8 + 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ + 22 şubat 2014 CuMartESİ MEdrESEtü’z-zEhra dÂr’üLfünun’unun tEşEKKüLünün SEKİz şartI Elhasıl: Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz. Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin? Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder. Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin? Cevap: Ona bazı şerait ve varidat ve semerat vardır. Sual: Şeraiti nedir? Cevap: Sekizdir. birincisi: Medrese nâm melûf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye. İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak. Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun? Cevap: Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, melekei feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek... Sual: Ne gibi? Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri Dİ P N OTLA R: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Divanı Harb-i Örfî, s. 388. 2- Münâzarât’ın hem diğer dillere çevrilmesi hem de akademik çalışmalarla irdelenmesine büyük bir ihtiyaç var. Bu bağlamda, Michagen Üniversi- vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasının veya istinâs etmek için lisan-ı mahallîye âşina olanları müderris olarak intihap etmektir. dördüncüsü: Ekradın istidatları ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi, ya cebirle, ya hevesatlarını okşamakla olur. beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl kaidesini bitamamihâ tatbik etmek-tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir şubeden mütehassıs çıkabilsin. altıncı şart: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem de mekâtib-i âliye-yi resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntiç kılmak, akîm bırakmamaktır. Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni muvakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak, mezc etmektir. Tâ ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil etmek. Münazarat, s. 126-129. *** İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü’z-Zehrâ İslâmiyete ve insâniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bâhusus, zekâtın zekâtı da olsa kâfidir. tesi’nden Dr. Mücahit Bilici’nin “Said Nursî’nin Moral Felsefesi” isimli Münâzarât eksenli çalışması önemli bir başlangıçtır (Bilici (2008): ‘Said Nursi’s Moral Philosophy’, Islam and Christian-Muslim Relations, 19:1, 89 – 98). 3- Doğrusu, Türkiye’nin gelişmesine mâni olan ve bünyesini tahrip üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukul yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir. dördüncüsü: Mezkûr tebâdül için dârü’l-muallimîn ile imtizaç ettiğinden, darü’l-muallimînin varidatı bir derece tevsi ile muvakkaten ve âriyeten-eğer mümkünse-verilse, bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir. Sual: Bunun semeratı nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun? Cevap: İcmali: Kürt ve Türk ulemasının istikbalini temin. Ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstermek ve ondan istifade ettirmektir. Sual: İzah etsen fena olmaz. Cevap: Birincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Burhan ile temessük eden ulemânın şânı değildir. üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyeti neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâirde meşrutiyeti incitecek niyet yok- eden her on yılda bir aktif hale gelen söz konusu “zorba virüsü”dür. Toplumun bütün katmanlarına bulaşmış bu virüsün yeniden güç kazanmasıdır. Zorba virüsünün taşıyıcıları olan askerî ve sivil darbecilerin, uygun şartlar oluştuğunda (veya oluşturulduğunda), kontrolü ele geçirip ülke- tur. Fakat istihsan edilmezse istifade edilmez; o daha zararlıdır. Hasta tiryakı zehir-alûd zannetse, elbette istimal etmez. dördüncüsü: Maarif-i cedideyi medârise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira, mükerreren söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş’um bir tevehhüm şimdiye kadar set çekmiştir. beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksatta ittihad eylesinler. Teessüfle görülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassup, başkasının mesleğine sathiyeti itibarıyla tefrit ve ifrat ederek, biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor. Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir. Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet ettiğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz. Yoksa ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet, size itaat ettiğimiz gibi, saâdetimizi temin ediniz. Ve illâ, ey Kürt ve Türkün cemiyyet-i milliye vazifesini bil’istihkak omuzunuza alan eski İttihad ve Terakki! İyi ettiniz mezc ettiniz. İyi etseniz iyi; ve illâ… Münazarat, s. 129-133. nin gelişmesine darbe vurmasıdır. Her on senede bir nükseden bu bulaşıcı hastalıktan kurtulmak için hastalığın sebebi olan “zorba virüsü”nü iyi tanımak gerekir. 4- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2. baskı, s. 806. 5- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2. baskı, s. 774. 6- Bediüzzaman Said Nursî, Divanı Harb-i Örfî, s. 424. 7- Bediüzzaman Said Nursî, Divanı Harb-i Örfî, s. 399. 8- Bediüzzaman Said Nursî, Divanı Harb-i Örfî, s. 424. M ü n a z a r a t Ö z E L E K İ 2 + 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ bEn, KürtçE düşünürüM, türKçE vE arapça YazIYoruM hâmisen: Ben, Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. “Hattâ evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu” tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine de katiyen râzı olamıyorum. Zîrâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder. Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbiin tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel bir hakîkat çirkinleşiyor. Sâbian: Şu Saykâl-ı İslâmiyet ve Ekrâd Reçetesi olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşv ü nemâ vererek, kırk elli gün zarfında hem yeşillendi, hem cesîm bir şecere oldu, hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vücuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i haşînine fırlatıyordu. Onlar da, beni sahrâların yüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgâr vurup, derenin dibine düşmüş meyveleri ilâç için toplayıp, medîne-i medeniyetin çarşısına götürdüler. Hattâ bir kısmı Bâşid Dağı’nın yemişidir, bir tâifesi Ferrâşîn Ovası’nın meyvesidir, bir miktarı Beytüşşebap Deresi’nde, kırmızılanmış semeresidir. İşte, şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa, mekân vahşî, ben seyyah, zihin müşevveş, vücut yarım hasta, yazmak acele olduğundan, elbette müşevveş olur. Ey ehl-i insaf! Mâzeretim bu. Kabul ederseniz, insafın şe’nidir; etmezseniz, emîn olunuz, size minnet etmem, hiç de kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım, vesselâm. Şu eserin nağamâtını dinlemek için, bir Kürt cesedini giymek, bir vahşî hayâlini başına takmak gerektir. Yoksa ne istimâ helâl, ne semâ tatlı olur. Emmâ ba’d, ehl-i hamiyetin nazarına arz ediyorum ki: Vaktâ Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstanbul, temsil ettiği asırdan tarihvârî bir nazar ile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya inmekle, aşâir-i Ekrâdın içinde cevelân ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye, güzden bahara bilâd-ı Arabiyeden bir rıhlet-i şitâiye ettim. Dağ ve sahrâyı bir medrese ederek meşrûtiyeti ders verdim. Birden bana göründü ki, meşrûtiyeti gâyet garip bir sûrette telâkkî etmişler. Her tarafın şüphe ve suâlleri ağleb bir dereden gelmiş gibi gördüm. İşte, teşhis-i maraz için miftâh-ı kelâmı onlara verdim. Dedim: “Siz suâl ediniz, ben de ona göre cevap vereyim.” Onlar istihsan ettiler. Zîrâ Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. İşte, tâmimen lilfâide, suâllerini cevaplarımla musâfaha ettirerek şu kitabı yazdım; tâ birbirine muâvenette bulunsun. Hem de, görmediğim Ekrâd ve emsâline, şu kitap, bana bilvekâle onlarla konuşarak cevap versin; hem de, lisânları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen suâl etsin. Elhâsıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların cânibinden suâl etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyâset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaftır. Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür. Halbuki, akılları gözlerinde olan avâma ders veren fiildir. İmdi, suâle ve cevaba başlıyorum. Suâl: “Ey Seydâ! İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” Cevap: Müjde getirdim. Suâl: “Müjde ne demek? Bâzılar, bize, ‘Sizin için fenalık var’ diyorlar.” Cevap: Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemî kuvvetimle, yalnız Kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; ‘umum İslâmın, lâsiyyemâ Osmânîlerin, bâhusus Ekrâdın saadetinin fecri sâdıkının geldiğini, hattâ Bâşid başında görüyorum. “Ümitsizlik ve karamsarlığın sembolü olan Arap filozof ve şâiri Ebû Alâi’l-Maarrîye rağmen.” Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz! Münazarat, s. 16-20. 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ Meşrûtiyet-i Meşrûanın müstakbeli Bediüzzaman Said Nursî: MEşrutİYEt, hÂKİMİYEt-İ MİLLEttİr; hüKûMEt hİzMEtKÂrdIr + Neden Münazarat? bEdİüzzaMan Said Nursî’nin “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi” olarak tanımladığı Münâzarât adlı eseri, gerek yazıldığı dönemin sosyal ve siyasî problemlerine dikkat çekerek çareler sunması, gerekse dönemini aşarak günümüzün temel meselelerine ışık tutması açısından dikkatle incelenmeyi hak etmektedir. Münâzarât’ın ortaya çıkış öyküsü, yaşadığı toprakların dertleriyle muzdarib bir dâvâ adamı olan Bediüzzaman’ın hayatı ve dâvâsıyla yakından ilgilidir. Bediüzzaman’ın İstanbul’da bulunduğu yıllar, Osmanlı ülkesinin sosyal, siyasî, askerî ve kültürel alanlarda yaşadığı bunalımları aşmak için çabaladığı bir döneme denk gelmektedir. 1908’de ilân edilen 2. Meşrûtiyet bu çabaların somut adımlarından biri olup beraberinde bir çok tartışmayı da getirmiştir. İstibdat, hürriyet, meşrûtiyet kavramları etrafında şekillenen bu tartışmalarda Bediüzzaman’ın Meşrûtiyet’e din adına sahip çıkan hürriyetçi tavrı dikkat çekicidir. Münâzarât da Bediüzzaman’ın 1910 yılı başlarında Meşrûtiyet’i anlatmak için çıktığı “Şark seyahati”nin bir ürünüdür. Münâzarât’ın yapısını bu seyahat esnasında Bediüzzaman’a farklı kesimlerden yöneltilen sosyal ve siyasî muhtevalı sorularla bunlara verilen cevaplar oluşturur. Eserin ana muhtevasını ise; hürriyet, Meşrûtiyet, adalet, geri kalmışlık, azınlıklar ve Ermeni meselesi, eğitim, milliyetçilik, Kürt meselesi gibi hususlar oluşturmaktadır. Eserde, hukukun üstünlüğünün vurgulanması, dağılma tehlikesine karşı birleştirici fikirlerle Kur’ânî modeller önerilmesi ve demokratik bir sisteme işaret edilmesi onu dikkatle analiz etmeyi gerektirmektedir. Münâzarât, yalnızca o günün Osmanlı coğrafyasında tezahür eden sosyal ve siyasî problemleri teşhis etmekle kalmaz, koskoca bir kıt'aya yayılan İslâm toplumlarının devamlılığını, birlikteliğini ve kalkınmasını sağlayacak ilkeleri de Kur’ân hakikatleri çerçevesinde ortaya koyar. Bu bağlamda, Münâzarât’ın günümüz İslâm toplumları açısından ifade ettiği anlamın ne olduğu da tartışılması gereken noktalardandır. bEdİüzzaMan, meşrûtiyet-i meşrûanın “ne kadarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zira sizin şu vahşetengiz, cehaletperver husûmetefzâ (düşmanlık eseri) olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini (güzelliğini) göreceksiniz. Zira sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet (demokrat insanlar) arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrûtiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş (korkunç) kıraçları, husûmet (düşmanlık) gibi gayet keyşer (sapa) dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir...” Bediüzzaman, “hakikî demokrasinin” kendiliğinden gelemeyeceğini ve önündeki büyük engelleri kaldırarak ona yol hazırlamak gerektiğini söyler. Başka bir deyişle, demokrasi tepeden paraşütle inmez. Eğer tembellik yapıp hakikî demokrasinin gelmesi için gerekenleri yapmazsanız, onu bütün güzellikleriyle; ancak yüz sene sonra görebilirsiniz der. Bu sözlerin üzerinden yaklaşık yüz sene geçerken Türkiye’nin tam demokrasi mücadelesinde yaşadığı gelişmeler çok manidardır. Bediüzzaman’a göre hakikî demokrasinin gelmesi önündeki büyük mânilerin kalkmasına bağlıdır. birincisi, “İstanbul havalisindeki yılanlar” ifadesiyle demokrasi düşmanı sözde aydınları kastediyor. Onların, demokratik gelişmeyi öldürebileceğine işaret ediyor. Türkiye’deki darbelerin arkasında elit kesimin olması bu tesbitin doğruluğunu gösteriyor. vekkül etmek gerekmez mi, diyenlere ise şöyle cevap verir: “Bîçare tâliinize (kısmetinize) siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları (eşkiyaları) gibi olmayınız. Sizin atalet (tenbellik) bahanesi Bediüzzaman, olan şu teşebbüssüz tevekkülü“hakikî demokrasinin” nüz, nizam-ı esbabı (sebeplere kendiliğinden dayalı ilahi düzeni) reddettiğinden, kâinatı tanzim eden meşîete gelemeyeceğini ve (İlâhî kanunlara) karşı temerrüd önündeki büyük engelleri demektir (direnmektir). Şu tekaldırarak ona yol vekkül döner, nefsini nakzeder hazırlamak gerektiğini (kendini yok eder).”... Eğer siz tenbel kalıp da onun (meşrûtiyesöyler. Başka bir deyişle, tin) yolunu yapmazsanız, tendemokrasi tepeden bellik etseniz, yüz sene sonra paraşütle inmez. Eğer tamamen cemâlini (güzelliğini) göreceksiniz. Zira sizinle İstantembellik yapıp hakikî bul arasındaki mesafe bir aylıkdemokrasinin gelmesi tır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet için gerekenleri (demokrat insanlar) arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira yapmazsanız, onu eski zamanın adamlarına benbütün güzellikleriyle; zersiniz. O nazik meşrûtiyet, İsancak yüz sene sonra tanbul havalisindeki yılanlardan (demokrasi düşmanı sözde aygörebilirsiniz der. dınları kastediyor) kurtulsa şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr İkincisi, cehalet bataklığını eği- (fakirlik) gibi mütevahhiş (kortimle kurutmadan demokrasi kunç) kıraçları, husûmet (düşgelmeyeceğini söylüyor. manlık) gibi gayet keyşer (sapa) üçüncüsü, fakirliği aşıp ekono- dağları katetmekle beraber, eşmik olarak gelişmeden, tam de- kiyaya rast geçecektir.” mokrasiyi beklemenin hayal Bediüzzaman’ın bu sözlerinin olduğunu ifade ediyor. üzerinden yaklaşık yüz sene dördüncüsü, demokrasiyi geçmesine rağmen, tembelliğidoğru anlamak gerektiği, onu mizle yolunu yapıp, eşkıyalaryanlış yorumlayanların da de- dan korumadığımız için hakiki mokrasinin gelmesine mâni ol- demokrasi treni henüz bize gelduğuna işaret ediyor. memiştir. Bütün bunlara rağmen Bediüzzaman, tenbellik ve Bediüzzaman ümitvar olmamızı ümitsizlikle demokrasinin gel- tavsiye eder. Çünkü, tam hürrimediğinden yakınanlara, “Onun yet ve meşrû meşrûtiyet tesis çabuk gelmesini istiyorsanız, işte edildiğinde, “(herkesin) himmarifet (ilim) ve faziletten demir- meti Süreyya kadar teali (yükseyolunu yapınız; ta ki meşrûtiyet, lecek) ve ahlâkı o derece medeniyet denilen şimendifer-i tekemmül ve efkârı memalik-i kemalata (mükemmellik trenine) Osmaniye kadar tevessü edecebinip ve terakkiyat (ilerleme) to- ğinden (genişleyeceğinden) Eflahumlarını bindirerek kısa bir za- tun’ları ve İbn-i Sina’ları ve manda mânilerden kurtulup Bismark’ları ve Dekart’ları ve geçerek size selâm etsin. Siz ne Taftazanî’leri, inşaallah geri bıkadar yolu acele ile yapsanız, o rakacak. Bu kuvvetli Asya ve Ruda o derece acele ile gelecek- meli tarlası çok şübban-ı vatan tir....” Bediüzzaman, kısmette (vatan gençleri) mahsulü verecevarsa bize de meşrûtiyet gelir, te- ğinden kaviyen ümitvarız.” ‘‘ 7 CuMhurİYEt Kİ; adÂLEt vE MEşvErEt vE Kanunda İnhİSar-I KuvvEttEn İbarEttİr Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” Bunun için, Eski Said dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti. hutbe-i şamiye, s. 52; tarihçe-i hayat, s. 85; beyanat ve tenvirler, s. 111-112. 6 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ MuhaLİ taLEp EtMEK, KEndİnE fEnaLIKtIr MuhaLİ talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisiAllah etmesin-bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. ?u hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır. Sual: Belki onlar eski hali istiyorlar? Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlâl... Suâl: “Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?” Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırmız parça parça edilip yandırılırsa havaya savrulursa o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir? Suâl: “Neden?” Cevap: Zîrâ eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısmda duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdâdın kuvveti binden bire indi; tenebbüh ve iltihâb-ı ezhân birden bine çıktı. Münazarat, s. 51-53. + + 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ Meşrû hürriyet ve Meşrûtiyet bEdİüzzaMan, “meşrû/hakikî hürriyet”e zemin hazırladığı için meşrûtiyete sahip çıkar. “Hürriyetin şe’ni odur ki ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın. Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir.” Başka bir deyişle, Bediüzzaman, dışarıdan gelen her türlü dayatmayı, insanın özgür iradesine müdahale ve hürriyete kısıtlama olarak gördüğü gibi, içerden nefis ve şeytan canibinden gelen isteklere boyun eğmeyi de hürriyete aykırı görüyor. Birincisi, insana köle olmak ise ikincisi de nefse köle olmaktır. Hakiki hürriyet, hem başkasının hem de nefsin esaretinden kurtulmakla mümkün olur. Hür insan, ne başkasına ne de kendine zarar vermeksizin, istediğini yapan insandır. Bediüzzaman, meşrûtî bir sistemde, hakikî hürriyetin nasıl olması gerektiğini şöyle ifade eder: “Kanun-u adalet (adalet kanunları) ve tedipten (edepten) başka, hiç kimse, kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın (korunsun), herkes harekât-ı meşrûasında (meşrû hareketlerinde) şahane serbest olsun.” Hürriyeti kâfirlik vasfı görüp karşı çıkanlara, Bediüzzaman hürriyeti imanın bir gereği olarak tarif eder: “Hürriyet Rahmân’ın ihsanıdır, zira o imanın bir hassasıdır.” Bediüzzaman, iman ile hürriyet arasındaki bağlantıyı iki gerekçeyle açıklıyor: Birincisi, imanlı biri, sadece Allah’a köle olmakla her şeyin ve herkesin köleliğinden kurtulur. Çünkü her şeyin doğrudan doğruya İlâhî kudretin tasarrufunda olduğunu bilir. Başkalarına kul olmaz. İkincisi, Allah’a iman eden biri imanın verdiği şefkatle kendisinden zayıf gördüklerine kuvvet kullanmak yerine, onlara acıyıp yardım eder. İlâhî rahmetin insanlara ihsan ettiği sınırlı iradeyi ellerinden almaya kalkışmaz. İStİbdat haYvanİYEttEn gELMEdİr Suâl: “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?” Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir. Suâl: “Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?” Cevap: Evet... Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, dâimâ kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir. Suâl: “Sonra?” Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; tâ ki; zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetten siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve bEdİüzzaMan’In, parçalanmaya yüz tutmuş Osmanlı Devleti’nin son demlerinde istibdat, hürriyet, meşrutiyet kavramları etrafında şekillenen tartışmalarda hürriyetçi tavrıyla öne çıkması ve bu tavrını Meşrutiyet’i anlatmak için çıktığı Şark seyahatiyle bir demokrasi manifestosu sayılabilecek verimli bir ürüne dönüştürmesi dikkat çekicidir. Münazarat; İslam’ın hak ve hürriyetler karşısındaki duruşunu temsil eden ve istibdat, hürriyet, adalet, azınlık meseleleleri, milliyetçilik vb. hususlarda Kur'ânî bir bakışın ipuçlarını sunan gerçek bir demokrasi bildirisidir. Bediüzzaman’ın eserinde en çok eleştirdiği kavramlardan biri olan istibdadın çeşitli şekillerdeki tezahürlerinin bugün de devam ediyor olması, istibdata karşı “hürriyet”çi argümanlar geliştirilen Münâzarât’ı ilgi çekici hâle getirmektedir. Bediüzzaman’ın istibdad ve hürriyeti yalnız siyasî ve hukukî kavramlar olarak ele almayıp ferdin iç dünyası ile ilişkilendirmesi, buradan başla- yarak toplumsal hayatla irtibatlandırması da dikkate değerdir. İslâm toplumlarının istibdat, hürriyet ve cumhuriyet-demokrasi gibi kavramlara yaklaşımlarının nasıl olması gerektiğine dair önemli ipuçları sunan Münâzarât, toplumumuzdaki kronikleşmiş problemleri de çözebilecek kabiliyettedir. Eser, bugün tartıştığımız Kürt sorunu, demokratikleşme, anayasa, devlet-siyasetferd ilişkilerinin genel çerçevesi ile ilgili ipuçları sunmakta; İslâm âleminde son ayaklanmalarla tartışılan istibdat ve rejimleri, ittihad-ı İslâm vb. meselelerde de önemli açılımlar getirmektedir. Bu açılımların neler olduğunun ortaya konulması günümüz tartışmalarında da yol gösterici olacaktır. Münâzarât’ı önemli kılan hususlardan biri, sosyal ve siyasî meselelerin iman merkezli yorumlanmasıdır. Odak noktası iman olan bu yorumlama biçimi, günümüzün siyasî ve sosyal çalkantıları karşısında ferdin nasıl bir tavır takınacağını göstermesi açısından ayrıca önemlidir. vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi. Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?” Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir. Münazarat, s. 37-38. İStİbdÂdIn zEvÂLİYLE doStLuK haYat buLaCaK Suâl: “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?” Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum. Suâl: “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?” Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bula- cak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır. Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husumet zarardır. Hâlbuki, Adem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi “Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var”dır.(Arap atasözü) 3 4 + 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan br milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler. Evet, Bazı avâmın hâtırı için hakikatın hâtırını kırmayacağım. Sual: Şu makam, nihayet derecede tafsile değer bir makamdır. Mücmel ve müphem bırakma. Cevap: Zaman-ı sabık, vahşet ve cehaletinizi istihdam ederek pis bir tarik ile ve müheyyâ ettiği plânlarla, bir kısım büyükler cebir kuvvetiyle o menbaı ve o mâdeni delip, zülâl-i hayatı kumistan ve şûristan sahrasına akıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar yeşillendi. Hatta onlar servet-i dünyadan tenfir yolunda pençesini küçük bir sayd’a (av) atan biçarelerin hassas ve zayıf damarlarını tutarlardı. Tâ pençeleri o sayddan açılsın, onlar o avı kaçırsınlar. Evet, her milletin,-o milletin menfaatı için bir miktar malı ile fedakârlık edip-bir sehâveti vardır. İşte, bizdeki sehâvet-i milliye sui istimal edildi. Başka milletin sehâvet-i milliyesi zeynâb (havuz) gibi içine girer, milletin cevfinde hazine tutar. Ulûm ve maarif, altına su verir. Hem de zaman-ı sabıkta bir kısım büyükler namus-u milleti muhafaza eden cesaret-i milliyeyi su-i istimal edip, zemin-i ihtilâf olan kumistana atıp kaybettiler. Herbiri o kuvvetin bir zarfını başkasının boynuna vurup kırdılar ve kırıldı. Hattâ beş yüz bin kahraman ile namus-u milleti muhafaza etmeye müstaid olan bir kuvvet-i azîmeyi mâbeynlerinde sarf edip ihtilâfat zemininde mahvettiklerinden, kendilerini terbiyeye müstahak ederlerdi. Eğer meşrutiyetten ve hürriyet-i şer’iyeden istifade edip, o delikleri kapatıp veya zeynâb suretine çevirseniz, o kıymettar kuvveti harice sarf etmek için devletimizin eline verseniz, bahasına merhamet ve adalet ve medeniyet kazanacaksınız. Eğer isterseniz sizinle becayiş olacağım. Ben sorayım siz cevap veriniz. Cevap: “Sor. Fakat ondan haberdâr olanı bulamazsın.” Münazarat, s. 94-98. 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ Meşrûtiyetin meyveleri tEdEnnînİn MühİM bİr SEbEbİ Sual: Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi mâlâmâl edecek gayret vardır. Ve bedenimizi ve âzâlarımızı dolduracak itaat vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek efradımız var.3 Neden böyle sefil ve müflis ve zelil kaldık ki, hem yol üstünde de kaldık. Terakkiye binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar? “İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb’usu Vartakis ve Hakkâri meb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işaret eder. Onların kirlileri, bizim temizlerimize galebe etti. “ Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur. Şimdiki rüesâya tevbih ve ta’nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mâzur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira milletin hatırı, onların hatırından daha âli, daha galîdir. İşte o tedennînin mühim bir sebebi: Bazı rüesâ ile haksız olarak millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar veya velâyeti dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. Fakat sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın seyyiatındandır. Sual: Nasıl? Cevap: Zira herbir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekayı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, + Merkeziyet ve Meşrûtiyetin mukayesesi bEdİüzzaMan, Meşrûtiyet’le merkeziyetçi istibdadî yönetimlerin farkını, hükümeti hekime ve halkı hastaya benzeterek izah eder. Hastasının hastalığını bilmeden, reçete yazan bir hekimin şifa dağıtması mümkün olmadığı gibi, halkın sorunlarını bilmeyen merkezî yönetimlerin de halkın derdine deva olması mümkün değildir. Çünkü, yerel sorunları bilmeden merkezden yazılan reçeteler şifa değil, zehir hükmüne geçer. Bediüzzaman, Meşrûtiyet’in mahiyetini, hastasının derdini dinleyen ve o derde hangi ilâcın iyi geldiğini bilen doktorun verdiği reçeteye benzetiyor. Böyle bir hekim, hastalarına şifa dağıttığı gibi, hakikî demokrasi de toplumun dertlerine deva olacak reçeteler üretir: “Farz ediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap (seçilmiş) adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor (sunuyor) ki: ‘Dâü’l-cehl (cehalet hastalığı) ile baş ağrısı var’ yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu (bilim denilen ağrı kesiciyi) iptida (öncelikle) onların lisanlarının zarfında (anlayacağı dille), sonra da lisan-ı resmiyeye (resmî dile) ifrağ ederek (çevirerek) veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki kalb hastalığı olan zaaf-ı diyânet (din zayıflığı) var. Ben de fünunu maarif-i İslâmiye (bilimsel hakikatleri İslâm’ın ilimleri) ile mezc ederek (birleştirerek) bir mâcun yapıyorum, müderrislerin (öğretmenlerin) ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde dâü’l-husûmet (düşmanlık hastalığı) ile ihtilâl sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak ışıklandırarak tiryak-misal (ilâç gibi) adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek (karıştırarak), sulfato-misal (sıtma ilâcı gibi) bir ilâç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki vatan hastahanesinde, bîçare etfali (çocukları) helâktan (ölmekten) halâs eder (kurtarır).” Bediüzzaman, Meşrûtiyet’in sadece devlet yönetimiyle sınırlı olmadığını, herkesin kendi mahiyetindekilere karşı demokratik davranması gerektiği söyler: “Ha, hükümet-i meşrûtanın timsali nuranîsi ‘Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mesulsünüz’ (Müslim, İmâre: 20.) sırrınca, her bir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir. Öyle ise ona bir yol veyahut bir balon yapınız.” Yani, demokrasi devlet idaresiyle sınırlı değildir. Evde anne ve babanın, okulda öğretmenin, üniversitede hocanın, bürokraside amirin demokratik prensiplere uygun hareket etmesi gerekir. Bediüzzaman, her şeyi devletten beklemenin ve her suçu devlete atmanın merkezîyetçi ve monarşik sistemde meşrû olduğunu, ancak meşrûtî sistemde makul olmadığını çok beliğ bir örnekle izah eder. Eskiden, her şey merkezden geldiği için şikâyete hakkınız vardı. Oysa meşrûtî sistemde, hükümet bir göl, her bir bölge ise bir pınar hükmüne geçti. Pınarlar temiz olduktan sonra göl eninde sonunda temiz olacaktır. Önemli olan, merkezden bir şeyler beklemek yerine, yerel olarak fazilet ve marifet pınarları açmaktır. Aksi halde, halk hükümetin dilencisi hükmüne geçer. bEdİüzzaMan, devlet yönetimindeki bütün kötülükleri istibdat karanlığına atfederken iyilikleri de Meşrûtiyet’in aydınlığına veriyor: “Ne kadar iyilik var, Meşrûtiyetin ziyasındandır (ışığındandır); ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden (karanlığından), yahut Meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir.” Bediüzzaman, demokratik bir yönetim şeklinin çok önemli olduğunu çünkü devletin demokratik olması beraberinde her kesimin, her bireyin de demokratik olmasını temin edeceğini söyler. Özellikle, bilim adamları, din adamları ve öğrencilerin de zorbalığı bırakıp demokratik değerleri benimseyeceğini söyler. Yani yetkili olanların kendi düşüncesini dayatmak yerine meşveretle diğerlerinin görüşüne başvuracağını beyan eder. Bediüzzaman, Meşrûtiyete olan sevgisini, meşvereti her alanda yeniden canlandırmaya bağlar: “Meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet Meşrûtiyet’i her vecihle (açıdan) uyandırır. Her nevide, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrûtiyeti tevlid eder (doğurur). Hatta ulemada, medariste (medresede), talebede bir nevi meşrûtiyeti intac eder (netice verir). Evet, her taifeye ona mahsus bir meşrûtiyet, bir teceddüd (yenilik) ilham olunuyor. İşte şu arkasında şems-i saadeti (mutluluk güneşi) telvih eden (gösteren) ve temayül (yönelişe) ve incizap (cezbetmeye) ve imtizaca (birleşmeye) yüz tutan (başlayan) lemeat-ı meşverettir (meşveret parıltılarıdır) ki bana meşrûtiyet hükümetini bu kadar sevdirmiştir.” Meşrûtiyet muhalifleri bEdİüzzaMan, meşrûtiyet muhalifle- lara dengesiz ve muhakemesiz manalar rini tarif ederken onları besleyen un- vererek karmaşa çıkardığını; şahsî düşsurların cehalet, inat, düşmanlık, manlık ve intikam hisleriyle hareket etintikam ve taliklikçilik unsurlarına dik- tikleri halde, millet namına fedakârlık katimizi çekiyor. Bu unsurların oluş- iddiasında bulunduklarını; istibdadı turduğu bataklıktan meşrûtiyet başka isimler altında devam ettirmek düşmanlarının beslendiğini söylüyor. istediklerini ve millete garazları olHalkın demokratik yollarla kendini duğu için onların rahata kavuşmasını idare etmesini istemeyenlerin, mevcut arzulamadıklarını söylüyor. Türkiye’de demokratik rejiotoriter durumdan min gelişmesine çomak menfaat elde eden sokanları bundan daha bir cemiyet veya elit kapsamlı ve beliğ bir şegrup olduğuna dikkilde izah etmek mümkat çekiyor: “Cehalet kün mü acaba? ağanın, inat efendiBediüzzaman, denin, garaz beyin, in- Bediüzzaman, mokrasi düşmanlarının tikam paşanın, taklit devlet yönetimindeki münafıkâne hareket hazretlerinin, edip kendilerini gizlemösyö gevezeliğin bütün kötülükleri diklerini söyler: “Hiçbir taht-ı riyasetlerinde istibdat karanlığına müfsid (fesatçı) ben ( b a ş k a n l ı ğ ı n d a ) atfederken, iyilikleri müfsidim (fesatçıyım) insan milletinden demez. Daima suret-i menba-ı saadetimiz de Meşrûtiyet’in haktan (doğrudan (huzur kaynağımız) aydınlığına veriyor. yana) görünür. Yahut olan meşvereti incibatılı hak görür. Evet, ten bir cemiyettir.” kimse demez ayranım Söz konusu cemiyeekşidir.” Başka bir detin, demokrasi ile kaybedecekleri bir liralık zararı mil- yişle, sözlerine değil, icraatlarına baletin bin liralık menfaatine feda etme- karak söz konusu demokrasi diğini; hatta kendi menfaatlerini düşmanlarını teşhis etmenin mümmilletin zararında gördüğünü; kavram- kün olduğuna işaret eder. ‘‘ “şİMdİ ErMEnİLEr KaYMaKaM vE vaLİ oLuYorLar; naSIL oLur?” Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez. Münazarat, s. 79 5
© Copyright 2024 Paperzz