekfiri ise daha evladır. Zahiri eğer kasıtsız yaptığına delalet etse dahi zahirde asıl görünen şey bunları kasıtlı yapmasıdır.”65 Burada anlatmaya çalıştığı haç takmak gibi ve benzeri haçı tazimi içeren fiillerin hıristyanların ibadet ettiklerini tazimi içerip içermemesidir ki, bu delaletler sebebi ile tekfir âlimlerin katında ihtilaflıdır. Ancak o kâfirlerin ibadet ettiklerini tazim etmenin küfür olması ise âlimler katında icmai bir meseledir. Âlimler arasındaki hilaf bunu takmanın açıkça buna itikat etmek olup olmaması noktasındaki delaletinin kati olmamasıdır. Şeyh Süleyman ibn Abdullah ‘Teysiru Azizul Hamid’ adlı eserinde şunları kaydetmiştir; 65 Furu fi Tashihil Furu 10/188 17 www.islamdaveti.com “ ‘Muhammede indirileni inkâr etmiştir’ ifadesi için Et Tibi dedi ki; “ Murad edilen Kuran ve sünnettir. Yani kim kâhinlere giderse Muhammed sallahu aleyhi ve sellem’in dininden ve ona indirilenden beri olmuştur.” Buradaki küfür, küfrün altında bir küfür müdür yoksa hükmünde tavakkuf mu edilmesi gerekir? Burada kişiyi dinden çıkartan küfür olduğuna hükmedilmez. Ahmed’den bu meselede iki rivayet hikâye edilmiştir. Denildi ki; burada kasıt şedidliktir ki küfre yakındır bundan dolayı murad edilen küfrün altında küfür olan nimete küfretmek olmasıdır ki bu iki sözde batıl sözdür.” 66 Burada Şeyh Süleyman'ın konuştuğu şey Kâhinleri tasdik etmenin hükmüdür. Malumdur ki kâhinlerin gaybı bildiğine itikat ederek onları tasdik etmek küfürdür. Kim gayb ilmini kendisi için bildiğini iddia eder ise kendisini Allah subhanehu ve Teâlâ’ya ortak kılmıştır ki o zaman tağut olmuştur. Tağut ise beraat edilmesi ve küfredilmesi vacip olandır. Burada şeyhin zikrettiği hilaf ise açıktır. Oysaki bu hilafta âlimler Kâhinlerin gaybı bildiğini iddia edenlerin ve onları tasdik ederek onların ilahlığını tanıyan sahte kulları olanların tekfirinde değildir. Bilakis kâhine sadece gidip soru sormanın onun bu iddiasını tasdik etmeye delalet edip etmeyeceği ile alakalıdır yoksa bahsettiğimiz şekilde ümmet arasında ihtilaf yoktur. Yine ihtilaf fiilin delaletinin manası hakkındadır. Şeyh Süleyman yine dedi ki; “ Yine İmam Ahmed’den rivayet edildi ki sihri öğrenmek ve öğretmek küfürdür. Abdurrezzak Safvan ibnu Suleym’den rivayet etti. Nebi sallahu aleyhi ve sellem dedi ki; “ Her kim sihirden bir şey öğrenirse, ister az ister çok olsun Allah’tan aldığı son ahdi olmuş olur.” Bu mürsel hadisdir. Alimler ihtilaf ettiler ki sihirbaz tekfir edilir mi yoksa edilmez mi? Seleften bir taife dedi ki tekfir edilir. Malik, Ebu Hanife, Ahmed ve ashabı söylediler. Ancak dediler ki; Eğer sihri ilaçlar, duman ve zarar veren bazı içecekler içirmek ile ise o zaman tekfir edilmez. Denildi ki tekfir edilmez, ancak sihrin içerisinde şirk olursa tekfir edilir. Bu ise İmam Şafi ve ashabının görüşüdür. İmam Şafi dedi ki; Biz deriz ki bize sihrini vasfet. Eğer sihri küfrü vacip kılan bir çeşit ise tıpkı Babil ehlinin yedi yıldıza yaklaşmak gibi sihirlerinde olduğu gibi ise tekfir edilir. Buna iltimas ederek bu sihri yapanlar kâfirlerdir. Eğer küfrü 66 Teysirul Azizil Hamid 1/359 18 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği gerektirmeyen bir sihir ise o zaman sihir yapmayı helal görür ise kâfir olur. Tahkik neticesinde iki sözde de hilaf yoktur. Aynı şekilde eğer sihrinde küfrü gerektiren bir şey olmadığı zannı ile tekfir etmez ise bu çeşit sihir diğeri gibi değildir. O sihir içerisinde şeytana ve yıldızlara ibadet şirkinin olmadığı sihirdir. Bu çeşit içerisinde şirk olan sihri yapmayı Allah subhanehu ve Teâlâ küfür olarak isimlendirmiştir.”67 Burada da açıkça görüldüğü gibi âlimler icma ile şirk olduğu belli olan küfürlerde ihtilafa düşmemişlerdir. Onların yine bu konuda ihtilafa düştükleri nokta içerisinde şeytana ibadet olmayan sihrinde kuran ve sünnette sabit olarak küfürlüğü beyan edilen sihir kapsamına girip girmediğidir. Bu yüzden mesele ihtilaflı olarak kalmıştır. Ancak sihirbaz eğer şirk işleyerek bu sihri yapıyor ise ümmetin icması ile kâfirdir. Bu icmaya akılsız, sefih ve müşrikten başkası muhalefet etmez. Dikkat edilirse âlimler ikinci şekil sihir de küfür diyenler ve demeyenler olarak iki sınıfa ayrılmışlardır. Ne birbirlerini tekfir etmişler ne de bidatçılık ile itham etmişlerdir. Ancak şeytana veya yıldızlara ibadetin olduğu sihirde ise onlar ittifak etmişler ve bu konuda muhalefet edenleri de tekfir etmişlerdir. İbnu Hubeyre dedi ki; “ Sihri talim edip onunla amel etmek isteyenin hükmünde ihtilaf ettiler. Malik, Ebu Hanife, Ahmed ve ashabı tekfir edilir dediler. Ancak Ebu Hanife’nin ashabından bir kısım ise eğer sakınmak ve uzak durmak için öğreniyorsa bundan dolayı tekfir edilmez demişlerdir. Eğer caizliğine inanarak ya da fayda vereceğine inanarak sihir yapanın hükmü hakkında sorulursa bu da küfürdür tekfir edilir. Mutlak görmemiştir. Eğer itikat eder ise şeytanlar her istediğini yaparlar işte o da kâfirdir. Şafi dedi ki; ‘ Deriz ki bize sihrini vasfet. Eğer sihri küfrü vacip kılan bir çeşit ise tıpkı Babil ehlinin yedi yıldıza yaklaşmak sihirlerinde olduğu gibi ise tekfir edilir. Buna iltimas ederek bu sihri yapanlar kâfirlerdir. Eğer küfrü gerektirmeyen bir sihir ise o zaman sihir yapmayı helal görür ise kâfir olur.’ “68 67 68 A.g.e 1/335 A.g.e 1/355 19 www.islamdaveti.com Bu yine açıkça ortaya koymaktadır ki ilim ehlinin ihtilafı asıllarda değil asıllara taalluk eden delaletin zanna dayalı olduğu noktalardadır. Bu nedenledir ki içinde şeytana ibadet olan sihrin küfür olduğuna icma etmişler ve muhalefet edeni de tekfir etmişlerdir. Ancak içerisinde şeytana ibadet olmayan sihrin tekfirinde ise namazın vacipliğine itikat ederek onu terk eden müslümanın tekfirinde olduğu gibi ihtilaf etmişlerdir. İbnu Kudame el Hanbelî dedi ki; “ Sihri talim etmek ve öğretmenin haram olduğu noktasında ilim ehli arasında ihtilaf bilmiyoruz. Ashabımız dedi ki; Sihirbaz ister haramlığına itikat etsin isterse etmesin sihri talim etmek ve ettirmek ile tekfir edilir. İmam Ahmed’den tekfir edilmeyeceğine delalet ettiği rivayet edildi.”69 İkna adlı kitapta şunlar kaydedilmiştir; “ Fasl; Sihri talim etmenin haramlığı…. Sihri talim etmenin ve ettirmenin haramlığı babı ki o sihir şudur; düğüm, okumak veya söz ile sihir yapılan kişide, bedeninde, aklında ve kalbinde tesiri olan mubaşeret etmeden tesir eden hakiki şey olandır. Bu sihrin öylesi insanı öldürür. Öylesi vardır ki hasta eder, aynı şekilde kişiyi ailesi ile ilişki kurmaktan men eder ya da evliliği güç yetirememesine sebep olabilir ki buna benzer çeşitleri vardır. Lubeyd ibn Asam Nebi sallahu aleyhi ve sellem’e sihir yapmıştır. Tarağındaki kıla yapmıştır. Karı kocayı birbirinden ayıracak ve onları birbirine buğz ettirecek ya da vahşi şeyleri ona hayal ettirecek bir sihirdi. Kişi bunu yapmak veya talim etmek ile kafir olmuştur. İster haramlığına isterse mubahlığına itikat etsin fark etmez.” Devamla dedi ki; “ İlaçlar, duman ve içirme yolu ile hiçbir şekilde zarar vermeyen sihrin çeşidinde kişi tekfir edilmez. Öldürmenin dışında açık bir tazir ile edeplendirilir…” Yine devamla dedi ki; “ Ancak cine azmederek o cinin birleştirdiğine ve verdiğine inanarak yapılan sihirde yine tekfir edilmez. Öldürmenin dışında açık bir tazir ile edeplendirilir.”70 69 70 Mugni; Mesele7125 İkna 4/307 20 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği Yine Füru adlı kitap da şunlar sabit oldu ki; “ Şeriatı koyanın babasını inkâr edene küfür lafzını ıtlak(mutlak) kullanması, ya da arrafa gelenin ve söylediğini tasdik edene küfür lafzını mutlak kullanması işte bu gibi nasların hakkında denildi ki; Nimete küfretmektir. Denildi ki; küfre yakındır. İbni Hamid’den iki rivayet vardır. Bunlardan: Birincisi; Tehdit ve şiddetliliktir. Hanbel’den rivayet edildi ki; Küfrün altında küfürdür; İslam’dan çıkarmaz. İkincisi; Tevakkuf edip dinden çıkarmaz dememektir. Salih’in İbnil Hakem’in rivayetlerinde bu mezhep nas edilmiştir.” Yine Füru’da dedi ki; “ Birincisi; Nimet küfrüdür. Fakihlerden, Âlimlerden ve Muhaddislerden taifeler bunu söylemişlerdir. İbni Recep Buhari şerhinde bir cemaatten bunu zikretmiştir. Ahmed bin Hanbel’den rivayet edildi. İkincisi; Küfre yakın olmasıdır. Kadı İyad ve âlimlerden bir cemaat dediler ki; ‘ Kim arrafa gelirse onu tasdik ederse küfretmiştir. Muhammed’e indirileni inkâr etmiştir.” Yani yalanlarını tasdik ederse demektir. Bu şunun üzerine olabilir; Nebi sallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamak olduğunu bildikten sonra onun yalanını tasdik ederse hakiki küfre düşmüş olur.”71 Devamında dedi ki; “ Doğru olan Hanbel’in görüşüdür. Şüphesiz orada gelen şiddetlilik ve tekittir. Buhari bunun ile alakalı sahihinde bab açtı. Orada nas etti ki küfrün bazısı bazısının dışındadır. Hadis imamlarından bunu nas etti.”72 Burada dikkat edilirse hem sihirbazdan hem de kâhinden bahsedilmektedir. Bu ikisi de tağutun genel tanımı içerisindedir. Burada şöyle bir soru gelebilir; Bu kitapta başından beri tağutları tekfir etmeyenin kâfir olduğunu anlattınız. Burada ise bazı âlimlerin tağut ismini alan bazı 71 72 Füru 11/350 A.g.e 21 www.islamdaveti.com kişilerin tekfiri hakkında ihtilaf ettiklerini anlattınız. Öyleyse bu iki mevzuyu nasıl cem edeceksiniz? İşte bu soruya bu bölümde cevap veriyoruz ki meseledeki ince nokta bütün okuyucu kardeşlerimize açık olsun. Âlimler küfrün bazı şekillerinde icma etmişken bazı şekillerinde ise ihtilaf etmişlerdir. Onlar asıllarda ittifak etmek ile beraber furularda ihtilafa düşmüşlerdir. Onların bu ihtilaflarının sebebi ise nasların küfrün bazı şekillerine olan delaletlerinin açık olup olmaması ile alakasıdır. İşte bu bölümde yapacağımız bütün nakiller bu anlayışı ispat etmeye yöneliktir. Bu sorunun daha anlaşılır ve şifalı yorumu birazdan nakilleri arttırdıkça gelecektir inşallah. Bu arada selefin Arraf ve sihirbazın adı hakkındaki sözlerine dikkat çekmeye gayret edeceğiz inşallah. İmam Suyuti dedi ki; “ Said ibni Mansur, İbni Cerir, İbni Ebi Hatim Ömer ibnul Hattab’tan rivayet ettiler ki; Tağut: Şeytandır. İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim Cabir ibni Abdullah’tan rivayet ettiler ki; Ona soruldu; tağutlar kimlerdir? Dedi ki; Şeytanların kendilerine indiği kâhinlerdir. İbn Ebi Hatim tahriç etti ki; İkrime’den Tağut; Kâhindir. İbn Cerir İbn Aliye’den tahriç etti ki; Tağut Sihirbazdır. İbni Cerir, İbnil Münzir, İbni Ebi Hatim tahriç etti ki; Mücahid dedi ki; Tağutlar insan suretinde insanların arasında emir sahibi olup da kendisine muhakeme olunan şeytanlardır. İbni Ebi Hatim Malik İbni Enes’ten şunu rivayet etti ki; Tağut; Allah’tan başka ibadet edilendir.”73 Yine devamla dedi ki; “ Abd ibni Humeyd’ten İbni Ebi Hatim, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan tahriç etti ki; Cibt Habeşli bir şeytan ismidir. Tağut ise Arapların kâhinlerinin adıdır. Abd ibni Humeyd İkrime’den tahriç etti ki; Cibt Habeş dilinde şeytanın adıdır. Tağut ise Kahindir. 73 Durrul Mensur 22 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği İbn Cerir Said ibni Cubeyr’den naklederek demiştir ki; Cibt Habeş dilinde sihirbazın adıdır. Tağut ise kahindir. Ebil Aliye’den tahriç etti ki; Tağut sihirbaz, Cibt Kahindir. Abd ibni Humeyd’ten İbn Cerir tahriç etti ki; Katade dedi ki; Cibtin şeytan olduğunu konuşurduk. Tağutun da kahin olduğunu konuşurduk. Leys yolu ile İbn Cerir ve İbni Ebi Hatim tahriç etti ki; Mücahid dedi ki; Cibt Kab ibni eşreftir. Tağut ise insan suretindeki şeytandır.” 74 Şimdi buraya kadar nakledilenlerden anlaşılan şudur ki gerek ‘Cibt’ kelimesi gerekse ‘tağut’ kelimesi öz olarak insan suretindeki sihirbaz ve kâhin gibi şeytanlardır. O zaman ulemanın ihtilaf ettiği yer neresidir? Âlimler şuraya icma etmişlerdir ki; İçerisinde şeytana ibadet edilerek yapılan bir sihir ki; bunun adı ibadetin bir çeşidini Allah’tan başkasına sarf etmektir; kısa adıda şirktir, ümmet böyle bir sihrin ittifak ile küfür olduğunu beyan etmişlerdir. Bunu işleyen herkes ümmetin icması ve ittifakı ile kâfirdir. Aynı şekilde Kâhinin gaybı bilebileceğine itikad ederek kâhine soran ve sormakla beraber tasdik eden kişi ki bu da gaybı bilmek gibi ulûhiyyetin bir parçasını Allah’tan başkasına vermek ile ki, yine bunun kısa adı şirktir, işte böyle biri de ümmetin icması ve ittifakı ile kâfirdir. Eğer bunu anladı ise güzel kardeşim işte burası ümmetin icma ettiği yerdir ki bunu işleyen ve bunu işleyenleri tekfir etmeyenler Kuran ve sünnetin açıkça tekfir ettiğini tekfir etmeyen, nasları yalanlayan birer kâfirdirler. Âlimlerimizden hiçbiri bu konuda ihtilaf etmemişlerdir. Peki, örneği verilen bu iki küfür çeşidinin hangi çeşitlerin de ihtilaf etmişlerdir? 74 A.g.e 23 www.islamdaveti.com İçerisinde şeytana ibadet edilerek yapılan bir sihir ki bunun adı ibadetin bir çeşidini Allah’tan başkasına sarf etmektir; kısa adı da şirktir, ümmet böyle bir sihrin ittifak ile küfür olduğunu beyan etmişlerdir. Bunu işleyen herkes ümmetin icması ve ittifakı ile kâfirdir. İçerisinde şeytana ibadet olmayan ancak cinleri kullanarak kişileri birbirine sevdirme veya kızdırma noktasında yapılan sihir ki; bunun hakkında ulemanın yaptığı ihtilafı az önce serdettik. İçerisinde şeytana ibadet olmamak ile beraber cinleri de kullanmadan bazı kokular ve ilaçlar ile yapılan sihir ki; bunun hükmü hakkındaki ihtilafta da yine nakilleri serdetmiştik. Diğer küfür çeşidinde ki küfrün şekillerine ve hükümlerine gelince; Kâhinin gaybı bilebileceğine itikad ederek kâhine soran ve sormakla beraber tasdik eden kişi ki; bu da gaybı bilmek gibi ulûhiyyetin bir parçasını Allah’tan başkasına vermek ile ki, yine bunun kısa adı şirktir, işte böyle biri de ümmetin icması ve ittifakı ile kâfirdir. Kâhinin gaybı bilmediğine ancak verdiği haberin doğru olabileceğine inanarak ona gitmek ve onu tasdik etmek ki, bunun hükmü hakkındaki nakiller geçmişti. Kâhinin gaybı bilmediğini ancak cinlerin onlara bazı haberler getirilmesine dayanarak bazı şeyleri bilebileceğine inanmak ve tasdik etmek. Burada da ihtilafa dair nakiller geçmişti. Kâhinin gaybı bilmediğini, onu tasdik etmeden ona gelip soran kişinin hükmü konusunda da ilim ehli ihtilaf etmişlerdir. İki küfür çeşidinde de zikredilen ilk suvarlar (şekiller) ümmetin icması ile küfürdür. İşleyen de kâfir olur. Kâfir demeyen de açık kitap ve sünnet naslarının tekfir ettiğini tekfir etmeyerek nassı yalanlamasından 24 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği dolayı kâfir olur. Çünkü iki çeşidin birinci şekillerinde Allah’tan başkasına ulûhiyyetin veya rububiyetin birer parçasını gerek itikat ile gerek söz ile veya amel ile Allah’tan başkasına sarf etmek olduğundan bunun da Allah’tan başka bir ilah edinmek olmasından dolayı bu işleri yapan kişiler kâfir olmuşlardır. Ancak iki küfür çeşidinin diğer şekillerine bu konular hakkında sabit olan nasların delaletinin zanni olması sebebi ile İslam uleması ihtilaf etmişlerdir. Bu konu ile alakalı bir örnek ile bu mezhebin anlaşılmasını sağlamaya çalışalım; İmam Ahmed ibnu Hanbel’in ve ashabının çoğunluğunun görüşüne göre içinde şirk olmayan bir sihir de küfürdür. İster bunun helalliğine ister bunun haramlığına itikat etsin fark etmez. Onlar bu çeşit bir sihir yapan kişiye kafir adını vermişlerdir. Bununla beraber de tağutun bir tanımı olduğu için ona tağut ismini vermiş oldular. Ancak Ebu Hanife ve Şafi bu çeşit sihri küfür saymamışlar eğer kişi helalliğine itikat eder ise tekfir edilir demişlerdir. Yani onlar aynı kişiye fasık adını vermişlerdir. Eğer bu noktayı anlarsan âlimlerin sözlerindeki incelikleri ve fıkıhlarındaki derinliklerini anlamış olursun. İmam Şatibi dedi ki; “Daha önce (İkinci Meselede) sözün manaya: Aslî delâlet unsurları açısından; Aslî manaya yardımcı durumunda bulunan tâbi delâlet unsurları açısından olmak üzere iki yönden delâleti bulunduğu ortaya konmuştu. Bu durumda, hükümler çıkarılırken başvurulan yolun aslî delâlet unsurları yönüyle mi ilgili olduğu, ya da her ikisini de birden mi ilgilendirdiği konusunda düşünmek gerekecektir. Aslî delâlet unsurlarının hükümlere delâletinin sıhhati konusunda herhangi bir problem yoktur ve bu konuda tartışmaya mahal de bulunmamaktadır. Meselâ, asıl konuldukları manalara delâlet etmelerine 25 www.islamdaveti.com engel olan bir karine bulunmadığı sürece emir ve nehiy, umum ve husus sîgalarının delâletlerini bu kısma örnek olarak verebiliriz. Tâbi durumunda olan delâlet unsurlarına gelince; bu gibi unsurlar, aslî mânâya ilâveten daha başka mânâlara da delâlet etmektedirler. Bu itibarla acaba hükümlerin elde edilmesi sırasında bunların delâletlerini dikkate almak doğru ve gerekli olur mu? Yoksa olmaz mı? İşte bu konuda tereddüt bulunmaktadır. Dikkate almanın doğru ve gerekli olacağını savunanlar da; aksini iddia edenler de vardır ve bunlardan her birinin kendisine göre konuya ayrı bir yaklaşımı bulunmaktadır. Dikkate almanın doğru olacağını savunanlar, iddialarına şu şekilde delil getirebilirler: Bu türden olan tâbi unsurlar, delâlet ettiği şeyler hakkında ya dikkate alınacaklar ya da alınmayacaklardır. Dikkate alınmamaları mümkün değildir. Çünkü bu unsurlar sırf o mânâlara delâlet etsin diye getirilmişlerdir. Şu halde mutlaka onların dikkate alınmaları gerekecektir. Bunların delâlet ettiği mânâ, aslî mânâ üzerine getirilen bir ziyadelik olmaktadır; aksi takdirde sahih olmaz. Bu durumda dikkate alınması gereken bu ziyade mânâ, şerî bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, aynen aslî mânânın delâletinin ihmal edilmesi nasıl caiz değilse onun ihmal edilmesi ve atılması da mümkün olmayacaktır. Şu halde tâbi delâlet unsurları dikkate alınmak zorundadır. Ulaşılmak istenen netice de budur. Şeriattan hükümler çıkarılması, onun sadece Arap diliyle gelmiş olması açısından olup; yalnızca sırf kelâm oluşu açısından değildir. Bu nokta göz önünde tutulduğunda, hem birinci delâlet yönü, hem de ikinci delâlet yönü kapsam dâhilinde olacaktır. Tâbi delâlet unsurlarının aslî delâlet unsurlarıyla olan ilişkisi, bir hususiyet, bir feri gibi sıfat ile mevsûf arasındaki ilişki gibidir desek bile delâlet açısından bunun bir zararı olmayacaktır. Durum böyle olunca, hüküm çıkarmada nasların sadece aslî delâlet unsurlarına itibar edip, tâbi delâlet unsurlarını dikkate almamak, keyfî bir tahsis, delilsiz bir tercih olur. Böyle bir tutum ise batıldır. Bu durumda hükümlere delâlet açısından aslî delâlet unsurları, tâbi delâlet unsurlarından daha ayrıcalıklı değildir. Netice itibarıyla her ikisininde dikkate alınması kaçınılmaz olmaktadır. 26 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği İlim adamları, tâbi delâlet unsurlarını dikkate almışlar ve bu açıdan hareketle çeşitli hükümler çıkarmışlardır: Örnekler: Hz. Peygamber'in(sav) " Sizden biriniz ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir” hadisinden hayız süresinin en uzun müddetinin on beş gün olduğu hükmü çıkarılmıştır. Aslında hadisten amaç, kadınların dininin noksan olduğunu belirtmektir; yoksa en uzun hayız müddetini belirtmek değildir. Ancak kullanılan mübalağa üslûbu bu sürenin zikrini gerektirmiştir. Eğer daha fazla sürmesi düşünülebilseydi, o takdirde mutlaka onun zikredilmesi gerekirdi. İmam Şafiî, " Sizden biriniz uykusundan uyandığında üç kere yıkamadıkça elini kaba daldırmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez " hadisinden, az suyun, niteliklerini değiştirmeyen miktardaki necasetle pis hale geleceği hükmünü çıkarmış ve şöyle demiştir: " Eğer az necaset pisleyici olmasaydı, elde bulunma ihtimalinden dolayı uykudan uyanınca ellerin yıkanması müstehaplık hükmünü gerektirmezdi." Hadisin söylenme amacı, içerisine az necaset düşen suyun hükmünü bildirmek değildir; ancak bu mana zikri kastedilen şeyden dolaylı ortaya çıkmaktadır. Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğunu da: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer" ayetiyle "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içerisinde olur" ayetinden çıkarmışlardır. Birinci ayetten maksat bir ayırım yapmaksızın her ikisinin müddetini birden belirlemektir. İkincisinde ise, sütten kesilme süresi asıl amaç olarak belirlenmiştir. Her ikisinde de yalnız gebelik süresinin ne kadar olduğu asıl amaç olarak belirlenmemiş; onun için herhangi bir süre zikredilmemiştir. Bu iki ayetin birlikte değerlendirilmesinden en az gebelik müddetinin altı ay olduğu neticesi çıkmıştır. "Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız helâl kılındı... Artık, tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar onlara yaklaşabilirsiniz.” ayeti hakkında da şöyle demişlerdir: Bu cünüp olarak sabahlandığı zaman orucun sahih olacağına delâlet eder. Çünkü tan yeri ağarıncaya kadar cinsî ilişkinin helâl olması 27 www.islamdaveti.com bunu gerektirir. Gerçi bu mana ayetten asıl amaç olarak gözetilmemiştir, ama cinsî ilişkinin, yeme ve içmenin mubah olduğunu belirleme kastından dolaylı olarak bu da çıkmaktadır. Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceğine de: '"Rahman çocuk edindi' dediler; hâşâ, melekler sadece şerefli kılınmış kullardır" ayetiyle bu anlamda olan diğer ayetleri delil olarak kullanmışlardır. Çünkü ayette Allah'tan başka herkes özellikle de melekler için kulluğun ispat edilmesi suretiyle asıl amaçlanan şey Allah'ın çocuk edindiği iddiasını reddetmektir. Çocuğa malik olunmayacağının beyanı değildir. Ancak tâbi olan bu anlam, ("hâşâ" ifadesiyle) çocuk edinmenin reddi ve ona nispet edilecek olanların ancak kul olacakları aslî anlamlarından dolaylı olarak çıkmaktadır; zira Rab'den ve kuldan gayrı başka bir varlık yoktur. Az olsun çok olsun bütün tahıl ürünlerinden zekât (öşür) alınacağı hükmünü ise: ''Göğün suladığı şeyde öşür vardır" hadisinden çıkarmışlardır. Hâlbuki hadisten gözetilen aslî amaç, üründen zekât olarak çıkarılacak miktarın belirlenmesidir. Kendisinden zekât verilecek ürünlerin açıklanması değildir. Aynı durum özel bir sebepten dolayı gelen âmm nasslar için de söz konusudur. Çoğunluk âlimler sebep özel de olsa, sırf lafza ve maksada itibarla bu tür âmm nassların umûmu üzere alınmaları taraftarıdırlar. Cuma günü ezan vakti yapılan alışveriş akdinin "Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun; alışverişi bırakın." ayetinden dolayı fasit olduğu neticesini çıkarmışlardır. Hâlbuki bu ayetten gözetilen asıl amaç, namaz için koşmanın gerekliliğini bildirmek olup; alışveriş akdinin fasit olduğunu açıklamak değildir. Kıyâs-ı celiyi kıyas olarak kabul etmişlerdir. Meselâ, azadın sirayeti konusunda cariyenin köleye katılması gibi. Zira "Kim bir köledeki kendisine ait payı âzad ederse..." hadis-i şerifinden asıl amaç mutlak mülkiyeti belirtmektir, Yoksa kölenin erkek olmasının bir özelliği yoktur. Bu arz ettiğimiz örneklerde ve daha sayılamayacak kadar çok olan konularda hep aslî delâlet unsurları değil de, tâbi delâlet unsurları dikkate 28 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği alınarak hükümler çıkarılmıştır. Durum böyle olunca, tâbi delâlet unsurlarının dikkate alınarak hüküm çıkarılmasını doğru ve uygulama alanı bulmuş bir husus olarak kabul etmek gerekecektir. Tâbi delâlet unsurlarını dikkate almanın doğru olmayacağı görüşünde olanlar da görüşlerini şu şekilde delillendirebilirler: Bu delâlet yönü, sadece aslî delâlet yönü için bir yardımcı unsur ve ona tâbi durumdadır. Bunların bir manaya delâlet etmeleri, sırf aslî mananın tekidi ve onun güçlendirilmesi, açıklanması yönünden olmakta; işitildiği zaman daha çabuk kabul edilmesini, düşünüldüğü zaman daha çabuk anlaşılmasını temin edici bir rol oynamaktadır. Meselâ: "Dilediğinizi yapın!” "Tat! Hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin" gibi gelen bir emir sîgası hakkında: " Bu emir sîgası tehdit için ya da azarlamak içindir" deriz. Çünkü bu gibi ifadelerde emir kastedilmez, bu tehdit ve alay etmede sadece bir mübalağa ifadesi olmaktadır. Bu yüzden de, bu sigalardan emir sadedinde bir hüküm çıkarılması kabul edilmemiştir ve bu doğru da değildir. Yine " Bulunduğumuz köye sor" ayeti hakkında da şöyle deriz: Buradan maksat "köy ahâlisine sor’ mudur? Ancak yeterli soru sorulmasını ifadede mübalağa için sorulacak şey bizzat köyün kendisi kılınmıştır. Sorunun köye nispet edilmesi üzerine bir hüküm bina edilmiş değildir. "Gökler ve yer durduğu sürece orada kalacaklardır" ayeti de, eğer göklerin ve yerin yok olacakları, ebedî olmayacakları görüşü kabul edilirse aynı şekildedir ve bu ayetten maksat onların cehennemde ebedîliğini bildirmek olduğu için, kâfirlerin azap müddetlerinin sona ereceği neticesi çıkarılamaz. Bu konuya delalet edecek sayılamayacak kadar çok durum vardır. Hal böyle olunca, tâbi delâlet unsurlarının, aslî manaya ilâve bir tekitte bulunma, ona açıklık getirme ve güç katmadan başka bir fonksiyonunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şu halde, tâbi delâlet unsurlarından müstakil olarak çıkarılacak kendisine has bir hüküm hiçbir şekilde bulunmamaktadır. Eğer tâbi delâlet unsurlarının kendilerine has birinciden bağımsız şer'an kabul gören bir hükmü bulunsaydı, o durumda aslen kastedilen yön halini alırlardı. Zira bu durumda o mananın benimsenmesi asıl hakkı ile kastedilmiş olacak ve ibarenin o hükme delâleti ikinci ve tâbi olan yönden 29 www.islamdaveti.com değil de, birinci ve aslî delâlet yönünden olacaktır. Hâlbuki biz bu hükmün ikinci ve tâbi delâlet unsurlarından alındığını varsayıyoruz. Bu durumda ulaşılacak netice çelişki arz edecek ve imkânsız olacaktır. İtiraz: Bir mânâya tâbilik yoluyla delâlet etmesi, onun ikinci derecede de olsa kasıtlı bir delâlet olmasını engellemez. Nitekim şer'î maksatlar hakkında da aynı şeyi söylüyor; onları aslî maksatlar, tâbi maksatlar diye ikiye ayırıyoruz. Bununla birlikte bunlardan her iki kısım da Şâri'ce dikkate alınmış oluyordu. Mükellefin aslî maksatlardan gafletle, tâbi durumdaki maksatları dikkate alarak işlemiş olduğu bir tasarruf (hukukî fiil) geçerli oluyordu ve böyle ikinci derecede maksatlar üzerine teklif hükümleri getirilebiliyordu. Nitekim inşallah ileride de gelecektir. Burada da aynı şeyi söyler ve deriz ki: İkinci derecede olan yönün delâleti, mükellefin onlardan hüküm çıkarma kastına engel değildir. Çünkü bunların şeriatın anlaşılmasına olan nispeti, Ötekilerin (aslî delâlet unsurlarının) şeriata olan nispeti ile aynıdır. Nispet aynı olunca, bunlar arasında bir ayırıma gitmek doğru olmayacaktır ve birinin dikkate alındığı gibi diğerinin de dikkate alınması gerekecektir. Nitekim bunlardan birinin ihmalinden diğerinin ihmali de gerekmektedir. Cevap: Bu eğer kabul edilse o takdirde, bizim iddiamıza en açık delillerden biri olur. Çünkü meselâ nikâh akdi, şehveti gidermek amacıyla yapıldığında sahihtir; zira nikâhtan gözetilen asıl maksadı -ki neslin korunmasıdır- tekit etmektedir ve mükellefin bu fiiliyle Şâri'in amacını tekit ettiğinden habersiz bulunması, gerçekte nikâh fiilinin Şâri'in amacını tekit etmesine engel olmamaktadır. Dediğimiz gibi, burada da aynı şeyi söylüyor ve diyoruz ki; Arap dilinde kasıt açısından tâbi delâlet unsurları, sadece birinci delâlet unsurlarını, aynen onların delâlet ettikleri anlam üzerinde tekit edici mahiyettedir. Dolayısıyla bunların delâlet ettiği mana, bizzat aslî mana olmaktadır. Tâbi olan mana aslî olan manayı tamamlamaktadır. Bundan da, tâbi olan mananın aslî mana üzerine bir ziyadelik getirmeyeceği neticesi çıkacaktır. Varmak istediğimiz netice de budur. Sonra iki mesele arasında fark vardır: Şehveti gidermek amacıyla yapılan nikâh, her ne kadar bir açıdan zarûriyyâta tâbi olan maksatlar kapsamına girmekte ise de, diğer taraftan o, hâciyyât kapsamına 30 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği girmektedir. Çünkü kulların ihtiyaçlarının giderilmesi, şehvetlerinin tatmini ve onlardan sıkıntı ve güçlüklerin kaldırılması anlamı taşımaktadır. Böyle bir nikâhın hâciyyât kapsamına girmesi durumunda, onun bu açıdan hareketle zarûriyyâta tâbi olmaktan ayırt edilerek aslî kasıt ile yapılmış bir akit şeklinde kabul edilmesi mümkündür. Burada üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir. Çünkü tâbi delâlet unsurlarının, birincinin tekiti dışında müstakil bir mânâya delâlet edecek şekilde, aslî delâlet unsurlarından ayırt edilmesi mümkün değildir. Çünkü Araplar, dili ilk kovuşlarında tâbi delâlet unsurlarını birinciden müstakil olarak ele alma imkânı bulunmaksızın sadece bu amaçla koymuşlardır. Dolayısıyla dilin konuluş şekli dışına çıkmak mümkün değildir. Bu delâlet yönünün, birinciye tâbi olarak konulmuş olması, bunların delâlet edeceği mânânın ancak birinci delâlet unsurları yönünden olmasını gerektirecektir. Eğer bunların katacağı mânâ, birinci delâlet unsurlarının verdiği mânâ yönünden olmazsa, o zaman bunların aslî konuluşlarından uzaklaşılmış olacaktır. Bu ise sahih değildir. Bunların, tekit dışında birinci (aslî) delâlet unsurlarının ifade etmediği ilâve bir mânâya delâlet etmesi, bunları aslî delâlet unsurlarına tâbilikten çıkarır ve o zaman bunlar yönünden hüküm çıkarılması, Arap dilinde bulunmayan bir yoldan hüküm çıkarma halini alır. Bu ise doğru değildir. Böyle bir neticeye götüren şey de doğru olmayacaktır. Tâbi delâlet yollarından elde edildiği söylenen örneklere katılmıyoruz. Bunlar ya birinci delâlet unsurlarından çıkarılmış hükümlerdir ya da bunların dışında üçüncü bir cihetten elde edilmiş hükümlerdir. Hayız müddetinin en uzun süresinin on beş gün olduğuna dair, hadiste bir delâlet bulunduğunu kabul etmiyoruz. Bu konu tartışmasız bir husus değildir. Nitekim Hanefîler hayız müddetinin en uzun süresinin on gün olduğu görüşündedirler. Kabul edilse bile bu, lafzın vadi yoluyla delâleti açısından değildir. Konumuz ise vadi yoluyla delâlet hakkındadır. İmam Şafiî'nin, az suyun, içine niteliğini değiştirmeyecek miktarda necaset düşmesiyle pis olması hakkındaki görüşü kıyas ya da daha başka bir konu dahiline girer. Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğu hükmü, tâbi değil aslî delâlet neticesinde çıkarılmıştır. Cünüp olarak sabahlanması durumunda oruca bir şey olmaması hükmü de aynı şekildedir ve başka 31 www.islamdaveti.com türlüsü de mümkün değildir. Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceği konusuna gelince; bu konu hakkında zikri geçen ayetin delil olarak kullanılması mümkün değildir ve konu tartışmalıdır. Zekât hakkında belirtilenler ise, zekât matrahı mahsullerin (aza da çoğa da) teşmil edilmesi görüşünde olanlar, lafzın umûmunun kastedilmiş olduğu noktasından hareketle bu neticeye varmışlardır, umûmun kastedilmemiş olduğu noktasından hareketle hükme varmamışlardır. Aksi takdirde çelişki olurdu. Çünkü şer'î delillerden hükümlerin çıkarılması, sadece o delillerin Şâri'ce amaçlanmış oldukları noktasından hareketle olmaktadır. Bu durumda, bir taraftan âmm lafzın zahiri kastedilmiş değildir derken, öbür taraftan onun umûmu ile istidlal nasıl mümkün olur? Özel bir sebep hakkında gelen âmm lafızlar hakkında da söylenecek söz aynıdır. "Alışverişi bırakın" buyruğundan hareketle cuma ezanından sonra yapılan alışveriş akdinin feshi gerekir görüşünde olanlara göre, bu hüküm bizzat ayetten amaçlanmış olmaktadır, aksi takdirde çelişki doğardı. Kıyas-ı celî hakkında da durum aynıdır. Bunlar, cariyenin hadiste zikredilen erkek kölenin hükmüne dâhil edilmesini, erkek kölenin husûsiyle zikredilmiş olduğu nokta-ı nazarından hareketle ve kıyas yoluyla sağlamış olmaktadırlar. Bu konuda ileri sürülen diğer konularda da durum aynıdır. Kısaca diyebiliriz ki, tâbi delâlet unsurlarıyla müstakil olarak hüküm isbatında bulunmak mümkün değildir ve bunların hükümler için delil olarak kullanılmaları asla doğru değildir. Üçüncü delile cevap verdiğimiz gibi, birinci ve ikinci deliller hakkında da aynı şekilde cevap verme imkânı bulunmaktadır. Çünkü birinci delilde, sanki biz tartışma konusunu kabul ediyormuşuz gibi bize delil olarak kullanılmaktadır (müsadere ale'lmatlûb). Çünkü bu delilde: "Bu durumda dikkate alınması gereken bu ziyade mana, şer'i bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, onun ihmal edilmesi ve atılması mümkün olmayacaktır" denilmektedir. Üzerinde tartışılan konu da, işte bu nokta değil midir? İkincisi, tamam kabul edilir. Ancak, tâbi delâlet unsurlarının müstakil olarak şer'i hükümleri ortaya koyması tartışma konusunu oluşturmaktadır. Şu halde doğrusu, mutlak surette tâbi delâlet unsurlarıyla hüküm ispatının 32 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği mümkün olmadığı görüşünü benimsemek olacaktır. Allah en iyisini bilir.”75 Bu satırlarda anlatmaya çalıştıklarını kısa bir örnek ile anlaşılır hale getirelim inşallah; Örneğin şu nassı ele alalım; “ Kim Arrafa gelir ve ona sorarsa bir şeyden, o söylediğinde de onu tasdik ederse namazı 40 gün kabul olmaz.” Bu hadisi şerh ederken Şeyh Abdurrahman şu alim yorumlarını kaydetmiştir; “ Bu delalet ediyor ki bu iş kişiyi dinden çıkarmaz. Başka bir hadiste ise şöyle geçmektedir; “ Kim bir Kahine gelip bir şeyden sorarsa, o sorduğunda da onu tasdik ederse Muhammed’e indirileni inkar etmiş olur.” Bu da delalet ediyor ki bu işi yapan küfretmiştir. Bildik ki onun küfrü sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Bu Kahine gelip onu tasdik edenin küfrü meselesindeki birinci görüştür. İkinci görüş; Bu işi yapanın tekfiri hakkında tevakkuf etmektir. Bunun büyük küfür olduğu söylenemez. Bununla beraber küçük küfür olduğu da söylenemez. Ancak tevakkuf edilir. Denilir ki Kâhinlere gitmek ve söylediklerini tasdik etmek Allah’a küfretmektir ve bundan sonra susulur. Hadislerde geldiği üzere mutlak olarak ifade edilir. Bu korkutma ve tehdit içindir. Öyle ki insanlar bu işe bir daha cesaret etmesinler. Bu görüş İmam Ahmed’den nakledilen görüştür. İlim ehlinin görüşlerinden üçüncüsü ise; Kâhini tasdik eden kişi büyük küfür işleyerek kâfir olmuştur. Bu sözün iki cihetten bakışı vardır; Birincisi; Resulullah sallahu aleyhi ve sellem’den zikredilen hadistir ki; ‘ 40 Gün namazı kabul olmaz’ ifadesidir ki bu ifade de bunu büyük küfür saymamıştır. Eğer saymış olsa idi namazın kabul edilip edilmemesinden konuşarak kabul edilmemesini sınırlandırmazdı. İkincisi; Kâhini tasdik etmekte şüphe vardır. Gaybı bildiğini iddia etmiş olabilir ki gaybı bildiğini iddia etmek büyük küfürdür sahibini dinden çıkartır. Ancak bu Kâhinin cinlerin yaptıkları kulak hırsızlıkları ile bazı gaybı işlere isabet edebileceğini zannederek tasdik etmeye girer. İşte 75 Muvafakat 2/ 33 www.islamdaveti.com bu vakit haber cinniden gelmiş olur. Sonra bu haberi Kâhine getirir. Kişi de cinin semadan getirdiği haberi tasdik etmiş olabilir. İşte bu Kâhini tasdik edenin tekfirinden men eden bir engeldir. Zahir olan görüş ise bunun büyük küfür değil küçük küfür olmasıdır. Hadislerin delaleti ve hükmün illeti açısından bu böyledir.”76 Sanırım bu örnek anlatmaya çalıştığımız nasların delaletinin zanniliğinin çıkarılan hükme nasıl tesir ettiğini ve ne şekilde bu ihtilafın cereyan ettiğini anlatmamız için yeterli olmuştur. Muhammed ibn Salih El Useymin dedi ki; “ ‘Ona sorduğunda onu tasdik ederse 40 gün namazı kabul olmaz’ Zahiri açıkça gösteriyor ki kâhinin söylediğini tasdik edenin namazı 40 gün kabul olmaz. Ancak bu mutlak değildir. Arraf’a sorulan soru kısımlara ayrılır; Birincisi; Sadece sormuştur. Bu Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in bu hadisi gereği haramdır. Onu tasdik etmesinin cezasının var olması bunun haramlığına delalet eder. Çünkü haram fiil için ceza vardır. İkincisi; Soruyor ve tasdik ediyor arrafın sözünü ve bu söze itibar ediyor ki işte bu küfürdür. Gayb ilmini tasdik etmek Kuranı yalanlamaktır. Öyle ki; Allah subhanehu ve Teala dedi ki; “ De ki; Göklerde ve yerde var olanları Allah subhanehu ve Teala’dan başkası bilemez.”77 Üçüncüsü; tasdik edip yalanlamadan sadece onun haberini öğrenmek için soruyor, yoksa görüşünü almak için değil; işte bunda bir beis yoktur. Bu hadisin içerisinde yer almaz. Nebi sallahu aleyhi ve sellem İbnu Sayyad’a sordu; “ Ne tuttum?’ Dedi ki; Duh,Duh.(Duhan suresini tutmuştu Nebi sallahu aleyhi ve sellem bu yüzden duh duh diyor.)”78 Görüldüğü gibi İbnu Useymin dahi bu ayrımı yukarıda görüldüğü gibi yapmıştır. Ancak buradan İbnu Useymin'in sözünün katımızda muteber olduğunu anlatmak için nakletmedik. Yoksa kendisi Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in şu sözünde belirttiği fitneye düşmüştür; “ Sultanların 76 Fethul Mecid Neml 65 78 Mecmuatu Fetava İbn Useymin 77 34 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği kapılarına gelenler fitneye uğrarlar.”79 Kendisi kralların Yahudi, hıristiyan ve diğer müşrikleri arap yarımadasına sokmak ve başka daha birçok sultanın münkirini maruf göstermek ile uğraşmıştır. Hesabı Allah katındadır. Zahiri dinini fitneye uğrattığıdır. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. Ne güzel dosttur. İnsaf adlı kitapta şunlar kaydedilmiştir; “ İmam Ahmed dedi ki; Eğer ilmi inkâr ediyor ise bu görüşteyim. İmam Mervezi ona Amr İbnu Ubeyd’den bahsetti. Dedi ki; Eğer ilmi ikrar etmiyor ise bu adam kâfirdir. Mervezi ona dedi ki; Kerabiysi dedi ki; Kuran lafızları mahlûktur diye kim demezse o kâfirdir. (Ahmed) dedi ki; O kâfirdir…” Devamla dedi ki; “ İkinci olarak; İmam Ahmed rahimehullah davetçinin, bidatçının ve bu bidata çağıranın hapsedilmesi görüşünde idi. ‘Tabsira’ da aynı şekilde geçti ki; İmam onları men eder, reddeder, onlarla savaşmaz ancak onlar imama karşı savaşmaya kalkarsalar bağiler gibi ona göre savaşır. İmam Ahmed ibnu Hanbel aynı şekilde haricilerin davetçileri içinde bağiler gibi savaşılır demiştir. İbnu Mansur dedi ki; Zekâtı men edenlerle de imam savaşır. Bununla beraber diğer farzlardan men edenlerde aynı şekilde savaşılır ve onlardan o yapmadıkları farzlar alınır. Ebu Ferec ve Takiyyuddin İbn Teymiyye’de dediler ki; İslam şeriatının mütevatir vaciplerinden birini eda etmekten sakınan imtina eden mümteni taife ile savaşmak ve dinin tamamını Allah’a has kılmak noktasında icma edilmiştir. Bunlar hakkında savaşa kalkanlar ile savaşmak ise daha evla olarak savaşın caiz olduğu yerdir. Dedi ki; Rafiziler haricilerden daha şerlidirler. Bu konuda ittifak vardır. Bu iki grubun katlinde ve küfründe iki görüş vardır. İki rivayet sabittir. Sahih olan bu bidatçılardan davetçi olanların ve benzerlerinin öldürülmesidir. 79 Süneni Ebi Davud 2859 35 www.islamdaveti.com Üçüncüsü; Sahabenin ve hak ehlini tekfir eden ve Müslümanların kanlarını tevil ile helal sayanlar; Onlar haricilerdir. Bagiler ve fasıklardır. Furu adlı kitapta da bu geçmişti. Derim ki; doğru olan ve Allah için din edindiğimiz şeyde budur. ‘Tergiyb’ adlı kitapta ve ‘Riaiyye’de ki bu daha meşhurdur; İbni Hamid bunda hiçbir ihtilaf olmadığını belirtti. İbni Akil ‘İrşad’ isimli kitapta asılda muhalefet edenlerin tekfirini arkadaşlarımızdan zikretti. Hariciler, Rafiziler ve Mürcieler gibilerini… Ondan başkaları da Allah subhanehu ve Teâlâ masiyetleri yaratmaz diyenlerin ve bizim küfrüne hükmettiklerimiz hakkında tevakkuf edenlerin hakkında iki rivayet nakletti. Helal saymadan sahabeye sövenin hakkında da aynı şekilde rivayet edildi. Bunu helal sayan ise kâfirdir. Mugni’de dedi ki; Hariciler gibi tevil ile haram olan şeyleri helal sayanlar da kâfirdir. Aynı şekilde onları kâfir sayanların yanında da onlar mürtedler gibidirler. Dedi ki Mugni’de; Bu onun sözünün gereğidir. Dedi ki; İbn Teymiyye Rahimehullah’tan nakledilenler ise; Hariciler, Kaderiler, Mürcieler ve başkalarının tekfir edilmemesidir. Ancak Cehmilerin kâfirlikleridir , muayyen olarak değildir. Dedi ki; Yine ondan bir taife naklettiler ki; Bidat ehlinin tekfiri hakkında mutlak olarak tekfir ettiğini. Hatta bunların içerisinde Mürcieler ve Şiilerden Ali’yi diğer halifelere üstün sayan Şiilerin tekfirini de zikrettiler…” Devamla dedi ki; “ İbni Hamid’in usulunde Haricilerin, Rafizilerin, Kaderilerin ve Mürcielerin tekfiri zikredildi. Dedi ki; Kim bizim bu tekfir ettiklerimizi tekfir etmez ise fısk işlemiştir, kötülenmiştir. Küfründe ise iki vecih vardır.” “ İbni Hamid’den zikredildi ve dedi ki; Eğer (sahih) Ahad haberleri yalanlar ise tekfir edilir. Mütevatir haber de olduğu gibi tekfir edilir. Bizim yanımızda ilimdir, onunla amel etmek vaciptir… 36 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği İsra, İsanın nuzulu yâ da bazı sıfatların inkârında da tekfir edilir.”80 Yine Âlimlerin ihtilaf ettiği tekfirin başka bir örneği mevcuttur. Bu konuyu biraz daha detaylı işleyeceğiz ki bu mesele tekfirde icma edilen ve ihtilaf edilen yerleri birbirinden iyi bir şekilde ayırmamıza sebep olacaktır. Bu konu -ki son dönemler yine ihtilaf sebeplerinden biri olmuştur maalesef hakkı bilmeyen cahiller yine yoldan birini tutturarak ya ifrat ya da tefrit yolunu tutturmuşlardır. Oda ölünün kabrinin başında ölüye hitap etmek meselesidir. Öncelikle şu açıktır ki, ümmet ölülerden yardım dileyen, onlara dua eden ve onlardan genel olarak şefaat isteyenlerin tekfirine icma etmiştir. Buna dair nakiller şöyledir; Hicavi İkna isimli Hanbelî mezhebine ait fıkıh kitabında dedi ki; “ Şeyh dedi ki; Kim Allah ile arasında vasıtalar kılarsa, onlara tevekkül ederse, onlara dua eder ve onlardan talep ederse icma ile kâfir olur. –sözü burada bitti- Ya da güneşe, aya ve puta secde ederse icma ile kâfir olur.”81 Mansur El Behuti ‘Keşşaful Kina’ adlı eserinde dedi ki; “ Dedi ki; Kim Allah ile arasında vasıtalar kılarsa, onlara tevekkül ederse, onlara dua eder ve onlardan talep ederse icma ile kâfir olur.-sözü burada bitti- Yani Kâfir olur. Çünkü bu şöyle diyen putların kullarının sözüdür; ‘Biz onlara ibadet etmiyoruz sadece Allah’a yaklaştırsınlar istiyoruz.’”82 İbn Muflih dedi ki; “Kim Allah ile arasında vasıtalar kılarsa, onlara tevekkül ederse, onlara dua eder ve onlardan talep ederse; Yani bir cemaat dedi ki; güneşe ve aya secde ederse…”83 Merdavi dedi ki; 80 İnsaf 10/242 İkna 4/297 82 Keşşaful Kina Babu Hükmül Mürted 83 Furu 11/326 81 37 www.islamdaveti.com “ Aynı şekilde kim Allah ile arasında vasıtalar kılarsa, onlara tevekkül ederse, onlara dua eder ve onlardan talep ederse hüküm icma ile küfürdür. Arkadaşlarımızdan bir cemaat dedi ki; güneşe ve aya secde ederse…” 84 Mustafa El Ruheybani dedi ki; “Kim Allah ile arasında vasıtalar kılarsa, onlara tevekkül ederse, onlara dua eder ve onlardan talep ederse icma ile kâfir olur. Şeyh Takiyyuddin böyle söyledi. Ya da Resule ve resulün getirdiğine buğz ederse yine ittifak ile kâfir olur. Çünkü bu şöyle diyen putların kullarının sözüdür; ‘Biz onlara ibadet etmiyoruz sadece Allah’a yaklaştırsınlar istiyoruz.’”85 Muhammed ibnu Abdulvehhab dedi ki; “ (İslamı bozan icma edilmiş) İkinci unsur; her kim Allah ile arasına aracı koyarsa onlara dua eder onlardan isterse, onlardan şefaat dilerse, onlara tevekkül ederse icma ile kâfir olur.”86 İşte bu ve buna benzer icmaları kendilerine delil alan bir takım insanlar, her kim bir ölünün -ki ister Nebi olsun ister Salih- kabrinin başına gelir de ona ‘Ey kabirde yatan Allah’a dua et Allah beni bağışlasın’ ya da ‘ Allah sana şefaat hakkı verirse bana şefaat et’ derse büyük şirk işlemiştir dediler. Bununla da yetinmeyip ' Her kim bunu tekfir etmezse o da kâfirdir ' diyerek bir ziyadede bulunmuşlardır. Oysa ki az önce naklettiğimiz birkaç meselede olduğu gibi burada da üzerine icma edilen ve hakkında ihtilaf edilen küfrün çeşitleri söz konusudur. Şimdi bu tafsilatı izah etmeye çalışalım. Göreceğiz ki Âlimlerin işleyeni tekfir ettiği hatta tekfir etmeyeni tekfir ettiği bir çeşit küfür sabittir. Aynı şekilde âlimlerden bir grubun küfürdür dediği ama hakkında ihtilaf ettiği ve tekfir etmeyeni tekfir etmedikleri küfrün başka çeşitleri de sabittir. İşte sana, meseleye büyük şirk, küçük şirk ve müstehap olarak bakan âlimler ve onların sözleri... İlk olarak bu amele büyük şirk diyenler zikredilecektir inşallah. 84 İnsaf 10/246 Fi Matalibi Ulin Nuha 6/279 86 Nevakidul İslam El Aşara 85 38 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği Büyük şirk diyenler Şeyh Abdullatif Ali Şeyh dedi ki; “ Kullardan sadece Allah’ın güç yetirebileceği şeyleri istemek ve onlardan yardım dileme büyük şirktir. Eğer derse ki; Ey Allah’ın velisi bana şefaat et, işte bu sorunun kendisi yasaklanmıştır. Onlardan şefaat dilemek hıristiyanlara benzemektir. -Haşa- Derler ki Ey Allah’ın oğlu bize şefaat et. Müslümanlar icma etmişlerdir ki; bu şirktir. Eğer Allah’tan başka tesirleri olduğuna da bununla beraber itikat ederse bu ondan daha büyük bir küfürdür.”87 Şeyh Muhammed ibnu Abdulvehhab da aynı şekilde; “ (İslamı bozan icma edilmiş) İkinci unsur; her kim Allah ile arasına aracı koyarsa onlara dua eder onlardan isterse, onlardan şefaat dilerse, onlara tevekkül ederse icma ile kâfir olur.”88 Şeyh Muhammed ibnu Abdulvehhab ve torunlarının hepsi bu mezhebi savunmuş ve uzun uzadıya bunun küfür olduğunu anlatmaya çalışmışlardır. Mübah diyenler İbnu Kudame El Hanbeli dedi ki; “ Sonra kabre gelir, sırtını kıbleye verir, yüzünü kabre doğru dönersin. Ortana alır ve dersin ki; ‘ Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun Ey Allah’ın Nebisi. Selam üzerine olsun, Kullarının ve yarattıklarının en hayırlısı olan Ey Allah’ın Nebisi. Şehadet ederim ki Allah tek ilahtır ve onun ortağı yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed onun kulu ve elçisidir. Ben şehadet ederim ki sen kullara rabbinin risaletini ulaştırdın. Ümmetine nasihat ettin. Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel vaaz ile çağırdın. Yakin(ölüm) sana gelene kadar Allah’a ibadet ettin. Rabbimizin sevip razı olduğu şekilde sana salât olsun. Allah’ım ona Nebilerden ve Resullerden en faziletlisine verdiğin mükâfatın ile mükâfat ver. Onu vaad ettiğin övülmüş makama ulaştır. Allah’ım Muhammed (sav) 87 88 Fi Berahinil İslamiyye Fi Reddi Şübhetil Farisiyye 2/22 Nevakidul İslam El Aşara 39 www.islamdaveti.com ve ailesine, İbrahim’e ve ailesine salât ettiğin gibi salât et. Şüphesiz sen övgüye layık olan övülensin.’ Allah’ım sen söyledin ve senin sözün haktır; “ Onlar eğer nefislerine zulm ettiklerinde sana gelselerdi ve bağışlanma dileselerdi, sen de onlar için bağışlanma dilese idin, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve tevbeleri kabul eden olarak bulacaklardı.” ‘ Ben sana günahlarından bağışlanma dileyen olarak geldim. Seninle rabbime şefaat dilemeye geldim. Allah’ım senden onun hayatında gelip bağışlanma dileyene bağışlanmayı vacip kıldığın gibi, bana da bağışlanmayı vacip kılmanı diliyorum.’”89 İmam Nevevi dedi ki; “ Birinci yerine döner. Resulullah sallahu aleyhi ve sellem’e doğru döner, onunla nefsi hakkında tevessül eder, Onunla şefaat diler, İmam Maverdi, Kadı Ebu Tiyb ve arkadaşlarımızdan bazılarının güzel görerek naklettiği Utbi kıssasında ne güzel söylenmiştir. ‘ Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in kabrinin yanında oturuyordum. Bir bedevi geldi. Dedi ki; Selam üzerine olsun Ey Allah’ın Resulü. Ben işittim ki Allah subhanehu ve Teala şöyle dedi; “ Onlar eğer nefislerine zulm ettiklerinde sana gelselerdi ve bağışlanma dileselerdi, sen de onlar için bağışlanma dilese idin, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve tevbeleri kabul eden olarak bulacaklardı.” Ben sana günahlarından bağışlanma dileyen olarak geldim. Seninle rabbime şefaat dilemeye geldim… Nebi sallahu aleyhi ve sellem’i sonra rüyada gördüm. Ey Utbi o Arabiyi müjdele Allah onu bağışladı.”90 İmam Maverdi rahimehullah dedi ki; “ Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in kabrinin ziyareti emredilmiştir ve kişi bununla memurdur. Aynı zamanda bu da menduptur.”91 89 Mugni; Mesele 2748 Mecmul Mühezzeb 91 El Havi 8/274 90 40 Nasların Delaletinin Katiliği ve Zanniliği Kadı Karrafi dedi ki; “ Utbi’den anlatıldı ki; Bir gün Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in kabri başında oturuyordu; " Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in kabrinin yanında oturuyordum. Bir bedevi geldi. Dedi ki; Selam üzerine olsun Ey Allah’ın Resulü. Ben işittim ki Allah subhanehu ve Teala şöyle dedi; “ Onlar eğer nefislerine zulm ettiklerinde sana gelselerdi ve bağışlanma dileselerdi, sen de onlar için bağışlanma dilese idin, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve tevbeleri kabul eden olarak bulacaklardı.”92 Ben sana günahlarından bağışlanma dileyen olarak geldim. Seninle rabbime şefaat dilemeye geldim… Nebi sallahu aleyhi ve sellem’i sonra rüyada gördüm. Ey Utbi o Arabiyi müjdele Allah onu bağışladı.”93 Ebu Abdullah Er Razi ve Ebu Hayyan gibilerde buna mübah demişlerdir. Küçük şirk diyenler Şeyhulislam İbn Teymiyye dedi ki; “ Bunun gibi misaller Kuran’da çoktur. Allah’tan başka Salihlere, Nebilere ve Evliyalara dua etmekten nehyetmektedir. İşte bu şirktir ya da şirke götüren bir yoldur.”94 “ Şeriattan en uzak olan dua şekli ölüden ihtiyacını istemek veya insanların çoğunun ölülerin çoğuna başları sıkıştığında sığınmaları gibi şekillerdir. İşte bunlar putlara ibadet etmenin cinsidir. Bunun sebebi ile şeytan ölü veya bilinmeyen bir kişi suretine girer. Tıpkı putların kullarını saptırmak için girdiği şekiller gibi. Bilakis putlara ibadet etmenin aslı kabirlere ibadet etmektir. İbn Abbas ve başkaları bunu anlatırken kabrin yarılabileceğini ölünün içinden çıkabileceğini, insanlar ile el sıkışıp onlarla konuşabileceğini bu suretle de şeytanın farklı şekillerde insanları 92 Nisa 64 3/375 94 Mecmuatul Fetava 1/179 93 41 www.islamdaveti.com saptırabileceğini söylemişlerdir. İşte bu birçok salihin kabri başında gerçekleşen durumlardır. Ancak kabre veya ölüye secde etmek ise bundan daha büyüktür. Aynı şekilde öpmek de daha büyüktür. İkinci mertebe; Kişi zannediyor ki ölünün kabri yanında duaya icabet edilir. Ya da orada dua etmesi evde veya mescide yaptığı dualardan daha hayırlıdır ve bu sebeple de kabri ziyaret ediyor. Ya da kabrin yanında namaz (Allah’a) kılıyor. Ya da ondan sıkıntılarını (onun vesilesi ile) istiyor. İşte bunlar Müslümanların imamlarının ittifakı ile münker olan bidatlardandır. Bunlar haramdır. Din imamları arasında bu konuda bir ihtilaf bilmiyoruz. Üçüncü mertebe; Kabir sahibinden kendisi için Allah’tan istemesini istiyor, işte bu da Müslümanların imamlarının ittifakı ile bidatlardandır. Allah haber verdi ki; Yusuf 'un kardeşleri Yusuf için secdeye kapandılar. Anne ve babası da secdeye kapandılar. Bu secde bizim için meşru değildir. Hiç kimsenin bir başkası için secde etmesi caiz değildir. Öyle ki Nebi sallahu aleyhi ve sellem dedi ki; “ Eğer birinin birine secde etmesini istese idim kadının kocasına secde etmesini isterdim.”95 Bu ibare Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin bu konudaki mezhebinin ne olduğunu ortaya koymaktadır. İşte şimdi burada bir nokta ortaya çıkmaktadır ki; Şirkin bazı şekilleri hakkında ümmet icma etmişken bazı şekilleri hakkında ihtilaf etmiştir. Kabirden sadece Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyleri isteyen kişinin kâfir olması noktasında ümmet imamları icma etmiştir. Ancak ölüden, bir insanın insandan talep edebileceği duayı, öldükten sonra ölünün işitmesi sebebi ile -ki bu konuda ümmetin açık ittifakı söz konusudur- ölüden Allah’a kendisi için dua etmesinin hükmü konusunda imamlar ihtilaf etmişlerdir. 95 Er Reddu Alal Bikri 1/145 42
© Copyright 2024 Paperzz