Samsun’da bir Don Kişot: Yalçın Engiz “Neşe ve keder insanın gözbebeğindedir. Nasıl bakarsan öyle görürsün” Miguel de Cervantes Başlarken… İnsan ömründe her şey su gibi akıp gidiyor fakat gündelik hayatın kendi içindeki ritmi, siz farkında olmadan sonsuza dek ses veriyor. Geçmişe dönüp baktığımda kalıcı olduğunu hissettiğim her şeyin ve herkesin bir gün gelip nihayete erdiğini güç de olsa anladım, kabul ettim. Fakat insan nefes alıp verdiği müddetçe yanı başında varlığını hissettiren ve hiç yılmadan sizi devamlı dürten bir enerjinin hayatımın her döneminde farklı çehrelere bürünerek beni çimdiklediğini, çoğu zaman ittiğini ve adeta koşmaya zorladığını bugün tüm berraklığıyla görebiliyorum. Sözünü ettiğim o enerjinin bugünlerde bana gösterdiği çehresi, içimi her daim heyecanla dolduran organik tarım uğraşı. Nasıl başladığımı ve geldiğimiz aşamayı birazdan okuyacaksınız elbette. Hani, herkesin hayatının bazı dayanak noktaları vardır; eş, çocuklar, aile, iş hayatı, arkadaşlar çoğu insan için hayatın başlıca tutunulan dallarıdır. Yakınlarımın alınganlık göstermesini arzu etmem ama yukarda bahsini ettiğim, hayatın insanı iten ve tüm şiddetini içimde hissettiren o enerjisi benim en başta gelen ve hayata tutunmamı sağlayan dayanak noktam… Aslında “off the record” olarak kayıtlara geçmesini istediğim bu hususu kitabımın daha başlarında ifade etmem kendime yaptığım küçük bir jest olarak kabul edilmeli. Ne de olsa hafızamda yer eden olayları ve kişileri, hayatımın mihenk taşlarını, koskoca bir geçmişi hatırladığım kadarıyla ifade edebilmeye cesaret ettim. İyi ki de etmişiz ama, mutlu oldum… ORGANİK TARIM “Eğitilmişlerin Umutları Hiçbir Şey Öğrenmeyenlerin Zenginliğinden Daha Güçlüdür” Demokritos Benim askerlerimi aç bırakacaksınız! Bugünlerde vaktimin çoğunu alan organik tarım, hepimiz için doğaya saygılı olmanın ön şartı olarak kabul edilmelidir. Konuya ilişkin öncelikle kısa bilgi vermeyi arzu ederim: Organik tarımın temelleri Avrupa’da atıldı. Endüstri Devriminden sonra gübre fiyatlarındaki ucuzlama nedeniyle artan gübre kullanımı sonucu topraklar bir nevi betonlaşarak verimini kaybetti. Toprak içindeki mikroorganizmalar bolca kullanılan gübreler tarafından öldürüldü. Çevre tahrip edilirken ekolojik denge bozuldu ve akabinde de çiftçiler tarafından şikayet konusu oldu. Endüstri devrimi birçok ilaçların icat edilmesini olanaklı kıldı ve bu ilaçlar sıklıkla da tarımda kullanılır oldu. Birçok ziraat mühendisinin ortak yargısı; kullanılan birçok ilacın bitkiler üzerinde kalıntı bıraktığı ve bu kalıntıların direkt tüketim veya hayvansal besinler yoluyla insanlara geçtiği yolundaydı. Organik tarımın ilk filizleri Almanya’da yeşerdi. Bunun sonucunda 1920’li yıllarda Almanya’da Dr. Rudolf Steiner, 1930’lu yıllarda da İsviçre’de Dr. Müller çiftçilere bazı formüller verdi, özellikle kimyasal gübre yerine hayvansal gübre kullanmaları konusunda telkinlerde bulundu. Antroposof yani insan bilimleri filozofu Dr. Rudolf Steiner 1922 yılında ilk aşıyı yaptı. Dr. Steiner toprak-bitkihayvan ve insan arasındaki yaşam süreçlerinin birbirini etkilediğini gözlemledi. Dr. Steiner Alman çiftçilerinin şikayetlerini dinlemiş, onlara çözüm yolları önermiştir. Bu önerileri organik tarımın ilk kurallarını oluşturdu. 1924 yılından itibaren tarım kursları tertipledi. Biyolojik-dinamik tarım metodlarını 1929 yılında kamuoyuna açıkladı. Dr. Steiner sentetik azot bileşiklerini, kolay çözülen fosfatları, klor içerikli sodyum tuzlarını yasakladı. Gübrelemenin esaslarını belirledi. Sığır gübresini, bitki atıklarından yapılan kompostu; kemik, boynuz, kanat ve kan unundan oluşan organik gübreyi, baklagillerle yeşil gübrelemeyi, ekim nöbetine sıkça baklagil koymayı çiftçilere tavsiye etti. Baklagillerin biyolojik azot toplayıcısı olduğunu, havadaki azotu emerek köklerinde biriktirdiğini, mikrobiyolojik organizmaların toprağın yapısını mükemmelleştirdiğini insanlar ilk kez Dr. Steiner’den işitti. Bu bilgilerin doğruluğu hala geçerli. Dr. Steinerin izleyicileri Biyolojik-Dinamik ( Biodinamik )Tarım Ekolünü kurdular. Bugünkü DEMETER ve RAPUNZEL firmaları bu ekolün temsilcileridir. Dr. Müller 1930 yılında İsviçre’de Çiftçi Memleket Hareketi adında bir tarımsal organizasyon kurdu. Dr. Steiner’in organik tarım kurallarını kozmos etkilerini dışlayarak benimsedi. Dr. Müller, oluşturduğu sistemin hedeflerini şöyle açıklamıştır: Üretim masraflarını azaltmak Ürün kalitesini artırarak satışı garantilemek Küçük çiftçileri krizlerden etkilenmeyecek hale getirmek Dr. Müller’in kuralları, kozmik etkiler ve preparatlar hariç Dr. Steiner’in öğretilerine çok yakındır. Dr. Müller’in kuralları: Toprağın yufka sürülüp, iyi havalandırılması Humus fermentinin kullanılması Baklagillerin ekim nöbetine sıkça alınması Enerji tasarrufu sağlanması Girdilerin işletme içinden sağlanması Azotun yalnız organik formda kullanılması Toprak yapısını iyileştirmek için kireç, kaya unu, torf gibi iyileştiricilerin düşünülmesi Bitki hastalıklarına karşı S (Kükürt) ve Cu (Bakır) bileşiklerinin kullanılması Bitki zararlarına karşı ısırgan otu, arap sabunu, zararlılara ve hastalıklara karşı bitkilere direnç sağlayan silisyumlu kaya tozu kullanılması Dr. Müller’in öğretileri sonucunda Organik-Biyolojik Tarım Ekolü oluştu. Günümüzde bu ekolün temsilcileri Almanya’da Naturland, İsviçrede Bioswiss’tir. Ancak 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesiyle organik tarım “Benim askerlerimi aç bırakacaksınız” gerekçesi ile tamamen yasaklandı. Bu yasak, II. Dünya Savaşının bitimiyle sona erdi. Bunun akabinde iki ekol oluştu İlki, Dr. Steiner ekolü, ikincisi ise Dr. Müller ekolü. Bunların ikisi de çevreci ve kimyasallara karşı bir ekoldü ve günümüze kadar devam etti. Organik tarımın kendisinden önce kitabı geldi 1986 yılında Ege bölgesindeki incirler üzerinde yapılan bir çalışma sonucunda Ege Üniversitesi’nde bir çalışma başlatıldı. Prof. Dr. Uygun Aksoy ve onun yardımcısı Doç. Dr. Ahmet Altındişli tarafından gerçekleştirilen akademik çalışma sonucunda Türkiye organik tarımla tanıştı. Prof. Dr. Uygun Aksoy hanımefendinin yazdığı kitaptan ben dahil herkes organik tarımın ne olduğunu öğrendi. Prof. Dr. Uygun Aksoy’un ifadeleriyle, “Organik tarım, sadece üretim şekli olarak algılanmayıp, her toplumda geniş tabanda yaşam felsefesi haline getirilirse, gelecek kuşaklara daha temiz ve sürdürülebilir bir dünya bırakmak mümkün olacaktır.” Organik üretimin dayanağı olan organik tarım, kullandığımız toprağın sağlıklı kalması gerçeğinden hareket eder. Toprağın sentetik kimyasallarla yıpratılmasını önler. Solucanlarıyla, böcekleriyle, kuşlarıyla birlikte olmayı sever. Organik tarım biyolojik faaliyetleri öne çıkaran bir yöntemdir. Organik tarım, doğal ve toplumsal dengeleri gözeten, çevreci bir tarım sistemidir. Organik tarımda, sentetik kimyasal zirai mücadele ilaçları ve sentetik kimyasal gübreler kullanılmaz. Üretimde dönüşümlü ekim nöbeti (rotasyon ) uygulanır. Organik ve yeşil gübreleme yapılır. Üretimin her aşaması uluslararası denetleme kuruluşları tarafından kontrol edilir ve ürünlere organik ürün sertifikası verilir. Organik tarım Türkiye’de başlamadan önce oğlum bana Almanya’dan bir kitap göndermişti, kitabı okuduktan sonra bir köşeye atmıştım, kitap da Dr. Steiner’in kitabıydı. Organik tarım konusunda atılımlar başladığı zaman, o kitabı anımsadım ve onu evdeki kitaplıktan bularak tekrar okudum. Bu kitabı incelerken de hocaların dikkatinden kaçan, ülkemizde uygulanan organik tarımla ilgili yanlışlıkları buldum. 2004 yılında Almanya’ya, Organik Tarım Fuarı’na gittim, oradan birçok doküman edindim ve uluslararası organik tarımcılarla görüştüm. 2006 yılında Organik Tarım Derneğini kurduk 2007 yılında tekrar Almanya’ya gittim, bu kez Organik Tarım Vakfı yetkilileriyle tanıştım ve tabi dergilerine de abone oldum. Emekli olduktan sonra başladığım Tarım Danışmanlığı çalışmalarımı Organik Tarım Danışmanlığına dönüştürdüm. Burada şunu da vurgulamam gerekir ki; organik tarım uygulamalarında çiftçinin organik tarıma dönüşüm konusunda danışmanlık hizmeti almasında fayda vardır. Danışman çiftçiyi organik tarıma ısındırır. Dönüşüm planlamasını hazırlar. Çiftçiye kaliteli üretim teknikleri ve pazarlama konusunda yardımcı olur. Almanya’da olduğu gibi, Türkiye’de de Organik Tarım Dönüşüm Danışmanları yetiştirilmeli ve iş bulmalarına olanak sağlanmalıdır. Üretici birlikleri ve tarımsal kooperatifler gibi üretici grupları kontrol ve sertifikasyon firmaları ile üyelerinin tamamı için toptan fiyat anlaşması yaparlarsa, fiyat aşağıya çekilecektir. Sözleşmeli tarım, organik tarımın da önünü açacaktır Sözleşme, çiftçi ile üretici grubu arasında imzalanacaktır. Örneğin bir üretici birliği üyeleriyle sözleşme yaparak üyelerini tıbbi ve aromatik bitkiler üretmeye yönlendirir. Üretici birliği bir kurutma ve paketleme ünitesi kurarak, üyelerinin malını yurt dışına ihraç eder. Organik ürünlerin kitlesel üretimi ve kitlesel pazarlanması gündeme gelebilecektir. Böylece organik ürün üretim ve tüketim yüzde oranları, yüzde 1’lerden iki rakamlı yüzdelere yükselebilir. Hem malını değerine satan çiftçi iyi kazanır, hem de işçi, memur, emekli kesimi de organik ürün müşterisi olur. İhracat yoluyla çiftçimizin malı dış pazarlarda müşteri bulur. Organik tarımın altı oku Tekrar ifade etmem gerekirse organik tarımın 6 ilkesi şunlardır: 1.Önce organik tarım felsefesini benimsemek (Organik tarım sisteminde çitçi bilinçlidir, organik kültür felsefesini benimsemiştir. “Benim için nasılsa, başkası için de aynısı” diye düşünür), 2.Genetiği değiştirilmemiş tohum, fidan ve damızlık ile işe başlamak (Mikroorganizmalar dahil, bitkiler ve hayvanlar organik sistemde stressiz yaşarlar. İnsan da sistemin ona sağladığı sağlıklı organik gıdadan yararlanır. Bu yararlanma diğer üretim sistemlerindeki sömürme ve açgözlülük yöntemiyle kıyaslanamaz), 3.Verimi artırmak uğruna toprağa sentetik kimyasal gübre atmamak, 4.Hastalık, böcek ve yabancı ot mücadelesinde sentetik kimyasal ilaçları kullanmamak, 5.Üretimin her safhasının kayıtlarını tutmak, 6.Yetiştirilen ürünün organik olduğunu gösteren organik sertifikayı almaya hak kazanmak. Nerede o eski domatesler? Konvansiyonel (endüstriyel) tarım ile organik tarım arasındaki farklara bakacak olursak durumu daha net anlatabilirim sanırım: Organik metodun ayrıcalığı vardır. Bu ayrıcalık organik sistemin işleyiş süreciden gelir. Sistemdeki ilaç ve gübre yasağı, bitkinin beslenmesinde fark doğurur. Organik süreçte bitki doğal süresinde yavaş bir tempoda büyür. Güneş enerjisinden doya doya yararlanır. Böcek ve zararlılara karşı dayanıklıdır. Savunma sistemini harekete geçirmiş, antioksidan yani savunma cephanesi üretmiştir. Gübre kullanılmadığı için bitkinin yaprak ve meyvesinde nitrat birikmemiştir. İnsan sağlığına zarar verecek kalıntı ve birikinti rizikosu söz konusu değildir. Domatese has mis gibi kokusu vardır: Aromalıdır. Hücreleri küçüktür: Lezzetlidir, ağızda tat bırakır. Artı, besin değeri yüksektir. İz elementlerce zengindir. Organik ürün, hasattan sonra, tahminlerin aksine dayanıksız değildir. Bozulmaya, küflenmeye, çürümeye karşı dayanıklıdır. Raf ömrü yeterlidir. Kaliteli bir üründür. Bilinçli beslenmenin en mükemmel gıdasıdır. Kovansiyonel olarak yetiştirilen bir bitkinin sistem içindeki büyüme sürecini inceleyecek olursak, konvansiyonel-organik farkını gene açıkça görürüz. Konvansiyonel tarım sisteminde kullanılan bol su ve suda kolay eriyen sentetik gübreler bitkiye doping yaptırıyor. Bitki hızlı büyüyor. Stres içindedir. Böcek ve zararlılara karşı korunma gücü zayıftır. Çitçi bitkiyi kurtarmak için yoğun olarak zehirli ilaç kullanmak zorunda kalır. Kullanılan ilaç bitkiyi baskı altına alır. Bitkinin kendini kurtarmak için harekete geçirebileceği güvenlik sistemi tamamen sekteye uğrar. Bitki kendini korumayı başaramaz. Üstelik bitkimizin sırtına bir yığın ilaç kalıntısı yüklenmiştir. Diğer yandan bitki, hızlı büyüme sürecinde suda çabuk eriyen sentetik gübreyi (nitratı) bol bol emdiği halde, eseri elementleri topraktan çekememiştir. Hızlı büyüdüğü için hücreleri aşırı büyümüştür. Yetiştirilen bitki domates ise, bütün güzel görünümüne rağmen, domatesin hücreleri büyük olduğundan içinde boşluklar oluşmuştur. Hücrelerinde nitrat birikmiştir. Domates odunsu bir yapıdadır. Domatese has kokusu yoktur. İştah açacak aroması yok, tadı yok, lezzeti yok. Tüketici “Aaah, nerede kaldı o eski domatesler?” demektedir. Hedefimiz her alanda Organik Kültür Organik tarım konusunda “Bir Ekolojik Aktivite Olarak ORGANİK KÜLTÜR“ isimli bir kitap hazırladım. Kitabımın başlıca amaçlarını şöyle izah edeyim: Ekolojik dengeyi tehdit eden faktörlere tüketicinin dikkatini çekmek, küresel çevre sorunlarından ve doğaya yapılan saygısızlıklardan kurtulmanın yollarını belirlemek, temiz bir çevrede yaşamak ve yeteri kadar güvenilir gıdaya ulaşmak için tüketicinin bireysel ve örgütsel aktivitelerinin neler olabileceği konusunda fikir üretmek, tüketicinin kendi ülkesindeki doğal güzelliklerden ve ekolojik yaşam etkinliklerinden yararlanmasını özendirmek, tüketicinin bilinçli beslenmesine yön verebilecek bilimsel metotlara değinmek, en iyi beslenme aracının Organik Sertifikalı Gıda olduğunu vurgulamak, organik tarım gerçeğini ve bunun ürünü olan organik gıda gerçeğini kamuoyunun bilgisine sunmak. Organik kültür felsefesine gönül veren her tüketici, yeryüzündeki ekolojik dengenin ne kadar önemli olduğunu kavramalı, çevreye ve doğaya duyarlı olmayı elden bırakmamalıdır. Tüketici, çevre ve tarım konularında politika oluşturulmasında, uygulama ve denetiminde etkin olmalıdır. Kitapta da belirttiğim gibi temel amacımız organik bir kültür yaratmak. Mesela organik üretilen ürünlerin paketlemelerinin de organik olması gerekiyor. Kısacası, tarımsal organik sanayinin teşvik edilmesi gerekiyor. Üretim ve tüketim alışkanlıklarımız, kültürümüz kısaca hayatımızın tüm örgüsü organik dokularla oluşturulduğu takdirde hem zihinsel hem de bedensel olarak daha sağlıklı varlıklar olarak hayatımızı yaşamamız olanaklı olacaktır. Bunu keşfetmiş olmanın mutluluğu içindeyim epey zamandır… Tüketim alışkanlıklarımızda ve bakış açımızda yaratılan bu devrim, yakınımda olan sevdiğim insanların hayatında da yeni bir pencere açtı. Organik kültür felsefesini benimsemiş AB vatandaşı “Organik ürüne ödediğim fazla bedel doğayı korumaya gidiyor!” inancına sahip. Avrupalı, “Böylece kendimin ve çoluk çocuğumun dengeli beslenmesine katkı sağlamış oluyorum” diye düşünüyor. AB de siyasi otoriteyi temsil eden kişiler organik kültürü içlerine sindirmiş bireyler olarak, organik tarım gerçeğini ve bunun prodüksiyonu olan organik sertifikalı ürün gerçeğini kabulleniyor ve uygulamalarıyla bunu bütün kamuoyu önünde icra ediyorlar. Biz de organik ürün tüketerek, organik üretimi destekleyelim. Ödeyeceğimiz fiyat farkının bize; temiz çevre, temiz gıda, sağlıklı yaşam olarak geri dönüşünü gözlemleyelim. Terörün gıda hali Dünyada milyarlarca yıldır bir ekolojik denge var. Fakat biliyorsunuz ki endüstri devrimi ile bu denge negatif yönde bozuldu. Tüketicinin devreye girmesi ile tarımsal süreçte ciddi değişiklikler yaşandı ve organik tarım ürünleri daha revaçta olmaya başladı. Organik tarımda sertifika gündeme gelmektedir ve bu süreç, işi disiplinize etmektedir. Organik tarım sürdürülebilir tarım sistemidir. Organik çiftçilik, içme suyu havzalarını yapay gübre ve zehirli ilaçlarla kirletmez. Suları ve toprağı kirlenmekten korur. Organik çiftçiler bilinçlidir. Besin değeri yüksek besinler üretirler. Organik tarım insan ve çevre sağlığına zarar vermeyen üretim teknikleri kullanmaktadır. Organik üretim devletin sağlık ve çevre için yapması gereken masrafları da azaltmaktadır. Ayrıca küçük çiftçileri toprağa bağlar, kırsal kalkınmayı sağlar. Köylerin boşalmasını, şehirlerde varoşlar oluşmasını önler. Tarım politikaları oluşturulurken organik tarım öncelikle desteklenmelidir. Son yıllarda gıda terörü tüketicinin baş sorunu oldu. Sebze ve meyvelerdeki ilaç kalıntısı ve nitrat birikintisi sorunları, işlenmiş besinlerde kuralsızlığın ve açgözlülüğün getirdiği gıda terörü, gıdaya duyulması gereken güveni sarstı. Tüketici artık “tüketirken tükenmek” sorunuyla baş başa kaldık. Bilinçli tüketici temiz olmayan gıdalarla oksitlenen vücudunu antioksidanlarla detokslama derdine düşmüştür. Hangi gıda kontrol edilen bir sistem içinde üretilmiş ise, güvenilir ise, tüketici o gıdayı arayıp bulmaktadır. Bilinçli tüketicinin sentetiklerden uzaklaşarak; gıdadan kozmetiğe ve tekstile kadar organik ürünler tüketme alışkanlığı kazanacağı ifade ediliyor. Böylece organik ürün bilinirliği artacak, organik ürünlerle yaşamanın önemi anlaşılacak gibi görünüyor. Tüketiciye bu konuda en iyi yol gösterici organik kültür olabilir. Gıda terörünü ana sorun olarak mercek altına alırken; gıda kıtlığı ve gıda israfı gibi küresel sorunlara da ilgisiz kalamayız. Beslenmedeki alışkanlıklar ve tarımsal sistemler çok çeşitli gıdaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. gerçekleştirmeliyiz Dengeli bilinçli beslenmek beslenme için gıda metotlarını güvenliğini öğrenmeliyiz, koruyucu tıptan yararlanmalıyız. Dengeli beslenmek tüketicinin anayasal hakkıdır. Tüketici dengeli beslenebilmek için beslenme güvenliğinin gerçekleştirilmesini devletinden talep etmelidir. Organik tarım küçük çiftçiyi toprağına bağlar Organik üretim çok boyutlu bir aktivitedir. Organik tarım sisteminde ekolojik denge korunduğundan devletin çevre koruma giderleri azalır. Çiftçiler bilinçli olduğu için kaynak israfı önlenir. Kırsal kalkınmaya ayrılan destekler hedefini bulur. Ekonomi kayıt altına alınır. Organik sistemde hayvanlar stressiz yaşıyor. Organik yemle hayvan sağlıklı besleniyor. Organik hayvansal ürünler daha sağlıklı ve daha lezzetli oluyor. Organik gıda insan sağlığını da koruyor. Organik sebze ve meyvelerdeki antioksidan aktiviteleri daha fazla, organik ürün daha besleyici olduğundan, organik gıda en iyi sağlık sigortası oluyor. Devletin SGK giderleri azalıyor. Organik sistemde devlet de tüketici de karlı çıkıyor. Bunun dışında, organik tarım küçük çiftçiyi toprağına bağlıyor. Organik üretim nüfus yoğunluğu yüksek kentlerin çevresinde yaşayan küçük çaplı aile çiftlikleri tarafından, doğrudan satış konusunda sağladığı mükemmel fırsatlar nedeniyle başvurulabilecek güçlü bir araçtır. Bu sistem, tüketicilere satın alacakları gıdaların nasıl yetiştirildiklerini yerinde görmek fırsatını tanımaktadır. Böylece tüketiciler gıda güvenliği ve kaliteleri hakkında ki meraklarını giderebilmektedir. Bilinçli çiftçilerin varlığı ve bunların tüketicilerle kurdukları iyi ilişkiler. Sistemin işleyişi için büyük önem taşımaktadır. Bu suretle organik çiftçiliğin sunduğu agro-turizm olanağı hayata geçirilmiş olmaktadır. Güven sağlayıcı bir denetleme ve belgeleme sisteminin de ana sisteme dahil edildiği unutulmamalıdır. Organik tarım çiftçileri, daha disiplinlidir. Gözlem yaparlar ve gözlemlerini hayata geçirirler. Kaliteli ve sağlıklı sebze-meyve ile hayvansal ürün üretirler. Girdilerini kendi işletmesinden sağlayarak giderlerini azaltırlar. İşletmelerini krize karşı korurlar. Bu uygulama küçük çiftliklerin kurtarıcısıdır. Sicilya ve Endülüs'ün fakir bölgeleri organik üretim sayesinde kalkınmıştır. Küçük çiftçilerin yaşam standartları yükselmiş, çiftçi toprağına bağlı kalmıştır. Yararlarının saymakla bitmeyeceği bu uygulama çiftçiye plan-program yapma ve kurallara sıkı sıkıya uyma disiplini kazandırmıştır. Besin kalitesi sağlamıştır. Fiyat istikrarı ve pazarlama hızı sağlamaya adaydır. Organik ürünler organik gıda sektörünün ham maddeleridir. İşlenmiş ürünler de organik özeliklerini koruyarak tüketiciye sunulmaktadır. Organik ürünlerin ham madde olarak kullanıldığı organik tekstil, organik kozmetik gibi yepyeni iş alanları oluşmuştur. Organik çiftçiliğin başarıyla sürdürülebilmesi için organik tarımı destekleyecek politikalar üretilmelidir. Tarıma ve beslenmeye yön verme politikalarının oluşturulmasında tüketici de etkili olmalıdır. Organik ürünün tüketiciye maliyetini azaltacak sistem doğrudan pazarlamadır. Çiftçi ürününü tüketiciye doğrudan satabilmelidir. Organik Ürün çeşidi sürekli artarken, yurtiçi tüketimi de artıyor, pazarlama imkanları gelişiyor. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği'nin önderliğinde Şişli - Feriköy de açılan Ekolojik Pazar Türkiye de bir ilki gerçekleştirilmiştir. Buğday Derneğinin danışmanlığında ve denetimindeki pazarda çiftçiler organik sertifikalı ürünlerini tüketiciye doğrudan satma imkanına kavuşmuştur. Şişli’den sonra Bursa Nilüfer’de, Antalya’da, Samsun’da, Ankara Çankaya’da faaliyete geçen organik semt pazarları organik ürünlerin tüketiciye ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Organik sebze ve meyvenin doğrudan pazarlanması çok önemlidir. Şişli Organik Pazarı iyi bir örnektir. İstanbul’daki organik pazar sayısı sekize ulaşmıştır. Üreticiyle tüketiciyi buluşturan organik pazarların sağlıklı bir şekilde yaygınlaşması sevindirici bir gelişmedir. Projeler Başta da belirttiğim gibi organik tarım uygulamasına ilişkin hazırlanan projeler, şu sıralar beni en çok heyecanlandıran ve neredeyse vaktimin tamamını alan uğraşın başını çekiyor. Türkiye'deki organik üretim ve pazarlama koşusunda kulvarlar henüz boş. Koşucular aranıyor. Mevcut üreticilerin birbirlerini kıskanması çok anlamsız. Organik üretim yelpazesi çok geniş. Bitkisel üretim, hayvansal üretim, gıda sektörü, organik tekstil, organik tıbbi ve aromatik bitkiler organik kozmetik sektörlerinde sayısız iş alanları müteşebbisleri bekliyor. Kırsal Kalkınma Projeleri AB Hibe Programları kapsamındaki IPARD projeleri ile Avrupa standartları yakalanabilir. Tarım ve Kırsal kalkınmayı Destekleme Kurumu (TKDK) tarafından desteklenen tarımsal projeler aşağıdaki konuları kapsamaktadır. 1-Süt Üretimi Kavuşturulması (Süt Üreten Projeleri, Çiftçilerin Sağım Avrupa Makineleri, Standartlarına İneklerin Sağlık Kontrolleri), Süt İşleme (Süt Mandıraları, Süt Toplama Merkezleri, Süt Fabrikaları), 2- Et Konusu (Et Üretimi, Et İşleme Tesisleri ve Kesimhaneler) 3- Sebze ve Meyvelerin Standardizasyon, Paketleme ve Pazarlama Projeleri, 4-Kültür Balıkçılığı (Barajlarda ve Havuzlarda Levrek, Sazan ve Alabalık Cinsi Kültür Balıklarının Yetiştirilmesi Projesi), 5- Çiftlik Faaliyetlerinin Çeşitlendirilmesi (Arıcılık ve Bal Üretimi, Tıbbi ve Aromatik Bitkilerin Tarlada Yetiştirilmesi, 6- Yerel Ürünler, Tokat ili için;(Bulgur, Tarhana, Ev Makarnası, Pestil, Köme, Narince Üzümü, Tokat Açma Yaprağı, Leblebi, Tokat Ev Ekmeği, Çökelek ve Lor Peyniri, Kapari, Ceviz, Reçel, Domates Salçası, Üzüm Sirkesi, Beyaz Pekmez, Harnup Pekmezi, Madımak Konservesi, Kuşburnu Reçel ve Marmeladı, Mahlep, Yoğurtmaç, Kurutulmuş Dolmalık Biber, Tokat Biberi, Tokat Domatesi, Madımak, Elma ve Erik Kurusu, Hünnap, Tokat Kurusu, Erbaa Fındığı, Tokat Kebabı, Zile Pekmezi ve Bat), 7- Kırsal Turizm (Mikro girişimciler ve turizmciler tarafından kurulacak pansiyon yatak ve kahvaltı hizmetlerinin gelişmesini kapsamaktadır). Kooperatif her zaman daha avantajlı… Bu tarz projeleri kooperatifçilere tavsiye ediyorum. Bu projeler için de Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu’na müracaat etsinler. Bireysel ve kurumsal işletmeler buraya başvurabiliyorlar ancak kooperatif olarak başvurmaları daha avantajlı olacaktır. Ayrıca KÖY-KOOP ile her şeyi irtibatlı yapmalarını tavsiye ediyorum. Organik sertifikalı ürünlere yönelirlerse hem projelerinin puanı artar, ham de ürün fiyatları daha tatminkar olur. KOOPERATİF YILLARI “Tomurcuk Derdinde Olmayan Ağaç Odundur” Anonim Kooperatif hareketinde adımız komüniste çıktı! Bizim başlattığımız kooperatif hareket tarımsal niteliktedir. Tarımsal kooperatifler çiftçi örgütleridir. Köylünün kalkınması için tarımsal girdilerin kullanılmasına yöneliktir. Bu kooperatiflerin üst birliği KÖYKOOP olmuştur. İlk başlarda ben DSİ’de çalıştığım için sadece hafta sonları kooperatifte çalışma imkanı bulabiliyordum ve o dönem kooperatif başkanıydım. Kooperatiflerin işlerini Ahmet Altun adında bir çiftçi yapıyordu ve aynı zamanda yardımcımdı. Ahmet, çok fedakar bir insandı ve kooperatifin ilk zamanlarında kendi cebinden de katarak az parayla çok işler yaptı. Hatta Ankara’ya o gider gelirdi ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığındaki kooperatifle ilgili bütün işleri o gerçekleştirdi. Ben memuriyetimden dolayı hafta içinde bir yere ayrılamıyordum, hafta sonları hafta içi programını yapardım, o koştururdu. Biz, Kalkınma Kooperatifleri Birliği oluşturmak amacıyla yedi adet kooperatif kurduk. Her kooperatifin bir başkanı mevcuttu. Engiz Köyü Kalkınma Kooperatifi kısaca ENGİZ-KOOP bir demokrasi okuluydu. Burada yapılacak her iş karar defterine yazılmak zorundaydı ve yazılmayan hiçbir iş yapılamazdı. Bunun mükafatını ona verdik ve Ahmet Altun’u 1977 yılında CHP Milletvekili yaptık. 1964 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Türkiye’de Kooperatiflerin kurulması için tüzük hazırladı ve bu aşamada Türkiye çapında önce 12 kooperatif kuruldu, biz de Milliyet gazetesinde bunu okur okumaz Engiz Köyü Kalkınma Kooperatifini kurduk. Demirel hükümetinin Almanya’ya gidişte önceliğin kooperatif üyelerine verileceğini belirtmesi üzerine ben hemen Ankara’ya hazırladığım bir projeyle gittim. Projemize Engiz çevresindeki yedi köyde süt, tütün, fidan, halıcılık ve balıkçılık konularında faaliyet gösterecek yedi kooperatif kurmak vardı. O günlerde Türkiye’de çiftçiler için Tarım Kredi Kooperatifleri vardı. Bunlar Ziraat Bankası güdümünde olan devlet kooperatifleriydi. Devlet kooperatiflerinde, seçilen yönetim kurulunun görevi şekilden ibaretti, esas sorumlu ise Ziraat Bankası tarafından atanan Kooperatif Müdürü idi. Yaptığı işler Ziraat Bankasının vereceği kredilere aracılık ediyordu. Bir nevi ajansı gibi çalışırlardı. Bu kooperatifler makine ve edevatları ile gübre ve tarımsal ilaç satışı da yaparlardı. 4 Haziran 1965 yılında büyük bir kongre düzenledik. İlkokul müdürü Cahit Girginel Hocamız bize yardımcı oldu. Okulun bahçesinde bütün köylülerin de davet edildiği bir kongre yapıldı. O kongrede hükümetin kooperatif üyeleri için aldığı kararı açıkladım. Ele alacağımız projeleri anlattım. Bu proje sonunda Engiz Köyünden Ahmet Altun adında bir liderin doğmasına vesile oldum. Ahmet Altun bir gecede ENGİZKOOP’u kurdu. Diğer altı köy de bir hafta içinde kuruluş sözleşmeleri ile Köy İşlerine müracaatlarını yaptılar. ENGİZ-KOOP önderliğindeki Köy Kalkınma Kooperatifleri hareketi her geçen gün yaygınlaştı. Yeni önderler ortaya çıktı. Hasan Ali Yücel, Şükrü Kirman ilk günlerin zorluklarına göğüs gerdiler. Daha sonraları Yılma Erel, Murat Yıldırım, Cemalettin Şener ENGİZ-KOOP için gayret sarf ettiler. Bu üç isim de belediye başkanı olma şerefine nail oldu. Engiz İlkokulunun sınıflarında Almanya’ya gidecek olanlara davranış dersleri verdik, Almanca kursu verdik, hatta alafranga tuvalet bile getirerek tuvalet dersi verdik. Hasan Ali ile uzun süreli iş planı hazırladık. 5 yıl içinde neler yapmamız gerektiğini planladık. Günde 4 ton süt işleyen mandıra planladık ancak bize küçük gelince pastörize süt fabrikasına dönüştürdük. Hayvan yemi için yonca tarımına önem verdik. Ceylanpınar’dan tohumluk getirttik. Damızlık hayvan ithalatı planladık. Tarımsal kooperatifçilik eğitimine önem verdik. Sebze ve meyvelerin üretimi, işlenmesi, pazarlanmasının özendirilmesi gibi işlerdi. Bafra ve Çarşamba ovalarında kooperatifçilik teşvik edilmediği için buralarda kooperatif kurulmadı. Bazı geri kafalı insanlar “bu hareket komünist hareketi ve CHP’lilerin hareketidir” diye desteklemedi. Bakanlıktaki Kooperatifçilik Dairesi Başkanı Ziraat Yüksek Mühendisi Hüsnü Kurtlu oğlu bize yardımcı oldu. ENGİZ-KOOP olarak en belirgin projemiz süt fabrikası oldu. Aslında herkes fabrika kurabilir ancak hiç kimse köy kooperatifçiliği yapmak istemez. Yaptığım her şey aslında bir görevdi. Çünkü bu millet beni fakültesinde okuttu benim de bu millete bunları yapmam bir görevdi. 1969 yılında Devlet Su İşlerinde çalışırken maaşım iki bin 500 TL idi ve istifa ettim. Kendi doğup büyüdüğüm köyde ENGİZ-KOOP’un başına geçtim. Kooperatifle ilgilenen çoğunluğun amacı Almanya’ya gitmek veya oğlunu Almanya’ya göndermekti. Sadece Ahmet Altun ve Yalçın Engiz için ENGİZ-KOOP bir idealdi. Hiçbir kooperatif üyesi bana, “Ne olacak bu süt fabrikasının hali?” diye sormadı. Sorulan soru, “Kontaç var mı, kontaç” oldu. Yani “Almanya için kontenjan var mı?”. Yıllar sonra Almanya’dan izine gelen bir üye benim fabrika için üzüldüğümü görünce “Hiç üzülme ne olmuş fabrika çalışmazsa, her birimizin bu fabrika kadar serveti var” demişti. 1976 yılında Milliyet Gazetesinin açtığı Türkiye’de Kooperatifçilik yarışmasında ENGİZ-KOOP da yer aldı. Karacan armağanının birinciliği Atatürk’ün kurduğu Silifke’deki tarım kooperatifi aldı. İkincilik, Bakan Türkmenoğlu’nun köyü Bademler’e verildi. Yalçın Engiz ve Ahmet Altun’un çalışmalarının anlatıldığı ENGİZ-KOOP da Yalçın Engiz’in TÜTEN BACA öyküsü ile Karacan Armağanı üçüncüsü oldu. 1978 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni çıktığı Karadeniz gezisinde Milliyet Gazetesindeki Başyazısında iki gün üst üste ENGİZ-KOOP’a ayırmıştı. Bu arada kooperatifçilikle uğraşmam nedeniyle bazıları bana “komünist” bile dedi. O dönemde Rusya’da kooperatifçilikle uğraşanlar komünist yanlısı olarak biliniyordu ve ben de kooperatifçilik yaptığımdan bana da bunu yakıştırmışlardı. Ben kooperatifçilik davasına inanmıştım ancak Türkiye bu konuyu yerleştiremedi. Bu köy kooperatifçiliğinin yapılması gerekiyor. Bu davaya inanan insanların az olmasından dolayı kooperatifçilik ilerleyemedi. Devlet bu konuya yeterince destek veremedi. Bu durumda da kooperatifçilik hak ettiği yere gelemedi, kısacası ben bu davadan kopmadım. Kooperatif için iyi bir proje olması gerekiyor. Aşk doğabilmesi için bir sevgili olması lazım o da projedir. Şimdi Kırsal Kalkınma Projeleri gündeme geldi, bunlar için finansal kaynağa ihtiyaç var. Avrupa Birliği de mantıklı ve güzel projelere finansman kapısı açmış oldu bu büyük bir avantaj. Gençler artık fikir ve proje üretsinler, bugün bu işlemler daha kolay. Geçmişten bugüne taşınan bir eser var bu da KÖY-KOOP’tur. Tarım reformu yapılsaydı PKK olmazdı Şimdilerde düşündüğümde çok sevdiğim Bülent Ecevit’in tarım danışmanı olsaydım, öncelikle toprak reformunu savunurdum ve “mutlaka yapmalıyız” derdim, yapılmazsa da istifa ederdim. Bu ülkede tarım alanları ve tarımsal alanlarda çalışanların oranı çok büyüktür. Bu reform yapılmış olsaydı bugün en azından PKK sorunu olmazdı. Güneydoğuda toprak ağalarının çokluğu nedeniyle şimdi bu sorunun içinde yaşıyoruz. Toprakların içinde yaşayanlarla birlikte alınıp satılıyor olması orada yaşayan insanların haysiyetini kırmış, ekonomik gücünü de sıfıra indirmiş durumdadır. BİR ZAMANLAR ENGİZ KÖYÜ “Kişinin Hayatı Düşünün Rengine Boyanmıştır” Marcus Aurelius Bir köyün isim hikayesi Bafra ilçesine bağlı Engiz Köyünün isim hikayesi ilginçtir. 1960 yılına kadar Engiz olan ismi 1960 yılında ismi Rumca zannedilerek Ballıca yapılmış. Ben Almanya’dan döndükten sonra baktım ismi değişmiş, “kim değiştirdi ismini” diye sorduğumda bana “Coğrafya Fakültesince değiştirildi” dendi. Ben doğruca fakülteye gittiğimde orada sular coğrafyası eski hocam Reşat İzbırak ile karşılaştım. “Hocam köyümüzün ismini neden değiştirdiniz? Bizim köyün balı da meşhur değil ki ismini Ballıca koydunuz.” Bana dedi ki;”Oğlum Ülkemizin köylerinin yüzde 90’ının ismi Rumca, Ermenice, Rusça ve biz bu isimleri Türkleştiriyoruz.” “Hocam keşke benim köyümün ismini değiştirmeseydiniz” dediğimde hocam bana bir kızdı; “Senin gibi insanlar buna itiraz ederse ben bu projeyi nasıl gerçekleştireceğim” dedi. Böylece Ballıcalılar olduk. Ancak ismi tekrar değişti ve isminin tekrar Engiz olamayacağını fark ettiğimizde Ballıca ismini kabul ettik. Ne yazık ki Engiz Çayının batı yakasında yer alan Samsun merkez ilçeye bağlı Engiz Köyünün ismi Reşat İzbırak Hocamın gözünden kaçmış, aynı isimle kaldı. Biz de ilk kooperatifi kuran Ahmet Altun’un köyünün ismini baz aldık. ENGİZ-KOOP’u marka yaptık. Sonrasında Köyümde bir ortaokul kuruldu. Elimde Almanca belgesi olması ve Milli Eğitim’in de kabul etmesiyle benim okula başlayacağım yıllarda ilkokulu olmayan köyümde ortaokul kuruldu. Ben de iki sene Almanca Öğretmenliği yaptım. Köyümde belediye kurulacak dendi, Murat Yıldırım ballıca Belediyesinin kurulması için çok gayret sarf etti. Belediye başkanı olmak istedim ise de politik olamayacağım nedeniyle vazgeçtim. Demokrat Partililer de başımıza bir inşaat kalfasını getirdi. Ancak bu seçimlerde Belediye Meclis Üyeliği de 6 CHP, 6 DP’den oluştu. Tabi ki bir oy farkla hep onların dediği oluyor. Bir gün buna dayanamadım ve dedim ki, “Bakın arkadaşlar, oy çokluğu sizde biz sadece burada oturur, çayımızı kahvemizi içer gideriz. Gelin particiliği bırakın da kendi köyümüze güzel işler yapalım” dedim. Hatta bir gün kendi partilisi Belediye Başkanının yakınları belediye araçlarını şahsi işlerinde kullandığını gördüğü için belediyeye geldi ve başkana vurmak istedi, bu yumruğu engelledim, DP’li Meclis Üyeleri CHP’li birkaç üyeyi de saflarına alarak başkanı düşürmek istediler ancak ben “Demokrasiye zarar verirsiniz” diyerek müsaade etmedim. Bir süre sonra gelişme vadeden kasabaların ilçe olmasına izin verildi. Herkes gerekçesini hazırlasın ve sunsun dendi. Ballıca beldesinin ilçe olması gerekçesini ben hazırladım. Yeni ilçeye ONDOKUZ MAYIS ismini verdim. Kabul gördü. 1980’li yıllarda ismi Ondokuz Mayıs ilçesi oldu. İsim TBMM tarafından onaylandı. Kasabamızda bankaya ihtiyaç duyuldu, evrakları hazırladık başvurumuzu yaptık. Ziraat Bankası kuruldu ki o dönemde Ballıca hala bir köy. Biz Belediye Başkanı Yılmaz Erel ile el attık sigara fabrikası kurulması için, dedi ki; “iki bin 500 dönüm arazi arıyorlar.” Belediyenin iki bin beş yüz dönüm arazisi var ve arazi Tekel’e devredildi. Tekel oraya büyük bir fabrika kurdu ve 5-6 bin kişiye ekmek kapısı oldu. Ancak keşke bunu yapmasaydık çünkü bu hükümet o fabrikayı Sabancı grubuna sattı. Sabancı grubu da gitti Amerikalılara sattı, Amerikalılar da şimdi tütünü benim ülkemden almıyor, Amerika’dan getiriyor ve o tütünle sigara yapıp satıyor. İşçilerin çok büyük bölümünü de çıkarttılar işten, ondan çok üzüntü duyduk. Her neyse; daha önce de dediğim gibi, gelişme vadeden kasabaların ilçe olmasına izin verildi. Benim doğduğum evin karşısı da Kaymakamlık oldu. Bafra Engiz Köyü iken Ballıca Köyü sonra Ballıca beldesi olan köyüm şimdi Ondokuz Mayıs adıyla Türkiye haritasında yerini almış bulunuyor. Samsun’da arkadaşlar “Engiz’in Ondokuz Mayıs ile ne ilgisi var?” Ondokuz Mayıs Samsun şehrine aittir. İsminizi Engiz yapın” diye bana çok kızdılar. “Engiz ilçesi” isminin kanunun çıktığı ancak isim değişikliğinin yüksek maliyeti nedeniyle uygulamaya konulamadığı ifade ediliyor. Köy kooperatifçiliği mümkün mü? Köy kooperatifçiliği artık Ondokuz Mayıs ilçesinde olmaz. Çünkü artık tarımla uğraşılmıyor, ilçe zenginleşti. Çevre köylerinde ise böğürtlen ve ahududu üretimi için veya kültür balıkçılığı olabilir. Ülkemizde öncelikle toprak ve tarım reformu yapılması gerekiyor. Türkiye’de tarımın geliştirilmesi ve sürdürülebilirliği şarttır. Türk tarımının kaybedilmesi durumunda çok ağır bedeller öderiz, bunun için Türk tarımı desteklenmeli, bu da kanunla olmalı. Bu kanunlardan en önemlisi Toprak Reformu Kanunudur ve bu hazırlanmalı. Nedir toprak reformu? İlk önce toprak ağalarının toprakları köylülere dağıtılacak zannedildi ve en önce Sayın Süleyman Demirel karşı çıktı bu reforma. Bunun nedeni de oy potansiyeli olan ağaları küstürmemekti. Ecevit’in ve Sosyal Demokratların istemelerine ve ısrar etmelerine rağmen bu itibar görmedi. Bu konuda daha radikal davranılması gerekiyor ki, bunu da ancak Sosyal Demokrat bir parti yani CHP yapabilir. Ancak burada da CHP’nin içindeki kişilerin kafasının buna yatması gerekiyor. Hatta CHP içinde de ağalar vardı ve onlar da istemediler. Ecevit ve bir hayal kırıklığım Benim en çok etkilendiğim ama en çok eleştirdiğim siyasi lider Bülent Ecevit’tir. 1974 yılında Ecevit Başbakan olmasına rağmen zayıf kaldı, tarım reformuna ilişkin kanun çıkartılamadı. Tarım alanında beklenen hamleyi yapamadı, yanındakilerin basiretsizliğinin kurbanı oldu biraz da. Hayal kırıklığım budur. Bizim istediğimiz Toprak reformu çıktığı zaman tarlaya girmeli, girmediği zaman reform sayılmaz. Hatta Toprak Reformu Dairesi için bir kanun çıktı ve dendi ki, “Topraklarımız çok parçalı bunlar birleştirilsin”, yani “Arazi Toplulaştırılması” yapılsın ancak bu jet hızıyla olmalı yoksa hiçbir anlamı yok. Bunu yapabilmek için bölgesel indeksler çıkartılmalı ve bu indeksler çerçevesinde bu birleştirilme yapılmalı, her bölgenin indeksi bir olmamalı. Şu andaki Toprak Reformunun kriterleri çok düşük, istendiği düzeyde değil. Ben danışman olsam ilk önce miras yoluyla toprakların bölünmesini engellerdim. Miras esnasında araziler en büyük kardeşe veya bir sonraki kardeşe bırakılmalı. Toprağa sahip olan kardeş bankaya borçlanarak diğer kardeşlere bedelini ödemeli, o kardeşlerde aldıkları paralarla diğer sektörlere yönelmeli. Eğer toprağı alan kardeş toprağı işlemiyorsa diğer kardeşlere toprağı devretmeli. Şimdi ne oluyor? Toprağı alan toprağı bırakarak İstanbul’a çalışmaya gidiyor, o arazi de börtü böcek dolu bir şekilde verimsizleşiyor. Bu nedenle köyünde toprağını işlemiyorsan ve köyünü terk edeceksen işleyecek kardeşine toprağını satmadan köyünü terk etmemesi hususunda bir kanun olmalı. Kısaca toprak miras yoluyla bölünmemeli. İkinci olarak bölünmüş topraklar jet hızıyla birleştirilmeli. Üçüncü olarak da finansal destekler konusu. Şimdiki hükümetin yapmaya çalıştığı da bu. Burada sakıncalı nokta ise şu; Elinde büyük miktarda toprak bulunan kişiler devlete gelerek elinde bulundurdukları arazi büyüklüğü kadar devletten üretim desteği bedeli alıyorlar. Devlet parayı verdikten sonra arazinin ekilip ekilmediğine bakmıyor. İşte burada sakıncalı durum oluşmaya başlıyor. Elinde büyük arazi bulunduran toprak ağaları üretim yapmadığı veya verimsiz arazileri göstererek yüksek montanlı paraları haksız olarak almış oluyorlar. Kısacası haksız kazanç elde etmiş oluyorlar. O ağalar da ceplerine koydukları paralarla İstanbul’da sazlarda barlarda paraları yiyorlar veya farklı bir yola yönlendiriyorlar, yani tarıma kanalize etmemiş oluyorlar. Bunu tetkik etmesi gereken Ziraat Mühendisleri de masa başında buna onay veriyorlar. Son olarak da Ürün Bazında Destek, belki de en önemli husus bu. Burada bir ayıraç da şu; çiftçiye danışman için 500 TL destek verdiler, “danışmanını bul ona vermek için bu parayı al” dediler. Bununla birlikte ahlaki bir olumsuzluk ortaya çıktı. Ziraatçılar danışmanlara dediler ki;”Aldığın bu paranın 250 TL’sini danışmana ver ki seni danışman olarak tutsunlar”. Bu yüzden bazı danışmanlar çiftçilerden bu paraları alamıyorlar. En güzel kanun ise çevreye hizmet eden çiftçinin desteklenmesidir ki, erozyon için çok önemli bir harekettir. Bir de çiftçiye girdi desteği sağlanmalı yani, çiftçinin makine parkını ve diğer girdiler için destek verilmeli. Bu konuda IPARD Projeleri Avrupa standartlarına ulaşmada en önemli destek olacak gibi gözüküyor. ÇOCUKLUK ve GENÇLİK “Hepimizin İki Hayatı Var; Sahici Olan, Yani Çocukluğumuzda Hayaline Kapıldığımız, Sahte Olan, Yani Yetişkinliğimizde Başkalarıyla Paylaştığımız” Fernando Pessoa Doğum günüm 21 Ekim (En uzun günde dünyaya gelmek) 1925 yılında annem Bakiye ile babam Mustafa’nın evlenmelerinden 11 yıl sonra 3’ncü çocuk olarak en uzun günde 21 Haziran’da dünyaya geldim. Babam bir fotoğrafımın arkasına doğum tarihimi düşmüş 21 Haziran 1936 diye. Kimliğimdeki tarih ise, 1 Mart 1937. Nüfusa geç yazdırıldığım için nüfus cüzdanımdaki tarih bu. O dönemde Türkiye’deki birçok yerde beyan tarihinde kişinin doğum tarihi yazıldığı için de nüfus cüzdanımda benim gerçek doğum tarihimden farklı bir tarihte doğum tarihim yazılı. Bir de oğlum askere olgun yaşta ve geç gitsin diye yapılırmış. Kızımı eğer kaçırırlarsa kaçıran kişi küçük yaşta kızı kaçırmaktan suçlu düşsün diye kızları da geç yazarlarmış. Görüyor musun Türkiye’deki insanların kurnazlıklarını? Benim doğduğum ev Engiz çayının kenarında, duvarları 5 cm kalındığında tamamen karaağaçtan yapılmış bir evdi. Döşemeleri, tavanı, çatısı tamamen karaağaçtan yapılmış. Kiremit yerinde de karaağaç mevcuttu. Rüzgarla birlikte uçuşan tozlar çatıya konar nem ve suyla birlikte orada yosunlaşmalar olur ve böylelikle eve uzaktan baktığınızda yeşil bir görüntüsü olurdu. Biz böyle yemyeşil bir ortamda büyüdük. Evimizin pencereleri dahi karaağaçtan yapılmaydı ve aşağıdan yukarıya açılmalı, giyotin pencereliydi ve ben çok severdim bu pencereleri. Evimiz sıtma bölgesi olması nedeniyle yataklarımızda cibinlik kullanırdık. Kıvrımlı şekilde akan Engiz çayının kıvrımlarından birisinin kenarındaydı ev. Ağabeyim solucanları oltaya takar oltayı dereye atar ve kefal tutardık. Yaklaşık bir kova balığı eve götürdüğümüzü hatırlıyorum. Sığ yerde de kaya balıkları olurdu. Irmağın kenarına babam o dönemde çakılları kazdırdı ve bir çukur meydana geldi. O çukurun içinde çayın suyu oradan kaynardı ve ona çaykara denirdi, biz o suyla yüzümüzü yıkar ve çayımızı yapardık. Irmağın kenarına daha sonraları babam 4-5 metre derinliğinde kuyu açtırdı ve biz suyumuzu oradan aldık. Kesilen koyunları da oraya sarkıtırdık, o kuyu aynı zamanda buzdolabı görevi de yapardı. İlkokula 1944 yılında Samsun’un Dağ Köyündeki, Cumhuriyetle birlikte okul yapılmış bir alevi köyünde başladım. Bizim köy Sünni köyüydü ama okul yoktu. İkinci sınıftan itibaren evimizi Samsun’a taşıdık. Çünkü arkadan kız kardeşlerim geliyordu ve onların okula gidip gelmesinde sorun yaşamamak için mecburen Samsun’a taşınmıştık. Dağ köyündeki İlkokula başladığımda bir öretmen ve beş sınıf vardı, bir sınıfta birinci ve ikinci sınıflar diğer sınıflarda daha büyük çocuklar vardı. Öğretmenimiz Köy Enstitüsü mezunuydu. Öğretmenimizin Avrupai bir tipi vardı, Türkçesi çok düzgündü. Bize bağırmaz dövmezdi, bir çocuğun bile kulağını çektiğini hatırlamıyorum, şimdi bile o öğretmenime saygı duyuyorum. Samsun’daki Neriman öğretmenimin kişiliğini de unutamıyorum. O öğretmenimden de birçok şeyi öğrendim. Küçükken oyunlarda doktor olmak istediğim hatırlıyorum. Ben Samsun’da Fazıl Kadı İlkokuluna gittim. Eski Samsun’un tam merkezi yerinde bir okuldu. Okul 3-4 katlıydı ve en üst katını Ördek Hayri dediğimiz müdürümüz müze yapmıştı. Ortaokul yıllarında sadece mümessil olduğumu biliyorum bir de Kütüphane Başkanı olduğumu. Kitap okumaya çok meraklıydım ve orada da fırsat buldukça kitap okurdum. Ağabeyim bir gün bana “kütüphanenizde Yunan Eserleri var mı? Bir bak” dedi, bende baktım “Evet var” dedim. Ağabeyim bana kitap isimleri yazdı ben o kitapları ağabeyime getirdim. O kütüphanedeki klasik kitapların hepsini ağabeyim okudu, o kadar hızlı okurdu ki, 1 veya 2 günde kitabı bitirirdi. Faruk isminde bir arkadaşımız sınıfa işerdi, ben de koşar hademeyi getirir ve öğretmenimiz gelmeden orayı temizletirdim. Liseyi Samsun Ondokuz Mayıs Lisesinde okudum. Coğrafya dersini çok sevdiğimi hatırlıyorum. Sonra da Biyoloji dersini bana Neyire Hanım çok sevdirdi. Ben hem Almanca öğretmenime hem de Neyire Hanıma aşıktım. Ama Neyire Hanım bana kalleşlik yaptı ve okul müdürüyle kaçtı. Üçüncü sevdiğim ders de Almanca idi. Öğretmenim bana Almanya’dan yazışma adresleri verdi ben de bu adreslerle mektup arkadaşlığı kurdum ve bir süre yazıştım, üçü de kız arkadaştı Almanya’ya gittiğimde onlardan ikisiyle görüştüm diğeri ile görüşemedik. 1953 yılı benim için çok önemlidir. Biz lise ikide okurken 10-12 arkadaş trene binerek Ankara’ya geldik ve Atatürk’ün naaşını Etnografya Müzesinden alıp Anıtkabir’e taşıdık. Atatürk’ün naşını taşıyan grupta ben de vardım. Samsun’dan Ankara’ya gelmemiz çok uzun zaman aldı, gidip gelmemiz de bir hafta sürmüştü. Ailem Herkesin hayatında hayranlıkla bağlı olduğu bir kadın olur; bu kadının benim hayatımdaki karşılığı annemdi. Bir ana ile oğul arasında kurulabilecek en kuvvetli sevgi ve bağlılık annemle aramda vardı. Anneme sevgim hayatımda en belirleyici unsurlardan biridir. Hayatımda böylesine yer etmiş bu kadın gücüne karşın bedenen zayıftı. Hatırlıyorum, okuldan her geldiğimde onu kucaklar ve havaya kaldırırdım. Babam ile ilişkim daha mesafeli ve saygılıydı. Çok iyiliksever, ağırbaşlı, temkinli ve yiğit bir insandı. Kız kardeşlerimle de benim ve annemin arası çok iyiydi. Ağabeyimle on yaş farkımız olduğu için ona saygı duyardım, hiçbir sorun yaşamadık. Ablamla da erken yaşta evlendiği için hiçbir problemimiz olmadı. Genelde iki kız kardeşimle ufak tefek sorunlar olurdu ancak, önemli bir şey yaşanmadı. Birbirimizle aramızda saygı vardı ve ailemizle birlikte sakin bir hayat yaşadık. Ağabeyim girişimci ruha sahipti, çoğu başarısız olan girişimlerinden biri de 1969 yılından sonra Anonim Şirket kurma girişimiydi. Samsun’daki kooperatifçilik hareketinden hemen etkilendi; bizim Kooperatif ortakları Samsun’dan giden insanlardı, Anonim Şirkete ise Türkiye’nin dört bir yerinden ortak olundu, zaman geçtikçe hevesler kırıldı ve insanlar ortaklıktan çıktı. 1969 yılında Almanya’da Türkiye’de bir glikoz fabrikası kurulması konusunda bir gece tertipledik. O gecede Almanya’daki Türk işçilerinden sermaye toplanması ve üye oluşturması konusunda karar aldık. Ağabeyim orada epey üye girişi gerçekleştirdi. O üyeler bize para gönderdiler ve biz bu paralarla yer satın aldık. Ancak taahhütnameler çoktu ve insanlar taahhüt ettikleri paraları göndermediler, sadece arazi alabilecek kadar para gelmişti ve bu yüzden gelişme kaydedilemedi. Arazi satıldı parası bankaya kondu ve hak sahiplerine paraları geri iade edildi. Ağabeyim ise başarısızlığın ardından Engiz Tatil Köyü konusuna eğildi, yazlık evler topluluğu olan Engiz Tatil Köyünden bir bölüm araziyi Almanya’ya gidemeyen ailelere, ev yapılsın diye hibe ettik, bu rakam yaklaşık 30 aile civarındadır. Orada bu aileler bir mahalle kurdular, Engiz Tatil Köyü hem toprak reformu yaptı, hem de memur kesimine ucuz fiyatla yazlık ev kuracak arsaları sağladı. EĞİTİM ve ALMANYA YILLARI “Eğer Sizden Sokakları Süpürmeniz İstenirse, Michelangelo’nun Resim Yaptığı; Beethoven’ın Beste Yaptığı veya Shakespeare’in Şiir Yazdığı Gibi Süpürün. O Kadar Güzel Süpürün ki, Gökteki ve Yerdeki Herkes Durup Burada Dünyanın En İyi Çöpçüsü Yaşıyormuş Desin” Martin Luther King Doktor hayaliyle ziraat fakültesine giriş Lisede sınıf arkadaşım Türesin Çehreli ile doktor olmaya karar verdik ve bunun için doktor olan dayısının yanına Ankara’ya gittik, kaydımızı tıp fakültesine yaptıracaktık. Kaydımızı yaptırmadan önce de orada Atatürk Orman Çiftliği’ne gezmeye gittik ve oranın müdürüne kendimizi tanıtarak ziraatçılığa ve orman çiftliğine ilgi duyduğumuzu söyledik. O da bizi yardımcısını çağırtarak Jeep ile birlikte çiftliği gezdirdi. Pastörize süt fabrikasını gezdik, o çiftliği ve pastörize süt fabrikasını görünce ben ziraatçı olmaya karar verdim. Türesin, Tıp Fakültesine kaydını yaptırdı bende A.Ü. Ziraat Fakültesine kaydımı yaptırdım, o dönemde sınav yoktu sadece dereceye göre kayıtlar yapılıyordu. Annem beni doktor olarak düşündüğünden Ziraat Fakültesine kaydımı yaptırdığımı duyunca bir kızdı ki, anlatamam. Kışın tatilde eve geldiğimde annem komşularına “Benim oğlum üniversitede” diyerek gurur duyduğunu gösterdi. 1955 yılında Ankara’da üniversiteye başladım. Önceleri halamın evinde kalıyordum, bir yıl sonunda Yıldırım Beyazıt’daki erkek yurduna çıktım. 1958 yılında Federal Almanya’da burs kazandım ve oraya gittim. “Köylü çocuğusun sen kazanamazsın” Üniversite hayatımda en çok iki öğretmenimden etkilendim. İlki tarla bitkileri öğretmenim Celal Tarman’dan yoncayı ve yoncacılığı öğrendim. “Yoncasız çiftlik ve ziraat mühendisliği olmaz” derdi. Ben bu konuyu çok iyi öğrendim hatta bu konuda bir de makale yazdım. İkinci öğretmenim de Orhan Bey idi ve genetik dersine giriyordu. Benim liseden biyolojim çok iyiydi ancak burada bu konunun daha inceliklerini öğrenme şansım oldu. X ve Y kromozomları gibi birçok konunun inceliklerini öğrendim. Bir de hayvan ıslahı konusunu öğrendim. Bu konuyu çok iyi öğrendiğime inanıyorum çünkü şu anda GDO’lu besinlerin ne olduğunu çok daha rahat idrak edebiliyorum. O dönemde sığırların ıslahı konusunda da Orhan Bey çok şey öğretti. Et ve süt sığırcılığında hangi boğaların hangi inekler ile çiftleştirilmesi gerektiğini anlatırdı bize. Kısaca, genlerin hayvan ve bitki ıslahındaki önemini anlatmıştı. Birde zirai yayınlardan etkilenmiştim. Almanya’ya gitmeme Almanca okumam ve öğrenmem çok etkili oldu bir de orada mektup arkadaşlarım tabi… O dönemde Türk üniversitelerinde 50 kişi Almanya’ya gidecek dendi, 1957 yılında Türkiye’ye gelen Almanya Cumhurbaşkanı’nın burslarından birisiyle Almanya’ya gittim. “Köylü çocuğusun sen kazanamazsın” dediler, buna çok üzüldüm. Ben de Alman Büyükelçiliğine gittim ve oradaki bekçiye bursla ilgili sorular sordum o da bana “tam zamanında geldin şimdi onlar burada araştırmaya gidecekler” dedi. Biraz sonra da iki Alman dışarı çıktı ben de koşup Almanca olarak selamladım ve kendimi tanıttım ve “sizin verdiğiniz burslarla Almanya’ya gitmek istiyorum’ dedim. Şaşırdılar ve benim adımı ve diğer bilgileri aldılar. Zaten başarıya göre Ziraat Fakültesindeki listede varmışım. Sonra da onlar benim “torpilim” oldular ve benim bu samimiyetim hoşlarına gitti, seçildim. Annem gittiğime çok sevindi ve giderken bana 50 Lira para vermişti. Almanya’ya dört arkadaşla vapurla Napoli’ye oradan da trenle Almanya’nın Münih kentine geldik, yıl 1958. Bavyera eyaletinde bir köye gittik, orada müdür bizi köylülerin evlerine dağıttı ve ben orada çok temiz bir köy evinde kaldım. İki gün sonra bizi kasabaya gönderdiler. Orada kursa gittim ve beni de orada diğer arkadaşlarımdan üst sınıfa aldılar. Kurs üç ay sürdü, Şubat-Nisan sonuna kadar kurstaydım. Orada mektup arkadaşımla da görüşme imkanım oldu. İlk görüşmemizde beni fesli olarak düşünüyormuş, bana Avrupalı gibi giyindiğimi söylemişti. Diğer mektup arkadaşımla da orada görüşme imkanım oldu. Hatta o kız arkadaşım Türkiye’ye bile geldi. Kiel’de üniversiteye yazıldım. Orada etkilendiğim ders Parametreler dersiydi. Verimliliği artırmak için neler yapılmalı dersi aldık. Benim bursum bir yıllık olmasına rağmen ikinci yıla da uzatıldı. Bursumu uzatan hocamın dersi de Tavukçuluk dersiydi. Ailesiyle birlikte Tavukçuluk Enstitüsünde kalıyor ve orada ders veriyordu. Orada Alman arkadaşlarımız oldu, orada etkilendiğim en önemli konu ise düzen ve intizamdı. Bunun dışında bir yıl süt sığırcılığı konusunda Max-Planck Enstitüsünde çalıştım. O dönemde Almanlar makineleşmeye başlamıştı. Süt sağma makinelerini orada ilk defa görmüştüm. Boğalar o dönemde bir Mercedes fiyatına satılıyordu, o kadar kıymetliydi. Enstitüde beni etkileyen en önemli şey öncelikle birbirlerine hep “Bay” diye hitap etmeleriydi. Benim adım da “Herr Engiz” idi. Bir de İnsan Kaynakları beni çok etkilemişti. Orda tarımsal hayat çok farklıydı, Üniversite mesleki geziler düzenliyordu. Demonstrasyon çiftliklerini ziyaret ederdik. Alman çiftçisinin tarımda nasıl para kazandığını gördüm. Şu örneği versem yeridir: Zengin alman çiftçisi 200 model Mercedes’e binerken fakir Alman çiftçisinin 190 model Mercedes’e bindiği söylenirdi. İlk çocuk Kay(a) Paris gezisi sırasında Brigitte adında bir kızla arkadaşlık kurduk, benim platonik olmayan ilk kız arkadaşımdı ve aşık oldum. 1959 yılında Brigitte ile nişanlandık 1960 yılında bir oğlumuz oldu ismini Türker Kaya koyduk, 1961’de çocuğumu Almanya’da bıraktım ve Türkiye’ye geldim. Peşimden Brigitte da Samsun’a geldi. Annem bana “Bu kızla evlenirsen sana emdirdiğim süt haram olsun” dedi. Bu söz çok ağırıma gitti ve çok günler ağladım. Babam daha anlayışlı olmasına rağmen annemin tesiri altında kalmıştım. Almanya’ya gittim ve ondan kaçtım, bir daha yanına gitmedim. Çocuğumu süt fabrikası makineleri için tekrar Almanya’ya gittiğimde ancak 14 yaşında görebildim. Sonra oğlum Türkiye’ye geldi ve kardeşleriyle de çok iyi anlaştı. Türklerden ziyade Alman ekolüyle yetiştirilen oğlum Kaya, kendine gündelik hayatında Kay adını kullanmayı yeğledi. Bizim yanımızda her daim Kaya olarak anılmaktadır. Şimdi zaman zaman kendime de şu soruyu soruyorum: “Sen nasıl bir adamsın ki, o çocuğu orada bıraktın?” Burada evlenip çocuklarım olunca ve buradaki işlerimin de etkisiyle unuttum sanırım. 1969 yılında çocuğumun izini bulabilmek amacıyla Almanya’ya gittim ancak göremedim. 1974 yılında çocuğumu görme imkanım oldu. Zaman içinde de bu konu hakkında çok ağladım. Kaya da beni bu konu için suçladı, bu konu hakkında bütün herşeyi onunla baş başa konuşunca bana hak verdi ve beni suçlamaktan vazgeçti. İnsanoğlu acılara dayanıyor bir de benim şimdiki eşim ve çocuklarım o kadar çok mutlu etti ki bu acıyı ben unuttum. Yabancı kadınla evlenenler Subay olamıyordu ve ben bir noktada da bunun için de Brigitte ile evlenmemiştim. Ayrılırken de değerli halılarım vardı onları sattım ve Brigitte’ye 750 Mark vererek oradan ayrıldım. Türkiye’ye geldikten sonra 24 ay yedek subay olarak askerlik yaptım. Altı ay İzmir’de Ulaştırma Okulunda kalanı da İstanbul’da Asteğmen ve Teğmen olarak tamamladım. Ziraat mühendisi olmasaydım çoktan ölürdüm 1964 yılında DSİ’nde Arazi Tasnif Memuru olarak göreve başladım. Baraj yapılmadan önce bizler gidip arazinin tarımsal arazi olup olmadığını araştırıyorduk. Hasan Uğurlu adında DSİ /. Bölge Müdürü vardı ve pırıl pırıl bir insandı. Geçirdiği bir trafik kazası sonucu eşi Suat Uğurlu ile birlikte vefat etti. Zaten oradaki iki baraja Hasan Uğurlu ve Suat Uğurlu isimleri verildi. Ben orada toprak ve katmanları ile planproje nasıl yapılır onları orada öğrendim. 1969 yılında istifamı vererek köy kooperatifinin başına geçtim. 1965 yılında eniştemin ağabeyinin kızı olan Nesrin Akkoyunlu Hanımefendi ile evlendim. Ablam ve eniştemin bu evlilikte payı vardır. Eşim enstitü mezunudur, Bayburt kökenlidir ve aramızda 12 yaş fark vardı. Brigitte’den sonra sanırım annemle ablamın bir planıydı, aşk evliliği değildi ancak beni çok mutlu etti. Bütün işleri kendisi çekti çevirdi ve bütün her şey onun üzerinedir. 1965 yılında kızım Gülay doğdu, 1967 yılında oğlum Oğuz dünyaya geldi, 1976 yılında da kızım Pelin bize “merhaba” dedi. Gülay ev hanımı, eşi İstanbul’da kumaş fabrikası var. Şu anda İstanbul Kadıköy’de oturuyorum. Biz Samsun’da otururken küçük kızım Pelin üniversite sınavında İstanbul’u tercih etti ve kazandı, dolayısıyla biz de evimizi İstanbul’a taşımak zorunda kaldık. Ben o dönemde Rusya’ya gidip geliyordum, o işleri toparlayıp İstanbul’a taşındık. Torunlar da olunca geri dönmemiz mümkün olamadı. Çocuklarımdan çok memnunum, bu arada ziraat mühendisi olmasaydım çoktan ölürdüm. Kıraathane alışkanlığım hiç yoktur, bu nedenle de Ziraat Mühendisleri Odasına gidiyordum. 2006 yılında Tarım Danışmanlığı Kanunu çıktı ve Tarım Danışmanı oldum. Bu kanuna göre danışmanlar, çiftçiye hibe olarak verilen 500 TL parayı alarak konusuna göre 20-70 gün arası danışmanı olduğu çiftçiye danışmanlık hizmeti veriyorlar. Literatürdeki değişiklikler, kullanılan ekipmanlar konusunda çiftçi danışmanlarından bilgi alıyorlar bazen de tepegözlerle bilgi “Demonstrasyon” ve seminerler deniyor. Ben düzenliyorlar, çiftlik planlaması buna da konusunda danışmanlık hizmeti veriyorum. Eğer bir gün ikramiyeden çok büyük paralar çıkarsa bir yat almayı düşünüyorum. Oraya herkesi çağıracağım, tabi ki Brigitte’yi ve oğlum Kaya’yı da. Brigitte şimdi Almanya’da, evlendi, Kaya’nın dışında iki çocuğu var. Türker Kaya’nın da dört çocuğu var, hatta bir keresinde Kaya bana “Baba nüfus kalabalıklaştı artık uçak yerine bir minibüs alacağım ve Türkiye’ ye artık onunla geleceğim” demişti. Oğlan yedi oyuna gitti, çoban yedi koyuna gitti Çocukluk kahramanım belki de babam Mustafa Engiz’di. Babam şehirliydi, köy ağasının kızıyla evlenince köye yerleşmiş. Orada Samsun – Bafra yolunun üzerinde bakkaliye, kıraathane, lokanta ve fırın çalıştırıyordu. Ben oralarda çalıştım, büyüdüm. Babam hesabını kitabını bilir bir adamdı ancak veresiye defterlerinin birkaçını yırtıp attık. Babam bir de yarıcı hesaplarını tutardı annem de çiftçilik yapardı. Hatta sertifikalı buğday yetiştirip de ona verdiğimde fiyatını görünce “Köylüyü mü dolandıracaksın?” diye bana kızmıştı ancak, sonra karı görünce bana “aferin” demişti. Babam heykel gibi bir adamdı bana “Kavak gibi esnek ol, telefon direği gibi esnek olmazsan dostluk edinemezsin” derdi. İkinci tesir altında kaldığım kişi ise, ağabeyimdir. Ağabeyim ne kavak gibi ne de telefon direği gibiydi, daha esnek bir adamdı. Biz CHP‘ye yönelmişken o, DP’ye yönlenmişti. Çok iyi kalpli bir adamdı ve ticari kafası vardı. Ben onun sayesinde ticareti öğrendim ve para kazandım. Üçüncü olarak da Şemsettin Köksal’ın etkisi altında kaldım. Annemin kardeşi yani dayım, ticaret lisesi mezunuydu ve hatip özelliğine sahipti. Kooperatif kelimesini ilk ondan duydum, hatta kooperatifçiliği ondan öğrendiğimi söyleyebilirim. Ben kooperatifçiliğe başladığımda ne yazık ki hayatta değildi. Dördüncü olarak Hüseyin Erel Amcam vardı. Batum’dan gelip bizim köye yerleşmişler. Babamın en yakın arkadaşıydı. Bir traktör kazasında oğlu İsmet Ağabey feci şekilde vefat etti, ona çok üzülmüştüm. Oğulları Yılmaz Erel ve Kemal Erel Engiz’in kralları oldular. Karakter, sağlamlık yönünden, insan sevgisi ve bilgi yönünden Engiz’in krallarıdır. Yılmaz Erel ENGİZ-KOOP hareketine katkı sağladı. Ballıca ve Ondokuz Mayıs Belediye Başkanı olarak çok değerli hizmetlerde bulundu. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Atatürk’ün ayak basmasıyla “Tam bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık ve fikir bağımsızlığı” ile oluşan “Aydınlanma Çağı” nın köy delikanlısı idi Yılmaz Erel. Yılmaz liseden ayrılmış olmasına rağmen bilgi konusunda üniversite mezunu kadar bilgiliydi. Hatta annesinden bile birçok bilgi öğrendim. Peynirin ayran içinde saklanmasıyla lezzet kazandığını bile ondan öğrendim. Hüseyin amca, en iyi aşıyı ve fidancılığı o yapardı. Hüseyin amca kültürlü insandı, ailesi de çok kültürlüydü. At arabasıyla giderken at çifte attı ve benim dudağım yarıldı. Çingen Sultan koşarak geldi ve elinde bir avuç tereyağını ağzıma bastı ve kan durdu. Arnavut Celal koşarak geldi ve beni sırtında bizim eve getirdi, Hüseyin amca da beni tuttuğu gibi Samsun’a götürdü ve Kasap diye anılan doktor Hasan Fehmi de dudağımı dikti. Hüseyin Amca çok kıymetli ve becerikli bir adamdı ve babamın çok yakın arkadaşıydı. İlkleri orada hep Hüseyin Amca gerçekleştirdi. İlk aşılı meyve fidanlarını, ilk traktör, biçerdöver, ilk su motoru, ilk motosiklet gibi birçok ilkleri onunla gördük. Üniversitede dahi ondan öğrendiklerimin faydası oldu. Beşinci olarak Rüstem Ağa’nın etkisinde kaldım. Ağabeyim anlatmıştı; muhtarlık yapardı ve çok tatlı dilli bir adamdı, köylüden mühür parası 25 kuruş alabilmek için 25 saat çene çalardı. Halbuki kendisi ağa, iki bin dönüm arazileri var, paraya ihtiyacı yok. Biz kooperatif kurma aşamasında kendisiyle karşılaştık bana sizin iş “Oğlan yedi oyuna gitti, çoban yedi koyuna gitti” demişti, ben de gücenmiştim. Son olarak da Maşuk Ağa vardı, ablamın eşiydi. Kendisi çiftçi olamamakla birlikte traktörden önce çift sürmeyi dört katırla birlikte gerçekleştirerek bir yenilik getirmişti. O çiftlikte çalışanları onu çok rahatsız edince çiftliği sattı, ablamla şehre yerleşti. Türesin Çehreli benim en iyi arkadaşlarımdan birisidir. İkincisi, Metin Sicimoğlu’dur. Tüccar çocuğuydu ve 1954 yılında malzemeleri alarak bize radyo yaptı ve dinletti. Çok zekiydi İstanbul’a üniversiteye gitti yapamadı ve memlekete geri geldi çünkü çok ana kuzusu bir kişiliği vardı. Babası halı tüccarıydı, babasının mağazasında halı tüccarlığı yaptı şimdi hala orada. Üçüncü arkadaşım ise, Oktay Süner’dir. İstanbul’a Fen Fakültesi’ne kimya bölümüne gitti, ben Almanya’dayken yanıma geldi ve üniversitenin düzenlediği Kopenhag gezisine birlikte gittik. Kopenhag’da bir park vardır, orada bir birahanede Tuborg birası içerken bira bardağını kaldırarak bana “bu birayı Türkiye’de yapacağım” dedi ve dediğini yaptı. Onun Genel Müdürlüğünü yaptı şimdi ise emekli. O arpaya taktı, ben de ineğe takmıştım, ikimiz de dediğimizi yaptık. İş arkadaşlarım arasında etkilendiğim kişilerden birisi Ahmet Altun’dur ve çalışkanlığının semeresini milletvekili olarak aldı. İkincisi Hasan Ali Yücel’dir. O da Almanya’ya gitti ancak bazı insanların sözüne kanarak çok erken dönüş yaptı. Üçüncüsü ise Şükrü Kirman’dır. Kooperatifçilikteki ilk günlerinde çok yardımını gördüm. Ancak o da Almanya’ya gitmeyi uygun gördü. Almanya’da üç oğluna üniversite tahsili yaptırdı. İyilik yap denize at, balık bilmez ise Halik bilir Mesleki konularda çok detaycıyımdır. Birkaç yılda bir kendime araştırmak için yeni bir konu seçerim. Mesleki konularda da incelemeyi severim, örneğin nar ve yaban mersinini inceledim. Onların ORAC değerlerine merak sardım, yani anti oksidan değerlerine. Hayatta başardığım en önemli inovasyon ise, doğup ve büyüdüğüm köyde tarımsal kooperatifçilik hareketini başlatmamdır ve ENGİZ-KOOP’dan emekli oldum. İnsan öldükten sonra nasıl hatırlanmak ister? Başkalarının yaşamında olumlu farklar yaratan insan hatırlanan insandır ve ben olumlu fark yaratabilmişsem işte bu çok güzel bir şey. Denir ki,”İyilik yap denize at, balık bilmez ise Halik bilir”. Ben iyilik yapmadım sadece görev yaptım. Annemin dedesi zamanında sığır yetiştirip kavurma yapıp orduya kavurma satarmış. Benim çocukluğumda Engiz köyünün yüzde ellisi meraydı ve hayvancılık çok ileriydi, sabahleyin saldığımız hayvanlar akşama kadar otlar geri gelirdi. İnekleri otlamaya bıraktığımızda çocuk olarak çelik çomak oynayarak hem hayvanlarımıza göz kulak olur hem de oyun oynardık. Babam bize sık sık hayvanların kurutulan tütün vagonlarına girilmemesi uyarısı verirdi. Bir gün oyuna dalmışız, hayvanlar tütün vagonlarına dalmış ve boynuzlarını vura vura ipe dizili tütünleri parçalamışlar. Babam da o zaman ilk olarak ve son olarak bana bir tekme vurdu. Bundan başkaca babamdan kötü söz veya darbe görmedim. Bizim çobanlığımız oyuncak çobanlıktı. İneklerimiz çok besiliydi. Samsun’da bir bayan kilo aldığında “Engiz ineği gibi olmuşsun” derlerdi. O dönemde ineklerimiz çok iyiydi sonraları yabancı hayvanlarla doldurduk, hatta ben bile kooperatife süt ineği ithal etmiştim. Yerli ineklerimizi ıslah edemedik ve ülkemizi yabancı nesil hayvanlarla doldurduk. Köylü ıslahın ne olduğunu bilmedi. Üniversiteler yerli kara sığır ırkının ıslahını başaramadı. Düveler, inekler ve boğalar birlikte yayılırlar. Düveler erken yaşta kızana gelir, dolayısıyla boğalar onlara erken yaşta yanaştı ve küçük düveler erken yaşta gebe kaldı ve zaman içerisinde cılız buzağı yaparak ırk bozuldu. Çobanlıkta erkek çocukları olarak boğaların ineklerle çiftleşmelerini seyrederdik. İlk gün civcivlerinde cinsiyet tayini Ortaokulda kızlara ilgi duymaya başladık, o dönemde komşu kızlarıyla bakışırdık. Lisede Nermin vardı. Onunla platonik aşkımız lisede bir dargın bir barışık şekilde devam etti. Üniversitede ise unutulup gitti. Yaklaşık altmış yıldır da görmüyorum kendisini. Bir de mektup arkadaşlarım oldu Almanya’da. Bir tanesi çok şişmandı ve onunla bir gün görüştük ve ondan sonra hiç görüşmedik, diğeri ile zaten hiç karşılaşmadık. Üçüncü mektup arkadaşım Lore idi. Ben mektuplaşırken sadece vesikalık fotoğrafımı göndermiştim ve onlar da kız arkadaşlarıyla benim boyumu tahmin edip 1.69 cm olarak mektupta yazmışlardı. Ben de latife olsun diye “Nasıl tahmin ettiniz?” demiştim. Her neyse, ben Almanya’ya gittiğimde evlerine uğradım ve kapıyı çaldım. Kapıyı açıp da beni gördüğünde “Yalçın senin boyun uzunmuş” dedi. Sonra Kiel’e gittim, yaz tatili olur olmaz Lore benim yanıma geldi. Ev sahibimizin yanına gidip Lore için kalma konusunda ikna ettik. Lore ile buğday tarlası içinde otururken elinde tırpanla birisi geldi ve bize “Burada ne işiniz var gidin denize” dedi. Bursumu bir yıl uzatan Tavukçuluk öğretmenimin bir de güzel bir kızı vardı. O dönemde de ben Brigitte ile birlikteyim. Bir gün orada kahya gibi birisi bana gelip hocamın kızına neden itibar etmediğimi sordu, kızın benimle dansa gitmek istediğini söyledi. “Benim kız arkadaşım Brigitte var” dedim. Hocam da benim para kazanmam için beni kendisinin tanıdığı Herr Sommer’in tavuk çiftliğine gönderdi. Oraya gittiğimde ilk gün çiftliğin tavukçuluk yerine civcivlerinden para kazandığını öğrendim ve bu konuda da kendimi yetiştirdim. Hangi civciv erkek, hangi civciv dişi hemen anlarım. Bu işin kaymağını Koreliler yiyor. Neden bu ayırım yapıldığını sonra anladım. Erkek civcivler ile dişilerin aynı ortamda olmaması gerekiyor. Erkek civcivler dişiler ile bir arada olduğunda, dişi civcivleri devamlı rahatsız edip kovaladıkları için dişi civcivlere yem yedirmiyorlar, su içirmiyorlar. Bu durumda da dişi civciv cılız kalırken, erkek civcivler de palazlanıyor. Tavukçulukta kar edebilmek için erkek ve dişiyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Orada hem dişi hem de erkek civcivlerin cinsiyetini ayırma işlemini, bir de yumurta ve et civcivini birbirlerinden ayırmayı öğrendim. Herr Sommer de bir alet icat etmiş ve o şekilde civcivleri dişi ve erkek olarak ayırıyordu. Erkek civcivleri bir torbaya koyarak araba egzozu ile öldürüyorlardı. Civciv kıyımı karşısında “Nazisin” diye haykırınca da kız ağlayarak babasının yanına koşmuştu, adeta küfür addedilmişti bu tepkimi. Ben tepki verince ertesi gün yine torba içerisindeki civcivleri domuzların önüne atmıştı. Domuzlar da civcivleri canlı canlı yiyince çok şaşırmıştım. Çiftlikte bir domuzun 12 yavrusu vardı, karnı doyan yavru annesinin yanağına sürünüp gidip yatıyordu. İstinasız bütün yavrular bunu yaptığını görünce eskiden “mendebur domuz” lafını çokça kullandığıma utandım. Domuz etini dinsel olarak Museviler ve Müslümanlar yasaklamıştır. Yasaklamaları da çok iyi olmuş, trişin diye bir bakteri ürüyor domuzda iyi pişmemiş domuz etinde bu bakteri insana geçiyor ve beyne yerleşiyor. Sommer’in kızı benim çok üzerime düşmüştü ancak hiçbir münasebetim olmadı, yine dediğim gibi Brigitte vardı. Brigitte ile evlenmeden nişanlıyken çocuğumuz oldu, ayrıldıktan sonra bana mektup yazarak “Senin aleyhinde çocuğumuza hiçbir şey söylemedim” dedi. Üç yıl, üç ay boyunca Almanya’da kaldım ve Türkiye’ye geldikten farklı derslerimi verdikten sonra Ziraat Fakültesi’nden mezun oldum. Sonra İzmir-Ulaştırma Okulu ve İstanbul-Kartal’da askerliğimi 24 ayda tamamladım. Askerde de ağaçlandırma yapmıştım ve o koruluğa “Teğmen Engiz” ismini vermişlerdi, çok mutlu olmuştum. Askerdeyken babam hastalandı, İstanbul’a gelmişti ve orada bir ev tutmuştum, sobalı bir evdi. Bir gün sobayı erken kapatıp yatmışız. Sabah uyandığımda kendimi çok kötü hissettim ve sürünerek sokak kapısını açtım, babam ölü gibi yatıyordu. Hemen hastaneye acile gittik ve şans eseri ikimiz de kurtulduk. Doktor ilaçlarını düzenli içmez ve kendine bakmazsan prostat olursun dedi. Ben de kendime iyi baktım bir de Himalaya Tuzu kullandım ve şimdi prostat değerlerim çok düzgün. Samsun’un yarısı Atatürk’ten bihaber Ailemizde en büyük Atatürkçü babamdı. Babamın kardeşi Rus Harbinde Allahuekber dağlarında şehit düşmüş. Babam Atatürk Samsun’a ayak bastığında ayakkabıcılık yapıyormuş. İngilizler Samsun’a geldiğinde Ulu Caminin iki minaresi arasına siyah bayrak asarak İngilizleri protesto etmişler. Atatürk Samsun’a ayak bastığında da bayrağı indirmişler. Onu çok güzel karşılamışlar. İlk asker Samsun’dan gitti, babam öyle anlatırdı. Atatürk Padişahın fermanıyla görevli olarak Samsun’a gönderildi. Şimdi kayıtlarda her ne kadar farklı söylense de aslı budur. Şimdi ise Samsun çok kozmopolit oldu, yarısının Atatürk’ten haberleri bile olduğuna inanmıyorum ancak diğer yarısı hala Atatürk sevgisini biliyor. Annemi 1968 yılında, babamı da 1973 yılında kaybettim. Annemi damar sertliği sonucu oluşan hastalık sonucu kaybettik. Ablam ve ağabeyim de bundan dolayı vefat ettiler. Ben de çok yağlı yemek yiyordum ve Antalya ile birlikte zeytinyağını, Muğla ile birlikte adaçayını keşfettik. Babamı da yaşlılıktan ve hastalıklar sonucu kaybettim. Ben daha çok mizaç olarak babama benziyorum. Kısacası gezmeye başladıktan sonra da çok şey öğrendim. Oğlum Oğuz ve ailesi de bu konuda iyiler, gezi programları yapıyorlar. Ben elli yıl önce inovasyonu gerçekleştirdim, yenilikçiliğe oldukça açık bir insanım. Celal Bayar ile karşılaşma 1959 yılında Almanya’da bulunduğumuz bölgede toplamda 13 Türk vardı. Dünya Evi diye bir ev vardı, öğrenci yurdu, kütüphane, salonlar ve yemekhaneden oluşuyordu. Onu kuran kişi Hitler Almanya’sından Türkiye’ye kaçan ve tekrar geri dönen Musevi bir İktisat Profesörüydü, ismi de Baade idi. Bir de o eve bütün Atatürk ile ilgili kitapları toplamıştı. Ben Türkiye’de görmediğim kitapları o kütüphanede gördüm. 1959 yılında oraya kütüphane açılışı için Cumhurbaşkanı Celal Bayar gelmişti. Kütüphaneye de bin Mark bağışta bulundu, biz de 13 Türk onu karşılamış ve elini sıkmıştık. Karşılama merasimini nasıl gerçekleştireceğimiz konusunda aramızda tartışma konusu olmuştu. Bazı arkadaşlarımız Bayar’ın elini öpmek istemiş, diğerleri de “Burası Almanya, el öpmek de neymiş” diyerek buna karşı çıkmıştı. Neticede hepimiz Bayar’ın elini sıkarak karşılamıştık. Yaz tatilinde Türkiye’ye gitmek çok masraflıydı, Alman arkadaşlarımdan biri Türkiye’ye gidip gitmeyeceğimi sordu bende Türkiye’ ye gitmenin çok masraflı olduğunu söyledim. Yanımızda bir başka Türk arkadaşla birlikte bizi üniversitenin bir nevi iş ve işçi bulma kurumu gibi bir yerine götürdüler. İşverenler oraya telefon edip ne türlü işleri olduğunu ve eleman sayılarını ve ödeyecekleri ücreti kaydettiriyorlar. Üniversite öğrencileri oraya belli saatlerde toplanıyorlar ve oradaki görevli bayan işleri ve ücretleri söylüyor. Kabul edenler o işte çalışmak üzere o işe gidiyorlar. Odun kesme işi vardı, ona gitmek istedim yanımdaki Ural arkadaşım odun kesme işini istemedi, onun yerine gemi boşaltma işine talip olalım dedi. Çok tutumlu bir çocuktu, limana gittik bizi bir kulübeye götürdüler ve üstümüzü değiştirdik. Akşama kadar çalıştık ve gemi boşaldı ve her birirmize 18 Mark verdiler. O parayla kendime büyük bir mağazadan bir gömlek, bir pantolon, bir çorap almıştım. Burada bir şeyi ifade etmem gerekir ki, Almanya’yı yöneten ustabaşılardır, cumhurbaşkanları, başbakanlar değil. Ustabaşılar (Meisterler) yüksek tahsilli değillerdir ama her şey onlardan sorulurdu. Orada bir de balıkhanede işe başladım, arkadaşlarımdan Necati ve Orhan da benimle birlikte çalışıyordu. Yaptığımız iş, gelen balıkçı teknelerinden kasalarla balıkları alıp, el arabalarıyla soğuk depolarına götürmekti. Biz Necati ile birlikte bu işi başarıyoruz ancak Orhan elindeki balık kasası çekme kancasını kazayla diğer Orhan’ın (Fevzioğlu) şakağına sapladı. Arkadaşımızı kanlar içinde hastaneye kaldırdık. İş bitince duşa girip temizlenirdik ki, balıkhanede çalıştığımız anlaşılmasın. Brigitte haftada bir beni ziyarete gelirdi ve ziyaretinde bana çeşitli yiyecekler getirirdi. Bir gün göğüs kıllarımın arasında balık pulu bulmuştu da çok mahçup olmuştum. Yaklaşık bir ay balıkhanede çalıştım ve 1030 Mark biriktirdim, büyük paraydı. Kiel’de Howaltswerke adındaki tersanede de bir ay çalıştım. Almanya’nın Norveç’e harp tazminatı olarak verdiği savaş gemilerini balıkçı gemisine dönüştürüyorduk. Bir de orada kampana vardı ve bir gün kampanayı bana çaldırdılar bir de baktım ki, kampananın üzerinde Türkçe bir şey yazıyor. Dikkatlice baktığımda üzerinde “Saldıray” yazdığını gördüm. Hemen şefe gidip bunu söyledim. “Sen bunu bilmiyor musun, Saldıray ile Yıldıray bu tersanede yapılması için Türk hükümeti tarafından sipariş verildi, ancak savaş çıktığı için yapılamadı” dedi. Aynı gün Yıldıray’ı da buldum. “Saldıray ve Yıldıray’ı savaş gemisi olarak alamadık bari çan olarak alsak” diye düşündüm. CHP ne kadar solda ise biz de o kadar solcu olduk Uşak’da bazı kendini bilmezler tarafından rahmetli İnönü’nün başına taş atma olayı yaşandı ve bu vaka bizim için bir dönüm noktası oldu. Koyu bir CHP’li olan babam bana bu olaydan sonra CHP sevgisini aşıladı, bunun Atatürk’ün partisi olduğunu belirterek asla ayrılmamamı vasiyet etti, ben de buna uydum. Atatürkçü geçinen Kenan Evren CHP’yi de yıktı. Sonrasında muallakta kaldık, ben sol düşünceliyim ama aynı zamanda sağcıların müteşebbis ruhuna sahibim. Özal bir dalavere tutturdu ve sağcıyı da solcuyu da bir arada toplamaya çalışarak bizleri kandırdı. Kendi görüşüne bizi kattı, iki kez kendisine oy verdik. Bu durum benim solculuğu bilmememden kaynaklanıyor. Biz kendimizi solcu değil cumhuriyetçi olarak gördük. Solculuğu çok fazla bilmiyorum. Biz solcu olarak yetiştirilmedik. Atatürk ilke ve inkılaplarıyla yani Cumhuriyetçi olarak yetiştik. Sol’un ne olduğunu biz hiç bilmedik, bu nedenle Özal Hükümeti zamanında iki kez ANAP’a oy verdim. Sonra yine CHP’ye oylarımı verdim. CHP ne kadar solda ise ben de o kadar soldaydım. Ancak babamın koyu bir solcu olduğunu tahmin ediyorum. Hiç kimseye sezdirmeden fakir insanlara çok yardım eder, onları kollardı. Babam vicdanlı adamdı, vicdan bir kültür işidir. Kültürlü olmayanın vicdanlı olma şansı azdır. Marx’ın Das Kapital kitabını okuyamadım, buna vakit bile yoktu. Ama şunu söyleyeyim: CHP ne kadar solda ise biz de o kadar solcu olduk. Onun dışında sol bilemedim. Ortanın solunda olduk işte. İnönü’nün ölümü Milli Şef İsmet İnönü’nün ölüm haberini aldığımız zamanı çok net hatırlıyorum. Ben İl Genel Meclisinde üyeydim ve Meclis Başkanıydım. Toplantı halindeydik, aylardan da Aralıktı sanırım. Hemen tören düzenine geçtik ve saygı duruşunda bulunduk. Onunla ilgili konuşmalar yapıldı ve aramızdan Ankara’ya gitmek için üç partiden bir heyet oluşturuldu. O dönemde basında İsmet İnönü hakkında geçmişte yapmış olduğu hizmetler anlatıldı. Benim için de eski bilgilerin tazelenmesi manasına geliyordu. Atatürk, kendisinden sonra ülkeyi yönetmesi için hiç kimseyi seçmedi ve işaret etmedi ancak onun silah arkadaşları İsmet İnönü’yü seçmişlerdir. Çünkü onun Atatürk’ten sonra ülkeyi kalkındırabileceğini, ilke ve inkılaplarını devam ettirebileceğini düşünmüşlerdi, bana kalırsa da bu doğrudur. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Anadolu aydınlanması hamlesi çok doğru şekilde başlatıldı, bu hareketin mimarları önünde saygıyla eğiliyoruz elbette, biz de kendi payımıza düşen sorumlulukları mümkün mertebe hayata geçirmeye çalıştık, çabaladık. Umarım bizden sonra gelenler bu hareketin bilincine vararak başarıyla tamamlayabilir. Bir itiraf: İdeal ile ticareti bir arada yürütemedik Her ne kadar kooperatifçilik yıllarımızda CHP kooperatifçiliğe önem vermiş olsa da, AP kooperatifçiliğe sahip çıktı. CHP döneminde kooperatif kredilerimizi alamadık, bunları hak etmemize rağmen ve projelerimizin hazır olmasına rağmen bu kredilerden gereğince yararlanamadık. Hükümeti kurma görevi AP’ye verildiğinde biz hak ettiğimiz şeylerden faydalanır olduk. Ben Demirelci değilim ama Demirel bizi daha iyi anladı. Çok üzüntü duyduğum konudur aslında, çünkü bu hareketi, duyarlılığı CHP’den beklerdim. Özal da sağcı politikacıdır mesela ama aslında halka çok yakın bir profil çizer. Anadolu’nun yiğitleri arasında ben Özal’ı da sayarım. Birinci yiğit Mustafa Kemal, ikinci yiğit İsmet İnönü, üçüncü yiğit Adnan Menderes’tir benim için. Süleyman Demirel ile karşılaşmamız 1968 yılında oldu. O yılda saflar tamamen ayrılmıştı. Ancak kooperatife üye olanlar tamamen kozmopolitti. O dönemde bir ilkokul müdürü vardı ve Adalet Partisi taraftarıydı, benim AP’deki elim kolum oldu. Bu sayede o dönemin Başbakanı Süleyman Demirel bizim süt fabrikasının soğuk hava tesisini açmaya geldi. Benim üzerimde de fabrika giysileri vardı ve bu görünümümden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ben de yaptığım konuşmada kendisinin gelmesinden ne denli memnuniyet duyduğumuzu ifade etmiştim. Süleyman Demirel törende, “Bu tesisin kurulması kadar işletilmesi de önemlidir” demişti. Yani bugün moda olan tabiri ile “sürdürülebilirlik” tezine dikkat çekmişti. Ben Yalçın Engiz olarak ENGİZ-KOOP Süt Fabrikasının sürdürülebilir olması yönünde çok emek sarf ettim. Şu anda yaptığım vicdan muhasebesi sonucunu açıklıyorum: ENGİZKOOP bir idealdi. Süt Fabrikası ise bir ticari işletme idi. İdeal ile ticareti bir arada yürütemedik. “Sebebi nedir?” diye sorarsanız; Birinci sebep, süt üretiminden para kazanmak isteyen çiftçilerimizin sayısı çok azdı. Bu sayı fazla olsaydı bunlar fabrikaya sahip çıkardı. Öyle ki, işi beceremeyen Yalçın Engiz’i oradan uzaklaştırıp bir bileni müdür tayin edip işe devam ederlerdi. Durum böyle olsaydı ben Yalçın Engiz olarak daha mutlu olurdum. Beni uzaklaştırma hareketi olmuştur. Ancak bu süt için değil kontenjanları diledikleri gibi kullanma hırsıyla oldu. Çoğunluk istemediği için bu hareket başarısız kaldı. Benim derdim süt idi. “Mööö, pastörize süt Samsun’da!” radyo reklamlarının bugünkü TV reklamlarına dönüşememesinin verdiği üzüntüyü benimle paylaşan çok az insan vardır. Süt Fabrikasının sürdürülebilirliği için yaptığım Don Kişotluklar az değildir. Fabrikayı Pınar Süt’e devretmeye karar verdik. Bunun için yönetim kurulu olarak İzmir’e gittik, Selçuk Yaşar ile görüştük. Pınar Süt elemanları Samsun’a gelip incelemeler yaptılar, fabrikayı devralmayı kabul ettiler. Bu bir kurtuluş olabilirdi. Fakat Pınar Süt Karadeniz’e kadar açılmaktan vazgeçti. Don Kişotluk durmadı. Köy-Tür tavukçuluk projeleri ile tanınır. Köy-Tür Akyazı ve Kayseri’deki iki süt fabrikasıyla süt sektörüne girmişti. Köy- Tür Kooperatifin Ziraat Bankasına olan borcunu ödeyerek ENGİZKOOP Süt Fabrikasına ortak oldu. O yıllarda Köy-Tür mali krize girdiğinden Engiz fabrikasını çalıştıramadı. Bu iki kuruluş ile ortaklık tecrübelerimiz olumlu sonuç vermeyince tasfiyeye gidildi. Köy-Tür’e fabrikanın sterilize bölümü verildi. Akyazı’ya götürdüler. Kalan makineleri ve binamızı Ondokuz Mayıs belediyesi satın aldı. Bafra Belediyesinin, Samsun Özel İdaresinin ve kooperatif üyelerinin payları kendilerine ödendi. Ondokuz Mayıs Belediyesinin sattığı makineleri satın alan bir müteşebbis bir süt fabrikası kurdu. Ziyaret ettim. Bilgisayarının başında çalışıyor. Engiz’de “sütümü satamıyorum” şikayeti yok. Binaya gelince Başkan Yılmaz Erel’in ileri görüşlülüğü sayesinde çok güzel bir belediye binasına dönüştürülmüş. Yalçın Engiz de o fabrikadan emekli olmuş. “Sen sağ, ben selamet” diyerek olaydaki üzüntümü hafifletmeye gayret ediyorum. YAKIN ÇALIŞMA ARKADAŞLARI ve DOSTLARININ GÖZÜYLE Keşke milletvekili olmasaydım! Yalçın Engiz ile Almanya’da yüksek ziraat mühendisi olarak tahsilini bitirdikten sonra Türkiye dönüşü tanıştık. 1960’lı yılların başlarında o dönemin Başbakanı rahmetli İsmet İnönü Köy İşleri Bakanlığını kurdu. Samsunlu hemşerimiz Hüsnü Kurtluoğlu kooperatifçilikle ilgili bölümün daire başkan yardımcısı ve sonra da başkanı oldu. Yalçın Bey de onunla tanışıyordu ve henüz yeni olan 1961 Anayasasının 51. maddesinde “Devlet kooperatifçiliği geliştirici önlemleri alır” şeklinde emir niteliğinde bir madde mevcuttu. Yalçın Bey de Ankara’dan bu bakanlıktan kooperatifçilikle ilgili bütün bilgi, belge ve broşürleri edinerek köye getirdi. Köyde bir hafta boyunca bu konuda konferanslar verdi. Konferanslarda okul müdürü Cahit Girginel aynı zamanda benim ve Yalçın Bey’in de müdürüydü, o divan başkanı ben başkan yardımcısıydım. Ancak maalesef Ballıca Köyünde toplam 13 kişi kooperatif için gönüllü çıktı, halbuki yirmi kişi olmadan kooperatif kurulamıyordu. Yalçın Bey’in morali çok bozuldu. Ben “moralin bozulmasın” dedim. O hafta bizim köyde tekrar toplantılar yaptık, o kadar güzel projeler ve bilgiler verdi. Biz sermaye olarak 100 TL de aidat olarak istedik. “Ne için?” diye sorduklarında biz de “Yiyeceğiz” demiştik. Otuz bir kişi 25’er TL çıkardıklarında Yalçın Bey çok mutlu olmuştu hatta biz kendimizi yirminci sırada yazmıştık. Bu proje kapsamında ilk yirmi kişiyi Almanya’ya 1965 yılında gönderdik. O dönemde Yalçın Bey DSİ’nde bazen arazide bazen de merkezde çalışıyordu. Araziye çıktığı zaman daha çok para alma hakkına rağmen kooperatif çalışmalarına katıldığı için araziye çıkamıyordu. Bir gün köy kahvesinde köylülerle sohbet ederken bir adam geldi. Bakanlıktan geliyormuş ve bize “Bir mühendis ortaya çıkmış köylülerden 125 lira para topluyormuş diye bize şikayet geldi” dedi. Ben de” 125’er Liraları toplayan benim buyurun yazıhaneye çıkalım” dedim. Yazıhanemiz de Yalçın Bey’in rahmetli Mustafa Bey’in fırının üst katıydı ve bize orayı ücretsiz olarak tahsis etmişti. Orada biz projemizi, kooperatifçiliği anlattık, Yalçın Bey’in fedakarlığından söz ettik. Görevli kişi projelerimizi, dosyayı inceledi ve çok memnun oldu. “Ben Yalçın Bey’i tebrik etmek istiyorum, kendisini nerede bulabilirim?” dedi. Biz de kendisini DSİ’nde bulabilirsiniz demiştik ve gidip Yalçın Bey’i ziyaret etmiştik. Ben durumu kendisine kısaca anlattım ve oradan Cumhuriyet Restaurantına giderek kendisine yemek ikram ettik ve yetkili çok memnun bir şekilde oradan ayrıldı. Ancak Yalçın Bey’in morali çok bozuldu, “Ben bu kadar çalışıp yoruluyorum bir de şikayet ediliyorum” dedi. Ben de, “şikayet olmasına rağmen incelendi ve şikayetlik bir şey olmadı, üstelik bir de teşekkür edildi” dedim. Ben 1940 yılında Artvin ilinin Şavşat ilçesinin Çukur köyünde doğdum. Altı yaşımda Samsun’un Engiz köyüne yerleştik. Engiz köyünde Sayın Yalçın Engiz’in dayısı Şemsettin Köksal köy muhtarı idi. Ancak öyle bir muhtardı ki, Amerika Birleşik Devletlerinde pratik yapmış, Devlet Malzeme Ofisinde müdürlük yaptıktan sonra emekli olmuş ve Engiz Köyüne yerleşmiş biriydi. Biz ilk kooperatif bilgilerini Sayın Şemsettin Köksal’dan aldık. Herkes kapitalist bir devlet olarak görür ve Amerika’da kooperatifçiliğin olmadığını sanır. Oysa Amerika’da bugün kırsal kesimde üretim kooperatiflerin elindedir. Amerika’da kırsal kesimdeki birçok konuda kooperatiflerin faaliyet gösterdiğini Şemsettin Köksal’dan öğrendik. Yükselmemde Yalçın Bey’in katkısı çok fazla Kooperatifçiliğin başlangıç noktasında Yalçın Bey’in büyük emeği vardır. Ben kooperatifçilik işinde çok yükseldim ve bu yükselmemde Yalçın Bey’in katkısı çok fazladır. Yine İsmet Paşanın kooperatifçilik üst düzey yöneticilerini yetiştirmek üzere Türk Alman Kooperatifçilik Projesi kapsamında altı ay Ankara’da Göte Enstitüsünde bir yıl da Almanya’da kooperatifçilik eğitimi aldım. Almanya’da herkesin pratik yapma zorunluluğu vardı ve pratik için köylere gidilmişti. Benim konum da süt fabrikasıydı, ben o köye gidince “burada kaç kooperatif var” diye sormuştum? Bana “burada Kooperatif Bankası var” dediler. Hayvan Değerlendirme Kooperatifi, Çiftçi Tüketim Pazarlama Kooperatifi mevcuttu ve ben de hepsinde pratik yapmak istediğimi söyleyince Almanlar şaşırmıştı. Çünkü bizler orada hiçbir şekilde para almıyorduk. Gece 3:00’de kalkıyordum ve saat 6:30’a kadar Hayvan Değerlendirme Kooperatifinde, 6:30’dan 11:30’a kadar süt fabrikasının çeşitli bölümlerinde ki, her gün farklı bölümlerinde çalışıyordum. Saat 11:30’dan saat 13:00’ kadar kendime izin veriyordum, saat 13:00’den 15:30’a kadar da Kooperatifler Bankasında, 17:30’dan 19:00’a kadar da Çiftçi Tüketim Pazarlama Kooperatifinde çalışıyordum. Çiftçi Tüketim Pazarlama Kooperatifi burada çok önemli bir yer teşkil ediyordu ve köylünün bütün üretim girdilerini sağlıyor ve ürettiklerini de pazarlıyordu. Moda Paris’te çıkar 24 saat İstanbul’a sonra gelir Almanya’ya gittiğim dönemde yüksek tahsilim de yoktu, yüksek tahsilimi 12 Eylül İhtilalinden sonra SSCB’de tamamladım. O dönemden önce milletvekilliği de yapmıştım. İşletmeler Bakanlığını o dönemde Sayın Kenan Bulutoğlu yapıyordu ve kendisi Dünya Bankasında da çalışmıştı. Milletvekili olmadan önce Sayın Kemal Derviş o dönemde onun emrinde çalışıyordu. İhtilalden sonra da Kemal Derviş’in emrinde çalışmaya başladı. O Bakan olarak Almanya’daki kooperatifleri ziyaret ettiğinde ben de Hannover’deki kooperatifteydim. Daha sonra da Köln yakınlarındaki Forsbah’daydım ve birincilikle bitirmiştim. Orada benim fotoğrafımı görmüştü. Almanya’daki bir sene boyunca birçok ders gördük ve her derse çeşitli hocalar gelirdi ve bu hocalar yaklaşık on sene önce Almanya’nın durumunun çok kötü olduğundan bahsederdi. O hocaların birisinin babası İstanbul doğumluydu, bir diğerinin babası ise, Hitler Almanyasından kaçıp Türkiye’ye sığınmıştı. Hocalar diyordu ki, “Türkiye’nin sorunu şudur; Moda Paris’te çıkar, Almanya Fransa’nın sınır komşusudur ve bir yıl sonra gelir, mevcutlar tüketilmeden gelmez. Ancak İstanbul’a 24 saat sonra gelir.’ O dönemde Prof. Dr. Erhart isminde Ekonomi Bakanı yapısal değişiklikler yapmış ve o dönemde Almanya’nın ekonomisi Türkiye’den daha kötüymüş. Merkez Bankasını bağımsızlaştırmış, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulunu ve Rekabet Kurumunu kurmuş. O dönemde paradaki bütün sıfırlar kaldırılmış, Türk profesörleri Berlin, Hamburg, Köln’e gittiklerinde ekonomi çok kötüymüş. Ben üç partiye de oy vermememe rağmen Allah, rahmetli Ecevit’ten, Sayın Mesut Yılmaz’dan ve Sayın Devlet Bahçeli’den razı olsun çünkü Sayın Kemal Derviş’i getirerek Türkiye’de yapısal değişiklikleri oluşturdular. 1980 darbesinden sonra bakkal dükkanı açılır gibi Bankalar ve Bankerlikler oluşturuluyordu. 1 milyon USD kurdukları bankadan yüksek faiz vaadiyle 15-20 milyar lira mevduat toplayıp Türkiye’yi felakete onlar sürükledi. O dönemde Türkiye’de 21 banka TMSF’na devredildi. Eskiden Sayın Süleyman Demirel ve rahmetli Turgut Özal, paraya sıkıştıklarında hafta sonlarında Merkez Bankası personeline yüzde 100, yüzde 200 mesai ücreti vererek para bastırırlardı. Şimdi ise, Avrupa ve Amerika bankalarındaki sermaye rasyosu yüzde 5 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 18’ler seviyesinde. Bunu nedeni ise Sayın Kemal Derviş’in bağımsızlaştırmasıdır. sistem kurarak Bankacılık Merkez Düzenleme ve Bankası’nı Denetleme Kurumunu, Sermaye Piyasası Kurulunu ve Rekabet Kurumunu aynı Prof. Dr. Erhart’ın yaptığı gibi kurdu. Sonra da işe yaramayan 21 bankayı da fona devretti. Şimdi Türkiye çok iyi bir yöne doğru gidiyor, bankaların sermaye rasyosu 2002 yılından beri yüzde 15’in altına hiç inmiyor. Akrabalık değil inanç dönemi yaşadık Ben Almanya’ya gitmeden önce Yalçın Bey ile birlikte kooperatifçilik hareketini yürütüyorduk. Ben o dönemde 2-3 kooperatifin başkanıydım ve başkanlıktan ayrılıp Almanya’ya gittikten sonra da Yalçın Bey başkanlığı üstlenmişti. Ben Almanya’dan döndükten sonra tekrar kooperatifçilik hareketine devam ettik. Hüsnü Kurtluoğlu’nun teşvikiyle de Türkiye’de birlikleri oluşturmaya başladık. 1967 yılından sonra 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu olmadığı için birliklerin kuruluşu mümkün olmuyordu. Biz önce Dernek statüsünde başlattık sonra 1969 yılında 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu çıkınca birlikler oluşturmaya başladık. Önce TASSO birlik oluşturmaya başladık ancak o dönemin iktidarları rahatsız olunca her ilde öncelikle birlikler oluşturmaya yöneldik. İl birliklerini oluşturduktan sonra 1971 yılında KÖY-KOOP’u kurduk ve ilk genel başkanı ben oldum. Milletvekili olmamda da Yalçın Bey’in çok büyük teşviki olmuştur. 1958 yılında CHP üyesiydim, çünkü babam CHP’nin bucak başkanıydı. Yalçın Bey benden daha sonra CHP’ye üye oldu. Sayın Murat Karayalçın’ın babası Sabri Amcaydı. Birçok kişi hatta CHP içinde bile Sayın Murat Karayalçın’ın amcası DP Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin yeğeni olduğu için onu AP’li ve DP’li sanırlar. Oysa babası Sabri Amca, kendi kayın biraderi DP’nin değişmez milletvekili ve Bakanı olduğu halde kendisi hep CHP’li olmuştur ve CHP’nin merkez ilçe yürütme kurulunda görevliydi. O dönemde akrabalık değil inanç sözkonusuydu. Şimdi ise geçmişte kendisini solcu olarak hatta TKP’li olarak gösterenleri şimdi sağcı veya radikal partilerin içerisinde görebiliyorsunuz. Benim babama “DP’ne girmesen bile Vatan Cephesine gir” demesine rağmen ve herkes 16 kuruşluk pullarla traktör alırken babam DP’ne girmediği için peşin aldığı traktörlere o dönemde lastik ve akü bulamıyordu. Şimdilerde erkekler bile lastik patladığı zaman servis çağırıyorlar, biz o dönemde lastiklerimizi kendimiz tamir ederdik. O dönemde biz partili olmadığımız için radyo bataryası bile bulamazdık. Bu sıkıntıları çektiği için babam 18 yaşına girer girmez beni CHP’ne kayıt ettirdi. “Ben 30 yaşında sigarayla tanıştım, şimdi 73 yaşında olmama rağmen sigarayı bırakmadım. Babam bu sıkıntıları çektiğimiz halde CHP’yi bırakmadı. O dönemde Vatan Cephesi kuruldu ve Yalçın Bey’in dayısı Şemsettin Köksal’ın kahvehanesini almışlardı. Biz de Yalçın Bey’in babası Mustafa Amcadan daha sonra da kooperatif olarak kullandığımız fırının üstünü o zaman CHP bucak lokali olarak kullanmaya başladık ve oraya yüzlerce kitap koyduk. O dönemde Cumhuriyet, Akşam, Milliyet Gazetesi, Akis Dergisi, Kim Dergisine abone olmuştuk. Cumartesi günleri biz lokalin önünde İstiklal Marşı eşliğinde Türk Bayrağını direğe çekerdik. İsmet Paşa mecliste bir konuşma yaparak Rahmetli Adnan Menderesi “Ben de sizi kurtaramam” diyerek uyarıyor. 1930’lu yıllarda Atatürk ve İsmet İnönü’nün isteğiyle Adnan Menderes Ankara’ya getirilerek CHP milletvekili yapılıyor, hukuk fakültesini de onlar bitirterek yüksek tahsilli yapıyorlar. On altı sene tarımdan sorumlu milletvekiliydi. O dönemde İsmet Paşa için söylenen her şeyin mimarı aslında Adnan Menderes’ti. Aslında o dönemde 17,5 milyon nüfus içinde 1,5 milyon asker var ve onlara bakmak zorundaydılar. Biz şu anda bile 74 milyon nüfus içerisinde 700 bin askere bakamıyoruz, “azaltacağız” diyoruz. Kim ne derse desin, Rahmetli İsmet İnönü, Rahmetli Adnan Menderes’i çok severdi ve bu nedenle de mecliste yaptığı konuşma ile uyarmıştı. İl ilçe gezerek ihtilal bildirisi okudum O zamanlarda CHP ve Ulus Gazetesi Ankara Rüzgarlı sokaktaydı ve Ferda Güney kaçırabildiği kadar gazeteyi kaçırmıştı da bize iki tane verebilmişti. Biz o haberi elektrik de yoktu ve lüks ışığı altında okumuştuk. Haberi daktiloyla çoğaltarak Samsun’un bütün köylerine dağıtmıştık. Kibaroğlu Sineması yeni açılacak, o sinemanın balkondaki bütün biletlerini satın aldım, traktörün arkasına römork taktım ve o köyün ve çevresinin bütün gençlerini doldurdum. Bu haberi, gazete toplandığı ve kimsenin haberi olmadığı için on dakikalık bir arada okumuştum. Oradan hemen kaçtık, on beş gün sonra bizim yaptığımız tespit edilmiş. Behzat Ay bizim okulun müdürü ve parti başkanı gelip “tahkikat kurulmuş seni yakalayıp Ankara’ya götürecekler” dediler. Ben de “babam yok dükkanda, ne yapayım şimdi?” dedim. Bu arada da buğday satılmış 3.553 lira var kasada “onu sen al ve kaç biz dükkanı bekleriz” dediler, ben de kaçtım hatta Fakir Baykurt da oradaydı, Nevzat Ay’ın da arkadaşıydı ve bize de uğramıştı. Behzat Ay “Köyden Geliyorum” adlı kitabında bunu anlattı. Konya-Afyon İzmir üzerinden İstanbul’a amcaoğlunun yanına gittim ve 15 gün sonra Kırklareli’nin Demirköy İlçesinde halamın oğlu Ahmet Ormaniye de jeneratör operatörü olarak çalışmaktaydı, onun ismiyle oradaki tek otelde kaldım. 35-40 gün sonra da 27 Mayıs 1960 ihtilali oldu. Hemen dönecektim ancak bir müddet kalmam icap etti. Köy halkı çok fakirdi ve vali olarak atanan albay kağıttan ilk konuşmasını bile doğru dürüst okuyamıyordu. “Ben konuşayım” dedim keşke demez olaydım. Orada heyecanlı bir konuşma yaptım, dedi ki; “ben seni onbeş gün bırakamam bütün ilçe ve köylere gideceğiz konuşmaları sen yapacaksın.” 1973’teki Baykal’ın fikirlerini taşıyorum 1960 ihtilalinden sonra da eve döndük ve fırının üstündeki kitapları insanlar paylaşmışlar, daha sonra da kooperatif yazıhanesi olmuştu o yer. Kooperatifçilik hareketi çok güzel gidiyordu ancak keşke ben milletvekili olmasaydım. Şimdi Yalçın Bey’i il genel meclisi üyesi olarak seçtirmemize rağmen baktı ki, hiçbir etkisi yok makamının. Projeler hazırlıyor, konuları araştırıyor, il genel meclisine sunuyor. Baktık ki, bir süre sonra Yalçın Bey istifa etmiş. Mahalli idareler o dönemde bu kadar etkili değildi. Mesela greyder ihtiyacımız oldu ve ben milletvekili olmama rağmen kurumlardan talep ettik ancak 1,5-2 ayda çıkabildi, zaten o zaman da kış geldi ihtiyaç kalmamıştı. Kooperatifçilikte bir ilkemiz de mevcuttu, bu ilke de siyaseti kooperatifin içine sokmamaktı ve biz sokmadık, siyaseti biz dışarıda yaptık. Kooperatifçilik hareketini 1863 yılında Mithat Paşa Tuna Valisi iken, Memleket Sandıkları olarak kurmuştu ve bazı ilkeler koydu. İngiltere’de 28 tekstil işçisinin 21 Aralık 1844 yılında kurduğu kooperatifte bile ilkeler vardı ve burada din ve siyaset dışarıda tutulurdu. Biz siyaseti dışarıda tutmasaydık Samsun DP ve AP’nin kalesidir. Ben Mersin’de sadece KÖY-KOOP başkanı değildim aynı zamanda Fiskobirlik Başkanıydım, Akdeniz İhracatçılar Birliği Başkanıydım, aynı zamanda Akdeniz Yaş Meyve İhracatçıları Başkan Yardımcısıydım, Mersin’de hem AP hem de CHP liste birinciliği teklif ettiler ama ben Samsun’dan aday oldum. Burada da büyük bir kampanya yürütüldü ve bu kampanyanın başında da Yalçın Bey vardı. O dönemde biz CHP olarak 5 milletvekili çıkardık ve Sayın Ecevit 1973 yılında kontenjan teklif etmesine rağmen biz bunu Sayın Deniz Baykal’ın teklifiyle reddettik. Ben hala 1973 yılındaki Sayın Baykal’ın fikirlerini taşıyorum şu andakinin değil. 12 Eylül’den sonra siyasi partilere verilen yetkiler Osmanlı Padişahlarına verilen yetkiyle aynıdır. Türkiye’deki bütün problemlerin başı demokrasinin işlememesidir. Parlamenterler toplantısı bazen AKP, bazen de CHP grup salonunda yapılır. Yapılması gerekenler şunlardır: Siyasi Partiler Kanunu değişmelidir, Seçim Kanunu değişmelidir, parti kayıtları ilçe il seçim kurulu kayıtlarına girmelidir yani mükerrer parti kayıtları olmamalıdır, seçimler parti üyelerince ve hakim teminatı altında olmalıdır. Milletvekili adayları her ilde iki katı geçmemelidir ve maaşları da 30 bin TL’nın altında olmamalıdır. Çünkü bana o dönemde 10 gün yetmiyordu maaşım. Bir ayağı partide, bir ayağı kooperatiflerde Ben milletvekili olmama rağmen kooperatifçilik hareketimiz devam etti. Bölge toplantısı yapıyoruz 6 Haziran 1978 yılında, Sayın Ecevit “bir ayağı partide, bir ayağı sendikada, bir ayağı partide, bir ayağı kooperatiflerde olan kişiler kendi koltuklarını korumak pahasına partimize zarar vermektedirler” diye bir konuşma yaptı. O konuşmayı öğrenince kendisine bir telgraf çektim. Telgrafta; “Biz köyden gelen kişiler olarak köye dönmek onurdur, biz koltuklarımızı korumak değil tam tersi tehlikeye düşürerek, ülke düzeyinde bölge toplantıları yapıyoruz. Hükümetimiz yeni olduğu için parti programını tam olarak uygulayamamasından kaynaklanan birçok hatanıza rağmen, biz sizi yüceltmeye çalıştığımız sırada sizin Merkez Yürütmede bu konuşmayı yapmanız bizde şok etkisi yapmıştır. Ben KÖY-KOOP Merkez Yönetim Kurulunun ilk toplantısında hem kooperatiften, hem milletvekilliğinden istifa ediyorum” demiştim. Kendisinin ve partideki milletvekillerinin ısrarı sonucu milletvekilliğim dışında diğer görevlerden istifa ettim. KÖY-KOOP Merkez Birliği 1917 yılında kurulan merkezi Manisa’da olan Bağcılar Bank’ın yüzde 93 hissesiyle banka sahibi olmuştuk. Maltepe’ de kendi binamızı yaptık, çeşitli yerlerde paketleme fabrikası kurduk, Ankara Yenikent’te traktör fabrikası kuruyorduk. Traktör dağıttık, paketleme tesisi kurduk. Hollanda ‘da Rabobank bize 3,5 milyon Gulden hibede bulunmuştu. Kongremize bu büyük bankaların yetkilileri katılıyordu ancak birkaç milletvekili arkadaşımızın olumsuz çalışmaları sonucu bu yetkililer gelmedi. Japonlar ile balık ağı, İtalyanlar ile konserve fabrikası için çalışmalar yapmıştık. Fikir Yalçın Bey ile ortaya çıktı ve daha sonra kooperatifçilik konusu büyüdü. 1971-1978 yılları arasında KÖYKOOP’un başındaydım, 1977-1980 yılları arasında da milletvekilliğim mevcuttur. Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ın Menas’ı da aslında bir kooperatiftir. Rahmetli Ecevit Rahmetli Mustafa Üstündağ’ı bana göndererek tekrar KÖY-KOOP’a aday olmamı istemişti, ben de “bir kez karar veririm sadece divan başkanı olurum, bunun dışında aday olmam dedim. Traktör getirirken bile Sayın Süleyman Demirel hükümeti bize 120 gün onay vermedi. Biz de 5 bin köylüyle Ticaret Bakanlığına daha sonra da Başbakanlığa yürüdük. Agah Oktay Güner Müsteşar olarak beni aradı ve belgemizin ayrıldığını söyledi ve belgeyi uzun uğraşlar sonucu aldık. Ticaret Bakanlığını işgal ettiği zaman Hacı isminde bir köylümüz vardı ve biz onu Ticaret Bakanının koltuğuna oturttuk. “Hak aramak komünistlikse ben de komünistim” demişti. Karayalçın Belediye Başkanlığından ayrılmayacaktı Milletvekili olmasaydım, Sabancı veya Koç Grubu seviyesine gelmemiş olsa bile KÖY-KOOP o kadar güçlü seviyede kalırdı. 12 Eylül İhtilalinde benim hakkımda hiçbir soruşturma yoktu, KÖY-KOOP hakkında da hiçbir soruşturma olmazdı. KÖY-KOOP hızla büyüyerek gerek bankacılıkta, gerek kırsal endüstrinin gelişmesinde gerek köylünün refah düzeyinin artmasında karınca kararınca katkımız olurdu düşüncesiyle milletvekili olamasaydım daha iyi olurdu. Gençliğimde Sabancı ve Koç gruplarını kapitalist, uluslararası sermaye grupları olarak düşünürken sonra yanıldığımızı anladık. Onlar vefat ettikleri zaman ben günlerce ağladım. Bugün Türkiye’nin toplam vergi gelirinin yüzde 17’sini Koç Gurubu, yüzde 9’unu da Sabancı Gurubu yaratmakta. Bugün ülkemizde 50 tane Koç ve Sabancı gibi kuruluşlar olsa şimdi Almanya seviyesinde olurdu Türkiye. Bir de Sayın Murat Karayalçın ile birlikte Türkiye’de kırsal projeler nasıl yararlı bir şekilde uygulanabilir çalışması yaptık. O dönemde Sayın Karayalçın Devlet Planlama Teşkilatında çalışıyordu ve çok değerli bir planlamacıydı kendisi. Sonra Köy İşleri Bakanlığında Müsteşar Yardımcılığı yapmıştı. 12 Eylül’de Ankara Belediye Başkanı Ali Dinçer görevden alındığında Sayın Karayalçın Yapı Kooperatifleri Genel Başkanı oldu. Orada o kadar başarılı oldu ki, Birleşmiş Milletler ödülünü aldı. O ödülü de Afrika’daki yoksul çocuklara hediye etti. “Bu projeyi nasıl yapıyorsunuz” diye birçok büyükelçi ziyaretine geldi. Avrupa İskan Fonu’ndan faizsiz kredi temin etti. Kendisi kooperatif genel başkanı iken bizim danışma grubumuzdaydı ve orada tanıştık. 14 Mayıs 1972 yılında Rahmetli Bülent Ecevit CHP’ne genel başkan olduğunda Seçim Bildirgesini hazırlayan 7 kişilik komitenin başkan yardımcısıydım ve Sayın Deniz Baykal, Sayın Murat Karayalçın, Rahmetli Mahmut Türkmenoğlu, Prof. Dr. Ziya Gökalp, Sayın Hadi İlbaş ile birlikte çalışmıştık. Çalışmalarında çok başarılı oldu, Ankara Belediye Başkanlığı döneminde çok başarılı oldu ve gerçek bir sosyal demokrattır. Tek bir hatası vardı o da biliyor, Ankara Belediye Başkanlığından ayrılmayacaktı. Ayrılmasaydı 100 yıl sonra bile Murat Karayalçın ismi Ankara’da olacaktı. Ankara’nın bütün girişlerindeki yerleri istimlak ederek büyük projelere imza atacaktı. Milletvekili adaylığını geri çevirdi Yalçın Bey’in milletvekili adayı olması için biz ve çevresindeki insanlar çok kereler teklifte bulunduk. Ancak o milletvekilliği için beni düşünüyordu. Kendisi milletvekili olsaydı iyi olurdu hatta 12 Eylül’den sonra Samsun’dan aday olsaydı kesin kazanırdı. Hatta Samsun’da bizim müşterek bir arkadaşımız vardır, Yalçın Bey’in ve benim sınıf olarak altımızda olan Mustafa Başalan. Sosyal Demokrat Halkçı Partiyi de o kurdu, o zaman ben Paris’teydim bana “seni aday yapıyorum liste başı olarak yazıyorum, ben olursam halk bana güvenmez” dedi. Ben de”‘Ben aday olmayayım beni veto ederler” dedim, o da “hayır senin hakkında soruşturma yok bu nedenle veto etmezler” dedi. Ben de “o zaman Yalçın Bey’i liste başı yapın” dedim. Bana “kendisine teklif yaptık ancak kabul etmiyor” demişti. O dönemde Halkçı Parti 2 veya 3 milletvekili çıkartıyordu, kesin kazanılırdı. Türkiye’nin en modern fabrikasını kurdu En mükemmel şeyi yapıyorsanız, işletme sermayesi çok önemlidir. Süt fabrikasını kurduktan sonra işletme sermayesini bulamadıkları için başarısız oldular. Yoksa o tarihte Türkiye’nin en modern fabrikasıydı, pastörize bölümü olsun, sterilize bölümü olsun her şeyiyle onların boyunlarını büktü. O proje binden fazla insanı Avrupa’ya gönderdi. O giden insanlar o kadar yoksul insanlardı ki, o dönemde birkaç beton bina vardı bunlardan birisi benim babamın, bir tanesi Yalçın Bey’in babasının, bir tanesi Rüstem Ağanın Osman ve Dursun ağalarındı. Diğerleri ise kamışlardan yapılan evlerde otururlardı o kadar yoksullardı, şimdi ise en yoksul insanları Yalçın Bey ile benim ancak bundan çok mutluyuz. Aslında o proje başarılı oldu. Bir gün Berlin’de bir bankanın önünden geçerken beni tanıyan birisi içeriden çağırdı. Müdür de çay ikram etti ve dedi ki, “Almanya’dan Türkiye’ye ilçe bazında en fazla para 19 Mayıs ilçesine gider.” “Ben gitmek istiyorum” deyip gitmeyen yoktu o dönemde, herkes gitti. Biz daha fazla insan gönderelim diye her köyde bir kooperatif kurduk. Bir Çandır Kooperatifi vardı ki, “bunlar komünist” diye taşlamışlardı bizi, ancak sonra dua ettiler bize. O zamanda ağalar istemiyordu bunu çünkü köle gibi çalıştırıyorlardı onları ve “bunlar komünistlik” diye eleştiriyorlardı. Ecevit dürüsttü ama ekonomiyi bilmezdi MHP’nin Dokuz Işık kavramı vardı bunlardan biri güçlü kooperatifçilikti ve 40 bin köy yerinde 4 bin köy idi. Sayın Ecevit’in Köy Kent Projesine benziyor. Bu projeye baktığınızda 4 bin köy tarım kentleri mevcut ve sosyalizm ötesi bir projeydi ve çok önemli bir projedir. Eğer o proje uygulansaydı köyler şehirleşecekti. Şehirler de Avrupa düzeyinin de üstüne çıkacaktı ve kırsal kesimden kentlere plansız göç olmayacaktı. O zamanlarda “Toprak Reformu” konusunda çok büyük ve önemli çalışmalarımız vardı. Toprak reformu Köy-kent Projesinin bir bölümüydü. İnsanların bulundukları yerde iş bulabilmeleri çok önemliydi. Düzensiz göç nedeniyle devletin harcadığı paranın yüzde 25’i bu projeye harcanabilseydi eğer, bugün insanlar çok daha mutlu olacaklardı. Çünkü büyük şehirlere göçten dolayı problemler oluşuyordu. Kanalizasyon, elektrik, su, cami, okul problemleri bu düzensiz göçün sonucudur. Benim geldiğim yer olan Artvin’in Şavşat ilçesinin Çukur köyünde 1949 yılında üç tane okul vardı, sonra beşe çıktı, şimdi ise bire indi o da kapanıyor artık, işte bu göç nedeniyle. Orada üretim ve emeğe dayalı projeler uygulanabilseydi, kızlarımıza makine, iplik gibi uğraşılar verilseydi ve orada ürettirilseydi, o üretilenler pazarlanabilseydi çok daha güzel olurdu. Sayın Ecevit iktidara geldiğinde bu Köy Kent Projesini bir eczacı arkadaşımıza verdi. İlk iktidar döneminde de hızla girmeniz gerekiyor bu işe, hızla girmediğiniz zaman muvaffak olmanız söz konusu değil. Bakın Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve arkadaşlarına çok büyük saygım vardır. Her gün onları hatırlarım ancak bir işi yanlış yapmışlardır. Osmanlının son 150 yıllık idari sistemini Fransızlardan almışlardır ve orada bürokrasi vardır. Anglosakson veya bizim örf ananelerimize uygun pratik sistemi yoktur onlarda. Siyasilere önereceğim şudur: Bürokrasiden kurtulmak için iktidara gelir gelmez bürokrasiden üç konuda rapor istenmelidir; kısa, orta ve uzun vadede rapor hazırlanmalıdır. Kısa ve orta vadeli çözüm raporun okunmadan yırtıp atılmalı, uzun vadeli rapor uygulamaya konulmalıdır. Çünkü bizim bürokrasi “benim zamanımda olmasın” diye siyesi iktidarları yanıltır, kısa ve uzun vadeli planları yanlıştır. Sayın Ecevit çok dürüst ve namuslu insandı, ancak ekonomiyi bilmemesi ve ekonomiyi bilmeyen bir eczacıyı da bu işin başına getirmesi hataydı. Sayın Hikmet Çetin, Sayın Kenan Bulutoğlu ile birlikte Türkiye’ye beş yıl yetecek yağ stoku yapmıştık. O dönemde Yugoslavya’dan, Bulgaristan’dan ve Romanya’dan yağ getirdik, ancak yağ karaborsasını önleyemedik. Yağ fiyatını artıralım dedik fakat vatandaşa yazık olur dendi. Almanya’da yüz yıldan fazla bir zamanda veraset yoluyla tarım arazilerin bölünmemesi mevcuttur. Benim zamanımda Almanya’da Bavyera eyaleti hariç çok rahat tarım işletmelerine sahipti. Orada bir baba vefat ettiği zaman kardeşler büyük olana araziyi satmak zorundadır. Eğer büyük oğlan sanayide ve şehirde çalışıyor ise, ondan sonra gelen küçük oğlana satılmak zorundadır. Satın alan kardeş bedelin yüzde 50’sini yirmi yılda kalanını ise yüzde 7 taksitle ödüyor. Satanlar ise paralarını peşin alıyorlar. Bunun finansmanını ise Alman devleti ve bankaları yapıyor. Yalçın Bey heyecanlı insandır Eleştirdiğim tek yanı heyecanlı olmasıdır. Birden sevinir birden üzülür. Eleştireceğim bunun dışında yanı yoktur, çok çalışkandır, bilgilidir. Kendisiyle çok yurtiçi ve yurtdışı çok seyahatimiz oldu, hiç kötü anım yoktur. O dönemde Samsun’da üniversite yok ve Rahmetli Hasan Uğurlu Yalçın Bey’e Samsun’a üniversite getirmek için bir görev vermiş. O dönemde Hasan Uğurlu DSİ’nde bölge müdürü. Bir dernek kurulacak ve dernek ana sözleşmesi teksir edilecek, bu dernekte de biz yokuz aslında. Bütün siyasi partilerin başkanlarını bu derneğin yönetim kurulu üyesi yaptık. Gece yarısı saat 12 oldu ve Konak Sinemasının bulunduğu yerdeki iş hanındayız. İş hanını kapatacaklar ve işimizin ne zaman biteceğini soruyorlar. Biz de yarım saat sonra biteceğini söyledik. Ben Yalçın Bey ve Sayın Halil Yeşilyurt. Halil Bey ziraat teknisyeniydi daha sonra hukuku bitirdi ve avukat oldu. Biz üçümüz hazırlıyoruz dalmışız baktık ki saat 1:30 olmuş adam kapıyı kilitlemiş, gitmiş. O geceyi tabureler üzerinde geçirdik. Üniversitenin ismini de 19 Mayıs olarak bizler koymuştuk. Teksirini yaptığımız dernek sayesinde üniversite geldi. AHMET ALTUN Siyaset istemesine rağmen bir türlü girmedi Yalçın Bey ile ortak hayatımız 1949 yılında ortaokulda başlıyor. Bizden bir yaş büyüktü ve ona “Kart” derdik. Tahtaya kalktığında sesini ayar ederdi, ders çalışmak üzere biz onlara onlar bize gelirdi. Yazın Yalçın babası Mustafa Amcanın fırınında çalışırdı. Engiz'in Kete'si meşhurdu. Okulda Almancamız çok iyiyiydi. Liseye başladığımızda lise 4 yıldı ve sonra 3 seneye düşürüldü. Lise sonda sınıflarımız ayrıldı. Edebiyat öğretmenimiz Sayın Türesin'e “Çiçek” derdi ve ismi de “Çiçek” olarak kaldı. O da emekli ve şimdi İstanbul'da yaşıyor. O yıllar Yalçın Bey’in lise aşklarının başladığı yıldı. Biz 19 Mayıs mezunları olarak yılda bir kez toplanırız. Yalçın Bey oturaklı bir öğrenciydi, gayretli ve çalışkandı. Yalçın Bey için yanlış yaptığı bir şeyi söyleyemeyeceğim. Onun yanlış yaptığı tek şey, siyasete girmek istemesine rağmen içine bir türlü girmeyişiydi. Ben 1937 Samsun doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve liseyi Samsun’da okudum. Yüksek kimya mühendisiyim. Şeker şirketince burslu okuduktan sonra dört yıl orada mecburi hizmetimi tamamladım. Sonra İzmir'de Tuborg'da çalıştım. 1985 yılında Pınar Et'e genel müdür olarak atandım. 1990 yılında Cargill şirketinde genel müdür oldum. Emekli olduktan sonra şahsi girişimlerde bulundum. Şimdi emeklilik hayatını sürdürüyorum ve İzmir'de ikamet ediyorum. Lisedeki hayalimiz gerçek oldu Mezuniyetinden sonra o DSİ'nde çalışırken ben de Amasya Şeker'de çalıştım. Hafta sonları sık sık bir araya gelir uzun sohbetlerimiz olurdu. Bizim hayallerimiz vardı, mezun olduktan sonra mesleklerimize uygun olarak kooperatifler kurup fabrikalaşalım diye düşünürdük. Bizim öğretmenlerimiz Köy Enstitüsü mezunları öğretmenlerdi ve bizlere çok üstün bir eğitim vermişlerdi. Üretilen zirai ürünleri, sınai ürünler haline getirip satışını yapmak bizim lise döneminde oluşturduğumuz hayallerimizdi. 1959 yılında AISEC sınavını kazanınca Almanya'da staj yapma imkanım doğdu ve BASF fabrikasında staj yaptım. O ara Yalçın Bey ile 2-3 ay boyunca aynı odayı paylaşmıştık. O dönemde Yalçın Bey, Brigitte ile birlikte olmuştu. Çalışma hayatımızda “Samsun'a yatırım yapalım” demiştik ancak Samsun'un zenginleri bile paralarını Samsun dışında harcıyorlardı. içimizde yatırım yapmayı düşünen ve gerçekleştiren tek kişi Sayın Yalçın Engiz'dir. Yalçın Bey’in kurduğu süt tesisi çok güzel bir tesisti ancak tesisin satışpazarlama ve finansman ayağı eksikti. Satış ve pazarlamayı çok amatörce gerçekleştiriyorlardı. Ben bu konuyu işaret edince bana “gel işin başına sen geç” dedi. Ancak ben o dönemde dondurulmuş gıda işinde olduğumdan bu iş teklifini kabul edemedim. Bu tesisin işletilememesi yazık oldu. Pınar Süt bu tesisi satın almak istedi ancak olmadı. Guten Morgen Oktay Bey O kooperatifin kurulmasından önce köydeki çocuklara Almanca öğretip onları Almanya'ya göndermeyi düşünüyordu. Sonraları ise Almanya’ya gönderdiği insanların Türkiye'ye dönmesini ve kooperatife ortak olması... Hatta bir gün sabah vakti yolda yürürken sırtında bir küfeyle karşımdan gelen delikanlı bana yüksek sesle “Guten Morgen Oktay Bey” diye selamlamıştı. Ben de çok şaşırmıştım, bir de bakmıştım ki bizim öğrenciymiş bu delikanlı. Almanya'ya gönderdiği kişilerin Yalçın Bey ve eşini Almanya'ya çağırıp ona bir araba hediye etmesi bile bu insanların ne kadar kadirşinas birer insan olduğunu göstermektedir. Yalçın Bey bir de benim nikah şahididir ve Metin ile birlikte bana evlilik hediyesi olarak süt takımı hediye etmişlerdi, şimdi bu süt takımı hala bendedir. 2007 yılında eşimle birlikte Yalçın Bey’in Ören’deki yazlığında bir süre misafir olduk. Çok güzel bir tatildi… Geriye baktığımızda hayıflandığımız şeyler yoktu çünkü keşkeleri çok fazla olan insanlar değildik. Hayat bizim için hep pozitif oldu Atatürk ilke ve inkılapları yönünde yetiştirildiğimiz için hayat bizim için hep pozitif olmuştur. Bir gün bana İstanbul'da bir sempozyum olduğunu ve buna katılmamız gerektiğini söyledi. İstanbul’a gittiğimde sempozyumun international olduğunu ve ciddi bir katılım bedeli talep ettiklerini öğrenince katılmaktan vazgeçtik, daha sonra da katılımcı olmak yerine izlemek için izin talep ettik ve bizi kabul ettiler. Bir gün molada Portekizli iki bayanla sohbet etmeye başladık. Yalçın Bey İngilizce öğrenmiş ancak pek yeterli değil. Ancak bayanlarla İngilizce iletişim kurmaya azmetmiş bir vaziyette İngilizce konuşuyordu ki, bu çok fevkalade bir şeydi. Yalçın Bey Avrupa projeleri ve hibeleri konusunda organik tarım konusunda faaliyette bulunmak amacıyla girişimlerde bulundu. Bu dönem içinde Afyon, Tokat gibi illerde arayışını sürdürdü. İnatla üstüne gittiği için sanırım bir gün bunlar olacak gibi geliyor. Yalçın Bey, hayatında boş olmayan, boşlukta olmayan bir insandır. OKTAY SÜNER Hareketin halk adamı Ahmet Bey, teknik adamı Yalçın Bey Aradan çok uzun süre geçti ancak o dönemi, 30-40 yıl öncesini, şöyle bir toparlayacak olursak: Yalçın Engiz'in de başını çektiği Köy Kalkınma Kooperatifleri ile benim tanışmam, 1969 yılında girdiğim Devlet Planlama Teşkilatındaki (DPT) görevim nedeniyle oldu. O dönemde Sayın Başbakanın isteğiyle, DPT'de yurtdışına daha çok işçi göndermek amacıyla bir çalışma yapılıyordu. Bu çalışma; yurtdışındaki işçilerin dövizlerinin ve eğitimlerinin daha iyi değerlendirilmesi içindi. Ben bu tarihte DPT'ye daha yeni girmiştim ve bu çalışma grubunda bana görev verdiler. Bu sayede Köy Kalkınma Kooperatiflerinin varlığını duydum. DPT içindeki farklı görevlerim nedeniyle de Köy Kalkınma Kooperatifleriyle olan bağlantım devam etti. Yurtdışında yüksek lisans yaptım. Yurtdışından döndükten sonra 1978 yılında Köy İşleri Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcılığına atandım. Müsteşar Yardımcısı olarak da bu kooperatiflerle ilgilendim. Ailem Rizeli olmakla birlikte daha sonraları Samsun'a yerleştiğinden Samsun'da doğdum. Ahmet Altun, Yalçın Engiz ve diğer kooperatif içindeki Karadenizlilerle, biraz da hemşerililik nedeniyle bir arada olduk. Yalçın Engiz hem yüksek ziraat mühendisi olması hem de yurtdışı tecrübesinin olması nedeniyle pırıl pırıl parlayan bir insandı. Ahmet Bey halk adamı olarak, Yalçın Bey de teknik bir insan olarak o harekete katkıda bulunuyorlardı. 1979 sonundan itibaren Köy İşleri Bakanlığındaki görevimden çıkarılmam nedeniyle Köy Kalkınma Kooperatifleri ile doğrudan ilgimi noktaladım. 1979 Kasım ayında 3. Ecevit Hükümeti istifa etti, hükümeti kurma görevi Sayın Süleyman Demirel'in azınlık hükümetine verildi ve yeni gelen bakan da beni görevimden çıkarmıştı. Ecevit hükümeti sırasında biz yetmiş kişi çeşitli alanlarda değerlendirilmek üzere görevlendirilmiştik. Yeni gelen hükümet ile birlikte ben DPT'ye geri gönderildim. Süleyman Demirel Hükümetinde de Rahmetli Turgut Özal DPT Müsteşar vekili ve Başbakanlık Müsteşarı idi ve onun zamanında da yani 1980 yılında DPT'den çıkartıldım ve kamudaki çalışma hayatım son buldu. Kendime eleştirilerde bulundum Köy Kalkınma Kooperatifleri konusunda neler yaptık neler yapmadık konusunu sonraları çok düşündüm. Kendime eleştirilerde bulundum ve bu eleştiriler sırasında hep aklıma Engiz Kalkınma Kooperatifi geldi. Engiz Kooperatifi çeşitli değerlendirmeler kriterinde yüzde 100 başarılı olması beklenen bir kooperatifti. Daha sonraları Samsun Milletvekili olarak kooperatife gittim ancak orada mandıra yoktu. Belki de o dönemde kooperatif de yoktu, çünkü ben gittiğimde kooperatiften hiç kimse bana eskiden kooperatiflerle ilgilenmiş bir kişi olarak “hoş geldiniz” demeye gelmemişti. ENGİZ-KOOP neden başarılı olamadı? O dönem günde 5 ton süt işleyen mandıranın başında Sayın Ahmet Altun ve Sayın Yalçın Engiz olduğu için çok büyük bir süt işleme tesisine dönüşmesi bekleniyordu ancak olmadı. Engiz neden başarılı olamadı diye çok düşündüm. Çünkü Engiz bir kooperatifin başarılı olması için her şeye sahipti, en önemlisi ise tüketim merkezine yani Samsun'a çok yakındı ve başında da yalçın Engiz gibi dış deneyimi ve insan ilişkileri çok iyi olan birisi mevcuttu. Eğer, Yalçın Engiz'e rağmen mandıra, Süt İşleme Fabrikasına dönüşmediyse ve toplumsal bir harekete dönüşmediyse çok önemli bazı sıkıntılar var demektir. Efsane bir başka kooperatifçi Hadi İlbaş Bizim bir başka efsane kooperatifçimiz ise Hadi İlbaş'tır. Yozgat Çandır'da Ayçiçek yağı üretmek için bir fabrika kurmuştu ve Ayçiçek hinterlandında fabrikanın yeri yanlış kurulmuş diye konuşuluyordu, çünkü bu zirai ürünün yeri Trakya bölgesiydi. Ayçiçeği Trakya bölgesinden getirtilip Yozgat'taki bu fabrikada işlenerek ayçiçeği yağı elde ediliyordu. Hem üretim yeri hem de iktisadi açıdan çok uygun olmayan bir yer gibi görünüyordu. Hadi Bey bunu değiştirerek fabrika çevresinde ayçiçeği tarımını başlatmak suretiyle Trakya’dan ayçiçeği alımına son verdi. Engiz için bu şey söz konusu değildi. Devlet desteği ile mandıra kurulmuştu ve Samsun'a da 25 km mesafede bir tesisti. Bu nedenle başarısızlık söz konusu olamazdı ancak eğer böyle bir tesis başarısız oluyorsa çeşitli engellemelerle karşılaşılmıştır diye düşünüyorum. Keşke o dönemde kooperatifçilik hareketinde başarılı olanlar ile başarılı olamayanlar çıksa ve neden başarılı olduklarını veya neden başarılı olamadıklarını bir anlatsalar diye temennide bulunmak istiyorum. İspanya'da kooperatif neden başarılı oldu? Almanya'ya insan göndermek aslında o dönem için çok mantıklı bir uygulamaydı. Gidecek insanın sermayesini kooperatife vermesi de kooperatiflerin maddi anlamda desteklenmesi konusunda çok önemliydi. O dönemde gelişmeyi ve kırsal kesimde tarımsal kalkınmayı başlatma senaryosu çerçevesinde hareket etmek bugün bile doğru senaryodur. Ancak senaryo doğru, senaryo oyuncular da iyi olmasına rağmen neden bu olay oluşmadı diye de sormak gerekiyor. 1950'li yıllarda 10 bin istihdam yaratan İspanya'da yaşanan kooperatif hareketi neden başarılı oldu da bizde olmadı bunu araştırmak gerekiyor. Ankara'da Kent-Koop’un başına geçtim Sanırım o dönemde ülke koşulları çok kötü bir dönem yaşıyordu ve kooperatiflere gereken destekler verilemedi diye düşünüyorum. O yıllarda ben de Ankara'da Kent-Koop adında bir kooperatifin başına geçtim ve olağanüstü zor koşullarda Batıkent'te konut çalışmaları yapmıştık. Belki de eğitime çok fazla önem verilemedi diye düşünüyorum. Çünkü İspanya'daki hareket bir okul kurularak başlanıyor ve bu okuldan mezun olarak kooperatifçiliğe başlandı. Bizde ise yasal zemin hazırlanmakla birlikte eğitim verilmedi. 1969 yılında çıkartılan ve kooperatifçilikle ilgili olarak ünlü yasa olarak addedilen 1163 No’lu yasa mevcuttur. Bu yasaya göre kooperatiflerden belli bir pay kesilmesi ve bu payların da Ticaret Bakanlığı altında toplanması öngörülüyordu ancak bu olmadı. Kooperatifçilik için tabi ki projeler üretmek gerekiyor. Dünyada birçok ülkede kooperatifler başarıyla hizmet vermektedirler. Türkiye'de de başarılı olabilirler, burada önemli olan destek vermek. Çünkü ülkemizdeki potansiyel mevcuttur ve bu potansiyeli kullanmak gerekmektedir. MURAT KARAYALÇIN Hayaldi gerçek oldu Ben Engiz köyünde dünyaya geldim. Hali hazırda Samsun ilinde elektrik kablosu, inşaat, medya, sağlık gibi yedi farklı kolda faaliyet gösteren bir grubun yönetim kurulu başkanı olarak görev yapmaktayım Babamın yani büyüklerimin anlattığı kadarıyla, onun müthiş derecede müteşebbis bir insan olduğunu biliyorum. Engiz'e yani, 19 Mayıs'ın ötesinde, çok daha üstünde bir insan olması, orada ilk Süt Fabrikasını kurması kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Çünkü o dönemin koşulları gereği inanılmaz bir müteşebbislik örneğiydi. O zaman modern tarım olarak gerçekleştirildiği şeyler hala orada efsanevi olarak anlatılmaktadır. 19 Mayıs'ı sanayi ve modern tarımla tanıştıran hep yenilikçi, alışılmışın dışında olarak hafızalarımızda kalmış bir kişidir Yalçın Engiz. ADNAN ÖLMEZ Engiz Köyü Yalçın Engiz ile yeşerdi 1943 yılı Dağköy doğumluyum. İlkokulu burada okudum, çiftçi çocuğuyum. Az miktarda buğday olmakla birlikte mısır ve tütün ekerdik oradaki arazilerimizde. 1936 yılında çevre köylerde ilkokul olmadığı için Dağköy'de bir ilkokul açıldı ve çevre köylerden çocuklar okumak için Dağköy'e okumaya gelirdi. O dönemde çevre köylerden gelen çocukların büyük bir bölümünün gidiş ve geliş imkanları olmadığından, bizim köyde kalırlardı. Yalçın Bey de bizim komşumuz olan “Karakulak” ailesinin yanında kalmıştı. Karakulak ailesinin annesi ile Yalçın Bey’in annesi dostlardı ve bu nedenle Yalçın Bey bizim köyde ilkokula giderken o ailenin yanında kalıyordu. Yalçın Bey’in yaşadığı Engiz Köyü ile bizim köy arası yaklaşık beş kilometreydi. Yalçın Bey Ziraat Mühendisi çıktıktan sonra bize çok faydaları oldu. Biz de ziraatçı bir aileyiz. Sanırım 1964 yılında da kendisi Almanya'ya işçi gönderme hususunda Kalkınma Kooperatifi altında Süt Fabrikası kurdu ve buna üye yaptığı kişileri Almanya'ya işçi olarak gönderdi. Ben de bu kooperatiflerin birinde kooperatif başkanı olarak faaliyette bulunmuştum. Bu bölgede farklı konularda kooperatifler kurdu ve bu kooperatiflerden yaklaşık 20-25 köyden Almanya'ya işçi gönderiminde katkıda bulunmuştur. O dönemde imkanlar çok zayıf olduğundan yurtdışına gitmek çok önemliydi. Bizim traktörlerimiz vardı ve çevre köyler dahil birçok köydeki arazilerin sürülmesine yardım ederdik. Köyümüz şu an otuz hane Benim, Almanya'ya sadece turist olarak birkaç defa gitme imkanım oldu. Yalçın Bey benden yaşça büyük olduğundan ki ben ilkokuldayken O yüksek okuldaydı, bu nedenle çocukluk döneminde fazla bir birlikteliğimiz olmadı, daha ziyade Ziraat Mühendisi çıktıktan sonra dostluğumuz olmuştur. İlkokulu Dağköy'de okuması nedeniyle bizim köye daha yakın olmuş, özel olarak ilgilenmiştir. Halen kendisiyle görüşmekteyiz ve dostluğundan son derece memnunuz. Ziraat üzerine birikimi olduğundan konuşmalarını ve önerilerini dikkatli dinlerdik. Arazilerimiz tarımsal faaliyetlere çok uygun olmadığı için ben tarımdan koptum. Daha sonraları 1973 yılında şehirlerarası otobüsçülük konusunda faaliyette bulunmaya başladım. 1974 yılında da faaliyetlerim zirai ekipmanların satışı konusunu da ekledim. Daha sonraları ise otomobil bayileri aldım, faaliyetlerimiz çok büyüdüğü için 1990 yılında Ankara'ya geldim. Samsun'daki faaliyetlerimiz halen devam ettiği gibi, Ankara'da da farklı alanlardaki konularla da faaliyetlerimizi sürdürmekteyim. Bu konulardaki faaliyetlerimde çocuklarım bana çok yardımcı oluyorlar. Tarımsal faaliyetler konusunda biz hala çok gerideyiz. Avrupa’da tarımsal faaliyetlerde bulunan çiftçilere devletin çok desteği olmakladır. Bizde tarımsal faaliyetler sonucu bire on verirken Avrupa’da bu oran bire kırktır. Bu nedenle tarımsal faaliyette bulunan köylerimiz boşaldı. Geçmişte Dağköy'de yüz haneyken şu anda köyümüz otuz haneye düştü. Geçmişte Avrupa’ya çalışmaya gidenler, birikimlerini Türkiye'de yatırıma dönüştürdüler. Sözün özü ise şudur; “Engiz Köyü Yalçın Engiz ile yeşerdi.” AVNİ ASAL Engiz’i ilçe yaptık, hem de liseyi getirdik 1938 doğumluyum, 1962 yılında Samsun Engiz'e yerleştik. Uzun yıllar devlet sektöründeydim ve Yalçın Bey ile kooperatifçilik alanında birlikte çalıştık. Ben o dönemde karayollarında çalışıyordum ve o da ilçenin ağabeyiydi. Köyün tahsilli ağabeyiydi ve kooperatifçiliğe başladığında beni de yanına aldı. Kooperatifçilik konusunda koordinasyon kurulu gibi bir oluşum oluşturulduğunda beni başına getirdi. Karayollarında Maliye Memuru olarak çalışırken boş zamanlarımda da kooperatifte çalıştım sonra karayollarından ayrılarak kooperatifte murahhas aza olarak çalışmaya başladım. Yalçın Engiz Ağabeyimiz beni daha sonra “Benim zamanım olmuyor, sen belediye kurma çalışmaları yap” dedi. Belediyenin kurulması için çok çaba harcadık, bu köyde okul yokken hem ilçe yaptık, hem de liseyi getirdik. İller Bankasına giderek yerel yönetimler konusunda bilgi aldım. O dönem halkı topladık ve Yalçın Ağabeyi bekliyoruz. Kimsenin bu konuda bilgisi yok ve halk sabırsızlıkla Yalçın Ağabeyi bekliyor. Ben elimi kaldırdım ve orada bir konuşma yaptım. Halktan imza toplamamız gerekiyor, bu imzalar ile referanduma kadar getirdim ve bundan sonra da İl Genel Meclisinden onay aldık ve Belediye Başkanı oldum. Yalçın Ağabey de Meclis Üyesi oldu ve çok hizmet verdik. Hizmetlerinden dolayı ilçemize Yalçın Engiz'in heykeli dikilmeli çünkü kooperatif kanalı ile ilçedeki her evden mutlaka yurtdışına gitmiş insanların katkısı olmuştur. Bu da ekonomik olarak ilçeye çok katkıda bulunmuştur. Karadeniz’in ekonomik olarak en güçlü ve en güzel ilçesi olmuştur. Kaç tane imza istiyorsan verelim Ben Almanya'ya hiç gitmedim, çünkü burada yaptığım işler vardı. Daha sonraları ise çalışmadığımız mevki kalmadı. Köy ağaları belediyenin kurulmasını istemedi, kendileri ile konuşma yoluyla ikna ettik. Zaten onlar bizim ilçede oturmuyorlardı ve bizler burada oturan halkı ikna ederek belediyenin kurulmasını olanak sağladık. İmza toplama döneminde bir de anım var; imza topluyoruz vatandaş çift sürüyor, çift süren kişi de oldukça heybetli birisi. Yanına gitmeye korkuyorum neyse gittim yanına ve selam verdim. Dedim ki belediye kurma çalışmalarımız var ve imza topluyoruz. Bana “Kaç tane imza istiyorsan verelim” dedi. Yalçın Engiz'i iyi niyeti nedeniyle eleştirmek isterim. Onun en kötü tarafı da bütün insanlara güvenmesi İş hayatında da “Kooperatife gel beraber çalışalım” dediğinde, ben de “bir şartım var o şartla gelirim” dedim. O şart da, fabrika araçlarının benden izin almadan ve araç şoförlerinin üzerlerinin aranmadan fabrikadan çıkartılmaması yönündeydi. O dönemde kötü işlerin düzeltilmesinde hep beni devreye soktular. Mesela, Necati Sarıyiğit diye biri vardı ve kooperatiften daha dolgun maaş istiyordu, işini de iyi yapmıyordu. Kendisi Yalçın Engiz'in ağabeyinin bacanağı ve ona bir şey söyleyemiyorlar. Zaten o dönemde de işler iyi gitmiyor, beni bir gün kooperatife çağırarak onunla uğraşmamı istediler, onunla da ben uğraştım ve istifa ederek kooperatiften uzaklaşmasını sağladım. Yalçın Engiz burada birçok insanı mal mülk sahibi etmiştir ve ilçemize çok şey verdiğinden dolayı kendisini çok seviyorum. MURAT YILDIRIM Engiz ailesi eğitime çok önem verir Ben 1939 doğumluyum ve Samsun Merkezliyim 1956 yılında Samsun Lisesinden mezun oldum. Engiz ailesiyle ortaokul yıllarında tanıştım, Yalçın Bey’in kız kardeşi Gülçin Hanım’ın okul arkadaşıyım. Ailesi eğitime çok önem veriyordu ve o zaman Engiz'de oturuyorlardı. Yalçın Bey ile biz lise arkadaşıyız ve liseyi bitirdikten sonra her ikimiz de Ziraat Fakültesine gittik. Ben tarım ekonomisi bölümünde eğitime başlarken, Yalçın Bey zeoteknik bölümünde eğitime başladı. Samsun dışına çıkmamızdan dolayı arkadaşlığımız ve dostluğumuz orada pekişti. Dostluğumuz Yalçın Bey’in Almanya tahsili sırasında da devam etmiştir. 1959 yılında da ben oraya staja gittim ve o da oradaydı. İnsan sevgisi ve doğa sevgisi üst düzeyde ayrıca da son derece dürüst bir insandır. Özellikle kırsal kesimde yetişmesinden dolayı ziraat mühendisliğine ilgi duymuştur. Bildiğim kadarıyla da halihazırda organik tarım konusunda çalışmalarını sürdürmektedir. En önemli özelliği ise; iyi analiz eder, iyi planlar ve gelecek gördüğü konunun azimle üzerine gider. Bu azmi onu hayatında dinamizmin temelini oluşturmuştur. Yolu açmak isteyen, pozitif bir insandır ve insan ayırımı yapmayan bir yapısı mevcuttur. Lise hayatımızda, birbirimizi kucaklayan bir yapı mevcuttu. Bu ilgi ve arkadaşlık çerçevesinde birbirimizin evine giderdik. Bu dostluk çerçevesinde sürdürürdük. Daha sonraki Almanya'da dil öğrenmek için orada bulunduk. yıllarda ise özellikle Stajın bittikten sonra Kiel'e gel Almanya’da farklı şehirlerde olmamız nedeniyle birbirimizle mektuplaşıyorduk. Benim bulunduğum yerde Almanca lehçeli olarak konuşulduğundan iyi bir Almanca öğrenemedim. Bana “Stajın bittikten sonra Kiel'e gel burada yüksek standartta Almanca konuşuluyor” demişti. Ben de stajımı bitirdikten sonra oraya gittim ve bu da bana yapmış olduğu en büyük iyilik olmuştu. Bu iyilik daha sonra benim Almanya'ya doktora için gitmemin alt yapısını oluşturmuştur. Yalçın Bey, savaştan çıkmış Almanya'nın kalkınması için talep edilen işçilerin gönderilmesinde öncülük etmiş bir şahsiyettir. Kurmuş olduğu kooperatifle hem insanların Almanya'ya gidişine öncülük etmiş, hem de süt ürünleri için ekonomiye katkı sağlamıştır. Hatta kendisi depolama tesislerinin kurulması için öncülük etmiştir. İthal ettiği süt ineklerinin de verimi oldukça iyiydi ve bu inekleri uzun araştırmalar sonucu seçmişti. Daha sonraları ise, kurmuş olduğu kooperatifte üretilen pastörize süt ve peynir, tüketiciler tarafında itibar görmemeye başladı. Devlet de bu konudaki ilgisini ve desteğini çekmesi sonucu bu proje özel sektöre devredilmiştir. Yalçın Bey ile birlikte çalışma imkanımız olmadı. Ben devletin farklı bölümlerinde görev yaptım ve sonra da üniversiteye döndüm. Yalçın Bey’in organik tarım ile uğraşması fevkalade olumlu bir iştir ve bizler Almanya'da bunu çok iyi anladık. Biz ülkemizde “Yarı Organik Tarım”ı zaten uygulamaktayız. Bazı bölgelerimizde kullanılması gereken gübrenin hiç kullanılmadığı gibi bazı bölgelerimizde de kullanılması gereken konvansiyel ilaçların 4-5 katı atılır, bazı bölgelerimizde bu oran sıfırdır. Ne zaman ki ihracat ön plana çıktı, Avrupalı insan organik ürün talep etti, bizler o zaman organik tarımı önemser olduk. PROF. DR. MEHMET BÜLBÜL Köyümüzün ilk üniversite tahsilli insanı Yalçın Bey ile tanışıklığımız ve dostluğumuz aynı köyde babalarımızın çok yakın olmasından kaynaklanmaktadır. Yalçın Bey benden 9 yaş büyüktür. Aileden gelen dostluk bizim ağabey kardeş olarak dostluğumuzu geliştirdi. Yalçın Bey ilk yurtdışı tahsili yapmış hatta köyümüzün ilk üniversite tahsilli insanıdır. Ziraat yüksek mühendisi olarak devlet sektöründe çalışırken bizi ve köyümüzü hep kayırırdı ve bizim köyün gençlerini geçici işçi olarak çalışmasına vesile olurdu. Ben 1946 Engiz Köyü doğumluyum. Hem ağabeyimi hem de babamı kaybettiğim için lise tahsilimi bırakmak zorunda kaldım ve köyüme ailemin yanına çiftçilik yapmak için geri döndüm. 1973 yılında Engiz Belediye Başkanlığı görevini dört yıl yaptıktan sonra 1980 yılında 1-2 yıl Belediye Başkanlığı görevi, 1989 yılından 2009 yılına kadar tekrar Belediye Başkanı olarak görev yaptım ve şu anda da tüccar ve çiftçi olarak faaliyette bulunuyorum. Engiz Kalkınma Kooperatifini kurduktan sonra köyün ileri gelenlerini ve gençlerini üye yaparak Almanya'ya gitmelerine vesile oldu. O dönemde kooperatifte birlikte çalışma fırsatı bulduk. O başkan, ben başkan yardımcısı, bazı dönemlerde Yalçın Bey Yönetim Kurulu Başkanı iken ben de Yönetim Kurulu Üyesi olmuştum. Seçimi kazanmama neden oldu Bizim en çok birlikte olduğumuz proje ise siyasi projedir. Yalçın Bey’in 1973 yılında Ballıca Beldesi Belediye Başkanlığına aday olmamdan belediye başkanlığı dönemine kadar bütün zaman içerisindeki her anın katkısı büyüktür. Bize programlar hazırlayarak seçimi kazanmama vesile olmuştur. O Samsun İl Genel Meclisi Üyeliği yaparken ben Ballıca'da Belediye Başkanıydım. O dönemde ilginç anılarımız da olmuştur kendisiyle. Bir akşam siyasi çalışma yapmak için bir eve gittik. Aile geniş bir aileydi ve bir odada 20-25 kişi toplanmıştı. Bizim de bir mezbaha projemiz vardı ve ben bu projeyi o evde anlattım. Konuşmam bittikten sonra çaylar içildi ve veda zamanımız gelmişti, benim elimi uzattığım kişi de iki eliyle yanaklarımı avuçlayarak biraz da sertçe vurmaya başladı. Ben bu duruma hayret ettim ve biraz da bozuldum, iltifat mıydı yoksa hakaret miydi anlayamamıştım. Yalçın Ağabey bunu görünce hemen bana işaret yaptı ve biz o evden dışarı çıktığımızda “Bu iş artık oldu” dedi. Ben de “Ağabey ne olması bu adam baksana bana nasıl davrandı, görmedin mi?” dedim. Bana “Bu, kişinin sizi desteklediğini gösteren işaretiydi' demişti. Hadi ben deliyim de siz de mi delisiniz? Bir gün Yalçın Bey Süt Fabrikasının Müdürlüğünü yapıyordu ve o dönemde işler iyi gitmiyordu, sütler fazla geliyor fakat satışlar o kadar çok değildi, personelimizde de sıkıntı vardı, yetersiz kalıyordu. O dönemde bir de Kurdali isminde Avrupa’ya gitmiş ve ruh sağlığı bozulmuş personelimiz var. Geçmişte kooperatife hizmetleri olmuş birisi olması nedeniyle ruh hali bozulmuş olsa da kooperatifte çalıştırılıyordu. Yalçın Bey’in de o gün canı sıkılmış durumda. O da yanına gelmiş ileri geri konuşarak Yalçın Bey’i kızdırıyor. Yalçın Bey’in masasının yanında 1,5 metre boyunda bir inşaat demiri var ve onu kaptığı gibi Kurdali'nin üstüne yürüyor. Kurdali kaçarken Yalçın Bey de yakalamayacağını anladığından demiri arkasından fırlatıyor. Demir yere düştüğünde Kurdali demiri alıp Yalçın Bey’e doğru gelince Yalçın Bey panikliyor. Kurdali Yalçın Bey’in yanına geldiğinde “Yalçın Bey hadi ben deliyim de siz de mi delisiniz?” diye soruyor. Arabanın camı patladı ama yola devam etmeliyiz Benim için de güzel bir anısı var. Bir seferinde yine Ankara'ya gittik, siyasi anlamda bir işimiz var ve görüşmelerimiz bittikten sonra geri dönüyoruz. Yalçın Bey’in o dönemde Wolkswagen marka bir arabası var ve ben kullanıyorum. Aralık veya ocak ayıydı sanırım, arabanın ön camı durup dururken patladı. Oradaki köyden naylon aldık ve arabanın ön camına monte ettik. Şoför kısmına gelecek bir yerine de yolu görebileyim diye delik açtık. Yola çıktıktan bir süre sonra yolda trafik uygulaması var ve polisler çevirdi. Bize “bu ne hal ölüme mi gidiyorsunuz” diye sordular. Yalçın Bey de “Camımız patladı ancak yola devam etmek durumundaydık, biz de bu şekilde bir çare bulduk” diye yanıt verdi. Polisler bize ceza yazacaklar ve ceza makbuzunu ve kalemi ellerine alana kadar konuşmadı. Sonra tam polis ceza yazacakken biraz da kızar vaziyette, “Memur bey siz bize bu cezayı yazarak hayatımızı garanti mi ediyorsunuz? Biraz önce bizimle dalga geçiyordunuz ‘ölüme mi gidiyorsunuz diye.’ Bu cezayla şimdi hayatımızı garanti mi ediyorsunuz?” diye çıkıştı. Bunu duyan polis yazmayı bıraktı ve “Evet Beyefendi biz hata ediyoruz, şimdi arabayı sağ tarafa çekin ve cam gelene kadar oradan oynatmayın” dedi. Biz o anda panikledik ve polisi ikna etmek için konuşmaya başladık. Polis “bir şartla ikna olurum o da öndeki naylonu çıkartırsanız ve arabayı naylonsuz kullanırsanız” dedi. Hava soğuk, biz nasıl gideriz diye düşünürken naylonu söktük ve yola devam etmeye başladık. Yolda “Yalçın Ağabey sen ne yaptın? Keşke bu cezayı ödeseydik de naylonla da olsa yolumuza ön camlı olarak devam etseydik” dedim. Almanya’ya 3 bine yakın kişi gitti 1970-1973 yılları arasında kooperatifte, 1973-1977 yılları arasında da Belediye Başkanlığı döneminde farklı bir alanda siyasi alanda birlikteliğimiz oldu. Fabrika kurulduktan sonra da fabrikanın gelişmesi için yoğun anlamda birlikte çalıştık. Kendisine hiçbir zaman tartışma ortamı yaratmadım. Demokrat bir kişiliği vardır ve bazen samanı alevi gibi sinirlenirdi. Biz siyasi dönemde üçlüydük, ben mahalli idarelerde belediye başkanı, Yalçın Bey İl Genel Meclis Üyesi ve bir de Ahmet Altun vardı o da KÖY-KOOP Başkanı olarak Ankara'da kalıyordu. Biz aramızdan milletvekilliği için Ahmet Altun'u kabul ettik ve onun olması için de çaba sarf ettik. Bugün 19 Mayıs adında bir ilçe var ise, bu ilçeyi bu hale getiren kişilerden birisi de Yalçın Engiz'dir. Bu bölgeden Almanya'ya giden yaklaşık 3 bine yakın hemşerimiz var. Onun sayesinde demokrasimiz de gelişti. Kooperatif döneminde bunun oturmasına hamilik eden kişi de Yalçın Bey idi. Toplum menfaati için hep cebinden harcayan bir insandır ve hala çalışmaktadır. YILMAZ EREL Babam: Bir Aydınlanma ve Kalkınma Mühendisi Bugün 75 yaşını doldurmuş olan babam, kişisel gelişim kitaplarında okuduğumuz ve varlığından şüphe ettiğimiz karakterler gibidir. Sürekli yeni fikirler üreten, hayallerinin peşinden koşan, hiç yılmayan, para pulda gözü olmayan hep yeni bir şeyler meydana getirmenin planlarını yapan, kendini aşmış, aydın, üretken ve girişimci… Soyadı ile aynı ismi taşıyan ve verimli toprakları olan şirin bir orta Karadeniz köyünde aydın bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelen, kabına sığmayan, çok okuyan, araştıran zor şartlarda dahi yabancı dil öğrenmeyi başarabilen çağının ve coğrafyasının çok ilerisinde bir genç olarak gelişen ve Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ndeki başarılı bir eğitim hayatından sonra Almanya Cumhurbaşkanı’nın bursu ile Almanya’da yüksek lisansını tamamlayan bir vatansever… Hayatını dünyadaki güzellikleri keşfetmeye adayan, doğadan kopamayan, kişisel beklentiler içine girmeden sürekli topluma faydalı işlerle uğraşan ve dünyadan hiçbir zaman kopmayan bir aydınlanma ve kalkınma mühendisi… Ne öğrendiysem babamın yanında öğrendim Bugün geldiğim noktada -ki iyi okullarda eğitim almış ve belirli bir dünya tecrübesi olan bir kişi olarak “Ne öğrendiysem babamın yanında dolaşırken öğrendim” itirafını hiç gocunmadan yapabiliyorum. Detaycılık, centilmenlik, yeri geldiğinde kızgınlık, eğitmenlik, yaratıcılık, projecilik, insanları yüreklendirme, yılmadan uğraşma ve mücadelecilik babamın yakınındakilere kolaylıkla aşılayabildiği temel özelliklerindendir. Bunun yanı sıra çocuklarını seven, öğen ve onore edebilen bir baba olarak bizlere nitelikli bir gelecek hazırlamak için örnek bir ebeveyn olmuştur. Annem ile güzel vakit geçirmeyi bilmiş, küçük didişmeler ile halen bugün bile ilişkilerini canlı tutabilme başarısını gösterebilmiştir. Annem de bu arada açık fikirliliği ve modernliğiyle hepimizin önünü açan ve yüreklendiren bir eş, bir anne olabilmiştir. Yüz binlerce kişinin hayatını değiştirebildi Küçüklüğümde babam çok çalışan ve sürekli projeler üreten biriydi. 1970’li yıllarda Samsun ve çevresinde 100’ün üzerinde tarım kooperatifi kuruluşuna bizzat liderlik etmiş ve Engiz’de kurulan kooperatif için de dünya standartlarında entegre bir süt ve süt ürünleri üretim tesisi oluşturmuştu. Büyük yonca tarlaları, içinde yüzlerce Jersey ve Holstein türü süt ineklerinin bulunduğu ahırlar, pastörize ve daha sonra sterilize olan ve tüm süt ürünlerinin üretildiği bir süt fabrikası, soğuk hava depolu ürün dağıtım kamyonları ve perakende satış noktaları ile bugün bile gıpta edilecek Engiz Süt Entegre Süt ve Süt Ürünleri Üretim Tesisleri... Kuruluşuna liderlik ettiği ve bizzat kurduğu kooperatifler aracılığı ile orta Karadeniz bölgesinde yüz binlerce kişinin hayatını değiştirebilmiş, Ankara’ya güzel mesajlar yollayabilmiş ve tarım ve hayvancılık alanında yetişen on binlerce köylü, çiftçi ve üreticiye örnek olmuştur. Abdi İpekçi’nin elinden Karacan Ödülü 1970’li yılların ikinci yarısında CHP’de etkili görevler almış, Belediye Başkanları hep onun yakınındakilerden seçilmiş ve köyünden milletvekili dahi çıkmasına önderlik etmiştir. Kendisi de bir sonraki seçimlerinde senatör aday adayı iken 12 Eylül müdahalesi ile politikadan tamamen soğumuş ve bir daha da ilgilenmemiştir. O yıllarda Anadolu’da aydınlanma ve kalkınmanın birbirinden kopuk gerçekleşemeyeceğine ilişkin önemli ipuçları veren Tüten Baca adlı kitabıyla Abdi İpekçi’nin elinden Karacan Ödülü almıştı. O günlerde babamı sadece onunla işe gittiğimde görebilen ve “keşke daha fazla evde olsaydı” diye hayıflanan ben, bugün keşke babam gibi o yıllarda birkaç yüz Yalçın Engiz olsaydı da Anadolu’nun aydınlanma ve kalkınma süreci tamamlansaydı diye hayıflanıyorum. En büyük hayali demonstrasyon çiftliği kurmak Babamın kimseye kişisel kızgınlığı ya da kırgınlığı olmadı ancak yaptığı işin hakkını vermeyenlere, vatandaşa karşı görevini tam yapmayan kamu görevlilerine, diğerlerinin haklarına saygı göstermeyenlere, ilkesiz ve prensipsiz iş yapanlara, hizmet kalitesini önemsemeyenlere karşı hep bir tavrı oldu ve düzeltici bir mücadele içinde oldu. Köyünde kazandığı insan ve toprak sevgisi, Ankara’da aldığı ziraat eğitimi, Almanya ‘da kazandığı iş yapma prensipleri ve inovasyon becerileri onu hep çağının ve coğrafyasının ilerisine taşıdı. Bugün babam halen hayallerinin peşinden koşuyor, Organik Tarım Derneği başkanlığı yapıyor, en büyük hayali bir demonstrasyon çiftliği kurmak ve organik tarımın nasıl yapıldığını tüm tarım emekçilerine uygulamalı olarak göstermek ve anlatmak. Bu arada Avrupa Birliği projeleri ile de ilgileniyor ve o yaşına rağmen bolca seyahat ediyor. Bu arada dokuz torun sahibi bir dede olmanın keyfini de kaçırmıyor. Kışları yaşadıkları Moda’da ve yazları gittikleri Bodrum Ören’de doğadan, topraktan kopmadan hayatını sürdürüyor, hayallerini kovalıyor. Babam aslında Türkiye’nin geleceğini şekillendirme iddiası taşıyan herkesin tanıması ve anlaması gereken biri. Umuyorum bu kitap hepimizin içinde umut ışığı yakar… Oğlu Oğuz Bir kolektif çalışma örnek uygulaması: Engiz Dünyanın en güzel coğrafyasında çok özellikli ve verimli topraklarıyla, geçmişiyle bugünüyle, huzurlu ve temiz tarihçesiyle, önceleri Engiz Köyü olarak kurulan ve sonra 19 Mayıs adını alan ilçemizin evladı olmanın mutluluğunu bana bir kez daha yaşatan değerli büyüğümüz Yalçın Engiz’e öncelikle şükranlarımı sunuyorum. Kendisi ilçemizin ilk üniversite bitirerek ziraat mühendisi olan ve soyadını köyümüzden alan değerli bir insandır. Kendisine ait izlenimlerimi yazma fırsatı vermesi beni inanılmaz mutlu etti. 19 Mayıs’ta yaşadığı dönemde çalışkanlığı, beyefendiliği, zarafeti, çağdaş düşünceleri, yardım severliği müteşebbis, yatırımcı kişiliğiyle ön plana çıkmıştır. Hiç abartmamak gerekir ki, bugünkü 19 Mayıs ilçesi varsa Yalçın Engiz’in katkılarıyla gerçekleşmiştir. Bunu ilçede yaşayan herkes, daha çok büyüklerimiz biliyor ve çalışmalarını takdirle karşılıyor. Ben yaşım itibariyle Yalçın Amcamızla ilgili büyüklerimizden duyduğum ve yaşadığım dönemlerde tanık olduğum katkılarından bahsedebilirim. Kendisi benim örnek aldığım bir şahsiyettir. Çünkü 19 Mayıs’ta bugün her haneden bir kişi yurt dışında çalışıyorsa bu, Yalçın Engiz’in yardımlarıyla, modern tarımda köylümüze örnek uygulamalarıyla rehber olmasıyla gerçekleşmiştir. Yolunuz açık olsun 1970‘li yıllarda 19 Mayıs’ta ilk sanayi yatırımının oluşumunda, Almanya’daki işçilerin ufak tasarruflarını bir araya toplayıp kolektif çalışma anlayışının ilk örneğini gösteren Yalçın Engiz, Engiz Süt Fabrikasını kurma başarısını göstermiştir. İşletmede başarılı olunabilseydi bugün Türkiye’nin önemli sanayi kuruluşlarının arasında yerini almış olacaktı. Yalçın Amcamızın ilçemize sosyal ve ekonomik katkılarını anlatmakla bitiremeyiz. En son olarak sağlık sektöründe hizmet veren oğlu Oğuz Engiz, Samsun’da Karadeniz’in en büyük özel hastanenin hizmete açılmasını sağlamıştır. Yapımından işletme aşamasına kadar değerli katkıları mevcuttur. Bu davranış, Yalçın Amca’nın ülkemize yetiştirdiği hayırlı evlatları aracılığıyla katkılarının devam edeceğinin göstergesi olarak algılanmalıdır. Fakat sizleri ilçemizden ayrı illerde görmenin üzüntüsünü yaşamıyor değiliz. Keşke ilçemizde kalıp değerli fikirlerinizden, engin tecrübelerinizden faydalanma imkanımız olsaydı. Takip edebildiğim kadarıyla ulusal anlamda ülkemize katkılarınız, hizmetleriniz devam ediyor. Organik tarımla ilgili değerli çalışmalarımızdan dolayı size ayrıca şükranlarımı sunuyorum. Yolunuz açık olsun... AHMET ŞENOCAK
© Copyright 2024 Paperzz