TÜRK DÜNYASI BİLGELER ZİRVESİ: GÖNÜL SULTANLARI BULUŞMASI (26-28 Mayıs 2014) BİLDİRİLER CİLT 1 Proje Koordinatörü İbrahim AKGÜN Editör Ejder OKUMUŞ TÜRK DÜNYASI BİLGELER ZİRVESİ: GÖNÜL SULTANLARI BULUŞMASI (26-28 Mayıs 2014) BİLDİRİLER CİLT 1 Takım Numarası: 978-605-149-670-2 (Tk) ISBN: 978-605-149-671-9 (1.c) Proje Yönetimi: Proje Raporu, Planlama, Uygulama, İzleme ve Değerlendirme İbrahim AKGÜN Editör Ejder OKUMUŞ Tashih Zhala BABASHOVA M. Yasir OKUMUŞ İsa ABİDOĞLU Nurşen OKUR Kapak ve Sayfa Tasarım Burcu COŞGUN Baskı GÜLEN OFSET MATBAACILIK Matbaacılar Sitesi No: 20 / Eskişehir Tel: (0222) 227 2020 – Faks: (0222) 227 1010 Eskişehir 2014 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yayınları SEMPOZYUM ONUR KURULU/SYMPOSIUM DISCIPLINE COMMITTEE KOORDİNATÖRLER/COORDINATORS İbrahim AKGÜN (Genel Koordinatör) Dr. Emek ÜŞENMEZ (Akademik Koordinatör-İstanbul Üniversitesi) ONURSAL BAŞKANLAR Prof. Dr. Nabi AVCI (Milli Eğitim Bakanı) Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ (Diyanet İşleri Başkanı) Güngör Azim TUNA (Eskişehir Valisi/2013 TDKB Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı) Prof. Dr. Hasan GÖNEN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü) DÜZENLEME KURULU/REGULATORY BOARD Prof. Dr. Ahmet KARTAL (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa ÖZKAN (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Coşkun YILMAZ (Marmara Üniversitesi) Doç. Dr. Süleyman SOLMAZ (Pamukkale Üniversitesi) Doç. Dr. İlyas TOPSAKAL (İstanbul Üniversitesi) İbrahim AKGÜN (Genel Koordinatör) Dr. Emek ÜŞENMEZ (Akademik Koordinatör-İstanbul Üniversitesi) Maksut YÜKSEK (Eskişehir Valiliği) Hakan ERGÜN (Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı) BİLİM VE DANIŞMA KURULU/SCIENCE BOARD Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL(Başkent Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KARTAL (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Coşkun YILMAZ (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Ejder OKUMUŞ(Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Emine YENİTERZİ(İstanbul Medeniyet Üniversitesi) Prof. Dr. Erdoğan BOZ (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Hidayet AYDAR(İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. İbrahim HAKKUL(Ali Şir Nevai Üniversitesi Özbekistan) Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ(Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet Mehdi Ergüzel(Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa KARA(Uludağ Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa ÖZKAN (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Necdet TOSUN(Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ(Uludağ Üniversitesi) Doç. Dr. İlyas TOPSAKAL(İstanbul Üniversitesi) Doç. Dr. Nadirhan HASAN(Fatih Üniversitesi) Doç. Dr. Salih ÇİFT(Uludağ Üniversitesi) Doç. Dr. Süleyman SOLMAZ(Pamukkale Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Hidayet PEKER(Uludağ Üniversitesi) İÇİNDEKİLER Güngör Azim TUNA Bilgelerle Hayat Bulmak/11 Hakan ERGÜN Eskişehir’de Bilgelerle Buluşmak/15 AÇILIŞ KONUŞMALARI/19 Bilgeler Zirvesi Koordinatörü İbrahim AKGÜN’ün Açılış Konuşması /21 Harakani Vakfı Başkanı Yavuz UZGUR’un Açılış Konuşması/25 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hasan GÖNEN’in Açılış Konuşması/29 Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’in Açılış Konuşması/33 Eskişehir Valisi Güngör Azim TUNA’nın Açılış Konuşması/37 İslam İşbirliği Teşkilatı Ülkeleri Parlamentolar Birliği (İSİPAB) Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ’ın Açılış Konuşması/41 Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Dr. Mehdi EKER’in Açılış Konuşması/47 Milli Eğitim Bakanı Prof.Dr. Nabi AVCI’nın Açılış Konuşması/51 1. BÖLÜM: BİLGELER/55 Bekir KARLIĞA Bir Medeniyet Düşünürü Farabi/57 Kemal AYDIN İbn-i Sina/71 Ferruh AĞCA Türkistanlı Bir Bilge: Yusuf Has Hacip/79 Mairamkan İSABAEVA İmam Serahsi Kimdir?/91 Mustafa KARA Türkistanın Işığı Necmeddin-i Kübrâ/99 Mahmud Erol KILIÇ Anadolu İslam’ının Kurucu Babalarından: Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi/125 Kâzım CEYLAN Türk-İslâm Medeniyetinin Öncülerinden Ahi Evran Velî ve Medeniyetimize Etkileri/131 Saffet ATAK Ahi Evranın Tasavvufu Yaşaması ve Yaşatması/147 Esin ÇELEBİ BAYRU Nuri ŞİMŞEKLER Hz. Mevlâna Öğretileriyle Bilgiden Bilgeliğe Ulaşmak/155 Ekrem ARIKOĞLU Orta Asya’nın Yunus Emre’si: Asan Kaygı/165 Sevil GÖKTUNA Eşrefoğlu Rumi Hazretleri/173 Nurettin GEMİCİ Evliya Çelebi/189 Mustafa TATCI Limni’de Sürgün Bir Velî: Niyâzî-i Mısrî/201 Halit BİLTEKİN Vak’a-Nüvis Mehmed Râşid Efendi ve Bir Tazmini/231 Mustafa ERDOĞAN Eski Türk Edebiyatının Bilge Şâiri: Nâbî/247 Yusuf GEDİKLİ Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780)’nın Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Mevla Görelim Neyler Nakaratlı Şiiri/261 F.S. SAYFULİNA Sibirya Tatarlarını Dünyaya Tanıtan Şahıslar/285 Cafer ŞEN Bir Bektaşî Babası; Ali Rıza Öge’nin Hayatı ve Eserleri/291 Ferit YUSUPOV Türk Halkları Münneverı Abdullah Tukay/307 Azhar SHALDARBEKOVA Çokan (Muhammed Hanafiya) Valihanov – 19.Asrın Türk Bilgesi/313 Ali Şamil HÜSEYİNOĞLU Musa Carullah Bigi’nin Görünmeyen Tarafları veya Musa Carullah Bigi Mehemmedemin Resulzade’nin Kaçırılmasında Nasıl Yardımcı Oldu/327 Selahittin TOLKUN Sovyet Döneminde Yaşamış Bir Türkistan Bilgesi: Alihan Töre Sagunî/341 Murat ORHIN Mehmet Ali Tevfik Efendi/355 Mehmet Mahur TULUM Özbekistanlı Büyük Türk Müsteşriği Abdusadık İrisov/361 Ali KORKMAZ Faruk TEMEL Bir Lider ve Eylem Adamı Olarak Aliya İzzetbegoviç/367 Zebiniso KAMALOVA (Zebunniso HUSAYN) Nesef ve Keş’ten Parlayan Işık/381 2.BÖLÜM: BİLGELER VE İSLAM/391 Ali YERAL Hz. Cafer-i Sadık (A.S)’ın Dini ve İlmi Deryası/393 Salih ÇİFT Bir Bilge Olarak Hakîm Tirmizî ve Anadolu Tasavvuf Kültürüne Tesirleri/399 Müjdat SÖĞÜTÇÜ İslam Hoşgörüsü ve Bu Hoşgörünün İsmi Ebu’l-Hasan Harakanî/409 İsmail ÇALIŞKAN Ahmed Yesevî Düşüncesinde Kur’an’ın Yeri -Bir Gönül Erinin Mısralarına ‘Ruh Veren’ Ayetler-/415 Ahmet YILDIRIM Hoca Ahmed Yesevi: Düşünce Sistemi, Kaynakları ve Tesirleri/431 Galib SAYILOV Nesimi’nin İnsan Konsepti ve İslam/447 Ahmet İNAN Büyük Müfessir Mustafâ Hayrî Efendi/457 Mustafa ŞENTÜRK Mûsâ Cârullâh'ın Târîhu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhıf Adlı Eseri/467 3. BÖLÜM: BİLGELER VE GÜNÜMÜZ SORUNLARI/483 Mazhar BAĞLI Bilgeler ve Birlikte Yaşama Kültürü/485 Hidayet AYDAR Kırgızistan’da Dindarlaşma Tirendi; Problemler, Öneriler/491 Sadullah ERGÜN Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Fikri Hayatları, Reçeteleri ve Günümüze Yansımaları/533 Kasım TATLILIOĞLU Ahi Evran’ın Öğretileri Bağlamında Günümüzün Sosyo-Ekonomik Sorunlarına Genel Bir Bakış Açısı/547 Ahmed AKGÜNDÜZ Bediüzzaman ve Günümüz Problemleri Hakkındaki Tavsiyeleri/561 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BİLGELERLE HAYAT BULMAK S empozyumlar, zirveler, kongreler ve konferanslar insanlar kadar fikirlerin ve görüşlerin de bir araya geldikleri, birbirlerine katıştıkları ve yeni fikirlerin ortaya çıkmasına imkân hazırlayan düzenlemelerdir. Ne var ki böyle faaliyetler, aynı zamanda bilginin belli bir kesim içinde kalmasına yol açtıkları gibi su üstüne yazı yazılmışçasına kısa süre sonra unutulup gitmesiyle de sonuçlanabiliyorlar. Bahsedilen bu ve benzeri sakıncaları ortadan kaldırmanın yollarından biri bu düzenlemelerde konuşulanların, verilen bildirilerin yazılı hale getirilip dağıtılmasıdır. Ama bildirilerin yayınlanması bile, buralarda ortaya çıkan bilginin sınırlı sayıda insan arasında kalmasına engel olamıyor. Bu bakımdan işin tabiatında var olan bu sınırları aşmanın başka yollarını da aramak gerekir. Tarihin her safhasında insan ihtiyacı olan her şeyi hazır bulamıyor. Çok zaman ihtiyacımız olanı kendimiz keşfetmek veya bizatihi inşa etmek gerekiyor. Bu itibarla Bilgeler Zirvesinin devam ettirilmesi, diğer sempozyum ve kongrelerle irtibatlandırılması ve internet gibi çağdaş teknolojilerden daha etkin yararlandırılması gibi yollara başvuruyoruz. Burada amaç faaliyetin esas unsuru olan fikirleri daha çok insana yayarak etkisini artırmak, ömrünü uzatmak, onu kurum haline getirmek ve kendi cinsinden yeni nesil düzenlemelere öncü olmasına imkân hazırlamaktır. Bu fikirden hareketle Bilgeler Zirvesi uzun bir gelecek anlayışı ve nitelikleriyle tasarlandı, aynı şekilde yürüyor. Mayıs 2014’te gerçekleştirilen Zirve hala tazeliğini ve canlılığını koruyor ve uzun süre de koruyacak gibi. Belki tarihimizde ilk defa yapılan bu Zirve ileride hangi oluşumlara yol açar, nelere ilham kaynağı olur bilmiyoruz, ama bildiğimiz bir şey varsa o da, Zirve’nin bu yönde ciddi bir potansiyel taşıyor olması ve daha bugünden yeni filizler vermeye başlamış olmasıdır: Bilgeler Zirvesi inşallah bu yıl Eskişehir’de yapılacak “Medeniyet Düşünür Farabi Uluslararası 11 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sempozyumu” ve Kars’ta yapılacak “Uluslararası Harakani Sempozyumu’na katkılarıyla daha çok hayat vermeye hazırlanıyor. Zirveye hayat veren özü yaymak, etkin ve uzun ömürlü kılmak için Bilgeler Zirvesi internet sayfasına TDKB tarafından yapılan diğer kongre, konferans ve sempozyumların bildirilerinin de eklenmesi çalışmalarımıza başladık. Bugün itibariyle yüz binden fazla tıklanma sayısı alan sitenin bu bildiriler de eklendikten sonra, on beş bin sayfadan fazla bir nitelikli bilgi varlığının nasıl bir rağbet göreceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Bilgeler Zirvesinde bize bu yenilikleri yapma imkânını verecek şekilde ufkumuzu geniş, amacımızı büyük, hedeflerimizi erişilebilir tuttuk: Birbirinden ayrı kesimler tarafından tek tek anılan veya konuşulan bilgelerimiz bu zirvede hiçbir ayırım gözetilmeden birlikte konuşuldu, ortak yönleri arandı, kültür ve medeniyet inşa edici vasıflarıyla tartışıldı. Bilgeler Zirvesiyle; nefsani arzularımız emrinde birer ayrılık aracı haline getirilmiş bu zatların aslında aynı kökün (ağacın) dalları olmakla ayrılık değil, birlik vesilesi olmaları gerektiği gösterildi. Zirvede planlanan ve her durumda tatmin edici sayısal hedeflere ulaşıldı. Genel katılımcı sayısı, akademik camia ve Sivil Toplum Kuruluşları katılımı itibariyle hedef alınan sayılara ulaşıldı. Sunulan bildiri sayısı ile böyle düzenlemelerden beklenebilecek yüksek bir rakam elde edildi. Zirve katılımcıları, nitelikleri itibariyle de hemen herkesi etkileyebilecek düzeydeydi. Bilgeler Zirvesi, belki görünmeyen, ama en önemli tarafıyla farklı coğrafya, ülke, kültür, dil, inanç, mezhep ve meşrepten insanları buluşturmak ve kaynaştırmakla ufuk açıcı, güzel bir birlik ve sosyal barış örneği oldu. Güngör Azim TUNA Eskişehir Valisi Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı 12 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ESKİŞEHİR’DE BİLGELERLE BULUŞMAK E skişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkentliği kapsamında 400 civarında etkinlik gerçekleştirmiş, 60 civarında kalıcı eser ortaya koymuş bulunmaktayız. Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın şehrimize hediye ettiği başkentlik onuru ve görevi Sayın Bakanımız Prof. Dr. Nabi AVCI ve Sayın Valimiz Güngör Azim TUNA önderliğinde layıkı ile yerine getirilmeye çalışılmıştır. Türk dünyası; dünya coğrafyasının doğudan batıya, kuzeyden güneye uzanan topraklarına gönül sultanlarıyla sevgi ve hoşgörü ekmiştir. Türk dünyasının buluşma noktası Eskişehir, yüksek insani değerler üstüne kurulu medeniyetimizin gönül sultanlarını hatırlama ve hatırlatma, bizi biz yapan değerlerin bu manevi şahsiyetlerin hayatında nasıl vücut bulduklarını daha fazla anlama fırsatını vermiştir. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti faaliyetleri çerçevesinde gerçekleştirilen Bilgeler Zirvesi; medeniyetimizi sevgi ve hoşgörü ile inşa eden bilge şahsiyetlerin, gönül sultanlarımızın fikirlerini, hayat tarzlarını ve ideallerini arama, anlama ve yayma çabasıdır. Bilgeler Zirvesi; sadece gönül sultanlarını değil, gönül sultanları ile ilgili araştırma ve çalışmalar gerçekleştirmiş farklı disiplin ve alanlarda faaliyet gösteren gönül insanlarını da bir araya getirmiştir. Bilim adamları, düşünürler, sanatçılar, medya mensupları, dinî şahsiyetler, STK temsilcileri, devlet adamları gibi gerçek ve tüzel kişilikleri bir araya getirme, fikir alışverişlerine ve ortak akıl geliştirmeye yönelik zemin hazırlama amacıyla gerçekleştirmiş ve bu amacına varmıştır. Osmangazi Üniversitesi’nde üç gün süre ile ve eş zamanlı olarak dört salonda gerçekleştirilen Zirve’de ilk siyasetname ile devlet adamlarına yön gösteren Yusuf Has Hacip’ten ruh ufkumuz Hz. Mevlana’ya, Türkçe’nin bilinen ilk dilbilim çalışmalarını 15 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gerçekleştiren Kaşgarlı Mahmut’tan, Türkçe’yi o zamanın popüler dili Farsça’dan üstün tutan Ali Şîr Nevai’ye kadar, Türk dünyasının tertemiz pınarı Hoca Ahmed Yesevi’den Yunus Emre’ye, Fuzulî’ye ve Mahtumkulu’ya kadar değerler dünyamıza şekil ve yön veren şahsiyetlere dair bildiriler yer almıştır. Türk Dünyası Kültür Başkenti (TDKB) Ajansımızın; herhalde tarihte ilk defa yapılan böyle bir buluşmayı gerçekleştirmekle ve bu zirvede sunulan iki yüze yakın bildiriyi kitap haline getirmekle kültürümüz adına faydalı ve hayırlı bir hizmeti gerçekleştirdiğine inanıyorum. Böyle bir hizmeti gerçekleştirmede küçük, büyük hizmeti olan bütün arkadaşlarımı tebrik ediyor ve teşekkür ediyorum. Hakan ERGÜN Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri 16 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AÇILIŞ KONUŞMALARI 19 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bilgeler Zirvesi Koordinatörü İbrahim AKGÜN’ün Açılış Konuşması S ayın Bakanlarım, Sayın Valim ve Sayın milletvekillerim, Sayın Diyanet İşleri Başkanımız ve Bilgeler Zirvesinin çok değerli paydaşları, Belki tarihimizde ilk defa yapılmakta olan Bilgeler Zirvesine hoş geldiniz efendim. Sayın Diyanet İşleri Başkanımız da dâhil olmak üzere, yetmiş mümtaz profesörümüzün şereflendirdikleri böyle âli bir topluluk karşısında konuşmanın zorluğunun farkındayım. Bendeniz bir cihetten cesaret alarak burada konuşuyorum: Kabul ediniz ki üstü üste sınıfta kalan, devamsız ve düzensiz bir öğrenciniz bu sabah gönüllü olarak tahtaya kalktı. O öğrencinize göstereceğiniz hoşgörü ve cömertlikten bendeniz de istifade etmek isterim. Efendim; Malumlarınızdır, milletlerin ve medeniyetlerin kemal ve zeval dönemleri vardır. Bizim Medeniyetimizin birkaç asırdır bir zeval dönemini yaşamakta olduğu şahit istemez bir hakikattir. Bu dönemde: Devletlerimiz zaafa uğradı, kurumlarımız çöktü, değerlerimiz sakıt oldu, milli ve medeni kişiliğimiz örselendi, ideal insanımız hırpalandı ve tanınmaz hale geldi. Bunların neticesinde birbirimizden uzaklaşmaya başladık, birliğimiz bozuldu ve bekamız dahi tartışılır oldu. Zeval dönemi, aynı zamanda arayış dönemimiz oldu. Bu sürede biz kendimizi, o ideal kişiliğimizi ve birliğimizi aradık. Arayışımız devam ediyor ve Bilgeler Zirvesi Projesi bu arayışa bir katkı yapmak için düzenlenmiştir. Peki, arayışımızın bilgeler üzerinden olması doğru bir yol ve yöntem midir? Medeniyet olarak kaybettiklerimizi doğru yerde mi arıyoruz? Kaybettiğimizi burada bulma ihtimal ve imkânı var mıdır? Aslında bu sorunun cevabı çok açıktır ve fiilen verilmiştir. Çünkü bu sabah, bu salonu dolduran sizler varlığınızla yolumuzun doğru 21 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olduğunu söylemiş bulunuyorsunuz. Çıktığımız yolda bizimle paydaş olmuş durumdasınız. Ancak müsaade ederseniz ben yine de sorumuza cevap olacak birkaç noktaya değinmek isterim: Bilgelerimiz bizim en kâmil kişiliğimizdir. Bizler klan, kabile ve kavimken onlar bizi milletler haline getirdiler. Bizler birbirimize düşmanken, Allah’ın izniyle dost ve kardeş yaptılar. Ve bugün bize miras kalan yüksek değerler üzerine kurulu medeniyetimizi inşa ettiler ve miras bıraktılar. Ne var ki muhterem temsilciler, hiçbir miras bitmez, tükenmez değildir. Bizler ilânihaye bir mirasyedi olarak yaşayamayız. Bizim de yarınki nesillere miras bırakmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bu bakımdan, yalnızca ecdadımızdan bize miras kalan kültürle yaşamak yerine, kültür de üretmeye mecburuz. Yeni örf üretmek mecburiyetindeyiz. Kendi mayamızla yenilenmek geleceğimiz açısından hayati bir değer taşımaktadır. Medeniyetimizin öz cevheriyle her yeni zamanda yeniden doğmak zorundayız. Beşeriyet üzerine hâkim kılınan kanun bellidir ve tebliğ edilmiştir: “İnsana çalıştığından başkası yoktur.” Öyleyse, sayın delegeler, medeniyet düşünürü Toynbee’nin deyimiyle “Her nesil kendi yemeğini kendisi hazırlamalıdır.” Kardeşliğimizi bile aynı değerlerden ve yeniden üretmeye ve çalışarak kazanmaya mecburuz. Alınteri dökmediğimiz bir tarladan ne bekleyebiliriz? Medeniyet iddiasındaki beşeri bir varlığın kendini yenilemesi, zamanı inşa ölçeğinde olacak kadar büyüktür. Bir medeniyet, içinde bulunduğu zamanatmosferi içindeki eşyayı ve oluşu inşa edebilmeli. Zaman bize boş bir arsa olarak verilir. İnsan onu inşa eder. Zamanı inşa etmek, geleceği inşa etmek demektir. Bunu başaramayan medeniyetlerin geleceğinden emin olunabilir mi? Kendi zamanını inşa edemeyen kültürlerin ve medeniyetlerin zamanının nasıl olacağını başka kültür ve medeniyetler tayin eder. O kültür ve medeniyet de başkasının zamanında yaşamış olur. Başkasının zamanında yaşayan, başkasının vatanında yaşayandan daha iyi durumda değildir. Son asırlarda kendi vatanlarımızda garip kalmamızın hikmeti bu olabilir mi? Hanımefendiler, beyefendiler; Bilgelerimiz üzerinden kendimizi ve kâmil kişiliğimiz aramak doğru bir olabilir ama bilgelerimize yaklaşımımız da aynı doğrulukta 22 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması mıdır, bir de bu açıdan bakalım. Mesela, bu zirvede çokça sözü geçecek olan Gaspıralı merhumun şu ünlü sözüne bakarak kısa bir değerlendirme yapalım: “Dilde, Fikirde, İşte Birlik.” Birlik, ama nasıl? Hangi yol ve yaklaşımla birlik? Kendimizi tekrar ederek, durarak birlik olur mu? Yerimizde sayarak birliğimizi temin etmek bir süre için bir rahatlık sağlasa bile bunun uzun vadede maliyeti ne olur? Miras yiyerek ve durarak birlik kolay, çünkü onu ecdat temin ediyor. Biz ne yapıyoruz, ne yapmamız gerekiyor? Bizim yapmamız gereken de değişerek birliğimizi muhafaza etmektir. Yeni fikirler üreterek, buluşlar, keşifler ve yenilikler yaparak birlik içinde yürümektir. Yani birlik bizim ilerlememize engel olmamalıdır. Birliğimizin maliyeti zamanın bu yerinde donup kalmak olmamalıdır. Birlik kaygısı, bizi yok olmaya götürmemelidir. Dil meselesini de anlayamadığımız ve hakkında hiçbir şey yapamadığımız içinde bizi aşmaktadır. Dil birliğinde ihtiyacımız olan şey herhangi bir dile yapışıp kalmak veya herkesi oraya çekmek yerine bir medeniyet dili inşa etmek olmalıdır. Bir medeniyet dili inşa etmenin ağır sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır ve bu geç kalmışlık önemli sorunlara sebep olmaktadır. Gaspıralı’nın bu sözünden hakkıyla istifade edebilmek için Mevlana’nın o ünlü rubaisi ile aynı teknede birlikte yoğurarak hayata geçirmek gerekir. Bir cümlecikle özetlersek: “Bulanmadan, donmadan akmak gerekir.” Bilgeler Zirvesiyle kendimizi, yine kendi mayamızla yenilemenin yollarını arıyoruz. Zirveye bu istikameti veren değerler, tasarım aşamasında projenin içine yerleştirilmiştir. Proje, uygulama safhasında, Sayın Valimizin yerleştirdiği bu değerlerle yoluna devam etmektedir. Buradan yola çıkarak sizlerden gelen birbirinden değerli ve çok değişik bildiriler Adalet, Siyaset ve Devlet, Bilgelerimiz ve İlim, Bilgelerimiz ve İslam; İrfan, Kültür ve Medeniyet; Dil ve Edebiyat gibi milli ve medeni değerlerimize dayanan başlıklar altında sınıflanarak değerlendirmenize sunulmuştur. Temennimiz, zirvenin bu istikamette devam etmesi ve meyvelerini vermesidir. Sayın Delegeler; Hepinizi şahıs olarak ayrı ayrı ve şahs-ı manevi olarak hep birlikte saygıyla selamlıyorum efendim. 23 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Harakani Vakfı Başkanı Yavuz UZGUR’un Açılış Konuşması H uzuru manevilerinde ve yüce nazarları altında bulunduğumuz gönül sultanlarımızın ali ruhaniyetleri önünde hürmet ve muhabbetle eğiliyor; siz gönül dostlarımızı en içten duygularımla selamlıyorum. Gönül sultanları buluşması ve bilgeler zirvesine hoş geldiniz. Gerçek bilgi de, bilginin gerçeği de aslında tek bir noktadır, bunu gerçeğinden büyük gösterenler ise cahillerdir. Cehalet bizi “Gerçek Bilgi’nin bütünlüğünden” ne kadar ayrı düşürürse, bilmemiz gereken şey de o kadar fazla olacaktır. Eğer kalem hareket etmeden önce bir kâğıda değip, bir kitap yazarsa bu kalem bir nokta üretmiş olur. Yani “bu nokta” türevi niteliğindeki diğer tüm harfleri ve kelimeleri içerir, onların “kökenidir”. Yüce Pirimiz Harakani Hazretleri dedi ki: “Hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar herkes bildiği ile övünür. Hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır. İşte o zaman marifeti kemale erer.” Eğer zihin bunu kavrayabilmişse sırra vakıf olmuştur, artık bunun hakkında yürüttüğü düşünme eylemine bir nokta koyabilir… Bismillahirrahmanirrahim. İşte bu KÖKENDİR! Görülebilen ve görülemeyen tüm varoluş, bu asli ayetin içindeki üç Kutsal İsim’den türer : “Allah; Rahman, Yüce Lütufkâr ve Rahim Olan Yüce Merhametli…” Tüm şeyler, Bilgi’nin Birliği içinde zarflanmışlardır ve bu zarf, işte bu Nokta işaretiyle sembolize edilir. Büyük pirimiz Harakani dedi: Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben O harf gizli bir muâmmadır ne sen okursun ne de ben, Perde arkasında seni ve beni konuşturan var, Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben. 25 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bismillahirrahmanirrahim. Bu noktadan kaynayarak bin yıldır kalplerimize doğru çağlıyor bilgi. Bin yıldır Gönül Sultanlarımızın kalplerinden, halka halka bize doğru genişleyerek ıstıraplarımızı dindirmek için bizi sarıyor, dıştan içe, zahirden batına yolumuzu aydınlatıyor. Nefsimizin efendisi olup, daha yüksek bir şuur haline sıçrayabilmemiz için gönüllerimize fısıldıyor. Onlar sayesinde, her daim nefsimizin kılavuzluğuna talip “ego”ya sırtımızı dönüp, nefsimizi yönetmeyi öğreniyor ve “Benliklerimizde” yükselmeye çabalıyoruz. Peşinden koştuğumuz, susuzluğu ile yandığımız “Bilgi”, entelektüel tipten egzersizlerle ulaşabileceğimiz bir “son” değildir. Aksine, peşinden koştuğumuz yol, bu neviden bilginin sonlandığı sınırda, nefsimizin peçelerini atmamızı mümkün kılan bir dönüşüm ve doyum yoludur. Bu yol, içsel ve dışsal dünyaların birleştirilmesi, içsel ve bütünleşmiş benliğin keşfedilmesi yoludur. Bu yolun hedefi; bireysel benlik damlasını, kökeniyle, yani bu damlanın türediği “Varlığın Okyanusu” ile buluşturmaktır. Fiziksel ölüm anında başımıza gelen işte tam da budur. Gönül Sultanlarımız bize bu geçiş sürecini kesintisiz olarak anlamayı ve icra etmeyi öğütler. Bize, tüm yaşantımızı bu yönde şekillendirmemiz gerektiğini kendi halleriyle örneklerler. Hatırlatırlar: Allah’la birey arasındaki, O’na erişimi engelleyen koşulları engelleyin! O’nun bir tecellisi olarak var olup, onun mevcudiyetine karşı engel oluşturmaktan kaçının! ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜN! İslam 1400 seneden fazladır gönüllerimizi aydınlatarak misafiri olduğumuz bu dünyayı zulümden arındırmamız için bize yol göstermektedir. Gönül Sultanlarımız ise İslam’ın birebir kalbidir. İşte biz de, kalpten kalbe bugüne, bu ana ulaşan ilhamla, kendi varlığımızı İlahi İdare’nin ellerine teslim ediyoruz. Küçücük bir su damlası olarak, okyanusla birleşme aşamasında okyanusa teslim oluyoruz. Teslimiyetimiz oranında O’nun ahlakıyla ahlaklanıyor, nefsimize zulm edip zalim olmaktansa mazlum ve garip olmaya “niyet” ediyoruz. Üzerlerinde ilahi aşk ve güzel insanlık mucizesi gerçekleşen Gönül Sultanlarımız, tarihin her devrinde insanlığın yüz akı olmuşlardır. Yönünü ve sevgiyi kaybeden kitleler, onlarla yön bulmuş, 26 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması huzuru yakalamış, kendini tanımış, gerçek insanlık ve edeple tanışmıştır. Ebu’l-Hasan Harakani, Seyyid Abdülkadir Geylani, Yunus Emre, Mevlana Celaladdin Rumi, Hacı Bektaş-i Veli, Şah-ı Naşıbend, İmam Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufai ve diğer büyük zatlar bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır. Allah hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın. Şimdi sizlere, Harakani Hazretlerinin gönül deryasından sahile vuran incilerden birkaçını gönüllerinize emanet ediyorum. “Âşık olan Allah’ı bulmuş, Allah’ı bulan kendini unutmuştur.” “Allahu Teâlâ herkese kendinden bir şey açmıştır; ama zatını, yani kendini hiç kimseye açmamıştır. Civanmertler! Gidin ve Allah’la mert olun, yoksa size zatından bir şey açmaz.” “Elestü biRabbiküm” hitabını bazıları, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye; bazıları, “Ben sizin dostunuz değil miyim?” diye; bazıları da “Her şey ben değil miyim?” diye işitmişlerdir.” Kalplerimize Allah zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işleyen Gönül Sultanlarımızın edep ölçüsü, kalplerimizde, sözlerimizde, fiillerimizde daim olsun. 27 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hasan GÖNEN’in Açılış Konuşması D eğerli Misafirler, Türk Dünyası Kültür Başkentliği kapsamında düzenlenen Bilgeler Zirvesine hepiniz hoş geldiniz. Kültürümüzü, medeniyetimizi inşa eden, birbirinden değerli şahsiyetleri anma ve anlatma maksadıyla düzenlenen bu zirve münasebetiyle sizleri Üniversitemizde ağırlamaktan duyduğum memnuniyeti belirtmek isterim. Bir ülkede yetişen ilim insanı o ülkenin kültürünü ve geleceğini belirler. Milletimizin ulusal ve kültürel değerlerini oluşturan bütünlüğe katkı sağlayan önemli şahsiyetler, yaşadıkları dönemlerde gösterdikleri düşünce, duygu ve davranışlar ile birlikte toplum hayatına yön vererek tarihin sayfalarına altın harflerle yazılmıştır. Bugün artık toplumlar yanlızca ekonomik göstergelerle ifade edilen kalkınmaya değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir gelişmeye, maddi tatmine olduğu kadar, manevi tatminde de ilerlemeye ihtiyaç duymaktadırlar. İçinde bulunduğumuz asrın insanlığa kazandırdığı en önemli tecrübelerden birisi, kalkınmada sosyal ve kültürel faaliyetlerin de gözardı edilemeyeceği gerçeğidir. Millî kültür değerlerinin korunması şarttır. Kültür, oluşum ve değişim sürecinde başka kültürlerle alış verişte bulunur, onlardan aldığı gibi onlara da verir. Her millet çağın icaplarına göre başka kültürlerden aşılanır ve zenginliğini biraz da bu aşılanmaya borçludur. Aşılanırken özün ve kökün mutlaka korunması gereklidir. Özü ve kökü koruyamayan milletler yabancı kültürlerin istilasına uğrarlar. Bu da modern çağda istilanın en tehlikelisidir. 29 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kendini, kendi değerlerini tanımayan bir milletin sadece müstakil bir coğrafyaya sahip olması o millete hiçbir şey kazandırmaz. Dolayısıyla ortak bir kültüre sahip olduğumuz Türk Dünyası ülkeleri ile yakınlaşmaya, tarihimizi, ortak yanlarımızı vurgulamaya, yakınlaşmaya, ortak bir geleceğe yönelmeye zemin hazırlaması amacıyla düzenlenen bu etkinlik çok önemlidir. Türk Dünyasının tarih boyunca yetiştirdiği bu önemli şahsiyetleri daha yakından tanımak, onları anlamak ve özümsemek, dünyaya daha yakından tanıtmak; aralarında sayısız ortak bağ olan, aynı temel değerlere sahip Türk Dünyası ülkelerini birbirine yakınlaştıracak, geleceğe dair ortak hedefler belirlememizi sağlayacaktır. Bu duygularla, Bilgiler Zirvesine yurtiçinden ve yurtdışından katılan, engin bilgileri ve paylaşımları ile bizlere katkıda bulunan tüm katılımcılara ve bu önemli etkinliğin düzenlenmesinde emek harcayan herkese çok teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. 30 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’in Açılış Konuşması B ismillâhirrahmânirrahîm. Bizleri yoktan var eden, Hz. Âdem’i (a.s) yaratan ve ona esmayı öğreten, insanoğlunu yaratan ve ona beyanı öğreten, bizleri ilim ve hikmetle donatan, kalemle yazmayı öğreten Yüce Rabbimize sonsuz hamd-ü senâlar olsun. Bize kitabı getiren, kitabı hikmetle beyan eden ve o hikmeti ebediyete kadar yaşanmış bir hayata dönüştüren Sevgili Peygamber (s) başta olmak üzere yolumuzu aydınlatan bütün Peygamberlere (a.s) sonsuz salât ve selam olsun. Saygıdeğer Bakanlarım, Kıymetli Hâzirûn, Gönül coğrafyamızın muhtelif beldelerinden Eskişehir’e teşrif eden saygıdeğer ilim adamları, Ve kıymetli gönül dostları, Sözlerime başlarken hepinizi sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi, feyzi, fazileti üzerinize ve üzerimize olsun. Dün gece Miraç Kandili’ni idrak ettik. Miraç Kandili’nin iyiye, doğruya, hakka, hakikate, fazilete, erdeme, bilgeliğe doğru yücelmemize vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. Miraçlarından düşen müminlerin, yeniden Miraç’a çıkmalarına vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Türk Dünyası Başkenti Eskişehir’de “Bilgeler Zirvesi’ni” düzenleyen, gönül sultanlarını bir araya getiren Başta Sayın Milli Eğitim Bakanımız olmak üzere, Osmangazi Üniversitemize, Sayın Rektörümüze, Sayın Valimize ve emeği geçen herkese ve bütün yetkililere teşekkür etmeyi, yerine getirilmesi gereken bir vazife olarak addediyorum. Ayrıca dünyanın muhtelif yerlerinden bugün bu salonumuza teşrif eden bütün misafirlerimize yürekten hoş geldiniz diyorum. Toplantımızın “bilgesiz kalan” dünyamıza bilgece bir aşı gerçekleştirmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. Saygıdeğer ilim insanları, hanım efendiler, beyefendiler, 33 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Medeniyetin en temel esası, en büyük temeli şüphesiz bilgidir. Bizim medeniyetimiz, bir bilgi medeniyetidir. İslam medeniyetinde bilgi varlığa takaddüm eder. Nitekim ayet-i kerîmede “Fa’lem ennehû Lailaheİllellah” diye buyrulmuştur. Önce bilgi sonra Allah’a iman… Biz medeniyetimizde bilgiyi birbirinden önemli üç kavram ile ifade ederiz; ilim, hikmet ve marifet. Hikmetsiz ilim, zâyî hükmündedir. Marifetsiz hikmet, kıyl-ü kâldir. Marifetin başı insanın kendisini bilmesidir. Zira kendini bilmeyen rabbini bilmez. İlmin sahibine âlim, hikmetin sahibine hakîm, marifetin ve irfanın sahibine de ârif diyoruz. “Bilge” kavramı sadece bilgi sahibine denmez. Bilge hem âlim hem hakîm hem de ârif olanlara denir. Bilge, ilmi hikmetten ayırmayan, hikmeti de marifetten ayırmayan kimsedir. Biz bu üç hususu birlikte meczeden ve bu üç kavramı yaşanmış bir hayata dönüştüren kimseye “bilge” diyoruz. Biz sadece “bilgi hamallarına” âlim demiyoruz. Biz, sadece süslü yaldızlı söz sarf edene hâkim demiyoruz. Sadece hikmetin arkasındaki bilgi kırıntılarına sahip olanlara “ârif” demiyoruz. Bilge; hem arif, hem âlim, hem de hâkim olan kimsedir. Bilgeliğin tarihinde en önemli kavram “mavera”dır. Varlığın maverasını okuyamayan bilge olamaz. Bilginin maverasındaki hikmeti, hikmetin maverasındaki marifeti hakkıyla bilmeyen bilge olamaz. Zira eşyanın hakikatine vakıf olmak için maveraya vakıf olmak lazım. Bilginin yeryüzünde gerçekleştirmek istediği hikmeti, hikmetin gayesi olan marifeti, anlayabilmek için maveraya vakıf olmak lazımdır. Mavera, aynı zamanda tarihte bir coğrafyanın adıdır. Biz burayı nehir kelimesi ile birleştirerek “Maveraünnehir” diyoruz. Maveraünnehir; sadece Amu Derya’nın (Ceyhun) ötesi Siri Derya’nın (Seyhun) da berisi olan, Harezm ve Horasan bölgelerini içerisine alan bir coğrafyanın adı değildir. Maveraünnehir, Hicaz’da ortaya çıkan en büyük bilginin maverasının tahsil edildiği yerdir. Maveraünnehir, ilim, hikmet ve marifetin iki nehir arasında birbirine karıştığı, meczedildiği yerdir. Bu açılardan baktığımızda İslam’ın olduğu her yerde ilim, hikmet ve marifet birbirini meczetmiştir. Ama bazı coğrafyalarda bunlardan biri öne çıkmıştır. Hicaz, Yemen, Bilad-ı Şam ve Bilad-ı Irak’ta ilim öndedir. Endülüs ve Kuzey Afrika’da hikmet öndedir. Hint alt kıtasında marifet öne geçmiştir. Ancak Maveraünnehir’de ise ilim, hikmet ve marifet birlikte yoğrulmuş, birlikte meczedilmiştir. Nitekim ilim tarihimize baktığımızda Fergana Vadisi’nin bir ucundan bir ucuna yolculuk yaptığınızda buna herkes vakıf olur. Hatta sadece bugün Eskişehir’de açılışını yaptığımız Bilgeler Zirvesi programına 34 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması göz attığımızda bunu açıkça görmek mümkündür. Çünkü hadis, tefsir, fıkıh ilimlerinin öncülerine biz burada rastlayabiliyoruz. Hadîs ve tefsir âlimlerinin büyük bir kısmı, matematik-astronominin büyük âlimleri Maveraünnehir’den çıktığını hepimiz biliyoruz. Ama sadece bu âlimler değil, aynı zamanda hikmet sahibi hakîmleri de görüyoruz. Hikmetin temsilcileri olarak ilk karşımıza çıkan İbn-i Sinalar, Farabiler, el-Kindiler ve yine ismini saymakla bitiremeyeceğimiz nice hikmet erbabı… Ayrıca burada marifetin öncüleri de Ahmet Yesevî, Şâh-ı Nakşibendî, Hâmedânî ve daha niceleri... Maveraünnehir, tasavvuf, irfan, marifet, hikmet, felsefe, astronomi, hadis, tefsir, fıkhın, yani bilginin maverasının birlikte tahsil edildiği ve bir medeniyetin inşa edildiği bir coğrafyadır. Maveraünnehir Medeniyeti’nin insanlığa hediye ettiği en büyük hususlardan bir tanesi de metodolojidir. Bilginin usulünün oluşturulmasıdır. Zira usulsüz vusul olmaz, vusulsüz de usul olmaz. Irak’ta, Şam’da doğan fıkıh, Maveraünnehir’de bir metodolojiye kavuşmuştur. Felsefe, hikmet, tefsir, hadis, usulü fıkıh, usulü’d-dîn, usulü’ttefsir, usulü’l-hadîs gibi nice ilimlerin en büyük kaynağı yine Maveraünnehir’dir. Bilginin ve varlığın maverasının tahsil edildiği bu bölgelerde ortaya çıktığına hepimiz şahit oluyoruz. Maveraünnehir’de ortaya çıkan bu bilgelik, Anadolu İslam Medeniyeti’ni inşa etmiştir. Burada herhangi bir milletin veya herhangi bir coğrafyanın, başka bir millete veya başka bir coğrafyaya olan üstünlüğünden söz etmiyorum. Bu husus tarihi bir realitedir. Sadece ilimler tarihi bu açıdan okunduğunda bu apaçık bir şekilde görülmektedir. Hicaz’da neşet eden ilim, Maveraünnehir’de hikmet ve marifete kavuştuktan sonra alperenlerin eliyle Anadolu’ya Rumeli’ye taşınmıştır. Anadolu ve Rumeli’de inşa edilen bu büyük medeniyet de, büyük oranda Maveraünnehir’de yetişen bilgeler ve gönül sultanları marifetiyle inşa edilmiştir. Bugün ilmimiz çoğaldı, ama âlimlerimiz azaldı. Bilgimiz çoğaldı, ama bilgelerimiz azaldı. Bu toplantının bilgece bir söz, bilgece bir duruş ve bilgece bir davranışa vesile olmasını, bilgeleri azalan dünyaya bilgece bir aşı gerçekleştirmesini Yüce Mevla’dan niyaz ediyorum. Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. 35 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eskişehir Valisi Güngör Azim TUNA’nın Açılış Konuşması S ayın Millî Eğitim Bakanım, Sayın Tarım Bakanım, Saygıdeğer İslam İşbirliği Teşkilatına Üye Ülkeler Parlamentolar Birliği Genel Sekreteri, Sayın Diyanet İşleri Başkanım, Saygıdeğer Osman Gazi Üniversitesi Rektörü, Kıymetli Harakani Vakfı Başkanı, Türk dünyasının farklı bölgelerinden ve yurdumuzun çeşitli illerinden gelerek birbirinden değerli çalışmaları ile Zirve’mize değer katan saygıdeğer gönül insanları, Basınımızın değerli mensupları, Aziz Eskişehirliler, Gönül sultanlarının buluştuğu sevgi şehri Eskişehir’e hoş geldiniz. Türk dünyasının buluşma noktası Eskişehir, gönülleri buluşturmaya devam ediyor. Saygıdeğer konuklar, bugünün bizim için ayrı bir değeri daha vardır. Biricik meselesi Sonsuz’a varmak olan ve fikir çilesiyle yoğrulan üstad Necip Fazıl’ın doğum yıldönümü. Bugün doğumunun 110. yılı, Mirac Kandili’nin feyiz dağıttığı dün ise ölümünün 31. yıldönümü idi. Bu vesileyle hepinizin Mi’rac Kandili’ni yeniden kutluyorum. Gönüllerimize ayna olan gönül sultanlarımızdan biri olan Üstad Necip Fazıl’ın şiirlerinde “ayna” özel bir yere sahiptir. Aynaya bakarken herkes farklı görür, aynaların sırrı gönül aynalarımıza farklı yansır. Ancak Üstad Necip Fazıl ise bakın ne görmüş ve demiştir: Benim efendim! Feza levendim! Ölmemek neymiş; Senden öğrendim. Kayboldum sende, Sende tükendim! Sordum aynaya: Hani ya kendim? Benim efendim! 37 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Benim efendim! Emri yüklendim! Dağlandım kalpten Ve mühürlendim. Kendisi şahsında, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş bütün gönül sultanlarını rahmetle anıyor, hayatta olanlara ise sıhhat ve afiyet diliyorum. Türk kültürünün manevi mimarları, hangi coğrafyada ve hangi yüzyılda yaşamış olursa olsun bize aynı manaya açılan, aynı çıkış kapısını gösterirler. Umman kadar ilme sahip gönüllerinde onlar, büyük bir aşk ateşi yakmışlardır. Türk Dünyası Kültür Başkentliği faaliyetleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi de bu aşk ateşinden yüreğimize düşen bir kıvılcımının eseridir. “Sevelim, Sevilelim; dünya kimseye kalmaz” diyen gönlümüz aynası Yunus’un şehrine gelişimizden itibaren gönül mimarlarımızın mana dünyasına, Yunus’un da dediği gibi “bu manadan duyanlardan olmak” ümidiyle kapı aralamak, onları layıkıyla anlamaya çalışmak fikri bu Zirve ile bir kez daha gerçek olmuştur. Eskişehir’de gerçekleştirdiğimiz 300’ü aşkın uluslararası etkinlikten sadece biri olan bu Zirve’nin farkı, gönül sultanlarımızı bir zeminde, akademik bir platformda hep birlikte yâd etme imkânı sunmasıdır. Üstelik Bilgeler Zirvesi, sadece gönül mimarlarımızı değil, onlarla ilgili araştırma ve çalışmalar gerçekleştirmiş farklı disiplin ve alanlarda faaliyet gösteren gönül insanlarını da bir araya getirmiştir. Medeniyetimizi inşa eden gönül mimarlarımızdan biri olan Yusuf Has Hacip “saadet veren bilgi” anlamına gelen Kutadgu Bilig adlı eserinde, gönül sahibi olmayan insanı şu şekilde niteler: “Gönülsüz insan yalnız bir şekil ve kalıptan ibarettir; gönülsüz insan adını kaybeder.” Bu Zirve ve Kültür Başkentliği sürecinde gerçekleştirdiğimiz bütün projeler aynı zamanda, insanı insan yapan temel değerleri gönlümüzde pekiştirmek içindir. Yine kültürümüzde gönül hatır bilmek, gönüller yapmak; insanı insan yapan, temel insanî değer olarak nitelendirilir. Nitekim Yunus Emre gönül evinin sahibini bilmeyenler için “âdemden tutmayalar” diyerek, âdem olmak ya da olmamak arasında ince bir çizgi çizer. Eskişehir’deki Yunus’tan yüzyıl önce Semerkant’ta yaşayan Yüknekli Edib Ahmet “hakikatlerin eşiği” anlamına gelen ve ahlâklı insan olmanın yollarını, ahlâk 38 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ilkelerini açıkladığı Atabetü’l-Hakayık adlı eserinde yine böyle bir çizgi ile iyilik ve kötülüğü ayırarak bize iyiliği telkin eder. İyi hareket et, gönüller alarak yaşa Kötülükten kendini bir yana çek. Bizde çizilen bu çizgide tarafımız belli olsun diye, ömür adı verilen kısacık yolda karınca kararınca yürümeye devam ediyoruz. Bu bakımdan Kültür Başkentliği sürecinde şimdiye kadar gerçekleştirdiğimiz işlerin büyüklüğü, Türk dünyasının büyüklüğünden ileri gelmektedir. Bu gönül yolunda devlet geleneğimize uygun olarak çalışmalarımızı himaye eden Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan Beyefendi başta olmak üzere bütün devlet büyüklerimize, şu an burada olan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanımız Sayın Mehmet Mehdi Eker’e, Kültür Başkentliği sürecinde yol göstericiliğini bizden esirgemeyen Eskişehir sevdalısı Millî Eğitim Bakanımız Sayın Hocamız Prof. Dr. Nabi Avcı’ya teşekkürü borç biliriz. Yine bu samimi gayretimize gönül gözüyle bakan aziz hemşehrilerim Eskişehirlilere ve kıymetli basın mensuplarına bu vesileyle tekrar teşekkür ederiz. İlimizin nezih üniversitelerinden biri olan Osmangazi Üniversitesi’nde 26-28 Mayıs 2014 tarihlerinde 3 gün süreyle ve eş zamanlı olarak 4 salonda gerçekleştirilecek Zirve’nin çağrı metninde biz; bilgelerle ilgili hiçbir konu, şahıs, yüzyıl vs. sınırlandırması yapmadığımızı özellikle ifade etmek isteriz. Bu Zirve’yle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade buyurduğu gibi “ecdadını tanıdıkça kendinde daha büyük işler yapma kudretini bulacak” yeni nesiller için Türk dünyasının gönül yolunu çizmiş şahsiyetler; katılımcıların belirlediği şahsiyetler ve sunduğu bildiriler eksenindeele alınacaktır. Ayrıca sunulan bildiriler kitaplaştırılarak, yapılan bu değerli çalışma, kalıcı hâle getirilecektir. Bilgeler Zirvesi’nde bazı sosyal ve kültürel etkinlikler de gerçekleştirilecektir. Yurt dışından gelen katılımcılar için düzenlenen İstanbul gezisi bu etkinliklerden biridir. Gönül sultanlarının buluşmasında bizimle gönül birliği eden bütün gönül insanlarını canı gönülden selamlıyor, birbirimize ayna olmak temennisiyle sevgi ve saygılar sunuyorum. 39 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İslam İşbirliği Teşkilatı Ülkeleri Parlamentolar Birliği (İSİPAB) Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ’ın Açılış Konuşması R ahmân ve Rahîm olan Allah’ın Adıyla… Muhterem ricâl-i devlet, muhterem ricâl-i ilim ve irfan ve muhterem hâzirûn, konuşmamın başında hepinizi hürmetle ve muhabbetle selamlarım… Bu toplantımızın başlığı, malum “Bilgeler Zirvesi”… Bu başlık bana bazı ilkesel şeyler üzerinde bir kere daha düşünmemi sağladı. Yüksek müsadelerinizle bunları sizlerle paylaşmak isterim. Malum “Felsefe” kelimesini ve “Filozof” veyahut da “Feylesof” kelimesini duymuşuzdur. Felsefe tarihi kitaplarında “felsefenin babası” tabiriyle ilk filozof olarak tanıtılan kimse malumunuz olduğu üzere Pisagor’dur (Pithagoras). Aslında bu zat Mısır da eğitimini tamamlayıp, kendi beldesine Samos’a geldiğinde bir halka oluşturur. Uzun seneler süren bu derslerin neticesinde öğrencileri kendisine “Üstadımız bize ne güzel şeyler söylediniz. Biz bunları bilmez idik. Kâinatın sırrını, insanın sırrını biz sizden öğrendik. Siz olsa olsa Tanrı olursunuz herhalde” dediler. O da “hâşâ sümme hâşâ!” diye cevap verdi. (Tahkiye ve temsil yapıyorum, lütfen literalistler gibi ayniyle vâkî zannetmeyiniz. Bu bir öğretim metodudur.) Bunun üzerine “o zaman sen ancak bir peygambersin’ dediler. “Hayır, ben o da değilim” diye cevap verdi. Peki, o zaman “Sen bir Bilge’sin yani bir Sofia’sın, Bilge bir kimsesin” dediler. İrfan ve hikmet sahipleri tevazu sahibi olmak zorundalar. Tevazu sahibi birisi olarak dedi “Hayır bu saydıklarınızın hiç biri değilim, bu derecelerin hiç birine sahip değilim. Siz o bilgeleri tanımadınız, o Sofia’ları tanımadınız ama ben onları tanıdım, onlar tarafından eğitildim. Aramızdaki fark bu”. Öğrencileri “O zaman üstadım sana ne diyelim, ne isim verelim?” dediler. Lütfen dikkat edin felsefe işte tam bu noktada başlıyor. İlk 41 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı defa filozof kelimesi kendisi için kullanılacak. Dedi ki “Kişi sevdiğiyle beraberdir” fehvasınca bana ancak o ‘Bilgeleri ve bilgeliği seven kişi’ derseniz bunu kabul edebilirim. Onun için Sofia’nın başına “Philo” ilave edin o zaman kabul ederim dedi. Tek başına Sofia “bilge” veyahut “bilgelik” demek. “Philo” ise “seven” demek, “muhib” demek. Bu ek modern Türkçede “Fil” halini alarak bazı hastalık isimlerinin peşine ilave edilir. Böylece ilk defa “ Philo-Sophia” kelimesi yani Türkçe yazılışı ile “Filozof” tabiri Pisagor için kullanılmış oldu. Fakat şunu da gözden kaçırmayalım ki meseleye bu şekilde bakıldığı zaman Felsefe bir zirve değil aksine o zirveden düşüşün başlangıcı olmaktadır. Çünkü bilgeler gitti, onları bir şekilde yitirdik. Onların yerine onları sevenler geldi, yani feylezoflar geldi. Tabii ki Gelenek’ten bu düşüş modern zamanlara doğru daha da süratlenince günümüzde hakiki manasıyla filozof da kalmadı. Hatta bu kelime traji-komik bir şekilde komedi filimlerine başlık ve konu oldu. Peygamber Efendimiz (sav) tam da bu manada buyurdu ki: ‘İçinizden bilgelik ancak bilgeler alınması suretiyle kalkacak’. Yunusleyin şerhedersek bu hadisi: “Göçtü kervan kaldık dağlar başında”. Asrımızın mühim mütefekkirlerinden Rene Guenon, nam-ı diğer Abdulvahid Yahya derki: “Böylece batıda felsefe aslında tefekkürün başlangıcını değil onun dejenerasyonun başlangıç noktasıydı. Şimdi bu girişten sonra şunu ifade etmek isterim ki ‘Bilgeler Toplantısı’ adındaki bu toplantıya çağrıldığımız zaman, ben kendi adıma konuşayım, bilge değil ancak ‘bilgeleri sevenleri seven kişi’ sıfatıyla aranızda bulunduğumu peşinen arz etmek isterim. Her halukarda bu toplantının İslam dünyasının bugünkü hal-i purmelâli göz önünde bulundurulduğunda çok anlamlı bir toplantı olduğuna inanıyor ve emeği geçen herkesi bir kere daha huzurlarınızda tebrik ediyorum. Halen deruhte etmekte olduğum uluslararası vazifem gereği İslam dünyasını en doğusundan en batısına kadar sürekli gezmekteyim. Bazı acı gerçekleri sizlerle paylaşmak istiyorum. İçi kan ağlayan bir kardeşiniz olarak konuşuyorum. Şu anda biz burada ulvî bir gaye için toplanırken İslam dünyasının bir yerinde nasıl 100 tane daha kız çocuğu kaçırırız ve bunları cariye olarak nasıl kullanırız diye bir araya gelen insanlar var. Veyahut taaddüd-i zevcât âyetinde geçen ‘iki – üç’ adedinden kasdedilen aslında bunların kareköküdür diyerek toplanan kimseler var. Bunun sonucunda 29 tane hanımı olan Afrikalı müftü var. Yine İslam dünyasının başka bir yerinde, ismini 42 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması de vereyim, Mısır’da Piramitleri nasıl yıkarız veyahut el kesme cezası uygulanırken kolu uyuşturmalı mı uyuşturmamalı mı üzerinde günlerce tartışan bazı Müslümanlar var. Yine İslam dünyasının bir yerinde adına ‘Gençler’ denen bir gurubun yine müslüman bir ülke olan Türkiye’den sırf onların fakir toplumlarına yardıma gelmiş yardım kuruluşlarına ve Türkiye sefaretine nasıl bir bombalı saldırı düzenleriz diye kafa yormaları aksine üzerinde ciddi ciddi düşünülecek bir durumdur. Ben 17-18 yaşlarındaki bu gençleri sorumlu tutmak yerine onları böyle düşünmeye sevkeden zihniyet dünyasını sorgulamanın daha isabetli olacağı kanaatini taşıyorum. Bazı ülkelerin finansal destekleriyle açılan medreselerde alınan dersler neticesinde üretilen bu nevzuhur İslam tipinin maalesef bizim bilgelerimizin yani Mevlana’lar, Hoca Ahmet Yesevi’ler, Hacı Bektaş Veli’ler ve Yunus Emre’lerin bize öğrettiği İslam geleneği terbiyesinden farklı bir İslam tipi olduğunu söylemeliyiz. Bunlar yeni çıktı. Ve bu İslam birilerinin işine geliyor, yatırım yapılıyor üzerinde. Bu açıdan tekrarlıyorum bizlerin burada Anadolu’nun ruhunu oluşturan böylesi bilgeler üzerine bir toplantı tanzim ediyor olmamız çok ama çok önem arzediyor. Lakin yetkililere bir söylemek istiyorum ki bizim bu toplantılarımız burayla sınırlı kalıyor. Biz bize konuşuyoruz. İslam dünyasına model vermede maalesef bir katkımız olamıyor. Ariflerimizin, mütefekkirlerimizin kitabları Arapça’ya, Farsça’ya veyahut İngilizce’ye, Fransızca’ya çevriliyor değil. Hâlbuki Körfez ülkelerinden bir âlim öksürse hemen tercüme ediliyor. Yanlış anlaşılmasın karşı değilim. Fikir fikirdir… Çeklerin 2011’de vefat eden son devlet başkanları Václav Havel’in meşhur bir sözü var. Bence çok mühim. Fakat modern zamanların koşuşturması içerisinde unutulup gitti. Her şey çok çabuk tüketiliyor. Demişti ki: “Şimdiye kadar ülkeler kaç tane mühendis, kaç tane politikacı, kaç tane iş adamı çıkardıklarına göre değerlendirilirler idi. Fakat bundan sonra ülkeler artık kaç tane bilge, kaç tane ârif, kaç tane filozof çıkardıklarına göre değerlendirilecekler”. Birleşmiş Milletler’in yeni kriterlerine göre artık bir ülkenin gelişmişlik seviyesi sadece ekonomik parametrelerin ölçülmesiyle değerlendirilmeyecek. O insanların kültür seviyesi, eğitim düzeyleri ve hoşgörü düzeyleriyle beraber külli bir değerlendirmeyle tesbit edilecek. Ne mutlu bize ki şimdilerde ihmal ettikse de yeri geldiğinde prensiplerini izleyeceğimiz bilgelerimiz var. Ben sözlerimi bu açılış konuşmasında daha fazla uzatmak istemiyorum. Madem her konuşmacı konuşmasını bir şiirle süsleyerek 43 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tamamladı ben de muhterem Milli Eğitim Bakanımızın müsadeleri ile geleneği bozmayayım ve Nâşîd’den bir şiir okuyarak tamamlayayım: Ne ta’lîm ü ta'allümden ne hod üstâddan gördüm Ne gördümse felekte feyz-i isti'dâddan gördüm 44 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Dr. Mehdi EKER’in Açılış Konuşması G elin gülle başlayalım atalara uyarak, Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine Bir anda yükselen bir bülbül sesi Erken erken karlar ortasında Güneş dönmüş ışık saçan bir yumurtaBana geri getirir eski günleri ...Paslanmış demir bir kapı açılır Küf tutmuş kilitler gıcırdarken Ta karanlıklar içinde birden Bir türkü gibi yükselirsin sen Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken Söyleyemediğim ateşten kelimeleri Şuuraltım patlamış bir bomba gibi Saçar ortalığa zamanın Ağaran saçın toz toprağını Bana ne Paris'ten Newyork'tan Londra'dan Moskova'dan Pekin'den Senin yanında Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu Geceme gündüzüme Gözlerin Lale Devrinden bir pencere Ellerin Baki'den Nefi'den Şeyh Galib'den Kucağıma dökülen Altın leylak. Sayın Bakanım, kıymetli misafirler, Hepinizi hürmetle muhabbetle selamlıyorum. 47 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Evleri balkonsuz yapan mimarların, gönül sultanlarının, bin yıllık bir büyük medeniyet ırmağının teşekkülünde pay sahibi zirvelerin ve ilim irfan ehlinin bulunduğu bir toplulukta, bu kadar büyük değerin arasında ben de buna denk geleceğini düşündüğüm Sezai Karakoç’un “Zamana Adanmış Sözler” şirinin bir bölümünü sizlere okumayı uygun gördüm. Bu gün burada gerçekleştireceğimiz toplantıyı çok anlamlı buluyorum. Üç gün sürecek bu toplantıda, gerçekte bin yılı aşkın bir sürede Maveraünnehir’den Balkanlar’a kadar büyük bir coğrafyada medeniyet tarihinin zirvelerini oluşturan kaynaklarımızı ve referanslarımızı inceleme fırsatı bulacağız. Matematik modeller nasıl geleceğin inşasında bir yöntem olarak kullanılıyorsa, elimizdeki bu büyük hazine de, günümüzde yaşadığımız problemlerin çözümünde ve geleceğimizin inşasında değerlendirilmelidir. Yaşadığımız çağ Promete kültürünün hâkim olduğu bir çağdır. Dünyanın iktisadi düzeninin, siyasi düzeninin ve hatta popüler kültür kodlarının Promete kültürü tarafından, onun yansımaları ve motifleri tarafından belirlendiği bir çağda, bizim kendi medeniyet değerlerimizi çağdaş terimlerle, tırnak içinde söylüyorum “bugünün nesillerine, bugünün çocuklarına, yarının büyüklerine çağdaş kavramlarla onların anlayacağı dilden, onların anlayacağı formulasyonla, onların anlayacağı reçetelerle projelendirmemiz, anlatmamız gerekiyor”. Buna inanıyorum. Bu toplantının bu manada değeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü maalesef Promete kültüründe Joe’nun birinci kuralı geçerlidir: “Altını olan kuralı koyar” ve maalesef bu adalet değil zulüm getiriyor. Bu gönül sultanlarının aslında hak etmesek de varisleri olan bizler, bu coğrafyada yaşayan milyarın üzerindeki Müslüman, bizim bu süre zarfında özellikle sanayi devriminden sonra meseleyi sadece mühendislik bilimleri çerçevesinde ele alıp, sosyal bilimleri, dili, edebiyatı ihmal ederek ve maalesef bütün İslam coğrafyası için söylüyorum kültür devriminin acı uygulamalarını da yaşayarak sosyal bilimlerden uzaklaştık. Onun için bugün ihtiyaç hissettiğimiz dil ile, edebiyat ile, felsefe ile, irfan ile, hikmet ile, marifet ile saygı değer hocalarımın biraz önce ifade ettikleri gibi, onlarla bizim tarihimizi yeniden yorumlayıp, gelecek nesillerin özellikle zihin haritalarına bu kodları birer nirengi noktası olarak yerleştirmek gerektiği düşüncesindeyim. Böylece onları hem yaşadığımız çağın problemlerinden ve olumsuz yan etkilerinden korumuş, hem de insanlık için aslında bir saadet 48 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması reçetesi olan büyük medeniyet ırmağımızın daha da güçlenip beslenmesine katkı sağlamış olacağız. Bu etkinlik bu bakımdan çok önemlidir. Eskişehir’in Türk Dünyası Kültür Başkenti olması “Gönül Sultanlarının Buluşması - Bilgeler Buluşması” bu bakımdan anlamlı ve önemlidir. Bu duygu ve düşüncelerle Milli Eğitim Bakanımız Sayın Nabi Avcı beyefendinin şahsında tüm emeği geçenleri, hazırlayıcıları ve kuşkusuz teşrif eden siz çok kıymetli bilim insanlarını, gönül sultanlarını saygıyla selamlıyorum. Allah’a emanet olun. 49 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Milli Eğitim Bakanı Prof.Dr. Nabi AVCI’nın Açılış Konuşması S ayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanımız, Sayın Valim, Sayın Millet Vekilim, Sayın Hocalarım, Değerli büyüklerim, muhterem misafirler, hocalarımız öncelikle hoş geldiniz. Eskişehir’e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Benim için ve şüphesiz hepimiz için çok güzel bir sabah oldu. Bu bir açılış programından çıktı bir şölene dönüştü. Birkaç defa teşekkür ediyorum. Hem Eskişehir’e teşrifiniz için teşekkür ediyorum, hem dinleyiciniz olarak teşekkür ediyorum, hem de Milli Eğitim Bakanı olarak teşekkür ediyorum. Bu sabah burada çok güzel hikmetler paylaşılıyor. Bu hikmet pazarının üç gün boyunca aynı güzellikte devam etmesini bütün kalbimle temenni ediyorum. Bu buluşmadan inşallah çocuklarımız için, gençlerimiz için çok güzel neticeler istihsal edilecek. Biz de elimizden geldiği kadar onları değerlendireceğiz. Bilgelerimiz yaşadıkları zamanlarda ve bu dünyadan göçüp gittikten sonra da yolumuzu aydınlatan akıl ve gönül fenerlerimiz oldular. Onlardan çok yönlü olarak istifade edebilir, gittikleri yollardan tereddütsüz şekilde yürüyebiliriz. Bu zatlar hem ilim, hem de amelleriyle bilge olarak anılıyorlar. Her birinin gönüllerimizde müstesna yerleri var. Ecdadımızdan kalan çok şey unutuldu, ama gönül sultanlarımız kitaplarıyla, sözleri ve menkıbeleriyle, güzel davranışlarıyla, ektikleri hikmet tohumlarıyla bizimle birlikte yaşıyorlar. Bugün bile vakıflarımıza ve derneklerimize can veriyorlar, burada olduğu gibi bir araya gelmemize vesile olabiliyorlar. Bu 51 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bakımdan bugün burada buluşmamız biz büyükler ve yetişkinler için olduğu kadar çocuklarımızın yetişmesi açısından da önemlidir. Bu sabah, bilgelerimizi konuşmak maksadıyla burada toplanmış olmayı çok anlamlı buluyorum. Oturumların kataloğuna baktım, çok sayıda güzel bildiriler var. Bu kadar güzelliği bir araya getiren ve bize dinleme zevkini veren sizlere tekrar teşekkür ediyorum. Bu güzel fikirler burada konuşulmakla kalmamalıdır. İyi, doğru ve güzel olanı burada bulunma imkânına sahip olamayanlara da ulaştırmanın bütün meşru yollarını kullanmalıyız. İnsan bir milletin, bir medeniyetin en önemli unsurudur. Çünkü her şey insan için vardır ve yapılacak olan da yine ancak insanla gerçekleştirilebilir. Malum u alinizdir, insanla ilgili önemli bir maksat yetişmiş insana sahip olmaktır. Bilgelerimiz bizim, basit tabiriyle yetişmiş, ideal insanımızdır, en kâmil halimizdir. Öyleyse gençlerimizin yetişmesinde onlardan istifade etmeliyiz. Bu gönül sultanlarımızı sadece konferanslarda ve sempozyumlarda konuşmakla kalmamalı eğitime daha çok dâhil etmeli, büyüklerimiz olarak evlerimizde yer vermeliyiz. Sözümü uzatıp kıymetli zamanınızı daha fazla almak istemiyorum. Her biriniz Orta Asya’dan Balkanlara kadar olan coğrafyamızdan buraya teşrif ettiniz. Her bir hocamız, bizimle paylaşmak için ayrı bir cevheri yanınıza alıp geldiniz. Aramızda çok sayıda da Sivil Toplum Kuruluşumuz var. Bu toplanmanın, aklımızla gönlümüzün vuslat bulduğu ve hemhal olacağı hayırlı bir buluşma olmasını temenni ediyorum. Gönül sultanlarımız üzerinden gönül beraberliğimizi, kardeşliğimizi, birliğimizi teneffüs edebileceğimiz bir buluşma olmasını diliyorum. Çok teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum efendim. 52 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 1. BÖLÜM Bilgeler 55 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KARLIĞA, Bekir (2014). “Bir Medeniyet Düşünürü Farabi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.57-68 (http://bilgelerzirvesi.org). Bekir KARLIĞA* BİR MEDENİYET DÜŞÜNÜRÜ FARABİ A rapçada, "şehir" anlamına gelen ve müdûn köküne dayanan medîne isminden türetildiği kabul edilen medeniyet kelimesinin, "yönetmek" (es-siyâse) ve "mâlik olmak" anlamları da bulunan deyn (dîn) mastarıyla ilişkili olduğu düşünülmektedir. Medenî, Medeniyye ve Medînî kelimeleri ise "şehre mensup olan, şehirli" manasına gelmektedir.1 Arapça-Türkçe sözlüklerin en genişi olan Kamus’ta Müdûn kökünde ele alınan Medeniyet kelimesine Asım Efendi şu anlamları vermektedir: “Müdûn, Kuûd vezninde yerleşmiş olmak anlamındadır. Medîne (ismi) bundan alınmıştır. Ve şehre gelmek manasınadır… Zâmahşerî, Belde’yi küçük şehre, Medîne’yi büyük şehre tahsis etmiştir. Asım Efendi, Arap dilinde 16 şehir ve beldeye Medine adının verildiğini, sadece Peygamber’in şehrine mensup olanlara Bedevî mukabili olmak üzere Medeni denildiğini, diğerlerine ise Medînî denildiğini bildirmektedir. 2 “Bir terim olarak Medeniyet kelimesi, Peygamber şehri demek olan “Medinetü’n-Nebi” tamlamasıyla yakından ilişkilidir ve göçebeliğin karşıtı olarak yerleşik olmayı (Hazari), bedeviliğin karşıtı olarak şehirliliği ifade etmektedir. Bilindiği gibi, İslam öncesi dönemde Medine şehrinin adı Yesrib idi. Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra Peygamber şehri anlamına “Medinetü’n-Nebi” dendi. Daha sonra medeni ve medeniyet terimleri de buradan türetildi. Böylece İslam Peygamberi’nin Hicret’ten sonra yalnız yeni bir kent kurmakla kalmadığına, aynı zamanda yeni bir uygarlık da kurmuş olduğuna ve Medineli olmanın, kentli olmayı, medeni olmayı zorunlu kılacağına vurgu yapılmak istenmiş olabilir. * Prof.Dr.Bahçeşehir Üniversitesi. Lisânü'l-Arab, MDN ve DYN maddeleri 2 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, IV, 760. 1 57 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu kelimeden bilahare şehirli veya medenî hayat yaşamak anlamına Temeddün kelimesi türetilmiştir. Sekizinci yüz yılda başlayan tercümeler esnasında Yunanca "şehir ve şehir devleti" anlamına gelen “Polis” kelimesi Medîne; "Devlet ve Devlet yönetimi" anlamına gelen, “Politeia” ise "es-siyâsetü'l-medeniyye" şeklinde tercüme edilmiştir. Bu çerçevede Medenî terimi hem sosyal hem siyasal içerik kazanmış bulunmaktadır. Nitekim Aristo tarafından insanın bu yönünü ifade etmek üzere kullanılan siyasal canlı (zoon-politikon) tabirinden mülhem olarak İslam düşünürleri insanın doğal olarak medeni bir varlık olduğunu (el-İnsanü medeniyyün bi't-tab') bildirmişlerdir. Buna bağlı olarak Farabi tarafından ilk kez adlandırılmaya başlanan ve politika, toplum bilimleri ve yönetim bilimlerini konu alan “İlmü'l-Medenî”, “İlmü's-Siyâse”, “İlmü'sSiyâseti'l-Medeniyye" başlıklı bilim disiplinleri ortaya çıkmaya başlamıştır. İnsanın tek başına ihtiyaçlarını karşılayamayacağını, ancak başkalarıyla yardımlaşarak dayanışma içerisine girerek ve iş bölümü yaparak bu eksikliğini giderebileceğini düşünen Fârâbî’ye ve ondan sonra pek çok Müslüman bilgine göre, insanoğlunun tek başına hayatını idame ettirmesi mümkün değildir. Ancak toplumsal (içtimai) yapı içerisinde oluşturulacak karşılıklı iş bölümü çerçevesinde türüne özgü yetkinlikler gerçekleştirme imkânı bulabilir. Dolayısıyla insan tek başına bir kent ve medeniyet kuramaz. Kent ve medeniyet kurabilmesi için, zamanına göre gelişmiş bir toplumsal yapının bulunması zorunludur. Tek başına aile, mahalle ve köy şeklindeki yapılar, insanın özlemini duyduğu mutluluğu sağlayacak yetkinliklere erişmesini temin edemez. Bunun için daha geniş yapılara, yani milletlere, ümmetlere, kentlere ve devletlere ihtiyaç vardır. Aslına bakılacak olursa İslam dünyası, dokuzuncu asırdan beri Civitas karşılığı olarak medeniyet terimini ve bu terimin muhtelif türevlerini bilmekte, tanımakta ve kullanmaktadır. Büyük İslam düşünürü Farabi’nin aynı ismi taşıyan üç ayrı kitabı olduğu gibi, Eflatun’un Devlet diyaloğu üzerine de kısa bir şerhi bulunmaktadır. Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla başlığını taşıyan erdemli kentten söz etmekte ve erdemli kentten erdemli topluma, erdemli toplumdan erdemli devlete geçmektedir. Fusulü’l-Medeni başlıklı eserinde ise site devlet yönetimi konularındaki görüşlerini kısa bölümler halinde aktarmaktadır. Kelimeyi aynıyla kullandığı es- 58 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Siyasetü’l-Medeniyye başlıklı eserinde ise devlet yönetiminin ve bir anlamda uygarlığın metafizik temellerini ele almaktadır. İbn Haldûn ise medeniyet kelimesini bedeviyet karşılığı olarak kullanır. O, bu günkü manasıyla civilisation karşılığı olarak medeniyet kavramını “el-Hadâra” kelimesiyle ifade eder. Ayrıca “kentlilik” (Civlity) anlamına “el-Umrân” ve kentlileşmek “Urbanity” anlamına “et-Temeddün” terimlerini kullanır. Arap dünyası başlangıçta Batı dünyasındaki Civilisation karşılığı Medeniyet terimini kullanırken daha sonra yerine İbn Haldun tarafından kullanılan hadarîyye kökünden türetilmiş olan Hadâre terimini kullanmayı tercih etmiştir. Taşköprülü-Zâde’ye göre “insan türü sınıf ve millet, Âdemoğulları birey ve kişi olarak tümüyle tabiat bakımından medeni olduklarından, yaratılışları gereği, faydalına olan şeyleri elde etmek ve zararlarına olan şeylerden kaçınmak durumundadırlar. Bunu da, her biri başkalarının elinde bulunanı arzu gücü ile alarak ve kendisine karşı duranı öfke gücü ile reddederek yapar.” Bunun sonucu, ya çatışma ve savaş, ya da en azından içten kin beslemek ve düşmanlık olur. Bu davranışlar ise temeddün (medenileşme) ve ictima (toplu halde yaşama), kentler kurma ve çevreyi imar etme ilkesine aykırı düşer. Bu nedenle ilahi irade bütün şahısları içeren kanunlar ve kurallar konulmasını gerekli bulmuştur. Bu kanunlar, belirli kişilere mahsus olup diğerlerine olmayacak, ya da bir topluluğu içerip diğerini dışarıda bırakacak şekilde değil, bütün milletleri ve toplulukları aynı derecede, birlikte, dengeli ve eşit olarak kabul etmelidir.”3 On Yedinci yüzyıl Türk düşünürlerinden Kınalızâde Ali Efendi ise “medeniyet” yerine “temeddün” terimini tercih eder ve Temeddün’ü, “Tavâif-i muhtelife ve ümum-i mütebeyyinenin ictimâ-ı âmme ve teellüf ve intizâmından ibârettir” şekilde açıklar Yani “Değişik grupların ve farklı milletlerin genel toplumsal yapılarının birbirileriyle uzlaşıp düzenli olmasıdır.” Bu tanımıyla Kınalızâde, farklı din ve milletlerden oluşan yaşadığı dönem Osmanlı toplum modeline işaret etmektedir.4 Medeniyet, Temeddün ve Mütemeddin kelimeleri daha önce Türkçede kullanılmakla berber pek yaygın değildi. Batı’da 3 Taşköpri-zâde, Mi’yârü’l-İlm, I, 432. Kınalı-zâde Ali, Ahlâk-ı Alâî, III, 2 (İlm-i tedbîr-i Medîne=Kentsel Yönetim Bilimi), Kahire1833. 4 59 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kullanılmaya başlanan Civilisation teriminin karşılamak üzere “Medeniyet” sözcüğü dilimizde ilk defa 19. yy kullanılmaya başlamıştır. İlk sözlük yazarlarımızdan Şemseddîn Sâmî, Medeniyet terimine şu anlamı vermektedir: “Medeniyet: ülûm ve fünûn, sanâyi ve ticâretin semerâtından bi-hakkin istifâde ile hüsn-ü hâlde, refâh, âsâyişte yaşayış, hazariyyet terakkîsidir.”5 Cumhuriyet döneminin ünlü felsefe sözlüğü yazarlarından Mustafa Nâmık Çankı ise bu terimi şöyle açıklamaktadır: “Medeniyet, kâbil-i intikâl mâhiyette olarak, dinî, ahlâkî, bedîî, fennî veya ilmî bir ihtisâs arzeden bir geniş cemiyetin yahut birbiriyle münâsebette bulunan müteaddit cemiyetlerin bütün ferdleri arasında müşterek içtimâî hâdiselerin mecmûudur. “Medeniyet sâhâsı”, “medeniyet tabakası”, “medeniyet dilleri”nden söz edildiği gibi “medenî milletler”den de söz edilir. Bununla kast edilen şey ise; muayyen ve müşterek rûhlardan ziyâde, ilimlerinin ve fenniyâtlarının üstünlüğü gibi ictimâî teşkîlâtlarının aklî vasfı ile de vahşî ve bedevî kavimlerin mukâbili bulunur. Ayrıca birbirileriyle az-çok ilişkide bulunan, iktisâdî, zihnî, ahlâkî meziyyetler, yetenekler çıkaran ferdlerin bulunduğu yerel medeniyetten söz edilir.”6 Kelimenin Batı dillerindeki karşılığı “Civilisation”dur. Bu kelime Latince kökenli olup kent, site anlamına gelen Civitas kelimesinden türetilmiştir. Şehirli demek olan, sivil kelimesi de buradan gelir. Civilisation şehirleşme, medenileşme anlamlarına gelmektedir. Bir terim olarak Civilisation kelimesi, Batı dillerinde ilkin 18. yy da kullanılmaya başlanmıştır. Fransızca kullanışıyla Civilisation, İngilzce kullanılışıyla Civilization terimi, Latince “kent” anlamına gelen civitas ve bir kentin sakini anlamına gelen Civis’ten; ya da bir kentin sakiniyle ilişkili olan anlamına gelen Civilis’ten türetilmiştir: Medeniyet, İnsan topluluklarının gelişmiş ya da ilerlemiş hali veya belli bir aşaması, ya da belli bir gelişim türü olarak kabul edilmektedir. Medenileşmek, barbarlıktan kurtulmak, yaşam sanatlarında eğitilmek aydınlanmak, gelişmek süzülmek ve evcilleşmek demektir. Ayrıca medenileştirme veya medenileşme eylemi ya da sürecine de medeniyet denir. Aynı kökten türetilen Civility ise medeni olmak demektir. Bu terimin de sosyal düzenin ilkelerine uyma, iyi vatandaşlık gibi birçok 5 6 Kâmûs-ı Türkî, Medeniyet maddesi. Mustafa Namık Çankı, Büyük Felsefe Lügati, I, 375. 60 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması anlamı bulunmaktadır. Ayrıca, medeni insanların ilişkilerine uygun davranış, kabalığın karşıtı olarak nezaket, ya da edeb anlamlarına gelmektedir.7 İngilizcede, medeniyet ile ilgili olarak beş ayrı terimin kullanıldığı görülmektedir: 1. Belde, kasaba ve şehir anlamına “City”. 2. Bir yerin sakini (vatandaş) anlamına “Citizen”. 3. Görgü, nezaket, saygı, kentlilik, dostane davranış ve medenilik anlamına “Civility”. 4. Geliştirme, yetiştirme, aydınlanma, terbiye etme, entelektüellik, kibarlık, kültür, töre, gelenekler ve medeniyet anlamına “Civilization”. 5. Aydınlatma, entelektüelleştirme, kibarlaştırma, terbiye etme ve eğitme anlamına “Civilize”.8 Civilisation kelimesi, ilkin Voltaire (1694-1778) ve Mirabeau (1749-1791) gibi Fransız yazarlar tarafından,9 “barbarlık” kavramına karşıt olarak kullanılmaya başlandı.10 Daha sonra İngiliz yazarlar da kelimeyi aynı anlamda kullanmaya başladılar. 18. ve 19. Yüz yıllarda dünyaya egemen olan batılı güçler, Batı medeniyetini insani gelişim standardının en üst düzeyi olduğu iddiasını bütün dünyada kabul ettirmeye çalıştılar. Bu çerçevede medeniyet terimini de, Avrupa’nın, mimari, resim, edebiyat, heykel, müzik, felsefe, bilim, estetik ve entelektüel alandaki başarıları ile sosyal ve fiziksel çevre üzerindeki etkileri şeklinde sunmaya çalıştılar. Clough’a göre, eğer bir grup insan, yüksek düzeyde estetik ve entelektüel eser üretiyor ve üyelerine fiziksel ve sosyal güvenlik sağlayabiliyorsa, o zaman medeni olarak nitelendirilebilir.11 Tylor ise medeniyeti, içinde sanatın, bilimlerin ve siyasi hayatın çok iyi geliştiği ileri kültür düzeyi olarak tanımlamaktadır.12 Gordon Childe medeniyeti, 19. Yüz yılın ilerlemeci anlayışına göre kavramsallaştırmaya çalışarak iç toplumsal hiyerarşiler, uzmanlaşma, kentler, kalabalık nüfuslar, matematik ve yazım 7 Simpson vd., The Oxford English Dictionary, s. 256-258. Urdang, The Oxford Thesaurus, s. 62. 9 Elias, The Civilizing Process, s. 32. (Türkçesi, Uygarlık Süreci, çeviren, Ender Ateşman, İletişim Yayınları, İstanul 2000). 10 Huntington, The Clash of Civilizations, s. 41. 11 Clough, The Rise and Fall of Civilization, s. 3. 12 Tylor, Primitive Culture, s. 1. 8 61 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sanatının gelişimini medeniyetin temel özellikleri olarak takdim etmekteydi.13 Avrupa’yı medeniyet ile eşdeğer sayan ve Avrupa değerlerini medeniyetin ölçüsü kabul eden Modernist düşünürler, “medeniyet” terimini ısrarla hep tekil olarak kullanmaya çalıştılar.14 Fakat Avrupa dışındaki halklar ve toplumlar ile ilgili kültürel antropoloji alanındaki araştırmalar geliştikçe, bu önyargıların farkına varan bazı Batılı aydınlar, “medeniyet” terimini tekil olarak kullanma ısrarından vazgeçtiler. Ancak İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra medeniyet teriminin tekil olarak kullanımının yanı sıra medeniyetler şeklindeki çoğul olarak kullanımı da yaygınlık kazandı. Bu nedenle Chandler, medeniyet t e r i m i n i n e s k i prestijini kaybettiğini düşünür ve birçok medeniyetin varlığının kabul edilmesinin, medeniyet kavramına ilişkin iki yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olduğunu bildirir: Birincisi, Avrupa medeniyeti, “ideal” olmaktan çıkıp birçok ideal arasında bir ideal, diğer medeniyetlerle yan yana yaşayan bir medeniyet haline geldi. İkincisi ise, medeniyet olgusunun insani gelişimin ileri düzeyi olarak algılanması, yerini, bir toplumu diğerinden ayıran ve o toplumu organize etme yöntemine işaret eden bir kültürel kimlik olarak algılanması yaklaşımına bıraktı. Bir başka deyişle medeniyeti, birisi sosyo-ekonomik sistem içinde insan topluluklarını örgütlemenin özgün yolu, diğeri de realiteye dair bir düşünce yöntemi, bir biliş şekli olmak üzere iki farklı anlam kazandı.15 Böylece medeniyet iki düzeyde anlaşılmaya başlandı: Tekil olarak kullanıldığında, insani şartların evrensel çerçevesini ve tarihin başlangıcından bu yana insanlığın tanık olduğu tarihsel dönüşümlerin sürecini; çoğul anlamda kullanıldığında ise, çeşitli toplum ya da kültürlerin kimliğini ifade ediyordu.16 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’daki medeniyet anlayışı kısmen Avrupalı bilim adamlarının Avrupa dışındaki çeşitli toplumlar üzerinde yaptıkları kültürel antropoloji araştırmalarından, kısmen de “medeniyet” teriminin gelişimine katkıda bulunan Alman entelektüel geleneğine dayanıyordu. Childe, What Happened in History, s. 117. (Türkçesi, Tarihte Neler Oldu?Türkçe çeviri, Alaeddin Şenel ve Mete Tuncay, Odak Yayınları, İstanbul 1974). 14 Huntington, The Clash of Civilizations, s. 41. 15 Chandler, Beyond Civilization: The World’s Four Great Streams of Civilization: Their Achievements, Their Differences, and Their Future, s. 1. 16 Abdel-Malek, ‘The Civilizational Orientation in the Making of the New Word’, s. 571-572. 13 62 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Fransız ve İngiliz yazarlar, ileri gelişmişlik aşaması ve diğer toplumların izleyeceği standart anlamında bir medeniyet kavramı geliştirirken, Alman düşünürler “medeniyet” ile “kültür” (kultur) arasında ayrım yaptılar. Aslında Alman yazar, düşünü, filozof ve tarihçiler, Alman kültürünün benzersizliğini vurgulamaktaydılar. Onlara göre her ulusun kendi medeniyeti ve kültürü vardı. Bu yüzden onların katkısı sayesinde medeniyet çoğul hale geldi.17 Norbert Elias, The Civilizing Process adlı eseriyle, medeniyet kavramını, Batı bilimsel geleneği içinde ele alan en ünlü düşünürlerden biridir. Elias’a göre “medeniyet”, çok çeşitli olguları, görgü türünü, bilimsel bilginin gelişimini, dini düşünce ve gelenekleri kapsar. Konut tipini, erkekler ve kadınların birlikte yaşama tarzını, hukuki cezalandırma biçimini veya gıda üretim tarzını ifade eder.18 Elias’a göre, Almanca kültür kavramı, özünde entelektüel, sanatsal ve dini “olguları” ihtiva eder. Elias bu tür olgularla, siyasal, ekonomik ve sosyal olgular arasında ayrım yapar. Fransızca ve İngilizce’deki kullanımıyla medeniyet, bir süreci ya da en azından bir sürecin sonunu, sürekli hareket halinde olan ve sürekli ileri giden bir şeyi anlatır. Sanat eserlerini, kitapları, bir halkın özgünlüğünü gösteren dini ya da felsefi sistemleri ifade eder.19 Bu durumda; medeniyet bir toplumun başarısını ifade ederken; kültür, medeniyetin ve entelektüelliğin dinamik karakterini gösterir. Zıya Gökalp’e göre medeniyet: İktisâdî, dinî, hukûkî ahlâkî fikirlerin mecmûudur. “Hars” diye ifade ettiği kültür ise dinî, ahlâkî, bedîî duyguların mecmûudur. Bir medeniyetin bir millete aldığı özel biçime “kültür” veya onun ifâdesiyle “hars” denir. Medeniyet milletler arasıdır, kültürler millîdir. Medeniyet milletten millete geçebilir, ama kültür geçemez. Medeniyet değiştirilebilir, ama kültür değiştirilemez. Medeniyet prensipleri akıl vâsıtasıyla, kültür ise ilhâm ve sezgi vâsıtasıyla yayılır. Bu nedenle kültürün alanı, medeniyetin alanından daha geniştir. Söz gelimi ilkel toplumların kültürleri vardır ama medeniyetleri yoktur. Her topluluğun kendine özgü kültürü olur ama medeniyeti olmaz. Medeniyet gelişmiş topluluklara has bir özelliktir, ilkel topluklarda bulunmaz. Nitekim Kızıl derili kültüründen, Eskimo kültüründen bahsedilir de bunların medeniyetinden söz edilmez. 17 Weinner, Dictionary of the History of Ideas, s. 616. Elias, The Civilizing Process, s. 3. 19 Elias, age., 4-5. 18 63 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kültür her toplumda bulunur, medeniyet ise belirli toplumlarda bulunur. Medeniyet kültürlerin üst düzeyde bir birleşimidir. Günümüz medeniyet tarihi yazarlarından Edward Mc. Nell Burns, “Kültür” ve “Medeniyet” kavramlarını şöyle açıklıyor: “İnsanoğlunun şu ana kadar anlatılan gelişiminin aşamalarına “kültür” denir. Bu kelime, henüz yazı ile tanışmamış olan ve genel başarı düzeyleri oldukça ilkel olan toplumlar veya dönemler için yaygın olarak kullanılır. Ancak bu terimin başka anlamları da vardır. Bazen entelektüel alanda veya sanat alanında elde edilen başarılar için, edebiyat, sanat, müzik, felsefe ve bilim için kullanılır. Bazı tarihçiler tarafından da belirli bir ulusun veya imparatorluğun belirli bir dönemdeki karmaşık fikir yapısı, başarıları, gelenekleri ve özellikleri için kullanılır. “Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler medeniyetten çok gelişmiş kültürlerin gerileme dönemleri şeklinde söz etmiştir. Spengler, büyük bir ulusun veya bir imparatorluğun, altın çağına ulaştığı zaman sahip olduğu sosyal ve entelektüel yapıya “kültür” adını vermiştir. Altın çağdan sonraki kemikleşmiş, durgun dönemi de “medeniyet” olarak tanımlamıştır. Ünlü İngiliz tarihçisi Arnold J. Toynbee de dünya tarihini birbirini izleyen kültürel bir birim dizisi olarak görür. Ancak tarih boyunca yer alan bu kültürel birimlerin her birinden “uygarlık” diye söz eder. Uygarlıklarla “ilkel toplumlar” arasındaki ayrımı büyük çapta niceliksel bir temele dayandırır. İlkel toplumlar, “göreceli olarak kısa ömürlüdür, göreceli olarak küçük coğrafî bölgelerle sınırlıdır ve göreceli olarak az sayıda insanı kapsar.”20 Maurice Crozet ünlü “Medeniyetlerin Genel Tarihi” isimli 7 ciltlik büyük esere yazdığı ön sözde şöyle der: “Bilimler terminolojisi içerisine Medeniyet terimi çok geç bir dönemde, ancak On Sekizinci Yüz yılın son çeyreğinde girebilmiştir ve bunun tam olarak neyi ifade ettiği de en iyi biçimde belirlenemediği gibi, içeriğinin, oturmuş yeterli bir muhteva kazanması da çok geç olmuştur. Barbarlığın zıddı olarak bu yeni terim, On Sekizinci yüzyılın Rasyonalist filozofları, popüler yazarları ve onların izinden gidenlerce, barışı, düzeni ve mutluluğu, insanlığın fikri ve edebi gelişimini ve aydınlanmasını sağlayacak çok önemli sistem ve düzenekler topluluğu olarak dillendirildi. Bu çerçevede Medeniyet 20 A. J. Toybee, A Study of History (ed D. C. Somerwell), I, 35. 64 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması teriminin, aynı zamanda hem ideal hem gerçek, hem akılcı hem doğal, hem nedenselci, hem gayeci bir durumu ifade ettiği belirtildi.” Medeniyetlerin temel göstergelerini şöylece sıralayabiliriz: 1. Sağlıklı dünya görüşü. 2. Özgür düşünce 3. Yoğun bilgi birikimi. 4. İleri teknoloji. 5. Gelişmiş ekonomi. 6. Çoğulcu toplum yapısı 7. Güçlü devlet mekanizması 8. Adaletli yönetim. 9. Düzenli şehircilik ve mimari 10. Yaratıcı sanat 11. İyi işleyen kurumlar. Medeniyetin temel göstergelerin başında devlet kurma iradesi gelir. Bir kültür eğer devlet kuracak güce erememişse medeniyet kurama imkânı elde edemez. Devlet kurmak demek, sistem kurmak demektir. Sistem kurmak demek kalıcı kurumlar tesis etmek demektir. Sadece müesseseler kurmuş olmak da yetmez. Aynı zamanda bir düşünce tarzı, bir dünya görüşü, bir varlık telakkisine de sahip olmak gerekir. Bu olmazsa yine bir medeniyetin kuruluşundan söz edemeyiz. O toplumun sağlıklı bir dünya görüşü, yeterli bir felsefesi, süzülmüş bir sanat anlayışı olması lazım. Bunların hepsi birlikte medeniyeti ortaya koyar. Leo Strauss Yetmişli yıllarda, Demir Perde’nin yıkılacağına, Sovyetler Bloku’nun dağılacağına ve Soğuk Savaş’ın sona ereceğine artık kesin gözüyle bakıldığı günlerde, 1937 yılında Nazi Almanya’sından kaçıp Amerika Birleşik Devletleri’ne sığınmış olan ünlü bir Ortaçağ felsefesi uzmanı, Leo Strauss, yeni bir tez geliştirmeye çalıştı: Buna göre, bir uygarlık ancak karşıtlarıyla ayakta durabilir. Medeniyetler tarihine bakıldığında, medeniyetlerin yükseliş ve çöküş nedenleri araştırıldığında, alternatifi olmayan ve tek süper güç haline gelen uygarlıklar, kısa zamanda dinamizmlerini kaybetmeye ve yavaş yavaş duraklamaya başlıyorlar, sonra da çürüyüp yok oluyorlar. Uygarlıkları motive eden temel güç, “taraftar” ve “karşıt”; “ben” ve “öteki” kavramlarıydı. “Öteki” olmadan benim ayakta durmam mümkün olamazdı. Çünkü mücadele, rekabet ve yarış olmadan bir 65 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yapının dinamizmini devam ettirmesi imkânsızdı. Eğer, “öteki” yoksa onu var etmek de bana düşüyordu. Kısacası, bir uygarlığın ayakta kalabilmesi için, karşıtlarının bulunması, eğer karşıtlar yoksa, o uygarlığın temsilcileri tarafından sanal karşıtların üretilip geliştirilmesi ve düşmanlar olarak ortaya çıkarılması zorunluydu. Leo Strauss’a göre, Westfelya barış antlaşmasından (1648) bu yana dünyaya egemen olan uygarlık Batı uygarlığıydı. Birinci Cihan Savaşıyla Avrupa, kendi arasında bir çatışmaya girmiş ve bunun sonunda dünya egemenliğini ABD’ye kaptırmıştı. Böylece Batı uygarlığının temsilciliği misyonunu, ABD devr almıştı. Ancak onun karşısında alternatif olarak Sovyetler Birliği çıkmıştı. İkinci Cihan savaşıyla birlikte Avrupa büsbütün klasik gücünü yitirmiş ve yerini iki süper güç almıştı. Şimdi de Sovyetler Bloğu dağılmak üzereydi. Tek süper güç olarak yalnızca ABD kalacaktı. Strauss’a göre işte bu nedenle ABD, Batı uygarlığının egemenliğini sürdürmek için gerekli tedbirleri almak gibi büyük bir tarihi sorumluluk altına girmiş bulunuyordu. Pekiyi kimdi bu Leo Strauss? 20 Eylül 1889’da, Almanya’nın Hessen eyaletinde Marbourg yakınlarındaki Kirchhain kentinde dünyaya gelmiş olan Strauss, Hugo Strauss ve Jannie David isimli bir Yahudi aileye mensuptu. Strausslar, çocuklarına iyi bir Yahudi din eğitimi vermeye çalışmışlardı. Öğrencilik yıllarında Sionist politikayla da ilgilenen Leo, daha sonra felsefeye merak sardı. Marburg, Freiburg ve Hamburg üniversitelerinde yükseköğrenim gördükten sonra, ünlü Kantçı filozof Ernest Cassirer’in yanında Felsefe doktorası yaptı. Bu arada Martin Heideger’in derslerine devam etti. 1932’de Paris’te Marie (Miriam) Bernsohn ile evlendi. 1934’de İngiltere’ye gitti ve bir yıl sonra da Cambrdige Üniversitesi’nde görev aldı. Hitler Faşizminin Avrupa’yı sarması üzerine 1937’de ABD’ye göç ederek Colombiya Üniversitesi tarih bölümünde görev aldı. 1938-1948 yılları arasında politik bilimler dersi verdi. 1944’de Amerikan vatandaşı oldu. 1949’dan 1968 yılına kadar Chicago Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü olarak görev yaptı. 18 Aralık 1973’de burada vefat etti. İlk ve Ortaçağ felsefe geleneğine bağlı olan Strauss, modern düşünceye karşıt görüşleri benimsiyordu. Özellikle Aristo, Eflatun, Farabi ve İbn Meymun felsefeleriyle yakından ilgiliydi. 66 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 16 kitap ve 80 civarında makalesi bulunan Strauss’un başlıca eserleri şunlardır: Tabii hukuk ve tarih, Tiranlık üzerine, Machiavelli üzerine düşünceler, Kent ve insan, Felsefe ve hukuk, Maimonides, Antik ve modern Liberalizm, Platon Kanunları’nda delil getirme ve davranış, Siyaset felsefesi nedir? Siyaset felsefesi tarihi, Platon’un siyaset felsefesi üzerine incelemeler, Hobbse’un siyaset felsefesi, Spinoza’nın din eleştirisi, Nihilizm ve politika, Xenophanes’in Sokrat’ı, Sokrat ve Aristophanes, İşkence ve yazım sanatı, Politik rasyonlaizmin yeniden üretilmesi. Strauss, Ortaçağ düşüncesinden, özellikle de Farabi ve onun etkisinde kalan ünlü Yahudi filozofu Maimonides’ten esinlenerek Farabi’nin el- Medinetü’l-Fazıla (Erdemli Şehir/Devlet) tezinden hareketle yeni bir siyaset felsefesi ve politika geliştirmeye çalışıyordu. Bununla da kalmıyor, Talmud’un yorumlarına dayanan Bâtıni (esoterik ve exoterik) açıklamalarla modern düşünceye alternatif bir düşünce geliştirmeye çalışmıştı. Politik rejimler ve tiranlık konusundaki yeni yaklaşımlarıyla dikkat çeken Strauss, bireysel özgürlüklere fazla yer verdiği için modern liberalizmi eleştirmiş ve klasik Platoncu devlet görüşünü savunmuştur. İşin ilginç yanı Arapça da bilen Strauss, bin yıldan fazla bir zaman sonra Farabi’nin Eflaton’un Kan unlar isimli eserine yazdığı özet üzerine şerh yazarak yorumlar yapan çağdaş Farabi şarihlerindendir. Bu gün Straussçu ekol diye anılan, bazıları doğrudan onun derslerine devam etmiş öğrencileri olan, bazıları ise öğrencilerinin öğrencileri konumunda bulunan kişiler, Straussçu felsefeyi Baba ve Oğul Bush döneminde Amerikan dış politikasının merkezine taşımaya çalıştılar. Yeni Muhafazakârlar (Neo-Conservatistes) diye bilinen bu grup yönetimde şok önemli görevlere getirildiler. Onun ünlü öğrencilerinden birisi, Wohhlsetter, Rend Corporation’da bazı Neo-Conservatistler’in hocası olmuştu. Bunlar arasında Bush yönetiminin önde gelen isimlerinden Richard Perle, William Kristol ve Paul Wofowitz sayılabilir. Bilindiği gibi Paul Wofowitz, Allan Bloom’un yakın arkadaşı ve Wohhlsetter’in e damadıdır. Hatta Wolfowitz’in birinci körfez savaşında özel telefonla aradığı ve bilgi verdiği ilk kişinin Allan Bloom olduğu söylenir. Allan Bloom, “Amerikan zihninin tutulması” isimli eserinde, Amerika’nın çok kültürlü yapısını eleştirmiş ve Strauss’un görüşleri doğrultusunda yeni bir perspektif geliştirmeye çalışmıştır. 67 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Strauss, 1967 yılında Chicago Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra, bir yıl California Claremeont Mens’te kalmış daha sonra ölümüne kadar (1969-1973) Maryland Annapolis’teki Saint John’s Koleji’nde dersler vererek buradaki Evangelistlerle birlikte çalışmalarını yürütmüştür. Allan Bloom’un yakınlarından Lewis Scooter Libby, Başkan Yardımcısı Dick Cheny’nin ulusal savunma danışmanları arasında bulunmakta idi. ABD’deki önde gelen Straussçular arasında Allan Bloom, Seth Bernadette, Thomas Pangle, Leon Kass, Harry V. Jaffa, Martin Diamond, Ralph Lerner, Josef Cropsey, George Anastaplo gibi isimler yer almaktadır. Ayrıca Yüksek Mahkeme üyesi Calarence Thomas, Hakim Robert Bork, Yeni muhafazakar görüşün propagandisti ve eski Dan Quayle’in bürosunun başkanı olan William Kristol ve aynı dönemde ulusal Güvenlik Dairesi’nde birlikte çalıştıkları Carnes Lord, eski eğitim sekreteri William Bennet, National dergi’nin yayıncısı William F. Buckley, Reegen dönemi yönetim bürosu sorumlusu Alan Keyes, Beyaz saray Bio-ethic kurulu başkanı Francis Fukuyama, General John Aschroft, Clinton döneminde iç güvenlik yönetimi sorumlusu William Gaiston yer almaktadır. Strauss’un öğrencileri 20 yıla yakın bir süre Amerikan güvenlik ve dış politikasında etkili oldular. Ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezinin sahibi, Samuel Huntington ile İrwing Cristol, Norman Podhoretz, Seymour Martin Lipset, Danielle Belle, Jeane Kirpatrick, James Q. Wilson da bunlarla aynı görüşü paylaşmaktadırlar. 11 Eylül’den sonra bu kervana, Musevi asıllı bir başka ünlü, Osmanlı tarihi ve Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis de katılmış bulunuyor. Şüphesiz ki bu grup tarafından gündeme getirilen “Medeniyetler Çatışması” tezi, “Ulusal Savunma Konsepti” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” adı verilen yeni hegemonik kavram ve konseptler, On sekiz ve On dokuzuncu yüzyıl Emperyalizmi’nin yeni versiyonlarından başka bir şey değildi. 68 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AYDIN, Kemal (2014). “İbn-i Sina”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.71-76 (http://bilgelerzirvesi.org). Kemal AYDIN* İBN-İ SİNA İbni- Sina Kimdir? İ bn-i Sina (Farsça: ;ابن سیناd. 980 Afşana Köyü, Buhara - ö. 1037 Hamedan) Tıpçı, yazar, filozof ve bilim adamı. Buhara yakınlarındaki Afşana köyünde (Özbekistan) Hicri 370 (M. 980) yılında dünyaya gelmiş ve Hamedan şehrinde (İran) 427 Hicri (Miladi 1037) tarihinde vefat etmiştir. Tıp e Felsefe alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kitap yazmıştır. Batılılarca, Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinir ve "Büyük Üstad" ismi ile tanınır. Tıp alanında yedi asır boyunca temel kaynak eser olarak süre gelen El-Kanun fi't-Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap Avrupa üniversitelerinde 17. asrın ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutul muştur. Fars veya Türk bilim adamıdır. İbn-i Sina, Kuşyar isimli bir hekimin yanında tıp eğitimi aldı. Değişik konular üzerine 240'ı günümüze gelen 450 kadar makale yazdı. Elimizdeki yazıların 150 tanesi felsefe 40 tanesi de tıp üzerinedir. Eserlerinin en ünlüleri felsefe ve fen konularını içeren çok geniş bir çalışma olan Kitabü'ş-Şifa (İyileşme Kitabı) ile El-Kanun fi't-Tıb'dır (Tıbbın Kanunu). Bu ikincisi ortaçağ üniversitelerinde okutulmuştur. Hatta bu eser Montpellier ve Louvain'de 1650 yılına kadar ders kitabı olmuştur. Samanoğulları sarayı kâtiplerinden Abdullah Bin Sina'nın oğlu olan İbn-i Sina (Batı'da Avicenna adıyla tanınır), babasından, ünlü bilgin Natili'den ve İsmail Zahit'ten ders aldı. Geometri (özellikle Öklid geometrisi), mantık, fıkıh, sarf, nahiv, tıp ve doğabilim üstüne çalışmalar yaptı. Farabi'nin el İbane'si aracılığıyla Aristoteles felsefesini ve metafiziğini öğrenip, hastalanan Buhara prensini * Dr. Hekim, yazar, Dünya Yaşlanma Konseyi Başkanı. 71 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı iyileştirince (997) saray kütüphanesinden yararlanma olanağına kavuştu. Babası ölünce, Cürcan'da Şirazlı Ebu Muhammed'ten destek gördü (Tıp Kanunu'nu Cürcan'da yazdı). Çağında tanınan bütün Yunan filozoflarının ve Anadolu doğacılarının yapıtlarını incelemiştir. Yaşadığı Dönem İbn-i Sina, İslam'ın Altın Çağı olarak bilinen ve Yunanca, Farsça ve Hintçeden eserlerin çevirilerinin yapılıp yoğun bir şekilde incelendiği dönemde önemli çalışmalar ve yapıtlar gerçekleştirdi. Horasan ve Orta Asya'daki Samani Hanedanı ve Batı İran ile Irak topraklarındaki Büveyhiler bilimsel ve kültürel ilerlemeye çok uygun bir ortam hazırlamışlardı. Bu ortamda Kuran ve Hadis çalışmaları çok ilerlemişti. Felsefe, fıkıh ve kelam çalışmaları İbn-i Sina ve çağdaşlarınca oldukça geliştirilmişti. Al-Razi ve Farabi tıp ve felsefe alanında yenilikler sağlamışlardı. İbn-i Sina, Belh, Hamedan, Horasan, Rey ve İsfahan'daki muhteşem kütüphanelerden yararlanma olanağı elde etmişti. Yaşam Öyküsü a. Çocukluğu İbn-i Sina 980 yılında günümüz Özbekistanında yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Babası Abdullah, Samani İmparatorluğu'nun önemli şehri Belh'ten gelen saygın bir bilim adamıydı. Buhara'da iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekâsı da bu konuda ona çok yardımcı olacaktı. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. 16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı. b. Erişkinliği İbn-i Sina ilk olarak 997 yılında tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı Emir'in yanında çalışmaya başladı. Bu hizmetinin karşılığında aldığı en önemli ödül Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmak oldu. Kütüphanede kısa süre sonra meydana gelen yangında düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı. 22 yaşında babasını kaybetti. 1004 yılının Aralık ayında Samani Hanedanı sona erdi. İbn-i Sina Gazneli Mahmud'un teklifini 72 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması geri çevirdi ve batıya Ürgenç'e gitti. Buradaki vezir bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sina Merv'den Nişabur'a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Kendisi de şair ve bilim adamı olan ve İbn-i Sina'ya sığınak sağlayan hükümdar Kabus bu sırada çıkan ayaklanmada hayatını kaybetti. İbn-i Sina'nın kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Sonunda Hazar Denizi kıyısındaki Gorgan'da eski bir arkadaşına rastladı. Onun yanına yerleşti ve bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. Kanun kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar. Daha sonra Rey'de ve Kazvin'de çalıştı. Yeni eserler yazmaya da devam etti. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamadan emiri İbn-i Sina'yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamadan emirinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra İbn-i Sina, kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle kılık değiştirip şehirden kaçtı ve korku dolu bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan'a ulaştı. c. Sonraki Yılları ve Ölümü İbn-i Sina'nın kalan 10 ya da 12 yılı Ebu Cafer'in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji çalışmaya başladı. Bir Hemedan seferi sırasında şiddetli bir kolik atağına yakalandı. Güçlükle ayakta duruyordu. Hamedan'a vardığında önerilen tedavileri uygulamadı ve kendisini kadere teslim etti. Ölüm yatağında mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti ve son gününe dek 3 günde bir Kuran okudu. 1037 Haziranında Ramazan ayında 57 yaşında öldü. Kabri Hamedandadır. Metafizik İbn-i Sina'ya göre metafiziğin temel konusu, "vücudu mutlak" olan Allah ile yüce varlıklardır. Vücut (var olan) üçe ayrılır: Olası varlık ya da ortaya çıkan ve sonra yok olan varlık; Olası ve zorunlu varlık (tümeller ve yasalar evreni, kendiliğinden var olabilen ve bir dış neden sayesinde gerekli olan varlık); özü gereği gerekli olan varlık (Allah). İbn-i Sina Allah'ı "Vacib-ül Vücud" yani 'varlığı zorunlu olan' olarak belirtir ve bu fikir ona hastır 73 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ruhbilim İbn-i Sina, ruhbilimin, metafizik ile fizik arasında bağlantı kuran ve bu iki bilimden de yararlanan bir bilgi alanı olduğunu savunmuş, ruhbilimini üç ana bölüme ayırmıştır: Akıl ruhbilimi; deneysel ruhbilim; tasavvuf ya da gizemci ruhbilim. İnsanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürmüş ve bu yöntemi geliştirmiştir. Akıl Bu konudaki görüşleri Aristotales ve Farabi'den farklı olan İbn-i Sina'ya göre, akıl 5 çeşittir; bilmeleke (ya da 'olası akıl' açıkseçik ve zorunlu olanları bilebilir); he-yulâni akıl (bilmeyi ve anlamayı sağlar); kutsi akıl (aklın en yüksek aşamasıdır ve her insanda bulunmaz); mustefat akıl (kendisinde bulunanı, kendisine verilen "makûllerin " suretlerini algılar); bilfiil akıl ("makûl"leri yani kazanılmış verileri kavrar). İbn-i Sina, akıl konusunda, Eflatun'un idealizmi ile Aristoteles'in deneyciliğini uzlaştırmaya, birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymaya çalışmıştır. Bilimlerin Sınıflandırılması İbn-i Sina'ya göre bilimler madde ve biçim ilişkisi bakımından üçe ayrılır: El-ilm ül-esfel (Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler), maddesinden ayrılmamış biçimlerin bilimidir, mabad-üt-tabia (metafizik), el-ilm'ül âli (mantık ya da yüksek bilimler) maddesinden ayrılan biçimlerin bilimleridir; el-ilm ül-evsat (matematik ya da orta bilimler) ancak insanın zihninde maddesinden ayrılabilen, bazen maddesiyle birlikte, bazen ayrı olan biçimlerin bilimidir. Kendisinden sonraki Doğu ve Batı filozoflarının çoğunu etkileyen İbn-i Sina, müzikle de ilgilenmiştir. 250'yi aşkın yapıtının başlıcası olan Şifa ve Kanun, felsefenin temel yapıtı sayılarak, uzun yıllar boyunca pek çok üniversitede okutulmuştur. Eserleri El-Kanun fi't-Tıp, (ö.s), 1593, ("Tıpta Kanun", tıp ile ilgili zamanının bilgilerini ihtiva eder. Orta Çağ’da dört yüz yıl Batı'da ders kitabı olarak okutulmuştur. Latince’ye on çevirisi yapılmıştır.) Kitabü'l-Necat, (ö.s), 1593, "Kurtuluş Kitabı" (Metafizik konularda yazılmış özet bir eserdir.) Risale fi-İlmü'l-Ahlak, (ö.s), 1880, ("Ahlak Konusunda Kitapçık") 74 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İşarat ve'l-Tembihat, (ö.s), 1892, ("Belirtiler ile ilgili bir eserdir.) Kitabü'ş-Şifa, (ö.s), 1927, ("Mantık, Matematik, Fizik ve İlahiyat yani Metafizik konularında yazılmış on bir ciltlik hacimli bir eserdir. Birçok kereler Latince’ye çevrilmiş ve ders kitabı olarak okutulmuştur."). Mantık bölümü, Mantık, Musiki ve Hitabet kitaplarından meydana gelir. Matematik bölümünde Aritmetik, Geometri ve Astronomi kitapları yer alır. Tabiat veya Fizik bölümünde ise Fizik, Kimya, Mineraloji yer alır. Kaynakça [Şevki Ebu Halil, Arap İslam Medeniyeti, Sayfa 511]. <ref "Avicenna" Encyclopaedia Britannica da, Çevrimiçi Sürüm, 2006 (http://www.britannica.com/eb/article-9011433/Avicenna); D. Gutas, "Avicenna"in Encyclopaedia Iranica, Çevrimiçi Sürüm 2006, (http://www.iranica.com/newsite/articles/v3f1/v3f1a046.html); Avicenna (Encyclopedia of İslam: © 1999 Koninklijke Brill NV, Leiden, Hollanda) Avicenna, Encyclopaedia Britannica Avicenna: Persian Muslaim physician, scientist and philosopher, The New Medicine Sina (Avicenna) of Persia, ibnsinaavicenna.com Cyril Glassé, Huston Smith, The New Encyclopedia of Islam, Rowman Altamira, 1 Şub 2003, p.200. "Persian father and Turkic mother" Ibn Sina ("Avicenna") Encyclopedia of Islam. 2nd edition. Edited by P. Berman, Th. Bianquis, C.E. Bosworth, E. van Donzel and W.P. Henrichs. Brill 2009. Accessed through Brill online: www.encislam.brill.nl (2009) Quote: "He was born in 370/980 in Afshana, his mother's home, near Bukhara. His native language was Persian." A.J. Arberry, "Avicenna on Theology", Kazi Pubn Inc, 1995. excerpt: "Avicenna was the greatest of all Persian thinkers; as physician and metaphysician"[1] Henry Corbin, "The Voyage and the messenger: Iran and Philosophy", North Atlantic Books, 1998. pg 74:"Whereas the name of Avicenna (Ibn Sina, died 1037) is generally listed as chronologically first among noteworthy Iranian philosophers, recent evidence has revealed previous existence of Ismaili 75 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı philosophical systems with a structure no less complete than of Avicenna" Ravil Bukharaev, Islam in Russia: The Four Seasons, Palgrave Macmillan, 16 Eyl 2000, p.95 Theodore Craig Levin, The Hundred Thousand Fools of God: Musical Travels in Central Asia (And Queens, New York), Indiana University Press, 1996, p.40 Prof.Dr. Cavit Sunar, İslam'da Felsefe ve Farabi PDF. 76 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AĞCA, Ferruh (2014). “Türkistanlı Bir Bilge: Yusuf Has Hacip”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss. 79-88 (http://bilgelerzirvesi.org). Ferruh AĞCA* TÜRKİSTANLI BİR BİLGE: YUSUF HAS HACİP İ slamî Türk edebiyatının bilinen ilk yazarı olan Yusuf Has Hacip hakkındaki bilgilerimiz, yine bu çevrenin ilk eseri olarak kabul edilen Kutadgu Bilig adlı eserinde zaman zaman kendisi hakkında verdiği birkaç bilgiden öteye geçmez. Bununla birlikte Kutadgu Bilig’de yer alan çeşitli veriler sayesinde, Yusuf Has Hacip’in en azından düşünceleri ve birikimi konusunda çeşitli çıkarımlarda bulunabiliriz. Yusuf Has Hacip hakkındaki bilgilerimiz, eserin mukaddimesinde kendisiyle ilgili ifade edilenlerden öteye geçmez. Aynı döneme ait başka kaynaklarda da Yusuf Has Hacip hakkında bilgi yoktur. Diğer taraftan Yusuf Has Hacip ile Kâşgarlı Mahmut aynı coğrafyada ve zamanda yaşamış olmakla birlikte, eserlerinde birbirlerinden söz etmemiş olmaları, Kâşgar’da karşılaşmadıklarına işaret etmektedir. Yusuf Has Hacip’in tek ve İslami Türk edebiyatının ilk eseri olan Kutadgu Bilig’in kelime anlamı “kutlu olma bilgisi” olmakla birlikte, içeriği bakımından aynı zamanda bir siyasetname, bir tiyatro metni, bir Türk kültürü manzumesi, bir edebî şaheser ve bir ahlak kitabıdır. Eser, bu yönleriyle, 11. yüzyıl Türk kültürünü tüm yönleriyle aksettirmektedir. Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacip tarafından Balasagun’da yazılmaya başlanmış, 1069 yılında Kaşgar’da tamamlanarak Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Han’a sunulmuştur. Eserin sunulduğu Karahanlı hükümdarının adı, KB’in Fergana nüshasında hakanü’l-ecellü’l-mü’eyyed nasırü’l-hakkı ve’d-din tavgaç ulug bugra kara han ebu ‘ali hasan bin aslan han şeklinde geçmektedir (Arat 1972). Eserin sunuluşunun ardından yazara, hükümdar tarafından Has Hacip ya da Ulug Has Hacip unvanı verilmiştir: * Doç. Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi. 79 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Barusın barımış yetürmiş nizam Bu Kaşgar ilinde koşulmuş temam Melikning önginde okımış munı Bu Tavgaç Kara Bugra hanlar hanı Bu has hacip atın tegürmiş munga Munı özinge yagutmış yana Yusuf Has Hacip ismine, eserin sadece sonlarına doğru bir yerde rastlanmaktadır: Ay Yusuf kerek sözni sözle köni Kereksiz sözüg kizle kılga kora (6627) Bu dizelerden şairin adının Yusuf olduğu, eserini tamamladıktan sonra Has Hacip unvanını almasıyla da Yusuf Has Hacip olarak bilindiği anlaşılmaktadır. Bunun dışında eserinde ya da herhangi bir kaynakta, Yusuf Has Hacip hakkında açık bir bilgi yoktur. Bununla birlikte, eserdeki bazı ifadelerden yazarın hayatı hakkında bazı çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Mesela “üzerinde 18 ay uğraştığı eserini 462 (1069/1070)’da tamamladığına ve yazmağa başladığı vakit 50 yaşlarında olduğuna bakılırsa, Yusuf 410 (1019) yılı civarında doğmuş olmalıdır. Ölümü hakkında malumatımız yoktur. Eserin ilave kısmında, kendisinden bahsederken, ihtiyarladığını, hayatını insanlara hizmetle geçirerek, Tanrıya ibadette geç kaldığını söylemesinden, oldukça uzun yaşamış olduğu düşünülebilir” (Arat 1979: XXIII). Yusuf Has Hacip’in, eserindeki okır imdi altmış mangar kel tiyü “Şimdi altmış bana gel diye çağırıyor” ifadelerinden eserini yazdığı sıralarda altmış yaşına yaklaştığı anlaşılmaktadır. Başka bir yerde otuz yıgmışın yandru aldı elig/negü kılgay altmış tegürse elig “otuz (yaş)ın bir araya getirdiğini elli (yaş) aldı, altmış, elini değdirirse ne yapacağım” ifadelerinden onun eserini yazdığı 1070 yılında altmış yaşına yaklaştığını düşünebiliriz. Yusuf Has Hacip’in Arapça ve Farsça gibi diller ile dinî ve dünyevî ilimlere vakıf bir âlim ve aynı zamanda iyi bir şair olduğunu yine eserinden anlıyoruz. Yusuf Has Hacip, kendisine ait birkaç özelliği daha aşağıdaki beyitlerle şöyle ifade etmiştir: 80 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Baka kör kitabnı bu tirgen kişi Hünerlig er ermiş kişiler başı “Bak da gör kitabı yazan kişi hünerliymiş ve kişilerin başıymış.” Bu türlüg fezayil ukuşlar bile Araste ol ermiş yorımış küle “O, türlü erdemler ve akıllar ile bezenmiş ve sevinçli bir şekilde yaşamış.” Bütünlük me hurmet bu zuhdlıg üze Sakınuk biliglig arıglıg oza “O, ilk önce güvenilir ve saygın zühdü ile muttaki, bilgili ve temizdir.” Bu tengi turuglag kuz ordu ili Tüp aslı nesebdin yorımış tili “Yaşadığı yer Kuz Ordu ilidir ve onun dili asil kök ve nesepten gelmiştir.” Yusuf Has Hacip yukarıdaki son beyitte kendisinin Kuz Ordu adı verilen Karahanlı şehrinden olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir. Kaşgarlı Mahmud tarafından da zikredilen Kuz Ordu, diğer bir ifadeyle Karabalgasun, önemli Türk kültür merkezlerindendir. Kaşgarlı’nın DLT’te verdiği bilgilerden, Balasagun’un “iki dağ arası” demek olduğunu ve bu şehrin Argu Türkleri ile iskân edilmiş bir yer olduğunu anlıyoruz. Bir taraftan bu bilgilerden, diğer taraftan da Kutadgu Bilig’in dil özelliklerinden hareketle Yusuf Has Hacip’in bir Argu Türkü olduğu söylenebilir. Eserin adının Kutadgu Bilig olduğunu ve yazılış amacını yine Yusuf Has Hacip’ten öğreniyoruz. KB, insanlara her iki dünyada da mutlu olmanın yollarını göstermek amacıyla yazılmıştır. KB’in asıl yazılış amacı, insanları Yusuf Has Hacip’in tasavvur ettiği ideal hayat tarzına kavuşturmaktır. Yusuf Has Hacip, hem eserinin ismini hem de eserin yazılış amacını aşağıdaki dizelerle “kısa, fakat veciz bir şekilde” (Arat 1979: XXVIII) ifade etmiştir: Kitab atı urdum kutadgu bilig Kutadsu okıglıka tutsu elig Sözüm sözledim men bitidim bitig Sunup iki ajunnı tutgu elig 81 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kişi iki ajunnı tutsa kutun Kutadmış bolur bu sözüm çın bütün (350-352). KB, bu amacın dışında, alfabeleri ve dilleri bilmek, şiir yazmak, tıp, matematik gibi müspet ilimleri öğrenmek ve rüya tabirleri gibi konuları bilmek gibi amaçları da hedeflemiştir. Bu sebeple KB, “Karahanlılar devri ilminin bir ansiklopedisi manzarasını” (Bombaci 1953: 65) yansıtan manzum bir eserdir. Buna göre, “mutluluk, saadet bilgisi” anlamına gelen Kutadgu Bilig, aynı zamanda içeriği bakımından “siyaset bilgisi” anlamında da ele alınabilir (Ercilasun 2004). KB’in mukaddimesinden eserin diğer milletler arasında da bilindiği anlaşılmaktadır. Çinliler Edebü’l-mülûk, Maçinliler ayinü’l-memleke, Maşrıklılar Zinetü’l-ümera, İranlılar Şahname-i Türkî, bazıları Pendname-i mülûk, Turanlılar ise Kutadgu Bilig şeklinde adlandırmışlardır. Bunun yanı sıra KB’in nüshalarının farklı coğrafyalarda ve zamanlarda istinsah edilmiş olmaları, eserin Türk dünyasında ne kadar yaygın olduğunu göstermesi bakımından da önem taşımaktadır. KB, 6645 beyitten oluşan manzum bir eserdir. Eser, Firdevsi’nin 1010 yılında tamamladığı Şehname adlı eserle aynı vezinde (feûlun feûlün feûlün feul) yazılmış olduğu için, bazı araştırmacılar tarafından Şehname’den etkilenerek yazıldığı iddia edilmiştir. KB’in mukaddimesinde de ifade edildiği üzere İranlıların esere Şehname-i Türkî demelerinin sebebi, KB ile Şehname arasında vezin ve şekil bakımından görülen benzerliklerdir. KB’de aruz vezninde sıklıkla hatalara rastlanılır. Özellikle imale konusunda pek çok hata yapılmıştır. Ercilasun, aşağıdaki sözleriyle bu hataların abartılmaması gerektiğini ifade eder: “Eserdeki aruz hatalarını pek de abartmamak gerekir. Bir kere Kutadgu Bilig san’at amacıyla değil didaktik amaçla yazılmıştır. İkinci olarak bugün bize imale gibi görünen pek çok uzunluğun, o devirde Kâşgarlı Mahmud’un deyişiyle fasîh söyleyişe uygun olabileceği, yani aslî uzunluk olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.” (Ercilasun 2004: 301). Eser, sonradan müstensihler tarafından ilave edilen parçalarla toplam 6645 beyitten oluşmaktadır. Manzum mukaddimede, eserin başına 77 beyitlik bir parça, sonuna ise 125 beyit ilave edilmiştir. Mensur mukaddimede ise 38 satırdan ibarettir. KB, genel olarak beyitler hâlinde yazılmış manzum bir eserdir. Bununla birlikte eserin son kısımlarında mani tarzında kafiyelenmiş dörtlükler de vardır. 82 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KB, birçok açıdan Türk dil ve kültür tarihi için çok önemli bir eserdir. Her şeyden önce İslamî çevrede yazılmış olan ilk eser olmasından dolayı Türk dili ve edebiyatı için eşsiz değere sahiptir. Yusuf Has Hacip; Arapça Tacikçe kitaplar üküş Bizing tilimizke burunku ukuş Dizeleriyle bu çevrede yazılmış ilk eserin KB olduğunu vurgulamış, yazdığı eserin Arap ve İran edebiyatındaki örnekleriyle mukayese edilebilecek kadar kıymetli olduğunu da ifade etmiştir. İslamî çevrede yazılmış olan KB’de çok az Arapça ve Farsça sözcüğün olması ve Türk diliyle bu kadar hacimli bir eserin yazılmış olması, çağında Türk dilinin bilim dili olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu bakımdan KB’de Arapça ve Farsça sözcüklerin azlığı, buna karşılık Eski Türk diline ait birçok sözcüğün varlığı, Yusuf Has Hacip’in etkilendiği asıl kaynağın Türk medeniyeti olduğuna delalet etmektedir. Yine KB’de geçen “Türk Begi”, “Ötüken Begi”, “Tonga Alp Er” gibi adlandırmalar, Yusuf Has Hacip’in Türk kültür ve medeniyetini yakından tanıdığını ve bunları yansıttığını göstermektedir. Yusuf Has Hacip’in KB’i yazarken hangi kaynaklardan etkilendiği konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri, KB’in Firdevsi tarafından 1010 yılında tamamlanan Şehname’nin tesirinde kalmış olduğuna ilişkin görüştür. Bu görüşün savunulmasında en kuvvetli amil, KB ile Şehname’nin aynı vezinde ve şekilde yazılmış olmasıdır. Ancak KB’de birçok defa Türk beylerinden, Alp Er Tonga’dan bahsedilmesi, ifadelerin atasözleriyle desteklenmesi gibi Türk kültürünün izlerini her defasında görmek mümkündür. Dolayısıyla Yusuf Has Hacip eserini yazarken İran ve Arap edebiyatlarındaki örneklerden istifade etmiş olsa bile, eserinde Türk kültür çevresini yoğun bir şekilde yansıttığı açıktır. KB, Türk dilinde 11. yüzyılda yazılmış bir eser olmasından dolayı zamanının dilinin bize sunması kadar, İslamiyetin kabul edilmesiyle Orta Asya Türklerinin politik ve kültürel hayatlarını yansıtması bakımından da çok önemli bir yere sahiptir. KB, her şeyden önce devleti idare edenlerde olması gereken erdem ve kabiliyetlerin neler olması gerektiğini vurgulamış olmasından dolayı, “siyasetname” olarak tanımlanabilir. KB, her biri ayrı bir kavramı temsil eden dört şahıs etrafındaki olaylar ve konuşmalardan meydana gelmiş olan alegorik bir eserdir. Eserdeki kahramanlar ve temsil ettikleri kavramlar şunlardır: 83 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 1. Adaleti, nizamı (köni törü “doğru kanun”) temsil eden Küntogdı, eserde hükümdardır. 2. Talih ve bahtı (kut) temsil eden Aytoldı, eserde vezirdir. 3. Aklı ve bilgiyi (Ukuş) temsil eden Ögdilmiş, eserde Aytoldı’nın oğlu bilge kişidir. 4. Akıbeti, hayatun sonunu temsil eden Odgırmış, eserde dünya işlerinden elini eteğini çekmiş zahit/sofu kişidir. Yusuf Has Hacip KB’de olaylar karşısında bu şahısları konuşturarak ahlakî, siyasî ve dinî anlamlar içeren mesajları okuyucuya verir. Belirli kavramları temsil eden şahıslardan ve konuşmalarından, eserin sanki sahneye konulmak üzere yazılmış bir tiyatro metnini andırmaktadır (Ercilasun 2004). Asıl amaç kut’u “mutluluğu” elde etme amacını gerçekleştirmek için, olaylar ve bütün dinî ve dünyevî düşünceler dört temel ilkeyi temsil eden dört kişi etrafında şekillenmiş, bu kişilere yeri geldikçe arkadaş, haberci, uşak gibi diğer kişiler de katılmıştır. Eserdeki ifadelerden, kut’u temsil eden Aytoldı ve Ukuş’u temsil eden Ögdülmiş ile Yusuf Has Hacip’in kendisini anlattığı düşünülebilir (Arat 1979: XXIII). Özellikle başka bir yerden hükümdarın yanına gelen ve ona yol gösteren Ögdülmiş ile Balasagun’dan Kâşgar’a gelerek eserini döneminin Karahanlı hükümdarı Buğra Kara Han’a sunan Yusuf Has Hacip arasındaki büyük benzerlikten dolayı eserde Ögdülmiş’in Yusuf Has Hacip’i temsil ettiğini ifade etmek mümkündür. KB’in konusu, esas olarak dört kişi etrafında şekillenmiştir. Ancak Yusuf Has Hacip asıl konuya geçmeden önce, eserin başında, İslamî Türk edebiyatının hemen hemen bütün mesnevîlerinde de görülen girizgâh bölümünde, 1-33. beyitler arasında Tanrıya hamd u sena, 34-48. beyitler arasında Hz. Peygamber övgüsü ve 49-62. beyitler arasında Dört Halifeye Övgü parçaları yer almıştır. Eserin girişinde yer alan bu beyitlerin ardından, 63-123. beyitler arasında toplam 61 beyitlik kısımda baharın tasviri (yaz yaruk faslı) ve hükümdar övgüsü gelir. Yusuf Has Hacip’in bahar tasvirindeki benzetme ve lirik ifadeleri, onun aynı zamanda ne kadar iyi bir şair olduğunu göstermektedir. İslamî Türk edebiyatının ilk lirik şiir örneği olan bu bahar tasvirinden şu birkaç beyitte şairin benzetme ve kişileştirme sanatları ile hünerini görmek mümkündür: Togardın ese keldi öngdün yili Ajun itgüke açtı uştmah yolı “Bahar yeli doğudan eserek geldi; Dünya, cennetin yolunu hazırlamaya başladı.” 84 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yagız yir yıpar toldı kafur kitip Bezenmek tiler dünya körkin itip “Kara toprak kötü kokuyu salıp güzel kokularla doldu; dünya, görünüşünü hazırlayıp süslenmek ister.” Kurımış yıgaçlar tonandı yaşıl Bezendi yipün al sarıg kök kızıl “Kurumuş ağaçlar yeşil ile donandı; beyaz, sarı, mavi ve kızıl renklerle süslendi.” Tümen tü çiçekler yazıtlı küle Yıpar toldı, kafur ajun yıd bile “Binlerce çiçek gülerek yayıldı; her taraf güzel kokularla doldu.” Kalık kaşı tügdi közü yaş saçar Çiçek yazdı yüz kör küler kadgurar “Gökyüzü kaşlarını çattı, gözü yaş saçar; çiçek yüzünü açtı, bak hem güler hem kaygılanır.” Ercilasun’un (2004: 302) da işaret ettiği gibi, Yusuf Has Hacip baharı anlatırken “çok usta bir geçişle” hükümdar övgüsüne geçer. …. Bu ödte ajun öziŋe bakıp Küvenip sevinip ediŋe bakıp İletü maŋa açtı dünya sözin Ayur körmediŋ mü bu hakan yüzin ….. Ajun tuttı Tavgaç Ulug Bugra Han Kutadsu atı birsü iki cihan Yusuf, hükümdar övgüsünden sonra da asıl konuya geçmemiştir. 124-147. beyitler arasında 7 gezegen ve 12 burcun adını sayarak evreni anlatır. Burada verilen gezegen ve burç adlarının Türkçe olması, 11. yüzyılda Türk dilinin birçok kavramı 85 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı karşılayabilecek yeterlikte olduğuna işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır: Kayusı örürek kayusı kodı Kayusı yarukrak kayu eksüdi (130) “Bazıları daha yüksek, bazıları daha alçaktır; bazıları daha parlak, bazıları daha az parlaktır.” Bularda eng üstün sekentir yorır İki yıl sekiz ay bir evde kalır (131) “Bunlardan en üstte Zuhal dolaşır; bir burçta iki yıl sekiz ay kalır.” Anıngda basa boldı ikinç ongay Bir evde kalır on adın iki ay (132) “Ondan sonra ikinci olarak Müşteri gelir; bir burçta on iki ay kalır.” …………. Bularda eng altın bu yalçık yorır Yaşık birle utru bakışsa tolır (137) “Bunlardan en altta Ay dolaşır, Güneş ile karşı karşıya gelirse dolun ay haline gelir.” Yusuf Has Hacip’in eserinde üzerinde en fazla durduğu konulardan biri, akıl ve bilgi kavramlarıdır. Bu kavramları eserinin 148-161. beyitleri arasında ele alır: Biligni bedük bil ukuşnı ulug Bu iki bedütür ödürmiş kulug (152) “Bilgiyi büyük ve aklı ulu bil; sekin kulu bu iki şey yüceltir.” Bu sözke tanukı munu keldi söz Bu sözni eşitgil sözüng munda üz (153) “Buna şahit olarak işte şu söz geldi; bu sözü işit ve bu hususta sesini kes.” Ukuş kayda bolsa ulugluk bulur Bilig kimde bolsa bedüklük alur (154) “Akıl nerede olursa orası yücelik kazanır; bilgi kimde olursa, o, büyük olur.” Biligsiz kişi barça iglig bolur İgig emlemese kişi terk ölür (157) 86 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Bilgisiz insan tümüyle hastalıklıdır; hastalık tedavi edilmezse insan hemen ölür.” Yusuf Has Hacip, dilin fayda ve zararları (162-191) kısmında da yine veciz ifadelerle evrensel nitelikte sözler ifade eder: Kişig til agırlar bulur kut kişi Kişig til uçuzlar barır er başı (163) “İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.” Til arslan turur kör işikte yatur Aya evlig er sak başıngnı yiyür (164) “Dil arslandır, bak eşikte yatar; ey ev sahibi, dikkat et, senin başını yer.” Mini emgetür til idi ök telim Başım kesmesüni keseyin tilim (166) “Bana dilim pek çok eziyet çektiriyor; başımı kesmesinler de ben dilimi keseyim.” Sözüngni küdezgil başıng barmasun Tilingni küdezgil tişin sınmasun (167) “Sözüne dikkat et, başın gitmesin; dilini tut, dişin kırılmasın.” Daha sonra eser sahibinin özrü (192-229) (Kitap idisi öz özrin ayur) kısımı gelir. Yusuf Has Hacip eserinde işlediği konuları ve konular arasındaki geçişleri o kadar sistemli hâlde işlemiştir ki konunun ele alındığı bab, aynı zamanda sonra gelecek olan baba hazırlık mahiyetindedir. Mesela Yusuf Has Hacip, kendi özrünü beyan ettiği bölümde, eserini akıllı ve bilgili insanlar için yazdığını, dilini kullanamayan cahil insanlar için yazmadığını ifade ederken, aslında daha önceki vilgi ve aklın önemi ile dilin yarar ve zararları bölümlerinde bu özrün bir nevi hazırlığını yapmıştır. Yusuf Has Hacip, IX. babda (230-286) iyilik etmenin faydalarını yapmış, övgüsünü dile getirmiştir. Yazar, X. babda ise (287-349), bilgi ve aklın faydaları işlemiştir. Bu kısımda ifade edilen görüşler, XI. yüzyılda Türk toplumunun bilgi ve akla verdiği önemi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Bildirimi, Odgurmış’ın Ögdülmiş’e öğüt verdiği şu beyitlerle bitirmek istiyorum: 87 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Köni bol yitürme könilik yolın Bu yol iltge arzu tilekke bilin “Doğru ol, yitirme doğruluk yolunu; Arzu ve dileğe bu yol iletir, bunu unutma.” Bagırsak bolun barça tınlıg üze Tapug kıl bayatka kangül til tüze “Her canlıya karşı şefkatli ol; Tanrıya gönül ile ve dil ile hizmet et.” Sakınç kısga tutgıl tapug kıl uzun İverde amul bol buşarda tüzün “Derdi kısa tut, hizmeti uzun kıl; İvme, sakin ol, öfkelenme, asil ol.” Ölümüg unıtma itigin kılın Özüngni unıtma tüp aslıng bilin “Ölümü unutma, hazırlığını kıl; özünü unutma, aslını bil.” Kaynaklar ARAT, Reşit Rahmeti (1979), Kutadgu Bilig I Metin, TDK yay: 458, Ankara. BOMBACI, Alessio (1953), “Kutadgu Bilig Hakkında Bazı Mülahazalar”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul. DİLÂÇAR, A. (1988), Kutadgu Bilig İncelemesi, TDK yay., 2. baskı, Ankara. ERCİLASUN, Ahmet Bican (2004), Başlangıçtan Günümüze Türk Dili Tarihi, Akçağ Yay. Ankara. 88 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İSABAEVA Mairamkan (2014). “İmam Serahsi Kimdir?”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.91-96 (http://bilgelerzirvesi.org). Mairamkan İSABAEVA* İMAM SERAHSİ KİMDİR? Giriş İ slam dini Arap yarımadasında ortaya çıkmış ise de, dinin gelişiminde Maveraünnehrli âlimlerin orta asırlardaki hizmetleri takdire şayandır. (İsabaeva, 2013:5). Orta Asyanın ilk Müslüman Türk devletini kuran Karahanlılar dönemi (IX. - XIII. y.y.) eserlerinden Dîvân-ı Lügâti't-Türk, Kutadgu-Bilik ve Atabetü'l-Hakâyık'tan halkımızın çoğu haberdardır. Aynı devrin büyük din bilgini, fakîhi ve bilginler arasında İmamların Güneşi (Şemsü'l-eimme) diye ün salmış, günümüzde de uluslararası saygınlığa sahip Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed Ebû Sehl es-Serahsî (400/1009 – 483/1090)’nin, ilim âleminde herkesçe pek büyük eser kabul edilen Kitâbu'l-Mebsût'u ise onlar kadar tanınmamakta ve yeterince bilinmemektedir. (Akşit, 2007:2) Hanefî mezhep birikimi içinde Serahsî’nin ve eserlerinin ayrıcalıklı bir yönü vardır. Kuşkusuz Hanefî fıkhı denildiğinde Serahsî ve onun eseri el-Mebsût akla en başta gelen isimler arasında yer alır. Serahsî, Hanefilerin hem usûl, hem de furu’unun bize intikal ettirilmesinde önemli bir role sahiptir. Ayrıca -en azından bize ulaşan bilgi ve belgeler çerçevesinde bakıldığında- Maveraünnehir Hanefîliğinin hiç tartışmasız en önemli temsilcisidir. (Güman, 2011:36). Serahsî’nin tam ismi kendi eserlerinin mukaddimelerinde belirttiği gibi Ebu Bekr Muhammed İbn Ebi Sehl es-Serahsî’dir (Hamidullah, 1965:16). Serahsî 400/1009 senesinde Horasan’da Meşhed ile Merv arasında bulunan Serahs kasabasında dünyaya gelmiştir. Serahsî künyesi doğduğu yere nispet edilmiştir. Hayatı hakkında pek çok bilgi bulunmamaktadır. Ancak 10 yaşındayken Bağdat’a ticaret maksadıyla giden babasına refakat ettiği bilinmektedir. (Akay, 1996:2). Küçük yaşta ilimle meşgul olmaya başlayan Serahsî Buhâra’da ders veren büyük hukukçu Şemsü’l* Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi. 91 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı eimme Halvânî (452/1060) başta olmak üzere es-Suğdi ve Ebu Hafs Ömer b. Mansur el- Bezzâz gibi âlimlerden ilim tahsil eder (Schacht, 1965:7). Parlak zekâsı ile kısa zamanda şöhret bulan büyük hukukçu, hocası Halvânî’nin ilim okuturken kullandığı post ile mükâfatlandırıldıktan sonra “İmamlar Güneşi” manasına gelen “Şemsü’l-eimme” lakabını da hocasından devralır. Serahsî, felsefe ve mantıkta zamanının en dâhî şahsiyeti durumuna gelmiş, kaleme aldığı eşsiz eserler ve yaptığı ilmî münazaralarla namı bütün İslâm âlemine yayılmıştır. İmam Serahsi’nin Karahanlı Hakanı tarafından Karahanlı devletinin o günkü başkenti olan Özkent (Özgen) zindan kuyusuna düşmesine neden olan davranışıyla ilgili genellikle iki görüş meşhurdur. Birincisi, hemen her gün, es-Serahsî'nin şikâyetçi olduğu yeni vergiler konulmakta idi, ve O, bu haksız vergilerin ödenmesine bizzat karşı çıktığı gibi, kabul etmeyen diğer insanların hareketlerini de doğru bularak methetmekte ve bu karşı çıkışın o kimseler için daha hayırlı olduğunu belirtmekte idi. Ayrıca, bu vergilerin ödenmemesi hususunda halkı harekete getiren bir de fetva verdi. Bunun üzerine, düşmanlarının kışkırtmaları sonucu, Hakan Emir Hasan tarafından “halk hareketinin sevk edicisi olarak” 466/1073 yılında Özkent’te (Özgen) şehrin kalesinin kuyularından birine hapsedilir (Tuğ, 1965:43). İkincisi ise, şehrin Emir’i çocuk sahibi cariyelerini hür kimselerden olan hizmetindeki erkeklerle evlendirir. Emir ulemadan bu konu hakkında fikrini sorar. Hepsi onaylayıp iyi yaptığını söylerler. Fakat Serahsi bir hata işlediğini belirtir. Çünkü erkekler daha önce hür kadınlarla evlenmişlerdi. İşte bundan dolayı bu hür kadınların yanına bu cariyeler kuma gelmiş olur der. Emir ise cariyeleri boşarım der. Bundan sonra tekrar nikâhlarını yeniler ve âlimlerden fikrini sorar. Hepsi yine iyi yaptın derler. Yine Serahsi hata yaptığını belirtir. Ümmüveled boşandıktan sonra şeriat belirlediği süre içinde iddet beklemesi gerektiğini belirtir. İddeti bitmeyenlerin nikâhı söz konusu olamadığından, bu da doğru değildir der (Akşit, 2008:4). İmam Serahsi kuyuya hapsedildi. Fakat öğrencileri onu bırakmadılar. Hapsedildiği kuyunun başında toplandılar. Böylece dersler devam etti. Herkesçe beğenilen otuz ciltlik el-Mebsut, işte bu kuyudan, Serahsi'nin hiç bir kaynağa başvurmadan öğrencilerine yazdırmasıyla, on dört yılda meydana gelmiştir. İnsanı hayrete düşüren kuvvetli bir hafızaya malik bulunan İmam Serahsî, hapisliği esnasında kütüphanesini kullanmaktan men’ edilmiş; “gücünün yettiği 92 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ve yokluğun verdiği imkân nispetinde” eserlerini birbiri ardınca bu kuyu-hapiste imlâ etmiştir. (Hamidullah, 2009:544-547). Hiçbir kitaba müracaat etmeksizin ve mütalâada bulunmaksızın, hatırından; kuyunun üst tarafında bulunan talebelerine el-Mebsût, Usûlü'1-Fikh, Şerhu's-Siyeri’l-Kebîr, Ziyâdâtü’z-Ziyâdât, Şerh-u Camii’s-Sağir, Şerhu’l-Camii’l-Kebir’i imla ettirdi. Şemsü'l-Eimme es-Serahsî gündüzleri oruç tutmuş, geceleri uzun nafile namazlar kılmış, soğuksıcak demeden birçok güçlüklere göğüs gererek ilmî faaliyetini yürütmüştür (Hamidullah, 2009:548). Maveraünnehir’de yetişmiş büyük bir Türk-İslam âlimi ve hukukçusu olan Serahsî’nin, Buhâra’da tahsil görmesi, orada ders vermesi, eserlerini Özkent (Özgen) hapishanesinde yazmış olması, hayatının hicri 480’den sonraki son ve serbest yıllarını bir Türk bölgesi olan Fergana (Merginan)’da geçirmesi, eserlerinde özellikle Türklerden ve onların ergenliğe eriş çağlarından bahsetmesi onun Karahanlı âlimlerden olduğunu, Türk soyuna mensup olduğunu göstermektedir. İmâm Serahsî yalnızca bir fakîh değil, mütekellim, münazaracı idi ve son derece müttakî âbid bir zâttı. Zâten, fakîh ve âlim bir kişi, takva yönüyle de Allah-ü Teâlâ’ya yakın ve O’na itaatkâr bir insan olmadıkça âlim kabul edilemez (Akşit, 2007:2). Onuncu yüzyılda yaşayan bu şahsiyet her şeye rağmen doğru bildiğini Hakan’a dahi söylemekten çekinmediği için neredeyse 15 yılını Özgen zindanında geçirmiştir. Bu zindan hayatı sonraki nesiller için paha biçilmez eserlerin ortaya çıkması için fırsat olmuştu. (İsabaeva,2013:5). Serahsî, Özgen’de zindanda mahpusken talepler üzerine tedrisle meşgul olmayı kabul ederek bu işe İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805)’nin ‘el-Asl’ isimli eserinin hülâsâsı olan Hâkimü’ş-Şehîd el-Mervezî’nin (v. 334/945) “el-Muhtasar” adlı eserini şerh ederek başlamıştır. İmam Serahsî nasihat ve hakkı tavsiyede bulunan, kimseden çekinmeyen bir zât olduğu gibi, Mâverâü'n-Nehr'deki büyük âlimlerimizdendir. Hayatının son üç yılını hürriyet ve rahatlık içinde geçirebilmiştir. Fakat hapiste geçen bu onbeş yıl zarfında kıymetli eserlerini ne gibi şartlar altında meydana getirdiği, insanı çok hayrete düşüren bir durumdur. Es-Serahsî'nin, Allah-ü Teâlâ'nm hükümlerinin çiğnenmemesi, hakkın gizlenmemesi ve bâtıl ile karıştırılmaması hususunda, iyiliği tavsiye edip, kötülükten uzaklaştırmada gösterdiği gayret, bunun için çektiği cefa ve katlanmaktan kaçınmadığı eziyetler; günümüz modern nev-zuhur müçtehidlerinin ve kendilerine âlim süsü verip, bazı kimselerin gönlünü hoş etmek, efendilerine yaranabilmek için uydurma fetvalar, gayr-ı İslâmî içtihâdlar ortaya atanların asla unutmamaları ve mutlaka ders almaları, es-Serahsî'yi örnek edinip 93 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Allah'ın âyetlerini az bir bahâ karşılığında satmamaları hususunda gayet müessir bir vak'adır (Akay, 1996: 6). el-Kâfî ismiyle tanınan el-Mervezî’nin “Muhtasarı”, Hasen eşŞeybânî tarafından telîf edilen eserlerin ihtisar edilmiş halidir. Serahsî’nin “Mebsût” adlı kitabı, Hâkimü’ş-Şehîd Mervezî’nin zikri geçen “Muhtasarı” üzerine yapılmış otuz ciltlik bir şerh olup Hanefî fıkhını delilleriyle birlikte ele alan mevcut en hacimli eserdir. Hanefî fıkhında “Şemsü’l-eimme” denilince Serahsî, “elMebsût” denilince de Serahsî’nin Mebsût’u anlaşılır (Akşit, 2007:7). Serahsî’nin el-Mebsût dışındaki diğer eserleri ise şunlardır: 1-el-Usûl, 2-Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, 3-Şerhu Ziyâdâti’z-Ziyâdât (en-Nüket), 4-Şerhu Muhtasar et-Tahâvî, 5-Şerhu Câmi es-sağîr, 6Şerhu’l-Câmi el-kebîr, 7-Şerhu Kitâbi’l-kesb. (Hamidullah, 2009:548, ayrıca bknz: www.istikamet.eu) Günümüzde sadece Türk Dünyasında değil, tüm İslam âleminde eserleri üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmaktadır. Mebsut aynı zamanda onuncu yüzyılda yaşayan insanlar hayatından bize örnekler veren tarihi kaynakça mahiyetindedir. (İsabaeva, 2013:6). Serahsi, çileli ve bereketli bir ömür sürdükten sonra 483/1090 (http://www.teolog.edu.kg) yılında vefat etmiştir. Türbesi hali hazırda Kırgızistan Cumhuriyeti Oş iline bağlı Özgen şehrinde bulunmaktadır. 94 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sonuç Geçmişte yaşayan büyük insanlar bazen sadece adı ile bazen ise sadece eseriyle günümüze kadar intikal etmişlerdir. Kimileri var ki hem adı, hem eseri hem de örnek şahsiyeti ile günümüze kadar intikal etmiştir. İşte öyle büyük örnek şahsiyetlerden biri de Maveraünnehr’li İmam Serahsi’dir. Serahs’da doğan, Buhara’da tahsilini yapan ve Karahanlı Devleti döneminde yaşayan, aynı dönem yöneticileri tarafından zindana atılarak, hayatının on yedi yılını zindanda kendi adına heba ama insanlık adına paha biçilmez hizmete adamıştır. Devirler her zaman için iç açıcı özellik taşımamıştır. Bunun en canlı örneğini Türkistan’ın SSCB döneminde görmek mümkün. Var olan değerlerimizin tahrif edilmesi için olanca gücüyle çalışılmıştır. Geçmiş tarihimiz, geçmişteki büyük şahsiyetlerle beraber yakılıp, yıkılmıştır. Kimi zaman başarılı olmuşlarsa da kimi zaman başarılı olamamışlardır. Nitekim İmam Serahsi de öyle tarih sahnelerinden silinmeye yüz tutmuş şahsiyetlerden sadece bir tanesi idi. Bağımsızlık sonrası kazanılan milli değerler başında en parlak geçmişimiz gelmektedir. Bize düşen görev de geçmişimizi, büyük şahsiyetleri eserleriyle beraber sonraki nesillere aktarmaktır. Kaynakça Akşit, M.Cevat, (2008) Şemsü'l-Eimme Ebû Bekr Muhammed B. Ahmed Ebû Sehl Es- Serahsî Ve Kitâbu'l– Mebsût’u Üzerine Notlar, s. 4. http://www.gayevakfi.org/ (25.04.2013) Akay, Arif, (1996), Büyük Fakîh Şemsü'l-eimme Serahsî ve Fıkıhçılığı, http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/buyukfakih-semsul-eimme-serahsi-ve-fikihciligi#.UdRNsvn0Fic (24.04.2013) Duman, Soner (2012/2) “Serahsî’nin El-Mebsût Adlı Eseri Çerçevesinde Hanefî Fıkıh Düşüncesinde Takdirî Hüküm Olgusu”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIV, Sayı: 26. Hamidullah, Muhammed, (2009) “Serahsi, Şemsüleimme”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.36, Ankara: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi. Hamidullah, Muhammed (1965) Serahsi Armağanı, Ankara Üniversitesi Basımevi. Joseph Schacht, “Serahsî’nin Hayatı ve Eserleri Hakkında Bazı Notlar”, (çev.) M.Esad Kılıçer, 900. Ölüm Yıldönümü 95 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Münasebetiyle Büyük İslâm Hukûkçusu Semsu’l-E’imme es Serahsî Armaganı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, LXIII, 1965. İsabaeva, Mairamkan, (2013) el-Mebsut Eseri Çerçevesinde İmam Serahsini Hanefi Fakihlerine Yönelik Eleştirileri, (yayınlanmamış yüksek lisans tezi), Sakarya Üniversitesi SBE, Sakarya İsabaeva, Mairamkan, İmomlar Kuyoşi İmom Sarohsiy (2013, Nisan) Olam gazetesi, No 8 (1021), 0ş. İsabaeva, Mairamkan, Şamsul Aimma İmam Sarahsiy, (2013, Şubat) Özgön Nuru gazetesi, No 5-6 (7222), Özgen. İmam Serahsi’nin Anıt Mezarı ÖZKENT, http://www.teolog.edu.kg/index.php?id=52 (27.04.2013). Salih Tuğ, “Eserlerinde Raslanan İfadelerine Göre İmam Serahsî’nin Hapis Hayatı”, 900. Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Büyük İslâm Hukûkçusu Semsu’l-E’imme es Serahsî Armaganı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, LXIII, 1965. 96 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mustafa KARA KARA, Mustafa (2014). “Türkistanın Işığı Necmeddin-i Kübrâ”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.99-122 (http://bilgelerzirvesi.org). TÜRKİSTANIN IŞIĞI NECMEDDİN-İ KÜBR Giriş M üslümanların büyük bir bölümü Asya kıtasında yaşadığı gibi, Müslüman Türklerin kahir ekseriyeti de bu coğrafyada bulunmaktadır. Soyumuz Asyalı olduğu gibi gönül ve beyin mimarlarımız da aynı iklimin insanıdır. Türkler Müslüman olmaya başladıktan sonra kendilerini huzurunda buldukları ilk gönül adamı Ahmed Yesevî olmuştu. Onun hizmetleri devam ederken dünyaya gelen Necmeddin-i Kübrâ ise Türkistan bölgesinin ikinci ulu kişisidir. Bir asır sonra gelen Bahâeddin Nakşibend ile “sacayağı” tamamlanmıştır. Medrese ilimlerini tahsil ettikten sonra tekke atmosferiyle tanışan Kübrâ, bir taraftan ikna ve tatmin edici sohbetlerine devam ederken, diğer taraftan kendinden önceki beş asırda ortaya konan tasavvuf kültüründen beslenerek yeni eserler kaleme almıştır. Yanında yetişen gönül adamları gibi bu eserler de “yedi iklim”e ulaşmış, insanların gönüllerine huzur sunmuş, manevî yürüyüşlerine kuvvet katmış, sorularına cevap vermiştir. Türkistan dervişleri, dinî ve sosyal hayatın normal seyrinde olduğu dönemlerde de, sıkıntılı zamanlarda da gayret ve hizmete ara vermemişlerdir. Moğol âfetinin getirdiği sıkıntılar onları ümitsizliğe düşürmediği gibi, 1917’de başlayan Sovyet döneminde de “pes” etmemişlerdir. Bunun en açık belgesi, bölge insanının “vird-i zebân”ı olan “Mekke’de Muhammed, Türkistan’da Ahmed” cümlesidir. Çünkü ilâhî aşk ölmez; Allah sevgisi yok olmaz. Maddî yollar kapansa da “kalpten kalbe giden yollar” kapanmaz, kapanamaz. Gönlümüzün mimarı gönül adamlarıdır Gözümüzün dîdârı gönül adamlarıdır Ruhumuzun serdârı gönül adamlarıdır Hepsine selâm olsun hepsine rahmet olsun Prof.Dr.Uludağ Üniversitesi. 99 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Zaman, Mekân, İhvan 1145-1221 yılları arasında Türkistan’da yaşayan Necmeddin-i Kübrâ’nın yaşadığı zaman, mekân ve meslektaşları hakkında kısaca bilgi vermek faydalı olacaktır. Bügün Türk Cumhuriyetleri’nin yaşadığı bölge tarihte çok değişik devletlerin hâkimiyetine geçen ve farklı isimlerle anılagelen bir coğrafya parçasıdır. Bazen Maveraünnehir, bazen Horasan, bazen Çayardı, bazen Türkistan adını alan bu geniş mekânın sınırları da dönemden döneme değişmiştir. Emevîlerle birlikte VIII. yüzyılda İslâm’la tanışan bölgede, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan başka Budizm, Maniheizm, Şamanizm, Zerdüştîlik, Mecusîlik gibi dinler de yaşamaktaydı. Özellikle Samanîler ve Karahanlılar zamanında ilim, irfan ve sanat alanlarında parlak bir dönem yaşayan bu bölge, Harezmşahların hâkimiyetinde iken Moğol âfetiyle yüz yüze gelmiş ve siyasî hayatla birlikte ilim ve kültür dünyası da büyük bir darbe yemiştir. İslam dünyasının karşılaştığı en büyük “yıkım”lardan biri olan bu putperest Moğol istilasında pek çok sanat eseriyle birlikte yüzlerce âlim ve arif, binlerce kitap ve risale de yakılmış, yıkılmış ve yok edilmiştir. İşte, Moğollarla “dişe diş” mücadele ederken harp meydanında şehit olan gönül adamlarından biri de Necmeddin-i Kübrâ’dır. Onun hayatı, eserleri ve tesirlerine geçmeden önce İslam medeniyet havzasında oluşan tasavvuf kültürüne, tasavvufî eser ve fikirlerin oluşum macerasına, kendinden önceki meslektaş ve fikirdaşlarına bakmak, konuyu kavramak için yararlı olacaktır. Necmeddin-i Kübrâ veya Ahmed B. Ömer Ticaretle meşgul olan bir ailenin çocuğu olarak 1145 yılında Harezm’in Hive şehrinde dünyaya gelen Ahmed, ilk tahsilini bu şehirde yaptı. Daha sonra, dinî ilimlerde derinleşmek gayesiyle ilmî yolculuklara başladı. Nişabur, Tebriz, Hemedan, İsfahan, Mekke, İskenderiye gibi o dönemin ilim ve irfan merkezlerinde tahsil ve terbiyesine devam etti. Dinî ilimler ve özellikle hadis ilmiyle yakından ilgilenen Ahmed b. Ömer hocaları ve arkadaşlarıyla yaptığı ilmî tartışmalardaki üstünlüğü sebebiyle ilk lakâbını aldı: Tâmmetü’l-Kübrâ. Kur’an-ı Kerim’in Naziat Suresi’nde geçen bir terim (ayet 34) kıyamet için kullanılmakta “büyük sarsıcı olay”, “her şeyi alt eden felaket” 100 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması anlamına gelmektedir. Bu lakabın birinci bölümü unutulmuş ve “büyük” anlamına gelen “Kübrâ” kısmı kalmıştır. Türkçe’de başarılı ve üstün insanlar için kullanılan “Felâket adam” ifadesi burada hatırlanabilir. Ona “Ayetullahi’l-Kübrâ” diyenler de vardır. Necmeddin-i Kübrâ hayatının en değerli yıllarını medreselerde müderrislerle birlikte geçirirken Hive’ye yakın bir şehirde Ahmed Yesevî Yesi/Türkistan’da kurduğu dergâhta insanlara bir başka konuyu anlatıyordu. Daha çok yeni Müslüman olmuş ve olmakta olan Türkmenlere imanı, İslam’ı ve ihsanı öğretiyordu. Onlara bazen ayet, bazen hadis, bazen da kendi “hikmet”lerini okuyordu: Kul Hace Ahmed Hak sözini söyledi ötdi Aynelyakin, tarikatta bozlap ötdi İlmelyakin, şeriatnı közlep ötdi Hakkalyakin, hakikatdın aydım mena *** Heyhat, heyhat saadettür ol Mustafa Heyhat, heyhat ganimetdür ol Mustafa Heyhat, heyhat inayettür ol Mustafa Kimler içun keldi Resul bildingiz mi? *** Tarikatga siyasetliğ mürşid kerek Ol müşide itikatlığ mürşid kerek Hizmet kılıp pi rizasın tapmak kerek Mundağ âşık Hakdın uluş alar imiş Bu yıllarda Necmeddin-i Kübrâ tasavvufî konulara -ilgi duyması bir tarafa, karşı çıkıyordu. Mutasavvıfların sesli zikir meclisleri gibi bazı davranışlarını, vahdet-i vücud gibi bazı düşüncelerini sivri buluyor ve mevcut kültürüyle reddediyordu. Yaşı otuz beşe yaklaştığında medrese ilimlerinde zirveyi yakalayan bu şahsa çevresi büyük bir ilgi ve sevgi gösterirken Necmeddin Ahmed kendi iç dünyasıyla yüzleşiyordu. İçinde uzun zamandır varlığını hissettiği bir ses ona bir şeylerin eksik olduğunu söylüyordu. Medresenin, kitabın ve kalemin tatmin etmediği bu “ses”e ciddi olarak kulak verdi. Ve yeni bir “yolculuk” kendini gösterdi. Dizful şehrinde misafir olarak bulunurken rahatsızlandı, dostları onu İsmail Kasrî’nin dergâhına götürdü. Gece başlayan sesli zikir/sema meclisi Necmeddin-i Kübrâ’nın rahatsızlığını biraz daha artırdı. Fakat zikrin sonunda gelen huzur hali beklenen kararın verilmesine sebep oldu. Ertesi gün İsmail Kasrî’ye gidip intisab etti ve 101 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bundan sonraki “yolculuk”ların onun rehberliğinde olacağını kabul etti. İsmail Kasrî kısa bir süre içinde yeni müridinin ilgi, bilgi ve tecessüslerini kavradı. Daha sıhhatli bir gönül eğitimi için onu Ammâr-ı Yâsir Bitlisî’ye gönderdi. Bu dergâhta sergilediği bazı davranışlar Kasrî’yi haklı çıkardı. Necmeddin-i Kübrâ medrese ilimlerinin kendisine verdiği “hava”dan kurtulamamış, kibrin tehlikeli sahillerinden ayrılamamıştı. Bu sefer Kahire’nin yolu görünüyordu. Ele avuca gelmez dervişin sükûnet bulması için Ruzbihân-ı Mısrî’nin himmeti ve hizmeti isteniyordu. İstenen hâsıl oldu. Tekrar Ammâr-ı Yâsir’in yanına döndü. Mürşidler arasındaki Tebriz’li Baba Ferec de bu Kübrevî sofrasında “tuz”u olanlardan biridir. “Mürid alışverişi” yeni bir şey değildi. Mürşidler müridlerinin iç dünyalarının “fotoğrafı”nı çektikten sonra gereğini yapmakta yetersiz kalabilecekleri an, onu başka yerlerdeki meslektaşlarına göndermekte hiçbir tereddüt göstermemişlerdir. Burada önemli olan kişinin yetişmesidir, şu veya bu dergâhta yetişmiş olması önemli değildir. Çünkü her mürşid her kabiliyeti gereği gibi yetiştiremeyebilir. Kübreviyye Silsilesi Hz. Peygamber’den Kübrâ’ya ulaşan “üstadlar zinciri”nde 12 imamın sekizi yer almaktadır. Hz. Muhammed Hz. Ali Hz. Hasan Hz. Hüseyin Zeynelâbidin Muhammed Bâkır Cafer Sâdık Musa Kâzım Ali Rızâ Marûf Kerhî Serî Sakatî Cüneyd Bağdâdî Ebû Ali Ruzbârî Ebû Osman Mağribî Ebû Kâsım Gürkânî Ebû Bekir Nessâc 102 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ebü’n-Necîb Sühreverdî Ammar Yâsir / Rûzbihân Baklî / İsmail Kasrî Necmeddin-i Kübrâ Necmeddin-i Kübrâ’nın yaşı kırka yaklaştığında medrese ve tekke ilimlerinin tevhidini yapmış, seyr ü sülûkunu tamamlamış, kâmil bir mürşid olarak tekrar Harezm’e dönmüştü. Dergâhında öğrendiklerini öğretmeye, tecrübelerini aktarmaya, anladıklarını anlatmaya başladı. Türkistan bölgesinin en meşhur sufilerinden birisi olan Ahmed b. Ömer, ikinci lakâbını aldı; Şeyh Veli-Tıraş: Veli yetiştiren şeyh, Allah dostu yetiştiren mürşid. Onu şeyh-i kebir = büyük şeyh diye kaydeden kaynaklar da vardır. Sovyet döneminde ise Köhneürgenç’teki türbenin adı “Şeyh Kebir Ata”dır. Fevâihu’lcemâl’de naklettiğine göre İskenderiye’de iken Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve Kübrâ’ya “Ebu’l-Cennâb” (dünya ve ahiretten kaçınan) diye hitap etmiştir. Bazı Düşünceleri Tasavvufî yolculuğun esaslarına Fevâihu’l-cemâl’in ilk satırlarında üçlü bir tasnifle temas etmektedir. Böylece Kübreviyye’nin önem verdiği konular gündeme gelmektedir: 1. Yavaş yavaş gıdaları azaltmak. Yeme içmeyi azaltmak ruhun hürriyete kavuşması için şarttır. 2. İradeyi şeyhe teslim etmek. Mürid çocuk gibidir, ne yapacağını bilmez. Yolun tecrübesine sahip değildir. Mürşidin tecrübesine teslim olmalıdır. 3. “Cüneyd-i Bağdâdî’nin tarikatı” olarak bilinen sekiz esasa uymak. Devamlı abdestli olmak/ Devamlı oruçlu olmak / Devamlı susmak / Devamlı halvette bulunmak / Devamlı zikretmek / Devamlı şeyhle rabıta halinde olmak /Devamlı olarak akla gelen şeyleri unutmak / Allah’tan gelen şeylere itiraz etmemek. Kübrevî dergâhında feyizli ve bereketli gönül alışverişleri devam ederken –yukarıda işaret edildiği gibi- İslam dünyası büyük bir afetle karşı karşıya kaldı: Moğol istilası. Türkistan, İran, Ortadoğu ve Anadolu’yu derinden yaralayan bu “Celâlî Tecelli” İslâm kültür ve medeniyetinin yol haritasını derinden sarsmış ve parçalamıştır. Necmeddin-i Kübrâ’nın bu zulüm karşısında takındığı tavır dikkat çekicidir. Müridlerini daha emin bölgelere gönderdikten sonra kendisi harp meydanına gitmiş ve putperest Moğollarla dişe-diş mücadele etmiştir. 103 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Son anlarını tarihçiler şöyle naklediyor: Moğol askerini saçından yakalayan Kübrâ, bir üçüncü kişinin kılıç darbesiyle şehid olurken hiç kimse elini açıp askerin saçını kurtaramamıştır. Nihayet saçın kesilmesiyle hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Bu olayı anlatan Farsça şiirin son beytinin Türkçe’si şöyledir: Bir elden nûş edip iman şarabın Bir elde perçem-i kâfir tutarlar Şehâdetine düşürdüğümüz tarih şöyledir: O bizim pirimiz Gönlüdür evimiz Vefatın söylüyor “KÜBR ŞEHİDİMİZ” Na’şı harap olan Dergâh’a defnedilmiştir. Daha sonra kabir ve dergâh külliye haline gelmiştir. Günümüze ulaşan türbe Türkistan bölgesinin en çok ziyaret edilen mekânlarından biridir. Diyanet İslâm Ansiklopedisinin Harizmşahlar maddesini yazan Aydın Taneri makalesini şu cümlelerle bitiriyor: “Harezmşahların yıkılması Türk ve İslam âlemine çok şeyler kaybettirdi. XII. Yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyet, Harezm’e komşu bölgelerden Asya içlerine doğru yayılmaktaydı. Başta Ahmed Yesevî olmak üzere Türk mutasavvıflarının gayretleri çeşitli boylar arasında meyvelerini vermeye başlamıştı. Kanglı, Kıpçak ve Kimekler İslamiyet’i kabul ettikleri takdirde Türk-İslâm medeniyetine katkıda bulunabilirlerdi. Fakat Harezmşahların Moğol istilası karşısında yıkılması bu imkânı ortadan kaldırdı. Çok sayıda Türk Sibirya ve Altaylarda tecrid edilmiş bir halde eski hayatlarını sürdürmeye mahkûm oldu. Ayrıca Maveraünnehir ve Harezm’deki ilim ve edebiyat hayatı da sona erdi. Birçok âlim ve edib ülkesini terk edip Hindistan, Suriye, Mısır ve Anadolu’ya kaçmak zorunda kaldı” (DİA, XVI/231). Necmeddin-i Kübrâ Türkistan’daki insanların dinî hayatlarına yön verirken şeriat, tarikat, hakikat dengesine özellikle dikkat etmiş, tartışmalı konulara girmeden rehberliğin gereklerini yerine getirmiştir: “Şeriat gemi gibidir, tarikat deniz gibidir, hakikat inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse gemiye biner, denize açılır ve inciyi elde eder. Bu sıralamaya uymayan inciye ulaşamaz.” Mâide suresinin 54. âyetinde yer alan ve melâmî tavrı anlatan “…kınayanın kınamasından korkmazlar…” ifadesini naklettikten sonra şöyle devam ediyor: “Ashâb’a bak bir de ondan sonrakilere bak! Aralarında bir benzerlik var mı? Bununla beraber Peygamberimiz bir 104 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması hadîsinde şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yağmur gibidir. Öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81) Zikirle ilgili âyet ve hadîslere temas ettikten sonra sözü kalp gözüne getiriyor: “Zikir bir nurdur. Kalbi kapladığı ve hâkimiyeti altına aldığı zaman kalp ile kalp gözlerini de nurlandırır. Böylece daha önce görmesine engel olan karanlık yerlerde bile eşyayı bu kalp gözü ile görebilir. Nitekim ölüm döşeğinde olan bir kimse yanında hazır olanların göremediklerini görebilir. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İşte senden perdeyi kaldırdık. Bugün gözün ne kadar keskindir.” (Kâf, 50/22) Necmeddin-i Kübrâ havâtır-ı nefs olarak bilinen nefsin mesaj ve telkinlerini açıklarken şöyle diyor: “Müridlere gelen havâtırın en şiddetlisi budur. Çünkü nefis insanın iç dünyasının kralı gibidir. Ordusunu ise şehvet, hevâ, heves, hayvanî ruh meydana getirir. Mürid ise o anda kördür, tehlikeleri göremez. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemez… Nefis insanî bünyede, domuz hırsı, köpek düşmanlığı, panter kızgınlığı, kurt fesadı, tilki hilesi, maymun ihtirası, eşek şehveti, öküz arzusu, şeytan hilesi ve hased ateşi ile dolu olarak bulunur.” İşte onun bir tavsiyesi: İhlaslı ol dostum. İhlaslı olduğunda kesinlikle kendini ihlas makamında görme! Çünkü bu ihlasın için bir şüphe ve şâibedir. Böyle yaparsan şeytan iç dünyana girme fırsatı elde eder. İşte onun bir tespiti: Şevk mahabbetin başlangıcıdır. Mahabbetin sonu aşkın başlangıcıdır… Aşk ise insanın içini ve ciğerini yakan bir ateştir. Aklı şaşkın kılar, yanıltır, gözü kör eder ve işitme duyusunu giderir. Büyük korkuları insana küçük gösterir. İnsanın boğazını sıkar… Vuslat ise aşk ateşini söndürür. Türkistan merkezli bu mesajlar, bölge insanlarına yeni bir ufuk açmış, dinî hayata yeni bir coşku getirmiş, aşk ve mahabbet merkezli bir dünyanın temellerini atmıştır. Bir taraftan Yesevî dervişleri, diğer taraftan Nakşibendî dervişleri ile beraber bölge insanının iç dünyası mamur hâle getirilmiştir. Bu tohum o kadar güçlü olmuş, bu gayretin kökleri o kadar derinlere inmiştir ki, bin yıla yaklaşan süre içinde hayatiyetini hiç kaybetmemiştir. Bugün bölge insanı Ahmed Yesevî, Bahâeddin Nakşibendî ile birlikte Ahmed b. Ömer’i de tanımakta ve anmaktadır. 105 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kübreviyyenin Pîrî Köhneürgenç şehrinde cennetten köşedir bu Necmeddin-i Kübrâ’nın kabr-i şerifidir bu Gelenler dua okur gidenler ağıt yakar Kübreviyyenin piri Türkistan şeyhidir bu Usûlu’l-aşeresi ve Fevâihu’l-cemal Asırlardır veriyor insana huzur, kemâl Risâle ile’l-hâim ve Adâbu’s-sûfiye Zaman eskitemiyor bir başka hikmettir bu Muhabbet neşvesini Çin’e kadar taşıyan Dinin aşk boyutunu tam tamına yaşayan Her şeye rağmen bu ses bugün de capcanlıdır Ders almalı insanlar çok mühim bir derstir bu Eserleri - Müridleri Necmeddin-i Kübrâ eli kalem tutan sufîlerdendir. Dört eseri asırlardan beri insanların ruh eğitimine, dervişlerin gönül terbiyesine hizmet etmektedir. Bu eserleri kısaca tanıyalım: 1. Usûlü’l-Aşere En yaygın eseri olan Usulû’l-Aşere gönül eğitiminin on esasını açıklayan üç-beş sayfalık küçük bir eserdir. Eserin ilk cümlesi çok meşhurdur: “Allah’a ulaşan yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır”. Eserin girişinde Müslümanlar dinî hayat yönünden üçlü bir kategoriye ayrılmışlardır: 1. Tarîk-i Ahyâr: İbadet ve amel-i salih ile dindarlığı gerçekleştirenler. 2. Tarîk-i Ebrâr: Riyazet ve mücahede ile iç dünyalarını imar ve ihya edenler 3. Tarîk-i Şuttâr: Aşk ve cezbe ile yolculuğunu tamamlayanlar. Bu yolun on temel esası var: Tevbe, Zühd, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Zikir, Teveccüh, Sabır, Murakabe, Rıza. Bu tasnif daha sonraki yüzyıllarda tasavvuf dünyasında çok yaygınlık kazanmıştır. Ali Hemedânî, Usulû’l-Aşere’yi Farsça’ya tercüme etmiştir. Usulû’l-Aşere’nin Türkçe’ye tercüme ve şerhleri varsa da bunların en meşhuru İsmail Hakkı Bursevî’nin şerhidir. Bursevî Ruhu’l-Beyân isimli tasavvufî tefsirini de kaleme alırken Te’vilât-ı Necmiye’den çok istifade etmiş yer yer iktibaslar yapmıştır. 106 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bursevî’nin vefat ettiği yıl dergâhında tamamladığı Şerh-i Usûl-i Aşere’nin son cümlesini biz de tekrarlayalım: “Allah’a hamdolsun! Bu şerh Şeyh İsmail Hakkı’nın kaleminden 1137 (1725) yılında Bursa’da Cami-i Lâmi’i Muhammediye’ye bitişik olan kütübhane’de tamamlandı. Bu sofradan tadanlara, zevk alanlara afiyetler, bu şerbetten nûş edenlere sıhhatler ola…” Şerh İstanbul’da üç defa basılmıştır. 2. Risâle İle’l-Hâim Rabbânî huzura çıkabilmek için zahirî ve Bâtınî temizliğin gerekliliğine işaret eden Kübrâ, bunun için de “on”lu bir sisten önermektedir: Tahâret, Halvet, Susmak, Oruç tutmak, Zikir, Teslimiyet, Hatıra bir şey getirmemek, Kalbi şeyhe bağlamak, Mecburiyet halinde uyumak, Yemede ve içmede orta yolu izlemek. Necmeddin-i Kübrâ tarafından Farsça’ya çevrilen eserin Türkçe tercümesi Mustafa Kara tarafından yapılmıştır (Tasavvufî Hayat içinde, İstanbul, 1980) İlk satırları şöyle: Bu Risâle şu nitelikteki kimseler içindir: “Kınayanların kınamasından korkar, hayrette kalır, kalbi ile tasavvuf yolunu istediği hâlde bedeni ile kaçar.” 3. Adâbu’s-Sûfiyye Tasavvufî yolculuğun adâb ve erkânıyla ilgili olarak açıklanan esaslar şunlardır: Hırka giymek, Oturmak, Kalkmak, Dergâha giriş, Misafiri karşılamak, Semâ meclisine katılmak, Yolculuk. Eser Türkçe’ye çevrilmemiştir. (Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa Ktp. No: 1188, 58b). Açıkça görüldüğü gibi Kübreviyye’nin piri bu üç eserinde riyâzet ve mücâhede hayatının (olmazsa olmaz) esaslarını tek tek ele almakta, ayet, hadis ve kendi şahsi tespit ve müşahedeleri ışığında açıklamaktadır. Bu esaslara titizlikle uyan mürşidinin ikaz ve uyarılarına teslim olan dervişler gönül eğitimini tamamlamakta, makamları salimen kat ederek (menzil-i maksûda) ulaşmaktadırlar. Bu esaslar açıklanırken dikkat çeken bir konu da yemek, içmek, oturmak, kalkmak gibi maddi konuların manevi hayat için ifade ettiği önemdir. Bu tasavvufi hayatın bir (disiplin) hayatı olduğunu göstermekte adâb-ı muaşeret, insanlarla ilişkiler öne çıkarılmaktadır. 107 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 4. Fevâihu’l-Cemâl Bir dervişin gönül gözüyle görebileceği konuları, mana âleminde müşahede edebileceği gerçekleri anlatan Fevâihü’l-Cemal ve Fevâtihu’l-Celal tasavvuf klasiklerinin en dikkat çekici olanlarından biridir. Bir başka ifade ile tasavvuf psikolojisinin ince konularını bir dervişin kaleminden nakleden bir eserdir. Bu uslubla kaleme alınan tasavvufî eserlerin sayısı çok azdır. Mustafa Kara tarafından Türkçe’ye (1980) Paul Ballanfant tarafından Fransızca’ya çevrilmiştir (2002). İlmî neşrini ise Fritz Meier yıllar önce yapmıştır (Wiesbaden 1950). Kübreviyye ile ilgili çalışmalar yapan bir başka Batılı da M. Molé’dir. Eserde şu terimler üzerinde durularak dervişlere yol gösterilmektedir: Müşahede / Zikir / Hatır / Zevk / Teklif düşer mi / İstiğrak / Nefis / Fenâ /Aşk / İstihlâk / Vuslat / Hâl / Makam / Vakit / Raks / Sema / Humûd / Cümûd / Hüviyet / Hüzün / Gaybet / Hırka / Veli / Sekr / Tevekkül. Necmeddin-i Kübrâ’ya nispet edilen Aynü’l-hayât veya Te’vilât-ı Necmiye diye bilinen tasavvufî tefsir Necmeddin Dâye’ye aittir. Bu konuda Mehmet Okuyan’ın eserinde geniş bilgi vardır. Halifeleri, İkinci Ve Üçüncü Nesil Necmeddin-i Kübrâ, Kübreviyye’nin tohumlarını attıktan sonra her insan gibi o da âlem-i cemâle intikal etti. Geriye iki tür “tohum” ve meyveleri kaldı. Eserler ve müridler. Onun dergâhında onun sesi ve nefesiyle yetişenler, nöbeti devraldıklarında onlar da iki çeşit tohum ekmeye devam ettiler. Böylece Kübrevî mektebi yapılmaya, yapılanmaya, gönül merkezli bu sada Köhneürgenç’ten Doğu’ya, Batı’ya, Güney’e, Kuzey’e yayılmaya başladı. Dervişlere yeni dervişler, risalelere yeni risaleler ilave edildi. Kübreviyye’ye mensup gönül mimarlarının en kıdemlileri ve bazı eserlerini kısaca şöyle tanıtmak mümkündür. Necmeddin Dâye 573/1177’de Rey’de doğdu. Bunun için Necmeddin Razî olarak da bilinir. Tahsil ve terbiye için Horasan bölgesinden başka Mısır, Hicaz, Azerbaycan, Bağdad gibi yerleri dolaştı. Harizm’de Necmeddin-i Kübrâ ile tanıştı ve onun sohbet halkasına katıldı. Seyr u sülûkunu tamamladıktan sonra Moğol afetiyle birlikte bölgede kalamayacağını anladı ve Anadolu’ya yöneldi. Erbil ve Diyarbakır yoluyla mürşidinin şehid olduğu sene 108 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kayseri’ye ulaştı. Ünlü eseri Mirsâdü’l-İbâd’ı 1223’te Sivas’ta Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad’a takdim etti. Erzincan üzerinden Bağdad’a gitti. Bir müddet de Tebriz’de bulunan Necmeddin Dâye 654/1256 yılında Bağdad’ta vefat etti. Kübreviyye’nin Anadolu’daki bu ilk temsilcisinin önemli eserleri de vardır: 1. Mirsâdü’l-‘ibâd mine’l-mebde’ ile’l-meâd: Farsça kaleme alınan tasavvuf klasiklerinden biridir. Bütün İslam dünyasında tanınan ve okunan eserlerden biridir. Farklı dillere yapılan tercümeleri de bunun şahididir. a. Karahisarlı Kasım: Türkçe. 1422. II. Murad’a ithaf edilmiştir. b. Wu Zian: Çince, 1670. Guzihen Yaodao adıyla yapılmıştır. c. Hamid Algar: İngilizce. The Path of God’s Bondsmen from Origin to Return (New York, 1982) d. Neşr: Muhammed Emin Riyâhî, Tahran 1352. 2. Bahru’l-hakâik ve’l-ma‘ânî: Bağdad’ta bulunduğu yıllarda hazırladığı tasavvufî bir tefsirdir. Zariyat suresine kadar yapılan tefsiri daha sonra Alâeddin-i Simnânî tamamlamıştır. Başka eserleri de vardır. (DİA, XXXI) Mirsâdü’l-‘ibâd’ın tesirini göstermesi açısından Simavlı Abdullah İlâhî’nin tavrı önemlidir: Tasavvufî terbiyesini Semerkand’da Ubeydullah Ahrar’ın yanında tamamlayan Abdullah-ı İlâhî Balkanlar’da Vardar Yenicesi’nde 1491’de vefat etmiştir. Nakşibendiye’nin Anadolu ve Rumeli’deki ilk temsilcilerinden biri olan İlâhî, Meslekü’t-tâlibîn adlı eserinde müridlerin dikkat etmesi gereken özelikleri sıralarken Mirsad’dan hiç ayrılmamış ve isim vererek aynen iktibas etmiştir. 1.Tevbe 2.Zühd 3.Tecrid 4.İtikat 5.Takva 6.Sabır 7.Mücahede 8.Secaat 9.Bezl-İsar-Cömertlik 10.Murüvvet 11.Sıdk 12.İlim 109 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 13.Niyaz-Tazarru 14.Ayyarlık (Yiğit, Gözüpek) 15.Melâmet 16.Akıl 17.Edeb 18.Hüsn-i hulk (iyi ahlak) 19.Teslim 20.Tefvîz (İşi Allah’a havale etmek) Bu aynı zamanda Türkistan’da doğan bir dervişin Anadolu’da Farsça olarak kaleme aldığı bir eserin Türkçe olarak Balkanlara aksetmesi, Selânik’e ulaşmasıdır. Bir başka ifadeyle Kübrevî kültürünün Buhara, Bosna, Bursa hattında varolması, yaygınlaşmasıdır. Mecdüddin Bağdâdî 556/1161’de Bağdad’da veya Harizm’de doğmuş Necmeddin-i Kübrâ’nın yanında tasavvufî terbiyesini tamamladıktan sonra Kübreviyye’nin en meşhur temsilcilerinden biri olmuştur. Vefatının sebebi ve yılı tartışmalı olduğu gibi kabrinin bulunduğu yer konusunda da farklı rivayetler vardır. Eserleri 1.Tuhfetü’l-berere: Tasavvuf kültürü ile ilgili 10 konu üzerinde durulmuştur. Bir nevi usul-i aşere’dir. Eseri Muhammed Bakır Saidi Farsça’ya çevirmiştir. (Tahran 1368) Fritz Meier Berlin nüshasını neşretmiştir. (Fevâihü’l-cemâl içinde, Wiesbaden, 1957). 2.Selvetu’l-müridîn: Zikrin fazileti ile ilgli kırk bölümlük bir eserdir. 3.Risâle der Sefer: Seyr ü sülûka dair bir eserdir. (DİA, XXVII) Sadeddin Hammûye (v. 650/1252) Kübrevî düşünceyi bir taraftan Şam’da tanıştığı ve “sonsuz okyanus” dediği İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücud anlayışı ile tanıştıran diğer taraftan ehl-i beyt ve on iki imam konusuna önem vererek Şii neşveye yaklaştıran Hammûye, iki önemli şahsiyetin yetişmesine de vesile olmuştur. Bunlardan biri oğlu Sadreddin İbrahim, diğeri ise elİnsanü’l-kâmil, Keşfü’l-hakâik ve Maksad-ı Aksâ başta olmak üzere pek çok tasavvufi eserin yazarı Aziz Nesefî’dir. el-Mısbâh fi’ttasavvuf adlı eserinde hurûfî kültürün izlerine rastlanır. 110 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Radıyyüddin Ali Lala (v. 642/1244) Kübrâ ve halifesi Bağdadî’den feyz alan bu Gazneli dervişin müridi Cemâleddin Ahmed Gurpânî, onun da müridi Nureddin İsferâyinî’dir. Bu derviş de Moğol yöneticilerle yakın ilişki kurup Müslüman olmaları için gayret göstermiştir. 717/1317’de vefat eden İsferâyinî’den sonra Kübreviyye, Nuriyye ve Rukniyye adıyla iki kola ayrılmıştır. Rukniyye kolunun piri pek çok esere imza atan İbn Arabî’nin bazı görüşlerine tenkid yönelten Alâüddevle Simnânî’dir. Alâüddevle Simnânî (v. 736/1336) 1261 yılında Simnan’da doğan, 1336’da aynı yerde vefat eden Alâüddevle Simnani Kübreviyye’nin en büyük temsilcilerinden biri olup tasavvufî terbiyesini Bağdad’ta Nureddin İsferâyinî’nin yanında tamamlamıştır. Pek çok esere imza atan Simnani’nin yaptığı mühim işlerden biri de müridlerinden Ahi Ali Dostî’yi Ali Hemedânî’yi yetiştirmekle görevlendirmesidir. (DİA, II) Ali Hemedânî (v. 787/1385) Faaliyet merkezi olarak Keşmir bölgesini seçen ve Hinduları İslama davet etmek için gayret gösteren Ali Hemedânî yöneticilere yol gösteren Zâhiretü’l-mülûk başta olmak üzere pek çok eser kaleme alan bir Kübrevî dervişidir. En meşhur müridi olan İshak Huttalanî’den sonra Şii neşveyi benimseyen Nurbahşiyye ve Zehebiyye kolları oluşmuştur. Baba Kemal Cendî (v. 787/1385) Türkler arasında “Şeyh Baba” diye meşhur olan bu Kübrevî dervişinin en meşhur müridi Kaşgar’lı Kemâleddin Musaffevî’dir. Türkistan’ın Yesi şehri müftüsü Mecdüddin Ahmed Mevlana onun halifesi olup mühim şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu koldan gelen Kemâleddin Harizmî (v. 836/1433) Mesnevî’ye Cevâhirü’l-esrâr adıyla şerh yazdığı gibi Harizm Türkçesiyle kaleme aldığı Kasîde-i Bürde şerhini Özbek sultanı Ebü’lHayr’a ithaf etmiştir. Daha sonraki asırlarda Ahmed Cavapurî vasıtasıyla Hindistan’a ulaşan Kübreviyye, Abdulahad-ı Sirhindî’den oğlu İmamı Rabbânî’ye uzanacak, böylece tesiri günümüze uzanacak olan Kübrevî-Nakşî beraberliği başlayacaktır. 111 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hüsameddin Bursevî, (v. 1042/1632) Mühimmâtü’l-Mü’minîn adlı eserinde daha renkli bir bilgi vermekte ve Geyikli Baba’nın silsilesini Baba Kemal Cendî ile Kübrâ’ya ulaştırmaktadır. Seyfeddin Baherzî (v. 658/1259) Mürşidi Necmeddin-i Kübrâ tarafından Buhara’ya gidip dergâh kurmakla görevlendirilen Baherzî, Moğollarla yakın ilişki kurarak bazı üst düzey yöneticilerinin Müslüman olmasını temin eden dervişlerden biridir. Kübreviyye’nin önemli kollarından biri olan Baherziyye’nin de pîridir. Aynı aileden gelen Yahya Baherzî’nin Evrâdü’l-ahbâb adlı eseri bu gelenekle ilgili önemli bilgi ve belgeleri ihtiva etmektedir. Bu aile XIX. yüzyıla kadar tesirini sürdürmüştür. Daha sonraki yıllarda Buhara’da Baherzî dergâhını ziyaret eden İbn Battuta, misafirlerin Farsça ve Türkçe şiirlerle karşılandığını kaydedecektir. (I/259, tercüme, Sait Aykut). Biz de bu geleneğe uyarak Necmeddîn-i Kübrâ’nın Sefyeddin Baherzî’yi halvetten çıkarırken kendisine hitaben söylediği Farsça beyti ve Bursalı Lâmiî Çelebî’nin (v. 938/1531) Türkçe tercümesini aktarıyoruz: Menem âşık mera gam sazvarest Tû ma‘şûkî tora be-gam çe kârest Benim âşık banadır derd ü gâm u hû Çü sen ma‘şûksun sana bâri ne kaygu (Nefehâtü’l-üns, 487) Necmeddin-i Kübrâ’dan ve halifelerinden feyz alanların sayısını çoğaltmak mümkündür. Çünkü yetiştirdiği insanlarla ilgili verilen rakamların en küçüğü altmıştır. Bazı kaynaklara göre kendisi gibi Moğol istilasında şehid olan Tezkiretü’l-Evliyâ ve Mantıku’t-Tayr müellifi Feridüddin-i Attâr onun mürididir. Nefahâtü’l-Üns’ün yazarı Molla Câmî’ye göre Mevlânâ’nın babası Bahauddin Veled de ondan feyz almıştır (s. 65). Buradan hareket eden bazı yazarlar Mevleviyye’yi Kübreviyye’nin bir kolu olarak görmüştür. Şu bilgi de buraya ilave edilebilir. Seyfeddin Baherzî küçük oğlu Mazharüddin Muhammed’i hürmetlerini sunmak üzere Mevlânâ’ya göndermiştir. Yunus Emre (v. 720/1320) ölüm konusunda ders veren on altı beyitlik bir şiirinde Şeyh Necmeddin ile Mevlânâ’yı aynı beyitte buluşturmuştur: Fakih Ahmed Kutbuddin Sultan Seyyid Necmuddin Mevlânâ Celâleddin ol kutb-ı cihan k’anı 112 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Karabağlı Nigârî (v. 1303/1880) ise onu Şah-ı Nakşibend ile beraber zikreder. Nimnigeh u yek nefes âşık-ı şeydâlara Yâ şah-ı Nakşibend u yâ Sultan-ı Kübrevî XXX Bizim Mürşidimiz Hive’de doğarız düşmanı kovarız Bizim Mürşidimiz Şeyh Necmeddin’dir Buhara yerimiz gider geliriz Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddin’dir Ellerimiz ile gönlümüz açık İsteyenler gelsin soframız açık Edeb temel bizde hiç yoktur kaçık Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddin’dir Taşkent’ten gideriz Bağdad Bursa’ya Kimi zaman Herat bugün Bombay’a Kazan’dan aşarız bazen Bosna’ya Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddin’dir Mührümüzü bastık Necmeddin, Mecdüddin Başı yola koyduk Sadeddin, Seyfeddin Baba Kemal ile Radiyyüddin Bizim mürşidimiz Şeyh Necmeddin’dir Buhara’dan Bursa’ya Kübreviye’nin Yayılışı Kübreviyye’nin oluşum tarihini Necmeddin-i Kübrâ’nın 580/1184 tarihinde mürşid olarak Harizm’e dönüşüyle birlikte başlatmak mümkündür. Kırk yıla yakın bir süre insan yetiştiren ve eser veren Kübrâ’nın şehâdetinden sonra mürid ve halifelerinin gayretleriyle tarikat bölgenin en yaygın tasavvuf mekteplerinden biri olmuştur. Tarikat bir taraftan Hindistan, Anadolu ve Irak’a uzanırken diğer taraftan Uzakdoğu ve Çin’de yaşayan Müslümanlarca de benimsenmiştir. Halk inançlarına göre Cava’nın dokuz velisinden biri 113 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olan Sunan Gunung Cati, seyr-u sülûkunu bizzat Kübrâ’dan tamamlamıştır. Seyfeddin Beharzî’nin müridi Burhaneddin Buhârî ile Çin’e ulaşan Kübrevî kültürünün bölgedeki varlığını gösteren en önemli belge ise Mirsâdü’l-‘İbad’ın 1670 yılında Wu Zixian tarafından, Aziz Nesefî’nin (v. 700/1300) Maksad-ı Aksâ’ isimli eseri ise She YünShan tarafından 1679 da Çince’ye çevrilmiş olmasıdır. Bu kültür XVII. Yüzyılda Türkistan’dan bölgeye intikal eden Muhyiddin’in gayretleriyle hayatiyetini sürdürmüş, Dawantou bölgesinde kurulan dergâha kendisinden sonra oğlu Aiheimaiti’nin postnişin olmasıyla daha geniş bir kitleye ulaşılmıştır. Düşmanlarının şikâyeti üzerine hapse atılmış, vefatından sonra yapılan türbesi 1928 yılında yıktırılıncaya kadar bölgenin en meşhur ziyaretgâhı olmuştur. 1917’de başlayan ve bir asra yaklaşan Sovyet döneminden sonra Türk dünyasındaki insanlar hâlâ Allah, Muhammed isimlerini unutmadılarsa bu güzellikte bölgenin ana tarikatları Yeseviyye, Kübreviyye ve Nakşibendiyye’nin payı büyüktür. Bölgedeki tarikatların fonksiyonlarını inceleyen iki yetkili isim, Alexandre Bennigsen ile Chantal Lemercier’dir. Rusya’daki tarikatları ele alan eserleri Osman Türer tarafından tercüme edilmiş “Sufi ve Komiser” adıyla 1988’de yayınlanmıştır. XIII ve XIV. yüzyıllarda İslâm dünyasının değişik coğrafyalarına ulaşan Kübreviyye daha sonraki asırlarda yayılma hızını kaybetmiştir. Mesela, XIII. Yüzyılda Necmeddin Dâye ile Anadolu’ya, Selçuklu ülkesine ulaşan bu kültür, Kübreviyye adıyla bir tarikata dönüşememiş, XIV. yüzyılda Bursa’ya giden Emir Sultan da aynı tecelli ile yüzleşmiştir. Yesevîliğin de kaderi Anadolu ve Balkanlar için aynıdır. Yani bazı tarikatlar zamanla yayılma ve teşkilatlanma gücünü çeşitli sebeplerle kaybetmekte, bir başka ifade ile diğer tarikatların içinde eriyerek varlığını sürdürmektedirler. Osmanlılarda müstakil olarak Kübreviyye yaygın değilse de Necmeddin-i Kübrâ ve halifelerinin eserleri tanınmakta ve okunmaktadır. Nakşî gelenekte daha dikkat çekici bir şey söz konudur: Türkistan ve Hindistan bölgesinde Kübrevîlik, Sühreverdîlik, Çeştîlik ve Nakşibendîlik iç içe olduğundan “Hatm-i Hâce” dualarında bu tarikat isimleri birlikte zikredilmektedir. XV. yüzyılda Bağdad merkezli Kadirî neşveyi önce Bursa, sonra Bosna’ya taşıyan Eşrefoğlu Rumî ise Müzekki’n-Nüfûs adlı eserinin birkaç yerinde Şeyh Necmeddin’den iktibasta bulunmaktadır. 114 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bütün İslâm dünyasını dolaşarak Şiraz velilerine ithaf ettiği “İslam’ın Mistik Boyutları” isimli eserini kaleme alan Annemarie Schimmel, Kübrâ’nın eser, fikir ve tesirlerini geniş bir şekilde tahlil etmiştir (a.g.e., s. 251 vd) Yâdigâr-ı Şemsî’de verilen bilgiye göre Diyarbakırlı Açıkbaş Mahmud Efendi (v. 1060/1666) ve Kerküklü Mehmed Emin Efendi’nin (v. 1228/1812) Bursa’da kurdukları Nakşî dergâhlarında zikirler Kübrevî ve Nakşî geleneğiyle birlikte yürütülüyordu (s. 566567). Konu ile ilgili geniş araştırmalar yapan Hamid Algar’ın ifadesine göre Türkistan bölgesi bir tarafa 1983’te Çin’de Kübrevî tarikatlarına mensup Müslümanların sayısı on binin üzerindeydi. Bugün, Bakü/Azerbaycan’da Azar Mirza Bey adlı bir şahıs Necmeddin-i Kübrâ’nın ruhaniyetinden feyz aldığını ve Kübrevî şeyhi olduğunu söylemektedir (DİA, XXXII.). Kübrevî Meşalesi Bursa’da Bütün tarikatlar, canlı bir varlık gibi zaman içinde gelişimini tamamlamıştır. Aslında “Tarikatın Kurucusu” ifadesi bugün anlaşılan manada doğru değildir. Bir başka ifade ile hiçbir tarikat kurucusu böyle bir organizasyon içinde olmamıştır. Sadece talip olanlara yol göstermiş, düşüncelerini yazmış veya sohbet yoluyla topluma aktarmıştır. Kurucu pir kabul edilen şahsın vefatından sonra insanlar onun fikirleri etrafında toplanıp aynı geleneği devam ettirmeye gayret etmiş ve zamanla teşkilatlanma, bir araya gelme, bunun için dergâh kurma faaliyeti tarikatlaşmaya giden yolun önünü açmıştır. Bu gelişim çizgisi Kübreviyye için de geçerlidir. Necmeddin-i Kübrâ’nın yanında yetişen birinci nesil ve onların terbiyesinde tasavvuf kültürüyle tanışan ikinci nesil ve diğerleri bu anlayışı önce Türkistan, Hindistan, Çin sonra Selçuklu ve Osmanlı dünyasına taşımış, tanıtmış ve yaymışlardır. Selçuklular devrinde Kübrevî meşalesini Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan’a ulaştıran Necmeddin Dâye’den bir asır sonra doğan Emir Sultan bu meşaleyi Osmanlı başkentine, Bursa’ya taşımıştır. Seyyid olan Emir Sultan’ın, Medine’de Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret ettiğinde son Peygamber’in kendisine manevi işareti şöyle olmuştur: “Gözünüzün önünde nurdan bir kandil gelecektir. Bunu takip ediniz. Söndüğünü gördüğünüz yerde karar kılınız”. 115 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Uzun yolculuklardan sonra bu mutlu son Bursa ile bütünleşmiştir. Artık Bursa, hem İslâm medeniyetinin ilk şehri olan Medine’ye hem de bu medeniyetin ikinci konağı olan ve Buhârî’nin kaleme alındığı Buhara’ya bağlanmıştır. Buhara-Ravza-Bursa hattı devreye girmiştir. Batha, Buhara, Bursa üçgeni ifadesi de kullanılabilir. Artık Osmanlı’nın önü açıktır. Büyük cihadla küçük cihad tekrar bir araya gelmiştir. Bizans tarihçisi Ioannec Kananoc Emir Sultan’ın 1422’de II. Murad’ın komutasında yapılan İstanbul kuşatmasına 500 müridiyle katıldığını ve onun işaretiyle ordunun hücuma kalktığını yazmaktadır. (DİA, XI/147) Emir Sultan’ın Bursa’ya taşıdığı “Muhammedî Neşve” o kadar güçlü olmuştur ki ondan feyz alarak gönül dünyasını aydınlatan Süleyman Çelebi 1409 yılında bir dünya klasiğine imza atmıştır: Vesiletü’n-Necât. Halk arasında Mevlid olarak bilinen bu metin altıyüz yıldan beri Allah ve Peygamber aşkını milyonlarca insana anlatmakta ve aktarmaktadır. Değişik dünya dillerine çevrilerek okunduğu gibi Batum’dan Bosna’ya kadar uzanan ve Türkçe bilmeyen Müslüman topluluklarca orijinal diliyle okunduğu da bilinmektedir. Osmanlı toplum yapısının iç örgüsü açısından bu konu üzerinde ayrıca durmak gerekir. XV. yüzyılda Türkçe Mevlid yazanlardan biri de Gönenli Yahya b. Bahşî olup bu da Emir Sultan’dan gönül terbiyesini tamamlayan dervişlerden biridir. Emir Sultan ve dergâhı ile bütünleşen bir başka güzellik ise “Erguvan Bayramı” adıyla yapılan bahar şenliğidir. Erguvan çiçeklerinin açtığı günlerde etraf şehirlerden gelen dervişlerle icra edilen bu “fasıl” da kültür tarihimiz açısından çok renkli ve güzel bir manzaradır. (Bkz: Emir Sultan ve Erguvan, Bursa, 2008) Osmanlı asırları boyunca Emir Sultan Dergâhı hep açık kalmış ve insanların gönül terbiyesine hizmet vermiştir. Bu dergâhta hizmet veren mutasavvıfların isimlerini kaydetmek gerekir: 1. Hasan Efendi (Kudüs, 1441) Müzîlu’ş-şükûk adlı bir eseri vardır. (Bursa, Ulucamii, Nu. 168) 2. Mahmud Bedreddin Efendi (Ulubat, 1460) 3. Lüfullah Karamânî (Bursa, 1486) Cenâhu’s-sâlikîn isimli bir eseri vardır. (Milli Ktp., Nu: 55) 4. Davud Efendi ( 1495) 5. Abdurrahman Efendi (1524) 116 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. Ahmed Efendi (1529) İbrahim Efendi (1537) Lütfullah-ı Sânî (1565) Mustafa Efendi (1578) Ali Efendi (1611) Mehmed Efendi (1649) Mustafa Efendi (1649) İbrahim Çelebi (1667) Mehmed Salih Efendi (1721) Selâmi Ali Efendi (1692) İshak Efendi (1737) Lütfullah Efendi (1747) Mehmed Reşid Efendi (1802) Tayyib Efendi (1808) Ahmed Efendi (1846) Tahir Efendi (1880) Mehmed Emin Efendi (1892) Emin Efendi (1898) Saîd Efendi (1910) Ragib Efendi (1921) Hasan Efendi (1945) Hüsameddin Efendi (1988) Emir Sultan ile ilgili manzum olarak yazılan en eski ve en uzun methiye Divan şairi Ahmed Paşa’ya (v. 1497) aittir. Altmış bir beyitten meydana gelen Terci-i Bend’in tekrar edilen (mükerrer) beytinde Kübrevî dervişi, tasavvuf dünyasının sultanı, Anadolu’ya Allah’ın bir lütfu olarak görülmektedir: Ey âlem-i velâyete Sultan olan Emir Vey milk-i Rum’a rahmet-i Rahman olan Emir Emir Sultan dervişlerinin bir fotoğrafını da Bursalı Aşık Yunus çekmiştir: Emirsultan dervişleri Tesbih u senâ işleri Dizilmiş humâ kuşları Emir Sultan türbesinde xxx 117 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Vardavî’nin mısralarıyla konuyu toparlayalım: Emir Sultanım Benim Buhara’nın incisi Ravza’nın temsilcisi Bursa’nın birincisi Emirsultanım benim Önce Bağdat ve Mekke Sonra Karaman Niğde Orada Bursa işte Emirsultanım benim Külliyede her şey var Medrese ve dergâh var Hamam hâmûşâne var Emirsultanım benim Yıldırım’la konuştu Hundi ile buluştu İç düşmanla vuruştu Emirsultanım benim Dergâhta sohbeti var Bir de mahabbeti var Halka uhuvveti var Emirsultanım benim Ziyaretçisi boldur Yolu ise Hak yoldur Gel de gönlünü doldur! Emirsultanım benim Evliyalar bir nehir Ruhaniyetli şehir Gönüllerde bir seyir Emirsultanım benim Işıklarla geldiler Huzur sükûn verdiler 118 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kibri, kini yerdiler Emirsultanım benim Şadırvanlarında su Kumrularda yanık hû Kalbini yıka ve yu Emirsultanım benim Dostu Hacı Bayram’dır Ve Somuncu Baba’dır Sonra bütün Bursa’dır Emirsultanım benim Erguvanlar coşuyor Dervişler de koşuyor Dostluklar buluşuyor Emirsultanım benim Güzellikler ülkesi Emirsultan Tekkesi Kucaklıyor herkesi Emirsultanım benim Sohbetinde derinlik Gönüllerde serinlik Telvin değil telkinlik Emirsultanım benim Ters bakanlar ters görür Kör olanlar ne görür Görenler onu görür Emirsultanım benim Her yaştan insanıyla Yerli, yabancısıyla Doğusu, batısıyla Emirsultanım benim İlâhî aşk rehberi İklimlerin serveri Tevazuda kemteri Emirsultanım benim 119 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Elimizde çiçekler Gönlümüzde çiçekler Yolumuzda çiçekler Emirsultanım benim Derdinde bakmak lazım Yerinde görmek lazım Görmek için göz lazım Emirsultanım benim Düğünü olan gelir Sünneti olan gelir Küçük büyüğü gelir Emirsultanım benim Ehl-i Beytin sevgisi O da Allah vergisi Meveddetin sergisi Emirsultanım benim Buhara’nın kokusu Gergef gergef dokusu Maksudadır koşusu Emirsultanım benim Vardavî’nin sözü bu İçi dışı özü bu Gönülü ve gözü bu Emirsultanım benim Kübreviyye İstanbul’da Türkistan menşeli Kübreviyye bir taraftan Uzakdoğu bir taraftan İran, Suriye yoluyla Akdeniz sahillerine ulaşmıştır. Selçuklular döneminde Kayseri ve Sivas’ta yaşayan Necmeddin Dâye’den üç yüz, Emir Sultan’dan yaklaşık yüz elli sene sonra Abdüllatif-i Câmî Kübrevî zikrini, Kanûnî Sultan Süleyman’ın huzurunda icra ederek bu “yürüyüş”e farklı bir renk katmıştır. Bu sahneyi bize Nev‘izâde Atâyî Hadâiku’l-Hakâik’ta tasvir etmektedir. (s. 72) 120 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Câmî, İstanbul’da bir başka güzelliğe de imza atmıştır: Yeseviyye ve Nakşibendiyye dervişlerinden ve Yeseviyye ile ilgili meşhur Cevâhirü’l-Ebrâr’ı kaleme alan Hazînî’ye Kübrevî hilâfeti vererek Türkistan bölgesinde iç içe olan bu “üç yol”u Asya ve Avrupa’nın buluştuğu topraklarda bir araya getirmiştir. 963/1556 yılında Harizm’de vefat eden Câmî’nin silsilesi şöyle verilebilir: Necmeddin-i Kübrâ Radiyyüddin Ali Lala Cemâlüddin Ahmed Gurpânî Nureddin İsferâyinî Alâüddevle Simnânî Ahi Ali Dostî Ali Hemedânî İshak Hottalânî Abdullah Berzişâbâdî Muhammed Habuşânî Abdüllatif-i Câmî Kübrevî’nin elçisi Abdüllatif-i Câmî Gönüllerin bekçisi Abdüllatif-i Câmî Tarikatı Kübrevî Mezhebi ise sünnî Mihmandarı Kanûnî Abdüllatif-i Câmî Sonuç Necmeddin-i Kübrâ’nın yaklaşık sekiz yüz yıl önce kaleme aldığı Fevâihü’l-Cemâl’in son satırları bizim de son satırlarımız olsun: “Bütün bu anlatılanlar Allah’a yönelmek isteyenler için bir misaldir. Böylece bu zevki tadanların zevki, âşıkların aşkı, ariflerin nuru, sevenlerin aşk ateşi, özlem duyanların sür’ati, vecd halini yaşayanların vecdi, mücahede hayatını yaşayanların, keşf ehlinin meyveleri, dua ve münacatta bulunanların sırlarıyla, kurtuluşa erenlerin üslubunu kavramak münkün olur. Bu kitaba –Allah’a yönelenler için bir ibret vesilesi, ihlaslı olanlara da yol göstersin diye- Fevâihü’l-Cemâl ve Fevâtihü’l-Celâl adını verdim. 121 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Lalilahe İllallah Muhamedürresulullah diyen herkese, bütün Muhammed ümmetine dünya ve ahirette af, afiyet, mağfiret ve rahmet, bütün yaratıklara da hidayet diliyorum. Allah Kerim, Mennân, Mecîd ve Hannân’dır. Allah’a hamd, seçtiği mümtaz kullarına da selâm olsun!”. Bibliyografya Algül, Hüseyin-Azamat, Nihat, “Emir Sultan”, DİA, XI. Emir Sultan ve Erguvan, Ed.: Enes Keskin, Bursa 2008. Algar, Hamid, “Necmeddin-i Kübrâ”, DİA, XXXII. Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, I-V, neşr.: M.Akkuş-A.Yılmaz, İstanbul 2006. Kara, Mustafa, Tasavvufî Hayat (Kübrâ’nın üç eserinin tercümesi), İstanbul 1980. Molla Câmî, Nefahatü’l-Üns, çev.: Lâmii Çelebi, neşr.: S. UludağM.Kara, İstanbul 1995. Nev‘izâde Atâyî, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik, (nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, II/72. Ocak, Ahmet Yaşar, Evliya Menkıbeleri, Ankara 1984. Okuyan, Mehmet, Necmeddin-i Dâye ve Tasavvufî Tefsiri, İstanbul 2001. Schimmel, Annemarie, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev.: E. Kocabıyık, İstanbul 2001. Şahinoğlu, Nazif, “Alâüddevle Simnânî”, DİA, II. Şemseddin Mısrî, Yâdigâr-ı Şemsi/Bursa Dergâhları, neşr.: M.KaraK.Atlansoy, İstanbul 1997. Tatlıoğlu, Durmuş, Kübrevî Tarikatının Türkmenistan’daki Etkisi”, CÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 3 (Sivas 1999). 122 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KILIÇ, Mahmut Erol (2014). “Anadolu İslam’ının Kurucu Babalarından: Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.125-129 (http://bilgelerzirvesi.org). Mahmud Erol KILIÇ* ANADOLU İSLAM’ININ KURUCU BABALARINDAN: ŞEYH-İ EKBER MUHYİDDİN İBN ARABİ Ü zerinde konuşma yapacağım kişi bir derya olunca o kimseyi 15 dakikayla sınırlı bir sürede anlatmaya çalışmak da ayrı bir maharet ister. Muhyiddin İbn Arabi’den bahsediyorum. Onun görüşlerinin ışık saçtığı, etkilediği coğrafyalardan bir tanesi olarak Anadolu’yu esas aldığımız zaman bu kültür coğrafyasında kimlere hangi tesirlerde bulunduğunu tesbit etmek başlı başına bir araştırma konusudur. Tasavvuf diliyle konuşacak olursak onun yol evladları ve torunlarının bu manevi tesirler zincirinde nelere sebebiyet vermiş diye bir analiz yapmaya başladığımız zaman 15 dakikanın bize yetmeyeceğini göreceğiz. O zaman çok kısa olarak onun hayatından ve görüşlerinden bazı çarpıcı bölümler aktararak bu 15 dakikayı sizlerle paylaşayım. İbn Arabi Endülüslü bir sufi. O dönemde Anadolu’ya bir yönlendirme, bir sevkiyat söz konusu. Nasıl askeriyede bir yerde mühim bir şey varsa oraya doğru sevkiyat yapılır aynı bunun gibi o dönemde Anadolu’ya doğru bir sevkiyat var, bir yönlendirme var. Mesela Kirman’da yani Doğu’da Evhadeddin adında bir zat ‘Kalk ve Anadolu’ya git’ emrini alırken aynı zamanlarda Batı’dan bir zat benzer emri alıyor. Batıdan, Magrib-i Aksa’dan kalkıp geliyor Mekke’yi tavaf ederken Kâbe’nin içerisinden Şab-ı Emred yani bir ‘genç adam’ kendisine doğru geliyor ve ‘kalk benimle beraber tavaf et’ diyor. Beraberce yedi şaft yapıyorlar. Her bir şaftta kendisine bazı derece bilgiler yüklendiğini söylüyor. ‘Allame’ kelimesi yüklendi diye tercüme edilebilir. Yedi şaft bittiğinde ‘sana verilecek olan verildi şimdi bunları izhar et’ yani tabir caizse çıkış al, bunları bastır deniliyor. Bu sembolik anlatımları tek tek açmamız çok vakitler alır * Prof. Dr. Marmara Üniversitesi. 125 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ama şimdilik bu kadar bildirebiliyoruz. Ve ona da ‘Kum izheb ila biladi’r-Rum’ ‘Anadolu’ya Git’ emri veriliyor. Şimdi neden Anadolu’ya böyle bir sevkiyat yapılıyor uzun tahliller gerektiriyor. Kalkıyor ve Anadolu’ya geliyor. Mardin, Diyarbakır, Urfa, Malatya, Hilvan, Adıyaman, Kayseri, Sivas ardından Konya, Antakya ve en sonunda Şam-ı Şerif’e intikal edip orada vefat ediyor. Anadolu’da geçirdiği süre yaklaşık hayatının on küsür yılı. Birkaç kere gidişi gelişi söz konusu ama on küsür sene içerisinde başta 1. İzzettin Keykavus olmak üzere birçok sultanla irtibatı oluyor ve tohum saçıyor. İkinci hanımı da Anadolu’dan, Sadreddin-i Konevi’nin annesi ile evlenmiş oluyor. Böylece eniştemiz de oluyor aynı zamanda. Bu coğrafyada bırakmış olduğu çok kıymetli eserler var. Malatya’da Konya’da yazdığı eserler var. Bir Ramazan ayını Sivas’ta geçiriyor ve kışın çok şiddetli geçtiğini belirterek bazı tarihi bilgiler veriyor. Konya’daki Sultan’a Sivas’tan mektup yazıyor ve uyarıyor onu, Ehl-i Salibe karşı çok müsamahakârsın, bu kadar fazla yumuşak oluşun devletin bekasına dair bazı problemler doğuracaktır, fazla tavizkar olma mealinde bir mektup yazıyor. Ona ikazda bulunuyor. Çok ilginç bir tesbiti sizlerle paylaşmak istiyorum. Onun yazdığı bu eserler o dönemde hazmediliyor. Yazdığı şiirlerde sembolik ifadeler var, Hayyam’da olduğu gibi şarap, kadeh, sevgili, âşık, maşuk tabirleri geçiyor. Bunları dinleyen kadı efendiler var müftüler var. Hatta bu müftüler, kadı efendiler, şeyhülislamlar arasında bu şiirlere şerh yazanlar var. Bakınız nasıl bir İslam seviyesi var. Sultanlar da hakeza… Aynı yüksek seviyenin bir tezahürü. Kendisini Konya’ya davet ettiği zaman onu karşılamağa geldiğinde atından inip ‘Gerçek Sultan sensin buyur ata sen bin ben yürüyerek geleceğim’ diyen sultana ‘öyle şey olmaz mümkün değil’ diyor ve at boş bir halde ikisi yan yana yürüyerek geliyorlar. Ne o biniyor ne de o biniyor ata. Bakınız hürmet edilen kimse bir bilge, bir arif ve siz onun bu yönlendirmesi altında bir devlet idare ediyorsunuz, idarecilik yapıyorsunuz. Böyle bir yapı uzun süre devam etti ama daha sonra Halep civarından gelen bir zatın Fatih Camiinde verdiği dersler ve ardından oluşturduğu çevre ile zaman içerisinde fitne fesat başladı. Medrese tekke çatışmaları bunun ardından kuvvetlenmeye başladı ve olaya devlet el koymak zorunda kaldı. Devletin resmi bir fetvası yayınladı o zamanın resmi gazetesinde. Yazarı Şeyhülislam İbn Kemal, onun fetvasıyla devlet olaya el koydu ve resmen denildiki ‘büyük bilge, büyük arif İbn Arabi bizim kurucu babalarımızdandır. Biz onun nefesiyle bir devlet kurduk.’ Menkıbeye göre İbn Arabi’nin 126 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması nefesi Şam’da buluştuğu ihtimali olan Şeyh Edebali üzerinden Devleti Aliyyey-i Osmaniye’ye intikal ediyor. Çünkü ilk dönemde bütün devlet ricalinin bu irfan silsilesine mensup olduklarını görmekteyiz. İznik Medresesi müderrislerinin, başta Davud-ı Kayseri ve Molla Fenari olmak üzere Şeyhülislamların hep aynı çizgide olduklarını görmekteyiz. Yani İbn Arabi’nin talebelerinden neşet eden o vahdet neşesiyle devletin felsefesinin yani ‘Nizam-ı âlem’ mefkûresinin yukarıya doğru bir ivme kazandığını görmekteyiz. Ta ki bu devlet bir müddet sonra halebiler, kadızadeliler, çivizadeliler gibi kimselerin medreselere hâkim olmasıyla zihniyet daralması yaşamaya başlayınca bu birlik ve barış ortamı zedelenmeye başladı. Tabii ki İbn Kemal’in fetvasını bu bağlamda çok önem arzediyor. Tamamını okumak isterdim ama uzun bir fetva. Orada ‘bilmediğiniz şeyin peşine düşmeyiniz’ ayetine atıfla seviyeniz müsait olmadığı için İbn Arabi’yi anlamayabilirsiniz. Gidin anlayabileceğiniz ilimlerle uğraşın. İbn Arabi o kadar yüksek seviyelerden ilmek ilmek İslam hikmetini açmıştır ki bu bizim devlet ve ilim geleneğimizde anlaşılmış olması çok mühim bir kalite göstergesidir. Birebir okumuyorum zira tercümesini kitabıma koymuştum. Bu mealde bir fetvası var tabii ki bir padişahın emriyle. Kuruluş dönemindeki padişahların İbn Arabi’ye bağlılığı yükseliş dönemlerinde de devam eder. Mesela III. Murad’ın emriyle onun en mühim eseri Füsusu’l-hikem tercüme edilmiştir. O eser, üzerine İslam tarihinde en fazla şerh yazılmış eserlerden birisidir. Yüz küsür şerh ve altmış küsür reddiyenin olduğu bir eser. Bazı yerlerde onu okuyan kâfir olur denilirken Dersaadet’te Sultan okuyor, ulema okuyor okutuyor. ‘Fass’ yüzük taşının tutulduğu yer demektir. Yani İbn Arabi her bir nebiyi her bir peygamberi hikmetin kaynağı olarak görüyor ve Füsusu’l-hikem (Hikmetlerin Yuvaları) benzetmesi yapıyor. Nasıl hanımların kullandıkları o tek taş yüzüğün taşını tutan tırnakları vardır ve o taş o yuva olmazsa düşer, işte hikmetin tutucuları peygamberlerdir benzetmesini kitabının ismi yapıyor. Bu kitabı Sultan III. Murat, Nev-i Efendiye emrederek tercüme ettiriyor. Bakınız devlet eliyle tercüme ediliyor. Üstelik o tercüme bitince ismini Sultan bizzat koyuyor. Lütfen seviyeye bakınız. Bir siyasi erk, bir siyasi lider bir kitabı tercüme ettiriyor ve tercümeye bakıyor, hoşlanıyor ve kitaba bir başlık koyuyor. Keşfü’l-Hicâb an Vechi’l-Kitâb yani Kitabın Yüzünden Peçenin Kaldırılması manasına geliyor. Daha o zaman fenemonoloji yok, semiyotik yok, Derrida yok, Heideger yok. Bu kitabın yüzünden hicabın kalkması onun üryan olması demektir. 127 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hakikat üryandır çünkü. Bu ismi koyuyor. Koyan kim; Sultan, tercüme eden; Nev-i Efendi. İbn Arabi’nin tesir alanı manevi olarak daha sonra birçok koldan yolda devam ediyor. İlginç notlar var. Bir tanesi Sadreddin-i Konevi. Ders veriyor, verdiği ders Hadis dersi. Hadis dersini verirken bu hadis derslerine Şam’da başlıyor, Kahire’de devam ediyor ve Konya’da tamamlıyor. Konevi diyor ki; dersten evvel odamda murakabaya çekilirdim, Şeyhimin ruhaniyeti yani İbn Arabi’nin ruhaniyeti bana derdi ki şunları açıkla, ben dersi vermek üzere öğrencilerimin huzuruna çıktığımda onlar dersi ben veriyorum zannediyorlardı fakat ben İbn Arabi’nin bana söylediklerini aktarıyordum. Abdullah Salahaddin Uşşakî Efendi Mevaki’un-Nücûm isimli İbn Arabi’nin bir başka metafizik kitabına şerh yazmış şarihlerden birisi. O şerhin önsözünde ‘Ben İbn Arabi’nin ruhaniyetini menamda gördüm ve bana bu şerhi yazmamı söyledi’ diyor. ‘Ve bizzat bir iki yerde hatamı düzeltti’ diyor. Bakınız bu manevi ilim intikali silsilesi böyle sürüyor. Ananevî ilim nakli böyle olurdu. Zannedilmesin ki bu yöntem sadece tasavvufa has bir yöntemdir. Anane bozulmadan evvel Fıkıh da hadis de böyle nakledilirdi. Bu diplomadan, icazetten daha mühim bir yöntemdi. Suyuti’de görüyoruz, başka muhadislerde görüyoruz. Hadis ahzı yöntemleri içerisinde manevi tecelli konusu vardı. Manevi beraberlikle ilim ahzı nakli bugünkü modernlerin kabul edilemez buldukları, gelenekte olan ama modernlerde küçümsenen bir yöntemdir. Çünkü kaybettik. Kaybettiğimiz bir şeye, yani kedi uzanamadığı bir şeye zaten pisti der. Uzansana göreyim. Sürem bitti. Sözlerimi İbn Arabi’den okuyarak tamamlamak istiyorum, diyor ki: ‘Bu varlık âlemi bir mekteptir, bir okuldur. Hak Teâla bu mektebin sahibidir. Bu mektepte talebelere ders verenler Resullerdir… Bunlar muallimlerdir. Onlara vâris olacak olanlar yani bu mektebe talebe olacak olanlar ise biz günahkârlarız. Bu mektepte bu talebelere ulaştırılacak ilimler her ne kadar çok ise de topluca 4 sınıfta değerlendirebiliriz. Birincisi Lafızlar ve Kalıplardır. İkincisi Zihinlerin tashih edilmesi kalplerin cilalanması suretiyle hakikatin öğrenilmesi ilmi. Üçünsüsü bu mevcudatın varoluş sebeplerinin ne olduğu, varlık sebeplerinin ne olduğu ilmi. Dördüncüsü de Marifetullaha doğru giden ve Hak Tealaya muhtaç olan kimselerin yol ilmi. Çünkü O’ndan geldi ona dönecek. Bütün mekanik ustaları ve mühendisler bilirler ki bir parça nereye aitse orayı tamamladığınız zaman başlar dişler çalışmaya. İnsan da aynı böyle ait olduğu yerde ancak huzur ve 128 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması mutluluk bulur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Şüphesiz insan Allah’tan geldi ve yine Allah’a dönecektir. Mebdeyi meadı bir tuttuğunuz zaman insan ancak onda mutlu olacaktır. Onun haricindeki hiçbir anlayışta insan mutlu değil bilakis gurbettedir.’ Hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum… 129 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması CEYLAN, Kazım (2014). “Türk-İslâm Medeniyetinin Öncülerinden Ahi Evran Velî ve Medeniyetimize Etkileri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.131-144 (http://bilgelerzirvesi.org). Kâzım CEYLAN* TÜRK-İSLÂM MEDENİYETİNİN ÖNCÜLERİNDEN AHİ EVRAN VELÎ VE MEDENİYETİMİZE ETKİLERİ Giriş A hi Evran Velî (1171-1261) kurmuş olduğu Ahilik teşkilâtı ile Türk dünyasının hemen her tarafında etkili olmuştur. Türk-İslâm medeniyeti, ahilik teşkilâtından siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, askeri, idari alanlarda etkilenmiştir. Biz bu bildirimizde Ahi Evran Velî’nin kısaca hayatını özetledikten sonra ahilik sisteminin kuruluşunu ve etkilerini değerlendireceğiz. Kelime anlamı Arapça “kardeşim”, Türkçe (Divan’ül Lûgat-it Türk’te) “yiğit, cömert, eliaçık” anlamındaki Ahilik, XIII. yüzyılda belirgin olarak ortaya çıkan, XX. yüzyıla kadar varlığını koruyan, başlangıçta sadece Anadolu topraklarında, daha sonraları ise, Osmanlı Devleti’nin hemen her tarafına yayılan siyasi, sosyal, iktisadi ve diniahlâki bir kurumdur. Bu teşkilat, faziletle insanlık bayrağını dalgalandırdığı her yerde, huzur ve refah hep zirvelerde olmuş, Hindistan’dan Doğu Türkistan’a, Doğu Türkistan’dan Sibirya’ya, Kazan’dan Yemen’e, Saraybosna’ya kadar geniş mekânlarda insan kitlelerine saadet bahşetmiştir. (Çalışkan-İkiz, 2001, 68) Türk Milleti Anadolu’da, Balkanlarda, Kırım’da tek bir devlet ve imparatorluk halinde tezahür etmeden; ahilik nizamı her şehirde aynı örf, töre, inanç ve anlayışla insanları ruhen birbirine kenetlemiş, büyük birliğe hazırlamıştır. Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında büyük bir vazife icra etmiştir (Çalışkan-İkiz, 2001, 71) Ahilik, XVIII. Yüzyıldan sonra bir esnaf ve sanatkâr birliği haline dönüşmüş olsa bile, bütünüyle Türk-İslâm dünyasında bir medeniyet hareketi ve dünyevi ve uhrevi sistem olarak * Öğr. Gör. Ahi Evran Üniversitesi. 131 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı değerlendirilebilir. Sistem kelimesi Türkçe de “bir sonuç elde etmeye yarayan yöntemler düzeni, yol, model” anlamında kullanılmaktadır. (TDK,2005;1777) bu açıdan bakıldığı zaman tarihi süreç içerisinde ahiliğin içinde yeni sistemler oluşmuştur. İhtiyaca göre eğitim, idari, sosyal, kültürel, iktisadi, ticari, sınaî, askeri, sosyal güvenlik… alanlarda sistemler kurulmuştur. Ahiliğin bütün sistemlerden farkı, özüne “Eşref-i Mahlûkat” olan insanı yerleştirerek, “Hakk’a hizmet, halka hizmet” anlayışla hem dünyevî hem de uhrevî bir yapı oluşturmasıdır. Temelinde, “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışan” ve “Dünyayı bir imtihan yeri” kabul eden bir hayat felsefesi vardır. Buna dayalı olarak Ahilik anlayışı, bir yandan kendi kuruluşunu tamamlarken, diğer taraftan da yeni sistemler kurarak âdeta “Sistemler Kuran Sistem” hâline dönüşmüştür (Ceylan, 2013: 12). Denilebilir ki Ahilik; imanın amele dönüştüğü; Anadolu’nun vatanlaşmasını, Osmanlı’nın Cihan Devleti olmasını sağlayan dünyevi ve uhrevi bir sistemdir. Türk-İslâm Medeniyetinde Ahiliğin Oluşumunun Tarihi Seyri Türkler, Talas Savaşından (Temmuz-751) sonra İslâm dini ile yakınlaşmış, İtil Bulgarları’nın (922), Karahanlılar’ın (944-945) ve Oğuzlar’ın (960) yıllarında Müslüman olmalarıyla tamamen İslamiyeti kabul etmişlerdir. Dandanakan Savaşından sonra, (Mayıs-1040) Anadolu’ya yönelmişler, Malazgirt zaferi ile (Ağustos-1071) Anadolu’ya akmaya başlamışlardır. Malazgirt Savaşından hemen sonra Anadolu’ya gelen Türkler, kısa zaman sonra (1075) Türkiye’nin batısında Kutalmışoğlu Süleyman Şah öncülüğünde İznik merkez olmak üzere Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Türkler Anadolu’ya yerleşmek, bu toprakları ebedi Türk yurdu yapmak istiyorlardı. Toprağın vatanlaşması için müesseseler kurmak gerekiyordu. Türkler Anadolu’ya geldiği dönemlerde (XI. yy.) buralarda yerli Bizans uygarlığı hâkim idi. Onlardan daha üstün bir medeniyet kurulmalıydı ki, bu topraklarda tutunabilsinlerdi. O zamana kadar Türkler atlı-göçebe bir kültür içerisinde daha çok hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Gerçi farklı ihtiyaçlarını karşılamak için değişik meslek erbabı kimseler, sanatkârlar da var idi ama onlar daha çok Türkistan’da kalmışlardı. 132 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Her medeniyet karşılaştığı problemleri, kendi yönetme algısı ve kültürü içerisinde, kendilerine has yöntemlerle çözer. Bu sosyolojik bir kuraldır. Türkler de yeni dâhil oldukları İslâm dini içerisinde, onun kurallarını da esas alarak, kendi tarihi tecrübelerini Anadolu’nun şartlarıyla uyuşturarak yeni bir sistem oluşturmak durumunda idiler. İşte Ahilik böyle bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Ahilik sisteminin özelliklerine baktığımız zaman: 1. Ahilik İslâm dininin esaslarına ve kabullerine göre inşa edilmiştir. Esas itibariyle Kur’an ve Sünnet anlayışının hâkim olduğu görülebilir. Ahiliğin esaslarını oluşturan Fütüvvetnâmeler dini-tasavvufi eserlerdir. 2. Türkler anlayış olarak fütüvvetin/ahiliğin öngördüğü bazı esaslara islâm öncesi kültüründen de yabancı değillerdir. Ahiliğin ilkelerini oluşturan birçok husus (alplik, yiğitlik, dayanışmacılık, teşkilatçılık, cömertlik…) Türk kültürünün ve yaşayışının özünü oluşturmuştur. 3. Moğolların önünden kaçıp gelen Türkmen kitleleri ve özellikle Türkistan’dan gelen sanatkârlar kendi aralarında dayanışma ve yardımlaşma gereği duymuşlardır. 4. Türkler Anadolu’da yerleşik hayata geçmek durumunda idiler. Atlı-göçebe kültürü ile şehir hayatı devam ettirilemezdi. Bunun için de herkesin bir işi ve mesleği olmak durumunda idi. Güçlü olmak için mutlaka üretmek lazımdı. Üreten insan ancak başkalarına üstün olabilirdi. Hem de, “Kişinin kendi el emeğinden daha hayırlı bir kazancı yoktu.” 5. Anadolu’da var olabilmek için yeni bir “insan tipi” meydana getirilmeliydi. Bir mesleği olan, islâmı bütün incelikleriyle yaşayan, gerektiğinde düşmana karşı yiğitçe savaşan, kadınlarını eğiten ve “aşına, işine, eşine” bağlı, helâli-haramı bilen, kanaat eden ve maddenin esiri olmayan bir insan tipi. İşte bütün bu hususlar dünyevî ve uhrevî bir sistem olan Ahiliğin Anadolu’da oluşması için sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel, tarihi ortamı hazır hale getirmişti. Ahiliği Oluşturan Faktörler Anadolu’da kurulan Türk-İslâm medeniyetinin üç ana kaynağı vardır. Bunlar: İslâm dini, Türkler’in Türkistan’dan getirdiği kültürel değerler ve yaşadığımız coğrafyadan (Türkistan, İran, Anadolu...) aldığımız kültür unsurlarıdır. 133 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Medeniyetimizin en önemli kuruluşlarından birisi olan Ahiliği de bu açıdan değerlendirdiğimizde; a. Türkler Türkistan’dan Anadolu’ya gelirken yeni bir medeniyetin içerisine girdiler. Hem Müslüman oldular hem de yerleşik bir medeniyet olan İran kültürüyle karşılaştılar. Karşılaştıkları bu iki medeniyetten etkilendiler ve tabiidir ki onları etkilediler. Dolayısıyla başlangıçta tasavvufi bir hareket gibi doğan ve giderek sosyal bir teşkilat haline getirilen fütüvvet hareketini burada tanıdılar. b. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, Anadolu’da var olan Bizans Devleti ve medeniyetine üstünlük sağlamak zorundaydılar. Çünkü Anadolu’yu vatan yapmak bu topraklarda kalıcı olmak istiyorlardı. Anadolu’da yerleşik hayata geçip şehirli bir hayatın içine girdiler. I. İzzettin Keykâvus ve Alaeddin Keykubad dönemi Anadolu Selçuklular’ın en mâmur, müreffeh dönemidir. Sanat ve ticaret bu dönemde gelişmeye başladı. İşte Ahilik bu ortamda bir yerleşik hayat tarzının ürünü olarak ortaya çıktı. c. Abbasi halifesi Nâsır Li-dînillah XIII. yüzyıl başlarında fütüvvet teşkilatının gücünden istifade etmek ve etkisini diğer islâm ülkelerine de yaymak istemektedir. Halife, böylece fütüvvet teşkilatını kendisine bağlayarak bir anlamda devletleştirmiş oluyordu. Bu önemli işi gerçekleştirirken yanında danışman olarak meşhur sûfi Şehâbeddin es-Sühreverdi vardır. Fütüvvet’in yeniden yapılandırılmasında Şeyh Sühreverdi’nin teorisyen olarak büyük katkısı olmuştur. Nâsır Lidînillah, fütüvvet kurumunu resmileştirdikten sonra ikinci adım olarak diğer müslüman hükümdarlara da elçilik heyeti göndererek siyasi otoritesini güçlendirmek istemiştir. Meselâ halife, Anadolu Selçuklu hükümdarına Şehabeddin es-Sühreverdi başkanlığında bir heyeti Anadolu’ya göndermiş; Sühreverdi I. Alaeddin Keykubad’a hilât, menşur gibi hâkimiyet âlâmetleri ile birlikte fütüvvet cihazı (kâse, şalvar) da göndermiştir. (H. 617-1221) (Turan, 1978:330-331) Ancak bu tarihten önce I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında halife Nâsır ile irtibat kurulmuş Konya’ya Muhyiddin Arabî, Evhadüddin Kirmanî ile birlikte Ahi Evran’ın da gönderildiği anlaşılmaktadır. (XIII. yy başları) d. Ahi Evran-ı Velî’nin Hayatı ve Ahiliğin Oluşumuna Katkıları Şüphesiz ki, Anadolu Ahiliğinin kurucusu Ahi Evran’dır. Kurmuş olduğu Ahilik Teşkilâtı ile sosyal, iktisadî ve siyasî hayatımızı etkileyen; Anadolu’nun vatanlaşmasında ve Osmanlı 134 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Devleti’nin kuruluşunda büyük rol oynayan, bu sebeple Türk-İslâm tarihinin önemli şahsiyetlerinden olan Ahi Evran 1171 (H.566) yılında İran’ın Batı Azerbaycan tarafında bulunan Hoy kasabasında doğmuştur. Asıl adı Mahmut’tur. Babasının adına ve doğum yerine nispetle Mahmut bin Ahmet el-Hoyi (Hoylu Ahmet’in oğlu Mahmut) denmiştir. Lâkabı “dinin yardımcısı” anlamına gelen Nasiruddin’dir. Ahi Evran’ın çocukluğu ve ilk tahsil devresi memleketi olan Azerbaycan’da geçmiş olsa da, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehre giderek o yörede büyük üstatlardan ders almıştır. Bu arada âlim Fahrettin Razi’den aklî (fen) ve naklî (dini) ilimleri öğrenmiştir. Ahi Evran, bir hac yolculuğu esnasında (tahminen 1204’te), evliyadan Şeyh Evhadüddin Kirmani ile tanışmış ve ondan ders almıştır. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tıp alanında derin bir âlim; tasavvuf yolunda yüksek makam sahibi bir velî oldu. Bağdat’ın İslâm dünyasının büyük sanat ve ilim merkezi olması, Ahi Evran’ın çok yönlü yetişmesinde etkili olmuştur. Bu dönemlerde İbn-i Sina, Sühreverdi el-Maktul ve Fahrettin Razi’nin eserlerinden istifade etmiş; Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah’ın kurduğu fütüvvet teşkilatını da tanımıştır. XIII. Yüzyıl başlarında Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Muhyiddin Arabî ve hocası Evhadüddin Kirmani ile birlikte Anadolu’ya gelen Ahi Evran, bu tarihlerde hocasının kızı Fatma Bacı ile evlenmiştir. Anadolu’da özellikle esnafa İslâmiyeti anlatarak dünya ve ahiret işlerini düzenli hâle getirmeleri için nasihatte bulundu. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı halkı uyardı. Hocasının vefatından sonra O’nun vekili oldu. Ahi Evran Anadolu’ya geldikten sonra Kayseri’de bir debbağ (deri işleme) atölyesi kurdu. Sanat sahibi kimseler arasında çok sevildi. Moğollara karşı Kayseri’yi savunan Ahileri, Ahi Evran teşkilatlandırmıştır. 1237 yılında I. Alâeddin Keykubat’ın zehirlenerek öldürülmesi üzerine sultanla gönül bağı bulunan Ahiler, II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Vezir Sadettin Köpek’e karşı koymuşlardır. Hatta bu dönemde Ahi Evran ve bazı ileri gelen Ahiler Konya’da tutuklanmışlardır. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra saltanat naibliğine getirilen Celaleddin Karatay zamanında Ahiler ve Türkmenler üzerindeki baskı kalkmıştır. Bundan sonra kısa bir dönem Denizli’ye giden Ahi Evran tekrar Konya’ya dönmüş; daha sonra da ömrünün sonuna kadar Kırşehir’de yaşamıştır. 135 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ahi Evran, kaynağını Yesi’den alan kutlu bir davânın gönül erleri ile birlikte bu toprakları vatan yapmanın, Türk ve Müslüman yapmanın öncülüğünü yapmıştır. Özellikle yeni kurulan Ahilik sistemi ile Anadolu’ya göç eden Türkmenlere hem aş hem iş vermiş; onları tekke ve zaviyelerde iyi bir Müslüman ve vasıflı bir meslek sahibi üretici insan hâline getirmiştir. Onları hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışan insanlar halinde yetiştirmiştir. Böylece Anadolu’nun iktisadi kalkınmasına ve imâr edilmesine öncülük etmiştir. Ahi Evran, 32 çeşit esnafı teşkilatlandırmış; Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında sanatını icra eden bütün esnaflar Türk-İslâm medeniyetinin zirve kuruluşu Ahilik Teşkilatının merkezi Kırşehir olduğu için buradan “İcâzetnâme” almışlardır. Kardeşliğin, cömertliğin, yiğitliğin, fedakârlığın, doğruluğun, dürüstlüğün, kalitenin, üretimin, ahlâkın, sanatın, aklın ve bilimin esas alındığı Ahilik Teşkilatının kurucusu bu faziletli âlim ve mutasavvıf Ahi Pîri Horasanlı Türk, Moğollara karşı mücadele ederken 93 yaşında şehit edilmiştir 1261 (H.653). Kabri Kırşehir’de kendi adı ile anılan camiin bitişiğindedir. Ahi Evran’ın 20 kadar te’lif ve tercüme eseri mevcuttur. Ahi Evran-ı Veli’nin Eserleri: Menâhic-i Seyfî: İman’ın ve islâm dininin esaslarını, itikatta Eş’ârî, amelde Şafiî mezhebine göre anlatan bir eserdir. Metaâli’ü’l- îmân: İman esaslarının ilmihali mahiyetinde bir eserdir. Tabsıra: Ahi Evran’ın en tanınmış ve en yaygın eserlerinden biridir. Tasavvuf felsefesi ile ilgili meseleleri, Allah’ın birliği, sıfat ve fiilleri, peygamberlik ve ahiret meselelerini konu edinen bir eserdir. Letâif-i Gıyâsiyye: Ahlâk, felsefe, siyaset, dua ve ibadet hakkında bir eserdir. Letâif-i Hikmet: Siyâset-nâme türünde bir eserdir. Âgâz u Encâm: Vasiyetnâmedir. Mürşidü’l-Kifaye: Rûhun bekâsı hakkındadır. Yezdân-Şinâhht: Farsça felsefî bir eserdir. Müsâri’ü’l-Müsâri: Ahi Evran’ın Konevi’ye yazdığı mektup. Medh-i Fakr u Zemm-i Dünyâ: Suhreverdî El-Maktul’ün (vasiyesi)’nin tercümesi. Tercüme-i Elvâhu’l- İmâdiyye: Suhreverdî El-Maktul’den tercümedir. 136 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tercüme-i Nefsü’n- Nâtıka: İbn-i Sinâ’dan yaptığı tercümedir. Tercüme-i Kitâbü’l-Hamsin fi Usûli’d-dîn: Fahrüdd’in Râzî’den yaptığı tercümedir. Tercüme-i Teveccühü’l-Etemm Nahve’l-Hakk: Sadreddîn Konevî’nin küçük bir risâlesinin tercümesidir. Tercüme-i Miftâhü’l-gayb: Sadreddîn Konevî’nin küçük bir risâlesinin tercümesidir. Mektûbât Beyne Sadreddîn Konevî: Kırşehir’den yakın dostu Sadreddîn Konevî’ye yazdığı mektuplardır. Tuhfetü’ş-Şekûr: Ahi Evran’ın kayıp eserlerindendir. Taceddîn Kâşî için yazmıştır. Ulûm-ı Hakîkî: Ahi Evran’ın kayıp eserlerindendir. İlmü’t-Teşrîh: Tıbba dair bir eserdir. (Bayram, 1990: 25; Ceylan, 2012: 24-25) Ahi Evran hem islâmî ilimlere hem İran kültürüne vâkıf Hoy’lu (Horasan) bilge bir Türk. Dolayısıyla Türkler’in teşkilatçılık özelliklerine sahip aksiyoner bir fikir ve düşünce adamı, gönül adamı bir Velî... Ahiliğin oluşması için Anadolu’da ortam müsait. Ahi Evran da önce kısa bir dönem Kayseri’de kalıyor, sonra Konya’da tutuklanıp serbest bırakılıyor. Denizli’de bir yıl kaldıktan sonra Kırşehir’e gelip yerleşiyor ve ömrünün sonuna kadar Kırşehir’de kalıp Ahiliği teşkilatlandırıyor. Fütüvvetin / Ahiliğin Dünyevî ve Uhrevî Bir Sisteme Dönüşmesi Şüphesiz ki Ahiliğin ruhu Kur’an’dan ve Peygamber sünnetinden; teşkilâtlanması ve bir sistem olarak hayata geçirilmesi bu milletin tarihi tecrübelerinden ve yaratılış özelliklerinden kaynaklanmıştır. Çünkü Ahilik mânevi ve maddî boyutu olan bir sistemdir. Ahilik mânevi bir sistemdir. Çünkü temelinde Allah’ın rızasını kazanmak vardır. “İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olandır” prensibi vardır. “Allah yolunda sarfedin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever” ilahi hükmü vardır. Dürüstlük, güvenirlilik, kul hakkı, helal lokma, çalışma gibi âhlâki erdemler vardır. Ahilik diğer boyutlarıyla dünyevî bir sistemdir. Çünkü din insanların hem bu dünyalarına hem de ahiret hayatlarına dair düzenlemeler, yaptırımlar getirmektedir. Daha doğrusu insanları ahiretlerini kazanmaları bir imtihan dünyası olan bu hayatlarındaki 137 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı düşünce, davranış ve fiilleri sonucunda başarılarıyla mümkün olacaktır. Kısacası hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak ancak ebedi hayatta insanı mutlu edecektir. Onun içindir ki Ahilik, insanların bir iş, bir meslek sahibi olmalarını şart koşmuştur. Onlar biliyorlardı ki kişi kendi el emeğinden, alın terinden daha kıymetli bir kazanca sahip değildir. Çalışmak, üretmek başkalarına yardımda bulunmak, fedakârlık, dostluk, kardeşlik, helâlinden kazanmak ve harcamak. Birlikte çalışmak, paylaşmak, kalite, güvenilir insan olmak, toplum içinde birlikte olmak... Ama bütün bunları bir ibadet şuuruyla yapmak... Ahi zaviyeleri bir eğitim yeri. İnsanları önce iyi bir Müslüman iyi bir insan anlayışıyla yetiştiriyorlar. Ahiliğin temel esasları fütüvvetlerde yazılıdır. Böylece siyasi, sosyal, ekonomik şartların olgunlaştığı Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında Kırşehir merkez olmak üzere Ahilik teşkilatlanmaya başlıyor. Kırşehir o zamanlar ünlü tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın deyimiyle “Türkmen Yurdu”, “Türklüğün Merkezi” Ahi zaviyeleri harpler, isyanlar arasında sıcak bir eğitim yuvası. O zor şartlar arasında Ahiler bir taraftan insanları eğitirken onlara aş ve iş veriyor, Anadolu’nun vatanlaşmasını ve Osmanlı’nın bir cihan devleti olmasını solukluyorlardı. Alperen ruhuyla, bir yandan yeni bir sistem kurarken, diğer taraftan da siyasi, sosyal, kültürel, dinî, idarî, iktisadî sistemleri oluşturuyor idi. Böylece hem “dünyevî” hem de “uhrevî” olarak insan hayatını düzenlemeye çalışıyor idi. Bilindiği gibi İslâm dünya ve ahiret dengesini kurmaya çalışmaktadır. Müslümanın “ahiret yurdunu gözetmesini, dünyadaki nasibini de unutmamasını (Kasas 27/77), istemektedir. Buna göre İslâm, Müslümanın eğitiminde iki temel gaye gütmektedir: Birincisi dünya, ikincisi ahirettir. Dünya kısa vadede, ahiret ise uzun vadede erişilecek hedeftir. Kısa vadeli hedef olan dünya, aslında ebedi hayat olan ahiret hayatını elde etmek içindir. Ahireti kazanmaya vesile olduğu müddetçe önem kazanmaktadır. İşte Ahiliğin amacı da mensuplarını bu iki amaç için hazırlamak dünya ve ahirette huzur içinde yaşamalarını sağlamaktır. (Ekinci, 1991: 27) Ahi, Allah’ın kendisine ihsan ettiği yüce insanlık nitelikleriyle, İslâm dininin üstün ilkelerini birleştirip bedenen ve ruhen çalışarak dünyada iken ahiretini kazanmak amacında olmalıdır. Bu sebeple ahiler başka insanlara yük olmak yerine, kendileri başka 138 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması insanlara faydalı olmak prensibi ile hareket etmişlerdir. Bu aynı zamanda İslâmın da emridir. Peygamberimiz insanların başkalarına yük olmalarını hoş görmemiştir. Bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsan, elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhari). Ahiler için dini vazifeler yerine getirilirken dünya işleriyle uğraşmak ibadet sayılmıştır. Bunun içindir ki İslam’ın emirlerini yaşamaya çalışan ahilerin mutlaka bir meslekleri vardır. Zaten bir mesleği olmayan bu teşkilata giremezdi. İslâm’ın üzerinde önemle durduğu ahlâk konusuna ahiler de çok önem vermişlerdir. Çünkü ahilerin temel tüzükleri olan fütüvvetnâmeler dini-tasavvufi eserlerdir. Onlara göre fütüvvet iyi davranışların toplamından ibaret olan bir hayat tarzı idi. Bu hayat tarzı peygamberlerin ve İslâm büyüklerinin yüksek vasıflarıyla belirginleşmişti. Fütüvvet, sözlüklerde cesaret, yiğitlik, mertlik anlamındadır. Tasavvufta diğergâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Fütüvvet kavramı Kur’an’daki “isar” kavramı ile irtibatlı ve yakın anlamlıdır. Fütüvvet ile tasavvuf iç içedir. Kuşeyri, “Kul Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderdiği müddetçe Allah da onun ihtiyacını giderir.” Ve Muhyiddin b. Arabi “Bir kavmin efendisi ona hizmet edendir” hadislerini naklederler. Bir başka hadiste de “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” buyrulur. Fütüvvet, kendini değil, peygamberimiz gibi ümmetini düşünmek, insanların dertleri ile dertlenmek, kendisi için istediğini başkaları için istemek, huzur ve ayıp örtücü olmak, nefse düşmanlık, fakirleri sevmek, zenginlerin peşinde dolanmamak, eline girenle çıkanı bir görmek, kimseye kin tutup düşman olmamak, kimseden mürüvvet ve insaf beklememek, herkese karşı mürüvvet ve insaf sahibi olmaktır. Ahilik, fütüvvetin Anadolu’daki yorumlanış şekli olarak görülmüştür. Ömer Lütfi Barkan ahiliği bir “tarikat” olarak değerlendirmiştir. (Barkan, 1942: 279) Fuad Köprülü ise, “içlerinde birçok kadı, müderris ve devlet adamının bulunduğu âhilik teşkilatının, herhangi bir esnaf topluluğu değil, o teşkilat üzerine istinad eden, akidelerini o vasıta ile yayan bir tarikat sayılabileceği” görüşünü savunur (Köprülü, 1994: 91). Fütüvvetnâmelerde belirtilen huy güzelliği, ahiliğin temel esaslarındandır. Öyle ise iyi huy ahilerden ayrı düşünülemez. Güzel huya sahip olunmadan ahi olunamaz. 139 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kısaca söylemek gerekirse, ahiliğin amacı İslâm’ın da amacı olan maddi ve manevi yönü ihmal etmeden “mükemmel insan” (Allah’ın rızasına göre hareket eden, insanlara faydalı, cömert, işinde ve sözünde doğru, helali-haramı gözeten, temiz, bilgi sahibi olan, yiğit, dünyası için ahiretini ateşe atmayan insan) yetiştirmektir denilebilir. Yukarıdaki özellikleri belirtilen ahiler hem dünyevi hem de uhrevi bir sistem kurmuşlardır. Ahilerin genel hedefleri de şöyle sıralanabilir: Dünyada ve ahirette mutluluğa erişebilmek için bir mesleğe sahip olmak, Diğer insanları düşünmek ve onların mutluluğu için de çalışmak, İslam dininin ve ahilik teşkilatının istediği güzel ahlâka sahip olmaya çalışmak, İslam’ın ve ahilik teşkilatının kurallarını yerine getirebilmek için ilim sahibi olmak, Dinin emir ve yasaklarına, dolayısıyla ahiliğin emir ve yasaklarına uymaya çalışmak. (Yılmaz, 1995: 42) Ahiliğin Teşkilâtlanması ve Yönetim Modeli Ahilik teşkilatı, başlangıçta toplumun bütün kesimlerini (Fütüvvetnâmelerde yedi ta’ife diye geçmektedir) içine almakta idi. Bu sosyal tabaka içerisinde devlet ricali, mutasavvıflar, mal-mülk sahipleri, tüccarlar ve sanatkârlar vardı. Ahilik (fütüvvet teşkilatı) diğer ülkelerden farklı olarak, Türklere has bir yapı değişikliği gösterip, toplumun diğer sosyal guruplarını da teşkilat içerisine alıp, onları da kendi içinde ayrı bir yapılanmaya gitmiştir. (Torun,2007: 446) Bu yedi gurup son derece katı bir hiyerarşik yapı olup, yol erkânı dediğimiz irade kapısından girilip icazet kapısından çıkılan ancak liyakatle yükselebilen bir sistem hâkimdir. Her sosyal gurup üç ana mertebeden oluşmaktadır: Yiğit, ahi, şeyh. Bunların da kendi içerisinde üçer alt bölümü bulunmaktadır. Ahiler, Selçuklu ve Osmanlı ülkelerindeki bütün şehir ve kasabalarda “Tarikat” esaslarına göre teşkilatlanmışlardır. Toplantı yerleri zaviyeler idi. Her meslek kolu kendi aralarında organize olmuştu. Ahilikte yükselebilmek için mutlaka Fütüvvetnâmelerde belirtilen ahlâki kurallara ve mesleki yeterliliklere uyulmak gerekli idi. 140 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bütün şehirlerdeki Ahi Birlikleri, Kırşehir’de bulunan Ahi Baba’ya (Ahi Evran Tekkesi postnişinin’e-sonraları “Şeyhü’ş-Şüyûh” de denilmiştir) bağlı idi. Ahilik teşkilâtından, her kademeden sorunun yerinde ve zamanında çözümlenmesi beklenirdi. Normal şartlarda hiçbir sorun bir üst kademeye iletilmezdi. Ancak çözümü bulunamayan konular bir üst kademeye sunulurdu. (Bu sistem, günümüzde pek çok ülkede uygulanan, Türkiye’de de “ombudsmanlık” yasasıyla yeni kabul edilen modelin özünü teşkil etmektedir.) Anlaşılıyor ki, başlangıçta bir tasavvufi hareket olarak doğan, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde siyasi, iktisadi, kültürel, sosyal, ve dini bütün alanlarda faaliyet gösteren ve XVII. yüzyıldan sonra bir esnaf teşkilatı şeklinde organize olan Ahilik, kendine has bir teşkilatlanma özelliği göstererek diğer bütün tarikat mensuplarını da bünyesinde toplamıştır. Ahi şeyhleri bir “ahlâki liderlik” modeli oluşturup, teşkilat içerisinde ehliyet-liyakat ve seçim esaslarına uyarak toplumda denge unsuru olmuşlardır. Gerektiğinde toplumda ve diğer meslek mensupları içerisinde “arabulucu” (ombudsman) görevini üstlenerek yeni bir model ortaya koyabilmişlerdir. Ahi birlikleri XVII. yüzyıldan sonra sadece bir meslek kuruluşu haline gelince yönetim tarzında değişiklikler olmuştur. Esnaflar Esnaf Şeyhi, Yönetim Kurulu, Büyük Meclis şeklinde farklı görevleri olan kurullar tarafından yönetilmiştir. Bütün bu meclislerde ehliyete dayalı seçimler yapılırdı. (Ekinci, 1991: 74-76) Ahilik Teşkilâtının Medeniyetimize Etkileri Türk-İslâm Medeniyeti’ne, Ahi Evran-ı Velî’nin öncülük ettiği ahilik teşkilâtının katkılarını değerlendirdiğimizde, Ahilik, teşkilatlı ve organize bir güç olarak medeniyetimizin Anadolu’da mayalanmasında etkili olmuş, Türk-İslâm medeniyetinin “öz”ünü teşkil eden ana unsurlardan olmuşlardır. İslâmi inanç ve uygulamaları ile Türklerin Orta-Asya’dan getirdikleri özellikleri Anadolu coğrafyasında sentezleyerek yeni bir medeniyet hareketi olarak ortaya çıkmasında temel dinamik olmuştur. 1. Yönetim ve organizasyonunda ehliyet liyakat esas alınarak Türk’ün teşkilatçılık kabiliyeti uygulama alanına konulmuştur. Kendi içerisinde ehil olanların seçildiği bir sistem, yeni bir yönetim modeli uygulanmıştır. 141 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 2. Ahilik sistemi, insanları ötekileştirmeden bir dayanışma ve kardeşlik modeli ortaya koymuştur. 3. Ahilik, Anadolu’ya gelen göçebe Türkmenleri işbaşında eğiterek insanların kaliteli bir üretici olmasını sağlamıştır. Diğer tarafından akşamları ahi zaviyelerinde dini-tasavvufi eğitim vererek mensuplarının iyi bir Müslüman olmalarını sağlamıştır. Ayrıca gerektiğinde askeri eğitim vererek ahilerin mücadeleci bir alperen olmalarını sağlamıştır. Kendilerine has bir “eğitim modeli” oluşturulmuştur. 4. Ahiler dünyada ilk defa kadın teşkilatı (Bâcıyan-ı Rum) kurarak kadınların ilmihal bilgilerini öğrenmelerini sağladığı gibi, bir kısım meslekleri de öğreterek üretici insan olmalarının, gerektiğinde savaşlarda lojistik destek sağlamalarının önünü açmıştır. 5. Ahiler Anadolu’nun Türk ve Müslüman yurdu olmasında çok etkili olmuşlardır. Göçebe Türkmenler’in yerleşik hayata geçmelerinde, şehir hayatına intibaklarında öncü olmuşlardır. Ahilik esas itibariyle yerleşik toplumların hayat tarzı olmuştur. Bir mesleği icra etmek daha çok yerleşik, oturmuş bir hayat tarzı ile ilgilidir. Kurmuş oldukları köy ve kasabalarla Anadolu’da öncü olmuşlardır. 6. Ahilerin oluşturduğu ekonomik sistem helal kazancı, alın terini, dayanışmayı, kul hakkını, ahlâkı, kanaatkârlığı, çalışmayı-üretmeyi ve böylelikle Allah’ın rızasını kazanarak Ahiret yurdunu kazanmayı esas almaktadır. Bu da esas itibariyle islâm iktisat anlayışının Anadolu’da hayata geçirilmesidir. Akşamları zaviyelerde öğretilen fütüvvetnameler, gündüzleri işbaşında uygulanır olmuştur. Bu da Türk-İslâm medeniyetinin Anadolu’da inşasında önemli bir etken olmuştur. Ünlü tarihçi Halil İnalcık’ın ifadesiyle: 7. Ahilik adabı yüzyıllar boyunca Anadolu Türk halkının milli karakterini belirlemiştir. Bugün sosyal Antropologların Türk köy ve kasabalarında sıradan Türk insanının davranışları üzerinde tespit ettikleri özellikler, olağanüstü konukseverlik, güç durumda olanın yardımına koşma, özverili dayanışma, emece denen tarlada hep birlikte çalışma, büyüğe saygı, hırsızlıktan, cinsel tacizden ve başkası aleyhine kötü söz söylemekten dikkatle kaçma, yiğitlik ve civanmertlik hepsi Fütüvvetnâmelerde telkin edilen ideal insanın sıfatlarıdır. (İnalcık, 2009: 40) 142 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 8. Ahilerin oluşturduğu sosyal güvenlik sistemi ile ahiler, adeta kimsesizlerin kimi olmuşlardır. Dullar, yetimler, savaşlarda yakınlarını kaybedenler, başka yerlerden gelen misafirler (İbn-i Batuta örneğinde olduğu gibi), sığınacak bir yeri olmayanlar, garipler, ahi zaviyelerine sığınmışlardır. Ayrıca Batı’da olduğu gibi işçi-işveren ayrımı olmamış; bütün haklar baba-oğul ilişkisi içinde Hakk’a dayalı olarak verilmiştir. 9. Ahiler Anadolu’da siyasi iktidarın sağlanmasında etkili olmuşlardır. Anadolu Selçuklu devrinde bir yerde yönetim boşluğu olduğunda hemen o boşluğu doldurmuşlardır. Şehzâdeler arasındaki taht kavgalarında hem olmuşlardır. Moğollara karşı en etkili mücadeleyi Ahiler vermişler ve Moğol zulmünden bu sebeple onlar etkilenmişlerdir. Diğer taraftan Ankara’da “Ahi İdaresi” kurarak Ankara ve çevresini 65 yıl idare etmişlerdir. 10. Ahiler, Anadolu’nun vatanlaşmasında, İslâmlaşmasında ve Türkleşmesinde kurdukları vakıflarla, yapmış oldukları şifahane, hamam, çeşme, han, medrese ve hayır kurumları ile kültürel olarak etkili olmuşlardır. Çünkü, bir yer-şehir alındığında hemen orada ahi teşkilâtı kuruluyordu. Onlar da alınan o beldede Müslüman-Türk hayat tarzını inşa etmeye başlıyorlardı. 11. Ahilerin bu hizmetleri yanında Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve yükselmesinde önemli fonksiyonlar icra ettikleri bilinmektedir. Kuruluş döneminde Kırşehir’den uç bölgesine giden Osmanlı’nın manevi mimarı Edebâli bir Ahi şeyhi idi. Şeyh Edebali damadı Osman Gazi’ye her türlü maddi ve manevi desteği vermiştir. Osmanlı’nın teşkilâtlanmasında ahilerin desteği büyük olmuştur. Denilebilir ki Kayı aşiretinden bir “Cihan Devleti” meydana getiren güç, ahilerin Osmanlı’ya aşıladığı “Devlet-i Ebed Müddet” inancı içerisinde gizlidir. Bu anlayışla Osmanlı yüksek bir sanat ve medeniyetle devlet kurmuş ve altı asır üç kıtayı adaletle idare etmiştir. Bu altı asır boyunca her yerde hak, adalet, doğruluk, insanlık ve cömertliğin timsali olmuştur. İşte İslâm dünyasında fütüvvet ismiyle doğan, Türkler ve Ahi Evran Velî ile Türk’ün ruh asaletine uygun bir devlet felsefesi ve sonraları esnaf teşkilâtı olan ahilik, altı asırlık medeniyet ve zaferler devletinin sırlarından biridir. 143 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaynakça Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin iktisadi ve İçtimai Tarihi, II.Cilt, İstanbul, 1997 Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara, 2009 Anadol, Cemal, Türk-İslâm Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Ankara, 2001 Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (hzl. Atsız), İstanbul, 1970 Bayram, Mikail, Ahi Evran ve Ahilik Teşkilatının Kuruluşu, Konya, 1990 Bayram, Mikail, Fatma Bacı ve Bâcıyan-ı Rûm (Anadolu Bacılar Teşkilatı), İstanbul, 2008 Ceylan, Kâzım, Ahilik / Türk-İslâm Medeniyetinde Dünyevî ve Uhrevî Sistem, Kırşehir, 2012 Çağatay, Neşet, Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, Ankara, 1997 Çalışkan, Yaşar-İkiz, Lütfi, Kültür Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik, Ankara, 1993 Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hâkim veMeâl-i Kerîm, İstanbul, 1976 Ekinci, Yusuf, Ahilik, Ankara, 1991 İnalcık, Halil, Devlet-i Âliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, İstanbul, 2009 Harputlu, Nakkaş İlyasoğlu Ahmed, Tuhfat-al vasâyâ, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı” ( Haz: Abdulbaki Gölpınarlı) İstanbul, 2011 TDK, Türkçe Sözlük, Ankara, 2005 Tirmizi, Sünen, (Ahmet Muhammed Şakir) İstanbul, 1981 Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul, 1978 Torun, Ali, “Fütüvvetnâme Teşkilatının Anadolu’daki Yapılanması”, (İkinci Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu) Ankara, 2007 Yılmaz, Ali, Ahilikte Din ve Ahlak Eğitimi, (Basılmamış Y. Lisans Tezi) İzmir, 1995 Yücel, Ayşe, “Ahilikte Eğitim ve Amaçları” (İkinci Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri) Ankara, 1999 144 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ATAK, Saffet (2014). “Ahi Evranın Tasavvufu Yaşaması ve Yaşatması”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.147-152 (http://bilgelerzirvesi.org). Saffet ATAK* AHİ EVRANIN TASAVVUFU YAŞAMASI VE YAŞATMASI ''Allah der çalışırız'' A hi Evranın felsefesinde, Kuran-ı Kerim ve Tasavvuf kurallarının uygulanması ve İslam ahlakının hayata geçirilmesi ve yayılması vardır. Ahlakla sanatın, konukseverlikle yardımseverliğin uyumlu bir terkibi ile sosyal hayatın ve ticari hayatın kurallarını koyarak barışçı, huzurlu, adaletli, aydın ve bilge, müreffeh, bir toplum oluşturmayı hedeflemektedir. İnsanın ahlaki, mesleki bilgi ve becerisini artırmak ve toplumsal ferahı oluşturmaktır. Tasavvuf yaşantısı hoşgörü, paylaşımcı, seven ve sevilen ''İnsana hizmet, Hak'ka hizmet'' olgusunu oluşturmaktır. Ahi Evran ve Ahi Teşkilatı Anadolu Ahilik Teşkilatı’nın kurucusu olan ve Ebu’l Hakayık unvanıyla da anılan Ahi Evran’ın asıl adı Mahmut bin Ahmet’tir. 1171 yılında Azerbaycan’ın Hoy şehrinde doğmuş ve zamanının âlimlerinden dersler okumuştur. Çocukluğu ve ilk tahsil yılları memleketi Azerbeycan'da geçmiştir. Ardından Horasan'a giderek bir süre Herat Kazi'l-Kuzat'ı Fahr üd-Din-i Razi'den istifade etmiş ve ona hizmet etmiştir, ilk tasavvufi terbiyesini Horasan ve Maveraünnehir'de iken Ahmet Yesevi'nin talebelerinden olduğu sanılan Ahi Evran'ın daha sonra bir hacc seyahatine çıktığı ve bu seyahatleri sırasında Şeyhi olan Evhadüddin-i Kirmani ile tanıştığı ona tabii olup intisap ettiği anlaşılmaktadır. 1205 yılında yılında Sadrüddin'i Konevi'nin babası Mecdüddin İshak'ın delaletiyle Evhadüddin, Muhyiddin İbn'ülArabilerle birlikte Anadolu'ya gelen Ahi Evran 1206 yılında Kayseri'ye yerleşmiş ve burada bir deri atölyesi kurarak debbağlık yapmıştır. Bu yüzden, tarih boyunca debbağların piri olarak * Araştırmacı, yazar. 147 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tanınmıştır. Hocası Evhad üd-Din'in kızı Fatıma ile evli olan Ahi Evran Şeyh Nasıruddin hocası Kirmani ile Anadolu'da şehir şehir, kasaba kasaba gezerek Ahi Teşkilatı'nı kurmuşlardır. Debbağlık (dericilik) mesleğin piri sayılan Ahi evranın kazandığı itibar bütün Anadolu, Rumeli, Bosna ve hatta bütün Kırım’a kadar yayılmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin çağdaşıdır. Hakkında pek çok araştırma yapılan Ahi Evran Veli ''Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış'' hadisi şerifini kendine rehber edinmiştir. Ahilik teşkilatı mensuplarına dünyada yaşamak için bilgi, ahlak ve sanata, esnaf-sanatkârlar arasında dayanışmaya, Ahiret içinde takva ve imana sımsıkı sarılmayı sık sık hatırlatırdı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük görevleri olan ve binlerce sanatkârı yetiştirmiş olan Ahi Evran 1261 yılında 90 küsur yaşında görevi başında şehit edilmiştir. Kabri Kırşehir'dedir. Ahi Evran, Sultan Alâeddin Keykubat’a takdim ederek onun iltifatlarına mazhar olduğu, ilmi eserler kaleme almıştır. Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus'a sunduğu LetaifHikmet adlı kitap, sultanlara ve yöneticilere nasihat verici ve ''Siyasetname'' türü eserinde hükümdarlara şöyle seslenmektedir. Allah insanı, medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun açıklaması şudur: Allah insanları yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç yaratmıştır. Hiç kimse bu ihtiyaçlarını kendi kendine karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk, dericilik gibi çeşitli mesleklerin yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, bu meslek dallarının gerektirdiği alet ve edavata imal etmek içinde birçok insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç duyduğu ürünlerin üretimi için lüzumlu olan bütün sanat kollarının yaşatılması şarttır. Bununla da kalmayıp, insanların sonradan doğacak ihtiyaçlarını karşılamak için yeni sanat dallarının meydana getirilmesi gerekmektedir. Ahî Nasıl Olmalıdır? İslâm âleminde daha önce de mevcut bulunan, cömertlik, mertlik, mürüvvet mânâlarına gelen ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen fütüvvet teşkilâtı ile Ahî Evran’ın nasihatlarından Ahîlik teşkilâtının umdeleri, şartları, ortaya çıktı. “Ahî ve şeyh helâlinden kazanmalıdır. Teşkilât mensuplarının hepsi sanat sâhibi olmalıdır. Cömert olup yoksullara yardım etmelidir. Âlimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermelidir. Namazlarını zamânında kılmalı, kazâya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, 148 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması fakirleri sevmelidir. Nefsine hâkim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir.” Bir Ahînin üç şeyi açık olmalıdır: 1) Cömert olup eli açık olmalı, fakat isrâf etmemelidir. 2) Misâfire kapısı açık olmalı, gelene ikrâmda kusûr etmemelidir. 3) Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir. Üç şeyi de kapalı olmalıdır: 1) Gözü; harama ve başkasının ayıbını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye sû-i zan etmemeli, yabancı kadına, kıza ve başkasının bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır. 2) Dili bağlı olmalı, kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır. 3) Beli bağlı olmalı, kimsenin nâmusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir. ''Ahi'' sözcüğünün anlamı konusunda dil bilimcilerinin bir görüş birliği yoktur. Arapçada ''kardeş'' anlamına gelmektedir. Ancak, Divan-ı Lügat Türk'te ''Ahi'' kelimesi eli açık, cömert, yiğit anlamına gelen ''akı'' kelimesinden türediği kaydedilir. Bu tamamlamardan hareketle ''Ahi'' kelimesi kardeş, arkadaş, yaren, dost, yiğit anlamına gelir. Ahilik hem sosyal hemde kültürel yapılara ait olarak: birbirine seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri koruyan gözeten, yoksulu barındıran, işi kutsal, çalışmayı ibadet sayan, din ve ahlak kurallarına sıkı sıkı bağlı bir toplumu ifade eder. Ahilik ve Tasavvuf İlişkileri Fütüvvet Nedir? Fütüvvet kelimesi sözlükte; "1. Soy temizliği, 2. Mertlik, Gençlik, Yiğitlik, Delikanlılık, 3. Cömertlik, Elaçıklığı" (1) anlamlarına gelmektedir. Fütüvvet kurumunun kanunnâmeleri durumundaki fütüvvetnâmeler incelendiğinde, bu kelimenin aslının Arapça olduğu ve "fetâ" kelimesinden türemiş bulunduğu görülür. "Fetâ" tekil bir kelime olup, "delikanlı, yiğit, eli açık, iyi huylu" anlamındadır. Çoğulu "fityan"dır. (2). Fetâ, fityan ve fütüvvet kelimeleri, Kur''an''da geçtiği anlamlarda kullanılmış, fetâ olan kişinin âyetlerde belirtilen özelliklere sahip olması gerektiği değerlendirilmiştir. Fütüvvetnâmeler, "fetâ" ile ilgili âyetlerle başlamaktadır. (3). "Fütüvvet: (Allah''ın) emirlerine uyma, güzel ibadet, her 149 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kötülüğü bırakma, zahiren ve batınen, gizli ve açık ahlâkın en güzeline sarılmadır. (4)." Tanımdan anlaşılacağı üzere; fütüvvet, bir davranış biçimi ve bir yaşam tarzı olarak algılanmaktadır. Fütüvvet, tasavvuf hayatında bir mertebe (rütbe, derece) ve güzel davranış şeklinde anlaşılmasından dolayıdır ki, kitlelere cazip gelmiştir. Dönemin bütün önder sufîleri fütüvveti, "iyi davranışlar toplamı" olarak değerlendirmişlerdir. Hattâ dönemin sufîleri, fütüvveti Hz. Âdem''in özür dilemesi, Hz. Nuh''un sebatı, Hz. İbrahim''in vakârı, Hz. İsmâil''in doğruluğu, Hz. Musa'' nın ihlâsı, Hz. Eyyub''un sabrı, Hz. Muhammed''in cömertliği, Hz. Ebû Bekir''in acıma duygusu, Hz. Ömer''in hamiyeti ve âdâbı, Hz. Osman''ın hayâsı ve Hz. Ali''nin bilgisi gibi özelliklerin bir araya gelmesi şeklinde anlarlar ve ancak bu sıfatların hepsine birden sahip olan insanın iyi davranışlarda bulunabileceğine inanırlardı. (5). Kuran-ı Kerimde ''Feta'' Geçen Ayetler Ulu Tanrı, fetâları, fütüvvetle yedi yerde anmış ve her birini bir faziletle, bir yücelikle övmüştür. Bunlardan biri Yusuf sûresidir. Orada otuzuncu âyetten sonra Ulu Tanrı ''Şehirdeki kadınların bir bölüğü, Aziz'in karısı delikanlısına gidip gelmede dediler'' buyurup fütüvveti temizlik ve çekinmekle övmüştür. (6)." Ayette Hz. Yusuf''un Allah'ın emirlerine uymayı hevâ ve hevesine tercih ettiği, kötülüğe yönelmediği, bu sebepten dolayı fetâ olmaya ve bu sıfatla anılmaya hak kazandığı anlatılmaktadır. Adı geçen fütüvvetnâmede fetâ kelimesinin "yiğitlik" anlamında da kullanıldığını belirten yazar, şu âyeti kanıt olarak göstermektedir: "Hatırla ki, o vakit, o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizden bize bir başarı hazırla. (7)." Fetâ kelimesinin sözlük anlamlarının bütününü içeren bir başka âyet de Enbiyâ sûresinde geçmektedir. Hz. İbrahim'in; mert, yiğit, güzel huylu, gözü pek bir delikanlı olduğu ve putlara tapan müşriklere boyun eğmediği, onların putlarını kırdığı geniş bir şekilde açıklandıktan sonra, ayette şu ifade kullanılmaktadır: (8) ("7. Sülemî: a.g.e., 1977, s.24). Dediler ki bir fetâ duyduk, bunları (putları) kötülüyor, kendisine İbrahim deniyormuş. (8). "Fütüvvet kelimesinin sözlük anlamları, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere tamamen Kur’an’dan alınmış ve bu şekilde kullanılmıştır. Terim olarak fütüvvetten ilk bahsedenler, İslâm tasavvufunda 150 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması "önder" olarak kabul edilen ilk sufîlerdir. Bunlar, fütüvveti tasavvuf hayatında bir makam olarak görmüşlerdir. Ahi Evranda Fütüvvet Ahî Evran, Fütüvet ahlakı ile oluşturduğu ahiliğin temelinde, Kuran-ı Kerimin ışıgında güzel ahlak esaslarını bulmak mümkündür. Mutasavvıflara göre fütüvvet, Peygamberlerden kalma güzel ahlaktır. Fütüvvet, nefis temizliğine, yüksek ahlâka ve cömertliğe dayanan, başkasını kendi nefsine tercih etmek şeklindeki ifadesini bulan bir yaşam biçimidir. İnsan yetiştirmek ve topluma faydalı olmak düşüncesi ile 1. İş dışında eğitim. 2. İş Başında eğitime tabi tutulmuşlardır. 1.İş dışındaki eğitimde Dini ve ilmi bilgiler dışında, güzel yazma, güzel konuşma, musiki, davranış kaideleri, askeri ve sportif faaliyetler. 2. İşyeri sahibi usta'nın gözetiminde ahlak ve sanat eğitimini birlikte alırdı. Ahî Evran, aynı zamanda iyi bir teşkilatçıdır. Ahiyan-e Rum, Bacıayn-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum olarak örgütlemiştir. Bacıyan-ı Rum Teşkilatını, Anadolu kadınlarını gerektiğinde düşmana karşı eşinin yanında savunmasını, mücadele etmesini ve kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda güçlenmesini sağlamıştır. Anadolu Kadınlar Birliği, kadınlar arasındaki yardımseverliği, konukseverliği, doğruluk ve merhametin gelişmesine katkı sağladığı gibi Türk dilinin, Türk Kültürünün ve İslam anlayışının kadınlar arasında yayılmasını hızlandırmışlar ve Anadolu'nun islamlaşmasına yardımcı olmuştur. Sonuç Olarak; Ahî Evran, Tasavvufu tam boyutu ile yaşamış. ''Birbirinize sımsıkı sarılın ve fırkalara ayrılmayın'' ayeti ile toplumu birleşetirici olmuştur. (9). Birbirinzle kardeş olun. (10). Adaleti gözetin. (11). Sadakanın ve yardımlaşmanın yapılması (12) ışığında hükümleri uygulamıştır. Peygamber Efendimizin (S.A.V) buyurduğu ''Yerdekilere yardım edin ki, göktekilerde size yardım etsin'' hadisini benimsemiştir. Çırak, kalfa, usta ve Şeyh sıralamasında insanın tasavvuf boyutunda olgunlaşması vardır. Allah, ezelde aldığı yeminleri yerine getirmemizi emretmektedir. (5). İnsanın üç vücutlu yaratıldığı ve ''ölmeden önce ölmesi'' gerektiği ifade edilmektedir. 151 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (13). Tasavvuf yedi safha, dört teslimdir. 1. Allaha ulaşmayı dilemesi. (14). 2. Mürşidin önünde tövbe edilmesi. (15). 3. Ruhun ölmeden önce Allah'a ulaştırılması. ( 16). 4. Fizik Vücudun teslimi. ( 17). 5. Daimi Zikre ulaşmak ve nefsin teslimi. (18). 6. İrşada ulaşmaktır. (19). 7. İradenin de Allah'a teslimidir. (20). İnsan seyr-i Sülükünü tamamlamadan kâmil insan olamaz ve nefsinin afetlerinden kurtulamaz. Ahî Evran, ''Ey âmenû olanlar! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar''. (21) ayetinin hükmü gereği İslam dinine hizmet etmiş ve Allahı'ın yardımını almıştır. İnsan nefsini tanımadan ve terbiye etmeden ahlaklı esnaf, sanatkâr ve sosyal hayatını kuramaz. Bu nedenle, kişi tasavvufu yaşamalı ve yaşatmalıdır. Ahî Evran’ın, Kurduğu sistemle huzurlu, mutlu, adaletli ve alperen şahsiyetli insanlar yetiştirerek islamın yaşanmasını ve toplumun bütünlüğünü sağlamıştır. Kaynaklar 1.Develioğlu, F., "Osmanlıca-Türkçe Lûgat", Ankara, 1970. 2.Çağatay, N., "Ahîlik", Ankara, 1974, s.4 3.Sülemî, "Tasavvufta Fütüvvet", (Çev. S. Ateş), Ankara, 1977, s. 2224 4.Sülemî: a.g.e., 1977, s.24 5.Gölpınarlı, A.; a.g.e., s.7 6.Gölpınarlı, A., "İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı", İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 11, İstanbul, 1950, s.208 7.Kehf Suresi, Ayet: 10 8.Enbiya Suresi, Ayet: 60 9.Şura Süresi 13 10.Al-i İmran 103 11.Nisa Süresi 135 12.Mücadele süresi 58 13.Maide Süresi 7 14.Hicr Süresi 26 15.Enfal Süresi 29 16.Nisa Süresi 64 17.Müzemmil Süresi 18.Nisa Süresi 125 19.Al-i İmran Süresi 191 20.Al-i İmran 102, 110 Tövbe 100 21.Muhammed 7 152 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BAYRU, Esin ÇELEBİ ve ŞİMŞEKLER, Nuri (2014). “Hz. Mevlâna Öğretileriyle Bilgiden Bilgeliğe Ulaşmak”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.155-163 (http://bilgelerzirvesi.org). Esin ÇELEBİ BAYRU* Nuri ŞİMŞEKLER** HZ. MEVLÂNA ÖĞRETİLERİYLE BİLGİDEN BİLGELİĞE ULAŞMAK “Bütün ilimlerin özü;‘Ben kimim, mahşer günü ne hale geleceğim?’ sorusunu bilebilmektir.” (Mevlâna, Mesnevî, III, 2654) Giriş M evlâna Celâleddîn-i Rûmî, 800 yıl kadar önce yaşamış. Günümüzde sadece yaşadığı topraklarda değil, dünyanın dört bir tarafında tanınmakta araştırılmakta. Nedir Hz. Mevlâna’yı ve özellikle evrensel eseri Mesnevî’yi değerli kılan? Farklı din, kültür ve yaşam biçimini benimseyen insanlar yüzyıllar öncesi söylenmiş bu dizelerde ne buluyor? Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’sini kastederek; “Ben o ilâhî gül bahçesinden ancak bir gül getirdim. Anlayana ve önyargısız bakana bu gül, o bahçenin vasıflarını anlamaya yeter” dediği gibi, biz de o bir gülden bir yaprak getirmeye çalışacağız sizlere. Etraflıca bilindiğini tahmin ettiğimiz Mevlâna’mızın hayat hikâyesine girmeden; Mesnevî’sinden, bu eserin yazılışından, insanlara bir yaşam kılavuzu, bir yol gösterici olmasından bahsetmeye çalışacağız. Öyle ya; Hz. Pîr’in; “Gül zamanı geçtiyse, gülü gül suyundan ara!” dediği gibi, biz de yine kendisinin; “Biz gittikten sonra Mesnevî’miz insanlara doğru yolu gösterecek, kılavuz olacak” * Dr. hc. Uluslararası Mevlâna Vakfı Başkan Vekili. Doç.Dr. Uluslararası Mevlânâ Vakfı Mütevellisi. ** 155 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı buyurduğu üzere Mesnevî’nin yaprakları arasından kokular almaya, onun işaret ettiği yöne giderek yolumuzu tayin etmeye çalışacağız. Öncelikle bilinmesi gerekir ki, Hz. Mevlâna 6 ciltten oluşan ve 26 bin beyite yakın Mesnevî’sini bütün kitapların anası olan “Ümmü’l-Kitâb” sıfatlı Kur’ân-ı Kerim’in bir tefsiri olarak niteler. Sonraki yüzyıllardaki tefsir âlimlerinin de Mesnevî’yi klâsik tefsirlerden farklı kurgulanmış, herkesin anlayabileceği bir yolla özellikle hikâyelerle okuyucusuna ilâhî yoldan haber veren bir eser olarak nitelemesi Hz. Pîr’in zaten şüphe duymadığımız bu sözünün bir delili olmaktadır. Yine bilindiği gibi Hz. Mevlâna tanınmış bir rubaisinde; “Ben yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim Ben Hz. Muhammed (SAV)’in yolunda küçücük bir zerreyim Kim benim hakkımda bu sözümden başka bir şey söylerse, O kişiden de, söylediği o sözden de şikâyetçiyim” dememiş midir? Mevlâna’yı, eserlerini, yaşam tarzını ve özellikle bu yazımızın temelini oluşturan Mesnevî’yi okurken, anlamaya çalışırken, yorumlarken bu rubaiyi bir şablon olarak kullanmak gerekir. Hz. Mevlâna ve eseri ile ilgili böyle bir girişten sonra asıl konumuz olan, bilgi, ilim, ilim adamı ve bilgiyi nasıl kullanmak gerektiğine dair; kısaca bilgiden bilgeliğe ulaşmak gerektiğini Hz. Mevlâna’nın beyitleriyle sunmaya çalışacağız. Hz. Mevlâna’nın İlme ve İlim Adamına Bakışı Hz. Mevlâna’ya göre ilim, Allah’ın topraktan yarattığı insana öğreterek onu değerli kıldığı bir hazinedir. Ama bütün bunlarla birlikte öğrenilen bu ilim, Allah’ın ilâhî okyanusundan sadece bir damladır (Mesnevî, I, 2860-2863). İnsanların bu dünyada ilim öğrenmesinin onların mutlak faydasına olduğunu belirten Mevlâna, köpeklerin bile eğitildikten sonra sahibinin istediklerini yaptığını; oysaki eğitilmemiş başıboş köpeklerin orada burada herkese saldırdığını veciz bir örnek olarak sunar (Mesnevî, II, 2362-2364). Hz. Mevlâna ilim öğrenmenin bu derece gerekliliğini savunurken iyi insanların bu bilgiyi insanların faydası doğrultusunda kullandıklarını, fakat kötü yaratılışlı kişilerin öğrendikleri ilimleri yanlış kullandığı, bu sebeple de bu tür insanlara bilim öğretilmemesi gerektiğini savunarak şöyle der: 156 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Kötü yaratılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer. Sarhoş adamın eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten yeğdir. Bilgi, mal, mevki ve hâkimiyet, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir. Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz. Cahil, kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar. Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir. Çünkü ya cimriliği tutar, az verir; yada cömertliğe girişir, yerli yersiz bağışlarda bulunur. Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da... (Sahibini) gönül ehli yapan ilim, insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim ise, yükten ibarettir.”(Mesnevî, IV, 1436-1438, 1441, 1443-1445, IV, 3010, I, 3447). Hz. Mevlâna öğrenilen bilgilerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini, her şeyi iyiden iyiye araştırıp öğrenen, fakat kendinden haberdar olmayan bazı âlimlerin, hattâ din bilginlerinin durumlarının neye benzediğini de aşağıdaki Mesnevî beyitlerinde veciz bir şekilde ele alınmaktadır: “Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrenmiş ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlatmıştır. Gönül katresine bir incidir düştü ki o ne denizlere, ne de feleklere verildi. Bilgili adamın uykusu ibadetten üstündür. Hele bu, insanı gafletten uyandıran bilgi olursa! Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Onu dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer. Bilgi isteyen kişinin ömrü, binlerce yıl olsa dahi yine araştırmaktan vazgeçmez; bir türlü doymaz. Bilgi, mü’minin kayıp malıdır; bu sebeple mü’min kendi yitiğini bilir, anlar. Bazı âlimler ise, bilgilerin yüz binlerce türünü bilir de kendilerini bilmezler. Her maddenin özelliğini bilir de, kendi cevherine gelince bir merkebe döner. 157 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu doğru, şu yanlış; bunları biliyorsun da kendin eğri misin, doğru musun? Ona bir bak! Bütün bilimlerin özü “Ben kimim, mahşer günü ne hale geleceğim?” sorusunu bilebilmektir. Din usûlünü öğrenmişsin, bilmişsin; ama bir de kendi mayana bak, onu tanı! Senin için, kendini bilmen, tanıman bu ikisinden daha iyidir ey ulu kişi! Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin. Bu, kılıcı çivi yerine kullanıp, zafer yerine mağlubiyeti kabul etmek, demektir. Nice âlimler vardır ki hakiki ilimden, hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu tür âlim ilim hâfızıdır, ama ilim sevgilisi değil. Ey emin kişi, bilgide ne kadar ileri gidersen git, onunla gaybı gören gözlerin açılmaz. Kendine, aşkı ve bakışı öğret! İşte bu bilgi, taşa kazılan nakış gibidir. Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan, Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Fakat Allah’a lâyıkıyla kulluk edersen bir kitap bile okumadan, yeninden-yakandan duyulmadık bilgiler bulursun. Bizim öğrendiğimiz bu tatlı bilgiler, bil ki o ilâhî gül bahçesinden bir-iki, bilemedin üç demetten ibarettir. Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da, onun için bu iki üç demete tutulup, kalmışız. Yazıklar olsun ki, böyle bir bahçenin anahtarları ekmekboğaz yüzünden elimizden düşüp gidiyor.”(Mesnevî, I, 1012, 1017; VI, 3878, 3881, 3882, 4507; III, 2648, 2649, 2651, 2654-2656, 2989, 2991, 3038; VI, 261, 3194, 1931, 1932, 4651-4653). Evet, Hz. Mevlâna bilgiyi ve bilgilerin en önemlisi olan “insanın bu bilgiyle kendini tanıması”nı bu şekilde söylüyor. Hani Yûnus Emre de aynını dememiş midir: “İlim, ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen Bu nice okumaktır.” 158 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bilgi Nasıl Kullanılmalı? Hz. Mevlâna hikâyelerle biz okuyuculara neyi nasıl kullanırsak faydasını görebiliriz, meyvesini yiyebiliriz, tarzında yine Mesnevî’sinde öğütler veriyor. Bilgiyi kullanma konusunda da bir bedevi ile filozofu çölün ortasında buluşturup şöyle konuşturur: “Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onunla karşılaştı. Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi. Sonra dedi ki: ‘O iki çuvalda ne var?’ Bedevi ‘Bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil!’ dedi. Adam ‘Neden diğerine kum doldurdun’ diye sordu. Bedevi cevap verdi: ‘O çuval boş kalmasın diye.’ Adam; ‘Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy. Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü’ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip; ‘Ey akıllı ve hür hakîm, Böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?’ dedi. O iyi kalpli bedevi, filozofa acıdı, onu deveye bindirmek istedi. Tekrar ‘Ey güzel sözlü filozof, birazcık halinden bahset. Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin, ya padişah.’ dedi. Filozof dedi ki: ‘ikisi de değilim, halktan bir adamım. Halime, elbiseme baksana!’ Bedevi ‘Kaç deven, kaç öküzün var?’ diye sordu. Filozof; ‘Uzatma, bak hiçbir şeyim yok’ dedi. Bedevi, ‘Peki, bari dükkânın, malın-mülkün ne var’ dedi. Filozof; ‘Benim ne dükkânım var, ne yerim, ne yurdum’ dedi. Bedevi, öyleyse paranı sorayım. Sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlarda bulunuyorsun, güzel akıllar veriyorsun, ne kadar paran var? Âlemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!’ dedi. Filozof, ‘Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok. Yalınayak, başıkabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. 159 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim’ deyince; Bedevi dedi ki : ‘Yürü, yanımdan uzaklaş! Senin uğursuzluğun benim başıma da çökmesin. O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün, zamane halkına şom. Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız! (Mesnevî, II, 3176-3199). Evet, bilgi önemlidir; ilim önemlidir. Ancak elde edilen bilgiyi kullanamamak, günümüz deyimi ile içselleştirmemek insana hiçbir fayda sağlamayacaktır. Hattâ Hz. Mevlâna’nın deyimi ile insan ciltlerce kitap okusa, hepsini ezbere bilse; fakat bu ilmi kullanmasa saman karşılığında kitap yükü taşıyan merkebe benzer. Dünyalık İlim Önemli, Ancak Asıl Âlemin İlmini de Öğrenmeli Hz. Mevlâna “insanların en hayırlısı insanlara faydası olanıdır” hadis-i şerifine binaen insanoğlunun sadece kendisi için değil diğer insanlara da faydalı olmak için çalışmasını, ilim öğrenmesini ister. Bu dünya kazancının bu dünyaya ait ilim ile elde edileceğini belirten Hz. Mevlâna, ilahî âlem kazancının da ilahî bilimle elde edilebileceğini söyler. Hattâ bu dünyadaki ilimlerin hepsi bilinip, gerçek âlem olan ahret bilgisinden gâfil olunsa sonu hüsran olacağını bir hikâye ile bize şöyle anlatır: “Bir gramer bilgini, bir kayığa biner. O kendini beğenmiş bilgin, yüzünü kayıkçıya dönüp; ‘Sen hiç dilbilgisi okudun mu?’ diye sorar. Kayıkçı ‘hayır’ deyince: ‘Yarı ömrün boşa gitmiş o zaman’ diyerek kayıkçıyla alay eder. Kayıkçı bilginin bu sözüne kızar, gönlü kırılır. Fakat susup cevap vermez. Derken, denizde bir hayli ilerledikten sonra şiddetli bir rüzgâr esmeye başlar. Kayık girdaba düşer, battı batacak. Bu sefer kayıkçı, dil âlimine seslenir: ‘Yüzme bilir misin ey bilgin?’ ‘Yok, hayır’ der bilgin, korkar bir ifadeyle. O vakit, kayıkçı ‘bütün ömrün boşa gitti o zaman’ der. (Mesnevî, I, 2835-2840) 160 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İnsanın Değeri Bilgiyle Değil, İçindeki “Nur” İledir Hz. Mevlâna’ya göre insan değerlidir. Ancak, insan topraktan yaratılan ve çeşitli şekil ve cinsiyette olan bedeni ile değil, öğrendiği bilgi ile değil, bedendeki can ile değerlidir. Fakat o cana asıl değer katan ise Cananın ışığıdır; yani Yüce Allah’ın nûruyla nurlanmasıdır. (Mesnevî, III, 2535). Mevlâna, insanın bu değerini, altın dolu kesenin değil, içindeki altının değerli olduğunu misal göstererek verir. Ama bu altın da sahte değil, gerçek altın olmalıdır. (Mesnevî, III, 2534). Hz. Pîr, gerçek Sevgili’nin nûruyla nurlanan bu değerli canın, bedenimizle örtüldüğünü, perdelendiğini; ancak bedensel ihtiyaçlara önem vermeyen insanların bu örtüyü kaldırıp gerçek değere ulaşabildiğinin de altını çizerek bize keseden geçip içindeki gerçek altına ulaşmamız gerektiğini öğütler. (Mesnevî, VI, 3428). Mevlâna yine Mesnevî’sinde çuval misali bedene hamallık yapan, bu dünya eziyetlerine katlanan bizlere seslenerek çuvalı değerli şeylerle doldurmamız gerektiğini belirtir ve şöyle der: “Çuvala değil, içine bak. Çuvalda acı, tatlı ne var, bir gör de taşımaya değerse öyle taşı! Yoksa, çuvalındaki taşları boşalt... Kendini bu saçma işten, bu yükten kurtar gitsin! Çuvala Sultan’a götürülebilecek şeyleri doldur!” (Mesnevî, IV, 1575-1577) Yine Hz. Mevlâna’ya göre insan ve bedeninde bulunan bütün uzuvlar değerlidir. “İnsanı en güzel şekilde yarattık” Âyet-i Kerimesinde buyrulduğu üzere insanın değerine paha biçilmez. Ancak, onun içindeki can anlatıma ve değer biçmeye akıl yetmeyecek kadar pahalıdır. (Mesnevî, VI, 1005-1007). Böyle olmakla birlikte o canı arayıp bulan, o canı görebilen insan en değerli insandır, bilge insandır. (Mesnevî, VI, 811, 812). Bir de bu bedenimizdeki uzuvların gönüldeki yansımaları vardır ki insan onlarla hareket edebilirse değerini daha da artırmış olur. Meselâ, sürekli dedikodu ve yalan dinlemekten hoşlanan baş kulağını kapatarak gönül kulağıyla dinlemeli; dilin çok konuşmasını ve dedikoduya meyletmesini, fazla konuşmayı sevmeyen ve sözsüz anlatan gönül diliyle frenlemeli; daha çok kötüyü gören ve harama bakan gözü kapayıp, Allah nurûnu görebilen ve O’na kavuşmayı gözetleyen gönül gözünü tercih etmeli. (Mesnevî, II, 446, 447). 161 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yine sadece olayları şekil olarak görebilen, hattâ gözünün önünde hırs veya kin gibi bir engel olduğu zaman objektif göremeyen baş gözünü kapatıp, merhameti kahrından daha üstün olan Canan’ının vasfıyla vasıflanıp can gözüyle bakmalı. İşte Hz. Mevlâna bundan dolayı insanın değerini “görünüş”ünden değil de “görüş”ünden dolayı olduğunu vurgulamaktadır. İnsanın değeri malla-mülkle, mevkiylemakamla, güzellikle-çirkinlikle değil, gördüğü şeyin miktarı ve vasfı kadardır, diyen Mevlâna ileriyi ve gerçek Sevgili’yi görme özelliğine göre insanın değerinin belirlendiğini belirtir. (Mesnevî, I, 1406). İşte böyle olduğu zaman insanlar -teşbihli bir anlatımla- bir maden kadar değerlidir, hattâ bir maden de nedir ki yüz binlerce maden ocağından da değerlidir. (Mesnevî, II, 2077). Buğday değerli, un da değerli; asıl amaç olan o undan yapılan ekmek de değerli. Ancak daha değerli olan o ekmeği yiyip gıdalanan insanın o gıdayı canın beslenmesi için kullanmasıdır. (Mesnevî, I, 3165). Peki, en değerli olan nedir? Toprağa atılan bir tanenin Yüce Yaradan’ın himmet ve emriyle ekmeğe dönüşüp insana besin olmasını kavrayabilip bunun şükrünü yerine getirmesini bilen insan en değerlidir. İşte bunun idrakine varabilen insan sadece bedenini değil canını da beslemiştir. Bu aşamanın bir de son noktası vardır ki, ona ulaşan insana paha biçilemez. O da bedeni ile birlikte canını da besleyen bu insanın ilâhî aşk tarlasına ekilip, önce yok olduktan sonra o tarladan baş çıkarmasıdır, başak vermesidir, yani ölümden sonra bu dünyada yaptığı işlerden dolayı alnının akıyla mahşerde Yüce Allah’ın huzuruna çıkabilmesidir. (Mesnevî, I, 3166-3167). Değerli Mevlâna dostları, insanın, bilgi ile teçhiz olması gerektiği kaçınılmazdır. Önemli olan bu bilginin hem bu dünyada bize ve diğer insanlara hem gerçek âlemde şahsımıza ne fayda sağladığını bilip, anlayıp ona göre hareket edebilmektir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak biz, Hz. Mevlâna’nın “Akıllı olanlara bir işaret kâfidir, gerisini anlar onlar.” vecizesini hatırlatarak, aynı konuda söylediği; “Söz değerlidir, ancak onu daha da değerli kılan dinleyicidir.” (Mesnevî, VI, 1240) sözünü hatırlatarak hepinize selam ve saygılarımızı sunuyoruz. Bilgiyi gerektiği şekilde kullanıp, bilgeliğe ulaşmak; ya da bilgeliğe ulaştıracak bilginin kazanılması niyâzıyla, “Bilgeler Zirvesi”ni düzenleyen kurumlarımıza, onursal başkanlar Milli Eğitim Bakanı Sn Nabi Avcı’ya, Diyanet İşleri Başkanı Sn Prof.Dr. Mehmet Görmez’e, Eskişehir Valisi Sn Güngör Azim Tuna’ya, Osmangazi 162 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Üniversitesi Rektörü Sn Prof. Dr. Hasan Gönen’e ve emeği geçen herkese teşekkürlerimizi sunarak Hz. Mevlâna’nın bir şiiri ile sözlerimizi tamamlamak istiyoruz: SEN PADİŞAH OĞLUSUN SANA BEYLİK DE YAKIŞMAZ, VEZİRLİK DE… “Bırak şu sersemliği, aklını başına al; âşık ol, âşık! Sen Padişah oğlusun, bu esirlik ne zamana kadar sürecek? Bir Padişah oğluna beylik de yakışmaz, vezirlik de! O gördüğün (dünyalık) beylik var ya! Gerçek beylik değil, ecel beyliğidir o, ecel! Bu fani dünyada vezirlik elde edemedinse ne çıkar? Sen insan kılığına girmiş Allah arslanısın; Mademki Allah’ın nuruyla aydınlanmadasın, Beyliğin de vezirliğin de ne önemi var! Sevgilinin değeri, onu sevenin sevgisi ile ölçülür. Ey âşık! Sen de kendini bir sorgula bakalım; Kendi değerin ne kadar?” (Hz. Mevlâna, Gazel No: 2627) 163 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ARIKOĞLU, Ekrem (2014). “Orta Asya’nın Ynus Emre’si: Asan Kaygı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.165-171 (http://bilgelerzirvesi.org). Ekrem ARIKOĞLU* ORTA ASYA’NIN YUNUS EMRE’Sİ: ASAN KAYGI Ü nlü Kazak bilim adamı, Şokan Valihanov’un adlandırmasıyla “Göçmen Halkların Filozofu” Asan Kaygı, XIV-XV. yüzyıllarda tüm Kıpçak bozkırlarını dolaşmış bir Türk bilgesi, devlet adamı, filozofu, dervişi, şairidir. Onun büyüklüğü günümüzde Tatar, Kazak, Nogay, Karakalpak, Kırgız boylarının onu kendisine mal etme çabasıyla daha iyi anlaşılacaktır. Aslında o bütün bu Türk topluluklarının ortak bir değeridir. Asan Kaygı’nın şiirleri, özlü sözleri, onunla ilgili türetilmiş çeşitli efsane ve rivayetler yukarıda saydığımız Türk boyları içerisinde günümüzde de canlı olarak yaşamaktadır. İdil’de doğmuş, Kazak bozkırlarını gezmiş, kimi rivayetlere göre Isık Göl civarında vefat etmiştir. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan’ın çeşitli yerlerinde mezarının bulunduğunun ileri sürülmesi, onun halkın hafızasında canlı olarak yaşadığının göstergesidir. Asan Kaygı, devrin devlet adamlarını gelecekteki tehlikelere karşı uyarırken Bilge Kagan gibidir. “Kaygı” veya “Kaygılı” lakabını; insanların, kurdun kuşun, böceğin kaygısını çektiği için halk vermiştir ona. Benzer şiirleri Türkçenin farklı lehçelerinde farklı seslere bürünerek dolaşır halk arasında. Ömrü toplumun sıkıntılarının nasıl giderilebileceğine dair bilgece düşünceler üreterek geçmiştir. Şiir, özlü söz, deyiş olarak günümüze ulaşan bu düşünceler, toplumun nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda bugün de geçerli fikirler olarak varlığını sürdürmektedir. Bu bildiride Asan Kaygı kısaca tanıtıldıktan sonra, onun Kırgızlar arasında yaşayan şiir, özlü söz, rivayetlerindeki hayat felsefesinden, insanlığa ve tüm yaratılmışlara bakış açısından bahsedilecektir. Bu şiirler ve felsefe, günümüzde Türkiye’de Yunus Emre şiir ve dünya görüşünün yaşaması gibi, Kazak, Kırgız, Tatar, * Prof. Dr. Ekrem ARIKOĞLU, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi. 165 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nogay, Karakalpak boyları arasında canlı olarak muhafaza edilmektedir. Bildiriyle tüm Orta Asya’da çok iyi bilinen Asan (Hasan) Kaygı’nın Türkiye’de de tanınmasına bir nebze katkı sağlanmış olacaktır. Giriş Büyük Türk tarihinin sayfaları arasında yüzlerce devlet adamı, düşünür, şair, derviş vardır. Bazı düşünce adamları bütün Türk Dünyasında az çok tanınırken bazıları büyük coğrafyanın ancak bazı bölgelerinde bilinmektedir. Bu her zaman, diğer coğrafyalarda az bilinen düşünce adamlarının diğerlerinden daha az değerli olduğu anlamına gelmemektedir. Az bilinirliği, coğrafyanın genişliğine de bağlamak gerekir. Kıpçak coğrafyasının Tatar, Nogay, Kazak, Karakalpak ve Kırgızlar arasında çok tanınmış (yönetici, mütefekkir, şair, derviş, filozof, merhamet adamı) Asan Kaygı da özellikle Anadolu sahasında neredeyse hiç bilinmeyen büyük düşünce adamlarından biridir. Asan Kaygı, Hayatı Tarihi kaynaklarda Asan Kaygı’nın nerede ne zaman doğduğu ve nerede ne zaman öldüğü hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır. 1330-1450 yıllarında yaşadığı, babasının Sabit adında bir seyyah olduğu söylenir. (Erkebayev, 2004: 100) İdil, Yayık ırmakları boyunda uzun zaman geçirdiği, Altınordu Hanı Canıbek’in yakın çevresinde bulunduğu, onun danışmanlarından biri olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Canıbek Hanın politikalarını beğenmeyerek onu tenkit eder. Asan Kaygı, Celbigen adlı devesiyle ömrü boyunca yer gezmiş, yurt görmüş, en güzel yaşanılacak yer aramıştır. İdil’den Kaşgar’a uzanan coğrafya’da ömrünün çoğunu Kazak bozkırlarında geçirmiştir. En sonunda Isık Göl civarında vefat ettiği ve kimsenin bilmediği bir yere defnedildiğine dair rivayetler vardır. Asan Kaygı kimi rivayetlere göre 125 yıl yaşamış ve bu uzun ömründe gezip gördüğü yerlerle ve hayatın her yönüyle ilgili bilgece şiirler söylemiştir. Bu şiirler bugün da Tatar, Nogay, Kazak, Kara Kalpak, Kırgız halkları arasında canlı ve yaygın olarak bilinmekte ve ağızdan ağza canlılığını sürdürmektedir. Asan Kaygı, bilge bir düşünürdür. Söylediği şiir ve özdeyişlerde insan üzerine yoğunlaşır. Hangi şartlarda olgun insan olunacağı, olgun insanın yapmaması gereken davranışlar üzerinde sıkça durur: 166 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Argımakka mindim dep, Artkı topton adaşpa. Kününde özüm boldum dep, Menmensinip adaşpa. Artık üçün aytışıp, Dostorun menen sanaşpa. İlimim curttan aştı dep, Keneşsiz söz baştaba. Cenemin dep biröönü, Calgan menen koştobo. Argımağa bindim diye Arkadaki topluluktan ayrılma. Artık ben oldum diye Gururlanıp yanılma. Daha fazlasını isteyip, Dostlarınla hesaplaşma. İlmim yurttan aştı diye Danışıksız söz söyleme. Yeneyim diye birini Yalan ile işbirliği etme. Kaygı, hayat yolunda kazandığı tecrübelerini aktarırken insanın zaman içerisinde ulaştığı olgunluk derecesi şiirine yansır. Aşağıya bir bölümünü aldığımız şiirde yaşanarak edinilmiş tecrübede neyin kadrini kimin bileceği ele alınır: Ar nerseni körgön biler, Alıs coldu cürgen biler. At kadırın jöö cürüp, Bele eteği türgen biller. Bul kadırın satkan biler, Tuz kadırın tatkan biler, Tok kadırın aç biler, Söz kadırın aytkan biler, Cöö kadırın baskan biler. Soo kadırın ooru biler, Zar kadırın ölgön biler, Mun kadırın küygön biler, Bar kadırın cok biler, Düynö kadırın tapkan biler, Tuugan kadırın bölüngön biler. Мал кadırınn bölüngen biler, Külük kadırın sayapker biler, Kümüş kadırın zerger biler, Kuş kadırın mülüşkör biler. El kadırın azgan biler, Er kadırın el biler. Cer kadırın köçkön biler Her nesneyi gören bilir Uzak yolu giden bilir, At kadrini yaya yürüyüp Bele eteği kıvıran bilir. Para kadrini satıcı bilir, Tuz kadrini tadan bilir, Tok kadrini aç bilir, Söz kadrini söyleyen bilir, Yaya kadrini yürüyen bilir. Sağ kadrini hasta bilir, Pişmanlık kadrini ölen bilir, Acı kadrini yanan bilir, Varlığın kadrini yok bilir Dünya kadrini bulan bilir Akraba kadrini ayrılan bilir Mal kadrini bakan bilir Külük at kadrini seyis bilir Gümüş kadrini kuyumcu bilir Kuş kadrini kuşbaz bilir Yurt kadrini kaybolan bilir Er kadrini halk bilir Yer kadrini göçen bilir 167 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bulak kadırın içken biler, Ömür kadırın öçkön biler. Han kadırın kalk biler, Zaman kadırın tarıgan biler, Başından ötüp körbögön, Caman, cakşını kaydan biler. Pınar kadrini içen bilir Ömür kadrini geçen bilir Han kadrini halk bilir Zaman kadrini sıkışan bilir, Başından geçirip görmeyen Kötüyü, iyiyi nereden bilir? Devlet Adamı Аdam ölsö ölük, can ölböyt. Cakşının özü ölsö da, sözü ölböyt. Sabırdın tübü sarı altın, Sargargan ceteer muratka, Sabırsız kalat uyakta Bay maktansa bir cuttuk. Baatır maktansa bir oktuk. Ay kan, men aytpasam bilbeysin, Аytkanıma könböysün. Çabılıp catkan kalkın bar, Аymagın közdöp körmöysün. Кımız içip kızarıp, Mastanıp, kızıp terdeysin. Özündön başka kan joktoy, Kızmatçın catat içip-cep, Anı nege bilbeysin? Katrın aldın karadan, Ayrıldın kandık kaadadan, ЭElge ege uul tappas, Ayrılır ata muraadan. Munu nege bilbeysin? Ay, Canıbek, oyloson, Kıydı zaman bolboybu, Munu nege bilbeysin? Koş, aman bol, Canıbek. Emi meni körböysün. Аdamzattın içinde, İyrisi bolot tüz bolot. Estüü bolso başçınar, 168 Adam ölse ten ölür, can ölmez. Güzelin kendi ölse de sözü ölmez. Sabrın sonu sarı altın, Sararan yeter murada Sabırsız kalır utanca Zengin övünse bir kıtlıklık, Bahadır övünse bir okluk. Ey Han, bey söylemesem bilmiyorsun Söylediğime kanmıyorsun. Yan gelip yatan halkın var Boyunu gözünle görmüyorsun Kımız içim kızarıp Sarhoş olup terliyorsun. Kendinden başka han yok gibi, Hizmetçin yatıyor yiyip içip Onu niçin bilmiyorsun? Hatun aldın halktan, Ayrıldın han töresinden, Halka baş oğul doğurmaz Ayrılır ata mirasından Bunu niçin bilmiyorsun? Hey, Canıbek, düşünsen Zor zamanlar olmuyor mu Bunu niçin bilmiyorsun Sağ salim ol Canıbek Şimdi beni görmüyorsun. İnsanoğlu içinde Eğrisi var düzü var Akıllı olsa yöneticiniz Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Karı da bolso caşsınar. Akılsız bolso başçınar, Muzdap turgan taşsınar. Yaşlı da olsanız gençsiniz Akılsız ise yöneticiniz Buz kesilmiş taşsınız Düşünür, Feylesof Asan kaygı ömrünün çoğunu devesinin üzerinde dolaşarak geçirir. Hayvanlar, yaratılış tabiat, yer su, evren, insanoğlu, insanlık, insanın vazifeleri, halkın ve yurdun yüceltilmesi, yönetici halk ilişkileri hakkında fikirlerini söyleyen bir filozoftur (KAEOK 2004). Gezip dolaşırken, görüp yaşarken edindiği fikirleri didaktik şiir haline getirerek halkın karşısında söyler: Ar nerseni körgön biler, Alıs coldu cürgen biler, Düynö kadırın tapkan biler, Tuugan kadırın bülüngön biler. Şair Kalk aldında betteşip Kalıs kebin aytpasa Kalk kamçısın çappasa Çeçendikten ne payda? Curtka kayıra tiybese, Baylıgından ne payda? Eldin kamın cebese, Uluk aldı çıkpasa, Uluu sözdön aytpasa, Akılmandan ne payda? Kalkım kalkım debese, Kalktın kamın cebese, Han aldına çıkpasa, Kalıs sözün aytpasa, Başın katıp uktasa, Karıyadan ne payda? Аrtımdagı kalganda Aytkan sözüm bir payda. Her nesneyi gören bilir, Uzak yolu giden bilir, Dünya kadrini bulan bilir, Akraba kadrini bölünen bilir. Halkıyla yüzleşip Halis sözün söylemese Halk kamçısını vurmasa Güzel konuşmaktan ne fayda Yurda hayrı değmese Zenginlikten ne fayda? Halkın kamını çekmese, Büyük ünü çıkmasa Büyük söz söylemese Akillikten ne fayda? Halkım halkım demese Halkın gamın çekmese Han karşısına çıkmasa Halis sözünü demese Başını uzatıp uyusa İhtiyardan ne fayd? Ardımda kalanlara Söylediğim söz bir fayda. 169 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Merhamet Adamı Derviş Köldö cürgön konur kaz, Kır kadırın ne bilsin! Kırda cürgön toodaktar Suu kadırın ne bilsin! Ayıldagı camandar El kadırın ne bilsin! Köçüp konup körbögön, Cer kadırın ne bilsin! Köçsö kono bilbegen, Konso, köçö bilbegen, Akılına könbögön Curt kadırın ne bilsin! Gölde yüzen konur kaz Kır kadrini ne bilsin! Kırda gezen deve kuşları Su kadrini ne bilsin! Köydeki kötüler El kadrini ne bilsin! Göçüp konup görmeyen, Yurt kadrini ne bilsin! Göçse konabilmeyen, Konsa göç bilmeyen Aklına inanmayan Yurt kadrini ne bilsin! Asan Kaygı’nın sadece humanist olduğunu söylemek doğru olmaz. O, sadece insanlar değil canlı cansız bütün yaratılmışların kaygısını çeken bir merhamet adamıdır. Esasen “Kaygı, Kaygılı” lakabını da her şey için çektiği kaygıdan almıştır. Bir yaz günü yoğun dolu yağar. Kaz ördek uçamaz, mallar yer buzlarla kaplandığından otlayamaz olurlar. Kaygı, bu durumu görerek zararlı, zararsız, faydalı hemen bütün canlılar için onlara acıma duygusunu gösterdiği uzun bir manzume yazar: Kuyrugu cok calı cok, Kumda tuulup, çöldö öskön, Kulan baykuş kantti eken? Çımçıp alar cünü cok, Çınırarga ünü cok, Boorunda butu cok, Cılan baykuş kantti eken? Booru cerge cabışıp, Basa albagan balçaktap, Baka baykuş kantti eken? Kirerge eşigi cok, Korgoloor teşigi cok, Konuz baykuş kantti eken? Kuyruğu yok yelesi yok, Kumda doğup çölde büyüyen, Zavallı yılkı ne yaptı acaba? Üstünü örten tüyü yok, Bağırmaya sesi yok, Bedeninde ayağı yok, Zavallı yılan ne yaptı acaba? Bağrı yere yapışıp Yürüyemez balçıktan Zavallı kurbağa ne yaptı acaba? Girecek kapısı yok, Saklanacak deliği yok, Zavallı mayıs böceği ne yaptı acaba? 170 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynaklar Erkebayev, A. (2004) Kırgız Adabiyatının Az İzildengen Baraktarı, Bişkek, S.100-104. Kırgız Adabiyatı Entsiklopediyalık Oku Kuralı, Memlekettik Til cana Entsiklopediya Borboru, Bişkek, 2004 (KAEOK) Manas Entsiklopediya (1995), Tom 1, Bişkek, s. 101. Urstanbekov, B. U., Çoroyev, T.K.(1990). Kırgız Tarihi, Frunze, s.18. Абдраев, Azamat (2011) http://www.super.kg/ article/? article= 11797, No 459, 19-25 Avgust Turdugulov, A. (2005) Kırgız Klassikası, Bişkek, s. 138-147. Ünal, Fatih (2008) XV. Asır Türk Dünyasının Bozkır Filozofu, “Asan Kaygı”, Erdem 52, s. 245-260 Zakirov, S. (1996) Kırgız Sancırası, Bişkek, s. 353-354. 171 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GÖKTUNA, Sevil (2014). “Eşrefoğlu Rumi Hazretleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.173-187 (http://bilgelerzirvesi.org). Sevil GÖKTUNA* EŞREFOĞLU RUMİ HAZRETLERİ G önüllerin mana sultanı Eşrefoğlu Rumi hazretlerini anlatmak, onun himmeti ile olacak çünkü her satırı ayrı bir anlam, sır deryasının derinliklerinden gelen sözlerin hepsi birer hazine. İlk önce, onun tasavvuf dünyasında altın harflerle yazdığı divanının ifadesini anlatmak dileğini içimden duyuyorum. Bu duyduğum sesin gücüne sığınıyorum. İnşallah hakikaten onu tanımlamakta gereken gayreti gösterirken çabalarımın ebedi dünya içindeki yerini almasının diliyorum. Evet; dilemek güzel ama gönül hanemizdeki düşünce dünyası bunları nasıl bir halvet ile kabul etti? Orasının değerini tabii ki onu seven dostlar verecek. Evet efendim; ben kendilerinin sülalesinden gelmekteyim. Bunu bir hazine olarak kabul ediyorum. Bu kıymetli bağışı çok güzel bir şekilde ömrümün sonuna kadar taşımayı Cenab-ı Allah’tan diliyorum. Eşrefoğlu Rumi’nin maneviyat dünyasındaki yaşantısın ifadesini burada yansıtmaya gayret edeceğiz. Eşrefoğlu Rumi Hazretlerinin kökeni, İslam dünyasının mutasavvıflarından, menakıp kitaplarından öğrendiğimize göre Hz. Ali’ye kadar dayanır. Asıl adı Abdullah olan Eşrefoğlu Hazretleri babasından dolayı Eşrefoğlu diye anılmaktadır. Eşrefoğlu’nun babası Mısır’dan Anadolu’ya göçmüştür. İznik’e yerleşmişlerdir. Babasının adı “Seyyid Ahmet Eşref bin Seyyid Muhammed Suyufi” dir. Babası da mana dünyasının seçkin simalarındandır. Türbeleri İznik’te bulunmaktadır. Mana âleminde feyz ve irşad içinde bulunan “ Seyyid Ahmet Eşref bin Seyyid Muhammed Suyufi” bağlar içinde, sakin ama manevi âlemin nuruyla, feyz veren türbesindedir. Babası, devrin saadetlerindendir. İrşad görevinde bulunmuştur. Fakat ne var ki hakkında çok bilgi * Yazar. 173 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı edinilmiş değildir. Mısır’dan Anadolu’ya geldiği zamanda önce bir müddet Suriye’de kalmış, oradan Anadolu’ya geçmiştir. Manisa’da bir süre kalmıştır. Oradan da İznik’e geçmeye karar vermiştir. Orada yerleşmiştir. Anadolu’ya geliş nedenleri olarak şöyle söyleyebiliriz: O çağlarda tasavvufun Anadolu’da çerağı yanıyordu. İnsanlık kendilerini irşad ettirmek için Mısır, Taşkent, Semerkant gibi ilim merkezlerine doğru gidiyordu. Anadolu’ya akın oluyordu. Eşrefoğlu’nun babası da devrin mürşitlerindendir. Anadolu’da manevi dünyanın aşkını dergâhlaştıran bir kimsedir. Fakat ne var ki bu konuda köklü bir dökümantasyon bulunmuyor. Annesi hakkında pek birşey bilinmiyor. Babalarının İznik’te evlendiği üzerine bir ihtimal düşünülüyor. Bunun gerçeklik payı ne kadar bir şey söyleyemiyoruz. Mana sultanın gayet sade bir hayat yaşadığı, yaşantısının büyük bir kısmını halvet, zikir içinde, Rabbiyle baş başa geçirdiği ifadelendiriliyor. Kalbindeki Allah aşkıyla dolan gönlünü insanlık sevgisine uzatıyor; ilahi sırlarla dolu bir yaşam içinde yazıyor. Türbesini ziyaretle bunun hislerini veriyor tevazu içinde. Belki çok kimse türbesini bile bilmiyor. Ama ne var ki o, kendini sevenleri sevgi dünyasındaki köprüden geçirerek buraya ulaştırıyor. Kim, nereden gelmiş, eserleri nasıl diye soruların, cevaplarını aratıyordu. İnşallah bir gün sorular cevaplarını bulacaktır. Ama en güzeli gönüllerdeki yeridir. Başucunda bulunan selvi, onun maneviyat dünyasının dorukluğunun bir anlamı ile durmaktadır. Cenab-ı Allah’ın sevgisiyle yanan kalbindeki feyzi hala ziyaretine gelen dostlara sunmaktadır. Kuş cıvıltıları adeta Cenab-ı Allah’ın ismini zikir edercesine başucunda ötmektedir. Bağlar arasındaki türbesinde manevi güzellik, feyzi içindedir. Himmetine sığınıyoruz. Buradan, Eşrefoğlu Abdullah Hazretleri’ne ait bilgilere doğru yol alalım. Eşrefoğlu Abdullah Hazretleri’nin edinilen bilgilere göre İznik’te doğduğundan bahsedilmektedir. İlk tahsil hayatına İznik’te başlamıştır. Daha sonra Bursa’ya geçmiştir. Çelebi Sultan Medresesi’nde tahsil etmiştir. Başarılı bir öğrenci olmuştur. Farklı bir anlayış içerinde olduğu anlaşılmıştır. 40 yıl kadar ilim tahsil etmiştir. İlk önce zahiri bilimler içinde kalmıştır. Daha sonra manevi ilimlere yönelmiştir. İlk olarak fıkıh âlimi “Kara Hoca” namıyla anılan Alaaddin Ali’ye öğrenci olmuştur. İlim ve fende o kadar ileri olan Eşrefoğlu, kendini bir türlü yeterli görmüyordu. İçinde kıpırdanışların olduğunu fark ediyordu. 174 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu da tasavvuf ilminin özlemi idi. Bunun için pek çok eserler okuyordu. Ama ne var ki okudukları onu doyurmuyordu. İlmi yolda belirli bir hale gelince seçmesi gereken yolun tasavvuf olduğuna karar verdi. Bu işin satırlarla olacağını tahmin edemiyor, sadır ilmi olduğuna inanıyordu. Kendine bir mürşid arıyordu. Zaten babaları da devrin saadetlilerinden olduğu için bir feyz alıyordu. Bursa’da Abdal Mehmet adında bir meczup Veli ile tanıştı. Onunla aralarındaki bir olay, Eşrefoğlu’nun uyanmasına sebep oldu. Aralarında geçen olay şundan ibarettir. Bir gün Eşrefoğlu, medresenin civarında dolaşırken Abdal Mehmet Hazretlerine rastlar. Bu mübarek zat bir derbeder kıyafet içinde, aynı zamanda meczup bir kimse olduğu için hal ve tavırlarında bir davranış gizemliği doludur. Eşrefoğlu, Abdal Mehmet Hazretlerine rastlayınca çok memnun olur, manevi cazibesinin kalbindeki tesiri ile yanına doğru yaklaşır. Gönlünün rabıtasını ona verip; şöyle bir istekte bulunur: “Eğer hakikat yolunda yürümek, bana nasip ise bazı alametlerinin belirlenmesini” diler. Bu hal bir gönül halidir, Aşk sultanlarına böyle hal ile halvet olurlar. Abdal Mehmet Hazretleri, bir nazargah ile Eşrefoğlu’na bakar: -“ Var git bize köfteli çorba getir” der. Eşrefoğlu bu istek üzerine hemen yola koyulur. Çarşıya gelir. Fakat ne var ki hiçbir dükkânda köfteli çorba bulamaz. Eli boş halde Sultanının huzuruna dönmek istemez. Bir çorbacı dükkânından sade çorba alır, Sultanın huzuruna gelmeye koyulur. Ama köfteli çorbayı bulamadığı için hicap içindedir. Abdal Mehmet Efendi Hazretleri’nin huzuruna varınca çorbayı uzatır. Büyük Veli çorbayı karıştırır. Ama köfteye rastlayamayınca, -“Hani bunun köftesi?” diyerek sorar. Yerden bir parça çamur alarak bunu köfte şeklinde yuvarlak haline getirir, çorbasının içine atar, daha sonra çorbayı iyice karıştırarak Eşrefoğlu’na “Buyurun, yiyin” der. Eşrefoğlu böyle bir hal karşısında hiç tereddütsüz çorbayı kaşıklamaya başlar. Abdal Mehmet Hazretleri şöyle der: -“Ya sen olmayıp da kim olsa gerek?” Bu sözün arkasından oradan uzaklaşır. Eşrefoğlu bu sözün anlamını düşünmekle halvet olurken, bu sözdeki sırla hakikat yoluna bir davet olarak kabul eder. Kendindeki ilahi cezbesiyle hücresine çekilir, varını yolunu fakir fukaraya dağıtır. Halvet olmaya gidecek batıni ilmin yolunda yürümesinin zamanı gelmiştir. Artık zahiri ilimlerde, olan yolunu kapatmayı düşünmeye başlar. O zaman devrin saadetlilerinden olan Veli Emir Sultan Hazretlerine gitmeyi düşünür. 175 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Emir Sultan Hazretleri bir mürşid-i kâmildir. Yıldırım Beyazıt’ın damadıdır. Fakat tevazu içinde bir hayat yaşamda bulunmaktadır. Manevi feyzinin nurunun nasibi olan gönüllerde irşad ettirmekle meşguldür. Emir Sultan Hazretleri, Ömer Ekmelüddin ismindeki bir zat tarafından Hicri 7. asırda kurulan Halveti tarikatına mensuptur. Emir Sultan Hazretleri gerek halk, gerekse yüksek tabaka tarafından çok iyi tanınıyordu, hürmet görüyordu. Onun da dünya malına düşkünlüğü yoktu. Eşrefoğlu, Emir Sultan Hazretleri huzurunda iken şöyle bir dilekte bulundu: -“Bizi huzurunda irşat ederseniz çok memnun olurum“; Emir Sultan Hazretleri bu istek üzerine nazargahıyla Eşrefoğlu’na bakarak şöyle der; -“Siz varın Ankara’ya Hacı Bayram Veli’ye gidin”, Emir Sultan Hazretleri bir Veli olduğu için mana gözüyle Eşrefoğlu’nu seyr eylediğinde onun irşadının Hacı Bayram Veli’ye verildiğini hisseder. Bu, tasavvuf yolunun cilvelerinden, Veli kullarda tecelli eden bir ehil halidir. Eşrefoğlu bu emir üzerine yola koyulur, Ankara’ya varır. Hacı Bayram Veli Hazretlerinin huzuruna varır. Burada çok kısa olarak Hacı Bayram Veli’den bahsedelim. Asıl adı Numan olan Hacı Bayram Veli (1354-1429) yıllarında yaşamıştır. Ankara’nın bir köyü olan Solfasol’de (Zü’l Fadl) doğmuştur. Tahsilini tamamladıktan sonra Ankara’da Melik Sultan Medresesi’nde müderrislik yapmıştır. Fakat asıl isteği tasavvuf yoluna girmekti. Maneviyat içeren bir hal içinde bulunduğu için, feyz ile nasipli olduğundan aldığı bir işaret irşadıyla Somuncu Baba’ya gitmiştir. Bu büyük Veli, Bursa’da o zaman ekmek satmak işiyle meşguldü. Somuncu Baba mana dünyasının sırlarından, tasavvufun derinliklerinden bahseder. Hacı Bayram’ı olgunluk içinde irşad eder. Beraber hacca giderler. Bir müddet beraber olurlar. Hacı Bayram Veli bir süre Aksaray’da bulunur. Ankara’ ya dönmeye karar verir. Ankara’da Bayramilik tarikatını kurar. Bayramilik, gönülde Allah sevgisini yerleştirmek, diğer düşünceleri gönülden atmaktadır. Bayramiler cehri zikiri benimsemişlerdir (yüksek sesle okunan zikirdir). Tevhit sırrına ermek desturlarıdır. Tevhit’in 3 derecesi vardır. 1) Tevhid-i Avam: Bütün insanlığın anladığı şekilde Allah’ı birlemektir. 2) Tevhid-i Has: Müminlerin bir derece yükselten sınıfına ait tevhididir. (Tevhid sıfatı) 176 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 3) Tevhid-i Hass ül Has ( Tevhid-i zat): Enbiya ve Evliya’nın anladığı manevi manadaki tevhiddir. Bunlar tasavvuf’un içindeki basamakların tevhid sırlarında yok olmaktadır. Şimdi tekra; Eşrefoğlu ile Hacı Bayram Veli arasındaki halvet haline dönelim. Eşrefoğlu, büyük bir teslimiyet ile kendini Hacı Bayram Veli’ye verir. Onun dergâhında terbiye olmaya hazırdır. Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu’nun nefsini terbiye etmek, onu benlik gururundan kurtarmaya başlar. Onu oldukça aşağı, benlik gururunu yıkıcı işlerde çalıştırır. Eşrefoğlu’nu tuvalet temizleme ilerinde çalıştırır. On bir yıl bu hizmette bulunur. Şeyhinin verdiği hizmeti en iyi şekilde yapar. Fakat o arada irşad ile Eşrefoğlu, dergâhın en gözde müritleri olur. Bu hal içinde şeyhiyle bir gün bile dünya kelamı konuşmazlar. Her söylediğini hem kalbine, hem aklına yazar. Maneviyat yolunda feyz içinde yol almaya başlar. Onun bu hali Hacı Bayram Veli Hazretlerinin çok hoşuna gider. Kızını Eşrefoğlu ile nikâhlar. Bu evlilikten Züleyha adında bir kızları olur. Fakat artık Eşrefoğlu mana denizinde oldukça irşad olmuştur. Hacı Bayram Veli kendilerinin İznik’e dönmelerini tavsiye eder. Ona halifelik icazetini verir. Hacı Bayram Veli’nin tarikatının sembolü olan bir sancakla bir seccade vermiştir. Halkı irşad etmesini dilemiştir. Eşrefoğlu artık olgunluğa ermiştir ama kendini buna layık görmemektedir. Bir müddet İznik’e gelen Eşrefoğlu, buradan tekrar Ankara’ya Hacı Bayram Veli’ye döndü. Sohbet esnasında Eşrefoğlu bir gün şöyle dedi: -“Sultanım, seyr-u sülükun tamamı şimdiki makamımız mıdır, yoksa daha var mıdır?” Hacı Bayram Veli buyurdu; -“Bir velinin bin sene ömrü olsa, envai mücahedat ve riyazed eylese henüz enbiyadan birisinin kademi (ayağı) vardığı yere velinin başı varmak muhaldir.” Bunu duyan Eşrefoğlu; -“Efendim, bendenize kanaat gelmedi, Seyr-i ilahta tayaran arzusu vardır, daha ziyade isterim.” Diyerek talepte bulundu. Bu söz Hacı Bayram Veli’nin çok hoşuna gitti. Onu, Hama’da bulunan Abdülkadir Geylani Hazretleri soyundan olup, aynı zamanda Kadiri tarikat şeyhi olan Hüseyin-i Hameviye gönderdi, daha yüksek makamlara doğru onun himmetiyle ulaşacağını söyledi. Yalnız, önce 177 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İznik’e dönmesini istedi. Orada 40 günlük bir riyazet halvetine girmesini istedi. Bu zaman içinde geçen halleri, rüyaları yazmasını tavsiye buyurdu. Eşrefoğlu, şeyhinin emirlerini harfiyen yerine getirdi. Artık bu halvet halinden sonra Hama’ya gitmesine izin verildi. Şeyhinin verdiği emir üzerine eşiyle ve kızları ile yola koyuldular. Çok meşakkatli bir yolculuk geçirdiler. Eşrefoğlu’nun teslimiyet içtenliği bunları bir çile olarak göstermiyordu. Zayidin yolu maçtır ırak Abidin yolu teabi ile fırak Aşkın yolu yakın hem doğrudur, Vasl-ı maşuk aşıka olur durak Eşrefoğlu’nun gönlündeki aşkın taşkınlığı, dudaklarından böyle anlamlı ifade ile dökülüyordu. Kendisi yayan gidiyordu. İznik’ten Hama’ya nihayet ulaştılar. Hama şehri uzaktan göründü. Eşrefoğlu bir an, bir hal ile daha da hızlı adımlarla yol almaya başladı. Eşrefoğlu’nun Hama’ya geleceği Hüseyin Hamavi tarafından malum idi. Çünkü velilerin can gözleri ile can kulakları tevhid sırlarıyla açılır. Perdeler sıyrılır. Hamavi Hazretlerileri “Bir gün Diyar-ı Rum’dan (Anadolu’dan) bir er geliyor. Onu karşılayınız ve buraya getiriniz” diye müridlerine söylediler. Bunun üzerine müridler yolda onu karşılamaya koyuldular. Fakat Eşrefoğlu çok yorgun, çok perişan halde geliyordu. Onu böyle görünce tanıyamadılar. Onlar daha saltanatlı bir kimse bekliyorlardı. Bunun üzerine Eşrefoğlu doğruca Hamavi Hazretlerinin kapısına geldi. Efendi Hazretleri kendisini karşıladı. Kızı ve eşi de Efendi Hazretlerinin ailesi tarafından karşılandı, ağırlandı. Hüseyin Hamavi Hazretleri daha Eşrefoğlu Hazretlerinin dinlenmesine fırsat tanımadan hemen onu yine 40 günlük halvet içine soktu. Bir hücreye soktu. Oruç ve ibadet içinde yaşamasını tavsiye etti. Buna tasavvufta Erbain denir. Eşrefoğlu, maneviyat hali içinde iyice cezbe ve zikir içinde kaldı. Yemek ve uyku gibi dünyevi ihtiyaçları bile unuttu. Hassü’l has (Tevhid-i zat) haliyle halvet olmaya başladı. Artık vahdet sırrına doğru yol alıyordu. Seyr-ü süluk içinde feyz içinde irşad oluyor, manevi âlemin basamaklarını çıkıyordu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek getirmişti. Eşrefoğlu bir ölü gibi kımıldamadan halvet içindeydi. Telaşlı bir vaziyette dışarı çıkan hizmetçi durumu hemen Şeyh’e bildirdi. Şeyh hiç oralı olmadı. Çünkü şeyhin manevi gözüyle onu halinden görüyordu, henüz halvette kalması gerekiyordu. 178 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eşrefoğlu manevi âlemin seyri içinde gününü doldurdu. Kendinden habersiz dost ile vuslat içinde günlerin geçtiğini bile anlayamıyordu. Şeyh 40 gün dolunca, Eşrefoğlu’nun yanına geldi, kulağına eğildi: “Rumi kalk” dedi. Daldığı manevi âlemin haliyle olan Eşrefoğlu cezbeden zor ayrıldı. “Sultanım bize kıydınız” dedi. Bu ilahi halyetten ayrılmak Eşrefoğlu’na zor gelmişti. Şeyh onun her halinden haberdardı. Onun bu hali Şeyh’in de hoşuna gitmişti. Onun bir Hak aşığı olduğunu iyice anladı. Artık onun mürşidlik icazetiyle görev yapmasını diledi. Eşrefoğlu artık iyice olgunluk ve seyr içindedir. Tekrar İznik’e dönmesini Şeyhi tavsiye eder. Bunun üzerine Şeyhi “Halk senin zahirine bakar, onun için biraz kıyafetini düzelt” der. Aynı zamanda halkın irşadıyla meşgul olmasını söyler. Şeyh Efendi Hazretleri bir pabuç ile hırka hediye eder. Eşrefoğlu şeyhine duyduğu saygı ve sevgiden dolayı, pabuçları ayağına giyemez. “Bunu bana Şeyhim verdi” der. Başına koyar başına koyunca pabuç yedi yerinden çatlar, Eşrefiye tarikatında tacın 7 dilimli olması böyle yorulur. Eşrefoğlu tarikatının bazı alametleri Şeyh Hüseyin Hamavi tarafından hediye edilmiştir. Bunlar 5 adet olup şunlardır: 1) Alem: Şeyhlerde bulunması icap eden şeyhlik basamağının ilk başladığı zaman verilen bayraktır. 2) Seccade- Post: Şeyhler bunun üzerinde otururlar. Buna post denir. Kumaş veya koyun postundan olabilir. Şeyhten şeyhe geçen seccadenin manevi değeri çok büyüktür. 3) Asa: Bir nevi değnek. Manevi değeri çok büyüktür. 4) Meşak ve Çerağ: Mürşidin karanlıkta olanları aydınlatmasına ve nura kavuşturmasına delalettir. 5) Tac: Bir nevi başlık. Bu tarikatlara göre değişir. Şeyh ve müridler mensup oldukları tarikata göre taşırlar. Bunun yapılışı keçedendir. 7 terkli Eşrefiye tacı bir manası da Fatiha suresinin 7 manasını taşımasını işaret ettiğini ve 7 kat gök tabakasını simgelediği söylenmektedir. Eşrefoğlu Tac giymeyi sünnet saymıştır. Ona göre T harfi tamlığa, Elif harfi şekil itibariyle doğruluk, Cim harfi ise cemale (güzellik, mutlak güzellik, Allah’ın güzelliği) delalet etmekte. Tacın üzerine Cüneydi tabir edilen bir sarık sarılır ve sarığın ucu da yandan bırakılır ki buna “taylaşan” adı verilir. Eşrefoğlu’nun artık İznik’e yol almasının zamanı gelmiştir. Fakat Eşrefoğlu’nun bu durumu, diğer müridler tarafından kıskanılır. 179 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Neden Şeyh Efendi Hazretleri Eşrefoğlu’na icazet veriyor, onu İznik’e yolluyor. Biz de senelerdir bu dergahda çalışıyoruz, bizi böyle bir halden neden nasiplendirmiyor” diye yakınmaya başlıyorlar. Tabii ki bu hal Şeyh’e ulaşıyor. Bunun üzerine Şeyh bütün müridleri toplar, kırlara doğru giderler. Namaz vakti gelince, Şeyh müridlerine der ki; ”Gidin bana su getirin”. Bütün müridler 4 köşeyi dolanırlar ne var ki bir türlü su bulamadan gelirler. Şeyh bu sefer döner: -“Eşrefoğlu var git sen ara” Eşrefoğlu, bu emir üzerine kalkar. Eline bir tas alır. Biraz gider. Orada bir ağaç altında teyemmüm ederek, abdest alır. 2 rekât rabbine namaz kılar. -“Allah’ım ne olur, şeyhim su istiyor. Beni mahçup eyleme, sen her şeye kadirsin, Kadir-i mutlaksın” der. O anda toprağın bir kenarından su fışkırır, hemen elindeki tası doldurur, şeyhine döner. Bunun üzerine Şeyh Efendi Hazretleri, diğer müridlerine “gördünüz mü?” der. Bu hal üzerine Eşrefoğlu’nun hali, diğer müridlerce anlaşılır. Bir zaman sonra Şeyh yine buyurur. “ Bana bir menekşe getirin” Bütün müridler deste deste menekşe getirirler. Eşrefoğlu ise ancak bir tane menekşe ile efendisinin huzuruna varır. Şeyh gülerek der ki ”Demek menekşenin yerini bulamadın”. Eşrefoğlu şöyle cevap verir: “Bütün menekşelere baktım Allah’ın adını zikrediyorlardı. Beni Rabbimin zikrinden ayırma diye ses ediyorlardı. Yalnız bir kenarda zikrini tamam etmiş bir menekşe gördüm. Onu alıp size getirdim. Öbürlerini koparmaya gönlüm el vermedi Sultanım” der. Bu sözler Şeyhinin çok hoşuna gider. Diğer müridler de onun halini anlarlar. Artık bu hallerden sonra, Eşrefoğlu’na yola koyulma müsaadesi verilmiştir. Şeyh Hüseyin Hamavi Hazretleri, Eşrefoğlu’na giderken bazı tavsiyelerde bulunur. Vasiyetlerden birisi 7 senelik sıkı bir riyazette bulunmasıydı. Daha pek çok nasihat vermiştir. Bundan sonra yola çıkar. Ailesi ile birlikte oldukça uzun ve meşakkatli bir yolculuk ile İznik’e varır. Şeyh Efendi Hazretleri buyurur: “Bir büyük denizmiş, neyim varsa hepsini kendine çekti.” Eşrefoğlu manevi âlemin aşk sultanıdır. Bu hal ile İznik’te irşad görevine başlar. Hüseyin Hamavi Hazretleri mensup bulunduğu 180 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kadirilik Tarikatının seyr-ü sülükunda bulunduğu zaman feyz ile irşad, zikir içinde bir hal ile halved eder. Eşrefoğlu buyurdu: “Şeylik mertebesi o kadar kolay bir iş değildir. On yedi şeyhe yetiştim. Bunların hepsinin hizmetinde bulundum. Hepsinden aldığım feyz ile nasip aldım. Ama ne var ki, ancak dört tanesinde makamıma eriştim. En son olarak Abdülkadir Geylani Hazretleri üçüncü göbek torunu Şeyh Hüseyin’de seyr-i süluku tamamladım. Maksadıma nail oldum. Şeyhlik dava ve şöhret ile olmaz. Çok mürid ve muhib edinmekle olmaz. Kavgada galebe çalmakla da olmaz. Nuh Peygamber (S.A.), şeyh-i Enbiya iken dokuz yüz elli yıl halkı Hakk’a davet etti. Doksan kişiyi kendine inandırabildi. Mürid çokluğu ile Şeyh’in mertebesi ispatlanmaz. Şeyhlerin terbiyesi vardır. O mertebeye varmayan kimseye şeyhlik verilmez. Şeyhlikte mertebe-i recüliyyet yani tam erlik mertebesi vardır.” Şimdi biraz bundan bahsedelim. Tam erlik mertebesini bulan kimlerdir? Bir kimse kendi sırlarına erişse, Hak Teâla’nın sıfatlarına, İsmi Azam’ın sırlarına eremezse, şeyhlere aşina olsa, bütün mahlûkatın sırlarına, batınına, zahirine ve aleniyyetine vakıf olsa, o kimse henüz kâmil evliya değildir. Bu kimse henüz mertebe-i recüliyyete yetişmemiştir. Tam er değildir. Mürşid-i Kamil o kimsedir ki, bunların üstünde olup, Allah’ü Teâla’nın ilim, zat ve sıfatlarına vakıftır. Bunun hiç nihayeti yoktur. O ilim, ilm-i mükevvenatıdır. Bu ilm-i zahir’in yanında söylediğimiz ilmin durumu damlaya nazaran deniz gibidir. “Ne acayiptir o deryanın dalgıcı ki, o deryanın bir katre ve damlası binlerce sonsuz denizleri meydana getirir. Bu deryaların hepsi o damlaya fark olur.” Eşrefoğlu’nun şeylik mertebesi hakkında söyledikleri sayfalar dolusudur. Şeyhin gönlü gerçek gönül olmalıdır. Kalp, kalb-i hakiki olmalıdır. Kalb-i hakiki yerden, gökten ulu olan kalptir. Sonsuz olan ancak insanı binihaiyye ulaştırabilir. Nihayetsizden her zaman nihayetsiz görünür. Hak Teâla, insanlara o gönülden haber vererek der ki: “Yerlere, göklere, arş’a, kürsiye sığmadım. Mümin kulumun gönlüne sığdım. Zira o kimselerin gönüllerinde benden gayrı yoktur”. Bu hadis-i kutsi’dir. Bu olgun kimselerin zahirlerinden Hak Teâla haber verir ve buyurur. “Böyle kimselerin işiten kulağı olurum. Gören gözü, söyleyen sözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benimle dinler, işitir, konuşur ve çalışırlar.” 181 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu mertebeye erişmeyen kimse şeyhlik makam ve mertebesine layık değildir. Şeyhlik yapan kimseler âlim olmalıdır. Cahil olmamalıdır. Emir ve nehiyleri iyi bilmeli ve gereğini yerine getirmelidir. İlmi olmayınca zaten sayılan ve istenilenlerden hiçbiri de o kimsede bulunmaz. İlimsiz kimseler delalette bulunurlar. Bundan kendilerini kurtaramazlar. Enbiya suresinin yedinci ayetinde “Eğer bilmezseniz ilim ehli olanlardan sorun, öğrenin” buyrulmaktadır. Bu bilgileri Eşrefoğlu’nun “Müzekkin Nüfus” adlı eserinden aktarıyorum. Eşrefoğlu Rumi’nin şeyhlik mertebesi hakkındaki bilgileri, her zaman hayranlık içinde okunmaktadır. Şimdi biraz da Eşrefoğlu’nun mensup olduğu Kadirilik hakkında kısa bilgi verelim: Bu tarikatın kurucusu Abdülkadir Geylani Hazretleridir. Hz. Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hasan soyundan geldiği söylenmektedir. İlim ve irfan sahibi bir kimsedir. İbadette çok düşkündü. Tasavvufta çok değerli eserleri vardır. “Ebülhay Muhammed bin Müslim Eldabban” adlı veli zat tasavvufa girmesine vesile olmuştur. Tasavvufa girdikten sonra tevazu içinde bir hayat yaşamıştır. Bir müddet sonra Bağdat’a döndü. Vaizlik görevinde bulundu. Pek çok kimseyi irşade davet etti. Şöhreti İslam dünyasında dört bir yana yayıldı. Kadiri Tarikatının yayılmasında irşad görevi yaptı. Bilgi ve zekâsı ile çok âlim bir kimsedir. Veli bir kimsedir. Hıristiyan ve Yahudiler bile kendisine intisap edip Müslüman olmuşlardır. Sohbetlerinde Allah ile kul arasındaki ilahi halden bahsetmiştir. Sırların derinliklerine doğru yol almıştır. “Gavs-ül Azam” olarak anılmıştır. Devrin en büyük Veli’sidir. Himmeti tüm insanlık ile olsun. Pek çok kerametlerine rastlanmıştır. Kadirilerin alameti yeşildir. Kadiri tarikatına mensup olan mürid namzeti akariya adı verilen çuhadan bir külah giyerdi. Eğer Kadiriliğe kabul edilirse şeyhi, külahının etrafına, ortasında Mühr-i Süleyman bulunan on sekiz dilimli bir gül sarardı. Bu külaha tac denir. Kadiriler yeşil renk ile birlikte diğer renkleri de makbul sayarlar. Bu yola intisap eden kimsenin gece ibadet ile meşgul olması istenirdi. Gündüz oruç tutması, bir kenarda Rabbi ile baş başa kalması, kimseye kırıcı olmaması söylenirdi. 40 günlük halvet içinde bulunduğu zaman az yemesi tavsiye edilirdi. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin pek çok değerli eserleri de bulunmaktadır: Fethü’l Rabbani, Fethu’l-Gayb, Feyüzat-ı Rabbaniye, Bekicetü’l Esrar. Tekrar büyük veli Eşrefoğlu Rumi Hazretlerinin âlemi halinden bahsedelim. İznik’e gelen büyük sultan artık halkı irşade 182 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması başladı. Bu arada gayet sade bir hayat yaşıyordu. Şan ve şöhretten kaçıyordu. Dağlara çıkıyor, Rabbiyle baş başa kalıyor, çok anlamlı maneviyat içeren sözler söylüyordu. İznik halkı peşinden koşuyordu. Fakat o yine de kendini pek olgun görmüyor, tevazu içinde herkesin huzuruna varıyordu. Hassü’l- has olan imanın sınırı sonsuzdur. Kur’an-ı Kerim’de Allahü Teâla El-Kehf suresinde 110. Ayette buyuruyor ki; “Kim Rabbine kavuşmayı dilerse, onun rızasını isteyerek salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” Demek ki salih ameller Allah’ın cemalini görmeye sebeptir. Kalbi zahiri ve batını ibadetlerle yüceltmek, nefsi emmarelikten mutmainliğe yüceltmek gerekmektedir. Bütün farzlar, sünnetler zahir amelle, şer’i emirlerle, imanla edeple noksansız olarak yerine getirilmeli. Batını âlemle de nefsi fesadden kurtarıp, iyiliğe götürmek için gerekenler yapılmalıdır. Böylece nefis emareden mutmaine yücelerek, Allah’ın rızasını kazanır ve veliliğe ulaşma yolları açılmış olur. El-Fecr Suresi 21-28. Ayeti kerimelerinde haber verildiği gibi Allah’a dönülür. “Ey mutmain nefis, onun rızasını kazanarak Rabbine dön.” Nefis, bütün kirlerinden arınarak Rabbi bilme şerefine ulaşır. Tasavvuf bütün ile vahdet sırrına yönelme işidir. Kişilikten, benlikten, kendini birim olarak kabullenme halinden kurtulup, Vahdet deryasına çark olmadan Allah bilinmez. Allah böylece bilinmeyince de velilik olmaz. Eşrefoğlu bu meratipleri aşmış, velilik makamına ulaşmıştır. Nefsini terbiye ederek, Nefsi Kemaliye’ye ulaşır. Allah’ın kuluna en büyük bağışı böyle bir hal ile halvet içinde olmasıdır. Fakirlik ve fanilik tecellileriyle ilahi tecelliye ulaşır. Hakkın yoluna girmekten amaç kötü ve çirkin huylardan kurtulup, üstün ve güzel ahlak ile sıfatlanmaktır. İnancı düzeltip, ehl-i sünnet mezhebinin gerekenlerini yerine getirmektir. Kuran-ı Kerim’de En Necm suresinde 39. Ayetin sırlarına ulaşmaya çalışmalıdır. “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” Ancak, insanlık ilahi dinler ile kurtuluşa erer. Allah yanında din İslam’dır. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, İslam’ın şartları içindedir. Beratımız “La ilahe illahlah”dır. Rad suresinde 28. Ayette “Onlar ki iman etmişlerdir. Kalpleri Allahü Teâla’nın zikriyle sükûn bulur” buyrulmaktadır. 183 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı S.A.V. Efendimizde her şeyindir cilalayıcısı vardır. Kalplerin cilalayıcısı da “La ilahe illallah Muhammedun Resurullah”tır buyurmuştur. İbadetler de Allah rızasına ermek için yapılırsa “illahe ente maksud-i ve rıcake matlubi” olur. Allah’ım maksudum sensin, matlubum senin rızandır. Aşkına ulaştır. Rahmetini esirgeme insanlıktan. Eşrefoğlu’nun böyle manevi dünyanın feyzi ile dolu irşad sohbetlerini dinleyen çok kimseler vardı. Şanı Bursa’ya da yayılmıştı. Pınarbaşı denilen mevkide bir tekke inşa ettirdi. Orada irşadda bulundu. 120 yaşına kadar bu görevde bulundu. Türbesi caminin avlusundadır. Caminin ismi Eşrefoğlu’dur. Halen manevi görevdeki icazetini ziyarette bulunanlara sunmaktadır. Vefatından sonra yerine, kızını evlendirdiği damadı “Abdürrahim Tırsi” geçmiştir. Daha sonra yerine Mudurnu’lu Muslihittin Efendi geçmiş, ondan sonra Abdürrahim Tırsi’nin oğlu, Eşrefoğlu’nun torunu olan Pir Hamdullah Efendi gelmiştir. Böylece yayılmıştır. Eşrefoğlu Hazretleri’nin kurduğu bu tarikatta, Kadiri ve Bayrami tarikatı birleşimi, Emir Sultan Hazretlerinin izlerine rastlanmaktadır. Adı Eşrefiye tarikatıdır. Bu yolda mümkün mertebe halkın içinde olmamak, altı yıllık Davudi oruç, 40 günlük riyazet ve ibadete girmek vardır. Nefis mücadelesi içinde bulunmaktadır. Bursa civarında bulunan tekkelerin çoğu Eşrefiye tarikatına bağlı idi. Eşrefiye tarikat mensuplarının kıyafetleri beyaz ve yeşil çuhadan yaptırılmıştır. Eşrefoğlunda bulunan mühür renk ibrişimle işlenir. Tac’daki dilimler sayısı yedidir. Dokuz köşeli mühür, onsekiz bin alemin sırrı ve Besmeleyi Şerifteki harflerin sayısına uygun mühür Eşrefoğlu’nun buluşudur. Eşrefoğlu’na ait menkıbelerden biraz bahsedelim; Eşrefoğlu torunu Pir Hamdi Efendi’nin anlattığına göre Eşrefoğlu bir gün halvete çekilir. İbadet ederken, gecenin yarısında yer ve gök ikiye ayrılır, içinden bir nur peyda olur. O Nur’dan şöyle bir hitap duyulur: “Ey kul dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu Hazretleri bu olayın geri kalan kısmını şöyle anlatmış. “Allah’ın izni ile o melunu kabzam içinde alıp sıktım. Meğer şeytan imiş. Avucumun içinde bunalıp dedi ki: “Ya şeyh ne yapıyorsun? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Ölmem. Sen, seni öldürmek istiyorsan…” Eşrefoğlu diyor ki: “Melun, sen benim müridlerime ve dostlarıma, imanlılara kast etmeyeceğine söz 184 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ver seni salıveriyorum.” Şeytan da; “Evet, musallat olmayacağım.” Eşrefoğlu buyurdu ki; “Melun, sen Hak Teâla ile olan akdine uymadın, benim ahdime mi vefa edeceksin, bildiğinden geri kalma” der, salıverir. Eşrefoğlu’na sorarlar, “nereden bildiniz şeytan olduğunu? “ Dedi ki; “Bütün haram olan şeyleri helal etti.” Büyük Veli Kâmil’lik halinden bir sır vermiştir: Bu yola kim gider ise delilsiz Anı şeytan kodu dinsiz imansız Gerekir bil gerektir bir kılavuz Varamazsın bu yola kılavuzsuz Sultan Eşrefzade Hazretleri bir gün Abdürrahim Tırsi’yi çarşıya elma almaya gönderir. Tırsi, elmayı alıp geri dönerken yolda bir derviş görür. Derviş Tırsi’ye elindekinin ne olduğunu sorar. O da torbasını uzatır. Derviş bakar, elma olduğunu görür. Elmalardan bir tane alır. Tırsi yola koyulur. Eşrefoğlu Hazretlerinin huzuruna kavuşur, elmaları uzatır. Eşrefoğlu, elmaların eksik olduğunu söyler. Tırsi yoldaki durumu anlatır. Eşrefoğlu; “O kimdi biliyor musun?” der. Tırsi “Bilmiyorum efendim” deyince Eşrefoğlu hazretleri buyurur; “Hızır Aleyhisselam’dır”. Tırsi bunun üzerine onu tanımadığı için çok üzülür. Hep dua eder. Bir daha Hızır’ı bir görsem, bir bilsem diyerek diline zikir eder. Günler, böyle su gibi akar. Bir gün Eşrefoğlu Hazretleri, Tırsi’yi yaylaya yollar. Yolda giderken, çeşmeye rastlar, çeşmenin yanında bir zat oturur. Bir de ne görsün, gördüğü kimse geçende tanımadığı Hızır Alehhisselam Hazretleridir. Hemen elini öper, dizinin dibine ilişir, bir anda cezbe haline düşer, vuslat âleminin sırlarını yaşar. Bir hal içinde uyanınca, Hızır Aleyhisselam Hazretleri buyurur; “Hizmetinde bulunduğun şahsın kıymetini bil, hayır duasını al” der. Bundan sonra Hızır Aleyhisselam ortadan kaybolur, Tırsi de Eşrefoğlu Hazretleri’ne başından geçenleri anlatır. Sözüm anladın ise ey karındaş Bu sırrı keşf edip uş eyledin faş Eğer Âşık isen al bu sözümden Kamu sermayeyi var eyle taraş Üzüldü külli sebepten nesepten Rıza verdi kazaya her taraftan Bu böyledir şu şöyle olsa dimez Ver ger kahr ve ger lutf olsa Hak’tan 185 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kimin zatında kim gevheri vardır Murat maksudundur bir sözden anlar Bu sözü Eşrefoğlu Rumi söyler Hakkın taliglerini tenbih eyler. Eşrefoğlu Rumi, Tasavvufi Halk edebiyatımızda Yunus Emre’den sonra gelen seçkin simalardan bir kimsedir. Gönül erliğindeki olgunluklarını şiire dökmüşlerdir. Eşrefoğlu Hazretleri’nin divanı, dini/tasavvufi nasihatlerle süslenmiş seçkin bir eserdir. Eserlerindeki anlamı anlamak tüm insanlığa en güzel bir vasiyettir. Müzeki’n-Nüfûs tasavvufi bir halk kitabıdır. Aşk dünyasındaki ilahi hallerle dolu olan bu kıymetli eser iki bab üzerinedir. Birinci babda incelenen nefis dörde ayrılır: Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne. Daha sonra bu nefislerin vasıflarını anlatır. İkinci babda ise nefsi terbiye etmenin yolları gösterilmektedir. Nefis terbiyesinin üç aşaması anlatılır. Az yemek, az söylemek, az uyumak. Bu konuları tüm içtenliği ile en güzel biçimde anlatmıştır. Eşrefoğlu Hazretleri bu konuda şöyle bir hal içinde gönül badesinden seslenmiştir. Nefsine uydun aklı kodun, hakk’a olmadın mutı, Bu dalalet içre kaldın hiç hidayet bulmadın Hak yoluna bir kadem ihlâs ile yürümedin Din’ü iman terkin urdun nefs yolundan kalmadın Ol hüda nefsin düşman kıldın sana aklı dost Düşmanımı dost edindin ey haft kim bilmedin Hakk’ı koydun sen hevana uydun oldun putperest Ben oldum nefsine bir dem Hakk’a kul olmadım Kanı hak ile ezelde ettiğin kavl’ü karar Ahdı sıydın gayrı sevdun doğru yok gelmedin Eşrefoğlu Rumi ezel ikranına durdun ise Masiva rengin gönülden pes ne içun silmedin. Müzekkin-Nüfüs nesir halinde yayınlanmış olmasına karşın içinde pek çok ilahi de bulunmaktadır. Diğer eserleri de şunlardır: 1) Tarikatnamea 2) Fetüvvetname 3) Dekail ün nübüvve 186 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 4) İbretname 5) Maziretname 6) Hayretname 7) Eleştname 8) Nasihatname 9) Esrarüttalibin 10) Münaraahname 11) Tacname Bu eserler matbu olmayıp, yazma nüshalar halindedir. Eşrefoğlu Rumi Hazretleri, insan denilen kâinat sırlarının manasına inmiş, Allah’ın Veli kullarındandır. Bil, bul, arif ol. Bugün “Allah için ne yaptın?” desturu ile tasavvufi dünyaya ismini altın harflerle yazdırmıştır. Bütün Ehlullah, güçlü bir imanla bu emre uymuş ve bunun idraki içinde hareket ederek, Allah katında layık olduğu mevkiye ermiştir. 187 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GEMİCİ, Nurettin (2014). “Evliya Çelebi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.189-198 (http://bilgelerzirvesi.org). Nurettin GEMİCİ* E EVLİYA ÇELEBİ** vliya Çelebi’nin (1611-1687?)21 hayatını anlatan yegâne eser kendisinin bizzat kaleme aldığı seyahatnamesidir. Yazılan biyografik türdeki çalışmalarda öncül birkaç eser gerçekten dikkat çeker. Bütün bunlardan derlenen bilgilerin harmanlanmasından çıkarılan hayat hikâyesi hakkında şunlar söylenebilir:22 10 Muharrem 1020'de (25 Mart 1611) İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası, Seyahatname’nin bazı yerlerinde adı Derviş Mehmed Ağa, Derviş Mehmed Ağa-yı Zıllî şeklinde de geçen Saray-ı Âmire kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi'dir. Mehmed Zıllî Efendi I. Ahmed devrinden itibaren Saray’ın kuyumcubaşılığı sırasında belirli zaman aralıklarıyla yenilenen Altınoluk’un ilk dökümünü yapmıştır. Kâbe’nin damının üzerinde biriken yağmur sularının akması için yaptığı Altınoluk’u bizzat kendisi surre emânetiyle birlikte yerine götürmüş olduğunu Evliya Çelebi’den naklen biliyoruz. Ayrıca onun Sultan Ahmed Camii'nin kapı ve pencere tezyinatı işlerinde gösterdiği başarı üzerine I. Ahmed'in takdirini kazanarak musâhib-i şehriyârîliğe * Doç.Dr.İstanbul Üniversitesi. Bu çalışma Evliya Çelebi’nin hayatı ve eserleri üzerine müellifin kaleme aldığı “Evliya Çelebi’nin Gözlemlerine Göre Kadınlar” başta olmak üzere on beşe yaklaşan makalelerinde geçen hususların yeniden gözden geçirilerek ve gerekli ilaveler yapılarak hazırlanmış şeklidir. 21 Evliya Çelebi’nin ölüm tarihi konusunda Karl Teply, onun St. Stephanos kulesinin tepesinde yer alan alem bölümündeki tasvirin tarifinden yola çıkarak en erken 31 Ekim 1687 vefatını varsayar. Karl Teply, Evliya Çelebi in Wien, sy. 52, 1, 1975, 125-131. 22 Son zamanlarda Evliya Çelebi’nin ölümünün 400. Yılı münasebetiyle ciddi bazı çalışmalar kaleme alınmıştır. Doğumunun 400. yılında Evliya Çelebi. / editör Nuran Tezcan, Semih Tezcan. -- Ankara : Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2011, Evliya Çelebi Atlası, ed. Coşkun Yılmaz. – İstanbul, 2013. Bu son kitapta geçen bir makalede nun eseri sebebiyle tanınmışlığına işarettir. Vak’a-nüvis Hakim Mehmed efendi (ö. 1770) “Evliya Çelebi nam sahib-i tarîh kimesne müteahhirûndan olup mübeşşere ile me’muren şurû eylediği tarih’te zikreder ki…”Hakim’in bu yaklaşımını tenkit sadedinde Ahmed Vasıf “Seyyah tarihi sahibi Evliya Çelebi gibi bir kezzabdan rivayet…” eylediği için tenkit etmiştir. Uğur Demir, Müstensihinin kaleminden Seyahatname’nin İstinsah hikayesi, age, 171-172 ve aynı yazarın ortak kitaptaki “Evliya Çelebi Seyahatnamesinin Bilinmeyen Sahibi “Moralı Beşir Ağa, 175177, yazısı yeni veriler getirdiğinden önemlidir. ** 189 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kadar yükseldiğini de buna ilave eder. Soyu ve ataları hakkında ise karışık bilgiler vermektedir. Ailesini Germiyanoğullarına bağlayıp Hoca Ahmed Yesevi soyundan geldiğini bildirir. Dedeleri arasında bulunduğunu söylediği Yavuz Er (belki de Yavuz Özbek) Fâtih'in bayraktarıdır. Yavuz Er gaza malından elde ettiği gelirle 100 vakıf dükkânla Evliya Çelebi'nin doğduğu evi yaptırmıştır. Seyahatnamesini kendine has bir günce gibi düzenleyen Evliya Çelebi'nin hayatı hakkında kaynaklarda ve resmî kayıtlarda biyografik mahiyette net bir bilgi yoktur. Buna rağmen tamamen de meçhul birisi olmayıp varlığı hakkında bazı kaynaklarda bilgi mevcuttur. Yine kaleme aldığı Seyahatnamesi’nin hiç bir yere gitmeden evinde kendi kendine hazırladığı afakî, uydurma eser olmadığı kesindir. Zira adının geçtiği iki belge ile kayıt altına alınmış dört duvar yazısı tespit edilmiştir.23 Avusturya arşivinde bulunan belgelerden birisinde, onun 1665'te Viyana'ya giden elçi Kara Mehmed Paşa'nın maiyetindeki Osmanlı heyetinde müezzinlik göreviyle yer aldığını öğrenmekteyiz. Diğeri ise çok yeni bulunmuş Yunanca bir belge olup seyyahın kolayca yolculuk edebilmesi için Tûr-i Sînâ'da St. Catherine Kilisesi'nde verilen bir yol tezkeresidir. Duvar yazılarının biri Bulgaristan'da (Köstendil Camii, 1071/ 1661), ikisi Hersek'te (Foça Alaca Camii ve Atik Ali Paşa Camii, 1074/1663-64), bir diğeri Adana'dadır (1082/1671) (Tezcan 2010, XXXVII, 16) ( DlA, XI, 529-532). Evliya Çelebi'nin ifadelerinden, atalarının Kütahya'da Zereğen mahallesinde ikamet ettikleri, fetihten sonra İstanbul'a gelip yerleştikleri anlaşılmaktadır. Kütahya'daki evlerinden başka ailesine ait Bursa'da İnebey mahallesinde ve Manisa'da birer ev ile Sandıklı'da bir çiftlikleri bulunmaktadır. Evliya Çelebi, aşağıda kısaca da olsa bahsedeceğimiz tamamen Resulullah aşkıyla yoğrulmuş rüyasını görüp, Allah resulünden hem şefaat hem de seyahat izni kopararak başladığı seyahatinin ilk durağı İstanbul’dur. 1040 yılının muharrem ayında gördüğü rüyayı şöyle anlatır: "Âyâ peder ü mâder ve üstâd [ü] bürâder kahırlarından nice halâs olup cihân-geşt olurum" deyü her an Cenâb-ı Bârî'den dünyâda sıhhat-i beden, seyâhat-i tâm, âhir nefesde îmân ricâsında idim. Ve dâ’imâ dervîş-i dil-rîşân ile hüsn-i ülfet edüp şeref-i sohbetleriyle müşerref olup, ekâlîm-i seb‘anın ve çâr-gûşe rû-yı zemînin evsâfın istimâ‘ etdükde cân [u] gönülden seyâhate tâlib [ü] râğıb olup, 23 Mehmet Tütüncü’nün hazırlamış olduğu yazı için bkz: Evliya Çelebi’nin izi sürülebilen yazı ve Kitabe Örnekleri, Evliya Çelebi Atlası, 356-360. 190 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması "Âyâ âlem[i] temâşâ edüp Arz-ı Mukaddese'ye ve Mısır [u] Şâm'a ve Mekke vü Medîne'ye varup ol Mefhar-i Mevcûdât hazretleri'nin Ravza-i Mutahharası'na yüz sürmek müyesser ola mı?" deyü zâr [ü] giryân ve serserî ve nâlân olurdum… …maskat-ı re’simiz olan İslâmbol'da künc-i mihnethânemizde girde-bâliş-i nâliş üzre hâb-ı murâda yasdanup bin kırk {mâh-ı} Muharreminin leyle-i âşûrası idi kim bu hakîr beyne'n-nevm ve'l-yakazada iken görürüm ki Yemiş iskelesi kurbünde Ahî Çelebi Câmi‘i nâm câmi‘ kim helâl-i zülâl mâl ile inşâ olunmuş bir müstecâbü'd-da‘ve câmi‘-i atîkdir, menâmımda hakîr kendümi ol câmi‘de gördüm. … "Ya sultânım bu cemâ‘atin bu câmi‘de cem‘ olmalarının aslı nedir" dedim. "Azak câniblerinde cüyûş-ı muvahhidînden Tatar-ı sabâreftâr askeri muztaribü'l-hâl olmağile Hazret'in himâyesinde olan bu İslâmbol'a gelüp andan Tatar Hân'a imdâda gideriz. (Evliyâ Çelebi 2008: I, 11-12). Ahi Çelebî Camii'nde Hz. Peygamber'i büyük bir cemaatin ortasında görerek, heyecanlanmıştır. Tam Hz. Peygamber’in elini öperken, "Şefaat yâ Resûlallah" diyecekken "Seyahat yâ Resûlallah" diyerek sürç-ü lisan ederse de Hz. Peygamber onun bu heyecanını, içinde bulunduğu halet-i ruhiyesini anlamış ve mütebessim bir vechile kendisine “şefaatinin, Mekke-Medine’ye seyahatinin ve kabrini ziyaretinin gerçekleşeceği vaadini müjdeler; orada bulunan sahabeler ona dua ederler; Evliya Çelebi okçulukta derece sahibi bir kemankeş oluşundan dolayı ashaptan Sa'd b. Ebî Vakkâs onun yanına gelir. Zira kemankeşlerin piri olan bu zat okçuluğuyla tanınmıştır. Sa’d bin Ebî Vakkas’ın refakatinde Hazret-i Peygamber’le görüştükten sonra dönüş yolunda kendisine yapılan tavsiye gereği “gezdiği, gördüğü yerleri yazması” hakkındaki ricasını dinler ve akabinde uyanır. Ertesi sabah kutlu rüyasını tabir ettirdiği Kasımpaşa Mevlevîhânesi Şeyhi Abdi Dede’den çok hoş sözler işitir. Sa'd b. Ebî Vakkâs’ın ricasını yerine getirmesini teşvik ve nereden başlayacağını tayin için “İbtidâ bizim İstanbulcağızı tahrir eyle" sözü de ona rehber olur. Duyduğu müspet ve müjdeli sözler onu bu işe girişmeğe yüreklendirir. Abdullah Dede, Evliya Çelebi’yi yakıp kavuran hayalini gerçekleştirmesine dua ettiği gibi gezip gördükleri yerleri yazarak hayatiyete geçirmesini ister. Sad bin Ebî Vakkas’ın ricası, ardından gelen tavsiye ve nasihatleri kabul eden Evliya Çelebi, ilk olarak kendisinin dünyaya geldiği ve hayatını idame ettirdiği İstanbul şehrini Seyahatnamesi’ne kaydetmek üzere dolaşmaya başlar. Tarih, coğrafya, şiir mecmualarından oluşan kitaplardan ve bazı devlete ait resmi kayıtlardan eserinin ilk cildini yazar. 191 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Aslında Seyahatname’nin bütün ciltlerinde yer alan bilgilerin önemi ve değeri tartışılamaz. Fakat özellikle seyahatnamenin 1 ve 10. ciltleri fevkalade önemi haiz olduğunu belirtmek yerinde olur. I. ciltte kozmopolit İstanbul’a koca bir cilt ayıran müellif 10. cildin de hatırı sayılır kısmını diğer bir önemli merkez olan Mısıra ve Kahire’ye ayırmıştır. Son dönemlerde yapılan Evliya Çelebi seyahatnamesi çalışmalarına katkısı çok büyük olan Robert Dankoff Türkler Ansiklopedisi’nde yayımlanan makalesinde durumu şu şekilde izah eder: Evliya Çelebi'nin seyahatlerinin -hayatınınyörüngesi, imparatorluğun iki büyük metropolü arasında bir yol takip eder: Doğum yeri ve memleketi İstanbul ile hayatının son on yılını geçirdiği ve şaheserinin son düzeltmelerini yaptığı Kahire. Nitekim I. ve X. kitaplar bu iki şehre ayrılmıştır. Evliya Çelebi'nin İstanbul tasviri şüphesiz şimdiye kadar bu şehir için yazılanlar arasında en iyi rehberdir. Eğer Evliya Çelebi, bize Sultanın önünde geçit töreni yapan İstanbullu zanaatkârlar, sanatçılar ve esnaftan olan ustaların kapsamlı bir panoramasını anlattığı I. kitabın 270. bölümü dışında hiçbir şey bırakmamış olsaydı dahi, yine de en büyük Osmanlı yazarlarından biri olarak tanınmaya devam edecekti.24 Bu ifadede kasdolunan iddia tam anlamıyla gerçektir. Her bakımdan Seyahatnamesi’nin en hacimli ciltlerinden olan I. cildinin tamamının ayrıldığı İstanbul kısmında yer alan bilgilerin bir benzerini başka bir kaynakta bulmak neredeyse imkânsızdır. Fütüvvet teşkilatına bağlı esnaflarla ilgili kısım bugün bile öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu kısmın hazırlanışı da Evliya Çelebi’nin akrabası Melek Ahmet Paşa’nın katkılarıyla olmuştur. Seyahatname’de geçen ifade şöyledir: “Hikmet-i Hudâ ol asırda efendimiz Melek Ahmed Paşa Murâd Hân Gâzî'nin silihdârlığı hidmetiyle şeref-yâb olmuşdu. Ba‘de'lfeth-i Bağdâd, Diyârbekir vâlîliğiyle behre-mend oldukda Evsâf-ı Kostantıniyye nâm tahrîrât Melek Ahmed Paşa'da kalup anlardan hakîr-i pür-taksîr Evliyâ-yı bî-riyâ ol Evsâf-ı İslâmbol Arzı'n alup sûreti bu mahalle makyûd [u] murakkam olundu kim ol sûret 25 budur”. 24 Robert, Dankoff, Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi Işığında Osmanlı Toplumu, Türkler, X, s. 269. 25 Evliya Çelebi, YKY, I, İstanbul, 2008, s. 252. 192 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması IV. Murad’ın emriyle hazırlanan bu çalışmada yer alan esnaf sınıflarının pirleri, adetleri ve fütüvvet teşkilatındaki yerleri hep buradan hareketle Seyahatname’ye kaydedilmiştir.26 Fakat İstanbul’dan bahseden I. cilt ve Kahire’yi anlatan X. ciltlerin klasik seyahatnamelerdeki gezi izlenimi anlatısından farklı değerlendirmek gerekir. Çünkü bu iki şehrin anlatımı bir gezi izlenimi aktarmaktan ziyade şehir tarihi konusunda kaleme alınmış olduğu gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır.27 Şehrin bütün mahalle, sokak, bağ ve bahçelerinin yanı sıra farklı hayatların yaşandığı mesire yerleri, yeni zuhur eden kahvehaneler ve meyhaneler gibi sıra dışı yerleri de gezip dolaşarak buralar hakkında edindiği bilgileri eserine derç eder. Evliya Çelebi’nin İstanbul dışındaki ilk durağı Bursa’dır. 1640 yılındaki bu gezisini ailesinden habersiz gerçekleştirmiştir. Evliya Çelebi'nin Bursa’dan sonra gerçekleştirdiği en önemli seyahati Ketenci Ömer Paşa'nın Trabzon'a vali olduğu seneye rastlar. Ömer Paşa ile birlikte deniz yolculuğu yaparak önce Trabzon’u bilahare Anapa şehrini gezdi. Evliya Çelebi 1648 yılında Şam Beylerbeyliğine getirilen Murtaza Paşa’yla Şam'a gitti. Oradan Suriye ve Filistin'e geçerek bugünkü Ortadoğu diye isimlendirilen bölgenin en önemli şehirlerini tanıma imkânı buldu. Sivas’a tayin olunan Murtaza Paşa'nın nezdinde kalarak değişik görevlerle Anadolu’nun orta ve doğu kesimlerinde kalan şehirleri gezdikten sonra 1650 yılında İstanbul'a geri döndü. Evliya Çelebi İstanbul’a geldiğinde daha önce yaptığı gibi İstanbul’da uzun zaman geçirmeye vakit bulamadı. Zira akrabası Melek Ahmed Paşa sadarete getirilişmişti. Hemen bir vesileyle onun yanına kapılandı. Melek Ahmed Paşa’nın ölümüne kadar onun en yakın has adamı olarak hizmetinde bulundu. Bu yakınlık sayesinde devrin pek çok gizli kalmış olayını birincil elden öğrenme fırsatı elde etti. Bütün bu tanıklıklarını olduğu gibi açıkça eserine kaydetti. İçten bakış dediğimiz bu tarz sayesinde Osmanlı’daki paşaların hayatını, ayaklanmalarını, haksızca yaptıkları tasarrufları, renkli evliliklerini, birbirleriyle olan münasebetlerini, saray hayatının iç yüzünü ve asayişin ve kargaşanın getirdiği acıklı, yüz kızartıcı durumlara varıncaya kadar bir sürü ayrıntıyı sansürsüz ve açık seçik olarak yazdı. 26 Bu esnaf alayı ile ilgili olarak merhum Yücel Dağlı’nın bir çalışması için bak. Yücel Dağlı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde İstanbul Esnaf Alayı, Çağının Sıradışı Yazarı Evliya Çelebi, haz. Nuran Tezcan, YKY, 2009, s.91-108. 27 Dankoff, a.e, s.269-270. 193 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Devlet adamlarının eğitim, öğretim ve ahlakî seviyelerini, zaaflarını ve olaylar karşısında aldıkları tavırlarını, isyanlar ve haksız uygulamalardaki oynadıkları rolleri bir bir eksiksiz olarak Seyahatnamesi’ne kaydetti. Van Beylerbeyiliğine tayini çıkan Melek Ahmed Paşa'yla birlikte yola çıkan Evliya Çelebi bu gezisinde Doğu Anadolu'nun pek çok şehrini gördü. Yine Van’da iken İranlılarla olan ihtilaflı meselelerin halli ve çözümüyle ilgili değişik görevler üstlendi. Bu sebeple İran ve Bağdat taraflarına seyahat ederek Osmanlı devleti sınırları dışında gezme imkânı buldu. Melek Ahmed Paşa'nın ikinci defa Özi Beylerbeyliği’ne getirilmesi üzerine tekrar bu bölgeleri gördü. Kırım Hanı IV. Mehmed Giray'ın Rus ve Kazaklar'a karşı yürüttüğü savaşlara katıldı. 1657 yılında İstanbul'a döndükten kısa bir süre sonra tekrar Bursa, ardından Çanakkale ve Gelibolu'yu dolaşarak eseri için bilgiler topladı. 1659 yılında Boğdan Voyvodası Stefenitza'yı (Stefanita Lupu) götüren heyetle yola çıktı. Ayaklanmış olan Eflak Beyi III. Mihnea'ya haddini bildirmek maksadıyla yardıma gelen Kırım Tatarlarıyla Avrupa içlerinde çeşitli akınlara çıktı. Köse Ali Paşa'yla Varad savaşına katıldıktan sonra Bosna Beylerbeyiliğine getirilen Melek Ahmed Paşa’ya katılarak Bosna eyaletini karış karış gezdi. Bosna görevinden sonra Rumeli Beylerbeyiliğine getirilen Melek Ahmed Paşa’nın yanında Sofya'ya gitti. Uhdesine aldığı ufak tefek görevlerin yardımıyla Rumeli'yi dolaştı, 1661 yılında Temaşvar ovasında Köse Ali Paşa'nın Erdel’e karşı yaptığı sefer iştirak ederek Kırım tatarlarından oluşan birlikle Erdel'i baştan aşağıya gezdi. 1661 kışını Belgrat’ta geçiren Evliya Çelebi Arnavut bölgesinde bazı vergileri toplamak üzere görevlendirildi. Özellikle Hacca gitme işini hızlandırmada aldığı kararını etkileyen Kazancızade ile St. Raab Nehri kıyısında cereyan eden Osmanlı’nın mağlubiyetiyle sonuçlanan savaş sırasında karşılaştı. (Tunç 2008: 67-74) Fakat Evliya Çelebi, bu savaşta galip durumda olan Avusturya’nın barış görüşmeleri için feragatte bulunmasını o dönemde Lehistan, İsveç gibi diğer Avrupa devletlerinin birbirleriyle olan savaşlarında taraf olmasının etkili olduğunun altını çizer. Bu nedenle Avusturyalıların, Osmanlı devletinin gönderdiği Elçinin isteklerine istemeyerek de olsa boyun eğdiklerini açık yüreklilikle itiraf eder. Ona göre Avusturyalılar içinde bulundukları diğer ülkelerle savaş şartlarının namüsait oluşu nedeniyle, Osmanlılar karşı St. Raab 194 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması önünde elde ettikleri bu bariz galibiyetten istenilen ölçüde istifade edememişlerdir. 1664 yılında cereyan eden Vasvar Barış Anlaşması’ndan sonra Avusturya’ya gönderilen elçi Kara Mehmed Paşa ile birlikte Viyana'ya hareket etti. Evliya Çelebi, Avusturya İmparatoru I. Leopold ve ordularının başkumandanı Montecuculli ile görüşmüştür. Tercüman aracılığıyla onlara anlattıkları konular ve elçilik heyetinden olan Evliya Çelebi’ye Avusturya topraklarında ve diğer ülkelerde onun işini kolaylaştıracak bugünkü dille ifade edilecek olursa pasaport ve seyahat vizesi anlamına gelecek bazı resmi belgeleri takdim etmişlerdir. R. Dankoff onun bu süreyi kısmen Macaristan kısmen de Kırım, Dağıstan ve Çerkezistan bölgesinde geçirdiği kanaatini taşımaktadır. Yukarıda tarafımızca ileri sürülen hususların yazılmayan veya var olmayan bu kısımlar hakkındaki nedenler arasında farklı bir bakış açısı ve haklılık payı olabileceği gerçeği bizce göz ardı edilmemesi gerekmektedir (Evliya Çelebi 2003: 333).28 Evliya Çelebi’nin gezdiği yerleri birkaç sayfa anlattıktan sonra Kırım üzerinden Kafkasya'ya oradan da Volga bölgesini dolaşmış ardından Rus elçisinin kafilesine karışarak Azak’a gelmiştir. Burada iken Kefe'den Bahçesaray'a giderek Âdil Giray'ın bazı seferlerine katıldıktan sonra yeni göreve atanan Ak Mehemmed Paşa ile birlikte 1668'de İstanbul'a gelmiştir. Kendisinde avcıların meraklı olduğu doğan, şahin gibi kuşların bulunduğu rivayeti üzerine Edirne’ye IV. Avcı Mehmed’in huzuruna çıkan Evliya Çelebi, önce Edirne’yi arkasından Gümülcine, Selanik şehirlerini gezerek devam etmekte olan Girit seferine katılmak üzere Anadolu’dan gemiyle Girit’e geçti. Girit'te Kandiye Kalesi muhasarasının bütün safahatını anlatan Kandiye Fetihnâmesi’ni Seyahatnamesi’ne olduğu gibi aktardı. Mora üzerinden geri dönüşünde bir vesileyle Arnavutluk taraflarındaki şehirleri gezip gördü. 1670 yılında döndüğü İstanbul’da Hac seferinin hazırlıklarına başladı. İstanbul’dan hemen Hac için yola çıkmama nedeni doktora çalışmamızdaki tespitimiz üzere Recep ayında yol çıkan Sürre kafilesini kaçırmış olmasıyla ilintilidir (Gemici, 1999, 21). Eserinde 6 ay diye bahsettiği fakat aslında 40-45 gün’den sonra dostu Saili Çelebi’yle birlikte Hac yolculuğuna çıkmıştır. Klasik hac yolları dışında bir güzergâh takip eden Evliya Çelebi, Bursa, Kütahya, 28 Robert Dankoff, “Evliya Çelebi Seyahatname’si Işığında Osmanlı Toplum Hayatı” (çeviren: Nasuh Uslu) Türkler. 10. 274. 195 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Karahisar-ı Sahip, Manisa, İzmir ve bazı Ege adalarını ziyaret ettikten sonra Aydın, Muğla, İstanköy, Rodos, Antalya, Adana, Maraş, Ayıntab şehirlerini dolaşarak Hac kafilesinin toplanma merkezi Şam’a geldi. Şam'dan Beylerbeyi Hüseyin Paşa'nın Hac emirliğinde olan bir kafile ile hacca gitti. Bizdeki en tafsilatlı Hac güzergâhını anlatan eser olan Seyahatname’de o bölgelerdeki idari, siyasi, kültürel ve folklorik pek çok tema hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Hac görevini ifa ettikten sonra Mısır hacılarıyla birlikte daha önce aldığı karara bağlı kalarak Mısır’a geçti. Önce Mısır’ın tamamını gezip dolaştıktan sonra sırasıyla Sudan ve Habeş eyaletlerini ve Afrika’da Nil nehri boyunca olan yerleri tanıma imkânını buldu. Muhtemelen Seyahatname’nin son tashih ve tebyizini hazırladığı Mısır'da on yılı aşkın bir süre kaldığına dair bilgi kaydı da dikkat çeker. Oradan geri İstanbul’a döndüğünü bilmemekle beraber Seyahatnamesi’ni Mısır’ın ileri gelen kişilerinden olan Emir Özbek Bey’in nezdinde bıraktığını biliyoruz. Adı geçen nüshalara ait yazmalar, I. Mahmud devrinin meşhur Kızlar Ağası Hacı Beşir Ağa'ya hediye edilmesiyle gecikmeli de olsa İstanbul’a gelmiştir. Evliya Çelebi’nin Vefat tarihi ve medfun olduğu yer hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ölüm tarihi M. Cavid Baysun tarafından Seyahatname'nin X. cildine dayanılarak 1682 olarak iddia edilmişse de (İA, IV, 406), daha sonra Evliya Çelebi'nin II. Viyana muhasarası sırasında hayatta olduğu var sayılarak 1095 (1684) yılından sonra vefat etmiş olabileceği üzerinde durulmuştur. Şahsiyeti ve Hususiyetleri Seyahatname’ye göre Evliya Çelebi ileri yaşlarına gelinceye kadar bekâr yaşamıştır. Kendisinin ifadesiyle 51 yıl süren seyahatleri ona muazzam bir bilgi ve birikim sağlamıştır. O aynı zamanda edebiyatçı, şair, hattat, hakkâk, nakkaş ve musikişinaslık gibi üstün vasıflara da haizdi. Buna dair eserlerden çok azı elimizdedir. Bazı kale veya cami duvarlarına hakkettiği yazılardan bazıları hakkında çalışmalar yapılmıştır. Sanat eserlerine olan düşkünlüğünü eserinde sık sık ifade eder. Hassas, kibar ve mütevazı kişiliğiyle her kesimden insana kolaylıkla ünsiyet ederek dostluklarını kazanmasını bilen birisidir. 196 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eser ve Üslup Seyahatname, içinde ihtiva ettiği bazı abartılar, kurmacalar, sayfalar süren intihal iddialarına rağmen ait olduğu 17. yüzyıl başta olmak üzere neredeyse bütün Osmanlı tarihine ışık tutacak bazı önemli bilgi ve detayları geniş biçimde veren önemli bir eserdir. Evliya Çelebi uzmanlarının görüşüne göre; Seyahatname’yi incelerken eseri bir tarih, coğrafya kitabıymışçasına kategorize etmek ve eseri sadece bu çerçevenin sınırları içerisine hapsederek yararlanmaya kalkışmak yanlıştır. Özellikle Seyahatname’nin üslubundaki akıcılık insanı hemen kendisine çeker ve içine alıverir. İstese de onu bırakamaz. Eserin uydurma ve gerçek dışı haberleri topladığıyla ilgili iddialara gelince burada bir açıklama yapmak zorundayız. Aslında neşeli bir üsluba sahip olan Evliya Çelebi'nin yazılarında ahenkli bir üslup hâkimdir. Klasik yazı diline aykırı zorlama cümle kuruluşları, mahalli ifadelerde geçen konuşma dilini eserine verme çabaları devrindeki başka eserlerde rastlanılmayan hususlardandır. Dönemine göre yalın ve açık ifadeler, yaşayan Türkçenin konuşma cümleleriyle metin içinde verilişi metnin anlaşılırlığını kolaylaştırmıştır. Seyahatname’de yer alan taklitler, uydurma haberler, ilginç bazı anlatılar aslında metnin okunurluğunu artırmak uğruna yapılan çabaların bir tür yansımasıdır. Akıl sınırlarını zorlayan örnekler karşısında insan bunları anlatma sebebini bir türlü bulamaz. Bu olağanüstü anlatı üslûbuna akıcılık katarken eserin okunurluğunu artırmıştır. Kaynakça Baysun, M. Cavid, Evliya Çelebi’ye ait notlar, Türkiyat Mecmuası 12 (1955) 257-264. Baysun, M. Cavid, “Evliya Çelebi”. İslam Ansiklopedisi IV (1948) 400-412. Cavit Baysun, Evliya Çelebi’ye dair Notlar, türkiyat Mecmuası, XII (1955), 257-64. Dankoff, Robert, The Intimate Life of an Ottoman Statesman. Melek Ahmed Paşa <1588-1662> , Albany, New York: State University of New York Press, 1991. Dankoff, Robert, Evliya Çelebi seyahatnamesi Okuma Sözlüğü, İstanbul, 2004. Encyclopedia of Islam, New Edition. Leiden: Brill, 1960-2003. Eren, Meşkure, Evliya Çelebi Seyahatname’si birinci Cildinin Kaynakları Üzerinde Bir Araştırma. - İstanbul, 1960. 197 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Erkılıç, Cafer, Evliya Çelebi. - İstanbul, 1954. Evliya Çelebi, Seyahatname, Robert, Dankoff; Seyit Ali Kahrman, Yücel Dağlı vd. (1996-2008); Evliya Çelebi Seyahatname’si Topkapı Sarayı Bağdat 304Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini I-X, İstanbul, İz, Fahir, “Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi”, Boğaziçi Üni. Dergisi VII (1979) 61-79. Kreiser, Klaus, Edirne im 17. Jahrhundert nach Evliya Çelebi; ein Beitrag zur Kenntnis der Osmanischen Stadt. – Freiburg, 1975. Kreutel, R. F. “Neues zur Evliya Çelebi Forschung”. Der Islam 48 (1972) pp. 269-298. Kreutel, R. F., Im Reiche des goldenen Apfels. Graz, 1957. Laut, Jens-Peter, Karte B IX 4 des TAVO: “Kleinasien im 17. Jahrhundert nach Evliya Çelebi. 2 Teile: Ost/West. Laut, Jens-Peter, Materialen zu Evliya Çelebi. Wiesbaden, 1989. Mackay, P. A. The manuscripts of the Seyahatname’ of Evliya Çelebi”, Der Islam 52 (1975) pp. 278-298. Mordtmann, A. D., İstanbul ve Yeni Osmanlılar (çev.G.S. Habermann),İstanbul, 1999 Mordtman, J. H. (, and H. W. Duda). “Ewliya Celebi”. Özön, M. N. Evliya Çelebi, Seyahatname; Onyedinci Asır Hayatından Levhalar. I-III İstanbul: İnkılap ve Aka, 1944-1945, 1976 Peçevi, İbrahim. Tarih-i Peçevi. I-II- İstanbul, 1283 (1866). Taeschner, F. Die neue Stambuler Ausgabe von Evlija Tschelebis Reisewerk, Der Islam 19 (1931) pp. 299-310. Tezcan, Nuran, “Doğumunun 400. yılında Evliya Çelebi. / editör Nuran Tezcan, Semih Tezcan. -- Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2011, Tezcan, Nuran, “Seyahatname”, DİA, XXXVIII, 2010, s. 16-17. Tunç, Gökhan, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin “Menzil-i kenârı Raba” bölümünün Üslup ve Kurgusal Özellikleri”, Karadeniz Araştırmaları, V, 17, 2008, 67-74. Yılmaz, Çoşkun, 400. Yıl Evliya Çelebi Atlası, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi, İstanbul 2013 198 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TATCI, Mustafa (2014). “Limni’de Sürgün Bir Velî: Niyâzî-i Mısrî”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.201-229 (http://bilgelerzirvesi.org). Mustafa TATCI* LİMNİ’DE SÜRGÜN BİR VELÎ: NİYÂZÎ-İ MISRÎ Kılavuzu Aşk Olanlar Mâzurdur 1 7 Mart 1694 senesinde Hicri takvime göre 78 yaşında sürgüne gönderiliği Limni’de vefat eden Hz. Pîr bütün zamanların en cesur, en derinlikli ve en çileli mutasavvıflarından biridir. Onun yakın zamanlara kadar Limni’de geçen hayatıyla ilgili bilgilerimiz çok sınırlı ve karanlık idi. Yeni bulunan ve değerlendirilen belge ve bilgilerle 2011, 2012 ve 2013 senelerinde yerinde yaptığımız incelemelerle Hz. Pîr’in Limni’deki hayatı ve yaşadığı mekânla ilgili daha sağlıklı bilgilere ulaşmış durumdayız. Önce şunu belirtelim ki, Hz. Pîr hiçbir sapkın fikrin peşinde koşturan ve bazılarının zannettiği gibi psikolojik sorunları olan çizgi dışı düşüncelerin sahibi bir zat değildir. İşin içinde olanların yakînen bildiği gibi tasavvuf yolcularının halleriyle hâllenmeden Hz. Pîri anlamak mümkün değildir. Bu gibi zatların halini anlayabilmek için Ebu Saîd el-Hudrî’nin Hz. Peygamber’den naklettiği “Allah’ı öyle çok zikredin ki, görenler sizi deli sansınlar.” Yine İbn Abbâs’ın peygamberimizden naklettiği “Münafıklar sizi ithâm edinceye kadar Allah’ı zikredin” hadîslerini iyi tahkik etmek icap eder. Zikir ehlini bazı hal ve hareketlerinden dolayı kötüleyen kimseler geçmişten beri uyarıla gelmişlerdir. Hz. Yûnus “Deli oldum adım Yunus/Aşk oldu bana kılavuz” der. Kılavuzu aşk olanlar mâzurdur. Onların halleri kafayla değil kalb ile anlaşılabilir. Hakikat Bilgisini Damıtan Bir Terkip İmdi, Mısrî Niyâzî Hazretleri, İbn Arabî, Hazret-i Mevlânâ ve Yûnus Emre düşüncesinin XVII. asırdaki takipçilerindendir. O, bu üç * Yrd. Doç. Dr. Gazi Üniversitesi. 201 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı büyük zatın düşüncelerinin harmanlandığı mükemmel bir terkiptir. Mısrî, şiirlerinde aşka ve irfana ait hakikatleri damıtıp süzerek devrinin en güzel Türkçesiyle insanımıza takdim etmiştir. Aynı zamanda edebiyat tarihimizde kendisini takip eden mutasavvıf şair ve ediplerle, adına “Niyâzî-i Mısrî Okulu" diyebileceğimiz büyük bir edebî okulun bânisi olan Hazret-i Mısrî, fikirleriyle bütün çağlara hitap eden ve insanlığın varmak istediği hakikatin şahikalarında dolaşan bir gönül adamıdır. Onun, vücûd birliğini, ilâhî aşkı, yaratılışı, eşyanın ve en mütekâmil varlık olan insanın hakikatini, kısacası İslâmın derinliğini ve inceliğini ortaya koyan irfânî düşüncelerini anlamaya çalışmak ve insanlığın anlaması için gayret etmek, bu alanda sorumluluğu bulunan herkesin görevidir. Ömrünü Sürgünde Geçiren Bir Velî Niyâzî-i Mısrî, ne yazık ki sürgünde yaşamış bir velîdir. Dönemin siyâsî ve bazı sığ düşünceli yetkilileri sürgüne gönderdiği bu büyük gönül ve aşk adamının kıymetini bilememiştir. Hz. Pîr, bazı ledünnî düşüncelerini açığa çıkardığı ve siyâsîleri eleştirdiği için bir defa Rodos'a ve iki defa da Limni'ye olmak üzere üç kez sürgüne gönderilmiş, hayatının on altı senesini kalebend olarak zindânlarda veya gözaltında yaşayarak geçirmiştir. Bu sürgünlerin bazı sebepleri olmakla birlikte mantıklı bir izâhı yoktur. Hazret-i Mısrî’nin sürgüne gönderilmesine sebep olan hâdiselerden biri semâ (devrân) ve cehrî zikir aleyhinde fetvâ veren şeyhülislâma karşı çıkması, ikincisi de Ehl-i Beyt’e, özellikle de Hasaneyn’e olan muhabbeti sonucunda onlara risâlet atfetmesidir. Üçüncü bir sebep de şudur: II. Ahmed ve Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın hükûmette olduğu 1693 senesinde Avusturya üzerine sefere karar verilmiş ve pâdişâh Mısrî’yi de gazâya davet etmiştir. O da, “Fî sebîlillâh gazâ ve cihâda memûr olduk.” diye gazâya niyetlenerek davete icâbet etmiş, Edirne'ye gelip Selimiye’de va‘z etmiştir. Mısrî’nin va’z esnâsındaki hükûmetin uygulamalarındaki bazı adâletsizlikleri tenkit etmesinden rahatsız olan siyâsîler, Mısrî hurûca kalkışacak endişesiyle sunî bir yaygara koparıp, ihtiyar halinde onu ayağına bukağı vurdurarak, âdî bir suçlu gibi Limni’ye sürdürmüşlerdir. Bütün bu hâdiselerden ve kendisine revâ görülen eziyetlerden sonra Mısrî gadaba gelip, Gelibolu’da: "Devletin inkırâzı için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım; onu benden başkası çıkaramaz!" diyerek anavatanından uzaklaştırılmıştır. 202 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tarihçi Silahdâr'ın ve diğer menakıpnâme yazarlarının tespitlerine göre Hazret-i Mısrî'ye eziyet edenlerin hiçbiri de mansıplarında kalmamış, rezil-rüsva olmuşlar, arkalarında kötü birer isim bırakarak kaybolup gitmişlerdir. Uşak’tan Bursa’ya Bilindiği üzere Hz. Pîr 1656 senesinde hilafet aldıktan sonra Elmalı’dan Uşak’a gönderilmiş, buradan önce Çal’a, daha sonra da Kütahya ve Bursa’ya geçmiştir. Kütahya’da -1660 senesindebulunduğu sıralarda başlayan Kadızâdelilerin verdiği rahatsızlıklar Bursa’ya gelince de devam etmiştir. 1661 senesi başlarında Bursa'ya hicret eden Mısrî Ulu Câmi civârındaki Sabbâğ (boyacı) Ali Dede'nin evine yerleşmiş ve günlerini ihvânına sohbetle, zikir ve erbaînle geçirmeye başlamıştır. Zaman zaman Ulu Câmi'de halka va’z eden Hz. Pîr, kimseden bir şey talep etmemiş geçimini temin etmek için de mum yapıp sattırmıştır. Bu sıralarda sohbet halkası genişlemiş ve Hak âşıkları ve tâlipleri çoğalmaya başlamıştır. Bunu gören ihvânın arzusuyla Bursa’da ilk Mısrî dergâhı inşa edilmiş (M. 1669) ve irşad faaliyetleri burada devam etmiştir. Hazret-i Pîr, Ulu Câmi ve dergâhta bu tarz ile sohbet ve zikirle meşgûl iken devrân zikri ve mûsikî helâl midir, harâm mıdır meseleleri yeniden gündeme getirilir. Şeyhülislâm Ali Cemâlî Hazretlerinin (ö. 1526) bir zamanlar devrân hakkında verdikleri müsbet fetvalar yetmez, Çivizâdeliler'in devrân zikrinin harâm olduğuna dair verdikleri hüküm galip gelir. Pâdişâh IV. Mehmed'in hocalığına kadar yükselen Vâiz Vânî Mehmed Efendi’nin de meşîhata baskıları sonucu 1663 senesinde Şeyhülislâm Minkarîzâde (ö. 1677) zamanında bütün tekkelere kesin emirler verilip devrân tekrar yasaklanır. Bu yasak 1693 senesine kadar devam eder. Yalnız Edirne'de Kâdirî şeyhi, Bursa'da Eşrefzâde, İsmail Hakkı ve Mısrî Hazretleri gibi zâtlar merd bir tavırla devrân zikrini usulüyle icrâ etmeye devam etmişlerdir. Bu sırada mutaassıpların hükmü galip gelmiş Halvetîlerin devrânı yasaklandığı için Hazret-i Pîr'in başına gelmedik kalmamıştır. Fakat o her türlü sıkıntıya göğüs gerdiği gibi dervîşlerin aşk ve şevklerini gördükçe onları teşvîk ederlermiş. Hazret-i Pîr bu acı günleri şöyle anlatır: “1661 senesinin başlarında bazı zarûretlerden dolayı Uşak'tan Bursa'ya hicret ettik. Çünkü münkirler tekyeleri yıkıp yerine medrese yapacaklardı. Onlarla konuştuğumda demiştim ki: 203 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ‘Siz hakkın nerede olduğunu biliyorsunuz. Fakat inadınızdan dönmüyorsunuz. Elbette bir gün olur Hakk'a dönersiniz.’ 1674'te sulhumuz vâki oldu. 1663'te münkirler Minkârîzâde'den devrânın yasak olduğuna dair fetvâ getirip galebe ettiler. Nerede tevhîd ve zikir ehli gördülerse hakâret ettiler, kışkırttılar. 1669 senesi, büyük bir fitne ateşinin içine düştüm. 1669 senesinde dergâhı inşâ ettik. O esnâda öyle hücûma uğradım ki, oturduğum evden başka bir mahalledeki eve çıkmaya mecbûr kaldım. 1673'te pek fazla korku çekerek Edirne'ye gittim. Orada korkudan selâmet buldum. Devlet adamlarıyla görüştüm. Her birisini ayrı ayrı ilzâm ettim. Ne çâre ki, hakkı icrâda acz gösterdiler. O sene düşmanlarımız iyice azıttı. En‘âm okumaya başladılar. Fakîr de bazen Esmâullâh, bazen de En‘âm okuyarak karşıladım. Düşmanların şerrinden gece gündüz on beş kişiyi bekletirdik. Birkaç ay nasihata çıkamadığımız gibi evimizden de dışarıya çıkamadık. 1673 Ekim’inin başından sonuna kadar düşmanların şerlerini def etmek için ihvânımızla teveccüh ettik.” Rodos'a Sürgün Hazret-i Pîr, Rusya seferine katılması için IV. Mehmed tarafından Edirne’ye davet edilir. Üç yüz kadar müridiyle bu sefere icabet eden Mısrî, 1674 senesinin Eylül ayında Edirne’de Ulu Câmi'de va‘z kürsüsüne çıkıp dînî ve şer‘î hükümlerin yanında siyâsete de girip hükûmetin bazı icrâatını tenkit etmiş, yine istikbâlde vukûa gelebilecek bazı hâllerden bahsederek devlet ricâlinin dikkatini çekmişti. Bunun üzerine Köprülüzâde'nin emriyle 14 Eylül 1674’te29 Rodos Kalesi’ne sürülüp orada bulunan bir kuyuya hapsedilmişse de görevli olarak gönderilen memurların korkması üzerine kuyudan derhâl çıkarılmış ve kendisine bir oda verilmiştir. Rodos sürgününde yolda yanına görevli olarak verilen Sadrıâlî Çavuşu Kütahyalı Azbî Mustafa Çavuş (ö. 1747) Hazret-i Pîr'in olağanüstü hâllerini görüp görevinden istifa eder ve dervîşi olur. Hazret-i Pîr Rodos'ta dokuz ay kadar kalebend olarak zindanda tutulmuştur. Bu sırada günlerini yoğun bir riyâzat ve ibâdetle geçirmiş, lutf-ı ilâhî zuhûra gelip serbest bırakılarak Bursa'ya (1675’te) geri dönmüştür. 29 Bu tarih bazı kaynaklarda 1083 (M. 1673) olarak geçmektedir. Biz, Mısrî'nin kendi verdiği tarihi esas aldık. 204 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İstanbul ve Edirne'ye Seyâhat Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa ve Şeyhülislâm Yahya Efendi, esâsen Hazret-i Pîr'i sevenlerdendir. Mısrî Bursa'da âşıklarla sohbetlerine devam ederken Köprülüzâde tarafından Edirne'ye davet edilir. O da davete icâbet eder. Önce İstanbul'a oradan da Edirne'ye gidilecektir. Şeyhülislâm Minkârîzâde Yahya Efendi (ö. 1677) o günlerde devâsız bir derde düşer, Hazret-i Pîr'in İstanbul'a geldiğini duyunca: “Lütfen Mısrî Efendi buyursunlar, hem görüşürüz ve hem de bir nefes etsinler de şu hastalığım şifâ bulsun.”diye haber gönderir. Hazret-i Pîr: “Gerçi Yahyâ Efendi dervîş muhibbidir, lâkin devrânın yasaklanmasına mecbûren fetvâ verdiler.”deyip gitmek istemezlerse de, o kadar ricâ ve niyâza dayanamayıp gidip görüşürler. Minkârîzâde: “Benim, devrâna itirâzım yoktur. Fakat zamanın gereği böyle oldu. Yoksa meşâyıh-ı kirâma hürmetim bâkîdir.” gibi sözlerle mazeret beyân edip Hazret-i Pîr'e iltifât ederler. Onlar da Yahyâ Efendi’nin şifâsı için nefes buyururlar. Yahya Efendi Allah'ın izniyle şifâ bulur. Hazret-i Pîr Ayasofya'da Kürsüye Çıkıyor İstanbul'da bulunduğu sırada Hazret-i Pîr'e bir cuma günü Ayasofya Câmii’nde nasîhat etmesi için bazı muhipleri ricâ ederler. O gün de Pâdişâh IV. Mehmed namâzını Ayasofya'da kılar. Hazret-i Pîr emr-i ma‘rûf nehy-i münker konusunda kimseden çekinmezler. Kürsüden doğrusu neyse olduğu gibi söylerler. İlâhî hudûdu tecâvüz edenlerin âkıbeti hakkında Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerini beyân ederler. Tabîatıyla tenkit, ricâl-i devletin hiç hoşuna gitmez. Burada yine şunu hatırlatmakta fayda vardır: Unutmamak gerekir ki, Hazret-i Mısrî bir muvahhiddir. Fakat onun tevhîd ehli oluşu, adâletsizliklere boyun eğmesi anlamına da gelmez. Dışı şerîatle, içi hakîkatle dopdolu olan Hazret-i Pîr'in kalemi de, va‘zı da kılıç gibidir. Bu heybet ve azamet ona Esmâ-i İlâhiyye’deki hünerinden gelmektedir. Nitekim bir va‘zıda galeyâna gelerek: “Bize Şeyh’imizden ‘Korkma, söyle!’ buyruldu, biz kimseden korkmaz, Hakk'ı nerede olursa olsun, söyleriz.” demiştir. Hazret-i Pîr vahdet sırlarını çekinmeden açtığı için halk va‘z meclislerine aşırı rağbet eder, bulunduğu câmiyi doldururdu. 205 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İşte, O cuma günü de “Hazret-i Mısrî Ayasofya'da va‘za çıkacakmış” diye ilân olunmuş. Asrın bütün bilginleri ve Şeyhleri câmide toplanmış. Muhipleri kendisinden istifâde edelim diye bekleşirken düşmanları da, zikir ve devrân hakkında neler söyleyecek bakalım, bir sürç-i lisân etse de şunun hakkından gelseler.” şeklinde konuşurlar. O gün Ayasofya Câmii dolup taşar. Namâzdan sonra kürsüye çıkan Hazret-i Pîr, hamdele ve salveleden sonra cehrî zikrin ve devrânın Kur’ân ve Sünnet’e uygun olduğunu Kur'ân, Hadîs, İcmâ ve Kıyâs ile uzun uzun anlatır. Öyle ki mecliste bulunan Sultân Avcı Mehmed başını mahfilin kafesine vurarak: “Ben meşâyıha izin verdim, âyînlerini icrâ etsinler.” şeklinde ferman verir. Bunun üzerine orada hazır bulunan meşâyıh ve dervîşân hemen zikre ve devrâna soyunup icrâ ederler ve hatta duaya pâdişâh da katılır. Kadir gecelerinde Ayasofya'daki sûfî zikri ve âyinleri Hazret-i Mısrî'nin yönettiği bu devrândan hâtıra olup uzun zaman devam etmiştir. Tarîkat-i aliyye ehlinin Hazret-i Pîr'e olan muhabbetlerinin bir sebebi de Ayasofya'daki tekkelerin ve devrânın serbest bırakılmasını sağlayan bu va‘zıdır. Bursa'ya Dönüş Hazret-i Pîr tekrar Bursa'ya döner. Günlerini yine halvette zikrullah ile geçirir, dervîşânın eğitimiyle uğraşır. Bir müddet sonra da Limni'ye sürgün edilir. Bu sürgünün zâhirî sebepleri mâlûmdur: Ulu Câmii'de va’z sırasında cezbeyle hakîkate ait bazı sözler söylemesi, asrın umerâ ve ulemâsına dokunacak şekilde konuşması, bir risâlesinde Hasaneyn'e risâlet atfetmesi, dervîşlerinin çoğalması gibi şeylerdir bunlar. Erenler kâidesi bellidir: “Şerîati tut, hakîkati yut!” Fakat Mısrî Hazretleri öyle büyük bir fedâîdir ki, hakîkati her ne pahasına olursa olsun, açmıştır. Va’zlarında İbn Arabî'nin örterek açtığı sırlardan bahsetmiş, bundan ötürü kendisine isabet eden celâl tecellîlerine de göğüs germek zorunda kalmıştır. Tasavvuf ehlince mâlûm olduğu üzere bazı ehlullah, insanlığa gelecek kazâ ve belâyı kendi nefislerine yüklenip o zorlukları rahmete dönüştürürler. Hazret-i Mısrî de insanlığın hakîkatle temâsında önemli bir merhale olmuş, bunun karşılığında da sürgün edilmiştir. Tıpkı Hallâç gibi, Nesîmî gibi, İbn Arabî gibi başına gelenlerin sebebi, hakîkati nassa açmada ısrar etmesidir. Esâsen bu da bir cümbüş-i ilâhîdir: Her şey kendinden kendine olup bitmektedir. 206 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Limni'ye Sürgün Neticede Bursa Hâkimi Ak Mahmûd, Hazret-i Mısrî'nin sözde- bütün suçlarını dikkate alarak onu Limni Adası'nda kalebend olarak ikâmete mecbûr etmiştir (Safer 1088/Mayıs 1677). Hazret-i Pîr ise: “Bu bizim hakkımızda Hak'tan bir lutuftur.” diyerek on beş sene kadar adada kalır. Onun buradaki hayatında çile ve zevk bir arada tecellî etmiştir. Adada hükümet ricâlinin kendisine yaptığı eziyetler ne kadar üzüntü verici ise, halkın kendilerine intisâp ederek memnûniyetlerini ifade etmeleri de o kadar sevindirici olmuştur. Gerçekten de Hazret-i Pîr, Ada halkı için Hakk'ın ihsanı olmuştur. Kendisi bu hususu “İrfân Sofraları”nın otuz dördüncü sofrasında şöyle anlatır: “Cennet mekârihle (mekr-i ilâhî) süslenmiştir. Bunda şu hakîkate işâret edilmektedir. Bir kâmilin adı uzaktan işitilir. Ve onunla buluşmaya iştiyâk duyulur. Fakat gelip gördükleri zaman onun etrafını düşmanla çevrili görürler. Öyle ki her düşmanın elinde ötekininkine benzemeyen bir mızrak vardır. O mızrakları bu kâmile âşık olanlara atarlar. İftiralar ederler. Onu ondan çevirmeye çalışırlar. Bu, Âdem (a.s.)'den günümüze kadar böyle gelmiştir. Hakîkatte, kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, istidatlı olmayan kimseleri kemâl sahiplerinin yanına sokmamak için vazifeli bekçilerdir. İşte kemâl sahibi olan zât, böylece mekarihle yani mekr-i ilâhî ile çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak kuvvetliler girebilir. Nitekim o kâmil de, maârif cennetine ve kendisine muvafık ihvânla toplanma zevkine düşmanların verdikleri ıstıraplara, hasetçilerin sebep oldukları üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir. Ehlullahtan biri Belgrat'tan bizi ziyarete gelmişti. Önce fakîrin hasetçilerinin çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat cuma gecesi toplanan ihvânı görüp, onların vecd ile zikretmelerini görünce çok ağladı ve şöyle dedi: ‘Bırak onları istedikleri kadar hainleşsinler, düşmanlık etsinler. Onların ezâlarına sabret. Çünkü bu nûr, onların üflemeleri ile sönmez, artar.’ Sonra Allahu Teâla’nın şu âyetlerini okudu: ‘Allah'ın nûrunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah kâfirler istemese de nûrunu muhakkak tamamlayacaktır.’ (Saff/8). Ve ilâve etti: ‘Bu cennetin, hasetçilerden ve düşmanlardan hâli kalmayıp onlarla sarılması icap eder. Bu insanlar bunun etrafındaki mekarihi yarıp buraya girmeye kudretleri olmadığından dolayı, hasetleri ve düşmanlıkları artmaktadır. Fakat onların hasetleri ne kadar artsa, bu nûr da o kadar artar. Onların senin hakkındaki davranışlarına üzülme.’ 207 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hâsılı, kâmil, kemâl cennetine cehd ü gayret ve sabr-ı cemîl ile vâsıl olabilir. Onun hasetçilerinin kötülükleri ile çevrili bulunan sohbet-i cennetine de ancak kâmilin zâtında veya meclisinde bulunan mekarih ayıplarına gözlerini kapatan, o hasetçilerin sözlerine kulak asmayan kimselerden başkaları giremez. Fakîr der ki, Mısır'a gidip Şeyhuniyye'de mürşidime biat ettiğim zaman, oranın fukarâsı sayılamayacak kadar çoktu. Bunlardan bazıları, mürşidime kendi mürşidleri zamanından kalmış idi. Mürşidin selefinden kendisine intikâl eden müritlerden biri, bana gizlice yaklaştı ve dedi ki: ‘Ben seni irâdende sâdık samimi arkadaş biliyorum; ama bu mürşid senin bildiğin gibi yetişmiş bir mürşid değildir. Ben sana nasihat ediyorum. Senin aradığın onda yoktur. Beni dinlersen onu bırak ve kendine başka bir mürşid ara. Belki murâdına erersin.’ Ve mürşidin birçok ayıplarını saydı. Ona dedim ki: ‘Şimdi onun kâmil olduğuna yakînen inandım.’ Gerçekten üç yıl hizmetine devam ettim ve ona hizmet sâyesinde murâdımın özetine nâil oldum.” Sevdim Seni Hep Varım Yağmâdır Alan Alsın Hazret-i Pîr'in nutk-ı şerîflerinin her biri bir sebeple kaleme alınmıştır. Bu meyanda Limni'ye ilk sürgüne gönderildiğinde Vânîzâde'nin tekke ve tasavvuf düşmanı adamlarının Bursa'da Ulu Câmi'deki kitâplarını yağmâladıklarını duyduğunda, zaten terk üzere yaşayan Mısrî, şu nutkunu kaleme almıştır: Sevdim seni hep varım yağmâdır alan alsın Gördüm seni efkârım yağmâdır alan alsın Aldın çü beni benden geçdim bu cân u tenden Aklım dahi her varım yağmâdır alan alsın Ben varlığımı atdım dost varlığına yetdim Her assılı bâzârım yağmâdır alan alsın Geçdim ben ad u sandan çıkdım ben o dükkândan Hep ırz ile vakârım yağmâdır alan alsın Geldi dile dildârım buldum gül-i gülzârım Şimden geri hep varım yağmâdır alan alsın 208 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sen gâib ü hâzırsın her hâlime nâzırsın Ahvâl ile etvârım yağmâdır alan alsın Çün buldu gönül yârim terk eyledim ağyârım İmân ile zünnârım yağmâdır alan alsın Mısrî'ye vücûb imkân bir oldu kamu ayân Tâat ile ezkârım yağmâdır alan alsın Sürgün Bitiyor Ve Limni'deki sürgün on beş sene sonra biter. * Köprülüzâde Mustafa Paşa'nın sadâreti sırasında (H. 1103/M. 1692 senesinde) ıtlâkına irâde gelir. Hazret-i Pîr, Ramazân-ı Şerîf’in sonlarına doğru Bursa'ya geri döner. Burada bir sene oturur. Meşâyıhtan bazıları ziyâretine gelirmiş. Bir seferinde içlerinden biri Hazret-i Pîr'e: “Efendim niçin başka bir mahâlde ikâmet etmek istemediniz?” diye sorduğunda, Mısrî O zâta: “Evlâdım, eğer Limni Adası'ndan daha münkir ve böyle habîs (kötü tabiatlı) insanlar başka bir diyârda olsaydı, hakîr o diyâra giderdim.” diye cevap vermiştir. Kanda Bulur Hakkı(!) İnkâr Eyleyen Bu Mısrî'yi Hazret-i Pîr'in her ne kadar Ahmed Gazzî gibi âlim ve ârif pek çok müntesibi varsa da bir o kadar da münkiri vardır. Hatta bunların içinde vahdet-i vücûd mes’elelerini yaşayıp anlayamayan ve fakat meşâyıh geçinen kişiler de bulunmaktadır. Sivâsî Halvetîlerinden “Hediyyetü'l-İhvân”ın yazarı Şeyh Mehmed Nazmî, Üsküdarlı Celvetî Şeyhi Selâmî ve Bursalı İsmail Hakkı bunlardan sadece bir kaçıdır. İsmail Hakkı nihâyette makâm tekmîl edip Mısrî'yi anlamışsa da iş işten çoktan geçmiştir. Ne yazıktır ki, Hazret-i Pîr'in üçüncü defa sürgün edilmesine sebep olanlardan birisi de odur. Tabiî mesele İsmail Hakkı'nın (ö. 1725/Bursa) Hazret-i Hasaneyn'in risâletini -başka bir ifadeyle risâletin hakîkatini- anlamamasından kaynaklanmıştır. Hazret-i Pîr bir nutkunda Hakkı kelimesini tevriyeli kullanır: Kanda bulur Hakkı inkâr eyleyen bu Mısrî'yi Zâhir olmuşken yüzünde nûr-ı zât-ı Kibriyâ 209 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hasaneyn Risâlesinden Bir Kaç Anekdot Hz. Mısrî Risalet-i Hasaneyn ile ilgili görüşlerini daha önceki va’zlarında da dile getirmekle birlikte bu konudaki müstakil risalesini Limni’ye ikinci kere sürüldüğünün 28.ci günü yazmaya başlamıştır. Bizatihi kendisinin belirttiğine göre bu eser, ne sultandan dünyevîlik ne ulemâdan aferin almak, ne Vânîzâde (Ahmed Efendi. ö. 1703) ve etrafındaki adamların maskaralıklarından kurtulmak için yazılmıştır! Buradaki yazılanlar ilâhî bir emanettir, Hakk’ın kendisine verdiği bu emâneti sahiplerine ulaştırmak için kaleme alınmıştır, vesselâm. Mısrî Efendi bu risâledeki fikirlerinden ötürü önceleri Vâni Efendi’den; bilahire oğullarından çok zarar görmüştür. Mevâidü’lİrfân’ın 63. sofrada şöyle diyor: “Hasetçilerin en büyüğü Vânî’dir. Çünkü o sihir ile Sultân’a yaklaştı. Sultan yönetim işlerinin ipini onun eline verdi. Sultan onun emriyle Mısrî’yi bir sene Rodos’ta on altı sene de Limni’de Mısrî’yi hapsettirdi.” Hasaneyn risâlesinin bir özeti Mevâidü'l-İrfân'ın 68. mâidesinde de kayıtlıdır ki, bu bölüm de muhtemelen Hz. Pîr’in ömrünün sonlarında Limni’de kaleme alınmıştır. Mısrî’nin sürülmesine sebep olan risâleden aldığımız birkaç cümle ile Mısrî’nin Limni safahatını anlamaya çalışalım: * Bir yerde Vezir (Çalık) Ali Paşa’ya seslenen Mısrî kendisine gelen bu ilahi bilgiyi herkes gibi onun da inanmasını istiyor ve şöyle diyor: “Ali Paşa! Mısrî’nin muhâtabı bugün sensin, başkası değildir. Bütün nebîlerin torunları nebî olurken, hattâ Hazret-i Yûsuf’un kardeşleri Hz. Yûsuf’u kuyuya attıkları halde ve Hazret-i Yâkub’a onca isyânı etmişler iken onlar için “peygamberdir” demeyen kâfir olur. Ya bizim Peygamberimiz rasüllerin en üstünü ve hâtemü’lenbiyâ iken? özellikle de nübüvvetleri hakkında bu kadar âyet, târihleriyle şehâdet ederken onlar için “Peygamberdir” diyen kimseyi on altı sene Limni adasında uzun süre hapseden Vezir Ali Paşa’nın dîni ne dindir?”30 * 30 Mısrî, Padişah II. Ahmed zamanında vezîr-i âzam olan Merzifonlu Çalık Ali Paşa’nın emriyle tekrar Bursa’ya döndüyse de bu sefer de Bursa kadısı tarafından eziyet edilmeye başlanmıştır. Bu tarihlerde (1693) görev süresi dolan kadı, Bursa’da kalabilmek için imza toplamaktadır. İmza kağıdını Mısrî’ye de gönderir. Niyâzî kağıdın altına “ Gemisi dolmadıkça kaptan iskeleden demir almak istemez” diye yazıp gönderiyor. Çok hiddetlenen kadı, halkın ağzından Niyâzi’yi şikâyet ettirir. 210 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Peygamberimiz, “Benden sonra nebî yoktur.” Buyurdu diye sorulsa: “Benden sonra şerîat sahibi peygamber gelmez,” demektir.” Hasan ve Hüseyin, şerîat getirmediler, dedelerinin şerîati üzerinedirler. Bunlar dedelerinin birer parçasıdır, ondan ayrı değildir.” “İmam Hasan ve İmam Hüseyn hazretlerinin nübüvvetlerini ve risâletlerini inkâr edenin misâli buna benzer ki, bir hurmanın her budağı hurma iken, içinde iki budağı bu hurma değildir demeğe benzer olsa cehldir.” * “Mısrî’nin İmâm Hasan ve İmâm Hüseyin hazretlerinin risâletlerini haber vereceğini Köprülüzâde bildiği için, Mısrî’yi hapsetti ve Onu Limni adasından çıkarmayın! diye vasiyette bulundu. Hâlâ Mısrî’nin hapsolduğu bu haberdendir, lâkin onların dinleri nice dindir, mâlûm değildir.” * Hâsılı, risalede Hz. Hasan ve Hüseyin’in, tıpkı Hz. Yâkub’un oğulları ve torunları gibi nübüvvete nâil oldukları, onların şerîat kurucusu bir nebî değil “nübüvvet-i tarifiyye” sahibi birer resûl oldukları beyan edilmektedir. Son Sürgün Hazret-i Pîr 1692 senesinin Ramazan ayında Bursa'ya döner ve yine dergâhta Hak âşıklarının irşâdıyla meşgûl olmaya başlar. Bu sırada bazı ulemâ ve devletliler arasında Mısrî'nin konuşmalarıyla ilgili dedikodular kaldığı yerden devam eder: “Mısrî Efendi başına yine birçok kişi topladı, hurûca kalkışacak.” gibi laflar ortalıkta dolaşır olmuştur. Ordunun Nemçe (Avusturya) muhârebesi için hazırlıklara giriştiği bir dönemdir. Sultân II. Ahmed tahttadır. Hazret-i Pîr bugünlerde, yani 1693 senesinin Haziran ayında, İstanbul'a davet olunur. O da dervîşlerine: “Fisebîli'llâh mücâhedeye ve küffârla muhârebeye gitmek isteyen benimle gelsin.” diye ilân ederler. Birçok kişi Bademlibahçe'de silahlarıyla birlikte toplanır. Bu da yeni bir dedikoduya sebep olur. Durumu İstanbul'a bildirirler. Ricâl-i devlet: “Eğer Mısrî Efendi buraya gelirse yine ‘on dokuzlar’ diye tutturur, pâdişâhı bizden soğutur. İyisi, bunun buraya gelmemesi hakkımızda hayırlıdır,” diye pâdişâha arzederler. Şöyle bir hatt-ı hümâyûn yazdırılır: 211 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Mısrî Efendi’ye, Selâmımdan sonra. Sefere kasd ve azîmetiniz mesmû‘-ı hümâyûnum oldu. Sefere teveccühünüzden ise halvetinizde duâya meşgûl olmanız ensebdir. Mahallinizden harekete rızâ-yı hümâyûnum yoktur. Huzûr-ı hâtır ile zâviyenizde mukîm ve asâkir-i İslâm'a ve guzât-ı mücâhidînin teveccüh-i tâm ile muzaffer olmaları duâsında olmanız me’mûldür, vesselâm.” Bu irâdeyi Beşir Ağa adlı bir zât getirir, Bademlibahçe'de kendilerine verir. Hazret-i Pîr de: “Sem‘an ve tâ‘aten,” (işittik ve itâat ettik,) diyerek Bursa'ya dönerler. Bir hafta sonra tekrar İstanbul ve Edirne'ye gelmeleri ve gönüllü askerlerle yardımlaşmaları bildirilmiş ve buna dair de şöyle bir irâde gönderilmiştir: “Fazîletli şeyh-i mu‘tekidim Efendi Hazretlerine, Derûnî selâmlarımdan sonra. Bundan mukaddem gazâya azîmetiniz mesmû-ı hümâyûnum oldukta, sefer meşakkatine pîrlik âleminde câiz ki tahammülleri olmaya diye, olduğunuz mahalde oturup asker-i İslâm'a duâda olasın diye yazılmış idi. Çün ki elbette sefer-i hümâyûna gitmeniz derûnunuzda muhakkak olmuştur. Hemân teşrîf edip guzât-ı İslâm ile rûy-ı gazâda bulunasız. Hak taâlâ kudûmunuz mübârek eyleye, vesselâm.” Bu irâdeyi alan Hazret-i Pîr, üç yüz kadar ihvânıyla Tekirdağ yoluyla Edirne'ye gider. Solakçeşmesi adlı yere yaklaştıklarında vezîri azam tarafından gönderilen Mîrâhûr gelip: “Bu gece İskender Deresi'nde yatıp eğlensinler, yarın teşrîf etsinler.” dediler diye onları orada tutar. O akşam, on beş kadar Bostancı’yla bir Mirâhûr gelip kendilerine üçüncü bir irâdeyi daha teblîğ eder: “Fazîletli Şeyh Mısrî Efendi, Selâmımdan sonra. Bu tarafa gelmeniz için iznim olmuş idi. Velâkin berâ-yı iktizâ inşallah yine avdet edip Bursa'ya varıp tekyenizde asâkir-i İslâm ve dîn ü devletime hayır duâda olmanız her vecihle ma‘kûl ve münâsib görünmekle emrim olmuştur. Evlâdınız için bir zâviye her nerede murâd ederseniz ihsân ederim. Duâ-yı hayr-ı devletimde olup ibâdetinize meşgûl olasız, vesselâm.” *** Hazret-i Pîr bu irâdeye rağmen Bursa'ya geri dönmez. Pâdişâha bir mektup göndererek etrafındaki kişilerin kendisine yanlış bilgiler verdiğini, bunların kavliyle hareket etmemesi gerektiğini söyleyip Edirne'ye yola çıkar. Mektup şudur: 212 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Pâdişâhım, ‘İnne mesele isâ kemeseli Âdem.’ buyuruldu. Mümâsilini (benzerini) ilmü'l-esmâda kıldı. Kabûl edene melek dendi, kabûl etmeyene şeytân dendi. Kezâlik İsâ, nüzûlunde alleme'l esmâ ta‘lîm eyledi. Kabûl edene melek ve mehdî dendi, etmeyene Şeytân ve Deccâl dendi. Ondan nüzûl-i İsâ'ya gelinceye kadar enbiyâ ve rüsül geldiyse, onlara muhalefet eden pâdişâhlardan hangisi behremend olup murâdına erdi? Cümlesi makhûr oldular. Pâdişâhım, muhâle fermân vermek âkil işi değildir. Bir kevkebe tulû etmesin diye fermân versen yahut ağrısı tutmuş avret doğursa pâdişâha âsî olur mu? Pâdişâhım, ben seni esirgerim, sana benim su-i kasdım yoktur. Senin hayırhahınım. Senin düşmanın, beni sana yanlış bildirir. Bu dahi mâlûmun ola ki, enbiyâda ve evliyâda kizb (yalan) ve hilâf (karşı koyma) ve müdâhene (menfaat ve beklenti) olmaz. Bizim sana su-i kasdımız yoktur. Dediğimize itimâd edin ve nüdemâdan birisini şunu azl veya katleyle demem. Bu senin hizmetine lâyık değildir. Ancak umûm üzere adleyle diye nasîhat ederiz. Kabûl edersen senin izzetin ziyâde olur; azîz olursun; kabûl etmezsen zararı kendinize edersiniz. İsâ nüzûl etmesin diye fermân verip geri reddedemezsin. Ancak bir mikdâr tacîz edersen, meyûs olunca sonra nazar-ı Hak erişip meyûsa necât verir. Elhâsıl enbiyâya muhalefette olmaktan men ederim. Nasîhati kabûl edersen, tahtında sabit-kadem olursun. İsâ (a.s.) kendi hakkında âlâ meleinnâs hazâ mehdiyyü'z-zamân diye şehâdet eder. Şehâdetini Allah taâlâ kabûl eder. Cümle halk da kabûl eder. Ve illâ muhâlefetin zararı kendine olur, bilirsin. Nasîhatim budur. Bu mektûbu kendi şeyhine gösterme ve reyiyle âmil olma. Şeyhülislâma ve ulemâya göster, onların reyiyle âmil ol. Âlim kavli Şeyhulislâmı müşirdir. Onların işaretleriyle âmil ol. Ves-selâmü alâ meni't-tebe'l-hüdâ.” *** Hazret-i Niyâzî daha Edirne’ye intikâl etmeden iş başında bulunan hainleri Pâdişâh'a tek tek bildireceği şâyiası, devlet adamları arasında, özellikle de Kâdızâdeliler arasında telaş uyandırır. Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, Mısrî Efendi’nin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münâsip gören Sultân II. Ahmed'i, bu zât geldiği takdirde büyük bir fitne zuhûr edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirir. Hazret-i Pîr, 30 Haziran 1693 Salı günü Edirne'ye gelip va’z etmek üzere Selîmiye Câmii’ne indiği zaman, 213 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı halk câminin etrafını doldurmuş kalabalıktan içeriye girilemez olmuştur. Hazret-i Pîr’in her va’zı gibi buradaki va’zı da tesîrli olmuştur. Bu sırada hiç şüphesiz zülf-i yâre de dokunmuştur. Bu durumu gören Sadrazam, Niyâzî-i Mısrî'nin eğer derhâl tutuklanıp sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını pâdişâha telkin eder. Esasen önceden sürgün için irâde yazdırılmıştır. Bütün bunlar halkın hücûmundan çekinildiği için gizlice yapılır ve kendisi: “Sâhib-i Devlet seni ister, buyurun,” denilerek bir koçu arabaya bindirilip ayağına bir bukağı takılıp Gelibolu yoluyla Limni'ye ikinci kez sürülür (1693). Hazret-i Pîr bu sefer incinmiştir ve giderken “Osmanlı'nın inkırâzı (çöküşü) için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım, bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz.” der ve ayağındaki bukağı ile bir koçu arabaya bindirilip palas pandıras yola çıkarılır. Limni'de türbedârlardan Abdî-i Siyâhî (ö. 1851) bu son sürgünden şöyle bahseder: “Hazret-i Mısrî, 1104 Şevvâl'inin (Haziran 1693) başında bütün yârânıyla vedâ edip Bursa'dan Edirne'ye doğru yola çıktı. Tekfûr Dağı'na (Tekirdağ'a) geldi. Burada Hazret-i Abdülkâdir tarîkati bendelerinden Şeyh Ali Efendi Hazretlerinin dergâh-ı şerîflerinde sâkin oldular. On iki gün sonra sancağ-ı şerîfi dergâha bırakıp yola çıktı. Bütün meşâyıh ve dervîşân rikâbında gidip şehir dışına çıkıp kendisini uğurladılar. Şeyh Mısrî buradan Edirne'ye gitti. Velhâsıl Edirne'ye ulaştığında doğrudan Sultân Selîm Câmi-i Şerîfi'ne mihmân oldu. Şevvâl’in yirmi yedinci (27 Şevvâl 1104/ 1 Temmuz 1693) günü idi. Bir yandan da Ordu-yı Hümâyûn Edirne'ye ulaştı. Osman Paşa kaymakâm; Baltacı ise, vezîr idi. Gelişinin üçüncü günü Selîmiye'de cemâat hâzır oldu. Bir mikdâr va‘z ve nâsîhat etti. Va‘z sırasında: ‘Ümmet-i Muhammed, hiç zahmet çekmeyin; yedi kimse varken sefer olmaz.’ dedi. Onun bu kelâmını vezîr ve yeniçeri ağası işittiler. Şeyh Mısrî derdine düştüler. Melek Mehmed Ağa ile bir koçu (iki tekerlekli çek çek arabası) gönderip, Ağa'ya da: ‘Mısrî'yi Limni adasına gönderin. Ammâ delidir; ayağına bukağı vurun,’ diye emir verdiler. Melek Mehmed Ağa emrolunduğu gibi bir koçu araba alıp Selîmiye Câmii’ne geldi. ‘Paşa oğlunuz, efendimizle görüşmek için koçu gönderdi, buyurun gidelim.’ diye kendisine emredildiği şekilde Hazret-i Şeyh'i koçuya davet etti. Hazret-i Mısrî durumu sezdi, yine de, ‘Eyvallah,’ diyerek kalkıp koçunun yanına geldi. Baltacı Vezîr de tebdîl-i 214 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kıyâfet Câmi-i Şerîfe gelmiş ve va‘zda hâzır bulunmuştu. Şeyh Mısrî'yi görünce mübârek elini uzatıp duâ niyâz etti. Şeyh Mısrî Hazretleri başını kaldırıp Ona: ‘Sen dahi bana komşu olsan gerektir,’ diye buyurdu. Sonra koçuya girip yola çıktılar. Dervîşler de arkası sıra yürümüşlerdi. Fakat şehir içine gidecekleri yerde Edirne dışına doğru gidiyorlardı. Dervîşlerinden Budiniçli Hasan Sezâyî, kendisini koçunun altına attı. Niyâz ederek: ‘Merhamet buyurun efendim. Siz Edirne'ye bir kerâmet gösteriniz.’ diye ağlayıp temennâda bulundu. Hazret-i Mısrî, bu kadar âşıkânın niyâzını ve ıstırâbını görünce mübârek elini uzatıp Edirne'ye doğru şöyle bir baktı ve ‘İzâ zülzileti'l-arz’ (Zilzâl/1) âyetini okuyup nefes etti. O anda Edirne üzerine bir bulut gelip durdu ve öyle bir yağmur yağdı ki, görülmüş değil. Allah'ın izniyle ordunun çadırlarını ve Edirne'nin pek çok hânesini seller alıp götürdü. Helâk olunmak üzre iken Şeyh Fenâyî (ö. Edirne, 1701) Hazretleri31 dervîşlerini toplayıp buyurdu ki: ‘Sizlerden hanginiz gidip Şeyh Mısrî Hazretleri'ne yetişip niyâzımı söylersiniz. Şöyle niyâz olunur ki, bizlere merhamet buyursun. Mektepte olan sâbiler hürmetine bizleri affetsin.’ Dervîş Hasan (ö. 1737)32 bendeleri ‘Bu kulun gideyim efendim,’ dedi. Destûr alıp yola çıktı.” Baltacı, Sen de Bana Komşu Olsan Gerektir Hazret-i Pîr Limni'ye ikinci defa sürgün edilmezden önce geldikleri Edirne'de Selimiye'deki va‘zına Baltacı Vezîr de tebdîl-i kıyâfet edip gelmişti. Va‘z'dan sonra Hazret-i Pîr henüz arabaya bindirilip götürülmeden önce merak edip Baltacı da yakından görmek, elini öpmek ve duasını almak istemiş, bu vesileyle kalabalıktan sıyrılarak Mısrî'ye yaklaşmıştı. Hazret-i Pîr başını kaldırıp ona: “Sen dahi bana komşu olsan gerektir.” buyurup geçmiştir. Bu Dervîşlik Sana Sezâdır Dervîş Hasan, Hazret-i Mısrî'nin huzûrlarına gelip Şeyh Hazretleri'nin niyâzıyla birlikte özür diledi. Cenâb-ı Hazret-i Şeyh 31 Fenâyî Kastamonu'da doğmuş, İstanbul'da yetişmiş, Edirne'de ikamet etmiştir. Sünbülî/Gülşenî'dir. Benzersiz ebrî, âhar, mürekkep, la‘l yapdığından dolayı La‘lî mahlasıyla tanınmıştır. Edirne'de Gülşeniyye Şeyh'inden daha sonra 1675 târîhinde İstanbul'da Koca Mustafa Paşa âsitânesinde Seyyid Alâaddîn Efendi Hazretlerinden gizlice irşad görmüştür. La‘lî Efendi Edirne'de Sezâyî Efendi Hazretlerinin de Şeyh'idir. Bk. Tezkiretü'l-Müteahhirîn, İstanbul Delileri Ve Velileri-XVI.-XVIII. Asırlar, hz. M. Tatcı-M. Yıldız, İstanbul, 2007, s. 89. 32 Dervîş Hasan Efendi, meşhur mutasavvıf Sezâyî-i Gülşenî mahlasıyla şiirleri bulunan Câbî Hasan Efendi (M. 1737)'dir. Hayatı için bk. Hasan Sezâyî-i Gülşenî, Mektûbât-ı Hazret-i Sezâyî, İstanbul, 2001; Hasan Sezâyî Dîvânı, hz. Ali Rıza Özuygun, İstanbul, 2005. 215 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mehmed Mısrî Efendimiz şefkat edip Edirne üzerinden o celâli def edip cemâle tebeddül buyurdu. Dervîş Hasan'a da ihsânda bulunup: “Oğlum sana bu dervîşlik sezâdır.” diye mübârek eliyle arkasını sıvazladı. Hasılı, Hazret-i Mısrî'yi Gelibolu'ya getirdiler. Mısrî Gelibolu'da önce Yazıcıoğlu Şeyh Mehmed Efendi’nin türbesini ziyaret etti. Türbeden dışarı çıktığında bütün meşâyıh ve dervîşân hâzır olmuş, elini öpmek için bekliyorlardı. O toplulukta mübârek tâc-ı şerîflerini Dervîş Hasan Sezâyî Hazretlerine giydirip şöyle dedi: “Bundan sonra beni isteyen Hasan'da bulur.” Hazret-i Pîr Tekrar Limni'de Hazret-i Pîr Seddülbahir Kalesi'ne getirildi. Orada bir müddet câmi-i şerîfe girip çıktı ve buradan Limni'ye gönderildi. Adaya geldiğinde takvim 20 Temmuz 1693 tarihini gösteriyordu. Yanında halîfelerinden bir kaç kişi de vardı. Bu sırada Edirne'den beri görevli olan Melek Mehmed Ağa hizmetini tamamladı; Hazret-i Pîr'in mahkeme ilâmını aldı. Huzûruna gelip niyâz edip hayır duâsını diledi. Şeyh’in ayağındaki bukağıyı çıkarmak istedi. Hazret-i Mısrî ona pek çok hayır duâlar etti. Sonra mübârek elini arkasına koyup: “Âferîn, âferîn, çok güzel.” dedi. Ve buyurdu ki: “Evlâdım, demirleri vermem. Bu fakîre lâzımdır. Yarın mahşer gününde Hazret-i Resûlullah'ın huzûruna bu demir ile çıkayım ve zaleme ile ayağımdaki bu demirlerle yüzleşeyim. Evlâd-ı Resûl'ü sevdim ve yoluna cân u başımı kurbân eyledim, diye fakîri bu azâba giriftâr eylediler.” Melek Mehmed Ağa Hazret-i Pîr'in bu sözünü duyunca, mübârek ayaklarına düşüp ağlamaya başladı. Sonra kalkıp dedi ki: “Yâ Azîz! Bu ednâ kulundan bir davâ eylemeyesin. Zîra, Cenâb-ı Hak şâhidimdir ki, efendime bir hıyânetlik eylemedim.” Melek Mehmed Ağa, bu hâl üzere gemiye binip geri döndü. Hazret-i Pîr, bir gazelinde o günlerini şöyle anlatır: Hamdülillâh habs-i zindân ehl-i hâlin hırfeti Fakr u zillet derd ü mihnet ol gürûhun izzeti Habs-i cism ü nefs eden cânın eder elbet halâs Halvetin rûşen eder envâr-ı Hakk'ın celveti 216 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Zulmet içre teşne diller âb-ı hayvâna erer Kıllet içre sabr ile çok kimse buldu devleti Halk-ı âlem kabza-i kudretde bî-çün ü çerâ Hak kazâsına rızâ ver bula kalbin vüs‘ati İzzet-i ukbâya zilletdir Niyâzî çün tarîk Nefha-i Rahmân'a bu yoldan ede gör sür‘ati Hazret-i Mısrî, Limni'de âdetleri üzere hemen halvete çekilip günlerini ibâdetle geçirmeye başladı. Tıpkı daha önceki gibi kendisinin adada on altı sene hizmetinde bulunan Mahmûd Efendi yanına gelip yine hizmetine devam etti. Tâliimi Yokladım Mihnet Evinde Buldum Hazret-i Pîr garîp ve mahzûn yaşamıştır. Adada on beş senesini azap çekerek geçiren Aziz Hazretleri bunu bir yerde şöyle anlatır: Tâliimi yokladım mihnet evinde buldum Anın için yürürüm her dem melâl içinde Kısmet-i rûz-ı ezel aldı kamu nasîbin Kimisi buldu râhat kimi nekâl içinde Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde Kaldı başım anınçün fitne vü âl içinde Bazı siyâsîlerin hırsları, yanlış düşünceleri ve menfaatleri sebebiyle Hazret-i Pîr’in başı dertten kurtulamamıştır. Adada, günlerini öldürülme endişesiyle geçiren Hazret-i Pîr, Hâtırât’ında33 kendisine Limni’de sıkıntı çektirenlerin “Sekizliler” dediği Şeyh, Hâkim, Ramazan, Kâdı, Dizdâr, Hatip, Azap Ağası ve Voyvoda olduğunu söyler. Yazdıklarından anlaşılacağı üzere Kalebend olarak sürgün yiyen Hazret-i Pîr, Kale’de fazla tutulmamış, ayağındaki bukağıyla 33 Kelîmat-ı Kudsiyye, Bursa Eski Eserler Ktp. Orhan Bl. Nu: 690. Bu eserin çok küçük bir parçasını yakın tarihlerde Kahire Millî Kütüphanesi’nde bulduk. Bk. “Risâle-i Mısrî”, Kâhire Milli Ktp., Mecâmi’-i Türkî Tal'at, Yz. Nu: 125. 217 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı merkeze, yani limanın yanındaki mescidin yakınına (Mirina’ya) getirilmiştir. Mısrî bu eserinde özetle Kale’den 1040 gün önce indiğini, ‘Süleyman Paşa öldü!’ diye haber çıkardıklarını, fakat onun ölmediğini; yemeğine zehir konulduğunu; kapısına sopa dayandığını, soğuk günlerde mest giydiğini, düğünlerle bazen kendisine yemek gönderildiğini, geminin dokuz gündür limanda bekletildiğini, Mustafa Paşazâde Mehmed Bey’in kendisini ziyârete geldiğini, bundan çok memnûn kaldığını, yine Bekir Paşa'nın Kaptan Paşa'dan bir mektup ve 50 kuruş hediye getirdiğini fakat bunları kabul etmeyip paranın on beş kuruşunu biraderine, on kuruşunu Cafer Bey’e ve Abdurrahman’a verdiğini, kalanını da Mehmed Dede’ye, Kayyım’a ve çok nimetini yediği Mustafa Dede’ye vermek istediğini, yazar. Yine aynı metinde Bursa’da oturduğu sırada bazı şeyhlerin kendisine mektup gönderdiklerini, nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda telkinde bulunduklarını, kendisinin bu telkinleri kabul etmediğini, ‘bildiğinizden kalmayın’ diye karşılık verdiğini, bundan dolayı da dokuz yıldır eziyet çektiğini, Hâkim tarafından çağrıldığını, kendine eziyet edilmemesi için ilgili kişilere ihtârda bulunduğunu söylediğini ifade eder. Hazret-i Pîr Kalebend günlerini anlatırken Füyûzî Çelebi’nin mecmûasından “Dervîş olan âşık gerek” ilâhîsini istinsâh ettiğini, Süleyman Paşa'nın gemisiyle adaya Abdülcebbâr adında bir dervîş geldiğini, onun kendisine Rodos’taki eski bir ahbâbından selâm getirdiğini, gece evine girilip cebinden yazılı kâğıtlarının çalındığını, ‘sıçanotu’ zehiriyle zehirlendiğini, hâlbuki ‘sülümen’ denilen zehirin daha etkili olduğunu ve attârlarda kolayca bulunabileceğini, etkili olduğundan kendisini daha çabuk öldürebileceğini, evinin tavanının delinerek, oradan kendisinin devamlı takip ve kontrol edildiğinden şikâyet eder. Bir mikdâr badem ve fındık kırıp yediğini, Ramazan adlı birinin kendisine eziyet çektirmek ve öldürmek için ona devamlı ağular verdiğini, kendisine yapılan eziyetlerden, kötü davranışlardan artık iyice bunaldığını, evinin tavanında bulunan bekçisinin iki gündür kendisini uyutmadığı için dayanamayıp bir mikdâr gündüz uyuduğunu, düşmanlarının kendine su aldırmadıkları için susuzluktan yandığını, susuzluğunu gidermek için karpuz yediğini, yedikçe de harâretinin arttığını kaydeder. Hazret-i Pîr buradaki günlerini anlatırken önceleri cifir bilmediğini, Boğazhisar’a haps edilmek için gönderildiğinde bütün kitaplarını yırttığını, vecd hâsıl olduğunu, farka geldiğinde kendisini 218 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması boğazında zincir, ayağında bukağı takılmış bulduğunu, bu sırada ‘esmâ-i hurûf ve kavâid-i cifrin bazısı’nın feth olduğunu, bir sabah uykudan kalkınca yüzünün şiş, dudaklarının sarkmış, yüreğinin tamâmen şişmiş olduğunu, kendisine hakâret etmeleri için düşmanlarının bazı çocukları ayartıp üzerine gönderdiklerini, bunlardan bir kaçının utanıp kendinden özür dilediklerini, bazı geceler evine gitmeyip câmide sabâhladığını, yine zehirlendiğini bu sebeple yüzünün, dudaklarının şişip ayakta duramaz hâle geldiğini, yanında devamlı bir bekçi bulundurulduğunu, bu bekçiden çok rahatsız olduğunu, zehirlenme endişesiyle yiyecek tabağını başının altına koyduğunu, ‘yemeğime zehir koyarlar’ diye karpuz suyuyla yemek pişirmek zorunda kaldığını İstanbul’dan gelen iki ziyâretçinin Vanî Mehmed’in gönderdiği casuslar olabileceğini belirtir. Hazret-i Pîr, esâret günlerinde yaşadıklarını yazdığı Hâtırât’ının devamında, hediye olarak evine bir mikdâr kurbân eti getirildiğini, yine kendisine hediye olarak pabuç gönderildiğini fakat onları kabul etmediğini, incelemesi için kendisine kitap gönderildiğini, fakat rahatsızlığından dolayı kitaplara bakacak tâkatinin olmadığını, bilâhire bu kitapları inceleyip geri gönderdiğini, bunların en az beş yüz yıllık eski eserler olduğunu kaydeder. Mısrî Hazretleri eserin devamında mâruz kaldığı hakaretleri anlatmayı sürdürür: Esir olduğu günlerde bir gün bir talebenin, evi civarında tükürerek kendisine hakaret ettiğini, bunu ona yakıştıramadığını ve kendi kendine ‘cahiller yapar anlarım, bu kişi bu hareketi nasıl yapar?’ diye yakındığını ve oldukça üzüldüğünü, kırk gün câmi içinde, sıkıntılı vaziyette, minberde yatmak zorunda kaldığını, bu sırada mescidin tavanının kendini kontrol etmek maksadıyla düşmanları tarafından delindiğini, bu esnada yere toz döküldüğünü, yazdıklarının kendinden habersiz evinden alınıp tetkik edildiğini, tavanının dövülerek kendisinin devamlı huzursuz ve rahatsız edildiğini, bunların kim olduklarını takip edebilmek için evinin tavanının iki kapağını da açtığını, bütün bu sıkıntılarının ve rahatsızlığının sebebinin Pâdişâh ve Vanî Mehmed olduğunu, her şeyin onların bilgisi ve emriyle yapıldığını yazar. Kayınbiraderi ve kardeşinin kendisini Limni’de ziyârete geldiklerini, bazı günler aç kaldığını, yemeğine koydukları zehirlerden dolayı içinin dışının vurulmuş koyun gibi şiştiğini, zehirin tesiriyle şaşkın bir vaziyette dolaştığını, bu sebeple zaman zaman konuşma ve yazmada sıkıntı çektiğini, mazur görülmesi gerektiğini belirtir. 219 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hazret-i Mısrî Hâtırât’ının ilerleyen bölümlerinde Limni Hâkimi’nin kendisini bir konuşma sırasında “sus bre edepsiz!” diye azarladığına, halk içinde hakaret edildiğine, düşmanları tarafından yüzüne tükürüldüğüne, kendisini hemen öldürmeleri için düşmanlarını bazen tahrik ettiğine, yine çok hakaret ve işkenceler edildiğine de temas eder. Limni’ye gemi geldiğini ve gemi sahibinin kendisine bir kelle şeker ile bir bardak hediye getirdiğini, iki gün su sıkıntısı çektiğini, dokuz senedir Âl-i Osman’ın pençesinde azap çektiğini, fıtratının ehl-i dünya ile konuşmaktan hazzetmediğini, tekrar yemeğine yılan zehri konulduğunu yazar ve şikayet eder. Hâtırât’ının devâmında amcasının üç aylık yoldan adaya kendisini ziyârete gelmesini ve buna karşı duyduğu memnûniyeti, evde çakmağı olmadığı için mumunu yakamayıp karanlıkta oturduğunu, daha sonra dışarı çıktığını, kendisine bir makreme (havlu) hediye getirildiğini, gece yarısı düşmanlarının çan çalarak kendisini uyutmayıp rahatsız ettiklerini, bütün bu sebeplerden ötürü yazı yazarken sürekli imlâ hatası yaptığını, hülâsa, (1083/M. 1673) senesinden beri çektiği sıkıntıları ve gördüğü işkenceleri anlatıyordu. *** Tâliini mihnet evinde bulan Hazret-i Mısrî, bu âlemden ayağındaki bukağıyla göçtü. Başından fitne hiç eksik olmadı. Hazret-i Mûsâ gibi hayatı hep Firavunlarla mücâdeleyle geçti. Onun gönlü yıkıldıkça sarayın bir duvarı çöktü, bir eyâlet elden çıktı. Ayağındaki bukağıyı oynattıkça hazineden bir mikdâr daha para eksildi. “Âh!” çektikçe memleketin bir yerlerinden dumanlar yükseldi. “Dışın içe hayâlâtı; için dışa zuhûrâtı.” dedi, anlamadılar. “Yapmayın,” diye nasihat ettikçe, dinlemediler. O, yokluğa mahkûm edildikçe devlet yok oldu. Her hâlukârda sabretti. Köprülü Mustafa Fazıl Paşa'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Her peygamber bir kemâl ile fahreylemiştir. Mısrî Efendi dahi düşmanlarıyla fahreyler. On sekiz sene hapisde olduğuna fahr u şükreyler.” Başka bir tezkiresinde de, “Hasaneyn resûldür.” diye kendi ayağına bukağı takanları mekânda yakın gönülde uzak olanların kendini göremeyeceğini söylüyor, kendisini inkâr edenlerin hâlini bildiriyor, şöyle diyordu: “Mısrî'nin her şeyi yağma oldu, ancak görünür bir cesedi kaldı. Mısrî'yi şimdiden sonra isteyip arayan, muhabbet ehli ise gönülde; marifet ehli ise sözlerinde bulur. Dervîşânın cümlesinden, erkeğinden, 220 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dişisinden Mısrî hoşnûddur. Biz her ne kadar uzak isek de evvelden ikrârı olanlardan ayrı değiliz. Her ne kadar yakında olsak da inkârı olanlar bizi göremez. Eğer hakîkî âşinâlık var ise, gönüle uzak yakın birdir.” Mevtin Elçisi Gelecek Çağıdır Hazret-i Mısrî, artık ihtiyarlamış ve yorgun düşmüştü. Tıpkı Halvetiyye'nin ulu pîri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî Hazretleri gibi altı aydan beri kimseyle görüşüp konuşmuyor, bir şey yiyip içmiyordu. Sadece evrâd ve ezkâr ile meşgûldü. Rıhlet vaktini çok önceden biliyordu. Pek sevdiği Şeyhü'l Ekber Hazretleri gibi kendisinin yetmiş sekiz yaşında göçeceklerini bildiği günden beri nutk-ı şerîflerinde “Niyâzî”34 mahlasını da kullanır olmuştu. Hiç kararı yoktu. Yaşarken âlem-i ervâha intikâl etmiş, hep terk üzere yaşamıştı. Son günlerinde şöyle diyordu: İnile ey derdli gönül inile Ehl-i derdin inleyecek çağıdır Gel tımâr et yârene sen aşk ile Yârelerin onılacak çağıdır …. Yok karârı gönlümün bilmem neden Kasdeder bin pâre ola bu beden Var ise gitmek diler bu aradan Aslına azmeyleyecek çağıdır Ey Niyâzî dünyâda etmez huzûr Şol kişi kim olmaya ehl-i gurûr Hakk'ı anla etmeden bundan ubûr Mevtin elçisi gelecek çağıdır Mısrî'yi Bir Kalbur Samana Kim Alır? Limni'de yine bir gün Hazret-i Mısrî câmiden dışarı çıktı. Şehrin her tarafını devr edip yüksek sesle şöyle nidâ etti: “Mısrî'yi bir kalbur samana kim alır?” Onun bu sözlerini duyan ada halkı, Hazret-i Pîr'in ardından bir hayli sözler söylediler. Mısrî baktı ki bir tâlip bulunmaz; geri câminin kapısına gelip durdu ve kendi kendine şöyle buyurdu: 34 “Niyâzî” mahlasının ebced değeri 78'dir. Hazret-i Pîr göç vaktini keşfettikten sonra bu mahlası kullanır olmuştur. 221 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Ey koca Mısrî, sen bu âlemde bir kalbur samana bile değmedin.” Oğlum Mahmûd, Beni Sen Gasleyle Şeyh Mahmûd Efendi Hazret-i Pîr'in son gününü şöyle anlatıyor: “Hazret-i Pîr'in huzûruna geldim. Buyurdu ki: ‘Oğlum Mahmûd, eğer âhirete göçersem, beni sen gasleyle, yalnız elini vücûduma uzatma ve beni hemen bu makâmda defnet. Bizi tahâret etmek gerekmez. Zira bizler pâk oluruz.’ diye vasiyet ettikten sonra câminin içine girip itikâfa çekildiler. Şu nutk-ı şerîflerini o vakit buyurdular: Ey garîb bülbül diyârın kandedir Bir haber ver gül-ızârın kandedir Sen bu ilde kimseye yâr olmadın Var senin elbette yârın kandedir Artdı günden güne feryâdın senin Ah u efgân oldu mu‘tâdın senin Aşk içinde kimdir üstâdın senin Bu senin sabr u karârın kandedir Bir enîsin yok aceb hasretdesin Râhatı terk eyledin mihnetdesin Gece gündüz bilmeyip hayretdesin Yâ senin leyl ü nehârın kandedir Ne göründü güle karşı gözüne Ne büründü bakdığınca özüne Kimse mahrem olmadı hiç râzına Bilmediler şehsüvârın kandedir Gökde uçarken seni indirdiler Çâr anasır bendlerine urdular Nûr iken adın Niyâzî kodular Şol ezel ki itibârın kandedir. 222 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Göç Vakti Hazret-i Pîr göçtüğünde, yanında Limni halîfesi ve türbedârı Boyabatlı Şeyh Mahmûd Efendi’den başka kimse yoktu. Bu fenânın izz ü câhı ıyş u nûşu bir hayâl Görmedim bir izzetin kim bulmaya âhir zevâl. Diyen Hazret-i Pîr, Mahmûd Efendi’nin şehâdet ettiği gibi son bir haftada hiçbir şey yiyip içmemişti. Bundan sonrasını Mahmûd Efendi şöyle anlatıyor: “Hazret-i Mısrî önce emîrnâmelerini (vasiyetlerini) yazıp tamamladı; seccâde altına koydu. Demirleri eliyle topladı; mübârek ayaklarının kenarına koyup kıbleye yöneldi. Bu fakîr (Şeyh Mahmûd) hizmetine gider, onu üç beş gün ve gece teveccüh ile meşgûl ve kendini bilmez hâlde bulurdum. Bu çok sık vâki olurdu. Yanına vardığımda: ‘Hû Efendim, Destûr!’ derdim. Azîzim, asla hareket etmezdi. Bir vakit emirlerini bekleyip fakîrhâneme yine geri dönerdim. Böylece yedi gün yedi gece geçti. Varıp halvet mahallinden içeri girdim. Mübârek yüzüne baktım ki dâr-ı bekâya teşrîf eylemişti.” *** Takvimler 20 Recep 1105/17 Mart 1694 tarihini gösteriyordu, kuşluk vaktiydi ve Hazret-i Pîr bütün yüklerden kurtulmuş, dosta dönmüştü.35 *** Şeyh Mahmûd Efendi Hazret-i Pîr'in vefatı anını da şöyle anlatır: “Ey azîz! Bil ki, Hazret-i Mısrî'nin sevgiliye teşrîflerini gördüm. Çıkıp dostlara haber verdim. Herkes toplandı. Hazret-i Pîr'in mübârek cesedini, ‘Bizi tahâret etmek gerekmez. Zira bizler pâk oluruz.’ diye vasiyet ettiği gibi gasletmeye başladım. Fakat bu telaşla ve ayrılık acısıyla hâtırımdan gitmiş; orada hâzır bulunan hekîm ve müftü cenâzenin ısrarla şer‘-i şerîfe uygun gaslolunması gerektiğini söylüyorlardı. Bu şartlar içinde mecbûren elimi tahârete götürdüm. Bu sırada Hazret-i Mısrî, mübârek gözlerini açıp eliyle elime vurdu. O anda elimi hissetmez hâle geldim. Vücûdum da simsiyah kesildi. Erenler, ‘kurb-i sultân; âteş-i sûzân,’ demişler. Meğerki onların yakınında bulunmak ateşten gül almak kadar zormuş. 35 Mısrî'nin vefat tarihinde tereddüt vardır. Araştırmacıların çoğu ve bunları “Gülzâr-ı Mısrî”de değerlendiren Mehmed Şemseddîn Efendi, Hazret-i Pîr'in 20 Recep 1105/17 Mart 1694 tarihinde duhâ vaktinde vuslat ettiğini belirtir (bk. “Gülzâr”, bizdeki nüsha, s. 47). Abdîi Siyâhî'ye göre Mısrî'nin vuslat tarihi H. 6 Muharrem 1105/M. 7 Eylül 1693 Pazar günüdür. 223 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hâsılı, gasil sırasında bu esrârı görenler Hazret-i Mısrî'nin mübârek vücûduna elini sunmak cesâretini gösteremedi. Fakîr, o hâl ile şeyhin gaslini tamamladım. Tevhîd ederek getirip cesedini kabr-i şerîfine kendi ellerimle koydum.” *** “Âh şeyhim senin hasretini çekiyorum. Bize bugün mâtem günüdür. Gözlerimden kanlı yaşlar döküyorum. Zira bugün hakîkat güneşimiz battı.”(Abdî-i Siyâhî). Habs için geldi gelir ıtlâk için fermân bana Hazret-i Pîr'in cenâzesinin gömülmesinin üzerinden on gün geçer; ıtlâkı (salıverilmesi) için fermân gelir. Vefatından bir zaman önce kaleme aldığı bir nutk-ı şerîfinde niçin ıtlâktan bahsettiği; son erbaîninin niçin on gün fazlasıyla elli gün sürdüğü anlaşılır. O manzumede kendileri şöyle diyordu: Habs için geldi gelir ıtlâk için fermân bana Evveli kahr âhiri ihsân eder sultân bana Erbaînim çün tamâm oldu dahi on gün geçer Hatm olur menzil merâtib cân olur cânân bana Kâbe kavseyni ev ednâ üç yüz ellidir bilin Doğdu gün mağribden açdı zulmeti Sübhân bana Geldi Hak bâtıl firâr etdi dolaşdı mağribe Zâhir oldu gizli sırlar verdi Hak bürhân bana Oldum İsmâil gibi teslîm-i Hak indi hemîn İki bin yüz dahi yetmiş beşde bir kurbân bana Anladım zebh-i azîme bir işâretdir bu koç Hem beşâretdir gele Yahyâ ile mihmân bana Bu dediğim vak‘a ancak bu yüzün başındadır Elli bin yüz dahi yüz yetmişde bir fermân bana Halk-ı âlem dediler İsâ'ya Mısrî bir zamân Dahi bundan özge mâ evhâ dedi Kur’ân bana 224 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu nutk-ı şerîfin yazılışından 125 sene sonra, 1816'da Köstendili Şeyhî Süleyman Efendi tarafından “Bahrü'l-Velâye” adlı bir sûfiler tezkiresi yazılmıştır. Süleyman Efendi, bu eserinde, Mısrî'nin vefâtıyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor. “Nakl olunur ki, şeyh-i müşarünileyhin asrında Kâdızâdelilerin bazı ulyânî evkâfında vâki olduğundan meşâyıh-ı kirâma ihânet ve bazı münâsebet ile Devlet-i Aliyyeye şiddet-i takarrüblerinden nefs-i emmâreleri tugyân u şehevât-ı nefsâniyyeleri gûn-â-gûn hevâlarda cevelân ettiğinden ehl-i tarîk mutasavvıf fukarâsına hıyânetleri zâhir ve âşikâr olduğundan, Mısrî Efendi Hazretleri, meclislerinde mübârek kadem-i şeriflerinde bukağı ile vefât etmişlerdir ve demişlerdir ki: ‘Beni bukağı ile defnedin.’ Vefâtından sonra sevenlerinden biri, kemâl-i gayretinden demiri açıp bir ayağından çıkardığıyla, demir elinden kurtulup başına isâbet edip ol kimsenin başını şakkedip demir yine ayağına isabet edince (Mısrî'yi) hâli üzere terk ederler.”36 Şeyhî Süleyman Efendi'den alıntıladığımız bu hâdisenin son satırları dikkat çekicidir. Müellifin de belirttiği gibi Mısrî vefat ettiğinde ayaklarında bukağı ile defnedilir. Seneler sonra ayağındaki bukağıyı çıkarmak isteyen Mısrî muhiplerinden birinin kemâl-i gayreti sonuçsuz kalır. Bukağıdan parça kopar ama kilit açılmaz. Tâ ki Sultân Abdülmecîd dönemine, yani, 1653-1858 yıllarına gelinir. Sultân Abdülmecîd döneminde Ruslar Silistre muhasarasında uğradıkları bozgunun intikâmını almak için bir baskınla Sinop'ta yatan donanmamızı yakarlar. Abdülmecîd Han bu olaydan çok etkilenir. Müttefikimiz olan İngiltere ve Fransa, bizi Rusya'ya harbe zorlar; fakat Abdülmecîd Han, devlet hazinesi harp masraflarını kaldıracak durumda olmadığından, savaş taraftarı değildir. Devlet ricâli ise İngiliz ve Fransızlar gibi düşündüklerinden pâdişâhı harbe teşvik eder. Abdülmecid bu iki görüş arasında sıkışmış ve müşkil bir durumda kalmıştır. O, bu müşkil vaziyetten nasıl kurtulacağını düşünürken, yanına musâhibi Yahya Efendi gelir. Durumu Yahya Efendi'ye anlatır. Yahya Efendi, Pâdişâh'a: “Efendim, Hazret-i Pîr Niyâzî-i Mısrî, hiçbir kabahati olmadığı halde büyük dedelerinizden Sultân II. Ahmed’in emriyle Limni Adası’na nefyedilmiştir. Hazret-i Pîr Gelibolu’da gemiye bindirilirken bir gülbank okumuş: ‘Sülâle-i Al-i Osman'ın inkirâzı için dördüncü kat semaya bir kazık çaktım. Bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz.’ -demiştir. Bu zat, zamanının büyük velîlerinden olup 36 Şeyhî, “Bahrü'l-Velâye”, telif tarihi, M. 1816, Berlin Ktp. nüshası, Nu: 1683, vr. 180a. 225 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kerâmetleri zâhir ve bâhirdir, ne buyurmuşsa hepsi aynıyle vukû bulmuştur. Bu muhârebeye girersek, inkırâza uğrayacağımızdan korkarım.”şeklinde mevcut duruma bir yorum getirir. Bunun üzerine Sultân Abdülmecîd de: “İnşallah ben de o zâtın himmeti ile bu kazığı çaktığı yerden çıkaracağım,” der ve Yahya Efendi'ye hitâben: “Eğer bu korkulu durumdan kolaylıkla ve zararsız olarak çıkarsak üzerine titrediğim ve gözümden bile kıskandığım meşhur koçu Hazret-i Niyâzî'ye nezredeceğim ve seninle Limni'ye gönderip; o zatın türbesinde kurban edeceğim, sen de şahit ol.”der. Ve saray kütüphânesinde bulunan Niyâzî dîvânını getirterek tefeül için bir sayfa çevirir. Dîvânda, söz konusu gazele tesâdüf edip özellikle koçla gelen beşâreti ve bunun da Yahya Efendi eliyle gerçekleşeceği belirtilen beyitler okununca Pâdişâh hayretler içinde kalır: Anladım zebh-i azîme bir işâretdir bu koç Hem beşâretdir gele Yahyâ ile mihmân bana Bu dediğim vak'a ancak bu yüzün başındadır Elli bin yüz dahi yüz yetmişde bir fermân bana ……… Şiir tam yüz altmış iki sene önce yazılmıştır.37 Neticede, Türk donanması müttefik ordularıyla beraber Kırım'da galip gelirken 1856'da Paris Sulh Antlaşması imzâ edilir. *** Bahrü'l-Velâye'de anılan bu vak'a Abdülbâki Gölpınarlı tarafından -biraz da alaylı(!) bir ifadeyle- şöyle yorumlanmaktadır: “Sultân Abdülmecîd Kırım'a sefer açacağı sırada mukarreblerinden Yahya adlı birisini Kuşadalı İbrahim'e (ö. 1846) duâsını almak için göndermiş, Kuşadalı İbrahim; henüz Niyâzî'nin ayağındaki zincirler duruyor demiş. Yahya dönüp bu sözü pâdişâha söyleyince Yahya'yı ayağındaki zincirleri çözmek çıkarmak üzere Limni'ye göndermiş. Niyâzî'nin ayakları zincirlerle beraber sandukadan dışarıdaymış. Türbeye girip niyâz edince sandukadan içeri çekmiş, zincirler çözülüp dışarıda kalmış. Kırım Savaşı’ndaki üstünlük bu yüzden kazanılmış!38” *** 37 38 Baha Doğramacı, Niyâzî-i Mısrî, Ankara, 1988, s. 17-18. Abdülbâki Gölpınarlı, “Niyâzî-i Mısrî”, Şarkiyat Mecmuası, C.VII, s. 186. 226 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tabiatıyla 1693 tarihinde söylenen bir sözün 1275/1858 tarihinde vukû bulmasını akılla telif etmek hayli zordur. Fakat bu hâdise olmuştur. *** Niyâzî-i Mısrî'nin kendi el yazısıyla yazmış olduğu hâtırâları39 yaklaşık olarak yirmi senelik olayları ihtiva etmektedir. Hâtırâlar okunduğunda görüleceği gibi Avcı Mehmet, Sultân Mustafa ve II. Ahmet gibi dönemin pâdişâhlarının ricâl-i devlet etkisiyle Hazret-i Pîr’e karşı bazı olumsuz davranışlar sergilemişlerdir. Bu pâdişâhların etrafında bulunan din adamlarından bazıları da Mısrî'nin tabiriyle “gayr-ı sünnî mülhidîn” taifesindendir. Hatta, Mısrî, hâtıratının özellikle 2a-60a varaklarında zaman zaman Osmanlı sülalesi aleyhine sözler de sarf etmektedir. Bu da gösteriyor ki, Devlet ricâlinden bazılarına çok kızgındır. Bu sebeple Mısrî, sürgüne giderken söz konusu gülbangı okumuştur. Nihayet 1693 senesinde yukarıda tamamımı kaydettiğimiz gazelini yazar. Bu gazelin “İki bin yüz dahi yetmiş beşte bir kurbân bana” mısrasında H. 1275/M. 1858 tarihi verilmektedir. Bahsi geçen Kırım meselesi bu tarihte vukû bulmuştur. Bununla birlikte, gazelde adı geçen Yahya Efendi ve getirdiği koç, tarihî bir vak‘a olup bilinmektedir. Abdülmecîd Hân’ın da Mısrî sevgisi bilinen bir gerçektir. Zira, Sultân Abdülmecîd bir Muhammed Nûr (k.s.) muhibbi idi. Muhammed Nûr ise “Mısrî şârihi” ünvânıyla nâm salmıştır. *** Burada yeri gelmişken, Niyâzî'nin türbesinin Sultân Abdülmecîd tarafından Limni'ye iyi bir usta gönderilip tamir ettirildiğini, daha sonra II. Abdülhamit tarafından yeniden elden geçirildiğini belirtmekte de fayda vardır. Ne yazık ki, Limni elimizden çıktıktan sonra türbenin hiç bakımı yapılmamıştır. “Bahrü’l-Velâye”ye gelince... Bu eser, 1816 tarihinde telif edilmiştir. Mısrî'den bahsedilen bölümde kaydedilen “sorumluluk rivâyet edene aittir.” mealindeki Arapça sözden anladığımız kadarıyla, bir dervîşin Mısrî'nin ayağındaki bukağıyı çıkarmaya çalışması, sonraki dönemlerde halk arasında hayli şöhret bulmuş ve Mısrî'nin bir kerâmeti olarak telakki edilmiştir. Hazret-i Mısrî, 1858 senesinde Yahya Efendi'nin Limni'ye gitmesinden önce Bahrü'l-Velâye'de adı geçen dervîşin bukağıyı çıkarmasına izin vermemiştir. İzin vermemiştir, zira 1275 tarihinde vukû bulacak olan hâdiseyi keşfetmiş ve bunu bir manzumesinde 39 Niyâzî-i Mısrî, Kelîmat-ı Kudsiyye, Bursa Eski Eserler Ktp. Orhan Bl. Nu: 690; yine bk. Risâle-i Mısrî, Kâhire Milli Ktp., Mecâmi’-i Türkî Tal'at, Yz. Nu: 125. 227 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı nutketmiştir. Dolayısıyla keşfedilen sır, vakti gelince zuhur edecektir! Yani, Abdülmecîd Han dönemine gelinecek, pâdişâh Mısrî'nin rûhâniyetinden özür dileyecek, Yahya Efendi Limni'ye gönderilecek, koç da kurban edilecektir. Onun içindir ki, 1858'den önce Mısrî'nin ayağındaki bukağıyı çıkarmaya çalışan dervîşe izin verilmeyip başı yaralanacaktır. Bir âşık, erenlerin ölmediğini, iki âlemde de tasarruf sahibi olduklarını ne güzel anlatır: İki âlemde tasarruf ehlidir rûh-ı velî Deme ki bu mürdedir bundan nice dermân ola Rûh şemşîr-i Hudâ'dır ten ona olmuş gılâf Daha alâ kâr eder bir tîğ ki uryân ola Kabrime Dostlar Gelip Fikredeler Ahvâlimi Hazret-i Pîr’in vefatından 317 sene sonra 16 Eylül 2011 tarihinde Ada’ya gidip pâyına yüz sürmek nasip oldu. “Belirmez ârifin nâmı vü şânı!” buyurmuştu. Kale yolunda dört katlı bir binanın altında, asfalt yolda kabir aradık. Ortada kabirden eser yoktu. Hz. Pîr’in türbesi dört katlı bir ev ile yolun arasında kalmıştı. Dîvânında yüz yıllar öncesinden kabrine gelenlerin şaşıracağını bildirip: Kabrime dostlar gelip fikr edeler ahvâlimi Her biri bilmekde hâlim vâlih ü hayrân ola Dese de, hüzünlüydük ve hakikaten de şaşkındık. Bir anlık duraklamadan sonra, rûhâniyet, bir nişân vermesini isteyen mahzun gönlümü kırmadı. Dîvânı açtım, Arapça yazdığı bir nefesinden şu beyitler karşıma çıktı. Okumaya başladım: Sevfe tera’n-nûra kubeyle’l-’ufûl Yehzemu ‘Îsâ bihî ecnâde ğûl “Kıyâmetten hemen önce bir nur göreceksin, Hz. İsâ (a.s.) onunla şeytan ordularını mağlup edecektir.” Sevfe terâ zulmetehum tencelî Bihi helâkuhum aleyhim yehûl “Göreceksin, onların karanlıkları yok olacak, onlar onunla helâk olacak ve o (nûr) onların aleyhine dönecek.” Sevfe terâ mîra ‘afârîtihim Hîne raêhu min karîbin yefûl “Göreceksin, ifritlerin komutanı o nûru gördükten kısa bir süre sonra yok olacaktır.” 228 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sevfe terâ ehle semâ’e yecî’u Yescudu bi’t-tav‘i lehu ve’l-kabûl “Göreceksin, semâ ehli (göktekiler) gelip itâat ve kabûl ile ona secde edecek.” Sevfe terâ turbeten Mısriyyeten Tenşakku ‘inde ardihâ bi’l-vusûl “Göreceksin, Mısrî’nin türbesinin toprağı vuslat ile yarılıp açılacak.” * Evet, dedim kendi kendime: Mısrî’nin türbesinin toprağı vuslat ile yarılıp açılacak ve sen bunu göreceksin! Sonra aziz dostun: Tîğ-ı aşkınla şehîd olsam mezârım sengine Yazalar bu âyeti ve’şhed bi ennâ muslimûn “Aşkının kılıcıyla şehid olursam, mezar taşıma ‘şahit ol ki, bizler şüphesiz Müslümanlarız.’ (Al-i İmran/52). âyetini yazsınlar." vasiyetini yerine getirip taşına bu âyeti yazdıracağız ve sen bunu göreceksin! 229 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BİLTEKİN, Halit (2014). “Vak’a-Nüvis Mehmed Râşid Efendi ve Bir Tazmini”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.231245 (http://bilgelerzirvesi.org), Halit BİLTEKİN* VAK’A-NÜVİS MEHMED RÂŞİD EFENDİ VE BİR TAZMİNİ X VIII. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için devlet yönetimi ve sosyal yapı bakımından dağılma ve çözülmelerin son hadde geldiği bir yüzyıldır. Bu yüzyılda yapılan savaşlarda alınan yenilgiler, Karlofça Antlaşması ve Edirne Vak’ası gibi isyanlar sonucunda Osmanlı Devleti kan kaybetmeye ve çökmeye devam etmiştir. Yüzyılın başında tahta geçen III. Ahmed’in Nevşehirli İbrahim Paşa’yı sadaret makamına getirmesi ve İbrahim Paşa’nın aldığı tedbirler sonucunda Osmanlılarda kısa süreli bir rahatlık ve huzur ortamı oluşturulmuştur. Lale Devri olarak adlandırılan bu dönemde komşu devletlerle barış antlaşmaları imzalanarak savaşlar sona erdirilmiş, İstanbul’da imar çalışmalarına başlanmış, yeni saraylar, mesire alanları inşa edilmiş, ilmî heyetler kurularak önemli eserlerin Türkçeye tercümeleri yapılmıştır. Vak’a-nüvis Mehmed Râşid Efendi, XVIII. yüzyılın Lale Devri olarak adlandırılan bu dönemini tüm canlılığı ile yaşamış ve bu dönemi eserleriyle günümüze aktarmış, şair ve tarihçi yönüyle şöhret kazanmış önemli bir şahsiyettir. Hayatı a. Doğum Yeri ve Tarihi Kaynaklara göre Râşid Efendi, İstanbul’un bugünkü FatihBeyceğiz mahalesinde doğmuştur (Safâyî, 2005,255; Fındıklılı İsmet, 1989, 91; Dinç, 1965, 1). Kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamasına rağmen doğum tarihi, tahminen 1080-1/1670 olarak gösterilmektedir (Günay, 2007, 463). Dîvân’ında Kapdan-ı Deryâ Mustafa Paşa’ya sunduğu kasidesindeki, Bütün âlem bilir kim nükte-perdâzân-ı asr içre Otuz yıldan berü endîşemin nâfizdir ahkâmı (K.XXIII/75) 40 * Dr.Anadolu Üniversitesi. 231 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı beytinde (Biltekin, 1993, VI) geçen “otuz yıldan berü” ibaresi, başlangıcının belirli olmaması sebebiyle bu tahmini doğrulamamaktadır. (Biltekin. 2010, 163). b. Ailesi Râşid’in babası, devrinin devlet adamlarından Malatyalı Mustafa Efendi’dir (Safâyî, 2005, 255; Sâlim, 2005, 320; Râmiz, 1994, 108). Mustafa Efendi İstanbul’a gelerek 1077/1666’da mülazım olmuş; çeşitli medreselerde müderrislikler, ordu kadılığı ve çeşitli yerlerde kadılık görevleri yapmış ve 1113/1701-2’de vefat etmiştir (Biltekin, 1993, VII). Râşid’in “Sâ’id” mahlası ile şiir yazan, müderrislik ve kadılık yapan, 1152/1739 tarihinde vefat eden Abdullah Efendi adında bir de büyük kardeşi vardır (Fındıklılı İsmet, 1989, 162-163; Müstakimzâde, 1928, 719; Sâlim, 2005, 451-452; Tuman, 2001, 535; Biltekin, 2010, 163). Kaynaklarda Râşid’in, İdris Efendi adında şeyhülislam müfettişliği yapan bir devlet adamının damadı olduğu ve İbrahim Edhem adında bir oğlunun bulunduğu da belirtilmektedir (Fındıklılı İsmet, 1989, 91; Mehmed Süreyya, 1308-11, IV, 301). c. Müderrislikleri İyi bir eğitim alan Râşid, sırasıyla 1116/1704-5’te Şeyhülislâm Seyyid Ali Efendi’den “ibtidâ’-i hâric” ile Hacı İlyas Medresesinde, 1119/1707-8’de Sâdık Efendi yerine Anbar Gazi Medresesinde, 1123/1711’de “dâhil” rütbesiyle Halil Paşa Medresesinde, 1126 Şaban’ında (Ağustos 1714) “hareket-i dâhil”le Hâdim Hasan Paşa Medresesinde, Şehid Ali Paşa’nın telhisi ve padişahın hatt-ı hümayunu ile 1127/1715 Muharrem’inde görevi Sahn-ı Seman medreselerinin birisinde, 1128 Receb’inde (Haziran 1715) “ibtidâ’-i altmışlı” rütbesiyle Hankah-ı Ka’riyye Medresesinde, 1130 Şevval’inde (Ağustos 1718) Bayram Paşa Medresesinde, 1132/172930’da Ayasofya Medresesinde müderrislik yapmıştır (Biltekin, 1993, IX-X; Sâlim, 2005, 321; Biltekin, 2010, 163). Bu müderrislikleri sırasında 29 ay süren “askerî kassamlık” görevi de yapan Râşid (Râşid, 1282, V, 453; Safâyî, 2005, 255), 1135/1722-3’te İstanbul rü’ûsunun son halkası olan Süleymaniye Medresesine atanmış, bu 40 Makalede geçen beyitlerin şiir numaraları Biltekin, Halit (1993). Vak’a-nüvis Râşid Efendi ve Divan’ının Tenkitli Metni, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yapılan tezden alınmıştır. 232 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması görevinin yanı sıra Haremeyn müfettişliğine de nail olmuştur (Biltekin, 1993, X; Râşid, 1282, V, 453) d. Vak’a-nüvisliği Râşid, 1126/1714’te vak’a-nüvislik görevine getirilmiş, hamilerinden Şehid Ali Paşa’nın emri ile III. Ahmed’in tahta çıktığı 5 Rebî’ü’l-evvel 1115/19 Temmuz 1703 tarihinden itibaren vekayi yazmaya başlamıştır (Biltekin, 1993, XI; Râşid, 1282, I, 7, 8, 9; V, 451; Biltekin, 2010, 164). Râşid, vak’a-nüvis olarak Şehid Ali Paşa ile Mora ve Varadin seferlerine katılmıştır (Biltekin, 1993, XI; Cemaleddin, 1314, 44; Ahmet Refik, 1924, 305). Sadrazam Ali Paşa’nın, Varadin seferinde şehit olmasından sonra sadrazamlık makamına Nevşehirli Damat İbrahim Paşa getirilmiştir. Râşid, Damat İbrahim Paşa zamanında da vak’a-nüvislik görevine devam etmiş, sadrazamın birçok ihsanına nail olmuştur (Biltekin, 1993, XII; Biltekin, 2010, 164). Sadrıazam’ın yakın ilgisini gören Râşid, Damat İbrahim Paşa’nın isteği üzerine, onun yardımıyla toplandığı belgeler ve kitaplar yardımıyla Tarihi’ne Na’îmâ’nın bıraktığı 1070/1659-60 tarihinden sonraki vekayii de ilave etmiştir (Biltekin, 1993, XII; Râşid, 1282, I, 9-10; Ahmet Refik, 1924, 310311). Râşid, 1135 ramazanında (Haziran 1723) vak’a-nüvislik görevinden azledilmiş ve yerine Küçük Çelebi-zâde Âsım Efendi getirilmiştir (Biltekin, 1993, XIII; Râşid, 1282, V, 449-450; Biltekin, 2010, 165). d. Haleb Kadılığı Yazdığı şiirlerle Damat İbrahim Paşa’dan yeni görevler talep eden Râşid’e 1135 yılında Mecdî-zâde Ahmed Efendi’nin rahatsızlığı sebebiyle Halep kadılığına gidememesi üzerine, 1135 Ramazanında (Haziran 1723) tarihinde Halep kadılığı tevcih edilmiştir (Râşid, 1282, V, 449-450; Şeyhî Mehmed, 1989, 544-545; Fındıklılı İsmet, 1989, 91). Halep’te umduğunu bulamayan, İstanbul’da geçirdiği günlerin ve ailesinin hasretini çeken Râşid, sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya yazdığı bir manzum arzuhal ile durumunu bildirmiş, görev süresini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönmüştür (Ahmed Refik, 1924, 319; Biltekin, 1993, XIII; Biltekin, 2010, 165). 233 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı e. İran Elçiliği O dönemdeki Osmanlı-İran arasındaki savaş barış anlaşması kararıyla sona erdirilmiş ve bu anlaşmanın yapılabilmesi için karşılıklı elçiler gönderilmesine karar verilmişti (Ahmed Refik, 1924, 319). Bu elçilik görevi için sadrazam keskin zekâlı, hazır cevap, ağır başlı, devlet, mezhep ve milletin değerlerini bilen bir elçi görevlendirmek istiyordu41. Sadrazam, bütün bu özelliklere sahip biri olarak gördüğü Râşid’i, bu elçilik görevine uygun buldu (Çelebi-zade Âsım, 1282, 589; Faik Reşad, 1312, 200; Cemâledddin, 1314, 44-45). Ayrıca Râşid’e elçilerin devlet erkânından olması gerektiğinden Mekke-i Mükerreme rütbesiyle Rumeli Beylerbeyiliği payesi de verilmiştir (Çelebi-zade Âsım, 1282, 589; Faik Reşad, 1312, 200; Râmiz, 1994, 108). 1140/1728 tarihinde elçilik görevine tayin edilen Râşid, bu görevi başarı ile tamamlayarak 1141 zilhiccesinin (Haziran 1729) başlangıcında İstanbul’a dönmüş (Baysun, 1946-51, 145-150; Aktepe, 1955, 155-178.) ve rütbesi tekrar “ilmiye” sınıfına çevrilmiştir (Çelebi-zade Âsım, 1282, 589; Faik Reşad, 1312, 200; Cemâledddin, 1314, 44-45). f. İstanbul Kadılığı Râşid’in III. Ahmed dönemindeki son görevi 10 Zilhicce 1141/7 Temmuz 1729 tarihinde atanıp 1 Muharrem 1143/17 Temmuz 1730 tarihinde azledildiği İstanbul kadılığıdır (Günay, 2007, 463-464). g. Sürgünleri Lâle Devri’nin 1143/1730’da Patrona İsyanı ile sona ermesiyle padişah tahtan indirilmiş, damatlar ve sadrazamlar idam edilmiş, devlet erkânı İstanbul’dan sürülmeye ve malları yağmalanmaya başlamıştı. Damad İbrahim Paşa’ya yakın olan Râşid de önce 1143/1730’da İstanköy adasına, birkaç gün sonra 21 Şevvâl 1143/29 Nisan 1731’de önce Bursa’ya daha sonra Limni’ye sürgüne gönderilmiştir. Üç yıllık sürgün hayatının son yılını Bursa’da geçiren Râşid’in Üsküdar’daki yalısında istirahat şartı ile 1146/1733-4 tarihinde İstanbul’a dönmesine izin verilmiştir. (Günay, 2007, 463464). 41 “tîz-fehm ü hâzır-cevâb ve istiğnâ vü ‘âlî-cenâblıkdan mâ-‘adâ ‘ârif-i esrâr-ı devlet ve vâkıf-ı mezheb ü millet olması”, (Çelebi-zade Âsım, 1282, 589). 234 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması h. Anadolu Kazaskerliği Patrona isyanından sonra tahta geçen I. Mahmud, yönetimi isyancılardan temizlemiş ve Damat İbrahim Paşa’nın yetiştirdiği Hekimoğlu Ali Paşa’yı sadaret makamına getirmiştir. Ali Paşa, Râşid’i Anadolu kazaskerliği görevine getirmek istemiş ve onu 6 Rebî’ü’l-evvel 1147/6 Ağustos 1734 tarihinde bu göreve atamıştır. (Râmiz, 1994, 108; Cemâleddin, 1314, 45; Babinger, 1982, 294). i. Ölüm Tarihi ve Mezarı Hayatının sonlarında Anadolu kazaskerliği görevine getirilen Râşid, bu görevde süresini tamamlayamadan 18 Safer 1148/10 Temmuz 1735’te vefat etmiştir. (Râmiz, 1994, 109; Faik Reşâd, 1312, 201; Bursalı Mehmet Tahir, 1333, 55; Babinger, 1982, 294). Mezarı, oğlu İbrahim Edhem Efendi’nin Zincirlikuyu civarında bulunan konağı yakınlarındaki kayınpederi İdris Efendi’nin mezarının yanındadır. (Fındıklılı İsmet, 1989, 91; Râmiz, 1994, 109; Bursalı Mehmet Tahir, 1333, 55; Babinger, 1982, 294). Mezar taşında “Ola Râşid Efendi’nin mekânı evc-i ‘illiyyin” tarih mısrası yazılıdır. (Fındıklılı İsmet, 1989, 91; Râmiz, 1994, 109; Biltekin, 1993, XVI). Ayrıca kaynaklarda Râşid’in ölüm tarihi için “saèÀdetü’l-intiúÀl” terkibi ile “RÀşid Efendi ola èadn-i cinÀna zìver” mısraının bulunduğu da kayıtlıdır (Müstakim-zade, 1928, 719; Bursalı Mehmet Tahir, 1333, 55; Biltekin, 2010, 165). Eserleri Râşid’in bu gün elimizde Divan’ı, Târîh’i, Sıhhat-âbâd adlı mesnevisi, mektuplarının toplandığı Münşe’ât’ı, yazdığı bazı fetihnameler ve vakfiyeleri bulunmaktadır. a. Târîh Râşid Târîhi, 1070/1660-1134/1722 tarihleri arasında geçen olayları kapsayan bir vekayi-namedir. Râşid, kendi ifadesiyle, “Na’îmâ tarzında” yazdığını belirttiği bu eserini üç kısma ayırmıştır. (Râşid, 1282, I, 10; Ahmet Refik, 1924, 325-327). Birinci kısım 10701115, ikinci kısım 1115-1130, üçüncü kısım da 1130-1135 yılları vekayiini içermektedir. Râşid, atandığı tarihten önceki vekayii yazmak için Na’îmâ’nın müsveddelerinden, Silahdar Mehmed Ağa’nın Zeyl-i Fezleke ve Nusret-nâme’sinden, Kara Mehmed Paşa’nın Viyana Sefâret-nâme’sinden; atandığı tarihten sonraki vekayii de resmi belgeler, gördükleri, duyduklarından faydalanarak kaleme almıştır. 235 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ayrıca Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi’nin Paris Sefâret-name’si ve Dürrî Ahmed Efendi’nin İran Sefâret-namesi’nden de faydalandığı bilinmektedir. (Biltekin, 1993, XVIII; Özergin, 1993, 634; Günay, 2007, 464: Biltekin, 2010, 165). Râşid, yazdığı bu Târîh’e III. Ahmed’in ifadesi bozuk fermanlarını düzelterek almış; yapılan anlaşmaların ve yazılan mektupların çoğunu esere dâhil etmiş, katıldığı düğün, tören ve karşılama merasimlerini Târîh’inde tafsilatlı olarak anlatmış, ayrıca eserinde o dönemde vefat etmiş ünlü kişilerin hâl tercümelerine de yer vermiştir. (Biltekin, 1993, XVIII; Ahmet Refik, 1924, 327). Râşid Târîhi, eski harflerle ilki I. Mahmud döneminde Müteferrika matbaasında 1153/1740 tarihinde 3 cilt hâlinde, ikincisi 1282’de İstanbul’da Matba’a-i Âmire’de 5 cilt olmak üzere iki defa basılmıştır. İkinci baskının I. cildi 1070-1098, II. cildi 1098-1115, III. cildi 1115-1123, IV. cildi 1123-1130, V. cildi ise 1130-1135 yılları vekayiini içermektedir (Biltekin, 1993, XVIII; Biltekin, 2010, 165). Râşid Târîhi, Abdulkadir Özcan, Yunus Uğur, Baki Çakır, Ahmet Zeki İzgöer’den oluşan bir komisyon tarafından Çelebi-zade Asım Efendi zeyli ile birlikte Latin harflerine aktarılmıştır. (Özcan vd.; 2013) b. Dîvân Türkiye ve yurt dışı kütüphanelerinde 29 nüshası tespit edilebilen Râşid Divanı’nda 27 kaside, 56 tarih manzumesi, 1 tahmis, 1 müsemmen, 5 şarkı, 1 takriz, 264 gazel, 3 kıt’a-i kebîre, 8 kıt’a, 12 rübaî, 19 matla ve 11 müfred, 11 lugaz, Farsça 4 gazel, 1 kıt’a, 3 rübai, 4 müfred bulunmaktadır. (Biltekin, 1993, XVII; Günay 2007, 464). Bu divan üzerine 1993 yılında Halit Biltekin tarafından bir yüksek lisans tezi, Fatih Günay tarafından da 2001 yılında bir doktora tezi hazırlanmıştır. c. Sıhhat-âbâd Aruzun hezec bahrinden mefèÿlü mefÀèilün faèÿlün kalıbıyla yazılan 1500 beyitlik bir mesnevi olan bu eser, III. Ahmed’in ağır bir hastalıktan kurtulması üzerine yazılmıştır. Aşk konulu bir mesnevi olan Sıhhat-âbâd, tevhid, na’t, münâcât, mi’raciyye, çehâr-yâr-ı güzîne övgü, yazılış sebebi, padişaha ve sadrazama övgü, hikâyenin başlaması, Kubad’ın doğumu, Kubad’ın âşık olması, Kubad’a bir sırdaş bulunması, Dânâ’nın tedbirleri, Dânâ’nın Kubad’a bir hikâye anlatması, Dânâ’nın Kubad’ın sırrını öğrenmesi ve Kubad’ın 236 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sevgilisine kavuşması bölümlerinden oluşmaktadır. (Biltekin, 1993, XVII) d. Münşeat Râşid’in mektuplarını toplayan müstakil bir mecmua bulunmamasına rağmen, onun Halep kadılığı sırasında İstanbul’a ve naiplerine yazdığı mektuplarını içeren bir mecmu’anın Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde; İran elçiliği sırasında yazdığı mektupları içeren bir yazmanın Cavid Baysun’un özel kütüphanesinde olduğu bilinmektedir. (Karatay, 1961, 433; Baysun, 1946-51, 145-150). e. Fetih-nameler ve Vakfiyeler Mora seferine katılan Râşid, Mora’nın fethi için elliye yakın fetih-name kaleme aldığını Târîh’inde belirtmektedir (Râşid, 1282, IV, 170). Bugün bu fetih-namelerden sadece ikisi tespit edilebilmiştir. (Özergin, 1993, 633). Râşid’in III. Ahmed Kütüphanesi’nin, Damad İbrahim Paşa’nın Şehzadebaşı imareti ve yine Damad İbrahim Paşa’nın Nevşehir imareti vakfiyesini yazdığı ve bu nedenle birçok ihsana kavuştuğu bilinmektedir. (Râşid, 1282, V, 452; Özergin, 1993, 633). Edebî Kişiliği Râşid’in edebî kişiliğine geçmeden önce tezkirelerde ve kaynaklarda onun için bu konuda söylenenler üzerinde durmak faydalı olacaktır. Kaynaklarda bilgili, çağdaşları arasında fazilet ve kemal bakımından eşsiz (Sâlim, 2005, 320-321), halim, selim biri olan ve müşfik, kerim sıfatlarıyla övülen (Râmiz, 1994, 110) Râşid’in şairliği hakkında şunları söylenmektedir: Sâlim, Tezkiresi’nde Râşid’in Sâ’ibâne tarzda şiirler yazdığından bahisle çok sayıda ve kusursuz şiiri bulunduğunu belirtmiş, bu yüzden çağdaşlarının Râşid ile övünmelerini gerektiği ifade etmiştir (Sâlim, 2005, 321). Râşid de şiirlerini Sâ’ib’den tercüme olduğu söyleyen çağdaşlarına şöyle itirazda bulunmuştur: KelÀm-ı naàzuñ oldı maàz-ı bÀdÀm-ı süòan RÀşid äanurlar anı úışrìler ki äÀéib’den mütercemdür (G. LXX/5) Râmiz’in Âdâb-ı Zurefâ’sında da Râşid’in şiirleriyle şairleri şaşırttığı bilgisi verilmiştir (Râmiz, 1994, 110). XVIII. yüzyılda “re’îs237 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı i şâ’irân” olarak kabul edilen Osman-zade Tâ’ib, zamanı şairlerini padişaha sunduğu kasidesinde kendisi için Râşid’in “gözünün nuru” olduğunu şöyle ifade etmektedir: Velîkin hüsrev-i mülk-i ma’ânî Râşid ü Vehbî Birisi nûr-ı çeşmimdir birisi cânımın cânı (Mustafa Yatman, 1989, 34) Yine Osman-zade Tâ’ib, Râşid’in sözde sihirler yaratan bir şair olduğunu Ali Paşa’nın Mora fethi için yazdığı tarih manzumesinde: Olsa da imkânı bend-i leb olur şerm ü edeb Var iken Râşid gibi bir şâ’ir-i sihr-âferîn beytiyle dile getirmektedir (Mustafa Yatman, 1989, 60). Ziya Paşa da Harâbât mukaddimesindeki Râşid ile Vecdî Lem’î Râmî Âsım Râgıb Münîf ü Sâmî Ol mektebe oldılar müdâvim Ol hâceden oldılar mülâzım Beyitleriyle Râşid’in Nâbî üslubunun bir takipçisi olduğunu ifade etmektedir (Ziya Paşa, 1291, 15). Râşid Divanı’na bakıldığında Râşid’in kasidede Nef’î’nin, gazelde ise Nâbî’nin etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Râşid’in kasidelerinin büyük çoğunluğu “nesib”, “medhiyye” ve “dua” bölümlerinden oluşmakta; onun bazı kasidelerinde bu üç bölüme ek olarak “fahriyye” veya “tegazzül” bölümlerinin eklendiği de görülmektedir. Bazı kasidelerinde ise kasideye doğrudan “medhiyye” ile başlayan Râşid’in kasidenin bölümleri arasında bazı tasarruflar yapsa da klasik kaside bölümlerinin bulunduğu kasideleri de vardır (Biltekin, 1993, XXV, XVI; Biltekin, 2010, 169). Râşid’in Divan’ında XVIII. yüzyılda revaçta olan tarih düşürme geleneğine uygun olarak 56 tarih manzumesi de bulunmaktadır. Büyük çoğunluğu kıt’a-i kebîre nazım biçimiyle yazılan bu manzumelere bakıldığında Râşid’in ebced hesabını kullanmada oldukça usta olduğu anlaşılmaktadır (Biltekin, 1993, XXVI). 238 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nâbî’nin şöhret kazandığı XVII. yüzyılın sonlarında şiir yazmaya başlayan Râşid, Nâbî’den büyük oranda etkilenmiş ve özellikle gazellerinde Nâbî’yi takip etmiş, onun birçok gazeline nazireler yazmıştır (Biltekin, 1993, XL). Bu yüzden gazellerinde daha çok fikrî yöne önem veren Râşid’in birçok beytinde didaktik bir anlayış göze çarpmaktadır (Biltekin, 1993, XXXVII; Biltekin, 2010, 169). Râşid, şiirlerindeki bu fikrî yapıyı kuru kuruya vermek yerine, bu beyitleri edebî sanatlarla süsleyerek okuyucuya ulaştırmayı başarabilmiş bir şairdir. Râşid’in gazellerine bakıldığında Nâbî dışında, Türk edebiyatında “şûhâne gazel” tarzının kurucusu Nedim’in etkisinde kaldığı da görülmektedir. Divan’da Nedim’e yazılmış nazireleri bulunan Râşid, bu “şûhâne” gazellerinde Nedim seviyesine ulaşamamıştır (Biltekin, 1993, XLIII; Biltekin, 2010, 169). Râşid’in Tazmin Yoluyla Yazdığı Şiiri Üzerine Râşid, İran elçiliği görevi üzerine Şâhidî’nin Tuhfe-i Şâhidî adlı manzum sözlüğünden aldığı bazı beyit ve mısraları kendi yazdığı beyit ve mısralar ilave ederek kaside nazım biçimiyle yeni bir şiir şeklinde düzenlemiştir. Millî Kütüphane 06 HK 251 numarada kayıtlı olan mecmuanın 12b-13a varaklarında yer alan ve Divan’ında bulunmayan bu manzume aşağıdadır: Elçilik ile Acem’e gidip Anadolu kaza askeri iken vefât eden Râşid Efendi’nin makâlesidir. 1. Çünki ‘Acem elçisisin Râşidâ Git bi-rev (ü) söyle bi-gû gel bi-yâ 2. Eyle ‘Acem şâhına bizden selâm Ez-çi neden çün nite niçün çerâ 3. İç tona şalvar di yeñ âstîn Gey kuşan esvâb-ı sefer gir yola 4. Tavr-ı ‘Acem uydurıvir sevbini Göñlege pîrâhen (ü) kaftan kabâ 5. Nağz digil gökçege beyniye mağz Cümle eyüsi görinür hep saña 239 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 6. Oldı derîçe derece der kapu Bâb-ı sa’âdet (hep) açıldı saña42 7. Nakşını al ol ki seniñ büsbütün Gûşe bucak orta miyân ev serâ 8. Hîş-i hasım kavm ü kabîle tebâr Cümlesi ferzendlik eyler iddi’â43 9. Yâda di bîgâne biliş âşinâ Her kese ver kahveni içsün cabâ 10. Gurbe kedi nâve senit karavaş Her ne verirlerse kabûl it saña 11. Oldı perestâr dededir niyâ Çalışagör olmaya işin hebâ 12. Telle fak u dâm duzağ u nâm ad Denk al ayağını ey elçi paşa 13. Şâm ile bâm ahşam u tan çañ derâ Leyl ü nehâr su gibi ol her yana 14. Tuz nemek ü etmek ü et nân u gûşt Mîrîden al zâd (u) zehâ’ir behâ 15. Oldı ziyâfetde bu hâzır saña Mast yoğurt bozca aşı mâstabâ 16. Buğdaya gendüm di vü erzen taru Ādem olan yerden edip iştirâ 17. Arpa vü bögrülce cev ü lûbiyâ Ne ise ta’yîn verilir saña 42 43 Metinde “Rûşen bâb-ı sa’âdet açıldı saña” şeklindedir. Mısraın vezni bozuktur. 240 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 18. Arğa di kârîz (ü) oluk nâvdân Menzilini turmayıp aşdur şehâ 19. Dahı degirmen (ne) durur âsiyâb Çarh-ı felek saña pesend ide tâ 29. Hem çü tu kes mî-ne-nümâyed merâ Bu işi görmek saña lâyık sezâ 21. Cümle işin vezn iledir Râşidâ Sencileyin kimse görinmez baña 22. ‘Avdetine diyeler ehl-i sühan Ey şeh-i hûbân-ı cihân merhabâ 23. müfteʽilün müfteʽilün fâʽilün Elçiligin eyle şartıyla edâ44 Râşid’in tazmin ettiği Şâhidî’nin Tuhfe’sindeki beyitler şu şekildedir: Bahr-ı sânî kıtʽa der-bahr-ı serîʽ-i matvî (Müfteʽilün müfteʽilün fâʽilün) Git birev ü söyle bigû gel biyâ Ez çi neden çün nite niçün çirâ İç tona şalvâr di yeñ âstîn Göñlege pîrâhen ü kaftan kabâ Nağz digil gökcege beyniye mağz Çağz u vezağ gûkdürür kurbağa Oldı derîce terece der kapu Kûşe bucak orta miyân ev serâ Hîş hısm kavm ü kabîle tebâr Ya da di bî-gâne biliş âşinâ 44 Mısranın vezni bozuktur. 241 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gürbe kedi nâve senit karavaş Oldı perestâr dededür niyâ Telle fak u dâm tuzak nâm ad Şâm ile bâm ahşam u tañ çañ derâ Tuz nemek ü etmek et nân gûşt Mâst yogurt bozca aşı mastabâ Buğdaya gendüm di vü erzen taru Arpa vü bögrülce cev ü lûbiyâ Arğa di kârîz oluk nâv-dân Dahı degirmen nedürür âsiyâ Hem çü tu kes mînenümâyed merâ Sencileyin kimse görünmez baña Müfte‘ilün müfte‘ilün fâ‘ilün Ey şeh-i hûbân-ı cihân merhabâ Ey sanem-i dilber-i hulk-ı hasen Dünyada ol ‘ömr-i bekâ ile sen Müfte‘ilün müfte‘ilün fâ‘ilün Bahr-ı serî‘ okıyıcak cân-ı men (Kılıç, 2007, 522) Râşid’in bu manzumesi tazmine güzel bir örnektir. Tazmin terim anlamı olarak, “bir şairin, başka bir şairin yazdığı şiirin bazı parçalarını (mısra, bir beyit veya iki beyit) kendi şiiri içinde kullanmasıdır” şeklinde tanımlanmıştır. (Saraç, 2011, s.59). Tazmin yapılırken alınan şiir parçaların sahibi ünlü bir şairse ismini anmanın bir gereği yoktur. Tanınmayan bir şairin şiiri tazminde kullanılacaksa bu durumda şairin isminin verilmesi zorunludur. (Saraç, 2011, s.59) Râşid, o döneme kadar şöhretini sürdüren manzum sözlük yazarlarından Şâhidî’den aktarmalar yaptığı için şairin adını anmamıştır. Şâhidî’nin sözlüğünün 12 beyit ve 1 bentten oluşan “Bahr-ı sânî kıt‘a der-bahr-ı serî‘-i matvî” bölümündeki 12 beyti kullanan Râşid, her beytin mısralarına birer mısra ilave etmiş ve bir beyti, iki beyte çıkararak şiirini düzenlemiştir. Bu düzeni sadece Şâhidî’nin Tuhfe’sindeki üçüncü beyit bozmaktadır. Mecmuada, Râşid, bu beytin sadece birinci mısraına bir mısra ilave ederek beyit 242 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması oluşturduğu, beytin ikinci mısraını ise hiç kullanmadığı görülmektedir. Bu durumun, Râşid’in Tuhfe’deki üçüncü beytin ikinci mısraı için bir mısra ilave etmemesinden mi, yoksa mecmua müstensihinin bu mısra için yazılan beyti unutkanlığından dolayı yazmamasından mı kaynaklandığı belli değildir. Fakat on bir beyt, düzenli olarak birer mısra eklenerek iki beyte dönüştürülüp yirmi iki beyte çıkarılırken bir beytin bir mısraının unutulması müstensih unutkanlığına daha yakın bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Sonuç XVIII. yüzyılda İstanbul’u kısa sürede olsa rahat ve huzur ortamı hâline getiren Lâle Devri’ni resmi bir tarihçi olarak bizzat yaşamış, eserlerine yansıtmış olan Râşid, bu yüzyılda hem devlet adamı, hem nâsir hem de şair olarak kendi ispatlamış önemli bir şahsiyettir. Devlet adamlığının yanı sıra Râşid yazdığı Târîh’i ile nesir, Dîvân ve Sıhhat-âbâd adlı mesnevisiyle de şiir sahasında kendini ispatlamıştır. 1126/1714 tarihinde vak’a-nüvislik görevine getirilen Râşid, eserini Damat İbrahim Paşa’nın isteğiyle Na’îmâ’nın bıraktığı 1070/1660 tarihinden başlatmış, 1134/1722 tarihinde sona erdirmiştir. Râşid’in secili bir üslupla yazdığı eserinin kaynakları daha önce yazılan eserler; bizzat katıldığı seferler, törenler, düğünler, merasimler; fermanlar, antlaşmalar oluşturmaktadır. Şiir sahasında ise geleneğin dışına çıkamayan Râşid, kasidelerinde Nef’î’nin, gazellerinde, Ziya Paşa’nın da belirttiği gibi, Nâbî’nin etkisinde kalmıştır. Râşid, her ne kadar, Nef’î ve Nâbî’nin etkisinde kalsa da döneminin önemli şairlerinden Nedim’e nazireler söylemiş, onun tarzında “şûhâne” gazeller yazmaya çalışmıştır. Dönemi ve sonraki dönem şairleri tarafından tanzir edilen Râşid’in tazmin yoluyla oluşturduğu bir şiiri de gün ışığına çıkarılmıştır. Râşid daha çok tarihçi yönüyle tanınmıştır. Onun Târîh’inin iki defa basılmış olması da bunu göstermektedir. Fakat modern tarihçi anlayışına göre bakıldığında Râşid, resmi bir vak’a-nüvistir. Onun tarihçiliği, daha çok iyi bir nâsir olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Râşid’i döneminin önemli nesir yazarlarından ve şairlerinden biri olarak kabul etmek yerinde olacak veya Ali Kemal’in “Râşid hay hay şâirdir” (Ali Kemal, 1334, 108) sözüne katılmak gerekecektir. 243 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaynakça Ahmet Refik (1924). Âlimler ve Sanatkarlar, İstanbul, Orhaniye Matbaası, 407 s. Aktepe, Münir (1955). “Vak’a-nüvis Râşid Mehmed Efendi’nin Eşref Şah Nezdindeki Elçiliği ve Buna Tekaddüm Eden Siyasî Muhabereler”, Türkiyat Mecmuası, S. XIII, s.155-178. Ali Kemal (1334). Râşid Müverrih Mi Şâir Mi? İstanbul, Sancakciyan Matbaası, 112 s. Baysun, Cavid (1946-51). “Müverrih Râşid Efendi’nin İran Elçiliğine Dair”, Türkiyat Mecmuası, S. IX, s.145-150. Biltekin, Halit (1993). Vak’a-nüvis Râşid Efendi ve Divan’ının Tenkitli Metni, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Biltekin, Halit (2010). “Vak’a-nüvis Mehmed Râşid Efendi, Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, The Journal of International Social Research, 3/11, s. 162-174. (http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt3/sayi11pdf/biltekin_hal il.pdf) Bursalı Mehmet Tahir (1333). Osmanlı Müellifleri, İstanbul, Matbaa-i Âmire. Cemaleddin (1314). Osmanlı Tarih ve Müverrihleri, İstanbul, İkdam Matbaası, 156 s. Çelebi-zade Âsım (1282). Âsım Tarihi, İstanbul, Cerîde-i Havâdis Matbaası, 2 c. Dinç, Zeki (1965). Vak’a-nüvis Mehmet Râşid Efendi’nin Hayatı ve Eserleri, İ.Ü Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Yayımlanmamış Lisans Tezi, İstanbul, 43 s. Faik Reşad (1312). Eslâf, İstanbul, Âlem Matbaası, c.I, s.199-205. Fındıklılı İsmet Efendi (1989). Tekmiletü’ş-Şakâ’ık fî Hakkı Ehli’lHakâ’ık, Yayına Hazırlayan: Abdulkadir Özcan, Şakâyıku’nnu’mâniyye ve Zeyilleri, İstanbul, Çağrı Yayınları, c.5, s.91-92. Günay, Fatih (2007). “Râşid Mehmed Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, c.34, s.462-465. Kılıç, Atabey (2007). “Türkçe-Farsça Manzum Sözlüklerden Tuhfe-i Vehbî (Metin)”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 2/4 Fall 2007 Mehmed Süreyya (1308-11). Sicill-i Osmânî, İstanbul. 244 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Müstakim-zâde, Saadeddin Süleyman Efendi (1928). Tuhfe-i Hattatîn, İstanbul, Devlet Matbaası. 756 s. Özcan, Abdulkadir vd. (2013). Târîh-i Râşid ve Zeyli, İstanbul, Klasik Yayınları. 3 c. Özergin, M.Kemal (1993). “Râşid Mehmed”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, c.9, s.632-634. Râmiz (1994). Âdâb-ı Zurefâ, Ankara, Yayına Hazırlayan: Dr.Sadık Erdem, Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, XLVII+401 s. Râşid Mehmed Efendi (1282). Târîh-i Râşid, İstanbul, 5. cilt. Safâyî (2005). Tezkire-i Safâyî, Ankara, Yayına Hazırlayan: Pervin Çapan, Tezkire-i Safâyî, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, VII+741. Sâlim (2005). Tezkiretü’ş-Şu’arâ, Ankara, Yayına Hazırlayan: Adnan İnce, Tezkiretü’ş-Şu’arâ Sâlim Efendi, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 756 s. Saraç, Yekta (2011). Klâsik Edebiyat Bilgisi: Belâgat. İstanbul, Gökkubbe. Şeyhî Mehmed Efendi (1989). Vekâyi’ü’l-Fuzelâ, Yayına Hazırlayan: Abdulkadir Özcan, Şakâyıku’n-nu’mâniyye ve Zeyilleri, İstanbul, Çağrı Yayınları, c. 4. Tuman, Nâil (2001). Tuhfe-i Nâilî, Ankara, Hazırlayanlar: Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Bizim Büro, 2 c. Yatman, Mustafa (1989). Osman-zâde Tâib Divanı’ndan Seçmeler, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, V+188. Ziya Paşa (1291). Harâbât, İstanbul, Matbaa-i Âmire. 245 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ERDOĞAN, Mustafa (2014). “Eski Türk Edebiyatının Bilge Şairi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.247-259 (http://bilgelerzirvesi.org). Mustafa ERDOĞAN ESKİ TÜRK EDEBİYATININ BİLGE ŞÂİRİ: NÂBÎ Ârif ol zâhid-i huşk olma sakın Himmet it tâ olasın ehl-i yakîn Sa’y kıl ârif-i bi’llâholagör Nâil-i ma’rifetu’llâholagör (Nâbî) S ayın Başkan, kıymetli hocalarım ve muhterem dinleyiciler, Öncelikle hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum. Türk dünyasından birçok değerli bilgenin söz konusu edildiği böyle bir toplantıda, eski Türk edebiyatının bilge şairi Nâbî’den hiç söz etmemenin eksiklik olacağı kanısında olduğumuzdan biz de bu zirvede Nâbî’yi anmanın, onun bilge kişiliğini hatırlamanın faydalı olacağını düşündük. Dünyanın en eski milletlerinden biri olan Türk milletinin, aynı zamanda çok eski bir bilgelik geleneği olduğu âşikârdır. İslâmiyet öncesinde de var olan bu özellik, İslâmiyet’in kabulüyle daha belirgin ve yaygın hâle gelmiştir. Göktürk Kitabeleri’nde başlayan bu gelenek, daha sonra farklı zaman ve zeminlerde varlığını sürdürmüştür. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig, Edip AhmedYüknekî’ninAtabetü’lHakayık, AhmedYesevî’nin Divan-ı Hikmet, Yunus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye ve Divan’ında, Dede Korkut Hikâyeleri’nde, Mevlânâ ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin eserlerinde, Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde, Akşemseddin’in, Yazıcıoğlu’nun, Süleyman Çelebi’nin, Eşrefoğlu’nun ve daha birçok yazar ve şairin eserlerinde bu hikmet ve irfan geleneğinin izlerini sürmek mümkündür. Eserlerinden bilgelik kokusu duyduğumuz, asırlar sonrasına bile hikmet dersi veren şairlerimizden biri de Nâbî’dir. Eski Türk edebiyatında fikrî, ahlâkî, Doç.Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 247 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sosyal, nasihat-âmîz ve hikmetli söyleyiş Nâbî öncesinde de olmakla birlikte, Nâbî’nin eserlerinde zirve noktaya ulaşmıştır. Bilindiği üzere Nâbî 1642-1712 yılları arasında yaşamış, eski Türk edebiyatının en ünlü şairlerinden biridir. Hayatı, edebî şahsiyeti ve eserleri umumiyetle malûm olduğundan bunları anlatmaya lüzum görmüyoruz. Şair bereketli bir ömür yaşamış, tam yetmiş yıl. Türk edebiyatına ve milletine 6’sı manzum, 4’ü mensur 10 eser armağan etmiş. Urfalı Yusuf Nâbî, gerek hayatıyla, gerekse eserleriyle bir bilge olduğunu ispatlamış birisidir. Diğer taraftan bu zirve dolayısıyla ayrıntılı biçimde konuşulacak olan bilge ve bilgelik kavramının oldukça geniş bir anlamının olduğu da malûmdur. Bilgenin özellikleri arasında anılabilecek; bilgili, gönül ve irfan ehli, akıllı, tecrübeli, ufku geniş, yüce ve idealin peşinde olma, olumsuzlukları çekinmeden tenkit edebilme, çevresine ve topluma, hatta asırlar ötesine sözünü geçirebilme, ışık ve rehber olma gibi özellikleri, yukarıda bazılarını andığımız Türk bilgeleri gibi Nâbî’de de bulmak mümkündür. Bilge; yaratıcı, âlem, âdem, toplum, ölüm, varlık, yokluk gibi konularda düşünen, yalnız düşünmekle kalmayıp düşündüğünü ifade eden, yaşayan, eylem haline getiren kişidir. Nâbî ise; hem şahsî mizacının bu tarz söyleyişe uygunluğu, hem de devrinin sosyal ve siyasî şartlarının yönlendirmesi sebebiyle fikir ve hikmet ağırlıklı söyleyişi bir üslup haline getirip yoğun şekilde kullanmış ve bu yönüyle gerek yaşadığı dönemde, gerekse sonraki devirlerde birçok insanı etkilemiştir. Şâirin daha yaşarken “Nâbî-i Pîr” diye anıldığını görürüz. Kadîm Türk hikmet ve irfan geleneğini ve bu geleneğin mahsûlü olan birçok eseri tamamen bir kenara bırakarak, Nâbî’nin sadece İranlı şairlerin etkisiyle hikmetli şiire yöneldiğini söylemek bize göre çok da doğru değildir. Çünkü netice itibariyle Nâbî Türk milletinin bir ferdidir. Türk milletinin içinde dünyaya gözlerini açmış, büyümüş ve her Türk insanını besleyen kaynaklardan beslenmiştir. Rivayete göre daha ilk gençlik yıllarında Yakup Kalfa adında bir Nakşî şeyhine bağlanarak tasavvuf yoluna giren Nâbî’nin şeyhinin himmetini aldığı için ilim ve marifette yükseldiği, şöhret sahibi olduğu söylenir ve buradan hareketle de “Nâbî’yi Nâbî eden hüsn-i nazar” denir. Bize göre Nâbî’yiNâbî eden unsurlardan biri de işte bu hikmet, ahlak ve irfan geleneğidir. Bu bağlamda Nâbî’nin; ünlü ârifler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhyiddin-i Arabî ve Abdülkâdiri Geylânî’ye methiyeler yazdığını görürüz. İlgili şiirlerden Nâbî’nin bu büyük insanların eserlerini okuduğu anlaşıldığı gibi, Hayriyye’de 248 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması oğluna da bu eserleri okumayı açıkça tavsiye etmiştir. Ayrıca Nâbî; Fuzûlî, Rûhî, Âzerîve muhtemelen başka Türk şairlerini de okumuş, Fuzûlî ve Rûhî’nin şiirlerini tahmis etmiş, Âzerî’nin Nakş-ı Hayâl’inden bir hikâye nakletmiştir. Yine Hayriyye’de Sühanân-ı şu’arâ-yı eslâf İderâyîne-i kalbi şeffâf Türkî’de Nef’î ile Bâkî’ye bak Gayrı dîvânları da it mülhak Anlarunşi’rimetîndürammâ Gayrısında dahı var çok ma’nâ (Kaplan 2008: 257). -diyerek oğluna başta Nef’î ve Bâkî divanları olmak üzere, Türkçe divanları okumayı tavsiye etmektedir. Diğer taraftan onun eserlerinde karşımıza çıkan değerlerin, görüşlerin umûmî olarak İslâm’a ait görüş ve değerler olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunlar Nâbî’nin aynı zamanda bilgelik, hikmet geleneğimizi bildiği ve takip ettiğini göstermektedir. Nâbî bunları şiir formunda, hafıza ve gönüllerde kalacak şekilde dile getirmiştir. Ziya Paşa’nın ifadesiyle San’at ile eylemişdir ol pîr Asrındaki hâl-i mülki tasvîr Zulm-i vüzerâyısöylemişdir Hâl-i fukarâyısöylemişdir İlm ü edeb öğretir zamâna Ta’lîm-i kemâl eder cihâna (Ziya Paşa 1291: 15). Prof. Dr. Mine Mengi’nin ifadesiyle “Nâbî, ‘nasıl bir dünya, nasıl bir hayat (nasıl bir insan) olmalıdır’ sorusuna şiir aracılığıyla cevap arayan aydın insandır.” (Mengi 1991: 33). Diğer taraftan Nâbî, Hikmet-âmîzgerekdüreş’âr Ki me’âli ola irşâdamedâr Âb-ı hikmetle bulur neşv ü nemâ Gülşen-i şi’r ü riyâz-ı inşâ (Kaplan 2008: 258-259) 249 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı -diyerek şiirin özünde okuyanı uyarma, ona yol gösterme amacı aradığını belirtir. Burada hikmetle kastedilen düşüncedir, sağduyudur, bilgeliktir. Amaç böyle olunca Nâbî, şiirde herşeyden önce anlam arar: Söyleme şi’ritehîma’nâdan Ağunı çekme balıksuzmâdan Nazm kim olmaya ma’nâyakarîn Kendüdürhâtem-i bî-nakşnigîn … Kokusuz lâleye benzer o sühan Ki ola lafzı tehîma’nâdan (Kaplan 2008: 260). Şiirin özünde okuyanı uyarma, ona yol gösterme amacı araması ve bu yüzden öncelikle manaya önem vermesi yönüyle Nâbî’nin; toplumu irşad etmeyi amaç edinen Âşık Paşa ve Gülşehrî gibi ilk devir şairlerimizden; Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî gibi mutasavvıf şairlerden yahut Namık Kemâl ve Mehmed Âkif gibi son dönemin bilgelerinden hiçbir farkı yoktur. Bir başka ifadeyleNâbî, bir zincir şeklinde devam etmiş olan hikmet geleneğimizin önemli halkalarından biridir. Kendisinden sonra gelen birçok şair ve yazarı da ciddî şekilde etkilemiştir. Meselâ Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetnâme’sinde Nâbî’nin Hayriyye’sinin büyük bir tesiri olduğu görülmektedir. (Pala 1990). Onun bilge kişiliğini eserlerinde, özellikle Hayriyye’sinde ve Divan’ında görebiliriz. Şimdi biz de adı geçen eserlerden hareketle onun bu yönüne dair bazı söyleyişleri, tadımlık nev’inden de olsa paylaşmak istiyoruz. Hayriyye’de şair sözüne Hamd ol Allahuazîmü’ş-şâna Mübdi’-i dâire-i imkâna (Kaplan 2008: 173). -diye başlar. Burada Allah için kullanılan Mübdi’ ismi ibda’ eden, yoktan var eden demektir. Allah, bütün varlıkları yoktan yaratmış ve her birine ayrı ayrı, değişik görünümler vermiştir: 250 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ZihîMübdi’ ki bî-reng-i amâdan eylemiş tasvîr Hezârân çehre-i rengîn hezârândîde-i bînâ (Bilkan 1997: 2). Allah bu kâinâtı ve varlıkları mükemmelliğini göstermek için yaratmıştır: kendi güzelliğini ve Nakş göstermek içün hâme-i sun’-ı Üstâd Oldı saykal-zede bu nüh-varak-ı kevn ü fesâd (Bilkan 1997: 11) Nâbî’ye göre, âlemin esas icat sebebi İlâhî sevgidir. Âleme hubb-ı İlâhî'dür esâs-ı îcâd Şûr-ı deryâ-yı mahabbet nemek-i âlemdür (Bilkan 1997: 548) Âlem, Nâbî’nin ifadesiyle bir aşk dükkânıdır. Dünyadaki her bir bitkinin yaka yırtığını gören bunu anlar. Âlemün kârgeh-i aşk idügin fehm eyler Seyr iden sînesinün çâkini her bir giyehün (Bilkan 1997: 776) Dünyadaki varlıklar, yokluk aynasındadır. Görüntüleri var, ama asılları yoktur. Âyîne-i Âdem’de nukûş-ı mükevvenât Sûret-sıfâtnumûdı var ammâ ki bûdı yok (Bilkan 1997: 751). Cihânın aynadaki yansımalar olduğunu anlayan ârif de bu gölgelerin kaybolmasından üzüntü duymaz. Cihân aks-i merâyâ olduğın fehm eyleyen ârif Zevâlinden zılâl-i âlemünen duhgîn olmaz (Bilkan 1997: 685). Nâbî, kâinâtı hikmetlerle dolu bir kitap olarak değerlendirir. Âlem, manasını anlayana bir cennettir. Hakikatini göremeyenlerin gözünde ise, bir belâ zindanı, sıkıntı ve üzüntü kuyusudur. Âlem ki tamâm nüsha-i hikmetdür Ma’nâsını fehm eyleyene cennetdür Mahrûm-ı şuhûd olanlarun çeşminde Zindân-ı belâ çâh-ı gam u mihnetdür (Bilkan 1997: 1187). 251 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nabi, eserlerinde kâinatı ve varlığı sorgulayan, eşya ve hadiselere alışılmışın dışında, farklı bir gözle bakmayı bilen ve görüneni değil, onun arkasındaki asıl sebebi anlamaya çalışan mütefekkir bir şairdir. Ona göre, bütün kâinat Hakk’ın sırlarıyla doludur. Ancak bu kâinat kitabını okuyup anlamaya kabiliyetli göz ve kulak gerekir. Varlık âlemindeki her şey, Allah’ın san’at eserlerini söze hacet kalmadan söylediği gibi, kâinat kitabı da Allah’ın sırlarını ağıza gerek olmadan ifade eder. Sevâd-ı mümkinât âsâr-ı sun’ıbî-sühan söyler Kitâb-ı kâ’inât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler (Bilkan 1997: 551). Ancak bazı insanların kulağında onu anlamaya kabiliyet yoktur; hâlbuki ırmak kıyısındaki her bir yaprak dahi yaratılıştaki mükemmelliği söyler durur. Senün gûşunda isti’dâd yok idrâkine yoksa Leb-i cûda kemâl-i sun’ı her berg-i çemen söyler (Bilkan 1977: 551). Şair bir başka beytinde “âlem nedir?” sorusuna, hakikatlerin hikmetli kitabı cevabını verir ve onun anlamını çıkarana “âferin” der. Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıkdur Me’âlin her kim istihrâc iderse âferîn bâdâ (Bilkan 1997: 6). Allah, lütuf ve kahırdan birleşmiş bir hilkat tezgâhı kurup orada zıtlıklara uyum vermiş, onun adına da dünya demiştir. Kurup bir bârgâh-ı şun’ lutf u kahrdan memzûc Virüp ezdâda âmîz iş komışnâmın anun dünyâ (Bilkan 1997: 1). Bu evrende anlamsız bir zerre bile yoktur. Her şey birbiriyle uyumludur. Bir zerre yok bu kârgeh-i sun'daabes Vâbestedür biri birine çerhi sâ'atün (Bilkan 1997: 760). 252 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nâbî’ye göre, insan kazânın hükmüne itiraz etmemeli, rıza göstermelidir. Kader ve kazada bir yanlışlık olmaz, yanlışlık insanın yanlış gören gözündedir. Remmâl-i kazâsipihre dökdükçe nukat Zinhâr dime hükmine bu kec bu sakat Var ise sebeb çeşm-i galat-bînündür Yohsa ne revâ nüsha-i hikmetde galat (Bilkan 1997: 730). Yukarıdaki satırlar bize Nâbî’denyaklaşık bir yüzyıl sonra yaşayan ünlü âlim ve ârif Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şu dizelerini hatırlatmıştır: Dime şu niçün şöyle Yirincedir ol öyle Bak sonuna sabreyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler Nâbî, aslında Allah’ın kâinâtı ve dünyâyı yaratmasından maksadınkâmil insan olduğu görüşündedir. 729) Âferinişden ne deryâdur ne sâhildür garaz Nühsa defden lü'lü-i insân-ı kâmildur garaz (Bilkan 1997: Kur’ân-ı Kerîm’de da ifade edildiği üzere (Tîn, 95/4), insan her ne kadar maddî varlığıyla küçük olsa da yaratılma noktasında en güzel, en mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. (Ayete telmih) Eger ciâle münesfel-nişîn-i gülhanıyuz Velîk nüsha-i takvîm-i sun'un ahseniyüz (Bilkan 1997: 689) İnsan her nefeste İlâhî feyizlere ulaşabileceğinden sanki varlık sarayının açık penceresi gibidir. Nesîm-i feyze ta'arruzdayuz nefes-be-nefes Sarây-ı hesti-i dehrün güşâde revzeniyüz (Bilkan 1997: 690) Divan metninde “Nüh” kelimesi “Ne” olarak okunmuştur. 253 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nâbî’ye göre insan, görünüşte bu dünyaya en son gelmiş olsa da aslında yaratmanın hemen sabahında gelmiştir, yani ilk başta yaratılmıştır. Dünyaya âlemden sonra da gelse insan esas gâye olduğundan mânen öndedir. Şuretâ biz gerçi bu bezme mu’ahhar gelmişüz Lîkşubh-ı âferin işle berâber gelmişüz İllet-i gâ’iyyeyüz ma’nen takaddüm bizdedür Âdemüz âlemden ey Nâbî mu'ahhar gelmişüz (Bilkan 1997: 679). İnsan, küçük bir âlemdir. Fakat hikmet terazisinin gözünde büyük âlemle beraberdir. Yani, esmâ-i İlâhiye’ye mazhariyet noktasında, mucizelik ve hikmet noktasında âdem, büyük âlemden hiç de geri kalmaz. Âlem-i suğrâyuz ammâ âlem-i kübrâ ile Keffe-i mîzân-ı hikmetde berâber gelmişüz (Bilkan 1997: 679) Malûm olduğu üzere bir asır sonra gelen Gâlib de insanı âlemin özü, yaratılmışların göz bebeği olarak nitelemiştir: Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen Fakat âriflerin dilinde insandan murat; dış görünüş, şekil, şemail değildir. Hakikatte maksat, ondaki aslî zâta, yani Allah’a ait cevherdir, özdür. İnsan; bedeniyle değil rûhuyla, hayvanî varlığıyla değil, İlâhî zâta, isim ve sıfatlarına tecellîgâh, ayna olması yönüyle değerlidir. Cevher-i zâtî-i aslîdür hakîkatden murâd Sanma insândan fakat şekl ü şemâ'ildür garaz (Bilkan 1997: 729). Zât ve sıfat-ı İlâhiye’yeaynalık yönüyle en başta gelen, en kâmil insan ise Hz. Peygamber’dir. Bütün kuvve hâlinde olan 254 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması güzellikler, hayat, ilim gibi gizli hazineler onunla fiile gelmiş, ortaya çıkmıştır. Ey âyîne-i leb-be-lebi lücce-i zâtun V ’ey mazhar-ı ser-tâ-seri emvâc-ı şıfâtun Hep oldı senün nüsha-i zâtunla hüveydâ Pûşîde iken hüsni sükûn u harekâtun Bi'l-kuvvesi bi'l-fi'l zuhûr eyledi sende Gencîne-i gaybîde olan 'ilmü hayâtun (Bilkan 1997: 817). Nâbî’ye göre insanın rahat olmayan bir misafirhâne olan bu dünyaya geliş gayesi; asıl mekâna, cennet ve cemâl-i İlâhî’ye ulaşmak için menzil almak, yükselmektir. Gelmeden Nâbî bu mihmân-hâne-i bî-râhata Şehr-i asla vasl içün tayy-ı menâzildür garaz (Bilkan 1997: 729). Fakat nefesinin, yani ömrünün cennet köşkleri gibi yüceliklere ulaşmak için bir merdiven olduğunu anlamayanlar onu alçak yerlerde eskitir, yıpratırlar. Pest yirlerde ider anlamayan fersûde Nerdübân oldu ğınıkasr-ı bihişte nefesün (Bilkan 1997: 761) Nâbî’ye göre Allah âlemi âdem için, âdemi de kendi için, kendini tanıması, kendine ibadet etmesi için yaratmıştır. Hayriyye’de oğluna, iki dünyadan kastedilenin Allah’ı bilmek olduğunu, Hakk’ın insanı kendi için getirdiğini, insanın da ona canla ibadet etmesi gerektiğini söyler. Bu ifadelerde de Kur’an’dan yararlanıldığı anlaşılmaktadır (Zâriyât, 51/56). Ardından da Nâbî, sen ara bul kendini, kimsin sen, der. Çün en a’ref didi Hallâk-ı Vedûd Ma’rifet dürdü cihandan maksûd Hak getürmiş seni kendün bilesin Tâ ana cân ile kulluk kılasın 255 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hânenün lâzım olan sâhibidür Bilmeyen hânesinün tâlibidür Tâsenün olmaya sâhib-hâne Gice gündüz çalış ol pervâne Zikr ü fikrün hemân Allah olsun Meşhedün ol ulu dergâh olsun … Ara bul kendüni kimsin sen Tâ sana ola dü âlem rûşen. (Kaplan 2008: 202-203) Özellikle son beyitteki “Ara bul kendüni kimsin sen” dizesi bize, büyük bilgelerimizden, Ankara’nın manevî mimarı Hacı Bayram-ı Velî’nin Bilmek istersen seni cân içre ara cânı Geç cânından bul anı sen seni bil sen seni (Turan 2004: 81). mısralarını hatırlatmıştır. Hayriyye’de Nâbî’nin oğluna söyledikleri arasında zaman zaman ideal insan tipinin özelliklerini görürüz. Ayrıca bilge Nâbî, oğlunun şahsında bütün insanlara nasihat eder: Sakın kuru zâhit olma, ârif ol; yakîn ehlinden olmak için gayret et. Allah’ı bilen âriflerden olmaya; marifetullah lütfuna ulaşmaya çalış. Ârif ol zâhid-i huşk olma sakın Himmet it tâ olasın ehl-i yakîn Sa’y kıl ârif-i bi’llâholagör Nâil-i ma’rifetu’llâholagör. (Kaplan 2008: 202) İlahî bilginin, irfanın kaynağı gönüldür. İnsan, gönül gözüyle varlığın gerçek yüzünü görebildiği gibi, gönül ve gönüldeki aşk yoluyla Allah’a ulaşabilir. Gönül; İlahî güzelliğin, tecellîlerinyansıdığı bir yerdir. Bunun için Müslüman bilgeler gönle çok büyük bir önem atfetmişler, gönül kırmayı şiddetle yasaklamışlardır. Nâbî’nin aşağıdaki beytinde de mü’minin kalbi arş-ı a’zam olarak değerlendirilmiştir. 256 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Anun çün kalb-i mü’min oldı arş-ı a’zam-ı Bârî Didi ârif benem ol nokta-i mevzu'atahte'l-bâ (Bilkan 1997: 6). Yine Nâbî kısmen tasavvufî bir eda ile söylediği “gönül” redifli gazelinde ise gönlü farklı açılardan değerlendirmiştir. Gönül, her ne kadar beden meclisinin dar zindanında tutukluysa da arşın sahibi yüce padişahla komşu gibidir. Küçücük sineye sığdığından dar olarak değerlendirilirken, arşın sahibine tecellîgâh olmasıyla sonsuz genişlikte bir yerdir. Gönül; gaybî kutsal vâridâtacilvegâh, ilme ayna, sırlar mücevherine mahzendir. Hakikat sultanının adıyla süslüdür. Mana âleminde geniş ülkesi, hadsiz askeri, pek çok hazineleri olan bir sultandır. Bazen karanlık, yaralı, tozlu olsa da bir şey olmaz. Tur dağı gibi tecellilerin merkezidir. Ey Nâbî, gönül nurlar âlemine şeref veren öyle parlak bir köşktür ki kâinâtın yükseği de alçağı da onunla görülebilir. Gerci zindan-gîr-i teng-i meclis-i tendür gönül Şeh-nişîn-i arş ile revzen-be-revzendür gönül Teng-nâ-yı sîneye güncîdelikden teng iken Vüs'atından sâhib-i arşa nişîmendür gönül … Cilvegâh-ı vâridât-ı kuds-ı gaybu'1-gaybdur İlme meclâ gevher-i esrâra mahzendür gönül Mihr beyne'1-ısba'eyn-i kabza-i îcâddur Nâm-ı sultân-ı hakîkatle müzeyyendür gönül Mülki vâsi' leşkeri bî-had hazâ’inbî-kıyâs Âlem-i ma'nâdasultân-ı mu'anvendür gönül Tîre-hâl üzahmdâr u pür-gubâr olsa n'ola Girde-i nakş-ı tecellîgâh-ı Eymen’dür gönül … Nâbiyâ meşhûdıdur pestü bülend-i kâ'inât Âlem-i envâre müşrif kasr-ı rûşendür gönül (Bilkan 1997: 831-832). Nâbî’nin yukarıdaki sözlerinin Yunus Emre’nin dillerde pelesenk olan 257 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gönül Çalab'un tahtı gönüle Çalap bahdı İki cihânbed-bahtı kim gönül yıkarısa mısraları, yahut Sinan Paşa’nın Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dur Anı yıkmak ziyâde tuğyândur ifadesi arasında sadece biraz söyleyiş farkı vardır. Anlayış aynıdır. Nâbî’nin ideal bilge tipinin en önemli özelliği; bünyesinde akılla imanı, ilimle irfânı birleştirmesidir. (Mengi 1991: 85). Akl u irfânı ola ilmi ola Edeb ü meskenet ü hilmi ola (Kaplan 2008: 291). Sözümüzü Nâbî’ye göre örnek bir insan tipinde bulunması gereken erdemleri sıralayarak tamamlıyoruz: Şekilci olmayan, samimi bir Müslümanlık, iyi ahlak, iyi niyet, bilgi, dürüstlük, yardımseverlik, kanaat, tevekkül, şükür, sabır, alçakgönüllülük, güler yüz ve hoşgörü, istiğnâ, hayâ ve edeb, ölçülü olmak, güzel konuşma, uyumlu olma ve maddeye eğilimli olmama (Kaplan 2008: 73-86). Sonuç olarak XVII. yüzyılın önde gelen şairlerinden Nâbî, bize göre aynı zamanda bilgelik geleneğimizin de önemli halkalarından biridir. Onun eserlerinde, özellikle Hayriyye ve Divan’ında bilgeliğin, ârifliğinizlerini bulmak mümkündür. Üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, verdiği ders ve öğütlerin, çizdiği ideal insan tipinin hâlâ geçerliliğini koruduğu görülmektedir. Bize düşen, bu eserleri okumak ve mümkün olduğunca onlardan ders alıp iyi birer insan olmaktır. Bu vesileyle Nâbî başta olmak üzere milletimizin yetiştirdiği bütün bilgeleri hürmet ve rahmetle anıyor, beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. 258 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynaklar BİLKAN, Ali Fuat (1997), Nâbî Dîvânı, 2 C., MEB Yayınları, İstanbul. KAPLAN, Mahmut (2008), Hayriyye-i Nâbî, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara. KAPLAN, Mahmut (2012), Hikmet Şairi Yûsuf Nâbî, Şanlıurfa Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, Ankara. MENGİ, Mine (1991), Divan Şiirinde Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara. PALA, İskender (1990), “Erzurumlu İbrahim Hakkı’da Nâbî Tesiri”, Osmanlı Araştırmaları, S. X, İstanbul, s. 195-209. Ziya Paşa (1291), Harâbât, İstanbul, Matbaa-i Âmire. 259 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GEDİKLİ,Yusuf (2014). “Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780)’nın Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Mevla Görelim Neyler Nakaratlı Şiiri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.261-282 (http://bilgelerzirvesi.org). Yusuf GEDİKLİ* ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI (1703-1780)’NIN HAYATI, SANATI, ESERLERİ ve MEVLA GÖRELİM NEYLER NAKARATLI ŞİİRİ E rzurumlu İbrahim Hakkı XVIII’inci yüzyılın en önemli bilim ve gönül adamıdır. En büyük özelliği hem akli, hem nakli bilimlerde doğru görüşler ve üstün eserler ortaya koymasıdır. Bu yüzden iki kanatlı (zül-cenaheyn) unvanıyla anılır.45 Kısa Hayatı 18 Mayıs 1703 tarihinde Erzurum-Hasankalede doğdu, 22 Haziran 1780’de Siirt-Tillo’da öldü. Babası Derviş Osman, anası Şerife Hanife Hatundur. Halim selim, yumuşak huylu ve çekingen tabiatlı olan Derviş Osman, sade dille bir hatıra defteri de kaleme almıştır. Defterindeki “muradım bir günüm de olsa seyyah olup dünyayı devretmekti” cümlesi anlamlıdır.46 İbrahim Hakkı, 9 yaşında Tilloya, babasının yanına gitti. 1720 yılında 17 yaşındayken babasını yitirdi. Aynı yıl Erzuruma döndü, burada 8 yıl tahsil aldı. 1728-9’da tekrar Tilloya gitti. Tasavvufa yöneldi, Şeyh Fakirullahın hizmetine girdi. Fakirullah 1734’te ölünce Erzuruma döndü. Yukarı Habib Efendi camisinin (böyle yazmak daha doğrudur) imamı oldu. İlk evliliğini yaptı. 1738’de 1. defa hacca, 1747’de İstanbula gitti. Padişah 1. Mahmudla görüştü, saray kütüphanesinde çalıştı. Müderris yapıldı. İmamlığı oğluna bırakıp ilmî çalışmalarına devam edebilmek için Hasankaleye çekildi. 1755’te * Dr. Hoca Ahmet Yesevi Vakfı. Mustafa Çağrıcının DİA’da yer alan “İbrahim Hakkı Erzurumi” maddesinden yararlanılmıştır (21. c., İstanbul 2000, 305-311. s.). 46 Şakir Diclehan, Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı, İstanbul 1980, 12. s. 45 261 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ikinci İstanbul seyahatini yaptı. Dönüşünde Ma’rifetnâmeyi tamamladı. 1763’te tekrar Tillo’ya gitti. Nisan 1764’te 2. kez hacca gitti. Tillo’ya döndü, oradan Erzurum’a geçti. 1768’de 3. kere hacca gitti. Dönüşte Erzurum’da konakladı. 3 yıl sonra Tillo’ya gitti. 22 Haziran 1780’de (19 Cemaziyelahir 1194) Tillo’da öldü ve Tillo’da Şeyh Fakirullah’ın türbesine gömüldü. Özetle İ. Hakkının hayatı Erzurum, Tillo, Mekke, İstanbul dörtgeninde geçmiştir. Mutasavvıf olup Hanefi mezhebine mensuptu. Bazı araştırmacılara göre Nakşi, İ. A. Gövsaya göre Kadiri tarikatındandı (Belki de hiçbir tarikata mensup değildi). Biri şeyhi Fakirullah’ın kızıyla olmak üzere 5 kere evlendi. Hanımlarına karşı son derece saygılı, nazik, güler yüzlüydü. İstanbul’dan Firdevs, Fatma, Belkıs, Züleyha ismindeki hanımlarına gönderdiği hediyeler ve yazdığı mektuplar okunduğunda yumuşak, nazik, tatlı ve mültefit ifadeleri insanı hayran bırakır.47 Hanımlarından Fatma’nın ölümü üzerine şeyhi Fakirullah’ın torunu Azize’yle evlenmiş, ona annesinin adı olan Hanife adını vermiştir.48 İbrahim Hakkı Fakirullahı kendisine şeyh tayin etmiştir. Şeyhi İsmail Fakirullah (1656-1734) boş bir araziyi çalışarak bağ yapmış, meşe ağaçlarından topladığı mazıları satıp bir ölçek buğday almış, tarlasına ekmiştir. Sürmede ve ekmede hayvanlara eziyet etmemek için onları kullanmamış, 40 yaşına kadar çalışma, oruç, ibadet ve zikirle vakit geçirmiştir. 40 yaşında hastalanmış, 40 gün 40 gece yemeden içmeden kesilmiş, gözlerini açtığında bir tas su ve ekşi nar yiyince iştahı açılmış ve sağlığı düzelmiştir. İbrahim Hakkı görüşlerinde Gazali’den, şiirde Yunus’tan etkilenmiştir. Mevlana ve Erzurumlu Hazık Mehmed Efendi de onu etkileyenler arasındadır. Hacı Bayram Veli’den etkilendiği de söylenebilir. Eserleri Eserlerinin sayısı büyüklü küçüklü 54’ü bulur. Kendi ifadesine göre beş büyük ve on küçük eseri vardır.49 Beş büyük eseri şunlardır: Divan (1754), Ma’rifetnâme (1756; 1757 tarihi de verilir), İrfâniye (1761), İnsâniye (1763), Mecmu’atül-Ma’ani (1765). 47 Diclehan, age, 47-50. s. Diclehan, age, 85. s. 49 Diclehan, age, 18. s. vd. 48 262 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması On küçük eseri şunlardır: Tuhfetül Kirâm (büyüklerin hediyesi, Mecmu’atül Ma’aniden seçmeler, 1766), Nuhbetül Kelâm (sözlerin seçilmesi, Mecmu’atül Ma’ani ve Ma’rifetnâmeden seçmeler, Türkçe, Farsça, Arapça; 1768), Meşârikül Yûh (güneşin doğuşu, Türkçe, Farsça, Arapça, 1771), Sefînetün Nûh min Varidâtül Fütuh (Mecmu’atül Ma’aniden alınmıştır, 1773), Kenzül Fütuh (1020 beyitlik bir eserdir, Türkçe ve Arapçadır, 1774), Definetür Rûh (Mecmu’atül Ma’aniden alınmıştır, Türkçe, Farsça, Arapçadır, 1775), Rûhuş Şürûh (Türkçedir, 1776), Ulfetül Enam (Ma’rifetnâmeden derlemelerdir, Arapça, 1776), Urvetül İslâm (Ma’rifetnâmeden derlemedir, Türkçe ve Arapçadır, 1777), Heyetül İslâm (Ma’rifetnâmeden derlemedir, Arapçadır, 1777). Yukarıda sıraladığımız 5 büyük ve 10 küçük eserin haricinde şu eserleri de vardır: Menazilül Kamer (190 beyittir, 1572’de yazılmıştır; mevsimlerden, ay ve günlerden söz eder), İhtiyârâtül Kamer (1753’te yazılmıştır, takvim, gezegenler, ay yılını güneş yılına çevirme yollarını anlatır), Rûznâme (1753’te yazılmıştır, aslında İ. Hakkının bizzat yaptığı ve bir nevi takvim olan aleti kullanmayı anlatır), Rubul Müceyyeb (1767’de yazılmıştır, bu isimdeki aletle yerin enlemini, saatin kaç olduğunu, kıblenin nasıl bulunacağını, dağ yüksekliklerinin nasıl hesaplanacağını anlatır), Risâle-i Usturlab (usturlabın nasıl kullanılacağını anlatır), Manzûme-i Avamil-A’malil Felekiyye (ufukları ölçen, gölgede bile vakti tayin eden, saatleri ayarlama aletinden söz eder), İstihrac-ı A’mâlil Felekiyye (oğluna yazdığı fenle ilgili bir mektuptur), Sa’atnâme (1751’de yazılmıştır, saatin nasıl kullanılacağını anlatır), Gurrenâme (1753’te kaleme alınmıştır, hicri yılın her hangi bir ayının ilk gününün rumi ayın hangi gününe denk geldiğini anlatır).50 İklim, karakter-tipoloji hakkında da eserleri vardır. Eserlerinin çoğu Türkçe, bazıları Arapça ve Farsçadır. Ma’rifetnâme İstanbulda, Bulak (Mısır)’da ve Kazanda bir çok kez basılmıştır. Yeni harflerle de yayınlanmıştır. Son yayınlardan biri Durali Yılmaz tarafından yapılmıştır. Arapça ve Farsçaya çevrilmiştir. Divanı da basılmıştır (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Divan, haz. Numan Külekçi - Turgut Karabey, Erzurum 1997). Öteki yapıtlarının da bir önce basılması içten bir dileğimizdir. 50 Şaban Doğan, “Erzurumlu İbrahim Hakkı”, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, Yeni Asya y., İstanbul 1992, 492-93. s. 263 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yapıtlarının basılması ve incelenmesi için Erzurum Atatürk üniversitesinde İbrahim Hakkı enstitüsü kurulmuştur. İbrahim Hakkının İstanbulda veya İstanbula yakın bir mekânda bulunmaması görüşlerinin ve ilminin yayılmasına maalesef olumsuz etkide bulunmuştur. Önemli Not: Eserlerin yazılış tarihleri çeşitli kaynaklarda farklıdır. Doğrusunun hangisi olduğunu en azından şimdilik tayin etmek güçtür. Bunlar ileride çözülecek sorunlardır. Ma’rifetnâme ve Bölümleri Bütün eserleri içerisinde en önemlisi Ma’rifetnâmedir. Ma’rifetnâme ansiklopedik bir eserdir. Eserde astronomi, tıp, anatomi, fizyoloji, fizik, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji, pedagoji, din, ahlak, coğrafya konularında bilgiler verilmiş, görüşler açıklanmıştır. Ma’rifetnâme mukaddime, 3 kitap ve hatimeden meydana gelmiştir.51 Her kitap konulara, konular bölümlere, bölümler maddelere ayrılmıştır. Mukaddimede şöyle denir: “Kur’an ayetleri ve peygamber hadislerinin bildirdiği şekilde itimat ve itikat olunacak dinî hususlara ve İslam bilginlerinin görüşlerine göre; arşın yaratılışının tertibini, Kürsîyi, cennetleri, gökleri, yerleri, denizleri, ışıkları, kıyamet alametlerini, kıyametin durumlarını, cihanın harap ve yok oluşunu, Rahmâna kavuşma âlemi [olan] öte dünyanın sonsuzluğunu dört bölümle açıklar.”52 Birinci kitapta şu konular işlenir: “Yüzeyleriyle kâinatın aynası olan alemlerin yaratılış düzenini, cihanın ilineklerinin ve cevherlerinin niteliklerini ve durumlarını, özlerin ve eşyanın şekil ve durumlarını, esaslar ve cisimler aleminin görüntü ve hikmetini, canlıların, bileşiklerin ve unsurların bozuşum ve oluşumunu, bilgece üç bölümle belirtir ve açıklar.”53 İkinci kitapta şu konular anlatılır: “Bedenlerin aynası olan anatomi bilimi, cisim ve canın hürriyetini, hayvanî ve bitkisel hisleri ve güçleri, bedene ilişkin olan 51 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, sadeleştiren Durali Yılmaz, Merve y., İstanbul 2013, 959 s. 52 age, 23. s. 53 age, 56. s. 264 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması insanî ruhu ve geçici olan ruhun bazı durumlarını beş konuyla bilgece açıklar.”54 Üçüncü kitapta şu konular vardır: “Kalpler aynası olup itikat, iman ve namazı düzeltmek için konulan yol ve yöntemi, cihan lezzetlerini sevmeyi terki, kalbe yönelmeyi, gönül ve ruhun gerçeğini bilmenin yaratıcının yolunun şartları olduğunu, yemeyi , uykuyu ve kelâmı azaltmayı, uzleti tercih, zikre devam ve düşünmenin irfan yolunun rükünleri olduğunu, Allaha tevekkül, belâda sabır ve kazaya rızanın insanın ruh makamlarının esasları olduğunu, Allahı tanıma en yüce istek, Allah sevgisi en kısa maksat, velilerinin hikmetinin anlamın özü ve velilerin avamdan üstün olduğunu, soyluluğu isteyen, huzuru dileyen, nefsin yeri, makamını geçip, pak olan Hz. Allaha yakınlığı, ne yakınlık ile ulaştığını, ondan irfana kabiliyetli olan dostlarını ne yol ile terbiye kıldığını, beş konu ile kitap ve sünnete uygun ve icmâ-yi ümmete uygun olarak açıklar.”55 Hatime kısmında şu mevzulara yer verilir: “Allah dostu ve zamanın halkı ile sohbeti, akraba, ana baba ve kardeşlere rağbeti, eşlere, çocuklara ve hizmetçilere yakınlığı, cahiller, arifler ve komşularıyla iyi geçinme[yi], fakirlere yedirme ve misafirlere ikramı, saygın olanlar ve avam ile muameleleri, sevgi ve dostluğa sebep olan lütuf ve bağışı, her bir dostluk ve arkadaşlığa özgü olan edep ve yolları, yedi organın afetlerini, fakirlik, zenginlik, akılda tutma ve unutmayı ve bütün bunları insana kolay eden Hz. Yezdan’ın birliğini dört bölüm ile açıklar.”56 Hatimenin hatimesi başlığı altında şu hususlara dokunulur: “Yukarıda anlatılan taat ve ibadetleri ve burada tertip olunan muamele edebini, evliya ve seyitlerin âdetlerini insana kolaylaştıran sıfat ve adların tevhidini ve ruhunu sevinçli eden zatın tevhidini bildirir.”57 Neden Ma’rifetnâme Adını Koymuştur? Ma’rifetnâmeden kasıt müspet ve manevi bilimleri öğrenip Tanrıyı ve Tanrının yarattıklarını (insan, hayvan, bitki ve her şey) bilmektir. Bilindiği gibi tasavvufta kâmil insan şeriat, tarikat, hakikat, 54 age, 239. s. age, 393. s. 56 age, 887. s. 57 age, 947. s. 55 265 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ma’rifet aşamalarını geçerek olgunlaşır. Yunus Emrenin şu beytini hatırlatmak yerindedir: Şeri’ât, tarikât yoldur varana Hakikât, ma’rifet andan içerü. İ. Hakkı ma’rifet aşamasına ermek için hem müspet bilimleri, hem manevi bilimleri bilmek gerektiğine inanmıştır. Ma’rifetnâmenin ana bölümlerinden birini oluşturan ikinci kitapta “bedenlerin aynası olan anatomi”ye çok önem vermesi, insanın Tanrıyı bilmek için önce kendini bilmesi gerektiğine inanmasındandır. Başka deyişle insan hem vücudunu, hem ruhunu bilmelidir ki Tanrıyı da bilebilsin, anlayabilsin. Şöyle der: “… [Anatomi] Mevlâyı tanımaya araç ve yardımcıdır. Çünkü anatomi bilimini bilmeyen tıptan, hikmetten ve kendini tanımaktan gafil, Hakkı tanımaya ulaşmaktan uzaktır. (…) Ancak Allahı tanımak için onu [anatomiyi] tahsil eden, dayanak bulup kendini tanımaya ve ondan Hakkı tanımaya ulaşır. Şu halde eğer anatomiyi iyice inceleyip Yaratıcının kudretinin şaşırtıcılığını onda gözlemlersen, sana üç türlü faydası olur. Birinci faydası budur ki böyle bir bileşim eserini seyredip bilirsin ki bunun gibi bütün eşyanın benzerlerini toplayıcı olan kısa binası ve süslü şekli, en mükemmel düzen ve en güzel yaratılış ve intizam üzere yaratan Hallâk-ı Zül-celâlde acizlik ve kusur tasavvuru olamaz. (…) Şu halde anatomi insan nefsini tanımanın anahtarıdır. Allahı tanımanın anahtarıdır. (…) Herkese gereklidir ki önce kendi nefsini bilmeye, sonra Rabbini bilmeye yönele.”58 Bedeni tanıma gayesiyle İ. Hakkı eserinde cinselliğe de gerektiği ölçüde yer vermiştir.59 Bu noktada İ. Hakkının hakkını teslim etmemiz lazımdır. Belki kendisinden önce ve sonra hiç kimse hem müspet, hem manevi bilimleri öğrenmek gerektiğini ve ancak bu iki tarafı bildikten sonra ma’rifet aşamasına erişilebileceğini söylememiş, yazmamıştır. Eğer İ. Hakkı gibi bilim ve gönül adamlarımız pek çok olsaydı, İslam alemi bugünkü durumda olmazdı. Bunlardan ötürü kendisine iki kanatlı unvanı verilmesi pek isabetlidir. Johann Bernard Basedow (1724-90)’un Elementarwerk isimli eseri Ma’rifetnâmeye benzetilir. Tabiatiyle Ma’rifetnâme daha evvel 58 59 age, 241-242. s. age, 358. s. 266 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yazılmıştır.60 Basedow dayandırmaktan yanaydı. da ahlakı sezgiye, hayat bilgisine Müspet Bilim Alanındaki Bazı Görüşleri Ma’rifetnâme’de dünyanın yuvarlaklığının ispatlanması, güneş ve ay tutulmasının izahı, gökkuşağı (eleğimsağma)’nın oluşumunun açıklanması, Amerika dahil dünya haritasının bulunması, Kopernik (1473-1543)’in ortaya attığı güneş merkezli gök sistemini savunması, ışığın ve sesin sürati, yıldızların hızı, sis ve bulutun teşekkülü, dünyanın dönmesi, gece ile gündüzün oluşumu pek güzel ifade edilmiştir ki, devrine göre çok ileri bilgi ve görüşlerdir.61 Güneş ve ay tutulmasıyla birlikte gezegenler, yıldızlar hakkında da bilgi vermiştir. Jeolojiden dahi söz etmiştir.62 Gerçekten de İbrahim Hakkının en önemli ve olumlu taraflarından biri müspet bilimler hakkında oldukça çok ve doğru bilgiler vermesidir. Amerikanın keşfinden bahseden üç Türk bilim adamından biridir. Diğerleri Piri Reis (1465?-1554) ve Kâtib Çelebi (1609-1658)’dir. İlk bahseden Piri Reistir. Hem dünya haritasında Amerikayı göstermiş, hem de Kitab-ı Bahriyesinde (1521) keşiften ve aynı zamanda dünyanın yuvarlaklığından bahsetmiştir. İ. Hakkı, Amerikanın keşfine özel bir önem vermiştir. Kristof Kolombun miladi 1492, hicri 903 (hicri yıl gerçekte 898 olmalıdır, bu uyuşmazlık kopyalama ve dizgi esnasında meydana gelmiş olabilir) Amerikayı keşfinden uzun uzadıya söz eder.63 Ayrıca Macellan’ın 927 hicride (miladi 1520-21’de) Güney Amerikayı dolanışından ve Büyük Okyanusu aşmasından da bahseder.64 İbrahim Hakkı dünyanın yuvarlaklığını ispat için de Amerikanın keşfinden bahsetmiş, batıya gidilerek doğuya varılacağı görüşünü dünyanın yuvarlaklığına kanıt göstermiştir.65 İbrahim Hakkı’nın üzerinde durulması gereken taraflarından biri de on iki hayvanlı Türk takviminden söz etmesidir. Türkistan yılı adını verdiği bu takvimi 83 beyitte manzum şekilde ifade etmiştir.66 (83 demesine karşın ilgili bölümde 87 beyit vardır). İbrahim Hakkının torunu Hacı Şakir Efendi 1850’de doğan kızının doğum tarihini eski 60 192. Ölüm Yıldönümünde Erzurumlu İbrahim Hakkı, İstanbul 1974, 41. s. vd. age, 13, 14, 43, 44. s. 62 Ma’rifetnâme, Yılmaz yayını, 178. s. 63 age, 175, 187-189. s. 64 age, 182. s. 65 age, 89. s. 66 age, 209-213. s. 61 267 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Türk takvimine göre kaydetmiştir.67 Bu takvim halen Azerbaycanın Nahçıvan Özerk Cumhuriyetinde kullanılır. İbrahim Hakkı’nın “mümkün değildir ki bir mevcud ma’dum [yok] ola; belki mevcud hemişe ma’dumdur [hiç bir zaman yoktur]” sözü Lavoisier (1743-94)’nin “var olan yok olmaz, yok olan da var olmaz” şeklinde özetlenebilen enerjinin sakınımı kanunuyla aynı manadadır. Bazı konular hakkında görüşleri Türkçe hakkındaki görüşü Eserlerinin çoğunu Türkçe yazan ve zamanına göre de sade bir dil kullanan İbrahim Hakkı, bunu şöyle açıklar: “Erzurum şehrinde şöhret bulup nef’-i âmm [umumun menfaati] olsun üçün [diye] Türkçe söylemişiz.” İ. Hakkı’nın eserleri sade Türkçe yazılması bakımından olduğu kadar eserlerinde kullandığı Türkçe sözcükler açısından da önemlidir. Çünkü Erzurum Türkçesiyle yazdığı için İstanbul Türkçesinde kullanılmayan bir çok kelimeyi kayda geçirmiştir. Mesela hemen alt parağrafta göreceğimiz gökçek böyle, yani özbeöz Türkçe bir sözcüktür. Yine Tevfîznâme şiirinde anı (onu), berk (sıkı, sağlam), nesne (şey, eşya), od (ateş), usanmak (bıkmak, bezmek), yan çıkmak (taraf tutmak), yol (defa, kez, kere) gibi öz Türkçe sözleri kullanmıştır. Aşağıda verdiğimiz öteki iki şiirinde yer alan birle (birlikte), el katmak (uğraşmak, meşgul olmak), tapmak (bulmak), yahşı (iyi, güzel), yaman (kötü) sözleri de özbeöz Türkçedir. Oğluna Öğütü “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclislerine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiç bir ferdi hakir [hor] görmeyesin ve kimseden hiç bir hizmet buyurmayasın; tezyin-i zâhiri [dış güzelliği] koyup gökçek [güzel] ahlak ile tezyin-i batına [iç güzelliğine] gidesin.” Kadınlar Hakkında Görüşü İbrahim Hakkı’nın en güzel yanlarından biri kadınlara sevgi, şefkat, yumuşaklıkla davranması, onların gönüllerini hoş tutmasıdır. Hanımlarına yazdığı pek sade Türkçe mektuplarda onlara güzel sözler 67 Yusuf Gedikli, “Biçin ‘maymun’ ve 12 hayvanlı Türk takvimi”, Yesevi, Eylül 2010, 201. sayı, 28-29. s. 268 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması söyler, iltifatlar eder, gönüllerini alır, hediyeler yollardı.68 Onun bu görüş ve davranışına günümüzde bile erişemeyenler maalesef çoktur. Kitaplar Hakkında Görüşü “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yarların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır.” Musiki Hakkında Görüşü “Neticede musikinin nice sırlarını, gizliliklerini öğrenmiş, feleklerin ses ve nağmelerini perdeleriyle usulüne uygun şekilde makamlarını ustaca birbirine karıştırıp ruhlara lezzet verici, nice bin şerbet yapmışlardır. Bunların her bir makamı nice dertlere deva, sayısız hastalıklara şifa, çeşitli mizaçlara safa, nice kalplere cila ve nice ruhlara manevi gıda olmuştur. Bu ilmi ruh tabibliği, ruhu şekillendiren geometri, ruhun gıdası ve musiki fenni şeklinde tarif etmişler ve bu isimlerle anmışlardır.”69 İbrahim Hakkı’dan 3 şiir Tevfîznâme İbrahim Hakkı’nın en bilinen ve sevilen şiirlerinden biri Tevfîznamedir. 31 beşlikten meydana gelmiştir. Nakaratı diller ezberidir. Şiirin sevilmesinin nedenlerinden biri de halk edebiyatımızın 7’li hece ölçüsüne denk gelmesidir. Bu ölçü akıcılığıyla dikkati çeker. Devrine göre sade bir Türkçeyle yazılmıştır. Yukarıda belirttiğimiz üzere şiirde anı (onu), berk, nesne, od (ateş), usanmak, yan çıkmak (taraf tutmak), yol (defa, kez, kere) gibi öz Türkçe söz kullanılmıştır. Olacak sözcüğünü herhalde o zamanki Erzurum ağzına göre olıcak yazmıştır. Şiir nevruz makamında ve düyek usülünde ilahi olarak bestelenmiştir.1 30’uncu beşlikteki “Bil elsine-yi halkı”, yani “halkın dillerini öğren” öğütü çok güzel ve doğrudur. İ. Hakkı ana dili Türkçeden başka Arapça, Farsça, muhtemelen Zazaca ve Kırmanççayı da biliyordu. 68 Diclehan, Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı, 47-50. s. age, 59. s. / 192. Ölüm Yıldönümünde Erzurumlu İbrahim Hakkı, 48. s. 1 Cahit Öztelli, Halk Türküleri - Evlerinin Önü, Özgür y., İstanbul 1983, 484. s. 69 269 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Tefvîz “havale” anlamındadır. Bütün işleri Allaha havale etme ve her işte Ona güvenme demektir. Tabi ki bunu hiç bir şey yapmadan her şeyi Allaha havale etme olarak anlamamalıyız. Her türlü önlemi aldıktan sonra, başka deyişle devemizi sağlam kazığa bağladıktan sonra Allaha tevekkül etme olarak anlamalıyız. Aruzla yazılmıştır. Kalıbı Mef û lü / Me fâ î lün (- - . / . - )’dür. 1 Hakk şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Arif anı2 seyr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 2 Sen Hakka tevekkül kıl Tefvîz et ve rahat bul Sabr eyle ve râzı ol Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 3 Kalbin Ana berk eyle3 Tedbîrini terk eyle Takdîrini derk eyle4 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 4 Hallâk-ı Rahîm Oldur Rezzâk-ı Kerîm Oldur Fa’âl-i Hakîm Oldur5 2 Anı : Onu. Üçüncü tekil şahıs zamiri. Türkçe bir sözcüktür. Orkun yazıtlarında da geçer. Kalbin Ana berk eyle : Kalbini Ona sıkı bağla. 4 Derk eyle : İdrak eyle, algıla. 5 Hallâk-ı Rahîm Oldur : Bağışlayan ve Acıyan Yaradıcı Odur; Rahîm, Allahın sıfatlarındandır. Rezzâk-ı Kerîm Oldur : Ulu ve cömert rızık verici Odur; Rezzâk ve Kerîm Allah’ın sıfatlarındandır. Fa’âl-i Hakîm Oldur : Her şeyi bilen ve daima faal olan Odur; Hakîm, Allah’ın sıfatlarındandır. 3 270 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 5 Bil Kādı-i hâcâtı Kıl Ana münâcâtı Terk eyle murâdâtı6 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 6 Bir işi murâd etme7 Olduysa inâd etme Hakk’dandır o redd etme Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 7 Hakkın olıcak işler Boşdur gam u teşvişler Ol hikmetinî işler8 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 8 Hep işleri fâīkdır9 Birbirine lâyıkdır Neylerse muvâfıkdır10 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 6 Bil Kādı-i hâcâtı : Bil herkesin isteklerini yerine getiren Allah‘ı. Kıl Ana münâcatı : Yap Ona duaları, yalvarışları. Terk eyle murâdâtı : Terk eyle nefsani arzuları. 7 Bir işi murâd etme : Bir işi çok ısrarla isteme. İstemediğin bir iş gerçekleşirse diye de anlaşılabilir. 8 Boşdur gam u teşvişler : Boştur keder ve telaşlar, vesveseler. Ol hikmetinî işler : O (Allah) her işi yerli yerinde, gerektiği gibi yapar, her fiilinde bir anlam ve amaç bulunur. 9 Fâīkdır : Üstündür. 10 Muvâfıkdır : Uygundur. 271 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 9 Dilden gamı dûr eyle11 Rabbinle huzûr eyle Tefvîz-i umûr eyle12 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 10 Sen adli13 zulüm sanma Teslîm ol oda yanma Sabr et sakın usanma Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 11 Deme şu niçin şöyle? Yerincedir ol öyle Bak sonuna sabr eyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 12 Hiç kimseye hor bakma İncitme, gönül yıkma Sen nefsine yan çıkma Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 13 Mü’min işi reng olmaz Akıl huyu ceng olmaz Arif dili teng olmaz14 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 11 Dilden gamı dûr eyle : Gönülden gamı uzak eyle. Tefvîz-i umûr eyle : İşleri Tanrı’ya havale eyle. 13 Adli : Adaleti, doğruluğu. 14 Mü’min işi reng olmaz : Müminin işi hileli olmaz. 12 272 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 14 Hoş sabr-ı cemîlimdir Takdîr-i kefîlimdir15 Allah ki vekîlimdir Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 15 Her dilde Anın adı Her canda Anın yâdı16 Her kuladır imdâdı Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 16 Naçâr kalacak yerde Nagâh18 açar Ol perde Dermân eder ol derde Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 17 17 Her kuluna her anda Geh kahr u geh isyânda Her anda o bir şanda Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 18 Geh mu’tî u geh mâni’ Geh dârr ü gehî Nâfi’ Geh Hâfız ü geh Râfi’19 15 Hoş sabr-ı cemîlimdir : Güzel sabır hoştur, yani Allah’tan gelen her acıya güzel sabırla dayanmak hoştur. Takdîr-i kefîlimdir : O (Allah)’nun takdiri bu sözümün kefilidir? 16 Anın yâdı : O (Allah)’nun anılması, zikri. 17 Naçâr : Çaresiz. 18 Nagâh : Ansızın. 19 Geh mu’tî u geh mâni’ : Gâh veren ve gâh mani olan. Geh dârr ü gehî nâfi’ : Gâh zararlı ve gâh faydalı; Nâfi’, Allah‘ın sıfatlarındandır. 273 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 19 Geh abdin eder arif Geh eymen ü geh hâif Her kalbi Odur sârif20 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 20 Geh kalbini boş eyler Geh hulkunu hoş eyler Geh aşkına dûş eyler21 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 21 Geh sade ve gâh rengîn Geh tab’ın eder sengin Geh hürrem ü geh gamgîn22 Mevlâ görelim neyle Neylerse güzel eyler. 22 Az ye, az uyu, az iç Ten mezbelesinden geç23 Dil gülşenine24 gel göç Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. Geh Hâfız ü geh Râfi’ : Gâh alçaltan ve gâh yükselten; Hâfız ve Râfi’ Allah‘ın sıfatlarındandır. 20 Geh abdin eder arif : Gâh kulunu arif eder. Geh eymen ü geh hâif : Gâh en güçlü, en kudretli ve gâh korkak. Eymen Arapça yemîn sözünün çoğuludur.”Güçler, kudretler; bahtlar, uğurlar, mutluluklar” demektir. Her kalbi Odur sârif : Her kalbi Odur değiştiren. 21 Geh hulkunu hoş eyler : Gâh huyunu, tabiatını hoş eyler (yaratır). Geh aşkına dûş eyler : Gâh aşkına bağlar, müptela eder. 22 Geh sade ve gâh rengîn : Gâh sade ve gâh renkli, çeşitli. Geh tab’ın eder sengin : Gâh tabiatını taş gibi yapar. Geh hürrem ü geh gamgîn : Gâh sevinçli, gâh gamlı. 23 Ten mezbelesinden geç : Beden çöplüğünden, yani nefsin arzularından geç. 24 Dil gülşeni : Gönlün gül bahçesi. 274 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 23 Bu nâs ile yorulma Nefsinle dahi kalma Kalbinden ırağ olma Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 25 24 Geçmişle geri kalma Müstakbele26 hem dalma Hâl27 ile dahi olma Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 25 Her dem Anı zikreyle Zirekliği koy şöyle27 Hayrân-ı Hakk ol söyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 26 Gel hayrete dal bir yol Kendin unut Anı bul Koy gafleti hâzır ol Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 28 27 Her sözde nasihât var Her nesnede ziynet29 var 25 Nâs : İnsanlar. Müstakbele : Geleceğe. 27 Hâl : Şu an, şimdi, bugün. 27 Zirekliği : Zekâyı, kurnazlığı (burada ikinci anlamdadır). 28 Hayret : Allahı tanıyan, onun keyfiyetini anlamaya gayret eden, fakat bunu ifade edemeyen mutasavvıf (arif)’ın yaşadığı hal. Bu tür hayret yakin (kati, tam ve sağlam bilgi) alameti olup bir tür ma’rifettir. Bazılarına göre ma’rifetin son noktasıdır. Şeriat, tarikat, hakikat, ma’rifet tasavvufun dört mertebesidir. 29 Ziynet : Süs, güzellik. 26 275 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Her işde ganîmet30 var Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 28 Hep remz ü işâretdir31 Hep gamz u beşâretdir32 Hep ayn-ı inâyetdir33 Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 29 Her söyleyeni dinle Ol söyledeni anla Hem eyle kabul canla Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 30 Bil elsine-i halkı Aklâm-ı Hakk, ey Hakkı34 Öğren edeb ü hulkı Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler. 30 Ganîmet : Kazanç. Hep remz ü işâretdir : Hep kapalı, gizli anlamları olan söz ve işaretlerdir. Remz burada “işaret, işmar, sembol”dür. Remz ü işaret pekiştirmeli bir ifadedir. Remz; Farsçada da işaret etme, nokta, dakika, sır, gizem, iki kişi arasındaki gizli şey (Bu remzi anlamak herkesin harcı değil / Yol varmaz Kafa kartalsız), muamma, simge, alamet, delalet eden, özellikli işaret, kararlaştırılmış işaret ve saire anlamında kullanılan ve Avrupa dillerindeki muadili symbol, Farsçada numad kelimesi olan Arapça bir kelimedir (Muhammed Bâkır Saidirûşen, “Dil ve dil bilim üzerine”, Misbah, Bahar 2012, 1 sayı, 161 s. (Makalenin tümü 141-173 sayfalar arasındadır). 32 Hep gamz u beşâretdir : Hep arayı bulan güzel söz ve müjdedir. Gamz “1. kaşla, gözle işaret 2. arabuluculuk 3. gammazlama 4. anlatma, belirtme”dir. Burada ikinci anlamdadır. 33 Hep ayn-ı inâyetdir : Hep lütufkâr, iyi niyetlidir. 34 Bil elsine-i halkı : Bil halkın dillerini. Aklâm-ı Hakk, ey Hakkı : Allahın kalemlerini, sözlerini, ey Hakkı. Öğren edeb ü hulkı : Öğren edebi ve ahlakı. 31 276 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 31 Vallahi güzel etmiş Billahi güzel etmiş Tallahi güzel etmiş Allah görelim netmiş Netmişse güzel etmiş. Şiirin Alındığı ve Karşılaştırıldığı Kaynaklar 1. İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, Bulak-Kahire 1280 (186364), Abdurrahman Rüşdü matbaası, 385. s. Metin bu baskıdan alınmıştır, ancak sadeleştirilmiş yayınlarla karşılaştırılmıştır. Bulak matbaası 1821’de Mısırda Mehmet Ali Paşa tarafından kurulmuştur. Bulak Türkçe bir kelime olup pınar manasındadır. 2. Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, 9. b., İstanbul 1997, 3. cilt, 437-438. s. 3. Erzurumlu İbrahim Hakkı - Ma‘rifetnâme, hzl. M. Faruk Meyan, Bedir y., İstanbul 1997, 2. cilt, 760-765. s. 4. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, sadeleştiren Turgut Ulusoy, İstanbul 1987, 149-151. s. 5. Amil Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, KTBY, Ankara 1988. Güzel bir eser olup yeniden basılması evladır. Kaynaklardaki Farklılıklar Çeşitli nüshaları karşılaştırdığımızda Tevfîznâmenin bazı dizelerinde farklılıklar olduğunu görürüz. Bunlar kopyalama ve baskı esnasında meydana gelmiş farklılıklardır. Bazıları bilinçaltı, yani farkında olunmadan, kendiliğinden meydana gelen yanlışlardır. Aşağıda saptadığımız farklılıklardan kimilerini belirteceğiz. Aslında ifadesiyle esas aldığımız Bulak (1280, miladi 1863-64) baskısını kastediyoruz: 9. Beşliğin ikinci dizesi aslında Rabbinle huzûr eyle; bazı yerlerde Cânınla huzûr eyle. 10. Beşliğin üçüncü dizesi aslında Sabr et sakın usanma; bazı yerlerde Sabr eyle sen usanma yahut Sabr et sakın o sanma. 16. Beşliğin ikinci dizesi aslında Nagâh açar Ol perde; bazı yerlerde Nagâh açılır perde. 21. Beşliğin üçüncü dizesi aslında Geh sade ve gâh rengîn; bazı yerlerde Geh sade ve gehi rengîn. 277 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 25. Beşliğin üçüncü dizesi aslında Hayrân-ı Hakk ol söyle; bazı yerlerde Hayrân-ı Hakk ol şöyle. 27. Beşliğin ikinci dizesi aslında Her nesnede ziynet var; bazı yerlerde Her şeyde ne zînet var. 29. Beşliğin ikinci dizesi aslında Ol söyledeni anla; bazı yerlerde Ol söyleyeni anla. 30. Beşliğin üçüncü dizesi aslında Öğren edeb ü hulkı; bazı yerlerde Öğren edeb-i hulkı. 31. Beşliğin dördüncü dizesi aslında Allah görelim netmiş; bazı yerlerde Mevlâ görelim neyler. 31. Beşliğin beşinci (son) dizesi aslında Netmişse güzel etmiş; bazı yerlerde Neylerse güzel eyler. Musammat Gazel Tasavvufî bir şiirdir. Tanrıya ulaşmanın coşkunluğunu, vecdini anlatır. Ahenk yönünden zengindir. Yunusun şu matlalı gazeline naziredir: Mülki bekadan gelmişem, fani cihanı neylerem Ben dost cemalin görmüşem, hur-i cihanı neylerem. Müs tef’ i lün / Müs tef’ i lün / Müs tef’ i lün / Müs tef’ i lün --.- / --.- / --.- / --.- / 1 Cânân elinden gelmişem, fânî mekânı neylerem Ol mülke meylim salmışam, ben bu cihânı neylerem. 2 Dünyâya geldim gitmeye, ilm ile hilme yetmeye Aşk ile cân seyretmeye, ben în ü ânı neylerem. 3 Devr-i zamândan doymuşam, kevn ü fesâdı koymuşam Dar’ül-emânı duymuşam, ben sicn-i cânı neylerem. 4 Hep i’tibârım atmışam, âşıklığa el katmışam Ben nefsi dosta satmışam, bu düşmenânı neylerem. 5 Aşkın şarâbın içmişem, dil gülşenine göçmüşem Ben varlığımdan geçmişem, nâm ü nişânı neylerem. 278 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 6 Aşkı tabîbim kılmışam, derdinde dermân bulmuşam Ben lübb-i hikmet bilmişem, Yunâniyânı neylerem. 7 Enfâs-ı aşkı dârikem, mâl ü menâli târikem Genc-i nihânı mâlikem, nakd-i revânı neylerem. 8 Taht-ı tevekkül bulmuşam, mülk-i kana’at almışam Mahfîce sultân olmuşam, câh-ı ıyânı neylerem. 9 Her ne gelirse yahşıdır, zirâ o dostun bahşıdır Çün cümle Anın işidir, ben bed-gümânı neylerem. 10 Olmuş Anınla kalmışam, ayn-ı hayâta dalmışam Kendim bilip kâm almışam, vehm ü yalanı neylerem. 11 Gerçi zamân devrân ile, pîr etdi cismim şân ile Gönlüm civândır cân ile, pîr ü civânı neylerem. 12 Ten beslemekden sapmışam, gönlüm sarayın yapmışam Hurşîdim Anda tapmışam, ben ahterânı neylerem. 13 Yâri bana bes görmüşem, ağyârı dilden sürmüşem Ünsiyle tenhâ durmuşam, ben ins ü cânı neylerem. 14 Dilden dile bin tercemân, varken ne söyler bu lisân Çün cân ü dildir hem-zebân, nutk u beyânı neylerem. 15 Hakkı cemî’-i halkdan, müstağniyem billâhi ben Hallâk-ı âlem var iken, halk-ı zamânı neylerem. Kelimeler Hilm : Yumuşaklık. İn ü ân : Her hangi bir an. Kevn ü fesâdı koymuşam : Oluşmayı ve yok olmayı bırakmışım. Dar’ül-emânı duymuşam : Eminlik ve korkusuzluğu duymuşum. Sicn-i cânı neylerem : Can zindanını neylerim. Lübb-i hikmet : Hikmetin özü. Enfâs-ı aşkı dârikem : Aşk nefeslerini idrak etmişim. 279 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mâl ü menâli târikem : Varı yoğu, bütün varlığı terk etmişim. Genc-i nihânı mâlikem : Gizli hazinenin sahibiyim. Nakd-i revânı neylerem : Geçer akçayı neylerim. Taht-ı tevekkül bulmuşam : Tevekkül tahtını (Tanrıya güvenmeyi) bulmuşum. Mülk-i kana’at almışam : Kanaat mülkünü almışım, kanaatkârım. Mahfîce : Gizlice. Câh-ı ıyânı neylerem : Açık, görünür mevkiyi (dünya mevkisini) neylerim. Yahşı : İyi, güzel. Bahşı : Bağış, hediye. Bed-gümân : Kötü zan. Ayn-ı hayât : Asıl, gerçek hayat. Pîr ü civân : Yaşlı ve genç. Hurşîdim anda tapmışam : Güneşimi Onda bulmuşum (tapmak bulmak manasındadır). Ahterânı : Yıldızları. Bes : Yeter. Ünsiyle : Yakınlığıyla, haşır neşirliğiyle (tasavvufi bir terimdir). İns ü cân : İnsanları. Çün cân ü dildir hem-zebân, nutk u beyânı neylerem : Can ve gönül aynı şeyleri söylüyor, sözü, beyanı neylerim. Cemî’-i halk : Bütün halk. Müstağniyem : Tok gözlüyüm, bir şeye ihtiyaç duymuyorum. Hallâk-ı âlem var iken, halk-ı zamânı neylerem : Alemlerin Yaratıcısı varken zamanın halkını (insanları) neylerim. Şiirin Alındığı ve Karşılaştırıldığı Kaynaklar 1. İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, Bulak-Kahire 1280 (186364), Abdurrahman Rüşdü matbaası, 539. s. Metin bu baskıdan alınmıştır, ancak yeni harfli yayınlarla karşılaştırılmıştır. 2. Erzurumlu İbrahim Hakkı (hzl. M. Faruk Meyan), Bedir y., İstanbul 1997, 2. c., 803-804. s. 3. Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı III), Haziran 1989, S. 445450, s. 446-447. 280 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 4.3. Gazel Me fâ î lün / Me fâ î lün / Me fâ î lün / Me fâ î lün .---/.---/.---/.---/ 1 Gönül yap hâtırın hoş tut sakın incitme bir cânı Ki her kim her kime her ne eder kendi bulur ânı. 2 Dilin hıfz eyle halkın aybın örtüp iyliğin söyle Uyûbun setr eder Settâr, alırsın feyz-i gufrânı. 3 Güzel söz söyle halka yüzde gıybetde senâ eyle Bu boş kümbetde cân de cân işit bul cânda cânânı. 4 Gönüldür beyt-i Mevlâ kullarıyla hoş edebli ol Yakîn bil hâzır ü nâzır kamu kalbe o Sultânı. 5 Umûrun Hakka tevfîz et cemi’-i halka şefkat kıl Bulursun rahmet-i Rahmân olursun merhamet kânı. 6 Yaman sanana sen yahşı sanıp kahr edene lutf et Yamana yahşı etmek fark eder hayvândan insânı. 7 Ne gelse hayr u şerr Hakkdandır ânı kimseden sanma Ki her kahr içre gizlidir Hakkın yüz lutf u ihsânı. 8 Belâsı bal ü kahrı lutfdur gam çekme sen zîrâ Belâ mikdârı her kalbe erişir avn-i Rabbânî. 9 Bu tevhîd ü tevekkül birle tefvîz ü tahammül kıl Ve teslîm ü rızâdan fakra er Hakkı sen ol fânî. Kelimeler Uyûbun setr eder Settâr, alırsın feyz-i gufrânı : Settâr (Tanrı) ayıplarını örter; Onun affının, acımasının feyzini tadarsın. Senâ eyle : Öv. Yakîn bil hâzır ü nâzır kamu kalbe o sultânı : O Sultanın (Allahın) bütün kalplere hazır ve nazır olduğunu iyice bil. Umûrun Hakka tevfîz et cemi’-i halka şefkat kıl : İşlerini Hakka havale eyle, bütün insanlara şefkatli ol. 281 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bulursun rahmet-i Rahmân, olursun merhamet kânı : Rahmân’ın bağışlayıcılığına mazhar olursun, Onun merhamet madenini bulursun. Avn-i Rabbânî : Allahın yardımı. Bu tevhîd ü tevekkül birle tefvîz ü tahammül kıl : Bu vahdet (birleme) ve tevekkül ile birlikte Tanrıya güven ve zorluklara katlan. Kaynak: Erzurumlu İbrahim Hakkı, Divan (hzl. Numan Külekçi Turgut Karabey), Erzurum 1997, s. 39. 282 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SAYFULİNA, F.S. (2014). “Sibirya Tatarlarını Dünyaya Tanıtan Şahıslar”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.285-289 (http://bilgelerzirvesi.org). F.S. SAYFULİNA* SİBİRYA TATARLARINI DÜNYAYA TANITAN ŞAHISLAR T arihçi, din uzmanı, yazar Rizatdin Fahretdin’in yazılarına baktığında bugünkü Tömen bölgesi olan Tabul vilayeti 18-19. yüzyıllarda Sibirya, İdil boyu, Orta Asya taraflarından çıkan bilim adamlarını ve aydınları birleştiren medeni eğitim veren bir merkeze dönüşüyor. Burada tarihi açıdan kardeş olan halklar Tatar, Uygur ve Kazaklar’ın edebiyatları ve kültürleri kesişiyor [1: 30-31]. Tabii ki, eğitim merkezleri olarak, genelde camilerin yanında organize edilen, okul ve medreseler sayılıyor. 19. yüzyılda Tabul vilayetinde onların sayısı 17-18. yüzyıllarda İslam’a karşı savaş yürütülmesine rağmen oldukça yüksekti. Hollandalı bilim adamı Vitzen’in notlarına bakıldığında Tabul’daki ilk medrese 18. yüzyılın 60. yıllarında açılıyor. 19. yüzyılda okul- medrese sayısı hakkında net bilgiler yok. 19. yüzyılın sonunda, 20. yüzyılın başlarında bölgedeki milli- dini eğitim kuruluşlarındaki reformlar konusu, araştırmacı Bakieva G.T.’ye göre, bu çağda vilayetteki cami sayısı dikkate alındığında, onların yanında kurulan okulların sayısı hakkında tahmini fikir sahibi olmak mümkün olacaktır. 1904 yılının verilerine bakıldığımızda Tabul vilayetinde 175 cami faaliyet göstermekteydi, bunlardan; Tabul eyaletinde 61 cami, Tara eyaletinde 38 cami, Tömen eyaletinde 41 cami, İşim eyaletinde 2 cami, Yalutor eyaletinde 15 cami yerleşiktir. Bu verilerden yola çıkıldığı takdirde, vilayetteki eğitim kurumu sayısı da takriben bu sayıların toplamından oluşmaktadır sonucuna varabiliriz [2: 18]. Vilayetteki okul ve medreseler genel olarak zengin tüccarlar sayesinde ayakta durabiliyorlardı. 1907 yılında kurulan, ileri görüşlü Müslümanları birleştiren Tabul hayır kuruluşunun faaliyetleri de; * Kazan Federal Üniversitesi, Kazan. 285 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Müslüman eğitim kuruluşlarının büyütülmesi, öğretim–öğrenim yurtlarının yürürlüğünün değiştirilmesi (reformun gerçekleştirilmesi), Tatar dilinde periyodik matbuat çıkarılmasından meydana geliyordu (Kuruluş 1914 yılının ağustos ayına kadar faaliyet göstermiştir). Öğrenim–öğretim işi münasebetleri, bu yönde yapılan faaliyetler sayesinde Sibirya’da yaşayan soydaşlarımız arasında da, isimleri tüm Müslüman halkları tarihine yazılan, tanınmış şahısları da bir araya getirmişti. Onlardan biri, kendi çalışkanlığı ile hepsini geride bırakan; Sibirya’da doğup, Avrupa ve Asya, Uzak doğu, Japonya ve Çin’de Müslüman ihtiyaçlarını savunan kişi, «Âlem-i İslam ve Japonya'da İntisar-i İslamiyet», «Sirat-i Müstakim», «Tearuf-i Müslimin», «İslam Dünyası» dergilerinin muhabiri Gabdereşit İbrahim’dir. O zamanın ünlü şahıslarını –Rizaetdin Fahretdin, İsmail Gaspralı’nı yakından tanıması onun Müslümanlarda eğitim sisteminde değişim gerekliliğinin taraftarı olması ile bağlantılıdır. Dedelerinin Sibirya tarafına gelmelerinin Orta Asya’dan İslam dinini yaymaya gelen şeyhlerin geldiği döneme denk geldiği görülüyor. TatarBuharalılar Çarlık hizmetine alınmamış, dolayısıyla tüccarlık yapan üst sınıfa dâhil olmaya çalışmışlardır. Memleketinde diplomalı imam, medresede müderris oluyor, 20. yüzyılın başında kendi matbaasında Ayna ve Dostluk fasiküllerini, Arap dilinde haftalık dergi Öğrenci’yi basıyor. Medreselerde öğrenim-öğretim işinde değişiklikler yapan biri haline geliyor. Sibirya Tatarları tarihi hakkında G. Miller, İ. Fişer, İ. Georgi, V. Radlov, G. Potanin, N. Yadrintsev eserleri ile tanışan bilim adamı, Sibirya halklarının iktisadi ve kültürel yükselişi hakkında düşünceler üretiyor, insanlara eğitim verilmesi ve gelecek hakkında fikirler ortaya koyuyordu. İlk önce, Gabdreşit İbrahim ismi 20. yüzyılın başlarında hemşehrilerinin Türkiye’ye göçmesini organize eden şahıs olarak ortaya çıkıyor. Bu işin yerine getirilmesini o 19. yüzyılın sonlarından beri planlasa da, Çar hükümetinden izin belgesini ancak 1901 yılında alabiliyor. Farklı sebepler yüzünden Türkiye’ye göç 6-7 yıl gecikiyor. Evlerini, mal varlıklarını satmayı başarabilen köylüler göç edebilme ümidini kaybetmiyorlar, akrabalarının da, memleketlilerinin de izin belgesinin çıkmasını bekliyorlar. 60 aileden oluşan kervan ancak 1907 yılında Rus devletinden İslam iline doğru yola çıkabiliyor. 1910 yılı sonunda ikinci dalga göçmenleri Türkiye’ye doğru yola çıkıyor. Zor, büyük kayıplar verilen bu yolda hemşehrilerine Gabdreşit hacının sözünün güvenilir olması güç veriyor. Onun Türkiye’de Enver Paşa, Mehmet Akif Ersoy gibi şahıslarla iletişim halinde olması ve hatta 286 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Japonya’ya kadar gidip orada İslam dininin yayılması yolunda çalışmalar yapması çok şey ifade etmektedir. Gabdreşit İbrahimov’un torunları bugünlerde Omsk bölgesinde, aynı zamanda Türkiye’nin Konya ilinin Cihanbeyli ilçesine bağlı Böğrüdelik Köyü’nde, Danimarka, Almanya gibi ülkelerde yaşıyorlar. Sibirya’da yaşayan Tatarların eğitimli olması hakkında fikirler üreten ve gerçekleştirmeye çalışan, Sibirya Tatarları tarihinde derin izler bırakan, çağdaşları arasında tanınmış şahıslardan bir diğeri de Buharalı (onun dedeleri de ailesiyle birlikte Tömen’den çok uzak olmayan Mantsıl (şimdiki Yambay) köyüne Buhara emirliğinden gelip yerleşmişlerdir) Niğmetullah Karmışakov–Seydukov’dur (Niğmetullah Hacı). 1884 yılında Niğmetullah Hacı tarafından Yambay köyünde inşa edilen cami, medrese, kütüphane, konak ve yemekhaneden oluşan kompleks bugünlerde de milletimize hizmet etmektedir. Cami karşısında organize edilen kütüphanede Niğmetullah Karmışakov’un kendisi tarafından toplanan nadide kitaplar ve el yazmalarının sayısı da 2200’ü geçmektedir. Tüccar, bu nadide eserleri, kendisi Buhara, Suudi Arabistan, Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerinden toplamıştır [3:52-55]. Köylülerin anlattıkları doğrultusunda; Sovyet döneminde Yambay medresesindeki kütüphaneden, kitapları birkaç kızağa yükleyip taşıdılar, çoğunu yaktılar, sadece çok az bölümü ilçe kütüphanesinin arşivlerinde saklandı ve günümüze ulaşabildi. Kendi medresesinde, N. Karmışakov, yeni metotlarla öğretimi organize ediyor, farklı taraflardan ileri bakış açılarına sahip öğretmenleri istihdam ediyor, onlara maaş ödüyor, aynı zamanda öğrencilerin yeme- konaklama masraflarını da karşılıyordu. Niğmetullah Hacı vefat ettikten sonra (1901) medrese işlerini onun damadı, cami imamı Yusuf Seğitov (kızı Şeküre’yle evli) yürütüyordu. Sovyet idaresinin ilk yıllarında medresede, Niğmetullah Karmışakov adındaki Öğretmenler Okulu kuruluyor. Maalesef hayırseverin akrabaları 1921 yılında doğdukları köylerinden, özyurtlarından kovuluyorlar. 20. yüzyılın başlarında Tabul’da faaliyete başlayan hayır kuruluşunun başı Tuktasın Hacı Seferali oğlu Aytmohammetov (18451915) da vatansever şahıslardan biridir. Buhara’nın saygıdeğer kişilerinden, 2 loncalı tüccar, aydın, Tabul eyaletinin Tüben Eremzen köyünde tüccar bir ailenin ferdi olarak doğan Tuktasın Aytmohammetov Tabul şehrinin dağ altındaki bölgesinde Abramka 287 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı nehri arkasında yerleşik Tatar mahhalesinde yaşamıştır. Tuktasın Hacı’nın yaşadığı 2 katlı evi 21. yüzyılın başına kadar şehrin Tatar kütüphanesi gibi çalışıyordu. Birkaç defa hacca giden T. Aytmohammetov 20. yüzyılın başında (1900-1904 yıllarında) Tabul şehrinin eski ahşap camisi yerine kırmızı tuğladan cami inşa ediyor, eski cami ahşapları ise okul ve medrese binasının inşaasında kullanılıyor. Bunların dışında, o, memleketindeki köyünde de ahşap camii yaptırtıyor. Caminin karşısında ilköğretim Tatar Okulu da bulunuyor. Müslümanlar arasında bilimin yayılması yolunda çok farklı işleri beceren bu kişi, ayrıca devlet bankasının hesap komitesinin başkanı, parlamentoda konuşmacı, ileri görüşlü Müslümanlar kuruluşunun da finansçısı oluyor. Çağdaşları arasında Tuktasın Hacı’nın saygısını kazanıyor, sadece Tatarlar değil, Ruslar arasında da otorite kişi olarak tanınıyordu. 1913 yılında Romanovlar hükümdarlığının 300. yılı onuruna yapılan törenin onuruna Tabul vilayetinde kurulan ve 9 kişiden oluşan millet vekili komitesinde yer alan 2 müslümandan birinin Tuktasın Aytmohammetov’un olması bunu açıkça göstermektedir. [4: 67-70] Tuktasın Hacı’nın kızıyla evlenip Sibirya Tatar halkı arasında bilim yayma işini devam ettirme yönünde çalışan şahıslardan bir diğeri; imam Halil (1864-1931) ismi ile tanınmaktadır. Tabul elayetinin Torbı köyünde dünyaya gelip, Kükrende köyünde akrabaları tarafından büyütülen bu şahıs, küçük yaştan bilime merakı ile öne çıkıyor, Troitsk şehrinde, ünlü imam Zeynullah’tan bilim dersleri alıyordu. Memleketine dönüp, Tuktasın Hacı yardımıyla medrese inşa ediyor. Burada Tabul, Tömen, Tara taraflarından öğrencilerin okumasını sağlıyor. Lisans olarak eğitim veren bu eğitim yurdunda öğrencilerin sayısı bazı yıllarda 300 kişiye kadar çıkıyor. O su değirmenini inşa ediyor, deri işlenmesi, çizme dikme işlerini öğretmek amacıyla ustahane kurmuştur. Onun büyük çabaları ve özverisiyle, 1920 yılında Tabul’da öğrenim-öğretim sorunları boyunca Sibirya Tatarları Sempozyumu organize ediliyor. Sibirya’da yaşayan bu soydaşlarımız orada yaptıkları işlerle isimlerini sadece memleketlilerinin gönüllerinde ve memleket tarihinde değil, genel Müslüman tarihinde de layık olduğu yeri almıştır. 288 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynaklar 1.Fahretdinov R. Asar. Birinci baskı. Kazan: Üniversitesi basımı, 1900, sayfa 30-31. 2.Bakieva G.T. Sibirya Tatarlarının Eğitim Sistemindeki 19. Yüzyılın İkinci Yarısında-20. Yüzyılın Başlarındaki Reformlar. // ВААЭ. 2008. №8. 3.Garifullin İ. B. Sibirya’daki Tatar Kütüphaneleri // Tumaşev Okumaları: Türkoloji’nin Aktüel Problemleri: Rusya Ulusal Bilim- Uygulamalı Konferans Bilgileri. Tömen:Тömen Devlet Üniversitesi, 2007. Sayfa 52-55. 4.Kutumova R. S. Sibirya Tatarları’ndan Çıkan Aydınlar //18-20. Yüzyıllar Arasında Tömen Bölgesinde Eğitim Ve Kültür. P. P. Çukomin Adına Düzenlenen 8. Tömen Bölge BilimUygulamalı Konferansın Bilgileri Тоbolsk, 1998. sayfa. 67-70. 289 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ŞEN, Cafer (2014). “Bir Bektaşî Babası; Ali Rıza Ög’nin Hayatı ve Eserleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.291-305 (http://bilgelerzirvesi.org). Cafer ŞEN* BİR BEKTAŞÎ BABASI; ALİ RIZA ÖGE’NİN HAYATI VE ESERLERİ H atıralarında ve mektuplarından bir Bektaşi babası olduğunu öğrendiğimiz Ali Rıza ÖGE, 1881 yılında Tekirdağ’ın Malkara kasabasında dünyaya geldi. Zengin ve varlıklı, çiftçi bir ailenin ikinci çocuğuydu. Anıları, mektupları, şiirleri ve kitaplarında, anne ve babasının adıyla ilgili bir bilgiye rastlanmaz. Öge, ağabeyi hakkında da bahsi geçen eserlerde herhangi bir bilgi vermez. Fakat ailesinin kasabaya iki saat uzaklıktaki geniş toprakları onun çocukluğunda rahat bir yaşam sürmesine vesile oldu. Öge’nin doğumundan iki yıl sonra aileye bir erkek çocuk daha katıldı. Sonradan öğrendiğimize göre Öge’nin bu kardeşi Çanakkale harbinde şehit düşmüştür. Ali Rıza Öge eğitimine ilk olarak kasabadaki mahalle mektebine başladı. Bu okulda bir yıl okuduktan sonra, ilk önce bir ilkokula, ardından da kasabanın Rüştiyesine devam etti. Zeki ve çalışkan bir öğrenci olan Ali Rıza kısa sürede öğretmenlerinin takdirini kazandı. Rüştiyeyi bitiren Öge, başarılı bulunduğundan öğretmenleri tarafından Edirne İdadisine gönderilmek istendi. Bu noktada bir zamanlar kolay bir yaşamı vadeden ailesinin maddi durumu, onun eğitimi karşısına bir engel olarak çıktı. Ailesi geniş topraklara sahip olması nedeniyle Öge’nin Edirne İdadisi’ne gönderilmesine izin vermedi; çünkü ailede, Öge’nin bahsi geçen topraklarda rahat bir hayat geçirebileceği inancı hâkimdi. Ailenin, bu öngörüsü ve mutlu yaşamı ancak Balkan Harbi’ne kadar devam etti. Harbin sonucunda ailenin birçok yakını hayatını kaybetti. Öge’nin ailesi de Bulgarların oradaki yerli halka kötü muamelesi yüzünden topraklarını terk ederek İstanbul’a göç etti. Balkan harbinin akabinde ailenin bazı fertleri Malkara’ya tekrar dönse de Ali Rıza Öge, İstanbul’da kalarak yarıda bıraktığı tahsilini tamamlamaya çalıştı. Bu nedenle de gündüzleri Bahriyeye ait * Doç.Dr.Dokuz Eylül Üniversitesi. 291 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Haddehane’ye gitti, burada öğrendikleriyle tesviye hanelerde çalışarak hayatını kazanmaya gayret etti. Gecelerini ise Kasımpaşa önünde demirli duran emekliliğe ayrılmış Mahmudiye zırhlısında geçirdi, bu zırhlıda yatıp kalktı. Böylesine zor şartlarda bir yaşamın ve eğitimin kendine herhangi bir getirisinin olmadığını düşünen Öge, daha sonra Haddehaneyi bıraktı. Bir süre geçici işlerle uğraşırken İstanbul hayatını da yakından tanıma fırsatı buldu. (Demirci 2010: 2-3) Ali Rıza Öge’nin daha sonra İstanbul Polis Teşkilatı’na katılmış olduğunu görürüz. Öge, bu teşkilatta çalışan alt ve üst görevlilerin işine ve etiğe bağlılıkları hakkında yıllar sonra kaleme aldığı 2.8.1952 tarihli mektubunda şunları yazacaktır; “Geçende İstanbul’a gittiğimde muhterem üstâdım Reşad Beyefendi ile görüşmüştüm. Polis kısm-ı siyâsîsinde benim müdürüm idi. Dünyâda doğru, dürüst, asil ve sâhib-i vicdan birisi kimdir derlerse bilâtereddüt Reşad Bey’i gösterebilirim. Çünkü maiyetinde bulunduğum müddet zarfında ne kadar nâmuskâr ve asil olduğunu bizzat gördüm.” (Çakır 2011: 388) Öge, göreve başladığının ilk günlerinde bir ihmal sonucu bir Yunan dolandırıcının serbest bırakılmasıyla ilgili bir olayı çözerek, Osmanlı Devleti’ni ağır bir tazminattan kurtardı. Böylelikle kısa zamanda mesleğinde saygı duyulan ve tanınan biri haline geldi. Ardından da Talat Paşa’nın en yakınında yer aldı. Öge’nin Polis Teşkilatı’ndaki hızlı ve başarılı yükselişi devam etti. Siyasi şubede Ermenilerden sorumlu olan birimin başına getirildi. Ermeni tehcir olayında önemli görevler üstlendi. Bu görevlerden dolayı mevcut dönemde Ermeni Hınçakyan ve Tasnakyan örgütlerinin husumetini üzerine çekmekle kalmadı, yaşamı boyunca da pek çok kez Ermeniler tarafından hayatına kast edildi. Öge’nin yaşamı boyunca Ermeniler tarafından izlenmesi ve birçok kez hayatına kastedilmesi İstanbul Polis Teşkilatı’ndaki görevine bağladığını, yıllar sonra “Cumhurbaşkanı Sayın Atatürk’e” hitabıyla kaleme aldığı mektubunda görmekteyiz. Bahsi geçen teşkilatta kendine verilen görevleri layıkıyla ve eksiksiz yapan Öge’nin yaşamı boyunca Ermeniler tarafından bu görevlerden mesul tutulduğu görülür: “İstanbul Polis Kısm-ı Siyasisi Ermeni Masası Şefi bulunduğum senelerde yalnız ödev uğrunda, memleket için Ermeni komitecilerinin hakkımda besledikleri kin ve öç alma yüzünden aldığım ağır yarayı hiçbir yerden yardım görmeyerek çoluk çocuğumun altındaki yatakları satarak mütarekede bir sene hastanelerde yatmakla tedaviye çalıştığım halde yaram yine kapanamadı.” (Çakır 2011: 395). 292 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mütareke yıllarında İstanbul Polis Teşkilatı İngilizler tarafından dağıtıldı. Böylelikle bu teşkilat İngilizlerin kontrolüne geçti. Bu dönemden itibaren Ermeni çeteleri ve gizli örgütleri, İstanbul Polis Teşkilatı’nın siyasî şubesinde görev yapan birçok polisin yaşamına kastetti. Bu polislerin içinde yer alan Öge de önce Ermeniler tarafından zehirlendi. Zehrin etkisiyle iki ay bilincini kaybeder. Yıllar sonra Atatürk’e yazdığı mektubunda zehirlenişinin gerçek olduğunu ve bu hadisenin arkasında Ermenilerin bulunduğunu tanık, yer ve zaman göstererek anlatır; “332 yılında eski Osmanlı hükümeti memlekete sözünü geçirirken, komite büyüklerinden birini yakalamak için Pangaltı’da bir gazinoya gittiğimde, aynı komiteden olduğu anlaşılan gazinocu Zakar Çilingiryan tarafından, öteden beri bana karşı beslediği öç alma duygusu ile içmek üzere getirilen şuruba, katılan bir madde ile zehirlenerek dört ay kan tükürmek suretiyle yatakta kaldım, bu vak’a, o zaman kısm-ı siyasi müdürü olup şimdi Danıştay Başkanı Bay Reşat Tamcı o zaman Polis Müdürü Umumi Muavini, şimdi Manisa ilbayı Bay Murat Germence de bilinmektedir. Bu zehirlenmede o zaman polis başhekimi olup şimdi tıbb-ı adli, morg kurulunda bulunan Bay Halid Naci tarafından tedavi edilmiştim.” (Çakır 2011: 395). Öge, iyileşmesinin ardından da Ermeniler tarafından tekrar hayatına kastedileceği kaygısıyla sürekli yer değiştirerek yaşamaya başlar, geçimini sağlamak amacıyla tavuk besiciliği yapar. Ali Rıza Öge, daha sonra Beykoz yakınlarında bir köye yerleşerek toprakla geçimini sağlamaya başladı. Akbaba köyünde Öge, “tavukçu komiser” adıyla tanındı ve sevilen biri haline geldi. Mevcut dönem ülkenin işgale uğradığı ve işgal karşısında Anadolu’da milli kuvvetlerin oluşturulmaya başladığı zamandır. Bahsi geçen köy, konumu itibarıyla İstanbul’dan Anadolu’ya geçen Kuvâ-yı Milliyecilerin yol güzergâhındadır. Burada Kuvâ-yı Milliye harekâtını yakından tanımak fırsatı bulan Öge, de Anadolu’ya geçerek bu harekâta katılmaya karar verirse de bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamaz; çünkü bir gün Beykoz’a gittiğinin dönüşünde Ermeni komutacıları tarafından yolları kesildi. Burada da Ermeniler tarafından Öge ortadan kaldırılmaya çalışılırken, o, hatıralarında bu olayı şu ifadeleriyle nakleder: “Adamlar iki kara suratlı heriflerdi. Yüzleri pek belli olmuyordu ama başlarına Rizelilerin sardıkları siyah başlıkları koymuşlardı. Bu Kara Mehmet çetesinin kıyafetlerinin aynıydı. Bu çete bir 293 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yandan milli kuvvetlere silah, cephane taşımakla beraber, işgal kuvvetlerinin Türk halkına reva gördükleri ağır muamelelere yardımcı olan Rum ve Ermenilerin zenginlerini de dağa kaldırarak onlardan para alıyorlardı. Ben ise bu iki adamı da onlardan zannettim. Sonra sert bir sesle “Davranmayın ve paraları çıkartın” diye bağırdılar. Onların Kara Mehmet’in tayfası zannıyla kendilerine hitaben “Beni tanımadınız galiba arkadaşlar. Ben tavukçu komiserim!” deyince onlar keyifli bir eda ile “tamam. Biz de seni arıyorduk” dedi. Ardından da diğerine dönerek “Ateşle tabancanı” dedi. Tetiğe asılmasına rağmen sıkışan tabanca bir türlü patlamıyordu. Diğeri ise tetiğe bastıkça fişekler patlıyor ama bana isabet etmiyordu. Bu arada eşimin “kocama kıymayın, çocuklarıma acıyın” gibi sözler söylediğini hatırlıyorum. Aslında bu hengâmede yol kenarındaki taş duvarlı bostanlara atlayarak karanlıkta kaybolmam işten değildi. Fakat eşimi o durumda bırakamazdım. Arkadaki adam beni vuramayınca, tabancası sıkışana “Ulan, Müslümanlığın mı tuttu, Arnavut uşağı, doğru dürüst kullan tabancanı, yoksa seni de haklarım” diye çıkıştı. Bu şive tam bir ermeni şivesiydi. Nihayet bu korkunç dakikalar on birinci merminin bana karnımdan isabet etmesi ile tam bir faciaya dönüşmüştü. Yaralanır yaralanmaz hemen yere yıkıldım. Onlar da ormana doğru kaçtılar. Eğer o gün silahım yanımda olsaydı, ben onları daha çabuk haklayabilirdim, ama neylersin ki İstanbul’da İngilizlere yakalanmamak için silahımı yanıma almamıştım.” (Demirci 2010: 3-4) Kendini vuranlar yakalanmasına rağmen Ali Rıza Öge onlardan şikâyetçi olmaz; çünkü şikâyetçi olursa ailesine zarar verileceğine dair bir çekincesi vardır. 1 Mayıs 1920 (1336) tarihinde vurulan Öge, sekiz ay boyunca çok sayıda ameliyat geçirdi. Aralık ayının sonlarında da hastaneden taburcu edildi. Ancak Cerrahpaşa hastanesinde yapılan bir ameliyatta Öge’nin bağırsakları delindi. Öge bu yarayı ömrünün sonuna kadar üzerinde taşıdığını 1.11.1952 tarihli mektubunda “Yaşım henüz yetmiş dört. O kadar ihtiyar sayılmam, ihtiyarlık sekseninden sonra başlar derler, ammâ ben hayâtımda çektiğim dert ve ameliyatlarla galiba vaktinden evvel nisyân hastalığına tutulmuş olacağım.” (Çakır 2011: 393) ifadeleriyle dile getirecektir. Öge, hastaneden taburcu edilir edilmez Kuvâ-yı Milliye’ye katılmak için Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Ailesini İstanbul’da bırakarak Zonguldak Ereğli’ye gitti. Bu geçiş hem Ermeni komitacılarından izini kaybettirmek hem de Kuvâ-yı Milliye hareketine destek vermek amacıyladır. Fakat Öge’nin Ermeniler 294 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tarafından açılan yarası henüz kapanmamıştır; “336’da Anadolu’ya geçerek üç sene İstiklâl mücadelesinde yaralı olarak çalıştım, Anadolu’ya geçmekle üçüncü bir yağınçtan canımı kurtarabildim. Dört sene taşıdığım bu yara, bir sürü göynü ve acı devresinden sonra yaşımla beraber, vücudumu saran maluliyetimi sonuçlamış ve bu maluliyet de hayatımı her gün hırpalamaktadır.” (Çakır 2011: 395) Öge daha sonra Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü’nce İnebolu’ya ser komiser olarak tayin edilir. İnebolu, Anadolu’da Kuvâyı Milliye hareketine katılmak isteyenlerin geçmek zorunda oldukları yol güzergâhı üzerindedir. Bu nedenle Öge, kurtuluş mücadelesine katılan ve katılmak isteyen birçok kişiyi tanıma ve birçoğuna da yardım etme fırsatı buldu. Ali Rıza Öge, İnebolu’daki görevinin ardından Samsun merkez memurluğuna atandı. Eşini ve iki oğlunu alarak Samsun’a gitti. Burada Samsun’un en zenginlerinden olan bir Rumun evine yerleştirildi. Mevcut dönemde Samsun’da birçok Rum ve ermeni evini, barkını terk ederek şehirden ayrıldı. Çünkü sahil şehirlerinin İngiliz ve Fransız donanmaları tarafından bombalanma tehlikesi söz konusudur. Öge, Samsun’daki görevinde de başarılı olur. Bu görevi sırasında Ermeni bir tüccarın altın kaçakçılığı yaptığını tespit ederek onu suçüstü yakalatır. Ermeni tüccar, Öge’ye her ay iki bin altın kaçırdığını itiraf ederek bu kaçakçılığa göz yumması halinde her ay kendisine beş yüz altın vermeyi teklif etti. Öge, bu teklifi hemen geri çevirir. Samsun’da başarılı işlerinden dolayı takdir beklerken, merkez memurluğundan baş komiserliğe düşürülür. Hatta burada yeni atanan emniyet müdürü ile anlaşmazlığa düştü. Bu durumdan rahatsız olan Öge, Erzurum’a reji memurluğuna tayinini istedi. Erzurum ve Kars’ta çalıştı. 13 Şubat 1921 tarihinden itibaren de Kars emniyet müfettişliğine atandı. Bu şehirdeki görevinde de Ermeni komitacılarla mücadele etti. Öge’nin çok sevdiği polislik mesleğine vedası da yine Ermeni komitacılarının komplosu sonucundan olur. İstanbul’da siyasi şubedeki görevi ve tehcir olayından itibaren sürekli Ermenilerden eza, cefa ve zarar gören Öge, mesleğinin son zamanlarında da bir Ermeni tarafından rüşvet suçu ile itham edilir. Öge’den rahatsız olan bu kişi ve Ermeniler, bu şekilde Öge’den kurtulmayı amaç edinmişlerdir. Olayın hakikati çok kısa sürede anlaşılsa da Öge ailesinin onuru kırılmıştır artık. Öge’nin eşi bu durumun onu çok etkilediğini şu ifadelerle ortaya koyar: “Biz dört buçuk sene, iki çocukla birlikte İstanbul’dan Kars’a kadar sürüp giden ve içinde bin bir acı ve ıztırap 295 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dolu günlerimizi hep bu vatan için dedik ve verdik. Çok şükür vatan kurtuldu artık. Eşim bunca yıl hizmetini kendi kanı ve canı ile ödedi. Ama şimdi iki paralık bir ermeni firarisinin rüşvet hikâyesinde bizi töhmet altında, süresi ne kadar kısa da olsa, bu davranış zannederim atılan düşman ermeni kurşunundan daha ağır geldi bizlere.” (Demirci 2010: 5) Bu olaydan sonra Öge’ye İzmir Polis Müdürlüğü görevi teklif edilir. Ancak Öge ve ailesi değil İzmir Polis Müdürlüğüne, en üstün rütbeye dahi gerek olmadığını ifade ederek görevi kabul etmez. (Öge 1957: 389). Öge, Ermenilerden aldığı yaralar nedeniyle yirmi bir kez ameliyat geçirir. Gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında gerekse yaşamı boyunca Ermenilerle mücadelesinde birçok acı çekmiş, birçok çileye katlanmıştır. Fakat onun canın en çok yakan ise bir İstiklal Madalyası alamayışıdır. Bu nedenle o gerçek madalyasının aldığı yaralar olduğunu “ben asıl madalyamı karnımda onca bıçak yarasıyla tanınmaz hale gelen yaramın izlerini en büyük ve aziz bir madalya olarak taşımaktayım.” ifadeleriyle dile getirir. (Demirci 2010: 6) Bununla birlikte mevcut dönemde Ermeniler tarafından öldürülen hizmet erbabının yakınlarına Ermeni emvalinden ev verilmesine rağmen Ermenilerden birçok kez zarar gören harp gazisi Öge’nin böyle bir imkândan mahrum bırakılması da onun canını sıkan bir diğer durumdur. Öge, Ermenilerle yapılan mücadelesinden çok zarar görür, hatta hayatını devam ettirmez duruma gelir, bu nedenle Ermeni emvalinden kalan evlerden alabilmek için başvurursa da bu başvurunun sonucu da hüsranla biter. (Öge 1957: 390) Buna rağmen Öge’nin Atatürk’e yazdığı mektubun ardından emekli maaşına bağlandığı görülür. Öge bu mektubunda 1336’da Anadolu’ya geçerek üç sene İstiklâl mücadelesinde yaralı olarak çalıştığını, Anadolu’ya geçmekle üçüncü bir saldırıdan canını kurtarabildiğini ve taşıdığı yaranın kendini yıprattığını, görevinden istifa etmek zorunda bırakıldığını ve tüm bu nedenlerle de emekliliğini hak ettiğini düşünür. Bu noktada Öge, mektubuyla Atatürk’e, başından geçenleri ve yaşamı boyunca Ermenilerin kendine olan husumetlerini bütün ayrıntılarıyla anlatır: “İstifamın sebebine gelince, o zaman hükümet yok, memleket itilaf devletleriyle yine içimizde yaşayan bir takım Rum ve Ermeni teröristleri tarafından idare ediliyor ve İngilizlerin şımarttığı Ermeni komitecilerinin bir tek sözü, memur da olsa, derhal Arapyan hanına götürülmesine ve orada öldürülmesine kafî 296 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması geliyordu. O zamanlar ödevimde kalmış olsa idim şu iki halin olması benim içim belli idi: 1. Ermeni komitecilerinin yön vermesiyle İngilizler tarafından Arapyan hanı, zindanına götürülüp orada öldürülmek. 2. İstanbul zabıtasının hiç sözü geçmediği, yalnız bir gölgeden ibaret bulunduğu o sırada Ermeni komiteleri tarafından sokak ortasında öldürülmek. (Nitekim birçok tehdit haberlerinden ve mektuplarından sonra uzun müddet, saklandığım halde yine aynı komitenin kurşunu ile vurulmaktan yakamı kurtaramamaklığım da, ikinci şıkkın açık bir örneğidir) Buna diğer bir örnek olmak üzre şunu da bildirmek isterim ki, Ermeni komitecileri, öç almak için evvelâ kısm-ı siyaside yanımda çalışan dört haber alıcı memurdan Hımayak Aramyans’ı, Gedikpaşa’da kapısı önünde, Artin Mıgırdıçyan’ı, Beşiktaş’ta evinin içinde, Vilademir’i, Dolapdere’de kapısının eşiğinde, Vahe İhsan’ı Taksim’de kalabalık caddede öldürdüler. Bunlara komiteciler tarafından gönderilen tehdit mektupları da zabıtaya verildiği ve öldürenler de belli olduğu halde hiç birisi tutulmadı. Bunlardan bir kısmı bu gün İstanbul’da iş görüyor ve para kazanıyor. Bu dört memurdan sonra sıra bana geldi ve beni de vurdular. Yine mütareke yıllarında, Dolapdere merkez memuru bulunan, Ekrem, şimdi İstanbul Polis Mektebi Dâhiliye Müdürü Nureddin, Komiser Muavini Fehmi, sekiz polis ile beraber Ermeni komitecilerinin yön vermesiyle yakalanarak, Fransızların Kumkapı’daki hapishanelerinde sebepsiz kırk beş gün yatırılmışlardır. Vurulduktan bir sene sonra Anadolu’ya kaçtığım sıralarda, büyük savaşta, yolcu, baş komiseri olup bir müddet Ankara Palas otelini idare etmiş olan Ali Rıza, isim benzerliğinden, ben zannı ile Ermeni komitecilerin yön vermeleriyle iki defa Arapyan hanına götürülüp, ben olmadığım anlaşıldıktan sonra bırakılmışlardı. Bu da bir nevi hak gözetmek olduğuna göre yukarıda bildirdiğim sebeplerden dolayı memuriyete bulunamadığımdan ve fakat ödev uğrunda kazandığım öç almadan ötürü vurularak malul kaldığımdan gösterdiğim özürlerim kabul edilerek Sıhhat ve İçtimai Muavenet Bakanlığınca karar altına alınan şekilde tekaütlüğümün yapılması için dilekçemin Divan-ı Muhasebat Başkanlığı’na gönderilmesini derin saygılarımla dilerim.” (Çakır 2011: 395). Öge’nin bu çabaları sonucunda ona bir emekli maaşının bağlandığını 26/11/953 tarihli mektubunda “her ay aldığım tekâ’üt maaşı ilaç parasına yetmeyecek kadar ilaçlar yüksek fiyatlıdır.” (Çakır 2011: 395) ifadelerinde öğreniriz. Kendisine bir ev verilmese de Öge emeklilik yıllarını kendine bağlanan emekli maaşıyla Bursa’da çocukları sayesinde rahatlık içinde geçirir. Öge’nin emeklilik 297 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yıllarındaki meşguliyetini ise biz onun Cafer Ergin’e 1950- 1953 yılları arasında yazdığı bir kısmı eksik olan otuz mektubuyla öğreniriz. Öge, Bursa’dan yazdığı 5 Mayıs 1951 tarihli mektubunda emeklilik yıllarında şiir yazmanın en önemli meşguliyetlerinden biri olduğunu dile getirir: “Sevgili Evladım Cafer, Sana bu mektupla son defa bizim çarklı değirmenden çıkan şiirlerimden birkaç âdetini daha gönderiyorum. Senin böyle nefeslere merakın olduğu için ve kıymetini takdir etiğin için gönderiyorum. Bizim nefesler Ankara’da o kadar büyük bir rağbet gördü ki yazmaya, çıkarmaya yetişemiyorum. Ankara’dan yüksek zevat tarafından teşvik görmekteyim. İşte benim de yetmişinden sonra yapacak başka bir işim olmadığından evde oturuyor, böyle nefesler, divanlar yapmakla vakit geçiriyorum.” (Çakır 2011: 386). Bu ifadelerde Ali Rıza Öge’nin hayatının önemli bir bölümünde şiirle uğraştığını açıkça gösterir. Öge’nin bu şiirleri, yazımızın ileriki sayfalarında ortaya koyacağımız gibi bir Divan oluşturacak boyuta gelecektir. Ali Rıza Öge’nin bahsi geçen mektuplarında, sadece uğraştığı şiirlerle ilgili malumatlar yok, o ayrıca bir Bektaşi Babası olması hasebiyle bahsi geçen mektuplarda metafizik soru(n)lara ait problemleri çözme uğraşı içine de girer işte bunlardan biri ölümdür. Öge 12 Mayıs 1951 tarihinde özelde kendi ölümü ve genelde ölüm üzerine görüşlerini açıklar: “Vefâtımda mezar taşıma yazılacak kitâbe hakkındaki mütâla’anız hoşuma gitti. Merak etmeyin, henüz beşeriyet âleminde hizmetlerim bitmediği için bekâ âlemine gidecek değilim. Şu da var ki bu dünyada hiç kimse bâkî değildir, encâm kâr gidiş mukadderdir. Biz de herkes gibi o yolun yolcusu değil miyiz? Hazret-i Peygamber bile dünyâdan giderken koma hâline gelmişti. O dakîkada kitâbe yazmak değil okumak bile mümkün olmayacağından ben de bunu hayâtımda yaptım ve birkaç seneden beri hazırladığım vasiyetnâmeme ekledim. İşte vaziyet bundan ibâretir. Annenin duâsı, dayının duâsı, senin hüsn-i niyet ve himmetin mevcut oldukça bizler daha çok yaşarız. Yalnız şurasını da ilâve edeyim ki insanlar ihtiyarladıkça hastalıklara, sıkıntıya gençler kadar tahammül edemiyor. Gençlere olan kıymet, i’tibâr ihtiyarlardan esirgeniyor. Bektaşi fukarâsının birisi bir gün gâyet güzel, hüsnâ, ra’nâ bir genci görmüş bir müddet hayrân ve sergerdân yüzüne bakmış, ondan sonra başını kaldırıp şöyle bir hitapta bulunmuş “Ey Allahım bu kadar güzel yaratığın bu mahlûkun nasıl canını alacaksın? Buna kıyılır mı?” demiş, aradan seneler geçmiş. Bir gün yine o genç ile yüzüne bakmaya kıyamadığı hüsnâ insanı görmüş, ne görsün yüz buruşmuş, kanburu çıkmış, gözler çukura 298 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kaçmış. Bir müddet şöyle hayretle baktıktan sonra “Ey Allahım sen işini çok iyi bilirmişsin, fakat sen de benim sözüme geldin ya o genç güzele kıyamadın, âkıbet onu ihtiyâr ettikten sonra canını alabileceksin” demiştir. Bizde de daha gençlik alâmeti mevcut ki bize henüz sıra gelmemiştir. Ve daha çok seneler gelmeyecektir. Müsterîh olunuz evlâdım. Muhterem teyzemize ve dayımıza sonsuz sevgi ve muhabbetlerle ellerinden öper hayır du’âlarını bekler senin de hürmetle gözlerinden öperim.” (Çakır 2011: 387) Öge’nin hayatının son dönemine ait mektuplarında Babalığın gereği olarak öğreticilik vazifesini de ifa etmeye çalışır. Öge, 22.10.1952 tarihli mektubunda dervişlerin sosyal hayat içinde ne şekilde davranması gerektiğini bir örnekle somut hale getirir: “Bu mektupla sana iki semâî daha gönderiyorum. İkinci semâîyi takrîben yirmi beş gün evvel yapmış ve İstanbul’da bazı tarîkat erbâbına da göndermiştim. Aradan dört beş gün geçtikten sonra İstanbul’da Merdiven Köyü’ndeki vak’a meydana çıktı. Yazdığım zâtın birisinden aldığım bir mektupta manzûmenizi okuduktan üç gün sonra bu vak’a zuhûr edince kendi kendime şöyle düşündüm. Yazdığınız bu manzûme ile âdetâ bir kerâmet gibi bir iş yaptınız diyordu. Hâşâ biz kerâmet sâhibi değiliz fakat bu kafasız, beyinsiz serserinin yaptığı hareketleri işittikçe neticenin bu yolda tecellî edeceğine hükmetmiştim. Bu adam o kadar câhil o kadar kafasız biri ki yaptığı hareketlerle hem yolumuzu berbâd eti hem de birçok sâf-dil insanları berâber sürükledi. Bir kere şurasını düşünmesi lâzımdı ki Türkiye’de tarîkatlar mülgâdır. Hiçbir sûretle tarîkat âyini yapılamaz, değil Mısır teb’ası hatâ Amerika teb’asından bile olsa bu memlekete oturduğu müddetçe bu memleketin kanunlarına ri’âyete mecburdur. Bu sersem adam Mısır’dan gelirken derviş kisvesini bırakıp da sivil olarak gelse idi, yerinde bir iş yapmış olurdu. Fakat bu adam derviş değil çerviş bile olamamış, öyle ya sivil gelse idi sönük kalacaktı. Şimdiki gibi kimseden i’tibâr göremeyecekti. Bu sûretle hareketle kendisini pek yüksek görmektedir ki bu da dervişlik mefûmu ile taban tabana zıt bir keyfiyetir. Dervişin ma’nâsını pek iyi bilirsin ki “der kapu viş eşik” Derviş olan ….. olacaktır. Fuzûlî ki sultân-ı şuarâdır vefâtımda beni İmama Hüseyin’in türbesi kapısı önüne defnedin ki ziyârete gelen herkes benim üzerime basarak geçsin demiştir. Dervişlik böyle olur. (Çakır 2011: 392) Ali Rıza Öge ömrünün son yıllarını Bursa’da geçirir. Mektuplarında sıhhati elverdikçe İstanbul’a gidip geldiği görülür. Pek tabii ki onun 30 adet olan ve ilki 03.12.1950 sonuncusu ise 26. 11. 1953 tarihli mektuplarından üç yıllık bir hayat dilimini 299 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı öğrenmekteyiz. Bu mektup ve hatıralarında Öge’nin son yıllarında öğreticilik vazifesini ifa ettiği ve şiirle uğraştığı görülür. Ali Rıza Öge 14 Nisan 1957 yılında vefat eder. Mevcut dönemde Bursa Valisi olan Sabri Çağlayangil’in kadirşinaslığı ile Türk bayrağına sarılı olan tabutu Ulu Cami’den Emir Sultan’daki defin yerine kadar merasimle eller üzerinde taşınır. Tarikatı, Dervişliği ve Babalığı Alevi-Bektaşi geleneğine sahip bir aileden dünyaya gelen Öge, Karaağaç Dergâhı post-nişini Hüseyin Zeki Baba’dan nasib alır. İstanbul’da Kâğıthane dolaylarında yer alan Karaağaç Hasip Baba Dergâhı’nın son dönemlerde Hüseyin Zeki Baba Post-nişin’dir. Dergâhın post-nişinliğini sırasıyla Hüseyin Zeki Baba, Hakkı Baba, Hasip Baba devam etmiştir. Öge, hatıralarında nasib alışını şu şekilde anlatır: “Fakiriniz 51 sene evvel İstanbul’da Karaağaç’ta Hasib Baba dergâh-ı şerifinde post-nişin olan Hasib Baba merhumun hafidi (evladı) aynı zamanda da akrabam olan Hüseyin Zeki Baba’dan nasib almıştım. Bir müddet sonra Derviş olmak üzre dergâhta soyundum. Teberrüken, baba, fakire bir tac giydirdi. İki seneden fazla dervişlik hizmeti gördüm. Dergâh çarşıdan uzak olduğundan, dergâhın en genç dervişi olduğum için, dergâhın erzakını almak için Halıcıoğlu Çarşısı’na giderdim. Burada Münir Baba dergâhına uğrar, Derviş Mihrabi ile sohbet ederdim.” (Demirci 2010:7) Öge, Derviş Mihrabi’nin tavsiyesi ile Kerbela’ya gitmeye karar verirse de Kalkandelen Dergâhı post-nişini Hamid Baba, Öge’ye Dervişlik kisve ile Tac ve hırka giymekle, sakal bırakmakla olmaz, Dervişlik gönülle olur” diyerek askere gitmesini söyler. (Demirci 2010:8) Öge 31 Mart hadisesinden sonra askerliğini tamamlar ve polis olur. Bundan altı ay sonra da Karaağaç Dergâhında kırk canla birlikte 1324 senesinin muharrem ayının 23. Gecesinde erenler postuna oturarak nasib alır. Ali Rıza Öge, Kadimi Baba, mahlasıyla yazdığı şiirlerinde de pirinin Hüseyin Zeki Baba olduğunu dile getirir. Kadimi Baba, Karaağaç’ta Hüseyin Zeki Baba’dan himmet alırken Sersem Ali Baba’ya hizmet eder. Ali Rıza Öge, Babalık-öğreticilik payesine-makamına nasıl ulaştığını ise 10.9.1952 tarihli mektubunda daha ayrıntılı şekilde ortaya koyarken, aynı zamanda bir halifenin nasıl öğreticilik-babalık konumuna yükseleceğinin-posta oturacağının de yöntemini sunar: “Şimdiye kadar Baba olmak için pek çok teklif karşısında kalmıştım. Taşradakilerden başka Bursa’dakiler koca bir vilâyetin 300 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Babasız kalması muvâfık değildir. Sizden başka da Baba olacak kimse yoktur diye vâki’ tekliferi reddetmekte idim. Böyle ağır bir yükün altına girmek istememiştim. Fakat bana icâzet veren zât Ankara’da Dedebaba vekîlidir. Bu zât bir gece âlem-i ma’nâda Şâzelî Sultan Hazretlerini görüyor, kendisine Bursa’daki Ali Rıza’yı Baba yaptık kendisine teblîğ ediniz bu teblîğe sizi me’mûr etmekle beraber kendisine de icâzet veriniz diyor. Birkaç gece sonra da pîrimiz Hünkâr Hacı Bektaş Velî efendimiz Ali Rıza Baba’ya benden de selâm söyle diye bu zâta ma’nâda söylüyor. Aynı zamanda bu günlerde de ben buna dâir bir iki rüya görüyorum ve bu rüyaları da aynen bu zâta bildiriyorum, ondan sonra da bu zât fakîre teblîği aynen yapıyor. İşte o zaman bu teblîğe dâir yapmış ve yazmış olduğum bir nefesi de hem sizdeki deftere kaydetmek ve hem de okumak üzere buraya yazıyorum. Fakîrin gördüğüm rüyâda kırkların meclisine kabûl edildiğimi görmüştüm.” (Çakır 2011: 390). Bu mektupta halifenin öğreticiliğe yükselmesi için mutlaka mânâda deliller, kanıtlar olması gerektiği ısrarla vurgulanır. Çünkü Ali Rıza Öge istişare sonucu varılan kararla kendinin Baba-öğretici yapılmasına sıcak bakmaz. Bu kararın manada desteklenmesi sonucu Baba olmaya karar verir. Eserleri: Ali Rıza ÖGE’nin tespit edilen dört eseri bulunmaktadır. Bunlardan ilki 1957 yılında Bursa’da yayımlanan “Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Polis Şefinin Gerçek Anıları” isimli eseridir. İkincisi “Bektaşi Şairler Güldestesi” isimli eseridir. Üçüncüsü şiirlerinin olduğu “Divan”, dördüncüsü ise “Mektuplar”dır. Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Polis Şefinin Gerçek Anıları: İlk olarak 1957 yılında Bursa’da yayımlanan bu eser, Öge’nin gerek özel gerekse resmi hayatını ayrıntılı olarak ortaya koyan bir anı kitabıdır. Bu eser 1982 yılında “Günlük Ticaret Gazetesi” tarafından tekrar yayınlanır. Eserde yazarın polislik mesleğinde üstlendiği görevler, Ermeni komitacılarına karşı verdiği mücadeleler, Ermeniler tarafından yaralanması, geçirdiği ameliyatlar ve çektiği sıkıntılar, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçişi, görev yaptığı şehirler, İstanbul’a geri döndüğünde uğradığı iftira ve görevi bırakması, detaylarıyla anlatılır. Öge’nin anıları polislik görevinden ayrılışıyla nihayete erer. İki önemli dönemi, Meşrutiyet ve 301 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Cumhuriyet dönemlerinin çalkantılı yıllarını anlatan bu anılar, dikkatli yaklaşıldığında tarihi birer belge niteliğindedir. Öge emeklilik dönemlerini ise bu eserinde anlatmaz, mektuplarına sıkıştırır. Mektuplar: Yukarıda da alıntıladığımız mektuplarını Ali Rıza Öge yakın akrabası Cafer Ergin’e yazmıştır. Cafer Ergin, “Ali Rıza Öge’nin çocuklarının teyzesinin oğlu ve ailenin Cafer dayısı-babasıdır. Mektuplar, onun vefatı üzerine Sacit Öge’ye verilmiş, o da bu mektupları bir defter haline getirmiştir. Oradan da Öge’nin torunlarına geçmiştir. Deferin başında Sacit Öge’nin kısa bir açıklaması ve Cafer Ergin’in; Öge’nin Bektaşi Şairleri Antolojisi’ne yazmış olduğu kendi el yazısıyla bir ön sözü vardır. Bu ön sözde Öge’nin hayatı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır” (Çakır 2011: 376) Henüz basılmamış ve ailesi tarafından korunmuş olan Öge’nin “30 adet olan mektupların(ın) ilki 03. 12. 1950 tarihlidir. Son mektup ise 26. 11. 1953 tarihlidir. Mektuplar büyük boy bir deftere yapıştırılmış, bu işlem sırasında tarih sırası gözetilmemiş ve bazı karışıklıklar meydana gelmiştir. Başı veya sonu olmayan mektuplar vardır. Yeni yazıya aktarırken tarih sırasına göre sıraladığımızda bu eksiklikler ortaya çıkmaktadır. Öge, mektuplarına kendi şiirlerini eklemiştir. Bu şiirlerin tamamı da Bektaşi Şairleri Antolojisi’nde mevcuttur.” (Çakır 2011: 376). Bu mektuplarda Öge’nin şiirle uğraşları, Babalık payesinden gelen öğreticiliği, emeklilik döneminde çektiği sıkıntıları, bir Bektaşi Babası’nın hayatı yorumlayışı, günlük meselelere bakışı ve metafizik soru(n)larını ele alışı vardır. Bektaşi Şairler Güldestesi: Bu eser, elli yıllık bir çalışmanın mahsulüdür. Ali Rıza Öge bu eserinde birçok Bektaşi şairin şiirlerini toplamakla kalmaz aynı zamanda ve hayatları hakkında kısa bilgiler verir. Bir antoloji görünümündeki bu esere Ali Rıza Öge kendi divanı olan Kadimi Divanı’nı da bu esere eklemiştir. Tamamı “1849 sayfadan oluşan hacimli bir mecmuadır. Henüz basılmayan bu antoloji, ilk sayfalarda verilen bilgiye göre, 15 Temmuz 1946’da tamamlamıştır.” (Çakır 2011: 377) Ali Rıza Öge 15. 9. 1952 tarihli mektubunda öğrendiğimiz kadarıyla bu eserini Bursa’da Edebiyat Fakültesi Profesörü Ali Nihat Tarlan’a göstermiş o da Üniversite Kütüphanesine bağışlamasını istemiştir: 302 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Ben zâten Ali Nihat Tarlan’ı tanırım, İstanbul’da Şehzâdebaşı ile Lâleli arasındaki evinde bir defa görüşmüştüm. Kendisi de hem tarîk-i nâzenînden hem de “Babadır”. Hemen Çelik Palas’a gittim. Bir saat kadar görüştük, akşamüzeri de bizim eve geldiler. Bizim koca kitabı gördü. Bir hayli gözden geçirdikten sonra bu eser ne ile vücûda getirilir, bu eser bulunmaz bir eserdir, dedi. Ben de dedim ki bunu tab’ etirmek için vâki’ teşebbüsüm neticelenmedi. Binâenaleyh bunu vefâtımda Ankara’da Ali Nâci Baba’ya göndermek istiyorum, dedim. Cevâben dediler ki Ali Nâci Baba veyahud herhangi bir zât da olsa nihâyet bunlar fânîdir. Onların vefâtında bu eser kıymet bilmez ellere düşebilir. Binaenaleyh bence en doğru bir hareket bunu Üniversite Kütüphânesi’ne hediye etmektir. Orada bu eser binlerce yüz binlerce insan tarafından okunur ve size de hayır duâ ederler dedi. Bu fikri ma’kûl gördüm” (Çakır 2011: 391). Ali Rıza Öge 1.11.1952 tarihli mektubunda eserini vefat edene kadar kütüphaneye vermediğini; çünkü sürekli ilaveler yaptığını ve eserin tertibinde değişiklikler yapacağını dile getirir: “Ben şimdilik Ali Nihat Tarlan’ın tavsiyesi üzerine büyük mecmuamın - ki üniversiteye hediye edeceğiz - noksanlarını ikmâl ile uğraşıyorum, yeniden üzerinde bir hayli uğraştım ve tamamladım. Fakat hayata oldukça onu veremeyeceğim. Sebebi ise hemen her gün yeni bir şiir daha yazmaktayım ki onları da yazınca derhal mecmuaya kaydediyorum. Mecmuada şiirleri bulunan şâirlerin tercüme-i halleri ayrı ayrı iki yerde idi. Yeniden bir defer alarak onları bir yere topladım. O deferi de mecmuaya rabt u ilave etim. Şimdi gâyet güzel ve mazbut oldu (Çakır 2011: 393). Fakat o vefat ettiğinde ise eserinin kütüphaneye verilmesini vasiyet eder. “Vasiyetnâmemde yazdığım gibi vefâtımda mecmua sana getirilecek. Vâsıtanla üniversite kütüphânesine hediye edilecektir, bu kat’îdir. Sana bu mektupla üç şiirimi daha gönderiyorum. Bunlardan biri sizin için hazırlanmıştır, biri de bende kalacaktır. Eğer ileride fırsat düşerse sana ait olanını bir kitap halinde bastırmaya çalışırsın. Mecmuayı kalıbı dinlendirdiğim zaman size göndermelerini vasiyetnâmemde yazdım. Siz de o zaman Üniversite Kütüphânesi’ne verirsin(iz). Fakat daha hayâtımda iken ön sözü yazıp gönderiniz diye ben de onu göreyim ve kendi yazım ile ilk sahifesine yazıp hazırlamış olayım” (Çakır 2011: 395). Ali Rıza Ögen’nin bu antolojisi hakkında ilk çalışma Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı ve Yrd. Doç. Dr. Cafer Şen tarafından yapılarak Hacı Bektaş Sempozyumu’nda sunulmuştur. “El yazmalarına Artık Vuruyor Güneş: Ali Rıza Öge (Kadîmî) ve Bektaşi Şiirleri ve Şairleri 303 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Antolojisi” başlıklı bu sunumda eserin İstanbul Belediye kütüphanesinde bulunduğu, bu kütüphaneye derleyen kişi tarafından bağışlandığı notu düşülen bu dev güldestenin, A3 ebatında kâğıtlara yazılmış, yaklaşık olarak bin sekiz yüz sayfa olduğu ve bu esere daha sonra dokuz sayfanın daha eklendiğini de dile getirmiştir. Büyük bir emek ve sabırla meydana getirilen Ali Rıza Öge’nin bu eserdeki gerek manzumeler, gerekse bu manzumeleri kaleme alan şairlerin hal tercümeleri dönemin mevcut kaynaklarında doğru bir şekilde derlenmiş ve yine doğru bir şekilde tespit edilmiştir. Lakin bu noktada Ali Rıza Öge eserinde istifade ettiği kaynakları vermemiştir. Bununla birlikte Öge yukarıda söz konusu edilen eserine mükemmel bir şair ve şiir fihristi yapmıştır. Bahsi geçen mecmuanın (antolojinin) önündeki şu açıklama mecmuanın kime ait olduğu ve hangi tarihlerde kaleme alındığı hakkında bizleri kesin bilgilere ulaştırır: “Elli sene evvel yazmağa başladığım bundan evvelki iki mecmua dolmuş daha yazacak yer kalmadığından iş bu mecmua 1946 senesi Kanun-i sani on beşde kâğıtları alınarak ciltlendirilmiş ve altı ay içerisinde tahririne muvaffakiyet elvermiştir.” (Tahrir-i Hitamı 15 Kanun 1946), Derviş Kadimi” Eserin önüne el yazısı olarak konulan bu malumattan anlaşılmaktadır ki Ali Rıza Öge’nin bu çalışması yarım yüzyıllık bir emeğin mahsulüdür ve bu mahsulün nihayeti 1946 yılıdır. Ali Rıza Öge, eserinin başında bu mecmuanın kime ve hangi tarihe ait olduğunu vurguladıktan sonra, elyazmasının başına mecmuada bulunan şairlerin listesini koyar. İki sayfalık bu listenin ardından çok detaylı olarak hazırlanan doksan sekiz sayfalık bir bölüm görülür. Bu bölüm adeta mecmuanın içindekiler kısmıdır. Bu bölümün en başına ise mecmuada bulunan manzumenin, el yazmasındaki sayfası verilmiştir. Daha sonra bu numaranın karşısında “eşarın ilk mısraı” şeklinde bir ifadeyle ortaya konan üst başlığın atında mecmuanın içerisindeki manzumelerin ilk mısraı verilir. Mecmuada “eşarın ilk mısraı” üst başlığının yanında yer alan bir diğer üst başlık ise “eş'arın nev'i” ifadesidir. Bu üst başlık ifadesinin altında ise mecmuadaki ilk mısraları verilen manzumelerin nazım şekli, nazım türü ve bestelerine göre adlandırılan isimleri verilir (Tatcı-Şen 2007: 1310). Divan-ı Kadîmî Baba Ali Rıza Öge’nin Kadimî mahlasıyla yazdığı divanı “Bektaşi Şairler Güldestesi” adlı eserinin içindedir. Kadimi yukarıda bahsettiğimiz hacimli elyazmasının içerisine divanını da 304 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yerleştirmiştir. Kadimi’nin divanı; “18 mersiye, 18 nefes, 69 divan, 36 semai, 2 nevruziye, 1 koşmadan müteşekkildir” (Demirci 2010: 16) Öge bu şiirlerin kendine ait olduğunu ise 22.10.1953 tarihli mektubunda “yalnız benim kendime ait olan şiirler 280 kadardır. Acaba bunları bir kitap şeklinde bastırmak kâbil midir? Bu ciheti de âşikâr etmenizi dilerim, bunları iki küçük defere yazdım birisi senindir. Sâcid’in bir daha gidişinde göndereceğim” (Çakır 2011: 394) ifadeleriyle ortaya koyar. Ali Rıza Öge bir Bektaşi babasıdır. Bektaşi inancını ortaya koyması bakımından nefesler oldukça önemlidir. Bektaşi şairlerin yazdığı tasavvufi şiirlere nefes adı verilir. Kadimi’nin 18 nefes şiiri bulunmaktadır. Kadimi gönül verdiği AleviBektaşi geleneğine bağlı baba ve dedeleri bahsi geçen şiirleriyle yâd etmiştir. Bunlar içinde Hüsnü Zeki Baba, Basri Baba, Sersem Ali Baba, Şair İhsan Mahvi, Tevfik Oytan, Hüseyin Hüsni Baba, Cevdet Balım ve Cemil Balım Baba gibi isimler vardır. Bununla birlikte Kadîmî Baba; Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hacı Bektaş-ı Veli, Sersem Ali Baba, Kaygusuz Sultan, Basri Baba, Hüsni Baba, Feyzi Baba, İhsan Mahvi, Hüseyin Hüsni Baba, Cemil Balım Baba, Cevdet Balım ve Hüseyin Zeki Baba gibi din büyüklerini divanında hürmetle anmıştır. Kaynakça Çakır, Mümine (2011), “Bir Bektaşi Babası Kadîmi’nin Mektupları”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Ankara, Sayı 59 Demirci, Yakup Orkun (2010), Kadîmî Divanı, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman Mustafa Tatcı) Ankara, Öge, Ali Rıza, (1982), Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Polis Şefinin Gerçek Anıları, Bursa, Günlük Ticaret Gazetesi Tesisler. Dr. Mustafa Tatcı, Şen, Cafer, “El yazmalarına Artık Vuruyor Güneş: Ali Rıza Öge'nin (Kadîmî) Bektaşi Şairleri ve Şiirleri Antolojisi", 2. Uluslararası Türk Kültür Evreninde Alevilik ve Bektaşilik Bilgi Şöleni Bildiri Kitabı C. II, Ankara 305 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YUSUPOV, Ferit (2014). “Türk Halkları Münevver Abdulah Tukay”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.307311 (http://bilgelerzirvesi.org). Ferit YUSUPOV* TÜRK HALKLARI MÜNNEVERI ABDULLAH TUKAY H er milletin, kendisiyle gurur duyduğu evlatları vardır. Tatar tarihinde de böyle insanların sayısı az değildir; fakat milletlerin hayatında büyük degişikliklere sahne olmuş, 20. yüzyıla göz attığımızda Tatar zihnine ve ruhuna Tukay kadar büyük tesir eden ikinci bir şahsı göstermek mümkün değildir. Hal böyleyken Таtarların manevi hayatında о kadar büyük rol oynama fırsatını da bulmamış, gibi gelebilir insana. 20. yüzyıl bizim tüm davranış biçimlerimizi, hayat tarzımızı degiştirdi. Tatar tarihinde 20. yüzyıl, Tukay yıldızı altında geçmiştir. Bu yıldız yolları aydınlatan lambalar gibi yollarımıza ışık saçmıştır. О tüm hücreleri, bütün varlığıyla Tatar şairidir. Tukay, Tatar dünyasının küçütülmuş nümunesi gibidir. Onun, tıpkı milletimiz gibi çileli geçen hayatı, öksüz hayalleri, yetim hisleri Tatarlığını kaybetmemiş herkesin içini dağlar. О kendisi için: "Talihsiz milletin tahilsiz evladı. Talihsiz toprağın esir bülbülü." - boş yere dememiştir. Onun eserlerinin seviyesini sadece doğuştan gelen üstün yeteneği değil; şairin çileli hayatı, Allahu Teâlâ’nın verdiği gönül zenginliği de belirler. (Rkail Zeydula) Doğum günü şiir bayramı olan yeryüzünün tek şairi belki de Tukay’dır. Tatar halkı Tukay’ın doğum günü olan 26 Nisanı her yıl şiir bayramı olarak kutluyor. Feleğin hışmına uğramış bir halk için Tukay Allah' ın peygamberi gibi göklerden indirilmiş hediyedir. Onun birden bire büyümesi için koşullar da vardı. XIII. yüzyılda Kul Gali 'Kıssa-i Yusuf destanı ile açmış olduğu şiir deresine daha sonraki dönemlerde Kutb', Mahmud Bulgari, Hısam Katib, Seyfi Sarayı, Ummi Kamal, Muhammadyar, Meüle Kılıy, Akmulla, Kandalıy’lar kendilerine özgü akımları, süsleri, özellikleriyle katılmaktaydılar. XX. yüzyılın başında Tatar edebiyatında değişik türlerin gelişmesinde katkıda bulunan büyük şahıslarla zengin olduğunu unutmamak * Prof. Dr. Kazan (İdil boyu) Federal Üniversitesi. 307 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gerekiyor. G. Ishaki, S. Ibragimov, Derdmend, F. Emirhan, S. Remiyev, G. Kamal gibi söz ustatlarıyla her bir milli edebiyat övünebilirdi. Tukay kısa bir zaman içinde derin muhtevalı, açık düşünceli şiirleriyle kendi sedası, usulü, ahenkliliği olan şiirleri ile ünlü şairler sırasına girmiş, halk şairi yüksek ünvanına layık olmuştur. Tukay seviyesine yukselmiş şair dar edebi çerçevelere kapanarak büyümedi (T.Galiullin). Tukay, yalnızca Tatarların değil, bütün Türk Dünyasına sesinin rengini yaymış, her yöre biraz da onun rengiyle boyanmıştır. Bu yankıyı, sayfalarımız arasında da bulacaksınız, Cengiz Aytmatov, Olcas Süleyman, Bahtiyar Vahapzade, Fuat Köprülü gibi Türk halklarının önde gelen yazar, şair ve edebiyat araştırmacılarının onun hakkında söylediklerinden de tespit edeceksiniz. Ünlü Kazak yazarı Sabit Mukanov şöyle demiştir: “XX. yüzyılın başına Türki illeri konuşan halklar arasında Tatar kültürü en ileridir.” Halk yaşayışını, onun manevi dünyasını, felsefesini, törelerini derinden yansıtmak için sadece yetenek ve edebi muhit kafi değildir. 26 Nisan 1886 tarihinde Kazan yanındaki Kuşlavıç köyünde bir imamın oğlu olarak dünyaya gelen Abdullah'ı öksüzlük düpedüz beşikte buluyor: 5 aylıkken babasını, 3 yaşında annesini kaybediyor. Gelecekteki şairin çocukluğu anne baba şefkatini görmeden Sasna, Uçile, Kırlay köylerinde, sonra da Cayek şehrinde türlü, daha çok zor koşullarda, yabancı kişilerin ellerinde geçiyor. Tukay aslında çok zor şartlarda yaşamıştır. Bu durum Tatar halkının tarihi trajedisini, bugünkü vaziyetini, dumanlı geleceğini tam olarak ortaya koyuyor. Tukay'ın hayatını, mizacını, faciasını büyük muhacir Ayaz Ishaki iki cümleyle anlatıyor. "O yetim büyüdü, yetim yaşadı, yetim öldü. О yalnız yaşadı, yalnız öldü". Tukay ilk kez yazmaya Cayek'te başlar. Medresede aldığı bilim ruhunu saklayan genç şairin "Hürriyet Hakkında", "Dostlara Bir Söz", "Ittifak Hakkında" (1905) gibi ilk eserlerinde sosyo-politik yön vurgulanarak, şiir ruhunun gücü, düşünceleri açıkça bildirse bile, şair eski kitaplarda olduğu gibi nasihate daha сок başvuruyor; 1906 yılında yazdığı "Tatar Kızlarına", "Kimi Sevmek Gerek?", "Güz", "Şaire" adlı eserlerinde kısa bir zaman içinde yükselecek güçlü lirik yetenek olduğunu ortaya koyuyor. "Parazitlere" adlı hicvinde de sosyal sorunları vurgulayarak, fakirleri inciterek, istismar ederek zenginleşen "Aristokrat parazitler, kalın 308 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kursaklı, küçük başlı kimseleri" (s. 183) acı bir tebessümle hicvediyor, yeni tipler yaratıyor ve böylece bunlardan intikamını alıyordu. Günün siyasetinden de uzak değildir şairin kalemi. "Millet Meclisine" adlı şiirinde Rusya şairlerinin birincisi olup, hükümdarın kurduğu meclisin işe yaramaz boş olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu şiirlerinde genç Tukay bir vatandaş, politikacı olarak halkı adına fikirlerini söylüyor. Milletinin çevikliğini çalışkanlığını, doğa sevgisini, insan niteliklerini ortaya koyan "Şürele" adlı (1907) eserinde folklora, halk mitolojisine iniyor. Bu değerli kaynak bütün sanatına destek olmuş, ruh vermiştir. Püskürmeye hazır yanardağ gibi coşku duyan bilinci, kalbi öz halkının sevinci ve hüzünü, gelecekteki kaderi hakkındaki düşünceleriyle çırpınan genç şair nice yıllar hayal dünyasında yaşadığı, tatlı rüyalarında gördüğü Kazan'a yola koyulur, çocukluğunun geçtiği vatan topraklarına geri dönüyor. "Ayrılıp gitsem de senden ömrümün tanında ben, Ey Kazan ötesi! Sana döndüm daha çok severek ben." (Doğduğum Yere). Kazan'ı görme sevincini ifade eden "Çilt At" adlı (1907) şiir onun yazma başarısının derin sırlarını gösteren, yetişkin şair kaleminden çıkmış bir eseridir. "Ey Kazan! Dertli" Kazan! Dertli Kazan! Nurlu Kazan! Buradadır atalarımın köşeleri, bucakları Buradadır:, dertli gönlün hurileri, cennetleri" (s. 275). Tukay'ın Kazan'da yaşadığı zamanlardaki yazdıkları Tatar şiirini dünya edebiyatı seviyesine yükseltmiştir. Sekiz yıllık şairlik döneminde o, on bin satırdan daha fazla şiir, nesir, eleştiri ve sosyal politik konulu köşe yazıları yazmıştır. Bütün ülke, ayrıca Tatar halkı için önemli olan bir olay da onun dikkatinden kaçmamıştır. Yakın akrabaları, evi, toprağı, ailesi olmayan şair zor anlarda halkına sığınıyor, halktan esin alıyordu. "Az mı itildim kakıldım, ben zavallı yetim Azıcık yetiştirdi, okşayarak alnımı milletim". Bütün varlığıyla kendisini Tatar evladı olarak tanıyan Tukay tüm insanlara özgü sorunlarla ilgileniyor. O, kendinin Tatar soyundan olduğunu saklamıyor. Tam tersi, bununla gurur duyarak yaşıyordu. 309 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Dürüst Tukay” diye halk tarafından verilmiş, mahlasına layık olduğunu gösterdi. Konuları bakımından geniş, üç düzlemli ve sanatça yüksek seviyedeki eserlerinde Tatar halkının asırlar boyu sınavda geçen özellikleri, kızların güzelliğini, vatan topraklarının güzelliğini çesitli türlerde yazdığı eserlerde derin olarak yansıtmaktadır. Lirik eserlerden "Milli Endişe"de Tukay hüznü halkının trajik geçmişine bağlıyor. Kalpleri pareleyen ezgi halkının kaderinden doğmuştur. Kesilip kesilip yeniden yükselir, Bu Tatar gönlünün hisleridir Guçsüz düşmüş, son üç yüzyılda, Kader bizi ezmiş nasıl da Az mı mihnet çekti milletimiz, Az mı gözyaşı dökülmüş, Milli hislerle alevlenip, Uzayıp uzayıp yükselir gönlümden (Milli Endişe, s. 555) Rusya Imparatorluğu'nda milletleri sınırlandırma politikasının güçlendiği yıllarda, ayrıca "Kırılan Ümit", "Sonbaher Rüzgari", "Pişmanlık", "Rica" gibi şiirlerinde umitsizlik, çaresizlik, içe kapanma kıvılcımları sızıyor Bu şiirlerinde ancak kendine bağlı olmayan edebi ve siyasi cılızlığı için özür dileme, yaralı lirik canının çırpınması telaşlanması, bunlardan çıkacak yol bulamayınca acı çekmesi söz konusudur. İç dünya karmaşıklıklarını açma yolunda şair psikolojik tahlil yöntemine başvuruyor; sembolleri yaygın şekilde kullanıyor. Derin sırların saklandığı lirik şaheserlerinden biri olan "Rica" (1912) şiiririnde türkülerde saflık, gönül tesellisi, iyi kalplilik sembolü ak güvercinle anlatılıyor; kötülüğü sembolize eden kara küvvetler, zalimlik ruhu 'kuzgun' şeklinde tasvir ediliyor. Ak güvercini elimden aldılar kuzgun vererek; Ak gerek, рак gerek diye az mı yaş döktüm. Halkını ihtirasla sevse de Tukay onun gelişmesini engelleyen ön yargıları da görüyor. Zaman zaman hafifçe gülümseyerek, gerek sayırsa, "Samanpazarı yahut Yeni Kesikbaş", "Milletçiler", "Bazı Aydınlarımız" gibi şiirlerinde öfkeyle, acıyla, acı kahkahayla bazı yaralara değiniyordu. 310 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması "Söz söylemekte cimrileşsek de akıllı fakirlere, Gül gibi sözler söyleriz paralı ahmaklara." (Ahlaksızlık, s.839). Tukay'ın sanatında edebi dili geliştirme halkın şiir mirasını oğrenmesiyle iç içedir. Ana dilin en güzel örneklerini о halkın kendi sanatımda buluyor ve manevi mirasımız ilmi ve pratik öğrenmeye 1910 yılında "Halk Edebiyatı" konusuna sunduğu geniş içerikli konuşmasında başlıyor. "Tevkilev Türküsü", " "Aşkazar Türküsü", "Enişte" gibi bazı türküler köklerini halk tarihine, hüznüne bağlıyor. Mitoloji motiflerini, şarkı kalıplarını edebiyatta geliştirmeye calışıyor. Ana dilimizin güzelliğinin esnek gücünü, halk gönlüne yakınlığı fevkavede bir mükemmellikle ifade eden "Anadil" adlı (1910) şiirinden başka eser yazmasa bile, Tukay edebiyat tarihinde kalırdı. Bu şiir halkımızın yaşamında en zor yıllarda ulusumuza manevi kanat takılmış ümit nuru saçan bir eserdi, bir de 1990'lı yıllarda milli kalkınma döneminde Tatar halkının milli marşı derecesine yüceldi. Onun zengin mirasına okurların sevgisi hiçbir zaman soğumayacak. Tukay'ın ölümsüz "Şüreli" balesi F. Jarullin müziği eşliğinde dünyanın her yerini geziyor. Şair eserlerinin yabancı dillere çevirilmesi, ayrıca Turkçe, İngilizce (2010 ylında Londra'da onun seçme eserleri yayınandı) dünyaya çıkmış olan derlemeleri Tukay şiirlerinin ölümsüzlüğünde ebediyen yaşayan, genç, çağdaş olmasının tamamlayıcı kanıtlardır. Tukay mirası yabancı ülkelerin bilim adamlarını da bilimsel araştırmalarla coşturuyor, ayrıca Türk bilim adamları Fatma Özkan, Mustafa Öner, Yalmaz Kurt, Romanyalı Mahmud Nedred Türk dilleri konuşan müslüman ülkelerin bilginleri Tukay bilimi gelişmesinde büyük katkıda bulunuyorlar. Ünlü edebiyatçı yazar Gali Rehim XX. yüzyılın başında Tukay'ı çok doğru değerlendiriyor. "Halk kendi ozanını ayırıp alıyor. О hala birinci halk şairimiz olarak kalacaktır." 311 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SHALDARBEKOVA, Azhar (2014). “Çokan (Muhammed Hanafiya) Valihanov – 19. Asrın Türk Bilgesi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB) Eskişehir, ss.313-324 (http://bilgelerzirvesi.org). Azhar SHALDARBEKOVA* ÇOKAN (MUHAMMED HANAFİYA) VALİHANOV – 19. ASRIN TÜRK BİLGESİ T ürk Dünyasında Türk halklarının tarihi, edebiyatı, etnografyası ve coğrafyasını incelemeye ömrünü adamış bilgeler oldukça çoktur. Onlar arasında halkın zor dönemlerinde sömürgeciliğin sert kanunlarına rağmen bütün gücünü kuvvetini halkının kültürünü incelemek için canını feda edecek kadar bilim adamlarının yeri özeldir. Çokan Valihanov, XIX. Asırda Kazak bozkırında dünyaya gelen Türk düşünürüdür. Bu dönem Çarlık Rusyası’nın Kazak topraklarını tamamıyla boyun eğdirip, kendi siyasi ve kanuni sistemini oturmakta olduğu bir dönemdi. Çokan’ın gerçek adı Muhammed Hanafiya olup, annesinin ve babasının Çokan olarak kısaltarak taktığı adı bilim adamı daha sonra resmi belgelerde de kullanmaya başlar. O Çungarlarla savaşta şöhretlenen Abılay Han’ın büyük oğlu Vali’nin torunu idi. Vali Han, Orta cüz’ün son hanı olup, Çokan’ın babası Cengiz’in ömür sürdüğü döneme uygun olarak, Çarlık hükümetinin hizmetinde bulunmuştur. Rus askeri okulunda eğitim görüp, AmanKaragay harici bölgesinin kıdemli sultanı olarak tayin edilmiştir. Böylece, bilim dünyasında sönmez iz bırakan Çokan, hanların neslinden, cihanı titreten Cengiz Han’ın neslinden çıkmıştır. Çokan kısa ömrünü Kazak ülkesinin manevi zenginliklerini incelemeye adamıştır. Kendisi Kazak efsanelerini, gelenek göreneklerini, şecere hikâyelerini kâğıda geçirmiştir. Çokan ilk olarak dünyaya Kırgız destanı Manas’ı tanıtmıştır. Bununla beraber, Kırgız halkının etnografyası, Doğu Türkistan halklarının tarihi ve siyasi durumu hakkında çok değerli çalışmalar yazmıştır. Bilim adamı geniş kitleler tarafından tanınıyor olmasına karşın, günümüzde onun bilimsel mirası yeniden anlaşılmayı ve * Yrd. Doç. Dr. L. N. Gumilev Avrasya Üniversitesi, Astana, Kazakistan. 313 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kazakistan’ın bağımsız tarihi bakımından değerlendirmeyi gerektirmektedir. Özellikle belirtmek gerekirse, 19. asırda yaşamış büyük Türk düşünürü olarak Çokan Valihanov’un bilimsel başarılarının Türk Dünyası’na tanıtılması gerekmektedir. Bu makalede ünlü bilim adamının hayatı ve hizmeti hakkında bilgiler verilip, onun Türk Dünyası’nın incelenmesine kattıkları ifade edilecektir. Ç. Valihanov’un bütün çalışmaları: coğrafi (Orta Asya’nın muhtelif bölgelerine düzenlediği seyahatlerin betimlemeleri, haritaları, topografik krokileri, bitkiler ve hayvanlar âlemine ilişkin açıklamalar); tarihi (tarihi hikâyeler ve efsaneler, tarihi kaynakların analizi ve tahlili, toplumun sosyal durumunun betimlemesi); etnografik (halkın yaşam şartları, günlük hayatı, gelenek ve görenekleri), belgesel (orta çağdaki Arapça kaynaklar ve Rus şarkiyatçılarının çalışmalarının analizi) şeklinde bölümlere ayrılarak ele alınabilir. Bazı çalışmalarının tarihi ve etnografik olaark adlandırılması mümkündür (mesela Kazakların dini görüşleri hakkındaki makaleleri, bahadırlar hakkında efsanevi hikayeleri v.b.) Çokan’ın Eğitimi ve Türk Halklarının İncelenmesi Yolundaki Hizmeti Rusya’nın sömürgeci siyaseti ve geldiği köken ile doğup büyüdüğü ortak Ç.Valihanov’un ömür yolunda etkisini esirgememiştir. Orada Arap yazısını öğrenip, Kıpçak ve Çağatay dillerine aşinalık kazanır. Arşiv belgelerinde Çokan’ın Arap yazısını tam anlamıyla öğrenip ardından Uygur yazısını öğrendiğini görmek mümkündür [1, 19]. 12 yaşında babası onu Rusların askeri okulu olan Omsk kadet kolordusuna götürür. Orada Çokan Rus dilini yüksek düzeyde öğrenir ve öğretmenlerinin özel ilgisine mazhar olarak, onların kütüphanelerinde çok çalışma yapar. Böylece Çokan o zamanın Avrupası’nın bilimsel başarı konusunda okuyarak bilgilenir. Çokan’ın babası Cengiz Sultan’ın Kazak folkloru ve etnografyasıyla çok ilgilendiği bellidir. Cengiz en ünlü şair ve âşıkları bir araya getiregelmiştir. Çokan ise çocukluğundan itibaren Kazak şiirlerini ve halk şiirlerini kâğıda geçirmiştir. Babasıyla birlikte köylere gidip, etnografik çalışmalara katılan Çokan kalemle çok güzel resim yapmayı öğrenir. Bu kabiliyetini sonra bilimsel çalışmalarını hazırlarken de kullanır. Çokan’ın kabiliyetler okul yıllarından itibaren dikkat çekmiştir. Onun büyük bir bilim adamı olacağından okula 314 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gelmesinden 2-3 yıl sonra bahsedilmeye başlanmıştır. İlk bilimsel çalışmalarını okuldaki hocalarıyla birlikte yapar. Öğretmeni ve o dönemin ünlü şarkiyatçısı N. F. Kostıletskiy ile birlikte Kazak halk şiiri en eski örnekleri “Kozı Körpeş-Bayan Suluw”u kâğıda geçirir. Orientalist İ. N. Berezin’in Toktamış’ın yarlığı konusundaki çalışmasına yaptığı tahlil onun ilk bilimsel incelemesi olarak kabul edilir. Bu çalışmaları Çokan’ın 18 yaşını doldurduğu dönemde yapılmıştır [1, 29]. Çokan’ın toplumsal ve edebi hizmetleri öğreniminin bitmesiyle başlar. Resmi olarak Ş.Valihanov Sibirya Kazak ordusunun 6. Süvari Alayı’na subay olarak tayin edilir. Ancak aslında öncelikle Sibirya genel valisi, 1 yıl sonra ise general G. H. Gasfort’un emir subayı olmuştur. Bununla birlikte, özel görevler için subaylık görevi de olmuştur. Ç. Valihanov yargıçlık işleriyle birlikte Batı Sibirya tarihçiliği görevini de yapmaya başlar. Bu sayede o Omsk şehri arşivinde Asya’daki Rus sömürgecilik siyasetini anlatan belgelere de ulaşır [1, 33]. 1855 yılında Ç. Valihanov’un genel vali Gasfort’la birlikte Kazakistan’ın güneybatı bölgesine, Jetisu’ya gider. Bu seyahatte o Kazak ağız edebiyatı örneklerini, Kazak tarihi ve etnografyasıyla ilgili materyalleri toplayarak geri döner. 1856 yılında Issıkköl seyahatine katılır. 1856-1857 yıllarında bugünkü Kırgızistan ve Batı Çin topraklarına seyahat eder. Onun “Issıkköl Seyahati Günlüğü”, “Çin İmparatorluğu’nun Batı İli ile Gulca Şehri”, “Kırgızlar Hakkında Yazmalar” adlı çalışmaları bu seyahatin neticesinde yazılmıştır. Bu tür coğrafi, tarihi, etnografik incelemeleri neticesinde o Rusya bilim adamları arasında tanınmış olup, 1857 yılının Şubatında 20 yaşını henüz geçtiği bir dönemde Rus coğrafya derneğinin tam üyeliğine seçilir [1, 44]. 1858-1859 yıllarında Ç. Valihanov kendisini dünyaca meşhur yapan Kaşgar seyahatini organize eder. Kaşgar bölgesinde 1 Ekim 1858’den 1959 yılının Mart ayı ortalarına kadar bulunan Valihanov Kaşgar şehri ile Altışehir ülkesini inceler. Petersburg’daki bilim adamları arasında, Personel genel müdürlüğü ile Dışişleri Bakanlığı’nda söz konusu seyahatten değerli bilgilerle dönen Ç. Valihanov’un nüfuzu artmaya başlar. Onların teklifi ile Çar II. Aleksandr 1860 yılının Haziran ayının 15’inde Valihanov’un Asya departmanında bırakılmasına ilişkin talimatnameyi imzalamıştır. Petersburg’a gelen Valihanov sırayla 315 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı birkaç makamda (Personel genel müdürlüğü askeri ve bilimsel komitesinde, Asya departmanında, Rus coğrafya derneğinde) çalışarak, Petersburg Üniversitesi’nde ders görmüştür. Ancak uzun ve çetin seyahatler Çokan’ın sağlığını olumsuz etkiledi. Petersburg’dan ülkeye dönen Çokan öz halkının iki taraftan kan ağlayarak ezildiğini görüp, 1862 yılındaki seçime Atbasar ilçesinin kıdemli sultanı olmaya niyetlenir. O bu konuda dostu Dostoyevski’ye “Vatandaşlarıma faydam dokunsun diye kıdemli sultan olmak istedim. Onları bürokratlardan, Kazak zenginlerinden korumak istedim. Bundaki öncelikli beklentim benim aracılığımla hemşerilerime okumuş ağa sultanın faydalı olduğunu göstermekti” şeklinde yazar. Ancak o bu amacına ulaşamaz ve ağa sultanlığa vasıl olamaz. 1864 yılının Mart ayında Çokan general Çernyayev’in davetiyle Evliyaata’ya (bugünkü Taraz şehri) gelip, Çernyayev’in kadrosunda bir süre hizmet eder. Ancak Çarlığın generalinin yerli halka yaptığı eziyetleri görüp, ondan bir an önce ayrılır. Ardından Vernıy (Almatı) şehrine gelip, sonrasında Tezek Töre’nin köyüne gider. Burada evlenip, yerleşir. Böylece devam ederken önceki akciğer hastalığı tekrar baş gösterien Çokan 1865 yılının Nisan ayında vefat eder. Onun naaşı Altınemel Dağı’nın eteklerindeki Köşen Toğan denilen yerde defnedilir. Çokan Valihanov’un Türk Halkları Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları Kazak Halkına İlişkin Çalışmaları Ç. Valihanov’un çalışmalarının büyük çoğunluğu Kazak halkının tarihi ve etnografyası hakkındadır. Bunları birkaç gruba ayırmak mümkündür: Kazak Halk Ağız Edebiyatı ile İlgili Çalışmaları a) “Kozı-Körpeş Bayan Suluw”, “Edige”, “Erkökşe”, “Kazak Şiirinin Türleri Hakkında” b) “Orak Türküleri”, “Abılay Hakkında Türkü”, “XYIII. Asır Bahadırları Hakkında Tarihi Efsaneler”, “Büyük Kırgız-Kaysak Ordasının Efsanevi Hikayeleri”, “Ağıt Örneği”, “Büyük Orda Deyimleri”, “Şuna Batır” Kozı-Körpeş Bayan Suluw” yırı Sarbay ile Karabay’ın av avlarken dünür olup, Kozı ile Bayan’ı bir an önce nişanlamasıyla 316 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması başlar. O sırada av avlarken, erkek çocuk sahibi olduğunu işiten Sarıbay, çocuğunu göremeden vefat eder. Nişanlanan Kozı ile Bayan, yüzlerini görmemekle birlikte birbirlerine âşık olurlar. Aradan zaman geçince cimri Karabay kızını yetim oğlana vermek istemez, bir defasında sürüsünü kırılmaktan kurtaran, yerli pehlivan Kodar’la evlendirmeye niyetlenir. İki aşığın arasında engel olan Kodar, büyük bir hile ve zulümle Kozı’nın başını alır. Kederden mahvolan Bayan öç almak için kurnazlığa başvurur. Kodar’a kendisine kuyudan su alıp verirse, kendisiyle evleneceğini söyler. Buna aldanan Kodar Bayan’ın saçından tutup, kuyunun dibine indiğinde, hilekâr kız saçının örgüsünü çözer: Kodar dipsiz derinliğe düşüp hayatını kaybeder. Böylece Kozı’nın intikamı alınmış olur. Kahraman kız aşığının kümbetine gelip, kendini hançerler. “Kazak Halk Şiirinin Formları” adlı çalışmasında Çokan Kazakların müzik kabiliyetlerinin çok yüksek olduğunu gösterir. Bize tam hacmiyle ulaşmayan bu araştırmasında Çokan “Er Kökşe – Er Kosay” ile “Orak Batır” yırlarından örnek vererek, yırın genel özelliklerini nesirle anlatır, başkahramanların iş ve hareketleriyle düşüncelerinin şiirle veya kopuz yardımıyla türkü şeklinde söylendiğini ayrıntılı olarak yazmıştır. “Türkü dünyayı dolaşıp, bir Siriderya’nın öte tarafına (nehrin öte kıyısına), Karakalpaklar mekanında durur. Ömür boyu (kulak) işitmemiş, (göz) görmemiş konuğun geldiği konusundaki (güzel) haber yayın okundan hızla çıkması gibi her tarafa işitilmiş, başına baht kuşu konmuş olan köyde sayısız Karakalpak halkı toplanmış, muhteşem konuğu günün batmasından tanın atmasına kadar, iyice güçten düşüp, türkünün gözüne uyku dolana kadar dinlemişler”, diye yayar ve sonunda “Siriderya Nehri’nin yukarı tarafında uzakça yerleşmiş Kırgızlar ile Türkmenler (akraba boylar o zamanlar yan yana yerleşirlerdi) ancak gece vakti ulaşır, müthiş namelerin sadece sonunu dinlemeye yetişmiştir”, -diye tercüme etmektedir. [1, 280286]. “Büyük Kırgız-Kaysak Ordasının Efsanevi Hikayeleri” adlı çalışmasında Kazakların kökeni konusunda birkaç efsanevi hikaye verilmiştir. “Büyük Orda Deyimleri” adlı çalışmasında ise, Kazak atasözü ve deyimleri yazılmıştır. Bu araştırmaların değeri Çokan’ın ilk defa halk ağız edebiyatını tarihi kaynak olarak kullanılması ve bunların kağıda geçirilmesidir. 317 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Şuna Batır” adlı çalışmasının diğer bir adı “ХҮІІІ Asır Maceracısı”dır. Burada adı efsaneye dönüşmüş Şuna Batır’ın kahramanlıkları ve onun adını kullanarak birçok iş yapan başka bir kişi hakkında ilginç hikayeler verilmiştir. Kazak Halkının Etnografyası ile İlgili Çalışmaları a) “Kırgızlarda Şamanizm Kalıntıları”, “Bozkırdaki Müslümanlık Hakkında” b) “Tarım Hakkında”, “Keçe Çadır”, “Kırgız-Kaysak Türbeleri ve Genel Heykeller Hakkında”, “Kırgızların Eski Dönemlerdeki Silahı ve Askeri Teçhizatları”, “Kırgızların Göçleri Hakkında” Ç. Valihanov Kazak halkının manevi ve maddi kültürüne, dini görüşlerin şekillenmesine, Kazak bozkırında İslam dininin yayılmasına çok ilgi duymuştur. Bilim adamı insanların dini inançlarının tabiatın gücünün insan üzerindeki hâkimiyetinin etkisiyle, insanın onun önünde güçsüzlüğünden ortaya çıktığını kanıtlamaktadır. “Kırgızlarda Şamanizm Kalıntıları” adlı makalesinde “Tabiat ile insan, ömür ile ölüm her zaman aklın idrak edemediği bir sır olarak kalmıştır. Dünyayı ve onun muhteşemliklerini, ömür ile ölümün sırrını, insanın tabiatla ilişkisinin sırlarını öğrenmek gibi zorunluluklardan dolayı dünya ile tabiat, ölen insanları tanrı ilan ederek hürmet göstermek, Şaman dinini doğurmuştur. Böylece, bebeklik dünyasındaki insan güneşe, aya ve yıldızlara ve bizim tabiat veya dünya diye adlandırdığımız uçsuz bucaksız sonsuzluğa hepsine tapacaktır.” [1; 99-100]. Bununla birlikte Kazak halkının hayat şartları ile hayat tarzını “Tarım Hakkında”, “Keçe Çadır”, “Kırgız-Kaysak Türbeleri Ve Genel Heykeller Hakkında” adlı çalışmalarında incelemişken, “Kırgızların Eski Dönemlerdeki Silahı ve Askeri Teçhizatları” adlı çalışmasında eski dönemlerden 19. asra kadarki Kazakların silahları incelenmiş, “Kırgızların Göçleri Hakkında” adlı makalesinde ise Kazak konargöçerliğinin özellikleri özel olarak gösterilmiştir. Kazak Halkının Tarihiyle İlgili Çalışmaları а) “Kırgız-Kaysak Büyük Ordası Hakkında”, “Büyük Cüz Kazaklarının Yönetim Sistemi”, “Kazak Hanları İle Sultanlarının Şeceresi”, “Kırgız Şeceresi” B) “Mahkeme Reformu Hakkında Mektup” “Kırgız-Kaysak Büyük Ordası Hakkında” adlı çalışmasında Büyük Orda veya Kazakların Ulu cüzü hakkında bilgiler verilmiştir: 318 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması boyları, konakladıkları yerler, geçimleri. Araştırmacı, Talas ve ondan öte Taşkent yöresini mekân tutan Büyük ordanın Abılay’ın yönetimiyle doğuya doğru hareket edip, Çurgar tayfalarını Aladağ sırtlarına sıkıştırdığını, böylece ezelden beri kendilerinin olan ata yurduna geri döndüğünü söyler. [1, 182-183]. “Büyük Cüz Kazaklarının Yönetim Sistemi” adlı çalışmasında Ulu cüzün mekân tuttuğu güney ve güneydoğu yöresinin siyasi durumu anlatılmıştır. Rusya sömürgeciğinin sınırı, Kokan Hanlığının Kazak topraklarındaki etkisi hakkında bilgiler verilmiştir. “Kazak Hanları ile Sultanlarının Şeceresi” eseri Kazak halkının şekillenmesi konusunda bilgi veren birkaç orta çağ çalışmasına istinat ederek yazılmış bilimsel araştırmadır. Burada özellikle kendi dedesi Abılay Han ve onun neslinin şeceresi üzerinde durulmuştur. “Kırgız Şeceresi” adlı çalışmasında o Kazak halkının bünyesine dahil olan muhtelif boyaların ortaya çıkışı ve mekan tuttukları yerler anlatılır. Onun kazılarına bakıldığında Alşın, Arğın, Nayman, Calayır, Kıpçak, Uzak, Kañlı, Kerey, Mañğıt, Kıyat, Türkmen, Kırgız v.b. boylar günümüzdeki Türk kökenli halkların ortaya çıkmasına temel teşkil etmiştir [1, 160-166]. “Mahkeme Reformu Hakkında Mektub”unda Ç. Valihanov kendi siyasi görüşlerini bildirmektedir. Çarlık Rusyası’nın XIX. Asrın 60’lı yıllarında Kazak toprağında ezelden şekillenmiş olan biyler mahkemesini dağıtıp, Rusların mahkeme sistemini yerleştirmenin doğru olmadığını düşünmüş ve buna karşı çıkmıştır. Kazak Tarihinin Kaynaklarının Analizi a) Orta Çağın Arapça yazılmış kaynaklarının analizi b) Rus bilim adamlarının çalışmalarının analizi Bilim adamı Kazakistan’ın Orta Çağ tarihine, özellikle de Kazak halkının şekillenmesi meselesine çok önem vermiş, bu konuda orta çağın doğu kaynaklarının analizini yapmıştır. Bu çalışmaların adlarını belirtecek olursak bunlar, “Tarih-i Reşidi”, “Nizamü’tTevarih Kazi Beyzavi eseri”, “Ebu-Nasr Samani”, “Kronolojik yazmalar”. Cengiz oğlu Çokan Valihanov ilk sırada doğu kaynaklarından, özellikle belirtecek olursak Muhammed Haydar’ın “Tarih-i Reşidi” denilen eserinden faydalanmıştır. Bu bilim adamına Kazak halkının etnogenez sürecinin sona erdiği dönemin bilimsel bakımdan delilendirilmesine imkân verdi. Sözü edilen konuyla ilgili malzemeleri 319 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı büyük bir dikkatle incelemesi sonucunda Çokan Valihanov Kazaklar “çok eski bir halk değildir” sonucuna varmıştır. Böylece, Kazak halkının meydana gelmesini Moğollara kadar olan döneme dâhil edenlerin görüşünün doğru olmadığını kanıtlamıştır. Çokan Valihanov Kazakların ortaya çıkması konusunu Kadırğali Calayiri’nin “Cemi-et-tevarih” çalışmasını esas almak suretiyle incelemiştir. “(A. İ. Levşin’’in) Kırgız-kaysak Ordaları hakkındaki yazmasının üçüncü bölümüne notlar”, “İ. N. Berezin’in “Han yarlıkları” kitabını okurkenki düşünceler” adlı çalışmalarında Çokan o dönemdeki Asya’yı inceleyen Rus bilim adamlarının çalışmalarını analiz etmiştir. Elbette, kendisi Kazak olduğundan, dili bilmeyen Rus bilim adamlarının hatalarını düzeltmiş veya bazı bilgileri tamamlamıştır. “Profesör İ. N. Berezin’e mektup” adlı çalışmasında o Altın Orda döneminin baş kahramanları; Toktamış, Orakmırza, Er Kökşe, Er Kosay’a ilişkin yırları, Jedek, Köşim, Orıs Hanlara ilişkin efsanevi hikayeleri kullanarak, Kazak halkının sonraki Orta Çağ tarihini incelemiştir. Çokan Valihanov’un Kırgız Halkının Tarihi, Etnografyası ve Coğrafyası Hakkında Yazdığı Çalışmaları: a) Coğrafi çalışmaları: “Issıkköl Seyahati Günlüğü” b) Tarihi-etnografik incelemeleri: “Kırgızlar Hakkında Yazmalar”, “Köketay Han’ın Ölümü ve Onun Gömülmesi”. Ç. Valihanov 1856 yılında M. Homentovskiy tarafından yönetilen araştırma gezisi kapsamında Issıkköl seyahatine katılır. Bu bölgenin faunası ile florasını inceler. Harap olmuş eski şehirlerin yerine, kitabelere ve taş heykellere dikkatini yönlendirir. Kırgızların Buğu, Sarıbağış, Soltu boyları arasında bulunup, Kırgız halkının şeceresini, halk şiirlerini, yırlarını, efsanevi hikâyelerini, bu kapsamda olmak üzere “Manas” destanını yazıya geçirir. Genç araştırmacı ilk defa olarak Kırgız halkının epik eseri olan “Manas”a dikkatleri çekip, onun ilk bilimsel nüshasını kâğıda geçirir ve yarı yarıya Rus diline de aktarır. Bu çalışmanın ilk tarihi-edebi tahlilini yapar, Manas ve başka Kırgız kahramanlarını değerlendirir. Çokan “Manas” destanının bütün Kırgız efsane, masal ve hikâyelerinin bir zamanın ve tek kişinin yani Manas Batır’ın etrafında toplandığı, yani bir araya getirilmiş hali olduğunu söyler. 320 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Manas”, Kırgızların eski mitlerinden, efsanelerinden, masallarından toplanıp, tek kişinin yani Manas’ın etrafında toplanan bir ansiklopedidir. Bu yönüyle o bozkırın “İlyadası” gibidir. Bu çok kompleks epik destanda Kırgız halkının hayatı, gelenek görenekleri, coğrafyası, dini tıbbi anlayışları, yabancı memleketlerle ilişkileri tamamen ihtiva edilmiştir. İkinci epos “Semetey”, “Manas”ın devamı olarak kabul edilir. Bu Kırgızların “Odessası”dır. [1, 42]. O İli Nehri’nin başındaki Manas’ın sefer düzenlediği söylenen yerleri giderek görür. Çokan “Manas” destanından “Kökitay Han’ın ölümü ve onun gömülmesi” adlı parçayı tercüme eder. Bu bölüm Kırgızlar hakkında pek çok tarihi-etnografik, geçimsel ve hukuksal bilgi vermekte ve Kazak topraklarında mekân tutan eski kavimler hakkında ilginç malumatları ihtiva etmektedir. Bunun dışında, Kırgızların Güney Sibirya’dan Tyan-Şan’a kadar olan eski yolculuğunu da beyan eder. 1856-1857 yıllarındaki ilk seyahatlerinin bilimsel neticeleri Valihanov’un “Issıkköl seyahati günlüğü”, “Kırgızlar hakkında yazmalar” adlı çalışmalarında verilmiştir. Bu seyahatlerinde Valihanov Kırgız tarihinin meseleleri, özellikle de, Kırgızların Yenisey vadisini, Pamir, Altay dağlarında bir dönemde nasıl mekân tuttuğu konusunda düşünce yürütülmüştür. Sayan – Tyan-Şan arasındaki bölgenin Kırgızların göç mekânı olduğu konusundaki bilimsel meseleyi ele almıştır. 17-18. asrın yazma kaynaklarını incelemeye girişen Valihanov 1856 yılının kışını Batı Sibirya oblastlarının arşivlerini karıştırarak, Altınhan, Çungar zamanının belgelerini aramakla geçirmiştir. Böylece, Sibirya ile Tyan-Şan arasında göçerek yaşayan Kırgızların Aladağ’ın otokton sakini olduğunu tarihte ilk defa olarak belirlemiştir. Bu eski zamanlarda Kırgızların Yenisey vadisi ile sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu, Yenisey ile Altay’ın, Çungar bozkırının, Tyan-Şan’ın hepsinin birleşik bir coğrafi bölge olduğunu kanıtlamıştır. Kırgızlar yönündeki doğu yazma kaynaklarını da incelemiştir. Kırgızların Yenisey’le ilgisinin üzerinde ancak Altay ile Tyan-Şan arasında 17. asırda Oyrat (Çungar) devleti peyda olduğunda durulduğunu belirlemiştir. Bu incelemesinde Valihanov Kırgızların eski tarihi konusunda bir eser yazan coğrafyacı K.Ritter’in, A.Gumbold’un, doğudaki araştırmacı Schott ile Klaproth’un fikirlerini tenkit etmiştir. 321 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Çokan Valihanov’un Doğu Türkistan Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları Doğu Türkistan’a yaptığı seyahatleri “Çin İmparatorluğu ve Gulca şehri” (1956 yılı Gulca seyahati günlüğü), “Gulca ve Çöçek’teki ticaret hakkında” adlı çalışmalarında kaleme alınmıştır. Bu araştırmalar 1856 yılında yazılmıştır. “Gulca günlüğü”nde oraya yaptığı seyahatin hatıraları, bunun yanı sıra bölgenin idari sistemi, özellikle de Doğu Türkistan şehirlerinin özerk idari sistemi hakkında net bilgiler verilmiştir. Bunun yanı sıra, Batı Çin’de eski devirlerden itibaren XIX. asra kadar ömür sürmekte olan muhtelif halkların kültürü ve günlük yaşamları, oradaki Uygur, Sibo, Solon ve Kalmukların geçim tarzları ile sosyal yapıları ifade edilmiştir. “Çin İmparatorluğu’nun batı bölgesi hakkında” makalesinde bölgenin idari sistemi, Doğu Türkistan’ın eski devirlerden itibaren Çin’in işgaline kadar olan siyasi tarihi incelenmiştir. Bu çalışmasını hazırlarken Çokan Çin ve Orta Asya (Ebulgazi) kaynaklarını kullanmıştır. “Gulca ve Çöçek’teki Ticaret Hakkında” adlı çalışmasında XIX. asrın ortasındaki Çin ve Rusya arasındaki ticaret, bu kapsamda olmak üzere Kazak bozkırındaki ticaret konusu ele alınmıştır. 1858-1859 yıllarındaki Kaşgar seyahati Valihanov’un bilim, eğitim sahasındaki eserlerinin bir mertebe daha yükselmesine, dönem dönem gelişmesine yol açtı. 13. asrın son çeyreğinde ancak Marco Polo’nun, ardından 1603 yılında seyyah Goes’in bulunduğu Kaşgar’ın coğrafyası, siyasi yapısı, kültürü ve yaşam tarzının özellikleri konusunda üç buçuk asır boyu Avrupalı bilim adamları için dikkate değer bilgi olmamıştır. Avrupalılara kapalı olarak kabul edilen Kaşgar yöneticisi Valihan-töre Çokan’dan bir yıl önce Hindistan aracılığıyla buraya giden Alman coğrafyacı Adolf Schlagintweit’in başını kesmişti. Böylece, Jetisu’da dolaşan Valihanov çalışma gezisine çıkmak üzere Karamola sırtlarının eteğindeki Sarıbas köyüne 1858 yılının Haziran ayının 28’inde gelip, Semey’de donatılan kervana katılır. Eylül’ün 19’unda Zavkı nehrine ulaşarak, Sırt aracılığıyla Kaşgar’a yönelmiştir. Zavkı geçidinin güneyinde, Tyan-Şan’ın Sırt diye adlandırılan yükseltisinde Valihanov’a değin coğrafya tarihinde hiçbir coğrafyacı bulunmuş değildir. Sırt’ın bitki ve hayvanlar dünyasının özelliklerini, orografisini, tabiatını ve iklimini dünya coğraya bilimine ilk defa Valihanov anlatmıştır. Kaşgar’da 1858 yılının Ekim ayının 1’inden 1859 yılının Mart ayının ortasına kadar 322 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bulunan Valihanov, Kaşgar şehri ile Altışehir bölgesini incelemiştir. O dönemde Altışehir derken kuzeyden Tyan-Şan, güneyden Kun-Lun dağı tarafından çevrelenen Kaşgar, Aksu, Üçturfan, Yengihisar, Yarkent, Hoten şehirleri kast edilmekteydi. Kokan hanının Kaşgar’daki ticaret konsolosu ve siyasi misyonunun yardımıyla Valihanov Kaşgar’ın ekonomisini, siyasi yapısını inceleyip, tarihi ve etnografyası hakkında pek çok materyal toplamıştır. Her bölgeden gelen tüccarlarla Kaşgar’ın siyasi yetkileleriyle, bilim adamlarıyla, şairleriyle bir araya gelip, Altışehir’in geçmiş tarihi ile bugünü hakkında net kaynakları iyi bilen kişilerden almıştır. Yerli bilim adamlarından nadir doğu el yazmalarının birkaçını ele geçirip, nümizmatik koleksiyon, herbaryum, dağ taşlarının koleksiyonunu yapmıştır. Bu araştırma gezisi sırasında o bu tanınmayan ülkeyi etraflıca betimleyen, askeri, siyasi, ekonomik, ticari bakımdan hükümete de, bilime de gerekli zengin malzemeler getirmiştir. Onun materyalleri çok geçmeden Alman ve İngiliz dillerinde yayımlanmıştır. Türk Halkları Hakkındaki Diğer Çalışmaları a) “Volga’daki Bulgar Türkmenler Hakkında”, “Orta Çağda Orta Asya’da bulunan seyyahlar ve onların relasyonları”. Bu çalışmalarda, yukarıda belirtilen çalışmalarda olduğu gibi, Çokan yalnızca Kazakların değil, aynı zamanda bütün Türk yurdunun tarihi eserleri hakkında çok araştırma yapmış: yani, onların kökeni, tarihi kaynakları, kültürel özellikleri, inanç sistemleri, manevi değerleri v.b. pek çok temel konuların hepsini dikkatle incelemiştir. Sonuç itibariyle, Çokan Valihanov’un bilimsel çalışmalarında Türk halklarının manevi ve maddi zenginlikleri geniş şekilde incelenmiştir. Bu incelemelerin bugün itibariyle kaynaksal değeri çok büyüktür, çünkü bunlar 19. asırdaki Türk halklarının tarihi, etnografyası, coğrafyası, toplumsal ve siyasi durumu hakkında bilgiler vermektedir. Bu Türk bilgesinin bilimsel mirasının bundan sonra da Türk halklarının tarihiyle ilgili pek çok meseleyi çözmeye yardımcı olacağı açıktır. Bundan dolayı, Ulu bozkırın evladı Çokan Valihanov’u daha çok incelememiz ve yeniden dünyaya tanıtmamız gerekmektedir. 323 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaynaklar Ç. Valihanov. 5 ciltlik toplu eserler, 1. cilt-Almatı: Kazak Sovyet Ansiklopedisi tarafından redakte edilmiştir, 1984. Ç. Valihanov. 5 ciltlik toplu eserler, 2. cilt-Almatı: Kazak Sovyet Ansiklopedisi tarafından redakte edilmiştir, 1984. Ç. Valihanov. 5 ciltlik toplu eserler, 3. cilt-Almatı: Kazak Sovyet Ansiklopedisi tarafından redakte edilmiştir, 1984. Ç. Valihanov. 5 ciltlik toplu eserler, 4. cilt-Almatı: Kazak Sovyet Ansiklopedisi tarafından redakte edilmiştir, 1984. Ç. Valihanov. 5 ciltlik toplu eserler, 5. cilt-Almatı: Kazak Sovyet Ansiklopedisi tarafından redakte edilmiştir, 1984. Зиманов С., Атишев А. Политические взгляды Чокана Валиханова. Алма-Ата, 1965. Süleymenov B., Moiseyev V. A. Çokan Valihanov Şarkiyatçı. Almatı, 1985. Ş. Ş. Valihanov mirası dünya tarihi bağlamında, Uluslararası Bilimsel Forum Materyalleri, Semey, 2010. Kazakistan milli ansiklopedisi, 8 cilt, Almatı, 2006. Muktarulı S., Çokan ve Sanat, Almatı, 1985. 324 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması HÜSEYİNOĞLU, Ali Şamil (2014). “Musa Carullah Bigi’nin Görünmeyen Tarafları veya Musa Carullah Bigi Mehemmedemin Resulzade’nin Kaçırılmasında Nasıl Yardımcı Oldu?”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.327-339 (http://bilgelerzirvesi.org). Ali Şamil HÜSEYİNOĞLU* MUSA CARULLAH BİGİ’NİN GÖRÜNMEYEN TARAFLARI VEYA MUSA CARULLAH BİGİ MEHEMMEDEMİN RESULZADE’NİN KAÇIRILMASINDA NASIL YARDIMCI OLDU? Giriş 1 9. yüzyıldan itibaren sanayinin-endüstrinin hızla gelişmesi yeni politik partilerin, örgütlerin yaranmasına sebep olur. Sadece esaret altında olan halklar değil, hatta sömürge devletlerinde de devrimler başlar. Yeni fikri ceryanlar da ortaya çıkar. 1848 yılında Komünist Partisinin manifestosunu yazan Karl Marks ve Fridrih Engels Manifestoyu “Avrupa’da bir Kâbus – Komünizm Kâbusu dolaşmaktadır” cümlesi ile başlar. Sömürgeci devletlerden olan Rus Çarlığında yeni partiler yaranır, esaret altında olan halklar istiklal savaşına başlar. Rus Çarlığı Türk kavimlerinin yaşamış olduğu toprakları işgal ederek kendi yönetimi altına alır. Rusların hükûmeti altına girmek zorunda kalan ilk Müslüman Türk topluluğu Tatarlar olur. (1552). 18. yüzyıldan itibaren Tatarlar’ın ticaret yapmalarının yolunu açan haklar Rus Çarlığı tarafından verilmeğe başlar. Bu da Tatarlar’ın Rusya’nın birçok yerinde fabrikalar ve ticari müesseseler kurarak zenginleşmesine yol açar. Azerbaycan’ın zengin petrol kaynakları da bölgenin gelişmesine yardımcı olur. Böylece 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde artık Türk-Tatar burjuvası şekillenmeğe başlar. 1904-1905 yıllarda Rusya'nın Japon’ya ile Savaşı kaybetmesi Çarlık rejimine büyük bir darbe olur. Rusya İmparatorluğu'ndaki değişikliklerin temel taşını oluşturur. İmparatorluğun sömürge halkları ve elbette ki, Rusya Müslümanları arasında, Asya milletinin, yenilmez * Azerbaycan Millî Bimler Akademisi. 327 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kâbul edilen bir Avrupa Devleti'nin yenebileceğinin isbatı olarak yorumlanan bu mağlubiyet, siyasi hareketlerin de başlangıcı olur. Bu dönemdeki İmparatorluğun sosyal ve ekonomik problemleri, devrimci hareketler, grevler, liberal birliklerin kurulması, haysiyet kırıcı askeri mağlubiyet ve mutlakiyetçi rejimin tepkisi ile çok kritik bir noktaya gelen genel durum ve nihayet Çar Nikolay'ın 2. emperyal manifestosunu ilan etmesi ve bunu Ekim manifestosunun takip etmesi yine de kargaşa ortamını yatıştırmaz. Rusya İmparatorluğu'ndaki Türk-Müslümanların politik bir platform üzerinde birliğinin temini için ciddi adımlar ilk defa bu dönemde ortaya atılır. Böylece Nijni Novgorod’da Bütün-Rusya Müslümanları Birinci Kongresi düzenlenir. Bu kongre o günlerde Rusya Müslümanları İttifakı adlandırılır. Savundukları deyerlerin başında "Vicdan hürriyeti, bütün Rusya vatandaşları arasında hukukta eşitlik, kültür sahasında millî gelişmeye kanunen müsaade" edilmesi gelir (Rusya Müslümanlarının Gurultayları, 2005:316), (Гасанлы Джамиль, http://karabakh-doc.azerall.info/ru/azerpeople/ ap034. htm). Kongrede Rusya Müslümanlarının dini meseleleri, ilkokullarla dini medreselerin ıslahı, imam, öğretmen ve müderrislerin durumlarının düzeltilmesi gibi konular görüşülür, müzakere ettiği konular arasında en önemlisi yine eğitim meselesi olur. 1906 yılı Ocak ayında Sankt Petersburg'da düzenlenen ikinci kongre, "İttifak"ın nizamnamesini müzakere ve kabul etmiş, aynı yılın Ağustos’unda Alimerdan Topçubaşov'un yönetiminde ve İsmail Bey Gaspıralı'nın, Yusuf Bey Akçuralı'nın, Maksudi (Arsal) Bey Sadri'nin, Kerimi Bey Fatih ve diğerlerinin iştiraki ile NijniNovgorod'da düzenlenen üçüncü kongrede "İttifak"ın programı kabul edilir (Гасанлы Джамиль, http://karabakhdoc.azerall.info/ru/azerpeople/ap034.htm). İmparatorluktaki bütün Türk halklarına ait bir politik harekât ortaya çıkar. Bu kongrelerin düzenlenmesinde, Türk-Müslüman halkları arasında bir ölçüye kadar birlik gerçekleştirilebilmesinde Musa Carullah Bigiyef de aktif olarak katılır. 1905’ten itibaren Rusya’nın Türk asıllı aydınlarının başlattığı politik faliyetlere aktif bir şekilde katılan Musa Carullah Bigiyef 15 Ağustos 1905 Nijni Novgorod’da 1. Rusya Müslümanları Kongresıne katılır, Ocak 1906’da düzenlenen 2. kongrede baş sekreter, Ağustos 1906’da düzenlenen 3. kongrede Rusya Müslümanları İttifakı teşkilâtının 328 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Merkez Komitesine seçilir. (Гасанлы Джамиль, http://karabakhdoc.azerall.info/ru/azerpeople/ap034.htm) Musa Carullah Bigiyef kimdir? Kaynaklarda Musa Carullah Bigiyef'in doğduğu yer hakkında fikir ayrılığı olsa da, onun babası Yarulla Bigiyef'in Güney Rusya’da Penza ilinin Çembar ilçesine bağlı Kikino köyünden olduğu net olarak gösterilir. Annesi ise Damolla Habîbullah Hazret’in kızı Fatima Hanım’dır. (İslam Ansiklopedisi, Cilt 31:214). Yarulla Bigiyef dini eğitim aldığı ve Rus dilini bildiği için Rostov yakınındaki bir camiye ahund olarak atanır. Bu yüzden de Musa Carullah Bigiyef’in bu göç sırasında Rostov yakınındaki Novoçerkassk şehrinde doğduğunu yazarlar. 1873 yılı Aralık ayının 25’de doğan Musa babasını küçükken kayb eder. İlköğrenimini annesi Fatıma Hanım'dan alır. 11 yaşında Rostov Rus Teknik Devlet Lisesi'ne gider (Yaman Ertoğrul, Bolaç A.Kamal, Esatoğlu Ahsen, 1998:38). Yükseköğrenimini bu liseyi bitirdikten sonra, 1888 yılında Kazan’a giderek Kül Buyı (Göl Boyu) Medresesi’nde alır ve 1895’te Mâverâünnehir’e geçip Buhara medreselerinde eğitim gördügünü yazarlar. Buhara'da Farsçanı, Arapçanı ve İslâm ilimlerini öğrenir. İkram Efendi ve İvaz Efendi'den fıkıh ve felsefe; Şerif Efendi'den matematik ve astronomi dersleri alır. Öklid, Pisagor, Arşimed, Eflâtun, Aristo, Descartes, Bacon vb. fikirlerini benimser. Hocaları için matematik alanındaki bazı eserleri Rusça'dan Türkçe'ye çevirir. Eğitimini ilerletmek üzere İstanbul'a gelen Musa Bigiyef burada önce Mühendislik Mektebi'ne kaydını yaptırır. Ancak yakınlarının ve hocalarının tavsiyesiyle tekrar İslâmî ilimlere yönelir. İstanbul'dan aynı amaçla Mısır'a gider. Kahire ElEzher Üniversitesi'ne kaydolur. Bir süre sonra bu okuldan da ayrılarak, özel araştırma ve çalışmalar yapar. Muhammed Abduh'un derslerine devam eder. Mısır Milli Kütüphanesi'nde Kur'an tarihi üzerine araştırmalar yapar. Daha sonra gittiği Mekke ve Medine’de hadis ve fıkıh araştırmalarına devam eder. Hicaz’dan Hindistan’ın Diyûbend şehrine, oradan Şam ve Beyrut’a geçer. Seyahatleri esnasında Arapça ve Farsça’sını geliştirir. (http://ru.wikipedia.org/wiki/). 1904. yılında Rusya’ya dönerek Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne misafir öğrenci olarak devam eder. Arkadaşı Abdürreşid İbrahim’in çıkardığı “Ülfet” (Petersburg, Aralık 1905 - Haziran 1907) ve “et-Tilmîz” adlı gazeteler yanında “el-Islâh” (Kazan, Ekim 1907 329 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Temmuz 1909) ve “el-Asrü’l-cedîd” (Uralsk, Ocak 1906 - Ocak 1907) gibi yenilikçi gazete ve dergilerde makalelerini yayınlatır. 1906. yılında makaleleri yayınlanmaya başlar ve onun teoloji üzerine yaptığı çalışmaları az bir süre içinde tanınır (Yaman Ertoğrul, Bolaç A. Kamal, Esatoğlu Ahsen, 1998:38). 1909 yılı sonunda Orenburg’a taşınır ve oradaki Hüseyniye Medresesi’nde ders vermeye başlar. “Rahmet-i İlâhiyye” adlı makalesinin “Şûra” dergisinde yayınlanması üzerine “kadimci” âlimlerin sert eleştirilerine mâruz kalır ve 1910’da medreseden ayrılarak Petersburg’a döner. Hazırlamakta olduğu Tatarca Kur’an tercümesini 1912’de bitirirse de bastıramaz. 1913 yılında Petersburg’da “Emanet” Matbaası’nı kurup Muhammed Ayaz İshakî İdilli ile birlikte “İl” adında bir gazete çıkarmaya başlar. Bölgede din âlimi ve cedidçi olarak bilinen Ziyâeddin Kemali'nin kızı ile evlenir. 1917 devriminden sonra arkadaşı Alimcan İbrahimov’un etkisile Bolşevikleri destekler. 5. Genel Rusya Müslümanları Kongresi’nde erkek-kadın eşitliğini savunan bir rapor sunar. Ayrıca Rusya’da yaşayan Müslümanların dinî ve millî hürriyetlerinin sağlanmasıyla ilgili bir öneride bulunur. 1919-1920’de yurtlarından sürüldüğü için Moskova’ya gelen Hindistan Müslümanlarına destek olmaya çalışır. 1920. yılının sonunda Bolşevik işgalinin ardından Buhara’ya gider ve orada yapılan kültürel yıkıma şahit olur. 1921. senesinde Sovyetler aleyhine çalıştığı iddaasıyla Taşkent’te tutuklanır ve on bir ay hapis yattıktan sonra Leningrad’a dönerek oradaki büyük camide imamlık yapmaya başlar. Araştırıcılar Musa Carulla Bigi’nin “İslâm Milletlerine” adlı eserinin Berlin’de yayınlanması üzerine 1923’te tekrar üç ay süreyle tutuklanır, ardından üç yıl süreyle Moskova’ya sürgüne gönderildigini yazıyorlar. (Yaman Ertoğrul, Bolaç A. Kamal, Esatoğlu Ahsen, 1998:38) Musa Carullah, 1926 senesinde Mekke’de yapılan Genel Dünya Müslümanları Kongresi ile Kahire Hilâfet Kongresi’ne katılır. 1927 yılında Hac’a ve oradan 2. Hilâfet Kongresi’nde bulunmak üzere Kudüs’e gider. İslam âlimlerine karşı yapılan baskıların artması nedeniyle 1930 yılı sonunda ailesini bırakarak Rusya’dan kaçar. Önce Afganistan ve Hindistan’a, ardından Mısır’a gider. 1932 yılında düzenlenen 1. Türk Tarihi Kongresi’ne katılır. 1933’te Berlin’e giderek Arap harfli bir matbaa kurar ve bazı eserlerini yayınlar. 1934 yılında İran ve Irak’ta Şii üzerine araştırmalarda bulunur, Muhsin elEmîn gibi Şii müctehitleriyle görüşür. Mısır’dan Hindistan’a ve 330 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması oradan Japonya’ya gider. 1938 yılının sonuna kadar Tokyo’da kalır. 2. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Japonya’dan ayrılıp tekrar Hindistan’a gider. İngilizler tarafından Japon yanlısı olduğu gerekçesiyle Hindistan’da tutuklanır. Bir buçuk yıl hapis yattıktan sonra Bopal şehrinde gözetim altında bulundurulmak şartıyla serbest bırakılır. Bu arada ilmî faaliyetlerini sürdürür; 1944-1946 yılları arasında on eserini yayınlatır. Hastalığı sebebiyle 1947’de Kahire’ye ve oradan İstanbul’a geçerek tedavi görür. Türk vatandaşlığına kabûl edilirse de İstanbul’un havası kendisine iyi gelmediğinden tekrar Kahire’ye döner. Musa Carullah, on dokuz yıldan beri uzak kaldığı ailesini göremeden 25 Ekim 1949’da Kahire’de vefat eder ve Afîfî’deki Hidîviyye Mezarlığı’nda defnedilir (Görmez Mehmet, www.info-İslam.ru). Musa Carullah dinler tarihi araştırmalarının önemine temas eder, dinlerden söz ederken birine hak, diğerine bâtıl demekten sakınmanın ve her dine saygı göstermenin gereğine inanır. Yenilikçi olarak tanımladığı Musa Carullah’ın Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber hakkında çok saygılı bir dil kullandığını ve her şeyi Batılılar’dan alan reformcularla bir tutulamayacağını belirtir. Dil konusunda Gaspıralı İsmail’in yolunu takip eder ve İstanbul Türkçesi’ne yakın bir dil kullanır. Birkaç Arapça risâlesi dışında 1905-1935 yıllarında kaleme aldığı önemli çalışmalarının hepsi Tatar Türkçesi iledir. (Şekihanova Metanet, http://www.uluturk.info/new/menu/1069/) Sovyet döneminde Musa Carullah’ın tanıtılması, eserlerinin yayınlanması yasak olsa da son yıllarda ister Kazan’da, ister Türkiye’de onunla ilgili birçok sempozyumlar düzenlenir, eserleri yayınlanır. Musa Carullah’ı tanıtanlar onun daha çok teolojik yönünden söz açarlar. Onun antisovyet faaliyetine, Sovyetlerin baskısı altında olan insanların ülke dışına-mühacerete gitmesine değinmez. Onun Sovyet baskısından kurtardığı, mühacerete gönderdiği kişilerden biri de Azerbaycan Halk Cumhuriyyeti’nin kurucularından olan Mehemmedemin Resulzadedir. Mehemmedemin Resulzade 19. Yüzyılda petrolün sanayi – endüstri usûli ile çıkarılması orta yüzyılların küçük liman kasabası Bakü’yü dünyanın dikkat merkezi haline getirir. İş bulmak, para kazanmak isteğile binlerce kişi dünyanın farklı bölgelerinden buraya geldikleri gibi kasaba 331 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çevresindeki köylerden de oraya akın başlatır. 1884 senesi Ocak ayının 31’de Bakü yakınlarındaki Novhanı köyünde, bölgenin ünlü bir din âlimi olan Hacı Molla Aliekber’in ailesinde doğan Mehemmedemin küçük yaşlarından Bakü’de büyümüş, burada okula gitmiş, çok genç yaşlarında burada devrimcilere katılmış. O, küçük yaşlarından itibaren aile çevresinde aldığı dinî bilgiler yanında belli ölçüde Arapça ve Farsça öğrenir. Sonralar Farsça hiç bir eğitim görmese bile İran’da Farsça yayınlanan ilk Avrupa tipli gazetenin, “İran-ı Nev’in” baş yazarı olur. Mehmedemin Resulzade Baküdeki Rus-Tatar okulunda okuduktan sonra bir müddet Bakü Teknik Okuluna devam eder. Bir yandan Gaspıralı İsmail beyin önderlik ettiği usûl-i cedîd okulları ve onun eğitim hakkındaki görüşlerinden etkilenir, diğer yandan da Rusya Müslümanları arasında gittikçe yaygınlaşan devrimci hareketlerden etkilenir. Bu onun hayatında dönüm noktası olur ve millî meselelerle citti şekilde ilgilenmeğe başlar. 1902. yılında Rus sömürge yönetimine karşı mücadele etmek için Müslüman Gençlik Teşkilâtı adıyla gizli bir cemiyet kurar. Bu cemiyet Müslüman Demokratik Müsavat Cemiyeti ismini alarak çalışmalarını sürdürür. 1904. yılı sonlarına doğru arkadaşları Mîr Hasan Mevsimov, Mehemmed Hasan Hacinski ile birlikte bu cemiyeti, Rus Sosyal Demokrat Fehle (işçi) Partisi’nin Bakü Komitesi içerisinde yer alan Müslüman Sosyal Demokrat Himmet (kısaca Himmet/Hümmet) teşkilâtına dönüştürür. Meşedi Azizbeyov, Neriman Nerimanov ve Soltanmecid Efendiyev gibi devrimcilerin de katıldığı bu teşkilâtın 1904-1905. yıllarında altı sayı gizlice yayınlanan ve suçlanarak dağıtılan Himmet adlı bir yayın organı vardı. (Resulzâde Mehemmedemin, 2005) Mehemmedemin Resulzade 1903 yılı 2 Mayıs’ta Şark-ı Rus gazetesinin 14. sayında yayınlatdığı “Saadetlü Mehemmedağa Huzurunaadlı mektubu”yla gazeteçilik hayatına başlar. Tiflis’te Mehemmedağa Şahtahtlı’nın başyazarı ve sahibi olduğu Şark-ı Rus gazetenin 19-20 saylarında Mehemmedemin Resulzadenin amcasının oğlu Mehemmedeli ile birlikte yazdıkları “Himmet ve Gayret Vaktidir” makalelerini yayınlar. Bu makalenin esas hedefi aydınların millete karşı sorumlulukları, Kafkasya’da din bilgini yetiştirecek bir medresenin ve usûl-i cedîd eğitimi yapacak mekteplerin açılması konuları olur. Mehemmedemin Resulzade iş hayatına Bakü’de milyoner Zeynalabdin Tağıyev’in parası ile Rusça yayınlanan Kaspi 332 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gazetesinde mürettiplikle başlar. O burada gazetenin baş yazarı, bölgenin ünlü avukatı, gelecekte Azerbaycan Halk Cümhuriyeti’nin kurucularından olan Alimerdan bey Topçubaşov ve b. aydınlarla tanışmak fırsatını yakalar. Böylece gazetecilik onun gerçek mesleği olur. (http://karabakh-doc.azerall.info/ru/azerpeople/ap034.htm). Mehemmedemin Resulzade daha sonra Ali Bey Hüseyinzade’nin (Turan) Füyûzat dergisine (1906-1907) ve Ahmet Ağaoğlu’nun yayınladığı İrşad ve Terakkî gazetelerine (1908-1909), yanı sıra sosyalistlerin Türkçe ve Ermenice yayınlanan Davet-Goç’a (1906), Himmet teşkilâtının yayın organı olan Tekâmül’e (19061907), (bu gazete kapatılınca yerine yayınlanan Yoldaş’a (1907) çeşitli konularda makaleleri yayınlatıyor. Mehemmedemin bu yazılarında ilgi alanının ne olduğunu açıkca belirtir ve onun ta gençlik yıllarından itibaren Rus sömürge politikasına karşı hürriyetçi ve devrimci bir tavır takındığı, sadece Kafkasya Müslümanlarının değil bütün Rusya Müslümanlarının, İran ve Türkiye’nin problemleriyle ilgilendiğini gösterir. (Resulzâde Mehemmedemin, 2005). Memmedemin Resulzade bunun yanı sıra Azerbaycan’da millî bilincin, sosyal ve kültürel hayatın gelişmesinde önemli etkisi bulunan Sefa, Necat, Edep Yurdu, Cemiyyet-i Hayriyye gibi derneklerde görev alır, bir süre Terakki’ gazetesinin, 1908’de geçici olarak İrşadgazetesinin başyazarlığını üstlenir. Öte yandan siyasal olaylarda, gösteri ve mitinglerde aktif rol alır. Josef Stalin’le tanışması da bu yıllarda kuzeni – amcasının oğlu Mehemmedeli Resulzade aracılğıyla gerçekleşir. Josef Stalin’le birlikte bazı faaliyetlere girer, onu birkaç defa ölümden kurtarır. Duygusal yanlarının ve edebiyatla ilgisinin ortaya çıkmasına yardımcı olan “Karanlıkta Işıklar” (1908) ve “Nâgeân Belâ” (1908) adlı piyeslerini yazar. Bu yıllarda imparatorluğun bütünlüğünü korumakta israr eden, esir halkların hürriyet isteklerine karşı çıkan Rus sosyal demokratlarına olan inancını kaybetmeye başlar ve düşüncelerini değiştirerek Azerbaycan’ın ve diğer esir halkların Rusya içinde özerklik kazanması yönünde geliştirir. (Resulzâde Mehemmedemin, 2005). İran’a gidişinin nedeni ise devrimci aydınların, gazeteci ve yazarların tutuklanıp hapse atıldığı veya sürgün tehlikesiyle karşılaştığı dönemde Rus polisinin takibinden kurtulmak ve İran Meşrutiyet Harekatını izlemektir. Burada Himmet teşkilâtının temsilcisi ve Terakkî gazetesinin muhabiri olarak çalışır. 1910 yılında İran Demokrat Partisi’nin kurucuları arasında yer alır ve partinin merkez komitesine seçilir. İran’da yaşamasına ve Bakü’den 333 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı uzaklaşmasına rağmen yine de İran-ı Nev’de (1909) Rus hükûmetini eleştiren makaleler yazmanın yanı sıra Bakü’de yayınlanan Terakkî gazetesine”İran Mektupları”başlığıyla seri yazılar göndermeği de ihmal etmez. Onun bu iki gazetede yayınlanan yazıları İran Meşrutiyet harekatının önemli kaynakları arasında yer alır. İran’da emperyalizme karşı açılan meşrutiyet cephesinin ilk hedeflerinden biri Rusya idi. Bu sebeple çok geçmeden Rusya’nın askerî müdahalesiyle İran meşrutiyet harekatı kanlı bir şekilde bastırılır. Rus hükûmetinin isteği üzerine Mehemmedemin Resulzade 1911 yılı Mayıs’ında sınırdışı edilir. O, mücadele arkadaşı Seyit Hasan Tağızâde ile birlikte İstanbul’a giderek Ahmet Bey Ağaoğlu ve Ali Bey Hüseyinzâde ile buluşur. Kazan Türkleri’nden Yusuf Akçura ile, Ziya Gökalp olmak üzere İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin ileri gelen temsilcileriyle tanışır. Türk Ocaklarının çalışmalarına katılır. Bu çevrede tanıdığı bazı aydınlar ve özellikle Ziya Gökalp M.Resulzade’yi bir hayli etkiler. Türk Yurdu’nda ve Sırât-ı Müstakim’de İran ve İran Türkleri hakkında makaleler yazar. 1913’te Romanov hanedanının 300. yılı dolayısıyla çıkarılan genel aftan yararlanarak Bakü’ye döner. (http://www.guncelmeydan.com/ pano/ mehmed-emin-resulzade-t19940.html). Siyâsi faliyetine dava arkadaşlarının 1911 yılında kurdukları Müsavat Partisi'nin başına geçerek devam eder. 1914 yılı Ekim’den itibaren dönemin en etkin gazetelerinden biri olan İkbal’de yönetici ve başyazar olarak çalışır. Ertesi yıl Müsavat Partisi’nin yayın organı Açıksöz gazetesini (1915-1918) kurarak başyazarlığını yapar. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Modernleşmekülküsünü savunan bu gazetede Rusya Türkleri’nin kendi mukaderratını kendilerinin belirlemesi gerektiği üzerinde durur. Mehmedemin Resulzade kendisinin de Rusya vatandaşı olmasına rağmen Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın tarafını tutar. Rus birliklerinden yardım alarak Ermeni çetelerinin katliamlarına uğradığı için Doğu Anadolu’dan kaçmak zorunda kalarak Azerbaycan, Kafkasya içlerine gelen Osmanlı tebaasına yardım kampanyasını örgütleyenlerinden ve Azerbaycan Cemiyyet-i Hayriyyesi’nin kurulmasının öncüllerınden olur. 1917’de “Kardaş Kömeği” (“Kardeş yardımı”) adlı bir mecmua yayınlayarak mecmuanın gelirini bu kampanya için harcar. 1917. senesi Nisan ayında Bakü'de düzenlenen Kafkasya Müslümanları kongresinde onun Rusya’nın federal bir yapıya 334 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kavuşturulması gerektiği yolundaki teklifi benimsenir. Aynı zamanda onun 1-11 Mayıs 1917’de Moskova’daki Bütün Rusya Müslümanları Şûrası’nda her halk için toprağa dayalı özerklik teklifi kabûl edilir. Bu dönemde yayınladığı kitapçıklarla görüşlerini bütün Rusya Müslümanlarına ulaştırır. Moskova kongresinde yaptığı konuşma Ahmet Salikov’un konuşmasıyla birlikte basılır. Ancak millî istiklâl yolundaki faaliyetleri ve yazıları sebebiyle hapse atılır. (http://www.guncelmeydan.com/pano/mehmed-emin-resulzadet19940.html) Bolşevik İhtilâli’nin patlak vermesiyle 1917 senesinde hapisten kurtulur. Yine Azerbaycan’ın siyasi önderlerinden, Gaspıralı İsmail Bey’in damadı Nesibbey Yusufbeyli’nin 1917’de Gence’de kurduğu Türk Adem-i Merkeziyet Partisi’nin Müsavat Partisi ile birleşerek Türk Adem-i Merkeziyet Partisi Müsavat adını almasının ardından gerçekleştirilen kongrede başkanlığa getirilir. 1917 yılının sonbaharında Rusya’da yapılan milletvekili seçimlerinde hem Azerbaycan’dan, hem Türkistan’dan Rus parlamentosuna seçilir. 1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra Tiflis’te Türkler, Gürcüler ve Ermeniler’in katılımıyla Kafkasya’nın yönetimini eline alan milletvekillerinin kurduğu hükûmetin dağılması üzerine Azerbaycan temsilcileri Azerbaycan Millî Şûrası'nı oluşturur. Şûra başkanlığına Mehemmedemin Resulzade getirilir. Azerbaycan Millî Şûrası 28 Mayıs 1918’de Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilân eder. (http://www.guncelmeydan.com/pano/mehmed-emin-resulzadet19940.html) Bakü işgal altında olduğundan Gence devlet merkezi ilân edilir. Haziran 1918’de Orta Avrupa devletlerinin katılımıyla Kafkasya meselelerinin görüşüleceği düşünülen konferansta Azerbaycan’ı temsil etmek üzere İstanbul’a giden Mehemmedemin Resulzade, burada yabancı devletlerin ileri gelenleriyle temas kurarak Bakü’nün işgalden kurtarılması için teşebbüslerde bulunur. O sırada Bakü üzerine ilerlemekte olan Türk ordusu ve Azerbaycan gönüllüleri 15 Eylül 1918’de Bakü’yü işgalcilerden kurtarır ve merkezi buraya taşır. M.Resulzade, Azerbaycan’a dönerek devlet başkanlığı görevine devam eder. 1919’da Müsavat Partisi’nin ikinci kongresinde yeniden parti başkanlığına seçilir. 27 Nisan 1920 tarihinde Bolşeviklerin Azerbaycan’da yönetimi ele geçirmesi üzerine Azerbaycan Halk Cümhuriyeti’nin kurucuları ülkeyi terk etmek – mühacerete gitmek zorunda kalırlar. Onlardan Feteli Han Hoysk, Hesen bey Ağayev, Nesib bey Usubbeyli terörün kurbanı olmuştur. 335 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mehemmedemin Resulzade ise bir süre Lahıc kasabasında saklanır ve tarihi eserlerinin bir kaçını burada yazar. Sonra Abbaskulu Kazımzade ile birlikte yakalanarak Bakü’ye getirilir ve hapse atılır. Fakat 1921. senesinde Küzey Kafkasya’da olan Josef Stalin Bakü’ye gelir onu hapisten kurtararak Moskova’ya götürür. Josef Stalin kendisine defalarca resmî görev teklif etse de o Bolşeviklerle iş birliği anlamına gelebilecek her türlü faaliyetten uzak durar; sadece Moskova Şarkiyat Enstitüsü’nde Türkçe ve Farsça dersleri vermeyi kabul eder. Mehemmedemin Resulzade ilmî araştırmalar yapma bahanesiyle 1922 yılının başlarında Leningrad’a gider. Bakü’de yer altı faaliyetlerini sürdüren Müsavat Partisinin kararı ile o, Finlandiya’ya kaçırılır. Bir ay kaldıktan sonra Fransa’ya gider, 1922 yılının yazında oradan İstanbul’a gelir. Azerbaycan’ın siyasî mültecilerinin bir çatı altında toplamaya, dergiler, gazeteler yayınlamaya başlar. (Yurtsever Abdül Vahap, 1962:17) Sovyetler’in baskıları sonucu 1928’de İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalır. Avrupa’ya geçerek çeşitli ülkelerde Azerbaycan davasını dünyaya açıklamaya devam eder. Rusya’nın hükümranlığı altındaki milletlere mensup göçmenlerin oluşturduğu Prometeus adlı Cemiyetin Paris’teki yayın organı “Promete” (1929-1939) ve “Kafkaz” (1932-1938) dergilerine makaleler yazar. Berlin’de onun yönetiminde çıkan “İstiklâl” (1932-1934) ve “Kurtuluş” (1934-1938) gazetelerinde, ayrıca Müsâvat Bülteni’nde birçok makalesi yayınlanır. 1934’de Brüksel’de Millî Gürcistan ve Kuzey Kafkasya devlet başkanları ile Kafkasya Konfederasyonu’nu kurar. Bu dönemde Resulzade ile bazı Azerbaycan temsilcileri arasında liderlik konusunda anlaşmazlık çıkar. Şefi Bey Rüstembeyli ile Halil Hasmemmedli Mehemmedemin Resulzade’ye karşı tavır almışlar. Ancak muhaceretteki Müsavatcılar’ın ekseri onu tercih edince diğerleri partiden ihraç edildi. Mehemmedemin Resulzade, değişen siyasî şartlar sebebiyle muhaceretteki Müsavat Partisi mensuplarını 1936 yılında Polonya’da toplantıya davet eder. Bu toplantıda partinin yeni programı kabul edilir ve “Müsavat Partisi Yeni Program Esasları” adıyla yayınlanır (Varşova 1936). Polonya’nın Ruslar tarafından işgali üzerine Berlin’e giderek burada arkadaşlarıyla birlikte Azerbaycan’ın geleceği üzerinde Almanlar’la yapılan görüşmelere katılır. Naziler’in Azerbaycan’ın haklarını tanıma ve istiklâlini temin etme niyetinde olmadığını görerek 1942. senesinin sonbaharında Almanya’dan ayrılır. Alman politikası hakkındaki olumsuz düşüncelerini 5 Ağustos 1943 tarihinde bir muhtıra ile açıklayarak Bükreş’e döner. Burada kendisine 336 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Türkiye büyükelçisi Hamdullah Suphi Tanrıöver yardımcı olur. 1944’te Bolşevikler’in Bükreş’e de girmesi üzerine İsviçre’ye gitmek ister, ancak vize alamaz. 1944 Ekim ayında Almanya’ya sığınmak zorunda kalır. 1947 yılının Eylül’ünde Türkiye’ye gelerek Ankara’ya yerleşir. Önce Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde, daha sonra Millî Kütüphane’de memur olarak çalışır. 1949’da Ankara’da kurulan Azerbaycan Kültür Derneği’nin onursal başkanlığına getirilir. Dernek, 1 Nisan 1952 tarihinde günümüzde de yayınlanmakta olan Azerbaycan adlı dergiyi çıkarmaya başlar. Bu dergide ve daha başka yayın organlarında birçok makalesi yayınlanan Mehemmedemin Resulzade 6 Mart 1955’te vefat eder ve Asri Mezarlığında defnedilir. (http://www.guncelmeydan.com/pano/mehmed-emin-resulzadet19940.html). Mehemmedemin Resulzade ile Musa Carullah’ın İlişkileri Mehemmedemin Resulzade ile Musa Carullah’ın savaş metotları farkli idi. Buna rağmen bir birine saygı duyarlar. Rusya Müslümanları Kongresine birlikte katılırlar. Sovyetler’in kurucularından olan, dünyada milyonlarla insanın ölümünün, zulüm ve sefalet içerisininde yaşamasının sebepkarı Josef Stalin ile Mehemmedemin Resulzade ilişkisinden, Mehemmedemin Resulzade’nin gençliğinde Josef Stalin’i ölümden kurtarmasından çok yazmışlar. Josef Stalin ile mülâkatında “Ben halkıma azacık istiklal tadızdırdım” diyen Mehemmedemin Resulzade’yi de kurşuna dizilmekten Josef Stalin kurtarır. “1920 yılının Nisan ayında Sovyet hükûmeti kurulduktan sonra M. Resulzade bir gurup silahtaşıyla birlikte İsmayıllı ilinin Lahıc köyünde kalmak zorunda kalır. Lakin orada çox kalamazlar. Yerlerini değişmek maksadıyla yola çıkarlar. Çok geçmeden İsmayıllı ilinin Aşık Bayram köyü yakınlığında hükûmet güçleri onları hapseder. Resulzade’nin ve arkadaşlarının yerini ise Lahıc köy sakini Ali Abbas bey Nesrulla bey oğlu Seferbeyov haber verir. Bu “hizmeti” için kommunistler ona çifte lüleli tüfek hediye ederler. A.Tahirzade A.Seferbeyov hakkında bilgileri ve resimleri KGB’in (Rusca Komitet Gosudarstvennıy Bezapasnost sözünün kısaldılmıçıdır. MİT anlamına uyğun gelir-A.Ş.H.) arşivinden elde ettiğini belirtir: “Bu olaydan bir müddet sonra A.Seferbeyov’u hapsederler. O da hükûmete sadâkatini ispatetmek için zamanında M. E. Resulzade’yi sattığını belirtir. Ben bu bilgileri A. Seferbeyov’un soruşturma zamanı verdiği ifadeden elde 337 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ettim. Başka kaynaklarda da bu hakta bilgiler var. Lakin sonradan iz kaybetmek için onu kurşuna dizerler”. ( http://axar.az/news/7822) Mehemmedemin Resulzade’yi gözaltına alarak Bakü’deki Bayil ceza evine getirirler. Guzey Kafkasya’da olan Josef Stalin bundan haber tutar ve Bakü’ye gelerek Mehemmedemin Resulzade’yi Moskava’ya götürür, orada ona Milletler Bakanlığında ve Kızıl Komünistler Üniversitesinde görev vermek ister. Mehemmedemin Resulzade Sovyetlerin yaptığı politikayı kabullenemez. Moskva’da yaşadığı müddette bir kaç kez Leningrad’a gider. Moskva’da ve Leningrad’da Tatar aydınları ile görüşür, onlarla fikir alış-verişinde bulunur. Gizli Müsavat Partisinin kararı uyarınca Resulzade ilmî araştırmalar yapma bahanesiyle 1922 yılı başlarında Petersburg’a gider. (http://www.guncelmeydan.com/pano/mehmed-emin-resulzadet19940.html). Musa Carullah’ın yaratmış olduğu gizli örgütle irtibatta olan Müsavatcı doktor Dadaş Hasanzade ve Kazan Türklerinin meşhur ilahiyatçısı Musa Carullah Bigiyef Resulzade’nin SanktPetersburg’dan Finlandiya’ya kaçmasına yardım ederler. Musa Carullah’ın bizce 1923’te üç ay süreyle tutuklanması sadece Berlin’de yayınlanan kitabı ile ilgili ola bilmezdi. Kitabının yayınlanması ile ilgili olsaydı gözaltına alındıkdan sonra Leningraddan uzaqlaşdırmak amacıyla üç yıl süreyle Moskova’ya sürülmezdi. Onun Leningraddan uzaklaştırılması İslâm Milletlerine adlı eserinin Berlin’de yayınlanması ile ilgili deyil. Gözüken o ki Sovyet KGB’si Musa Carullah’ın gizli örgütle ilişkisi olduğundan, baskı altında olanların mühacirete gitmesine yardımçı olduüundan şübhelenmişdir. Sonuç Sovyetlerin çöküşünden sonra arşivlerin açılması araştırıcılarımız karşısında yeni görevler oluşturur. Arşiv belgelerini, özellikle de KGB arşivlerini incelemekle birçok konulara yeniden açıklık getirmek gerekir. Kaynakça Бигеев Муса Яруллович, Википедия, http://ru.wikipedia.org/wiki/ Бигеев,_Муса_Яруллович Rusiya Müselmanlarının Gurultayları. Azerbaycan Halk Cümhuriyyeti Ensiklopediyası. (2005). İki cildde, ikinci cild, Lider neşriyyatı, Bakü. 338 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Musa Carullah Bigi, Türkiye Diyanet Vakfı (TDV), İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır. (İslam Ansiklopedisi, Cilt: 31; sayfa: 214). Гасанлы Джамиль, Лидер Российских Тюрок, газета "Эхо" http://karabakh-doc.azerall.info/ru/azerpeople/ap034.htm Görmez Mehmet, Musa Carullah Bigiyef. Ankara. www.info-İslam.ru Resulzâde Mehmed Emin (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 35, cilt 2) (http://www.guncelmeydan.com/pano/mehmed-emin-resulzadet19940.html) Resulzâde Mehemmedemin (2005). Azerbaycan Halk Cümhuriyyeti Ensiklopediyası, İkı ciltde, ikinci cilt, Lider neşriyyatı, Bakü. Resulzade’ni Satan Adamı Siz De Tanıyın – KGB arxivindən - See more at: http://axar.az/news/7822#sthash.qBhMwH1P.dpuf.http://axar.az /news/7822 Rüstemli Asif, (2009). Cefer Cabbarlı: hayatı ve mühiti, “Elm” neşriyatı, Bakü. Şamil Ali, Türk Dünyasının meşhurları, Musa Carullah Bilgi, http://ali-shamil.tr.gg/Musa-C%26%23601%3Brulla-Biqin.htm Şekihanova Metanet, Musa Cerulla Bigievin kitabları haggında, http://www.uluturk.info/new/menu/1069/ Yaman Ertoğrul, Bolaç A.Kamal, Esatoğlu Ahsen, (1998). Musa Carullah Bilgi (1875-1949), Türkiye’deki Türk Dünyası, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 267, Ankara. İslam Ansiklopedisi, Cilt: 31; sayfa: 214. Yurtsever Abdül Vahap, (1952), Azerbaycan Dram Ediplerinden Cafer Cabbarlı, “Azerbaycan” dergisi, 1Temmuz, sayı 4, sah. 78, Ankara. Yurtsever Abdül Vahap, (1962) Gizli “Müsavat” Teşkilatının Karakteristik Vasıfları, Milli Azerbaycan “Müsavat” Halk Partisi Bülleteni, Ankara, sayı 4, say. 15-18. 339 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TOLKUN, Selahittin (2014). “Sovyet Döneminde Yaşamış Bir Türkistan Bilgesi: Alihan Töre Sagunî”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir (http://bilgelerzirvesi.org/bildiri/pdf/doc-dr-selahittintolkun.pdf), ss.341-353 Selahittin TOLKUN* SOVYET DÖNEMİNDE YAŞAMIŞ BİR TÜRKİSTAN BİLGESİ: ALİHAN TÖRE SAGUNÎ A lihan Töre Sagunî70 1885’te71 günümüzde Kırgızistan sınırları içinde kalan Tokmak şehrinde dünyaya gelmiştir. Aslen bugün Özbekistan sınırları içinde kalan Andican şehrinden olup Tokmak’a göç eden Özbek ailesine mensuptur. Babası Nakşîbendî tarikatine mensup bir âlim ve Şâkir hoca Eşân da denilen Şakirhân Töre, annesi ise Nârbuvi hanımdır. Kendisi 1976 yılında Taşkent’te bu âlemden göç etmiştir. Alihan, asıl adı olup Töre ünvanıdır. Sagunî ise, -hatıratında belirttiğine göre- Karahanlıların önemli merkezlerinden ve Türk dilinin abide eserlerinden Atabetü’l-Hakayık’ı yazan Yusuf Has Hacib’in memleketi olan Balasagun kelimesinden hareketle aldığı lakaptır (Bozkurt: 54).Çünkü Balasagun, Tokmak’ın eski adıdır ve yine Alihan Töre’ye göre bu şehir bizzat Oğuz Han’dan kalmıştır (Bozkurt 23). Hatta efsanevî Afrasiyab’ın üçüncü başkentidir (Bozkurt: 22). Üstadın adındaki Töre kelimesine gelince, Özbek Tilining İzâhli Lugati’nde şu anlamlar verilmektedir: Töre 1) tar. Asilzade, aristokrat. 2) tar. Hanlar devrinde ve Çar Rusyası döneminde Türkistan’daki üst seviyeli bürokrat. 3) Hizmetlerinden dolayı veya yüceltmek için kişilerin isimlerine, ünvanına, makamın aynı şekilde mecaz anlamlı kimi şeyleri * Doç.Dr.Anadolu Üniversitesi. Burada verilen bilgiler başta Elife Bozkurt’un Yüksek Lisans tezinin Giriş kısmından alınmıştır. Bu kısım ise Bozkurt’un ifadesine göre Alihan Töre’nin küçük oğlu Kutlukhan Şakirov ile Yard. Doç. Dr. Yılmaz Polat’ın basılmamış seminerlerinden faydalanılarak yazılmıştır. Bunlara ilaveten Türkistan Qayğusı adlı kitabı pdf halinde internette yayımlayan Alihan Töre’ninsoyundan gelen ÄhädxåntöråĞäppårov ve UväysxåntöråŞåkirov verdiği bilgilerden de yararlanılmıştır. 71 Bir kaynakta Alihan Töre’nin doğumu farklı bir tarihte 21 Mart 1884 olarak verilmektedir (internet 1). 70 341 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bildiren sözlere eklerenerek kullanılan kelime. 4) mec. Resmiyetperest, bürokrat. (Özbek Tilining İzåhli Luğäti, c. 4, s. 244). Baba tarafından eğitimli bir geçmişe sahip olduğu bilinmektedir. Zaten ilk eğitimini dedesi Muhammed Hoca’dan almış, 13 yaşına geldiğinde ise ağabeyi Âlimhan Töre ile birlikte Mekke’ye tahsile gönderilmiş; 17 yaşına kadar bulunduğu Mekke’de Alihan Töre; Arapça, Farsça, Osmanlı Türkçesi, tefsir, hadis, fıkıh, mantık derslerini okumuştur. Yine Mekke’de bulunduğu yıllarda Osmanlı askerlerinde askeri eğitim aldığı bilinmektedir (Bozkurt: viii). Ardından yurduna dönen Alihan Töre bu defa da doğruca Buhara’ya gönderilmiş eğitimine orada devam etmiştir. Çok hareketli bir ömür süren Alihan Töre’nin hayatının büyük bir kısmı, Rusların Batı, Çinlilerin Doğu Türkistan’da hükümran olma ve her ikisini Uluğ Türkistan’dan atma mücadeleleri içinde geçmiştir. Kendisi bu mücadeleler içinde gençliğinden itibaren yer almış. Neticesinde hayatı Batı Türkistan – Doğu Türkistan arasında git gellerle geçmiştir. Alihan Töre, Çar Rusyasına karşı gerçekleştirilen 1916 isyanına katılmış, bu isyan kanlı bir biçimde bastırılınca Kaşgar’a kaçmış; 1917’de Bolşevik ihtilali sonucu Bolşeviklerin hürriyet mücadelesi yapan kaçakların yurda dönebileceğine sözüne kanarak ülkesine dönmüş, ancak tekrar 1919’da kaçmak zorunda kalmıştır. Bozkurt’un bildirdiğine göre 1930’a kadar 6 defa hapsedilmiş; hatta son tutuklanmasında Sibirya’ya sürgün cezası çıkınca mecburen Doğu Türkistan’daki Gulca şehrine kaçmıştır. Ancak Sovyet rejimi kendisini burada da rahat bırakmamış Doğu Türkistan’daki Çinli vali ŞinDuben’e gönderilen tutuklanacaklar listesinde yer aldığı için yine kaçması icap etmiştir. Daha sonra yakalanmış, ancak bu defa Çin’in Sovyet Rusyası’ndan kaçanları salıvermesiyle hürriyetine kavuşmuştur. (Bozkurt: ix-x). Alihan Töre, Doğu Türkistan’da “AzadlıkCemiyeti”ni kurmuş ve bu cemiyet uygun zamanın gelmesi üzerine 7 Kasım 1944’te silahlı mücedeleyi başlatmıştır. Bu isyan sonunda Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulmuş ve Alihan Töre Sagunî cumhurbaşkanı ilan edilmiştir. Alihan Töre’nin Doğu Türkistan’daki faaliyetleri ile ilgili olarak bir başka Doğu Türkistanlı devlet adamı İsa Yusuf Alptekin hatıralarında şöyle demektedir: 342 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu yapılanlardan dolayı İli’de Ali Han Töre adında dinî bir liderin öncülüğünde 21 Eylül 1944 tarihinde ayaklanma oldu. Sonradan öğrendiğimize göre, halk galeyana geliyor. (Alptekin: 437) Ruslar da, İli’deki konsolos, İli’de elde ettiği Özbek ve Uygur adamlarıyla veya zamanında oraya soktuğu adamlar vasıtasıyla, bizim Ali Han Töre ve milliyetçilere yemini billah ederek yardım edeceğiz, ama içişlerinize karışmayacağız, isyan edin, devlet kurun. Adını Doğu Türkistan verebilirsiniz. Ayyıldızlı bayrak da yapabilirsiniz. Biz size yardım edeceğiz fakat hiçbir işinize karışmayacağız. /…/ 1944’te, İli’de Ali Han Töre’nin liderliği altında bir ayaklanma oluyor. O ayaklanma Nilka adlı kazada oluyor. /…/ İli vilayeti kurtulur kurtulmaz, Ali Han Töre tarafından 7 Kasım 1944 tarihinde istiklal ilan edildi. Adı, “Şarkî Türkistan Cumhuriyet”. İki bayrağı vardı. Biri beyaz ve üzerinde “Fetih” sûresinin birinci ayeti bulunuyordu. İkinci bayrağın rengi yeşil, ay yıldızlı idi. Ali Han Töre cumhurbaşkanı oldu. Ali Han Töre hareket ediyor, Çöyçek Vilayetini kurtarıyor. Altay vilayetini kurtarmada bizim Osman Batur’un büyük rolü ve kahramanlığı oluyor. /…/ Ali Han Töre, yedi vilayeti kurtarmak için harekete geçiyor. Bilhassa güneye doğru gidiyor. Urumçi’ye hücum başlıyor. Manas Nehri’ne kadar geliniyor. Bundan başka Bay, Kûçar, Aksu gibi şehir, kaza ve vilayetlere hücum başlıyor. Milli kuvvetleri idare eden General ZununTayıf, Almaata’Da Gani Batır da Batı Türkistan’da vefat etti. O zaman o ayaklanmayı başlatan mühim mevkilere gelen adamların hepsi şimdi Batı Türkistan’dadır. /…/ Ruslar, Türkistan üzerinde Çin’e yardıma mani olmak istiyorlardı. Çünkü Amerika’nın Türkistan’dan yakinen haberdar olmasını istemeyen Ruslar, burada kendilerinde başka bir de Amerikan varlığını kabül etmek istemiyorlardı. Yukarıdaki sebepler ve benzeri sebeplerle Ruslar, Ali Han Töre’nin yeni gireşeceği hareketi durmadan teşvik ediyorlar ve Doğu Türkistanlılara türlü teminatlar veriyorlardı. /…/ Ruslar, bunlarla da kalmayarak, millî hükümetin içişlerine karışmaya ve Ali Han Töre’yi tesirleri altına almaya teşebbüs etmişlerdir. İşlerinize karışmayacağız diye verdikleri sözleri unutmuşlardır. Bütün bunlardan sonra Ali Han Töre ile Rusların arası açıldı. Ali Han Töre’nin Ruslara itibarı kalmadı. Böylece, Doğu Türkistan’da 343 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı milli bir politika gelişmeye başladı ki Rusların da en çok korktuğu ya da nefret ettiği bir şeydi bu. /…/ Ruslar, bu düşüncelerle fakat başka bahaneler bularak, Ali Han Töre’den, Çin’den ayrılmak fikrinden vazgeçmesini, bütün cephelerde hücümların durdurulmasını hatta Milliyetçi Çin hükümeti ile müzakerelere girişerek anlaşmasını istediler. Sebep olarak da isyana tahrik ettikleri gerekçesiyle Çin hükümetinin Rus hükümetini protesto ettiğini ve Ali Han Töre Rusların istediklerini yerine getirmezse, Çin’in Rusya’yı Birleşmiş Milletlere şikâyet edeceğini gösterdiler. Ali Han Töre kabine âzalarını ve komutanlarını toplayarak, Rusların istekleri üzerinde bunların fikirlerine başvurdu. Rusların istekleri reddedildi. Ali Han Töre, bu red kararını Ruslara bildirdi fakat Ruslar, kendilerini Çin karşısında temize çıkarabilmek için askerî müdahalede bulunup hükümeti dağıtacakları tehdidinde bulundular. Ali Han Töre ve arkadaşları bir tarafta Rus emperyalistleri arasında kaldılar. Tekrar bir toplantıdan sonra hükümetin Ruslar tarafından dağıtılmasındansa Çin ile müzakereye girip meseleyi sulh ile kurtarmaya karar verdiler (Alptekin: 437-442). İliler Çinlilerle anlaştıktan sonra Ruslar Ali Han Töre’yi kaçırttı. Çünkü anlaşmanın yapılmasına ve yeni karma hükümetin kurulmasına rağmen Ali Han Töre, hâlâ hükümete isteyerek rıza göstermiyordu. Rusların, onun ilerideki hareketlerinden çekinerek gece baskını yapıp kaçırdılar (Alptekin: 459). Türkistan araştırmalarında mutlaka başvurulması gereken diğer bir kaynak olan rahmetli Baymirza Hayıt’ın Türkistan Rusya ve Çin Arasında adlı kitabında da Alihan Töre ile ilgili ayrıntılı olmamakla birlikte bazı bilgiler verilmektedir: Osman Batur, Altay’daki ayaklanmasını sürdürürken, Ali Han Töre önderliğinde Temmuz 1944’te İli Bölgesi’nde (Gulca) Çinlilere karşı yeni ayaklanma başladı. Ruslar, Ali’ye yardım teklifi yaptılar, fakat o, bunu reddetti. Ayaklananlar 7.8.1944’te Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni ilan ettiler ve Ali Han Töre’yi cumhurbaşkanı olarak seçtiler. Osman Batur, bu cumhuriyetin emrine girdi. Bu cumhuriyetin silâhlı kuvvetleri 20.9.1945’te Altay Bölgesi’ni tamamen kontrolleri altına aldılar. Bu arada Mart 1945’te Ali Beğ Rahim’in önderliğinde başlatılan Manas Sancağı çevresindeki ayaklanma devam ediyordu. Bu suretle, Doğu Türkistan’da tekrar bir keşmekeş meydana geldi. Çin Hükûmeti Eylül 1945’te, Doğu Türkistan problemini barışçı yoldan çözmeye hazır olduğunu bildirdi. Doğu Türkistan 344 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması cumhurbaşkanı Ali Han Töre bu beyanata inandı. Ruslar da, bundan başka İli Bölgesi ayaklananlarına silâh sevkettikleri için, milliyetçiler ile Çin Hükûmeti arasında arabulucuk yapma teşebbüsüne geçti. /…/ Doğu Türkistan Hükûmeti’nin kuruluşu süresi içinde, Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin devlet başkanı Ali Han Töre, esrarengiz bir surette ortadan kayboldu (Hayıt, 327-328). İsa Yusuf Alptekin’in de belirttiği gibi, Ruslar, Doğu Türkistan’daki bu gelişmelerin Batı Türkistan’da yaratabileceği etkiden ürkmüştür. Çare olarak Sovyet Rusya, bizzat Stalin’in Cumhurbaşkanı Alihan Töre Sagunî ile Kazakistan sınırda görüşmek istediğini belirtmiş, bu bahaneyleKorgaz şehrine gelmesini sağlamış; buradan da kendisini askerî uçakla kaçırarak Taşkent’e götürmüş ve siyaset yasağı uygulamasıyla vefatına kadar burada yaşamasına izin vermişlerdir. Muhsin Toprak’ın belirttiğine göre 1945 senesinde bir görüşme için Rus Konsolosluğuna çağırılarak tutuklanır ve Özbekistan’a sürülür (Toprak: 65). Kendisi 1976 yılında Taşkent’te vefat etmiş olup kabri Taşkent’teki Şeyh Zeyniddin Baba mezarlığındadır. Alihan Töre idaresindeki yeni kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nde birçok düzenlemeler yapılmış; ordu kurulmuş, Çin ile yapılan savaşta İli, Tarbagatay ve Altay bölgeleri istiklaline kavuşmuştur. Bütün bu başarılardan dolayı Alihan Töre Sagunî’ye mareşal ünvanı verilmiştir. Son derece hareketli hayatının ve iki Türkistan arasındaki git gellerinin neticesi olarak halk arasında olumlu veya olumsuz birtakım söylentiler çıkmış ve “Kâmil bir din adamı”, “Mareşal Baba”, “Çinli General”, “Uygurların hapsedilen padişahı”, “Sovyet düşmanı”, “Panislamist ve Pantürkist”, “Siyasî kaçak”, “Stalin’nin yakını”, “KGB işbirlikçisi”, “Özbek Sovyet casusu” vb. sıfatlar yakıştırılmıştır. İlmî Çalışmaları Alihan Töre’nin ilmî çalışmalarından bir kısmı şunlardır: Tarih-i Muhammedi, Türkistan Kaygusı, Şifâü’l-ilel gibi telif ile Emir Timur’un Tüzükât-ı Timur’u, AhmedDâniş’in Nevâdirü’lVikâye, DervişaliSengî’nin Musiki Risâlesi, Herman Vamberi’nin Osmanlı Türkçesine çevrilen Buhara veya Mâverâünnehir Tarihi gibi eserleri günümüz Özbekçesine kazandırmıştır. Bunların dışında şair yönü de bulunan Alihan Töre’nin Elife Bozkurt’un belirttiğine 345 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı göre bir de yayımlanmamış divanı bulunmaktadır. Şiirlerinin bir kısmı ülkemizde de yayımlanmıştır (konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bk: Toprak 2009). Ancak Alihan Töre’nin bunların dışında en önemli eseri, 1947’den vefat ettiği 1976 yılına kadar aralıklarla, bir kısmını bizzat kendisinin yazdığı elyazması hatıralarından oluşmaktadır. Yazar bu kitaba Türkistan Qaygusı adını vermiştir. Bu kitap, Ähädxåntörå Ğäppårov ve Uväysxåntörå Şåkirov tarafından Özbekistan’da yayımlanmış (resim 3) ve sanal âlemde pdf halinde bulunmaktadır. Keza bu elyazması eserin 15 defteri Türkiye’de Elife Bozkurt tarafından yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu yazının giriş bölümündeki Alihan Töre ile ilgili bilgiler verilirken bu kaynaklardan istifade edilmiştir. Aşağıda Alihan Töre’nin bilgece tespit ve tekliflerini sunarken üstadın bu eserine müracaat edilecektir. Alihan Töre’de Türklük ve İslam Şuuru Alihan Töre; Türklük şuurunun yok edilerek yerine kabile isminin hâkim kılınmaya çalışıldığı bir dönemde, bu duyguyu ayakta tutmaya çalışmış, hatıratında bunu sürekli vurgulamıştır. Bir başka deyişle Rusların hâkimiyetlerindeki Türklere kabul ettirmeye çalıştığı “Sizler aslında Türk değilsiniz; yalnızca Türkçe konuşan halklarsınız.” yani “Sizler Türkleşmiş halklarsınız.” düşüncesini, Alihan Töre’nin asla kabul etmediğini hatıratında Türkiy (< Türkî) kelimesini hemen hiç kullanmamasından anlaşılmaktadır. Alihan Töre’nin hazırlamış olduğu Timur Tüzükleri kitabının Türkiye Türkçesiyle yapılan baskısında da şöyle bir dipnot bulunmaktadır: 2. Tercüman sözbaşısı ilk olarak 1967'de yayınlandığı için Sovyet sansürü engelini atlamak amacıyla müellifin el yazısındaki "Türk" vb. kelimelerin "Özbek" olarak basılması icap etmiştir (Alihan Töre Sağuni: 18). Türkistan’ın klâsik Türkçesinin Ruslarca adının Özbekçe olarak değiştirilmesine ve maalesef bu değişikliğin Özbek toplumunca kabülüne karşılık, Alihan Töre bunu tam olarak benimsemediğini yayımladığı Tarih-i Muhammedi’de de metnin dili ile ilgili aşağıdaki ifadede görünmektedir:72 72 Tarafımızdan çevrilen orijinal metnin Kiril Alfabesinden Türk Dünyası Ortak Latin Alfabesine aktarılmış şekli şöyledir: 346 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu sebepten ben fakir– Alihan Töre Şâkirhân Töre oğlu Sagunîbizlerden sonraki nesillerimize ve diğer Türk dilli vatandaş ve din kardeşlerimize benden yadigâr olsun diye yukarıdaki dört konunun tarihini her çeşit kimsenin anlayacağı biçimde açık Türkî dilde yazdım. Bu kitaba “Tarih-i Muhammedi” diye isim koydum. Bunu okuyanlar ben fakiri dualarında hatırlayacaklarını ümit ediyorum. (ÄlixånTörä Şåkirxånoğlı Såğuniy: 3) Aynı şekilde Türkistan düşüncesinden de asla vazgeçmemiştir. Alihan Töre, bu yönleriylediğer pek çok milliyetçi aydından ayrılmakta ve kendisinin Rusların beyin yıkayıcılığından etkilenmediği görülmektedir. Bölünmüş yurdu Türkistan’ı daima bütün olarak düşünmüş ve bütün dünyada haritalardan bile silinerek, unutulması için diye kasten Orta Asya diye adlandırılan yurdunu, o, daima Türkistan diye hatırlamış ve hatırlatmıştır. Aynı hassasiyeti İslam konusunda da göstermiş ve bu konuda sürekli çalışmıştır. Sovyet dönemi olmasına rağmen üstadlık etmiş, öğrenciler yetiştirmiştir.73 Ayrıca bir önceki bölümde belirtilen eserleri kaleme almıştır.74 1995’te Türkistan’da bulunduğum sırada, üstadın Tarih-i Muhammedi (TärixiMuhämmädi) kitabı elime geçmişti. Bu kitabın benim elimdeki ince uzun (16x28,5) ebattaki nüshasında, tarih ve basımevi adı bulunmamaktadır (resim 2). Orada Şuning üçün, men fäqir — Älixåntörä Şåkirxån Törä oğlı Såğuniy durmän kim, bizlär din keyingi ävlåd näsllärimiz gävähäm båşqä türkiy tillik vätändåş, din qärındåşlärimiz gämendän yådgår bolsındeb yuqårı dägitörtnär sätärıxını härqändåq kişi tüşüngüdek qılıb, åçıq türkiy tilidä yåzdım. Bu kitåbgä «TärixiMuhämmädi» debåt qoydım. Bunı oqıgüvçilär fäqırnı duåläridä yådqılıb qoyişlärini umid qılurmän. (ÄlixånTörä Şåkirxånoğlı Såğuniy: 3) 73 Alihan Töre’nin torunu Üväysxåntörä, internette pdf halindeki Türkistan Qayğusı kitabı giriş kısmında dedesiyle ilgili verdiği bilgiler içerisinde aşağıdaki –tarafımızdan çevrilen kısım bulunmaktadır. Dedem biz çocukları için aynı zamanda üstad idiler. /…/ 1964-1967 yılları arasında kendisine bağlı gayriresmi “Şuur Arttırma Meclisi” oluşmuş, (ç.n. Dikkat edilirse, Sovyetler Birliği’nde demokrasi, insan hakları, düşünme ve konuşma hürriyeti gibi konuların henüz iptidasının bile bulunmadığı bir dönemden söz ediliyor.) burada biz gençler haftada iki defa toplanıyorduk. Arap dili ve İslam dininin esasları, milli tarihimiz, ahlak ve âdâp, insan hakları konularında düşünce ve bilgileri ilk defa kendilerinden dinlemiştik. Dedemiz bizim için maneviyat, tarih ve millî değerlerimizin canlı kâmûsu; her türlü sorunun çözümünü bulabilen bilge bir mürebbi, zamanımızın rejimi ve siyaseti hakkında bütün hakikatleri dosdoğru söyleyen bahadır bir kimseydiler. Kendileri, İslâm dini, geçmiş büyüklerimiz, millî değerlerimiz, vatan ve millet hakkında söz açılınca son derece heyecanlanarak sonsuz bir gururla konuşurlardı. Hitabette onun geçecek az bulunurdu. /…/ İlmi, küçüklükten itibaren ihlasla öğrenmek gerektiğini söyleyerek, “Küçüklükte edinilen bilim taşa oyulan nakıştır.”, “Şuurun olmadığı yerde cesaret bulunmaz.”, “Bu dünyada hiçbir şey sağlık değerinde olmaz.” gibi şiarları çok dinlemiştik. 74 Alihan Töre’nin hayatı ve çalışmaları hakkında bilgi edinmek için doğrudan oğlu Dr. Kutlukhan Şakirov’la yapılan sohbetten okuyabilirsiniz (internet 4). 347 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tanıştığım kişiler bana bu kitabın Sovyet döneminde kaçak olarak basıldığını söylemişlerdi. Nitekim bu kitap daha sonra müstakil Özbekistan devrinde tekrar basılmıştır. Alihan Töre’nin gerek Türklüğe gerekse İslam’a bağlılığını ve hizmetini üstadın aşağıda ele alınacak olan Türkistan Qayğusı adını verdiği hatıratı ve bu hatırattan alınan bölümlerde tekrar gösterilecektir. Alihan Töre’nin Çok Önemli Bir Fetvası Alihan Töre hakkındaki önemli bir iddia du şudur: Kendisi Doğu Türkistan’ın istiklalinde rol oynaması kadar, Tokmak şehrindeki Türk gençlerinin Osmanlı Türk Ordusuyla çarpışmaları için Rus ordusuna gönderilmesi üzerine “Türk askerine kurşun sıkan cehennemliktir.” fetvasını vermiştir (Toprak: 65; internet 3). Türkistan Qaygusı Adlı Eserin Dili Alihan Töre’nin hatıratında esas itibariyle günümüz Özbekçesi, Türkistan’ın klâsik edebiyat dili olan Çağatay (Mundäy vakti däbåriş hatärlik bolsä dagıçi däbturålmäy/…/ Bozkurt: 19; Aniñ bu sözidänuygånib [6] kandäydürihtiyåtyüzäsidänyåt bir hükumättufrågıgäötmåkçi [7] bolupsäfärcämålgasıgakirişdim. /…/ Bozkurt: 21; Bu érsä [11] törttåmåniulugtåglärbilänorälgän bir yerdür. /…/ Bozkurt: s. 26), fazla olmamakla birlikte yer yer Kırgız (özüme; üstimä, köz yåşimäméñzäb, çong, boyunçä, ulutidän,irecäm, çıkış, båtışTürkistån), günümüz Uygur (çong; Bu sözniäñläşimizbilän“bu sözü duymamızla birlikte”) ile Osman Türkçesinden [küçlük bir dävlät kuruş kapusi (päyti) kélmişédi. ç.n. Burada kapu kelimesinin anlamı bilinmediğinden anlamı päyt“zaman, vakit” olarak verilmiş] izler bulunmaktadır. Bu durum hatıratını tuttuğu Arap alfabesinin imlâsında da görülür. Bu imlâ da Klâsik Doğu Türk imlâsı, 1900’lerden Özbeklerin Latin Alfabesine geçmelerine kadar olan (1929)dönemde kullanılan ıslah edilmiş ve yine Arap alfabesine dayanan imlâ ve nihayet günümüz Uygur imlâsı ile aşırı olmamakla birlikte Osmanlı imlâsı görülür. 348 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Alihan Töre’nin Hatıratından Çarpıcı Bölümler Kendisini ve neden hatıra yazdığını Alihan Töre bizzat şöyle tanımlıyor: /…/ Bir baktım ki ben Ali Sagunî, çocukluk ve delikanlılık günlerinden itibaren Arapça ve Farsçayı tam olarak öğrendim. Zamanın bana çıkardığı engellere rağmen Tanrı’nın yardımıyla büyük çapta dinî, tıbbî bilhassa tarihî bilgilere sahip oldum. Arapça ve Farsçayı yalnızca yazmak ve konuşmak değil, hatta bu iki dilde kitap yazmak, şiir kaleme almak kabiliyeti bende bulunmasına rağmen öz ana dilim olan Türkçeyi diğer diller yeğledim. Çünkü her bir millet ana dili kendi ihtiyacını karşılayamadan başka yabancı dillerin karşısında mağlubiyete uğrayarak onun huzurunda diz çökerse bu durumdaki milletler çok geçmeden insan haklarından mahrum kalıp hayat defterleri üzerinde inkıraza uğrayacağı şüphesizdir. (Bozkurt: 15) Şimdi yukarıdaki akillerin dillerinden söylenen söze göre kendimde bulunan faziletlerden tarih ilmini seçtim. Çünkü bu günümüzde öz vatanında olduğu halde garip olan halkımız için tarih ilminin ise “balık için su” değerinde olduğunun epeyden beri farkındaydım. Geçmişteki tarihi unutarak günümüz tarihini hissetmeyen bir millet, karanlıkta kalan ve elinde değneği olmayan kör kimse gibi, ne tarafa adım atacağını bilmediğinden yol göstercisi sandığı düşmanın ardından gitmeye mecburdur. Açık fikirli, sezgir vatan oğulları, tarihin nasıl zarurî olduğunu benim bu sözümden ilham alarak düşünmelidirler. Şimdi ben vatanım beni sevmezken ben onu sevdiğim için, halkım beni tanımazken ben oların tanıdığım için vatanımızın üstünde yaşananların, gelecekteki kötü neticelerini gösterip vatan evlatlarına hisse olacak şekilde başkalarının bundan ibret alacakları biçimde tarihî bir eser yazmaya giriştim. Ancak ben yalnızca İslamsever değil. Aksine yaradılışımdan itibaren insan severim. Halka hangi yolla faydalı olacağım diyerek çocukluk ve gençlik devirlerimi sıkıntıylageçtirdim. Şimdi ise saçım sakalım ağırdı, yaşlandım. Yaşım seksene ulaştı, bedenî ve ruhî güçlerim azaldı. İhtiyarlık altında bükülürken önümüzde görünmeye başlayan helâk çukurunun yaklaşmakta olduğuna dayanamayarak gelecek nesillerimiz için türlü türlü zorluklara rağmen bu tarihi yazmaya başladım. Kalemimin dilinden dertli cümlelerim, kanlı gözyaşım gibi bu kitap sayfalarının yüzüne dökülmüştür. Bunun için kitabımın adını Türkistan Kaygusu koydum. Lâkin ben bu eserimi buradaki tarihî sözlerimi günümüzde Özbekistan diye adlandırılan öz vatanım Uluğ Türkistan adına yazmam gerekiyordu (Bozkurt: 15-16). 349 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Çağın biliminin gerisinde kalan cahil Müslümanlarla ilgili olarak şu tespiti yapar: Şimdi şu bilinmelidir ki Kur’an’nın hükmünü ve Resullah’ın yolunu iyi anlamayan, dine ihanet eden hem o hem de bu dünyasından ayrılıp öz vatanında zillette yaşayan sahte Müslümanlardan ilim, fen ve medeniyetini geliştirip bütün haklarına sahip çıkan kâfirler elbette kazançlıdırlar. Çünkü bu son taife ahiret saadetinden mahrum olmuşlarsa da (hiç olmazsa) dünya nimetlerine sahiptirler. İlk grup (yani cahil Müslümanlar) ise cehalet ve ilimsizlik belasından dolayı hasire’d-dünyâve’l-âhire yani iki dünyanın “her iki dünya hayrından mahkûmdurlar”. İbaresi Kur’an’dan ayettir. Bunlar her iki dünyadan da mahrum kalmışlardır (Bozkurt: 40-41). Dinî Bilimler Yanında Dünyevî Bilimleri de Öğrenmek Gerekliğine Dair Görüşleri: İşte ben böyle zor günlerde derin düşüncelerle büyük ümitlerle Kaşgar’a gelmiştim. Buradaki şuursuzluk ve bilimsizlik belası Batı Türkistan’dan yüz derece fazlaymış. Bunu görünce planım bozuldu, şaşkınlığa düştüm. O günlerde Kaşgar’da ayet ve hadis tefsirleri her türlü din alimi hocalar yüzlerce, öğrenciler ise binlerce idi. /…./ İşin tuhaf yanı Uygurlar, din ve kan kardeşleri Özbeklerin başlarına düşen böylesi büyük felaketleri gördükleri halde etkilenip zerrece ibret almamışlardı. Çünkü bu kötü tavrın oluşmasında şu iki şeyin yani tembellik ve şuursuzluğun olması kesinlikle şarttır. /…/ Bu sebeple, şuuru açılmamış bilimsiz bir milletin düşmanlarının önünde mezbahaneye sürülmekte olan bir sürü hayvandan hiçbir farkı yoktur. İnsanın kendisine en yakın katil düşmanı şuursuzluktur, ilimsizliktir. Bizzat Allah teala Kur’an’ın birinci suresine okuma, bildirme, yazma, kalemle başlamıştı. Peygamberimiz a.s. kadın erkek, oğul kız demeden bütün ümmetini ilim öğrenmeye buyurdular. Gerekli ölçüde din ilimini öğrenme herkese farz olduğu gibi kendi devletini, vatanını ve dahi dinini korumak için zamanın fen ve ilimini okuyup öğrenme de farzdır (Bozkurt: 35-36). Devlet adamlığı yaptığı yılların tecrübesiyle İngliz siyaseti hakkındaki görüşü son derece manidardır. Malumdur ki İngilizler gittikleri her yerde “medeniyetsiz yerli halkın iyiliği” için geldiklerini söylerler (Bozkurt: 38) Soyvetler Birliği’nin Türkistan’ı işgâli esnasında yararlandığı Ermeni birliklerinin yaptığı katliamlarla ilgili görüşleri: 350 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması /…/ Bu meseleye dişiyle tırnağıyla karşı çıkan Bolşevikler, Müslamanların en eşeddî düşmanı sayılan Ermenilerden toplanan askerlerini tepeden tırnağa silahlandırarak halkın üstüne saldılar. Bunların başlarındaki komutan ise, Türk kanına susamış kan içici Taşnak fırkasından olduğundan, Hokand şehrinde gerçekleştirdikleri vahşilikler Orta Asır yırtıcısı Cengiz’in dehşetli eylemlerini unutturmuştu. Şuursuz halk bunu unuttuysa da düşmanın süngü ve mızraklarının darbelerinden yürekleri parçalanmış, göz kanlarıyla gönül sayfalarına dehşetli zulüm yazılarını yazmış olan tarihçiler, böylesi faciayı nasıl unutabilirler (Bozkurt: 38-39)? Sonuç Ömrü boyuncu Doğu ve Batı Türkistan için daima çabalayan, iki Türkistan’ın müstevlileri Rusların ve Çinlilerin gazap ve işkencelerine maruz kalan Alihan Töre, Ulu Türkistan’ın gerçek oğludur. Sovyetlerin Taşkent’te mecburi ikâmete tabi tuttuğu, sürekli izlendiği bir dönemde bile halkı için endişelenmiş; Türklük ve İslamlık şuurunu bir an bile terk etmemiş bir zattır. Yaşadığı tecrübeleri ve edindiği bilgileri gelecek nesillere gerek yaşadığı hayatı ve sohbet meclisleriyle gerekse yazdığı eserlerle aktararak Türkistan Müslüman Türklüğünü yok olmaktan kurtarmaya çalışan bir bilgedir. Kaynakça ÄlixånTörä Şåkirxånoğlı Såğuniy (Yıl yazılmamış). Tärixi Muhämmädi. Arap alfbesinden Kiril alfabesine çeviren: İsmåilxåcioğıl Siddıq Zåhidxåci. Taşkent. (Basan kuruluş veya basımevi belirtilmemiş) Alihan Töre Sağuni (2010). Timur’un Günlüğü – Tüzükât-ı Timur, haz.: Kutlukhan Şakirov – Adnan Aslan, İstanbul: İnsan Yayınları Alptekin, İsa Yusuf (1985). Esir Doğu Türkistan İçin, İstanbul: Doğu Türkistan Neşriyat Bozkurt, Elife (2009). Alihan Töre Saguni Türkistan Kaygusı (GirişMetin-Notlar-Dizinler), Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Fatih Üniversitesi. Hayit, Baymirza (1975). Türkistan Rusya ile Çin Arasında, çev.: Abdülkadir Sadak, İstanbul: Otağ Yayınları Özbek Tilining İzåhli Luğäti 1-2-3-4-5, Heyet tarafından hazırlanmıştır. 2008. Taşkent: Özbekistån Milli Entsiklopediyasi. Toprak, Muhsin. “Alihan Töre Sağuni ve Tarih-i Muhammedî Adlı Eseri”, Yeni Ümit Dergisi, 86. Sayı, Ekim-Kasım-Aralık 2009, s. 65-66. (İnternet 2, sanal ağ adresidir.) 351 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İnternet kaynakları 1. http://choyxona.com/showthread.php?t=234 2. http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/alihan-tore-saguni-ve-tarih-imuhammedi-adli-eseri 3. http://www.gokbayrak.com/dergi_oku.asp?id=79&sid=263 4. http://kh-davron.uz/yangiliklar/muborak-kin/edikut-turkistan-gururu.html Resimler Resim 1. Alihan Töre Sagunî Resim 2. Altta, Alihan Töre Sagunî’nin üzerinde tarih ve basımevi belirtilmeyen Tarih-i Muhammedi kitabının kapağı. 352 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Resim 3. Altta, Alihan Töre’nin Resim 4. Alihan hatıratının Türkistan Qayğusı adıyla Töre’ninVätänÄhllärigäDegänlä rim (ç.n. Vatan Mensuplarına kitap olarak basılmış hali. Dediklerim) kitabının kapağı. 353 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ORHIN, Murat (2014). “Mehmet Ali Tevfik Efendi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.355-359 (http://bilgelerzirvesi.org). Murat ORHIN MEHMET ALİ TEVFİK EFENDİ M ehmet Ali Tevfik efendi Doğu Türkistan yakın zaman tarihinde yaşamış, meşhur eğitimci, yetenekli teşkilatçı, ceditçi, şair ve Uygur aydınıdır. Şair 1901 yılı Doğu Türkistan'da bulunan Artış şehrinin Buyamet ilçesinde, Tohtı hacı ve Fatma'ların çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Tevfik Efendi dünyaya gözlerini açtığı yıllar, her yeri zulüm kaplamış, halkın bilgisizlik ve cahillik altında inlediği devirdir. Tohti haci oğlunu önce köyde bulunan fen okuluna verir, sonra bu okul kapatılınca, oğlu ile beraber Doğu Türkistan'ın kuzeyinde bulunan Börtala, Çöçek ve Gulca şehirlerinde tüccarlık ile uğraşırlar. Bu süreçte Tevpik çeşitlik kişiler, toplumlar ve aydınlar ile tanışma fırsat olur. Genç Tevpiğin, zeki, çalışkan, teşkilatçı ve hitabet yeteneği herkesin dikkatini üzerine çeker. Toplumu cehaletten uyandırmak ve milleti aydınlatmak için çalışmalar yürütür. 1924 yılında, Doğu Türkistan ceditçilik hareketinin lideri Abdul Kadır Damollah suikast ile öldürülür. Tevfik bu olaydan derin etkilenir ve ünlü “Üzüntü Âleminde” adında şiirini yazar. Okudu geçti başkalar bizden, ey kardeşlerim, Görünce onların çalışma hırsını, kaynar vicdanlar. Kartal gibi parladı gökte diğer milletler, Kaldık onlardan çok arkada, düşün ey ümmetler! Yazmış olduğu şiirler toplum tarafından çok sevilir ve tüm Doğu Türkistan'a dağılır. Bundan dolayı yerel hükumet, Tevfiği tehlikeli biri olarak algılar ve Tevfiğ’in hayatı tehlike altındadır. Bir Türk aydının tavsiye ve yardımı ile 1926 yılında, önce Taşkent'e gelir ve eğitme başlar. Ancak koşullar çok zorlu olduğundan, 1928 yılı yine bir yardım sever Türk yardımı ile Kırım üzerinde İstanbul'a gelir. 1929-1932 yıllarında İstanbul Bilgi Ünivesitesi. 355 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Türkiye'de eğitim alır ve bir ilkokulda öğretmenlik yapar. (okuduğu ve çalıştığı okullar ile ilgili ciddi araştırmalar yapılmaktadır). O süreçte Doğu Türkistan'da halk ayaklanması olur ve bazı ilerlemeler elde edilir. Tevfik duygularını şöyle ifade eder: Duyduk ey ana diyar senden sesleri, Patlamış zalimlere kaşın volkanlar. Parçalaşa kulluk kölelik zincirini, Hucum et, çekilmek yok, ey kahraman insanlar! Yetkin eğitim kimliği kazanan, Türkiye ve yurt dışında vermiş olduğu hayat mücadelesi ile edinmiş olduğu bilgi birikimi ile olgunlaşmış Tevfik efendi, bu süreçte halkının yanında olamak için, hayat tehlikesine rağmen ana vatana geri döner. Yetenekli teşkilatçı, ikna edici hitabeti ve konuşması, yorulmadan koşuşturma ve çalışması ile 6 ay gibi kısa bir zaman diliminde, tüm Artış ilçesinde eğitim reformu ve milleti aydınlatma hizmetinde baya yol kat eder, anne babalar eğitim komitesi, İlçe eğitim ve yürütme komitesi gibi teşkilatları kurar. Maddi destekleri etkin yöntemler ile halleder ve tedbirli kullanır kaynakları. Eğitim hizmetleri için çift yönlü çalışmalar yürütür. Bir taraftan Artuç ilçesinde bulunan 24 ilde örgün eğitim veren okulların açılması için çalışmalar yürütürken, yine bir taraftan okullarda ders anlatacak öğretmenlerin yetiştirilmesi “öğretmenler kursu açar” ve 60 öğretmen ilk etapta kursa alınır. Öğretmen adaylarına, dil, edebiyat, tarih, coğrafya, matematik, müzik, şarkı, spor gibi eğitimleri tek başına anlatır. Ders hazırlama, formasyon, kişisel gelişim, teşkilatçılık ve yönetmenlik çeşitli konularda seminer verir. Tevpik efendi gündüzleri ders anlatırken, okul kuruluşları ve maddi destek ile ilgili çalışmaları geceleri yürütür. Öğretmen adayları kursları tamamlayınca, öğretmen formları ile “Öğretmen” marşını söyleyerek tüm ilçeyi gezerler ve öğrenci toplama hizmeti yapalar. “Biz öğretmenler yurdumuzda okul açacağız, Halkımıza parlak nurlar yayacağız. Nice yıllar zulüm altında seran olduk, horlandık, ilim irfan yoluna o kadar intizar olduk.” Bu teşvik, tanıtım ve bilgilendirme çalışmaları ile örgün eğitim hizmetleri geniş tabanın desteğine erişir ve 24 okula kayıt olan öğrenci saysı 10 binden geçer. Büyük yaşta olanlar ise, akşamları büyükler için açılan kurslara kayıt olurlar. Tevfik Efendi, okulları yolla koyduktan sonra, yöre halkı ile daha yakın olmak ve onların daha çok desteğini almak için, çıfıtçılara 356 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması destek hizmetleri verir. Köy yol kenarlarına 100 binlerce fidan dikerler. Tevfik efendinin toplum içinde çok önde olması, bazı kişileri rahatsız eder ve eğitim hizmetlerine engelleme yaparlar, okullara zarar verirler, hatta Tevfik efendinin hayatını tehdit ederler, iftira atarlar. Tevfik, halkı daha geniş bilgilendirmek ve onun desteğini almak için, 100 seçkin öğrenciden oluşan “İzci” grubu oluşturur ve “İzciler” marşı söyleyerek, Artış, Opal, Peyzivat, Yeni Hisar, Taşmilik, Kaşgar gibi il ve ilçeleri yaya olarak dolaşırlar. İl ve İlçelere girince, askeri düzende yürürler, marşları söyler ve herkesi duygulandırırlar. Yerel halklar saygı ile karşılar izcileri. Biz, izcileriz ellerimiz çelik, Gözlerimiz nurlu, kalbimiz sağlam, Halk için yürürüz ileri, Düşmana karşı sağlam intikam, Öğren, çalış genç izci çocuk, Vatan için kaynar vicdan. Kaldık uzun vakit zalim elinde, Çalışamadık halkın yolunda. İzciler yürüyüşünün son adresi Kaşgar ili komutanlığı oluyor. Komutanın randevu vermemesine rağmen, Tevfik Efendi İzciler ile komutanlığa gidiyor ve yaptığı çalışmaları anlatır, Öğretmen ve İzci marşlarını seslendirir. Komutanlık biranda canlanır ve komutanda çok duygulanır. Eğitim hizmetlerini sürdürmek için ve yerel engelleri kaldırmak için yazılı talimat verir. Bunun dışında Tevfik Efendi için iki silahlı koruma tahsis eder. Tevfik Efendi böylece yerel hükumetin resmi desteğini almış oluyor. Tevfik Efendi Artış iline dönünce, bölgenin en büyük camisine tüm halkı davet edip, eğitim ile ilgili komutanının yazmış olduğu yazısını okur. Yazı okunurken yerel halk sevinçten gözyaşları döker. Sonra Tevik Efendi halka şöyle seslenir: “ Çok şeyler yaşadım, vatanıma hizmet etmek için eğitim aldım ve vatana geri döndüm. Halkımı esaret zincirinden kurtarmak için, öğretmenliği en ulu ve değerli, eğitim yolunu en doğru yol olarak seçtim. Bir gün beni beş kuruşlu bir kurşun ile infaz ederler, ancak vatan için, eğitim için sıcak kanımı vermekten asla vazgeçmem... ” Toplantı sonrası, Eğitim hizmetleri yeni boyut kazanır ve daha hızlanır. Tevfig’in geliştirdiği eğitim programları, öğretim yöntemleri Doğu Türkistan'ın diğer bölgelerinde dağılır ve ortak eğitim programına dönüşür. Tevfig’in yazdığı maşlar, geliştirdiği şarkılar, 357 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı öğrencilere verdiği spor, askeri eğitim gibi çalışmalar tüm okullarda yaygınlaşır. 10 binlerce öğrenci içinden, yaşları büyük ve başarılı olan 40 öğrenci seçilir ve Lise okulları için öğretmen olarak yetiştirilir. Bu öğrencilere vatan terbiyesi, tarih, kişisel gelişim, eğitim yöntemleri gibi konularda yoğun olarak dersler işlenmiştir. Bu iki sınıf öğrencilerine, “Tevfik İzcileri” adı verilmiştir. Bunlar dışında, kadınlar için “Bayanlar sınıfı” açılmıştır ve okullar için bayan öğretmenler yetiştirilmiştir. Bayan öğretmenler için, “hanım” tabiri kullanırken, erkek öğretmenler için “efendi” tabiri kullanılmıştır. 1935-1937 yılı sürecinde, Artış köylerinde halkın (öğleden sonra kurslara giden yaşı büyük olanlar dâhil) yüzde 70% okuma yazma becerisi kazanmıştır. 4 Mayıs 1937 tarihinde, yaşanan siyasi kargaşada, komutan görevinden alınıyor. Tevfik ve eğitime gönüllü destek veren 300 civarında aydın hapse gönderiliyor ve işkence görüyor. Şair Tevfik, hapis duvarlarına şu şiirleri yazıyor. Senelerce bulundum gurbet ellerinde, Görmemiştim hiç bu kadar ağır zulümleri. Döndüm, hizmet için ana vatana, Ödül olarak aldım bu zulüm külfetleri. Tevfik Efendi, yaşadığı bu haksızlık ve adaletsizliğe ve yönetime olana tepkisini duvarlara şöyle yazıyor: Bülbüller tutkunlandı, vatanı kirletti kargılar, Kim ise vatansever, asıl bir gün darağacına, Bu kara yıllardan bulamadım adalet, Adalet ararsam, hapse gönderdi siyaset... 30 Mayıs 1937 sabahleyin, Tevfik ve 300 civarında Uygur aydını, yerel askerlerce hapiste kurşuna dizilir, sonra cesetler ateşe verildikten sonra hapishane terk edilir. Cesetler tanınmayacak şekilde yanmıştır. Ancak Tevfik Efendinin cesedi, yarı yanmış deri ayakkabısına bakılarak tespit edilir ve gizlice defnedilir. 1990’lı yıllardan sonra, Tevfik ile ilgili özel çalışmalar ve araştırmalar yapılmıştır ve mezarının olduğu yere, 5 Mayıs 2005 tarihinde hatıra sarayı yapılmıştır. Mehmet Ali Tevfik Efendi, yakın zaman Doğu Türkistan tahinde, milleti cehaletten kurtarmak; vatan özgürlüğü için yapmış olduğu mücadelesi, eğitim reformu ve toplumsal çalışmaları ile çok önemli konuma sahiptir. Ancak politik nedenler ile yakın zamanlara kişiliği ve yaptıkları kadar hep göz ardı edilmiştir. Ancak 1990 yıllarından sonra Tevfik ile ilgili özel makale, 358 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kitaplar yayınlanmıştır ve televizyon programları işlenmiştir. Okullarda bile edebiyat dersliklerine Tevfik ile ilgili hikâyeler ve hayatı ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Tevfik’in yazmış olduğu şiirler, rubailer özel kitap olup yayınlanmıştır ve eserleri ile ilgili özel çalışma ve araştırmalar yürütülmektedir. Tevif Doğu Türkistan toplumunda, artık eğitimi temsil etmektedir ve Tevfik adına eğitim kuruluşları ve burslar tesis edilerek ve heykeli dikilerek adı yaşatılmaya çalışılmaktadır. 359 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TULUM, Mehmet Mahur (2014). “Özbekistanlı Büyük Türk Müsteşriği (1928-1998)”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.361-365 (http://bilgelerzirvesi.org). Mehmet Mahur TULUM* ÖZBEKİSTANLI BÜYÜK TÜRK MÜSTEŞRİĞİ ABDUSADIK İRİSOV A bdusadık İrisov 20 Şubat 1928’de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te dünyaya geldi. Orta mektebi bitirdikten sonra 1946’da o zamanki adıyla “Orta Asiya Devlet Üniversiteti” şimdiki adıyla “Taşkent Devlet Üniversiteti”nin “Şark Fakülteti”nde okudu. 1951 yılında üniversite eğitimini tamamladıktan sonra “Özbekistan Neşriyatı”nda editörlük yaptı. 1952-56 yılları arasında “Gülhan” adlı çocuk dergisinin departman müdürü ve baş sekreteri, daha sonra da “Gunça” adlı derginin yayın dünyasına girişiyle birlikte 1957 yılı sonlarından 1963 yılı ortalarına kadar onun baş editörü olarak vazife yaptı. Bu arada basında, kaleme aldığı çocuk hikâyeleri ve masalları yeraldı. Bir ara çeviri faaliyetleriyle uğraştı. Onun çocuk edebiyatına ait “Kim Togrı?”, “Bu Kandey Yüz Berdi?” isimli masal kitapları, “Kandek Örik” başlıklı hikâye kitabı, Filistinli çocukların hayatı ve yurtlarını işgal edenlere karşı yürüttükleri mücadeleleri konu alan “Kuddus Kıssası” adlı kitabı neşredildi. 1961 yılında “Salomon ve İbsal Kıssası” başlıklılı teziyle “doktor” unvanını kazandı. Bu arada, Rus çocuk edebiyatı yazarlarının birçok eserini de Özbekçe’ye tercüme etti. Arap edebiyatından bir takım çeviriler yaptı. Arap edebiyatı ve medeniyeti temsilcileri hakkında makaleler yayımladı. İrisov, 14 ciltlik “Özbek Antsiklopediyası”nda hem Doğu bilim adamları hem de medeniyete bıraktıklarına dair makaleler yazdı. Abdusadık İrisov geriye birçok kitap ve risale bırakmıştır. Yaşadığı zamanın matbuat hayatında azımsanamayacak miktarda yazıyayımlamıştır. Bunlardan erişebildiğimiz kadarıyla kitap hâlinde basılmış olanlarından en önemlileri kronolojik olarak şunlardır: 1. Ebu Reyhan Beruniy, Hayati ve İcadiHakıda Risale, 1960. 2. Harezmi ve Farabi, 1961. * Doç. Dr. Anadolu Üniversitesi. 361 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Orta Asiyali Kırk Âlim, 1961 (çok yazarlı). İbn Sina, Edib ve Ma’rifetperver, 1962. Ming Bir Keçe, Taşkent, 1962. (6 cilt; Arapça’dan tercüme). Beyruniy ve Hindistan, 1963. (Bu risale, Bîrûnî’nin Hindistan’a giderek orada yaptığı bilim ve medeniyet tarihiyle ilgili faaliyetlerinden bahseder). 7. Bîrûnî’nin “Hindistan” adlı eserinin Arapça’dan Özbekçe’ye yapılan çevirisinde redaktörlük, söz başı yazarlığı ve notlarla katkılar, 1965. 8. Arap Şairi ve Feylesufi Ebu Âlâ el-Maarriy, Hayati ve İcadiHakıda, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1966. (Risalenin sonunda filozof-şairin Arapça’dan Özbekçe’ye çevrilmiş şiirleri de yer alır). 9. İbnSinaningEdebiyMerasi, 1966. 10. İbn Sina’nın “Salomon ve İbsal” Kıssası, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1973. 11. Ebu Reyhan Beruniy, Hikmetler, Yaş Gravdiya Neşriyatı, 1973. 12. FarabiyEdib, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1975. 13. Farabiy, Şe’r San’ati, Gafur Gulam Namidegi Bediiy Edebiyat Neşriyati, 1979. (Bu eser Farabi’nin “Şiir kitabı” ve “Şairlik sanatı kuralları hakkında” yazılmış risalelerinin Arapça’dan Özbekçe’ye çevirisi ve Ortaçağ bilim adamlarından biri olan İbn Ebi Useybiye’nin (1203-1270) Farabi’ye dair yazdıklarının çevirisinden oluşmaktadır. Eserde hem Farabi’nin eserlerinin listesi hem de onu konu olan 112 adet kitap ismi verilmiştir. İrisov, 1993 yılında Farabi’nin “Medînetü’l-Fâzıla” eserini Arapça’dan Özbekçe’ye aktardı ve onun bazı eserlerine benzer şekilde yazı koleksiyonu mahiyetindeki bir kitabının içinde yayımlandı. Koleksiyonda Beyhakî, İbn Hallikân, İbnü’l-Kıftî gibi şahsiyetlerin yazdıklarından da çeviriler bulunmaktadır). 14. Ebu Ali İbn Sina-Hayatı ve İcadiy Merası, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1980. 15. İbn Sina, Tercimei Hal-İbn Sinaning Özi ve ŞagirdiYazgenTercimei Hali- Arapçeden Tercime, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1980. 16. İbn Sina, Hikmetler, 1980. 17. İbn Sina Eserleri, Salomon ve İbsal, 1980. ( Bu eserde, âlimin kıssalarından Özbekçe’ye çevrilmiş örnekler verilmiştir). 3. 4. 5. 6. 362 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 18. İbn Sina Bisatiden, 1980. (Bu eserde, âlimin tıbbî nasihatlerinden Özbekçe’ye çevrilmiş seçkiler sunulmuştur). 19. Ebu Ali ibn Sina, Ögitler, 1980. (Bu eserde, âlimin manzum olarak kaleme alınmış ahlakî öğütleri Özbekçe’ye çevrilmiş hâlde yer alır). 20. İbn Sina Hakıda Efsaneler, Rivayetler ve Hikayetler, 1980.(Bu eserde, âlim hakkında halk arasında ve elyazmalarında geçen her türlü olağanüstü anlatı aktarılır). 21. İbn Sina, Şe’rler ve Tıbbiy Dastan, 1980. (Bu eserde, âlimin “Urcûze” adıyla bilinen en büyük tıbbî destanının Arapça’dan Özbekçe’ye şiir formunda çevirisi verilir). 22. Taşkent Tarihinde Ba’zi Siymaler, 1983. (Çok yazarlı; Taşkent şehri ve çevresinde yetişmiş alimleri konu alır). 23. Ramadan Ayi, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1991. 24. Emir Seyyid Alimhan, Buhara Halkıning Hasreti TarihiFarsiyden Tercime, Mukaddime ve İzahler Bilen Te’minlengen, Özbekistan Fenler Akademiyası “Fen” Neşriyatı, 1991. 25. Beruniy, Terviheler, 1991. (Bu risale, âlimin “Cevâhirler” adlı kitabının mukaddimesinin Arapça’dan Özbekçe’ye tercümesidir). 26. Hekim İbn Sina, Özbekistan Neşriyatı, 1992. (Bu eserde, âlimin hayatı hakkında kesitler aktarılmıştır. Bunun yanında, âlimin kendisi hakkında söyledikleri, öğrencisi Cüzcânî’nin onun hakkında yazdıkları, ayrıca eserlerinin listesi yer alır). 27. Hadis İlmining Peşvaleri, “Nur” neşriyati, 1992. (çok yazarlı; el-Buhârî, et-Tırmizî, en-Nesâyî, Müslim ve İmam Dârimî hakkında). 28. Ebu Reyhan Beruniy, Kitab el-Cemahir fi Ma’rifet elCevahir/Cevahirlerni Biliş Uçun Toplam Kitabi. (Bîrûnî’nin bu görkemli ve mütekâmil eserini merhum İrisov’un Arapça’dan Özbekçe’ye aktardığının canlı şahidiyim, ancak akıbeti hakkında şu an için her hangi bir bilgim yok). Bunların yanında, vefatına kadar Taşkent’te çalışmakta olduğu, “Özbekistan SSR Fenler Akademiyası”na bağlı “Ebu Reyhan Beruniy Namidegi Şarkşunaslik İnstutiti”nin bir yayın organı olarak müsteşrik arkadaşlarıyla birlikte 1990 yılında ilk sayısını çıkardıkları “Şarkşunaslik” isimli ilmî dergide hem editör yardımcılığı görevini üstlendi hem de bu dergide kıymetli makaleler yazdı. 363 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Abdusadık İrisov, 1980 yılında büyük âlim İbni Sina’nın doğumunun 1000. yılına hasrederek kendi“opus magnum”unuortaya koymuştu. 30 yıllık araştırmalarına dayandırarak İbni Sina’nın hayatı ve ilmî mirası hakkında 15 forma hacminde olağanüstü değerde bir eser ortaya koydu. Bu eserinde, İbni Sina’nın ilmî mirası bütün dünyanın dikkatine sunulmaktaydı, çünkü ona dair o güne kadar birçok bilinmezi tanıklarıyla birlikte bilim çevrelerinin istifadesine sunmaktaydı. Daha önceleri, kendi ifadesiyle “İbni Sina hakkında Özbekçe yazılmış doğru dürüst kaynak yok”tu ve “yazılanlar da harcı alem şeyler”di. (Aslında, bu ifade mütevazılığinin göstergesiydi, çünkü sadece Özbekçe değil, o güne kadar kendi eserine nispetle bir başka dilde yazılmış böylesi kapsamlı bir ilmî çalışma yoktu. (Bir özel sohbetimizde bana “Muhammedcan, bilemen, bu kitabni Rus Tilidebitgen bolse edim, barça dünyade şuhret tapardim. Lekin, uni öz tilimçe yazib Özbek balalerigetartıkkılişnihahledim.”diyecek kadar da millî ruha sahip bilge bir kişilikti). Öyle ki, “Daha önce yazılanlara göre, bininci yıllarda (999) Buhara’ya Karahanlılarhakim olduktan sonra, İbni Sina vatanı Buhara’yı terk etmiş, akabinde İran şehirlerinden Gurgân (Arap kaynaklarında Curcân), Hemedân, İsfehân’da ilim tahsil ederek yetişmişti” şeklinde bir genel kabul vardı. Bu da İbni Sina’nın henüz yirmi yaşına girmemiş çağına tekabül etmekteydi. Abdusadık İrisov’un tedkik ve tetebbuları neticesinde ulaştığı gerçekler bize, İbni Sina’nın 25 yaşına girene (1005 yılına) kadar Buhara’da bulunduğunu, sonrasında 7 yıl müddetle Harezm ülkesinde yaşayıp (1012 yılına kadar) oradaki ulema ile görüştüğünü, 32 yaşına girdiğinde zamanının âdetlerine uygun olarak önce Curcân’a, sonra Rey, Hemedan ve İsfehan’a gittiğini ve ilimle meşgul olduğunu göstermektedir. İrisov’un ulaştığı sonuca göre, İbni Sina’nın daha Harezm ve Buhara’da iken tanınmış bir âlim olduğu ve sonrasında İran diyarlarında dolaştığı anlaşılmaktadır. Bunların yanında, İrisov eserinde İbni Sina’nın üzerinde kalem oynattığı temel alanları gün yüzüne çıkarmak için özel dikkat gösterir. Meselâ, onun tebâbete müteallik çalışmaları- “Kânûn” ve diğer eserleri- hakkında bilgi aktarmaya özen gösterir. Ardından İbni Sina’nın tabiî ve müspet ilimleri konu aldığı eserleri, felsefî ve edebî eserleri üzerinde durulur. İrisov, 30 yılı aşkın bir süre içinde İbni Sina’nın yanında Orta Asya’nın diğer âlimlerinden: el-Kındî, Fârâbî, Bîrûnî, Ebu’l-Alâ el364 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Maarrî, Buhârî, Tirmîzî, Nevâyî, Câmîgibi şahsiyetler de ilgilendi. Bunlarla da kalmayıp, “dört halife” hakkında ayrı ayrı makaleler yazdı. Ömrünün son yıllarında İrisov, İbni Sina’nın edebî faaliyeti ile meşgul olmuştu. İçinde, onun şair, nasir ve edebiyatçı yönünü ortaya koyma arzusunu beslemekteydi. Bu uğurda bir hayli yol almıştı. Yorgun bedeni zinde zihnine daha fazla ayak uyduramamıştı. “İnnâlillâhi ve İnnâileyhirâci’ûn” hükmüne 10 Kasım 1998’de boysundu. Geriye bıraktığı müsveddeler şu an fakirin elinde bulunmaktadır. Manevî şahsiyetinin önünde tazim ile eğiliyorum. 365 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KORKMAZ, Ali ve TEMEL, Faruk (2014). “Bir Lider ve Eylem Adamı Olarak Aliya İzzetbegoviç”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.367-378 (http://bilgelerzirvesi.org). Ali KORKMAZ* Faruk TEMEL* BİR LİDER VE EYLEM ADAMI OLARAK ALİYA İZZETBEGOVİÇ Giriş A liya İzzetbegoviç yüzyılımızın yetiştirdiği ender düşünürlerden biridir. Onun Doğu ve Batı’nın kültürel kodları arasında yaptığı mukayese de gösterdiği yeteneğin uluslararası diplomasi alanında da kör ihtirasların ve bencil çıkarların körelttiği zihinlere yeni ve aydınlık ufuklar açacak düzeyde olduğunu anlamamız için Bosna-Hersek’te hepimizin müşahede ettiğini trajedinin yaşanması gerekirdi. Bu yüzyılın başlarında Hind yarım kıtasında nasıl Muhammed İkbal Doğu İslam’ının derin ve şiirsel bir soluğu oldu ise, onun gibi aynı yüzyılın sonlarında Aliya İzzetbegoviç’de Batı İslam’ının soluğu olmaya aday bilge bir kişiliktir (Bulaç, 1998: 10). Bosna Hersek’in lideri ve İslam adına yaptıklarıyla Müslümanların rol modeli konumundaki Aliya İzzetbegoviç, yaşantısı boyunca çizdiği portre ile insanlık için örnek teşkil etmiştir. İzzetbegoviç’in temsil ettiği değerler, yalnızca bir dava adamı olarak mücadeleci ruhu değil, ilimden sanata, askeri alandan siyasi mecraya ve nihayetinde evrensel bir kucaklayışı barındıran yaşam çizgisidir. Bir eylem adamı olarak mücadele ruhunu farklı bir çerçevede yansıtan Aliya, çıkış yolunun, eğitime, anlayışa, toleransa, köleliğin kaldırılmasına bağlı olduğunu ifade etmiş ve çıkış yolu için Kur’an ve sünnet ışığında orta yolu arayarak çözüm sunmuştur. (Hacımeyliç, 2013: 15). Tüm yaşamı boyunca orta yol üzerinde yoğurduğu değerlerle İzzetbegoviç, Bosna Hersek için önemli bir lider * * Yrd. Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi. Arş. Gör. Erciyes Üniversitesi. 367 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı konumundayken, dünya toplumları için takip edilmeyi hak eden bir izdir. Dünya kendisini, uluslararası siyaset alanında neredeyse kaybolan insanlık değerini bulmuş ve korumayı bilmiş şerefli bir lider olarak tanır. Kendisi karizmatik biridir. Açıklama yaparken inandırıcı, anlatırken önericidir. O orta çizgide yürüyen; sevincinde, üzüntüsünde, kazancında, kaybında, takdir ve eleştirisinde... Her şeyinde ölçüsü olan bir adamdır. Aliya İzzetbegoviç benzeri bir daha çıkmayacak bir siyaset şövalyesi, özellikle zafer anında önüne geçilemez bir centilmendir; çünkü o, düşmanının yenilgisinden zevk çıkarmaz ve yenerken herkesin beklediği hislerini ortaya dökmez. O kendisine kötülük yapan en büyük düşmanlarından dahi nefret etmeyi bilmez. (Yerkoviç, 2008: 37). Aliya İzzetbegoviç, insanlığı, hayatı sorgulayan ve yaşamı boyunca sorduğu sorulara cevap bulma gayesini taşıyan kimliğiyle vardığı sonuçları hayatına aksettiren bir eylem adamıdır. “Sadece soran cevap alacaktır” diyen Aliya, ömrü boyunca insanlık ve özgürlük için sorgulamıştır. (İzzetbegoviç, 2011d: 3). Hayatı sorgulayan Aliya’nın yaşam biçimini değerli kılan elbette aldığı cevapları hayata geçirmesidir. İzzetbegoviç bu konuyu şu şekilde cevaplandırmaktadır: “Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar kitapları basitçe yutarlar. Onlar bunu yaparken “sindirmek” okunanı işlemek, hazmetmek ve anlam için gerekli olan zorunlu düşünce fasılalarına riayet etmezler. Bu tür insanlar konuşurken, Hegel, Heidegger ve Marx’tan bazı parçalar ham olarak işlenmemiş halde çıkar. Bir arının poleni bala dönüştürmesinin dâhili çalışma ve zaman gerektirmesi gibi okuma da şahsi bir katkı gerektirir” (İzzetbegoviç, 2011d: 4). Çalışma boyunca Aliya İzzetbegoviç’in bir devlet başkanı olarak siyasetçi ve devlet adamı, İslam dünyası ve insanlık için ortaya koyduğu idealarla düşünür, ülkesi için verdiği mücadele ile özgürlük savaşçısı, lider ve eylem adamı kimliği anlatılmaya çalışılacaktır. Aliya İzzetbegoviç’in Özgeçmişi Aliya İzzetbegoviç 1925 yılında Bosna Hersek’in Bosanski Samac ilinde doğdu. Babaannesi Üsküdarlı bir Türk kızıdır. Hayatının önemli kısmının geçeceği Saraybosna’da hukuk eğitimi gördü ve avukat olarak çalıştı. Genç yaştan itibaren İslami çalışmalara ve Müslümanların sorunlarına ilgi gösterdi. (İzzetbegoviç, 2005: V). 368 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 1946 yılında Genç Müslümanlar Örgütü’ne üye olmaktan üç yıl hapse mahkûm edildi. “İslam Deklarasyonu”nu yayınladı. 1983 yılında düşüncelerinden dolayı 14 yıl hapse mahkûm edildi. Cezasının beş yılını hapiste geçirdi. Yugoslavya’nın dağılma sürecine girdiği dönemde Demokratik Eylem Partisi (SDA)’ni kurdu ve genel başkanı seçildi. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğunda meydana gelen ani ve sarsıcı siyasi gelişmelerin akabinde Komünist yönetimin çökmesiyle birlikte yapılan ilk serbest seçimlerde Bosna-Hersek Cumhuriyeti Devlet Başkanı oldu. Sırpların Bosna-Hersek Cumhuriyetine karşı başlattığı ve Hırvatistan’ın da bazen müttefik bazen düşman olduğu savaş boyunca Aliya İzzetbegoviç Sırp ve Hırvat güçlere karşı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik yaptı. 1995 yılında savaşa son veren Dayton Anlaşması’nın imzalanmasından sonra 1996’da yapılan seçimlerde üçlü başkanlık konseyine seçildi. Devlet başkanlığı dönemi boyunca uluslararası gücün baskılarına karşı çıkan İzzetbegoviç, 2000 yılında sağlık sorunlarını gerekçe göstererek başkanlık görevinden istifa etti. Aliya İzzetbegoviç entelektüel, eylem adamı, siyasetçi, özgürlük savaşçısı ve düşünür kimliği ile halkına öncülük etmiş bir isimdir. (İzzetbegoviç, 2005: V). Cesur, inançlı, azimli mücadelesi ve bilge-zahid kişiliğiyle haklılığını her zeminde haykırarak, güçlü ve şahsiyetli bir örneklik ortaya koyan Aliya İzzetbegoviç, bu özellikleriyle İslam Dünyasında yeni bir lider prototipinin öncüsü oldu. Son derece güçlü entelektüel birikiminin yanında eylem adamı kişiliğini de gösterebilen Aliya İzzetbegoviç 2003 yılında vefat etti. (Başoğlu, 2012b, Köle Olmayacağız). Eserleri Konuşmalar Doğu ve Batı Arasında İslam Tarihe Tanıklığım Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar Bosna Mucizesi İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşun Sorunları İslami Yeniden Doğuşun Sorunları Köle Olmayacağız Entelektüellerin Konuşmaları ve Mektupları Aliya İzzetbegoviç hayatı boyunca kitaplar yazdı ve yayımladı. 1946 yılında, yazdığı ilk kitaplardan olan “Doğu ve Batı Arasındaki İslam” birçok yabancı dile çevrildi. Kitabın içeriği şöyleydi: Her şeyin 369 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çift yaratıldığı gibi insan da yaratılmış bir canlıdır, insanın da bir ruhu ve vücudu vardır. Vücut ruhun evidir. Bu ev bir evrim geçirmiştir ve kendi geçmişi vardır, ancak ruh değişmemiştir. Tanrı ona kendi dokunuşuyla can vermiştir. “Ev”’’ yani vücut bilimin işidir, ancak ruh dinin, sanatın ve ahlakın kapsamındadır. Bu yüzden İzzetbegoviç için, insanın iki yönü ve iki gerçeği vardır. Batı dünyasında bunları Darwin ve Michelangelo teslim eder. Onların gerçekleri birbirinden farklıdır, ancak birbirini dışlamaz. Yazar bu duruşunu, bu “gerçeklerin” kendilerini medeniyet ve kültürün bir tezadı olarak gösterdiğini ve kendisine göre bilimin ve tekniğin medeniyete, dinin ve sanatın ise kültüre ait olduğu tezini geliştirerek doğrulamaya çalışır. İlki insanın var oluşsal ihtiyaçlarının (Nasıl yaşıyorum?) diğeri ise var oluş amacının (Neden yaşıyorum?) bir ifadesidir. Medeniyet “yerin hâkimiyeti”, din ise “göklerin hâkimiyeti” içindir. Doğu ve Batı Arasında İslam kitabında İzzetbegoviç İslam’ın bu iki, “üçüncü olarak da insana ait her şeyin bir kaydı olan iki cinsin” arasındaki tezadın bir sentezi olduğunu kanıtlamaya çalışır (Hacımeyliç, 2013: 17). Siyasetçi Kimliği Aliya İzzetbegoviç’in bir siyasi projesi olan SDA, kuruluşundan günümüze kadar kesintisiz olarak Bosna-Hersek’in yönetiminde bulunmuş ve önemli icraatlar gerçekleştirmiş bir siyasal partidir. SDA’nın bu başarısı sadece Bosna’da yankı bulmamış bütün Balkan coğrafyasında Müslüman halklar için bir umut ışığı olmuştur. Balkanlarda Demokratik Hareket Partisinin örnekliği, yeni kurulan parti ve siyasal hareketleri etkilemiştir. Bu bağlamda SDA’ya benzer isim ve programlarda birçok parti kurulmuştur. SDA Balkanlarda sadece bir parti değil, aynı zamanda bir davanın mektebi görevini görmüştür. (Tek, 2013: 71). Aliya İzzetbegoviç’i herhangi bir özgürlük savaşçısından ayıran özellik, liderliğinin çok yönlü yansımalarında aranmalıdır. Siyasi bağımsızlıktan önce toplumun medeniyet değerlerine sahip çıkmış, bu değerlerin entelektüel planda yeniden diriltilmesinin mücadelesini vermiştir. Bosna’lı Müslümanları asimile ederek, kimliklerini silmeye yönelik sistematik uygulamalara karşı her anlamda direnmiş, aydın sorumluluğunu yerine getirmiştir. Bir aydın olarak ülkesini, halkını ve sahip olduğu değerlerin savunmasını yapmış, düşüncelerinden dolayı ağır hapis cezalarına çarptırılmayı göze alabilmiştir. Bir düşünür olarak bağlı olduğu medeniyetin değerlerini yeniden keşfederken insanlığın var oluş problemi ve onun 370 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması evrensel konumu üzerinde özgün fikirler üretmiştir. (İzzetbegoviç, A., 2003, Tarihe Tanıklığım, Vll). Aliya İzzetbegoviç, bir özgürlük savaşçısı olarak entelektüel ve siyasi alanda komünist yönetime, ırkçı şovenizme karşı halkının önünde olmuştur. Yapı itibariyle siyaset ilişkilerine uzak olmasına rağmen önderlik yapmak gibi bir tarihi bir sorumluluğu omuzlamaktan da kaçınmadı. Bosna’nın bağımsızlık savaşı sırasında yürüttüğü liderlik, kişiliğinin bu farklı boyutlarını ortaya çıkardı. İmkânsızlıklara ve acımasız katliamlara karşı halkının direniş bilincini sürekli diri tutmasını bildi. Halkının yeteneklerini ve zaaflarını iyi kavrayan, halkıyla birlikte soluk alan bir lider olması, Bosna’nın haklı davasının dünyaca kabul edilmesini ve bu savaştan siyasi ve askeri olarak zaferle çıkmasını sağladı. Eğer Boşnak halkının İzzetbegoviç’e duyduğu güven olmasaydı savaş bu şekilde bitmeyebilirdi. Savaşın ilke tanımayan acımasızlığına rağmen savunduğu ilkelerden hiç taviz vermedi. Katliamlara, intikam duygusuyla değil, çok kültürlü bir Bosna idealini sonuna kadar savunarak cevap verdi. Devlet başkanı olarak sergilediği siyasi ve askeri yeteneğinin yanı sıra diplomatik alandaki başarısı, özgürlük mücadelesinin uluslararası platformda meşruiyet kazanmasını sağladı. Tüm bu özellikleriyle Aliya İzzetbegoviç, Bilge Krallığı hak etmektedir. (İzzetbegoviç, A., 2003, Tarihe Tanıklığım, Vll- Vlll). İslami Kimliği ve Üçüncü Yol Osmanlı’dan devraldıkları miras ile Balkan Müslümanları, Avrupa’nın geleceğinin şekillenmesinde önemli roller üstlenecek aktörlere dönüşmüşlerdir. Bir coğrafyanın siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal geleceğinde aktif rol oynayabilmek aynı zamanda bu alanlarda birikim sahibi olmayı ve etkin davranmayı gerektirir. Boşnak, Arnavut, Pomak gibi yerli Balkan halkları sahip oldukları tarihsel ve kültürel değerlerle bulundukları coğrafyanın asli unsuru olabileceklerini, Balkanlar’ın geleceğinde yeniden aktif roller üstlenebileceklerini özellikle Soğuk Savaş sonrası gelişmelerle göstermişlerdir. Bir ulusun var oluş mücadelesine öncülük eden kurucu bir lider olarak Aliya İzzetbegoviç böylesi tarihi kavşakta sahneye çıkmıştır. Bir yandan siyaset ve eylem adamı olarak Balkanlar’daki İslam varlığını yaşayan bir medeniyetin temsilcisi konumuna getiren İzzetbegoviç, bir diğer yandan da düşünür kimliği ile bunun entelektüel boyutlarını ortaya koymuştur. Bu durum onun yüklendiği 371 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı misyonun toplumunun yeniden inşasında ne kadar hayati önemde olduğuna işaret etmektedir. Balkanlar’daki İslam varlığının tarihçileri ilgilendiren bir alan çalışması olmaktan çıkıp toplumsal hayatın tüm alanlarını kuşatan bir varlık oluşunu simgeleyen isimlerin başında kuşkusuz Aliya İzzetbegoviç gelmektedir. Onun hayatı, eylemleri ve düşünceleri İslam medeniyetinin kalıcı unsurları olarak Müslümanların Avrupa’da, tarihi kökleri bulunan, yaşayan ve aynı zamanda bölgenin geleceğini belirleyen en dinamik unsur olduğunun altını çizmektedir. “Konuşmalar” adlı kitabındaki şu sözleri Aliya İzzetbegoviç’in İslam hakkındaki görüşlerini özetler gibi; “Her şeyden önce bana acılar ve kendi halkımla birlikte geçirmekte olduğum imtihan da dâhil tüm bahşettikleri için Allah’a şükrediyorum. Allah’ın tarihi yönlendirdiğine inanıyorum. İlk gençlik yıllarımdan itibaren faaliyetlerimin ilham kaynağının İslam düşüncesi olduğu bir gerçektir. Benim için gelecekte de böyle olacaktır. İslam’da daima onun insanları ayırmak yerine birleştiren ve Yüce Kur’an’ın öğrettiği üzere hepimizin tek bir erkek ve kadından yaratıldığını teyit eden o evrensel değerlerinin peşine düştüm. Dolayısıyla hepimiz aynı soydanız, yine Yüce Kur’an’ın buyurduğu gibi birbirimize kötülük yapmak değil, birbirimizi tanıyabilmek için ayrıldık. İslam ve Müslümanlara hizmet ederken aynı zamanda tüm sağduyulu insanların hizmetinde bulunuyorum”. (Konuşmalar, İzzetgegoviç, s. 65-66). Aliya İzzetbegoviç’in İslam algısı, İslam dünyasına sunduğu portre açısından önem taşımaktadır. Yaşam çizgisinin beslendiği kaynak daha genç yaşlardan itibaren kendi araştırmalarına dayanarak sarıldığı İslam’ın temel esaslarıdır. Aliya İzzetbegoviç, İslam algısında Kur’an ve sünnet ışığında “orta yol” belirleyici etkendir. (Hacımeyliç, 2013: 15). İzzetbegoviç ‘üçüncü yol’ konusunda şunları söylemiştir; “Birbirleriyle çatışan ideolojilerin aşırılıklarıyla insanlığa empoze edilmeyeceğinin ve bir sentez, orta yola doğru gidilme mecburiyetinin aşikâr olduğu bu zamanda biz göstermek istiyoruz ki, İslam, bu tabii fikir seyrine ahenkli bir tarzda bağlanıyor, bu fikirleri kabul ve teşvik ediyor ve peyderpey onların en etkili ifadesi oluyor. Doğu ve Batı arasında geçmişte birçok defa köprü görevi vazifesini görmüş olan İslam, kendi öz vazifesine müdrik olmalıdır. Geçmişte eski medeniyetler ile Avrupa arasında tavassutta bulunmuş olan İslam, bu gün bu dramatik çıkmaz ve alternatifler zamanında parçalanmış dünyada, aracılık rolünü tekrar 372 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması devralmalıdır. Üçüncü (yol), yani İslami yolun manası işte buradadır” (İzzetbegoviç, 1998: 22). Aliya İzzetbegoviç’in Siyaset, Kültür, Toplum ve Hayata Dair Sözlerinden Bir Kaçı: Bir milleti veya dönemi tanımak için onunla ilgili yazılı tarihleri okumak asla yeterli olmaz. Tarihler bize hadiselerden haber verirler; romanlar, şiirler, destanlar, hikâyeler, efsaneler ve masallar ise bize gerçekten var olmuş olan bir şeyden, bir insanın –ferdinhayatından haber verirler. Biri harici, diğeri dâhili tarihtir. (İzzetbegoviç, 2005: 75, Özgürlüğe Kaçışım-Zindandan Notlar ). Tabiatta olduğu üzere tarihte de her şey çeşitlilik ve sürekli değişim gösterir. Tarihin durması için tarihte sabit hale gelmiş tek bir durum veya şart arayamam veya bekleyemem; tıpkı dört mevsimden birinin ebediyen sabitlemesini talep edemeyişim gibi. Tabiatta olduğu gibi tarihte de değişime yol açan güçler daima olacaktır. İsteklerim ve hareketlerimle ben de sadece bu daimi değişimlerin birine iştirak eden bir ayrıntıyım. (İzzetbegoviç, 2005: 76, Özgürlüğe KaçışımZindandan Notlar). Demokrasi ve istikrar birbirine bağlıdır. İstikrar için demokrasiye, demokrasi için istikrara ihtiyacımız var. (İzzetbegoviç, 2005: 80, Özgürlüğe Kaçışım-Zindandan Notlar). Bir toplum eğer tarihi olarak hoş görülebilir bir ölçünün ötesindebilgi (bilim) alanında geri kalırsa, kendisini medeni dünyanın dışında bırakır. Bu vakıa ışığında geleceğimiz hakkında nasıl bir netice çıkarmalıyız? (İzzetbegoviç, 2005: 103, Özgürlüğe KaçışımZindandan Notlar). Kültür, her şeyden önce bir halkın varlığının delili veya emaresidir. (İzzetbegoviç, 2005: 103, Özgürlüğe Kaçışım-Zindandan Notlar). Cesaret, hemen hemen herkeste olduğu gibi, hiç korkmadığımız anlamına gelmez, Cesaret, güdülerinizi korkularınızdan daha kuvvetli hale getiren şeydir. (İzzetbegoviç, 2005: Konuşmalar). Önemli olan bir insanın dövüşmek için nedenli kuvvetli olduğu değil, sizlerin mücadeleyi omuzlamak için ne kadar güçlü olduğumuzdur. (İzzetbegoviç, 2005: Konuşmalar; 71). Bir Eylem Adamı Olarak Aliya İzzetbegoviç Aliya İzzetbegoviç’i değerli kılan bireysel ve toplumsal anlamda dert edindiği meseleler de yalnızca ortaya bir düşünce 373 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı koyması değil, bunu kişisel olarak yaşaması ve toplumsal hayata yönelik örnek yaşantısı ve fikirleriyle bir eylem adamı oluşudur. Onun izlediği yol orta yoldur. Aliya, hiçbir zaman şiddeti alternatif olarak görmemiştir. Problemleri her zaman itidalle çözme gayretinde olan Aliya, toplumsal hedeflerine ulaşma çabasında İslami esasları kendisine dayanak noktası olarak kabul etmiştir. İslami düzenin sağlanması için ise kontrolsüz ve aşırı güç kullanımıyla İslam’ı lekelemeye kimsenin hakkının olmadığı düşüncesiyle düşmanlarından nefret etmeme, adalet sahibi ve affedici olma yolunu seçmiştir. Bu anlamda Aliya, “Amaca giden her yol mubahtır felsefesi”ni reddetmiştir. Şiddeti reddeden Aliya, âlicenaplık, cesaret ve tutarlılığın hedefe götüreceğini savunmuştur. (İzzetbegoviç, 2012a: 65). Bu cesaret ve tutarlılık anlayışla savaşın eşiğindeki Bosna’nın iradesini yansıtan Aliya bir konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştır: “Başımızı eğecek miyiz yoksa başımız dik olarak mı kalacağız, köle mi, özgür insan mı olacağız? Büyük Allah’a yemin ederiz ki köle olmayacağız”. Bu anlayış ve duruşla zorlu savaştan mücadele ve özgürlük ruhuyla çıkan Aliya ve ordusu çetin şartların üstesinden gelmeyi başarmıştır. (İzzetbegoviç, 2012b: 56). Hedeflerini gerçekleştirmek adına, “doğal ve tarihi kurallara aykırı olmamak kaydıyla, insanların ortak irade ve çalışmaları sonucunda gerçekleşmeyecek hedef yoktur” anlayışla hareket eden Aliya, Avrupa’nın göbeğinde çok zor durumda kalan Bosna Hersek’in yeniden dirilmesini sağlamıştır. (İzzetbegoviç, 2012a: 82). Aliya’nın dirilttiği yalnızca Bosna’nın özgürlüğü ve bağımsızlığı değildi. Aliya, zaferle birlikte kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularını da diriltmiştir. Bir konuşmasında Bosna Hersek’te yaşayan insanların birlik ve beraberlik duygusuna vurgu yapan Aliya ortak yaşamın değerini ifade etmiştir: “Farklı dinler, milletler ve kültürlerin birbiriyle etkilenmesi, yaşamasının sağlanması ve korunması gereken bir çeşit Bosna kozmopolitizmi inşa etti. İstediğin isme sahip olabilir, istediğin dine inanabilirsin ancak insan olmak gerekir. Yaşamalı, diğerlerinin de yaşamalarına izin vermelisin” (İzzetbegoviç, 2012b: 47). Barış ve özgürlük kelimeleri İzzetbegoviç için çok anlamlıydı. Hayatının büyük bir kısmında mücadelesi bu değerlerin halkına kazandırılması içindi. 1994 yılında Krajina’da yaptığı konuşmasında; “Tüm Bosna Halkı için özgürlük anı yaklaşıyor. Özgürlüğü bizim cesur ordumuz getiriyor. Güç ve basiretle bu amacı gerçekleştirelim 374 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ve bu ülkenin her insanı için barış ve özgürlüğü sağlayalım” ifadesini kullanmıştır. (İzzetbegoviç, 2011c: 99- Konuşmalar Kitabından). Bosna Hersek özelinde verdiği mücadeleyi kesinlikle ırkçılıktan uzak bir yaklaşımla bütün insanlık için isteyen Aliya, özgürlük ve barış değerlerinin tüm insanlık için gerçekleşmesi adına Bosna özelinde askeri ve siyasi mücadelesiyle verirken, Mücadelenin eşsiz prototipi açısından ve dünyayı sunduğu düşünsel nizam önerisiyle de tüm insanlık genelinde bu değerleri hedeflemiştir. Bosna Bağımsızlık bayramında 1 Mart 1998 tarihinde halkına gönderdiği mesajda şu ifadeleri kullanmıştır: “Barış gelmiştir, ama yaşadığımız cehennemden taşıdığımız travmalardan dolayı içimizde hala huzursuzluk vardır. Şimdi ülkemizi yenileme yolundayız, yüzümüzü bir daha geleceğe doğru çevirip farklılıkları unutup, sınırsız bir Avrupa’nın parçası olma çabasında görüş birliğine varmış Bosnalılar olarak tekrar yenmeye çalışmalıyız. Geçmişimizi hala unutamadığımız için bu görev zor olacaktır. Ama bazı insanların yüreklerinde hala dinmeyen kine karşı kinli davranmamamız Bosna’nın asıl gücünü gösterecektir. Bunu başarırsak çok etnikli Bosna Hersek Projesi’de başarılmış olacaktır” (Jerkoviç, 2008: 36). Sürekli, birlik beraberlik ve barış vurgusu yapan Aliya, 1994 Eylül’ünde Birleşmiş Milletler Genel Kurul Toplantısı’nda yaptığı konuşmada şöyle demiştir; “Bosna olarak adlandırdığımız şey, yalnıza Balkanlar’da bir toprak parçası değildir. Çoğumuz için Bosna sadece vatan değildir, Bosna bir ideolojidir. Farklı din, millet, farklı kültür ve geleneklere ait insanların beraber yaşayabilme inancıdır. Eğer bu fikir ebediyen gömülür ve bu bölgelerde yaşayan insanlar arasında hoşgörüye ilişkin bu rüya ebediyen sonlanırsa, bunun suçlusu, otuz aydır toplarıyla Bosna’yı vuranlar olacaktır; fakat dünyada, yardım etme imkânı olup da yardım etmeyi reddeden güçler çok daha suçlu olacaktır” şeklinde konuşmuştur. Bir başka konuşmasında; “Bosna dışlanmayı kabul etmemektedir. Bu şekilde, bu çok milliyetli ve çok dinli renkliliğin rahatsızlık vermeyeceği kimseleri aramaktadır. Ne kiliseler ne de katedraller bize rahatsızlık vermektedir, biz farklı düşünen ve farklı hisseden insanlarla yaşamayı öğrendik ve bunu bizim bir üstünlüğümüz olarak görüyoruz. Bundan dolayı biz Boşnaklar, Bosna’nın Müslüman halkı ve yeni entegrasyon öncüleri olmak üzere tayin edildik. Bosna’nın üniter bir ülke olması için değil. Bosna üniter olamaz-bir bütün olması ve kalması için… Bu misyon ve gayret 375 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı içerisinde elbette yalnız olmayacağız. Allah’a şükür Bosna’yı bu denli seven daha birçok insan vardır” (Trnka, 2008: 47). Sonuç Aliya İzzetbegoviç, yirminci yüzyılın son on yılında adından en çok söz edilen liderlerin birisidir. Her şeyden önce o bir düşünürdür. İnsanlığın evrensel sorunları üzerine düşünen ve bunu ortaya koyduğu eserlerle de gösteren birisidir. Bir lider olarak hayatının her döneminde toplumunun önünde olmuştur. Baskılara boyun eğmeyen bir özgürlük savaşçısı, halkının bağımsızlık savaşına öncülük eden bir lider, askeri ve diplomatik alandaki başarılarıyla devlet kurucu bir önder olduğunu herkese göstermiştir. Hayatının faklı dönemlerinde farklı alanlarda mücadele etse de lider ve düşünür olma özelliği kişiliğinin bölünmez bir parçası olmuştur. Bir düşünür olarak entelektüel tutarlığıyla ve bir eylem adamı olarak siyasi çizgisiyle hem kendi kişiliğinde hem de hayata bakışında bütünlüğü yakalayabilmiştir. İzzetbegoviç, muhalif bir özgürlük mücadelecisi olarak da devlet kurucu bir önder olarak da her zaman öncelediği temel ilkeleri savundu. Bosna’da katliamların gerçekleştiği dönemde bile bilge bir kişiliğin hayata bakışını yansıtan, insanı var kılan temel değerlere vurgu yapan bir söylem geliştirmiştir. Bu yönüyle tüm dünyaya siyasi ahlak ve erdemlilik dersi vermiştir. Aliya İzzetbegoviç’in bir insan olarak karşı karşıya kaldığı, derin çelişkiler içeren durumlarda bile savunduğu ilkelerden taviz vermeyen tutumunu, onun beslendiği değerlerde ve tarih yazmış büyük liderlere özgü kişiliğinde aramak gerekir. Halkına öncülük eden ama onlardan biri olarak özgürlüğü uğruna saldırganlarla sonuna kadar mücadele eden, katliamlara örtük destek sağlayan büyük ve medeni devletlere insan olmayı mümkün kılan erdemlilik dersi vermiştir. Savaşın mağdur ettiği, acıyı tatmış insanlara yaşama sevincini yeniden aşılamaya çalışırken, cephede askerlerini yüreklendirirken, siyasi parti kongresinde dava arkadaşlarıyla hasbıhal ederken, Hac’da ümmetin bir parçası olarak hacılara konuşurken, Birleşmiş Milletler’de tüm dünyaya seslenirken yaptığı konuşmalar bütün olarak onun çok yönlü kişiliğini, birikimini ve Bosna direnişinin ruhunu yansıtır. Sağında ve solunda patlayan bombalara aldırış etmeden yürürken ‘Başkan korkmuyor musun?’ diye seslenen Saraybosnalı kadına ‘Korkuyorum, ben de insanım’ diyebilen bir Aliya İzzetbegoviç var karşımızda. 376 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Aliya İzzetbegoviç, belli bir kültürün yetiştirdiği, belli bir ulusa öncülük eden ancak daha geniş ölçekte İslam Dünyası için yeni bir lider modelidir. Müslüman bir düşünür olarak ait olduğu medeniyetin sorunlarına kafa yormuş olması bunun göstergesidir. Ülkesinin bağımsızlık savaşına öncülük ederken mazlum ve özgürlük arayışındaki topluluklara dönük olarak oluşturduğu örneklik onun kendi kültür havzasını aşmasını ve sözlerinin evrensel ölçekte etkin hale gelmesini sağlamıştır. Yerel olanla evrensel olanın buluştuğu kavşak noktasında karşımıza çıkan Aliya İzzetbegoviç gibi özgün bir lider ve düşünür prototipi tarihte ender zamanlarda ortaya çıkar. Yerel ve kendine ait değerlerden beslenerek evrensel ölçekte düşünce üreten, mesaj veren bir düşünürdür. Ait olduğu topluma yabancılaşmadan, o toplumdan biri olarak öncülük eden ama evrensel boyutlarda mesajı olan bir lider, bir düşünür ya da halkının ona uygun gördüğü unvanıyla Bilge Kral’dır. Batı medeniyetiyle hesaplaşmaya girerken hiçbir kompleks duymadan beslendiği kültüre de kritik edebilmesi nasıl ki onun sahip olduğu özgüveni gösteriyorsa, Müslüman bir düşünür olarak insanoğlunun kadim varlık meselelerine kafa yorarak evrensel ölçekte düşünce üretilmesi de onun bilgeliğine işaret etmektedir. Bir eylem adamı olarak öncü, bir düşünür olarak bilge bir kişiliktir. İslam dünyasında öncülüğe soyunan lider tiplerinin büyük bir kısmının entelektüel açıdan malul oldukları bir ortamda, maddi şartların tüm olumsuzluklarına rağmen fikri ve ahlaki açıdan zengin bir bilge liderin tarihi nasıl yeniden kurabileceğine tüm dünya tanıklık etmiştir. Kaynakça Bulaç, Ali (1998). “Batı İslam’ının Bilge Düşünürü”, ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ Kitabının Sunusunda, s. 9. Nehir Yayınları, İstanbul. Hacımeyliç, Kazım (2013). “Aliya İzzetbegoviç’in Hayatı ve İslam Dünyasına Bakışı”. Vefatının 10. Yılında Aliya İzzetbegoviç, “Doğu Batı Arasında İslam Birliği İdeali Sempozyumu Bildirileri”, 26 Ekim 2013, s. 15–19, İstanbul. İzzetbegoviç, A. (1998). Doğu ve Batı Arasında İslam, (çev. Salih Şaban), Nehir Yayınları, İstanbul. İzzetbegoviç, A. (2005). Konuşmalar, (çev. Fatmanur Altun, Rıfat Ahmetoğlu), Klasik Yayınları, İstanbul. 377 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İzzetbegoviç, A. (2011d). Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar, (çev. H. T. Başoğlu), Klasik Yayınları, İstanbul. İzzetbegoviç, A. (2012a). İslam Deklarasyonu, (çev. R. Âdemi), Fide Yayınları, İstanbul. İzzetbegoviç, A. (2012b). Köle Olmayacağız, (çev. H. T. Başoğlu), Fide Yayınları, İstanbul. İzzetbegoviç, A. (2003). Tarihe Tanıklığım, (çev. A. Erkilet, A. Demirhan, H. Öz), Klasik Yayınları, İstanbul. Tek, Tarkan (2013). “Aliya İzzetbegoviç’in Bir Siyasi Projesi Olarak Demokratik Hareket Partisi (SDA)”, Doğu Batı Arasında İslam Birliği İdeali Sempozyumu Bildirileri, Vefatının 10. Yılında Aliya İzzetbegoviç, 26 Ekim 2013, s. 65–72, İstanbul. Trnka, Kasım (2008). “Aliya İzzetbegoviç: Bosna Hersek’in Devlet Olma Mücadelesi Paradigması”, Uluslararası Aliya İzzetbegoviç Sempozyumu-Bildiriler–11–12 Ekim 2008, İstanbul. Yerkoviç, Adamir (2008). “Aliya Machiavelli’ye Karşı”, Uluslararası Aliya İzzetbegoviç Sempozyumu - Bildiriler- 11–12 Ekim 2008, İstanbul. 378 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KAMALOVA, Zebiniso (2014). “Nesef ve Keş’tn Parlayan Işık”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.381-388 (http://bilgelerzirvesi.org). Zebiniso KAMALOVA (Zebunniso HUSAYN)* NESEF VE KEŞ’TEN PARLAYAN IŞIK B üyük Türkistan coğrafyasının batı kısmında yer alan Özbekistan topraklarında attığınız her adımda mazinin derinliklerinden gelen bir ses duyar gibi olursunuz. Asırlardır bu coğrafya maneviyat mimarları, gönül sultanları, insanlığa ışık saçan ilim irfan insanları yetiştirmiş ve marifet deryasında birçoğuna ev sahipliği yapmıştır. Telif yahut ansiklopedik eserlere baktığınızda; El-Buhari, Et-Termizi, El-Harezmî, EsSemerkandi, El-Fergani, El-Nemengani, El-Merginani, En-Nesefi, EnNehşabi, Eş-Şaşi ya da Et-Taşkandi, El-Keşî gibi tanındıkları isimlerini Özbekistan’daki küçük şehir ve köylerden alan çok kıymetli âlimlerle karşılaşırsınız. Özellikle bu topraklarda İslam ziyası parladıktan sonra (IX-XII asırlar) Ülkede tamamen medeni-kültürel yükseliş gerçekleşmiş ve ilim irfan çok ileri mevkilere ulaşmıştır. O dönemin meşhur isimleri arasında İmam İsmail el-Buhari (810–870), Ebu İsa et-Termizi (824–892), Hekim et-Termizi (750/760– tahmin.869), İbn Sina (980–1037), Ebu Reyhan Beruni (973–1048), el-Maturidi (870–944), Burhanüddin el-Merginani (1117–1197), Carullah yani Allah’ın komşusu lakabıyla anılan Zemahşeri (1074– 1144)’yi ilk anda sayabiliriz. Ama bu zeminde yetişen ilim ve İslam medeniyetine büyük katkıda bulunan övmeye değer daha nice isimlerin var olduğunu belirtmek ve onları yâd ederek, ruhlarını şad ederek, hayat ve faaliyetlerini sizlerle paylaşmak benim için bir borç ve doğduğum toprakların hakkını verme yolunda naçizine bir çabadır. Ülkenin güneyinde yer almış, bugün kayıtlara Kaşkaderya diye geçmekte olan bölge sınırları içerisinde doğmuş, isimleri yanında * Doktora öğrencisi, İstanbul Üniversitesi. 381 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı doğduğu yer adını taşımış ilim ve uygarlık zirvesine ulaşan birçok bilgeleri söz konusu edeceğiz. 12 ilçeyi içeren Kaşkaderya’nın iki önemli şehri geçmişte Nehşeb, Nesef ismiyle tanınan bugünkü Karşi* (‘saray’ anlamında) ve eskiden Keş adıyla meşhur olmuş Şehrisebz (Yeşil şehir anlamını taşiyor)’dir ve tarihi Türkistan’ın en eski şehirleri sayılan Semerkand, Buhara, Hive kadar kadimdir. Vaha tarihi hakkında Yunan, Çin, Arap kaynaklarında bilgiler bulunmaktadır. Çinliler geçmiş sayfalarına Nahşeb’i ‘Naşebo’, Keş’i ‘Tsi-şi’ diye kaydetmişlerdir. Arap tarihçilerinden İbn Havkal, İbn Hurdadbeh, İstahri, Yakut el-Hemevi, Es-Sem’ani’lerin eserlerinde bu iki şehir tarihi ve medeniyeti hakkında ilginç malumatlara rastlanılır. Arkeoloji kazılar netiçesinde elde edilen melzemeler bu şehirler tarihini iki bin yıllar geriye götürse de, yazılı kaynaklara göre miladi III yüzyıldan bu yana daha geniş bilgiler edinme imkânına sahibiz. Tarihçiler, III-IV asırlarda Keş ve Nahşeb’in tek sınır içerisinde olduğunu ve merkezi hükümetin Keş’te bulunduğunu söylemişlerdir. VI-VII asırlarda şehir iki ayrı hududa ayrılmıştır. O zamanda basılmış paralar bunu göstermektedir. Semerkand’da kâğıt zanaatı ortaya çıkınca (VIII yy) Kaşkaderya vahasında da ilim ve medeniyet yükselmeye başlamıştır. VIII yüzyılın sonu IX yüzyılın başlarında Nesef ve Keş şehirlerinde hadis ve fıkıh mektepleri kurulmaya başlanmıştır. X. yüzyılda Nesef şehri büyük ilmi merkez derecesine yükselmiş, İslam âlemindeki 8 medine (şehir) makamındakilerden biri olmuştur: Bunlar; Bağdat, Belh, İsfahan, Nişabur, Merv, Buhara, Semerkand, Nesef’dir. O sıralarda Merkezi Asya’da 4 hadis mektebi mevcuttu: Merv, Buhara, Semerkand, Nesef. Orta Çağın Mervli meşhur tarihçisi, ‘Kitab ül-ansab’* eseri müellifi Ebu Se’id Abdulkerim ibn Muhammed es-Sam’ani (11131167), 1155-1156 yılları Maveraünnehir ve Harezm bölgelerine seyahet etmiş, Keş’de 12 gün, Nesef’de 2 ay kalmıştır. Eserinde Nesef ve Keş şehrinin 85 yerini dile getirmiş ve buradan birçok İslam âlimleri yetiştiğini belirtmiştir75. *Zehiriddin Muhammed Bobur ‘Baburname’de ve şarkiyatçı alim V.V. Bartold ‘Türkistan Moğollar baskını devrinde’ monografisinde ‘Karşi’ sözünü Moğolça olduğunu soylemişler ve yakın zamanlara kadar bilim adamları bunu kabul etmişler. ‘Nesef ve Keş allamaları’ kitabi yazarı Nasir Muhammed’e göre, ‘Karşi’ Türkçedir. Eski Türkçe Yazıları üzerinde yazılmış 382 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tarihçi Ş. Kamaliddinov şöyle der: ‘X yüzyılda Sam’ani verdiği bilgiye göre, hadis bilimi merkezi olan Nesef’te Ahmet ibn Muhammed et-Tadyani, Hammad ibn Şakir en-Nesefi, Abdulmümin ibn Halaf en-Nesefi, El-Leys ibn Nasir el-Kaceri, XI. Yüzyılda Abdulaziz ibn Muhammed en-Nehşebi, Muhammed ibn Ahmed elBeledi, Hasan ibn Ali Hammavi en Nahşebi vs. mektepleri verimli faaliyet içerisindeydi’76. Yakut el-Hameviy Rumi’nin ‘Mu’cem ül-Büldan’ eserinde şöyle haber verilir: ‘Nesef, Semerkand ve Ceyhun arasında yerleşmiş nufüzü çok olan ve bayındır bir şehirdir. Oradan çeşitli ilim sahalarında çok âlim yetişmiştir. Onlar Nahşebi lakabını de kollamışlardır’. İstahri’ye göre, ‘Nesef sur ile çevrilmiş, ortasında kurgan ve dört dervazesi var olan bir şehirdir. Buhara ve Balh yolu şu yerden geçer. Bozkırdır. Keş ile arası iki menzil. Ceyhun ile arasında dağ yok. Şehrin ortasından bir nehir geçmektedir. Bu su Keş’ten akıyor. Nehir kıyılarında evler ve köyler yerleşmiştir…’ Bin yıllık tarihinden bahsedilen Karşi (Nesef) ve Şehrisebz (Keş) geçmişten bu yana çok önem taşımaktadır. Bu iki bölge her zaman bir strateji noktasi olarak tarihi kahramanların adıyla kaynaklarda yer almıştır. VIII yüzyılda İslam ile şereflenen bu topraklar, medeniyet ve ilim beşiği haline gelmiştir. IX yüzyıl başlarında Nesef ve Keş şehrinde büyük hadis ve fıkıh mektepleri faaliyette bulunmuştur. Büyük muhaddis İmam Buhari ‘El-Cami esSehih’ eserindeki değerli malumatları Nesef’in Bayan mahallesinde yaşayarak toplamış ve telebelerine de burada eğitim vermiştir77. ‘Древнетюркский словар’ (1969) kitabinda ‘karşı’ sözünün 2 manası verilmiştir: 1-Han sarayı, köşk; 2-karşı, zıt demektir. Kaşgarli Mahmud ‘Divani Lugati’t-Türk’ eserinde: ‘Bu bekler evi odi karşi turur, Bu karşı içindeki karşı turur’. Manası: Bu bekler evinin adı karşıdır, ama içindekiler bir biriyle karşıdır. 75 Bakınız: Kamaliddinov Ş. «Китоб ал-ансаб” Абу Саъда Абдулкарима ибн Мухаммед ас-Саманий как источник истории и истории культуры Средней Азии. Т., 1993, c 164. *‘Kitab ül-ansab’ (‘Nesepler hakkında kitab’, veya ‘Meşhur kişiler hakkınada kitap’) İbn Halikon’un (1211-1282) naklettiğine göre, ‘Kitab ül-ansab’in sekiz cilten oluşan ve yazarın Türkistan’dan Arabistan’a kadar çok bir zaman içerisinde yaptığı seyahatı sürecinde biriktirdiği nadir malumatlar üzerinden yazılmıştır. Meşhur adlar (kabile rahberleri, tarihi şahıslar, vilayet, şehir ve başka coğrafi yerler) alfabeye göre tertip edilmiş ve izahlara da geniş yer verilmiştir. Kitapta coğrafi isimlerin transkripsiyonu, kelimenin doğru şekli, telaffuzu, vurgu ve manalarına da ciddi önem sağlanmıştır. Maalesef, bu eserin tam nüshası kaybolmuş, günümüzde fakat tarihçi İbn el-Esir (1160-1234) tarafından denetleyip düzeltilen üç ciltlik kısaltılan nüshası mevcuttur. 76 Bakınız: Kamaliddinov Ş. «Китоб ал-ансаб” Абу Саъда Абдулкарима ибн Мухаммед ас-Саманий как источник истории и истории культуры Средней Азии. Т., 1993. 77 Nesef ve Keş’te siyasi, iktisadi ve medeni hayat (IX-XIIyy)s.12. www.arxiv.uz 383 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı X. yüzyılın sonunda yaşayan el-Mukaddesi’nin verdiği bilgiler çok önemlidir. X. yüzyılda Nesef şehrinde o sıralar İslam bilim dünyasında örf haline giren Meclisi tedris (eğitim amaçlı toplantılar), bugünkü dil ile söylersek, Uluslarası İslam ilimleri kongresi gerçekleştirilmiştir. El-Mukaddesi İslam âlimlerinin kendi ilmi görüşlerini savunmak, eserlerini tanıtmak ve gayelerini yaymak için uyguladıkları iki yöntemden bahsetmiştir. Geleneğe göre, fıkıha ait sohbet ve münazaralar camilerde olmuştur. Bunun yanı sıra alimler kendi evlerinde de özel münakaşalar için kürsüler teşkil etmişlerdir. Meclisi tedris uzun sürmüş, bazen aylarca devam etmiştir. Nesef’te gerçekleşen Meclisi tedrisde Mütazililer reisi Ebul Kasım Ka’bavi katılmış ve o kişi Nesef kürsülerinden birinde vaaz etmiştir. Üç kıtayı bir araya getiren sahibkiran, sahibi devran Emir Timur’u büyüten şehir Keş’tir. Timur doğduğu bu şehri çok sevmiş ve ona çok önem vermiştir. Babur Şah şu bilgileri vermiştir: ‘Yine Keş vilayetidir. Semerkand canubundadır (güneyindedir), dokuz yiğoç (ölçü) yoldur. Semerkand ve Keş arasına bir dağ bulunmuştur. İtmak dag geçidi derler. Taş yontuculukta sadece bu dağdan taş götürürler. İlkbahar çölü ve şehri, bami ve damı hep sebze (yeşil) olduğu için Şehrisebz de derler. Timurbek’in zadı budu (nesebi) Keş’ten için, onu şehir ve payitaht etmeye çok sa’y ve ihtimam etti (çabaladı), yüksek imaretler Keş’te bina etti. Yine Keş’te medrese ve türbeler inşa etti. Cihangir Mirza ve başka bazi evladının türbesi andadır (oradadır)...’78 Şerefiddin Ali Yezdi ‘Zafername’ eserinde: “Bazi kitaplarda anlatıldığına göre, Keş şehri eskiden İslam âlimlerinin mekânı imiş ve büyük muhaddislerden üç kişi orada yaşamış. Biri Ebu Muhammed (Abdullah ibn Abdulhamit) ibn Nasr (ibn Humeyd) El-Keşşi. Diğeri (Ebu Muhammed) Abdullah İbn Abdurrahman ed-Daremi esSemerkandi ve üçüncüsü Ebu Abdullah Muhammed ibn İsmail elBuhari”dir. Allah onlardan razı olsun. O sıralar dört bir yandan dini konularda bilgi sahibi olmak ve sorularına cevap almak için Keş şehrine gelirlermiş. Örneğin Ebu’l Hüseyin Müslim ibn Haccac elKuşeyri en Nişapuri, İbni Humeyd el Keşşi’den ders almıştır. Ayrıca pek çok imam ve fuzela da gelip bu şehirde eğitim almışlardır. Bu yüzden Keş’e ‘Kubbetü’l İlim ve’l Edep’ lakabı verilmiştir. İlkbaharda bu şehrin dağları ve damları yemyeşil olur ve zaten bu renginden dolayı ona Şehrisebz demişlerdir’79. 78 Babur Zehiriddin Muhammed. Baburname. ‘Yulduzça’, Taşkent, 1989y., s. 47. Şerefüddin Ali Yezdi. Amir Timur Zafername. Selenge Yayınları. İstanbul, 2013. s.124 79 384 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Zahiriddin Muhammed Babur ‘Baburname’ adlı eserinde Keş hakkında kurganinin büyüklüğündan dolayı Semerkand’dan sonra ikinci şehir olduğunu haber verir80. Nesef ve Keş alimları IX-X. yüzyıllarda, geleneksel olarak eserlerini Arapça kaleme almışlar, XI. yüzyıl sonu ve XII. yüzyıl başlarında ise Farsça yazmaya başlamışlardır. XIV. yüzyıldan itibaren, özellikle Emir Timur döneminde Türkçe’ye ağırlık verilmiştir. Avrupalı Orta Çağ seyyahı Tavern’e’nin tabirine göre, tüm Doğu ülkelerinde Arapça – Kur’an ve ilim dili, Farsça – şiir ve nefaset dili, Türkçe – siyaset ve harp dili sıfatında meşhur olmuştur81. Bu bölgede yetişen ulema ve üdebaların bazıları farklı sebepler ile payıtaht şehirler olan Buhara, Semerkand’e, bazıları ise Hindistan, İran, Arap diyarlarına, Rum ülkesi-bugünkü Türkiye’ye gidip yaşamışlar, faaliyetlerini bu memleketlerde devam ettirmişlerdir. Moğol istilası zamanında pek çok âlim ise Hindistan’a sığınmıştır. Buhara Hanı Subhankuli Han (1680-1702) döneminde Nesef ve Keş’ten pek çok şair Hindistan’a gitmiştir. Maleho Semerkandi’nin haberine göre Dastür Nesefi, Nasim Mehremi Nesefi, Kadri Nesefi, Lame’ Nesefi gibi şairler onlardandır. Tabii bunda Hindistan’da saltanat süren Baburilerin ilim-medeniyet ve edebiyata verdikleri ehemmiyet etkili olmuştur. Çok tanınan Emir Husrav Dihlevi, Mirza Abdulkadır Bedil’in ataları Keş şehrinin evlatlarıdır. Bu bildirimde; Özbekistan’ın bilinen şehirleri olan Harezm’den, Buhara ve Semerkand’den değil (zaten bu diyarlarda çok âlimler yetişmiş) Nesef ve Keş (Kaşkaderya vahası) şehirlerinde doğmuş, büyümüş, ilim ve marifetde itibar kazanmiş, insanlık mülküne zekasi ile büyük katkıda bulunmuş, Türk Dünyasının zirvesinde yer alacak kadar manevi ağırlığa sahip olmuş bir kaç âlim, şair, mimar, hattatları, bilgeleri listelemeye çalıştım: 1. Abdulhamit Keşi (vefatı 864) (hadis ve fıkıh alimi); 2. Ebu Ebdurrahman Muaz İbn Yakup al-Kasani en-Nesefi (IX yy); 3. Ebu Turab Nahşabi (tah.806-887) (tasavvuf alimi); 4. Ebul Haris el-Varasini en-Nesefi (vefatı 928) (tarihçi ve hadis alimi); 5. Ebulmute’ Mekhül en-Nesefi (şair, felsefeci) (vefatı 930); 80 Babur Zehiriddin Muhammed. Baburname. ‘Yulduzça’, Taşkent, 1989y., s. 47. Muhammad Nasır. Nesef ve Keş allamaları. Gafur Gulam namındaki neşriyat-matbaa evi. – Taşkent, 2006, s.7. 81 385 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 6. Muhammed Nahşebi (X yy) (şair, felsefeci, devlet adamı); 7. Abu Ishoq Ibrohim ibn Mu’qla ibn al-Xajjoj ibn Xudosh anNasafiy (v.1003); 8. Ebu Osman en-Nesefi (vefatı 952) (dilci ve edebiyatci); 9. Hüseyin ibn Hizir Nesefi (vefatı 1033) (fıkıh alimi); 10. Ebul Abbas Ca’fer en-Nesefi (962-1041) (hadis ilmi alimi, tarihçi, fakih); 11. Abdulaziz en-Nahşebi (1018-1066) (hafiz-ül hadis unvanli hadis alimi); 12. Abdulaziz el-Halvani (vefatı 1056) (fıkh ilmi alimi); 13. Abulhasan el-Bazdevi (1009-1089) (hadis ve fıkıh ilmi alimi); 14. Ebul Muin en-Nesefi (1037-1115) (çok ünlü fakih); 15. Ebu Bekr Muhammed el-Beledi (vefatı 1111) (muhaddis); 16. Necmiddin Ebu Hafs Umer en-Nesefi (1069-1143) (ansiklopedik alim, tarihçi, şair, fakih); 17. Şemsiddin Süzeni (1091-1174) (şair); 18. Ahmet ibn Musa el-Keşi (XII. yy) (‘Mecmu’-ül-havadis van navazil’ eseri İstanbul’da Süleymaniye kutuphanesinde saklanmaktadır. Daha öğrenilmemiş.); 19. Şemsutdin Muhammet el-Hakim Keşi (alim, arif, sufi); 20. Emir Husrav Dehlevi (1253-1325) (şair); 21. Muhitdin Yahya ibn Şeref en-Nesefi (XIII. yy) (muhaddis); 22. Muayiddin Nesefi (XII. yy) (şair); 23. Şahabiddin Ahmet Nesefi (XII. yy) (şair); 24. Ebu Bekr Nesefi (Şerefitdin Husam) (XII. yy sonu -XIII. yy başı) (şair); 25. Aziziddin Nesefi (1240-1300) (felsefeci, âlim, şair); 26. Ebul Barakat en-Nesefi (vefatı 1310) (hadis ve fıkıh âlimi); 27. Bedriddin Nahşebi Rumi (XIII. yy sonu-XIV. yy başı) (şair ve âlim); 28. Ziyauddin Nahşebi (tah.vefatı 1350 veya 1356) (şair ve edip); 29. Lutfulla en-Nesefi el-Keydani (XIII. yy sonu-XIV. yy ilk yarısı) (fakih); 30. Ali Nesefi (XIV. yy) (mimar); 31. Mevlana Rukniddin Nesefi (vefatı 1340) (âlim); 32. Kusam Şeyh (Yessevi tarikatı şeyhi); 33. Bahauddin Kişlaki (XIII. yy sonu-XIV. yy ilk yarısı) (tasavvuf âlimi); 386 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 34. Şemsutdin Kulal el- Keşi (XIV. yy)(tarikat şeyhi); 35. Hazreti Beşir (vefatı 1463) (tasavvuf şeyhi); 36. Hoca Ebulbareke Firaki (âlim ve şair); 37. Eyyup Şehrisebzi ibn Ebul-Bareke (XVI. yy) (şair); 38. Mevlana Saili (XV. yy 2.yarısı) (hattat ve şair); 39. Mevlana Mir Karşi (XV. yy 2. yarısı) (şair ve sahhaf); 40. Mehmut Nesefi (XV. yy sonu-XVI. yy başı) (hafiz, şair, besteci); 41. Muhammed Hoca el-Huzari (XV. yy sonu-XVI.yy ilk yarısı) (sufi alim); 42. Lazimi Keşi (XVI. yy) (tezkireci); 43. Bahari Nesefi (tah. XVI. yy) (muamma ilmi bilimdani); 44. Necmi Keşi (XVI. yy) (şair); 45. Mevlana Hoca İmganaki (vafotı 1562) (meşhur nakışbandi şeyhi); 46. Hakim Şehrisebzi (XVI. yy) (şair ve hekim); 47. Kadı Seyid Harrazi (XVI. yy) (âlim ve şair); 48. Destur Nesefi (vefatı 1690 veya 1691) (şair ve âlim); 49. Mirza Abdulkadır Bedil (1644-1721) (meşhur şair ve edip); 50. Husamiddin Nesefi (XVII. yy sonu-XVIII. yy başı) (şair); 51. Abulkasım El-Kasbavi (XVII. yy) (şair); 52. Nasim Mahrem (XVII. yy) (şair); 53. Sayido Nesefi (1637-1710) (meşhur şair); 54. Kamil Nesefi (XVII. yy) (kadiriye vekili, risaleleri var); 55. Dostmuhammed el-Keşi (XVII. yy) (yazar); 56. Lame’ Nesefi (XVII. yy sonu-XVIII. yy başı) (şair ve çevirmen); 57. Kadri Nesefi (XVI. yy) (şair); 58. Molla Abdulhalık Azeri Nesefi (XVII. yy sonu-XVIII. yy başı) (şair); 59. Saidhoca Nesefi (vefatı 1737) (şair); 60. Salahiddin Salahi (XVIII. yy) (şair); 61. Emin ibn Nurmuhammed Nesefi (XVIII. yy ortası) (âlim ve şair); 62. Muştak Şehrisebzi (XVIII. yy) (şair); 63. Molla Kurban Hirami (1796 veya 1810-1891) (şair); 64. Nisari Nesefi (XIX. yy) (şair); 65. Nazar Muhammed En-Nesefi (XIX. yy) (tasavvuf bilimdanı, şair); 66. Farah Şehrisebzi (XIX. yy) (şair); 387 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 67. Fayzullahoca Ravnaki (1892-1978) (şair); 68. Fakiri Şehrisebsi (1910-1980) (şair ve tasavuf şeyhi); 69. Salahiddin Mennan oğlu Salihi (1905-1977) (şair); 70. Abu Muhammad 'Abd ar-Rahim ibn 'Ali al-Yag‘naviy anNasafiy (adib ve muhaddis âlim). Aslında bu isimler daha çoğaltılabilir ve her biri ayrı ayrı sunum konusu olur. Ama bu seferki amacım, bu kadar bilgelere vatan olan bir zirve toprağa vurgu yapmakdı. Edebiyatlar Muhammad Nasır. Nesef ve Keş allamaları, Gafur Gulam namındaki neşriyat-matbaa evi, Taşkent, 2006 Hikmetullayev H., Şaislamov Ş. Yakut el-Hemevi, Taşkent, Fen, 1965. Rahimcanov D. İmam Buhari ve Maveraünnehr hadis mektepleri, ‘Şarkşunoslik’ dergisi, Taşkent, 1999. Abdullayev İ., Hikmatullayev H. Semerkand alimleri, Taşkent, Fen, 1969. Uvatov U. Ebul Mu’in en-Nesefi ve onun eserleri, ‘İmam el-Buhari saboqları’ dergisi, 2001, 3.sayı, 218.s. Kamaliddinov Ş. «Китоб ал-ансаб” Абу Саъда Абдулкарима ибн Мухаммед ас-Саманий как источник истории и истории культуры Средней Азии, Тaшкент, 1993. Karşı Şehrinin Cihan Uygarlığındaki Yeri, Taşkent, K., 2006. Ravşanov P. , Karşı tarihi, Taşkent, 2006. Muhammedov N., Şaş Vahası Âlimlerinin İlmi-Manevi Mirası, ‘Taşkent İslam Üniversitesi’ neşriyat-matbaa birleşmesi, – Taşkent, 2007. Zehiriddin Muhammed Babur, Baburname, ‘Yulduzça’, Taşkent, 1989 y., s. 47. Şerefüddin Ali Yezdi. Amir Timur Zafername, Selenge Yayınları, İstanbul, 2013. 388 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 2. BÖLÜM Bilgeler ve İslam 391 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YERAL, Ali (2014). “Hz. Cafer-i Sadık (A.S)’ın Dini ve İlmi Deryası”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.393-396 (http://bilgelerzirvesi.org). Ali YERAL* HZ. CAFER-İ SADIK (A.S)’IN DİNİ VE İLMİ DERYASI S n. Valim, kıymetli Divan Başkanım, yurt içi ve dışından katılımcılar ve değerli basın mensupları, hepinize en samimi selam ve saygılarımı sunarım. Bilgeler Zirvesiyle 81 ilimiz, Orta Asya ve Orta Avrupa’dan Gönül Sultanlarımızı konuşmak ve onların ruhani / mistik havasını teneffüs etmek için bu büyük organizasyonu düzenleyen ve bizi nazik davetiyle buluşturan başta Sn. Vali olmak üzere tertip komitesiyle emeği geçen herkese şükranlarımı arz ederim. Sn. Divan değerli katılımcılar, bendeniz on iki Ehl-i Beyt İmamının altıncısı olan Hz. Cafer-i Sadık (A.S) hakkında konuşma yapacağım. Malumunuz Rabbimiz, E. Beyti K. Kerimde Ahzap: 33. ayette tertemiz, pak ve mutahhar kılınmıştır. Şura: 23. ayette de onların sevgi ve itaatini tüm insanlara farz kılmıştır. Konumuz olan Hz. C. Sadık’ın ilmi, takvası ile velayeti şüphesiz tartışılmaz bir gerçektir. Tarih Onun İslam’da ilk üniversiteyi kurduğunu ve 4000 büyük İslam âlimini eğitip yetiştirdiğini yazar. Bunların başlıcaları: Zürare, Muhammed bin Müslim, Mümin-i Tak, Süfyan b. Uyeyne, Yahya El-Kattan, Hişam bin Hakem, Eban bin Teğlib, Hişam bin Salim, Ebu Asım En-Nebil, Cabir bin Hayyan vb.dir. Hatta Ehl-i Sünnetin büyük âlimlerinden Hanefi mezhebi imamı Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, İmam-ı Hanbelî, Süfyan-ı Sevri, Kadı Sekuni, Gazi Ebu'l Bahteri gibiler de Onun ünlü talebelerinden sadece bir kaçıdır. Hz. İmam Sadık (A.S) kendi ilmi ve dini kaynağı altın silsilesi hakkında şöyle buyurur: “Benim sözüm babam Muhammed Bakır’ın sözüdür, Onun sözü dedem Zeynelabidin’in sözüdür. Dedemin sözü büyük dedem Hüseyin’in sözüdür, Onun sözü Hasan’ın sözüdür. Hasan’ın sözü Ali bin Ebu Talib’in sözü, Ali’nin sözü Resulullahın sözü, Resulullah’ın sözü de Allah’ın * EHDAV Genel Başkanı. 393 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sözüdür.” İmam Sadık hakkında Ebu Hanife der ki: “Cafer-i Sadık’tan daha âlim ve fakih hiç birini görmedim. Ondan aldığım 2 yıllık ders hayatım olmasaydı, ben helak olurdum.” Yine Maliki mezhep imamı Malik b. Enes de der ki: “İlim, amel, takva, fazilet ve ibadette, İmam Sadık’tan daha üstün birisini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir akıl tasavvur dahi etmemiştir.” Ünlü tarihçi Yakubî ise, İmam’ı şöyle tanıtmıştır: “O, Allah’ın dini konusunda halkın en üstünü ve en bilgilisiydi. O öyle birisiydi ki, ilim ehli Ondan bir şey naklettiğinde; ‘âlim şöyle buyurmuştur’ derlerdi.” İmamın ders verdiği binlerce talebenin bir bakıma İslamın Rönesans dönemini başlatmasıyla, dünya çapında ünlü bilim adamları yetiştiler. Bu süreçte, Yunanca, Farsça, Arapça ve diğer dillerden pek çok dile tercüme yapıldı. Bunun sonucunda gerek Türkistan, gerek Erdebil ve gerekse de başka bölgelerde yeni ilim ve irfan okulları açıldı. Bu okullardan mezun olan on binlerce talebe ilimlerini başka alanlara taşıdı. Bu konuda özellikle Horasan’dan ilim ve irfanlarını batıya aktaran bir süreç sonucu H. Bektaşi Veli, Ebül Vefa, Baba Mansur, Ahi Evran, Abdal Musa ve benzeri bilge şahsiyetler ortaya çıktı. Bundan da açıkça görülmektedir ki, Anadolu’nun İslamlaşmasında E. Beytin ve özellikle İmam Sadık’ın çok büyük etkisi olmıştur. C. Sadık Hazretleri çağının şartlarında aynı zamanda bir bilim adamı ve ilmi kişiliğe sahipti. Modern kimyanın babası ve “Geber” olarak tanınan Cabir İbn-i Hayyan’ın yazılarında; “akıl madeni, üstadım, ustam” diye sıkça gönderme yaptığı Hocalar Hocası İ. Sadık’tan başkası değildi. Avrupa rönesansının aydınları Cabir ibni Hayyan’ın yazdığı risalelerden çok büyük ölçüde yararlandılar ve onları Latince, Almanca, Fransızca ve İngilizceye çevirdiler. İbn-i Hayyan Arap simyacılığının babası olarak dünyaca ün yaptı. Filistin asıllı düşünür İsmail ve Lois Al-Faruki “The Cultural Atlas of Islam”da yazdıklarına göre; “Cabir, C. Sadık’ın istekleri doğrultusunda ateşe dayanıklı bir kâğıt çeşidi ve gece okunabilen mürekkep icat etti. Yine isteğine binaen öyle bir madde keşfetti ki, demir üzerine konduğunda pas yapıyor, fakat kumaş üzerine sürüldüğü zaman onu su geçirmez kılıyordu.” Cabir kimyasal bileşimi, özelliklerini kaybetmeden çıplak gözle görülemeyecek kadar çok küçük zerrecikler / moleküller halinde bir araya getirilmiş elementlerin birliği olarak tanımlamıştır ki, bunu John Dalton gibi İngiliz fizikçi ve kimyacıları tam bin yıl sonra keşfetmiştir. Ayrıca 394 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Cabir, yakma yoluyla oksitlerden tuzları ayrıştırma ve en aza indirgeyerek birleştirme süreçlerini de tanımlayan ilk kişiydi. Eritme, buharlaştırma, arıtma ve billurlaştırma yöntemlerini geliştirmiş; asetik, sülfürik nitrik asit hazırlamış, böylece son ikisinin karışımı içerisinde altın ve gümüş madenlerinin çözümü sağlanabilmiştir. Yine birkaç kimyasal karışım keşfetmiş ve antimony taşı ve arsenik tuzunu sülfitten ayrıştırmıştır. Zaten Hz. Sadık’ın tanınmış sıfatlarından birisi de “Kaşifu’l - Hakaik” sırları, gerçekleri ortaya çıkarandır. Grek bilimi Hicaz’da İmam Sadık zamanında Arapçaya çevrilmeye başlandı. Göksel cisimleri gözleme aracı çok daha sonra icat edildiği halde, Plüton gezegeninin varlığını ilk kez haber verme başarısı ya da onuru Hz. Sadık’a aittir. Onun tarafından yapılmış astronomiye ilişkin bir başka bulgu daha vardır: Bir keresinde Cafer Sadık Suriyeli bir astrologa sormuş: “Sükeyna ışığı Zühre’ninkinden ne kadar azdır?” Astrolog cevaben; “Allah’a yemin olsun ki, şimdiye kadar o gezegenin adını bile duymadım” demiş. Bu bilgi, açıkça o zaman bilinmeyen bir başka gezegenin kesin varlığını işaret ediyor. Ve bu gezegen, 1781’de İngiliz astronom William Herschel tarafından teleskopla keşfedilen ve Uranüs adı verilen gezegenden başkası değildir. Ayrıca Uranüs “donuk / sönük gezegen” adıyla da bilinmektedir ki, onun için İmam ona “Sükeyna” demiş. Cafer Sadık, Venüs ve Uranüs olarak, yani önceki parlak ve hızlı, sonraki de çok sönük ve yavaş hareket eden böyle 2 farklı gezegeni anmıştır. İmam Sadık ayrıca bir nesneyi elli kez daha yakından gösterecek bir aletin icadı için tavsiyede bulunmuştur. Bundan dolayıdır ki, Avrupalı bilgin Roger Bacon da bir nesneyi 50 kez görüşümüze daha yakın gösteren böyle bir araç için öneride bulunmuştur. Çok daha sonraları, bu tavsiye edilen ve önerilen aleti icat etmek İtalyan bilgin Gailileo’ya kısmet oldu ve 1610’da teleskopu keşfetti. Onun bu keşfinin işlevleri kesinlikle Cafer Sadık’ın, bir nesneyi gerçek uzaklığından 50 kere daha yakından görünür duruma getirme kuramı üzerine temellendirildi (Lois Faruqi/The Cultural Atlas of Islam). Sn. Katılımcılar, görüldüğü gibi Hz. İmam Sadık (A.S)’ın ilmi, dini, fıkhi, tasavvufi, astronomi ve bilimsel yönünü bir konuşma veya oturumda anlatmak imkânsızdır. Bizim bu kısa sürede birkaç cümleyle arz etmeye çalıştığımız Onun deryasından bir damla konumundadır. Ama zamanında başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya ilim, irfan, ahlak ve bilim ihraç etmiş İslam ümmetinin 21. asırda şiddet, anarşi ve 395 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı terörle anılması, inanın içimizi yakmaktadır. Hepimizin kendimize sorması gereken birkaç soruyla sözlerimi bitiriyorum: - NEDEN genelde İslam ülkelerinde sorun, ayrılık, kavga ve savaşlar hiç eksik olmuyor?! - NEDEN Müslüman coğrafyasında kan ve gözyaşları daima seller gibi akıyor?! - NEDEN sözde Müslümanlar “Allahu Ekber!” eşliğinde diğer Müslümanların ev, okul, dükkân, hastane, cami, mescit ve türbelerini havaya uçuruyor?! - NEDEN bu caniler sözde Allah ve İslam adına kör bıçakla kendi mezheplerinden olmayan kardeşlerinin kafasını kesiyor, derisini yüzüyor ve kadınlarının ırzına geçiyor? - NEDEN dünyanın en zengin petro-dolar Ortadoğu ülkeleri küresel Emperyalizm ile Siyonizmle samimi dost da birbirleriyle ve özellikle E. Beyt âşıklarıyla kanlı – bıçaklılar?! - NEDEN rahmet, esenlik ve barış dini mensupları, zamanları ile enerjilerini bilim, sevgi, huzur ve medeniyet yerine birbirlerini tekfir etme ve öldürmeye harcıyorlar? - NEDEN Müslümanlar can, mal ve namuslarını diğer sözde Müslüman kardeşlerinden korumak için gâvur ve kâfir dedikleri Avrupa ve Batı ülkelerine milyonlarla göç etmek zorunda kalıyorlar? Neden, neden neden?!.. Kanaatimizce başta Türk Dünyası olmak üzere tüm Müslümanlar Emevilerle Abbasilerin tasallutundan kurtulmalı ve İmamlar İmamı Hz. C. Sadık ile E. Beyt-i Kiramı yeniden keşfetmelidir. Rasulullah (S.A.A)’in bize emanet olarak bıraktığı Kuran ve E. Beyte sıkıca tutunmaktan ve onların yegâne kurtuluş gemisine binmekten başka hiçbir kurtuluş ve çıkar yolumuz yoktur. Hepinizi Ehl-i Beyt-i Muhammed’in hürmet aşk-ı niyazıyla selamlıyorum… 396 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÇİFT, Salih (2014). “Bir Bilge Olarak Hakîm, Tirmizî ve Anadolu Tasavvuf Kültürüne Tesirleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.399-407 (http://bilgelerzirvesi.org). Salih ÇİFT* BİR BİLGE OLARAK HAKÎM TİRMİZÎ VE ANADOLU TASAVVUF KÜLTÜRÜNE TESİRLERİ İ slam kültür tarihinde “bilge” kimlikleriyle şöhret bulmuş pek çok sima vardır. Bununla birlikte bu nitelikleri özel isimlerinden daha yaygın olarak telaffuz edilen mütefekkirlerin sayısı oldukça sınırlıdır. Bu özelliği haiz, yani sıfatı adeta adının yerine kullanılagelen şahsiyetlerden biri de Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî’dir (ö. 320/932). Bu yazıda onun yukarıda sözü edilen özelliği üzerinde durulacak ve ardından da Anadolu tasavvuf kültürüne tesirlerini beyan sadedinde birtakım örnekler aktarılacaktır.82 Hakîm Tirmizî’nin Yaşadığı Dönemde Tasavvuf ve Sûfîler II./VIII. ve III./IX. yüzyıllar İslam düşüncesinin şekillenmesi noktasında mühim gelişmelere tanıklık etmiştir. Bu durumun doğal bir neticesi olarak ilgili asırlarda tasavvufî düşüncenin seyri açısından dikkate değer faaliyetler gerçekleştirilmiştir. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan birtakım dinî akımların hakiki zühdün kendilerinde olduğunu ve en büyük zâhidlerin kendi aralarından çıktığını öne sürdükleri göz önüne alındığında tasavvufun bahsi geçen zaman dilimi açısından ne ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Bu meyanda söz konusu akımlarla aralarındaki farklılığı beyan sadedinde, kendilerini Ehl-i sünnet dairesinde gören ve zâhiri kabul etmekle birlikte bâtına yaptıkları vurgu sebebiyle diğer dinî disiplinlerden ayrılan kesimin kendi zâhidlerine sûfiyye/mutasavvife adını verdikleri kabul edilir.83 * Doç. Dr. Uludağ Üniversitesi. Hakîm Tirmizî’nin hayatı, eserleri ve tasavvufî görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Çift, Salih, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İstanbul 2008; Bereke, Abdülfettah Abdullah, “Hakîm et-Tirmizî”, DİA, XV/196-199. 83 Uludağ Süleyman, “Mukaddime”, Nefehâtü’l-üns (trc. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara), İstanbul 1995, s. 16. Bu kapsamda Mutezile ile tasavvuf ilişkisi hakkında örnek olarak bk., Sobieroj, Florian, “The Mutazila and Sufism”, Islamic Mysticism Contested (ed. Frederick de Jong, Bernd Radtke), Leiden 1999, s. 68-92. Şîa’nın bir kolu olan 82 399 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mamafih, diğer mezhep mensuplarının yaşadıkları zâhidâne hayatla bu zamandan itibaren sürekli gelişecek olan tasavvuf arasındaki farkın yalnızca isimlendirme ile sınırlı olmadığı bilinmektedir. Sonraki asırlarda tasavvufî düşünceye yön verecek olan temel eserlerin dikkate değer bir bölümü yine bu zaman zarfında telif edilmiştir. Bu durumla bağlantılı olarak tasavvufa özgü kavramların ortaya çıkışı da söz konusu eserler sayesinde aynı evrede olmuştur.84 Bu yazıda mercek altına alınacak olan Hakîm Tirmizî’nin (ö. 320/932) öncelik verdiği meseleler üzerine eğilen sûfilerden Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896), Hallâc (ö. 309/922), Ebû Saîd el-Harrâz (ö. 277/890), Cüneyd-i Bağdadî (ö. 297/910) ve Amr b. Osman el-Mekkî (ö. 297/910) gibi isimler de eserleri ve görüşleriyle ilgili asırda yaşamış olan meşhur simalardan yalnızca bazılarıdır. Bir görüşe göre bu bir tesadüf değil, bilakis o yıllarda ortaya çıkan bir ihtiyacın sonucudur. Zira III./IX. yüzyılın son birkaç on yılı içinde tasavvufî düşünceyi bir düzene sokma gereksinimi hissedilmiş ve bunun akabinde bu ihtiyaca cevap verebilecek görüşler ortaya konulmuştur.85 Bu savı doğrulayan ve dervişlerin nerede, nasıl davranmaları gerektiği konusunu işleyen “Âdâbü’l-mürîd” başlıklı kitaplardan birkaç örneği burada zikretmek gerekir. Zira bu tür eserlerin bu dönemde yoğun şekilde telif edildikleri görülmektedir.86 a) Yahyâ b. Muâz er-Râzî (ö. 258/872), Kitâbu’l-Mürîdîn.87 b) Cüneyd-İ Bağdadî (Ö. 297/910), Edebu’l-Müftekîr İlallah.88 c) Ebû Ali er-Ruzbârî (Ö. 303/915), Kitâbu Edebi’l-Fakr.89 d) Hakîm Tirmizî, Âdâbu’l-müridîn. e) Hakîm Tirmizî, Edebu’n-Nefs. Oluşum dönemi mutasavvıfları dinin temel kaynaklarını anlama ve yorumlama ameliyesinin esasen bunların aslî muhatabı olan insanı bir bütün olarak tanımayı gerektirdiğine inanmışlardır. Bu doğrultuda onlar evvel emirde insan ruhunun tahliline çalışmışlar, ona Zediyye ile Tasavvuf arsındaki ilişki üzerine yapılmış bir çalışma için bk. Madelung, Wilferd, “Zaydi Attitude to Sufism”, Islamic Mysticism Contested, s. 124-144. 84 Yılmaz, H. Kâmil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994, s. 117; Kara, Mustafa, “Istılâhâtü’s-sûfiyye”, DİA, XIX/210-211. 85 Schimmel, Annemarie, Mystical Dimensions of Islam, Chapel Hill 1955, s. 55. 86 Uludağ, Süleyman, “Âdâbu’l-mürîd”, DİA, I/336. 87 Sezgin, Fuad, Geschichte des Arabischen Schrifttums (GAS), Leiden 1967-1984, I/646. 88 Sezgin, Fuad, GAS, I/649. 89 Sezgin, Fuad, GAS, I/643. 400 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ârız olan halleri beyan etmeye, seyr u sülûk esnasında geçeceği makamları belirlemeye, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmeye özen göstermişledir.90 Söz konusu meseleleri ele alan iki önemli isimden biri olan Hâris el-Muhâsibî bu asrın başında yaşarken, Hakîm Tirmizî aynı konuları III./IX. yüzyılın sonlarında tekrar mercek altına almayı denemiştir. Bu dönemde yaşayan mütefekkir sûfîlerin düşünce ve yazılarıyla daha sonrakiler üzerindeki belirleyici tesirleri bilhassa dikkate değerdir. Bu itibarla söz konusu zaman dilimini Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Ferîdüddîn-i Attâr (ö. 632/1234), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273), Sadruddîn Konevî (ö. 673/1274), Şihâbüddîn Sühreverdî (ö. 632/1234) gibi zirve şahsiyetlerin yaşadıkları 1200’lü yıllara benzetmek mümkündür. Bir Bilge Olarak Hakîm Tirmizî Türkçe’ye “bilge” şeklinde tercüme edilmesi uygun olan Hakîm kelimesi, sözlükte iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek anlamına gelen “hükm” masdarından sıfat olup, “hüküm ve hikmet sahibi” demektir. Sözlük açısından, hikmete verilebilecek anlamlara uygun olarak Hakîm kelimesinin manası da değişmektedir. Örneğin kelimenin kökünden hareketle şöyle bir tanım yapılmaktadır: “Kendisini gerçek dışı bilgilerden ve nefsânî arzulardan alıkoyan, düşünce istikâmetine ve davranış selâmetine sahip bulunan kimse.”91 Hakîm kelimesinin Tirmizî tarafından yapılan tanımlaması ise şöyledir: “Hakîm, Allah’ın dünya ve âhirete dâir işlerini mütâlaa eden, dünyayı terk hususunda kalbini kuvvetlendiren, hikmet nûru ile âhireti taleb eden kişidir.”92 Onun yaptığı bu tanım ve “Hakîm”in özellikleri olarak zikrettiği hususlar93 bir diğer dinî/tasavvufî kavram olan velî ile ilgili verdiği malumatla örtüşmektedir. Dolayısıyle Hakîm Tirmizî’ye göre hakîm ile velî aynı kişi demektir. Hakîm Tirmizî’nin bizzat kendisine bu sıfatın veriliş nedeni olarak ortaya atılan pek çok görüş mevcuttur ki bunların büyük bir 90 Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 117. İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-a’yûn (thk. M. Abdülkerim Kâzım er-Râdî), Beyrut 1987, s. 260261; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab I-XV, Beyrut ts., XII/140-145; Topaloğlu, Bekir, “Hakîm”, DİA, XV/181. 92 Hakîm Tirmizî, el-Ekyâs ve’l-muğterrîn (nşr. Ahmed Abdurrahman es-Sâyih, Seyyid elCümeylî), Kahire 1989, s. 30. 93 Hakîm Tirmizî, el-Ekyâs ve’l-muğterrîn, s. 32. 91 401 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bölümü aynı zamanda geleneğimizde hakîm/bilge kavramı bağlamında ortaya konulan kanaatleri de özetler niteliktedir. Söz konusu yorumlardan bazıları şu şekilde sıralanabilir: a) Hakîm Tirmizî, kendine mahsus bir üslupla nakille aklı bağdaştırmaya, naklî ilimleri aklî bir temele dayandırmaya çalışmıştır. Özellikle Helenistik felsefeden ve gnostisizmden94 gelen hikmet anlayışını tasavvufa aktararak bu hareketin yeni bir döneme girmesine katkıda bulunmuş ve bu sebeple “Hakîm” diye anılmıştır.95 b) Yaşadığı dönemin tıp ilmine vukûfiyetiyle bu alana dâir bilgileri yeri geldikçe eserlerinde kullanmıştır. Bu sebeple kendisine “Hakîm” denilmiştir.96 c) Ünlü sûfî müellif Ferîdüddîn-i Attâr’ın (ö. 618/1221) bu husustaki görüşü ise şöyledir: “Hakîm Tirmizî’nin mezhebi ilim üzere kurulmuştu, çünkü o, bir âlim-i Rabbânî idi. Kimsenin mukallidi değildi. Zira o, keşf ve esrar sahibi idi. Gayet mükemmel bir hikmete mâlik olduğundan, kendisine “Hakîm-i evliya” (velilerin hakîmi) derlerdi.”97 Buna göre Tirmizî’ye, ilhâma mazhar olması sebebiyle hakîm sıfatı uygun görülmüştür. Bu tezi doğrular mahiyette bir ifade bizzat Tirmizî’nin kendi eserlerinde mevcuttur. O, velâyet ve hikmet kavramlarını birbiriyle bağlantılı görmekte ve bazen “hakîm” kelimesini velî kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanmaktadır.98 94 Gnostisizm, başta Tanrı olmak üzere, varlık ve olaylarla, dinî konulara dair gerçek ve derûnî bilgilerin duyu verilerine, akıl yürütmeye veya bürhânî kanıtlamalara dayanmaksızın sadece keşf ve ilhâm yoluyla elde edilebileceğini ileri süren mistik ve felsefî akımı ifade eden bir terimdir. Arapça’daki karşılığı, irfan kelimesinden türetilen “İrfaniyye”dir, bk. Alper, Ömer Mahir, İrfâniyye”, DİA, XXII/444-445; ayrıca bk. Quispel, Gilles, “Gnosticism”, ER, V/566-574. 95 Osman Yahyâ, “Mukaddime”, Hatmu’l-evliyâ, Beyrut 1965, s. 8. DİA’daki “Hakîm etTirmizî” maddesinin müellifi olan Abdülfettâh Abdullah Bereke de bu fikri savunanlar arasındadır, bk. Abdülfettâh Abdullah Bereke, “Hakîm et-Tirmizî”, DİA, XV/197. Bu görüşü benimseyen diğer araştırmacılar için bk. Schimmel, Annemarie, Mystical Dimensions of Islam, s. 56. 96 Bu görüşü savunanlar için bk. Arberry-Abdülkadir, “Mukaddime”, Kitâbu’r-riyâze (thk. A. J. Arberry, Ali Hasan Abdülkadir), Kahire 1947, s. 18. 97 Ferîdüddîn-i Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2002, II/111. 98 İşrâkî felsefenin önemli isimlerinden olan Şihabüddin Sühreverdî-i Maktûl (ö. 587/1191) Hakîm kelimesiyle ilgili bilgi verirken konuya yeni bir boyut katmıştır. Ona göre, hakikate ulaşmanın birbirini tamamlayan iki yolu vardır. Bunların ilki nazar ve tefekküre dayanan “bahs”, diğeri de kulluk, çile çekme ve ahlakî arınmada en yüksek düzeye ulaşmayı ifade eden “teellüh”tür. Düşünme ve araştırmaya muhtaç olmadan keşf yoluyla hakikatin bilgisine ulaşma düzeyine yükselmiş olana “müteellih” denir. Sühreverdî bahs ve teellüh yöntemlerini kullanmaları bakımından hakikati arayanları üç kısma ayırır. 1) Tellühü esas alıp bahse önem vermeyenler, 2) Tefekkür ve bahsi önemsemeyip teellühü ihmal edenler, 3) Her iki yolu takip 402 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması d) Tânevî’nin (1158/1745): “Nefsin ve şeytanın âfetlerini ve bunlardan koruyucu mânevî riyâzet yollarını bilmek”99 şeklindeki “hikmet” tanımından hareket edilecek olursa, Tirmizî’nin nefs meselesi üzerinde fazlaca durmuş olması kendisine bu sıfatın verilme nedeni olarak gösterilebilir. Nitekim buna yakın bir görüşü dile getiren Abdülfettâh Abdullah Bereke şöyle demektedir: “Hakîm Tirmizî insan nefsinin derinliklerini incelediği, nefsin yol açtığı manevî hastalıkları ve bunların tedavisi için teklif ettiği reçeteleri felsefî bir üslupla dile getirdiği için bu şekilde anılmıştır.”100 e) Bir başka görüşe göre o, hikmet konusunda çok söz söylemiş ve bu mesele ile ilgili kanaatlerini açıklarken, hikmeti hikmet-i ulyâ ve hikmet-i dünya olarak ikiye ayırmıştır. İşte bu nedenden ötürü Hakîm sıfatı kendisine layık görülmüştür.101 f) Oldukça genel bir yaklaşımla dile getirilen bir yoruma göre ise o tasavvufî tefekkürün mümessili olması sebebiyle Hakîm ünvanıyla anılmıştır.102 Bugüne kadar dile getirilen ortak kanaat, Hakîm Tirmizî’nin felsefe ile ilgilenmiş olması ve eserlerinde felsefî bir üslup benimsemesinin Hakîm sıfatıyla şöhret bulmasına yol açtığı doğrultusundadır. Umumî manada İslam düşüncesi ya da tasavvuf üzerine çalışıp, özel anlamda Tirmizî ile alakalı derin araştırmaları olmayan birçok kişinin dile getirdikleri görüş budur. Diğer taraftan onun hangi sebeple bu sıfatla anıldığı sorusunun en zayıf ihtimalli cevabı da yine bu olsa gerektir. Zira İslam dünyasında hikmet kelimesinin felsefe anlamında kullanılışı Hakîm Tirmizî’den uzun süre önce vefat etmiş olan ünlü felsefeci Kindî’den (ö.252 /866)103 bir hayli gerilere gitmektedir. Buna rağmen ne Kindî’den evvel ve ne de onunla aynı asırda yaşayıp felsefeyle yoğun bir biçimde meşgul olan edenler. İlkine müteellih, ikincisine hakîm, üçüncüsüne de müteellih hakîm veya ilâhî hakîm denir, bk. Kaya, Mahmut, “İşrakiyye”, DİA, XXIII/435. 99 Tânevî, Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn, I-II, Kalküta 1862, I/370; ayrıca bk. Kutluer, İlhan, “Hikmet”, DİA, XVII/ 502. 100 Abdülfettâh Abdullah Bereke, el-Hakîm et-Tirmizî ve nazariyyetühü fi’l-velâye, Kahire 1971, I/55. 101 Sami Nasr Lutf, “Mukaddime”, Kitâbu ilmi’l-evliyâ, (nşr. Sâmi Nasr Lutf), Kahire 1983, s. 23-24. 102 Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevî’nin Kırk Hadis Şerhi, İstanbul 1990, s. 36-37. 103 Kindî için bk. De Boer, T.J., “Kindî”, İA, VI/813-815. 403 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nazzâm (ö. 231/845)104 ve Ebu’l-Huzeyl el-Allâf (ö. 235/849)105 gibi düşünürlere bu lakap verilmiştir. Yukarıda sıralanan görüşler de dikkate alınarak Hakîm Tirmizî’ye atfedilen bu sıfat hakkında sonuç olarak şu söylenebilir: Özellikle tasavvufî meselelere dâir herhangi bir filozof ya da klasik bir din âliminden ziyade kendine özgü bilgece bir yaklaşımla görüşlerini ortaya koyması ve bu konulardaki fikirlerini kısa fakat hikmetli sözlerle ifade etmesi sebebiyle kendisine “bilge” anlamında “Hakîm” denilmiştir. Zira Tirmizî’nin yaşadığı dönem ve coğrafyada kendisinden önce ve sonra bu ünvanla tanınan birçok sûfî ve âlim yaşamıştır.106 Bunlardan hiçbirine, felsefe ile meşgul oldukları ya da kadîm felsefî kültürü İslam’a veya tasavvufa soktukları için bu lakap verilmiş değildir. Bilakis, bilgece, hikmetli sözler söyledikleri, halkın gözünde manevî yönden özel bir konumda bulundukları için bu şekilde anılagelmişlerdir. Burada Hakîm Tirmizî’nin mürîdi olan ve Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin (ö. 412/1021), tıpkı şeyhi gibi onu da “Hakîm” sıfatıyla zikrettiği107 Ebû Bekir el-Verrâk’ı (ö. 320/932) hatırlamak gerekir. O da “Hakîm” olarak anıldığı halde, hiçbir yerde felsefe ile meşgul olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu yaklaşımı destekleyen bir başka örnek de Tirmizî’nin mürîdi Ebû Bekir elVerrâk’ın yetiştirdiği talebelerden biri olan İshâk b. Muhammed Hakîm es-Semerkandî’dir (ö. 342/953). O hikmetli öğütleri ve uzun süre yürüttüğü Semerkand kadılığı sırasında verdiği isabetli kararlardan dolayı yaşadığı dönemde “Hakîm” olarak anılmıştır.108 Aslında Hakîm Tirmizî’nin bu meseleye yaklaşım tarzı söz konusu sıfatın ne manâya geldiğini şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. O kendi eserlerinde hakîm kelimesini velî anlamında kullanmaktadır. Zira ona göre hikmet mârifetle eş anlamlıdır ve hikmet sahibi demek olan hakîm de evliyâullahdandır. Dolayısıyla hakîm ile velî onun terminolojisinde aynı manâya gelmektedir. Aynı şekilde Tirmizî ile yakın tarihlerde vefat etmiş olan 104 Nazzâm için bk. Nyberg, H.S., “Nazzâm”, İA, IX/148-149. Yurdagür, Metin, “Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf”, DİA, X/330-332. 106 Bunlardan bazılarını zikretmek gerekirse: Örneğin Ahmed Yesevî’nin “özlü sözler”le dolu olan kitabına Divân-ı Hikmet adı uygun görülmüştür. Yine onun halifelerinden biri Süleyman Hakîm Ata adını taşımaktadır, bk. Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1991, s. 34. 107 es-Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tabakâtü’s-sûfiyye, (nşr. Nureddin Şeribe), Haleb 1986, s. 221. 108 Can, Musatafa, “Hakîm es-Semerkandî”, DİA, XV/193. Burada Hakîm es-Semerkandî’nin ayrıca, Tirmizî’nin mürîdlerinden olan Ebû Abdullah el-Cellâ’dan da istifade ettiği şeklinde bir bilgi de mevcuttur. 105 404 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ruveym de (ö. 330/941) “hakîm”i velînin sıfatı olatak kullanmakta ve şöyle demektedir: “Hakîm olan velînin hikmetindendir ki dinî hükümleri kardeşlerine tatbik ederken kolaylığı esas alır, kendisine uygularken sıkı davranır. Müslümanlara kolaylık ve genişlik göstermek, ilme tabi olmak, kendini baskı altında tutmak, verâın hükmüne riâyet etmek demektir.”109 Diğer taraftan, Tirmizî’nin hangi sebeple “Hakîm” sıfatıyla meşhur olduğuna dâir zikredilen gerekçelerin çoğu zaten sağlam bir temele de dayanmamaktadır. Bunlarda genellikle Hakîm kelimesine verilen anlam doğrultusunda bir tanımlama yapıldığı açıktır. Massignon kelimeyi “filozof” olarak çevirirken110, Osman Yahyâ “bilge” şeklinde tercüme etmiştir.111 Bakış açısına ve araştırmayı yapan kişinin zihninde Tirmizî’nin oturduğu yere göre bir hareket tarzı benimsendiği açıktır. Bununla birlikte burada Hakîm Tirmizî’nin asla felsefe ile meşgul olmadığı, kadîm felsefî mirasın onun tasavvuf sistemine hiçbir şekilde etki etmediği iddia edilmemektedir. Ancak, vurgulanmak istenen husus, yaşadığı dönemde Helenistik felsefenin diğer düşünür ve sûfilerdeki tesiri oranında Tirmizî’nin de etkilenmiş olduğudur. Felsefenin, “herhangi bir problem etrafında geliştirilen tutarlı, eleştirici ve temellendirici sistematik düşünce”112 şeklindeki tarifine uyularak onun, tasavvufa felsefî bakışla yaklaştığı söylenmek isteniyorsa buna herhangi bir itiraz olamaz. Ancak Hakîm Tirmizî’yi kadîm felsefî mirası tasavvufa sokan ilk sûfi olarak anmak onu tanımamak demek olur ki bu aynı zamanda ona büyük bir haksızlık yapmak anlamına gelir. Hakîm Tirmizî’nin Anadolu Tasavvuf Kültürüne Tesirleri Tasavvuf tarihinde farklı meseleler hakkında ilk defa ortaya koyduğu yorumlarıyla çeşitli tartışmaları başlatmış olan Hakîm Tirmizî’nin erken dönemlerden itibaren Tirmiz’den Endülüs’e kadar 109 Kuşeyrî, Abdülkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye (thk. Abdülhalim Mahmud, Mahmud b. eşŞerif), Kahire 1974, s. 145. 110 Massignon, Louis, “al-Tirmidhi, Abû Abd Allah”, EI, IV/798. 111 Osman Yahyâ, “Loeuvre de Tirmidi (Essai Bibliographique), Melanges Louis Massignon, I-III, Dımeşk 1956-57, s. 420. 112 Kaya, Mahmut, “Felsefe”, DİA, XII/312. Müellif burada, kapsamı daha da genişleterek, bu tarz bir yaklaşımla hareket edildiğinde, Kelâm, Fıkıh usulü ve nazarî tasavvufun da İslam felsefesi kapsamında mütalaa edilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu yaklaşım tarzı, burada Tirmizî ile ilgili ortaya konulmaya çalışılan tavra da uygunluk arz etmektedir. 405 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İslam dünyasının hemen her bölgesinde tanınan bir sima haline geldiğini belirtmek gerekir. Nitekim eserleri ve görüşleriyle meşhur olmasının ötesinde, zamanla kurulan kimi tarikatların onun ürettiği kavramlara istinaden yapılarını şekillendirdikleri bilinmektedir. Örneğin, halen Kuzey Afrika’da yaygın olan Ticâniyye ve Hatmiyye gibi tarikatlar Hakîm Tirmizî’ye ait olan “hatmu’l-evliyâ” kavramını esas alan yapılanmalardır. Bu denli geniş bir tesir sahasına sahip olan Tirmizî’nin Anadolu’da yaşayan sûfîleri etkilememiş olması düşünülemez. Bu itibarla onun tesir alanına giren isimlerden biri İsmail Hakkı Bursevî’dir (1137/1725). Osmanlı dönemi tasavvufunun önde gelen isimlerinden ve aynı zamanda vahdet-i vücûd düşüncesinin önemli savunucularından İsmail Hakkı Bursevî tasavvuf tarihinde ilk defa Hakîm Tirmizî’nin etraflıca ele alıp tartıştığı velâyet, hatm-ı velâyet ve ricâlü’l-gayb gibi konularda çeşitli eserlerinde zaman zaman ona da atıfta bulunarak kendi görüşlerini aktarmıştır. Bu bağlamda o her asırda mevcut olan kutbun, döneminin hatmu’l-evliyâsı olduğunu söyler ve ilave eder: “Allah, âlemi halife ile hazineleri ise hatm ile muhafaza etmektedir. Hatm, her asırda yalnızca bir tane olan kutubdur. Başlangıç Hz. Âdem ile idi, sonuç da Hz. Îsa ile olacaktır.”113 Bursevî yine aynı bağlamda nübüvvet-velâyet ilişkisi hakkındaki kanaatini de izhar etme ihtiyacı hisseder ve şunları söyler: “Velâyet mertebelerinin nihâyeti ve nübüvvet mertebelerinin başlangıcı sıddîkiyyet mertebesidir. Bütün peygamberlere ilâhi vahiy bu mertebeye ulaştıktan sonra gelmiştir. Nebî ile velîni aralarındaki fark budur ki, nebî olana bâtınından hususi yolda ilhâm ve zâhirinden Cebrâil vasıtasıyla vahyolunup iki bakımdan üstün olur. Kendisine vahyolunan hükümleri ve şeriati tebliğ ile memur olur. Velî olana bâtınından hususi şekilde ilhâm olunur fakat tebliğ ile memur olmaz. Zira ekserî kendisine ilhâm olunan şeriatın bâtınlarıdır ki bunlara mârifetler ve hakikatler denilir. Bundan anlaşılır ki enbiyâ da ilâhi sırları ifşâ etmeye izinli değillerdir.”114 İsmail Hakkı Bursevî’nin “hikmet” ve “hakîm” kelimeleri ile ilgili yaptığı açıklamalar da bilhassa önemlidir. Kendisi âlimlerin bu meselede ihtilaf ettiklerini söylemektedir. Ona göre hikmet, eşyanın hakikatlerini bilip gereği ile iş yapmak ve Allah’ı, ilimlerin en büyüğü 113 114 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-beyân, İstanbul 1969, I/93. İsmail Hakkı Bursevî, Ferâhu’r-rûh (haz. Mustafa Utku), Bursa 2000, I/132-133. 406 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olan lim-i ilâhi ile bilmektir. Bir kimse bütün yaratılmışları bilse ama Hakk’ı bilmese ona “hakîm” denilmez. Özellikle hakîm kelimesinin filozof manasında kullanımının yanlış olduğunu belirten Bursevî, İbn Sîna’nın çeşitli hikmetlere ve ilme sahip olmasının onun “hakîm” sıfatını alması için yeterli olmadığı kanaatindedir. Buna karşılık, Yûnûs Emre ebcedi bilmediği halde (câhil olduğu halde) gaybî lisana sahipti ve nazmettiği mârifetler Türkçe yazan hiç kimseye nasip olmamıştı. Binaenaleyh, hakikatte böyle kimselere hakîm denilir. Felsefecilerin hikmet adını verdikleri sözler hakikatte hikmet değildir.115 Bursevî’nin bu yaklaşımı ile Hakîm Tirmizî’nin yukarıda ifade edilen görüşleri örtüşmektedir. Anadolu’da faaliyet gösteren birtakım çağdaş oluşumlarda da Hakîm Tirmizî’nin izlerine rastlamak mümkün olmaktadır. Bunlardan biri ve esasen Anadolu’da faaliyet gösteren Nakşî gruplardan olmakla birlikte halk arasında “Hakikatçiler” şeklinde anılan hareketin lideri Ömer Öngüt’ün (ö. 2010) Türkçe’ye tercüme ettirdiği Hakîm Tirmizî’ye ait Hatmu’l-Evliyâ adlı eserin muhtelif yerlerinde Tirmizî’nin sözünü ettiği “hâtemu’l-evliya/hatmu’l-evliy’a’nın kendisi olduğuna dair göndermelerde bulunduğuna şahit olunmaktadır.116 115 İsmail Hakkı Bursevî, Ferâhu’r-rûh, I/438-439. Konunun detayı için bk. Çift, Salih, “Tasavvufî Eserlerin Dayanılmaz Cazibesi: Tasavvuf Alanında Son Yıllarda Yapılan Çeviriler Nitelikleri Üzerine”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2007, cilt: VIII, sayı: 18, s. 221-228. 116 407 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SÖĞÜTÇÜ, Müjdat (2014). “İslam Hoşgörüsü Ve Bu Hoşgörünün İsmi Ebu’l -Hasan Harakanî”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.409-413 (http://bilgelerzirvesi.org). Müjdat SÖĞÜTÇÜ* İSLAM HOŞGÖRÜSÜ VE BU HOŞGÖRÜNÜN İSMİ EBU’L HASAN HARAKANÎ M ekan ile insan arasındaki ilişkiyi sorgulayan Gaston Bachelard, mekanın anlamlanmasında insan, insanın anlamlanmasında da mekanın derin rolü olduğunu ifade eder. Bu mekânlardan biri de Türklerin Anadolu’ya açılan ilk kapısı Kars’tır. Bu mekânın anlamlanmasına ve anlamlanan bireylerin bir kültürel varlığa dönüşmesinde etkin olan ilk dönüştürücü ve kurucu özne Ebu’l -Hasan Harakanî’dir. Altın silsilenin yedinci kişisi olarak karşımıza çıkan Ebu’l -Hasan Harakanî Kars’ta kurduğu dergâhla Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük bir paya sahiptir. Anadolu’da yaşayan insanları dil, din, ırk, mezhep bölüntülerine karşı çıkarak onları aynı çatı altına birleştirerek gönülleri fethetmiştir. Onun bu söylemleri Yunus Emre’ye, Mevlana’ya ulaşarak onların şiirlerine de yansımıştır. Onun hoşgörü felsefesi insanın rengine, ırkına, inancına göre şekillenmez. Onun için önemli olan öğe insandır. Çünkü insana yaratıcı tarafından bir can bağışlanmışsa onu çeşitli kalıplara sokmanın bir mantığı yoktur. Biz çalışmamızda Ebu’l-Hasan Harakanî’nin ayrıştıran değil, birleştiren mesajlarının bu kişilere nasıl yansıdığını ve bu mesajların modern dünyaya ne anlatmak istediği üzerinde duracağız. Türk- İslam medeniyetinin gelişmesinde gaziler kadar velilerinde rolü büyüktür. Ülkelerin fethinde her ne kadar gaziler ön planda olsa da ordunun, halkın manevi gücünü veliler oluştururdu. Onların sohbetlerinde bulunurlar öğütler alırlardı. Mevlana velilerden bahsederken “… İbadet yurtları, köprüler, tekkeler, konak yerleri ve bunlardan başka daha bu çeşit şeyler, bütün bu görünen hayırlar o kulların sohbetine gelir; bütün bunları halk onlardan çalmışlardır, * Yüksek Lisans öğrencisi, Ardahan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 409 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı onlardan görmüşlerdir.”117 Yunus Emre bunlar için: “Erenler bir denizdir âşık gerek telaşı/ Bahri gerek denizden girip gevher alası.” İfadeleriyle tanıttı bu kişiler halkın benimsediği ve Anadolu’nun manevi kültürünün mimarlarıdır. İşte bu mimarların başında Ebu’l Hasan Harakanî gelmektedir. Ebu’l-Hasan Harakanî’nin asıl ismi Ali’dir. Babasının ismi Ahmed, dedesinin ismi Cafer’dir. Gerçek ismi Ali bin Cafer diye geçmektedir. Ebu’l-Hasen künyesidir. Bunun yanından Ebu’s Suud (saadetin babası), III. Murat’ın çok kullandığı Ebu’l-İhsan(ihsanın babası), Ebu’l-Fukara (fukaranın babası) gibi birçok künyesi vardır. Ebu’l-Hasan Harakanî Harakan’da miladi 963 yılında dünyaya teşrif etmiştir. Gençliğinin büyük bir bölümünü Harakan’da geçirmiştir. Çiftçi bir aileden gelen Ebu’l-Hasan Harakanî kendisi de çiftçilik yaparak ağaç dikerek geçimini sağladığı kaydedilmektedir (Uzgur, 2013, s.47). Ebu’l -Hasan Harakanî tahsili hususunda bütün eski ve çağdaş kaynaklar onun ümmi olduğunu ve Arapça bilen biri olmadığını vurgulamaktadır. Feridüddîn Attâr’ın Evliya Tezkireleri’nde anlatılan menkıbe bu kaynakları destekler niteliktedir. “Naklederler ki, vaktiyle bir soyguncu başını alıp(soygundan sonra bu yola canını feda edip) gitmişti. Bir daha onun ne izini görebilmişler ne de sürebilmişlerdi. Şeyh der ki: Ben bu davanın peşine düşme bakımından bir soyguncudan aşağı kalamam! Sonra da başını Bâyezid’in(mezarının) toprağına koydu kendisini ona feda etti, ama bu toprak üzerine sırtını koyup(arkası üzerine) yatmazdı. Nihayet bundan on iki yıl sonra topraktan, “Ey Ebû Hasan! Oturma zamanı geldi” diye bir seda gelince şeyh “Ey Bâyezid! Tüm himmetini tut, zira ben bir ümmiyim şeriattan bir şey bilmiyorum Kur’ân da öğrenmedim,” diye karşılık verdi…(2012; 592) Anlatılan bu menkıbe Harakâni’nin ümmiliğini destekler niteliktedir. Bu menkıbe aynı zamanda Harakanî’nin üveysi olduğunu, bir kişiyi görmeden ondan feyz alması, Bayazid elBistamî’nin ruhaniyetinden etkilendiğini göstermektedir. Hazreti Peygamber soyundan gelen Bayazid el-Bistamî’nin: “Bizim gibi bir gülün açması için bir gül bahçesinin üzerinden yüz senenin geçmesi gerekir.”(Durmuş, 2012, s.413) ifadeleri Harakâni Hazretlerini haber vererek bu menkıbeyi destekler niteliktedir. 117 Mevlana Celaleddin, Mecalis-i Seb'a http://dosyalar.semazen.net/e_kitap/ Mecalis_i_Saba.pdf 410 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Harakâni, Anadolu’da İslam’ın yayılmasını ve bu toprakların vatan olmasında öncülük eden şahsiyetlerdendir. Allah’ın arşı sırtımıza konulmuştur. Ey civanmertler! Yük ağırdır, çabalayın ve yiğitçe davranın! Sözleri bu kutsal davanın zorluğunu ve gerekliliğini anlatmaktadır. Türk - İslam kültürünün oluşmasını sağlayan en önemli yerlerden biri de dergâhlardır. Bu dergâhlar kendi içerilerinde şekil alan belli insan tiplerini yetiştirmekle kalmamışlar, yarattıkları sanat ve edebiyat vasıtasıyla belli bir hayat felsefesini geniş kitlelere yaymışlardır.(Kaplan, 2011, s.118) Ebu’l -Hasan Harakanî’de İslam’ın bütün güzelliklerini kendisinde toplamış ve bu güzelliklerle kurduğu dergâhla felsefesini Kars’tan bütün yeryüzüne yayılmıştır. Yusuf Hemedani’den, Ahmet Yesevi’ye, Şemsi Tebrizi’den, Mevlana ve Yunus Emre’ye, Gazneli Mahmut’tan İb-i Sina’ya, Çağrı ve Tuğrul Beylere, Sultan Alparslan’dan III. Murat’a kadar birçok ilim, gönül ve devlet adamına kadar ulaşmıştır. Mevlana’nın “Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakâni’den aldığımızdır” der. Harakanî’nin en önemli felsefesi İslam’ında yapı taşlarından biri olan hoşgörü’dür. Hoşgörü: Başkalarının düşünce ve kanılarını hoşgörme, onların da geçerliliklerine karşı tepki göstermeme. 2. Başkalarının düşünce ve kanılarını özgürce dile getirmesini ve düşüncelerine göre yaşamasını hoşgörme tutumu.118 -anlamlarına gelmektedir. Bu anlayış insanları ayrıştırma anlayışı değildir. Aksine insanlığı aynı çatı altında toplama anlayışıdır. Kendi dinini yaşayabilme, dilini özgürce konuşabilme ve değerlerini yaşayabilme hakkına sahiptir. Harakâni’nin, “Kim bu eve ekmeğini verin adını/dinini sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l –Hasan’ın sofrasında ekmeğe layıktır. Sözü O’nun felsefesini en iyi şekilde anlatmaktadır. Bu düşünce tarzı Alparslan’dan önce Anadolu’ya gelmiş ve gönülleri fethederek Anadolu’nun kapılarını Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaşi Veli gibi büyük şahsiyetlerin sesleri duyulacaktır. Harakâni’nin bu yukarıdaki sözü Mevlana’da; Gel, gel her ne olursan ol, yine gel! İnançsız da putpereste olsan gel! Burası umutsuzluk dergâhı değil, Yüz kere tövbeni bozsan da, yine gel!” 118 http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.536ab 3a9845fd1.57264750 411 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şeklinde kendini gösterirken Yunus Emre’de; Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü Yaradılanı hoş görürüz Yaradandan ötürü -şeklinde kendini gösterir. Yukarıdaki ifadelerin hepsi insan olgusu üzerinde durmaktadır. Allah’ın yarattığı insanların çeşitli kalıplara sokulmasının gereksiz olduğu anlatırken birleştiren öğe olarak insanın kendisi gösterilmektedir. Çünkü Allah insanı kendi ruhundan üfleyerek yaratmıştır. 119 Bu yüzden insan yaratıcıya ulaşmanın ilk basamağıdır. Bu basamakta insanın gönlü’nü feht etmek gerekir. Her şey orada yer alır. Bunu yukarıdaki söz ve şiirlerde de belirtildiği gibi diğer yaratılanları hoş görerek onlara merhamet ederek kazanabiliriz. Bu düşünce Harakâni’de :” Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz.” sözlerinde dile getirilirken Yunus Emre’de bu düşünce “Gönül Çalab’ın tahtı gönül Çalap’a baktı İki cihan bedbahtı kim gönül yıkarısa.” -dizeleriyle kendini göstermektedir. Büyük bir mutasavvıf olan Harakâni’nin verdiği mesajlar evrensel duygu ve düşüncelerle yoğrulmuştur. Türkistan’dan Şam’a kadar sahada birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını bende duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir.” diyerek bütün insanlığın acılarını, kederlerini kendisine dert edinmiştir. Harakâni’nin bu sözü Yunus Emre’de “Hakkı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir.” sözüyle dile getirilmektedir. Bu sözle insan-insan, insan-evren ilişkisi Tanrı dolayımında olmaktadır. Bir başka deyişle Tanrı’nın ortak yaratan olması ve yarattıkları arasındaki ilişkinin sevgi-saygı çerçevesinde olması gerekmektedir. Her ne olursa olsun insanlar arasındaki sevgi-saygı ve dertlerini paylaşma gibi olgular yıpratılmamalıdır. Günümüz insan ilişkileri daha çok maddiyata ve çıkara dayalı bir ilişki modeline gitmektedir, bu zeminde kurulan ilişkiler temelsiz ev gibi yıkılıp gitmekte insanlar arasında güven yitimine neden olmaktadır. İnşalar kendi dertlerinden başka bir şey düşünmeyerek bencil bir yapıya bürünmektedir. Bu da 119 Onu biçimlendirip düzene koyduğumda ona ruhumdan da üflediğimde derhal ona secde edin.(Hicr 15/29) 412 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bizi Yunus Emre’nin “Yetmiş iki millete bir göz ile bakma”, tan ve “Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görme” düşüncesinden uzaklaştırmaktadır. Harakâni’nin düşünce dünyası aşk üzerine kuruludur. Onun gayesi Allah’a ve Resulüne ulaşmaktır. “Bir kalbim vardır: bütün düşüncesiyle içinde Senin zikrin dışında gönül sayfama bir şey nakşetmedi Senin zikrin onu öyle bir sardı ki. Başka hiç bir şey ona sığmadı.” Bu düşünce onun bütün insanlığı bir gözle görmesini sağlamıştır. Ayrıştırmalara rağmen onun düşünceleri birleştiren bir yapıda olmakla birlikte evrensel bir söylemi kendinde barındırmaktadır. Türk-İslam felsefesi “insan” üzerine kurulmuştur. Çünkü insan yaratılmışlar içerisinde en mükemmelidir. Bu düşünce Şeyh Galip’de şöyle dile getirilir: “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüme-i dîde-i evkân olan âdemsin sen” ( Kendine hoşça bak ki, sen âlemin özüsün, çekirdeğisin Sen kâinatın gözünün göz bebeğisin), (Durmuş, 2011, 281293) Bu beyit insana nasıl bir değer verildiğinin önemli kanıtlarındandır. Kutsal bir insanı çeşitli kalıplara koyarak ayrıştırmanın bir mantığı yoktur. Bu olay insanları düşmanlığa götürür. Aşk ve sevgi yerini kin ve nefrete bırakarak insanlığın en önemli kavramlarını yok etmektedir. Bu da bizi Yunus Emre’nin Yetmiş iki millete aynı gözle bakma duyumuzu yitirmemize neden olmaktadır. Bu duyuları yitirmemek için Harakâni, Yunus Emre, Mevlana gibi gönül sultanlarının çağrılarını insanlığa duyurulur kılma gerekir. 413 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÇALIŞKAN, İsmail (2014). “Ahmed Yesevî Düşüncesinde Kur’an’ın Yeri –Bir Gönül Erinin Mısralarına ‘Ruh Veren’ Ayetler”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.415-428 (http://bilgelerzirvesi.org). İsmail ÇALIŞKAN* AHMED YESEVÎ DÜŞÜNCESİNDE KUR’AN’IN YERİ -BİR GÖNÜL ERİNİN MISRALARINA ‘RUH VEREN’ AYETLERGiriş B u çalışmada, Hoca Ahmet Yesevî (ö. 562/1166)’nin düşüncesinde Kur’an’ın yerini tartışacağız. İslam kültürünün dinî ve tasavvufî geleneğine bağlı olarak yetişen Ahmet Yesevî, dini ve tasavvufi fikrini, Kur’an, hadis ve kültür düzleminde geliştirmiştir. Dolayısıyla onun Hikmetler’ini İslam’ın temel kaynaklarından, özellikle de Kur’an’dan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu bağlamda dikkat çeken husus, bir gönül eri olarak Yesevî’nin, insanların gönüllerine taht kurmuş mısralarının salt şiir olmanın ötesinde derin anlamlara bürünmüş, kendi zamanının din anlayışı ve dindarlığı hakkında birçok ipucunu bünyesinde toplamış olmasıdır. Söz konusu anlam derinliği -ki biz bunu mısralara can veren ruh olarak nitelendiriyoruz- Yesevî’nin ilim, irfan ve kültürünün beslendiği kaynaklardan süzülüp gelmektedir. Kur’an ayetleri de bu kaynakların başında gelir. Tebliğin amacı bu hakikati ortaya koymaya çalışmaktır. Bu hedefe, Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet adlı eserindeki Kur’an müktesebatını tespit etmekle ulaşabileceğiz. Yesevî, aldığı eğitim ve gördüğü tasavvufi terbiye vasıtasıyla kendi düşünce sistemini oluşturmuş, sufî yaşam biçimini geliştirmiş büyük bir mutasavvıftır. Ondan sonra bu sufî düşünce ve yaşam biçimine Yesevilik (Yeseviye) adı verilmiştir. Geriye doğru gittiğimizde şu âlim zinciri karşımıza çıkar: Ahmet Yesevî (ö. 562/1166), büyük mutasavvıf Yusuf Hemedânî’nin (ö. 535/1140-41) ilim ve irfanından feyiz aldı. Hemedânî’nin mürşidi ise Gazalî’nin (ö. * Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 415 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 505/1111) de mürşidi olan Ebu Ali Fermâdî’dir. Fermâdî de Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) talebesidir. Bu silsileden de anlaşılacağı gibi Ahmet Yesevî’nin sufî düşüncesi, Kuşeyrî, Fermâdî, Gazalî ve Hemedânî öğretisinin devamıdır. Süleyman Bakırgânî (Hâkim Ata) (ö. 615/1218) gibi onun mirasını devam ettirenlerin yardımıyla bu öğreti Yesevilik geleneğine dönüşmüş, sonrakilerin bir kısmı işte bu geleneğe bağlı kalmışlardır. İslam ilim ve kültür eğitimini almış olan Ahmet Yesevî’nin düşüncesinin temel kaynaklarını Kur’an120 ve hadis121 oluşturur. Elbette bir sufi olarak o, ayet ve hadisleri, irfani bilgi ve anlayış doğrultusunda delil olarak kullanmış veya yorumlamıştır. Onun Kur’an müktesebatını bir kaç gurupta ele alabiliriz. Birincisi Kur’an’a olan hizmeti; ikincisi ayetleri fikirlerine ve eleştirilerine delil olarak kullanması; üçüncüsü ayetlere getirdiği yorumlar, dördüncüsü de Hikmetlerin özünün Kur’an ve Hadis oluşudur. Yesevî’nin Hikmetler’i farklı kişiler tarafından yayınlanmıştır. Bu çalışmada Enverbek Bökebayev’in Kazakça yayınladığı Divânı Hikmet (Sarıarka baspası, Astana 2009) esas alınmıştır. Ahmet Yesevî’nin Kur’an Anlayışı ve Kur’an’a Hizmeti Ahmed Yesevî, küçük yaşta Kur’an’ı öğrenmiş ve böylece hayatı boyunca bağlı kalacağı bir kaynağı içine sindirmiştir. Onun düşünce dünyasında Kur’an’ın yerine ilişkin ilk tespitimiz, Kur’an’a olan hizmetidir. Bununla, kabaca, bir âlimin veya müellifin yaşadığı toplumda Kur’an’ın öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşanması için çaba sarfetmesini kastediyoruz. Bu hizmeti talebelerine okutarak, öğreterek, halka anlatarak, tebliğ ederek, eserlerinde delil olarak kullanarak veya meal ve tefsirini yaparak yerine getirebilir. Hiç şüphesiz Müslüman âlim ve önderlerinin ilim, irşad ve tebliğde ilk kaynağı Kur’an’dır. Yesevî’nin de buna uyduğunu ve halkını Kur’an’la buluşturmaya çalıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hizmetleri 120 Bu konuda daha önce yapılmış bir çalışma için bkz.: H. İbrahim Şener, “Yesevî Hikmetlerinin Kaynağı Olarak Ayetler Üzerine Bir Değerlendirme”, Ahmed-i Yesevî -Hayatı, Eserleri ve Tesirleri-, Seha Neşriyat, İstanbul 1996, s. 353-374; Ali Atmaca, Ahmet Yesevi’nin İnanç ve Düşünce Dünyası (Y. Lisans Tezi), Sivas 2008, s. 39-41. 121 Yesevi’nin düşünce dünyasında Kur’an’ın ve hadisin yeri ile hakkında detaylı bilgi için bkz.: Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012; Nevzat Aşık, “Yesevi Hikmetlerine Kaynaklık Eden Hadislerin Değerlendirilmesi ve Sünnet Kültürünün Hikmetlere Tesiri”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1995, sayı: 9, s. 7-22. . 416 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması öğrenci yetiştirmek, halkı dine irşad etmek ve dine çağırmak olup bu konuda en iyi telkin gücü olarak da Kur’an’ı (ve hadisleri) başvuru kaynağı almıştır.122 Önce kendi sözlerine bakalım. Divân-ı Hikmet’in 147. hikmetinin ilk kıtası şöyledir: Koştamaydı-av ğalımdar sizdin aytgan Türkini Ariftardan esitsen aşar köngil mülkini Ayet, hadis mağınası Türkişe bolsa kolaylı Mağınasına jetgender jerge koyar börikin …… Miskin, alsiz Koja Ahmet, jeti atana rahmet Parsi tilin biledi, köp aytadı turigin (Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçe’yi Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini Ayet hadis anlamı Türkçe olsa kolaydır Anlamına yetenler yere koyar börkünü …. Miskin, halsiz Hoca Ahmet yedi atana rahmet Farsça’yı bilir ama Türkçe çok söyler) Yukarıdaki dörtlükten bazı önemli ipuçları çıkarıyoruz. İlk olarak Ahmet Yesevî’nin Kur’an anlayışına bir işaret vardır. Buna göre Kur’an, ona inanan herkes tarafından anlaşılması gereken bir kitaptır. Yalnız anlaşılma yetersizdir, aynı zamanda dini-ahlaki yaşantıyla uyum gerekir.123 İşte bu hedefe ulaşabilmek için ayetlerin geniş tefsirinden ziyade basitçe anlamına özellikle de mesajını yansıtmaya çalışıyor. O, sadece ulemanın anlaması ve yorumlamasına kalmaması gereken bir kitaptır. Müslüman halk da kitabını kendi dilinden anlamalıdır. Bu nedenle Yesevî’nin hikmetlerinde derin bir tefsir yoktur. Aşağıda da görüleceği üzere, o, genellikle seçtiği ayetleri anlatacağı konularla ilişkilendirmiştir. Burada amacı insanların basit seviyede Kur’an’ın mesajından haberdar olmalarını sağlamaktır. Bu Kur’an anlayışı, daha geniş perspektiften baktığımızda, bizi, onun din anlayışına götürür. Ona göre dinin temelinde kitap vardır. Kitap müminlerin hepsine ortak hitap eder. Müminler dinlerini Kur’an’dan ve onun mübelliği ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’den öğrenmelidir. Nitekim daha ilk hikmetinde, “Ayet ve 122 Emine Yeniterzi, “Ahmed-i Yesevî’den Öğütler”, Türkiyat Araştırmaları, sayı 3, Konya 1997, s. 71 vd. 123 3/9, 94/1-2, Münâcâtnâme 14. kıta. Dipnotlarda veya metin içindeki numaralardan ilki Divan-ı Hikmet’in kullandığımız basımda Hikmet numarasını, ikincisi de kıta numarasını gösterir. 417 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hadisi her kim dese, kulak ver” diyerek bu durumu açıkça dile getirir. Hikmetlerin sonundaki Münâcâtnâme’de ise “Benim hikmetlerimin madeni hadistir, … Benim hikmetlerimin fermanı Sübhan’dır, Okuyup bilsen manası Kur’an’dır” diyor. Böylece hikmetlerin iki temel kaynağının Kur’an ve hadisler olduğunu açık bir dille vurgular. Yukarıdakine ilaveten şu hikmetlere de bakılabilir: 1. hikmetin 5. kıtası, 74. hikmetin 10. kıtasına ve 79. hikmetin 9. kıtası. Ahmet Yesevî’nin din anlayışında Kur’an-sünnete bağlılığı kesindir. Fakat bu noktada onun da diğer mutasavvıflar gibi dinde şeriat-tarikat ayrımını kabul ettiğini görüyoruz. 147. hikmetin ikinci kıtasında açıkça bunu dile getirir: Kazı, müfti, moldalar şeriğattın jolında Arif ğaşık alıp tur tarikattın biigin Ğamal kılğan ğalımdar dinimizdin şırağı Pırak miner makşarda kisayta kier börigin (Kadı, müftü, mollalar şeriatın yolunda Arif âşık tarikatın yüceliğini alır Ameli olan âlimler dinimizin çırağıdır Burağa biner mahşerde, yan giyer börügü) Tasavvuf tarihine damga vurmuş olan bu din anlayışı, Yesevî’nin düşüncesinde de en derin anlamıyla yerini almıştır. Orta Asya’nın ortalarında yer alan Türkistan civarında henüz İslamî itikat ve yaşantının yerleşmeye başladığı sıralarda124 bu ikili din anlayışının toplum katmanlarında iyi bir yankı yaratmadığını düşünüyoruz. Nitekim günümüzde İslam dünyasının hemen her tarafında hala daha bu anlayış devam etmektedir. Bu ayrıma temkinli yaklaşımımızın nedeni, onun, dini ilimler ile sufi anlayış arasında zaman zaman derin ayrılıklara düşmeye neden olmasıdır. İkinci olarak Yesevî’nin bu anlayışı, yukarıdaki Kur’an ve hadise dair bütüncül yaklaşımı ile çelişir gözükmektedir. Zira her iki nass da şeriat-tarikat ayrımına izin vermez. Dahası kendisi de defalarca Kur’an ve hadise bağlanmaya çağırmış, şeriatın esaslarını daima ön planda tutmuştur. Bunun genel tasavvuf düşüncesinde bir çelişki olduğunu düşünüyorum. Şeriat-tarikat ayrımının en çarpıcı örneklerinden birisini 22. hikmetin üçüncü kıtasında verir. Büyük mutasavvıf Hallac-ı Mansur (ö. 308/922), “Ene’l-Hak” demek gibi aşırı fikirleri nedeniyle 124 Yeniterzi, “Ahmed-i Yesevî’den Öğütler”, s. 78. 418 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması öldürülmüştür. Ahmet Yesevî bunun sebebi olarak ulemayı şöyle gösterir: Aytpa ‘Anal haktı dep, ‘kapir boldın Mansur’ dep ‘Kuran işinde bılay’ dep, olar öltirdi japılıp Bilmedi ğoy moldalar ‘Anal haktın’ mağınasın ‘Kal’ aklına ‘hal’ ilimin Hak körmedi layık (‘Ene’l-hak’kı söyleme, ‘kafir oldun Mansur’ diye ‘Kur’an içinde böyle’ diyerek onlar öldürdü kızarak Mollalar ‘Ene’l-hak’kın manasını bilmedi ‘Kâl’ aklına, ‘hâl’ ilmini Hak layık görmedi)125 Malum olduğu üzere, ‘Kâl’ aklı tabiri ile ‘din hakkında söz söyleyen, dini yorumlayan, anlatan’ kelam, hadis, fıkıh ve tefsir gibi ilimlerle iştigal eden şeriat âlimlerini, ‘hâl’ ilmi ile de ‘dini yaşayan’ mutasavvıfları kastetmektedir. Bu ayrım tasavvuf ehlinin özel kavramlaştırması ve taksimi olup İslam düşüncesi için makul değildir. İslam ilim ve amel birlikteliğinden yana olup ikisini ayrı ayrı birer esas kabul etmez. Yazımızın başında yer verdiğimiz kıtadan çıkardığımız üçüncü netice, Kur’an’ın tercümesi ve Arapça dışındaki dillerle tefsir yapılmasının tarihine dikkat çekici bir nottur. Bilindiği gibi Kur’an’ın başka dillere tercümesinin yapılıp yapılamayacağı çok eski bir tartışmadır. Hicri II. yüzyılda yani büyük imamlar döneminde, tercüme ile ibadet olup olmayacağı meselesi ön plana çıkmış ve Kur’an’ın tercümesine hoş bakılmamıştır. Ayrıca zaten ilim dili olarak Arapça hâkimiyeti vardı. Daha sonraları ise Arapça dışındaki dillerle Kur’an’ın manalarının ifade edilemeyeceği endişesi ile tercümeye hoş bakılmamıştır. Yeri gelmişken Kur’an’ın ilk Türkçe tercümelerinin tarihinin 11. yüzyıla kadar yani Yesevî’nin zamanından biraz öncesine kadar gittiğini hatrılatalım.126 Öte yandan Kur’an’ı kendi dilinde anlamak isteği elbette ki her mümin için doğal bir haktır. Kur’an da defaatle kendisinin anlaşılması, üzerinde düşünülmesi gereğini 125 22. hikmet 3. kıta Abdulkadir İnan, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercümeleri Üzerine Bir İnceleme, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1961; Müjgan Cunbur, “Kur’an-ı Kerim'in Türk Dilinde Basılmış Tercüme ve Tefsirleri”, Diyanet İlmi Dergi, 1961, s. 123-141; Mehmet Kara, “Doğu ve Batı’da Türkçe Kur’an Tercüme ve Tefsirleri”, Diyanet Dergisi, Temmuz-Eylül 1993, cilt/yıl 29, sayı 3, s. 25-36; Suat Ünlü, “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye Çevrilmesi ve İlk Türkçe Kur’an Tercümeleri”, Dinî Araştırmalar, 2007, cilt: IX, sayı: 27, s. 9-56; Mustafa Özkan, “Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Yapılmış Kur’an Tercümeleri”, Tarihten Günümüze Kur’an’a Yaklaşımlar, İstanbul 2010, s. 517-558. 126 419 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı vurgular.127 Kur’an etrafında yaşanan bu hadise, insanlık tarihindeki kutsal kitapların hepsi için geçerlidir. İşte bu olayın Ahmet Yesevî’nin yaşadığı yer ve zamanda da ulema arasında bir şekilde yankılandığı anlaşılmaktadır. Bir kısım âlim Kur’an’ın Türkçe meal ve tefsirine karşı çıkarken o, halkın kitabını kendi dilinde anlaması taraftarıdır. Türk dilinde meal ve tefsirlerin ortaya çıkışının gecikmesinde bu tutumun ciddi payı olsa gerektir. Türk dilindeki tefsir ve meallere gelince, Yesevî’nin hikmetlerindeki ayet manaları bu konudaki ilk teşebbüsler arasında yer alır. Nitekim ona yakın tarihlerde yani 12. yüzyılda yaşamış olan Edib Ahmed bin Mahmud Yükenkî de Atâbetü’l-Hakâyik adlı eserinde yirmi kadar ayet tercümesi yapmıştır.128 Bize göre, Ahmet Yesevî, kendi diline sahip çıktığını gösteren bu sözünde milliyetçilik yapmamıştır, nitekim bu şiiri dışında hikmetlerde milli bir unsur yer almaz. Farsça’yı da bildiği halde Türkçe söylemiş ve yazmıştır. Bizce dili, aracı bir unsur olarak kullanmıştır. Nitekim şiirlerinde çok ayet tercümesi yapmamıştır. Muhtemelen vaaz ve konuşmalarında ayet tercüme ve tefsirine yer vermesi kimi âlimlerin hoşuna gitmemiştir. Ulemayı haklı çıkaran tek husus, Yesevî’yi bu sahada yetkin görmemiş olma ihtimalidir. Buradan bazı sonuçlara ulaşmamız mümkündür: Birincisi dinin bu dille de anlatılabileceği, ikincisi de toplumsal uzlaşı, birlik ve karşılıklı toleransta dinin öneminin topluma kendi dili ile ulaştırılabileceği. Nitekim hikmetler toplum katmanlarında herkesin anlayacağı üslup ve seviyede dini ve ahlaki görevlerin yerine getirilmesine dair çağrılarla doludur. Öte taraftan ulemanın ayetlerin başka dillerde manalarına dahi hoş bakmaması, muhtemelen Kur’an’ı koruma endişesinden kaynaklanmaktadır. Bu güzel bir tedbir olmakla birlikte, İslamî ilimlerin diğer dillere ve dillerde hizmet etmesine engel olmuştur diye düşünüyoruz. Hâlbuki Kur’an Arapça inmiştir, ama bu sadece Hz. Peygamber’in ve muhatapların bu dili kullanması nedeniyledir. Ayrıca insanla birlikte farklı dilleri yaratan da Allah’tır.129 O halde Allah’ın kitabının ve dininin o dillerle anlatılmasından daha doğal ne olabilir! 127 4 Nisâ 78; 12 Yûsuf 2; 17 İsrâ 46; 47 Muhammed 24; 54 Kamer 17, 22, 32, 40. Bu konuda şu çalışmaya bakılabilir: Adem Çatak, “Atebetü’l-Hakayık’ta Dünya Algısı”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, volume 7/4, Fall 2012, p. 1177-1202. 129 30 Rûm 22. 128 420 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Buraya kadar yaptığımız tahlillerden şöyle bir neticeye varıyoruz. Yesevî’nin yaşadığı 12. asırda Türkistan bölgesinde İslam yerleşmişti, ama Türklerin büyük çoğunluğu göçebe yaşıyordu, dolayısıyla dini bilgi ve hatta dini yaşam bakımından zayıf idiler. Onların İslam’a bağlılıkları Hicaz bölgesi, Bağdat ve Şam civarında olduğu kadar köklü bilgiye dayalı bir dindarlık değildir. Kanaatimizce Yesevî gibi önderlerin rolü burada daha da önem kazanıyor. Böyle bir ortamda öncelikli mesele kesin bir iman, farz kabul edilen ibadetlerin yerine getirilmesi ve temel ahlaki ilkelere uyulmasıdır. Hikmetlerdeki basit anlatım ve yalın dil, orada verilmek istenen dindarlığa da yansımıştır, yani reel şartlarda yaşanabilir ve herkesin üzerinde ittifak edeceği bir din anlayışı, Allah ve Peygamber sevgisi yayılmaya çalışılmıştır. Kur’an’dan İktibaslar Ahmet Yesevî, yukarıda anlatmaya çalıştığımız çerçevede, hikmetlerinde dile getirdiği konulara delil olması için ya da onları izah maksadıyla birçok ayeti iktibas etmiştir. Bunları dile getirdiği yerde ayet veya Kur’an kelimelerini kullanırken bazen de Kur’an-ı Kerim için kelâm kelimesini kullanır. İktibasların kullanım biçimine gelince, birincisi doğrudan alıntılar yapmasıdır. Mesela 94. hikmetin onuncu kıtasında, “Bir damla sudan yaratıldı, dedi vaiz” ifadesi, Nahl suresi 4. ayetinde olduğu gibi ‘nutfe’den yaratılmayı dile getiren birçok ayetin manasıdır. 116. hikmetin ilk kıtasında da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? dediğinde, ‘Evet, öyle’ dediğimi bilemedim’ sözü, Araf suresinin 172. ayetindeki ( أَلَسْتَ ِب َر ِب ُك ْم قَالُوا بَلَىBen sizin Rabbiniz değil miyim?) kısmının alıntısıdır. Yaratılma konusu hikmetlerde sık sık tekrar edilmekte ve her seferinde bu ayetten alıntılar yapılmaktadır.130 83. hikmetin dördüncü kıtasının üçüncü mısrasında ise, “Her bir can ölüm şerbetini tadacaktır, diye ayet var, Kur’an’ın içinde böyle haber verilmiştir” diyor. Burası Al-i İmran suresi 185. ve Enbiya suresi 35. ayetlerdeki ت ِ ( ُك ُّل نَ ْف ٍس ذَآئِقَةُ ْال َم ْوHer canlı ölümü tadıcıdır) kısmın tercümesidir. 70. hikmetin sekizinci ve on dördüncü kıtasında, “Ey müminler, sabredin ve zorluklara dayanın” şeklindeki sözler de Al-i İmran suresi 200. ayetindeki صا ِب ُروا ْ يَا اَيُّ َها الَّذينَ ٰا َمنُوا اkısmın tam َ ص ِب ُروا َو tercümesidir. Bu örneklerden anlaşılacağı gibi Ahmet Yesevî, şiir dilinin müsaade ettiği kadarıyla Kur’an ayetlerinden iktibaslar yapmıştır. Şiir tekniği ve kapsamı gereği ayetlerin tamamını alamadığı için konuya 130 Şu kıtalarda bu alıntılar vardır: 7. hikmet 4. Kıta, 43. hikmet 10. Kıta, 62. hikmet 3. Kıta, 88. hikmet 7. kıta. 421 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı uygun olan kısmını zikredebilmiştir. Burada düşeceğimiz son not olarak belirtelim ki, onun yaptığı ayet tercümeleri doğrudur. İkinci iktibas türü ise ayetlerin mefhum olarak alınmasıdır. Bunların çoğunluğu ayetlerin mazmununa işaret etmek şeklindedir. İlk örneğimiz 121. hikmette dile getirilen emr-i bi’l-m‘aruf nehyi ‘ani’lmünker (iyiliği emretmek kötülükten uzaklaştırmak) konusudur. Bilindiği üzere Kur’an bu konu üzerinde çok sık durur ve hatta bunu Müslümanlara bir görev olarak emreder.131 Yine on dördüncü kıtada gece namaza kalkmaktan bahseden sözü, İnsan suresinin 26. ayetine dayanmaktadır. Bir başka yerde132 de tevbe eden müminlerin ahirette elde edecekleri mükâfata işaret etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ise birçok ayette133 bu konu açıkça anlatılmaktadır. O da bu ayetleri anmadan onların mazmununa işaret eder tarzda, “Tevbe edip Hakka giden âşıklara, cennet içinde dört ırmakta şerbet var” demektedir. Yine aynı hikmetin beşinci kıtasında Nisa suresi 69. ayette bahsedilen ibadetlere atıf vardır. Yesevî’nin ayetlerden en çok iktibas ettiği konuların başında zikir gelir. Bu konuda Cuma suresi 10. ve Ahzab suresi 41. ayetteki, “Allah’ı çokça anın” ifadesine mealen yer verir.134 Bir sufi olarak onun bu tutumu son derece normaldir. İlgili ayet her tür ibadeti kapsayan çok genel bir ifade tarzına sahipken, tasavvuf geleneğinde daha çok ‘zikir yapma’yı anlatır tarzda daraltılmıştır. Yesevî de bu anlayışa katılmıştır. Bazen de zikirlerde tekrar edilen sözler ayetlerden alınarak satırlara eklenmiştir. “Kul huvallah, subhanellah desem”135 sözünü136 bu bağlamda değerlendirebiliriz. Yeri gelmişken kendisinin bu uğurdaki gayretini dile getiren beyitleri okuyalım: Kul Koja Ahmet dünie körsen tura kaşkın Zikirin aytıp tarikattın jolın aşkın Ayet, hadis sözderimen tille şaşkın Jarandardan injü gavhar alğım keler (Kul Hoca Ahmet dünya gödüğünde hemen kaçtın Zikir söyleyip tarikatın yolunu açtın Ayet hadis sözlerini dil ile saçtın Yarenlerden inci cevher almak istiyorum)137 131 3 Al-i İmrân 104, 57 Hadîd 4. 29. hikmet 1. kıta. 133 3 Al-i İmrân 135-36; 19 Meryem 60; 66 Tahrim 8. 134 İlgili hikmet ve kıta şunlardır: 16/1. kıta, 68/4. kıta, 91/2. kıta, 109/2. kıta, 103/4. kıta. 135 112 İhlâs 1; 12 Yusuf 108. 136 123. hikmet 1. kıta, 144. hikmet 13. kıta. 137 74. hikmet 10. kıta. 132 422 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Son olarak Yesevî’nin ayetlere atıflar yapmasına değinelim. Mesela, 31. hikmetin yedinci ve 70. hikmetin dokuzuncu kıtalarında Karun, Firavun, Haman ve Hz. Musa’nın Kur’an’da anlatılan kıssalarına işaretler vardır. Söz konusu hikâyeler Ankebût suresi 3940, Nâziât suresi 24-25. ayetlerde ve Taha suresinin başından itibaren anlatılmaktadır. 121. hikmetin on ikinci kıtasında Yusuf peygamberin kıssasına, on dördüncü kıtasında da İbrahim peygamberin ateşe atılması olayına138 telmih vardır. Hz. İsmail’in kurban edilmesi meselesini gündeme getiren kıtalarda139 ise Saffât suresi 102. ayetin manasını anlatmaktadır. Tastan kattı tastı süzgen habarsızdar Akıret isin arkta tastap dünie izder Ayet, hadis bayan etsem kattı söyler Sırtı adam işteri şaytan bolar (Taştan katı taşı süzen habersizler Ahiret işini geri bırakıp dünyayı arar Ayet hadis beyan eylesem, sert konuşur Dışı insan, içleri şeytan olur)140 Yesevî bu hikmette Bakara suresi 74. ayetin mefhumundan ilham almış ve kendi zamanındaki katı kalpli insanalara bir eleştiri yöneltmiştir. Ardından gelen, “ahiret işini bırakıp dünyayı arar” sözünde de Bakara 86, A. İmran 14, 152, Nisa 74, 94, 134, Enfal 67 gibi ayetlerden ilham almış izlenimi vermektedir. Beyitler dikkatle okunursa, Yesevî’nin işinin ne kadar zor olduğu da anlaşılacaktır. Zira kendi sözü değil, Allah sözünü konuşmasına bile itiraz eden kalbi katı insanlar vardır ki, artık onları şeytana benzetmekten başka çaresi kalmamıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim şeytanın sadece cinleri değil benzer tabiatı taşıyan insanları da ‘şeytan’ olarak 141 nitelendirmektedir. Dine kayıtsızları bazen o kadar kızgın eleştirir ki tabiri caizse artık ipler kopma noktasına gelmiştir: Dini imanı jok İslamı oyran Kıyamet tanı atsa jolda kalğan Piri kâmildi körmey şeyhi sanğan Kuday kabıl kılmas okısa Kuran 138 12 Yûsuf 1-21; 21 Enbiyâ 69. 123. hikmet 5. kıta, 142. hikmet 13. kıta. 140 65. hikmet 8. kıta. 141 114 Nâs 6. 139 423 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Dini, imanı yok, İslamı viran Kıyamet sabahı atsa, yolda kalan Pir-i kâmili görmeden şeyhi zanneden Allah kabul eylemez okusa Kur'an)142 Hikmetlerde yukarıdakilerin benzeri birçok beyitten, onun, dönemin din anlayışı ve ondan doğan dindarlıktan muzdarip oluşu ortaya çıkıyo. Bir sufi olarak her ne kadar gönül ehli olsa, her bir insana derin bir muhabbet duysa ve hatta naif bir din anlayşışını yansıtsa da dinin özünün ve ana teamüllerinin yaşanmasını talep etmesi son derece normal bir tutumdur.143 Şayet bu duruma kayıtsız kalsa idi onun tesirinin bu güne değin yaşama şansı yoktu. Daha özel olarak sufilere ve tasavvufa reddiyeci bakıştan şikâyetçi oluşu da bir savunu tarzı olarak değerlendirilebilir. Dinin asıllarına aykırı olmayan ve özünü kaybetmeyen sufilik dünya coğrafyasında İslam hesabına büyük kazanımlar sağladığı gibi Asya steplerinde de aynı tesiri icra etmiştir. Herhalde Ahmet Yesevî’nin bu çerçeve içinde kalan din anlayışı kitleler üzerinde derin izler bırakmıştır. Hâsılı onun, verdiği mücadele, yaymak istediği mesaj ve bu arada yaptığı eleştiriler bizi, ızdıraptan doğan eleştiri ve şikâyetin, onun samimiyetine yorulması gerektiği sonucuna götürür. Bazen de Kur’an kavramlarını olduğu gibi kullanır. Bunların sadece hangileri olduğuna ve hangi hikmette kullanıldığına işaret edelim: ayne’l-yakîn, ilme’l-yakîn; cennetü’l-firdevs; sidretu’lmünteha; arş, kürsi, levh, kalem kirâmen kâtibin.144 Bu kelimeler, tasavvufi düşüncenin çokça kullanılan kelimeleridir. Bu arada Ahmet Yesevî’nin şiirlerine verdiği hikmet kelimesinin Kur’an’da yirmi defa, hadislerde ise çokça tekrar eden merkezi bir kavram olduğunu hatırlatmakla yetinelim. Buradan alınan hikmet İslam düşüncesi, ilim ve kültürünün ana kavramlarından birisi haline gelmiştir. Yesevî de kelimenin hem yaygın olarak kullanılışı ve hem de içinde barındırdığı derin manaya atfen şiirlerine ad olarak bu kavramı seçmiş, böylece kendi şiirlerinin de ne kadar derin ve ince anlamlar barındırdığını ima etmek istemiştir. Bazı sure ve ayetlere de ismen işaret vardır: Fetih suresi; Taha suresi; Beraat ayeti; Yasin suresi.145 142 Münâcât 14. kıta. Bu çerçevede bkz.: 81. hikmet 7. kıta, 101. hikmet 32. kıta, 147. hikmet 3. kıta, Münâcât 10. kıta. 144 9. hikmet 21. kıta; 103. hikmet 4. kıta; 122. hikmet 5. kıta; 128. hikmet 6. kıta; 135. hikmet 5. kıta. 145 1. hikmet 18. kıta; 6. hikmet 4. kıta; 20. hikmet 8. kıta; 120. hikmet 2. kıta. 143 424 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu kısımla ilgili son tespitimiz şudur: Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinde kısmen ayet tercümeleri, bazı ifadelerin aynen alınması, bazı ayetlere telmih yapılması, bazı surelere atıf yapılması dışında ciddi bir ayet yorumu yoktur. Esasında onun böyle bir amacı yoktur, zira şiir dili buna müsait değildir. Az ve öz söylemek hedeflenmektedir. O halde şiirde yapılabilecek şey, genel olarak Kur’an’ın özel olarak ilgili ayetlerin manasının açıklanmasıdır ki hikmetler de bunu yapmıştır. Aşağıda bu duruma biraz daha değineceğiz. Hikmetlerin Özü Kur’an ve Hadis Divan-ı Hikmet’te okuduğumuz şiirlerin barındırdığı “hikmet” her ne kadar bir insanın kaleminden çıkmış olsa da onu besleyen, can ve ruh veren asıl kaynaklara bakmak gerekir. Diğerlerini bir kenara bırakarak biz bu yazıda sadece Kur’an yönünü ele aldık. Yesevî’nin kendisinin de belirttiği gibi Hikmetler’i ayetten ve hadisten bağımsız düşünemeyiz. Menin hikmtterim keni hadis Kisi nar almasa ol habis Menin hikmetterim talibtin rızığı Kanşama köp bolsa da kılmısı Menin hikmetterim parmeni Sübhan Okıp bilsen bar mağınası -Kuran Menin hikmetterim ğalamda sultan Kılar ilezde şöldi gulistan (Benim hikmetlerimin madeni hadis Bir kimse ondan ateş almasa o habistir Benim hikmetlerim isteyenin rızığı Suçu ne kadar çok olursa olsun Benim hikmetlerimin gücü kuvveti Sübhan’dır Eğer okuyup bilsen Kur’an’ın manasını görürsün Benim hikmetlerim âlemde sultandır Çölü anında yapar gülistan)146 Herhalde bu beyitler anlatmak istediklerimizi net bir şekilde ifade etmye yeterlidir. Elbette Kur’an’a hürmet, her müslümanın uyması gereken kuraldır, fakat Kur’an’ı tefekkür eden, ondan ilham alarak yazan insanlar çok daha dikkatli ve saygılı olmak zorundadır. Çünkü o, herhangi bir kitap değil, bir dinin temel kaynağı ve Allah kelamıdır. Kur’an gerek anlatım tarzı, gerek içerdiği konular ve gerekse kullandığı dil itibariyle onu anlamada, tercüme ve tefsirde çok titiz davranmak gerekir. Aksi takdirde yanlış anaşılabileceği gibi, kasten istismara dahi gidilebilir. Kur’an’a bağlılığında şüphe olmayan 146 Münâcât 7-8. kıtalar. 425 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ahmet Yesevî de Kur’an’ın lâfzen tilavetinde, anlamada ve ona karşı yerine getirilecek görevlerde yanlış yapmış olma ihtimalini göz önünde bulundurarak şöyle bir şiir terennüm etmiştir: … Er tilavet kılğanımda bul Alla sözin Bilmestik kateler menen ötse, ğafuv et …. Sozuv men septik jalğayların ornına keltirmesem Bul kelamda er kateler menen ötse, ğafuv et …. Ayetin vade kılğan, buyurilğan ayıra almasam Tusine almaylar osındaylar menen ötse, ğafuv et Kurannın izet, kurmetin ornına keltirmesem Adepsizdik, ibasızdık menen ötse, ğafuv et …. Her tilavet ettiğimde bu Allah sözünü Bilmediğim hatalar benden çıksa affet … Med ile irab ve teşditleri yerine getirmesem Bu kelamda her hatalar benden çıksa affet ….. Vaad ayeti emreden ayetten ayıramazsam Böylesi anlayamadığım bazı şeyler benden çıksa affet Kur’an’ın izzet ve hürmetini yerine getirmesem Edepsizlik, akılsızlık benden çıksa affet)147 Yukarıda sunulan beyitlerdeki tevazu ve itiraf dolu bakışı, onun Kur’an anlayışına bir başka boyut katıyor. Özellikle ‘anlamadığım şey olursa’ diyerek gösterdiği bu tevazu, Kur’an’ı yanlış anlayabileceği, isabet edemeyeceği yerler olabileceği noktasında düğümleniyor. Aynı zamanda ilginç bir şekilde onun sade ve lafza bağlı bir anlamla yetindiği izlenimini veriyor. Zira onda Kur’an’ın zâhir-bâtın anlamı diye bir ayrıma rastlamıyoruz ki çok önemli bir husustur. Bu yüzden olsa gerek, hikmetlerde Kur’an’ın genel ruhuna uymayan çok aşırı ayet anlamaları ve yorumlarına denk gelmiyoruz. Hâlbuki sufî düşüncenin bir ayağı şeriat-tarikat ayrımına dayanırken öbür ayağı Kur’an ayetlerinin anlamını zâhir-bâtın şeklindeki ayrımına dayanır. Hemen bütün sufî düşünürlerde bu ayrım yapar, eserlerinde de açık bir şekilde dile getirir. Fakat bir sufi olarak Yesevî, ayetlerde değil de sufi düşünce ve yaşamında zâhir-bâtın ayrımını yapar ve bunu hikmetlerinde sık sık dile getirir. 147 107. hikmet 1-8. beyitlerden seçme. 426 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sonuç Hoca Ahmet Yesevî’nin Divan-ı Hikmet adlı eseri edebi açıdan bir şaheserdir. Eserin ona ait olup olmadığı tartışması bir yana biz eldeki nüshalardan birini tercih ederek Kur’an bağlamında bir inceleme yaptık. Buna göre eserdeki Kur’an müktesebatı iki açıdan dikkat çekicidir. Birincisi hikmetlere dercedilen Kur’an ifadeleri, ayetlere telmihler ya da göndermeler, kısaca Kur’an kültürü; ikincisi de hikmetlerin tamamına yansıyan Kur’an ruhudur. Sanırım bu tür eserlerde önemli olan, yer verilen ya da işaret edilen ayetlerle verilmek istenen mesajın ne olduğudur. Bu yazı için söyleyecek olursak ‘Ahmet Yesevî, ayeti niye aldı?’ sorusunun cevabını bulursak asıl mesele açıklığa kavuşmuş olur. Buna ilişkin yazımızın başında yaptığımız yorumu kısaca tekrar etmeyi yeterli görüyorum: Yesevî’ye göre dinin temelinde Kur’an vardır. Kitap müminlerin hepsine ortak hitap eder. Onun, ona inanan herkes tarafından anlaşılması gerekir. Müminler dinlerini Kur’an’dan ve onun mübelliği ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’den öğrenmelidir. Bu yüzden hikmetlerde derin bir tefsir yoktur, fakat hikmetlerin kaynağı Kur’an ve hadisler olmuştur. Kaynaklar Kur’an-ı Kerim Abdulkadir İnan, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercümeleri Üzerine Bir İnceleme, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1961. Adem Çatak, “Atebetü’l-Hakayık’ta Dünya Algısı”, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, volume 7/4, Fall 2012, p. 11771202. Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevi’nin Hadis Kültürü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012. Ali Atmaca, Ahmet Yesevi’nin İnanç ve Düşünce Dünyası (Y. Lisans Tezi), Cumhuriyet Ü. SBE, Sivas 2008. Emine Yeniterzi, “Ahmed-i Yesevî’den Öğütler”, Türkiyat Araştırmaları, sayı 3, Konya 1997, sayfa 71-78. H. İbrahim Şener, “Yesevî Hikmetlerinin Kaynağı Olarak Ayetler Üzerine Bir Değerlendirme”, Ahmed-i Yesevî -Hayatı, Eserleri ve Tesirleri-, Seha Neşriyat, İstanbul 1996, 353-374. Hoca Ahmed Yassavi, Divanı Hikmet, Kazak tiline avdarğan: Enverbek Bökebayev, Sarıarka Baspa üyi, Astana 2009. Hoca Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, Türkiye Türkçesi ile birlikte yayınlayan: Hayati Bice, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara 1998. 427 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hüseyin Ayan, “Bir Şiir Mecmuasında Ahmed Yesevî”, Türkiyat Araştırmaları, sayı 3, Konya 1997, ss. 79-84. Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, İstanbul 1994, II,159-61. Kemal Eraslan, “Divân-ı Hikmet”, DİA, İstanbul 1994, IX,429-30. Mahmut Toptaş, Hoca Ahmet Yesevinin Diliyle İslam, Cantaş yayınları, İstanbul. Mehmet Kara, “Doğu ve Batı’da Türkçe Kur’an Tercüme ve Tefsirleri”, Diyanet Dergisi, Temmuz-Eylül 1993, cilt/yıl 29, sayı 3, s. 25-36. Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, Beyan Yayınları, İstanbul 2000. Mustafa Özkan, “Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Yapılmış Kur’an Tercümeleri”, Tarihten Günümüze Kur’an’a Yaklaşımlar, İstanbul 2010, s. 517-558. Müjgan Cunbur, “Kur’an-ı Kerim'in Türk Dilinde Basılmış Tercüme ve Tefsirleri”, Diyanet İlmi Dergi, 1961, s. 123-141. Nejla Pekolcay, “Hoca Ahmed Yesevî’den Yunus Emre’ye Uzanan Müşterek İnanç İzleri”, Türkiyat Araştırmaları, sayı 3, Konya 1997, sayfa 19-30. Nevzat Aşık, “Yesevi Hikmetlerine Kaynaklık Eden Hadislerin Değerlendirilmesi ve Sünnet Kültürünün Hikmetlere Tesiri”, Dokuz Eylül Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, 1995, sayı: 9, ss. 7-22. Suat Ünlü, “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye Çevrilmesi ve İlk Türkçe Kur’an Tercümeleri”, Dinî Araştırmalar, 2007, cilt: IX, sayı: 27, s. 9-56. 428 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YILDIRIM, Ahmet (2014). “Hoca Ahmed Yesevi: Düşünce Sistemi, Kaynakları ve Tesirleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.431-444 (http://bilgelerzirvesi.org). Ahmet YILDIRIM* HOCA AHMED YESEVİ: DÜŞÜNCE SİSTEMİ, KAYNAKLARI VE TESİRLERİ Giriş O rta Asya Türkistan Coğrafyasında Ahmet Yesevi'nin İslam'ı Türkistan'a yayan insan olduğuna inanılır. Yaşadığı döneme baktığımızda siyasi olarak devlet otoritesinin kaybolup taht kavgalarının yapıldığı, önemli iktisadi sıkıntıların bulunduğu, ferdî ve sosyal problemlerin yaşandığı bir kriz dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır. O dönemde bu coğrafyada yaşayan insanlar ve bilhassa Türk boyları İslam’la tanışmış olmakla birlikte, henüz İslamiyet’i ve onun kendileri için önemini tam manasıyla kavrayabilmiş değillerdi. Farklılıklar ve düşünce ayrılıkları devam etmekteydi. Hatta önceki kültürlerin yani Şamanizm’in, Budizm’in ve paganizmin izleri hala bulunmaktaydı. Yesevî işte tam böyle bir dönem ve ortamda doğup büyümüştür.148 Pîr-i Türkistan lakabıyla maruf Hoca Ahmed Yesevî(ö.562/1166), Kazakistan sınırları içinde bulunan Türkistan’ın batısında Çimkent şehrinin biraz doğusunda Sayram kasabasında; Hz. Ali soyundan gelen Şeyh İbrahim’in ve babasının halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’un oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlardan itibaren babasından başlayan dini tedrisatını, farklı hoca ve mekânlarda devam ettirerek tamamlamıştır. Bilhassa hocası ve şeyhi olan Yusuf Hemedanî’nin (ö.535/1140) hayatında ayrı bir yeri ve etkisi vardır. Hanefi mezhebine mensuptur. Hicri 562 miladi 1166 tarihinde Türkistan şehrinde vefat etmiştir. Türkistan şehrinde * Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, yıl: 1, sayı: 2, s. 121 vd. 148 431 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Timur’un yaptırdığı türbesinde metfundur. Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet ve Fakrnâme adlı eserlerinden bahsedilmektedir.149 Hoca Ahmed Yesevî’nin Düşünce Sistemi Ahmed Yesevî’nin hayatı ve eserlerini incelediğimizde onun düşünce sistemini; yetiştiği kültür dünyasının manevî, sosyopsikolojik değerler ile tarihî şartların belirlediğini müşâhade etmekteyiz. Yesevî düşüncesinin oluşum süreci; tarihî, dinî ve siyasi açıdan XI. yüzyıldan önceki Türklerin İslam dairesi çerçevesinde çeşitli fırka ve mezheplerin zuhuruna paralel olarak gelişen ve Abbasîler’den bağımsız bir siyasî oluşum olan Karahanlılar’ın devrine tekabül etmektedir.150 Karahanlılar devri Yesevî düşüncesinin oluşum dönemini (birinci evre), kapsar. Altın Ordu devletinin kuruluşuna kadar uzayan tarikatların gelişimi devri ise, Yesevî tarikatının ikinci evresi yani Türk tasavvuf cereyanının yaygınlaştığı dönemdir.151 Ahmed Yesevî’nin kendi ilmini geniş alana yaymasında ve İslâm'ı tanıtmada, düşünce ve çalışmasını “davranış hürriyeti” prensibi üzerine oturtması önemli paya sahiptir. Bu manada Ahmed Yesevî’nîn Türk-İslâm Dünyasına en büyük hizmeti eski Türk töre, yasa ve ahlâk değerleriyle, İslâmî ahlâk esaslarını yakınlaştırıp, bağdaştırması olmuştur.152Onun hakkında “Orta Asya Sofîliğinin temeli, Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik tarafından o kadar güçlü bir şekilde atılmıştı ki, sonraki sûfî cereyanlar, mutlaka kendisini bu temele oturtmak zorunda olduğunu görmüşlerdir”153şeklinde değerlendirme Yesevî düşünce sisteminin önemini ve farkını göstermektedir. O halde Hoca Ahmed Yesevî düşünce sistemi nedir? Temel unsur ve prensipleri nelerdir? Sorularının yanıtları önem kazanmaktadır. Yesevî'nin siyasî ve içtimaî düşüncelerinin özünde ahlâkî değerler vardır. Zaten Yesevî düşüncesi, Eski Türk düşünce sistemindeki üçlü evren anlayışı ve nizamıyla uyum içinde gelişen tasavvufî ve ahlakî felsefedir. Daha açık şekilde belirtecek olursak Yesevî düşüncesinin özü ahlakî hürriyettir. Ahlakî hürriyete 149 Bkz. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yay., 5. Baskı, Ankara 1984, s. 62-65; Kemal Eraslan, “AhmedYesevî”, DİA, İst. 1989, II, 159-161; Kemal Eraslan, “AhmedYesevî’nin Hayatı”, Türk Edebiyatı Dergisi, Ekim 1989, s. 37; 150 Kemal Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevilik Bilgisi, AhmedYesevî Vakfı yay., Ankara 1998, s. 78-96. 151 DosayKenjetay, Hoca Ahmet Yesevî’ninDüşünce Sistemi, Hoca Ahmet Yesevî Ocağı yay., Ankara 2003, s. 223-224. 152 DosayKenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırmalar Dergisi, Aralık 1999, yıl: 1, sayı: 2, s. 121. 153 Ahmet Yaşar Ocak.Türk Sufiliğine Bakışlar, İst. 1996, s. 40. 432 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kavuşmak, “Hakkı bilmek için ilk önce kendini bilmek” ve “Ölmeden önce ölmek” ilkeleriyle elde edilir. O, bunu kâmil insan öğretisiyle sistemleştirmiştir. Onun kâmil insan öğretisinin bilgesel ilkesi; hikmet,sohbet ve ahlâk üçlü esasına dayanmaktadır. İdesi de aşk ile mana kazanan varlığın birliğine ulaşmaktır. Bu üç esas insanı, nefsin esaretinden ve kendine yabancılaşmaktan kurtarmakta ve ahlâkî olgunluğa kavuşturmaktadır.154Ona göre herhangi bir siyasî ve içtimaî hizmet; ahlâkî prensiplere, insanı sevmeye, adalete, doğruluğa, eşitliğe vs. dayanmalıdır. Bu herkes için böyle olmalıdır. Böylece ‘şekilde millî, özde ve ideolojide İslâmî kimliği ve düşüncesi ile ortaya çıkan Ahmed Yesevî, o günün tarihi ve coğrafyası içinde kime efendi, kime kul olacağını bilmeyen şaşkın ve muzdarip halk kitlesinin yol göstericisi ve önderi olma özelliğini kazanmıştır.’155 Ahmed Yesevî, bir ruh terbiyecisi ve eğiticisidir.Ona göre her türlü ahlâkî kötülüğü temsil eden nefis, insanı Hak yolundan alıkoyduğundan, onu terbiye etmek, ahlâkî kötülüklerden arıtmak, iradeyi geliştirip, nefsin kontrolünü sağlamak gerekir. Bu yönüyle Yesevî, topluma insanı kazandırmak için çabalayan eğitim mücadelesi veren mürşittir. Böylece onun Türk kültürüne kattığı en önemli düşünce ve ilke, doğu medeniyetinin ilk ve tek prensibi olarak gösterilen ‘insan merkezli değişimi’ sunması ve insanları İslâm ruhundan nasiplenmeye vesile olmasıdır.156 Meseleye toplumsal bütünlük açısından baktığımızda Ahmed Yesevî’nin üzerinde durduğu en önemli husus birlik (vahdet) düşüncesidir. “Yesevî’nin varlığın birliği ve zikir teorisi” Eski Türk Düşünce Sistemi ile Türk tasavvufu arasındaki “doğal sohbet” sonucu oluşan hikmet türüdür. Bu teoriye göre İslam Düşünce tarihinde vahdet-i vücûd anlayışı İbn Arabî’den önce Yesevî öğretisiyle birlikte oluşmuştur.157Onun için esas kanun, içtimaî dayanışmadadır. Kanunu, düzeni bozmak, toplumsal birlik ve düzenliliğin kopmasına götürür. Ortak bilincin oluşmadığı toplumlar, sosyolojik anlamda bir sosyo-kültürel yapı göstermez, onun için Yesevî’nin esas davası tevhid-i ilâhîdir, birliktir. O, 154 DosayKenjetay, Hoca Ahmet Yesevî’nin Düşünce Sistemi, s.225 İrfan Gündüz “AhmedYesevî’nin Tarikat ve İrşad Anlayışı”, Yesevilik Bilgisi, s. 190. 156 Doğu medeniyetinde ‘insan, Allah'ın yerdeki halifesidir’, dolayısıyla, insan Hakk'ın yerdeki temsilcisi olarak, yaşadığı ortama, Hakk'a bağlı kalarak şekil vermesi gerekir. Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî”, Tasavvuf Dergisi, s. 122.Yesevî’ninahlak felsefesi hakkında geniş bilgi için bkz.DosayKenjetay, Hoca Ahmet Yesevî’nin Ahlâk Felsefesi, Ankara 2003. 157 Bkz. Dosay Kenjetay, Hoca Ahmet Yesevî’ninDüşünce Sistemi, s. 224. 155 433 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı insan faktörüne, bilhassa topluma yön veren ve onu yöneten insanlara çok büyük önem verir. Âlimler, ilimlerine uymaz, hâkimler hakka ve adalete göre karar vermezlerse, toplum çöker, devlet gider. O, bu husustan sürekli şikâyetçidir. Birlik üzerinde durup “Ben, sen diyen kimselerden geçtim işte”158 diyerek ayrılık gayrilik gütmeyi yermiştir. Hikmetlerinde birliğin (vahdetin) önemini vurgulamıştır. “O makamın tevhid adlı ağacı var.”159 Tevhit ağacının meyvesinden tadanların huzur bulacağını söylemiş,160 devamlı toplumsal ahlâkın esası olan birliğe çağırmıştır.161Bütün bunlar onun tevhide verdiği değeri gösterir. Ahmed Yesevî’nin hayatında şüphesiz dinin önemli yeri vardır. Hatta dinin, onun hayatını ve düşüncelerini belirleyen yegâne umde olduğu söylenebilir. Dini inanç ve değerlere sahip olmak insanları birbirine yaklaştırır, ferdî ve toplumsal düzenin oluşmasına yardımcı olur. Bu bağlamda her şeyden önce Ahmed Yesevî, bir din ve ahlâk öğreticisidir. Yalnızca Türkler'e has kültürel bir gelenek olan ve halkın zarûrât-ı dîniyye'sini öğrenmesi gayesiyle kaleme alınan ve genelde Cibrîl Hadîs’i diye meşhur olan hadis-i şerifin şerhi mahiyetindeki ilmihalcilik geleneğinin başlatıcı ve ilk temsilcilerinden biri olan Ahmed-i Yesevî, Fakr-name ve Cevâhirü'l-ebrâr'da serdedilen görüşleriyle gerçek bir halk ahlakçısı ve eğitimcisidir. Türkler arasında pek yaygın olan Şerâitü'l-imânisimli elif-ba, namaz duaları, iman ve İslam'ın şartlarını en basit bir dille ve herkesin anlayacağı bir Türkçe ile anlatan ilmihalde: "Kimin silsilesindensin?" sorusuna “Hoca Ahmed-i Yesevî silsilesindenim” şeklinde cevap verilmesinin istenmesi Yesevî'nin bu yönünün ne kadar yaygın olduğunun açık delilidir.162 Yetiştiği kültür dünyasının manevî, sosyo-psikolojik değerler ile tarihî şartların belirlediği, kendi özgü ilke, prensip ve öğretileri olan, pek çok farklılıkları ve yenilikleri de bünyesinde barındıran 158 AhmedYesevî, Divân-ı Hikmet,s. 63 (Hikmet, 1) AhmedYesevî, Divân-ı Hikmet, s. 285 (Hikmet, 135) 160 O ağacın meyvesinden tadan kullar, Dünyasını âhirete satan kullar, Kabir içinde huzur içinde yatan kullar Seherlerde göz yaşını umman eyler.AhmedYesevî, Divân-ı Hikmet, s. 285 (Hikmet, 135) 161 DosayKenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî”, Tasavvuf Dergisi, s. 122. 162 Fuat Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 45 (Z. V. Togan, Türk Tatar Tarihi, s. 62'den naklen) İrfan Gündüz, “AhmedYesevî’nin Tarikat ve İrşad Anlayışı”, Yesevilik Bilgisi, s. 191-192. 159 434 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yesevî’nin düşünce sistemi, özet olarak bu minval üzeredir. Şimdi bu sistemin temel kaynakları üzerinde durmak istiyoruz. Düşünce Sisteminin Temel Kaynakları Ahmed Yesevî de beşeri bilgi kaynakları yanında eserlerine kaynak olarak Kur’an ve hadisi esas almış, bundan dolayı eserlerin muhtevalarında her fırsata âyet ve hadislerin özünü dile getirmeye çalışmıştır. Onun düşünce sistemi incelendiğinde temel kaynaklarının Kur’ân ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerine dayandığı görülür. Şimdi bunları daha yakından görelim: a) Kur’ân-ı Kerîm Kur’ân-ı Kerîm, AhmedYesevî’nin düşünce sistemini şekillendiren en önemli ve hatta en başta gelen kaynağıdır. Tasavvuf yoluna sülûk eden derviş için hepsinden önemlisi Kur'ân-ı Kerim'dir, onun emir ve tavsiyeleridir.163 Genelde her Müslüman bilhassa mutasavvıflar için Kur’an-ı Kerîm¸ onların dünyayla ilgili görüşlerinin anahtarı, dünyevî ve uhrevî işlerle ilgili her türlü sorunlarına çözüm bulma mercii olmuştur.164Yesevî, ayet ve hadisleri, irfani bilgi ve anlayış doğrultusunda delil olarak kullanmış veya yorumlamıştır.165Bu meyanda Yesevî’nin Divan-ı Hikmet adlı eserinde Kur’ân’la ilgili önemli bilgiler bulmaktayız. Ahmed Yesevî, Kur’ân’la hemhal olduğunu ve hikmetlerini aslında ondan ilham alarak yazdığını şöyle dile getirir: Benim hikmetlerim Sübhan'ın fermanı Okuyup bilsen, hepsi Kurân'ın anlamı166 Kur’ân’ı okumakta esas gaye O’nu anlamak ve anladığıyla amel etmek/eyleme geçmektir. Hoca Ahmed Yesevî Kur’ân’ı anlamaya çok fazla vurgu yapar. “İnna fetehnâ...” yı okuyup anlam sordum; Işık saldı, kendimden geçip cemal gördüm; Hocam vurup “Sus” dedi, bakıp durdum; Yaşımı saçıp, çâresiz olup durdum ben işte.167 163 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah yay., İst. 1985,s.49 Bkz. AnnemariaSchimmel¸ İslamın Mistik Boyutları¸(Trc. Ergun Kocabıyık), Kabalcı yay, .İst. 2001,s. 40. 165 İsmail Çalışkan, “AhmedYesevî Düşüncesinde Kur’ân’ın Yeri”, (Basılmamış tebliğ), s. 1. 166 AhmedYesevî, Divân-ı Hikmet, s. 427(Münâcaât) 164 435 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Aşağıdaki dörtlükte, Kur’ân anlayışı ve Kur’ân’a hizmeti noktasında bazı önemli ip uçları buluyoruz. Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçe'yi Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini Âyet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur, Anlamına yetenler yere koyar börkünü... Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet, Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçe'yi..168 İlk olarak bu dörtlüklerde Ahmed Yesevî’nin Kur’ân anlayışına bir işaret vardır. Buna göre Kur’ân, ona inanan herkes tarafından anlaşılması gereken bir kitaptır. Yalnız anlaşılma yetersizdir, aynı zamanda dini-ahlaki yaşantıyla uyum gerekir. O sadece ulemanın anlaması ve yorumlamasına bırakılacak bir kitap değildir. Zaten Yesevî’nin hikmetlerinde derin bir tefsir yoktur. Aşağıda da görüleceği üzere o, genellikle seçtiği ayetleri anlatacağı konularla ilişkilendirmiştir. İkinci olarak Kur’an’ın tercümesi ve Arapça dışındaki dillerle tefsir yapılmasının tarihi de dikkat çekici bir husustur. Bilindiği gibi Kur’an’ın başka dillere tercümesi çok eski bir tartışmadır. Hicri II. yüzyılda yani büyük imamlar döneminde, tercüme ile ibadet olup olmayacağı meselesi ön plana çıkmış ve Kur’an’ın tercümesine hoş bakılmamıştır. Ayrıca zaten ilim dili olarak Arapça hâkimiyeti vardı. Daha sonraları ise Arapça dışındaki dillerle Kur’ân’ın manalarının ifade edilemeyeceği endişesi ile tercümeye hoş bakılmamıştır. Öte yandan Kur’ân’ı kendi dillerinde anlamak isteği elbette ki her mümin için doğal bir haktır. İşte bu anlayışlar, Ahmed Yesevî’nin yaşadığı yer ve zamanda da ulema arasında bir şekilde yankılandığı anlaşılmaktadır.169 Bu ve benzeri örneklerden Ahmed Yesevî’nin, ileri derecede Kur’ân kültürüne sahip olduğunu, Yüce Kitab’ın hayatını ve düşüncesini yönlendiren kaynaklar arasında yer aldığını, onun okunması yanında, esas olanın Kur’an’ı anlamak ve amel etmek olduğu üzerinde çokça durduğu anlaşılmaktadır. Ama kendisi müfessir değildir. Sonuç olarak Yesevî Kur’ân’ı iyi özümseyen ve içselleştiren bir şahsiyettir. Hayatının her safhasında Kur’ân vardır ve onun ilkeleri çerçevesinde hareket etmiştir, diyebiliriz. 167 AhmedYesevî, A.g.e.,s. 67 (Hikmet, 2) AhmedYesevî, A.g.e.,s. 181 (Hikmet 71) 169 İsmail Çalışkan, “AhmedYesevî Düşüncesinde Kur’an’ın Yeri”, (Basılmamış tebliğ), s. 2, 3. 168 436 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması b) Hadis AhmedYesevî’nin düşünce sistemini şekillendiren en önemli diğer bir kaynak hadis/sünnetlerdir. Tasavvufî hayat ve düşüncenin Kur’ân’dan sonra ikinci kaynağı sünnet yani Hz. Peygamber’in sözleri, tavsiyeleri ve yaşama şeklidir.170 Bir mutasavvıf olarak Ahmed Yesevî'nin düşüncesi ve eserlerinin kaynağını da Kur'ân’dan sonra hadis/sünnet teşkil eder. Bunu Dîvân-ı Hikmet’te geçen hikmetlerin mana, muhteva ve ruhuna bakıldığında anlamak mümkündür. Ayrıca hikmet kelimesinin bu anlamda onun tarafından dikkatle seçilip kullanılmış olduğunu da söyleyebiliriz.171Ahmed Yesevî, en önemli eseri olan Dîvân-ı Hikmet’in kaynağının Kur’ân ve hadis/sünnet olduğunu kendisi şöyle ifade etmektedir. Benim hikmetlerim hadis hazinesidir Kişi pay götürmese, bil habistir. Benim hikmetlerim Sübhan'ın fermanı Okuyup bilsen, hepsi Kurân'ın anlamı172 Bu beyitler, Yesevî’nin kaynak ve dayanak olarak Kur’ân yanında Hz. Peygamber’in hadislerine ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Ayrıca hadislerin hikmetlerle iç içe olduğunu görmek ve anlamak için, “Benim hikmetlerim hadis hazinesidir” mısrasına kulak vermek yeterli olacaktır. Yukarıdaki beytin devamında ondan nasibi olmayanın, yani hadislere dayanan hikmetleri okuyup anlamayanı ve dolayısıyla hadisleri dikkate almayanı “habis” yani pis olarak nitelendirmektedir. Bu da onun hadise verdiği değerin ayrı bir delili ve hadislerin Dîvân-ı Hikmet’in en önemli kaynakları arasında yer aldığının göstergesi olarak ele alınabilir.173 Ahmed Yesevî’ninDîvân-ı Hikmet’teki başka beyitlerde de Hz. Peygamber’in hadislerine büyük önem atfetmiş olması ve onları mana kaynağı olarak görmesi,174 bir insan için hadisleri dünya ve âhirette 170 Sünnetin tasavvuf için de kaynak oluşuyla ilgili olarak bkz. Yusuf el-Kardâvî,Sünneti Anlamada Yöntem, s. 81-85 171 Daha önce de belirtildiği üzere Kur’an’daki NahlSüresi’nin 125’inci ayetinde geçen “hikmet” kavramı seçilerek “Hikmet” adı verilen bu dörtlükler ortaya çıkmış, daha sonra da bu hikmetlerin bir araya gelmesiyle Dîvân-ı Hikmetoluşmuştur. 172 AhmedYesevî, Divân-ı Hikmet, s. 427, (Münâcaât) 173 Bkz. A. Hikmet Atan, “Hoca AhmedYesevî’de Sünnet Bilinci”, Uluslararası HocaAhmedYesevîSempozyumu’, 20-21 Şubat 2010, İstanbul(Yayınlanmamış tebliğ), s. 2. 174 A. Hikmet Atan, “Hoca AhmedYesevî’de Sünnet Bilinci”, s. 2 437 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı mutluluğa götürecek ışıklar ve prensipler dayanmaktadır. Aşksızların hem canı yok, hem imanı; Rasûlullah sözünü dedim, mânâ hani175 olarak kabulüne Gerçek ümmetsen, bu sözleri iyi bilip al; Bu sözler seçkin ümmete bal benzeri Münafıka uymaz bu söz, gelir melal; Gerçek ümmetseniz; işitip salât selâm söyleyin dostlar176 Sünnet ile hadis arasındaki anlam yakınlığı ve bütünlüğünden hareketle, bu beyitte sünnete dolaylı da olsa özel vurgu yaptığından bahsedilebilir. Zira hadislerin manası, Hz. Peygamber’in sünnetine işaret etmektedir ve sünnetin öğrenilip yaşanması, hadislerin okunup anlaşılmasına bağlıdır. Şu beyitleri de yine hadislerin mahiyeti üzerinde duran ve manalarına yani sünnete uyulmasını şart koşan bir hadis-sünnet bütünlüğünü ifade etmektedir177: Gerçek ümmetsen, bu sözleri iyi bilip al; Bu sözler seçkin ümmete bal benzeri Münafıka uymaz bu söz, gelir melal; Gerçek ümmetseniz; işitip salât selâm söyleyin dostlar178 Bir başka beyitte; Ümmet olsan, gariplere uyar ol Âyet ve hadisi her kim dese, duyar ol179 demek suretiyle de âyet ve hadislere kulak vermeye çağırmaktadır ki, bu da onun Kur’ân ve sünnete dayandığına ve onları kaynak olarak benimsediğine dair bir işarettir. Sahip olduğu hadis kültürüyle ilgili bazı hususları yukarıda zikretsek de, Yesevî’ninmuhaddisliği ile ilgili somut ve doğrudan açık bilgilere sahip değiliz. Onun bu yönünün olup olmadığını dair malumatı ondan bahseden kaynaklarda da belirgin şekilde bulamamaktayız. Kaynaklarda sadece hocası Şeyh Yusuf Hemedânî’nin, bir mutasavvıf olduğu kadar bir hadis âlimi olduğu bilgisi bulunmaktadır.180 Bu bilgiden hareketle Yesevî'nin şiirleri ve 175 AhmedYesevî, Divan-ı Hikmet, s. 207,(Hikmet 86) AhmedYesevî, A.g.e.,s. 195,(Hikmet 80) 177 A. Hikmet Atan, “Hoca AhmedYesevî’de Sünnet Bilinci”, s. 2 178 AhmedYesevî, A.g.e.,s. 195,(Hikmet 80) 179 AhmedYesevî, A.g.e.,s. 63,(Hikmet 1) 180 Bkz. Zehebî, SiyeruA’lâmi’n-Nubelâ, XX, 66-68 176 438 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması öğretilerinde, Kur'ân yanında hadislerin belirleyici etkileri, bu hadis bilgininden aldığı derslere dayandırılmaktadır.181 Kavram olarak hadis ilmiyle ilgili en çok “hadis” ve “sünnet” terimlerine, bazen de “”rivayet” terimine yer vermiştir. Bu durum onun hadis ilmiyle ilgili asgari malumata sahip olduğunun göstergesi sayılabilir. Bununla birlikte Yesevî eserinde hadislere de yer vermektedir. Bunları kullanım biçimi ve kullandığı hadislerin durumlarından, onun bu dalda derin bilgi sahibi ve meslekten bir hadisçi olmadığı anlaşılmaktadır. Hadisleri ne bir hadisçi gibi kullanmış ne de rivayet etmiştir. Çünkü hadis rivayetinin kendine has usulleri ve kriterleri vardır. Bu usullere pek riayet etmediği görülmektedir. Bunun doğal neticesi olarak o, hadislere yer verirken usul konularına hiç girmemiştir. Hadislerle ilgili teknik terimleri neredeyse hiç kullanmadığı gibi, hadislerin teknik meseleleri hakkında kanaat de belirtmemiştir. Bütün bunlardan bir hadisçi gibi hareket etmediği ve formasyonuna sahip olmadığı varsa da bunu yansıtmadığı anlaşılmaktadır. Buna rağmen, hadise/sünnete değer veren ve bağlı olan bir kişi olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sahip olduğu sünnet anlayışı çerçevesinde amacı, hadisin sahih mi, zayıf mı ve mevzu mu meselesi olmamış, hadisin/rivayetin verdiği mesaj olmuştur. Onun amacı; sırf maksadını en uygun, en kestirme yoldan ve en etkili şekilde anlatabilmek için âyet ve hadisleri kullanmak olmuştur. Zaten şiir dili ancak bu kadarına müsaade eder. Hoca Ahmed Yesevî’nin Tesiri ve Etkileri 751 yılında Talas savaşından sonra bölgede İslamiyet’in hızla yayılmasıyla pek halk Müslüman olmuştu. Ancak Hoca Ahmed Yesevî’nin yaşadığı döneme kadar neredeyse dört asra yaklaşan bir süre geçmesine rağmen, kâmil manada bir İslam anlayışının bu coğrafyaya tamamen yayıldığını ve yerleştiğini iddia etmek mümkün değildir. Aksine İslamî düşünce ve fikirler canlı bir biçimde tartışılıyor, Müslüman, Şaman, Mecusi, Budist inanca sahip topluluklar aynı şehirlerde, geniş bozkırlarda yan yana yaşamaya devam ediyor, bir yandan da İslam dini sofiler, âlimler, tüccarlar tarafından Türkistan’da anlatılıyor ve taraftar topluyordu. Hatta insanlar bir yandan İslam’la tanışırken, diğer yandan İslam öncesi inançların etkisi devam etmekteydi. Bununla birlikte dinle alakası 181 Bkz. Arif Ersoy, “Hoca AhmedYesevî’nin Sosyal Yapılanmaya Şönelik Yaklaşımları”, Ahmed-i Yesevî, s. 92. 439 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olmayan yorumlar, İslamiyet adı altında çoğu göçebe, tarım ve hayvancılıkla uğraşan yeni Müslüman halka veriliyordu. İşte tam bu noktada Hoca Ahmed Yesevî’nin hurafelerden uzak, Kur’an ve sünnete dayalı bir İslam anlayışının bölge halkı üzerinde büyük bir etkisinin olduğu neredeyse herkes tarafından zikredilen bir husustur. O, bu misyonu toplumun ihtiyacını görerek üstlenmiştir. Onun insanların dindarlaşması ve Müslümanlaşması adına yaptıkları, yeni bir çığır açma niteliğinde görülmüştür. Ayrıca dini ilimlerdeki derin bilgisi ve yüksek bir ahlak anlayışıyla o, zamanın çoğu göçebe olan insanlarına İslam’ı anlayacakları bir şekilde aktarmış olması onu, bölgenin en çok tanınan şahsiyeti haline getirmiştir. ABD’li Türkolog Andras Bodrogligeti’nin şu cümlesi onun bu fonksiyonunu güzel bir şekilde ifade eder: “Yesevî'nin mücadelesinin Müslümanlar arasında yüksek bir yeri vardır. Hz.Muhammed'in çöl Arapları için yaptıklarını, Yesevî, bozkır Türkleri için yapmıştır.”182 Orta Asya'da aynı anlayışı ifade eden “Medine’de Muhammed Türkistan'da Hoca Ahmed” deyimi yaygındır.183 Bunun bir tezahürünü bundan beş asır önce MahmûdHazînî’nin devrin Osmanlı padişahı III. Murad’a ithaf ettiği “Cevâhiru’l-Ebrârmin Emvâci’l-Bihâr” adlı eserinde Hoca Ahmed Yesevî’yi “Ahmed-i Sânîdir Ol Sultan-ı Türk” şeklinde tanıtmasında da görmek mümkündür.184 Ahmed Yesevî'nin tesiri ve etkilerini onun hususiyetlerinde aramak gerekir. Onun en önemli hususiyetlerinden birisi, 'insan-ı kâmil' mertebesine erişmek için gösterdiği çabadır. Eğitiminin temellerini, içinde yaşadığı toplumun kültüründen alan Ahmed Yesevî, Türk töresini, Türk dilini sahip olduğu tasavvuf düşüncesi ile birleştirmiş, bezemiş ve Türk tasavvufunun temeline ilk taşları koymuştur.185 Bu yüzden Ahmet Yesevî, tasavvufun hem ilk dönemine, hem de ikinci dönemine girebilen bir kavşak noktasında yer almaktadır.186 Bu hususta Fuat Köprülü; “Ahmed Yesevî'nin Türk tarihindeki ehemmiyeti, birkaç cilt tasavvufî manzumeler yazmış 182 Bkz. AndrasJ. E. Bodrogligeti, “AhmadYasavi’sconsept of ‘Deftar-ı Sani” Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu, Bildirileri, 26-27 Eylul, 1991. Ankara 1992, s. 1-11. 183 Bkz. DosayKenjetay, “Hoca Ahmet Yesevi”, Tasavvuf Dergisi, , s. 116-117. 184 Bkz. Hazînî, Cevâhiru’l-EbrârminEmvâci’l-bihâr (YesevîMenakıbnâmesi), (Nşr. Cihan Okuyucu), Kayseri 1995, s. 56. 185 Bütün bunlar bulunduğu toplum ve ortamda kendiliğinden gelişen hususlardır. Yoksa onun hayatı ve düşüncesinden özellikle bir Türk tasavvufu oluşturayım gibi bir maksadı olduğunu görememekteyiz. 186 Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevi”, Tasavvuf Dergisi, , s. 127. 440 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olmasında değil, İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında ilk defa bir tasavvuf mesleği vücuda getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş olmasındadır. Yesevî'denönce Türkler arasında tasavvuf yoluna girmiş kimseler yok değildi; lakin onlar, ya büyük İslam merkezlerinde Acem kültürünün tesiri ile Acemleşmişler yahut yeni dinin umumîleşmesi için büyük Türk kitleleri arasına girerek orada unutulup gitmişlerdi; içlerinden hiçbiri, kendilerinden sonra da yaşayıp, devam edebilecek kuvvetli bir şey tesirine muvaffak olmamıştı”187 demektedir. Ahmed Yesevî'nin, Türk-İslâm tarihînde edindiği bu önemli mevki şu sebeplere bağlanmıştır: 1. Ahmed Yesevî, Orta Asya Türkleri'nin hızlı bir şekilde İslâm'ı kabul edip, ruhlarına sindirmelerinde çok büyük rol oynamıştır. Onun, büyüyüp yetiştiği ve Oğuz Devleti'nin payitahtı Yesî'de, Türkler'e yönelik metotlarla ve arı duru Türk lisânıyla, tasavvufî boyaya boyanmış İslâm inanç, ahlak ve kültürünü tebliğe başlaması, Türk toplumları nezdinde onu bir cazibe merkezi haline getirmiş, böylece Türkler arasında İslâmiyet hızla yayılıp benimsenmeye başlamıştır. 2. Ahmed Yesevî'nin faaliyetleri sayesinde Türkler, İslâm dünyasında ve özellikle Orta Asya'da bulunan birtakım bâtıl mezhep ve düşüncelerin tesirinden korunarak, sahih İslâm itikadına bağlı bir İslâmi geleneği benimsemişlerdir. Özellikle Yesevî ve onun yetiştirdiği insanların büyük gayreti sayesinde, Türk dünyası Şii ve Bâtınî inanç sistemlerinin hâkimiyeti altına girmekten korunmuştur.188 O sıralarda Türkler arasında faaliyet gösteren mezhepler şunlardır: Haricîler, Mürcie, Mu'tezile, Şia, Zeydîye, İsmailîlik, Ehl-i Sünnet'inMâturidî ekolü, Eş'arî ekolü ve Hadis Taraftarları. Bunlardan Haricîler, Mu'tezile, Eş'arîlik ve Hadis Taraftarları bir ekol olarak tarihe karışırken Mâturidîlik ve Hanefîlik Türklerin çoğunluğu tarafından benimsenen mezhepler olmaya devam etmiştir. Haricîlik, Türk bölgelerinde önemli faaliyetlerde bulunmuşsa da onları kendi tarafına çekmekte başarılı olamamıştır. 189 187 Fuad Köprülü, “AhmedYesevî”, İA, I, 212. Osman Türer, “Hoca Ahmed-i Yesevî’nin Türk-İslâm Tarihideki Yeri ve Tasavvufî Şahsiyeti”, Ahmed-i Yesevî, Haz. Mehmed Şeker, Necdet Yılmaz), Seha Neşriyat, İstanbul 1996, s. 223-225. 189 Sönmez Kutlu, Alevîlik-Bektaşilik Yazıları, Ankara 2006; s. 145,148-149. 188 441 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 3. Hoca Ahmed Yesevî'nin asla unutulmaması gereken bir başka önemli özelliği de Türk dilinin gelişmesindeki tarihî rolüdür. O, zamanında Arapça ile Farsçanın ilim ve edebiyat dili olmasına ve kendisinin de bu dilleri çok iyi bilmesine rağmen, Yesî'deki irşad faaliyetlerinde Türkçe kullanmayı özellikle tercih etmiştir. Çünkü onun üstlendiği tarihi misyon, İslâm'ı henüz tanımayan veya yeterince ruhuna sindirememiş olan Türkler'i İslâm'la kucaklaştırmaktı. Kaldı ki, onun hitap ettiği Türk toplumları Arapça ve Farsça’yı bilmiyorlardı. Onun için Yesevî, hitap ettiği toplumun kolaylıkla anlayabileceği sâde halk Türkçesini kullanmış, insanlara onunla konuşmuş ve “hikmet”lerini o dille söylemiştir. Yesevî'nin bu derece sevilip sayılmasının ve asırlarca hayırla anılmasının en önemli sebeplerinden biri de, herkesin kolayca anlayıp, severek okuduğu sâde bir Türkçe kullanmış olmasıdır. O'nun açmış olduğu bu çığır, kendisinden sonra da devam ettirilmiş ve böylece Türkçe'nin de bir edebiyat dili olduğu ispatlanmıştır. Dilin varlığını koruması o dili konuşan kavim/kavimlerin tarihi süreçte varlığını koruması anlamına gelir. Dolayısıyla Yesevî, bu anlamda içerisinde bulunduğu Türk Milletinin varoluşuna en büyük sosyal katkıyı yapanlardan biri olmuştur, diyebiliriz. 4. Yesevî’nin öneminin bir başka sebebi de, O’nun Türklerin İslam’la tanışmaya başlamasından sonra, ilk defa Türkler arasında müstakil bir tarikat kurmuş ve bu tarikat vasıtasıyla asırlarca Türk insanının ruh ve gönül dünyasında müspet tesir icra etmiş olmasıdır. Nitekim kendinden önce Türkler arasında faaliyet gösteren tasavvuf erbabından hiç biri, kendilerinden sonra da yaşayıp devam edebilecek güçlü bir tarikat kurmayı başaramamıştır.190 5. İslam’ın Türk gelenek ve töresinin bir parçası olmasına ve yerleşmesine büyük katkısı olmuştur. Sonuç ve Değerlendirme Hayatı, düşünce sistemi, etki ve tesirleri hakkında bilgi verdiğimiz Ahmed Yesevî, devlet otoritesinin kaybolduğu, taht kavgalarının yapıldığı, halkın geleceğinden endişeli bir halde iktisadi sıkıntılar içinde kıvrandığı, adam öldürmeler, baskınlar, soygunlar ve yağmaların yaşandığı, homojen anlayıştan uzak fikrî ayrılıkların bulunduğu bir kriz döneminde yaşamıştır. Onun yaşadığı coğrafi 190 Osman Türer, “Hoca Ahmed-i Yesevî’nin Türk-İslâm Tarihideki Yeri ve Tasavvufî Şahsiyeti”, Ahmed-i Yesevî, s.226, 227. 442 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması mıntıka genel olarak Türklerin yaşadığı yerlerdi ve bunlar arasında bir birlik bulunmamaktaydı. Lüzumsuz ihtilaf ve mücadelelerle birbirlerine zarar veriyorlardı. Aynı zamanda bu zümreler, henüz İslamiyet’i ve onun getirdiği yepyeni dünya görüşünü tam manasıyla benimseyebilmiş değillerdi. Hatta bunların arasında önceki kültürlerin yani Şamanizm’in, Budizm’in ve paganizmin izleri hala bulunmaktaydı. Böyle bir ortamda Yesevî, Batı Türkistan’ın Sayram kasabasında doğup XI. asrın sonu ile XII. asrın ilk yarısında191, kaç yıl yaşadığı belirsiz olmakla birlikte 70-80 yıllık bir ömrü olduğu tahmin edilmektedir. Burada müşahede edilen bir husus; AhmedYesevî`nin gerçek şahsiyetini araştırırken, bunu menkıbevi hayatından ayırt etmenin son derece zor olduğu gerçeğidir. Ancak ana hatlarıyla bildiğimiz kadarıyla küçük yaşlarda iken annesini, daha sonra da babasını kaybeden Yesevî, daha sonra ablası ile birlikte gittiği Yesi’de Arslan Baba ile tanışıp onu terbiyesine girdiği, Yusuf Hemedanî`nin onu yetiştirip sonra Türkistan`a gönderdiği, başta Hakîm Ata/Süleyman Bakırganî olmak üzere halifelerinin olduğunu bilmekteyiz. Bir oğluyla bir veya iki kızı olduğunu da biliyoruz. Ayrıca duyduğu ıstırabı anlatan şiirlerinden dolayı oğlu İbrahim’in küçük yaşta öldürüldüğünü anlıyoruz. Bunlar ana çizgiler ama detayı bilmiyoruz. Onun yetiştirdiği halifelerin Anadolu`ya dağıldığını, ayrı ayrı tekkeler kurduklarını, düşüncenin de aynı kalmayarak değiştiğini ve diğer tarikatları etkiledikleri bilinmektedir. Bu noktada Yeseviliğin tasavvuftaki temel anlayışlarından birinin “4 kapı 40 makam” olduğu bilinmektedir. Bir insanın mükemmelliğe ulaşması için 4 kapı ve her kapının temsil ettiği 40 makamı aşması gerekmektedir. Tesir ve etki noktasında mesela bugün Bektaşî inancına baktığınız zaman orada da 4 kapı 40 makam vardır ve aynen devam etmektedir.192 İyi bir tasavvufî ve dini eğitim aldığını gördüğümüz Ahmed Yesevî, kâmil manada bir İslam anlayışının olmadığı bir ortamda 191 Amerikalı bilim adamı Devin De Weese’nin “TheYasaviOrderandPersianHagiogrphy in Seventeenth-Century Central (AlimShaykh of Aliabadand his Lamahatminnafhat-al Quds)” , TheHeritage of Sufizm, Vo, III, LateClassicalPersianateSufizm (1501-1750) theSavafidandMughalPeriod, Pp. 289-414 adlı çalışmasında Hoca AhmedYesevî’yi XIII. Yüzyılda yaşayan bir sûfî olarak göstermektedir. Bkz. DosayKenjetay, Hoca AhmedYesevî’nin Düşünce Sistemi, Ank. 2003, s.16. 192 Cemal Eraslan, Anadolu Ajansına verdiği roportaj bkz. http://www.haber34.com/hocaahmed-yesevinin-300-hikmeti--19999-haberi.html(27 Şubat 2011). Tesir ve benzerliklerle ilgili bkz. Abdurrahman Güzel, AhmedYesevî’ninFakr-nâme’si Üzerine Bir İnceleme,s. 279286; Seyfullah Korkmaz, AhmedYesevîve Hacı Bektaş Veli Aralarındaki Bağlar, Fikirleri, Tesirleri ve Türk İslâm Edebiyatına Katkıları”, Erciyes ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 11 Yıl: 2001, s. 325-355. 443 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı insanlara faydalı olmak için birikimini yansıtmayı bir görev ve ihtiyaç bilerek yola çıktı. Bildiklerini bulunduğu topluma verme ve yansıtma noktasında gayret sarf etti. Böylece ilkeleri, takip ettiği metodu, misyonu ve yolu belirginleşti. Böylece sonradan Yesevilik denilen geleneğin temelleri oluştu. İşte bu noktada AhmedYesevi’den bize intikal eden en önemli miras, onun hikmetleridir. Hikmetler bize onun edebî şahsiyetinin yanında fikrî şahsiyetiyle de ilgili bilgiler sunmaktadır. Ahmed Yesevî’de, ahlak merkezli bir din anlayışı hâkimdir. Bu anlayışın toplumda yansıması için çalışmış, konuşmuş ve hikmetler söylemiştir. Hikmetlerin tamamı göz önüne alındığında üzerinde en çok durulan ana konuların dini ve tasavvufî unsurlarla birlikte sosyal ve zamanın ihtiyacı olan hususlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunlar onu farklı ve tesirli kılmıştır. Bütün bunların temelini de ondaki Allah ve Hz. Muhammed inancı ve sevgisi oluşturmaktadır. Ayrıca ilimle ameli birleştiren bir aksiyon adamı ve ahlakçı kişiliği hatırlanması gereken önemli hususiyetleri arasında yer alır. Onun düşünce sisteminin beslendiği kaynaklar arasında beşeri bilgi kaynakları yanında Kur’an ve hadis/sünnet yer almaktadır. Bundan dolayı o, eserlerinde ele aldığı konuların muhtevalarında her fırsata âyet ve hadislere dayanarak onların özünü dile getirmeye çalışmıştır. Ahmed Yesevî göre, Hz. Peygamber tarafından en ideal manada yaşanmış sünnetiyle insanların sahip olması gereken manevî güç kaynakları oluşabilir. Dolayısıyla Rasûlullah'ın (s.a) söz, fiil ve takrirleri olan hadis/sünneti uymak gerekir. Hoca Ahmed Yesevî sahip olduğu hasletleriyle, öncelikle yaşadığı bölgede, daha sonra Türkistan coğrafyasına ve İslam dünyasına mânevi rehberlik yapan bir şahsiyet olmuştur. Yine bugün Orta Asya’da Ahmed Yesevî adı, adeta İslam’la özdeşleşmiş temel ögelerden biri durumundadır. O çoktandır, burada tarihî hüviyetinden farklılaşmış, efsaneleşmiş bir şahsiyet olarak, Altaylardan Volga boylarına kadar, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hoca Ahmed Yesevî, Ata Yesevî olmuştur.193Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismi olarak kabul edilmiştir.194Balkanlar Kafkasya ve Anadolu Türkleri arasında da şöhreti yaygındır. Onun gibi geniş bir alanda ve asırlarca tesirini devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek zordur. 193 Ahmet Ocak, “Türk Dünyasında AhmedYesevî ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı.”, YesevilikBilgisi, s. 316. 194 Bkz. Kemal Eraslan, “AhmedYesevî”, DİA, II, 161. 444 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SAYILOV,, Galib (2014). “Nesimi’nin İnsan Konsepti ve İslam”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.447-454 (http://bilgelerzirvesi.org). Galib SAYILOV* NESİMİ’NİN İNSAN KONSEPTİ VE İSLAM T ürk dünyasının büyük bilgelerinden biri olan Nesimi’nin felsefesi en çeşitli yönümlerde tartışılmaktadır. Kendisin hayatı ve sufi tarikat mensupluğu ve felsefi görüşleri ile ilgili bir takım meselelr gereğince aydınlatılmamıştır. Araştırmalarda da Nesimi ile bağlı çelişkili bilgiler yer almaktadır. Nesimi ‘nin kendisi şeyh Şibli ‘nin dervişlerinden olup, sonradan Hurufilik denen Bâtıni ve batıl mezhebin kurucusu olan Esterabadlı Fazlullah Hurufi’ ye intisap etmiştir. İntisap ettiği sıralarda Hurufilik inançlarına dayalı tasavvufi heyecanlarını dile getirir. Sünni Müslümanlık ölçüsüyle sapık ve ilkel inançların propagandasını yapar. Ve böylelikle Hurufiliğin yayılmasında en büyük rol ve tesir Nesimi’ye aittir. Kaynaklara göre Anadolu’ya gelişi Sultan Murad (Hüdavendigar ) zamanındadır. Şairin Hurufi değil, nimetullahi olduğunu, fakat huruf bilgisine vukufu bulunduğunu, Latifi, Manakib al –Vasilîn adlı bir kitaba atfen, bildiriyor ise de, bu tezkirecinin Nesimi hakkında verdiği malumata itimat edilemez. Diğer taraftan Gaybî Sun’ullah, Sohbet – nâme adlı eserinde Nesimi ‘nin Anadolu‘ya gelince, kendisini Hacı Bayram Veli’nin kabul etmediğini anlatır ve şairin başına gelenin de bu gönül kırgınlığından mütevellit olduğunu belirtir. Refii, Beşaret – nâme’de Nesimi’nin çok seyahat ettiğini kaydetmiştir. Bektaşiler ile vahdet-i vücud akidesini benimseyen sufiler tarafından büyük bir sofi olarak kabul edilmiş aynı zamanda Hallacı Mansur’un bir eşi sayılıp hakkında birçok menkıbeler meydana getirilmiştir. Türkce şiirlerini Azerbeycan dilinin Şirvan şivesi ile söylemiştir. Hurufilik inançlarına dayalı tasavvufi inançları dile getirir. Nesimi inancında samimi, deha sahibi büyük bir şairdir. Yunus Emre dışındaki mutasavvıf şairlerin çoğu didaktirdir. Nesimi ise, lirik ve çoşkun bir şairdir. Bu sebeple tesiri büyük ve devamlı olmuştur. Bu nedenle Bektaşiler ve vahdet-i vücud inancına sahip olan onun tesiri * Doç.Dr.Bakü, Azerbaycan. 447 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı altında kalmışlardır. Bektaşiler bu yüzden onu 7 büyük ilahi şairinden biri sayarlar. (Diğerleri Fuzuli, Hatayi, Şah İsmail, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Yemini ve Virani). Nesimi bu söylemiş olduğu lirik şiirlerinde sadece, inandığı fikir ve felsefeyi yaymak ve başkalarında da öğretmek maksadıyla söylememiş daha çok, böyle bir tefekkür ve inanışın kendi ruhunda uyandırdığı, kalbına sığmaz heyecanları terennüm etmek ihtiyacıyla söylediği içindir. Nesimi, kâinatın bir bütün olduğunu; varlıkların Halık ve mahlûk diye ikiye bölünemeyeceğini; bütün varlıkların ilahi bir aşkla ezelden beri sarhoş olduklarını söylerken, bütün varlığıyla inandığı gerçek bir imanın heyecanlarını terennüm ediyordu. Çoştuğu ve kabına sığamadığı zamanlarda: “Daim Ene’l–Hak söylerem”, “Hak’dan çü Mansur olmışam” derken, Mansur gibi ulaşmak istediği birlik yolunda, kendisine Mansur‘dan daha feci bir son hazırladığının farkında olmayacak kadar bu heyecanın derinliğine gömülmüş bulunuyordu. Nesimi şiirinde insan en yüksek bir düzeyde takdim ediliyor. Bu nedenle Nesimi’nin insan konsepti ayrıca olarak araştırılmalıdır. Nesimide insan “vahdetivücut” felsefesinin içinde bulumaktadır. Ama bu konsept kesinlikle İslam inancıyla bir bütün halindedir. Nesiminin İslam dini görüşleri şiirlerinde net bir şekilde yansıtılmıştır. Örneğin: “Gerçi bugün Nesimiyem, Haşimiyem, Kureyşiyem“, “Allah ile ol imdi, niyaz eyle, Nesimi“, „Şöyle bilirem kim, anı Qur’an bilir ancaq”, “Ey cemalin kulhüvallahü ehad, Suretin yazısı Allahüssamed”, “Hak Teâla varlığı âdemdedir” vb. Bu örnekler de Nesiminin İnsan konseptinin İslam felsefesi içinde intişar ettiğini ve özelliklerini yansıtmaktadır. Bildiride şiir örnekleri üzerinde bu konu detaylı şekilde anlatılacaktır. Azerbaycan kaynaklarında da Nesiminin hayatı hakkında pek geniş bilgiye rastlayamayız. Kaynakların çoğu onun adını İmadeddin olarak yazar, ancak Nesimi’nin asil adının Ali ve Ömer olduğunu da yazan kaynaklar bulunmaktadır. Bazi araştırmacılara rağmen biz Nesimin kesinlikle Şamahı’da doğduğu kanaetindeyiz. Şairin Bursa’da, Tebriz’de, Bakı’da, Diyarbekir’de ve hatta Şiraz’da doğduğu hakkındaki görüşleri de yanlış tesbitler olarak buluyoruz. Çünki Nesimi’nin dili de Şirvan dialektinin özelliğini yansıtmaktadır. Şairin babası Seyid Mehemmed Şirvan’da iyi tanınan şahsiyyetlerden olmuştur. Nesimi’nin bir kardeşi de olduğu bilinmektedir. Onun Şamahı’da yaşadığı, Şah Handan mahlası ile şiirler yazdığı ve hazırda bu adla tanınan kadim kabristanlıkta 448 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması defnedildiği malumdur. İslam’dan sonrakı dövrde Şamahı büyük kültür merkezi haline gelmişti. Burada çoxlu məktəb, mədrəsə, bütün Şərqdə məşhur olan şer və musiqi məclisləri fəaliyyət göstərir, zəngin ictimai və şəxsi kitabxanalar mövcud idi. Paytaxtdan bir qədər kənarda, Məlhəm adlanan yerdə məşhur şair Xaqani Şirvanininəmisiâlim və həkim Kafiəddin tərəfindən yaradılmış Dar-üş-şəfa tibb akademiyası da fəaliyyət göstərirdi. Nəsiminin məktəb illəri belə bir mühitdə keçib. Şamaxılı Seyid İmadəddin Əbu Səid Hüseyn Nəsimi hicri VIIIIX yüzilliyin görkəmli ariflərinə müvafiq elmlərdən təhsil aldıqdan sonra hürufi Fəzlullah Nə-iminin (hic.796 m) xidmətinə yetib onun tərbiyə və təlimlərindən bəhrələnərək mənəviyyatın ali dərəcələrinə yetmişdir. Səfərlərinin hamısında özünün şeyx mürşidi Nəimi ilə yol yoldaşı olmuş və onun qızı ilə evlənmişdir. Şairin əsərlərinin təhlili göstərir ki, Nəsimi Şamaxıda o dövrün ən yaxşı universitetlərinin tələbinə cavab verəcək bir dərəcədə kamil təhsil ala bilib. O, klassik Şərq və qədim yunan fəlsəfəsini, habelə ədəbiyyatını dərindən mənimsəmiş, İslam və Xristianlıq dinlərinin əsaslarına yaxından bələd olmuş, tibb, astronomiya və astrologiya, riyaziyyat və məntiq elmlərinədərindən yiyələnmişdi. O, dilləri elə yaxşı öyrənmişdi ki, Azərbaycan, fars və ərəb dillərində eyni dərəcədə gözəl şerlər yaza bilirdi. Onun azərbaycanca şerlərinin dili həm zənginliyi, həm də xalq nitqinə yaxınlığı ilə seçilir, atalar sözləri, zərbməsəllər, hikmətli sözlər burada çoxluq təşkil edir. Nəsiminin rübailəri Azərbaycan xalq şeri nümunələri olan bayatılara çox yaxındır. Nəsiminin poeziyasında Azərbaycanın, eləcə də digər Şərq ölkələrinin məşhur alim və şairlərinin adları tez-tez xatırlanır. Bunlardan Əli ibn Sinanı, Xaqanini, Nizaminini, Fələkini, Həllac Mənsuru, Fəzlüllah Nəimini, Şeyx Mahmud Şəbüstərini, Övhədi Marağayini və başqalarını göstərə bilərik. Hürufilər Teymurləng tərəfindən ciddi təzyiqlərə məruz qaldığı bir vaxtda Nəsimi vətəndən didərgin düşüb, İraq, Türkiyə, Suriyada yaşamağa məcbur olub. Hürufilik təlimi əsasında irəli sürdüyü panteist ideyaları üstündə Hələb şəhərində edam olunub. Nəsimini Təbrizinis bəsində təqdim edən İbn əl-İmad Hənbəli yazır: "O, hürufilərin şeyxidir, Hələbdə sakin idi, tərəfdarları çoxaldı, bidəti artdı, iş o yerə çatdı ki, sultan onun öldürülməsini əmr etdi, boynu vuruldu, dərisi soyuldu, çarmıxa çəkildi". 449 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nəsimi 3 dildə yazıb. O, öz ideyalarını peşəkar filosof kimi ayrıca traktatlarda bitkin sistemdə verməyib, çünki Miyanəcinin, İbn Ərəbinin geniş əhatəli sufi-fəlsəfi əsərlərindən sonra bu məzmunda traktatlar yazmağa o zaman bəlkə də ehtiyac duyulmurdu. Hürufiliyin nəzəri əsaslarına gəldikdə, Nəiminin əsərlərində o artıq işlənib hazırlanmışdı. Dönemin Kültür Gerçekliği və Nəsimi Nəsimi XIV əsrdə doğulub, zəngin ədəbi dil şəratində təhsil alıb və dövrün qabaqcıl ideyalarını öz yaradıcılığında əks erdirib. Ə. Dəmirçizadənin, T.Hacıyevin, Q. Kazımovun, N. Cəfərovun və başqalarının Azərbaycan ədəbi dili tarixinə aid tədqiqatlarında Nəsimi dili haqqında dəyərli fikir və mülahizələrə rast gəlirik. XI.-XII. əsrlər dövründə Azərbaycanın aid olduğu coğrafiyada dil mühitinin rəngarəngliyi müşahidə olunur. Bu dövrdə bir tərəfdən İslam mədəniyyəti və ərəb dili Türk dil mühitinə dərindən nüfuz edir, digər tərfdən də fars dili ilə sıx inteqrasiya prosesinə qoşulur. Din və elm dili kimi ərəb dili İslam coğrafiyasını əhatə etməyə başlayır. X. əsrdən başlayaraq İslam və Türk mədəniyyətləri arasında sıx şəkildə təmaslar başlanır. XI. əsrdə Oğuzların qurduğu Səlcuq imperatorluğu ərəb-İslam mədəniyyətinin yayıldığı böyük bir coğrafiya üzərində hakim olur. Səlcuqlar dövründə ərəb dili din və elm dili kimi, farsca isə şeir dili kimi geniş şəkildə işlənir. Bu dövrdə müsəlman mədəniyyəti ərəb, fars və Türk dillərinin sıx şəkildə inteqrasiyasında ciddi rol oynayır. XIII. əsrin əvvəllərindən başlayaraq Abbasilər sülaləsinin süqutu ilə eyni zamanda klassik İslam mədəniyyətində ciddi dəyişikliklər baş verir.Bu özünü İslam mədəniyyətinin differensasiyasında olduğu kimi dildə də özünü göstərir. “Məhz bunun da nəticəsində əvvəllər müsəlman mədəniyyəti daxilində milli xarakteri ilə reallaşa bilməyən Türk duyğu və təfəkküründə avtonomluğa meyl güclənir. Bu dövr Azərbaycan mədəniyyətini də içinə alan oğuz-səlcuq mədəniyyəti təşəkkül tapır”. Elə bu dövrdə də ümumtürk ədəbi dilinintürkinin Cənub-Qərb təzahürü olan oğuz türkcəsi fars dili ilə yanaşı ədəbi-bədii təfəkkürün əsas ifadə vasitələrindən birinə çevrilir. İzzəddin Həsənoğludan Füzuliyə qədərki türkcə mətnlərdə əyaniləşən poetik təfəkkürün inkişafı fars dilində bu dövr hələ də yaranmaqda davam edən (Mahmud Şəbüstəri, Marağalı Əvhədi, Qasım Ənvar və b.) ədəbiyyatla paralel və qarşılıqlı zənginləşmə şəraitində gedir(sx). Bu dövrdə tədricən türkcə ön mövqeyə çıxır və türkcə ədəbi əsərlərin kəmiyyəti artan xəttlə inkişaf edir. Bu təbii ki, türklərin 450 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dünyada artan nüfuzu ilə bağlı olaraq baş verir. Türk dilində şeirlərin yazılmasında baş verən artımla yanaşı, ənənəyə bağlı olaraq farsca şeir yazmaq ənənəsi də davam etdirilir.Həmin dövrün türkcə və farsca şeiri “ideya-estetik baxımdan eyni bir tipoloji ümumiliyə malik idi.Məhz buna görə də həmin dövrdə Türk təfəkkürlü şairin farsca yazdığı əsərlərdə de türk dilli ədəbiyyatla eyni dərəcədə tədqiqata cəlb edilməli, bədii fikrimizin bu mərhələsində təsəvvüf probleminin qoyuluşu və həlli yalnız oğuz-səlcuq mədəniyyəti çərçivəsi ilə məhdudlaşdırılmamalıdır.”( 1, 43). Dövrün Fəlsəfi Gerçəkliyi və Nəsimi Nəsimi dilin zənginliklərindən qəzəllərində özünəməxsus bir ustalıqla istifadə edib. Bəzən şair şerlərini yalnız xitab və ifadəli təkrarlar üzərində qurur: Məndə sığar iki cahan, mən bu cahâna sığmazam Gövhər-i lâ-məkân mənəm, kövn ü məkâna sığmazam Filosof-şairin poeziyası çox tez bir zamanda Orta Asiya, Türkiyə və İran xalqları arasında populyarlıq qazanır. Həllac Mənsurla birlikdə onun adı öz əqidəsi uğrunda qeyri-adi sədaqət və cəsurluq rəmzinə çevrilir. Onun əsərləri bir çox dillərə çevrilir və həmin dillərdə yazıb-yaradan şairlər onu təqlid edirlər. Nəsiminin şerlərini xalq arasında avazla oxumaq və onun hürufi ideyalarını təbliq etmək üstündə bir çoxları əzablara qatlaşır, hətta canlarından da keçirlər. Üzünü məndən nihân etmək dilərsən, etməgil Gözlərim yaşın reəvân etmək dilərsen, etməgil Bərq-i nəsrin üzrə miskin zülfünü sən dağıdıb Âşiqi bîxânimân etmək dilərsən, etmgil Yaradıcılığının ilk dövrlərində Nəsimi də ustadı Nəimi kimi sufizm mövqeyində dayanır və tanınmış sufi şeyxi Şiblinin təlimini davam etdirirdi. Bu mərhələdə şair öz əsərlərini "Hüseyni", "Seyid Hüseyni", "Seyid" təxəllüsləri ilə yazır. Lakin X əsrin sufi İran filosofşairi Hüseyn Həllac Mənsur’un təlimi Nəsiminin ruhuna daha yaxın idi. İlk dəfə məhz o demişdi ki, "Mən allaham!" Bu cür küfr sayılan fikirlərinə görə Həllac Mənsur daim təqiblərə məruz qalmış və nəhayət, öz ömrünü darağacında başa vurmuşdu. Əqidəsi uğrunda bu cür fədakarlıq göstərməyə hazır olan Nəsimi də Mənsura heyran kəsilmiş və öz əsərlərində onu tərənnüm etmişdi. Maraqlıdır ki, şair hürufi təlimini qəbul etdikdən sonra da Həllaca vurğunluğundan qalmamışdı. Bu sözləri müəyyən mənada Nəsiminin uzun müddət sadiq qaldığı sufi fəlsəfəsi haqda da söyləmək olar. Bununla əlaqədar olaraq, Zümrüd 451 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Quluzadə yazır: "Nəsimi yaradıcılığının mərkəzində lirik qəhrəmanın aşiq olduğu, onu yüksəldən, kamilləşdirən və öz nuruna qərq edən gözəl-allah dayanır. İnsan üçün ən yüksək, ülvi duyğu həmin sevgilinin vüsalına yetişmək, ona qovuşmaq, onda əriyib yox olmaqdır. Şair yazır ki, eşqi günah sayanların sözlərinə baxmayaraq, o, bu yoldan çəkinməyəcək. Çünki yalnız bu yol insanı tanrıya, həqiqətə çatdıra bilər"(3). Daha sonra oxuyuruq: "Lakin tədricən Nəsiminin dünyagörüşündə sufilik hürufiliklə əvəz olunur. Bu, hər şeydən öncə şairin panteist görüşlərindəki dəyişiklikdə əks olunur. Bu görüşlərin əsasında artıq eşq və sərxoşluq deyil, hərf, ağıl dayanmağa başlayır. Bu zamandan etibarən Nəsimi fəlsəfədə Nəiminin yaratdığı hürufiliyə tapınır və onun əsas müddəalarını təbliğ edir. Ancaq Nəsiminin təbliğ etdiyi hürufilik heç də Nəiminin yaratdığı təlimin eynilə təkrarı deyil" (3). Dönemin Tasavvıf Gerçekliği ve Nesimi Müşahidələr göstərir ki, “əsrdən-əsrə sufi poeziyada büllurluğa doğru inkişaf gedib.Beləliklə, artlq XII-XIII- əsrlərdən etibarən təsəvvüfün nəzəri əsasları da daha çox simvolik istiqamətdə şərh edilməyə başlayır.”Sufilər dünyanı bir kölgə, etibarsız, dəyişkən sayıblarsa, irfançı mütəfəkkirlər onu həyat və bilik məktəbi, elm xəzinəsi, böyük sirlər aləmi bilirlər”. Sufizmin bu şəkildə inkişafı vəhdət ideyasına “poeziyada özünüdərk aktı kimi müraciət etməyə gətirib çıxaran əsas səbəblərdən biridir.Büllurlaşmış təsəvvüfi poeziyada dünyanın poetik dərki ilə sufi düşüncə tərzi hər ikisi birləşməyə mane olan amildən (təsəvvüf ehkamçılıqdan, poeziya isə məişət zəmininə enməkdən) imtina edir.Nəticədə buna qədərki sufi şeirin poetik və sufi məzmunu arasındakı sərhədlər aradan qalxır, fəlsəfi poeziyadan fərqli olaraq billurlaşmış təsəvvüfi poezya məzmunca yekcins xarakter kəsb edir. Ərəb poeziyasında İbn əl-Fəridin, fars poeziyasında Hafizin, Türk poeziyasında Füzulinin təmsil etdiyi ədəbiyyatda bədii formanın mükəmməlliyi dini məzmunu inkar etmir və ya əksinə. Bu poeziyada dini-fəlsəfi məzmun və poetik mükəmməllik bir-birinin tamamlayıcısına çevrilir” (1,26). İnsan Konseptinin İfade Özelliği Tədqiqatlarda da təsdiqləndiyi kimi Nesimin insan konseptinin ifadesinde ərəb şeirinin ənənəvi poetik obraz və ifadələri başlıca baza rolunu oynayır. Ərəb təbiətinin təsvirində xüsusi poetik obraz 452 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olan “ay”-ilahi eşqin manifestasiyasının, dünyəvi süfrə poeziyasının “şərab” obrazı-ilahi eşqin, sərxoşluq-daxili nurlanmanın və s. simvolu kimi çıxış edir” (1). Belə obrazlar vasitəsilə sufi şeirin dilində sufi ideya sosial örtükdə təqdim olunur. Burada məişət leksikası vasitəsilə dünyəvi həyat effekti, onun bədii mənzərəsi yaradılır.Belə leksik vahidlərlə yaradılan profan (adi) dünya mənzərəsinin arxasında sufi dünyagörüş gizlədilir.Bu tipli sufi fənd bir çox şairlərin yaradıcılığında “quş dili” olaraq səciyyələndirilib. Məsələn, Nəsiminin aşağıdakı beytində bu ifadəyə rast gəlirik: Heç kimsə Nəsimi sözünü fəhm edə bilməz, Bu quş dilidir, bunu Süleyman bilir ancaq (2,139). Buradan aydın olur ki, rəmz və simvollardan istifadə sufi şeir üçün, o cümlədən Nəsimi dili üçün olduqca xarakterikdir.Çünki sufi ideyanı gizli saxlamaq, təriqət çərçivəsindən kənara çıxarmaq təhlükəli idi. Orta əsrlərin mövhumatla qarışıq dini mühiti “Həq mənəm, həq məndədir, həq söylərəm” müddəasını qəbul etməyə hazır deyildi. Müşriklik və küfr damğası üçün bu kimi ifadələr kifayət edirdi. Əlbəttə, sufi ideyanın dildə ifadəsi zamanı bir çox hallarda motivlənmə qeyri sakral leksika ilə verilir. Burada aşiqin ilahi eşqlə haqqa qovuşmaq üçün çəkdiyi həsrət bülbülün gül üçün həsrət çəkməsi şəklində ifadə olunmuş və sufi ideya bülbülün nəğməsində gizlədilmişdir.Nümunədə obrazlılığın hər iki formasını müşahidə edirik; həm sakral leksika “quş dili” altında verilir, həm də gerçək quş effekti (“ötmək” feli vasitəsilə) yaratmaqla profan leksik örtüklə təmin olunmuş, qeyri-sakral dünya ilə arasına sərhəd çəkilmişdir. Nesimi şiirinde insan İslam dininde olduğu gibi yer yüzünün aşrefidir ve Allahın bir zarresidir. İnsan bu şairin şiirinde bir daha yükselir ve insanlık yüce bir kata ulaşmış olur. Nesimin asil amacı insanı kutsal bir makama, hak mertebesine yükseltmek, ona ilahi varlığın bir zarresi gibi hak ettiği değeri kazandırmak olmuştur. 1. 2. 3. 4. Kaynaklar Xavəri S., Azərbaycan təsəvvüf ədəbiyyatı (XIII-XVI əsrlər), Doktora tezi, Bakı, 2000. Nəsimi İ., Seçilmiş əsərləri, Azərbaycan klassik ədəbiyyatı kitabxanası, C.V. Bakı, Elm, 1985. Kuluzadə Z. Zakonomernosti razvitiya vostoçnoy filosofii XIIIXVI vv. I problema zapad-vostok, Bakı, 1983. XIII-XVI əsrlər Azərbaycan şeiri, C. III. Bakı, Elm, 1984. 453 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 5. Araslı H., İmadəddin Nəsimi (həyat və yaradıcılığı), Bakı, Azərnəşr, 1972. 6. Kuluzadə Z., Xurufizm i eqo predstaviteli v Azerbaydjane, Baku, Elm, 1970. 7.Əminzadə Ə., Azərbaycan fəlsəfi və ictimai-siyasi fikir tarixindən, Bakı, Elm, 1972. 8.Bertels E.G., Sufizm i sufiyskaya literatura, Moskva, Nauka, 1965. 454 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İNAN, Ahmet (2014). “Büyük Müfessir Mustafâ Hayrî Efendi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.457-464 (http://bilgelerzirvesi.org). Ahmet İNAN * BÜYÜK MÜFESSİR MUSTAF HAYRÎ EFENDİ** Giriş S on dönem Osmanlı medreselerinde yetişen Mustafâ Hayrî Efendi, mensubu olduğu Türk toplumunun Batılılaşma istikametinde gelgitler yaşadığı bir zaman diliminde yaşamış; Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini idrak etmiş; yakın dönem Türk tarihinin en önemli kırılma noktalarına tanık olmuştur. Birinci Dünya Savaşında cepheden cepheye giderek bu savaşın tüm ağırlığını omuzlarında hissetmiştir. Birinci Dünya Savaşı ertesinde Bulgaristan’a yerleşen Mustafa Hayri Efendi, burada ikamet ettiği yıllarda, bir yandan İkinci Dünya Savaşına tanıklık ederken, diğer yandan Osmanlı hinterlandından kopan bir ülke olarak Bulgaristan’daki Osmanlı bakiyesi Müslüman Türk toplumunun giderek azınlık durumuna düşmesine tanıklık etmiş ve Bulgaristan’daki Müslüman Türk azınlığı ile kader ortağı olmuştur. A. Hayatı: a. Doğumundan Yüksek Tahslini İkmaline Kadar: Mustafa Hayri, H. 1307 (1889/1890) yılında Hısnımansûr’da (Adıyaman) doğdu. İbtidâiyye ve Rüşdiye’yi Hısnımansûr’da ikmal ettikten sonra Antep’te Abdullah Hoca’dan dört yıl boyunca klasik medrese üsûlü ile dersler aldı. Hocasının teşviki ile taşrayı terk ederek eğitimini sürdürmek üzere İstanbul’a gitti. Mustafâ Hayrî, gençlik yılarında İstanbul’a geldiğinde medrese tarihinde önemli kırılmalar yaşanmaktaydı. Zira 1908 deki II. Meşrutiyet inkilabı, medreselerde de yeni bir dönem başlatmış, eski * Doç. Dr. Dicle Üniversitesi. Bu tebliğ metni, “Adıyaman’lı Mustafâ Hayrî Efendi ve Tefsiri: el-Muktataf fî’t-tefsîr, Ankara-2003” adlı kitabımızdan özetlenerek oluşturulmuştur. Kaynaklar için anılan kitabımıza bakınız. Ayrıca bkz: Ahmet İnan, TDVİA., 31. Cilt, “Mustafâ Hayri Efendi” maddesi. ** 457 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı medrese sistematiği değişmiş, yerine yeni bazı medreseler kurulmuştu. Mustafâ Hayri, önce II. Meşrutiyetin eğitim alanındaki ıslahat ruhuyla yeni kurulan Medresetu’l-Vâizîn’de iki yıl okudu. Bu medresenin kuruluş amacı, İslam’ı yeni bir metod ile anlatacak ve irşâd hizmeti verecek olan tebliğciler yetiştirmekti. Onun bu medresedeki hocalarından biri de Elmalı’lı Hamdi Yazır idi. Mustafâ Hayrî, Medresetu’l-Vâizîn’i bitirdikten sonra Medresetu’l-Kuzât’a girdi. Tanzimat döneminde, hukuk alanında meydana gelen gelişmeler karşısında ihtiyaç duyulan yeni Naip ve Kadı’ların yetiştirilmesi amacıyla 1854’de “Muallimhâne-i Nüvvâb” adıyla kurulan bu medrese, 1885’de “Mekteb-i Nüvvâb”, 1908’de “Mekteb-i Kuzât”, 1909’ da Medresetu’l-Kuzât” adını almıştı. Mustafâ Hayrî, öğrenim süresi dört yıl olan Medresetu’lKuzât’ı bitirerek buradan fevkalade/pekiyi derece ile mezun oldu. b. Çanakkale, Makedonya, Bağdat Cepheleri ve Esaret Yılları 1892 yılında medrese öğrencilerine tanınan askerlikten muafiyet hakkı, medreseleri asker kaçakları ile doldurmuş; medreselerin eğitim seviyesini düşürmüştü. II. Meşrutiyet’de askerlik hizmeti tüm yurttaşlara zorunlu kılınınca, artık medreseliler de askere alınmaya başlamıştı. Yüksek tahsilini II. Meşrutiyetin yeni tip medreselerinde geçiren Mustafâ Hayrî, henüz bir görev almaya fırsat bulmadan askere alındı ve 1. Dünya Savaşına katıldı. 5. Kolordu, 13. Fırka 13. Topçu Alayında Çanakkale muharebesine katıldı. Çanakkale’den İstanbul’a 46. Topçu Alayına tayin edildi ve bu Alay ile birlikte önce bir süre Makedonya muharebesine, oradan da aynı Alay’la Bağdat Cephesine gönderildi. Burada bütün Alay ile birlikte İngilizlere esir düştü. İki yıl, iki ay süren esaret hayatı boyunca, okuma yazma bilmeyen askerlere okuma yazma öğrettiği, nakledilir. Nihayet İngilizlerle yapılan esir mübadelesi anlaşması gereğince İstanbul’a getirilerek serbest bırakıldı. c. İstanbul’dan Bulgaristan’a İstanbul’a hayli bitâb bir vaziyette ulaşan Mustafâ Hayrî Efendi, bir arkadaşının tavsiyesi üzerine, tebdil-i hava amacıyla Bulgaristan’a gitti. Bu dönemde Bulgaristan her ne kadar Osmanlı’dan ayrılmış ise de, önemli miktarda Müslüman Türk nüfus ve bu nüfusa ait Osmanlı’dan kalan kurumlar hala yaşamaktaydı. 458 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Esasen menşe olarak Türk olan Bulgar’ların İslam dini ile tanışmaları Osmanlı’dan önce başlamıştır. Tuna Bulgarları Hıristiyan, İdil Bulgarları da zamanla Müslüman oldular. Bulgar Hanı Yalvatar oğlu Almış Han, M. 920 yılında Bağdat’a elçi göndererek, halifeden Bulgar halkına İslam dinini öğretecek bilginler ile cami ve kale yapacak mimarlar göndermesini istedi. Bulgar’ların İslamlaşma sürecini peygamber ve sahabeye kadar götüren söylemler varsa da, İdil Bulgaristanı’nın bir İslam Devleti haline gelerek İslamiyetin resmi devlet dini haline gelmesi, Almış Han dönemine rastlar. İdil Bulgar’ları bir süre Kazan Hanlığına bağlı olarak yaşadılar ve halen nesilleri ve dilleri Çuvaşlar ile sürmektedir. Bugünkü Bulgaristan ise, Hıristiyan olan Tuna Bulgar’larına dayanır. Bugünkü Bulgaristan’ın futuhâtı, I. Murad (1360-1389) döneminde gerçekleşti. 1393 yılında Yıldırım’ın büyük oğlu Süleyman Çelebi’ye bağlı kuvvetler Bulgar baş şehri Tırnova’yı ele geçirerek Bulgar Krallığına son verdiler. Fethedilen bu toprakların vatan haline getirilmesi için Anadolu’dan Türk göçmenler getirilerek yerleştirildi ve kısa zamanda birçok camii, medrese, imâret, kütüphane vb. vakıf eserleri tesis edildi. 1789 Fransız İhtilali ve Rusların Panslavist politikalarının etkisi ile Bulgaristan’da iç hareketlilikler başladı. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşında Rumeli istila edildi. Sonuçta 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması ile kaybedilen toprakların önemli bir bölümü tekrar alındıysa da, çok sayıda nüfus hareketleri meydana geldi ve Bulgar halklarında istiklal düşüncesi oluştu. Osmanlı, 1841 ve 1849 ayaklanmalarını bastırmakta zorlanmadıysa da Avrupa ve Rusya etkisi, olayları kendi akışına bırakmadı. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan faydalanan kilise giderek güçlendi. Nihayet 93 Harbi (1877-1878) sonunda Berlin Antlaşması ile (1878) Tuna ile Balkanlar arasında Sofya, Niğbolu, Ziştova, Rusçuk, Silistre, Varna, Şumnu, Lofça, Tırnova gibi şehir ve bölgeleri içeren Osmanlı Devletine bağlı muhtar bir Bulgaristan Prensliği kuruldu. Bu sırada Bulgar hudutları dâhilinde, bir buçuk milyon civarında Türk nüfusu kalmıştı ki bu o gün için büyük bir nüfus idi. Bu sıralarda Filibe, İslimye, Eskizağra, Tatarpazarcığı, Burgaz ve Hasköy sancaklarından oluşan Doğu Rumeli Vilayeti de kurulmuştu. 1885’te bu topraklar da Bulgaristan Prensliğine bağlandı. Böylece Bulgaristan’daki Türk nüfusu daha da yükseldi. Uzun süre Osmanlı idaresinde kalan Bulgaristan, nihayet Osmanlının II. Meşrutiyet dönemine girmesinden kısa bir süre sonra 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilan etti. 459 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mustafâ Hayrî Efendi, 1920’li yılların başlarında Bulgaristan’a gittiğinde Bulgaristan’ın bağımsızlığının üzerinden on küsûr yıl geçmiş; buradaki Müslüman azınlık eski rahatlığına kavuşamamıştı. Üstelik 1944’teki komünist işgal dönemi Müslüman azınlığı daha da baskıladı. Mustafâ Hayrî Efendi’nin Bulgaristan’a gittiği ilk dönemlerde henüz komünist işgal başlamamış; krallık döneminde buradaki Müslümanlar daha rahat bir dönem yaşamışlardı. Bu dönemde Osmanlı etkisi hala canlı olarak yaşamakta; Osmanlı’dan kalan vakfiyeler varlığını ve misyonunu hala sürdürmekteydi. 1908’de Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanması ile vakıflara yeni bir statü verilmişti. 1909, 1913 ve 1919 yıllarında vakıflarla ilgili yeni düzenlemeler yapıldı. 1919 tarihli “Bulgaristan Müslümanları Müessesât-ı Diniyye İdare ve Teşkilatı Nizamnamesi”nin 130. Maddesine uygun olarak Başmüftülüğe bağlı “Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdürlüğü” kuruldu. 179. Maddeye göre vakıflardan elde edilecek gelirlerin fazlası bir fonda toplanarak fakir çocukların tahsil masraflarında kullanılmaya başlandı. 1932 yılında, vakıfların ıslahı için Sofya’da bir kongre yapıldı. Mustafâ Hayrî Efendi’nin Bulgaristan’a gittiği yıllarda, buradaki Müslüman Türk azınlığın dini tedrisatı vakıflar desteği ile devam etmekteydi. Bulgaristan’da Osmanlı bakiyesi önemli sayıda topluluklar, camii, medrese, han, hamam, saat kuleleri gibi birçok yapı bulunmaktaydı. d. Şumnu Yılları Mustafâ Hayrî Efendi Bulgaristan’a geldiğinde Şumnu Sancağına bağlı Karalar Köyünde bir süre Ramazan hocası olarak bulunur. İstanbul’daki yıllarından tanıdığı Emrullah Feyzullah Efendi ise tam bu sıralarda Şumnu’daki Medresetü’n-Nüvvâb’ın açılması faaliyetlerini yürütüyordu. Emrullah Feyzullah, medresenin eğitim kadrosunu tamamlamaya çalışırken Mustafâ Hayrî Efendi’nin Şumnu’da bulunmuş olmasını fırsat bilerek ona müderris olmayı teklif eder. Mustafâ Hayrî Efendi bu teklifi kabul eder ve böylece 1922 de bu medreseye muallim olarak atanır. 1939 yılına kadar bu medresede görev yapan Mustafâ Hayrî Efendi, burada Arapça, Farsa, Ulûm-ı Diniyye, Mecelle, Ferâiz, Fıkıh, İlmu’l-Usul, İ’lâmât-ı Şeri’yye/Usulu’s-Sak ve Ahkâm-ı Evkâf derslerini okutmuştur. Mustafâ Hayrî Efendi aynı zamanda Medresetü’n-Nüvvâb’ın Âliye kısmının müdürlüğünü de yapmıştır. 460 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mustafâ Hayrî Efendi eğitimde ve askerlik görevinde bulunması sebebi ile Şumnu’ya yerleşinceye kadar evlenememişti. Şumnu’da ikamet eden Tokoğlları ailesine mensup, rüşdiye mezunu ve Şumnu’da bir süre ilk mektepte Kur’an muallimesi olarak hizmet etmiş olan Cemile Hanım ile evlendi. e. Sofya Yılları Mustafâ Hayrî Efendi 1939 yılında Şumnu’daki görevini sürdürürken oradan Sofya Başmüftülüğü’ne bağlı Şer’i Divan-ı Âli Hey’et azalığına (Din işleri yüksek kurulu üyeliği) naklen atandı ve bu görevi sebebi ile Sofya’ya yerleşti. 1965 yılına kadar yaklaşık 26 yıl buradaki görevini sürdürdü. Mustafâ Hayrî Efendi’nin Fıkhın furuatı ile ilgili olarak yazdığı “el-Muktataf [fi’l-Fıkh]” adlı eserinin kapağında “Sofya Müftüsü” ibaresi yer almaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Mustafâ Hayrî Efendi bir taraftan Sofya Başmüftülüğü’nde din işleri yüksek kurulu üyeliği görevini yaparken aynı zamanda Sofya Müftülüğü görevini de bir süre deruhte etmiştir. Mustafâ Hayrî Efendi 1922 yılından 1965 yılına kadar 43 yıl Bulgaristan’da Müslüman Türk azınlığı arasında dini hizmet verdi. Bir yandan Müslüman azınlığın eğitim, bürokrasi ve hukuksal sorunları ile uğraşırken, diğer yandan birçok eser yazdı. Fıkıh ile ilgili yazdığı eser Sofya’da ki Medresetü’n-Nüvvâb matbaasında 1941 yılında basılmıştır. Bu kitap Fıkhın furuatı ile ilgili olup 120 sayfadan oluşmaktadır, eserin dili Arapça’dır. Mustafâ Hayrî Efendi Sofya’ da ikamet ettiği yıllarda elMuktataf fi’t-Tefsîr adlı tefsirini yazmış, ama hayatta iken bu eserini basmaya fırsat bulamamıştır. Ancak bu eser vefâtından sonra 5 cilt olarak Lübnan’da Muhammed Ali es-Sâbûnî’nin tahkiki ile yayınlanmıştır. Mustafâ Hayrî Efendi’nin bu iki basılı eseri dışında Luğatu’t-Tıbb, Mecmuat’ül-Fevâid adlı eserleri ve Müslüman çocuklar için yazdığı bir ilmihal kitabı bulunmaktadır. f. Anavatan’a Dönüşü ve Vefâtı Krallık döneminde nisbeten rahat yaşayan Bulgaristan Müslüman Türk azınlığı, 1928’de ki yönetim değişikliğinden sonra daha fazla devlet baskısına maruz kaldı. Bu nedenle yoğun göçler yaşandı. 1950’de üç ay zarfında 250 bin Türk’ün Bulgaristan’dan Türkiye tehciri kararı çıkınca 160 bin Türk arazi ve emlakini bırakarak anavatana geldi. Mustafâ Hayrî Efendi’nin aile fertleri de muhaceretlerde Türkiye’ye dönenlerdendi. Bu nedenle görevini 461 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sürdürmek için Sofya’da bir süre tek başına ikamet etmek zorunda kaldı. 1965 yılında serbest göçmen statüsü ile Türkiye’ye dönerek ailesine kavuştu. Ömrünün son 5 yılını İstanbul’da ailesi ile birlikte geçirdi. 30.03.1970 tarihinde gece saat 22 sularında Beyoğlu İlkyardım Hastanesinde mide kanaması geçirerek vefât etti. Fatih Camiinde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra, Topkapı Eski Kozlu Mezarlığına defnedildi. B. Eserleri: a. Öğrencileri: Âlimlerin yetiştiridiği öğrencileri de bir yönüyle onların eserleri sayılır. Mustafâ Hayri Efendi, Bulgaristan Türklüğünün en önemli eğitim kurumu olan Nüvvâb’daki hocalığı esnasında yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Bu öğrencilerden bazıları Türkiye’ye göç ederek Türkiye’deki din eğitimine çok büyük hizmetler sundular. Ahmed Davudoğlu, İbrahim Tanır, Osman Kılıç, Osman Keskioğlu, Hafız Nafiz Konuk, Mehmet Halil Öztürk, İsmail İbrahim Akdere, Muharrem Develioğlu ve Akif Osman, onun yetiştirdiği öğrencilerdendir. b. Basılı Kitapları: 1. el-Muktataf [fî’l-fıkh]: Sofya’da Nüvvab matbasında 1941 yılında Arapça olarak basılmıştır. Fıkh’ın furuaatı ile ilgili olup 120 sayfadır. 2. el-Muktataf fî’t-tefsîr: Mustafâ Hayrî Efendi’nin Arapça olarak kaleme aldığı tefsirinin yazımını 15 Nisan 1964 yılında Sofya’da tamamladığı, tefsirinin el yazmasının sonunda yer alan tetimme bölümünden anlaşılmaktadır. 1965 yılında Türkiye’ye döndüğünde, Bulgar yetkililer eserin Türkiye’ye girişinde bazı problemler çıkarmışsa da sonunda kendi el yazısı ile yazdığı tefsirin yazma nüshasını kendisi ile birlikte Türkiye’ye getirmeye muvaffak olmuştur. Mustafâ Hayrî Efendi, yazma sayfalarla 3000 sayfayı aşan bu tefsirini, sağlığında basma imkânı bulamamış, ancak yakınlarına bu tefsiri basmalarını vasiyyet etmiştir. Müfessirimizin vefâtından yaklaşık on yıl sonra, 1980’li yılların başında Müfessirimizin yakınlarından Şerif Bucak, hac maksadıyla Mekke’ye gittiğinde yazma haldeki 3000 küsûr sayfalık bu tefsiri Muhammed Ali esSâbûnî’ye takdim eder. Es-Sâbûnî, bu eserin kamil manada bir tefsir olduğunu anlar ve görüşmeler devam eder. Nihayet eser es-Sâbûnî tarafından tahkik edilerek 1996 yılında beş cilt halinde Lübnan’da 462 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması basılır. Ancak es-Sâbûnî’nin tahkiki mâlesef tefsirin orijinalini yansıtmaktan çok uzaktır. Biz, “Adıyaman’lı Mustafâ Hayrî Efendi ve Tefsiri: el-Muktataf fî’t-tefsîr” adlı kitabımızda, es-Sâbûnî’nin tahkikinin tahkik denilmeyi hak etmediğini isbat etmeye kâfi gelecek kadar hatalarını ortaya koyarak, eserin hala tahkik edilmeyi beklediğini belirttik. Ayrıca anılan tefsirin 3000 küsûr sayfalık yazma halini dijital ortama kaydederek CD’lerini, başta Diyanet İşleri Başkanlığı, İSAM ve IRCICA gibi kurumlara göndererek eserin orijinalinin, emin ellerde muhafaza edilmesini sağlamayı hedefledik. c. 1. 2. 3. Basılı Olmayan Kitapları: Luğat’t-tıb Mecmuat’ul-Fevâid İlmihal Sonuç Osmanlı, askerî futûhâtlarını, kültürel futuhatlarla taçlandırır idi. Selçuklu mirası üzerine Asya’da kurulan Osman’lı devleti, zamanla Balkanlar’da da askeri futuhâtlar yaptı ve Anadolu’dan Türk boylarını buraya iskân ederek, bu bölgede Abbasilerden bu yana varolagalen İslam kültürünü takviye etti. Önemli bir Balkan ülkesi olan Bulgaristan, I. Murad zamanında fethedildikten sonra bölgeye Türk boyları iskân edildi ve burada var olan İslam kültürü daha da canlandırıldı. 1908 inkilâbı ertesinde Osmanlı’dan bağımsızlaşan Bulgaristan’da Osmanlı’dan kalan birçok kurum bulunmaktaydı. Bu kurumlar bir süre ayakta kalabildi. Bilhassa Krallık döneminde nispeten daha rahat olan Müslüman Türkler, 1944’deki komünist işgal döneminden sonra büyük baskılara maruz kaldı ve bu defa adeta tersinden göç dalgası başladı. Mustafâ Hayrî Efendi, Anadolu’nun küçük şirin bir kenti olan Hısnımansur’dan Balkanlara gelerek Bulgaristan Müslüman Türkleri ile kader birliği yapmıştır. Ömrünün tam 43 yılını buradaki Müslüman Türk azınlığa hizmet vererek geçirmiştir. Bulgaristan’daki Müslüman azınlık arasında “Kürt Mustafâ Efendi” diye tanınan Mustafâ Hayrî Efendi, göçmen Türk topluluğundan bir ailenin kızı ile evlenerek bu toplulukla kader birliği yapmıştır. Kuşkusuz Osmanlı kültür ortamında kişinin mensup olduğu etnik kökeni ile tanıtılması, tenafür değil, tearüfe müncer olmaktaydı. Bu gün o kaybettiğimiz iklime ne kadar 463 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı da muhtacız. Onun Sofya’da yazımını tamamladığı tefsir, ilmi kişiliğinin ve uluvv-u himmetinin en büyük nişanesidir. Mustafa Hayri Efendi’nin tefsiri, hala yeniden tahkik edilmeye muhtaçtır. Bildiğimiz kadarıyla, son dönem Osmanlı uleması içinde Arapça tefsir yazan tek âlimizin bu tefsirinin Suudi Arabistan’da bir takım nâ-ehil kişilerin elinde bozulmuş olması, acı kaybımızdır. Umarız ki, bu sempozyum vesilesi ile, bu nadide eser, bir kez daha ilahiyat camiasının nazar-ı dikkatine mazhar olur. Bu konuda en büyük çaba, kuşkusuz Diyanet İşleri Başkanlığımıza düşer. Başkanlığımız, eserin ciddi bir tahkiki için bir komisyon oluşturmayı ve gerekli alt yapıyı oluşturmayı üstlenmelidir. 464 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ŞENTÜRK, Mustafa (2014). “Mûsâ Cârullâh'ın Târîhu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhıf Adlı Eseri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.467-481 (http://bilgelerzirvesi.org). Mustafa ŞENTÜRK MÛS CÂRULLÂH'IN TÂRÎHU'L-KUR'ÂN VE'L-MESÂHIF ADLI ESERİ Giriş M ûsâ Cârullah (1875-1949); Buhara, İstanbul, Mısır, Hicaz, Hindistan ve Şam gibi İslâm dünyasının önemli ilim merkezlerinde islâmî ilimleri tahsîl etmiş, daha sonra çeyrek asır kadar dönemin modern bilim ve kültür merkezlerinden biri olan Petersburg’da yaşamıştır. Bu sebeple Cârullah’ın hem islâmî ilimlere vâkıf bir ilim adamı hem de modern düşünce hareketlerine âşina bir mütefekkir olduğu söylenebilir.195 Mûsâ Cârullâh, Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf adlı, tebliğimizin konusunu oluşturan bu eserinde, Müslüman âlimlerin Kur’ân tarihi hakkındaki çalışmalarını hatırlatmış; örnek olarak Ebû Amr Osmân b. Saîd ed-Dânî’nin (444/1053) el-Mukni’ ve el-Muhkem fi’n-Nukat adlı eserlerini, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed İbnü’l-Bennâ elMerâkeşî el-Ezdî’nin (721/1321) Unvânü’d-Delîl fî Mersûmi Hattı’tTenzîl’i ve Celâlüddîn es-Süyûtî’nin (911/1505) Kütübü’l-Akrân fî Kütübi’l-Kur’ân’ını zikretmiştir196. Mûsâ Cârullâh’ın yaşadığı dönem, Kur’ân’ın metinleşme sürecine ve Kur’ân metninin güvenilirliğine dönük oryantalist ilginin başladığı dönemdir. Bu ilginin Theodore Nöldeke’nin (1836-1930) 1860’ta yayınladığı Geschichte des Qurans (Kur’ân Tarihi) adlı eseri Yrd. Doç. Dr. Trakya Üniversitesi. Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, TDV Yay., Ankara, 1994, ss. 54-55. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Rahmi Balaban, “Musa Carullah, 1875-1949; Hayatı, Felsefesinden Birkaç Çizgi, Eserleri”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, I/1-4, 1953, ss. 173-178; Osman Keskioğlu, “Mûsa Cârullah (1875-1949) Hayatı, Görüşleri Ve Eserleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII, 1964, ss. 63-73; Ahmet Kanlıdere, “Mûsâ Cârullah”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI/214-216. 196 Mûsâ Cârullah, Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf, el-Matbaatü’l-İslâmiyye, Petersburg, 1323/1905, s. 18. 195 467 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ile başladığı ve 20. yy. ortalarına kadar, yaklaşık bir asır sürdüğü söylenebilir.197 Oryantalistlerin bu alanda ilgilerini, özellikle Kur’ân’ın Hz. Peygamber zamanında yazılması ve kayıt altına alınması, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman (ra) zamanlarında cem edilmesi ile İmam Mushaf’ın belirlenip çoğaltılması, Sahabe Mushafları, Yedi Harf ve Kırâatler meselelerine yoğunlaştırdıkları görülmektedir.198 Kur’ân metninin güvenilirliğine dönük oryantalist ilginin arttığı süreçte, Mûsâ Cârullâh müsteşriklerin Kur’ân tarihi alanındaki rahatsız edici bu çalışmalarına ilgisiz kalmamış ve çalışmamızın da konusu olan Târîhu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhıf ile Tashîh-i Resm-i Hatt-ı Kur’ân, Hurûfu Evâili’s-Süver ve Tertîbü’s-Süveri’l-Kerîme gibi eserleriyle âdeta onlara cevap vermeye çalışmıştır. Mûsâ Cârullâh’ın Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf Adlı Eseri Cârullah -kendisi eserinde belirtmemekle birlikte, Mehmet Görmez’den öğrendiğimize göre- Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf adlı bu risâleyi Mısır’da henüz talebe iken yazmış, ancak memleketine dönünce bastırabilmiştir.199 Eser, bir sayfalık giriş yazısı dâhil 38 sayfadan oluşan bir risâledir. Çalışmamızda esas aldığımız baskısı, 1905 yılında Petersburg’ta yapılmıştır. Eserin giriş yazısında risâlenin, Kur’ân ve mushaflar tarihi, Kur’ân’ın i’câzı ve sahabe mushafları hakkında bilgiler içereceği belirtilmektedir.200 Ancak Cârullâh bu konuları ele almadan önce, risâlenin başlarında, eğitim sistemi ve ıslâhı ile ilgili eleştiri ve önerilerine yer vermiştir. Eserin bu yönü pek bilinmediği ve bize göre eğitimle ilgili görüşleri açısından incelemeyi hak etmiş olması nedeniyle, biz başka bir çalışmamızda bu eseri Cârullâh’ın eğitime yaklaşımları açısından incelemiştik.201 197 Bilal Gökkır, “Modern Dönemde Kur’an Tarihinin Ortaya Çıkışı: Kur’an’ın Korunmuşluğu Hususunda Oryantalist İddialar ve Müslümanlardan Cevaplar”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, ss. 11-17. Ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Selahattin Sönmezsoy, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yay., Ankara, 1998, ss. 176-192.203225; Muhammed Mustafa el-A’zami, Kur’ân Tarihi (Çev. Ömer Türker, Fatih Serenli), İz Yay., İstanbul, 2006, ss. 369-389. 198 Ayrıntılı bilgi için bkz. Bilal Gökkır, agm, ss. 17-26. 199 Mehmet Görmez, age, s. 23-24, 71. 200 Mûsâ Cârullah, age, s. 1. 201 Bkz. Mustafa Şentürk; “Mûsâ Cârullah'ın Eğitim Üzerine Düşünceleri: Tarîhu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhıf Adlı Eseri Bağlamında”, Atatürk Üniversitesi TAED, sayı: 48, 2012, ss. 257268. 468 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mûsâ Cârullah Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’te, Kur’ân’ın Hz. Peygamber zamanında yazıldığını belirttikten sonra, Kur’ân’ın yazılması meselesinin Kur’ân ve Mushaf tarihi ile ilgili bir konu olduğunu, bu işlemin nasıl yapıldığının bilinmesi gerektiğini; zira son dönemdeki birçok yabancı bilginin konuya önem verdiğini söyler; beri taraftan Müslüman âlimlerin bu konuyu önemsemediğinden şikâyet eder. Ona göre yaşadığı dönemde ümmetin en önemli sorumluluklarından biri, din eğitimi veren medreselerde, sadece Nahiv ve Tecvîd ile yetinmeyip Ebû Muhammed Kasım eş-Şâtıbî’ nin (590/1193) el-Kasîd, el-Lâmiyye ve el-Akîle’si ile İbnü’l-Cezerî’nin (833/1429) et-Tayyibe’si ölçüsünde, kırâat vecihleri ile mushafların yazılması ilmi’nin öğretilmesidir.202 Cârullah, Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’i Şâtıbî’nin elAkîle’sinin tertîbine göre yazacağını, ancak yapacağı işin bir şerh olmayacağını, çünkü şerhin faydası değil zararı olduğunu, kendisinin Mushaflar konusunu Allah’ın yardımıyla güvenilir ve muteber kaynaklardan hareketle anlatacağını söyleyerek203; el-Akîle’nin içeriği hakkında bilgiler verir. Buna göre Şâtıbî’nin el-Akîle’de Kur’ân’ın Mushaf(lar)da cem’i, Kur’ân’ın i’câzı, yedi harf meselesi, Kur’ân’ın Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman zamanındaki istinsâhı, Mushaf yazısı, Mushafların sayısı gibi konuları işlediğini belirtir.204 Aktardığımız bu görüşleriyle konuya ilgisini ızhâr eden Cârullah, Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’te açıkça söylemese de, Kur’ân’daki tahrîf iddialarını ele alıp onları çürütmeye çalışmasından da hareketle diyebiliriz ki; Bilal Gökkır’ın da belirttiği gibi, muhtemelen oryantalistlerin isimlerine yer vermeden ve onları doğrudan muhatap almadan, Kur’an’ın cem edilmesi meselesini özetlemiş ve Nöldeke ile başlatılan tartışmalara cevap vermiştir.205 Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’te İşlenen Konular Kur’ân’la ilgili ele alınması gerekli ilk bilginin, kırâatler ile Kur’ân’ın Mushaflara yazılması olduğunu söyleyen206 Cârullah’ın, eserinde bir tasnîf ve bu çerçevede herhangi bir başlık ve(ya) ara başlık kullanılmamakla birlikte, onun iki ana konuyu işlediğini söylemek mümkündür. Bunların biri Kur’ân’ın yazılması, cem’i ve 202 Mûsâ Cârullah, age, s. 11-13. Mûsâ Cârullah, age, s. 15-16. 204 Mûsâ Cârullah, age, s. 13-16. 205 Bilal Gökkır, agm, ss. 13. 206 Mûsâ Cârullah, age, s. 11-12. 203 469 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı istinsâhı; diğeri de birinci konu bağlamında Kur’ân’da tahrîf iddialarını delîlleri ile çürütmeye çalışmasıdır. Kur’ân’ın Yazılması Mûsâ Cârullah, bir bilginin korunması için en sağlam seçeneğin o bilginin yazı ile kayıt altına alınması ve haddi-i zâtında yazının beşerin en önemli icâdlarından biri olduğuna değindikten sonra; Alâk Sûresi’nin 96/3-5. âyetlerine atıfta bulunur: “ َا ْق َر ْأ َو َربُّك َ ْ / Oku! Kalemle (yazmayı) اْلنسَانَ َما َل ْم يَعْ َل ْم ِ ْ َ عَ َّلم. ا َّلذِي عَ َّلمَ ب ِ ْال َق َل ِم.ُاْل ْك َرم öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne yücedir!”. Devamında Hz. Peygamber’in Kendisi’ne bir âyet nâzil olunca, onu Sahabe’ye okuduğunu, o âyeti onlara ezberlettiğini ve ayrıca vahiy kâtiplerine yazdırdığını belirtir. A’lâ 87/6. âyete atıfta bulunarak, Hz. Peygamber’in bu uygulamasının unutmaktan korktuğu için değil, vahyin yazı ile muhafaza edilmesinin gerekliliğine işaret olduğunu; öte yandan Ankebût 29/49. âyete atıfta bulunarak, Kur’ân’ın ezber ile muhafaza edilmesi gerekliliğine değinir. Son olarak Kur’ân’ın yazılmasının Hz. Peygamber dönemi için bir ruhsat ise, O’ndan sonraki dönemde Allah’ın Kur’ân’ın korunacağına dâir va’dini gerçekleştirmek için (Hıcr 11/19) azîmet olduğunu, bu sebeple Selef’in icmâ ederek sonrakiler için Kur’ân’ı Mushaflara yazıp çeşitli bölgelere gönderdiklerini; Kur’ân’ı korumak için Selef üzerine ilk farz olan şeyin onu yazmak olduğunu, çünkü Müslümanların İslâm’a karşı kurulabilecek tuzaklara karşı dikkatli olmak zorunda olduklarını, bunu yerine getirmiş olmaları sebebiyle “Kur’ân’ı dağ gibi sağlam kılan” Sahabe’nin, Cuma 62/3. âyete göre de “en hayırlı nesil” olduğunu söyler.207 Cârullah, Kur’ân’a dâir her şeyin Sahabe’nin uygulaması ile meşhur olduğunu, hiç kimsenin Sahabe Mushaflarına vehm ve değişiklik ithâmında bulunamayacağını; zira Mushaf’ın âyet ve sûrelerinin tertîbi ile harf ve kelimelerinin yazılışının Hz. Peygamber (sas) zamanında bilinen uygulamaya göre yapıldığını belirtir. Ona göre Sahabe zamanındaki tertîb ve yazı Hz. Peygamber zamanındaki gibi idi. Her kim Kitâb’a vehm, yazıya ve tertîbe değişiklik izâfe ederse, bu doğru değildir. Okuduğumuz, ezberlediğimiz, Mushaflarda tespit ettiğimiz Kur’ân ile; bizden önce ümmetin okuduğu, 207 Mûsâ Cârullah, age, ss. 19-20. 470 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ezberlediği, tespit ettiği ve bize ulaştırdğı Kur’ân aynıdır ve onda hiçbir şekilde değiştirme ve(ya) tahrîf söz konusu değildir208. Vahyin Alâk Sûresi’nin ilk beş âyeti ile nâzil olmaya başladığını, sonrasında “fetretü’l-vahy” döneminin yaşandığını ve nüzul sürecinin -İsrâ 17/106 ve Furkan 25/32. âyetlere atıfla- 20 küsür yıl sürdüğünü, bu süreçte bir defada inen sûreler olduğu gibi çoğunlukla kısım kısım inen âyetlerin bulunduğunu hatırlatan Cârullah, Kur’ân’ın yazılış serencâmını özetler. Buna göre Hz. Peygamber’e bir âyet ya da sûre indiği zaman, onu Sahabe’ye okur ve onlardan ezberlemelerini isterdi; onlar da hemen bildik şekilde Kur’ân’ı ezberlerlerdi. Sahabe buna çok önem verirdi, zira Risâlet Dönemi’nde ve nüzul sürecinde lafzî ezber, en büyük ibâdetlerdendi. Sahabe, bir âyet veya sûreyi ezberlediklerinde, onu Hz. Peygamber’e arz ederler, huzûrunda birden fazla takrîr edip okurlardı, böylece ezberleri de pekişirdi. Sonra başta çocukları olmak üzere, onu Mekke ve Medîneliler ile havâlîsine öğretirlerdi. Öte yandan Hz. Peygamber’in Mescidi’nde her gün Kur’ân okunurdu209. Âyet ve sûrelerin tertîbi meselesine de değinen Cârullah, Ahmed İbn Hanbel ile Ebû Dâvud’ta bulunan hadîslerin210 metnine yer vermeden sadece atıfta bulunarak, âyetlerin sûre içindeki yerlerini bizzat Hz. Peygamber’in tespit ettiğini, O’nun sûreyi namazda ve namaz dışında okuduğunu ve böylece Sahabe’nin âyetlerin okunuşunu ve tertîbini Hz. Peygamber’den öğrendiklerini ve bilinen tertîb üzere Kur’ân’ı ezberlediklerini kaydeder. Yine Kur’ân’ın Vâsile b. Eska’’dan gelen ‘üç semâvî kitaba bedel olarak verilen Yedi Uzun Sûre, iki Miûn (yüz âyetli), Mesânî, Hâ-Mîm’ler ve Mufassal olanlar’ hadîsindeki211 sıraya göre tertîb edildiğini belirtir. Ayrıca Muâz b. Cebel’in “Biz Kur’ân’ı Hz. Peygamber’e arz ettik, O da bizden hiç kimsede herhangi bir yanlış bulmadı” dediğini nakleder212. Mûsâ Cârullah, Hz. Peygamber’in Kendisi’ne inen her âyeti çoğunlukla parşömen, kâğıt ve levhalar, bazen de hurma dalları üzerine yazan Hz. Ali (40/661), Hz. Osman (35/656), Hz. Ömer (23/644), Zeyd b. Sâbit (54/673), Abdullah İbn Mes’ûd (32/652), Enes b. Mâlik (93/711-12), Abdullah b. Selam (43/663-64) gibi 208 Mûsâ Cârullah, age, s. 20. Mûsâ Cârullah, age, s. 21. 210 Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I/459-460, hadîs nu. 399, I/529, hadîs nu. 499; Ebû Dâvud, Sünen, II/90, hadîs nu. 786. 211 Bkz. Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, IV/62, hadîs nu. 2734. 212 Mûsâ Cârullah, age, ss. 22-23. 209 471 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kâtipleri olduğunu; Hz. Peygamber’in bir sûredeki âyetin hangi âyetin ardına yazılacağını söyleyerek, Kur’ân’ı bu yazıcılara yüzyüze yazdırdığını ifade eder. Bu duruma örnek olarak da Hz. Ömer’in Müslüman olduğu sırada yazılı bulunan Kur’ân parçasını ve Enes b. Mâlik’in “bunlar, Rasûlüllah’tan dinleyip yazdığım ve Kendisi’ne arz ettiğim hadîslerdir” sözünü zikreder.213 Cârullah son olarak Kur’ân’ın Hz. Peygamber zamanında bir araya toplanmış ve malûm/mevcûd tertîb üzere tertîb edilmiş olduğunu, zira Hz. Peygamber’in Kur’ân’ın hıfzını, yazılmasını ve tertîbini ihmal etmesinin düşünülemeyeceğini, öte yandan Sahabe’nin dinlerinin ve şerîatlerinin esası olan Kur’ân’ı hıfz yolunda ellerinden gelen ve aklın tasavvur edebileceği her şeyi kullandıklarını söyler.214 Kur’ân’ın Mushaf Haline Getirilmesi Mûsâ Cârullah, ‘dînin kemâle’ erip de İslâm’ın bütün Arap Yarımadası’nda ve yarımadanın bütün şehir ve köylerinde; Yemen, Bahreyn, Umân ve Necid’in çoğunda, Tay dağlarında, Mudar, Rabîa, Kudâa, Tâif ve Mekke beldelerinde yayıldıktan ve bu coğrafyada bulunanların tümünün Müslüman sonra Rasûlüllah’ın vefât ettiğini hatırlatır215. Bütün bu coğrafyada inşâ edilen mescidlerde Kur’ân’ın okunduğunu, çocuklara ve kadınlara öğretilip yazıldığını söyler. Hz. Peygamber’in vefât ettiğinde, Müslümanların dinlerinde hiçbir ihtilâfın söz konusu olmadığını, tek bir ümmet, tek dîn ve söylem üzere olduklarını belirtir216. Cârullah, daha sonra yönetimi devralan Hz. Ebû Bekir’in (13/634) Fars ve Rûm’a gazveler yaptığını, Yemâme’yi fethettiğini ve insanların Kur’ân okumalarının arttığını söyler. Öte yandan başta Übeyy b. Kâ’b (30/650), Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit, Abdullah İbn Mes’ûd ve Sâlim olmak üzere, bir kısım sahabenin kendilerine özel Mushaflar edindiklerini; ancak bu durumun Hz. Ebû Bekir döneminde herhangi bir ayrılığa yol açmadığını belirtir217. Cârullah, bilindiği üzere Esved el-Ansî’nin San’â’da, Müseyleme’nin Yemâme’de yalancı peygamberler olarak ortaya 213 Mûsâ Cârullah, age, ss. 23-24. Mûsâ Cârullah, age, s. 24. 215 Cârullah’ın verdiği bu bilgileri doğrulayan ifadeler için bkz. Muhammad Hamidullah, İslâm Peygamberi, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yay., İstanbul, 1993, I/651-653. 216 Mûsâ Cârullah, age, s. 25. 217 Mûsâ Cârullah, age, s. 25. 214 472 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması çıkması ve ridde olayları ile başlayan fitneler sonucunda; hâfız ve vahiy kâtibi birçok sahabenin şehîd olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın tek bir kitapta toplanması zaruretini hissettiğini ve bunu Hz. Ebû Bekir ile paylaştığını zikreder. Hz. Ebû Bekir’in iknâ olunca başlarında Zeyd b. Sâbit olmak üzere, hıfz ve zabtı iyi olan hâfızlardan Übeyy b. Kâ’b, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer (74/693), Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm (73/692), Abdullah İbn Mes’ûd, Abdullah b. es-Sâib (70/689-90), Hâlid b. Velîd (21/642), Talha b. Ubeydullah (97/715), Sa’d b. Ebû Vakkâs (55/675), Huzeyfe b. Yemân (36/656), Sâlim (12/633), Ebû Hureyre (58/678), Sâmit, Ebû Zeyd, Ebu’d-Derdâ (32/652), Ebû Mûsâ el-Eşarî (42/66263) ve Amr b. Âs’ı (43/664) görevlendirdiğini anlatır218. Zeyd’in başkanlığındaki bu heyetin Kur’ân’ın cem’inin nasıl olacağı husûsunda ve aralarında iş bölümü yapmak üzere Hz. Ömer’in evinde istişâre ederek; ‘her kimde Kur’ân’dan bir şey(ler) yazılı parça varsa onu Mescid’e getirip Kur’ân’ı cem etmekle görevli yazıcılar heyetine teslim etmesi gerektiğini’ ilan ettiler. Birçok parça getirildi. Heyet, Hz. Peygamber’in önünde ve huzurunda yazılmış olupolmadığını tahkîk etmeden hiçbir parçayı kabul etmiyordu. Mûsâ Cârullah, yaşananları Zeyd b. Sâbit’in ağzından şöyle anlatır: “Ne zaman ki Tevbe Sûresi’ndeki ‘... ’ َل َق ْد َجاءَ ُك ْمâyetine219 geldik, onu bulamadık. Araştırdık ve Ebû Huzeyme b. Evs b. Zeyd el-Ensârî’de (37/657) yazılı hâlini bulduk… Ahzâb Sûresi’ne geldiğimizde sayfaları yazarken bir âyeti bulamadım. Halbuki Rasûlüllah’ın o âyeti okuduğunu duymuştum. Araştırdık ve onu ( صد َ ُقوا َما َ مِنَ ْال ُمؤْ ِمنِینَ ِر َجا ٌل 220 َّ )عَا َهدُواHuzeyme b. Sâbit el-Ensârî’de bulup Mushaf’ta ...اَّلل َ عَ َل ْی ِه sûredeki yerine ekledik ve böylece Kur’ân’ın cem’i tamamlanmış oldu”.221 Bu şekilde Kur’ân’ın cem’i tamamlanınca, Hz. Ömer bütün hâfızları ve sahabeyi toplayıp Mushaf’ı onlara okumuştur. Ne bu arza esnasında ne de sonrasında Sahabe’den bir itiraz vukû bulmuştur222. Önde gelen sahâbîlerin icmâından sonra, Hz. Peygamber’in bu tertîbten başka bir tertîb üzere okuduğunu söylemenin mümkün olmadığını belirten Cârullah, Sahabe’nin bu tertîbi tartışmasız bir şekilde icmâ ile kabul etmiş olmalarının, bu durumu şüpheye yer 218 Mûsâ Cârullah, age, ss. 25-26. Tevbe 9/128. 220 Ahzâb 33/23. 221 Rivâyetin kritiği ile ilgili olarak bkz. Ziya Şen, Kur’an’ın Metinleşme Süreci, Ensar Neşr., İstanbul, 2007, ss. 197-204. 222 Mûsâ Cârullah, age, ss. 26-27. 219 473 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bırakmayacak şekilde kesin bir bilgi kabul ettiklerini gösteren en güçlü delîl olduğunu söyler. Öte yandan Kur’ân’ın cem’i işleminin, İslâm tarihinde meydan gelen en önemli hâdise, selefimiz Sahabe’nin ikame ettiği en önemli farz ve Kıyâmet’e kadar onlardan bize kalan en fazîletli iş olduğunu söyler. Son olarak Kur’ân’ın cem’ini gerçekleştiren Hz. Ebû Bekir’in Mushaflar konusunda en büyük ecri alacak kimse olduğunu ifade eder223. Mûsâ Cârullah, Fars coğrafyasının, Şam’ın, Yarımada’nın, ve Mısır’ın tamamının fethedildiği 10 yıllık Hz. Ömer döneminde; doğuda ve batıda câmiin inşâ edilmediği, Kur’ân’ın yazılmadığı, imamların Kur’ân okumadığı ve mekteplerde çocuklara Kur’ân’ın öğretilmediği hiçbir belde kalmadığını ve bu süre zarfında Müslümanlar arasında dinde ve fikirde herhangi bir ayrılık yaşanmadığını söyler. Bu noktada bize göre ilginç bir bilgi paylaşan Cârullah, Hz. Ömer vefât ettiğinde, Mısır’dan Irak’a, Şam’a ve Yemen’e kadar, Müslümanların ellerindeki Mushaf sayısının yüz binden fazla değilse bile buna yakın olduğunu söyler224, ancak herhangi bir kaynak vermez. Biz yaptığımız bir kaynak taramasında bu bilgiye İbn Hazm’da rastlamış bulunuyoruz225. Ancak bu ifadenin “Kur’ân’ın tümünü içeren ve iki kapak arasına alınmış Mushaf” anlamında değil, literatürde yaygın bir biçimde kullanıldığı ve birçok sahabede bulunduğu şekliyle “yazılı Kur’ân parçaları” anlamında olacağını düşünüyoruz. Mushaf’ın Çoğaltılması Hz. Osman döneminde artan fetihlerle birlikte, ümmet arasında, (Kur’ân’ın kırâat farklılıkları üzerinden) ayrılık ve fitne çıkarmak isteyen kimseler nedeniyle, Mushaf’ın çoğaltılması gündeme gelmiş; Hz. Osman, o sırada Medîne’deki sayıları, 12.000’den fazla olan sahabîyi toplamış, mü’minlerin annesi Hafsa’dan Mushaf’ı istemiş ve Zeyd. B. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Saîd b. el-Âs (59/679), Abdurrahmân b. el-Hâris b. Hişâm’dan (43/663-64) oluşan bir heyet kurarak, onları Kur’ân’ın istinsâhı/çoğaltılması ile görevlendirmiştir. Bu heyet, Zeyd’in Hz. 223 Mûsâ Cârullah, age, ss. 27-28. Mûsâ Cârullah, age, s. 28. 225 Ebû Muhammed Ali b. Ahmed İbn Hazm (456/1064), el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’nNahl, Mektebetü’l-Hancî, Kahire, trs., II/67; İbn Hazm, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, (Thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Dâru’l-Âfâk., Beyrut, trs., IV/163. 224 474 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ebû Bekir’in emriyle yazdığı Mushaf’ta herhangi bir değişiklik yapmadan 5 nüsha halinde çoğaltmıştır226. Mûsâ Cârullah, Hz. Osman Mushaf’ında Enfâl ve Tevbe sûrelerinin tek bir sûre olarak yazıldığını, Çünkü ayrı ayrı yazılmalarının Hz. Peygamber’den gelen açıklamaya uymadığını, Hz. Osman’ın ilk nüshada bu iki sûrenin beraber yazıldığını gördüğü için de buna aykırı davranmadığını söyler. Hz. Osman; Zeyd’i Medîne’ye gönderilen Mushaf’ı, Abdullah b. es-Sâib’i (70/689-90) Mekke Mushafı’nı, Mugîre b. Şihâb’ı (91/709) Şam Mushafı’nı, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’yi (73/692) Kûfe Mushafı’nı ve Âmir b. Kays’ı (?) Basra Mushafı’nı okumakla görevlendirmiştir.227 Cârullah, son olarak Hz. Osman Mushafı’nda bulunan her âyetin bu görevlilerin okuduğu üzre okunduğunu, Müslümanların bu Beş Mushaf’tan sayısız nüsha çoğalttıklarını; böylelikle Kur’ân üzerinde hiçbir tuzak ve vehim ihtimali kalmadığını söyler.228 Kur’ân’da Tahrîf İddiaları Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’in girişinde belirtilmese de229, Mûsâ Cârullah eserinde Kur’ân’da tahrîf iddialarını ele almış ve bu iddiaları delîlleriyle çürütmeye çalışmıştır. Aktardığımız şekilde Kur’ân’ın cem’i ve istinsâhını anlatan Mûsâ Cârullah, Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali’nin halîfe olduğunu ve 5 yıl 9 ay bu görevde kaldığını, Hilâfet merkezini Kûfe’ye taşıdığını hatırlatır. Hz. Ali Dönemi’nde Kur’ân’ın bütün câmilerde okunduğunu ve Mushafların O’nun kontrolü altında olduğunu ve Hz. Ali’nin, Mushaf konusunda yaptıklarından dolayı Hz. Ebû Bekir ile Hz. Osman’ı hayırla yâd ettiğini söyler.230 Cârullah’a göre eğer bu iki halifenin yaptıkları sırasında Kur’ân’da bir değişiklik, eksilme ya da ekleme olsaydı -ki bu mümkün değildir-, Hz. Ali hilâfeti devraldıktan sonra buna tahammül edemezdi. Dolayısıyla ne Hz. Ebû Bekir’in ne de Hz. Osman’ın Ehl-i Beyt hakkında inen bir âyeti kaldırması mümkündür. Eğer Ehl-i Beyt hakkında bir şey inmiş olsaydı, diğer âyetler gibi mütevâtir olarak 226 Mûsâ Cârullah, age, ss. 28-29. Mûsâ Cârullah, age, s. 29. 228 Mûsâ Cârullah, age, s. 29. 229 Mûsâ Cârullah, age, s. 1. 230 Mûsâ Cârullah, age, s. 29. 227 475 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gelirdi. İnsanlar arasında bilinen ve yayılmış olan bir şeyin gizlenmesi de imkansız ve muhal olurdu.231 Mûsâ Cârullah, dinde fesat çıkarmak isteyen ve azınlıkta kalan bir kısım Şîa ulemasından bazı âyetlerin çıkarıldığı yönünde pek kabul görmeyen görüşler nakledilmekle birlikte; İmâmiyye ulemâsının ‘Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman’ın hîleleriyle (?) Kur’ân’dan çıkarma yapıldığı’ iddialarını eleştirdiklerini söyleyerek bunu örneklendirir. Buna göre Şeyh Sadûk Ebû Cafer Muhammed b. Ali İbn Bâbeveyh (381/991), Seyyid Murtazâ Ebu’l-Kâsım Ali b. Hüseyin el-Mûsevî (436/1044), Mesâibü’n-Nevâsıb’ta Kadı Nûrullah (1019/1610) ve Mecmeu’l-Beyân’da İmam Tabresî (548/1154) -ki bunlar İmâmiyye’nin ve İslâm ümmetinin en önde gelen âlimleridir-, Kur’ân’da değişiklik olduğu iddialarını asla kabul etmemişlerdir. Bu âlimler, Kur’ân’ın detaylarına ve kısımlarına dâir bilginin, tamamı hakkındaki gibi olduğunu, söz konusu iddiaları ortaya atanların bütün Kur’ân’ın kaldırıldığını ileri sürmüş ve bilineni gizlemiş olacaklarını söylemişlerdir.232 Cârullah’a göre Kur’ân’da tahrîf yapıldığı yönündeki haberler, İslâm düşmanlarının siyâsî amaçlarına ulaşıp çıkar temin etmelerinin ve İslâm Ümmeti’nin birliğinin dağıtılması emellerine kavuşmalarının en kestirme yoludur. Ne yazık ki, dînî literatürde bu tür bâtıl haberler yayılmış, hayır ehli bazı insanlar da bunlarla aldanmış ve hadîs dîvanları, rivâyetleri, kitapları ile sünenlerine bu haberleri dâhil etmişlerdir233. Ancak Mûsâ Cârullah, Allah’ın bu ümmete âdil kimseleri bahşettiğini, onların da bize “sindirilmiş gıda ile kan arasından çıkan, içimi kolay hâlis süt içirdiklerini”234, yani Hz. Peygamber’in sünnetlerinden, uydurma haber ve yalan rivâyetlerini ayıkladıklarını söyler.235 Mûsâ Cârullah, Kur’ân ve Mushaflar tarihi hakkındaki bütün anlattıklarının gerçek olduğunu, çünkü vâkıanın böyle cereyan ettiğini, eğer aksini düşünürsek; düşman(lar)ımızın sahte iddialarını kabul etmiş olacağımızı söyler. Hakkı söylemek için sadece olanı aktarmanın yeterli olacağını ve gerçeği, açık seçik olanı terketmenin akla yaraşmayacağını belirtir.236 231 Mûsâ Cârullah, age, ss. 29-30. Mûsâ Cârullah, age, s. 30. Şîa ve tahrîf iddiası ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Şaban Karataş, Şia’da ve Sünni Kaynaklarda Kur’an Tarihi, Ekin Yay., İstanbul, 1996, s. 81-228. 233 Mûsâ Cârullah, age, s. 31. 234 Nahl 16/66. 235 Mûsâ Cârullah, age, s. 31. 236 Mûsâ Cârullah, age, s. 31. 232 476 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kur’ân’da Tahrîf İddialarının Çürütülmesi Mûsâ Cârullah, eserinde Kur’ân’da tahrîf iddialarını çürütmek için kaynaklardan derlediği -kendi ifadesiyle- delîlleri aşağıda aktardığımız altı madde halinde özetler. Birinci Delîl: Hz. Peygamber vefât ettiğinde, her bir sahâbînin Kur’ân’dan çokça ezberi vardı. Hatta Sahabe içinde Kur’ân’ın tamamını sağlam bir şekilde hıfzetmiş olan yüzlercesi vardı. Birçokları da Kur’ân’ı yazarak çeşitli bölgelerde yaydı ve bu işi mülkî ve dînî bir görev kabul etti. Daha sonra (Hz. Osman döneminde) Mushaflar yazıldı ve birçok şehre ulaştırıldı. Eğer herhangi bir kelime ya da harfte bir değişiklik ve(ya) tahrîf söz konusu olsaydı, bu durum ortaya çıkar ve ümmet harekete geçip Mushafları cem edenleri şiddetle cezalandırırdı. Öte yandan birçok insan da olası tahrîf nedeniyle irtidât ederdi. Çünkü yanlışlıkla da olsa, Kur’ân’da meydana gelebilecek en küçük değişiklik ya da tasarruf, fikirleri altüst edecek ve fesâd ehlinin, Kur’ân’ın Allah’tan gelmediği düşüncesini yaymalarına cesaret verecekti. Ancak bugüne kadar ne Müslüman ne de gayr-i müslim, hiçkimseden Kur’ân’da değişiklik yapıldığına dâir herhangi bir rivâyet işitilmemiştir. Eğer Kur’ân’da ilk zamanlar en küçük bir değişiklik olmuş olsaydı; tabiattaki değişim/gelişim kanunu gereği, sonraki asırlarda çok daha fazla değişiklikler olurdu. Ancak Kur’ân’ın üzerinden (Cârullah’ın yaşadığı zamana göre) 13 asırdan fazla bir zaman geçmesine ve Mushafların yeryüzünün her yerine yayılmış olmasına rağmen, diğerinden bir harf bile farklı olan tek bir Mushaf dahî bulun(a)mamıştır.237 İkinci Delîl: Kur’ân, Nübüvvet’in en büyük delîlidir. Din, Kur’ân’la zuhûr etmiş ve Müslümanlar onunla yücelmiştir. Öte yandan Kur’ân kendisine boyun eğdiren, emirlerine itaat edilen ve hükümleriyle amel edilen bir mucizedir. O nedenle Ümmet’in Kur’ân’dan tek bir harfin bile değiştirilmesine râzı olması mümkün değildir.238 Üçüncü Delîl: Her kim Sahabe’nin tarihini inceler ve sahîh hadîs kaynaklarına bakarsa, görür ki Sahabe, Kur’ân’ın hıfzı/muhafazası konusunda gayet özen ve ihtimâm gösterirken; hadîs ve rivâyetlerin toplanması ve yazılması husûsunda (Kur’ân’la bir karışıklık olmasın diye) başlarda aynı özeni göstermemiştir. Akıl 237 238 Mûsâ Cârullah, age, s. 32. Mûsâ Cârullah, age, s. 32-33. 477 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kesin olarak hüküm verecektir ki, Kur’ân’ın hıfzı, cem’i ve sayfalarda yazılması neticesinde, Kur’ân’da bir karışıklık ve(ya) değişiklik olması mümkün değildir. Kaldı ki câhiliye şiirleri bile böyledir. Kur’ân da onlar gibi ezberlenmiş ve korunmuştur. Şiirde imkânsız olan şeyin Kur’ân’da olduğunu ileri sürmek nasıl mümkün olur?! Zira Kur’ân nübüvvetin delîli, şerîatın nuru, ümmetin sığınağıdır ve en doğru, en sağlam şekilde korunmuştur.239 Dördüncü Delîl: Kur’ân ve Kur’ân ilimleri her şeyin üstünde olup en meşhur ve mütevâtir olaylardandır. Müslümanlar, ilk zamanlarda Kur’ân’ın âyet, sûre, fâsıla ve kısımlarını öğrenmek, Kur’ân’ı korumak, okumak ve kırâat vecihlerini iyi öğrenip hüküm çıkarmak; daha sonraları ise İslâm’ın öğretilerini açıklamak, tefsîrini öğrenmek, kapalı ve garîb kelimelerine vukûfiyet sağlamak, belâgat ve fesâhati ile güzel üslûbunu ve tertîbini öğrenmek, okunmasından zevk almak, Kur’ân’ı (hâfızasında) taşıma şerefine nâil olmak… için ezberlemişlerdir. Dolayısıyla böylesine yüce gayret ve amaç sahiplerinin Kur’ân’da tahrîf yaparak onu değiştirmek ve yerine başka bir şey koymak husûsunda birleşmeleri mümkün değildir.240 Beşinci Delîl: Kur’ân’ın cem edilmesi konusunda, Risâlet Asrı’nda ile takip eden Sahabe ve Tâbiûn Dönemleri’nde eksik bir şey bırakılmamıştır. Tâbiûn ulemâsı arasında Kur’ân’ın tamamını ezbere bilmeyen kişi sayısı az olduğu gibi, bu dönemde bir kişi onbinlerce hadîs ezberlemedikçe, söz sahibi sayılmazdı. Bu kimseler, her zaman ve mekanda hâfız sahâbîleri takip etmiş ve her nerede bir âyeti Kur’ân’ın indiği lehçelerinden biri üzere ezbere bilen bir sahâbî varsa, ona gitmişler ve Hz. Peygamber’in önünde okunmuş olan kırâati ondan almışlardır. Yine bu dönemde tecvîd, kırâat ve dînî ilimler geliştirilip bunların temelleri atılmıştır. Bu çerçevede Ulûmu’lKur’ân’ı bilen bir kimse; Kur’ân’ın yazısını, anlama yöntemlerini, rivâyet ihtilâflarını ve Kur’ân’da herhangi bir tasarrufun söz konusu olmadığını bilir. Bütün bunlardan sonra, Kur’ân’da tahrîf olduğu iddiasını kabul etmek, mümkün değildir.241 Altıncı Delîl: Bilindiği üzere müşriklerle beraber Yahûdîler, genelde mü’minlerin özelde de Hz. Peygamber’in en azılı düşmanlarıydı242. Onlar her dâim Hz. Peygamber’i ve müminleri gözlemekte ve aralarında fitne çıkarmaya çalışmaktaydılar. Eğer 239 Mûsâ Cârullah, age, s. 33. Mûsâ Cârullah, age, s. 34. 241 Mûsâ Cârullah, age, s. 34-35. 242 Mâide 5/82. 240 478 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yahûdîler Kur’ân’da en küçük bir tahrîf ve(ya) değişiklik görselerdi, bunu bütün kabîleler arasında yayarlardı. Hadd-i zâtında onların Müslümanları ithâm etmek ve İslâm âleminde tefrika çıkarıp ümmetin birliğini dağıtmak için en önemli fırsatları, bu olurdu. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in şehri Medîne, münafıklarla doluydu ve onlar insanları îmândan döndürmek için bir sebep olarak göstermek üzere, her an Hz. Peygamber’den sâdır olacak bir hatayı bekliyorlardı. Öte yandan Ümmet, Peygamber’inin sözlerini süzgeçten geçirip elemiş, onları dikkatli bir araştırma ve tenkîde tâbi tutmuştur. Rabbi’nin sözlerine ise çok daha fazla özen göstermiş, dîne ve Kur’ân’a sarılmıştır. Dolayısıyla Kur’ân’da en küçük bir değişiklik olsa, onun Kur’ân’dan olmadığı bilinirdi. Kaldı ki, Ümmet’in herhangi bir âlimi bile bir şiir beytini duysa, onun cahiliyeden falancanın sözünden alınmış olduğunu anlar da, Kur’ân’da bir değişiklik ya da ekleme olsa veyahut bir âyet Kur’ân dışında kalsa, onu mu anlamayacak?!243 * * * Mûsâ Cârullah, “işte eseri nazmeden (Şâtıbî)’nin, ‘Kur’ân’a vehm ve değişme izâfe eden kimse yanılmıştır’244 sözünün bizce açıklaması böyledir” diyerek, Kur’ân ve Mushaflar tarihi ile ilgili daha çok konu bulunduğunu, ancak onları (bu eseri takip edecek) başka bir cilde bıraktığını ve yazacağı bu eserin; Mushaf tarihi, İ’câzü’l-Kur’ân ve Kur’ân’la ilgili diğer ilimleri kapsayacağını söyler245. Ancak Cârullah, Görmez’in de ifade ettiği gibi bunu gerçekleştirememiştir246. Öte yandan Cârullah’ın Türkçe olarak yazdığı Tashîh-i Resm-i Hatt-ı Kur’ân’ı 1909’da, Arapça olarak yazdığı Tertîbü’s-Süveri’l-Kerîme ve Tenâsübühâ fi’n-Nüzûl ve fi’lMesâhıf’i de 1944’te basılmıştır247. Ancak Kur’ân ve kırâat ilmiyle ilgili olsalar da, bu eserlerin Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’in devamı niteliğinde olup-olmadığını veya en azından Mûsâ Cârullah’ın eserleri bu niyetle kaleme alıp-almadığını doğrulama imkânına sahip değiliz. Sonuç Yerine Mûsâ Cârullah’ın, Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’te Şâtıbî’nin el-Akîle’sinden başka, Ebû Amr ed-Dânî’nin el-Mukni’ ve el243 Mûsâ Cârullah, age, s. 35-37. Şâtıbî’nin “ ”و لم يصب من أضاف الوهم والغیراşeklindeki bu sözü için bkz. Şâtıbî, age, s. 173. 245 Mûsâ Cârullah, age, ss. 37-38. 246 Mehmet Görmez, age, s. 71. 247 Ahmet Kanlıdere, agm, XXXI/215-216. 244 479 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Muhkem’i, İbnü’l-Bennâ el-Merâkeşî’nin Unvânü’d-Delîl’i ve Süyûtî’nin Kütübü’l-Akrân’ı ile el-İtkân’ın ilgili bölümüne atıfta bulunduğu görülmektedir. Bu da bize göre bir risâle ölçeğindeki Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’in, kaynakları açısından yeterli olduğu anlamına gelir. Arapça olarak yazılmış olan Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’in bazı ifade ve deyimlerinde anlatım bozukluklarının olduğu ve eserde Arapça ifadelerin yer yer Türkçe mantığı ile düşünülüp yazıldığı görülmektedir. Bunun nedeni, -tahmin edileceği üzere- bir Kazan Türkü olan Mûsâ Cârullah’ın ana dilinin Arapça olmamasıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Cârullah, bu risâlede iki ana konuyu işlemiştir: Biri Kur’ân’ın yazılması, cem’i ve istinsâhı, diğeri de birincisi bağlamında Kur’ân’da tahrîf iddiaları ve bunların delîlleri ile çürütülmesidir. Bu çerçevede eserin; Kur’ân’ın inzâli, hıfzı ve yazılmasından, kitaplaşması ve çoğaltılmasına kadar olan aşamaları, bize göre- başarılı bir biçimde özetlediği görülmektedir. Cârullah’ın Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf’i öğrenciliğinde yazdığı, bu nedenle çok derinlikli ve ilmî nitelikte bir risâle olmadığı düşünülebilir. Buna karşın Kur’ân’ın kaynağının sorgulandığı, müsteşriklerin çalışmalarını bu alana yoğunlaştırdığı dönemde, onlara yeterli bir cevap niteliği taşıdığı ve esere önem kazandıran husûsun bu olduğu belirtilmelidir. Kaynaklar A’zami, Muhammed Mustafa; Kur’ân Tarihi (Çev. Ömer Türker, Fatih Serenli), İz Yay., İstanbul, 2006. Balaban, Mustafa Rahmi; “Musa Carullah, 1875-1949; Hayatı, Felsefesinden Birkaç Çizgi, Eserleri”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, I/1-4, 1953. Cârullah, Mûsâ; Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf, el-Matbaatü’lİslâmiyye, Petersburg, 1323/1905. Ebû Dâvud es-Sicitânî (275/889), es-Sünen, (Thk. Şuayb el-Arnavût, vd.), Müessesetü’r-Risâle, 1430/2009. Görmez, Mehmet; Musa Carullah Bigiyef, TDV Yayınları, Ankara, 1994. Gökkır, Bilal; “Modern Dönemde Kur’an Tarihinin Ortaya Çıkışı: Kur’an’ın Korunmuşluğu Hususunda Oryantalist İddialar ve Müslümanlardan Cevaplar”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27. 480 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hamidullah, Muhammad; İslâm Peygamberi, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yay., İstanbul, 1993. İbn Hanbel, Ahmed (241/855); el-Müsned, (Thk. Şuayb el-Arnavût, vd.), Müessesetü’r-Risâle, 1421/2001, yrs.. İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed (456/1064); el-Fasl fi’lMilel ve’l-Ehvâ ve’n-Nahl, Mektebetü’l-Hancî, Kahire, trs.. İbn Hazm; el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, (Thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Dâru’l-Âfâk., Beyrut, trs.. Kanlıdere, Ahmet; “Mûsâ Cârullah”, DİA, İstanbul, 2006. Karataş, Şaban; Şia’da ve Sünni Kaynaklarda Kur’an Tarihi, Ekin Yay., İstanbul, 1996. Keskioğlu, Osman; “Mûsa Cârullah (1875-1949) Hayatı, Görüşleri Ve Eserleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII, 1964. Sönmezsoy, Selahattin; Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yay., Ankara, 1998. Şen, Ziya; Kur’an’ın Metinleşme Süreci, Ensar Neşr., İstanbul, 2007. Şentürk, Mustafa; “Mûsâ Cârullah'ın Eğitim Üzerine Düşünceleri: Tarîhu'l-Kur'ân ve'l-Mesâhıf Adlı Eseri Bağlamında”, Atatürk Üniversitesi TAED, 2012, sayı: 48. Taberânî, Ebu’l-Kasım (360/971), Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, (Thk. Hamdî b. Abdülmecîd) Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405/1984. 481 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 3. BÖLÜM Bilgeler ve Günümüz Sorunları 483 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BAĞLI, Mazhar (2014). “Bilgeler ve Birlikte Yaşama Kültürü”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.485-488 (http://bilgelerzirvesi.org). Mazhar BAĞLI* BİLGELER VE BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ Giriş R ivayet olunur ki, ünlü Rus bilge adam ve romancı L. Tolstoy, çocukluğunda kardeşleri ile oyun oynarken arada sırada kaybolur, koşmaca oyunlarında hep geride kalırmış. Kardeşleri nerde kaldığını sorduklarında da “Yeşil dalı” arıyorum dermiş. Yeşil dal, kendisine anlatılan masalların birisinde insanlığı kurtaracak, mutluluğa ve barışa kavuşturacak, onları birlikte, barış ve kardeşlik içinde yaşatacak bir tılsımdı. Ve o da ne yapıp edip bu tılsımı bulmak istiyordu. Tolstoy’un bu tılsımı bulup bulmadığı bilinmez ama bilinen o ki bugün gerçekten böyle bir tılsıma her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkügloballeşme, iletişim teknolojilerindeki yaygınlık, tek bir bilgi yönteminin yaygın olarak kullanılması gibi değişimler giderek dünyayı tam da McLuhan’ın söylediği gibi global bir köye dönüştürmektedir. Bu değişim doğal olarak özgün farklılıkları tehdit etmektedir. İnsanlar kendi etnik, dini ve siyasi kimliklerini daha görünür kılmak için gayret etmektedirler. Onların bu isteği aynı zamanda bir farklılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Esasında var olan temel toplumsal değişim dinamiklerine bağlı olarak ortaya çıkan farklılaşmanın bir şiddet sarmalına dönüşmesini engelleyecek olan temel dinamikleri harekete geçirmek gerekir. Bir başka ifade ile farklılaşmaları teşvik eden etnik, dini ve siyasi kimliklere karşı aynı zamanda birleştirici ortak paydalar bulmak gerekir. Toplayıcı faktörler üzerinden birlikte yaşama formülü aramak gerekir. Doğaldır ki her toplumda dağıtıcı faktörler de vardır, toplayıcı olanlar da. Her bir farklılık için ortak payda olacak değerleri, * Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 485 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı inançları, tarihsel mirası ve kişileri ortak değer ya da payda haline getirmek sureti ile farklılıklar bir zenginliğe dönüştürülebilirler. Unutmamak gerekir ki artık dünyada var olan farklılıklar, entelektüel bir ilgi uyandırmanın ötesinde her gün muhatap olabileceğimiz bir olguya dönüşmüşlerdir. Çok kültürlülük veya farklıkların eşitlik ve barış temelinde birlikte yaşamlarını gerçekleştirme çabası, bugün modern dünyanın ve de farklı etnik ve dini toplulukları içinde barındıran her toplumun temel sorunlarından birisidir. Bu sorunu görece daha demokratik bir modelle çözdüğü kabul edilen ülkelerin ya da toplumların bunu nasıl başardığına dikkatli bakıldığında işin en sihirli yönü herkesin kabul ettiği ortak evrensel değerlerdir. Bu değerleri yaşatan kişilerdir. Birlikte Yaşamanın Değeri İnsanoğlunun en kadim sorularından birisidir “farklılıkların barış ve kardeşlik içinde birlikte” yaşaması. Bu arayış günümüzün de en önemli meselelerinden birisidir. Bilgeleri bu tarihsel mirasın taşıyıcı ve yorumlayıcı aktörleri olarak gördüğümüzde sanıyorum bu sorunun aşılmasına son derece kıymetli bir katma değer sunduklarını görebiliriz. Bilgeliğin toplumsal anlamda birlikte yaşamaya dair katkısından önce bize kendimizi tanımaya dair bir ipucu verdiğini biliyoruz. Zira kişinin toplumda kendisine ait konumunu ve rolünü bilmesi için önce kendisini bilmesi gerekir. Yani kendisini tanımlaması ve kimliğinin farkına varması gerekir. Aslında “kendini bilmek” felsefe tarihinin de ilk ifadelerinden birisidir. Malum, Sokrates’in bu anlamda “kendini bil” ya da bizim tasavvuf geleneğimizdeki “kendini bilen rabbini bilir” ifadeleri esas olarak “öteki”yi bilmeye teşvik eder. İnsanın en temel amaçlarından birisidir “kendini bilmek.” Kendisini bilen, “öteki”yi bilir, en azından bunu nasıl bileceğine dair bir “yol/yordam” sahibi olabilir. Bu bize ilk atalarımızdan kalan bir mirastır. Havva’nın bilgelik ağacından yediği elmanın yarattığı “gerçeği arama” serüveninin en somut biçimidir. “Âdem ile Havva her şeyden evvel, çıplaklıklarının farkına vardılar ve çok utandılar. Utandılar, çünkü kavradılar ve birbirlerinin farkına varmanın zevk dolu yolunda ilerlediler. Bu, sonu olmayan bir yolun başlangıcıydı. Ulvi bir bilgisizlikten, faniliğin düşman ve bilinmedik topraklarına fırlatılıp atılanların trajedisi hiç de anlaşılmaz değil. (…) İnsanoğlu bıkıp usanmadan kendisi ile dünya arasında bir ilişki kurar; bu 486 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. Bu isteğin yerine getirilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağını oluşturur. Demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözüm ona “mutlak gerçek”e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir.” (Tarkovsky, 2000: 43). Bilimin ortaya koyduğu gerçekliğin varoluşsal koşulları ile bizim varoluşsal koşullarımız arasındaki tartışma (tin ile beden), doğal olarak bilgelikten veya sanattan yana bir tercihte bulunmayı daha cazip kılmaktadır. O halde farklılıkları mutlaklaştırmadan bir “öteki” olarak tanımlamak gerekir. Bu bağlamda milliyetçilik, ulusların bir ürünü olarak değil, tam tersine ulusları meydana getiren, onları ortaya çıkaran ideolojik bir işlev olarak kendini var eder. Milliyetçilik bu işlevi yerine getirirken önceden var olan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün içinden bir seçim yapmakta ve onları genellikle dönüştürmektedir. Bütün bunları yaparken de verili tarihsel-kültürel zenginlikten yararlanmaktadır. (Gellner, 1992:105). Burada milliyetçiliğin temel yanıltıcı noktası ve sorunlu yanı şundan ibarettir: “Ulusçuluk aslında önceleri halkın çoğunluğunun ve bazı durumlarda da tümünün hayatına alt kültürlerin hakim olduğu bir toplumda genel anlamda bir üst kültürün zorla dayatılmasıdır.” (Gellner, 1992:107). Demek ki, “ulus-devlet modeli içinde genelde devlete adını veren ulusun tarihi özellikleri ve kültürü ön planda tutulmuş ve ulus hâkim bir etnik grubun kültürü, dili, edebiyatı, şanlı tarihi etrafında tutunmuştur. Merkezileşme ve modernleşmenin bir gereği olarak ulusdevlet ancak tek bir ‘kültür’ün iktidarına cevaz vermiştir (...) Farklı ideoloji ve örgütlenme modellerine dayanmakla birlikte iki ayrı grup devlet içinde ekonomik kalkınma ve modernleşmeyle etnik farklılıkların kaybolacağı, bütünleşme ve hatta asimilasyonun gerçekleşeceği varsayılmıştı(r)” (Özdoğan, 1994). Genel olarak modernleşme sürecinin temel çıktılarından biri olan ve mensuplarını aynı pota içinde eritmeyi amaçlayan “ulusdevlet” modeli, 18. yüzyılın sonundan bugünlere kadar dünyadaki her şeyi, olayları ve düşünceleri, kendi rengine boyamış ve kendi mantığı doğrultusunda belirlemiştir. Batı'ya özgü gelişme biçiminin kaçınılmaz kıldığı bu fenomen oldukça kısa bir süre sonra (Yunan bağımsızlık savaşı ve Güney Amerika'da Bolivar'ın çıkışı) dünyanın başka yerlerine sıçramış ve 20. yüzyılda bütün dünyayı belirleyen başat siyasi yapı olma özelliğine sahip olmuştur. (Belge, 2002). 487 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu sistem, ulusçuluk veya ulus-devlet modeli giderek dünyada çatışmaları körükleyen bir krize dönüşmüş ve ne yazık ki insanlık bu tehlikenin boyutlarınınyeni yeni farkına varmaktadır. Gerçi ikinci dünya savaşı bu anlamda insanlığın yaşadığı en kritik tecrübelerden birisidir ama oradan devşirilen tecrübeler ne yazık ki son derece bencil bir biçimde belli bir coğrafyada kaldı. Oysa insanlığın ortak tecrübesiydi yaşanan acılar. Bugün de çok benzer sosyolojik hareketlenmeler yaşanmaktadır. Bu sorunları bertaraf etmek iki yönlü bir çalışmayı gerektiriyor. Birisi teorik diğeri de pratik. Teorik olanı düşünsel ve siyasal çalışmalardır, pratik olanı ise toplumsal ve bireysel deneyimlerdir. Bilgelerin bu anlamda çok tarihi bir rolleri olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamak gerekir. Kaynakça Tarkovsky, A., Mühürlenmiş Zaman, (Çev. F. Ant), Afa Yayınları, İstanbul, 2000. Gellner, E., Uluslar ve Ulusçuluk (Çev.BüşraErsanlıBehar-Günay Göksu Özdoğan), İnsan Yayınları, İstanbul, 1992. Özdoğan, G., “21. Yüzyılın Bilmecesi: Ulusçuluk Ulus Devlete Meydana Okuyor”, Yeni Yüzyıl, 23 Aralık 1994. Belge, M., “Elias’a göre ulus-devlet”, Radikal, 17 Kasım 2002. 488 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AYDAR, Hidayet (2014). “Kırgızistan’da Dindarlaşma Tirendi; problemler, Öneriler”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.491-530 (http://bilgelerzirvesi.org). Hidayet AYDAR* KIRGIZİSTAN’DA DİNDARLAŞMA TİRENDİ; PROBLEMLER, ÖNERİLER Giriş B u çalışmada Kırgız halkının dînî durumuna, dindarlaşma temayülüne, bunun düzeyine vs. temas etmeye çalışacağım. Bunu da aralarında bulunduğum üç yıl içinde bizzat müşahede ettiğim Kırgız halkının dînî bilgi düzeylerini, dînî temayüllerini, dînî akım ve guruplara bakış açılarını, dînî kişi ve kurumlara yaklaşımlarını, dînî emir ve yasaklara karşı tutumlarını, dînî ibadetlerini ifa yönündeki eğilimlerini vs. öğrenmeye çalışarak yapacağız. Çalışmamız esnasında Orta Asya ve bilhassa Kırgızistan’daki dindarlaşma eğilimleri hakkında bilgi veren bulabildiğimiz önemli kaynaklara bakıp onlardan yararlanmaya da çalışacağız. Kırgızistan’da uzun süre kalıp, bölge halkı hakkında önemli sosyolojik araştırmalar yapmış olan Ahmet Cihan, Salih Pay gibi bazı araştırıcıların çalışmalarından da yararlandık. Bilhassa çalışmamızı yaptığımız zamanlar Bişkek Sosyal Bilimler (Gumanitardık) Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde doktora yapan Nuri Kiraz’ın Kırgızistan’da Dindarlaşma Tirendi adlı henüz devam etmekte olan tezinden; özellikle de tezde elde edilen istatistikî bilgilerden yararlanacağız. Çalışmamızda yararlandığımız diğer bir kaynak da Dilaram Akramova’nın Kırgızistan’da Orto Mekteplerdeki “Adep Sabagı” Dersinde Din Eğitimiyle İlgili Amaçların Gerçekleşme Düzeyi (Oş Örneği) adlı basılmamış doktora tezi248 olacak. 2007 yılında yaptığımız ve yayınlanmış bulunan “Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi * Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi. Dilaram Akramova, Kırgızistan’da Orto Mekteplerdeki “Adep Sabagı” Dersinde Din Eğitimiyle İlgili Amaçların Gerçekleşme Düzeyi (Oş Örneği), basılmamış doktora tezi, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara: 2006). 248 491 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Öğrencilerinin Profili”249 adlı makalemiz ile yine Kırgızistan’da Din Eğitimi ve Araşan İlahiyat Fakültesi,250 Kırgızistan’da 251 Dindarlaşma adıyla Bişkek’te basılmış olan kitaplarımızdan da alıntılar yapacağız. Bunlara ilaveten gerek Kırgızca ve Türkçe, gerekse Rusça ve İngilizce ulaşabildiğimiz konuyla ilgili çalışmalardan da istifade etmeye gayret edeceğiz. Kırgızların Dînî Bilgi Düzeyleri ve Bazı Garip Dînî Uygulamalar Kırgız halkı, -her ne kadar İslamlaşma süreci hakkında farklı yorumlar yapılıyorsa da- aslında yüzyıllardan beri Müslüman bir toplum olarak yaşamaktadır.252 Ancak yaşadıkları coğrâfî şartlar; içinde bulundukları siyâsî ve sosyal durum, onların dindarlık düzeyi üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Zira Kırgız halkı, târihî süreçlerinin büyük bir kısmında göçebe bir hayat yaşamıştır. Böyle bir hayat tarzının, iyi bir dînî eğitim yapmaya ve buna bağlı olarak dindarlaşmaya müsait olmadığı açıktır.253 Bundan dolayı esas itibariyle Müslüman olan Kırgız halkı arasında dinin özünden uzak bazı anlayış ve uygulamalar olmuştur. Kırgız şair ve sancıracı (nesep ilmi âlimi) Talip Moldo (1849-1949), Güneyde; Andican ve Namangan bölgelerinde Özbeklerle birlikte yaşayan Kırgızların, daha önceden İslam’a girdiklerini ve daha dindar olduklarını, buna karşılık, Kuzey bölgesinde yaşayanların, daha geç dönemlerde Müslüman olduklarını, dînî bilgi ve hassasiyetlerinin daha az olduğunu254 belirtir.255 Onun verdiği bilgilere göre, Kırgızistan’ın 249 Hidayet Aydar, “Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Profili”, Uluslararası Globalleşme Sürecinde Kırgızistan’da Din Bilimleri ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Meseleleri Sempozyumu 21-22 Mayıs 2007 Bişkek, (Bişkek: 2008), 269-292. 250 Hidayet Aydar, Kırgızistan’da Din Eğitimi ve Araşan İlahiyat Fakültesi, (Bişkek, 2009). 251 Hidayet Aydar, Kırgızistan’da Dindarlaşma, (Bişkek, 2009). 252 Aydar, Kırgızistan’da Din Eğitimi ve Araşan İlahiyat Fakültesi, 34-39. 253 Bu dönemlerde Kırgızlar arasında din eğitiminin durumu için bkz. Aydar, Kırgızistan’da Din Eğitimi ve Araşan İlahiyat Fakültesi, 53-59. 254 Halen durum aynıdır; Güneyde Özbeklerle birlikte yaşayan Kırgızlar, Kuzeydekilere göre daha dindardırlar. (Bkz. Mustafa Erdem, “Kırgızistan’da Dinî Hayat”, Türk Yurdu Dergisi, Kasım–2001, C.21, S. 171, s. 74. Ayrıca Akramova, Kırgızistan’da Orto Mekteplerdeki “Adep Sabagı” Dersinde, 18; Ahmet Cihan, "Kırgızistan'da Dini Bilinçlenmenin Toplumsal Tezahürleri", İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, (Kırgız Respublikasının Bilim, İlim Cana Caştar Sayasatı Ministriligi Oş Mamlekettik Üniversiteti Teologiya Fakülteti), sayı 8, (Oş: 2005), 82). 492 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kuzeyindeki Isık Göl-Çolpan Ata bölgesinde yaşayan Buğu oymağının büyük bir kısmı, son zamanlara kadar İslam dinini, putperestlik ile karıştırıp beraberce yaşaya gelmişlerdir.256 Talip Moldo, Kırgızların, “dinim İslam” demekle beraber, aslında İslam’ın ne olduğunu bilmediklerini de yazar ve İslâmî bilgi ve pratiklerin, Hokand Hanlığı zamanında Kırgızlar arasında gelişme kaydettiğini belirtir.257 Kırgızların dindarlık düzeylerinin bu dönemlerde çok düşük olduğuna dair pek çok haber nakledilmektedir. Kırgız tarihçi Osmonali Sıdıkuulu’nun (1875-1940), 1914 yılında naklettiği bilgilerde, bu konuda bize bilgi verecek bazı örnekler vardır. Buna göre, o zamanlar Kırgız Temir boyu, daha önceleri haram ve helalin ne olduğunu bilmiyormuş; kendiliğinden ölen hayvanın etini yiyor, zina ve hırsızlık yapıyor ve çıplak geziyorlarmış. Ancak Kırgızların bu boyu, dindar bir kişi olan Moldo Carkımbay Hacı’nın vaaz ve nasihatleri sayesinde bu yanlışlıktan dönmüş, İslam ve iman yoluna girmiştir.258 Yine onun verdiği bilgilere göre, söz konusu Kırgız boyundakiler, oruç tutar fakat namaz kılmazlarmış. Aralarında namaz kılan biri olsa, hemen ona “din âlimi” manasında “moldo” derlermiş. Böyle biri, Ramazan ayında tuttuğu orucunu açmak için, kendileri arasında ezan bilip okuyacak kimse olmadığı için, iftar vakti, atıyla on kilometre uzaktaki bir köye gider, ezanın okunduğunu duyduktan sonra tekrar hızla kabilesine döner, ondan sonra orucunu açarmış.259 Ünlü Kazak araştırmacı Ç. Velihanov260 da, Kırgızlar arasında yaptığı araştırmalarını yayınladığı eserinde, Hokand Hanlığı zamanında Kırgızların önemli manaplarından olan Sarıbagış manapının, “Orman Han dönenimde, sıcak bir yaza rast gelen oruç, 255 Ayrıca bkz. Abdumalik Nysanbaev, "XXI. Yüzyılda İslam Dünyası: Orta Asya Bölgesi", XXI. Yüzyılda İslam Dünyası ve Türkiye Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı 28-30 Mart 2003 İstanbul, (İstanbul: İslami İlimler Araştırma Vakfı-Ensar Neşriyat, 2003), 296. 256 Bkz. Talip Moldo, “Kırgız Tarihi, Uruçuluk Kuruluşu, Turlu Saltlar”, Kırgızdar, (Haz. K. Cusupov), (Bişkek: 1993), II/535-537; Seyfettin Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet Göçebe Bir Türk Boyunun İslamlaşma Tarihi Üzerine Bir Deneme, (Ankara: Sek Yayınları, 1999), 69; Mustafa Erdem, Kırgız Türkleri Sosyal Antropoloji Araştırmaları, (Ankara: ASAM Yayınları, 2000), 141-142. 257 Bkz. Talip Moldo, “Kırgız Tarihi”, Kırgızdar, II/536 Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 70. 258 Bkz. Osmonali Sıdıkuulu, Tarih-i Kırgız-ı Şadmaniye Kırgız Sancırası, (Arap harflerinden Kiril alfabesine aktararak yayınlayan: H. Karasayuulu), (Frunze: 1990), 38; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 66. 259 Sıdıkuulu, a.g.e., 39; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 67. 260 Bkz. Ö.C. Osmonov- A.A. Asanov, Kırgızstan Tarıhı(En bayırkı doordon azırkı mezgilge çeyin) (Kırgızistan Tarihi(En Eski Devirden Günümüze Kadar) , (Bişkek 2003), 306-307. 493 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı onun emriyle kışa ertelenmiştir” dediğini nakletmektedir.261 Aynı bilgi V.P. Makrinin ile V. M. Polskih’in birlikte Rusça hazırladıkları, daha sonra da D. Saparaliyev ve B. Barkayev tarafından Kırgızstan Tarihi adıyla Kırgızcaya çevrilen eser262 ile Abdulkadir İnan tarafından Türkçeye çevrilen Manas Destanı adlı eserde263 de geçmektedir. Ne yazık ki, o zamanlar Kırgızların “moldo” diye itibar ettiği kişilerin bile dînî bilgi konusunda durumları, halkınkinden pek farklı değildi. Esasen bunlara, herhangi bir din eğitimi aldıkları için değil, fakat bir iki dînî husus hakkında doğru-yanlış bazı bilgilere sahip oldukları için “moldo” denilirmiş. Nitekim Temir boyu arasında herhangi birinin namaz kılması durumunda, kabilesi tarafından, ona hemen “moldo” dendiğine yukarıda temas ettik. Söz konusu boy arasında oruç tutup namaz kıldığı için kendisine “moldo” denen bir kişi, cenaze namazını kıldırırken rükû ve secde yaparmış. Kendisine “biz böyle cenaze namazı görmedik” diyenlere, “o öncedendi; Hudayar Han’dan264 (1845-1858) sonra secdeli namaz çıktı” diyerek, cenaze namazının secdeli hale geldiğini söylermiş.265 Talip Moldo’nun verdiği bilgilere göre, cenaze namazı, ölenin arkasından dînî merasim yapıp Kur’an okumak gibi hususlar, Hokand Hanlığı zamanında Kırgızlar arasında yaygınlaşmaya başlamıştır.266 Beş vakit namaz konusunda da özellikle Kuzey Kırgızları arasında bazı garip uygulamaların olduğu belirtilmektedir. Kırgız tarihçi Talip Moldo’nun verdiği bilgilere göre, Kuzey Kırgızların çok az bir kısmı namaz kılıyordu. Bunlar namazda okuyacak kadar Kur’an bilmediklerinden, namazlarında “Karagaydın keldesi, Men Kuday’dın pendesi” (Karakayanın kellesi, ben Hüda’nın kölesi) diyerek yatıp kalkarlar, böylece namaz kılarlarmış.267 Kırgızların bu dönemleri hakkında önemli bilgiler veren Kazak coğrafyacı ve bilim adamı Velihanov, onların eski örf ve adetlerine çok bağlı olduklarına; Müslüman olmakla birlikte, İslam’ın emir ve 261 Bkz. Çokan Valihanov, Sobraniye Soçineniy v 5 Tomah, (Alma-Ata: 1985), II/ 72-73. Ayrıca bkz. Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 71; Akramova, Kırgızistan’da Orto Mekteplerdeki “Adep Sabagı” Dersinde, 13-14. 262 Ayrıca bkz. V.P. Markinin-V.M. Polskih, Kırgızistan Tarihi, (Kırgızcaya çev. D. Saparaliyev ve B. Barkayev), (Bişkek: 1995), 240. 263 Abdulkadir İnan, Manas Destanı, (Ankara: 1985), 6. 264 Hokan Hanlarından biri. 265 Sıdıkuulu, a.g.e., 39; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 67-68. 266 Bkz. Talip Moldo, “Kırgız Tarihi”, Kırgızdar, II/536; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 70 267 Talip Moldo, “Kırgız Tarihi”, Kırgızdar, II/537; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 71. 494 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması talimatlarını bilmediklerine işaret etmektedir. Ona göre, bundan dolayı Kırgızların arasından âlimler çıkmamıştır.268 Kırgızlar bu dönemde yanlarına gelen ve fakat az da olsa dînî bilgisi olan Özbek veya Uygur asıllı tüccarlara (sart) “din âlimi” gözüyle bakar ve onlara saygı gösterirlerdi. Onların ellerinde “Hz. Peygamber’den alınmış emir yazısı” olduğuna inanırlardı.269 Hatta Sıdıkuulu, onların bu yaklaşımını, “halk, bilgisiz de olsa sartı görse ona “hoca”, sarıklı görse ona da “moldo” derdi” şeklinde vermektedir.270 Yine Sıdıkuulu, ülkenin kuzeyinde Narın tarafında yaşayan Kırgız Çerik kabilesinin dînî hayatı ve dînî eğitim düzeyleri hakkında bilgi verirken, onların, o zamanlar pek çok âlimin yetiştiği bir ilim şehri olan Kaşgar'dan bel bellemeye gelen bir kişiyi dahi "büyük moldo" olarak görecek kadar dînî bilgi konusunda yetersiz olduklarını kaydetmektedir.271 Sıdıkuulu ayrıca şu bilgileri de vermektedir: "Kendim gezip gördüm; bir adam, kendi köyünde bir "divâne" iken, Çerlik kabilesi arasında "moldo" oldu. O divâne moldo, elif harfini bilmez, ancak o ne söylese, halk onu şeriat olarak kabul ederdi."272 Kırgızların dînî yaşayışı hakkında bilgi veren eserlerde, onların namaz ibadetlerini nasıl ve ne derecede ifâ ettikleri de söz konusu edilmektedir. Buna göre, eskiden Kırgızlar arasında namaz kılma oranı son derece düşük imiş. Nitekim Kırgız tarihçilerden Belek Soltonoyev (1878-1938), yaşadığı dönemlerde, kendi bölgesinde bulunan Kırgızlar arasında İslâmî yaşayıştan bahsederken, onların arasında namaz kılanların sayısının binde bir olduğunu söylemektedir.273 Ancak Rusların bölgeyi işgal edip Kırgızları denetimleri altına geçirmelerinden sonra Kazan’dan bölgeye gelen Tatar; Kaşgar’dan gelen Uygur; Fergana ve Taşkent’ten gelen Özbek mollaların sayesinde namaz ve diğer ibadetleri öğrenip daha fazla kılmaya başlamışlardır. Onun verdiği bilgiye göre, Kırgızlar cemaatle namaz kılmak istediklerinde zorla birini öne geçirirlermiş; o kişi de Kur’an okumayı bilmediği için, açıktan okunması gereken yerleri 268 Bkz. Makrinin - Polskih, a.g.e., 245-246; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 65. Sıdıkuulu, a.g.e., 89; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 68. 270 Bkz. Sıdıkuulu, a.g.e., 91; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 68. 271 Sıdıkuulu, a.g.e., 92-93; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 68-69. 272 Sıdıkuulu, a.g.e., 92-93; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 69. 273 Bkz. Belek Soltanayev, Kızıl Kırgız Tarihi, (Bişkek: 1993), I/136; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 72. 269 495 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sessizce içinden okurmuş; ona, “niçin açıktan okumadığı” sorulunca da, “açıktan okumak öğünmektir” dermiş.274 XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren diğer bölge halkları gibi Kırgızlar da Rusların denetimi altına girmişlerdir.275 Rus Çarlığının denetimi altına girdikleri dönemlerde bile, sosyal hayatlarında hâkim olan eski örf ve âdetlere bakılarak, bazı Kırgızların Müslüman olmadıkları iddia edilmiştir.276 Nitekim ondokuzuncu asır başlarında Tobolsk bölgesi ile Türkistan arasında uzayıp giden engin ovalarda oturan birçok Kırgızın putperest olduğu belirtilmektedir. Bunların Hıristiyanlaştırılması için Rus hükümetine yapılan müracaat iyi karşılanmamış; “o taraf halkının henüz İncil'in yüce dairesine kabul edilemeyecek derecede ilkel ve yabânî oldukları” buna bir sebep olarak gösterilmiştir.277 Bu “ilkel ve yabânî” insanların Hıristiyanlaştırılması için değil, Müslümanlığa girmeleri için uğraş verilmesinin daha uygun olacağı önerilmiştir. Nitekim bölgeye Müslüman davetçiler gelmiş, Rus yetkililerden izin alarak dînî tebligat faaliyetine başlamış ve büyük gayret göstererek bütün Kırgız aşiretlerini İslam'a sokmuşlardır.278 T. W. Arnold, Kırgızların bu dönemlerde Müslüman olmalarıyla ilgili bazı önemli bilgiler vermektedir. Ona göre, bölgedeki Kırgızların Müslüman olması, İslam'daki misyonerlik tarihinin hayrete değer vakalarından birisidir. Arnold'un verdiği bilgilere göre, Orta Asya'daki Kırgızlar, Tatar mollaları tarafından İslam'a sevk edilmişlerdir. Ruslar, 1731'li yıllarda Kırgızlarla başlayan ilişkilerini ve görüşmelerini hep Tatarlar aracılığıyla sağlamışlardır. Tatarların Kırgızlarla iyi anlaşmalarından hareketle, Kırgızları da Tatarlar gibi Müslüman zannetmişlerdir. Hâlbuki Arnold'a göre, Kırgızların çoğu, ondokuzuncu asrın ortalarına kadar Şamanist idiler. Memleketleri, Rus İmparatorluğuna ilhak edildiği zaman, Kırgız hanlarından yalnızca birkaçı Müslümanlık hakkında bilgiye sahipti ki, bu bilgiler de müphem idi. O zamanlar, geniş Kırgız ovalarının hiçbir 274 Soltanayev, a.g.e., I/136; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 72. Reşit Rahmeti Arat, "Kırgızistan", ", İslam Ansiklopedisi, (Eskişehir: MEB Devlet Kitapları, 2001), VI/739; Mehmet Saray, "Rusya'nın Türkistan'da Yayılması", Genel Türk Tarihi, (Editörler: H. C. Güzel - A. Birinci), .(Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), IX/687709; Mehmet Saray, "Kırgızistan ", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2002), XXV/443-444; Erdem, Kırgız Türkleri, 69-71. 276 Ceenbek Canıbekov, Kırgız Ruhundagı Sosialdık-Filosofialık İdeyalar cana Közkaraştar, (Oş: 1996), 72; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 65. 277 Arnold, .W. Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, (Çev. H. Gündüzler), (Ankara: 1982), 249. 278 Arnold, a.g.e., 249. 275 496 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tarafında tek bir mescit ve Muhammed'in dinini öğretebilecek tek bir hoca bile bulunmuyordu. İşte bu kadar İslam’dan uzak ve bîhaber olan Kırgızların Müslüman olmasına, o zamanki Rus hükümetinin, onları Müslüman sanması, bundan dolayı da onlara Müslüman ilkelerine göre muamelede bulunması sebep olmuştur. Bu maksatla Kırgızlar arasında Rus hükümetinin emriyle mescitler yaptırılmış ve Kırgız çocuklarına dînî eğitim vermek için mektepler açmak üzere mollalar gönderilmiştir. Bu mollalar, Rusya hükümetinin adamları sıfatıyla Kırgızlar arasında İslamiyet'e dair vaazlar vermiş ve İslamiyet’i yaymışlardır.279 Bize öyle geliyor ki Arnold, Kırgızların Müslümanlıktan bîhaber oluşları konusundaki bilgileri abartarak vermiştir. Hicretin 90. yılı gibi oldukça erken dönemlerden itibaren Müslüman olmaya başlayan halkların yaşadığı; gerek İslâmî ilimler, gerekse Tasavvuf konusunda çok büyük âlimlerin yetiştiği bir bölgede yaşayan Kırgızların "geniş ovalarının hiçbir tarafında tek bir mescidin bulunmadığını ve Muhammed'in dinini öğretebilecek tek bir hocanın bile olmadığını" kabul etmek çok zordur. Belki de Arnold ve onun gibi bazı araştırıcılar, küçük bir bölgede görmüş oldukları bir durumu, bütün bölgeye teşmil etmişlerdir. Her hâlükârda biz, Arnold'un verdiği bu bilgilere "temkinli" yaklaşıyoruz. Rusların Çarlık döneminde bilinçli bir şekilde bölgedeki Müslümanları dinden uzaklaştırma politikası güttükleri, bu amaçla da bölgede 25 civarında kilise açtıkları bilinmektedir.280 Bununla birlikte Kırgızlar, zaman zaman karşılaştıkları ve etkilerinde kaldıkları İslâmî kimliği ağır basan bazı devletler sayesinde, kısa bir süre içerisinde, dînî bilgi düzeylerini ve dindarlık seviyelerini arttırabilmişlerdir. Nitekim Hokand Hanlığı zamanında, Güney Kırgızistan'da yaşayan Kırgız toplumu arasında var olan dînî eğitim kurumlarına yenileri de ilave edilmiş, böylece bölgede dînî eğitim daha da güçlenmiştir. Bölgede buna bağlı olarak dindarlık düzeylerinin yükseldiğini görmekteyiz. Sovyetler zamanında, diğer toplumlar gibi Kırgızları da dinsizleştirme çabalarına, Sosyalist rejimin gereği olarak büyük bir hız verilmiştir. Esasen Bolşevik Devrimi’nden sonra kurulan Sovyetler Birliği idaresi, dine ve dînî eğitime karşı zaman zaman yasaklamalara 279 Arnold, a.g.e., 248-249. Bkz. Sovyet Rusya'da Bugünkü İslamiyet (Islam Today in the Soviet Union), (Almanya: ts.), 4-5. 280 497 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gitmiştir.281 Nitekim 23 Ocak 1918 tarihli “Kiliseyi Devletten ve Okulu Kiliseden Ayırma Hakkında Kanun” adındaki düzenlemede, “okulun kiliseden ayrıldığı; genel eğitim veren bütün devlet ve cemaat okullarında, aynı şekilde özel okullarda dînî eğitime izin verilmediği” belirtilmiştir. Bununla beraber aynı düzenlemede, vatandaşların özel yollarla din eğitimi vermeleri ve almaları mümkün kılınmıştır.282 Bazı ufak tadilatlarla 1990 yılına kadar yürürlükte kalan 8 Nisan 1929 tarihli “Dînî Cemaatler” başlıklı kanunun 18 ve 19. maddelerinde, “Devlet ve cemaat okulları ile özel okullarda dînî dersler vermek yasaktır; dînî cemaat üyeleri, yalnız cemaate ait olan cami etrafında faaliyette bulunabilirler” denilerek, din eğitimi yapma imkânı daha da kısıtlanmıştır.283 Bunun için bölgedeki pek çok İslâmî ibadet ve eğitim mekânı kapatılmış veya kuruluş maksadının dışında bazı işler için kullanılmıştır. Ayrıca din ve dînî anlayışlar/uygulamalar aleyhinde çok büyük menfî propaganda ve yayınlar yapılmıştır. Bu cümleden olarak, namazın İslam’ın orijinal ibadeti olmayıp önceki dinlerden alınan bir tapınma şekli olduğu; emekçilerin zamanını alarak onları üretimden alıkoyduğu; namazdaki hareketlerin, bir kölenin, efendisi karşısındaki hareketlerini andırdığı ve bunun, köleliğin hâkim olduğu toplumların üretim ilişkilerinin bir yansıması olduğu; bu hâliyle namazın, günde beş defa emekçileri köle vaziyetinde durmaya mecbur ettiği vs. iddia edilmiştir.284 Yine Sovyet dönemi bazı yazarları, namazın, toplumların geri kalmasının en büyük etkenlerinden biri olduğunu iddia etmişlerdir. Bunlardan biri olan M. Aliyev, namazın kişileri ve milletleri perişan edip geri bıraktığı yönündeki iddiasını şöyle bir hesapla ortaya koymaya çalışmıştır: Beş vakit namaz, insanın bir günde 5-6 saatini, bir ayda 180 saatini, bir yılda 2160 saatini veya 90 gününü almaktadır. 281 Bkz. Gülnisa Aynakulova, “Günümüz Kırgızistan’ında Dinler ve Dini Faaliyetler”, 1. Uluslar arası Sosyal Bilimciler Kongresi,SSCB Sonrası Türk Cumhuriyetlerinde Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Değişim Uluslararası Kongre 18-21 Eylül 2006, Kocaeli/Türkiye, Kongre Kitabı, (Kocaeli: 2007), 471; Mehmet Nuri Yılmaz, "Türk Dünyasında Dini Durum", Yeni Türkiye Dergisi, sayı 15 Türk Dünyası Özel Sayısı I, (Yıl 3, Mayıs-Haziran 1997), 156. 282 Kanun, Din, Çerkov: Marksizim Leninizm Klassiklerining Din ve Ateizm Toğrısıdagı Fikrleri, Sovyetler Birliği KP. ve Özbekistan KP’nin, SSCB ve Özbekistan SSR Hukumetlerining ana şu Meselelerge aid Huccetleri Toplamı, (Haz. Komisyon), (Taşkent: 1987), 92-94’ten Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 110-112. 283 Bkz. Baymirza Hayıt, Sovyet Rusya Emperyalizmi ve Türk Dünyası, (Ankara: 1975), 339; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 125-126. 284 Bkz. Mehemmedov A., İslam, (Bakı: 1933), 39’dan Seyfettin Erşahin, Türkistan’da İslam ve Müslümanlar Sovyet Dönemi, (Ankara: İlahiyat Vakfı Yay., 1999), 275-276. 498 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bunun İslam dünyasında VII. yüzyıldan beri yapıldığı göz önünde bulundurulursa, halka verdiği zarar kendiliğinden ortaya çıkar. Yine bu rakamları Orta Asya hakları için söz konusu yaptığımızda, namazın, onların geri kalma nedenlerinden biri olduğu kolayca anlaşılabilir.285 Sovyet döneminin ileri gelen İslam bilimcilerinden olan Özbek asıllı Muttalip Ahmedoviç Osmonov da, namazın insanlarda acizlik ve karamsarlık duygularını güçlendirdiğini, sosyal hayat meselelerinden uzaklaştırdığını ve pasifleştirdiğini iddia etmiştir.286 Bu propaganda, doğal olarak insanları etkilemiş; Kırgızistan’da zaten az olan namaz kılma anlayışından halkı bütünüyle uzaklaştırmıştır. Yetmiş yıl süren bu dönem, her ne kadar Kırgızları Müslüman kimliğinden çıkarma konusunda tam başarılı olamamışsa da, onları “din” konusunda bilgisizleştirmede; dolayısıyla da dindarlık düzeylerini alt seviyelere çekmede oldukça başarılı olmuştur. Bağımsızlık Sonrası Dindarlaşma Süreci 1991 yılında başlayan Bağımsızlık sonrası dönemde, bilhassa ilk zamanlarda Kırgızlarda dine ve dînî değerlere dönmede hızlı bir süreç yaşanmıştır. Uzun, hem de çok uzun zamandır kalplerinin derinliklerinde saklı bulunan dînî duygular, Bağımsızlıkla birlikte bir anda kabarmış ve halk büyük bir oranda eskiden beri sahip olduğu fakat yaşayamadığı dinine sarılmaya başlamıştır. Bu zamanda, âdeta Karahanlılar ve daha sonraki dönemlerde bölgede birkaç kez yaşanmış olan binler, hatta yüz binlerce çadırdan ibaret büyük kitlelerin İslam'a girişlerinin farklı bir versiyonu yaşanmıştır. Kırgız halkı arasında Bağımsızlığın ilk yıllarında başlayan dine yönelme ve dînî esaslara göre yaşama arzusu, başka bir ifadeyle dindarlaşma düzeyi, hızlı bir şekilde devam etmektedir. İyi gözlem yapabilen herkes, Kırgız halkı arasında dindarlığın nasıl bir yükseliş tirendi gösterdiğini rahat bir şekilde fark edebilir. İbâdetler ve Dindarlaşma Burada görüştüğümüz bazı insanlar, Sovyetler döneminde başkent Bişkek’te bulunan ve bugün halk arasında “Çon Meçet” (Ulu 285 M. Aliyev, İslam Dini ve Onıng Merasimleri, (Taşkent: 1958), 25-27’den naklen Erşahin, Türkistan’da İslam, 396-397. 286 Muttalip Ahmedoviç Osmanov, İslam Akide ve Merasimleri, (Taşkent: 1975), 122; Erşahin, Türkistan’da İslam, 396-397, dipnot 284. 499 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Cami) diye bilinen Borborduk Meçet (Merkez Camii)287 adındaki camide -ki o zamanlar oldukça küçük imiş- yalnızca birkaç yaşlının namaz kıldığını, Cuma namazlarının da yine bu kadar az bir cemaat tarafından kılındığını anlatmışlardır. Bunlar, bağımsızlığın ilk yıllarında da durumun bu noktada olduğunu, ancak kısa bir süre içerisinde bu mescitte namaz kılanların sayısının hızla arttığını söylemişlerdir. Araplar tarafından büyütülerek yeniden yapılan Borborduk Meçiti (Çon Meçet-Santralni Meçet), bugün artık sadece içiyle değil, fakat avlusuyla da cemaati kaldıramamaktadır. Cuma namazlarında cemaat, caminin yanından geçen anayollara ve sokaklara taşmaktadır. Kırgız halkını, yazın sıcağında yüksek hararet altında, insanı kasıp kavuran sıcak altında avluda, yolda, sokakta Cuma namazını kılarken görebileceğiniz gibi, kışın dondurucu soğuğunda sokakta, buz gibi karın üstünde bile namaz kılarken görebilirsiniz. Ne yazın kavurucu sıcağı, ne kışın dondurucu soğuğu, onları namazını eda etmekten alıkoymaz. Vakit namazlarında da, özellikle hafta sonlarında caminin içi dolmaktadır. Biz bunların tümüne bizzat şahit olduk. Ramazan ayında da cami oldukça kalabalık olmaktadır. Ama Kırgızistan’da en büyük kalabalığı bayram namazlarında görmek mümkündür. 2006, 2007 ve 2008 yıllarında şahit olduğumuz bayram namazları, muazzam kalabalıklar tarafından eda edildi. Bu namazlar, başkent Bişkek’in en büyük meydanı olan Alatoo meydanında288 onbinlerin katılımıyla kılınmaktadır. Bizzat dönemin Kırgızistan Hazreti Müftüsü (Diyanet İşleri Başkanı) Muratali Hacı Cumanov’un belirttiğine göre 2007 yılında meydanda 90 bin civarında kişi bayram namazını cemaatle kılmıştır.289 2008 yılında bu sayı daha da yükselmiştir. Bir kısmını kışın kıldığımız bu namazları, halk buz gibi havada buzların üstünde ifa ediyordu. Demek ki, yaklaşık 15 yıl 287 (Бишкек Щаардык Борбордук Мечит) (Bişkek Şaardık Borborduk Meçit = Bişkek Şehri Merkez Mescidi), Rusça (Чентральная Мечеть Города Бишкек) (Tsentralnaya Meçet Goroda Bişkek = Bişkek Şehri Merkez Camii) diye yazılmıştır. Ancak mescit, halk arasında Çon Meçet, Santralni Meçet (Ulu Cami/Merkez Camii) diye bilinir. 288 Bu meydan (ki halk burayı “meydan” anlamında Rusça bir kelime olan Ploşat kelimesiyle adlandırır), meclisin önü, tarih müzesinin arkası olan bölgedir ve bütün bu bölgenin içinde yer aldığı meydan, “Alatoo meydanı” diye bilinir. Bişkek’in en büyük meydanı olan bu meydan, aynı zamanda Kırgızların Aküy (Beyaz ev) dedikleri ve Kırgız hükümetinin de içinde bulunduğu Cumhurbaşkanlığı köşkünün de hemen yanı başındadır. Lenin'in, daha önce meydanın anayola bakan kısmında bulunan dev heykeli de yine burada toplu bayram namazlarının kılındığı yerde bulunmaktadır. 289 Muratali Hacı Cumanov, Ölköbüzdögü İslam Jolu, (Bişkek: 2008), 17. 500 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması içerisinde bayram namazı kılanların sayısı 30-40 kişiden, 100 bin kişi civarına çıkmıştır. Bunun muazzam bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Bayram namazlarından önce Kırgızistan’da tanınmış bazı âlimler vaaz ederler. Sonra Hazreti Müftü konuşur. Onun ardından, Cumhurbaşkanı ve hükümet adına bir yetkili, sonra Bişkek Belediye Başkanı konuşmalar yaparlar. Bunların ardından Bişkek’te bulunan bazı büyükelçiler söz alır ve Bayram namazı kılmaya gelmiş olan yüzbini aşkın Kırgız müslümana hitap ederek bayramlarını kutlarlar. Bizim katıldığımız bayram namazlarında İran, Pakistan, Türkiye gibi Müslüman ülkelerin büyükelçilerinin yanında Amerika büyükelçisinin veya onun adına birinin konuşma yapması –hem de konuşmasını Kırgızca yapması- çok dikkatimizi çekmişti. Halkın bayram namazı kılma konusundaki eğilimlerine gelince, 2008 yazında Kırgızistan’daki yedi büyük eyalet ve başkent Bişkek, 18 şehir merkezi ve 58 köyde 1555 denek üzerinde yüzyüze yapılan bir ankette kendilerine sorulan “Bayram namazını kılıp kılmadıklarına dair” soruya, deneklerin %24,0’ı “düzenli”; %7,8’i arasıra ve %7,7’si de “çok seyrek” demiştir. “Ömrümde hiç” diyenlerin oranı ise %20,7’dir. Soruya deneklerin %39,7’si cevap vermemiştir.290 Cevap vermeyenleri de belli oranda dağıttığımız zaman, hiç Bayram namazı kılmayanların oranı %29 olmaktadır. Geriye kalan %71’lik kısım ise ara sıra da olsa Bayram namazı kılmaktadır. Namaz kılanların önemli bir kısmı, bilmediği için, ne yazık ki namazı âdâbına uygun kılmamaktadır. Çoğu zaman camide namaz kılarken, yanı başınızda namaza duran kişinin, size bakarak, sizin yaptıklarınızı taklit ederek namaz kıldığını görebilirsiniz. Kırgızistan’da Ramazan ne derecede hissediliyor? Doğrusunu söylemek gerekirse, başkent Bişkek’te üç Ramazan geçirdim; şehir içinde, dışarıda, sokakta Ramazanın varlığını hissettirecek bir şeye pek rastlanmıyor. Tabii bu söylediğimiz başkent Bişkek içindir, başka yerler için bir şey diyemem. Bunun dışında iftarlara çağırma, toplu iftar yapma gibi hususlara da pek rastlayamadık. Bazı dînî kurum ve kuruluşların yaptıkları küçük çaplı ve az sayıda etkinlik vardır. Bunların yanında, zaman zaman Cumhurbaşkanının, başta Hazreti Müftü olmak üzere dînî kimliği olan bazı kişilere sarayında (Ak Üy) iftar yemeği verdiğine dair haberler basına yansımaktadır. Ancak 290 Bkz. Nuri Kiraz, Kırgızistan’da Dindarlaşma Tirendi, Bişkek Sosyal Bilimler Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, bitmemiş doktora tez notları, 53. 501 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bütün bunlar genel içinde pek önemli bir yer tutmuyor. Burada bir iftar telaşına, bir sahur heyecanına hiç şahit olmadık. Ramazanda tıpkı diğer zamanlarda olduğu gibi bütün restoran, kafe gibi halka yemek hizmeti sunan yerler açıktır ve kalabalık oranları Ramazanın dışındaki zamanlardakinden farksızdır. Bu sözlerimiz, başkent Bişkek’te oruç tutulmadığı anlamına gelmez. Mutlaka oruç tutanlar vardır; hem de azımsanmayacak kadar. Nitekim Ramazanda bilhassa ilk günlerde merkez cami olan Çon Meçet dolup taşmaktadır. Ne var ki bir milyonu aşkın Bişkek nüfusu içerisinde bu miktar, fark edilmeyecek kadar az ve küçük kalmaktadır. Bu durumu da normal karşılamak lazımdır. Zira burada bize anlatıldığına göre, Sovyetler zamanında kırsal bölgelerde az sayıdaki yaşlıyı hariç tutarsanız, neredeyse hiç oruç tutan yokmuş. Oruç tutma, bağımsızlığın ilk yıllarından sonra başlamış bir ibadettir. O zamandan beri süregelen oruç tutma ibadetine ilginin giderek artmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu sayı çoğaldıkça Ramazan daha fazla hissedilecektir. Başkent Bişkek’te Ramazan’ın varlığı pek hissedilmemekle bitlikte, iyi yönde bazı gelişmeler de olmaktadır. 1 Ekim 2008 günü kutlanan Ramazan bayramında, büyük kalabalıklarla kılınan bayram namazı hutbesinde Hazreti Müftü, buna değinerek şunları söylemiştir: “Şükürler olsun ki, ülkemizde ve bu arada başkent Bişkek’te Ramazan daha çok hissedilmekte ve yaşanmaktadır. Nitekim bu Ramazan’da başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, bazı bakanlar, milletvekilleri, valiler, belediye başkanları ülkemizin din adamlarının katıldığı iftarlar vermişlerdir. Hatta aralarında Amerika gibi müslüman olmayan ülke elçilerinin de bulunduğu pek çok büyükelçi de biz din adamlarına iftar düzenlemiş ve Ramazanımızı kutlamışlardır.” Her ne kadar bu, siyâsî yönü ağır basan bir durum ise de, yine de hayra yormak ve Kırgızistan’da Ramazan’ın ağırlığını hissettirdiğine hamletmek mümkün olabilir. En azından eskiye göre daha iyiye doğru bir gidişatın olduğunu söyleyebiliriz. Bölgede bulunan ve Türkiye destekli olan İlahiyat Fakülteleri ile diğer dînî kurumlar da her Ramazan ayında iftar programları düzenlemektedirler. Bu programlara, Bişkek'te çalışan bazı Türkler yanında Kırgızlar da çağrılmakta; böylece iftar verme geleneğinin, esasen çok misafirperver olan Kırgızlar arasında yerleşmesine katkı yapılmaktadır. Burada Sovyet rejiminde oruç ibadetine nasıl bakıldığı hakkında da kısa bilgi vermek istiyoruz. Bu dönemde yapılan propagandalarda belirtildiğine göre oruç, Yahudilerden alınmış bir 502 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ibadettir; Muhammed’in orucu almasındaki esas gaye, Bedir savaşından sonra kurduğu devletine ekonomik kaynak sağlamaktı. Esasen oruç gibi ibadetler, ilkel toplumlarda üretimin ve stokların sınırlı olduğu dönemlerde bir tedbir olarak ortaya çıkmış anlayışlardır ve fakat daha sonra bir dînî emir haline gelmişlerdir. İslam orucunda yolculuğa çıkacak olanlara tutmama yönünde bir kolaylık tanınması, ticaret burjuvazisi ideolojisinin temsilcisi olan Muhammed’in, ticaret kervanlarının geri kalmaması için başvurduğu bir çare olup, Arap tacirlerin çıkarlarını korumaya yönelik bir düzenlemedir. Emekçilerin kurduğu sınıfsız sosyalist toplumda oruç, sadece iç ve dış düşmanlar ile râhânîlerin elinde, emekçilere karşı bir silah olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Çünkü oruç, emekçilerin fizikî gücünü zayıflatarak, ekonomik faaliyetlere zarar vermektedir.291 Öte yandan, Ramazanda büyük masraflar yapılarak verilen iftar ziyafetleri yüzünden halk fakirleştirmektedir.292 Bu tür propagandalar, tabii olarak oruç ibadetine olan ilginin ve onu tutanların sayısının azalmasına neden olmuş ve Kırgızların daha sonraları oruç ibadetinden uzaklaşmalarında etkili olmuştur. Dînî Kurumlar (Camiler–Eğitim Kurumları) ve Dindarlaşma Burada bizlere bir bilgi vermesi açısından Kırgızistan'da bulunan dînî gurupları ve bunların faaliyet alanlarını da kısaca vermek istiyoruz: 17 Şubat 2009 tarihinde talebimiz üzerine Din İşleri Komisyonunun resmi yazıyla bize verdiği bilgilere göre, 01.01.2009 tarihi itibariyle Kırgızistan'da toplam 2184 dînî akım, gurup, vakıf ve organizasyon bulunmaktadır. Bunların aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi, 1804'ü Müslümanlara, 364'ü Hıristiyanlara, 1'i Yahudilere, 1'i Budistlere, 12 tanesi Bahailere ve 14 tanesi de Sayntolojistler293 gibi diğer bazı yeni dînî akımlara aittir. 291 Mehemmedov A., İslam, (Bakı: 1933), 40-42’den naklen Erşahin, Türkistan’da İslam, 275-276; Hadi Feyzi, “Ruze”, Hudasızlar, 1928/1, 14-23; A. İsmailzade, “Ruze”, Hudasızlar, 1930/1-2, 9-10’dan naklen Erşahin, Türkistan’da İslam, 276-277; A. Bennigsen – Lemercier C. Quelquejay, Step’te Ezan Sesleri, (Çev. Nezih Uzel), (İstanbuL: İrfanYayıncılık, 1994), 242. 292 Bkz. Aliyev, a.g.e., 41; Osmanov, a.g.e., 122-123; Erşahin, Türkistan’da İslam, 400. 293 Kırgızistan'daki faaliyetleri için bkz. İrnazarov Sootbek, Kırgızstanda Sayentologiya Agımı, (Bitirme Tezi), Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi, (Danışman: Murzaraimov Bakıt), Bişkek: 2009, 66-82. 503 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 01.01.2009 Tarihi İtibariyle Kırgızistan'da Faaliyet Gösteren Dini Organizasyonlar 2000 Müslümanlar 1804 1500 Hıristiyanlar 364 Yahudiler 1 1000 Budistler 1 Bahailer 12 500 Yeni Dini Akımlar 14 0 1 (Grafik 1) Kırgızistan’da faaliyet gösteren dini organizasyonlar Müslümanlara ait organizasyonlardan 1686'sı mescittir. 50 tanesi medrese, 9 tanesi yükseköğretim kurumu (üniversite ve enstitü), 9 tanesi bölge kadılığı ve 1 tanesi de Kırgızistan Müslümanları Dînî İdaresidir. 49 tane de vakıf ve benzeri dînî organizasyon vardır. Bağımsızlığın ilk yıllarında ülkede 38 civarında cami varken294, 2009 başı itibariyle Kırgızistan'da 1686 bulunmaktadır. Buna 418 adet henüz kaydedilmemiş295 camiyi ilave ettiğimizde sayı 2000’i geçmektedir.296 Yapımı devam edenlerle beraber bu rakam daha da yükselmektedir. Bunların çoğu, neredeyse her vakit cemaatle, bilhassa gençlerden oluşan cemaatlerle dolmaktadır. Birçok kez vakit namazı kıldığımız başkent Bişkek’teki Santralni Meçet (Merkez Cami) ve diğer mescitlerde camilerin dolup taştığına şahit 294 Muratali Hacı Cumanov, Ölköbüzdögü İslam Jolu, (Bişkek: 2008), 16. Sovyetler döneminde de 39 resmi mescide karşılık, kayıtlı olmayan ve gizli bir şekilde ibadet maksadıyla kullanılan 1000 civarında mescidin var olduğu kaydedilmektedir. (Bkz. Cumanov, a.g.e., 16; Kanıbek Osmonaliyev “Religioznaya Situatsiya vı Kırgızskoy Respublike i Vaprosi Prabavogo Obespeçeniya Religiyoznoy Deyatelnosti vı Kırgızstane”; Mamayusupov O.Ş. Vaprosı (Problemı) Religii na Perehodnom Periyode, (Bişkek: 2003), 26, 29. 296 Cumanov, a.g.e., 16. Ayrıca bkz. Muratali Hacı Cumanov, “Kırgızstanda İslam Dininin Abalı” (Kırgızistan’da İslam Dininin Durumu), Vestnik Oşskovo Gasudarstvennovo Universiteta Spetsialniy Vıpusk Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam 20-21 Mart 2004), Oşskiy Gasudarstvenniy Universitet-Turkiya Diyanet Vakfı Oş Devlet Üniversitesi ve Türkiye Diyanet Vakfı İşbirliğiyle, (Oş: 2004), 99, Kırgız Respublikasında Caygaşkan Meçitterdin Calpı Sanı (2008 Cılı cana 2009 Cılı Başına Karata). (Müftiyattan Alınmış Belge). 295 504 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olmuşuzdur. Demek ki 16-17 yıl içinde 2000 civarında cami yapılmıştır. Bunun ne kadar büyük bir gelişme olduğu ortadadır. Kırgızistan’da dindarlaşmanın düzeyini göstermesi açısından, dînî eğitim kurumlarının sayısına ve etkinliğine de kısaca işaret etmek istiyoruz. 2009 yılı itibariyle Kırgızistan’da, tamamen İslâmî eğitim yapan ve Müftiyata bağlı olan İslam Üniversitesi adında bir üniversite vardır. Üniversitede 300 civarında öğrenci öğrenim görmektedir. Bunun dışında yine Müftiyata bağlı 8 tane İslam Enstitüsü, 54 medrese bulunmaktadır ki, buralarda yaklaşık 2800 öğrenci okumaktadır.297 Buna 150 civarında öğrencisi olan Oş İlahiyat ile 140 civarında öğrencisi olan Araşan İlahiyat Fakültelerini de eklemek gerekir. Ayrıca muhtelif dînî vakıf ve kurumlarca finanse edilen ve burada zikredilenlerin dışında da bir takım dînî eğitim kurumları mevcuttur.298 İşte bütün bu kurumlar ve buralarda okuyan üçbinbeşyüz civarında öğrenci299 de, Kırgızistan’da dindarlık düzeyinin yükselmesinde etkili olmaktadırlar. 01.01.2009 Tarihi İtibariyle Kırgızistan'da Bulunan Müslümanlara Ait Dini Organizasyonlar Kırgızistan Müslümanları Dini İdaresi 1 2000 Bölge Kadılıkları 9 1500 Mescitler 1686 1000 Yüksek Okullar 9 500 0 Medreseler 50 Vakıf vb. Diğer Dini Organizasyonlar 49 1 (Grafik 2) Kırgızistan’da Müslümanlara ait dini organizasyonlar 297 Kırgız Respublikasında 2008-2009 Cılı İştep Turan Diniy Üniversitet cana İnstituttar (Müftiyattan alınmış belge); Spisok Medrese po Respublike na 13.02.2009 god, Din İşleri Komisyonunun, 17 Şubat 2009 tarih ve 16-16/126 numaralı resmi yazısı; Farideh Heyat, “ReIslamisation in Kyrgyzstan: gender, new poverty and teh moral dimension”, Central Asian Survey, (December 2004), vol. 23, No 3-4, 276. 298 Bkz. Aydar, Kırgızistan’da Din Eğitimi, 144-150. 299 Bkz. Aydar, Kırgızistan’da Din Eğitimi, 141, 171. 505 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Görüldüğü gibi Kırgızistan'da Müslümanlara ait pek çok dînî organizasyon vardır ve bunlar Kırgız halkının dindarlaşmasına etki yapmaktadırlar. Yine dindarlaşmanın bir göstergesi olarak, Bağımsızlığın ilk yıllarında Hacca giden Kırgızların sayısı 3-5’lerle ifade edilirken, bugün, Suudi Arabistan hükümetinin vermiş olduğu 4.500 kişilik kota dolmaktadır.300 Kısaca şunu söyleyebiliriz ki, Kırgızistan’da dînî hayat, her gün biraz daha fazla yaşanmakta ve hissedilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, camilerde namaz kılanların sayısında büyük artışlar olduğu gibi, başını örten kadınların, özellikle de genç bayanların sayısında da gözle görünür bir artış fark edilmektedir. 2006 yılında Bişkek’e geldiğimizde -geleneksel tesettür dışında- örtülü hanımlara, bilhassa genç bayanlara, sadece Merkez Caminin etrafında tek tük rastlamak mümkünken, üç yıl sonra 2009 yılında Bişkek’in her tarafında her an örtülü genç bir veya birkaç bayana rastlayabiliyorduk. Bişkek Türkçe Öğretim Merkezi’nde (TÖMER) görevli bir arkadaşın verdiği bilgiye göre, 2005 yılında yaklaşık 700 civarında kursiyer arasında neredeyse hiç başı örtülü bayan yok idi veya bir-iki kişi dışında başı örtülü kimse olmazdı. Oysa 2009 yılında hemen hemen her sınıfta bir veya birden fazla başı örtülü genç kız Türkçe kurslarında bulunmakta idi. Kırgızistan’ın başkent Bişkek’le birlikte yedi eyaleti, 18 şehir merkezi ve 58 köyünde yapılan oldukça kapsamlı bir ankette, deneklere sorulan “Kırgızistan’da kadınların giderek daha fazla başörtüsü kullandığını düşünüyor musunuz” şeklindeki soruya, deneklerin %71,4’ü “evet” diye cevap vermiştir.301 Bu da dindarlığın simgelerinden biri olan başörtüsünü kullananların sayısındaki artışı açıkça göstermektedir. Bilhassa bugün Çon Meçitin yakınlarında, buraya ilk geldiğimiz 2006 yılı sonbaharına göre daha fazla örtülü bayan; sakallı, sarıklı, Arap veya Pakistan yöresel kıyafetlerini giymiş erkekler görebilirsiniz. Dînî hayatı, başörtüsü, sakal, sarık gibi dış kıyafetle değerlendirmenin pek doğru bir husus olduğu kanaatinde değiliz. Ama en azından, bir gösterge olması açısından bunlara işaret ettik. Yoksa biz, -dinin emri olan kıyafetleri önemsemekle birlikte- başını örtenin 300 Bkz. “Acıga Baruuçular Sözcüz Turdö Caşagan Rayonunda Açılgan Katoo Kitebine Cazıluusu Kerek”, İslam Madaniyatı, 22 İyul (Temmuz) 2008, 2. 301 Diğer cevaplar ise şöyledir: Hayır: %13,7; "Fikrim yok": 12,3. Soruya cevap vermeyenlerin oranı ise %2,5’tir. (Bkz. Kiraz, a.g.tez notları 36). 506 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dindar, sakal bırakıp sarık takanın, cübbe ve şalvar giyenin mütedeyyin, diğerlerinin mütedeyyin olmadığı gibi bir kanaate sahip değiliz. Bunlar insanın dış görünüşüyle ilgili hususlardır. Allah ise kişinin kalbine ve ameline bakar.302 Şunu da belirtelim ki, cadde ve sokaklarda, hatta üniversiteler ve diğer bazı kurumlarda bu tür kıyafetlerle dolaşan insanların sayısındaki artış, bazı yetkililerin dikkatini çekmektedir. Araşan İlahiyat Fakültesi dekanı olarak benim de katıldığım ve bazı üniversite rektörleriyle fakülte dekanlarının bulunduğu bir sohbet esnasında, bu rahatsızlığın açıkça dile getirildiğine şahit oldum. Buralarda bu durumun, ileride Kırgızistan için ciddi problemler doğuracağı ileri sürülmüş ve tedbirlerin alınması gerektiği dile getirilmişti. Nitekim bu tedbirlerin ilk işareti olarak daha önceleri Kırgızistan'daki orta dereceli okullarda başörtüsüyle derse girmek serbestken, Şubat 2009 tarihi itibariyle Kırgız Eğitim Bakanlığı, üniversitelerin dışındaki eğitim kurumlarında başörtüsü ve hicabı yasaklamıştır.303 İleride bu yasağın üniversiteleri de kapsayacağı ileri sürülmektedir. Ancak halktan gelen tepkiler üzerine Bakanlık bir süre sonra -şimdilik- bu "yasak" kararından vazgeçmiştir.304 Dînî Guruplar ve Dindarlaşma Kırgızistan’da halk üzerinde etkili olan dînî guruplar vardır ki bunların başında Davetçilerin geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Davetçiler, Kırgızistan’da en yaygın şekilde faaliyet gösteren Müslüman bir dînî cemaattir. Merkezleri Pakistan olan bu insanlar, köy köy, mahalle mahalle hatta ev ev dolaşarak insanları dine davet etmekte ve onları dinlerini yaşamaları konusunda bilgilendirmektedir.305 Niyetleri hâlis olan bu insanlar, keşke daha 302 Bkz. Müslim b. el-Haccac, Sahihu Muslim, (el-Kutubu's-Sitte içinde), (İstanbul: Çağrı Yayınları: 1413/1992), el-Birr, 33; İbn Mace, Sünenu İbn Mace, (el-Kutubu's-Sitte içinde), (İstanbul: Çağrı Yayınları: 1413/1992), Zühd, 9. 303 Bkz. Delo Gazetesi, 4 Mart 2009, 8 (758), s. 1. 304 Bkz. Ayzada Kutuyeba, "Ministertsvo Obrazovaniya i Nauki Kırgızstana Vneslo İzmeneniya vı Prikaz o Razyasnitelnoy Rabote vı Uçebnih Zavedeniyah po Povodu Edinıh Trebovaniy k Şkolnoy Forme", http://24.kg/community/2009/03/11/108721.html 305 2008 yazında Kırgızistan’daki yedi büyük eyalet ve başkent Bişkek, 18 şehir merkezi ve 58 köyde 1555 denek üzerinde yüzyüze yapılan bir ankette kendilerine sorulan “çevrenizde dini faaliyet yapan birileriyle karşılaştıysanız, bunlar hangi dine ilişkin faaliyet yürütüyorlardı” şeklindeki bir soruya, deneklerin %51,2’si Müslümanlar demiştir. Deneklerin %8,6’sı Hıristiyan, %3,0’ı Yehova Şahitleri; %2,1 Budis ve yine aynı oranda Bahai; %1,5 te Tengrici demiştir. %31,6’sı ise soruya cevap vermemiştir. (Bkz. Kiraz, a.g.tez notları, 11).Bölgede dini tebliğ faaliyetini daha çok Davetçiler yaptığına göre, bu oranda onların payı çok büyük olmalıdır. 507 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı güzel ve doğru yöntemlerle insanları dine davet etselerdi! Kırgızistan’da görebildiğimiz kadarıyla davete çıkan insanların bir kısmı, dînî konularda fazla bilgiye sahip değildir. Yani, dînî bilgisi olmayan ya da bu konuda çok yetersiz olan kimseler de tebliğe çıkmaktadırlar. Bir gün bir arkadaşla beraber Kazakistan’ın Almatı kentinden Bişkek’e geliyorduk. Bir taksiye bindik ve yola koyulduk. Takside şoförün yanında genç bir arkadaşı vardı. Oradan buradan konuşurken söz bizim görevimize geldi. İlahiyat Fakültesinde görev yaptığımızı anlatınca, onlar da davete çıktıklarını belirttiler. Gençlerin dînî bilgisi son derece azdı, fakat davete zevkle çıktıklarını söylediler. Bizim çok yadırgadığımız bu durumu, onlar çok normal, hatta gerekli görüyorlar. Zira onlar bu faaliyet esnasında birbirlerini de eğittiklerini söylüyorlar. İçlerinden bilen biri, tebliğe çıktıkları süre içerisinde cami ve benzeri mekânlarda arkadaşlarını da eğitiyor. Bu yüzden de kendilerine "yürüyen medrese" demektedirler.306 Davetçiler, öncelikle tanıdıklarına ve dostlarına davete çıkmayı teklif ediyorlar. Ama sokakta buldukları insanlara teklif ettikleri de oluyor. Nitekim bir öğretim üyesi arkadaşımıza, yolda önüne çıkıp teklifte bulunmuşlar; arkadaş, “siz beni tanımıyorsunuz; dînî bilgi düzeyimi bilmiyorsunuz. Nasıl oluyor da bu halde beni davete çağırıyorsunuz?” dediği zaman, ona, “bunlar mühim değil!” demişlerdir. Davetçiler, genellikle beş-altı kişilik guruplar halinde davete çıkıyorlardı. Sayıları, bundan biraz fazla veya az da olabilirdi. Davet süresi en az üç gün sürüyordu; 40 gün hatta 4 aya kadar da olabiliyordu.307 Davetçiler, vardıkları bölgenin camisine gidiyor, oraya yerleşiyorlar. Yemeklerini genelde kaldıkları camide kendileri pişirip yiyor, zaruri ihtiyaçlarını yine orada karşılıyorlar. Geceleyin de camide yatıyorlar.308 Namazdan sonra, cemaate, tebliğ için bir süre beklemelerini söylüyorlar. Tesbihat bittikten sonra camide kalanlara bildiklerini anlatıyor veya ellerindeki bir kitaptan bir süre okuyorlar. Ellerindeki kitap daha çok Şeyh Muhammed Zekeriya tarafından yazılmış ve Eratov Ravşan-Dostmatov Akılbek tarafından Kırgızcaya çevrilmiş 306 Dooronbekov Ramis, Kırgızstanda İslam Dinin Cayıltuu Metoddoru, Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Mezuniyet tezi (Danışman: Masiraliyev Şumkar), Araşan/Bişkek, 2009), 94. 307 Bkz. Dooronbekov, a.g.tz., 94. 308 Dooronbekov, a.g.tz., 94. 508 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olan Fazail-i Amal adındaki bir kitaptır. Kitapta Kur’an, Namaz, Zikir ve Davetin faziletlerinden bahsedilir.309 Bilhassa öğle ve ikindi namazlarının ardından cadde ve sokaklarda dolaşıyor, evlerin ve işyerlerinin kapılarını çalarak insanları namaz vakti camide toplanmaya davet ediyorlar ki buna Kırgızistan’da gaş denmektedir. "Gaş", Farsça dolaşmak, gezmek anlamına gelen "geşt" kelimesinin tahrife uğrayarak Kırgızcaya geçmiş halidir. Toplananlara yukarıda geçtiği gibi namazdan sonra vaaz ediyorlar. Bazen de çaldıkları kapıyı açan kişiye, "iman tazelemek gerek" diyerek, ona kelime-i tevhidi söyletmekte, sonra da ayrılmaktadırlar. Evleri dolaşarak insanları camideki sohbete çağırmak için genelde üç kişi beraber çıkmaktadır. Bunlardan "delil" denen kişi, gidilen yerin kapısını çalar. Kapıyı açan ev sahibini, "mütekellim" denen kişi, vakti varsa camideki sohbete davet eder; bazen de ona kelime-i tevhidi söyletir. Bu arada "zikreden kişi" olarak bilinen üçüncü kişi de cübbesinin cebinde bulunan tesbihi çekerek zikir yapar. Davetçilerin bazen sert tepkilerle karşılaştıkları; hakaretlere maruz kaldıkları, hatta dayak bile yerdikleri olmaktadır. Ama bunların hiçbiri, onları davetten caydırmamaktadır. Çünkü onlar, "ilk dönem Müslümanların da, bu şekilde eziyete ve hakarete, hatta öldüresiye dayağa, ülkelerinden sürgüne vb. zulümlere maruz kaldıkları, fakat buna rağmen İslam'ı tebliğden vazgeçmedikleri" anlayışıyla hareket etmektedirler. Kırgızistan’da davete çıkanlarla ilgili pek çok söylenti duyduk; ailelerini ve çocuklarını ihmal ettikleri; anne ve babalarının gönlünü kırarak bu işi yaptıkları; sahip oldukları önemli işlerini terk ederek davete çıktıkları gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.310 Bundan dolayı, Müftiyât tarafından davetin, 18 yaşını geçmiş; anne ve babası ile ailesinin rızası olduğuna dair belgesi olan ve davet süresince ailesini ihmal etmeyecek olan kişiler tarafından yapılabileceği hükme bağlanmıştır.311 Davetçiler, Kırgızistan'da misyonerlerin ve diğer bazı akımların halk arasında daha fazla yayılmasının önünde büyük bir 309 Bkz. Mevlüt Uyanık, “Kırgızistan’da Dini Hayat ve İlahiyat Öğreniminin İşlevi”, Uluslar arası Globalleşme Sürecinde Kırgızistan’da Din Bilimleri ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Meseleleri Sempozyumu 21-22 Mayıs 2007 Bişkek, (Bişkek: 2008), 207-208, dipnot 1. 310 Bkz. Uyanık, a.g.t., 207-208, dipnot 1. 311 Kırgızstan Musulmandarının Din Başkarmasının Daavat (ügüt-nasaat) Bölümünün iş Cürgüzüü Boyunça Cobosu adlı belge. 509 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı engel teşkil etmektedirler. Şayet onların yoğun ve etkin faaliyetleri olmasa, Kırgız halkı arasında misyonerlik ve diğer akımlar daha fazla yayılacaktır. Davetçiler derinliği olan ve bilinçli yaşamaya dayanan bir dînî anlayıştan ziyade, yüzeysel ve sadece dış görünüşe dayanan bir dînî yaşayışa çağırmaktadırlar. Bunlar cübbe giyip sakal bırakmaya, daha ziyade Pakistan veya Arap geleneksel kıyafetlerine benzeyen elbiseler giymeye özen göstermekte; eş ve kızlarını tesettüre büründürmektedirler. Onlar, Kırgız halkını da, "en doğru İslâmî yaşayış tarzı" diye düşündükleri bu tarzda giyinmeye ve yaşamaya davet etmektedirler. Bu konuda kısmen başarılı oldukları da söylenebilir. Doğal olarak bu tür kıyafetlere bürünenlerin ve bu anlayıştakilerin sayısının artması, yetkililerin dikkatini çekmektedir. Bize öyle geliyor ki, ileride bu konuda Kırgızistan’da bazı problemler yaşanacaktır. Nitekim zaman zaman, aralarında resmi yetkililerin de bulunduğu bir kısım Kırgız entelektüelle birlikte bulunduğumuz bazı ortamlarda, bu tür konuların gündeme getirildiğine ve bunların, bilhassa Kırgız örf ve adetlerine uymayan, şekle dayalı dindarlık düzeyinin artmasından rahatsız olduklarına şahit olmuşuzdur. Esasen bunlar bir yönü itibariyle çok haksız da sayılmazlar. Ne yazık ki Kırgızistan’da din adına; İslam dînî adına tebliğ yapan bazı guruplar, hiç gereği yokken, ilgili âlimlerin kendi aralarında tartışmaları gereken bazı önemli kelâmî konuları gündeme getirmekte; böylece insanlar arasında kargaşaya neden olmaktadırlar. Bu bağlamda, ciddi bir kelâmî tartışma konusu olan “mürtekib-i kebîre”nin yani büyük günah işleyenin hükmü konusunu işleyerek, kendilerine katılan gençlerin kafalarını bulandırdıklarına dair haberler duymaktayız. Bize anlatıldığına göre bunların bir kısmı, namaz kılmama gibi bazı dînî vecibeleri yerine getirmeyerek veya içki içmek gibi bazı yasakları irtikâp ederek haram işleyenlerin, yani büyük günah işleyenlerin dinden çıktığı anlayışından hareketle, kardeşle kardeşin, evlatla ebeveynin arasını açmaktadırlar. Bunlar, Kırgızistan’da Davetçilerin ne derece etkin ve yoğun çalıştıklarının küçük birer göstergesidir. Şayet Davetçiler, daha düzenli, bilgili, disiplinli ve modern davet yöntemlerine uygun bir şekilde, bütün bunlara ihlas ve samimiyetlerini de ekleyerek hizmet yaparlarsa, şimdikinden çok daha fazla başarılı olacaklarını sanıyoruz. 510 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bunun dışında Vehhabiler312 ve Hizbu't-Tahrir gibi bazı dînî akımlar da bölgede ciddi faaliyetler göstermektedirler. Dindarlık Düzeyi Görüldüğü gibi, Kırgızistan'da ciddi bir dindarlaşma tirendi göze çarpmaktadır. Ne var ki bu “dindarlık” düzeyinin niteliği tartışmaya açıktır. Müşahede edebildiğimiz kadarıyla "dindarlık", Kırgız halkının kalbinin en derin köşesinde yer almaktadır; onu söküp atmak mümkün değildir. Fakat bu dindarlık, daha ziyade yüzeysel bir dindarlık olup, bilinçli bir hal arz etmemektedir. Şöyle de söyleyebiliriz: Kırgız halkı için din, “olmasa olmaz” unsurlardan biridir, ancak onlar için din, bir “hayat tarzı” değildir. Onlar için “hayatın tüm esaslarını dînî ilkelere göre düzenlemek” diye bir şey söz konusu değildir. Kimi zaman atalarından tevarüs eden ve Şaman anlayışına dayanan örf ve adetler, kimi zaman 200 yıla yakınıdır muhtelif şekillerde birlikte oldukları Rusların kültüründen geçmiş anlayışlar, kimi zaman da din adına uydurulmuş hurafeler dinle birlikte onların hayatını şekillendirmektedir. Bu anlayışları onların günlük hayatlarının pek çok safhasında görebilirsiniz. Yukarıda sözünü ettiğimiz başı örtülü veya sakallı-cübbeli insanların önemli bir kısmının dindarlık anlayışının da herhangi bir “derinliği” olmayan "yüzeysel bir dindarlık" olduğunu söyleyebiliriz. Şamanizm’den kalma bazı anlayışları, cenaze törenlerinde, düğün merasimlerinde ve diğer bazı toplu törenlerdeki dînî uygulamalarla karışmış vaziyette görebilirsiniz. Şahit olduğumuz diğer önemli bir husus da, namaz kılıyor olmanın, camiye gidiyor olmanın, onların bir kısmını içki gibi bazı haramlardan alıkoymaması hususudur. İçki ne yazık ki o kadar yaygın ki, namaz kılan bazı ailelerin bile hiç yadırgamadan bunu kullandığını gördük. Tabii ki bu tespitimiz, bilhassa belli bir yaşın üstündekiler içindir. Bunlar, namazı ayrı bir şey, içki içmeyi ayrı bir şey olarak değerlendiriyorlar. Dînî eğitim veren kurumlara olan ilgi de dindarlık düzeyinin yükselmekte olduğunun bir göstergesidir. Bağımsızlığın ilk yıllarında neredeyse hiç dînî eğitim kurumu yokken, buralarda okuyan öğrenci 312 Hakkında bilgi için bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, "Vehhabilik", (Kırgızcaya çev. A. Satıbaldiyev), Teologiya Fakültetinin İlmiy Jurnali İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, (Kırgız Respublikasının Bilim Beruu Madaniyat Ministrligi Oş Mamlekettik Üniversiteti Teologiya Fakülteti), sayı 1, (Oş: 2000), 73-86. 511 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bulunmazken, bugün Kırgızistan’ın her tarafında pek çok dînî eğitim veren kurum ve buralarda okuyan çok sayıda öğrenci mevcuttur. İnsanların dinlerini yaşamalarında da ciddi bir değişim ve gelişim kendini göstermektedir. Namaz kılanların sayısında çok büyük bir artış olduğu gibi, Ramazan’da oruç tutanların ve diğer dînî vecibeleri yerine getirenlerin sayısında da ciddi artışlar söz konusudur. Sorunlar Orta Asya ülkeleri bağımsızlığını kazandıktan sonra, Sovyet dönemi boyunca dînî yönden bastırılmış olan halk, coşkuyla dine; daha önceki dinleri olan İslam’a yönelmeye başladı. Ne var ki, bu coşkuya bilinçli bir yönlendirme yapılamadı. Zira bu alanda yeterli donanıma sahip uzmanlar mevcut değildi. Bölge ülkelerinin yöneticileri de bu konuda gereken girişimleri yapmada yetersiz kaldılar. Böylece resmi İslam hiyerarşisinin bıraktığı boşluk, radikal dînî gurupların çoğalmasına neden oldu. Bazı Müslüman ülkelerden gelen bir takım radikal partiler ve guruplar bu emsalsiz siyasal fırsattan yararlanarak bölgede yoğun faaliyetlerde bulundular.313 Bunlar dinden ve dînî kurumlardan, kendi emellerini gerçekleştirmek için azami ölçüde yararlandılar. Ne yazık ki Kırgızistan’ın Güneyinde Batken’de meydana gelen terör olaylarında görev alanların, mahalli medreselerde dînî öğretim görmüş, daha önce bir takım radikal faaliyetlerde bulunmuş kişiler olduğu tespit edilmiştir.314 İslam dini adına faaliyet gösteren bu akımların bölge için büyük tehlike teşkil ettikleri belirtilmektedir.315 Bu tür guruplar yüzünden İslam dini töhmet altında bırakılmaktadır. İslam dini adına ortaya çıktığını iddia eden bazı dînî gurupların, bu kisve altında siyâsî eylemler yapması, daha da kötüsü, bir kısmının terör eylemlerine bulaşması, bazı Kırgız yetkililerin ve 313 İskender Ormon Uulu, “Batken Olayı Özelinde Terörizmin Sebepleri Üzerine Düşünceler”, Bishkek International Conference on”The Political-Economy of Terrorism in Central Asia and the Role of Education Among Possible Solutions” 20 February 2003 Bishkek Kyrgyzstan, (International Aturk-Alatoo University), (Bishkek: International Ataturk-Alatoo University Publications 2003), 100. 314 Ormon Uulu, “Batken Olayı Özelinde terörüzmin Sebepleri Üzerine Düşünceler”, 101. 315 Bkz. Jessica N. Trisko, “Coping with the Islamist Threat: analysing repression in Kazakhstan, Kyrgyzstan and Uzbekistan”, Central Asian Survey, (December 2005), vol. 24, no 4, 373-389; Lori M. Handrahan, “Gender and Ethnicty in the ‘transitional democracy’ of Kyrgyzstan” (Recent history of Kyrgyzstan), Central Asian Survey, (2001), vol, 20, No 4, 477; Çınarbek Kalbatov, Hizbu’t-Tahrir Partisi ve Onun Kırgızistan’daki Faaliyetleri, Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Bitirme Tezi, (Danışman: Bakıt Murzaraimov), (Araşan/Bişkek) 2006), 21-32. 512 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması halk kitlelerinin İslam’a olan bakışını olumsuz yönde etkilemektedir. Dolayısıyla din ve terörün bir arada gösteriliyor olması Kırgızistan’da dindarlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan biri olarak durmaktadır. Görebildiğimiz kadarıyla Kırgız halkı dine büyük bir meyil göstermekle birlikte, bu meyle doğru ve seviyeli bir yön verilememektedir. Bölgede samimi bir niyetle din hizmeti verenler yanında, dînî faaliyette bulunanların önemli bir kısmı ne yazık ki Allah rızasından çok, kendi itikatlarının yaygınlaşması için çalışmaktadırlar. Ne yazık ki bugün Kırgız halkından bazı kesimler arasında, -hatta bunlara resmi bazı kurum ve kişileri de ekleyebilirsiniz- İslam yerine, Türklerin İslam’ı, Pakilerin İslam’ı, Suudilerin İslam’ı, İranlıların İslam’ı gibi tabirler kullanılmaktadır. Bu ayrımlarla yetinilse ne ala! Esefle belirtelim ki, İslam, bu ülkeden gelenlerin adıyla adlandırılmakla kalmamakta; bunlara bir de falan gurubun, filan gurubun İslam’ı gibi kullanımlar da eklenmektedir. Bunların kendi cemaatinin çıkarlarını; dindarlaştırmaktan çok kendi cemaatine müntesip bulmayı göz önünde bulundurmaları yüzünden, maalesef İslâmî yönelişe güzel bir rota çizilememektedir. Bir de bu cemaatlerin kendi aralarındaki sorunları, çekişmeleri ve kendi içlerindeki tartışma ve ayrışmaları eklendiğinde, İslâmî yönelişin ne büyük sıkıntılar yaşadığı daha rahat anlaşılabilir. Üzülerek belirtelim ki, Kırgızlara ait bazı dînî kurumlar dahi, saf İslam yönünde değil, maddi destek aldıkları gurupların anlayışı yönünde politikalar belirlemekte ve buna göre hareket etmektedirler. Bunlara, Kırgızistan’da İslam adına dînî tebligatta bulunanların, davete çağrı yöntemi konusundaki yetersizlikleri; toplum ve birey psikolojisi konularındaki bilgisizlikleri ve İslam dinini sadece mensubu oldukları cemaatin perspektifinden tanıtma gayretlerini de eklemeliyiz. Burada bir kısmını zikrettiğimiz anlayışlardan dolayı, ne yazık ki, büyük bir hasretle diniyle buluşmaya ve onunla kucaklaşmaya koşan Kırgız halkı, karşısında özlemini çektiği kucağı bulamamış; onun yerine malum bazı gurupları bulmuş, fakat bunlarla tatmin olmamıştır. İşte bütün bunlar ve bunlara benzeyen başka hususlar nedeniyle, bağımsızlığın ardından başlayan yoğun İslâmî eğilim ve yönelişler yavaşlama sürecine girmiş bulunmaktadır. Hatta bu yönelmenin, yeterli ve seviyeli karşılık bulamadığı için duraklama dönemine girmekte olduğunu da söyleyebiliriz. Belli bazı kesimlerin, 513 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İslâmî hareketlerden ve faaliyetlerden rahatsız olduklarını artık açık bir şekilde dile getirmeye başladıklarını da duyabilir, görebilirsiniz… İşin kötü tarafı, bu entelektüel kişiler ve resmi makamlar, radikal guruplarla hiçbir ilişkisi olmayan tüm dînî gurup, kurum ve kişileri de bunlarla mukayese ederek, aynı değerlendirmeye tabi tutmaktadırlar. Türkiye Devletinin destek verdiği İlahiyat Fakültelerini de bu çerçevede değerlendirenler olmaktadır. Ne var ki bunlar bu kurumların eğitim sistemleri, hedefleri, hizmetleri hakkında bilgi sahibi olduktan sonra, bu önyargılardan kurtulmakta ve bu kurumların hizmetlerini takdir etmektedirler. Bununla beraber, bunların bazılarının zihinlerinde dine ve dînî guruplara karşı pek de olumlu olmayan bazı düşüncelerin varlığının devam etmekte olduğunu açıkça görmek mümkündür. Doğal olarak bütün bunlar, Kırgız halkının İslâmî yöneliş konusunda kafasını karıştırmakta; nasıl bir yol takip edeceği, nereye doğru yöneleceği hususunda şaşkınlık yaşamasına neden olmaktadır. Bu şaşkınlık onlardan bazılarını başka dînî arayışlar içine girmeye sürüklemekte, adeta misyonerlerin kucağına itmektedir. Misyonerlik Faaliyetleri Burada, Kırgızistan’da çok sayıda misyoner gurubun, Kırgız halkı arasında yoğun misyonerlik faaliyeti yaptıklarına da işaret etmeliyiz. Kırgızistan küçük bir ülke olmasına rağmen, büyük dînî faaliyetlere sahne olmaktadır.316 Çok sayıda din ve akım, Kırgızistan topraklarında faaliyet göstermektedir.317 Hatta Orta Asya’da dînî akım ve örgütlerin318 en rahat faaliyet yaptıkları ülkenin Kırgızistan olduğu 316 John Anderson, "Religion, State and Society in the New Kyrgyzstan", Journal of Church and State, (Ocak 1999), sayı 1, 99 vd.; Salih Pay, "Kırgızistan: Dinlerin Müsabaka Alanı", Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 17, sayı 2, (2008), 233-252. Misyonerlerin Türkistan bölgesindeki faaliyetleri için bkz. Erdem, Kırgız Türkleri, 50-51. 317 Bkz. Bakıt Murzaraimov, “Kırgızistandın Aymagındagı Missyonerlik Araketi Cana Diniy Agımdar”, Teologiya Fakültetinin İlmiy Jurnali İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, (Kırgız Respublikasının Bilim Beruu Madaniyat Ministrligi Oş Mamlekettik Üniversiteti Teologiya Fakülteti), (Oş: 2003), sayı 3-4, sayfa 65-72; Tınçtıbek Çorotekin, “Kırgızistan Cumhuriyeti”, Genel Türk Tarihi, (Editörler: H. C. Güzel - A. Birinci), .(Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), X/230-231; Kurmanbek Kudaybergenov, Misyonerlerin Davet Metodları, Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Bitirme Tezi (Danışman: Murzaraimov Bakıt), (Araşan/Bişkek 2006), 37; Durmuş Arık, “Küreselleşme Sürecinde Kırgızistan’da Misyoner Faaliyetleri Üzerine Bir İnceleme”, Dini Araştırmalar, (Ankara: 2000), cilt 6, sayı 17, 327-349. 318 Orta Asya’daki zararlı dini akım ve guruplar ile misyonerlik faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bkz. Sabri Hizmetli, Orta Aziya Turik Respublikalarındagı Ziyandı Agımdar Cane Missionerlik, (Almatı: 2006), 48-245. 514 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dahi söylenmektedir. Bunun nedeninin de, Kırgızistan’da diğer ülkelere göre daha fazla demokratik ortam ve anlayışın hâkim olması; bundan dolayı da bu ülkenin, kendini "Asya'nın İsviçre'si" ve "demokratik ada" diye tanımlanması olduğu belirtilmektedir.319 Bağımsızlığın ardından Kırgızistan’a gelen misyoner guruplar, ülkedeki demokratik ortam ve serbestlikten; ayrıca din özgürlüğünden yararlanarak, Kırgız Hükümetine bağlı Din Komisyonuna kaydını yaptırmakta, ardından rahat bir şekilde faaliyetlerini yürütebilmektedir. Yukarıda verdiğimiz grafikte de görüldüğü gibi Kırgızistan’da 2009 yılı itibariyle Hıristiyanlara ait 364 dînî organizasyon bulunmaktadır. Buna Hıristiyanlıktan kaynaklanan 14 yeni dînî akımı da katarsak bu sayı 378'e çıkmaktadır. Bunlara, kayıt yaptırmadan illegal bir şekilde faaliyet gösterenleri de eklerseniz, bu sayı daha fazla olacaktır. Bunlar fakir Kırgız halkına,320 yasaların kendilerine tanıdığı haktan yararlanarak,321 zaman zaman para şeklinde nakdi yardım, bazen de un, şeker, yağ, çay, vb. gıda maddeleri dağıtarak; hastaneleri ziyaret ederek oradaki hastalara bedava ilaç ve diğer tedavi maddeleri tedarik ederek; çeşitli okul ve üniversiteler ile benzer eğitim kurumlarında defter, kalem, silgi, okul kıyafeti, başarılı öğrencileri dinlenme kamplarına göndermek, burs vermek ve benzeri eğitime yönelik yardım ve destekler vererek; çok sayıda kitap, dergi, broşür vs.yi basıp sokaklarda, caddelerde, hatta evlere gidip bedava dağıtarak ve daha başka yollarla Kırgız halkını etkilemeye ve dinlerini değiştirmeye çalışmaktadırlar.322 319 Bkz. Trisko, a.g.m., 380; Bakıt Murzaraimoğlu, Baptizm ve Kırgızistan'da Baptist Faaliyetler, Basılmamış Doktora Tezi, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2003), 52-55; Bakıt Murzaraimov, “Kırgızistan’da Misyonerlik Faaliyetler”, Akademik Bakış, (Uluslar arası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi), İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi Türk Dünyası Fakülteleri, Celalabat/Kırgızistan, sayı 10, 1-2. (http://www.akademikbakis.org/sayi10.htm), (15/07/2009). 320 Ahmet Cihan, yoksulluğun dindarlaşma eğilimi üzerindeki etkisine işaret ettiği bir çalışmasında, yoksullukla paralel olarak dini eğitim kurumlarının arttığını söylemektedir. (Bkz. Cihan, “Yoksullaşma ve Dindarlaşmanın Bir Göstergesi Olarak Kırgızistan’da Din Eğitimi Veren Enformel Kurumlar”, 1I. Uluslararası Sosyal Bilimciler Kongresi, Orta Asya Toplumlarında Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Arayışlar Uluslararası Kongre 22-24 Ekim 2008, Bişkek/Kırgızistan, Kongre Kitabı, 11-14. 321 Eski yasalarda olduğu gibi yeni çıkan İnanç Özgürlüğü yasasında, dini organizasyonların hayır şeklinde olması kaydıyla para ve diğer yardımlarda bulunabileceği belirtilmektedir. (Bkz. Kırgız Respubligasındagı Din Tutuu Erkindigi cana Diniy Uyumdar Cönündö Kırgız Respublikasının Mıyzambı, Erkin Too Gazetesi, 16 Ocak 2009, 3. bölüm, 15. madde, s. 10 (Rusçası 16); 322 Bkz. Murzaraimov, “Kırgızistan’da Misyonerlik Faaliyetler”, 2-9; Durmuş Arık, “Orta Asya Cumhuriyetlerinde Proselitizm Faaliyetleri ve Etkileri”, Mejdunarodnaya Nauçnaya 515 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Başkent Bişkek’te misyonerlerin kapısını çalmadığı ve broşür vermediği ev yok” -dense, bu, abartı olmaz. Hatta birçok evin kapısının, özellikle yabancı uyrukluların kapılarının bir kez değil, birkaç kez çalındığına ve o aile hangi dili konuşuyorsa, o dilde bedava broşür dağıttıklarına şahit olduk. Daha çok misyonerlerin Yehova Şahitleri gurubu bu işi yapmaktadır.323 Bunlar sadece evlere gelmekle de yetinmiyorlar, her an sokakta birileri önünüze çıkıp size broşür, dergi ve İncil verebilir. Kırgızistan’da dağıttıkları dergiler daha çok Tarassut Kulesi ve Uyan adındaki dergilerdir.324 Bunun da şahidiyiz. Birkaç kez sokakta, genç Kırgız kızlardan oluşan iki veya üç kişilik küçük guruplar önüme çıkıp benimle konuştular; Türkiye’den geldiğimi öğrenince de hemen Türkçe konuşmaya başladılar ve Türkçe broşür verdiler. Bunu, sadece ben değil, Kırgızistan’da görev yapan her arkadaşım yaşamıştır. Bu genç kızlar, birkaç dil bilir vaziyette yetiştiriliyorlar, zira aynı anda birkaç dil konuştuklarını da gördük. Zaten başkent Bişkek'te yaşayan Kırgız kızların hepsi, kendi anadilleri yanında ayrıca Rusçayı da gayet iyi biliyorlar. Bunun yanında bir kısmı, Türkçe, İngilizce, Almanca, Farsça gibi dilleri de konuşabiliyor. Gerçi rahat konuşamıyorlar, ama en azından size meramlarını anlatabiliyor ve mesajlarını iletebiliyorlar. Bilhassa Hıristiyanlar için kutsal olan zaman dilimlerinde bunları daha çok görebilirsiniz. Bu faaliyetlerin sadece büyük şehirlerle sınırlı olmadığı, küçük kasaba ve köylere kadar yayıldığı da yine Kırgız arkadaşlar tarafından bize aktarılmıştır. 1991’li yıllarda bağımsızlığın elde edilmesinden sonra camilerin sayısında olduğu gibi Hıristiyanların kiliselerinin sayısında da artış olmuştur. Nitekim bu sayı bağımsızlığın ilk yıllarında 25 iken, 2003 yılı rakamlarına göre biri kadınlara ait manastır olmak üzere toplam 45’e çıkmıştır.325 01.01.2009 tarihi itibariyle bu sayının 48'e yükseldiği görülmektedir.326 Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam), 153; Egemberdi Kököuulu, “Dini Sektalar”, Kırgız Ruhu, (Aralık 1997), s. 7. 323 Kırgızistan’daki faaliyetleri için bkz. Alinur İbragimov, Yehova Şahitlerinin Tarihçesi, (Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Bitirme Tezi) (Danışman: Murzaraimov Bakıt), (Araşan/Bişkek 2006), 32-36. 324 Murzaraimov, “Kırgızistan’da Misyonerlik Faaliyetler”, 6; İbragimov, a.g.tez, 32-36. 325 Faaliyetleri ve adresleri için bkz. Gasudarstvennaya Komissiya Pri Pravitelstve Kırgızskoy Respubliki po Delam Religiy, Spravoçnik po Religiyoznim Organziatsyam, Proşedşim Uçetnuyu Registratsiyu, (Haz. Mamayusupov O.Ş.-Jeyenbekov D.A), (Bişkek: 2001), 95-127. 326 Bkz. Analiz Uçetnoy Registratsii Religioznıh Organizatsıy i Uçebnıh Zavedenıy na 01.01.2009 Goda. 516 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kırgız halkının, sayıları hızla artan Hıristiyan dînî gurup, cemaat, organizasyon; bunlara ait kilise ve eğitim kurumlarının sayısındaki artış ile bunların yoğun faaliyetlerinden etkilenmemesi mümkün değildir. Ne yazık ki bu yoğun propagandanın etkisinde kalarak din değiştirip Hıristiyan olanlar olmaktadır. Elde kesin bir kayıt olmamakla beraber,327 2005 yılında yazılan, fakat yayınlanmayan bir çalışmada, o yıl itibariyle Hıristiyanlığa geçen Müslümanların sayısı 17 bin olarak verilmiştir.328 Mathijs Pelkmans, sözlü bilgiler ve ülke boyunca ziyaret ettiği kiliselerdeki gözlemlerine dayanarak yaklaşık 20 bin Kırgız'ın Hıristiyanlığı kabul ettiğini bildirmektedir.329 2009’lu yıllarda bu sayının çok daha büyük rakamlara ulaşmış olabileceği belirtiliyor.330 Bunun mutlaka ciddiyete alınması gereken bir durum olduğu ortadadır. Esasen Din Komisyonu da, Kırgızistan’da tespit ettiği Hizbu’t-Tahririn faaliyetleri ve benzeri zararlı akımların varlığı yanında, ayrıca din değiştirme ve özellikle okul çağındaki öğrencilerin331 kandırılarak dinlerini değiştirmeleri hususlarını Kırgızistan'daki en önemli dînî sorunlar olarak zikretmiştir.332 Zaman zaman görüştüğümüz konuyla ilgili bazı Kırgız arkadaşlar, Kırgızlar arasında, ilk dönemlerde aldıkları maddi yardım ve daha başka desteklerden etkilenerek Hıristiyan dinine geçenlerin sayısında ciddi bir artış olduğunu; ancak sonraları bu artışın gittikçe yavaşladığını söylemektedirler. Onların dediğine göre, başta sadece 327 Daha önceki yıllara ait bazı rakamlar için Bkz. Salih Pay, "Kırgızistan: Dinlerin Müsabaka Alanı", Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 17, sayı 2, (2008), 245-246. 328 Bkz. Murzaraimov, “Kırgızistan’da Misyonerlik Faaliyetler”, 10. 329 Mathijs Pelkmans, " 'Culture' as a tool and an obstacle: missionary encounters in postSoviet Kyrgyzstan", Journal of the Royal Anthropological Institute, cilt 13, sy. 4, Aralık 2007, ss. 881-899'dan naklen Pay, "Kırgızistan: Dinlerin Müsabaka Alanı", 247. 330 Bkz. Aydar, Kırgızistan’da Dindarlaşma, 236-238. 331 Kırgızistan’da öğrencilerin ve gençlerin dine yatkınlık konusundaki bir araştırma için bkz. Sabirova B.K., Sulaymanov C.M., “Uroven i Osobennosti Veroterpimosti Sredi Uçaşeysya Molodeji Yuga Kırgızstana” (Güney Kırgızistan’da Okuyan Öğrencilerin Dine Yatkınlık Dereceleri ve Özellikleri), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam), 157-161; Alilbekov M. Orozaliyev, “Tendentsii Rasprostraneniya İslama Sredi Malodeji vı Tsentralnoy Azii” (Orta Asya Gençliği Arasında İslam'ın Yayılma Tandansı), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam), 243-245; Vasipov R.A., “Atnoşeniye Studentov kı Religii” (Üniversite Öğrencilerinin Dinle Olan İlişkileri), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam), 359-362. 332 Kanıbek Osmonaliyev “Religioznaya Situatsiya vı Kırgızskoy Respublike i Vaprosi Prabavogo Obespeçeniya Religiyoznoy Deyatelnosti vı Kırgızstane”; Mamayusupov O.Ş., Vaprosı (Problemı) Religii na Perehodnom Periyode, 26. 517 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı misyonerlerin parasını almak niyetiyle bu dine girenlerin önemli bir kısmı, daha sonra tekrar Müslümanlığa dönmektedir. Biz, Kırgızlar arasında Müslümanken din değiştirip Hıristiyan veya Budist olan yahut başka din veya inanışa geçen yahut geçmek isteyenlerin sayısının çok olmasının temel nedenlerinden birinin "fakirlik" olduğuna inanmaktayız.333 Hıristiyan gurupların, Kırgızları gönülden kendilerine bağlamayı başarmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Görebildiğimiz kadarıyla kendilerine bağlanan veya bağlanmış gibi görünen Kırgızların bu guruplarla aralarındaki en temel bağ maddi menfaattir. Fakir ve yardıma muhtaç Kırgız halkının bir kısmı, yardımlarından yararlanmak için misyonerlere sokulmaktadır. Yardımın kesilmesi durumunda veya başka bir yerden daha büyük bir destek gelmesi halinde, bu insanlar öncekinden ayrılıp yeni destekçiye bağlanmakta hiç tereddüt etmezler. Onca misyoner gurubun bu kadar yoğun faaliyet göstermesine ve büyük miktarda paralar harcamasına rağmen halkı Hıristiyanlaştırmada tahmin ettikleri kadar başarılı olamamaları bunu göstermektedir. Bunun yanında, "Kırgızistan'da İslam dini adına faaliyette bulunan bazı gurupların tebliğ konusundaki yanlış tavır ve tutumları da etkili olmaktadır" diye düşünüyoruz.334 Bu guruplarla karşılaşan ve onların "davet"ine muhatap olan pek çok kişiden, nefret dolu sözler duymuşuzdur. Bunların bir kısmı, bize, "şayet İslam dinini iyi bilmeseydim, bunların yüzünden bu dinden çıkardım" demişlerdir. Kırgızistan'da İslam adına dînî faaliyetlerde bulunan Davetçiler ve benzeri bazı guruplar, bilhassa kırsal bölgelerde halkın dînî inançlarının kuvvetlenmesine ve dînî bilgilerinin artmasına vesile oluyorlarsa da, ne yazık ki düzensiz kıyafetleri, yanlış tavırları, dînî davet konusundaki yetersizlikleri ve benzeri durumlarıyla, özellikle başkent Bişkek gibi entelektüel insanların çok olduğu kesimler arasında İslam'a sempatiden çok, antipati uyandırmaktadırlar. Burada Hıristiyan misyoner guruplarla ilgili bir tespitimizi daha zikretmek istiyoruz. Bilindiği gibi Kırgızistan nüfusunun %20’ye yakını Hıristiyan’dır. Bilhassa başkent Bişkek’te Hıristiyanların nüfusu daha yoğundur ve bunların büyük bir kısmını Rus Ortodokslar 333 Kırgızistan'da fakirlik için bkz. Ahmet Cihan, “Kırgızistan’da Yoksulluğun Binbir Yüzü”, 1. Uluslar arası Sosyal Bilimciler Kongresi, SSCB Sonrası Türk Cumhuriyetlerinde Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Değişim Uluslararası Kongre 18-21 Eylül 2006, Kocaeli/Türkiye, Kongre Kitabı, (Kocaeli: 2007), 1122-1123. 334 Diğer bazı nedenler için bkz. Salih Pay, "Misyonerlerin Kıskacındaki Ülke: Kırgızistan", Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 17, sayı 2, (2008), 256-268. 518 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması oluşturmaktadır. Başkent Bişkek’te karşılaştığımız, zaman zaman görüşüp konuşma imkânı bulduğumuz bu Hıristiyanların, dinleri hakkında son derece yetersiz bilgiye sahip olduklarını ve büyük bir kısmının hiçbir dînî vecibeyi yerine getirmediğini gördük. Nitekim yapılan anketlerde de bu tür sonuçlar ortaya çıkmaktadır.335 Buna rağmen bölgede yoğun bir şekilde faaliyet gösteren misyoner guruplar bunlara sokulmamakta, bunları “dindarlaştırma” gibi bir faaliyetin içine girmemektedirler. Bu guruplar, Kırgız halkını Hıristiyanlaştırmak konusunda büyük gayretler göstermekte ve az da olsa bu çalışmalarında başarılı olmaktadırlar. Bunlar, Müslüman gurupların birbirleriyle çekişmeleri gibi çekişmezler, tam tersine aralarında ciddi bir koordinasyon vardır. Adeta misyoner kesimler burada ne yapacaklarını, hangi bölgelerde kimlere ne şekilde hitap edeceklerini kendi aralarında paylaşmışlar ve ona göre hareket etmektedirler. Bu yüzden de başarılı olmaktadırlar. Şamanist Unsurlar ve Dindarlaşma Kırgızlar, tarih boyunca farklı din ve kültürlerin etkisinde yaşamış uzun geçmişe sahip bir millettir.336 En çok etkisinde kaldıkları anlayış, şüphesiz ki Şamanizm’dir.337 Bir dinden çok, bir kültür niteliğindeki Şamanizm, diğer Türk boyları gibi Kırgızları da derinden etkilemiştir. Yüzyıllar boyunca bu anlayışın etkisinde kalan Kırgızlar, İslam’a girdikten sonra da bu anlayışın önemli oranda unsurlarını yaşamaya devam etmişlerdir.338 Nitekim Kırgızların 335 Bkz. Kiraz, a.g.tez, 49-50. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, (Ankara: Ocak Yayınları, 2002),79; Şakirov Murzali, Kırgız Elinin Dini İşenimderi (Kırgız Halkının Dini İnançları), Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Diploma Tezi, (Danışman: Ermatov Arın), (Bişkek: 2007), 4-5; Osmonov-Asanov, a.g.e., 27-58; Üsöyün Hacı, “Kırgız Elinin Dini İşenimi cana Salt Sanası Cönündü”, Kırgızdar, (Bişkek: 1997), IV/560; Mehmet Saray, Kırgız Türkleri Tarihi, 15-17; Jean Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev. A. Kazancıgil), (İstanbul: İşaret yayınları, 1994), 14; Ömürkul Karayev, "Kırgızların Ortaya Çıkışı Kırgız Terimi Hakkında", (Türkçeye çev. M.Kıldıroğlu), Sosyal Bilimler Dergisi, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, sayı 1 (2001), 201-217; Olcobay K. Karatayev, "Kırgızların-Oğuzların (Türkmenlerin) Tarihi ve Etnik Bağları", Sosyal Bilimler Dergisi, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, sayı 5 (2003), 200-207; Çorotekin, “Kırgızistan Cumhuriyeti”, Genel Türk Tarihi, X/232-235; Saadettin Gömeç, Tarihte ve Günümüzde Kırgız Türkleri, (Ankara: Akçağ yayınları, 2002), 14-18. 337 Bkz. Erdem, a.g.e., 94; Bakıt Murzaraimov, “Günümüzde Kırgızlar Arasında Yaşamakta Olan İslam Öncesi İnanç, Örf ve Adetler”, Kırgız Respuplikası Oş Memlekettik Universiteti Araşan Gumanitardık İnstititunun İlimi Jurnali (Kırgız Cumhuriyeti Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmi Dergisi), (Bişkek 2006), sayı 1-2, 121-129. 338 Bkz. Şakirov, a.g.tez, 13-14; Çotonov O. – Bedilbayev A., Kırgıztandın En Bayırkı Mezgilderden 19. Kılımdın Sonuna Çeyinki Tarıhı, (Kırgızistan’ın En eski Dönemlerden 19. Asrın Sonlarına Kadarki Tarihi), (Bişkek: Kırgızistan Soros Fondu, 1998), 118-122; Üsöyün 336 519 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Müslümanlığından bahseden eserlerde, onların Müslüman olmakla birlikte, İslam dininin pek çok önemli esasından bihaber oldukları ve İslam'ı neredeyse hiç bilmedikleri, bunun yerine, ağırlıklı olarak Şaman geleneklerini sürdürdükleri, bununla beraber kendilerini Müslüman addettikleri belirtilmektedir.339 Kazak coğrafyacı ve bilim adamı olan Ç. Valihanov, onların bu yönüne işaret ettikten sonra şöyle demektedir: “Kırgızlar İslam’ı tutar, fakat onun talimatlarını bilmeden “biz müslümanız” derler. Onların bütün inançları, Orta Asyalıların eski dînî inançlarıdır. Onlar, bu inançları saklamışlardır.”340 Talip Moldo ise, Kırgızistan’ın kuzeyindeki Isık Göl-Çolpan Ata bölgesinde yaşayan Buğu kabilesinin, son zamanlara kadar İslam Dinini, putperestlik (Şamanizm) ile karıştırıp beraberce yaşadıklarını belirtmektedir. Onun verdiği bilgilere göre, bu kabile mensupları, o zamana kadar ardıç ağaçlarından tütsü yapıp mezar gibi bazı yerlere tapınıyorlardı.341 Sovyetler Birliği'nin bile, Orta Asya bölgesindeki Müslüman milletler arasında dinle mücadele tarzı belirlerken, “Kırgız ve Kazak toplumları arasında henüz atalardan kalma örf ve adetlere bağlılık, dine olan bağlılıktan fazla olduğu için, onların İslam öncesi göçebe kültürlerini öne çıkarmayı” esas aldığı belirtilmektedir.342 Ne yazık ki bugün de bazı Şamanist unsurlar Kırgızlar arasında yaşanmaktadır.343 Oş pazarı veya halkın sık sık gittiği diğer büyük pazarlar gezildiği zaman, oralarda fal, büyü, sihir gibi Şamanist anlayış ve unsurları yaşayan ve uygulayan pek çok insan görmek mümkündür.344 Buralarda kurulmuş özel küçük çadırlar içinde, bir takım uygulamalar yapılmaktadır ki, bütün bunlar Şamanizm’den kalma uygulamalardır. Hacı, “Kırgız Elinin Dini İşenimi cana Salt Sanası Cönündü”, 564; Şakirov, a.g.e., 6; Heyat, a.g.m., 277-279; Bakıt Murzaraimov, Dinder Tarıhı, (Bişkek: Başak Yay. 2008), 23-37; Kemal Polat, Beşikten Mezara Kırgız Türklerinde Gelenek ve İnanışlar, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2005), 33; Gömeç, a.g.e., 63-64. 339 Bkz. W. Radloff, Sibirya'dan, (Çev. A. Temir), (İstanbul: 1996), II/319; Şamşi Bazarbayev, Ruhi Medeniyet cana Din, (Oş: 1995), 44; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 64, 69-70; Nysanbaev, a.g.t., 296; Talip Moldo, a.g.m., II/535-537; Erdem, Kırgız Türkleri, 141-142. 340 Makrinin-Polskih, a.g.e., 245-246; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 65. 341 Bkz. Talip Moldo, a.g.m., II/536; Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 69-70. 342 Erşahin, Kırgızlar ve İslamiyet, 117-118. 343 Şakirov, tez, 13. Bakşı, bübü, fal, büyü, sihir gibi anlayışlar ve bunların Kırgızistan’daki uygulamalarına dair bazı örnekler için bkz. Osmonov- Asanov, a.g.e., 225-231; Kutmanaliyev Mirlan, İslam Dininin Magiyaga Bolgon Mamilesi (İslam Dininin Sihre Bakışı), Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Diploma Tezi, (Danışman : Murzaraimov Bakıt), (Bişkek: 2008), 10-51. 344 Bkz. Murzaraimov, Örf ve Adetler, 128. 520 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kırgızistan’da din ve Şamanist kültür öyle iç içe girmiş ki, adeta onları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu konuda iyi bir bilgiye sahip olmayanların, bu uygulamalardan hangisinin din, hangisinin Şaman kültürü olduğunu ayırt etmesi zordur. Görebildiğimiz kadarıyla Kırgızların düğün, cenaze, doğum gibi sosyal etkinliklerinde, din yanında çok yoğun bir şekilde Şamanizm de yaşanmaktadır.345 Bir takım doğa varlıklarına kutsiyet atfetme, ağaçlara çaput bağlama, belli bazı zamanlarda belli bazı davranışları yasak görme veya bazılarının yapılmasını zorunlu görme gibi pek çok Şamanist uygulama, hâlâ bütün canlılığıyla Kırgızlar arasında yaşanmaktadır.346 Bunların yanında, dînî pek çok uygulama da mevcuttur ve bunlar iç içe girmiştir.347 Kırgız halkından iyi bir dînî eğitim almamış olanlar, bu tür olaylarda Şamanizm adına yapılan bazı uygulamaları, muhtemelen din zannetmektedir. 2008 yazından Oş bölgesine yaptığımız bir gezi esnasında, birçok yerde, önce ağaca bir Şaman anlayışı olan bezlerin bağlanmasına, ardından da o ağacın altında bir moldonun (imam) Kur'an okuyup dua yaptığına şahit olduk. Bilhassa çok önemli ve etkileyici bir doğal güzelliği olan ve bu doğal güzelliği dînî motiflerle ilişkilendirilerek kutsiyet kazandırılan348 Abşır Ata'da349 kaldığımız kısa bir süre içerisinde bunu birkaç kez gördük. Kırgızların "Süleyman Too" dedikleri ve "kutsal bir mekân" olarak addettikleri350 Süleyman Dağında "ateş" kültünün halen ne kadar büyük önem arzettiğine de bizzat şahit olduk. Burada bir moldo küçük bir ateş yakıyor, insanlar o ateşin etrafında saygıyla ve ibadet edası içerisinde toplanıp çömeliyor, dileklerde bulunuyorlar; sonra 345 Bazı örnekler için bkz. Üsöyün Ajı, “Kırgız Sancırası”, Kırgızdar, (Der. Keneş Jusupov), (Kırgızistan: Kırgızistan Basması 1991), II/119-120; Şakirov, a.g.tez, 14-40; Mamıtov M., Kalberdiev A., “Kırgızdardın Urp-Adatına İslam Dininin Tüygizgen Taasırı” (İslam Dininin Kırgızların Örf ve Adetlerine Tesiri), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam), 355-358; Kemal Polat, a.g.e., 64-243. 346 Bazı örnekler için bkz. Şakirov, a.g.tez, 8-12. 347 Bkz. Murzaraimov, Örf ve Adetler, 120-125. 348 Bkz. Hidayet Aydar, "İnanç ve Örflerin Çevrenin Korunmasındaki Rolü: Kırgızistan Örneği", Uluslar Arası Çevre ve Din Sempozyumu (International Symposium On Environment And Religion) İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, (İstanbul, 15-16 Mayıs 2008), II/240. 349 Abşır Ata için bkz. Gulmayram Maziyeva, "Abşır-Ata Aymagı", Şookum İlim, Turmuş cana Madaniyat Jurnalı, No 11 (28) Nayabır 2008, 27. 350 Bkz. Aydar, “İnanç ve Örflerin Çevrenin Korunmasındaki Rolü: Kırgızistan Örneği”, II/231-247. 521 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı moldo o ateşe bakarak Kur'an'dan bildiği bir iki ayeti okuyor, ardından dua ederek dileklerinin kabulünü diliyor.351 Gerek Oş şehrinde, gerekse Kazakistan'daki Türkistan bölgesinde pek çok kez, mezar ve türbelere büyük bir kutsiyet atfedildiğini müşahede ettik. Türbe duvarını öpmeler, elini türbeye kudsiyetle sürüp sonra da kendi bedeni üzerinde dolaştırmalar, türbeden veya mezarın yanından çıkarken sırtını çevirmeden arka arkaya tazimle çıkmalar, bunların etrafında Ka'be'yi tavaf eder gibi dönmeler; bütün bunlar görebildiğimiz hususlardan bazılarıdır. Bütün bu hususların yanına mutlaka İslâmî bir motif eklenmekte; mesela Kur'an okunmakta, el açılarak dua yapılmaktadır. Bunlara şahit olan biri, doğal olarak bu ritüellerin tümünü, "İslâmî ritüeller" diye değerlendirecektir. Bunları birbirinden ayırt edebilmek için, iyi bir dînî bilgi ve kültüre sahip olmak gerekecektir. Sonuç ve Öneriler İşte Kırgız halkının bizim şahit olabildiğimiz dînî hayat tarzı ana hatlarıyla böyledir. Bunlar da göz önünde bulundurularak Kırgızistan gibi yeniden diniyle tanışıp kucaklaşan bir toplumun, doğru bir dînî bilgi ve anlayışla, temel İslâmî kaynaklardan esinlenen yorumlarla verilecek bir eğitime çok fazla ihtiyacının olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için, Türkiye tarafından finanse edilen Oş İlahiyat Fakültesiyle Araşan İlahiyat Fakültesi gibi kurumların yeniden tanzim edilerek güçlendirilmesi ve sayılarının arttırılması gerekmektedir. 2010’dan sonra Manas Üniversitesine bağlı olarak açılmış bulunan İlahiyat Fakültesi ve bazı Kırgız üniversitelerinde din eğitimi vermek üzere açılmış bulunan birimlerin de Kırgız halkının dînî yaşantıları üzerinde etkili olacağını, bu kurumların desteklenmesi gerektiğini belirtmeliyiz. Bunun yanında Kırgız ortaöğretim kurumlarında doğru dînî anlayışa dayalı din dersleri okutulmalı, ülkemizdeki İmam-Hatip Liseleri, Kur’an Kursları gibi dînî eğitim kurumları kurulmalıdır. İslam’ın terörle hiçbir ilgisinin olmadığı ve olamayacağı, terör hareketleri içinde bulunan din kisveli gurupların dinin özüyle alakasının olmadığı, bunların farklı niyetler ve gayeler taşıyan hareketler olduğu bilhassa vurgulanmalıdır. 351 Bkz. Hidayet Aydar, “Peygamberler Şehri Oş”, Şefkat (http://www.sefkatdergisi.com/sayi-5/111-peygamberler-sehri-os.html) 522 Dergisi, sayı 5 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kırgız halkının dindarlaşma düzeyinin yükselmesinde Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığının da önemli katkısı vardır. Başkanlık, 2009 yılı itibariyle Kırgızcaya çevirerek bastırdığı kitaplardan bir milyon adedi Kırgızistan'da bedava dağıtmıştır. Bunun yanında Oş İlahiyat Fakültesini finanse etmesi yanında, ayrıca Kırgızistan'a belli sürelerle gönderdiği imam-hatiplerle de Kırgız halkına dînî hizmet vermekte ve bu sayede dinlerini daha iyi öğrenmelerini sağlamaktadır. Diyanetin bu faaliyetleri daha etkili bir şekilde sürdürülmeli, Kırgız yetkililer buna destek ve katkı sağlamalıdırlar. Kaynakça “Acıga Baruuçular Sözcüz Turdö Caşagan Rayonunda Açılgan Katoo Kitebine Cazıluusu Kerek”, İslam Madaniyatı, 22 İyul (Temmuz) 2008. Akramova Dilaram, Kırgızistan’da Orto Mekteplerdeki “Adep Sabagı” Dersinde Din Eğitimiyle İlgili Amaçların Gerçekleşme Düzeyi (Oş Örneği), basılmamış doktora tezi, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara: 2006). Aliyev, M., İslam Dini ve Onıng Merasimleri, (Taşkent: 1958). Analiz Uçetnoy Registratsii Religioznıh Organizatsıy i Uçebnıh Zavedenıy na 01.01.2009 Goda. Anderson, John, "Religion, State and Society in the New Kyrgyzstan", Journal of Church and State, (Ocak 1999), sayı 1. Arat, Reşit Rahmeti, "Kırgızistan", ", İslam Ansiklopedisi, (Eskişehir: MEB Devlet Kitapları, 2001). Arık, Durmuş, “Küreselleşme Sürecinde Kırgızistan’da Misyoner Faaliyetleri Üzerine Bir İnceleme”, Dini Araştırmalar, (Ankara: 2000), cilt 6, sayı 17. Arık, Durmuş, “Orta Asya Cumhuriyetlerinde Proselitizm Faaliyetleri ve Etkileri”, Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam). Arnold, .W., İntişar-ı İslam Tarihi, (Çev. H. Gündüzler), (Ankara: 1982). Aydar, Hidayet, "İnanç ve Örflerin Çevrenin Korunmasındaki Rolü: Kırgızistan Örneği", Uluslar Arası Çevre ve Din Sempozyumu (International Symposium On Environment And Religion) İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, (İstanbul, 1516 Mayıs 2008). 523 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Aydar, Hidayet, “Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Profili”, Uluslararası Globalleşme Sürecinde Kırgızistan’da Din Bilimleri ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Meseleleri Sempozyumu 21-22 Mayıs 2007 Bişkek, (Bişkek: 2008). Aydar, Hidayet, Kırgızistan’da Din Eğitimi ve Araşan İlahiyat Fakültesi, (Bişkek, 2009). Aydar, Hidayet, Kırgızistan’da Dindarlaşma, (Bişkek, 2009). Aydar, Hidayet, “Peygamberler Şehri Oş”, Şefkat Dergisi, sayı 5 (http://www.sefkatdergisi.com/sayi-5/111-peygamberler-sehrios.html). Aynakulova, Gülnisa, “Günümüz Kırgızistan’ında Dinler ve Dini Faaliyetler”, 1. Uluslararası Sosyal Bilimciler Kongresi, SSCB Sonrası Türk Cumhuriyetlerinde Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Değişim Uluslararası Kongre 18-21 Eylül 2006, Kocaeli/Türkiye, Kongre Kitabı, (Kocaeli: 2007). Bazarbayev, Şamşi, Ruhi Medeniyet cana Din, (Oş: 1995). Bennigsen, A.– Lemercier C. Quelquejay, Step’te Ezan Sesleri, (Çev. Nezih Uzel), (İstanbul: İrfanYayıncılık, 1994). Canıbekov, Ceenbek, Kırgız Ruhundagı Sosialdık-Filosofialık İdeyalar cana Közkaraştar, (Oş: 1996). Cihan, Ahmet, "Kırgızistan'da Dini Bilinçlenmenin Toplumsal Tezahürleri", İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, (Kırgız Respublikasının Bilim, İlim Cana Caştar Sayasatı Ministriligi Oş Mamlekettik Üniversiteti Teologiya Fakülteti), sayı 8, (Oş: 2005). Cihan, Ahmet, “Kırgızistan’da Yoksulluğun Binbir Yüzü”, 1. Uluslar arası Sosyal Bilimciler Kongresi, SSCB Sonrası Türk Cumhuriyetlerinde Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Değişim Uluslararası Kongre 18-21 Eylül 2006, Kocaeli/Türkiye, Kongre Kitabı, (Kocaeli: 2007). Cihan, Ahmet, “Yoksullaşma ve Dindarlaşmanın Bir Göstergesi Olarak Kırgızistan’da Din Eğitimi Veren Enformel Kurumlar”, 1I. Uluslararası Sosyal Bilimciler Kongresi, Orta Asya Toplumlarında Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Arayışlar Uluslararası Kongre 22-24 Ekim 2008, Bişkek/Kırgızistan, Kongre Kitabı. Cumanov, Muratali Hacı, “Kırgızstanda İslam Dininin Abalı” (Kırgızistan’da İslam Dininin Durumu), Vestnik Oşskovo Gasudarstvennovo Universiteta Spetsialniy Vıpusk 524 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam 20-21 Mart 2004), Oşskiy Gasudarstvenniy Universitet-Turkiya Diyanet Vakfı Oş Devlet Üniversitesi ve Türkiye Diyanet Vakfı İşbirliğiyle, (Oş: 2004). Cumanov, Muratali Hacı, Ölköbüzdögü İslam Jolu, (Bişkek: 2008). Çorotekin, Tınçtıbek, “Kırgızistan Cumhuriyeti”, Genel Türk Tarihi, (Editörler: H. C. Güzel - A. Birinci), .(Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002). Çotonov, O. – Bedilbayev A., Kırgıztandın En Bayırkı Mezgilderden 19. Kılımdın Sonuna Çeyinki Tarıhı, (Kırgızistan’ın En eski Dönemlerden 19. Asrın Sonlarına Kadarki Tarihi), (Bişkek: Kırgızistan Soros Fondu, 1998). Delo Gazetesi, 4 Mart 2009, 8 (758). Dooronbekov, Ramis, Kırgızstanda İslam Dinin Cayıltuu Metoddoru, Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Mezuniyet tezi (Danışman: Masiraliyev Şumkar), Araşan/Bişkek, 2009). Erdem, Mustafa, Kırgız Türkleri Sosyal Antropoloji Araştırmaları, (Ankara: ASAM Yayınları, 2000). Erdem, Mustafa, “Kırgızistan’da Dinî Hayat”, Türk Yurdu Dergisi, Kasım–2001, C.21, S. 171. Erşahin, Seyfettin, Kırgızlar ve İslamiyet Göçebe Bir Türk Boyunun İslamlaşma Tarihi Üzerine Bir Deneme, (Ankara: Sek Yayınları, 1999). Erşahin, Seyfettin, Türkistan’da İslam ve Müslümanlar Sovyet Dönemi, (Ankara: İlahiyat Vakfı Yay., 1999). Fığlalı, Ethem Ruhi, "Vehhabilik", (Kırgızcaya çev. A. Satıbaldiyev), Teologiya Fakültetinin İlmiy Jurnali İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, (Kırgız Respublikasının Bilim Beruu Madaniyat Ministrligi Oş Mamlekettik Üniversiteti Teologiya Fakülteti), sayı 1, (Oş: 2000). Gasudarstvennaya Komissiya Pri Pravitelstve Kırgızskoy Respubliki po Delam Religiy, Spravoçnik po Religiyoznim Organziatsyam, Proşedşim Uçetnuyu Registratsiyu, (Haz. Mamayusupov O.Ş.Jeyenbekov D.A), (Bişkek: 2001). Gömeç, Saadettin, Tarihte ve Günümüzde Kırgız Türkleri, (Ankara: Akçağ yayınları, 2002). el-Haccac, Müslim b., Sahihu Muslim, (el-Kutubu's-Sitte içinde), (İstanbul: Çağrı Yayınları: 1413/1992). 525 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Handrahan, Lori M., “Gender and Ethnicty in the ‘transitional democracy’ of Kyrgyzstan” (Recent history of Kyrgyzstan), Central Asian Survey, (2001), vol, 20, No 4. Hayıt, Baymirza, Sovyet Rusya Emperyalizmi ve Türk Dünyası, (Ankara: 1975). Heyat, Farideh, “Re-Islamisation in Kyrgyzstan: gender, new poverty and teh moral dimension”, Central Asian Survey, (December 2004), vol. 23, No 3-4. Hizmetli, Sabri, Orta Aziya Turik Respublikalarındagı Ziyandı Agımdar Cane Missionerlik, (Almatı: 2006). İbn Mace, Sünenu İbn Mace, (el-Kutubu's-Sitte içinde), (İstanbul: Çağrı Yayınları: 1413/1992). İbragimov, Alinur, Yehova Şahitlerinin Tarihçesi, (Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Bitirme Tezi) (Danışman: Murzaraimov Bakıt), (Araşan/Bişkek 2006). İnan, Abdulkadir, Manas Destanı, (Ankara: 1985). İrnazarov, Sootbek, , Kırgızstanda Sayentologiya Agımı, (Bitirme Tezi), Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi, (Danışman: Murzaraimov Bakıt), (Bişkek: 2009). Kalbatov, Çınarbek, Hizbu’t-Tahrir Partisi ve Onun Kırgızistan’daki Faaliyetleri, Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Bitirme Tezi, (Danışman: Bakıt Murzaraimov), (Araşan/Bişkek) 2006). Kanun, Din, Çerkov: Marksizim Leninizm Klassiklerining Din ve Ateizm Toğrısıdagı Fikrleri, Sovyetler Birliği KP. ve Özbekistan KP’nin, SSCB ve Özbekistan SSR Hukumetlerining ana şu Meselelerge aid Huccetleri Toplamı, (Haz. Komisyon), (Taşkent: 1987). Karatayev, Olcobay K., "Kırgızların-Oğuzların (Türkmenlerin) Tarihi ve Etnik Bağları", Sosyal Bilimler Dergisi, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, sayı 5 (2003). Karayev, Ömürkul, "Kırgızların Ortaya Çıkışı Kırgız Terimi Hakkında", (Türkçeye çev. M.Kıldıroğlu), Sosyal Bilimler Dergisi, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, sayı 1 (2001). Kırgızstan Musulmandarının Din Başkarmasının Daavat (ügütnasaat) Bölümünün iş Cürgüzüü Boyunça Cobosu adlı belge. Kırgız Respublikasında 2008-2009 Cılı İştep Turan Diniy Üniversitet cana İnstituttar (Müftiyattan alınmış belge). 526 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kırgız Respublikasında Caygaşkan Meçitterdin Calpı Sanı (2008 Cılı cana 2009 Cılı Başına Karata). (Müftiyattan Alınmış Belge). Kırgız Respubligasındagı Din Tutuu Erkindigi cana Diniy Uyumdar Cönündö Kırgız Respublikasının Mıyzambı, Erkin Too Gazetesi, 16 Ocak 2009, 3. bölüm, 15. madde, s. 10 (Rusçası 16). Kiraz, Nuri, Kırgızistan’da Dindarlaşma Tirendi, Bişkek Sosyal Bilimler Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, bitmemiş doktora tez notları. Kököuulu, Egemberdi, “Dini Sektalar”, Kırgız Ruhu, (Aralık 1997). Kudaybergenov, Kurmanbek, Misyonerlerin Davet Metodları, Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Bitirme Tezi (Danışman: Murzaraimov Bakıt), (Araşan/Bişkek 2006). Kutmanaliyev, Mirlan, İslam Dininin Magiyaga Bolgon Mamilesi (İslam Dininin Sihre Bakışı), Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Diploma Tezi, (Danışman: Murzaraimov Bakıt), (Bişkek: 2008). Kutuyeba, Ayzada, "Ministertsvo Obrazovaniya i Nauki Kırgızstana Vneslo İzmeneniya vı Prikaz o Razyasnitelnoy Rabote vı Uçebnih Zavedeniyah po Povodu Edinıh Trebovaniy k Şkolnoy Forme", http://24.kg/community/2009/03/11/108721.html Mamayusupov O.Ş. Vaprosı (Problemı) Religii na Perehodnom Periyode, (Bişkek: 2003). Mamıtov, M., Kalberdiev A., “Kırgızdardın Urp-Adatına İslam Dininin Tüygizgen Taasırı” (İslam Dininin Kırgızların Örf ve Adetlerine Tesiri), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam). Markinin, V.P. -V.M. Polskih, Kırgızistan Tarihi, (Kırgızcaya çev. D. Saparaliyev ve B. Barkayev), (Bişkek: 1995). Maziyeva, Gulmayram, "Abşır-Ata Aymagı", Şookum İlim, Turmuş cana Madaniyat Jurnalı, No 11 (28) Nayabır 2008. Moldo, Talip, “Kırgız Tarihi, Uruçuluk Kuruluşu, Turlu Saltlar”, Kırgızdar, (Haz. K. Cusupov), (Bişkek: 1993). Murzaraimoğlu, Bakıt, Baptizm ve Kırgızistan'da Baptist Faaliyetler, Basılmamış Doktora Tezi, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2003). Murzaraimov, Bakıt, Dinder Tarıhı, (Bişkek: Başak Yay. 2008). Murzaraimov, Bakıt, “Günümüzde Kırgızlar Arasında Yaşamakta Olan İslam Öncesi İnanç, Örf ve Adetler”, Kırgız Respuplikası 527 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Oş Memlekettik Universiteti Araşan Gumanitardık İnstititunun İlimi Jurnali (Kırgız Cumhuriyeti Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmi Dergisi), (Bişkek 2006), sayı 1-2. Murzaraimov, Bakıt, “Kırgızistan’da Misyonerlik Faaliyetler”, Akademik Bakış, (Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler EDergisi), İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi Türk Dünyası Fakülteleri, Celalabat/Kırgızistan, sayı 10. Murzaraimov, Bakıt, “Kırgızistandın Aymagındagı Missyonerlik Araketi Cana Diniy Agımdar”, Teologiya Fakültetinin İlmiy Jurnali İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, (Kırgız Respublikasının Bilim Beruu Madaniyat Ministrligi Oş Mamlekettik Üniversiteti Teologiya Fakülteti), (Oş: 2003), sayı 3-4. Nysanbaev, Abdumalik, "XXI. Yüzyılda İslam Dünyası: Orta Asya Bölgesi", XXI. Yüzyılda İslam Dünyası ve Türkiye Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı 28-30 Mart 2003 İstanbul, (İstanbul: İslami İlimler Araştırma Vakfı-Ensar Neşriyat, 2003). Orozaliyev, Alilbekov M., “Tendentsii Rasprostraneniya İslama Sredi Malodeji vı Tsentralnoy Azii” (Orta Asya Gençliği Arasında İslam'ın Yayılma Tandansı), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam). Osmonaliyev, Kanıbek, “Religioznaya Situatsiya vı Kırgızskoy Respublike i Vaprosi Prabavogo Obespeçeniya Religiyoznoy Deyatelnosti vı Kırgızstane”. Ormon Uulu, İskender, “Batken Olayı Özelinde Terörizmin Sebepleri Üzerine Düşünceler”, Bishkek International Conference on”The Political-Economy of Terrorism in Central Asia and the Role of Education Among Possible Solutions” 20 February 2003 Bishkek Kyrgyzstan, (International Aturk-Alatoo University), (Bishkek: International Ataturk-Alatoo University Publications 2003). Osmanov, Muttalip Ahmedoviç, İslam Akide ve Merasimleri, (Taşkent: 1975). Osmonov, Ö.C. - A.A. Asanov, Kırgızstan Tarıhı(En bayırkı doordon azırkı mezgilge çeyin) (Kırgızistan Tarihi(En Eski Devirden Günümüze Kadar) , (Bişkek 2003). Pay, Salih, "Kırgızistan: Dinlerin Müsabaka Alanı", Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 17, sayı 2, (2008). 528 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Pelkmans, Mathijs, " 'Culture' as a tool and an obstacle: missionary encounters in post-Soviet Kyrgyzstan", Journal of the Royal Anthropological Institute, cilt 13, sy. 4, Aralık 2007. Polat, Kemal, Beşikten Mezara Kırgız Türklerinde Gelenek ve İnanışlar, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2005). Radloff, W., Sibirya'dan, (Çev. A. Temir), (İstanbul: 1996). Roux, Jean Paul, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev. A. Kazancıgil), (İstanbul: İşaret yayınları, 1994). Sabirova, B.K., Sulaymanov C.M., “Uroven i Osobennosti Veroterpimosti Sredi Uçaşeysya Molodeji Yuga Kırgızstana” (Güney Kırgızistan’da Okuyan Öğrencilerin Dine Yatkınlık Dereceleri ve Özellikleri), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam). Saray, Mehmet, "Kırgızistan", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2002). Saray, Mehmet, "Rusya'nın Türkistan'da Yayılması", Genel Türk Tarihi, (Editörler: H. C. Güzel - A. Birinci), .(Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002). Sıdıkuulu, Osmonali, Tarih-i Kırgız-ı Şadmaniye Kırgız Sancırası, (Arap harflerinden Kiril alfabesine aktararak yayınlayan: H. Karasayuulu), (Frunze: 1990). Soltanayev, Belek, Kızıl Kırgız Tarihi, (Bişkek: 1993). Sovyet Rusya'da Bugünkü İslamiyet (Islam Today in the Soviet Union), (Almanya: ts.). Spisok Medrese po Respublike na 13.02.2009 god, Din İşleri Komisyonunun, 17 Şubat 2009 tarih ve 16-16/126 numaralı resmi yazısı. Şakirov, Murzali, Kırgız Elinin Dini İşenimderi (Kırgız Halkının Dini İnançları), Oş Devlet Üniversitesi Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Diploma Tezi, (Danışman: Ermatov Arın), (Bişkek: 2007). Trisko, Jessica N., “Coping with the Islamist Threat: analysing repression in Kazakhstan, Kyrgyzstan and Uzbekistan”, Central Asian Survey, (December 2005), vol. 24, no 4. Tümer, Günay -Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, (Ankara: Ocak Yayınları, 2002). Üsöyün Ajı, , “Kırgız Sancırası”, Kırgızdar, (Der. Keneş Jusupov), (Kırgızistan: Kırgızistan Basması 1991). 529 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Üsöyün Hacı, “Kırgız Elinin Dini İşenimi cana Salt Sanası Cönündü”, Kırgızdar, (Bişkek: 1997). Uyanık, Mevlüt, “Kırgızistan’da Dini Hayat ve İlahiyat Öğreniminin İşlevi”, Uluslararası Globalleşme Sürecinde Kırgızistan’da Din Bilimleri ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Meseleleri Sempozyumu 21-22 Mayıs 2007 Bişkek, (Bişkek: 2008). Valihanov Çokan, Sobraniye Soçineniy v 5 Tomah, (Alma-Ata: 1985). Vasipov R.A., “Atnoşeniye Studentov kı Religii” (Üniversite Öğrencilerinin Dinle Olan İlişkileri), Mejdunarodnaya Nauçnaya Konferantsiya İslam vı Tsentralnoy Azii (Uluslararası Sempozyum Orta Asya’da İslam). Yılmaz, Mehmet Nuri, "Türk Dünyasında Dini Durum", Yeni Türkiye Dergisi, sayı 15 Türk Dünyası Özel Sayısı I, (Yıl 3, MayısHaziran 1997). 530 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ERGÜN, Sadullah (2014). “Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Fikri Hayatları, Reçeteleri ve Günümüze Yansımaları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.533-546 (http://bilgelerzirvesi.org). Sadullah ERGÜN ABDULKADİR GEYLANİ, İMAM RABBANİ VE ÜSTAD BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN FİKRİ HAYATLARI, REÇETELERİ VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI Ş eyh Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatlarını birkaç sayfaya sığdırmak mümkün olmadığına içtenlikle inanıyorum. Değil onları tanıtmak, belki Onlar’dan bahsetmekle kendimi şereflendirmiş olurum. Yoksa bu zatların her birinin hayatı bir okyanus gibidir. Bu okyanusu küçük bir sandalla aşmanın mümkün olmadığının farkındayım. Şeyh Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatlarını okuduğumuzda içinde yaşadıkları toplumu incelediğimizde aralarında doğruluk, ihlas, ümmetin birlik ve beraberliği, kitap ve sünnete dayanan bir tasavvuf inancı gibi yüzlerce ortak noktalar olduğunu göreceğiz Her üç zat da kendilerini ilime, irfana, ümmetin saadetine, kurtuluşuna, birliğine ve dirliğine adamıştır. Bu zatlar, içeride sapık inanış, bid’a ve nifak tohumu ekenlerle mücadele etikleri gibi ümmetin dış düşmanlarıyla da savaşmışlardır. Her üçü de dünyaya önem vermemeleri ve ahireti ön plana çıkarmaları için talebelerine müritlerine ve etbalarına tavsiyede bulunmuşlardır. İşte bu zatlar -aşağıdan da anlaşılacağı üzere- kendilerine İslam’a, Kur’an’a, ümmete feda etmelerinin yanında, samimi ihlaslı ve fedakârane çalışmalarda bulundukları için günümüze dek halkın üzerinde etkileri devam etmiştir. Bu günde bu zatların yolunu izleyecek, metodunu takip edecek önderlere rehberlere, âlimlere, şeyhlere çok ihtiyaç olduğunu unutmamak gerek. Araştırmacı, yazar, eğitimci. 533 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Önce Mübarek üç Zatın kısa hayatlarını, sonra da ortak noktalarını maddeler şeklinde ele alacağız... Abdulkadir Geylâni Hazretlerinin Hayatı Abdulkadir Geylâni Hazretleri hicri 470 (m. 1077) tarihinde bugün İran'ın kuzeyinde bulunan Geylan şehrinde doğmuştur. Onun nesebi Raşid halifelerin dördüncüsü Ali b. Ebi Talip (r.a)'a kadar uzanmaktadır. Hicri 488 (m. 1094) de Bağdat'a gelerek Hanbeli mezhebinden olan Ebi Sait el Mehrami'nin yanında Hadis ve Fıkıh ilimlerini okudu. Abdulkadir Geylâni‘deki şehameti ve güzel ahlakı gören Ebi Sait bir medrese inşa ederek O'na teslim etti. Geylâni Hz.leri o medresede insanlara vaaz ve nasihatte bulunuyordu. Namı her tarafa yayıldı. Onun medresesi insanlarla dolup taştı. Hatta çoğu zaman medresede izdiham yaşanıyordu. Bunu gören insanlar medresede tadilat yapmak istediler. Zenginler mallarıyla, fakirler işçilikleriyle medresenin çevresindeki evleri medreseye eklediler. Böylece medrese hicri 528 (m. 1132)'de tamamlandı ve Abdulkadir Geylâni Medresesi olarak isimlendirildi. Geylâni Hazretlerinin Yaşadığı Asır Geylâni Hazretlerinin yaşadığı asır sapık bazı âlimlerin, bâtıni ilhadının ve Yunan felsefesinin İslam’a hücum ettiği, saldırdığı bir asırdır. Bu hücumlara akidevi, fıkhi ve felsefi alanda cevap verecek Gazali gibi dev bir şahsiyet bulunmakta idi. Ancak Müslüman halk; davet ve vaaz, nefis tezkiyesi ve ahlaki değerlerin topluma kazandırılmasına liderlik edecek, halka hitap edebilecek bir şahsiyete ihtiyaç duymakta idi. Bu ise Abdulkadir Geylâni hazretleri idi. O hayatını Müslümanların gerçek bir imanla hayata bağlanmalarını sağlamaya adamıştı. Tevhid inancı en çok önem verdiği konulardandı. İslam tarihinde hicri 5. ve 6. asır ilim ve edebiyatın ilerlediği İslam kültürünün zirveye ulaştığı bir asır idi. Her iki asırda da büyük âlimler ve müellifler yetişmişti. Beş, altı ve yedinci asırda yetişen bu âlimlerin bir kısmı şunlardı: Allame Ebu İshak Eş-Şirazi (h. 476), Huccetu'l İslam İmam- Gazali (h.505), Ebul Vefa İbn Akil (h. 513), El Curcani (h. 471), Ebu Zekeriya Et-Tıbrizi (h. 544), Ebu'l Kasım elHariri (h. 516), Carullah Ez-Zamahşeri (h. 538, Kadı İyaz El-Maliki (h. 544) çok az bir kısmını saydığımız bu âlimler asırlar boyu eserleri ile İslam dünyasını tesir altına almışlar, ümmete yön vermişlerdir. Her biri edebi ve ilmi alana birer medrese idiler. Kendilerinden sonra 534 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yetişen İslam âlimlerine önderlik yapmışlardı. Bu asırda Bağdat ilim ve kültür merkezi idi. Böyle her biri birer yıldız olan âlimlerin yaşadığı devirde İslam ümmetine ve âlimlere liderlik yapacak İslam tebliğcisinin bu âlimler tarafından da üstünlüğünün ifade edilmesi gereklidir. Bu tebliğci, âlimlere ilmi bir üslupla, avama ise anlayacakları dilde hitap etme özelliğine sahip olmalıdır. İkisinin bir arada bulunması zor olan bu özellikler Şeyh Abdulkadir Hz.lerinde toplanmıştı. O yetmiş üç yıl yaşadığı Bağdat'ta birçok değerli âlim ile görüşmüş, pek çok insanın hidayetine sebep olmuş değerli bir âlim idi. Geylâni Bağdat'ta yaşadığı süre içinde beş Abbasi halifesi dönemini görmüş ve nahoş birçok olaya da tanık olmuştur. Geylâni Hazretlerinin Ahlakı Geylâni Hazretleri üstün şan ve şerefine rağmen kadın-çocuk demeden herkesin yanında bulunuyor, fakirlerle oturuyor, onlara hizmet ediyor, idareciler ve devlet adamları içinse ayağa kalkmıyordu. Hiçbir devlet adamının ve idarecinin kapısına herhangi bir istekle gitmemişti. Halife veya herhangi bir idareci ziyaretine geleceğinde evine gidiyor orada karşılıyordu. Abdulkadir Geylâni Hz.lerinin güzel ahlakı, tevazuu, cömertliği ve başkalarını kendi nefsine tercih etmesi gibi üstün özelliklerine Onun asrında yaşayan âlimler şahitlik etmektedirler. Hatta Onun asrında yaşayan ve büyük şeyhlerle arkadaşlık yapan "Harrades" Geylâni Hz.leri hakkında şöyle diyor: "Büyüğümüz Şeyh Abdulkadir Geylâni’den daha güzel ahlaklı, daha geniş göğüslü (sabırlı) temiz nefisli, latif kalpli ve daha sözüne bağlı bir insan görmedim. O geniş ilmiyle, yüksek makam ve şöhrete sahip olmasına rağmen küçüklerin yanında bulunur, büyüklere hürmet eder, önce O selam verir, zayıfların yanında olur, fakirlere tevazu gösterirdi. Hiçbir idareci için ayağa kalkmaz ve sultanların kapısında durmazdı." İmam Hafız Ebu Abdullah Muhammed b. Yusuf El Berzali şöyle diyor. " O duası kabul olunan yufka yürekli, daima zikreden, çok tefekkür eden, ince ruhlu, alnı açık, nefsi güzel, cömert, âlim, ahlakı güzel, ibadet ve içtihatta mahir bir zattı." Irak Müftüsü Muhyiddin Ebu Muhammed b. Hamid elBağdadi şöyle diyor: "Fahşadan uzak, hakka herkesten daha yakın, nefsi için kızmayan, Rabbinin dışında kimseye taraf olmayan ve Allah'ın haram kıldığı şeyler çiğnendiği zaman çok şiddetlenen bir insan idi." 535 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Allame En-Neccar tarih ile ilgili eserinde Şeyh Abdulkadir'den şöyle naklediyor: "Bütün amelleri teftiş ettim: yiyecek vermekten daha efdal ve güzel ahlaktan daha şerefli bir şey görmedim, isterdim ki bütün dünya benim olsun aç olana vereyim. Bana bin dinar gelse yanımda bir gece kalmazdı." Abdulkadir Geylâni Hz.leri her gece sofranın serilmesini emreder, misafirleriyle birlikte yer, halktan insanlarla oturur, ilim talebelerine karşı son derece sabrederdi. Ortalıkta görünmeyen dostlarını arar, hallerini sorar, hatalarını affederdi. Kendisine herhangi bir hususta yemin edene inanır, O kişi hakkında kendi bildiklerini gizler açığa vurmazdı. Bir gün Abdulkadir Geylâni Hz.lerine dünya hakkında soru sorulduğunda, O şöyle cevap verir: "Dünyayı kalbinden çıkar, eline koy. O zaman dünya sana zarar veremez." Ölü Kalplerin İhyası İslam tarihçilerinin tümü Şeyh Abdulkadir Geylâni‘nin kerametlerinin çokluğu üzerinde ittifak etmişlerdir. El-Muğni isimli eserin müellifi Şey Muvaffak şöyle diyor: "Şeyh Abdulkadir Geylâni‘den rivayet edilen kerametler kadar hiçbir kimseden duymadım. İzzüddin b. Abdüsselam (r.a.) Geylâni Hz.lerinin kerametlerinin tevatür yoluyla sabit olduğunu rivayet etmektedir. Benzer bir rivayet de İbni Teymiyye'den nakledilmektedir. Geylâni ‘nin kerametleri ile birçok ölü kalp hayat bulmuştur. İman, Allah korkusu ve Allah sevgisi kalplere yerleşmiştir. Allah (c.c.) Onun aracılığıyla pek çok insanın kabine iman ve hayat vermiştir. Onun çabasıyla esen rüzgârı birçok ölü kalbe hayat vermiş, yeni bir iman, takva, fazilet ve ahlak dalgası İslam âlemini sarmıştır. Allah (c.c.) Ona İslam âleminde dini ve ruhi liderliği verdi ve ona o devirde İslam âleminin kalbi sayılan Abbasi Devletinin başkenti Bağdat'ı mekân olarak seçti. O'nun kapısında izdihamlar yaşanıyordu. Şeyh şöyle diyor: "Önceleri sözlerimi dinlemek içiniki veya üç kişi yanımda oturuyordu. Sonra insanlar duydular ve akın etmeye başladılar. Ben o zamanlar harbe kapısı yanındaki Müsellam'de oturuyordum. Orası dar gelince vaaz kürsüsünü tandırların bulunduğu yere çıkardılar. İnsanlar geceleri lamba ve mumlarla geliyor ve yerlerini alıyorlardı. Orası dar gelince kürsü şehrin dışına taşındı. İnsanlar katır, at, deve ve merkeplerle akın ediyorlardı. Her meclise (sohbete) yaklaşık yetmiş bin kişi katılıyordu. Şeyhin sohbetleri çok tesirli ve faydalı idi. Şeyh Ömer ElKısani şöyle diyor: "Büyüğümüz Şeyh Abdulkadir Geylan (r.a.)'nin 536 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması meclisleri, Yahudi ve Hıristiyan olup ta Müslüman olan, yol kesici ve katil olupta tevbe eden, fasık ve kötü bir akideye sahip olupta dönüş yapan insanlarla dolup taşıyordu." Şeyh (r.a) bunun şuurunda olup Allah'a hamd ediyordu. Bu vaazlarını nefsinin arzuladığı halvete (ibadet ile iştigal etmeye) tercih ediyordu. Bu konuda Cubai şöyle diyor: "Büyüğümüz Şeyh Hz.leri bana şöyle dedi. Başlangıçta olduğu gibi şimdi de sahralarda ve çöllerde olmayı arzu ederdim. Ne ben insanları görseydim, nede insanlar beni görselerdi" Sonra Şeyh şöyle devam etti: "Allah Teâlâ (c.c.) benim mahlûkata yararlı olmamı diledi. Zira Yahudi ve Hristiyanlardan beş bin kişi vasıtamla Müslüman oldular. Muhtelif insanlardan da yüz binden fazla kişi vasıtamla tövbe etti bu ise büyük bir hayırdır. " Şeyh Hz.leri irşad -tebliğ- ile mükellef ve memur olduğuna kesin olarak inanıyordu. Bunun için olmalı ki, o meşhur ElFethurrabani adlı şaheserinin (Üstad Bediüzzaman risalelerinde bu kitabın değerinden sık sık bahsetmektedir) altıncı meclisinde şöyle diyor: "Benim kalbime mahlûkatın nasihatini atan ve nasihati bana en büyük dert yapan yüce Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederim. Ben bir nasihatçiyim bunun için kimseden ücret ve mükâfat istemem. Ücretim Rabbim azze ve cellenin katında hâsıl olmuştur. Ben dünya talibi değilim. Ben ne dünyanın ne ahiretin ve nede Hakk azze ve cellenin dışındaki şeylerin kuluyum. Kadim ve tek olan yaratıcının dışında hiçbir şeye ibadet etmem. Benim sevincim sizin kurtuluşunuzdadır. Benim üzüntüm sizin helakinizdedir." İlimle İştigali ve Sünnete Bağlılığı Şeyh Hz.lerinin vaaz, irşad ve nefislerin ıslahı ile meşgul olması O'nu tedrisattan, ilmi yaymaktan, sünnete ve sahih akideye destek çıkmaktan ve bidatlere savaş açmaktan alıkoymadı. O akide ve füruda (fıkıh konulan) İmam Ahmed'e Muhaddislere ve Selef-i Salihine tabi idi. İbni Recep El-Hanbeli şöyle diyor: "Şeyh Hz.leri sıfatullah, kader ve benzeri meselelerde sünnete bağlı idi. Sünnete muhalefet edene şiddetle karşı çıkardı " Geylâni Hz.leri ilim öğretmekte çok gayretli idi. Birçok ilim dalında âlim idi. Onun ilmi kudreti hakkında âlimler şöyle demişlerdir. O on üç ilimde konuşabiliyordu. Talebeler Onun medresesinde, tefsir, hadis, mezhep ve hilaf konularında ders okumakta idiler. Aynı zamanda nahiv ve usul dersleri de okumakta idi. Bütün kıtaatlarda Kur'an okuturdu. O'nun içtihatları İmam-ı Şafii ve İmam Ahmet’in mezhebi 'üzerine idi. O'nun verdiği fetvalar Irak 537 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ulemasını hayrete düşürüyordu. mukaddimesinde şöyle deniliyor: El-Gunye adlı eserin "O'nun namı etrafa yayıldığında Bağdat'ın âlimlerinden yüz kişilik bir gurup O'nun bilgisini imtihan etmek için geldiler. Mecliste yerlerini aldıktan sonra Abdulkadir Geylâni başını önüne eğdi ve o an O'nun kalbinden bir nur parçası çıkıp yıldırım gibi orada oturan âlimlerin kalbi üzerinden geçerek onların kalplerindekini sildi. Bunun üzerine âlimler sarsıldılar, bağırıp çağırarak elbiselerini yırtıp başlarını açtılar. O zaman Şeyh Hz. leri kürsüye çıkıp sorularına cevap verdi O andan itibaren Şeyhin üstünlüğünü itiraf ettiler." İstikamet ve Gerçeklik Hicri beşinci asırda tasavvuf öyle bir istikamete yöneldi ki neredeyse Şeriattan tamamen kopmak üzereydi ve şekli dışında hiçte şeriata bağlı olmayan tek başına bir hareket olmaya başlamıştı. Sofilerin şatahatı yayıldı, farzlar ve şer'i sorumlulukları ortadan kaldıran hakikate ve nihayete ulaşma davaları ortaya çıktı. Vahdet-ül Vücut fikri baş gösterdi ve Sofilerin tekke ve zaviyelerinde başıboşluk söz konusu oldu. Şeyh Abdulkadir Hz.leri bu sapık fikirlere savaş açanların başında yer aldı. Tarikatın şeriata boyun eğmesini isteyenlerin öncülerinden idi. Kitap ve Sünnete bağlı olmaya ve onları bütün hallerde, sözlerde ve amellerde hakem edinmeye davet ediyordu. Şeyh Hz.leri o güçlü şahsiyeti, ihlası ve geniş ilmi ile bu tehlikeli görüşü defetmeye, tasavvufu ilk asrın temelleri üzerine oturtmaya kadir oldu. İmam-ı Şarani şöyle diyor: "O'nun tarikatı vasıf, hal ve hüküm alanlarında tevhidin kendisi, zahiren ve batınen şeriatın tatbiki idi.'' Büyük Sûfi şöyle diyordu: "Şeriata tabi olun, bidatçı olmayın İtaat edin muhalefet etmeyin. Şeriat hudutlarından bir tanesi sende (bozuksa) yoksa bil ki sen meftunsun (fitneye uğramışsın) muhakkak şeytan seninle oynamış. Şeriatın hükmüne dön ve ona bağlan. Nefsi arzularını terk et çünkü: Şeriatın şahitlik etmediği hakikat batıldır." Yine kitap ve Sünnete bağlanmak ve Hz. Rasulullah'a İttiba konusunda Geylâni Hz.leri şöyle diyor: "Şeriatın şahitliğini yapmadığı hakikat zındıklıktır, sapıklıktır. Hak azze ve celleye Kitap ve Sünnet kanatlarıyla uç. Senin elin Rasulullah (a.s.)'in elinde olmak üzere Allah'a git. O'nu kendine vezir ve öğretmen yap. Elini O'nun eline bırak seni süslesin, tarasın ve Allah'a arz etsin." Tarikat yolundaki bir kişinin bir mertebeye yükseldiğini zannedip şer'i kendisinden kalktığına inanmasını şiddetle tenkit ederek şöyle demiştir: "Farz olan ibadetleri terk etmek zındıklıktır. Durum ne olursa olsun hiç kimseden farzlar kalkmaz." Şeyh Abdulkadir hazretleri Şeriat üzere istikamette bir dağ gibiydi. Derin ilmiyle, Şeriata bağlılığıyla ve Allah'ın O'na olan teyidi 538 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ile öyle bir yere gelmişti ki; Hak ile batılı, karanlık ile aydınlığı ilahi ilhamlar ile Şeytanın vesveselerini birbirinden ayırabiliyordu. O Şer'i hükümlerin değişmeyeceğini, Rasulullah'ın vefatından sonra Şeriatı nesh edecek (hükümsüz bırakacak) hiçbir şeyin olmadığını, Şeriatın neshini veya muattal olduğunu iddia edenlerin kâfir olduklarını ve bu tip insanların şeytanın merkebi olduklarını iddia etmekteydi. O'nun başına birçok olay geldi ama O derin ilmiyle olayları rahatlıkla aşabildi. Şeyhin kendisi anlatıyor: "Ufukları dolduran bir nur bana göründü. Nurun içinden bir yüz çıkıp bana şöyle dedi: ‘Ey Abdulkadir ben senin Rabbinim, Sana bütün haram şeyleri helal kıldım. ' Ben ona ‘defol ey mel'un. ’ deyince aniden o nur karanlığa, o surat ta dumana dönüştü. Sonra yine bana seslenerek şöyle dedi: ‘Ey Abdulkadir sen ilminle benden kurtuldun. Buna benzer olaylarla tarikat ehlinden ilmi olmayan yetmiş kişiyi delalete koydum.’" Abdulkadir Hz.lerine soruldu: "Onun şeytan olduğunu nasıl bildin?" Şeyh: "Haram şeyleri sana helal kıldım sözüyle" cevabını verdi. Abdulkadir Geylâni Hz.leri makalesinde şöyle diyor: "Kul Allah'ı tanıdığı zaman bütün mahlûkat onun kalbinden çıkar. Kurumuş yaprakların ağaçtan düştükleri gibi mahlûkat ta kalplen düşer. 0 zaman mahlûkattan habersiz olan kalp onları görmez ve konuştuklarını duymaz." Şeyh Hz.leri Ümmet-i Muhammed ve bütün insanlara karşı çok şefkatli ve yumuşaktı. Daima onlara dua ederdi. Ahirette onlara yararlı olmayan şeylerle meşgul olmalarına acırdı. Onların saadetini ve karanlıklardan çıkıp nura kavuşmalarını ister, dinleyicilerine şöyle seslenirdi: "Ey Allah'ın kulları: Ben sizin salahınızı ve menfaatlerinizi talep ediyorum. Ben cehennem kapılarının kapanmasını ve yok olmasını, Allah'ın yaratıklarından hiçbirinin girmemesini, cennet kapılarının açılmasını ve Allah'ın yarattıklarından hiç birinin ona girmesinin engellenmemesini arzu ediyorum..." Başka bir sohbetinde Geylâni Hz.leri Rabbani âlimlerin vasıflarını zikrederken, "Nasıl olurda âlimler ve davetçiler asilere acıyıp merhamet etmezler. Zira onlar, merhamet, özür dileme ve tevbe makamındadırlar." demiştir. Arifler asiyi şeytanın nefis ve hevalarının elinden kurtarmak için büyük çaba harcamalıdırlar. Sizlerden birinin oğlu kâfirlerin elinde olsa onu kurtarmak için çayla harcamayacak mı?" demekte ve "Bütün mahlûkat ariflerin öz evladı gibidir." diyerek konuya bakışını ortaya koymaktadır. 539 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Abdulkadir Geylâni Hz.lerinin varlığı, kuvvetli imanı, ameli, daveti, üstün ahlakı ve sireti; çöküş, gaflet ve madde asrında dünyadaki zühdü, İslam’ın bekası ve İslam ağacının çiçekten ve meyveden kesilmediğinin bir delilidir. Mademki, İslam, akide, iman, amel, cihad, davet ve ıslah dinidir -ki öyledir- elbette muhtelif asırlarda ve memleketlerde, güçlü imana, amele, davet ve hakkıyla Peygamberin ve O'nun ashabının siretini temsil edecek insanların zuhur etmesi gereklidir. İşte Şeyh Abdulkadir Geylâni Hz.leri bunlardan biridir. Vefatı ve Vefat Etmeden Önceki Bazı Sözleri Şeyh hicri 561'de vefat edene kadar davetini ve cihadını sürdürdü. Şerefüddin İsa adındaki oğlu Şeyhin vefat hastalığını zikrederken şöyle diyor: "Son hastalığında oğlu Abdülvehhab O'na şöyle dedi. 'EySeyyidim senden sonra ne ile amel edeceğim. Bana tavsiyede bulun.' Şeyh O'na ‘Allah'ın takvasına bağlan. Allah dışında hiç kimseden korkma, Ondan başka hiç kimseden rica etme. Bütün ihtiyaç Allah'ın elinde olduğu için O'nun dışında kimseye itaat etme. Bütün ihtiyaçlarını Ondan dile. Allah dışında kimseye güvenme. Tevhit bütün ihtiyaçların kaynağıdır.' cevabını verdi. Yine Geylâni evlatlarına; ‘Benden uzaklaşın. Zira ben zahiren sizinleyim, batınen başkasıylayım.' diyordu." Allah rahmet eylesin. Geylani Hazretlerinin Tevhide Verdiği Önem Geylâni Hz.lerinin yaşadığı dönemde Bağdat Abbasi İmparatorluğunun başkenti idi. İnsanların kalbi bu şehre yönelmişti. Halife ve vezirlerin sarayları halkın umut kapısı haline gelmişti. Halk fayda ve zararı makam ve mevki sahiplerinden umuyorlar, türlü yollarla amaçlarına ulaşmak için onlara iltica ediyorlardı. Ancak bu durum giderek bir rızkın yalnız Allah'ın elinde olduğu hükmünün halk tarafından unutulması gibi bir inanca dönmeye başlamıştı. Bu ilim ve kültür şehri neredeyse gizli bir putperestlik merkezi durumuna geliyordu. Bu durumu gören Geylâni insanları tevhide çağırarak sultanların ve vezirlerin acizliğini ve hakirliğini dile getirdi. İnsanların yalnızca Allah'a yönelmeleri ve O'ndan istemeleri gerektiğini beliğ bir şekilde anlattı. Şeyh Abdulkadir Geylâni Futuhu'l Gayb adlı eserinin altmış ikinci makalesinde şöyle sesleniyor: "Sana bakana bak! Sana yönelene yönel! Seni seveni sev! Seni kendine davet edene icabet et! Seni düşmekten koruyan, cehaletin karanlığından çıkaran, felaketten 540 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kurtaran, kirlerinden temizleyen, pisliklerden yıkayan, leş olmaktan ve kokmaktan koruyan, kötü niyetlerinden kötülüğü emreden nefsinden, nefsinin havasından, şeytanlarından ve senin nefsin ile nadir, kıymetli ve paha biçilmez olan her şeyin arasına perde olan Hak azze ve cellenin yolunu kesenlerden kurtaran zata elini ver. Ne zamana kadar adet? Ne zamana kadar halk? Ne zamana kadar nefsin hevaları? Ne zamana kadar ahmaklık? Ne zamana kadar dünya? Ya Ahiret ne zaman? Mevla’nın dışındakiler ne zamana kadar? Sen neredesin? Bütün eşyayı, yer ve göğü yaratan nerede? Sen neredesin? Evvel, ahir, zahir ve batın nerede? Her şeyin kaynağı odur ye her şey Ona döner. Kalpler Onundur. Ruhların sükûnetiondadır. Yüklerin bırakılacağı yer orasıdır. O minnetsiz verir." Yine Şeyh Fethurrabani isimli eserinin on üç üncü meclisinde şöyle der: "Bütün yaratıklar acizdirler. Sana ne zarar verebilirler ne de fayda. Allah (c.c.) zarar ve menfaati onların üzerinden icra eder...." Geylâni Hz.leri sadece asrındaki cahiliyet putları, sahte ilahlar ve putperestliğin üzerinde durmadı. Aynı zamanda eski ilahların yerine geçen ve kalplerde yerleşen yeni ilahlardan da bahsetti ve onlara karşı savaş açtı. Bu yeni ilahlar; mal, servet, kuvvet, saltanat, meslekler, sebep ve araçlardı. Zira halk bunları ilah gibi görmeye başlamıştı. Fethu'rabbani'nin yirminci makalesinde şöyle diyordu: "Sen nefsine, mahlûkata, dinar ve dirhemine, alış verişine, memleketin idarecilerine itimat elmişsin. İtimad ettiğin her şey senin ilahındır. Korktuğun her şey senin ilahındır. Allah'ın dışında fayda ve zarar vereceğine inandığın, Allah'ın olayları onların eliyle icra ettiğine inanmadığın her şey ilahtır." Yine aynı eserin yirmi üç üncü makalesinde şöyle diyor: "Ey Kalpleri ölü olanlar. Ey Esbabı ortak koşanlar! Ey çevrelerindeki putlara, kendi kuvvetlerine maişetlerine, Sermayelerine, memleket idarecilerine, tapanlar! Onlar Allah azze ve celleden mahrumdurlar. Fayda ve zararı Allah'ın dışında gören, Allah'a kul olamaz. Kişi fayda ve zararı kimden biliyorsa onun kuludur." Yine aynı eserin on üç üncü makalesinde şöyle demektedir: "Ey Hak azze ve celleden ve sadık kullardan yüz çeviren Hakka yönelip onları ortak koşan insan! Ne zamana kadar onlara yöneleceksin? Sana nasıl menfaat verecekler? Onların elinde zarar ve menfaat yok. Verme ve men etme gücü de yok. Fayda ve zarar 541 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bakımından onlarla diğer insanlar arasında hiçbir fark yok. Malik tektir. Zarar veren tektir, fayda veren tektir. Hareket ve sükûn veren tektir. Hâkim tektir. Musahhar kılan tektir. Veren de men edende tektir. Yaratan ve rızık veren de tektir. O da Alla azze ve celledir." Geylâni'nin Gözünde Dünya Geylâni Hz.leri dünyaya hiçbir zaman değer vermemiş, değer verenleri kınamış, dünyaya hükmedenleri ise takdir etmiştir. Geylâni Hz.leri Fethurrabani isimli eserinin otuz dördüncü meclisinde şöyle demektedir: "İnsanlardan bazılarının dünya elinde ama onu sevmiyorlar. Onlar dünyanın maliki, dünya onların maliki değil. Dünya onları seviyor. Onlar dünyayı sevmiyorlar. Dünya onların peşinden koşuyor. Onlar dünyanın peşinden koşmuyorlar. Onlar dünyayı kullanıyor. Dünya onları kullanamıyor. Onlar dünyayı dağıtıyorlar. Dünya onları dağıtmıyor. Kalpleri Allah'a yöneldiği için dünyanın onları bozmaya gücü yetmiyor. Onlar dünyada tasarruf ediyorlar. Dünya onlarda tasarruf etmiyor. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ne güzel Salih mal, Salih kula." Geylâni malın sandıkta veya evde olmasına, insanın zengin olmasına karşı değildi. Aksine O malın kalbe ve nefsin derinliklerine yerleşmesine karşı idi. Onun içindir ki aynı eserin elli birinci meclisinde şöyle diyor: "Yazıklar olsun. Dünya elde olursa caizdir. Ceple olursa caizdi. Ama kalple olursa o caiz değildir. Kapıda durması caizdir. Herhangi bir niyetle biriktirilse caizdir. Ama içeri girmesi caiz değildir." İmam’ı Rabbani Hicri 971’de Serhend kasabasında dünyaya gelen İmamı Rabbani daha küçük yaşta Kur’an’ı Kerim’i okumuş kendine ilme vermiş nefis tezkiyesi için o dönem âlimlerinin sohbetlerinde bulunmuştur. Bazı âlimler asrın müceddidi olurken İmamı Rabbani müceddidi elfi Sani (Yani ikinci bin yılın) müceddidi olmuştur. Müceddidliği bütün âlimler tarafından kabul edilmiştir. İmam Rabbani dava tebliğ terbiye ve irşad için geniş çaplı ekipler kurdu. Her bir ekibi memleketin bir tarafına gönderdi. Onun yanında okumak İçin her bölgeden talebeler O’nun Medresesine geldiler. O’nun Medresesinde büyük âlimler ve mürşitler yetişti. Hicri 542 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 1026 senesinde İmam Rabbani davet ve irşad için çok sayıda halifelerini memleketin muhtelif bölgelerine gönderdi. Örneğin: Şeyh Muhammed Kasım Önderliğinde yetmiş kişiyi Türkistan’a Şeyh Fereh Hüseyin önderliğinde kırk kişiyi Hicaz–Yemen–Rum ve Şam Bölgelerine ve Şeyh Muhammed El-Berki komutasında on büyük şahsiyeti Turan, Badahşan ve Horasan bölgelerine gönderdi. Halifelerin gittiği yerlerde büyük başarılar elde ettiler. Onların vasıtasıyla çok sayıda insan hidayete erdi. Badahşan Sultanı’nın mutemedi, özel kâtibi ve sırdaşı Şeyh Tahir El Badehşi, Şeyh Abdulhakk Şadmani, Şeyh Salih el-Kulani Şeyh Ahmet el-Bersi, Şeyh Yar Muhammed ve Şeyh Yusuf Talekani gibi büyük âlimler uzun bir yolculuktan sonra Serhend şehrine gelir İmam Rabbani’den ders alırlar. İmam Rabbani bu âlimlere icazet verir ve onları halife yapar. Sonrada her birini kendiş memleketine mürşit olarak gönderir. Sonra İmam Rabbani ile Sultan Cihangir arasında bazı problemler yaşanır ve Sultan Cihangir tarafından (emri ile) İmam Rabbani Kevaliyar Kalesinde cebri ikamete tabii tutulur, bütün kitapları, bağ bahçeleri, kuyusu ve evi musadere edilir. İmam Rabbani’nin cebri ikamete tabi tutulmasının sebebi şia akidesinin reddi ile meşhur olmasıdır. Bu hakikati Arnold Ed-Davetu Alel İslam Adlı meşhur eserinde geniş detaylarıyla anlatmaktadır. Tam bir yıl hapiste kaldıktan sonra hicri 1029’da (M. 1620) serbest bırakılır. Kendisine bir yıllık hapis hayatı nasıl geçti? diye dorulunca İmam Rabbani, çok güzel geçtiğini çünkü hapiste binlerce insan hidayete erdi diyerek cevap vermiştir. Sonra İmam Rabbani ile Sultan Cihangir arasında dostluk, sevgi muhabbet başlar ve Sultan Cihangir onun direktifleri ile hareket eder. İmam Rabbani Ecmir şehrinde ikamet ettiği sırada bir gün etrafındaki insanlara ahirete yolculuk günlerinin çok yakın olduğunu döyler ve Ecmir şehrinden Serhend şehrine gelir ve orada ikamet etmeye başlar. Bir gün İmam Rabbani’nin çocukları kendisine bizi artık sevmemenin ve bizden yüz çevirmenin sebebi nedir? -diye sorarlar. İmam: -“Allah benim için sizden daha sevimlidir’’ -diye cevap verir. İmam Rabbani ölüm döşeğinde çocuklarına ve talebelerine sünnete ittiba etmeyi, bid’adan sakınmayı, murakabe ve zikre devam etmeyi tavsiye eder ve hatta İmam çoğu zaman sünnete sarılmanın vacip olduğunu ifade ediyordu. İmam Rabbani’nin takip etiğini metodu ve izlediği yollu aşağıda maddeler halinde sunmaya gayret edeceğiz: 1-Kitap ve Sünnetin önemi ve yapılan çalışmaları ve işlenen amellerin, kitap ve sünnete dayanmadığı sürece abdestle iştigal olduğunu. 2-Teşeyü ve Rafıziliğe karşı mücadele edilmesi gerekliliği. 3-Akideni tashihi. 543 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 4-Tasavufun tecdidi ve tasavvufu her türlü aşırılıktan arındırılması. 5-Şart ve ortama göre davet ve irşadın yapılması. 6-Bidalara karşı savaş açılması. 7-sahabe’i Kirama karşı saygılı davranılması. 8-İslam kardeşliğinin ihyası. 9-İslam topraklarını bütün düşmanlara karşı savunulması. 10-Mümmetçilk ruhunun ihyası. 11-Ehli Sünnet vel Cemaat akaidine bağlı kalınması. 12-İhlas ve samimiyetin tesisi. 13-iman, ilim ve amelin paralel yürütülmesi. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Şeyh Abdulkadir Geylani ve İmam Rabbani’nin Manevi Talebesi Olan Üstad Bediüzzaman Rumi 1973,miladi 1876 tarihinde bitlisin hizan ilçesinde ağlı Nurs köyünde Dünyaya geldi baba adı mirza anne adı Nuriye hanımdır. Henüz küçük yaşta Kur’an’ı Kerimi okuduktan sonra Norşin Medresesinde öğrenimine başladı kısa bir zamanda aletilmilerinde mahir oldu. Üstad üstün zekâsı yanında cesareti ile de meşhurdu. Üstad, muhtaç olduğu halde hiç kimsenden zekât almazdı. O günün yöneticilerile ters düşen fikirlerinden dolayı ömrü sürgün ve zindanlarda geçti. Rusların bize karşı açmış olduğu Savaş’ta milis komutanı olarak büyük mücadele verdi, yaralandı ve esir düştü bir süre esaret hayatını yaşadıktan sonra İstanbul’a geldi. Türkiye’nin birçok şehrini gezdi toplantılar düzenlendi, insanları birlik olmaya davet etti. Risaleler yazdı. Bida ve hurafelerle mücadele etti, insanlar arasında sahih akideyi yerleştirmek için üstün çaba harcadı. Mezhepsel ve meşrepsel Taassuba karşı durdu. Ulum-u diniye funun-u medeniyeyi bir biriyle mezc etmek için büyük gayretler sarf etti. Ve daha neler… Üstad Bediüzzaman tıpkı Geylani Hazretleri gibi çeşitli hastalıklara karşı aşağıdaki reçeteyi sunuyor: 1-Birlik ve beraberliğin mayası İslam ve sahih akide olduğunu. 2-İç ve dış mihraklara karşıkoymanın yolu birlik ve beraberlikten geçtiğini. 3-bida ve hurafelere karşı mücadele edilmesi. 4-her türlü taassuptan uzakdurmaları gerekli olduğu. 544 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 5-hırs ve intikam duygusundan uzak durmanın lüzumu. 6-başkasının meşrebinin hor ve yanlış görülmemesi. 7-Vatan toprağının savunmasının vacip olduğunu. 8-toplum ferleri arasında tehasud (Hased)değil tesanedün olması. Geylani, İmam Rabbani ve Bediüzzaman’ın Ortak yönleri 1-Kitap ve sünnete sımsıkı sarılmak. 2-Züht, İhlas ve amele önem verilmesi. 3-Tasavvufun ıslah edilmesi. 4-Mezhepi ve meşrebi taassuba karşı mücadele edilmesi. 5-Eğitim ve öğretimin sağlam temeler üzerine oturtulması. 6-Sosyal ahlakı çöküşün önüne geçirilmesi. 7-Yöneticilerin ıslahı için yoğun çalışmaların yapılması. 8-Sapık fikirlere karşı mücadele edilmesi. 9-Nefis tezkiyesine önem verilmesi. 10-İlmi yeteneklerin geliştirilmesi. 11-Sahi akidenin yerleştirilmesi. 12-Her türlü bidat ve Hurafelere karşı mücadele edilmesi. 13-Dünya malına önem verilmemesi. 14-Şart ve ortama göre davet ve irşadın yapılması. 15-Sahabei kirama karşı saygılı davranılması. 16-İslam kardeşliğinin ihyası. 17-İslam topraklarını bütün düşmanlara karşı savunulması. 18-Ümmetçilik ruhunun ihyası. 19-İmam ilim ve ameliparalel yürütülmesi. 20-Birlik ve beraberliğinmayası İslam ve sahih akide olduğu. 21-Hırs ve intikam duygusundan uzak durmak. 22-Başkalarının meşrebinin hor ve yanlış görmemek 23-Fertler arasında tehasüb değil tesanüdün olması. Son Olarak 26-28 Mayıs 2014 Eskişehir ESOGU Kongre Merkezinde Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi Sempozyumunu tertipleyen, yüzlerce değerli hocaların, bilim adamlarının bir araya gelmesine vesile olan Eskişehir Valiliği, sempozyumun genel koordinatörü değerli insan İbrahim Akgün, akademik koordinatör dr. Emek Üşenmez hocalarımızı ve ekiplerini canı gönülden kutluyor, ümmete böyle yararlı hizmetlerin devamını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum. 545 TATLILIOĞLU, Kasım (2014). “Ahi Evran’ın Öğretileri Bağlamında Günümüzün Sosyoekonomik Sorunlarına Genel Bir Bakış”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). ss.547-559 Eskişehir, (http://bilgelerzirvesi.org). Kasım TATLILIOĞLU* AHİ EVRAN’IN ÖĞRETİLERİ BAĞLAMINDA GÜNÜMÜZÜN SOSYO-EKONOMİK SORUNLARINA GENEL BİR BAKIŞ AÇISI Giriş A hiliğin temel felsefesi, doğru, güvenilir ve emin insan olma bağlamında “insanın eline, diline, beline sahip olması”dır. Bu yaklaşım, Ahilerin dünya ve ahiret mutluluğu için dengeli bir hayat sürmelerini sağlamıştır. Ahilik kültürünü alan bireyler, dayanışmacı bir ruh yapısına sahiptirler. Ahilik, üretmeden tüketmeye, ihtiyaç fazlasını tüketmeye, israfa, güçlünün zayıfı sömürmesine, haksız kazanç sağlamaya, insanları kandırmaya karşı olan bir sistem üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla iş gücünün, tüketicinin ve tabiatın sömürülmemesi, aralarında adalet ve denge ilkeleri korunarak ve haksız rekabetin önüne geçilerek, bireysel ve toplumsal huzurun sağlanmasına çalışılmıştır. Ahilik Teşkilatı’nda, bireye önce insani ve ahlaki değerler öğretilir, daha sonraki aşamalarda ise, meslek eğitimine geçilirdi. Meslek eğitiminde ise teoriden çok “yaparak ve yaşayarak öğrenme” ön plandaydı. Ahilikte, bilinçli ve sosyal sorumluluğu gelişmiş insan yetiştirilmeye özel bir önem verilmiştir. Bu sistemde, “çalışmak, öğrenmek ve olgun insan olmak” için özel çaba gösterilmiş ve “birinin diğerisiz olamayacağı” anlayışı benimsenmiştir. Ahilik modelinin temelinde insanların birbirini sevmesi, değer vermesi, yardım etmesi, fakir ve yoksulu gözetmesi, iş hayatında ve alış-verişte ahlaki kuralları ölçüt alması temel ilke olarak benimsenmiştir (http://www.ahilik.net/index). * Yrd. Doç. Dr. Bingöl Üniversitesi. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Araştırmanın Amacı Türk düşünce sistemi içerisinde var olan Ahilik, toplumun her kademesinde bir takım uygulama, tören ve inanışlarla halen kendini göstermektedir. Ahilik, yaklaşık 1000 yıl Türk Milletinin Anadolu’daki sosyal, ekonomik, kültürel ve politik hayatında önemli fonksiyonlar üstlenmiştir Ahilik, sadece ekonomik bir boyutu olan bir kurum değil, aynı zamanda dini ve mistik bir karaktere de sahiptir Türk Milleti’nin sosyo-kültürel tarihi içerisinde Ahilik anlayışının ve Ahilik teşkilatlanmasının önemli bir yeri vardır. Araştırmanın Kavramsal Temelleri Ahilik Nedir? Terim olarak Ahilik, “XIII. yy.’da Anadolu’da, Balkanlar’da, Kırım’da Türkler tarafından kurulan esnaf, sanatkâr ve üretici birlikleri ile bu birliklerin uyguladıkları ahlaki, siyasi, iktisadi, felsefi duygu ve prensipler” anlamına gelir. Ahi sözcüğünün kaynağı ile ilgili iki farklı görüş vardır: Birinci görüş, Ahi sözcüğünün Türkçe kökenli olduğudur. Erken (2002)’e göre, Ahi kelimesinin kaynağı Türkçe olup, “akı” kelimesinin Anadolu’daki söyleniş tarzından türediği şeklindedir. “Akı”, “eli açık” anlamlarına gelmektedir. Diğer bir görüşe göre de, Arapçadan Türkçe’ye geçtiği yönündedir. Bu anlamda da Ahi, “kardeşim” anlamına gelmektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde Ahi, “erkek kardeş”, ahilik ocağında olan kimse ise “eli açık ve cömert “olarak tanımlanmaktadır. Ahilik ise kökü eski Türk töresinde olan ve Anadolu’da yüksek bir gelişim gösteren esnaf, zanaatçı, çiftçi gibi bütün çalışma kollarını içine almakta, “eli açık” ve “cömert” olarak tanımlanmaktadır (Kurtulmuş, 2011; Erken, 2002; Doğan, 1998). Köksal (2008)’a göre Ahilik, “İslam dünyasında Abbasi halifesi Nasır Li-dinillah tarafından kurumsallaştırılan “fütüvvet” (soy temizliği, mertlik, yiğitlik, gençlik, delikanlılık, cömertlik, el açıklığı)” kurumunun, Anadolu’da XIII. yy.’dan itibaren milli ve yerli unsurlarla donanmış bir şekli; Akman (2006)’a göre, “Anadolu’ya özgü bir kuruluş olup, toplumun tümünü kapsayan bir değerler sistemi, mesleki-ahlaki bir örgüt”; Ekinci (1996)’ye göre, “İslâm inancıyla Türk örf ve adetlerini kaynaştıran bir düşünce sistemi”; Koşum (2012)’a göre, “XIII. ve IXX. yüzyıllar arasında Anadolu’da yaşayan “dini-mesleki” bir teşkilat” ve Şanal ve Güçlü (2007:380)’ye göre ise, 548 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “XIII. yy.’ın ilk yarısından 19. yy.’lın ikinci yarısına kadar olan dönemde Anadolu da, Balkanlar da ve Kırım’da yaşamış olan Türk halkının sanat ve meslek alanında yetişmelerini ve aynı zamanda ahlaki yönden de gelişmelerini sağlayan önemli bir kurumun adıdır. Batılı oryantalistlerden göre Ahilik; temeli fütüvvete dayanan fakat fütüvvetten farklı ve Anadolu Türklerinin biçimlendirdiği bir kuruluştur. Batılı oryantalistlerden Claude Cahen’e göre, Türkler fütüvveti İslamiyet’ten almış ve kendilerine göre yeniden yorumlamışlardır (Akt Demir, 2004:17). Ahi Evran ve Ahiliğin Ortaya Çıkışı Ahilik, Anadolu’da 13. yy.’da Ahi Evran döneminde gelişmiştir. Ahilik teşkilatının kurucusu Ahi Evran, Azerbaycan'ın Hoy kasabasında doğmuştur (1171). Anadolu’da Ahiliğin kurucusu olarak bilinen ve İran’ın Hoy şehrinde doğan Şeyh Nasuriddin Mahmut (Ö. 1262) sonraları Ahi Evran ismiyle anılmıştır. Ahi Evran tahminen 602 (1205) yılında Kayseri’ye gelmiştir. Kayseri’ye gelince, burada bir çarşı kurmuştur. Önce debbağları sonra da muhtelif iş kolundaki zanaatkârı teşkilatlandırmıştır (Çora, 1990). Ahilik teşkilatının Anadolu’da kurulup gelişmesinde, “Fütüvvet” teşkilatının büyük bir tesiri vardır. Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri ve Anadolu’ya yerleşmelerinden “itibaren fütüvvet” ülküsünü benimseyip kendilerine has “yiğitlik, cömertlik, kahramanlık” vasıflarıyla süslemişlerdir. Bununla birlikte, Ahiliğin temel belirleyici olan İslami Tasavvufi düşünüş ve yaşayış her devirde geçerliliğini korumuştur. Özellikle I. Alaeddin Keykubat’ın büyük destek ve yardımıyla, Ahiliğin Anadolu’da kurulup gelişmesinde Ahi Evran’ın büyük rolü olmuştur (TDV, 1998). “Gök, kâinat, “yılan, ejderha” anlamlarına gelen “Evran” ismi, efsanevî kişiliğinin bir işareti kabul edilmektedir (Şahin, 1998). Kaynaklar bize yalnız Merv şehrinden bir defada 70 bin ailenin batıya göç ettiğini haber vermektedir. Bu büyük göçte Anadolu’ya gelen Türk topluluklarının çoğu esnaf ve sanatkârdan oluşmaktaydı. Bunlar Anadolu’nun ekonomik ve sosyal yaşantısında büyük değişiklik yapmışlardır (Temel, 2007:11). Ahi Evran, Ahiliğin felsefesini oluştururken, sadece fütüvvetnamelerden yararlanmamış, Anadolu’nun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak, halkın sorunlarıyla ilgilenip çözümler aramıştır. Daha sonra bu düşüncelerini gerçekleştirmek için, devletinde desteğiyle Kayseri’de sanayi sitesi kurmuştur (Bayram, 1991). 549 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ahi Evran, mesleğiyle örnek olduğu gibi yaşantısıyla da örnektir. Çünkü o, dürüst, çalışkan, cömert insanlardan oluşan bir toplum özlemiyle Ahi zaviyelerini kurup yaygınlaştırmaya çalışırken derviş yumuşaklığında bir “ipek”; Anadolu’nun işgal edilmesine seyirci kalmayıp çevresindeki Ahilerden oluşturduğu güçlerle Moğol istilasına karşı bayrak açarken -bir belgede söylendiği gibi- Tatar muhalifi, savaşkan bir çelik” idi (Köksal, 2008). Türk esnaf, sanatkâr ve ticaret erbablarını asırlarca bünyesinde tutmuş, ortaya koyduğu prensiplerle iş ve meslek hayatına yön vermiştir (Demir, 2004). Zaman içerisinde sosyal içeriği değişen Ahilik teşkilatı, 17. yy.’dan sonra loncalara dönüşmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde, Ahi birlikleri büyük ölçüde çözüldü. Çözülme sonucu localara dönüşen Ahi birlikleri, daha sonra ise gediklere (tekel-imtiyaz) dönüşmüşler ve Meşrutiyet dönemi yenilikleriyle de iyice zayıflamışlardır (Ana Britannica, 1993; Demir, 2004; Ekinci, 1989). 19. yy’ın ikinci yarısına kadar varlıklarını sürdüren, Ahi Teşkilatları, sanat okullarının açılmasıyla sona ermişlerdir (Turan, 1996). Ahi birliklerinin çözülmesine neden olan faktörler dış ve iç faktörler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır: Dış faktörler; Amerika’nın keşfi ve açık deniz ticaretinin gelişmesi ile Türk esnafı yabancı tüccarlar karşısında rekabet edemedi. İç faktörler olarak; çok üretmek, çok satmak ve çok kazanmak hırsının kalite ve sağlamlık fikrinin önüne geçmesi, seçim sistemi yerine tayin sisteminin gelmesi, sevilmeyen liyakatsiz kişilerin işbaşına gelmesi, köyden şehre hesapsız ve plansız göçler vb. sayılabilir. Ahi Baba Kimdir? Bir şehirde ne kadar esnaf teşekkülü varsa, her birinin ayrı ayrı reisleri olup, en büyüğüne “Ahi Baba” derlerdi. Ahi babalar, reisleri bulundukları bütün esnaf teşekküllerinin sistemli şekilde çalışmasını temin etmek, şikâyetleri devlete iletmek ve mesleğe yeni girenlere “şed” bağlatmak gibi yetkilere sahipti. Osmanlı ülkesindeki bütün Müslüman sanatkârlar, Ahi babalardan ve onların yetki verdiği kişilerden aldıkları izin belgesi ile iş görür, sanat icra eder ve satış yapabilirlerdi. Ayrıca Ahi babalar, emirlerindeki idareciler vasıtasıyla, esnaflığa aykırı hareketlerde bulunanları kontrol eder ve cezalandırırlardı (TDV, 1998:527-528). Ülke düzeyinde bütün esnaf birlikleri Kırşehir’de bulunan Ahi Evran zaviyesine bağlı idi (Bayram, 1991). Birlik içinde yükselmek için, mesleki ehliyet ve liyakat şarttı. Sanat erbabı içerisinde, en dürüst ve en çok saygıya değer olan, 550 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması muhtemelen yaşça da önde olan bir üstat teşkilatın reisi olup, kendisine “ahi” deniyordu. Ahiliğin Amacı İbn-i Batuta, Seyahatnamesi’nde, Ahilerin “zorbaların hakkından gelmek, onları yok etmek, zalim ve edepsiz tabakasıyla bunlara katılan şirretleri katledip ortadan kaldırmak hususunda bunların bir benzeri yoktur” demektedir (Şeker, 2006; Köksal, 2008; www.ahilikderneği.org). Ahiliğin asıl amacı, insanların dünya ve ahrette huzur içinde olmalarını sağlamaktır. Anadolu’da XIII. yy.’da devlet otoritesinin zayıfladığı dönemde, şehir hayatında yalnızca iktisadi değil, siyasi yönlerden de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ahiler, bağımsız bir siyasi güç olmamakla birlikte, zaman zaman merkezi otoritenin zayıfladığı, anarşi ve kargaşanın ortaya çıktığı dönemlerde siyasi ve askeri güçlerini göstermişler ve önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında, bu birlikler mesleklere ait problemleri hallederek, devlet ile olan münasebetleri düzenlemekteydiler. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti bu birliklerin asli görevi idi. Ahiliğin kurum olarak en belirgin özellikleri arasında öncelikli olarak Esnaf ve Sanatkarların kişilikleri bakımından erdemli bireyler olmasını sağlamak, ayrıca onları bir sanat ya da meslek sahibi yapmak ve bu insanları gündüzleri atölyelerinde iş başında, geceleri ise Ahi zaviyelerinde sosyal ve ahlaki yönden eğitmektir (Özgür, 2013:51). Ahi birlikleri her kurum gibi, belli ihtiyaçları karşılamak gayesi ile kurulmuşlardır. “Asya’dan gelme sanatkâr ve tüccar Türklerin, yerli tüccar ve sanatkârlar karşısında tutunabilmeleri, onlarla yarışabilmeleri, ancak; aralarında bir teşkilat kurarak dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standart mal yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi. Ahi birlikleri bu şartların tabii bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. (Ekinci, 1989). Ayrıca, esnaf ve çiftçi üretici kesimlerin üretim şekillerini, üreticilerin birbirleri ve toplulukla ilişkilerini düzenleyen, iş ahlakına dayalı bir üretim felsefesi oluşturan ahilik; yardımlaşmaya, zayıfların ve gariplerin korunmasına da geniş yer vermiş, Anadolu’nun sosyal ve ekonomik hayatında tesirlerini günümüze kadar devam ettirmiştir (Doğan, 1998; İnancık, 1999). Ahi örgütleri dışında kalan bir kişi, her hangi bir etkinlikte bulunamazdı. Ayrıca, Ahi zaviyelerinde, kadılar ve müderrisler 551 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tarafından düzenli olarak dersler verilirdi. Okuma-yazma bilmeyen kalmaz, herkese yeteneğine göre, “hat, tezhip, müzik vb.” bir sanat mutlaka öğretilirdi. Ayrıca, kılıç kullanma, ata binme, ok atma gibi askerlik becerileri öğretilirdi. Alım-satım işlerinde birlikte davranma, belirli topluluklar biçiminde ortaklık, kalitede standartlaşma temel ilkelerdi. Kurallar Ahilerin bozuk mal satmamalarını öngörür, satanlar meslekten men edilirdi. Aralarında bir öz-denetim sistemi vardı (Atçeken & Bedirhan, 2004; Ana Britannica, 1993). Ahilikte İş ve Meslek Ahlakı Ahlak’ın değişik tanımları yapılmıştır. Sökmen ve Tarakçıoğlu (2011) ahlakı, “toplum içinde insanların uymak zorunda oldukları davranış kuralları” olarak tanımlamışlardır. Warner (1993) ise ahlakı “istemli ve gönüllü insan eylemlerinin doğru ya da yanlışlığını araştıran, değerlendiren, pratik, normatif ve felsefi bir bilimdir” şeklinde tanımlamıştır (Akt: Aslan, 2013:4). Ahiliğin özünde insan sevgisi vardır. Ahilik, insanı bir bütün olarak görmekte ve onu bütün yönleriyle geliştirmeyi amaçlamaktadır. Ahilik ahlakının kaynağı fütüvvettir. Fütüvvet, “genç, yiğit, cömert demek olan “feta” kelimesinden türemiştir (Köksal, 2008). Ahilikte eğitimin amacı, nitelikli insan yetiştirmektir (Temel, 2007). Ahi Evran’a göre Ahiliğe girenler mutlaka bir sanata sahip olmaları gerekir. Bu bağlamda kişinin, bir iş veya sanatta tecrübe kazanarak zirveye ulaşması ahlaki bir görev olarak kabul edilmiştir (Güllülü, 1992). Ahilikte mal, servet ve sadece kazanç için çalışmak hiçbir zaman kendi başına bir anlam taşımazdı. Bunlar, ancak kendinden üstün bir gayenin gerçekleşmesine vasıta oldukları takdirde bir değer ifade ederler. Örneğin, başkalarına muhtaç olmadan yaşamak için veya başkalarına yardım etmek için kazanılan para değerlidir. Para kazanmayı hayatın gayesi haline getirmek Ahilik düşüncesine terstir. Çünkü vasıta olan para, gaye haline gelirse, gaye olan ahlâki değerler de vasıta haline gelir ki, bu son derece ahlaksız, zalim ve sömürgeci dünya görüşünün temeli olur. Örneğin, para kazanmak gaye olursa, başkalarına yardım etmek de bir vasıta olur. Bunun uygulamadaki sonucu kişilerin daha çok para kazanmak için başkalarına yardım yapmasıdır. Hayır, yapmak için değil de, başkalarının güvenini ve saygısını kazanarak karını arttırmak isteyen tüccarların fakirlere bu gaye ile yardım etmesi böyle bir zihniyetin ürünüdür. Buna yardım 552 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması değil, kazanç usulü denilebilir. Ahilerin mal ve servet hakkındaki düşünceleri, onların ekonomik faaliyetlerine de yansımıştır. Ahinin iş yeri, Hak kapısıdır. Bu kapıdan hürmetle girilir, saygı ve samimiyetle çalışılır, helalinden kazanılır, helal yerlere, israf ve savurganlıktan kaçınılarak kararınca harcanır. Ahilik teşkilatının yüksek ahlâki değerleriyle yetişen Osmanlı esnaf, sanatkâr ve tüccarı Batılı devletler nazarında çok önemli bir yer edinmiştir. Alman Başbakanı Bismark, "Türkler, Asya'nın centilmenleridir" sözüyle Ahilik kültüründe yetişen Türk insanını tanımlıyordu. Ayrıca İngiliz Ticaret Odaları’nın birinde asılı bulunan levhada, "her zaman Türk tüccarları ile alışveriş et" sözünün yer alması Türk esnafının, tüccarının ve sanayicisinin dün sahip olduğu ve bugün terk ettiği Ahilik kültürünü ifade etmektedir (Erken, 1999). Hep anlatıla gelen Fatih Sultan Mehmet dönemindeki “ben siftah ettim, komşum etmedi, lütfen oradan alışveriş edin” anektodu ahilerin diğerkâmlık anlayışını ne kadar benimsediklerini gösterir. Ahlak ve Ekonomi İlişkisi Ekonomi, “insanların gereksinimlerini ve bunları tatmine yönelen çabaları inceleyen bir sosyal bilim olarak tanımlanabilir”. Ahlak, ekonomi ile de sıkı ilişki içerisindedir. Bu iki disiplin birbirinden ayrı tutulamaz. Ancak tarihte bazen birbirleri üzerinde yanlış yaptırımları olmuştur. Bu nedenle, ahlak ekonomiden baskın olmamalı ve ekonomi de ahlakı geçersiz kılmamalıdır. Ekonominin rolü, aynı zamanda ahlaki amaçların gerçekleşmesine katkıda bulunmalıdır. Ahlaki değerlerin desteği olmaksızın ekonomik değerler ayakta kalamaz. İnsan gereksinimlerini temel alan ahlaki değerler ile ekonomik değerler birbirleriyle işbirliği ve uyum içinde ve birbirlerine temel teşkil etmektedirler. Ahlaksız bir ekonomi baskılara ve tek taraflı zenginleşme ve toplumsal alanlarda mevkileşmelere sebep olur ve sonuç olarak bencilliği vurgular, ekonomisiz ahlak ise insanlarda ataleti oluşturur. Hem bencillik hem atalet insana yakışan davranışlar olmadığından dolayı ahlak ile ekonomi arasında sıkı işbirliğinin olması toplumun ayakta kalabilmesi için oldukça önem arz etmektedir (Ixıaoue, 1998; Thomas, 1993: akt: Aslan, 2013:5-6). Ahi ahlakını meydana getiren kurallar Ahilik, sanatla ahlakı bütünleştiren bir teşkilattır. Ahilikte bireyin kendisine, ailesine ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumlulukları vardır. Her bir Ahi bu sorumluluğunu özenle yerine 553 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı getirirdi. Ahilik teşkilatındaki diğerkâmlığın yerini günümüzde ise bireycilik almıştır (Günay, 2003). Ahilerin toplam 740 görgü kuralı vardır. Ahiliğe yeni başlamış birisinin, bu kurallardan 124 tanesini bilmesi gerekiyordu. “Fütüvvet ve “ahilik adabı”, yani ahlak ve davranış kuralları, yüzyıllar boyunca Anadolu Türk insanının milli karakterini belirlemiştir (İnancık, 1999). Ahilerin ahlaki ilkeleri; “adalet ve eşitlik, doğruluk, tarafsızlık, sorumluluk, yeterlilik, güvenirlik, bağlılık, sevgi, saygı, hoşgörü, emeğin hakkını verme”dir. Ahilik ahlakının temel ilkelerinden “kapalı olmayı” öneren ilkeleri ise; “ayrımcılık, rüşvet, bencillik, taciz, dedikodu”dur (Aydın, 2012:358-359). Ahi zaviyelerinde meslek ve sanat alanlarında çırak-kalfa-usta ilişkisi bulunurdu. Bilgi ve kültür seviyelerinin yükselmesi içinde üyelere adab-ı muaşeret, yurttaşlık görevi, askerlik ödevi öğretilir ve genel bilgiler verilirdi. 3’ü açık, 3’ü kapalı diye nitelendirilen 6 ahlak ve insanlık kuralı benimsetilirdi: Bunlardan, “eli açık, kapısı açık, sofrası açık olmalı”; “gözü kapalı, dili bağlı, beli bağlı” özellikleri aranırdı. Ahiler kız çocuklarına ise şu öğütlerle örtüşmektedir: “İşine dikkatli ol, Aşına dikkatli ol, eşine dikkatli ol (Kantarcı, 2007; Kurtulmuş, 2011; Çağatay, 1997). Günümüzde tüm bu değerlerin yerine egoist anlayışın aldığını söyleyebiliriz. Egoizm’e göre, “herhangi bir bireyin, başkalarına karşı ne bir yükümlülüğe vardır, ne de bir fedakârlığa katlanmak zorundadır. Davranışlar bireyin kendisi için en yüksek iyiye müsaade ediyorsa derhal sergilenmelidir (Özgener, 2009). Thomas Hobbes’in görüşlerinin felsefesini esas alan ahlaki egoizm ise, “kişisel çıkarın ahlak yoluyla meşrulaştırılmasıdır”. Sonuç Ahi Evran; mesleği, yaşantısı ve mücadelesiyle günümüz insanının ihtiyacı olan bir insan modelini de ortaya koymuştur. Ona göre, doğrulukla yapılmayan iş, bereket getirmez, getirse de bu sürekli olmaz. Temelinde insana saygı ve toplumsal ihtiyaçların paylaşım içerisinde giderilmesi gibi fikirler yatan bu sisteminde, klasik yönetimde odaklanılan daha yüksek üretim ve verimlilik konularından öte bir vizyon ortaya konulmuş ve bugün yeni yeni fark edilen sürdürülebilirlik çalışmaları o dönemde başarılı bir şekilde uygulanmıştır. 19. yy. ve 20. yy. başlarında kapitalizmin yüksek kara odaklandığı ve sadece bir tek boyutuyla verimlilik konulu yapılan çalışmalarda insan salt ekonomik bir kaynak olarak görülmüş ve 554 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gerçek anlamda insani boyutları göz ardı edilmiştir. Bunun sonucunda da çalışanlar modern köleler haline dönüştürülmüştür. Bugün sürdürülebilirlik; insan, doğa, enerji, hammadde ve benzer konularda uygulanarak gerçekleştirilebilir. Güvenli bir ortamda iş yapmak birçok maliyeti ve riski azaltabilecek bir ortam hazırlar. Güven ortamında, iş stresinde ve gereksiz maliyetlerde azalma görülürken, huzur ve verimlilikte ise artış gözlenebilir. Günümüzde yapılan birçok araştırma sonucuna göre, iş dünyası içinde yaşanan birçok sorunun kökeninde güven eksikliği yatmaktadır. Ahlaki açıdan gelişmiş, yeterli bir iş ortamı oluşturabilmek öncelikle kültür ve atmosfer olarak ahlaki bir yapının var olmasına bağlıdır (Ceylan & Aykır, 2012:40402). Ahiler; çatışmacı değil, dayanışmacı bir ruh yapısına sahiptirler. Dayanışmacı toplum anlayışında, toplumu meydana getiren sosyal kesimlerinin menfaatlerinin birbiriyle çatışmadığına inanılır. Sadece kesimler arasında değil, ayni kesim içerisinde bulunan fertler arasında da çatışmaya sebep olabilecek davranışlara izin verilmemiştir. Böylece toplumda iç huzur ve barış sağlanmıştır. Ahilerde dükkânlara asılan şu levhalar ahiliğin ticaret ilkelerini özetlemektedir: “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız Hakk’a iman ederiz, müslümandır şanımız Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin Hilesi hurdası yok, helalinden malımız Müşterilerimiz velinimet, yaranımız yârimiz Ziyadesi zarar verir, kanaattir karımız”. Ahilik ahlâkıyla yetişmiş Osmanlı esnaf ve sanatkârında doğruluk, dürüstlük ve güvenirlik esastır. Hileli satışa kesinlikle müsaade edilmezdi. Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı, “bunu sana veremem, kusurludur” der. Yabancı tacirin, “önemli değil” demesine rağmen Osmanlı esnafının o kumaş topunu vermeyip, “ben malımın kusurlu olduğunu söyledim. Fakat siz onu götürüp kendi memleketinizde satarken, alıcılarınızın orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede ise Osmanlı’nın gurur, şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr 555 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sanacaklardır. Onun için bu sakat (defolu) topu asla size veremem” diyerek kumaşı vermemiştir (Akça, 2003). Bugün ise kıvılcımın meydana getirdiği yangın misali, ülkemizde gün be gün artan işsizlik, yolsuzluk, yoksulluk, organize suçlar, çeteler, vergi kaçakçılığı, adam ve akraba kayırma olayları, sokak çocukları, cinayetler, intiharlar, erken yaşta suça bulaşma, madde bağımlılığındaki artış, aile içi şiddet, parçalanan aileler, neticesinde de ne yazık ki gelinen nokta ortadadır. Sosyal dokumuz alarm vermektedir. Günümüzde iş ahlakı, yaşanan skandallar nedeniyle işletmelerin ve kamuoyunun gündeminden hiç düşmemektedir. İnsanlar bu konudaki hassasiyetleri her geçen gün biraz daha artmaktadır. İşletmelerde adımlarını bu doğrultuda atmak için çaba göstermektedirler. Günümüz ticaretle uğraşan esnaf ve sanatkârları Ahilik teşkilatı hakkında maalesef yeterince bilgiye sahip değillerdir. Gelişmiş toplumlardaki yönetim uygulamalarında iş ahlakının kurumsallaştırılması ve işletme çalışanlarının da bu yönde etik karakteristikler içeren davranışlar sergilemesi arzu edilen bilinçli bir çabanın ürünüdür (Özgür, 2013:59). İçinde bulundukları toplumlarla sağlıklı ticari ilişkiler geliştirmek isteyen işletmeler, sosyal sorumluluk bilincini kurumsal kültürlerine yansıtmak durumundadırlar. Sosyal sorumluluğun yerine getirilmesi, işletmelerin toplumdaki saygınlığını artırmaktadır. Topluma karşı sorumluluklarını içselleştirmeyen ve ticaret ahlakına uygun davranmayan işletmeler toplumdan tepki görmekte, kurumlar arası rekabette yara almakta ve önemli pazar kayıpları ile karşılaşabilmektedirler. Günümüzde, sosyal sorumluluk duygusuna sahip olan ve ticari ahlak kurallarına sahip işletmeler toplumda kabul görmekte hem karlarını artırarak toplumda rağbet görmektedirler (Nalbant, 2005; akt: Şahin & Tekkoyun, 2013). Günümüzde esnaf ve sanatkârların oluşturduğu kurumlar; Ahiliğin insana değer veren, dayanışmayı özendiren ve adaleti amaçlayan temel ilkelerinden yararlanmakta, insanlığın ortak erdemleri olan sevgi, bilgi, dostluk, adalet ve dayanışma gibi değerlere önem vermektedir. Ülke ekonomisinin temel taşı olan esnaf ve sanatkârlarımız yani küçük işletmelerimizin bugün çok önemli sorunları mevcuttur. Bu sorunların aşılmasında Ahilik ilkelerinden yararlanmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu bağlamda Ahilik teşkilatı; insani erdemlere ulaştıracak temel prensipleri ile sorunların halledilmesinde çok önemli rol oynayacaktır. Ahilik yolunun olduğu yerde işsiz olmaz, işsiz kalmazsa yolsuz olmaz, yolsuz olmazsa 556 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yoksul kalmaz, yoksul kalmazsa terör olmaz, nihayet yargının yükü de bu kadar çok olmaz diye bir formül ortaya koyarak, ahiliğin günümüzde memleket meselelerinin giderilmesinde önemli görüşler sunmaktadır. Ahilik ilkelerinin günümüzde çok iyi irdelenip uygulamaya geçirilmesi ve modern hayatımıza yansıtılması bir zorunluluk arz etmektedir. Dünya ekonomisini derinden etkileyen ve insanların işsiz, işletmelerin iflasına, ekonomilerin çökmesine, sosyal ve ekonomik huzursuzlukların artmasına neden olan küresel krizlerin aşılmasında Ahilik anlayışının rehberliğine ihtiyaç vardır. Küresel krizlere neden olan faktörleri ortadan kaldırmada etkili olan insani ve toplumsal değerlerin yeniden hayata geçirilmesi, sosyal adaletin, yardımlaşmanın ve dürüstlüğün ön plana çıkarılması, Ahilik Teşkilatı’nın çok iyi anlaşılmasına bağlıdır (Çelik, 2012:466). Kaynakça Ahilik, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi İstanbul, 1998, c.1, s.527-545. Ahilik, Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi (15. Baskı). İstanbul: c.1, s. 200. Akman, M. (2006). Balıkesir Yöresinde Ahilikten Kalma Tören ve Uygulamalar”. Yüksek Lisans Tezi. Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir. Akça, G. (2003). Ahilik Geleneği ve Günümüz Fethiye Esnafı. Yayınlanmış Doktora Tezi. Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Alptekin S. &, Tarakçıoğlu, S. (2011). Mesleki Etik. Ankara: Detay Yayıncılık. Aslan, H.E. (2013). Türkler’de İş Ahlakı ve Geçmişten Günümüze Ahilik, Yüksek Lisans Tezi. Beykent Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Atçeken, Z. & Bedirhan, Y. (2004). Selçuklu Müesseseleri ve Medeniyet Tarihi”, Konya. Aydın , İ. H. (2012). Meslek Ahlakının Temel Bir Kaynağı Olarak Ahilik. II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu, 19-20 Eylül 2012, Kırşehir, s. 351-362. Temel H. (2007). Ahilik Teşkilatı’nın Halkın Eğitim ve Öğretimindeki Rolü. Yüksek Lisans Tezi. Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya. Bayram, M. (1991). Ahi Evran ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu. Konya: Damla Matbaacılık. 557 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ceylan, A. & Aykır, A. (2012). Ahilikten Ahlaki Liderliğe. II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu, 19-20 Eylül 2012, Kırşehir, s. 386-404. Çağatay, N. (1997). Bir Türk Kurumu Olan Ahilik. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Çelik, F. (2012). Ahilik Teşkilatı’nın Geçmişten Günümüze Ekonomik Hayatta Üstlendiği Roller. II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu, 19-20 Eylül 2012, Kırşehir, s. 458-467. Çora, İ. (1990). Ahilik Örgütü’nün Osmanlı Toplumundaki Yeri ve Ahilik Örgütü İlkelerinin Günümüz Esnaf ve Zanaatkarlarına Uygulanabilirliği. Yüksek Lisans Tezi. Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Demir, M. (2004). Ahilik, Ahi Evran’ı Veli ve Kırşehir’de Ahilik Kutlamaları. Yüksek Lisans Tezi. Cumhuriyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas. Doğan, D. M. (1998). Büyük Türkçe Sözlük. (8. Baskı). Ankara: Rehber Yayınları. Ekinci, Y. (1989). Ahilik ve Meslek Eğitimi. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Araştırma-İnceleme Dizisi: 862. Ekinci, Y. (1996). Eğitimdeki Eğilimler ve Ahilik”, I. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 13-15 Ekim 1993, Ankara. Erken, V. (1999). Ahilik Teşkilatının Vizyonu. II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 13-15 Ekim 1999, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. Erken V. (2002). Bir Sivil Örgütlenme Modeli. Ankara: Berikan Yayınları. Güllülü, S. (1992). Ahi Birlikleri (Sosyolojik Açıdan). İstanbul: Ötüken Yayınları. Günay, A. (2003). Ahilikte Mesleki ve Sosyal Dayanışma. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. İnancık, H. (1999). Osmanlı. Cilt.1, s.59-60, Ankara. Kantarcı, Z. (2007). İş Etiği ve Ahilik. Yüksek Lisans Tezi. Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. Koşum, A. (2012). Ahi Ticaret Hukuku ve Ahlakının Fıkhi Temelleri. II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu, 19-20 Eylül 2012, Kırşehir, s. 364-384. Köksal, F. (2008). Ahi Evran ve Ahilik. (2. Baskı). Kırşehir Valiliği Kültür Hizmeti Yayınları. Yayın No: 5. 558 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kurtulmuş, Z. (2011). Ahilik ve Günümüze Yansımaları. (Editör: Çakır, Baki & Gümüş İskender). Kırklareli Üniversitesi Yayınları,Yayın No: 1, s.41-56. Özgener, Ş. (2009). İş Ahlakının Temelleri Yönetsel Bir Yaklaşım. İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım. Özgür, D. (2013). Ahilik Sisteminin Günümüz Ticaret Anlayışındaki Yeri: Bir Alan Araştırması. III. Uluslar arası Ahilik Sempozyumu, 24-25 Eylül, 2013, Kayseri, s.49-62. Sökmen, A. & Tarakçıoğlu ,S. (2011). Mesleki Etik. Ankara: Detay Yayıncılık. Şahin, İ. (1998). Ahi Evran. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. I./529. Şahin, İ. & Tekkoyun, M. (2013). Ekonomi Politik Açısından Ticaret Ahlakı: E-Ticaret uygulaması. III. Uluslar arası Ahilik Sempozyumu, 24-25 Eylül 2013, Kayseri, s.685-691. Şanal, M. & Güçlü, M. (2007). Bir Toplumsallaştırma Aracı Olarak Ahilik. Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 23 (2), 379-390. Şeker, M. (2006). Anadolu’nun Türkleşmesi ve Kültürel Hayatı. İstanbul: Ötüken Yayınları, s.176-196. Turan, K. (1996). Ahilikten Günümüze Mesleki ve Teknik Eğitimin Tarihsel Gelişimi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Yayın No:129. http://www.ahilikdernegi.org/ahilik.html, Ahilik,Erişimtarihi:07.05.20124. http://www.ahilik.net/index.php?vw=article&id=127%3,Ahilikmakale. Erişim tarihi:06.05.2014 www.ahilikgen.tr /gorgu/temel.htm, Ahiliğin Temel İlkeleri, Erişim tarihi:08.05.2014. 559 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AKGÜNDÜZ, Ahmed (2014). “Bediüzzaman ve Günümüz Problemleri Hakkındaki Tavsiyeleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.561-576 (http://bilgelerzirvesi.org). Ahmed AKGÜNDÜZ* BEDİÜZZAMAN VE GÜNÜMÜZ PROBLEMLERİ HAKKINDAKİ TAVSİYELERİ 1 878 yılında Bitlis'in Hizan kazâsının Nurs Köyünde dünyaya gelen, 22 Mart 1960 tarihinde Urfa'da dar-ı bekâya intikal eden Bedîüzzaman gibi 80 kusur sene dolu bir hayat yaşamış bir dahi ve müceddid hakkında, bu kısa yazı içerisinde doyurucu bir şeyler söylememizi bizden beklememelisiniz. Ancak "bir şey tamamen elde edilemese de, tamamıyla da terkedilmemeli" kâidesince, denizden bir katre mesâbesinde, ba'zı hakikatleri burada ifade etmek istiyorum. Söyleyeceklerimizi ana başlıklarıyla özetleyeceğiz: Bizim Üç Düşmanımız Var; Cehâlet, İhtilâf ve Fakirlik “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevkeden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.” 352 “Gayet kıymettar üç cevherimiz var: İslamiyet, namus, gayret diliyle muhafazasını bizden istiyorlar. Birincisi: İslâmiyet ki, milyonlarla şehidlerin kan bahasıdır. İkincisi: İnsaniyet ki, insanı umum âleme sultan eden odur. Üçüncüsü: Milliyetimiz ki, o eserlerle yaşayan dahî seleflerimizle bir birlik bağımızdır.Şimdi bize üç elmas kılıç lâzımdır. * Prof.Dr. The Islamic University of Rotterdam. Tarihçe-i Hayat, sh. 64; Bedîüzzaman'a zurefadan biri bir gün, irfanıyla mütenasib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarünileyh de: "Siz, Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur. 352 561 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Tâ ki, üç cevherimizi muhâfaza ve üç düşmanımızı da mahvetsin. Birincisi: İttihâd-ı millî... İkincisi: Çalışma ve gayret. Üçüncüsü: Muhabbet-i millîdir. Altıyüz seneden beri tevhidin bayrağını umum âleme karşı yükselten bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesâretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel; onların akıl ve mârifetinden istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl: Türkler, bizim aklımız... Biz de onların kuvveti... Hep birlikte bir iyi insan oluruz. Kendi başımıza hareket etmeyeceğiz. Bu azmimizle başka milletlere ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur.” 353 Milliyetimiz Bir Vücuttur; Ruhu İslamiyet, Aklı Kur’an ve İmandır Bedîüzzaman’a göre, bir cemiyeti teşkil eden fertlerin ruhunun ve cisminin bağlandığı ve bütün hareketlerini kendisine bağladıkları yol yani millet, sadece ırkçılık demek olan unsuriyet fikrine dayanamaz. Ona göre biraz sonra izah edeceğimiz menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden olan ve dine karşı lakayt kalan Ziya Gökalp bile, mecbur olmuş ve şöyle demiştir: “Dil, din bir ise millet birdir.” Kendisi ise bu meseleyi şöyle bağlıyor: “Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.”354. Bedîüzzaman ’a göre Kur’an’da milliyet fikrinin temelini teşkil eden Hucurât Sûresinin “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.”355 mealindeki âyetinin manası şöyledir: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki sosyal hayat ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize karşılıklı yardım edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve düşmanlık edesiniz değildir.” Âyeti izah için Bedîüzzaman’ın verdiği şu misâl, milliyet fikri ile alakalı da açık fikirlerini ortaya koymaktadır: 353 Abdülkadir Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 435-454; El Yazma Nutuk, İstanbul, 1323/1907, sh. 17-21.. 354 Bedîüzzaman , Mektûbât, İstanbul 1993, sh. 312 355 Kur’an, Hucurat Sûresi, 49:1313. Âyeti. 562 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir... İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir.356. Kur’an’daki milliyet fikri ile alakalı görüşünü bu şekilde açıklayan Bedîüzzaman , milliyet fikririn şu asırda çok ileri gittiğini, özellikle dessas Avrupa zalimlerinin, menfî milliyetçiliği İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırdıklarını, ve böylece Müslümanları parçalayıp onları yutmak istediklerini ifâde etmektedir. Yine Bedîüzzaman’a göre, fikr-i milliyette bir nefsanî zevk var, gafletkârâne bir lezzet var, uğursuz bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda sosyal hayat ile meşgul olanlara “Milliyet fikrini bırakınız” denilmez. Bedîüzzaman’a göre milliyet fikri iki kısımdır: Birinci kısmı menfi milliyetdir ki, menfîdir, uğursuzdur, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine düşmanlıkla devam eder, uyanık davranır. Şu ise, düşmanlığa, kargAsâya ve keşmekeşe sebeptir. Menfî milliyet diye ifade edebileceğimiz bu fikre, ırkçılık, Kur’an’ın tabiriyle hamiyyet-i câhiliye, unsuriyet ve kavmiyet de denmektedir. Bu menfî milliyetde, vatanperverlik de ve her türlü hareket de unsuriyet üzerine binâ edilmektedir357. Bedîüzzaman Hazretleri, bu fikri takib edenlere menfî milliyetçiler ve unsuriyetperverler adını vermektedir358. 356 Mektûbât, sh. 250-251. Mektûbât, sh. 308 vd. 358 Mektûbât, sh. 312 357 563 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bedîüzzaman’a göre milliyet fikririnin ikinci kısmı müsbet milliyetdir. Müsbet milliyeti ifade etmek üzere Bedîüzzaman, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, millet-i İslâmiye ve benzeri tabirleri kullanmakta ve şöyle tarif etmektedir: İslâmiyet Milliyeti ifadesi şu şekilde formüle edilebilir: Milliyetimiz bir vücuddur; aklı İslâmiyet, ruhu Kur’an ve imandır. Osmanlı ruhu asırlarca bu manayı yaşatmıştır. Bedîüzzaman’a göre sosyal hayatın dahilî ihtiyacından ileri gelen müsbet milliyet, yani mukaddes İslâmiyet milliyeti ve bu manada bir insanın milletini sevmesi, memleket dâhilinde karşılıklı yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder; İslâm kardeşliğini daha ziyâde te’yid edecek bir vâsıta olur359. İslâmiyet’in ırkçılığı reddetmesi demek, kişinin mensup olduğu Müslüman milletini sevmemesi manasında değildir. Hz. Peygamber’in “Kişi milletini sever” manasındaki hadisi de böyle yorumlanmalıdır360. Bedîüzzaman , müsbet milliyetçiliğin sınırlarını çok güzel tesbit etmiştir: Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği kardeşlik içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.361. Buna Üç Tarihî Misal Zikretmek Gerekmektedir: Birincisi: Bedîüzzaman Hazretleri, dipnot halinde açıkladığımız gibi, Prens Sabahattin ve onun adem-i merkeziyet fikirlerine karşı, tenkitler ihtiva eden bir makale kaleme almıştır. Bunu özetlemekte yarar görüyoruz. Zira Şükrü Hanioğlu gibi değerli bir tarihçi bile bu konuda bazı yanlış kanaatler uyandırabilecek ifadeler kullanmıştır.362 Hayat birlik ve beraberliktedir. Vatan 359 evlatları arasında Mektûbât, sh. 309-310 Hâkim, Müstedrek, c. III, sh. 131; Canan, İbrahim, Kur’an Ve Hadise Göre Âhirzaman Fitnesi Ve Anarşi, İstanbul 1982, sh. 223 361 Mektûbât, sh. 309-310 362 Şükrü Hanioğlu, Bir siyasal düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul, 1981, sh. 315; Konuyla alakalı adem-i merkeziyat aleyhinde bir makale için bkz. Tanin Gazetesi, Sayı: 217, 9 Mart 1909, sh. 1; Buxton, Charles Roden, Turkey in Revolution, New York: Charles Scribner’s Sons, 1909, sh. 212 vd. 360 564 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması muhabbet-i millî, zerreler arasındaki câzibe gibi, bir yekûn teşkil ile birliğimizi pekiştireceğinden ittihâd ve muhabbet-i millî bağlarını sağlamlaştırmakla medeniyet suyuna ulaşacak ve farklı milletleri bir araya getireceğiz. Hem de her milletin varlık sebebi olan millî âdetler, anadili ve fikir kabiliyetine uygun olarak hükûmet teşebbüsâta başlamalı. Tâ ki medeniyet makinasını çalıştırabilelim. Yoksa bu milletin fertleri arasındaki maddi ve manevi bağları ayıracak adem-i merkeziyet fikri veyahud onun amcazâdesi olan ırka dayalı siyasî kûlüpler – zaten merkezden nefret var– istibdâd ciheti ile ve şiddetli mezhep ve etnik ayrılıklar nedeniyle birden bire merkezkaç kuvvete dönüşecek ve memleket dağılacaktır. Osmanlılık ve meşrûtiyet perdesini birden feveran ile yırtacak bir muhtariyete ve sonra istiklâliyete ve sonra beylikler suretini giydiğinden rekabet duygusunun da etkisi, vahşet ve eşitsizlik mahsulü olan başkalarını yutmak duygusuyla tam bir keşmekeşi netice verecektir. Bu öyle bir günah olur ki; hürriyetteki güzelliklerin ortaya koyduğu yararlarla tartılsa bu kötülük belki ağır gelecektir. Eğitim seviyesi aynı olan Almanlar gibi medeni milletlerin elbisesi bizim boyumuza ya kısa veya uzun olacaktır. Zîra seviyemiz bir değildir. Adem-i merkeziyet fikriyle veyahud onun kardeşi oğlu etnisiteye dayalı siyasî kulüplar sirayetine yardım ve önüne menfezler, kapılar açmak, hikmete aykırıdır. Onüç asır evvel ölmüş asabiyet-i câhiliyeyi ihyâ ile fitneyi uyandırmak ve Asyânın mahalli saaadetimiz olan geleceğimizin cennetlerini cehenneme döndürmek, hamiyet ve uluvv-u cenablarına yakıştıramıyorum. Onun te’vili güzel, fikren sizi anlayabiliriz. Ama isti’dadımızla amelen tatbik edemeyiz. Tatbikine çok zaman lâzım. Eğer unsur lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir.363 İkincisi: Bir kısım araştırmacılar, Bedîüzzaman'ın Cumhuriyetten önceki yıllarda Said-i Kürdî ünvanını kullandığını da ileri sürerek, onun doğuda bir Kürt devleti kurmak gayesiyle 1918'de tesis edilen Kürt Te’âli Cemiyetinin üyesi olduğunu ve bölücü faaliyetlerde bulunduğunu iddia ediyorlar.364. Bu iddiaları hiçbir esasa dayanmadığını yapılacak kısa bir inceleme hemen ortaya koyacaktır. Kürt Teâli Cemiyetinin reisi olan Seyyid Abdülkadir'den gelen teklife verdiği şu cevap ise meseleyi kökünden halletmektedir: "Allah u Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim'de "Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever bu363 364 El Yazma Nutuk, İstanbul, 1323/1907, sh. 1; 15-17; Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 458 vd. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyâsî Partiler, İstanbul, 1986, c. II, sh. 186 vd. 565 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yurmuştur. Ben de bu beyan-ı ilahî karşısında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i islamın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zamanki İslam âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım kürtçü) kimsenin peşinden gitmem"365. İkincisi: Bedîüzzaman'la alakalı yanlış tesbit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun yayılmasıdır. Maalesef gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tesbit, güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adamlarının zihinlerine de yer etmuş durumdadır. Şeyh Said'in Bedîüzzaman gibi bir dahiyi yanına almak isteyişi doğrudur; ancak bu büyük âlimin mezkûr teklif karşısında takındığı tavır, kasden yanlış aksettirilmiştir. Buyurun, Şeyh Said'e olan cevabını beraber okuyalım: "Türk Milleti, asırlardan beri islamiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şer’an câiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşâd etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akîm kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir"366. Bediüzzaman Yaşadığı Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemlerinde Her Halükârda Müsbet Hareketi Prensip Edinmiştir. Bedîüzzaman, sadece nazariyat insanı değil, aynı zamanda üç devir görmüş yani mutlâkıyet, meşrutiyet ve cumhuriyeti yaşamış bir tatbikat adamıdır. Kendi şahsî ubûdiyetini asla ihmâl etmediği gibi, başta Osmanlı Devleti ve daha sonra da Türkiye olmak üzere, bütün âlem-i İslamda ve hatta tüm dünyada meydana gelen siyasî ve sosyal hâdiseleri de islamın ulvî düsturlarına göre değerlendiren ve tesbitini islama göre yapan nâdide bir dava adamıdır. Zaman, hep onu haklı 365 366 Şahiner, 228-229; Mülâkât, sh.38 Şahiner, 268 vd. 566 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması çıkarmış ve aksi fikirde olanları utandırmıştır. Şimdi tesbitlerinden bir iki misal verelim: Birincisi, Bedîüzzaman, sadece Osmanlı Devleti ve Türkiye'de değil, bütün âlem-i islamda, islama hizmet için müsbet hareketi müdafa’a eden nâdide şahsiyetlerdendir. Ona göre, Türkiye dar-ı islamdır ve İslam diyarı olan bir beldede, imana ve islama hizmet, ancak müsbet hareketle ve dahilî emniyet ve âsâyişi asla zedelemeden, bilakis teyid etmekle mümkündür. Son mektubundaki şu ifadeler, gerçekten enteresandır (özetle şöyle diyor): Bizim vazifemiz, müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Allah rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır, Allah'ın vazifesine karışmamaktır. Bizler asâyişi nuhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. ...Mesleğimizde kuvvet var, fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Kur’an'ın vaz’ ettiği bu düstur ile, "Bir cani yüzünden, onun kardeşi, hânedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz". Bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı kullanılabilir. Manevî cihadın en büyük şartı da, vazife-i ilahiyyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk'a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Haricî tecavüzlere karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde menvî tahribata karşı menevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir" 367. Bedîüzzaman'ı pasiflikle suçlayanlar, netice itibariyle onu takdir etmek mecburiyetinde kalmışlardır. 28 sene hapishaneden hapishaneye sürüldüğü ve defalarca merkezden görevli hâkimler tarafından haksız ithâmlarla yargılandığı halde, bırakınız devlete karşı cephe almayı, kendisini asılsız iddialarla idam talebiyle yargılayan savcıya beddua dahi etmemiştir. Bilindiği gibi, iki çeşit hareket vardır: Birincisi, rüzgarın hareketine benzer, gürültüsüpatırdısı çoktur, ancak müsbet ve faydalı bir neticesi yoktur. İkincisi ise, güneşin hareketidir ve sessiz sedasız gelir ise de, meyveleri ve faydaları nihayetsizdir. İşte Bedîüzzaman manevî bir güneş olan islamiyeti temsil ettiğinden, ikinci tarz hareketi tercih etmiştir. Elini kelepçelemeye gelen güvenlik görevlisine dahi, kelepçede san’at var deyip ona iman dersi vermeye çalışmıştır. Neticeleri bugün ortadadır. Zira imanın karşısında küfrün beli kırılmıştır. 367 Emirdağ Lâhikası, II, sh. 213-214 567 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İkincisi, Bedîüzzaman, müslüman fertler ve cemâ’atler arasında birlik ve beraberliği sağlamak için ihlâs ve uhuvvet düsturları adı altında bütün cihânı birbirine bağlayacak islamın ulvî düsturlarını fevkalade mahâretle izah etmiştir. Ehl-i imanın çeşitli cema’atler halinde olmasını, bir ordudaki farklı bölük ve taburlara yahut bir çarşıdaki çeşitli mağazalarla veyahut da Kur’an bahçesinde dikilmiş farklı güllere ve meyve ağaçlarına benzeten Bedîüzzaman, bu kardeşlik halinin muhafazası için hayatı boyunca gayret göstermiştir. 80 yıllık bir uzun ömür boyunca asla taviz vermediği bu düsturlardan bazılarını size de hatırlatmak istiyorum: İkisi de müslüman ve ikisi de hak yolda olan ve hatta veliyullah olduğu bilinen iki ehl-i imanın nasıl birbirine düştüklerini izah için, şu hakikatı hatırlatmıştır: Ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübâreze etmesini, cennetle müjdelenen aşere-i mübeşşere denilen sahabenin arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler... Bu sırra binâen "... öfkelerin yutanlar ve insanlardan sâdır olan kusurları af edenler..." mealindeki âyette mevcut olan uluvv-i cenâb düsturuna ittibâ etmek; avâm-ı müminînin şeyhlerine karşı olan hüsn-i zanlarını kırmamakla imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek; ehl-i imanı haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı mukabele ve hiddetlerinden kurtarmak ve din düşmanlarının iki hak grubun arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerhetmek ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp, ikisini de yere vurmak ve çürütmekten şiddetle kaçınmak icabetmektedir... Kısaca bu asırda ehl-i iman olan herkes kendini ma’zur biliyor ve ondan nizâ’ çıkıyor. Müslümanların nizâ’ından ehl-i hak zarar ediyor ve ehl-i dalalet istifade ediyor"368. Uhuvvet düturları adı altında şunları tesbit ediyor: "Sen mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir", demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak ve güzel olan, benim mesleğimdir", demeye hakkın yoktur. Her söylediğin hak olsun. Fakat, her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat, her doğruyu demek doğru değildir"369. 368 369 Kastasonu Lâhikası, 144 Mektûbât, Uhuvvet Risâlesi. 568 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men'olduğum gibi- men' edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeş-lerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha a'zam-üş şerden kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara fa-ideniz dokunsun. Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok. Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksanbeşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, َو الَ ت َ ِز ُر َو ِاز َرةٌ ِو ْز َر ا ُ ْخ َرىâyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur. “Birbirleriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.” sırrınca birbiriyle mücadele halinde olanların her ikisi de zarar eder. Hâlbuki Kur’anı Kerim kurtuluşa erenler ve zararda olmayanlar olarak şunları tarif ediyor: “İman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir). Asr Suresi.” Bediüzzaman’a Göre Siyaset, İspanyol Nezlesi Gibi Bir Hastalıktır; Meleği Şeytan ve Şeytanı Melek Gösterir Bu meseleyi anlatmak için Bedîüzzaman Hazretlerinin İslâm âleminin kaderini tesbit eden bir cümlesini aktaracağız. Asya'da Âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.370 Eski Said’e göre, birinci nur ile iki mana kasdedilmektedir. Eski Sa’îd döneminde bu nur Osmanlı Devletinin ve hilâfetin yeniden ihyâsı ve yukarıda anlattığımız manada siyâsî muvaffakıyetler olarak takdim edilmektedir. Ancak sonradan bakış açısının siyasî olduğunu ve dar bir vizyona sahip olduğunu ifade eden Bedîüzzaman, bunun 370 Tarihçe-i Hayat, sh. 78. 569 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gerçek manasının bir nevi Medreset’üz-Zehrâ’yı da temsil eden ve sadece İslâm âlemini değil bütün insanlığı kuşatan Risâle-i Nur olduğunu açıklamıştır. Eski Sa’îd, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümid ve tam teselli ile, siyâseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kablelvuku' ile dehşetli ve lâdinî bir istibdâd-ı mutlakın geleceğini bir Hadis-i Şerîfin mânasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Sa’îdin teselli haberlerini, o istibdâd-ı mutlak yirmi beş sene bil'fiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" deyip siyâseti bırakmış, Yeni Sa’îd olmuştur.371 Bir nur görüyorum, istikbâle büyük ümitlerle bakıyorum diye, ehemmiyetli bir Kur'an hizmetinin vuku bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kablelvuku' ile Risâle-i Nur’un şimdiki mânevî hizmet-i Kur'aniye ve imaniyesini, o zamanlar siyâset âleminde olacak zannedip bütün kuvvetiyle İstanbul'da siyâseti; dine Kur'ana âlet ederek çalışıyordu. Konuyu Bedîüzzaman’dan dinlemek daha yerinde olacaktır: BİRİNCİ NOKTA: Denilmiş: "Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?" Elcevab: Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb'us değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünki mesail tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak manasızdır. Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkuk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terketti. Buna kat'î şahid, o vakitten beri sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün 371 Tarihçe-i Hayat, sh. 82. 570 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dikkat ile benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve اِنَّ َما ْال ِحیلَةُ فِى ت َْر ِك ْال ِحیَ ِل (Gerçek hile, hilesizliktir) düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı; tedkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sadâ verecekti. İKİNCİ NOKTA: Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor? Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için, hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmeti iman ve Kur'an için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünki diyor: "Ben ihtiyar oluyorum, bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim ma’nevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma keffaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin, mü'min olsun kâfir olsun, sıddık olsun zındık olsun- karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünki imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azab içinde azabdır. İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak; benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına keffaret aramağa mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir, divaneler de anlayabilirler.372 Üçüncü Sualiniz: Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaydsın? Bu kadar safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun? Bu safahatı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki, sükût ediyorsun? 372 Mektûbât, sh. 61 vd. 571 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Elcevab: Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men'etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şahiddir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men' edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hânedânımın şerefini düşüneceğim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ü şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet... Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelal'in elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zâten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi şöyle demiş: َ س صد ُْر دُونَ ْالعَالَ ِمینَ ا َ ِو ْالقَب ُْر ُّ َاس الَ ت ََو َّ ط بَ ْینَنَا ٭ لَنَا ال ٌ َو نَحْ نُ اُن (Biz öyle insanlarız ki, bir orta seviyemiz yoktur. Ya herşeyin üstünde, ya da kabirde oluruz) Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men'ediyor. Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’an’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var: Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir. Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam "Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?" diye telaş eder. Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner. İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-i Kur'aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. İşte ben de nur-u Kur’an’ı elde 572 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tutmak için "Eûzü billahi mineş-şeytani ves-siyase" deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola... Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor. 373 Bedîüzzaman’ın hayatındaki bu gerçek ve hiç gizli-kapaklı tarafı olmıyan tutumunun, yani o sıralar Osmanlı Devleti’nin ıslâh ve bekasının, bazı siyasî ve idarî tedbirlerin alınmasına bağlı olduğu dönemlerde, bir mürşid-i ümmet olarak, kelâmda, tasavvufta ve daha İslâm’ın birçok mes’elelerinde olduğu gibi, siyaset ve içtimaiyyat sahasında da gösterdiği tecdid fikrini, ilgili siyaset ve idare adamlarına göstermekten ibaret olup, tedbir ve çareleri bilfiil şahsiyle ve kalemiyle, hür fikir içinde ve hiç bir engel tanımadan ifade ve beyan edegelmekte iken; hatta esaretten döndükten sonra dahi, ta 1921 yılı ortalarına kadar, eskisi gibi olmasa da, fakat yine bazı içtimaî tedbirleri siyaset adamlarına telkin etmekte iken; 1921 yılı içerisinde birden bire o gibi faaliyetlerden vazgeçip dönmesi; ma’nevî, ruhî ve ahlâkî sahalardaki esas temel hizmetlere el atması; elbette ve herhalde ba’zı çevrelerin yorumladıkları gibi, fırsat bekleyen siyaset düşkünü bir politikacı tipinde gösterilmesi ve onun durumunu sadece mücerred bir particilik mefhumuna bağlamaları, hatta çok partili, tek partili sisteme uygulamaları, kanaatımızca pek büyük bir yanılgının ve hakikate nüfûz edememenin ifadesinden başka bir şey değildir. Bedîüzzaman için, bilhassa siyaseti terk ettiği günlerde -eğer haşa bir siyasî politikacı gibi bir insan olmuş olsaydı- ona birçok sahalar açıktı. Birçok işler de başarabilirdi. Amma 1950’den sonraki hayatında, Demokratlara karşı gösterdiği yaklaşım ve dostluğun hikmetlerine ve onlara acıyarak yaptığı ikazkâr nasihatlerinin ma’na ve maksadlarına inşaallah daha sonraki ciltlerde değineceğiz.374 373 374 Mektûbât, sh. 48 vd. Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 594-595. 573 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İstikbale Ait Tesbit ve Görüşlerini Zaman ve Hadiseler Tasdik Etmiştir Bedîüzzaman, sadece bir din âlimi değil, aynı zamanda bir mütefekkir ve dâhidir. Doğrudan doğruya Kur’an'dan alarak Risâle-i Nur adlı eserlerde muhtaçlara sunduğu hakikatler, sadece mazi ve hali değil, istikbali de aydınlatmıştır denilebilir. 20. asrın İslamiyet açısından meş’um olan suratı, onun ümitlerini ye’se çevirememiştir. En sıkıntılı günlerde dahi, herkes me’yûs iken o ümidini arttırarak devam ettirmiştir. "Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sada, islamın sadası olacaktır" diyerek haykırırken, âlem-i islamla alakalı hep müjdeli haberler vermiştir. Amerikalı ilmî verilere dayanarak tespitlerde bulunan mütefekkirler ve siyaset adamları dahi Rusya'nın yıkılışına ve komunizmin çöküşüne ihtimal dahi vermezken, Bedîüzzaman, komunizmin çökeceğini ve buna dayanan Rusya'nın yıkılacağını, 1910'da gittiği Tiflis'de Rus Polisine söylemiştir: Tiflis'deki Şeyh San’an tepesine çıkıp çevreyi seyreden Bedîüzzaman'a Rus polisi sorar: — Niye böyle dikkat ediyorsun? Bedîüzzaman: Medresemin planını çözüyorum. (Hatta talebesi Mustafa Sungur'a sen medresemin temellerini atacaksın diye sonradan müjdelemiştir). Rus Polisi: Nerelisin? Bedîüzzaman: Bitlis'liyim. Rus Polisi: Bu Tiflis'dir? Bedîüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir. (Gerçekten 1990 yılında kardeş şehir ilan edilmiştir). Rus Polisi: Ne demek? Bedîüzzaman: Asya'da birbiri arkasında üç nur inkişafa başlıyor. Sizde biri biri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu istibdat perdesi yırtılacak, ben de gelip burada medresemi yapacağım. (Gerçekten Çarlığın yakılışı birinci zulmet, komünizmin gelişi ikinci zulmet ve komünizmin çöküp Rusya'nın yıkılışı da üçüncü zulmetin inkişafıdır). 574 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Rus Polisi: Heyhât! Şaşarım senin ümidine! Bedîüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır. Rus Polisi: İslam parça parça olmuş? Bedîüzzaman: Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam’ın kabiliyetli bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor (Bilindiği gibi kısa zamanda ve diplomatik yolla istiklaline kavuşmuş ve Pakistan doğmuştur). Mısır, İslam’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor (Bilindiği gibi o zaman işgal altında olan Mısır İngiliz istilasından diplomatik yolla kurtulmuştur). Kafkas ve Türkistan, İslam’ın iki bahadır oğullarıdır. Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar... (Açıkça bunların istiklalini az da olsa silah zoruyla alacağı belirtiliyor). Yahu şu asilzade evlad, diplomalarını aldıktan sonra, her biri bir kıt’anın başına geçecektir"375. Gerçekten o günler gelmiştir ve yakında Rusya'da bir düzine Müslüman Türk devleti doğacaktır. Müslümanlara Altın Tavsiyeleri ve Dokuz Hayat Düsturu Bedîüzzaman, altın tavsiyelerde bulunmuştur: Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hürmetine ve alâka-i Kur'aniyenizin hakkına ve imana hizmetinizin şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci' ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa bir dirhem şahsî hak yüzünden, bizlere ve hizmet-i Kur'aniyeye ve imaniyeye yüz batman zarar gelmesi -şimdilik- ihtimali pek kavîdir. Şualar ( 512 ) Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder esaret altına alır. 375 Tarihçe-i Hayat, sh.72-73 575 Süfyan ve Deccal gibi müdhişe-i muzırraları, istifade ederek az bir ve koca Âlem-i İslâmı Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı ٌ اِنَّ َما ْال ُمؤْ ِمنُونَ ا ِْخ َوةkal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle ُ َوص ي alâkanız varsa, ضهُ بَ ْعضًا ُ شدُّ بَ ْع ُ ان ْال َم ْر ِ ص ِ َ ا َ ْل ُمؤْ ِمنُ ِل ْل ُمؤْ ِم ِن ك َْالبُ ْنیdüstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!.. Mektubat (269 – 270). Dokuz hayat düsturları ise şöyle özetlenebilir: 1 - Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın. 2 - Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek... 3 - Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: "Mesleğim haktır yahud daha güzeldir" diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden, "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek. 4 - Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle... 5 - Hem ehl-i dalalet ve haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müdhiş şahs-ı manevî-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek. 6 - Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için... 7 - Nefsini ve enaniyetini 8 - Ve yanlış düşündüğü izzetini 9 - Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder. 576
© Copyright 2024 Paperzz