SAKARYA ÜNİVERSİTESİ SİSTEMATİK KELAM Hafta 7 Prof. Dr. Ramazan BİÇER Bu ders içeriğinin basım, yayım ve satış hakları Sakarya Üniversitesi’ne aittir. "Uzaktan Öğretim" tekniğine uygun olarak hazırlanan bu ders içeriğinin bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan ders içeriğinin tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Her hakkı saklıdır © 2011 Sakarya Üniversitesi ÜNİTE 7 KADER VE KAZA İÇİNDEKİLER 7. KADER 7.1.TANIM VE MAHİYET 7.1.1.Kader Terimi 7.1.2.Sözlük Anlamı 7.1.3.Kaderin Istılah Manası 7.1.4.Mâtüridî’ye Göre Istılahta Kader 7.1.5.Eş’arî’ye Göre Istılahta Kader 7.1.6.Mu’tezile’ye Göre Istılahta Kader 7.1.7.Kur'an-ı Kerim'de Kader 7.1.8.Hadislerde Kader 7.2.KADER VE KAZA 7.3.İNSANIN FİİLLERİ 7.4.KÜLLİ-CÜZ’İ İRADE ve ISTITAAT 7.5.KESB 7.6.GENEL DEĞERLENDİRME 7.7.ŞİA’NIN KADER ANLAYIŞI 2 HEDEFLER Bu üniteyi çalıştıktan sonra; ü Kader ve kaza terimlerini tanımlayabilecek, ü Kader konusundaki farklı yaklaşımları gösterebilecek ü Soruna çözümler yapabilecek, ü Kader ile ilgili ayetlerin anlamlarını açıklayabilecek, ü Kader konusunda mezhepler arasındaki farkı seçebilecek, ü Konuyla ilgilenenlere kaza ve kader konusunun sağlayabileceksiniz. ü ÖNERİLER Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • A. TDV İslam Ansiklopedisi Kader maddesi • B. TDV İslam Ansiklopedisi Kaza maddesi • C. TDV İslam Ansiklopedisi Kesb maddesi • D. TDV İslam Ansiklopedisi İrade maddesi 3 sunumunu KADER VE KAZA 7. KADER 7.1.TANIM VE MAHİYET 7.1.1.Kader Terimi Kader kavramı geçmişten günümüze, insanlık düşünce tarihinin en çok tartışılan konularından biri olarak gelmiştir. Bu anlayışın şekillenmesinde bazen sosyal bazen siyasal durumlar etken olmuştur. Rasulullah ve Ashab-ı Kiram dönemine bakıldığında Müslüman toplumun kader anlayışının kitlelerde büyük sorunlara neden olmadıgı görülür. Asıl problem Hz. Osman'ın Halifelik döneminden sonra özellikle Emeviler ve Abbasiler zamanında "Kader anlayışının" tevil edilmesi ve "iktidarı meşrulaştırma" çabası nedeniyle ortaya çıkmıştır. "Hatta bu dönemde "Kaza ve kaderi günahlara bahane gösterme / mesuliyeti inkâr etme islam toplumunun en büyük problemlerinden biri haline gelmiştir." Hazreti Peygamber, ashabını neticesi alınamayacak olan bu çeşit meselelere dalmaktan, bunlar üzerinde cidal ve münakaşalar yaratarak halkın arasında fitne ve fesada müncer olabilecek akide bozukluklarından sakınmalarını emretmiştir. İslam dininde kader kavramı bir iman konusudur ve tüm imanî konular gibi asıl yeri Kur'an-ı Kerim de aranmalıdır. Tarih boyunca ardı arkası kesilmeyen kelam tartışmalarıyla kader, birçok âlim tarafından farklı yorumlanmış, dolayısıyla birçok toplum tarafından da farklı anlaşılmıştır. Bu bağlamda kader anlayışı üzerinden yönetilen "Allah'ın kudreti olayları belirleyen güç ise insanın iradesi niçin vardır?" veya "insan iradesi olaylar üzerinde ne kadar etkendir?" gibi sorular, tartışmaların özünü temsil etmektedir. Kader konusunun algılanışı; insanların eylemlerindeki iradeleriyle birebir ilişkili olmasından ötürü önemli bir toplumsal meseledir. 7.1.2.Sözlük Anlamı Kader Arapça kökenli bir kelime olup, Türkçeye de aynı şekilde yerleşmiştir. Sözlükte, gücü yetmek, planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek; rızkını daraltmak gibi manalara gelen kader, Allah'ın bütün nesne ve olayları ezeli ilmiyle bilip belirlemesi diye tarif edilir (Yavuz, 2001:24:58) Ayrıca kader, Allah'ın "eşya hakkında hüküm vermesidir." Halk arasında ise "alın yazısı, takdir, talih baht, kötü talih, güç, kuvvet" anlamlarında da kullanılmaktadır. 4 7.1.3.Kaderin Istılah Manası Lügat manaları ayrı olsa da kaza ve kader kelimeleri terim olarak bir arada kullanılır. Kaza ile kader bir yönüyle aynı mütalaa edilerek Kuran'ı Kerim de geçen şekliyle göz önüne alınır. Böylece kadere “Allah'ın kazadan takdir ettiği ve hükmettiği şey" denilerek, Kur’anî bir ifade tarzıyla açıklanmış olur. Diğer yönden aynı olduğu göz önünde bulundurularak, kader Allah'ın takdiri, kaza ise bu takdiri infaz ve hükmü yerine getirmesi demektir. Kaderin ıstılah manasıyla ilgili İslam'ın bazı büyük itikadi mezheplerinin yorumları şunlardır: 7.1.4.Mâtüridî’ye Göre Istılahta Kader Mâtüridî ve ona mensup olanlar, kaza ve kader kelimelerini, Eş’arî ve mensuplarının verdiği manaların tersini veriyorlar. Onlara göre kaza varlıkların Allah tarafından hikmet ve kemalle meydan getirilişidir. Kader Allah'ın ezeli olarak yaratıkların zararlı, çirkin, iyi ve güzel niteliklerini bildiği ve tesbit ettiği ezeli takdir, hükm ve tahdittir. 7.1.5.Eş’arî’ye Göre Istılahta Kader Eş’arîye göre kader, Allah'ın eşyaya kadim iradesiyle tesbit buyurdugu şekilde icad etmesi veya başka bir ifadeyle Cenab-ı Allah'ın ezeli iradesinin belirli vakitlerde eşyaya taaluk etmesidir. Bu manada kader, bütün nesne ve olayların kazaya uygun olarak yaratılması ve dış âlemde gerçeklik kazanmasıdır. Onlar ana tema olarak, "Fiillerin yaratılıp meydana getirilmesinde kulun kudretinin bir tesiri yoktur" anlayışını benimsemektedirler. 7.1.6.Mu’tezile’ye Göre Istılahta Kader Mu'tezile ekolüne göre, "kullar fiillerinin meydana getiricisi ve yaratıcısıdır. Kulların kendi kazançları olan fiillerinde Allah Teâlâ’nın bir müdahalesi ve takdiri yoktur. Ne yaratma suretiyle, ne ortadan kaldırma şeklinde."Çünkü"insan irade sahibi hür bir faildir. İlahi inayetin kendisine bahşettiği hâdis kudretiyle bu fiilleri yapar". "Mu’tezile'nin kanaatine göre kulların fiillerinde kazanın rolü Allah'ın ilminde önceden yazılmış olmasından ibarettir." Tarifler böyle olmasına rağmen yorumlar ve kader üzerine yapılan tartışmalar hiç de öylesine net ve sağlıklı değildir. Tartışmaların tarihi boyutu akidevi ve ilmi kaygılardan daha çok siyasi kaygılardan etkilenmiştir. Ayrıca burada belirtmemiz gerekir ki; Kuran-ı Kerim'in ayetlerinin bütünündeki kader anlayışı bir takdir, bir süre belirleme, bir düzene koymayı ifade eder. Kısaca Allah'ın her şeyi bir ölçü dâhilinde yaratmasıdır. Bu doğrultuda kader kavramına kelami tartışmalardan ziyade Kur'anî çerçevede bakıldığında daha çözümsel bir anlayışın doğduğuna şahit olabiliriz. 5 7.1.7.Kur'an-ı Kerim'de Kader Kuran-ı Kerim’de "Kader" sözcüğü on bir yerde geçmekte ve tüm çağrışımlarıyla 'ölçü' anlamında kullanılmaktadır. Lakin türevleri olan kadr, mikdar, kudret, takdir, mukadderat gibi kelimeler birçok kez başka manalarda kullanılmıştır. Kuran-ı Kerim’de ki kader anlayışının çeşitli şekilde ifade edilmiş olması ile beraber, genel manada ya Allah'ın kudretini vurgulamak üzere olduğunu yahut da insanî irade ile birlikte zikredildiğini görürüz. Kader "ölçü" demektir. Kadere iman Allah'ın hiç bir şeyi ölçüsüz yaratmamış olduğuna imandır. (İslamoğlu, 2008:485) Bu minvalde ölçmek, bir ölçüye göre belli etmek manalarına gelen ayetlere örnekler şöyledir: "Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur." (et-Talak 65/3) "Hiç bir şey yoktur ki, onun kaynağı bizim katımızda olmamış olsun; fakat biz her bir şeyi tesbit ve tayin edilmiş bir ölçüye göre indiririz" (el-Hicr 15/21) "Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık, her iki su belli bir ölçüye göre birleşti" (el-Kamer 54/12), "Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık" (el-Kamer; 54/49) "O, suyu gökten belli bir ölüye göre indirir biz onunla ölü memleketi diriltiriz"(ezZuhruf; 43/11) "Allah gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı" (er-Rad 13/17) "Gökten suyu ölçülü indirdik de onu yerde durdurduk, şüphesiz biz onu gidermeye kadiriz" (el-Müminun 23/18) "Bütün bunları biz takdir ettik ne güzel ölçü koyarız biz "(el-Mürselat 77/23) Kader kelimesi yukarıdaki manaya yakın bir anlamda başka ayetlerde "kararlaştırmak", "takdir etmek", "sınır koymak" manalarında kullanılır ki, buna göre ölüm tam anlamıyla bir kaderdir. Şöyle ki; "Aranızda ölümü biz karar kıldık"(el-Vakıa; 56/60) Kader kelimesi kimi zaman kıymet bilmek hüküm vermek anlamlarına da gelir: "Elbet onu kadir kıymet gecesinde biz indirdik"(el-Kadr 97/1) Yani kuran öyle bir gecede indirilmiştir ki, o gece "karar gecesi","hüküm gecesi","her şeye ölçü ve kıymet biçileceği gece" anlamındadır. Kader, plan-proje, düzen ve nizam anlamlarına da gelebilmektedir: "Biz her şeyi bir plana göre yarattık" (el-Kamer 54/49) "Geceyi ve gündüzü Allah planlar" (el-Müzzemmil 73/20) Ayrıca tayin etmek manasında da kullanılır: "Ay içinde sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir" (Yasin 36/39) "Bunu aranızda biz tayin ettik"(Taha 20/40) 6 "Allah dilediği kimselerin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir"(el-İsra 17/30) Öte yandan insanın bir sıvıyla başlayıp çeşitli evrelerden geçerek mükemmel bir yaratık haline gelmesi de kader olarak adlandırılır: "Nutfeden onu yarattı, onu evrelerden geçirerek belli bir kıvama getirdi (el-Abese; 80/19) Klasik kelamın ön kabulleriyle mana verilen ayetlerden biri olan Ahzab suresinin 38.ayetinde de kader "Allah'ın sünneti", "eşyanın kanunu", "kevni yasa" anlamlarında kullanılmıştır. Hz. Zeyneb ile evlenmekten çekinen Rasulullah'a bu konudaki İlahi yasa, yani evlenme konusunda ki Allah'ın kaderi hatırlatılıyor ve bu kadere karşı gelmemesi ihtar edilerek deniliyor ki:"Allah'ın işi, ölçülüp tartılmış bir kaderdir" (el-Ahzab 33/38) Evrendeki tüm ölçüyü koyan Allah'ın kendi tasarruflarında dahi ölçülü (kaderli) olduğunu görürüz. "Hiç bir şey yoktur ki onun hazineleri bizim yanımızda olmasın ama biz onu bilinen bir kader ile indiririz. (el-Hicr 15/21) Tüm bunların yanında Kur'an-ı Kerim kaderin insan iradesine ilişkin boyutuna da değinir. Kur'an'i ifadeyle insanların kaderi kendi boyunlarına bağlıdır (el-İsra 17/13) bu sebeple de yaptıklarından sorumludurlar. Bu hür iradeye ilişkin kimi ayetler şunlardır: "Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez. (Al-i İmran 3/182) "Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. (Fussilet 41/46) "De ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf 18/29) "Herkes kendi kazancıyla değerlendirilir" (el-Müddesir 74/8) "Kur'anî kader kavramı, insan hayatına ilişkin harici şartların ve olayların gidişinden çok, kişinin manevi/ahlaki tercihlerinin bir sonucu olarak bu hayatın izlediği yönü işaret eder. Bir başka deyişle manevi/ruhani yazgısını ifade eder -ki bu da,Kur'an'da sıkça belirtildiği gibi, kişinin eylemlerine, bilinçli tercihleriyle ortaya koyduğu tutum ve davranışlarına bağlıdır.-"(Esed, 2004:562) Lakin zahiri manası ile insan iradesinin fayda vermediğini ifade eden ayetlerde Kur'an-ı Kerim'de yer almaktadır, şöyle ki; "Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar." (el-En’am 6/39) "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz" (et-Tekvir 81/29) "Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde insanların hepsi inanırdı." (Yunus 10/99) "Biz dilesek herkese hidayet verirdik, fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağıma dair Benden söz çıkmıştır." (es-Secde; 32/13) "Hâlbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah'tır" (es-Saffat 37/96) 7 Bazı müfessirlerin bu iki tür ayet arasındaki "çelişki" karşısında zorlanmalarının sebebi, bu ayetlerin veciz kurgusudur. Bu kurguyu şöyle açıklanabilir; "Siz hidayeti isteyebilirsiniz çünkü Allah insana bağışladığı olumlu içgüdüler yoluyla ve Peygamberine indirdiği vahiyler aracılığıyla size doğru yolu göstermek istemiştir. Bu da doğru yolu seçmenin Allah'ın evrensel rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese açık olduğuna işarettir."(Esed, 2004:1241) Dolayısıyla Allah'ın, aklı, irade hürriyeti ve vahyi insana vermiş olması, ayetler arasında çelişki gibi görünen durumu ortadan kaldırmıştır. O halde bu ayetlerin cebrî bir yaklaşım için değil, Allah'ın kudretinin ve büyüklüğünün vurgulanması için var olduğunu düşünebiliriz. 7.1.8.Hadislerde Kader İslam’dan önce muhtelif din mensuplarını meşgul eden ve münakaşalara sebep olan kader, Müslümanlar arasındaki siyasi ihtilafların arttığı ve akaide intikal ettiği sıralarda yeniden su yüzüne çıkmış ve şiddetli münakaşaların kaynağı olmuştur. Kader ile ilgili olarak Hz. Muhammed (s.a.v)’den değişik vesilelerle söylemiş olduğu hadisler nakledilmiştir. Bu hadisler Hz. Muhammed (s.a.v)’in sonraki devirlerdeki irade, kader, kaza münakaşalarında olduğu gibi bir mübahase veya akademik sohbet sırasında konuyla ilgili sorulara verdiği cevaplar veya ileride ortaya çıkacak sorulara cevaplar şeklinde mütalaa edilmemelidir. Bazı hadislerde kader iman edilmesi gereken esaslar arasında sayılmıştır. Cibril hadisi olarak ta bilinen hadisin kader ile ilgili kısmı şu şekildedir: (Adam sordu ve şöyle) dedi: Bana imandan haber ver. Hz. Peygamber de ona şu cevabı verdi: İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe, kadere, hayrına ve şerrine inanmaktır. Hz. Peygamber bu yabancının diğer sorularına da cevap verdikten sonra, yanındakilere onun Cebrail olduğunu açıklamış ve dininizi size öğretmek için geldi demiştir (Müslim, İman: 1; Nesâî, İman: 6; Ebu Davut, Sünnet: 17; Tirmizi, İman: 4; Buhari, İman: 37). Bu hadis, İslam akaidini formüle etmesi bakımından büyük bir değer taşımaktadır. Bu hadisten açık bir şekilde anlaşılıyor ki, kadere iman, iman esaslarından biridir. Said İbnu’l Musayyib’in babasından rivayet ettiği bir habere göre, Ebu Talip ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber onu ziyarete gitmiştir. Bu sırada yanında Ebu Cehil ile Abdullah İbn Ebi Umeyye bulunuyordu. Hz. Peygamber, amcasına kelime-i tevhidi okumasını, Allah’ın huzurunda bununla ona şefaatçi olacağını söna itiraz etmişler ve ‘Abdul Muttalib’in yolundan mı uzaklaşacaksın?’ diyerek Ebu Talib’in kelimeyi okumamasını istemişlerdir. Nitekim Ebu Talib onların sözüne uyarak okumammış, Hz. Peygamber’de ‘Allah’a yemin ederim ki sen bunu söylesen de söylemesen de ben senin için mağfiret dileyeceğim’ demiştir. Bunun üzerin Allah Teala, Hz. Peygamber’e şu ayeti indirmiştir: ‘(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara’ (9/113). Ebu Talip hakkında nazil olan ayette de şöyle 8 denilmektedir: ‘(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidayet verir’ (28/56) (Buhari, VI: 18; II: 98; Müslim, İman: 17). Abdullah İbn Amr, Hz. Peygamberden şu hadisi işitmiştir: Âdem oğullarının kalpleri Allah Teala’nın parmaklarından ikisi arasında bir tek kalp gibidir. Onları dilediği gibi tasarruf eder. Hz. Peygamber sonra da şu duayı okumuştur: “Ey kalpleri tasarrufunda bulunduran Allah’ım, kalplerimizi taatına yönelt” (Müslim, Kader: 17). Bu hadisinde Hz. Muhammed, (s.a.v) Allah’ın sonsuz kudretinin ve mutlak iradesinin üstünlüğünü anlatmaktadır. Abdullah İbn Ömer, Hz. Peygamber’in minber üzerinde halka şöyle hitap ettiğini haber vermiştir: Sizin bekanız geçmiş milletlere nazaran ikindi namazı ile güneşin batışı arasındaki zaman nisbetindedir. Tevrat, Tevrat ehline verilmiş ve onunla ancak öğle vaktine kadar amel etmişler, sonra aciz kalmışlardır. Bu sebeple onlara birer (ölçü sevap) verilmiştir. İncil, İncil ehline verilmiş ve onunla ancak ikindi vaktine kadar amel etmişler, sonra aciz kalmışlardır. Bu sebepten onlara birer (ölçü sevap) verilmiştir. Sonra size Kuran verildi. Onunla güneşin batışına kadar amel ettiniz. Bu sebepten size ikişer (ölçü sevap) verildi. Bunun üzerine Tevrat ve İncil ehli dediler ki: Rabbimiz, bunlar daha az amel ettikleri halde daha çok sevaba nail oldular. Allah Teala onlara şöyle hitap etti: Sevabınızdan ötürü size zulüm mü ettim? Hayır dediler. Allah Teala şöyle dedi: Bu benim fazlım ve keremimdir. Onu dilediğime veririm (Buhari, I: 139, VIII: 191, 211). Abdullah Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir. “Bir kimse anasının karnında kırk gün kaldıktan sonra kan pıhtısı haline gelir. Sonra et ve kemik oluşur. Bundan sonra Allah bir melek gönderir. Bu meleğe şu dört emir verilmiştir: Doğacak olan insanın rızkı, eceli, asi veya itaatkar olacağı. Buna göre Allah’a yemin ederim ki içinizden biri veya bir kimse, cehennem ehlinin işini işler, öyle ki cehenneme girmesine bir kulaçlık mesafe kalır. Fakat kitap (burada alın yazısı veya kader anlaşılabilir) öne geçer. Cennet ehline yaraşır bir iş işler ve cennete girer. Bir başkası cennet ehlinin işini işler, cennete girmesine bir iki kulaçlık bir mesafe kalır. Fakat kitap öne geçer ve bu kimse cehennem ehline yaraşır bir iş işleyerek cehenneme girer” (Buhari, VII: 210; Müslim, Kader: 1-5). Bu hadiste insanın yaratılış merhaleleri anlatılmaktadır. İnsanın ecelinin, rızkının, isyankâr veya itaatkâr olacağının meleğe yazılmasının emredilmesi, Allah’ın olmuşu ve olacağı bilmesinden dolayıdır. Bu insanın cebir altında olduğu anlamına gelmez. Allah’ın olmuş ve olacağı bilmesi insanın irade hürriyetine engel değildir. Hadisin sonunda insanın cennete veya cehenneme gitmesinde insanın fiillerinin önemli olduğu vurgulanmıştır. Abdullah Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir. “Bir kimse anasının karnında kırk gün kaldıktan sonra kan pıhtısı haline gelir. Sonra et ve kemik oluşur. Bundan sonra Allah bir melek gönderir. Bu meleğe şu dört emir verilmiştir: Doğacak olan insanın rızkı, eceli, asi veya itaatkar olacağı. Buna göre Allah’a yemin ederim ki içinizden biri veya bir kimse, cehennem ehlinin işini işler, öyle ki cehenneme girmesine bir kulaçlık mesafe kalır. Fakat kitap (burada alın yazısı veya kader anlaşılabilir) öne geçer. Cennet ehline yaraşır bir iş işler ve cennete girer. Bir başkası cennet ehlinin işini 9 işler, cennete girmesine bir iki kulaçlık bir mesafe kalır. Fakat kitap öne geçer ve bu kimse cehennem ehline yaraşır bir iş işleyerek cehenneme girer” (Buhari, VII: 210; Müslim, Kader: 1-5). Bu hadiste insanın yaratılış merhaleleri anlatılmaktadır. İnsanın ecelinin, rızkının, isyankâr veya itaatkâr olacağının meleğe yazılmasının emredilmesi, Allah’ın olmuşu ve olacağı bilmesinden dolayıdır. Bu insanın cebir altında olduğu anlamına gelmez. Allah’ın olmuş ve olacağı bilmesi insanın irade hürriyetine engel değildir. Hadisin sonunda insanın cennete veya cehenneme gitmesinde insanın fiillerinin önemli olduğu vurgulanmıştır. Ebu Hureyre Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir: “Müminin misali rüzgârla sağa sola eğilip kalkan, rüzgârın kesilmesiyle de hareketsiz kalan bir ot gibidir. Müminde böyledir. Bela karşısında bocalar” (Buhari, VII: 2, VIII: 191; Müslim, Münafikin: 5860). Muaviye İbn Ebi Süfyan Hz. Peygamber’den işittiği şu hadisi rivayet etmiştir: “Allah bir kimse için hayır murat ederse onu dinde fakih kılar. Ben sadece taksim ediciyim. Veren ise Allah’tır” (Buhari, VIII: 149; Müslim, İman: 175). Ebu Hureyre rivayet etmiştir. Cennet ve cehennem birbirleriyle münakaşaya girerler. Cehennem der ki: Bana büyüklenenler girer. Cennet de şöyle der: Bana miskin ve zayıf olanlar girer. Allah Teala cennete hitap eder ve der ki: “Sen benim rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye rahmet ederim. Cehenneme de şöyle der: Sen benim azabımsın, seninle dilediğim kimseye azap ederim. Her ikiniz de dolacaksınız” (Buhari, VI: 48; Müslim, Cennet: 13-15). Ebu Hureyre Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir: “Hiç biriniz işinizin ehemmiyetini artırmak ve olmasını sağlamak için Allah’ım dilersen bana mağfiret et yahut dilersen bana rahmet et, dilersen bana rızkını ver demesin. O, dilediğini yapar. O’nun için zorlama yoktur” (Buhari, VII: 153, VIII: 190; Müslim, Zikir: 7-9). Bu hadisinde Hz. Muhammed, (s.a.v) Allah’ın iradesinin mutlak olduğunu, zorunluluk altında olmadığını ifade ediyor. Aynı zamanda bu hadis, insanın da cebir altında olduğunu göstermiyor. Abdullah Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir. “Bir kimse anasının karnında kırk gün kaldıktan sonra kan pıhtısı haline gelir. Sonra et ve kemik oluşur. Bundan sonra Allah bir melek gönderir. Bu meleğe şu dört emir verilmiştir: Doğacak olan insanın rızkı, eceli, asi veya itaatkar olacağı. Buna göre Allah’a yemin ederim ki içinizden biri veya bir kimse, cehennem ehlinin işini işler, öyle ki cehenneme girmesine bir kulaçlık mesafe kalır. Fakat kitap (burada alın yazısı veya kader anlaşılabilir) öne geçer. Cennet ehline yaraşır bir iş işler ve cennete girer. Bir başkası cennet ehlinin işini işler, cennete girmesine bir iki kulaçlık bir mesafe kalır. Fakat kitap öne geçer ve bu kimse cehennem ehline yaraşır bir iş işleyerek cehenneme girer” (Buhari, VII: 210; Müslim, Kader: 1-5). Bu hadiste insanın yaratılış merhaleleri anlatılmaktadır. İnsanın ecelinin, rızkının, isyankâr veya itaatkâr olacağının meleğe yazılmasının emredilmesi, Allah’ın olmuşu ve olacağı bilmesinden dolayıdır. Bu insanın cebir altında olduğu anlamına gelmez. 10 Allah’ın olmuş ve olacağı bilmesi insanın irade hürriyetine engel değildir. Hadisin sonunda insanın cennete veya cehenneme gitmesinde insanın fiillerinin önemli olduğu vurgulanmıştır. Ebu Hureyre rivayet etmiştir: “Âdem (a.s), Musa (a.s) ile yaptığı münakaşada galip gelmiştir. Musa ona demiş ki: Sen Allah’ın kendi eliyle yarattığı, kendinden sana ruh verdiği ve melekleri de sana secde ettirdiği halde bizi ve kendini cennetten niçin çıkarttın? Âdem ona şu cevabı verdi: Allah’ın konuştuğu ve Tevrat’ı yazdığı Musa değil misin? Bu kitapta ben yaratılmadan kaç sene önce Âdem’in Rabbine isyan ettiği hususunda bir yazı bulursun? Musa’nın kırk sene demesiyle Âdem’in delili Musa’ya galebe çaldı” (Buhari, VIII: 203; Müslim, Kader: 13-15). Ali İbn Ebi Talip’ten rivayet edilmiştir: Baki mezarlığında bir cenazede idik. Oraya Hz. Peygamber’de geldi ve bir yere oturdu. Biz de etrafında bulunuyorduk. Hz. Peygamber elindeki bir sopayı yere vurarak başını kaldırdı ve şöyle dedi: İçinizde hiçbir nefis yoktur ki cennet veya cehennemdeki yeri, asi veya itaatkar olduğu yazılmış olmasın. Topluluktan bir zat şöyle dedi: Ey Allah’ın elçisi, bu yazımız üzerinde durmayalım mı? Ameli terk edelim mi? Nasıl olsa bizim saadet ehlinden olanlarımız saadete, şekavet ehlinden olanlarımız şekavete yönelecek? Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi: Amel ediniz. Herkes (ameline göre) müyesserdir. Şekavet ehli şekavete müyesserdir. (yani şekavet kendileri için kolaylaştırılmıştır) Saadet ehli de saadete müyesserdir. Hz. Peygamber bunları söyledikte sonra şu ayeti okumuştur: ‘Artık kim verir ve sakınırsa en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız.(onda başarılı kılarız) Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa biz de onu en zora hazırlarız (92/5-10). (Buhari, II: 99, VI: 85; Müslim, kader: 6-7) Bu hadiste de insanın cennete veya cehenneme gitmesinde fiillerinin önemli olduğu anlatılmıştır. Ebu Hureyre’den rivayet edilen hadise göre Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’e gelerek kader meselesinde onunla münakaşaya girişmişlerdir. Bu hâdise üzerine şu ayet nazil olmuştur: “O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde cehennemin elemini tadın denir. Biz her şeyi bir kadere göre yarattık” (54/48-49) (Müslim, Kader: 19). Ebu Hureyre rivayet etmiştir: Kuvvetli mümin zayıf müminden daha hayırlı ve Allah için daha sevgilidir. Hepsinde de hayır vardır. Sana faydası olan şeyin peşine düş. Allah’a güven, acizlik gösterme. Eğer bir musibet gelirse şöyle yapsaydım şu olurdu deme, lakin Allah’ın kaderi, O dilediğini yapar de (Müslim, Kader: 34). Bu hadisleriyle Hz. Peygamber, kati ve açık ifadelerle kaderi ispat etmiş ve Müslümanların ona inanmaları gerektiğini ortaya koymuştur (Koçyiğit, 1989: 155). İnsanların fiilleri Allah’ın ilmi gereği değil de, Allah insanların öyle işleyeceklerini bildiği için meydana gelmektedir. Allah’ın insanların ne yapacaklarını bilmesinin fiiller üzerinde herhangi bir etkisi yoktur (Harputi, 1335: 245-256). Hadislerde üzerinde durulması gereken nokta hadislerin yalnız kaderi ispat eden konularda gelmesi, fakat insanın fiil ve hareketlerinde hür, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğu görüşüne hemen hemen hiç temas etmemesidir. 11 7.2.KADER VE KAZA Ölçü, miktar, bir şeyi belirli bir ölçüye göre tanzim etmek ve belirlemek anlamlarına gelen kader terimi, Allah’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi bütün ayrıntılarıyla ve boyutlarıyla, zaman ve mekân tayini içerisinde bilmesi ve bilgi doğrultusunda gerçekleşmesidir. Buna göre kader öncelikle Allah’ın ilim sıfatına yöneliktir. Bu ilahi bilgi doğrultusunda aşkın varlığın irade etmesi ve kudretiyle varlık sahasına getirmesidir. Kader anlayışına göre Allah içindeki bütün ayrıntılarıyla evreni, belli bir ölçü ve kurallar içerisinde düzenlemekte ve takdir etmektedir. Kaza ise, emir, hüküm ve yerine getirme anlamında olup, Allah’ın ezeli ilmiyle takdir ettiği olay ve nesneleri, o bilgi doğrultusunda gerçekliğe dönüştürmesi ve yaratmasıdır. Buna göre kader, plan ve program olup, kaza da, bu plan ve programın gerçekleştirilmesi ve uygulanmasıdır. Bu tanım Mâtürîdilerin görüşleri doğrultusundadır. Eş’arîlere göre kaza, Allah’ın varlıkları ezelde bilmesi ve takdir etmesidir. Buna göre kaza, Mâtürîdilerin kader tanımıyla uyuşmaktadır. Kader ise, ilahi ilimde takdir edilen her şeyin vakti gelince, kutsal irade doğrultusunda kudret sahasına çıkarılması, yani yaratılmasıdır. Eş’arîlerin bu yaklaşımı, Mâtürîdilerin kaza anlayışıyla bağdaşmaktadır. Kur’an’da yapılan vurgu doğrultusunda her şey belli bir ölçü ve kural dairesinde Allah tarafından tanzim edilmektedir. Nitekim “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz” (el-Hicr 15/21), “Biz, her şeyi belli bir ölçüye göre yarattık” (el-Kamer 54/49), “De ki, Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişemez” (et-Tevbe 9/51) gibi ayetlerde bu ölçülü yaratılışa dikkat çekilmektedir. Kader ve kaza inancı, Allah’ın sübuti sıfatlarıyla alakalı bir konudur. Evrenin bir plan ve program dâhilinde işlediği, hiçbir oluşum ve gelişmenin tesadüfî ve kendiliğinden olmadığı, her şeyi belirli bir gaye ve amacı doğrultusunda hareket ettiği anlayışına dayanmaktadır. Evrenin bir parçası olan insanın da bir varlık amacı ve yaratılış gayesi içerisinde olduğu anlayışı dini temel bir kabuldür. Bu doğrultuda dünyanın en bilinçli varlığı olan insanın eylemlerinde hür olup olmadığı, özgürlüğün sınırı gibi hususlar, kader inancının temellendirilmesine yönelik ana tartışma konularını oluşturmaktadır. Felsefe ve din sahasındaki bütün düşünürleri ilgilendiren kader ve kaza problemi, çözümü zor bir konu olması nedeniyle asırlar boyunca bütün din ve felsefeleri meşgul etmiştir. Kader konusunun çözüm zorluğu arasındaki ilk neden, insan iradesi ve eylemlerinin izahındaki muğlâklıktır. Buna göre iradenin yetki alanı yanında, her irade edilenin yerine getirilemeyişi gözlemlenmektedir. Öte yandan konuyu açıklamaya yönelik gösterilen çabalarda, ayet ve hadislerin parçacı bir okumaya tabi tutularak, Kur’an’ın ana temasıyla ilintili olmaksızın, bağlamlarından koparılarak ele alınışıdır. Bu doğrultuda konuyla alakalı ayetlerin, tek yönlü okunması, aynı mealdeki ayetlerin 12 dikkate alınması yanında, bireylerin mizaç, eğilim, yaklaşım tarzı ve kişilikleri doğrultusunda yapılan tercih yönlendirici bir rol oynamaktadır. Kader konusuna yönelik açıklamalardaki çıkmazlardan birisi de, Allah’ın sıfatlarının tek yönlü işlenmesidir. Mesela sadece Allah’ın ilim sıfatıyla probleme yaklaşıldığında, çözüm eksik kalır. Bu sıfat yanında kudret ve hikmet boyutu da dikkate alınmalıdır. Bir başka göz ardı edilmemesi gereken husus ise, zaman olgusudur. Zamanla kayıtlı olan insan, zamanın yaratıcısı olup, onunla hiçbir şekilde konumlandırılmayan Allah’ı, zamansal bir varlık olarak değerlendirmesi, yani kendi konumu doğrultusunda Tanrıyı ele alması, kader konusunun açıklık kazanmasına bir başka engeldir. Kur’an’da kader konusunun olayların anlatım akışı içerisinde söz konusu edilmektedir ve bu nedenle anlatım içerisindeki bağlam dikkate alınmadan, konuyla ilgili bütün ayetler bir araya getirilmek ve onları dikkatli bir değerlendirmeye tabi tutmak suretiyle ancak konuyla ilgili yaklaşım doğru sergilenebilir. Kur’an’ın ilgili ayetlerine dikkatle bakıldığında, kimi ayetlerden cebir, kimilerinden de tam bir özgürlük ifadesi çıkmaktadır. Nitekim kimi mezhepler kader korusunda cebr ifade eden ayetleri esas almış ve diğer ayetleri buna göre tevil etmiştir. Kur’an-ı Kerim, evrende olup biten her şeyin Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini açıkça beyan eder. Yine aynı kaynak insanın yaptıklarını kendi iradesiyle yaptığını da açıkça bildirir. Kur’an iman etmek ve inanmayı ya da inanmamayı, cennete girmeyi ve cehenneme gitmeyi sonuç olarak kader şeklinde değerlendirmiştir. Nitekim şu gelen ayet bu konuda önemli veriler sunmaktadır: “De ki: Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Şüphesiz zalimler için duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırladık. Onlar yardım istediklerinde erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır. İyi hareket edenin ecrini zayi etmeyiz. Doğrusu iman edip Salih iş yapanlara, işte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn Cenneti verilir. Orada altın bilezik takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükafat ve ne güzel bir yaslanacak yer” (Kehf 29-31). Ayetlerde iman etmenin de inkar etmenin de, insanın hür iradesine bırakıldığı Allah’ın bilgisindeki o malumat, yaptıklarımızdan dolayıdır. Kader inancı muhteva olarak Kur’an’ın pek çok yerinde işlenmekle birlikte, iman esaslarının topluca ve peş peşe sıralandığı yerlerde ayrı bir iman unsuru olarak zikredilmemiştir. Fakat dolaylı olarak birçok ayette ve bu arada Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini ve yaratıcılığını bildiren ayetlerde zikredilmektedir. Kur’an’da geçen “kadr”, “takdir” kavramlarının terim manasında değil, “ölçülü biçili ve planlı bir şekilde yapma” anlamına geldiğinden hareketle kader konusunun Kur’an’da yer almadığını söylemek isabetli değildir. İnsanların ihtiyari fiillerine hem ilahi irade hem kendi iradelerinin taalluk ettiği Kuran açısından inkâr edilemeyen bir gerçektir. Bunun adının kader veya kaza diye konulmamış olması neticeyi değiştirmez. Bu anlayış kader inancının özünü oluşturmaktadır. Allah’ın yaratıcılığından söz eden ayetler, müminin 13 Allah’ın azamet ve kudreti karşısındaki acizlik psikolojisini, kulun yapıcılığından söz eden ayetler ise insanın kendi varlığının farkında olma şuurunu ifade etmektedir. 7.3.İNSANIN FİİLLERİ Kader, Allah’ın eylemleri ile insanın fiillerinin sınırını tespit etmeye yönelik bir inanç konusudur. İnsan fiilleri, bizzat kendi iradesiyle gerçekleştirdikleri ile istem dışı oluşturdukları olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunların ilkine “ihtiyari fiiller”, ikincisine ise “ızdırari fiiller” denmektedir. Izdırari fiiller, nefes alma, kalp atışı, kan dolaşımı, doğum yeri ve cinsiyet gibi fiziksel eylemlerden oluşmaktadır. Beynimizin yönlendirmesi ve irademizin etkisiyle oluşan eylemler ise, ihtiyari fiiller kategorisine girmektedir. Bireyin sorumlu tutulduğu alan, bilinciyle oluşturduğu bu ihtiyari eylemleridir. Ehl-i sünnet’e göre insanı ve onun fiillerini yaratan Allah’tır. Ancak eylemlerin oluşumunda ana faktör olan irade, insanın eylem tercihindeki sorumluluğunu temsil etmektedir. 7.4.KÜLLİ-CÜZ’İ İRADE ve ISTITAAT Sözlükte seçmek, belirlemek, istemek ve yönelmek anlamlarına gelen irade, iki veya daha fazla hareket tarz ve alanından bir tanesine yönelmek demektir. Ehl-i sünnet bilginlerine göre ezeli ve ebedi (kadim) zaman üstü olan irade, sınırsız olup, hiçbir kayıt altına alınamaz. Bütün evren O’nun iradesinin ilim ve kudrete yansımasıdır. Ehl-i sünnet mezhebinin temsilcileri olan Eş’arî ve Mâtürîdilere göre insanın kendisine özgü bir iradesi vardır. Ancak Eş’arîlere göre bu irade, Allah’ın her şeye hakim olan iradesinin kontrolü altındadır. Mâtürîdileri göre ise, ezeli irade sahibi olan Allah, bu iradenin tasarrufunu tamamen kulun kendisine vermiştir. Eş’arîlere göre ise, insanda “bil-kuvve” yani fiile dönüşmemiş tarzında bir irade bulunmaktadır. Eş’arîler insandaki iradeye “külli irade” demişlerdir. Bu ise Allah tarafından kula verilmiş olan, yapıp yapmamaya yönelik bir seçme yeteneğidir. Cüz’i irade ise, külli iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden (bil-fiil irade) ibarettir. Buna göre önce külli irade (istemek) harekete geçer, ardından cüz-i irade devreye girer (yönelmek) ve irade-i ilahiyeye Tevfik ederse onu yaratır, yani fiil gerçekleşir. Mâtürîdiler bu cüz-i iradeye “azm-i musammem” yani kesinleşmiş karar, ihtiyar ve kasıt, yönelme adını vermektedirler. Yukarıda her şeyin yaratıcısının Allah olduğu söylenmişti. Ancak bu kulun tercihiyle bağlantılı olan bir yaratmadır. Bunda yüce yaratıcı için bir zorunluluk yoktur. Buna göre fiili seçmek (kesb) kula, bunu yaratmak (halk) da Allah’a aittir. Allah burada hikmet, ilim ve adaleti doğrultusunda bir yaratma gerçekleştirmektedir. Bütün bunlar, O’nun evrende uyguladığı adetullah ve sünnetullah ve tabiat kanunlarının kuralları doğrultusunda uygulanmaktadır. Mu’tezile ve Mâtürîdilere göre bu kurallar topluluğu yine Allah’ın iradesiyle gerçekleşmektedir. 14 Kul, eylemlerinde ilahi bir baskı ve zorlama (cebr) altında değildir. Ancak tamamen hür ve serbest de değildir. Cebir altında olmuş olsa idi, peygamberler ve kitaplar gönderilmezdi. Nitekim “Dilediğiniz yapın, kuşkusuz Allah yaptıklarınız görmektedir” (Fussilet 41/40), “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir” (eş-Şems 91/9–10), “Kuşkusuz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör” (el-İnsan 76/3), “Ona iki yolu gösterdik” (el-Beled 90/10), “Her nefis, kazandığına karşılık rehindir” (el-Müddessir 74/38), “Kim bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, aleyhinedir. Rabbin asla kullarına zulmedici değildir” (el-Fussilet 41/46), “Hak Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf 18/29) ve benzeri ayetler, insan iradesinin varlığına yönelik kutsal veriler sunmaktadır. Bunun yanında mutlak cebri ifade eden ayetler de mevcuttur. (ez-Zümer 39/62, er-Ra’d 13/8, el-Kamer 54/49, et-Tevbe /51, el-A’raf 7/178, ed-Dehr 76/30) Ayrıca aynı ayette hem cebir hem de hür iradeye yönelik Kur’an ifadeleri de bulunmaktadır. Bu tür ayetleri kendi bağlamları ve Kur’an’ın temel kabulleri doğrultusunda okumak gerekmektedir. Bu veriler arasında yapılacak bir sentez ile kader konusu daha belirginleşebilir. Cehm b. Safvan’ın (ö. 128/745) öncülüğünü çektiği rivayet edilen Cebriyye mezhebine göre, insanda hiçbir şekilde özgür irade bulunmamaktadır. O, Allah tarafından önceden takdir edilmiş plan ve program çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Mu’tezileye göre ise, insan hürdür. İnsanlar eylemlerini Allah’ın kendisine vermiş olduğu yaratma kudretiyle yaratır. Bu fiillerin gerçekleşmesinde yaratıcının müdahelesi yoktur. Zira kulun eylemlerini Allah yaratmış olsaydı, onları sorgulamaması gerekirdi. Mu’tezile bilginleri bu görüşlerine en-Nisa 4/123, el-A’raf 7/23, Tur 52/21, el-İnsan 76/3 gibi ayetleri dayanak olarak kullanmıştır. Kelami bir terim olarak istitaat, taat ve itaat kökünden gelip, güç, kuvvet ve takat anlamındadır. Mu’tezileye göre istitaat, fiilden önce bulunur ve buna “istitaat kable’lfiil” denilir. Ancak bu fiilin gerçekleşmesi anında da mevcuttur. Böylece fiil gerçekleşir. Ehl-i sünnet’e göre ise istitaat fiille birlikte bulunur ve buna “istitaat ma’a’lfiil” denir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Mu’tezilenin kulun bizzat kendisine bir yetkinlik vermesi, Ehl-i sünnet’in ise bu yetkinlikten kulu mahrum bırakmasıdır. Klasik kelam kitaplarında iki tür istitaatten bahsedilmektedir. İlki, hakiki güç anlamına gelen istitaat ki, fiil ancak bununla gerçekleşir. Ancak bu kulun sorumluluk kaynağı değildir. İkincisi ise, fiili meydana getirmek için aletler ve sebeplerin selamette olması (elverişli) gerekir ki buna “Selametü’l-alat ve’l-esbab” denilmiştir. Ancak kul bu şekilde sorumlu tutulabilsin. Burada Matüridiler ile Mu’tezile arasında bir bakıma yakınlık mevcuttur. zira Matüridilere göre insandaki kuvvet iki zıt fiili meydana getirmeye elverişlidir görüşündedirler. Ancak onlar, Mu’tezile gibi, kula yaratıcılık vasfı vermemektedirler. 7.5.KESB Ehl-i sünnet’in Eş’arî okulunun bilginlerine göre insanda yaratılmış bir kudret vardır ve bu, insanın yaptığı işler üzerinde bir etkinliği yoktur. İnsan bir fiili gerçekleştirmek için 15 fiile yaklaştığında (iktiran) Allah, eylem öncesi kulda bir kudret yaratır. Kulun fiille alakası, o fiilin gerçekleştirilen yer olmasıdır. Burada kulun kudretinin fiilin gerçekleşmesinde bir etkisi yoktur. Kul şeklen ve tarifinde zorlanılan bir iradeye (kesb) sahiptir. Bu irade de Allah’ın iradesine bağlıdır. Eş’arîler, insanda bulunan cüz’i iradeyi yaratılmış ve ilahi iradeye bağlı kabul etmelerinden dolayı ikinci derecede bir cebre düşmekle suçlanmışlardır. Buna “Cebr-i mutavassıt” denmiştir. Ehl-i sünnet’in diğer okulu olan Mâtürîdilere de, kula mutlak irade (tefviz-i mutlak) veren Mu’tezile’ye yakın bir anlayış ortaya koymaları nedeniyle “tefviz-i mutavassıt” denmiştir. Mâtürîdilere göre insanda fiillerin meydana gelmesinde etkin olan bir kudret vardır. Şöyle ki, insanda iki türlü irade vardır. İlki, külli iradedir. Allah tarafından kula verilmiş¸tercih aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. İkincisi ise, cüz’i irade olup, külli iradenin iki ve daha fazla alternatiften birisine yönelmesidir (temayül). Bu cüz’i irade bir hal olup, zihnin dışında somut bir varlığı yoktur. Harici bir varlığı olmadığı için de yaratılmış değildir. Mâtürîdiler, irade hürriyeti konusunda Mu’tezile’ye yakın bir görüş bildirmekle birlikte, fiillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek suretiyle onlardan ayrılır ve bu anlayışla Eş’arîlerle paralel düşünürler. İlahi irade ile insan iradesi arasındaki ilişki, mezheplerin görüşleri doğrultusuna şu örnekle betimlenebilir: Bir kimse birisini silahla öldürür. Cebriye mezhebine göre o şahıs silahla ateş etmeseydi, kurban yine bir şekilde ölecekti. Mu’tezile düşüncesine göre o şahıs silahla ateş etmeseydi, ölmeyecekti. Ehl-i sünnet âlimlerine göre ise, o şahıs ateş etmeseydi, karşısındakinin ölüp ölmeyeceği bizce meçhuldür. Zira kader, sebep sonuç ilişkisi doğrultusunda tezahür eder. Sebebe ayrı, sonuca ayrı bakmaz. Kader bağlamında maktulün ölümü, o şahsın ateş etmesiyle tahakkuk etmiştir. Bu nedenle kader konusunda konuşmak, bazı hadislerde men edilmiştir. Konunun uzmanlarınca tartışılması ise, farklı bir husus olup, gereklidir. Genel anlamda Mu’tezile bilginlerinin, insan eylemlerinde vermiş oldukları yetkinlik, realite ile bağdaşmamaktadır. Zira her istediğini gerçekleştiremeyen insan, eylemlerinde tamamen hür değildir. Zira öncelikle Allah her şeyin yaratıcısıdır. İnsan ve fiilleri de buna dâhildir. Buna göre her şeyi tamamen insana mal etmek, tutarlı görünmemektedir. İnsanı rüzgârın önündeki yaprak veya programlanmış bir bilgisayar gibi düşünen Cebriye’nin de teorisi yine realite ile bağdaşmamaktadır. Zira insanın tercih yeteneği bulunmakta ve birçok eylemini kendi kararları doğrultusunda gerçekleştirmektedir. Konuya en tutarlı yaklaşım, Ehl-i sünnet tarafından gerçekleştirilmiştir. Ne tam hürriyet ne de tam bir cebir anlayışı sergilemeyen Ehl-i sünnet bilginleri, hem Kur’an verilerine hem de realiteye muvafık görüş ortaya koymuşlardır. Onlara göre insan, Allah’ın müdahale etmediği bir alanda özgürdür ki, o da iradenin tasarrufu yani yönlendirilmesidir. Öte yandan Ehl-i sünnet uleması, Allah’ın her şeyi bildiğini kabul etmektedir. Cüziyyat ve külliyata da şamil olan bu bilgi, insanın iradesine yaptırım gücüne sahip değildir. Zira bilgi, vakıaya yöneliktir. O nedenle onlar “ilim, maluma tabidir” demişlerdir, yani nasıl olacaksa, Allah öyle bilir. Buna göre olaylar ve eşyaların 16 oluş biçimleri, Allah’ın bilgisinden dolayı değil, oldukları için Allah bilmiştir. Burada Allah’ın bilgisinin eşyanın oluş şekline göre bir sınırlandırılması yoktur. Bu veriler doğrultusunda şu soruya cevap vermek gerekir: “Kader değişir mi?”. kader değişmez, zira kader sonuçta gerçekleşen olgudur. Sonuç nasıl olursa olsun, o kaderdir. Karşı kaldırımdaki işine giden bir insan, “bugün kaderimi değiştirip arka sokaktan döneceğim” derse ve bunu uygularsa, yine kaderini gerçekleştirmiş olur. Zira olan şey kaderdir. O gün kaderinde arka sokaktan dükkânına gitmek varmış. Öte yandan o gün kaderinin yine her günkü gibi olduğunu o şahıs nereden bilecek? Kader kayıtlarının işlendiği evrensel bilgisayar diye adlandırabileceğimiz Levh-i mahfuz’a normal insan bilgisi ulaşamaz. O nedenle o şahıs, o günkü kaderini bilemez, bilemeyeceği için de hükümde bulunamaz. Bu bağlamda “Madem Allah, bizim cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyor, o halde neden dünyaya gönderip bir sürü problem ve sıkıntılara maruz bırakıyor, doğrudan gönderse olmaz mıydı?” şeklindeki bir soru anlamsızdır. Zira Yüce Tanrı, insanları yaptıklarına göre muaheze etmekte, sorgulamaktadır. Eğer dünyaya gelmemiş olsa idik, yani cennet veya cehennemi gerekli kılacak amellerde bulunmasa idik, cennet veya cehenneme gitme bilgisi oluşmazdı. O nedenle yaşanmadan verilen hükümler, Kur’an verileri çerçevesinde zulüm olurdu. Bununla birlikte Allah zamanın yaratıcısıdır. Bu nedenle O, zamana bağlı değildir. Buna göre “önce”, “sonra” gibi ifadeler, Allah hakkında geçerli değildir. Nitekim “Allah evreni yaratmadan önce ne yapıyordu?” türü bir soru da anlamsızdır. Zira Tanrı hakkında öncelik ve sonralık söz konusu değildir. Allah zaman üstü aşkın varlıktır. O’nun mahiyet ve nitelikleri bize benzemez. Ancak insan, bir değerlendirme yaparken, hep kendi şartları doğrultusunda hükümde bulunur. Bu ise ilahi alan için büyük bir yanlıştır. Allah ezeli ilmiyle her şeyi bilir. Buna göre O yüce kudret açısından geçmiş, gelecek ve bulunulan an, hep birdir. Yani çemberin başlangıcı ve sonu olmadığı gibi, evrendeki oluşum da daireseldir. Doğru bir çizgi şeklindeki bir anlayış ve oluşum insan için geçerlidir. Bu nedenle başlangıç ve son, önce ve sonra kavramları evren içerisindekiler için söz konusudur. Allah her şeyi, zaman üstü olarak, insani tabirle an olarak tek bir bilgi yani değişmeyen bir ilim ile bilir. Eş’arîliğin kesb teorisi çok muğlâk olmakla birlikte, Mâtürîdilik ile aralarında ciddi bir fark bulunmamaktadır. En azından sonuç itibarıyla aynı hedefe ulaşmaktadırlar. Kader inancı, bireyi evren hakkındaki başıbozukluk anlayışından kurtarır. Evrenin yüce bir idarecisi olduğu, her şeyin bir plan ve program dâhilinde hareket ettiği inancı, insanı ümitsizlik ve güvensizlikten kurtarır. O nedenle kader inancı, mümine yaşama gücü ve direnci verir. Her şeyin tesadüfî bir gelişme içerisinde olduğu düşüncesi, insanlara yeis ve karamsarlık verir. Öte yandan mü’minler geçmişte olan ve musibetler kader, gelecekle ilgili işlerde ve olumsuz eylemlerinde ise teklif noktasında bakmaları gerekmektedir. bu anlayış mü’minlere yaşama karşı güç verir ve iradesini kuvvetlendirir. Bu nedenle bazı bilginler, insan Mu’tezili gibi düşünmeli, ama vakıa karşısında kaderci bir yaklaşım sergilemelidir demişlerdir. 17 7.6.GENEL DEĞERLENDİRME Kader hakkında tartışmayı yasaklayan hadislerin, aslı olmadığını belirten bazı bilginlere göre, bu tür rivâyetler dini korumak amacıyla ortaya atılmıştır. Oysa ki Allah, bu gibi himayeci düşüncelerden müstağnidir. Mesela İbnü’l-Arbi’ye göre, Hz. Peygamber bir çok hadislerinde acısıyla, tatlısıyla, hayrıyla ve şerriyle kadere inanılmasını emretmiş, buna inanmayı imanın bir esası saymış olmasına rağmen, bu konuda konuşmayı ve tartışmayı nehyetmesi bir çelişki gibi görünmektedir. Allah rasülünün sahabelerini kader konusunu tartışmaktan yasaklamasının nedeni, onların bu konuda hissi davranarak, meseleyi karşılıklı anlayış içerisinde konuşmaktan öte, bir sonuç alınmayan bir tartışma ortamına götürmeleridir. Nitekim O (sav) bu konuda gereken açıklamayı yapmıştır. Buna göre hadiste yasaklanan husus, naslarda yer alan ifadelerin ötesinde konuyu tartışmaktır. Bu anlamda kaderle ilgili âyet ve hadisler üzerinde düşünmek ve konuşmak nehyedilmemiştir. Kelamcılar, Allah’ın insanların ve fiillerinin (efâl-i ibâd) yaratıcısı olduğunu belirten âyeti (es-Sâffât 37/96) delil göstererek, yaratmanın sadece Allah’a ait olduğunu, kulların fiillerinin ise sadece “kesb” olarak nitelendirilebileceğini söylerler. Melek, cin ve insanların yaratılmış varlıklar olduğunu, Allah’tan bağımsız bir fiil meydana getirmediklerini belirten alimler, insanlara nispet edilen fiillerin mecazî anlamda olduğunu kaydetmektedirler. Dua ve istiâze konusunda Mu’tezile, ondan bir menfaat beklenilmemesini ve duanın kulluk için gerekli bir ibadet olduğu görüşündedir. Dua bir ibâdet olup, duanın kader tarafından takdir edilenin gerçekleşmesine karşı bir itiraz şeklinde anlaşılmaması gerekir, üstelik Allah’ın bilgisinde bulunan bir işi de aksine çeviremez. 7.7. ŞİA’NIN KADER ANLAYIŞI Şiî-İmamiyye insan özgürlüğü sorununu ele alırken kendine mahsus bir ara formülle konuyu değerlendirmeye çalışmıştır. Şiî-İmamiyye’nin on iki imamı içerisinde, isminden en çok söz edilen ve önemli bir otorite olarak değerlendirilen şahsiyeti Cafer es-Sadıktır (148/765). Cafer es-Sadık’ın özellikle Şiî fıkhını ve itikadını tedvin etmesi bakımından görüşleri dikkatle değerlendirilmiş ve takip edilmiştir. Bu nedenle Şiîİmamiyye nin kader konusundaki yorumları için Cafer es-Sadık’ın görüşlerine müracaat etmek gerekmektedir. Kader konusunda İmam Cafer’in görüşünü “cebir ve tefviz arasındaki orta yol” şeklinde özetlemek mümkündür. O, cebir ve tefvizin her ikisinin de İmamiyye tarafından reddedildiğini savunmuştur. Kader konusunu yorumlarken cebir ve tefviz arasında orta bir yorum geliştiren Cafer es-Sadık.ın üzerinde durduğu önemli bir konu fiilin kula aidiyeti durumudur. Fiilin kula ait olup olmadığını anlamak sorumlu olup olmadığını belirlemede esastır. Kişi eğer yaptığından dolayı övülebiliyor ya da kınanabiliyorsa, o fiil kişiye aittir. Bu bağlamda Cafer es-Sadık şöyle der: “Kulu yaptığından dolayı kınayabildiğin, kulun kendi fiilidir, kınayamadığın ise Allah’ın 18 fiilidir”. Bu yaklaşım fillerin Allah’a mı yoksa kula mı ait olduğu konusunda oldukça farkı bir yorumdur. Şeyh Saduk; “İnsanlara ne cebir (zorlama) ne de tefvîz (tam serbestlik ve havale) vardır; fakat durum bu iki aşırı uç arasında orta yoldur” şeklindeki görüşünü İmam Cafer’e dayandırmakta ve onun bu “orta yol” anlayışını bir misalle anlattığını bildirilmektedir. Rivayete göre İmam Cafer’in misali şu şekildedir: “Suç işlemeye niyet etmiş bir adam görürsünüz ve onu bu kararından caydırırsınız; fakat o aldırmaz ve siz de onu kendi haline bırakırsınız; sonra da o, tutar o suçu işler. Şimdi sizin nasihatinizi kabul etmediği ve siz de onu kendi başına bıraktığınız için, elbette onun suç işlemesini emreden insan olmazsınız. Şiî-İmamiyye.nin kader görüşünü özetleyen Abdulbaki Gölpınarlı şöyle der: “Allah kullarının her birinin ne yapacağını ve ne yaptığını da bilir ve her kul hayrı da şerri de onun verdiği güçle-kuvvetle yapar. Şu halde tefviz inancı (Mu’tezilî anlayış) batıldır (Allah) Kula cebirle de bir şey yaptırmaz. Burada da açıkça görüldü gibi Şiîİmamiyye’nin kader görüşün orta bir görüş olduğu belirtilmektedir. Şiî-İmamiyye’nin kader anlayışını çok daha farklı bir şekilde yorumlayan Şeyh Saduk; insanın fiillerinin yaratıldığını, Allah.ın insanın fiillerini bilme gücüne sahip olduğunu, ancak bu bilmenin insanları o şeyi yapmaya zorladığı anlamına gelmediğini belirtir. Ona göre Allah’ın insanın fiillerini bilmesinin anlamı “Allah’ın insanların yapabilecekleri şeyleri daima bilir” şeklindedir. ÖZET Evrenin yaratıcısı olan Allah, insanlara daha çok sıfatları doğrultusunda gerçekleştirdiği mahlukatı ile kendisini tanıtmaktadır. Bu nedenle bir hadisde “Allah’ın zatı hakkında değil, yarattıkları üzerinde fikir yürütünüz” şeklinde buyurulmuştur. Tanrı’ya inanan insanlar, O’nun varlığını ispat etmek amacıyla bazı çıkarım ve önermelerde bulunmuşlardır. Hemen hemen bütün semavi dinlerde ortak olan tema, İsbat-ı Vacip şeklinde adlandırılmıştır. Bu konuda bütün din bilimleri ve disiplinler kendi verileri doğrultusunda deliller ortaya koymuşlardır. Bunlar, hudus, imkan, gaye ve nizam gibi başlıklar altında ele alınmıştır. Bu bağlamda tasavvuf bilginlerinin konuya yaklaşımı ile felsefecilerinki elbette farklıdır. İsbat-ı vacip konusu, dini akli boyutta değerlendiren, kelam ve felsefe ekolleri tarafından kabul görmüş ve bu alandaki çalışmaların çoğu, onlar tarafından yapılmıştır. Buna mukabil tasavvuf gibi İslami disiplinler, böyle bir çabanın gerekli olmadığı düşüncesinden hareket ederek, imanın bir kalp ve gönül işi olduğu, aklın işlevlerinin bu alanda yeterli olmayacağı düşüncesini benimsemişlerdir. Allah’ın sıfatlarının kaynağı, O’nun yüce isimleridir. Bu isimlerin sayısı, konuyla ilgilenen bilginlerin bulgularını göre değişir. Ancak, Allah’ın isimleri ana hatlarıyla doksan dokuz sayısıyla bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. 19 Kader ve Kaza (Eş’ari, el-İbane) ALLAH’IN İRÂDESİ Allah’ın alîm olduğunu kabul eden Mu'tezile ulemasına, “alîm olanın ilmi, herhangi bir zaman ve zeminde gerçekleşecektir. Bu durumda O’nun irâdesi de belli bir zamanda tahakkuk edecektir. Belli zaman ve zemini bilen kimsenin, bildiği hususun aynı zaman ve zeminde olmasını da irâde etmesi neden olmasın?” denilir. Allah’ın ezelde mürîd olması da, O’nun bildiğinin, bildiği şekliyle gerçekleşmesini gerektirmez mi? eğer onlar, “Biz Allah’ın ezeli olarak mürîd olmasını kabul etmiyoruz. Çünkü Allah, yaratılmış bir irâde ile mürîddir” derlerse, cevaben deriz ki: “Allah’ın yaratılmış bir irâde ile mürid olduğunu neden iddia ettiniz? Sizinle Cehmiyye arasında nasıl bir fark vardır? Zira onlar da, yanlış olarak, Allah’ın hâdis bir ilimle alîm olduğunu ileri sürmektedirler. Mademki Allah’ın ilminin yaratılmış olması caiz değildir, öyleyse O’nun irâdesinin de yaratılmamış olduğunu inkâr edemezsiniz. Eğer Mu'tezile uleması, Allah’ın ilminin muhdes olması caiz değildir, çünkü önceden alîm olmayıp da daha sonradan alîm olan kimseye noksanlık nispet edilmiş olur ki, bu sonsuza dek süren kısır bir döngüdür” derlerse onlara, “Allah’ın irâdesinin muhdes veya mahlûk olmadığını da inkâr edemezsiniz. Çünkü bu, O’nun irâdesinin başka bir irâde tarafından oluşturulmasını gerektirir ki, yine kısır bir döngüyü oluşturur” denir. Bu durumda onlar, “Allah’ın ilminin hâdis olması caiz değildir, çünkü önceden âlim olmayıp da daha sonradan âlim olan kimseye noksanlık nispet edilir” derlerse, onlara “Allah’ın irâdesinin de muhdes veya mahlûk olması da caiz olmaz. Çünkü irâdesi doğrultusunda istediği kadar mürîd olmayana, noksanlık arız olur. Bu durumda Allah’ın irâdesi de muhdes veya mahlûk olmaz. Böylece Allah’ın kelamı da hâdis olmaz. Öte yandan Mu'tezile alîmleri, küfür ve isyanın, Allah’ın kudreti sonucu olduğunu, ancak onları irâde etmediğini, bütün insanların iman sahibi olmalarını istediğini, fakat bazı insanların buna tabi olmadığını kabul ediyorlar. Bu anlayışa göre, Allah’ın istediği birçok şeyin gerçekleşmediği, olmamasını dilediği bazı şeylerin de meydana geldiğini kabullenmek gerekir. Çünkü Allah, küfrün olmasını dilemediği halde, iman sahiplerinden daha fazla küfrü benimseyenler vardır. İşte bu anlayış, Müslümanların genelinin görüşü olan, “Allah’ın istediği olur, istemediği olmaz” düşüncesine aykırıdır. Onların görüşlerinden anlaşılıyor ki, İblis’in arzuları, kendisi yüce, isimleri mukaddes olan Allah’ın istediklerinden daha etkili olmuştur. Zira insanlar içinden İblis’in arzularına tabi olanlar çoğunluktadır. Bu da İblis’i, Allah’a tan daha üst bir konumu getirmiş olmaktadır. Allah, haksızlık yapanların sözlerinden yücedir. Bir eylemi istediğinde gerçekleştiren, dilemediğinde meydana getirmeyen birisi ile, gerçekleşmeyen bir fiil isteyen ama istemediği de olan bir başkası arasında hangisi daha üstün olduğu sorulduğunda, ikinci şahsın üstünlüğünü kabul etmek, ciddiyetten uzak olmaktır. Buna rağmen, bu anlayış kabul edilirse, herhangi birisinin “Bilmedikleri çok olan, bilgisi olan kimseden daha üstündür” demesi de caiz olurdu. Eğer dilediği olan, istemediği olmayan bir kimsenin üstünlüğü kabul edilmezse, bu İblis’in gücünün, 20 Allah’ın kudretinden yüce olmasını benimsemeye devam etmek olur. Çünkü istediğinin çoğu gerçekleşiyor ve onların hepsini de o istemiştir. Bu durumda, istediği zaman meydana gelen, istemediği zaman vuku bulmayan bir kimsenin iktidarı daha güçlü demektir. Öyle ise, Allah’ın bir şeyi istediğinde meydana gelmesi, istemediğinin vuku bulmaması, onun güç eksenindeki iktidar sıfatını daha uygundur. İki kimse düşünün ki, birisinin bildiği şeylerin hepsinin gerçekleşiyor ve bilgisinden hiçbir şey eksilmiyor. Diğeri ise, bazı şeyler de bilmediği halde meydana geliyor ve bilgisi de eksiliyor. Bunlardan hangi güçlüdür? Eğer birinci şahsın uluhiyet ve hakimiyete daha uygun olduğu kabul edilirse, aynı şekilde, olacak bir şeyin olmasını dileyen, dilediğinden başkası da olmayan ve irâdesinden de hiçbir şey eksilmeyen bir zât, tıpkı ilim konusunda anlattığımız gibi, tanrılık vasfına en layık olandır. Madem ki bu kabul edilebilir, Mu'tezile bilginleri de, eski görüşlerinden yüz çevirerek, Allah’ın her şeyin irâde edicisi olduğunu, Allah’ın olmasını istediği bir olgunun, olması gerekenden başkası olmayacağını uygun bulmaları gerekir. Mu'tezile bilginleri, “Evren Allah’ın hükmü altında olup da, hoş görmemesine rağmen istemediği şeyler olmuştur” derlerse, onlara “Böyle olduğuna göre, O’nun kontrolü altında olup, yasaklamasına rağmen, bazı olgular meydana gelmiştir” denilir ve onlar bunu onaylarlarsa, canlılarda meydana gelen itaatsizlikleri Allah ya arzu eder veya onları bundan alıkoyar, bu ise zayıflık belirtisidir. Allah bu tür düşüncelerden yücedir. Kulların işledikleri fiiller içerisinde Allah’ın hoşnut olmadığı, yaptıklarında da O’nun kızdığı tutum ve davranışlar vardır. Bu kabul edilirse, Allah’ın dilemediği fiilleri bazı kimseler yaparlarsa, Allah elbette hoşnut olmaz, bu da Allah’ın “kahr” sıfatıdır. Allah teâla “Onlar orada gökler ve yer durdukça sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilediği süre başka; çünkü Rabbin, dilediğini yapandır” buyurmak suretiyle, dilediğini yaptığını vurgulamaktadır. Bir kimse, Allah’ın dilemediğini yaptığı, olmayacak işleri de yapmayı dilediğini ileri sürerse, bu Allah’ın unutkan olduğu veya istediğini gerçekleştirmekten aciz kaldığı anlayışını doğurur. Bu böyle kabul edildiği takdirde, Allah’ın istemediğini kulun yapması da, Allah’ın dilediğine ulaşmakta yetersiz kaldığını iddia etmektir. Bu da, ya Allah’a cahillik payesi verilmesini sonuç doğurur ya da Allah, istemediği halde bir işi yaparsa, O’nun istediğine ulaşmakta yetersiz kaldığı anlayışını netice verir. Nitekim Allah’ın dışında bir varlıktan da, istemediği haller vuku buluyorsa, onun için de aynı hükümler geçerlidir. Allah’ın bilmediği bir eylemi gerçekleştirdiğini sanmak, O’na cahillik nispet etmek olur. Bu durumda, kulun bazen istemediğini yaptığı gibi, Allah’ın da böyle yapabileceği ileri sürülürse, Allah’a dilediğine ulaşmakta eksiklik ve aksaklık nispet edilmiş olur. Eğer böyle kabul edilirse, kulların Allah’ın bilmediği fiilleri gerçekleştirdikleri düşünülür ki, bu aynı zamanda O’na cehalet nispeti olur. Yine Allah’ın istemediği halde yaptığı bir eylemin gerçekleşmesi, O’nun irâdesinde noksanlık, yetersizlik ve zayıflık olduğu anlamına gelir. Bu eylem ister O’nda, isterse de başkasında gerçekleşsin, hüküm değişmez. 21 Allah’ın idaresinde bildiği ama irâde etmediği fiiller meydana geliyorsa bu, Allah’ın dilediğine ulaşmakta yetersiz kaldığını göstermez. Bu durumda O’nun bilmediği işlerin hükümranlığı altında gerçekleşmesinin, Allah’a noksanlık vermeyeceğini inkâr edemezsiniz. Eğer bu caiz olmazsa, Kaderiyye’nin söyledikleri de uygun olmaz. Birisi “Siz niçin Allah’ın her olmuş ve olmakta olanı dilediği için olmasını, olmayacak olanlar için de olmamasını irâde ettiğini iddia ediyorsunuz?” derse, cevaben şöyle deriz: “Bu konuda, Allah’ın küfrü ve itaatsizliği yaratmış olması, önemli bir delildir. Madem ki Allah, her şeyin yaratıcısıdır, elbette onların varlığının, irâde edicisi olması gerekmektedir. Çünkü O, istemediğini yaratmaz”. Bunu ileride tekrar ele alacağız. Allah’ın hükmü altında olan kulların, O’nun istemediğini kesbetmeleri caiz olmaz. Tıpkı Allah’ın istemediği fiillerin, kendisinden meydana gelmesi uygun olmadığı gibi. Eğer O’nun bilmediği bir iş meydana geliyorsa, elbette bu O’nda noksanlık olmasını gerektirir. Eğer kullarında O’nun bilmediği ve irâde etmediği eylemler meydana oluşuyorsa, hüküm yine aynıdır yani caiz değildir. Bu ise masiyetlerin, Allah istesin veya istemesin, vuku bulmuş olduğunu gösterir ki, bu Allah hakkında bir zayıflık göstergesi olur. O ise, bundan yücedir. Allah’ın ezelde bildiği gerçekleri irâde ettiğine iman ederiz. Madem ki olanlar arasında küfür gibi olumsuz olgular var ve Allah onları biliyor, demek ki Allah, onların vuku bulmasını istemiştir. Allah küfrün olacağını biliyor ama onun olmamasını diliyor. Bu, bildiğinin aksine olan bir bilgiyle olmamasını istemiş olur ki bu caiz değildir. O zaman Allah, bildiğinin, bildiği gibi olmasını istemiş olmaktadır. Karşı tarafa, imanın zıddı, tutarsız, fasit ve çirkin olan küfrün, Allah’ın bilmesi ve dilemesinin ne sakıncası vardır? Diye sorulduğunda onlar, “budalalığı dileyenin de budala olacağı” şeklinde bir anlayışın ürünü olduğunu ileri sürdüklerinde, Hz. Adem’in oğlunun kardeşine söylediği “Andolsun ki, sen beni öldürmek için bana el uzâtsan da ben seni öldürmek için sana el uzâtacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben, hem benim hem de kendinin günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası işte budur!" şeklindeki ifadeleri delil gösterilir. Böylece Kabil kendi azabından kurtulmak için kardeşini öldürmek istedi. Oysaki Habil, kendisini öldürmek isteyen kardeşine el kaldırmadı. Öteki öldürme günahını ve üzerinde olan diğer günahlarını da yüklenerek, Cehennemliklerden oldu. Buna göre Allah, kullarının budalalılığını dilerse, O’nun zâtı budala olmuş olmaz. Allah bu tür yanlış anlayışlardan uzaktır. Yusuf (as) “Ey Rabbim, zindan bana bunların davet ettikleri işten daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, ben onların sevdasına düşer, cahillerden olurum. " demiştir. Onların Hz. Yusuf’u hapse atması, bir masiyettir. Bununla beraber o, onların davet ettikleri suçu işlemeksizin, onların suç olarak düşündükleri kendisini hapsetmelerini arzu etti. Fakat o, bundan dolayı sefih olmadı. Bu durumda eğer yaratıcı, kulların sefih olmasını diliyorsa, onlardan da O’na itaate aykırı olarak çirkin fiiller vuku buluyorsa, Allah’ın sefih olmasını gerektirmez. Bizden birileri, Müslümanların yaptıkları bazı suçları sefeh olarak görenler yok mudur? Oysaki Allah, onları görmektedir. Bu durum, Allah’ın da sefih olarak nitelendirilmesini 22 gerektirmez. Bu böyle kabul edildiği takdirde, inananlardan sefih olanların sefahet arzu etmesi, Allah’ın da o sefih kimselerden sefahet fiillerinin vuku bulmasını irâde etmesi inkâr edilmemelidir. Ancak Allah’a sefihlik nispet edilemez, O, bu nitelemeden yücedir. Müslümanlar arasında bir sefih, sefaheti istediği zaman, gerçekten sefih olur. Çünkü o, kendisine yasaklanan bu tür eylemleri yapmıştır. Çünkü o kimse, kendisini yöneten bir gücün kanunları altında, bir sınır koyucunun sınırları içerisinde, kendisini kayıtlara bağlayan kurallar çerçevesindedir. Bunları aştığı için o sefihtir. Ancak âlemlerin Rabbi ve O’nun kutsal isimleri, herhangi bir kayıt altında değildir. Kendisine emir veren ve yasaklayan bir başka varlık bulunmamaktadır. Bu nedenle Allah’ın sefaheti arzu etmesi, kendisinin de sefih olmasını gerektirmez. Allah teâla “Eğer dilemiş olsaydık, herkese hidâyetini verirdik; fakat tarafımdan şu söz verildi: "Elbette ve elbette cehennemi bütün cin ve insanlardan dolduracağım!" buyurmuştur. Mademki insanların akıbeti hakkında söz doğrudur, Allah herkesin hidâyetini dilememiştir. Çünkü onların hepsine hidâyet etmemiştir. Buna göre kâfirlerin azaplandırılması hakkındaki söz gerçek olduğu için onlara hidâyet nasip olmamıştır. Allah bunu dilememesi nedeniyle, onların dalaletini dilemiş olmaktadır. Yukarıdaki âyetin anlamının “Eğer biz dileseydik, onları hidâyete zorlardık” şeklinde olduğu düşünülebilir. Buna göre, Allah’ın zorlaması sonucunda, kâfirlerin bunu benimsemeleri söz konusu ise, bu durumda Allah’ın onları hidâyeti ulaştırmayı dilemesiyle, kâfirlerin hidâyete sahip olmaları gerekir. Öyleyse Allah’ın kâfirlerin küfrünü dilemesiyle de onların küfrü benimsemeleri gerektiğinin kabulü icap eder. Böyle bir sonuç ise, küfrü kâfirden başkasının yapamayacağını ileri süren Mu'tezile’nin görüşüne indirilmiş bir darbe demektir. Bu durumda eğer vermek isteseydi Allah, onlara hidayeti nasıl ihsan edecekti? Buna karşılık olarak onlar “ilcâ” metodunu benimserlerse, bu yola yaptıkları onlara herhangi bir yarar sağlar mı? sorusuna hayır denildiğinde, eğer Allah onlara hidayet vermiş olsaydı, “Onları cehennemle dolduracağım” sözü doğru olmamış olurdu. Eğer onlar “ilcâ” yapmış olsalardı, bu onlara yarar sağlamazdı. Nitekim Firavun’un denizde boğulurken söylediği sözler, ona fayda vermedi. Binaenaleyh Mu'tezile bilginlerinin savunmaları yetersiz kalmaktadır. Çünkü Allah’ın cehennemle ilgili sözü, gerçek olmasaydı, elbette herkes hidâyete erdirilmiş olacaktı. Söylediğiniz şekilde verilen bir hidayet, azabı ortadan kaldırmaz. Allah teâla, “Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık ederlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor”, “Eğer insanlar hep (küfre sapacak) bir ümmet olacak olmasaydı, biz o Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerine muhakkak gümüşten tavanlar ve üzerlerinde çıkacaktan asansörler yapardık” buyurmuştur. Bu nedenle Allah onların evlerini gümüşten tezyin edecek kadar bol rızık vermedi. Bu ifadeler doğrultusunda Allah, kâfirlerin küfürlerini dilememiş olsaydı, onları yaratmazdı. Allah onların inkârcı olacaklarını bilmesine rağmen onları yarattı. Nitekim O, bütün insanlar küfür üzerinde mutabakat etmesinler diye, onlara tavanlarını gümüşle süsleyecek kadar refah bir hayat sürecekleri bir bolluk vermedi. Buna göre 23 Allah, kâfirlerin inkâr etmemesini dileseydi, onları yaratmazdı. Oysaki engin bilgisiyle, yarattığında onların kâfir olacaklarını biliyordu. Bu anlayış yadırganamaz. Nitekim O, insanların küfür üzerine birleşmelerine izin vermediği için, onlara gümüşten tavan, üzerinden çıkacakları merdivenler yapmadı. Bilgisinde olduğu şekliyle, eğer onlara gümüş tavanlar ve asansörler verseydi, onlar topluca küfre düşeceklerdi. 7.8.DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Matüridilerin kader terimine verdikleri anlam Eş’arilere göre hangisidir? a. Kader b. Kader-i mutlak c. Cebr-i mutlak d. Kaza e. Tefviz-i mutlak 2. Kader Allah’ın en çok hangi sıfatıyla bağlantılıdır? a. Hayat b. İlim c. İrade d. Tekvin e. Yaratma 3. Matüridilere kader konusunda iki uçtan hangisine yakındır? a. Cebriyye b. Cebr-i Mutavassıt c. Tefviz-i mutlak d. Mu’tezile e. Ehl-i sünnet 4. Kesb teorisi hangi mezhebin görüşünü temsil etmektedir? a. Mu’tezile b. Cebriye c. Ehl-i sünnet d. Eş’arilik 24 e. Matüridilik 5. Matüridilere göre insan kendi fiillerinin hangi boyutunda etkindir? a. Fiilin yaratılması b. Fiile niyet etmek c. Fiilden önce bir güç oluşturması d. Fiili yönlendirmesi e. Fiile yönelik temayülü yönlendirmesi CEVAPLAR 1-D 2-B 3-D 4-D 5-E 7.9.KAYNAKLAR Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004. Süyuti, el-Câmi‘ü’s-sagir, I, 454–455. Şehristani, el-Milel ve’n-nihâl, I, 139–140, 144–146. Karadaş, Çağfer, Zaman Mekân İçinde İnsan ve Kader, Bursa: Emin Yayınları, 2010. Karadeniz, Osman, Ecel Üzerine, İzmir, 1992. Kadi Abdülcebbar, Şerhü’l-Usuli’l-Hamse, Kahire, 1965. Öztürk, Resul, “Şii-İmamiyye’nin İnsan Özgürlüğü Sorununa Yaklaşımı”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl 10, sayı 29, 2006. Taftazani, Kelam ilmi ve İslam Akaidi, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah Yayınları, 1991, s. 226, 247190-210. 25
© Copyright 2024 Paperzz