DANIŞTAY TASNİF VE YAYIN BÜROSU YAYINLARI NO: 68 SEMPOZYUM DANIŞTAY VE İDARİ YARGI GÜNÜ 135. YIL 9 MAYIS 2003 DANIŞTAY MATBAASI - 2004 İÇİNDEKİLER BİRİNCİ OTURUM Sayfa DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI MEHMET ALİ ŞAHİN’İN AÇIŞ KONUŞMASI……………...……...…………………7 BİLDİRİLER (9 – 88) Doç.Dr.Emin MEMİŞ : YASALARIN ANAYASAYA UYGUN YORUMUNDA DANIŞTAY YARGICININ ANAYASA YARGICI İŞLEVİNİ YÜKLENMESİ (KARŞILAŞTIRMALI HUKUK ANALİZLERİ)…………………….…………...………11 Taner AYANOĞLU : YARGISAL KORUNMA İŞLEVİ BAKIMINDAN TAM YARGI DAVASININ NİTELİĞİ……………....63 Dr.Zuhal BEREKET BAŞ : SAĞLIK HİZMETLERİNİN YÜRÜTÜLMESİ SONUCU ORTAYA ÇIKAN ZARARLARDAN DOLAYI İDARENİN SORUMLULUĞU…………....73 TARTIŞMALAR (89 - 112) İKİNCİ OTURUM ADALET BAKANI CEMİL ÇİÇEK’İN AÇIŞ KONUŞMASI……...……...………...115 BİLDİRİLER (117 - 185) Prof.Dr.Sait GÜRAN : İDARİ YARGILAMA İLE İLGİLİ KONULAR......119 Yrd.Doç.Dr.Yücel OĞURLU : İLK ÖRNEKLERİNDEN GÜNÜMÜZE DANIŞTAY’IN ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE YAKLAŞIMI…………...……………………..……...133 Prof.Dr. Rona AYBAY : YÖNETİM HUKUKU VE YÖNETSEL YARGI AÇISINDAN “ YABANCI ” NIN KONUMU (İNSAN HAKLARI HUKUKU AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM)………………………...………………..155 TARTIŞMALAR (187 - 204) SEMPOZYUM İZLENCESİ (205) BİRİNCİ OTURUM AÇIŞ KONUŞMASI Oturum Başkanı ; Mehmet Ali ŞAHİN (Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı) Üç bildiri sunulacak. İnanıyorum ki bu bildiriler gündem de oluşturabilecek. Birincisi Yasaların Anayasaya Uygun Yorumunda Danıştay Yargıcının Anayasa Yargıcı İşlevini Yüklenmesi. Bildirilerden biri bu. Doç. Dr. Emin MEMİŞ Bey takdim edecekler. Hemen arkasından Tam Yargı Davasının Niteliği, Taner AYANOĞLU takdim edecekler ve Sağlık Hizmetinin Yürütülmesinden İdarenin Sorumluluğu başlıklı bildiri de Dr. Zuhal BEREKET BAŞ tarafından takdim edilecek ve sunulacak. Bu oturumda sunulacak bu bildirilerden istifade edeceğimizi umuyorum. Şimdi vakit kaybetmeden konuşmacılarımızı buraya davet etmek istiyorum. Doç. Dr. Emin Memiş, buyurun efendim. Taner AYANOĞLU ve Dr. Zuhal BEREKET BAŞ buyurun. Evet, hoş geldiniz. Evet, Emin Bey hoş geldiniz, merhaba, buyurun. Efendim birinci bildirisi, daha doğrusu birinci bildiri konusu Yasaların Anayasaya Uygun Yorumunda Danıştay Yargıcının Anayasa Yargıcı İşlevini Yüklenmesi. Bu konudaki bildiriyi Doç. Dr. Emin MEMİŞ Bey takdim edecekler. Hocam hazırsınız, değil mi? Buyurun efendim sizi dinliyoruz. 7 BİRİNCİ OTURUM BİLDİRİLER YASALARIN ANAYASAYA UYGUN YORUMUNDA DANIŞTAY YARGICININ ANAYASA YARGICI İŞLEVİNİ YÜKLENMESİ (KARŞILAŞTIRMALI HUKUK ANALİZLERİ) Doç.Dr.Emin MEMİŞ ∗ “Çellolar küçük kemanlar, kemanlar büyük çellolardır” A- YORUMUN HAREKET SERBESTLİĞİ BOYUTU ÜZERİNE Yorum kuramının esasını kavrayabilmek için yorum olayında hukuk pratiği geleneksel modelini (Das traditionelle Modell der Rechtsanwendung: Ki, bu model kıyas yöntemine dayanır),yeni bir çözüm üretmek için hukuk kuralını somutlaştırma aracı olan yorum ve hukuk kuralının anlamını bulmada yargıcın hareket serbestliği boyutlarının temellerine inmek gerekir. Çalışma konumu sunabilmek için A başlığı hakkında analizler yapma gereksinimi duydum. Yargıcın yorumlama eylemindeki anlam vermeye yönelik hareket serbestliği marjı, onun çok zorlu bir çaba harcamasını simgelemektedir. Eğer her yorum işlemi, normun anlamını belirleyerek ( içerdiği değer derecesi gereğinden ötürü) ve hukuku geliştirerek etki doğurursa, aklımıza hemen şu soru takılabilir: Neden büyük güçlükler doğurmayan “rutin” meselelerde karar verilir? “Yoğunluk” ve “genleşme” terimlerinde olduğu gibi, bir hukuk kuralının “anlam” ve “ ifade”si (şumulü) arasında , ifadeye yönelik çelişkilere yeni çözümsel yardım yapılabilir, anlamsal kopmaların yeniden armonize edilmesi için yeni bir yardım gerekli olabilir. Başka anlatımla, bir kuralın içeriği ve neyi ifade ettiği,kesin anlamının ne olduğunu bulmak, özetle hukuku söylemek bir yargılama hakkını içerir. Yazar FREGE’den 1 beri, bir söz, kelime, deyim ya da ifadenin nitelediği konu ve anlamından, onun tanımlanması anlaşılmaktadır. CARNAP 2 ise, bir deyim,söz, kelime veya ifadenin sunduğu keyfiyet yoğunluğundan Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Öğretim Üyesi Bk. G.FREGE, “Über Sinn und Bedeutung”, in: Zeitschirift für Philosfie und phliosofische Kritik, 100/1892, s.26 (Aktaran : N.MÜLLER, Die Rechtsprechung des B undesgerichts zum Grundsadz der verfassungskonformen Auslegung, Bern 1980,s.57, dpn.48. 2 Bk. R.CARNAP, Bedeutung und Notwendigkeit, Wien, New York 1972, s.21 (Aktaran:MÜLLER, s.57, dpn.49) ∗ 1 11 uygulama için geçerli, doğru olabilen anlatımın konularının ya da nesnelerinin derecelerinin “genişlemesi” nitelemesine dikkat çeker. Örneğin Venüs gezegeni, halk arasında bilinen gece ilk parlayan ve sabah son sönen akşam ve sabah yıldızlarının adıdır ve bu adlar Venüs gezegeni bağlamında aynı anlam veya “genişleme” formatını simgeler. Oysa ki, sabah ve akşam yıldızları deyimleri farklı anlamları içerir. Bir kez Venüs denince, akşamleyin gökyüzünün en parlak yıldızı, sabahleyin de gökyüzünün en parlak yıldızı biçimleri kastedilir. Yoğunluktan hareketle bir “büyüme” veya “genişleme” olgusuna karar verilebilir. Her halde bir “düşünce” ya da bir düşüncenin simgelediği kavram yoğunluğunun ne olamayacağı, yani “genişleme” konusunun eksik olan bütün nitelikleri, aksine bu düşüncenin “genişleme” marjından hareketle tanımlanabilir 3. Yargıç, anlam vermeye uğraştığı bir metnin ifade içeriğini ve bunun kapsadığı kavram genişliği veya alanını gösterebilir. “ANLAM” sözcüğü,kullanılış durumlarının büyük bir katagorisinde (kullanılışı tüm durumlar için değilse de), “bir sözcüğün anlamı, sahip olduğu dildeki kullanımıyla yansır” tanımıyla açıklanabilir. MÜLLER’in, WITTGENSTEIN’den (ifade usulü kuramı- Gebrauchstheorie der Bedeutung) aktardığı bu saptama, geniş ölçüde tanınmış ve uygulanmakta olan usul öğretisinin merkezi önemini simge-lemektedir. Yargıç, hükmedilmesi gerekli “hal ve keyfiyete” uygulanacak normun, norm gerçeğini içeren “ etki alanı”na dahil olup-olmayacağına karar vermek zorundadır. Bu amaçla yapılacak olan yorumun, normun kullanıldığı dildeki (şivedeki) “anlam”ını yeterli derecede kavrayıcı, sağlam ve hukuki olması da esastır. Bir “hal ve keyfiyeti” içeren bir normun ulaşmak istediği gerçeği ya da uygulanacağı olayın unsurlarıyla örtüşüp örtüşmiyeceğine, belirli bir “hal ve keyfiyet”in nedenlerini ayrıntılı göstermeksizin karar verilemez. Öyleyse buradan anlam bilim (Semantik) ışığında yorumlanacak olan normun anlamsal hareket serbestliğine sahip olduğu söylenebilir. Anlam vermeye yönelik hareket serbestliğinin değişik katagorileri arasında mevcut olan nedensellik veya bağlantı kurmadaki belirsizlik, özel bir ifadeyi ve çabayı gerektirir.Yani yürürlükteki hukukun uygulanışında, bir normun çoğukez belirli bir “hal ve keyfiyet”e eski deyişle “kabili tatbik” olması veya olmamasına açıkça karar verilebilir. Diğer bir anlatımla, bir normun uygulanabilirliğine karar verme, onun “pozitif aday”; aksine karar alma ise “negatif aday” olmasını yansıtır. Oysa ki, ne“pozitif”, ne de “negatif adaylar”ın sağlayamadığı, ama “nötür adaylar”ın mutlaka eşgüdüm sağlayabileceği bir miktar “hal ve keyfiyet”, belki de çözüm için hazır beklemektedir. Bir normun uygulamadaki 3 MÜLLER, s.57. 12 belirsizliği, böyle “nötür adayları”n varlığı sayesinde tanımlanabilir 4. Bir normun simgelediği “nötür aday” olma durumları, “hal ve keyfiyetler”le derecelendirilir ve normun belirsizliklerinde çoğunlukla bir ölçü oluşturur. Ve bir normun olumlu veya olumsuz adaylığı, “rutin” bir durumu yansıtır. Dolayısıyla onun muhakemesi özel bir güçlük oluşturmaz. Çünkü bir yandan norm için dikkatle yapılmış yorum yeterli olur ve diğer taraftan yorumcu, hükmedilmesi gerekli olan bir “hal ve keyfiyet”e göre yorumu değiştirmeye bir sebep görmez. Bir normun anlamı, ait olduğu şiveyle (bir dildeki geleneksel ifade biçimi ve anlamıyla), yani kendi kullanım diliyle düşümdeşir ve onun ruhu yalnızca bu dille ifade olunmuş metnin dikkatle yapılmış ya da kesin tanımıyla kazanılabilir. Böylece norma bozukluk (halel) getirici aşan anlam veya norm gerçeğini kavrayan anlam anlaşılabilir. Yürürlükteki hukuku yorumlamaya yetkili “merciler”, normu aşan durumları, şive (ağız kullanım dili) kapsamındaki incelikleri gözetmeyle saptayabilir. Hüküm verilmesi gerekli olan “hal ve keyfiyet” bir bozukluğa uğrayacaksa, normun “ ifade etki alanı” (anlam büyümesi) bağlamında hüküm oluşturulur ya da verilmez. “Rutin” bir yargı, şimdiki dil kurallarına dayanır. Kullanım dilinin içerdiği hukuki kuralların “hükme takaddüm eden” ya da “halel getirici zincirleri” en yüksek yargı yerinde tanımlanır 5. Hükmedilmesi gerekli durum bakımından sağlam bir dil olmayabilir veya gerektiğinde böyle bir dil ürünü metin, norm yargıcını memnun etmeyebilir. Dolayısıyla karar baskısı altında olan yargıç, sağlam bir dil kurgusunun gerekçelerini göstermelidir. Bu amaçla yorumlanacak normun “anlam”ını belirlemek zorundadır. Çünkü “anlam”, uygulanacak normun “etki alanı”nın bir tanımlamasına dayanır. Ancak “anlam”ın saptanması, norm anlayışının ayrıntılı bir bilgisine dayanmayabilir. Bunun tam zıddı olduğu gözlenebilir. Normun öğesel, yansız -nötür- adaylarının gerektirdiği durumun olumlu ya da olumsuz muhakemesine göre, önce normun anlamının belirlenmesi olanaklıdır. Şimdi hükmedilecek bir “hal ve keyfiyet”in, sadece gelecekte de nötür -yansız- anlam vermeyi sağlayıcı “norm adayları” anlayışı değil, aynı zamanda normun “pozitif” ya da“ negatif adayları” gerekir. Normun anlamını belirleme, yargıcın anlam saptamasına dayanır. Bir normun yorumu, deyim uygun düşerse, “ hükme halef olma” (hükmün yerine geçme) olgusudur. Ancak yorum hükmün önünde gidemez 6. Bu cümleden olarak yargıç, norm 4 MÜLLER, s.58, dpn.50 MÜLLER, s.58. 6 Bilgi için bk. Martin KRIELE, Theorie der Rechtsgewinnung Entwicklung am Problem der Verfassungsinterpretation, 2.Auflage, Berlin 1976, s.176 ve 314 vd. 5 13 formülasyonunun esasını oluşturan sebepleri göstermelidir. Çünkü belirli normlarla bir hüküm oluşturmak, dairesel ivmeler kazanımıyla olabilir. Yargıcın verebileceği isabetli bir yorum kararının zorunluğu, hukuk düzenine uyum sağlamayı yansıtır. Ama karar hukuk düzenini saptıramaz. Aynı biçimde, yargıç, hükmedilecek bir “hal ve keyfiyet”in,bir norm gerçekliğinin ya da hadisesinin “genişlemesi”ne dahil olması veya olmamasına karar vermek zorundadır. Bu amaçla hukuk kuralının yoğunluğunun, kullanım dilinin, itinayla,dikkatle yapılmış hukuki bir yorumu gereklidir.Belirli bir durumda, bir “hal ve keyfiyet” ivmesinin bir normla ilgili hadiseye düşmesi veya düşmemesi, böylece bu normun anlamını bulmada anlamsal bir hareket serbestisine malik olup olmayacağına ayrıntılı sebep göstermeden karar verilemez. Yorumlamada anlam verme hareket serbestliğinin değişik katogorileri ışığında var olan bağlantı, hususi anlam belirsizliğine sahiptir. Keza, esasen kesin bir kullanım diliyle süreklilik kazanmış olan bir mahkemeler içtihadının akıp giden zamanda, değişen koşullara göre yeni deneyimler ve bulgular vasıtasıyla kuşkulu kıldığı “hal ve keyfiyet” yaygınlığı gözlenebilir. Bir yargıç, bunu somut “bir hal ve keyfiyet”e hükmetme bakımından gerekli buluyorsa, güçlükleri olmayan bir kullanım dilini değiştirebilir, çünkü kıtalararası yargıç için uygulamada bağlayıcı durum sözkonusu değildir. Esasen orjinal (misli görülmemiş) “hal ve keyfiyetler” için henüz bir dil mevcut değildir. Dolayısıyla bugün dahi kesin kavramlar, potansiyel belirsizlik ve bilinmeyen “hal ve keyfiyetler” hakkında hiçbişey ifade etmez. Literatürde bu özellik, “gözenekli nitelik” (mesamelilik) olarak ifade edilmektedir 7. Hukusal yorumlama, bir normun anlamını saptama veya bir içtihad değişikliği amacını göstermek için yapılabilir. O nedenle yorum, var olan uygulamanın doğruluğunda kuşku olduğunu açığa çıkarmalıdır. Yorum, yeni bir sebep göstermek için mevcut ifade dilini sarsmayı dener. İsv.Fed.Mahkemesinin kararı örneklenebilir 8. Gene somut bir duruma göre, sözde açık bir “lafzın” anlaşılamayan, belirsiz olma nedenlerini ancak yorum gösterebilir. Çünkü yargıç eliyle yeni bir anlam saptama olanaklı olabilir9. Yargıcın norm ifade dilini sarsma başarısını gösterme sebebi, herhalde tarafları memnun etmeyecek bir hüküm verilebilmesi olasılığıdır. 7 MÜLLER, s.59. Bk. BGE 103 la 480. 9 Bilgi için bk. KRIELE, s.224. 8 14 Yorumcu, diğer bir yorum usulünü seçimde, başkalaşmış koşulların ispatında ya da hükmün çekilmez duruma gelmiş olan mantığında veya doğabilecek olan sonuçlarda, varolabilen kanıtlarla, şimdiki kullanım diliyle ifade biçimi ve anlamından, normun ruhuyla olanaklı olabilen bir sapmaya şans verebilir.Başka bir yorum usulü tercihiyle uygulama değişikliğine ulaşabilir. Normun anlam ve amacının içerdiği daha iyi bilgilerle hükmedebilir. Şimdiye dek karar verilmiş durumlarda, inanılır ama belki yanlış sebep gösterilmiş,yanlış hükme varılmış olabilir. İşte bu bağlamda bir katkı sağlanabilir. Eylemsel bir gidişin doğmuş olabilecek olan yeni haklılık sebeplerine oranlı, yeni bir içtihatla adalet sağlayıcı uygulamaya ulaşılmış olunabilir. Böylece bir normun sevindirici anlam değişikliğinden sözedilme olanağı doğar. Normlar öyle basit değişmiyor aksine kanun koyucu aracılığıyla değişiyor olması, normun yorumcusu olarak yargıç veya normun “adres sahipleri” aracılığıyla doğrudan belirli bir problemin çözümü için mahkemeye başvurulmuyorsa, yürürlükteki normların öyle kolay değişmediği, yeterli değerlendirilme olanaksızlığı veya normun bozukluğunun giderilememesinin gözden kaçması durumlarında, normun yorumla anlam değişikliği önem kazanacaktır 10. Dolayısıyla norm “lafzı”nın değişimi olmadan bir anlamsal değişikliğe uğratılması, hukuksal bir değişim olarak algılanacaktır. Yargıcın öğreti desteğiyle gerçekleştireceği bu tür değişim, özel olaylarda bağlayıcı etki üretecektir.Öyleyse hukuksal değişim, bir yorum sorunudur 11.“Lâfız” kesin değildir. Normun hukuk bazında ne anlamı ifade ettiği, bir “hal ve keyfiyet”e uygulanırken, nasıl yorumlanacağı sorununu ön plana çıkarır. Hükmü açıklayan düşünce ve sebepler, yargıcı keyfi anlam saptama ve hüküm vermeden alıkoyar. Gerçekten bir kuralın tümü, ikna edici nedenleri kapsayabilir. Bu durumda yargıcın amaç saptaması gerekliyse de söz konusu duruma başka karar verilemez. Anılan sebepler, hem hukuk ilkelerinde, hem özel olay sebeplerinde içkindir 12. Bir hükmün olası sonuçlarında, çoğu kez ikna edici kanıtlar etki doğurur. Ancak kanun koyucunun istemediği sonuçlar,hükümlerine yansımış olabilir. Onun için ikna edici kanıtlar, yorumcuyu varsayımları severek formülâsyon kurmaya itebilir. Şu veya bu hükmün tutarlı mantığı ne ol malıydı? Yoruma esas alınabilecek ve cevaplandırılacak olan bu soru veya karar üretecek bu soru, artık tamamiyle hükmedilecek olan özel olay sonuçlarını değil, aynı zamanda belirli bir zaman diliminde onun tüm 10 Değerlendirmeleri için bk. Friedrich MÜLLER, Juristische Methodik, 2.Aflage, Berlin 1976, s.60,112, 127, 153,206 vd.ları; Peter HAEBERLE, “Zeit unnd Verfassung”, in: ZfP 21/1974, s.129 vd. 11 Bk.Peter Haberle, “Zeit und Verfassung”, in : Z f P 21 / 1974, s.129 vd. 12 KRIELE, s.221,236 vd. ları 15 emsallerine rastlayan etkilerini de kapsayacaktır. Kararın adalete uygunluğu, merkezi kriterleri içerir 13. Şu var ki, bunlar her zaman karar veya sonuç üzerinde kesin etki doğuramaz. Yargıç arasıra, hatta istemeyerek kararlar verme ya da hükmetme baskısı duyabilir. Onun yasalara bağlılığının bir hukuk tekniği,yöntemsel veya kuramsal güvencesi bulunmadığından 14; amaçlanan ve istenmiş olan doğru sonucu yorum aracıyla sağlama olanağı, ancak yargıcın kendisinde olabilirdi. Yargıcı çözüm için yorumdan ne alıkoyabilirdi? Bir hükmün olası sonucunu ya da mantığını saptamada, değişik devlet organları arasındaki ilişkiye rastlayan bir rol üstlenme düşüncesi de rol oynar. Demek ki, bazan yargısal bir müdahale, gerekli uygulama değişikliği yapılmasının gerçekleşemediğinde ve yasa koyucunun bir düzenleme yapmasının beklenilmesi sürecinde kesin duruma gelebilir. Çünkü yargıcın müdahalesiyle, hukuk kuralı ifadesinin kapsamlı görülebilir ve sorumluluğu taşınabilir ölçüdeki sonuçların üretilmesi yeterli görülebilir 15. Yasa koyucunun mevcut bir hükmüne bağlı olmayı ispatlama, dıştan görünen (zahiri) bir sebep göstermeye karşılık olaraktı 16. Çünkü yargı sadece söz konusu hükmün içeriğini belirlemez, aynı zamanda içeriği belirlemeyi istiyorsa, gerekli olduğunda böyle bir hükmü açarak onu aşma, hakkında dışa vurabilme olanağını da sahiptir. Yargıcın anlam vermeye yönelik hareket serbestliği kapsamında yasada bir bağlılığı mevcut değildir. Çünkü yargıç hukuku söyler. Gerçekte yargıçsal hüküm vermedeki hareket serbestliği, anlamsal hareket serbestliği boyutuyla (ana 13 Bk. Josef ESSER, Grundsatz und Norm in der richterlichen Fortbildung des Privatrechts, Tübingen 1974, s.64. 14 Dieter SIMON, Die Unabhangigkeit des Richters, Darmstadt 1975, s.88. 15 Örneğin bu katagoriye giren bir örnek: BGE 83 I 173. Kanton Waad’da, yargısal yeni bir yorumla kadınlara oy hakkı tanınmasına, yöntemsel olarak hiçbir güçlük çıkmaz. Bu yorum sonucu, başka bölgelerde büyük etki doğurur. Eğer bir mahkeme kendiliğinden nesnel uygulama değişikliği üretecek yorum çözümleri içeren sağlam gerekçeli doğru hüküm vermeyi temsil etmiş olsa da doğrudan bir demokrasi konseptinde böylesine merkezi bir çözüm kuralına kanun koyucu kanalıyla ulaşılmış olması, hiç kuşkusuz iyi ve kesin bir anlayışı yansıtmış olurdu. Aksi takdirde, yargının devrimsel bir yaklaşımla gerçekleştirdiği uygulama değişikliğini yasa koyucunun sınırlamaya yönelmesi devreye girecektir. Olayda Fed. Mahkemenin hukuk yaratma içinde olduğu ya da bu amacı güttüğünün doğru olmadığı savunulabilir. Çünkü bu tür bir çözüm yaklaşımının, başka meselelere de başka niyetlerle yansımıyacağını kim garanti edebilirdi? Esasen sert tartışmalar yaratan bu yorum, uygulamaya sokulmak istenmeyecektir. 16 Ancak KRIELE soruna kuşkulu bakar (KRIELE, s.226). Yargıç ancak yasa koyucunun hükme bağlamak istediği kadarını ispatlamalıdır. Aynı zamanda, hükümleri derecelendirmenin nereye kadar olduğunu, hukukçu belirleyebilir. Eğer geleneksel yorum öğretisi, yasa koyucunun hükmünü yerinde bir yorum sonucu yansıtabilmişsse hesaba katılabilir ve yeni uygulama yöntemi tanınabilir. 16 çizgileriyle) tanımlanamaz. Yargıçsal hükümlerin politik, sosyal ve kurumsal sebepleri kesindir.Yorumcu,hukuk dilinin ön plana çıkan noksanlıklarını değil, sosyal ve politik hususların güçlüğünü içeren normların çeşitli anlamlarını, belirsizliklerinin tüm benzer durumlarını gözleyerek sebeplerini gösterir. Özellikle hükümdeki uyuşmazlık noktaları sorgulanır, tartışmalı sorular ertelenir ve hukuku uygulayıcı mercilere uygulama yeteneği sağlanır. Anlam verme hareket serbestliği alanı, herhangi bir zamandaki dil kullanımı durumuna göre değişir. Yasa koyucu, doktrin ve mahkemelere de bizzat bir büyük,farklı, çoğu kez belirleyici etki yapma rolü düşer 17. Değerlendirme: Yargıç,yorumlamada birçok seçenek arasında birini seçmek ve değerlendirme yapmak zorundadır. RÖDIG, normun anlamını geçersiz duruma sokabilen indirgeyici kanıtlar kullanmanın (örneğin, 1.SÖYLEM: Eğer A sonra B olursa; 2.SÖYLEM: Artık B de bunun üzerine A olur…gibi) mantıksal olmadığına, bir zorunluk ya da gereksinime esas teşkil eden seçeneklerden birini seçme olgusunun sebeplerinin bildirilmesine işaret eder 18. Bu yüzden “hukuksal tekemmül”, yorumcunun gerçeğe uygun “hal ve keyfiyet”i sorgulaması ve yasalara sadık kalmasına engel olmuyor, uygun yöntem bulunarak uygulanması ve özellikle hatasız bir yorumlama uygulama aracılığıyla bir indirgeme sonucuna y önelik olarak doğar 19. İsv. Fed. Mahkemesi, İsv. Fed. Anayasasının temel hak ve özgürlükler kataloğunun, sınırlı ve bazı kuralları içermesi nedeniyle, hukuk yaratma işlevine yönelmiştir. Anayasanın “Basın özgürlüğü güvence altındadır” (md.55)kuralının kapsamı saptanarak, geniş biçimde bir uygulamaya yönelik olarak somutlaştırılmış ve bu özgürlüğe içerik kazandırdığı görülür. Başka anlatımla, ifadenin “genişlemesi” sağlanmıştır. Fed. Mahkeme, kadın-erkek ücretlerinin eşitsizliğine karşı,uluslararası ve Kanton mevzuatını inceleyerek, Anayasa kuralını (md.4) somutlaştırmış, çağımız yaklaşımına göre, aynı işi yapan kadın-erkeğin ücretlerinin eşit olması gerektiğine karar vermiş, aynı maddede İsviçreliler’in “kanun önünde eşittir” sözündeki “kanun önünde” deyiminin “kanunda” şeklinde anlaşılması gerektiğine hükmetmiştir. Kaydetmeliyim ki, yaşanarak yaşayan hukuku güvenceyle söylemede, böylesi hukuksal uygun sonuçlar kadar az tahmin yapılabilir. Çünkü katileşmiş bir hükümden önce, biricik-uygun 17 Bk. MÜLLER, s.62 ve dpn.65. Bk. Jürgen RÖDIG, Die Theorie des gerichtlichen Erkentnisverfahrens, Berlin, Heidelberg, New York 1973, s. 20,32,106 ve 117 vd. 19 KRIELE, s.342. 18 17 hukuksal yöntem çok az vardır veya mevcut olabilir. Her yorum usulünün esaslı kriterleri, aynı zamanda gözden geçirilmelidir. Dolayısıyla bir çatışma durumunda üretilecek olan sonuç, bu bakış açılarının bir muhakemesi ve değerlendirmesine dayanır. Usul Hukukunun bütün esaslı bakış noktalarını kapsaması olanaklı olmalıdır. Mahkemeler, hukuken kuşkulu durumların çözümünü sağlayacak hükümlerin olanaklı sonuçlarını dikkate almalıdır. Bu sonuçlar hüküm verme anında çoğu kez yalın hipotezleri içerir. Bir hükmün kalitesi, böyle durumlarda kesinlikle “hal ve keyfiyet”e olumlu cevap ve önceden tahmin yapma doğruluğuna bağlıdır. Her ne kadar yargıcın formasyonu, mesleki konumu,kültürü ve bağlı olduğu hukuk sistemi,yorumla edinilecek sonuca (ki, bu sonuç yorumcunun içinde bulunduğu koşulların, ortamından kazandığı değer yargılarının ürünü olacaktır) etki ederse de yargıcın şahsına özgü değer yargılarına dayanan “ön anlayışı”, sakın ola... kişisel yargıya indirgenmesinin doğru olamayacağını söylemeye gerek yoktur.Usul hukuku,maddi yargılamaya tam bir yardım sağlar ve yenileme katkısı üretir, yön verir. Hukuk davalarının mantıksal biçimi, kuşkusuz delillere dayanır 20. Normun gerçekliği ve bunun kanıtlanması hakkındaki bir ifadenin delili, her bir davanın konusunu simgeler. Onun için verilecek her uygun bir hüküm usulü, iyice tetkik edilerek kazanılmalıdır. Demek ki, hatasız hüküm oluşturma, daima bir muhakeme, bir tartım sonucu üretilebilir. O nedenle, zamana ait olanaklar ve mali katlanılabilirlik çerçevesinde tüm önemli bakış noktalarının ortaya konulabilme ve muhakeme edilme zorunluğu vardır. Önceden gelecekteki bir gelişimin yargısal tahminlerini yapma, belki sosyal bilim verileriyle esaslandırma ya da takviye ile tam olanaklı olabilirdi. Olayların doğal bilimlerin yasalarına uygunluğu konusu çoktan beri geçerlidir. Bir normun değeri hakkındaki hükümlere, ancak güç kanıtlamaları başarmakla ve kurallı biçimleri uygulamakla ulaşılabilir. Normun değeri hakkında oluşturulacak olan hüküm, yorumcusunun biyografisi, yaşadığı ortamı ve Dünya görüşleriyle etkilenir 21. Bu sebeple taraflar arasında, yargı bağımsızlığı, diğer yandan yargıçların ve devlet organlarının, “nüfuz” sahiplerinin ve nihayet hüküm verecek olan yargıçların iç-manevi bağımsızlığı da çok güncel konulardır 22. N.MÜLLER’in tırnak içine aldığı şu sözler ilginç gelebilir: “Gerektiren sebepleri inceden inceye tetkik edip gösterince sert kayalara ulaştım ve bel Karşılaştır: RÖDIG, s.148 vd. MÜLLER, s.63 ve dpn.70 (...İnsanların savunmalarında geçerli bulduğu veya reddettiği, nasıl düşündüklerini ve yaşadıklarını gösterir” ). 22 SIMON, s.7. 20 21 18 küreğim geriye doğru bükülür. Ozaman söyleme eğilimindeyim: ‘Böylelikle dediğim gibi işlem yaparım’...” 23. Özetle yorumcu, uyguluyacağı kuralı yazılı biçimiyle okuyarak ilk anlamı sözel -gramatik- yorumlamayla verir. Arkasından metni bütün içinde inceler. Diğer anlatımla sistematik bir yorum usulü ile kuralın önceki ve sonraki hükümlerle bağlantılarını kurar. Gerekiyorsa genetik yorumla, metnin hazırlık malzemelerine ulaşılarak yasa koyucunun amacı araştırılır. Ayrıca zamanın koşulları ve değişen değerlere göre, amaca göre (teleolojik) yorum yapılır 24. Gene yorumcu, objektif kurama yakın olan serbest yorum usulünü uygulayabilir. Muhafazakarların şiddetle eleştirdiği bu yolun, “contra legem” sonuçlar ürettiği (ilerde değinilecek olan Danıştayın 1402 likler Kararı), “hukuksal istikrar ve güvenliği” altüst edebilecek tehlikeler içerdiği vurgulanır. Mahkeme anılan yöntemlerle giriştiği değerlendirmelerde, verdiği anlam seçeneklerinden birini hüküm olarak saptar. Bu çalışma bir hukuk yaratma eylemidir. Yargıç yorum türlerinden birini veya birkaçını, normun anlamının açık olup olmamasına göre seçecektir. Sözün anlam ve ruhuna bağlı kalma, söze bağlı kalmanın önüne geçer. Ama unutmamalı ki, her yorum çabasının ürettiği sonuç doğru olmayabilir. Çünkü yorumcunun bir “ön anlayışı” olmadan bir hükmü yansız değerlendirebilmesi olanaksızdır. Değer yargılarının yönlendirme yapabileceğine işaret olundu .Çağdaş yorum yöntemlerinin, tek doğru yorum sonuçlarını üreteceği söylenemez.Yargıçların değişik platformlarda ve statülerde çalışması, hukuk yaratma rollerini aynı düzeyde yansıtmamaktadır. Özellikle Anayasa Mahkemesi yargıçlarının, özgürlüklerin güvenceye bağlanmasındaki işlevleri, diğer yargı yerlerinden 23 MÜLLER, s.63. Medeni Kanun 1.madde “lâfza” dayanan yorumun yeterli olmayacağı, ayrıca yasanın “ruhu”nun da araştırılması gerektiğine işaret eder. Yasa kuralının “ruhu” ne demektir? Bir görüşe bakılırsa, kuralın “lafzı”na göre saptanan anlamın denetlenmesi için basit bir araç demek. Önce söze bakılacak, bunun yasanın ilgili bölümündeki yeri ya da bütünündeki yeri,konumu, diğer kurallarla olabilen ilişkilerinin göz önüne alınarak değerlendirme yapılması ve söze göre belirlenecek anlamın doğruluk derecesine ulaşılıp denetlenmiş olacaktır. Bu girişimde gerekirse “daraltıcı” veya “genişletici” yorumla anlam saptaması yapılabilecektir. Karşı bir görüş ise, yasanın “ruhunu” araştırmanın öyle sıradan bir sorgulama olmadığını, aksine yasanın amacına yönelik kapsamlı bir araştırma olduğunu ileri sürer. Kanımca “ruh” sözcüğü, sadece “sözü” denetlemek için doğrulama, daraltma,genişletme değil, amacın saptanması anlamında kullanılmıştır. Yasanın amacını (yani yasa koyucunun amacını) araştırmanın (subjektif kuram) yetmiyeceği, yasa koyucunun amacının değil,yasanın amacının araştırılmasının (objektif kuram) gerektiğini savunanların yasanın yürürlüğe girmesinden sonra artık bağımsız bir ekran oluşturduğunu yansıttıklarını kaydedelim. 24 19 çok daha önemli olduğu görülebilir. Hukuk yaratıcılığı rolleri daha bir etkinliğe sahiptir. Yorumla somutlaştırma yapan Anayasa yargıçları, genel anlam içeren yeni ilkeler oluşturmada yargı yerleri içinde ayrı bir versiyona sahiptir. İsv. Fed. Mahkemesi, sistematik, amaçsal, genetik yorum usullerini uygular. Bunlardan birine öncelik tanımamıştır. Kimi kez bir biçimi uygularken, bazan da diğer türlerin bağlantılı olanlarını uygulayarak norma en doğru anlamı vermeye çaba sarfettiği gözlenebilir. 25 Mahkemenin “tüme varım” yöntemini, tek yol olarak benimsemediği ve Anayasada yazılmış bir temel hakkı esas alarak “yazılı olmayan yeni temel hakları” ürettiği görülür. Özellikle uzun zamandan beri Anayasanın zenginleştirilmesi yorumlamaları gerçekleştirilmiş, “yazısız temel haklara” hükmedilmiştir. Bu hukuk yaratıcı haklar, yazılı haklar gücüne sahiptir. 26 Avusturya Anayasa Mahkemesinin “hukuk yaratıcı işlevinin olmadığını, sadece temel hak ve anayasa hükümlerinin yorumlanması işlevinin bulunduğunu kabul etmesi, yorum sorunsalının önemini bir daha göstermektedir. 27 Değerlendirmeyi uygulama bazında sürdürme: Türk Anayasa Mahkemesi şu yorumlama sonuçlarını üretir:Uygunluk denetiminde anlam ve kapsamın açık ve kesin bir biçimde belirlenmesi; itiraz edilen kuralın anlam yönünden sınırlanması; yasaların üstün yasa olan anayasaya uygunluğu ilk varsayımdır; anayasaya uygun yorumun olanaklı olmaması durumunda, yasa kuralının “ihmal” edilmesi ilkesi hukuk alanına girmiş ve anayasa kuralının doğrudan uygulanabilme yaklaşımı benimsenir; yüksek mahkeme uygunluk denetimi yaparken Anayasayı yorumlayıp somutlaştırmaktadır; devletin “güvenilirliği” ilkesi, hukukta istikrar ilkesi üretilmiş ve diğer mahkemelerin yorumu sınırlanmıştır; aykırılık itirazı yapılan kuralın birden fazla yorumu yapılabiliyor ve bunlardan birisi anayasaya uygunsa, yasanın iptaline gerek yoktur. İlerde kuramsal ve pratikte ele alınacak olan Anayasaya Uygun Yorum tekniği, özellikle yüksek mahkemelerin bir hukuk yaratma buluşudur. Öyle ki, Anayasa kuralı somutlaştırılırken, yasa kuralının anayasaya aykırılığı sorunu sıfırlanmakta ve anayasanın üstünlüğü ilkesinin uygulanmasına ulaşılmaktadır. Herhalde yorumlama kuramının en üst 25 A. HAEFLIGER, “İsviçre Federal Mahkemesi Raporu” (Çev. Ü.Özdağ), VIII. Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı ( Ankara 1990- 7-10 Mayıs, AYM Y. C.3), s.267. 26 HAEFLIGER, s.267. 27 Siegbert MORSCHER, “ Avusturya Raporu”, (Çev. D.Hasan Işık) VIII. Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı...1987 AYM Y. C.3, 1987, s.83 vd. 20 amaçlarından biri de budur. Bu bağlamda Alman Anayasa Mahkemesinin bu teknikle ulaştığı sonuçların bazıları ilginç gelebilir: 1-Bir normun birden fazla yorumunun kısmen Anayasaya aykırı,kısmen bir anayasal sonuca götürdüğü durumların varlığında, norm Anayasaya uygundur ve Anayasaya uygun yorumlanmalıdır 28, 2-Eğer bir yasa, Anayasaya uygunluk bağlamında yorumlanabiliyorsa, iptal edilmemelidir. Çünkü bir yasanın Anayasayla bağdaşması, sadece bir varsayımın telâffuzu değildir, aksine yasaların Anayasaya uygun bir yorumu kuşkusunda da bu varsayımdan gelen ilkenin ifadesi olarak istenmektedir 29, 3-Mahkemeler, yorumlama eylemlerinde, belirli bir dereceye kadar, yasaların amacına veya metnine aykırılık, muhalefet oluşmuyorsa, Anayasayla bağdaşabilen yorumu tercih etmek zorunluluğundadır, 30 4- Bir normu değişik biçimde iki türlü ifade etmek olanaklıysa veya olduğunda, Anayasanın ölçü norm bloku hükümlerine daha iyi uyan üstünlüğe hak kazanmış olur 31, 5- Eğer Anayasaya uygun yorum sayesinde, yasa koyucunun sırf “maksimum” amacı korunabilecekse, Anayasaya göre korunabilecek olan normun Anayasaya uygun yorumu,yasa koyucunun subjektif iradesine daha çok uyabilecekse, bu yorum geçerli olur 32, 6- Anayasaya uygun yorum, sınırlarını, yasaların metninin açık anlamında bulur. Başka anlatımla,bir yasanın tek anlamlı metni ya da açık anlamı, Anayasaya uygun yorumla çakışacaktır 33, 7- Herhangi bir Anayasaya uygun yorumun sınırları, yasa metni ve yasa koyucunun iradesinin buluştuğu yere kadar gider 34,7- Anayasaya uygun yorum ,yasal bir hükmün yerine başka bir hükmü belirtme amacıyla yapılır,ancak; yargılama sınırlarının aşılmış olacağı ve hüküm koyma durumunun söz konusu olacağı da açıktır. Kuşkusuz böyle bir hüküm koyma yetkisi de yasa koyucuya aittir 35, 8-Yasa koyucu amacının özünü zedeleme veya amacı tahrip edip yerine sahtesini koyma izni yoktur.Açık bir yasa metnine doğrudan aykırı bir iddia yürüterek uygun yorum usulü adına da anlam verilmemelidir 36. 28 BVerfGE 2,282; 9,34; 32,382f. ;49,157. BVerfGE 2,282; 8,34; 32,382 f.; 49,157. 30 BVerfGE 8,41; 36,271. 31 BVerfGE 8,221;35,280;44,122;46,184. 32 BVerfGE 8,34; 9,200; 33,69;49,157. 33 BVerfGE 2,398. 34 BVerfGE 8,34,41 delaletiyle BVerfGE 18,111; 48,46f vd...karşılaştır. 35 BVerfGE 2,406. 36 BVerfGE 8,34;9,200;33,280;54,299. Örneğin “vazıh” bir maaş yasası içeriği ve amacına göre“tüm insanlar yasa önünde eşittir” (GG.md. 3/1) kuralı, belirli memur gurupları dikkate alınmadığı için ihlâl olunmuştur. Ancak mahkemenin memura, tamamlanan bir yasa yorumuyla maaş tanıma hakkı verilmemelidir (BVerfGE 8,35;45,400). 29 21 Anayasaya Uygun Yorum ilkesi, “belkilisiz”, “ihtimalsiz” bir sonuca ulaşmayı sağlar. Ancak Anayasaya Uygun Yorumun sınırları aşılıyorsa, o zaman bağımsız sorunlar çıkacak demektir.Söylemek gerekirse, bu yorum tekniği, “ayar yapan bir denetim” tekniğidir. Mesele çözümü bazında, Anayasaya aykırı bir yorum yapmaya mani olur. Alman hukuku dördüncü değişiklik yasasında, yasanın Anayasaya uygun yorumunu benimsemesi,bir bağdaşmayı (“Anayasa ile mutabık olma” yı) içerir. Bu varyant için, yasanın Anayasaya uygunluğu lehine varsayım ilkesine gereksinim yoktur. Anayasayı her adımda dikkate almak Anayasa yargıcının ödevidir. Ve hukuk uygulayıcının Anayasa egemenliğini kurması esastır. Şu var ki, uygun yorum kavramı,karıştırılmaktadır (ANAYASAYA UYGUN, yorum / boşluk doldurma/ yasa düzeltimi gibi). Anlatılmak istenen şey, bir yasa kuralı bağlamında,yasa yorumu anlaşılmalıdır 37. Anayasaya uygun yorum, çeşitli mahkemelerde kullanılıyor. Ancak farklı bağlayıcılık etkisinin olduğu da gözlenebilir. Alman hukukunda, dava yargılaması çerçevesinde, Anayasaya uygun yorum, uygulama hükmünün gücü ölçüsünde bağlama doğurur 38. Anayasaya uygun yorum, hukuki mesele yargısı sonucuyla diğer mahkemeleri, yalnızca bu yorum konularıyla sınırlı olarak bağlar. Yasanın Anayasaya uygunluğu “mülahazası”nda değil 39. Alman hukukunda Anayasaya uygun yorum vargısı ( BVerfGE – Bundesverfassungsgerichteliyle), yasa gücünde değildir. Paragraf 31 1’in bağlayıcılık etkisi, sadece Fed. Anayasa Mahkemesinin Anayasaya uygun veya aykırı bir metin yorumu yapması durumunda bu etkiye “terettüp” eder. BVerfG’ in Anayasaya uygun yorum için özel işlevsel sınırları yoktur 40. Belirtmeliyim ki, Alman hukukunda bu usul hakkında eleştiriler vardır.Anayasaya uygun yorumun tanınması, Anayasaya aykırı kararları engellemek veya bir “bent” ile kapatma eğilimine uygun düşmektedir. Bu yöntemin özü, bilinçli olarak normu koruma amacının takibinden “tefrik” olunmalıdır. Bu yorum türü, yasal veya yasal olmayan bir sunuma göre tanımlanabilir. Üstelik diğer yorum ilkelerine göre de yasanın anayasallığı gösterilebilir. Keza uygulamada kuşku duyulduğu yerde, Anayasaya uygun yorumla gerekçeler bulunup hata saptanabilir. Bir yasanın Anayasaya aykırı yorumu batıl değildir, sadece Anayasayla bağdaşmazlığı simgeler. Yargıç sonucun yasal 37 Hans Paul PRÜMM, Verfassung und Methodik, Berlin 1977,s.133 vd. (Dava yargcı ve Anayasaya uygun yorum: Anayasaya uygun yorumda dava yargıcının yetkisizliği itirazı ya da bu yorum da yetkisi...) 38 PRÜMM, s.133. 39 PRÜMM,s.133. 40 PRÜMM, s.152 vd. 22 bir boyutu yansıttığını gerçeklemek zorundadır. İşte o zaman normu koruma düşüncesi doğrultusundaki psikolojik baskıdan kurtulabilir. Şimdi Yasaların Anayasaya Uygun Yorumuna biraz daha yakından girebiliriz. B- ANAYASAYA UYGUN YORUM İLKESİ I. Anayasaya Uygun Yorum Kavramının Tanımı Anayasaya Uygun Yorum tekniği, bir “karar varyantı”nı simgeler 41. Sözlük anlamıyla “varyant” sözcüğü, “bir yol şebekesi üzerinde, belli bir noktadan ayrılarak başka bir noktadan aynı yolla birleşen ikinci derecedeki yol” anlamını yansıtır. Anayasa yargısında, Anayasaya aykırılık savıyla iptali istenmiş bir kanun hükmünün iptal edilmesinden kaçınılarak, Anayasaya aykırı olmayacak veya bağdaşacak biçimde uygulanmasını sağlamak için yapılan yoruma (aynı yolla birleşen ikinci derecedeki yol) Anayasaya Uygun Yorum denebilir. Başka söylemle, Anayasa yargıcı önüne gelmiş olan bir kanun metninin sorgulanması, birden fazla yoruma açık bulunursa, Anayasaya uygun olan yorum türü seçilir ve Anayasaya aykırı olduğu sonucuna varılabilecek yorum ise hesaba katılmaz 42. Kanunun Anayasaya Uygun Yorumu demek, bir kanunun geriye etki doğurabilecek (veya geriye yürüme) iptalini ya da sadece Anayasa ile bağdaşmazlığını kararlaştırmada (ki, Alman öğretisinde iptal yasama işlemini başından itibaren kaldırır), deyim hoş karşılanırsa kanun koyucunun “canını bağışlamak” biçiminde “tecelli” eden bir karar “varyantı”dır 43. Eğer bir kanun, metni oranlarında farklı yorumlara konu oluyorsa, diğer anlatımla farklı yorum olanakları doğmuşsa, işte o noktada Anayasaya uygun bir yoruma neden var demektir. Şu var ki, olanaklı yorumların tümü, Anayasa ile bağdaşmayabilir. Böyle bir durumda ilk akla gelenSCHLAICH “karar varyantı” (K. SCHLICH, Das Bundesverfassungericht, München 1985, s. 184) demektedir. N. MÜLLER de (s. 89). BOGS ise, Anayasaya Uygun Yorum kavramı için, hem sistematik hukuk yorumunun, hem de yorum ilkelerinin veya objektifteleojik yorumun bir “varyantı” ifadesini kullanmıştır. (H. BOGS, Die verfassungskonforme Auslegung von Gezetzen, Stuttgart usw. 1966, s. 25). 42 SCHLAICH, s. 184; K. AUGUST BETTERMANN, Die Verfassungskomforme Auslegung, Heidelberg 1986, s. 19. Fed. Alman Anayasa Mahkemesi, Anayasaya uygun yorum ilkesini bilinçli olarak ilk kez 7 Mayıs 1953 tarihinde uygular. Özellikle verilmiş olan kararın şu pasajı dikkatimizi çeker: “Eğer bir kanun Anayasaya uygun yorumlanabiliyorsa, genellikle iptal olunmaz kuralı geçerlidir” (BVerfGE 2, 266(282). 43 Bk. BURMEISTER, “Das BVerfGE als Revisionsinstanz”, DVBI 1969, s. 608; SCHLAICH, S. 184 ve Helmut SIMON, “Die verfassungskomferme Auslegung Gesetzesauslegung”, in: EuGRZ 1974, s. 85 vd. 41 23 düşünülmeye değer şey, Anayasaya aykırı görülen kanunun “kısmi hükümsüzlüğü” beyanının açıklanmaması 44, yani aykırı yorum sonucuna yol verilmesi, daha doğrusu aykırı metni, Anayasanın sözüyle çakıştırıp veya olgunlaştırıp savılmasıdır. Demek oluyor ki, “kısmi hükümsüzlük beyanı” saptanarak kararlaştırılmıyor, aksine Anayasa yargıcı iptali istenen metnin Anayasayla bağdaşan veya bağdaşmayan yorumunu gerçekleştiriyor. Ve bağdaşır yorum, Anayasaya uygun “karar varyantı” olarak “kısmi hükümsüzlük hükmü” yerini dolduruyor 45. SACHS şunları söyler: Anayasa Mahkemesinin Anayasaya uygun kanun yorumu, kanun koyucu karşısında yargısal çekingenlik nedeniyle, normu iptalini önleyecek bir “koruma yöntemi” olarak doğmuştur ve Anayasa Mahkemesinin pozitif biçim veren çabalarının bir “enstruman”ı olarak gelişimi artarak devam etmektedir 46. SPANNER, kanunun Anayasaya uygun yorumunun sadece Anayasa yargısında değil, bütün mahkemelerde, özellikle fed. mahkemelerde büyük bir rol oynadığını yazar 47. SCHACK’ ın özellikle vurguladığı durum, Anayasaya Uygun Yorumun da bir yorum olduğu 48, bu nedenle her kanun yorumunun konulmuş olan sınırlarını koruma zorunluluğudur. Ona göre de Anayasa Mahkemesi, bir kanun yürürlükte olduğu sürece Anayasaya uygun olduğu varsayımından yola çıkar. Yani geçerli olan kanun, Anayasa ile birleşen ve bağdaşan bir konumdadır. Ancak böyle bir varsayımı içeren bir ilke, kuşku Bk. SCHLAICH, s. 184. 44 SCHLAICH “karar varyantı” (K. SCHLICH, Das Bundesverfassungericht, München 1985, s. 184) demektedir. N. MÜLLER de (s. 89). BOGS ise, Anayasaya Uygun Yorum kavramı için, hem sistematik hukuk yorumunun, hem de yorum ilkelerinin veya objektif-teleojik yorumun bir “varyantı” ifadesini kullanmıştır. (H. BOGS, Die verfassungskonforme Auslegung von Gezetzen, Stuttgart usw. 1966, s. 25). 44 SCHLAICH, s. 184; K. AUGUST BETTERMANN, Die Verfassungskomforme Auslegung, Heidelberg 1986, s. 19. Fed. Alman Anayasa Mahkemesi, Anayasaya uygun yorum ilkesini bilinçli olarak ilk kez 7 Mayıs 1953 tarihinde uygular. Özellikle verilmiş olan kararın şu pasajı dikkatimizi çeker: “Eğer bir kanun Anayasaya uygun yorumlanabiliyorsa, genellikle iptal olunmaz kuralı geçerlidir” (BVerfGE 2, 266(282). 44 Bk. BURMEISTER, “Das BVerfGE als Revisionsinstanz”, DVBI 1969, s. 608; SCHLAICH, S. 184 ve Helmut SIMON, “Die verfassungskomferme Auslegung Gesetzesauslegung”, in: EuGRZ 1974, s. 85 vd. 45 Bk. SCHLAICH, s. 184. 46 Bk. Michael SACHS, “Bindungswirkungen bei verfassungskonformer Gesetzesauslegung durch das Bundesverfassungsgericht”, NJW 1979 (Heft 8), 344-348. 47 Hans SPANNER, “Die verfassungkonforme Auslegung in der Rechtsprechung des Bundesverfassungsgerichts”, AöR 91, 1966, s. 503. 48 Bk. Friedrich SCHACK, “Die verfassungskonforme Auslegung”, JuS 1961 (Heft 9), s. 269, 272 vd. 44 24 ile karşılaşması halinde, Anayasaya uygun bir yorumu ya da “Bayer. VerfGH” un değinişiyle, Anayasayla ahenk içinde olmayı sağlayabilen bir yorumu gerektirir. Esasen Anayasa Mahkemesi, işlevini yerine getirmektedir. Bu işlev, devletin hukuk sistemi birliğini kurma ve Anayasanın içerdiği temel düşüncelerin uygulamaya yansıtılması, başka deyimle onun temel kurallarının egemen kılınıp yaşam bulması olgusundan doğar. Anayasaya uygun bir yorumun “caiz” olması varsayımı ve bu yolla bir kanunun yokluğunu saptayacak olan iptal beyanından kaçınılması, kanunun anlamlı kılınıp korunması olgusunu yaratacaktır 49. ENGISCH, Anayasaya Uygun Yorum, sözlük anlamı yararına bir kararı yansıtıp “orada ancak, metnin sadece birden fazla anlamının bulunduğu yerde” özellikle ilk baştan geçerli olmak üzere dar ve geniş yoruma izin verebilir, diye yazar. Ve böyle bir yorum, yorumlanan kanun hükmünün Anayasanın ilkeleriyle bağdaşabilirlik koşuluyla 50 gerçekleştirilebilir . F. MÜLLER tanımlamasıyla da bu esasa göre, bir kanun normu Anayasa kurallarıyla uyum içinde bulunabildiği kadarıyla daima yorumlanabilir. Norm yorumunun birden çok olanakları içermesi durumunda, ki onlardan birisi, ilgili yasal düzenlemeyi Anayasaya uygun biçimde yansıtmalıdır. Bu suretle, norm denetimi ile norm yorumunu bu esas kaynaştırır 51. ZEIDLER, Fed. Alman Anayasa Mahkemesinin başlangıçtan itibaren Anayasaya Uygun Yorumu uyguladığını anımsatarak, bir normun “kısmi hükümsüzlük beyanı” ile işlevsel benzerliklerinin bulunduğuna işaret eder 52. ÇAĞLAR, bu tekniği, sistematik yorumun özel bir türü, hukuk düzeninin birliği, Anayasanın üstünlüğü ve kurallar kademelenmesi yaklaşımının sonucu olarak değerlendirir 53. KIRATLI, eğer bir kanun Anayasaya uygun yorumlanabiliyorsa ve bu yorumlama sonucunda, yorum yapılan metin Anayasaya uygun bir anlam 49 Bk. H. SPANNER, “Die verfassungskonforme Auslegung in der Rechtsprechung des Bundesverfassungsgerichts”, AöR 91, 1966, s. 505. 50 Bk. K. ENGISCH, Einführung in das juristische Denken, Stuttgart 1964, s. 83. 51 Bk. F. MÜLLER, s. 64. 52 Wolfgang ZEIDLER, “Die verfassungsrechtspechung im Rahmen der staatlichen Funktionnen”, Anayasa Yargısında Avrupa Modeli ve Türkiye Uluslararası Sempozyumu, 13-14 Haziran 1987, İstanbul. 53 Bk. ÇAĞLAR, “Anayasa Yargısında Yorum Problemi Karşılaştırmalı Analizin Katkısı”, Anayasa Yargısı, Ankara 1986, s. 38. 25 taşıyorsa, böyle bir kanunun aykırılık savıyla iptal edilmesinin gerekmeyeceğini vurgulamaktadır 54. Literatürde tanımlar çoğaltılabilir. Geleneksel olarak içtihatlarda ve literatürde, “Kanunun Anayasaya Uygun Yorumu” 55, “Anayasaya Uygun Kanun Yorumu” 56 veya basit olarak “Anayasaya Uygun Yorum” 57 başlıkları, pozitif bir kanun metnine dayanılmadan kullanılmıştır. Yani bu başlıklar, kanun dışı bir “formülasyon” u yansıtmaktadır 58. Söz konusu karar “varyant”ına yöneltilen başlık kavramlarının geleneksel yerleşmiş olmasında da gerekli olan zorunlu tarafsızlıkla, Anayasaya uygun yorumlanan bir kanunun 59 konularını tanımlama benzerlikleri, söz konusu başlık ifadelerini birleştirmektedir. II- Kanunun Anayasaya Uygun Yorum “Saik” i 1. Norm Denetim Mahkemesinin Bütün Bir Kanun Temyizinden KaçınmasıYaklaşımı Metin KIRATLI, Anayasa Yargısında Somut Norm Denetimi (İtiraz Yolu), Ankara 1966, s. 170. 55 Herald BOGS,Die verfassungkonferme Auslegung von Gesetzen, Stuttgart usw.1966 ve R. ZIPPELIUS, Verfassungskonferme Auslegung von Gesetzen, Tübingen 1976 (Her iki yazarın kitabının aynı adları). 56 Wolf-Dieter ECKARDT (Die verfassungskonferme Gesetzauslegung, Berlin 1964) ve HAAK’ın (Volker HAAK, Normenkontrolle und verfassungskonforme Gesetzesauslegung des Richters, Diss Bonn 1963) eserlerinin isimleri. 57 BETTERMAN, MICHEL (Helmut MICHEL, “Die verfassungskonforme Auslegung”, JuS 1961, 274) ve SCHACK’ın... eserlerinin başlıkları. 58 Bk. Hans Paul PRÜMM, Verfassung und Methodik, Berlin 1977, s. 60. 59 Kanun, Anayasaya göre, “şekli” ve “maddi” anlamda tanımlanabilir. Ancak tanımlama, geniş (Bütçe Kanunu için BVerfGE 20, 56 (90ff.) veya maddi anlama esas alınmış olsa dahi, Anayasaya uygun yorumun bütün “objeleri”nin, bazı tasarruflar yönünden tanımlamaları kapsamadığı da söylenebilir. Çünkü Anayasanın yükseklik düzeyinin sözleşme, koalisyon anlaşmaları (ve kural işlem olmayan bütçe koşul işlemi gibi) işlemlere yansıtılmasında, Anayasaya uygun yorum “objeleri”nin kullanımı elverişli gözükmemektedir. Bu cümleden olarak Kanun ve Anayasa karşılaştırılmasından çıkarılan sonuçtan, Kanun kavramının görünürde bir “genişlemeye” maruz kalabileceğine işaret olunmalı ve sözleşme, koşul tasarruf… gibi işlemlerin klasik Kanun tanımlamasından saptığı da gösterilebilir. O nedenle, uygulamada Anayasaya uygun yorum tekniğinin yasama- kanunlar bazında işlev gördüğü belirtilmiştir. Şu var ki, hukuk biliminde tartışmalı olan temel haklara aykırı özel sözleşme konusunun bir Anayasa şikayetinde BAG (Fed. İş Mahkemesi’nde) ele alındığı yazılmıştır. Ancak genel bir buyruk olarak özel hukuk sözleşmelerinin temel haklara uygunluğu denetiminin yapılamayacağı görüşü de hatırlamalıdır (Bk.PRÜMM,s.60-61; BOGS, s.116; BVerfGE 1, 14-32;30, 1 vd.) Kanun kavramıyla geleneksel olarak bağlı olan bakış noktaları, bunun gibi devletin iç hukuk tasarruflarının konu olduğu Anayasaya uygun yorumun gerçek ya da eylemsel “obje” alanını daralttığı da belirtilmelidir. Üst ulusal tasarrufların Anayasaya uygun yorumlanması da oldukça önerilmektedir (PRÜMM, s. 61). 54 26 Kara Avrupası Anayasa Mahkemelerinin verdikleri yorum kararlarını iki sebebe bağlayabiliriz: 1- Yasama organı ile uyuşmazlıkların çoğalmasını önlemek, 2- Verilecek olan bir iptal hükmünün hukuk düzeninde yol açabileceği olumsuzlukları gidermek. İlkinde Anayasa Yargısı, yasama organı çoğunluğuna karşı muhalefet engelini kaldırıcı işlev görür. Çünkü bir kanunu tamamen ya da kısmen “yokluk” yaptırımına tutmak, Meclis çoğunluğuna gücünü benimseten muhalefet kurumunun “siyasi red kararı” biçiminde yorumlanmaktadır. O nedenle kanun, Anayasa Mahkemesince Anayasaya uygun yorum “varyantı”yla korunabilir. İkinci sebepte de hükümsüzlük beyanı vermenin uygulamada yol açabileceği güçlük ve bazı sorunların önem kaydettiği bilinmektedir. Bunların önlenmesi amaçlanmaktadır. Örneğin “a posteriori” denetim rejimlerinde, yürürlükte kalıp hukuki sonuçlar doğurmuş bir kanunun iptal yaptırımına tutulması, “kazanılmış haklar” sorununu gündeme getirebilir. Arkasından doğal olarak giderim talepleri sökün edecektir. Şu var ki, Anayasa Mahkemeleri Anayasaya uygun yorum kararını verirken bir tür “buyurucu yorum”la kanunu değiştirip hukuk güvenliğini ve kanunun geleceğe doğru Anayasa doğrultusunda uygulanmasını sağlar. Ancak belirtilmeli ki, mahkemenin yasama işlevine karışması, “ara kararların riski” ve yargıçlar iktidarının dolaylı artması olarak değerlendirilebilir. Üstelik bir iptal durumunu önlemek için yorum aracını devreye sokup biçim verme zorunluğu ve bu varsayımla Anayasaya uygun olduğu vurgulanan kanunun kanun koyucu tarafından tamamen benimsenmiş bir metin olduğu da söylenemez. Bunun nedeni, kuşkusuz metnin yargı eliyle yoruma bağlı değiştirilmiş olmasıdır. Kanunda yapılmış değişiklikler ya da ekleme ve çıkarmalar, başka ifadeyle Anayasa yargıcının ulaştığı yorum sonucunun uygulanabilirliği oranı önem taşımaktadır. Çoğu kez bir hukuk enstitüsünün kurulması aracılığıyla, bir hukuk düzeninin iç yapısal noksanlığı sorgulanır ve kanıtlanabilir. Alman Hukukunda Anayasaya uygun yorum “varyantı”nın gelişim süreci, Almanya’nın gelişim süreciyle paralel olduğu görülebilir. Öyle ki, baskıcı bir norm denetimi görevi, bilinçli olumsuzlukları da yansıtır olur. Kanunların Anayasayla çatışması nedeniyle, bir “yokluk” yaptırımını kararlaştırma 60, çoğu zaman bir hukuk yaşamında iptal sonuçlarının neler getirebileceği tahminini güçleştirmiş olabilir. İptal olunmuş kanun veya hükmünün, kanun koyucu tarafından yerini doldurabilmesi çok zaman Bir kanun normunun “hükümsüzlük beyanına” hükmetme, mahkemelerin isteğiyle, (Almanya’da olduğu gibi) vatandaşların (norm adres sahiplerinin) Anayasa Şirketi veya bir topluluğun (cemaat, birlik, belediye, köy...) girişimiyle oluşunca (BVerfGG md. 31/32), çoğu kez hukuki güvencesizliklerle karşılaşılmıştır (BOGS, s. 16) 60 27 alabilir. Yönetilenlerin hukukunda ve devlet yönetiminde doğabilecek bir hukuki karışıklıkta, yurttaş ve devlet burun buruna gelebilir. Tasarruf yapabilme olanakları güçleşebilir. Bu sebeplerle, bir hukuk düzeni güvenliği yararına “negatif bir norm denetimi” kararına rıza gösterilebilir veya karşılaşılan olumsuzluk ustalıkla savuşturulabilir. Denetimi yapılacak olan normun Anayasaya uygunluğunun kanıtlanabilme olanağı bulunursa, anayasal olduğu vurgulanabilen bir anlama izin verilebilir. Üstelik böyle bir yönteme başvurma çabası, geniş olanaklar sunabilir. Bir kez, Anayasa koyucuların anayasal iradesi, soluğu soluğuna hukuksal gerçeğin içine taşınabilir. Bu cümleden olarak, Anayasanın içeriği “kaideten” yalnızca kanuni sorun çözümleri düzeyinde gerçekleştirilebilir. Kanunu böyle bir yolla koruma ya da sürdürebilme, öte yandan aykırılığını karşılayabilen bir “norm” elde etme olgusu, her zaman ideal bir yaklaşımı simgeler 61. Anayasaya Uygun Yorum esası, anlatıldığı gibi Alman gelişiminin aksine, yasamanın “herşeyi yapabilirim” yaklaşımının veya baskıcı davranışının olumsuz sonuçları olarak doğduğu söylenebilir. ABD Yüksek Mahkemesi, “siyasal sorun doktrini” (ki, Avrupa Kamu Hukukundaki “hükümet tasarrufları” teorisine yakın bir anlam taşımaktadır) sayesinde yetki alanını kısıtlamıştır. Almanya’da ise BVerfGG’in dördüncü değişikliği kanunu ile (21 Aralık 1970'de) Anayasaya Uygun Yorumun sürekli olarak belirli bir yargı yerine tanınması 62, “siyasal sorun doktrini”nin uygulanmasına yer bırakmamıştır. Dolayısıyla Fed. Alman Anayasa Mahkemesi, ABD yaklaşımı yerine, Anayasaya Uygun Yorumu bir “judicial self-restraint” ilkesi olarak kullanagelmiştir 63. Özetle norm denetimi yargıcı, Anayasaya Uygun Yorum yaptırımını kullanarak, Anayasaya aykırı olarak çıkmış olabilen bir kanunun uygulanmasını, belirli yaşam keyfiyetinin dışına iter. Bunun anlamı, bir hukuk düzenine aykırı doğan bir kanun veya normun korunması, onu iptal etmeden sürdürülmesinin sağlanmasıdır 64. Denebilir ki, Anayasanın hoşgörüsüyle yapılabilen bir yorumla, hukuksal tartışmada somut bir durumun kesinleştirilmesi ya da “ inkar ” kabul etmeyecek biçimde 61 Bk. SCHACK, s. 269 (270); BOGS, s. 16. Bk. PRÜMM, s. 26-27 ve BVerfGG md. 31/II, 79/II’nin yeniden düzenlenmesi. 63 Bk. ÇAĞLAR, s. 39. 64 Bu yaklaşım tarzı, ABD içtihat esasını kuvvetle anımsatıyor. 62 28 anayasallığın ve anayasallaştırmanın uzun erimli büyük etkisi, yaşayan hukuka dönüşecektir 65. Yorumda, hukuki işleme ait irade açıklamalarında, Anayasaya Uygun Yorum esasındaki gibi gereğinden fazlasını yapabilen, hukuku koruyabilen, sağlamlaştıran benzer bir “karakter” taşıyıcı kuraldan söz edilebilir. Örneğin Alman sisteminde (BGB. md. 140'a göre), “batıl” bir hukuki muamele, başka bir hukuki muamele koşullarına uyarsa ve onun değerinin “butlan” esaslarından çıkarılmasını kabul zorunluğu doğarsa, sonucu geçerlidir 66. 2. Anayasa Kurallarının Hukuki Gelişmeye Rehberlik Etme Gücü Anayasaya uygun yorum “varyant”ı, yalnızca denetim yargıcının yakınlık duymasına -teveccühüne- erişmiş -mazhar- olmuyor. Dava yargıcının, özellikle “revizyon” yargıcının da ilgisini çekmektedir. Hukuki “tekemmülü” doğuran temel nokta, bu gelişimleri sağlayabilecek olan Anayasa hükümlerine sahip olma olgusuna bağlıdır. Demek gerekirse, bir hukuki “tekemmül”, Anayasaya borçlu bir çizgide gözlenmektedir. Çünkü Anayasa kuralları, direktif verme gücüne (normatif güce) sahiptir. Bütün bir devlet düzeninin hukuk fikrini (idesini) simgeler. Anayasanın bütünlüğü ilkesi, adeta bir projeksiyon makinasıdır ve alt derece kuralları programlar. Öyleyse Anayasanın rehberliği her an esastır. Pozitivizmin bir sistemi olmaksızın, ussal hukuki yorum sanatının (Hermeneutik’in) soyut, doğal hukuk anlayışlarının feda edildiği, her tarafta tanınmış bir yorum kuralı ışığında, “inşai” hukuk kararlarına sebep olmak, bir isabet sağlayabilir 67. İşte böyle bir yorum yöntemine başvurmanın gerekçelerini bulup göstermeye değer. Asıl olan anayasal kaynağı egemen kılmaktır. 65 Norm denetim yargıcının uygun yorum ilkesini kullanıp nasıl bir verim sağlayabileceği, kanunun iptali ile hukuk güvenliğinin tehlikeye sokabilecek bir boşluğun doğması halinde, olanaklı olduğu kadar onun bütün geçersizliğinin engellenebilmesini kesin bir biçimde “telaffuz” edebilme, BVerfGG’nin Anayasaya UYGUN YORUM formülünde gözlenebilir: BVerfGE 2, 226 (282). Kararda, bir kanunun Anayasa ile “ahenk” içinde olduğu gösterilebiliyorsa, iptal edilmemesi bir kural olarak yansıtılır. Değerlendirmeleri için bk. Hans Heinrich RUPP, “Die Nichtigkeit eines verfassungswiedrigen Gesetzes und die Enscheidungsfonktion des Bundesverfassungsgerichts”, JuS 1963, 469 (473). Yazar bir iptal işleminin sağlıksız etkilerinden bazan “erteleme” kararı verilerek de sakınılabileceğine, dikkatli davranma gereğine, kuşkusuz uygulamada (BVerfGG md. 78) böyle bir nüansın yakalanabilme güçlüğüne dikkatleri toplar. 66 BOGS, s. 17. 67 Alman “Judikatur”unda Anayasaya Uygun Yoruma ilgi gösterme, önceden yansıyan bazı nedenlere dayandırılmaktadır (BOGS, s. 17). 29 Anayasaya uygun yorum “varyantı”nı çekici yapan iki “argüman” görmekteyiz: 1- Anayasa kanunların “karinesi”dir, 2- Kanun yararına, normu koruma “argümanı” ("favor legis”)68. Anayasanın kanunlara “karine” olması: Doğru yorum “argümanlar”ı sadece tek başına bir kanun normunun aynı kanun içindeki diğer hükümlerle bir karine, bir anlam bağıntısı kurmayla değil, aksine bütün bir hukuk düzeninde var olan düşüncelerle elde edilebilir. Hükümlerin tek başına içerdiği anlam, değişiklik ilişkisinde varolan karşılıklı illiyet bağı kurularak aydınlatılır. Özellikle olanağa göre, sadece mantıksal olduğu kadar değil, aynı zamanda amaçsal yönden “aykırılık bağışıklığı” (yasalar Anayasaya aykırı olamaz) doğrultusunda birlikte uygulanabilen, çatışan amaçlara da hizmet etme değil veya çatışan amaçların en az birbiri arkasından “optimal” biçimde uydurulmasıyla yorumlanmalıdır. Aykırılık savıyla Anayasa yargıcının önüne gelen dava, hukuk birliğinin bu basit düşüncesiyle biçimlenir. Kanunun Anayasayla da olanaklı mantıklı bağdaştırılması ve amaçsal öngörülerine aykırılık yaratmaması durumunda yorumlanabilmesi, hukuk birliğinin bu basit düşüncesinden kaynaklanır. Ayrıca Anayasa sadece aynı derecede değil, bir kanun normunun üstünlük karinesini simgeler. Bu düşünce, alışılmış olarak “hukuk basamak teorisi”yle ifade edilmektedir. Buna göre, alt derece normlarının geçerlilik esasları sadece daha üst bir derecedeki yetki normlarıyla yansımaz; aksine daha üst derece hukuku takip etme durumunda olan normların içeriğini de önemli (kendiliğinden anlaşılabilen bir belirleme ve biçim verme gereksinimi olan) temel ilkeleriyle bir ön programlamaya bağlı kılmalıdır. Örneğin Alman Anayasası, kanun ve hukuk mevzuatı arasındaki ilişki için bunu biçimsel (çok dar bir bağla) öngörmüştür (md. 80/1-2). Tanınmış bir tez, bu yaklaşımı destekler ve herşeyden önce Anayasa Hukuku kanun hukukuyla geniş ölçüde somutlaştırılır69. Fed. Alman Anayasası, özellikle temel haklar için üst derecede ve vasıtasız bağlayıcı yükümlülüğü (md. 1/3) öngörür. Yürürlükteki hukukta da özetle yorum seçiminde de dikkate alınması ve gerçekleştirilmesi gerekmektedir 70. Değerlendirmeleri için bk. Reinhold ZIPPELIUS, “Verfassungskonforme Auslegung von Gesetzen” in: Bundesverfassungsgericht und Grundgesetz, Tübingen 1976, 2. Band, s. 108-115. Kanun yararına, normu koruma argümanı’na”, ileride değinilecektir. 69 Geniş bilgi için bk. HABERLE, Die Wesensgehaltgarantie des Art. 19 Abs. 2 GG, 2. Auflage 1972, s. 175, 184, 197 vd.; BOGS, s. 17 vd.; SCHACK, s. 269 vd.; SPANNER, s. 503 vd.; ECKARDT, s. 14, 44 vd.; ENGISCH, s. 79, 83. 70 BOGS, s. 24. 68 30 Türk Anayasası (1982) da bazı maddeleriyle kesin olarak bağlı bulunmayı öngörmüştür: Örneğin md. 1-3, 11, 153/son. Anayasa hükümlerinin bu ortak hukuk düzeni içinde hangi değerleri koruyabileceği ve devlet işlemlerinde hangi amaçlara saygı gösterebileceği veya pozitif olarak da bunlar hakkında çaba gösterme zorunluğu, “devletin amaçsal hükümleri”, “değer hükümleri” olarak veya hep zikredildiği, oluşturulduğu gibi, sonuç olarak kanun yorumu için de her şey, söz konusu Anayasa hükümleri direktifleri bağlamında istenebilir. Bu anlayış standardı, en başta belirsiz hukuki kavramların 71 yorumu için de geçerlidir. Anayasaya Uygun Yorum esası için ek bir “argüman” da norm denetimi görüşünden çıkarılan kanun yararına bir yorumla “normu koruma”, iptalini önleme yoludur. Bu konuya birazdan dönülecektir. Sonuç olarak Anayasanın rehber bir düzeni simgelemesi, onun kanun hukukuyla somutlaştırılmasını ön plana çıkartır ve pratikte kanunu iptal etmeden sürdürme yöntemi buluşunun doğmasına neden olur. C- ANAYASAYA UYGUN YORUMA KURAMSAL YAKLAŞIM Anayasaya Uygun Yorum Modellerini İrdeleme Bir ilkenin içerdiği farklı tanım ve ürettiği sonuçlar, doğal olarak farklı uygulamaları doğurur. Hatta bu yöntem, her zaman aynı ismi (Anayasaya Uygun Yorum) taşımış olsa da. Anayasanın “payelendirmesi”yle araştırılacak olan bir “hukuk kuralı”nın yorumu çerçevesinde, doğrudan Anayasa Hukuku “argümanları”nın kullanılması, Anayasaya uygun yorum “varyantı”nda da ortaktır 72. Anayasaya uygun yorumun değişik üç modelini vurgulayabiliriz: 1Bir yorum kuralı olarak Anayasaya Uygun Yorum, 2- Bir çatışma kuralı olarak Anayasaya Uygun Yorum, 3- Anayasaya uygunluk karinesiyle normu iptal etmeden koruma ilkesi. Bk. BOGS, s. 137 vd. Örneğin şu kararlardaki belirsiz kavramlar için: BVerfGE 7, 206, 215 (BGB parag. 826'daki “iyi adet”); BVerfGE 36, 273 (StPO parag. 121/1'deki “önemli sebep”)... 72 Ancak Anayasaya uygun yorum sorununun devletler hukuku sözleşmelerini bir tarafa bırakmış olduğu da açıktır. Çünkü bu yorum yöntemi, Anayasa kaynaklıdır ve özellikle sorunsal durumları içerir ve sözleşme taraflarının farklı hukuk düzenlerine uyabilen, birbirinden ayrılabilen yorumlara elverişli olacağı söylenebilir. Yöntemimiz Anayasa patentli olmasına karşın, Anayasa üstü kuralların Anayasaya uygun yorumlanması mı, yoksa alt kuralların üst kurallara uygun yorumlanabilmesi mi veya hukukun genel ilkelerine uygun yorum yapılabilir mi gibi soruların gündeme gelebileceğini işaretlemeliyim. 71 31 (1) Anayasaya uygun yorumun bir yorum kuralı olması: Anayasa Hukuku çekim alanıyla ilgili bir hukuk kuralı, uygulama ya da yürürlük hukuku çerçevesinde anayasal “argüman”lar yardımıyla yorumlanabilir. Çoğu kez bir yöntem seçimi, çeşitli düşüncelerden ötürü bir yana bırakılabilir. Gerektiğinde Anayasanın içerdiği daha yükseklik derecesine başvurulur. Başka ifadeyle Anayasanın programlama gücü, norm çemberi içindeki “yabancı maddeleri” (deyim uygun olursa) dışlar veya onları tek hücreliler gibi emerek bünyesinde yokeder. Ancak bu “argüman”nın çürütülemez olduğu söylenemez. Çünkü anayasal bakış noktaları yardımıyla reddedilmiş olan yorum olanakları, yargıcın önüne konmuş kuralın tümünde de savunulabilir. Bu yüzden, şu yorumun aksine, bu yorumun neden “Anayasaya uygun” olduğunun gerekçeleri gösterilmiş olmalıdır. Anayasaya Uygun Yorum, yalın bir yorum kuralı olarak, yorumlamanın sistematik unsur kısmını oluşturur. Yorumcu, kuşkulu görülen hükümlerin parçalarını, sistematik düşün verileri yardımıyla düğümleyebilir. Gereğinde topyekün hukuk düzenindeki bütün hükümleri de göz önüne alabilir ve uygulanacak olan yorum ya da hukuk kuralının sistematik yorumunda, başka kurallara oranla daha büyük yetki veren, alt derece veya aynı derece normları kullanabilir 73. (2) Bir çatışma kuralı niteliğini taşıması: Aykırılık savıyla Anayasa Yargıcı önüne gelmiş olan kanun normu veya bir metnin ilk kez Anayasaya aykırı olan yorum sonuçları, ikinci bir “konsepsiyon” Anayasaya uygun bir yoruma göre kıyas yapılmalıdır. Tarihsel, sistematik veya amaçsal “argümanlar”a aykırılaşma eğilimi gösteren bir normun niteliğine ilişkin yorumda, Anayasayla bağdaşır yorum sonucuyla aykırılık gösteren yorumlar ortadan kaldırılabilir. Bir kere Anayasanın normatif gücü ve daha üstün olma özelliği, bu yoruma normatif katkı sağlıyabilme düzeyini simgeler. Başka tanımla, Anayasanın üstünlüğü, bu yoruma yeni bir ek normatif güç bahşeder. Ancak eğer Anayasaya uygunluk üretebilecek birden çok olanak oluşursa, nasıl bir işlem yapılabileceği halledilmiş değildir. Reddedilmiş “varyantlar”dan Anayasa ile daha iyi bağdaşma sağlayan seçilmiş bir modelle de ispatlama gerekçeleri gösterilebilirdi 74. (3) Normu koruma (favor legis) ilkesi olması: Bu ilkeye göre, yargıç Anayasaya uygunluğu ve geçerliliği de kuşku taşıyan bir normu, sadece aykırılığını değil, onun Anayasaya uygun yorumla 73 74 MÜLLER, s. 89. MÜLLER, s. 90. 32 Anayasa bağlamında uygulanabilme sonucu mevcut olduğu sürece de açıklayabilir 75. Çünkü norm denetim bakış açısı, kanunun Anayasaya uygun bir yorumuna özgü ek bir “argüman” oluşturur. Bu bakış açısıyla, eğer uyuşmazlık konusu Anayasa ile birlikte aykırılık oluşturmuyorsa, o artık bir normun geçerliliği rolüne sahiptir. Sadece bunun için değil; Anayasanın “üstünlüğü karinesi” olduğu için, aynı zamanda uyuşmazlık normunu koruma yararına da “Anayasaya uygunluk” bazında (karar veya sonuç üzerinde kesin bir biçimde etki doğurmada) ve başka yorum “argümanları” desteğinde esaslı biçimde yerini anayasal norma bırakmasını sağlamak, başka anlatımla Anayasanın somutlaştırılması olacaktır 76. Kuşkusuz tartışılması gerekli sınırlamalarla (özellikle “Anayasaya uygun yorum” olarak olanaklı “söz anlamı”, “uygun yorumun sınırları” olarak kanun koyucunun düzenleyici “takdir yetkisi”, Anayasaya uygun hukuki tamamlamanın “caiziyeti”), norm denetim yargıcının burada kanun koyucunun düzenleyici “takdir yetkisi”nin yerinde olmayan uygulamasını ve sadece çok dar varsayımlar ışığında, olanaklı söz anlamında bir hukuki tamamlamayla sapabileceği söylenebilir. Eğer bir yorum genellikle olanaklı olursa, Anayasayla bir uyum var demektir. Ve böyle bir yorumda kanun anlamlı veya amaca uygun düşüyorsa, bu yorum seçilebilir ve kanun Anayasaya aykırı addedilmeyebilir. Eğer bir yasa Anayasayla uyum içinde yorumlanabiliyorsa, hükümsüzlüğünün beyan edilmeyeceği esası geçerlidir. Çünkü Anayasayla bir kanunun bağdaşır olması varsayımına sadece hükmetme değil; aksine bu varsayımda kanunun Anayasaya uygun bir yorumu kuşkusunda da gelecek olan ilkenin ifadesi istenmektedir. Şu var ki, kanunun amacı, bu noktada dikkat dışı ya da ihmal edilemez 77. Böyle bir yaklaşım, kanun koyucunun görüşünün “maksimum” düzeyde Anayasaya göre korunabileceğini yansıtır 78. Böyle bir “normu iptalden koruyan”, onun yürürlüğünü “sürdürücü” ilkenin oluşturmasında 79, hukuki bir sürekliliğin bakış noktaları (özellikle hukuk güvenliği) ve yasamanın Anayasaya uygun işlev görmesine özgü bir varsayım (özellikle nizami varsayımda) sebep gösterilmiştir. Örneğin devlet 75 ZIPPELIUS, “Verfassungskonforme...”, s. 110 vd.; MÜLLER, s. 90; SPANNER, s. 503 vd. 76 Sorgulamalar için bk. Joachim BURMEISTER, Die verfassungsorientierung der Gesetzauslegung, Verfassungskonferme Auslegung oder vertikale Normendurchdringung, Berlin... a.M.1966, s. 65 vd.; ZIPPELIUS, “Verfassungskonforme...”, s. 115-121. 77 Şu kararlara bk.: BVerfGE 2, 267, 282; 12, 61; 36, 271 ve ZIPPELIUS, “Verfassungskonforme...”, s. 110-111. 78 BVerfGE 9, 200; 33, 70. 79 SCHACK, s. 270; Helmut MICHEL, “Die Verfassungskonforme Auslegung, JuS 1961, s. 276. 33 işlevlerinin alt alta ilişkisinde de, özellikle de bir denetim “merci”inin kanun koyucunun düzenleme yetkileri alanına karışmasında bir “ölçüsüzlük yasağı” yani ölçülü davranma zorunluğu geçerlidir. Bir kez bu, işlev gören bir norm düzenini korumaya almada, geniş bir olanak çerçevesinde ve normatif bir boşluktan kaçınmada yarar sağlayıcıdır. Olanaklı olduğu oranda, Anayasanın etkili somutlaştırılmasında da sadece yürürlükteki kanunlar olanaklı olabilir 80. Bir normun Anayasaya aykırılığı açıklanmıyorsa ki, Anayasaya uygun bir yorum olanağı varsa, zaten bu norm denetimi, onun biçimsel konusundan da meydana gelir. Böyle bir norm denetim konusu, normun tüm yorum olanaklarını kapsar. Anayasal ya da Anayasaya aykırılık yanında, düşünülebilir yorum olanaklarını seçme ışığında, fiili yalın bir olanak, normu bizzat iptal etmeyi haklı çıkarmaz 81. Ancak bu olanağa göre, uyuşmazlık normunun düşünülebilir yorum serbestliği alanında, Anayasaya uygun ve aykırı seçenekler bulunması ve uygulama yargıcının en üst derece Anayasa normuna gene üst derece bağlı olma yükümlülüğü nedeniyle, Anayasaya uygun olan bir seçeneği seçmesi 82; bir normun iptal edilmeden kalması ve korunmasını simgeler. Özetle Anayasaya aykırı yorum seçeneklerini seçmenin basit bir normatif “yasağı” olduğu varsayılır 83. Şu var ki; bu durum, “yasaklanmış” yorum seçenekleri bakımından normun “kısmi bir hükümsüzlük beyanı”na (kısmi iptale) yol açmaz 84. Başka söylemle; eğer bir norm, metnine göre başkaca yorumlanabilir değil, kısmen bir aykırılık oluşturan Anayasa normuyla kanunun bağdaştırılması mevcut olup aydınlanabiliyorsa, başka suretle görülebilme düzeyindedir D- DANIŞTAY KARAR ÖRNEKLERİNDEN ANAYASAYA UYGUN YORUM Yorum araçlarının çeşitli olduğunu gördük. Bu araçlar arasında (gramatik, sistematik, tarihsel ve teleolojik.. gibi) bir sıralama güçlüğünün olduğunu hatırlamalıyız. Kesin bir sıralama yapılamayınca yorumun amacının saptanması lüzumu vardır ki, bu kez karşımıza SUBJEKTİF VE OBJEKTİF yorum yöntemleri çıkar ve bu yöntemler farklı amaçlara yönelir. Subjektif yönteme nazaran yorum, kanun koyucuya özgü “önceden düşünülmüş şeyi yeniden düşünmektir.” Yani kanun koyucuların düşünce ve iradesini araştırmak ve egemen kılma olayıdır. Geçmişte değer taşıyan 80 MICHEL, s. 276; ZIPPELIUS, s. 111. Şu karar: BVerfGE 3, 406. 82 ZIPPELIUS: “Verfassungskonforme...”, s. 109-110 (A 2). 83 Özellikle Fed. Alman Anayasa Mahkemesinin Anayasaya aykırı belirli bir yorumun reddi yükümlülüğü için bk. BOGS, s. 95 vd., 125. 84 SPANNER, s. 532, 536. 81 34 (kodifikasyon dönemlerinde) bu yaklaşım terk edilmiştir. Adı geçen objektif yorum (tartıcı – amaçsal), kanunu bir biçimsel mantık olarak benimser. Onun metninde bir “soyut düzen” düşüncesi baskındır. Bu ise bir varsayım olarak yansır. Demek gerekirse kanunun birkaç yorum olanağı bulunduğu zaman, usa, kamu yararına ve adalete götüren seçilmelidir. Objektif metodun da eleştirilmesi karşısında Literatürde izlenen, yorum öğretisinin ürettiği adı geçen yorum türleri sıra ile uygulanacak, belki de bazıları birlikte uygulanıp çözüm getirilecektir. Subjektif yöntem, boşluk doldurma ve kanun düzeltiminde, kıyas ve belirsiz kavramları irdelemede yarar sağlar. Zaman faktörünü hesaba katan objektif yöntemle birlikte kullanılması geleceğe hukuk dönüşümünü sağlar. Engisch’in tanımıyla orada ama sadece “lâfzın” çeşitli anlamlara geldiği yerde, özellikle ilk baştan -esas itibariyledar ve geniş bir yoruma müsaade etmek ve lügat anlamının lehine bir karar için Anayasa ilkeleriyle yorumlanmış yasal bir hükmün bağdaşmasına kılavuzluk eden ANAYASAYA UYGUN YORUM uygulanacaktır. 85 Bavyera Yüksek İdare Mahkemesi şu ilginç saptamayı 86 yapıyordu: Eğer bir norm, Anayasaya aykırılık nedeniyle (kanun koyucunun kazandırmak istediği içerik kapsamında ) sakat sayılabilir ve aynı zamanda Anayasaya uygun bir yoruma elverişli olursa; uygun yorum doğrultusundaki sonuç geçerliliğini korumalıdır. Alman Federal İdare Mahkemesi de “eğer bir yorum kanunun anayasaya aykırı olduğunu doğursa ve kanun koyucunun subjektif iradesini daha uygun olarak yansıtsa da buna bakılmaz” diyordu. 87 Bu yaklaşım tarzının yüksek mahkemelerce tanındığı gözlenebilir. Kuramsal yaklaşımla Anayasanın üstünlüğü, kendisine uygunluk zorunluluğunu ve denetimini öngörür. Bir alt norm Anayasaya uygun yorumlanıyorsa, “hükümsüzlük beyanı” verilmemelidir. Türk Danıştayı Anayasaya uygun yorum varyantını 1950 yılında uygular. Şöyle ki, “yetersizlikleri nedeniyle emekliye ayrılacak memurların emekliye sevk kararları aleyhine idari ve adli yargı mercilerinde dava açamayacakları” (5250 Sayılı K., Temmuz 1948 T.) şeklindeki hükmü uygulayan İDARENİN İŞLEMİNE karşı bir iptal davası açılır. Türk Yargı Sisteminde önemli bir denek taşını simgeleyen iptal kararında “idari tasarrufların kazai murakabeye tabi tutulması, hukuka bağlı Devlet ilkesinin en mütebariz ve karakteristik vasfı icabından olmasına ve bu ilmi esas, hiyerarşi itibariyle mevzu hukukun en ÜST KADEMESİNİ TEŞKİL EDEN ANAYASANIN 51. MADDESİ İLE 85 ENGISCH , s. 83. Bk.BV.VerwGHE 9, 1, 36; Ü. AZRAK, “İdari yargı kararlarında Anayasaya uygunluk Sorunu”, ANAYASA YARGISI, Ankara 1993, s. 333-334 87 Bk. BVerwGE 7,349(351); AZRAK, “İdari yargı kararlarında...”, s.334-dpn.42. 86 35 MÜEYYİDE ALTINA ALINMIŞ BULUNMASINA ve 5250 Sayılı Kanun Danıştaya müracaat edilemeyeceği hakkındaki hükmü İDARİ TASARRUFUN TAKTİR UNSURUNA TAALLÜK EDEN KISMININ KONTROL DIŞINDA KALACAĞI ŞEKLİNDE MANALANDIRMAK, gerek nazari, gerek mevzu hukukunun ESASLARINA DAHA UYGUN DÜŞECEĞİNE binaen, davanın iptidaen en adem-i mesmuiyetine karar verilmesi yolundaki iddia kabule şayan olamaz” denilerek 88 İdari yargıya yasama yoluyla konulmak istenen denetim engeli, özgün bir yöntemle ( o güne kadar ABD. Yüksek Mahkemesince uygulanmış olan “ Anayasaya uygun yorum”la) aşma başarısı gösterilir. Sözcü Balkar’ın “5250 Sayılı Kanunun – Dışişleri Bakanlığı Kuruluşu Hak. ki 3312 Sayılı kanuna ek- geçici maddesine ANAYASA İLE ÇATIŞMAYACAK BİR MANA VERMEK DE KABİLDİR. Bu madde idari dava yolunu tamamiyle kapayan bir madde olarak kabul edilmemelidir. Zira bu taktirde Anayasaya aykırı olur. MADDE SADECE EMEKLİYE AYIRMA KARARININ ESAS BAKIMINDAN TAKDİRİ BİR TASARRUF OLDUĞUNU GÖSTEREN BİR KAİDE OLARAK KABUL EDİLMELİDİR” sözleri Fed. Alman Anayasa Mahkemesinin kullandığı ilk bilinçli kararını 89 ( ki aynı amaçla Fed. Alman İdari Mahkemesi 4 Aralık 1970 tarihli kararında, kanunun tümünün Anayasaya aykırı görülmesinden sakınılması açısından uygun yorumu benimsediği gözlenir) sanki etkilemişe benzer bir şekilde, karar varyantı uygun yorumun genel kuralını yansıtıyordu: Eğer bir norm Anayasa ile ahenk içinde yorumlanabiliyorsa iptal olunmaz. Danıştayın yankılar uyandırmış “1402 likler kararı” 90 Ankara İstanbul, İzmir İdare Mahkemelerinin 91 örnek teşkil edecek “Anayasaya uygun yorum” ilkesinin bir uygulamasını, aynı doğrultuda bir GENEL KURUL KARARIna dönüşümle son buluyordu. Kararın özeti şöyleydi: Sıkıyönetim komutanlarının istemi üzerine görevlerine son verilen kamu personeli ile ilgili olarak 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunun 2. Maddesinin 2766 Sayılı Kanun ile değişik son fıkrasında yer alan “ BİR DAHA kamu Bk. Danıştay DDKGK’nun 06.06.1950 günlü, K. 50/1067 Sayılı ve KD.50-53, s.112, Bk. BverfGE 2, 266( 282)(7 Mayıs 1953 tarihli) ve BverwGE 36, 361 (366); PRÜMM, s. 53, 62 vd. 90 Bk. Danıştay İBKK:E. 1988/6, K. 1989/4 (Danıştay D. 78-79 , s.50-67). Bu konuda incelemeleri için bk. Celal ERKUT, “ Danıştayın 1402 ‘likler Kararı: Türk Kamu Hukukunun yüzakı”, T.Z TUNAYA ARMAĞANI İstanbul Barosu Yayını,1992 , s. 7186. 91 Gerçekler ve irdeleme için bkz. F. SAĞLAM ,”82 Anayasasına Aykırı Yasalar”, CUMHURİYET, s. 13 vd. 88 89 36 hizmetlerinde çalıştırılamazlar” hükmünün sıkıyönetim süresiyle SINIRLI OLARAK UYGULANMASININ gereğidir. Gerçekten Genel Kurul Kararının YORUM SORUNU başlığında kanunda yer alan “ Bu şekilde işlerine son verilen memurlar, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçiler BİR DAHA kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar” hükmüne işaret edilmekte ve bu hükme “verilecek anlam ve kapsam” sonucu belirleyecektir. “Söz konusu hükümdeki “BİR DAHA “ deyiminin dilimizde, tüm zamanı kapsayacak biçimde geniş anlamda kullanılması mümkün olduğu gibi, BELLİ BİR ZAMAN DİLİMİ İLE SINIRLI OLARAK DA KULLANILMASI MÜMKÜNDÜR. DEYİMİN YORUMA MÜSAİT OLAN BU KULLANIM BİÇİMİ, içinde yer aldığı hükmün de, hukuk kurallarına uygun olarak yorumunu mümkün ve müsait hale getirmektedir... Yasanın gerekçesi ve Danışma Meclisindeki tartışmalar, “bir daha... çalıştırılamazlar” hükmünün sürekli bir yasaklama olarak ele alındığı göstermektedir... gerekçesine bağlı kalınarak yapılacak bir yorumun bizi, yasanın kabul edildiği tarihteki koşullarda BELİRLENMİŞ BİR SONUCA götüreceği açıktır” denilerek, son derece dar ve sınırlı olan bu yorumun sıkı yönetim kalktıktan sonra da kamu görevlerinde çalıştırılmamanın yeni haksız – olumsuz birçok uygulama sorununu birlikte taşıyacağı, örneğin Ceza Kanunu hükümlerine göre cezalandırılmış kişilerin belli koşuların oluşması halinde tecil, mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılması... gibi durumlarda yeniden Kamu hizmetine girmenin olanaklı sayılması ve yeniden kamu hizmetine girmenin olanaklı olması, ama kendilerine savunma hakkı bile tanınmamış kişilerin (ki, suçluluklarına dair bir yargı kararı dahi yok) ayrı nedenlerle ömür boyu kamu hizmeti dışında bırakılması, suçluluğu hükmen sabit olmuş kişilere göre daha olumsuz bir hukuki durumun içine sokulacakları, gene sıkıyönetim kalkmasına karşın anılan kişilerin çalıştırılmaması toplumda olumsuz değer yargılarını arttırıp “manevi kişilik zedelenmesi” doğuracağı vurgulanacak; ayrıca bu tür bir uygulamanın, Türkiye’nin taraf olduğu bilinen sözleşmelere aykırı düşeceği hatırlatılır. Kararda “Yasa tasarı ve tekliflerinin yasa haline geldikten sonra gerekçelerinden soyutlanarak OBJEKTİF BİR KİMLİK kazandıklarına göre... kurallarında toplumun gereksinimlerine cevap verecek biçimde, toplumsal gelişmeye ve üst hukuk kurallarına uygun olarak yorumlanıp uygulanmaları gerekir... bir yasanın kabulü yürürlük tarihi itibari ile Anayasanın geçici 15. maddesi kapsamında olduğu için, Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyecek olması, onun mümkün olduğu ölçüde, Anayasaya uygun olarak yorumlanmasına engel değildir” yargısı, Anayasa 37 Mahkemesinin 15. madde kapsamına giren yasakların bulunduğu kurallar “ Anayasanın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları” hukuk devleti ilkesinin gereği yaklaşımına dayandırılır. 92 Danıştay Genel Kurul Kararında, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü (md.11), yargıçların Anayasaya, Kanuna ve hukuka uygun olarak hüküm vermeleri gereğinin (md.138) değinilen yorumunun yapılmasını da zorunlu kıldığı yinelenir. Yüksek İdare Mahkemesinin anlatılan mantıkla, söz konusu kanunun 2. maddesini, uygun yorum tekniğiyle yorumladığını ve somut olayda uyguladığını izledik. Azrak’ ın deyimiyle bu karar, “Danıştay’ın tarihinde ilk kez yasanın açık lafzına aykırı(conra legem) yorum yöntemini kullanmış olması nedeniyle” çok ilginç görülmektedir. Bilindiği üzere temel hak ve özgürlüklerin korunmasının başka türlü olanaklı olmadığı durumlarda, contra legem ilkesinin kullanılabileceği yolunda görüş birliği vardır. Özetle Danıştay’ın 2766 sayılı yasayla değişik 1402 sayılı yasanın 2. maddesi son fıkrasında yer alan “bir daha” sözcüğünün “Sıkıyönetim süresi ile sınırlı” uygulaması gerektiği sonucuna ulaşılması ( ki, yasanın sözü, gerekçesi, danışma meclisi tartışmaları sürekli bir yasağı yansıtmakta, Danıştay bunu da saptar), serbest, objektif yorum ve Anayasaya uygun yorum teknikleriyle gerçekleştirilir. İşin ilginci kararda yorum yapılan maddenin Anayasa geçici 15/1 maddesine girmesi ve Anayasa aykırılık denetiminin yasaklanması halini, kendisini sınırlayıcı bir etken olarak ele almaması aksine, söz konusu sınırlayıcı etkeni Anayasa Mahkemesinin anılan 15.maddesi 3. fıkrasına ilişkin bir başka kararından esinlenerek ANAYASAYA UYGUN YORUM gerekliliğinin bir gerektirici sebebi olarak kullandığı izlenir. Danıştay‘ın referans verdiği Anayasa Mahkemesi Kararı, 15. madde kapsamına giren yasaların kurallarının “ Anayasanın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun temel kurallarına olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları”nı vurgular. Danıştay’ın 1402’likler kararını ANAYASAYA UYGUN YORUM ilkesini uygulamakla kalmadığı bu uygulama girişimini Anayasa Mahkemesine kapatılmış olan bir alanda gerçekleştirilmesi yargısal işlev açısından önemli bir boşluğu doldurmasıyla dikkat çekmektedir. Bu kararla “dönüştürme” yönteminin sergilendiği söylenebilir. 93 “Bir daha” deyişinin bütün zamanları içerecek biçimde geniş anlamda kullanılmasının “sürekli Bk. Anayasa Mahkemesi 1 Sayılı Kararı (AMKD.Cilt:20, s.450). Bk C.ERKUT, Hukuka Uygunluk Bloku İdare Hukukunda Hukukun Genel Prensipleri Teorisi, İstanbul 1996, s. 36 vd. 92 93 38 bir yasaklama” kavramını doğuracağı, bu durumun ise Anayasanın temel ilkelerine, dahası bu ilkelere egemen olan hukukun ana ilkelerine aykırı bir sonuç yaratacağı çok açıktır. Danıştay’ın yorumunda yasak oyucunun amacının hukukun genel ilkelerine aykırı bir irade oluşturduğu vurgulanırken gerek bu amaç ve gerekse hükmün özel anlamı bir kenara bırakılarak, hüküm hukukun genel ilkeleri doğrultusunda belli bir zaman dilimi ifadesine dönüştürülmüş ve başka anlatımla yasanın içeriği hukukun genel ilkeleri yararına yeniden biçime sokulmuştur. 1402’likler kararının azınlık oyu da dikkat çekicidir. Davada uygulanacak bir maddenin açık kuralı ortada olmakla beraber, YORUMA gereksinim duyduğu taktirde, erkler ayrılığı bağlamında “amacın dışında bir yoruma gitmek”olanaklı değildir. Diğer taraftan, Anayasa, yasaların Anayasaya aykırılığını karara bağlama yetkisini Anayasa Mahkemesine vermiştir. Anayasanın geçici 15. maddesi (bilindiği gibi bu madde değiştirilmiştir), aykırılık iddiası yasağı getirmiştir. Bir yasanın Anayasa karşısında değerlendirmesini yaparken, Anayasanın kimi hükümlerini dikkate alıp kimilerini dikkate almamak olanaksızdır. Üstelik bir mahkemenin geçici 15. madde kapsamındaki ve Anayasa Mahkemesine gönderemediği bir yasa kuralını Anayasaya aykırı olarak saptaması ya da değerlendirmesi “bizzatihi Anayasa ile bağdaşmaz”. Anayasa (md.138) yargıçların Anayasa, yasaya ve hukuka uygun olarak...hüküm verebileceklerini öngörmüştür. Anayasa Mahkemesi de kararında (E., 1986/13, K., 1987/13 ve 22.05.1987 günlü),”yasaların amacına uygun yorumlarla uygulanması asıldır” diyerek bilinen bir hukuk kuralını tekrarlamıştır. Özellikle yasa veya yasa değişikliklerinin gerekçesi açıkça bunların ne amaçla yapıldığını vurgulamışsa, “aksine bir yorum söz konusu olmamak icabeder”. Yargıç bir kuralı sevmeyebilir, eleştirebilir. Şu var ki, hüküm tesis ederken yasaya uymak ve yorumlamada da Anayasa çerçevesinden uzaklaşmamak gerekir. 2766 Sayılı Yasanın açık hükmü, gerekçesinin aksi bir yoruma elverişli olmadığı ve Anayasanın geçici 15. maddesi karşısında, içtihadın Danıştay kararları doğrultusunda (D 5.D, E., 1986/ 721, K., 1987/ 70; E., 1986/ 1559, K., 1986/ 720, K., 1987/ 78) BİRLEŞTİRİLMESİ gerekirdi. 94 Ancak uygun yorum tekniği de (sıkıyönetim süresiyle sınırlı kalınma tezinin uygulanması) Anayasayı ön plana çıkarmakta ve mahkemenin hukukun genel ilkeleri, İnsan Hakları Beyannamesi (md. 5), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (md. 3) hükümlerini doğrudan referans vermesi (burada 94 Bk. DD, Sayı 78-79, 1990, 66-67 ( İBKK, E., 1988/6, K.,1989/4 ) 39 anayasallık blokuna dahil edilen ulusalüstü belge, ilke ve sözleşmenin anayasal düzenin bir parçası olduğu ve bu normların üstünlüğünün yansıtıldığı açıktır / ULUSALÜSTÜ norma aykırılık denetimi); hatta, ILO (Uluslar arası Çalışma Örgütü) “1989 gözlemi”nin destek alındığı ve yoğun bir denetim gerçekleştirildiği gözlenebilir... Danıştay uygun yorumu kullanarak, sözleşmeli personel statüsündeki DAVACIYA “fazla mesai ücreti ödenmemesi”ne ilişkin idarenin bir kararını, 788 sayılı Memurin Kanununun 3. maddesini ve 7244 Sayılı Kanunun 5. maddesini Anayasaya uygun yorumlayıp iptal eder. Bu girişimde ilginç olan şey , “ilgili mevzuata fazla mesaiye ilişkin bir hüküm” konmuş olmamasına karşın, Anayasanın “angarya yasaktır” kuralına dayanılarak yasama boşluğunun doldurulmasıdır 95. Danıştay Anayasaya uygun yorumla BOŞLUK DOLDURMA şeklini kullanırken kullandığı mantık tipik bir pratiği yansıtıyordu: Kanunun bir durum için öngördüğü hukuki sonucu, buna çok benzeyen başka bir durum için öngörmemiş olmasını, bu durumda olanları sosyal güvenlik hakkından mahrum kılıcı bir sonuç yaratacak biçimde yorumlamak Anayasanın konuya ilişkin 48. maddesine aykırı düşeceğinden hükmün eksik kalan kısmının yorum yoluyla tamamlanması gerekir.96 Yine başka bir kararda, bazı hafif “disiplin cezalarına” karşı idareye başvuruyu öngören kanun hükmünün, Anayasanın 125. maddesine (yargı yolunun açık olması gereği) aykırı bir biçimde yorumlanması suretiyle “yargı yolunun kapatılamayacağı” sonucuna ulaşıyordu. 97 E- DANIŞTAY KARAR ÖRNEKLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Danıştay’ın örneklediğim kararlarına yakından bakılırsa çalışmamızda yer yer tanımlanan Anayasaya uygun yorum ilkesine uygun davranıldığı, başka anlatımla somut olaya uygulanacak olan normun, gramatik, sistematik ve teleolojik araçların kullanılmasıyla Anayasaya uyum sağlayan yorumun seçildiği, normun birden fazla yorumu yapıldığı zaman, Anayasaya uygun düşenin geçerli olacağı ve aykırı yoruma dayalı “kısmi iptale” gidilmeyeceği genel kuralının benimsendiği söylenebilir. Anayasaya uygun yorum tekniğinin iki yönü olduğunu söyleyebiliriz: 1- Anayasallık blokuna dahil normların yorumu, 2Anayasaya aykırılığı itirazı yapılan kanun hükümlerinin yorumu. 95 Bk. 5. D., 26.01.1970, K. 70/219 (DD. 1, s. 190 vd) Bk. 12. D., K. 70/1271, 09.06.1970 günlü (DD. 2, s. 320 vd.) 97 Bk. AZRAK,”İdari Targı...”, s. 338. 96 40 Fed. Anayasa Mahkemesine (BverfGE) dayanarak bazı ilkeleri saptamak olasıdır: 1- Anayasallık blokuna dahil normların yorumu, Anayasanın bütünü içinde bir yorumu gerektirir.Örneğin mahkeme, bir Anayasa normunu öteki normlardan soyut, tek başına değil, Anayasanın blokuna dahil öteki normlarla bağıntılarını da ele alarak yorum yapmalıdır, 2- Anayasa Mahkemesi bir Anayasa normunun çeşitli işlevleri kapsaması, başka deyişle normun kapsamına çeşitli işlevlerin dahil edilmesini kendi görevi olarak telakki etmektedir. Dolayısıyla bu normun yargısal etkinliğine EN UYGUN DÜŞEN YORUMA ÜSTÜNLÜK verilecektir, 3- Anayasa Mahkemesinin içtihatla “yeni Anayasa hakları”nı oluşturma yetkisi epeyce dardır. Sadece Anayasanın metninde “çekirdek” durumunda saptanmış hakları genişletme yapabilir.. Şu var ki, yeni Anayasa hakarı ihdas edemez. Çünkü güçler paylaşımına aykırılık doğar, 4- Bir kanun hükmünün yorumunda esas mikyas; kanun “koyucunun objektif iradesi”, kanunun metninde yer alan bütün hükümlerin, söz konusu hükümle bağıntılı olarak meydana çıkar. Kanunun yapılış sürecine katılanların, hükmün anlamındaki “sübjektif anlayışları” nın bağlayıcılığı yoktur, 5- Kanunların Anayasaya uygun olduğu her zaman ilk varsayımdır. Dolayısıyla bir kanun Anayasaya uygun olarak yorumlanabiliyorsa iptal olunamaz. Vurgulanan bu ilkelerin Türk Anayasa Yargısı için de geçerli olduğu açıktır. Kararlarda bu durumlar izlenebilir. Anayasa yargısına ilişkin araştırmalar, kanunların Anayasaya aykırılığı konusunda asıl etkili denetim yolunun mahkemeler kanalıyla yapılan SOMUT NORM DENETİMİ olduğunu gösterebilir. Geçtiğimiz yıllarda 900 civarında dava karara bağlanmıştır. 98 Uygulanacak bir kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı her zaman ileri sürülebilir. Somut norm denetiminin daha etkili olması, aykırılığın çoğu kez uygulama sırasında somutlaşmasıyla meydana çıkmasıdır. Anayasa yorumu alanındaki son gelişmeler, Anayasa normu ile Anayasa metninin aynı şey olmadığını bu farklılığı özellikle Anayasa kurallarının nesnel yapısından yansıdığını gösterebilir. “Bir Anayasa kuralı, belli bir olaya uygulanırken, kuralın yöneldiği belli nesnel veriler, o kuralın kurucu bir unsuru haline dönüşmekte ve söz konusu kural o olaya uygulanma açısından belli bir anlam 98 SAĞLAM, “82 Anayasasına aykırı yasalar”,s. 13. 41 kazanmaktadır” 99. Diğer anlatımla, Anayasa kuralı, uygulamaya yöneltildiği “nesnel verilerin somutluğu” içinde anlam kazanmakta, anlam tazelemektedir. Anayasaya aykırılığı belirleyen temel etken, işte bu somutlaşmadır. Onun için aykırılığı tartışılan veya uygun bulunan bir hüküm belli bir zaman sonra iptal olunabilir. Anayasaya göre uygun bulunup verilen “red” kararının 10 yıl sonra Anayasaya aykırı olabileceği gerçeği, somutlaşma ve değişimle anlatılabilir. Türk sisteminin gelişmesine bakılırsa yargı, yasama ve yürütmenin kısıtlamalarına maruz kalabilmektedir. İşte özellikle son yıllarda Anayasaya uygun yorum ilkesinin kritik bir önem kazanması, gerek yasama, gerek yürütmenin yargı yolunu kısıtlamaya yönelmesinin payı bulunmaktadır. Örneğin Anayasanın geçici 15. maddesi ve bazı maddelerinde yargı yoluna başvurmayı engelleme ve yürütmenin 1982 Anayasasında istisnai de olsa “yetki” düzeyine çıkması, son yıllarda idari yargılama kanununda bazı ağırlaştırmalara gidilmesi Anayasanın üstünlüğü, hukuk devletini benimseyen bir Anayasa düzeninde, Anayasanın somutlaştırılması etkisini daha çok hissettirmesi doğaldır. Somutlaşma bazen aykırılığı yok etmekle, bazen de Anayasaya uygun yorum ilkesiyle aykırılığı sıfırlamakla gerçekleşebilir. Alman Sistemi gelişiminin aksine (muhalefet partisiyle yargının bir görünmesini yıkmak, yasamayı onure etme) yargı kısıtlamalarına karşı, yargı yerlerinin Anayasa emri doğrultusunda, Anayasayı egemen kılma ve çözüm getirme biçiminde gelişme olduğu söylenebilir. İdare Hukuku ile Anayasa Hukukunun kesiştiği noktalarda, idare yargıcı, elinde olmadan Anayasa yargıcı işlevine yönelmektedir. Çünkü onun yaptığı iş, kamu yararını, hukuk güvenliğini ve kişilerin özgürlüklerini korumaktır. Öyleyse özellikle kişi hak ve özgürlükleri mevzusunda, idare yargıcı ile Anayasa arasında “bir yasa perdesi” bulunduğuna dair klasik hipotezin etkisinin azaldığı savunulabilir. Karar varyantı uygun yorum, Anayasa yargısının kapalı olduğu durumlarda veya yargılama usullerinin kısıtlı bulunduğu durumlarda önem arz etmektedir. Anayasanın yürürlüğe girme öncesi kanunlar, özellikle “uygun yorum”u gerektirdiği daha çok söylenmekte ise de, bu yola başvurma, somut olayın çözümünde ve pragmatik nedenlerle kaçınılmaz olabilmektedir. Bu yol yargının bir SAĞLAM , “82 Anayasasına aykırı yasalar”, s. 13. Örneğin İdare Mahkemesinin şu görüşü, “...Sıkıyönetim yer ve zaman itibarıyla, geçici bir kanuni rejimdir. Anayasa ile temel hak ve hürriyetler üzerinde tanınan kısıtlama yetkisi, sıkıyönetim ilan edildiği yer ve sıkıyönetim süresiyle sınırlıdır. Bu sınırlı yetkinin ... kanunla sıkıyönetim sonrasında etkili bir biçimde genişletilmesi Anayasaya aykırı olur”, belli bir olayda Anayasanın somutlaştırılmasıdır. 99 42 buluşudur. Uygulamanın bir hukuki buluşudur. Anayasaya uygun yorumun, idari yargı için çok önem taşıdığını anlamak için, önemli bir işlev gördüğüne tanık olmak için, muhtelif ülke uygulama ve hukuk bilimine (ilmi içtihada) bakmak gerekmektedir. Bu alanda idarenin kararlarında son inceleme mercisi olan ABD Yüksek Mahkemesi, en eski Anayasayla uygun yorum denemesini gerçekleştirdiği bilinmekte ve ilginç gelişmeler kaydettiği açıktır. 100 Anayasaya uygun yorum ilkesinin hukuk sistemlerinde benimsenmesi, bu karar varyantının gerektiğinde tıkanıkların aşılmasına, kamuoyu gelişimlerinin, Türk Anayasasında savunulduğu üzere Anayasanın kurallarının yatay ve dikey ilişkilere az da olsa uygulanabilmesi, daha doğrusu onun üstünlüğü ilkesinin somut olaylarda egemen kılınması, özetle pragmatik değerinin varlığından kaynaklanmakta ve önemli işlevler görebilmesinde izlenmektedir. Ancak ne denli kompleks bir yol olduğu da tartışı-lagelmektedir. Türk Danıştayının, Anayasa Mahkemesinin verdiği bir kararda kanun kuralının iptal edilmeyip yürürlükte alıkonulması durumunda, Anayasanın “herkesi bağlar” ibaresine karşın, önüne gelebilecek somut bir olayda, iptal olunmayan kuralı (Anayasa Mahkemesinin yorumuna bağlı olmaksızın) kendisinin ve başka mahkemelerin de yorumlayabileceğine karar verdiği hatırlanırsa; Danıştayın tutumu ve 1982’nin “özel mahkeme” yaklaşımı düzeyinde değerlendirdiği yüce mahkeme kararlarının yarışması olasılığı çetin sorunlar içermektedir.Ancak uygun yorum tekniği, maddi Anayasa kavramının kanunlar üzerinde etkinlik sağlaması, kanunların zaman içinde canlılar gibi eskimesiyle doğacak sakıncaları kaldırabilmesi, yargı yolunun sınırlanmaları karşısında başvurulması zorunlu bir araç düzeyine yükselmektedir. Danıştayın ele aldığımız örneklerinde çağdaşları gibi bir normun birden fazla yorumunda, Anayasa ile ahenk içinde bulunan yorumun geçerli olacağı genel kuralını oluşturduğu anlaşılmaktadır. F- ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI, KARAR GEREKÇELERİNİN BAĞLAYICILIĞI VE ÖZELLİKLE KARAR VARYANTI ANAYASAYA UYGUN YORUMUN BAĞLAYICI ETKİSİ 1- Anayasa Mahkemesi Kararları Türk Anayasa Mahkemesinin, 1- YORUMLAYICI-AÇIKLAYICI-, 2- MUTAVASSIT karar türleri olarak 2 tür karar – ara kararlar- geliştirdiği 100 Bir örnek karar için bkz. Aktaran: AZRAK ,“İdari....”, s. 336-337. 43 yazılmıştır 101. Ancak belirtmeliyiz ki, uyarı ve ima verilerini kullandığı kararlar da olmuştur 102. Birinci türde somut bir olayda soyut norm denetiminde, aykırılık itirazı yapılan norm iptal olunmamakta uygunluk denetimi yorumuyla korunmaktadır. Dolayısıyla oluşturulan karar varyantı sonucu, başka mahkemelerin somut olay çözümünde aynı norm uygulamalarını etkilemektedir 103. Ancak çetin sorunlar vardır. Birkez, Anayasa Mahkemesinin verdiği kararların, üç fenomen yönünden (kanun gücü/ kesin hüküm/ bağlayıcı tesir fenomenleri) 104 sorgulanması çelişkilerin olduğunu gösterebilir. İptal kararlarının çeşitlemeleri vardır: a) İptal kararlarının geriye dönük etki yapmaması önemli sorunlar doğurmaya yatkındır. İptal edilen kanun ortadan kalkınca, bir önceki kanun metni geri gelecek midir? Doktrin ve içtihat olumsuz yanıt vermiştir. Şekil yönünden iptalin söz konusu olduğu Anayasa değişikliklerinde durum çetrefillidir.Anayasa Mahkemesi şekil yönünden iptali tartıştığı kararında 105 , yokluk ve iptal yaptırımlarını incelemiş, İPTALİN eski hükme “geçerlik kazandırdığı” sonucuna varmıştır. Burada dikkati çeken şey, olağan iptalden E. ÖZBUDUN-Y. ALİEFENDİOĞLU, “Türk Raporu”, ANAYASA YARGISI, 7. Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı, Ankara 1988, s. 187. 102 AYMK, E. 1989/11, K. 1989/48. 103 AYMK,E. 1985/22, K. 1987/2, 13.01.1987 T. (AYMKD. 23, s.46 ); Y. ULER, “Anayasa Mahkemesi İptal Kararları Geriye Yürür”, Bahri Savcı’ya Armağan, MB Vakfı Y., Ankara 1988, s.525. 104 LANGE’nin gözlemleri ilginçtir: Anayasa Mahkemesi Kararlarının kesin hüküm(bağlayıcı etki), kanungücü niteliklerini sorgulayan yazar, mahkemenin işlevi (Anayasa uygulaması ve somut tartışma kararı, Anayasa Mahkemesi ve politika) üstünde durur. BAĞLAYICILIK KONUSUNU, 1- Subjektif,2-Objektif,3- Zamana ait (geçici) konumla sınıflandırır ( K.LANGE, “Rechtskraft, Bindungswirkung ve Gesetzkraft der Entscheidungen des Bundesverfassungsgericht” ,JuS 1978, s.4-6). Ve sorunu parag. 31 II’ye göre irdeler.Fed. Anayasa Mahkemesi Kararının yasa gücü işleviyle oluştuğunu belirtir ( GG. md.94/2, BverfGG md. 31 II).Karar yayınlanınca “inter omnes” bağlayıcı etki üretir. Objektif bağlayıcılıkta (md.31 II) KARAR FORMÜLÜ yasa gücüne erişmiş demektir. Md.31 I’e göre,kesin hüküm ve bağlayıcılık etkisinde olduğu gibi , karar gerekçelerini doğuran yorumda, oluşan karar formülü uygulamasının da yasa gücüne eriştiği de kabul olunmalıdır ( LANGE,s.7). Özellikle normun Anayasa ile bağdaştırılması halindeki hükmün yasa gücü boyutu, anayasal olma gereğini içeriyorsa “bağlayıcı etki” anlamlı bir biçimde yayılabilir. Bu bağlamda uygun yorumun özel sorunlar üretebileceğine dikkat çekilir. Anayasa Mahkemesi Kararını “ihata eden sebepler” kendiliğinden “kanun gücü” oranıyla kabul olunmuştur (s.7). Örneğin eşitliği koruyan sebepler, yasa gücü düzeyini karara yansıtır.Buradan kalkarak md.31 I’e göre de Anayasa Uygun yorum kararının “bağlayıcılık” etkisi savunulabilecektir. 105 AYMK 73 Sayılı Kararı, 19.10.1971 günlü. 101 44 farklı bir yaptırımın doğmasıdır. Soruna Anayasaya eklenen “halk oylaması” açısından bakmakta da ilginç durumlar doğabilir 106. b) Anayasa Mahkemesi iptalle doğabilecek önemli boşlukları önleme fırsatını kanun koyucuya vermek için kararın ileri bir tarihte yürürlüğünü sağlayabilir. Şu var ki, görülmekte olan davalarda mahkemelerin davranması ne şekil alacaktır? Anayasa Mahkemesi endişelerle iptalin yürürlüğünü geciktirmiş, ancak gerekçeleriyle iptal edilen hükümlerin benimsenmemesini öngörmüştür. Aslında iptal olunan bir hükmün ertelenmesi durumunda, dava mahkemesi aykırılığı bilinen bir normun artık “ihmal” etmelidir. Anayasaya göre yargıçlar Anayasaya göre hükmedeceklerdir (md. 138). Kanaatler ne olursa olsun, aykırılık durumlarının asıl belirleyici öznesi olan Anayasa Mahkemesinin davranışları görmezlikten gelinemez (md. 152). Karar ertelenirse, o sürede idari merciler nasıl davranacaktır? Yargı yerlerinde doğabilecek çekinceler, idare için de geçerli olmaz mı? İptal kararı yürürlüğe gireceği tarihe kadar uzar. Mahkemeler yeni duruma göre karar verme durumundadırlar. Dava açan taraf, iptali bildiği halde yürürlüğün uzaması, adaletsizlik doğurmayacak mıdır? İdare veya hak sahipleri farklı işlemlere taraf olabilecektir. Dolayısıyla güven, kararlılık kalkmakta, eşitsizlik doğmaktadır. Bu yüzden erteleme kararı veren yüce mahkeme en az zarar verebilecek işlemlere yönelmelidir. c) Anayasa Mahkemesinin “yeni uygulama getirmeme”koşulu (md.153/Son) yalnızca yüce mahkemeye emredilmiştir. Ne var ki, onun kararları, öyle ya da böyle uygulanmalıdır. “Bağlı olanların” (md.153/Son) kararların bağlayıcılığını sorgulama yetkisi yoktur. Hakları da yoktur. Ancak “yeni uygulama getirme” tartışmaya değer gözükmektedir 107. ç) Bazı iptal kararları, metnin tamamını veya bazı kısımlarını da etkileyebilir. Bu durumda uygulanamaz hükümler de iptal olunmaktadır. İptale özgün sorunlar burada da mevcuttur. d) Yine “teklif yasağı” (md.1-3) konusu iptal yönünden önemli sorunlar doğurabilir. Anayasa Mahkemesi İptal Kararı gecikir, bu arada halk oylaması yapılıp ( ki, halk oyu bir yürürlük koşuludur: md. 175/6)Anayasa değişikliği kanunu yürürlüğe girse arkadan iptal kararı gelirse ne olacak? 107 Yeni uygulama getirilen iptal, acaba nasıl olabilir? Bu suale tipik bir örnek, Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği 1036 Sayılı Seçim Kanunundaki “engel” –baraj- üstünedir. Engel sayısı iptal olunca, kanun koyucunun öngörmediği klasik d”Hondt usulü ortaya çıkmıştır. ( Bkz. AYMK. : E. 1968/15, K.1968/13, 3-4 ve 6 Mayıs 1968 T. (AYMKD. 6, s.169-175). Öyleyse bir metnin tamamı mı iptal olunacaktır? Sorun zorludur. 106 45 Nihayet iptal kararının klasik bir yaptırım tekniği olduğu söylenebilir. Ama anıldığı gibi “iptal kararı”nın çetin sorunları vardır. Onun için İPTAL kurumu,olgunlaştırılmalıdır. Anayasa Mahkemesinin süre ile kayıtlı olarak ve İŞİN ESASINA girerek verdiği (1982 Ay. Md. 152/4) başka bir karar türü RED KARARI dır. Zaten Anayasada iki karar türünden (İPTAL ve RED) söz edilmekte, başka söyleyişle Anayasa Mahkemesi Kararları red ve iptal biçiminde tecelli etmektedir. Esasa ilişkin red kararı, kanunun Anayasaya uygunluğunu ifade eder. Böyle bir karar verildiği zaman, gerekçeli yayımından 10 yıl geçmedikçe , itiraz edilen hükmün Anayasaya aykırılığı için yeniden başvuru olanaksızdır. Anayasaya sadece kanun için kural koymuştur. Kanun Hükmünde Kararname ve İçtüzük kapsam dışındadır. Ne var ki, RED kuralı karşısında İPTAL olgusuna başvuru olasılığı tahrik edilmiş olabilir. Böyle bir endişe olabilir. Eğer Anayasa Mahkemesi önüne gelen olayda, 10 yıllık süreyi uzun bulursa, belki iptal beyanından kaçmayarak yasama organına bir süre tanıyıp, yürürlüğe girme tarihini erteleyerek bir denge kurmayı deneyebilir (md. 153/3). 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, gerçi kanunun Anayasaya aykırı olamayacağını (md. 103) öngörüyordu ama, bunun bir yaptırımı yoktu. Onun için, o dönemde yargının bocalaması (unutmayalım ki, Danıştayın yorum öğretisinde,belirli bir yorum yolu olarak nitelenmiş karar varyantı Anayasaya uygun yorumu uygulaması ileri bir düzeyi simgeliyordu) yüzünden, “kanun devleti” yakıştırması yapılacaktır 108.Kanunların Anayasaya uygunluğu denetimi, hukuk devleti (Anayasanın üstünlüğü) ilkesinin bir yaptırımı olarak son iki Anayasada öngörülecektir. 1982 Anayasası, kanunların şekil ve esas yönünden Anayasaya uygun olup olmama denetimini, Anayasa Mahkemesine yöneltmiştir. “Anayasaya uygun yorum” yapma diye bir kombinezon mevzuatta bulunmamaktadır. Anayasa yargıçlarının “kanunu muhafaza etme” ilkesi olarak benimsediği karar varyantı uygun yorum daha çok GENEL ESASLAR kısmındaki “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkesine (md. 11: Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz) dayanmaktadır. Kanunların Anayasaya uygun olduğu ilk varsayımına dayanmaktadır. Somut olay Anayasanın çekim E. TEZİÇ, “1982 Anayasasına göre Anayasaya Uygunluğun Denetimi”, İHİD 3, 1982, s. 199. 1924 ve 1961 Anayasaları İŞLEVLER AYRILIĞI YÖNÜNDEN GERÇEK BİR FARK OLDUĞU İZLENİMİNİ VERSE DE, DİKKATLİ BİR İNCELEME DURUMUN ÖYLE OLMADIĞINI GÖSTEREBİLİR. Güneş’in “1924 Meclisinin yapabilip 1961 Meclisinin yapamadığı ne vardır?” suali ilginç görülmektedir (Bkz. T. Güneş, “Devlet Başkanı-Meclis Çatışması”, AÜSBFD. 19, s. 183 (No:2,Haziran 1964). Ayrıca ÖZBUDUN, s. 143-148. 108 46 alanına sokulmaktadır. 1982 Anayasası kuralları, “diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları” yaklaşımıyla yargı organları tarafından uygulanabilmesi ve Anayasa kurallarına dayanabilen davaların açılabilmesini içerdiği savunulabilir 109.O nedenle Anayasaya uygun yorumun özelliği, Anayasa vasıtası ile yargıca “numune” teşkil etmek üzere bir sonuç yazmasında bulunma yönünde yansır 110. O nedenle “karar varyantı” tabirini tercih ettik: Belli bir noktadan ayrılarak başka bir noktadan aynı yolla birleşen ikinci derecedeki yol tanımı vurgulandı. Anayasanın esastan RED önerisi, değişik nedenlere dayanıyor ve pozitif tabanı vardır. Oysa uygun yorum yöntemi, tamamen uygulamanın bulduğu bir hukuki buluştur. Özellikle güçler paylaşımı yönünden yoğun tartışmalara neden olmaktadır. RED kararı ise Anayasa koyucunun emridir. Her nekadar “Anayasaya uygun yorum” denince RED yaptırımındaki benzeşme anlaşılıyorsa da bazı nüanslar görülebilir. 1982 Anayasasının içtihat gelişimine köstek olan red kararı (ki, içtihat belirli bir süre ile kayıtlanamaz, kimi kanun kurallarına dokunulmazlık tanımak olur), iptal olunmayı getirmediğinden, diğer kanun kurallarına göre farklı bir nitelik taşıyan bir kural yaratılmış olacaktır. Oysa karar varyantı uygun yorum kuralda değişiklik doğurmakta, hatta kısmi iptal beyanına yer vermeden aynı işlevi doğurmaktadır. Hatta iptal olunmayan kanun uygulamada, başka bir somut olayda Anayasaya göre hükmetmek zorunda bulunan mahkemeler tarafından belirlenmiş uygun yorum tekniğiyle karşılaşma olasılığı doğabilir (her ne kadar Anayasa kuralları “bağlar” deniliyorsa da). Ve 1982 Anayasası düzeninde Anayasa Mahkemesi eski karar süresini (10 yıl) bekleme durumunda kalacağına göre, Anayasa kurallarını uygulama durumunda olacağı için Alman Anayasa Yargısının uyguladığı karar türünü, şayet somut norm denetimi ile karşı karşıya gelebilirse, red kararına konu olan kural için bu kez, ABD Yüksek Mahkemesinin geliştirdiği yola sapabilir: Aykırılığı saptama kararı verebilir ve bırakır. 1982 Anayasası düzeninde kararlar, herkesi bağladığına göre, tabiri caiz ise “kural ölür” ama iptal edilmemiş olur. Aykırı durumun saptanması durumunda kimse aykırı kuralı uygulayamaz. Amaç uygunluğu saptamak değil midir? Anayasaya uygun yorumun çeşitlemeleri vardır: Anayasaya uygun boşluk doldurma, Anayasaya uygun kanun düzeltimi 111 ve bu çalışmanın konusu olan Anayasaya uygun yorum varyantı. Bu konuların çakıştığı, 109 O. ALDIKAÇTI, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul 1978,s.196. 110 Bu çalışmanın uygun yorumu sorgulayan bölümlerine bakınız. 111 Özellikle ANAYASAYA UYGUN BOŞLUK DOLDURMA ve KANUN DÜZELTİMİ konuları için bk.PRÜMM, s. 178 vd., 239 vd. 47 çeliştiği yönler vardır. Uygulamada bu kavramların karıştırıldığıa tanık olunabilir. 2. Anayasa Mahkemesi Kararlarının Bağlayıcılığı Hukukun yürürlük kaynakları arasında bulunan mahkeme kararları (jurisprudence) bağlayıcı değil, yardımcı kaynak olma işlevi görür. Alt mahkeme kararları kendilerini bağlamaz, başka mahkemeleri de bağlamaz. Bilindiği gibi alt mahkemeler eski içtihatlarından dönebilirler. Şu var ki, mahkemeler verdikleri kararları sürdürdükleri gibi, başka mahkeme kararlarına da başvurabilirler. Üstelik yargıçların yükselme sorunları, Danıştay ve Yargıtayın kararlarına uymaya zorlamaktadır. Ancak yüksek mahkemelerin İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KARARLARI, Anayasa Hukukunun yürürlük kaynakları arasında yardımcı kaynak değil, BAĞLAYICI (DOĞRUDAN YÜRÜRLÜK KAYNAĞI) niteliğe sahiptir. Bu sonuncu karar tipi, Anayasa Hukuku ile doğrudan ilgili bulunmasalar da, bağlayıcılığının dolaylı etki yaptığı söylenebilir 112 . Anayasa Hukukunun yürürlük kaynakları arasında mahkeme kararlarını iki biçimde ele almak olasıdır: 1- İçtihadı Birleştirme Kararları, 2- Anayasa Mahkemesi Kararları. Yüksek mahkemenin çeşitli biçimlerde doğan kararlarının aralarındaki çelişkileri kaldırıp hukuk güvenliğini korumak için İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KURUMU doğmuştur. Hukukumuzda bu yolu önce Yargıtay uygulamış, sonra diğer yüksek mahkemeler de aynı yola gitmiştir. Bu karar türü bağlayıcı güçte “yeni bir hukuk kuralı” ürettikleri için “yürürlük kaynağı”dır. Resmi gazetede yayımlanan İçtihadı Birleştirme Kararları, kararı verenler tarafından değiştirilinceye dek, alt mahkemeleri bağlarlar 113. Söylemeliyiz ki, Yargıtay ve Danıştay’ın İçtihadı Birleştirme Kararları “yasama niteliği”ni içerirler. Bunun nedeni, bu tür kararların verilmesinde objektif davranılması, sorunun çözümünün yanında “bir ilkenin ortaya konulması” yaklaşımıdır. Doğal Olarak yeni bir ilkenin ortaya konması (yeni kural üretmek), hukukun yürürlük kaynağına dahil olacaktır. Bk. Erdoğan TEZİÇ, Anayasa Hukuku, İstanbul, 1986, s 68-71, s. 68-71; T.B. BALTA, İdare Hukuku I, AÜSBFY. 236, Ankara 1970/72, s. 185 vd. 113 Yargıtay Kanununa (2797/md. 45 fıkra 5) göre “İçtihadı Birleştirme Kararları benzer hukuki konularda Yargıtay Genel Kurullarını , dairelerini ve adliye mahkemelerini bağlar”. Yine Danıştay Kanununa bakılırsa (md. 40), bu karar türüne uyulma zorunluğu olduğu yinelenmektedir. İçtihadı Birleştirme Kararları KONUSUNDA BAZI SORUNLAR İÇİN bkz. Baki KURU, İçtihatların Birleştirilmesi Yolu ile ilgili Bazı Sorunlar, AÜHFY. 415, Ankara 1977 ve N. BİLGE, “Yargısal İçtihadın Bağlayıcılığı ve İçtihadı Birleştirme Kararları”, Recai Seçkin’e Armağan, AÜHFY. 351, Ankara 1974. 112 48 Yargıtay’ın tanımına göre “bir konunun içtihadı Birleştirme Kararıyla aydınlanması, ameli sonuç bakımından o konuda yeni bir kanun çıkarılması anlamına gelmektedir 114. Anayasa Mahkemesi Kararları: Anayasa Mahkemesinin Kararları da bağlayıcı nitelikli ve “kesindir” (md.153/1); “hemen yayımlanır... gerçek ve tüzel kişileri bağlar” (md. 153/Son). “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır (md. 11). Aynı doğrultuda hükümler, yüce mahkemenin organik kanununda da vardır (md.54) Önce şunu saptamalıyız: Anayasaya uymamak ihlal suçunu oluşturur. Anayasa hükümleri eşit, herkesi bağlayıcı temel hukuk kurallarıdır. Anayasa Mahkemesi Kararlarının kesinliği, bağlayıcılığı kuralı, anılan maddede saptanmıştır. Öyleyse “bağlayıcılık” kesin şeklidir, savsaklanamaz. Hatta Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliklerini (kendi deyimiyle “esasın biçim yönünden incelenmesi”ni yaparken) bir tür “Anayasa üstü normlar” oluşturarak denetleyip kararlar 115 verebilmiş ve bu kararların “Anayasal düzenlemeyi değiştirici, kurucu işlev yaptığı”izlenebilir. İncelemesinde az da olsa görüleceği gibi, Fed. Alman Sistemiyle Türk Sistemi arasındaki bariz fark, Anayasa Mahkemesi Kararlarının ayrım yapmadan, değinilen 3 fenomenden birisini yoğun bir biçimde içermektedir: Bağlayıcılık. Bir kez, mahkemenin Anayasaya aykırılığı saptadığı durumlarda verdiği kararların herkes için bir hüküm (erga omnes) ifade edeceği klasik yaklaşımdır. Fed. Alman BverGG paragraf 31 II’ye göre, bir kanunun Anayasa ile bağdaşması veya bağdaşmaması hakkında, eğer BVerG Kararı, butlan saptaması yaparsa, bu kararın gücü “kanun gücü” fenomenini içerir 116. Türk Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının da aynı güce sahip olduğunda kuşku Bk. YHGK’nun 4/7-1-21 Sayılı Kararı (20.02.1963 günlü): ADALET DERGİSİ 1963/5, S. 776-777. KURU, s. 10; TEZİÇ, s. 70. Ne var ki, yüksek mahkemelerin İ. Birleştirme Kararlarıyla “kural işlem” yapma durumu Anayasanın öngördüğü işlevler ayrılığına (md.79) tezat teşkil edebilir. Bunun nedeni, bağlayıcılığın yargıç bağımsızlığını zedeleyici yetenekli (md. 138) olmasındandır. İçtihatların B. Kararının Türk Sistemine özgü olduğu yazılmıştır. Kıta Avrupası’nda benzer durumun olmadığı belirtilmiştir (Bk. KURU, s. 1213; BİLGE, s. 281; TEZİÇ, s.71, dpn.2) Anayasa Mahkemesi ise İ. Birleştirme Kararının bir “kanun koyma” olmadığını söyler (AYMK.: E. 1969/38, K. 1969734, 12.6.969 T.). 115 TEZİÇ, s.71-72, ÖZBUDUN, s. 127-131.. 116 SCHLAICH, s. 210 ve bu çalışmada değinilmiş... 114 49 yoktur. Alman Anayasası (md. 94/2),hangi durumlarda “kanun gücü” işlevine sahip olunacağının bir Birlik Kanunu (federal) ile düzenleneceğini yazar. Türk Anayasası ise iptal kararının yayınlandığı tarihte iptal olunan metin “yürürlükten kalkar” dendiğine göre (md. 153/3) kanun koyucunun bir kanunu “ilga” olayı ile arasında bir fark yoktur. Şu var ki, Anayasa Mahkemesi hukuki gerekçelere dayanarak sonuç üretmekte, yasama ise siyasi tercihlere dayanarak sonuca gitmektedir 117. Türk Hukukunda kurallar kademesine bakıldığında ilk sırada Anayasa, Anayasa teamülleri ve Anayasa Mahkemesi Kararları bulunmaktadır. Onun için yüce mahkeme kararlarının gereğinin yapılması büyük önem taşımaktadır. Onların savsaklanması kanımca Anayasa hükümlerinin ihlalleri boyutunda görülebilir. Gereken durumlarda, Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi erteleyebilir. Söz konusu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak 1 yılı geçemez (md. 153/3). Kanun iptal olunmasına karşın, yürürlüğün ertelenmesi, kanun düzeninde boşluk doğmasın diye olabilir. Almanya ve İtalya’da İptal Beyanı ertelenemez. Avusturya Anayasası (md. 140) da erteleme hükmü içermektedir. Ancak iptalin yürürlüğünün ertelenmesi sorunlar doğurabilir. Anayasaya aykırı bulunan kanun yürürlüktedir. Anayasaya aykırılık itirazı, somut bir olay davasında yeniden ileri sürülebilir. Mahkemeler ya süre sonunu bekler, ya da itiraz yoluna gidebilirler. Dava Anayasa Mahkemesine aktarılmışsa, mahkeme eski iptal kararına yollama yapıp durumu saptama ile yetinmektedir. 1961 Anayasasına göre (md. 152/4), aykırılık itirazlarına karşı Anayasa Mahkemesi vereceği kararın olayla sınırlı, sadece tarafları bağlayıcı (inter partes) olabileceğine de karar verebiliyordu. Uygulamada bu yol bir kez denendi. Mahkeme “bekletici sorunu çözmezse”, dava Mahkemesi “nisbi mahkeme” olarak çalışıp, kesin hüküm değil, kanun hükmünü yok sayabilecekti. Kararlar taraflar arasında sonuç doğurur. Karar aykırılığı saptama olarak yansır. Bu yaklaşımın, kanunun genellik ilkesine ters düşeceği açıktır. 1982 Anayasası inter partes kuralına değinmez, ancak yasaklama hükmüne de rastlanmaz 118. 1961 Anayasası evresinde RED kararlarının bağlayıcılığı, karar konusu dava ve itiraza ilişkin idi. RED kararına konu olan norm daha sonra, yeniden itiraza uğrayabiliyordu. 1982 Anayasası ise “esastan red” sonucuna TEZİÇ, s. 214-215. Uygulama örnekleri için bkz. S.215(dpn.1) TEZİÇ uygulamada zayıf bir ihtimal de olsa, mahkemeler inter partes kuralını uygulayabilirler demektedir ( TEZİÇ, s.211-212, dpn.3) 117 118 50 gidilmesi durumunda, dava konusu normu 10 yıl dondurmaktadır. Bu süre içinde iptal ve red kararlarının “bağlayıcılığı” aynı konumludur. Federal Anayasa Yargısında (BverG) BAĞLAYICI ETKİNİN anlamı, yalnızca KARAR BEYANINI ve ilgili KARAR SEBEPLERİNİ kapsar. Türk Anayasa Mahkemesinin Anayasada belirtilen İPTAL ve RED kararlarından başka kararların BAĞLAYICILIĞI konusuna gelince buna cevap vermek için Federal Alman Anayasa Yargısının kararlarının 3 fenomeni doğrultusunda düşünülebilir. Türk Anayasa Mahkemesi Karalarının bağlayıcılığı sorununda hiçbir kuşku duyulamaz. Çünkü Anayasanın buna amir olduğu çok açıktır. Anayasa Mahkemesi ne tür bir karar verirse versin, o tartışılamaz, doğrultusunda yürüme zorunluğu vardır. Fed. Alman Anayasa Yargısında, kanunun Anayasa ile bağdaştığını, bağdaşmadığını veya hükümsüzlüğünü kararlaştırsa, karar ya bozma yönünden olumsuz, ya “tespit” bakımından olumlu kanun gücünü yansıtacaktır. Kararları yayımlama yükümlüğü vardır. (BverG/parag.31/2). Ancak Mahkemenin verdiği kararların olası kanun gücünde oluşunu kendisinin belirlediğini, esaslı norm denetiminde “gerekçe”den öğrenmekteyiz. Çoğu kararlarında itirazı reddetme, itiraz olunan kararları bozmakla yetinen mahkeme, konu ile ilgili saptamasında metinde açık ve kesin olarak belirtme olanağından da yararlanmadığını gözlemlemekteyiz. Karar gerekçesinin de ayrıntılı her açıklamayı içermediği, içerikten koparılmış sözlerin kutsallaştırılmış olmasının hoş karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Uygulamada bütün soruların cevaplandırılmadığını söyleyebiliriz. Özellikle konuları daha yakından izleyebilecek mahkemelerin işi olabilecek somut olaylarda, basit kanunların yorumlanmasını içeren olaylarda “bağlayıcı etkiye” sebep olmamaya özen gösterilmektedir. Şu var ki, Anayasanın ölçüt normlarını bir kanunun yorumlanması için bağlayıcı biçimde saptamak, herhalde yüksek mahkemenin görevidir. Eğer bir normun bağdaşmazlığı saptanırsa, hiçbir mahkeme Anayasaya uygunluğu gösteremez. Anayasa her şeyden önce yargıca, Anayasaya göre hükmetme görevini vermiştir. İptal edilen bir karar yürürlüğe girmese veya yürürlüğü ertelense de (ilkinde bir şekilde duyulması), yargıç iptal hükmünü uygulamaz. Uyuşmazlık Mahkemesi ve Danıştay’ın iptal kararının yürürlüğe girmemiş olması durumunda dahi, aykırılığı saptanmış olan 51 normun uygulanmayacağını belirten kararları vardır 119. Bunun sebebi yüce mahkeme kararlarının bağlayıcılığıdır. Aslında iptal kararının açıklanması, “geçici önlem” işlevi görecektir. “Gerekçe yazılmadan açıklanamaz” kuralına (md. 153/1) ise ters düşmektedir. Bu ayrı bir konudur. Yaptırımı gerektirir. Ama ne olursa olsun, aykırılığın saptanmasını öğrenme, vicdani kanaatine göre de hüküm verecek olan yargıcı engelleme donelerine sahiptir. Federal Alman Anayasa Mahkemesi, bir normun aykırılığını beyan etmesinden sonra, kararın bağlayıcılığından ötürü, kanun koyucu aynı metni yeniden çıkaramaz 120. Türk Anayasa Yargısında da iptal olayının gerçekleşmesinden sonra meydana gelen bağlayıcılıkta ilk sıra yasama organına verilmiştir. Anayasanın değinilen emrine göre iptal olunan bir norm yinelenemez. Anayasa Mahkemesi bir kararında, soyut ve somut norm denetimi davalarında, itiraz olunan normun anlamını “kendi hukuki görüş ve anlayışına göre yorumlayarak” sonuca gittiğini, bu sonucun 153. madde kapsamında bağlayıcı olacağını vurgulamıştır. Daha da ilginci “az da olsa kimi yargı yerleri bu yorumla kendilerini bağlı saymamakta ve dolayısıyla Anayasaya aykırı yorumların sürüp gitmesine ve değişik uygulamalara neden olma” tehlikesine de dikkat çeker 121. Şurası muhakkak ki, yüce mahkeme kararlarının yetersiz olma ihtimali bir yana, onların tartışılması için değil uyulması için çıkarıldıkları açıktır. Hatta Anayasa Mahkemesi kararlarının, Anayasa kurallarının türevi olduğu açıktır. Kanımca onlara uymama ile Anayasa kurallarına uymama yaptırımı aynı kefededir. Nihayet Anayasa Mahkemesi Kararlarının BAĞLAYICI TESİRİ, hukuk devleti ve kamu yararına uygun davranma ilkeleriyle çakışır. Karara muhatap olanlar, onun gereğini yerine getirme yükümlülüğü taşırlar. Örneğin Uyuşmazlık Mahkemesi, iptal olunan bir Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girmesini beklememiş ve önüne gelen davalarda uygulamamıştır.: “Henüz hukuki sonuçları tamamlanmamış ve hukuki sonuçlar doğurmaya devam eden bir kural tasarrufta, iptal kararından sonra geçerlik tanımak mümkün değildir. Anayasanın bağlayıcılığı, Türk Amayasa Mahkemesi Kararlarının tüm devlet organlarının uyma zorunluğu ve Anayasanın üstünlüğü, Anayasaya aykırılığın saptanmasından sonra, uygulama alanı bulmasını kesinlikle” önleme durumu vardır. ( E. 1989/48: R.G. 20410, 22 Ocak 1990 Tarihli). Bu vadide, Danıştayın kararlarını izleme olanağını bulabiliriz: Bk.5.D.E. 1989/779, dd. 78-79; 6. D.,E. 1991/2202, K. 1991/2290, 06.11.1991T. 120 BverfGE 1, 14(36 f.). 121 Bk. AYMK.: E. 1985/22, AYMKD.23. 119 52 3. Anayasa Mahkemesi Kararlarının Gerekçesi ile Bağlı Olma ve “Uygun Yorum” Gerekçesi 1982 Anayasasına göre, iptal kararlarının “gerekçesi” yazılmadan açıklanmaz (153/1). Ve organik kanuna göre de “Anayasa Mahkemesi Kararları GEREKÇELİ olarak yazılır... ilgililere bu şekliyle tebliğ olunur” (md. 53/1). İkinci fıkrasında ise, Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin olduğu ve iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan açıklanamayacağı belirtilmektedir. Kanımca iptal kararlarının “gerekçe” yazılması zorunluğu, Anayasaya aykırılık saptamasının açıklanmasının “geçici önlem” işlevi görmesini veya niteliğini önlemektir. 1961 Anayasası dönemini geride bırakmaktadır. Şimdi önemli bir sorun olan Anayasa Mahkemesi Kararları gerekçesini sorgulamakta fayda vardır. Özellikle sistematik yorum türünün özel bir modeli olan Karar Varyantı Anayasaya Uygun Yorum açısından sorun daha da önem arzetmektedir. Çünkü bu karar varyantında, adeta hüküm fıkrası gerekçeye dönüşmüştür. Kararın ne demek istediği gerekçede yoğunlaşmıştır. Bir kez Usul Hukukunun çözümünde (HUMK. 237) GEREKÇE, maddi anlamda kesinlik ve yalnız hüküm fıkrasına yönelik olup HÜKMÜN GEREKÇESİNİN “kesin hüküm” gücünün olmadığı şeklinde ifade olunmaktadır. Ancak bazı durumlarda, “hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı gerekçe” kesin hüküm teşkil etmektedir. “Kesin hüküm” ancak konusunu teşkil eden husus hakkında geçerlidir ve bu kararlar sadece ilişkin oldukları “usuli mesele” hakkında (hükümden başka nihai kararlar kastediliyor, davayı esasından halleden “hükümler” maddi anlamda kesin hükümdür) kesin hüküm teşkil ederler. Kesin hüküm, önce hükmü veren dahil bütün mahkemeleri (genel ve özel)bağlayıcı etki doğurur. GEREKÇE,olayda –davada- saptanan maddi “vakıalar ve hüküm fıkrası arasında köprü görevi görür. Hükmün dayandığı hukuki esasları açıklar. Hüküm fıkrası ise hükmün esasını simgeler. Hüküm fıkrasında neye hükmedildiği açıkça gösterilir 122 Anayasa Mahkemesi yargılama usulleri kanunla gösterilir (md. 149/3). Organik kanuna (md. 53) baktığımızda, kararların sadece “gerekçeli” yazılacağı ve herkesi “bağlaması”nın kesin olduğu yazılıdır. 1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi Kararlarının kesin olduğunu ve “gerekçeli” yazılmalarını (md. 152/1) emreder. Aynı durum 1982 Anayasasının organik kanununa nakledilir. Yine 961’e göre “bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olmak zorundadır” (md. 135). İtalya Anayasası da (md. 111) aynı paraleldedir. Her iki Anayasa bir “tepki” 122 Bk. B. KURU, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 1974, s. 496-503, 802 vd. 53 niteliğiyle doğacaktır. Anılan nitelikteki kuralların Anayasaya girmesi için BİR NEDEN olması gerekir. Anayasa “gerekçe” görevini açıklamış (982 ise, organik kanununa bırakmış), öyleyse şu suali sormalıyız: Usul Kanunları Anayasaya uygun mudur? “Heteronom”, özerk boşluk var mıdır? GEREKÇENİN kapsam olarak sınırı nedir? Elbette bu sualler, “gerekçe”yi anayasal kural düzeyine getiren “amaca”nazaran cevaplandırılabilir. Bir kez “karar verme yetkisi” ile “gerekçe göstermek görevi” sorgulanmalıdır. Her ikisinin nedeni aynı değildir. Bir görüşe göre, “yargı yetkisi”nin millet adına kullanılacağı (md.9) kuralıyla, bütün mahkemelerin her türlü kararlarının “gerekçeli” olacağı (md. 141) kuralı arasında bağlantı vardır. İkinci kural, birincisinin uygulamasını simgeler. Çünkü “gerekçe” “yetki” nin yerinde kullanılıp kullanılmadığının denetlenmesini sağlayan bir kurumdur. “Takdir”, keyfilikten gerekçesiyle ayrılmaktadır. Yine hükmün nedenini (ratio decidendi) öğrenme hakkı, sadece taraflara değil, kamuya da tanınmış bulunmaktadır. GEREKÇE zorunluğunun Anayasalarda bulunmasının bir anlamı bu olabilir. Ve Yargıtay yasal olmayan “gerekçe” kavramını kullanarak kararları bozmuştur. Bunun izahı Anayasadaki “gerekçe” zorunluğuna bağlanabilir. Böylece yargıcın kanunlara bağlılığı denetimi sağlanmaktadır. Denebilir ki, bir hükmü “meşrulaştıran” gerekçedir. Mahkeme kararlarında gerekçe gelecek içindir 123. Basit tanımıyla gerekçe, hüküm fıkrasının üzerine oturtulmuş olduğu “sütunlar”dır. Malzemesini hukuk biliminden toplayan bu sütunları, hüküm fıkrasından ayrı düşünebilmek olanaksızdır. Herşeyden önce Anayasa Yargısı ve Anayasa Yargıcını, Anayasa Hukukunun temel unsuru yapan, yargıç konumunu simgeleyen, Anayasa gerçeğini oluşturan güç, Anayasa Mahkemesi Kararlarının gerekçesidir. Anayasa yargıcı, Anayasanın ne olduğunu gerekçede yansıtır. Anayasanın somutlaşan ipuçlarını orada görürüz. Böyle olunca, yüce mahkeme kararlarının öneminden dolayı, gerekçenin de “bağlayıcılık” işlevi yapabileceği düşünülebilir. Bir görüşe göre de gerekçenin bağlayıcılığından çok “yol gösterici” ve “açıklayıcı” olması söz konusudur. Aksini savunanlar şu teze dayanır: Anayasa ayrım yapmadan (Anayasa Mahkemesi Kararları ... bağlar), yazıldığı biçimde (md. 11 ve 153/ Son, Organik K. md. 53) organ, kurum ve kişileri bağlar.Üstelik kararların hüküm fıkrası ve gerekçe ile bir bütün oluşturması, bağlayıcı etkiyi gerekçeye de yayar. Anayasa Mahkemesi özelliği olmasına karşın, yargısal görev yapmaktadır. Sorunun çözümü için 123 Faruk EREM, “Mahkeme Kararları Gerekçeli Olmalı”, MİLLİYET, 13 Eylül 1979. 54 Alman ve Fransız sistemlerinin takip ettiği yol, bizim hukukumuzda uygulanabilir. Hatta daha kolay savunulabilir 124. Federal Anayasa Yargısının çözümünü hatırlayalım: Hükme dayanak olan gerektirici nedenler (”ihata eden sebepler”), hüküm fıkrasına dahildir. BverG’in bir Anayasaya uygun yorumu, mahkemenin kararının özel bağlayıcı etkisine iştirak eder veya bu yoruma özel bağlayıcılık etkisi payı çıkarılır. Başka mahkemelerle, Anayasa Mahkemesinin uygun yorumunun bu özel bağlayıcılık etkisi yönünden farkı vardır. Örneğin Anayasa Şikayeti hükmü çerçevesinde, kaide olarak sadece Anayasaya uygun yorum gerekçeleri vuku bulur 125 ve sonuçta onun bağlayıcı etkisi oluşur. Türk Anayasa Mahkemesi karar varyantı uygun yorumu da gerekçede yoğunlaştığından (norm denetim usulü çerçevesinde), sunulmuş olan Anayasaya uygun gerekçeler “meali” oluşturur; metne raptedilmiştir ve dolayısıyla husule gelmiş olan gerekçeler bağlayıcı olur 126. Türk Anayasası kararların bağlayıcılığını yoğun bir şekilde yansıttığına göre, Anayasa Mahkemesinin Anayasaya aykırılıktan, belirlenmiş bir yorumu (basit bir kanunun), Anayasayla birleşimin- ahenk içinde olan yorumunun gerekçesi, daha doğrusu hükmü oluşturan gerekçesi çözüm sağladığı için özel bir bağlayıcı etki doğuracaktır. Anılan kararların üç fenomeninden biri olan “bağlayıcı etki” üretme, sistematik yorumun özel bir biçimi olan Anayasaya uygun yorumun (metni taşıyan gerekçe) özel bir bağlayıcılık etkisi oluşturacaktır. Diğer mahkemeler önüne gelen bir olayda, bu yorum türünü görmezlikten gelemez. 1982 Anayasasının özel konumu, onun monopolünü simgeler. Türk Anayasa Mahkemesi de bir kararında 127 KARAR GEREKÇELERİNİN BAĞLAYICILIĞINI, yerleşik görüşü olarak vurgulamıştır: “Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği gibi bağlayıcılık kararlarının sonucu kadar, GEREKÇELERİ yönünden de geçerlidir... yasa koyucu aynı konuda çıkaracağı yeni yasada Anayasa ÇAĞLAR, s. 193 (dpn.113) SCHLAICH, s. 186. Alman Anayasa Mahkemesinin KARARIN HÜKÜM FIKRASI ile sınırlı bulunmayıp GEREKÇEYİ de içerdiğini ,özellikle GEREKÇEYİ yasada bir açıklık olmadığı durumlarda, “bağlayıcılık” işlevini hükme kaynaklık eden sebeplere (tragende Gründe) yaydığı (teşmil) bilinmektedir(Bk. SAĞLAM, “Die Auswirkungen der Verfassungsgerichtsbarkeit auf die Emtwicklunk des öffentlichen Rechts und der politischen Ordnung” : Neue Entwicklungen im öffentlichen Recht, Stuttgart 1979, s.164. 126 BverfGE 42, 258 (260). Kararda BverfGG 31 I’e göre, basit bir kanunun “muayyen bir yorumunun” bağlayıcı olduğu vurgulanıyor. Bütün başka mahkemelerin kararla bağlı olacağı ifade olunuyor. 127 Bk. AYMK.: E.1991/27(R.G.21126, 29.01.1992 günlü). 124 125 55 Mahkemesi kararının sonucu ile birlikte gerekçesini de göz önünde bulundurması gerekmektedir”. Karar gerekçelerinin bağlayıcılığının neden Anayasaya uygun yorumda önemli olduğunu anlattık. Aslında bu özel yorum yolunda, gerekçe zorunlu duruma gelmektedir 128. Eğer Anayasa Mahkemesi Karar gerekçesi bağlayıcı etki yaratmazsa, Anayasaya uygun yorum metni (meali) boşlukta kalacak, anlamsızlaşacaktır. Çünkü bu karar varyantı, birden çok yorum arasında Anayasaya uygun olanı çerçeveliyor. Bu çerçeve içinde Anayasa somutlaşıyor, çözüm oluşturuyor. Elbette bir uygun yorum kararının etkili olabilmesi, onun hukuk dünyasında benimsenmesi, gerekçesinin kabul olunmasına bağlıdır. Hukuk düzeninin birliği niteliğini içeren Anayasaya uygun yorumun nazarı dikkate alınmaması düşünülemez. Ne var ki, gerek Alman doktrininde, gerek Türk doktrininde ve uygulamaklarında yoğun tartışması olan (hala da oluyor) bu özel yorum modelinden, pragmatik nedenlerle ayrılmanın olanaksızlığı da ortadadır. Örneğin bir karşı oy yazısında şunları okuyoruz: “Yorumlu red kararları, kuramsal bir kriterin ürünüdür... hukuk devleti olmayı bütün kurum ve kurallarıyla gerçekleştirememiş, hukuka saygıyı ve uygar düşünceyi yerleştirememiş ülkemizde, yorumlu red kararlarının bağlayıcılığı tartışmalı olduğu gibi, çoğu kez de uygulanmamaktadır”. Anayasa Mahkemesi “Süper EMEKLİLERİN maaşları” ile ilgili dondurma davasında, KANUN KOYUCUYA YOL GÖSTEREREK (uyarı türü ki, gerekçe önem kazanıyor) mağduriyetin engellenmesi istenmektedir. Ancak sonuçta, yasamanın “takdir yetkisi” olduğuna ve karar gerekçesinin bağlayıcı olmadığı ifadesine de yer vermişti 129. Başka bir kararda, yasama ve yürütmeye öneride bulunmaktan çekindiğini izlemekteyiz 130. Demek ki, henüz net bir tavır izleme olanağı yoktur. Anayasa Mahkemesi, türban kararında 131 Anayasanın 153. maddesinin son fıkrasına göre kararlarının bağlayıcı olduğunu saptar ve mahkemenin Anayasaya aykırılık bazında ulaştığı yargının uyulması gereken bir yargı olduğuna dikkat çekilir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi Kararlarının “bağlayıcılık” fenomenine açıklık getirmiş olduğunu işaretlemeliyim. Dahası başka bir kararında, 132 “bağlayıcılık” için “kararların sonucu kadar gerekçeleri yönünden de geçerlidir” sonucuna varmaktadır. 128 Bk. Y. ULUER, “Anayasa Mahkemesi İptal Kararı geriye yürür”, s.525 (ULUER, yorumlu kararların bağlayıcı olduğunu yazmaktadır). 129 AYMK.: E. 1989/11(R.G. 22.01.1990 günlü) 130 AYMK.: E 1989/14(R.G. 20449, 02.03.1990 günlü) 131 AYM., K. 1991/8, AYMKD 27, s 303. 132 AYM., K. 1991/50 AYMKD 27/2, s. 700 56 Danıştay da bir kararında 133, Anayasa Mahkemesi yorumu ile bağlı olmadığını açıklamıştır. Tartışmaya Yargıtay Başkanı da katılmıştır: “Bir yasa Anayasaya hepsi de olmak kaydıyla, birden fazla yorumlanabiliyorsa, bunlardan hangisinin daha isabetli olacağını tayin yetkisi, Anayasa Mahkemesine değil, yerel mahkemelere ve nihai safhada diğer yüksek mahkemelere aittir. Anayasa ve yasalar maddi olayları inceleyip değerlendirebilecek olan dava mahkemelerinin yorumlarıyla ... anlam kazanacaklardır 134. Bazı yargı yerlerinin, Anayasa Mahkemesi Kararlarında hata gördükleri zaman, kendilerini gerekçe göstererek bağlı saymadıkları da izlenebilmektedir 135. Dolayısıyla karar gerekçelerinin bazı sakıncalar doğurabileceği de söylenebilir. Ancak gerekçelerin usul hukukunda olduğu gibi, hüküm fıkrası ile temas sağladığı durumlarda veya kararı taşıdığı bölümleriyle bağlayıcı etki doğurması akla daha yakın gelebilir. Hukukta istikrar ilkesi, hukuk kurallarının yargı yerlerince serbestçe yorumlanmasını engelleyici işlev taşımaktadır. Temyiz incelemesi, İçtihatları Birleştirme önemli mekanizmalardır. Bu durum Anayasa hükümlerinin yorumlanmasında da Anayasa Mahkemesini ön plana atar. Doğal olarak böylesi yorumda yüce mahkemenin üstünlüğü, önceliği vardır. Diğer mahkemelerin böyle bir yoruma bağlı olmasını savunabilecek veriler mevzuatta vardır 136. İstikrar ilkesi karar gerekçelerin bağlayıcılığını da içermektedir 137. Özetle son bir analizle, Anayasanın 153. maddesinin son fıkrası açıkça BAĞLAYICILIK emrini içerir. Bu bağlayıcılık yaklaşımı, Anayasanın 138. maddesinin son fıkrasında genel biçimde bütün mahkeme kararları için öngörülmüş olan bağlayıcılık yaklaşımından değişik özel bir kural konumludur. Çünkü 138. maddedeki bağlayıcılık sadece yasama ve yürütme organları ile İDAREYE yönelik olduğu görülebilir. Oysa 153. madde içeriği, “bağlayıcılığı” aynı zamanda yargı organı, gerçek ve tüzel kişilere de yöneltilmiştir. Kanımca bu yaklaşım farkı, öteki yüksek mahkemelere karşı bir üstünlük amacıyla getirilmemiş, aksine Anayasaya uygunluk denetiminde, Anayasa MAHKEMESİNİN yetki monopolünü sağlamak bazında öngörülmüş bulunmaktadır. O nedenle diğer yüksek Değinildi Bk. MİLLİYET, 7 Eylül 1991. 135 Bk. 8.D., E. 1986/402(yukarda anıldı). 136 Bk. DURAN, “Türkiye’de Anayasa Yargısının İşlevi “ANAYASA YARGISI, 1984, s. 82. 137 Bk. ÖZBUDUN-ALİEFENDİOĞLU, s. 192(Anayasa Mahkemesi kendi yorumu ile bağlı değildir). 133 134 57 mahkemelerin bu monopole uyması gerektiği açıktır. Dolayısıyla 153. maddenin içeriksel yaklaşımının sağladığı bağlayıcılık, sadece Anayasa Mahkemesi KARAR hüküm fıkrası ile sınırlı değildir. Bu bağlayıcılık gerekçeyi de simgelemektedir. Anayasanın 153. maddesi çözümlemesi, Alman yaklaşımından daha da açıktır. Çünkü, Anayasa iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan “açıklanamayacağı”nı, iptal olunan yasa veya kuralın Resmi Gazetede yayımla ortadan kalkacağı ve BAĞLAYICILIĞIN da söz konusu “yayım”la başlayacağını saptamıştır. Demek ki, gerekçenin söylemek gerekirse en azından hükme kaynaklık eden bölümüyle, başka deyişle, hükmü “ihata eden” sebepler bölümüyle bağlayıcı düzeyde olacağı söylenebilir. Bir başka gözlem olarak,153. madde bağlayıcılığının iptal kararlarından çok, Anayasaya aykırılığın reddi kararlarındaki “gerekçeler” bağlamında ve yargı organına yönelik önem taşıdığının altı çizilmelidir. Çünkü 153. madde 3. fıkrası esasen iptal kararlarının bağlayıcılığını içerir. Ve iptal edilen hüküm, gerekçeli yayımla ya da ERTELENMİŞSE, erteleme tarihinde ortadan kalkar. Anayasanın saptadığı bu duruma karşı, bu düzenleme sonucunun sağlanması yönünde başkaca bir “bağlayıcılık” kuralı gerekli değildir. Şu var ki, iptal gerekçesi, iptal ile doğabilecek yasal boşluğun doldurulması dayanağı olarak gerekli görülebilir. O nedenle, Anayasa Mahkemesi Kararının bağlayıcılığı, öncelikle Karar Varyantı Anayasaya Uygun Yorum Kararları bağlamında ve üstüne basarak söylenmeli ki, yargı organına ait bir anlam, bir önem yansıtmaktadır. Kuşkusuz öteki yüksek mahkemeler, yetkilerini yerine getirirken Anayasa Mahkemesi UYGUN YORUM karar örneğine uymak zorunluğu içindedir. Tersine bir eğilim, Anayasa Mahkemesi yetki alanına girme demektir. Anayasa Mahkemesi, önüne aykırılık savıyla gelmiş bir kuralı Anayasaya uygun bir anlam vererek iptal yoluna girmemiştir. Ancak altını çizeceğimiz bir husus da denetime alınan kural, Anayasaya aykırı bir anlamda yorumlanıp uygulanması sağlanırsa anayasal yargı alanına haksız bir müdahale olmuş olacaktır. İtiraz davaları için getirilmiş on yıllık süre, değinilen haksız müdahale ile birlikte düşünülürse işin boyutu çok önem 58 kazanmış olacaktır 138. Sorun çözümü konusunda olan hukuk ( de lege late ) ve olması gereken hukuk (de lege ferande) boyutlarıyla hareket olanağı vardır: Olan hukuk boyutu çözümünde Anayasa Mahkemesi dışındaki yüksek yargı yerleri, bu mahkemenin kararlarına kesintisiz uymalıdır. Ama bırakınız bu saptamayı, böyle bir yola girme eğilimi dahi gözlenmemektedir. Bu yaklaşımın sürdürülmesi, Anayasa Mahkemesini uygun yorum yapma Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında yorum çatışması, işte böylesi bir olgu yaratmıştır. Anayasa Mahkemesinin diğer yüksek yargı yerleri ile arasında doğan yetki ve görev çatışması, Türkiye’ye özgü ve yeni bir durum olarak gözlemlenir. İptal olgusunda sorun olmamakla birlikte, UYGUN YORUM ilkesiyle yasanın geçerliğini korunması hallerinde sorun olduğu görülebilir. Bu yöntemle bir yönüyle Anayasanın somutlaşması-üstünlüğü sağlarken, bir yönüyle de mahkemenin kendi yetkisini sınırlaması olanaklı olmaktadır. Anayasa Mahkemesinin uygun yorum tekniği , diğer yüksek yargı yerlerini de etkilemiştir. Mahkemenin kendi yetkisini sınırlama olarak yansıyan bu yöntem, diğer yüksek mahkemelerin elinde genişletici-geliştirici yorum işlevi gördüğü gözlenebilir. Bu farklı gelişimin nedeni , itiraz yoluna giren mahkemelerin ya da “gönderen mahkeme” nin önündeki kurala Anayasaya uygun anlam vermemesidir. Anayasa Mahkemesi ise uygun yorum uygularsa, sözkonusu kurala ugulamadaki alamından farklı anlam kazandıracaktır. Eğer mahkemeler, Anayasa Mahkemesi uygun yorum kararına uyarsa sorun yoktur. Ancak diğer mahkemeler kendi yorumlarrnda israr ederse önemli sorunların yaşanabiliceğini kaydetmeliyiz. Gene vurgulamak gerekir ki, uygun yorum tekniği diğer yargı yerlerince uygulanırsa bir sorun oluşmayacaktır. Çünkü Anayasanın üstünlüğü esasen yerine getirilmiş olacaktır. Örneğin bir Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ( E., 1986/5, K., 1988/1 ve 22 Ocak 1988 günlü),, M.K.’nun (md. 143/2) manevi tazminat davasının boşanma davasının kesinleşmesinden sonra açılıp açılamayacağı sorununun sonuçta Anayasamızın güvenceye koyduğu “dava hakkının sınırlanmasına ilişkin bir sorun oluşturduğu, oysa bir temel hakkın ancak yasa ile sınırlanabilecerği” ne dikkat çekilip anılan madde içeriğinde bu anlamda bir sınırlama olmadığı vurgulanıp aksini kabulün Anayasanın 13. maddesine aykırı düşeceği, o nedenle de dava hakkına sahip birinin uygun koşullarla dava açmasının serbest olduğu sonucuna varılmıştır. Bu yorum biçimi tipik bir Anayasaya uygun yorum yaklaşımıdır. Danıştayın çarpıcı bir Anayasa UYGUN YORUM KARARI (1402’likler KARARI: DİBK, K., 1989/4) da objektif yorum yöntemiyle birlikte oluşturulmuş ve bu çalışmada değerlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesinin ANAYASAYA UYGUN YORUMLA iptal istemini reddettiği kararlar, başka mahkemelerde genellikle uygulanacak kuralların Anayasaya çelişki yaratan anlamları gözönüne alınarak Anayasaya uygunluk denetimi yapılması için Anayasa Mahkemesine göndermiş oldukları hükümlerle ilişkili kararlardır. Böyle bir durum doğmasında, öteki mahkemeler ve daha çok yüksek mahkemelerin Anayasa Mahkemesi yorumuna itibar etmemesi, Anayasa Mahkemesi Kararının “kıymet-i harbiyesi”, başka vurgulamayla BAĞLAYICILIĞINI sıfırlamaktadır ya da sözde bırakmaktadır. Bunun anlamı iki yüksek mahkeme eylemlerinin hukuk birliği (Anayasanın bütünlüğü) ilkesini zedelemekte, önemli bir çatışma doğurmaktadır. Yüksek mahkeme kararları bu gelişimi düzeltecek yerde sürdürmektedir. Sorunu çözebilecek bir mekanizmanın olmadığı ortadadır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın çelişki yaratan yorum örnekleri için şu kararlara bk: AYM, E., 1969/67, K., 1970/22, 28.04.1970 T. ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2 yıl sonra verdiği bir kararda Anayasa Mahkemesinin uygun yorum kararına uymaz) ve Yargıtayın başka bir kararında (YİBGKK, E., 1992/3, K., 1994/3, 01.07.1994 T.) ÇELİŞKİ sürdürülmeye devam eder. ( Çelişkilerin değerlendirilmesi ve kararlar konusunda bk. Selim KANETİ, “Anayasa Mahkemesinin Kararlarına göre Anayasanın Özel Hukuk Alanına Etkileri”, ANAYASA YARGISI 6, Ankara 1989, s.21 vd ). 138 59 kullanımından caydırmaya saptırabilir. Öyleyse iptal kararı vermeye zorlama sonucunu doğurmaya yatkın bir olgunun varlığı söz konusudur. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının ürettiği özel sorun (K., 1994/3) bağlamında şu somut çözüm düşünülebilir. Yargıtayın önüne gelmiş madde metni (506 Sayılı Yasa md. 26/1) içeriğine alt mahkemeleri ( genel kurul ve daireleriyle ) “kesin bağlayıcı” bir anlam verme, Anayasa Mahkemesinin ürettiği anlama ters oluşan yeni bir hukuki durumu yansıtır. Oluşan bu hali, Anayasanın 10 yıllık itiraz davası yasağı (md.152/4) kapsamına sokmama akla uygun gelebilir. Bunun cevabı, aynı yasanın söz konusu edilmemesi olarak yansıtılabilir. Yargıtay kararının genel kurullarını, dairelerini ve alt mahkemeleri bağlaması olayı, anılan yasa kuralına önceki halinden başka bir anlam kazandırmıştır. Oysa metin aynıdır. Dolayısıyla 10 yıllık bir süre söz konusu edilmemelidir. Gerektiğinde itiraz yolu işletilmeli ve Anayasa Mahkemesi önüne gidilmelidir. Böyle bir yolun açılması halinde, Anayasa Mahkemesi Yargıtay İç. Birleştirme Kararı “BAĞLAYICILIĞI”na uyarak artık eski yorumunu terkedebilir ve uygunluk denetimi, bağlayıcı yeni anlam esas alınarak yapılması durumuna dönüşür. Ancak bu yolun doyurucu olduğu söylenemez ; çünkü, Anayasa Mahkemesi monopolü kırılmış, en azından zayıflamış olmaktadır. Asıl olan Anayasa yargıcının Anayasayı koruma işlevidir. Hukuk düzeninin birliğinde birinci derece rol, bu yargıcın omuzlarındadır.Hem Anayasa yargıcının temel hak ve özgürlükleri koruma bağlamındaki etkinliği sözkonusu olunca durumun önemi daha da artmaktadır. Herhalde olması gereken çözüm yöntemi de Alman Anayasa Mahkemesi işlevini uygulama ve Anayasa Şikayetinin (kişisel başvuru tanıma) kullanılması aracını düzenlemedir. Ya da bir önceki çözüm bağlamında Anayasa Mahkemesinin İç. Birleştirme Kararlarını veya DİĞER YÜKSEK MAHKEME ÇÖZÜMLERİNE son bir müdahale yolunun açılmasının sağlanmasıdır. Kişilerin hak ve özgürlüklerinden yararlanması amacıyla, Avrupa yargısına başvurmadan önce Alman sistemine yönelme veya çatışma hallerinin tıkanma noktalarında ortadan kaldırıcı yöntemleri uygulamaya yöneltecek pozitif düzenlemelerin gerekirliği savunulabilir derecede gözlenmektedir. Sonuçta söylemek gerekir ki, Anayasaya Uygun Yorum Kararının etkin uygulaması, öteki yüksek mahkeme kararlarının bu konudaki yaklaşım yansımaları ile birlikte önem taşımaktadır. Çünkü onların Anayasa Mahkemesi Karar Gerekçelerinin “bağlayıcılığı” konusundaki görüşleri ve norma verdikleri anlamların değişik sonuçlar üretmesi sorunu karışık hale 60 getirmektedir. Bu durum, diğer yabancı Anayasa Mahkemeleri için de gözlenmektedir. Örneğin Avusturya Anayasa Mahkemesi Kararları, özellikle Yüksek İdare Mahkemesi Kararlarıyla çatışmaktadır. İlginçtir ki Avusturya Anayasa Mahkemesi, İdare Mahkemesinde savunulan bir hukuki görüşü, Anayasal Yorum yoluyla kendisinin düzeltme olanağı olduğuna inanmaktadır. 139 İtalya’da da benzer durum gözlenmektedir. 140 Bize gelince: Anayasa Mahkemesinin bir üst mahkeme konumundan uzak olmasının (temyiz mercii değil), Anayasaya Uygun Yorum Kuralının 138. maddesi ile bağdaşma konusu tartışılabilir. Ancak yukarda değinildiği gibi 153. madde içeriği bağlayıcılığı aynı zamanda yargı organı, gerçek ve tüzel kişilere de yöneltilmiştir. Kanımca, 138. madde ile 153. maddenin bu farkı, aksine Anayasaya uygunluk denetiminde (ki, bu görev Anayasa Mahkemesine verilmştir,md.148/1), Anayasa Mahkemesinin yetki monopolünü sağlamak bazında ön görülmüş bulunmaktadır. Bu bağlayıcılık yaklaşımı, Anayasa Mahkemesinin Kararı Hüküm Fıkrası ile sınırlı değildir ve gerekçeyi de simgeler. Bu cümleden olarak 1982 Anayasasında, Anayasaya uygun yorum gerekçesinin diğer mahkemeleri bağlayacağı, Anayasanın “bağlar” sözcüğü bazında daha kolay savunulabilir. Anayasa Mahkemesi kararları “kesindir” ve “bağlar” (153/1, son) sözcükleri kapsamında ve “ Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü” (md. 11) kenar başlığında söylenenler açısından, 153/son fıkrasının da Anayasa hükmü olduğu unutulmamalı.Anayasa Mahkemesi Kararları herkesi bağlar derken (ki, bir Anayasa hükmü bazında),normlar kademelenmesinde Anayasa normlarına yapışık gözlenmektedir. Anayasa hükümlerinin eşit düzeyde olduğu da bilinmektedir. Anayasa Mahkemesi “üst mahkeme değildir” söylemi, Anayasa Yargıcının yönlendirici işlevine gölge düşürmez. Çünkü bu mahkeme “Anayasa bekçisidir” ve Anayasayı yorumlayanlar arasında ayrıcalıklı bir konumda olduğu da görülebilir. Ne var ki, diğer yüksek mahkemelerin Türk hukukuna özgü İçtihadı Birleştirme Kararlarının Anayasa Hukukunun biçimsel yürürlük kaynaklarından biri olduğu da başka bir gerçek... Peter Oberndorfer, Avusturya Raporu, VII. Avrupa Anayasa Mahkemesi Konferansı, Anayasa Yargısı s. 23. 140 İtalya Anayasa Mahkemesi Raporu, VII. Avrupa Anayasa Mahkemesi Konferansı, Lizbon, 1987, AYM Yayını No. 12. 139 61 YARGISAL KORUNMA İŞLEVİ BAKIMINDAN TAM YARGI DAVASININ NİTELİĞİ Taner AYANOĞLU (*) Giriş İdare hukukunda iptal davalarının işlevinin Hukuk Devleti ilkesi ve idarenin yargısal denetimi bakımından taşıdığı önem bilinmektedir. İptal davalarının hatta “her derde deva” davaları olduğu da belirtilmektedir. İptal davalarının önemini hiçbir şekilde yadsımaksızın belirtmek gerekir ki, idarenin işlem ve eylemleri karşısında, sağladığı ve sağlayacağı korunma bakımından tam yargı davaları da aynı ölçüde “her derde deva” davalarıdır. Bununla birlikte, tam yargı davaları, idari yargılama hukuku uygulamasında, tazminat davası kimliğinde bir yargısal korunma işlevi sağlamaktadır. Bu çalışmada, tam yargı davalarının başka bir işlev üstlenmesine gerek olup olmadığı ve bu gereksinim mevcut ise, buna ilişkin pozitif ve teorik kısıtlamaların bulunup bulunmadığın incelenmiştir. I. TAM YARGI DAVALARINDA YARGISAL KORUNMA İŞLEVİ Bilindiği üzere Anayasa’nın 125. maddesinde, “İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır.” hükmü yer almakta, bu hüküm Hukuk Devleti ilkesinin bir gereği kabul edilmektedir. İdarenin işlem ve eylemlerine karşı “yargı yolu”nun açık olmasının tek anlamı, idarenin yargısal denetimini sağlayacak bir sistem kurmak değil aynı zamanda, Anayasa’nın 36. maddesindeki “hak arama hürriyeti”ni sağlayacak bir mekanizmaya da işlerlik kazandırmaktır. İdari yargının işlevlerinden birisi, idarenin hukuka bağlılığını sağlamak ise, diğeri bireyleri idarenin hukuka aykırı işlem ve eylemleri karşısında korumak, yani yargısal bir koruma şemsiyesi oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle “denetim” işlevi, ancak “koruma” işlevi çerçevesinde gerçek anlamına kavuşacaktır. Doğaldır ki, yargı “yetki”si, denetim mekanizmaları olan idari davalar yoluyla hak arama hürriyetine hizmet etmeli, ona bağlı olmalıdır. Hiç şüphesiz bu etkin bir yargısal koruma sağlamayan bir yargısal denetimin etkinliğinden de bahsedilemez. Bu çerçevede idari davaların bireylere etkin bir yargısal korunma sağlamasının gereği de açık bulunmaktadır. Hatta o kadar ki, ayrı bir idari yargı denetimin varlığı da ancak bu noktada savunabilir gözükmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, (*) İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi 63 idari yargının görev alanını koruyan bir çok kararında etkin yargı denetimi ilkesine dayanmaktadır. 1, 2 Tam yargı davalarına etkin yargısal korunma işlevi çerçevesinden bakıldığında, tazminat talebinin ve buna bağlı tazminat hükmünün hiç de elverişli ve koruyucu bir yol olmadığı görülür. Tazminat kurumunun esası, başka yollarla ortadan kaldırılamayan ihlallerin giderimini sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle, bir haktaki ihlali ortadan kaldırmaya yönelik ilk değil son çaredir. İdari yargıda tazminata ilk çare olarak bakılması 3, sonuçta iptal davalarının dahi gerekliliğini tartışmaya açabilecek bir husustur. Halbuki idarenin hukuka aykırı işlem ve eylemlerin etki ve sonuçlarının en uygun araçlarla giderilmesi temel amaç olduğuna göre, tam yargı davalarına da buna yönelik bir işlev verme gereği ortaya çıkmaktadır. II. TAM YARGI DAVALARININ İDARİ EYLEMLER ALANINDA YARGISAL KORUMA İŞLEVİ Yukarıda da belirtildiği üzere, idari yargılama hukuku uygulamasında, tam yargı davaları, tazminat davası kimliğinde bir yargısal korunma işlevi sağlamaktadır. Bu işlevin idari işlemlerden ziyade özellikle idari eylemler alanında etkin bir yargısal korunmadığını bir kez daha belirtelim. Şöyle ki, idari işlemler alanında iptal davaları çerçevesinde iptal kararlarıyla, idari işlemin hukuk düzeninde meydana getirdiği tüm hukuki sonuçlar ortadan kalktığı gibi, yürütmenin durdurulması kararları yoluyla, işlemin hukuki etki ve sonuçları ile fiilen icra edilmesini önlemek mümkün bulunmaktadır. Ancak, iptal davasında yürütmenin durdurulması kararı elde edilememesi halinde idari işlemin öngördüğü eylemlerin icra edilmesi olasılığı bulunmaktadır. Bu durumda sonuçta, iptal kararı ile giderilemeyen hak ihlalleri tam yargı davasında tazminat taleplerine konu olmaktadır. 1 AYM, E.1996/72,K.1997/51, T. 15.5.1997, R.G.01.02.2001-24305; “... Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik bir hukuk devleti olduğunu vurgularken, Devlet içinde tüm kamusal yaşam ve yönetimin yargı denetimine bağlı olmasını amaçlamıştır. Çünkü yargı denetimi demokrasinin "olmazsa olmaz" koşuludur. Anayasa'nın "idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" kuralıyla benimsediği husus da etkili bir yargısal denetimdir.” 2 AYM, E.1976/1, K.1976/28, T.25/5/1976, R.G.16/8/1976-15679, Yüksek Mahkeme, bu kararında, idari bir uyuşmazlığın adli yargıya görev olarak verilmesine ilişkin kanun hükmünü, “yargı denetiminin etkinliğini ortadan kaldırması ve onu sadece biçimsel bir denetim niteliğine dönüştürmesi” gerekçesiyle iptal etmiştir. 3 Hukukta, tazmin edilemeyecek hiçbir olgu bulunmadığına göre, her hukuka aykırılığın tazminatla giderildiğini varsaymak olasıdır. Ancak her zaman bu çözümlerin tatmin edici olmadığı da bilinmektedir. 64 Dolayısıyla bir idari işlemin icrası ve uygulanması dolayısıyla ihlal edilen hakkın tamiri veya tazminat istemi tam yargı davası açılır. 4 Diğer taraftan salt idari eylemlerden dolayı açılan davaların tazminat davası biçiminde ortaya çıkması, idari eylemin zarar dışı fiili etki ve sonuçlarının ortadan kaldırılmaması sonucunu doğurmaktadır. Bu çerçevede, tazminat talepli tam yargı davalarında, geçici bir yargısal korunma yolu, ihtiyati tedbir kararı vb. taleplerin gündeme gelmesi ise mümkün bulunmamaktadır. Yürütmenin durdurulması kararları, idari işlemin icrası eylemlerini önleyen bir fonksiyon yürütmekle birlikte, fiili bir durum ve etki yaratan idari eylemlerde, buna yönelik bir koruma mekanizması bulunmamaktadır. Doğaldır ki, idarenin eyleminin etki ve sonuçlarından tazminat dışında başka taleple kurtulma olanağı bulunmuyorsa, bu durumda tazminat istemli bir tam yargı davası açılacaktır. Ancak idarenin bir idari işleme gerek olmaksızın eylemlerle yürüttüğü kamu hizmetlerinde, belli bir eylemi veya eylemsizliği kişinin haklarında ihlal sonucu doğuruyorsa kişinin davanın sonucuna ilişkin talebinin dava sürerken tedbiren geçici olarak hükme bağlanması gerekebilir. Kısaca belirtmek gerekirse, idari eylemlerin etki ve sonuçlarına yönelik tedbir talepleri ancak tazminat dışı talepli tam yargı davalarının kabulü ile mümkündür. Tam yargı davasına uygulamada verilen işlev, bunu sağlamaktan uzaktır. Bu çerçevede, tam yargı davalarında tazminat dışında, bir menkul geri verme, idarenin fiili durumunu önleme ve kaldırma veya başka içerikte bir karar verilmesi gereği etkin bir idari yargı denetiminin gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, idari eylemlere karşı açılan tam yargı davalarının tazminat talepleri ile sınırlı kabul edilmesi, bu alanda yargısal korunma ihtiyacının idari yargıda yeterli ölçüde karşılanmamasına bağlı olarak, adli yargı düzenindeki yargı yerlerinin bu alandaki boşluğu doldurmalarına davetiye çıkarmaktadır. Bireyler ihtiyati tedbir, müdahalenin men’i, muarazanın önlenmesi talepleriyle adli yargıya başvurmakta, bu yargı düzenindeki mahkemeler de zaman zaman kendilerini bu taleplerle ilgili olarak görevli kabul etmektedir. Ayrıca, idari eylemler karşısında tazminat dışı taleplerin idari yargıda dinlenmemesinin bir diğer sonucu olarak, idarenin idari nitelikli eylemleri alanında bir daralma ortaya çıkmış ve idarenin kamu hizmeti dolayısıyla yaptığı çeşitli eylemlerin özellikle kamulaştırmasız elatma niteliğinde haksız fiil sayılmasına yol açmıştır. Sarıca, Ragıp; “İdarî Kararlardan Dolayı İdare Aleyhine Açılan Tam Kaza Davaları” İHFM, C.10, S.3-4, s.495 4 65 III. TAM YARGI DAVALARININ TANIMI A. Öğretideki Tanımlar Türk İdare Hukuku Öğretisinde, tam yargı davaları, en dar biçimde salt bir tazminat talebinden ibaret davalar olarak veya en geniş biçimde idarenin hukuk kuralları içinde kalmasını sağlayan ve şayet idare tarafından bir sübjektif hak ihlali varsa ihlal edilen hakkın iadesini sağlayan davalar olarak tanımlanmaktadır. 5 Tam yargı davaların dar tanımlanmasını bir kenara bırakırsak, öğretide, tam yargı davaları; “davacı için yararlı olabilecek her türlü kararın mahkemeden elde edilmesini amaçlayan bir dava” 6, “iptal istemleri dışında idari yargı önünde dile getirilen her türlü dinlenebilir talebin yargıç tarafından ele alınıp değerlendirilmesinin amaçlandığı bir yargısal başvuru türü” 7, “sadece ilgililerin zararının “aritmetiğini konu edinen “bir hesaplama ameliyesi” değil, idarenin hukuk kuralları içinde kalmasını sağlayan bir denetim ve yaptırım mekanizması” 8, “sübjektif haklar alanında belirecek ihlallerin giderilmesi ve yerine göre tazminin tek yolu” 9, “ilgililerin sübjektif hukuki durumlarında ortaya çıkan her türlü ihlalin giderilmesini amaçlayan dava” 10, “ihlal edilmiş bir hakkın yerine getirilmesinin talep edildiği davalar” 11, “hükmün mevzuunu ihlal edilen hakkın tazmin ve telafisinin teşkil ettiği dava” 12, “ihlal edilen hakkın yerine getirilmesinin, zararın tazmininin veya haksızlığın giderilmesinin istenebildiği dava” 13 olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlar göstermektedir ki, Türk İdare Hukuku öğretisinde, tam yargı davalarının sadece tazminat talebiyle sınırlı olmadığı görüşü egemendir. Keza öğretide, tam yargı davaları içinde, tazminat dışı talepler olarak, bir memurun vazifesine iadesi ve bir şahıs hakkında yapılan zararlı muamelenin durdurulması 14; ihlal edilen sübjektif hakkın yerine Erkut, Celal, “İdari Yargıya Başvuru Haklarının Sınırı ve “İdari Dava”ların Kapsamı”, 2000 Yılında İdari Yargı Sempozyumu, Ankara 11-12 Mayıs 2000, s.93 6 Giritli, İsmet – Bilgen, Pertev; İdarî Kaza¸ İstanbul, 1966, s.84 7 Erkut, “İdari Yargıya Başvuru Haklarının Sınırı ve “İdari Dava”ların Kapsamı”, s.93 8 Güran, Sait; “Türk İdare Hukukundan Tam Yargı Davalarının Hedefi ve İşlevi”, Yargı Dergisi, S.40. 1979, s.22 9 Esin, Yüksel – Dündar, Erol; Danıştayda Açılacak Tazminat Davaları, Birinci Kitap: Usul, Ankara, 1971, s.27-28 10 Yenice, Kazım -Esin, Yüksel; Açıklamalı-İçtihatlı-Notlu İdari Yargılama Usulü, Arısan Matbaası, Ankara 1983, s.72 11 Başpınar, Recep; Yüzyıl Boyunca Danıştay, Ankara 1968, 596 12 Onar, Sıddık Sami; İdare Hukukunun Umumi Esasları C. III, İstanbul 1966, 1803 13 Gözübüyük, Şeref – Tan, Turgut; İdare Hukuku, İdari Yargılama Hukuku, C.2, Ankara, 1999, s.611,612 14 Onar; İdare Hukukunun Umumi Esasları, s.1803 5 66 getirilmesi, sübjektif hakka yapılan tecavüzün durdurulması, eski halin iadesi 15; sözleşmenin feshi, vergi miktarının azaltılması 16, bir idari işlemin anlamının ve kapsamının saptanması 17; idarenin haksız bir işleme dayanarak kişilerden aldığı mal veya paranın geri verilmesi (istirdadı) 18; idarenin belli bir “edim”de bulunmaya mahkum edilmesi 19, tecavüzün durdurulması (müdahalenin men’i) 20 taleplerinin dile getirilebileceği de belirtilmektedir. Diğer taraftan, tam yargı davaları, bu özellikleri nedeniyle özel hukuktaki eda(=edim) davalarına da benzetilmektedir. B. Yargısal İçtihatlardaki Durum İdari eylem ve işlemler dolayısıyla açılan tam yargı davalarında, tazminat dışı taleplerin dile getirebileceğine ilişkin Danıştay içtihadı yoktur. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi bir kararında “2577 sayılı Yasa’nın bu açık kuralları (İYUK. md. 28) karşısında, idare mahkemelerince verilen yürütmenin durdurulması kararının uygulanmaması nedeniyle idareye karşı müdahalenin men’i ve tazminat istemiyle açılan davanın idari yargının görevine girdiği(ne)” karar vermiştir. Uyuşmazlık Mahkemesinin ise, idari eylemlerin etki ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik davaların idari yargıda görüleceğine ilişkin kararları bulunduğu gibi 21, 22; aksi yönde de 15 Esin, Yüksel – Dündar, Erol; Danıştayda Açılacak Tazminat Davaları, Birinci Kitap: Usul, Ankara, 1971, s.27-28 16 Giritli, İsmet – Bilgen, Pertev; İdarî Kaza¸ İstanbul, 1966, s.84 17 Erkut, “İdari Yargıya Başvuru Haklarının Sınırı ve “İdari Dava”ların Kapsamı”, s.93 18 Esin, - Dündar, Danıştayda Açılacak Tazminat Davaları, s.17 19 Güran; “Türk İdare Hukukundan Tam Yargı Davalarının Hedefi ve İşlevi”, s.23 20 Özyörük, Mukbil; İdari Yargı Dersleri (Teksir), Ankara 1969-1970, s104 21 UM, E.1950/5, K.1950/6, T.15/6/1950, Düs.3/31. “Köy merasının muhacirlere tahsis ve temlik edilmesi gibi idari bir fiili dolayisiyle köyün hukuku ihlal edildiğinden ötürü idarenin murazasının meni dava edilmesine ve 3546 sayılı Danıştay Kanununun 23 üncü maddesinin A bendi gereğince idari fiil ve kararlardan dolayı hukuku muhtel olanların açacakları davanın Danıştay’da görüleceği yazılı olmasına göre lşbu davanın görülmesi Danıştay’a ait bulun(maktadır).” 22 UM, E.1959/38, K.1959/42, T.12/12/1959, R.G.16/1/1960 Davanın konusu; sahibi bulunduğu gayrimenkullerin önünden geçmekte olan derenin karşı sahilindeki yolun genişletilmesi sırasında yer kazanmak için belediyece dere mecrasının daraltılması ve kavsinin artırılması ve derenin davacı arsasına itilmesi sebebiyle meydana gelen tehlikeli durumun izalesi ve tespiti delail zaptında bildirilen tedbirlerin alınması talebine taalluk etmesine ve belediyenin yol genişletmesi işinin amme hizmeti olup bu hizmetin kusurlu şekilde yapıldığı iddiasına müncer olan ihtilafın halli vazifesinin idari kazaya ait bulunmasına … karar verildi. 67 kararları mevcuttur. 23 Tekrar belirtelim ki, tam yargı davalarında tazminat dışı taleplerin dinleneceğine ilişkin bir Danıştay kararı bulunmamaktadır. C. Pozitif Hukuktaki Durum İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-b maddesinde, tam yargı davalarının “tazminat” taleplerine münhasır olduğu açık ya da kapalı olarak düzenlenmiş değildir. Gerçekten, İYUK md. 2/1’de, iptal davaları, konusu (idari işlem), dava nedeni (hukuka aykırılık), davacısı (menfaati ihlal edilenler) ve talebi (iptal) unsurları ile tanımlanırken; tam yargı davaları konusu (idari eylem ve işlem) ve davacısı ( kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar) bakımından tanımlanmış bulunmaktadır. Ancak belirtelim ki, tam yargı davasının davacısına ilişkin tanım, aynı zamanda dava nedeninde de “kişisel hakkın ihlali” olduğunu göstermektedir. 24 İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun tam yargı davasına ilişkin diğer düzenlemeleri de bu davaların tazminat talebi ile sınırlı olduğunu göstermemektedir. İYUK.’un 10. maddesi, ilgililerin haklarında idari davaya konu olabilecek bir idari işlem ve eylem başvurularının reddi halinde, dava açabileceklerini öngörmektedir. Ancak 10. maddede açılacak davanın türü gösterilmediği gibi, davadaki talebe ilişkin bir düzenleme de içermemektedir. İYUK md.10 kapsamında, idari eylem başvurusunun reddi halinde tazminat dışı bir talep olarak davanın konusu “bir eylem yapılması”na yönelik bir talep olabilir. 23 UM, E.1996/16, K.1996/67, T.20/5/1996, R.G.17/6/1996-22669 “Davacı, belediyeden makina ile hafriyat yapılmaması, kazının elle yapılarak antik kalıntıların ortaya çıkarılması yolundaki, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararına uyulmasını istemektedir. Gerek adli yargıda açılan muarazanın men’i davası, gerekse idari yargıda açılan eylemin durdurulması ve müdahalenin men’i davası yukarıda adı geçen kurulun açıklanan kararının gereklerine uyulmaksızın yapılan otopark inşaat hafriyatının ve inşaata devam edilmesinin önlenmesine inşaatın durdurulması ve kamu malı olan buluntuların (tarihi eserin) korunmasına yöneliktir. Olayda belediyenin belli koşullara uymadan gerçekleştiği faaliyetin durdurulması sözkonusudur. (...) Kocaeli Kültür Müdürlüğünce açılan dava, bir idari işlemin iptali isteği değildir. Bir eylemin durdurulması istemidir. Bu istem niteliği itibariyle tam yargı davası konusu da değildir. Bu davada 2576 sayılı Yasanın yukarıda açıklanan 5. maddesinde öngörülen ve idare mahkemelerine verilen diğer görevler arasında da yer almamaktadır. İdari dava türleri arasında yer almayan, dolayısıyla idare mahkemelerinin görev alanına girmeyen bu davada, davacı ve davalının kamu kurumu olmaları davaya idari nitelik kazandırmayacağından muarazanın giderilmesi istemiyle açılan davanın görüm adli yargıya ait olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.” 24 Oder, Burak – Ayanoğlu, Taner; “Yorum ve Tespit Davaları”, Danıştay Başkanlığı tarafından 2001 yılında düzenlenen Sempozyum’da sunulan tebliğ metni, s.23. 68 İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde ise, “bir idari eylemden dolayı hakları ihlal edilmiş olanların”, idareye yaptıkları başvuruda “haklarının yerine getirilmesini istemeleri”, başvurunun reddi halinde ise süresi içinde tam yargı davası açabilecekleri hükme bağlanmaktadır. Doğaldır ki, idareye başvurunun konusu ile açılacak davanın konusu aynı, yani “hakkın yerine getirilmesi” olmalıdır. İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinde ise, “tam yargı davaları hakkındaki kararlardan belli bir miktar içerenler”den bahsedilmektedir. Bu hüküm de göstermektedir ki, tam yargı davalarında “belli bir miktar içermeyen” hükümler bulunabilir. Diğer taraftan İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 3. maddesinde “tam yargı davalarında uyuşmazlık konusu miktar”ın dava dilekçesinde gösterileceğinden, 12. maddesinde ise, bir idari işlemin icrasından doğan zararlar için tam yargı davası açılacağından bahsedilmektedir. Uyuşmazlık konusu miktar kavramı, tazminatı kapsayan ancak ondan daha geniş bir kavramdır. Görülmektedir ki, tam yargı davalarının İdari Yargılama Usulü Kanunu çerçevesinde sadece tazminat talebiyle açılacağını söylemek kolay değildir. 25 IV. Tam Yargı Davalarındaki Hükmün Niteliği Tam yargı davaları, idari işlem ve eylemlerle “hakları ihlal edilen kişiler” tarafından, “hak ihlali” sebebine bağlı olarak açılırlar. Bundan dolayıdır ki, bu davaların davacısı, idari yargı yerinden “hak ihlali”ni ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir “talep”te bulunabilmelidir. Hakkın yerine getirilmesi talebi, zararın tazmin edilmesini içerebileceği gibi, kendisi için yararlı olabilecek bir sonuç sağlayacak ise, davalı idareye sübjektif bir borç yükletilmesine ilişkin bir talebini de içerebilir. Bu çerçevede, davacı, mahkemeden bir hakkın yerine getirilmesi kapsamında, tazminat, sözleşmenin feshi, vergi miktarının azaltılması, müdahalenin men’i, eski durumun geri getirilmesi, bir malın iadesi, fazla ödemelerin geri verilmesi, tespit ve yorum davasının bulunmadığı durumlarda idari işlemin anlamının ve kapsamının saptanması 26 ya da ihlal edilen hakkının geri getirilmesi için ne tür bir karara ihtiyaç duyuyor ise buna hükmedilmesini isteyebilir. Başka bir ifadeyle de, tam yargı davalarında, yargıç hüküm tesis Aksi görüş için bkz. Erkut, Celal; “İ.Y.U.K. Çerçevesinde İdari Dava Türleri Ve Bazı Usuli Değişiklikler” İHFM, C.LI, S.1-4, 1986, s.222, Yazar, tam yargı davalarının idare hukukuna özgü tazmin, telafi ve geri alma (istirdat davaları) olduğunu,. ancak, İYUK’ta bu davaların sadece idarenin sorumluluğuna dayanan tazminat davalarına dönüştürüldüğünü belirtmektedir. 26 Erkut, “İdari Yargıya Başvuru Haklarının Sınırı ve “İdari Dava”ların Kapsamı”, s.91 25 69 ettiği sırada hakkın yerine getirilmesine yönelik bir edime de hükmetmek; bu anlamda emir vermek durumundadır. 27 Tam yargı davalarında, çeşitli talepler ileri sürülebilmekte, mahkeme ihlal olunan hakkın tamiri zımnında gereken herhangi bir muamelenin ifasını, herhangi bir tedbirin ittihazını hüküm altına alabilmekte, nihayet mahkeme kararı da muhtelif hükümler, sonuçlar doğurabilmektedir. 28 Görülüyor ki, idari yargı yerlerinin bu kapsamda verebileceği her tam yargı kararı, iptal kararlarından farklı olarak, idareye yönelik bir emir ve buyruk görünümündedir. İdari yargı yerince idarenin tazminata mahkum edilmesi nasıl bir yargısal buyruk ise, diğer tam yargı kararları da aynı ölçüde bir buyruk niteliği taşıyacaktır. Bugün için idari yargının idareye emir veremeyeceği fikri eski önemini kaybetmiştir. Aksi düşünceyi, idarenin etkin yargısal denetimi ilkesiyle bağdaştırmak mümkün de olmaz. Bu noktada, son olarak, tam yargı taleplerinin bir sınırının olup olmadığı hususuna değinelim. Yargısal taleplere ve bu kapsamda tam yargı taleplerine ilişkin yegane sınır, “idare yargıcının yetkisinin sınırı”dır.29 Bilindiği üzere, Anayasa’nın 125. maddesinde ve İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/2. maddesinde, idari yargı yetkisi “idari işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunun denetimi” ile sınırlandırılmıştır. İdare yargıcının veremeyeceği kararlara yönelik talepler, idari işlemin yerinde olup olmadığı ve idari işlem tesisi niteliğindeki taleplerdir. Bu yasal düzenlemelerde yer alan “idari eylem niteliğinde yargı kararı verilemez yasağı” ise, pratik olarak zaten verilmesi mümkün olmayan bir duruma ilişkin yasaktır. İdari yargı yerlerine getirilen yasak, bizatihi yargının idarenin yerine geçmesi sonucunu doğuran işlemlere yönelik bir yasaklamadır. Bu yasaklamalar, bir tam yargı davasındaki taleplere uygun olarak idareye emir yasağını içermemektedir. 27 Kumrulu, Ahmet; “Vergi Davalarının Kuramsal Niteliği Üzerine Düşünceler”, I. Ulusal İdare Hukuku Kongresi, Üçüncü Kitap: Çeşitli İdare Hukuku Konuları, Ankara, 1990, s.971. 28 Sarıca; “İdarî Kararlardan Dolayı İdare Aleyhine Açılan Tam Kaza Davaları” s.495-496, dipnot 5. 29 Erkut; “İdari Yargıya Başvuru Haklarının Sınırı ve “İdari Dava”ların Kapsamı”, s.93 70 Kaldı ki, Danıştay, özellikle vergi uyuşmazlıklarında bu yasakları, mutlak bir şekilde de uygulamamaktadır. 30, 31 Sonuç Sonuç olarak tam yargı davasının, Anayasal ve yasal sınırlamalar çerçevesinde kapsam ve niteliğinin etkin bir yargısal korunma sağlayacak şekilde yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Tam yargı davalarında kapsamında tazminat dışı taleplerin dile getirilmesi, öğreti tarafından kabul edildiği gibi ve İdari Yargılama Usulü Kanunu sistematiği de buna uygundur. Bu davaların, idari işlem ve eylemler karşısında ihlal edilen hakların iadesine yönelik taleplerin dile getirdiği ve karara bağlandığı davalar olmasının önünde, idari yargı yerleri kendilerini sınırlamadığı takdirde, hiçbir teorik ve pratik engel bulunmaktadır. Hukuk Devleti ilkesi, hak arama hürriyeti ve etkin yargısal denetim ve yargısal korunma ancak bu suretle gerçekleşebilecektir. “Vergi mahkemelerinin ... yasaya aykırı gördükleri takdir komisyonu kararlarının iptali ile yetinmeyip daha ileri giderek anlaşmazlığı çözüme ulaştırmaları gerekir.” D7D, E.1984/3570-K.19851039, T.12/4/1985, DD.60-61, s.333; Benzer bir karar VDDGK, E.1986/16-K.1986/18, T.14/11/1986, DD.66-67, s.152-153 31 “Vergi Mahkemesince çözüme ulaşılırken vergi dairesinin gerçekte yapması gereken işlemin ne olduğunun gösterilmesi yeterli olmayıp, işlemde bir haksızlığın varlığının saptanması halinde bunun giderilmesi için gereken şeye de hükmedilmesi gerekmedir. Bu cümleden olarak mahkeme, davacı adına salınması gereken bir vergi veya cezanın türü ve miktarını da hüküm altına almak durumundadır. ... mahkemenin ... vergi dairesin müdürlüğünce kesilen kaçakçılık cezanı kusur cezasına çevirmesi gerekirken, davacı adına kesilen kaçakçılık cezasına ilişkin ihbarnamenin iptaline karar verilmesi yasaya uygun görülmemiştir”D4D, E.1983/2202-K.1983/9134, T.23/11/1983, Zikreden Yılmaz ÖZBALCI, Vergi Davaları, Feryal Matbaacılık, Ankara 1988, s.93-94; Benzer bir karar için bkz. D4D, E.1984/99-K.1984/4031, T.8/11/1984, Zikreden Şükrü KIZILOT, Danıştay Kararları ve Özelgeler, C.2, Yaklaşım Yayınları Ankara 1994 s.2054 30 71 SAĞLIK HİZMETLERİNİN YÜRÜTÜLMESİ SONUCU ORTAYA ÇIKAN ZARARLARDAN DOLAYI İDARENİN SORUMLULUĞU Dr. Zuhal BEREKET BAŞ ∗ Giriş Hastanelerin hastalıkların tedavisi sırasında, ortaya çıkan zararları nedeniyle sorumluluğu son yıllarda büyük artış göstermiştir. 1 Bu konunun işlenmesi hasta haklarının ve hekimlerin mesleki kurallara uymalarını teşvik etmiştir. 2 Bu durum idari yargı içtihatlarına taşınmıştır. İlk başlarda ağır kusurun uygulandığı bu alanda, ağır kusurun gerçeklerle bağdaşmaması nedeniyle yetersiz kaldığı gözlenmiş, mağdurun zararının hakkaniyete göre tazminini 3 amaçlayan bir sorumluluk sistemi getirilmeye çalışılmıştır. Meslek Hatası İdarenin sorumluluğu alanında en çok tartışılan ve mahkeme uygulamalarında çözümü büyük güçlük oluşturan problemlerden birisini oluşturan bu konunun incelenebilmesi için öncelikle “meslek hatası” kavramı üzerinde durmak gerekir. Tıp literatüründe, meslek hatasını tanımlamak yerine, her olayın değişen özelliğine göre; tespitinin daha doğru olduğu belirtilmektedir. 4 Hukuk literatüründe meslek hatası; meslek kurallarına aykırılığı ifade eden objektif ve failde bulunması gereken dikkat ve özen eksikliği olan sübjektif unsurdan yola çıkarak tanımlanmaktadır. Başka bir görüş Danıştay Tetkik Hakimi AYAN, Mehmet «Tıbbi Müdahelerden Doğan Hukuki Sorumluluk», Kazancı Yayınları, Ankara 91; GÜRAN, Sait «Hekimin Faaliyetlerinden Devletin Sorumluluğu», Sorumluluk Hakkında Yeni Gelişmeler Sempozyumu İstanbul 1963; AKŞİT, T. Beha « Medikal Araştırmalarda Bazı Etik Sorunlar» Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabipler Odası Yayını, Ankara 1997 s. 24); ARSLAN, Sevinç «Tıbbi Müdahelelerden Doğan Hekimin ve Yönetimin Sorumluluğu», TODAİE Kamu Yönetimi Tezi, Ankara 1999 2 İ.Hamit HANCI «Malpraktis, Tıbbi Girişimler Nedeniyle Hekimin Ceza ve Tazminat Sorumluluğu», Seçkin Yayınevi, Ankara 2002, s.113 3 LETOURNEUR, Maxime- BAUCHET, Jacqueline- MERİC, Jean «Le Conseil d’Etat Et Les Tribunaux Administratifs», Libraire Armand Colin, Paris 1970, s. 255; DEGUERGUE, Maryse «Jurisprudence et Doctrine dans l’eléboration du Droit de la Responsabilité Administrative», L.G.D.J., Paris 1994, s. 220 4 ŞENOCAK, Zarife ,"Özel Hukukta Hekimin Sorumluluğu", AÜHF Yayınları No:44, Ankara 1998, s. 83 ∗ 1 73 meslek hatasını; sadece objektif unsura dayanmak suretiyle “tıp biliminin bilinen kurallarına aykırılık” olarak tanımlamaktadır. 5 Yargıtay kararlarında; “hekime yüklenen ve tıp biliminin kurallarına aykırılık halinde kendini gösteren bir meslek kusuru” olarak meslek hatasından bahsedilmektedir. 6 Yargıtay kararlarında yer alan tanımlamanın doğru olmadığını savunan görüş tarafından; tıp biliminin sürekli bir gelişme içinde olduğunu ve tıp alanında geçerliliği tartışmalı olan henüz kabul görmemiş kuralların olmadığı ileri sürülmektedir. 7 Ancak, sağlık gibi insan hayatını doğrudan ilgilendiren konularda gösterilen ihtimamın diğer kamu hizmetlerine göre daha fazla olması gerekir. Ayrıca yapılan işin niteliğine göre; yani işin güçlüğü ve tekniği gösterilen ihtimamın derecesini belirleyecektir. 8 Örneğin; bir bademcik ameliyatı ile beyin ameliyatının gerektirdiği ihtimam derecesi farklı olmakla birlikte, bu tıbbi müdahalenin zorluğu idareyi haklı çıkaramayacaktır. İsviçre Federal Mahkemesinin konu ile ilgili bir kararında yer alan; hekimin sorumluluğunu gerektiren “hekimin açık hatasından, açıkça uygun olmayan tedaviden, meslek kurallarının açık bir şekilde çiğnenmesinden veya tıp biliminin genellikle bilinen verilerinin bilinmemesinden dolayı” sorumlu olduğu 9 yolundaki ilkeyi idarenin kusur sorumluluğuna uygulamak mümkündür. Zira, idareyi soyut bir örgütten, işleyen bir kuruluşa dönüştüren şey, kadrosundaki kamu personeli ve onların faaliyetleridir. İdareyi oluşturan kişilerle birleşmiş, kaynaşmış ve anonimleşmiştir. Dolayısıyla, idarenin ajanlarına ait olmakla birlikte doğrudan o şahıslara yüklenilemeyen, atfedilemeyen faaliyetler sonucu zararın meydana gelmesi halinde, hizmetin geç veya kötü işlemesi, hiç işlememesi sonucunda zararın doğumu söz konusu olabilir. Bu durumda “hizmet kusuru” esasları dahilinde idarenin sorumluluğu söz konusu olur ve zararla idare arasında nedensellik bağı kurulduğunda, idareyi sorumlu tutmaya yetecek yoğunluk ve açık kusur aranır. 10 5 ibid,s. 83 Yargıtay 13.H.D.'nin 14.10.1974 gün ve E.2367, K.2492,YKD. 1976 C. II, S .I, s. 79; 4.H.D.'nin 17.12.1976 gün ve E.692, K.11046 sayılı kararı AŞÇIOĞLU, Çetin "Doktorların Hukuki ve Cezai Sorumluluğu", (Basılmamış Tez), Ankara 1982 ,s. 75 7 bkz.SENOCAK, age. s. 84 8 TANDOGAN,Haluk “Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri; İstisna, Eser ve Vekalet Sözleşmeleri, Vekaletsiz İş Görme, Kefalet ve Garanti Sözleşmeleri", C.II, 3. Basım, Ankara 1987, s. 411 9 ŞENOCAK, age., s. 86-87 10 GÜRAN, S., "Hekimin Faaliyetlerinden Devletin Sorumluluğu". s. 16 6 74 Kamu görevlisi olan, kamu görevini ifa eden 11 hekimin mesleki faaliyetlerini ve sağlık hizmetlerini yürütmesi sonucu neden olduğu zararlardan sorumluluğunda, zarara neden olan hususun ve şartların niteliğine göre ağır kusur yerine bazen basit kusur da yeterli görülebilecektir. Örneğin; zarara neden olan müdahale yada bakım olağan türde ve boyutlarda ise; idare alelade kusurlu faaliyetinden dolayı sorumlu tutulabilecektir. 12 Bu açıklamalar bizi, idarenin sorumluluğunu belirlemek için, öncelikle zararı doğuran faaliyetleri teşhis, tedavi, ameliyat, hizmetin kuruluşu ve işleyişi kavramlarını açıklamaya itmektedir. Tıbbi İşlemlerin Çeşitlerine Göre Sorumluluğun Ele Alınması Tıbbi işlemler; yapılması ciddi güçlükler gerektiren ve uzun bir öğrenim sonucunda kazanılan özel ve teknik bilgi gerektiren işlemlerdir. 13 Bunların tespitine karşın, idarenin açık yada basit kusurunun tespit edilememesi durumunda idareyi sağlık hizmetlerinden dolayı kusursuz sorumluluk ilkelerine göre zararı tazminle yükümlü tutmak mümkün müdür, sorusunun cevabı araştırılacaktır. Birinci soru; organizasyon ve kamu görevlilerinin kuruma yüklenen ve ameliyat operasyonları yada medikal hataları ifade eden tartışmaya kapalı alandır. Bu alanda ağır kusur çok fazla uygulanır. Buna paralel olarak söz konusu alanda; organizasyondan yada kamu görevlilerinin kusuru nedeniyle sorumlulukta zamanla basit kusur yeterli görülmeye başlanmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse; Hastanede zorunlu olan tıbbi müdahalenin derhal yapılmamış olması, 14 önemli bir kırık vakasında stajyerin iyileştirmeye yönelik faaliyetlerinde, bölüm başkanın yada pratisyenin gözetmenlik yapmaması,15 operatör tarafından geç müdahale edilmesi sonucunda hastanın durumunun daha da kötüleşmesi, 16 genç bir hastanın göğüs boşluğundaki yaranın tedavisi sırasında meydana gelen kazanın yarattığı yanık izi, 17 sakat bir Örneğin;bir sağlık görevlisinin kendi araç ve olanaklarıyla görev yeri ve saati dışında yaptığı müdahale sonucu oluşan zarar, kamu görevlisinin tamamıyla özel ve kişisel kapasitesi ile ilgili olduğundan "kişisel kusur" kavramı uyarınca bu şahısların sorumluluğu söz konusu olup, idarenin hiç bir ilgi ve irtibatı bulunmamaktadır. bkz.GÜRAN,agm., s. 17 12 GÜRAN, agm., s. 19 13 CE. 26 .6.1959 Revzet; concl.faurnier, AJDA. 1959, s. 273 14 C.E., 5 .1.1962, Sieur Legendre, Rec., s. 1105 15 C.E., 6 .11. 1959, Sieur Sarotti, Legendre, Rec., s. 591 16 C.E.,24 .4. 1964, Hopital-Hospice de Voiron, Legendre, Rec., s. 259 17 C.E., 13 .7. 1961, Centre Hospitalier Régional de Blois, Legendre, Rec., s. 1175 11 75 kişiye uygulanan tedavi sırasında aşırı sıkıştırmadan kaynaklanan rahatsızlık, 18 stajyer bir hekimin hatası nedeniyle hasta fişindeki değişiklikten dolayı, yanlış yazım sonucu hastanın radyolojik incelemeye tabi tutulması,19 çocuk acil polikliniğinde yanlış teşhis ve tedavi sonucu davacıların çocuklarının ölmesinde, hastanede görevli nöbetçi doktorların teşhis ve tedavideki kusurları, 20 hastayı ilk gören hekimin daha titiz bir muayene ile akut apandisit tanısını koymada gecikmesi sonucu ameliyatın geç yapılması ve patolojinin ağırlaşmasına neden olması, 21 psikiyatri kliniğinde yapılan tedavisi sırasında kolu kırılan davacının gerekli tedavisinin yapılmaması nedeniyle sakat kalması, 22 durumlarında kamu görevlisinin kusurundan dolayı idarenin sorumluluğu sonucuna varılmıştır. Bu örnekler, organizasyon yada kamu görevlisinin kusurundan dolayı sağlık hizmetlerinde idarenin sorumlu tutulduğunu göstermektedir. Davacıya “akut omurilik iltihabı” yerine “tifo” teşhisi konması ve yanlış tedavi uygulanması sonucu sakat kalması; 23 idari yargının acil olaylara bakış açısını göstermesi açısından; davacılar yakınının yaralı olarak getirildiği hastanede kaldığı uzun süre içerisinde yeterli tıbbi müdahalenin yapılmaması sonucu vefat etmesi 24 olaylarında hep hizmet kusuruna dayalı olarak idarenin tazmin sorumluluğu kabul edilmiştir. Sağlık hizmetlerinde sorumluluğun başka bir uygulama alanı, ameliyat hizmetleridir. Ameliyat hizmetlerinden dolayı sorumlulukta, doktorların özellikle el becerisi olarak nitelendirilen tıbbi yardımları yaparken sorumlulukları, orta düzeyde bir doktorun olağan davranışlarıyla karşılaştırılıp objektif bir sonuca gidilmelidir. 25 Kompres bezinin yada bir şişin operasyon sırasında hastanın vücudunda unutulması, 26 yanlış teşhis nedeniyle bir hastayı hastaneden uzun 18 C.E., 15 .7. 1959, Lemoiselle Segrettin, Legendre, Rec., s. 474 C.E., 8 1. 1959, sieur Chirpatris, Legendre, Rec., s. 19 20 D.10.D.’nin 27.4.1999 gün ve E:1997/4741, K:1999/1950 sayılı kararı, D.D., Yıl:30, Sayı:102, 2000, s. 653 21 D.10.D.’nin 24.2.1998 gün ve E:1996/2967, K:1998/808 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 22 D.10.D.’nin 9.10.1995 gün ve E:1994/2110, K:1995/4255 sayılı kararı, D.D., Yıl:26, Sayı:91, 1996, s. 1123 23 D.10.D’nin 17.1.2001 gün ve E:1998/2968, K:2001/91 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 24 D.10.D’nin 9.11.1999 gün ve E:1997/4839, K:1999/5475 sayılı kararı, D.D., Yıl:31, Sayı:103, 2001, s. 883 25 HANCI, age. s. 141 26 C.E., 13 10 1965, sieur İmpagliazzo, Legendre, Rec., s. 10054; C.E., 13 Juillet 1966, Département du Haut-Rhin, Legendre, Rec., s. 1100 19 76 süre alıkoymak, 27 caddede meydana gelen kazada mağdur olan kişinin kafatası kırığına dikkat edilmemesi nedeniyle, yüzeysel yaralanmalar ve kanamalarla ilgilenmesi sonucu hastaneye gönderilmemesinden kaynaklanan zarar bu duruma örnek olarak verilebilir. Bu durumun yanında beldeki sıvının delerek çıkarılmasında 28 ağır kusurun varlığı açıktır. 29 Ameliyat hizmetleri ile ilgili bazı Danıştay kararlarını incelemek gerekirse; - Davacının rahatsızlanması üzerine Üniversite Hastanesinde yapılan müdahale sonucunda ameliyat edilmediği halde, buna ilişkin rapor düzenlendiği ve raporda iddia edildiği gibi sol bacağından alınan damarlarla kalpteki dört damarın değiştirilmediği, bu nedenle davalı idarenin hizmet kusuru ile meydana gelen olay sonucu oluşan zararın tazmini istemiyle açılan davada; davacının ameliyat edilmediği halde edilmiş gibi bir durumun olmaması ve ameliyat doktorlarınca “By Pass” ile birlikte “Anevrizmekomi” ameliyatı yapılmasının planlanması, ancak By Pass’ın uygun görülmeyerek Kroner By Pass işleminden vazgeçilip o günün usulüne ve bilimsel teknolojik olanaklarına uygun olarak sadece Anevrizmekomi ameliyatı yapılmasının bir eksiklik olmadığı, davacının bu müdahaleden yaklaşık iki yıl sonra yeniden hastalanmasının normal olacağı, davacının sağlığını riske eden bir müdahalenin olmadığı gerekçesiyle idarenin hizmet kusuru olmadığı kabul edilmiştir.30 Ancak, burada hastanın müdahale öncesi ve sonrası müdahalenin niteliği konusunda yanlış bilgilendirilmesi varsa, bu durum hasta haklarının ihlali niteliği taşıdığı için idari yargı yerince idare zararı tazminle sorumlu tutulabilirdi. - Davacının Sağlık Bakanlığı bünyesindeki bir hastanede geçirdiği ameliyat sonucunda ameliyat bölgesinde gazlı bez unutulması 31 hizmet kusuru olarak kabul edilmiştir. 27 C.E., 11 10 1963, Compagnie La France, Legendre, Rec., s. 485; C.E., 18 Novembre 1966, sieur Gajat, Rec., s. 613 28 C.E., 8 2 1967, Centre Hospitalier et Universitaire de Montpellier, Rec., s. 929 29 Aynı şekilde sağlık personeli tarafından haber verilmemesi nedeniyle radyografinin yol açtığı zarar; yeni çene kemiğindeki donuk, saydam cismin vücuda yabancı bir cismin verdiği zarar (C.E., 22 .111967, sieur Ciabrini, Rec., s. 439); çiçek hastalığı şüphesi olan bir çocuğa kızamık aşısı yapılması (C.E., 18 .11 1960, sieur Savelli, Legendre, Rec., s. 640) gibi durumlar ağır kusur halini oluşturmaktadır. 30 D.10.D’nin 2.11.1999 gün ve E:1997/3111, K:1999/5383 sayılı kararı, D.D., Yıl:31, Sayı: 103,2001, s. 862 31 D.10.D’nin 19.10.1999 gün ve E:1997/3565, K:1999/5224 sayılı kararı, D.D., Yıl 31, Sayı:103,2001, s. 889 77 - 1989 yılında guatr ameliyatı olan davacının ameliyat sırasında para tiroit bezlerinin hepsinin yanlışlıkla alınması nedeniyle vücudunun kalsiyum üretmediği, sürekli tedaviye mahkum edildiği ve olayda ameliyatı gerçekleştiren doktorun kusuru bulunduğu ileri sürülerek hastanenin bağlı olduğu idare aleyhine açılan davada; idarenin kusursuz sorumluluğunun varlığını kabul eden İdare Mahkemesi kararını Danıştay şu gerekçeyle bozmuştur: “...İdare hukukunun ilkeleri ve Danıştay’ın yerleşik içtihatlarına göre, zarar gören kişinin hizmetten yaralanan durumunda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı hallerde, idarenin tazmin yükümlüğünün doğması için, idarenin ağır hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir. Bünyesinde risk taşıyan hizmetlerden olan sağlık hizmetinden yararlananın zarara uğraması halinde, bu zararının tazmini, ancak idarenin ağır hizmet kusurunun varlığı halinde mümkün olabilecektir...guatr ameliyatı sırasında paratiroid bezlerinin zarar görmesi ve alınması nedeniyle, yaşamını sürekli ilaç tedavisine bağlı olarak sürdürebilecek duruma gelen ve çalışma gücü kaybına uğrayan davacının, maddi ve manevi tazminat davasının, ameliyat sürecinde ve tedavisinde idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının...” Adli Tıp Kurumu aracılığıyla saptandıktan sonra çözümlenmesi gerekirken, kusursuz sorumluluk ilkesine dayanılarak verilen temyize konu Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir.” 32 Olayda doktor hakkında soruşturulmama kararı verilirken, davacının durumunun bu tür cerrahi müdahalede doğabilecek belli bir yüzdede kaldığının belirtilmiş ve zararın varlığı Sağlık Kurulu Raporu ile tespit edilmiş olması karşısında Mahkemenin kusursuz sorumluluğa dayalı olarak verdiği karar kanaatimizce doğrudur. - Ameliyat sonrasında tedavi ve bakımının gereğince yapılmaması sonucunda bacağı kesilen ilgilinin uğradığı zararın, 33 yanlış ameliyat nedeniyle yaşamı boyunca başkalarının muhtaç hale geldiği saptanan davacının, 34 üniversite hastanesinde yapılan ameliyat sırasında oksijen yerine karbondioksit gazı verilmesi sonucu meydana gelen olayı sonucu 32 D.10.D.’nin 29.12.1999 gün ve E:1997/6600, K:1999/7409 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 33 D.10.D’nin 9.12.1992 gün ve E:1992/184, K:1992/4321 sayılı kararı, D.D.,Yıl:23, Sayı:87, 1993, s. 544 34 D.10.D.’nin 10.10.1996 gün ve E:1995/934, K:1996/5933 sayılı kararı, D.D, Yıl:27, Sayı:93, 1997,s. 523 78 uğranılan zararın, 35 yapılan göz ameliyatı sonunda davacının gözünün görmemesi üzerine uğranıldığı ileri sürülen zararın; 36 davalı idarece sağlık hizmetinin kusurlu işetildiği gerekçesiyle idarece tazmini gerektiğine yönelik kararlar ameliyat hizmetlerinde kusuru arama konusunda idari yargının istikrarını doğrulamaktadır. İdarenin Sorumluluğunu Belirleme Yöntemi Olarak Bilirkişiye Başvurulması Başka bir sorun olarak da, İdare Mahkemeleri ve Danıştay tarafından sıkça uygulanan ağır kusurun varlığını tespit etmek için bilirkişi incelemesini gerektiren durumlardır. Bu uygulamada bilirkişi yada bilirkişilerin seçiminde çok dikkatli davranmayı gerekli kılmaktadır. İki önemli noktanın varlığı bu uygulamayı karakteristik olarak ortaya çıkarmaktadır; bilirkişiye başvurmayı gerektiren durum olarak; davacının durumunun bunu desteklemesi gerekir. Örneğin; omur kemiği yırtılmasının tedavisinde şok tedavi yöntemine karşılık tavsiye edilecek tedavi yönteminin varlığının araştırılması 37 gibi. Diğer bir husus ise; bilirkişiye başvurulurken yargıç tarafından hangi hususların araştırılmasının istendiğinin bildirilmesi, belirtilmesi gerekir. Örneğin; atardamar ile ilgili bir uygulama sırasında meydana gelen ölüm olayında, çağdaş klinik uygulamalara uygunluğu, hastanın ilacı kabul edebilecek durumda olup olmadığı, karşıt uygulamaların denenmesi halinde olabilecek durumların gözetilmesi gerekliliği gibi. 38 Fransız Danıştay’ı ağır kusurun sağlık hizmetlerindeki yetersizliğine ve bu alanın doldurulması gerekliliğine hemen adapte olmuştur. Bu adaptasyonda iki güçlük ile karşılaşılmıştır. Birincisi; sağlık hizmetlerinde hukuka uygun bireysel işlemlerde ağır kusuru uygulamanın güçlüğü, ikincisi ise; yargıcın kendisi tarafından kullanılmayan ölçülere değer vermesidir. Yani, kusur alanının belirlenmesi için bilirkişilere başvurulması zorunluluğu sonucunda, bilirkişilerce düzenlenen raporda yer alan kriterleri yargıcın uygulamasındaki tereddütler ve zorluklar bulunmaktadır. 39 D.10.D.’nin 3.5.1995 gün ve E:1994/3258, K:1995/2379 sayılı kararı, D.D., Yıl:26, Sayı :91,1996, s. 1118 36 D.10.D.’nini 22.11.1999 gün ve E:1998/190, K:1999/6198 sayılı kararı, D.D., Yıl:31, Sayı:103, 2001, s. 879 37 C.E., 21 .2.1962, sieur Guilgeur, Legendre, Rec., s. 1104 38 C.E., 27 .11. 1964, époux Hulot, Legendre, Rec., s. 1008 39 LETOURNEUR-BAUCHET-MERİC, age., s. 255 35 79 Doktor Yardımcılarının Kusuru Bu gelişmelere karşın bazı hallerde ağır kusur varlığını korumaya devam edecektir. Fransız Danıştay’ı, uygulamanın doğurduğu bir durumu daha bunlara eklemiştir: Zorunlu hallerde, görünüşe dayalı olarak hastalara yapılan müdahalelerde hastanın kusuru ile müdahalenin zararsız etkilerinin yol açtığı doktor yardımcılarının 40 kusurunun varlığına dayalı sorumluluk halidir. Doktor Yardımcıları (internler) tarafından sağlık hizmeti yapılması; acil durum nedeniyle bunların müdahalesini gerekli kılan mücbir sebepler dışında, servis şefi ve asistanlar hastaların durumlarının gerektirdiği tıbbi işlemleri kişisel olarak yapma yükümlülükleri vardır. Doktorların bir devlet hastanesi hizmetinden beklenen tıbbi garantiler için hiçbir tehlike taşımayacağından önce emin olmaları ve tıbbi işlerin ciddiyetine ters düşmemesi koşuluyla istisnai olarak bu görevlerini, yardımcılarına devretmelerine olanak tanınmıştır.41 İdarenin Kusursuz Sorumluluğu Türk hukukunda Esin tarafından verilen iki örnek ile 42 idarenin sağlık hizmetlerinden kusursuz sorumluluğun kabul edildiği belirtilmekte ise de; bu zararların sağlık hizmetlerine ilişkin faaliyetten ayrıldığı belirtilerek bu belirleme haklı olarak eleştirilmiştir. 43 Bütün işlemler baştan sonra hekim tarafından yapılmayabilir. Tedavi, müdahale sırasında, yardımcı şahıs kullanılabilir. Hekim kendisi yerine başkasını koyabilir ya da 3.şahısların yardımını isteyebilir. Yardımcı şahıslara bırakılabilecek faaliyetler ; hastaya iğne yapılması, ameliyata hazırlanması, kan alınması, kan veya serum verilmesi, ameliyatlara ilişkin temizlik, röntgen v.b.dir. Yardımcılar hemşire, laborant, röntgen uzmanı, hastabakıcı gibi kişilerdir HANCI, s.133 ; Narkozcu (anestezi) ve tıp öğrencileri de yardımcı şahıslardır. AYAN, .age. s. 36 41 CE. 4 October 1969, Dome Doukakis, Sce, 1968, No:15668, note Réne Savatier. 42 I.Örnek:görev sırasında ot balyalarının üzerine yıkılması sonucu boyun atlas kemiği kırılarak sakat kalan Hıfzısıhha Enstitüsü hademesinin uğradığı zarara karşılık idarece maddi ve manevi tazminat ödenmesine ilişkin D.12.D.'ini 6.7.1969 gün ve E.1968/1296, K.1969/1401 sayılı kararı; 2. Örnek:ambulans şoförünün kusuru yüzünden meydana gelen trafik kazası sonucu vefat eden ambulanstaki hasta ile yanında bulunan annesinin yakınlarına idarece maddi ve manevi tazminat ödenmesi gerektiği yolundaki D.12.D.'nin 19.1.1971 gün ve E.1969/3710, K.1971/96 sayılı kararı bkz. ESIN ,age.,s.180-181 43 GÜRAN,agm;,s. 20 40 80 Gerçekten, sağlık hizmetlerinde gelişen tıbbi teknolojik yeniliklerin kullanılması, 44 toplumsal yaşamın ve idarenin etkinliklerinin tehlikeler içermesi, zararın, zarar gören kişinin omuzlarında bırakılmayıp, toplumun diğer bireylerine paylaştırılması, "halktan toplanan vergilerle beslenen devlet hazinesinden ödettirilmesi, külfetlerin dengelenmesi" 45 yoluyla giderilmesi gerekir. "Zarar rizikosunun kimin ne ölçüde sırtında kalması"46 sosyal bir soru olmasının ötesinde Anayasada yer alan “sosyal devlet, sosyal adalet, eşitlik ilkeleri” 47 gereği çözümlenmesi gerekir. Belli durum ve konularda sağlık hizmetleri alanında idarenin kusursuz sorumluluğunun uygulamaya geçirilmesi gerekir. Sağlık hizmetlerinde yeni tedavi yöntemlerinin uygulanması, tamamıyla bilinmeyen riskler içermesi, hastalığa yönelik risklerin bulunması, terapi sonucunda olağanüstü yaşamsal koşullara yönelik rahatsızlık ve güçlükler içeren anormal ve önemli nitelikteki zararlardan hastane idaresinin sorumluluğu yoluna 48 gidilebileceğine Lyon İdare Mahkemesi karar vermiştir. Güran, sağlık hizmetleri konusunda idarenin kusursuz sorumluluğu ile ilgili dileklerini şöyle belirmektedir: "…Belli bir takım doğal mesleki riskler taşıdığından, idareyi sorumlu tutmak için ağır kusurun arandığı faaliyetlerde, sorumluluğun kusursuz sorumluluk kuramına, özellikle de sosyal risk ilkesine kaydırılması artık kaçınılmazdır. İdarenin mümkün olan önlemleri almış, tıbbın ve hekimliğin gereklerinin yerine getirilmiş olmasına rağmen, örneğin nükleer tıp uygulamaları, beyin ameliyatları, akıl hastalarının bakımı, muhafazası gibi özünde risk taşıyan faaliyetlerinde illiyet bağı kurulabilen zararların tazmininde, ağır kusur aramak yerine kusursuz sorumluluk uygulanmalıdır... FORSMAN, Zeynep, «Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Biyo-Tıp Sözleşmesi » TODAİE, İnsan Hakları Yıllığı C:21-22, 1999- s. 95 vd. 4 Nisan 1997 tarihinde Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Biyo-Tıp Sözleşmesini imzaya açmıştır ve 1 Aralık 1999 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin konusu tıbbi müdahaleler, insan üzerinde gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar, organ ve doku nakilleri, insan üzerindeki genetik uygulamalardır. (bkz. Christian «La Convention Europeenne de Bioethique» Reuve İnternational de droit Compare, Janvier-Mars 1993, s.157-163). Sözleşmenin 24. maddesinin tıbbi müdahaleler sonucu zarara uğrayan kişilerin bir zararlarına karşılık tazminat isteme hakkı düzenlenmiştir. (s. 165). 45 Maxim Mignon'dan naklen AZRAK; "İdarenin Toplumsal…", s. 138 46 SEROZAN, Rona "Tazminat Hukukunda Yeni Eğilimler" Sorumluluk Hukukunda Yeni Gelişmeler III. Sempozyumu IÜHF Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayını 1980, S. 175 47 KANETI, Selim "Özel Hukuk Alanında Toplumsal Hasar Temeline Dayanan Sorumluluk" Sorumluluk Hukukunda Yeni Gelişmeler III. Sempozyumu, İÜHF. Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayını ,1980, s. 150 48 C.A.A.Lyon, 17.10.1990, Stefani Longin, AJDA 1991, 125, chr. Souguelet et Lolaumy 44 81 Böylece, idarenin tıbbi faaliyetler alanında da alelade kusur ve ağır kusur sorumluluğu yanında, kendisi ve ajanı hekimin yaptıkları hakkında herhangi bir hüküm verilmeden salt illiyet bağı ile çözümlenen kusursuz sorumluluğu şeklindeki üçlü sorumluluk düzeni, içtihadın koyacağı esaslar ve çizeceği sınırlar içinde geliştirilip işletilmelidir...” 49 Yukarıdaki örneklerde göstermektedir ki, Türk Danıştay’ı idareyi sağlık hizmetleri konusunda kusursuz sorumluluk ilkesine göre sorumlu tutmamaktadır. Davacılar tarafından evli kızlarının Devlet Hastanesinde steril olmayan koşullarda ameliyat edilmesi nedeniyle karın zarı iltihaplanması sonucu, ölüm olayının Devlet Hastanesi Nisaiye Servisinin ihmal ve kusuru sonucu meydana geldiğini, olayda idarenin ağır hizmet kusuru bulunduğunu ileri sürerek, ölüm olayından dolayı duydukları acı ve üzüntü nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteminde bulunulmuştur. Bu istem üzerine yapılan yargılama üzerine Danıştay 10.Dairesince verilen kararda, önce sağlık hizmetleri nedeniyle idarenin hangi halde idarenin sorumlu tutulacağı üzerinde durulmuştur: "…İdare hukuku ilkelerine göre, yerine getirmekle yükümlü oldukları hizmetleri noksan, yetersiz ve kusurlu biçimde yürütmeleri veya kusursuz sorumluluk esasının uygulanmasına olanak sağlayan koşulların varlığı halinde, kamu idarelerinin hukuki sorumluluklarının doğmuş olduğunun kabulü gerekir. Yapısında risk oranı yüksek sağlık hizmetleri nedeniyle idarenin hukuki sorumluluğunun kabulü ise, yürütülen hizmetin niteliği itibarıyla ancak hizmetin kusurlu işletildiğinin açık bir hizmet kusurun bulunduğunun saptanması halinde mümkündür..." Kararın devamında, dava konusu olay üzerinde durulmuş, Adli Tıp Kurumunca yapılan inceleme üzerine varılan bu sonuca göre, davacıların kızlarının sezaryen ameliyatında ve tedavisi sırasında fenni ve teknik bir hatanın, ihmal veya kusurun saptanmaması karşısında, ölüm olayı nedeniyle davalı idarenin tazmin sorumluluğunun bulunduğunun kabulüne olanak bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. 50 Kanaatimizce Danıştay, sağlık hizmetlerinden dolayı idarenin kusursuz sorumluluğuna 49 50 GÜRAN,agm., s. 21-22 D.10.D.'nin 23.1.1986 gün ve E:1982/2696, K:1986/73 sayılı kararı DBB. 82 uygulayabileceği bu fırsatı kaçırmıştır. 51 Danıştay’ın sağlık hizmetlerinden dolayı idarenin sorumluluğunda, hizmetin niteliğine ilişkin ayrımlara gitmediğini görmekteyiz. Bir askeri hastanede hemşire tarafından procain yerine terocain tatbik edilmek suretiyle zehirlenen küçük yaştaki çocuklarının ölümü üzerine anne ve babanın açtıkları davada, Danıştay; “...Hastane personelinin şahsi kusur işlemiş olmaları keyfiyeti, amme hizmetinin fena işlemesinden hasıl olan zararı tazmin etmeye idarenin mahkum edilmesini önleyemez...” 52 gerekçesi ile idarenin tazmin sorumluluğu kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi Danıştay, yardımcı personelin yanlış tedavisini şahsi kusuru olarak nitelendirmek suretiyle üstü kapalı olarak kusursuz sorumluluk ilkesini uygulamaya sokmuştur. Hatalı Enjeksiyon - Davacı, hatalı enjeksiyon sonucu sağ ayağının sakat kaldığını ileri sürerek açtığı davada Danıştay; Meslek hatası ilkesine dayalı olarak idarenin sorumluluğuna hükmedebileceği olaylar önüne gelmesine karşın, bu ilkeyi uygulamaktan kaçındığını gösteren birkaç örnek vermek gerekirse; “...İstanbul Hukuk Fakültesi 2.sınıf öğrencisi olan davacının 27.2.1974 günü sağ kulak altında şişkinlik ve ağrıdan şikayetle üniversiteye bağlı sağlık merkezi olan MedikoSosyal Merkezine başvurması üzerine muayene edilerek reçete yazılmıştır. Davacının 4.3.1974 tarihinde ağrının sol kulakta da başlaması sebebiyle aynı Mediko-Sosyal birimine başvurarak Üniversite Hastahanesine sevk edilmesi yolundaki müracaatı ise görevli hekimin kendisinin uzman olduğu gerekçesi ile kabul edilmeyerek muayenesi yapılmış ve reçete ile ilaç verilmiştir. Bir sonraki gün olan 5.3.1974 tarihinde kulak tıkanıklığından şikayetle aynı yere başvuru üzerine yine muayene ile reçeteyle ilaç yazılmıştır Daha sonra davacının testislerinde şişme sebebiyle Cerrahpaşa Hastahanesine başvurması üzerine burada da kendini muayene ile reçete yazılmıştır. Ancak, davacının bir müddet sonra İzmir’de yapılan muayenesinde sağ kulağının tamamen işitme kaybına uğradığı ve muhtemelen çocuk yapma kabiliyetini de kaybettiği tespit edilmiştir. Davacının bu durumda üniversiteye bağlı sağlık merkezi olan Mediko-Sosyal de ağır hizmet kusuru olan kayıtsızlıktan doğan yanlış tedavi sonucu sakatlandığından bahisle maddi ve manevi tazminat davası açmıştır. Bu dava üzerine Danıştay 12. Dairesi vermiş olduğu kararda; ara kararı ile istenilen belgeler üzerine Yüksek Sağlık Şurasınca yapılan inceleme sonunda düzenlenen 10.11.1976 tarihli raporda; davacıya konulan teşhis ve bu teşhise göre yapılan tedavide bir kusur olmadığının tespit edildiği, bronşit sonucu çoğunlukla meydana gelen sakatlık kısırlık olduğuna göre bu konuda doktora atfı mümkün olmayan bir ihmal ve kusur bulunmadığının belirtildiği, davacının kabakulak (oarotidis) hastalığından sonra ve bu hastalık sebebiyle sağ kulağının sağır olması, ayrıca çocuk yapma kabiliyetini de kaybederek kısır kalmasında kendisine uygulanan tedavi bakımından herhangi bir ihmal ve hizmet kusuru bulunmadığının Yüksek Sağlık Şurası raporunda belirtilmesi karşısında, hukuki dayanağı bulunmadığı...” gerekçesi ile tazminat talebinin reddine karar verilmiştir.51 52 D.8.D.’nin 8.11.1968 tarih ve 1968/2394 sayılı kararı, KUDAT, Arkun «Cismani Kazalardan Doğan Zararlar Nasıl Değerlendirilir» Ankara 1966, s. 159 51 83 “...Kural olarak, idarelerin, yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin kusurlu işletilmesi nedeniyle ortaya çıkan zararları tazminle sorumlu oldukları idare hukukunun bilinen ilkelerindendir. Halkın sağlık hizmetlerini yürütmekle görevli olan davalı idare; hastanelerde yapılacak tedavilerin ve cerrahi müdahalelerin tıbbi esaslara uygun biçimde, hizmetin gerektirdiği yeterliliğe sahip personelle ve gerekli dikkat ve özenin gösterilmesi suretiyle yapılmasını sağlamakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğünün yerine getirilmemesi ağır hizmet kusuru niteliğinde olup; idarenin tazmin sorumluluğunu doğurur. Görüldüğü gibi, sağlık hizmetleri hizmetten yararlananın kişisel özelliklerine ve hizmetin yürütülmesine bağlı olarak önceden öngörülemeyen belirli bir tehlikeyi içerdiğinden, idarenin tazmini sorumluluğu için idarenin ağır hizmet kusurunun bulunması ve zararla, yürütülen sağlık hizmeti arasında nedensellik bağı bulunması gerekmektedir. Dava dosyasının incelenmesinden; davacının sağ ayağındaki fonksiyon kaybının giderilmesi amacıyla 6.8.1991 tarihinde yapılan ameliyatta, siyatik sinirinde direkt iğne temasına bağlı zedelenme görülmediği ve hastanın gluesstuslarının oldukça küçük ve yağ dokusunun zayıf olduğunun, ameliyatı gerçekleştiren doktor tarafından ifade edildiği, bunun dışında, gerek hastane dışında yaptırılan testlerde ve gerekse...Tıp Fakültesi...Hastanesince düzenlenen raporlarda, zararın, kusurlu yapılan enjeksiyon nedeniyle doğduğu yolunda saptama bulunmadığı anlaşılmaktadır...” gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir. 53 - Enjeksiyona bağlı olarak gelişebilecek şoka karşı etkili önlemlerin alınmaması sonucunda meydana gelen ölüm olayında davalı idarenin ağır hizmet kusurunun, 54 kırılan ayağının tedavisi için yatırıldığı devlet hastanesinde, hatalı enjeksiyon yapılması sonucu kolu kangren olmasında tedbirsizlik ve meslekte acemilik sonucu hizmet kusurunun oluştuğu kabul edilmiştir. 55 Hatalı enjeksiyon yapılması sonucu ortaya çıkan zararların tazminine ilişkin Fransız Danıştay kararlarında, kusur kuramına yer verildiğini görmekteyiz. Sadece aşı ve aşılama faaliyeti sebebiyle meydana gelen zararlarda, idarenin sorumluluğu için asgari bir nedensellik bağının varlığı 53 D.10.D.’nin 25.12.1995 gün ve E:1995/3058, K:1995/6698 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 54 D.10.D’nin 1.6.1994 gün ve E:1993/363, K:1994/2402 sayılı kararı, D.D., Yıl 26, Sayı:90, 1996, s. 1088 55 D.10.D’nin 16.1.1985 gün ve E:1982/2908, K:1985/26 sayılı kararı, D.D., Yıl:16, Sayı:60-61, 1986, s. 460 84 yeterli sayılmıştır. 56 Yeni tarihli bir kararında ise; Devlet Hastanesinde sezaryen ameliyatı sonucunda kalıcı bedensel sakatlığa uğrayan bir kadının açtığı davada, ağır kusurun yerine alelade kusurun varlığı yeterli görülerek idareyi zararı tazminle sorumlu tutulmuştur.57 Hatalı enjeksiyon sonucu AİDS, virüsünün bulaşması sonucu oluşan zararların tazmini, idare hukukunun karşılaştığı güncel sorunlardan biridir. S.S.K. hastanesinde sürdürülen hemodiyaliz seansları sırasında saptanan anemi nedeniyle sekiz ünite kan verilen davacı murisinin, bu kanlardan kaptığı ileri sürülen AİDS. virüsü nedeniyle ölümü sonucu uğranılan zararın ağır hizmet kusuruna dayalı olarak tazminine karar verilmiştir. 58 Esasen idarenin bireylere sunduğu kan ihtiyacının giderilmesinde özen borcu, başkalarından alınan bu kanlar üzerinde gerekli bütün incelemeler yapılıp, zararlı bir durumun varlığı tespit edilmemiş ise, bu kanların kullanılmasına izin verme, kullanma şeklinde olmalıdır. Ancak, bu durumda idare bu özen borcunu kanıtlamak suretiyle sorumluluktan kurtulabilecek, böylece olağanüstü olarak ortaya çıkan bu zarar mağdurların üzerinde kalacaktır. Bu ise, hakkaniyetle bağdaşır gözükmemektedir. Yargı Yerleri Arasındaki Görev Sorunu Sağlık Bakanlığına bağlı bir hastanede sezaryen ameliyatı sırasında verilen AİDS. virüsü taşıyan kanın nakledilmesi sonucu davacının AİDS. virüsü alması ve doğan çocuğun da aynı hastalığa yakalanması üzerine Kızılay ve Sağlık Bakanlığına karşı açılan tazminat davasında Yargıtay, adli yargıyı görevli görmüş ve davalıların haksız eylemi sonucu oluşan zararın tazmini gerektiğini kabul etmiştir. 59 Oysaki gerek hizmeti veren kuruluşlardan birinin Sağlık Bakanlığı oluşu, diğerinin ise tekel halinde bir kamu hizmetini yürütüyor olması nedeniyle idari yargının görevli olduğunu düşünmekteyiz. Ancak, Yargıtay SSK. Hastanelerinde meydana gelen zararlar nedeniyle açılan davalara bakmakta, arada iş akdinin olması DE SAINT Mark, RENAUD Denoix-LABETOULLE, Daniel "Fransız İdari Yargı Hakiminin Dava Dosyasının Tekemmülü Safhasında Haiz Olduğu Yetkiler "Cev. Yorgancıoğlu, Çetin , D.D.Cumhuriyetin 50.Yılı Özel Sayısı, Ankara 1973, s. 287 57 BÜLBÜL, Erdoğan "Fransız Danıştay Kararı", Argumentum, Yıl:3, S. 28, İstanbul 1992, s. 475 58 D.10.D.’nin 22.11.1999 gün ve E:1997/5590, K:1999/6207 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 59 Y.4.H.D.’nin 23.10.2001 gün ve E:2001/7908, K:2001/10071 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 56 85 nedeniyle İş Mahkemelerini görevli kabul etmektedir. 60 Bu kararlarında Yargıtay SSK.’da çalışan hekimin hatası olduğundan bahisle işin esasını çözümlemektedir. Esasında iş akdini dayalı olarak ödenen primlerin karşılığında verilen bir kamu hizmetinin varlığı söz konusudur. Nitekim yukarıda da örnekleri görüleceği üzere aynı tür davalarda idari yargıda kendini görevli görmektedir. Dolayısıyla öncelikle yargı yerleri arasında var olan bu olumlu görev uyuşmazlığının çözümlenmesi gerekmektedir. İtalya’da bulunan bir özel klinikte doğum yapan başvuru sahibinin yeni doğmuş olan bebeği, doğum esnasındaki pozisyondan kaynaklanan bir nedenden ötürü solunum yetersizliği sonucunda kaldırıldığı Cosenza Hastanesinde yoğun bakıma alınmıştır. Başvurucuların bebeği doğumdan 2 gün sonra ölmesinden sorumlu olduklarını ileri sürdükleri doktorun, prosedürden faydalanacak ceza zamanaşımından yararlanması nedeniyle, tazminat istemiyle yaptıkları başvuru üzerine AİHM; yaşam haklarının korunmasının kamu sağlığı alanında da geçerli olduğu, devletlerin ister özel ister kamuya ait olsun, tüm hastaneleri kapsayacak şekilde burada tedavi gören hastaların haklarını korumaları gerektiği, bunun devamı olarak burada yatan hastaların ölmesi halinde sorumluların belirlenmesi için etkin ve bağımsız bir yargı sisteminin oluşturulması gerektiği belirtilmiştir. 61 Kararın devamında Sözleşmenin 2.maddesi olaya uygulanabilir olduğuna, fakat ihlal edilmediğine karar verilmiştir. 62 Gerek kamu hastaneleri gerekse özel hastaneler Anayasa’nın 56.maddesi ile devlete yüklemiş bulunduğu vatandaşların sağlık hizmeti sağlama ödevini gerçekleştiren, kurumlardır. 63 Dolayısıyla SSK. Hastanelerinde verilen sağlık hizmetlerinde görevli yargı yeri olarak idari yargı yolunun kabulü AİHM. anılan kararında da belirtilen “etkin ve bağımsız” yargı yolunun verimi açısından daha elverişli olduğunu düşünmekteyiz. Y.4.H.D.’nin 24.1.2000 gün ve E:2000/182, K:2000/417 sayılı kararı, yayımlanmamıştır; Y.4.H.D.’nin 19.11.2001 gün ve E:2001/7047, K:2001/11368 sayılı kararı, yayımlanmamıştır; Y.4.H.D.’nin 6.3.2000 gün ve E:1999/9351, K:2000/2128 sayılı kararı, yayımlanmamıştır; YHGK.’nun 10.11.1999 gün ve E:1999/4-915, K:1999/922 sayılı kararı, yayımlanmamıştır. 61 (Diğer benzer örnekler; 26 Ekim 1999 gün ve 37900/97 Erikson, İtalya Kararı, 4 Mayıs 2000 1999 gün ve 45305/99 Powell v. Birleşik Krallıkları). 62 CALVELLİ at CİOLİD v. İTALYA B.No :3296/96 17 Ocak 2002 Yılı; Türkçe metni için bkz. AİHM. Kararı Dergisi Polis Akademisi, 2Temmuz 2002, s. 46 v.d. 63 HANCI, age. s. 150 60 86 Sonuç AİDS. virüsü gibi önlenemeyen ve yayılması engellenemeyen, artan hastalık sayısındaki yükselme ve genetik bilimindeki gelişmelerin tıp alanında uygulanması kusursuz sorumluluk ilkesinin önemini ve uygulanabilirlik alanını arttırmaktadır. 64 Yeni bir cerrahi yöntemin uygulanmasından sorumluluk; bilinmeyen, çok yaygın olarak kullanılmayan tedavi, tıbbi müdahalelerin uygulanması, yada beklenmeyen veya bilinmeyen bir sonucun doğması halinde idarenin kusursuz sorumluluğu, hastanenin sorumluluğu alanının hasta hakları doğrultusunda hasta kişiler lehine kusursuz sorumluluk yoluyla genişletilmesi; özel zarar riskine tabi olan terapi edilen tedavi edici yöntemlerin uygulanması ile onların karsılaştığı risklerin giderilmesi; hizmete atfedilebilir kusurun yokluğunda bile ödemeye hükmedilmesi, kan verme durumlarında sorunlu olduğu halde, kan verilmesi, AİDS. mikrobunun geçmesi, bulaşma riskine karşın zarar görene hizmete yönelik atfedilebilir kusurun yokluğunda bile ödenceye hükmedilmesinin hakkaniyete ve adalet ilkelerine uygun olması 65 yargı kararlarında işlenmesi beklenen hususlardır. Gelişim tehlikelerinden dolayı sorumluluk olarak adlandırılan yeni bir sorumluluk alanına göre; üretildiği anda bilim ve teknolojinin kurallarına, son verilere uygun olan bir ilacın sonradan oluşan gelişmeler karşısında zararlı etkileri olduğu anlaşılırsa, bu ilacı kullanması nedeniyle sağlık idaresi sorumlu tutulabilir mi? Eğer ilacın olumsuzluğu öğrenildiği anda, ilacın kullanımını durdurulursa sorun yoktur. Ancak, kullanımına devam edilirse “mamulü işleme ve gözetim yükümlülüğüne” aykırı hareket sonucu oluşan zararın kusur sorumluluğuna göre giderimi gerekir. Bu konudaki doğan sorunlar üzerine Alman öğretisinde işlenen “Yaşam sigortası uyarınca ilaç kullanımı” ile fikre dayalı düzenlemelerle uyarınca; ilaç yapımcılarının katkılarıyla oluşturulan devlet gözetimindeki bir fondan zararın karşılanması yolunun 66 benimsenmesi suretiyle sorun çözülebilir. Diğer kamu hizmeti dalları için öngörülen oldukça net içtihatlar, sağlık hizmetleri için yavaş yavaş ilerlemiş, çeşitli modellere göre değişik Bu konularla ilgili bkz. HARRIS, John "Hayatın Değeri,Tip Etigine Giriş" çev. SERTABİBOĞLU, Şüha, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998; BLENCHER, BarbaraL.HAGER,Chritie-R.WILLIAMS,Nancy "The Jay Healey Technique:Teachins Law and Ethics to Medical and Dental Students" American Journal of Law &Medecine Vol.XX No:4 1994, s. 442; "Etik Bunun Neresinde?" Ankara Tabip Odası Yayınları, No:1 65 CHAPUS, Réne “Droit Administratif Géneral”, Tome I., 6. édition, Paria 1992, s. 978, 979 66 ÖZSUNAY,.agm., s. 53 64 87 uygulamalar gözlenmiştir. Sağlık hizmetleri alanında idarenin sorumluluğu yaşamın zorunluluklarına uyumu ve sosyal yaşantının gerekliliklerini yakalamak açısından daima gelişmeye açıktır. Bio-medikal gelişmelerin insan hakları alanında yol açtığı değişikliklerin insanı özne konumundan konu insana dönüştürmek üzere olması 67 nedeniyle, bu alanda yeni hakların 68 gelişmesinin yanında, idarenin sağlık hizmetleri alanındaki sorumluluğunun yeniden gözden geçirilmesi ve geliştirilmesi kaçınılmaz bir gerçektir. 67 68 KABOĞLU,İbrahim Ö. “Özgürlükler Hukuku”, İmge Yayınevi, Ankara 2003, s. 159 Doğal doğma hakkı sağlık hakkı, onur içinde ölme hakkı gibi. bkz. ibid, a.g.e., s. 159 88 BİRİNCİ OTURUM TARTIŞMALAR Oturum Başkanı ; Mehmet Ali ŞAHİN (Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı) - Efendim tartışma bölümüne geçiyoruz. Birinci oturumun bildirileri takdim edilmişti. Şimdi sunulan bildiriler ışığında 75 dakika kadar bir zamanımız var. Tartışma bölümüne geçiyoruz. Bu bölümde kuşkusuz katkıda bulunmak isteyen siz değerli konuklarımız söz alacaksınız. Ancak şöyle bir yöntem takip edelim arzu ediyorum. Seyyar mikrofonlarımız var. Söz almak isteyen arkadaşlarımıza bu mikrofonlar gelecek. Kendileri konuşmaya başlarken bir tanıtım yaparlarsa, ad ve soyadlarını ve kariyerlerini söylerlerse, çünkü, zannediyorum, bu zapta da geçiyor; daha sonra kitaplaştırılacak. Bunu hatırlatma ihtiyacını hissettim. 75 dakika zamanımız var. Kuşkusuz bildiri sunan hocalarımıza sorular olacaktır. Bu soruların sonunda cevaplandırılması daha isabetli olur diye düşünüyorum. Yani soru-cevap şeklinde değil de söz almak isteyen herkese söz verdikten sonra son bölümde de sizlere mikrofonu veririz. Sizler de bu sorular istikametinde değerlendirmenizi yaparsınız. Evet, seyyar mikrofonlarımız hazır mı? Efendim Abbas GÖKÇE Beyden başlıyoruz. Abbas GÖKÇE - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar. Ben Sayın MEMİŞ’in ekspozesi ile ilgili bir konu üzerinde durmak istiyorum. Bu ekspozelerini yapan arkadaşlarımıza candan teşekkürler. Ben emekli Danıştay Üyesiyim. 12 Eylül döneminde Danıştay ve Yüksek Seçim Kurulu Üyesi iken Danışma Meclisi Kars Üyeliğine seçildim. Ondan sonra bir süre avukatlık yaptım ve emekli oldum. Efendim şimdi, soruma ya da izahatıma geçmek istiyorum. Yasaların anayasaya uygun yorumunda Danıştay Yargıcının, Anayasa Yargıcı işlevini yüklenmesi konumunuzdu. Ben bunu daha geniş manada, Anayasa Yargıcının, değil de İdare Yargıcının, İdare Hakiminin, Anayasaya uygunluk yorumunu yüklenmesi biçiminde almak istiyorum. Efendim benim üzerinde duracağım konu, Yüksek Askeri Şura ve Milli Güvenlik Kurulu Kararları ve bu kararlarla ilgili Anayasamızda yer alan hükümlerdir. Anayasamızda yer alan hükümlere göre eğer yanılmıyorsam 125 ve ilgili maddelerinde Yüksek Askeri Şura Kararları ve bir yerde de Cumhurbaşkanı kararları ile resen aldığı kararlarla efendim Milli Güvenlik Kurulu Kararları aleyhine yargı yoluna başvurulamayacağı hükmü var. İdare mahkemelerimiz, kanunu, Anayasayı yorumlarken, kanaatime göre yanılgı içerisine düşüyoruz, yanılıyoruz. Anayasa hükmü bir yana hukukun üstünlüğü bir yana tartışılırsa, elbette ki hukukun üstünlüğü Anayasa hükmünden önde gelecektir. Şöyle ki, idare hukukunun bir alfabesidir bir idari işlemin dava konusu olması o idare işleminin hukuka aykırılığı yanında, dava açılabilmesi için, o idarece alınan kararın kesin ve lazım-ül icra olması lazım. Yani, hem kesin olacak, hem yürütülmesi 91 zorunlu olacak. Şimdi, insaf edelim, hepimiz konuşalım. Yüksek Askeri Şura Kararı ve Milli Güvenlik Kararları Milli Güvenlik Kurulu kararları kesin ve lazım-ül icra bir karar mıdır? Ama, denecek ki efendim Anayasa böyle diyor. Anayasadaki bu hükümler zayittir, zait. Çünkü kesin ve lazımül icra olmayan bir karar zaten dava konusu olamaz. Eğer Anayasa deseydi ki, Yüksek Askeri Şura Kararları ile Milli Güvenlik Kurulu Kararlarına dayalı olarak alınan karar dava konusu edilemez, deseydi, doğruydu. İdarenin bugün Askeri Yüksek İdare Mahkemesi de dahil, uyguladığı ve Anayasadaki yaptığı yorum doğru olabilirdi, doğru olurdu. Fakat öyle demiyor, Yüksek Askeri Şura Yasasını inceleyin lütfen. Yüksek Askeri Şura Yasasında bu şuranın aldığı kararın tavsiye niteliğinde olduğu yazılıdır. Milli Güvenlik Kurulu Kararları nedir? Tavsiye niteliğinde kararlardır. Bu kararları tek başına icraya koyabilir misiniz, Yürütebilir misiniz? Ta ki Bakanlar Kurulu Kararı ya ilgili bakanın ya da başbakanın bir kararı, bir idari işlemi olmadıkça tavsiye nitelikteki, niteliğinde olan kararlar daha idare hukuku alanında kişilik kazanmış ve şeye konmuş bir karar değildir. Bu yönden mahkemelerimiz özellikle yüksek askeri mahkemesi, efendim Yüksek Askeri Şura Kararlarına karşı dava açılamaz, demek lazımdır. Açılan dava, Yüksek Askeri Şura Kararlarına karşı açılan dava değil, Yüksek Askeri Şura Kararını yürürlüğe koyan Bakanlar Kurulu ya da bakan, başbakan kararına karşı açılmış davadır. Eğer Başbakanlık, Bakanlar Kurulu yahut ilgili bakan böyle bir karar almasa yalnız başına Yüksek Askeri Şura Kararını yürütebilir misiniz? Yahut Milli Güvenlik Kurulu Kararını yürütebilir misiniz. Şimdi denebilir ki efendim, Cumhurbaşkanı kararı. Cumhurbaşkanı sadece şey değildir aynı zamanda. Yani karar, aldığı kararla aynı zamanda icrai görevi vardır. İcrai görevi olması açısından Milli Güvenlik Kurulu Kararı ve Yüksek Askeri Şura Kararı yanında, Cumhurbaşkanının tek başına aldığı karar aleyhine de yargıya gidilemez hükmü yürümez yani yargıya behemehal gidilir. Çünkü o da icra, onun da icrai görevi var. Ama, bir Yüksek Askeri Şura Kararını, bir Milli Güvenlik Kurulu Kararını yalnız başına yürürlüğe koyabilir misiniz? O yönden mahkemelerimizi biraz daha cüretli davranıp Yüksek Askeri Şura Kararı üzerine alınmış idari kararı denetleme görevini yüklenmelidirler. Efendim saygılar sunuyorum. Mehmet Ali ŞAHİN - Evet sayın GÖKÇE, teşekkür ederim. Bir değerlendirme yaptınız, ilginç bir yorum getirdiniz, şimdi evet orada bir arkadaşımızın söz talebi var. Mikrofonu kendisine uzatalım. Mehmet SAĞLAM - Anayasa Mahkemesi Raportörü. Benim de, sayın MEMİŞ’in konuşma konusuyla ilgili birkaç değerlendirmem ve sonra 92 da kendisinden bir konudaki görüşlerini istemem söz konusu olacak. Şimdi Anayasaya uygun yorum yöntemi anayasa yargısında ortaya çıkan bir kısım zorunlulukların sonucu. Fakat, bu yorum yöntemi, kanaatime göre, çok sınırlı ölçüde başvurulması gereken bir yöntem. Bir defa bu yorum yöntemi sonucu verilen kararlar teknik olarak hukuk düzenimizde çeşitli sorunlara yol açmaktadır. Şöyle ki, Anayasa Yargısında amaç bir yasayı iptalden kurtarmak değil, bir yasanın uygulamada ortaya çıkaracağı anayasaya aykırı sonuçları ortadan kaldırmaktır. Yasama organına bir atıfet gibi bir yasayı ben iptal etmedim, şeklindeki bir anlayışın anayasa yargısı işlevi ile bağdaşmadığını düşünüyorum. İkinci olarak yorumlu ret kararı, hakimlere, anayasayla tanınan takdir ve yorum hakkını kısıtlayıcı bir nitelik taşımaktadır. Anayasamızda hakimlerin anayasaya, kanunlara, hukuka ve vicdanlarına göre karar vereceği belirtilmektedir. Anayasa Mahkemesi yorumlu ret kararında birden fazla anlama gelen bir kanun hükmünü, bu anlamlardan birisini tercih ederek, bu anlama göre anayasaya uygun demektedir. Yani, yorumlu ret kararının özetle anlamı budur ve sonuçta kanunun anayasaya aykırı olmadığı gerekçesiyle iptal istemini reddetmektedir. Şimdi, iptal istemi reddedilen bir kanunu uygulayacak olan bir hakim, bu durumda ne yapacaktır? Eğer yorumlu ret kararı ile bağlıdır dersek, alacaktır bu gerekçeyi, ilgili kanun maddesinin yanına iliştirecektir ve bu kanunu bundan sonra, bu gerekçeye göre uygulayacaktır, denilecektir. Oysa bu yukarıda ifade ettiğim gibi hakimlik bağımsızlığına ve hukukta geçerli yorum ilkelerine ve kurallarına uygun olmadığını düşünüyorum. Diğer taraftan Anayasamızda, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı konusu, iptal kararlarıyla ilişki kurularak, düzenlenmiştir. Yani, ret kararlarının bağlayıcılığı şeklinde bir müessese yoktur. Ret kararlarına bağlanan tek sonuç, esastan reddedilen bir kanun hükmüne karşı ancak on yıl geçtikten sonra Anayasa Mahkemesine başvuru imkanıdır. Dolayısıyla burada teknik sorunlar vardır. Bir diğer sorun, eğer ret kararındaki gerekçe bağlayıcıdır, dersek bu bağlayıcılık yasama organına da hitap edecek midir? Bildiğiniz gibi iptal kararlarındaki gerekçeler yasama organının yeni yasayı çıkarmada göz önüne alacağı ilkeleri ortaya koymakta ve anayasaya uygun bir kanun çıkarılması için yön gösterici olmaktadır ve yasama organı Anayasa Mahkemesinin iptal gerekçesini göz önüne almadan ve onu bertaraf edici şekilde yeni bir kanun çıkardığında bu Anayasa Mahkemesi kararının bağlayıcılığına aykırı görülmekte ve salt bu durum bir iptal nedeni olmaktadır. Şimdi, bu durumda yorumlu olarak reddedilen bir kanun hükmünü yasama organı yeniden düzenlemek istediğinde, bu ret gerekçesini göz önüne almak durumunda mıdır? Bununla bağlı olacak mıdır? Buna aykırı bir şekilde o kanunu yeniden düzenlendiği zaman 93 Anayasa Mahkemesi Kararının bağlayıcılığı esasına aykırı davranmış mı olacaktır? Görüldüğü gibi yorumlu ret kararları hukuk tekniği ve anayasal düzenimiz bakımından bir çok sorunları içeren ve uygulamada da bir çok sorunlara yol açan bir müessesedir. Nitekim sayın konuşmacımız da belirttiler. Anayasa Mahkemesi yorumlu ret kararları zaman zaman diğer yargı organlarıyla kendi arasında da sorunlara yol açmaktadır. Yorumlu ret kararları diğer yargı organlarının takdir hakkını yorum hakkını sınırlamadığı, Anayasa Mahkemesinin gerekçesine rağmen farklı yönde kararlar verildiği zaman zaman herkesin malumu olmaktadır. Ben bu açıklamalarımı yaptıktan sonra özellikle sayın konuşmacıdan yorumlu ret kararlarının bağlayıcılığı konusunda görüşlerini ve özellikle bu konuda yasama organının takınacağı tavır veya yasama organının bu kararlar karşısındaki konumu konusunda bir değerlendirmesini rica ediyorum. Teşekkür ediyorum. Mehmet Ali ŞAHİN - Sayın SAĞLAM ben de teşekkür ediyorum. Efendim mikrofon hemen… İhsan DEMİRKIRAN - Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Başkanı. Danıştayın 135. Yıldönümü nedeniyle tüm Danıştayı kutluyorum. Ayrıca bildiri sunan arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. Son derece yararlandık. Aklıma bazı sorular geldi. Hem aydınlatmak istiyorum, hem de yanıt bekliyorum. Şimdi birincisi sayın Emin MEMİŞ hocamıza. Arkadaşımız bir nebze bahsetti. Bu gerekçelerin bağlayıcılığı konusunda. Şimdi Anayasamızın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin olduğu, bu kararların yasama yürütme ve yargı organlarını bağlayacağı açıklanmıştır. Anayasada ve Anayasa Mahkemesi Yasasında, bu kararların gerekçelerinin bağlayıcı olduğu konusunda bir hüküm yoktur. Bu halde, bu hususun İdari Yargılama ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunları göz önünde bulundurularak çözümlenmesi gerekir. Adli yargıda kararların gerekçeleri ile açıklayıcı, sonucu itibariyle bağlayıcı olduğu kabul edilmektedir. Bu sonuç usul yasasında yazılı kesin hüküm bakımından da zorunlu olduğu sonucuna varılmaktadır. Şimdi, Yargıtayı bütün mahkemeleri bağladığına göre biz Anayasa Mahkemesinin gerekçesiyle bağlı mıyız? Efendim ikinci sorum bir daha söz almak istemiyorum. Dr. Zuhal BEREKET’e. Şimdi, orda da Anayasamızın 129/5. maddesinde memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlarından doğan tazminat davaları kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabilir. Burada sözü edilen kusurun hizmet kusuru olduğu tartışmasızdır. Ancak doktorun hizmet ile ilgisi bulunmayan salt kişisel kusurundan 94 kaynaklanan, hizmet ile ilgisi olmayan hallerde doğrudan doktor hakkında adli yargıda dava açılabilir. Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gelen bir olayda acil olarak devlet hastanesine getirilen mağduru doktor tedavi etmemiş, kendisine mağdur yakınları tarafından para verildikten sonra mağduru ameliyata almış, ancak kolunun kesilmesine engel olunmamıştır. İşte, bu gibi hallerde yine hizmet kusurundan bahsedecek miyiz? Özel hastanelerde doktorlar çalıştırılıyor. Özel hastanedeki doktor ile vatandaş arasında ve onu çalıştıran hastane arasındaki hukuki ilişkiyi nasıl vasıflandırabiliriz. Teşekkür ediyorum. Mehmet Ali ŞAHİN – Biz de. Teşekkür ediyorum, sayın DEMİRKIRAN. Böylece üç arkadaşımız söz aldı, fikirlerini ifade ettiler ve dördüncü arkadaşımıza söz veriyoruz. Buyurun. Bilal KARTAL - Teşekkür ederim sayın başkan. Bilal KARTAL, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Başkanı. Efendim, bir ülkede biz ne kadar kanunlarla oynarsak, daha doğrusu hukukla oynarsak o derece hukuku da yaralamış oluruz. Bu ülkenin büyük bir yarasıdır. Bir Anayasa dahi, ben kişisel olarak, kaç defa değişti, 1982’den beri bilemiyorum. Bu, şu demektir; bu o ülkede hukukun oturmadığı demektir. Kurumların yerleşmediği demektir. Kurumsallaşmanın bulunmadığı demektir. Onun için biz ki, şu gerçekten seçkin topluluğun burada verdiği zamanın ne kadar bundan yarar sağlayacağız, bunun hep kuşkusunu taşıyorum. Ama, ne yazık ki, bu toplantıları da bırakamıyorum. Şimdi sorum şu: Hukuk dünyanın her yerinde aynıdır. Türkiye’nin hukuku, Almanya’nın hukuku diye bir hukuk yoktur. Ancak kanunları ayrıdır. Düzenlemesi ayrıdır. Ve bu düzenlemeyi siz ne kadar yazılı olmayan o var olan hukuka uygun düzenlerseniz orada devleti bir hukuka bağlı devlet, hukukun üstünlüğüne yanlı devlet haline getirebilirsiniz. Bunun dışında bütün düzenlemelerin sonuçta bir yarar getirmediğini göreceksiniz ve nitekim de böyle olmuştur. Bir ABD 200 yıldır bir anayasayla yönetilmekte ve bu anayasada da çok küçük değişiklikler yapılmakta. Ancak biz durmadan Anayasa değişikliği yapmakla güzeli yakalamaya çalışıyoruz. Ben zannediyorum, güzeli yakalamaktan ziyade herhalde çıkmaza doğru gidişin bir işareti olduğunu da söylemek istiyorum. Şimdi, Anayasa Mahkemesine gelen bir olay; bir yasa var, bir Anayasa Mahkemesi, üst norm, yazılı norm anayasanın kendisi; alt norm yasa. Anayasanın kendisi hukuka aykırı ise, nasıl bir yöntem izleyeceksiniz acaba? Oradaki yönteminiz ne olacak? Elbette yasa, doğru olduğu için değil, yasa olduğu için uyacağız ama, acaba Anayasa Mahkemesi kararlarında bunu işleyebilir mi diye düşünüyorum. Bu belirlemeyi yaptıktan sonra ben başka bir konuya geçmek istiyorum. 95 Buradaki tebliğlerden öğrendim ve birazcık da tabii düşündürücü geldi bana. Şimdi, idarenin sorumluluğunun ağır kusura dayandığını öğrendim. Burada birazcık yani, durdum ben şimdi, ağır kusur bizim Borçlar Kanununda vardı, fakat bu zannediyorum 1984 yılında kaldırıldı. Ve kusur olarak artık bu ağır kelimesi çıkarıldı. Fakat, halen idarenin ağır kusurunun sorumluluğu için ağır kusurun bulunması gerektiğinin hangi yasal düzenlemeye dayandığını gerçekten merak ediyorum ki, her iki, gerek AYANOĞLU ve gerekse diğer Zuhal Hanım bu konuda bu yasal düzenlemenin hangi maddeye dayandığını söylerlerse ben de bu arada öğrenmiş olacağım. Şimdi, hepimiz biliyoruz, kusursuz sorumluluğun temel nedeni ki, gün geçtikçe bunlar artmaktadır. Kusursuz sorumluluk halleri artmaktadır. Temel nedeni zarar görenin zararını ispat etme, kanıtlama güçlüğünden kaynaklanmaktadır. Bunun için kusursuz sorumluluk temel nedeni budur. Çünkü, karar gören o işle hizmetin iç işleyişini, o kişinin yapısını, onları bilecek durumda değiliz. Siz bundan, onu istersek o kişinin kusurunu ispat edememe durumuyla karşı karşıya kalacak ve dolayısıyla o zarar kendi üzerinde kalacak onun için kusursuz sorumluluk bu nedenle getirilmiş ve tek nedeni zarar verenin veya zarar verdiğini iddia ettiğimiz kişinin ben kusursuzum ve daha açık bir anlatımla zararla eylem arasında illiyet bağı yoktur. Hukuka uygun illiyet bağı olmadığını kanıtlaması gerekiyor. Kim kanıtlayacak? İdare kanıtlayacak. Veyahut da bu olayda idare, veyahut da başka bir olayda bir kişi veyahut da kurum karşılayacak. Şimdi, ağır kusuru dediğimiz zaman biz idareyi nasıl sorumlu tutacağız onu bilemiyorum. Bir defa kusursuz sorumluluk diyebiliriz. Şunun için diyebiliriz. Şimdi, bir kamu hizmeti yürütülüyor. Kamu hizmetinin yürütülmesinde kendi ajanı bir eylemde bulunuyor. Bu ajanın eyleminden dolayı bir kişi zarar görüyor. Bu defa burada Borçlar Kanununun doğrudan doğruya 55. maddesi gündeme gelecek. 55. maddesi, hatta belki yer yer 100. madde de gündeme gelecek. Şimdi, bu 55. madde gündeme geldiği zaman karşımıza kendiliğinden bir kusursuz sorumluluk hali çıkıyor ortaya. Bunun daha ileriye götürülüp hatta hatta kusurlu sorumluluk ötesinde ağır kusuru aramak idareyi bir nevi kusurun dışında yani ona (………………..) sonucu çıkabilir. Buna katılmak mümkün değil. İkinci bir değerli arkadaşım, AYANOĞLU söylediler. Ben tabii bilgi noksanlığımı değerli arkadaşlarım bağışlasınlar. Şimdi, idari yargı davasında, tam yargı davasında Borçlar Kanunu ki, idarede, idari yargıda kendi hükümlerini kurarken ki, temel bir yasa olan Borçlar Yasasındaki genel hükümlerden yararlanmak zorundadırlar. Özellikle sorumluluk hukukuyla ilgili olarak yararlanmak zorundadırlar. Şimdi, bir örnek olarak söylemek gerekirse bir idari yargı kararının uygulanmamasından dolayı kişiyi dilediğinde kurum aleyhine 96 yani, o kurum idari kurum dava açacaktır ve tazminat isteyecektir. Bu tazminat maddi olabilir, manevi olabilir. İkisi de olabilir. Bu bağlamda bu kişi tazminat da istemediği zaman bu kararın verilecek bir yargı kararının yayımlanmasını isteyebilir. Hatta hatta belki burada bunu diyemeyebiliriz. Kararın yayınlanmasını isteyebilir. Belki kurumdur, kınama cezası verilemez kuruma, diyebiliriz. Fakat, kınama isteyemeyiz ama, bir yargı kararının gazetede yayınlanmasını isteme hakkı olduğunu kabul etmek gerekir. Hatta şunu da isteyebilir diye düşünüyorum. Bu eylemin, bu işlemin haksız olduğunun tespitini de isteyebilir. Tespit niteliğinde de bir talepte bulunabilir. Bu bakımdan bir tam yargı davası içerisinde tazminatın dışında bir istemin olmayacağının belki sayın İlhan ÖZAY’da aramızda ki, bu hususta kendileri herhalde, belki bu konuda bir söz alırlar. Ben istenebileceğini düşünüyorum. Çok teşekkür ederim. Saygılar sunuyorum efendim. Mehmet Ali ŞAHİN - Sayın Başkanım biz de teşekkür ederiz. Şimdi, şöyle bir yöntem takip edelim. Çünkü, zaman süratle akıyor. Siz değerli katılımcılarımızdan söz almak isteyenleri belirleyebilirsek, o zamana göre ne kadar sürede işte, beyanlarını ortaya koyabileceklerini tespit etmek imkanı buluruz. Acaba işaret edebilirler mi söz almak isteyenler? Tamam, bir, iki, üç, dört, beş isim görüyorum. Demek ki, tamam sizi saydım efendim. Sizi saydım. Şu anda beş arkadaşımız söz talebinde bulundu. O zaman mikrofonu hemen getirelim. Sinan YÖRÜKOĞLU - Danıştay Üyesi. Biraz önce bir soruda anayasaya uygun yorumun bir yorum tekniği, hukukta bir yorum tekniği olmadığı gibi ifade galiba yer aldı, yanlış anlamadıysam. Rahmetli Bülent TANER’ le, Necmi YÜZBAŞIOĞLU’ nun müştereken yazdıkları Anayasa Hukuku kitabında, Anayasa Mahkemesinin yorum yöntemleri anlatılırken bu konuya da yer verilmiş ve bunun telorojik yorumu, sistematik yorumun devamı niteliğinde olduğunu, dolayısıyla hukukta bu yoruma yer bulunduğunu belirtiyorlar. Emin Bey bu görüşe katılıyorlar mı onu bir öğrenmek istiyorum. İkincisi yine aynı kitapta bu konuyla ilgili konu anlatılırken malumunuz, Anayasa Mahkemesi kararlarını, gerekçeleri özellikle iptal kararlarının gerekçeleri hükme esas teşkil ettiği ve hükümle sıkı sıkıya bağlı olduğu için, gerekçe yönünden de bağlayıcılık teşkil ediyor. Bu kitapta değerli yazarlar Anayasaya uygun yorum yoluyla verilmiş olan kararlarda gerekçenin bağlayıcılığının daha da bir önem kazandığını belirtiyorlar. Bu önem kazanma, yani iptal kararlarındaki gerekçenin de ötesinde bir bağlayıcılık niteliğini gösteriyor. Bunu da ben Emin Beyden anlatırlarsa memnun olacağım. Tam Yargı davalarıyla ilgili sayın 97 AYANOĞLU konuşmasında argüman alırken 28. maddede konusu belli bir miktarı içerenler genel hükümler dairesinde kararın gereğinin yerine getirileceğini, buradan da konusu belli bir değeri içermeyen tam yargı davalarında olacağını belirttiler. Ben öncelikle tebliğdeki görüşlerine katılıyorum. Ancak, burada sözü edilen konu bildiğim kadarıyla, bilebildiğim kadarıyla, Danıştay’ın malumunuz, İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararı var. O kararda belirtiliyor ki, kamu görevlilerinin açtıkları tam yargı davalarında dava devam ederken zararın miktarı belirlenemiyorsa, o zaman miktar yazma zorunluluğu yok. Dilekçenizde miktar belirtmeden de tazminat talebinde bulunabiliyorsunuz. Ve Danıştay da o kararlığında hesaplanacak tazminat miktarının ödenmesine karar veriyor. Yani, ortada bir miktar yok. Öbür bütün davalarda bir miktarın tam yargı davalarında yazılması zorunluluğu var. Yani, tazminat olarak alırsanız, bu konuda bir miktar belirtilmiş ise efendim bunun icra dairelerinde genel hükümler dairesinde yerine getirileceğini öngören bir hüküm. Orda tabii şu anda belki bir sorun var. Yeni yasa çalışmasında dikkate alınıyor. Miktar içermeyen bir tazminat kararı olursa bu nasıl yerine getirilecek meselesi de bir sual olarak ortada duruyor. Yani bu 28. maddedeki hükme verilen anlam bilebildiğim kadarıyla bu. Şimdi sayın Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Başkanımız siz bu şeyi nerden çıkartıyorsunuz, ağır kusur kusursuz sorumluluğu? Bu konuşma bana yıllar önce burada yapılan bir sempozyumu anımsattı. Bilmiyorum şu anda hayatta mıdır? Medeni Hukuk Hocası Kemal Tahir GÜRSOY’ da burada, gelmişti, şöyle bir soru sormuştu: Biz tazminata hükmederken elimizde bir borçlar kanunumuz var. Siz neye göre veriyorsunuz tazminatı? O zaman dendi ki kendisine; biz Anayasada bir madde var, idari eylem işleminden doğan zararı ödemekle yükümlüdür. Bir de İdari Yargılama Usul Yasamızda haklar, ….. olanlar tarafından tam yargı davası açılacağını belirten bir hüküm var. Bizim başka hiçbir hükmümüz yok. Bütün diğer konular kusursuz sorumluluk, kusura dayalı sorumluluk, ağır kusur, bütün bunlar içtihatlarla yaratılmıştır. Ve bu içtihatlar yaratılırken Borçlar Kanunu esas alınarak yaratılmış içtihatlar değildir. İdare hukukunun kendine özgü kuralları çerçevesinde yaratılmış içtihatlardır. Ağır kusurlar o içtihatların içerisinde doktrinde vardır. Bugün yavaş yavaş terk edilmekte olan bir alandır gerçi ama, vardır, uygulanmıştır. Kusursuz sorumluluk yine idare hukukunun kuralları içerisinde yaratılmıştır. Hizmet kusuru idareler hukukunun kuralları içersinde yaratılmıştır. Bu kuralları yorumlamak için başka bir metne ihtiyaç yoktur. Zuhal Hanımdan öğrenmek istediğim bir şey var. Kendisi konuşmasında bir ölçüde bunu belirttiler. Şimdi, sağlık hizmetlerinin riskli olduğundan bahisle idareyi biraz tazminin dışında tutma gibi bir eğilim var. Ancak tıbbi teknolojideki son gelişmeler bu eğilimde 98 galiba bir aşınmaya yol açacak. Türkiye’de pek bir karar bulamadım dediniz galiba. Bilmiyorum siz yurtdışına da gittiniz çalıştınız. Orada bu gelişmeye, tıbbi teknolojideki gelişmeye paralel bir içtihat seyri söz konusu mu? Bir diğer konu: Konuşmanızda belittiniz. Bursa’da İdare Mahkemesinin ısrar kararında, hasta hakkının ilgiliye bildirilmediği meselesi var. Şimdi, hasta haklarının bildirilmesi dava bazında önümüze geldiği zaman idare, biz bildirdik kendisini ikaz ettik, davacı, beni ikaz etmediler. İkaz etselerdi ben o ilacın kulağıma damlatılmasını istemeyecektim. Sonuçta sağır olmayacaktım. Davanın özünde bu. Peki, bu hasta haklarının bildirilmesinin bir belgelenme yöntemi var mıdır? Bu uygulamada bununla ilgili bir metin bir düzenleme var mıdır? Teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN - Sayın YÖRÜKOĞLU biz de teşekkür ediyoruz. Şöyle getirir misin mikrofonu? Buyurun. Aysel PEKİNER - Sayın MEMİŞOĞLU’ nun tebliğine ilişkin olarak bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Şöyle: Hepimizin bildiği gibi anayasa normu en üstün hukuk normu niteliğinde ve bağlayıcı hukuk kuralları taşımaktadır. Dolayısıyla tüm yargı yerleri, yargıçlar, bu normu verecekleri kararlarda her zaman göz önünde bulundurmalıdırlar. Ve esasen de memleketimizde hep böyle yapılıyor. Şimdi, bu davayı bakıp, görüp çözümleyeceği davada hükme esas alacağı yasa kuralını uygularken bir Anayasa normuna ihtiyaç duyulduğunda, bunu anayasaya uygun biçimde, gerekçesine uygun biçimde yapacaktır kuşkusuz. Bu ne zaman olacak? anayasaya aykırılığını düşünmediği zaman yapacak ve hükmünde bunu belirtecektir. Ancak anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü bir yasa kuralı varsa, bunu itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesinin önüne getirmek yükümlülüğündedir. Çünkü, kendisinin anayasaya aykırılık iddiasında bulunmuş tarafın iddiasını çözümlemek yetkisi olmadığı gibi, bunu resen de bu tarzda görüp, ben bu kuralı Anayasaya aykırı görüyorum kendiliğimden de yok sayıyorum, diyemez. O nedenle bunu doğrudan doğruya getirmelidir. Sizin 1950 yılında verilmiş Danıştay kararına karşılık söylediğiniz övgüler doğrudur. Gerçekten o tarihte Anayasa Mahkemesinin henüz ülkemizde yaşama geçirilmemiş, kurulmamış olması nedeniyle verilmiş bir karardır. Ve Danıştay’ın ilerici hukuk normuna uygun bir karardır ve övgüye değerdir. Doğrudur. Ama, bugün anayasaya aykırı bir kuralı kendiliğinden yok sayarak yorumlamak olanağı yoktur. Bunun bir istisnası maalesef geçtiğimiz yıl 4616 sayılı Yasa kamuoyunda af yasası veya erteleme yasası diye nitelediğimiz yasa gündeme geldiğinde adli yargıdan binlerce dosya Yargıtayımıza intikal etmiş ve Yargıtayımız itiraz yolunu kullanmaksızın kendiliğinden yorum getirerek bazı esaslar benimsemiştir. Ancak, yerel 99 mahkemelerden itiraz yoluyla gelen davalar Anayasa Mahkemesi önünde bakılıp çözümlendiği zaman 4616 sayılı Yasanın kimi maddeleri iptal edilmiştir. Şimdi bu, bu şekilde. İkinci bir konu var: Anayasa Mahkemesi kararları resmi gazetede yayımlandıkları tarihte yürürlüğe girerler ve bağlayıcılıklarını o tarihten itibaren hukuk aleminde doğururlar. Ancak uygulamada zaman zaman bunun gene kamusal ihtiyaçlardan diye yorumlamak zorunluluğunda kaldım ben de şu anda. Aksini görmekteyiz. Bu, dün sayın başkanın ifade ettiği 61 yaş, emeklilik yaşıyla ilgili olarak da güncel olarak da gündemdedir. Anayasa Mahkemesi bilindiği gibi yürürlüğü durdurma kararlarını içtihaden oluşturmuştur. Bu kararlar Anayasamızda henüz düzenlenmiş değil. Ancak, bu içtihat hukuk aleminde yargı yerlerinde benimsenmiştir. Dolayısıyla, yürürlüğü durdurma, yasayı askıya almıştır. Ve bu taktirde ne olacak? Bu takdirde gerçekten olacağı, sayın Başkan dün ifade ettiler. Hukuka bağlı devlet ilkesinin gereği, eğer, idare hukuka bağlılığını benimsemiş ise derhal bu emeklilik işlemlerini geri alacak ve uygulamaya burada son verecektir. Peki, yargı yerlerine intikal ettirilmiş konularda ne olacak? Burada da yargı yerlerinde yargıçlar, Danıştay veya idare mahkemelerinde bu yürürlüğü durdurma kararını hemen asıl karar gibi göz önünde bulunduracaklar ve ona göre karar vereceklerdir. Peki, şimdi ne oluyor? Şimdi, bir yorum yapılmış oluyor tabii ki. Anayasada açıkça yazılı olmayan bir durumu biz yorum yoluyla uygulamaya, hayata geçirmiş oluyoruz. Ama, bunu neden yapıyoruz? Bunu hizmet gereği, kamu yararı gereği, kamu hukukunun genel ilkelerinden hukukun üstünlüğünden esinlenerek yapıyoruz. Ve yapmak zorundayız. Bu itibarla burada önemli olan yetkileri iyi kullanmak, gerek yargıçların gerek mahkemelerin bunda özenli davranması, yargıçların, önüne gelen davalarda kendi yetkilerini yorum yoluyla pozitif olarak kullanmaları, ancak itiraz yoluyla aykırılık iddiasında Anayasa Mahkemesinin önüne getirmekten kaçınmamaları, yetkiyi burada Anayasa Mahkemesine bırakmaları gerekiyor. Bir de yürürlük açısından bunu şu andaki bir hukuk boşluğu mu? Sayın Bakanın da dikkatini çekmek istiyorum. Bu konuda anayasada yapılacak bir değişiklikle herhalde, Anayasa Mahkemesinin verdiği kararların, verildiği tarihte yürürlüğe girmesi sorunu, artı yürürlüğü durdurma kararlarının da asıl karar gibi hüküm icra edeceği hususunun da belirtilmesi gerektiğini, burada ifade etmek istedim. Teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN - Evet, Aysel PEKİNER Hanımefendiye biz de katkıları sebebiyle teşekkür ediyoruz. Söz talepleri vardı. Evet, oradan devam edelim. 100 Fikri BALCI - Efendim onbir kelimeden oluşan sorumu sormadan önce kısaca kendimden söz etmek isterim. Ben altıncı derecenin altıncı kademesinden emekli Fikri BALCI. Buraya gelişimi, yaşlı olduğum için belediye sağladı. Çünkü, aldığım parayı çok görenler, omuzlarındaki kuşu tutamayanların vergileri budanıp kaldırıldı. KDV, enflasyon, zam adıyla alınan vasıtalı vergilerle soyulmuş soğana çevrildim. Şimdi, soruma geliyorum. Küreselci olmadığım için hiçbir soru sormayacağım. Çünkü, benim konuşma hakkım yok zaten. Lütfen söyleyiniz. Seçme ve seçilme hakkımızın gaspıyla, halkı dışlayarak dış ülkelerin kurduğu, oligarşi düzenine cumhuriyet denebilir mi? Yargı erki bu işi sadece seyir mi edecek? Teşekkür ederim, hepinize saygılar sunuyorum. Hepiniz vicdanınızda yorumlayın bunu. Teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN - Efendim biz de teşekkür ederiz. Hemen orada bir söz talebi daha vardı. Evet, buyurun efendim. Mehmet ÜNLÜÇAY - Danıştay Üyesi. Efendim ben tam yargı davalarıyla ilgili olarak, soru yöneltmek istiyorum. Ama, ondan önce, anayasa yorumu ile ilgili de görüşümü aktarmak istiyorum. Anayasa Mahkemesinin olduğu bir sistemde, Anayasa Mahkemesi kararlarının gerekçesiyle birlikte bağlayıcı olduğu kanaatindeyim. Esasen, aksini düşünmek ve uygulamaya çalışmak kaotik bir ortama yol açar kaygısını da taşıyorum. Bütün kamusal yetkiler gibi yargı yetkisi de sınırsız değildir elbette. 1924 Anayasasında anayasaya yorum yetkisi meclisindi. Ama Anayasa Mahkemesinin bulunduğu sistemde, ret kararlarındaki koymuş olduğu gerekçeler de, diğer yargı organları için bağlayıcıdır. Yani, şöyle bir örnekde Anayasa Mahkemesinin olmadığı döneme ilişkin hep verilmektedir. Bir hukuk hakimi de o tarihte bir yasa hükmünü anayasaya aykırı bularak uygulamamış ve o şekilde bir karar vermiş. Fakat, bütün bunlar o tarihte, o dönemdeki hukuk düzeni ile ilgili örnekler. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi kararlarının yorumlarının da diğer yargı organlarını bağlayacağını söylemek istiyorum. Tam yargı davalarıyla ilgili olarak bir tasnif sorunu var gibi geliyor bana. Sayın AYANOĞLU’ na bir soru yöneltmek istiyorum. Şimdi, bizdeki idari dava türlerinin iptal ve tam yargı davası olarak tasnif edilirken, kimi zaman, kimi tam yargı davalarının iptal görünümü altında, o formatla görüldüğünü de kabul etmek gerekir diye düşünüyorum. Eğer, tam yargı davası hak ihlallerini giderim davası ise, ki öyle. O halde sosyal güvenlik alanına ve değişik alanlara ilişkin yani, konusu hak olan bir hakkın yerine getirilmesi isteğiyle yapılan başvurunun reddi üzerine, kurulmuş işlemin iptaline yönelik davalar da esasen tam yargı davası değil midir? Yani, dolayısıyla denilebilir ki, tam yargı davası sadece 101 tazminata dönüşmüyor. Aslında, o iptal kararları aynı zamanda buyurucu nitelikte. İdareye belli had ve harekette davranma zorunluluğunu getiriyor. Belki bu, bizim yargılama usulümüzdeki tasnifi değiştirip menfaat ilgisi nedeniyle, açılan davaları başka bir kategoride toplayıp, diğerlerinin hepsine tam yargı davası demek, o başlık altında toplamak daha doğru olabilir mi? Öte yandan, ben mesleğe başladığımda bir lira istemiyle açılmış manevi tazminat davaları da vardı. Şimdi artık bir liralar falan kalmadı, gerek hukuk mahkemelerinde, gerek bizde, miktarlar yükseliyor, bir yükselme eğiliminde. Şu nedenle bu örneği veriyorum. Tam yargı davasında sayın AYANOĞLU’ nun söylediği gibi, idari yargı çok da çeşitlemeler yapmadı. Hüküm fıkrası itibariyle çok farklılıklar ortaya koyamadı. Ama, bu üretken olamayışının bir nedeni de taleplerin tazminat talebi oluşu. Yani, şunu da kabul etmek lazım; yaşam giderek maddileşiyor. Galiba insanlar, parayı öbürlerine tercih ediyor. Yani, herhangi bir mesleki dergide bir kararın yayınlanması yerine, belli bir miktarın kendisine verilmesi çok daha …………………………TRT’de yahut Radyo Televizyonda yolunu bulup da kararımızı yayınlatırsak mı daha tatmin olur davacı. Ama, onun yerine belli bir para verirsek mi? Galiba, son insan modeli, ben de zaman zaman yadırgıyorum ama, ikinci seçeneği seçecektir diye düşünüyorum. İdari tazminat davasının başka problemleri var. Yani, esasen, tabii Zuhal Hanımın kullandığı başlığı ben daha çok tercih ediyorum. İdarenin hukuki sorumluluğu genel başlığını alırsak, idari yargının yanı sıra, kamusal yetkileri kullanan idarenin de kendi hukuki sorumluluğunun bilincine varması gerek; bu dava türlerinin işleyebilmesi açısından. Dolayısıyla tam yargı davasını çeşitlemek, hüküm fıkrasını idareye birtakım, had ve hareketi göstermek, yeni buyurucu birtakım hükümler kurmak yerine, bu idari tazminat davalarını daha geliştirmek ama, öbür yandan, iptal davası bölümünde sayılan kimi tam yargı davalarını da belki, daha da işleyerek tam yargı niteliğine kavuşturmak mı daha doğrudur diye sormak istiyorum. Teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN – Efendim ben de teşekkür ediyorum. Demin tespit ederken beş katılımcının söz isteğini belirlemiştik. Şimdi beşinci isim. Evet oraya veriyoruz. Zannediyorum yarım saat kadar zamanımız kaldı. Tebliğcilerimiz sorulan soruları cevaplandırırlarsa bu süre içerisinde zannediyorum oturumumuzu tamamlamış oluruz. Buyurun efendim. Doç. Dr. Ethem ATAY - Ben sorumu Zuhal Hanıma tevcih etmek istiyorum. Biliyorum ki Zuhal Hanım çalışmaların bir kısmını da Fransa’da yaptı. Fransız Hukukunda özellikle, hakimin sorumluluğu alanında önemli gelişmeler var. Birincisi artık, sorumlulukta kusur veya kusursuz 102 sorumluluk ayırımı ortadan kalktı. Ve sorumluluğu artık, sigorta hukuku şeklinde değerlendiriyorlar. Bu anlamda da yargının vermiş olduğu kararların yasama organı tarafından kanun haline dönüştürüldüğünü görüyorum. Bu anlamda ne düşünüyor. Kendisinin bu fikirlerini alırsam memnun olacağım. Teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN - Evet, ben de teşekkür ediyorum Ethem Bey. Sanıyorum, söz almak isteyen arkadaşlarımız bunun dışında yok. O zaman yarım saat zamanımız var. Dokuz katılımcı söz aldı, değerli fikirlerini ortaya koydu ve sorular yönelttiler. Bu soruların yanılmıyorsam önemli bir bölümü, sayın MEMİŞ’ e oldu. Evet, şimdi söz sırası sizde efendim. Buyurun. Emin MEMİŞ - Sayın Başkan, ben umuyordum ki, biraz daha zaman kalır bana ve demek istediklerimi, söylemek istediklerimi söylerim ama, yine de demek ki çok az bölüşürsek üç arkadaş, zaman düşüyor. Ama, yine de hızlı bir şekilde cevap verip teorik açıklamalara girmek isterim elimden geldiği kadar. Şimdi, raportör arkadaşımız Mehmet SAĞLAM’ ın ret kararları üzerindeki söylediklerini dinledik ve bize bu doğrultuda bir soru yöneltti. Şimdi, hemen benim incelemelerinde gördüğüm kadarıyla anayasamızda, iki türlü karar var. Birisi yorumlu ret kararları, diğeri ret kararı. Anayasamızda yorumlu ret kararı, mutavassıt kararlar var. Yani, iki türlü, birisi yorumlu ret, üzerinde dediğimiz gibi konuştuğumuz, bizim konumuzu da ilgilendiriyor. Diğer mutavassıt kararlar da ara kararları, görüyoruz. Ancak, anayasamızda yazılı iki türlü karar dedim. Bunlar, birisi iptal kararı. Net şekilde belirtilmiş olan, iki karar türünü görüyoruz. Şimdi 152. maddenin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi önüne gelen bir davada eğer ret kararı verirse, 10 yıl askıya alma var, diye arkadaşımız söyledi. Kanunu 10 yıl askıya alma, diye söyledi. Evet, benim incelememde de görülecektir ki, Yargıtayın vermiş olduğu kararla, üzerine örnek verdim incelememde, Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararlar çelişebiliyor. Ancak, benim anlattığım, anayasaya uygun yorum kararıyla, anayasada geçen ret kararı aynı değil. Bunun hemen altını çizmek isterim. Anayasadaki ret kararı, anayasa yargıcının önüne ya da Anayasa Mahkemesinin önüne gelen kararda, incelenen kararda, davada tamamen anayasaya uygunluk sonucuna ulaşılmaktadır. Çeşitli şekillerde argümanlar kullanılarak, tamamen anayasaya uygunluk sonucuna ulaşılarak ret kararı verilmektedir. Oysa, bizim anlatmak istediğim teknikteki bir başka arkadaşım daha bunun üzerinde durdu. Bir yaptırım tekniği diye düşünüyorum ben bu yolu. Benim anlatmak istediğim de anayasa yargıcı önüne gelen, gene bir itiraz davasında ya da aykırılık davasında anayasa yargıcı ne yapıyor? Önüne gelen davaya 103 ya kısmi hükümsüzlük kararı verecektir, ya iptal kararı verecektir ya da dünyadaki örnekleri gibi anayasaya uygun yorum kararı verecektir. Peki, anayasaya uygun yorum kararında ne var? Bir defa, birden fazla yorum yapacaktır yargıç burada. Bunların bir kısmı anayasaya aykırı olacaktır ki, bu vardır vakidir. Diğer kısmı ise anayasaya uygun bir sonuca ulaşacaktır. Hatta, ben bunu çoğaltıyorum. Diyorum ki, anayasaya uygun iki sonuç olabilir mi, diyorum yani, teorik olarak ve olursa o zaman hangisini seçecek, diye sorusunu soruyorum. Şimdi, soruna böyle baktığımız zaman, anayasaya uygun yorum kararının işlevi kısmi hükümsüzlük beyanı vermeden, kısmi iptal kararı vermeden kısmi iptali oluşturmaktır. Ancak, dikkat edin, kanun ortadadır. Kısmi hükümsüzlük beyanı verilmiyor. ama gerekçeyle ki, birazdan bahsedeceğim yapılan yorumla birlikte, Anayasaya göre madde ya da yasa korunuyor. Buna koruma ilkesi diyoruz. Normu koruma ilkesi diyoruz ki, bunun üzerinde bahsettim. Şimdi, bu açıklamadan sonra, bu on yıllık süreyle yapılan diğer mahkeme diye yüksek mahkemeler arasındaki karşılaştırmada hakikaten çok büyük sorunlar vardır. Şöyle düşünmek gerekir: Anayasanın yürürlük kararlarından birisi içtihadı birleştirme kararlarıdır. Bizim hukukumuza özgü yani, yabancı hukuklarda görmediğimiz ama, bizim uygulamamıza özgü içtihadı birleştirme kararlarının bildiğiniz gibi yüksek mahkemenin bu kararları, aşağıdaki diğer organları, diğer alt mahkemeleri bağlar. Diyelim ki, Yargıtay bizim verdiğimiz misalde de olduğu gibi on yıllık dondurulan kanun hakkında, değişik bir yorum yaptı. Burada şöyle düşünülebilir; Yargıtay, bunu Anayasa Mahkemesinin önüne getirebilir böyle bir durumda. Anayasa Mahkemesi demin söylediğim nedenlerle içtihadı birleştirme kararına uyarak belki bir çözüm getirebilir. Ancak, bu çözüm Anayasa Mahkemesi’nin, anayasamızdaki özelliğini zayıflatıyor. Onun için ne yapmak lazım gelir, diye sorarsanız; bence bu yollar işleyecektir. Çözüm bence ya anayasa şikayeti yolunu açmaktır Almanya’da olduğu gibi ya da içtihadı birleştirme pozisyonuyla bu kararların pozisyonunu daha vurgulu bir şekilde çözecek bir değişikliğe gitmektir. Şimdi, esas gerekçe sorununa gelelim. Gerekçe sorununa geçmeden önce anayasaya uygun yorumun dogmatik savunma verilerini söylemem gerekir. Bir defa anayasaya, arkadaşımızın dediği gibi bir atifet değildir. Yani anayasadaki yapılan yorum anayasaya uygun yorum yasamanın ben biraz ……………… dedim. Hani canını bağışlamak gibi, dedim. Ama, arkasından da ne söyledim? Bir defa bu üç güç, yasama, yürütme, yargı gücü, işlevlerine karışmamaları gerekir. Burada yorum yapıyoruz. Bildiğiniz gibi yine hukukçu olarak, bildiğiniz gibi açık kural meselesi var. Açık kuralı bile yorumluyor. Hani yargıcın söylediğidir sonunda yani. Evet, Anayasa maddesi vardır. Yasanın 104 maddesi vardır ama, bir sürü teoriye girmek istemem ama, eninde sonunda çözümü yargıç söyleyecektir. Çünkü, bildiğiniz gibi en rutin meselelerde bile karar veriyoruz yani. Bırakın çok çapraşık meseleleri. Yargıç önüne gelen davayı çözmek zorundadır. Kaçınamaz. Mefhumu muhalifinden baktığımız zaman yetki sorununu gündeme getiriyorum. Şimdi, bizim sistemimizde, anayasamızın sisteminde bir takım yargı düzenleri konulmuş ve 1982, 1961 Anayasasına baktığımız zaman arada bir takım farklar görebiliriz. Peki, yüksek mahkeme midir, diye sorduğumuz zaman, Yargıtay gibi, Danıştay gibi midir,diye sorduğumuz zaman Anayasa Mahkemesi. başka sonuçlara gidiyoruz, başka bir yörüngeye girmiş oluyoruz. Çünkü, diğer yüksek mahkemelerin kararları aşağıdakileri, alt mahkemeleri koruyabiliyor. Öyleyse Anayasa Mahkemesinin kararları bu pozisyonda kimi bağlayacaktır, sorusunu sorsak, bence çok açık yani, Anayasamızda var bu. 11. maddesinde hatta hocamız…………………… de dediği gibi, başka hocalarımız da dediği gibi, bu anayasanın bazı kuralları doğrudan dava açmada kullanılabilir. Şu ana kadar kullanıldı mı bilmiyorum. Ben rastlamadım, ama eğer bu anayasanın ayrıntılı kazıüstük olan bu anayasanın bazı kuralları, eğer, çözüm getirebiliyorsa yargıç, taraflar, husumet makamı ya da davalı, davacı bu anayasanın direkt maddesine dayanarak dava açabilir. Soruna bu açıdan baktığımız zaman Anayasamızın pozisyonu dediği gibi bir arkadaşımızın da, anayasa hukuku anlayışı görüşü, karşıt görüşü realist teoriye karşıt görüş olarak aldığım, benim de katıldığım görüşte bu anayasa en üstte olan bir anayasadır. Bunu kabul ediyoruz. Hiç kimse bunun tersini söylemiyor. Onun maddelerine baktığımız zaman dikkatimizi çeken 153. maddede sadece, iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan açıklanamaz diyor 153. maddesi. Ama, 1961 Anayasasına gittiğimiz zaman gerekçenin yazılabileceğinin, gerekçeli yine, kararların verilebileceğini söylemektedir. İptal kararlarının, kararların Anayasa Mahkemesi kararlarının gerekçelerinden bahsetmektedir. Neden 153. madde bunu acaba aldı, diye sorarsak ve diğer kararlardan bahsetmiyor. Ama Anayasa Mahkemesi kararları, diyor yer yer. Fakat, sadece iptal kararlarının diyor, yayımlanması gerekir diyor. Peki, diğer kararların gerekçelerini nerden bulacağız? Gideceğiz, organik kanuna gittiğimiz zaman, tıpkı Alman Anayasası Mahkemesinin organik kanununda olduğu gibi, bizim de organik kanunumuzda 53. maddede Anayasa Mahkemesi kararlarının gerekçeli olacağını söylemektedir. Ve yayımından itibaren ilgililere tebliğ edilir, diyor gerekçesi yazıldıktan sonra, yayınlanır ve ilgililere olduğu gibi taraflara, ilgili taraflara tebliğ edilir diyor. Niçin bunu böyle diyor? Yani, iş olsun diye demiyor tabii bunu. Öyleyse, ilgili taraflar kimlerdir, diye baktığımız zaman 11. maddede yasama, yürütme, genel anlamda Anayasa hükümleri 105 herkesi bağlar, gerçek ve tüzel kişileri. 153. maddeye gittiğimiz zaman yine aynısı hemen hemen tekrarlanmaktadır. Ve yargı organlarını lafını açık bir şekilde söylemektedir. Dedim bunu daha önce. Şimdi, bu bağlamda soruna baktığımız zaman gerekçe bağlayıcı mıdır? Öyleyse, bunu sorgulamamız gerekiyor bir. İkincisi de yetkiyi sorgulamamız gerekiyor. Bir defa üç sistem olduğunu söyledik. Yasama, yürütme, yargı. Ve yargı tektir. Dikkat ederseniz Anayasamızda yargı düzenlerinin düzenlendiğini görüyoruz. İşte, yüksek idare mahkemesi, sayıyor Anayasa Mahkemesi, aşağıya doğru sayıyor. Ve her yargı düzeninin de kendi yorumunu yaparken yargıcın kendi ilkeleri olduğunu da hatırlatmak isterim. Örneğin, Türk Ceza Kanununun cezaların şahsiliği prensibinde olduğu gibi. Türk Medeni Kanununun 1. maddesinde olduğu gibi. Ve başka maddelerde de var. Yargıç önüne geldiği kuralı, normu seslendirirken hukuku söylemek için kendi kuralları içerisinde, tabii, en üstte anayasaya dayanarak sonuca gitmektedir. Şimdi, o zaman gerekçe bağlayıcı mıdır? Dedik bunu iki türlü yetki bakımından bakabiliriz dedik, ikincisi de gerekçe açısından bunu konuşabiliriz. Yani, bağlayıcı mıdır, değil midir diye iki şekilde. Şimdi, burada iki görüş var. Bakıyoruz birinci görüşe: Gerekçe yetkinin yerinde kullanılıp kullanılmadığını, diyor ölçümleyen bir kurum. Hükmün nedenini öğrenme sadece taraflara değil, kamunun öğrenmesi içindir de diyoruz. Ve Yargıtay yasal olmayan gerekçe kavramını kullanmıştır. Her ne kadar çeşitli, bu mahkemeler arasında değişik yorumlamalar yapılıyorsa da, ne demek yasal olmayan gerekçe? Nereden çıkardı bunu Yargıtay? Tabii ki, Anayasamızdan çıkarmıştır yani ve organik kanunundan çıkararak soruna çözüm getirmiştir baktığımız zaman Yargıtay. İkincisi şöyle diyebiliriz: İkinci görüş olarak gerekçenin bağlayıcılıktan çok yön gösterici, buyruk verici bir kurum olduğu söylenebilir. Fakat, aksini savunanlar için, bana da daha yakın geliyor. Çünkü bizim Anayasamız giderek dediğimiz gibi kanunlara karine olduğuna göre ve en üstte bulunduğuna göre, yukarıda doğru gittikçe hukuk yaratıcılığının arttığını bildiğimiz gibi, aşağıya doğru indikçe somutlaşmanın arttığını gözlemliyoruz. Ve yukarıya doğru gidildiği zaman, her ne kadar gerilimli ilkeler olan anayasa ilkelerine baktığımız zaman, yoruma muhtaç olduğunu ve anayasanın yorumlanması gerektiğini anlıyoruz. Ve Anayasa yorumlandığı zaman bu nedir? Sonuç nedir? Somutlaşma oluyor. Yani, anayasa kuralı somutlaştırılarak kanundan yararlanıp somutlaştırılarak hayata geçirilmiş oluyor. Ve ne dedik, direktif veren anayasadır bu Anayasa. Buna uymak zorundayız yani öyle ya da böyle. Ama, neden bunlar oluyor derseniz. Olabilir. 138. maddede çıkabiliriz ama, anayasacıların da söylediği gibi uygunluk denetimi bildiğiniz gibi kime tanınmıştır? Anayasa Mahkemesine tanınmıştır. Bunun 106 monopolü olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Alman sisteminde olduğu gibi. Şimdi, soruna böyle baktığımız zaman bence daha kolay Alman sisteminin, Organik Yasasında 132. maddedeki, 1970 senesinde anayasaya uygun kabul ediyorlar kanunlarında. Oysa bizde yok bu. Bir yerde yok yani Anayasada yok, başka bir yerde yok. Nerden çıkmıştır? Ben buna yargının buluşu diyorum. Hukuku söyleyecek olan yargının buluşu diyorum. Çünkü, yargıçtır olaylarla bağ kuran, çözüm getiren, adaleti getiren, hukuku uygulayan yargıçtır. Şimdi, soruna böyle baktığımız zaman ve Anayasamıza baktığımız zaman bir takım durumlar olsa da, bağlar dediği, Anayasa Mahkemesi kararları bağlar dediği zaman, ne anlama geliyor bağlara baktığımız zaman? Kesindir diyor, bir taraftan da hüküm. Kesin hüküm müdür? Usul hukukunda olduğu gibi baktığımız zaman. Ama, bir de anayasa yargıcının söylediğim gibi özü itibariyle diğer mahkemelerden ayıran bir hukuk politikası uygulaması var. Mesela, bizim Anayasamızın önceliği var yani. İşte laik devlet gibi, bağımsız, özgür, hukukun öncülüğü, hukuk devleti gibi bir siyaseti var yani, konulmuş bu. Bu siyaset hukukileştirilmiş yani, Anayasamızda. Dolayısıyla, anayasa yargıcı tabii, partizan bir şekilde değil de ideoloji diyelim, yaklaşım diyelim ne dersek diyelim, anayasamızın söylemiş olduğu çizgiyi savunuyor anayasa yargıcı. Ve ona verilmiş özü itibariyle bunu şey yapmak. Dolayısıyla, yüksek bir noktada olduğu için ben kendim de bu şartlar içerisinde, bu vermiş olduğu kararların, mahkemeleri de bağladığını, bunlar birbirine üstünlük anlamına gelmeyeceğini, mahkemeler eğer istiyorsa Anayasa Mahkemesine itiraz yoluyla sorunu götürebileceğini ve eğer Anayasa Mahkemesi eğer uygun yorum yapmışsa ki, bu yorum gerekçeye dayanıyor. Bu gerekçeyi benimsemesi gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü, gerekçe olmadan üzerine oturtulan sütun diyoruz, gerekçe olmadan o kararın hiçbir anlamı kalmamaktadır. Dolayısıyla bunu hesaba alması gerekiyor diğer mahkemelerimiz. Alırsa ne olacak? Hiçbir şey olmaz yani, hukuk uygulanacaktır. Eninde sonunda hukuk uygulanacaktır. Buradaki bağlar lafı, sanıyorum hüküm fıkrasındaki durumu gerekçeye yayıyor yani. Bu bağlar lafının içerisinde. Çünkü, Anayasa Mahkemesi kararları diyor. Kararın içerisinde hüküm fıkrası var, diğer beyanlar var, gerekçe var. Hepinize çok teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN - Sayın MEMİŞ’ e biz de çok teşekkür ederiz. Tabii, şimdi planlanan programın bitmesine aşağı yukarı 10 dakika var. Ama, sayın başkanım yemeği 12.40’da başlatıyorsunuz. Demek ki 10 dakika sayın AYANOĞLU’ na, 10 dakika da Zuhal Hanıma söz verirsek herhalde bu oturumu böylece bitirmiş oluruz. Sayın AYANOĞLU buyurun. 107 Taner AYANOĞLU - Sayın başkan, sanıyorum 10 dakikaya riayet edeceğim. Öncelikle sayın Bilal KARTAL’ ın sorusundan başlamak istiyorum. Ağır kusur hangi yasal düzenlemeye dayanmaktadır? Sayın Sinan YÖRÜKOĞLU buna cevap verdi. Yani idari yargıda sorumluluk esasları yasal düzenlemeye dayanmıyor. Yargıç takdiri ile bunlar düzenlenmiş durumda. Şimdi, Bilal KARTAL’ ın sorusunun ikinci bölümünde İdari Yargılama Usulü Kanununun 28. maddesindeki tazminat davalarından bahsetti. Bu davaların konusu tabi, tam yargı davası sonucunda verilen tazminat davaları değil. Yargı kararlarının uygulanmaması sonucunda verilen tazminat davaları. Dolayısıyla, tam yargı davalarından biraz farklı dava türleri bunlar. Sonuç olarak bir tam yargı davası formunda belki idari yargıda gündeme getiriliyor ama, bu tür tazminat davaları yargı kararını uygulamamanın bir yaptırımı olarak karşımıza çıkıyor. Yani, burada tazminat olması doğal. Artı, yargı kararını uygulamamak dolayısıyla tazminat davası açılması, o yargı kararlarının gereklerini yerine getirmeyi de önlemiyor. İdarenin o yöndeki borcu devam ediyor. Bundan dolayıdır ki, diğer yargı kararını uygulamamaktan doğan işlemler, eylemler, vesairler, söz konusuysa, bunlara karşı diğer tazminat davası dışında başka davalar açma olanakları mevcut. Sayın Sinan YÖRÜKOĞLU’ nun sorusuna cevap vermek istiyorum. 28. maddedeki tam yargı davaları hakkındaki kararlardan belli bir miktar içerenler genel hükümler dairesinde infaz ve icra olunurlar. Bunu Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararına kapsamında verilen kararlara münhasır olduğunu söyledim. 3. maddede, İdari Yargılama Usulü Kanununun 3. maddesinde tam yargı davalarında uyuşmazlık konusu miktardan bahsediyor. Burada da yine tam yargı davaları hakkında belirli bir miktar içerenlerden bahsediyor. Şimdi, bu düzenleme, İdari Yargılama Usulü Kanununun 28. maddesinin 2. bendindeki düzenleme 1994 yılında bu ibare girdi buraya. Eğer Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu kararının nasıl uygulanacağı çerçevesinde bir düzenleme yapılmış olsaydı sanıyorum 3. maddeye bir düzeltme yapmak daha uygun olurdu. Çünkü, o karar, İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararı, dava açılırken kamu görevlileri dava açarlarken eğer tazminat miktarı hesaplanamıyorsa, hesaplanma ihtimali bulunmuyorsa, o takdirde dilekçelerinde uyuşmazlık konusu miktarı göstermeyebileceklerini içeriyor. Yani, buradan başka boyutta şunu söylemek de mümkün. Bazı tam yargı davası kararlarında tazminat miktarının idare tarafından hesaplanıp davacıya ödenmesi şeklinde kararlar mevcut. Bu kararlarda en azından şunu gösteriyor. Demek ki, tam yargı davalarında tazminat dışında başka bir şeye de hükmedilebiliyor. Yani, idareyi belli bir tazminatı hesaplayıp ödemeye hükmediyor. Yani, tazminata değil başka bir edime hükmedebiliyor. Yani, bunun böyle bir içeriği 108 olduğunu da sanıyorum. Keza, başka bir şey söylemek gerekirse, 28. maddenin 2. bendinde tam yargı davalarından bahsediyor. Buna mukabil 6. bendinde tazminat davalarından bahsediyor. Keza, yine, 24. maddede hükme ilişkin bölümde de tazminat davalarından bahsediyor. Yani, buradan şu sonucu çıkarmak mümkün kanunun sistematiği çerçevesinde. Demek ki, kanun koyucu tam yargı davasıyla tazminat davası deyimlerini farklı anlamlarda ve içerikte kullanıyor. Yani, her ikisini de aynı metinde kullandığına göre, bunlara farklı anlamlar veriyor olsa gerek, diye düşünüyorum. Buradan Sayın Mehmet ÜNLÜÇAY’ ın sorusuna geçersem şimdi, bazı iptal davaları doğrudur. Kişilerin hak ihlallerini ortadan kaldıran sonuçlar. Bazı iptal davalarına verilen kararlar böyle sonuçlar doğuruyor. Ama, sonuçta, netice itibariyle bu tür şeylerde yine iptal davası. Şimdi, iptal davasını menfaati ihlal edilenler açabiliyor ama, hak ihlali kavramı menfaat ihlali kavramı içerisinde yer alan bir dava. Dolayısıyla hakkı ihlal edilenlerin iptal davası bir idari işleme karşı açmalarını engelleyen bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla, iptal kararıyla dolaylı olarak, doğrudan değil hiçbir zaman doğrudan bir sonuç doğurmuyor. Dolaylı olarak hak ihlalinin korunmasına yönelik sonuçlar doğuruyor. Tam Yargı davası gibi sonuç doğursa bile, kanımca bu tür davalar yine de sonuçta iptal davasıdır. Yani, bunlara tam yargı davası gözüyle bakılamaz. Diğer taraftan idari davaların menfaati ihlal edilenlerin açtığı davalar veya hakkı ihlal edilenlerin açtığı davalar diye kategorize etmek de sanıyorum şöyle bir sonuca yol açacak: Bu takdirde birinci grup eğer tam yargı davası, ikinci grup iptal davası gibi bir sonuç ortaya çıkarsa, hakkı ihlal edilmeyip ama, menfaati ihlal edilenlerin açtığı davalar gibi ayrı bir dava kategorisi yaratmak söz konusu olacak. Bilmiyorum, dava teorisi bakımından bana pek olumlu sonuçlar verecekmiş gibi gelmiyor. Bence burada üzerinde durulması veya tartışılması gereken sorulardan birisi şu olmalı: İdari Yargılama Usulü Kanununun 2. maddesine ben her baktığımda şöyle bir soru hep zihnimde canlanır: Neden İdari Yargılama Usulü Kanununda idari dava türleri şunlardır, diye bir bölüm var, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda yok? CMUK’ da böyle bir bölüm bildiğim kadarıyla yok. Niye böyle bir şu davalar açılır diye bir sınırlama var? Biraz belki bunun üzerinde düşünmek idari davaları belki yeniden tanımlamakta bize yol gösterici olacak. Yani, şimdi, şu kadarını söyleyim, idari dava türleri şunlardır, demek, asında idari yargı yetkisinin sınırları şunlardır, demekten başka bir anlam taşımıyor. Yani, bu idari yargı yetkisinin sınırını da gösteren bir hüküm oluyor gibime geliyor. Teşekkür ederim. 109 Mehmet Ali ŞAHİN - Sayın AYANOĞLU biz de teşekkür ederiz. Ağzınıza sağlık. Şimdi son olarak Zuhal BEREKET BAŞ Hanımefendi. Efendim buyurun. Zuhal BEREKET BAŞ - Teşekkür ederim. Ben genelden özele doğru gitmek istiyorum. Sayın Bilal KARTAL Bey’in aktarımına ek olarak. Öncelikle idare hukukunda ve idari yargıda egemen olan ilke olarak şunu söyleyebiliriz: İdare hukukunun sorumluluk ilkeleri özel hukuktan, özerkliğini ilan etmiş ilkelerdir. Kendine özgü yapısı ve kuralları olan bir yargılama usulüdür. Dolayısıyla, idare hukukuna ilişkin yargılamaya özel hukuk kurallarını adapte etmenin, idareye aynı zamanda yol gösterme görevi de yüklenen idari yargıyla pek uyuşacağını düşünmüyorum. İdari yargıda geçerli olan ilkeler olarak da, hukukun genel ilkesi olarak dediğimiz bütün toplum tarafından demokratik gelişmiş toplumlar tarafından kabul edilen ve somut olaya da uygulanabilecek genel nitelikteki ilkelerin sorumluluk hukuku kuralları olarak uygulandığını görüyoruz. Ama, temel dayanağı bu kuralların da hukuk devleti yani, sorumlu devlet anlayışını getiren hukuk devleti, onun akabinde de sorumlu devlet anlayışının sonucu olarak verdiği zararları tazmin etme yükümlülüğü getiren sosyal devlet anlayışı yatmaktadır. Anayasanın 125. maddesi de bunu ifade etmek için kullanılan bir terimdir, diyorum ben. Şimdi, ağır kusurun aranması açısından, şöyle konuşmamda da aktarmıştım. Esas olan hizmet kusuru ve kusursuz sorumluluk alanındaki ayrımdır. Öbür türlü bir ayrım yani, kusurun derecelendirilmesi sadece demin de söylediğim gibi idareye yol gösterme görevi olan idari yargının bu misyonunu yerine getirmesine yardımcı olur ve ikinci olarak da tazminatı belirlemede bir kriter olarak alınabilir. Anayasanın Sayın İhsan DEMİRKIRAN’ ın sorusunda Anayasanın 129. maddesindeki 5. fıkradaki açıklamayla bağlantılı Bilal Bey’de birazcık değindiler. Görev kusuru konusuna gelecek olursak Anayasada iki türlü düzenlemenin yer aldığını görüyoruz. Bunlardan birisi 40. maddenin son fıkrasında yer alan düzenleme. Resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemlere uğrayanların zararlarının devletçe tazmin edileceği ve devletin görevlilere rücu edeceği. Diğeri ise 129’un 5’inde aktarılan düzenleme. Aslında, bunların yer aldığı bölümler itibariyle değerlendirdiğimiz zaman sorunun cevabını da bulabiliyoruz. 40. maddede yer alan düzenleme, kişilere güvence sağlayan bir düzenleme. 129/5’de olan düzenleme ise memura güvence sağlayan, doğrudan dava tehdidi altında kalmasını engelleyen 657/13’deki düzenlemeye paralel nitelikte yer alan düzenleme. Dolayısıyla, bizim içtihatlarımıza baktığımızda salt kişisel kusur niteliğindeki kamu görevlisinin kusurlarından kaynaklanan davalarda tabii ki, bizde adli yargının görevli olduğunu düşünüyoruz ve bu şekilde kararlar 110 veriyoruz. Ancak, kamu görevlisini seçmeden kaynaklanan ya da kamu görevlisine ilişkin gerekli gözetim ve denetim görevini yerine getirmemeden kaynaklanan bir durum varsa, o zaman idareyi hizmet kusuruna dayalı olarak sorumlu tutmak mümkün olabilir. Özel hastane konusuna değinmişti aynı konuşmacı. Aslında benim de bildiri metnimde yer alan fakat aktarmaya zaman açısından vakit elvermediği için değinmediğim bir konu. Bu da adli yargı ile idari yargı arasındaki, görev ayrımı konusundaki sorunları da gündeme getiren bir uygulama. Çünkü, bu konuda adli yargı da idari yargı da kendini görevli görüyor. Dolayısıyla, bu olanağın tam olarak netleştirilmesi ve olumlu görev uyuşmazlığının da giderilmesi gerekiyor. Tabii bu söylediğim şeyler kamu hastaneleri açısından geçerli. Özel hastaneler açısından olaya baktığımızda ise, yine bildiri metninde yer alan AİHM’nin bir kararı var. Yaşam hakkının korunmasının kamu sağlığıyla doğrudan ilgili olması nedeniyle, ister kamuya ait olsun, ister özel hastane niteliğinde olsun, bu tür tedavi gören hastalarının korunmasının bir kamu görevi olduğunun altı çizilmiş. Dolayısıyla özel hastanelere ilişkin sorumlulukta da yine özel hastanedeki, tıpkı kamu görevlisinde olduğu gibi özel hastaneyi denetim görevini yerine getirmeme vs. gibi bir sorumluluk sebebine dayanılması halinde, bu durumda idareye karşı idari yargı yerlerinde dava açılması mümkün. Sinan Beyle Ethem Beyin yönelttiği soruların ikisini birlikte ele alacağım. Ama, öncelikle yazılı bildirim konusuna değinmek istiyorum. Yazılı bildirim konusunda hasta hakları yönetmeliğimizdeki düzenlemeler itibarıyla rızanın aranma şekli olarak tıbbi müdahaleler ve tıbbi araştırma halinde yazılı izin arandığını, başka durumlarda her hangi bir izin aranmadığını görüyoruz. Esasen, sağlık hizmetlerine ilişkin yargılama sorunlarından en önemlilerinden birisi de belki de delil tespiti. Delil tespitinin olabilmesi için bu konuda çıkartılacak belki, idari usul yasasında yer alacak düzenlemeyle özellikle dosyaların düzenli, özenli tutulması ve buna göre hasta haklarındaki bu düzenlemenin de yazılı hale, tümüyle her durumda getirmek suretiyle, yazılı rızanın aranması, belki delil tespitini yapma açısından idari yargı yerine delilleri toplamak açısından faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Şimdi, karşılaştırmalı hukuk açısından durum nedir, diye soruldu. Şimdi, tıbbi genetik uygulamalara ilişkin olmak üzere uluslararası konvansiyonlara dayalı olarak yabancı hukuktaki uygulamaların hemen buna adapte olduğunu görüyoruz. Fransız Hukuku açısından baktığımızda insan vücudunun elemanlarına, bağışlanma ve kullanmasına, tıbbi yardım döllenme ve doğum öncesi tanıya ilişkin yasa, sağlık alanında araştırma………………….verilerin işlenmesine ilişkin yasa gibi, bir çok yasal düzenlemenin yer aldığını görüyoruz. Aynı şekilde Almanya’da ilaç 111 kullanımıyla ilgili, bu ilaçların ortaya çıkaracağı zararlardan dolayı bir sigorta sistemine ilişkin yasanın varlığını biliyoruz. Yine Fransa’da zorunlu aşı uygulamasından dolayı da bir yasal düzenlemenin getirildiğini görüyoruz. Ben buna ilişkin olarak söyleyeceğim yargı yerlerine bu konunun intikaliyle birlikte yasama organının buna çok çabuk adapte olduğunu ve bu konudaki düzenlemeleri yerine getirmek suretiyle yargıyı da bu zor işinde yardımcı olduğunu görüyoruz. Teşekkür ederim. Mehmet Ali ŞAHİN - Zuhal Hanıma ben de teşekkür ediyorum. Böylece birinci oturumun sonuna geldik. Ben bildirileri takdim eden sayın MEMİŞ’ e, sayın AYANOĞLU’ na ve sayın BAŞ’ a teşekkür ediyorum. Bir kez daha Danıştay ve idari yargı günü münasebetiyle sayın başkanımızı ve tüm Danıştay mensuplarını tebrik ediyorum. Nice, daha az sorunsuz, başarılı çalışmalar diliyorum ve katılımınız, desteğiniz sebebiyle hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. 112 İKİNCİ OTURUM AÇIŞ KONUŞMASI Oturum Başkanı ; Cemil ÇİÇEK (Adalet Bakanı) 10 Mayıs 1868 tarihinde Şura-ı Devlet adıyla göreve başlayan ve geçen 135 yıllık süre zarfında Türk Devletine hem yüksek danışma organı ve hem de idari yargının yüksek mahkemesi olarak hizmet veren Danıştay, hiç şüphesiz ülkemizde hukuk devleti anlayışının gelişmesine çok büyük katkı sağlamıştır.Bugün hukuk devleti denildiğinde, tüm faaliyetlerinde hukukun üstünlüğü ve yargı denetimine bağlı kalan devlet anlaşılmaktadır. Hukuk devleti, bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına almakta, yönetenlerin her türlü eylem ve işlemini yargı denetimine bağlamakta, böylelikle bireylere hukuk güvenliği sağlamaktadır. Hukuk devleti kavramının işlerliği ve iktidar gücünün dengelenmesi yönünden yasama ve yürütme organlarının bağımsız yargı tarafından denetimi önemlidir ve zorunludur. Buradan da anlaşılacağı üzere, Türkiye Cumhuriyetinin anayasal sistemi yasama, yürütme ve yargı gücünü hukuk ile sınırlama ve hukuka aykırılıkları önlemek görevini üstlenmektedir. Bir anayasal düzende keyfi uygulamaların, hukuka aykırılıkların bulunmayacağı ne kadar belirgin olursa, halkın devlete olan güven duygusu da o derece artar. Bunun yanında, yasama ve yürütmenin yapmış olduğu işlemlerin hukuka uygunluklarının da yargı tarafından onaylanması, bu işlemlerin tam anlamıyla güvenlik kazanmalarını da sağlayacaktır. Konu bu şekilde ele alındığında, idari yargı sistemimiz ve sistemin en üstünde yer alan yüksek Danıştay’ımız, ülkemizde demokrasi ve demokrasinin ayrılmaz parçası olan hukuk devleti ilkesinin güçlenmesinde hayati bir öneme sahiptir. Değerli konuklar, yıllardır büyük bir özveriyle gecesini gündüzüne katarak çok zor şartlar altında devletin idari organlarının yaptıkları işlemlerde, hukuka bağlılıkları sağlamaya çalışan ve verdikleri kararlarla demokrasimizin çağdaş bir düzeye yükselmesi yönünde çaba sarfeden idari yargı mensuplarımızı ve en başta da Danıştay mensuplarımızı bu vesile ile şükranla yad etmek ve anmak isterim. Bu gün idari yargı sistemimizin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılması konusunda hiç şüphesiz yasama ve yürütme organlarının da önemli ölçüde sorumluluğu bulunmaktadır. Adaletin, devletin temeli olarak görüldüğü bir ülkede yargı gücünün nasıl bir öneme sahip olduğu konusunda fazla söz söylemeye gerek yok. Bu konuda yapılması gereken devletimizin ve demokrasimizin sağlam bir temele sahip olmasını sağlayacak güçlü ve etkin bir yargı düzenini kurmaktır. Bu konularda Adalet Bakanlığındaki çalışmalar zaman zaman basın yoluyla da hiç olmazsa milletimizin bilgisine, kamuoyumuzun bilgisine sunulmaktadır. Hukuk devleti çerçevesinde idarenin şeffaflaşması ve demokratikleşmesinin sağlanması kamu hizmetinden yararlananlara katılma, bilgi edinme ve idareye başvurma haklarının tanınmasına ilişkin usul ve esasları 115 düzenlenmek amacıyla bir idari usul yasası hazırlanması konusunda Bakanlığımızda oluşturulan komisyon çalışmalara başlamıştır. Yine aynı amaca uygun olarak hazırlanan Bilgi Edinme Hakkı Kanun Tasarısı 26 Şubat 2003 tarihinde Başbakanlığa sevk edilmiştir. Üzerinde çalışılan bu metinlerin kanunlaşmaları ve uygulanmaları inanıyorum ki, idarenin hukuka bağılığının sağlanması ve vatandaşın idare üzerindeki denetim gücünün arttırılmasına katkı sağlayacak ve bunun sonucu olarak da idari yargı üzerindeki yükün hafiflemesine hizmet edecektir. Bu düşüncelerle ikinci oturumu açıyorum. Bu oturumda sizlere, çok değerli hocalarımız hazırladıkları görüşlerini, kanaatleri sizlere takdim edeceklerdir. İlk olarak idari yargılama usulü üzerindeki düşünceler konusunda Prof. Dr. Sayın Sait GÜRAN, ilk örneklerinden günümüze Danıştay’ın ölçülülük denetimi konusunda Yrd. Doç. Dr. Yücel UĞURLU ve son olarak da yönetim hukuku ve yönetsel yargı açısından yabancının konumu konusunda da Prof. Dr. Sayın Rona AYBAY hocamız konuşma yapacaklardır. Kendilerini evvela buraya davet ediyorum izninizle ve sonra da sırayla söz vereceğim. Efendim, bana verilen programa göre konuşmacılarımızın konuşma süreleri 20 şer dakika olarak planlanmış bulunuyor. Olabildiğince bu süreye riayet edebilirsek verimli bir müzakere yapma imkanı bulunmuş olacağız.Yine buradaki sıraya göre ilk sözü benim de hocam ve bundan dolayı da büyük bir onur duyduğum Sayın Prof. Dr. Sait GÜRAN’a veriyorum. 116 İKİNCİ OTURUM BİLDİRİLER İDARİ YARGILAMA İLE İLGİLİ KONULAR Sait GÜRAN Kemal BERKARDA Taner AYANOĞLU Kahraman BERKARDA 1 Danıştay’ın kuruluş yıldönümü kapsamında düzenlenen ve yıllardır sürdürülen birlikteliğimizi ifade eden Sempozyum’un bu yılki toplantısına sunduğumuz bildiri, iki özellik taşımaktadır. Bildirinin birinci özelliği, konu aldığı hususlarda, ayrıntılı irdelemelere girmek ve önerilerde bulunmaktan ziyade, Merkez’imizden bakıldığında, göze çarpan bazı noktaları, uygulama ile doğrudan ilgileri nedeniyle, burada, yani en doğru yerde, ortaya atmayı ve gene en doğru kişilerle, yani idare hukukçusu meslekdaşlar olarak birlikte görüşmeyi amaçlayan ve buna olanak sağlayacak olan bir yaklaşımla ele almak oldu. Bildirinin ikinci özelliği, kollektif bir çalışmanın ürünü olmasıdır. Şöyle ki, iptal davasının karakterine ilişkin giriş kısmı, Merkez mensupları olarak, menfaat koşulundan hareketle yaptığımız tartışmaların derlenip metinleştirilmesidir denebilir. Bu itibarla, müellifi “anonim” sayılır. Tekil konulara gelince, sırasıyla, derdestlik, Kahraman Berk, yürütmenin durdurulması ile yorum ve tesbit davaları, Taner Ayanoğlu, kesin hüküm, Kemal Berkarda tarafından kaleme alınmıştır. Ben de, içtihat birliği konusunu işledim ve bildirinin sunulmasını üstlendim. Bu nedenle, sorular kısmında, diğer yazarların konularında sorular geldiğinde, beni aşan noktalara ilişkin yanıtlar, kendileri tarafından yapılacak açıklamalarla tamamlanacaktır. KONU I : İPTAL DAVASININ KARAKTERİ İptal davası kurumu yalnızca İdari Yargılama Usulü bağlamında değil, genel İdare Hukuku teorisi açısından da çok renkli ve ilginç bir inceleme alanı olmaya devam etmektedir. Bunun başta gelen sebebi, İdare Hukukuna ilişkin olarak, en başta İdare Hukukçularının sahip oldukları çeşitli beklenti ve isteklerin iptal davası İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku ve İlimleri Prof.Dr. Sıddık Sami Onar Araştırma ve Uygulama Merkezi Öğretim Elemanları 1 119 formunda somutlaşmasıdır. Değişik bir anlatımla, “menfaat” başta gelmek üzere, iptal davasına ilişkin usul hukuku kavram ve ilkeleri incelenirken, tartışmaya katılanların İdare Hukukunu nasıl algıladıkları ve İdare Hukukuna genel hukuk sistemi içinde ne gibi bir “rol biçtikleri” ortaya çıkmaktadır. Dahası, ileri sürülen görüşler, “Türk İdare Hukuku Psikolojisi” için de değerli veriler içermektedir. İptal davasının yukarıda sözü edilen bağlam içinde önemli olmasını sağlayan nokta, “somutluğu”dur. Hangi işleme karşı kim dava açabilir? Davacı ne veya neler talep edebilir? Mahkemenin yetkisi, önüne getirilmiş hazır malzemeyi incelemekle sınırlı mı kalmalıdır, yoksa kendisi de bağımsız olarak araştırmasını yapmalı mıdır; yapmalı ise nereye kadar? Davacı, herhangi bir evrede, davasından vazgeçme hakkına sahip olmalı mıdır? Böyle pek çok soru sorulabilir ve bunların cevapları verilirken izlenen “muhakeme yolu”nun biraz önce değinilen “psikolojik faktör”den bağımsız olmadığı da yadsınmamalıdır. Hiç kuşkusuz, iptal davası, Hukuk Devleti ilkesinin hem varolmasını, hem korunmasını sağlayan hayati bir “araç”tır. Öte yandan, iptal davasını bir dava olmaktan çıkarıp bir “myth” haline getirmek tehlikesi de hemen yanı başımızda durmaktadır. İptal davasına, idari işlemlerin hukuksal denetiminin yapılıyor olmasının gerektirdiğinden daha büyük ve farklı anlamlar yüklemek, doğrudan Hukuk Devleti ilkesini de zedeleyebilir. İptal davası, adı üstünde bir “dava”dır ve idare ile “uyuşmazlığı” olanların yargı yerine başvurmaları ile başlayan sürecin de adıdır. Bu dava türünde, sonuç olarak, kişisel “dert”lerin şifası bulunmak istenir. Bazen, bir yönetmelik iptalinde olduğu gibi, dava açmamış hatta öyle bir hukuka aykırılığın farkına bile varmamış olanlar da “başkası”nın açtığı davadan yararlanabilirler. Böyle hallerde bile, davanın “öncelikle kişisel” olma özelliği değişmemektedir. İptal davasına taşıyabileceğinden daha büyük ve iddialı anlamlar yüklemek, olumsuz sonuçlarını yalnızca idari yargı üzerinde göstermeyecektir. Aynı zamanda, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine kadar giden sakıncalara da yol açılabilir. Örneğin, idare ile davacı arasında bir “uyuşmazlığın” olması koşulu aranmamaya başlanır ya da “menfaat” kavramı, iptalini istediği işlemle hiçbir kişisel “der(d)”i olmayanları da içine alacak şekilde “fiilen mülga” noktasına getirilirse; sırf Hukuk Devleti adına, böyle bir “dava” türünü savunmak nasıl mümkün olacaktır? Böyle bir “dava”ya bakan bir mahkeme, gerçekten bir hukuki uyuşmazlığı mı çözüyor olacaktır, yoksa yasama ve/veya yürütme organlarının görev alanlarına da tecavüz ederek sistemin öngörmediği ve istemediği bir “denetimsiz gü(c)”e mi dönüşüyor olacaktır? Kuvvetler ayrılığı ilkesi kuvvetlerin her birine, 120 kendi alanlarına tecavüz edilmemesini isteme hakkını vermekle kalmaz; kuvvetlerin her birine, diğer kuvvetlerin alanına tecavüz etmeme yükümlülüğünü de getirir. Türkiye’de, yargısal denetim dışındaki denetim yollarının iyi işlemediği düşüncesi en başta hukukçulara egemendir. Aslında, yargı dışı denetim yollarının hiç olmazsa bir kısmı gerektiği gibi işliyor olabilir. Bu gerçeğe rağmen, sözü edilen “işlememe” tespiti, bütün hukukçuların zihinlerinde, farklı derecelerde de olsa, gitmemek üzere yer bulmuştur. Aynı zamanda bir “hayal kırıklığı”nı da gösteren bu olgu, dikkat edilmezse, iptal davasını, kendi boyunu aşan bir “misyon”u yüklenmeye zorlayacak; iptal davası, adı “dava”, ama özü davadan farklı bir “araç” olarak bazı istenmeyen sonuçlara yol açabilecektir. Dolayısıyla, “Menfaat koşulu diye bir şey olsun mu, olmasın mı, ne kadar geniş ya da dar olsun?”; “Kesin hüküm, hangi koşullarda kimleri etkilesin ya da etkilemesin?”; “Davacı, davanın herhangi bir evresinde feragatte bulunabilsin mi, bulunamasın mı?” gibi akla gelebilecek yüzlerce sorunun cevabını ararken, tartışmanın temelinin bütün bir Kamu Hukuku “sistem”i olduğunu hep hatırlamak gerekir. Bir defa ekseni belirledikten, parametreler konusunda genel bir görüş birliğine vardıktan sonra, bütün o “teknik” usul sorularına “teknik” cevaplar bulmak veya bulunmuş cevapları elden geçirmek, sanıldığından çok daha kolay olacaktır. KONU II: İÇTİHAT BİRLİĞİ Beş yüz yirmi yargıç, yüz elliyi aşan bölge idare, idare ve vergi mahkemesinden oluşan yirmi altı bölge bir yanda; on dava dairesi, her dairede farklı yargıçların yer aldığı birden çok hey’etler ve esnek yapılı iki genel kurul ile bir içtihadı birleştirme kurulunun yer aldığı Danıştay’ın ortaya çıkardığı yapılanmada, farklı kararların verilmesi, benzeri her ülkede yaşanan ortak bir olgudur. Bununla beraber, gene her ülke, bu farklılığın, tek olması gereken içtihadın, çok hukuk yaratabilecek bir şekle dönüşmemesi için, özellikle yüksek mahkeme katında, bir takım somut yapılanmalarla mekanizmaları kurup işletmektedir. Bu bağlamda değinilecek olan birinci konu, mahkemelerin, dairelerin, kurulların, her zaman aynı üyelerin katılmadığı değişken kompozisyondaki heyetlerden oluşmasıdır. Bu durum, belli bir yere kadar, saydığımız her bir yargı yerindeki toplam üye sayısının, heyet üye sayısının üstünde olması halinde, bu yapılanmanın doğasının olağan bir sonucu olup, artıları ve eksileri ile sürdürülmekten başka alternatifi de yoktur. 121 Bununla beraber, hiç değilse, öncelikle, zirvedeki iki Genel Kurul’da, 1964 yılında 521 sayılı kanun ile -madde.23- başlatılan modele 2 dönülerek kompozisyondaki değişkenliğin en aza indirilmesi düşünülebilir. Çünkü, benzer yapılanmanın uygulandığı dönemlerde ifade edildiği gibi, Kurul’lara iştirak edecek olanlar, her toplantıda değişebilmekte ve bu durum Kurul’larda istikrar sağlanmamasına ve dolayısıyla içtihatlarda aykırılıklara sebep olabilmektedir. Diğer taraftan, İdarî Yargı’da, yargılamanın sayısal olarak daha çok idare ve vergi mahkemelerinde cereyan ettiği ve ısrar dışında, Danıştay dava dairelerinde sonlandığı ve dairelerdeki heyet oluşumlarının sabitlenememesi olgusu karşısında, iki dava dairesi genel kurulu için az önce düşündüğümüz eski formülün, aynı gerekçelerle ve evleviyetle, İçtihadı Birleştirme Kurulu’na da uygulanması isabetli olacaktır. Bu bağlamda son bir nokta da, tek hakimle bakılan davaların Bölge İdare Mahkemeleri’nde sonuçlanması nedeniyle doğabilecek içtihat farklılıklarının, Danıştay’da giderilmesine olanak tanıyacak bir kanalın da açık tutulması olacaktır. Çünkü, dava “küçük” olabilir, fakat, içerdiği idare hukuku “büyük” olabilir veya hukuk da “küçük” olsa bile tek hukuksal doğru ilkesi ile bağdaşmayan şekilde “farklı” olabilir. Bu konuda, yıllar önceki bir çalışmamda önerdiğim mekanizmanın 3 geçerli olduğunu düşünüyorum. 4 İkinci konu ve ikinci mekanizma, yukarıda önerilen yapılanmaya ek olarak, her idarî davada ve her ilk derece yargılamasından itibaren, her aşamada, Danıştay’ın, yerleşmiş, ve “emsal” kuvvetini kazanmış içtihadının, yorum ve hukuk ve benzer Her Daire’den “belli bir üyenin bir yıl süre ile görev yapması, zaruret halinde o üyenin yerine gelecek üyenin de en kıdemli üye olması” şeklindeki sâbitleme. 3 Sait GÜRAN: BÖLGE İDARE MAHKEMELERİ VE DANIŞTAY ÜZERİNE BİR DENEME, Sf. 401/ “takdirî temyiz” (İÜHF Yayını, 1977) 4 Yeri bir dipnotu olmamakla beraber, yazının akışı içinde buraya rast gelen önemli bir konu da, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ile Danıştay arasında doğabilecek “İdare Hukuku” farklılıklarını giderebilecek bir ortamın da yaratılması ihtiyacıdır. Kanımca, AYİM, kuruluşundan bu yana, Danıştay’ı büyük bir saygı ile duayen olarak görmekte ve izlemektedir. Bununla beraber, Türk İdare Hukuku’nu şekillendiren zirvedeki bu iki “bağımsız” arasında içtihat farkı çıkması her zaman olasıdır. Nitekim, bu endişe bakımından, özellikle Yargıtay’ın, örneğin, 4. Hukuk Dairesi’nin, İdare’nin ve/veya ajanın sorumluluğu konusunda verdiği kararlarla beliren içtihat farkı, “tek hukuk” ilkesini düşündürür bir içeriğe ulaşmıştır bile. Ayrı ve farklı yargı manzumelerinin –kollarınıkabul edince, bu büyük sakıncanın doğması ne kadar kaçınılmaz ise, bunu gidermenin gerekliliği de o kadar kaçınılmazdır. 2 122 olaylara uygulanış olarak, bağlayıcılık taşıması ve izlenmesidir. Mevcut emsal içtihatdı, daha sonra, terk ile dönme olanağı da saklı kalarak düşünülüp uygulanabilen 5 bu mekanizma, bir çok bakımdan İdarî Yargı’da, hem içtihat farklılığını ve bunun doğrudan yansımalı sakıncalarını ortadan kaldıracak ve böylece içtihatta, yani hukukun ne olduğunun ifadesinde uyumu sağlayacak; hem de sahip olduğu esneklik sayesinde, gelişmenin getireceği değişime de olanak tanıyacaktır. KONU III : İDARİ YARGIDA DERDESTLİK Yargılama Hukukunda derdestlik, yargılamasına devam edilen bir davanın tarafları, konusu ve dayandığı maddi sebepleri 6 ile “aynının” tekrardan yargı makamları önüne getirilmesidir. Başka bir ifadeyle, derdestliği davanın “tekrarlanması” olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Halbuki, hukuksal gerçek tektir, görevli ve yetili mahkeme bir tanedir ve bu husus bir kamu düzeni meselesidir. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda(=HUMK) derdestlik ayrı bir başlık altında incelenmiş değildir. HUMK’nun 187. maddesinin 4. fıkrasında davanın derdest olduğu iddiasının ilk itiraz olarak ileri sürülebileceği açık biçimde dile getirilmiştir. Dava engeli olarak tanımlanan “ilk itirazlar”, yargılamanın başlangıcında tarafların ileri sürmesi halinde mahkemeler tarafından dikkate alınabilmektedirler. Yargılamanın ilerleyen safhalarında taraflardan biri ilk itirazlar arasında sayılan bir iddiayı belirtirse ve karşı taraf buna muvafakat etse bile, “resen dikkate alınacak bir husus olmaması nedeniyle” yargı yerleri bu itiraza itibar etmeyecek, yargılamayı sürdürecektir 7. Bu nedenle, HUMK’nda taraflar davanın esasına girilmeden önce derdestlik itirazında bulunmamış iseler yargı mercii uyuşmazlığı sonuçlandırmak zorundadır. Derdestlik konusunun iki bakımdan incelenmesi, çalışmanın doğru sonuca varmasında etkili olacaktır. Bunlardan ilki, anılan müessesenin getiriliş amacı, ikincisi de HUMK’nda düzenleniş biçimi ve bunun İdari Yargı ile mukayesesidir. Aynı davanın görülmekte iken bir başka yargı yerinde tekrar açılması her şeyden önce usul ekonomisine aykırılık teşkil etmekte, yargının iş yükünün artmasına neden olmaktadır. Bunun ötesinde, tarafların özellikle Bakınız, GÜRAN:BÖLGE İDARE MAHKEMELERİ...’ne ve Sait GÜRAN: ABD Yüksek Mahkemesi’nin Anayasaya Aykırılık Konusundaki İçtihadından Dönmesi Sorunu, (İÜHF Muky.Huk.Enst.Dergisi,Sayı 11/ Kubalı’ya Armağan Özel Sayısı, Sf.253, Yıl 1974) 6 Y.2.HD, 08.01.1990, E. 1989/9481, K. 1990/23, Yargıtay Kararları Dergisi Nisan 1990/4, s. 530 7 YHGK, 22.03.1995, E. 1994/5-835, K. 1995/15, Yargıtay Kararları Dergisi Aralık 1996/12, s. 1879 5 123 “hileli davranışlarının 8” ve bu davranışın temelinde yatan “çelişkili karar” elde etme iradesinin engellenmesi amaçlanmaktadır. Sonuç itibariyle yargıya güveni zedeleyecek bir müessesenin hakimin re’sen inceleyeceği bir husus yapılmaması ise ihtilafların kimler arasında olduğu ile ilişkilendirilmelidir 9. Özel Hukuk ihtilaflarının uygulandığı Medeni Yargılama Hukuku hakikatın araştırılmasını öngörür. Fakat bu hakikat, ihtilafın özüne değil dış görünüşüne bakılarak sonlandırılır. Hakimin, tarafların öne sürdüğü olaylar, hukuki ve maddi meselelerin çözülmesinde ileri sürdükleri deliller ile bağlı olması, hükümde yer verilen gerçeğin şekli olmasına neden olmaktadır. Eşit iradelerin uyuşamamasını sonucu ortaya çıkan uyuşmazlık esasta sadece bunları etkileyecek bir niteliğe sahip olması, derdestlik itirazının da ancak davanın başında ileri sürülebilmesi imkanına sahip olması, derdestlik itirazının da ancak davanın başında ileri sürülebilmesini gerektirmiştir. Başka bir ifadeyle, aynı davanın bir başka yargı yerinde görülmesinin engellenmesi ihtilafın etkisi bakımından “ilk itirazı ileri sürecek tarafın” iradesine tabi kılınmıştır. İdari Yargı ise, “idarenin eylem ve işlemlerinin Hukuka uygunluğunun denetlenmesi ve bağlılığının sağlanması, böylece Hukuk üstünlüğü ilkesinin gerçekleşmesi, İdarenin hukuka saygılı ve riayetkar kılınmasına” aracılık etmektedir. İdarenin kamu yararı adına hareket ettiği varsayımı ve sonucunda buna bağlanan neticeler İdari Yargının önemini bir kat daha arttırmaktadır. Bu nedenle, İdari Yargılama Usulünün, az önce kısaca değinilen işlevi gereği farklı bir bakış açısı ile irdelenmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Bilindiği üzere, İdari Yargılama Usulü Kanunun(=İYUK) 31. maddesinde HUMK yer alan başlıkların İdari Yargıda uygulanacağını düzenlenmiş bulunmaktadır. Bir çok yargı kararında da belirtildiği üzere, burada sayılmayan konularda Hukuk Usulü hükümlerinin uygulanmayacağı net biçimde ortaya konmuş, Yüksek Yargının yerleşik içtihadı haline gelmiştir. Ve hatta yer alanların bile İdari Yargı çerçevesinde değerlendirilerek bir anlam kazanması ve buna göre uygulanması gerektiği açık bir şekilde belirtilmiştir. İncelememizin konusunu oluşturan derdestlik ise, İYUK’nun 31 maddesinde yer almamıştır. Bu nedenle de, İdari Yargı yerleri yukarıda yapılan dar yorum metodunu seçerek derdestliğin HUMK’na açık bir Davacı, davasını tesis ederken “dürüst” davranmak zorundadır. Bu nedenle, yukarıdaki davranış “dürüst dava açma ilkesine” aykırılık teşkil etmektedir. 9 Kanımızca, HUMK’nunda da derdestlik itirazının “dava koşulu” olarak yeniden düzenlenerek hakimin her aşamada dikkate alacağı bir itiraz şekli olarak düzenlenmesi doğru ve yerinde olacaktır. 8 124 şekilde atıf yapılmadığı belirtmekte, aynı davanın tekrar açılması halinde bunu “bağlantılı dava” olarak görmekte, ilk dava ile ilişkilendirmek yolunu tercih etmektedirler. Öncelikle, İYUK’nun 31 maddesine bakıldığında, burada atıf yapılan başlıkların hepsinin HUMK’nunda “Fasıl” veya “Kısım” olarak düzenlendiği görülmektedir. Kanun Koyucu, HUMK müessese olarak öngörülmüş bölümlere(=başlıklara) atıf yapmıştır. Bu nedenle, derdestlik gibi ilk itirazlar içinde yer alan bir maddeye atıf yapılmaması düzenlemenin amacına uygunluk taşımaktadır. Bu gerekçe ile, yargılamanın “doğasında” olan bir hususun İUYk 31. maddesinde düzenlenmemiş olsa bile uygulanması gerekecektir. Öte yandan, idari işlemlerin özelliği gereği doğrudan sonuç doğurmaları ilgilileri açısından bir takım sıkıntılar ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle, ilgilinin amacı öncelikle yürütmenin durdurulması kararı elde etmek olmaktadır. Bunun için de, özellikle birden çok mahkeme heyetinin bulunduğu yerlerde, kimi zaman aynı işleme karşı iki dava açmakta ve böylelikle farklı mahkemelerden talebine cevap aramaktadır. Bu amacın elde edildiğinde ise, ortada uygulanması gereken farklı iki karar olmakta, kararın yerine getirilmesi ile mükellef olanların zor durumda kalmasını hatta soruşturma geçirmesine neden olmaktadır. Kimi zamanda, idare aynı işlemi ikinci defa tebliğ etmekte ilgilisi de her ihtimale karşı aynı işlemi mükerrer olarak dava konisi yapmaktadır. Yukarıda açıkladığımız gerekçeler ile, derdestlik HUMK’nda yer alan şeklinden çok daha fazla bir önem ile İdari Yargıda yer almaktadır. Bu sorunun da bağlantılı dava yoluyla çözülmesi davanın davacı açısından uzun bir süre uzamasına neden olmaktadır. Keza, dava dosyası ya bağlantı kararı için ya Bölge İdare Mahkemesine ya da Danıştay’a gönderilmekte ve bu aşamada yargılamaya ara verilmektedir. Halbuki, yargılamanın doğasında olan derdestliğin doğrudan uygulanarak aynı davanın gerekçede “derdestlik” belirtilerek reddedilmesi yerinde olacaktır. 24/12/1964 tarih ve 521 sayılı Danıştay Kanunu’nun, “ilk derece mahkemesi olarak . Danıştayda görülecek davalar” kenar başlıklı 30. maddesinin (E) bendi ile, yorum davalarına, idari davalar arasında yer verilmiştir.Madde 30 /E- Adalet mahkemelerinde bakılmakta olan bir dâvada bu dâva ile ilgili idarî bir işlemin mânası veya şümulünün tâyini KONU IV : YORUM VE TESPİT DAVASI Yorum davaları, bir idari işlemin anlamının ve kapsamının belirlenmesi olarak geçmişte Türk İdari Yargılama Hukukunda yer almıştır. 125 hususunda çıkacak uyuşmazlıkların halli için mahkeme kararı üzerine açılacak davalar. Danıştayda bu dâvalar ivedilikle görülür. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda ise yorum davasına yer verilmemiştir. İdari yargıdaki anlamıyla yorum davasının konusu, idari yargı yerlerinin, bir uyuşmazlığı çözümlemeksizin, sadece bir idari işlemin gerçek anlamının ve kapsamının belirlenmesini sağlamak amacıyla yorumlanmasıdır. Teorik olarak, yorum davası, idari yargıda ya hiç bir başka dava ve uyuşmazlık söz konusu olmasızın doğrudan doğruya bu amaçla açılabilir (doğrudan yorum davası), ya da başka bir yargı düzeninde görülmekte olan davada karara etkili olacak bir idari işlemin anlam ve kapsamının tespiti konusundaki ön sorunun çözümü amacıyla açılır. Yorum davasının esas incelemesinde, idari işlem yorumlanır, anlam ve kapsamı belirlenir. Bu incelemede, öncelikle ortada bir idari işlemin hukuken var olup olmadığı araştırılır ve yokluk halinde bu husus tespit edilir. İdari işlemin varlığı halinde ise, ilgililer ve işlemin bunlar için doğurduğu hukuksal sonuçlar (= hak ve yükümlükler) belirlenerek, işlemin içeriği, kapsamı ve anlamı tespit edilir. Tespit davaları, yorum davalarını da kapsayan bir dava türüdür. Tespit davaları ise, adli yargıda kabul edilmiştir, ancak ayrı bir dava türü olarak idari yargıda uygulama alanı bulmamıştır. Tespit davasının amacı, adli yargıda görülen bir davanın konusunu oluşturan idari işlemin durumunun, hukuken mevcut ve muteber olup olmadığının ve anlam ve kapsamının tespit edilmesidir. İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda yer almamasına ve bu nedenle ayrı bir dava türü olarak kabul edilemeyeceği yolunda yaygın kanıya rağmen, yorum davalarını da kapsayan tespit davalarına idari yargıda gereksinim duyulmaktadır.Bu gereksinim, aynı zamanda, idari yargının etkin bir yargısal koruma işlevini yürütmesi bakımından bir zorunluluktur. Şöyle ki: - Yorum davalarının kaldırılmasıyla birlikte adli yargı yerleri idari işlemler hakkında geçerlilik ve hukuka aykırılık değerlendirmesi yapma yetkisine sahip olmuşlar ve idari yargının görev alanına yargısal denetimin olanaklarına kavuşmuşlardır. - İdari yargıda kabul edilmeyen tespit davalarının adli yargıda mevcudiyeti, idari işlemlerin kapsam ve anlamı konusunda adli yargının yetkili olması sonucunu doğurmuştur. - İdari işlemlerin varlığı veya yokluğu, anlam ve kapsamları konusundaki, bir iptal davası veya tam yargı davasına konu olamayacak uyuşmazlıklar, yargısal denetimden yoksun kalmaktadır. 126 Yorum ve tespit davası, idare ile bireyler arasında idari işlemle kurulan bir hukuksal ilişkinin var olup olmadığının veya bir idari işlemin yokluğunun tespiti amacıyla açılabilir. Tespit davası, idari işlemle kurulan bir hukuksal ilişkinin var olup olmadığının tespiti, hukuksal ilişki doğan tüm hak ve yükümlülüklerin tespiti, hukuksal ilişkinin içeriğinin tespiti gibi hususları kapsayabilir. Yorum ve tespit davası, ikincil özellikte bir dava olduğundan, davacının haklarını, idari yargıda iptal davası veya tam yargı davası yoluyla takip edebileceği hallerde açılamaz. Ayrıca yorum ve tespit davası, davacının haklarını adli yargıda açılacak davalarla talep edebileceği hallerde de açılamaz. İkincillik özelliğinin bir başka sonucu, idarenin işlem yapma yükümlülüğünün olduğunun tespiti veya yapacağı bir işlemi ne şekilde yapması gerektiğinin tespitinin dava konusu edilememesidir. Tespit davaları, iptal ve tam yargı davalarıyla karşılanamayan taleplerin karşılanması ve etkin ve kapsamlı bir hukuksal korumanın sağlanması bakımından uygun bir araçtır. Yorum ve Tespit Davasına İlişkin Bir Öneri : 521 sayılı Danıştay Kanunu’nda yer alan hükme benzer bir düzenlemeye 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinde yer verilebilir. Kabul edilebilecek dava türünün sadece adli yargıda açılan bir dava dolayısıyla açılan yorum davasını değil, doğrudan açılan tespit davasını kapsaması yerinde olur. Bu düzenleme şu hükmü içerebilir: İptal ve tam yargı davasının açılamadığı durumlarda, bir idarî bir işlemin var olup olmadığı, anlam ve veya kapsamının tespitinde haklı menfaati bulunanlar tarafından açılan tespit davaları. KONU V: YÜRÜTMENİN DURDURULMASI Yürütmenin durdurulması kurumu, bugün için idari yargılama usulü içinde en çok tartışılan, eleştirilen ve çözümler üretilen ancak hala yeterli bir olgunluğa sahip olmadığı düşünülen kurumdur. Hiç şüphesiz yürütmenin durdurulması kurumunun ve buna ilişkin usullerin yetersizliği düşüncesi, idare hukuku kural ve prensipleri ile yargılama usulü prensiplerinin çatışmasında “uygun ve orta bir yol”un bulunamamış olmasından doğmaktadır. Belirtmek gerekir ki, yürütmenin durdurulması kurumu, idari işlemlerin icrailiği ve kanuniliği ile yargısal korunmanın etkinliği kavramlarının kavşak noktasında bulunmaktadır. Bu kavşak noktasında, uygun bir trafik düzeni kurulaması gerekmektedir. Bugün için, yürütmenin durdurulması kurumu ile ilgili eleştiriler, - Yargı yerlerince çok zor koşullara bağlı olarak yürütmenin durdurulması kararı verildiği, 127 - Yürütmenin durdurulması istemleri hakkında verilen kararlara itiraz usulünün davanın yürütülme sürecini uzattığı, - Mahkemece verilen “davalı idarenin savunması gelinceye kadar yürütmenin durdurulması” kararı ile “davalı idarenin savunması geldikten sonra yürütmenin durdurulması talebinin karara bağlanması” kararına karşı itiraz başvurusunun bulunmamasının eksikliği, - Yargı yerlerince, yürütmenin durdurulması istemleri hakkında birbirini izleyen müteaddit kabul ve red kararlarının uygulanmasının karmaşa yaratması, - Yürütmenin durdurulması istemlerinin yargı yerlerince çok geç karara bağlanması, - Yürütmenin durdurulması kararlarının bazen davanın konusuz kalması sonucunu doğurması, - Yürütmenin durdurulması kararlarının etkin yargısal denetim gerçekleştirme bakımından yetersiz kalması, konularında yoğunlaşmaktadır. Yürütmenin durdurulması kurumunun işleyişi, yargılama usulünde sadece davacıları değil, davalı idareleri de tatmin etmemektedir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, yürütmenin durdurulması kurumunun asli işlevi, idari işlemlerin icrailik ve kanunilik ilkeleri çerçevesindeki etki ve sonuçlarının, bu işlemin bir idari dava ile yargısal korunma talep edilmesi karşısında, dava sonucunda verilecek ve kesin hüküm halini alacak davanın reddi veya kabulü yönündeki yargısal hükmün uygulanabilir olmasını sağlamaktır. Bu amaçla, dava açılan ve iptali istenen işlem hakkında mahkemece verilen yürütmenin durdurulması kararı, o işlemin uygulanmasına engel olmak suretiyle davanın kabulü kararının uygulanmasına elverişli bir ortam yaratmaktadır. Yürütmenin durdurulması kararı idari işlemin icrailiğini askıya alsa da, idari işlem iptal kararı verilinceye kadar hukuki varlığını korumaktadır. Türk öğreti ve uygulamasında kabul edildiği üzere, yürütmenin durdurulması kararları iptal kararları gibi idari işlemi yapıldığı andan itibaren hukuk düzeninden kaldırır. Bu çözüm biçiminin yürütmenin durdurulması kurumunun asli işlevine uygun olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü, mahkemelerce sadece dava konusu işlem hakkında “yürütmenin durdurulması kararı” verilmekte, ayrıca başka bir husus karara bağlanmamaktadır. Bu kararın nasıl uygulanacağını bulma yükümlülüğü tamamen idarenin üzerinde bulunmaktadır. Çoğu durumda, idareler de yürütmenin durdurulması kararlarını nasıl uygulayacakları konusunda tereddütler yaşamaktadırlar. 128 Yürütmenin durdurulması kararının asıl işlevi, yargılama usulü sırasında başvurulan geçici bir yargısal tedbir olmasında saklıdır. Bu kararlar, dava konusu uyuşmazlık çözümleninceye kadar, “uyuşmazlığı konusu olayı dondurma”yı amaç edinmek zorundadır. Yargı yerince yürütmenin durdurulması istemleri hakkında, sadece “yürütmenin durdurulması” kararı verilmekle yetinilmeyerek, ayrıca davanın sonuna kadar davacı bakımından sağlanan geçici hukuksal korumanın neleri kapsadığı ve bu çerçevede idarece nelerin yapılması gerektiği, yani bu kararının davanın tarafları bakımından doğurduğu hak, olanak ve yetkilerin ne olduğu, bunların hangi şartlarla geçerli olduğu da karara bağlanmalıdır. Bu kapsamda verilen ve yargısal bir emir niteliği taşıyan yürütmenin durdurulması kararlarının, idari işlem hakkında iptal kararı gibi hukuki sonuç doğurması da mümkün olmayacaktır. Yürütmenin durdurulması istemleri, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 14 ve 15. maddelerinde düzenlenen ilk inceleme aşamasından hemen sonra karara bağlanmalıdır. İlk incelemeyi yapacak ve bir rapor hazırlayacak olan tektik hakimi, idare ve vergi mahkemelerinde üye, raporunda yürütmenin durdurulması konusuna de yer verir. İlk incelemede davanın ilk derece aşamasını sona erdiren “davanın reddi” kararı verilmez ise yürütmenin durdurulması istemleri de kesin olarak karara bağlanmalıdır. Mahkemece “davalı idarenin savunması gelinceye kadar yürütmenin durdurulması” kararı ile “davalı idarenin savunması geldikten sonra yürütmenin durdurulması talebinin karara bağlanması” kararı verilmesi uygulamasına son verilmedir. Çünkü yürütmenin durdurulması kararı verilebilmesinin koşullarından biri İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda olarak öngörülen “idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması” şartı, yargı yerinin davalı idarenin savunması olmaksızın idari işlemin hukuka aykırılığı konusunda bir kanaat oluşturmasını amaçlamaktadır. Davalı idarenin savunması geldikten sonra ortaya çıkacak hukuka aykırılık unsurları artık davanın esasına ilişkin olmalıdır. Mahkemece verilen yürütmenin durdurulması kararları davanın ilk derece aşamasının sonunda karar kesin kabul edilmelidir. Ancak yürütmenin durdurulması istemin reddi kararı davalı idarenin savunması geldikten sonra açık talep halinde tekrar incelenebilir. Yürütmenin durdurulması kararlarının yanlışlığı ihtimalinden endişe etmemek gerekir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, bu kararlar uyuşmazlığı donduran ve davanın sonunda verilen yargısal kararı uygulanabilir kılan kararlar olacağından, davacı veya davalı bakımından etki ve sonuçları silinebilir olacaktır. Bu sebeple yürütmenin durdurulması hakkında verilen istemler hakkında verilen itiraz yolu kaldırılmalıdır. 129 KONU VI : KESİN HÜKÜM Kesin hükmün, öncelikle ortaya çıktığı dava, sonra da genel olarak hukuk sistemi üzerindeki etkisi bakımından sorunlu bazı yönleri vardır. İptal davalarında genel düzenleyici işlemlerin iptal edilmesi halinde, bu sonuçtan yalnızca davacının değil, aynı işlemin kapsamındaki kişilerin de ileriye dönük olarak yararlanacak olmaları, konunun en sorunsuz yönü olarak görünmektedir. Birel işlemlerin iptali halinde ise, kesin hükmün etkisini yalnızca “kararda adı geçen” ile sınırlı görme yaklaşımı, bireyler için hakkaniyete uymayan hukuksal sonuçlara yol açabildiği gibi, idarenin düzenli işleyişine de zarar verebilmektedir. Birel işlemlerin iptaline ilişkin yargı kararları kabaca iki grupta toplanabilir: Tamamen kişisel-davacıya özgü yönleri öne çıkaran iptal kararları ve davacının hukuksal durumundan hareketle, aynı hukuksal durumda bulunan başka kişiler için de-dolaylı da olsa-“ilke”yi koyan kararlar. İkinci gruptaki kararlar, genellikle bir genel düzenleyici işlemin yorumunu gösteren ve birel durumlara nasıl uygulanmaları gerektiği konusunda, yukarıda söylendiği şekliyle “ilke” belirleyen kararlardır. Böyle bir iptal kararını, yalnızca kararın üzerinde adı yazılı olan kişi ile sınırlı olacak şekilde yorumlamak; “iptal edilen bir düzenleyici değil birel işlemdir”, diyerek, gelecekte yargı yerinin hukuka aykırı bulduğu yorumu yine birel işlemlere uygulamak ve ancak o kişiler de üzerinde adları yazılı bir karar getirirlerse onların lehine uygulama yapmak, Hukuk Devleti ve Güven ve İstikrar ilkeleri ile bağdaşır görülemez. Geçmişte yaşanmış basit ama çarpıcı bir örnekten yararlanarak konuyu açmakta yarar vardır. Yükseköğretim kurumlarından başarısızlık sebebi ile kaydı silinen öğrencilere, kayıt silinmesine yol açmış olan her bir ders için “bir sınav hakkı” tanıyan kanun tartışmalara yol açmıştı. Kanunun düzenlediği bir sınav hakkının fiilen “bir defa” sınava girmek anlamına mı geldiği, yoksa bir sınav hakkının “bütünleme” hakkını da içeren ve dolayısıyla “iki defa” sınava girmeyi sağlayan bir kavram mı olduğu tartışılmıştı. İstanbul’daki üniversiteler ile sınırlı olarak söylenirse, hiçbir üniversite iki defa sınava girmek yorumuna itibar etmedi. Bunun üzerine davalar açıldı ve bazı öğrenciler, mahkeme kararıyla ikinci defa sınava girme hakkını tescil ettirmiş oldular. (Daha sonra onama safhasından da geçen kararlar, kesin hükme de dönüştüler.) Bu yöndeki yargı kararları karşısında, üniversitelerin tutumları farklı olmuştur. Bazı üniversiteler, ilgili kararların kanunun yorumunu gösterdiği ve yalnızca davacılarla sınırlı sayılamayacak bir hukuksal duruma işaret ettiğini kabulle, dava açmamış olanlar dahil, kanunun kapsamına giren bütün öğrencileri bütünleme 130 sınavlarına aldılar. Bazı üniversiteler ise, dava açmamış ama aynı imkandan yararlanmak isteyen öğrencilerden, dava açıp “üzerinde adları yazılı olan” kararlar getirmelerini istediler. Nitekim, getirenler, bir yıl gecikmekle birlikte, sonunda aynı haktan yararlandırıldılar. Açıklanan örnekte, bilindiği kadarıyla bir yıl sonra sınava girenlerin hiçbiri, tam yargı davası açıp tazminat almamışlardır. Öte yandan, söz konusu örnekte bir “hukuk sorunu”nun var olduğu kabul edilirse, tam yargı davası bağlamında, herhangi bir yasal değişikliğe gitmeden sorunun çözümlenmesi mümkündür. Hakkındaki yargı kararı uygulanmayan kişiye sistemin bugünkü hali ile sunduğu giderim imkanı, verilen örnekteki gibi sonradan iptal davası açmak zorunda bırakılmış olan kişilere de tanınabilir. Bu yorum, “caydırıcı” olmak bakımından, bir noktaya kadar sorunu çözebilir. Öte yandan, özellikle idarenin, kanun bir yönetmelik çıkarılmasını buyurmamışken, sırf uygulamada birliği sağlamak üzere “ilke kararı” benzeri “adsız düzenleyici işlemler” yapması halinde de hakkaniyete uymayan sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Yine yukarıdaki örnekte, bir sınav hakkını bir defa sınava girmek şeklinde yorumlayan üniversiteler, bunu bir “ilke kararı” şeklinde kağıda dökmemişlerdir. Ama bu yorumu, her bir birel işlemde uygulamışlardır. Eğer bir ilke kararı almış olsalar ve bu iptal edilmiş olsaydı, üzerinde her bir öğrencinin adının yazılı olduğu yüzlerce karara ihtiyaç kalmayacaktı. Fakat böyle bir ilke kararını “resmileştirmemek” sayesinde, iptal edilen işlemler hep “birel” nitelikli olmuştur. Tam yargı davası yolu dışında, yasal değişiklik yapmayı da gerektirebilecek başka çözüm yolları neler olmalıdır; bunların tartışılmasında yarar vardır. Örneğin, acaba, bu sunuşta söylendiği şekli ile “ilke koyan” kararlarda, yargı yeri durumu takdir ederek, kararının hüküm kısmına genel etkiye sahip olacak bir ibare-açıklama koymalı mıdır? Bunun için mutlaka İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda değişikliğe gitmek zorunlu mudur? Mevcut yasal durum içinde de yargı yerleri böyle bir yaklaşımı benimseyebilirler mi? Yine iptal davaları ve genel düzenleyici işlem iptalleri bağlamında yaşandığı görülen ama çözümü nispeten kolay olan başka bir konu da, kamunun, genel düzenleyici işlemlerin iptal edilmiş olup olmadığını öğrenme hakkıdır. Bir genel düzenleyici işlemin iptaline ilişkin karardan, davanın tarafları ve yargı yeri dışında kalanların haberdar olması tamamen rastlantılara bağlıdır. İdari yargı kararlarının, Danıştay Dergisi başta gelmek üzere, bazı kaynaklarda yayımlanması da sorunu çözmemektedir. Verilen kararların sayısı karşısında yayımlananlar hem çok küçük bir bölümü 131 oluşturmaktadır, hem de yayımlanmaları yıllar sonra olabilmektedir. Bu durumda idarenin iptal edilmiş genel düzenleyici işlemlerini yeniden birel işlemlere dayanak yapma ihtimali ortadan kalkmadığı gibi, her gün yüzlerce, hatta binlerce işlem yapmak zorunda olan idarelerin yanılgıya düşmeleri riski de büyümektedir. Bu sakıncaları ortadan kaldırmak ve “aleniyet”i de sağlamak için, genel düzenleyici işlem iptallerinin-tam karar metni şeklinde olmasa bile-Resmi Gazete yolu ile “duyurulmaları” kolayca alınabilecek bir önlemdir. 132 İLK ÖRNEKLERİNDEN GÜNÜMÜZE DANIŞTAY’IN ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE YAKLAŞIMI Yrd. Doç Dr. Yücel OĞURLU * Saygıdeğer Hocalarım, değerli Danıştay üyeleri ve kıymetli dinleyiciler! zorunlu olarak, bazen kastını aşar şekilde, bazen de keyfi olarak müdahale edebilir. İdare, bireylerin temel hak ve özgürlüklere bunun yanında bireylere yüklediği yükümlülüklerde ve idari yaptırımlar gibi ceza yönü bulunan idari işlemlerle müdahale ve sınırlandırmalarda bulunur. Müdahale ve sınırlandırmanın da sınırları belirlenmediğinde kontrolsüz, keyfi ve tehlikeli bir güç ortaya çıkar. İşte bu bildiride, ülkemizde idari yargı tarafından İdarenin faaliyetlerinin denetlenmesinde en önemli sınırlardan birisi olan ölçülülük ilkesine bir ilke olarak ya da en azından içerik olarak başvurulup vurulmadığı incelenmiştir. Ölçülülük, sosyal bilimler alanda ve özellikle felsefe alanında uzun bir geçmişi olan bir kavram olarak ortaya çıkmış, hukuk alanına ise oldukça uzun bir sürede geçmiş, 19 uncu yüzyıl sonlarında kendisinden Orta Avrupa’da hukuk alanında söz ettirmeye başlamıştır. Bu çalışmada kısaca ilkenin önemi, içeriği ve diğer ülkelerdeki kullanımına kısaca değinilerek Acaba, diğer adlarla da olsa Türk Danıştay’ı ilkeye başvurup vurmadığı sorusuna cevap aranmıştır. I. ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNİN KAYNAĞI BAKIMINDAN KISA TARİHÇESİ VE KARŞILAŞTIRMALI HUKUKTAKİ KONUMU Ceza hukukunda ceza müeyyidelerinin en belirgin unsurlarından olan cezanın “suçla orantılı olması” 1 şeklinde klasik bir tarzda ana hatlarıyla tanımlanabilen ölçülülük ilkesi, aslında, yaptırım kavramının sınırlarının genişlemesi ile ortaya çıkan idari yaptırımlarla 2 İdare Hukukunda da kullanılmaya başlanmıştır. İlkenin ilk kez İdare Hukukunda uygulandığı, Anayasa Yargısında ise daha sonraki dönemlerde kullanılmaya Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ÖZAY, İl Han, İdari Yaptırımlar, İÜ Yayın No: 3326, Hukuk Fakültesi Yayın No; 691, İstanbul 1985, s. 29; Suçlar ile cezalar arasındaki orantının kamu güvenliği ve huzurunu sağlayacak şekilde olması gerektiği ifade edilmiştir. CASO, Adolf, Formative Documents of America’s Democrasy, Boston 1995, p. 53. 2 Bu konuda geniş bilgi için bkz. OĞURLU, Yücel, İdari Yaptırımlar Karşısında Yargısal Korunma, İkinci Bası, Seçkin Yayınları, Ankara 2001. * 1 133 başlandığı dile getirilmiştir 3. Bu görüşün aksine, ilkenin çıkış noktasının İdare Hukuku sahasında kolluk alanında ortaya çıktığı görüşü de ileri sürülmüştür 4. İlkenin uygulanmasında İdare Hukuku zaman içerisinde 5 belki de en dikkat çekici kullanım alanı olmuştur. Bu görüşe göre ilke, Anayasa Hukukuna İdare Hukukundan geçmiştir. Bu husus önceleri tartışılmışsa da kavramın hukuk alanında Almanya’da kolluk sahasında kullanıldığı genel kabul görmektedir. Ölçülülük ilkesi, kaynağı olan Alman Hukukunda ‘Verhaltnismassigkeit’ adıyla günümüzde de uygulanmaktadır 6. İlkenin Alman hukukunda kullanımına ilk kez, Avrupa idare hukuklarında halen uygulanagelinen şekle benzer bir uygulamayla başlanmış ve bu kullanım diğerleri için mehaz olmuştur. Mahkemelerin yapması gereken, idari işlem ya da eylemin “kişilerin bireysel haklarına” verdiği zararın, “toplumun” bu idari işlem veya eylemle ulaştığı kazanç ya da kaybının karşılaştırılarak denetlenmesi şeklinde algılanmaktadır 7. İdarenin yetkilerinin artması ve takdir yetkisinin genişlemesine karşı “Yargı’nın bir tepkisi” olarak nitelendirilen ilkenin 8 Ceza ve İdare Hukuku arasında yer alan “kolluk” konusunda ilk defa ortaya çıkması ilkenin ilk çıkış noktası konusunda tereddütler doğurmuştur. İlkenin kaynağı ister Ceza Hukuku, isterse İdare ya da Anayasa Hukuku olsun günümüzde geniş bir coğrafyada ve önemli bir etkinlikte Kamu Hukukunun hemen her alanında başvurulan bir denetim ölçütüne dönüşmüştür. ABD uygulamasında, ilkeye benzer bir tarzda başvurulsa da yaklaşım oldukça farklı ve sınırlıdır. Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi, pozitif yükümlerin uygulanması konusunda “açık ve mevcut tehlike”, “zararlı temayül”, “Anayasa dışı muhtevalı ifade testi” ve “dengeleme testine” başvurmaktadır 9. “Dengeleme testi” (balancing) Federal Mahkemenin sınırlayıcı idari tasarruf ile ulaşılmak istenen sosyal yararın, HAKYEMEZ, Yusuf Şevki, “Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasında Ölçülülük İlkesi”, Hayri DOMANİÇ Armağanı, C. II, İstanbul 2001, s. 1290; UYGUN, Oktay: “Kanada Yüksek Mahkemesi Kararlarında Ölçülülük İlkesi”, Değişen Dünyada İnsan, Hukuk ve Devlet, Edip F. Çelik’e Armağan, Engin Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 391. 4 SAĞLAM, Temel Hakların..., s. 117; HAKYEMEZ, agm., s. 1290. 5 SAĞLAM, Fazıl, Temel Hakların Sınırlanması ve Özü, AÜSBF Yayını, Ankara 1982, s.117. 6 LOCKYDON, V., “Administrative Law-Europeanisation and Proportionality”, Planet PapersEssay, http://www.planetpapers.com/Assets/4026.php, İİT. 2 Nisan 2002, dnt. 6, dnt. 4. 7 LOCKYDON, agm., dnt. 4. 8 TRIDIMAS, Takis, The General Principles of EC Law, Oxford 2000, s.88. 9 Bu testler hakkında hgeniş bilgi için bkz. GÜRAN, Sait, İfade Hürriyeti Üzerinde İdarenin Yetkileri, İÜHF Yayını: 289, İstanbul 1969, s. 75-190. 3 134 kişi yararı ile karşılaştırılması, bir başka ifadeyle bireysel ve sosyal yararların dengelenmesidir. Bu yararların birbirlerine karşı dengelenmesi ve hangisine daha geniş ölçüde ağırlık verilmesi gerektiği kararına dengeleme testi ile ulaşılmaya çalışılır 10. Sınırlandırmalarda kamu düzeni, kamu sağlığı ve sükunu ile, maddi düzen düşüncelerini dikkate alınarak seçilen sınırlandırma aracının değerlendirilmesi sırasında yararlar dengelemesi yapılmaktadır 11. Federal Yüksek Mahkeme, bununla sınırlı kalmamakta, sınırlandırma ve kamu yararı arasında “uygun bir dengenin” (balance of convenience) varlığını aramaktadır 12. Dikkat edilirse, bunlardan dengeleme testi, ölçülülük ilkesinin orantılılık unsuru yönüyle denetiminden başkası değildir. Alman Hukukunda Anayasa Yargısında tarihsel açıdan uygulama önceliğinin aksine, İngiliz ve İrlanda hukuklarına ilkenin girişi oldukça geç bir dönemde, 1972 sonrasında olmuştur 13. Ölçülülük ilkesi, İngiliz İdare Hukukunda uygulanan “makul oluş doktrini” (doctrine of reasonableness) ile benzerlikler göstermekle beraber, özdeş değildir 14. İngiliz hukukundaki bu farklı ilke, “herhangi bir olayda alınan kararla kararın amacı ve şartları arasında bulunması gereken makul bir ilişki” olarak tanımlanmaktadır 15. Bu testin varlığı gerekçe gösterilerek çok uzun bir süre İngiliz mahkemeleri ölçülülük ilkesine gerek olmadığını ileri sürmüşler, ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Topluluğu Adalet Divanı kararlarının yoğun baskısı sonucunda ilkeyi iç hukukların aktarmak zorunda kalmışlardır. Halbuki, Türk Danıştay’ının ilkeyi içeriği bakımından uygulaması bu tarz bir baskının sonucu değil, bütünüyle dolayısıyla politik değil hukuksal bir tercihin sonucudur. Avrupa ülkelerinin çoğunda AİHM ve ATAD’nın etkisi ile ilke zorunlu olarak kabul edilmiştir. Kuşkusuz, ilkenin yerini tutacak benzer kavramlar Batı ülkeleri hukukunda da vardı. Örneğin, İngilizlerin “makullük testi”, Fransızların bilanço teorisi gibi. Ancak hukuksal gelişmeler bu ilkelerle yapılan denetimi yetersiz kılmış ve böylece, daha sıkı denetim imkanı tanıyan ölçülülük ilkesi özellikle İngiltere örneğinde olduğu gibi 10 GÜRAN, age., s. 96. Bu konudaki kararlar için bkz. GÜRAN, age., s. 113. 12 TEZİÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, 7 inci bası, Beta Yayınları, İstanbul 2001, s. 196. 13 BIRKINSHAW, Patrick, “Does European Public Law Exist?”, Queen’s Papers on Europeanisation, No: 9/2001, İİT: Mart 2002, http://www.qub.ac.uk/ies/onlinepapers/poe901.pdf, s. 6. 14 BROWN, Neville L/ BELL, John S., French Administrative Law, Fourth Edition, Oxford 1993, s. 220. 15 LOCKYDON, agm., dnt. 7. 11 135 yıllarca süren tartışmalar sonucunda kabul edilmiştir16. Bildiride, bu konudaki gelişmelere değinilerek AİHM ve ATAD içtihadına kısaca değinilmiştir. Danıştay’ın geçmişteki ve günümüzdeki uygulamasından örnekler verilerek ilkenin gelecekte ne şekilde kullanılabileceğine dikkat çekilmiştir. II. ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNİN TANIMI VE ALT İLKELERİ Hukuka uygunluk denetimi yapılırken “hukuk” kavramı içerisinde yalnızca Anayasa ve kanunlar değil, hukukun genel ilkeleri de düşünülür17. İşte, ölçülülük ilkesi de bir çok yazar tarafından hukukun genel ilkeleri arasında düşünülmektedir 18. Kavramsal olarak ölçülülük, bir eylemin, yöneldiği amaçla orantılı olmasını 19, temel hak ve özgürlüklere sınırlandırmalar getirildiğinde ise amaca ulaşmak için zorunlu ve gerekli olandan fazlasına başvurulamayacağı kastedilir 20. Bugün birçok alanda kullanılan ilkenin içeriğinde şu alt ilkeler yer alır: İlk olarak, bir özgürlük ya da hakkı sınırlandırmada başvurulan aracın, sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olması anlamına gelen elverişlilik alt ilkesi; ikinci olarak sınırlandırma aracının, amaç için gerekli olması anlamına gelen gereklilik alt ilkesi; ve son olarak araçla amaç arasında ölçülü bir oran bulunması anlamına gelen orantılılık alt ilkesi 21 ilkenin içeriğinde yer alır. Buradan özetle, sınırlandırma amacının gerçekleşebilmesi için “gerekli, elverişli ve zorunlu” bir araca başvurulması ve ulaşılmak istenen amaçla, başvurulan sınırlandırma aracı arasında makul OĞURLU, Yücel, Karşılaştırmalı İdare Hukukunda Ölçülülük İlkesi, Seçkin Yayınları Ankara 2002, s. 198-208. 17 ÖZAY, İl Han, “Anayasa: Özgürlükler ve İdari Kolluk Etkinlikleri”, 2001 Yılında Yapılan Anayasa Değişikliklerinin Hak ve Özgürlüklere Yansımaları, 25-28 Nisan 2002, Anayasa Mahkemesinin Kuruluş Yıldönümü, Antalya 2002, (Fotokopi), s. 2. 18 LOCKYDON, agm., dnt. 6; CRIPPS, Yvonne, “Some Effects of European Law on English Administrative Law”, Proportionality, Global Legal Studies Journal, Vol. III, İİT: Ekim 2000, http://www.law.indiana.edu/glsj/vol2/cripps.html, T. III; Geniş olarak bkz. ERKUT, Celal, Hukuka Uygunluk Bloku, İdare Hukukunda Hukukun Genel Prensipleri Teorisi, İstanbul 1996; FENDOĞLU, H. Tahsin, “Uluslararası İnsan Hakları Belgelerinin Uygulanmasında 'Bağımsız Ölçü Norm' veya 'Destek Ölçü Norm' Sorunu”, Anayasa Yargısı 17, 25-26 Nisan 2000, Ankara 2000, s. 369; Aynı yönde Danıştay kararı için bkz. D.8.D., 14.11.1995 gün, E.1995/3706, K.1995/3622, DD., S. 91, s. 817. 19 TRIDIMAS, age., s.88. 20 GÜNDAY, Metin, İdare Hukuku, 6 ncı Bası, Ankara 2002, s.265. 21 ÖZBUDUN, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Altıncı Bası, Yetkin Yayınları, Ankara 2000, s. 105; MEMİŞ, Emin, Anayasa Hukuku Notları (Türk Anayasa Gelişimleri Süreci), İstanbul 1998, s. 193. 16 136 bir oranın (tenasüp) bulunması 22 ölçülülük ilkesine uyulduğunu gösterir. Ölçülülük ilkesi, “... kısıtlamada başvurulan aracın, sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını gerektirir. Bu kısıtlama aracının, kısıtlamaya yönelik amaç açısından gerekli olması, araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmaması” 23 anlamına gelir. İdare Hukuku çerçevesinde ölçülülük ilkesi, “idarenin davranış ve hareketlerinde kullandığı imkan, araç ve ölçülerin, bu davranışı ile elde etmek istediği sonuçlara uyarlanması” olarak tanımlanabilir 24. Yine İdare Hukuku merkezli diğer bir tanımlamada ise ilkenin yalnız bir unsuru esas alınarak ve idari makamın meşru hedefe ulaşmada mümkün olan en hafif şiddetteki önleme başvurması gerektiği üzerinde durulmuştur 25. Avrupa ülkelerinin içi hukuklarında ilke, idari makamın, meşru hedefe ulaşmada mümkün olan en hafif şiddetteki önleme başvurması şeklinde ifade edilmektedir 26. İdareden, işlem ve eylemi ile, başvurduğu sınırlandırma aracı arasında denge kurması istenmekte, böylece ölçülülük ilkesine uyulması beklenmektedir. Kamu düzenini tehdit eden durumun ortadan kaldırılması için temel hak ve özgürlükler gereğinden fazla sınırlandırılmışsa, idarî işlemin ölçüsüz olduğu kolaylıkla söylenebilir 27. Bu durumda özetle, İdarenin işlem ve eylemiyle hedefe ulaşmada en hafif önlem ve sınırlamaya başvurması ölçülülük ilkesinin gereklerindendir. Bireyin çıkarları ile idari faaliyet arasında gözetilmesi gereken değerler dengelemesinde, gereklilik ve elverişlilik alt ilkeleri de mutlak incelenmeli ancak burada kalınmamalıdır. İdarenin sınırlandırıcı ya da yükümlendirici faaliyetlerinde, amaca ulaşmaya elverişli, kamu düzenini sağlamada gerekli; kişilerin çıkarlarına getirilen sınırlama ile kamu yararı arasında bir denge gözetilmiş, bir başka ifadeyle orantılılık gözetilmiş ise alınan idari kararın ölçülü olduğu düşünülür. 22 Ayrıntılı bilgi için bkz., ÖZBUDUN, age., s. 105 vd; İbrahim Ö. KABOĞLU, Özgürlükler Hukuku, İnsan Haklarının Hukuksal Yapısı Üzerine Bir Deneme, Afa Yayınları, İstanbul 1994, s. 105 vd.; TANÖR, Bülent; YÜZBAŞIOĞLU, Necmi, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001, s. 151. 23 MEMİŞ, Emin, Anayasa Hukuku Notları (Türk Anayasa Gelişimleri Süreci), İstanbul 1998, s. 193. 24 GUIBAL, “De La Proportionnalité”, AJDA, 1978, s. 479' dan naklen, ERKUT, Celal, Hukuka Uygunluk Bloku, İdare Hukukunda Hukukun Genel Prensipleri Teorisi, İstanbul 1996, s. 108. 25 ROWE, Nicola, “Judicial Review Lecture 7 of 16”, MYT: 27.11.1998, http://www.stud.uni-goettingen.de/~nrowe/law/271198.html, İİT: Ekim 2000, T. Central Concepts, C-(ii); 26 ROWE, agm., C-(ii). 27 ERKUT, “Hukuka Uygunluk...”, s. 108. 137 III. TERMİNOLOJİ SORUNU Terminoloji konusunda öncelikle, zaman zaman ilkeyi ifade etmede başvurulan “orantılılık ilkesi” ifadesinin kavramı karşılamada yetersizliğine ve doğuracağı kavram kargaşasına dikkat çekmek istiyoruz. “Dar anlamıyla orantılılık ilkesi” ya da “ölçüsüzlük yasağı” aslında elverişlilik ve gereklilik unsurlarının yanında ilkenin en önemli olan bir alt başlığını oluşturmaktadır. Bu nedenle orantılılık ileride de açıklanacağı gibi, ilkeyi bütün unsurları kapsayacak şekilde ifade etmede yetersiz kalmaktadır. Türk Kamu Hukukunda ölçülülük ilkesi yaygın olarak kabul görmekle birlikte, ilkenin çıkış noktası olan Alman Kamu Hukukunda terim olarak “ölçüsüzlük yasağı” (übermassverbot), “geniş anlamıyla orantılılık ilkesi” (verhaltnismassigkeitsprinzip im weiteren Sinne) veya yalnızca “orantılılık ilkesi” (verhaltnismassigkeitsprinzip) kavramları tercih edilmiştir 28. ATAD kararlarında, “ölçülülük ilkesi” (proportionality/verhaltnismassigkeitsprinzip) ifadesinin ana ilke olarak tercih edildiği görülmektedir 29. Birlik hukukunda zaman zaman “orantılılık” olarak adlandırılmakta ve alt ilkeleri olan “elverişlilik”, “gereklilik” ve “dar anlamıyla orantılılık” kavramları tercih edilmektedir 30. Özellikle yeni kararların büyük çoğunluğunda üst ilke olarak ölçülülük ile, onun bir unsuru olarak orantılılık ifadesi tercih edilmektedir. Bu nedenle, Türk Kamu Hukukunda yaygın kabul gören kavramları 31 yeğleyerek ana ilkeyi “ölçülülük ilkesi”, alt başlıklarını ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olarak kullanılmasının kavram kargaşasına son vereceği düşüncesindeyiz. Bu kullanım, kavramı ifade etmede başvurulan çeşitliliğin doğuracağı karışıklıkları önleme yanında, AİHM ve ATAD’ ın çoğunlukla tercih ettiği kavramlara da paralel olacaktır. ODER, B. Emrah, in Avrupa Birliği Hukuku (TEKİNALP/TEKİNALP), Güncelleştirilmiş 2 nci Bası, İstanbul 2000, s. 762, dnt. 95. 29 TRIDIMAS, age., s.88. 30 ODER, in Avrupa Birliği Hukuku, s. 762-763, dnt. 95. 31 GÖREN, ölçülülük ilkesi yerine oranlılık, gereklilik alt ilkesi yerine ise zorunluluk ifadelerini kullanmaktadır. Yazar, orantılılık olarak tercih ettiğimiz alt ilkeyi ise ölçülülük ve katlanılabilirlik adıyla kullanmaktadır. Zafer, Anayasa Hukukuna Giriş, 2 nci Bası, Dokuz Eylül Yayını, İzmir 1999. 28 138 IV. İLKENİN İDARE HUKUKUNDAKİ YERİ VE DEĞERİNE GENEL BAKIŞ Ölçülülük ilkesinin öncelikle Anayasal değeri ve Kanun koyucuya çizdiği sınırlar üzerinde durulmalıdır. Anayasa Mahkemesinin bir kararında da 32 belirtildiği gibi, temel hak ve özgürlüklerin soyut kavramlar olmaktan çıkarılarak hayata geçirilmeleri için kullanım usullerinin açıklanması ve sınırlarının belirlenmesi gerekir. Bu konuya kısaca değinmek faydalı olacaktır. İlkenin sınırlandırmanın sınırlarını çizme yanında, dengeleyici bir işlevi olduğu da söylenebilir. Bir yorum ve denetim ölçütü olan ilkenin İdarenin takdir yetkisini yönlendirme işlevi yanında norm somutlaştırmasında norm alanlarının tespitinde bir ölçüt işlevi gördüğü açıktır 33. Bireyin yararı ile kamu yararı arasında birbiriyle çelişen, ancak hukuken korunan çıkarların norm unsurlarının somutlaştırılması böyle bir denge için gereklidir 34. Bu anlamda, ilke bir somutlaştırma ölçütü olarak hukuken korunan çatışan çıkarlar arasında, bu çıkarların norm unsurlarının belirlenmesinde “kilit rolü” oynamaktadır. Örneğin birey ve devletin menfaatlerinin çatışması halinde bir denge kurulması gerekliyse, çıkarlar arasında “pratik uyuşumu” sağlamada ve karar verme sürecinde sağlam bir çözüme ulaşmada bir ölçüt olarak ilkeye başvurulabilir 35. Bu somutlaştırmada bir yandan sınırlayıcı işlem ve eylemin kendisi, diğer yandan ulaşılmak istenen amaç ve son olarak bu kararın dayandığı olgu üçlüsü dikkate alınır 36. Sözü geçen somutlaştırma yanında, kamu düzeninin sağlanması için, farklı amaçlarla hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına engel olarak dengeli bir “özgürlük-otorite ilişkisi” 37 kurulmasına yardımcı olur. Ancak, yarar-zarar dengesi gözetilirken, yalnızca beklenen fayda üzerinde denetim yapılmasının, bir başka ifadeyle bu faydanın nasıl gerçekleşeceği ya da gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini denetlemenin “hatalı 32 AYM., 19.4.1988 gün, E.1987/16, K.1988/8, RG. 23.8.1988, 19908. LOUCAIDES, G. Loukis, Essay on The Developing Law of Human Rights, Martinus Nijhoff Publishers, London 1995, s. 185; HARRIS, D. J./BOYLE, M. O. /WARBRICK C., Law of The European Convention on Human Rights, London 1995, s. 198; EISSEN, Marc Andre, “The Principle of Proportionality in the Case Law of European Court of Human Rights”, The European System for the Protection of Human Rights, Martinus Nijhoff Publishers, London 1993, s. 144. 34 RUMPF, Christian, “Ölçülülük İlkesi ve Anayasa Yargısındaki İşlevi ve Niteliği”, Anayasa Yargısı, Anayasa Mahkemesinin 31. Kuruluş Yıldönümü Nedeniyle Düzenlenen Sempozyumda Sunulan Bildiriler, Ankara 1993, s. 41-42. 35 RUMPF, agm., s. 45. 36 ERKUT, Hukuka Uygunluk Bloku, s. 107. 37 HAKYEMEZ, agm., s. 1332. 33 139 ve eksik” olacağı, bunun zamanla İdare lehine ölçülülük karinesi anlamına geleceği ve anlamsızlaşacağı haklı olarak ifade edilmiştir 38. Ölçülülük ilkesinin Anayasanın 13 üncü maddesine girişinden önce de Anayasa Yargısı alanında ilkeden yararlanıldığını belirtmek gerekir. Ölçülülük ilkesinin, Anayasa değişikliği öncesi dönemde, getirilecek sınırlandırma tedbirinin sınırlama amacının zorunlu kıldığından ve gerekenden öteye geçemeyeceğini ifade eden, maddedeki “öngörüldükleri amaç dışında kullanılamama” ifadesi içinde yer aldığı ileri sürülmüş 39 ve bu dönemde 13 üncü maddenin ilkenin 1982 Anayasasındaki en önemli pozitif temelini oluşturduğu belirtilmiştir 40. İdare Hukuku perspektifinden yaklaşılırsa Anayasanın 13 üncü maddesinde de bu amaçla, temel hak ve özgürlükleri sınırlandırmanın sınırları olarak AİHS paralelinde kural olarak son derece çağdaş ve gelişkin ilkeler konulmuştur. İdare, bu nedenlere dayanarak yapacağı sınırlandırmada, genel anayasal sınırlardan olan “demokratik toplum gerekleri” ve “öngörüldükleri amaç dışında kullanılamama” ölçütlerine uymak zorundayken, son Anayasa değişikliği ile “ölçülülük ilkesi” ve “hakkın özü” ifadesi de açık bir düzenlemeyle madde metninde yerini bulmuştur. Hakkın özü kavramı varken ölçülülük ilkesine gerek olmayacağı gibi bir görüş ileri sürülebilirse de iki kavramın birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısı olduğunu söyleyebiliriz. “Hakkın özü” ölçütü, belirgin, “kullanışlı, operasyonel” olmadığı, uluslararası sözleşmelerde bu ölçüte başvurulmadığı, kavramın alternatifi olarak sözleşmelerde başvurulan “demokratik toplum düzeninin gerekleri” ifadesiyle 41 aynı anda Anayasada 38 ERKUT, Hukuka Uygunluk Bloku, s. 110. GÜNDAY, Metin, İdare Hukuku, Ankara 1998, s. 207; SAĞLAM, Fazıl, “1982 Anayasasının Temel Hak ve Özgürlükler İçin Getirdiği Sorunlar”, Bahri Savcı’ya Armağan, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayını, Ankara 1988, s. 440. 40 HAKYEMEZ, age., s. 1307. 41 Bu ifadenin Türk Hukukundaki anlamı hakkında geniş bilgi için bkz. TURHAN, Mehmet, “Anayasamız ve Demokratik Toplum Gerekleri”, Anayasa Mahkemesinin 29. Kuruluş Yıldönümü Nedeniyle Düzenlenen Sempozyumda Sunulan Bildiriler, Ankara 1991; MEMİŞ, “İnsan Hakları...”, s. 152 vd; Ülkemizin uzun yıllardır Batı hukukundan beslendiği gerçeği karşısında demokratik toplumun “... evrensel anlamının dışında bir demokratik düzen öngördüğünü söylemek isabetli olmayacaktır.” YILDIRIM, Turan, “Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanmasında Sınırlamanın Sınırı”, AÜHFD, Muammer Aksoy’a Armağan, Cilt XLVI, Sayı 1-2, Ocak-Haziran 1991, s. 467 vd.: Anayasa Mahkemesinin eski tarihli bir kararında da belirtildiği gibi, “Eşit kullanılmayan, kişilere ve kamuya huzur ve adaletli bir düzen sağlamayan sendika özgürlüğünün çağdaş uygarlık düzeyi ile hele Batı uygarlığınca benimsenen demokrasi anlayışı bağdaşması olanak dışıdır.” AYM., 8.9.1972 gün, E.1970/48, K.1972/3, AMKD., S. 10, s. 128. 39 140 bulunduğu düşünceleriyle eleştirilmiştir 42. Diğer bir görüşe göre ise Türk Hukuku açısından temel hak ve özgürlüklerin kanunla sınırlandırılması ve öze dokunma yasağı bu alanda “temel bir esas” olarak görülmektedir 43. 1982 Anayasasının kabulünde ilke Anayasaya alınmasa da Türk Anayasa Mahkemesinden yıllarca sonra İspanyol Anayasa Mahkemesi’nin “öze dokunma” ölçütüne, “öz”ün belirlenmesinde “kullanılabilirlik” testini uygulayarak başvurmasının, ilkenin belirgin olmadığı iddialarını çürüttüğü ileri sürülmüştür 44. Kanımızca, ölçülülük ilkesi “hakkın özü” kavramıyla bir yönüyle kesişmektedir. Ölçülü olmayan sınırlandırmaların aynı zamanda hakkın özüne de dokunmuş olması ihtimali vardır. Aşırı bir önlem ve sınırlandırma, hakkı kullanılamaz hale getirecek sonuçlar doğurmuşsa “hakkın özüne dokunmuş” olacak, aynı zamanda ölçülülük ilkesini de çiğnemiş olacaktır. Ancak belirtmek gerekir ki, ölçülülük ilkesinin her ihlali “hakkın özüne dokunma” derecesine varan bir ihlal oluşturmaz. Önlem ya da sınırlandırmada daha hafif bir aşırılık da ölçülülük ilkesinin ihlali anlamına gelebilir. Bu nedenle, iki ilkenin birbirinden bağımsız ve yanyana uygulanabileceği düşüncesindeyiz. Temel hak ve özgürlüklerin somut bir şekilde kullanılması ve sınırlamaların sınırının ne olacağı konusunda ölçülülük ilkesi, Kanunkoyucuya olduğu gibi, uygulama esnasında İdareye; uyuşmazlık çıkmasından sonra idari yargı hakimine yol gösteren önemli bir ölçüt olmaktadır. Temel hak ve özgürlükler konusunda sınırlama ile bireysel fayda arasında bulunması gereken denge ve ölçüye öncelikle Yasama uymalıdır. Ancak, ilkeye yalnızca Yasamanın uyması yetmez ve bireylerle daha sık yüz yüze gelen İdarenin bu ilkeye uyması beklenir. Özetle, ölçülülük ilkesi, Devlet ve Devletin tüm organlarının uyması gereken bir ilke olduğundan, Yasamanın ölçülü düzenlemeler yapması, İdarenin faaliyetlerinde makul ölçü bulunması ve yargılama faaliyetinde Yargının kararlarının ölçülü olması beklenir. İdari faaliyetlerin temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında iki önemli sınırlandırma nedeni olan kamu yararı ve kamu düzeni doğrudan ya da bazen dolaylı sınırlandırmalar gerektirebilir 45. Bu nedenle, ilke Kanunkoyucuya olduğu gibi, İdareye de bir sınır çizmektedir. İlke, genel bir Bu görüş için bkz. GÖZLER, Kemal, “Anayasa Değişikliği ve Temel Hak ve Özgürlükler”, Ankara Barosu Dergisi, Y.2001, S. 4, s. 59; Başka fakat benzer gerekçelerle yapılan eleştiriler için bkz. SOYSAL, Mümtaz, “İnsan Hakları Açısından Temel Hak ve Özgürlüklerin Niteliği”, Anayasa Yargısı, Ankara 1987, s. 46. 43 GÜRAN, age., s. 402. 44 YILDIRIM, “Temel Hak ve Hürriyetlerin...”, s. 466 ve dnt. 3. 45 AKILLIOĞLU, Yönetim Hukukunda..., s. 1278. 42 141 hukuk ilkesi olma özelliğiyle denetime yardımcı bir ölçüt olmaktadır. İdareye bir yetki vermemekte ve aksine bir sınır çizmektedir. Bu sınır hak ve özgürlüklerin maddi alanı ile İdarenin sınırlandırıcı müdahalesi arasında denge kurmaktadır. Ölçülülük ilkesi, diğer ülkelerdeki örneklerinin aksine Türk İdare Hukukuna Anayasa Yargısı yoluyla giriş yapmış olsa da günümüzde, Türk İdare Hukukunda amaç-araç dengesini ifade etmede kullanılmaktadır. İdari yargı hakimi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, İdarenin takdir yetkisinin denetlenmesi, kolluk ve idari yaptırımların uygun ağırlıkta, sonuca yetecek kadar uygulanmalarının gerekli olup olmadığını ve temel hak ve özgürlüklere yapılan sınırlandırmalarda kademelendirmeye başvurulup vurulmadığını denetleme alanlarında yararlanmaktadır. İlkeye dayanarak en somut ve rahat olarak denetim yapılabilecek alan idari yaptırımlardır. AİHM’nin uyguladığı tarzda denetime uygun bir şekilde yapılacak denetimden verilecek örnekle; uyarma cezasını gerektiren fiil için öğrenci ya da kamu görevlisinin okuldan ya da meslekten çıkarılmasında, belirli bir eylem ya da davranışın engellenmesi, bu durumun engellenemeyerek ortaya çıkmasından sonra ise yaptırımla ıslah edilmeye çalışılması ve diğerlerini caydırma gibi özel amaçları gerçekleştirme amaçları ulaşılmak istenen meşru amaçtır. Bu meşru amaca ulaşmaya elverişli, yine amaca ulaşmak için gerekli, sonuç açısından etkili ve sınırlandırma ile amacın dengeli bir oran taşıması bir idari yaptırımın ölçülü olduğu anlamına gelir. İlkeden yararlanılan diğer bir alan ise, kolluk eylemlerinin kullanılma anı ve kullanıldıktan sonra sonuçlarının denetlenmesidir. İdari Yargı, kolluk alanında diğer konulara göre daha geniş ve etkin bir şekilde denetim yapma yetkisine sahiptir. Kolluk önlem ve kararlarının yerindelikle yakın ilişkisi, hukuka uygunluğun ya da aykırılığın daha etkili usullerle incelenmesini gerektir 46. Yerindelik denetimi yasağı, kolluk alanında alınan karar ve önlemlerin hukuka uygunluğu ile “sıkı sıkıya bağlı” olmaları nedeniyle geçerli olmamaktadır 47. İdarenin “tutum ve 46 Bu nedenle, idari yargı hakimi bu alanda, keşif ve bilirkişi gibi yollara başvurarak maddi olguları tespit ve takdir edebilir; DURAN, Lutfi, İdare Hukuku Ders Notları, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1982, s. 262. 47 DURAN, Ders Notları, s. 261-262. Aynı yönde bkz. ÖZAY, Özgürlükler ve İdari Kolluk, s. 3. 142 davranışları” ile amaç 48 arasında doğrudan bir ilgi ve ölçü bulunması, yerindelikle birlikte “ölçülülük” olarak ele alınır. Bu iki kavram birbiriyle yakından ilişkilidir ve İdarenin tavrı ile, ulaşılmak istenen sonuca yetecek kadarına başvurulması, İdarenin tutumunun ölçülü olduğunu gösterir. Birisinde hata edilmesi diğerinde de sakatlık doğurarak sonucun hukuka aykırı olmasına yol açar. İdarenin uyarma, zaman tanıma, uyarıya uymak isteyenlere yardım edilmesi ve ısrarlılara tedrici olarak artan bir güç ya da yaptırıma başvurması, İdarenin tavrının ölçülü olduğu anlamına gelir 49. Kolluk alanında, diğer konulara göre daha geniş ve etkin bir şekilde denetim yapması gereği bulunan idari yargının ölçülülük denetimine başvurması önemli bir denetim imkanı sunmaktadır. İdari yargı yerlerince, kolluk yetkilileri tarafından uygulanan eylem ve kararların etkili ve kamu düzenini tehdit eden ya da bozan tehlikenin ağırlığı ile orantılı olup olmadığı ile sınırlandırmanın gereken ölçüde olup olmadığı denetlenmelidir. Örnekleri az bulunsa da, kamulaştırma ve mülkiyet hakkına getirilen diğer sınırlandırmalarda da İdareye ölçülü olma yükümü düşmekte ve bu konular ölçülülük yönüyle denetlenebilmektedir. Uygun taşınmazın tespiti ve taşınmazın ne kadarının kamulaştırılacağı gibi hususların ve yine takdir edilen bedelin bireyin yoksun kaldığı fayda ile ölçülü olup olmadığı da bu kapsamda değerlendirilebilir. Kamu alacağının tahsilinde cebri icra usulü uygulanırken, alacağı karşılamaya yetecek kadar değerin haczedilmesi ve borçlunun en az zarara uğrayacak tarzda hacze maruz kalması da aslında ölçülülük kapsamındadır. Kamulaştırma ve İdarenin cebri icra yetkisinin bir yaptırım gibi kullanılması, işlemi bir çok unsuru yönüyle sakatlayacağı gibi, burada ölçülülük denetimi de bireye bir koruma sağlayacaktır 50. Bu alanlardaki denetime Danıştay kararlarında sıklıkla rastlanmamaktadır. Bu alanlarda da, ilkeden yararlanılmaya başlanması durumunda, ilkenin Türk İdare Hukuku açısından daha geniş bir yer tutacağı görülmektedir. Ölçülülük ilkesinin başvurulabileceği bir diğer alan da, İdarenin takdir yetkisidir. İlke bir yönüyle, İdarenin takdir yetkisine yön vermektedir. Takdir yetkisinin kullanılmasında dengelerin gözetilmesinde İdare ve idare Kolluk faaliyetlerinde amaç unsurunun İdarece kullanılan kamu gücünün meşru ya da “hukuk dışı” olarak nitelendirilmesinde belirleyici bir rolü olduğu ifade edilmektedir. ÖZAY, İl Han, “İdari Kolluk Eylemlerinde '“Amaç'“, İÜ. Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. XLV-XLVII, İstanbul 1982, s. 315-319. 49 ÖZAY, İl Han ÖZAY, Günışığında Yönetim, Alfa Yayınları, İstanbul 2002, s. 511. 50 CARDONA, Francisco/SYNNERSTRÖM, Staffan, “Administrative Law Principles and Civil Service Standards”, http://www.ocde.org/puma/sigmaweb/acts/civilservice/docs/cardona1.htm, İİT: Ekim 2000, T. 2. 48 143 hakiminin yararlanacağı unsur ve ölçütlerin önceden Kanunkoyucu tarafından belirlenmesi faydalı olacaktır. Burada takdir yetkisi tanıyan yasayla, hak ya da özgürlüğü düzenleyen başka bir yasa arasında çatışma çıkması söz konusu olmaktadır. Dengelerin gözetilmesinde İdare ve idare hakiminin yararlanacağı unsur ve ölçütlerin önceden Kanunkoyucu tarafından belirlenmesi faydalı olacaktır. İdari kararın ölçüsüz olmasının bazı sonuçları vardır: Ölçüsüzlük idari karar bakımından, bazen fiili yol ve yokluk yaptırımlarına varacak derecede hukuksal sakatlıklar doğurabilir. Bu dereceye varmayanlar ise, iptal yaptırımıyla yüzyüze kalırlar. Öncelikle, İdare kendisine yasanın verdiği bir yetki olmaksızın herhangi bir temel hak ve özgürlük hakkında işlem yapma yetkisine sahip değildir. Sınırlandırma yetkisi diğer bir makama, örneğin adli makamlara verilmesine rağmen İdarenin bu hak ve özgürlükler hakkında işlem ya da eylem tesis ederek temel hak ve özgürlüklere müdahale etmesi artık bir fonksiyon gaspı anlamına gelir 51. Gerçekten de İdare, işlem yapma ve yaptırım uygulama yetkisi kendisine verilmediği halde, işlem ve eylemlerde bulunur ve yaptırım uygulamaya kalkışırsa fonksiyon gaspı nedeniyle, yapılan işlemler yoklukla malul olarak hukuka aykırı olur 52. Ölçülülük ilkesine aykırı idari karlara karşı Fransız hukukunun çözümlerinden birisi de bu şekildedir. Sınırlandırmanın sınırının tespit edilmesi, gerek bireyler açısından, gerekse Yasama ve İdare açısından sınırı aşan işlemlerin iptal yaptırımıyla yüz yüze kalmaları yönüyle önemlidir 53. Kolluk önlemini gerektiren durum, somut olayın ve durumun özellikleri, kolluk önleminin alınmasına neden olan kişinin eyleminin ağırlığı ve özellikleri sebep unsuru olarak dikkate alınmalıdır. Kamu düzenini tehlikeye sokan ya da tehdit eden bir eylem olmaksızın kolluk yetkisi kullanılırsa sebep unsuru sakatlanmış olur54. Amaç unsurunu oluşturan kamu düzeninin korunması hedefine ulaşmada yeterli ve gerekli olanın takdir edilmesi gerekir. Yetkinin sınırlarının aşılmasıyla alınan önlemin sonuçlarının ortaya çıkardığı konu unsurunu sakatlayabileceği gibi “fiili yola” da 55 vardırabilir. Gözetilmesi gereken 51 GÜNDAY, age., s. 206. BİLGEN, age., s. 120-121. 53 YILDIRIM, “Temel Hak ve Hürriyetlerin…”, s. 465. 54 GÜNDAY, Metin, İdare Hukuku, Eskişehir 1998, s. 154. 55 ÖZAY, Günışığında Yönetim, Afa Yayınları, İstanbul s. 512; ONAR, “fiili vaziyet” adıyla yokluk konusuyla ilişkili olarak fiili yola Fransız idari yargısındaki tartışmaları aktarak yer vermektedir. Bu tartışmalar için bkz. ONAR, Sıddık Sami, İdare Hukukunun Umumi Esasları, İdari Kaza kısmı, s. 312 vd.; “Voie de fait”nin uluslararası hukukta 52 144 dengenin bozulması, İdare Hukuku çerçevesinde işlemin sebep, konu, amaç unsurlarını etkileyecek ve böylece idari tasarrufların sakatlanması söz konusu olabilecektir. Ölçülülük ilkesinin ihlali için ilkenin alt ilkeleri olan elverişlilik, gereklilik ve orantılılığın üçünün birden aynı anda ihlali aranmaz. Yalnızca bir alt ilkenin ihlal edilmesi bile İdarenin kararının ölçülü olmadığını göstermeye yeterlidir. IV. Danıştay Kararlarında İlkenin Yeri ve Değeri A. DANIŞTAY KARARLARINDA ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNİN İLK ÖRNEKLERİ: DENGELEME VE “ADİL NİSPET” Anayasa Mahkemesi ilkeyi uygulayarak ilk yargı merciidir AYM, özgürlüğe getirilen sınırlamanın zorunlu olup olmadığı, korunmak istenen kamu yararı ve kamu düzeni ile sınırlandırmanın orantılı olup olmadığı ve bu sınırlandırmayla kamu düzeninin korunup korunamayacağını denetlemekte ölçülülük ilkesine başvurmaktadır. Ölçülülük ilkesi Anayasada yer almadığı dönemlerde bile Anayasa Mahkemesi tarafından bir çok kararda doğrudan kullanılmıştır. AYM, bu denetim sırasında denetim yaparken gereklilik, elverişlilik ve orantılılık alt ilkelerini de dikkate almaktadır. AYM dışında, diğer Yüksek Mahkemeler de ilkeden yararlanmaktadır. Örneğin Yargıtay, adli cezaların denetiminde ölçülülük ilkesine özellikle orantılılık yönüne başvurmaktadır 56. Özellikle AYM’nin kullanımı için bkz. LÉVY, Laurent, “Refuser La Voie de Fait”, Actualité et Droit International”, 16 Ekim 2001. 56 Y. Ceza Genel Kurulu, 12.3.1996 gün, E.1996/6-2, K.1996/33; İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 6366 Sayılı Yasa ile onaylanarak yürürlüğe konulmuş ve Anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca yasa niteliğini kazanmıştır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı, 22.3.1996 gün E.1993/5, K.1996/1; Y. 11. C.D, 26.6.1996 gün, E.1996/1171, K.1996/1137; Artık başta Alman, ABD ve Fransa ve İtalya hukukları olmak üzere yüzeysel de olsa yabancı hukuklara atıf yapılmaktadır. Y. Ceza Genel Kurulu, 20.4.1992 gün, E.1992/5-56, K.1992/107; Y. İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı, 22.3.1996 gün E.1993/5, K.1996/1; Diğer yandan, insna hakları konusu başta olmak üzere, doktrin, eskiye göre daha fazla yer almaktadır. Y. Ceza Genel Kurulu, 24.10.1995 gün, E.1995/7-165, K.1995/302; Y. Ceza Genel Kurulu, 19.12.1994 gün, E.1994/6-322, K.1994/343: “Ne var ki, Ceza Yargılamasının bir başka temel dayanağı da, kamu yararı ve birey yararı arasındaki duyarlı dengeyi kollayan ölçülülük ilkesidir. Bu ilke gözetilmez ve kamu yararı birey zararına işletilirse, haklar ve değerler örselenir; birey yararı toplum zararına kayırılırsa yargılama kilitlenebilir ve dolayısıyla her iki durumda da hukuk barışı tehlikeye düşer.”; Aynı yönde, Y. Ceza Genel Kurulu, 24.10.1995 gün, E.1995/305, 1995/6-238; Y. 4. C.D., 26.9.1994 gün, E.1994/7114, K.1994/7264; Adı geçen kararlar, Yargıtayın İNTERNET web sitesinden Ekim 2000 tarihinde alınmıştır; www.yargitay.gov.tr; İNTERNET. 145 uzun süredir kullanıyor olması, ilkenin İdare Hukukunda ve İdari Yargıda da kullanılmasını cesaretlendirmiştir. AYİM ise Amerikan Federal Mahkemesi kararlarında görülen değerler dengelemesine benzer bir usulle ölçülülük konusunun yalnızca orantılılık unsuruna benzer şekilde bir içtihat sergilemektedir 57. Bu anlamda AYİM de Danıştay gibi yalnızca disiplin cezalarına münhasır olarak uygulamakta ve eksik ölçülülük denetimini farklı bir yaklaşımla uygulamaktadır. Danıştay, uzun bir süredir ölçülülük ilkesine adından çoğu kez ölçülülük olarak açıkça söz etmemekle birlikte içeriği itibariyle başvururken ilkenin alt unsurlarından bazen birisini, bazen de ikisini kullanmıştır. Bunun nedeni, henüz alt ilkelerin kullanımının yeterince yerleşmemiş olmasıdır. İstisnaen, orantılılık dışında diğer alt ilkelere de -örneğin gereklilik alt ilkesine- başvurabilmektedir 58. Ancak, Danıştay'ın tespit edebildiğimiz kadarıyla bu komuyla ilişkilendirilebilecek kararlarının en eski ikisi aşağıda ele alacağımız 1970 tarihli kararlarıdır 59. 1970 yılından da önceki bir kararında 60, belediyenin tarife düzenlerken hukuka ve “adalet esaslarına” uymayacak şekilde “nispetsiz tarife tanzimi” hukuka aykırı bulunmuştur. Bu kararda, tarifenin nispetsiz olması orantılılık alt ilkesiyle ilişkilendirilebilse de ilkenin anlamının farkına varılarak verilen bilinçli bir karar olduğunu söylemek kanımızca güçtür. Bu nedenle, Danıştay’ın ilkeyi kullanmasında ilk ve prototip sayılabilecek ilk kararında 61 henüz bugün anlaşıldığı çerçevede bir ölçülülükten çok, günlük dilde kullanılan “ölçüsüz” ifadesine daha benzer bir kullanım görülür. Uyuşmazlık şu şekildedir: Belediye encümenince elektrik abonelerinden alınması gereken depozito miktarının, bankalardan diğerlerinden farklı olarak beşyüzbin lira olarak alınmasına dair idari işlemin iptali için dava açılmıştır. Danıştay, idari işlemin gerekçesiz olmasını hukuka aykırı saymakta ve depozito miktarının sarf edilen en yüksek elektrik akımı bedeli varsa, işletmenin teslim ettiği demirbaş bedelini karşılayacak nesnel ölçüler içinde tespit edilmesi gerektiğine karar vermiştir. Ayrıca bu kararında, bu ölçünün üstünde bir meblağ tespit edilmesinin gerekçelerinin işlemde açıklanmasının zorunlu olduğunu hükme Bu konuda bkz. OĞURLU, age., 130-132. Örneğin D.8.D, 14.12.1993 gün, E.1993/1617, K.1993/4214, DD., S. 90, s. 879; D.8.D., 2.3.1994, E.1993/1293, K.1994/680, DD., S. 90, s. 893. 59 D.12.D., 22.1.1970 gün, E.1969/627, K.1970/120, DD., S.1, s. 369. Bu kararında disiplin suçu ile disiplin cezası arasında denge kurulması gerektiği dile getirilmiş ancak ilkeden ismiyle söz edilmemiştir. 60 DDK., 15.10.1965 gün, E.1961/641, K.1965/781, DKD., S. 97-98-99, 1966, s. 121. 61 D.11.D., 24.12.1970 gün, E.1970/2401, K.1970/3088, DD., S. 3, s. 475. 57 58 146 bağlamıştır. Danıştay, tespit edilen bedelin “çok yüksek ve ölçüsüz” bir meblağ olduğu yönünde karar verirken bir yandan idari işlemlerin gerekçeli olması yönünden, diğer yandan ölçülülük ilkesini en azından bir boyutuyla ele alarak dönemine göre oldukça ileri bir karar vermiştir. Bu ve benzeri kararların hemen hemen tümünde ölçülülük ilkesinin bir alt başlığı olan orantılılık üzerinde durulmuştur. İdari yargı hakiminin bu ilkeden, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, İdarenin takdir yetkisi, kolluk ve disiplin hukuku alanlarında yararlandığı yukarıda belirtilmişti. Danıştay da İdare Hukukuna ilişkin konuların yargısal denetiminde en fazla disiplin hukuku alanında başvurmaktadır 62. Bizdeki uygulamaya bakacak olursak, Danıştay'ın orantılılık alt ilkesine çoğu kez disiplin cezalarında başvurduğu görülür. İdarenin karar vererek uyguladığı idari yaptırımın ortaya çıkardığı sonuç ile idari ihlal arasında adil bir dengenin kurulmadığı denetlenmektedir. Sonucun olması gerekenden çok daha ağır öngörülmesi orantılı olmama olarak değerlendirilmekte ve adil dengenin gözetip gözetilmediği üzerinde durularak denetim yapılmaktadır. Örneğin, Danıştay’ın bu yöndeki bir kararında da ifade edildiği gibi disiplin cezalarında fiil ile uygulanan yaptırımlar arasında adil bir denge bulunması gerekir 63. Diğer bir kararında 64 ise disiplin cezası olarak verilen idari yaptırımda, işlenen fiil ile uygulanan ceza arasında bir dengenin bulunması gerektiği belirtilmiştir. Bu iki kararda “nispet” ve “denge” ifadeleriyle orantılılık denetimi yapıldığı açıktır 65. Danıştay eski kararlarından bir diğeri de 66, “... disiplin suçu ile verilen ceza arasında bulunması gereken adil nispetin bulunmaması ve verilen cezanın nasafet ilkelerine aykırı olduğu 62 D.8.D., 5.2.1990 gün, E.1988/820, K.1990/145, DD., S. 80, s. 304; D.8.D., 1.12.1984 gün, E.1983/212, K.1984/178, DD., S. 56-57, s. 313-314. Aynı içerikte diğer kararlar için bkz. D.8.D, 14.12.1993 gün, E.1993/1617, K.1993/4214, DD., S. 90, s. 879; D.8.D, 14.12.1993 gün, E.1993/1617, K.1993/4214, DD., S. 90, s. 879; D.8.D., 5.2.1990 gün, E.1988/820, K.1990/145, DD., S. 80, s. 304; D.8.D., 1.12.1984 gün, E.1983/212, K.1984/178, DD., S. 56-57, s. 313-314; D8D., 5.2.1990 gün, E.1988/820, K.1990/1445, DD., Y. 21, S. 80, s. 305; D8D., 24.4.1985 gün, E.1984/497, K.1985/437, DD., Y. 13, S. 50-51, s. 389; D.8.D, 14.12.1993 gün, E.1993/1617, K.1993/4214, DD., S. 90, s. 879; D.8.D., 28.3.1980 gün, E.1980/186, K.1978/988, DD., S. 40-41, s. 91; D.12.D., 22.1.1970 gün, E.1969/627, K.1970/120, DD., S. 1, s. 369; D.8.D., 1.2.1984 gün, E.1983/212, E.1984/178, DD., S. 5657, s. 313; D.8.D., 24.2.1984 gün, E.1984/341, K.1982/2833, DD., S. 56-57, s. 320; D.5.D., 18.1.1971 gün, E.1968/5769, K.1971/220, AİD. C. 4, S. 1, 1971, s. 25. 63 D.5.D., 26.1.1971 gün, E.1969/5398, K.1971/380, Danıştay 5 inci Daire Kararları (19701981), 1 inci Kitap, C. I, s. 271. 64 D.12.D., 22.1.1970 gün, E.1969/627, K.1974/120, DKD., S. 1, s. 369. 65 D.11.D., 13.12.1974 gün, E.1974/1120, K.1974/2538, DKD., S. 18-19, s. 604. 66 D.11.D, 4.11.1976 gün, E.1976/17, K.1976/3958, DD., S. 26-27, s. 476. 147 sonucuna varılması sebebiyle dava konusu kararda mevzuata uyarlık” bulunmadığı şeklindedir. Danıştay’ın bu yöndeki kararları hiç de az değildir. Birkaç örnek vermek gerekirse; işlediği fiile göre “tevbih cezasıyla” cezalandırılması gereken hâkimin yer değiştirme cezasıyla cezalandırılmasının hukuka aykırı olduğu 67; yine aynı konuda, hakimler için tevbih cezasının sonuçları açısından ağır bir cezaya dönüştüğünü, halbuki disiplin cezalarında sonuçların dikkate alınarak değerlendirilmesiyle uygun ağırlıkta bir ceza verilmesinin “hakkaniyet gereği” olduğu, verilen “tevbih cezasının” fiile göre oldukça ağır bir uygulama oluşturduğundan hukuka aykırı olduğu 68 şeklindeki kararları gibi... Diğer bazı kararları da, hâkime uygulanan “tevbih cezasının”, cezayı gerektiren eylem ve davranışların gerçekleşme biçimi ve bu duruma etkisi olan diğer maddî olgular karşısında ağır olduğundan 69, yine aynı şekilde, öğrenciye verilen disiplin cezasının fiiline göre ağır olduğundan iptali gerektiği yönündedir 70. Bu tür kararlarda “orantı” ifadesi kullanılmamış, uygulanan yaptırımın fiile göre ağırlığı’na dikkat çekilmiştir. Burada içerik orantısızlığı gösterirken terim olarak orantı ifadesi kullanılmamıştır. Danıştay 8 inci Dairesinin bir idari yaptırıma ilişkin diğer bir kararında da 71 belirtildiği gibi, eylemin işleniş koşulları ve oluş biçiminin önemli olduğu ve eyleme karşı en ağır cezanın verilmesinin adil bir denge oluşturmadığına dikkat çekilmiştir. Bu kararlarda, sınırlama aracının elverişli ve gerekli olması anlamına gelen diğer alt başlıklara değinilmeden yalnızca orantılılık konusunun konsept olarak ele alınması, bu kararlarda çoğu kez orantılılık ile ölçülülüğün bir tutulduğu ve aynı denetimin daha dar bir alanda orantılılık adıyla yapılmaya çalışıldığını göstermektedir. Bazen de ölçülülük ilkesinin orantılılık alt ilkesi yanında nesafet ilkesine de destekleyici diğer bir unsur olarak değinilmiştir. Kararlardaki “adil nispet” ifadesiyle adil bir dengeyi içerecek uygun bir orantı arandığı görülmektedir. Yüksek Mahkemenin 67 DDDK, 29.9.1978 gün, E.1977/517, K.1978/459, DD., S. 34-35, s. 230. DDDK, 28.11.1980 gün, E.1979/334, K.1980/640, DD., S. 42-43, s. 62. 69 DDDK, 25.5.1979 gün, E.1978/940, K.1979/271, DD., S. 36-37, s. 265. 70 D.8.D, 11.10.1982 gün, E.1981/1718, K.1982/1095, DD., S. 50-51, s. 344. 71 D.8.D., 29.3.1982 gün, K. 29/2. Karar için bkz. ALAN, Nuri, “Türk İdari Yargısında Yerindelik ve Takdir Yetkisinin Değerlendirilmesi”, İdari Yargıda Son Gelişmeler Sempozyumu, Ankara 10-11-12 Haziran 1982, Danıştay Başkanlığı, Ankara 1982, s. 53. 68 148 sözünü ettiği “adil denge”, AİHM’nin başvurduğu “a fair balance” 72 ifadesiyle aynıdır. Danıştay günümüzde de bu ifadeyle çağdaş uygulamayı en azından izlemeye çalıştığını göstermektedir. Ancak ilkenin yalnızca bir kısmına dikkat edilmekte ve ilke çoğu zaman belli belirsiz ve anahatlarıyla uygulanmaktadır. Bunun yanında, Danıştay'ın 1971 yılında verdiği bir diğer kararında 73 kullandığı kavram da kayda değerdir. Bu kararda “... suç ile ceza arasında bulunması gereken denge ve makul oranın göz önünde bulundurulması gerek(tiği) ifade edilmiştir. Böylece, denge yanında makul oran ifadesi de kullanılmıştır. Yüksek Mahkeme yakın tarihli diğer bir kararında da 74 aynı kavrama başvurmuştur. İdarenin takdir yetkisini kullanarak cezayı tespit ederken makul ölçüler içinde kalmasının, hukukun genel ilkelerinden olduğu belirtilmiştir. “Makul ölçü” ile yine çıkarlar arasında bir dengelemenin yapılmış olması aranmaktadır. Makul olma ile kastedilenin akla uygun rasyonel, mantıklı olması gerektiği anlaşılır. Bu kavramın içeriği ölçülü olmayla bir noktada kesişmekte ancak tümüyle karşılamamaktadır. B. İLKENİN GELİŞMESİ VE DANIŞTAY’IN YAKIN TARİHLİ KARARLARI Danıştay kararlarında başka örnekler de bulunabilir: “(A)ncak suç ile ceza arasında bir denge bulunmadığı...” 75; memurun eylemi ile verilen disiplin cezası arasında adil bir denge bulunması gerektiği 76; okul dışında ve kayıttan önce işlenen bir suça dayanarak okulla ilişiğinin kesilmesinde ceza ile suç arasında adil bir denge kurulmadığı 77 dile getirilirken ölçülülük ilkesi dikkate alınmakta ve ilkeyi göz önünde bulundurmayan İdarenin işlemi açıkça sakatlanmış bulunarak iptal edilmektedir. Danıştay’ın disiplin cezalarında ölçülülük ilkesini genellikle orantılılık alt ilkesi çerçevesinde kullandığı görülmektedir. Bir yıl okuldan uzaklaştırılması gereken öğrencinin okulla ilişiğinin kesilmesi 78, öğrencinin bir dergide yayınlanan yazısı gerekçe gösterilerek bir yıl süre ile okuldan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, tespit edebildiğimiz en eski örneğikte adil denge ifadesini Belçika aleyhine açılan 23/07/1968 tarihli "Relating to Certain Aspects of the Laws on the Use of Languages in Education in Belgium" v. Belçika davasında kullanmıştır. 73 D.5.D., 18.1.1971 gün, E.1968/5769, K.1971/220, AİD. C. 4, S. 1, 1971, s. 25. 74 D.8.D., 14.11.1995 gün, E.1995/3706, K.1995/3622, DD., S. 91, s. 817. 75 D.8.D., 1.2.1984 gün, E.1983/212, K.1984/178, DD., S. 56-57, s. 313. 76 D.8.D., 11.12.1997 gün, E.1995/3680, K.1997/3928, DD., S. 96, s. 408. 77 D.8.D., 24.2.1984 gün, E.1984/341, K.1982/2833, DD., S. 56-57, s. 320 78 D.8.D., 5.2.1990 gün, E.1988/820, K.1990/1445, DD., Y. 21, S. 80, s. 305; Aynı yönde bkz. D.8.D, 9.7.1992 gün, E.1991/2188, K.1992/1547. 72 149 uzaklaştırılması 79 gibi örneklerde Danıştay, disiplin cezası ile disiplin suçunu gerektiren eylem ya da davranış arasında adil bir dengenin varlığını aramıştır. Danıştay’ın diğer bir kararında 80, “Bir memur hakkında takdir edilen disiplin cezası ile ilgilinin eylemi arasında adil bir denge bulunması ilkesi disiplin hukukunun temel ilkelerindendir. Bu denge kurulurken olayın oluş biçimi, ilgilinin suç kastının bulunup bulunmadığı, irade dışı etkenlerin eylemin meydana gelmesine etkisi gibi hususların göz önünde bulunması gerekmektedir.” Bu durumda, adil bir denge için somut olayı şekillendiren şartların dikkate alınmasını aradığı görülmektedir. Danıştay diğer bir kararında 81, “... memur hakkında takdir edilen disiplin cezası ile, ilgilinin eylemi arasında adil bir denge bulunması disiplin hukukunun temel ilkelerindendir” şeklindeki ifadeleriyle aynı ölçüte başvurmuştur. Danıştay diğer bir kararında 82 şunları kaydetmektedir; “Devlet memuru olan davacıya, hizmetin özelliğine aykırı olan bu davranışı nedeniyle disiplin cezası verilmesi yerinde ise de, suçla verilen ceza arasında adil bir denge bulunması gerektiğinden daha hafif bir ceza ile cezalandırılması hakkaniyet gereğidir.” Yüksek Mahkeme’nin 1998 yılında verdiği diğer bir kararda da “adil bir denge” ifadesine başvurduğu görülmektedir 83. Görüldüğü kadarıyla yakın zamana kadar bu ifade kullanılmış, belki bundan sonra da ölçülülük ifadesi yanında kullanılmaya devam edecektir. Danıştay’ın Anayasa değişikliği sonrasında 2002 yılında verdiği bir kararında artık ilkeyi açıkça ismen kullanmaya başladığı görülmektedir. Avukatlık Kanunu’nda sayılan kurum ve kuruluşlara, avukatların görevlerini yerine getirmelerinde yardımcı olma zorunluluğunun kapsam ve sınırlarının belirlenmesi hakkında verdiği bir kararında “ölçülü denge” 79 D.8.D., 24.4.1985 gün, E.1984/497, K.1985/437, DD., Y. 13, S. 50-51, s. 389; Kararda, bir öğrenci yurdunda çıkarılan bir dergide, ilgilinin yayınlanan bir yazısının yurt disiplinini bozucu olduğu, yurdun yöneticilerini küçük düşürdüğü ve yurtlar hakkında yanlış fikir uyandırıcı olduğu iddiasıyla verilen yurttan çıkarma cezasına karşı dava açılmıştır. Bu davada Yüksek Mahkeme, “... davacının disiplin cezası ile cezalandırılması gerekirse de, davacının işlediği disiplin suçunun yurttan süresiz çıkarılmayı gerektirecek ağırlıkta olmadığı ve suç ile ceza arasında adil bir dengenin bulunmadığı ...” gerekçeleriyle işlemi iptal ederken aslında ismen zikretmese de “gereklilik” ve “orantılılık” alt unsurları yönüyle denetlemiştir. 80 D.8.D., 11.12.1997 gün, E.1995/3680, K.1997/3928, DD., S. 96, s. 409. 81 D.8.D, E.1995/3680, K.1997/3928, DD., S. 96, s. 409. 82 D.8.D., 11.12.1997 gün, E.1995/3680, K.1997/3928, DD., S. 96, s. 409. 83 D.8.D, 12.10.1998 gün, E.1998/4988, K.1998/3015. 150 ifadesi kullanılmıştır. Bu kararda 84 “…genel ve özel kısıtlama ve sınırlama hükümleriyle karşılıklı hukuki ilişkilerde hak, yetki ve sorumluluklar arasında kamu yararı fikrine dayalı uygun dengenin sağlanması, sorumlulukların bu dengeye uygun şekilde yerine getirilmesi amaçlanmıştır.” ifadelerine yer verilmiştir. Aynı kararda tarafların sorumlulukları arasında “uygun ve ölçülü dengenin sağlanması…” gerektiğine dikkat çekilmiştir. Görülüyor ki, Danıştay ve idare mahkemeleri özellikle disiplin cezaları hakkındaki kararlarında, disiplin cezası ile eylem arasında bir denge kurulması gerektiğini, bir başka deyişle ölçülülük ilkesinin bir yönüyle uygulanması gerektiği üzerinde durmaktadır. C. DANIŞTAY ORANTILILIK DIŞINDA DİĞER ALT İLKELERE BAŞVURMAKTA MIDIR? Yukarıdaki kararlardan anlaşılacağı üzere Danıştay, orantılılık alt ilkesiyle ulaşılmak istenen denetimi benzer adlarla uygulamaktadır. Acaba diğer iki alt ilke olan gereklilik ve elverişlilik alt ilkeleriyle denetim yapılmakta mıdır? Danıştay, TBMM üyelerinin halk ile sohbet toplantılarının açık havada yapıldığında mitinge dönüştüğü iddiasıyla 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 4 üncü maddesinin (d) fıkrasına aykırı olacağını düşünerek, İdareye, bu toplantıların kapalı mekanlarda yapılması hususunda görüş bildirmiştir. Danıştay bu görüşünde, kamu düzenini bozan hallerin belirmesi durumunda mülki idare amirlerinin, durumun gerektirdiği tedbirlere başvurabileceklerini, bununla birlikte, alınan önlemlerin “bu toplantıların yapılmasına imkan vermeyecek boyutlarda (ölçüde)” olamayacağı yönünde düşüncelerini belirtmiştir 85. Danıştay’ın bu kararda, “durumun gerekleri” ifadesine başvurduğu, bu kavramın gereklilik alt ilkesi çerçevesinde düşünülebileceği açıktır. Bunun yanında aynı kararda hakkın özü çerçevesinde ölçülülük denetimi yaptığı anlaşılmaktadır. Danıştay bir kararında 86 hak ve özgürlüklere getirilen sınırlandırmaların demokratik toplum düzenine aykırı olamayacağı, bu sınırlandırmaların uluslararası sözleşme ve bildirilerde bir ölçü olarak kabul gören demokratik rejim anlayışıyla uzlaşabilecek nitelikte olması gerektiğini vurgulamıştır. Bunun da ötesinde sınırlandırmaların “öngörülen amacın zorunlu yahut gerekli kıldığı” kadar olması gerektiği ifade edilmiş, amaç ve sınırlandırma orantısının korunmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Buradaki 84 D.1.D, 10.04.2002 gün, E.2002/26, K.2002/52. 85D.1.D, 86D.5.D., E.1990/1, E.1990/95, K. 14.4.1990. (Karar için bkz. GÖZÜBÜYÜK/TAN, s. 503 14.4.1988 gün, DD., S. 74-75, s. 301. 151 amaca ulaşmak için gerekli olanın gözetilmesi gereklilik alt ilkesi anlamına gelir. Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu, “1402’likler” diye anılan olay hakkındaki içtihadında 87, demokratik rejimlerde özgürlüğün esas, sınırlandırmanın ise istisna olduğunu hatırlatmış, hakkında hiçbir hukuk yoluna başvurma imkanı olmayan işlemin öngördüğü yaptırım ile ihlal arasında adil bir denge bulunmadığı, halbuki bu dengenin kurulmasının hak ve adalet kavramlarıyla, Anayasada öngörülen hukuk devleti ilkelerinin bir gereği olduğunu vurgulamıştır. Danıştay, bu kararda “demokratik toplum düzeni” kavramı açısından yapılacak sınırlandırmaların uluslararası andlaşmalara aykırı olamayacağını ve İdarece bu ölçütün esas alınması gerektiğini belirtmiştir. Yüksek Mahkeme devamla; “getirilecek sınırlamalar”ın, öngörülen amacın zorunlu veya gerekli kıldığından fazla olamayacağını belirtmiş, diğer bir ifadeyle amaç ile sınırlandırma arasında bulunması gereken orantının korunması gerektiğini vurgulamıştır. Böylece, orantılılık ve gereklilik unsurları dikkate alınarak ölçülülük denetimi yapıldığı görülmektedir. Bunun dışında Danıştay, Anayasanın 15 inci maddesinde temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının durumun gerektirdiği ölçüde durdurulabileceği ifadesinden, olağanüstü yönetim usullerinde bile sınırlandırmanın, “durumun gerektirdiği ölçü” ile sınırlı olabileceği göz önünde tutulursa olağan zamanlarda ölçülülük ilkesine öncelikle yer verilmesi gerektiği şeklinde anlamaktadır 88. Bu durumda Danıştay, ister olağan, isterse olağanüstü durumlarda olsun İdarenin faaliyetlerini sürdürürken başvurduğu sınırlandırmalarda ölçülülük ilkesinin gereklilik unsuruna da uygun karar alınmasını beklemektedir. SONUÇ Türk hukuku ölçülülük ilkesine hiç de yabancı değildir ve idari yargı tarafından da Türk Danıştay’ı öteden beri özellikle disiplin cezalarında ve mali yükümlülüklerde, “adil nispet”, “suç ve ceza arasında denge” gibi ifadelerle kullanagelmektedir. İster Anayasa Yargısının isterse Ceza Hukukunun etkisiyle olsun ölçülülük ilkesinin orantılılık yönüyle yaptığı denetim İngiltere ve Fransa örneklerinden geri kalmadığı gibi AİHM içtihadına da paraleldir. Diğer ülkeler tarafından uygulanan makul oluş testi, 87DİBK, 7.12.1989 gün, E.1988/6, K.1989/4, RG. 9. 2.1990, S. 20428. Bu konuda Anayasa Komisyonu da 13 üncü maddenin gerekçesinde, meşru bir amaçla bile olsa yapılan sınırlandırmanın amacın zorunlu ya da gerekli kıldığı kadar olacağını ve amaç ile sınırlama arasında orantının korunması gerektiğini belirtmiştir. MEMİŞ, age., s. 194. 88 152 bilanço teorisi gibi ilkelerin ölçülülük ilkesi karşısında uzun süre direnememişlerdir. Uzun tartışmalar sonucunda ilkeyi idari yargı düzenlerinde ancak 1974 yılında kabul eden Fransızlar ve 1980’lere gelindiğinde halen tartışan İngilizlere göre 89 ilkeyi daha önce uygulayan Danıştay, kararlarında ölçülülük ilkesine çoğu zaman adından ölçülülük olarak ismen söz etmese de içeriği itibariyle uzun süredir başvurmaktadır. Danıştay’ın ilkeyi Batı’daki benzer örneklerden bazılarına göre daha önce bazılarına göre ise neredeyse paralel tarihlerde kullanmaya başladığı görülmektedir. Ancak, bu öncelikli ya da erken kullanıma paralel olarak yeni kavramlar türetme ve geliştirmede cesaretli davranılamadığı görülmektedir. Bunu sağlamanın yolunun da gerekli görülen mevcut kavramların ilkeleştirilmesi boyutunda bir içtihat oluşturmadan geçtiği kuşkusuzdur. Buradaki tek sorun, ilkenin alt unsurlarının Türk idari yargısında bütünüyle kabul edilip edilmediği konusunda ortaya çıkmaktadır. Yüksek Mahkemenin sözünü ettiği “adil denge”, “makul ölçü”, “nispet”, “fiil ile ceza arasında uyum” ifadeleriyle idari ihlal ile uygulanan yaptırım arasında bir denge ve orantı bulunması gerektiğini ifade eden ve ölçülülük ilkesinin bir alt görünümü olan orantılılık ilkesiyle detaylı bir denetim yaptığı görülmektedir. Kararlarda çoğu kez adından açıkça söz edilmese de içerik olarak ölçülülük ilkesine başvurulmakta ve 1970’lerden bu yana bir tecrübe birikiminin bulunduğu görülmektedir. Ancak, Danıştay'ın idari yaptırımlar konusundaki kararlarının bir çoğunda ilkeye başvurulduğu, bir başka ifadeyle hemen hemen disiplin cezalarıyla sınırlı dar bir kullanım alanında bu önemli ilkeden yararlanıldığı dikkat çekmektedir. Diğer yandan bir başka daralma ise ölçülülük ilkesinin yalnızca bir alt başlığı olan orantılılık üzerinde durulmasıdır. Sınırlama aracının elverişli ve gerekli olması anlamına gelen diğer alt başlıklara değinilmeden yalnızca orantılılık konusu ele alınmaktadır. Yine kararların çoğunda orantılılık ile ölçülülüğün bir görüldüğü ve aynı denetimin daha dar bir alanda orantılılık adıyla yapıldığı görülmektedir. Görüldüğü gibi Danıştay bazen, gereklilik alt ilkesine nadiren, elverişlilik ilkesine ise tespit edebildiğimiz kadarıyla hemen hemen hiç başvurmamaktadır. Ancak ilkenin gereklilik ve elverişlilik unsurlarının ihmal edildiği de açıktır. Bu haliyle uygulanan denetime bir ad vermek gerekirse eksik ölçülülük denetimi yapıldığı söylenebilir. İlkenin alt ilkeleri olan elverişlilik, orantılılık ve gereklilik ile diğer destekleyici ölçütler, aslında ölçülülük ilkesiyle sağlanacak etkin denetimin araçları olmaktadır. Gerçekten de, Danıştay'ın önüne gelen olaylarda yaptığı 89 Konu hakkında bkz. OĞURLU, age., s.177-225. 153 denetimin, çoğu kez orantılılık unsuru ile sınırlı kaldığı düşünülürse, diğer hukuksal dayanaklara başvurmanın bir yandan yargı kararları, diğer yandan doktrin tartışmaları ile zenginleştirilerek Türk İdare Hukukunda da olması gereken konuma ulaşmasını sağlayacaktır. Bu çerçevede gerek Anayasa Yargısı, gerekse başta Avrupa ülkeleri uygulamaları ve AİHM kararlarında başvurulan bu ilkenin, artık Türk idari yargısında da yalnızca bir alanla sınırlı kalmayarak alt ilkeleri ile birlikte önemli bir yer tutması gerektiği düşüncesindeyiz. Anayasa değişikliği sonrasında artık Danıştay’dan beklenen İdarenin faaliyetleri üzerinde yaptığı denetimi daha genişletmesi ve ince ayrıntıya girecek şekilde derinleştirmesidir. İlkenin anayasal dayanağı yokken 1960’ların sonundan itibaren bir ilke düzeyinde görülmeksizin başvurulduğu düşünülürse, artık bu denetim ölçütünün günümüzde daha etkin bir şekilde alt unsurlarıyla birlikte uygulanarak bireylerin korunması gerekir. İlke, yalnızca idari yargıda değil, daha önce idari başvuru aşamasında da ilgililerin dayanacağı bir ölçüt olarak yararlanabilecekleri bir imkan sunmaktadır. İdari Usul Yasası içerisinde işlemin oluşumunda ölçülülük ilkesi alt ilke ve destekleyici denetim ölçütleri ile birlikte yerini bulmalıdır. İYUK'a bu konuda eklenecek bir maddeyle de idare hakimine daha ince bir denetim imkanı sunulmuş olacak ve bireyin yargısal korunmasını sağlayacak olan etkin yargı denetimi konusunda önemli bir adım olacaktır. Bildirime burada son verirken hepinize teşekkür eder saygıyla selamlarım. 154 YÖNETİM HUKUKU ve YÖNETSEL YARGI AÇISINDAN “YABANCI” NIN KONUMU (İNSAN HAKLARI HUKUKU AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM) Prof. Dr. Rona AYBAY ∗ GİRİŞ I - İdare Hukuku ve Yabancılar Hukuku “Yabancı”ların hukuksal durumuna 1 ilişkin konular İdare Hukukuyla uğraşan meslektaşlarımızın fazla ilgisini çekmiş değildir. Gerçi, İsveçli Televizyoncuların sınır dışı edilmesi olayıyla ilgili olarak Danıştay’ımızın 1978 yılında verdiği kararda Helsinki Nihai Senedine yapılan yollama (atıf), uluslararası bir ilgi uyandırmıştı 2 ama, bu da durumda fazla bir değişiklik getirmedi. Bizim Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri öğretim izlencelerinde Yabancılar Hukukunun, Devletler Özel Hukuku kapsamı içinde okutulması ve Devletler Özel Hukukunun –belki de yanlış olarakÖzel Hukukun bir dalı sayılması da, bu ilgi eksikliğinde bir rol oynamış olabilir. Oysa, kanımca Yabancılar Hukuku diye bir hukuk dalı varsa, bunun en yakın ilişki içinde olduğu temel hukuk alanından biri İdare Hukukudur. Bu nedenle de, İdari Yargıyla ilgili çeşitli sorunların incelenip tartışıldığı bir ortamda, yabancılarla ilgili sorunlara değinilmesi yerinde sayılmalıdır. II - Tarihten günümüze “yabancı”ların hukuksal durumu Devlet kavramının ortaya çıktığı tarihin eski dönemlerinden beri, her devletin ülkesi üzerinde, bazı yabancıların yaşadıkları görülmüş ve bu insanların hangi haklardan, ne ölçüde yararlanabileceklerinin belirlenmesine Bosna – Hersek İnsan Hakları Mahkemesi Yargıcı Yabancı deyiminin kapsamına, gerçek kişilerin yanısıra yabancı ülkede kurulmuş olan tüzel kişiler (giderek, yabancı ülkede tescil edilmiş olan gemiler ve uçaklar gibi nesneler) de girebilir. Ancak, bu sunuşumuzda konuyu, sadece “gerçek kişi” yabancılarla sınırlı olarak işliyoruz. 2 Danıştay 12.Da.E.ç1977/1349;k.1978/955, bkz. AYBAY,Rona ; Implementation of the Helsinki Final Act by a Turkish Court,Turkish Yearbook of International Relations,1978 (basım yılı 1982),s.76 vd. ∗ 1 155 çalışılmıştır.3 “Uyruk” kavramının karşıtı olan “yabancı”, tarihsel gelişim içinde uyrukluğun hukuksal tanımının kesinleşmesine koşut olarak belirlenmiştir. Çağımızda ise, uluslararası ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin tarihte eşi görülmemiş bir ölçüde sıklaşmış olduğu söylenebilir. Çeşitli uluslardan binlerce insanın, türlü nedenlerle bir ülkeden ötekine gidip geldikleri, her gün gözlemlenebilmektedir. İnsanların, tek tek bireyler yada kümeler (gruplar) olarak yabancı ülkelere gitmelerinin çok çeşitli nedenleri olabilir. Yurt dışına seyahatler, bilim adamlarının uğraşdaşlarıyla bilgi alış verişinde bulunmaları; sanatçıların gösteriler yapmaları; sporcuların yarışmalara katılmaları; işadamlarının yeni iş ilişkileri kurma ve yeni olanaklar aramaları gibi çok çeşitli “mesleki” amaçlarla yapılabilir. Sırf yabancı bir ülkeyi tanımak yada orada tatil geçirmek gibi “turistik” nedenlerle, tedavi yada öğrenim amaçlarıyla da kişiler yabancı ülkelerde bulunabilmektedirler. Yabancı ülkede yerleşmiş yakınlarını ziyaret etmek de yabancı ülkeye seyahat nedeni olabilmektedir. Savaşlar, deprem, sel gibi doğal afetler insanların yabancı ülkelere göç etmelerine yol açabilmektedir. Ekonomik bunalımlar da, bunalımdan en çok etkilenen, geleceğine güvenemeyen yada iş bulamayan kişileri ve kümeleri başka ülkelere göç etmeye zorlayabilmektedir. Kişilerin, oralarda iş bulup, çalışmak amacıyla yabancı ülkelere gitmek istemeleri de oldukça sık görülen bir durumdur. Bu neden, 1960’lı yıllardan bu yana, Türkiye için özel bir önem kazanmıştır. Bilindiği gibi yurt dışında çalışan çeşitli iş ve meslekten Türklerin sayısı, bu dönemde olağanüstü bir artış göstermiştir. Bugün, başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde ve ayrıca ABD, Kanada, Avusturalya gibi başka ülkelerde Türkler yaşamaktadır. Kabaca bir hesapla bugün her 35-40 Türk yurttaşından birinin yurt dışında çalışmakta veya az Örneğin Eski Yunan Site devletlerinde; kişi kendi Site’si dışındaki sitelerde “yabancı” sayılıyor ama konukseverlik ilkelerinden yada Siteler arasındaki anlaşmalardan kaynaklanan bazı haklardan yararlanabiliyorlardı. Roma Hukukunun ilk dönemlerinde yabancılar hukuk güvencesinden bütünüyle yoksun sayılıyor, Roma’nın öz hukuku olan ius civile’den ancak Romalılar yararlanabiliyordu. Roma’nın komşu halklarla ilişkisi geliştikçe yabancılara hukuk kişiliği tanınmış ve belirli haklardan yararlanmaları kabul edilmiştir. Roma Hukukunda, haklardan yararlanabilme açısından yabancılar arasında ayrımlar da yapılıyordu. Örneğin, Roma vatandaşı olmayan ama Latin kentlerinden olanlar (Latinler), Roma ile ilişkisi olan yada Roma’nın egemenliğine alınmış bölge halkından olanlara (Peregrini) oranla daha elverişli durumdaydılar. Roma ile ilişkileri zayıf olan halklar ise barbar sayılıyordu; bunlara hak tanınması sözkonusu değildi. 3 156 çok sürekli olarak yaşamakta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Toplam sayıları yaklaşık beş milyon olan bu Türklerin, bulundukları ülkede hangi haklardan ne ölçüde yararlanabildikleri ne gibi güvenceleri olduğu, incelenmesi gereken önemli bir konudur. 1982 Anayasası, “Yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşları” başlıklı 62. maddesiyle, devlete bu konuyla ilgilenme yükümü koymuştur: 4 “Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken tedbirleri alır.” Özetlemek gerekirse, insanların yabancı bir ülkede bulunmalarının nedenleri sayılamayacak kadar çoktur. İnsanların uyrukluk bağıyla bağlı olmadıkları ülkelere kendi istençleriyle (iradeleriyle) yada koşulların zorlamasıyla gittikleri pek çok hal vardır. Kimi durumlarda da kişi, uyrukluk yasalarının uyumsuzluğu nedeniyle, doğmuş olduğu ülkenin uyrukluğunu kazanamaz da kan bağı dolayısıyla başka bir devletin uyrukluğunda olabilir. Böyle bir durumda, uyrukluk bağıyla bağlı olduğu ülkeden başka bir ülkede, yaşamakta olabilir, yada yurtsuz (vatansız) durumda bulunabilir. Yabancı ülkede bulunma, turistik gezilerde olduğu gibi, kısa ve belirli bir süre için olabileceği gibi, işçilerin durumundaki gibi uzun ve belirsiz süreler için de olabilir BİRİNCİ BÖLÜM GENEL NİTELİKLİ GÖZLEMLER I -YABANCININ TANIMI “Yabancı kimdir?” sorusunun yanıtı her zaman kolaylıkla verilemeyebilir. Bu konuda benimsenmiş olan ve Yabancılar Hukuku kitaplarında yinelenen “klasik” tanım Devletler Hukuku Enstitüsünün 1892 Cenevre Toplantısında kabul edilmiş olan yabancı tanımıdır. Bu tanıma göre: “Yabancı, bir devletin ülkesinde bulunup da, o devletin uyrukluğunu iddiaya Bu konu Türk Hukuku bakımından, başta Anayasa Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku olmak üzere çeşitli hukuk dallarını ilgilendirir ama doğal olarak, Türkiye açısından bir Yabancılar Hukuku sorunu oluşturmaz. 4 157 hakkı olmayan kimsedir”. 5 Devletler Hukuku Enstitüsünün bu klasik tanımı “uyrukluk” kavramını çıkış noktası olarak benimsemiştir; yabancılıkla uyrukluk kavramları arasında olumsuz bir ilişkinin olduğunu vurgular niteliktedir. Yani, belirli bir devlet açısından, yabancının kim olduğunu saptarken başka bir devletin uyrukluğuna sahip bulunan yada bulunmayan (yurtsuz-vatansız) bütün kişileri kapsamına almaktadır; bu bakımdan yerindedir. Ancak bu tanımın eleştirilebileceğini de söylemeliyiz. Çünkü, tanımda yer alan “ülkede bulunma” koşulu açısından bakıldığında “yabancı” kavramına, sadece belli bir anda o devletin ülkesinde bulunan ve o devletin uyruğu olmayanlar girmektedir. Başka bir deyişle, bu tanıma göre “yabancılık” kavramı, ancak ülkede bulunma koşuluyla birlikte bir anlam taşımaktadır. Oysa, bir devletin ülkesinde fiziksel olarak bulunmayan ama o devletin yetki alanında içinde bir takım haklara sahip bulunmaları sözkonusu olan insanlar da vardır. Örneğin A devletine uyrukluk bağı ile bağlı olmayan ve fiilen o A devletinin ülkesinde bulunmayan bir kişi, bu duruma karşın, A devletindeki bir takım mallar üzerinde miras hakkı sahibi olabilir bir takım iş ilişkilerine girişebilir yada vekili aracılığıyla A devletinin mahkemelerine başvurma hakkı kullanabilir. Kaldı ki, bazı ülkelerin yasaları, davaların Konsolosluklar aracılığıyla açılmasına da olanak vermektedir. Örneğin, Türk İdari Yargılama Usulü Kanununa 6 göre “Dilekçeler ve savunmalar ile davalara ilişkin her türlü evrak, Danıştay veya ait olduğu mahkeme başkanlıklarına gönderilmek üzere idare ve vergi mahkemesi başkanlıklarına veya bunlara gönderilmek üzere (...) yabancı memleketlerdeki Türk konsolosluklarına verilebilir” (m.4). “Yabancı”nın tanımı konusundaki bu eleştirimizi, Devletler Hukuku Enstitüsünün Cenevre toplantısından yaklaşık bir yüzyıl sonra kabul edilmiş Bu tanımın Türkçe çevirisi, çeşitli yazarlarca küçük farklarla verilmiştir: Yabancı “bir devletin ülkesinde bulunan ve o devletin vatandaşlığını iddiaya hakkı olmayan kimsedir” ÇELİKEL, Aysel; Yabancılar Hukuku, 9.bası, İstanbul 2000, s.16. Yabancı “bir devlet ülkesinde bulunup o devlet vatandaşlığını halen iddiaya hakkı olmayan kimse” olarak tanımlanmıştır. TEKİNALP, Gülören; Türk Yabancılar Hukuku, 5.bası, İstanbul 1996, s.6. “Yabancı, bir Devletin ülkesinde bulunan ve o Devletin tabiiyetini iddiaya halen hakkı olmayan kimsedir” BERKİ, Osman Fazıl; Devletler Hususi Hukuku, 3.bası, 1959, II Kitap, Yabancılar Hukuku, s.146. “Yabancı, ülkesinde bulunduğu devletin vatandaşlığını iddiaya hakkı olmayan kimsedir.” GÖĞER, Erdoğan; Yabancılar Hukuku, AÜHF yayını, Ankara 1974, s.4. 6 İdari Yargılama Usulü Kanunu, kanun nu. 2577, kabul t. 6 Ocak 1982, RG. 20 Ocak 1982, 17580. 5 158 bir BM Genel Kurulu Bildirisindeki 7 tanım için de yineleyebiliriz. Bu Bildiride de yabancı “bulunduğu (yaşadığı) ülkenin uyruğu olmayan birey (kişi)” olarak tanımlanmıştır. Bu durumda, örneğin yine aynı Bildiride, tanınması gereken haklar arasında sayılan “yargı organları önünde uyruklarla eşit muamele görme hakkı”ndan (m. 4 (1) c), ülkede fiilen bulunmayan yabancılar yararlanamayacak mıdır? Türk pozitif hukukunda “yabancı”nın tanımı, 2003 yılının Mart ayında yayımlanan “Yabancıların Çalışma İzni Hakkında Kanun”da yapılmıştır 8 : “Bu kanunda geçen (...) Yabancı : 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununa göre Türk vatandaşı sayılmayan kişiyi ifade eder” (m.3). Bu tanım, “yabancı”nın belirlenmesinde ölçüt olarak, Türk vatandaşı olup-olmamayı alması yani Türkiye’de “bulunmaya önem vermemesi açısından yerindedir ve öğretide yarım yüzyılı aşan bir süredir yinelenen tanımdan daha doğrudur. Ancak, bu kanundaki tanım, da eleştirilebilir; çünkü Türk Vatandaşlığı kazanmanın tek yolu Türk Vatandaşlığı Kanunu değildir. “İskan Kanunu 9”nun uygulanması sonucunda Türk vatandaşlığı kazanılması da her zaman sözkonusu olabilir. Kanundaki “yabancı” tanımı, 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununa göre kazanılmış Türk vatandaşlığı dışındaki vatandaşlık kazanma hallerine yer vermemesi dolayısıyla eksik kalmıştır. “Türk yasalarına göre Türk vatandaşı sayılmayan kişi yabancıdır “ biçimindeki genel bir bir tanım daha doğru olurdu 10 IIYABANCILARA TANINANACAK HAKLARIN KAPSAMINA İLİŞKİN İLKELER Yabancıların, belirli bir hukuk sistemi içinde yararlanabilecekleri hakların kapsamı, uluslararası hukuktan ve içhukuktan kaynaklanan kurallarla belirlenmektedir. İçhukukun, yabancıların hakları konusunu, uluslararası hukuka uygun bir sınır içinde düzenlemesi gerektiğine, yani, ulusal hukuk kuralları yoluyla yabancıların haklarına getirilen 7 Declaration on the Human Rights of Individuals Who are not Nationals of the Country in Which They Live (Yaşadıkları Ülkenin Uyruğu Olmayan Bireylerin İnsan Hakları Bildirisi) BM Genel Kurulunca 13 Aralık 1985 tarihinde kabul edilmiş res. 40/144 sayılı karar. 8 Yabancılarınn Çalışma İzni Hakkında Kanun, kanun nu. 4817, kabul t. 27 Şubat 20033, RG 6 Mart 2003,25040 9 İskan Kanunu, kanun nu.2510, kabul t. 14 Haziran 1934, RG 21 Haziran 934,2733,Ayrıca bkz. Afganistan’dan Pakistan’a sığınan Türk soylu göçmenlerin Türkiye’ye kabulü ve iskanına dair kanun, kanun nu.2641, kabul t.17 Mart 1982, RG 19 Mart 1982, 17638 10 Böyle genel bir tanım, uluslararası gelişmelerin sonucunda ileride, Türk Vatandaşlığı Kanunu dışındaki yasalarla yapılabilecek yeni düzenlemeler bakımından da daha yerinde olurdu. 159 kısıtlamaların, uluslararası hukukça kabul edilebilir nitelikli olması gerektiğine inanılmaktadır. 1) Uluslararası Hukuk Alanındaki Geleneksel İlkeler Uluslararası Hukukun, yabancılar için sağladığı başlıca güvence, yabancının “hukuk öznesi” (hukuk süjesi) olarak tanınmasıdır. Yabancı da, hukuk öznesi olarak; yani hak sahibi olabilen, hukuki işlemler yapabilen ve eylemlerde bulunabilen bir kişi olarak kabul edilmelidir. Bilindiği gibi tarihin kimi dönemlerinde insanların hepsine hukuksal kişilik tanınmış değildi. Köleler ve tutsaklar kişi sayılmamış, bunlar “eşya” gibi işlem görmüşlerdir. Aynı durum, belli yerlerde ve zamanlarda kadınlar için de değişik ölçülerde sözkonusu olmuştur. Günümüzde hiçbir devlet yabancıyı bir “kişi” olarak, dolayısıyla da, bir “hukuk süjesi” olarak tanımaktan kaçınmaz. Bu, uluslararası hukukun temel bir ilkesidir ve bir sözleşme veya andlaşma hükmü haline getirilmesine gerek olmaksızın, uluslararası hukuku uygulamak durumunda olan her devleti, her kurumu bağlayan yerleşmiş bir ilke olarak kabul edilmektedir. Ancak, devletlerin, belirli durumlarda ve bazı alanlarda yabancıların haklarına, uyruklar için sözkonusu olanlardan fazla sınırlamalar koyabileceğinin de, uluslararası hukukça kabul edilmiş bir ilke olduğu unutulmamalıdır. Örneğin, Irk Ayrımcılığının Her Türünü Ortadan Kaldırma Uluslararası Sözleşmesi 11 nin, “yurttaşlarla, yurttaş olmayanlar arasında farklılıklar (distinctions), dışta tutmalar (exclusions), sınırlamalar (restrictions) yada tercihler (preferances) hallerine uygulanmayacağı” sözleşme metninde belirtilmiştir (madde 1/2). 12 Şu nokta açıkça belirtilmelidir: Devletleri, kendi uyruklarıyla yabancılar arasında, yaşamın her alanında tam bir eşitlik sağlamakla yükümlü tutan bir hukuk kuralı yoktur. Başka bir deyişle, uluslararası hukukun geleneksel ilkeleri uyrukla yabancı arasında tam eşit bir uygulama yapılmasını gerektirmez; bazı hakların yabancılardan esirgenebilmesi de, ayrıca bir andlaşma veya sözleşmeyle desteklenmesine gerek olmaksızın BM Genel Kurulunca 21 Aralık 1965 tarihinde kabul edilmiştir: General Assembly, Resolution 2106 A (XX), 4 Ocak 1969’da yürürlüğe giren bu Sözleşmeye Türkiye taraf değildir. Kısaca CERD diye anılan bu sözleşmenin İngilizce tam adı şudur: International Convention on the Elimination of All Forms of Racial Discrimination. 12 Taraf devletlerin uyrukluk, vatandaşlık ve telsik (naturatization) konularına ilişkin hukuk kurallarının da, Sözleşme hükümlerinden etkilenmeyeceği belirtilmiş; ancak, bu, ulusal hukuk kurallarının herhangi bir belirli uyrukluğa karşı ayrımcılık yapmaması koşuluna bağlanmıştır (m.I/3). 11 160 varlığını sürdüren ve ilke olarak hukuka aykırı sayılmayan bir uygulamadır. Şu halde, yabancıların yararlanacakları hakların kapsamının belirlenmesi bakımından temel sorun, yabancıların haklarına konulacak “sınırlamaların sınırının” ne olduğunun saptanmasıdır. Bu belirlemenin ölçüsünün ne olacağı, hangi hakların hangi durumlardaki yabancılara tanınacağı yada onlardan esirgeneceği konusu, yere ve zamana göre çok değişiklikler gösteren bir sorundur. Bu konudaki açıklamalarımızı basitleştirebilmek için, iki “aşırı” ucu belirtmek yararlı olabilir. Birinci uçta, yabancıya hiçbir hak ve hukuksal varlık tanımayan, insanlık tarihinin ilk dönemlerindeki kabilelerde görüldüğü söylenen “ilkel” uygulama vardır; bu uygulamada, yabancılar yerel yetkililerin “insafına bırakılmış” durumdadır. Öbür uçta ise, yabancıların her türlü alanda, uyruklarla tam bir eşitlik içinde haklardan yararlanmasını savunan “idealist” görüşler vardır. Tarihin akışı içindeki genel gidişin, “ilkel” denilebilecek uygulamadan “idealist” görüşler yönüne doğru olduğu gözlemlenebilir. Ancak, bunun sadece genel bir yönelme olduğu, yabancılara, yaşamın her alanında tam eşitlik sağlayan bir uygulamanın henüz hiçbir yerde görülmediğini de belirtmek gerekir. Tarihin akışı içinde genel yönelmenin nasıl olduğunu bir örnekle açıklayalım: Uyrukluk kavramından bağımsız olarak, hiç kimseye hukuka aykırı davranılmaması, kötü muamele edilmemesi gerektiği yolundaki anlayış oldukça yenidir. Buna karşılık, yabancı devletlerin uyruklarına uygulanacak kurallar bakımından uluslararası hukukça belirlenen asgari standartların var olduğunun kabul edilmesi iki yüzyıl gerilere kadar uzanır. Devletler, yabancıları ülkeye kabul yükümlüğünde değildir ama, ülkelerine gelmiş yabancılara da uygar ölçüler içinde davranmak zorundadırlar. Buna uyulmaması halinde, uluslararası hukuka aykırı davranmış olurlar. Yabancılara hukuk kişiliği tanınması, yabancıların onuruna saygı gösterilmesi, hukuk yollarına başvurma haklarının tanınması gibi konular da, Yabancılar Hukukunu, ilgilendiren uluslararası yapılagelişin (teamüllerin) birer gereği sayılmaktadır. Yabancıların haklarına ilişkin olarak ulusal hukuk sistemlerince konulacak sınırlamaların sınırının belirlenmesi amacıyla standartlar geliştirilmiştir. Yabancıların kişiliklerini ve mallarını güvence altına almak amacıyla geliştirilen bu standartlar; “Uyrukla Yabancının Eşitliği”, “Adaletin Uluslararası Standardı” gibi kalıplarla ifade edilmiştir. “Uyrukla Yabancının Eşitliği” ilkesi, adının da gösterdiği gibi, yabancılarla uyrukların aynı kurallara bağlı olması anlamına gelmektedir. Bu ilkenin uygulanması, yabancıya tanınan hakların kapsamı bakımından 161 uyruklara tanınanlardan daha az olmamasını; yabancıların haklarını kullanırken, uyruklardan daha fazla sınırlamayla karşılaşmamalarını gerektirir. Bu ilke uyarınca, yabancılara kendi uyruklarına oranla daha kısıtlayıcı bir hukuk uygulayan devletin Uluslararası Hukuk karşısında sorumluluğu sözkonusu olacaktır. “Adaletin Uluslararası Standardı” deyimiyle belirtilen ilke açısından ise önemli olan, belli bir devletin yabancılara tanıdığı hakların kapsamı değil, her devletçe saygı gösterilmesi gerektiği kabul edilmiş asgari adalet standartlarıdır. Bunun sonucu olarak da, yabancıların, uyruklardan daha fazla ve daha geniş kapsamlı haklardan yararlanmaları sözkonusu olabilecektir. Yukarıda belirtilen standartların tartışmaya ve eleştiriye açık ilkeler olduğunu da hemen belirtmemiz gerekir. Örneğin, kendi uyruklarından temel hakları esirgeyen bir devlette, yabancılara, uyruklarla eşit haklar tanınması, yabancılar için ciddi ve yeterli bir güvence oluşturmayacaktır. “Adaletin Uluslararası Standardı” ise, uyruklara tanınmış hakları dikkate almaksızın; devlete, yabancılara uluslararası hukukça belirlenen hakları tanımak yükümlülüğünü getirmeyi amaçlamaktadır. Bu standardın uygulanması, her yabancıya, uyruktan daha geniş haklara sahip ayrıcalıklı bir statü tanınması sonucu verebilecektir. Bu, özellikle ekonomik ve askeri açıdan güçsüz ülkeler açısından sakıncalı sonuçlar doğurabilecek, dış müdahalelere ve giderek “kapitülasyonlar”a yol açabilecek bir ilkedir. 2) İnsan Hakları Standartları Özellikle İkinci Dünya Savaşını izleyen dönemden başlayarak geliştirilmesine çalışılan “İnsan Hakları” kavramı, yabancıların yararlanacakları hakların kapsamını belirlemekte de kullanılabilecek niteliktedir. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun bir kararında, bu konuyla ilgili olarak şu görüş belirtilmiştir: “Bir devlet, Sözleşme’ye (AİHS) taraf olmakla (...) Sözleşmenin I. bölümünde tanımlanmış hakları ve özgürlükleri 13; uyruklukları ve statüleri ne olursa olsun, yetki alanı içinde bulunan her kişiye sağlamakla yükümlüdür. Kısacası, bu hakları sadece kendi uyruklarına ve öteki Yüksek Sözleşen tarafların 14 uyruklarına değil, Sözleşmeye taraf olmayan devletlerin uyruklarına ve yurtsuz kişilere de sağlamakla yükümlüdür.” 15 13 AİHS’nin, I. Bölümü, hak ve özgürlüklerin maddi hukuka ilişkin yönlerini düzenlemektedir. 14 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf devletler. 15 Başvuru 788/60; Avusturya-İtalya, Yearbook of the European Convention on Human Rights, IV, (1961) s.116 (138) ve (140). AİHS için bkz. aşağıda B. 162 Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun bu kararında anlatımını bulan görüş çağdaş insan hakları anlayışını yansıtmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde tanınmış ve güvence altına alınmış haklardan yararlanmada, kişilerin uyruklukları herhangi bir rol oynamaz; Sözleşmeye taraf olmayan devletlerin uyruklarını ve yurtsuzları da kapsamak üzere, herkes Sözleşmede tanınmış haklardan yararlanabilir. Ancak, aşağıda göreceğimiz gibi, AİHS ve ona bağlı Protokollarda, kimi hakların yabancılardan esirgenmesine olanak veren hükümler de yok değildir; ama bunlar istisna niteliğinde hükümlerdir. A- İnsan Hakları Evrensel Bildirisi Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 10 Aralık 1948 günü kabul edilmiş, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, 16 bu belgede tanınmış olan bütün hak ve özgürlüklerden, herkesin yararlanabileceğini belirtmiştir. Bu yararlanma bakımından, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ve başka nitelikteki herhangi bir inanç, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum veya başka bir statü farkının gözetilemeyeceği de yine Evrensel Bildiride belirtilmiştir (madde 2). Bütün insanların özgür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduğunu kabul eden Evrensel Bildiri (madde 1), yabancılarla ilgili sayılan bir hükümde de şunu belirtmektedir: “Herkes her nerede olursa olsun, hukuk önünde bir kişi olarak kabul edilme hakkına sahiptir” 17 (madde 6). Bu hükümle, uyrukluk kavramından bağımsız olarak, herkesin örneğin sözleşme yapmak, mahkemelere başvurmak gibi haklardan eşit biçimde yararlanabilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Aynı ilke, daha sonra 1966 yılında yapılan Medeni (Civil) ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin (Covenant) 16. maddesinde de yinelenmiştir. 18 İHEB’nin 6. maddesi, sadece gerçek kişilerle ilgilidir. Bu anlamda 6. madde, kişinin sözleşme yapmak, mal mülk edinmek ve elden çıkarmak, çalışma hakkını kullanmak, hak aramak (dava açmak) gibi temel haklarını kapsar. Aynı durumun mantıksal bir sonucu olarak yabancının Borçlar Hukuku, Eşya Hukuku, Aile Hukuku, İş Hukuku alanlarında yükümlük altına girebileceği de kabul edilmelidir. İHEB’nin Türkçe çevirisi 27 Mayıs 1949 tarihli, 7217 sayılı RG’de yayımlanmıştır. Ancak bu, kötü ve eksik bir çeviridir. Düzeltilmiş ve eksikleri giderilmiş çeviri Ankara Üniversitesi SBF İnsan Hakları Merkezince yayımlanmıştır. Ayırca Bkz. KAPANİ, Münci; İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları, 2. Bası, 1991 s.24 17 “Everyone has the right to recognition everywhere as a person before the law.” İngilizce metindeki “a person before the law”; deyiminin Fransızca metindeki karşılığı “personalité juridique”. 18 Türkiye bu Sözleşmeyi imzalamıştır ama henüz onaylamış değildir. 16 163 İHEB m. 6 hükmünde geçen “her nerede olursa olsun” deyimi, kişinin temel insan haklarından yararlanması 19 bakımından ulusal devlet sınırlarının bir rolü olmaması gerektiğini belirtmektedir. Ancak bundan bütün devletlerin hukuk sisteminin bütünüyle aynı olması gerektiği sonucunu çıkarmak yanlış olur. Çeşitli ülkelerin yasaları, bir çok konuları birbirinden az yada çok farklı düzenlemiş olabilir. Devletler Özel Hukuku uygulaması bakımından önemli konulardan örnek vermek gerekirse; erginlik yaşı, evlenme yaşı gibi konularda, yada kişisel statüye ulusal yasanın mı, konul (ikametgah) yasasının mı uygulanacağı gibi konulardaki farklı düzenlemeler doğal karşılanmalıdır. Ayrıca, bazı hakların yabancılarca kullanılması “karşılıklılık” (mütekabiliyet) koşuluna da bağlanabilir. 20 Burada önemli olan, yabancılara tanınan hakların kapsamının, uluslararası hukuk tarafından kabul edilebilecek ölçütleri aşan bir biçimde kısıtlanmaması gerektiğidir. Eşitlik ve “ayrımcılık yasağı” (nondiscrimination) çağdaş İnsan Hakları hukukunun temel ilkeleridir; ama, bu ilkeler, herkese her durumda tamamiyle ve kesinlikle eşit işlem yapılacağı anlamına gelmez. Yabancılara, uyrukluklardan farklı davranılması, herzaman İnsan Haklarına ve Uluslararası Hukukun genel ilkelerine aykırı sayılmamalıdır. Belli ölçüler içinde kalınarak, yabancıların haklarına sanırlar konulabilir. Sorun, işte bu “belli ölçülerin” neler olduğu; başka bir deyişle yabancıların haklarına konulabilecek kısıtlamaların, Uluslararası Hukukça kabul edilebilir sınırlarının ne olduğudur. Kısıtlamaların objektif ve makul bir nedene dayanması; meşru (legitimate) olması ve konulan kısıtlamaların bu meşru amaçla orantılı olması gibi hallerde; kısıtlamaların eşitlik ilkesine ve ayrımcılık yasağına aykırı olmadığı kabul edilmektedir. Bu ilkelerin ışığında, yabancılardan esirgenmesi doğal karşılanıp, kabul edilebilecek haklar konusunda herkesin üzerinde birleşebileceği bir liste vermek olanaklı görülmese de, siyasal haklar denilen hakların yabancılardan esirgenmesinin uluslararası hukuka aykırı olmayacağını söyleyebiliriz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 16. maddesiyle, yabancıların siyasal etkinliklerde bulunmalarına kısıtlamalar konulabileceğini kabul etmiş bulunmaktadır. 21 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, herkesin doğrudan doğruya veya özgürce seçilmiş temsilcileri aracılığıyla, kendi ülkesinin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haiz olduğunu belirtmiştir. “Herkes, doğrudan doğruya yada özgürce seçilen Burada sözkonusu olan, yabancının haklardan yararlanma yeteneğidir. Hakları kullanma yeteneğine sınırlama konulması doğal olarak, kabul edilebilir. 20 Bkz. Aşağıda B,a ve İkinci Bölüm Türk Yabancılar Hukuku”, I, 2, B 21 Bkz. aşağıda B “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” 19 164 temsilcileri aracılığıyla, ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir (İHEB. m.21/1). Aynı hüküm devamında da herkesin kendi ülkesindeki kamu hizmetlerine eşitçe katılabileceği belirtilmektedir. Burada geçen “ülkesi” yada “kendi ülkesi” (his own country) deyiminden “uyrukluğunda bulunduğu ülke” anlaşılmaktadır. 22 AİHS ne ek Birinci Protokolun 3.maddesi, taraf devletlerin düzenli ve makul aralıklarla, yasama organı seçimlerinde halkın görüşlerini serbestçe açıklama olanağı veren “özgür seçimler” yapma yükümlülüğü getirmiştir (Türkiye bu Protokolu onaylamıştır). Burada sözkonusu hakkın sahibi “halk” olarak belirtilmiş; uyrukyabancı ayrımı yapılmamıştır. Demek ki, taraf devletler dilerlerse seçme hakkını, kendi uyrukları dışındaki kişilere de tanıyabileceklerdir. Nitekim, bazı Batı Avrupa ve İskandinav ülkelerinde bu alanda 1970 lerde başlayan sınırlı uygulamalar, gittikçe genişlemiş ve Avrupa Birliği üyesi ülkeler bakımından, Avrupa Parlamentosu seçimleri açısından AB üyesi devlet uyrukları bakımından eşitlik sağlanmıştır. 23 B- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi a) Karşılıklık ilkesi açısından AİHS’nin özelliği AİHS’nin, onu sıradan uluslararası sözleşmelerden ayıran önemli bir özelliği vardır: AİHS, sadece ona taraf olan devletlerin kendi aralarında karşılıklı olarak yükümlülükler oluşturan bir belge değildir. AİHS’nin 1. maddesi , taraf devletlere Sözleşmeyle güvence altına alınmış bütün hakları ve özgürlükleri kendi yetki alanları içinde bulunan herkese sağlama yükümlüğü getirmiştir. 24 Bunun anlamı, her üye devletin kendi yetki alanı içinde bulunan kişilere, kendi uyruğu olup olmamasına bakılmaksızın hak ve özgürlükleri sağlamak ödevinde olduğudur. Ayrıca belirtmek gerekir ki, AİHS’nden yararlanma durumunda olanlar sadece, AİHS ne taraf olan devletlerin uyruklarından ibaret de değildir. Sözleşmeye taraf olmayan devletlerin uyrukları da (yurtsuz durumda olanlar da içinde olmak üzere), Sözleşmeye taraf bir devletin yetki alanı içinde bulundukların sürece, AİHS ve ek Porotokollar kapsamındaki haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler. Bu yararlanma, devletler Ancak, uyrukluğunda bulunulan ülke ile fiilen yaşanılan ülkenin farklı olması hallerinde bu deyim tartışma yaratmaktadır. Bkz. AYBAY; Vatandaşlık Hukuku, 5.bası, Aybay yayınları,2003,s.35 vd.Bkz.aşağıda II.Bölüm,I,2 22 Ayrıca bkz. Avrupa Konseyi’nin kuruluş belgesi olan Statü’nün 3. maddesi . Bu hükme göre, Avrupa Konseyi’ne üye olan devletler , kendi yetki alanları içindeki herkesin (her kişinin) insan haklarından ve temel özgürlüklerden yararlanmasını sağlamak durumundadır .AİHS’nde de aynı ilke benimsenmiştir(m.1).Bkz. aşağıda B 24 165 arasında karşılıklılık koşuluna bağlı değildir. Örneğin, ölüm cezasının AİHS sistemi içinde kaldırılması devletler arasında karşılıklılık kavramından bağımsız olarak kabul edilmiştir. 25 Aynı anlayışın bir sonucu olarak, AİHM’ne başvuruda bulunabilmek için de, AİHS’ne taraf olan bir devletin uyruğu olmak gerekmez. Bu durumda, örneğin,ölüm cezası uygulamakta olan, AİHS’ne taraf olmayan bir devletin uyruğu, AİHS’ne taraf bir devlette en ağır bir suç işlemiş olsa bile ölüm cezasına mahkum edilemeyeceği gibi, ölüm cezasına çarptırılması sözkonusu olabilecek bir ülkeye iadesi de olanaksızdır. b) Yabancıların haklarına konulabilecek kısıtlamaların “ayrıksı”(istisnai) niteliği Yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek Avrupa Konseyi’nin kuruluş belgesi olan Statü (m.3) gerek AİHS, temel ilke olarak, taraf devletlerin kendi yetki alanı içinde , uyruk-yabancı ayrımı yapılmaksızın herkese temel hakların ve özgürlüklerin sağlanması yükümlülüğü getirmiştir. AİHS’nde “salt” (mutlak) olarak sağlanmış haklar (örneğin, işkence yapılmaması) “uyrukluk” durumundan kesinlikle bağımsız olarak “herkes” için geçerlidir. Öte yandan, AİHS m.18 hükmü, ilgili haklar ve özgürlükler için ilgili maddelerde belirtilmiş olan kısıtlama nedenlerinin ancak öngörülmüş belli amaçlar amaçla sınırlı olabileceğini belirtmektedir. Bu temel ilkeler uyarınca, yabancılarla ilgili olarak herhangi bir hak ve özgürlük kısıtlamasına olanak veren ayrıksı (istisnai) bir düzenleme sözkonusu olduğunda, bu husus Sözleşme (yada Ek Protokol) metninde açıkça belirtilerek yapılmıştır. AİHS’nde, yabancılara uyruklardan farklı davranılabileceği kabul edilen (istisnai) halleri bir kaç kategoriye ayırabiliriz: aa) AİHS m.16’da belirtilen istisnalar; yabancıların siyasal etkinliklerde bulunması 16. madde, Sözleşmenin üç ayrı maddesiyle güvenceye alınmış belli hak ve özgürlüklerin, “yabancıların siyasal etkinliklerini sınırlamak” amacıyla kısıtlanmasına olanak vermektedir. Bunlar 10. maddede düzenlenmiş olan, görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğü ile 11. maddede düzenlenmiş toplantı yapmak, dernek ve sendika kurmak özgürlükleridir. 25 AİHS’ne Ek 6.Protokol, ölüm cezasını kaldırmıştır. Ancak savaş ve yakın savaş tehdidi halleri için istisna kabul edilebileceği belirtilmiştir. (Sunuşun yapıldığı tarihteki duruma göre) Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin Türkiye dışında hepsi bu Protokolu onaylamış durumdadır. Ayrıca, 13. Protokol, 6. Protokoldan da ileri gitmiş ve ölüm cezasını, her koşulda mutlak olarak kaldırmıştır. 166 “Siyasal” diye nitelenebilecek etkinliklerin kapsamı nedir? Bu konuda, her durumda kesin olarak geçerlik taşıyacak bir tanım vermek zordur. Parlamento seçimleriyle ilgili etkinlikler, “siyasal” sayılabilir ama örneğin dernekler gibi sivil toplum örgütlerinin yada sendikaların etkinliklerine katılmanın “siyasal” olup olmadığı duruma göre tartışma yaratabilir. 16. madde, bu hak ve özgürlüklerden ayrı olarak, daha genel nitelikli bir konu olan “ayrımcılık” (m.14) alanında da ayrı bir hüküm içermektedir. Bu konuyu, bir sonraki alt-başlıkta inceliyoruz. bb) AİHS m. 14’de belirtilen konu: ayrımcılık yasağı AİHS m.14, Sözleşme ile tanınan ve güvenceye alınan haklar ve özgürlüklerle ilgili olarak “ayrımcılığı” (discrimination) yasaklamaktadır. Madde metninde ayrımcılık uygulanmasının hangi alanlar yada nedenler açısından yapılamayacağı şöyle belirtilmiştir. “Bu Sözleşmede tanınan haklardan ve özgürlüklerden yararlanma; cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal yada başka kanaatler, ulusal yada sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensupluk, servet, doğuş yada herhangi bir başka bir statü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeksizin sağlanır. Görüldüğü gibi, AİHS m.14 hükmünde sayılan, ayrımcılık yapılması yasaklanmış konular ve alanlar arasında “yabancılık” (uyruk olmama) yer almış değildir. Bu durumda, “yabancı olma” nın, 14. maddede belirtilmiş “yada herhangi bir başka statü” kapsamına girip girmediği irdelenmelidir. Önce şu noktanın saptanması gerekir; 14. madde, ile getirilmiş “ayrımcılık yasağı” sadece AİHS ile tanınan haklar ve özgürlükler içindir. Başka bir deyişle 14 madde, ayrımcılığı genel olarak değil, sadece Sözleşme ile tanınmış haklar ve özgürlükler bakımından yasaklamıştır. AİHS nin kapsamı dışındaki haklar (örneğin uyrukluk hakkı yada sosyal haklar) 14.maddenin de kapsamı dışındadır. Öte yandan, 14. maddenin olası ayrımcılık nedenleri listesinde “cinsiyet, ırk, renk, dil, din” vb. sayılırken “uyrukluk” kavramına yer verilmemiştir. Bu durumda, acaba listenin sonunda yer alan “herhangi bir başka statü” deyimi, uyrukluğu da kapsar dolayısıyla AİHS kapsamındaki haklar ve özgürlükler bakımından yabancılara farklı işlem uygulaması AİHS ne ayrıdır denilebilir mi? Yukarıda değindiğimiz gibi AİHS metninde yer alan 16.madde, Sözleşmenin 10. maddesinde güvence altına alınan “anlatım özgürlüğü” ve 11. maddesinde sağlanan “toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün” ve 14. maddede getirilen ayrımcılık yasağının, yabancıların siyasal etkinliklerine kısıtlamalar konulmasına engel olmadığını 167 belirtmektedir. Dolayısıyla, anlatım, toplanma, örgütlenme özgürlükleri ve siyasal etkinlikler dışında kalan alanlardaki haklar ve özgürlükler bakımından, yabancılara ayrımcılık yapılmaması gerektiği, genel bir ilke olarak ileri sürülebilir. Hangi etkinliğin yada eylemin “siyasi” sayılacağı konusunda, ulusal hukukların ve ulusal yetkililerin değerlendirmeleri için geniş bir takdir alanı olduğu kabul edilmekte ancak bunun, öğretide Tam bir kabul gördüğü söylanamez. Nitekim, Avrupa Konseyi bünyesindeki Parlamenterler Asamblesi de, 1977 yılında, 16 maddenin kaldırılmasını tavsiye etmiştir.26 Bu tartışmalar nedeniyle, Medeni (civil) ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi hazırlanırken, AİHS nin 16. maddesine benzer bir madde metne konulmamıştır. Böyle bir hüküm daha önce kabul edilen İHEB metninde de yoktu. Ancak Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin seçme ve seçilme haklarını, “yurttaşlara” özgülediğini de belirtmemiz gerekir (m.25). İHEB de, ülke yönetimine katılma ve seçme haklarını “kendi ülkesi”nde tanımıştır (m.25). Yaşadıkları ülkenin Uyruğu Olmayan Bireylerin İnsan Hakları Bildirisi’nde 27 de, yabancıların siyasal Haklarına ilişkin bir hüküm yoktur. AİHS çerçevesinde, hakları ve özgürlükleri kısıtlar nitelikteki hükümlerin “dar” yorumlanması ilke olarak kabul edilir. Bu durumda, 16.maddede belirtilen “siyasal etkinlikler” kavramını sadece, siyaset süreciyle doğrudan ilgili; siyasal parti kurma ve parti etkinliklerinde bulunma, seçim kampanyalarında görev alma ve Birinci Protokolun 3. maddesinde belirtilen ulusal “yasama” meclisi seçimlerine katılmayı içerecek biçimde anlamak gerekir. Buna karşı, Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesini onaylayan bazı Avrupa ülkeleri 28, bu sözleşmeyle güvenceye alınan; anlatım özgürlüğü, “toplanma, dernek, sendika kurma ve bunların etkinliklerine katılma özgürlükleriyle ilgili olarak AİHS nin 16. maddesine göndermede bulunan çekinceler koymuşlardır. AİHS nin 16. maddesi anlamında kimlerin “yabancı” sayılacağı sorunu, Avrupa İnsan Hakları Komisyonunca tartışılmıştır. Dava konusu olayda, Alman vatandaşı olan ve Almanya’dan Avrupa Parlamentosu’na seçilen bir üye, Bayan Piermont Fransa’nın Güney Pasifik’te nükleer denemeler yapmasına karşı olan gruplarca, o bölgeye davet olunmuştur. Bu davet üzerine oraya giden Bayan Piermont, Fransız Hükümeti aleyhine 26 Recommendation 799 (1977) on the Political Rights and Positions of Aliens, Council of Europe, Parliamentary Assembly, texts adopted at the 28 Ord. Sess. 27 Bkz. yukarıda II-“Yabancının Tanımı”,dn.7 28 Almanya, Avusturya, Fransa. 168 düzenlenen gösterilere katılmış; bunun üzerine bölgeden sınırdışı edilmiş ve oraya dönmesi yasaklanmıştır. Bayan Piermont, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurarak, AİHS m.10 da güvence altına alınmış anlatım özgürlüğünün tek başına yada 14. maddeyle ilişkili olarak ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Fransa ise, başka savunmalara ek olarak, 16. maddeye dayanarak, uygulanan işlemin AİHS ne aykırı olmadığını ileri sürmüştür. Bu olayda Komisyon, Bayan Piermont’un Avrupa Parlamentosu üyesi olması ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Fransız Polinezya’sı halkının da oy kullanması gerçeklerine dayanarak, kendisinin o bölgede resmi sıfatıyla bulunduğunu saptamış ve bu nedenle, AİHS m.16 anlamında “yabancı” sayılmaması gerektiği sonucuna varmıştır. 29 AB çerçevesinde kabul edilmiş olan “Birlik yurttaşlığı” kavramı da, seçme ve seçilme haklarını da içeren ayrıcalıklı bir statü kazandırdığı için, özel bir durum yaratmıştır. 30 cc) AİHS ne Ek 12. Protokol: ayrımcılık yasağının genişletilmesi AİHS’nin ayrımcılık yasağı koyan 14. maddesinin kapsamını genişletmek üzere hazırlanan 12 sayılı Ek Protokol, ayrımcılık uygulamaları yapılmasını yasaklamış ama, olası ayrımcılık konuları ve alanları bakımından AİHS m.14’ü aynen yinelemiştir. Ancak, 12 Protokolun en önemli özelliği, AİHS nin 14.maddesindeki, ayrımcılık yasağını “sözleşme ile tanınan hak ve özgürlüklerle” sınırlayan anlatım yerine “kanunla (hukukla) tanınmış herhangi bir hak” deyimine yer vermiş olmasıdır. Böylece, ayrımcılık yasağının kapsamı gerçekten genişlemiş olmaktadır. 12. Protokolun 1. maddesindeki olası ayrımcılık nedenlerinin, 14. maddede sayılanlarla aynı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu noktada, yabancıların durumu bakımından 14. maddeyle ilgili olarak verdiğimiz açıklamalar, 12. Protokol için de aynen geçerlidir. Ancak, 12. Protokolun resmi Açıklayıcı Rapor’unun 19. Paragrafında yer alan birkaç tümce bu De Piermont - Fransa kararı, 20 Ocak 1994 tarihli rapor. Avrupa Birliği’ni, ekonomik boyutları aşan bir biçimde ve daha ileri bir düzeyde gerçekleştirme süreci içinde, 1992 yılında imzalanan Maasricht Antlaşması ile bir “Birlik yurttaşlığı” kavramı yaratılmış; AB üyesi olan bir devletin uyrukluğunda olan herkesin aynı zamanda “Birlik yurttaşı” olduğu kabul edilmiştir (m. 17-22). Ancak, bu “Birlik yurttaşlığı”nın AB üyesi bir devletin uyruğu olan herkesi kapsaması kabul edilmiş olmakla birlikte, bunun kişinin sahip olduğu üye devlet uyrukluğunun yerine geçmesi değil, ona ek olması, onu tamamlaması öngörülmüştür. Birlik yurttaşları, Avrupa Birliği’ne üye devletlerin yetki alanı içinde, çok ayrıcalıklı bir statü kazanmakla ve bulundukları üye devlet ülkesinde bir çok bakımdan, o devletin uyruklarıyla eşit haklara sahip olmaktadır. Ancak, “Birlik yurttaşlığı” devlet uyrukluğunun yerine geçmediğine göre, Avrupa Birliği içinde, tek bir yurttaşlıktan söz etmek olanaklı değildir. 29 30 169 açıdan önemli sayılabilir: bu paragrafta, Avrupa Konseyi üyesi olan devletlerin hemen hepsinde, bazı haklardan yada olanaklardan (benefits) yararlanma açısından, uyrukluk temeline dayanan farklı uygulamaların bulunduğu belirtilmekte; ancak objektif ve makul nedenlere (justifications) dayanan bu uygulamaların ayrımcılık oluşturmadığı görüşü ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, bazı haklardan yararlanma açısından uyrukyabancı ayrımı yapılmasına olanak bırakma konusunda, 12. Protokol, 14.maddeye göre bir değişiklik getirmiş görünmemektedir. çç) AİHS m.5 (1) (f) ve 4 sayılı Protokol m. 3: ülkeye girişin engellenmesi ve sınırdışı edilme AİHS’nin, kişi güvenliğine ilişkin 5. maddesinde, kamu yetkililerince uygulanan kısıtlamaların, hangi hallerde kişi güvenliğini ihlal etmiş olmayacağı, altı bent halinde sayılarak belirtilmiştir. Bu bentlerin sonuncusu, kişilerin ülkeye usulüne uygun olamayan biçimde girmelerinin önlenmesi yada sınırdışı edilme yada sanıkların (suçluların) 31 geri verilmesi işlemleri için yapılan alıkonulma, gözaltına alınma ve tutuklama işlemlerinin, 5. maddeye aykırı sayılmayacağını belirtmektedir. Sanıkların (suçluların) geri verilmesi işleminin, uyruklara uygulanmadığı ve uyrukların sınırdışı edilemeyeceği gerçeği karşısında, bu hükümlerin sadece yabancıları ilgilendirdiği açıkça görülmektedir. Öte yandan, ülkeye usulsüz yollardan girme girişimi de, ancak yabancılar için sözkonusudur. Çağdaş hukuk, devletlere uyruklarını ülkeye kabul etme yükümlüğü koymuştur. Bu durumda, bir uyruğun kendi ülkesine girmesi ancak pasaportunun yada kimlik belgesinin düzgün olmaması halinde sorun yaratabilir. Ancak,kişinin, uyrukluğunu kanıtladığı anda,her halde ülkesine girme hakkını kullanabilmesi gerekir. Nitekim, 4. Sayılı Ek Protokolun 3. maddesi, herkesin uyruğu olduğu devletin ülkesine girme hakkı bulunduğunu belirtmektedir. dd) 4 sayılı Ek Protokol m.2: hareket (seyahat) özgürlüğü ve konutunu seçme hakkı AİHS’ne Ek 4.Protokolun 2. maddesi, kişilerin hareket (seyahat) özgürlüğünü ve konutunu seçme hakkını güvence altına almayı amaçlayan İngilizce ve Fransızcadaki “extradition” deyiminin Türkçedeki yerleşmiş çevirisi “suçluların” (iadesi) geri verilmesidir. Bu deyim, geri verilen kişinin daha geri verilme aşamasında “suçlu” olarak kabul ve ilan edilmesi açısından yerinde değildir. Çünkü, bu usulle başka bir devletin yetkililerine verilen kişi, her durumda, yargılanıp mahkumiyeti kesinleşmiş bir kişi değildir; henüz kovuşturma altında olup, yargılama sonucunda aklanması olası bir kişi de olabilir. Her iki durumu da kapsamak üzere “Suçluların yada sanıkların geri verilmesi” denilebilir. Bu deyim uzun bulunursa, “Sanıkların geri verilmesi” demek, bizce, daha uygundur. 31 170 bir düzenleme getirmiştir. Ancak, bu düzenlemede konumuz açısından çok önemli bir ayrım vardır: 2. maddede sözkonusu olan hak ve özgürlüklerden yararlanma bakımından kişiler iki kategoriye ayrılır: (i) Bir devletin ülkesinde, yasalara uygun olarak bulunanlar (ii) Bu durumda olmayanlar (yani ülkede bulunmaları yasalara uygun olmayanlar) 4. Protokol, m.2 nin kapsamına , sadece bir devletin ülkesinde “yasal” olarak bulunanlar girmektedir. Öte yandan, Ek 7.Protokolun 1. maddesiyle, ülkede bulunmaları “yasalara uygun olan” (lawfully resident) yabancıların sınırdışı edilmelerini düzenleyen hükümler getirilmiştir. Bu hükümler, sınırdışı etme işlemini bazı önemli usul kurallarına bağlamışsa da; ülke devletinin takdirine göre, yabancıların ülke dışına çıkarılmalarının ilke olarak kabul edildiğini göstermektedir. Bununla birlikte, 7. Protokulun sınırdışı etme işlemine karşı yabancıyı koruyan çok önemli usuli güvenceler getirmiş olduğu da gözardı edilmemelidir. Bu hükümlere göre, sınırdışı edilecek yabancıya, işlemin gerekçelerinin bildirilmesi, itiraz etme ve durumunun yeniden incelenmesini isteme olanaklarının tanınması gerekmektedir. Bu güvenceler sağlanmadan sınırdışı etme işlemi ancak kamu düzeni ve ulusal güvenlik nedeniyle “acil” bir durumunda sözkonusu olabilmektedir. İKİNCİ BÖLÜM TÜRK HUKUKU I- TÜRK HUKUKUNDA YABANCILARIN HAKLARINA İLİŞKİN İLKELER Yabancıların haklarıyla doğrudan doğruya ilgili bir hükme Türkiye’nin tarihinde ilk kez 1961 Anayasası yer vermiştir. 1961 yılına kadar, yabancıların haklarına ilişkin kurallar, çeşitli kanunlarda dağınık bir durumdaydı; ayrıca, Türkiye’nin taraf olduğu ikili ve çok yanlı uluslararası anlaşmalarla, uluslararası hukukun ilgili ilkeleri de yabancılara tanınan haklar bakımından uygulama alanı bulabiliyordu. 1961 de ise, “yabancı”lara tanınacak haklarla ilgili temel ilke niteliğinde bir hüküm, ilk kez anayasa düzeyinde yer almış oldu. 1961 Anayasasının “Herkesin dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit” olduğunu belirten 12. maddesini izleyen 13. madde şu hükmü koymuştur: “Bu kısımda gösterilen hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak, kanunla sınırlanabilir”. 1961 metni, 1982 Anayasası ile şu biçimi almıştır: 171 “Temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir” (madde 16). Anayasanın bu maddesinin çözümlenmesinde, üzerinde durulması gereken ilk husus, temel hak ve özgürlüklerin, ilke olarak, vatandaş-yabancı ayrımı yapılmaksızın “herkese” tanınmış olmasıdır. Bazı hakların ve özgürlüklerin yabancılar için kısıtlanabilmesine olanak varsa da, maddenin anlatımından bunun ayrıksılık (istisna) olduğu; ilkenin vatandaş-yabancı ayrımı yapılmaması olduğu anlaşılmaktadır. “Temel hak ve özgürlükler”, “Uluslararası hukuka uygunluk” ve “kanunla sınırlama” Anayasanın 16. maddesi açısından üzerinde özellikle durulması gereken kavramlar olarak gözükmektedir. 1) “Temel Hak ve Özgürlükler” 16. maddede geçen “temel hak ve hürriyetler” deyimi, Anayasanın “Temel Haklar ve Ödevler” başlığını taşıyan İkinci Kısmını göstermektedir. Bu kısımda yer alan maddeler 12-74. maddelerdir. 16. maddenin de aralarında bulunduğu ilk beş madde (m.12-16) “Genel Hükümler”dir. “Kişinin Hakları ve Ödevleri” başlığını taşıyan İkinci Bölümde (madde 17-40) yer alan hak ve özgürlükler şöyle özetlenebilir: Kişi güvenliği, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, seyahat ve yerleşme özgürlüğü; din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve inanç; bilim ve sanat; basın; düzeltme ve cevap hakkı, toplantı; dernek kurma özgürlükleri; mülkiyet hakkı, 32 kişi güvenliği; hak arama özgürlüğü, v.b. 16. maddenin yer aldığı Kısım’ın, bundan sonra gelen bölümü “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığını taşımaktadır (madde 4165). Bu bölümde yer alan başlıca hak ve özgürlükler de aile, öğrenim, kamulaştırma, çalışma, sözleşme, sendika ve grev ve sağlık haklarıdır. Dördüncü Bölüm (madde 54-62) “Siyasi Haklar ve Ödevler” başlığını taşır. Bu bölümdeki hak ve özgürlükler de, özetle şunlardır; vatandaşlık, seçme ve seçilme; siyasi parti kurma ve siyasi partilere katılma; kamu hizmetlerine girme; dilekçe hak ve özgürlükleri. Ayrıca vatan hizmeti (askerlik) ve vergi ödevine ilişkin hükümler de bu bölümdedir. 2) Sınırlamanın (Uluslararası Hukuka Uygun) Olması Anayasanın 16. maddesi, yukarıda özetle verdiğimiz hak ve özgürlüklerin yabancılar için sınırlanabileceğini kabul etmiştir. Yalnız, Anayasaya göre, bu ancak “uluslararası hukuka uygun” bir sınırlama Mülkiyet hakkı 1961 Anayasası’nda “Sosyal ve Ekonomik Haklar” arasında iken, 1982 Anayasası’nda “Kişinin Hakları ve Ödevleri” başlığı altına konulmuştur. 32 172 olabilecektir. Anayasa’da böyle bir hüküm olmasaydı da, uluslararası hukukun ilkelerinin zaten bağlayıcı olduğu ileri sürülerek, bu hükme anayasada yer verilmesinin pek de gerekli olmadığı ileri sürülebilir. Ancak, 16.maddede, “uluslararası hukuka uygunluk” kavramı, yabancıların haklarına ve özgürlüklerine konulabilecek sınırlamaların da bir sınırı olduğunu belirtmesi bakımından yerindedir. Bu hükmün, Türk yasakoyucularına ve hukuk uygulayıcılarına hitap eden, yol gösterici bir temel ilke olarak değer taşıdığı söylenebilir. Daha önce de değindiğimiz gibi, Uluslararası Hukuk, yabancıların haklarına bazı sınırlamalar getirilebileceğini kabul etmektedir. Ama, uluslararası hukuk açısından bu sınırlamaların hangi ölçüye kadar “kabul edilebilir” nitelik taşıyacağı konusunda görüş birliği sağlamak kolay olmamaktadır. Bu konuda, herkesin üzerinde birleşebileceği bir liste vermek olanaklı görünmese de, “siyasal haklar” denilen hakların yabancılardan esirgenmesinin uluslararası hukuka aykırı olmayacağını söyleyebiliriz. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi 33, herkesin doğrudan doğruya veya özgürce seçilmiş temsilcileri aracılığıyla, “kendi ülkesinin” kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haiz olduğunu belirtmiştir (madde 21/1). Aynı hükmün devamında da herkesin (kendi ülkesindeki) kamu hizmetlerine eşitçe katılabileceğini belirtilmektedir. Bu hükümler kişinin, yönetime katılma ve siyasal iktidarın oluşmasına katılma gibi haklarının, ancak, kendi ülkesinde sözkonusu olduğunu belirtmektedir. “kendi ülkesi” deyiminin genellikle benimsenen anlamı ise, kişinin uyrukluk bağıyla bağlı olduğu ülkedir. 34 Demek ki, yabancıların, “siyasal haklar” denilen haklardan yararlanamayacakları Evrensel Bildiriyle de kabul edilmiş olmaktadır. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de yabancıların siyasal haklarına sınır konulabileceği açıkça belirtilmiştir.35 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, bu sözleşmede herkese tanınmış olan, “düşünceleri açıklama”, toplama ve sendika özgürlükleri ile eşitlik ilkesinin, sözleşmeye taraf devletlerce yabancıların siyasal faaliyetlerine kısıtlamalar konulmasına engel olmayacağını belirtmiştir (madde 16). Böylece, siyasal iktidarların oluşmasına ve kullanılmasına ilişkin haklardan sadece uyrukların yararlanacakları ilkesi benimsenmiş olmaktadır. Ancak, hükmün Bkz. yukarıda II,2,B. “Kendi ülkesi” deyiminin anlamının tartışılması bakımından ilginç bir olay için bkz. AYBAY, Vatandaşlık Hukuku, 5.bası, Aybay yayınları,2003 s.35 vd. 33 34 173 yazılış biçimi, devletleri, yabancılara bu alanda da hak tanıma olanağından yoksun bırakmış değildir. Yabancıların siyasal haklardan yararlandırılmaması, ilkesinden ayrılan ayrıksı nitelikte uygulamalara rastlanmıştır. Örneğin, 1936 yılına kadar Sovyetler Birliği’nde, işçi sınıfından olmak koşuluyla yabancıların da siyasal haklardan yararlanabilecekleri, soyut ve kuramsal bir ilke olarak, kabul edilmişti. Mahkemelerinde jüri sistemine yer veren ülkelerden İngiltere’de, belirli bir süre ikamet etmiş olmak koşuluyla, yabancılara jüri üyeliğine seçilme hakkı tanınmıştır. Bu da siyasal bir hak sayılmaktadır. Bu alandaki en son ve yaygın gelişme, ülkede belirli süre ikamet etmiş yabancılara, yerel seçimlere katılma olanağı veren uygulamalarda görülmektedir. Bu uygulama, önce İskandinav ülkelerinde başlamıştır. İsveç’te de, 1 Ocak 1976’dan beri, 18 yaşını doldurmuş olma koşuluyla yabancılara yerel seçimlerde oy kullanma hakkı tanınmaktadır. Daha sonra Batı Avrupa ülkelerinde görülen bu uygulama, özellikle Avrupa Birliği’ne üye devletlerde, Birlik üyesi devlet uyrukları bakımından gittikçe yaygınlaşmaktadır. Ancak, bu uygulamaların, genel kural olan yabancılara siyasal hakları tanımama ilkesinin ayrıksıları (istisnaları) olduğunu ve dünya çapında geçerli olan genel kuralı ortadan kaldırma anlamına gelmeyeceğini belirtmek gerekir. Ancak, doğrudan doğruya siyasal partilerle ilgili etkinlikler dışında, örneğin dernekler ve benzeri sivil toplum örgütlerinin etkinlikleri gibi etkinliklerin hangi durumlarda ve ölçülerde “siyasal” nitelikte sayılacağı tartışma yaratabilmektedir. Bu gibi durumlarda, konuyla ilgili ulusal yasa hükümlerine öncelik verilecekse de, bunların uluslararası hukuk kurallarıyla uyumlu olması da beklenir. “Siyasal” haklar kavramının yorumu geniş tutulduğu ölçüde, yabancıların haklarının kısıtlanacak; bunun tersine dar yorumun ise, yabancılara tanınacak hakların alanını genişletecektir. Uluslararası hukukun ilkeleri arasında, yabancıyla uyruk arasında tam bir eşitlik kurulmasını zorunlu kılan bir kural yoktur. Yabancıyla uyruk, ayrı statülerde bulunduklarına göre, aynı durum ve statüde olanlara eşit işlem yapılması yolundaki genel hukuk ilkesi, yabancıya uyrukla tam eşitlik tanınmasına dayanak olamaz. Yabancıların haklarına konulabilecek her kısıtlama, “ayrımcılık” sayılmamalıdır. 36 Yabancıların yararlanabilecekleri haklar bakımından hangi türdeki ve kapsamdaki sınırlamaların Uluslararası Hukuka uygun olacağının saptanması için Uluslararası Hukukun çeşitli kaynaklarının incelenmesi 36 Bkz. yukarıda I .Bölüm,II,2,B,b,aa 174 yerinde olacaktır. Uluslararası Hukukun kaynaklarının neler olduğunun belirlenmesi için Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. maddesine başvurulabilir. Bu maddede sayılan kaynakların ilki (Antlaşmalar)dır. Antlaşmalar iki yanlı veya çok yanlı olabilir. Yabancıların haklarıyla ilgili ikili antlaşmalar, antlaşmaya taraf olan devletlerin uyruklarına, istisnai durumlar dışında karşılıklı olarak giriş, çıkış, vize, ikamet, ticaret ve seyahat gibi konularda kolaylıklar sağlar. Devlet taraf olduğu bu antlaşmalara aykırı olarak diğer taraf devlet uyruğu olan yabancıların haklarını kısıtlamamak yükümündedir. Çok yanlı antlaşmalar ise, ikiden çok devletin taraf olduğu uluslararası belgelerdir. Bunlardan yabancıların hakları bakımından özellikle önem taşıyanlar İnsan Haklarına ilişkin olanlardır. Örneğin, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu Sözleşmenin Ek Protokolları, devletlere, kendi yetki alanı içinde bulunan herkese ve doğal olarak yabancılara da, belirli hakların tanınması yükümlülüğü koymuştur. Uluslararası Adalet Divanı statüsüne göre, uluslararası hukukun ikinci kaynağı, (Uluslararası Teamül) (yapılageliş) dür. Yapılagelişin, uluslararası hukuk alanında özel bir önemi olduğu bilinir. Yabancılar Hukuku bakımından da önemli olan uluslararası yapılageliş (teamül) kurallarına örnek olarak “ülkesel egemenlik” kuralını gösterebiliriz. Ülkesel egemenlik ilkesi, yabancıların ülkeye girmesi, ülke içinde seyahat ve ikamet etmesi gibi konularda ülke devletinin serbestçe düzenlemeler yapmasına elverişlidir. Örneğin, devletin yabancıları ülkeye kayıtsız şartsız kabul etme yükümlülüğü yoktur. Devlet, egemenlik yetkisine dayanarak sınırlarını yabancılara kapayabilir. Bu yetki normal koşullarda ancak, antlaşmalarla sınırlanabilir. Yabancılara “hukuk kişiliği” tanınması, yabancıların “onuruna saygı” gösterilmesi, hukuk yollarına başvurma haklarının tanınması gibi konular da, Yabancılar Hukukunu, ilgilendiren uluslararası yapılageliş kurallarının (teamüllerin) birer gereği sayılmaktadır. Kazanılmış haklara saygı ilkesi de bu niteliktedir. “Karşılıklılık” 37 ilkesi de uluslararası yapılageliş kuralları arasındadır. Örneğin, Tapu Kanunun 35. maddesi, yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal edinmesini -başka koşulların yanı sıra- “karşılıklı” olma koşuluna bağlamıştır. Bu koşula göre, uyrukluğunda bulundukları ülkelerde Türk vatandaşlarına taşınmaz mal edinme hakkı tanınmayan kişilere 37 Bkz. aşağıda “Karşı önlemler” 175 Türkiye’de taşınmaz edinme hakkı tanınmaması, uluslararası teamüle aykırı sayılamayacak bir kısıtlamadır. “Hukukun uygar uluslarca kabul edilmiş genel ilkeleri” de yabancılar hukuku bakımından önem taşıyabilir. Buna örnek olarak “hakkın kötüye kullanılmasının korunmaması”, “özel hükmün, genel hükme oranla öncelikle uygulanması” kanunsuz suç ve cezanın olmaması gibi kurallar gösterilebilir Çekişmeyi uluslararası yargı yerlerine götürmeden önce “yerel başvuru yollarının tüketilmesi gereği” de, bu konuda örnek olabilir. Uluslararası Adalet Divanı Statüsünde yardımcı kaynak olarak belirtilen yargı kararları ve öğreti (doktrin) de Yabancı Hukuku alanında kaynak olarak kullanılabilir. A- “Kanunla” Sınırlama Anayasanın 16. maddesi, yabancıların haklarına getirilecek sınırlamaların “kanunla” belirlenmesi öngörmektedir. Türk Anayasa düzenine göre, bir metin ancak TBMM nce kabul edilip, Cumhurbaşkanınca imzalandıktan sonra Resmi Gazete’de “kanun” başlığı altında yayınlanmakla kanun olur. “Kanun Hükmünde Kararname” de, adının gösterdiği üzere kanun niteliğindedir. Ancak, Anayasaya göre temel haklar,kişi hakları ve ödevleri ile siyasal haklar ve ödevler KHKlerle düzenlenemez (m.91/I). Anayasanın 16. maddesi hükmünün sözüne sıkı sıkıya bağlı bir yorum, sınırlamaların sadece kanunla yapılmasını, kanun dışındaki hukuk kaynaklarıyla (örneğin tüzük ve yönetmeliklerle) yabancıların haklarının sınırlanmamasını gerektirir. Ancak, bunun pratik bir çözüm olmadığı da bir gerçektir. Anayasanın 16. maddesindeki kanun sözünü geniş anlamında anlamak ve kanundan alınmış yetkiyle, yürütme organınca yapılan düzenlemelerle yabancıların haklarına sınırlamalar getirilebileceğini kabul etmek, pratik bakımdan zorunludur. Uygulama da bu yönde gelişmiştir. Ancak, bu konuda düzenleme yetkisinin sınırlarının ve ölçülerinin kanunda açıkça belirtilmiş olması gerekir. Başka bir deyişle, İdare’ye bırakılan düzenleme alanı spesifik olarak belirlenmiş olmalıdır. “Karşı işlem” (mukabele bil misil) önlemleri de bu konu açısından ilginç yönleri olan bir uygulamadır. Kanunlarla belirlenmiş kimi durumlarda, yabancıların normal olarak Türkiye’de serbestçe yararlanabilecekleri haklara kısıtlamalar konulabilmekte giderek bu haklardan yararlanma olanağı bütünüyle kaldırılabilmektedir. Karşı önlemlerin ne zaman uygulamaya konulacağı, kapsamına hangi yabancıların gireceği gibi konular, bütünüyle Yürütme Organının (Bakanlar Kurulunun) takdirine bırakılmıştır. Bu tür önlemlerle, yabancıların haklarına getirilmiş 176 kısıtlamaların da “kanunla” yapılmış sayılması doğal olarak kabul edilmelidir. Türk Hukukunda, karşı işlem uygulamasıyla ilgili en genel ve kapsamlı düzenleme, Mukabele Bil-misil Kanunudur. 38 Ayrıca Pasaport Kanunu (m. 9), Tapu Kanunu (m. 35), Türk Sivil Havacılık Kanunu (m. 96/II) gibi başka hükümler de, karşı önlem uygulamasına hukuksal dayanak oluşturmaktadır. Şu anda üzerinde durduğumuz konu bakımından önemli olan yön, karşı önlem uygulamalarının yürürlüğe konulmasına, kapsamına ve hangi yabancılara yönelik olacağına Yürütme Organınca karar verilmesidir. 39 Türk Hukuk Tarihinde bu konuyla ilgili ilginç bir kanun da 1924 yılında kabul edilmiş olan 477 sayılı kanundur. 40 Bu kanunla, savaş sırasında ülkelerindeki Türk vatandaşlarına savaş yasaları ve önlemleri uygulamış devletlerinden, bu yasaları ve önlemleri kaldırmış ve kaldıracak olanlar için, Türkiye’de karşı önlem olarak uygulanan kısıtlamaların kaldırılması konusunda Bakanlar Kuruluna yetki verilmiştir. Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, özellikle özgürlükleri kısıtlayan “kanun”ların belli nitelikleri taşımaları gerektiği yolundaki içtihatları da bu konu bakımından önemli olabilir. Bu içtihatlara göre, “kanun”un, “ulaşılabilir” olması; ilgili kişilerin davranışlarına yön verirken ve kararlarını oluştururken, hukuk bakımından doğacak sonuçları tahmin edebilmelerini sağlayacak açık bir anlatımla yazılmış olması gerekir. Anayasanın 125. maddesinin, idari eylem ve işlemler aleyhine yargı yoluna başvurulmasına olanak vermesi, bu yorumun yol açabileceği hukuka aykırı uygulamalara karşı bir güvencedir. B- Karşı önlemler ve karşılıklılık a) Giriş Uluslararası Hukuk alanında varlıkları geleneksel olarak kabul edilmiş bir takım önlemler ve kısıtlamalar, yabancıların yararlanabildikleri hakların kısıtlanmasına, giderek bütünüyle ortadan kalkmasına yol açabilmektedir. Örneğin, bir devletin yaptığı belirli işlemlerden ve uygulamalardan zarar 28 Mayıs 1927 tarihli, 1062 sayılı kanun. Bir yabancı için bireysel düzeyde haklardan yararlanma açısından olumsuz sonuçlar doğuran karşı işlem uygulaması, uluslararası hukukun geleneksel ilkelerine aykırı sayılmasa da, çağdaş insan Hakları anlayışı açısından eleştirilebilir. Çünkü, bu uygulamanın kurbanı durumundaki yabancı “bir şey yaptığı için” değil “bir şey olduğu” (yabancı olduğu) için haktan yoksun kalmaktadır ki bu “ayrımcılık” sayılır. 40 Memleketlerinde Türk Tebaasından Kavanin ve Tedabiri İstisnaiei Harbiyeyi Ref’ine Dair Kanun, kanun nu. 477, kabul t. 12 Nisan 1340 - 8 Ramazan 1342, Dustur 3.t., c.s, s. 415. 38 39 177 gören bir başka devletin, buna karşılık bir takım önlemlere ve zorlama yollarına başvurabilmesi meşru karşılanabilmektedir. 41 Bu yollar, niteliklerine göre, iki türe ayrılabilir: “misilleme” (retortion) ve “zararla karşılık” (reprisal; retaliation) İki tür arasındaki fark şöyle açıklanabilir: “misilleme”de, öteki devletin kusurlu yada zarar veren bir davranışına karşılık olarak o devlete rahatsızlık verecek ama hukuka aykırı olduğu söylenemeyecek davranışlarda bulunulur. Örneğin, ekonomik yardım kesilir; daha az elverişli bir gümrük tarifesi uygulanır vb. “Zararla karşılık” ta ise, önlemler, özünde hukuka aykırı olmakla birlikte, öteki devletin daha önceki bir hukuka aykırı uygulamasına karşılık olarak başvurulduğu için bu önlemlerin özünde, hukuka aykırı da olsa artık hukuka aykırı sayılmayacağı kabul edilir. Bunun en tipik örneği olarak şu gösterilir: A devleti, B devleti uyruklarının mülklerine bedel ödemeksizin elkoymuşsa, B devleti de, A devleti uyruklarının mülkleri için aynı yola başvurabilir. 42 Karşı önlemlere başvurulması için, yürütme organının kararı gerekir. Bu önlemlere başvurulmasına yargı organı karar veremez. Mahkemelerin bu önlemlerle ilgili yetkisi, ancak dava konusu belli bir olaydaki uygulamanın, önlemlerin kapsamına girip girmediğinin saptanmasıyla sınırlıdır. Karşı önlem alınması kararını alan yetkili organ, bu kararını kendi ulusal hukukunda var olan bir yasaya dayandırabilir. Ama, böyle bir yasa var olmasa bile, belli bir durum karşısında Uluslararası Hukukun bu önlemlere başvurulmasını haklı göstermesi de olasıdır. Başka bir deyişle, doğrudan doğruya Uluslararası Hukuktan kaynaklanan bir yetkinin kullanılması da sözkonusu olabilir. Uygulanacak karşı önlemlerin Uluslararası Hukukça kabul edilebilir nitelikte olmasının bir koşulu da “ölçülülüktür”. Örneğin, A devletinin bir uyruğu, B devletinin yetkililerince ileri sürülmüş gerçek dışı suçlamaların sonucunda B devletinde cezaevine konulmuşsa; A devletinin karşı önlem olarak kendi yetki alanı içindeki B devleti uyruklarını sınırdışı etmesi ve B devletinin yada uyruklarının mülklerine elkoyması, ölçülülük ilkesine uymaz. BM Anayasası, devletlerarası ihtilaflarda, barışçı çözüm yollarına öncelik verilmesini ve kuvvet kullanılmasını yada kuvvet kullanma tehdidinde bulunulmasını yasaklamayı amaçlamıştır. Bkz. BM. Anayasası, m. 2 (3,4). Bu gibi durumlarda BM. Güvenlik Konseyi yetkili sayılmaktadır (m. 39-40). 42 Ancak, “zararla karşılık” uygulamasında da ölçülülük (oranlılık) ilkesi geçerlidir: Karşı işleme konu olan mülklerin değeri, bu önleme başvurulmasına yol açan olaydaki mülklerin değerini kat kat aşan bir tutara varmamalıdır. 41 178 Karşılıklılık (mütekabiliyet; reciprocity) da, Uluslararası Hukukça kabul edilmiş bir uygulamadır. Bu uygulama, bir yabancıya tanınacak hakların kapsamının saptanmasında, o yabancının uyrukluğunda olduğu devlette yabancıların yararlanabildikleri hakların ölçüsünün belirleyici olmasını gerektirir. Buna göre, A devleti, B devletinin uyruklarına; B devletinin A devleti uyruklarına tanıdığı haklar kadar hak tanımakla yükümlü olmayı kabul eder. Uluslararası Hukuk açısından, bundan fazlasını tanıması beklenemez. Karşılıklılık, uluslararası anlaşmalardan, yada yasalardan kaynaklanmış olabilir. İkili yada çok yanlı uluslararası anlaşmalar, taraf devletlerin uyruklarının birbirinin ülkesinde “karşılıklı olarak” eşit haklardan yararlanmasını öngörmüş olabilir. Ayrıca, bazen yasalar da, yabancılara belli hakların, “karşılıklılık” ilkesine göre tanınmasını öngörmüş olabilir. Bazen de “fiili karşılıklılık” yeterli sayılmış olabilir. Bunun anlamı, konuyla ilgili bir uluslararası anlaşma yada yasa hükmü olmasa bile, öteki devlette bir devletin uyruklarına hak tanımayı sağlayan fiili bir uygulama varsa aynı olanağın, o devletin uyruklarına tanınmasıdır. b) Türk Hukuku Türk Hukukunda, bu konuyla ilgili deyimlerde netlik yok gibidir. Genellikle “mukabele bil-misil” 43 deyiminin hem “zararla karşılık” (reprisal; relatiation) hem de, misilleme (retortion) kavramlarını ifade eder biçimde kullanıldığı görülmektedir. Oysa bunların nitelikleri farklı olduğu için, değişik deyimlerle belirtilmesi daha doğru olacaktır. 44 Türk Hukukunda, “zararla karşılık”, “misilleme” ve “karşılıklık” konularına ilişkin çeşitli kanun hükümleri vardır. Örneğin, 1927 yılında çıkarılmış olan 1062 sayılı kanun, Türk vatandaşlarının mülkiyet haklarını kaldıran yada kısıtlayan devletlerin uyruklarının Türkiye’deki taşınır ve taşınmaz malları üzerinde Bakanlar Kurulu kararı ile “mukabele bil-misil olmak üzere kısmen veya tamamen tahdit” konulabileceğini belirtmektedir. Tapu Kanununun 35. maddesi, yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal edinmelerinin “karşılıklılık” koşuluna bağlamıştır.(Ayrıca Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu m.88/son f. Bankalar Kanunu m.6/2, MÖHUK ve m.38/a vb.) Ancak, yabancıların yararlanmasının karşılıklılık koşuluna bağlanacağı hakların sınırlı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin, işkence görmeme, kişiliğine ve onuruna saygı gösterilmesi, hak arama Bu deyimin “mukabele-i bilmisil” biçiminde yanlış yazılıp söylenmesi oldukça yaygındır. Doğrusu, “misliyle mukabele” demek olan “mukabele bil-misil” dir. 44 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III kitap (1997) s. 204. 43 179 özgürlüğünden (dava hakkından) yararlanabilme gibi en temel ve salt (mutlak) nitelikteki insan hakları, karşılıklılık koşuluna bağlanamaz. Ayrıca, haklardan yabancıların yararlanabilmesi ilke, kısıtlamanın ayrıksı durum (istisna) olduğu da unutulmamalıdır. Bunun sonucu olarak da, bir haktan yabancının yararlanabilmesinin karşılıklık koşuluna bağlanması, ancak bunun açıkça belirtilmiş olduğu durumlarda sözkonusudur. D- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Anayasaya göre, usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmalar “kanun” hükmündedir. Bu açıdan bakılınca, yabancıların haklarına usulüne göre yürürlüğe konulmuş bir uluslararası antlaşmaya aykırı bir kısıtlama uygulanması sözkonusu ise, yargı yoluna başvurulabileceği anlaşılır. Bu bağlamda, AİHS’nin Türkiye’ye yükümlülük getiren öteki uluslararası antlaşmalardan farklı bir nitelik ve değer kazandıran önemli bir özelliği vardır: AİHS’ne aykırı davranıldığı iddiasıyla bir uluslararsı yargı organına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunma olanağı. Yukarıda belirttiğimiz gibi, AİHS’nin tanıdığı ve güvence altına aldığı haklardan ve özgürlüklerden yararlanma bakımından uyruk-yabancı ayrımına yer yoktur. Yani, yabancılar da, AİHS’nin ve Ek Protokollarının kapsamı içindeki bir hakkın ihlali iddiasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye aleyhine başvuruda bulunabilir. AİHS ve Ek Protokolları kapsamındaki haklar ve özgürlükler, Anayasanın 90. maddesi karşısında Türk Pozitif hukukunda “kanun” niteliğinde kabul edilmelerine ek olarak, yine AİHS’yle kurulmuş olan düzenek yoluyla özel bir uluslararası mahkemenin denetimine bağlı kılınmış olmaktadır. Böylece, Türkiye’nin taraf olduğu başka ikili yada çok taraflı uluslararası anlaşmalarda öngörülmüş haklarının ihlal edildiğini ileri süren bir yabancı, olağan koşullarda sadece ulusal düzeyde hak arama olanağına sahipken, ihlal iddiası, AİHS ve Ek Protokollar kapsamındaki bir konuyla ilgiliyse, iddia Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne götürülebilmektedir. Bu konuda belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: AİHS’nde ve Ek Protokollarda haklara ve özgürlüklere ilişkin olarak konulmuş hükümler, ulusal makamlar ve yargı organlarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarının ışığında yorumlanmalıdır. II- İDARİ YARGIMIZ AÇISINDAN ÖZELLİKLE ÖNEMLİ İKİ KONU Yabancıların Türkiye’de İdare Mahkemelerine başvurmalarına neden olabilecek çeşitli konular olabilirse de, bunlar arasında en sık görülenler “sınırdışı” edilmeye ilişkin olanlardır. Danıştay’ın “İsveçli Televizyoncular” 180 kararı diye anılan kararı, bu alanda uluslararası bir ilgi toplamıştır. Aşağıda bu konu üzerinde görüşlerimizi sunuyoruz. Ancak, daha önce kısaca da olsa değinmemiz gereken bir husus vardır: “Yabancı” davacının “teminat” yatırması yükümlülüğü. 1) “Yabancı” davacının teminat yatırma yükümlülüğü “Türk mahkemelerinde, dava açan , davaya katılan veya icra takibinde bulunan yabancı gerçek ve tüzel kişiler, yargılama ve takip giderleriyle karşı tarafın zarar ve ziyanını karşılamak üzere mahkemenin belirleyeceği bir teminatı göstermek zorundadır” (2675 sayılı MÖHUK m. 32/I). HUMKndaki benzer düzenlemede ölçütün konul (ikametgah) olmasına karşılık, MÖHUK taki ölçüt, davacının Türk vatandaşı olup olmamasıdır. Yönetsel yargı uygulamamızda, “davacı” yabancılardan “teminat istenildiğine ilişkin bir karar, tarafımızdan saptanmış değildir. İdari yargı uygulamamızda, yabancılık teminatının aranmadığı söylenebilir. Yönetsel yargı organlarımızın bu tutumu, hakların güvencesi olan “dava hakkı”nın kullanılmasının zorlaştırılmaması açısından yerinde bulunabilir. Ayrıca, bu konunun tartışıldığı bir yönetsel yargı kararı saptayabilmiş değilsek de, MÖHUK m.32 de geçen “Türk mahkemesi” deyiminin , yönetsel yargı organlarını dışta bıraktığı da ileri sürülebilir. Ancak, MÖHUK’taki hükmün amacının Türk Hazinesinin giderlerinin karşılanmasının sağlanması olduğu ve davacının yabancı olması halinde , “teminat” konusunun mahkemece “görevinden ötürü” (resen) dikkate alınması gereği karşısında 45,, bu konunun tartışılması ve mevcut uygulamanın bir içtihatla desteklenmesine gerek bulunup-bulunmadığının düşünülmesi yararlı olabilir. 2) İdari Yargı önüne gelen sınırdışı etme işlemleri 46 Sınırdışı etme kararları, idari yargı denetimine bağlı bulunmaktadır. Yargı önüne gelen uyuşmazlıklar, büyük ölçüde, son derece geniş takdiri nedenler içeren, YİSK m.19 hükmünün uygulanmasına ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır. AİHS’ne Ek 7. Protokolla, sınırdışı etme işlemleriyle ilgili olarak kabul edilmiş usuli güvencelere benzer bir düzenleme Türk yasalarında yoktur. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi AİHS’nin 13. maddesinin AİHM’nce yorumlanmasından oluşan içtihatlar karşısında, sınırdışı etme Bkz. AYBAY, Rona - DARDAĞAN,Esra ;Yasaların Uluslararası Düzeyde Çatışması, Aybay yayınları,2001,s.68 vd. 46 Ayrıntılı bilgi için bkz. AYBAY, Rona; Bir İnsan Hakkı Sorunu Olarak Sınırdışı Edilme, Maltepe Üniv.Hukuk Fak.Derg.2003/2,s.141 vd. 45 181 konusundaki Türk uygulamasının AİHS’ne uygunluğunu savunmak kolay değildir. Sınırdışı etme işleminin iptaline ilişkin davalarda, sınırdışı etme işleminin hukuka aykırı olup olmadığı, daha ziyade, “neden unsuru” yönünden tartışılmıştır. Sınırdışı etme işleminin nedeninin, ilgili düzenlemede açık-seçik belirtilmiş olması halinde, idari yargı mercii, bu nedenin, somut olayda gerçekleyip gerçekleşmediğini incelemek durumundadır. Pasaportunu süresi içinde yeniletmeyen, Türkiye’ye pasaportsuz gelen yada ağır hapis cezası gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giyip, Türkiye’de cezasını çeken yabancıların sınırdışı edilmesi ile ilgili düzenlemelerde sınırdışı etme nedeninin ne olması gerektiği, yoruma yer bırakmayacak biçimde belirtilmiştir. Bu hükümlere dayandırılan sınırdışı etme işlemi, belirtilmiş sınırdışı etme nedenlerinin varolmadığı kanıtlandığı takdirde, neden yönünden hukuka aykırı olacaktır. Ancak ,sınırdışı etme kararları, daha çok, YİSK m.19. a dayandırılmaktadır ; dolayısıyla da, idari yargı önüne gelen uyuşmazlıklarda, dava konusu, YİSK m.19 açısından değerlendirilmektedir. YİSK m.19’da, yabancıların sınırdışı edilmesi, “umumi güvenlik, siyasi ve idari icaplara aykırılık” nedenine dayandırılmıştır. Bu kavramların belirsiz niteliği bu konuda İdareye geniş ölçüde takdir yetkisi tanındığını göstermektedir. Dolayısıyla, bu hükme dayandırılan sınırdışı etme kararının hukuka uygunluğunu inceleyecek olan idari yargı merciinin denetim yetkisinin sınırlarının ne olduğunun belirlenmesi gereklidir. Takdir yetkisine dayanılarak oluşturulan idari işlemlerin de, hukuka uygunluk yönünden yargı denetimi kapsamı içinde olduğunda kuşkuya yer yoktur. Anayasadaki İdarenin “takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez” hükmü (AY m. 125/IV) konumuz bakımından özel bir önem taşımamaktadır. 1982 Anayasasının bu hükmü,Yönetsel Yargımızın sınırdışı olaylarına ilişkin kararlarına bir değişiklik getirmiş görünmemektedir. Sınırdışı etme kararının iptal davasına konu olması halinde, bu kararın gerekçesinin mahkemeye bildirilmesi, İYUK m.20 gereğince zorunludur. Yabancının hangi eylemlerinin umumi güvenlik, siyasi ve idari icaplara aykırılık teşkil ettiği düzgün bir biçimde belirtilmediği takdirde, sınırdışı etme kararı neden yönünden hukuka aykırı olur. Ayrıca, sınırdışı etmeye gerekçe gösterilen maddi olayların gerçekleşmemiş olduğunun kanıtlanmaması da, sınırdışı etme işlemini, neden yönünden sakatlar. İYUK m.20/3 e göre “Ancak, istenilen bilgi ve belgeler Devletin güvenliğine veya yüksek menfaatleriyle birlikte yabancı devletlere de ilişkin ise, Başbakan veya ilgili bakan, gerekçesini bildirmek suretiyle, söz konusu 182 bilgi ve belgeleri vermeyebilir. Verilmeyen bilgi ve belgelere dayanılarak ileri sürülen savunmaya göre karar verilemez” 47 Bazı yargı kararlarında, sınırdışı etmeye dayanak gösterilen olayların İdare tarafından yanlış nitelendirilmesi nedeniyle, sınırdışı etme işleminin iptal edildiği görülmektedir. Bu kararlarda, basit zabıta olayı teşkil eden bir eylemin 19. madde kapsamına sokulamayacağı, 48 medeni halindeki değişikliği İdareye bildirmeyen yabancının bu davranışının siyasal güvenliği ihlâl etmediği 49belirtilmiştir. Buna karşılık, Danıştay, örneğin bir kararında, ülkesi ile ücretsiz telefon görüşmesi yapmaktan hüküm giymiş, ancak cezası tecil edilmiş bir öğrencinin sınırdışı edilmesinde mevzuata aykırılık görmemiştir. 50 Bu karar bakımından ilginç olan, yanlış hukuksal nitelendirme yapılması değil, İdarenin yaptığı nitelendirmenin yanlış olup olmadığının tartışma konusu edilmemesidir. Maddi olayın hukuksal olarak doğru nitelendirilip nitelendirilmediğinin en geniş biçimde denetlendiği bir Danıştay kararı, verildiği dönemde oldukça büyük yankı uyandırmıştır. 51 İsveç Radyo ve Televizyon Kurumu tarafından gönderilmiş bir ekibin, izinsiz film çekildiği gerekçesi ile sınırdışı edilmesi ile ilgili olarak açılmış olan davada, Danıştay, “19. maddede geçen genel güvenlik, siyasi-idari icap deyimlerinin belirsiz yasal kavramlar oluşturduğunu ve bu günkü yoğun uluslararası ilişkiler karşısında, uygulamada büyük duyarlılık gerektirdiğini” vurgulamış, film çekimi için gerekli izni almayan yabancıların ülkede kalmalarının genel güvenliğe, siyasi ve idari icaplara aykırı olmadığını bildirmiştir. Kararın ilginç yönlerinden biri de, sınırdışı etme kararının hukuka uygunluğu incelenirken ve İdarenin takdir yetkisini ne şekilde kullanması gerektiği açıklanırken, YİSK m.19 dışında, Anayasa kurallarının yanısıra, onaylanması sözkonusu olmayan, siyasal bir belge niteliğindeki Helsinki Nihai Senedi de içinde olmak üzere, uluslararası düzenlemelerin de göz önünde tutulmuş olmasıdır. TVK m.33/III’de düzenlenen sınırdışı etme uygulamasında, Bakanlar Kurulunun hangi koşullar altında sınırdışı etme ve tasfiye 10 Haziran 1994 tarihli ve 4001 sayılı kanunla eklenen tümce Danıştay 12. D., 18.10.1979, E. 1978/264, K. 1979/3876. 49 Danıştay 12. D., 23.11.1970, E. 1969/2163, K. 1970/2110. 50 Danıştay 10. D., 15.9.1992 gün, E. 1990/3471, K. 1992/3012 (DARDAĞAN, 21 nu.lı dn da age.s169) 51 Danıştay 12. D., 18.10.1978 gün, E. 1977/1349, K. 1978/1955, Danıştay Dergisi, 1978, Yıl 8, s. 30-31, s. 50-; kararın yorumu için bkz. ÖZLÜ, D.: “Yabancı Gazetecilerin Sınırdışı Edilmesi Sorunu, İstanbul Barosu Dergisi, C. 51, S. 4-6, Nisan-Haziran 1977. AYBAY, Rona; Implementation of the Helsinki Final Act by a Turkish Court, The Turkish Yearbook of International Relations 1978 (1982) s. 76 v d. 47 48 183 hükümlerinin uygulanmasına karar vereceği açıklığa kavuşmamıştır. Kanunun anlatımına göre, Bakanlar Kurulu, “...lüzumlu görüldüğü takdirde...” tasfiye ve sınırdışı etme hükümlerinin uygulanacağını iptal kararında belirtecektir. Şu halde, idare, sözkonusu hükümleri uygulamakta tümüyle serbest bırakılmış kabul edilmeli midir? Kanunlarda “gerekli görüldüğünde” gibi deyimlerin kullanılmış olması, idari işlemin bir nedene dayanması gerektiğini gösterir. Buna göre, TVK m.33/III gereğince alınan sınırdışı etme kararının da belli somut olaylara dayandırılması zorunludur. Bu konu ile ilgili uyuşmazlık yargı önüne geldiğinde, yetkili makam, hangi nedenlere dayanarak, tasfiye ve sınırdışı etme hükümlerinin uygulanmasına karar verdiğini bildirmelidir. Yönetsel yargımız, gelenekselleşmiş bir tutumla , sınırdışı etme kararlarına karşı yargı yolunu açık tutmaktadır. Bu, kuşkusuz övünülecek bir durumdur. Bununla birlikte, sınırdışı etme konusunu düzenleyen hükümlerin çeşitli kanunlarda dağınık biçimde bulunması ve bu hükümlerin bazısının 1930ların anlayışını yansıtır nitelikleri karşısında, Türk uygulamasının Avrupa Konseyi üyesi devletlerin bir çoğuna göre geride kaldığını belirtmemiz gerekmektedir. AİHSne Ek 7.Protokolun 1. maddesiyle, ülkede bulunmaları “yasalara uygun olan” (lawfully resident) yabancıların sınırdışı edilmelerini düzenleyen hükümler getirilmiştir. Bu hükümler, sınırdışı etme işlemini bazı önemli usul kurallarına bağlamışsa da; ülke devletinin takdirine göre, yabancıların ülke dışına çıkarılmalarının ilke olarak kabul edildiğini göstermektedir. Türkiye, AİHSne Ek 4. Protokolu 19 Ekim 1992 tarihinde imzalamış,onaylanmasının uygun bulunduğuna ilişkin kabul edilip Resmi Gazetede yayımlanmış ama onaylama işlemlerini sonuçlandırmamış durumdadır. 52 7.Protokol da Türkiye tarafından 14 Mart 1985 tarihinde imzalanmış ama onaylanması için bir işlem yapılmamıştır. 4.Protokol, maddi hukuka ilişkin hükümler içermektedir. Özetle, uyruğun sınıdışı edilemeyeceği, ve ülkesine girme hakkından yoksun İnsan hakları ve Ana Hürriyetlerin Korunmasına Dair Sözleşmeye Ek (...) 4 Numaralı Protokolün Onaylanmasının uygun bulunduğuna Dair Kanun; kanun nu.3975, kabul t. 23 Şubat 1994, RG 26 Şubat 1994, 21861 .14 Temmuz 1994 tarihli Resmi Gazete’de “Milletlerarsı Andlaşmalar” başlığı altında yer alan bir Bakanlar Kurulu kararnamesine göre , Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 4. Protokolun “onaylanması” Dışişleri Bakanlığı’nın yazısı üzerine 9 Mayıs 1994 tarihinde kararlaştırılmıştır. Ancak, usule göre, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine verilmesi gereken onay belgesi verilip, işlem tamamlanmış değildir. 52 184 bırakılamayacağı, yabancıların da “topluca” değil, ancak “bireysel” düzeyde gerçekleştirilecek işlemlerle sınırdışı edilebilecekleri. 7. Protokol ise, sınırdışı etme işlemine karşı yabancıyı koruyan çok önemli usuli güvenceler getirmiştir. Bu hükümlere göre, sınırdışı edilecek yabancıya, işlemin gerekçelerinin bildirilmesi, itiraz etme ve durumunun yeniden incelenmesini isteme olanaklarının tanınması gerekmektedir. Bu güvenceler sağlanmadan sınırdışı etme işlemi ancak kamu düzeni ve ulusal güvenlik nedeniyle “acil” bir durumunda sözkonusu olabilmektedir. Yönetsel yargımız, takdir edilmesi gereken bir tutumla “sınırdışı” işlemlerini “hükümet tasarrufu” saymamakta ve önüne getirilen davalar yoluyla denetimden geçirmektedir. Ancak, sınıdşı işlemlerinin uygulanma biçimi, bu konudaki yargı demetimin etkili olmasına pek elverişli değildir. Çükü, işlemin oluşturulması aşamasında, ilgili kişiye sınırdışı edileceği konusunda bilgi verilmemekte, savunma ve açıklama yapma olanağı verilmemektedir. İşlemin uygulanmasına geçildiğinde ise, yargı yoluna başvurup, yürütmeyi durdurma kararı alabilmek, çoğu zaman fiilen olansız olmaktadır. Türk Hukukunun , sınırdışı işlemleri açısında çağdaş Avrupa ölçütlerine uygun hale getirilmesi için, zaten yıllar önce imzalanmış olan ve onaylanmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun da çıkmış bulunan 4.Protokolun ve 7. Protokolun onaylanması en kısa zamanda sağlanmalıdır. Kamu düzeni ve ulusal güvenlik gibi düşüncelerle, bu Protokolların onaylanmasında bir sakınca görülmemelidir. Unutulmamalıdır ki, bu belgelerin sağladığı güvencelerden, sadece ülkede “yasal olarak” bulunan yabancılar yararlanabilir. Ayrıca, kamu düzeni ve ulusal güvenlik açısından “acil” durumlarda İdarenin sınırdışı işlemini hızlı bir biçimde uygulamasına olanak veren hükümler de 7. Protokolda vardır. Kaldı ki, özellikle 7.Protokolda sağlanmış güvenceler, Türkiye’nin taraf olduğu mültecilerle ilgili uluslararası sözleşmeler ve Avrupa İkamet Sözleşmesi yoluyla, zaten hukukumuzun bir parçası durumundadır. 4. Ve 7. Protokolun, sınırdışı konusu dışındaki hükümleri de (borç yüzünden hapsin yasaklanması, seyahat – hareket özgürlüğü haksız mahkumiyet halinde tazminat ödenmesi, eşler arasında eşitlik gibi) Türk Hukukunda , kimisi Anayasa düzeyinde güvenceye alınmış düzenlemeler getirmiştir. Dolayısıyla, bu Protokolların onaylanmasının sakıncalı olacağı düşüncesine yer olmamak gerekir. 185 İKİNCİ OTURUM TARTIŞMALAR Oturum Başkanı ; Cemil ÇİÇEK (Adalet Bakanı) : Sevgili konuklar, ikinci oturumun ikinci birleşimini açıyorum. Bu bölümde soru cevap ve tartışma şeklinde bu toplantıyı sürdürmüş olacağız. Ufak bir gecikmemiz oldu onu da burada ilave etmek suretiyle en geç 17.15’te bu toplantıyı bitirmiş olacağız. İşin bu kısmında küçük bir hatırlatma yapmam gerekiyor; Buradaki konuşmaların tamamı kaydedildiği için ilerde burada olmayan değerli hukukçularımıza da intikal edebilmek bakımından soruyu soracak değerli konuklarımızdan evvela kendilerini ve sıfatlarını takdim ederlerse, ondan sonra da sorularını alacağız. Soruların olabildiğince kısa olmasında fayda var. Her bir soru ayrı bir tebliğ niteliğinde olursa belirtilen saatte bunu bitirme imkanımız yok. Onun için, soruyu kime tevcih edeceklerse onu da belirtirlerse soruları önce toptan alıp sonra değerli konuşmacılar hepsine birden ayrı ayrı cevap vermiş olacaklar. Şimdi söz almak isteyenler varsa mikrofonu dolaştırıyoruz. Evet Haşim GÜNEY - Danıştay Tetkik Hakimiyim. Sayın konuşmacı Yücel Uğurlu’ya olacak sorum. Ölçülülük ilkesi ile yerindelik denetimi arasında bir ilişkinin varlığından bahsetti sayın konuşmacı. Fakat, ölçülülük ilkesi uygulanırken zaman zaman toplumda bu tür yakınmalar da olur, idarenin yerine geçme, yerindelik denetimi yapıldığı hususunda birtakım yakınmalar olur. Acaba, ölçülülük ilkesinin ölçülü kullanılması konusunda bir sınırlama var mı?. Bunu sormak istiyorum. Cemil ÇİÇEK - Başka, görebildiğim kadarıyla hanımefendi var orda, Zeynep YILMAZ - Anayasa Mahkemesi Raportörüyüm. Benim sorum da sayın UĞURLU’ ya. Konu şöyle: İdari para cezalarında ölçülülük ilkesinin ihlal edilmiş sayılması için o düzenleme tek başına mı dikkate alınmalı? Örneğin, 6183 sayılı Yasanın 41. maddesinin son fıkrasında şöyle bir hüküm var; banka müdürleri tahsil ettikleri amme alacağını zamanında Merkez Bankasına intikal ettirmedikleri takdirde kendilerine %10 oranında idari para cezası ödenmesi öngörülüyor. Ancak, bir önceki fıkrada da gecikme zammı ile ilgili kurallar var. Aracı banka gecikme zammını ödedikten sonra ilgili personele her zaman rücu edebilir. Bu durumda eylemle ceza arasında adil bir denge olup olmadığını düşünürken iki kural birlikte mi göz önüne alınmalıdır? Teşekkür ederim. Orhun YET - Danıştay Üyesi. Benim sorum sayın Sayın Sait GÜRAN’ a Tabii soru olmaktan öteye, soru olarak soracağım da, Sait Hocamız da bildirisini sunarken, ben bir tartışma zemini yaratmak istedim, yönündeydi. Tabii ki, sayın hocamızın bu bildirisine ilişkin söyleyeceğim ayrıca hususlar var. Fakat, sayın başkanın soru olarak yöneltin, ifadesi karşısında soru olarak yöneltiyorum: Şimdi, bildiride yürütmenin 189 durdurulması kararlarına ilişkin eleştiriler kısmında belirttiğiniz iki husus var. Bunlardan bir tanesi, mahkemece verilen davalı idarenin savunması gelinceye kadar yürütmenin durdurulması kararı ile davalı idarenin savunması geldikten sonra yürütmenin durdurulması talebinin karara bağlanması kararına karşı itiraz başvurusunun bulunmamasının eksikliği, demişsiniz. Ötekisi de belirtilen bir husus, yürütmenin durdurulması kararının, bazen davanın konusuz kalması sonucunu doğurması olarak bunları açıklarmısınız? Yani, bu eksikliğin ve de yürütmenin durdurulması kararının bazen davanın konusuz kalması sonucunu ne şekilde doğurduğuna ilişkin bu soruya cevap verdikten sonra, benim de buna karşı söyleyeceğim bazı şeyler olacak, teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK - Burada bir değerli konuğumuz…sağolun… Burak ÖDER - Bilgi Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, İdare Hukuku Yardımcı Doçenti. Benim iki sorum olacak müsaadenizle, birisi Yücel Beye. Şimdi, biz de idari işlemleri anlatırken beşli klasik ayrımı kullanıyoruz, beş unsura ayırıyoruz. Yekti, şekil, sebep, konu, amaç, ölçülülük prensibini bu beşli ayrım üzerine nasıl oturtacağız? Bu konuda bilgi istiyorum. İkincisi ise Sayın RONA hocama. Yabancılara ilişkin, hak düzenlemelerine ilişkin yeni model konsept bütün hakların herkese tanınması yabancılar dahil olmak üzere ve uluslararası hukukun getirdiği kısıtlamaların da iç hukuka aktarılması. Eğer, bu modern konsept doğruysa, doğru anlıyorsam bizim anayasamızın 16. maddesi de bu konsepti zaten 82 yılından beri kendi içinde barındırıyor, acaba doğru mu düşünüyorum? Teşekkür ederim. Fikri BALCI - halktan biriyim, sabahtan evden çıktım Danıştay’da bir konferans var dediler, geldim hem dinledim hem yararlandım fakat Ülkemizde… Cemil ÇİÇEK - Mikrofonu biraz yaklaştırırsanız.. Fikri BALCI - Ülkemizde bulunan kitle iletişim araçları o kadar çoğalmasına karşın, hepsi bir tekel oluşturmuşlar. Bunu partilere sorduğumuz zaman partilerin hepsi, biz bu iletişim araçlarının tekelleşmesini kabul ettik fakat, bir şey yapamayız diyor. Bu toplumu dışlayan, bu halbuki, toplumun sesini topluma duyurması gereken, bu araçların toplumu dışlayan bu araçların, bu çözümü sorunlarının, bu çözümü yargıda o yerini almayacak mı, veya yargının hangi dalları bununla uğraşacak? Hangileri bu konuya çözüm bulacak? Hepinize teşekkür ediyorum. Cemil ÇİÇEK - Teşekkür ederim. Kime sordunuz sorunuzu? Fikri BALCI - AYBAY Beye soruyorum. 190 Cemil ÇİÇEK - Evet. Benim görevim trafiği kontrol etmek. Hocam size geldi Yasin SEZER - Doktor. Pamukkale Üniversitesi. Benim iki sorum olacak, birincisi Rona AYBAY hocamıza: Bu yabancı kişilerin Türkiye’deki çalışma iznini, çalışmasına müsaade edilmesi noktasında hiç mi sınırlama gelmeyecek? Örneğin, devlet memurluğuna girmesine de müsaade edilecek mi? İkinci sorum Yücel Beye: Anayasanın 13. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının ölçütleri arasında öze dokunulması yasağı getirildi.Bir de ölçülük ilkesi. İkisi arasında fark veya ortak nokta, ayrım nedir. ? Teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK - Evet başka soru soracak, bir arkadaşımız oradaki… Selami YÜCEL - Efendim, ben avukatım. Farklı bir açıdan bakıyorum ben. Hukuk davasında da davacı, davalı, dava. Bu üçlü arasındaki dengenin ben oturmadığını düşünüyorum. Savunmaya ve avukatlara bir takım yetkiler verilmesi suretiyle, bilhassa delil toplanması, o delillerin belgelendirilerek ibraz edilmesi halinde buna itibar edilmesi demokratikleşme açısından değerli olacaktır diye düşünüyorum. İdari makamlarda da ölçülülük ilkesi açısından bu önemli. Çünkü, bu dengenin oluşmadığı yerde şey olmaz yani, hak aramanın, hukuksal hak arama yönteminin kolaylaştırılması suretiyle avukatlara kolaylıklar tanınması düşüncesindeyim. Bunlara görevler yükletilmesi ve yargının hızlandırılması düşüncesindeyim. Özellikle sayın bakanımızın bilgiye ulaşılması konusunda bir yasa tasarısı hazırladığını duydum. Avukatlara bu belgelerin alınıp hatta, o makam tarafından tasdik edildikten sonra gelip yargı makamlarına verildikten sonra onların tekrardan sorulmaması yani, buna itibar edilmesi, eğer yanlış yapan avukata da ceza verilmesi, müeyyidenin getirilmesi konusunda bir önerimiz var bizim. Yargıyı da %50 hızlandıracağını düşünüyorum yani bunu daha açabilirim eğer tartışma ortamı olursa. Ben şimdi idari makamda da aynı şeyde görüyorum. Keyfiyet olabiliyor. Bilhassa belediye başkanları ve idari makamlar yüksek cezalarla ilgili, bir kağıt, hemen dolduruyorlar gönderiyorlar, diğer taraf dava açsın, uğraşsın epey, yürütmeyi durdurma kararı aldırsın, uğraşıyor. Bunun için yapılan yasalarda müeyyide eksikliğini ben görüyorum. Sayın Yücel OĞURLU’ya da soruyorum, bu ölçülülük ilkesinde müeyyideye yer verilmeli mi verilmemeli mi diye soruyorum, teşekkür ediyorum. Mehmet ÜNLÜÇAY - Danıştay Üyesi. ben sayın Sait GÜRAN’ a soru yöneltmek istiyorum: Şimdi, yargılama usulü ile ilgili tebliğini ortaya koyarken tabii belli bir model arayışında olduğunu da söyledi sayın hocamız. O söyleyişinden hareketle şunu sormak istiyorum; idari davalardaki kanun yollarını fazla görmüyor mu? Yani, bizim yargılama 191 sürecini fazlaca, belki de ön plana alarak hukuk davasının aşağı yukarı bütün kanun yollarını idari davaya taşımış durumdayız.Öyle ki, herhangi bir şekilde idari mahkemesi kararının bozulması halinde bir dosyanın dört kere Danıştay’a gelme olasılığı var. Bu durumda amaç idarenin yargısal denetimini yapmak olduğuna göre, bütünüyle hukuk usulüne, hukuk davasına özgü kanun yollarını ısrarla yargılama, idari yargılama usulünde korumak ne derece amaçla bağdaşır idari yargı işleviyle bağdaşır, onu sormak istiyorum. Bir de ona ek olarak iptal ve tam yargı davası türleri belli format olarak geliştirilmiş yargılama usulümüzde de yer alıyor. Ancak her idari uyuşmazlığın, hele bilhassa bu bağımsız idari otoriteler, regülasyon kuruluşları ortaya çıktıktan sonra, onların kararlarının yargısal denetimi özel önem arz ediyor. Acaba, her idari uyuşmazlık için farklı yöntemler geliştirilmesi daha doğru olmaz mı? Zira bizim model aldığımız hukuk davasının formatı ne amacı ne de süreci itibariyle idari davalara yeterince uyum sağlayamıyor. Yani, hukuk davasında önemli olan tarafların iddia ve savunmalarını iddia ve hak ve iddialarını ortaya koyup savunmaları iken, burada, idari yargıda idari davanın idari yargı hakimi tarafından yönetilmesi ve idari yargı denetimi amacı doğrultusunda yönlendirilmesi gerekiyor. Fakat, biz yargılama sürecini kutsadıkça galiba biraz amaçtan uzaklaşmış olmuyor muyuz? Bunu sormak istiyorum. Teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK - Bundan sonra son bir soru daha alacağım Ali ULUSOY - Doç.Dr. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Benim sorum da Sait Hocama: Bu kesin hükümle ilgili olarak sorum biraz da tebliğdeki bu konudaki tartışmalara katkı sağlaması açısından. Şimdi, bildiğiniz üzere kesin hükmün bağlayıcılığı dediğimiz bir ilke var. Kesinleşmiş bir mahkeme kararının bağlayıcılığı. Hukuk usulünde de bu kesin hükmün şöyle bir anlamı var: Geleneksel olarak sadece tarafları bağlayacağı, o davanın tarafları için geçerli olduğu, bağlayıcı olduğu gibi bir durum söz konusu. Fakat, bunun idari yargıdaki, idare hukukundaki ve bizim anladığımız anlamda bir iptal davasının sonuçları açısından aynı nitelikte olmadığını görüyoruz. Çünkü, idari yargıda iptal kararlarının objektif niteliği var. Dolayısıyla bir iptal kararı sadece o davanın taraflarını değil, başkalarını da etkileyebilir, bağlayabilir. Şimdi, yine bildiğimiz gibi son zamanlarda bir olgu söz konusu, o da bir idari yargıda kesinleşmiş olan bir mahkeme kararının davalar,davanın tarafları aynı olmasa da kesinleşmiş, kesin hüküm haline gelmiş mahkeme kararını, idari yargıdaki mahkeme kararını anlamsız hale getirecek veya uygulanmasını olanaksız kılacak türde adli yargıda, yine aynı şekilde, mahkeme kararlarının verilebildiğini görüyoruz. Şimdi, klasik kesin hükmün etkisi açısından baktığımızda hukuk usulünde, özel hukukundaki anlamında baktığımızda bu bir anlamda sanki 192 kesin hükmün etkisini bertaraf etmiyor gibi görülüyor teknik yönüyle. Fakat, diğer açıdan da belki davanın tarafları, davanın konusu tamamen aynı değil ama, idari yargıda verilen kesinleşmiş mahkeme kararının etkisini tamamen anlamsız kılacak şekilde adli yargıda bir mahkeme kararı verilebiliyor.Tespit davası niteliğinde veya başka şekillerde. Şimdi, acaba bu kesin hükmün etkisi konusunu yeniden mi tanımlamak gerekiyor? Bu idari yargı kararlarının, idari yargıda kesinleşmiş mahkeme kararlarının etkisini bertaraf edeceği nitelikte adli yargıda karar verilememesi için, bu kesin hükmün etkisi, bağlayıcılığı konusu yeniden mi tanımlamak gerekiyor?. Teşekkür ederim… Bilal KARTAL - Danıştay 4. Hukuk Dairesi Başkanı. Şimdi, Yücel UĞURLU’nun tebliğinde işlediği konu ölçülülük. Tabii ben idari hukukunu uygulamayan bir kişi olarak ölçülülükten neyin amaçlandığını dinlediğim zaman acaba şöyle bir konu mu gündeme geldi? Bizim de sık sık özel hukukta uyguladığımız denkleştirme yani, bir yerde işte kusurların paylaşım, kusurlara göre veya tarafların sosyal, ekonomik veyahut da diğer, şimdi bu konunun arkadaşımız da söylediler, genellikle disiplin suçlarında uygulandığını, diğer konularda bir ölçüde pek gözetilmediğini söylediler. Burada, uygulamada o devletin yapısı karşımıza çıkıyor. Şimdi, idari yargıda yanlardan bir tanesi mutlaka devlet veya devletin bir kurumu. Öyle biliyorum. Bir polisin herhangi bir olaydaki davranışında bir devletin kendi otoritesi, kendi gücü, kendi egemenliğine oradaki kişi haklarının karşı karşıya gelmesi. Veya bir devletin, devlet kurumunun kendi eğilimli işlemini yerine getirirken herhangi bir kişinin malvarlığına şu veya bu şekilde verdiği zarar. Veya bir devletin tasarrufta bulunurken bir kişiyi görevden alması gibi konularda burada iki tane hak, iki tane yarar yani, bir taraftan devlet diğer taraftan kişinin hakları karşı karşıya gelmektedir. İşte bu noktada o devletin siyasi yapısı veyahut da o devletin kişi, fert ve haklarını öne tutmaktadır yoksa, devletin yapısını öne tutmaktadır. İki tane olgu karşı karşıya gelir. Buradaki çözüm hiç şüphesiz orada yasanın, daha doğrusu anayasanın siyasi yapısı bir yerde yargıçları yönlendirmektedir. Bu bakımdan, bu yönlendirmede bizim uygulamada gördüğümüz genellikle ki, bu adli yargıda da var. Daha çok devletin yararının veyahut da işte, kamu yararı ki ne olduğu anlaşılmayan bir kamu yararı deyimiyle onun öne çıkarılmasıdır. Şimdi, bu bizim ülkemizdeki uygulamadır. Bu ölçülülük diyeceğim ülkemizdeki uygulamadır. Fakat, tabii ki, daha bu özgürlüklerin ve demokratik olan ülkelerde daha çok fert hak ve özgürlüklerin öne çıktığını ve onların üstün tutulduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan, biz özel hukukta daha çok gördüğümüz gibi vardır bizde. Hiçbir yasal düzenleme olmadığı halde, somut olaylı özelliğine göre elimizde anahtar bir madde 193 vardır. Borçlar Kanununun 43. maddesine göre yargıç o iki tarafın durumlarını dengelemek suretiyle bir sonuca varmaktadır. Orada hiçbir, o kadar tabii ki, takdir yetkisini kullanırken, hiç şüphesiz somut olaydan ayrılmamak suretiyle bunun yine bir yasa maddesini öngörmeden kendisi serbestçe bunu uygulayabilmektedir. Bizim idare hukukundaki yargıçlarında tabii ki bu olguyu göz önünde tuttuklarını ve özellikle tam yargı davalarında gözetildiğini zannediyorum. Teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK - Teşekkür ederim. Soruların adedine bakarsak ilk soruyu sayın AYBAY, cevap hakkını size veriyorum, en son olarak da Yücel Bey’e. Zihni bir hazırlık yapabilmeniz açısından, buyurun efendim. Rona AYBAY - Teşekkür ederim sayın Bakan. Şimdi ben değerli genç meslektaşım Burak ODER’ in sorularıyla başlamak istiyorum. Anayasanın 16. maddesi, 82 Anayasasının 16. maddesi, 61 Anayasasının ilgili maddesinden sanıyorum 11 miydi 10 muydu, aynen alınmıştır. Gerçekçi ve uluslararası standartlara uygun bir düzenlemedir. Hatırlatmak için söyleyeyim; temel hak ve hürriyetler, yabancılar için milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir. İki kriter konulmuştur gördüğünüz gibi. Birisi kanunla sınırlanmak. Fakat, Burak Bey’in sorusu açısından şu anda önemli olan birinci unsur. Yani, milletlerarası hukuka uygun olmak. Bundan çıkarılacak sonuç yabancıların haklarına hiçbir sınırlama konulamaz değil, konulacak sınırlamaların milletlerarası hukuka uygun bir ölçüde olmasıdır. Peki, milletlerarası hukukun bu konudaki standartları neler? Geleneksel standartlar, uyrukla yabancının eşitliği veya adaletin uluslararası standardı gibi kalıplarla ifade ediliyor. Uyrukla yabancının eşitliği adının da gösterdiği gibi, bir ülkedeki yabancılar veya bir ülkedeki hak sahibi olabilecek yabancılara uyruklarla eşit, vatandaşlarla eşit hak tanınması gerektiğini gösteriyor. Yani, başka bir deyişle, kendi uyruklarına ne kadar hak veriyorsa bir devlet, yabancılara da aynı ölçüde hak tanımalıdır. Adaletin uluslararası standardı ise, ulusal düzenlemeden bağımsız olarak, bir takım uluslararası hukukça kabul edilmiş hakların her ülkede yabancılara tanınması anlamına geliyor, veya bunu amaçlıyor. Şimdi her ikisininde tabi çok şematik ve özet bir tanıtımını yaptım. Her ikisininde sakıncaları apaçık ortadadır. Uyrukla yabancının eşitliği ilkesi örneğin, kendi uyruklarına ciddi planda hiçbir hak tanımayan bir ülke bakımından, yabancılar için hiç de güvence getirecek bir standard değil. Kendi uyruklarına tanıdığı kadar hakkı, yabancılara da tanıması, böyle bir ülke için pek de fazla bir şey ifade etmeyecektir. Yabancılar da güvenceye kavuşmuş olmayacaktır. Adaletin uluslararası standardı ise, demin konuşmamda değindiğim gibi emperyalist devletlerin emperyalist amaçlarına uygun olarak kullanılmaya son derece elverişli bir şey. Bu da yabancılara 194 uyruklardan daha fazla hak tanıma taleplerini meşrulaştıracak bir standarttır. Yani, yabancılara ayrıcalıklı bir statü tanınmasıdır. Bu da bizim cumhuriyet rejimiyle, cumhuriyetin kurulmasıyla kesin olarak geride bıraktığımız, kapitülasyonlara kadar gidebilecek bir uygulamadır. Ha, şimdi geliyoruz günümüzdeki standartlara. Günümüzde geçerli olacak standartlar, insan hakları standartları.Konuşmamda değinmeye çalıştım; insan hakları standartları çok daha çağdaş ve Burak kardeşimin deyimiyle belki yeni modern konsept diye belki bunu kastediyor. Ama, insan hakları standartları da uyrukla yabancıya her alanda tam eşitlik tanımasını kesinlikle gerektirmiyor. Öyle olanlar var ki, uluslararası insan hakları metinleri, bizzat Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 16. maddesinde olduğu gibi, bazı hakların yabancılardan esirgenebileceğini açıkça kabul etmiştir. Bütün mesele yabancılardan esirgenemeyecek çekirdeğin ne olduğunun saptanmasıdır. Genel standartlara göre, genel anlayışa göre, uygulamaya göre örneğin; Yabancılardan siyasal hakların esirgenmesi uluslararası hukukça da kabul edilebilir bir şeydir. Meğer ki Avrupa Birliği gibi ulusalüstü bir birlik oluşmuş olsun ve onun içindeki devletler arasında bu konuda o devletlerin uyrukları bakımından tam değişiklik sağlanmış olsun. Ama, uluslararası hukuk yabancılardan siyasal hakların esirgenmesini meşru kabul eder demek yabancılara hiçbir şekilde siyasal hak tanınmaz demek değil. Nitekim, batı Avrupa ülkeleri, önce İskandinav ülkelerinde başlayan, 1970’lerde başlayan bu uygulama sonucunda yabancılara da önce yerel seçimlerde olmak üzere yavaş yavaş bir takım siyasal haklar, seçme seçilme hakları tanınması uygulaması var. Bu uluslararası hukuka aykırı değil gayet tabii ama, uluslararası hukuka, uluslararası hukuk devletlere böyle bir vecibe, böyle bir yükümlülük de yüklemiyor. Devlet eğer siyasal hakları yabancılardan esirgerse uluslararası hukuka aykırı bir şey yapmış olmaz. Bir şeye daha dikkatinizi çekeyim, Sayın Burak ODER, değerli kardeşim, Avrupa Konseyine üye Almanya, Fransa gibi bazı devletler, Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde kabul edilmiş sivil ve siyasal haklar, ben sivil diyorum, sebebini biliyorsunuz, nedeni onu karşılar mı karşılamaz mı? Sivil ve siyasal haklar sözleşmesini imzalarken çekince koymuşlardır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 16. maddesi anlamında biz bunu onaylıyoruz diye. Yani, 16. madde Avrupa devletleri için bir güvencedir. Bir başka nokta diskriminasyonu, ayrımcılığı önleyen 14. madde ve yeni 12. protokol. Bir cümleyle özetleyim. Fazla vakit almak istemiyorum; 14. madde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesi içindeki hakların cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka kanaatler, ulusal ya da sosyal köken ulusal bir azınlığa mensupluk, servet, doğuş ya da herhangi bir başka statü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeksizin sağlanmasını öngörüyor. Bu kalıp 195 şeyden alınmıştır; İnsan Hakları Evrensel Bildirisinden alınmıştır. Bizi şu anda ilgilendiren herhangi başka bir statü kapsamına acaba yabancılık da girer mi? Bu öyle kabul edilmiyor. Yani yabancılığın bir, yabancılardan bazı hakların esirgenmesinin ayrımcılık sayılmayacağı kabul ediliyor. Sonuç olarak, a bakın! Yabancı ile yerli uyruk arasındaki farkın en belirgin olarak ortaya çıktığı alan nedir? Sınır dışı etme. Uyruğunuzu gerek bizim 82 Anayasasına göre, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin bizim bir türlü onaylayamadığımız 4. protokolüne göre, gerek uluslararası hukukun geleneksel ilkelerine göre, uyruk sınır dışı edilemez. Ama, yabancı sınır dışı edebilir. Gerçi sınır dışı edilmeyi 7. protokol bir takım usulü koşullara bağlamıştır. Savunma hakkı tanınmasını öngörmüştür vs. ama, yabancı sınır dışı edilebilir ilke olarak. Memlekette, hele bulunması hukuka uygun olmayan yabancı, çok daha kolay sınır dışı edilebilir. Kısacası yani, uluslararası hukuk, uyrukla yabancı arasında tam bir eşitlik kurmuştur demek için vakit daha erken. Bunu söyleyemeyiz. Meğer ki, Avrupa Birliği gibi ulusalüstü birlik oluşturmuş olsun. Yargı tekeli ile ilgili soru yönelten sayın konuşmacıya… .……………………………….. Cemil ÇİÇEK - Basındaki tekelleşmeyi sordu. Rona AYBAY - Evet, benim konum yabancılarla ilgili olduğu için sorunuza benim konuşmamın kapsamında olmadığı için cevap veremiyorum. Mazur görün. Kırıkkale Üniversitesinden sayın meslektaşım Dr. Yasin SEZER veya TEZER. Soyadınızı yanlış almadım inşallah. Evet SEZER. Çalışma hakkıyla ilgili bir soru sordunuz. Anayasanın bazı maddeleri biliyorsunuz, herkes, diye başlar, bazı maddeleri, her Türk, diye başlar. İkisi arasındaki ayrım aşikar. Kamu hizmetine girme hakkı her Türk’ün hakkıdır. Çalışma hakkı herkesin hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde ve benzeri uluslararası insan hakları sözleşmelerinde de, herkes örneğin, kendi ülkesinin kamu yaşamına katılma hakkına sahiptir. Kendi ülkesi, kısacası çalışma hakkı ama, yabancılar da Türk kamu hizmetinde sözleşmeli olarak istihdam edilebilirler. Buna bir engel yok. Örnekleri de pek çoktur. Bilmem tatminkar oldu mu? Ben vakti, öbür konuşmacıların vaktini şey etmeyeyim. Teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK - Evet, size epey şey geçtik hocam. Onu da bilesiniz yani. Onda hiç tereddüt yok. Evet, buyurun sayın GÜRAN Hocam, sağ olun. Sait GÜRAN - Teşekkür ederim sayın başkan. Bu lüzumlu olabilir takalım önce. Efendim şimdi soruları yanıtlayım. Önce bir açıklama getireyim. Bu okuma işini ben hiç sevmem, bir kere bildirimin bütün lezzetini alır götürür. Öyle olmuş olabilir. İkincisi bir başka sorun daha 196 vardı bu günkü sunumda. Ben sadece içtihat birliği kısmının mühelifiyim. Öteki konuların değişik mühelifleri var. O itibarla ben onların hazırladıklarını yirmi dakikalık bir özete dökerek anlattığım için her şey daha bir kısaldı. Bu itibarla sayın Orhun YET’ in sorusuna o taraflının, o satırların mühelifi olan Taner AYANOĞLU cevap verecek. Ondan benim de söyleyeceğim bir şey kalırsa eklerim. Bu itibarla, ikinci kısma geçiyorum. İdari davalardaki kanun yolları fazla değil mi, şeklinde bir soru var. Şimdi, Anayasanın emrettiği şu? İki dereceli bir yargılama olacak. Her vatandaşın davası önce bidayette yargılanacak, sonra bir de üst derece yargılamasına gidecek. Bu üst derece yargılamasından sonra artık üçüncü bir yargılamadan söz etmiyor. Arada iki kere mi bidayet mahkemesince döner? Bidayet mahkemesine ısrar hakkı verilir mi? Bidayet mahkemesi derken tabii, ilk derece yargılama yapan durumlarda Danıştay dairesini de kastederek konuşuyorum. Israr hakkı verilir mi verilmez mi? Üst denetime girdikten sonra dava orada bitirilir mi? Artık bu kanun koyucunun takdirine bırakılmış bir husustur. Olmaması çok büyük bir sorun teşkil eder mi? Bu da ülkedeki yargının kalitesi ve görevini ne denli yaptığı meselesidir. Yani, burada dostlar meclisinde konuşuyorsunuz. Biliyorsunuz ben bazı şeyleri de biraz gayet açıklıkla söylerim. Biz bidayet yargılamasını ne kadar sağlam kurar, ne kadar onların işlerini olanakları da tanıyarak belli bir düzen ve hız içinde yapmasını sağlarsak, üst derece denetim hem o kadar işini kolaylaştırırız, hem de meseleyi daha çabuk sürede bitiririz. Bu itibarla bu yolun, ısrar yolunun özellikle kapanması şeklindeki bir tutum veya kanuni düzenleme girdiğinde buna ne yanlış diyebiliriz, olmasına, doğru da diyemeyiz. Kendi durumumuza göre bunu tartışacağız. İstatistiklerini tutacağız, en önce istatistiklerini tutacağız bakalım ne kadar karar alt mahkemeye gittikten sonra oradan uyuma çıkıyor, ne kadar ısrar çıkıyor. Bu ısrar, üst mahkemenin birinci kararının değişmesinde ne denli etkili oluyor. Bunların istatistiklerini çıkaracağız. Bundan bir gözlemle bunu tutabiliriz de tutmayabiliriz de. Bu tamamen sanırım bu bağlamda ele alacağımız bir iş. Bir de geriye kararın düzeltilmesi kalıyor. Şimdi, kararın düzeltilmesi, müsaade edersiniz ben bunu temyize itirazdan ayırıyorum. Temyizde itirazı bir başka heyete yaptırıyoruz kararın düzeltilmesini ise aynı heyete yaptırıyoruz. Ben kararın düzeltilmesini bir nevi rica olarak bakıyorum. Aralarına bir mahiyet farkı koyuyorum. Yani, sayın mahkeme bir karar verdiniz, bize göre taraflardan bu yola gidenlere göre hala biz şöyle bir eksiklik veya yanlışlık olduğu kanısındayım. Bu hususu bir kez daha dikkate alarak lütfen inceler misiniz? Zaten, genelde kararın düzeltilmesinde talepte bulunan kişi söylediği lafları daha temyiz veya itirazda zaten söyledi. Yani, mahkemenin burada daha ziyade üçe iki oylarda veya ikiye bir oylarda bir 197 gündeme gelme olabilir. Her yargıç da kararını düşünerek verdiğine göre, kararın düzeltilmesi yolunda da bir istatistiğe bakalım. Ne kadar başarılı oluyor, ne kadar hakikaten bir düzeltme ortaya çıkıyor, bunlara bakalım. Bu itibarla, kararın düzeltilmesi yolu da olabilir de olmayabilir de. Bence bu ne ciddi bir hukuk denetimi eksikliği getirir, ne hukuk devleti geriye gitti gibi bir söyleme zemin teşkil eder. Önemli olan yargısal denetimin her derecede sayın yargıçlara da yeterli vakti tanıyacak biçimde, yeteri donanımı sağlayacak biçimde bu imkanı, bu yargılamayı yapmasına imkan vermekle bağlı bir şey. Hatta, benim hep düşündüğüm bir problemdir, bu vesile ile de onu söyleyeyim: Mesela yürütmenin durdurulmasına itirazda bölge idare mahkemesine gidiliyor, bölge idaresi mahkemenin itirazını kaldırıyor. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Her ikisi de, biri hukuka aykırılık vardır dedi durdurdu, öteki görmedi kaldırdı. Sonra bir de dönüyor esas mahkeme, bölge idare mahkemesinin düşüncesini genelde fazla paylaşmadan ilk yürütmenin durdurulması kararını neredeyse karbon kopya metin olarak iptal kararına çeviriyor. Şimdi, bundan da bir takım problemler ortaya çıkıyor. Bunların hep ne getiriyor, ne götürüyor, ne getiriyor ne götürüyor hep iki taraftan bakarak oturup bir tartışmasında ve ona göre bir çözüm üretilmesinde fayda olduğu kanısındayım. Her idari uyuşmazlık için farklı yargılama formatı uygun olmaz mı? Şimdi, bu gibi durumlarda böyle “olur” yaklaşımı içine girersek, bu işi öyle bir parçalarız ki, yani, sonunda idari yargılama usulünde veya evrelerinde birliği kaybederiz. Birliği kaybetmeden, ortak paydayı kaybetmeden olabilir, farklılıklar olabilir. Nitekim, bir örnek olarak söyleyeyim, sınav notu davası; Sınav notu davası, sınav notu davasıdır. Bu ilkokul beşinci sınıf öğrencisinde de sınav notu davasıdır, lise ikideki kimya da öyledir, hukuk fakültesi idare hukuku not davası da not davasıdır. Yanılmıyorsam birini tek hakimle baktırıyoruz, ötekini üç hakimli heyetle baktırıyoruz. Demek ki, böyle bir takım farklılıklar olabiliyor. Birisini itiraz yoluyla bölgede sonlandırıyoruz, ötekini temyiz ettirip Danıştay’a getiriyoruz. Efendim, demek ki, olabiliyor. Yeter ki, doğru konuda doğru isabetli ayrımları yapalım. Dışarıdan da bir örnek vereyim: Bu idari, bağımsız idari otoritelerle, Amerikan modeliyle uğraşan arkadaşlar çok iyi bilir,idari usul yasası var. Fakat, Amerikan idari usul yasası öyle bir idari usul yasası ki, bizim idari yargılama usul yasası gibi, adını bilmezseniz idari yargılama usul yasası dersiniz buna. İlk etapta idari karar alınırken, idarede karar alınırken, öyle yargısal benzeri usul uyguluyor ki, tarafların, özellikle yüksek katılımına yer veren bu makamların aldığı kararlar, bidayet mahkemesinden direkt istinat mahkemesine gidiyor. Bu suretle, adeta idari makamı bidayet mahkemesi rolünü oynamış olarak kabul edip, ara kademede yargılamayı başlatıp olabilir, olabilir zaten bizim 198 tebliğimizin fonksiyonu bu olabilir mi, olamazmıyı tartışmak ve bu soruları getiren bütün meslektaşlarıma da teşekkür ediyorum. Ali ULUSOY’ un sorularına da teşekkür ediyorum, kesin hüküm idari hukukunda farklı olmasın mı? Kesinlikle olsun. Hocamız Lütfi Bey’in meşhur makalesidir, idari yargı adlileşti mi diye. Evet, idari yargı giderek adlileşti. İdari yargı, idari yargıya benzesin. Adlileşme ihtiyacı yok idari yargıda, kendi bir kimliği var, bir kişiliği var, bir işlevi var. Ötekinin de kendi kimliği, kişiliği ve işlevi var. Lütfen, her iki alan kendi alanında kalsın. Kesin hüküm idare hukukunda farklı olmalı mı, evet olmalı. Bir başka nokta yine kendilerinin getirdiği, bu iptal davasının objektif niteliği. Şimdi, bizim iptal davası bir efsane haline getirilmesin dediğimiz bu. İptal davasını, dikkat edelim iptal davasının savcısı yok. İptal davasını açacak kamu makamı yok. İptal davasını birey açmadığı takdirde hem de menfaati ihlal edilen birey, öyle her birey de değil, bunun dava yargılaması yok. Aksiyopopularist değil. O halde buradaki bireylilik, bireysellik ve subjektiflik boyutunu unutup da bunu külliyen bir objektif bir dava diye yaklaşıp, her noktasını buna göre çözerse bunun asıl noktasını gözden kaçırırız. Benim iddiam iptal davası, davacının davasıdır, ve davacı getirip kendisi için bir şeyler elde etmek çabası içindedir. Bunu buradan alıp kamunun davası, onun davası, bunun davası, o amaç, bu amaç diye yaparsa davanın özündeki ağırlık noktasını değiştirmiş oluruz. Ama, bununla beraber, burda bir gerçek payı var ve doğruluk var. O da şu; Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği idari yargılama usulü 2. maddesini bir hatırlayalım. Ne diyordu orda? Kişisel menfaati ihlal edilenler, arkadan da başka bir şey söylüyordu ama. İmar, çevre, tarihi eserin korunması vb. alanlarda yani, bireyin menfaatinden kamunun menfaatine giden davalarda kişiselliği aramam diyordu, yanlış hatırlamıyorsam. Şimdi, bu bana göre doğru bir şey. O halde, bire bir kişinin menfaatinin konusu olduğu iptal davalarındaki, bırakalım objektifliği filan, bir yana koyalım ama, ikinci kategoriye girenlerde de mutlaka objektif karakterini koruyalım. Nitekim, Danıştay bunu görür. Ama objektiften giderekten yeni bir şehir plancıları odasının birisinin imar ruhsatı hakkında açtığı davada imar planına da, şehircilik esaslarına aykırı olduğu savıyla açtığı davada bir yargılama yapıyoruz, bir hüküm çıkartıyoruz, ruhsat sahibinin haberi yok. İşte, Paperimizde özür dilerim, bildirimizde gıyapta yargılama olmasın, dahili dava edelim, taraf yapalım dediğimiz bu. Bunu da yapıyorsak getirelim kişiyi de , bu sizi çok rahatsız edebilir, artık bireyleri de davacı mevkiinde veyahut davalı mevkiine de koyabiliriz. Kimin hakkı ihlal ediliyorsa, gelir birey o da davaya dahil olur, taraf olur. Davanın yargılamasına katılır, taraf sıfatıyla katılır, kendini savunur ve ondan sonra çıkan kesin hüküm hem idareyi hem bireyi bağlar. Nitekim, biz uzun 199 seneler, ben şahsen uzun senedir bunu sorumluluk davaları için de söylüyorum. Bu meşhur Danıştay’ın Konuralp davasıdır. Danıştay bu kararı da vermiştir, Konuralp davasında Danıştay mahkum etmiştir. Hem idareyi mahkum etmiştir, hem kararı uygulamayan Hocamız Sıddık Sami ONAR’ı rektör olarak mahkum etmiştir, paylaştırmıştır sorumluluğu. Bu çok doğru bir yaklaşım. Ama, bir eksiği vardı. Sıddık Sami Bey bu davayı sadece karar önüne geldiğinde öğrendi. Gıyapta yargılandı. İşte bu gıyapta yargılama kısmını kaldıralım. Bu gibi konulara kişileri de dahil-i dava ederek götürelim. Son nokta, hüküm uyuşmazlığı meselesi. Adli yargıdan verilen karalar diyor, o da çok enteresan bir nokta eğer, uyuşmazlık mahkemesi kanunda düzenlediğimiz hüküm ihtilafı maddesi, bu tür hukuki meseleleri çözmeye yetmiyorsa, burada da Cristoph Colomb’ un yumurtası gibi, bunu çözecek bir hüküm ihtilafı kavramı üretelim. Yasalara koyalım yargı da uygulasın. O itibarla, ben bunlarda herhangi bir engel görmüyorum ve kolayca çözülebileceği kanısını taşıyaraktan sözü Taner’e bırakıyorum. Sayın Orhun YET’ in sorusuna cevap vermek üzere. Taner AYANOĞLU - İstanbul Üniversitesi. Şimdi, yanlış anlamadıysam Orhun YET iki soru yöneltti. Birincisi savunma gelinceye kadar yürütmenin durdurulması kararları verilmesi ya da… Sait GÜRAN – Tanerciğim ayağa kalk da herkes görsün duymayan arkadaşlar var. Taner AYANOĞLU - Savunma gelinceye kadar yürütmenin durdurulması kararları verilmesi ya da idarenin savunması geldikten sonra yürütmenin durdurulması konusunda karar verilmesi. Şimdi, bu noktada ben şöyle düşünüyorum: Yürütmenin durdurulması kararının şartlarından birisi açık hukuka aykırılık. Bu açık hukuka aykırılık şartı; ağır hukuka aykırılık değil, ciddi hukuka aykırılık değil. Açık, yani dava dilekçesi üzerinden görülebilecek bir hukuka aykırılık. Dolayısıyla, yürütmenin durdurulması kararı konusunda yargı yeri önüne geldiğinde o dilekçe üzerinden açık hukuka aykırılığı tespit ediyorsa, edebiliyorsa yürütmenin durdurulması kararını vermeli. Yoksa idarenin savunması geldikten sonra gelinceye kadar o noktada artık yürütmenin durdurulması kararını tartışmaktan çıkıyor. Davanın esasına ilişkin bir noktaya giriyor ki, bu noktaya davanın esasını çözmek için değil, yürütmenin durdurulması kararını vermek için giriyor. Daha sonra buna itiraz prosedürü devreye giriyor. Hukuka aykırılık açık mıydı değil miydi vs. gibi. Sonuçta, ortada hukuka aykırılığı yargılanan bir idari işlem var. Ama, dava o mecradan çıkıyor, esasının incelenmesi mecrasından çıkıyor, yürütmenin durdurulması kararı hukuka uygun mu değil mi, kaldırılsın mı, kaldırılmasın mı gibi mecraya gidiyor. Şimdi ikinci, sorunun ikinci bölümüne gelirsek; davayı sona erdiren yürütmenin 200 durdurulması kararlarını açıklamamı istediniz. Burada tabi, böyle yürütmenin durdurulması kararları var ki, bunlar davayı konusuz bırakıyor. Bir örnek vermek gerekirse; bir üniversitede 4. sınıf öğrencisi son bir dersi kalmış, sınava girecek, sınava alınmıyor, ya da sınava girmiş, sınavdan geçmez not almış. Şimdi bu işlemlere karşı dava açtığında yürütmenin durdurulması kararı verilince, yapılması gereken bu kararın uygulanması ne şekilde gerçekleşecek, o öğrenciye son bir dersi de olduğuna göre yürütmenin durdurulması kararını uygulayıp diplomayı vermek. O takdirde ne oluyor, dava sona ermiş oluyor. Davanın konusu ortada kalmamış oluyor, diplomayı veriyorsunuz, gidiyor. Şimdi, o işlemin, dava konusu işlemin hukuka uygunluğu ya da aykırılığı tartışması ne oluyor? O tartışma askıda kalıyor. Benim orda belirtmek istediğim buydu. Teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK - Teşekkür ederim. Yücel Bey son söz sizde. Evet… Hayır 10.15’de bitireceğim. Çünkü o ayrı bir tartışma. Yücel UĞURLU - İlk olarak sayın Haşim GÜNEY’in sorusuna cevap vermek istiyorum. Ölçülülük ile yerindelik denetimi arasında acaba bir ilişki var mı? Gerçekten, ölçülülük ile yerindelik denetimi arasında çok sıkı bir ilişki var. Ölçülülük ilkesinin alt unsurlarından bahsetmiştim bildirimde. Alt unsurların gereklilik ve elverişlilik unsuru doğrudan doğruya yerindelik denetimi anlamına gelir. Bir sınırlandırıcı aracın seçiminde idarenin tercihi, takdir yetkisi varken tercih ettiği sınırlandırma aracının, sonuçta elverişli olup olmadığı ya da gerekli olup olmadığı konusu kesinlikle yerindelikle ilişkidir. Peki, ölçülülüğün ölçüsü nedir, sorusuna ne cevap vermek gerekir? Buna meşhur bir fıkra var onunla cevap vermek istiyorum: Bir bey konağa gider, oradaki akşam yemeğindeki yemeği çok beğenir ve ahçısına der ki; bu yemeğin tarifini al. Ahçısı gider diğer ahçıdan tarifi almaya çalışırken, işte, ne kattın, ne oranda kattın, ne ölçüde kattın deyince bütün hepsine şu cevabını alır; kararınca su, kararınca un, kararınca tuz, kararınca karabiber. Kararınca katılması. Bunu kim sağlayacak? İdari işlem ve eylem bakımından düşünüldüğünde bu kararınca olmayı kim takdir edecek? Öncelikle idare bunu yapmaya çalışacak. Fakat, iyi niyet olduğu sürece böyle bir denge kurma sağlanabilir, aksi halde böyle bir denge kurulması imkanı yoktur. İyiniyetin olmadığı yerde ne olacak? İşte, bu noktada idari yargı idareyi dizginlemiş olacak ve bu yapacağı sıkı denetimle bir ölçüde yerindelik denetimine de taşacak şekilde belki hukuka uygunluk denetimini yerindelik denetimine de taşırarak uygulamış olacak. Evet, kanuna aykırı sayın hocam. Bunu içtihat yoluyla belki geliştirmek mümkün, bilemiyorum. Sayın KARTAL’ın sorusuna cevaben: Bu konuya, ilk önce ölçülülük konusuna yaklaşık dört yıl önce çalışmaya başladığımda, çok kısa bir makale planlamıştım, yaklaşık beş, altı sayfa gibi bir makale olacağını 201 düşünmüştüm. Fakat, konu Avrupa Topluluğu Adalet Divanı kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Danıştay uygulamasına yayıldı ve ikiyüz elli sayfalık monografik bir çalışma ortaya çıktı. Bu çalışmayı bastırdım. Fakat, bu arada şunu söylemek istiyorum; acaba niye bu konu bu kadar genişledi? Çalışmayı yaparken özel hukuktaki arkadaşlarımıza da sürekli danıştım. Yani, sizde bunun karşılığı nedir? Mesela, ticaret hukukçusu arkadaşlarımız kendilerine göre cevap verdiler, kamu hukukçusu arkadaşlarımız konuyu aynen Alman hukukunda olduğu gibi hukuk devleti kavramıyla ya da insan haysiyeti kavramıyla ilişkilendirerek yanıtladılar. Burada sayın KARTAL, bir denkleştirme var mı demişti. Evet bir ölçüde denkleştirme var. Çatışan iki çıkar arasında, birbiriyle çelişen iki çıkar arasında bir dengeleme yapılıyor, Fakat, bu tam anlamıyla bir kusurun denkleştirilmesiyle örtüşmüyor. Belki her hukuk dalı kendisine göre ikame edilebilecek farklı kavramlar ileri sürebilir, oluşturabilir. Örneğin, devletler hukukçusu arkadaşlarımız konuyu meşru müdafaa, devletlerin kendilerinin meşru müdafaasında ölçülü güç kullanma, kuvvet kullanma yasağının içerisine meşru müdafaa içerisine, ölçülü güç kullanma şeklinde, orantılı güç kullanma şeklinde ifade ediyorlar. Yani, her hukuk dalının kendisine göre yaklaşımı farklı. Sayın KARTAL kamu yararı ve birey yararı arasındaki ilişkinin her ülkenin sosyopolitik yaklaşımına göre değişeceğini söyledi. Gerçekten, buna katılmamak mümkün değil. Hukukun kendisi bir bütündür ve aslında ülkede sosyopolitik yapı ne olursa olsun insanların doğasında var olan adalet kavramının hiçbir şekilde değişmesi imkanı yoktur. Eşitlik ve adalet yaklaşımı hangi sosyal ya da siyasal rejim olursa olsun değişmeyecek nitelikte bir esastır. Diğer bir soru yine sayın ODER’in sorusuna cevaben: Acaba idari işlemin beş unsuru içerisinde ölçülülüğü nereye yerleştirmek gerekir? Benim en fazla zorlandığım konuydu. Bunu unsurlara ayırarak incelemeye çalıştım. Bir kere, çok marjinal bir öneri olabilecek şekilde belki altıncı bir unsur ölçülük olabilir mi denilebilir. Fakat, bu tezin arkasında duracak güçte hissetmiyorum kendimi. Bir başka çözüm şu olabilir: Gereklilik alt unsuru, bir kere, işlemden önce dikkate alınması gereken bir unsurdur. Yani, böyle bir sınırlandırma aracına başvurulurken acaba gerekli midir, değil midir, sorusuna yanıt aranırken sebep unsuruyla ilişkilendirme imkanının olduğunu düşünüyorum. Elverişlilik konusu ise hem işlemin öncesinde hem de işlem ya da eylemin uygulanması sırasında tartılabilecek bir konu. Bu da yine sebep-konu arasında, sebep ve konu ile birlikte düşünülebilir. Son olarak, orantılılık ilkesini ise belki en yakın konu unsuruyla ilişkilendirmek mümkün. Bilmiyorum yeterli cevap oldu mu? Sayın Yasin SEZER’in sorusunda, bilindiği üzere 2001 Anayasa değişikliklerinde 13. maddeye 202 hakkın özüne dokunma yasağı yani, bu 1961 Anayasasında zaten vardı. Buna yeniden dönüldü. Bununla birlikte demokratik toplum düzeninin gerekleri yine bunun yanında ölçülülük ilkesi, yine bununla birlikte laik cumhuriyetin gerekleri ifadelerine yer verildi. Anayasa hukukçuları tarafından bu kadar çok sınırlandırmanın sınırını oluşturacak, bu kadar çok unsurun bir arada bulunmasının fazla olup olmadığı konusu tartışıldı, halen de tartışılıyor. Bu görüşlere çok fazla girmek istemiyorum ama, ben kendi görüşümü söylemek istiyorum. En azından hakkın özü ölçütü, ölçülülük ilkesi ile paralel olarak uygulanabilecek bir alt unsurdur, af edersiniz, bir diğer ölçüttür. Hakkın özü sınırlandırmanın sınırını belirtir. Bunda hiçbir tartışma yok. Fakat, ölçülülük ilkesi henüz bu son sınıra varılmadan önceki, deyim yerinde ise uçurumdan önceki son çıkış gibidir. Yani, daha önceki aşamada bir denetim sağlama imkanı tanıyor ve bildirimde de belirttiğim gibi titiz ve detaylı bir denetim imkanı sağlıyor. Bu arada belki hakkın özüyle birlikte demokratik toplum düzeninin gerekleri varken, ölçülülük ilkesine gerek var mıdır, konusu tartışılabilir. Bunu şuna bağlayarak söylemek istiyorum; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında ölçülülük ilkesi ATAT kararlarındaki gibi değil, doğrudan doğruya demokratik toplum düzeninin gerekleri, gereklilik unsurunun bir versiyonu olarak dikkate alınıp incelenmeye çalışılıyor. Halbuki, ATAT kararlarında şunu görüyoruz; ölçülülük adeta bağımsız bir ölçüt gibi ve hukukun genel ilkeleri arasında kabul edilen bir ölçüt olarak ele alınıp işleniyor. Dolayısıyla, hakkın özü ölçütüyle, ölçülülük ilkesinin çelişmediğini belki demokratik toplum düzeni gerekleri varken ölçülülük ilkesine yer olmadığı ya da ölçülülük ilkesi varken demokratik toplum düzeninin gereklerine, ifadesine yer olmadığı şeklinde bir düşünce ileri sürülebilir. Diğer bir soru da sayın raportörün, sorusuna kısaca cevap vermeye çalışacağım. Soruyu tam net olarak anlamadım ama anladığım kadarıyla eylemle ceza arasında acaba nasıl ilişki kurulacak, gibiydi yanlış hatırlamıyorsam. Bir kere idari para cezaları bütün idari yaptırımlar bakımından yapılabilecek yani, cezanın miktarını belirlemede yapılabilecek belirli seçimler var. Bu seçimler, örneğin, para cezası nisbi olarak, oransal olarak belirlenebilir, ya da maktu olarak belirlenebilir, ya da subjektif olarak belirlenebilir. Bunun örneklerini yasal mevzuatımızın içerisinde bulmamız mümkün. Örnek: Aklıma ilk gelenlerden, Köy Kanununda, maddesini hatırlayamayacağım, köyün zorunlu işlerine katılmayanlara haline bakılarak ceza uygulanır ifadesi var. Yani, bu tamamen subjektif nitelikli bir yaklaşım. Bu bir tarzdır. Bir başkasında örneğin; Çevre Kanununun 22. maddesiydi. 22. maddesinde şöyle bir ifade var; işte, çevreyi kirleten gemilere, bunların tonajına, tonilatosuna bakarak bir ceza uygulanır deniliyor. Bu da aslında bir çeşit 203 cezalandırmada subjektiflik unsuruna dayalı ve yerinde bir yaklaşım tarzı. Bu örnekler artırılabilir. Yine bir diğerinde, Çevre Kanununun 21. maddesinde benzeri bir ifade var. Yine işletmelerin çevreyi kirleten kuruluşun, bilanço esasına göre defter tutup tutmamasına göre cezanın niteliği değişebilmektedir. Bilanço esasına göre defter tutanlar diğerlerine göre üç misli daha fazla para cezası ödemek zorundadır. Daha fazla uzatmak istemiyorum. Son bir soru daha vardı onu da unutmadan sayın avukat beyin, sorusuna çok belki tatminkar olmayabilir ama, hak arama özgürlüğü, soruyu ben hak arama özgürlüğü çerçevesinde düşünülebileceğini düşünüyorum mutlaka. Burada da denge kurulması gerekir. Aslında, bildirimde ifade etmeye çalıştığım gibi, denge ölçüyü evrenin tümüne hakim, tümüne egemen bir ilkedir. Denge, ölçü olmadığı anda hiçbir şey yerli yerinde olmaz. Evrenin doğasında da, insanın doğasında da var bu. Mutlaka her alana uygulanabilecek anahtar, maymuncuk niteliğinde bir ilke. Teşekkür ederim. Cemil ÇİÇEK – Teşekkür ederim. Sayın başkan, değerli konuklar bu günkü toplantıyı bu konuşmayla tamamlamış oluyoruz. Kanaatimce fevkalade faydalı ve zevkli bir toplantı oldu. Eminim siz de aynı kanaati benimle paylaşıyorsunuz. Dolayısıyla, bu imkanı sağlayan evvela Sayın Başkana teşekkür ediyorum, sonra değerli hocalarımıza ve sizlere sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. Tabiatıyla tartıştığımız konular biraz ucu açık konulardır, biraz soyut konulardır. Zamana göre yeni baştan bazı kavramların içini doldurmak gerektiğine inandığımız konulardır. Dolayısıyla, bu konuda şüphesiz hem konuşma yapan değerli hocalarımızın hem sizlerin söyleyeceği çok şeyin olduğuna da inanıyorum. Ancak, belli bir saatte bunu bitirmek gerektiği için de affınıza sığınarak bu saatte kesmiş oluyoruz. İnşallah 136. Kuruluş yıldönümünde sağlık ve başarılı bir yıl geçirdikten sonra buluşmak üzere hepinize teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum. 204
© Copyright 2024 Paperzz