1 Merhaba, Yeniden bir akademik döneme daha başladık. En son sayımızdan bu yana öğrencilerimizi mezun ettik, şimdi de yeni öğrencilerimizle buluştuk. Her mezun öğrencimizle biraz azaldık, onlar bizlerden birşeyler alıp götürdüler ama yine onlarla çoğaldık, çünkü biliyoruz ki verdiklerimizi onlar da çevrelerine yayıp bizi büyütecekler. Öğrencilerimiz tatilde bir önceki dönemin yorgunluğuna atarken bizler çalışmalarımızı sürdürdük. Bir süredir eksikliğini hissettiğimiz ve yapmak istediğimiz bir şeyi başardık ve fakültemize bir logo tasarladık. Sadece fakültemize de değil, uygulama birimlerimize de. Bir markalaşma sürecinde çıktığımız yolda fakültemize İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kısaltması olarak TİF demeyi uygun bulduk. Bu süreçte bir çok arkadaşımın emeği geçti, onlara teşekkürlerimi sunuyorum. Öğrencilerimizin katkısıyla hazırlanan İtalik, yine dolu haberleriyle sizlere ulaşıyor. Bu sayıda medya sektöründen önemli isimlerle gerçekleştirilmiş söyleşiler sizleri bekliyor. Habertürk Gazetesi Ekonomi Yazarı Abdurrahman Yıldırım, ekonomi haberciliği konusunu anlatırken, Türkiye’nin en önemli fotomuhabirlerinden olan Ali Öz hayata ve mesleğine bakışını paylaşıyor. Bloomberg TV’den Ali Çağatay ise gazeteciliğin her aşamasında bulunduğu hayatını aktarırken gazetecilikten, radyo sunuculuğuna, bestekarlıktan icracılığa kadar pekçok alanda bulunan Galip Sokullu yaptıklarını dillendiriyor. Ve bir fotoğraf sanatçısını daha konuk ediyoruz sayfalarımıza. Gezgin dergisinin kurucusu ve editörü Halit Ömer Camcı. Ayrıca NTV’nin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Yeşiltepe ile yeni medya üzerine görüştü öğrencilerimiz. Diğer söyleşilerimiz ise spiker Kaan Yakuphanoğullarından, şair Metin Cengiz, Kanadalı halk müziği sanatçısı Brenna MacCrimmon, iletişim uzmanı Aret Vartanyan ve NTV Spor Genel Yayın Yönetmeni Fuat Akdağ ile. Sayfalarımızın bir başka konuğu ise Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Derviş Zaim. Sonrasında Kadıköy’deki Tellalzade Sokağı’na, oradan da Kanlıca’ya uzanıyoruz ve ardından da biraz uzaklaşarak Midilli adasına, geri dönüp Safranbolu’ya. En başta uğradığımız Kadıköy’den bir de sahaf haberimiz var: Sakallı Lütfü. Her bütçeye uygun kedi ve köpekler için bir barınak haberi ile sokak hayvanlarını da ihmal etmemiş öğrencilerimiz. Son haberler ise bizden… Üniversitemizin ve fakültemizin akademik açılış törenleri ile ilgili haberleri sayfalarımızda bulabilirsiniz. Öğrencilerimize ve çalışma arkadaşlarımıza başarılı bir dönem diliyorum. Prof. Dr. Mete Çamdereli 2 Prof. Dr. Mete Çamdereli İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı sayı 21 Kampüs 2014-2015 Akademik Yılı Başladı 4-7 Medya Gazeteci Olmak İsteyenlere Bir Rol Model: Ali Çağatay 8-13 Kaan Yakuphanoğulları 14-19 Derviş Zaim Kendisi Küçük Marifeti Büyük Bir Ada: Midilli ya da Lesvos “... Sosyalleşmek ve İntihar Etmemek İçin Gazetecilik Mesleğini Seçtim 20-21 Edebiyat Metin Cengiz 22-25 Sinema Haber ve Kültür-Sanat Dergisidir Yıl: 8 – Sayı: 21/ 2014 Derviş Zaim 26-33 İstanbul Ticaret Üniversitesi Adına Sahibi Prof. Dr. Nazım EKREN (Rektör) Yaşam 5187 Sayılı Kanunla Sorumlu Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ (Dekan) Sakallı Lütfü: Kitabın “Esas Oğlanı” 34-39 Uygun Fiyata Barınaklar; Genel Yayın Yönetmeni Uzm. Öğr. Gör. Nurullah KADİRİOĞLU Her Bütçeye Uygun, Her Vicdana Uygun... 40-45 Yayın Kurulu Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ, Doç. Dr. Celalettin AKTAŞ, Doç. Dr. Ala Sivas GÜLÇUR, Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÖZKIR, Öğr. Gör. Dr. Burak YENİTUNA, Arş. Gör. Nihal KOCABAY Arş. Gör. Mehmet GÜLNAR, Uzm. İhsan EKEN Asırlık Sanat, Geleneksel Tat, Kanlıca Doğa Yoğurdu 46-49 Tellalzade Sokağı 50-51 Fotoğraf Editörler Arş. Gör. Ayşegül KARAGÜLLE, Arş. Gör. Berk ÇAYCI Ali Öz 52-55 Halit Ömer Camcı ile Gezi Fotoğrafçılığı 56-59 Yazı İşleri Nuray GÖNÜLŞEN Kültür Fotoğraf Ekibi Seda ŞAKİROĞLU Aret Vartanyan 60-67 Gezi Kendisi Küçük, Marifeti Büyük Bir Ada: Midilli Ya Da Lesvos 68-73 Safran Çiçeğinden Miras Kalan Kent: Safranbolu 74-79 Teknoloji Ulusal ve uluslararası arenada birçok festivalden ödüllerle dönen bir çok başarılı filmin yönetmenliğini üstlenen Zaim, halen çeşitli üniversitelerde sinema konusunda ders veriyor. Yeni Medya Hayatımız Oldu 80-87 Müzik Brenna Maccrimmon 88-93 Galip Sokullu 94-97 Spor Fuat Akdağ 98-104 4 26-33 >> Sadece Bin 696 Kilometrekare Alanıyla Yunanistan’ın Üçüncü Büyük Adası: , Ancak, Yunan Anakarası’ndan Çok Türkiye’ye Daha Yakın Bir Ada. Öyle Ki Ayvalık’tan Çıplak Gözle –İşte Midilli Demeniz Pek Kolay. 68-73 >> Görsel Tasarım Onur YÜKSEL, Emre TOPÇU Kapak Tasarımı Onur YÜKSEL Muhabirler Ece ADİL, Zeynep AVCIKURT, Sinem CAN, Medine ÇEPNİOĞLU, Nuray GÖNÜLŞEN, Bircan MERİÇ, Melike SARAÇAYDIN, Seda ŞAKİROĞLU, Ecem ŞENTÜRK, Cansın ÖZALP, Emre TOPÇU, Onur YÜKSEL Katkıda Bulunanlar Uzm. Yrd. Alpaslan ÖNGEL, Uzm. Yrd. Merve YAZICI, Renk Ayrımı- Baskı- Cilt: İmak Ofset Basım Yayın Adres: Sütlüce Mah. İmrahor Cad. No: 90 Beyoğlu 34445 İstanbul Tel.: 444 0 413 Web: iletisim.ticaret.edu.tr İtalik Dergisi, İstanbul Ticaret Üniversitesi öğrencileri tarafından TifMedya’da hazırlanmıştır. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları İletişim Fakültesi Uygulama Dergisi İtalik’e aittir. Yazılı izin olmadan alıntı yapılamaz. 5 kampüs İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin 2014-2015 Akademik Yılı, Törenle Başladı Prof.Dr. Ekren, anılan üniversitelerin İstanbul, İzmir ve Konya Ticaret Odalarıyla Deniz Ticaret Odası ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ nin şemsiyesi altında bulunduğunu hatırlattı. Üniversitelerin aralarında bir protokol yaptıklarını vurgulayan Prof.Dr. Nazım Ekren, işbirliğinin eğitim, öğretim, araştırma ve uygulamanın yanı sıra ortak eğitim ve öğretim faaliyetlerini de kapsayacağını bildirdi. Ekren, “Bu işbirliği yükseköğretim sektöründe yeni bir açılımın, yeni bir vizyonun, yeni bir yaklaşımın da önemli bir başlangıcı olacak ” dedi. Öğrenci odaklı eğitimde akademik bilgi ve mesleki becerinin önemine dikkat çeken İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ekren, ulusal 2014-2015 AKADEMİK YILI BAŞLADI 6 İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Nazım Ekren, aralarında İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin de bulunduğu ticaret odaları vakıflarının şemsiyesi altındaki üniversitelerin bu yıldan başlayarak işbirliği içinde olacaklarını söyledi. İstanbul Ticaret Odası ve Müteveli Heyet Başkanı İbrahim Çağlar da, İstanbul Ticaret Üniversitesi’ nin arkasında, İstanbul Ticaret Odası’nın 132 yıllık deneyim ve gücünün bulunduğunu belirtti. ve uluslararası işbirliklerinin devam edeceğini belirtti. Prof.Dr. Ekren, Ticaret Üniversitesi’ nde 6 fakülte, 27 bölüm, 3 enstitü, 45 yüksek lisans, 15 doktora programıyla; 760 ön lisans, 4 Bin 500’ü aşkın lisans ve bin 750 lisansüstü öğrenciye eğitim verildiğinin altını çizdi. İstanbul Ticaret Üniversitesi’ nin 3’ü rektörlüğe bağlı olmak üzere 21 uygulama ve araştırma merkezine sahip olduğunu anlatan Rektör Ekren, merkezleri “Fikir ve Proje Üretim Akademisi” ismiyle tek çatı altında topladıklarını söyledi. İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Nazım Ekren, akademinin, üniversitenin Thing Tank’ı gibi faaliyetlerde bulunacağını da kaydetti. Üniversitenin Sütlüce Kampüsü’ ndeki törene, İstanbul Ticaret Odası ve Müteveli Heyet Başkanı İbrahim Çağlar, Savunma Sanayi Müsteşarı Prof.Dr. İsmail Demir, İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanvekili Hasan Erkesim, İBB Genel Sekreteri ve Mütevelli Heyeti Üyesi Hayri Baraçlı, İTO meclis üyeleri, İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti, akademisyenler, veliler ve öğrenciler katıldı. Rektör Prof.Dr. Nazım Ekren, törende, üniversitelerarası işbirliğinin İstanbul Ticaret, İzmir Ekonomi, Konya Karatay, Piri Reis ve kısa adı ETÜ olan Ekonomi ve Teknoloji Üniversitelerini kapsayacağını söyledi. 7 “deneyimden geleceğe” Törende, ADEK değerlendirme sonuçlarına göre en yüksek puanı alan öğretim üyeleri de seçildi. “Kapım öğrencilere her zaman açık” İstanbul Ticaret Odası ve Müteveli Heyet Başkanı İbrahim Çağlar da, 13. yaşını idrak eden İstanbul Ticaret Üniversitesi’ nin arkasında İstanbul Ticaret Odası’nın 132 yıllık deneyim ve gücünün bulunduğunu belirtti. Çağlar,“Bugün 300’den fazla öğretim üyemiz ve 7 Bin civarındaki öğrencimizle birlikte ‘deneyimden geleceğe’ doğru emin adımlarla yürüyoruz” dedi. Öğrencilere kapılarının her zaman açık olduğunu belirten Çağlar, “ İhtiyacınız olduğu her an İstanbul Ticaret Odası’nın Mütevelli Heyeti ve rektörlüğün gücü yanınızda ve arkanızda olacak sevgili gençler. Öncelikle, İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne hoş geldiniz. Yeni bir eğitim yılı başlıyor. Tatili geride bıraktınız ve yoğun bir dönem bekliyor artık sizi. Üniversite sıraları büyük bir fırsat ve bu fırsatı iyi değerlendirmeniz gerekiyor. Biliyor- 8 sunuz başarı artın tepside değil, zorlu yolların sonunda geliyor “ dedi. Uluslararası Ticaret Bölümü öğrencisi ve üniversite birincisi Neslihan Örs de, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde okumanın ayrıcalığını yaşadığını ve bu üniversitede okumaktan mutlu olduğunu belirtti. Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Kurulu’nun değerlendirmeleri sonucunda en yüksek puan alan akademisyenler; Fen Edebiyat Fakültesi’nden Prof.Dr. Ekrem Savaş, Hukuk Fakültesi’nden Prof.Dr. Zafer Gören, Uygulamalı Bilimler Fakültesi’nden Prof.Dr. İsmail Ekmekçi, İletişim Fakültesi’nden Medya İletişim Sistemleri Bölüm Başkanı Doç.Dr. Celalettin Aktaş, Ticari Bilimler Fakültesi’nden Yrd.Doç.Dr.İlker Kıymetli Şen, Mühendislik ve Tasarım Fakültesi’nden Yrd.Doç.Dr. Erdinç Öztürk, MYO’dan Yrd.Doç.Dr. Melike Kıvanç Sudak ile Hazırlık Okulu’nu temsilen, Okutmanlar Nurgül Özkol ve Rodnel Mckee’ye ödülleri verildi. İletişim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mete Çamdereli, Hukuk Fakültesi’nden Prof.Dr. Ömer Özkan, Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Korkut Tuna, Uluslararası Lojistik Bölümü Yrd.Doç. Dr. Murat Çemberci, Ticari Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi Yasemin Vanlı, Perakende ve Satış Mağazası Yönetimi Öğretim Görevlisi Özgür Oğuz, Endüstri Mühendisliği Bölümü Öğretim Görevlisi Serap Tepe öğrencilerden en yüksek not alan öğretim üyeleri oldu. 9 medya “ GAZETECİ OLMAK İSTEYENLERE BİR ROL MODEL: “ ALİ ÇAĞATAY SÖYLEŞİ ZEYNEP AVCIKURT 10 FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİV Yazılı basında polis-adliye, parlamento, politika, eğitim ve sağlık muhabirlikleri… Haber dergiciliği; Aktüel Dergisi’nin Ankara Temsilciliği… Görsel basında Haber Müdürlükleri… Ekonomi Kanalı Bloomberg HT’de Haber Koordinatörü… Bloomberg TV’de ekranın haber yüzü… Unutmamak gerek; bir de temel eğitimde “Bilişim Teknolojileri ve Yazılım” dersinin zorunlu olması için mücadele veren bir bilişim savaşçısı… 11 Abdullah Gül’ün, Bülent Arınç’ın parlamentoya seçilip girdikleri ilk gün ben ordaydım ve onlarla dostluk arkadaşlık seviyesinde ilişkilerim vardı. Ankara’da bir süre ayrıca haber dergisi Aktüel’in Ankara temsilciliğini de yürüttüm. M esleğe başlama hikâyenizi nedir ? Mesleğe başlamam çok eski, yaklaşık 30 yılı geride bırakıyorum. Aslında ben ekonomi opsiyonlu bir muhabir değilim. Bundan önce polis adliye muhabirliği, parlamento muhabirliği, siyasi muhabirlik, eğitim muhabirliği, sağlık muhabirliği gibi pek çok aşamadan geçtim. Sonra gazeteciliğe Ankara’da başladım. Gazeteciliğe başlamak pek çok şeyi kolay öğrenmenizi sağlıyor. Ve bir süre sonra 90’lı yılların ortasında Radikal gazetesi kurulduğunda beni İstanbul’a davet ettiler, Radikal gazetesinin çıkışında görev aldım. Ondan sonra İstanbul’a yerleştim. İstanbul’a geldikten sonra artık hep yönetici olarak çalıştım. Posta gazetesinde haber müdürlüğü yaptım. Tv8’in ve CNN Türk’ün kurucu haber müdürlüğünde bulundum. Haber Türk’ün haber müdürlüğünü yaptım. Şimdi de Bloomberg’ın genel müdür koordinatörüyüm. Ekonominin sesi olmayan borsa, finans, bankanın dışında kalan reel sektörü burada ben gözetiyorum. Reel sektör ağırlıklı yayınlar yapıyorum. Bir anlamda bu kanalın haber yüzünü temsil ediyorum. “76 milyonun tamamını kapsayıcı bir yayın yapıyoruz” Ankara’da siyaset üstüne mi muhabirlik yaptınız? Ankara’da 15 yıl parlamento muhabirliği yaptım, tabii aralıklı. Ama parlamento muhabirliği süreklilik gerektiren bir şey. Gidip o kulislerde gezinmeniz gerekiyor. 12 Türkiye’de ekonomi kanallarının işi daha mı zor ? Ekonomi kanalının tutunması aslında zor idi, şimdi değil peki, neden değil ? Hatırlarsanız tek bir ekonomi kanalı vardı CNBC-E… Onun dışında da yerli girişimciler ekonomi kanalı kurmaya çalıştılar. Mesela EXPO Channel, Bussiness Channel… Yürümedi… Çünkü bir ekonomi kanalının gereklerini yerine getiremediler. Ekonomi kanalında bir defa çok büyük bir data setinin size akması lazım. Dünyada da 3 tane büyük ekonomi data seti vardır CNBC, Reutars ve Bloomberg. Üçü dışında dünyada size data aktaran başkaca servis yok. Asya’daki ekonomi mecraları da batıdan besleniyor. Bizim yöneticiler baktılar ki ekonomi kanalı öyle kurulmuyor, Bloomberg’le bir anlaşma imzaladılar. Nerdeyse hazır bir şablonu aldık ve kendimize uyarladık ama o kadar başarılı bir uyarlama yaptık ki Bloomberg International diğer kurdukları operasyonlara bizi örnek gösterir hale geldi. Diyorlar ki Bloomberg Türkiye’ye bakın televizyonculuk nasıl yapılıyormuş öğrenin. Bunu boş övünme olarak algılamayın gerçekten çok başarılı bir operasyon oldu. “Ekonomi kanalında bir defa çok büyük bir data setinin size akması lazım.” Öncelikle ekonomi yayıncılığı konusunda bir açığı kapattık; sadece banka-finans yapmıyoruz aynı zamanda reel sektör yapıyoruz. Türkiye’de ekonomi yayıncılığında bir eksiklik vardı.Ekonomi yayıncılığı İstanbul’da Ulus, Etiler ve Caddebostan aksına sıkışmış durumdaydı. O askta kaç kişi yaşıyorsa oraya hitap eden bir yayın vardı. Mesela Anadolu’da, Kars’ta, Artvin’de oturan bir vatandaş bir ekonomi kanalı seyretme gereği duymuyordu. Şunu yaptık biz: İlk 6 aydan sonra Türkiye’de 81 ildeki sanayi ve ticaret odası başkanlarının tamamını, bütün belediye başkanlarını, büyükşehir belediye başkanlarını yayına davet ettik. Günlerce tanıtım yaptık. Ardahan Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı geldi. Bloomberg’te yarım saat ayırdık ve Ardahan ekonomisi hakkında konuştuk. Adam stüdyoya girdiğinde bacakları titriyordu. Böyle bir kanalda konuşabileceğini düşünemiyordu bile, biz bunu sağladık. Anadolu’ya açtık ekonomi yayıncılığını. Artık Anadolu’da ekonomi kanalı izleniyor. Banka finans borsa değil belki ama reel sektör konuştuğumuzda normal sıradan insanların anlayabileceği dilden yapıyoruz yayını. Hiç anlamayan birisi bile olsa ben iddia ediyorum konuştuklarımızın yarısını anlar, ticaretle uğraşıyorsa tamamını anlar. Bu bakımdan farklı bir şey getirdik. Bloomberg’in gelişi gerçekten ekono- 13 dil sertifika programları, aldığınız eğitimler, sonra da yapabilirseniz yüksek lisans. Bunları tavsiye ederim. “İstanbul Ticaret Odası’nın kendi içinde bir sertifikasyon programı var, benim oğlum buna katıldı, daha sonra gitti Çin’e yerleşti” mi yayıncılığında devrim demeyim ama çıtayı yukarıya koydu. İstanbul dışında bir Türkiye daha varmış ve biz bu Türkiye’yi keşfettik. Şimdi biz bu Türkiye’ye yayın yapıyoruz. 76 milyonun tamamını kapsayıcı bir yayın yapıyoruz. Yurt dışı bazlı bir kanalın ortağı olmak avantaj mı yoksa dezavantaj mı? Bizim anlaşmamız Bloomberg’le bir lisans anlaşması. Yani biz Bloomberg’e senede bir para ödüyoruz. Bloomberg bu lisans bedelini alıyor ama bizim hiçbir şeyimize karışmıyor. Şöyle düşünebilirler: Bu kanal Amerikalıların, galiba burayı Amerikalılar yönetiyor. Öyle bir şey yok. Biz Bloomberg’in ara yüzünün formatını aldık, geri kalan her şeyi kendimiz yapıyoruz. Hiç kimse Bloomberg’ten biri bizi arayıp “siz bu yayını neden böyle yapıyorsunuz” diyemez. Biraz okuryazar olan, bu işleri bilen birinin böyle bir şey olmayacağına inanmaları lazım. Bloomberg markasının altında yayın yapmak, Bloomberg data setini bize aktarıyor. Bloomberg terminali dünyanın en zengin ekonomi data setine sahip. Bloomberg adı altında çalışmamız bize oldukça avantaj sağlıyor Türkiye’de ekonomi haberlerini izleyenler nasıl bir profil çiziyor? Öncelikle ekonomi haberlerini kimler izler diye kategorize edersek bankacılar, finans işi yapanlar, borsa 14 yatırımcıları, aracı kurumlar ve büyük iş adamları; bütün bunlar bizim hedef kitlemiz. Ama bunun dışında küçük iş adamları, esnaf, köylü. Mesela bizde meta analizi yapıyor Ateş Aybars diye bir arkadaş; kendisi nükleer fizikçi yani atom mühendisi. Yani kahveden, kakao, buğdaydan, arpaya, mısırdan ,yulafa bakırdan, demire her şeyi bütün meta analizlerini yapabiliyor. Bu yüzden bu analizler Anadolu’da çok izleniyor. Yatırımcı kesimi izliyor, sanayi kesimi izliyor, sebze meyve üreticileri izliyor. Biz burada büyük bir aile oluşturduk. Ekonomi yayıncılığının bir aile olarak düşünürsek biz bu kitleyi büyüttük. İletişim fakültelerinde muhabirlik yapmak isteyenlere ekonomi muhabirliğini önerir misiniz? Bunu için neler yapmaları gerekir? Yüzde yüz öneririm ama koşulları var; bir defa bir yabancı dili geliştireceksiniz. İngilizce yanına Fransızca mı koyarsınız İspanyolca mı koyarsınız Çince mi koyarsanız o sizin bileceğiniz bir şey ama öncelikle İngilizce’yi çok iyi yapmalısınız. İki mutlak suretle Sermaye Kurulu Piyasası’ndan, borsaya sertifika programlarına katılmalısınız. Bir ya da birden çok bankaların aracı kurumlarının açtığı sertifikasyon programları var, onlara katılmalısınız. İstanbul Ticaret Odası’nın kendi içinde bir sertifikasyon programı var, benim oğlum buna katıldı, daha sonra gitti Çin’e yerleşti. Dolayısıyla yabancı Türkiye’deki ekonomi kanalları ne derece başarılı? Ben başarılı buluyorum. Örnek verecek olursak, bizim Dubai’de Londra’da, New York’ta, Hong Kong’da temsilciliklerimiz var. Güneş , Hong Kong’da doğduğu andan itibaren yayına giriyoruz. Amerika Borsası kapanana kadar devam ediyoruz. Bizim farkımız burada da ortaya çıkıyor; diğer ekonomi kanalları yayını saat 18’de bitiriyor, film falan koyuyor. Biz öyle yapmıyoruz, gece 24’ten sonraya taşan bir yayıncılık yapıyoruz. Dünyanın tamamını gören bir ekonomi yayıncılığı gerçekleştiriyoruz. Sizin bir de “Bilişim Teknolojileri Ve Yazılım” dersinin temel eğitimde zorunlu olması için verdiğiniz mücadele var…. Nedir bu ? Bilişim teknolojileri; bilgisayar ve teknik servisi, veri tabanı programcılığı, web programcılığı ve ağ işletmenliği gibi sihirli sözcükleri, daha doğrusu günümüzün iş, meslek ve yatırım alanlarını kapsıyor. Bilişim, günümüzü yönetmekle kalmıyor geleceğe de “bensiz asla yapamazsınız” mesajı gönderiyor. Şimdi üniversite okuyan var okuyamayan var. Bu derslerin sadece üniversitede verilmesi ötekilere haksızlık olmaz mıydı? “Sen lise mezunusun neyine gerek bilişim” diyebilir miyiz ?Bilişim gibi devasa bir disiplini ve istihdam alanını üniversite mezunu olmayanlara adeta yasaklayabilir miyiz ? İşte biz bunun mücadelesini verdik ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu kararıyla “Bilişim Teknolojileri ve Yazılım” dersi orta öğretim 5 ve 6’ncı sınıflarda zorunla hale getirildi. 7, 8, 9, 10 ve 11’inci sınıflarda da zorunlu olması için çabalarımız sürüyor. Sanırım ve umarım yakında bununla ilgili de olumlu girişim ve kararlara tanıklık edeceğiz. 15 medya Yaşlanmayan Spiker Diyenler De Var, Soy İsminin Uzunluğuna Kafayı Takanlar Da… Ama Onun “İyi” Ve “Oturaklı” Bir Spiker Olduğu Konusunda Herkes Hem Fikir: KAAN YAKUPHANOĞULLARI SÖYLEŞİ BİRCAN MERİÇ 16 FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİV 17 “Kameranın önünde bir habercinin yapması gereken ne varsa hepsini yaptım.” tığımızda bir anda herkes bizi tanıdı. Tabii biz farklı bir şey yapıyorduk. O dönemki yasal zorunluluklar gereği özel kanallar yurt içinden yayın yapamıyordu. Biz de yayını, Türkiye’ye Almanya’dan ve 14 kişiden oluşan bir ekiple gönderiyorduk. Bu deneyimin mesleki olarak bana kattığı birikim hiçbir şeyle ölçülemez. Özel televizyon Türkiye’ye yeni bir soluk oldu o dönemde. Star’ın yaptığı yeniliklerde siz de vardınız. Bize kısaca bahsedebilir misiniz? Örneğin yılbaşı programlarında bazı klasikler vardı TRT’ de : Zeki Müren ve benzer sanatçılar saat 12’de şarkı söyler, yani sürekli şarkıya ve türküye dayalı bir program olurdu. Biz orada ilk defa Avrupa ya da Amerikan televizyonlarına benzer bir yılbaşı şovu yapmış olduk. Dolayısıyla her şeyi bir adım sonrasını bilmeden yapmaya başladık. Mesleğe başlayışınız… Oradan başlayalım. 1988’ de TRT’nin sınavlarını kazanarak başladım. O zamanlar 18.000 kişinin girdiği bir sınavdan önce 36 sonra ilk 8 kişi arasına kaldım ve TRT’ye başladım. Bu çok zorlu bir süreçti. 1988-89 yılında, Ankara Televizyonu’nda göreve başladım. İlk düşündüğüm “Çok sevdiğim işi yapıyorum ve üstüne bana para veriyorlar” oldu. TRT’de anons spikeri olarak başladım. Ankara Televizyonu’ nda çalıştıktan bir yıl sonra Türkiye’nin ilk özel televizyonu kuruldu ve oradan bizlere teklifler geldi. STAR TV’nin kurulması ile birlikte ben de orada başladım. O zaman Magic Box Star idi ismi. İlk olarak Yakın Takip adlı realite bir şov sundum. Haftada 5 gün, ana haber bülteninden önce 40 dakika olarak yayınlanıyor ve ana haber bülteninden daha çok izleniyordu. Sonradan Almanya’ya gittik. Yayına 2 yıl oradan katıldım. Bir yıl, bir haber kanalı olan Karadeniz TV ve nihayet TV 8… Tam 15 yıl… Devlet televizyonundan özel bir kanala geçme kararını nasıl aldınız? Zorlandınız mı ? Yaşımız gençti; 21… Devlette belli bir noktaya gelebilmek 18 için çok uzun yıllar geçmesi gerekiyor. Sizin o dönem hocalarınız olan insanlar, aktif olarak o görevleri yönetirken sizin onların önüne geçerek bir şeyler yapmanız pek mümkün değil. Direkt olarak televizyonda başlamamın benim için bir avantajı vardı, o dönemlerde bir insanın televizyonda var olabilmesi için otuzlu yaşlarını geçmesi gerekiyordu. Biz başladığımızda sadece TRT 1 vardı. TRT 2 haftada sadece birkaç gün, birkaç saat yayın yapıyordu. Devletten özele geçmek şimdi kolay hatta kimi yerde devlet ile özel iç içe geçmiş durumdadır. Eskiden devlete girmek daha zordu ve zaten özel diye bir şey yoktu. “Ben burada devam etsem yılar ve yıllar geçecek, ama o yıllar geçtiğinde ben nerede olacağım” sorusuyla beraber Özel Kanallara geçme kararı verdim. Ama bunun bir risk olduğunu da düşünmedim değil. Hatta ailem ve yakınlarım tepki gösterdiler. Ben dinlemedim, risk almak gerekiyorsa almalıydım. Ve öyle de yaptım. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki özel televizyona geçmişim diyorum Özel televizyona geçmek size ne sağladı? Bu bana çok çabuk tanınmayı getirdi. O dönemde, 1990’da televizyona çık- Daha sonra ne oldu? Körfez Savaşı oldu. Körfez Savaşı sırasında Türkiye habercilik anlamında bir yenilik ile karşılaştı. O güne kadar sadece TRT’ den haber dinleyen insanlar, Star’daki haberleri izlemeye başladılar. O zamana kadar görülmemişi yaptık. TRT’nin sabah, öğle, ana ve gece haberleri vardır. Onun dışında haber yoktur o dönemde. Biz 24 saat haber yayını yapmaya başladık. Sürekli ve kesintisiz haber yayını yapıyoruz. CNN ‘e bağlanıyoruz ve tercümanlar ile karşılıklı paslaşarak süreci değerlendiriyoruz. Belki de on yıllarca çalışıp da kazanamayacağımız deneyimi Körfez Savaşı esnasında çok hızlı bir şekilde yaşadık. Düşünün ki daha bir yıllık spiker ama adeta yüzmeyi öğrenmesi için denize atılması gereken bir insan gibi, biz adeta bir denize atıldık ve o denizden boğulmadan çıktık. Küçükken mesleki hayaliniz neydi? Spiker olmak mı isterdiniz yoksa başka bir hayaliniz mi vardı? Tabii ki spiker olma hayalim yoktu. Hayalim avukat olmaktı. Bizim dönemimizde ben spiker olacağım, haber sunacağım demek şunun gibi bir şeydi: “Ben astronot olacağım.” Çünkü gözünüzün önünde çok fazla örnek yoksa böyle bir şey aklınıza gelmiyor doğrusu. O zamanlar bir kutu vardı, siyah beyaz olan bir televizyonda birini görüp ben bu işi yapacağım, demek biraz afaki. Çünkü iletişim fakülteleri çok fazla yoktu. Bitirdiğinde ne olacaksın belli değildi. O zaman basın yayın bölümleri vardı. Gazeteciliğe dayalıydı. Oradan çıkan da zaten gazeteci oluyordu ya da reklamcı oluyordu. Yirmi dört yıllık bir deneyime sahip biri olarak medya sektörünü seçen öğrenciler için önerileriniz, mesajınız nedir? Çevremden bana, ben gazeteci olmak istiyorum, spiker olmak istiyorum diye gelenlere ben şunu söylüyorum. İyi madem bunu istiyorsun, o zaman okumaman gereken tek şey iletişim fakültesi diyorum. Çünkü iletişim fakültesini bitirdiğinizde ve işe başladığınızda, zaten okulda öğrendiklerinizin pratiğini yaşayarak öğreniyorsunuz. Yani teori pratikle çabucak pekişiyor ve pratik teoriyi çabucak hantal yapısından kurtarıyor. Ne yazık ki, medyaya bakın zaten pek çok kişi iletişim fakültesi mezunu değil. 19 “Meslekte biz adeta bir denize atıldık ve o denizden boğulmadan çıktık.” Şu an neler yapıyorsunuz? Başkent İletişim Bilimleri Akademisi’nde ders veriyorum. Orası bir üniversite değil. Diksiyon ve oyunculuk dersleri verilen, spikerlik dersleri verilen ve bitirdiğinizde Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belge verilen bir kurum. Orada çalışıyorum şu an. Aynı meslekten biri ile hayatını birleştirmenin avantajı ve dezavantajları oldu mu? Çünkü sizin eşiniz de spikerdi. Şebnem Hanım sanırım, değil mi ? 1996 yılında evlendim. 2008’ de boşandım. Aynı meslekte olmak düşünürseniz bir tarafında avantajdır. Çünkü başka meslekten biri ile evli olsanız, televizyon piyasası ya da medya sektöründe bazen saat kavramı yok olur. Saatlere bağlı çalışmazsınız. Çok uzun saatler çalışabilirsiniz. İş dışında yapmanız gereken, gitmeniz gereken yerler olabilir. Dolayısıyla yoğun tempoyu bilmeyen birisi ile evlenirseniz zorlanabilirsiniz. Ama biz bu mesleğe başlarken bize şunu söylemişlerdi: “Bakın! Herkes bayramda tatil yaparken, tatil yapmamaya hazır mısınız? Herkes yılbaşında ailesi ile beraberken siz orada olmamaya hazır mısınız ? Bu mesleği yaparken pek çok şeyden mahrum olmaya hazır mısın?” Bu zor meslekte sizi anlayabilen biri olmalı. Aynı kanalda çalışırken zorluk yaşadık. Bu tüm yumurtaları aynı sepete koymak gibi bir şeydi. Eğer biriniz için iş anlamında bir risk varsa, bu risk ikinizi birden kapsayabiliyor. Meslek tecrübesi ve yaş olarak eski eşimden daha tecrübeli olarak, ona yol gösterirdim. Şunu şöyle yaparsan daha iyi olabilir gibi. Yani avantajı olduğu gibi zorlukları da yok değil. Star TV de canlı yayında kafanıza pano düşmüştü. Canlı yayında böyle bir şey ile karşılaşmak nasıldı? (Gülüyor) O zamanlar ilk interaktif haber sunumu yapılıyordu. Programın sunucuları Ümit Aktan, Jülide Ateş sabah programını sunuyorlar. Ben haberleri sunuyorum. Yani her yarım saatte bir onlar bana pas atıyordu. Bu arada o güne kadar Türkiye’de pas atmak diye bir şey yoktu. Kimse kimseye yayın sırasında pas atmazdı. Biz esprili bir şekilde birbirimize pas atıyorduk. O dönemin koşullarında dekorlar günümüzdeki gibi değildi elbet. Yani televizyonun yayın yaptığı bina, eski Ses Hayat Dergisi’ nin matbaasının ve yazı işlerinin bulunduğu bina idi. O zamanlar “blue box” sistemi kullanılıyor. Haber bültenlerinde mavi fonun üzerine görüntü bindirilerek dekor kuruluyordu. Sabah haberlerinde oraya çivilerle dünya haritasının olduğu kalın sunta takılıyordu ve dekor oluşturuluyordu. Tabi zaman içinde sanırım vidalar gevşemiş ya da yalama yapmış, tak çıkar işleminden “Haber hayatın kendisi çünkü. Yaşadığınız her şey haberdir.” dolayı. Haber okurken birden sırtıma düştü. Ama öyle hafif bir şeyden söz etmiyoruz. 20-25 kilo bir şeyden bahsediyorum. Kafama düşse yaralanabilirdim. İlk önce bir sarsıldım. Baktım, pano düşmüş. “Evet canlı yayında bu tür şeyler olabiliyor” dedim. Ve haberi okumaya devam ettim. Tabii bu gözüken kısmı. Gözükmeyen kısmında ise, üç kameraman, stüdyo şefi, Ümit Aktan, Jülide Ateş ve o günkü konukları Atilla İlhan hepsi gülüyor. Dövünerek ve kahkahalar ile gülüyorlar. Öyle olunca, ben de insanım, haber okumaya bir es verdim. Başımı önüme eğdim güldüm. Sonra kaldırdım başımı bu haberi baştan alıyorum dedim. Çünkü haber artık anlaşılmaz bir hal almıştı. Hocalarımız bize hep şunu söylemişti. Eğer bir şekilde hatalı bir okuma, çok sayıda dil sürüşmesi, eksik okuma gibi durumlarda seyirciye saygılı olun, özür dileyin ve o haberi baştan alın bende öyle yaptım. O anda soğukkanlı davrandım. Üstelik okuduğum haberin VTR’ si yok. Şimdi öyle bir şey olsa hemen başka bir görüntü seçerler. TV 8’e 15 yıl emek verdiniz. Acun Ilıcalı tarafından kanalın satın alındığını öğrendiğinizde neler hissetiniz ? Bunu kendi kurumumuzdan öğrenmedik sadece dedikodusunu duyduk. Ama sonra Acun bir tweet atarak bunu duyurdu. Zaten üç dört gün sonrada her şey bitti. Kanala gittiğimizde ertesi gün haber yapıp yapmayacağımızı bilmiyorduk. Son üç dört gün gidiyoruz ama yayın var mı yok 20 mu bilmiyoruz. Yayın yönetim bizi arıyor. Evet, bu gün yayın var diyor. Biz o gün hazırlanıyoruz ve haberi yapıyoruz. Ne hissettim? Açıkçası üzüldüm, bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü bir kanalda sıfır noktasında başlayıp ilk kurulduğu günden itibaren on beş yıl görev yaptık. Ama her şeyin bir sonu var diye düşündüm. O hüznü yansıtan bir şekilde belki de veda ettim. Sessiz Gemi şiiri ile; Yahya Kemal’in… O Şiiri okumak aklınıza nerden geldi, sizin için özel bir anlamı var mıdır? Özel bir anlamı yok. Ama adeta sessiz bir gemi gibi ayrıldık o limandan. Pek çok meslek taşımızdan vs. hiçbir destek görmedik. Türkiye de bir ilkti o. Bir televizyon kanalı satılıyor. Ama haber merkezi boşaltılarak satılıyor. Haber bir televizyonun omurgasıdır. O kanalın kimliği ne olup ne olmadığı haberleri ile anlaşılır. Halktan destek mesajları çok fazla geldi. Ben o vedayı ettiğimde telefon hattı kilitlendi. Dünyanın dört bir tarafından insanlar ağlayarak aradılar. İşte o güzeldi. Tamam dedim demek ki doğru bir iş yapmışız. Hala sokakta insanlarla karşılaştığımda insanlar desteklerini yineliyorlar. Haber’siz bir kanal sizce tutar mı? Bakın müzik kanalların da bile haber var. Haber hayatın kendisi çünkü. Yaşadığınız her şey haberdir. 21 medya Mesleğe nasıl başladınız? İsteyerek, bilerek ve planlayarak başladım . Ekonomiyle okul hayatımda karşılaştım ve çok sevdim. Mesleğe başladığımda bir ekonomi Gazetesi olan Dünya Gazetesini takip ederdim. 1983 yılında Turgut Özal siyasete girdiği dönem ben Anadolu Ajansında stajyerdim; dilinden ben anlarım diye ben görevlendirildim, çünkü Turgut Özal daha ekonomik ve teknik konuşan bir insandı. Muhabir olarak onu izlemeye başladım böylece ekonomi muhabirliğine başlamış oldum. “… sosyalleşmek ve intihar etmemek için gazetecilik mesleğini seçtim…” SÖYLEŞİ VE FOTOĞRAF SİNEM CAN Bunlar, Habertürk Gazetesi Ekonomi Yazarı Abdurrahman Yıldırım’ın sözleri. Abdurrahman Yıldırım; Ekonomi sizce sıkıcı mı? sorusunu yanıtlarken aynı zamanda bu disiplinin onun olası bir intiharının nasıl engeli olduğunu da açıklıyor: “Dışarıdan bazı meslekler sıkıcı görünebilir ama canlı olan hayatın içinde olan hiçbir şeyde sıkıcılık yoktur. Devinim vardır canlılık vardır. Ekonomi hayatın kendisi ve amacıdır. Hayatın amacı ekonomiyi var etmektir, ekonomi olması daha iyi bir hayattır. Her şey birbiriyle ilişkilidir, böyle bir şeyden sıkılmak mümkün değil.” 22 Ekonomi yazarlarının en büyük sıkıntılarından biri de insanların onları bir “kurtarıcı” gibi görmeleri ve sıkça fikirlerini almak istemeleri olmalı. Borsa, dolar vs yatırım amaçlı akıl soranlarınız çok mu? Danışanlar oluyor tabi geçmişte daha çoktu çünkü Türk ekonomisi çok dolarize ve faiz oranları daha yüksekti. Kriz ortamlarında insanların danışmaya daha çok ihtiyacı oluyor. Aslında ben ekonomist değilim ekonomi gazetecisiyim; ekonomist ayrı ekonomi gazetecisi ayrıdır. Ben öncelikle gazeteciyim ve gazetenin her alanında görev alabilirim. Gazetede yazan insanların çoğu siyasetten gelmedir. Ben gazeteci olarak başladım. Bu işte tanınmış biri olursanız her kesimden akıl soranlar olur otoparkçı, garson; sokaktaki insana kadar herkes fikir almaya çalışır. Bu sorular kriz dönemlerinde artar diğer dönemlerde ilgi azalır. Beni “soru sorulan yapın özelliklerimden biri de borsayı en uzun izlemiş gazeteci olmam ve borsa tahmin yazılarımın bulunması. “Eve iş götürmem” diyenlerden misiniz ? -Ekonomi hareketliyse takip etmemiz gerekir. Kanal izlemek okumaktan kurtarıyor; izlemek lazım. Ben normal ekonomi yazarı değilim ben borsadan gelmeyim kendimi genellikle trend yazarı olarak tanımlıyorum. Finansal piyasanın ve ekonominin trendini insanlara aktarma ve ileride olabilecekler hakkında tahmin yürütmek için önce mevcut piyasanın durumunu bileceksin ki ileriyi tahmin edebilesin. Bunun için de çok iyi izlemek ve geçmişi iyi bilmek gerekir. Ev ortamı, ev bütçesi ve ev üyelerinin tahmin ve beklentileri de bunun doğal birer parçası sayılmalı. Ev bütçenizi kim belirliyor? Ev harcamalarını bütçeler misiniz ? Belli bir bütçe yok ailede; tek istediğim şey hisse senedi alım satım yapılmaması, çünkü ismimi bilen insanlar kötüye kullanabilir. Etik açıdan doğru olmaz bu yüzden net bir tavrım var. Aile fertlerimin alım satım yapmamasını istiyorum o kadar. Piyasada etkili biri olmak büyük risk. Benim adıma üç kişi çıktı, dava açtık ama bir kişi halen duruyor. Bir de ben bu işe kalkarsam çok yanlış olur. Evde de tek yapılmamasını istediğim ve karıştığım şey bu. yakalamak ve onu kimden alacağını bilmek daha önemlidir. Ekonomi okuyanlar yüzlerce kitap okurken ben binlerce kitap okudum, tezleri ve anti tezleri araştırdım. Bu yüzden kimse ‘ekonomi okumadığım için yorum yapamazsın’ gibi bir eleştiride bulunamaz. Ekonomi habercisi herkes olabilir ama bu dalda ilerlemek kolay değildir. Bu işte insanlara aktarım çok önemlidir, insanlara doğru anlatmak herkesin yapabileceği bir şey değildir. Profesörler yüzlerce kitap okuyor ama insanlara doğru aktarma yapamıyorsa ekonomi habercisi olamaz. Gazeteci aktarmayı bilmeli ve ne aktaracağını daha iyi bilmelidir. Ekonomi gazetecisinin ülkesini ve dünyayı çok iyi bilmesi gerekir. Üzerimizdeki yük çok ağır; odamda elimin altında ulaşabileceğim bilgilerim her zaman durur. Ayrıca bizim gerçek bilgi kaynağımız okurlarımızdır. Ekonomi yazarlığının kendine has ekstra zorlukları var mı ? Evet var, insanlar size güvenip alım satım yapıyor ve borsaya giriyor. Bu üzerinizde büyük bir ağırlıktır. Yanlış yapmanız insanları zarara da uğratabilir bunun yanında kazanca da sokabilir . O yüzden piyasayı iyi bilmemiz ve insanları doğru yönlendirmemiz lazım. Hayata ekonomik mi large mı bakıyorsunuz? Normal hayatta large bir insanım; ekonomik, cimri ve tasarruflu bir insan değilim. Hayatta iktisatlı, tasarruflu ve disiplinli olmak ekonomist olmakla alakalı bir durum değil, aralarında bir bağ kurmak doğru bir yaklaşım değil. Türkiye’de herkesin her şeyden anlaması gibi bir hastalık vardır. Bu ekonomi için de geçerli mi? Toplumdan ayrı yaşayamıyoruz, bizde de böyle kişiler var tabi. İnsanlar ekonomiyi nasıl izler, kimi izlemeli, kim daha doğru bilgi verir vs bunları seçmek daha önemlidir. Herkes balık tutabilir ama en tazesini en güzelini Boş zamanlarınızda neler yapmaktan hoşlanırsınız? Piyasayı izlemek de benim için bir hobi, hayatın tüm heyecanı bu piyasadadır. Örneğin daha mikro piyasayı ele alalım orada saman piyasasını izliyorsam heyecan duyarım. Mesela, saman deyip geçmemek lazım. Üretimi, tüketimi, ithalatı ve stokları nasıl yapılıyor ? Saman kolay depo edilecek bir şey değildir. Ülkemizde üretimi doğuda, tüketimi ise batıda. Siz burada faiz oranlarını yükseltirseniz saman alıcısı yada toptancısı ona göre fiyat belirler. Bunu yiyen ineklerin maliyeti artar et ve süt fiyatları oluşur. Bir çocuğun içeceği sütten yiyeceği ete kadar zincirlemesine etkiler. Tabii ki bunun yanında arada kaçıp yaptığım hobilerim var . Türkiye’yi dolaşmak,yemek yemek ve müzik dinlemek; müzik olarak örneğin Karadeniz müzikleri dinlemeyi severim. 23 edebiyat Metin Ceng Metin Cengiz SÖYLEŞİ ECEM ŞENTÜRK FOTOĞRAF METİN CENGİZ ARŞİV Uzun Bir Yola Benzetiyor Beni Oğlum; Anasını Toprağa. Ben Uzakta, Hapishanede Yatmışım Anası Yürümeyi Öğretmiş. “Yazdığım ilk şiir bu; şiirim sonradan kült şiirim oldu, yaklaşık 60 dile çevrildi. Dünyada yayınlanan bir çok şiir antolojisine girdi. Bunun da tanınmamda büyük etkisi oldu. 24 “İlk, Cemal Süreya’nın “Beni Öp, Sonra Doğur Beni’’ adlı şiir kitabını okudum” Şair Metin Cengiz ilk şiirini ve onun hikayesini böyle anlatıyor. 80 kuşağının önde gelen şairlerinden Metin Cengiz, gerek şiirleriyle gerekse şiir üzerine yazdığı kuramsal yazılar ve tartışmalarla yer edindi. “Sonsuzluk Çiseler Büyük Sularda” ve “Dünyaya Katkımız Bir Ebru Vurgusu” (Şiirden Yayıncılık) adlı 2 ciltlik Toplu Şiirler kitabıyla, 2010 yılında Melih Cevdet Anday Ödülü gibi daha pek çok ödülün sahibi oldu. Cengiz’in şiirleri Broy, Düşün, Yazko Edebiyat, Varlık, Adam Sanat, Parantez, Hürriyet Gösteri adlı dergilerde yayımlandı. Şiire nasıl, nerede başladınız ? İlkokul sıralarında, arkadaşlarım kendi yaşındaki kızlara mektup yazardı. Bunların duygusal olması zorunlu olduğu için, ben de maniye benzer şeyler yazardım. Sanırım şiir karalamaya başladığım yıllar bunlar. Gelenekten hesaplaşarak yararlandı; günümüz modern dünyasının gerçekliğini şiirinde yansıttı. Şiir üzerine kuramsal yazılarını kitaplaştırdı. Pablo Neruda, Max Jacob, Eugéne Guillevic, Jacques Prévert, Jules Laforgue, Aimé Cesaire’den yaptığı çeviriler kitaplaştı. Baudelaire’den Günümüze Modern Fransız Şiiri Antolojisi’ni hazırladı. Cengiz, 2011 yılında, Uluslararası Tudor Arghezi Ödülü’nü aldı. “Şarkılar Kitabı” ile 1996 yılı Behçet Necatigil Ödülü’nü, Ayrıca, çocukluğum döneminde ülkemiz güçlü bir sözel geleneği yaşıyordu. Ne radyo ne de televizyon vardı. Kitap okumak da zaten alışılmış bir şey değildi. Ama biz ailece okurduk. Elbette bunların birçoğu şiir kitabıydı. Babam da halkına tepeden bakan değil; halkıyla kaynaşmış bir aydındı. Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Annem ve nenem (babaannem) okuma yazma bilen halk kadınlarıydı. Annem roman ve şiir kitabı okurdu; çok sayıda da masal ve anlatı bilirdi. Nenem ise; tam bir ayaklı halk ansiklopedisiydi. Bunların terkibi olsam gerek. Sanırım daha sonra bir gelişim döneminiz var. İlkokul sıraları böyle geçti; ancak ortaokulda ciddi ciddi kitap okumaya başladım. Kitap derken, elbette ki yalnızca şiir kitaplarından bahsetmiyorum. Babamın kitaplığındaki Siyasal Bilim, Felsefe, Sosyoloji kitaplarını erken bir yaşta inatla anlamaya çalışarak okuyor, hayatı daha basit tanıttığı için de tutku ile roman okuyordum. Bugün de ciddi bir roman okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Ama sanıyorum ki benim kuramsal ve bilgi anlamında temelimi o kitaplar oluşturdu. Elbette şiir de okuyordum ve ilk kitabını okuduğum kişi de Nazım Hikmet olmadı. Cemal Süreyya’nın ‘’Beni Öp, Sonra Doğur Beni’’ adlı kitabı geçmişti elime; ortaokul sıraların25 “Şu anda 200’ e yakın yabancı şair ile çok yakın arkadaşlığım var” da yutarcasına okudum bu kitapları. Yani çocuk yaşımda İkinci Yeni ile tanıştım. Günün hemen hemen 24 saatini okuyarak geçiriyordum. Şöyle diyeyim: Hayatı tanımak için, hayatı anlatan bilimsel ve edebi türlere açlıkla saldırmıştım. Şiir ise; benim için başka bir kapı, başka bir pencere demekti. İkinci Yeni’den sonra Türk Şiirini geriye doğru okudum. Babamın kitaplığında ne kadar şiir antolojisi varsa yutmuş ve kitap satın almaya başlamıştım. Annem ve komşular benim bu durumumu tuhaf karşılıyor, delireceğimden kuşkulanıyorlardı. Böyle oldu mu bilemem; ama, işte şimdi Metin Cengiz neyse oyum. Lisede ise; başarılı öğrencilik hayatımı artık geride bırakmıştım. Dersleri takmıyor, devamsızlık hakkımı sonuna kadar kullanıyor; param yetmediği için de ciddi şekilde kitap hırsızı olmuştum. Çaldığım kişi ise; benim velimdi.Sonuçta Sürekli okuyor ve hikaye yazmaya çalışıyordum. Ancak ne yazsam şiir oluyordu. Böylece 4-5 sene hikaye yazmak için uğraştım. Bir süre sonra, artık hikaye yazamayacağımı anladım. Derin bir karamsarlığa kapılmıştım; benden iyi bir yazar olamayacağı düşüncesiyle hayıflanıyordum zaman zaman. Bu sıralarda aklıma parlak bir fikir geldi ve o zamana kadar yazdıklarımı şiir haline getirmeye başladım. Şiir olduklarına inandıklarımı saklıyor, diğerlerini ise yırtıp atıyordum. Sizin çeviri şiirleriniz de var. Çeviri şiirlerin şiirsel özelliğini kaybettiğini düşünüyor musunuz? İyi bir şiir çeviriye gelir. Çeviriye gelmeyen şiir kötü şiir demektir. Şunu demek istiyorum: Tabii ki şiir çevrildiği dilin ses ve söyleyiş özelliklerini kazanır. Yabancı dil bilenler ne demek istediğimi daha iyi anlar. Dilde anlamlandırma formunu kendi çeviri şiirimden örneklendireyim. Max Jacob şiirlerini çevirirken, son dizeyi aynı şekilde çevirmedim. Dize, kelimesi kelimesine şöyleydi: Gece sürüp gidiyordu her zamanki gibi. Bana göre bunun şiirsel bir özelliği yoktu. O sırada yazdığım şiirden bir dizeyi ödünç verdim. İçim cız etti ama böyle oldu. ‘’Gece ise her zamanki gibi.’’ Bu arada meraklılarına şunu da söy- leyeyim; şu anda 200’ e yakın yabancı şair ile çok yakın arkadaşlığım var ve anlaşılacağı üzere yabancı dilden çok geniş bir okuma yaptım; ama asla bir ödünç almadım. Sizce şiir yazmak öğrenilir mi? Roman yazmak öğrenilir, evet. Nitekim öğretiliyor da. Drama da aynı şekilde; fakat şiir asla! Bir yetenek, çalışma; kendini dünya işlerinden soyutlayacak şekilde şiire verme -çağımızda bu artık imkansız-; yabancı 1-2 dil bilme (yabancı şairlerin şiirlerini okuyabilmek için); derin bir felsefe bilgisi; dünya halklarının kültürünü tanıma; siyaset bilimi, sosyoloji okuma; halkını sevme işidir şiir, bunlar olmazsa şiir olmaz zaten. Ancak günümüzde artık bunlarla uğraşılmıyor, işler çok kolaylaştı. Bilgisayar, internet, hayatın şiirleşmesi gibi, gençleri etkileyen o kadar çok şey var ki. Örneğin 14 yaşında dünyanın tüm müzik arşivlerine ulaşabilir ve 5 sene dinlenmeden müzik dinleyebilirsiniz. Oysa şiir biraz da bunların hasretini çekmekle olur. Hayatınızda şiir olmasaydı ne olurdu? Herhalde delirirdim… Türk şiirinin dünyadaki yerinden bahseder misiniz? Türk şiiri, ne yazık ki dünyada pek tanınmıyor. Bir tek Nazım Hikmet biliniyor. Ben bu konuda elimden geleni yapıyorum. 3 ülkede Türk Şiir Antolojisi çıkarttım. Ama bu devede kulak. Keşke Kültür Bakanlığı da benim kadar çalışsa. Başka ülkeler trilyonlar harcıyor, bunu gördükçe üzülüyorum. Medyanın şiire yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Medya çalışanları, herhalde şiiri denemiş; fakat başarılı olamamışlar. Hepsi şiire düşman. Medya sahiplerine değinmiyorum bile… Şiir dalında verilen ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha bugünlerde bir telefon aldım. Türkiye’nin en prestijli ödülü olan 8. Mersin Kenti Edebiyat Ödülü bana verilmiş. Ekim ayında ödülümü almaya gideceğim. Mersin Kenti’ne çok teşekkür ediyorum.Ödüller tabii ki 26 işe yarıyor; ancak bir şair ödüle kanıp ona sırtını dayamamalı. Yoksa şiir çabuk elden gider. Genç şairleri başarılı buluyor musunuz? Ben çocukken her şiir yazdığımda, yalnızca gökyüzünden, aydan, yıldızlardan, geceden, sabahtan bahsederdim. Şiiri, böyle parlak sözcüklerden oluşan bir şey zannederdim. Oysa bunların da içinde olduğu hayat, şiire taşınmak üzere gürül gürül geçiyor yanımızdan. Bizler de içindeyiz tabii ki. Şiir yazmak için, bu hayatı yazmak lazım. Şimdiki gençlerin çoğu benim çocukken yaptığımı yapıyorlar; şiiri albenili imgelerden oluşan bir şey zannediyorlar. Ben öyle olmadığını anlatmak için, 20’ye yakın kuramsal kitap yazdım: Kültür ve Şiir, Felsefe ve Şiir, İmge Nedir?, Şiir Nasıl Yazılır?, Şiir Dili, Şiirsel Anlam, Şiirin Gücü... Türk şiirini öğrenmeleri için de; Modernleşme ve Modern Türk Şiiri, Toplumcu Gerçekçi Türk Şiiri gibi inceleme kitapları yazdım. Bunların hepsi gençliğe hediyedir; okurlarsa düştükleri yanlışı çabucak aşabilirler. Ama bunun yanı sıra, çok güçlü şairler de var elbette ki. Böyle giderlerse, kendilerini geliştirirlerse, gelecekleri çok parlak. Örneğin; Kadir Aydemir, Onur Behramoğlu, Müesser Yeniay, Onur Akyıl... Bu derece başarılı bir şair olarak, maddi açıdan da emeğinizin karşılığını aldığınızı düşünüyor musunuz? Şiirle para kazanını görmedim. Ancak Nobel alırsam, o para işe yarar. Orhan Pamuk’tan sonra bu kadar kısa sürede de kimse Türkiye’ye Nobel vermez. Marmara Üniversitesi Fransızca Bölümü mezunu olan Metin Cengiz’in, Bir Tufan Sonrası (1988), Büyük Sevişme (1989), Zehirinde Açan Zambak (1991), İpek’A (1993), Şiirin Gücü (1994), Şarkılar Kitabı (1995), Gençlik Çağı (1998), Aşk İlahileri (2001),Modernleşme ve Modern Türk Şiiri (2002) Şiir İmge Biçim Biçem, Türk Şiirine Eleştirel Bir Bakış (2005), Aşk İlahileri Günümüze Hüzzamlar (2006), Özgürlük Şiirleri (2008) ve Bir Tufan Sonrası isimli eserleri bulunuyor. Metin Cengiz Kimdir? Metin Cengiz 1953 yılında Kars’ta doğdu. Erzurum Atatürk Üniversitesi Fransızca Bölümü ile İstanbul M. Üniversitesi Fransızca bölümünü bitirdi. 12 Eylül döneminde TCK.’nın 141. Maddesinden 2 yıl hapis yattı. Bir süre Fransızca öğretmenliği yaptı. Sonra değişik gazete ve yayınevlerinde redaktör, editör olarak çalıştı. Halen öğretmenlik ve çevirmenlik yapıyor. Pablo Neruda, Eugéne Guillevic, Jacques Prévert, Jules Laforgue, Aimé Cesaire vb. şairlerden yaptığı çeviriler kitaplaştı. Baudelaire’den Günümüze Modern Fransız Şiiri Antolojisi’ni hazırladı. Şarkılar Kitabı ile 1996 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü aldı. 27 sinema Derviş Zaim SÖYLEŞİ MEDİNE ÇEPNİOĞLU FOTOĞRAF DERVİŞ ZAİM ARŞİV Ares Harikalar Diyarında (1994) kitabıyla Yunus Nadi Roman ödülünü kazanan Derviş Zaim, yönetmenlik serüvenine 1997 yılında çektiği “Tabutta Rövaşata” ile başladı. İlk filmiyle pek çok ödül alan Zaim, sonraki filmleriyle de ulusal ve uluslararası arenada övgüye layık bulundu. *** Sırasıyla “Filler ve Çimen” (2000) ve “Çamur” (2003), “Cenneti Beklerken” (2006), “Nokta” (2008) ve “Gölgeler ve Suretler” (2011) gibi prestijli birçok festivalden ödüllerle dönen bir dizi başarılı filmin yönetmenliğini üstlenen Zaim, halen çeşitli üniversitelerde sinema konusunda ders veriyor. 28 29 Kıbrıs Gazimağusa doğumlu Derviş Zaim’in sinema serüveni Kurosowa’nın filmi olan Dersu Uzala’yı (1975) ilham alarak izlemesiyle başladı. Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğu yıllarda faaliyet gösteren Sinema Kulübü ve yurtdışında katıldığı workshoplar ile kendini geliştirdi. Sinema tarihi ve estetiği üzerine dersler aldı. İlk uzun metrajlı filmi olan Tabutta Rövaşata da avangart sinema denemeleriyle Türkiye’de sarsıcı bir etki bıraktı. Film birçok festivalden ödülle döndü ve beğeni ile karşılandı. Ardından geleneksel Türk sanatlarıyla sinema arasında sentez kurduğu üçlemesiyle karşımıza çıktı. Cenneti Beklerken, Nokta, Gölgeler ve Suretler üçlemesiyle alışılmadık film estetiği ortaya koyan Derviş Zaim, dünyevi olanla olmayan arasındaki ilişkiyi biçim ve içerik açısından ele aldı. Filmlerinde hakikat, vicdan, iyilik, kötülük, toplumsal huzursuzluk, yalnızlık öğelerine sıkça yer veren Derviş Zaim’in ’derviş’liğe ulaşma çabasına yöneldiğini görmekteyiz. 30 İlk uzun metraj filminiz Tabutta Rövoşata. Bu filmi bildiğimiz kadarıyla küçük bir bütçe ile çektiniz. Yaşadığınız muhitteki bir hırsız Tabutta Rövoşata’ya ilham oldu. Filmin hikayesini kısaca anlatabilir misiniz? Gerilla tarzı denilen bir tarzda çekildi. Düzenli ordular vardır. Parası pulu daha önceden vardır. Bizim öyle bir durumumuz yoktu. Neredeyse kelle koltukta çektik o filmi. İlk filmin ortaya çıkmasına neden olan kaynaklar değişik olabilir. Kaynaklar farklı yerlerden geliyor olabilir. Mesela bir karakterden esinlenirsiniz, bir durumdan esinlenirsiniz, bir konseptten esinlenirsiniz… Her defasında bütün bunları bir araya getirebilecek formülleri, dengeleri kurmanız lazım. İşin ince tarafı belki de budur. Ben Tabutta Röveşata için esinlendiğim karakteri yazma süreci içerisinde değiştirdim. Birebir hayattaki insanın alınıp oraya yapıştırılması tarzındaki bir şey söz konusu değildi. Hatta başka bir örnek daha vereyim. Nokta filmini yaparken yine Konya’da gerçekleşmiş bir tarihi yazma eser hırsızlığından etkilendiğimi söylemem lazım. Konya’daki bir kütüphanede olan eskiye ait çok değerli yazmaların çalınması esin kaynaklarımdan birisidir. Yani gerçek hayatta olmuş, bitmiş olayları alırım. Bunlardan esinlerim ama onları daha sonra kurmacanın kendisine ait kuralları çerçevesinde değiştirmeye de gayret ederim. Bunu da daha hakiki bir eser ortaya çıkarabilmek için yaparım. Çünkü bazen gerçekten aldığınız şeyler ve onları birebir aynı şekilde yansıtma çabanız hakikati tam anlamıyla yansıtmak konusunda yetersiz olabilir. Bu manada gerçeğin daha bütünsel ifadesi için bunu yaptığımı söylemem gerekiyor. Nokta filmini bir hattatın titizliğiyle mi çektiniz? Çünkü film tek plan film kesintisiz bir şekilde ilerliyor ve Tuz Gölü gibi beyaz bir sayfayı andırıyor. Benim “Filler ve Çimen”de bunun ipuçları vardı. Ama Cenneti Beklerken’de daha netleşti. Osmanlı geleneğinden hareket ederek “Acaba onun bir parçası olan bazı sanatları alıp sinema için kullanmak mümkün müdür?” sorusunu kendime sormuştum. Minyatür sanatı Cenneti Beklerken filmimden sonra Nokta filminde Osmanlı hat sanatını ele aldım. Osmanlı hat sanatını kimi özelliklerini sinemaya nasıl aktarabileceğim üzerine düşünmeye başlamıştım. O filmimde seçtiğim mekan Tuz Gölü -ki boş bir beyaz sayfayı andırıyor. Oyuncuları mekana yerleştirmem, oyuncuların kostümleri, kostümlerin rengi, genel renk, bütün bunlar hat sanatına ait havayı ve muhtevayı çağrıştıracak şekilde tasarlandı. Ayrıca bir hat sanatkarının yazı yazarkenki kesintisizliğini filmde göstermeye gayret ettik. Tek bir plandan başlayıp biten bir film olmasını sağlamıştık. Bu manada filmin içerisinde kurgu yoktu. Bütün bunlar her defasında farklı biçimlerde tezahür eden bir ortak kaynağın sinemada nasıl kendine yer bulabileceğine dair sorduğumuz sorunun mütevazi yanıtlarıydı. Filmlerinizde biçim ve içeriği başarılı bir şekilde uygulayabiliyorsunuz. Biçim ve içeriği bir arada uygulayabilmek zor mu? Sinemada zor olan şeylerden bir tanesi biçimin ve içeriğinin birbirleriyle bir 31 dengede buluşmasını sağlamaya çalışmak. Elbette ki bu gelenekten nasıl yararlanacağım konusunda konuşurken çok farklı önerilerin karşımıza çıkması mümkün. Ama mesele şu ki bu önerilerin bir kısmı ve kullandığımız içerik yan yana getirildiğinde altı yama üstü bohça gibi bir görünüm ortaya çıkma ihtimali belirecektir. İşte bir yönetmenin yapması gereken temel işlerden bir tanesi, bu biçim ve içerik arasındaki dengeyi gözetmeye çalışmaktır. Mesela Cenneti Beklerken, Filler ve Çimen, Nokta, Gölgeler ve Suretler filmelerini yaparken biçim ve içeriğin birbiriyle belli bir dengede buluşmasına gayret ettim. Bunun için fikri mesai harcamaya çalıştığımı belirtmek isterim. Kıbrıs doğumlusunuz bir yandan da Konya kökenlisiniz. Size, doğum yeri ve kökeniniz neler kazandırdı? Anakaradan daha farklı bir yerde yerleşmiş olmanın mesafe alma duygusunu sağladığından bahsedilir. Sanat da mesafe alma duygusuyla ilintilidir. Umarım böyle bir katkısı olmuştur bana. Bunun dışında değişik kültürlere, kültürlerin bir araya geldiği zaman ortaya çıkabileceği melezleşme biçimlerine ilgi duydum. Dolayısıyla 32 adalılıkta bu kültürler arasında ilişki konusunda kafa yormamı kolaylaştırmış olabilir diye tahmin ediyorum. Genç sinemacılara, sinema meraklılarına tavsiyeleriniz nelerdir? Heyecan çok önemlidir. Tekniği öğrenmenin çok büyük bir zamanlarını alacağını zannetmiyorum. Hikâye anlatmayı öğrenmek gerekiyor. Hikâye anlatmayı öğrenirken de bir perspektife sahip olmak gerekiyor. Perspektifi olmayan insan uzun döneme yayılan bir sinemacı, yönetmen olamayabiliyor. Çok uzun bir kariyeri olamayabiliyor. Perspektifi olmayan bir adam belli bir süre sonra hikâye bekleyen adam yerine düşebiliyor. Şuradan bir arkadaşım gelse de bana bir hikâye anlatsa da ben onu film yapsam gibi durumlarda kendini yakalayabiliyor. Hâlbuki perspektifle birleştirilebilen bir yaratıcılık çok daha sağlam, köklü ve temelli olur. İnsanın bilinçli ya da bilinçsiz bir perspektifinin olması gerektiğini düşünüyorum. Onun dışında bol hata yapmalarını öneriyorum. Çünkü sinema yapmayı öğrenmenin yollarından bir tanesi pratik yapmaktır ve pratik yaparken de insan ister istemez hata yapar. Ama hata yapmaktan korkarsanız pratiğiniz gelişmez. İşte bu da bu işin paradokslarından bir tanesi. Ama bu hataları yaparken ne kendini, ne etrafını kavurmadan yapacaksın o hataları. Suya atlayıp yüzmeyi öğrenmek gibidir sinema. Şimdi kendini suya atarsın ama öyle bir yere atarsın ki boğulursun orada. Uçsuz bucaksız bir yerdesindir orada kendini suya atmaman lazım, kıyıda bir yerde atman lazım ki en azından çok yorulduğunda tekrar çıkabilesin. Dolayısıyla insan hata yaparken kendini ve başkalarını kavurmayacak, sonunu getirmeyecek hatalar yaparak yoluna devam etmenin yolunu bulmalıdır. Yeni projeleriniz var mı? Balık diye yeni bir film yaptık. Önümüzdeki ekim ya da kasım gibi gösterime girer diye tahmin ediyorum. İnsanın doğa ve çevre ile olan ilişkisinin konu edindiği bir film. Bu manada insanoğlunun sahip olduğu önemli meselelerden birisini ele aldık. Çünkü bizim doğa ile olan ilişkimiz eğer yanılmıyorsam en önemli problemlerimizden bir tanesi haline geleceğe benziyor. Ekonomiyi de başka birçok şeyi de belirleyecek olan şey insanoğlunun doğaya olan yaklaşımı. Eğer gelişmekte olan bir ülkeyseniz doğa ile olan ilişkinizi çok fazla ön plana almadan daha çok yol, fabrika, köprü peşine düşebiliyorsunuz. Ancak Amerika, Japonya, Almanya gibi ülkelerde -ki onlarda gelişmelerini sözüm ona tamamlamış ülkeler oluyorlar- doğaya ilişkin daha farklı bir tavrın gerekliliği gündeme geliyor. Ama o tavrında gündeme gelmesi ancak ülkenin gelişmişliğini tamamlaması sayesinde belirebiliyor. Bu durumda da çoğu zaman atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Bizim ülkemizde de şimdi, şu an bu konular ile ilgili bir duyarlılık oluşturmanın iyi olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğa ile ilgili filmler olursa doğaya da farklı yaklaşmanın mümkün olduğuna dair bir farkındalık gündeme getirirse özellikle gençler arasında bu artarsa hepimizin hayatı daha da zenginleşecektir. Sanatın amaçlarından bir tanesi de hayatı daha zengin kılmaktır.dengede buluşmasını sağlamaya çalışmak. Elbette ki bu gelenekten nasıl yararlanacağım konusunda konuşurken çok farklı önerilerin karşımıza çıkması mümkün. Ama mesele şu ki bu önerilerin bir kısmı ve kullandığımız içerik yan yana getirildiğinde altı yama üstü bohça gibi bir görünüm ortaya çıkma ihtimali belirecektir. İşte bir yönetmenin yapması gereken temel işlerden bir tanesi, bu biçim ve içerik arasındaki dengeyi gözetmeye çalışmaktır. Mesela Cenneti Beklerken, Filler ve Çimen, Nokta, Gölgeler ve Suretler filmelerini yaparken biçim ve içeriğin birbiriyle belli bir dengede buluşmasına gayret ettim. Bunun için fikri mesai harcamaya çalıştığımı belirtmek isterim. 33 Derviş Zaim Filmografisi 1996 – Tabutta Rövaşata 2008 – Nokta Adı dokuza çıkıp sekize inmeyen bir otomobil hırsızı. Çalamayacağı otomobil, açamayacağı kilit neredeyse yok. Ama sözünü ettiğimiz hırsızın farklılığı sadece bu özelliğinden kaynaklanmıyor. O, geceleyin çaldığı otomobilleri şafak sökerken getirip çaldığı yere bırakıyor. Üstelik onları bir güzel de yıkıyor, temizliyor. Ancak yaptığını yalnızca dolaşmak ve otomobillerin zevkini çıkarmak. Nokta bir zamanlar işlediği bir suç yüzünden azap çeken ve çektiği azaptan kurtulmaya çalışan bir adamın hikayesi. Ahmet yakın bir arkadaşının ön ayak olması ile tarihi değeri yüksek bir Kuran hırsızlığına istemeden bulaşır. Ancak kalkıştığı iş onu hiç istemediği bir noktaya sürükler. 2001 – Filler ve Çimen 2011 – Gölgeler ve Suretler Uluslararası bir maratoncu olan Havva (Sanem Çelik), erkek kardeşi ile birlikte yaşayan genç bir kızdır. Kardeşi doğuda askerliğini yaparken bir mayına basıp sakat kalmıştır ve acil tıbbi yardıma ihtiyacı vardır. Ancak Havva silgi fabrikasında çalışarak kazandığı para ile kardeşini tedavi ettiremez. Tek ümidi Avrasya Maratonu’nu kazanmak ve verilen para ödülünü kardeşinin hastane masrafları için kullanmaktır. Filmin hikayesi, 1963 yılında Kıbrıs’ın ücra bir köyünde yaşayan Rum ve Türk, iki ailenin yaşadığı olayların üzerine kurulmuştur. Karagözcü Salih ve kızı Ruhsar, Rum polislerinin saldırısı sonucunda göç-men düşmüş ve akrabaları Veli’nin köyüne sığınmışlardır. Karagözcü Salih bu köyden şehre gitmek isterken yolda kaybolur. 2003 – Çamur 2012 – Devir Ali, Kıbrıs’taki askerliğinin son haftalarında gizemli bir hastalığa yakalandığı için konuşamamaktadır. Hastalığına iyi gelir düşüncesi ile şifalı bir çamur birikintisinden medet ummaya başlar. Çamur gerçekten de Ali’nin hastalığı üzerinde olumlu etkide bulunur. Ali zamanla çamura karşı tutku geliştirmeye başlar. Burdura bağlı Hasanpaşa köyünde; her yıl bir çoban yarışması düzenleme geleneği vardır. Bu geleneğe göre çobanlar sürüleriyle beraber teker teker küçük bir su birikintisine girmekte ve suyu peşlerindeki koyunlarıyla birlikte kesintisiz ve hızlı biçimde geçmektedirler. Suyu sürüsüyle beraber tereddütsüz, hızlı ve seri geçen çoban yarışmada birinciliği kazanmaktadır. 2007 – Cenneti Beklerken 2014 – Balık On yedinci yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da yaşayan minyatür ustası Eflatun,ustalarının kendisine öğrettiklerine karşı gelir; ölen eşi ve oğlunun Batılı tarzda portrelerini çizer. Çelişkili duygular içerisindeki Eflatun, bir gün zorla Osmanlı vezirinin konağına götürülür. “Balık”, insan doğa ilişkisi üzerine odaklanıyor. Filmde, bir gölün kıyısındaki küçük ve güzel bir balıkçı köyünde yaşayan balıkçı ailesinin hayatı doğa ile savaşa girişince yön değiştiriyor. * Film afişleri ve bilgiler www.derviszaim.com’dan alınmıştır. 34 35 yaşam Sakallı Lütfü; Kitabın “Esas Oğlanı” SÖYLEŞİ VE FOTOĞRAF 36 Önsöz Kadıköy’ün kadim sahaflarından biri o… Kitapseverlerin tanımıyla bir kitapperest… Yazar Enis Batur’a göre; kitap alanında tam bir “kirli çıkı”… Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Zafer Toprak ve Gökhan Akçura’nın ortak kanaati ise; günümüzün en iyi on sahafından biri. Sonuçta, kitap okumaya ve edinmeye olan güven ve inancı aşılayan bir Kadıköy, bir kitap jönü gibi adam şu Sakallı Lütfü… ECE ADİL 37 Sizi ‘Sakallı Lütfü’ olarak tanıyor herkes. Bu lakabın bir hikayesi var mıdır? Evet cancağzım. Ben yeni evlendiğim zaman, vergi dairesinde iki yıl kadar memurluk yaptım. Sonra ayrıldığımda sakal bıraktım. 1984’den beri sakalım var. Benim kızım 1986’lı, 2004’e kadar beni sakalsız görmedi. 2004’de kalp ameliyatı geçirdim, o zaman sakalım kesildi. Ama işte böyle alıştılar, böyle konuştular. ‘Sakallı Lütfü’ diye. Tahsil kökeniniz nedir acaba? Ben lise mezunuyum. Üniversite’ye girdim, 2,3 tane okul değiştirdim ama hiç bir tanesini Allah’a şükür bitirmedim. O yüzden lise mezunuyum. Bir edebiyat fakültesi maceramız var, 1,1 buçuk ay kadar sürdü. Ondan evvel Ankara’da Urduca bölümünü kazanmıştım. Ondan öncede maliye,muhasebe var ama ona da 11 buçuk ay kadar gitmişimdir. Ben okuldan hoşlanmadım. Alaylı sayılırım. Neden sahaflık? Bu meslek de tarafımdan çok bilinçli seçilmiş bir meslek değil. Ben okuma yazmayı çok küçük yaşlarda öğrendim. Annem benim öğretmen vekilliği yapmış, okumayı çok seviyordu. Babam da okumayı severdi. Bizim evimizde her zaman kitap oldu. Bir de ben bunu hep söylüyorum. 11, 12 yaşlarında ben ilkokulu bitirdiğimde, Naciye Teyze diye bir hanım vardı. Onun kocası Deli Sabri sahaflık yapmış,vefat etmiş. İki bine yakın kitabı vardı. Naciye Hanım bunları okumuyorum diyerek, bize hediye etti.’ Alın bunlar sizde kalsın, bende yer tutuyor’ diyerekten. Ben bir anda bin beşyüz, iki bin kitabın içerisinde buldum kendimi. Akbaba Dergileri, resimli hikaye dergileri, Tef Mecmuası gibi ona benzer bir sürü mizah dergileri, Halk hikayeleri, Binbirgece masalları gibi aklına ne geliyorsa karışık bir kütüphaneydi. Ben o kütüphanenin içinde büyüdüm. Onun dışında kitap okumayı seven bir çocuktum. Öyle başladı diyelim. Üniversiteye geldiğimde böyle bir iş yapabileceğimin farkına vardım. 1973’de Osmanbey’de seyyar kitapçılık yaptım. 1984’de de dükkan sahibi oldum. Çocukluğumu saymazsak, 30,40 seneden beri bu meslekten geçiniyorum. Sahaflığı tanımlamamız gerekirse, sahaf nedir? Ne alır, ne satar? Sahaflık bir çeşit eski kitap alıp satıcılığıdır. Ama daha çok bulunmayan nadir kitapları satanlara sahaf diyoruz. Bir de tabi ikinci elciler var. O da mesleğin içersinde gibi duruyor ama bir sahaf bir şekilde Osmanlıca, Fransızca, İngilizce, Almanca dünyanın çeşitli dillerinde basılmış, nadir kitapları satan adamdır. Yazma kitap satan adam demektir. İkinci el romanlar, kitaplar, ders kitapları falan satanlara zaten ikinci elci demek lazım. Onlar her ne kadar kitap satıyorlarsa, sahaf tanımlamasının içerisine giren insanlar değillerdir. İstanbul’da ikinci el kitap satıpta tabelasına sahaf yazan çok insan var. Ama sahaflığı bilen, sahaf olduğu var saydığımız insanlar 10,15 kişiyi geçmezler. Sahaflık sürekli okumayı, bilgilenmeyi; kitapla haşır neşir olmayı gerektiren bir meslek 38 En çok ne alıp, ne satıyorsunuz? Daha çok Tanzimat’tan bu yana yayınlanmış bir takım kitaplar, Cumhuriyetten bu yana yayınlanmış bazı hatıralar, Cumhuriyet üzerine olan bazı incelemeler gibi. Tabi ki roman falan da var ama daha eski harfli şeyler.Ama mal almaya gittiğimiz zaman, kütüphaneden ne çıkarsa onu alıyoruz tabi ki. Biz de mesela branşlaşma yoktur. Biz de roman, tarih gibi ayrımlar yoktur. Kütüphaneden alırsın, bu kütüphane bir mimarın kütüphanesiyse mimar kitapları yoğunlukta çıkar, ya da bir tarihçinin kütüphanesiyse tarih kitapları daha yoğunlukta çıkar. Dolayısıyla ne bulursak onu satıyoruz diyelim. “İstanbul’da gerçek sahaf sayısı 10-15’i geçmez” Sahaflığın kökeni, ve şimdiki durumu nedir? Sahaf eskiden Arapça ‘suhuf ’ sözcüğünden geliyor. Suhuf Arapça’da sayfa demek. Sahaf ’ın eski manası sayfa satan demekti. Günümüzde artık sadece yazma kitap satan değil, evrak, efemera, plak, kartpostal gibi kültürel yan ürünleri de satan bir meslek haline geldi. Sahaflık biraz böyle bir şey oldu açıkçası. Gelen sahafiye ürünleri içinde, Osmanlıca (eski yazı) çok mu? Meraklıları var mı? Meraklıları da var, toplayıcıları da var, aracıları da var. Zaman zaman bana da düşüyor. Her ay her zaman bulamazsın fakat sene içerisinde 1 yada 2 kere düşen şeylerdir bunlar. Biz şimdi kitabın yanı sıra, eski yazı, evrak falan da satmaya başladık. Fotoğraf satıyoruz, kartpostal satıyoruz önceden de söylediğim gibi ‘efemera’ olarak tabir edilen malzemeler de satıyoruz. Fotoğraf dediniz, elinizde hiç ilginç öyküsel fotoğraflar var mı? Lütfü bey: Bütün fotoğrafların bir öyküsü var zaten de, bunların içinde bu ülkeyi yönetmiş insanların Celal Bayar ya da Mustafa Kemal gibi devlet adamlarının olsun, politikacıların olsun, edebiyat ve yazar çevresinden bir takım insanların olsun malzemesi piyasaya düştüğünde bizimde elimize geçer. Dolayısıyla o fotoğraflar da tabiki değerlidir, müşterisi olan maldan sayılır. Ya müzayedeye konulur ya 39 “İnsanlar özellikle kadınlar, kocaları öldükten sonra ilk elden çıkardıkları şey kitapları” da elden satarsın. Bu da işimizin bir parçası. Satmaya kıyamadığınız ve kendinize sakladığınız şeyler oldu mu? Tabi canım. Benim sahaflık öykümün içinde her zaman kendi kütüphanemi kurmak da oldu. Bir dönem bende olmayan her kitabı eve götürürdüm, satmazdım. İsmim, -Kirli çıkıya çıktı o yüzden. Fakat ben kütüphanemi işe yarayacağını düşündüğüm adamlarla, bir şekilde paylaşırım. Satmasam da onlara fotokopi veririm ama şimdi artık insanların dünyaya bakışı, ilgi 40 alanları zaman içerisinde değişiyor. Ben önceden her şeyi toplarken, şimdi Kastamonu’lu olmam dolayısıyla onunla igili ya da kitapçılıkla ilgilenmem dolayısıyla basın tarihi gibi kitapları saklıyorum. Artık bunların dışında ki her şey ilgi alanımdan çıktı. Eskiden topladığım şehir kitapları gibi bir çok kitabı sattım. Elime geçen kitapları artık yavaş yavaş satıyorum. Müteferrika isimli derginizden biraz bahseder misiniz? O 1993’den beri çıkarttığımız bir dergi. Bu sahaflık, kitapçılık Dergisi. Türk Basın Tarihi, Türk Kitap Tarihi konularında bir takım yazılar yazıyor ve yayınlanıyoruz. 44. Sayısı çıktı. Şimdi önümüzde 45. Sayı var. Artık buralı oldum gibi geliyor bana. Bu yüzden Kadıköy’ü özel olarak seçmedim.Zorunlu bir seçimdi fakat arzulu bir hale geldi. Kadıköy’e gelişiniz nasıl oldu? Ben öğrenciliğimi Taksim, Şişli, Nişantaşı arasında geçirdim. Nişanlım Kadıköy’de oturuyordu. Ev bulmaya kalktığımda da burada buldum. Dolayısıyla evlilik mağduruyum. Şaka bir yana burda olmaktan çok mutluyum. 35 senemi Kadıköy’de geçirdim. Kadıköy’ü seviyorum, kendimi Kadıköy’lü gibi hissediyorum. Kadıköy’de çok insan tanıyorum. ‘Hayalet biriktirmiş sahaflar kadar’ uzun bakarlı…” bu bir şiirden anımsadığım dize. Sizde kendinizi zaman zaman hayalet biriktiren biri olarak görüyormusunuz? Hayalet biriktirdiğimi düşünmüyorum. Ama şunu biliyorum ki bir çok kitabın, fotoğrafın, kartpostalın ona benzer her türlü malzemenin benden evvel üzerine üç beş tane el değmiştir. Bu işin geleceği de biraz kitabı olan kişilerin ölmesine bağlı. Sağken aldığımız kitaplar da oluyor ama daha çok öldükten sonra kitapları alıyoruz. Bu işin mekanizması böyle. Çünkü insanlar özellikle kadınlar, kocaları öldükten sonra ilk elden çıkardıkları şey kitapları. Kitap okuyan bir kocanın belli bir yaştan sonra karısıyla fazla ilgilenmediği söylenir. Bu nedenle kitaplar evde kadın için bir metresmiş gibi duruyor bana sorarsan. Bu yüzden kadınların ilk elden çıkardıkları şey kitap olur. Bu yüzden işin matematiğinde sanki bir miktar bir ölü sevicilik vardır. 41 yaşam SÖYLEŞİ CANSIN ÖZALP FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ UYGUN FİYATA BARINAKLAR; HER BÜTÇEYE UYGUN, HER VİCDANA UYGUN... ●●● Tam olarak böyle demiyorlar; ama çalışmaları ve projeleriyle algıya düşen bunlar. Onlar, Kedi ve Köpek gibi sahipsiz ama sağlıklı sokak hayvanlarının “yuva” sahibi olmalarını sağlıyorlar. Ki, bu durum her bütçeye uygun. Onlar, sahipsiz sokak hayvanlarının yaşamlarını sürdürebilecekleri bağımsız barınaklar oluşturuyorlar. Bu bağımsız barınaklara maddi ve manevi katkı sağlamak isteyen vicdan sahibi tüm hayvan severlerin katkılarını bekliyorlar. Bunları yapan; PETZİGO… İki Hayvan Sever; Handan YAŞAR ve Amil Toprak… Biz sorduk Handan YAŞAR yanıtladı: 42 43 Tamamen gönüllü çalışacak sistem için gerekli yazılımımız bitmez üzere. İkinci girişimimiz ise. Petzigo Store. Burası hayvan besleyen ama bu işe büyük bütçeler ayıramayanlar için bir alışveriş sitesi. Orada, mama dahil piyasa değerinin altında oluşturulmuş ürün paketlerimiz yer alacak. “Küçük bir barınak gibi çalışıyoruz” PETZİGO nedir ? Neler yapar ? PETZİGO, sosyal sorumluluk çerçevesinde sokak hayvanları için ev bulan veya bağımsız barınaklar kuran; onlar için projeler üreten bir sosyal sorumluluk girişimi. Yaptığımız, özellikle kedi ve köpek gibi sahipsiz sokak hayvanlarını alıp, varsa sağlık sorunlarını gidermek ve birinin sahibi olması psikolojisine hazır hale getirmek; sonra da onları edinmek isteyenler arasından en uygun evi, en uygun yuvayı bulmak; tüm bunları yaparken de hiçbir ücret talep etmemek… Şimdi üzerinde durduğumuz nokta ise, vicdanlı hayvan severler, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak “yuvalandıramadığımız” sokak hayvanları için; kentin belirle noktalarına yerleştirebileceğimiz pratik ve kullanışlı; her mevsim yaşayabilecekleri barınaklar oluşturmak.Yani, PETZİGO aslında küçük bir barınak gibi çalışıyor. Hayvanlarla ilgili sosyal medya paylaşımları dikkatimizi çekti. Sosyal medya bağlamında oldukça hareketlisiniz. Sosyal medyadaki her tür paylaşım bizim işimizin bir parçası; sokak hayvanlarıyla ilgili bir taraftan proje 44 üretip diğer taraftan nasıl hayata geçiririz diye düşünüyoruz. İşte bunu sosyal medya aracılığıyla yapıyoruz. Öylece hem hayvan severler sorunun ve çözümün bir parçası haline geliyor. Hem de değişik ve renkli düşünceler ortaya çıkıyor. Sosyal medyada etkin biçimde kullandığımız bir diğer olgu hayvan fotoğrafları. Sosyal medyada her fotoğraf olumlu ve olumsuz anlamda bir algı yönetimidir. Siz bir hayvan fotoğrafını kolu kırık kanlar içinde paylaştığınız durumda bir vicdani bir sorumluluk yaratıyorsunuz; öte yandan hayvan severleri sorumluluğa davet ederek harekete geçiriyorsunuz. Bu çerçevede sahipsiz hayvanlardan başlayıp, barınaktakilere ve bir yuva edinmişlere uzayan yelpazede hayvan fotoğrafları çekip yayınlıyoruz. Bu nasıl yapılıyor peki ? Gönüllülerimiz gün boyunca sokak, barınak ve evlerde dostlarımızı fotoğraflıyor. Eee tabi fotoğrafik duruşun ruhuna uygun bir estetik anlayış içinde onları yıkayıp kurutup temizliyoruz. Çalışmamız yakında katalog haline gelecek. Böylece sahiplenme oranının ne kadar arttığını hep birlikte görece- Projemize gelince; Fabrikalarda yük taşınan. KLT diye adlandırılan, yük taşımakta kullanılan ve ve biraz yıpranınca kullanım dışına bırakılan odacıklar var. Sanayi kuruluşlarıyla işbirliğine girip bunları edinip onarmak istiyoruz. Amacımız onları hayvanların su, yiyecek gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan barınaklara dönüştürmek. İkinci aşamada, Yerel Yönetimler, Milli Eğitim ve Diyanet İşleriyle irtibata geçip barınakları Okul bahçeleri, ibadethane girişleri ve belirle parklara yerleştirmek… Sokak hayvanları alırken nelere dikkat edilmelidir? Tabii ki iki yolu olan bir süreç bu. Hayatımız boyunca bakmak üzere alabiliriz. Ya da sağlığına kavuşturup, ev hayatına alıştırıp gönüllü bir aileye de verebiliriz. Ama her ikisinde de unutulmaması gereken dışarıda zorlu bir hayattan onu alıyorsunuz. Sizin her hareketiniz o hayvan için bir süre tehdit olacaktır. Ani kalkmanız ya da yüksek sesle konuşmanız, onu kucağınızda tutmak istemeniz gibi. Bu yüzden sabırlı olmanız ve kendi haline bırakarak üzerine gitmeden bulunduğu yere alışmasını sağlamanız gerekmektedir. O kadar çok duyuyorum ki, “sokaktan hayvan aldım, bir türlü alışmadı, sürekli havladı ya da tırmaladı. O yüzden tekrar sokağa bırakmak zorunda kaldım” diye. Bu “Hayvan beslemenin temel şartı ona ihtiyaç duyduğu güveni vermeniz, bunu hissettirmenizdir” ğiz. Sosyal Medyadaki bir başka etkinliğimiz ise, hayvan sağlığıyla ilgili. Uzmanlarımız konuyla ilgili makaleler kaleme alıyor, forumlardaki sorunları irdeleyip yol gösteriyor. Gönüllü veterinerlerimiz Gözde Çetin Kasap ve Seçkin Kasap bilgi, birikim ve telkinleriyle hayvan sahiplerini yanlış yönlendirmelere karşı uyarıyor. Sokak hayvanlarına nasıl faydamız dokunabilir? Aslında bir çok kişi barınaklar ve belediyelerle iş birliği içerisinde destek veriyor. Ancak bizim hedefimiz bir organizasyonun içerisinde olmayan / olamayan; bir şeyler yapmak isteyen ama bilgi ve çevre eksikliğinden yardım edemeyen kitle. Çünkü sokakta bir kedi görüp yardım etmek isteyen ama “Alınca nasıl bakacağım.”, “ Veterinere götürecek ve kontrol ettirecek bütçem yok” gibi sorunlar nedeniyle elinden bir şey gelmeyen hayvan severlerimiz var. Bunun için iki girişimimiz bir de projemiz var. İlki, “Online Veterinerler” Sistem ile hayvan severlerimiz internetten ya da akıllı telefonlarından online veterinerlerimize ulaşıp sorularının yanıtlarını alabilecekler. 45 güvenli bir yuva bulmadın sokağa bırakmamalarının insani bir sorumluluk olduğunun altını çizmek isterim. alışıp alışmaması ile ilgili değil, hala güven hissetmediği ile ilgilidir. Bu süreci daha sakin ve onu kendi haline bırakarak ve yanında daha fazla vakit geçirerek sürdürmelisiniz. Ayrıca, tabi bunların en önemlisi bir sağlık sorunu var mı onu tespit etmek gerekir. Aşıları tamamlanmalıdır, bütçesi olmayanlar için belediye hastaneleri çok uygun fiyata destek vermektedirler. Bazen de kendimize göre sağlık onayı veririz ki sokak hayvanlarında en çok görülen hastalıklar derilerindedir. Bunu daha tespit etmeden hemen yı46 kamak isteriz ki bu daha çok canının yanmasına sebebiyet verir. Bunun için ön kontrol önemlidir. Bir hayvanı sahiplendikten bakamayıp sokağa terk edenlere neler söylemek istersiniz? Maddi veya manevi anlamda herkesin hayatında değişiklik olabilir. Nasıl ki böyle diye hiç kimse çocuğuna yeni bir ev aramaz ya da sokağa bırakmazsa evinizin bir üyesi haline gelmiş hayvanlar için de aynı sorumluluk ve merhametle davranmak zorundasınız. Böylelerinin, en azından hayvanlarını Türkiye’de mevcut dernekler ve gönüllüler hayvanların sorunlarını çözebilecek kapasite ve etkinlikte mi? Bu dernek ve gönüllülerin baş edebileceği ya da üstesinden gelebileceği bir sorun değil. Toplumsal gelişim, duyarlılık, eğitim ve tabii ki sağlıklı zihinler ile çözülecek bir sorundur. Aslında bir ülkede artan dernek sayısı o ülkedeki bilinç eksikliğini göstermektedir. Hayvanları korumak adına oluşturulan derneklerimiz ne kadar fazla olsa da, mücadele etse de bu durum duyarlılık seviyemizin düştüğünü göstermektedir. Sorunlar, ancak, hayvanlara karşı geliştirilen duyarlılık ve sorumluluğun artırılmasıyla çözülebilir. Yani dernek, barınak ya da hayvan severlerin değil; tüm insanların ortak sorunu olarak görüldüğünde nihai çözüme ulaşır. Yerel Yönetimler sokak hayvanları için neler yapıyor? Yeterli mi ? Bir çok belediye ile irtibata geçtiğinizde hayvanlar için yaptıkları bir takım çalışmalar olduğunu görüyoruz. Gönüllü yapan belediyeleri ayrı tutuyorum; ama çoğu belediye yasal zorunluluk ile bu çalışmaları yapıyor ve bu sebeple de kimse haberdar olmuyor. Yasal zorunluluktan ziyade daha önce dediğim gibi toplumsal duyarlılık çatısı altında ve istekle yapılmadığı takdirde Yerel Yönetimleri bir şeyler yapmış olarak görmüyorum. Hayvan doğada bulunmazsa düşünsel açıdan ne gibi boşluk yaratırdı? Bunun cevabı “doğada hiç insan olmasaydı…” ile aynı aslında. Bu bir denge ve olmazsa olmazı yaşamın. İster sokakta olsun ister evde onlarla yaşamayı öğrenmeliyiz. https://www.facebook.com/petzigo http://petzigo.com http://store.petzigo.com 47 yaşam Asırlık Sanat Kanlıca Yoğurdu Geleneksel Tat Ceylan Kösecioğlu “Kanlıca yoğurdu ve eski İstanbul deyince akla seyyar satıcılar gelir, bir de İstanbul sokaklarında “yoğurtçu, sütçü!” nidalarıyla ve zil sesiyle dolaşan yoğurtçular. Onları özlüyoruz.” Kanlıca her İstanbullunun zihninde mehtap gezileri, bülbül yatağı, en fazla da meşhur yoğurduyla yer etmiştir. Peki nedir Kanlıca ismindeki sır? Eskiden Kanlıcanın tepelerinde rengi kırmızıya çalan otlar yetişirmiş ve bu otlardan beslenen hayvanların sütü pembemsi renkte olurmuş.Ondan elde edilen yoğurt da pembemsi olduğu için ‘kanlı’ renginden dolayı kanlıca adını almış. Birçok yerde semt aslında en çarpıcı ürününe ismini verir ama Kanlıca’da durum tam tersi olmuştur. Ürünü Kanlıca’ya ismini vermiştir. Kanlıca yoğurdunun günümüze geliş hikayesi nedir ? Bir Fransız gezgin fetihten önce geldiği İstanbul’da, ticaret yapan Türkmenlerin kendisine “yoğurt” adını verdikleri bir kase kesik süt ikram ettiklerinden bahseder. Ve Kanlıca yoğurdu, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı saray sofrasının vazgeçilmez ürünü olmuştur. SÖYLEŞİ MEDİNE ÇEPNİOĞLU FOTOĞRAF EMRE TOPÇU Kaynaklara bakıldığında, Kanlıca doğa yoğurdunun serüveni İstanbul’un fethi ile başlamış ve halen devam etmekte. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde “bu kasabanın halis yoğurdu gayet leziz” dediği kasaba Kanlıcadır. Şairlerin dizelerine, yazarların romanlarına konu olan Kanlıca semtinde sahile çok yakın küçük bir ofiste yoğurt kokuları eşliğinde yapacağımız röportaja başlamadan önce hemen yanı başımızda duvarda asılı, Ara Güler’in seyyar satıcı fotoğrafına takılıyor gözüm ve beni fark eden Ceylan Kösecioğlu başlıyor eskiyi özlemle anlatmaya: 48 Saray defterlerinde Kanlıca yoğurdundan bahsediliyor. Evliya Çelebi de Seyahatnamesin’ de “bu kasabanın halis yoğurdu gayet leziz” demiştir. Kanlıca yoğurdunun tek bir tarifi yok. Kanlıca yoğurdu bir ustalık geleneği. Ustalardan günümüze gelmiştir. Bugün 3.kuşak Uğur Özdemir tarafından Kanlıca meydanında Kanlıca yoğurdunu teslim etmektedir. Kanlıca da boğaza yakın ufak bir işletmeniz var. Dışarıda mis gibi boğaz kokusu, içeride taze, davetkar süt kokuları. Peki, sizin işletmeyi özen kılan nedir, üretimde nelere dikkat ediyorsunuz? Piyasada biliyorsunuz birçok süt İstanbul dışından geliyor. İlaçlı süt getirtiyorlar. Dayanıklılık açısından ilaç koymak durumundalar. Beykoz’un Sütler işletmeye geliyor ve PH dereceleri kontrol ediliyor. 49 köylerinde bize özel mandıramızdan her sabah günlük süt geliyor. 1,5 tonluk çok küçük üretimlerle her gün taze sütten üretim yapıyoruz. Dolayısıyla sütümüz kaliteli. Kötü sütten iyi yoğurt yapamazsınız. Biz tamamen geleneksel yöntemlerle yoğurt yapıyoruz. Sizin aynen evde yaptığınız gibi kaynatma usulüyle.Bugün doktorlar UHT “Ultra-High Temperature” denilen bir teknolojiden bahsediyorlar. UHT şoklama yöntemi. Süt birden bire çok yüksek derecelere çıkartılıyor ve birden çok düşük derecelere indiriliyor, böylelikle zararlı mikroorganizmaları öldürmeleri hedefleniyor. Doktorların önemle üzerinde durdukları noktalardan biri, şoklama yaparken sadece zararları mikro organizmaları öldürmekle kalmayıp aynı zamanda yararlı mikro organizmalarında ölümüne sebep olunması. Bir de sütün kaymağını ayrıştırdıkları için posası kalıyor. Sütün kaymağı ayrıştırılmaz, kaynatma usulüyle yapılır. Buharlı kazanlarda sütü kaynatır, daha sonra soğutmaya bırakırız, tek tek kaplarda mayalarız. Kültür mayası dahi kullanmıyoruz, bir gün önceki mayamızı kullanıyoruz. Kanlıca yoğurdu tüketiciye ulaşmak için ne gibi işlemlerden geçiyor? Sabah sütler işletmeye gelir, sütler kazana alınır, ph dereceleri kontrol edilir. Uygunsa eğer sütler kazana gelir, çalısından samanından temizlenir. Bu işlem birkaç defa tekrarlanıyor. Sütü kaynatmaya başlıyoruz. Her kabın ayrı dolum sıcaklığı ve maya atma dereceleri var. Dışarıda çelik boru sistemi var. Maya tabancasıyla maya atıyoruz, mayamız ise bir gün önceki yoğurdumuz. Süt, sıcak odaya alınır, daha sonra yoğurdu mayalanmaya bırakıyoruz üzeri kaymak bağlayana kadar. Daha sonra soğuk odaya alıyoruz bir gün bekletiliyor ve servise hazır hale geliyor. Yoğurdun raf ömrü 10 gündür. Farklı şekillerde sunum yapıyoruz. Nişastasız pudra şekeri ile servis yapılıyor genelde. Tercihe göre ballı, karadut pekmezli, çilek ve vişne reçelli, yazında dondurmalı olmak üzere alternatiflerde servis ediyoruz. Pazarlarda ve uluslararası alanda kimlere, nasıl ulaşıyorsunuz? 50 ‘Bugün gördüğünüz süt ve süt ürünleri hiç doğal değil, bir kere hepsi ‘UHT’ teknolojisiyle üretiliyor.’ Müşteriler bizi marketlerde görmek istemiyorlar. Artık bilinçli bir tüketici var, eğer ürünün raf ömrü uzunsa o ürün katkı maddesiz bir ürün değildir. Ramazan’da Sultanahmet’te stantlar kuruyor, eskiyi, kültürümüzü yaşatmak adına seyyar halinde süt dağıtıyoruz. Ramazan’da nostaljiyi yaşatıyoruz. Kanlıca Yoğurdu ve eski İstanbul deyince akla seyyar satıcılar gelir, bir de İstanbul sokaklarında “yoğurtçu, sütçü” nidalarıyla ve zil sesiyle dolaşan yoğurtçular. Onları özlüyoruz. Times gazetesinde haberlerimiz yapıldığından beri ellerinde fotoğraflarla gelip ‘bu sizsiniz değil mi ?’diyerek yoğurt yiyorlar burada. Genelde yabancı müşteriler ballı, pekmezli, reçelli çok fazla tercih ediyorlar, çünkü onlarda yoğurt daha çok krema olarak ve tatlı şeklinde tüketiliyor. Çocuklar annelerin eteklerini çekiştirerek buraya geliyorlar. Damak tadı henüz bozulmamış olanların tercihi doğaldan yana. Bu yüzden marka değerimizi koruyoruz. Kanlıca yoğurdunu nerelerde temsil ediyorsunuz? Kanlıca haricinde vapurlarda, hastanelerde, Sirius okullarında, İstinye Park pazarında, Sultanahmet Meydanında… Japonlar yeni yeni ayranla tanıştılar. Sanıyorum ki birkaç sene içinde uluslararası alana da açılacağız. 51 yaşam Sözlükler tellal kelimesini: “Herhangi bir şeyi, olayı veya bir şeyin satılacağını halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse, çağırtmaç” olarak açıklıyor. Zade kelimesi oğul, evlat anlamına geldiğine göre, tellalın oğlu diye ifade edilebilecek bu isim İstanbul Kadıköy’de bir sokak adı: Tellalzade. Burası eskinin antikanın, anıların sokağı aslında. Ama garip bir çelişki, ismi gibi bu sokakta bağırıp çağırarak müşteri davet edenler hiç mi hiç yok. Necip Fazıl’ın: “Eskici bağırır ama antikacı bağırmaz. İnsan bağırırken düşünemez.” deyişini haklı çıkartan bir sokak Tellalzade. Kadıköy Moda’daki Tellalzade Sokağı Ece ADİL yazdı ve fotoğrafladı. *** KADIKÖY’DE BİR “ESKİ ZAMAN” MEKANI YA DA “ESKİ ZAMANLAR ŞARKISI” HABER VE FOTOĞRAF ECE ADİL TELLALZADE SOKAĞI Büyüklerimiz hep söyler: “Bizim zamanımızda böyle değildi.” Hep eskiyi anarlar, özlem çekerler. Belki biz de özlem çekiyoruz. O eski dokuyu hissetmek istiyoruz. İşte o eski dokuyu biraz olsun hissetmek için bir sokaktan bahsedeceğim: Tellalzade Sokağı. Tellalzade, Kadıköy’de boylu boyunca eskiyi ve hatıraları bir nefeste çekmemizi sağlıyor. Sokak birçok antikacıya ev sahipliği yapıyor. Daha ilk göz temasında antikacı esnafının sattıkları objeler, gün görmüş, durmuş, oturmuş ve bilge kişilikleri ile hemen yansıyor size. -Antika nedir, dedik onlara -Az bulunur kıymetli eşyalar, dediler; Gramafonlar, kilimler, dürbünler, radyolar, semaverler, bastonlar, kal- paklar, mobilyalar, fotoğraflar, saatler, bardaklar, vazolar, avizeler, yüzükler, kutular dediler, sıraladılar da sıraladılar. Ya da saydıkları eşyalarla aslında hayatın tam da kendisini resmettiler. Onların sokağı bu resmedişine belki biz de objektifimizle katılırsak ancak sokağın ve ruhunun hakkını verebiliriz. fotoğraf Ali Öz Neredeyse 30 yıllık gazeteci, foto muhabiri Ankara Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksekokulu Radyo Televizyon Bölümü mezunu; Nokta, Güneş Milliyet, Cumhuriyet, Aktüel, Tempo, NTV MAG ve Birgün’de çalışan ve halen serbest foto muhabirliği yapan bir basın, bir fotoğraf emekçisi. Son olarak; “Ayıp Şehir Tarlabaşı” isimli Foto-Kitabın sahibi. SÖYLEŞİ SİNEM CAN 54 FOTOĞRAF ALİ ÖZ ARŞİV 55 Ayıp Şehir Tarlabaşı “Ayıp Şehir Tarlabaşı” Projenizin ismi bu. Oraya gitmeye nasıl karar verdiniz ? Tarlabaşı’nda kentsel dönüşümün başlayacağını duyduğum an “orayı fotoğraflayıp ölümsüzleştirmeliyim” dedim. Bıçkın bir semte gidip fotoğraflamak çok da kolay olmadı. Bir bıçak saplasalar ölürsün. Ama insanlar beni benimsedi içlerine aldılar. ‘’Fotoğraf çekmelere doymadınız, Ali Bey hariç’’ diye duvarlara yazılar yazdılar. Çekmeye başlayınca “bu insanlar için yararlı bir şey yapmalıyım” dedim. İlk olarak sosyal medyayı kulandım. Fotoğraflar çok ilgi gördü Hem yurt dışı hem de ulusal kanallar benimle görüştü. Özel yayınlar yaptılar. Mesleğe nasıl başladınız ? Mesleğe başlamadım, mesleği seçtim. Gazeteci olmayı kafama koymuştum. Nedeni ise gazeteciliğin toplumsal duyarlılıkta silah olduğunu düşündüm. Ben insanların sınıf çelişkileri arasında büyüdüm. Bu yüzden toplumsal duyarlılık adına gazeteci olmaya karar verdim. Gazeteciliği kamusal yarar adına yapıyorum. 30 yıla dayanan bir gazetecilik geçmişiniz var ama halen profesyonelce çalışıyorsun. Şu yaşıma kadar ödün vermeden mesleğimi yaptım. 2001 yılındaki ekonomik krizde NTV dergisi kapandı. Ben de çalıştığım dergi kapanınca istifa ettim. Patronsuz gazete çıkarmak için bir grup arkadaşla BirGün gazetesine başladık. Gazetede slogan değil, doğru haber vermemizi hep söyledim. Olaylara ideolojik değil, nesnel bakmamız gerektiğini savundum. Büyük gazetelerde foto muhabiri olarak çalıştım. Yirmi yıl boyunca toplum adına yararlı haberler yaptım. “Toplum yararı” ihtiyacı bitmedi ki benim de gazeteciliğim bitsin. 56 Türkiye’deki foto muhabirlerini nasıl görüyorsunuz ? İşini başarılı bir şekilde yapanlar var. Fakat bazı gazetelerde şiddeti normalleştirdiler. Örneğin ISID haberlerinde kelle kesme fotoğrafları basılıyor. Bunlar insanları şiddete yönlendirir. İnsanların psikolojilerini bozar. Doktorlar insan sağlığı için çalışır. Biz toplum sağlığı için çalışırız. Ben 10 yıldır para almadan ülkemin hikayesini fotoğraflıyorum. Aç veya açıkta değilim insanların yararına bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Çalıştığım çoğu yerde patronlar benden memnundu. İşimi aşkla yaptığım için başarılı fotoğraflar ortaya çıkıyordu. Projeyi Kitap yapmaya nasıl karar verdiniz? Kitap fikrim her zaman vardı. Ekonomik durumum yoktu. Sağ olsun sponsorlar el verdi kitabımızı çıkardık. Fotoğraf piyasasında en çabuk yapılıp biten ilk kitap oldu. Tarlabaşı’na dair duygularınız nelerdir? İlk gittiğimde midye kokuları beni çok rahatsız etti. Kuzguncuk’taki rahat evimden kalkıp her gün işe gider gibi oraya gittim. Hayatlarına ortak oldum. Çelişkiler tabii ki yaşadım; bazen eve gelip ağladığım oldu. Ben o insanların duygularını içimde yaşadım. Mesleğimi ön planda tuttuğum için aklımı korudum. Onların içinde kaybolmadım. Dışında da kalmadım. İlk önce kendin sağlıklı olacaksın ki başkalarına faydan olsun. Geçimini nasıl karşılıyorsunuz? Kuzguncuk’ta yaşıyorum. Çalışmadan keyif yapıp yaşayabilirim. Ama ben bunu tercih etmiyorum. Hayatımı baştan dikkatli yaşadım. Bu günleri gördüm sanki ve çocuk yapmadım. Ayağımı her zaman yorganıma göre uzattım. Emekli maaşım var. Her yıl makine eskitmesem çok daha rahat yaşayabilirim. Benim için para, sadece başkalarına muhtaç olmamak için gerekli. Tüketim hırsı ve lüks yaşam aşkı yok bende, bu yüzden rahat yaşıyorum. Ben bu işi para kazanmak için değil, insanlara faydalı olmak için yapıyorum. Tarlabaşına gitmeye devam ediyor musunuz? Evet gidiyorum. Geçenlerde Kına gününe davetliydim. Onlarla bağımı koparmadım. 57 fotoğraf “Öğrencilik yıllarımda fotoğrafla ilgilenmeye başladım. Fotoğraf editörlüğü ve foto muhabirliği yaptım. Uzun yıllardır fotoğrafla ilgileniyor ve yaklaşık 15 senedir fotoğrafçılık mesleğini icra ediyorum. Gezgin isimli bir dergimiz bulunmakta ve bunun yanında Gezgin Foto adlı bir dergi çıkarmaktayız. Seyahat eden, dünyayı gezen bir abi profiliyim sizin için” Pasaport - Gezgin ilişkisi dedim Halit Ömer Camcı’ya; öyle ya bir seyyahın en önemli silahıdır Pasaport. “Pasaportunuzun olmaması hiç yurtdışını deneyimlemediniz anlamına gelmektedir. İlk tavsiyem olarak bir an önce pasaportunuzu alın derim. Çünkü, görülecek çok fazla ülke var. Her yeni ülkeye yeni bir tat gibi bakmak gerektiriyor. Bunun için de insanın bahane bulması lazım. İşte, benim bulduğum ilk ve en güzel bahane fotoğraf makinesi oldu. Gezi fotoğrafçılığına ilk başladığımda hem gezecek, para kazanacak hem de fotoğraf çekecektim. Kapalı ve durağan mekanlarda olmayı sevmeyen bir yapıya sahip olduğum için bu iş benim için büyük fanteziler, görülmez rüyalar gibiydi. Daha önce foto muhabirlik de yaptım. Bana göre muhabirlik fotoğrafçılığın en sıkıcı alanlarındandı. Çünkü orada sizden beklenen sadece istenen fotoğrafı vermenizdir. Bir süre sonra içinizdeki istek körelebilir ve o fotoğrafı çekmek istemezsiniz. En azından bende bu şekilde olmuştur. Mesleki olarak ise fotoğrafın sanat tarafını düşünün derim. Dünyada galeri değeri olan bir fotoğrafçılık vardır ve apayrı bir dünyadır. Kendi “Seyahatin önündeki en büyük engel kapının eşiğidir.” HALIT OMER CAMCI ILE GEZİ FOTOĞRAFÇILIĞI SÖYLEŞİ SEDA ŞAKİROĞLU FOTOĞRAF HALİT ÖMER CAMCI ARŞİV “Seyahatin önündeki en büyük engel kapının eşiğidir.” Bunu söyleyen bir fotoğraf sanatçısı, bir gezgin ve ikisinin toplamı olarak bir Gezi Fotoğrafçısıysa dikkate almaktan başka çareniz yok demektir. Halit Ömer Camcı… Gezgin Dergisinin kurucusu ve editörü… “Bir İstanbul Beyefendisi” diyenler çoğunlukta; ama onu anlatan bir tanım var ki pek seveceksiniz eminim: “yaptığı işlerde bilgisinin pırıltıları muhataplarının yüzlerini aydınlatır.” 58 59 “Dünyayı dolaşma sebebim her zaman boynumda asılı olan fotoğraf makinesi oldu.” adıma gezi kısmını tercih ettim. Dünyayı dolaşma sebebim her zaman boynumda asılı olan fotoğraf makinesi oldu. Eğer fotoğraf makinem olmasaydı gerçekten gitmezdim. Çünkü seyahatten elim boş bir şekilde geri dönmeyi anlamsız bulduğum için fotoğraf ve video getiriyorum. Size genel tavsiyem bu olsun.” Camcı, Gezi Fotoğrafçılığının temellerinden de konu açtı: “Bu alanı düşünüyorsanız ne kadar dolaşırsanız dolaşın dünyayı bitiremeyeceksiniz. Mesela Rusya’ya gideceksiniz ve inanılmaz bir coğrafya sizi karşılayacak. İstanbul’da yaşıyorsanız ve Yerebatan Sarnıcı’na gitmediyseniz bir şeyler eksik kalmış demektir. Yaşadığımız yerin hakkını vermek biraz da orayı yaşamak ile ilgili bir haktır. Bir de bölgesel olarak bakarsak yaşayacağınız sıkıntılar olacaktır. Mesela Amerika’da insan fotoğrafı çekmek zordur, özellikle çocuklar üzerinde müthiş bir paranoya vardır. Çünkü bunlar eğitilmiş korkulardır. Bu durum genel itibariyle Türkiye’de de mevcuttur. Örneğin yıllardır tsunami olmayan ülkemizde, bizlere sunulan görseller sayesinde tsunamiden korkmak eğitilmiş bir korkudur. “Fotoğraflarınız hayatın kendisi olsun. Kurgulamayın. Var olanı çekin.” Bunların dışında festival ve karnavallar ise tam fotoğraf çekmek içindir. İnsanlar bu tür yerlerde fotoğraf çekinmek için bekler. Oralar ilginç fırsatların kaçırılmaması gereken dünyalardır. Örneğin Hindistan’da Boya Festivali, İspanya’da Domates Atma Festivali, Amerika’da Yastık Kavgası Festivali. Bunlar fotoğrafçı için her gün göremeyeceği şeylerdir. Birde fotoğraflarınız hayatın kendisi olsun. Kurgulamayın. Var olanı çekin. Gerçek anlar çok daha önemlidir çünkü. Sadece Gezi Fotoğrafçılığı değil tabii. Fotoğrafçılığın bir sürü dünyası var. Coşkun Aral da fotoğrafçı ben de. Ara Güler de fotoğrafçı, düğün fotoğrafı çeken arkadaş da. Zengin bir dünyası var yani. Makinayı ise herkes kullanabilir. Ama asıl önemli olan daha estetik ve sanatsal fotoğraf çekebilmektir. Gezi fotoğrafçılığına dönersek birçok ülke gezdim ve gezmeye de doyamıyorum. Her yerin görülmeye değer bir tarafı var ve tercih etmek çok zor. Ama tarihi mekanlar daha cezbedici olabiliyor. Ülkesel olarak incelersek Afrika’daki insan yüzleri muhteşem. Türkiye, doğal yapılarıyla harikulade. Venedik ise hiç deforme olmamış koridor koridor sokaklarıyla ayrı bir tat. Tayland yüzen pazarlarıyla görülmeye değer bir yer. Ama şunu unutmamak gerekir: Yol arkadaşlığı çok önemlidir. Arkadaşımızı yolda tanırız. Bazılarını yolda tanımayın bence. Çünkü kötü bitebiliyor. Kafa denginiz olan kişilerle gittiğiniz ülkeyi ve mevsimini tanıyarak gidin.” “Sadece bir şekilde yola çıkmanız gerekiyor. Yola çıkmadan ise bilemezsiniz.” kültür SÖYLEŞİ CANSIN ÖZALP FOTOĞRAF ARET VARTANYAN ARŞİV Din, dil, ırk, unvan, cinsiyet, zenginfakir gibi etiketlerin ötesinde insanın gerçekliğinin altını çizerken çalışmalarıyla kısa sürede yüzbinlerce insanın yaşamında farklılık yarattı. Okurlarıyla hayata dair bir sohbet olan ’Sen ve Ben’, İstanbul ekseninde insanı, yaşamı irdeleyen ve farklılıklarla bir Vartanyan, özünde Profesyonel iletişim uzmanı. Ancak marifetleri sıralamakla bitecek gibi değil. 1978 yılında İstanbul Beyoğlu’nda dünyaya gelen Aret Vartanyan, 7 yaşından başlayarak yaradılış, insan ve yaşamın gizleri üzerine eksilmez bir heyecanla çalışmalarını sürdürüyor. Sekiz yaşında klasikleri okumaya başlayan, dokuz yaşında Nietzhce ile tanışan Vartanyan, o yaşlarda kendini ifade etme biçimi olarak keşfettiği yazma eylemini varoluşunun odağı olarak kabul etti. 64 İlk gençlik yıllarında Uzakdoğu felsefesine yoğunlaşan Vartanyan,M.Ü.İletilim Fakültesi’nde Lisans ve Yüksek Lisans eğitimlerini tamamladıktan sonra burslu olarak Oxford Üniversitesi’nde Teoloji okudu ve batı felsefesi üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdı. 13 yıl kurumsal hayatta iletişim danışmanı olarak çalıştıktan sonra ilk kitabı 2008 yılında yayımlandı ve aynı yıl bugün yüzbinlerce katılımcıya ulaşan Yaşam Atölyesi’ni kurdu. Yaşam amacını ’Dünyada bir tek insanı bile dışarıda bırakmadan, her bireyin kendini ve yaşam amacını sevgi üzerine kurulu bir zeminde gerçek kılmasını sağladığı bir dünyaya hizmet etmek’ olarak ifade eden Aret Vartanyan, her şeyden önce insanı önemsiyor. arada yaşamanın romanı ’Bir Nefes İstanbul’, bir bedende kaç kişi yaşadığımızı ve hayatın içindeki rollerimizi kadın ve erkek olgularıyla sorgulayan ’Bin Yüz Bir İnsan’, onbinlerce danışanı ile gerçekleştirdiği çalışmaları kendi yaklaşımları ile birleştirerek yaşamın farklı kulvarlarına ışık tutan ’Gerçekten Yaşıyor Musun?’ ve aşkı yeniden tanımlayan, bildiğiniz aşkı unutun diyen ’Çırılçıplak Aşk’ ile bir milyondan fazla okura ulaştı. Vartanyan, kısaca, belki de insana ve insanlığa farklı bir bakışın dersini ve öğretisini sunuyor ya da telkininde bulunuyor. Kendi yaşam deneyimleriniz üzerinden yazıyorsunuz? Sizi bu kişisel sırlarınızı okurla paylaşmaya iten şey ne oldu? Bu paylaşma isteğini ilk ne zaman duydunuz? Nasıl devam etti? Kendimi bildim bileli içimde taşıdıklarımı yazarak ifade ediyorum. Hayatın içinden, sokaktan beslendim. Sonrasında bunu felsefe, edebiyat ve psikoloji ile bir potada eritmeye çalıştım. Aslında kendi yolculuğumu sadece paylaşıma açtım. Bugün her gün bir insanın hayatında onlarca insanın değişmesine sadece bir sebep oluyorum. 2008’de ilk gün 5 kişiyle başlayan bu paylaşım bugün yüzbinlerce kişilik büyük aileyi yarattı. Bugünlerde en çok sorulan soru bu kadar şeyi aynı anda yapıyor olmanın enerjisi nereden geliyor oluyor. Okurlarımın, izleyicilerimin, danışanlarımın geri dönüşlerinden, onların yaşamlarında gerçekleşen değişimden daha büyük nasıl bir enerji olabilir? Bunu gördükçe istek daha da artıyor ve güçleniyor. Yaşam Atölyesi fikriniz ne zaman gelişti? Yaşam Atölyesinde ne gibi eğitimler oluyor? 2004’te İngiltere’den Türkiye’ye dönerken yaşamın bir atölyesini yaratma fikri doğmuştu. O zaman benim için erken olan ve yıllar sonra hayata geçireceğimi düşündüğüm bir projeydi. Ancak, 2008’de ilk kitabım Sen ve Ben yayımlandı. Kimsenin, benim de beklemediğim bir yankı buldu. On binlerce okura kısa zamanda ulaştı. Kitap hadi gel bir çay içelim diye başlıyordu. Çok çay içtim. 2008 Aralık ayında Facebook’ta bu akşam Yaşam Atölyesi başlıyor diye bir mesaj attım. 5 kişi geldi ve bir arkadaşımın ofisin- de buluştuk. Ocak ayı geldiğinde 120 kişi vardı karşımda. Asmalımescit’te küçük bir ofis kiraladım. Sonrası kartopu misali geldi. 2011 senesine kadar bir web sitesi bile yoktu ama on binlerce kişinin içinde olduğu bir atölye doğmuştu. Bugün baktığımızda Beyoğlu Mısır Apartmanı ana ofisimiz, Acarkent Coliseum’da ve Amsterdam’da şubelerimiz var. 200 bini aşkın insanın içinde olduğu bir yaşam atölyesi var. Ayrıca geçtiğimiz yıl bir de kardeşi oldu. Şirketler de insanlardan oluşur yaklaşımımızdan hareketle, AVCT (Aret Vartanyan Corporate Training) adı altında kurumsal eğitimlerde bambaşka bir kulvar yarattık. İlk eğitimlerimizi ‘insan bir kaynak değil, değer’dir yaklaşımıyla başlattık ve kendi bünyemizde yaptığımız iş dünyasına yönelik araştırmanın ardından medyada geniş yer bulduk. Sonrasında ise önde gelen global/lokal markalarla çalışmaları gerçekleştirdik. Bugün de ilk başladığımız gün gibi paket programlarımız yok. Yaşam Atölyesi’nden başlarsak bireysel ve sınıf çalışmalarımız var. Sınıflarımızda ‘kişisel Dönüşüm Programı’nı uyguluyoruz. Düzenli gerçekleştirdiğimiz tanışma buluşmalarına katılmayan hiç kimsenin kaydını kabul etmiyoruz. Katılımcılarımızın o ruhu görmesini, ne yaptığımızı anlayarak çalışmalara katılmasını istiyorum. Yakında bizimle uzun zamandır yol alan katılımcılarımızdan oluşan bir ekip de rehberlik etmeye başlayacak. Kişisel Dönüşüm Programı, günlük yaşam ile dışını birleştiren bir içeriğe sahip. Kendimizi ararken, tanırken günlük hayatı anlamlandırmamız ve fark yaratabilmeniz önemli. Zira ay sonu ödenecek faturalarımız, ailelerimiz, işimiz gücümüz, bir hayatımız var. Bu denge benim için çok önemli. Temel farklılık ise uygulamada çıkıyor. Zira bilgi tek başına bir şey ifade etmiyor. Bilgi, eylem ile buluştuğunda bilgeliğe dönüşüyor. Bu çerçevede çalışmalarımızda belki de teoriden çok pratik yer alıyor. 10 hafta sonunda bir yaşam projesi sergiliyor ve o proje gerçekleşene kadar rehberlik etmeye, destek olmaya devam ediyoruz. Çalışmalarınızı, “gelişim” değil “dönüşüm” olarak tanımlıyorsunuz. Gelişim ve Dönüşüm arasındaki fark nedir? Ben kişisel gelişim değil, kişisel dönüşüm sözcüğünü kullanıyorum. Nedeni ise, insan kendini tanımadan, kendiyle barışıp kendini ortaya koymadan dışarıda bulabileceği hiçbir şey yok. Bir şeyler olmadan önce kendin olabilmek önemli. Bu yaklaşımla yüzbinlerce insandan oluşan bir aileye dönüştük. “Bilgi tek başına bir şey ifade etmiyor. Bilgi, eylem ile buluştuğunda bilgeliğe dönüşüyor.” Ayrıca Kişisel gelişim edebiyat, sanat, müzik ve psikoloji, sosyoloji vb sosyal bilimler olmadan gerçekleşemez. Öte yanda hayatı formüllerle açıklamaya çalışmak çok anlamsız. Bugün, kısa formüller arıyoruz. Mutlu olmak, sevmek, sevilmek için formüller arar oldu. Birileri çıkıyor ve şunu, şunu yaparsan mutlu olursun, güçlü 67 n a y n a t r a V t e r A olursun diyor. Benim inandığım, her şey önce bireyin içinde başlıyor. Kendini sevmeden, kendini tanımadan, gerçekten yaşamda ne istediğini bilmeden dışarıda bir şey bulmak ve gerçekten bir değer üretmek mümkün değil. Kendini sevemeyen başkasını sevemez. O yüzden önce içeriyi halletmemiz gerek; dönüşmeden gelişim olmaz. Etkilendiğiniz örnek aldığınız kişiler kimler? Mesela, hangi filmlerden hoşlanırsınız, neler okursunuz? Öncelikle sokaklar... Her sokakta, okunacak çok şey bulabilirsiniz. Her insanın kitaplarda bulamayacaklarını alabilirsiniz. İdolleştirdiğim insanlar yok. Herkesten, her yazardan, her filmden alınacak bir şeyler var. Müzik için de aynı geniş yelpaze geçerli. Yaşamda sadece kitap bile okusak küçük bir kitapçıdaki kitapları bitiremeyiz. O yüzden de yaşamın her alanında olduğu gibi, edebiyatta, sanatta iyi olanın, kaliteli olanın peşinden gitmek yeterli bir kriter. “İnsanlar, samimi olanla samimi olmayanı, gerçek ile sahteyi çok iyi ayırıyor.” 68 Her gün yüzlerce mesajla güne başlıyorum. İmza günleri çok şey anlatıyor. Gerçek anlamda 7’den 77’ye Sarılıyoruz, bazen ağlıyoruz,… İzmir ve İstanbul’dan yansıyan görüntüler, paylaşılan fotoğraflar okurların kendi hayatlarından paylaştıkları görseller nasıl bir bağ kurulduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sırada Ankara, Antalya, Adana, Diyarbakır, Trabzon, Eskişehir ve Bursa var. İnsanlar, samimi olanla samimi olmayanı, gerçek ile sahteyi çok iyi ayırıyor. Bugün gel- diğimiz noktayı, ortaya çıkan ilişkiyi hiçbir strateji, pazarlama tekniği ya da reklam ile sağlayamazsınız. Biz, başka bir şeyi paylaşıyor, başka bir bağ kuruyoruz. Ben maskelerin ardındaki insana inanıyorum, seviyorum, onlar da beni en doğal halleriyle kucaklıyorlar. “Kendini sevemeyen başkasını sevemez.” Çünkü benim için, din, dil, ırk, zengin fakir, güzel ve çirkin, o, şu, budan önce insan var. Kitaplarınıza çok yoğun bir ilgi var. Gelen tepkiler nasıl oluyor? Okurlarınızla iletişiminiz nasıl? Kitap bu kadar samimi olunca, ilişki de samimi oluyor mu? Önceki kitaplarımın satışları da Türkiye ortalamasının çok üzerindeydi ancak, “Gerçekten Yaşıyor Musun?” da bizleri de şaşırtan bir patlama yaşıyoruz. İlk hafta 20.000 okura ulaşırken, 4. Haftasında 50.000 barajını geçiyor. Kendi kategorisinde tüm önemli listelerde 1.sıradayken, tüm kitaplar içinde 3. sırada yer alıyor. Elbette bunda iyi bir hazırlığın ve özenin önemi var.Türkiye’de teknolojisi ve içeriği ile bir benzeri olmayan Gerçekten Yaşıyor Musun? kısa filmini, kitaptan önce yayınladık. Beni çok iyi anlayan ve tüm enerjisini bana inanarak harcayan Destek yayınları ile çalışmaya başlamak da ayrı bir değer yarattı. 69 gezi Kendisi Küçük Marifeti Büyük Bir Ada: Midilli ya da Lesvos Sadece Bin 696 Kilometrekare Alanıyla Yunanistan’ın Üçüncü Büyük Adası: , Ancak, Yunan Anakarası’ndan Çok Türkiye’ye Daha Yakın Bir Ada. Öyle Ki Ayvalık’tan Çıplak Gözle –İşte Midilli Demeniz Pek Kolay. Ada’ya Bir Geziginin Gözünden Önce Tarihçinin Gözüyle Bakalım Ki Bu Küçük Kara Parçasının Büyük Ve Şaşırtıcı Yönleriyle Tanışabilelim. HABER ONUR YÜKSEL 70 FOTOĞRAF İHSAN EKEN 71 Adaya Midilli diyen tek ülke Türkiye. Gerçekte, Midilli adı Lesvos olan Adanın başkentidir. girişimizin sembollerinden, Alman yardımı Breslau Zırhlısına verdiğimiz isimdir de. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı yönetimine geçen Ada, 1912 Balkan Savaşları’na dek Osmanlı yönetiminde kalır. 450 yıllık bu uzun süre yalnız Ada tarihinde değil bizim tarihimizde de derin izler bırakır. Midilli’ye artık Lesvos’dan bakarsak Adadaki Eressos Şehrinin ünlü şair Sapho’ nun yaşadığı yer olduğunu görürüz. Bir başka bakışla eğildiğimizde ise, bir kanaatin yanlışlığını vurgulamamız gerekir ki, Adaya gidenler hayal kırıklığına uğramasın. At cinsi midilli ile ada arasında kanıtlanmış bir ilişki söz konusu değildir; bu minyatür ama güçlü atların kökeninin Britanya Adaları olduğu genel kabul görmüştür. Midilli Adasına en rahat Ayvalık ve Dikili’den feribotla gidebilirsiniz. Her gün yapılan feribot seferleriyle 1 Buçuk saat içinde Adada olursunuz. Midilli öncelikle çok sayıda Osmanlı eserine sahiptir. Batılıların İtalyanca Kızıl Sakal anlamına gelen Barbaros diye isimlendirdikleri Kaptan-ı Derya Hayrettin Paşa 1467 Midilli doğumludur. İlginç bir rastlantı Midilli Yunanistan’da da Kızıl Ada olarak tanınır. Ama bu durum, Barbaros Hayrettin Paşa’nın kızıl sakalıyla değil, orada, Yunan Komünist Partisinin güçlü oluşuyla ilintilidir. Midilli bizim tarihimizde aynı kişinin temsil ettiği sürgün ve imar sözcükleriyle de anımsanır; bu şahıs yazar ve şair Namık Kemal’dir.1876 yılında Midilli Adasında 6 ay sürgün hayatı yaşayan ve affedildikten sonra aynı Adaya Midilli Mutasarrıfı olarak atanan Şair, 5 yıl görev yaptığı Adanın imarına büyük katkılar sağlamış; kaçakçılığı önleyerek hazine gelirini arttırmış ve Müslümanlar için yirmi adet iptidai mektep açmıştır. Midilli sözcüğü belleklerimizde Ulusal bir hüznü ve acıyı da çağrıştırır. Midilli, Osmanlı İmparatorluğunun bitişini yaratan 1.Dünya Savaşına 72 Ada dahilinde birçok tarihi mekan vardır. Aynı zamanda ada genelinde uzo ve zeytin üretimi fazladır. Adanın halkı ihtiyaçlarını halletmek adına Atina ya da Pire’ye gitmektense diplerindeki Ayvalık’ı tercih ederler. Özellikle yaz sezonunda düzenli feribot seferleri vardır. Ve işte tamam Feribottan inip Gümrükten geçtiniz; Adaya ayak bastığınızda sizi, doğa harikası kumsallar, daracık yollu taş evler, tertemiz bir hava ve en önemlisi cana yakın, sıcakkanlı insanlar karşılar. Ve tamam feribottan inip gümrükten geçtiniz; işte, restoranlar, kafeler, 73 Doğa harikası kumsallar, daracık yollu taş evler, tertemiz bir hava ve en önemlisi cana yakın, sıcakkanlı insanlar… hediyelik eşya ve araç kiralama dükkânları; ötede, Ermu Caddesi… Terapon Kilisesi… Osmanlı yadigarı Camiler... Çeşmeler… Peki ya sonrası ? Doğa harikası kumsallar, daracık yollu taş evler, tertemiz bir hava ve en önemlisi cana yakın, sıcakkanlı insanlar… İşyerlerinde sadece ahşap ürünleri kullanılmaktadır. Molivos, daracık Arnavut kaldırımı yolları, geleneksel bakkal ve fırınları; hediyelik eşya dükkânları, sanat galerileri, kuyumcu atölyeleri ve çömlekçileri; tarihi Limanı ve Cenevizliler zamanın da Osmanlıya karşı Kuzey Ege’nin kontrolü amacıyla inşa edilmiş Ortaçağ Kalesiyle otantik Yunanistan‘ın adeta bir laboratuvarı gibidir. Adanın önemli merkezlerinden biri de plomaridir; Adanın Güney ucunda yer alan Plomari Adanın en güneyinde yer alır. Plomari, zeytinlikler, küçük kanyonlar ve zor geçit veren yarı dağlık bölgelerden oluşur. Zeytincilik bu bölgenin öncül gelir kaynaklarından biridir. Midilli’nin önemli özelliklerinden biri de, adada, kabin ve duşlara sahip tüm plajlarınücretsiz oluşudur; yolda giderken bile arabayla durup, denize girebilir, üst değişmek için bu kabinleri ve daha sonra duşu kullanabilirsiniz. Midilli’deki konaklama yerlerinde servis ağır olsa bile ürünlerin tazeliği, pişirilişindeki ustalık ve fiyatların hesaplı oluşu bunu unutturuyor. Öte yandan, Adanın Doğusun da sizi yeşil bir örtü kucaklarken; Batısında size, volkanik kayaçlar ve doğal kaplıcalar eşlik eder. Hediyelik eşya Adanın önemli gelir kaynaklarından biri olduğu için bunları satan dükkânlar bir hayli fazladır. Otantik dokusunu koruyan cadde ve sokaklar boyunca sıralanan dükkânlar da, genellikle dekoratif malzemeler satılıyor; frappe yapan dükkânların sayısı da az değil. Frappe, Uzodan sonra Yunanistan’ın milli içeceği olarak kabul edilmektedir. Öte yandan, Adanın Doğusunda sizi yeşil bir örtü kucaklarken; Batısında size, volkanik kayaçlar ve doğal kaplıcalar eşlik eder. Kuzeyinde yer alan Molivos ise, Adanın en gözde turizm merkezidir. 74 75 gezi SAFRAN ÇIÇEGINDEN MIRAS KALAN KENT SAFRANBOLU HABER SEDA ŞAKİROĞLU 76 FOTOĞRAF EMRE TOPÇU 77 “Safranbolu Evlerinin kapılarında iki farklı tokmak bulunur.” Adını Safran bitkisinden alan ve Türkiye’nin önde gelen turizm merkezlerinden biri haline gelen Safranbolu’dayız. Sizi, özenle korunmuş asırlık ahşap dokuları, sahip olduğu kültürel değerleri ve bir tabloya bakıyorsunuz, hissiyle bezeyecek eşsiz güzellikleriyle karşılayan bir müze kent burası. Birbiri ardına açılan dar sokakları, yer yer düz ve engebeli taş yolları, her köşede burnunuzu saran kahve kokuları, dükkanlarından uzatılan lokum ikramlarıyla sanki, ‘hoş geldiniz’ diyen bir kültür şehri… 78 Batı Karadeniz Bölgesi’ndeki Karabük’ün ilçelerinden Safranbolu, adını mor yapraklara ve üç parçalı turuncu tepecikleri olan Safran bitkisinden alır. UNESCO tarafından, 1994 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilen Safranbolu, Antik Devir Tarihçisi Homeros’un, İlyada Destanı’nda geçen Paphlangonya bölgesinde yer alır. Tarih boyunca farklı isimlerle anılan Safranbolu, Bizans Dönemi’nde Dadybra, Selçuklular zamanında Zalifre, Osmanlılar zamanında Borglu, ardından Zağfiran-ı Borlu, Zağfiranbolu ve Zafranbolu olarak isimlendirilir. İpek Ticaret Yolu üzerindeki Merkez, kışlık ve yazlık olmak üzere iki yerleşim alanına sahiptir. Kışlık evlerin bulunduğu ve Çarşı olarak isimlendirilen Kışlık Bölge Ticareti; yazlık evlerin bulunduğu Yazlık Bölge ise; bağ ve bahçeleri barındırmakta. KİBRİT KUTUSUNDAN EVLER Safranbolu’ya girdiğiniz anda minyatürleri andıran ahşap evler karşılar sizi. Yer yer beyaza boyanmış farklı boyutlardaki evler, art arda sıralanmış küçük kibrit kutularını andırır. Evlerin mimari detayları, hayranlık uyandıracak şekildedir. Geleneksel Türk Evi niteliğindeki bu yapılarda, haremlik-selamlık düzeninin bulunduğunu ve birçoğunun ko- ruma altında olduğunu öğreniyoruz. Evlerin yapımında kullanılan malzemelerin ise; taş, kerpiç ve ahşap ağırlıklı olduğunu, hemen hemen hepsinin taştan duvarlarla örülmüş küçük bir bahçesinin bulunduğunu görüyoruz. Böylece ev dışarıya kapatılmış ve aile içinde koruma sağlanmış oluyor. Yapıların dizilişini inceledikçe iç içe geçmemiş ve birbirinin sınırlarına müdahale etmeyen bir düzenin olduğunu fark ediyoruz. Bu da herkesin eşit bir şekilde sokakları kullanabilmesini mümkün kılıyor. Safranbolu Evleri’nin kapılarında iki farklı tokmak bulunur. Evlere misafir gelen kadınlar ve erkekler ayrı tokmakları kullanırlar ki evdekiler kapıyı açmadan önce hazırlanabilsinler. Safranbolu sokaklarında ilerledikçe, bölgeye ait yapılar da bize eşlik ediyor ve ilk durağımız çarşının tam ortasında bulunan bir kervansaray; Cinci Han oluyor. Buranın 1645 yılında, Cinci Hoca lakabıyla tanınan Safranbolulu Kazasker Hüseyin Efendi tarafından inşa ettirildiği bilinmek- 79 tedir. İçinde bir de hamam bulunan yapıyı diğerlerinden ayıran, ihtişamlı mimarisidir. Han, geçirdiği restorasyondan sonra otel olarak hizmet vermeye başlamış. Kadın ve Erkek bölümlerine sahip hamam, bugün aynı işlevi sürdürmektedir. “Yörük Köyü evlerinin birçoğunda kapıdaki tokmak ve kilitler haber verme amacıyla kullanılmakta” ARASTACILAR ÇARŞISI Yemeniciler Çarşısı Arastası olarak da bilinen çarşı, farklı amaçlarla kullanılan küçük dükkanlardan oluşuyor. Çarşının arkasında bulunan, Köprülü Mehmet Paşa Camii’nin masraflarını karşılamak amacıyla inşaa edildiği bilinmektedir. Uzun süre ayakkabıcı esnafını barındıran çarşı, günümüzde, ahşap oymalar, yöresel giysiler, bakır eşyalar gibi bölgeye özgü el işleri ve hediyelik eşya satan dükkanlara ev sahipliği yapıyor. Resim ve cam - boncuk işçiliği atölyelerinin bulunduğu çarşı, meşe kömüründe pişirilen ve bölgeye has lokumla ikram edilen türk kahvesini tadabileceğiniz kafelere sahip. Safranbolu’nun en büyük camisi olan Köprülü Mehmet Paşa Camii’ndeyiz şimdi de. Camii, avlusundaki 19. yy ortalarına tarihlendirilen güneş saatiyle göz kamaştırıyor. Demir bir kafes içinde korunan bu eser, mermer bir levha üzerindeki uzunlu kısalı çizgilerden oluşmakta ve güneşin levhada oluşturduğu gölgeye göre saatin kaç olduğu tahmin edilmekte. Şimdi rotamız, bütün Safranbolu’yu Güneş Saati 80 Arastacılar Çarşısı’nda Yöresel Giysiler kuşbakışı görebileceğimiz Hıdırlık Tepesi… Safranbolu yapıları ve sokakları gözlerinizin önüne seriliyor. Geçmişte Hıdırellez Kutlamaları ile asker uğurlamaları için kullanılan ve iki noktadan giriş-çıkışı bulunan tepede, tarihin önemli isimlerinin mezarları bulunuyor. Bir çay bahçesinde yer alan Hıdırlık Tepesi, tüm Safranbolu’yu ayaklarınızın altına seriyor. BİR MÜZE KÖY: YÖRÜK KÖYÜ Köprülü Mehmet Paşa Camii Sırada, Safranbolu merkeze 11 km uzaklıktaki Yörük Köyü var. Yörük Köyü, gerçek bir TürkTürkmen Köyü olması ve her yapının tarihte önemli bir geçmişe sahip bulunması nedeniyle, Kültür Bakanlığı tarafından 1997’de koruma altına alınmış. Köy için rahatlıkla ‘Safranbolu Sokakları’nın bir devamı niteliğinde’ diyebiliriz. Yapılanma olarak diğer köylerden farkı, evlerin kümeler halinde değil, bitişik konaklar tipinde olması ve köyün ana yolu üzerinde konumlandırılmasıdır. Buradaki en eski yapı Odabaşı Evi’dir. Yörük Köyü Çamaşırhanesi, Sipahioğlu Konağı, Hacı Kavas ve Bekir Efendi Evleri, Ahşap Camii gibi bir çok önemli yapısıyla Müze Köy olarak anılmakta. Yörük Köy Evleri’nin birçoğu, kapaklı pencerelere ve cumba adı verilen küçük balkonlara sahip. Ayrıca bazı evlerin saçaklarında, geleneklere göre çeşitli anlamlar ifade eden geyik boynuzları sallanmakta. Yörük Köyü Evleri’nin birçoğunda, kapıdaki tokmak ve kilitler haber verme amacıyla kullanılmakta. Anahtar deliğinin yanındaki mandal yukarı çekilince birinci kilit, tekrar çekilince ikinci kilit açılmakta, üçüncü kilit ise; anahtarla açılmakta. Kapı tokmakları arasındaki ip, ev sahibine dair farklı anlamlar da içermekte. İki tokmak arasındaki ip aşağı sarkıyorsa ev sahibi evde, birbirine tek düğümle bağlanmışsa kısa süreliğine dışarı çıktı, çift düğümle bağlanmışsa uzun süreli bir seyahate çıktı anlamına gelmekte. Köyde konaklama imkânı, halkın misafirlere oda kiralaması şeklinde yapılmakta; ancak, bu yöntem Safranbolu’ya yakın olması nedeniyle pek tercih edilmemekte. Köyde, her köşede ev yapımı tarhana; kurutulmuş kekik ve nane, salça, kuru biber satan köylü teyzelere rastlamak mümkün. AYAKLARINIZI YERDEN KESECEK KRİSTAL TERAS Tokatlı Kanyonu üzerinde bulunan Kristal Teras bildiğimiz seyir teraslarına hiç benzemiyor. Ayaklarınızı yere bastığınızı zannederken yerden kesen bu Teras, yerden 80 metre yükseklikte 75 ton ağırlığı taşıyabilen terasın katmanları, 3 cm kalınlığında, 3 parça camın bir araya gelmesiyle oluşturulmuş. Güvenlik nedeniyle üzerinde bir seferde sadece 30 kişi bulunmasına izin verilen Teras, turistlerin de en çok ilgi gösterdiği mekanların başında geliyor. 81 teknoloji Yeni Med ya Hayatımız O ldu Ntv Ekranı’ndan Bizlere Seslendiği Günden Bu Güne Tam Üç Yıl Geçti̇. “Yepyeni Bir ÇağınŞafağındayız” Diyordu Ahmet Yeşi̇ltepe O Gün, Heyecanlı Bir Çağrıyla Bizleri Doğuş Yayın .... SÖYLEŞİ NURAY GÖNÜLŞEN 82 FOTOĞRAF EMRE TOPÇU ...Grubu’nun Düzenlediği Yeni Medya Düzeni Konferansı’na Davet Ediyordu. 83 Teknoloji, internet bambaşka dünyalara kapılar açarken artık ne medya eski medyaydı, ne düzen eski düzendi. Eski olan kaçınılmaz bir şekilde yerini yeniye bırakırken bu değişim nasıl gerçekleşecekti? Türkiye dâhil dünyanın her bir noktasında yanıtı aranan o basit ama yanıtı hiç de kolay olmayan soru işte bu. Üstelik bu basit soru yeni sorular doğuruyor: Yeni medya geleneksel medyanın yerini mi alıyor yoksa bu ikisi birbirinin tamamlayıcısı mı olacak? Aralarında rekabet mi var yoksa birbirlerini tamamlayarak mı ilerliyorlar? Gelecekte bu ilişkideki farklılaşmanın olası yönleri neler olacak? Son yıllarda sektör içinde ve üniversitelerde yeni medya konferansları giderek daha fazla düzenleniyor, yeni medya bölümleri açılıyor. “Yeni medya” tanımlaması gündelik yaşantımız içinde adı hiç duyulmamış, bilinmeyen bir kavram olmaktan çıktı. Tıpkı dünyada Newsweek örneğinde gördüğümüz gibi bizde de Radikal gazetesi kâğıt baskısını durdurup dijital yayıncılığa geçti. Paralı içerik tartışması imkânsız gibi görünse de dünyada denenen örnekleriyle -New York Times, Wall Street Journal- hep gündemde. Bugünden bakınca gazete ve televizyonlar internetle birlikte var olmaya daha çok uyum sağlamış gibi görünüyor, dergiler dijitalleşti, 20. sayımızla birlikte İtalik olarak biz de yeniçağa ayak uydurup QR (Ouick Response Code- Hızlı Yanıt Veren Kod) kodla okuyucularımızın cebine girdik. Avrupa’nın en çok internet kullanan üçüncü ülkesiyiz ve giderek daha fazla haberi, eğlenceyi, enformasyonu mobil mecralardan almaya devam ediyoruz. Giyilebilir iletişim teknolojileri gerçek oldu ve BBC’nin haberine göre 2016 yılında dünyada 3 milyar internet kullanıcısı olacak. İnternet hayatımızın bir parçası olmuşken, teknolojik nesil değişimlerinin neredeyse 3-4 yılda bir yaşanmaya başlamasından yola çıkarak yeni medya- 84 nın bugününü konuşmak için Ahmet Yeşiltepe’yle bir araya geldik. Ahmet Yeşiltepe yıllarca yurtdışından Bosna Savaşı, 11 Eylül saldırıları gibi dünya çapında yankı yaratan önemli olayları Türkiye’ye canlı bağlantılarla aktardıktan sonra çok sevdiği mesleğini kendi ülkesinde yapabilmek için Amerika’dan kesin dönüş yapmış başarılı bir gazeteci. Büyüklerinin tüm “gitme” tavsiyelerine rağmen “bizim mesleğimiz erdemli bir meslek” diyerek hayallerini ve umutlarını kucaklayarak geldiğinden beri, kimi zaman televizyonda kimi zaman radyoda kimi zaman internette durmaksızın karşımıza çıkan Ahmet Yeşiltepe yaptığı güzel işlerle birçoğumuzu kendine çekip bağlamayı başaran bir gazeteci. NTV’de yayınlanan Zaman Yolcusu, NTV Radyo’da “Medyada sermaye derinliği yok” yayınlanan Babil Kulesi yaptığı özgün işlerden. Neredeyse kurulduğu yıldan beri yaklaşık 16 senedir NTV’de çalışan Ahmet Yeşiltepe’yi NTV genel yayın yönetmeni olarak görmeye gitmiştik ama bambaşka bir tablo ile karşılaştık. Ahmet Yeşiltepe’yle yeni medya hakkında konuşmak için masaya oturduğumuzda karşılaştığımız yeni şafağın göz alıcı renkleri değil, bizi çevreleyen değişimin sancılarıydı. Ahmet Yeşiltepe “Yeni medya diye bir şey kalmadı” diyerek girdi söze, röportaj boyunca önce yeni medyanın yenisini tırnak içine aldı sonra hepten attı; çünkü artık yeni olan aşılmış ve tüm sonuçları, yenilikleri ve ilkleriyle birlikte içinde yaşanmaya başlanmıştı. Lakin son 1-2 yıldır medya dünyasında yaşadıklarımız yine gösteriyordu Yeni Medya Nedir? Bilgisayarların işlem gücü olmadan oluşturulamayacak veya kullanılamayacak olan ortamlara denir. Genellikle dijital olup kullanıcısına veya hedef kitlesine etkileşim olanağı sağlar. Yeni medyaya örnek olarak internet, websiteleri, video oyunları, CD-ROM ve DVDler sayılabilir. Yeni medya televizon programlarını, dergileri, kitapları ya da kağıt üzerine yayınları içermez eğer bunlar dijital etkileşimliliği etkin kılan teknoloji ile birleştirilmediyse. Vikipedia, online ansiklopedi, internet ortamındaki dijital döküman, görüntü ve videoları web-linkleri ve bir editor topluluğunun yaratıcı katkısı, kullanıcıların interaktif geri bildirimleri ve bağışcı grubunun yardımlarının bir araya geldiği bir örnektir. Facebook da çoğu kullanıcının aynı zamanda katılımcı olarak yer aldığı sosyal medya örneğidir. *Kaynak: tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_medya ki bu değişimi kucaklayacak bir yönetim, çalışma disiplini ve kalitesi aynı hızla yerleşikleşmiyordu. Bu durumun can yakıcı sonuçları medya izleyicileri, okuyucuları, çalışanlar olmak üzere herkes açısından yaşanıyor, çalışanlar işsiz kalıyor, içerikler kalitesizleşiyor, izleyiciler üçüncü sayfa haberciliğine mahkûm ediliyordu. Değişimin ya da değişememenin sancıları her zaman organizasyon değişiklikleriyle gösterir kendini kurumlarda. Ahmet Yeşiltepe de artık ntvmsnbc’nin genel yayın yönetmeni değil. Fakat severek, özenle ve zevkle yaptığı belgeselleriyle onu NTV ekranlarında görmeye devam edeceğiz. Ahmet Yeşiltepe sürece yayılmış bir şekilde anda yaşanmakta olanı, bir haberci gözüyle olup bitenlerin içinden süzüp damıtarak somut bir bilgi paketçiği olarak çıkarıp masaya koydu: Organizasyonu toparlamak amacıyla incelemeler başlatıldı. Bu incelemeler yaklaşık 1,5 sene sürdü, sonra bize öneriler sunuldu. Öneriler içerisinde dijital mecranın doğrudan televizyona yani bizim amiral gemimiz olarak tanımladığımız NTV’ye bağlanmasının doğru olacağı söylendi. Bu organizasyon şemasında şu anki haliyle ntvmsnbc bir marka olarak doğrudan NTV’ye bağlanmış durumda.” Bundan sonrasını yine Ahmet Yeşiltepe’den dinlemeye devam ederken medya dünyasını meşgul eden o basit soru için şöyle bir çözüm neden geçerli olmasın. Neydi sorumuz: Eski olan kaçınılmaz bir şekilde yerini yeniye bırakırken bu değişim nasıl gerçekleşecek? Bize kalırsa bırakınız iyi insanlar, iyi gazeteciler, iyi medyacılar işlerini en iyi şekilde yapmaya devam etsinler. Bir dijital mecra olarak ntvmsnbc’nin NTV’ye bağlandığını söylediniz. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında bu kararın doğru olduğunu düşünüyorum; çünkü artık yeni medya diye bir şey kalmadı. Yeni medya ifadesinin de artık doğru olmadığını düşünüyorum. Yeni medya dediğimiz şey görüntüyle, sesle, metinle haya- tımızın içerisinde ve mobil araçlarla da bize her an her saniye ulaşıyor, biz de ona çok rahatlıkla ulaşabiliyoruz. Karşılıklı etkileşime dayalı bir iletişim süreci bu. Bunun içerisinde artık televizyonu ayrı bir yere koyalım, gazeteyi ayrı bir yere koyalım, radyoyu ayrı bir yere koyalım demek çok mantıklı değil. O yüzden Doğuş Yayın Grubu bünyesinde yer alan, farklı mecralarda hizmet veren markalar tek bir potada, tek bir çerçevenin altında hizmet verir oldu. Ağırlıklı olarak da bize ulaşan kitle internet üzerinden mobil araçlarla bize ulaştığında hem televizyonumuzu izleyebiliyor hem radyomuzu dinleyebiliyor hem de yazılı metinlerimizi okuyabiliyor. Sözün özü bu aslında bir birleştirme girişimiydi, bugün yapılmamış olsaydı hayatın dayatmasıyla gerçekleşecekti. Kaldı ki bundan 4,5-5 yıl önce Doğan Medya Grubu da benzer bir birleşmeyi yani mecraları dijital temel mecranın altında, Hürriyet’te toplayacak nitelikte bir girişimi başlatmıştı. Biz de biraz ona öykündük, taklit etmiyoruz ama olması gerekeni yapmaya çalıştık. Bu süreç içerisinde de ntvmsnbc artık 85 doğrudan şu an itibariyle NTV’nin idari sistemi içerisinde yer alıyor. İzleyici, okuyucu açısından mobil olarak her an her yerden tüm içeriğe ulaşabilir olmak büyük bir avantaj. Peki, çalışanlar açısından, içerik üretenler açısından bu değişiklik neler getirecek? İçerik üretenler açısından da değerli bir hamle bu. Televizyon için çalışan da, radyo için çalışan da ntvmsnbc’ye metin yazan kişi ya da oraya multimedya çalışması yapan kişi de günün sonunda bu dijital ortaklık sayesinde ürününü daha fazla insana gösterme olanağı bulabiliyor. Bu tek potada birleşmenin, merkezileşmenin olası dezavantajları neler olabilir? Burada endişe yaratacak sorun şu olabilir. Haber içeriğinin üretilmesinde değişik mekanizmalar var, bu mekanizmaların en önde geleni genel yayın yönetmenleri ve doğrudan bağlı oldukları patronaj sistemi; yani işin sahibi olan yönetim kurulu başkanı veya yönetim kurulu üyeleri. Burada o medya grubunun siyaseten durduğu yeri teyit edecek bir takım düzenlemeler yapılabilir. O düzenlemeler zaten geçmişten günümüze daha önce yazılı basın olarak adlandırdığımız alanlarda da mevcuttu. Ama şimdi yaklaşık 20’den fazla markanın yer aldığı bir medya grubunu düşünün; burada zaman zaman medya grubunun ortak dili, düşüncesi ve görüşünün dışında hareket etmeye çalışan bir takım markalar ortaya çıkmaya çalışıyor, çıkabilir. Bunu biraz daha yakından kontrol etmek, duruşun standardizasyonunu sağlamak, belli bir çizgi getirebilmek için tek elden, belli bir merkezden yönetmek farklı mecralardaki haber üreten ekiplerin başındaki yöneticileri rahatsız ediyor tabii; çünkü müdahaleler oluyor. Önceden bu müdahale var mıydı, vardı; ama kendi mecranız içinde onu telafi edebiliyordunuz. Bu sistemde örneğin televizyonda gösterilmesi mümkün olmayan bir haberi internette görmek isteyecektir insanlar, bunu engellemek mümkün değil. Ya da sos- 86 kalarla yola devam etmek patronun keyfiyetiyle ilgili bir durum. 2010-2014 arası Amerika’daki Günlük Medya Kullanım Süreleri (Dk.) 2010 2011 2012 2013 2014 269 277 284 277 277 103 102 99 83 82 184 194 183 169 159 40 62 94 122 134 21 98 119 142 163 32 yal medyada konuşulan bir konuyu televizyonda görmezden gelebilirsiniz ama dijital mecra olarak adlandırdığımız ntvmsnbc.com.tr, milliyet. com.tr, hürriyet.com.tr’de görmezden gelemezsiniz. Markalar arasındaki bu birliktelik, bir arada tutunma hali patronaja daha fazla kontrol getiriyor. Her şeyi daha yakından görüp takip ederken ortaya çıkan politik bir tek seslilik oluyor. Doğan grubundaki bu merkezileşmenin sonuçları ne oldu ki bu model Doğuş 32 31 30 Yayın Grubu içinde de uygulanabilir oldu? Bu aslında dediğim gibi hayatın dayattığı bir şey. Gazete, dergi bunların hepsi zaten dijital mecraların içine fiziken taşındı. Her markanın tek elden yapılması gibi bir yola gidiliyor, bu tabii ki içerik kontrolü söz konusu olduğunda endişe verici; çünkü içerik kontrolü bu kadar kolay olmasa, ipin ucu bu kadar sıkı tutulmasa farklı markalardan farklı sesler çıkabilir. Medya grubunun topyekûn bir siyasi duruşu, yayın ideolojisi var; ondan aykırı bir iş yapmak ya da yapan mar- 29 Bu noktada Doğan grubunda Radikal gazetesinin kâğıt baskısının durdurulması kararını nasıl değerlendirirsiniz? Doğan grubunda Radikal gazetesi daha liberal bir çizgideydi. Aydın Doğan Radikal’i kapatmak istiyor. Diyor ki ticari olarak uygun değil, bana para sağlamıyor. Bakın şimdi Türkiye’de şöyle bir durum var; kim ne derse desin bir medya kuruluşuna sahip olmak demek bir saatli bombaya sahip olmak demektir artık. O yüzden de yaptığımız işler patron tarafından daha fazla kontrol ediliyor; çünkü gelen tepkiler çok. Sadece hükümet tarafından da değil, Türkiye öyle hassas bir dönemden geçiyor ki son 4-5 yıldır siyaseten söyleyecek olursak en sağdan en sola kadar toplumun çok farklı kesimlerinden çok şiddetli eleştiriler alan bir yayın organıyız, sadece NTV için söylemiyorum, Doğuş Yayın Grubunun markaları için söylüyorum. Herkes sizi bir taraftan kendisine doğru çekmeye çalışıyor, ortada durmak kolay değil. Ortada kaldığınız sürece her görüş sizi kendisine karşıt ilan ediyor. NTV bir dönem bunu yaşadı. Öyleyse markaları birleştirme süreciyle birlikte organizasyon şemasında görülen değişiklik sorunlara çözüm olarak düşünüldü diyebilir miyiz? Özetle tüm bu anlattıklarımdan çıkarılabilecek şey şu olabilir: Doğuş Yayın Grubu’nda bir markalar birliği oluşturulma gayreti içerisinde bir organizasyona gidildi. Doğan grubu da bunun benzerini yaptı. Dünyada yapılan başka örnekler de var. Buradaki amaç organizasyon şemasını daha sadeleştirmek ve markaları daha çok birbiriyle iletişim içerisine geçirerek bir sinerji kazandırmak. Radyoyu televizyonla, televizyonu radyoyla, dergiyle, işte hepsini birbiriyle daha yakın işbirliği içerisine sokmak ve bütün bunları da dijital mecra üzerinden yayabilmek. Artık akıllı telefonlarımız var; televizyonun, bilgisayar ekranının karşısında geçirdiğimiz zamanın çok daha fazlasını mobil mecrada geçirmeye başladık. Bugün yeni medya deyince çok seslilik anlaşılıyor; peki öyleyse bu alanda bir tek seslileşme, bir merkezileşme nasıl yaşanabilir? Büyük medya kuruluşlarında birbirinden farklı içerik üreten markaların bir araya getirilmesi ve bunun dijital mecralar üzerinden yayına sunulması o markalar birliğine sahip olan sermaye grubunun siyasi, dünyevi görüşlerinin bir uzantısı olacaktır, bundan doğal bir şey olamaz. “Gazetecilik yapmak zorlaştı” Şu anda içinde yaşadığımız medya düzenini nasıl anlatırsınız? Türkiye’de medyada sermaye derinliği yok. 77 milyon nüfuslu bir ülkede 2,5-3 milyon gazete satılıyor. Sermaye derinliği oluşmadığı durumda sadece reklama bağımlı olunuyor. Gazeteniz okunmuyor, televizyonunuz izlenmiyor, internet siteniz okunmuyor, radyonuz da dinlenmiyorsa reklam veren de gelip size reklam vermiyor. Bu koskocaman binayı 10 bin kişinin bağışıyla yapmadık. Büyük bir sermayedar geldi “ben bu işten para kazanmak istiyorum, burası bir ticarethanedir” dedi ve burayı inşa etti. Biz gazetecileri, profesyonelleri çağırdı, içine doldurdu ve çalıştırmaya başladı. Hayatın gerçeği bu. Ama hayatın gerçeği şu da olabilirdi. Bir gazete günde 22 milyon satabilirdi, bunu düşünebiliyor musunuz? Japonya’da gazetelerin toplam tirajı nüfusun iki katı. Kuzey ülkelerinde; İsveç, Norveç’te hadi o örnekleri geçiyorum, Amerika Birleşik Devletleri’nde yerel basın diye bir kavram var; çünkü okuyucu bu gazeteleri alıyor. Şimdi burada kimsenin para verdiği falan yok, para veren sadece reklam veren, reklam veren de belli sermaye çevreleri. Onlarla ters düştüğün zaman olmuyor. Bu işe Türkiye’de para kazanmak için girenler zamanında çok büyük hata ettiklerini fark ettiler; siyasi bir araç olarak kullanmak isteyenler de yanıldılar. Gün döndü, hesap döndü, namlu kendilerine döndü. O yüzden medyayı Türkiye’de hem siyasi hem de ticari açıdan kullanmak giderek güçleşti. Bir taraftan okuyucu sayımız az, bir taraftan da siyasi itiş kakış ve 87 ısrarcılık giderek artıyor. Bu itiş kakış içinde en fazla zarar gören gazeteciler oldu. Siz de bu süreçte yara alan gazeteciler arasındasınız… Gazetecilik yapmak zorlaştı. Türkiye’de siyasi kamplar ve kutuplar arasındaki mesafe giderek artmaya başladı. Ortadaki uçurum büyüdü, bu uçurumla beraber kavgalar başladı. Ya bizdensin ya değilsin yaklaşımı en fazla basın sektöründe çalışan emekçilerin işlerinden olmasına neden oldu. Çok değerli birçok gazeteci şu anda işsiz. Benimkisi bir organizasyon değişimiydi, Ahmet Yeşiltepe’yle ilgili bir mesele değil. Yani ben ısrarla ntvmsnbc’nin başında kalmak istiyorum desem de genel yayın yönetmenliği görevi tasfiye edildi. Oraya sadece bir haber müdürü konuldu ve o da doğrudan NTV genel yayın yönetmenine bağlandı. Dijital mecradaki başarılı haber sitelerinden ntvmsnbc.com’un genel yayın yönetmeniydiniz. Bize buradaki deneyiminizi anlatabilir misiniz? Ntvmsnbc çok uzun süre Türkiye’nin dijital mecradaki en önemli markalarından biriydi. Son yıllarda okuyucu sayısı daha da arttı. İnternet sitelerinin çoğunun yapmadığı bir şeyi yapıyorduk; multimedya uygulamaları kullanıyorduk. Ntvmsnbc’yi diğer internet haber sitelerinden ayıran bu multimedya uygulamalarını biraz anlatabilir misiniz? Görsel İletişim Tasarımı diye bir bölüm var üniversitenizde, bu bölüm aslında bizim ihtiyacımız olan elemanın adını söylüyor; ama maalesef Türkiye’de bu alanda istenilen düzeyde çalışmalar gerçekleştirilmiyor. Örneğin biz editör istiyoruz, dijitalde editör olabilmek için şu özellikleri arıyoruz: Öncelikle gazeteci duygunuz olması lazım, derin bir merak duygusu yani tecessüs olmalı; ilgi alanlarınız, hobileriniz olmalı; bunun dışında iyi metin yazmak, haber metnini doğru yazabilmek, imla kurallarına uygun şekilde yazabilmek, en çarpıcı haber unsurlarını en doğru şekilde kullanmak, haber kurgusunu doğru 88 yapabilmek; gazetecilik formasyonunun gerektirdiği ihtiyaçlara cevap verebilecek özelliklere sahip olmak yani haber kokusu alabilmek; bunun dışında bir bilgisayar yazılımcısı kadar olmasa bile en azından ikinci, üçüncü seviyedeki bir bilgisayar yazılımcısının hissiyatına ve bilgi birikimine sahip olmalı, küçük kodlar yazabilmeli; tıpkı bir grafik tasarımcısı gibi görüntü duygusuna sahip olmalı, görsel zekâsı olmalı ki bilgisayar, tablet, akıllı telefon ekranlarında görüntünün nasıl görüneceğini bilmeli… Evet, biz işte böyle İsviçre ordu çakısı gibi bir editör arıyoruz. Bunu yapmazsanız İnternet gazeteciliği şu oluyor: “Öyle bir laf etti ki…“ ya da “şok şok şok…”, “bu adam kim?” gibi başlıklar atılıyor. Habere girdiğinizde ilgisiz şeylerle karşılaşıyorsunuz. Uzun yıllar Türkiye’de internet gazeteciliği ya da dijital yayıncılık bu mantık üzerinden yürütüldü. Bahsettiğiniz bu habercilik tarzı çalışanların niteliğinden çok, bir tercih sorunu değil mi? İkisi bir araya gelince bu durum ortaya çıkıyor. “Benim okuyucu kitlem aptaldır, onun için heyecan gerekir” diyor ve böyle manşetler çıkıyor ortaya. Bu anlayışla çalışan, gayri insani, gayri ahlaki haberlere imza atan tırnak içinde editör ve muhabirler yüzünden internet medyası uzun yıllar yerle yeksan oldu; internet gazeteciliğinin kıymetli bir değeri yoktu, kredibilitesi olmadı. Hala da böyle ama günümüzde Türkiye’de yapılan araştırmalar gösteriyor ki gençlerin yüzde 70’inden fazlası haber ihtiyacını internetten ya da dijital mecralardan karşılıyor. Zaten Türkiye’de gazete okunmuyordu, genç kuşak da doğrudan dijitale gidiyor. Dijitalde de benim ifademle üç nokta, soru işareti, ünlem işareti haberciliğiyle okuyucu çağıran, tık hesabı yapan internet siteleri var. Reklamcının gözünü boyamaya yönelik işler bunlar. Okuyucuya değil de reklamcıya yapılan bir yayıncılık anlayışı ve bu çizgi internet gazeteciliğinde uzun yıllardır hala değişmedi. İnternet gazeteciliğini ntvmsnc’de siz nasıl hayata geçirdiniz? Biz tam tersini yaptık; haber neyse manşetine onu koyduk. “Öyle bir laf etti ki” demedik, tırnak içine alarak kim ne dediyse onu yazdık. Haber ne ise onu verdik. Haberin manşetiyle ne olduğunu okuyucumuza merak ettirme duygusuna kafa yormadık; haberin bizzat kendisini verme gayreti içinde olduk. Metinlerde de abartılı ifade kullanmamaya çalıştık, çok hassas davrandık bu konularda. Bunun yanında yetişmiş veya kendi içimizde yetiştirebildiğimiz arkadaşlarımızla multimedya uygulamaları yaptık. Mesela “Çalışma Odam” diye bir ürün ortaya çıkardık. Uygulamaya girdiğinizde örneğin Fazıl Say’ın ona ilham kaynağı olan çalışma odasını görüyorsunuz. Odanın içerisinde 360 derece dönebiliyorsunuz. Odanın içinde resimler, videolar, metinler, müzikler, sesler yani bütün duygularınıza hitap eden bir yaklaşım var. Türkiye’de hala internet sitelerinin yapmadığı bir şeyi yaptık; ikonografik işler yaptık. Başında bulunduğum beş yıl içinde özellikle son iki yıl ağırlıklı olmak üzere örneğin Asya’da büyük bir tsunami mi meydana geldi hemen “tsunami nasıl meydana gelir” diye özel, ikonografik bir çalışma yapardık; çizer ve onu hareketlendirerek animatif hale getirirdik. New York Times multimedya çalışmalarını en iyi başaran internet sitelerinden biridir. Sitenin multimedya uygulamaları bölümüne girdiğinizde aklınıza hayalinize gelmeyecek renkte, değerde, önemde işler yapıldığını göreceksiniz. Örneğin sadece fotoğraflar üzerinden Irak’ta ölen askerlerin envanterini çıkarmış, hem okumaktan keyif alıyorsunuz hem okurken bilgileniyorsunuz hem de zenginleşiyorsunuz. Aslında habercilik görsel, işitsel tüm duyuların bir arada kullanılabildiği bir sistematiğe doğru gidiyor. Türkiye’de biz bunu uyguladık, reklam veren önce ilgilendi, bir-iki marka satın aldı ama sonra ona verilen emek, zaman üç nokta haberciliğiyle kıyaslandığında çok büyük bir yekûn tutuyor, özel bir çalışma yapmak bazen iki gün alıyor. Örneğin ünlü bir sanatçımız öldü; onunla ilgili müzikli, grafik tasarıma dayalı, html tabanlı özel bir dosya hazırlıyoruz ama öbür tarafta başlıkta “Çok ünlü sanatçı öldü” diyen haber daha çok okunuyor. Asıl olan haberin kendisidir ama hayatın değişik alanlarında biraz daha renk katmalı yeni medya dediğimiz, tırnak içinde söylüyorum, artık yeni medya bitti bence. Medyanın bizzat kendisi dijital oldu. “Yeni” Medya’nın yenisini madem tırnak içine aldık, o zaman bize yeni bir tanımlama gerekmez mi? Değişimin adını bile koyamadan peşinden koşmak zorunda kaldığımız bir zamanı yaşıyoruz sanki… Bugün yine bir konferans yapsam ona artık “Yeni Medya Konferansı” demem; çünkü artık o medya geldi, şu anda hayatımızın içinde, hayatımızın bizzat kendisi oldu. Yeni medya geldi, yeni medyanın “yeni”si kalktı. Yeni bir konferans yapacak olsam “Yeni Medya” demem. Medya Konferansı derim. Gazete iki kuşak daha devam eder, hadi üç kuşak daha devam etsin. Kağıdın dokusu falan nostaljik, ben de onu seviyorum ama artık öyle bir hayat yok. Kızım daha 2,5-3 yaşında ama iPad ile doğdu. Akıllı telefonlardan gazete almayı gerektirmeyecek derecede çok sayıda markaya ve platforma ulaşıyorsunuz. Herkesin meşrebine göre hatta bağımsız oluşumlar da var. Bu ne demek; sadece ana akım değil, sosyal medyanın da etrafında öbeklenmiş küçük haber grupları, ajanslar, markalar var demek. Bu yeni medya dediğimiz şey böylece oldu, bitti yani. Bundan sonra yeni medya diye bir şey nasıl söyleyebiliriz bilmiyorum.“Minority Report” diye bir film vardı; Tom Cruise gelecekte suç işleyecek insanları yakalayan bir polis timinin içinde görevli bir adam rolündeydi. O filmde çok ilginç sahnelerden biridir; reklam billboardları sizi gözünüzün retinasından tanır ve sizin ihtiyacınıza, ilgi alanlarınıza Saniyede Sosyal Medya Saatlik Video Youtube'a Yüklenir. Bin Tweet Atılır. Bin İleti Facebook'ta Paylaşılır. Milyon Arama Google'da Yapılır. Fotoğraf İnstagramda Paylaşılır. göre reklam vermeye başlar. Bu da oldu, olmak üzere. Geldiğimiz nokta itibari ile yeni medya geldi gitti. Eski medya bitmek üzere, artık dijital dergiler yapılıyor ve okunurluğu da çok yükselmeye başladı. Tabii akşamdan sabaha olacak gelişmeler değil bunlar. İki kuşak daha devam eder. Newsweek kapatmıştı, yaklaşık bir yıl dijital olarak devam etti, şimdi tekrar kâğıt baskıya döndü. Newsweek’in kâğıt baskıya geri dönüşünü neye bağlıyorsunuz? Daha iki-üç kuşak, 30-40 yıl daha kâğıt baskı devam edecek bu süreçte dijital artık daha fazla hayatımızın içinde, o yüzden yeni medya demek gereksiz. Peki, eski ile yeninin bir arada varlığı çatışma şeklinde mi ilerleyecek, yoksa birbirini bütünleme şeklinde mi? Birbirini destekleyecek, bütünleyecek. Gazeteler, internet sitelerinde, sosyal medyada görülen özel içerikli haberleri bir adım ileri doğru taşımaya başladılar. Herkes birbirini tamamlamaya başladı. Siz kişisel olarak medyayı nereden takip ediyorsunuz? Sosyal medyadan takip ediyorum. Sabah kalktığımda ilk açtığım şey sosyal medya oluyor artık; Sosyal medyada küçük haber öbekleri oluşturdum. Çok işime yarıyor. Türkiye’nin gündemini daha iyi anlıyorum ne olup bittiği daha net. Genel olarak Türkiye’nin gündemini veriyor. Türkiye’de mevzunun nereye doğru gittiği, nelerin tartışılacağı, hangi konu başlıklarının tartışılacağı, odak noktaların ne olacağını daha iyi anlıyorum. Bundan sonra nasıl devam edeceksiniz, neler yapmayı planlıyorsunuz? Televizyonda ağırlıklı kültür-sanat, belgesel programları yapıyorum. Türkiye’de müzelerde yer alan ama çok azını bildiğimiz objelerle ilgili bir projem var. Başka bir-iki projem daha var onları hayata geçireceğim. Bir süre böyle gidecek gibi görünüyor. Ara verdiğim Babil Kulesi’nin yeni bölümlerine de başlıyorum. 89 müzik SÖYLEŞİ MEDİNE ÇEPNİOĞLU FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ “YAĞMUR YAĞAR YAŞ ÜSTÜNE İNCE KALEM KAŞ ÜSTÜNE SELAM GELİR BAŞ ÜSTÜNE” MÜNİR NURETTİN’İN, AZİZ İSTANBUL PLAĞINDA YORUMLADIĞI ANONİM BİR HALK TÜRKÜSÜNÜN, İLK KITA SÖZLERİ BUNLAR. BU HOŞ TÜRKÜYÜ MÜNİR NURETTİN SÖYLEYİNCE GÜZEL GÜZEL DİNLERİZ DE, ŞÖYLE BİR “AAA” NİDASIYLA KARŞILAMAYIZ. İŞTE, ONDAN DUYDUĞUNUZDA “AAA” DİYECEĞİNİZ BİR SES, BİR İSİM; KANADALI BİR TÜRK HALK MÜZİĞİ SEVDALISI BRENNA MACCRIMMON 90 91 “Türk halk müziğinin ritimlerine vuruldum ve hoş melodilerine… Ses tınılarındaki tutkuyu seviyorum.” Toronto, Ontario doğumlu olan Brenna MacCrimmon, Kanadalı bir halk müziği sanatçısı. 1980’lerin sonundan beri Balkan Müziği çalışmakta, öğretmekte ve söylemekte. İyi derecede Türkçe konuşan ve şarkı söyleyen MacCrimmon, uluslararası anlamda bir Türk halk müziği ses sanatçısı olarak kabul ediliyor. İstanbul ve Kanada’da müzik eğitimini tamamlayan Brenna MacCrimmon, Kanada’da yaşantısını sürdürmekle beraber, Türkiye’ye gidip gelmekte ve hem ülkesinde hem de İstanbul’da farklı sanatçılarla sahne almakta. Soprano ses tonuna sahip MacCrimmon, Fatih Akın’ın yönettiği, İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek adlı filmde, anonim bir eser olan ‘Penceresi Yola Karşı’ ve ‘Ben Bir Martı Olsam’ adlı türküyü; Elveda Rumeli dizisinde de “Ediye” şarkısını seslendirdi. 92 Üniversite yıllarında kütüphanede dinlediği Ankara Radyosu Yayınları, Brenna Mccrimmon’u derinden etkilemiş. “O melodileri ilk duyduğumda, ritimleri, makamları çok hoştu. Melodiler yüreğime dokundu; sadece dinleyip bırakmak istemedim ’ diyen Brenna, Türk halk müziği ile böyle tanışıyor. Samimi sesiyle, sevda, acı, yüreğinin her yerine işlemiş olan Türkiye sevdalısı Brenna, köy köy Trakya-Balkan Bölgesi’ni geziyor; ardından Türkiye de uzunca bir süre yaşamaya karar veriyor. Bağlama eğitimi alıyor. Türk kültürü ve halk müziği ile özdeşleşen Brenna, iltifatlarıma karşı alçak gönüllükle ‘estağfurullah’ diyor. Türkçe günlük kullanım diline bile alışmış. Etnik müziğe karşı ilgisini yaşam biçimi haline dönüştüren Brenna, kıyafetlerine yama yaptığı yemeni parçalarıyla o kadar doğal ve samimi ki. Müzik, hayatınıza nasıl girdi? Montreal de doğdum; fakat Toronto civarında çocukluğum geçti. Üniversitede Antropoloji Bölümü’ndeydim; ama Etnik Müzikoloji bölümünden dersler alabiliyorduk. Müziği çok seviyorum ve akademik hayatıma daha çok adapte etmek istedim. Bağlamayı çalmayı öğrendiğim Devlet Konservatuarı’nda bir seneliğine misafir öğrenciydim; fakat devam edemedim. Trakya ve Balkanlar çevresinde, birçok kasabada dolaştım; ancak daha çok dolaşmam gereken yer var, oraları henüz görmedim. Yapılacak çok şey var! Ayde Mori albümünden Sumru Ağıryürüyen, Muammer Kentencoğlu ve Cevdet Erekle kaydettiğimiz bir şarkıdır. Biz, bu şarkı dizi için kullanılacak diyene kadar, dizide kullanılacağını bilmiyorduk. Gelişimi böyle oldu. “Ben bir Martı Olsam” bir türkü ya da etnik bir şarkı değildir. Şarkının asıl ismi “Cecom” ve orijinal kayıt Baba Zula ve Psychebelly Dance Music ile birlikte olmuştur. Grup müziğini besteledi; ben de şarkının sözlerini yazdım. Ben müzikle büyüdüm. Annem ve babam her ikisi de müziği severdi. Babam hobi olarak Rönesans dönemi ağırlıklı müzikler çalardı, annem ise; dans bölümünü okumuş ve bale öğretmeni olmuş. Bir çocuk olarak her zaman müzikten zevk aldım. Halk müziği anlayışınızı nasıl tanımlarsınız? Halk müziği, etnik müzik olmuştur çünkü onu evrensel yapan budur. Bazı etnik müzikler oldukça karmaşık ve farklı bir yapıya sahipler. Bu yüzden halk müziğini caz ve klasik müzikten aşağı bir yere koyulmasını sevmiyorum. Tüm müzik türleri değerlidir ve tüm müziklerin insanlara bir şeyler hissettirmek, anlatmak için hareket ettirme potansiyeli vardır. 93 Türk halk müziğinde önem verdiğiniz öğe nedir? Türk kültürel müzik kimliğimiz hakkında ne düşünüyorsunuz? Zor bir soru, çünkü birçok farklı müzik türü seviyorum. Birçok şey beni Türk müziğine geri döndürdü. Bunlardan biri: İnanılmaz bir çeşitliliğe sahip olması. Belki bunun sebebi; Anadolu’nun bir sürü farklı insan kökeni ve yaşam biçimi barındırmasıdır. Tabii ki birçok etkileşim de var. Arap, Ermeni, Süryani, Kürt, Laz, Çerkez, Yunanlı, İtalyan ve farklı Balkan esintileri görülmesi bu çeşitliliğe lezzet katıyor. Türk müziğine ilgimin sebebini bulmak gerçekten zor. İlk olarak ritimlerine vuruldum ve hoş melodilerine, çünkü sözlerini anlayamıyordum. Ses tınılarındaki tutkuyu seviyorum. Fakat bunlardan daha fazlası var. Sözlerim kifayetsiz kalıyor. Albümlerinizde birçok anonim parçayı öyle güzel seslendirmişsiniz ki. O duyguyu, içtenliği hissetmemek elde değil. Türkçeyi nasıl ve ne zaman öğrendiniz? Estağfurullah, beni Türkçe yazamadığım için affetmek zorundasınız; fazla alıştırma yapamıyorum. Toronto Üniversitesinde Türkçe öğrenmeye başladım. Bana cümle kuruluşları ve gramer bilgisi öğretildi. Fakat insanların söylediği kelimeleri anlayamıyordum. İstanbul’da 1985’ten 96’ya kadar bir zaman geçirdim. “Melodinin küçük dönüşleri vardır, tıpkı şelalerin göllere dökülmesi gibi” 94 “Güzel müziğin kısıtlaması yoktur!” müzün ve ne hissettiğimizin çok az akışı değişir. “Mutlu” bir şarkı hüzünlü bir şarkı olabilir ya da tam tersi. Ailenizin, Türk dinleyicilerinizin türkü seslendirmenize tepkileri neler? Ailem kabul etti. Bence gerçek bir kariyer bulmamı dilerlerdi; fakat projelerimi destekliyorlar. Dürüst olmam gerekirse, Türk dinleyicilerin benim yıllarca yaptığım işe nasıl tepki vereceklerini bilmiyordum; ta ki senin gibi genç insanların kendi müziklerini sevmeleri ve anlamalarını sağlamamı yardım etmelerini istemelerine dek. Ayrıca, birçok kişiyle bağlantı kurdum. Bu insanların çoğu müziğimin atalarını anımsattığını söylüyorlardı ve bunları söyleyenler sadece genç veya yaşlı değillerdi tüm yaş grupları müziğimi dinlemekten zevk alıyordu. Dünya çeşitliliğinden dolayı ilginç, yoksa hepimizin aynı şeyi dinlediğinden dolayı değil. Bu yıllar birçok arkadaşım oldu ve Türkçe de günlük hayatta başarılı olmamı sağladı. Sayın Samet Turanla çalıştığım için şanslıyım. Bana haftalık dersler verdi ve gerçekten öğrenmem için cesaretlendirdi. Ona minnettarım, gerçekten değerli bir hoca. Sesinizin başka türlü bir dokunulmazlığı var. Kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğimiz bütün duygular, şarkılarınızda eşsiz melodilere dönüştürülmüş. Kim bilir ne ince ayrıntıları vardır o melodilerin? Tekrar iltifatlarınız için teşekkür ederim. Bence bir melodinin küçük geri dönüşleri vardır, tıpkı şelalelerin göllere dökülmesi gibi, her zaman aynı yöne doğru akarlar; fakat bazı engellerle karşılaşılabilir. Bu Türk müziğinin neden seyirleri olduğunu göstermektedir. Evet bunlar; yollar, patikalar bu yolda fark edeceğimiz. Her zaman aynı yolu kat etsek bile, yeni bir şey fark ederiz. Ne hissedersek hissedelim, mutluluk, acı, başarı, kaybettiklerimiz. Bunların hepsi bir şarkıyla meydana çıkar. Ne gördüğü- İlk albümünüz, Selim Sesler ile ortak çalışmanız olan Karşılama (1998), ardından Ayde Mori (2001), Kulak Misafiri (2009) adlı ilk solo albümünüz. Peki önümüzdeki günlerdeki projelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Yapmak istediğim birçok şey var! Güzel müziğin kısıtlaması yoktur! Fakat şu günler de finansal olarak baktığınızda albüm yapmak çok zor. Son on yılda kayıt yapmak için temel olan kesintiler bile giderek pahalılaşıyor ve zorlaşıyor. Bu durum müzisyenleri, kayıt markalarını, dağıtımcıları, bestekarları, grafik tasarımcılarını hepimizi etkiliyor. Balkan Türk müzikleri diye bir albüm yapmak istiyorum. Şuan çok iyi insanlarla çalışıyorum ve Yunan, Türk, Yerli Amerikalılarla karışık şarkılar barındıran elektronik bir albüm projem var. İskoçya’ya gidip kendi atalarıma ait müzik türlerini öğrenmek istiyorum. Daha çok şarkı yazmak istiyorum. 95 müzik “Bakıyorum da hangi şarkı çalsa insanlar oynuyor... Size ‘’Beyefendi Sanatçı’’ diye hitap edilmesinin sebebi sizce ne olabilir? Belki de bunun sebebi alışageldiğimiz sanatçılardan olmayışımdır. Çünkü sanatçı dediğimiz zaman farklı bir algı oluşuyor akıllarda. Benim hiçbir zaman sansasyonel bir hayatım olmadı. Ayrıca ben sahnede bile radyo müziği yapar gibi müzik yapan ender kişilerdenim diyebilirim. Benim çalıştığım yerlerde insanların oynaması yasaktı. Sadece Türk Sanat Müziği dinlemek için gelirlerdi. Ama şimdi bakıyorum da hangi şarkı çalsa insanlar oynuyor... Sanırım tüm bu nedenler özellikle de TRT Sanatçısı olmam en önemli etken. Çünkü bize TRT dışından çok popüler isimler de saygı duyardı. “Emel Sayın, Bülent Ersoy, Müzeyyen Senar, Sevim Tuna, Behiye Aksoy gibi aklınıza gelebilecek bütün ünlü isimlerle sahne aldım.” SÖYLEŞİ ECEM ŞENTÜRK FOTOĞRAF GALİP SOKULLU ARŞİV Galip Sokullu İSTANBUL Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu mezunu… GAZETECİ… TRT ve SAHNE Sanatçısı… BESTEKAR… TSM İcracısı… TELEVİZYON Program Sunucusu… 96 Gazetecilik eğitimi almış olmanıza rağmen musikiye yöneldiniz. Bu kararı almanızdaki etken neydi? Aslında okulu bitirdikten sonra bir müddet gazetecilik yaptım. Milliyet Gazetesi’nde başladım, sonra Yeni İstanbul Gazetesi’ne geçtim. Orada Spor Muhabirliği yaparak kıyısından da olsa bir giriş yapmış oldum mesleğe. Gazetenin çok iyi bir kadrosu vardı. Özellikle Halit Kıvanç çok yardımcı olmuştu bana o dönemde. Görevime devam ederken askerlik sıram geldi ve Bayburt’a gittim. Televizyon falan olmadığı için boş vakitlerimizde bol bol radyo dinlerdik. Bir gün yine oturmuş radyo dinliyordum. ‘’TRT’ye eleman alınacaktır’’ diye bir anons duydum. İmtihan varmış. Aslında ben o anda pek ilgilenmemiştim anonsla ama komutanlarım çok istedi sınava girmemi. Çünkü biz hafta sonları subaylar ile bir araya gelerek eğlence düzenlerdik kendi aramızda. Ben de o gecelerde şarkı söylerdim, başıma bunların geleceğini tahmin bile edemezdim tabi... Komutan sesimden çok etkilenmiş olacak ki ‘’Sen mutlaka o sınava girmelisin’’ dedi. Ben de Bayburt’tan İstanbul’a geri döndüm sınav için. Hatta sınav iki aşamalıydı, bir bölümü de Ankara’da yapılmıştı. Fakat ben sınavı Türk Müziği sınavı zannediyordum, Çoksesli Müzik Sınavı imiş. Yine de kazandım. Bize çok iyi bir eğitim verildi Batı Müziği üzerine. Hocalarımız da çok güçlü isimlerdi. Alman bir şefimiz vardı, onun dışında Muammer Sun, Hikmet Şimşek gibi çok önemli isimlerden 3 seneye yakın ders aldık koro olarak. Bir süre sonra ‘’aklı başına sonradan gelenler’’ olarak birkaç arkadaşımla Türk Sanat Müziği’ne geçiş yaptık, bir sınava girerek. Böylece Türk Sanat Müziği ile tanışma sürecim başlamış oldu. Sınavdan sonra TRT İstanbul Radyosu’nun kadrosuna dahil oldum, Türk Sanat Müziği ses sanatçılığına başladım. O sırada Türk Müziği Devlet Konservatuvar’ı açıldı, orayı da bitirdim. Yıllar içinde de çeşitli yerlerde sahne almaya devam ettim. Birlikte şarkı okumadığım isim kalmadı diyebilirim İstanbul’da. Emel Sayın, Bülent Ersoy, Müzeyyen Senar, Sevim Tuna, Behiye Aksoy gibi aklınıza gelebilecek bütün ünlü isimlerle sahne aldım. Ancak son dönemlerde gazinoculuğun bitmesiyle birlikte küçük yerler açıldı. Oraların solisti de ben oldum. Tek başıma şarkılar okumaya başladım. Girdiğiniz ilk sınavın Türk Müziği Sınavı olmasını beklerken, Çoksesli Müzik Sınavı olduğunu öğrenince ne hissettiniz? O durum fıkra gibiydi diyebilirim. Kapıda beklerken kulağımız hep içeride, olup bitenleri dinliyoruz. Aryalar okuyorlar, Batı’nın en koyu eserleri seslendiriliyor. Onları duyunca ben vazgeçtim, gidiyorum dedim kendi kendime. Tam kapıdan çıkacakken bir Türkü sesi duydum ve geri döndüm. O gün yaklaşık 150 kişi falan vardı sınava giren, inanmayacaksınız ama o kadar kişi arasından 2 kişi kazandık: Türkü okuyan ve ben. Türkü okuyan da Tuğrul Şan idi. Şu anda da TRT İstanbul Radyosu’nda çok önemli bir Türkücü Tuğrul Şan. Siz hangi eseri seslendirmiştiniz? Ben Karcığar Makamı’nda çok ağır bir eser okumuştum. Leon Hancıyan’ın güzel bir bestesiydi. Gerçekten çok ağır bir eserdi, sözlerinin bile anlaşılması çok zor bir eser: ‘’Bilmem ki sefa neş’e bu ömrün neresinde.’’ Şâd olsa gönül bâri biraz son nefesinde. Hâlâ elem-i yâre tahammül hevesinde, Şâd olsa gönül bâri biraz son nefesinde’’ diye devam eder sözleri… Soy isminizin Osmanlı Devleti sadrazamlarından Sokullu Mehmet Paşa İle bir ilgisi var mı? 97 “Ud ve piyano çalıyorum” Evet var. Ben Sokullu Mehmet Paşa’nın Kimine Göre 16. kimine göre 17. - 18. kuşaktan torunuyum. Zaten fiziksel olarak da benzeriz birbirimize. Tarihle bu derece iç içe bir aileden gelmiş biri olarak, o dönemlere ait bir şeyler var mı elinizde? Bizim Üsküdar’da bir köşkümüz vardı bir zamanlar. Orada bir sürü tarihi kalıntılar, dokümanlar vardı. Kılıç bile vardı. Amcamlarla ve halamlarla birlikte o köşkte otururduk. Ama bir gün köşkte yangın çıktı ve o yangın sonucunda hiçbir şey kalmadı elimizde. “Bize TRT’de yalnızca müzik öğretilmedi. Kibarlık, nezaket, saygı da öğretildi.” Bestesi ya da güftesi size ait olan eserleriniz var mı? Aslında var. İkisi de var. Ama bizim aldığımız terbiye gereği yok deriz. Çünkü bize verilen eğitime uygun şeyler değildi. Bu yüzden açıklamayı pek uygun görmüyorum. Özellikle bestelerini seslendirmekten hoşlandığınız bir isim ya da sesime ve tarzıma daha uygun dediğiniz bir makam var mı? En büyük idealim Neveser Kökdeş’in bütün eserlerini bir albümde toplayabilmek. İnanılmaz başarılı bir bestekardır kendisi. Eserleri tam olarak benim ruhuma hitap ediyor. Yalnızca benim de değil, birçok kişiden duydum bunu. Kendisiyle tanışma fırsatım olmadı ama tarzına hayranım diyebilirim. Hangi makamda olursa olsun eserlerini severek okumaya hazırım. Günümüz Türk Sanat Müziği hakkında ne düşünüyorsunuz ? Maalesef çok bozuldu diyebilirim. Bir bakıyorum televizyonda Türk Sanat 98 Müziği ile ilgili programlar var ama orada da herkes oynuyor. Sanatçı da oynuyor, dinleyenler de. Ancak şunu da söylemeliyim ki şu anki genç sanatçılar içinde bizden ve bizden önceki kuşaklardan daha iyi yetişmiş, çok yetenekli sanatçılar var. Ama reyting kaygısı her şeyi değiştirdi, bu da gençlerin yeteneklerini köreltti. Hareketler, danslar müziğin önüne geçiyor artık. TRT’de bile böyle. Bize TRT’de yalnızca müzik öğretilmedi. Kibarlık, nezaket, saygı da öğretildi. Şimdi böyle değil. Ben TRT’de solistken yanımdan bir kemancı geçtiği zaman önümü iliklerdim. Şimdi gitsem tabii ki yine saygı görürüm ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Ayrıca Trt’de Denetleme Kurulu, sanatçı jürileri vardı.Radyo içinde okunan bantlar yayına koyulmadan önce bir kurul tarafından dinlenirdi. Şimdi böyle bir şey yok, yeter ki okunan bir şeyler olsun diye bakılıyor… Dijital ortamın populer müziğe, yangınlaşması açısından katkı sağladığını görüyoruz, sizce bu durum Türk Sanat Müziği için de geçerli mi? Başlarda katkısı varmış gibi geliyordu ama son zamanlarda fikrim değişti. Kendimden örnek vereyim; bundan kısa bir süre önce Facebook listemdekiler bana ‘’Galip Bey neden bantlarınızı bizlerle paylaşmıyorsunuz’’ diye soruyorlardı. Ben de TRT’de 50 Yılın Sanatçılarına Saygı Gecesi’ne katıldım orada bize hatıra olarak eski bantlarımızdan 200 kadar şarkı hediye edildi. Sonra onları video haline getirip Facebook hesabımda paylaştım yoğun istek üzerine. Ama baktım ki benden şarkılarımı paylaşmamı isteyenler bile şarkılarımdan çok fotoğraflarımla ilgileniyorlar. Çok emek verip söylediğim şarkıların yerine bir heykelin yanına oturup çektirdiğim fotoğrafa gelen fazla beğeni sayısı fikrimi değiştirmeme yetti. Bunu gençler için de söylemiyorum üstelik. Hatta gençlerin ilgisi bizim yaşımızdakilerden bile fazla diyebilirim. Günümüzde eski şarkılara yapılan coverlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Güzel bir şey tabi. Başarılı da oluyorlar genelde. En azından eski şarkılar hakkında bir fikir vermiş oluyor gençlere. Yeni halini duyduklarında orjinal haline olan ilgilileri de artıyor. Bu şekilde şarkılar yok olup gitmek yerine yeniden populer hale gelebiliyor. Son zamanlarda giderek yaygınlaşan müzik yarışmalarının Türk Sanat Müziği’ne katkısı olduğunu düşünüyor musunuz? Evet düşünüyorum. Ama gençlerden çok jüriye katkısı olduğunu düşünüyorum. Bölüm başına aldıkları para tahmin bile edemeyeceğiniz kadar çok. Katılan gençler çok yetenekli ama sırf reyting kaygısıyla seslerine, tarzlarına uymayan şarkıları veriyorlar. Doğru bir şekilde yönlendirilmiyorlar yani. Bu da gelişmelerine engel oluyor. Ancak o kadar yetenekliler ki onları bile başarabiliyorlar. Üstelik bu yeteneklerinin müzikle sınırlı olduğunu söyleyemeyeceğim. Her alanda başarılı buluyorum ben gençleri. Futbolda da, sanatta da, enstrüman çalma konusunda da her konuda her biri ayrı bir cevher. -Enstrüman çalıyor musunuz? Evet, ud ve piyano çalıyorum. İkisi de bana ayrı zevk verir ama şu aralar pek çalamıyorum. Aklıma estikçe udumu indirip çalarım arada bir. Konservatuvarda zorunlu ud eğitimi vardı, orada öğrenmiştim biraz ama çok kapsamlı bir eğitim değildi. Meslek olarak seçenler Enstrüman Bölümü’nde geniş kapsamlı ud ders alırdı. Ben Şan Bölümü’ndeydim. Başarılı musiki hayatınızın yanında bir dönem de Televizyonda Eski Dostlar Programı’nın sunuculuğunu ve yapımcılığını üstlendiniz. Bu deneyiminizden bahseder misiniz? Beni bu iş için çağırmalarına hayret etmiştim açıkçası.Ben ses sanatçısıyım, programdan, sunuculuktan ne anlarım. Bana dediler ki: ‘’Program 1 saat sürecek. Eski değerli ses sanatçılarını konuk edeceksiniz.’’Programın ismini de benden bulmamı istediler, formata uygun olabilecek birkaç seçenek sundum, sonunda bu ismi uygun gördüler. Ama çok zor bir işti. Her Pazar canlı yayınlanırdı. Kesinlikle bant kaydı olmazdı. İstek de almazdık. Bir buçuk sene devam etti. O dönemler Tv8’in yayına yeni başladığı dönemlerdi. Her evde olmazdı o yüzden. Bu nedenle fazla kişiye duyuramadık ama izleyenler hala anlatırlar. 1 buçuk senenin sonunda Tv8’in formatını değiştirmeye karar verdiler, o yüzden program da sona erdi. Bana daha sonra başka bir kanaldan sunuculuk teklifi geldi. Oradaki program da her gün, günde 4 saat canlı olarak yayınlanıyordu. İnsanlar arayıp istekte de bulunabiliyorlardı. Bu durum çok hoşuma gidiyordu benim.Program çok aktif, izleyicilerimizle iletişim halinde sürüyordu.O dönemler o kanalın en çok izlendiği dönemlerdi, bu da benim daha fazla kişi tarafından tanınmamı sağladı. İzleyici kitlem daha da genişledi. Şimdi de bana bir sunuculuk teklifi gelse, özellikle yine böyle istek alabileceğim bir şey olursa seve seve kabul ederim. Bilmediğim eserleri bile okurum, gerekirse kendim bestelerimi. O kadar sevdim bu işi. Şimdi teknoloji de o zamana göre kat kat ileride. Ben gazinoda bile istek geldiğinde bilmediğim bir eser olsa dahi sahnedeki bilgisayardan eseri bulup notalarına göre seslendirebiliyorum. 99 spor “ Güzellik, görsellik televizyon için çok önemlidir; fakat yeterli değildir. Bilgi birikimi, istekli olmak, teknik bilmek, adanmışlık bu işler için çok önemlidir.” “Ne istediklerini bilerek çalışsınlar. Türkiye’de şu anda da devam ediyor. Gencim, güzelim, spor spikeri olayım mantığı var. Bu doğru bir şey değil. İçerik çok önemli. Bir insanın neden spor spikeri olmak istediğini bilmesi lazım.” ) FUAT AKDAG SÖYLEŞİ MELİKE SARAÇAYDIN 100 FOTOĞRAF MELİKE SARAÇAYDIN, FUAT AKDAĞ ARŞİV 101 “Medyayla üniversiteler arasındaki ilişkilerin zayıf olduğunu düşünüyorum.” 102 “İletişim Fakülteleri’nde şuan da imkanlar çok iyi. Eskiden okullarda teknik problemler vardı. TV yayıncılığında, cihaz kullanımı ve cihazı tanımak çok önemlidir. Bizim hayatımız kamerayla, reji masasıyla, ışıkla, mikrofonla, televizyonla vs. ile geçer. Dolayısıyla bu tür problemler vardı. Şu an bu anlamda okullarda olanaklar çok yeterli. Bende basın yayın okulu öğrencisi olarak, bunları çok yakından biliyorum. İçerik olarak da teknik olarak da her şey çok iyi. Ama ben bugüne kadar çok önemli bir eksik görüyordum. Medyayla üniversiteler arasındaki ilişkilerin zayıf olduğunu düşünüyordum. Hem medyanın hem televizyon ve gazetenin; hem de medya okullarının birbirlerinden öğrenebileceği, birbirlerine katkıda bulanabileceği durumlar olabilir. Bu birlikteliğin sürekli sağlanması lazım. Her iki tarafa da büyük katkı sağlanmış olacaktır. Ama artık yavaş yavaş bu tür organizasyonları görüyorum.” Fuat Akdağ, mesleğe 1986 yılında stajyer muhabir olarak, TRT’de başlamış. Bunu özel kanallar izlemiş; ATV, STAR ve bugün görev yaptığı NTV. NTV Sporda yöneticilik bayrağını mesleğin duayenlerinden, Kenan Onuk’tan devralır: “TRT Televizyonculuk Yayıncılığı konusunda çok büyük bir okuldur. TRT’de geçirdiğim zamanlarda da Kenan Onuk benim spor müdürümdü. Ama o Ankara’daydı, ben İstanbul’daydım. Ona bağlı olarak çalışıyordum. Onunla çok iyi işler yaptık. Onun beğendiği, gözde muhabirlerinden biriydim. Bu benim için her zaman çok gurur verici olmuştur. TRT’den emekli olup ayrıldı ve sonra ATV ye geçti. Beni de çağırdı. Orada da birlikte çalıştık. Ondan öğrendiğin en temel şey, spor yayıncılığının nasıl bir şey olması gerektiğiydi. Ondan öğrendiğim bu bilgi ve felsefeyle bir çok işler yaptım ve yapıyorum.” “TRT televizyonculuk yayıncılığı konusunda çok büyük bir okuldur” 103 “Dijital Gazete Projemiz Var.” ‘’Türkiye’de sporun hak ettiği değeri gördüğünü düşünmüyorum. Türkiye’de taraftarlık daha çok seviliyor.’’ Fuat Akdağ’ın sporcu kimliği, sadece NTV Spor Genel Yayın Yönetmenliği’nden beslenmiyor. “Beceriksiz girişimler” sözleriyle alçak gönüllülük sergilese de sağlam bir spor ve sporcu geçmişi var : “Tüm hayatım boyunca sporla ilgilenmişimdir. Atletizmle ilgilendim, judoyla ilgilendim, futbolla ilgilendim, basketbolla ilgilendim. Spor her zaman hayatımda olmuştur benim.” Gelelim, Fuat Akdağ gibi göz önünde bulunanlarla ilgili en merak edilen soruya: Hangi takımı tutuyorsunuz? “Tutmuyorum. Hakikaten tutmuyorum. Takım tutmayı geçmişteki maç104 larda şahit olduğum bir takım olaylara kızgınlığımdan dolayı bıraktım. Bu durum soruyu soranlar için inandırıcı olmasa da gerçekten takım tutmuyorum. Zaten işimi doğru yapmam için de takım tutmamam gerekir. Açıkçası, bu kararı verdikten sonra birkaç ay kabullenemedim. İçten içe kazandığında sevindim; kaybettiğinde üzüldüm. Fakat işin içinde olduktan ve bazı şeyleri fark ettikten sonra, kararımın ne kadar doğru olduğunu anlayıp durumu kabullenmeye başladım. Evet şuan herhangi bir futbol takımı taraftarı değilim.” Fuat Akdağ’ın Türk spor izleyicisinin profili konusundaki düşünceleri de deyim yerindeyse yakınmalarla dolu: “ Türkiye’de spor izleyici kitlesi çok fazla yok. Türkiye’de sporun hak ettiği değeri gördüğünü düşünmüyorum. Futbol için de geçerli. Türkiye’de taraftarlık daha çok seviliyor. Mesela futbol sevmem; ama X takımını tutuyorum deniliyor. Fanatizm iyi bir şey değildir; ama sporun kendisi çok eğlencelidir. Bu kadar büyük sponsorlukların olması, büyük bütçelerin ayrılmasının sebebi sporun çok eğlenceli bir şey olmasındandır. Ama Türkiye’de genç bir kitle bunun maalesef farkında değil. Ama yavaş yavaş bunun farkına varıyoruz. Gerçek spor izleyicileri sporu seviyorlar, sporu izlemeyi seviyorlar ve bilgiye ihtiyaç duyuyorlar. Biz de onların bu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz.” NTV Spor Genel Yayın Yönetmeni Fuat Akdağ’ın sporseverlere İTALİK aracılığıyla, bir de müjdesi ve NTV Spor’un geleceğiyle ilgili söyleyecekleri var: “NTV Spor, artık izleyicisi değil de taraftarı olan bir marka oldu. NTV Spor markasının sadık bir taraftarı var. Biz bu markayı dijital alanlara taşımayı düşünüyoruz. Dijital gazete projemiz var. Önümüzdeki dönem onu hayata geçirmeye çalışıyoruz. Herşeyimiz tamam. Çok yakında hayata geçecektir. Anlık gazete. Yazılımı olan her ekranda karşımıza çıkacak, insanların spor haber ihtiyacını her an karşılayabileceği bir anlık gazete olacaktır. Televizyon yayınlarımız aynı çizgide devam edecek. Yeni programlar üretebiliriz. Ama çizgimizde bir değişiklik olmayacaktır. Sporun bir eğlence olduğunu düşünüyoruz. Kendisinin dışında başka eğlencelik alanlar yaratıp farklı programlar yaratmayı hiç düşünmedik. Yüzde Yüz Programı, bu durumun ilk öğreneğidir. Zaten adı üstünde. Bu program tamamen futbol konuşulan saha dışındaki konulara değinmeyen bir programdır. Bunun mükafatı da izlenme oranlarımızın yüksek oluşudur. Zaman zaman izleyici günleri organize edip, onlarla buluşup, fikir alışverişi yapıyoruz.” 105 iş i m i leti f iş ş i m i ş i m f oto ğ r a im radyo iş m i ş i n im f yo z i oto v ğr et le fot m o rek l l e t m i ar f iş lam i şim i ileti a f i şim t ele v i z yo n iş sinem a işim lam iş im ş i on f iş ğra oto ma ai ş i m r sin e im yo d ra v i zy on iş s iş i oğr af ilet i işim i şim şi m r a d y o işi m f otoğraf i m s inem a şi m et r e k l a m i ş i m il zi yo n televizyon işim radyo m i ş i f dyo i ra işim ğ o t şim o f f foto şim i m ğra i ş i t f iş ile toğraf işim fotoğraf im m i ş i t e işim il sine işim m i ş i ma m tele a l k e işi m r e k vizy on i şim rady o işi m e n m fot i oğ r a f işi m s i i ş ş i i t işim rekla le ğraf i m işim tele m foto i i ş iletiş i v a i zy m im i im n e ş i n i ş i i m s şim ra d y o m i foto iş f a r ğ er kl r a dyo işim fotoğ im ş i a m e in s m i ş af i r ğ o e v i z y o n işi m t fo m işi am tel ev f ğra foto inema işi m rek im ady iş şim r on i vizy tele m işim iletişim i ş işim i m ş f i rekla m af m i ş i ş oğr im ma i f o sine to ğ r a m işim işi m f i ş i m t af t e l e vizyon e l e vi z y o iz y o n telev i ş im raf işim r a d işim işim fotoğ yo i im fotoğraf ş i i m ş i f m o t radyo iş oğ şim s i n m r e i a m t f a i i ş m fo ş i m im r e işim kla m i ş i m r e klam işi işim iletişim m i ş i m te l e iş i le am m f i t o m i t ş o im ğ işi m fotoğraf işi r im ş i f a r ğ oto eklam işim iletiş r m i ş i im iş a is nem im işim iletişim İLETİŞİM FAKÜLTESİ YIL SONU ÖĞRENCİ SERGİSİ 24 KASIM 2014 SÜTLÜCE KAMPÜSÜ Proje Sorumlusu Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ Araş. Gör. Nihal KOCABAY Uzm. İhsan EKEN Uzm. Yard. Merve YAZICI Katkıda Bulunan Öğretim Üyeleri Prof.Dr. Ö. Cüneyt BİNATLI Yrd. Doç. Dr.Engin ÇAĞLAK Yrd. Doç. Dr. Ebru İSMAYILOV Yrd. Doç. Dr. Timur SOYSAL Yrd. Doç. Dr. Bülent ERUTKU Yrd. Doç. Dr. Birnur ÇUTSAY Öğr. Gör. Erhan SEVENLER Proje Ekibi Onur YÜKSEL Emre TOPÇU Seda ŞAKİROĞLU Nuray GÖNÜLŞEN 107 işim fo ra im 108
© Copyright 2024 Paperzz