www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22 GENCAY GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 3 Sayı 26 - Mart 2014 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com [email protected] ÇANAKKALE SAVAŞLARINDA ALMANLAR / Çağhan SARI EĞİTİMDE METİN TEMELLİ DEĞERLENDİRMENİN ELEŞTİRİSİ / Yunus Emre UYAR YÖNETİM ERKİ VE MEDYA ETKİLEŞİMİ/ Mehmet UÇAK NATURA 2000 VE TÜRKİYE -2- / Fatma Özge ÖZDEMİR SICAK SİMİT VE ÇAY / Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU HÛ / Bektâşî Haşim Baba SİYASETTE SOSYAL MEDYA / Vural Egemen SARIGÖZ KÜLTÜR HAZİNELERİMİZ: MEZARLIKLARIMIZ / Ahmet Afşin KÜÇÜK BİR TÜRK RÖNESANSI: CEDİTÇİLİK / Mehmet DOĞAN - Konuk Yazar MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ SEMİNERLERİ / Prof. Dr. Nurullah ÇETİN GENCAY ÇANAKKALE SAVAŞLARI’NDA ALMANLAR Çağhan SARI müttefikimiz Almanya, bu savaşta ne yapmış? Bu sorunun yanıtlarını arayalım. Çanakkale’nin tarihimizdeki değeri daima artmakta olduğu malumdur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirebilen savaşlardan birisi olan Çanakkale Savaşları’nın deniz zaferinin 99. Birinci Dünya Savaşı’nın da 100. yıl dönümündeyiz. Öncelikle Almanya asla Çanakkale Cephesine duyarsız kalmamıştır. Çanakkale Cephesi’nin açıldığı andan itibaren bu noktaya önemini kaydırmaya başlamasının çeşitli nedenleri vardır. Mühim neden, olası bir mağlubiyet durumunda müttefiki Osmanlı Devleti’nin savaş dışı kalmasıyla Almanya’nın batıdaki yükünün ağırlaşması ve İngiltere’ye yönelik tasarladığı sömürge yollarını ele geçirme planlarının ortadan kalkması, Rusya’ya yardımların ulaşmasıyla doğuda düşmanının canlanması ihtimalleri belirecek olmasıdır. Kısacası Çanakkale Savaşı’nın yitirilmesiyle Büyük Savaş’ın yitirilebileceği kanısında Berlin’e raporlar gitmektedir. Almanya bu nedenle Osmanlı Devleti’ne yardımda bulunmaya çalışmıştır. Çanakkale’nin hemen öncesinde, askeri heyetlere dayanan yakınlaşmanın ittifaka dönüştüğü yerden başlayalım. Çanakkale ile ilgili bir şeyler yazmak, okuyucunun ilgisini, tarihin bu dönemine çekmek sadece tarih yazımı ile ilgili bir şey olmamalıdır. Daha önce milli eğitim konusunda Japonlar ile gerçekleştiği aktarılmış anekdotu hatırlarsak her Türk’ün, bu savaşı bilmesi gerekiyor. Tabi şuan okumakta olduğunuz yazı Çanakkale Savaşları’nı ana hatlarıyla ele alan bir yazı değil. Okuyucunun merak eşiğinin sınırlarına girmesi gereken bir yazı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yenilgi sebeplerimizden biri olan ‘müttefikimiz Almanlar yenildiği için yenik sayıldık’ ifadesi bazen sosyal alanda yadırganıp fıkralara dahi konu olabiliyor. Bakalım 1 GENCAY İttifakın Kurulması ve Savaşa Giriş konuldu. Gemi personeli Osmanlı Ordusu’na katıldı. Bu arada II. Dünya Savaşı’nda Alman Donanması’na komuta edecek ve Hitler’in intiharından sonra Alman Devlet Başkanlığı’nı yapacak olan Karl Dönitz de Goben’de üsteğmen olarak bulunuyordu. 2 Ağustos 1914’de imzalanan anlaşma hükmünce Almanya ve Osmanlı Devleti resmen müttefik olmuştur. 8 maddelik antlaşmayı, Osmanlı Devleti adına Sadrazam Said Halim Paşa, Almanya adına büyükelçi Freiherr Von Wangenheim imzaladı. Anlaşmanın ardından da büyükelçilik ile Alman Dış işleri Bakanlığı’nda bir dizi yazışma oldu. İttifak Anlaşması’nın üçüncü maddesine göre Osmanlı savaşa girdiği anda bütün ordusunun idaresini Alman Islahat Heyeti’ne bırakmayı kabul ediyordu. Bu madde için ayrıca Sanders ve Enver Paşa’lar arasında mukavele imzalandı. Görülmektedir ki bu ittifakın doğuşunda en büyük etken Alman Askeri Misyonunun varlığıdır. Osmanlı Devleti’nin Karadeniz’de Rus limanlarını bombalamasını İtilaf devletlerinin ültimatomu onu da sırasıyla savaş ilanları izledi. İstanbul’da Erkan-ı Harbiye, Çanakkale boğazına muhtemel bir saldırıyı savuşturmak için hazırlıklara başladı. III. Kolordu ve dört piyade tümeni farklı zamanlarda Gelibolu ya nakledilmeye başlandı. Boğazın tahkimatı için de Amiral Usedom, Almanya’nın isteği ile Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görevlendirildi. Bölgedeki son takviyelerle V. Ordu oluşturuldu ve onun da komutanlığına, Islahat Heyeti Başkanı Liman Von Sanders getirildi. Sanders, savunma düzenini beğenmemekle beraber pek bir değişiklikte bulunmadı. Göreve geldiği 26 Mart 1915 tarihi öncesindeki savunma düzeninin de aslında iyi olduğu askeri uzmanlarca yazıldı. Hatta çıkarmanın yeri konusundaki hatalı öngörüsü ve Anzak birliklerinin çıkmasına izin vererek doğrudan kıyıdan müdahale yerine iç kesimde karşılama taktiği Savaşa katılma yolundaki en önemli hadise bilindiği üzere iki gemi olayıdır. Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere’ye iki savaş gemisi siparişi verdi ve parasını ödediği halde İngiltere savaşı bahane göstererek teslimatı yapmadı. Bundan kısa bir süre sonra Akdeniz’de İngiliz filosunun takibinden kaçan iki alman gemisi Çanakkale’den içeri girerek Osmanlı’ya sığındı. İngiltere gemilerin sınır dışı edilmesini talep etti ama Osmanlı Devleti gemilerin satın alındığını duyurdu . Gemilere de Yavuz ve Midilli isimleri 2 GENCAY nedeniyle savaşta kayıpların artmasında mesuliyeti oldu. Mayer isminde bir Alman başhekim bulunuyordu. Orduda topçu komuta kademesinde Alman subaylar diğer birliklere oranla daha fazla idi. V. Ordu’da Gressmann adında bir General, Miralay Wehrle, Binbaşı Vonberg ve Yüzbaşılar Lierrau ve Detleffen topçu olarak hizmet veriyordu. Savaşın başında 51 kişi olan Alman sayısı, savaş sonunda 700 civarındaydı. Donanma başlığı altında vurguladığımız istihkâm bölüğü haricinde de 12 takım makineli tüfek müfrezesi bulunuyordu. Almanya’dan getirilen bir müfreze değildi. Midilli gemisinden sökülen silahlardan ve o geminin mürettebatından oluşturulmuştu. Bu müfrezeler sanıldığı gibi etkili olamadı. Çanakkale’nin geri hizmetlerini karşılamak için de İstanbul’da silah mühimmat heyeti geldi.74 memur, mühendis, kimyacı, 47 usta ve 659 posta başından oluşan bu grup, İstanbul’da fabrikalarda çalışarak Çanakkale’deki orduya yardımcı olmaya çalıştılar. Kara Ordusunda Görev Yapan Almanlar Çanakkale de Liman Von Sanders’in karargâhındaki Alman subaylarının haricinde başlangıçta 6 tümenden bir tanesinin komutanlığında bir Alman bulunuyordu. Savunma için kurulan dört gruptan bir tanesine Sanders, Alman bir komutan atadı. Tümen sayısı 13’e çıktığında da Alman komutanlarının idare ettiği tümen sayısı iki idi. Bu da şunu göstermekteydi ki Sanders’in V. Ordu komutanı olmasına rağmen savunma da bütün grup ve tümen komutanlıklarında Almanlar bulunmuyordu. Savunmanın ilk gününden itibaren Türk kurmayları ile sık sık anlaşmazlığa düşen Liman Von Sanders’in bu yazının içeriği dışına çıkmadan bir başka hatasına değinmemiz gerekirse o da 1 / 2 Mayıs gecesi gruplara verdiği gece taarruzu kararıdır. Gece taarruzlarının kararını alan Liman Von Sanders, taarruzların idaresini yaveri Binbaşı Mülhman’a verdi. 1 / 2 Mayıs gecesi taarruzunda Mühlman henüz binbaşı olmasına rağmen iki tümene Cephede doğrudan Alman birlikleri bulunmuyordu. Ama genel olarak ordunun eğitiminde bir Alman ekolü mevcuttu. Sıhhiye hizmetlerinde Tabib Albay Dr. 3 GENCAY birden komuta etmiş oldu. Taarruzun sonucu ise başarısızlıkla noktalandı. Karargâhta Albay Zodenstern ve Albay Kannengiesser de bulunuyordu. Emirler Almanca verildiği için tercümesi de ayrı bir sorun teşkil ediyordu. Taarruzun başarısızlığından sonra bu hususta Sanders ısrarcı olmadı. Trommer, Kurmay Başkanı Yarbat Tuweney, V. Kolordu Komutanı Yarbay Albrect, XIII. Tümen Komutanı Albay Hovik, IX. Tümen Komutanı Yarbay Pötrich, Anafartalar Bölge Müfreze Komutanı Yarbay Wilmer isimlerine değişik tarihlerde rastlamaktayız. Deniz Savaşları ve Alman Denizaltıları Çanakkale Savaşları’nda ilk İtilaf taarruzu 19 Şubat 1915’de boğazı geçme denemesiyle oldu. Seddülbahir ve Kilidbahir tabyalarını bombaladı. Düşman netice alamayınca geri çekildi. Osmanlı bu saldırıda savunma düzeninde 11 müstahkem mevkiden teşkil etti. Önceden satın alınarak konuşlandırılmış 72 Krup topu vardı. Savaş ilanından sonra 6 adet Howitzer topu da dahil edilmişti. Henüz Bulgaristan savaşa girmediği için yüklü miktarda cephane ve silah yardımı Almanya’dan gelemiyordu. Romanya üzerinden getirilen malzemeler sınırlıydı. Bulgaristan’ın harbe giriş tarihini (Aralık 1915) göz önüne alırsak, Çanakkale Savaşları’nda Alman malzemesinin istenilen oranda gelmediği anlaşılmaktadır. Savaşın ilerleyen safhalarında karargâhta Alman subayları tarafından düşmana zehirli gaz kullanılması önerisi geldi. Almanların Batı Cephesi’nde Fransızlara daha önce zehirli gazla saldırdığı için İngilizler Çanakkale’deki askerlerine gaz maskesi dağıtmıştı. Bu öneri şiddetle reddedildi. Türk komutanlar, başta Esat Paşa olmak üzere bunun mertçe ve adil olmayıp savaş kurallarına uymadığını belirtti. Muharebelere katılan alman subaylarını incelediğimizde Güney Bölge Komutanı Albay Von Zodenstern ve Kurmay Başkanı Mühlman, Albay Kannengieser, Güney Grup Komutanı Tümgeneral Weber, Kurmay Başkanı, Yarbay Thauvenay, 1. Kolordu Kurmay Başkanı Binbaşı Eggert, III. Tümen Komutanı Albay Nicolae, Güney Grubu Topçu Komutanı Yarbay Binholt, XIV. Kolordu Komutanı Tuğgeneral 4 GENCAY 19 Şubat ve 23 Şubat saldırılarında toplam 5 Alman bahriyelisi hayatını yitirdi. Hamidiye tabyasında görev yapan Alman bölüğünün başında Woerman isminde bir deniz teğmeni bulunuyordu. Komuta Yarbay Wasillo’da idi. Erenköy bölgesindeki ağır topçu komutanı Yarbay Werle idi. ismine rastlanmamış, Nusrat’ın harekâtının gemi komutanı Kıdemli Yüzbaşı Hakkı Bey’in gerçekleştirdiği ATASE belgeleri ile ortaya koyulmuştur. İtilaf donanması gemileri uçaklar ve balonlarla keşif yaparak Türk siperlerini belirleyip aşırtma top atışları yapıyordu. Karaya çıkardığı birliklerini mevzilerinde tutmak için yürüttükleri bu yöntem yüzünden Türk tarafında çözüm önerileri düşünülüyordu. Savaş gemilerinin aşırtma top atışlarını engellemek için sonunda Almanya’dan denizaltı istendi. 25 Nisan 1915 günü Wilhelmshaven’den U-21 Denizaltısı, Otto Hersing komutasında yola çıktı. Atlantik’ten uzanarak Cebelitarık’ı geçen denizaltı Çanakkale önlerine yaklaştığında İngiliz Triumph zırhlısının boğaz girişinde sabit batarya olarak durduğunu gördü. 200 metreden torpido atışını yaptı ve zırhlıyı batırdı. 25 Mayıs 1915’te batan Triumph’ın ardından 27 Mayıs günü İlyas burnu mevkisine yakın bir noktada Majestic zırhlısını buldu ve onu da torpilleyerek batırdı. Bu iki olaydan sonra denizaltı boğazdan içeri girerek İstanbul yolunu tuttu. İngilizler ise artık alman denizaltı varlığından rahatsız olduğu için zırhlılarını kıyıya paralel sabit batarya olarak kullanmaktan vazgeçti ve demir ağ ile destroyer takviyesi yaparak savunma durumuna geçti. İstanbul ve Berlin basınında ise U-21 in başarısı moralleri yükseltti ve cephede de asker üzerinde olumlu tesir yaptı. Bir başka alman denizaltısı da 21 Haziran günü Seddülbahir önlerinde iki bacalı bir Fransız nakliye gemisini batırdı. Boğazın savunmasını Amiral Usedom, tahkimli bölgelerin savunulması da Amiral Merten’e verildikten sonra 200 kişilik bir istihkâm bölüğü geldi. Ancak kısa sürede etkisiz kaldı. Mevcutu 40 kişiye kadar düşünce diğer birliklere karıştırıldı. Bu birlik Çanakkale de savaşa gönderilen tek Alman birliği idi. Nitekim daha sonra topçu bataryalarında hizmet görmek için subay ve astsubaylar gelmiş olsa da birlik olarak sayılamazdı. Muavenet muhribinin komutanlığına da Amiral Usedom tarafından Binbaşı Rudolf Firle getirildi. 18 Mart Deniz Zaferi’nin en büyük unsurlarından biri olan Nusrat Mayın gemisinin de mayınları dökmesinde Alman bahriye mühendisi Raymer ile subay Gehl’in rolü olduğu iddiaları Sanders ve Mühlman günlüklerinde yer almaktadır. Ancak Nusrat’in seyir defterinde bir Alman U-21’in haricinde Çanakkale’ye toplam 13 Alman denizaltısı geldi. İlk olarak 11 Mayıs 5 GENCAY 1915’te UB- 8 denizaltısı geldi. Bu 13 denizaltının 4’ü Karadeniz’de battı, biri karaya oturdu, bir tanesi de Bulgaristan’a verildi. 2 Eylül günü de UB-14 Denizaltısı, İngiliz E-21 denizaltısını batırdı. örnektir. Fokker tipi muharip uçakların gelmesiyle savaş pilotları da Çanakkale de görev almaya başladılar. Oswald Boelcke, Hans Buddecke, Arthur Faller, Teğmen Shütz ve İnnelmann, hava gücündeki muharip pilotlardı. Boeclke ve Buddecke hava da itilaf uçaklarıyla çarpıştılar. Dört düşman uçağını düşürme başarısı gösterdikleri için Enver Paşa ziyaretlerinde bu pilotlarla görüştü. Çanakkale’de henüz torpido atabilen uçaklar gelmediği için havadan gemilere saldırı mevcut değildi. Gotha sınıfı bir torpido atabilen uçak Almanya’da üretilmekte idi ancak henüz arge aşamasındaydı. Bu uçağın Çanakkale de kullanılması için Yarbay Rasch gönderildi. Ancak uçağın kullanılması nasip olmadı. Keşan ve Uzunköprü’de bulunan istasyon merkezleri haricinde İstanbul Boğazı içinde ayrılan uçaklar haricinde fazla bir gelişme de mevcut değildi. Ancak savaşın sonuna doğru Osmanlı hava kuvvetlerinin gelişmesini ilerlettiğini kaydedebiliriz. Keşif ve keşfi önleme amaçlı avcı uçak hareketleri dışında propaganda amaçlı da hava kuvvetleri faaliyet gösterdi. Alman uçakları, İtilaf Devletleri’nin safında yer alan sömürge birliklerindeki Müslüman Hintli askerleri provoke etmek için havadan bildiriler attı. Çanakkale’de Hava Kuvvetleri Çanakkale Savaşları’nda deniz cephesini inceledikten sonra hava savaşına bakalım. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde ikisi onarımda olmak üzere sadece dokuz uçakla savaşa girmişti. Hava kuvvetlerinin güçlenmesi için ivedilikle Almanya’ya sipariş verildi. 12 sivil pilot, 32 sivil takyap ustası, 24 Rumpler ve Albatros B uçağı temin edildi. Havacılık grubunun başına Üsteğmen Serno getirildi. Serno daha sonra yüzbaşı ve binbaşı rütbesine yükseldi, Temmuz 1915’de boğazlar için deniz uçağı müfrezesinin oluşturulmasında görev aldı. Serno’nun savaşın başında uçak teknolojisinin karşılıklı savaşmayı fazla gerektirmemesi nedeniyle daha çok keşif harekâtlarında bulunduğunu görmekteyiz. 18 Mart 1915’deki deniz zaferi öncesi günün ilk saatlerinde düşman donanmasının boğazlara varmadan bulunduğunu konumu tespit ederek karargâha keşif raporunu sunması buna 6 GENCAY Son Söz Yerine Donanmada Alman bahriyelileri çok fazla varlık göstermemiştir. Çanakkale cephesinin dışında Filistin, Kanal, Suriye ve Irak Cephelerinde de Alman subayları yer almakta idi. Mevcudiyet ağırlığı bakımından Çanakkale’ye denk sayılabilirdi. Ancak cephane bakımından bakıldığından Çanakkale’nin şansızlığını yukarıda vurguladık. Çanakkale Savaşları’nda Almanların zafer üzerinde oynadıkları rolü kendi nazariyatlarından yükselterek yazmalarına dair en kapsamlı cevabı, İsmet Görgülü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde yayınladığı makalesinde vermiştir. Sonuç bölümünde tekrarlamalardan kaçınarak değerlendirme yapıldığında Alman etkisinin belki Çanakkale de zararının, faydasından fazla olduğunu bile söyleyebiliriz. Nitekim savaş boyunca düşünüldüğü gibi cephane ikmali yapılamamıştı. İlk ciddi sevkiyat, Kasım 1915’te top mermilerinin gelmesi idi. Alman subaylarının mağrur tavırları Türk subaylarının tepkisini topladı. Mustafa Kemal, Bulgaristan’ın harbe girmesinin gecikmesi sebebi tartışılırken, Almanya’nın savaşa kazanacağı yönünde bir kesinlik görmediğini belirtince Sanders ile aralarında soğuk hava esmişti. Almanlar Çanakkale içerisinde de aldıkları kararların doğru olduğundan emin şekilde Türklerle görüşmeden uygulamaya koymaları belki çarpışmaların neticesi üzerinde değil ama zayiat noktasında olumsuz etkileri olduğu kanısını doğurmuştur. KAYNAKÇA A-Kitap AHMAD, Feroz: ‘ Bir Kimlik Peşinde Türkiye’, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006 ARTUÇ, İbrahim: ‘1915 Çanakkale Savaşı’, Kastaş Yayınevi, İstanbul 2004 BARTLETT, Ellis Ashmead: ‘Çanakkale Gerçeği’ Yeditepe Yayınları, İstanbul 2007 BELEN, Fahri: ‘20. Yüzyılda Osmanlı Devleti’, Remzi Kitabevi, İstanbul 1973 BUDDECKE, Hans Joachim: ‘Çanakkale Üzerinde Bir Şahin’, çev: Bülent Erdemoğlu, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2009 BORAY, Ferit Erden: ‘Çetin Ceviz Çanakkale’, Kumsaati Yayınları, İstanbul 2006 Triumph ve Majestic Zırhlılarının batırılmasına rağmen de İngiliz donanmasını can evinden vuran Muavenet-i Milliye ve Nusrat gemilerinin unutulmaması gerektiğini vurgulamalıyız. Almanya’da iken 3 yıldızlı bir general olan Sanders’in ıslahat heyetinden sonra 4 yıldızlı Osmanlı generallerinin üstüne çıktı. Onun da atamalarında bilhassa güvendiği Alman subaylarını yeğlemesi komuta da yetersizliği düşündürmüştür. 7 GENCAY ERICKSON, J. Edward: ‘I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’, çev. Kerim Bağrıaçık, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007 GÜVENÇ, Serhat: ‘Osmanlıların Drednot Düşleri’ İş Bankası Yayınları, İstanbul 2008 GUHR, Hans: ‘Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza’, çev. Eşref Özbilen, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007 HERSİNG, Otto: ‘Çanakkale Denizaltı Savaşı’, çev. Bülent Erdemoğlu, İstanbul 2009 HERBERT, Aubrey & MORGENTHAU, Henry: ‘Çanakkale Devler Ülkesinde Devler Savaşı’, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007 HACİPOĞLU, Doğan: ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Harbine Girişi’, İst. Dz. İkm, Grp. K.lığı Basımevi Müdürlüğü, İstanbul 2003 JACKH, Ernest: ‘Yükselen Hilal’ Kumsaati Yayınları, İstanbul 2006 KARABEKİR, Kazım: ‘Türkiye’de ve Türk Ordusunda Almanlar’, Emre Yayınları, İstanbul 2001 MÜHLMAN Carl: ‘Çanakkale Savaşı’, Timaş Yay, İstanbul 2009 MÜHLMAN, Carl: ‘1914 Osmanlı Savaşa Neden ve Nasıl Girdi’, Timaş Yay, İstanbul 2009 ORTAYLI, İlber: ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu’ İletişim Yay, İstanbul 2003 ÖNSOY, Rifat: ‘Türkiye’deki Almanya 19141918’, Atlas Yay, İstanbul 2004 ÖZBİLEN, Eşref Bengi: ‘Cihan Harbinde Alman Bahriyeliler; Auf Seen Unbesieght’, İş Bankası Yay. İstanbul 2011 SANDERS, Liman Von: ‘Türkiye’de Beş Yıl’, ç. Eşref Bengi Özbilen, İş Bankası Yay. İstanbul 2010 T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü: ‘Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri II’, Başbakanlık Basımevi, Ankara 2005 T.C Genelkurmay: ‘Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi V. Cilt 3. Kitap Çanakkale Cephesi Harekâtı, Gnkur. Basımevi, Ankara 1980 TUNCOKU, Mete: ‘Anzakların Kaleminden Mehmetçik’, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2003 YILMAZ, Veli: ‘1.Dünya Harbi’nde TürkAlman İttifakı ve Askeri Yardımlar, Cem Matbaacılık, İstanbul 1993 B – Makale Çolak, Mustafa: ‘Çanakkale Savaşında Yalnız Bırakılan Bir Müttefik: Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na Yardım Çabaları’, Türkler, c.XIII, Yeni Yurt Yayınları, Sayfa:377-383 Görgülü, İsmet: ‘ Çanakkale Zaferi Üzerine Alman İddiaları’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi C. X Sayı: 28, Sayfa: 105136 (Mart 1994) Kılınç, Özge: ‘Alman Gözüyle Çanakkale Destanı’, Savunma ve Havacılık Dergisi Sayı: 137 Sayfa: 142-151, Marttin, Volkan: ‘Çanakkale Savaşı Anılarında Türk Tarafının Askeri Teknik Uygulamaları ve Eğitimi’, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi Sayı: 17 Sayfa: 135146, (2011) Özgüldür, Yavuz: ‘Yüzbaşı Helmut Moltke’den Müşir Liman Von Sanders’e Osmanlı Ordusunda Alman Askeri Heyetleri’. Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi Sayı: 4 Sayfa: 297-307, (1995) 8 GENCAY EĞİTİMDE METİN TEMELLİ DEĞERLENDİRMENİN ELEŞTİRİSİ Yunus Emre UYAR Metin kavramının tüm netliğiyle tanımlanması için Türkçe Sözlük’ün tanımlaması yeterli değildir. Çünkü “Bir yazıyı biçim, anlatım ve noktalama özellikleriyle oluşturan kelimelerin bütünü” (TDK, 2012) şeklindeki bir tanım tümcesi metin kavramını açıklamakta kullanılan örgü analojisinin işlevini görmez. Metin sözcüğünün İngilizce karşılığı olan text dokuma anlamına gelir. O hâlde buradan metin kavramının kelimelerin bütünü deyişinden daha geniş bir açıklamaya gereksinim duyduğu çıkarılabilir. Metin kelime bütününden çok kelimelerin ve diğer dil birimlerinin belli bir düzenle örülmesi/dokunması ile mümkündür. birbirini izleyen, sıralı ve anlamlı bütünler oluşturan tümceler dizisidir.” (Günay, 13) diyerek TDK’nin bir önceki paragrafta sözü edilen eksiğini giderme yoluna gitmiştir. Hayati Akyol da “Kendisinden anlam çıkarılan her şey metindir.” (Akyol, 08) diye yazmak suretiyle metin olgusundaki anlam ögesini çarpıcı bir biçimde vurgulamıştır. Ölçme ve Değerlendirme ise eğitim bilimlerinin bir alt disiplini olarak kısaca eğitimin çıktılarını saptamak işlevini görür. (Temizkan, 12) Burada dikkat edilmesi gereken nokta yukarıda kısaca anlatılan metin kavramının ölçme ve değerlendirmenin bir malzemesi olarak sıklıkla kullanılmasıdır. Gerek ÖSYM’nin gerek MEB’in yıllardır düzenlediği sınavların en değişmezi bireylerin ana dili becerilerinin ölçümüdür. Sınavda kullanılan soru maddelerinin tipi gereği her ne kadar temel dil becerilerinin tümü ölçülüp değerlendirilemese de okuma becerileri üzerinden anlama düzeyi sürekli olarak ölçülmektedir. İşte bu çabanın olmazsa olmazı metinlerdir. Çünkü ortalama bir Türk’ün ömrü boyunca girdiği sınavlarda karşısına belli metinleri okuyup onların farklı yönlerini farklı düzeylerde anlaması isteği çıkar. Bu yolla bireylerin anama becerileri ölçülür. Doğan Günay, metin kavramına bildirişim işlevi olma zorunluluğu yükler. Ona göre “Bildirişim işlevi olmayan yazılı ya da sözlü bir belge, metin değildir.” (Günay, 13) Demek ki ortada bir yazı ya da söz olması, onun metin olması için yeter sebep değildir. Yine Günay “Dilsel açıdan metin, 9 GENCAY ve onun malzemesi olan metnin belli bir amaç dahilinde bir araya getirilmesiyle ortaya çıkar. Ortalama bir Türk’ün ömrü boyunca girdiği neredeyse tüm ulusal ölçekli sınavlarda ona bazı metinler verilip bu metinlerden o sınavı hazırlayanların ulaştığı anlama mutlaka ulaşması beklenir. Bunun dışında bir anlama ulaşanlar, metni anlamamış kabul edilerek o sorudan kendilerine puan verilmez. Oysaki o sorunun metnini hazırlayanın metne ilişkin önyargı alanıyla metni okuyup çözmeye çalışanların önyargı alanı arasında önemli farklılıkların olması doğaldır. Bu farkın yani okurun metne ilişkin dışarıdan getirdiklerinin göz önüne alınmayarak anlama becerisinin değerlendirilmesi bugün Türkçe eğitiminin ölçülmesi ve değerlendirilmesi uygulamalarının ciddi bir felsefî ve teknik sorunudur. Üstelik bireyselleşme ve öznelleşme için de bir sorundur. Bu sorun ayrıca Wolfgang Iser’in sözünü ettiği “metin ile okur arasındaki uzlaşma”yı ihlal eder. (Iser, 78) Bu, her şeyden önce okuma ve metni anlamlandırma etkinliklerinin doğasına aykırı bir uygulamadır. Aslında biraz zorlanırsa meselenin altından politik amaçlar da çıkarılabilir. Kitlelerin metinlere ancak devletin, resmi ideolojinin yetkili kurumlarının verdiği anlamları vermesi istenmekte olabilir. Yetkili makamın ulaştığı anlama yaklaştıkça başarılı, ondan uzaklaştıkça başarısız sayılan halkta belli bir otoritenin anlamlarına sarılma güdüsü uyandırılmaya çalışılıyor olabilir. Bundan sonrası eğitim biliminin ilgi alanından çıkacağından o kısma burada değinilmeyecektir. Ancak bu metnin metin dışı okumalara kışkırtabildikleri için Bu noktada okuma uğraşına ilişkin de bazı betimlemelere başvurmak gerekir. Bilindiği gibi okuma bilişsel, duyuşsal ve devinişsel boyutları olan bir etkinlik olarak temel dil becerilerinden ve temel anlama becerilerinden birini oluşturur. (Arıcı, 08) Ancak okuma sırasında bireyin ön bilgileri, tahminleri, amaçları ve bunların katkısıyla oluşan Gadamer’in deyimiyle önyargıları devreye girer. Bu unsurların her biri her bireyde farklılık gösterdiğinden her bireyin okuduğu metinden anladığı elbette farklı olacaktır. Ne de olsa hiç kimse metni okurken kendisini dış âlemden soyutlamaz, soyutlamamalıdır da. Metne elbet dış yaşantıdan aldıklarıyla birlikte bakacaktır. Bu okuma etkinliğinin doğası gereği böyledir. Hatta kimi postmodernistler bundan hareketle belli bir anlamın mevcut olmadığı, anlamların olduğu ve metnin anlamının okur kadar olduğu gibi söylemler üretmiştir. “Okurun bireysel yorumlamasını düşündüğümüzde her metnin çokanlamlılık (fr. Polysemie) içereceği açıktır” diyerek yukarıdakilere destek çıkan Doğan Günay’ın aşağıda verilen tablosu yazarın anlatısıyla okurun anlatısı arasındaki örtüşmezliğe dikkat çeker. (Günay, 13) Burada asıl problem ölçme ve değerlendirme uğraşı ile okuma uğraşının 10 GENCAY eğitimin politik temellerine okumalar önerilebilir. ilişkin yanıtlarının kendi koşulları dahilinde değerlendirilmesidir. Bu ortaya kolayca atılabilen ancak teknik yapısı olmayan bir fikir olarak görülebilir. O hâlde bir de teknik öneri sunmak gerekir. Bu metinde öne sürülenlere şöyle bir itiraz gelebilir: Herkesin metinden çıkarması gereken ortak veriler vardır.” Elbette her metnin herkese mutlaka söylemesi gereken veriler vardır ancak bunlar yüzey anlama düzeyinde kalanlardır. Sözgelimi öyküleyici bir metnin kahramanları, yeri, zamanı, başlıca olayları ya da bilgilendirici bir metnin verdiği temel bilgiler mutlaka yorum farkı gözetilmeksizin her okurun saptaması gereken metin unsurlarıdır. Ancak mesele derin anlam ve eleştirel anlam (Ülper, 09) olduğunda iş değişir. O zaman verilen metinden “hangisine ulaşılamaz?” gibi bir soru köklerinin karşısına yukarıda özetlenen sorun çıkar. Verilen metinde yer almadığı hâlde metni okuyanlardan bazıları metindeki bazı verilerden hareketle onları tamlayacak önbilgileriyle metinde olmayan ve o önbilgilere sahip olmayanların çıkaramayacaklarını çıkarabilir. Ancak mevcut sistem böyle birine adeta “Senin bu konudaki ön bilgilerin önemli değil, önemli olan soruyu hazırlayanların önbilgileri, ona göre anlamalısın.” demekte ve okumanın doğasına ters düşmektedir. Öncelikle bireyin metne karşı önyargıları tespit edilir. Bu doğrudan bireye metne ilişkin tahminlerinin, amaçlarının, ön bilgilerinin sorulup bunların saptanmasını gerektirir. Ardından kendisine sunulan metinden ulaştıklarıyla metin öncesinde sahip oldukları arasındaki tutarlılığa bakılır. Eğer metinden elde edilen anlamla buna etki eden metin dışı unsurlar arasında bir uyuşmazlık saptanmazsa birey metni anlamış kabul edilir. O andan sonra ölçmecileri ilgilendiren bireyin kendi koşulları dahilinde metinden alabildikleridir. Böyle bir uygulama iki temel sorun oluşturur. Birincisi bireyin metne ilişkin önyargılarının nasıl ölçüleceği sorunudur. İkincisi de bunun mevcut sınav sistemine nasıl eklemleneceğidir. Eleştirinin üçüncü temel ayağı çözüm önerisidir. Bu henüz ortaokul düzeyindeki öğrencilere bile böyle öğretilir. (MEB, 06) O hâlde metin temelli ölçme ve değerlendirmenin eleştirisini tamamlamak için olumsuzlanan duruma bir alternatif sunmak gerekir. Bu çalışmanın önerisi ölçme ve değerlendirme uygulamalarının kullandıkları soru maddesi tipini değiştirerek bireylerin yanıtlama özgürlüğünün onlara verilmesi ve onların Birinci sorunu doğrudan onu doğuran öneriyi ortaya koyan bu metnin çözmesi gerekir. Önyargıların nasıl harekete 11 GENCAY geçirileceği literatürde mevcuttur. Sözgelimi Kırkkılıç bunu gçrseller, başlık, tür, yazar, tema vb. etmenler eşliğinde düşünür. (Kırkkılıç, Akyol, 13) Kaynakça: TDK (2012) Türkçe Sözlük, TDK Yay. Günay D. (2013) Metin Bilgisi, Papatya Yay. Akyol H. (2008) Türkçe Öğretim Yöntemleri, Kök Yay. Temizkan M. (2012) Metin Türklerine Göre Okuma Eğitimi, Nobel Yay. Iser W. (1978) The Act of Reading, Hopkins Uni. Yay. Kırkkılıç A. Akyol H. (2013) İlköğretimde Türkçe Öğretimi, Pegem Yay. Ülper H. (2009) Okuma ve Anlamlandırma Becerilerinin Kazandırılması, Nobel Yay. MEB (2006) İlköğretim Türkçe Dersi (6. 7. ve 8. Sınıflar) Öğretim Programı Arıcı A. F. (2008) Okuma Eğitimi, Pegem Yay. İkinci sorun ise her şeyden önce soru maddelerinin tipinin değiştirilmesiyle mümkündür. MEB’in böyle bir değişikliğe gitmeyi düşündüğü basına yansımış durumda. Hatta bir süre önce açık uçlu sorularda oluşan bir örnek deneme sınavı bile yayınlandı. Her ne kadar bu istendik düzeyde olmasa da bir şeyleri değiştirmek için MEB’in umut verici bir uygulamasıdır. Kısacası, ikinci sorunun çözümü için zaten yetersiz de olsa doğru yönde bir adım atılmıştır. Bundan sonrası için yetkili makamları hiç değilse açık uçlu sorulara verilen yanıtları belli kalıplarla değerlendirmemeleri uyarısı yapılmalıdır. 12 GENCAY YÖNETİM ERKİ VE MEDYA ETKİLEŞİMİ Mehmet UÇAK Yönetim erki önemlidir. Yönetim erki, ülkenin iç ilişkilerinden ziyade dış dünya ile olan bağlantısını da yönetir. İç dinamikler, kırılgan olsalar da uzun vadede onarılmaya müsait bir durum teşkil eder. Yalnız dış dinamiklerin bozulması durumunda daha çabuk ve daha hızlı tepkimeler oluşur. Bu durumda ülkenin uzun vadede bekâsını tehlikeye atabilir. Bu yüzden yönetim erkini kullanacak siyasal iradenin yolsuzluk, rüşvet, liyakatsızlık ve çeşitli olumsuzlukların dedikodusuyla çalkalandığı bir ortamda yaşam bulması oldukça sakıncalıdır. Böylesine durumlarda halk, bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yönetim erkini hakkıyla kullanabilecek ve geçmişinin temiz olduğuna bir siyasal hareketi -buraya dikkat- erke emanet etmelidir. Yönetim Erki ve Kitle İletişim Araçları Bir de yönetim erkini kullananların, kitle iletişim araçlarını istismar ettiği gerçeği vardır ki günümüzde, ülkemiz koşullarında, AKP gibi güçlü bir iktidarın yıllardırsarsılmadan yaşamını sürdürmesi bunun tipik örneğidir. ''Güçlü olandan yana saf tut.'' gibi sığ bir siyasi düşünce ile beslenen Türk kamuoyu, bu gerçekliğin ortaya çıkmasında ana etkendir. Parti bağımlılığın had safhada bulunduğu 10 yıllık süreçte, kitle iletişim araçlarına olan güvensizlik de artmıştır. Yönetim erkine sahip olan güçlü iktidar, sahip olduğu üstünlük ile kitle iletişim araçlarında da tekelleşmeye gitmiştir. Bakınız Başbakan'ın bir konuşmasının on kanaldan fazla yerde yayın bulması, diğer siyasi hareket liderlerinin konuşmalarının sansüre uğratılması, sansür ile ilgili yasalar, çoğu gazeteden kovulan yazarların varlığı gibi nedenler, bu gerçekliği bir kez daha yansıtmıştır. Bu süreçte esasında iki ana grubun oluşmasına zemin hazırlamıştır. 1. Güçlü iktidar hakkında yapılan her türlü iyi habere inanıp diğer tüm kötü haberleri gerçekliğini araştırmadan reddeden ütopik ve maceracı taife! 2. Her ne sebeple olursa olsun iktidarın lehinde olan hiçbir habere inanmayıp aleyhinde yapılan her türlü habere gerçekliğini araştırmadan biat eden kimilerince anarşist, kimilerince Evet, emanet edilmesi gereken yönetim erki değil; erki kullanacak kişilerdir. Çünkü yönetim yüzyıllar boyu süregelen ve dinamikleri sağlam temellere oturmuş bir olgudur. Bozuk olan ve düzensiz olan ise yöneticilerdir. 13 GENCAY milletperver, kimilerince Cumhuriyet bekçisi ve kimilerince de milliyetçi taife! da bu tür gerçekliklerin yaşanmadığını söyleyemeyiz. Önermeleri incelediğinizde birbirinin tam zıttı gerçeklikleri göreceksiniz. Fakat ne tuhaftır ki muazzam bir zıtlık oluşturan bu gruplar, esasında birbirlerine çok benzerdirler. Şöyle ki her iki grupta bir şeye inanıp bir şeye inanmama noktasında ortak hareket edip işbirliği yaparcasına inatçı ve dar pencerelere sahip gruplardır. Birisi her ne şekilde olursa olsun savunmaya geçerken diğeri de tereddütsüz saldırı pozisyonundadır. Ahlak, etik, vicdan, feraset ve akılla yoğrulmuş yorumlama kabiliyetinden uzak, bir o kadar da geri kalmış zihniyetlerdir. Argümansız, sağlam temelleri olmayan ve gündelik siyaset dilinin ucuz demagojik süslemeleriyle hareket eden bu sosyal paydaşlar, kitle iletişim araçlarını yönetenleri bir saf seçmek durumunda bırakmışlardır. Bu durum, ahlakî kriterleri olan üç beş kuruluşun dışında tüm kuruluşlar için geçerlidir. Ayrıca, Başbakan bu durumu ''Bitaraf olmayan bertaraf olur. '' sözüyle de açık uçlu bir dillendirme olarak yansıtmıştır. Görüldüğü üzere, yönetim erkine sahip olanlar eğer orantısız bir güç noktasına eriştilerse bunun sebebi, halktır. Yönetim erkinin yani, siyasi iradenin kitle iletişime nüfuzu arttıysa yine bunun sebebi seçeneksizlik siyasetini şiar edinmiş Türk halkıdır. Bugün iktidarın AKP’de olmasıyla ilintili bir durum değildir. Yönetimde başka siyasi çevreler hâkim olsa bile yine karşımıza bu acı gerçek tüm ihtişamıyla çıkacaktır. Geçmişte türlü örneklerini görebilmekteyiz. Bu durum, tarihin hiçbir sayfasında bu kadar şiddetlenmemiş olsa Gerek sosyal medyanın olumlu etkilerinin yaşandığı az ama var olan köşelerinde gerekse de internet ortamının her alanında yakın tarihimize ilişkin bilgiler yer almaktadır. 1980 dönemi gazete manşetlerinden tutun da 1930'lu yılların makalelerine kadar hemen hepsi depolanmıştır. Bu bilgilere ulaşmak o kadar da zor değildir. Geçmiş ile günümüz mukayesesinde bu bilgiler mühim bir yer tutar. Gelmek istediğim nokta ise şurasıdır: Araştırmak, okumak, yargısız infaza engel olmak... Evet, seçim öncesi kitle iletişim araçlarında neler vardı? Hangi yayın kuruluşları kimlerin yazılarını ön plana çıkardı? Kimler kendilerine TV programlarında yer bulabildi? Bu kişilerin siyasi ve ahlakî geçmişi ne durumda? Bu bilgilere delilleriyle internet ortamında ulaşmak pek mümkündür. Namümkün olan birçok bilgi için bile saatlerce araştırma yapan kişiler bu bilgileri aramayı kendilerine bir yük olarak görmüş olacaklardır ki başkalarının ağzıyla şekillenmeyi tercih ederler. Dün pek yanlı olanların bugün 180 derece çark etmesini anlayabilmek, geçmişinin milliyetçi 14 GENCAY zafiyetten beslenenleri ile bugünün hümanist saçmalıklarının hepsini tarihte bulabilirsiniz. Bugün yaşananların hiçbiri tesadüf ya da ilk defa yaşanan gerçeklikler değildir. Geçmişin kirli oyunlarının ve düzenbazlıklarının teknoloji ile yoğrulmuş ve daha idealize edilmiş şeklinden ibarettir. Kıymetli okuyucu, sözün özü kısaca şudur: Her neye inanırsan inan, her neyi görmek istersen iste, her kimle olmak istiyorsan ol, hangi siyasi düşünceye biat etmek istiyorsan et ama şu aşağıdaki üç olgudan taviz vermeden yap yapacaklarını: 1- Araştırma ve mukayese 2- Ahlakî ve etik düşünce sistemi 3- Dürüst ve birleştirici zihniyet Görüldüğü gibi kitle iletişim araçları, yurttaş ile yönetim erkini idare eden siyasi iktidar arasında bir köprü, geçit görevindedir. Yönlendirmeler ve algı operasyonlarının yapılış tarzı dünden bugüne sadece teknolojik açıdan yoğrulup gelişme göstermiştir. İşin temel mantığı, ahlakî zemini ve vicdan muhasebesinde değişen bir mevzunun olmamasıdır. Mektuplar yerini ses kayıtları ve tapelere bırakırken insanlarımızın vicdanî muhasebesi de kendini menfaatçilik gerçeğine bırakıyor. Tapeleri, haberleri, televizyon programlarını, okuduğunuz gazeteleridergileri ve takip ettiğiniz yazarları bu üç gerçeklik ışığında takip etmeniz dileğiyle… Not: Hiçbir siyasi hareketi karalama amacı gütmeden sadece insanlara vicdanları ile hareket etmeleri noktasında ufacık bir telkin içeren bu yazı ancak yazarın kendisini bağlamaktadır!.. 15 GENCAY NATURA 2000 VE TÜRKİYE -2Fatma Özge ÖZDEMİR 1992’de Avrupa Birliği üyesi ülkelerin, Avrupa içinde tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının ve canlı türlerinin koruma altına alınması amacıyla hazırlanmış bir çevre koruma ağıdır. Çok önemli iki hukuki metin olan Kuş Direktifi ve Habitat Direktifi yönergelerini kapsamaktadır. Kuş Direktifi; Avrupa Birliği’nin en eski doğa koruma mevzuatıdır. Ayrıca, kuşların öldürülmesini, yakalanmasını, yuva yumurtalarının tahrip edilmesi gibi kuşların yaşamlarını doğrudan olumsuz etkileyen faaliyetleri yasaklar. Habitat Direktifi; Yabani Kuşlar Yönergesi’ni tamamlamak amacıyla yürürlüğe konulmuş olup, sıkı bir şekilde korunması sistemini kapsamaktadır. koruma alanları için ayırmış oldukları fon olan ‘’AB Life’’ programından yararlanmamızı sağlayacaktır. Peki, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ekolojik açıdan avantaj mı yoksa dezavantaj mı teşkil edecek? Bu, yapılacak olan değerlendirmelere bağlıdır. Avrupa Birliği’nin avantajlarını düşünecek olursak; yeni türlerin barındığı, yeni bir biyocoğrafik bölge Avrupa ve ötesindeki ekolojik ağı geliştirmektedir. NATURA 2000 KAPSAMAKTADIR? SÜRECİ NELERİ 1. Üye ülkeler Topluluk İçin Önemli Alanları(pSCIs) önerir. Bu noktada seçim tamamen ekolojik temeller üzerinden yapılmalıdır. 2. Üye ülkeler, gözlemci STK’lar ve bağımsız uzmanlar arasındaki görüşmeler yapılarak ilave değişiklikler ve düzeltmeler yapılmalıdır. 3. Komisyon ulusal pSCI’s alanlarını Topluluk İçin Önemli Alanlar(SCI)olarak kabul eder. 4. Üye ülkeler, Komisyon’un SCI alan listesini Korunacak Özel Alanlar (SACs) olarak ilan ederek yürürlüğe sokmalıdır. 5. Üye ülkeler ayrıca Kuş Direktifi gereği Özel Koruma Alanı(SPAs) listesi sunmalıdır. SPA’ler, üye ülkeler Komisyon’a ilan edilen alan listesini yolladığı zaman yürürlüğe girer. Kuş türlerinin korunması hedef alınan sitemde, en çok sorulan sorulardan biri ‘’Neden kuş türlerinin korumalıyız?’’ olmaktadır. Kuş türlerini korumalıyız, çünkü kuşlar bir doğal alanın, habitatın doğal niteliklerinin korunduğunun ve bu alandaki besin zincirinin sağlıklı bir şekilde işlediğinin en önemli göstergesidir. Bu yüzden kuşlar insanlara çok benzemektedir ve kuşların yaşam alanlarının korunması demek, insanların da yaşam alanlarının korunması anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Natura 2000 üyeliği Avrupa Birliği üyeliğini gerektirmektedir. Bu üyelik sonucunda uzman bir komisyonun uzun incelemeler sonucunda vereceği kararlar baz alınacak ve bu süreçte 16 GENCAY Natura 2000 kapsamında ülkelerin AB uyumluluk sürecinde Sivil Toplum Kuruluşları’na (STK) da fazlasıyla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konuda STK’ların görevleri; Bu maddeler kapsamında, Natura 2000’e üye ülkeler yaşam alanlarını bozan veya türleri önemli derecede rahatsız eden faaliyetleri önlemek, gerek duyulduğunda yaşam alanlarını ve türleri uygun koruma statüsünde idame ettirecek ve önemli önlemler almak zorundadır. Bu koruma önlemleri; ekonomik, sosyal ve kültürel olarak bölgesel ve yerel özellikleriyle değerlendirilmelidir. Natura 2000’in yaptırımlarını göz önüne aldığımızda, ülkemizin Natura 2000 için neler yaptığına bakılmalıdır. AB adaylığından önce de mevcut olan çevre korumaya yönelik yasa ve yönetmeliklerin AB doğrultusunda revize edilmesi, AB çevre politikalarına uyumlu yeni mevzuatın hazırlanması, üyelik süreci ile birlikte ivme kazandı ve daha etkin bir uygulama sürecine girildi. Doğal hayatı koruma ve doğal alanların genişletilmesi ve sayıca artırılması ile ilgili girişimlerde bulunuldu. Her yıl yayımlanan kara avcılığı ve iki yılda bir hazırlanan su ürünleri sirküleri ile avcılık alanında önemli düzenlemeler yapıldı. Kampanyalar ile Natura 2000 profilinin yükselmesini sağlamak. Doğa koruma için fon olanakları bulmak. Ekolojik koridorların geliştirilmesini desteklemek için kampanyalar düzenlemek. Alan sınırlarının çizilmesini ve bu alanlarda endişelere ilişkin raporları düzenlemek. İstenilen alanlarda koruma faaliyetlerini üstlenmek. Tehdit altında bulunan türlerin korunmasını desteklemek. Ulusal ve bölgesel yönetim planlarının stratejilerine katkı sağlamak. Üyelikleri vasıtası ile geniş bir kitleye ulaşmak. Sonuç olarak; Natura 2000, Avrupa Birliği üyeliğine gerek duyulan bir çevre koruma ağıdır. Bu ağa üye olabilmek ve üyeliğinizi devam ettirebilmek için gerekli şartlara uymak ve şartların gereğini yerine getirmek gerekmektedir. Tabi ki bu durumda Avrupa Birliği şartı aranmakta 17 GENCAY ve ülkemiz Avrupa Birliği’ne aday adayı konumunda olduğu için Natura 2000 üyeliği mevzu olmamaktadır. Bu durumun lehimize dönmesi için Türkiye bünyesinde bulunan Sivil Toplum Kuruluşları’yla ortak bir çalışma yürütmekte ve bu ortak çalışma kapsamında gerekli verileri toplayarak kurulun bünyesine sunmak zorundadır. Natura 2000’e üye olmadan önce Avrupa Birliği üyeliğinin ön koşul olması ve STK’ların günümüzde sadece ve sadece çıkar amaçlı kullanılıyor olması bizim “AB Life “ programından yararlanmamıza imkân sağlamamaktadır. Ülkemizin biyocoğrafik konumu ve ekolojik bir ağ geliştirmesinden dolayı zengin bir yapı oluşturmaktadır. Avrupa örneğini baz aldığımızda, doğanın en önemli olayı “tarım faaliyetleriyle bağlantılı” olmasıdır. Ülkemizin bu kırsal alan genişliği Natura 2000 için elverişli olup bizim olası bir Avrupa Birliği üyeliğimizde gerekli fonlardan yararlanıp, doğal koruma alanlarını değerlendirerek gerekli korumaları gerçekleştirecektir. KAYNAKÇA Natura 2000 ve TÜRKİYE -I- , Fatma Özge ÖZDEMİR Natura 2000 ve STK’lar 18 GENCAY SICAK SİMİT VE ÇAY Muhammet BÜYÜKKÖROĞLU Nane kokardı ellerin Bazen de deniz kıyısında sıcak simit ve çay Siyah beyaz bir düş gibiydin Gündüzleri görürdüm, geceleri de Yitik fotoğrafların unutulamayan yüzünde Gözlerin mi? Onlarsa uçurumcasına derin Düştüm avuçlarından gözlerine Yürüdüm yalın yapıldak öteden beri Bir bakraç uzattın iklimden serin Yaralarına iyi gelir dedin İmbiklenip dizlerinde, yılgın saçlarıma Bağ bozumu ılıklığını üfleyiverdin Saman alevinde buğulandı saat Zaman titrek dudaklarına büründü Kalk dedin, hiç uyumazdım ki ben Karlar örttü uyur gezer heykellerden Kitabeler vardı, el ele okumuştuk 19 GENCAY Sonra yemin etmiştik göğün ve yerin üstüne Toprak yeşil, gök mavi, fakat sular buruk Uzaklaştın ama şah damarımdasın hala Hiç tesadüflere inanmazdın sen Tılsımı bozuldu mu büyünün Üşüyorum şimdi ben Yakamoz akşamları mı daha ehven Raspa edilmiş uykularıma gelsen ... Kuşlar urgan urgan fırtınalar doğurdu Ebabil nisanları ufuktan uzak Dar ağaçları güneşte de kuruldu Sen sustun, konuştu paslı tuzak Sahi nane kokardı ellerin Bazen de deniz kıyısında sıcak simit ve çay... 20 GENCAY 21 GENCAY HÛ Bektâşî Haşim Baba ~ Bektâşî Haşim Baba’nın Çanakkale’de şehit olan oğluna yazdığı şiir ~ Gelibolu önünde Arıburnu'nda Albayrak altında öldün mü ya Hû? Besmeleyle varıp attın topunu Düşmana korkuyu saldın mı ya Hû? Bir sabah düşümde suretin gördüm. Şubenin önünde künyeni aldım. Hasret çıbanına pençemi vurdum. Artık oralarda kaldın mı ya Hû? Muhammed Ali'dir ismi oğlumun. 22 GENCAY Şehitliğe koştu cismi oğlumun. Bize yadigârdır resmi oğlumun. Gözüme yaş diye geldin mi ya Hû? Yârin mi çağırdı? Koşarak gittin. Şarkı söyleyerek coşarak gittin. Dağları denizleri aşarak gittin. Şehitlik sırrına erdin mi ya Hû? Dağlar bulutlandı, bülbüller sustu, Avazın yükseldi, düşmanlar pustu. Ne çabuk arzuladın Cenab-ı Dostu. Sonunda rütbeni buldun mu ya Hû? İsrafil Surru'dur hücum borusu. Şehit olanların yoktur sorusu. Diri bekliyorduk işin doğrusu. Kopmuş güller gibi soldun mu ya Hû? Haşim'in de oğlu gitti, merhaba! Akıtacak yaşlar bitti, merhaba! Bu dert bizi deli etti, merhaba! Vatana canını verdin mi ya Hû? 23 GENCAY SİYASETTE SOSYAL MEDYA Vural Egemen SARIGÖZ İnsan “Sosyal Medya” dediğimiz mecra yalnızca Facebook, Twitter gibi etkin sitelerden ibaret değildir. Sosyal medyayı günümüzde internet kelimesinin yerine dahi koyabiliriz. Sosyal medyanın siyaset üzerindeki etkisini iki kısımda değerlendirebiliriz. su, ilaç gibi malzemelerin tedariki dahi sağlanabildi. Sosyal Medya sayesinde istediğimiz kişiye (ünlü-ünsüz) çok çabuk bir şekilde ulaşabiliyoruz. Bir siyasetçinin sosyal medya hesaplarını takip edip, aklımızdaki soruları yine kendisine bu yol ile ulaştırıp cevaplar bekleyip, yanıtlar alabiliyoruz. a. Siyasetçiler b. Vatandaşlar Sosyal Medya üzerinde siyasetçiler de vatandaş da etkin bir rol oynamaktadır. Hemen hemen her siyasetçinin bir Facebook, bir Twitter hesabı mevcut iken vatandaşların da sosyal medya kullanım oranı bununla orantılıdır. An itibari ile dünyada üzerinde 1,463,632,361 internet kullanıcısı vardır ve bunun 46,500,000’u Türkiye’dedir. 46 milyonluk bir kitlenin sosyal medya gücünü zihninizde tasvir etmenizi istiyorum. TBMM’de görev yapan milletvekillerinin %55’inin kendi adıyla Twitter’da hesabı bulunmaktadır. Meclisteki Twitter kompozisyonunun siyasi partilere göre dağılımında Ak Parti birinci sırada yer almaktadır. Ak Partili milletvekillerin Twitter kullanan toplam milletvekillerine oranı %56, CHP milletvekillerinin %30, MHP milletvekillerinin %8 ve BDP milletvekillerinin %5’tir. Siyasi partilere göre değerlendirildiğinde meclisteki milletvekili sayısına oranla en çok Twitter hesabına sahip siyasi parti CHP’dir. Siyasi partilere göre Twitter hesabı bulunan milletvekillerinin oranları şu şekildedir: CHP milletvekillerinin %67’sinin, BDP milletvekillerinin %55’inin, Ak Parti milletvekillerinin %51’inin, MHP Artık insanlar sosyal medya üzerinden haberleşebiliyor, haberlerini daha hızlı yayabiliyor, daha hızlı örgütlenip daha hızlı organize olabiliyorlar. Bunun en yakın örneğini Gezi Parkı eylemlerinde gördük. Sosyal medya üzerinden ekmek, 24 GENCAY milletvekillerinin %47’sinin hesabı bulunmaktadır. Twitter Baş’tır (205.401). Meclisteki milletvekillerinin toplam takipçi sayılarının (10.804.562) %92’si erkek milletvekillerine aittir. İnsanların Sosyal Medya anlayışı maalesef Facebook ve Twitter isimli sitelerden ibarettir. Siyasilerin bu iki siteden başka bir site kullanmadığı görülmektedir. İnsanlar siyasetçileri sosyal medya hesapları üzerinden takip ederek gelişmeleri yakından izliyorlar. Siyasiler içerisinde sosyal medya hesaplarını basın açıklaması yapmak için yazılı bir metni kopyala/yapıştır yapanlar gibi günün ve hatta anın önemine göre iletiler/mesajlar yayınlar da vardır. Siyasetçilerin sosyal medyada takipçi sayıları erişebildikleri potansiyel kitle, takip ettikleri kişi sayısı ise sosyal mecrayı tek yönlü değil; vatandaşların paylaştıkları enformasyonu önemseyip önemsemedikleri konusunda fikir vermektedir. Siyasi partilere göre milletvekillerinin takipçi sayılarına bakıldığında başı Ak Parti çekmektedir. Ak Parti milletvekillerinin Twitter’da 6.878.849, CHP milletvekillerinin 2.377.693, MHP milletvekillerinin 773.753 ve BDP’nin 741.945 takipçisi bulunmaktadır. Vekil başına düşen takipçi sayısında ise BDP 46.371 takipçiyle birinci sırada yer almaktadır. İkinci sırada 40.945 takipçiyle Ak Parti, üçüncü sırada 30.950 takipçiyle MHP ve dördüncü sırada 26.418 milletvekiliyle CHP gelmektedir. TBMM’de milletvekili başına düşen takipçi ortalaması 35.895’tir. Kadın milletvekillerinin ortalama takipçi sayısı 18.447, erkek milletvekillerinin ise 39.043’tür. En fazla takip edilen kadın milletvekilleri takipçi sayılarına göre sırayla Ak Parti’li Fatma Şahin (205.401), CHP’li Şafak Pavey (183.048), CHP’li Emine Ülker Tarhan (77.448), BDP’li Sebahat Tuncel (52.368), Ak Parti’li Nimet 2008 ve 2012 ABD seçimlerinde Obama’nın sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanıp başarıya ulaşması dünya üzerindeki diğer siyasetçiler için bir ilham kaynağı olmuştur. Türk siyasetinde sosyal medyayı aktif olarak kullanan iki isim öne çıkmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan. Abdullah Gül birçok sosyal medya hesabı üzerinden günün değişik saatlerinde iletiler gönderip takipçileri ile paylaşıyor. Fotoğraflar ve videolar ile iletilerini destekliyor. Sinan Oğan ise kendisini takip edenler ile birebir iletişimde olduğu için sosyal medya karnesi oldukça yüksek bir siyasetçidir. Takip edeni takip eder, sorulara cevap verir. Günün anlam ve önemine dair onlarca ileti gönderir. ABD Eski Dış İşleri Bakanı Hilary Clinton ilk bakanlık koltuğuna oturduğunda bakanlığın yalnızca bir adet web sitesi 25 GENCAY bulunuyordu. Bakanlığı bıraktığında ise ardında 300 Facebook sayfası,200 resmi Twitter hesabı, Flicker, Tumblr, Youtube gibi hesaplar bıraktı. Sosyal medyanın siyaset ile olan ilişkisi için akıllı güç (smart power) ismini de bizzat Clinton vermiştir. Daha sonraları siyasiler tarafından benimsenen isim ise “Dijital Diplomasi” olmuştur. Obama, 2008 seçimlerinde 16 milyon dolarlık bir bütçeyi seçim çalışmaları için ayırmıştır ve bunun 10 milyon kadarını sosyal medya için finanse etmiştir. Sosyal Medyadaki bağış ve online satış ile yatırdığı 10 milyondan fazlasını geri dönmesini sağlamıştır. Buna Obama’nın medya danışmanı “kârlı harcama” ismini vermiştir. Türkiye’mizde de siyasetçilerin Obama tarzı bir harcama yaparak hem seçim çalışmaları için verimli bir yatırım yapmış olacaklar hem de en tasarruflu şekilde tanıtımlarını sağlayacaklardır. Görüldüğü gibi sosyal medyanın siyasetteki gücü yadsınamayacak kadar büyüktür. 26 GENCAY 27 GENCAY KÜLTÜR HAZİNELERİMİZ: MEZARLIKLARIMIZ Ahmet Afşin KÜÇÜK “Türk- İslam Kültürü müzelik bir kültür değildir.” Ali Yardım etmemize yarayan etnografik malzeme depolarıdır. “Türkler ölülerine saygı göstermeyi milli ve dini bir borç sayarlar. Ulularının mezarları üstüne(çok eski çağlarda iken) balballar, taşlar dikerler, anıt türbeler yaparlar. Geçmişlerinin kemiklerini horlatmazları ayaklarda çiğnetmezler.” İ.H. Uzunçarşılı Anadolu’da Ortaçağ başta olmak üzere Selçuklu, Osmanlı ve son olarak Türkiye’de inşa edilmiş olan mezarlıklar ve hazireler yapıldığı dönemi de göz önüne alınarak mezarlıkların kültürümüzdeki ve yaşantımızdaki yeri incelenecek. Ayrıca, aynı medeniyet kurucu paradigmalar üzerinde inşa edilmiş gibi görünen bu üç devletin ölümden sonraki yaşama olan yaklaşımları ve mezarlık kültüründeki değişim mimari, tasavvufi ve İslam inançları açısından dikkati celb edecek hususlar ortaya konulmaya çalışılacaktır. Mezarlıklarımız Öncelikle yabancıların gözünden mezarlıklarımızı anlatmak lazım. “Mezarlıklar, Doğu’nun güzel şeylerinden biri. Bizdekilerin kuruluş tarzında bulduğum o içten içe rahatsız eden hava yok bunlarda... Her yerde ve her an insanın karşısına çıkıveriyorlar. Ölümün ta kendisi gibi... Pazar yerinden geçer gibi geçiyorsun mezarlıklardan. Serviler dev boyutlarda... Bu da kutsal şehre, İstanbul’a huzurlu bir yeşil ışık veriyor. Mezarlıklar şehrin ortasında bitmiş ormanlar gibi…” Gustave Falubert(Fransız yazar, 1850) Tarihten günümüze miras kalan mezarlıklarımız ve hazirelerimiz; kendilerine has olan yapısı, taş işçiliği, kitabeleri, hüsn-ü hat ve tezyini san’atları ile yapıldığı dönemin kültürünü, medeniyetteki değişimi niteliksel ve niceliksel olarak idrak ve muhakeme İtalyan yazar Edmondo De Amicis( 18461908) de 1874’te kaleme aldığı İstanbul kitabında mezarlıkların kendinde bıraktığı hissi şöyle anlatıyor: “(Eyüp camii 28 GENCAY yanındaki mezarlık) Fevkalade bir sessizliğe gömülmüş aristoktarik bir mahalle gibi, uhrevi bir hüzünle beraber, dünyevi bir hürmet hissini ilham eden bembeyaz, gölgeli ve şahane güzelliğe sahip bir mezar şeridi... Mezarlık bahçelerindeki yeşilliğin çelenkler ve demetler halinde sarktığı ve üzerinden akasya, meşe, mersin dallarının yükseldiği beyaz duvarların ve parmaklıkların içinden geçiyoruz. İstanbul’un başka hiç bir yerinde, ölüm tasvirini bu kadar güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua, hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu... Her tarafta asırlık servilerin gölgelediği, içinden yılankavi yolların geçtiği, sulara dalmak için yol boyunca toplanıyormuş gibi gelen mezar beyazlamış mezarlıklar uzanmakta...” altındaki türbe ve mescitlerin kubbelerinin kalabalığında Eyüp’teki Türk mezarlığı daha sıcak, daha ferahlatıcı bir görüntü ile çıkmakta karşımıza... II. Mahmud’un türbesi ve haziresini gezen aynı yazar şöyle bahsediyor: “(...) Bu huzurlu ve sakin hülyaların içinde telaşlı şehirlerimizin, karanlık kiliselerimizin, duvarlar içine alınmış mezarlarımızın hayali gözümün önüne gelince bir nefret ve sıkıntı hissi duyuyordum.” (İstanbul’da) hayat sadece sonsuz bir neşe kaynağı değildir. Ölüm ise ümitsiz acıların kederlerin kaynağı hiç değildir burada. İstanbul sokaklarını sayısız bahçeler içindeki mezarlık ve türbeler belirsiz, karanlık birer sokak haline getirmemiştir. Bu mezarlık ve içindeki türbeler o sokakları daha da güzelleştirmiş ve onlara nitelik vermiş bir özellik kazandırmıştır. Gürültü yapmadan, hiçbir şey talep etmeden ve reklam yapmadan yaşayan sanat eserleridir bunlar.” Edmondo De Amicis yine İstanbul’da gördüğü bir Yahudi mezarlığını şöyle anlatır: “Zelzeleye uğramış korkunç bir şehir’e benzetiyor “ne bir ağaç, ne bir çiçek, ne bir ot, ne de bir yol var. Ruhu daraltan hüzünlü bir ıssızlık...” “Ölüler, Osmanlı şehrinde dirilerle birlikte yaşamaya devam ederler. Yanıbaşlarında oyun oynayan çocukların neşeli çığlıkları orada kuş seslerine karışır. Bayramda, Ramazan’da, kandilde, düğünde, sünnette, başa bir dert geldiğinde veya bir musibet Macar mimar Karoly Kos (1883-1977) 1917 yılında yazdığı şu ifadelerde mezarlarımızı anlatmakta: “Şehrin diğer ucunda, surların dışında kalan yerde, souk Rum mezarlığının yerinde çınar ağaçları 29 GENCAY kalktığında mezarlıkta yatan büyükler ziyaret edilir. Mezarlıklar ölülerin gömüldüğü bir yer değil de ölülerin ruhlarına ayrılmış olan, dua etmek için girilen, girilmesi gereken, yaşayanların dünyasından ayrı ama kopuk olmayan güzel ve düzenli bir bahçedir.” ŞAHİDELER: Mezarın baş veya hem baş hem ayakucuna dik olarak konulan, yukarıdan aşağıya doğru daralan taşlar olup başucu ve ayakucu taşı olmak üzere iki kısımdır. Şaidelerin başucu taşlarına ayetler, hadisler, şiirler ve mezar adına yapıldığı kişinin kimliği yazılır. Ayakucu taşına ise genellikle ölüm tarihi ve dini metinlerin tekrarlandığı görülür. Yahya Kemal Beyatlı ise “Biz ölülerle beraber yaşarız.” diyor; bu mimarisi ile kültürü ve yaşantısı ile mezarlıkların bizim için ne kadar mühim bir mevzuu olduğunun en çarpıcı anlatımıdır. MEZAR TAŞLARININ BÖLÜMLERİ Mezar Taşlarımız Hakkında Bilgiler MEZAR TAŞLARININ ÇEŞİTLERİ SANDUKALAR: Tek parça mermerden(başka çeşit taş veya ahşaptan) bir iki veya üç kademeli olarak yontulmuş mezar taşlarıdır. Şekil olarak “gemi teknesi”, “prizmatik” ve “yarım silindirik” tipleri vardır. Sandukaların diğer ismi “Lahd(lahid)” dir. Alınlık ve Taç Alınlık Altı Kitabe bölümü Köşelik Silme Boyun MEZAR TAŞLARINDAKİ BAZI SEMBOLLER Cinsiyet Erkek: Sarık, Külah, Fes … Kadın: Hotoz, Tozak, Takke gibi Ölüm sebebi Hançer - Kama: Cinayet… Başucu taşının boyun kısmında ilmekli ip: Boğdurularak öldürülmek Gerdanlık, Broş, Küpe: gelmeden ölen kız gibi 30 Gelinlik yaşına GENCAY Değişik sembollerden Sayılamayacak kadar çok çeşitli kavuk, serpuş, fes gibi erkek başlıkları, terlik, takke ve benzeri pek çeşitli kadın başlıkları gibi giyim eşyası; gerdanlık, broş, küpe gibi ziynet eşyaları, kemer, hançer, kılıç, şamdan, kandil, vazo, meslek aletleri, ibrik ve hatta kahve fincanı, divit, rahle gibi gündelik hayatta kullanılmış yüzlerce çeşit eşya resimleri hep bu mezar taşları üzerinde bulunur. Kandil: Ölünün yolunun aydınlık olacağına Haşhaş yaprakları: sembolleştirir ebedi Kahve Takımı: o şahsın misafirperver olduğuna uykuyu zengin ve Kılıç: Kılıç kullanmasındaki hüner… At: yiğitliğine delalet Kitabelerde atalarımızın müslümanca yaşayışları, gelenekleri, ölüme, bu dünya ve ahret alemine, madde ve manaya nasıl baktıklarını, öldükten sonraki yaşama olan inanışlarını anlamamız mümkün. Gül: Nakşibendi tarikatını temsilen ve cenneti anlatmak için Cami ise kadınların mezarında yapılırdı. (G. Tunçel, B. Karamağaralı, S. Nüzhet Gerçek, Azade Akar) Ayrıca manalı, ibretli sözler, şiir yüklü metinler vardır. Ayrıca: Bitki Motifleri, Hayvan Motifleri , Hatai(çiçek yaprak motifleri), Rumi (kuş, kurt,vs), Palmet(palmiye), Lotüs(nilüfere benzer çiçek), Geometrik Çizgi ve motifler, Zencerek, Gülbezek, Rozet, Sütunce Prof. Dr. Doğan Kuban 100 soruda Türkiye Sanat Tarihi kitabında “Mezar yapısı İslam dünyasında Türkler’in hâkimiyetinde gelişen bir yapıdır.” diyor. 31 GENCAY “İslam ülkeleri arasında mezar taşları tiplerinin çeşitliliği, ölçüleri ve süslemesi bakımından Anadolu’nun ayrı bir yeri vardır.”Seyfi Başkan- Başlangıcından 14. Yüzyıl Sonuna kadar Anadolu Mezar Taşları- Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi sa67, Ağustos 1990 Mezarlıklarımızdaki Tarihsel Süreçteki Değişimler Unutmayalım ki Türk dili, tarihi, edebiyatı, sanatı ve töresi hakkında önemli bilgiler veren ilk Türk yazılı belgeleri, Orhun Abideleri dediğimiz mezar taşlarıdır. Mezar taşlarının tarihsel süreçteki yeri ve önemini anlamak onun Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözünü ettiği “Bir medeniyetten öbürüne geçerken yahut düpedüz yaşarken kaybolan şeylerin yanıbaşında zamana hükmeden gerçek saltanatlar ve kültürün asıl şerefli tarafı…” Bitlis’in Ahlat ilçesinde bulunan Selçuklu mezarlarında ise adeta açık hava müzesi gibi hava hakimdir. Ahlat’ta bulunan mezar taşlarından sayıları bin civarında olan şâhideli mezarlar, özellikle alışılmış ölçülerden çok büyük, 3.50 metre yüksekliğe varan ve her cephesinde süsleme bulunan dikdörtgen pirizma şeklindeki şâhideleriyle Ahlat mezar taşlarını karakterize ve temsil etmektedirler. Selçuklu döneminde yapılan diğer mezar taşlarında ise başta koç, aslan ve diğer hayvan figürleri de yer alır. Yörük Türkmenlerinin devam ettirdiği gelenekte halen yaşamakta olan yontulmuş düz bir büyük baş taşı ve bir küçük ayak taşı olmak üzere iki taştan oluşan etrafı çevrelenmemiş ve taşın büyüklüğüne göre sahibinin önemini gösteren türden mezarlar Selçuklu dönemine aittir. B. Karamağaralı’nın Ahlat mezar taşları üzerindeki incelemelerinin sonuç bölümünde; “Bazı lahitler üzerindeki yazılar bu sanat dalının şaheser örnekleri olmaktan başka, küfiden sülüse kadar devam eden gelişmeyi bize kronolojik olarak bütün safhaları ile vermesi bakımından da önemlidir.” 32 GENCAY Günümüzde Prof. Dr. Şemavi Eyice “En adi bir malzeme muamelesi görmeleri muhakkak ki bir gün büyük pişmanlık duyulmasına yol açacaktır.” Mehmet Ozan Semerci’nin şu satırları tarihe not düşmelidir: “Günümüzde bu taşların en basitini dahi yapabilecek bir taşcı ustası var mıdır? İşte asıl vahim soru budur, bu tehlike binlerce yıllık kültürün yok sayılmasıdır, böyle giderse gün gelecek geçmişin bu önemli belgelerini arkeolojik kazılarda arayacağız.” KAYNAKÇA Mehmet Ozan Semerci, “İzmir’in Hazireleri”,Türk Ocakları İzmir Şubesi Yayını, İzmir 2004 Osmanlı döneminde özellikle yükselme dönemlerine ait olan mezar taşlarının özellikle beyaz renklerde ve ağırlıkla mermerden yapılması dikkat çekmekte, tasavvufi etkilerle şiirler ve Hüve’l Baki lafzı defalarca geçmekte, mezarlıklar sokaklarla ayrılmakta ve hayvan figürleri soyutlanmakta bitki motifleri ise başlı başına bir sanat haline gelmekte. Hüsn-ü hat ve tezyini(güzel yazı ve süsleme) sanatlarımızın çeşit ve üslüp olarak tarih içindeki gelişimini, hangi devirlerde hangi tarzın daha ziyade tercih edildiğini mezar taşlarından öğrenebiliriz. Bu elbette yalnızca estetik anlayışının bir sonucu değildir. Gustave Flaubert “Louis Bouilhet’ye Mektup”İstanbul 14 Kasım 1859 “İstanbul’dan Göremeye Kültür Mirasımız” age., sy 51 E.D.Amicis “İstanbul 1874” Kültür bkn. Yn. 1981. Sy. 448,459,96 Karoly Kos “İstanbul Şehir Tarihi ve Mimarisi” Çv. Naciye Güngörmüş, Kültür Bkn. Ynl. Ankara 1995 s.92,94 ve 130 33 GENCAY 34 GENCAY BİR TÜRK RÖNESANSI: CEDİTÇİLİK* Mehmet DOĞAN / Konuk Yazar Selçuklular ‘Cedit’ kelimesi ‘yeniyenileşme’ anlamına gelmektedir. Bu kavramdan ortaya çıkılarak oluşturulan akıma da ‘Ceditçilik’ denilmektedir. Ceditçiliğin nüveleri 18.yy da atılmasına rağmen ilk ciddi çalışma, 1884’te Gaspıralı İsmail Beğ’in açtığı ‘Usul-i Cedit’ mektepleri ile olmuştur. Ceditçilik kural olarak, Avrupa medeniyetini milli değerlere hizmet edecek şekilde ele alıp toplum içerisinde uygulamaya koyulması hareketini ifade etmektedir. Körü körüne batının gelişmişliğini kabullenmek değil, bu gelişmeleri milli kültür içerisine katarak Türklük potasında eritmeyi amaçlayan akımdır. medreseleri olan Buhara ve Orenburg medreselerine yollamaktır. Rus çarlığının bu dinsel nitelikli baskı politikası Türkistan genelinde uygulanmaya koyulmuş, bunun tabî tepkisi de, o bölgelerdeki insanların milli değerlere sıkıca bağlanması olarak kendisini göstermiştir. Kazan Türkleri ve Tatar Türkleri başta olmak üzere Rusya’daki Türkler arasında ceditçilik akımının bu denli güçlü olmasının zemininde bu neden yatmaktadır. Ayrıca Rusların bu baskı politikası, Ceditçilik akımının Türkçü düşünce çerçevesinde gelişmesine de olanak sağlamıştır. Ceditçiliğin teorik çerçevesi, Adunnasır Kursavi, Şahabettin Mercani, Rızaeddin Fahreddin, Musa Carullah gibi âlim ve düşünürler tarafından çizilmiştir. Bu âlim ve düşünürler genel itibarı ile eserlerinde dinde yenileşmeyi öngörmüşlerdir. Bu yenileşme düşüncesi genel olarak şu şekillerde tezahür görmektedir: -Dini meselelerde Kur’an ve sünnetten başka kişisel içtihat hakkının tanınması 18. yy başlarında Çarlık Rusya egemenliği altındaki Türklere uygulanan Pan-Slavizm politikası buralardaki Türkleri iki yola sevk etmiştir: birincisi, görünüşte hristiyanlığı kabul eder gibi görünerek gizliden direnişi sürdürmeyi amaçlamak; ikincisi de, çocuklarını o dönemin ünlü -Medreselerin dogmatik düşüncelerden temizlenmesi -Serbest düşünceye önem verilerek dine eleştirel bir bakış açısının tanınması 35 GENCAY -Dinin İslamiyet’in ilk yıllarındaki gibi saflığa kavuşturulması -Medreselerde seküler bilim ve farklı dillerde yazılmış eserlerin okunup anlaşılabilmesi için yabancı dil öğretiminin getirilmesi -Âlimleri birebir taklitten kaçınılması Gaspıralı İsmail Beğ tarafından 1884’te açılmış olan ‘Usul-i Cedit’ okullarının sayısı 1904’te Çarlık Rusya genelinde beş bine ulaşmıştır. 1918’de Türkistan’daki bu okulların sayısının 328 olduğu bilinmektedir. Ayrıca bir Sovyet yazarının iddiasına göre o dönemde çıkarılan ‘Tercüman-ı Ahvali Zaman’ gazetesi ünlü İngiliz ‘Times’ gazetesinden binlerce kat fazla satmıştır. O dönemde, batıdaki okuryazarlık oranı ile Türkistan’daki okuryazar oranını karşılaştırdığımız zaman batının ezici bir üstünlüğünü görmekteyiz. Buna rağmen bu gazetenin bu derece satılması, Ceditçilik akımının ne kadar büyük ivmeye sahip olduğunu bize göstermektedir. Bu yenilikçi düşünceler yukarıdaki âlim ve düşünürler tarafından belirtilmektedir. Fakat bu itibarı ile Ceditçiliğin sadece teori kısmını oluşturmuşlardır. Pratikte ele alınacak olunursa, Ceditçilik ilk defa 1883’te Gaspıralı İsmail Beğ’in çalışmaları ile açılan ‘Tercüman-ı Ahval-i Zaman’ gazetesinde başlatılmış olup yenileşme düşüncesinin sadece beyinlerde kalmasının önüne geçilerek hayata geçirilmesi sağlanmıştır. Türkistan’da bu akımın karşısında ise, Kadimcileri görmekteyiz. Bunlar eski usul ve gelenekleri savunan görüşleriyle Ceditçilerle çekişmişlerdir. Bu çekişmeyi büyük oranda Ceditçilerin kazandığını belirtmek mümkündür. Kadimciler, Ruslar ile işbirliği de yapmışlar ve Ceditçilerin bağımsızlıkçı hareketine karşı çıkmışlardır. Bolşevik İhtilali’nden sonra Ceditçiliğin tasfiye sürecine girilmesiyle bu çekişme büyük oranda önemini yitirmiştir. 36 GENCAY rağmen Azerbaycan’da Rus etkisinde kalmıştır. Ceditçilikte en geri kalmış çevre Doğu Türkistan’dır. Nedeni ise, o dönemdeki Çin baskısı ve politikasının yıkıcı etkisidir. Sadrettin Ayni’nin 20.yy başında yazılan: “Mektepsizlik bizni kıldı yap yalıngaç Mektepsizlik bizni etti talan taraç Mektepsizlik turan elin öldürdüğü aç Gözünü aç, bu horluktan mektebe kaç” dörtlüğü, Ceditçiliğin misyonu hakkında verebileceğimiz en güzel örneklerden birini teşkil etmektedir. Sonuç olarak Ceditçilik, Orta Asya’daki Rus işgalinin, Rusların hristiyanlaştırma ve kültürel asimilasyon çabalarına karşı ‘entelektüel’ bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bu, Türk dünyasında bir nevi ‘Türk Rönesansı’ olmuş ve edebiyattan dile, dinden politikaya kadar toplumun birçok alanına nüfuz etmiş ve günümüze kadar da bu etkisini sürdürmüştür. Ceditçilik her ne kadar dinde bir yenileşmeye dayandırılsa da, yapı içerisinde, o dönemde teolojik konulara ilgi göstermeyen seküler ilgi sahibi ve batıyı iyi tanıyan bir aydın grubu etkili olmuştur. 1905 yılında Rusların Japonlar karşısındaki yenilgisi, Rusya egemenliği altındaki Türklere bir umut ışığı olmuştur. Çar 2. Nikola’nın manifestosu Ceditçilik hareketinin hız kazanmasında oldukça etkili olmuştur. İsmail Beğ ile başlayan bu hareket bu tarihten sonra ‘Dilde, İşte, Fikirde Birlik’ adı altında yürütülmeye başlanacaktır. 1906’dan itibaren, ‘Terakki, Hurşid, Şöhret, Asya, Buhara-i Şerif, Turan, Semerkand, Sada-i Fergana, Sadiyi Türkistan, Kazak, Balapan’ gazeteleri ile ‘Ayna, İstilah, Yurt’ dergileri yayım hayatına sokulmuştur. Kurtuluş savaşı sürecinde ve daha sonraları ülkemizde yapılan Atatürk dönemi yenileşme hareketinin de temelini bu anlayışın oluşturduğunu belirtmeliyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde yakın çevresinde yer alan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Sadri Etki sahası oldukça geniş olmasına rağmen Ceditçilik ortaya çıktığı yerlerde aynı özellik ve gelişmişlikleri göstermemektedir. Mesela Kazan-Kırım tatarlarının içinde oldukça gelişmesine 37 GENCAY Maksudi Arsal gibi Ceditçi-Türkçü aydınlarımız bu düşüncelerin yeni kurulmuş olan Cumhuriyet Türkiyesi’nde hayat bulmasında ön ayak olmuşlardır. ilahiyat-fakultesi/57616-orta-asyadaceditcilik-hareketi-modern-dini-dusunceuzerine-etkisi/ (Erişim Tarihi: 16/03/2013) Yüce, Mehmet, Kalkan İbrahim, ‘Ortalık Asya Devletler Birliği Fikrinin Tarihsel Gelişimi ve İkinci Türkistan Forumu’, Akademik Bakış Dergisi, Ocak, S.11, Kırgızistan, 2007 Ersöz, Mehmet, ‘Marksizm, Leninizm ve Tenkidi’, irfan Yayınevi, s.32, İstanbul, 1978 Ülkü, İrfan, ‘Moskova ile İslam Arasında Orta Asya’, Kum Saati Yayınları, s.27, İstanbul, 2002 Hayıt, Baymirza, ‘SSCB’deki Türklüğün ve İslam’ın Bazı Meseleleri’, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, s.85, İstanbul, 1987İklil Kurban, ‘Türkistan’da Ceditçilikten Türkçülüğe’, Türk Yurdu, S.37, s.41, Eylül 1990 KAYNAKÇA * UNESCO tarafından 2014 yılı, -İsmail Gaspıralı’nın vefatının 100. yılı olması hasebi ile- “2014 İsmail Gaspıralı Yılı” olarak ilan edilmiş ve bu yazı da Büyük Türk Münevveri Gaspıralı’ya ithafen kaleme alınmıştır. Cengiz Çağla, ‘Azerbaycanda Milliyetçilik ve Politika’, Bağlam Yayınevi, s.30, İstanbul, 2002 Zeytuna, Fehmide, ‘Orta Asya’da Ceditçilik Hareketi ve Modern Dini Düşünce Üzerine Etkisi’, http://www.nuveforum.net/1601- 38 GENCAY MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ 08 Şubat 2014 Konu: Mehmet Akif’in Anti Emperyalist Tutumu Hoca: Prof. Dr. Nurullah ÇETİN Derleyen: Açelya OĞUZ 1) noktasıydı. Haçlı seferlerinden sonra Osmanlı’nın çöküşü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında verdiği ölüm kalım mücadelesi emperyalizm algısını şekillendirmiştir. Antiemperyalistlerce emperyal algı Amerika veya batılı devletler olarak düşünülmüş Rusların Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikaları göz ardı edilmiştir. Emperyalizm Nedir? Emperyalizm, bir ulusun veya uluslaşma çabası içerisinde olan bir kavmin başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunma temayülüdür. Sosyal, siyasal ve ekonomik yaptırımlar uygulayarak önce şuursuzlaştırma daha sonra da kendi çıkarlarına uygun unsurları sömürülmeye çalışılan halka dikte etmesi şeklinde tezahür etmiştir. Bu sömürü politikası başlangıç itibariyle ekonomi kullanılarak yapılır. Ekonomik açıdan zayıflayan ülkelere önce borç verilir, daha sonra bu borçlar üzerinden söz sahibi olmaya çalışılır. Ekonomik zayıflıkları fırsat bilen emperyal yapı sömürülecek devleti kendine bağımlı hale getirir. Başlangıçta “ticaret” adı altında devlet açık pazar haline getirilerek ekonomisi zayıflatılır. Ekonomisi zayıflayan ülkeye siyasi yaptırımlarda bulunulur. Ekonomisi ve siyasi yapısı ele geçirilen ülkeye son ve en önemli hamle olarak “kültürsüzleştirme ve soysuzlaştırma politikası” izlenir. Peki, bu emperyalistler kimlerdir? Tarihten günümüze doğru emperyalizmin batı ile birlikte düşünüldüğü göze çarpar. Haçlı seferleri bu emperyalist hareketin çıkış 2) Mehmet Akif’in Hareketle Emperyalizm Şiirlerinden Akif’in şiirleri incelendiğinde “soluk benizli vasî”, “şakî lort”, “medeni canavar” ifadeleri dikkati çeker. Ekonomik gelişmişliği kullanarak medenileşen(!), medenileştikçe canavarlaşan, başka milletlerin milli varlığına, bağımsızlığına göz koyan zihniyeti ifade eder. 39 GENCAY Mehmet Akif emperyalizmi Kuran-ı Kerim’de geçen üç anlatıdan hareketle açıklar: Karun, firavun, Belam-ı Baura. Karun, ekonomik emperyalizmin simgesidir. Sahip olduğu zenginlikleri kibriyle birleştirerek “Zenginlikleri benim ilmim verdi.” deme gafletine düşmüştür. Bu ilim hiledir. Bugünkü ekonomik sistemdir. İnsanları zayıf bırakarak köleleştirme politikasıdır. Firavun, siyasi emperyalizmi simgeler. Günümüzde masa başında halledilen faaliyetler, ülkenin siyasi ve dini liderlerinin zihniyetini ele geçirerek bu siyasileri parmaklarda oynatılan kukla haline getirme politikasıdır. Emperyalizmin son ayağı ise Belam-ı Baura zihniyetidir. Belam-ı Baura Firavun’un siyasi, Karun’un ekonomik dayatmalarını fetvaya dönüştüren, bunu halka şirin göstererek emperyalizmin uluslararasında yayılmasını sağlayan unsurudur. Şüphesiz bu en tehlikeli olanıdır. Akif’in karşı olduğu görüş şiirlerinden de anlaşıldığı gibi milliyetçilik değil kavmiyetçiliktir. Kavmiyetçilik verilmiş bir kimlik, biyolojik bir vasıftır. Devletleri parçalayan, emperyalizme kurban eden bu zihniyettir. Akif’e göre milliyetçilik bütün İslamın birliği, ülke içerisinde ise Türk üst kimliği altında oluşturulan medeni yaşam şeklidir. Akif, kavmiyetçiliğin İslâm dünyasının ve Osmanlı Devleti’nin geri kalmasına, dağılmasına ve çökmesine neden olan en önemli toplumsal, siyasal sorunlardan biri olduğu kanaatindedir. “Ey insanlar! Muhakkak ki Biz, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Ve sizi milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi (soyunuzu, babalarınızı) tanıyasınız. Muhakkak ki Allah'ın indinde en çok kerim olanınız (ikram olunanınız, en şerefli olanınız), (ırk ya da soy olarak değil) en çok takva sahibi olanınızdır. Muhakkak ki Allah, en iyi bilen ve haberdar olandır.” Hucurât Suresi 13. Ayet “Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir. Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir.” Mehmet Akif’in milliyetçilik fikrinin özü Hucurât suresinde yer aldığı şekliyledir. 3) Mehmet Akif’in Milliyetçilik ve Kavmiyetçiliğe Dair Görüşleri 40 GENCAY Buna karşı farklı etnik gruplar Fransız milletini oluşturdu. Aynı şekilde milletleşme sürecini tamamlayan diğer Avrupa ülkeleri de birleşerek Avrupa Birliği’ni oluşturuldu. Emperyalizm’in Türk milleti için planı nedir? Milletler Birliği Millet Kavim Dağınık İnsan Toplulukları 4) Mehmet Akif’in Fikri Temellendirmelerinden Günümüze Açılan Penceresi Arap, Arnavut, Türk gibi milletlerin birliğinden oluşan Osmanlı devleti emperyalizmin oyunuyla parçalandı. Bir bölgede Arap ülkeleri, Avrupa’da Avrupa devletleri ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Emperyalizm Türk varlığını tamamen silmek isterken Türk’ün Türklük ruhunu hesaba katmadı. Hezimete uğrasa da en azından milletler birliğini bozmuş oldu. Şuan ikinci aşamaya geçildi. Türk milletini kavimlere ayırmak düşüncesi. Türk üst kimliğinden Laz’ı, Çerkez’i, Kürt’ü ayırarak kavim haline getirip daha sonra yok etmek. Akif’in kavmiyetçilik olarak adlandırdığı düşüncenin iki çalışma alanı vardır. İlki Avrupa’nın kendi içerisinde ki milli birlik projesinin adıdır. Avrupa Kelt, Sakson, Frenk gibi kavimlerden oluşan şahıs merkezli örgütlerdi. Bu kavimler ortak sosyokültürel değerlerde birleşerek millet oldular. “Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkaranları ve sürülüp çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine Suresi/ 9 ) Kavim Birliği Millet Milletler “İyya kena’büdü ve iyya kenestain” “De ki; biz yalnız sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fatiha suresi/ 5) Frank kavmi günümüzde Fransız etnik yapısının küçük bir bölümünü kapsar. 41 GENCAY GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN 42 GENCAY MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
© Copyright 2024 Paperzz