Fatma Ergüzeloğlu: Yalçın bey merhaba, bu kitap bir nevi biyografi

Samsun’da bir Don Kişot: Yalçın Engiz
“Neşe
ve
keder
insanın
gözbebeğindedir. Nasıl bakarsan
öyle görürsün”
Miguel de Cervantes
Başlarken…
İnsan ömründe her şey su gibi akıp gidiyor fakat gündelik hayatın
kendi içindeki ritmi, siz farkında olmadan sonsuza dek ses veriyor.
Geçmişe dönüp baktığımda kalıcı olduğunu hissettiğim her şeyin ve
herkesin bir gün gelip nihayete erdiğini güç de olsa anladım, kabul
ettim. Fakat insan nefes alıp verdiği müddetçe yanı başında varlığını
hissettiren ve hiç yılmadan sizi devamlı dürten bir enerjinin hayatımın
her döneminde farklı çehrelere bürünerek beni çimdiklediğini, çoğu
zaman ittiğini ve adeta koşmaya zorladığını bugün tüm berraklığıyla
görebiliyorum. Sözünü ettiğim o enerjinin bugünlerde bana gösterdiği
çehresi, içimi her daim heyecanla dolduran organik tarım uğraşı.
Nasıl başladığımı ve geldiğimiz aşamayı birazdan okuyacaksınız
elbette. Hani, herkesin hayatının bazı dayanak noktaları vardır; eş,
çocuklar, aile, iş hayatı, arkadaşlar çoğu insan için hayatın başlıca
tutunulan dallarıdır. Yakınlarımın alınganlık göstermesini arzu etmem
ama yukarda bahsini ettiğim, hayatın insanı iten ve tüm şiddetini
içimde hissettiren o enerjisi benim en başta gelen ve hayata
tutunmamı sağlayan dayanak noktam…
Aslında “off the record” olarak kayıtlara geçmesini istediğim bu
hususu kitabımın daha başlarında ifade etmem kendime yaptığım
küçük bir jest olarak kabul edilmeli. Ne de olsa hafızamda yer eden
olayları ve kişileri, hayatımın mihenk taşlarını, koskoca bir geçmişi
hatırladığım kadarıyla ifade edebilmeye cesaret ettim.
İyi ki de etmişiz ama, mutlu oldum…
ORGANİK TARIM
“Eğitilmişlerin Umutları
Hiçbir Şey Öğrenmeyenlerin Zenginliğinden
Daha Güçlüdür”
Demokritos
Benim askerlerimi aç bırakacaksınız!
Bugünlerde vaktimin çoğunu alan organik tarım, hepimiz için doğaya
saygılı olmanın ön şartı olarak kabul edilmelidir. Konuya ilişkin
öncelikle kısa bilgi vermeyi arzu ederim: Organik tarımın temelleri
Avrupa’da atıldı. Endüstri Devriminden sonra gübre fiyatlarındaki
ucuzlama nedeniyle artan gübre kullanımı sonucu topraklar bir nevi
betonlaşarak verimini kaybetti. Toprak içindeki mikroorganizmalar
bolca kullanılan gübreler tarafından öldürüldü. Çevre tahrip edilirken
ekolojik denge bozuldu ve akabinde de çiftçiler tarafından şikayet
konusu oldu.
Endüstri devrimi birçok ilaçların icat edilmesini olanaklı kıldı ve bu
ilaçlar sıklıkla da tarımda kullanılır oldu. Birçok ziraat mühendisinin
ortak yargısı; kullanılan birçok ilacın bitkiler üzerinde kalıntı bıraktığı
ve bu kalıntıların direkt tüketim veya hayvansal besinler yoluyla
insanlara geçtiği yolundaydı. Organik tarımın ilk filizleri Almanya’da
yeşerdi. Bunun sonucunda 1920’li yıllarda Almanya’da Dr. Rudolf
Steiner, 1930’lu yıllarda da İsviçre’de Dr. Müller çiftçilere bazı
formüller verdi, özellikle kimyasal gübre yerine hayvansal gübre
kullanmaları konusunda telkinlerde bulundu. Antroposof yani insan
bilimleri filozofu
Dr. Rudolf Steiner 1922 yılında ilk aşıyı yaptı. Dr. Steiner toprak-bitkihayvan ve insan arasındaki yaşam süreçlerinin birbirini etkilediğini
gözlemledi. Dr. Steiner Alman çiftçilerinin şikayetlerini dinlemiş,
onlara çözüm yolları önermiştir. Bu önerileri organik tarımın ilk
kurallarını oluşturdu. 1924 yılından itibaren tarım kursları tertipledi.
Biyolojik-dinamik tarım metodlarını 1929 yılında kamuoyuna açıkladı.
Dr. Steiner sentetik azot bileşiklerini, kolay çözülen fosfatları, klor
içerikli sodyum tuzlarını yasakladı. Gübrelemenin esaslarını belirledi.
Sığır gübresini, bitki atıklarından yapılan kompostu; kemik, boynuz,
kanat ve kan unundan oluşan organik gübreyi, baklagillerle yeşil
gübrelemeyi, ekim nöbetine sıkça baklagil koymayı çiftçilere tavsiye
etti. Baklagillerin biyolojik azot toplayıcısı olduğunu, havadaki azotu
emerek
köklerinde
biriktirdiğini,
mikrobiyolojik
organizmaların
toprağın yapısını mükemmelleştirdiğini insanlar ilk kez Dr. Steiner’den
işitti. Bu bilgilerin doğruluğu hala geçerli.
Dr. Steinerin izleyicileri
Biyolojik-Dinamik ( Biodinamik )Tarım
Ekolünü kurdular. Bugünkü DEMETER ve RAPUNZEL firmaları bu
ekolün temsilcileridir. Dr. Müller 1930 yılında İsviçre’de Çiftçi
Memleket Hareketi adında bir tarımsal organizasyon kurdu. Dr.
Steiner’in organik tarım kurallarını kozmos etkilerini dışlayarak
benimsedi. Dr. Müller, oluşturduğu sistemin hedeflerini şöyle
açıklamıştır:

Üretim masraflarını azaltmak

Ürün kalitesini artırarak satışı garantilemek

Küçük çiftçileri krizlerden etkilenmeyecek hale getirmek
Dr. Müller’in kuralları,
kozmik etkiler ve preparatlar hariç Dr.
Steiner’in öğretilerine çok yakındır. Dr. Müller’in kuralları:

Toprağın yufka sürülüp, iyi havalandırılması

Humus fermentinin kullanılması

Baklagillerin ekim nöbetine sıkça alınması

Enerji tasarrufu sağlanması

Girdilerin işletme içinden sağlanması

Azotun yalnız organik formda kullanılması

Toprak yapısını iyileştirmek için kireç, kaya unu, torf gibi
iyileştiricilerin düşünülmesi

Bitki hastalıklarına karşı S (Kükürt) ve Cu (Bakır) bileşiklerinin
kullanılması

Bitki zararlarına karşı ısırgan otu, arap sabunu, zararlılara ve
hastalıklara karşı bitkilere direnç sağlayan silisyumlu kaya tozu
kullanılması
Dr. Müller’in öğretileri sonucunda Organik-Biyolojik Tarım Ekolü
oluştu. Günümüzde bu ekolün temsilcileri Almanya’da Naturland,
İsviçrede Bioswiss’tir. Ancak 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesiyle
organik tarım “Benim askerlerimi aç bırakacaksınız” gerekçesi ile
tamamen yasaklandı. Bu yasak, II. Dünya Savaşının bitimiyle sona erdi.
Bunun akabinde iki ekol oluştu İlki, Dr. Steiner ekolü, ikincisi ise Dr.
Müller ekolü. Bunların ikisi de çevreci ve kimyasallara karşı bir ekoldü
ve günümüze kadar devam etti.
Organik tarımın kendisinden önce kitabı geldi
1986 yılında Ege bölgesindeki incirler üzerinde yapılan bir çalışma
sonucunda Ege Üniversitesi’nde bir çalışma başlatıldı. Prof. Dr. Uygun
Aksoy ve onun yardımcısı Doç. Dr. Ahmet Altındişli tarafından
gerçekleştirilen akademik çalışma sonucunda Türkiye organik tarımla
tanıştı. Prof. Dr. Uygun Aksoy hanımefendinin yazdığı kitaptan ben
dahil herkes organik tarımın ne olduğunu öğrendi.
Prof. Dr. Uygun Aksoy’un ifadeleriyle, “Organik tarım, sadece üretim
şekli olarak algılanmayıp, her toplumda geniş tabanda yaşam felsefesi
haline getirilirse, gelecek kuşaklara daha temiz ve sürdürülebilir bir
dünya bırakmak mümkün olacaktır.” Organik üretimin dayanağı olan
organik tarım, kullandığımız toprağın sağlıklı kalması gerçeğinden
hareket eder. Toprağın sentetik kimyasallarla yıpratılmasını önler.
Solucanlarıyla, böcekleriyle, kuşlarıyla birlikte olmayı sever. Organik
tarım biyolojik faaliyetleri öne çıkaran bir yöntemdir.
Organik tarım, doğal ve toplumsal dengeleri gözeten, çevreci bir tarım
sistemidir. Organik tarımda, sentetik kimyasal zirai mücadele ilaçları
ve sentetik kimyasal gübreler kullanılmaz. Üretimde dönüşümlü ekim
nöbeti (rotasyon ) uygulanır. Organik ve yeşil gübreleme yapılır.
Üretimin her aşaması uluslararası denetleme kuruluşları tarafından
kontrol edilir ve ürünlere organik ürün sertifikası verilir.
Organik tarım Türkiye’de başlamadan önce oğlum bana Almanya’dan
bir kitap göndermişti, kitabı okuduktan sonra bir köşeye atmıştım,
kitap da Dr. Steiner’in kitabıydı. Organik tarım konusunda atılımlar
başladığı zaman, o kitabı anımsadım ve onu evdeki kitaplıktan bularak
tekrar okudum. Bu kitabı incelerken de hocaların dikkatinden kaçan,
ülkemizde uygulanan organik tarımla ilgili yanlışlıkları buldum.
2004 yılında Almanya’ya, Organik Tarım Fuarı’na gittim, oradan birçok
doküman edindim ve uluslararası organik tarımcılarla görüştüm. 2006
yılında Organik Tarım Derneğini kurduk 2007 yılında tekrar
Almanya’ya gittim, bu kez Organik Tarım Vakfı yetkilileriyle tanıştım
ve tabi dergilerine de abone oldum. Emekli olduktan sonra başladığım
Tarım Danışmanlığı çalışmalarımı Organik Tarım Danışmanlığına
dönüştürdüm. Burada şunu da vurgulamam gerekir ki; organik tarım
uygulamalarında çiftçinin organik tarıma dönüşüm konusunda
danışmanlık hizmeti almasında fayda vardır. Danışman çiftçiyi organik
tarıma ısındırır. Dönüşüm planlamasını hazırlar. Çiftçiye kaliteli üretim
teknikleri ve pazarlama konusunda yardımcı olur. Almanya’da olduğu
gibi, Türkiye’de de Organik Tarım Dönüşüm Danışmanları yetiştirilmeli
ve iş bulmalarına olanak sağlanmalıdır.
Üretici birlikleri ve tarımsal kooperatifler gibi üretici grupları kontrol
ve sertifikasyon firmaları ile üyelerinin tamamı için toptan fiyat
anlaşması yaparlarsa, fiyat aşağıya çekilecektir. Sözleşmeli tarım,
organik tarımın da önünü açacaktır Sözleşme, çiftçi ile üretici grubu
arasında imzalanacaktır. Örneğin bir üretici birliği üyeleriyle sözleşme
yaparak üyelerini tıbbi ve aromatik bitkiler üretmeye yönlendirir.
Üretici birliği bir kurutma ve paketleme ünitesi kurarak, üyelerinin
malını yurt dışına ihraç eder. Organik ürünlerin kitlesel üretimi ve
kitlesel pazarlanması gündeme gelebilecektir. Böylece organik ürün
üretim ve tüketim yüzde oranları, yüzde 1’lerden iki rakamlı yüzdelere
yükselebilir. Hem malını değerine satan çiftçi iyi kazanır, hem de işçi,
memur, emekli kesimi de organik ürün müşterisi olur. İhracat yoluyla
çiftçimizin malı dış pazarlarda müşteri bulur.
Organik tarımın altı oku
Tekrar ifade etmem gerekirse organik tarımın 6 ilkesi şunlardır:
1.Önce organik tarım felsefesini benimsemek (Organik tarım
sisteminde çitçi bilinçlidir, organik kültür felsefesini benimsemiştir.
“Benim için nasılsa, başkası için de aynısı” diye düşünür),
2.Genetiği değiştirilmemiş tohum, fidan ve damızlık ile işe başlamak
(Mikroorganizmalar dahil, bitkiler ve hayvanlar organik sistemde
stressiz yaşarlar. İnsan da sistemin ona sağladığı sağlıklı organik
gıdadan yararlanır. Bu yararlanma diğer üretim sistemlerindeki
sömürme ve açgözlülük yöntemiyle kıyaslanamaz),
3.Verimi artırmak uğruna toprağa sentetik kimyasal gübre atmamak,
4.Hastalık, böcek ve yabancı ot mücadelesinde sentetik kimyasal
ilaçları kullanmamak,
5.Üretimin her safhasının kayıtlarını tutmak,
6.Yetiştirilen ürünün organik olduğunu gösteren organik sertifikayı
almaya hak kazanmak.
Nerede o eski domatesler?
Konvansiyonel (endüstriyel) tarım ile organik tarım arasındaki farklara
bakacak olursak durumu daha net anlatabilirim sanırım:
Organik metodun ayrıcalığı vardır. Bu ayrıcalık organik sistemin işleyiş
süreciden
gelir.
Sistemdeki
ilaç
ve
gübre
yasağı,
bitkinin
beslenmesinde fark doğurur. Organik süreçte bitki doğal süresinde
yavaş bir tempoda büyür. Güneş enerjisinden doya doya yararlanır.
Böcek ve zararlılara karşı dayanıklıdır. Savunma sistemini harekete
geçirmiş, antioksidan yani savunma cephanesi üretmiştir. Gübre
kullanılmadığı için bitkinin yaprak ve meyvesinde nitrat birikmemiştir.
İnsan sağlığına zarar verecek kalıntı ve birikinti rizikosu söz konusu
değildir.
Domatese has mis gibi kokusu vardır: Aromalıdır. Hücreleri küçüktür:
Lezzetlidir, ağızda tat bırakır. Artı, besin değeri yüksektir. İz
elementlerce zengindir. Organik ürün, hasattan sonra, tahminlerin
aksine dayanıksız değildir. Bozulmaya, küflenmeye, çürümeye karşı
dayanıklıdır. Raf ömrü yeterlidir. Kaliteli bir üründür. Bilinçli
beslenmenin en mükemmel gıdasıdır.
Kovansiyonel olarak yetiştirilen bir bitkinin sistem içindeki büyüme
sürecini inceleyecek olursak, konvansiyonel-organik farkını gene
açıkça görürüz. Konvansiyonel tarım sisteminde kullanılan bol su ve
suda kolay eriyen sentetik gübreler bitkiye doping yaptırıyor. Bitki hızlı
büyüyor. Stres içindedir. Böcek ve zararlılara karşı korunma gücü
zayıftır. Çitçi bitkiyi kurtarmak için yoğun olarak zehirli ilaç kullanmak
zorunda kalır. Kullanılan ilaç bitkiyi baskı altına alır. Bitkinin kendini
kurtarmak için harekete geçirebileceği güvenlik sistemi tamamen
sekteye uğrar. Bitki kendini korumayı başaramaz. Üstelik bitkimizin
sırtına bir yığın ilaç kalıntısı yüklenmiştir. Diğer yandan bitki, hızlı
büyüme sürecinde suda çabuk eriyen sentetik gübreyi (nitratı) bol bol
emdiği halde, eseri elementleri topraktan çekememiştir. Hızlı
büyüdüğü için hücreleri aşırı büyümüştür. Yetiştirilen bitki domates
ise, bütün güzel görünümüne rağmen, domatesin hücreleri büyük
olduğundan
içinde
boşluklar
oluşmuştur.
Hücrelerinde
nitrat
birikmiştir. Domates odunsu bir yapıdadır. Domatese has kokusu
yoktur.
İştah açacak aroması yok, tadı yok, lezzeti yok. Tüketici “Aaah, nerede
kaldı o eski domatesler?” demektedir.
Hedefimiz her alanda Organik Kültür
Organik tarım konusunda “Bir Ekolojik Aktivite Olarak ORGANİK
KÜLTÜR“ isimli bir kitap hazırladım. Kitabımın başlıca amaçlarını şöyle
izah edeyim: Ekolojik dengeyi tehdit eden faktörlere tüketicinin
dikkatini çekmek, küresel çevre sorunlarından ve doğaya yapılan
saygısızlıklardan kurtulmanın yollarını belirlemek, temiz bir çevrede
yaşamak ve yeteri kadar güvenilir gıdaya ulaşmak için tüketicinin
bireysel ve örgütsel aktivitelerinin neler olabileceği konusunda fikir
üretmek, tüketicinin kendi ülkesindeki doğal güzelliklerden ve ekolojik
yaşam etkinliklerinden yararlanmasını özendirmek, tüketicinin bilinçli
beslenmesine yön verebilecek bilimsel metotlara değinmek, en iyi
beslenme aracının Organik Sertifikalı Gıda olduğunu vurgulamak,
organik tarım gerçeğini ve bunun ürünü olan organik gıda gerçeğini
kamuoyunun bilgisine sunmak.
Organik kültür felsefesine gönül veren her tüketici, yeryüzündeki
ekolojik dengenin ne kadar önemli olduğunu kavramalı, çevreye ve
doğaya duyarlı olmayı elden bırakmamalıdır. Tüketici, çevre ve tarım
konularında politika oluşturulmasında, uygulama ve denetiminde
etkin olmalıdır. Kitapta da belirttiğim gibi temel amacımız organik bir
kültür yaratmak. Mesela organik üretilen ürünlerin paketlemelerinin
de organik olması gerekiyor. Kısacası, tarımsal organik sanayinin
teşvik edilmesi gerekiyor. Üretim ve tüketim alışkanlıklarımız,
kültürümüz kısaca hayatımızın tüm örgüsü organik dokularla
oluşturulduğu takdirde hem zihinsel hem de bedensel olarak daha
sağlıklı varlıklar olarak hayatımızı yaşamamız olanaklı olacaktır. Bunu
keşfetmiş olmanın mutluluğu içindeyim epey zamandır… Tüketim
alışkanlıklarımızda ve bakış açımızda yaratılan bu devrim, yakınımda
olan sevdiğim insanların hayatında da yeni bir pencere açtı.
Organik kültür felsefesini benimsemiş AB vatandaşı “Organik ürüne
ödediğim fazla bedel doğayı korumaya gidiyor!” inancına sahip.
Avrupalı,
“Böylece
kendimin
ve
çoluk
çocuğumun
dengeli
beslenmesine katkı sağlamış oluyorum” diye düşünüyor. AB de siyasi
otoriteyi temsil eden kişiler organik kültürü içlerine sindirmiş bireyler
olarak, organik tarım gerçeğini ve bunun prodüksiyonu olan organik
sertifikalı ürün gerçeğini kabulleniyor ve uygulamalarıyla bunu bütün
kamuoyu önünde icra ediyorlar. Biz de organik ürün tüketerek,
organik üretimi destekleyelim. Ödeyeceğimiz fiyat farkının bize; temiz
çevre, temiz gıda, sağlıklı yaşam olarak geri dönüşünü gözlemleyelim.
Terörün gıda hali
Dünyada milyarlarca yıldır bir ekolojik denge var. Fakat biliyorsunuz ki
endüstri devrimi ile bu denge negatif yönde bozuldu. Tüketicinin
devreye girmesi ile tarımsal süreçte ciddi değişiklikler yaşandı ve
organik tarım ürünleri daha revaçta olmaya başladı. Organik tarımda
sertifika gündeme gelmektedir ve bu süreç, işi disiplinize etmektedir.
Organik tarım sürdürülebilir tarım sistemidir. Organik çiftçilik, içme
suyu havzalarını yapay gübre ve zehirli ilaçlarla kirletmez. Suları ve
toprağı kirlenmekten korur. Organik çiftçiler bilinçlidir. Besin değeri
yüksek besinler üretirler. Organik tarım insan ve çevre sağlığına zarar
vermeyen üretim teknikleri kullanmaktadır. Organik üretim devletin
sağlık ve çevre için yapması gereken masrafları da azaltmaktadır.
Ayrıca küçük çiftçileri toprağa bağlar, kırsal kalkınmayı sağlar. Köylerin
boşalmasını, şehirlerde varoşlar oluşmasını önler. Tarım politikaları
oluşturulurken organik tarım öncelikle desteklenmelidir.
Son yıllarda gıda terörü tüketicinin baş sorunu oldu. Sebze ve
meyvelerdeki ilaç kalıntısı ve nitrat birikintisi sorunları, işlenmiş
besinlerde kuralsızlığın ve açgözlülüğün getirdiği gıda terörü, gıdaya
duyulması gereken güveni sarstı. Tüketici artık “tüketirken tükenmek”
sorunuyla baş başa kaldık. Bilinçli tüketici temiz olmayan gıdalarla
oksitlenen vücudunu antioksidanlarla detokslama derdine düşmüştür.
Hangi gıda kontrol edilen bir sistem içinde üretilmiş ise, güvenilir ise,
tüketici o gıdayı arayıp bulmaktadır. Bilinçli tüketicinin sentetiklerden
uzaklaşarak; gıdadan kozmetiğe ve tekstile kadar organik ürünler
tüketme alışkanlığı kazanacağı ifade ediliyor. Böylece organik ürün
bilinirliği artacak, organik ürünlerle yaşamanın önemi anlaşılacak gibi
görünüyor.
Tüketiciye bu konuda en iyi yol gösterici organik kültür olabilir. Gıda
terörünü ana sorun olarak mercek altına alırken; gıda kıtlığı ve gıda
israfı gibi küresel sorunlara da ilgisiz kalamayız. Beslenmedeki
alışkanlıklar ve tarımsal sistemler çok çeşitli gıdaların ortaya çıkmasına
neden
olmuştur.
gerçekleştirmeliyiz
Dengeli
bilinçli
beslenmek
beslenme
için
gıda
metotlarını
güvenliğini
öğrenmeliyiz,
koruyucu tıptan yararlanmalıyız. Dengeli beslenmek tüketicinin
anayasal hakkıdır. Tüketici dengeli beslenebilmek için beslenme
güvenliğinin gerçekleştirilmesini devletinden talep etmelidir.
Organik tarım küçük çiftçiyi toprağına bağlar
Organik üretim çok boyutlu bir aktivitedir. Organik tarım sisteminde
ekolojik denge korunduğundan devletin çevre koruma giderleri azalır.
Çiftçiler bilinçli olduğu için kaynak israfı önlenir. Kırsal kalkınmaya
ayrılan destekler hedefini bulur. Ekonomi kayıt altına alınır. Organik
sistemde hayvanlar stressiz yaşıyor. Organik yemle hayvan sağlıklı
besleniyor.
Organik hayvansal ürünler daha sağlıklı ve daha lezzetli oluyor.
Organik gıda insan sağlığını da koruyor. Organik sebze ve
meyvelerdeki antioksidan aktiviteleri daha fazla, organik ürün daha
besleyici olduğundan,
organik gıda en iyi sağlık sigortası oluyor.
Devletin SGK giderleri azalıyor. Organik sistemde devlet de tüketici de
karlı çıkıyor. Bunun dışında, organik tarım küçük çiftçiyi toprağına
bağlıyor. Organik üretim nüfus yoğunluğu yüksek kentlerin çevresinde
yaşayan küçük çaplı aile çiftlikleri tarafından, doğrudan satış
konusunda sağladığı mükemmel fırsatlar nedeniyle başvurulabilecek
güçlü bir araçtır. Bu sistem, tüketicilere satın alacakları gıdaların nasıl
yetiştirildiklerini yerinde görmek fırsatını tanımaktadır. Böylece
tüketiciler gıda güvenliği ve kaliteleri hakkında ki meraklarını
giderebilmektedir.
Bilinçli çiftçilerin varlığı ve bunların tüketicilerle kurdukları iyi ilişkiler.
Sistemin işleyişi için büyük önem taşımaktadır. Bu suretle organik
çiftçiliğin sunduğu agro-turizm olanağı hayata geçirilmiş olmaktadır.
Güven sağlayıcı bir denetleme ve belgeleme sisteminin de ana
sisteme dahil edildiği unutulmamalıdır. Organik tarım çiftçileri, daha
disiplinlidir. Gözlem yaparlar ve gözlemlerini hayata geçirirler. Kaliteli
ve sağlıklı sebze-meyve ile hayvansal ürün üretirler.
Girdilerini kendi işletmesinden sağlayarak giderlerini azaltırlar.
İşletmelerini krize karşı korurlar. Bu uygulama küçük çiftliklerin
kurtarıcısıdır. Sicilya ve Endülüs'ün fakir bölgeleri organik üretim
sayesinde kalkınmıştır. Küçük çiftçilerin yaşam standartları yükselmiş,
çiftçi toprağına bağlı kalmıştır. Yararlarının saymakla bitmeyeceği bu
uygulama çiftçiye plan-program yapma ve kurallara sıkı sıkıya uyma
disiplini kazandırmıştır. Besin kalitesi sağlamıştır. Fiyat istikrarı ve
pazarlama hızı sağlamaya adaydır. Organik ürünler organik gıda
sektörünün ham maddeleridir. İşlenmiş ürünler de organik özeliklerini
koruyarak tüketiciye sunulmaktadır. Organik ürünlerin ham madde
olarak kullanıldığı organik tekstil, organik kozmetik gibi yepyeni iş
alanları oluşmuştur.
Organik çiftçiliğin başarıyla sürdürülebilmesi için organik tarımı
destekleyecek politikalar üretilmelidir. Tarıma ve beslenmeye yön
verme politikalarının oluşturulmasında tüketici de etkili olmalıdır.
Organik ürünün tüketiciye maliyetini azaltacak sistem doğrudan
pazarlamadır. Çiftçi ürününü tüketiciye doğrudan satabilmelidir.
Organik Ürün çeşidi sürekli artarken, yurtiçi tüketimi de artıyor,
pazarlama imkanları gelişiyor. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme
Derneği'nin önderliğinde Şişli - Feriköy de açılan Ekolojik Pazar Türkiye
de bir ilki gerçekleştirilmiştir. Buğday Derneğinin danışmanlığında ve
denetimindeki pazarda çiftçiler organik sertifikalı ürünlerini tüketiciye
doğrudan satma imkanına kavuşmuştur.
Şişli’den sonra Bursa Nilüfer’de, Antalya’da, Samsun’da, Ankara
Çankaya’da faaliyete geçen organik semt pazarları organik ürünlerin
tüketiciye ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Organik sebze ve meyvenin
doğrudan pazarlanması çok önemlidir. Şişli Organik Pazarı iyi bir
örnektir. İstanbul’daki organik pazar sayısı sekize ulaşmıştır. Üreticiyle
tüketiciyi
buluşturan
organik
pazarların
sağlıklı
bir
şekilde
yaygınlaşması sevindirici bir gelişmedir.
Projeler
Başta da belirttiğim gibi organik tarım uygulamasına ilişkin hazırlanan
projeler, şu sıralar beni en çok heyecanlandıran ve neredeyse
vaktimin tamamını alan uğraşın başını çekiyor. Türkiye'deki organik
üretim ve pazarlama koşusunda kulvarlar henüz boş. Koşucular
aranıyor. Mevcut üreticilerin birbirlerini kıskanması çok anlamsız.
Organik üretim yelpazesi çok geniş. Bitkisel üretim, hayvansal üretim,
gıda sektörü, organik tekstil, organik tıbbi ve aromatik bitkiler organik
kozmetik sektörlerinde sayısız iş alanları müteşebbisleri bekliyor.
Kırsal Kalkınma Projeleri
AB Hibe Programları kapsamındaki IPARD projeleri ile Avrupa
standartları yakalanabilir. Tarım ve Kırsal kalkınmayı Destekleme
Kurumu (TKDK) tarafından desteklenen tarımsal projeler aşağıdaki
konuları kapsamaktadır.
1-Süt
Üretimi
Kavuşturulması
(Süt
Üreten
Projeleri,
Çiftçilerin
Sağım
Avrupa
Makineleri,
Standartlarına
İneklerin
Sağlık
Kontrolleri), Süt İşleme (Süt Mandıraları, Süt Toplama Merkezleri, Süt
Fabrikaları),
2- Et Konusu (Et Üretimi, Et İşleme Tesisleri ve Kesimhaneler)
3- Sebze ve Meyvelerin Standardizasyon, Paketleme ve Pazarlama
Projeleri,
4-Kültür Balıkçılığı (Barajlarda ve Havuzlarda Levrek, Sazan ve Alabalık
Cinsi Kültür Balıklarının Yetiştirilmesi Projesi),
5- Çiftlik Faaliyetlerinin Çeşitlendirilmesi (Arıcılık ve Bal Üretimi, Tıbbi
ve Aromatik Bitkilerin Tarlada Yetiştirilmesi,
6- Yerel Ürünler, Tokat ili için;(Bulgur, Tarhana, Ev Makarnası, Pestil,
Köme, Narince Üzümü, Tokat Açma Yaprağı, Leblebi, Tokat Ev Ekmeği,
Çökelek ve Lor Peyniri, Kapari, Ceviz, Reçel, Domates Salçası, Üzüm
Sirkesi, Beyaz Pekmez, Harnup Pekmezi, Madımak Konservesi,
Kuşburnu Reçel ve Marmeladı, Mahlep, Yoğurtmaç, Kurutulmuş
Dolmalık Biber, Tokat Biberi, Tokat Domatesi, Madımak, Elma ve Erik
Kurusu, Hünnap, Tokat Kurusu, Erbaa Fındığı, Tokat Kebabı, Zile
Pekmezi ve Bat),
7- Kırsal Turizm (Mikro girişimciler ve turizmciler tarafından kurulacak
pansiyon yatak ve kahvaltı hizmetlerinin gelişmesini kapsamaktadır).
Kooperatif
her
zaman
daha
avantajlı…
Bu
tarz
projeleri
kooperatifçilere tavsiye ediyorum. Bu projeler için de Tarım ve Kırsal
Kalkınmayı Destekleme Kurumu’na müracaat etsinler. Bireysel ve
kurumsal işletmeler buraya başvurabiliyorlar ancak kooperatif olarak
başvurmaları daha avantajlı olacaktır. Ayrıca KÖY-KOOP ile her şeyi
irtibatlı yapmalarını tavsiye ediyorum. Organik sertifikalı ürünlere
yönelirlerse hem projelerinin puanı artar, ham de ürün fiyatları daha
tatminkar olur.
KOOPERATİF YILLARI
“Tomurcuk Derdinde Olmayan Ağaç Odundur”
Anonim
Kooperatif hareketinde adımız komüniste çıktı!
Bizim başlattığımız kooperatif hareket tarımsal niteliktedir. Tarımsal
kooperatifler çiftçi örgütleridir. Köylünün kalkınması için tarımsal
girdilerin kullanılmasına yöneliktir. Bu kooperatiflerin üst birliği KÖYKOOP olmuştur. İlk başlarda ben DSİ’de çalıştığım için sadece hafta
sonları kooperatifte çalışma imkanı bulabiliyordum ve o dönem
kooperatif başkanıydım. Kooperatiflerin işlerini Ahmet Altun adında
bir çiftçi yapıyordu ve aynı zamanda yardımcımdı. Ahmet, çok fedakar
bir insandı ve kooperatifin ilk zamanlarında kendi cebinden de katarak
az parayla çok işler yaptı. Hatta Ankara’ya o gider gelirdi ve Tarım ve
Köyişleri Bakanlığındaki kooperatifle ilgili bütün işleri o gerçekleştirdi.
Ben memuriyetimden dolayı hafta içinde bir yere ayrılamıyordum,
hafta sonları hafta içi programını yapardım, o koştururdu. Biz,
Kalkınma Kooperatifleri Birliği oluşturmak amacıyla yedi adet
kooperatif kurduk. Her kooperatifin bir başkanı mevcuttu. Engiz Köyü
Kalkınma Kooperatifi kısaca ENGİZ-KOOP bir demokrasi okuluydu.
Burada yapılacak her iş karar defterine yazılmak zorundaydı ve
yazılmayan hiçbir iş yapılamazdı. Bunun mükafatını ona verdik ve
Ahmet Altun’u 1977 yılında CHP Milletvekili yaptık.
1964 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Türkiye’de Kooperatiflerin
kurulması için tüzük hazırladı ve bu aşamada Türkiye çapında önce 12
kooperatif kuruldu, biz de Milliyet gazetesinde bunu okur okumaz
Engiz Köyü Kalkınma Kooperatifini kurduk. Demirel hükümetinin
Almanya’ya gidişte önceliğin kooperatif üyelerine verileceğini
belirtmesi üzerine ben hemen Ankara’ya hazırladığım bir projeyle
gittim. Projemize Engiz çevresindeki yedi köyde süt, tütün, fidan,
halıcılık ve balıkçılık konularında faaliyet gösterecek yedi kooperatif
kurmak vardı.
O günlerde Türkiye’de çiftçiler için Tarım Kredi Kooperatifleri vardı.
Bunlar Ziraat Bankası güdümünde olan devlet kooperatifleriydi.
Devlet kooperatiflerinde, seçilen yönetim kurulunun görevi şekilden
ibaretti, esas sorumlu ise Ziraat Bankası tarafından atanan Kooperatif
Müdürü idi. Yaptığı işler Ziraat Bankasının vereceği kredilere aracılık
ediyordu. Bir nevi ajansı gibi çalışırlardı. Bu kooperatifler makine ve
edevatları ile gübre ve tarımsal ilaç satışı da yaparlardı.
4 Haziran 1965 yılında büyük bir kongre düzenledik. İlkokul müdürü
Cahit Girginel Hocamız bize yardımcı oldu. Okulun bahçesinde bütün
köylülerin de davet edildiği bir kongre yapıldı. O kongrede hükümetin
kooperatif üyeleri için aldığı kararı açıkladım. Ele alacağımız projeleri
anlattım. Bu proje sonunda Engiz Köyünden Ahmet Altun adında bir
liderin doğmasına vesile oldum. Ahmet Altun bir gecede ENGİZKOOP’u kurdu. Diğer altı köy de bir hafta içinde kuruluş sözleşmeleri
ile Köy İşlerine müracaatlarını yaptılar.
ENGİZ-KOOP önderliğindeki Köy Kalkınma Kooperatifleri hareketi her
geçen gün yaygınlaştı. Yeni önderler ortaya çıktı. Hasan Ali Yücel,
Şükrü Kirman ilk günlerin zorluklarına göğüs gerdiler. Daha sonraları
Yılma Erel, Murat Yıldırım, Cemalettin Şener ENGİZ-KOOP için gayret
sarf ettiler. Bu üç isim de belediye başkanı olma şerefine nail oldu.
Engiz İlkokulunun sınıflarında Almanya’ya gidecek olanlara davranış
dersleri verdik, Almanca kursu verdik, hatta alafranga tuvalet bile
getirerek tuvalet dersi verdik. Hasan Ali ile uzun süreli iş planı
hazırladık. 5 yıl içinde neler yapmamız gerektiğini planladık. Günde 4
ton süt işleyen mandıra planladık ancak bize küçük gelince pastörize
süt fabrikasına dönüştürdük. Hayvan yemi için yonca tarımına önem
verdik. Ceylanpınar’dan tohumluk getirttik. Damızlık hayvan ithalatı
planladık. Tarımsal kooperatifçilik eğitimine önem verdik. Sebze ve
meyvelerin üretimi, işlenmesi, pazarlanmasının özendirilmesi gibi
işlerdi.
Bafra ve Çarşamba ovalarında kooperatifçilik teşvik edilmediği için
buralarda kooperatif kurulmadı. Bazı geri kafalı insanlar “bu hareket
komünist hareketi ve CHP’lilerin hareketidir” diye desteklemedi.
Bakanlıktaki Kooperatifçilik Dairesi Başkanı Ziraat Yüksek Mühendisi
Hüsnü Kurtlu oğlu bize yardımcı oldu. ENGİZ-KOOP olarak en belirgin
projemiz süt fabrikası oldu. Aslında herkes fabrika kurabilir ancak hiç
kimse köy kooperatifçiliği yapmak istemez. Yaptığım her şey aslında
bir görevdi. Çünkü bu millet beni fakültesinde okuttu benim de bu
millete bunları yapmam bir görevdi.
1969 yılında Devlet Su İşlerinde çalışırken maaşım iki bin 500 TL idi ve
istifa ettim. Kendi doğup büyüdüğüm köyde ENGİZ-KOOP’un başına
geçtim. Kooperatifle ilgilenen çoğunluğun amacı Almanya’ya gitmek
veya oğlunu Almanya’ya göndermekti. Sadece Ahmet Altun ve Yalçın
Engiz için ENGİZ-KOOP bir idealdi. Hiçbir kooperatif üyesi bana, “Ne
olacak bu süt fabrikasının hali?” diye sormadı. Sorulan soru, “Kontaç
var mı, kontaç” oldu. Yani “Almanya için kontenjan var mı?”.
Yıllar sonra Almanya’dan izine gelen bir üye benim fabrika için
üzüldüğümü görünce “Hiç üzülme ne olmuş fabrika çalışmazsa, her
birimizin bu fabrika kadar serveti var” demişti.
1976 yılında Milliyet Gazetesinin açtığı Türkiye’de Kooperatifçilik
yarışmasında ENGİZ-KOOP da yer aldı. Karacan armağanının birinciliği
Atatürk’ün kurduğu Silifke’deki tarım kooperatifi aldı. İkincilik, Bakan
Türkmenoğlu’nun köyü Bademler’e verildi.
Yalçın Engiz ve Ahmet Altun’un çalışmalarının anlatıldığı ENGİZ-KOOP
da Yalçın Engiz’in TÜTEN BACA öyküsü ile Karacan Armağanı üçüncüsü
oldu. 1978 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni çıktığı
Karadeniz gezisinde Milliyet Gazetesindeki Başyazısında iki gün üst
üste ENGİZ-KOOP’a ayırmıştı. Bu arada kooperatifçilikle uğraşmam
nedeniyle bazıları bana “komünist” bile dedi. O dönemde Rusya’da
kooperatifçilikle uğraşanlar komünist yanlısı olarak biliniyordu ve ben
de kooperatifçilik yaptığımdan bana da bunu yakıştırmışlardı.
Ben kooperatifçilik davasına inanmıştım ancak Türkiye bu konuyu
yerleştiremedi. Bu köy kooperatifçiliğinin yapılması gerekiyor. Bu
davaya inanan insanların az olmasından dolayı kooperatifçilik
ilerleyemedi. Devlet bu konuya yeterince destek veremedi. Bu
durumda da kooperatifçilik hak ettiği yere gelemedi, kısacası ben bu
davadan kopmadım. Kooperatif için iyi bir proje olması gerekiyor. Aşk
doğabilmesi için bir sevgili olması lazım o da projedir. Şimdi Kırsal
Kalkınma Projeleri gündeme geldi, bunlar için finansal kaynağa ihtiyaç
var. Avrupa Birliği de mantıklı ve güzel projelere finansman kapısı
açmış oldu bu büyük bir avantaj. Gençler artık fikir ve proje üretsinler,
bugün bu işlemler daha kolay. Geçmişten bugüne taşınan bir eser var
bu da KÖY-KOOP’tur.
Tarım reformu yapılsaydı PKK olmazdı
Şimdilerde düşündüğümde çok sevdiğim Bülent Ecevit’in tarım
danışmanı olsaydım, öncelikle toprak reformunu savunurdum ve
“mutlaka yapmalıyız” derdim, yapılmazsa da istifa ederdim. Bu ülkede
tarım alanları ve tarımsal alanlarda çalışanların oranı çok büyüktür. Bu
reform yapılmış olsaydı bugün en azından PKK sorunu olmazdı.
Güneydoğuda toprak ağalarının çokluğu nedeniyle şimdi bu sorunun
içinde yaşıyoruz. Toprakların içinde yaşayanlarla birlikte alınıp satılıyor
olması orada yaşayan insanların haysiyetini kırmış, ekonomik gücünü
de sıfıra indirmiş durumdadır.
BİR ZAMANLAR ENGİZ KÖYÜ
“Kişinin Hayatı
Düşünün Rengine Boyanmıştır”
Marcus Aurelius
Bir köyün isim hikayesi
Bafra ilçesine bağlı Engiz Köyünün isim hikayesi ilginçtir. 1960 yılına
kadar Engiz olan ismi 1960 yılında ismi Rumca zannedilerek Ballıca
yapılmış. Ben Almanya’dan döndükten sonra baktım ismi değişmiş,
“kim değiştirdi ismini” diye sorduğumda bana “Coğrafya Fakültesince
değiştirildi” dendi. Ben doğruca fakülteye gittiğimde orada sular
coğrafyası eski hocam Reşat İzbırak ile karşılaştım. “Hocam
köyümüzün ismini neden değiştirdiniz? Bizim köyün balı da meşhur
değil ki ismini Ballıca koydunuz.” Bana dedi ki;”Oğlum Ülkemizin
köylerinin yüzde 90’ının ismi Rumca, Ermenice, Rusça ve biz bu
isimleri Türkleştiriyoruz.” “Hocam keşke benim köyümün ismini
değiştirmeseydiniz” dediğimde hocam bana bir kızdı; “Senin gibi
insanlar buna itiraz ederse ben bu projeyi nasıl gerçekleştireceğim”
dedi. Böylece Ballıcalılar olduk. Ancak ismi tekrar değişti ve isminin
tekrar Engiz olamayacağını fark ettiğimizde Ballıca ismini kabul ettik.
Ne yazık ki Engiz Çayının batı yakasında yer alan Samsun merkez
ilçeye bağlı Engiz Köyünün ismi Reşat İzbırak Hocamın gözünden
kaçmış, aynı isimle kaldı. Biz de ilk kooperatifi kuran Ahmet Altun’un
köyünün ismini baz aldık. ENGİZ-KOOP’u marka yaptık. Sonrasında
Köyümde bir ortaokul kuruldu. Elimde Almanca belgesi olması ve Milli
Eğitim’in de kabul etmesiyle benim okula başlayacağım yıllarda
ilkokulu olmayan köyümde ortaokul kuruldu. Ben de iki sene Almanca
Öğretmenliği yaptım.
Köyümde
belediye
kurulacak
dendi,
Murat
Yıldırım
ballıca
Belediyesinin kurulması için çok gayret sarf etti. Belediye başkanı
olmak istedim ise de politik olamayacağım nedeniyle vazgeçtim.
Demokrat Partililer de başımıza bir inşaat kalfasını getirdi. Ancak bu
seçimlerde Belediye Meclis Üyeliği de 6 CHP, 6 DP’den oluştu. Tabi ki
bir oy farkla hep onların dediği oluyor. Bir gün buna dayanamadım ve
dedim ki, “Bakın arkadaşlar, oy çokluğu sizde biz sadece burada
oturur, çayımızı kahvemizi içer gideriz. Gelin particiliği bırakın da
kendi köyümüze güzel işler yapalım” dedim. Hatta bir gün kendi
partilisi Belediye Başkanının yakınları belediye araçlarını şahsi
işlerinde kullandığını gördüğü için belediyeye geldi ve başkana vurmak
istedi, bu yumruğu engelledim,
DP’li Meclis Üyeleri CHP’li birkaç üyeyi de saflarına alarak başkanı
düşürmek istediler ancak ben “Demokrasiye zarar verirsiniz” diyerek
müsaade etmedim. Bir süre sonra gelişme vadeden kasabaların ilçe
olmasına izin verildi. Herkes gerekçesini hazırlasın ve sunsun dendi.
Ballıca beldesinin ilçe olması gerekçesini ben hazırladım. Yeni ilçeye
ONDOKUZ MAYIS ismini verdim. Kabul gördü. 1980’li yıllarda ismi
Ondokuz Mayıs ilçesi oldu. İsim TBMM tarafından onaylandı.
Kasabamızda
bankaya
ihtiyaç
duyuldu,
evrakları
hazırladık
başvurumuzu yaptık. Ziraat Bankası kuruldu ki o dönemde Ballıca hala
bir köy. Biz Belediye Başkanı Yılmaz Erel ile el attık sigara fabrikası
kurulması için, dedi ki; “iki bin 500 dönüm arazi arıyorlar.” Belediyenin
iki bin beş yüz dönüm arazisi var ve arazi Tekel’e devredildi. Tekel
oraya büyük bir fabrika kurdu ve 5-6 bin kişiye ekmek kapısı oldu.
Ancak keşke bunu yapmasaydık çünkü bu hükümet o fabrikayı Sabancı
grubuna sattı. Sabancı grubu da gitti Amerikalılara sattı, Amerikalılar
da şimdi tütünü benim ülkemden almıyor, Amerika’dan getiriyor ve o
tütünle sigara yapıp satıyor. İşçilerin çok büyük bölümünü de
çıkarttılar işten, ondan çok üzüntü duyduk. Her neyse; daha önce de
dediğim gibi, gelişme vadeden kasabaların ilçe olmasına izin verildi.
Benim doğduğum evin karşısı da Kaymakamlık oldu.
Bafra Engiz Köyü iken Ballıca Köyü sonra Ballıca beldesi olan köyüm
şimdi Ondokuz Mayıs adıyla Türkiye haritasında yerini almış
bulunuyor. Samsun’da arkadaşlar “Engiz’in Ondokuz Mayıs ile ne ilgisi
var?” Ondokuz Mayıs Samsun şehrine aittir. İsminizi Engiz yapın” diye
bana çok kızdılar. “Engiz ilçesi” isminin kanunun çıktığı ancak isim
değişikliğinin yüksek maliyeti nedeniyle uygulamaya konulamadığı
ifade ediliyor.
Köy kooperatifçiliği mümkün mü?
Köy kooperatifçiliği artık Ondokuz Mayıs ilçesinde olmaz. Çünkü artık
tarımla uğraşılmıyor, ilçe zenginleşti. Çevre köylerinde ise böğürtlen
ve ahududu üretimi için veya kültür balıkçılığı olabilir. Ülkemizde
öncelikle toprak ve tarım reformu yapılması gerekiyor. Türkiye’de
tarımın geliştirilmesi ve sürdürülebilirliği şarttır. Türk tarımının
kaybedilmesi durumunda çok ağır bedeller öderiz, bunun için Türk
tarımı desteklenmeli, bu da kanunla olmalı. Bu kanunlardan en
önemlisi Toprak Reformu Kanunudur ve bu hazırlanmalı.
Nedir toprak reformu? İlk önce toprak ağalarının toprakları köylülere
dağıtılacak zannedildi ve en önce Sayın Süleyman Demirel karşı çıktı
bu reforma. Bunun nedeni de oy potansiyeli olan ağaları
küstürmemekti. Ecevit’in ve Sosyal Demokratların istemelerine ve
ısrar etmelerine rağmen bu itibar görmedi. Bu konuda daha radikal
davranılması gerekiyor ki, bunu da ancak Sosyal Demokrat bir parti
yani CHP yapabilir. Ancak burada da CHP’nin içindeki kişilerin
kafasının buna yatması gerekiyor. Hatta CHP içinde de ağalar vardı ve
onlar da istemediler.
Ecevit ve bir hayal kırıklığım
Benim en çok etkilendiğim ama en çok eleştirdiğim siyasi lider Bülent
Ecevit’tir. 1974 yılında Ecevit Başbakan olmasına rağmen zayıf kaldı,
tarım reformuna ilişkin kanun çıkartılamadı. Tarım alanında beklenen
hamleyi yapamadı, yanındakilerin basiretsizliğinin kurbanı oldu biraz
da. Hayal kırıklığım budur.
Bizim istediğimiz Toprak reformu çıktığı zaman tarlaya girmeli,
girmediği zaman reform sayılmaz. Hatta Toprak Reformu Dairesi için
bir kanun çıktı ve dendi ki, “Topraklarımız çok parçalı bunlar
birleştirilsin”, yani “Arazi Toplulaştırılması” yapılsın ancak bu jet
hızıyla olmalı yoksa hiçbir anlamı yok. Bunu yapabilmek için bölgesel
indeksler çıkartılmalı ve bu indeksler çerçevesinde bu birleştirilme
yapılmalı, her bölgenin indeksi bir olmamalı. Şu andaki Toprak
Reformunun kriterleri çok düşük, istendiği düzeyde değil. Ben
danışman olsam ilk önce miras yoluyla toprakların bölünmesini
engellerdim. Miras esnasında araziler en büyük kardeşe veya bir
sonraki kardeşe bırakılmalı. Toprağa sahip olan kardeş bankaya
borçlanarak diğer kardeşlere bedelini ödemeli, o kardeşlerde aldıkları
paralarla diğer sektörlere yönelmeli. Eğer toprağı alan kardeş toprağı
işlemiyorsa diğer kardeşlere toprağı devretmeli. Şimdi ne oluyor?
Toprağı alan toprağı bırakarak İstanbul’a çalışmaya gidiyor, o arazi de
börtü böcek dolu bir şekilde verimsizleşiyor. Bu nedenle köyünde
toprağını işlemiyorsan ve köyünü terk edeceksen işleyecek kardeşine
toprağını satmadan köyünü terk etmemesi hususunda bir kanun
olmalı. Kısaca toprak miras yoluyla bölünmemeli. İkinci olarak
bölünmüş topraklar jet hızıyla birleştirilmeli. Üçüncü olarak da
finansal destekler konusu.
Şimdiki hükümetin yapmaya çalıştığı da bu. Burada sakıncalı nokta ise
şu; Elinde büyük miktarda toprak bulunan kişiler devlete gelerek
elinde bulundurdukları arazi büyüklüğü kadar devletten üretim
desteği bedeli alıyorlar. Devlet parayı verdikten sonra arazinin ekilip
ekilmediğine bakmıyor. İşte burada sakıncalı durum oluşmaya
başlıyor. Elinde büyük arazi bulunduran toprak ağaları üretim
yapmadığı veya verimsiz arazileri göstererek yüksek montanlı paraları
haksız olarak almış oluyorlar. Kısacası haksız kazanç elde etmiş
oluyorlar. O ağalar da ceplerine koydukları paralarla İstanbul’da
sazlarda barlarda paraları yiyorlar veya farklı bir yola yönlendiriyorlar,
yani tarıma kanalize etmemiş oluyorlar. Bunu tetkik etmesi gereken
Ziraat Mühendisleri de masa başında buna onay veriyorlar.
Son olarak da Ürün Bazında Destek, belki de en önemli husus bu.
Burada bir ayıraç da şu; çiftçiye danışman için 500 TL destek verdiler,
“danışmanını bul ona vermek için bu parayı al” dediler. Bununla
birlikte ahlaki bir olumsuzluk ortaya çıktı. Ziraatçılar danışmanlara
dediler ki;”Aldığın bu paranın 250 TL’sini danışmana ver ki seni
danışman olarak tutsunlar”. Bu yüzden bazı danışmanlar çiftçilerden
bu paraları alamıyorlar. En güzel kanun ise çevreye hizmet eden
çiftçinin desteklenmesidir ki, erozyon için çok önemli bir harekettir.
Bir de çiftçiye girdi desteği sağlanmalı yani, çiftçinin makine parkını ve
diğer girdiler için destek verilmeli. Bu konuda IPARD Projeleri Avrupa
standartlarına ulaşmada en önemli destek olacak gibi gözüküyor.
ÇOCUKLUK ve GENÇLİK
“Hepimizin İki Hayatı Var;
Sahici Olan, Yani Çocukluğumuzda Hayaline Kapıldığımız,
Sahte Olan, Yani Yetişkinliğimizde Başkalarıyla Paylaştığımız”
Fernando Pessoa
Doğum günüm 21 Ekim (En uzun günde dünyaya gelmek)
1925 yılında annem Bakiye ile babam Mustafa’nın evlenmelerinden
11 yıl sonra 3’ncü çocuk olarak en uzun günde 21 Haziran’da dünyaya
geldim. Babam bir fotoğrafımın arkasına doğum tarihimi düşmüş 21
Haziran 1936 diye. Kimliğimdeki tarih ise, 1 Mart 1937. Nüfusa geç
yazdırıldığım için nüfus cüzdanımdaki tarih bu. O dönemde
Türkiye’deki birçok yerde beyan tarihinde kişinin doğum tarihi
yazıldığı için de nüfus cüzdanımda benim gerçek doğum tarihimden
farklı bir tarihte doğum tarihim yazılı. Bir de oğlum askere olgun yaşta
ve geç gitsin diye yapılırmış. Kızımı eğer kaçırırlarsa kaçıran kişi küçük
yaşta kızı kaçırmaktan suçlu düşsün diye kızları da geç yazarlarmış.
Görüyor musun Türkiye’deki insanların kurnazlıklarını? Benim
doğduğum ev Engiz çayının kenarında, duvarları 5 cm kalındığında
tamamen karaağaçtan yapılmış bir evdi. Döşemeleri, tavanı, çatısı
tamamen karaağaçtan yapılmış. Kiremit yerinde de karaağaç
mevcuttu. Rüzgarla birlikte uçuşan tozlar çatıya konar nem ve suyla
birlikte orada yosunlaşmalar olur ve böylelikle eve uzaktan
baktığınızda yeşil bir görüntüsü olurdu. Biz böyle yemyeşil bir ortamda
büyüdük. Evimizin pencereleri dahi karaağaçtan yapılmaydı ve
aşağıdan yukarıya açılmalı, giyotin pencereliydi ve ben çok severdim
bu pencereleri. Evimiz sıtma bölgesi olması nedeniyle yataklarımızda
cibinlik kullanırdık. Kıvrımlı şekilde akan Engiz çayının kıvrımlarından
birisinin kenarındaydı ev.
Ağabeyim solucanları oltaya takar oltayı dereye atar ve kefal tutardık.
Yaklaşık bir kova balığı eve götürdüğümüzü hatırlıyorum. Sığ yerde de
kaya balıkları olurdu. Irmağın kenarına babam o dönemde çakılları
kazdırdı ve bir çukur meydana geldi. O çukurun içinde çayın suyu
oradan kaynardı ve ona çaykara denirdi, biz o suyla yüzümüzü yıkar ve
çayımızı yapardık. Irmağın kenarına daha sonraları babam 4-5 metre
derinliğinde kuyu açtırdı ve biz suyumuzu oradan aldık. Kesilen
koyunları da oraya sarkıtırdık, o kuyu aynı zamanda buzdolabı görevi
de yapardı.
İlkokula 1944 yılında Samsun’un Dağ Köyündeki, Cumhuriyetle birlikte
okul yapılmış bir alevi köyünde başladım. Bizim köy Sünni köyüydü
ama okul yoktu. İkinci sınıftan itibaren evimizi Samsun’a taşıdık.
Çünkü arkadan kız kardeşlerim geliyordu ve onların okula gidip
gelmesinde sorun yaşamamak için mecburen Samsun’a taşınmıştık.
Dağ köyündeki İlkokula başladığımda bir öretmen ve beş sınıf vardı,
bir sınıfta birinci ve ikinci sınıflar diğer sınıflarda daha büyük çocuklar
vardı. Öğretmenimiz Köy Enstitüsü mezunuydu. Öğretmenimizin
Avrupai bir tipi vardı, Türkçesi çok düzgündü. Bize bağırmaz
dövmezdi, bir çocuğun bile kulağını çektiğini hatırlamıyorum, şimdi
bile o öğretmenime saygı duyuyorum.
Samsun’daki Neriman öğretmenimin kişiliğini de unutamıyorum. O
öğretmenimden de birçok şeyi öğrendim. Küçükken oyunlarda doktor
olmak istediğim hatırlıyorum. Ben Samsun’da Fazıl Kadı İlkokuluna
gittim. Eski Samsun’un tam merkezi yerinde bir okuldu. Okul 3-4
katlıydı ve en üst katını Ördek Hayri dediğimiz müdürümüz müze
yapmıştı. Ortaokul yıllarında sadece mümessil olduğumu biliyorum bir
de Kütüphane Başkanı olduğumu. Kitap okumaya çok meraklıydım ve
orada da fırsat buldukça kitap okurdum. Ağabeyim bir gün bana
“kütüphanenizde Yunan Eserleri var mı? Bir bak” dedi, bende baktım
“Evet var” dedim. Ağabeyim bana kitap isimleri yazdı ben o kitapları
ağabeyime getirdim. O kütüphanedeki klasik kitapların hepsini
ağabeyim okudu, o kadar hızlı okurdu ki, 1 veya 2 günde kitabı
bitirirdi. Faruk isminde bir arkadaşımız sınıfa işerdi, ben de koşar
hademeyi getirir ve öğretmenimiz gelmeden orayı temizletirdim.
Liseyi Samsun Ondokuz Mayıs Lisesinde okudum. Coğrafya dersini çok
sevdiğimi hatırlıyorum. Sonra da Biyoloji dersini bana Neyire Hanım
çok sevdirdi. Ben hem Almanca öğretmenime hem de Neyire Hanıma
aşıktım. Ama Neyire Hanım bana kalleşlik yaptı ve okul müdürüyle
kaçtı. Üçüncü sevdiğim ders de Almanca idi. Öğretmenim bana
Almanya’dan yazışma adresleri verdi ben de bu adreslerle mektup
arkadaşlığı kurdum ve bir süre yazıştım, üçü de kız arkadaştı
Almanya’ya
gittiğimde
onlardan
ikisiyle
görüştüm
diğeri
ile
görüşemedik.
1953 yılı benim için çok önemlidir. Biz lise ikide okurken 10-12 arkadaş
trene binerek Ankara’ya geldik ve Atatürk’ün naaşını Etnografya
Müzesinden alıp Anıtkabir’e taşıdık. Atatürk’ün naşını taşıyan grupta
ben de vardım. Samsun’dan Ankara’ya gelmemiz çok uzun zaman aldı,
gidip gelmemiz de bir hafta sürmüştü.
Ailem
Herkesin hayatında hayranlıkla bağlı olduğu bir kadın olur; bu kadının
benim hayatımdaki karşılığı annemdi. Bir ana ile oğul arasında
kurulabilecek en kuvvetli sevgi ve bağlılık annemle aramda vardı.
Anneme sevgim hayatımda en belirleyici unsurlardan biridir.
Hayatımda böylesine yer etmiş bu kadın gücüne karşın bedenen
zayıftı. Hatırlıyorum, okuldan her geldiğimde onu kucaklar ve havaya
kaldırırdım.
Babam ile ilişkim daha mesafeli ve saygılıydı. Çok iyiliksever, ağırbaşlı,
temkinli ve yiğit bir insandı. Kız kardeşlerimle de benim ve annemin
arası çok iyiydi. Ağabeyimle on yaş farkımız olduğu için ona saygı
duyardım, hiçbir sorun yaşamadık. Ablamla da erken yaşta evlendiği
için hiçbir problemimiz olmadı. Genelde iki kız kardeşimle ufak tefek
sorunlar olurdu ancak, önemli bir şey yaşanmadı. Birbirimizle
aramızda saygı vardı ve ailemizle birlikte sakin bir hayat yaşadık.
Ağabeyim girişimci ruha sahipti, çoğu başarısız olan girişimlerinden
biri de 1969 yılından sonra Anonim Şirket kurma girişimiydi.
Samsun’daki kooperatifçilik hareketinden hemen etkilendi; bizim
Kooperatif ortakları Samsun’dan giden insanlardı, Anonim Şirkete ise
Türkiye’nin dört bir yerinden ortak olundu, zaman geçtikçe hevesler
kırıldı ve insanlar ortaklıktan çıktı. 1969 yılında Almanya’da Türkiye’de
bir glikoz fabrikası kurulması konusunda bir gece tertipledik. O gecede
Almanya’daki
Türk
işçilerinden
sermaye
toplanması
ve
üye
oluşturması konusunda karar aldık. Ağabeyim orada epey üye girişi
gerçekleştirdi. O üyeler bize para gönderdiler ve biz bu paralarla yer
satın aldık. Ancak taahhütnameler çoktu ve insanlar taahhüt ettikleri
paraları göndermediler, sadece arazi alabilecek kadar para gelmişti ve
bu yüzden gelişme kaydedilemedi. Arazi satıldı parası bankaya kondu
ve hak sahiplerine paraları geri iade edildi. Ağabeyim ise başarısızlığın
ardından Engiz Tatil Köyü konusuna eğildi, yazlık evler topluluğu olan
Engiz Tatil Köyünden bir bölüm araziyi Almanya’ya gidemeyen
ailelere, ev yapılsın diye hibe ettik, bu rakam yaklaşık 30 aile
civarındadır. Orada bu aileler bir mahalle kurdular, Engiz Tatil Köyü
hem toprak reformu yaptı, hem de memur kesimine ucuz fiyatla yazlık
ev kuracak arsaları sağladı.
EĞİTİM ve ALMANYA YILLARI
“Eğer Sizden Sokakları Süpürmeniz İstenirse,
Michelangelo’nun Resim Yaptığı; Beethoven’ın Beste Yaptığı
veya Shakespeare’in Şiir Yazdığı Gibi Süpürün.
O Kadar Güzel Süpürün ki, Gökteki ve Yerdeki Herkes Durup
Burada Dünyanın En İyi Çöpçüsü Yaşıyormuş Desin”
Martin Luther King
Doktor hayaliyle ziraat fakültesine giriş
Lisede sınıf arkadaşım Türesin Çehreli ile doktor olmaya karar verdik
ve bunun için doktor olan dayısının yanına Ankara’ya gittik, kaydımızı
tıp fakültesine yaptıracaktık. Kaydımızı yaptırmadan önce de orada
Atatürk Orman Çiftliği’ne gezmeye gittik ve oranın müdürüne
kendimizi tanıtarak ziraatçılığa ve orman çiftliğine ilgi duyduğumuzu
söyledik. O da bizi yardımcısını çağırtarak Jeep ile birlikte çiftliği
gezdirdi. Pastörize süt fabrikasını gezdik, o çiftliği ve pastörize süt
fabrikasını görünce ben ziraatçı olmaya karar verdim. Türesin, Tıp
Fakültesine kaydını yaptırdı bende A.Ü. Ziraat Fakültesine kaydımı
yaptırdım, o dönemde sınav yoktu sadece dereceye göre kayıtlar
yapılıyordu. Annem beni doktor olarak düşündüğünden Ziraat
Fakültesine kaydımı yaptırdığımı duyunca bir kızdı ki, anlatamam.
Kışın tatilde eve geldiğimde annem komşularına “Benim oğlum
üniversitede” diyerek gurur duyduğunu gösterdi. 1955 yılında
Ankara’da
üniversiteye
başladım.
Önceleri
halamın
evinde
kalıyordum, bir yıl sonunda Yıldırım Beyazıt’daki erkek yurduna çıktım.
1958 yılında Federal Almanya’da burs kazandım ve oraya gittim.
“Köylü çocuğusun sen kazanamazsın”
Üniversite hayatımda en çok iki öğretmenimden etkilendim. İlki tarla
bitkileri öğretmenim Celal Tarman’dan yoncayı ve yoncacılığı
öğrendim. “Yoncasız çiftlik ve ziraat mühendisliği olmaz” derdi. Ben
bu konuyu çok iyi öğrendim hatta bu konuda bir de makale yazdım.
İkinci öğretmenim de Orhan Bey idi ve genetik dersine giriyordu.
Benim liseden biyolojim çok iyiydi ancak burada bu konunun daha
inceliklerini öğrenme şansım oldu. X ve Y kromozomları gibi birçok
konunun inceliklerini öğrendim. Bir de hayvan ıslahı konusunu
öğrendim. Bu konuyu çok iyi öğrendiğime inanıyorum çünkü şu anda
GDO’lu besinlerin ne olduğunu çok daha rahat idrak edebiliyorum. O
dönemde sığırların ıslahı konusunda da Orhan Bey çok şey öğretti. Et
ve süt sığırcılığında hangi boğaların hangi inekler ile çiftleştirilmesi
gerektiğini anlatırdı bize. Kısaca, genlerin hayvan ve bitki ıslahındaki
önemini anlatmıştı. Birde zirai yayınlardan etkilenmiştim. Almanya’ya
gitmeme Almanca okumam ve öğrenmem çok etkili oldu bir de orada
mektup arkadaşlarım tabi…
O dönemde Türk üniversitelerinde 50 kişi Almanya’ya gidecek dendi,
1957
yılında
Türkiye’ye
gelen
Almanya
Cumhurbaşkanı’nın
burslarından birisiyle Almanya’ya gittim. “Köylü çocuğusun sen
kazanamazsın” dediler, buna çok üzüldüm. Ben de Alman
Büyükelçiliğine gittim ve oradaki bekçiye bursla ilgili sorular sordum o
da bana “tam zamanında geldin şimdi onlar burada araştırmaya
gidecekler” dedi. Biraz sonra da iki Alman dışarı çıktı ben de koşup
Almanca olarak selamladım ve kendimi tanıttım ve “sizin verdiğiniz
burslarla Almanya’ya gitmek istiyorum’ dedim. Şaşırdılar ve benim
adımı ve diğer bilgileri aldılar. Zaten başarıya göre Ziraat
Fakültesindeki listede varmışım. Sonra da onlar benim “torpilim”
oldular ve benim bu samimiyetim hoşlarına gitti, seçildim. Annem
gittiğime çok sevindi ve giderken bana 50 Lira para vermişti.
Almanya’ya dört arkadaşla vapurla Napoli’ye oradan da trenle
Almanya’nın Münih kentine geldik, yıl 1958. Bavyera eyaletinde bir
köye gittik, orada müdür bizi köylülerin evlerine dağıttı ve ben orada
çok temiz bir köy evinde kaldım. İki gün sonra bizi kasabaya
gönderdiler.
Orada
kursa
gittim
ve
beni
de
orada
diğer
arkadaşlarımdan üst sınıfa aldılar. Kurs üç ay sürdü, Şubat-Nisan
sonuna kadar kurstaydım. Orada mektup arkadaşımla da görüşme
imkanım oldu. İlk görüşmemizde beni fesli olarak düşünüyormuş,
bana Avrupalı gibi giyindiğimi söylemişti. Diğer mektup arkadaşımla
da orada görüşme imkanım oldu. Hatta o kız arkadaşım Türkiye’ye bile
geldi.
Kiel’de üniversiteye yazıldım. Orada etkilendiğim ders Parametreler
dersiydi. Verimliliği artırmak için neler yapılmalı dersi aldık. Benim
bursum bir yıllık olmasına rağmen ikinci yıla da uzatıldı. Bursumu
uzatan hocamın dersi de Tavukçuluk dersiydi. Ailesiyle birlikte
Tavukçuluk Enstitüsünde kalıyor ve orada ders veriyordu. Orada
Alman arkadaşlarımız oldu, orada etkilendiğim en önemli konu ise
düzen ve intizamdı. Bunun dışında bir yıl süt sığırcılığı konusunda
Max-Planck
Enstitüsünde
çalıştım.
O
dönemde
Almanlar
makineleşmeye başlamıştı. Süt sağma makinelerini orada ilk defa
görmüştüm. Boğalar o dönemde bir Mercedes fiyatına satılıyordu, o
kadar kıymetliydi. Enstitüde beni etkileyen en önemli şey öncelikle
birbirlerine hep “Bay” diye hitap etmeleriydi. Benim adım da “Herr
Engiz” idi. Bir de İnsan Kaynakları beni çok etkilemişti. Orda tarımsal
hayat çok farklıydı, Üniversite mesleki geziler düzenliyordu.
Demonstrasyon çiftliklerini ziyaret ederdik. Alman çiftçisinin tarımda
nasıl para kazandığını gördüm. Şu örneği versem yeridir: Zengin alman
çiftçisi 200 model Mercedes’e binerken fakir Alman çiftçisinin 190
model Mercedes’e bindiği söylenirdi.
İlk çocuk Kay(a)
Paris gezisi sırasında Brigitte adında bir kızla arkadaşlık kurduk, benim
platonik olmayan ilk kız arkadaşımdı ve aşık oldum. 1959 yılında
Brigitte ile nişanlandık 1960 yılında bir oğlumuz oldu ismini Türker
Kaya koyduk, 1961’de çocuğumu Almanya’da bıraktım ve Türkiye’ye
geldim. Peşimden Brigitte da Samsun’a geldi. Annem bana “Bu kızla
evlenirsen sana emdirdiğim süt haram olsun” dedi. Bu söz çok ağırıma
gitti ve çok günler ağladım. Babam daha anlayışlı olmasına rağmen
annemin tesiri altında kalmıştım. Almanya’ya gittim ve ondan kaçtım,
bir daha yanına gitmedim.
Çocuğumu süt fabrikası makineleri için tekrar Almanya’ya gittiğimde
ancak 14 yaşında görebildim. Sonra oğlum Türkiye’ye geldi ve
kardeşleriyle de çok iyi anlaştı. Türklerden ziyade Alman ekolüyle
yetiştirilen oğlum Kaya, kendine gündelik hayatında Kay adını
kullanmayı yeğledi. Bizim yanımızda her daim Kaya olarak
anılmaktadır.
Şimdi zaman zaman kendime de şu soruyu soruyorum: “Sen nasıl bir
adamsın ki, o çocuğu orada bıraktın?” Burada evlenip çocuklarım
olunca ve buradaki işlerimin de etkisiyle unuttum sanırım. 1969
yılında çocuğumun izini bulabilmek amacıyla Almanya’ya gittim ancak
göremedim. 1974 yılında çocuğumu görme imkanım oldu. Zaman
içinde de bu konu hakkında çok ağladım. Kaya da beni bu konu için
suçladı, bu konu hakkında bütün herşeyi onunla baş başa konuşunca
bana hak verdi ve beni suçlamaktan vazgeçti. İnsanoğlu acılara
dayanıyor bir de benim şimdiki eşim ve çocuklarım o kadar çok mutlu
etti ki bu acıyı ben unuttum. Yabancı kadınla evlenenler Subay
olamıyordu ve ben bir noktada da bunun için de Brigitte ile
evlenmemiştim. Ayrılırken de değerli halılarım vardı onları sattım ve
Brigitte’ye 750 Mark vererek oradan ayrıldım. Türkiye’ye geldikten
sonra 24 ay yedek subay olarak askerlik yaptım. Altı ay İzmir’de
Ulaştırma Okulunda kalanı da İstanbul’da Asteğmen ve Teğmen olarak
tamamladım.
Ziraat mühendisi olmasaydım çoktan ölürdüm
1964 yılında DSİ’nde Arazi Tasnif Memuru olarak göreve başladım.
Baraj yapılmadan önce bizler gidip arazinin tarımsal arazi olup
olmadığını araştırıyorduk. Hasan Uğurlu adında DSİ /. Bölge Müdürü
vardı ve pırıl pırıl bir insandı. Geçirdiği bir trafik kazası sonucu eşi Suat
Uğurlu ile birlikte vefat etti. Zaten oradaki iki baraja Hasan Uğurlu ve
Suat Uğurlu isimleri verildi. Ben orada toprak ve katmanları ile planproje nasıl yapılır onları orada öğrendim.
1969 yılında istifamı vererek köy kooperatifinin başına geçtim. 1965
yılında eniştemin ağabeyinin kızı olan Nesrin Akkoyunlu Hanımefendi
ile evlendim. Ablam ve eniştemin bu evlilikte payı vardır. Eşim enstitü
mezunudur, Bayburt kökenlidir ve aramızda 12 yaş fark vardı.
Brigitte’den sonra sanırım annemle ablamın bir planıydı, aşk evliliği
değildi ancak beni çok mutlu etti. Bütün işleri kendisi çekti çevirdi ve
bütün her şey onun üzerinedir. 1965 yılında kızım Gülay doğdu, 1967
yılında oğlum Oğuz dünyaya geldi, 1976 yılında da kızım Pelin bize
“merhaba” dedi. Gülay ev hanımı, eşi İstanbul’da kumaş fabrikası var.
Şu anda İstanbul Kadıköy’de oturuyorum. Biz Samsun’da otururken
küçük kızım Pelin üniversite sınavında İstanbul’u tercih etti ve kazandı,
dolayısıyla biz de evimizi İstanbul’a taşımak zorunda kaldık. Ben o
dönemde Rusya’ya gidip geliyordum, o işleri toparlayıp İstanbul’a
taşındık. Torunlar da olunca geri dönmemiz mümkün olamadı.
Çocuklarımdan çok memnunum, bu arada ziraat mühendisi
olmasaydım çoktan ölürdüm. Kıraathane alışkanlığım hiç yoktur, bu
nedenle de Ziraat Mühendisleri Odasına gidiyordum. 2006 yılında
Tarım Danışmanlığı Kanunu çıktı ve Tarım Danışmanı oldum. Bu
kanuna göre danışmanlar, çiftçiye hibe olarak verilen 500 TL parayı
alarak konusuna göre 20-70 gün arası danışmanı olduğu çiftçiye
danışmanlık hizmeti veriyorlar. Literatürdeki değişiklikler, kullanılan
ekipmanlar konusunda çiftçi danışmanlarından bilgi alıyorlar bazen de
tepegözlerle
bilgi
“Demonstrasyon”
ve
seminerler
deniyor.
Ben
düzenliyorlar,
çiftlik
planlaması
buna
da
konusunda
danışmanlık hizmeti veriyorum. Eğer bir gün ikramiyeden çok büyük
paralar çıkarsa bir yat almayı düşünüyorum. Oraya herkesi
çağıracağım, tabi ki Brigitte’yi ve oğlum Kaya’yı da. Brigitte şimdi
Almanya’da, evlendi, Kaya’nın dışında iki çocuğu var. Türker Kaya’nın
da dört çocuğu var, hatta bir keresinde Kaya bana “Baba nüfus
kalabalıklaştı artık uçak yerine bir minibüs alacağım ve Türkiye’ ye
artık onunla geleceğim” demişti.
Oğlan yedi oyuna gitti, çoban yedi koyuna gitti
Çocukluk kahramanım belki de babam Mustafa Engiz’di. Babam
şehirliydi, köy ağasının kızıyla evlenince köye yerleşmiş. Orada
Samsun – Bafra yolunun üzerinde bakkaliye, kıraathane, lokanta ve
fırın çalıştırıyordu. Ben oralarda çalıştım, büyüdüm. Babam hesabını
kitabını bilir bir adamdı ancak veresiye defterlerinin birkaçını yırtıp
attık. Babam bir de yarıcı hesaplarını tutardı annem de çiftçilik
yapardı. Hatta sertifikalı buğday yetiştirip de ona verdiğimde fiyatını
görünce “Köylüyü mü dolandıracaksın?” diye bana kızmıştı ancak,
sonra karı görünce bana “aferin” demişti.
Babam heykel gibi bir adamdı bana “Kavak gibi esnek ol, telefon direği
gibi esnek olmazsan dostluk edinemezsin” derdi. İkinci tesir altında
kaldığım kişi ise, ağabeyimdir. Ağabeyim ne kavak gibi ne de telefon
direği gibiydi, daha esnek bir adamdı. Biz CHP‘ye yönelmişken o,
DP’ye yönlenmişti. Çok iyi kalpli bir adamdı ve ticari kafası vardı. Ben
onun sayesinde ticareti öğrendim ve para kazandım. Üçüncü olarak da
Şemsettin Köksal’ın etkisi altında kaldım. Annemin kardeşi yani dayım,
ticaret lisesi mezunuydu ve hatip özelliğine sahipti. Kooperatif
kelimesini ilk ondan duydum, hatta kooperatifçiliği ondan öğrendiğimi
söyleyebilirim. Ben kooperatifçiliğe başladığımda ne yazık ki hayatta
değildi.
Dördüncü olarak Hüseyin Erel Amcam vardı. Batum’dan gelip bizim
köye yerleşmişler. Babamın en yakın arkadaşıydı. Bir traktör kazasında
oğlu İsmet Ağabey feci şekilde vefat etti, ona çok üzülmüştüm.
Oğulları Yılmaz Erel ve Kemal Erel Engiz’in kralları oldular. Karakter,
sağlamlık yönünden, insan sevgisi ve bilgi yönünden Engiz’in
krallarıdır. Yılmaz Erel ENGİZ-KOOP hareketine katkı sağladı. Ballıca ve
Ondokuz Mayıs Belediye Başkanı olarak çok değerli hizmetlerde
bulundu. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Atatürk’ün ayak basmasıyla
“Tam bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık ve fikir bağımsızlığı” ile oluşan
“Aydınlanma Çağı” nın köy delikanlısı idi Yılmaz Erel. Yılmaz liseden
ayrılmış olmasına rağmen bilgi konusunda üniversite mezunu kadar
bilgiliydi. Hatta annesinden bile birçok bilgi öğrendim. Peynirin ayran
içinde saklanmasıyla lezzet kazandığını bile ondan öğrendim.
Hüseyin amca, en iyi aşıyı ve fidancılığı o yapardı. Hüseyin amca
kültürlü insandı, ailesi de çok kültürlüydü. At arabasıyla giderken at
çifte attı ve benim dudağım yarıldı. Çingen Sultan koşarak geldi ve
elinde bir avuç tereyağını ağzıma bastı ve kan durdu. Arnavut Celal
koşarak geldi ve beni sırtında bizim eve getirdi, Hüseyin amca da beni
tuttuğu gibi Samsun’a götürdü ve Kasap diye anılan doktor Hasan
Fehmi de dudağımı dikti. Hüseyin Amca çok kıymetli ve becerikli bir
adamdı ve babamın çok yakın arkadaşıydı. İlkleri orada hep Hüseyin
Amca gerçekleştirdi. İlk aşılı meyve fidanlarını, ilk traktör, biçerdöver,
ilk su motoru, ilk motosiklet gibi birçok ilkleri onunla gördük.
Üniversitede dahi ondan öğrendiklerimin faydası oldu.
Beşinci olarak Rüstem Ağa’nın etkisinde kaldım. Ağabeyim anlatmıştı;
muhtarlık yapardı ve çok tatlı dilli bir adamdı, köylüden mühür parası
25 kuruş alabilmek için 25 saat çene çalardı. Halbuki kendisi ağa, iki
bin dönüm arazileri var, paraya ihtiyacı yok. Biz kooperatif kurma
aşamasında kendisiyle karşılaştık bana sizin iş “Oğlan yedi oyuna gitti,
çoban yedi koyuna gitti” demişti, ben de gücenmiştim. Son olarak da
Maşuk Ağa vardı, ablamın eşiydi. Kendisi çiftçi olamamakla birlikte
traktörden önce çift sürmeyi dört katırla birlikte gerçekleştirerek bir
yenilik getirmişti. O çiftlikte çalışanları onu çok rahatsız edince çiftliği
sattı, ablamla şehre yerleşti.
Türesin Çehreli benim en iyi arkadaşlarımdan birisidir. İkincisi, Metin
Sicimoğlu’dur. Tüccar çocuğuydu ve 1954 yılında malzemeleri alarak
bize radyo yaptı ve dinletti. Çok zekiydi İstanbul’a üniversiteye gitti
yapamadı ve memlekete geri geldi çünkü çok ana kuzusu bir kişiliği
vardı. Babası halı tüccarıydı, babasının mağazasında halı tüccarlığı
yaptı şimdi hala orada. Üçüncü arkadaşım ise, Oktay Süner’dir.
İstanbul’a
Fen
Fakültesi’ne
kimya
bölümüne
gitti,
ben
Almanya’dayken yanıma geldi ve üniversitenin düzenlediği Kopenhag
gezisine birlikte gittik. Kopenhag’da bir park vardır, orada bir
birahanede Tuborg birası içerken bira bardağını kaldırarak bana “bu
birayı Türkiye’de yapacağım” dedi ve dediğini yaptı. Onun Genel
Müdürlüğünü yaptı şimdi ise emekli. O arpaya taktı, ben de ineğe
takmıştım, ikimiz de dediğimizi yaptık.
İş arkadaşlarım arasında etkilendiğim kişilerden birisi Ahmet Altun’dur
ve çalışkanlığının semeresini milletvekili olarak aldı. İkincisi Hasan Ali
Yücel’dir. O da Almanya’ya gitti ancak bazı insanların sözüne kanarak
çok
erken
dönüş
yaptı.
Üçüncüsü
ise
Şükrü
Kirman’dır.
Kooperatifçilikteki ilk günlerinde çok yardımını gördüm. Ancak o da
Almanya’ya gitmeyi uygun gördü. Almanya’da üç oğluna üniversite
tahsili yaptırdı.
İyilik yap denize at, balık bilmez ise Halik bilir
Mesleki konularda çok detaycıyımdır. Birkaç yılda bir kendime
araştırmak için yeni bir konu seçerim. Mesleki konularda da
incelemeyi severim, örneğin nar ve yaban mersinini inceledim.
Onların ORAC değerlerine merak sardım, yani anti oksidan
değerlerine. Hayatta başardığım en önemli inovasyon ise, doğup ve
büyüdüğüm köyde tarımsal kooperatifçilik hareketini başlatmamdır ve
ENGİZ-KOOP’dan
emekli
oldum.
İnsan
öldükten
sonra
nasıl
hatırlanmak ister? Başkalarının yaşamında olumlu farklar yaratan
insan hatırlanan insandır ve ben olumlu fark yaratabilmişsem işte bu
çok güzel bir şey. Denir ki,”İyilik yap denize at, balık bilmez ise Halik
bilir”. Ben iyilik yapmadım sadece görev yaptım.
Annemin dedesi zamanında sığır yetiştirip kavurma yapıp orduya
kavurma satarmış. Benim çocukluğumda Engiz köyünün yüzde ellisi
meraydı ve hayvancılık çok ileriydi, sabahleyin saldığımız hayvanlar
akşama kadar otlar geri gelirdi. İnekleri otlamaya bıraktığımızda çocuk
olarak çelik çomak oynayarak hem hayvanlarımıza göz kulak olur hem
de oyun oynardık.
Babam bize sık sık hayvanların kurutulan tütün vagonlarına
girilmemesi uyarısı verirdi. Bir gün oyuna dalmışız, hayvanlar tütün
vagonlarına dalmış ve boynuzlarını vura vura ipe dizili tütünleri
parçalamışlar. Babam da o zaman ilk olarak ve son olarak bana bir
tekme vurdu. Bundan başkaca babamdan kötü söz veya darbe
görmedim. Bizim çobanlığımız oyuncak çobanlıktı. İneklerimiz çok
besiliydi. Samsun’da bir bayan kilo aldığında “Engiz ineği gibi
olmuşsun” derlerdi. O dönemde ineklerimiz çok iyiydi sonraları
yabancı hayvanlarla doldurduk, hatta ben bile kooperatife süt ineği
ithal etmiştim. Yerli ineklerimizi ıslah edemedik ve ülkemizi yabancı
nesil hayvanlarla doldurduk. Köylü ıslahın ne olduğunu bilmedi.
Üniversiteler yerli kara sığır ırkının ıslahını başaramadı. Düveler,
inekler ve boğalar birlikte yayılırlar. Düveler erken yaşta kızana gelir,
dolayısıyla boğalar onlara erken yaşta yanaştı ve küçük düveler erken
yaşta gebe kaldı ve zaman içerisinde cılız buzağı yaparak ırk bozuldu.
Çobanlıkta erkek çocukları olarak boğaların ineklerle çiftleşmelerini
seyrederdik.
İlk gün civcivlerinde cinsiyet tayini
Ortaokulda kızlara ilgi duymaya başladık, o dönemde komşu kızlarıyla
bakışırdık. Lisede Nermin vardı. Onunla platonik aşkımız lisede bir
dargın bir barışık şekilde devam etti. Üniversitede ise unutulup gitti.
Yaklaşık altmış yıldır da görmüyorum kendisini. Bir de mektup
arkadaşlarım oldu Almanya’da. Bir tanesi çok şişmandı ve onunla bir
gün görüştük ve ondan sonra hiç görüşmedik, diğeri ile zaten hiç
karşılaşmadık.
Üçüncü
mektup
arkadaşım
Lore
idi.
Ben
mektuplaşırken sadece vesikalık fotoğrafımı göndermiştim ve onlar da
kız arkadaşlarıyla benim boyumu tahmin edip 1.69 cm olarak
mektupta yazmışlardı. Ben de latife olsun diye “Nasıl tahmin ettiniz?”
demiştim. Her neyse, ben Almanya’ya gittiğimde evlerine uğradım ve
kapıyı çaldım. Kapıyı açıp da beni gördüğünde “Yalçın senin boyun
uzunmuş” dedi. Sonra Kiel’e gittim, yaz tatili olur olmaz Lore benim
yanıma geldi. Ev sahibimizin yanına gidip Lore için kalma konusunda
ikna ettik. Lore ile buğday tarlası içinde otururken elinde tırpanla birisi
geldi ve bize “Burada ne işiniz var gidin denize” dedi.
Bursumu bir yıl uzatan Tavukçuluk öğretmenimin bir de güzel bir kızı
vardı. O dönemde de ben Brigitte ile birlikteyim. Bir gün orada kahya
gibi birisi bana gelip hocamın kızına neden itibar etmediğimi sordu,
kızın benimle dansa gitmek istediğini söyledi. “Benim kız arkadaşım
Brigitte var” dedim. Hocam da benim para kazanmam için beni
kendisinin tanıdığı Herr Sommer’in tavuk çiftliğine gönderdi. Oraya
gittiğimde ilk gün çiftliğin tavukçuluk yerine civcivlerinden para
kazandığını öğrendim ve bu konuda da kendimi yetiştirdim. Hangi
civciv erkek, hangi civciv dişi hemen anlarım. Bu işin kaymağını
Koreliler yiyor. Neden bu ayırım yapıldığını sonra anladım. Erkek
civcivler ile dişilerin aynı ortamda olmaması gerekiyor. Erkek civcivler
dişiler ile bir arada olduğunda, dişi civcivleri devamlı rahatsız edip
kovaladıkları için dişi civcivlere yem yedirmiyorlar, su içirmiyorlar. Bu
durumda da dişi civciv cılız kalırken, erkek civcivler de palazlanıyor.
Tavukçulukta kar edebilmek için erkek ve dişiyi birbirinden ayırmak
gerekiyor. Orada hem dişi hem de erkek civcivlerin cinsiyetini ayırma
işlemini, bir de yumurta ve et civcivini birbirlerinden ayırmayı
öğrendim. Herr Sommer de bir alet icat etmiş ve o şekilde civcivleri
dişi ve erkek olarak ayırıyordu. Erkek civcivleri bir torbaya koyarak
araba egzozu ile öldürüyorlardı. Civciv kıyımı karşısında “Nazisin” diye
haykırınca da kız ağlayarak babasının yanına koşmuştu, adeta küfür
addedilmişti bu tepkimi. Ben tepki verince ertesi gün yine torba
içerisindeki civcivleri domuzların önüne atmıştı. Domuzlar da civcivleri
canlı canlı yiyince çok şaşırmıştım.
Çiftlikte bir domuzun 12 yavrusu vardı, karnı doyan yavru annesinin
yanağına sürünüp gidip yatıyordu. İstinasız bütün yavrular bunu
yaptığını
görünce
eskiden
“mendebur
domuz”
lafını
çokça
kullandığıma utandım. Domuz etini dinsel olarak Museviler ve
Müslümanlar yasaklamıştır. Yasaklamaları da çok iyi olmuş, trişin diye
bir bakteri ürüyor domuzda iyi pişmemiş domuz etinde bu bakteri
insana geçiyor ve beyne yerleşiyor. Sommer’in kızı benim çok üzerime
düşmüştü ancak hiçbir münasebetim olmadı, yine dediğim gibi
Brigitte vardı.
Brigitte ile evlenmeden nişanlıyken çocuğumuz oldu, ayrıldıktan sonra
bana mektup yazarak “Senin aleyhinde çocuğumuza hiçbir şey
söylemedim” dedi. Üç yıl, üç ay boyunca Almanya’da kaldım ve
Türkiye’ye geldikten farklı derslerimi verdikten sonra Ziraat
Fakültesi’nden mezun oldum. Sonra İzmir-Ulaştırma Okulu ve
İstanbul-Kartal’da askerliğimi 24 ayda tamamladım. Askerde de
ağaçlandırma yapmıştım ve o koruluğa “Teğmen Engiz” ismini
vermişlerdi, çok mutlu olmuştum. Askerdeyken babam hastalandı,
İstanbul’a gelmişti ve orada bir ev tutmuştum, sobalı bir evdi. Bir gün
sobayı erken kapatıp yatmışız. Sabah uyandığımda kendimi çok kötü
hissettim ve sürünerek sokak kapısını açtım, babam ölü gibi yatıyordu.
Hemen hastaneye acile gittik ve şans eseri ikimiz de kurtulduk. Doktor
ilaçlarını düzenli içmez ve kendine bakmazsan prostat olursun dedi.
Ben de kendime iyi baktım bir de Himalaya Tuzu kullandım ve şimdi
prostat değerlerim çok düzgün.
Samsun’un yarısı Atatürk’ten bihaber
Ailemizde en büyük Atatürkçü babamdı. Babamın kardeşi Rus
Harbinde Allahuekber dağlarında şehit düşmüş. Babam Atatürk
Samsun’a ayak
bastığında
ayakkabıcılık
yapıyormuş.
İngilizler
Samsun’a geldiğinde Ulu Caminin iki minaresi arasına siyah bayrak
asarak İngilizleri protesto etmişler. Atatürk Samsun’a ayak bastığında
da bayrağı indirmişler. Onu çok güzel karşılamışlar. İlk asker
Samsun’dan gitti, babam öyle anlatırdı. Atatürk Padişahın fermanıyla
görevli olarak Samsun’a gönderildi. Şimdi kayıtlarda her ne kadar
farklı söylense de aslı budur. Şimdi ise Samsun çok kozmopolit oldu,
yarısının Atatürk’ten haberleri bile olduğuna inanmıyorum ancak
diğer yarısı hala Atatürk sevgisini biliyor.
Annemi 1968 yılında, babamı da 1973 yılında kaybettim. Annemi
damar sertliği sonucu oluşan hastalık sonucu kaybettik. Ablam ve
ağabeyim de bundan dolayı vefat ettiler. Ben de çok yağlı yemek
yiyordum ve Antalya ile birlikte zeytinyağını, Muğla ile birlikte
adaçayını keşfettik. Babamı da yaşlılıktan ve hastalıklar sonucu
kaybettim. Ben daha çok mizaç olarak babama benziyorum. Kısacası
gezmeye başladıktan sonra da çok şey öğrendim. Oğlum Oğuz ve ailesi
de bu konuda iyiler, gezi programları yapıyorlar. Ben elli yıl önce
inovasyonu gerçekleştirdim, yenilikçiliğe oldukça açık bir insanım.
Celal Bayar ile karşılaşma
1959 yılında Almanya’da bulunduğumuz bölgede toplamda 13 Türk
vardı. Dünya Evi diye bir ev vardı, öğrenci yurdu, kütüphane, salonlar
ve yemekhaneden oluşuyordu. Onu kuran kişi Hitler Almanya’sından
Türkiye’ye kaçan ve tekrar geri dönen Musevi bir İktisat Profesörüydü,
ismi de Baade idi. Bir de o eve bütün Atatürk ile ilgili kitapları
toplamıştı. Ben Türkiye’de görmediğim kitapları o kütüphanede
gördüm. 1959 yılında oraya kütüphane açılışı için Cumhurbaşkanı
Celal Bayar gelmişti. Kütüphaneye de bin Mark bağışta bulundu, biz
de 13 Türk onu karşılamış ve elini sıkmıştık. Karşılama merasimini nasıl
gerçekleştireceğimiz konusunda aramızda tartışma konusu olmuştu.
Bazı arkadaşlarımız Bayar’ın elini öpmek istemiş, diğerleri de “Burası
Almanya, el öpmek de neymiş” diyerek buna karşı çıkmıştı. Neticede
hepimiz Bayar’ın elini sıkarak karşılamıştık.
Yaz
tatilinde
Türkiye’ye
gitmek
çok
masraflıydı,
Alman
arkadaşlarımdan biri Türkiye’ye gidip gitmeyeceğimi sordu bende
Türkiye’ ye gitmenin çok masraflı olduğunu söyledim. Yanımızda bir
başka Türk arkadaşla birlikte bizi üniversitenin bir nevi iş ve işçi bulma
kurumu gibi bir yerine götürdüler. İşverenler oraya telefon edip ne
türlü işleri olduğunu ve eleman sayılarını ve ödeyecekleri ücreti
kaydettiriyorlar.
Üniversite
öğrencileri
oraya
belli
saatlerde
toplanıyorlar ve oradaki görevli bayan işleri ve ücretleri söylüyor.
Kabul edenler o işte çalışmak üzere o işe gidiyorlar.
Odun kesme işi vardı, ona gitmek istedim yanımdaki Ural arkadaşım
odun kesme işini istemedi, onun yerine gemi boşaltma işine talip
olalım dedi. Çok tutumlu bir çocuktu, limana gittik bizi bir kulübeye
götürdüler ve üstümüzü değiştirdik. Akşama kadar çalıştık ve gemi
boşaldı ve her birirmize 18 Mark verdiler. O parayla kendime büyük
bir mağazadan bir gömlek, bir pantolon, bir çorap almıştım. Burada
bir şeyi ifade etmem gerekir ki, Almanya’yı yöneten ustabaşılardır,
cumhurbaşkanları, başbakanlar değil. Ustabaşılar (Meisterler) yüksek
tahsilli değillerdir ama her şey onlardan sorulurdu.
Orada bir de balıkhanede işe başladım, arkadaşlarımdan Necati ve
Orhan da benimle birlikte çalışıyordu. Yaptığımız iş, gelen balıkçı
teknelerinden kasalarla balıkları alıp, el arabalarıyla soğuk depolarına
götürmekti. Biz Necati ile birlikte bu işi başarıyoruz ancak Orhan
elindeki balık kasası çekme kancasını kazayla diğer Orhan’ın
(Fevzioğlu) şakağına sapladı. Arkadaşımızı kanlar içinde hastaneye
kaldırdık. İş bitince duşa girip temizlenirdik ki, balıkhanede çalıştığımız
anlaşılmasın.
Brigitte haftada bir beni ziyarete gelirdi ve ziyaretinde bana çeşitli
yiyecekler getirirdi. Bir gün göğüs kıllarımın arasında balık pulu
bulmuştu da çok mahçup olmuştum. Yaklaşık bir ay balıkhanede
çalıştım
ve
1030
Mark
biriktirdim,
büyük
paraydı.
Kiel’de
Howaltswerke adındaki tersanede de bir ay çalıştım. Almanya’nın
Norveç’e harp tazminatı olarak verdiği savaş gemilerini balıkçı
gemisine dönüştürüyorduk. Bir de orada kampana vardı ve bir gün
kampanayı bana çaldırdılar bir de baktım ki, kampananın üzerinde
Türkçe bir şey yazıyor. Dikkatlice baktığımda üzerinde “Saldıray”
yazdığını gördüm. Hemen şefe gidip bunu söyledim. “Sen bunu
bilmiyor musun, Saldıray ile Yıldıray bu tersanede yapılması için Türk
hükümeti tarafından sipariş verildi, ancak savaş çıktığı için yapılamadı”
dedi. Aynı gün Yıldıray’ı da buldum. “Saldıray ve Yıldıray’ı savaş gemisi
olarak alamadık bari çan olarak alsak” diye düşündüm.
CHP ne kadar solda ise biz de o kadar solcu olduk
Uşak’da bazı kendini bilmezler tarafından rahmetli İnönü’nün başına
taş atma olayı yaşandı ve bu vaka bizim için bir dönüm noktası oldu.
Koyu bir CHP’li olan babam bana bu olaydan sonra CHP sevgisini
aşıladı,
bunun
Atatürk’ün
partisi
olduğunu
belirterek
asla
ayrılmamamı vasiyet etti, ben de buna uydum. Atatürkçü geçinen
Kenan Evren CHP’yi de yıktı. Sonrasında muallakta kaldık, ben sol
düşünceliyim ama aynı zamanda sağcıların müteşebbis ruhuna
sahibim. Özal bir dalavere tutturdu ve sağcıyı da solcuyu da bir arada
toplamaya çalışarak bizleri kandırdı. Kendi görüşüne bizi kattı, iki kez
kendisine oy verdik.
Bu durum benim solculuğu bilmememden kaynaklanıyor. Biz
kendimizi solcu değil cumhuriyetçi olarak gördük. Solculuğu çok fazla
bilmiyorum. Biz solcu olarak yetiştirilmedik. Atatürk ilke ve
inkılaplarıyla yani Cumhuriyetçi olarak yetiştik. Sol’un ne olduğunu biz
hiç bilmedik, bu nedenle Özal Hükümeti zamanında iki kez ANAP’a oy
verdim. Sonra yine CHP’ye oylarımı verdim. CHP ne kadar solda ise
ben de o kadar soldaydım. Ancak babamın koyu bir solcu olduğunu
tahmin ediyorum. Hiç kimseye sezdirmeden fakir insanlara çok yardım
eder, onları kollardı. Babam vicdanlı adamdı, vicdan bir kültür işidir.
Kültürlü olmayanın vicdanlı olma şansı azdır. Marx’ın Das Kapital
kitabını okuyamadım, buna vakit bile yoktu. Ama şunu söyleyeyim:
CHP ne kadar solda ise biz de o kadar solcu olduk. Onun dışında sol
bilemedim. Ortanın solunda olduk işte.
İnönü’nün ölümü
Milli Şef İsmet İnönü’nün ölüm haberini aldığımız zamanı çok net
hatırlıyorum. Ben İl Genel Meclisinde üyeydim ve Meclis Başkanıydım.
Toplantı halindeydik, aylardan da Aralıktı sanırım. Hemen tören
düzenine geçtik ve saygı duruşunda bulunduk. Onunla ilgili
konuşmalar yapıldı ve aramızdan Ankara’ya gitmek için üç partiden bir
heyet oluşturuldu. O dönemde basında İsmet İnönü hakkında
geçmişte yapmış olduğu hizmetler anlatıldı. Benim için de eski
bilgilerin tazelenmesi manasına geliyordu. Atatürk, kendisinden sonra
ülkeyi yönetmesi için hiç kimseyi seçmedi ve işaret etmedi ancak onun
silah arkadaşları İsmet İnönü’yü seçmişlerdir. Çünkü onun Atatürk’ten
sonra ülkeyi kalkındırabileceğini, ilke ve inkılaplarını devam
ettirebileceğini düşünmüşlerdi, bana kalırsa da bu doğrudur. Mustafa
Kemal Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Anadolu aydınlanması
hamlesi çok doğru şekilde başlatıldı, bu hareketin mimarları önünde
saygıyla eğiliyoruz elbette, biz de kendi payımıza düşen sorumlulukları
mümkün mertebe hayata geçirmeye çalıştık, çabaladık. Umarım
bizden sonra gelenler bu hareketin bilincine vararak başarıyla
tamamlayabilir.
Bir itiraf: İdeal ile ticareti bir arada yürütemedik
Her ne kadar kooperatifçilik yıllarımızda CHP kooperatifçiliğe önem
vermiş olsa da, AP kooperatifçiliğe sahip çıktı. CHP döneminde
kooperatif kredilerimizi alamadık, bunları hak etmemize rağmen ve
projelerimizin hazır olmasına rağmen bu kredilerden gereğince
yararlanamadık. Hükümeti kurma görevi AP’ye verildiğinde biz hak
ettiğimiz şeylerden faydalanır olduk. Ben Demirelci değilim ama
Demirel bizi daha iyi anladı. Çok üzüntü duyduğum konudur aslında,
çünkü bu hareketi, duyarlılığı CHP’den beklerdim.
Özal da sağcı politikacıdır mesela ama aslında halka çok yakın bir
profil çizer. Anadolu’nun yiğitleri arasında ben Özal’ı da sayarım.
Birinci yiğit Mustafa Kemal, ikinci yiğit İsmet İnönü, üçüncü yiğit
Adnan Menderes’tir benim için.
Süleyman Demirel ile karşılaşmamız 1968 yılında oldu. O yılda saflar
tamamen ayrılmıştı. Ancak kooperatife üye olanlar tamamen
kozmopolitti. O dönemde bir ilkokul müdürü vardı ve Adalet Partisi
taraftarıydı, benim AP’deki elim kolum oldu. Bu sayede o dönemin
Başbakanı Süleyman Demirel bizim süt fabrikasının soğuk hava tesisini
açmaya geldi. Benim üzerimde de fabrika giysileri vardı ve bu
görünümümden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ben de yaptığım
konuşmada
kendisinin
gelmesinden
ne
denli
memnuniyet
duyduğumuzu ifade etmiştim. Süleyman Demirel törende, “Bu tesisin
kurulması kadar işletilmesi de önemlidir” demişti. Yani bugün moda
olan tabiri ile “sürdürülebilirlik” tezine dikkat çekmişti. Ben Yalçın
Engiz olarak ENGİZ-KOOP Süt Fabrikasının sürdürülebilir olması
yönünde çok emek sarf ettim.
Şu anda yaptığım vicdan muhasebesi sonucunu açıklıyorum: ENGİZKOOP bir idealdi. Süt Fabrikası ise bir ticari işletme idi. İdeal ile ticareti
bir arada yürütemedik. “Sebebi nedir?” diye sorarsanız; Birinci sebep,
süt üretiminden para kazanmak isteyen çiftçilerimizin sayısı çok azdı.
Bu sayı fazla olsaydı bunlar fabrikaya sahip çıkardı. Öyle ki, işi
beceremeyen Yalçın Engiz’i oradan uzaklaştırıp bir bileni müdür tayin
edip işe devam ederlerdi. Durum böyle olsaydı ben Yalçın Engiz olarak
daha mutlu olurdum. Beni uzaklaştırma hareketi olmuştur. Ancak bu
süt için değil kontenjanları diledikleri gibi kullanma hırsıyla oldu.
Çoğunluk istemediği için bu hareket başarısız kaldı.
Benim derdim süt idi. “Mööö, pastörize süt Samsun’da!” radyo
reklamlarının bugünkü TV reklamlarına dönüşememesinin verdiği
üzüntüyü benimle paylaşan çok az insan vardır.
Süt Fabrikasının sürdürülebilirliği için yaptığım Don Kişotluklar az
değildir. Fabrikayı Pınar Süt’e devretmeye karar verdik. Bunun için
yönetim kurulu olarak İzmir’e gittik, Selçuk Yaşar ile görüştük. Pınar
Süt elemanları Samsun’a gelip incelemeler yaptılar, fabrikayı
devralmayı kabul ettiler. Bu bir kurtuluş olabilirdi. Fakat Pınar Süt
Karadeniz’e kadar açılmaktan vazgeçti.
Don Kişotluk durmadı. Köy-Tür tavukçuluk projeleri ile tanınır. Köy-Tür
Akyazı ve Kayseri’deki iki süt fabrikasıyla süt sektörüne girmişti. Köy-
Tür Kooperatifin Ziraat Bankasına olan borcunu ödeyerek ENGİZKOOP Süt Fabrikasına ortak oldu. O yıllarda Köy-Tür mali krize
girdiğinden Engiz fabrikasını çalıştıramadı.
Bu iki kuruluş ile ortaklık tecrübelerimiz olumlu sonuç vermeyince
tasfiyeye gidildi. Köy-Tür’e fabrikanın sterilize bölümü verildi.
Akyazı’ya götürdüler. Kalan makineleri ve binamızı Ondokuz Mayıs
belediyesi satın aldı. Bafra Belediyesinin, Samsun Özel İdaresinin ve
kooperatif üyelerinin payları kendilerine ödendi. Ondokuz Mayıs
Belediyesinin sattığı makineleri satın alan bir müteşebbis bir süt
fabrikası kurdu. Ziyaret ettim. Bilgisayarının başında çalışıyor. Engiz’de
“sütümü satamıyorum” şikayeti yok. Binaya gelince Başkan Yılmaz
Erel’in ileri görüşlülüğü sayesinde çok güzel bir belediye binasına
dönüştürülmüş. Yalçın Engiz de o fabrikadan emekli olmuş. “Sen sağ,
ben selamet” diyerek olaydaki üzüntümü hafifletmeye gayret
ediyorum.
YAKIN ÇALIŞMA ARKADAŞLARI ve DOSTLARININ GÖZÜYLE
Keşke milletvekili olmasaydım!
Yalçın Engiz ile Almanya’da yüksek ziraat mühendisi olarak tahsilini
bitirdikten sonra Türkiye dönüşü tanıştık. 1960’lı yılların başlarında o
dönemin Başbakanı rahmetli İsmet İnönü Köy İşleri Bakanlığını kurdu.
Samsunlu hemşerimiz Hüsnü Kurtluoğlu kooperatifçilikle ilgili
bölümün daire başkan yardımcısı ve sonra da başkanı oldu. Yalçın Bey
de onunla tanışıyordu ve henüz yeni olan 1961 Anayasasının 51.
maddesinde “Devlet kooperatifçiliği geliştirici önlemleri alır” şeklinde
emir niteliğinde bir madde mevcuttu.
Yalçın Bey de Ankara’dan bu bakanlıktan kooperatifçilikle ilgili bütün
bilgi, belge ve broşürleri edinerek köye getirdi. Köyde bir hafta
boyunca bu konuda konferanslar verdi. Konferanslarda okul müdürü
Cahit Girginel aynı zamanda benim ve Yalçın Bey’in de müdürüydü, o
divan başkanı ben başkan yardımcısıydım. Ancak maalesef Ballıca
Köyünde toplam 13 kişi kooperatif için gönüllü çıktı, halbuki yirmi kişi
olmadan kooperatif kurulamıyordu.
Yalçın Bey’in morali çok bozuldu. Ben “moralin bozulmasın” dedim. O
hafta bizim köyde tekrar toplantılar yaptık, o kadar güzel projeler ve
bilgiler verdi. Biz sermaye olarak 100 TL de aidat olarak istedik. “Ne
için?” diye sorduklarında biz de “Yiyeceğiz” demiştik. Otuz bir kişi
25’er TL çıkardıklarında Yalçın Bey çok mutlu olmuştu hatta biz
kendimizi yirminci sırada yazmıştık. Bu proje kapsamında ilk yirmi
kişiyi Almanya’ya 1965 yılında gönderdik.
O dönemde Yalçın Bey DSİ’nde bazen arazide bazen de merkezde
çalışıyordu. Araziye çıktığı zaman daha çok para alma hakkına rağmen
kooperatif çalışmalarına katıldığı için araziye çıkamıyordu. Bir gün köy
kahvesinde köylülerle sohbet ederken bir adam geldi. Bakanlıktan
geliyormuş ve bize “Bir mühendis ortaya çıkmış köylülerden 125 lira
para topluyormuş diye bize şikayet geldi” dedi. Ben de” 125’er Liraları
toplayan benim buyurun yazıhaneye çıkalım” dedim. Yazıhanemiz de
Yalçın Bey’in rahmetli Mustafa Bey’in fırının üst katıydı ve bize orayı
ücretsiz olarak tahsis etmişti. Orada biz projemizi, kooperatifçiliği
anlattık, Yalçın Bey’in fedakarlığından söz ettik. Görevli kişi
projelerimizi, dosyayı inceledi ve çok memnun oldu. “Ben Yalçın Bey’i
tebrik etmek istiyorum, kendisini nerede bulabilirim?” dedi. Biz de
kendisini DSİ’nde bulabilirsiniz demiştik ve gidip Yalçın Bey’i ziyaret
etmiştik. Ben durumu kendisine kısaca anlattım ve oradan Cumhuriyet
Restaurantına giderek kendisine yemek ikram ettik ve yetkili çok
memnun bir şekilde oradan ayrıldı. Ancak Yalçın Bey’in morali çok
bozuldu, “Ben bu kadar çalışıp yoruluyorum bir de şikayet ediliyorum”
dedi. Ben de, “şikayet olmasına rağmen incelendi ve şikayetlik bir şey
olmadı, üstelik bir de teşekkür edildi” dedim.
Ben 1940 yılında Artvin ilinin Şavşat ilçesinin Çukur köyünde doğdum.
Altı yaşımda Samsun’un Engiz köyüne yerleştik. Engiz köyünde Sayın
Yalçın Engiz’in dayısı Şemsettin Köksal köy muhtarı idi. Ancak öyle bir
muhtardı ki, Amerika Birleşik Devletlerinde pratik yapmış, Devlet
Malzeme Ofisinde müdürlük yaptıktan sonra emekli olmuş ve Engiz
Köyüne yerleşmiş biriydi. Biz ilk kooperatif bilgilerini Sayın Şemsettin
Köksal’dan aldık.
Herkes
kapitalist
bir
devlet
olarak
görür
ve
Amerika’da
kooperatifçiliğin olmadığını sanır. Oysa Amerika’da bugün kırsal
kesimde üretim kooperatiflerin elindedir. Amerika’da kırsal kesimdeki
birçok
konuda
kooperatiflerin
faaliyet
gösterdiğini
Şemsettin
Köksal’dan öğrendik.
Yükselmemde Yalçın Bey’in katkısı çok fazla
Kooperatifçiliğin başlangıç noktasında Yalçın Bey’in büyük emeği
vardır. Ben kooperatifçilik işinde çok yükseldim ve bu yükselmemde
Yalçın Bey’in katkısı çok fazladır. Yine İsmet Paşanın kooperatifçilik üst
düzey yöneticilerini yetiştirmek üzere Türk Alman Kooperatifçilik
Projesi kapsamında altı ay Ankara’da Göte Enstitüsünde bir yıl da
Almanya’da kooperatifçilik eğitimi aldım. Almanya’da herkesin pratik
yapma zorunluluğu vardı ve pratik için köylere gidilmişti. Benim
konum da süt fabrikasıydı, ben o köye gidince “burada kaç kooperatif
var” diye sormuştum? Bana “burada Kooperatif Bankası var” dediler.
Hayvan
Değerlendirme
Kooperatifi,
Çiftçi Tüketim
Pazarlama
Kooperatifi mevcuttu ve ben de hepsinde pratik yapmak istediğimi
söyleyince Almanlar şaşırmıştı. Çünkü bizler orada hiçbir şekilde para
almıyorduk. Gece 3:00’de kalkıyordum ve saat 6:30’a kadar Hayvan
Değerlendirme
Kooperatifinde,
6:30’dan
11:30’a
kadar
süt
fabrikasının çeşitli bölümlerinde ki, her gün farklı bölümlerinde
çalışıyordum. Saat 11:30’dan saat 13:00’ kadar kendime izin
veriyordum,
saat
13:00’den
15:30’a
kadar
da
Kooperatifler
Bankasında, 17:30’dan 19:00’a kadar da Çiftçi Tüketim Pazarlama
Kooperatifinde çalışıyordum. Çiftçi Tüketim Pazarlama Kooperatifi
burada çok önemli bir yer teşkil ediyordu ve köylünün bütün üretim
girdilerini sağlıyor ve ürettiklerini de pazarlıyordu.
Moda Paris’te çıkar 24 saat İstanbul’a sonra gelir
Almanya’ya gittiğim dönemde yüksek tahsilim de yoktu, yüksek
tahsilimi 12 Eylül İhtilalinden sonra SSCB’de tamamladım. O
dönemden önce milletvekilliği de yapmıştım. İşletmeler Bakanlığını o
dönemde Sayın Kenan Bulutoğlu yapıyordu ve kendisi Dünya
Bankasında da çalışmıştı. Milletvekili olmadan önce Sayın Kemal
Derviş o dönemde onun emrinde çalışıyordu. İhtilalden sonra da
Kemal Derviş’in emrinde çalışmaya başladı. O Bakan olarak
Almanya’daki kooperatifleri ziyaret ettiğinde ben de Hannover’deki
kooperatifteydim. Daha sonra da Köln yakınlarındaki Forsbah’daydım
ve birincilikle bitirmiştim. Orada benim fotoğrafımı görmüştü.
Almanya’daki bir sene boyunca birçok ders gördük ve her derse çeşitli
hocalar gelirdi ve bu hocalar yaklaşık on sene önce Almanya’nın
durumunun çok kötü olduğundan bahsederdi. O hocaların birisinin
babası İstanbul doğumluydu, bir diğerinin babası ise, Hitler
Almanyasından kaçıp Türkiye’ye sığınmıştı.
Hocalar diyordu ki, “Türkiye’nin sorunu şudur; Moda Paris’te çıkar,
Almanya Fransa’nın sınır komşusudur ve bir yıl sonra gelir, mevcutlar
tüketilmeden gelmez. Ancak İstanbul’a 24 saat sonra gelir.’ O
dönemde Prof. Dr. Erhart isminde Ekonomi Bakanı yapısal değişiklikler
yapmış ve o dönemde Almanya’nın ekonomisi Türkiye’den daha
kötüymüş. Merkez Bankasını bağımsızlaştırmış, Bankacılık Düzenleme
ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulunu ve Rekabet
Kurumunu kurmuş. O dönemde paradaki bütün sıfırlar kaldırılmış,
Türk profesörleri Berlin, Hamburg, Köln’e gittiklerinde ekonomi çok
kötüymüş. Ben üç partiye de oy vermememe rağmen Allah, rahmetli
Ecevit’ten, Sayın Mesut Yılmaz’dan ve Sayın Devlet Bahçeli’den razı
olsun çünkü Sayın Kemal Derviş’i getirerek Türkiye’de yapısal
değişiklikleri oluşturdular.
1980 darbesinden sonra bakkal dükkanı açılır gibi Bankalar ve
Bankerlikler oluşturuluyordu. 1 milyon USD kurdukları bankadan
yüksek faiz vaadiyle 15-20 milyar lira mevduat toplayıp Türkiye’yi
felakete onlar sürükledi. O dönemde Türkiye’de 21 banka TMSF’na
devredildi. Eskiden Sayın Süleyman Demirel ve rahmetli Turgut Özal,
paraya sıkıştıklarında hafta sonlarında Merkez Bankası personeline
yüzde 100, yüzde 200 mesai ücreti vererek para bastırırlardı. Şimdi
ise, Avrupa ve Amerika bankalarındaki sermaye rasyosu yüzde 5 iken,
Türkiye’de bu oran yüzde 18’ler seviyesinde. Bunu nedeni ise Sayın
Kemal
Derviş’in
bağımsızlaştırmasıdır.
sistem
kurarak
Bankacılık
Merkez
Düzenleme
ve
Bankası’nı
Denetleme
Kurumunu, Sermaye Piyasası Kurulunu ve Rekabet Kurumunu aynı
Prof. Dr. Erhart’ın yaptığı gibi kurdu. Sonra da işe yaramayan 21
bankayı da fona devretti. Şimdi Türkiye çok iyi bir yöne doğru gidiyor,
bankaların sermaye rasyosu 2002 yılından beri yüzde 15’in altına hiç
inmiyor.
Akrabalık değil inanç dönemi yaşadık
Ben Almanya’ya gitmeden önce Yalçın Bey ile birlikte kooperatifçilik
hareketini
yürütüyorduk.
Ben
o
dönemde
2-3
kooperatifin
başkanıydım ve başkanlıktan ayrılıp Almanya’ya gittikten sonra da
Yalçın Bey başkanlığı üstlenmişti. Ben Almanya’dan döndükten sonra
tekrar kooperatifçilik hareketine devam ettik. Hüsnü Kurtluoğlu’nun
teşvikiyle de Türkiye’de birlikleri oluşturmaya başladık. 1967 yılından
sonra 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu olmadığı için birliklerin
kuruluşu mümkün olmuyordu. Biz önce Dernek statüsünde başlattık
sonra 1969 yılında 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu çıkınca birlikler
oluşturmaya başladık. Önce TASSO birlik oluşturmaya başladık ancak
o dönemin iktidarları rahatsız olunca her ilde öncelikle birlikler
oluşturmaya yöneldik. İl birliklerini oluşturduktan sonra 1971 yılında
KÖY-KOOP’u kurduk ve ilk genel başkanı ben oldum. Milletvekili
olmamda da Yalçın Bey’in çok büyük teşviki olmuştur.
1958 yılında CHP üyesiydim, çünkü babam CHP’nin bucak başkanıydı.
Yalçın Bey benden daha sonra CHP’ye üye oldu. Sayın Murat
Karayalçın’ın babası Sabri Amcaydı. Birçok kişi hatta CHP içinde bile
Sayın Murat Karayalçın’ın amcası DP Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin
yeğeni olduğu için onu AP’li ve DP’li sanırlar. Oysa babası Sabri Amca,
kendi kayın biraderi DP’nin değişmez milletvekili ve Bakanı olduğu
halde kendisi hep CHP’li olmuştur ve CHP’nin merkez ilçe yürütme
kurulunda görevliydi. O dönemde akrabalık değil inanç sözkonusuydu.
Şimdi ise geçmişte kendisini solcu olarak hatta TKP’li olarak
gösterenleri
şimdi
sağcı
veya
radikal
partilerin
içerisinde
görebiliyorsunuz. Benim babama “DP’ne girmesen bile Vatan
Cephesine gir” demesine rağmen ve herkes 16 kuruşluk pullarla
traktör alırken babam DP’ne girmediği için peşin aldığı traktörlere o
dönemde lastik ve akü bulamıyordu. Şimdilerde erkekler bile lastik
patladığı zaman servis çağırıyorlar, biz o dönemde lastiklerimizi
kendimiz tamir ederdik. O dönemde biz partili olmadığımız için radyo
bataryası bile bulamazdık. Bu sıkıntıları çektiği için babam 18 yaşına
girer girmez beni CHP’ne kayıt ettirdi.
“Ben 30 yaşında sigarayla tanıştım, şimdi 73 yaşında olmama rağmen
sigarayı bırakmadım. Babam bu sıkıntıları çektiğimiz halde CHP’yi
bırakmadı. O dönemde Vatan Cephesi kuruldu ve Yalçın Bey’in dayısı
Şemsettin Köksal’ın kahvehanesini almışlardı. Biz de Yalçın Bey’in
babası Mustafa Amcadan daha sonra da kooperatif olarak
kullandığımız fırının üstünü o zaman CHP bucak lokali olarak
kullanmaya başladık ve oraya yüzlerce kitap koyduk. O dönemde
Cumhuriyet, Akşam, Milliyet Gazetesi, Akis Dergisi, Kim Dergisine
abone olmuştuk. Cumartesi günleri biz lokalin önünde İstiklal Marşı
eşliğinde Türk Bayrağını direğe çekerdik.
İsmet Paşa mecliste bir konuşma yaparak Rahmetli Adnan Menderesi
“Ben de sizi kurtaramam” diyerek uyarıyor. 1930’lu yıllarda Atatürk ve
İsmet İnönü’nün isteğiyle Adnan Menderes Ankara’ya getirilerek CHP
milletvekili yapılıyor, hukuk fakültesini de onlar bitirterek yüksek
tahsilli yapıyorlar. On altı sene tarımdan sorumlu milletvekiliydi. O
dönemde İsmet Paşa için söylenen her şeyin mimarı aslında Adnan
Menderes’ti. Aslında o dönemde 17,5 milyon nüfus içinde 1,5 milyon
asker var ve onlara bakmak zorundaydılar. Biz şu anda bile 74 milyon
nüfus içerisinde 700 bin askere bakamıyoruz, “azaltacağız” diyoruz.
Kim ne derse desin, Rahmetli İsmet İnönü, Rahmetli Adnan
Menderes’i çok severdi ve bu nedenle de mecliste yaptığı konuşma ile
uyarmıştı.
İl ilçe gezerek ihtilal bildirisi okudum
O zamanlarda CHP ve Ulus Gazetesi Ankara Rüzgarlı sokaktaydı ve
Ferda Güney kaçırabildiği kadar gazeteyi kaçırmıştı da bize iki tane
verebilmişti. Biz o haberi elektrik de yoktu ve lüks ışığı altında
okumuştuk. Haberi daktiloyla çoğaltarak Samsun’un bütün köylerine
dağıtmıştık. Kibaroğlu Sineması yeni açılacak, o sinemanın balkondaki
bütün biletlerini satın aldım, traktörün arkasına römork taktım ve o
köyün ve çevresinin bütün gençlerini doldurdum. Bu haberi, gazete
toplandığı ve kimsenin haberi olmadığı için on dakikalık bir arada
okumuştum. Oradan hemen kaçtık, on beş gün sonra bizim yaptığımız
tespit edilmiş. Behzat Ay bizim okulun müdürü ve parti başkanı gelip
“tahkikat kurulmuş seni yakalayıp Ankara’ya götürecekler” dediler.
Ben de “babam yok dükkanda, ne yapayım şimdi?” dedim. Bu arada
da buğday satılmış 3.553 lira var kasada “onu sen al ve kaç biz dükkanı
bekleriz” dediler, ben de kaçtım hatta Fakir Baykurt da oradaydı,
Nevzat Ay’ın da arkadaşıydı ve bize de uğramıştı. Behzat Ay “Köyden
Geliyorum” adlı kitabında bunu anlattı. Konya-Afyon İzmir üzerinden
İstanbul’a amcaoğlunun yanına gittim ve 15 gün sonra Kırklareli’nin
Demirköy İlçesinde halamın oğlu Ahmet Ormaniye de jeneratör
operatörü olarak çalışmaktaydı, onun ismiyle oradaki tek otelde
kaldım. 35-40 gün sonra da 27 Mayıs 1960 ihtilali oldu. Hemen
dönecektim ancak bir müddet kalmam icap etti. Köy halkı çok fakirdi
ve vali olarak atanan albay kağıttan ilk konuşmasını bile doğru dürüst
okuyamıyordu. “Ben konuşayım” dedim keşke demez olaydım. Orada
heyecanlı bir konuşma yaptım, dedi ki; “ben seni onbeş gün
bırakamam bütün ilçe ve köylere gideceğiz konuşmaları sen
yapacaksın.”
1973’teki Baykal’ın fikirlerini taşıyorum
1960 ihtilalinden sonra da eve döndük ve fırının üstündeki kitapları
insanlar paylaşmışlar, daha sonra da kooperatif yazıhanesi olmuştu o
yer. Kooperatifçilik hareketi çok güzel gidiyordu ancak keşke ben
milletvekili olmasaydım. Şimdi Yalçın Bey’i il genel meclisi üyesi olarak
seçtirmemize rağmen baktı ki, hiçbir etkisi yok makamının. Projeler
hazırlıyor, konuları araştırıyor, il genel meclisine sunuyor. Baktık ki, bir
süre sonra Yalçın Bey istifa etmiş. Mahalli idareler o dönemde bu
kadar etkili değildi. Mesela greyder ihtiyacımız oldu ve ben milletvekili
olmama rağmen kurumlardan talep ettik ancak 1,5-2 ayda çıkabildi,
zaten o zaman da kış geldi ihtiyaç kalmamıştı.
Kooperatifçilikte bir ilkemiz de mevcuttu, bu ilke de siyaseti
kooperatifin içine sokmamaktı ve biz sokmadık, siyaseti biz dışarıda
yaptık. Kooperatifçilik hareketini 1863 yılında Mithat Paşa Tuna Valisi
iken, Memleket Sandıkları olarak kurmuştu ve bazı ilkeler koydu.
İngiltere’de 28 tekstil işçisinin 21 Aralık 1844 yılında kurduğu
kooperatifte bile ilkeler vardı ve burada din ve siyaset dışarıda
tutulurdu. Biz siyaseti dışarıda tutmasaydık Samsun DP ve AP’nin
kalesidir. Ben Mersin’de sadece KÖY-KOOP başkanı değildim aynı
zamanda
Fiskobirlik
Başkanıydım,
Akdeniz
İhracatçılar
Birliği
Başkanıydım, aynı zamanda Akdeniz Yaş Meyve İhracatçıları Başkan
Yardımcısıydım, Mersin’de hem AP hem de CHP liste birinciliği teklif
ettiler ama ben Samsun’dan aday oldum. Burada da büyük bir
kampanya yürütüldü ve bu kampanyanın başında da Yalçın Bey vardı.
O dönemde biz CHP olarak 5 milletvekili çıkardık ve Sayın Ecevit 1973
yılında kontenjan teklif etmesine rağmen biz bunu Sayın Deniz
Baykal’ın teklifiyle reddettik. Ben hala 1973 yılındaki Sayın Baykal’ın
fikirlerini taşıyorum şu andakinin değil. 12 Eylül’den sonra siyasi
partilere verilen yetkiler Osmanlı Padişahlarına verilen yetkiyle
aynıdır.
Türkiye’deki
bütün
problemlerin
başı
demokrasinin
işlememesidir. Parlamenterler toplantısı bazen AKP, bazen de CHP
grup salonunda yapılır. Yapılması gerekenler şunlardır:
Siyasi Partiler Kanunu değişmelidir, Seçim Kanunu değişmelidir, parti
kayıtları ilçe il seçim kurulu kayıtlarına girmelidir yani mükerrer parti
kayıtları olmamalıdır, seçimler parti üyelerince ve hakim teminatı
altında olmalıdır. Milletvekili adayları her ilde iki katı geçmemelidir ve
maaşları da 30 bin TL’nın altında olmamalıdır. Çünkü bana o dönemde
10 gün yetmiyordu maaşım.
Bir ayağı partide, bir ayağı kooperatiflerde
Ben milletvekili olmama rağmen kooperatifçilik hareketimiz devam
etti. Bölge toplantısı yapıyoruz 6 Haziran 1978 yılında, Sayın Ecevit
“bir ayağı partide, bir ayağı sendikada, bir ayağı partide, bir ayağı
kooperatiflerde olan kişiler kendi koltuklarını korumak pahasına
partimize zarar vermektedirler” diye bir konuşma yaptı. O konuşmayı
öğrenince kendisine bir telgraf çektim. Telgrafta; “Biz köyden gelen
kişiler olarak köye dönmek onurdur, biz koltuklarımızı korumak değil
tam tersi tehlikeye düşürerek, ülke düzeyinde bölge toplantıları
yapıyoruz. Hükümetimiz yeni olduğu için parti programını tam olarak
uygulayamamasından kaynaklanan birçok hatanıza rağmen, biz sizi
yüceltmeye çalıştığımız sırada sizin Merkez Yürütmede bu konuşmayı
yapmanız bizde şok etkisi yapmıştır. Ben KÖY-KOOP Merkez Yönetim
Kurulunun
ilk
toplantısında
hem
kooperatiften,
hem
milletvekilliğinden istifa ediyorum” demiştim.
Kendisinin ve partideki milletvekillerinin ısrarı sonucu milletvekilliğim
dışında diğer görevlerden istifa ettim. KÖY-KOOP Merkez Birliği 1917
yılında kurulan merkezi Manisa’da olan Bağcılar Bank’ın yüzde 93
hissesiyle banka sahibi olmuştuk. Maltepe’ de kendi binamızı yaptık,
çeşitli yerlerde paketleme fabrikası kurduk, Ankara Yenikent’te traktör
fabrikası kuruyorduk. Traktör dağıttık, paketleme tesisi kurduk.
Hollanda ‘da Rabobank bize 3,5 milyon Gulden hibede bulunmuştu.
Kongremize bu büyük bankaların yetkilileri katılıyordu ancak birkaç
milletvekili arkadaşımızın olumsuz çalışmaları sonucu bu yetkililer
gelmedi. Japonlar ile balık ağı, İtalyanlar ile konserve fabrikası için
çalışmalar yapmıştık. Fikir Yalçın Bey ile ortaya çıktı ve daha sonra
kooperatifçilik konusu büyüdü. 1971-1978 yılları arasında KÖYKOOP’un başındaydım, 1977-1980 yılları arasında da milletvekilliğim
mevcuttur. Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ın Menas’ı da aslında bir
kooperatiftir. Rahmetli Ecevit Rahmetli Mustafa Üstündağ’ı bana
göndererek tekrar KÖY-KOOP’a aday olmamı istemişti, ben de “bir kez
karar veririm sadece divan başkanı olurum, bunun dışında aday
olmam dedim. Traktör getirirken bile Sayın Süleyman Demirel
hükümeti bize 120 gün onay vermedi. Biz de 5 bin köylüyle Ticaret
Bakanlığına daha sonra da Başbakanlığa yürüdük. Agah Oktay Güner
Müsteşar olarak beni aradı ve belgemizin ayrıldığını söyledi ve belgeyi
uzun uğraşlar sonucu aldık. Ticaret Bakanlığını işgal ettiği zaman Hacı
isminde bir köylümüz vardı ve biz onu Ticaret Bakanının koltuğuna
oturttuk. “Hak aramak komünistlikse ben de komünistim” demişti.
Karayalçın Belediye Başkanlığından ayrılmayacaktı
Milletvekili olmasaydım, Sabancı veya Koç Grubu seviyesine gelmemiş
olsa bile KÖY-KOOP o kadar güçlü seviyede kalırdı. 12 Eylül İhtilalinde
benim hakkımda hiçbir soruşturma yoktu, KÖY-KOOP hakkında da
hiçbir soruşturma olmazdı. KÖY-KOOP hızla büyüyerek gerek
bankacılıkta, gerek kırsal endüstrinin gelişmesinde gerek köylünün
refah düzeyinin artmasında karınca kararınca katkımız olurdu
düşüncesiyle milletvekili olamasaydım daha iyi olurdu. Gençliğimde
Sabancı ve Koç gruplarını kapitalist, uluslararası sermaye grupları
olarak düşünürken sonra yanıldığımızı anladık. Onlar vefat ettikleri
zaman ben günlerce ağladım.
Bugün Türkiye’nin toplam vergi gelirinin yüzde 17’sini Koç Gurubu,
yüzde 9’unu da Sabancı Gurubu yaratmakta. Bugün ülkemizde 50 tane
Koç ve Sabancı gibi kuruluşlar olsa şimdi Almanya seviyesinde olurdu
Türkiye. Bir de Sayın Murat Karayalçın ile birlikte Türkiye’de kırsal
projeler nasıl yararlı bir şekilde uygulanabilir çalışması yaptık. O
dönemde Sayın Karayalçın Devlet Planlama Teşkilatında çalışıyordu ve
çok değerli bir planlamacıydı kendisi.
Sonra Köy İşleri Bakanlığında Müsteşar Yardımcılığı yapmıştı. 12
Eylül’de Ankara Belediye Başkanı Ali Dinçer görevden alındığında
Sayın Karayalçın Yapı Kooperatifleri Genel Başkanı oldu. Orada o
kadar başarılı oldu ki, Birleşmiş Milletler ödülünü aldı. O ödülü de
Afrika’daki
yoksul
çocuklara
hediye
etti.
“Bu
projeyi
nasıl
yapıyorsunuz” diye birçok büyükelçi ziyaretine geldi. Avrupa İskan
Fonu’ndan faizsiz kredi temin etti. Kendisi kooperatif genel başkanı
iken bizim danışma grubumuzdaydı ve orada tanıştık. 14 Mayıs 1972
yılında Rahmetli Bülent Ecevit CHP’ne genel başkan olduğunda Seçim
Bildirgesini hazırlayan 7 kişilik komitenin başkan yardımcısıydım ve
Sayın Deniz Baykal, Sayın Murat Karayalçın, Rahmetli Mahmut
Türkmenoğlu, Prof. Dr. Ziya Gökalp, Sayın Hadi İlbaş ile birlikte
çalışmıştık. Çalışmalarında çok başarılı oldu, Ankara Belediye
Başkanlığı döneminde çok başarılı oldu ve gerçek bir sosyal
demokrattır. Tek bir hatası vardı o da biliyor, Ankara Belediye
Başkanlığından ayrılmayacaktı. Ayrılmasaydı 100 yıl sonra bile Murat
Karayalçın ismi Ankara’da olacaktı. Ankara’nın bütün girişlerindeki
yerleri istimlak ederek büyük projelere imza atacaktı.
Milletvekili adaylığını geri çevirdi
Yalçın Bey’in milletvekili adayı olması için biz ve çevresindeki insanlar
çok kereler teklifte bulunduk. Ancak o milletvekilliği için beni
düşünüyordu. Kendisi milletvekili olsaydı iyi olurdu hatta 12 Eylül’den
sonra Samsun’dan aday olsaydı kesin kazanırdı. Hatta Samsun’da
bizim müşterek bir arkadaşımız vardır, Yalçın Bey’in ve benim sınıf
olarak altımızda olan Mustafa Başalan. Sosyal Demokrat Halkçı Partiyi
de o kurdu, o zaman ben Paris’teydim bana “seni aday yapıyorum
liste başı olarak yazıyorum, ben olursam halk bana güvenmez” dedi.
Ben de”‘Ben aday olmayayım beni veto ederler” dedim, o da “hayır
senin hakkında soruşturma yok bu nedenle veto etmezler” dedi. Ben
de “o zaman Yalçın Bey’i liste başı yapın” dedim. Bana “kendisine
teklif yaptık ancak kabul etmiyor” demişti. O dönemde Halkçı Parti 2
veya 3 milletvekili çıkartıyordu, kesin kazanılırdı.
Türkiye’nin en modern fabrikasını kurdu
En mükemmel şeyi yapıyorsanız, işletme sermayesi çok önemlidir. Süt
fabrikasını kurduktan sonra işletme sermayesini bulamadıkları için
başarısız oldular. Yoksa o tarihte Türkiye’nin en modern fabrikasıydı,
pastörize bölümü olsun, sterilize bölümü olsun her şeyiyle onların
boyunlarını büktü.
O proje binden fazla insanı Avrupa’ya gönderdi. O giden insanlar o
kadar yoksul insanlardı ki, o dönemde birkaç beton bina vardı
bunlardan birisi benim babamın, bir tanesi Yalçın Bey’in babasının, bir
tanesi Rüstem Ağanın Osman ve Dursun ağalarındı. Diğerleri ise
kamışlardan yapılan evlerde otururlardı o kadar yoksullardı, şimdi ise
en yoksul insanları Yalçın Bey ile benim ancak bundan çok mutluyuz.
Aslında o proje başarılı oldu. Bir gün Berlin’de bir bankanın önünden
geçerken beni tanıyan birisi içeriden çağırdı. Müdür de çay ikram etti
ve dedi ki, “Almanya’dan Türkiye’ye ilçe bazında en fazla para 19
Mayıs ilçesine gider.” “Ben gitmek istiyorum” deyip gitmeyen yoktu o
dönemde, herkes gitti. Biz daha fazla insan gönderelim diye her köyde
bir kooperatif kurduk. Bir Çandır Kooperatifi vardı ki, “bunlar
komünist” diye taşlamışlardı bizi, ancak sonra dua ettiler bize. O
zamanda ağalar istemiyordu bunu çünkü köle gibi çalıştırıyorlardı
onları ve “bunlar komünistlik” diye eleştiriyorlardı.
Ecevit dürüsttü ama ekonomiyi bilmezdi
MHP’nin Dokuz Işık kavramı vardı bunlardan biri güçlü kooperatifçilikti
ve 40 bin köy yerinde 4 bin köy idi. Sayın Ecevit’in Köy Kent Projesine
benziyor. Bu projeye baktığınızda 4 bin köy tarım kentleri mevcut ve
sosyalizm ötesi bir projeydi ve çok önemli bir projedir. Eğer o proje
uygulansaydı köyler şehirleşecekti. Şehirler de Avrupa düzeyinin de
üstüne çıkacaktı ve kırsal kesimden kentlere plansız göç olmayacaktı.
O zamanlarda “Toprak Reformu” konusunda çok büyük ve önemli
çalışmalarımız vardı. Toprak reformu Köy-kent Projesinin bir
bölümüydü. İnsanların bulundukları yerde iş bulabilmeleri çok
önemliydi. Düzensiz göç nedeniyle devletin harcadığı paranın yüzde
25’i bu projeye harcanabilseydi eğer, bugün insanlar çok daha mutlu
olacaklardı. Çünkü büyük şehirlere göçten dolayı problemler
oluşuyordu. Kanalizasyon, elektrik, su, cami, okul problemleri bu
düzensiz göçün sonucudur. Benim geldiğim yer olan Artvin’in Şavşat
ilçesinin Çukur köyünde 1949 yılında üç tane okul vardı, sonra beşe
çıktı, şimdi ise bire indi o da kapanıyor artık, işte bu göç nedeniyle.
Orada üretim ve emeğe dayalı projeler uygulanabilseydi, kızlarımıza
makine, iplik gibi uğraşılar verilseydi ve orada ürettirilseydi, o
üretilenler pazarlanabilseydi çok daha güzel olurdu.
Sayın Ecevit iktidara geldiğinde bu Köy Kent Projesini bir eczacı
arkadaşımıza verdi. İlk iktidar döneminde de hızla girmeniz gerekiyor
bu işe, hızla girmediğiniz zaman muvaffak olmanız söz konusu değil.
Bakın Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal Atatürk, İsmet
İnönü ve arkadaşlarına çok büyük saygım vardır. Her gün onları
hatırlarım ancak bir işi yanlış yapmışlardır. Osmanlının son 150 yıllık
idari sistemini Fransızlardan almışlardır ve orada bürokrasi vardır.
Anglosakson veya bizim örf ananelerimize uygun pratik sistemi yoktur
onlarda.
Siyasilere önereceğim şudur:
Bürokrasiden kurtulmak için iktidara gelir gelmez bürokrasiden üç
konuda rapor istenmelidir; kısa, orta ve uzun vadede rapor
hazırlanmalıdır. Kısa ve orta vadeli çözüm raporun okunmadan yırtıp
atılmalı, uzun vadeli rapor uygulamaya konulmalıdır. Çünkü bizim
bürokrasi “benim zamanımda olmasın” diye siyesi iktidarları yanıltır,
kısa ve uzun vadeli planları yanlıştır. Sayın Ecevit çok dürüst ve
namuslu insandı, ancak ekonomiyi bilmemesi ve ekonomiyi bilmeyen
bir eczacıyı da bu işin başına getirmesi hataydı. Sayın Hikmet Çetin,
Sayın Kenan Bulutoğlu ile birlikte Türkiye’ye beş yıl yetecek yağ stoku
yapmıştık.
O
dönemde
Yugoslavya’dan,
Bulgaristan’dan
ve
Romanya’dan yağ getirdik, ancak yağ karaborsasını önleyemedik. Yağ
fiyatını artıralım dedik fakat vatandaşa yazık olur dendi. Almanya’da
yüz yıldan fazla bir zamanda veraset yoluyla tarım arazilerin
bölünmemesi mevcuttur. Benim zamanımda Almanya’da Bavyera
eyaleti hariç çok rahat tarım işletmelerine sahipti. Orada bir baba
vefat ettiği zaman kardeşler büyük olana araziyi satmak zorundadır.
Eğer büyük oğlan sanayide ve şehirde çalışıyor ise, ondan sonra gelen
küçük oğlana satılmak zorundadır. Satın alan kardeş bedelin yüzde
50’sini yirmi yılda kalanını ise yüzde 7 taksitle ödüyor. Satanlar ise
paralarını peşin alıyorlar. Bunun finansmanını ise Alman devleti ve
bankaları yapıyor.
Yalçın Bey heyecanlı insandır
Eleştirdiğim tek yanı heyecanlı olmasıdır. Birden sevinir birden üzülür.
Eleştireceğim bunun dışında yanı yoktur, çok çalışkandır, bilgilidir.
Kendisiyle çok yurtiçi ve yurtdışı çok seyahatimiz oldu, hiç kötü anım
yoktur. O dönemde Samsun’da üniversite yok ve Rahmetli Hasan
Uğurlu Yalçın Bey’e Samsun’a üniversite getirmek için bir görev
vermiş. O dönemde Hasan Uğurlu DSİ’nde bölge müdürü. Bir dernek
kurulacak ve dernek ana sözleşmesi teksir edilecek, bu dernekte de
biz yokuz aslında. Bütün siyasi partilerin başkanlarını bu derneğin
yönetim kurulu üyesi yaptık. Gece yarısı saat 12 oldu ve Konak
Sinemasının bulunduğu yerdeki iş hanındayız. İş hanını kapatacaklar
ve işimizin ne zaman biteceğini soruyorlar. Biz de yarım saat sonra
biteceğini söyledik. Ben Yalçın Bey ve Sayın Halil Yeşilyurt. Halil Bey
ziraat teknisyeniydi daha sonra hukuku bitirdi ve avukat oldu. Biz
üçümüz hazırlıyoruz dalmışız baktık ki saat 1:30 olmuş adam kapıyı
kilitlemiş, gitmiş. O geceyi tabureler üzerinde geçirdik. Üniversitenin
ismini de 19 Mayıs olarak bizler koymuştuk. Teksirini yaptığımız
dernek sayesinde üniversite geldi.
AHMET ALTUN
Siyaset istemesine rağmen bir türlü girmedi
Yalçın Bey ile ortak hayatımız 1949 yılında ortaokulda başlıyor. Bizden
bir yaş büyüktü ve ona “Kart” derdik. Tahtaya kalktığında sesini ayar
ederdi, ders çalışmak üzere biz onlara onlar bize gelirdi. Yazın Yalçın
babası Mustafa Amcanın fırınında çalışırdı. Engiz'in Kete'si meşhurdu.
Okulda Almancamız çok iyiyiydi. Liseye başladığımızda lise 4 yıldı ve
sonra 3 seneye düşürüldü. Lise sonda sınıflarımız ayrıldı. Edebiyat
öğretmenimiz Sayın Türesin'e “Çiçek” derdi ve ismi de “Çiçek” olarak
kaldı. O da emekli ve şimdi İstanbul'da yaşıyor. O yıllar Yalçın Bey’in lise
aşklarının başladığı yıldı. Biz 19 Mayıs mezunları olarak yılda bir kez
toplanırız. Yalçın Bey oturaklı bir öğrenciydi, gayretli ve çalışkandı.
Yalçın Bey için yanlış yaptığı bir şeyi söyleyemeyeceğim. Onun yanlış
yaptığı tek şey, siyasete girmek istemesine rağmen içine bir türlü
girmeyişiydi.
Ben 1937 Samsun doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve liseyi Samsun’da
okudum. Yüksek kimya mühendisiyim. Şeker şirketince burslu
okuduktan sonra dört yıl orada mecburi hizmetimi tamamladım. Sonra
İzmir'de Tuborg'da çalıştım. 1985 yılında Pınar Et'e genel müdür olarak
atandım. 1990 yılında Cargill şirketinde genel müdür oldum. Emekli
olduktan sonra şahsi girişimlerde bulundum. Şimdi emeklilik hayatını
sürdürüyorum ve İzmir'de ikamet ediyorum.
Lisedeki hayalimiz gerçek oldu
Mezuniyetinden sonra o DSİ'nde çalışırken ben de Amasya Şeker'de
çalıştım. Hafta sonları sık sık bir araya gelir uzun sohbetlerimiz olurdu.
Bizim hayallerimiz vardı, mezun olduktan sonra mesleklerimize uygun
olarak kooperatifler kurup fabrikalaşalım diye düşünürdük. Bizim
öğretmenlerimiz Köy Enstitüsü mezunları öğretmenlerdi ve bizlere çok
üstün bir eğitim vermişlerdi. Üretilen zirai ürünleri, sınai ürünler haline
getirip satışını yapmak bizim lise döneminde oluşturduğumuz
hayallerimizdi. 1959 yılında AISEC sınavını kazanınca Almanya'da staj
yapma imkanım doğdu ve BASF fabrikasında staj yaptım. O ara Yalçın
Bey ile 2-3 ay boyunca aynı odayı paylaşmıştık.
O dönemde Yalçın Bey, Brigitte ile birlikte olmuştu. Çalışma
hayatımızda “Samsun'a yatırım yapalım” demiştik ancak Samsun'un
zenginleri bile paralarını Samsun dışında harcıyorlardı. içimizde yatırım
yapmayı düşünen ve gerçekleştiren tek kişi Sayın Yalçın Engiz'dir. Yalçın
Bey’in kurduğu süt tesisi çok güzel bir tesisti ancak tesisin satışpazarlama ve finansman ayağı eksikti. Satış ve pazarlamayı çok
amatörce gerçekleştiriyorlardı. Ben bu konuyu işaret edince bana “gel
işin başına sen geç” dedi. Ancak ben o dönemde dondurulmuş gıda
işinde olduğumdan bu iş teklifini kabul edemedim. Bu tesisin
işletilememesi yazık oldu. Pınar Süt bu tesisi satın almak istedi ancak
olmadı.
Guten Morgen Oktay Bey
O kooperatifin kurulmasından önce köydeki çocuklara Almanca öğretip
onları Almanya'ya göndermeyi düşünüyordu. Sonraları ise Almanya’ya
gönderdiği insanların Türkiye'ye dönmesini ve kooperatife ortak
olması... Hatta bir gün sabah vakti yolda yürürken sırtında bir küfeyle
karşımdan gelen delikanlı bana yüksek sesle “Guten Morgen Oktay Bey”
diye selamlamıştı. Ben de çok şaşırmıştım, bir de bakmıştım ki bizim
öğrenciymiş bu delikanlı.
Almanya'ya gönderdiği kişilerin Yalçın Bey ve eşini Almanya'ya çağırıp
ona bir araba hediye etmesi bile bu insanların ne kadar kadirşinas birer
insan olduğunu göstermektedir. Yalçın Bey bir de benim nikah şahididir
ve Metin ile birlikte bana evlilik hediyesi olarak süt takımı hediye
etmişlerdi, şimdi bu süt takımı hala bendedir. 2007 yılında eşimle
birlikte Yalçın Bey’in Ören’deki yazlığında bir süre misafir olduk. Çok
güzel bir tatildi… Geriye baktığımızda hayıflandığımız şeyler yoktu
çünkü keşkeleri çok fazla olan insanlar değildik.
Hayat bizim için hep pozitif oldu
Atatürk ilke ve inkılapları yönünde yetiştirildiğimiz için hayat bizim için
hep pozitif olmuştur. Bir gün bana İstanbul'da bir sempozyum olduğunu
ve
buna
katılmamız
gerektiğini
söyledi.
İstanbul’a
gittiğimde
sempozyumun international olduğunu ve ciddi bir katılım bedeli talep
ettiklerini öğrenince katılmaktan vazgeçtik, daha sonra da katılımcı
olmak yerine izlemek için izin talep ettik ve bizi kabul ettiler. Bir gün
molada Portekizli iki bayanla sohbet etmeye başladık. Yalçın Bey
İngilizce öğrenmiş ancak pek yeterli değil. Ancak bayanlarla İngilizce
iletişim kurmaya azmetmiş bir vaziyette İngilizce konuşuyordu ki, bu
çok fevkalade bir şeydi. Yalçın Bey Avrupa projeleri ve hibeleri
konusunda organik tarım konusunda faaliyette bulunmak amacıyla
girişimlerde bulundu. Bu dönem içinde Afyon, Tokat gibi illerde arayışını
sürdürdü. İnatla üstüne gittiği için sanırım bir gün bunlar olacak gibi
geliyor.
Yalçın Bey, hayatında boş olmayan, boşlukta olmayan bir insandır.
OKTAY SÜNER
Hareketin halk adamı Ahmet Bey, teknik adamı Yalçın Bey
Aradan çok uzun süre geçti ancak o dönemi, 30-40 yıl öncesini, şöyle bir
toparlayacak olursak: Yalçın Engiz'in de başını çektiği Köy Kalkınma
Kooperatifleri ile benim tanışmam, 1969 yılında girdiğim Devlet
Planlama Teşkilatındaki (DPT) görevim nedeniyle oldu. O dönemde
Sayın Başbakanın isteğiyle, DPT'de yurtdışına daha çok işçi göndermek
amacıyla bir çalışma yapılıyordu. Bu çalışma; yurtdışındaki işçilerin
dövizlerinin ve eğitimlerinin daha iyi değerlendirilmesi içindi.
Ben bu tarihte DPT'ye daha yeni girmiştim ve bu çalışma grubunda bana
görev verdiler. Bu sayede Köy Kalkınma Kooperatiflerinin varlığını
duydum. DPT içindeki farklı görevlerim nedeniyle de Köy Kalkınma
Kooperatifleriyle olan bağlantım devam etti. Yurtdışında yüksek lisans
yaptım. Yurtdışından döndükten sonra 1978 yılında Köy İşleri
Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcılığına atandım. Müsteşar Yardımcısı
olarak da bu kooperatiflerle ilgilendim. Ailem Rizeli olmakla birlikte
daha sonraları Samsun'a yerleştiğinden Samsun'da doğdum.
Ahmet Altun, Yalçın Engiz ve diğer kooperatif içindeki Karadenizlilerle,
biraz da hemşerililik nedeniyle bir arada olduk. Yalçın Engiz hem yüksek
ziraat mühendisi olması hem de yurtdışı tecrübesinin olması nedeniyle
pırıl pırıl parlayan bir insandı.
Ahmet Bey halk adamı olarak, Yalçın Bey de teknik bir insan olarak o
harekete katkıda bulunuyorlardı. 1979 sonundan itibaren Köy İşleri
Bakanlığındaki görevimden çıkarılmam nedeniyle Köy Kalkınma
Kooperatifleri ile doğrudan ilgimi noktaladım. 1979 Kasım ayında 3.
Ecevit Hükümeti istifa etti, hükümeti kurma görevi Sayın Süleyman
Demirel'in azınlık hükümetine verildi ve yeni gelen bakan da beni
görevimden çıkarmıştı. Ecevit hükümeti sırasında biz yetmiş kişi çeşitli
alanlarda değerlendirilmek üzere görevlendirilmiştik. Yeni gelen
hükümet ile birlikte ben DPT'ye geri gönderildim. Süleyman Demirel
Hükümetinde de Rahmetli Turgut Özal DPT Müsteşar vekili ve
Başbakanlık Müsteşarı idi ve onun zamanında da yani 1980 yılında
DPT'den çıkartıldım ve kamudaki çalışma hayatım son buldu.
Kendime eleştirilerde bulundum
Köy Kalkınma Kooperatifleri konusunda neler yaptık neler yapmadık
konusunu sonraları çok düşündüm. Kendime eleştirilerde bulundum ve
bu eleştiriler sırasında hep aklıma Engiz Kalkınma Kooperatifi geldi.
Engiz Kooperatifi çeşitli değerlendirmeler kriterinde yüzde 100 başarılı
olması beklenen bir kooperatifti. Daha sonraları Samsun Milletvekili
olarak kooperatife gittim ancak orada mandıra yoktu. Belki de o
dönemde kooperatif de yoktu, çünkü ben gittiğimde kooperatiften hiç
kimse bana eskiden kooperatiflerle ilgilenmiş bir kişi olarak “hoş
geldiniz” demeye gelmemişti.
ENGİZ-KOOP neden başarılı olamadı?
O dönem günde 5 ton süt işleyen mandıranın başında Sayın Ahmet
Altun ve Sayın Yalçın Engiz olduğu için çok büyük bir süt işleme tesisine
dönüşmesi bekleniyordu ancak olmadı. Engiz neden başarılı olamadı
diye çok düşündüm. Çünkü Engiz bir kooperatifin başarılı olması için her
şeye sahipti, en önemlisi ise tüketim merkezine yani Samsun'a çok
yakındı ve başında da yalçın Engiz gibi dış deneyimi ve insan ilişkileri çok
iyi olan birisi mevcuttu. Eğer, Yalçın Engiz'e rağmen mandıra, Süt İşleme
Fabrikasına dönüşmediyse ve toplumsal bir harekete dönüşmediyse çok
önemli bazı sıkıntılar var demektir.
Efsane bir başka kooperatifçi Hadi İlbaş
Bizim bir başka efsane kooperatifçimiz ise Hadi İlbaş'tır. Yozgat
Çandır'da Ayçiçek yağı üretmek için bir fabrika kurmuştu ve Ayçiçek
hinterlandında fabrikanın yeri yanlış kurulmuş diye konuşuluyordu,
çünkü bu zirai ürünün yeri Trakya bölgesiydi. Ayçiçeği Trakya
bölgesinden getirtilip Yozgat'taki bu fabrikada işlenerek ayçiçeği yağı
elde ediliyordu. Hem üretim yeri hem de iktisadi açıdan çok uygun
olmayan bir yer gibi görünüyordu. Hadi Bey bunu değiştirerek fabrika
çevresinde ayçiçeği tarımını başlatmak suretiyle Trakya’dan ayçiçeği
alımına son verdi.
Engiz için bu şey söz konusu değildi. Devlet desteği ile mandıra
kurulmuştu ve Samsun'a da 25 km mesafede bir tesisti. Bu nedenle
başarısızlık söz konusu olamazdı ancak eğer böyle bir tesis başarısız
oluyorsa çeşitli engellemelerle karşılaşılmıştır diye düşünüyorum. Keşke
o dönemde kooperatifçilik hareketinde başarılı olanlar ile başarılı
olamayanlar çıksa ve neden başarılı olduklarını veya neden başarılı
olamadıklarını bir anlatsalar diye temennide bulunmak istiyorum.
İspanya'da kooperatif neden başarılı oldu?
Almanya'ya insan göndermek aslında o dönem için çok mantıklı bir
uygulamaydı. Gidecek insanın sermayesini kooperatife vermesi de
kooperatiflerin
maddi
anlamda
desteklenmesi
konusunda
çok
önemliydi. O dönemde gelişmeyi ve kırsal kesimde tarımsal kalkınmayı
başlatma senaryosu çerçevesinde hareket etmek bugün bile doğru
senaryodur. Ancak senaryo doğru, senaryo oyuncular da iyi olmasına
rağmen neden bu olay oluşmadı diye de sormak gerekiyor. 1950'li
yıllarda 10 bin istihdam yaratan İspanya'da yaşanan kooperatif hareketi
neden başarılı oldu da bizde olmadı bunu araştırmak gerekiyor.
Ankara'da Kent-Koop’un başına geçtim
Sanırım o dönemde ülke koşulları çok kötü bir dönem yaşıyordu ve
kooperatiflere gereken destekler verilemedi diye düşünüyorum. O
yıllarda ben de Ankara'da Kent-Koop adında bir kooperatifin başına
geçtim ve olağanüstü zor koşullarda Batıkent'te konut çalışmaları
yapmıştık. Belki de eğitime çok fazla önem verilemedi diye
düşünüyorum. Çünkü İspanya'daki hareket bir okul kurularak başlanıyor
ve bu okuldan mezun olarak kooperatifçiliğe başlandı. Bizde ise yasal
zemin hazırlanmakla birlikte eğitim verilmedi. 1969 yılında çıkartılan ve
kooperatifçilikle ilgili olarak ünlü yasa olarak addedilen 1163 No’lu yasa
mevcuttur. Bu yasaya göre kooperatiflerden belli bir pay kesilmesi ve
bu payların da Ticaret Bakanlığı altında toplanması öngörülüyordu
ancak bu olmadı.
Kooperatifçilik için tabi ki projeler üretmek gerekiyor. Dünyada birçok
ülkede kooperatifler başarıyla hizmet vermektedirler. Türkiye'de de
başarılı olabilirler, burada önemli olan destek vermek. Çünkü
ülkemizdeki potansiyel mevcuttur ve bu potansiyeli kullanmak
gerekmektedir.
MURAT KARAYALÇIN
Hayaldi gerçek oldu
Ben Engiz köyünde dünyaya geldim. Hali hazırda Samsun ilinde elektrik
kablosu, inşaat, medya, sağlık gibi yedi farklı kolda faaliyet gösteren bir
grubun yönetim kurulu başkanı olarak görev yapmaktayım
Babamın yani büyüklerimin anlattığı kadarıyla, onun müthiş derecede
müteşebbis bir insan olduğunu biliyorum. Engiz'e yani, 19 Mayıs'ın
ötesinde, çok daha üstünde bir insan olması, orada ilk Süt Fabrikasını
kurması kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Çünkü o dönemin
koşulları gereği inanılmaz bir müteşebbislik örneğiydi. O zaman modern
tarım olarak gerçekleştirildiği şeyler hala orada efsanevi olarak
anlatılmaktadır. 19 Mayıs'ı sanayi ve modern tarımla tanıştıran hep
yenilikçi, alışılmışın dışında olarak hafızalarımızda kalmış bir kişidir
Yalçın Engiz.
ADNAN ÖLMEZ
Engiz Köyü Yalçın Engiz ile yeşerdi
1943 yılı Dağköy doğumluyum. İlkokulu burada okudum, çiftçi
çocuğuyum. Az miktarda buğday olmakla birlikte mısır ve tütün ekerdik
oradaki arazilerimizde. 1936 yılında çevre köylerde ilkokul olmadığı için
Dağköy'de bir ilkokul açıldı ve çevre köylerden çocuklar okumak için
Dağköy'e okumaya gelirdi. O dönemde çevre köylerden gelen
çocukların büyük bir bölümünün gidiş ve geliş imkanları olmadığından,
bizim köyde kalırlardı. Yalçın Bey de bizim komşumuz olan “Karakulak”
ailesinin yanında kalmıştı. Karakulak ailesinin annesi ile Yalçın Bey’in
annesi dostlardı ve bu nedenle Yalçın Bey bizim köyde ilkokula giderken
o ailenin yanında kalıyordu.
Yalçın Bey’in yaşadığı Engiz Köyü ile bizim köy arası yaklaşık beş
kilometreydi. Yalçın Bey Ziraat Mühendisi çıktıktan sonra bize çok
faydaları oldu. Biz de ziraatçı bir aileyiz. Sanırım 1964 yılında da kendisi
Almanya'ya işçi gönderme hususunda Kalkınma Kooperatifi altında Süt
Fabrikası kurdu ve buna üye yaptığı kişileri Almanya'ya işçi olarak
gönderdi. Ben de bu kooperatiflerin birinde kooperatif başkanı olarak
faaliyette bulunmuştum. Bu bölgede farklı konularda kooperatifler
kurdu ve bu kooperatiflerden yaklaşık 20-25 köyden Almanya'ya işçi
gönderiminde katkıda bulunmuştur. O dönemde imkanlar çok zayıf
olduğundan yurtdışına gitmek çok önemliydi. Bizim traktörlerimiz vardı
ve çevre köyler dahil birçok köydeki arazilerin sürülmesine yardım
ederdik.
Köyümüz şu an otuz hane
Benim, Almanya'ya sadece turist olarak birkaç defa gitme imkanım
oldu. Yalçın Bey benden yaşça büyük olduğundan ki ben ilkokuldayken
O yüksek okuldaydı, bu nedenle çocukluk döneminde fazla bir
birlikteliğimiz olmadı, daha ziyade Ziraat Mühendisi çıktıktan sonra
dostluğumuz olmuştur. İlkokulu Dağköy'de okuması nedeniyle bizim
köye daha yakın olmuş, özel olarak ilgilenmiştir. Halen kendisiyle
görüşmekteyiz ve dostluğundan son derece memnunuz.
Ziraat üzerine birikimi olduğundan konuşmalarını ve önerilerini dikkatli
dinlerdik. Arazilerimiz tarımsal faaliyetlere çok uygun olmadığı için ben
tarımdan koptum. Daha sonraları 1973 yılında şehirlerarası otobüsçülük
konusunda
faaliyette
bulunmaya
başladım.
1974
yılında
da
faaliyetlerim zirai ekipmanların satışı konusunu da ekledim. Daha
sonraları ise otomobil bayileri aldım, faaliyetlerimiz çok büyüdüğü için
1990 yılında Ankara'ya geldim. Samsun'daki faaliyetlerimiz halen devam
ettiği gibi, Ankara'da da farklı alanlardaki konularla da faaliyetlerimizi
sürdürmekteyim.
Bu konulardaki faaliyetlerimde çocuklarım bana çok yardımcı oluyorlar.
Tarımsal faaliyetler konusunda biz hala çok gerideyiz. Avrupa’da
tarımsal faaliyetlerde bulunan çiftçilere devletin çok desteği olmakladır.
Bizde tarımsal faaliyetler sonucu bire on verirken Avrupa’da bu oran
bire kırktır. Bu nedenle tarımsal faaliyette bulunan köylerimiz boşaldı.
Geçmişte Dağköy'de yüz haneyken şu anda köyümüz otuz haneye
düştü. Geçmişte Avrupa’ya çalışmaya gidenler, birikimlerini Türkiye'de
yatırıma dönüştürdüler. Sözün özü ise şudur; “Engiz Köyü Yalçın Engiz
ile yeşerdi.”
AVNİ ASAL
Engiz’i ilçe yaptık, hem de liseyi getirdik
1938 doğumluyum, 1962 yılında Samsun Engiz'e yerleştik. Uzun yıllar
devlet sektöründeydim ve Yalçın Bey ile kooperatifçilik alanında birlikte
çalıştık. Ben o dönemde karayollarında çalışıyordum ve o da ilçenin
ağabeyiydi. Köyün tahsilli ağabeyiydi ve kooperatifçiliğe başladığında
beni de yanına aldı. Kooperatifçilik konusunda koordinasyon kurulu gibi
bir oluşum oluşturulduğunda beni başına getirdi. Karayollarında Maliye
Memuru olarak çalışırken boş zamanlarımda da kooperatifte çalıştım
sonra karayollarından ayrılarak kooperatifte murahhas aza olarak
çalışmaya başladım. Yalçın Engiz Ağabeyimiz beni daha sonra “Benim
zamanım olmuyor, sen belediye kurma çalışmaları yap” dedi.
Belediyenin kurulması için çok çaba harcadık, bu köyde okul yokken
hem ilçe yaptık, hem de liseyi getirdik. İller Bankasına giderek yerel
yönetimler konusunda bilgi aldım.
O dönem halkı topladık ve Yalçın Ağabeyi bekliyoruz. Kimsenin bu
konuda bilgisi yok ve halk sabırsızlıkla Yalçın Ağabeyi bekliyor. Ben elimi
kaldırdım ve orada bir konuşma yaptım. Halktan imza toplamamız
gerekiyor, bu imzalar ile referanduma kadar getirdim ve bundan sonra
da İl Genel Meclisinden onay aldık ve Belediye Başkanı oldum. Yalçın
Ağabey de Meclis Üyesi oldu ve çok hizmet verdik. Hizmetlerinden
dolayı ilçemize Yalçın Engiz'in heykeli dikilmeli çünkü kooperatif kanalı
ile ilçedeki her evden mutlaka yurtdışına gitmiş insanların katkısı
olmuştur. Bu da ekonomik olarak ilçeye çok katkıda bulunmuştur.
Karadeniz’in ekonomik olarak en güçlü ve en güzel ilçesi olmuştur.
Kaç tane imza istiyorsan verelim
Ben Almanya'ya hiç gitmedim, çünkü burada yaptığım işler vardı. Daha
sonraları ise çalışmadığımız mevki kalmadı. Köy ağaları belediyenin
kurulmasını istemedi, kendileri ile konuşma yoluyla ikna ettik. Zaten
onlar bizim ilçede oturmuyorlardı ve bizler burada oturan halkı ikna
ederek belediyenin kurulmasını olanak sağladık. İmza toplama
döneminde bir de anım var; imza topluyoruz vatandaş çift sürüyor, çift
süren kişi de oldukça heybetli birisi. Yanına gitmeye korkuyorum neyse
gittim yanına ve selam verdim. Dedim ki belediye kurma çalışmalarımız
var ve imza topluyoruz. Bana “Kaç tane imza istiyorsan verelim” dedi.
Yalçın Engiz'i iyi niyeti nedeniyle eleştirmek isterim. Onun en kötü tarafı
da bütün insanlara güvenmesi İş hayatında da “Kooperatife gel beraber
çalışalım” dediğinde, ben de “bir şartım var o şartla gelirim” dedim. O
şart da, fabrika araçlarının benden izin almadan ve araç şoförlerinin
üzerlerinin aranmadan fabrikadan çıkartılmaması yönündeydi. O
dönemde kötü işlerin düzeltilmesinde hep beni devreye soktular.
Mesela, Necati Sarıyiğit diye biri vardı ve kooperatiften daha dolgun
maaş istiyordu, işini de iyi yapmıyordu. Kendisi Yalçın Engiz'in
ağabeyinin bacanağı ve ona bir şey söyleyemiyorlar. Zaten o dönemde
de işler iyi gitmiyor, beni bir gün kooperatife çağırarak onunla
uğraşmamı istediler, onunla da ben uğraştım ve istifa ederek
kooperatiften uzaklaşmasını sağladım. Yalçın Engiz burada birçok insanı
mal mülk sahibi etmiştir ve ilçemize çok şey verdiğinden dolayı
kendisini çok seviyorum.
MURAT YILDIRIM
Engiz ailesi eğitime çok önem verir
Ben 1939 doğumluyum ve Samsun Merkezliyim 1956 yılında Samsun
Lisesinden mezun oldum. Engiz ailesiyle ortaokul yıllarında tanıştım,
Yalçın Bey’in kız kardeşi Gülçin Hanım’ın okul arkadaşıyım. Ailesi
eğitime çok önem veriyordu ve o zaman Engiz'de oturuyorlardı. Yalçın
Bey ile biz lise arkadaşıyız ve liseyi bitirdikten sonra her ikimiz de Ziraat
Fakültesine gittik. Ben tarım ekonomisi bölümünde eğitime başlarken,
Yalçın Bey zeoteknik bölümünde eğitime başladı. Samsun dışına
çıkmamızdan dolayı arkadaşlığımız ve dostluğumuz orada pekişti.
Dostluğumuz Yalçın Bey’in Almanya tahsili sırasında da devam etmiştir.
1959 yılında da ben oraya staja gittim ve o da oradaydı. İnsan sevgisi ve
doğa sevgisi üst düzeyde ayrıca da son derece dürüst bir insandır.
Özellikle kırsal kesimde yetişmesinden dolayı ziraat mühendisliğine ilgi
duymuştur. Bildiğim kadarıyla da halihazırda organik tarım konusunda
çalışmalarını sürdürmektedir. En önemli özelliği ise; iyi analiz eder, iyi
planlar ve gelecek gördüğü konunun azimle üzerine gider. Bu azmi onu
hayatında dinamizmin temelini oluşturmuştur. Yolu açmak isteyen,
pozitif bir insandır ve insan ayırımı yapmayan bir yapısı mevcuttur. Lise
hayatımızda, birbirimizi kucaklayan bir yapı mevcuttu. Bu ilgi ve
arkadaşlık çerçevesinde birbirimizin evine giderdik. Bu dostluk
çerçevesinde
sürdürürdük.
Daha
sonraki
Almanya'da dil öğrenmek için orada bulunduk.
yıllarda
ise
özellikle
Stajın bittikten sonra Kiel'e gel
Almanya’da
farklı
şehirlerde
olmamız
nedeniyle
birbirimizle
mektuplaşıyorduk. Benim bulunduğum yerde Almanca lehçeli olarak
konuşulduğundan iyi bir Almanca öğrenemedim. Bana “Stajın bittikten
sonra Kiel'e gel burada yüksek standartta Almanca konuşuluyor”
demişti. Ben de stajımı bitirdikten sonra oraya gittim ve bu da bana
yapmış olduğu en büyük iyilik olmuştu. Bu iyilik daha sonra benim
Almanya'ya doktora için gitmemin alt yapısını oluşturmuştur.
Yalçın Bey, savaştan çıkmış Almanya'nın kalkınması için talep edilen
işçilerin gönderilmesinde öncülük etmiş bir şahsiyettir. Kurmuş olduğu
kooperatifle hem insanların Almanya'ya gidişine öncülük etmiş, hem de
süt ürünleri için ekonomiye katkı sağlamıştır. Hatta kendisi depolama
tesislerinin kurulması için öncülük etmiştir. İthal ettiği süt ineklerinin de
verimi oldukça iyiydi ve bu inekleri uzun araştırmalar sonucu seçmişti.
Daha sonraları ise, kurmuş olduğu kooperatifte üretilen pastörize süt ve
peynir, tüketiciler tarafında itibar görmemeye başladı. Devlet de bu
konudaki ilgisini ve desteğini çekmesi sonucu bu proje özel sektöre
devredilmiştir.
Yalçın Bey ile birlikte çalışma imkanımız olmadı. Ben devletin farklı
bölümlerinde görev yaptım ve sonra da üniversiteye döndüm. Yalçın
Bey’in organik tarım ile uğraşması fevkalade olumlu bir iştir ve bizler
Almanya'da bunu çok iyi anladık. Biz ülkemizde “Yarı Organik Tarım”ı
zaten uygulamaktayız. Bazı bölgelerimizde kullanılması gereken
gübrenin hiç kullanılmadığı gibi bazı bölgelerimizde de kullanılması
gereken konvansiyel ilaçların 4-5 katı atılır, bazı bölgelerimizde bu oran
sıfırdır. Ne zaman ki ihracat ön plana çıktı, Avrupalı insan organik ürün
talep etti, bizler o zaman organik tarımı önemser olduk.
PROF. DR. MEHMET BÜLBÜL
Köyümüzün ilk üniversite tahsilli insanı
Yalçın Bey ile tanışıklığımız ve dostluğumuz aynı köyde babalarımızın
çok yakın olmasından kaynaklanmaktadır. Yalçın Bey benden 9 yaş
büyüktür. Aileden gelen dostluk bizim ağabey kardeş olarak
dostluğumuzu geliştirdi. Yalçın Bey ilk yurtdışı tahsili yapmış hatta
köyümüzün ilk üniversite tahsilli insanıdır. Ziraat yüksek mühendisi
olarak devlet sektöründe çalışırken bizi ve köyümüzü hep kayırırdı ve
bizim köyün gençlerini geçici işçi olarak çalışmasına vesile olurdu.
Ben 1946 Engiz Köyü doğumluyum. Hem ağabeyimi hem de babamı
kaybettiğim için lise tahsilimi bırakmak zorunda kaldım ve köyüme
ailemin yanına çiftçilik yapmak için geri döndüm. 1973 yılında Engiz
Belediye Başkanlığı görevini dört yıl yaptıktan sonra 1980 yılında 1-2 yıl
Belediye Başkanlığı görevi, 1989 yılından 2009 yılına kadar tekrar
Belediye Başkanı olarak görev yaptım ve şu anda da tüccar ve çiftçi
olarak faaliyette bulunuyorum. Engiz Kalkınma Kooperatifini kurduktan
sonra köyün ileri gelenlerini ve gençlerini üye yaparak Almanya'ya
gitmelerine vesile oldu. O dönemde kooperatifte birlikte çalışma fırsatı
bulduk. O başkan, ben başkan yardımcısı, bazı dönemlerde Yalçın Bey
Yönetim Kurulu Başkanı iken ben de Yönetim Kurulu Üyesi olmuştum.
Seçimi kazanmama neden oldu
Bizim en çok birlikte olduğumuz proje ise siyasi projedir. Yalçın Bey’in
1973 yılında Ballıca Beldesi Belediye Başkanlığına aday olmamdan
belediye başkanlığı dönemine kadar bütün zaman içerisindeki her anın
katkısı büyüktür. Bize programlar hazırlayarak seçimi kazanmama vesile
olmuştur. O Samsun İl Genel Meclisi Üyeliği yaparken ben Ballıca'da
Belediye Başkanıydım. O dönemde ilginç anılarımız da olmuştur
kendisiyle.
Bir akşam siyasi çalışma yapmak için bir eve gittik. Aile geniş bir aileydi
ve bir odada 20-25 kişi toplanmıştı. Bizim de bir mezbaha projemiz
vardı ve ben bu projeyi o evde anlattım. Konuşmam bittikten sonra
çaylar içildi ve veda zamanımız gelmişti, benim elimi uzattığım kişi de iki
eliyle yanaklarımı avuçlayarak biraz da sertçe vurmaya başladı. Ben bu
duruma hayret ettim ve biraz da bozuldum, iltifat mıydı yoksa hakaret
miydi anlayamamıştım. Yalçın Ağabey bunu görünce hemen bana işaret
yaptı ve biz o evden dışarı çıktığımızda “Bu iş artık oldu” dedi. Ben de
“Ağabey ne olması bu adam baksana bana nasıl davrandı, görmedin
mi?” dedim. Bana “Bu, kişinin sizi desteklediğini gösteren işaretiydi'
demişti.
Hadi ben deliyim de siz de mi delisiniz?
Bir gün Yalçın Bey Süt Fabrikasının Müdürlüğünü yapıyordu ve o
dönemde işler iyi gitmiyordu, sütler fazla geliyor fakat satışlar o kadar
çok değildi, personelimizde de sıkıntı vardı, yetersiz kalıyordu. O
dönemde bir de Kurdali isminde Avrupa’ya gitmiş ve ruh sağlığı
bozulmuş personelimiz var. Geçmişte kooperatife hizmetleri olmuş
birisi olması nedeniyle ruh hali bozulmuş olsa da kooperatifte
çalıştırılıyordu. Yalçın Bey’in de o gün canı sıkılmış durumda. O da
yanına gelmiş ileri geri konuşarak Yalçın Bey’i kızdırıyor. Yalçın Bey’in
masasının yanında 1,5 metre boyunda bir inşaat demiri var ve onu
kaptığı gibi Kurdali'nin üstüne yürüyor. Kurdali kaçarken Yalçın Bey de
yakalamayacağını anladığından demiri arkasından fırlatıyor. Demir yere
düştüğünde Kurdali demiri alıp Yalçın Bey’e doğru gelince Yalçın Bey
panikliyor. Kurdali Yalçın Bey’in yanına geldiğinde “Yalçın Bey hadi ben
deliyim de siz de mi delisiniz?” diye soruyor.
Arabanın camı patladı ama yola devam etmeliyiz
Benim için de güzel bir anısı var. Bir seferinde yine Ankara'ya gittik,
siyasi anlamda bir işimiz var ve görüşmelerimiz bittikten sonra geri
dönüyoruz. Yalçın Bey’in o dönemde Wolkswagen marka bir arabası var
ve ben kullanıyorum. Aralık veya ocak ayıydı sanırım, arabanın ön camı
durup dururken patladı. Oradaki köyden naylon aldık ve arabanın ön
camına monte ettik. Şoför kısmına gelecek bir yerine de yolu
görebileyim diye delik açtık. Yola çıktıktan bir süre sonra yolda trafik
uygulaması var ve polisler çevirdi.
Bize “bu ne hal ölüme mi
gidiyorsunuz” diye sordular. Yalçın Bey de “Camımız patladı ancak yola
devam etmek durumundaydık, biz de bu şekilde bir çare bulduk” diye
yanıt verdi. Polisler bize ceza yazacaklar ve ceza makbuzunu ve kalemi
ellerine alana kadar konuşmadı. Sonra tam polis ceza yazacakken biraz
da kızar vaziyette, “Memur bey siz bize bu cezayı yazarak hayatımızı
garanti mi ediyorsunuz? Biraz önce bizimle dalga geçiyordunuz ‘ölüme
mi gidiyorsunuz diye.’ Bu cezayla şimdi hayatımızı garanti mi
ediyorsunuz?” diye çıkıştı.
Bunu duyan polis yazmayı bıraktı ve “Evet Beyefendi biz hata ediyoruz,
şimdi arabayı sağ tarafa çekin ve cam gelene kadar oradan oynatmayın”
dedi. Biz o anda panikledik ve polisi ikna etmek için konuşmaya
başladık. Polis “bir şartla ikna olurum o da öndeki naylonu çıkartırsanız
ve arabayı naylonsuz kullanırsanız” dedi. Hava soğuk, biz nasıl gideriz
diye düşünürken naylonu söktük ve yola devam etmeye başladık. Yolda
“Yalçın Ağabey sen ne yaptın? Keşke bu cezayı ödeseydik de naylonla
da olsa yolumuza ön camlı olarak devam etseydik” dedim.
Almanya’ya 3 bine yakın kişi gitti
1970-1973 yılları arasında kooperatifte, 1973-1977 yılları arasında da
Belediye Başkanlığı döneminde farklı bir alanda siyasi alanda
birlikteliğimiz oldu. Fabrika kurulduktan sonra da fabrikanın gelişmesi
için yoğun anlamda birlikte çalıştık. Kendisine hiçbir zaman tartışma
ortamı yaratmadım. Demokrat bir kişiliği vardır ve bazen samanı alevi
gibi sinirlenirdi. Biz siyasi dönemde üçlüydük, ben mahalli idarelerde
belediye başkanı, Yalçın Bey İl Genel Meclis Üyesi ve bir de Ahmet Altun
vardı o da KÖY-KOOP Başkanı olarak Ankara'da kalıyordu. Biz aramızdan
milletvekilliği için Ahmet Altun'u kabul ettik ve onun olması için de çaba
sarf ettik. Bugün 19 Mayıs adında bir ilçe var ise, bu ilçeyi bu hale
getiren kişilerden birisi de Yalçın Engiz'dir. Bu bölgeden Almanya'ya
giden yaklaşık 3 bine yakın hemşerimiz var. Onun sayesinde
demokrasimiz de gelişti. Kooperatif döneminde bunun oturmasına
hamilik eden kişi de Yalçın Bey idi. Toplum menfaati için hep cebinden
harcayan bir insandır ve hala çalışmaktadır.
YILMAZ EREL
Babam: Bir Aydınlanma ve Kalkınma Mühendisi
Bugün 75 yaşını doldurmuş olan babam, kişisel gelişim kitaplarında
okuduğumuz ve varlığından şüphe ettiğimiz karakterler gibidir. Sürekli
yeni fikirler üreten, hayallerinin peşinden koşan, hiç yılmayan, para
pulda gözü olmayan hep yeni bir şeyler meydana getirmenin planlarını
yapan, kendini aşmış, aydın, üretken ve girişimci…
Soyadı ile aynı ismi taşıyan ve verimli toprakları olan şirin bir orta
Karadeniz köyünde aydın bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya
gelen, kabına sığmayan, çok okuyan, araştıran zor şartlarda dahi
yabancı dil öğrenmeyi başarabilen çağının ve coğrafyasının çok
ilerisinde bir genç olarak gelişen ve Ankara Üniversitesi Ziraat
Fakültesi’ndeki
başarılı
bir
eğitim
hayatından
sonra
Almanya
Cumhurbaşkanı’nın bursu ile Almanya’da yüksek lisansını tamamlayan
bir vatansever…
Hayatını
dünyadaki
güzellikleri
keşfetmeye
adayan,
doğadan
kopamayan, kişisel beklentiler içine girmeden sürekli topluma faydalı
işlerle uğraşan ve dünyadan hiçbir zaman kopmayan bir aydınlanma ve
kalkınma mühendisi…
Ne öğrendiysem babamın yanında öğrendim
Bugün geldiğim noktada -ki iyi okullarda eğitim almış ve belirli bir dünya
tecrübesi olan bir kişi olarak “Ne öğrendiysem babamın yanında
dolaşırken
öğrendim”
itirafını
hiç
gocunmadan
yapabiliyorum.
Detaycılık, centilmenlik, yeri geldiğinde kızgınlık, eğitmenlik, yaratıcılık,
projecilik, insanları yüreklendirme, yılmadan uğraşma ve mücadelecilik
babamın
yakınındakilere
kolaylıkla
aşılayabildiği
temel
özelliklerindendir. Bunun yanı sıra çocuklarını seven, öğen ve onore
edebilen bir baba olarak bizlere nitelikli bir gelecek hazırlamak için
örnek bir ebeveyn olmuştur.
Annem ile güzel vakit geçirmeyi bilmiş, küçük didişmeler ile halen
bugün bile ilişkilerini canlı tutabilme başarısını gösterebilmiştir. Annem
de bu arada açık fikirliliği ve modernliğiyle hepimizin önünü açan ve
yüreklendiren bir eş, bir anne olabilmiştir.
Yüz binlerce kişinin hayatını değiştirebildi
Küçüklüğümde babam çok çalışan ve sürekli projeler üreten biriydi.
1970’li yıllarda Samsun ve çevresinde 100’ün üzerinde tarım kooperatifi
kuruluşuna bizzat liderlik etmiş ve Engiz’de kurulan kooperatif için de
dünya standartlarında entegre bir süt ve süt ürünleri üretim tesisi
oluşturmuştu. Büyük yonca tarlaları, içinde yüzlerce Jersey ve Holstein
türü süt ineklerinin bulunduğu ahırlar, pastörize ve daha sonra sterilize
olan ve tüm süt ürünlerinin üretildiği bir süt fabrikası, soğuk hava
depolu ürün dağıtım kamyonları ve perakende satış noktaları ile bugün
bile gıpta edilecek Engiz Süt Entegre Süt ve Süt Ürünleri Üretim
Tesisleri... Kuruluşuna liderlik ettiği ve bizzat kurduğu kooperatifler
aracılığı ile orta Karadeniz bölgesinde yüz binlerce kişinin hayatını
değiştirebilmiş, Ankara’ya güzel mesajlar yollayabilmiş ve tarım ve
hayvancılık alanında yetişen on binlerce köylü, çiftçi ve üreticiye örnek
olmuştur.
Abdi İpekçi’nin elinden Karacan Ödülü
1970’li yılların ikinci yarısında CHP’de etkili görevler almış, Belediye
Başkanları hep onun yakınındakilerden seçilmiş ve köyünden
milletvekili dahi çıkmasına önderlik etmiştir. Kendisi de bir sonraki
seçimlerinde senatör aday adayı iken 12 Eylül müdahalesi ile
politikadan tamamen soğumuş ve bir daha da ilgilenmemiştir. O yıllarda
Anadolu’da
aydınlanma
ve
kalkınmanın
birbirinden
kopuk
gerçekleşemeyeceğine ilişkin önemli ipuçları veren Tüten Baca adlı
kitabıyla Abdi İpekçi’nin elinden Karacan Ödülü almıştı. O günlerde
babamı sadece onunla işe gittiğimde görebilen ve “keşke daha fazla
evde olsaydı” diye hayıflanan ben, bugün keşke babam gibi o yıllarda
birkaç yüz Yalçın Engiz olsaydı da Anadolu’nun aydınlanma ve kalkınma
süreci tamamlansaydı diye hayıflanıyorum.
En büyük hayali demonstrasyon çiftliği kurmak
Babamın kimseye kişisel kızgınlığı ya da kırgınlığı olmadı ancak yaptığı
işin hakkını vermeyenlere, vatandaşa karşı görevini tam yapmayan
kamu görevlilerine, diğerlerinin haklarına saygı göstermeyenlere, ilkesiz
ve prensipsiz iş yapanlara, hizmet kalitesini önemsemeyenlere karşı hep
bir tavrı oldu ve düzeltici bir mücadele içinde oldu. Köyünde kazandığı
insan ve toprak sevgisi, Ankara’da aldığı ziraat eğitimi, Almanya ‘da
kazandığı iş yapma prensipleri ve inovasyon becerileri onu hep çağının
ve coğrafyasının ilerisine taşıdı.
Bugün babam halen hayallerinin peşinden koşuyor, Organik Tarım
Derneği başkanlığı yapıyor, en büyük hayali bir demonstrasyon çiftliği
kurmak ve organik tarımın nasıl yapıldığını tüm tarım emekçilerine
uygulamalı olarak göstermek ve anlatmak. Bu arada Avrupa Birliği
projeleri ile de ilgileniyor ve o yaşına rağmen bolca seyahat ediyor. Bu
arada dokuz torun sahibi bir dede olmanın keyfini de kaçırmıyor. Kışları
yaşadıkları Moda’da ve yazları gittikleri Bodrum Ören’de doğadan,
topraktan kopmadan hayatını sürdürüyor, hayallerini kovalıyor.
Babam aslında Türkiye’nin geleceğini şekillendirme iddiası taşıyan
herkesin tanıması ve anlaması gereken biri. Umuyorum bu kitap
hepimizin içinde umut ışığı yakar…
Oğlu Oğuz
Bir kolektif çalışma örnek uygulaması: Engiz
Dünyanın en güzel coğrafyasında çok özellikli ve verimli topraklarıyla,
geçmişiyle bugünüyle, huzurlu ve temiz tarihçesiyle, önceleri Engiz Köyü
olarak kurulan ve sonra 19 Mayıs adını alan ilçemizin evladı olmanın
mutluluğunu bana bir kez daha yaşatan değerli büyüğümüz Yalçın
Engiz’e öncelikle şükranlarımı sunuyorum. Kendisi ilçemizin ilk
üniversite bitirerek ziraat mühendisi olan ve soyadını köyümüzden alan
değerli bir insandır.
Kendisine ait izlenimlerimi yazma fırsatı vermesi beni inanılmaz mutlu
etti. 19 Mayıs’ta yaşadığı dönemde çalışkanlığı, beyefendiliği, zarafeti,
çağdaş düşünceleri, yardım severliği müteşebbis, yatırımcı kişiliğiyle ön
plana çıkmıştır. Hiç abartmamak gerekir ki, bugünkü 19 Mayıs ilçesi
varsa Yalçın Engiz’in katkılarıyla gerçekleşmiştir. Bunu ilçede yaşayan
herkes, daha çok büyüklerimiz biliyor ve çalışmalarını takdirle karşılıyor.
Ben yaşım itibariyle Yalçın Amcamızla ilgili büyüklerimizden duyduğum
ve yaşadığım dönemlerde tanık olduğum katkılarından bahsedebilirim.
Kendisi benim örnek aldığım bir şahsiyettir. Çünkü 19 Mayıs’ta bugün
her haneden bir kişi yurt dışında çalışıyorsa bu, Yalçın Engiz’in
yardımlarıyla, modern tarımda köylümüze örnek uygulamalarıyla
rehber olmasıyla gerçekleşmiştir.
Yolunuz açık olsun
1970‘li yıllarda 19 Mayıs’ta ilk sanayi yatırımının oluşumunda,
Almanya’daki işçilerin ufak tasarruflarını bir araya toplayıp kolektif
çalışma anlayışının ilk örneğini gösteren Yalçın Engiz, Engiz Süt
Fabrikasını
kurma
başarısını
göstermiştir.
İşletmede
başarılı
olunabilseydi bugün Türkiye’nin önemli sanayi kuruluşlarının arasında
yerini almış olacaktı. Yalçın Amcamızın ilçemize sosyal ve ekonomik
katkılarını anlatmakla bitiremeyiz. En son olarak sağlık sektöründe
hizmet veren oğlu Oğuz Engiz, Samsun’da Karadeniz’in en büyük özel
hastanenin hizmete açılmasını sağlamıştır. Yapımından işletme
aşamasına kadar değerli katkıları mevcuttur. Bu davranış, Yalçın
Amca’nın ülkemize yetiştirdiği hayırlı evlatları aracılığıyla katkılarının
devam edeceğinin göstergesi olarak algılanmalıdır.
Fakat sizleri ilçemizden ayrı illerde görmenin üzüntüsünü yaşamıyor
değiliz.
Keşke
ilçemizde
kalıp
değerli
fikirlerinizden,
engin
tecrübelerinizden faydalanma imkanımız olsaydı. Takip edebildiğim
kadarıyla ulusal anlamda ülkemize katkılarınız, hizmetleriniz devam
ediyor. Organik tarımla ilgili değerli çalışmalarımızdan dolayı size ayrıca
şükranlarımı sunuyorum. Yolunuz açık olsun...
AHMET ŞENOCAK