DEĞERLER KRİZİ: DÖNÜŞEN MANEVİYAT ve ÇEVRE

1021
DEĞERLER KRİZİ: DÖNÜŞEN MANEVİYAT ve ÇEVRE BİLİNCİ
Fatma Çakmak*
ÖZET
İslam yapı ve yaklaşım olarak toplumun dinamik işleyişinden bağımsız bir din
değildir. Kendisini toplumun temel yaşam kodlarına dahil edecek derecede açık ve net, aynı
zamanda entelektüel bir fonksiyonellik üretecek kadar üst düzey bir din dili üzerine
temellendirilmiştir. Bu bağlamda çevre bilinci de dahil olmak üzere modern zamanların
hızıyla kitlelerin gündemine giren bir çok alanda İslam’ın öteden beri kutsal bir retorik
meydana getirmiş olduğunu söylemek mümkündür. Buna göre ağırlıklı olarak Batı orijinli bir
düşünce etüdü ile ele alınmakta olan eko-sistem sorunlarına ilişkin ahlaki paradigma
arayışlarını, İslam’ın gündelik hayatı bütünüyle kapsayan kuşatıcılığından bağımsız olarak
düşünmek mümkün değildir.
Çevre bilincinin Müslüman toplumlardaki esas çerçevesini ortaya koyabilmek
açısından İslam düşüncesinin ve medeniyet tasavvurunun beslediği üç temel yaklaşım alanına
bakmak gerekir. Bu üç alan: İslam’ın Kur’an ve sünnet çerçevesinde öngördüğü “insan
tasavvuru”, İslam medeniyetinin sosyal kodlarını belirleyen “tevhit anlayışı” ve bu iki temel
unsurun toplumsal alana yansıması anlamına gelen “değerler bütünü” dür. İslam’da çevreyi
korumaya yönelik ilahi telkin, insanın Müslüman birey olarak kendisini inşa etmesinde
öngörülen ahlaki telkinden bağımsız değildir.
İslami düşüncede her şey insana verilmiş bir
emanettir, çevre de dünya düzeni içerisinde İlahi olanın bir tecellisi olduğu için kutsal bir
emaneti korur gibi korunmalıdır. Kur’an’da kozmolojik mükemmellik dile getirilirken bu
düşüncenin hemen her yerde müslümanca ilkeleri pekiştiren bir “ibret alma, ibret gösterme”
yaklaşımı üzerine temellenmiş olması önemlidir. İslam’ın eşyaya bakışı ve sanat konusundaki
estetik yaklaşımı da aynı bakış açısından beslenmektedir. Bu yaklaşım da düzeni korumaya ve
insan fıtratının biricikliğinden ayrı düşmeyen bir çevre/düzen tasavvuru geliştirmeye
yöneliktir. Bu yüzden İslami perspektif üzerine geliştirilecek olan bir çevre ahlakı İslam’ın,
hayatın merkezinde yer almak üzere geliştirdiği bütüncül bir yaşam tasavvuru üzerinden ele
alınmalıdır. Modern yaşamla birlikte bu tasavvurun aşınması ve toplumun değerler alanının
derinden sarsılması dinamik bir çevre ahlakının geliştirilmesinin önünde büyük bir engeldir.
Bu tebliğde paradoksal görünümler ekseninde bu konunun ana bağlamları üzerinde durulmaya
çalışılacaktır. Anahtar kelimeler: İslam, modernlik, dönüşüm, çevre
*Ankara
Üniversitesi,
[email protected]
İlahiyat
Fakültesi
Din
Sosyolojisi
Anabilim
Dalı
Doktora
Öğrencisi,
1022
ABSTRACT
Islam, in structure and approach, is not an independent religion from dynamic
functioning of society. It is clear to such an extent that it incorporates itself into basic life
codes and it is also based on a high level religion language so as to bring out an intellectual
functionality. In this context, it is possible to say that Islam has already created a sacred
rhetoric in numerous fields, which have been brought to the agenda of the masses with the
speed of the modern times, including environmental consciousness, too. Accordingly, it is not
possible to consider the search for moral paradigm related to ecosystem problems, which is
approached in a mainly West origin opinion survey, independent from Islam’s surrouding the
daily life completely.
It is neccesary to look through the three main approach fields which are fed by Islamic
opinion and imagination of civilization in order to prove the main framework of
environmental consciousness in the muslim communities. These there fields are “human
conception” which Islam stipulates within the framework of Qur’an and sunna, “perception of
amalgamation” which determines the social codes of the islamic civilization and “set of
values” which means the expansion of these two main factors in the social sphere. Divine
suggestion in İslam to protect the environment is not free from moral suggestion which is
stipulated in the man’s self raising as a Muslim individual. In Islamic thought, everything is a
relic given to the human, and as the environment is the Godly manifestation in the world
order, it must be protected just like a relic. It is important that this conception is based on the
approach of ‘drawing a lesson’, ‘showing a sign’ which corroborates principles of Islam
everywhere as cosmological perfection is mentioned in the Qur’an.Islamic view on goods and
aesthetic approach on art are both fed by the same point of view. This approach is to protect
the system and to improve environmental system conception which is not free from the
uniqueness of human nature. Consequently, an environmental ethics which is to be improved
on the Islamic perspective must also be taken as Islam’s holistic conception of life to be
placed in the center of life. That this conept has been depreciated with modern life and the
values of the society have been shaken deeply are the dominants in not being able to improve
a dynamic environmental ethics. In this notice, it will be tried to put emphasis on the main
contexts of this matter in the axis of paradoxical view.
Key words : Islam, modernism, change, environment.
1023
GİRİŞ
Günümüz toplumlarının çevre sorunları da dâhil olmak üzere kendi bünyesinde
ürettiği temel sorun alanlarının birçoğu sağlıklı bir toplum ve belirli açılardan ön görülebilir
bir gelecek tasavvuru oluşturabilme noktasında güvensizlikler meydana getirmektedir. Bu
yüzden çevre krizlerini de bir netice olarak doğuran ilgili konular son yıllarda daha fazla
gündeme gelmekte ve tartışma ortamlarında kendine ayrıcalıklı bir yer bulabilmektedir.
Ancak toplumun genel değerler alanı ile doğrudan ilgili olan çevre konusunda sağlıklı ve
Müslüman toplumların asli referans çerçeveleri üzerine temellendirilmiş olan bir çevre
ahlakından söz edebilmek için ilgili alanı kendi bağlamları üzerine düşünmek ve
değerlendirmek esastır.
Kur’an, Sünnet ve İslam toplumlarının tarihsel bakiyelerinde içkin olan genel ahlaki
değerler dizisi üzerine ele alınabilecek bir İslami çevre doktrininin, modern zamanların aklı ve
modern insanın bilgi ve değer dünyası ile nasıl ilişkilendirileceğine dikkat çekmek
gerekmektedir. Ancak bu ilişkilendirme bir uyarlama olmaktan ziyade özgün bir çerçeve
içerisinde genişletilebildiği takdirde İslam’ın, hayatın merkezinde yer alan temel felsefesine
uygun bir çevre bilincinden söz etmek mümkün hale gelebilecektir. Dolayısıyla bu anlamda
bir strateji üzeriden düşünüldüğünde “insan-çevre” ilişkisini belirli bir sisteme oturtmuş olan
İslam dininin bu konuda ortaya koyduğu bütüncül yaklaşımın ihmal edilemeyeceği açıktır.[1]
Özellikle Müslüman toplumlar açısından, İslami kimliğin çerçevesini belirlediği insani kimlik
ve beşeri nitelikler bu bağlamda güncel bir çevre etiği geliştirebilmekte birer mihenk taşı
konumundadır. Gerek aydınlanma aklı gerekse modernleşmenin bir yaşam biçimi olarak
ürettiği sekülerleşme kapsamında yaşanan aşınma ve dönüşüm süreçlerinin genel olarak
Müslüman toplumlar açısından meydana getirdiği değerler krizinin, özelde de çevre
problemlerinin ana çevresinin bu biçimde çizilebileceğini söylemek yanlış bir tespit
olmayacaktır.
Modern dünyanın tabiata bakışını belirleyen faktörlerle daha geleneksel bir hayat
tecrübesinin ürettiği tabiata bakış ve denge yaklaşımı arasında açılan makasın, modern insanın
yaşam alanlarındaki ilişki türlerini belirleyen ölçütlerden bağımsız olmadığı açıktır. Böyle bir
ortamda özellikle “Sanayi Devrimi” ile birlikte başlayan teknolojik ilerlemenin ve hayatın
birbiriyle bağlantılı pek çok alanında etkili olan dönüşüm sürecinin payı yadsınamayacak
kadar büyüktür. Teknik ve insan lehine geliştirdiği hegemonik anlayışla söz konusu süreçlerin
sonunda görünür hale gelen, kutsallıktan arındırılmış, nesneleşmiş bir tabiat tasavvuru ve
kendisini bu tabiatın hâkimi ve sömürücüsü olarak gören bir insan kimliği kaçınılmaz hale
1024
gelmiş ve bu durum yeni tartışmaların kapısını açmıştır. Sanayi devrimi öncesinde bireyin
doğayla kurduğu ilişki daha çok insani bağlamını yitirmemiş, uzlaşmaya dayalı bir ilişki iken
sanayi devrimi sonrasında bu ilişki insanın değerler dünyasından meydana gelen değişimin bir
yansıması olarak “hâkim olma” ya dönük bir ilişki biçimi haline gelmiştir. Bu yaklaşım
biçimi, sonrasında gelişen olaylarla birlikte modern insanın eşya ve tabiatla olan tüm
ilişkilerinde etkisini göstermiş ve modern dünyanın tüketim ölçüleri hakim olma anlayışının
tezahürleri ile kendisini adeta kaçınılmaz kılmıştır.
Kur’an’ın daha çok “denge ve düzen” unsurlarına dayandırarak ele aldığı çevre
kavramı ise İslam’ın varlığa ve insanlara kazandırdığı “ontolojik statü” yü meydana
getirmektedir. Bu statü, dini kozmoloji içerisinde nesneler, olaylar ve insanlar arasındaki
ilişkisel mekanizmayı oluşturan tüm elemanları düzenin ve dengenin bir parçası olarak
değerlendirmekte ve her birini mevcut ilahi diskurun birer taşıyıcısı olarak nitelendirmektedir.
Dolayısıyla İslami anlayıştaki çevre kavramı sadece eko-sistem içerisindeki mekanik işleyişe
değil daha geniş açılara sahip olan varlık alanına işaret etmektedir. Bu nedenle öncelikle
İslam’ın öngördüğü çevre anlayışı ile modern dünyanın ürettiği çevre anlayışına kısaca göz
atmak gerekir.
MÜSLÜMAN BİREYİN “MEKAN” İDRAKİ: ÇEVRE ve “ARZ” İLİŞKİSİ
İslam’da çevre olgusu sadece bir sistemin ekolojik olarak işleyişi olarak tanımlanmamış,
çevre kavramı “Vahy” temelli, ontolojik bir güzergah içerisinde ele alınmıştır. Çünkü
Kur’an’ın çizmiş olduğu kulluk çerçevesi yalnızca dini pratiklerin yerine getirilmesi yani
ibadetlerin yapılması ile sınırlı bir kulluk anlayışı değildir. Aksine ibadetlerin de bu
tipolojinin gerçekleşmesinde bir araç olduğu, ilahi varlığı Allah’ın koymuş olduğu hükümler
çerçevesinde kendisinde taşıyan, “Ahsen-i takvim” yani en güzel suret ve ahlak üzerinde
bulunmak üzere yaratılmış olan bir insan tasavvurundan söz edilmektedir. Dolayısıyla Kur’an
ve sünnetin ön gördüğü kulluk anlayışı ibadetlerle birlikte insanın bu dünyadaki tüm
faaliyetlerini de kapsayan, zulüm ve kötülük karşısında imar ve ihya ile yapıcı rol üstlenen bir
bakış açısı üzerine temellendirilmiştir.
Ontolojik gerçekliği “arz” kavramı paralelinde ele alan ilgili perspektif, modern
literatürün ürettiği kavramlar yerine kendi bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde daha
anlamlı hale gelmektedir. Bu bakış açısı ahiret anlayışının bir gereği olarak insanın tüm fiil ve
davranışlarında sorumlu hareket etmesini gerektiren bir yaklaşımdan beslenmektedir.
Dolayısıyla “kul” olarak insan hiçbir şeyin mutlak sahibi olmadığının bilincinde, her şeye
1025
karşı derin bir sorumlulukla ve bunların emanetçisi olduğu anlayışıyla hareket etmek
zorundadır. Nitekim Kur’an’da kâinata göndermede bulunulurken hem tabiat ibret nazarıyla
tanıtılmaya çalışılmakta, hem de insanın bu düzen ve denge karşısındaki sorumluluğu
yeryüzünde
“halife”
olma
özelliğine
uygun
şekilde
gerçekleştirmesi
gerektiği
hatırlatılmaktadır.[2] Bu yüzden İslami anlayıştaki çevre kavramını, ilahi varlığın bir tecellisi
halinde “kutsal” bir nitelik taşıdığı gerçeğinden bağımsız olarak ele almak ve insanın kulluk
pratiklerinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
Bir başka yönüyle ele alındığında ise; çevre konusunun İslam’daki mekân tasavvuru ile
doğrudan ilintili olduğu görülmektedir. Mekân, kuşatıcı vasfı ile Müslüman fert için bir ibadet
yeri, kulluğunu ifşa ettiği bir varlık alanıdır. Dolayısıyla“arz” yani insan dışındaki tüm
mahlûkatı da kapsayan kozmolojik bir alan olan yeryüzü insan için namazgâh (mescit)
kılınarak kutsal ve temiz bir mekân hükmünde değerlendirilmiş; toprak, “teyemmüm”
kavramıyla bir temizlenme vasıtası, ibadet için bir ön basamak, pislikten arınma şekli haline
gelebilmiştir. İslam toplumlarının küresel ölçekte en büyük kongresi olarak nitelendirilen ve
ferdi olarak çok güçlü manevi dip akıntılarıyla gerçekleştirilmesi beklenen Hac ibadetinin en
önemli gereği olan “ihram” elbisesinin, başta kişinin kendi bedeni olmak üzere tüm canlılara
karşı dokunulmazlık ve merhamet gerektiren bir yasağın taşıyıcısı olması da bu anlamda
oldukça dikkat çekicidir. Kişinin hacdaki bu manevi yükselişinin ibadetin derin anlamında
içkin olan “harem şuuru” ile özdeşleştirilmesi ve bir hacıdan dini sorumluluk olarak beklenen
şeyin bu şuuru hacdan sonraki gündelik yaşamına taşımasının gerekliliği İslam’ın insan eliyle
gerçekleştirilen tüm tahribata karşı muhalif bir dil ve duruşu sembolik olarak da ön görmüş
olmasının birer yansımasıdır. Bu nedenle modern terminolojinin bütünüyle profan (kutsal
niteliğinden arındırılmış) bir genelleştirmeyle “ekoloji” olarak tanımladığı çevre kavramı,
İslam’ın “mekan” ve “arz” kavramları arasında kurduğu varlık ilişkisini akamete uğratmakta,
bu anlayışın çerçevesini daraltmaktadır. Konuyu kendi özgül çerçevesi içerisinde ele alırken
bu farklılığın oldukça önemli bir husus olduğunun altını çizmek gerekir. Bu tarz bir yaklaşım
insanı olgunlaştıran çevre ile bu çevreyi koruyan insan arasında ilahi bir sorumluluk akdi
meydana getirmekte ve bu akit hesap verilebilirlik anlayışı ile tüm eşya ile olan ilişkide
manevi sorumluluğunu bireye hatırlatmaktadır.
MANEVİYATIN DÖNÜŞÜMÜ: DEĞERLER ALANININ ANONİMLEŞMESİ
Bir toplumsal uzamda etkili olan ve o toplumun yapısında taşıyıcı bir unsur olarak
belirleyici rol üstlenen tüm algı bileşenleri bireyin biçimlendiği düşünsel havzaya dâhildir.
1026
İnançlar, değerler ve sosyal sermaye araçlarının oluşturduğu toplumsal matris, kişilik
fragmanlarının “özgün” bir yapı içerisinde yeniden inşa olunmasını sağlar. Bourdieu
toplumsal yapı ile insan fiilleri arasında bir irtibatlandırma yaparken insan davranışlarına etki
eden temel saikler olarak, sosyal sermaye ve en genel anlamıyla toplumda alışkanlık haline
gelmiş blok tutumlar anlamında tanımlanabilecek olan habitus kavramlarından söz eder. Bu
bakış açısına göre bireyler, toplumsal düzendeki konumlarını korumak ve derecelerini
yükseltmek için çeşitli kültürel, toplumsal ve simgesel kaynaklar kullanırlar. Bu kaynakları
“sermaye” olarak niteleyen Bourdieu sermayenin dörtlü tasnifini yaparken, bu yapılanmış
yapıları bir kültürün bütün mensuplarınca paylaşılan derin yapısal anlamları yönlendiren
kodlar olarak nitelemekte ve bunlara “simgesel sistemler” adını vermektedir.
Simgesel sistemler iletişim ve toplumsal bütünleştirme işlevlerini yerine getirir.
Habituslar, bir bakıma toplumsal yapının bir parçası olan bireyin o toplumun var olma
biçimlerinden biri olduğunu göstermektedir. Bireyin yatkınlıkları mensubu olduğu sosyal
yapının yatkınlıklarına da işaret eder ve denilebilir ki ferdi alışkanlıklar toplumsal
bağlamlardan bağımsız değildir ve bir eylemin yapısal sınırları toplumsal habituslarla
çizilmiştir.[3] Dolayısıyla tüm bu süreçlerin toplamında oluşan deneyimin sosyolojik karşılığı
toplumun “değerler alanı” nı oluşturmaktadır. Söz konusu değerler, toplum üyelerinin
davranışlarına etki eden normları; örneğin o toplumda etkili olan olaylara bakış açılarını,
muhakeme tarzlarını, kabul ve ret ölçüleriyle bazı davranışları kontrol etme şekillerini ortaya
koyar. Dolayısıyla bir toplumsal yapı içerisinde etkili olan hakim paradigma ne ise o
toplumun sosyal kıymet hükümleri buna göre şekillenmektedir. Nihai noktada bireylerin tabi
oldukları bu alanı belirleyen temel kodların içsel bir aşınmaya veya deneyimsel bir çözülmeye
uğraması sonucu bu değerlerin bir tür “anonimleşme” problemi ile karşı karşıya kalması
kaçınılmaz olmaktadır. Buna göre dini değerlerin etkili olduğu bir toplumsal yapı içerisinde
maneviyata ilişkin temel algı biçimlerinin dönüşmeye başlaması, bu değerler alanının
belirlediği pek çok niteliğin de yeniden ele alınmasını gerektirmektedir. Müslüman
toplumlarda dinin etkin taşıyıcısı konumunda olan gündelik hayatın egemen yapısını da
belirleyen “birey” tasavvuru ile ilgili olan tüm alanlar bu dönüşümün ortak yansımalarını
bünyesinde taşımaktadır.
Batılı değerlerin temel alındığı modernleşme sürecinde toplumun zihniyet yapısında
ve gündelik yaşamın olağan akışında meydana gelen alt üst oluşlar, süratle somutlaşmış,
pratik görünümlere bürünmüştür. Din ve geleneğin bir arada fonksiyon icra ettiği geleneksel
toplumlarda etkili olan ve eşya ile irtibatını ilahi varlık alanından bağımsız sürdürmeyen insan
tasavvurunun, yerini modern zamanlarda bireyciliğin mobilize ettiği “tahripkar” insana
1027
bırakması değerler alanını öznesel olarak muğlaklaştırmıştır. Bu muğlâk görünüm, modern
toplumun ahlaki kodlarını, meşruiyetini dinden alan referanslar yerine küresel dünyanın
seküler normları üzerine inşa etmesine neden olmuş ve sosyal krizlerin baş göstermesi
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Giddens’ın ifadesiyle “modernliğin sonucunda ortaya çıkan yaşam tarzları kişileri
geleneksel toplumsal düzen türlerinin tamamından eşi görülmedik biç biçimde söküp
çıkarmıştır. Modernliğin, toplumsal değişimin iç evrelerini ihmal eden bir hızda geliştiği
zamanlarda din alanı gibi bireyin hayatına anlam katmakta fonksiyonel olan tüm değerler
mevcut sürecin tahribatına uğrar. Çünkü modernlik bir anlamıyla, gündelik hayatın
pratiklerini ve ortak bilgiyi kapsayan kültürün de dönüşümüdür.”[4] Dolayısıyla gündelik
hayatını dizayn ederken, dinin belirlediği “değerler” dünyasına bağlı olarak ilgi ve algılarını
temellendiren birey bu tahribatın etkisine maruz kaldığı oranda günlük hayatın pratiğine
yansıyan gerilimlerle de karşı karşıya kalmaktadır.[5] Genel olarak meşruiyetini dinden
almakta olan manevi değerler alanının, geleneksel yapılarla olan iç içeliği, her iki unsurun
temel taşıyıcısı olan insan tasavvurunun dönüşümü ile birbirinden ayrışmış ve modern insanın
hem ürettiği hem de sonuçlarına katlanmak zorunda kaldığı dönüşüm süreci manevi alanı da
derinden sarsmıştır.
Etkisini artıran bireyselleşme dalgası ve bu dalganın etkisiyle dönüşen toplumsal
ahlakın genel tabiatı İslam’ın ortaya koymuş olduğu insan ve tabiat dengesini de derinden
sarsmıştır. Bu yüzden bu sarsıntının etkilerini, insanın doğaya yaklaşımı da olmak üzere genel
olarak dünyevi kaynaklara ilişkin tüketim mantalitesinde aramak gerekir. Nitekim İslam savaş
hukukuna göre, savaş halinde bile bir ordunun ağaçlarını kesmek, meyve bahçelerini yakmak,
tarım ürünlerini tahrip etmek, hayvanları telef etmek ve su kaynaklarını zehirlemek gibi
çevreye zarar veren her türlü eylem yasaklanmış ve bu konuya ilişkin tedbirler savaş ahlakının
gerektirdiği insani bir sorumluluk olarak ele alınmıştır. Bu yüzden çevre sorunlarının hem
küresel, hem yerel bir insani “etik” sorunu olarak değerlendirilmesi oldukça isabetlidir.
MODERN DÜNYANIN YENİ KÜLTÜ: ÇEVRECİLİK
Anthony Giddens modern dünyanın egemen ahlakını tanımlarken toplumun kimliksel
olarak birbirine yabancılaşmasına işaret eden bir kavramsallaştırmaya gider ve bu durumu
“uygar ilgisizlik”[6] olarak nitelendirir. Uygar ilgisizlik, modern dönemde bireyin, başta
kendisi
olmak
üzere,
genel
olarak
içinde
yaşadığı
dünyanın
realitelerine
karşı
duyarsızlaşmasına, parçası olduğu ortamın sorunlarına karşı hissizlik tavrı geliştirmesine
1028
vurgu yapar. Bu vurgu modern dünyanın ahlaki parametrelerini belirleyen yeni değerler
karşısında eleştirel bir yaklaşım içerisinde olmayı gerekli kılacak kadar önemlidir ve modern
insanın hayatı ve varlığı anlamlandırırken referans aldığı yönelimleri de içeren kimlik bir
değerlendirmesi yapmayı gerektirmektedir. Nitekim insan odaklı tüm sorunların çözümünde
veya en azından bunların daha anlaşılabilir kılınabilmesinde bu sorunların hem öznesi, hem de
etkileneni konumunda olan bireyin ahlaki biçimlenişi bir tür “zihniyet” meselesidir ve kişinin
tüm eylemleri bu zihniyet üzerine temellenmektedir. Dolayısıyla bu zihniyet ve ahlaki
biçimleniş modern insanın çevreye karşı tutumunun da genel çerçevesini belirlemektedir.
Modernlik üzerine geliştirebilecek esaslı bir eleştirel dil, yaratıldığı yapıcı fıtratla bu
denli ters düşme eğilimi göstermekte olan ve bugün işgaller, savaşlar, bunalımlarla daha çok
tahripkar yönü ön plana çıkmış, aşırı bireyselleşerek kendine dahi yabancılaşmış insanın
ortaya koyduğu eylemlerin, içselleştirilebilmiş bir çevre ahlakı geliştirmede güçlü bir engel
olduğunu anlatabilmek açısından önemlidir. Başlarda sadece Batı’da egemen olan pozitivist
anlayış zamanla Müslüman ülkeleri de etkisi altına almış, kaçınılmaz bir yayılma ile etki
alanını genişletmiştir. Müslüman toplumun, değer dünyasından tamamen bağımsız olduğu
halde bu tarz bir pozitivist anlayışın kendisine bu toplumlar içerisinde yer bulabilmiş olması
İslam toplumlarının paradoksal modernleşmeleri bağlamında ele alınabilecek daha geniş bir
tartışma konusudur.
Modern dünyanın tükenen değer alanında bugün çevreciliğin bir telafi mekanizması
olarak ve çok dikkat çekicidir ki tıpkı çevreciliği körükleyen sorunların kaynağına benzer
biçimde, tüm aşkın, dinsel ve ahlaki ölçütlerden kendisini ayıran, tamamen pozitivist bir
kurguyla çözüm olarak sunulmuş olması trajiktir. Nitekim sorunu meydana getiren bakış
açısından çözüm üretmeye kalkışmak, çevreyi tüm diğer insani etki alanlarından bağımsız
biçimde, bir üst alan olarak tanımlamak da sorunludur. Çünkü başta da değinildiği gibi, çevre
kavramı iç içe geçmiş pek çok alanı temsil etmekte ve bu durum kendi kategorilerine göre
çözümlenmeyi kaldıramayacak bir bütünlük arz etmektedir. Dolayısıyla Müslüman toplumun
dinamik bir çevre ahlakı geliştirme çabasındayken, pozitif bir çevrecilik anlayışı
benimsemesini beklemek oldukça hatalı bir çözüm mantığına yönelmek olacaktır.
Müslüman dünyanın gündelik hayatın rutin işleyişine ilişkin olarak mekanik ve
kozmolojik bütünlüğü bir arada ele alan geleneksel yaklaşımını, modern paradigmanın
indirgemeci tavrına teslim olan çözüm mantalitesi ile işletmek imkânsızdır. Bu durum bilimin
veya teknolojinin varlık alanını daraltmaya dönük bir tavır olmaktan ziyade bu alanları da
mevcut bütünlük içerisinde değerlendirmeye, modern insanın çıkmazlarından başlayarak,
1029
Müslüman toplumun modernlik karşısındaki çıkmazlarına ve buradan bir çevre duyarlılığı da
doğuracak derin bir ahlak bilinci geliştirmeye dönüktür.
Bilimsel birikimin çevre konusunda ulaştığı bazı sonuçların çevreyi neredeyse bir
nesneye dönüştüren, insan-tabiat ilişkisini sadece tüketmeye dönük bir fonksiyonelliğe tabi
kılan yaklaşımını çevrecilik olarak nitelendirmek bir tür tecrit hükmündedir. Tabiatın ilahi,
ahlaki, felsefi ve estetik doğasını ihmal eden bu bakış açısının sağlıklı bir çevre ahlakı
geliştirmekte problemli olduğunu görmezden gelmek bu bakış açısının körüklediği yeni sorun
alanlarına da imkan tanımak anlamına gelecektir. Geleneksel düşüncenin gündelik hayatın
işleyişi ve bu işleyiş içerisinde meydana gelebilecek tüm irtibatları kuşatan, uyum ve dengeyi
fark edilir bir öğe olarak ön plana çıkaran yapısının akamete uğraması, çevrecilik anlayışında
deney ve gözlem dışındaki tüm imkan sahalarının geçersiz sayılması, 19. ve 20.yüzyılın
metafiziği hayatın dışında bırakan anlayışıyla yarışan, mekanistik bir doğa yaklaşımı
üretmekten öteye geçemeyecektir. Diğer taraftan ekolojik dengenin bozulması sonucu
yaşanan olumsuz gelişmeler aynı zamanda insanın ruh sağlığını da etkilemektedir. Dolayısıyla
karşılıklı bir bozulmadan söz etmek mümkündür. Bu durum Müslüman toplumlar açısından
İslami değerleri önceleyen ve insan- çevre ilişkisini İlahi düzenin “tevhit” esaslı bütüncül
çerçevesi içerisinde yeniden ele almayı ve bu bütünsellik ilkesini gündelik hayatın değerler
mekanizması içerisinde işlevsel hale getirmeyi gerektirmektedir. Nitekim modern zamanların
ürettiği sosyo-kültürel yaşam tasarımı insanın kendisine ve onu kuşatan canlı veya cansız tüm
varlık alanına karşı yabancılaşması sonucunu doğurarak, bu değerleri ihya etmeyi
önemsemeyen bir çevreciliği ve çevre etiğini kısıtlı bir geçerliliğe mecbur bırakmıştır.
SONUÇ
Müslüman toplumun geleneksel yaşam kodlarında İslam’ın özgün karakterini temsil
eden temel kliklerden biri şüphesiz inancın ahlaki nitelikte içselleştirilerek tutum ve eylemlere
yansımasıdır. Bu yansımanın görünür olacağı alanlardan biri insan-tabiat ilişkileri iken
modern zamanların ürettiği farklı yaşam deneyimlerinde umulan hassasiyetlerin görünür hale
gelememesinde İslami perspektif açısından çevrenin doğru tanımlanamaması ve bu konudaki
dini kavramların keşfedilememesi etkendir.
Müslüman birey için tabiatın, ezeli hikmeti deruhte eden ilahi bir kitap olması
metafizik bir çevre anlayışının ahlaki çerçevesini de belirlemektedir. Ancak bu şekilde İslami
yaklaşımın ve insani değerlerin, vicdani hassasiyetlerle bütünleşerek, toplumsal ilişkilerin
belirleyici unsuru halinde ön planda tutulabileceği, insanın yaratılış amacına ve
1030
sorumluluklarına yabancı kalmadığı bir ahlaki sistemde etkili bir çevre bilincinden söz etmek
mümkün hale gelebilecektir.
İnsanın topraktan yaratıldığına inanıldığı bu yüzden toprağın ilahi ruhtan bir eser
taşıdığı, ekmeğin kutsal bir şuurla ele alındığı, yağmurun bereket, suyun nimet olduğu
şeklindeki geleneksel bilincin hayatın olağan akışında kendiliğinden dâhil olduğu Müslüman
toplumlar açsısından böyle bir yaklaşım, belirli konularda geleneksel anlayışlarla uyum içinde
ancak kendi düşünsel çıtasını da yakalayabilmiş bir Müslüman ahlakı, hakiki bir çevre
bilincinin de temel eğişi olacaktır.
KAYNAKÇA
[1] Macit, Yunus, “Sünnet Verileri Işığında Çevre Eğitiminin Esasları”, Hadis Tetkikleri
Dergisi, Cilt:3, Sayı:2, 2005, s. 111–128.
[2] Kula, Naci, “Kuran Işığında İnsan-Çevre İlişkisinin Ruh Sağlığı Açısından Önemi,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı:9, 2000, s. 361–376.
[3] Swartz, David, Kültür ve İktidar: Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi, Çeviri: Elçin Gen,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
[4] Paker, Oya, “Gündelik Bilginin İnşası Bağlamında Sosyal Temsiller: Modernlik, Gelenek
ve Din” Kültür ve Modernite, Türkiye Kültür Araştırmaları, Derleyenler: Gönül Putan, Emine
O. İncirlioğlu, Bahattin Akşit, İstanbul, Tetragon Yayınları, 2003, s.220–239.
[5] Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, Çeviren: Tuncay Birkan, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2004.
[6] Gıddens, Anthony, “Sosyoloji”, Çeviren: Cemal Güzel, İstanbul, Kırmızı Yayınları, 2008.