Download File - İncir Çekirdeği

Nisan 2014
Sayı: 1
İngiliz
Edebiyatının
Unutulmaz
İsimlerinden
BRONTE
Kardeşler
dil, edebiyat, kültür, sanat
NERMİN
BEZMEN
İle
SÖYLEŞİ
ORHAN
VELİ
414.
ÖLÜM
YAŞINDA
BÂKİ
100
YIL
DÖNÜMÜNDE
İÇİNDEKİLER
Editörden..................................................3
Havadis.....................................................4
Ah çocuk- Sırdem Kemiksiz.........................7
Bronte Kardeşler – Beyza Arı.......................9
Kuldan Sultana- s.k...................................12
Saat- Ayşe Bengisu Akdağ...........................14
Bir garip Orhan Veli..................................17
Orhan Veli’den şiirler................................19
Orhan Veli’nin Mektubu............................20
Nermin Bezmen Söyleşisi..........................21
Tasavvuf Oldur ki – Hatice Türk..................28
Şiirler........................................................30
Bir Remilci Dükkanında Bâki KalanSırdem Kemiksiz......................................33
Uğursuzluk- Memduh Şevket Esendal...........38
Arka Kapak- Merve Başol.............................42
Edebiyat tarihinde Nisan............................44
Gençlere Sorduk- Kübra Tarakçı..................47
Tiyatro Dolu Günler - Sultan Demirtaş.........50
Vizyondakiler- Afra Nur Akkayalı.................52
2
EDİTÖRDEN
Uludağ Üniversitesi’nde bir grup
Türk dili ve edebiyatı bölümü
öğrencisi soğuk bir Şubat gününde
kendi aralarında sohbet ederlerken
birden şaka vâri bir teklif duyuldu
“Haydi dergi kuralım! ” Her şakada
bir gerçek vardır misali aynı gün
adı, logosu, sitesi oluşturulan
dergimiz uzun, yoğun bir çalışma
döneminin sonunda işte bugün ilk
sayısıyla okuyucuların beğenisine
sunuluyor.
Tamamen gönüllülük esasına
dayalı olarak herkesin taşın altına
eline koyduğu bir çalışmayla
Uludağlı edebiyatçıların sesi olan
“İncir Çekirdeği”nin ilk sayısını
heyecan, sevinç, coşku ve tabii ki
biraz da tedirginlikle sizlere
sunuyoruz. Her ay internet
üzerinden ücretsiz yayımlanacak
olan “İncir Çekirdeği” dil, edebiyat,
kültür ve sanatı edebiyat
öğrencilerinin gözünden sizlere
yansıtacak.
Gelelim ilk sayımızda sizleri nelerin
beklediğine... 100. Doğum yıl
dönümünde Orhan Veli’nin
şiirlerine, mektuplarına yer verdik.
Kısa ama dolu hayatını sizlere
anlatmaya çalıştık. İngiliz
edebiyatının unutulmaz
isimlerinden Charlotte Brontë’yi
ölüm yıl dönümünde “Bronte
Kardeşler”i, yaşamlarını,
yaşadıklarını, yapıtlarıyla Beyza Arı
sizler için yazdı. Şairler Sultanı
Bâki’yi yine ölüm yıl dönümü
münasebetiyle Sırdem Kemiksiz
kaleme aldı. Fuzuli’nin beytinden
manaya dökülenler sizleri
beklerken Hatice Türk de
“Tasavvuf neyi aramaktır?”
sorusundan bir yolculuğa
çıkarıyor. Elinde mikrofonuyla
Kübra Tarakçı beklenmedik sorular
yönelttiği gençlerin cevaplarını
sunuyor. Bunların yanında
okurken ruhlarınıza dokunmayı
bekleyen şiirlerimiz, hikayelerimiz,
sizler için ele aldığımız kitapların
tanıtımları, filmler, kültür edebiyat
dünyasından haberler, Bursa’daki
son festivaller dergimizde yer
alıyor. Söyleşi köşemizde ise sizleri
Kurt Seyit ve Şura’nın yazarı
Nermin Bezmen’le yaptığımız keyifli
söyleşi bekliyor.
Yoğun bir çalışmanın sonunda
sizlere elimizden geldiğince dolu bir
sayı sunmaya çalıştık. Uludağlı
edebiyatçılar olarak dilimize,
edebiyatımıza, kültürümüze incir
çekirdeği kadar bir faydamız olursa
ne mutlu bizlere...
Ayşe Bengisu Akdağ
Genel Yayın Yönetmeni
HA
VÂ
DİS
Kütüphane Haftası
(31 Mart–6 Nisan)
kutlanıyor!
Bu yıl 31 Mart – 6
Nisan 2014 tarihleri
arasında kutlanacak
olan Kütüphane
Haftası, yarım asırlık
bir geleneğin
yansıması olarak özel
bir anlam taşıyor. Bu
yönü ile ülkemizde
kesintisiz olarak
kutlanan en uzun
soluklu etkinliklerden
biri olma özelliği ile
dikkat çekiyor bu
hafta. Türkiye’de bir
çok kentte çeşitli
etkinliklerle
kutlanacak olan hafta
Türk Kütüphaneciler
Derneği Bursa
Şubesi'nin desteğiyle
bir dizi etkinliklerle
Bursa'da da
kutlanacak . 50.
Kütüphane Haftası
Açılış Töreni 01 Nisan
2014 Salı günü saat
14:00'de Tayyare
Kültür Merkezi'nde
yapılacak. Etkinlik
içeriklerinin
detaylarını öğrenmek
için dileyenler bu
siteye göz atabilir:
www.bursakulturturiz
m.gov.tr
Bursa Kitap
Fuarı’nı 293 bin
kişi ziyaret etti
Tüyap Bursa Fuarcılık
tarafından Türkiye
Yayıncılar Birliği, KOSGEB
Küçük ve Orta Ölçekli
İşletmeleri Geliştirme ve
Destekleme İdaresi
Başkanlığı, Bursa Ticaret
ve Sanayi Odası ve Bursa
Büyükşehir Belediyesi,
Burs İl Milli Eğitim
Müdürlüğü ve Uludağ
Üniversitesi iş birliğiyle
düzenlediği 12. Bursa
Kitap ve Eğitim Fuarı sona
erdi. Bursa Uluslararası
Fuar ve Kongre
Merkezi’ndeki fuarı 293
bin kişi ziyareti etti.
Bursa'da 'Kitap Baharı'nı
estiren fuara, 280
yayınevi ve sivil toplum
kuruluşu katıldı. Fuarın
ziyarete açık olduğu 9 gün
süresince söyleşi, panel,
şiir dinletisi, okuma
saatleri ve çocuk
etkinlikleri gibi 80 kültür
etkinliği ve imza
günlerinde 500 yazar
okurlarıyla buluştu.
Öz Edebiyat Ödülü
Küçük İskender'in
oldu
teslim edilecek. Erdal Öz
Edebiyat Ödülü bugüne
dek, Gülten Akın, Nurdan
Gürbilek, İhsan Oktay
Anar, Şavkar Altınel,
Murathan Mungan ve
Cemil Kavukçu’ya
verilmişti
Can Yayınları'nın
kurucusu Erdal Öz'ün
anısını yaşatmak için ailesi
Prof.Dr. İLHAN GENÇ
EDEBİYAT
AKŞAMLARI’NIN
KONUĞU OLDU
tarafından her yıl
günümüz edebiyatı
arasında kurduğu ilişkileri
kitaplık çapta eserlerle
pekiştiren bir isim.
Klasik edebiyatın
mahiyeti, kaynakları,
etkileri, ölümsüz eserleri
gibi hususların yanı sıra
klasik edebiyat öğretimi
ve sorunları, bu
edebiyatın günümüzdeki
karşılığı, yeniden
yaşayabilirliği gibi
hususlar Edebiyat
Akşamları’nda konuşulan
Başlıca konulardı.
düzenlenen Erdal Öz
Tanpınar’ın “garip”
şiir karalamaları ilk
kez Kitap-lık’ta
Edebiyat Ödülü, Küçük
İskender'in oldu.
Enis Batur, Feride
Çiçekoğlu, Turgay Fişekçi,
Kaya Genç, Handan İnci,
Asuman Kafaoğlu Büke
ve Can Yayınları adına
Sırma Köksal'dan oluşan
Seçici Kurul, bu yıl
yedincisi düzenlenen
ödülün, Türk şiirine
getirdiği özgün soluk ve
şiir dilini geliştirmesinin
yanında 30 yıl boyunca
duruşundaki tutarlılık
nedeniyle, Küçükİskender
'e layık gördüğünü
açıkladı. Ödül, 2 Nisan
2014 Çarşamba günü Pera
Palas'ta düzenlenecek
törenle Küçük İskender'e
5
Bursa Büyükşehir
Belediyesi Kültür AŞ’nin
İbrahim Paşa (Mahkeme
Hamamı) Kültür
Merkezi’nde düzenlediği
Edebiyat Akşamları
programında bu ayın
konuğu bir klasik edebiyat
profesörü: Halen Düzce
Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi dekanlığı yapan
İlhan GENÇ oldu.
Prof. Dr. İlhan GENÇ,
Klasik Türk Edebiyatı
(Divan Edebiyatı)
alanında yaptığı
çalışmalarla bilinen,
dahası klasik edebiyat ile
Yapı Kredi Yayınları’nın iki
aylık edebiyat dergisi
Kitap-lık’ın Mart-Nisan
sayısında Orhan Veli
arşivinde bulunan
Tanpınar şiirleri ilk kez
gün ışığına çıkıyor. Orhan
Veli arşivindeki Mîna
Urgan mektubunun arka
sayfasında, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Garip şiirini
taklit ettiği sekiz kısa şiir
eskizi bulundu. Yücel
Demirel’in çeviri yazısıyla
latin harflerine aktarılan
şiirlerde Tanpınar’ın İkinci
Dünya Savaşı ortamında
güncel olaylara ve hayata
bakışı, Ali Nihad Tarlan ile
ilişkisi ve esprili kişiliği
görülüyor.
Ferhangi Şeyler
politikalarını eleştiriyor,
kimi zaman gazete
sayfalarından akıp giden
çeşitli haberleri kendi
yorumuyla bir kez daha
sunuyor. 1987 yılında ilk
kez sahnelenen oyun, o
günden bu güne Türkiye
dışında Londra,
Washington, New York,
Münich, Hamburg,
Amsterdam ve Zurih
başta olmak üzere değişik
kentleri dolaştı.
Ferhan Şensoy'un 7 Mart
1987'den beri aralıksız
oynadığı tek kişilik
gösterisi Ferhangi Şeyler,
14 Nisan'da Bursa
Tayyare Kültür
Merkezi'nde...
Gündelik herhangi
olayların Ferhanca bir
mizah penceresinden
değerlendirilmesi...
Ferhan Şensoy yirminci
yılını geride bırakan
Ferhangi Şeyler de kimi
zaman siyasileri ve
6
Nazım Hikmet’in
Yolculuk Fotoğrafları
Sergisi açıldı .
Sergi, Nazım Hikmet’in
1951-1963 yılları
arasındaki fotoğraflarını
kapsıyor.
25 Nisan’a kadar Kadıköy
Belediyesi CKM Sanat
Galerisi’nde sergilenecek
olan Nazım Hikmet’in
Yolculuk Fotoğrafları
Sergisi, Nazım Hikmet’in
‘rüyalarımın memleketi’
diye adlandırdığı
Moskova’ya üçüncü
gidişinden sonraki 19511963 yılları arasındaki
fotoğraflarını kapsıyor.
Nazım Hikmet’in yurt dışı
ağırlıklı bazıları imzalı
fotoğraflarıyla birlikte,
1928 tarihli ilk kitabı ile
1932 yılında SSCB’de ilk
basılan kitabı dahil olmak
üzere Türkiye dışında
basılan bazı kitapları,
plakları, ses bantları, bazı
gazete küpürleri ve M.
Melih Güneş’in hazırladığı
'Bir Yitik Miras Nazım
Hikmet' başlıklı bir video
çalışması da bu sergide
bulunuyor.
AH ÇOCUK
Bir çocuk doğdu. Şehrine
karanlık basmış,
şimşekler çakmaktaydı.
Ardında silah sesleri…
Ağlıyordu çocuk. Ağlarken
kızarıyor, morarıyor, sesi
titriyor, kısılıyordu. Kimse
ama hiç kimse duymadı
onu. Sadece bombaların
hatırladığı bir şehrin
gecesine doğmuş kadersiz
bir bebekti o.
Bir çocuk daha doğdu
ardından. Minik elleri
7
annesinin avuçları
arasındaydı. Birlikte göğe
baktılar. Ayı
görüyorlardı.Yeri yokladı
kadın;soğuk ve
sertti.Yağmur hiç
acımadan yağıyordu
üzerlerine.Kadın
çaresizdi,kimsesizdi. “Bu
çocuğa nasıl bakarım? ”
dedi içinden. Elbisesinin
eteğini çocuğun üstüne
çekiyordu kadın
yetmeyeceğini bile bile.
Yağmur hızlandı.
Bir çocuk doğdu sıcak
ülkelerin birinde. Sıcak
ama unutulmuş bir
şehirde. Zavallı annesi
açtı. Burada yaşayan tüm
insanlar, kadınlar,
çocuklar gibi daima açtı.
Tok insanların aç
insanların topraklarına
olan hırsından dolayı hep
aç kalacaktı. Bu çocuk
burada ne kadar
yaşayacaktı?
Bir çocuk doğdu demir
parmaklıkların ardından.
Annesi ise telaşlı. Kendisi
gibi mahkum muydu bu
zavallıcık da güneşi
görmeden yaşamaya. Oysa
ki bebeğini karnında ilk
hissettiği an böyle
olacağını tahmin bile
etmemişti. O, mavi
gökyüzünün yeşille
buluştuğu bir dünyada
durmaksızın koşacak,
koşacaktı elinde kuyruklu
bir uçurtmayla.
Bir çocuk doğdu
dünyanın tüm
zenginliklerinin ortasında.
Sıcak ama bir o kadar
tenha, rahat ama bir o
kadar da sevgisizdi
parçası olduğu hayat.
Minicik ellerinde bir var
bin yoktu. Sevilmeden
nasıl büyürdü?
Çocuklar... Ellerinden
yaşamları çalınmış,
yaşatılmamış,
korunmamış, o güzel
yüzleri bir kerecik
öpülmemiş çocuklar el
eleler şimdi. Bir ilkbahar
rüzgârının savurduğu
yeşil bir yaprağa bindiler.
Yaprak göklere savurdu
onları ve hepsi bir ağacın
birer dalına oturdular
güneşi arkalarında
bırakarak. Bir şarkı
tutturdular ilkbahar
kuşları misali. Hepsi
mutlu, hepsi tok, hepsi
sıcak, oturdukları yerden
kirli dünyanın hırslı
yetişkinlerini izliyor şimdi.
Sırdem Kemiksiz
8
BRONTE KARDEŞLER
İngiliz edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına isimlerini başarılı ve
ilginç bir şekilde yazdıran üç yazar... Yazdıkları eserlerin yanı sıra
acıklı hayat hikâyeleriyle dikkatleri üzerlerine toplayan üç güçlü
kadın... Hayatlarında verdikleri kararlarla cesaret timsali üç genç
kız... Kişilikleri açısından birbirlerinden çok farklı üç kardeş...
Açık yürekli ve nazlı Anne Bronte, sakin görünüşüne karşın
oldukça duygusal ve güçlü Charlotte Bronte, suskun, içine
kapanık ve en yeteneklileri sayılan Emily Bronte.
Bronte kardeşlerin yaşamı da en az bir roman kadar ilginçti.
Anneleri altıncı çocuğu Anne'in doğumundan kısa bir süre sonra
ölmüştü. Beş kız ve bir erkek çocuğuna bakma görevi teyzeleri
Elizabeth Branwell'e düşmüştü. Beş kız kardeşten diğer ikisi
Maria ve Elizabeth gittikleri yatılı okuldaki sağlıksız koşullar
yüzünden aynı yıl tüberküloza kurban gitmişti. Bronte ailesi için
9
bu ikinci bir yıkım, ikinci bir acı olmuştu. Özellikle de babaları
Patrick Bronte için.
Karısının ölümünden sonra
iki büyük kızını da kaybeden
Patrick Bronte, çalışma
odasından çıkmıyor, çoğu
zaman yemeğini tek başına
yiyordu. Günlerini kitap
okumakla ve kırlarda
dolaşmakla geçiren diğer üç
kızıyla ilgilenmiyordu bile.
İleride Bronte Kardeşler
olarak anılacak olan üç kız,
erkek kardeşleri Bronwell'le
birlikte uydurdukları
gerçekdışı öyküleri ufacık
kâğıtlara yazıyor, bu kağıtları
kitaba benzemesi için dikerek
birleştiriyorlardı. O sırada 15
yaşında olan Charlotte Bronte
bu şekilde tam on beş
"roman" yazmıştı. Neredeyse
bütün günlerini babalarının
kütüphanesinde, kitaplar
arasında geçiriyor ve bundan
büyük zevk duyuyorlardı.
Hepsinin hayalinde ise ileride
başarılı bir yazar olmak vardı.
Fakat erkek kardeşleri
Bronwell, tüm yeteneklerine
karşın başarılı olamamış,
uyuşturucu ve alkol bağımlısı
biri haline gelmişti.
Kardeşlerinin bu durumu ve
10
ailenin gittikçe büyüyen
maddi sıkıntısı Bronte
kardeşleri dönemin toplumsal
yargılarına ters düşecek bir
karar almaya itmişti. Üç kız
kardeş evden ayrılarak kendi
geçimlerini sağlamak için
çocuk bakıcılığı yapmaya
başladı. Fakat kızlar gün
geçtikçe birbirlerini özlüyor ve
bir türlü mutlu olamıyorlardı.
Daha sonra küçük bir okul
açmaya karar veren Bronte
kardeşler, ataerkil bir
toplumda kadının da neler
yapabileceğini adeta
ispatlıyorlardı. Haworth'daki
küçük bir rahip evinde
açtıkları bu okula hem ıssız
bir yerde olması hem de alkol
ve uyuşturucu kullanan
kardeşleri Bronwell'in kötü
ünü yüzünden kimse gelmedi.
Bir gün Charlotte tesadüfen
Emily'nin eskiden yazmış
olduğu şiirlerini buldu.
Emily'nin yanına giderek
bulduğu şiirleri gösteren
Charlotte, kendisinin de şiir
yazdığını söyledikten sonra
Anne'nin de şiir yazdığı ortaya
çıkınca üç kız kardeş
hayatlarındaki en ilginç kararı
verdiler: Bir şiir kitabı
çıkarmak. Bir yıl sonra üç kız,
Currer, Ellis ve Acton Bell
takma adlarıyla ortak bir şiir
kitabı yayımladı. İlk harfleri
gerçek adlarının baş
harflerinden oluşan bu
uydurma adları
kullanmalarının nedeni,
gizemli bir hava yaratmak
isteğinin yanı sıra kadın
oldukları anlaşılırsa kitabın
önemsenmeyeceğinden
korkmalarıydı. Yayımladıkları
bu kitap sadece iki adet
satarak büyük bir hayal
kırıklığı bıraktı geride. Fakat
mücadeleci ruhlu üç kardeş
bu başarısızlığı bir kenara
iterek bu kez de roman
yazmaya karar verdiler. Bu
karar sayesinde Bronte
kardeşlerin yaşamlarında yeni
bir sayfa açılmıştı.
Charlotte'un "Jane Eyre"i,
Emily'nin "Uğultulu Tepeler”i
(Rüzgarlı Bayır) , Anne'in ise
"Agnes Grey"i kız kardeşlerin
edebiyat dünyasında
başarıyla anılmalarını sağladı.
Bronte ailesinin güzel
günleri çok sürmedi ve erkek
11
kardeşleri Bronwell'in ölüm
haberi kardeşlere yeni bir acı
daha yaşattı. Acıların ardı
arkası kesilmiyordu.
Bronwell'in cenaze töreninde
üşüterek hastalanan Emily,
kendi kendine iyileşmeye
çalıştıysa da durumu giderek
kötüleşti ve kardeşinden
sadece iki ay sonra yaşamını
yitirdi. Kardeşler adeta
sözleşmişcesine gidiyorlardı.
Bir yıl sonra da veremden
hayatını kaybeden Anne,
Charlotte'u yapayalnız bıraktı.
Çok da uzun olmayan
yaşamlarına birçok acı
sığdıran Bronte kardeşler,
İngiliz edebiyatının 1840'lı
yıllarına damgasını vuran
romanlar kaleme almışlardır.
Günümüze kadar adlarını ve
eserlerini duyurmayı başaran
kardeşler eserlerinin ne denli
başarılı birer yapıt olduklarını
adeta kanıtlamışlardır. Bronte
ailesinin bu üç kızı kısacık
yaşamlarıyla gönüllerimizde
sonsuza kadar
yaşayacaklardır.
Beyza Arı
Kuldan Sultan’a
Ey sevgili! Çölde attığım her adımda güneş yoldaş
olmuştu bana. Sen yoktun, ben ise bir bedevi... Ancak
güneş, bedevilerin en son tercih edeceği arkadaştı. Ben
gölgemi arıyordum, zira çöldeki en büyük zenginlik
gölgeydi. Ah sevgili yoktun, yoksun...
Çölde gölgeyi arayan bir bedevi misali arıyorum seni.
Mumu arayan pervane gibi, Mecnun'u arayan Leylâ gibi
arıyorum. Bulamıyorum, bulsam varamıyorum.
12
Bir serap misali bir varsın bir yoksun. Gölgeni bulmak,
gölgende kendimi bulmak, seni hissetmek istiyorum.
Ancak yaklaştıkça kaybediyorum gölgeni, seni ve kendimi.
Sonra çölde bir hurma gölgesi buluyorum fakat bu tende
seni bulamıyorum. Ey mum! Gel artık, bu pervaneyi sensiz
koyma. Leylâ' yı istemeyen Mecnun gibi beni çölde susuz,
gölgesiz bırakma. Leylâ ki çölde aradı buldu Mecnun'unu.
Lakin tanımadı Mecnun Leylâ'sını, tanıyamadı,
tanıtılmak istemedi, belki de tanıtılmadı.
Ah vefasız sevgili! Beni Mecnun gibi çöllerde cünun
ettin ama Leylâ'nın da dediği gibi Mecnun, aşkını bütün
vahşi hayvanlara anlattı. Benimse derdim büyüdü,
dağları aştı.Bir vav misali beni boynu bükük
yaptı.Razıyım sevgili, razıyım.
"Bende Mecnun'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnun'un ancak adı var"
Fuzuli
S.K
13
SAAT
Ayşe Bengisu Akdağ
Sâcide Teyze yine saat sekize doğru gelirken uyandı. Yavaşça
doğruldu yatağında. Özenle ördüğü yün patiklerini giydi. Elini
yüzünü yıkadıktan sonra boruları eğrilmeye başlamış
sobasının üstüne demliğini koydu. Kalan son odunu da içine
attı. Alevin bir parlayıp bir gölgelenen ışıkları yılların
yüzündeki izlerini daha bir görünür kılıyordu.
Tek kişilik mütevazı sofrasını kurdu. Köyden gelen peyniri,
ekmeği, kendi hazırladığı reçeliyle kahvaltısını yaptı. Dişlerini
takmayı unutmuştu yine. Üşendi gidip almaya. Zorlanarak da
olsa bitirdi kahvaltısını. Tam çayını yudumluyordu ki boyaları
dökülmüş duvarında, kocasının siyah beyaz fotoğrafının hafif
kaymış olduğunu fark etti. Çerçeveyi düzeltmek üzere hemen
yerinden kalkıp kamburlaşmış sırtına rağmen uzandı. Geriden
de bakıp yeni konumundan memnun olunca tekrar masasına
döndü. Bıraktı bardağını. Yine hâkim olamamıştı...
Bulutlanmıştı gök rengi gözleri. Tekrar fotoğrafa baktı uzun
uzun. Gözlüğünü çıkarıp her daim elinde bulunan bir mendille
gözyaşlarını silmeye çalıştı. Ardından gözlüğünü temizledi.
Ovuşturmaya devam ederken camları ışığa tutarak kısık
gözlerle baktı. Derin bir iç çekti. Sonra hatrına Gurbetteki oğlu,
yıllar önce yuvadan uçan kızları, doya doya sevemediği
göremediği torunları geldi. Çayını tekrar eline aldı, kaşığının
ince belli bardakta çıkardığı şıngırtı eski küçük evin
duvarlarında yankılandı.
Abdestini alıp ahşap pervazlı pencerenin yanına oturdu.
Ezanı beklerken başı eğik, gözleri yarı açık, hafif kıpırdayan
dudaklarla tane tane tespihini çekmeye başladı. O sırada
14
sokaktan geçen komşusu onu görünce selam verdi, pazara kadar indiğini
bir ihtiyacı varsa alıp gelebileceğini söyledi. “Allah razı olsun yavrum, yok
bir ihtiyacım şükür” dedi Sâcide Teyze. Parmağıyla tuttuğu yerden
devam etti tespihine.
fotoğraf:
aybige akdağ
Güneşin yavaşça çekilip ikindi rüzgârlarının yaprakları sürüklediği vakit
siyah esvaplarını giyip tülbentini örterek evden çıktı. Demir tokmaklı
tahta kapısını sıkıca kapattığından emin olup yılların ağırlığından,
anılarının yorgunluğundan ikiye bükülmüş beliyle Arnavut kaldırımlı
sokakta yürümeye başladı. Köşe başında kendini bekleyen kedilere
evden getirdiği bayatlamış ekmekleri, artan yemekleri verdi. Bir müddet
onlarla konuştuktan sonra yoluna devam etti. Hemen yanında I. Murad
zamanından kalma Camii’nin avlusundaki eski mezarlığa Fâtiha okudu.
Sonunda aynı sokak üstündeki diğer ahşap pervazlı, duvarlarını
sarmaşıkların sardığı eski tahta evin önüne vardı. Biraz soluklandıktan
sonra yavaşça kapıyı çaldı. Kendinden daha genççe bir teyze sokağa
15
bakan pencerenin tülünü hafifçe aralayıp kim olduğuna baktı. “Aa Sâcide
Abla sen miydin? Geldim geldim” dedi ardından perdeyi çekerek. Birkaç
saniye sonra evin yirmili yaşlardaki genç kızı kapıda belirdi. Yaşlı teyzenin
üstündekileri alıp merdivenleri çıkmasına yardım etti. Sâcide Teyze o
sırada ocakta pişen yemeğin kokusunun bütün eve yayıldığını fark etti.
Kendi evinde yıllardır böyle bir koku duyulmuyordu. Bir tabaklık yemeğin
kokusu ne kadar yayılabilirdi ki evde? Bir tas çorba ne kadar ısıtabilirdi
yüreğini?
İki teyze Bursa’nın asırlık semtlerinden olan Tophane’nin bu mütevazi
tahta evinde, Uludağ’ın eteklerine bakan penceresinin önünde uzun
uzun sohbet etti. Komşu kadın çay kaşığını özenle tabağına bırakırken “
Ee çocuklar ne ediyo Sacide Abla?” dedi. “Çok şükür iyiler” dedi yaşlı
kadın. Yarı açık görünen gözlerini yere indirdi. “İyilerdir... Herhalde...”
diye fısıldadı içinden. Komşu kadın mahallede son zamanlarda ne oldu
ne bitti kim geldi kim gitti hepsinin malumatını verdi. Kırmamak için
komşusunun sözünü kesmeyen Sâcide Teyze, onun “ Yaa işte böyle...”
diye başlayan sonuca bağlama cümlesini duyunca rahatladı. Kadıncağız
durumu anlayıp her ne kadar “hemen gitcenni Sâcide Ablaa?” dese de
artık müsaade istedi. Evin tahta merdivenlerinin pervazlarına tutunarak
her basamakta soluklanarak indikten sonra “hayde selamedinen” diyip
evinin yolunu tuttu.
Osmangazi’nin türbesinden yükselen ağaçların gölgesinin düştüğü
sokakta ağır ağır yürümeye başladı. Köşe başındaki kediler çoktan
yemeklerini bitirmiş, üzerlerine akşam güneşinin son kızıllığı vururken
ağaçların altında temizleniyorlardı. Câmiye doğru giden birkaç genç
selam verdi Sâcide Teyze’ye. Halini hatrını sordu. Top oynayan çocuklar
o geçerken usluca beklediler.
Sonunda yaşlı kadın evine vardı. İki adımlık yol nefes nefese kalmasına
yetmişti. Yorgunluğunu atmak için bir müddet tek kişilik kanepesinde
oturdu. Sokaktaki seslere verdi kendini evdeki sessizliği duymamak için.
Ezan okununca kalkıp namazını kıldı. Her gün yatmadan yaptığı gibi yine
uzun uzun duvardaki fotoğrafa baktı. Sabah namazına kurmak için
başucundaki saatini eline aldığında yıllar sonra ilk defa durduğunu
gördü. Hafif bir tebessümle kocasının fotoğrafına baktı. Usulca yerine
koydu saati. Tahta kapakları tam kapanamayan gardırobundan naftalin
kokusu sinmiş battaniyesini üstüne aldı, uykuya daldı...
16
BİR GARİP
ORHAN VELİ
“İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim...”
Yıl 1914... İleride Cumhuriyet döneminin en büyük şairlerinden biri olacak olan Orhan Veli
Nisan’ın 13ünde Beykoz'a bağlı Yalıköyü'nde bulunan İshak Ağa Yokuşu'ndaki Çayır Sokağında
9 numaralı konakta dünyaya geldi.
17
Edebiyata merakı ilkokul yıllarında başlayan Orhan Veli’nin bu dönemde “Çocuk Dünyası”
isimli dergide bir hikâyesi basıldı. Ortaokulun yedinci sınıfındayken Oktay Rifat Horozcu ile
tanıştı. Birkaç yıl sonra ise bir müsamere sırasında halk evinde Melih Cevdet Anday ile
arkadaş oldu. Lisenin ilk yılında edebiyat öğretmeni ise Ahmet Hamdi Tanpınar'dı.
Aradan yıllar geçmişti... Okuyanların “Bu nedir yahu?” tepkisi verdiği şiirleri Varlık Dergisi’
nde yayınlanmaya başladı. Dergide Orhan Veli ve arkadaşları edebiyat dünyasına şöyle
tanıtılmıştı:
“Varlık' ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini
okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir
sanat sahibidir. Gelecek sayılarımızda onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet ve
Mehmet Ali Sel'in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi belirtecektir.”
Tarihler 1941 yılının Mayıs ayını gösterirken raflarda “Garip” adında bir kitapçık görülmeye
başlanmıştı. Bu kitapta şairin yirmi dört şiirinin yanı sıra Melih Cevdet'in on altı, Oktay Rifat'ın
ise yirmi bir şiiri yer aldı. Kitap sonradan Birinci Yeni olarak da anılacak Garip akımının
başlangıcı oldu.
Orhan Veli’nin mısralarında her şey, herkes mesela bir elinde cımbız bir elinde aynayla”
dünyayı umursamayan genç bir kız, sakalları göğsünde Sicilyalı bir balıkçı, her daim
“efkarlanan” bir delikanlı kendilerine yer bulabiliyordu.
Nazım Hikmet'in hapisten serbest bırakılması için arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet
Anday ile üç gün açlık grevinde bulunan şair, dönemin düşünce yaşamında da edebiyat
alanında olduğu gibi büyük etkiler uyandırmıştır. 14 Kasım 1950 günü henüz 36 yaşında, en
verimli çağında ölen Orhan Veli kendi hayatını da mısralara şöyle dökmüştü...
“1914'te doğdum.
1 yaşında kurbağadan korktum.
9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım.
13'te Oktay Rıfat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım.
17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım.
19'dan sonra avarelik devrim başlar.
20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim.
25'te başımdan bir otomobil kazası geçti.
Çok aşık oldum.
Hiç evlenmedim"
18
ORHAN VELİ ’den
Nisan
İmkansız şey
Şiir yazmak
GÜZEL HAVALAR
Kızılcık
Beni bu güzel havalar
mahvetti,
İlk yemişini bu sene verdi,
Böyle havada istifa ettim
Kızılcık,
Üç tane;
Evkaftaki
memuriyetimden.
Bir daha seneye beş tane
verir;
Tütüne böyle havada
alıştım,
Ömür çok,
Böyle havada aşık oldum;
Bekleriz;
Eve ekmekle tuz
götürmeyi
Aşıksan eğer;
Ve yazmamak,
Aylardan Nisansa.
Ne çıkar?
13.04.1914
Doğumunun
100. Yılında
Orhan Veli
19
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda
nüksetti;
Beni bu güzel havalar
mahvetti.
ORHAN VELİ’DEN
NECATİ CUMALI’YA MEKTUP
“
Istanbul 1944
Sevgili biricik şairim,
Mektuplarına cevap yazmışım, yazmamışım, geç kalmışım,
kalmamışım; hepsini geçelim. İstanbul’dan İzmir’e gittiğini duydum.
Şimdi de herhalde oradasın. Adresin doğru mu, mektubum eline
geçecek mi, bilmiyorum. Doğru ise uzunca bir mektupla beni
haberdar et. Mektubun içinde şiir de bulunsun. Cevabını bir ay
içinde gönderirsen şu adrese yaz:
Mesarburnu Cad. 77
Sarıyer-Istanbul
Bir aydan sonra da şu adrese:
Atatürk Bulvarı, Vardar Ap. 5
Yenişehir-Ankara
Sen Istanbul’da iken ben Zonguldak’taydım. Onun için
konuşamadık herhalde.
Mektuplarımın eline geçeceğinden emin olursam uzun
yazarım.Şimdilik muhabbetle,hasretle gözlerinden öperim..
”
NERMİN BEZMEN İLE SÖYLEŞİ
21
SÖYLEŞİ
yaşanır. Ta ki ortaya çıkan emeğin
paylaşımına kadar.
Sanata, yaşarken beni hür kıldığı,
öldükten sonra da ölümsüz kılacağı
için tutkuluyum.
“ Bezmen 1954 yılında Antalya'da
dünyaya geldi. Maçka İlkokulu'nu
bitirdi. Atatürk Kız Lisesi'nde
okurken, son sınıfta AFS bursuyla
Amerika'ya gitti. Dönüşte
Sultanahmet Sevk ve İdarecilik
Yüksek Okulu'na devam ederek 1974
yılında mezun oldu.
Bezmen televizyon sunuculuğu, dergi
yazarlığı ve halkla ilişkiler faaliyetleri
yürüttü; gelenekli Türk sanatları ile
ilgilendi. Kendi atölyesinde yetişkin
ve çocuklara resim dersi verdi.
Popüler edebiyat dalında rağbet
gören kitaplar yazdı. ”
Geçmişinize baktığımızda edebiyatçı
kimliğinizin yanında minyatür, baskı,
resim, tezhip gibi sanatlarla iç içe
olduğunuzu görüyoruz. Sanata olan
bu tutkunuzun kaynağı nedir?
Okuma sevgim gibi sanatla olan
duygusal yakınlığım da anne ve
babamın bana çok küçük yaşlardan
itibaren aşıladıkları bir tutku. Çok
kuvvetli olan hayâl gücüm,
duygusallığım ve yaşamı an ve an
içime çekerek yaşamayı seçen
karakterim beni sanatın salt izleyicisi
olmanın ötesine taşıdı.
Sanat – sanatçı ilişkisi üretim
aşamasında aynen aşk gibi; bir
diğerine hitap eden iki dünya arasında
22
Nermin Bezmen nasıl yazar? Bir
hikaye ya da roman konusu
zihninizde nasıl oluşur? Hangi
aşamalardan geçer? Karakter seçimi,
onun mekana yerleşimi nasıl bir
düzene sahiptir?
Aynen özel hayatımı yaşadığım gibi; yüreğimin
sesiyle yazan bir yazarım. Bir mekân, bir
karakter, bir öykü bana “Gel, beni yaz!” der.
Bu, duyduğum an beni heyecanlandıran ve bir
an önce kaleme sarılmak coşkusu veren bir
sestir. İlk önce kahramanımın ve diğer
karakterlerin kimliklerini belirler ve onların
psikolojilerini bir elbise gibi giydiririm.
Yazacağım zaman diliminin tüm özellikleri;
tarihi, coğrafyası, siyasi – politik – kültürel –
görsel - sanatsal toplum yapısı, toplumun farklı
katmanlarındaki ayrı özellikleri, varsa;
folklorik, arkeolojik ve mitolojik öyküleri,
şehir-mahalle düzenleri, önemli olayları,
önemli kişilikleri gibi onlarca detayı içeren
bulabildiğim her kitap, anı, fotoğraf, harita
benim âdeta bir üniversite tezi hazırlar
titizliğinde çalışma alanıma girer. Bu
başlıklardan her biri için bir defter açar ve el
yazısıyla not düşerken hafızama nakşederim.
Bu çalışmayı yaparken ilk başta bir iki cümleyle
belirlediğim akış şekil kazanır ve yazmaya
otururum. Yazarken devrin veya
kahramanımın müziği kulağımda, yine o
devirden objeler, fotoğraflar çalışma masamın
üzerindedir. Ruhen, anlattığım zamana ve
mekâna âdeta ışınlanır ve anlattığım
karakterlerle yaşamaya başlarım. İlk birkaç
sayfadan sonra kahramanım kendi ihtiyaçları
doğrultusunda beni yönlendirir ve yeni
karakterler, yeni maceralar, yeni mekânlar
seçeriz beraber. Sanki karakterler kulağıma
kendi hayatlarını fısıldıyor rahatlında yazarım.
Hiç “Şimdi ne yazayım? Nasıl anlatayım?”
dediğim olmadı bugüne dek. Daha önceden
bana anlatılmış duygusuyla yazıyorum
romanlarımı.
“Ruhen, anlattığım zamana ve
mekâna
âdeta ışınlanır ve anlattığım
karakterlerle
yaşamaya başlarım”
23
Türk edebiyatına ilişkin
değerlendirmelerde Türk şiiri ve
hikayesinin güçlü temsilcilerinin
bulunduğu ancak Türk romanının
henüz emekleme aşamasında olduğu
belirtiliyor zaman zaman. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz? Türk
romanı nasıl, şu an ne durumda?
Yüzyıllar boyunca,hem Divan Edebiyatının
hem Halk Edebiyatının beslediği şiir dünyamıza
kıyasla roman çok yeni bir edebiyat alanı. Bu
geç kalmışlığın getirdiği bir süreç söz konusu.
Diğer taraftan sözsel anlatımın daha ziyade
benimsendiği bir toplumuz. Okur-yazar oranı
arttıkça, yazıyla ifade ve okuyarak paylaşma
alışkanlığı edinildikçe roman kendi yerini
bulmakta. Roman kültürü uzun yazmaktan
sıkılmayan yazarlar ve uzun okumaktan
sıkılmayan okurlar ister. Ben, bu kısır döngüde
emekleyip ayağa kalkan romanımız için
umutluyum.
“Hüznü çok ağır yaşadım.
Çok sancılı, çok gözyaşılı
bir çalışma dönemiydi”
Kurt Seyit’e gelirsek... Bu bir seri aslında Kurt Seyit ve Şura , Kurt Seyit ve Murka, Mengene
Göçmenleri olarak. Sizi daha bu serinin en başında Kurt Seyit’i yazmaya iten neydi? Kendi dedenizi
yazacak olmanın zorlukları nelerdi ve o bazı acı hatıraları yeniden yaşamak zor olmadı mı?
Kurt Seyit dedem benim çocukluğumun masal kahramanıydı. Sınırları değişmiş
coğrafyaların birinden, masal olmuş zamanlardan gelen beyaz atlı, yakışıklı prensti benim için.
Onunla hiç karşılaşmadım. Ben doğmadan çok önce sonsuza yolculuğuna çıkmıştı. Dedemi,
yazarken, onu anlamaya çalışarak, sorgulayarak yazdığım ve hayatının tamamına yaklaşabilen
tek kişi olduğumdan, sanırım, onu yaşarken tanıyan herkesten daha iyi tanıyorum.
Yazarın kendi öz ailesini tüm gerçeklere sahip çıkarak, abartmadan, sansürlemeden, tüm sahiciliği ile
anlatması kolay değil elbette. Ama en başından bir ‘masal’mı, yoksa ‘gerçek’mi yazacağım konusunda
karar vermek zorundaydım ve ben seçimimi ailemin geçmişini tüm halleriyle gerçek anlatmaktan yana
yaptım. Böyle olunca sadece başarıları, keyifleri, muhteşem aşkları değil, aynı zamanda insanî olan
her zaafı, acıyı, aldatmaları, aldanmışlıkları, kıskançlıkları, dibe vurmuşlukları, çöküntüleri de hiç
çekinmeden, tarafsız bir gözle yazmak gerekiyor. Ama hayatı bir bütün yapan da bunların hepsinin bir
arada yaşanması. Yoksa; “Bir varmış, bir yokmuş” dan ibaret kalırdı.
Tabii böylesine dürüst yazmak arzusu, aynen dediğiniz gibi; yaşanmış acıları, hüzünleri bana tekrar
tekrar yaşattı. Anlattığım; 1877 Çarlık Rusya’sında başlayan ve 1944’de İstanbul’da sonlanan nehir
romanlar silsilesi; parçalanan, dağılan, sonlanan Rus ve Osmanlı İmparatorluğu’nu, 1. Dünya Harbi’ni,
Bolşevik İhtilâlını, işgal altındaki İstanbul’u, Kurtuluş Savaşı dönemini ve ardından Cumhuriyet yıllarını
ve bütün bu zamanların içinde ‘insan’ olgusunu içerdiği için zaten genlerimde olan hüznü çok ağır
yaşadım. Çok sancılı, çok gözyaşlı bir çalışma dönemiydi.
Diğer taraftan, kahramanlarımın doğumlarından itibaren yanlarında bulunduğumdan onlar benim
aynı zamanda bebeklerim oldular. Sırlarını paylaştığım için arkadaşlarım oldular ve hayatlarını tekrar
sonlandırmak benim için çok ağır, çok acılı bir deneyimdi. Anlatmam zor.
Yazarken olmazsa olmazınız, ilham veren bir mekanınız, müziğiniz, veya nesneniz var mıdır?
Olmazsa olmazlarım, hayâl gücüm ve yazacağım kahramanlara duyduğum sevgi. Mekân; arşivim
elimin altında olduğundan evimdeki çalışma masam ama bu benim her yerde yazabiliyor olmamı
engellemez. Bilgisayarımın olmadı yerde minik not defterlerim sürekli yazdığım sırdaşlarım.
Dinlediğim müzik; anlattığım devrin veya kahramanımın sevdiğine inandığım müziktir. Genellikle her
bölümün temasını coşturacak besteleri seçer ve bölüm bitene kadar sadece onu dinlerim ve bölümün
nerede bittiğini, kitabın son noktasının nerede olduğunu da yine müzik bana söyler. Ayrıca
bulabildiğim objeler, fotoğraflar hep elimin altındadır. Bunlara dokunmak beni karakterlerimin
dünyasıyla yakınlaştırır, onların kişiliklerine bürünmemi sağlar. Hâsılı, yürek, zihin ve ruh halimle
onların dünyasında dalarım.
Türkiye’deki okur kitlesi hakkında
düşünceleriniz nelerdir? Sizce okurlar
bilinçli mi okuyorlar? Genç okurlara
bu anlamda önerileriniz nelerdir?
Ülkemizde okuma alışkanlığı hâlâ daha
emekleme sürecinde. Eğitim sistemimizin
ezbere ve seçenek yönlendirmesine yönelik
uygulaması maalesef, okumak, karşılaştırmak,
kıyaslamak ve yorumlamak kabliyetine geçiş
vermiyor. Uzun okumalardan sıkılan nesiller
yetişiyor. Hayatın tamamı a’dan d’ye dört
şıkkın ucunda bir yuvarlak halka çizerek
yaşanılacak zannediliyor. Her şey çok hızlı
yaşanıyor, çok hızlı seçimler yapılıyor ve
tüketiliyor. Oysa sanatın ömrü insanınkinden
uzundur ve anlaşılması için zaman ayırmak
gerekir. Edebiyat da böyle. Sabırla, sayfa
sayısının, uzun cümlelerin altında kalmadan,
eziklik hissetmeden okumaktan keyif almayı
gerektirir.
Benim bir yazar olarak şansım; on iki ile
doksan yaş arasında, etnik, dini, kültürel ve
sosyal köken itibariyle de toplumun her
kesiminden okurla buluşuyor olmam. Sanırım
hayatı, insanı, aşkı algılama ve yansıtma şeklim
bu zengin okur yelpazesini hediye etti bana.
Ama genel anlamda okuma alışkanlığının
eksikliğini, bir gün otobüste, vapurda, uçakta
insanların yüzde doksanının elinde okuduğu
bir kitap görürsem tedavi edilmiş bileceğim.
Gençlere çok sevdiğim şu Kızılderili öyküsünü
anlatmak isterim:
Kızılderili rehberin başı çektiği beyaz adamlar
günlerdir altın bulacakları topraklara doğru
yürümekte ve bir an evvel madene ulaşmak
için hırsla yol almaktadırlar. Bir gün, Kızılderili
aniden durur, geriye doğru dönerek bağdaş
kurup toprağa oturur. Beyaz adamlar şaşkın,
“Ne yapıyorsun?” derler. Cevap şudur:
“Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız arkada kaldı.
Onları bekliyorum.”
26
“Hayatın tamamı a’dan d’ye
dört şıkkın ucunda bir yuvarlak
halka
çizerek yaşanılacak
zannediliyor.”
Peki bizim gibi Türk diline ve
Edebiyatına gönül veren öğrenciler
için söylemek istedikleriniz nelerdir?
Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep
omuzlarınızda, cesaretiniz yüreğinizde daim
olsun, diyeceğim. Yazmak gönül işidir. Bir
sevgiliye duydukları tutkuya benzer bir sevgi
duyuyorlarsa yazsınlar, yoksa gecikmeden
başka bir sevecek arasınlar. Çok okumadan iyi
yazılmaz. Sadece anlatacağını bilmekle de iyi
yazılmaz. Merak, araştırma heyecanı,
bulduğundan mutlu olana kadar sebat çok
önemli. Araştırmalar sırasında bazen,
okunanlar, yazarı anlatmak istediğinden çok
başka yerlere de taşıyabilir. Burada ne kadarını
kullanacaklarını, hangi bilgileri de süzgeçten
geçirip sonra kullanmak üzere saklayacaklarına
çok iyi karar vermeliler. Zira, bulguların
kalabalığı veya şatafatı esas anlatılmak istenen
özü gölgede bırakabilir. Kendilerine inansınlar
ve inanmadıkları karakterleri veya öyküleri
yazmasınlar. Karakterleri ete, cana, kana
kavuştururken her birinin yerine koysunlar
kendilerini. Kişisel dünyaya bakış açılarını,
değer yargılarını unutsunlar. Yoksa, aynen
kendisine benzeyen farklı isimlerde karakterler
yaratmaktan öteye gidemezler.
Her sanat dalında olduğu gibi yazım da diğer
sanat kollarından azade kalamaz. İçinde
yetiştikleri kültür, görgü ortamı ne olursa
olsun bir yazar kendisini hep daha yukarıya,
daha komplekse doğru taşımalıdır ki; bu
kompleks dünyadan en sade, en mükemmelini
süzebilsin. Tiyatro, opera, bale, konser
izlesinler, sergi, müze gezsinler, mümkünse
yabancı yayınları takip etsinler. Arkeoloji,
mitoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih,
sanat tarihi her daim bir yazarı besleyecek
zengin dünyaları anlatan dallar ve muhakkak
okunmalı. Yerli ve yabancı klâsikler muhakkak
kütüphanelerinde olmalı.
evrende minicik bedenleri ama çok büyük
anlamları üstlenmiş ruhlarına kulak
vermelerini öneririm.
Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız.
Kaleminiz ışık yaysın…
Değerli vaktinizi ayırdığınız için çok
teşekkür ederiz.
Yaşamı hep izlenimci, detaycı bir gözle,
başkalarının bakıp göremediğini görerek, işitip
de dinlemediklerini duyarak, notlar alarak,
hafızalarına nakşederek yaşamalarını öneririm.
Bir de, aynen Kızılderili rehber gibi; arada bir
hayatın bu kaotik ve akıl karıştırıcı, ezbere
telaşından sıyrılıp, sakinleşip kendi iç
dünyalarını, iç seslerini dinlemeleri, bu sonsuz
27
Ayşe Bengisu AKDAĞ
Sırdem KEMİKSİZ
TASAVVUF
OLDUR Kİ
"Bir ömür, şah damarından yakın
bir sevgiliyi aramakla geçiyor. "
Böyle söylüyor Hz. Mevlana.
Tasavvuf, çölde Leyla'ya susamış
Mecnun gibi yana yakıla sevgiliyi
aramaktır. Her bulduğun sevgiyi
tutup omzundan, çevirip kendine
heyecanla dikmek gözünü ve "o
değilmiş" diyerek hüsranla eğmek
yüzünü. Ancak her aldanıştan sonra
yeniden dirilmek, yeniden umut
etmektir. Çünkü sevmek, âşık olmak
devamlı iştiyak halini gerektirir. Âşık,
cengâverdir; cenk ettiğini dahi sever.
Cenk meydanına çıkmak isteyen bir
genç Çorumlu Hacı Mustafa
Efendi'ye gelir ve ona intisap etmek
istediğini söyler. Çorumlu Hacı
Mustafa Efendi sorar gence:
–
Oğlum, gençsin, sevdiğin bir
kız var mı?
–
Yok, efendim, haram.
–
Peki, oğlum hiç bir çiçek, bir
balık besledin mi? Dağlara, çayırlara
çıkmayı sever misin?
–
28
Malayani efendim.
– Oğlum sen daha gördüğünü
sevemiyorsun, bizim kapıda
duramazsın.
Öyle ki bu kapı, yokluk kapısıdır.
Yokluğun içindeki varlığı, mutlak
kuvvet ve kudreti keşfetme kapısıdır.
Bu kapıda durabilmek için sevmek
gerekir. Sadece sevmek. Neyi olduğu
önemli değil. Ancak katışıksız
sevgiye ulaşmak her babayiğidin
harcı değildir. Bundan kastımız, her
baktığın yerde onu görmek, her şeyi
onun için ve onun istediği şekilde
yapmaktır. Yediğin her pirinçte
sevgilini görüyorsan seviyorsun.
İçtiğin her suda o gülümsüyorsa
sana, aynada bir gün sevdiğin
adamın sakallarını kendi yüzünde
görüyorsan, sevdiğin kadının
gözlerine dönüyorsa gözlerin
ansızın, tüm malını çöpe at
dediğinde atabiliyorsan, "Kes şu
parmaklarını, hiç beğenmiyorum."
dediğinde gözünü bile kırpmadan
kesip atıveriyor ve bundan zevk
alıyorsan seviyorsun. Menfaatsizsen,
– bir bakış ummak bile karşılık ikenkarşılık beklemiyorsan, atsa da itse
de kapısındaysan seviyorsun. Bunun
dışında seyreden sevgiler, muhabbet
aşamasını geçememiştir.
Sufilerin "fenafillâh" dediği nokta ise
sevmenin bir üstü olan aşk
mertebesidir.
Bir gün bir üstada dervişi gelir, "
Efendim ben Ayşe'yi çok seviyorum."
der. Üstad: "Oh ne iyi evladım, gir
itikafa hemen, virdin Ayşe; sabaha
kadar Ayşe'yi tesbih et." der. Derviş
şaşırsa da üstadının dediğini yapar.
Sabah olunca üstadı gelir ve ne
olduğunu sorar. Derviş, " Ayşe geldi
efendim. " der. Üstad tebessüm
Hatice Türk
29
eder ve dervişine vermek istediği
mesajı dile getirir: "Yaa..." der. "
Sabaha kadar Ayşe'yi zikrettin, Ayşe
geldi. "
Bir Hadis-i Kutsi ' de " Beni arayan
bulur, bulan tanır, tanıyan sever,
seven âşık olur, ben de ona âşık
olurum. " buyrulur. Bu, yolcular için
bir müjdedir. Arayanların elbet âşık
olacaklarının, âşık olanlara da
Rabb'in âşık olacağının müjdesidir.
Hadis-i Kutsi devam eder: " Ben âşık
oldum mu onun gören gözü, duyan
kulağı, tutan eli olurum. Benimle
görür, benimle duyar, benimle
yürür. " Âşıklar böylelikle eşyanın
üzerindeki fena damgasını görür.
"Kün " den bu yana her şey o ikram
sahibidir. Sonra " Hiçbir şey yok iken
o vardı." sırrına şerh düşerler: " Hala
da öyle! "
Velhasılıkelam sabaha kadar Ayşe'yi
zikrederseniz Ayşe gelir. Sevenlerine
duyurulur.
“ŞİİRLER”
Gönül tahtı, gönül ocağı, gönül sofrası,
Gayb'a Hicret
İkrâ ilk emir 'oku' okursan onu, bulursun
Şiirim aşım, kalemim, işim, bâkidir eşim.
yolu;
Geçmişim karanlık, geçmişi bırakmışım.
Vuslatım aydınlık, geçmişi kapatmışım.
Geçmiş silinmiş, bitmiş, her şey
Sıla-i Rahim hicretin sonu.
Nevbahar gelsin ve açsın çiçekler,
Ötsün kuşlar, uçsun kelebekler.
unutulmuş
Evlada ilk öğüt olmalı oku ve sev;
Ve şair, yeni bir şiir için temiz bir defterle
Çünkü her şey sevmekten geçer.
Mis kokan sayfalara yelken açmış.
Sen gecemde yıldızsın yahut bir hilâl,
Bugün yeniden yazılacak yeni bentler,
Zülcelâl isterse buluşuruz yok olur
İşte o bentten ilk satırlar, dizeler,
izmihlâl.
mısralar...
Kalem yapar temizliği, açılır yolumuz,
Henüz tanışmadık seninle sevgili,
Vuslat biter, hasret biter kavuşuruz.
Bunun için sabır ve sebat gerekli.
Şimdilik sen gaybsın bilinmezdesin.
Karanlığı aydınlatan bir mâh-ı nev,
Belki ütopyam belki de ilham perimsin.
Sen ki gecenin ışığı ben ise Pertev.
Neyse işte, en sevdiğim meyvedir vişne
Şairlik hevesinde olan bir küheylan,
Ve şimdi tebessüm ile yüzüme gülümse.
Şiir payitahtında mücerrep bir Süleyman.
Yıllar sonra sen okurken bu satırları,
Hatırlatır hatıralar anıları.
Serden geçip sırra vâkıf olan,
Nur cemâl-i bâ kemâle ulaşan,
Süleyman Erkut
Papatya Soykırımı
Şeyda Üzer
yuttum dediğimde inanmıştın
hayır. seni dilimin altına saklamıştım
papatya şenliğinin
soykırımına şahitliğimden
Şeyda’nın cezasını bülbüle söyletiyorum
Mecnun böyle hâlsiz bundan
yürüdük hep, hep yürüdük
sizinle tanışmadık hantal bir köprüyü gidip geldik
bahar yedi türlü baharat kokuyor, kir/azlık
su verdiğim saksıların vicdan sayısı kadar
biriktirdiğim korna sesleri
mevsimin kaydıraktan kayışına çarpıyor
takvim yapraklarının ikindileriyle yaşıtım
sevaba ihtiyacım var, günaha itinalıyım
görkemli koparılma törenleriydi
sırtlanmış demir yığınları
gitmediğim şehirleri dolaşır
babamın bıyıkları
tıklım tıkış bir pazar yeri
31
Sema Keser
İklimi Olmayan Diyar
Sessiz ve kararlıdır bir kuzgun misali.
Buralar yağmurun yetim bıraktığı tövbeli
topraklar,
Gözleri buğday bakanların oradan dünya,
Güneşin kavurduğu kahverengi ovalar.
Hem çok büyüktür ulaşamazsın,
Sanki berduş, karanlık, uğultulu, kuşkulu,
Hem çok küçüktür yetemezsin.
Uzaktan bir ses, figan ediyor otlaklar.
Ne sen içindesindir bozkırın
Ne de bozkır içindedir senin.
Ağaçlar bağrında taşır kararsız asumanı.
32
Zaten bahar bu topraklarda Mecnun
hayali.
Buranın rüzgarı Nemrut gibi örterken
damarları
Belki bir kardelen çiçeği yüreklerde umut.
Bir ceviz kabuğudur umut.
Altı kazınmış tencerede tüterken duman,
acınası bir soğuk eşik
Dudaklarda sürgündür tütünün kızıllığı,
mahmur
Anlatır nağmesiz bozkırın fısıldayan
şarkısını
Aşpara’da bir duman, titrek bir turuncu,
Ferhad’ımsı bir rüzgar
Kayında’da gece mağrur, bulutsuz, düşlerini ararken
Burana’ya baksan anadan üryan alıngan bir çuha,
Sanki dinliyor yalnızlığını yıldızların ardında
Bir baykuş sesi duyulurken dağlarda.
DÜN BUGÜN YARIN
Bir resim çizdim çocuktum, büyüdüm.
Bir hayal gördüm gençtim, diriydim.
Bir şarkı tutturdum olgundum, otuzluydum
Bir masal anlattım evliydim, çocukluydum.
Her yerim kalabalıktı yaşlıydım, ağarmıştım.
Bir ağıt duydum yalnızdım, topraktaydım.
Sema Keser
33
BİR REMİLCİ
DÜKKÂNINDA
“BÂKΔ
KALAN
1526 yılının bir İstanbul
sabahında hava yeni yeni
ağarmaya başlıyordu. Fatih
Camii müezzinlerinden
Mehmet Efendi ezanı okumuş
evine gidiyordu. Camiinin
önündeki selvi ağacına kuşlar
konmuş ötüşüyordu. Ağacın
altında bir yumurta ilişti
gözüne. Terk edilmiş gibiydi.
Tam elini uzatıp onu yerden
yüksek bir yere kaldıracakken
bir kuş geldi ve Mehmet
Efendi’ye acı bir çığlık atarak
alıp uçtu yumurtasını. Evlat
sahibi olmak böyle bir şey
dedi içinden. Bu kutsal hissi
kalbinin derinliklerinde
hissediyordu.
Evine vardığında karısını ve
pek çok kadını aynı odada bir
şeylere koştururken gördü.
Karısı doğum yapmış
olmalıydı. Bekledikleri
evlatları Mahmut Abdülbâkî
doğmuştu. Sevinçle gözleri
ışıldadı ve odaya koştu.
Geleceğin Sultanü’ş şuarası
masumca uyuyordu.
Yıllar geçti. Mahmut
Abdülbâkî fakir bir ailenin
çocuğu olmanın yükünü
omuzlarına almıştı. Babası
Mehmet Efendi Fatih Camii
müezziniydi ve o da camide
serraçlık yapıyordu. İlme
meraklı ve okuma isteği ile
doluydu . Önceleri ailesinden
gizlice gittiği medreseye artık
ailesi de sıcak bakıyordu.
Kabiliyetiyle herkesi şaşırtan
bu genç, şiirleri ve güçlü
kalemiyle de dikkatleri
üzerine toplamaya başlamıştı.
Kendisine olan bu özgüveni
doğrultusunda Bâkî
mahlasını kullanmaya
başlamış ve adeta gelecekte
ne denli güçlü bir şair
olacağının sinyallerini ta o
zamandan göstermiştir.
Birçok şairin uğrağı haline
gelen Bayezid Camii’nin
avlusundaki küçük remilci
dükkânı Zâtî’nin çabalarıyla
toplanıyordu. Bâki bu
dükkâna geldiğinde henüz on
sekiz yaşındaydı. Yazdığı şu
gazeli Zâtî’ye sundu:
kadar kötü bir şey olduğunu
anlattı. Ancak Bâkî onu
inandırmaya kararlıydı. Zâtî
‘nin kendisini imtihan
etmesini istedi. Bâkî’nin:
Gülşen istersen işte
meyhâne
Gül-i handân gerekse
peymâne
matlâlı gazelini de görünce
ona inanmış ve uzun uzun
överek dua etmiştir. Zâtî ile
Her kaçan gönlüme fikr-i
Bâkî’nin usta çırak ilişkisi ise
ârız-ı dilber düşer
böylece başlamış olur.
Guyiyâ mir’âta aks-i pertevi hâver düşer
Bâkî’nin Zâtî ile olan bu
ilişkisi adını daha geniş
çevrelerde yankılanmasına
(Gönlüme ne zaman güzelin
olanak sağlamıştır. Bu esnada
yanağının düşüncesi düşse,
Bâkî’nin hocası Mehmet
aynaya doğunun ışığının aksi
Efendi için yazdığı “sünbül”
düşmüş gibi olur.)
redifli kasidesi dilden dile
Zâtî bu gazelin bu yaşta bir
dolaşmaya başlamış, öyle ki
gence ait olduğuna inanmadı
Mehmet Efendi’ye sünbül diye
ve ona ‘’intihal’’in (alıntı
seslenenler olmuştur.
ifadeler kullanmak ve buna
35
dair kaynak göstermemek) ne
Bâki’nin asıl ününü kazanma zamanı nihayet gelmiştir.
Kanuni’nin Nahçevan seferinden dönüşünde ona bir kaside
sunmuş, Kanuni de ondan iltifatını esirgemeyerek onu himayesini
alıp ömür boyu kollamıştır. Kanuni’nin de Muhibbi mahlasını
kullanarak güçlü bir şair olduğunu göz önünde bulunduracak
olursak Bâkî’nin Kanuni’ye nazire yazması oldukça doğaldır. Bu
nazireleri padişaha bildirmek için yazdığı mektubun bir kısmı
şöyledir:
(Günümüz Türkçesiyle)’’Sultanım
hazretlerinin temeli mutluluk olan katların toprağına alçak gönüllülükle eğilip
yüzümü koyduktan ve ömürlerinin ve devletlerinin günden güne artıp çoğalması
dualarını gereği gibi yerine getirdikten
sonra bu değersiz kulların arz etmek istediği odur ki devletlü ve saadetlü
padişah hazretlerinin bu taraflara iki tane seçme ve benzersiz değerde gazelleri
geldi. Bu küçük kulunuzun güçsüzlük ve eksiklik içinde bir tanesine iki nazire
demekliğim müyesser oldu. Doğrusu budur ki sizin şerefli gazelinizin ilk beyti
olsun, son beyti olsun ya da öteki yüce beyitleri olsun, eşsiz ve benzersiz
düştüğünden başka, özellikle
Eğrilik olsa aceb mi kâfirî mihrapta
beyti, ulu Tanrı’ya and olsun öylesine baş çekmiş bir beyittir ki buna hiç nazire
söylenmez. Bunca zamandır ki Acem şairleri olsun, Türk şairleri olsun, mihrapla
ilgili nice sözler söylemişlerdir. Böylesine görenleri güzelliğinden dolayı
şaşırtacak bir inceliği şimdi gördüm. Bütün eksikliklerden uzak ve adı yüce olan
Hakk Taâlâ Hazretleri kerem ve ihsan buyurarak ömürlerini ve devletlerinin
arttırıp dünya ve ahret dileklerini gönlünce versin.
Bâkî, melek-huylu yüce zatınız hep, yücelik ve ululuk Tanrı'nın korumasında
olsun. Çünkü o kullarını gerçekten esirgeyicidir.’’
Yoksul kulunuz, güçsüz Bâki’den
Bâkî zamanla 16. Yüzyıla damgasını vuracak güçlü bir şair
olmuş ve meclislerin aranan ismi haline gelmiştir. Kendine özgü
bir üslubu olan Bâkî rind bir şair olmanın yanında tabiata da
şiirlerinde gerektiği yeri vermiştir. Onun şiirlerinde tasavvufi
unsurlara rastlamak mümkün değildir. Onun aşkı beşeri aşktır.
Bâkî zamanla “Melikü’ş-şu’âra (şairlerin meliki)” veya “sultan-ı
şâirân (şairlerin sultanı)” sıfatlarının ardından son olarak
“Sultanu’ş-şu’âra (şairlerin sultanı)” ya dönüşmüş ve bütün
edebi kaynaklara adını sıkça bu unvan ile yazdırmıştır.
Sultan II. Selim devrinde alıştığı hayat standardı ve kalitesiyle
tam bir bürokrasi insanının timsali olan Baki ilmini sürekli
genişletmiştir. Ancak onun gözü ilmiyenin son kademesi olan
şeyhülislamlıktadır. Buna rağmen bu dileği mümkün olamamış
ayrıca bu hırsı yüzünden Rumeli kazaskerliğinden de
uzaklaştırılmıştır
Yaşı yetmişin üstüne geldiğinde, şeyhül İslam olan arkadaşı Hoca
Sadeddin vefat eder. Bâkî şeyhülislamlık için yeniden
umutlanmış olsa da bu makama Hoca Sun’ullah Efendi
getirilmiştir. Bu durum onu bir hayli yıpratmıştır. Yaşı yetmişin
üzerindedir ve hastalanarak yatağa düşmüştür.7 Nisan 1600
yılında vefat etmiştir.
Ölümünün 414. Yılında bizlere edebiyatın zirvesi olan 16. Yüzyılı
en iyi şekilde anlatan, aşkı, eğlenceyi, tabiatı sevdiren Sultanü’ş
Şuara’yı saygıyla anıyoruz.
Sırdem Kemiksiz
37
beklemeyerek dik­katle, yavaşça tokmağı
çevirdi. Odada iki misafir ile bir de levazım
müdürü varmış, mi­safirler bir köşede yavaş
sesle sohbet ediyorlar, levazım mü­dürü de
müsteşarın önünde ayakta duruyor, bir kâğıt
okut­turuyordu.
Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kâğıdı
okudu, levazım müdürü ile konuştu. Bir
derkenar yazacak oldu, an­cak ona da karar
veremedi, nihayet kâğıdı yarına bıraktı Ve
levazım müdürü çıktıktan sonra Hayri
Efendi'ye baktı. İkindi güneşi odanın içinde
kaynıyor ve sigara dumanlarıyla oda hamam
halvetleri gibi insanı terletiyordu. Müs­teşar
terini silerek Hayri Efendi'nin uzattığı kâğıtları
birer birer okuyup imza etmeğe başladı. Hayri
Efendi imzalanan evrakı kurutup dosyasının
üzerine bırakıyor ve müsteşara yeni bir kâğıt
uzatıyordu. Son kâğıdı verirken müsteşar
sordu:
Memduh Şevket
Esendal
Uğursuzluk
— Kitapçının parası gönderilmedi mi?
Hayri Efendi anlayamadı:
— Efendim? diye sordu.
— Kitapçının parası gönderilmedi mi?
“
Beşinci şubeden Hayri geldi; otuz, otuz beş
yaşlarında, bekâr, üstü başı düzgün, biraz saf,
gayet terbiyeli bir me­mur; elinde imza
edilecek evrak, göğsünü ilikleyip müste­şarın
kapısına yaklaştı.
— Beyefendinin yanında kim var? diye,
hademeden sordu. Hademe dışarıda imiş, yeni
gelmiş, o da arkadaşına seslendi:
— Kim var Hasan?
— Ben bilmem; ben görmedim, Ali'ye sor...
Ali de ortada yok! İçeride kim olduğu
anlaşılamadı; Hayri Efendi bir lahza tereddüt
etti sonra kapıya büsbütün yaklaşıp iki üç,
işitilmez darbecik vurdu ve cevap
"Hayır, efendim, gönderildi" diyecekti. Fakat
birdenbire beceremedi. Yalnız:
_ Hayır efendim... dedi. Ve o esnada müsteşar
konu­şan misafirlerin sözlerine kulak misafiri
olup, lakırdılarına karıştığı için sözünü
bitiremedi.
— Müdür beyi gönderiniz.
— Peki Efendim.
Hayri Efendi, müsteşarın emrini müdüre
söyledi ve gi­dip yerine oturduysa da
kendisinden pek memnun değildi müsteşarın
sözlerini tekrar ettirmişti. Yeni gelen kâğıtlan
dalgın dalgın karıştırmaya başladı. Müdür
yukarı çıkmıştı fakat durmayıp avdet etti ve
kızgın bir çehre ile Hayri Efendiye hitap edip:
_ Kitapçının parasını postaya vermediniz
mi? diye sordu.
— Verdik!
_ Ee, ne için yukarıda "vermedik" diyorsunuz.
Bir gün beni bu adamla kavga ettireceksiniz...
Nerede makbuzu
— Bende...
— Veriniz bana
Hayri Efendi donmuş kalmış idi. Müsteşarın
suali hala kulağında idi, o "gönderilmedi mi"
diye sormuştu. Ona cevap "hayır” demişti,
bundan gönderilmediği manası çıkmaz ki...
"Hayır, efendim, gönderildi" deseydi elbette
daha açık olurdu. Fakat araya lakırdı karıştı.
Demek müsteşar noksan anlamış, noksan
değil, büsbütün yanlış anlamış ve müdürü
çağırıp ihtimal ağır söylemiştir, ancak şimdi
makbuzu gösterip beraat edince, ikisi de
kabahati Hayri Efen­diye yükletecekler... Onun
dikkatsizliğine, onun işe ehemmiyet
vermediğine hükmeyleyecekler. Gördün mü
belayı! Zaten bir haftadan beridir bütün işleri
böyle aksi gidiyordu. “Yanlışlık ile acaba sol
taraftan mı kalktım?" diye düşünmeye başladı.
Ve kendince uğur denediği bazı beyitleri
okudu. Müsteşara kendi cevabının doğru
olmadığını nasıl anlat­malı. Şimdi yukarıda
şüphesiz onun aptallığından ve
unut­kanlığından, ihtimal sersem ve işe
yaramaz bir memur oldu­ğundan
bahsediyorlardı. Böyle beceriksiz ve zavallı
olmak onu öldürüyordu. Hayata karşı kalbinde
derin bir infial duyuyordu. Şu dakika her
şeyden soğumuş, her şeyden bizar idi. Hiç bir
şeyin faydası yok. Bütün hayat boş, bîluzum...
39
Müdür ile müsteşar bir yerde konuşurken
gidip anlatsa. Müsteşara sualini ve ona kendi
verdiği cevabı ihtar eylese! Fakat odaya nasıl
girmeli? Ne demeli?
Dalgın kapıya doğru yürüdü. Belki bu dalgınlık
ile yu­karı da çıkacaktı. Fakat kapı açıldı,
müdür girdi, onu gör­memiş gibi gidip yerine
oturdu ve evrak ile meşgul olmaya başladı.
Çehresinden dargın olup olmadığını anlamak
müm­kün değildi. Hayri Efendi derdini hiç
olmazsa müdüre olsun anlatmalıdır, artık bu
kadar da olmaz, bir kabahati olsa ne ise... Yok
iken...
Dudakları arasından, uğurlu saydığı mısraları
alelacele tekrar edip müdürün masasına
yaklaştı:
— Müdür bey, dedi; müsteşar bey bana
"Kitapçının parası gönderilmedi mi?" diye
sormuşlardı, bendeniz "hayır efendim
gönderildi" diyecek yerde her nasılsa yalnız
"hayır efendim" demişim. Mamafih zat-ı âlileri
de teslim buyurursunuz ki, yine bendenizin
cevabım doğrudur. Bundan gönderilmedi
manası hiç bir vakit de çıkmaz. Onun için... Ben
zat-ı âlilerinin ve müsteşar beyefendinin...
"Teveccühlerini kay­betmek istemem,"
diyecekti; fakat sözünü bitirmedi. Müdür bey
cevap verdi.
— Müsteşar bey, size para gönderildi mi? diye
sormuş size de itiraf ediyorsunuz "hayır
efendim" diye cevap vermişsiniz. Artık bunun
şöylesi böylesi yok. Dikkatsizlik ediyorsunuz,
sonra tamire kalkışıyorsunuz. Ne olacak? Bir
gün bir, mafevk yanında mahcup düşeceğim.
Ama ben yalnız sizin için söylemiyorum ama
Bütün bizim kalem böyle, geçen gün de 'Sıtkı
Efendi o kör herifin istidasını kaybetti.
Müsteşar bey bana söylemedik söz bırakmadı.
Bugün de siz parayı kendi elinizle verdiğiniz
halde vermedik deyip çıkıyorsunuz... Artık ben
ne diyeyim?
“Fakat müdür beyefendi…”
Müdür sözünde devam ederek:
"- Sinek bir şey değil, fakat mide bulandırır.
Bunun bugün elbette bir ehemmiyeti yok;
fakat yarın mühim bir şey de olabilir. Ve o
zaman ne deseler hakları var. Asıl lakırdının
ağırını size değil, bana söylüyorlar. Adama
zaten bir şey söylemek lazım değil, mahkûm
ederler. Devlet memuriyetidir bu, şakaya
gelmez.
“Fakat müdür beyefendi…”
Müdür yine sözüne devam ederek:
"- Ben de sizin gibi mağdur oldum. Fakat
hayatta bir defa amirlerime söz getirecek
harekette bulunmadım. Bizim bildiğimiz
memuriyet böyledir, arkadaşlık böyledir.
Müdür işi nasihate döktü, bütün kalem
dinliyordu. Hayri Efendi, müdürün önünde
ayakta, ne bir şey söyleyebiliyor, ne dönüp
yerine oturabiliyordu. Artık iş nasihate
döndükten sonra tekrar işi tazeleyip beraat
etmeğe uğraşmak olmayacaktı. Fakat nihayet,
sanki haksız imiş gibi mahkûm oluyordu.
Müsteşar nazarında, müdür ve bütün kalem
mahkûm idi. Kendi sersemliğiyle arkadaşlarına
da söz getirmiş oluyordu. "
Müdürün uzun bir nasihatinden sonra vakıa
onunla barışılmış oldu ve müdür de uzun bir
nasihat verdiğine memnun olup yüzü gülmeye
başladı ise de hata da kendi üzerine yamandı
kaldı; fazla olarak müsteşar da onu kabahatli
görecekti.
Kalemde ne ise... Fakat müsteşar yanında
böyle kalmak onu meyus ediyordu. Kendinden
bizar, dünyadan, insanlardan her şeyden bizar,
eve döndü. "Acaba bunu tashih etmeye imkân
yok mu?" diye düşünüyordu. Müsteşarın
yanına çıkıp meseleyi izah etmeğe ne mani
40
var? Bir memur için amiri nezdinde böyle lekeli
kalmaktan ise büsbütün kovulmak elbette
hayırlıdır. Sabah daireye erken gidecekti;
müsteşarı odasında yalnız bulacak ve ona
kendi sualini hatırlatacak, verdiği cevabın
noksan olduğunu itiraf ile beraber yanlış
olmadığını da söyleyecek. Bunları düşünürken
yerinden kalkıyor, ceketini kavuşturur gibi
gecelik entarisini iki taraftan çekiyor, kapıyı
vuruyor, topu çevirip içeri giriyor. Ve
mırıldanarak "bir şey arz etmek için müsaade-i
âlilerini rica ederim, geçen gün evrak imza
ettirmek için nezdi-i âlilerine geldiğim vakit
kitapçının parası için sual buyrulmuştu." diye
başlayıp işi izah ediyor, fakat ifadenin pek
uzun olacağını görüp ikmal etmiyor, tekrar
yerine oturup düşünmeye başlıyordu.
Şifahen söylemekten ise müsteşara bir mektup
yazmak daha kolay olacağı hatırına geldi.
Mektubu yazıp odacıya verecek ve neticesine
muntazır olacaktı. Elbette müsteşar mektubu
okuyunca onu çağıracak. O zaman gidip
etekleyecek, maksadını izah edecek, kendi
hatası olmadığını ispat eyleyecek, amirlerine
sadakat ve merbutiyetini gösterecek, müsteşar
onu taltif edecek, sonra kaleme gelip
arkadaşlarının nezdinde de beraat eylemiş
olacaktı. Bu çareyi düşünebildiğine çok
memnun oldu. Hemen müsteşara yazacağı
mektubun müsveddesini yapmaya başladı
"Muhterem müsteşar beyefendi..." yahut daha
resmi olmak için "Muhterem beyefendi
hazretleri..." pek soğuk! Daha iyi elkab
kullanmalı mektubun tesiri iptidasındadır.
"Arz-ı naçizidir!" bu da adeta bir arkadaşa
mektup yazar gibi... Bir türlü bir karar verip
mektuba başlayamıyordu. "Elkabını sonra
yazarım!" dedi ve mektuba başladı. "Bundan
birkaç gün mukaddem bendeleri bazı evrak
imza ettirmek bahanesiyle huzur-ı âlilerine
dâhil olmuş idim. İmzayı müteakip zatıâlileri
kitapçının paralarının gönderilip
gönderilmediğini sual buyurmuşlardı..." Bu
kadar yazdıktan sonra okudu beğenmedi,
"Odun gibi bir ifade, damdan düşer gibi yazılır
mı?
zihninden geçen şeyleri mırıldanıyordu.
Müsteşar döndü ve:
Derdimizi anlatalım derken bir de bu
mektupla bir suitesir uyandıracağız." diye
düşündü ve evvela bir mukaddeme yapmak
istedi: "Zat-ı âlilerine karşı, bendelerinin hulus
ve ubudiyet derecesini ancak Cenabı-ı Hak
bilir..." Olmadı. "Geçenlerde huzur-ı âlilerinde
cereyan eden bir mesele hakkında zat-ı
âlilerine bazı güna izahat itasına... (müsaade-i
devlet­lerini) mi demeli? Yoksa (kendimi
mecbur görüyorum...) gibi bir şey mi yazmalı?"
Tereddüt etti. Elkab gibi buna da bir karar
veremiyordu. Ve yazarken okur ve düşünür ve
gezinirken kendisince uğursuz bellenilmiş
şeyleri yapmamaya çalışıyordu. Bugün
sabahtan beri pek ziyade korkak ve
mütereddit olmuştu. İkide birde kendi
mukaddes mısralarından bir kaçını okuyordu.
"- Bir şey mi söylüyorsunuz? dedi. "Maruzatım vardı da...
Zihni pek ziyade karışmış, vücudu yorulmuş idi;
hiç bir şey yazamayacağını görüp yatmağa
karar verdi. "Yarın kalem vaktinden evvel
kalkıp bir şey düşünürüm" diyordu. Fakat
ertesi gün de hiç bir şeye karar veremedi. Ve
sabahleyin daireye giderken, ölüme gider gibi
derin bir yeis, bir korku hissediyordu. Artık
kalemi, işleri hepsi ona yabancıydı. Artık
müsteşara evrak imzalatmaya gidemiyordu.
Aradan henüz üç beş gün geçmiş idi ki, bir
gün evden daireye giderken müsteşarı önünde
gördü, o da daireye doğru gidiyordu, birden
içinden gelen bir cesaretle sokuldu. Selam
verdi. Müsteşar dalgın gidiyormuş, adeta
korkar gibi oldu, sonra vakarını takınıp yolunda
devam etti. Hayri Efendi de onun bir adım
gerisinde gidiyor ve birkaç günden beri
41
"- Müstacel mi? Dairede söyleseniz olmaz mı?
"- Baş üstüne, emredersiniz! dedi; fakat pek
ziyade mahcup oldu; ezildi. Ve o gece oturup
bütün bir haftadır başına gelen bu
mahcubiyetlerin, bu üzüntülerin sebebini
düşünmeğe başladı; hele birkaç gündür sağ
taraftan kalkmadığında hiç şüphe yoktu. Buna
dikkat ediyordu. Gece tırnaklarını kesmemişti,
kendince uğursuz saydığı türkülerden hiç birini
işitmediğine, hatta hatırına bile getirmediğine
kaildi. O halde bir şey kalmıyor. Bir hafta önce
yatağının yerini değiştirmişti. Bu uğursuz
gelmiş olacak! ... Bu kadar gündür nasıl olup
da bunu düşünemediğine şaştı. Ve hemen
masayı, sandalyeleri kaldırıp, duvara
yapıştırdığı resimlerin yerlerini değiştirip
yatağını eski yerine çekti. Bunlar onca tecrübe
olunmuş şeylerdi, mantıki hiç bir mülahaza bu
kanaati sarsamazdı. Odasını eski haline koyup
her şeyi yerli yerine astıktan ve taktıktan
sonra, yarın baht ve talihinin değişeceğine, bir
haftadan beridir onu üzen, öldüren
uğursuzlukların zail olacağına kani olarak,
büyük bir ümit, büyük bir istirahatla yatıp
uyudu.
”
Kaynak: Mehmet Kaplan – “Hikaye
Tahlilleri” kitabından alıntıdır.
ARKA
KAPAK
ARAF
YAZAR: ELİF ŞAFAK
KONU: ‘Araf’ Elif Şafak’ın beşinci
romanıdır. Yazar kitabına
Mevlana’nın ‘Mesnevi’ eserinden bir
alıntıyla başlıyor; Ne o sürüye ne de
bu sürüye ait ve bu yüzden sonunda
beraber uçmayı yeğleyen topal
kuşlar…
Kısaca konudan bahsedecek olursak
‘Araf’ ta küçük bir grup çevresinde
gelişen olaylar anlatılıyor. Yazar belli
bir kahraman üzerinde odaklanmak
yerine anti kahraman anlayışını
savunuyor. İstanbul’dan Boston’a
doktora yapmaya gelen bir Türk:
Ömer, Boston ‘da iki ev arkadaşıyla
yaşamaya başlıyor. Bunlardan biri
sivri ve keskin objelere takıntılı
İspanyol Piru diğeri ise biyoteknoloji
üzerine doktora yapan Faslı Abed.
Diğer karakterler ise manik-depresif
Gail, Alegre ve Debra Ella
Thompson. Ayrıca yazar, yoldan
geçenlere
‘İsabanafazladanbirdolarınızolduğun
usöyledi’ diyen evsiz kadınla,
Abed’in annesi Zehra’yı romana
koyarak düşündürücü iki yan
karakter daha çiziyor.
Yazar, kitapta genelde delilik ve
normallik arasında gidip gelen yollar
çiziyor. İsim, dil, din, zaman, yalnızlık
ve yabancılık gibi kavramlarla
kahramanları şekillendiriyor.
Bir süre önce Bulgarcaya çevrilen
Araf, çok beğenilmiş ve adeta yok
satarak zirveye oturmuştur.
oldukları kültüre göre kaderlerine
boyun eğişleri...
Bazen geçmişe, bazen özgürlüğe
duyulan özlemin iç içe geçmiş hali...
BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ
Yazar: KHALED HOSSEİNİ
Konu : Bin Muhteşem Güneş, ilk
romanı Uçurtma Avcısı’yla tüm
dünyada inanılmaz bir başarı
yakalayan Hosseini’nin ikinci romanı.
Yazar bu romanda da doğduğu
toprakları anlatıyor. Yalnız bu kez iki
kadının kesişen yaşamları ve
dostlukları üzerinden. Romanın
yazarı Khaled Hosseini Afganistan´ın
kadınlarına adıyor kitabı. İnsanların,
özellikle kadınların, doğdukları yere,
topluma ve içinde yaşamak zorunda
43
Küçük yaşta evlendirilen kızlar,
çocuğu olmayan kadınlar, geçmişe
gömülmüş aşklar… Khaled Hosseini,
hasreti, umudu, dostluğu, aşkı ve
insanlığı en iyi anlatan
yazarlardandır. Yazar başarıyla
kurduğu olay örgüsüyle çıkmaz
yolların nasıl düzlüklere
açılabileceğini okurlarına gösteren,
onlara umut aşılayan bir yazar.
“ Nereye giderseniz gidin, ülkeniz
peşinizden gelir. Artık siz orada
yaşamasanız da o içinizde yaşar...”
Merve
Başol
1891: Ahmet Vefik Paşa öldü. Türkçülük
hareketinin öncülerinden olan ve ilk Türkçe
sözlüklerden birisi olan “Lehçe-i Osmani”’nin
yazarı olan Ahmet Vefik Paşa, devlet
adamlığının yanı sıra 16 dil bilen bir bilim
adamıdır. Bursa valiliği sırasında bu kentte bir
tiyatro yaptırmakla ün kazanmıştır.
Edebiyat
Tarihinde
Nisan
1 Nisan
1918: Nigar Hanım öldü. 1856’da İstanbul’da
dünyaya gelen Nigar Hanım çocuk yaşındayken
şiir yazmaya başladı. Fransız dilini ve
edebiyatını çok iyi bilmekteydi. Zamanının
kibar âleminin en seçkin siması olarak
bilinmekteydi. Toplam sekiz dil bilen Nigar
Hanım Türk kadın şairler arasında 19. yüzyılın
ikinci yarısında en bol ve en özlü eserler
vermiş bir şahsiyettir.
2 Nisan
1840: Emile Zola doğdu. Fransa'da natüralizm
akımının öncüsü olan ünlü yazar Zola'nın
“Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” en
tanınmış romanlarıdır. Tüm romanlarında,
doğal ve gerçekçi bir tarzla,hayatın
zorluklarından bahseder.
1948: Sabahattin Ali öldürüldü. Sabahattin Ali,
özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal",
"Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı"
gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Sabahattin
Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata
yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların
acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş,
aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı
takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir.
1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı,
gerçekçi Türk romanının en özgün
örneklerinden biridir.
7 Nisan
1600: Bâki öldü. Asıl adı Mahmud Abdülbâkî
olan Divan edebiyatı şâiri, Sultanüş'şuâra
(Şairler sultanı) olarak anılmıştır. Eserlerinden
biri de Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatı
üzerine yazdığı "Mersiye-i Hazret-i Süleyman
Han" isimli Kanuni mersiyesidir. Bu hem teknik
olarak güçlü yapısı hem de ahengi ve dönemin
ruhunu, özellikle edebiyat tarzını, güzel bir
şekilde ifade ettiği için en ünlü mersiyelerden
birisi olmuştur.
8 Nisan
1763: Osmanlı devlet adamı, diplomat, şair,
kütüphaneci, çevirmen Koca Mehmed Ragıp
Paşa öldü. Nedim ve Şeyh Galip’ten sonra 18.
Yüzyıl Osmanlı şiirinin en önemli
temsilcilerinden birisi kabul edilir.
9 Nisan
1821: Charles Baudelaire, Paris'te doğdu.
Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern
Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği
edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist
estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği
Kötülük Çiçekleri ve Paris Sıkıntısı
Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve
Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin
çarpıldığı, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili
kılavuzları olur.
1988: Gazeteci, yazar Şevket Rado öldü.
1956'da Hayat Dergisini çıkardı. Hayat dergisi,
daha ilk sayısında 193.000 adet satarak
Türkiye’de rekora imza attı. Bu rakam, 1958–
1968 yılları arasında ise 200.000'lere kadar
çıktı. Çeşitli eğitici yayınlar, ansiklopedi ve
sözlükler, çocuk kitapları gibi yüzlerce kitap
yayınlamıştır. Hümeyra'nın seslendirdiği ve
uzun süre listelerde ilk sıralarda yerini koruyan
"Kördüğüm" adlı parçanın söz yazarı olan ve
gençliğinde Şevket Hıfzı adını kullanarak şiirler
yazmış olan Şevket Rado, aynı zamanda yazar
Orhan Pamuk'un eniştesidir.
12 Nisan
1712: Şair Nâbi öldü. Nâbi Osmanlı'nın
duraklama devrinde yaşamış bir şairdi, idare
ve toplumdaki bozukluklara şahit oldu.
Çevresindeki bu negatif olgular onu didaktik
şiir yazmaya itmiş, eserlerinde devleti,
toplumu ve sosyal hayatı eleştirmesine neden
olmuştur. Hayriyye en ünlü eseridir.
1937: Abdülhak Hamit Tarhan öldü. Tanzimat,
Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat ve
Cumhuriyet devri edebiyatlarını yakından
tanıyan sanatçı Türk Edebiyatı'nda Şair'i Azam
sıfatı ile anılır. Uzun seneler diplomat olarak
hem doğu hem de batı ülkelerinde bulunması
nedeniyle iki edebiyatı da tanımış; Türk şiirine
batıdan yeni konular, serbest düşünce ve
şekiller getirirken; batı yazarlarından
etkilenerek yazdığı oyunlarla Türk tiyatrosuna
felsefi düşünceyi sokmuştur. Türk edebiyatının
en büyük eserlerinden birisi kabul edilen
Makber'in şairidir.
13 Nisan
1893: Muallim Naci öldü. Tercüman-ı Hakikat
gazetesinde edebiyat sayfasını yöneten yazar,
başka gazetelerde de çalıştı. Galatasaray Lisesi
ve Mekteb-i Hukuk'ta edebiyat öğretmeni
olarak çalıştı. Yaşadığı dönemde, Recaizade
Ekrem ekolüne karşı klasik edebiyatı savundu.
Türk edebiyat tarihine bu tartışma “Abes
Muktebes” tartışması olarak geçecekti. Aruzu
ustalıkla kullandı. Servet-i Fünûncuları etkiledi.
Şiirinin yanında edebiyat tarihi ve sözlük
çalışmalarıyla da ilgi çekti. Ünlü bir üstattı.
1914: Orhan Veli Kanık doğdu. Melih Cevdet
ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip
akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki
eski yapıyı temelinden değiştirmeyi
amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir
diline taşıdı. Şair 36 yıllık yaşamına şiirlerinin
yanı sıra hikâye, deneme, makale ve çeviri
alanında birçok eser sığdırdı.
15 Nisan 1980: Jean Paul Sartre öldü. Felsefi
içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle
kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu
felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında
varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve
siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a
damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur.
O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci,
romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca
Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla
kalmamış, özgün bir
entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.
16 Nisan
1916: Behçet Necatigil doğdu. Kastamonu’da
edebiyat öğretmeni 1930 yılında Necatigil’in
okul defterine şu notu düşmüştü: "Yarının iyi
bir kalemine sahipsin. Boş durma, oku!" O
çocuk ileride "her aşktan geriye kaç şiir kalır,
ona bakalım!" diyerek aşkı şiirle sorgulayacak
güçte bir şair olacaktı. İlk şiiri, lise öğrencisi
olduğu yıllarda Varlık Dergisi'nde çıktı. O
tarihten ölümüne kadar hep eserler verdi.
Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşk, bunalım,
hastalık, yalnızlık ve ölüm temalarını işledi.
Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirdi.
Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası oldu.
18 Nisan
1980: Suut Kemal Yetkin öldü. Estetik, sanat,
felsefe, resim konularındaki yapıtlarının yanı
sıra, deneme türünde yapıtlar vermiştir.
Edebiyatın türlü konuları üzerinde özlü
düşüncelerini kaleme alan deneme türünün en
başarılı temsilcilerinden olmuştur.
1988: Oktay Rifat öldü. Türk Şiiri’nin en büyük
isimlerinden birisi kabul edilir. Orhan Veli ve
Melih Cevdet'le birlikte Garip Akımı'nın
kurucularındandır. 1955 yılından itibaren İkinci
Yeni adlı şiir akımına yönlenmiştir. Tiyatro
oyunu ve roman türünde de eserler veren
Oktay Rıfat, her biri toplumun değişik
kesimlerini sembolize eden oyun ve roman
kahramanları oluşturdu. Şiir dışında roman ve
oyun türlerinde de çok başarılı eserler
vermiştir. Şair, Nazım Hikmet'in kuzenidir.
20 Nisan 1923: Oktay Akbal doğdu. Gazete ve
dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri
yayımlandı. Akbal'ın asıl anlamda öyküye
yönelmesi Sait Faik'in Semaver adlı kitabını
okumasından sonra başladı. Servet-i Fünun
Uyanış dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan
eski yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın
içinde yer alan Akbal'ın sanatında böylece asıl
edebiyatçı dönemi açılmıştır. Kendi yaşam
deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola
çıkan, küçük kent insanını da göz ardı etmeyen
duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar
toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil,
anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük
hikâyelerdir.
21 Nisan
1816: Charlotte Bronte doğdu. İngiliz
Edebiyatı’nın klasikleri arasına yerleşmiş
eserleriyle tanınan üç kardeşin en büyüğü. En
ünlü eseri “Jane Eyre”, bir asırdan fazla
geçmişiyle halen büyük ilgi görmektedir.
Ayrıca ailenin kısa ve acıklı hayat hikâyesi de
birçok esere konu olmuştur.
1973: Kemal Tahir öldü. Türk edebiyatının en
üretken roman yazarlarından birisidir. Sol
dünya görüşüne sahip olan yazar, Marksizmi,
Türk toplum yapısına uyarlamak için toplumu
anlamaya çalışmış; edindiği bilgileri romanları
yoluyla okuyuculara aktarmıştır. Romanları,
Osmanlı Devleti'nin XIV. yüzyılda
kuruluşundan XX. yüzyıla kadar Türk
toplumunda bir Osmanlı sürekliliği arayışıdır.
Toplumsal gerçekçi çizgide sürdürdüğü yazarlık
yaşamında eserlerinde yalın bir dil kullandı.
24 Nisan 1731: Daniel Defoe öldü. 40 yaşında
gazetecilikte karar kılan Defoe bundan birkaç
yıl sonra da roman yazmaya başladı.
Yayımladığı siyasal dergi kitapçıklarındaki sert
tutumu yüzünden birçok kez hapse girdi.
Başlıca yapıtı olan Robinson Crusoe Daniel
Defoe'nun 1719 yılında ilk basımı yapılan ve
bazılarınca ilk İngilizce roman olarak
nitelendirilen kitabıdır.
26 Nisan 1936: Sami Paşazade Sezai öldü.
İngiliz ve Fransız edebiyatlarını yakından
izlemiş olan yazar Türk edebiyatında
romantizmden realizme geçiş eseri olarak
kabul edilen Sergüzeşt’i yazdı. Bu romanı
yüzünden göz hapsine alındığını düşünerek
bundan kurtulmak için Paris'e gitti ve
Meşrutiyet'in ilanına kadar da orada kaldı.
.
Gençlere
Bugünün sizin için önemi nedir?
Sorduk!
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
F.A: Gaye'yi tanıyacağım.
F.A: Uyum süreci, ders notu ve
umutsuzluk.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
F.A: Oryantasyon çalışması.
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
F.A: İsyan!
Bugünün sizin için önemi nedir?
O.K: 5 tane deneyimin olması
Bu köşemizde her ay gençlere
sorduğumuz birtakım soruları ve
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
cevapları sizlere sunacağım.
O.K: Şifre, google chrome ve Uludağ
Üniversitesi sitesi.
Bazen şaşırtacak bazen
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
güldürecek bazen de pes artık
O.K: Asena.
dedirtecek cevaplar karşınıza
çıkabilir. Bu ay ise sorularımız
şunlardı: Bugünün sizin için
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
O.K: Mustafa.
önemi nedir? Otomasyon sizin
için ne ifade ediyor?
Bugünün sizin için önemi nedir?
Oryantalizm sizin için ne ifade
O.B: Babamın doğum günü.
ediyor? Dadaizm sizin için ne
ifade ediyor? Hadi hep birlikte
gençlerin sesine kulak verelim.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
O.B: Ortalama, hocalar, harf notu…
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
O.B: Lara.
Bugünün sizin için önemi nedir?
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
M.O: Hiçbir fikrim yok.
O.B: Darwin'i andırıyor.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
M.O: Eşekler kovalasın.
Bugünün sizin için önemi nedir?
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
M.A: Uykusuzluğa rağmen ayaktayım
demek ki yıkılmadım ayaktayım.
M.O: Ya he lilililii
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
M.O: Yeşil ördek.
M.A: Acı tatlı hayatın devamı.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
M.A: Uyum süreci.
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
M.A: Dadaloğlu'nun başlattığı Köroğlu'nun
destek verdiği akım.
Bugünün sizin için önemi nedir?
G.K: Akşam yiyecek olmam.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
G.K: Okulu ne zaman bıraksam acaba,
içimdeki son umut ışığının da sönmesi.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
Bugünün sizin için önemi nedir?
H.A: Köye gidiyorum.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
G.K: Yön bulma.
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
G.K: Biricilik.
H.A: Ders bilgisi, not kartı, sınav sonuçları.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
H.A: 80-90-70
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
H.A: 1. Dünya Savaşı'nda başlatılmış bir
akımdır. Bu erotizme karşı başlatılmış
akımdır.
Bugünün sizin için önemi nedir?
E.Y: Bugün günlerden neydi.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
E.Y: Not, devamsızlığın gösterilmemesi,
ders seçimi.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
E.Y: Oryantal ile alakası olmadığına
eminim.
48
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
M.K: Toplantı var.
E.Y: Erzurum ile ilgili bir şey olabilir.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
M.K: Rezalet, ders seçimi, sınav sonucu.
Bugünün sizin için önemi nedir?
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
A.D: Sabah saçlarım çok kötüydü bir
düzleştirici ile mucizeler yarattım.
M.K: Kıvraklık.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
M.K: Hiçbir şey.
A.D: Anatomi final sonuçları, şifremi
unutup unutmadığım, fotoğrafım.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
A.D: Oryantal dansının hayat felsefesi
haline getirilmesidir.
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
A.D: Irkçılık.
Bugünün sizin için önemi nedir?
B.Ş: İyi şeylerin ardından kötü şeylerin
olması ama sonuç olarak iyi şeylerin
çıkması.
Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?
B.Ş: Herkesin yaşayıp benim yaşamadığım
şey.
Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?
B.Ş: Kıvraklık.
Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?
B.Ş: Tahta at.
Bugünün sizin için önemi nedir?
49
Dadaizm: Dil ve estetik kurallarını
tanımayan, anlatımda başıboş bir yöntem
benimseyen, kapalılığı amaçlayan sanat
akımıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde T.
Tzara adlı gencin öncülüğünde bir grup şair
tarafından kurulmuştur. Bu genç şairler,
Fransızca'da "oyuncak tahta at" anlamına
gelen "Dada" sözcüğünü akımlarına isim
olarak seçerler.
Birinci Dünya Savaşının ardından kurulan
bir akım olduğundan dönemin karamsarlığı
Dadaistlere de yansımıştır. Dayandığı
temel görüşler dayanaksız olduğu için çok
kısa bir süre (1916-1922) varlığını
sürdürebilmiştir.
Oryantalizm; bilim kisvesi altında doğuya,
doğululara, doğu kültürlerine, doğu
dinlerine (yalnızca İslam’a değil), doğulu
önderlere, doğu toplumlarına iftiralar
atma, onları aşağılama, aşağılık
kompleksine sürükleme, hareketsiz ve
kımıldayamaz hâle getirecek sosyopsikolojik altyapıyı hazırlama ve yürürlüğe
koyma, kendine güvenemez hâle
dönüştürme sanatıdır.
Kübra Tarakçı
TİYATRO DOLU GÜNLER
Mart ayı sanatseverler açısından dolu
dolu yaşandı. Nilüfer Belediyesi’nin bu
sene dördüncüsünü düzenlediği Nilüfer
Tiyatro Festivali 1 Mart 28 Mart tarihleri
arasında gerçekleştirildi ve festival Bursa
halkı tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı.
Biletler festival tarihinden bir hafta önce
satışa sunuldu. Halk sabahın erken
saatlerinde gişelerde kuyruk oluşturmaya
başladı ve bu yoğun ilgi biletlerin saatler
sonra bitmesine neden oldu. Gişe önünde
saatlerce bekleyip bilet alamayan
vatandaşlarımız da büyük bir hüsrana
uğradı.
Bir tiyatro sevdalısı olarak, sabahın erken
saatlerinde, bilet almak için gişe önüne
pusuya yatanlardan biri de bendim tabi.
Yaklaşık beş saatlik bir bekleyişten sonra
istediğim oyunlara bilet aldım elbette ve iş
bilet almakla sınırlı kalmadı; sıra
arkadaşlarımızla tatlı sanat sohbetleri
yapabilmek günün güzel yanları
arasındaydı. Nilüfer Belediyesi onca saat
kuyrukta beklememize dayanamayıp çay
servisine başladı. Artık çayımızı
yudumlayıp, tatlı sohbetlerimize devam
ediyorduk. Biletlerimi alıp günü bitirdikten
sonra oyunları merakla ve heyecanla
beklemeye koyuldum.
Yerli ve yabancı olmak üzere toplamda
44 oyunun sahnelendiği, ayrıca oyuncu ve
yönetmenlerin katılımıyla Türkiye’deki
tiyatro sorunları, sanat ve özgürlük gibi
konuların ele alındığı söyleşilerin ve
atölyelerin gerçekleştirildiği festival
Bursa’yı şenlendirdi. Haluk Bilginer’den
Ferhan Şensoy’a Ali Poyrazoğlu’ndan Mert
Fırat’a birçok oyuncunun rol aldığı sezon
oyunları seyircilerden tam not aldı.
Bir diğer festival ise Devlet Tiyatrolarının
ilk defa düzenlediği, Bursa Uluslararası
Balkan Ülkeleri 1.Tiyatro Festivali oldu. 8 –
22 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilen
bu festivale de ilgi oldukça fazlaydı. Bu
festival sayesinde seyirci Balkan ülkelerinin
tiyatro ekiplerini görme fırsatı yakaladı.
Makedonya, Hırvatistan, Romanya,
Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Kosova
gibi ülkelerin tiyatroları dışında devlet ve
şehir tiyatrolarının oyunları da festival
kapsamında yer aldı. Toplamda on dokuz
farklı oyun sahnelendi.
Koca bir ayı o sahneden o sahneye, bir oyundan bir diğer oyuna koşarak geçirmek kadar
güzel başka ne olabilirdi diye düşünüyorum, olmadığını da biliyorum. Dram, komedi,
müzikal… Her oyundan sonra farklı duygular, yeni bakış açıları, düşünmeye sevk eden
yaklaşımlar… Hayata başka bir pencereden bakmayı öğreten tiratlar, acıları okuyabildiğimiz
mimikler, kahkahaya boğan diyaloglar… İşte her şey tek bir sahnede var olabiliyor. Ardından
ışıklar sönüyor ve perde kapanıyor. Seyirciler ayakta. Sonrası alkış sesleri...
Sultan Demirtaş
51
VİZYONDAKİLER
hayatlarını kurtarmaktır. Öte yandan
yaşadıkları yerde bulunan insanlar Nuh'un
planını öğrenip onu öldürmeye
yelteneceklerdir. Ancak Nuh ne pahasına
olursa olsun ürkütücü bir şekilde
yükselmekte olan su seviyesine karşı
umudunu korumaya ve bu zorlu görevi
yerine getirmeye çalışacaktır.
Nuh rolünde Akademi Ödüllü® Russell
Crowe'u izlediğimiz filmde
Crowe'a Jennifer Connelly, Emma Watson
ve Anthony Hopkins gibi isimler eşlik
ediyor. Filmin yönetmeni ise en son Black
Swan filmiyle izleyici karşısına çıkan ünlü
yönetmen Darren Aronofsky.
Vizyon Tarihi
3 Nisan 2014 (2s 18dk)
Yönetmen:
Darren Aronofsky
Oyuncular:
Russell Crowe, Jennifer Connelly, Ray
Winstone devamı...
Tür
Macera , Epik
Ülke
ABD
Özet
Ölümcül bir sel felaketi dünyadaki tüm
yaşamı tehdit ettiğinde Hz. Nuh Tanrı'dan
aldığı kutsal bir emir doğrultusunda bir
gemi inşa etmeye başlar. Bu devasa
gemiye her canlı türünden örnekleri alarak
insan ve canlı hayatının devamlılığını
emniyet altına alacaktır. Öncelikli
amaçlarından bir diğeri de eşi Naamah ile
oğulları Ham, Shem ve arkadaşı Ila'nın
Vizyon Tarihi 28 Mart 2014 (2s 2dk)
Yönetmen:
Arnaud des Pallières
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Mélusine
Mayance, Delphine Chuillot devamı...
Tür
Dram , Tarihi
Ülke
Fransa , Almanya
Özet:
Micheal Kohlhaas , bir at satıcısıdır. Saxony
yönetiminde bir at ekibine liderlik
etmektedir ta ki Junker Wenzel von Tronka
adında bir memur onu tutuklayıncaya
kadar. Memur belgelerde sahtekarlık
yaptığını iddia ederek ondan rüşvet olarak
2 at ister. Evine döndüğünde bu
tutuklamanın tamamen keyfi olduğunu
keşfeden Kohlhaas , Tronka'nın kalesinin
yolunu tutar ve orada atların kötü
muameleye uğradığını ve buna karşı çıkan
adamının dövüldüğünü görür. Tronka'ya
dava açan Kohlhaas bu kötü muamelenin
cezalandırılması için uğraşmaktadır fakat ,
Tronka bağlantıları sayesinde davayı
düşürmeyi başarır. Bunun üzerine
Kohlhaas kendi savaşını başlatır...
Vizyon Tarihi 28 Mart 2014 (1s 51dk)
Yönetmen:
53
Erik Poppe
Oyuncular: Juliette Binoche, Nikolaj
Coster-Waldau, Larry Mullen Jr. devamı...
Tür
Dram
Ülke
İrlanda , Norveç , İsveç
Özet:
Rebecca işi gereği hayatı boyunca
dünyanın en tehlikeli yerlerinde
bulunmuştur. Savaş fotoğrafçısı olarak
çalışmakta ve bu nedenle hem özel
hayatını hem de aile hayatını her daim
ikinci plana atmak zorunda kalmaktadır.
Ancak son zamanlarda ailesinin
Rebecca'nın durumuna duyduğu endişe
iyiden iyiye artmıştır ve artık zorlu bir
seçim yapmanın zamanı gelmiştir...
Norveçli yönetmen Erik Poppe tarafından
yönetilen filmin başrollerindeki ünlü aktris
Juliette Binoche'a Nikolaj Coster-Waldau
ve Maria Doyle Kennedy eşlik ediyor.
Vizyon Tarihi
4 Nisan 2014 (2s 19dk)
Yönetmen:
Justin Chadwick
Oyuncular:
Idris Elba, Naomie Harris, Tony Kgoroge devamı...
Tür
Biyografik , Dram
Ülke
İngiltere , Güney Afrika
Özet
Güney Afrika'nın efsaneleşen özgürlük
savunucusu Nelson Mandela'nın yaşamını
kronolojik biçimde takip eden film,
Mandela'nın bir taşra kasabasındaki
çocukluğundan başlayarak, Güney
Afrika'nın demokratik seçimlerle iş başına
gelen ilk başkanı olmasına kadar geçen
sürecini beyazperdeye taşıyor. Mandela,
henüz genç bir hukuk öğrencisiyken,
politikaya duyduğu büyük ilginin
sonucunda Güney Afrika'da demokrasinin
en önde gelen savaşçılarından biri olur.
1964 yılında çarptırıldığı hapis cezasıyla
birlikte kontrol altına alınsa da 27 yılın
ardından özgürlüğüne kavuştuğunda
mücadelesine devam eder. 1993 yılında
Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen
Mandela, bir yıl sonra ülkenin ilk siyahi
başkanı olarak göreve gelir.
Yönetmenliğini Justin Chadwick'in
üstlendiği ve William Nicholson'ın
senaryosuyla çekilen filmin başrolü başarılı
aktör Idris Elba'ya ait. Filmin kadrosunda
Naomie Harris, Robert Hobbs ve Mark
Elderkin gibi isimler de yer alıyor.
54
Vizyon Tarihi
11 Nisan 2014
Yönetmen:
Serhan Arslan, Ruhi Yapıcı
Aslı Tandoğan
, Begüm Birgören,
Oyuncular:
Çağdaş Onur Öztürk
Tür
Romantik
Ülke
Türkiye
Özet
Yeşim ve Emre bir süredir birlikte olan ve
evlilik kararı alan genç bir çifttir. Artık
düğünlerine bir hafta kalmıştır ve son
hazırlıklar devam etmektedir. Emre
davetiyelerini vermek için arkadaş
grubuyla toplanır ve bu buluşmaya eski
sevgilisi Begüm de gelir. Begüm'ü
böylesine beklenmedik bir anda gören
Emre'nin kafası karışmaya başlar ve durum
Yeşim'le olan ilişkisini de etkiler. Begüm'ün
amacı da Emre'nin kafasının daha da
karışmasını sağlamaktır ve başarılı da
olmuştur. Emre şimdi düğününe bir hafta
kala iki kadın arasında sıkışıp kalmıştır.
Romantik komedi türündeki filmin oyuncu
kadrosunda Aslı Tandoğan, Begüm
Bingören ve Çağdaş Onur Öztürk gibi genç
oyuncular yer alıyor. Filmin
yönetmenliğini Ruhi Yapıcı ile birlikte
üstlenen isim Hayat Bilgisi dizisinden de
hatırladığımız Serhan Arslan.
Vizyon Tarihi 28 Mart 2014 (1s 38dk)
Yönetmen:
Batur Emin Akyel
Oyuncular: Münir Canar, Tuğçe Kumral,
Evren Bingöl devamı...
55
Tür
Dram
Ülke
Türkiye
Özet:
Zamanında çok bilinen bir tiyatro
oyuncusu olan Aziz, parlak günlerini epey
geride bırakmıştır. iki yakın arkadaşının
yardımlarıyla otel odalarında kalarak
hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Bir
yandan da Aziz'in durumunu bilen ve ona
destek veren, organizatörlük yapan Veli,
onun için gösteri ayarlar. Böylece Aziz de
meddahlık yaparak konaklama parasını
karşılayabilmektedir. Artık eskisi kadar
genç ve güçlü de olmayan Aziz,
sağlığınındaelden gitmeye başladığını fark
eder. Yaşadığı hareketli hayat kalbini
fazlasıyla yormuştur. Ömrünün sonuna
yaklaştığını fark ederek bu dünyadan
gitmeden önce geçmişinde yaptığı ve uzun
süredir vicdan azabını çektiği bir hatayı
düzeltmek ister. Veli'nin ekiple çıkacağı
turneye katılmak için ona yalvarır.
Sebebini bir tek kendisinin bileceği bir
istekle, yaptığı yanlışı düzeltebilmek
umuduyla bu, aynı zamanda geçmişiyle
yüzleşmek için çıkacağı son yolculuk
olacaktır.
Derleyen:
Afra Nur Akkayalı
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...