HF145 - Hayatım Futbol

Yayın Koordinatörü
Matthaus
İlker Yılmaz
Futbol sadece sahada oynanıp bitmiyor. Futbol yıldızları da sadece
sahada şahlanmıyor ya da yerin dibine batırılmıyor. Lothar Matthaus
bu yıldızlardan biri. 5 Dünya Kupası oynayan iki oyuncudan bir tanesi
olmasının yanı sıra 39 yaşında kadar aktif olarak futbol oynaması
bile takdire şayan. Fakat onu seven kadar sevmeyen de çok. Efsane
isim geçtiğimiz hafta içi İstanbul’daydı. Gidip görmek ve konuşmakla
kalmadık bir de antrenmanına çıktık. Son derece sempatik, içten
ve bir tanıtım organizasyonunda olmasına rağmen ciddi, ilgiliydi.
Antrenmanından özellikle keyif aldığımızı söylemem gerekiyor. Bu hafta
Matthaus’un röportajını, kariyerini ve antrenman notlarını bulacaksınız.
Yazarlar
Cihat Akbel
Bahadır Bozkurt
Emre Çelik
Emre Gürkaynak
Fırat Topal
Orhan Uluca
Rafet Baran Eryılmaz
Serkan Akkoyun
Hayatım Futbol’un 145. sayısında ayrıca; Ronaldinho transferiyle
ses getiren Meksika ligi LIGA MX’in bilinenden ne kadar potansiyelli
olduğunu, Ebola virisünün Afrika Uluslar Kupası’na olan tehdidini,
Barcelona’nın yeni yıldız adayı Fas asıllı Munir el Haddadi’yi, Real Madrid
altyapısının Barcelona’dan geri olmadığını, Ruslar’ın geç parlayan forveti
Dzyuba’yı ve yeni bir atılım gerçekleştiren Brondby’i bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#145 BU SAYIDA
MATTHAUS ÖZEL
Röportaj
Profil
Antrenman notlar
Ruslar’ın yeni altın çocuğu
Artem Dzyuba çıkışını Spartak Moskova’da sürdürüyor
Ebola krizi ve Afrika futbolu
Ebola önlenemiyor. Afrika Uluslar Kupası tehlikede!
Orada, bir lig var uzakta
Ronaldinho transferiyle gündem olan Meksika liginin
perde arkası
Modern Raul
Barcelona yeni yıldız adayını görücüye çıkardı: Munir el Haddadi
Üretirim ama oynatmam!
Real Madrid altyapısı fabrika gibi. Ama beyaz forma uzakta
Orhan Uluca
Matthaus Özel /Röportaj
HF145
“DEMiRÖREN BENi KANDIRDI!”
Spor giyim markası PUMA’nın davetlisi olarak “Forever Faster”ın tanıtımı için
Türkiye’ye gelen Lothar Matthaus ile kısa da olsa bir sohbet gerçekleştirdik. Bir
dönem Beşiktaş ile sözleşme imzalayan Almanların efsane futbolcusu, Yıldırım
Demirören’in kendisini kandırdığını iddia etti.
-Orhan Uluca: 2008 Avrupa Şampiyonası öncesi
Türkiye grupta sonuncu olur dediniz ama yanıldınız.
Türkiye turnuvaya damgasını vurdu ve yarı final
oynadı. Bu sizin için sürpriz oldu sanırım.
Lothar Mathaus: Nereye demişim.
-Sportbild dergisine yaptığınız tahminlerdi bunlar.
Ha evet. Uzmanlar da bazen yanılır(Gülüyor).
Yalnız ben bu yanılgıdan dolayı çok mutlu
olduğumu söylemeliyim. Üstelik yarı final
maçında Almanya’dan daha iyi oynadığınızı
da söylemeliyim. Aynı zamanda Türkiye
İsrail maçında da yine Sportbild dergisine
Türkiye’nin İsrail’i yeneceğini söylemiştim ama...
Yanılabiliyoruz...
-Kariyerinizde kazanamadığınız tek kupa var.
-Her şeyi tamam bir sözleşmeyi imzalamanıza
rağmen sizi burada göremedik. Neden?
Evet.. Şampiyonlar Ligi.
-1999 Şampiyonlar Ligi Finali’nde Manchester
United’dan son dakikada iki gol yenilmesini
antrenörün sizi oyundan almasına bağlayanlar
fazlalıkta. O tartışmayı da sonlandıralım. Antrenör
mü istedi yoksa Hitzfeld’in dediği gibi siz mi çıkmak
istediniz oyundan?
Aslında doğal bir süreçti o. 80 dakika 38
yaşında bir futbolcu olarak oynamışım ve doğal
olarak yoruldum. Çıkmak istediğimi teknik
adama hissettirdim ve o da beni oyundan aldı.
Yorgundum ve o an için doğrusu buydu.
-Kitabınızı geçtiğimiz yıl edinmiş ve okumuştum.
Orada oldukça enterasan bir bölüm var sayfa
172’de. Beşiktaş ile sözleşme imzaladığınızdan
bahsediyorsunuz.
Evet.
Çünkü bugün Türkiye Futbol Federasyonu olan
Yıldırım Demirören beni kandırdı. Macaristan
ile altıncı ayımı doldurmuştum. Beşiktaş benim
menajerimle Frankfurt’ta görüştü. Bana harika
bir teklif sundular. Her şeyi konuştuk, tüm imzalar
atıldı. Ve tam Beşiktaş’a gidiyorum derken
Nürnberg’den tanıdığım Erkan adında Türk bir
arkadaşım bana Beşiktaş’ın Vicente del Bosque
ile anlaştığını söyledi. Hemen sözleşmeyi alıp
avukatıma gittiğimde ise ikinci bir şok yaşadım.
Sözleşme imzalandığı vakit Yıldırım Demirören
başkan seçilmediği için yapılan kontratın uluslarası
mahkemede geçersiz olduğunu anladım. Türkiye’ye
gelip yerel mahkemelerde hakkımı arayabilirdim
ama böylesine güçlü bir şahsiyete karşı dava
kazanamayacağımı söylediler ve ben de bunun
peşinden koşturmaktan vazgeçtim. Sonrasında
Beşiktaş bizzat benim organize ettiğim yerde kamp
yapıp sezona Del Bosque ile girdi.
-Yıldırım Demirören demişken.. TFF Başkanı oldu ve
yabancı sayısını düşürerek çok ciddi tepki topladı. Ne
düşünüyorsunuz yabancı sınırlaması hakkında?
Bulgaristan ve Macaristan gibi ülkelerde teknik
direktörlük yaptığım zaman benzer sorunlarla ben
de karşılaştım. Nihayetinde yabancıların fazlalığı
altyapıdan gelecek olan gençlerin önünde ciddi
bir engel olabiliyor. Siz gençlere iyi bir kariyer
yapabileceği inancını vermek zorundasınız.
Onların da oynayabileceği bri alanın olduğunu
göstererek gençleri umutlandırmalısınız. Bu açıdan
baktığımızda ben ülkelerin kendi oyuncularını
koruma altına almasını destekliyorum lakin
Almanya’dan da görüleceği gibi gelişim adına
yabancılara ihtiyaç var. Burada asıl sorun gelecek
olan yabancının nitelikli olmasını sağlamak.
-Türk futbolu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye sahip olduğu potansiyeli son yıllarda
sahaya yansıtamıyor. O yetenekleri su yüzüne
çıkaramıyor. Alınan sonuçlar ile içerik uyuşmuyor
diyebiliriz.
Nasıl aşılır bu sorun?
90’ların sonunda Almanya’da da benzer sorunlar
vardı. TFF ve kulüpler beraber hareket ederek
gençlerin önünü açacak projeler geliştirmek
zorunda. Almanya yetenek keşif noktaları ve
performans merkezleri ile bugün Dünya Kupası’nı
kazanan kadronun temellerini attı. Türkiye de
benzer projeler üreterek bu süreci aşabilir.
-Son olarak Dortmund ile Galatasaray Şampiyonlar
Ligi’nde birbirlerine rakip oldular. Bu eşleşme için
favoriniz?
Tartışmasız Dortmund! Galatasaray’a saygı
duymakla beraber Dortmund son yıllarda
Avrupa’ya damgasını vurdu ve her iki maçta da
benim favorim Borussia Dortmund!
Çok teşekkürler...
Bahadır Bozkurt
SAHADA DOST,
DIŞARIDA DÜŞMAN
Almanya Milli Takımı’nın 5 kez Dünya Kupası servünine
bizzat iştirak eden oyuncusu Lothar Matthaus’un
kariyeri tüm başarılarına rağmen tartışmalı
Matthaus Özel /Profil HF145
Her futbolcunun hayatı hakkında bir hikaye
yazılabilir, Lothar Matthaus’un hayatından ise bir
roman. Saha içinde iyi bir lider, bir istikrar abidesi
olarak bilinen Alman efsanesi, saha dışında ise
huysuz, arkadaşları tarafından pek sevilmeyen biri
olarak bilinir. Onun romanı 1979 yılında profesyonel
kariyerine başladığı Borussia Mönchengladbach’ta
başlar.
2012/13 sezonunda Bayern Münih’i 3 kupada
şampiyon yapan Jupp Heyckness, daha kariyerinin
başındayken Mönchengladbach’ta görev
almaktadır. Bu sıralarda 19 yaşında futbol oynayan
genç Bavyeralı Lothar, enerjisi ve çalışkanlığı
ile genç teknik adamın ilgisini çekmeyi başarır.
Mönchengladbach’ta oynama şansı bulan Alman
oyuncu tüm takımın yükünü sırtında taşıyacak gibi
güçlü ve diri gözükür. Bundesliga yeni bir yetenekle
tanışırken Heyckness de gelen iyi sonuçlarla
koltuğunu sağlamlaştırır. 1979/80 sezonunda
fırtına gibi esen Alman kulüplerinin arasında
Mönchengladbach da vardır. UEFA Kupası’nda
finale kadar yükselen takımın yıldızı ise bitmek
bilmeyen enerjisiyle Lothar Matthaus’tur. İki maç
üzerinden oynanan finali bir başka Alman takımı
Franfkurt’ta kaptıran Mönchengladbach, uzun
yıllar hafızalardan çıkmayan bir performansa
imza atmıştır. Gösterdiği performansla Almanya
Milli Takımı’nda da yerini alan genç Lothar, 1980
senesinde yedek olarak girmeye başladığı milli
takımda ilk şampiyonluğun tadına varır. Milli
takımda büyük başarılar tadan Mattheus, ilk
kez sahne aldığı 1982 Dünya Kupası’nda finalde
İtalya’ya kaybeden takımın kadrosunda kendine
yer bulur. Ancak, milli takım seviyesinde gelen
başarılara rağmen kulüp seviyesinde istediği
başarıları pek yakalayamamıştır. Alman liginde
kupa kazanmak isteyen Matthaus, mali krize
girmiş olan Mönchengladbach’tan ayrılmayı
ister. Bir Bavyeralı olarak kupanın nerede
kaldırılabileceğini biliyordur.
Lotthar Matthaus, Almanya’da hep tartışılan
bir oyuncu olmasının en büyük olaylarından bir
tanesini 1984 senesinde yaşar. Mönchengladbach
lig kupasında finale kadar ilerler. Finalde hiç
şaşırtmayacak bir takım onları bekler. Bayern
Münih’le oynanan maçın normal süresi 1-1 sona
erer. Uzatmalarda da gol sesi çıkmayınca galibi
penaltılar belirler. Franfkurt’ta 60 bin seyircinin
önünde meşin yuvarlağın başına geçen ilk
isim Matthaus’tur. Kötü bir vuruşla topu auta
gönderir. Mönchengladbach için işler zorlaşır
ve kupayı kaybederler. Matthaus’un penaltısı
yıllarca akıllarda kalır. Bu penaltının bu kadar akıl
kurcalamasının nedeni ise Lothar Matthaus’un
ertesi sezon Bayern Münih’e gerçekleşen
transferidir. 4 sezonda 162 kez giydiği siyahbeyazlı formayı çıkarıp, kırmızı formayı giydiğinde
o penaltı vuruşunu kaza olarak görenlerin sayısı bir
hayli azdır.
Bir futbolcunun Bundesliga’da şampiyonluk
tepsisine dokunabilme ihtimalinin en yüksek
olduğu yer şüphesiz Bayern Münih kulübü. İlk
sezonunda attığı 16 golle tepsiye el uzatan
isimlerden bir tanesi de Bavyeralı Lotthar’dır. Üç
şampiyonluk üst üste yaşayan Matthaus artık
Bundesliga’nın ve Almanya’nın sahip olduğu
yıldızlardan biriydi.
Maradona’lı yıllar
Bazı sporcular şansızdır. Ne kadar başarılı
olurlarsa olsun, zamanında yaşayan bir efsane
tüm başarıların önüne geçebilir. Matthaus’un
gençliğinin baş belası da Diego Armando
Maradona’dır. Matthaus her ne kadar hem ofansif
anlamda milli takıma hizmet edip adını finale
yazdırsa da, zamanın bir futbol fenomenine karşı
finalde oynamak kolay olmayacaktır. Taktiksel
olarak Maradona’yı sahadan silme görevi verilen
Alman dinamosu, Maradona’yla baş edemez
ve 1986 finalini kaybeder. Dünya Kupası’ndan
sonra İtalya’nın yolunu tutan Matthaus, Inter’e
transfer olur. İtalya, yıldızlar topluluğu olan bir
ligdir. Matthaus ve Maradona bir Dünya Kupası
finalinde bir daha karşılaşana kadar kozlarını Serie
A’da paylaşırlar. Matthaus geldiği ilk sezonda
şampiyonluk yaşar, ona pek de anlaşamadığı
Alman efsaneleri Jürgen Klinsmann ve Andres
Brehme eşlik eder. Bu sıralarda, Maradona
kasırgasını bir nebze olsun durdurabilmişlerdir.
1990 yılında Dünya Kupası İtalya’da düzenlenir.
Napoli taraftarlarının Arjantin’i desteklediği
efsanevi kupada Maradona Arjantin’i finale
taşırken, Matthaus da Almanya’nın elinden
tutar. Düelloda tekrar karşılaşan ikili arasında,
bu sefer gülen Almanlar olacaktır. Ancak yine
de, Maradona’nın kaybetmesi, Matthaus’un
kazanmasından daha fazla gündemi meşgul
edecektir.
Yine yeniden Bavyera
Inter macerasının ardından tekrar Bayern Münih’e
dönen efsane oyuncu Trapattoni ile altın çağını
yaşayacaktır. Olgunlaşan Matthaus’a defans
yapmayı öğreten Trapattoni ile modern önlibero
oyunun temelleri atılacaktır. Oyunda kendini
hep geliştiren Lothar’ın, sahada dışında kendini
geliştirmeye pek niyeti yoktur. Yaptığı açıklamalar
ve basına demeçleri ile takım arkadaşı Jürgen
Klinsmann’a rahat yüzü göstermez. Sürekli olarak
hedef gösterdiği Klinsmann’ı o kadar rahatsız
eder ki, Jürgen bavulları toplayıp huzur bulmak
için Londra’ya transfer olur. Matthaus, liderliğine
herkesin biat etmesini isterken, kendini milli
takımın dışında bulur. Alman oyuncular onu
huysuz, geçimsiz, patavatsız olarak nitelendirir.
Almanya Milli Takımı Euro 96’da Klinsmann’ın
liderliğinde, Bierhoff’un tarihte atılan ilk altın
golüyle şampiyon olurken, Lothar’ın yerine artık
Mattias Sammer, daha da önemlisi huzur vardır.
Ancak Lothar milli takımın dışında kalsa da pes
etmez, sahada Bayern’in herşeyi olur. Trapattoni
düzenlediği meşhur basın toplantısında Mehmet
Scholl’ü, Mario Basler’i, Thomas Strunz’u yerin
dibine sokar, İtalyan teknik adamın istediği tüm
özelliklere sahip oyunculardan biri de Lothar’dır.
İlerleyen yaşına rağmen hala takımın yükünü
üstlenmeye ve olağanüstü performansı ile göz
doldurmaya devam ediyordur. Milli takımda
görevini devir alan Sammer sakatlanınca
Matthaus milli formaya tekrar kavuşur. Beşinci
kez katıldığı Dünya Kupasında yaşlı kurt, Fransa’da
Hırvatlara çeyrek finalde yenilerek evine geri döner.
Bu Lothar’ın sahne aldığı son Dünya Kupası’dır.
Futbolunun son döneminde de olayları eksik
olmayan Bayern efsanesi, Fransız sol bek
Lizarazu’yu da çıldırtıp antermanda yumruklaşır.
Alman kamuoyu Lizarazu’ya yüklense de, aslında
problemin Matthaus’tan kaynaklandığını bilirler.
1999’da hiçbir Bayernlinin hatırlamak istemediği
finalde Matthaus son 5 dakika kala oyundan çıkar.
İşte ne olursa o kısacık 5 dakika içerisinde olur.
Manchester United neredeyse son 2 dakikada
attığı iki golle uzatmalarda Bayern’den kupayı alır.
Matthaus çok istediği kupaya bir kez daha
ulaşamaz ve kendisini oyundan alan teknik
direktör Ottmar Hitzfeld’e söylemediğini bırakmaz.
Maçtan sonra konuşan Hitzfeld’in söylediği tek bir
cümle vardır. Lothar maçın sonlarına doğru teknik
adamın yanına gidip, çok yorulduğu için oyundan
çıkmak istediğini kendisi istemiştir. Hitzfeld ile
Matthaus’un yolları ayrılır, Matthaus bir sezona
yakın Amerika’da top koşturduktan sonra futbolu
bırakır.
Demirören’in gücü
Daha sonra teknik direktör olarak karşımıza
çıkan Alman efsanesi bu kulvarda aradığını pek
bulamaz. İyi sezon başlangıçlarının ardından
aldığı hezimetler, şanına leke sürer. O da artık bir
zamanlar karışılıklı oynadıkları Maradona gibi iyi
futbolcu, kötü antrenör klasmanında kendine yer
bulur. Kariyerindeki en büyük yaralardan birini de
Yıldırım Demirören’den alır. Beşiktaş’ı çalıştırmak
için bavullarını toplarken, arkadaşlarından aldığı
bir haberle yıkılır. Telefondaki ses Lothar’a
kötü haberi verir; “ Beşiktaş, Del Bosque ile
anlaşmış.” Klinsmann’ın, Lizarazu’nun, Hitzfeld’in
yapamadığını Yıldırım Demirören başarır. Kalbi
kırık Alman efsanesi üzerinden seneler geçmesine
rağmen hala fırsat buldukça “kandırıldığını”
söylemekten çekinmiyor.
MATTHAUS’UN
VUKUATLARI
-Bayern München’de forma giydiği yıllarda,
takımın menajeri ile Jürgen Klinsmann üzerinden
iddiaya girer. Buna göre Klinsmann ikinci
sezonunda 15 gol atarsa Lothar, menajere 5000
mark vereceğini söyler. Jürgen 15 golünü atar,
Sampdoria’nın yolunu tutar. Euro 96’da teknik
adam Berti Vogts Klinsmann’a uyar, Lothar
turnuvanın kadrosunda yer almaz.
-Borussia Dortmund - Bayern Münih maçı biraz
sert geçer. Lothar’ın hedefinde Andreas Möller
vardır. Andreas Möller sert maça isyan edince,
Lothar yanına yaklaşır. Möller’e jest ve mimiklerle
ağlama da futbolunu oyna gibisinden küçük
düşürücü hareket yapar. Möller de “ağlayan”
Lothar’ın gözyaşlarını elleriyle silince, saha karışır.
-Sert geçen antremanda Bixente Lizarazu’yu
önce sözleriyle sonra elleriyle kışkırtmaya çalışır.
Bixente’nin buna cevabı sert olur, Lothar’ın
suratına bir tokat indirir. 100.000 frank ceza alır,
bir de milliyetçi Almanların tepkisini.
-Birçok takım arkadaşı ve rakip oyuncuyla sorun
yaşayan Lothar’ın teknik direktörlük günleri de
olayı geçer. Partizan’ı çalıştırırken oynadığı iki
hazırlık maçında yine ortalığı karıştırır. Belek’te
kamp yaparken Tınaz Tırpan’ın takımı Bucheon’la
bir hazırlık maçı yaparlar. Tınaz Hoca’yı da çileden
çıkarmayı başarır. İki teknik direktör kavga etmeye
başlayınca maç yarıda kalır.
-Ardından Partizan, Dinamo Zagreb’le
Hırvatistan’da bir hazırlık maçına çıkar. Bir futbol
maçında çıkan olaylar nedeniyle ayrılan iki ülkenin
takımlarının maçında Lothar rahat durmaz.
Dinamo Zagrebli yedek futbolculara küfür eden
Alman teknik adam, maçı çığrından çıkarır. Sonuç
10 taraftar gözaltına alınır, çıkan olayları bastırmak
yüzlerce polise kalır.
-Teknik direktör olarak şansını Arjantin’de
denemek ister. Racing Club’la anlaşır. Resmi
imzalar atılmadan önce Racing başkanı Molina’nın
cep telefonuna bir sms yollar; “Ben gelmiyorum”!
Molina çılgına döner, öcünü Yıldırım Demirören
alır(!)
Emre Gürkaynak
Matthaus Özel HF145
MATTHAUS’LA ANTRENMAN
Hayatının bir kısmında, kalbinin bir parçasını
futbola kaptıran hemen herkesin, yeşil sahalarda
oynama hayali vardır. Ancak profesyonel
futbolcu sayısına bakıldığında her isteyenin
gerçekleştirememesi makul karşılanacak bu hedef,
yerini zamanla yenilerine bırakır.
Gerçek bir futbolcuyla birlikte aynı sahda yer almak
elbette bunlardan birisi. Halı saha maçlarında
denk gelinen eski 3. Lig topçusu göbekli abilerle
kıyısına yaklaşılmayan bu düş, benim de içerisinde
bulunduğum bir grup adına dünya şampiyonu
futbol efsanesi Lothar Matthaus tarafından
gerçekleştirildi. Evet, tarafından.
Kaseti biraz geri saralım. Sabah saatlerinde
Kabataş’tan, Emirgan’a, Matthaus’u dinlemek ve
birlikte antrenman yapmak üzere yola çıkıyoruz.
Güzergâhın güzelliğini taze görmüş olmak, ne
kadar ihtiyaç olmasa da, Matthaus’un, “İstanbul
çok güzel bir şehir. Hem de bunu sadece güzel
kadınlar nedeniyle söylemiyorum” ifadelerini
daha da anlamlı kılıyor. 150 defa Almanya Milli
Takımı’nın formasını giyerek bu alanda bir dünya
rekoru kıran oyuncunun, soru-cevap kısmında
sergilediği sempatik tavırlar ise neden hep,
bahsettiği güzel kadınların onun etrafında
olduğunu açıklıyor.
Matthaus, ya da onu izlemeye gelmiş Hikmet
Karaman’ın hitap ettiği şekilde Lothar, elbette
Puma ile arasındaki sponsorluk anlaşması
nedeniyle İstanbul’da. Ancak bu marka onun için
daha fazlası. Şirketin merkezi hâlâ Matthaus’un
doğduğu şehirde ve o küçükken babası, Puma
fabrikasında temizlik görevlisi olarak çalışıyordu.
Annesi ise evde futbol toplarının kaplanması ile
ilgileniyordu. Matthaus, kendisi için “özel” olan bu
markaya belki de borcunu ödemek için etkinliği
kapalı alanlarla sınırlandırmıyor, yeşil sahalara da
taşıyor.
Ya da olayın bununla ilgisi yok ve Matthaus
sadece, futbol oynamak istiyor.
Sakıp Sabancı Müzesi’nde buluştuğumuz, kısa
bir konferans ve soru-cevap ile birlikte hakkında
ilk izlenimimizi edindiğimiz Lothar Matthaus,
bunların ardından uzun bir röportaj maratonuna
giriyor. Gayet açık, saklayacak bir şeyi yok. 2008
Avrupa Şampiyonası öncesi, Türkiye hakkında
yaptığı başarısız olacağı üzerine tahminler
hatırlatıldığında “Uzmanlar da hata yapar” derken
“Beşiktaş’ın Del Bosque’ye verdiği parayla 10 yıl
çalışırdım” ifadelerini kullanmaktan çekinmiyor.
Röportajları ve canlı yayınları atlatan Matthaus ile
biraz gecikmeli de olsa sahaya geçiyoruz. Herkes
tam takım giyinmiş. Son olarak Bulgaristan Milli
Takımı’nı çalıştıran 53 yaşındaki hoca, iki asistanı
ile birlikte öncelikle saha içinde konuşma yapıyor.
İki saatlik bol koşulu bir idman yaptıracağını
söyleyerek, önce korkutsa da daha sonra suratına
yerleştirdiği gülümseme ile yüreklere su serpiyor.
Ancak araba satma konusunda sihirli olarak gören
cümlelerden biri onun için de geçerli: O bir Alman!
Hem de bunu 45 dakikalık bir antrenmanda
hissettirmekten çekinmeyen bir türden. Yanlış
yapılan noktalarda kendini yere atmaktan, tepkisini
göstermekten kaçınmayan eski Bayern ve Inter
oyuncusu kısık sesle konuşan yardımcısını da “Daha
yüksek” diye fırçalamaktan da geri kalmıyor.
Yine de Matthaus sadece disiplin yönünde olan
biri değil. Belki aldığı ressamlık ve dekoratörlük
diplomasının da etkisiyle sahanın ortasında “Topu
sevin. Onun sevgiye ihtiyacı var, hor görülmeye
değil” diye bağırıyor.
Matthaus futbolun ve onun temel enstrümanı
topun sevilmesini istiyor.
Antrenmana da topla başlıyoruz. Paslaşmak
kolaydır fakat tempo giderek öyle bir arttırılıyor
ki paslaşırken yorulmaya başlıyoruz. Daha sonra
top sürmedeki becerilerimizi ortaya çıkaracak
bir çalışmayla devam ediyoruz. Ardından da çift
kale maç. En sonda da şut çalışmasıyla tamamı
topla olan antrenmanı bitiriyoruz. Vurgulamadan
edemeyeceğim, milli takımla 5 Dünya Kupası
oynamış, bunlardan birini kazanmış, kulüp
takımıyla 8 lig şampiyonluğu yaşamış, sayısız
kupa elde etmiş Matthaus’un, antrenman verirken
ki ilgisi, alakası, yerine göre dişini göstermesi,
basit bir idmanı bile ciddiye almasıyla bizim
kalbimizi kazandı.
45 dakika belki de daha fazla süren (yorgunluk
seviyemize bakılırsa iki gün) antrenmanın
ardından Matthaus bu sefer son konuşması
için herkesi topluyor. “Bu, 12-14 yaş grubuna
yaptırdığımız bir antrenman” diyerek başladığı
sözlerini “Futbol dışarıdan kolay görünür ancak iş
öyle değildir” diyerek tamamlıyor. Belki de Simon
Kuper tarafından “tabloit okuru” yakıştırmasına
layık görülen bu adam, basınla haşır neşir oluşunu,
kariyerindeki tartışmaları hatırlıyor son sözünü
söylerken.
Ancak sıkıntıları olmuş da olsa, gün sonunda
anlıyoruz. Matthaus kesinlikle futbolu seviyor.
Cihat Akbel
Afrika
HF145
EBOLA KRiZi VE AFRiKA FUTBOLUNUN DURUMU
Batı Afrika’yı etkisi altına alan Ebola virüsü tüm yaşamı doğrudan etkilerken futbola
da darbe vurmakta gecikmedi.
1.Ebola nedir?
- Ebola Virüsü insanlarda Ebola Virüsü Hastalığına
(Eski adı Ebola Hemorajik Ateşi) yol açar.
İnsanlarda ve primatlarda (enfekte maymun,
goril, şempanze, meyve yarasası, orman antilobu
ve kirpi gibi) sıklıkla ölüme yol açan ciddi bir
hastalıktır.
- Salgınlarında ölüm oranı %90’lara kadar
çıkabilmektedir.
- Virüs insanlara vahşi hayvanlardan geçer ve
insandan insana bulaşır.
- Meyve Yarasaları (Fruit Bats) Ebola Virüsünün
doğal konağı olarak görülmektedir.
- Hastalığın insan ve hayvanlar için özel bir tedavisi
ya da aşısı bulunmamaktadır.
1.1 Ebola virüsünün bulaşma aşaması
ve şekli
- Enfekte bir kişinin kanı ya da salgılarıyla doğrudan
temas.
- Enfekte salgılarla kontamine olmuş objelerle
temas.
- Defin işlemleri sırasında cenazeye doğrudan
temas edilmesi de hastalığın yayılmasında
etkendir.
- İyileşen erkek hastaların spermleri yoluyla
hastalığı 7 haftaya kadar bulaştırması mümkündür.
- Ebola Kanamalı Ateşi’ne yol açan virüsler,
genellikle hasta bakımıyla uğraşırken enfekte
salgılarla teması olan aileler ve arkadaşlar
aracılığıyla yayılmaktadır.
- Ebola Kanamalı Ateşi salgınlarında hastalık
sağlık tesislerinde hızla yayılabilir (klinikler,
hastaneler v.b.). Maske, elbise ve eldiven gibi
uygun koruyucu ekipman giymeyen personelin
bulunduğu sağlık tesislerinde virüse maruziyet
riski yüksektir.
1.2 Hastalık belirtisi ve bulgular
- Ateş
- Baş ağrısı
- İshal
- Eklem ve kas ağrısı
- Halsizlik
- Kusma
- Mide ağrısı
- İştahsızlık
Belirtiler Ebola virüsüne maruz kalındıktan 2-21
gün (genellikle 8-10 gün) sonra görülür. Hastaların
bir kısmı iyileşirken, neden bazılarının öldüğü tam
olarak anlaşılamamıştır. Bununla beraber ölenlerin
virüse karşı yeterli bağışık yanıt geliştiremedikleri
bilinmektedir.
1.3 Hastalıktan korunma
Ebola Hemorajik Ateşi’nden korunma konusunda
birçok zorluklar vardır. Ebola Hemorajik Ateşi
ile insanların tam olarak nasıl enfekte oldukları
bilinmediğinden az sayıda temel korunma tedbiri
vardır.
- Diğer bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi hastalığı
önlemenin en önemli uygulamalarından biri
ellerin düzenli olarak yıkanmasıdır. Ellerinizin su
ve sabunla yıkanması (ya da sabun bulunmadığı
yerlerde ve ellerin açıkça kan ve vücut sıvılarıyla
kirli olduğu durumlarda susuz alkol-bazlı el
losyonun kullanılması) cildinizden potansiyel
enfekte materyalleri uzaklaştırır ve hastalığının
geçişini önler.
- Eldiven kullanılan durumlarda eldivenleri
çıkarmadan önce su ve sabunla yıkamak ve
eldivenleri çıkardıktan sonra da elleri yıkamak.
- Ölü hayvanlarla, özellikle de primatlarla
temastan kaçınmak.
- Yerel pazarlarda tüketim için satılan primatlar
dahil vahşi hayvanların etini yememek.
- Sağlık tesislerinde hastalık bulaşma riski
yüksektir. Bu nedenle sağlık çalışanlarının bir
Ebola Hemorajik Ateşi vakasını fark etmesi ve
pratik viral hemorajik ateşi karantina önlemlerini
veya bariyer hemşirelik tekniklerini uygulamak
için hazır olması gereklidir. Bu önlemler arasında
koruyucu kıyafetlerin giyilmesi (önlük, eldiven,
maske, göz koruyucu ekipman gibi) yer almaktadır.
Enfeksiyonun yayılmasını önlemekle ilgili olarak
ekipman ve enjektörlerin sterilize edilmesi, uygun
bir şekilde imha edilmesi ve hastaların vücut
salgılarının da uygun bir şekilde imha edilmesi de
önemlidir.
- Hastanın ölmesi durumunda cesetle temastan
kaçınmak.
1.4 Ebola virüsünün sık görüldüğü
ülkeler
- Gine
- Sierra Leone
- Liberya
*Bu bölüm Dünya Sağlık Örgütü resmî
kaynaklarından alıntıdır.
Tarihin en büyük ebola salgını
İlk kez 1976 yılında zamanın Zaire’si şimdinin
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan
virüs adını, ilk defa rastlanıldığı bölgeye yakın
olan Ebola Nehri’nden alıyor. 1976’dan 1979’da
kadar DKC ve Sudan’da 454 kişi hayatını kaybetti.
Bu da vakaların %70’inin ölümle sonuçlandığını
gösteriyor. Uzun yıllar ortadan kaybolan virüs
1994’te Gabon’da tekrar hortladı. Virüs Demokratik
Kongo’ya da sıçradı ve yaklaşık 2 senede 300’den
fazla insanın ölümüne neden oldu. Ebola Virüsü
farklı varyasyonlarıyla kendini tekrar etmeye
devam etti. 2000 senesinde Uganda’da hastalığa
yakalanan 425 hastadan 224’i kurtarılamadı.
2001 ile 2012 yılları arasında 865 vakanın %60’ı
ölümle sonuçlandı. Çoğu sağlık örgütü tarafından
dünyanın en ölümcül virüsü olarak gösterilen
Ebola 2014 Mart’ında Gine’de tekrar ortaya çıktı.
Geçmişte de olduğu gibi hafife alınan hastalık eski
rutininden farklı bir boyutta yayılmaya başladı.
Batı Afrika ülkelerinden Sierra Leone, Gine ve
özellikle Liberya’da salgın kontrolden çıkmış
durumda. 9 Eylül 2014 itibariyle bu yıl içinde Ebola
virüsüne yakalanan 4 bin 293 kişiden 2 bin 296’sı
hayatını kaybetti. Liberya’da vakaların %60’ı,
Sierra Leone ve Gine’de ise %30’u ölümle son
buldu. Ayrıca Nijerya, Kongo ve Senegal’de de bazı
kişilerde Ebola virüsüne rastlandı.
Tarihin en büyük Ebola salgını için hem Dünya
Sağlık Örgütü hem de Birleşmiş Milletler umutsuz
açıklamalar yapıyor. Gana’da BM tarafından
bir salgın üssü kurulması kararlaştırıldı. DSÖ
doktorları ise salgını durdurmanın gitgide
güçleştiğini fakat bazı bölgelerde bu mücadeleyi
kazanmaya çalıştıklarını söylüyor.
Çoğu ülkenin sınırlarını kapattığı Batı Afrika’da
uçuşlar ve lojistik bağlantılar sekteye uğramış
durumda.
Virüs için henüz bir aşı ya da kesin tedavi
geliştirilemezken bazı aşılarda olumlu sonuçlar
alındı. Maymunlar üzerinde denenen bir tedavi
yöntemi hayvanları iyileştirirken bunun hangi
şekilde ve kime uygulanacağı netlik kazanmadı.
Ebola’nın vurduğu ülkelerde okullar tatil edilmiş
durumda. Sierra Leone ve Liberya’da sokağa
çıkma yasaklarına da başlandı. Spor müsabakaları
iptal edilirken hastaların karantina bölgelerine
taşınması da hızlandırılmış durumda. Virüse
yakalanan hastanın uzun yaşayamamasından
dolayı karantinalar salgın hızını yavaşlatıyor.
Fakat karantinalardan kaçan hastalar, sağlık
görevlilerin çalışmak istememesi ve de güvenliğin
sağlanamaması durumu kötüleştiriyor. DSÖ,
bağımsız doktorlar ve gönüllü sağlık personelleri
üstün bir çaba içerisinde. Öyle ki 4 ayda sadece
Ebola hastalarını tedavi eden 120 sağlık görevlisi
hayatını kaybetti.
Gine, Sierra Leone ve Liberya’da temel ihtiyaçları
karşılamak gitgide zorlaşıyor. Fiyatlar neredeyse
%150 artmış durumda. Bu bölgeye yakın diğer
ülkeler de sınırlarını tamamen kapatmış vaziyette.
Fildişi Sahili’nde lüks gıda tüketimi olarak görülen
yırtıcı hayvan satmak bir süreliğine yasaklandı.
Buna rağmen karaborsa yırtıcı hayvan satışı
engellenemiyor.
Sierra Leone krizi
Ebola virüsü ölüm ve korku yaymaya devam
ederken bölgenin futbol ekiplerini de doğrudan
etkilemiş durumda. 2015 Afrika Uluslar Kupası
için eleme grup maçları oynayacak Sierra Leone ve
Gine iç saha maçlarını başka ülkelerde oynamak
zorunda. Bir tur öncesi Seyşeller ile oynayacak
Sierra Leone’nin deplasmana gitmesi hükmen
kaybedecek olmalarına rağmen Seyşeller
hükümeti tarafından engellendi. Gine, Togo ile
Fas’ta karşılaşmak zorunda kaldı. Sierra Leone ise
Fildişi Sahili’nde korkunç bir durumla karşılaştı.
İlk önce Dünya Sağlık Örgütü Fildişi Sahili’ne
gidecek kadronun sadece Avrupa’da oynayan
oyunculardan kurulmasını istedi. Bu şartlar
sağlandı ve yolculuk gerçekleşti. Abidjan’da
konaklayacakları otelde berbat bir muamele
gördüklerini söyleyen oyuncular için zaten var
olan küçük moral kaynağı da tüketilmiş oldu.
Çok iyi oynamalarına rağmen maçtan 2-1 mağlup
ayrıldılar. Bir sonraki karşılaşmaya da Afrika Futbol
Federasyonu’nun belirlediği yer olan Demokratik
Kongo’da çıktılar. İki maçtan da yenik ayrılan Sierra
Leone’de kaybedilen kuşkusuz puanlardan fazlası
oldu. Fakat buna rağmen umutlarını kaybetmemiş
gözüküyorlar. BBC’ye konuşan kaptan Kei Kamara
mücadeleye devam edeceklerini söylüyor;
“Salgın başladığında oradaydım. Başta kimse
ciddiye almadı. Şimdi ise çok geç. Ülkem bilim
kurgu filmlerine benziyor. Canımız yanıyor.
Doğduğum hastanedeki 7 hemşire Ebola’yla
mücadele ederken öldü. Daha fazla yardım
geleceğini umuyoruz. Gerçekten zor. Seyşeller’e
girmemize izin vermediler. Bu onur kırıcıydı. Fildişi
Sahili’nde Sierra Leoneli olduğumuzu söylediğimiz
zaman herkes bizden uzaklaşmaya başladı.
Evimizde olmamız gerekiyordu. Bilemiyorum bu
çok zor. Turnuvadan çekilmek istemiyoruz. Yıllardır
insanlar Sierra Leone ismini duyduklarında iç
savaştan bahsediyor. Şimdi de buna Ebola eklendi.
Ülkemizin bunlardan ibaret olmadığını göstermek
istiyoruz.”
2015 Afrika Uluslar Kupası ve
cevapsız sorular
Ocak 2015’te Fas’ta başlayacak olan turnuva için
büyük belirsizlik söz konusu. Sağlık örgütleri ve
uluslararası kurumlar turnuvanın ertelenmesi
taraftarı. Afrika Futbol Federasyonu ise aceleci
davranmak istemiyor. Salgının bu hızda artması
durumunda organizasyon ertelenebilir. Coğrafi
olarak Fas’ın salgın bölgesine yakın olmaması
ertelenmemesi için gerekçe gösterilirken karşı
argüman da taraftarların ülkeye girecek olması
ve sirkülasyonun kontrol altına alınmasının zor
olduğu yönünde. Şimdilik eleme maçları oynanıyor.
Turnuvanın tecrit şartlarında başka bir ülkeye
(Güney Afrika ya da Zambiya) alınma fikri de
ortada dolaşıyor. Fakat bu, sporun ruhuna aykırı
gözüküyor. Bunun yanında yaratacağı psikolojik
tahribat da yadsınmayacak kadar büyük.
Defalarca kez kendini dünyaya futbolla ifade
etmiş Afrika kıtası takımlarının ve halklarının
kanadı kırık. Var olan durum kurgulanmayacak
kadar korkunç. İşin içinden nasıl çıkılacağına
dair net bir şey ortaya koyulamazken kesin olan
tek şey tükenmeyen umudun varlığı. Uzatma
dakikalarında da olsa o gol gelecek.
Emre Çelik
???
HF145
MODERN RAUL
MUNIR EL HADDADI
İspanyol futbolunun ve La Masia’nın
son gözdesi Munir el Haddadi,
medyada kapladığı yer düşünülünce
son 1 ayda neredeyse Lionel Messi’yi
bile geride bırakmak üzere. Peki
nereden çıktı bu 18’lik süper yetenek?
Sene 1984. Fas kıyılarından Cebelitarık’a açılan
ufak bir balıkçı teknesi. Hedef ise bu sefer balık
tutmak değil, Cebelitarık üzerinden İspanya’ya
kaçak giriş yapmaktır. İçinde sıkış tepiş 20 kişinin
yer aldığı bu teknedeki isimlerden biri de o dönem
henüz 18 yaşında bir genç. “Korkmuyordum çünkü
hem yüzme biliyordum hem de kaybedecek
bir şeyim yoktu” diyor. Belgeleri olmadığı
için sokaklarda, pazarlarda, kendi deyimiyle
polislerden uzak yerlerde, bir şeyler sattı.
Ardından Endülüs’ten ayrılıp Baskonya’nın yolunu
tuttu ve sıkı bir Müslüman olmasına rağmen
İspanyolların jamon dediği, pastırmaya benzeyen
ve en az kırmızı et kadar domuz eti versiyonu,
üretim fabrikasında çalıştı ve kendisine İspanyol
pasaportu alma konusunda çok büyük yardımları
dokunacak olan fabrika sahipleriyle tanıştı.
Böylelikle bu sezon daha 18’inde hem Barcelona
hem de İspanya Milli Takımı’nın formasını kapan
Munir El Haddadi’nin hikâyesi başlamış oldu.
Mohamed, iş arkadaşlarının tabiriyle Jaime,
El Haddadi, 1984’te başlayan hikâyesini El
Mundo’dan Martín Mucha’ya yaklaşık 2 hafta önce
bu sözlerle anlatıyordu. O dönem belki farkında
değildi ama aldığı bu radikal, riskli, korkutucu ve
bir o kadar da tehlikeli kararla gelecekte doğacak
oğlu Munir el Haddadi’nin de kaderini yazıyordu.
Baskonya’da geçirilen 4 senenin ardından ise
Mohamed El Haddadi Madrid’in yolunu tuttu ve
Iñaki Ongay’ın mutfağına girdi. Daha da önemlisi
bu yazının ana kahramanı Munir el Haddadi, 1 Eylül
1995’te dünyaya merhaba dedi. İspanya’daki en
kalabalık göçmen topluluklarından biri olan Fas
asıllı Munir, ailesiyle birlikte neredeyse tüm dükkan
işleticilerinin Faslı olduğu bir semtte yaşadı.
Küçükken utangaçtı. Babası Mohamed’in arkadaşı
ve mutfaktaki asistanı Mahmud’un deyimiyle “Her
zaman ona ne istediğini sormak zorunda kalırdık.
Öyle ki en sevdiği şey olan dondurmayı alırken bile
onu dondurma seçmeye zorlardık” derecesinde
utangaçtı. Futbola ise oturdukları bölge olan
Galapagar sokaklarında başladı. Ardından da
babasının elinden tutup götürmesiyle bölgenin
takımı CD Galapagar’da başladı. Daha sonra ise
Juan Irigoyen’in deyimiyle “Atletico Madrid’de
şansını denemek istedi ama aldığı yanıt hayır
oldu.” Hâl böyle olunca Santana’ya geçiş yaptı[1].
Bu arada şunu da eklemek şart; 14 sene babasının
işvereni olan Iñaki Ongay’ın açıkladığı üzere sıkı
bir Real Madrid taraftarıydı. Hatta Ongay hem
yetenekleri hem de Munir’in sıkı bir Real Madrid
taraftarı olmasından dolayı bizzat kulübün kapısını
çaldığını ve Munir’i izlemeleri için görevlilere
yalvardığını da söylüyor ama Real Madrid, Ongay’ı
hiç de ciddiye almamış. Munir’i izlememişler bile.
Munir’in Rayo Majadahonda’da forma giydiği bir
sezonda attığı 32 gol ise Real Madrid’in geç de
olsa uyanmasını sağladı. Lakin bu sefer iş işten
kısmen geçmişti çünkü Munir’i isteyen tek kulüp
Real Madrid değildi. O dönem Giullerme Amor ile
birlikte Barcelona’nın altyapı koordinatörlüğünü
yürüten Albert Puig, Juvenil B takımının hocası
Francisco García Pimienta’yı Munir’i izlemesi için
Majadahonda’nın bir maçına gönderdi. Raporlar
elbette olumluydu. Dahası bu iki kulübün yanı sıra
Getafe, Rayo Vallecano, ciddi bir altyapı kültürü
bulunan Osasuna ve Manchester City de Munir el
Haddadi’yi keşfetti. Munir’in tercihi ise en fazla
parayı basan Katalan ekibinden yana oldu ve 15
yaşında, 2011’de, La Masia’nın yolunu tuttu.
Transferinin ardından Fas’ta haber ajanslarını
meşgul eden ve ilk röportajını da Mountakhab’a
veren El Haddadi’nin Barcelona’daki ilk günlerinde
söyledikleri ise şunlardı: “Atletico Madrid’de
denemelere çıktım ve ardından da geçen sezon
Rayo Majadahonda’da oynadım. Menajerime
Manchester City, Getafe gibi kulüpler de ulaştı
ama benim ilk tercihim Barcelona’ydı. Şimdi ise
sadece oyunuma odaklanıp kendimi kanıtlamak
istiyorum.” Aynı zamanda idol olarak gördüğü
futbolcuların Lionel Messi ve Adel Taarabt
olduğunu ekliyor; milli takım tercihi için de
“İspanya U16 takımından forma giymem için bana
ulaştılar ama cevaplamadım. Fakat eğer Fas’tan
teklif gelirse kesinlikle yanıtlarım çünkü Fas
orijinliyim.” diyordu.
Baba Munir (sağdaki)
Munir’in Barcelona macerası Juvenil B takımında
başladı. Sadece futbol konusunda değil sporun
her dalında İspanya’nın önemli yazarlarından
biri olan ve son olarak da Pep Guardiola’nın
Bayern Münih macerasını kaleme alan Martí
Perarnau [2], sezona girerken Sport’ta yazdığı
yazısında Munir için “Teknik adamların en fazla
güvendiği isimlerden birisi ama teknik olarak da
gelişime ihtiyacı olduğunu düşünüyorlar” dese
de Barcelona’nın FIFA’dan 2 dönem transfer
cezası almasına sebep olan isimlerden biri olan
Maxi Rolon’un az farkla da olsa yetenek olarak
Munir’in önünde görüldüğünü de ekliyordu.
Nitekim ilk senesinde kısmen de olsa adapte
olmakta zorlandı. Daha doğrusu yeteneklerini
%100 göstermekte. 2012/13 sezonunu da Juvenil
B takımında tamamladı. Hatta bu dönemde takım
arkadaşları ve yaşıtları Jean Marie Dongou ve şu an
da Barcelona kadrosunda birlikte yer aldığı Sandro
Ramirez, Juvenil A takımına terfi ederken Munir
El Haddadi seviye atlayamadı. Hatta kendisinden
yaşça küçük Antonio Sanabria’nın önce Juvenil
B’ye ardından da Juvenil A’ya geçişine şahit oldu.
Fakat belki de babasından gelen savaşçı yapısıyla
pes etmedi. 2011’de hocalarının ‘teknik olarak
gelişmesi gerek’ dediği Munir, La Masia’da gerekli
eğitimi alarak sonunda istenen kusursuz seviyeye
ulaştı. Zaten Barcelona B Teknik Direktörü Eusebio
Sacristán da bu savaşçılığını ve korkusuz yapısını
açıklarken “Son derece modern, saha içinde zeki ve
en önemlisi kritik kararlar almaktan kaçınmayan
bir oyuncu” sözlerini kullandı. Tabi ki kendi yaş
kategorisinde…
Munir, 2014 senesinde Lionel Messi’nin
2003/04’te yaptığının bir benzerini gerçekleştirdi.
Lionel Messi, o sezona Barcelona C’de (şu anki
Juvenil A) başlayıp, ardından Barcelona B’de sonra
da Barcelona’da forma giymişti. Munir de sezona
Juvenil A terfisiyle başladıktan sonra yetenekleriyle
birden La Masia’daki en iyi genç yetenek olarak
görülmeye başlandı. Özellikle takımının formasıyla
UEFA Youth League’de gösterdiği performans,
çeyrek finalde Kopenhag karşısında 2 golle
süslediği performansla da Eusebio Sacristán
tarafından Barcelona B’nin Mallorca ile oynayacağı
maç için kadroya dâhil edildi. Fakat El Haddadi’nin
yükselişi burada sonlanmadı. Hem Juvenil A’da
hem de Barcelona B’de üst düzey performansını
sürdürdü; UEFA Youth League’de grup aşamasının
ardından oynanan her eleme maçında rakip fileleri
havalandırarak hem futbola dair yeteneklerini
hem de liderliğini kanıtladı. Özellikle Schalke
maçında aldığı sorumluluk takdire şayandı.
Benfica maçında ise adeta şov yaptı. Kendisi
hakkında “Onun bildikleri standartları oluşturuyor.
Standartlara kendini adapte etmek zorunda
değil” sözlerinin kullanıldığını belirten ve bunda
son derece de haklı olan SPORT yazarlarından
Josep Capdevila’yı doğrularcasına Barcelona’nın
şampiyonluğu kazanmasında en büyük rolü
oynadı. 88’inci dakikada orta sahadan attığı
golle ise ağızları açık bıraktı. Öyle ki UEFA’nın
60’ıncı yıldönümü anısına sıraladığı en iki 60 gol
arasında Barcelona’dan yer alan üç isimden biriydi
(Gollerden biri Messi’nin 2011 Şampiyonlar Ligi Yarı
Finali’nde Real Madrid savunmasını peşine takıp
oynadığı, diğeri de 2005/06 sezonunda Samuel
Eto’o’nun grup aşamasında Panathinaikos’a attığı
goldü.)
2013/14 sezonu Barcelona adına hüsranla
sonuçlansa da geriye dönüp bakınca yüzleri
güldüren faktörler de yok değildi. Bunlardan en
önemlisi ise hiç şüphesiz Munir el Haddadi’ydi.
Luis Suarez’in de cezasıyla bir anda sezonun ilk
maçında kendisini ilk 11’de bulan Munir, Camp
Nou’daki karlışamada rakip fileleri havalandırıp
Messi ile Bojan’ın ardından Katalan ekibinin
formasıyla en genç yaşta gol kaydeden isim
oldu. Bu gururun ardından “Etrafımda Messi ve
çok sayıda kaliteli isim varken Camp Nou’da gol
attığım için çok gururluyum. Çok mutluyum.
Onlarla oynama rüyam gerçeğe dönüştü”
sözlerini kullandı. Daha da önemlisi ise Lucho
hakkındakilerdi: “Luis Enrique bana ne yapıyorsam
devam etmemi söyledi. Ben de işimi yapmaya
çalıştım. Bize sürekli çok çalışmamız gerektiğini
söylüyor ve her gün gelişmemiz gerekliliğini
belirtiyor” Fakat Munir’in inanılmaz yükselişi
bununla da sınırlı kalmadı. Her ne kadar son 3-4
aya kadar Fas’ta oynama ihtimaline karşı hiçbir
zaman hayır demese ve zaman zaman bundan
gurur duyacağını açıklasa da Diego Costa’nın
sakatlığı sonrası Makedonya maçı kadrosundan
çıkarılmasının ardından Vicente del Bosque
tarafından milli takım formasıyla tanıştırıldı.
Belki evet derken bile aklında soru işaretleri vardı
ama antrenman sahasına ilk çıktığında Sergio
Ramos’un tüm takımı Munir el Haddadi’nin
etrafında toplayıp 18’lik yıldızı alkışlatmasıyla bu
soru işaretleri de muhtemelen tamamen silindi.
Messi’den çok Raul
Real Madrid’in altyapısından çıkardığı son
isimlerden biri olan Raul’un yetişmesinde büyük
bir rol oynayan Toni Grande, tıpkı o dönem ve
yaklaşık son 20 yıldır olduğu gibi hala Vicente del
Bosque’nin yardımcılığını yapıyor. Her ne kadar
Barcelona’ya imza attığından bu yana Munir
üzerine basa basa “İdolüm Messi” dese de Toni
Grande’ye göre Munir, Messi’den çok farklı. “Onun
için zorlu bir mücadele olacak. Bunu aşacak
potansiyele ve önemli bir geleceğe sahip. Lakin
bütün bunlar sergileyeceği efora ve çalışmasına
bağlı. Bana fazlasıyla Raul’u hatırlatıyor. Raul
ile aynı karakteristiklere sahip. Ve Raul’un o
dönemki halinden ne seviyeye geldiğine bir bakın”
diyor Grande. Eusebio’nun “Ne zaman topla
oynayacağını, ne zaman adam geçeceğini ve ne
zaman pas vereceğini çok iyi biliyor” sözleri de
iki açıdan son derece önem arz ediyor. Bunların
ilki Munir hakkında bu kadar konuşulmasına
rağmen en azından şimdilik Messi olmaya
çalışmıyor. İnanılmaz adam eksiltebiliyor, teknik,
tam bir bitirici… Kısacası Raul gibi. Hatta belki de
oyun görüşünü de çok daha genişleterek Messi
seviyesine ulaşacak ama La Masia’da parlayıp
heba olan Nolito’lar, Guy Assulin’ler gibi değil.
Ayağı şimdilik yere sağlam basıyor ve eline geçen
fırsatı da çok iyi değerlendiriyor.
Fakat bir de işin şu boyutu var. Yaklaşık 1 ay
sonra Suarez sahalara dönecek ve Munir’in
bu denli forma şansı bulması güçlenecek.
Grande’nin de dediği gibi yeteneklerine rağmen
en önemli nokta oynaması. “As takımda veya
Barcelona B’de fark etmez. Bu potansiyeli
gerçeğe dönüştürebilmesinin tek yolu bu.
Oynadıkça da ne seviyeye ulaşacağını zaman
gösterecek.” Oynamalı ki zamanı gelsin;
1993’te 19 yaşındayken Kopenhag doğumlu
Thomas Christiansen gibi İspanya formasını
genç yaşta giydikten sonra bir anda kayıplara
karışmasın. Zaten Christiansen de kim dediğinizi
duyar gibiyim. Bu konunun önemi ve hemen
önümüzde duran Gerard Deulofeu örneği
-elbette olumsuz- düşünülünce belki de seneye
başka bir takıma kiralanacak. Fakat bu kesinlikle
Gerard Deulefeu gibi karşı takımın ‘belki bizde
tutar’ düşüncesiyle değil; Deulofeu’nun yarısı
kadar konuşulmayan ama aynı takımda Unai
Emery’den formayı kapıp Sevilla’nın 11’ine yerleşen
Denis Suarez gibi ‘her türlü faydalanırız, ne kadar
uzun süre kalsa o kadar kârdır’ mantığıyla olmalı.
• Wikipedi’nin İspanyolca sayfasında Galapagar’dan Santana’ya, buradan da Atletico
Madrid altyapısına, Cadet A takımına, gidip
ardından Rayo Majadahonda’ya kiralandığı yazsa
da Juan Irigoyen’in El Pais’te 20 Ağustos 2014
tarihli yazısında El Haddadi’nin Barcelona öncesi
kariyeri için şu ifadeler yer almaktadır: “Şansını
Atletico Madrid’de denedi ama aldığı cevap hayır
oldu. Ve kendini Santana’da buldu çünkü evine
yakındı. Çok umursamadı. İşine baktı, gollerine
devam etti. Ve böylece Rayo Majadahonda onu
genç takımına dâhil etti. Fakat sıçrama yapmaya
hazırdı: 29 maçta attığı 32 gol, Getafe,
Osasuna, Manchester City, Real Madrid ve
Barcelona’nın gözlerini Munir’e çevirmesine
yetti.”
• Aynı zamanda yüksek atlamacı olan Perarnau,
1980 Moskova Olimpiyatları’na İspanya adına
katılıp 7’nci olmuştur.
Serkan Akkoyun
İspanya
HF145
REAL MADRID ALTYAPISI GURURLA SUNAR
ÜRETiRiM AMA OYNATMAM!
Barcelona altyapısının büyüklüğüne lafımız yok ama Real Madrid’in de hakkını verelim...”
“Zaman, işini gördü”
Johan Cruijff, 1996, Barcelona
2014 yılının Şubat ayında biraz gecikmeli de olsa
Socrates, “Bir şeyi bilmek, onu anlatmakla olur”
der. Real Madrid altyapısı, İspanyolların deyimiyle
yüksek lisans eğitimimi tamamladım. İktisat ana
‘La Fabrica’ yaklaşık 70 sene önce kurulmuş.
bilim dalında, Yönetim Ekonomisi bölümünde,
Kuruluşunu takip eden 30 senenin ardından da
futbol kulüplerinin altyapısını inceleyen bir tez
profesyonel bir hal alarak bugünkü bilinen adıyla
çalışması sunarak 1993 yılında Diyarbakır’ın,
‘Castilla’ olmuş. Bugün de hala Real Madrid’in rezerv
öğrencileri 5. sınıfa kadar annelerinin elinden
takımının adı olan Castilla, Madrid şehrindeki bazı
tutarak götürmek zorunda olduğu bir okulda
amatör kulüpleri de bünyesine katarak büyümüş
başlayan eğitim hayatımı tamamladım. Bu
de büyümüş. Öyle ki 80’lerde gelen müthiş zaferler
çalışma sırasında Türkiye’den ve Avrupa’dan
sırasında Emilio Butragueno ve Manolo Sanchis
önemli takımların altyapılarını inceledim. Tahmin
gibi oyuncuları bile bünyesinden çıkarmış. Ondan
edeceksiniz ki Barcelona da bunlardan birisiydi ve
öncesine baktığımızda da 1955-1965 arasında 8
oluşturdukları muazzam organizasyonu bir kez
La Liga, 1 Copa Del Rey, 6 Şampiyonlar Ligi kupası
daha gördüm. Ama siyaha bakan beyazı daha çabuk
kazanan takımlarında ortalama 3’er tane altyapıdan
fark eder. Ben de Barcelona’ya bakarken aslında
çıkardıkları futbolcu bulunmuş. Ne zaman ki Real
Real Madrid’in nasıl hakkının yendiğini -altyapı
Madrid kendisini endüstriyel futbolun kralı ilan
konusunda- daha iyi anladım.
etmiş o zaman işler değişmiş...
Market domatesi daha güzel!
Real Madrid altyapısının en dikkat çeken özelliği,
çok sayıda ve kaliteli oyuncu çıkarmasına rağmen
bunlara pek rağbet göstermemesi. Özellikle 2000’li
yıllarda Castilla’da yetişen oyuncular daha sonra
İspanya ve Avrupa’nın çok önemli takımlarında
forma giydiler ve şahsen de önemli topçular haline
geldiler. Bu isimlere geçmeden önce Real Madrid’in
değişen felsefesine ve bunun altında yatan
nedenlere bakalım.
Lucretis, görecelilik kavramı üzerine düşünürken,
“Sarılık hastasına göre sarıdır her şey” der. Real
Madrid, futbolcuların parayla satın alınabilirliği
üzerine kafa yoran bir yönetime sahip olduktan
sonra daha fazla parayla satın alınabilecekleri
ve futbolcunun parayla satın alınabilir olduğu
görecesine karar verdi. Çok büyük ve verimli bir
tarlası olmasına ve burada domates yetiştirme
imkanlarına sahipken süper markete gidip,
paketlenmiş domatesleri tarlasına harcayacağından
daha fazlasını vererek satın aldı. Öte yandan
o zamana kadar aslında bunu yapan komşusu
ise, tarlasının değerini fark etti. Johan Cruijff’un
Barcelona’ya gelmesiyle işte, komşu Barça süper
markete giden Real Madrid’den daha lezzetli
domatesler yemeye başladı.
Film tersine döndü
Real Madrid, 80’lerde meşhur ‘Akbaba Beşlisi’
ile tozu dumana katıyordu. Emilio Butragueno,
Manolo Sanchis, Martin Vazquez, Michel ve Miguel
Pardeza ile Avrupa’da fırtına estiren Real Madrid,
bu 5 oyuncuyu da altyapısından çıkarmıştı. Aynı
dönemde ezeli rakibi ile baş etmenin yollarını arayan
Barcelona ise İngiltere’den Gary Lineker, Mark
Hughes Arjantin’den Diego Maradona gibi isimleri
transfer ediyordu. Tanıdık geldi değil mi?
Amerikalı yazar Norman Cousins, “Tarih mükemmel
bir erken uyarı sistemidir” der. Cruijff’la beraber
geçmişe bakan Barcelona, belki de Real Madrid’in
altyapı ürünü futbolcuları ile müzesini doldurmasını
bir işaret, feyz olarak gördü. 2003 yılından sonra seri
Akbaba beşilisi; Emilio Butragueno, Manolo Sanchis,
Martin Vazquez, Michel ve Miguel Pardeza Real
Madrid altyapısının en önemli mahsülleriydi.
üretime geçen Barcelona kendi pişirdi kendi yedi.
Burada Real Madrid altyapısının üretimi durduğunu
söylemek büyük bir gaflet olur. Yine birçok yıldız
çıkardılar ancak daha ev işlerinde yaşlı annesinden
Rafael Benitez
Real Madrid
altyapısında yetişip
oynayamayanlardan.
Beniztez ayrıca
teknik adamlığa da
Castilla’da adım attı.
yükü alamadan gelin olan kız gibi erken yaşta uçup
gittiler...
Mental fark var
Real Madrid’in de en az Barcelona kadar yetenekli
ve bol sayıda futbolcu çıkardığı gerçeğini kabul
etmemiz lazım. Ancak iki takımı bu oyuncuların
kullanımı açısından ayıran çok büyük mental
fark var. Futbola bakış açıları farklı olan iki
takımdan Barcelona daha çok birbirini altyaş
kategorilerinden bu yana tanıyan futbolcuları
değerlendirirken Real Madrid ise pahalı isimlerle
sahne alma yolunu seçiyor. Barcelona kendi
yıldızını yetiştirmenin peşindeyken Real Madrid
parası neyse verip alıyor. Yani Barcelona balık
tutmayı öğrenirken Real Madrid çoktan boğaza
karşı bir mekanda garsona siparişleri vermiş
oluyor.
İsim isim baktığımızda aslında Real Madrid,
Castilla’dan çıkardığı futbolculara eğilse
ve elinden çıkarmasaydı şu anda müthiş
derecede bir takıma sahip olabilirdi. Mesela;
Atletico Madrid sağ beki Juanfran, Chelsea
sol beki Filipe Luis, Manchester United orta
sahası Juan Mata; Real Madrid altyapısından
yetişen şu an aktif ve üst seviye futbol oynayan
isimler. Bu isimleri Ramos, Pepe, Ronaldo,
Modric, Kroos, Bale’li kadroya koyduğumuzu
düşününce büyük ihtimalle Iniesta, Messi, Xavi,
Busquest, Puyol’dan oluşan Barcelona ürünlerini
aratmayacaklardı.
Castilla’nın geçmişine baktığımızda da karşımıza
çok önemli isimler çıkıyor. Samuel Eto’o, Soldado,
Negredo, Estebas Cambiasso, Javi Garcia, Alvaro
Dominguez, Santiago Canizares, Jose Manuel
Jurado, Esteban Granero gibi futbolcular Real
Madrid altyapısı ürünü olmalarına karşın bir türlü
beyaz forma ile şaşalı günler geçiremediler
ama önemli kulüplerin formalarını giymeyi
başardılar. Bunun yanında Rafa Benitez’le
Vicente Del Bosque’nin de bu fabrikadan
çıktığını söylemeden geçmeyelim.
Yine tersine döner mi?
Nasıl ki 80’lerde altyapı ürünü oyuncuları ile Real
Madrid, Barcelona’yı kıskandırdı ama 2000’lerin
başında iş tersine döndü şimdi de bu kadar ‘La
Masia’ yaygarasının ardından Real Madrid şöyle bir
dönüp Castilla’da ne oluyor, bitiyor bakmaz mı?
Real Madrid B Takımını Zidane’a emanet eden
yönetim diğer altyaş gruplarının başına da Jose
Aurelio Gay, Luis Miguel Ramis, Ruben de la Red,
Santiago Solari, Roberto Rojas ve Guti Hernandez
gibi eski oyuncularını getirdi. Bu sezon A Takıma
da alttan kaleci Fernando Pacheco ve forvet Jese
Rodriguez’i verdi. Yeniden başlangıç için iyi bir
hamle sayılır...
Öte yandan Castilla’da bazı oyuncular da futbolları
ile dikkat çekerek A Takıma göz kırpmaya başladı.
İspanyol yazar ve futbol adamlarının tavsiyesi olan
bazı genç Real Madridlileri biz de yazımıza kapanış
güzellemesi olarak taşıyalım:
Geçtiğimiz sezon
Ancelotti’nin
yardımcılığını
üstlenen Zinedine
Zidane bu sezon
Castilla’nın
başında.
Jose Rodriguez: Real Madrid’in gelecekte ilk
11’inde mutlaka yer alacağına inanıyorlar. Orta
sahanın ortasında oynuyor.
Omar Mascarell: Hücuma dönük orta saha
oyuncusu. Ancelotti tarafından geçen yaz bir süre
A Takımda idmanlara çıkarıldı.
Cristian Benavente: Orta sahadan hücumcu bir
isim daha. Henüz 20 yaşında ancak Peru A Milli
Takımına şimdiden çağırılmaya başladı.
Derik Osede: Real Madridlilerin en güvendiği
isimlerden birisi. 21 yaşında ve stoper.
Diego Llorente: Geçen sezon A Takıma alındı, La
Liga’da iki maça çıktı ancak henüz tutunamadı.
Yönetim satmadığına göre hala umut var! 21
yaşında, stoper.
“İnsan eke dursun, zamanla ürün alır”
Goethe
Rafet Baran Eryılmaz
???
HF145
ORADA, BiR LiG VAR UZAKTA!
Amerika kıtasının gölgede kalmış liglerinden biri olan Meksika Ligi, Ronaldinho
transferiyle dikkatleri çekti. Aztekler, futbol kalitesi olarak Avrupa’dan aşağı kalır
olmadıklarını kanıtlamaya şimdiden hazır görünüyorlar
Geçtiğimiz ocak ayının en önemli gündem
maddelerinden biri Brezilyalı efsane
Ronaldinho’nun hangi takıma gideceğiydi.
Beşiktaş taraftarları başta olmak üzere ülkemizde
de Ronaldinho’ya karşı büyük bir beklenti vardı.
Fakat Brezilyalı, ülkesinde kalmaya karar verince
geleceğine ilişkin söylentilerin yeniden ortaya
çıkması temmuz ayını buldu. Bu söylentilerin
Meksika Ligi’nden bir takıma transfer olmasıyla
kesilmesi tüm futbolseverleri şaşırttı. Evet,
Meksika’da bir futbol ligi vardı ve bu lig ülkenin
milli takımına dikkat çekecek ölçüde oyuncu
gönderiyordu. Ama Avrupalı futbolseverlerin
ilgisini Arjantin veya Brezilya ligleri kadar çekmeyi
başaramadığı kesindi. Üstelik Ronaldinho’nun
gittiği takım da bir hayli ilginçti. Meksika
futbolunun en başarılı ve en çok ismi duyulmuş
kulüpleri olan Cruz Azul, Club America veya
Guadalajara’ya gitmemesi, Ronaldinho’nun
tercihinin sorgulanmasını gerektiriyor. Elbette bu
sorgulanmayla birlikte kafamızda Meksika Ligi’ne,
bir diğer adıyla Liga MX’e dair oluşacak sorulara da
yanıt vermemiz şart.
Sandığımızdan zenginler...
Bir ülkenin futbolunun değerini ölçmekte
kullanılan kriterlerin başında artık yayın hakları
ve ligin ülke dışında izlenirliği geliyor. Meksika,
bu konuda iç pazarda yarattığı değeri yurtdışına
da aktarabilmiş bir lig. Avrupalı futbolseverler
tarafından çok fazla tanınmasalar da en yakın
pazarları olan ABD’de çok büyük bir paya sahipler.
Azteca America, Telemundo ve Univision
gibi kanallar ABD’de Liga MX’i ücretsiz olarak
yayınlıyorlar. Özellikle ABD’deki Hispanik azınlığın
ilgisini çeken Meksika Ligi, TV gelirleri açısından
Premier League’in hemen arkasında geliyor.
Liga MX’in yayın hakları, yayıncısına ABD’deki
televizyon izleyicilerinden 50 milyon dolar
kazandırıyor. Bu rakam, MLS, La Liga ve hatta
Şampiyonlar Ligi’ni geride bırakıyor. Bu açıdan
bakıldığında futbol pazarını yalnızca Avrupa’dan
ibaret gören anlayışın hatalı olduğunu görüyoruz.
Üstelik yayıncılığın ve spor pazarlamasının en
iyi yapıldığı ülkelerden olan ABD’de Güneyli
Liga MX gücünü yayın gelirinden alıyor. Lig,
ABD’deki yayın haklarında Premier League ve
Şampiyonlar Ligi’nden bile fazla kazanıyor.
komşunun en popüler sporunun uyandırdığı
ilgiye şaşırmamak mümkün değil. Öyle ki NBA
organizasyonundaki bazı takımlar, Hispanik genç
nüfusun ilgisini futboldan baskete çekebilmek
için düzenlenen Latin gecelerinde takım adlarının
İspanyolca yazıldığı formalarla sahaya çıkıyorlar.
Medyanın egemenliği
Yayın pastasının bu kadar büyük olması doğal
olarak medya gruplarının ülke futbolundaki
etkinliğini artırıyor. Ülkemizdeki, federasyon
kararlarını etkileme iddialarının çok ötesinde bir
güce sahipler. Örneğin TV Azteca’ya sahip olan
şirket, Atlas kulübünü satın almış durumda.
Televisa’ya sahip olan grupsa ülke tarihinin en
başarılı takımlarından Club America’nın çoğunluk
hisselerini elinde bulunduruyor.
Ronaldinho’nun Queretero’ya transferinin de
America ve Atlas’ınkine benzer bir anlaşma
sonucunda gerçekleştiğini söylemeliyiz. Grupo
Imagen’in sahip olduğu kulübe 2013 yılında
yatırım yapmaya karar vermesi Ronaldinho’yu
Meksika’ya sürükledi diyebiliriz. Bir zamanlarda
Galatasaray’dan tanıdığımız Sergio Almaguer’in
de vaktiyle formasını giydiği Queretaro’nun
asansör takım hüviyetinden kurtulmaya kararlı
olduğu çok açık.
Medya gruplarının kulüpleri satın alacak kadar
ligin üzerinde egemen olması bazı sorunları da
doğuruyor elbette. Yayın günleri ve kanalları
hakkında teferruatlı ayarlamalar yapılması
gerekiyor. Fakat bu ayarlamalar ve medya
gruplarının güçlenmesi sayesinde oyunculara
yüksek maaşlar ödenip, ligin kalitesi yüksek
tutulabiliyor.
Aztek işi play-off
Dünya sporunda play-off uygulamasını,
NBA başta olmak üzere ABD’de yaygın olan
sporlarda görüyoruz. Futbolda ise Belçika ve
yine ABD dışında pek fazla ülkede şampiyon
play-off’la belirlenmiyor.
18 takımlı Liga MX’te açılış ve kapanış
liglerinde şampiyonluğa ulaşan takımı
belirlemek için NBA’dekine benzer bir playoff sistemi, futbola uyarlanarak uygulanıyor.
Ligi ilk 8 içerisinde tamamlayan takımlar,
sıralamalarına göre birbirleriyle eşleşiyor ve
çift maçlı eleminasyon sistemiyle maçlar
oynuyorlar. Finale çıkan iki takım da bir
sonraki sezon CONCACAF Şampiyonlar Ligi’ne
katılmaya hak kazanıyor. Bu uygulamanın
adaletsizliği savunulabilir. Fakat Liga MX’in
‘70’lerde girdiği krizden çıkmasını play-off
sistemine ve ABD pazarına açılmasına borçlu
olduğu gerçeğini gözardı etmemek lazım.
Yıldız var mı yıldız?
Güney Amerika liglerinde olduğu gibi Liga MX’de
de açılış (apertura) ve kapanış (clausura) ligleri
oynanıyor. 1996’dan bu yana uygulanan bu sistem,
küme düşerken de son üç sezon ortalamasının
hesaplanmasını içeriyor. Bu sayede ilgiyi canlı
tutup, yayın havuzunu genişletmeyi başarmış
görünüyorlar.
Liga MX, kendi yıldızlarını yaratma ve onları uzun
süre elinde tutma konusunda başarılı kulüplerle
oynanıyor. Geride bıraktığımız 2014 Dünya
Kupası’nda en çok dikkat çeken takımlardan
biri olmayı başaran Meksika’da kendi liginden
oyuncuların fazlalığı dikkat çekiyordu. Forvet
hattında görev yapan ve turnuva sonrasında
Atletico Madrid’e giden Raul Jimenez bunlardan
biriydi. America forması giyen Miguel Layun ve
Paul Aguilar da Meksika kadrosunun göze batan
diğer isimleri olmuşlardı.
Aslına bakarsanız açılış-kapanış ligi
uygulamasından ziyade Türkçeye ‘küçük lig’
olarak çevirebileceğimiz bir nevi play-off olan La
Liguilla’nın bu ilgiyi canlandırdığını söyleyebiliriz.
1970’lerde ülkedeki kulüplerin neredeyse tamamı
kapanmanın eşiğine geldiğinde uygulamaya
sokulan La Liguilla, ABD’li izleyicilerin ilgisini
çekmelerine de bir hayli katkı sağlamış.
Yine de maddi gücüne rağmen Liga MX’in yabancı
oyuncuların dikkatini çekmek konusunda zayıf
kaldığı aşikâr. Kuzeyli komşusu MLS’e oranla
çok daha fazla gelir elde eden kulüplerin maddi
gücünün, sadece milli olan oyuncularını Avrupa’ya
gitmemeye ikna edebildiği görülüyor. Fakat Goal.
com Amerika’nın yazarlarından Tom Marshall’a
göre Ronaldinho’nun transferi bu döngüyü
İlginç format
kırabilecek bir gelişme. Marshall, futbol kalitesi
ve kültürü olarak MLS’ten daha önde gördüğü
Liga MX ‘in böyle bir transferle dünya çapında
uyandırdığı ilginin futbolcuları etkileyeceğine
inanıyor.
Marshall’ın teorisine Tigres’in Brezilyalı teknik
direktörü Ricardo Ferretti’nin de destek
verdiğini söylemeliyiz. “Ronaldinho’nun gelişi
yabancı oyuncuların ligimizi küçümsemesini
engelleyecektir” diyor. “Ligin kalitesinin artması
için çalışıyoruz. Bu transferin de buna yardımcı
olacağına şüphe yok.”
Ne var ki olaya daha karamsar yaklaşanlar
da mevcut. Pumas’ın başkanı Jorge Borja,
Ronaldinho’nun kendilerine önerildiğini ancak
“Rolls Royce’um olacaktı ama onu çalıştıracak
benzinim olmayacaktı” diyerek teklifi reddettiğini
söylüyor.
Yine de Avrupa’dan gelen yıldızların MLS’te
yarattığı etkiyi düşünürsek Borja gibi olaya
karamsar yaklaşanların yakın gelecekte pişman
olacaklarını öngörebiliriz. Ronaldinho gibi Altın
Top Ödülü’nü kazanmış bir ismin Meksika’ya
gitmesinin önemli bir yolu açacağına şüphe yok.
Örnek model, ilginç ortaklık
Meksika futbolunun en başarılı
kulüplerinden biri olan Chivas Guadalajara,
yetiştirdiği oyuncularla tanınıyor. Omar
Bravo, Carlos Salcido, Carlos Vela ve Javier
Hernandez yetenekleri ülke futboluna
armağan eden Guadalajara’nın kadrosunda
hiç yabancı oyuncu bulunmuyor.
Takımın altyapı başarısının yanı sıra MLS’te
mücadele eden ‘pilot takım’ diyebileceğimiz
bir takımı daha bulunuyor. Chivas USA adına
ve Guadalajara’yla aynı ambleme sahip
bu takım, Meksikalı ortağından sadece
bir oyuncuyu kadrosunda barındırıyor.
2004’te Guadalajara’nın sahibi Jorge Vergara
tarafından kurulan ve bu yıl mülkiyeti MLS
yönetimine geçen Chivas USA’nın yakın
gelecekte Meksika’yla olan bağının kesilmesi
şaşırtıcı olmayacaktır.
Fırat Topal
Profil HF145
RUSLARIN YENi ALTIN ÇOCUĞU
2013/14 sezonunda başlattığı çıkışı bu sezon da sürdüren ve ulusal takımda da
ağırlığını hissettirmeye başlayan Rus futbolunun yeni yıldız adayı Artem Dzyuba’yı
yakın mercek altına aldık
Ruslar 2014 Dünya Kupası’na tamamı Rusya’da
oynayan futbolcularla gittiler. Bu, aslında çok
büyük bir sürpriz değil onlar için. Bundan önce
katılabildikleri iki uluslararası turnuva olan Euro
2012 ve Euro 2008’deki kadrolarında, yurt dışında
oynayan oyuncu sayısı sırası ile 3 ve 1’di. Ruslar
son kez bir turnuvaya, uluslararası tecrübesi
yüksek kadroyla gittiklerinde yıl 2002 idi ve Dünya
Kupası kadrosundaki 9 oyuncu Rusya dışında top
koşturuyordu. İki yıl sonra Portekiz’deki Avrupa
Şampiyonası’nda bu sayı 3’e düşmüştü. Bir daha
da bu rakamın üstüne çıkılamadı. Fabio Capello
yönetimindeki Rusya, son Dünya Kupası’nda 3
grup maçında 2 mağlubiyet 1 beraberlik alabildi, 2
gol atabildi ve grup üçüncüsü olarak evine döndü.
Neredeyse 10 yıldır kadroda birinci veya ikinci tercih
olarak yer bulan Aleksandr Kerzhakov ilk turnuva
golüne ulaştı. Kerzhakov’u aslında Portekizlilerin
“eleme grubu golcüsü” Pauleta’ya benzetiyorum.
Pauleta da turnuvaların eleme gruplarında müthiş
işler yapan, ancak finallerde yokları oynayan bir
adamdı. O da ulusal takımın en golcü oyuncusu
unvanını ele geçirmişti kendi zamanında
(Kerzhakov hala bu unvanı elinde bulunduruyor,
Pauleta ise unvanı Ronaldo’ya devretti) ve top
koşturduğu kulüplerde hiç gol sıkıntısı çekmemişti.
Kerzhakov’un durumu da biraz böyle aslında. Euro
2016 elemeleri öncesi oynanan hazırlık maçında
Azerbaycan’a karşı 4-0 kazandılar ve 31 yaşındaki
golcü 2 gol atarak ülke tarihinin ulusal takımdaki
en golcü futbolcusu oldu. Eleme grubunun ilk
maçında takımı Liechtenstein karşısında yine 4-0
kazanırken sadece 45 dakika oynayabildi. Oyuna
onun yerine giren ve ulusal takım formasıyla ilk
golünün altına imzasını koyan 25 yaşındaki Artem
Dzyuba, önümüzdeki dönemde formayı zorlayacak
gibi görünüyor.
Mektepli golcü
Dzyuba, Spartak akademisine girdiğinizden beri
kırmızı-beyazlı takımdan ayrılmadı. 18 yaşında,
kupa maçlarında forma giymeye başladı, ama
Roman Pavlyuchenko, Alex ve bugün Mersin
İdman Yurdu’nda forma giyen Welliton gibi isimleri
kesmesi çok zordu. Zaten bu oyuncular da iyi form
tutmuştu. 2009-2012 yılları arasında Spartak’ın
teknik direktörlüğünü yapan Valeri Karpin de pek
onun yüzüne bakmadı açıkçası. 2009 sezonunda
Avusturya kampı sırasında yaşanan olaylar da
bu tavırda rol oynamıştı. Takımın golcüsü ve
Welliton ile beraber hücum hattında görev yapan
Vladimir Bystrov’un 23 bin rublesi, bir antrenman
sırasında çantasından çalındı. Daha sonra bu para
Dzyuba’nın cebinden çıktı ve o sırada 21 yaşında
olan oyuncu kendisine komplo kurulduğunu iddia
etse de Bystrov’un formasının garanti olduğu
bir takımda kalması çok zor olmuştu. İki sezon
boyunca Tom Tomsk’a kiralandı ve ikinci gidişinde
attığı 10 gol onun ilk çıkışının göstergesi oldu.
Karpin de onun bu çıkışını görmezden gelemedi
ve 2011/12 sezonunda ilk 11’in değişmez oyuncusu
haline getirdi. Tabii bunda Bystrov’un çoktan
eski takımı Zenit’e dönmüş olması ile Welliton’ın
sezon başında yaşadığı sakatlıklardan ve aldığı 6
maçlık cezadan dolayı takımdan uzak kalmasının
da etkisi vardı. Dzyuba attığı 11 golle takımının
Şampiyonlar Ligi vizesi almasını sağladı. Ancak
izleyen sezon takım gol yollarında büyük sıkıntı
çekti, öyle ki takımın en golcü ismi, 7 gol kaydeden
ve aslında bir orta saha oyuncusu olan Dmitri
Kombarov’du. Forvet oyuncularından Emmenike
5, Ari, Movsisyan ve Dzyuba 4’er gol atabilmişti.
Rostov macerası
Dzyuba’nın bugünkü noktaya ulaşmasını sağlayan
çıkışının gerçek başlama noktası için geçtiğimiz
sezonun başına gitmemiz gerekiyor. Valeri
Karpin’in ikinci teknik direktörlük dönemine denk
gelen 2013/14 sezonunun başında, Karpin 4-3-3
sistemini oynatmaya karar verdi. Aslında Dzyuba
kariyerinin başında kanat oyuncusu olarak da
oynayabileceğini göstermişti ama 1.96’lık boyuyla
dönüştüğü, hava toplarında etkili golcü kimliği
onun Karpin’in yeni sisteminde yer bulmasına
engel olacaktı. Zaten Yura Movsisyan da Rus
hocanın kafasında ilk planda düşündüğü isimdi.
Bunun üzerine Dzyuba, Rostov takımına kiralandı.
Rostov’da forma giydiği 28 maçta attığı 17 gol
hem onu Doumbia ve Hulk’un ardından ligin en
golcü ismi yaptı, hem de Rostov’un Avrupa Ligi
play-off mücadelesi için bilet almasını sağladı,
zira tarihlerinde ilk kez Rusya Kupası’nı kazandılar.
(Rostov, onun yokluğunda bu sezon Trabzonspor’a
elendi). Dzyuba özellikle hava toplarında korkunç
bir silah olduğunu bu sezonla perçinledi. Diğer
tarafta Movsisyan sezonu 16 golle tamamlamıştı,
öte yandan Spartak, Rostov’un ancak bir sıra
üstünde, altıncı olarak ligi bitirmiş ve Avrupa
kupaları için vize alamamıştı. Karpin mart ayında
Rusya Kupası’ndan elenilmesi üzerine görevden
alınmıştı, kısacası Dzyuba’nın başkente dönüşü
için ortam müsaitti.
Murat Yakın ve patlama
Dzyuba, Basel ile Şampiyonlar Ligi başarısını
yakalayan Murat Yakın’ın göreve gelmesiyle
Spartak Moskova’nın yeni sezondaki en önemli gol
umudu olacağını daha ligin ilk maçında gösterdi
ve Kuban deplasmanında 4-0 kazanırlarken 2 gol
kaydetti. Yakın, daha sezon başında Movsisyan
ve Aras Özbiliz’in takım için çok önemli oyuncular
olduğunu, ancak kiradan dönen oyuncuların
yeni sezonda kadroda önemli bir alternatif
oluşturacağını söylediğinde, Rus basını, Türk asıllı
Yakın ile 2 Ermeni oyuncu arasında yeni sezonda
sıkıntı yaşanacağını iddia etmişti. Movsisyan
temmuz ayında geçirdiği diz ameliyatı sonrası
takımla çalışmalara yeni başladı, Aras Özbiliz’in
ise, haziran ayında Sion ile oynanan hazırlık
maçında diz çapraz bağlarının kopması sonucu
9-10 ay futboldan uzak kalacağı açıklanmıştı.Yani
bu haberler ancak dedikodu seviyesinde. Bunlar
bir yana Dzyuba şu anda geride kalan 7 haftada
6 golün altına imzasını koydu ve krallık yarışında
zirvede. CSKA, Dinamo ve Torpedo derbilerinden
3’te 3 yaparak 9 puan çıkaran takımı lige harika bir
başlangıç yaparak 7’de 7 yapan Zenit’i yakalamaya
uğraşacak. Dzyuba, 1-0 geriye düşülen Dynamo
derbisinde 2 gol atarak galibiyeti getiren isimdi.
Dzyuba, 11 gol attığı 2011/12 sezonundan sonra
Euro 2012 için kadroya alternatif olması beklenen
isimlerden birisiydi. Ama kamuoyu onun henüz
böyle bir turnuvada hücum gücünü çekebilecek bir
oyuncu olduğunu düşünmedi. Dick Advocaat da
onu kadroya almadı. Ama 2014 Dünya Kupası’nın
ilk aday kadrosu açıklandığında ismi listedeyken
Capello tarafından Brezilya’ya götürülmemesi
sonradan çok tartışıldı. Roman Pavlyuchenko’nun
ulusal takımdan emekli olduğunu açıklaması,
Arshavin ve Pogrebnyak’ın da artık yaşının
ilerlemesi sebebiyle , Rusların deyimiyle
‘Dzyubinho’nun daha çok şans bulacağına
inanılıyor. Nitekim Liechtenstein maçında,
sadece Rusya formasıyla ilk golün altına imzasını
koymadı, durum 1-0 iken oyuna girdikten sonra,
takımının 2. golünü hazırladı, 3. golün geldiği
penaltının da yaratıcısı oldu.
Ceza sahasında hava toplarındaki hakimiyeti
tartışmasız, buna rağmen çevik, pozisyon takibi
kuvvetli, tam bir 9 numara Dzyuba. Basınla olan
ilişkileri de çok iyi. Capello Euro 2016 yolunda İsveç
ve Avusturya’yı geçmek istiyorsa ona çok ihtiyaç
duyacak. Bu formunu sürdürürse de, onu yakında
Premier League veya Bundesliga’da izleyebiliriz.
Ahmet Sercan Ergün
Avrupa
HF145
GERi DÖNMENiN VAKTi GELDi
80’li yılların ortalarından 2000’li yılların ortalarına kadar Danimarka futbolunu domine
eden Brondby, eski günlerini arıyor. Son şampiyonluğunu 2005 yılında kazanan Maviler,
Kopenhag’ın ligde yarattığı egemenliğe artık bir son verme amacında
1992 Avrupa Şampiyonası bir çokları için hala
‘Plajdan gelen takımın mucizevi şampiyonluğu’
ile eş tutulur. Oysa ki o şampiyon kadro,
aralarında final maçının ilk golünü atan John
‘’Faxe’’ Jensen, kaptan Lars Olsen, 1992 ve 1993
yıllarında Dünya’nın En İyi Kalecisi seçilen efsane
Peter Schmeichel ve dört kez Danimarka’da yılın
futbolcusu seçilen Brian Laudrup gibi Brondby
orjinli oyuncuların etrafında kurulmuştur. 1990/91
sezonunda UEFA Kupası’nda yarı final oynayan
Maviler, takip eden yılda içine girdiği finansal
kriz nedeniyle ligde 1996’ya dek şampiyonluk
yüzü göremez. 1995/96 sezonunda İngiliz devi
Liverpool’u UEFA Kupası’nın dışına iten sarı-
mavili ekip, üçüncü turda daha önce yarı finalde
kaybettiği Roma’ya elenir. Ebbe Skovdahl’ın
öğrencileri, üst üste üç kez Danimarka Süper
Ligi’ni zirvede bitirir. 1997/98 sezonunda gelen
şampiyonluğa, daha sonra uzun yıllar Schalke
04 forması giyecek olan forvet Ebbe Sand 28
golle katkı verir. Bu, takımın 90’lı yıllardaki son
şampiyonluğudur. Takip eden yıllarda ilk ikinin
dışına hiç çıkmayan takım, Kopenhag ile büyük bir
rekabete girer. 2000 yılında kulüp, stadyumunun
kapasitesini 20.000’den 29.000’e çıkararak önemli
bir hamle yapar. Harcanan 250 milyon Danimarka
kronu ise, kulübün içine girdiği finansal krizden
kurtulduğunun bir işaretidir.
Laudrup yılları
Karanlık zamanlar
2003/04 sezonu öncesi Brondby kulübü, takımın
başına Michael Laudrup’un getirildiğini açıkladı.
Asistanlığını ise, takımın eski oyuncularından ve
1992 kadrosunun önemli isimlerinden John ‘’Faxe’’
Jensen yapacaktı. İlk sezonunda şişkin kadrodan
on isim rezerv takıma veye başka klüplere gitti.
‘Batı varoşlarından gelen çocuklar’, artık yola
akademiden yetiştirdiği ve ecnebilerin homegrown diye adlandırdığı oyuncularla devam etme
kararı almıştı. Bir çok yetenekli oyuncunun futbol
sahnesine ilk adımlarını attığı Brondby altyapısı
yine meyvelerini verecekti.
Laudrup sonrası dönemde, uzun yıllar Ferguson’ın
yardımcılığını yapan Rene Meulensteen, Tom
Kohlert, Ken Nielsen ve Ken Nielsen gibi isimleri
takımın başına getiren sarı-mavililer, beklenen
başarıları bir türlü yakalayamaz. 2008 yılında
Danimarka Kupası’nı alan Brondby, aynı yılın
temmuz ayında sponsorluk için KasiGroup ile
anlaşır. Anlaşma gereği kulüp, İspanyol devi
Barcelona’nın ardından formasında UNICEF’in
logosunu taşıyacak ikinci kulüp olacaktır.
Sponsorluk anlaşması ile Brondby’e, takımı üst
seviyeye taşıyacak oyuncuların transferi için
fon sağlama sözü verilir. 2008 yazında Brondby
beş oyuncu transfer eder. 2008/09 sezonu
sonunda ligi şampiyon Kopenhag ve Odense’nin
arkasında bitiren Brondby’e, bir kötü haber de
sponsorundan gelir. KasiGroup ve aynı zamanda
bir hentbol takımının da sahibi olan Jesper Nielsen,
kulübe vadettiği parayı ödemeyi reddeder. Sahibi
olduğu hentbol takımı AG Kopenhag 2012 yılının
yaz aylarında iflas ederken, Brondby ile Nielsen
mahkemelik olurlar.
Laudrup yönetiminde 2005 yılında ligde ve
kupada duble yapan Brondby için karanlık günler
ise kapıdaydı. Coşkuyla şampiyonluk kutlayan
taraftarlar, bunun -günümüze kadar- son
şampiyonlukları olduğunu elbette bilmiyordu.
Mayıs 2006’da, yönetim ile sözleşmelerin
uzatılması konusunda anlaşmazlık yaşayan
Laudrup ve yardımcısı Jensen kulüpten ayrıldı.
Brondby için başarılı günler artık geride kalmıştı.
Yeni sahipler, yeni umutlar
2013 yılının mayıs ayına geldiğimizde, Brondby
yine uçurumun kenarındadır. İmdatlarına ise bir
grup küçük yatırımcı yetişir. Bu yılın yaz aylarında
Danimarkalı bahis devi Bet25 ana sponsorları olur.
Anlaşma bir yıllık ancak iki yıl uzatma opsiyonuna
da sahip.
Geçen sezon ligde 24 maçta 12 gol atan 1.95’lik dev
forveti Simon Makienok’u, transferin son gününde
Palermo’ya satan ekip; Avrupa’da oldukça ses
getiren transferlere imza attı. Galatasaray’dan
Johan Elmander ve 8,5 sezon önce Liverpool’a
gönderdikleri evlatları Daniel Agger’i kadrolarına
kattılar. İstikrarsız performansı ile soru işareti
bırakan Fin forvet Teemu Pukki, Makienok’un
yerine doldurmak üzere Celtic’ten kiralandı.
Geçen yıl devre arasında takıma katılan tecrübeli
orta saha oyuncusu Thomas Kahlenberg
önderliğinde zirveyi hedefliyorlar. Sahaya
çift forvetli bir dizilişle çıkıyorlar, ancak hem
Elmander’in fizik olarak istenen seviyede
olmaması, hem de Makienok’un yokluğu onları
zorluyor. Şu ana kadar savunmada 7 farklı ismin
denenmesi de, kadro istikrarı konusunda istenen
verimin alınmasını engelliyor.
Devam eden sezonda ezeli rakipleri Kopenhag’ın
2 puan önünde yer almaları ise iyiye işaret
sayılabilirdi, zira 7 haftası geride kalan Danimarka
Ligi’nde toplanması muhtemel 21 puandan 11’i
kaybetmiş durumdalar. Daniel Agger henüz
forma giyebilmiş değil, 7 hafta sonunda yalnızca
9 gol bulabildiler -gollerin 3’ünü Makienokatmıştı. 25.551 taraftarın takip ettiği son iç saha
maçında Randers’a 2-0 mağlup oldular. Daha
önce Danimarka U16, U17 ve U19 takımlarını
çalıştıran genç hoca Thomas Frank’in işi bir hayli
zor. Yine de bahis tutkunu insanlar dışında bir
çoğumuzun ilgi alanına girmeyen İskandinav
liglerinden biri olan Danimarka’da, bugünlerde eski
günlerine kavuşmak için çabalayan bir takım var.
Batı varoşlarından gelen bu çocuklar, şimdiden
şampiyonluk hayalleri kuruyor.