Yayın Koordinatörü Matthaus İlker Yılmaz Futbol sadece sahada oynanıp bitmiyor. Futbol yıldızları da sadece sahada şahlanmıyor ya da yerin dibine batırılmıyor. Lothar Matthaus bu yıldızlardan biri. 5 Dünya Kupası oynayan iki oyuncudan bir tanesi olmasının yanı sıra 39 yaşında kadar aktif olarak futbol oynaması bile takdire şayan. Fakat onu seven kadar sevmeyen de çok. Efsane isim geçtiğimiz hafta içi İstanbul’daydı. Gidip görmek ve konuşmakla kalmadık bir de antrenmanına çıktık. Son derece sempatik, içten ve bir tanıtım organizasyonunda olmasına rağmen ciddi, ilgiliydi. Antrenmanından özellikle keyif aldığımızı söylemem gerekiyor. Bu hafta Matthaus’un röportajını, kariyerini ve antrenman notlarını bulacaksınız. Yazarlar Cihat Akbel Bahadır Bozkurt Emre Çelik Emre Gürkaynak Fırat Topal Orhan Uluca Rafet Baran Eryılmaz Serkan Akkoyun Hayatım Futbol’un 145. sayısında ayrıca; Ronaldinho transferiyle ses getiren Meksika ligi LIGA MX’in bilinenden ne kadar potansiyelli olduğunu, Ebola virisünün Afrika Uluslar Kupası’na olan tehdidini, Barcelona’nın yeni yıldız adayı Fas asıllı Munir el Haddadi’yi, Real Madrid altyapısının Barcelona’dan geri olmadığını, Ruslar’ın geç parlayan forveti Dzyuba’yı ve yeni bir atılım gerçekleştiren Brondby’i bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #145 BU SAYIDA MATTHAUS ÖZEL Röportaj Profil Antrenman notlar Ruslar’ın yeni altın çocuğu Artem Dzyuba çıkışını Spartak Moskova’da sürdürüyor Ebola krizi ve Afrika futbolu Ebola önlenemiyor. Afrika Uluslar Kupası tehlikede! Orada, bir lig var uzakta Ronaldinho transferiyle gündem olan Meksika liginin perde arkası Modern Raul Barcelona yeni yıldız adayını görücüye çıkardı: Munir el Haddadi Üretirim ama oynatmam! Real Madrid altyapısı fabrika gibi. Ama beyaz forma uzakta Orhan Uluca Matthaus Özel /Röportaj HF145 “DEMiRÖREN BENi KANDIRDI!” Spor giyim markası PUMA’nın davetlisi olarak “Forever Faster”ın tanıtımı için Türkiye’ye gelen Lothar Matthaus ile kısa da olsa bir sohbet gerçekleştirdik. Bir dönem Beşiktaş ile sözleşme imzalayan Almanların efsane futbolcusu, Yıldırım Demirören’in kendisini kandırdığını iddia etti. -Orhan Uluca: 2008 Avrupa Şampiyonası öncesi Türkiye grupta sonuncu olur dediniz ama yanıldınız. Türkiye turnuvaya damgasını vurdu ve yarı final oynadı. Bu sizin için sürpriz oldu sanırım. Lothar Mathaus: Nereye demişim. -Sportbild dergisine yaptığınız tahminlerdi bunlar. Ha evet. Uzmanlar da bazen yanılır(Gülüyor). Yalnız ben bu yanılgıdan dolayı çok mutlu olduğumu söylemeliyim. Üstelik yarı final maçında Almanya’dan daha iyi oynadığınızı da söylemeliyim. Aynı zamanda Türkiye İsrail maçında da yine Sportbild dergisine Türkiye’nin İsrail’i yeneceğini söylemiştim ama... Yanılabiliyoruz... -Kariyerinizde kazanamadığınız tek kupa var. -Her şeyi tamam bir sözleşmeyi imzalamanıza rağmen sizi burada göremedik. Neden? Evet.. Şampiyonlar Ligi. -1999 Şampiyonlar Ligi Finali’nde Manchester United’dan son dakikada iki gol yenilmesini antrenörün sizi oyundan almasına bağlayanlar fazlalıkta. O tartışmayı da sonlandıralım. Antrenör mü istedi yoksa Hitzfeld’in dediği gibi siz mi çıkmak istediniz oyundan? Aslında doğal bir süreçti o. 80 dakika 38 yaşında bir futbolcu olarak oynamışım ve doğal olarak yoruldum. Çıkmak istediğimi teknik adama hissettirdim ve o da beni oyundan aldı. Yorgundum ve o an için doğrusu buydu. -Kitabınızı geçtiğimiz yıl edinmiş ve okumuştum. Orada oldukça enterasan bir bölüm var sayfa 172’de. Beşiktaş ile sözleşme imzaladığınızdan bahsediyorsunuz. Evet. Çünkü bugün Türkiye Futbol Federasyonu olan Yıldırım Demirören beni kandırdı. Macaristan ile altıncı ayımı doldurmuştum. Beşiktaş benim menajerimle Frankfurt’ta görüştü. Bana harika bir teklif sundular. Her şeyi konuştuk, tüm imzalar atıldı. Ve tam Beşiktaş’a gidiyorum derken Nürnberg’den tanıdığım Erkan adında Türk bir arkadaşım bana Beşiktaş’ın Vicente del Bosque ile anlaştığını söyledi. Hemen sözleşmeyi alıp avukatıma gittiğimde ise ikinci bir şok yaşadım. Sözleşme imzalandığı vakit Yıldırım Demirören başkan seçilmediği için yapılan kontratın uluslarası mahkemede geçersiz olduğunu anladım. Türkiye’ye gelip yerel mahkemelerde hakkımı arayabilirdim ama böylesine güçlü bir şahsiyete karşı dava kazanamayacağımı söylediler ve ben de bunun peşinden koşturmaktan vazgeçtim. Sonrasında Beşiktaş bizzat benim organize ettiğim yerde kamp yapıp sezona Del Bosque ile girdi. -Yıldırım Demirören demişken.. TFF Başkanı oldu ve yabancı sayısını düşürerek çok ciddi tepki topladı. Ne düşünüyorsunuz yabancı sınırlaması hakkında? Bulgaristan ve Macaristan gibi ülkelerde teknik direktörlük yaptığım zaman benzer sorunlarla ben de karşılaştım. Nihayetinde yabancıların fazlalığı altyapıdan gelecek olan gençlerin önünde ciddi bir engel olabiliyor. Siz gençlere iyi bir kariyer yapabileceği inancını vermek zorundasınız. Onların da oynayabileceği bri alanın olduğunu göstererek gençleri umutlandırmalısınız. Bu açıdan baktığımızda ben ülkelerin kendi oyuncularını koruma altına almasını destekliyorum lakin Almanya’dan da görüleceği gibi gelişim adına yabancılara ihtiyaç var. Burada asıl sorun gelecek olan yabancının nitelikli olmasını sağlamak. -Türk futbolu hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye sahip olduğu potansiyeli son yıllarda sahaya yansıtamıyor. O yetenekleri su yüzüne çıkaramıyor. Alınan sonuçlar ile içerik uyuşmuyor diyebiliriz. Nasıl aşılır bu sorun? 90’ların sonunda Almanya’da da benzer sorunlar vardı. TFF ve kulüpler beraber hareket ederek gençlerin önünü açacak projeler geliştirmek zorunda. Almanya yetenek keşif noktaları ve performans merkezleri ile bugün Dünya Kupası’nı kazanan kadronun temellerini attı. Türkiye de benzer projeler üreterek bu süreci aşabilir. -Son olarak Dortmund ile Galatasaray Şampiyonlar Ligi’nde birbirlerine rakip oldular. Bu eşleşme için favoriniz? Tartışmasız Dortmund! Galatasaray’a saygı duymakla beraber Dortmund son yıllarda Avrupa’ya damgasını vurdu ve her iki maçta da benim favorim Borussia Dortmund! Çok teşekkürler... Bahadır Bozkurt SAHADA DOST, DIŞARIDA DÜŞMAN Almanya Milli Takımı’nın 5 kez Dünya Kupası servünine bizzat iştirak eden oyuncusu Lothar Matthaus’un kariyeri tüm başarılarına rağmen tartışmalı Matthaus Özel /Profil HF145 Her futbolcunun hayatı hakkında bir hikaye yazılabilir, Lothar Matthaus’un hayatından ise bir roman. Saha içinde iyi bir lider, bir istikrar abidesi olarak bilinen Alman efsanesi, saha dışında ise huysuz, arkadaşları tarafından pek sevilmeyen biri olarak bilinir. Onun romanı 1979 yılında profesyonel kariyerine başladığı Borussia Mönchengladbach’ta başlar. 2012/13 sezonunda Bayern Münih’i 3 kupada şampiyon yapan Jupp Heyckness, daha kariyerinin başındayken Mönchengladbach’ta görev almaktadır. Bu sıralarda 19 yaşında futbol oynayan genç Bavyeralı Lothar, enerjisi ve çalışkanlığı ile genç teknik adamın ilgisini çekmeyi başarır. Mönchengladbach’ta oynama şansı bulan Alman oyuncu tüm takımın yükünü sırtında taşıyacak gibi güçlü ve diri gözükür. Bundesliga yeni bir yetenekle tanışırken Heyckness de gelen iyi sonuçlarla koltuğunu sağlamlaştırır. 1979/80 sezonunda fırtına gibi esen Alman kulüplerinin arasında Mönchengladbach da vardır. UEFA Kupası’nda finale kadar yükselen takımın yıldızı ise bitmek bilmeyen enerjisiyle Lothar Matthaus’tur. İki maç üzerinden oynanan finali bir başka Alman takımı Franfkurt’ta kaptıran Mönchengladbach, uzun yıllar hafızalardan çıkmayan bir performansa imza atmıştır. Gösterdiği performansla Almanya Milli Takımı’nda da yerini alan genç Lothar, 1980 senesinde yedek olarak girmeye başladığı milli takımda ilk şampiyonluğun tadına varır. Milli takımda büyük başarılar tadan Mattheus, ilk kez sahne aldığı 1982 Dünya Kupası’nda finalde İtalya’ya kaybeden takımın kadrosunda kendine yer bulur. Ancak, milli takım seviyesinde gelen başarılara rağmen kulüp seviyesinde istediği başarıları pek yakalayamamıştır. Alman liginde kupa kazanmak isteyen Matthaus, mali krize girmiş olan Mönchengladbach’tan ayrılmayı ister. Bir Bavyeralı olarak kupanın nerede kaldırılabileceğini biliyordur. Lotthar Matthaus, Almanya’da hep tartışılan bir oyuncu olmasının en büyük olaylarından bir tanesini 1984 senesinde yaşar. Mönchengladbach lig kupasında finale kadar ilerler. Finalde hiç şaşırtmayacak bir takım onları bekler. Bayern Münih’le oynanan maçın normal süresi 1-1 sona erer. Uzatmalarda da gol sesi çıkmayınca galibi penaltılar belirler. Franfkurt’ta 60 bin seyircinin önünde meşin yuvarlağın başına geçen ilk isim Matthaus’tur. Kötü bir vuruşla topu auta gönderir. Mönchengladbach için işler zorlaşır ve kupayı kaybederler. Matthaus’un penaltısı yıllarca akıllarda kalır. Bu penaltının bu kadar akıl kurcalamasının nedeni ise Lothar Matthaus’un ertesi sezon Bayern Münih’e gerçekleşen transferidir. 4 sezonda 162 kez giydiği siyahbeyazlı formayı çıkarıp, kırmızı formayı giydiğinde o penaltı vuruşunu kaza olarak görenlerin sayısı bir hayli azdır. Bir futbolcunun Bundesliga’da şampiyonluk tepsisine dokunabilme ihtimalinin en yüksek olduğu yer şüphesiz Bayern Münih kulübü. İlk sezonunda attığı 16 golle tepsiye el uzatan isimlerden bir tanesi de Bavyeralı Lotthar’dır. Üç şampiyonluk üst üste yaşayan Matthaus artık Bundesliga’nın ve Almanya’nın sahip olduğu yıldızlardan biriydi. Maradona’lı yıllar Bazı sporcular şansızdır. Ne kadar başarılı olurlarsa olsun, zamanında yaşayan bir efsane tüm başarıların önüne geçebilir. Matthaus’un gençliğinin baş belası da Diego Armando Maradona’dır. Matthaus her ne kadar hem ofansif anlamda milli takıma hizmet edip adını finale yazdırsa da, zamanın bir futbol fenomenine karşı finalde oynamak kolay olmayacaktır. Taktiksel olarak Maradona’yı sahadan silme görevi verilen Alman dinamosu, Maradona’yla baş edemez ve 1986 finalini kaybeder. Dünya Kupası’ndan sonra İtalya’nın yolunu tutan Matthaus, Inter’e transfer olur. İtalya, yıldızlar topluluğu olan bir ligdir. Matthaus ve Maradona bir Dünya Kupası finalinde bir daha karşılaşana kadar kozlarını Serie A’da paylaşırlar. Matthaus geldiği ilk sezonda şampiyonluk yaşar, ona pek de anlaşamadığı Alman efsaneleri Jürgen Klinsmann ve Andres Brehme eşlik eder. Bu sıralarda, Maradona kasırgasını bir nebze olsun durdurabilmişlerdir. 1990 yılında Dünya Kupası İtalya’da düzenlenir. Napoli taraftarlarının Arjantin’i desteklediği efsanevi kupada Maradona Arjantin’i finale taşırken, Matthaus da Almanya’nın elinden tutar. Düelloda tekrar karşılaşan ikili arasında, bu sefer gülen Almanlar olacaktır. Ancak yine de, Maradona’nın kaybetmesi, Matthaus’un kazanmasından daha fazla gündemi meşgul edecektir. Yine yeniden Bavyera Inter macerasının ardından tekrar Bayern Münih’e dönen efsane oyuncu Trapattoni ile altın çağını yaşayacaktır. Olgunlaşan Matthaus’a defans yapmayı öğreten Trapattoni ile modern önlibero oyunun temelleri atılacaktır. Oyunda kendini hep geliştiren Lothar’ın, sahada dışında kendini geliştirmeye pek niyeti yoktur. Yaptığı açıklamalar ve basına demeçleri ile takım arkadaşı Jürgen Klinsmann’a rahat yüzü göstermez. Sürekli olarak hedef gösterdiği Klinsmann’ı o kadar rahatsız eder ki, Jürgen bavulları toplayıp huzur bulmak için Londra’ya transfer olur. Matthaus, liderliğine herkesin biat etmesini isterken, kendini milli takımın dışında bulur. Alman oyuncular onu huysuz, geçimsiz, patavatsız olarak nitelendirir. Almanya Milli Takımı Euro 96’da Klinsmann’ın liderliğinde, Bierhoff’un tarihte atılan ilk altın golüyle şampiyon olurken, Lothar’ın yerine artık Mattias Sammer, daha da önemlisi huzur vardır. Ancak Lothar milli takımın dışında kalsa da pes etmez, sahada Bayern’in herşeyi olur. Trapattoni düzenlediği meşhur basın toplantısında Mehmet Scholl’ü, Mario Basler’i, Thomas Strunz’u yerin dibine sokar, İtalyan teknik adamın istediği tüm özelliklere sahip oyunculardan biri de Lothar’dır. İlerleyen yaşına rağmen hala takımın yükünü üstlenmeye ve olağanüstü performansı ile göz doldurmaya devam ediyordur. Milli takımda görevini devir alan Sammer sakatlanınca Matthaus milli formaya tekrar kavuşur. Beşinci kez katıldığı Dünya Kupasında yaşlı kurt, Fransa’da Hırvatlara çeyrek finalde yenilerek evine geri döner. Bu Lothar’ın sahne aldığı son Dünya Kupası’dır. Futbolunun son döneminde de olayları eksik olmayan Bayern efsanesi, Fransız sol bek Lizarazu’yu da çıldırtıp antermanda yumruklaşır. Alman kamuoyu Lizarazu’ya yüklense de, aslında problemin Matthaus’tan kaynaklandığını bilirler. 1999’da hiçbir Bayernlinin hatırlamak istemediği finalde Matthaus son 5 dakika kala oyundan çıkar. İşte ne olursa o kısacık 5 dakika içerisinde olur. Manchester United neredeyse son 2 dakikada attığı iki golle uzatmalarda Bayern’den kupayı alır. Matthaus çok istediği kupaya bir kez daha ulaşamaz ve kendisini oyundan alan teknik direktör Ottmar Hitzfeld’e söylemediğini bırakmaz. Maçtan sonra konuşan Hitzfeld’in söylediği tek bir cümle vardır. Lothar maçın sonlarına doğru teknik adamın yanına gidip, çok yorulduğu için oyundan çıkmak istediğini kendisi istemiştir. Hitzfeld ile Matthaus’un yolları ayrılır, Matthaus bir sezona yakın Amerika’da top koşturduktan sonra futbolu bırakır. Demirören’in gücü Daha sonra teknik direktör olarak karşımıza çıkan Alman efsanesi bu kulvarda aradığını pek bulamaz. İyi sezon başlangıçlarının ardından aldığı hezimetler, şanına leke sürer. O da artık bir zamanlar karışılıklı oynadıkları Maradona gibi iyi futbolcu, kötü antrenör klasmanında kendine yer bulur. Kariyerindeki en büyük yaralardan birini de Yıldırım Demirören’den alır. Beşiktaş’ı çalıştırmak için bavullarını toplarken, arkadaşlarından aldığı bir haberle yıkılır. Telefondaki ses Lothar’a kötü haberi verir; “ Beşiktaş, Del Bosque ile anlaşmış.” Klinsmann’ın, Lizarazu’nun, Hitzfeld’in yapamadığını Yıldırım Demirören başarır. Kalbi kırık Alman efsanesi üzerinden seneler geçmesine rağmen hala fırsat buldukça “kandırıldığını” söylemekten çekinmiyor. MATTHAUS’UN VUKUATLARI -Bayern München’de forma giydiği yıllarda, takımın menajeri ile Jürgen Klinsmann üzerinden iddiaya girer. Buna göre Klinsmann ikinci sezonunda 15 gol atarsa Lothar, menajere 5000 mark vereceğini söyler. Jürgen 15 golünü atar, Sampdoria’nın yolunu tutar. Euro 96’da teknik adam Berti Vogts Klinsmann’a uyar, Lothar turnuvanın kadrosunda yer almaz. -Borussia Dortmund - Bayern Münih maçı biraz sert geçer. Lothar’ın hedefinde Andreas Möller vardır. Andreas Möller sert maça isyan edince, Lothar yanına yaklaşır. Möller’e jest ve mimiklerle ağlama da futbolunu oyna gibisinden küçük düşürücü hareket yapar. Möller de “ağlayan” Lothar’ın gözyaşlarını elleriyle silince, saha karışır. -Sert geçen antremanda Bixente Lizarazu’yu önce sözleriyle sonra elleriyle kışkırtmaya çalışır. Bixente’nin buna cevabı sert olur, Lothar’ın suratına bir tokat indirir. 100.000 frank ceza alır, bir de milliyetçi Almanların tepkisini. -Birçok takım arkadaşı ve rakip oyuncuyla sorun yaşayan Lothar’ın teknik direktörlük günleri de olayı geçer. Partizan’ı çalıştırırken oynadığı iki hazırlık maçında yine ortalığı karıştırır. Belek’te kamp yaparken Tınaz Tırpan’ın takımı Bucheon’la bir hazırlık maçı yaparlar. Tınaz Hoca’yı da çileden çıkarmayı başarır. İki teknik direktör kavga etmeye başlayınca maç yarıda kalır. -Ardından Partizan, Dinamo Zagreb’le Hırvatistan’da bir hazırlık maçına çıkar. Bir futbol maçında çıkan olaylar nedeniyle ayrılan iki ülkenin takımlarının maçında Lothar rahat durmaz. Dinamo Zagrebli yedek futbolculara küfür eden Alman teknik adam, maçı çığrından çıkarır. Sonuç 10 taraftar gözaltına alınır, çıkan olayları bastırmak yüzlerce polise kalır. -Teknik direktör olarak şansını Arjantin’de denemek ister. Racing Club’la anlaşır. Resmi imzalar atılmadan önce Racing başkanı Molina’nın cep telefonuna bir sms yollar; “Ben gelmiyorum”! Molina çılgına döner, öcünü Yıldırım Demirören alır(!) Emre Gürkaynak Matthaus Özel HF145 MATTHAUS’LA ANTRENMAN Hayatının bir kısmında, kalbinin bir parçasını futbola kaptıran hemen herkesin, yeşil sahalarda oynama hayali vardır. Ancak profesyonel futbolcu sayısına bakıldığında her isteyenin gerçekleştirememesi makul karşılanacak bu hedef, yerini zamanla yenilerine bırakır. Gerçek bir futbolcuyla birlikte aynı sahda yer almak elbette bunlardan birisi. Halı saha maçlarında denk gelinen eski 3. Lig topçusu göbekli abilerle kıyısına yaklaşılmayan bu düş, benim de içerisinde bulunduğum bir grup adına dünya şampiyonu futbol efsanesi Lothar Matthaus tarafından gerçekleştirildi. Evet, tarafından. Kaseti biraz geri saralım. Sabah saatlerinde Kabataş’tan, Emirgan’a, Matthaus’u dinlemek ve birlikte antrenman yapmak üzere yola çıkıyoruz. Güzergâhın güzelliğini taze görmüş olmak, ne kadar ihtiyaç olmasa da, Matthaus’un, “İstanbul çok güzel bir şehir. Hem de bunu sadece güzel kadınlar nedeniyle söylemiyorum” ifadelerini daha da anlamlı kılıyor. 150 defa Almanya Milli Takımı’nın formasını giyerek bu alanda bir dünya rekoru kıran oyuncunun, soru-cevap kısmında sergilediği sempatik tavırlar ise neden hep, bahsettiği güzel kadınların onun etrafında olduğunu açıklıyor. Matthaus, ya da onu izlemeye gelmiş Hikmet Karaman’ın hitap ettiği şekilde Lothar, elbette Puma ile arasındaki sponsorluk anlaşması nedeniyle İstanbul’da. Ancak bu marka onun için daha fazlası. Şirketin merkezi hâlâ Matthaus’un doğduğu şehirde ve o küçükken babası, Puma fabrikasında temizlik görevlisi olarak çalışıyordu. Annesi ise evde futbol toplarının kaplanması ile ilgileniyordu. Matthaus, kendisi için “özel” olan bu markaya belki de borcunu ödemek için etkinliği kapalı alanlarla sınırlandırmıyor, yeşil sahalara da taşıyor. Ya da olayın bununla ilgisi yok ve Matthaus sadece, futbol oynamak istiyor. Sakıp Sabancı Müzesi’nde buluştuğumuz, kısa bir konferans ve soru-cevap ile birlikte hakkında ilk izlenimimizi edindiğimiz Lothar Matthaus, bunların ardından uzun bir röportaj maratonuna giriyor. Gayet açık, saklayacak bir şeyi yok. 2008 Avrupa Şampiyonası öncesi, Türkiye hakkında yaptığı başarısız olacağı üzerine tahminler hatırlatıldığında “Uzmanlar da hata yapar” derken “Beşiktaş’ın Del Bosque’ye verdiği parayla 10 yıl çalışırdım” ifadelerini kullanmaktan çekinmiyor. Röportajları ve canlı yayınları atlatan Matthaus ile biraz gecikmeli de olsa sahaya geçiyoruz. Herkes tam takım giyinmiş. Son olarak Bulgaristan Milli Takımı’nı çalıştıran 53 yaşındaki hoca, iki asistanı ile birlikte öncelikle saha içinde konuşma yapıyor. İki saatlik bol koşulu bir idman yaptıracağını söyleyerek, önce korkutsa da daha sonra suratına yerleştirdiği gülümseme ile yüreklere su serpiyor. Ancak araba satma konusunda sihirli olarak gören cümlelerden biri onun için de geçerli: O bir Alman! Hem de bunu 45 dakikalık bir antrenmanda hissettirmekten çekinmeyen bir türden. Yanlış yapılan noktalarda kendini yere atmaktan, tepkisini göstermekten kaçınmayan eski Bayern ve Inter oyuncusu kısık sesle konuşan yardımcısını da “Daha yüksek” diye fırçalamaktan da geri kalmıyor. Yine de Matthaus sadece disiplin yönünde olan biri değil. Belki aldığı ressamlık ve dekoratörlük diplomasının da etkisiyle sahanın ortasında “Topu sevin. Onun sevgiye ihtiyacı var, hor görülmeye değil” diye bağırıyor. Matthaus futbolun ve onun temel enstrümanı topun sevilmesini istiyor. Antrenmana da topla başlıyoruz. Paslaşmak kolaydır fakat tempo giderek öyle bir arttırılıyor ki paslaşırken yorulmaya başlıyoruz. Daha sonra top sürmedeki becerilerimizi ortaya çıkaracak bir çalışmayla devam ediyoruz. Ardından da çift kale maç. En sonda da şut çalışmasıyla tamamı topla olan antrenmanı bitiriyoruz. Vurgulamadan edemeyeceğim, milli takımla 5 Dünya Kupası oynamış, bunlardan birini kazanmış, kulüp takımıyla 8 lig şampiyonluğu yaşamış, sayısız kupa elde etmiş Matthaus’un, antrenman verirken ki ilgisi, alakası, yerine göre dişini göstermesi, basit bir idmanı bile ciddiye almasıyla bizim kalbimizi kazandı. 45 dakika belki de daha fazla süren (yorgunluk seviyemize bakılırsa iki gün) antrenmanın ardından Matthaus bu sefer son konuşması için herkesi topluyor. “Bu, 12-14 yaş grubuna yaptırdığımız bir antrenman” diyerek başladığı sözlerini “Futbol dışarıdan kolay görünür ancak iş öyle değildir” diyerek tamamlıyor. Belki de Simon Kuper tarafından “tabloit okuru” yakıştırmasına layık görülen bu adam, basınla haşır neşir oluşunu, kariyerindeki tartışmaları hatırlıyor son sözünü söylerken. Ancak sıkıntıları olmuş da olsa, gün sonunda anlıyoruz. Matthaus kesinlikle futbolu seviyor. Cihat Akbel Afrika HF145 EBOLA KRiZi VE AFRiKA FUTBOLUNUN DURUMU Batı Afrika’yı etkisi altına alan Ebola virüsü tüm yaşamı doğrudan etkilerken futbola da darbe vurmakta gecikmedi. 1.Ebola nedir? - Ebola Virüsü insanlarda Ebola Virüsü Hastalığına (Eski adı Ebola Hemorajik Ateşi) yol açar. İnsanlarda ve primatlarda (enfekte maymun, goril, şempanze, meyve yarasası, orman antilobu ve kirpi gibi) sıklıkla ölüme yol açan ciddi bir hastalıktır. - Salgınlarında ölüm oranı %90’lara kadar çıkabilmektedir. - Virüs insanlara vahşi hayvanlardan geçer ve insandan insana bulaşır. - Meyve Yarasaları (Fruit Bats) Ebola Virüsünün doğal konağı olarak görülmektedir. - Hastalığın insan ve hayvanlar için özel bir tedavisi ya da aşısı bulunmamaktadır. 1.1 Ebola virüsünün bulaşma aşaması ve şekli - Enfekte bir kişinin kanı ya da salgılarıyla doğrudan temas. - Enfekte salgılarla kontamine olmuş objelerle temas. - Defin işlemleri sırasında cenazeye doğrudan temas edilmesi de hastalığın yayılmasında etkendir. - İyileşen erkek hastaların spermleri yoluyla hastalığı 7 haftaya kadar bulaştırması mümkündür. - Ebola Kanamalı Ateşi’ne yol açan virüsler, genellikle hasta bakımıyla uğraşırken enfekte salgılarla teması olan aileler ve arkadaşlar aracılığıyla yayılmaktadır. - Ebola Kanamalı Ateşi salgınlarında hastalık sağlık tesislerinde hızla yayılabilir (klinikler, hastaneler v.b.). Maske, elbise ve eldiven gibi uygun koruyucu ekipman giymeyen personelin bulunduğu sağlık tesislerinde virüse maruziyet riski yüksektir. 1.2 Hastalık belirtisi ve bulgular - Ateş - Baş ağrısı - İshal - Eklem ve kas ağrısı - Halsizlik - Kusma - Mide ağrısı - İştahsızlık Belirtiler Ebola virüsüne maruz kalındıktan 2-21 gün (genellikle 8-10 gün) sonra görülür. Hastaların bir kısmı iyileşirken, neden bazılarının öldüğü tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla beraber ölenlerin virüse karşı yeterli bağışık yanıt geliştiremedikleri bilinmektedir. 1.3 Hastalıktan korunma Ebola Hemorajik Ateşi’nden korunma konusunda birçok zorluklar vardır. Ebola Hemorajik Ateşi ile insanların tam olarak nasıl enfekte oldukları bilinmediğinden az sayıda temel korunma tedbiri vardır. - Diğer bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi hastalığı önlemenin en önemli uygulamalarından biri ellerin düzenli olarak yıkanmasıdır. Ellerinizin su ve sabunla yıkanması (ya da sabun bulunmadığı yerlerde ve ellerin açıkça kan ve vücut sıvılarıyla kirli olduğu durumlarda susuz alkol-bazlı el losyonun kullanılması) cildinizden potansiyel enfekte materyalleri uzaklaştırır ve hastalığının geçişini önler. - Eldiven kullanılan durumlarda eldivenleri çıkarmadan önce su ve sabunla yıkamak ve eldivenleri çıkardıktan sonra da elleri yıkamak. - Ölü hayvanlarla, özellikle de primatlarla temastan kaçınmak. - Yerel pazarlarda tüketim için satılan primatlar dahil vahşi hayvanların etini yememek. - Sağlık tesislerinde hastalık bulaşma riski yüksektir. Bu nedenle sağlık çalışanlarının bir Ebola Hemorajik Ateşi vakasını fark etmesi ve pratik viral hemorajik ateşi karantina önlemlerini veya bariyer hemşirelik tekniklerini uygulamak için hazır olması gereklidir. Bu önlemler arasında koruyucu kıyafetlerin giyilmesi (önlük, eldiven, maske, göz koruyucu ekipman gibi) yer almaktadır. Enfeksiyonun yayılmasını önlemekle ilgili olarak ekipman ve enjektörlerin sterilize edilmesi, uygun bir şekilde imha edilmesi ve hastaların vücut salgılarının da uygun bir şekilde imha edilmesi de önemlidir. - Hastanın ölmesi durumunda cesetle temastan kaçınmak. 1.4 Ebola virüsünün sık görüldüğü ülkeler - Gine - Sierra Leone - Liberya *Bu bölüm Dünya Sağlık Örgütü resmî kaynaklarından alıntıdır. Tarihin en büyük ebola salgını İlk kez 1976 yılında zamanın Zaire’si şimdinin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan virüs adını, ilk defa rastlanıldığı bölgeye yakın olan Ebola Nehri’nden alıyor. 1976’dan 1979’da kadar DKC ve Sudan’da 454 kişi hayatını kaybetti. Bu da vakaların %70’inin ölümle sonuçlandığını gösteriyor. Uzun yıllar ortadan kaybolan virüs 1994’te Gabon’da tekrar hortladı. Virüs Demokratik Kongo’ya da sıçradı ve yaklaşık 2 senede 300’den fazla insanın ölümüne neden oldu. Ebola Virüsü farklı varyasyonlarıyla kendini tekrar etmeye devam etti. 2000 senesinde Uganda’da hastalığa yakalanan 425 hastadan 224’i kurtarılamadı. 2001 ile 2012 yılları arasında 865 vakanın %60’ı ölümle sonuçlandı. Çoğu sağlık örgütü tarafından dünyanın en ölümcül virüsü olarak gösterilen Ebola 2014 Mart’ında Gine’de tekrar ortaya çıktı. Geçmişte de olduğu gibi hafife alınan hastalık eski rutininden farklı bir boyutta yayılmaya başladı. Batı Afrika ülkelerinden Sierra Leone, Gine ve özellikle Liberya’da salgın kontrolden çıkmış durumda. 9 Eylül 2014 itibariyle bu yıl içinde Ebola virüsüne yakalanan 4 bin 293 kişiden 2 bin 296’sı hayatını kaybetti. Liberya’da vakaların %60’ı, Sierra Leone ve Gine’de ise %30’u ölümle son buldu. Ayrıca Nijerya, Kongo ve Senegal’de de bazı kişilerde Ebola virüsüne rastlandı. Tarihin en büyük Ebola salgını için hem Dünya Sağlık Örgütü hem de Birleşmiş Milletler umutsuz açıklamalar yapıyor. Gana’da BM tarafından bir salgın üssü kurulması kararlaştırıldı. DSÖ doktorları ise salgını durdurmanın gitgide güçleştiğini fakat bazı bölgelerde bu mücadeleyi kazanmaya çalıştıklarını söylüyor. Çoğu ülkenin sınırlarını kapattığı Batı Afrika’da uçuşlar ve lojistik bağlantılar sekteye uğramış durumda. Virüs için henüz bir aşı ya da kesin tedavi geliştirilemezken bazı aşılarda olumlu sonuçlar alındı. Maymunlar üzerinde denenen bir tedavi yöntemi hayvanları iyileştirirken bunun hangi şekilde ve kime uygulanacağı netlik kazanmadı. Ebola’nın vurduğu ülkelerde okullar tatil edilmiş durumda. Sierra Leone ve Liberya’da sokağa çıkma yasaklarına da başlandı. Spor müsabakaları iptal edilirken hastaların karantina bölgelerine taşınması da hızlandırılmış durumda. Virüse yakalanan hastanın uzun yaşayamamasından dolayı karantinalar salgın hızını yavaşlatıyor. Fakat karantinalardan kaçan hastalar, sağlık görevlilerin çalışmak istememesi ve de güvenliğin sağlanamaması durumu kötüleştiriyor. DSÖ, bağımsız doktorlar ve gönüllü sağlık personelleri üstün bir çaba içerisinde. Öyle ki 4 ayda sadece Ebola hastalarını tedavi eden 120 sağlık görevlisi hayatını kaybetti. Gine, Sierra Leone ve Liberya’da temel ihtiyaçları karşılamak gitgide zorlaşıyor. Fiyatlar neredeyse %150 artmış durumda. Bu bölgeye yakın diğer ülkeler de sınırlarını tamamen kapatmış vaziyette. Fildişi Sahili’nde lüks gıda tüketimi olarak görülen yırtıcı hayvan satmak bir süreliğine yasaklandı. Buna rağmen karaborsa yırtıcı hayvan satışı engellenemiyor. Sierra Leone krizi Ebola virüsü ölüm ve korku yaymaya devam ederken bölgenin futbol ekiplerini de doğrudan etkilemiş durumda. 2015 Afrika Uluslar Kupası için eleme grup maçları oynayacak Sierra Leone ve Gine iç saha maçlarını başka ülkelerde oynamak zorunda. Bir tur öncesi Seyşeller ile oynayacak Sierra Leone’nin deplasmana gitmesi hükmen kaybedecek olmalarına rağmen Seyşeller hükümeti tarafından engellendi. Gine, Togo ile Fas’ta karşılaşmak zorunda kaldı. Sierra Leone ise Fildişi Sahili’nde korkunç bir durumla karşılaştı. İlk önce Dünya Sağlık Örgütü Fildişi Sahili’ne gidecek kadronun sadece Avrupa’da oynayan oyunculardan kurulmasını istedi. Bu şartlar sağlandı ve yolculuk gerçekleşti. Abidjan’da konaklayacakları otelde berbat bir muamele gördüklerini söyleyen oyuncular için zaten var olan küçük moral kaynağı da tüketilmiş oldu. Çok iyi oynamalarına rağmen maçtan 2-1 mağlup ayrıldılar. Bir sonraki karşılaşmaya da Afrika Futbol Federasyonu’nun belirlediği yer olan Demokratik Kongo’da çıktılar. İki maçtan da yenik ayrılan Sierra Leone’de kaybedilen kuşkusuz puanlardan fazlası oldu. Fakat buna rağmen umutlarını kaybetmemiş gözüküyorlar. BBC’ye konuşan kaptan Kei Kamara mücadeleye devam edeceklerini söylüyor; “Salgın başladığında oradaydım. Başta kimse ciddiye almadı. Şimdi ise çok geç. Ülkem bilim kurgu filmlerine benziyor. Canımız yanıyor. Doğduğum hastanedeki 7 hemşire Ebola’yla mücadele ederken öldü. Daha fazla yardım geleceğini umuyoruz. Gerçekten zor. Seyşeller’e girmemize izin vermediler. Bu onur kırıcıydı. Fildişi Sahili’nde Sierra Leoneli olduğumuzu söylediğimiz zaman herkes bizden uzaklaşmaya başladı. Evimizde olmamız gerekiyordu. Bilemiyorum bu çok zor. Turnuvadan çekilmek istemiyoruz. Yıllardır insanlar Sierra Leone ismini duyduklarında iç savaştan bahsediyor. Şimdi de buna Ebola eklendi. Ülkemizin bunlardan ibaret olmadığını göstermek istiyoruz.” 2015 Afrika Uluslar Kupası ve cevapsız sorular Ocak 2015’te Fas’ta başlayacak olan turnuva için büyük belirsizlik söz konusu. Sağlık örgütleri ve uluslararası kurumlar turnuvanın ertelenmesi taraftarı. Afrika Futbol Federasyonu ise aceleci davranmak istemiyor. Salgının bu hızda artması durumunda organizasyon ertelenebilir. Coğrafi olarak Fas’ın salgın bölgesine yakın olmaması ertelenmemesi için gerekçe gösterilirken karşı argüman da taraftarların ülkeye girecek olması ve sirkülasyonun kontrol altına alınmasının zor olduğu yönünde. Şimdilik eleme maçları oynanıyor. Turnuvanın tecrit şartlarında başka bir ülkeye (Güney Afrika ya da Zambiya) alınma fikri de ortada dolaşıyor. Fakat bu, sporun ruhuna aykırı gözüküyor. Bunun yanında yaratacağı psikolojik tahribat da yadsınmayacak kadar büyük. Defalarca kez kendini dünyaya futbolla ifade etmiş Afrika kıtası takımlarının ve halklarının kanadı kırık. Var olan durum kurgulanmayacak kadar korkunç. İşin içinden nasıl çıkılacağına dair net bir şey ortaya koyulamazken kesin olan tek şey tükenmeyen umudun varlığı. Uzatma dakikalarında da olsa o gol gelecek. Emre Çelik ??? HF145 MODERN RAUL MUNIR EL HADDADI İspanyol futbolunun ve La Masia’nın son gözdesi Munir el Haddadi, medyada kapladığı yer düşünülünce son 1 ayda neredeyse Lionel Messi’yi bile geride bırakmak üzere. Peki nereden çıktı bu 18’lik süper yetenek? Sene 1984. Fas kıyılarından Cebelitarık’a açılan ufak bir balıkçı teknesi. Hedef ise bu sefer balık tutmak değil, Cebelitarık üzerinden İspanya’ya kaçak giriş yapmaktır. İçinde sıkış tepiş 20 kişinin yer aldığı bu teknedeki isimlerden biri de o dönem henüz 18 yaşında bir genç. “Korkmuyordum çünkü hem yüzme biliyordum hem de kaybedecek bir şeyim yoktu” diyor. Belgeleri olmadığı için sokaklarda, pazarlarda, kendi deyimiyle polislerden uzak yerlerde, bir şeyler sattı. Ardından Endülüs’ten ayrılıp Baskonya’nın yolunu tuttu ve sıkı bir Müslüman olmasına rağmen İspanyolların jamon dediği, pastırmaya benzeyen ve en az kırmızı et kadar domuz eti versiyonu, üretim fabrikasında çalıştı ve kendisine İspanyol pasaportu alma konusunda çok büyük yardımları dokunacak olan fabrika sahipleriyle tanıştı. Böylelikle bu sezon daha 18’inde hem Barcelona hem de İspanya Milli Takımı’nın formasını kapan Munir El Haddadi’nin hikâyesi başlamış oldu. Mohamed, iş arkadaşlarının tabiriyle Jaime, El Haddadi, 1984’te başlayan hikâyesini El Mundo’dan Martín Mucha’ya yaklaşık 2 hafta önce bu sözlerle anlatıyordu. O dönem belki farkında değildi ama aldığı bu radikal, riskli, korkutucu ve bir o kadar da tehlikeli kararla gelecekte doğacak oğlu Munir el Haddadi’nin de kaderini yazıyordu. Baskonya’da geçirilen 4 senenin ardından ise Mohamed El Haddadi Madrid’in yolunu tuttu ve Iñaki Ongay’ın mutfağına girdi. Daha da önemlisi bu yazının ana kahramanı Munir el Haddadi, 1 Eylül 1995’te dünyaya merhaba dedi. İspanya’daki en kalabalık göçmen topluluklarından biri olan Fas asıllı Munir, ailesiyle birlikte neredeyse tüm dükkan işleticilerinin Faslı olduğu bir semtte yaşadı. Küçükken utangaçtı. Babası Mohamed’in arkadaşı ve mutfaktaki asistanı Mahmud’un deyimiyle “Her zaman ona ne istediğini sormak zorunda kalırdık. Öyle ki en sevdiği şey olan dondurmayı alırken bile onu dondurma seçmeye zorlardık” derecesinde utangaçtı. Futbola ise oturdukları bölge olan Galapagar sokaklarında başladı. Ardından da babasının elinden tutup götürmesiyle bölgenin takımı CD Galapagar’da başladı. Daha sonra ise Juan Irigoyen’in deyimiyle “Atletico Madrid’de şansını denemek istedi ama aldığı yanıt hayır oldu.” Hâl böyle olunca Santana’ya geçiş yaptı[1]. Bu arada şunu da eklemek şart; 14 sene babasının işvereni olan Iñaki Ongay’ın açıkladığı üzere sıkı bir Real Madrid taraftarıydı. Hatta Ongay hem yetenekleri hem de Munir’in sıkı bir Real Madrid taraftarı olmasından dolayı bizzat kulübün kapısını çaldığını ve Munir’i izlemeleri için görevlilere yalvardığını da söylüyor ama Real Madrid, Ongay’ı hiç de ciddiye almamış. Munir’i izlememişler bile. Munir’in Rayo Majadahonda’da forma giydiği bir sezonda attığı 32 gol ise Real Madrid’in geç de olsa uyanmasını sağladı. Lakin bu sefer iş işten kısmen geçmişti çünkü Munir’i isteyen tek kulüp Real Madrid değildi. O dönem Giullerme Amor ile birlikte Barcelona’nın altyapı koordinatörlüğünü yürüten Albert Puig, Juvenil B takımının hocası Francisco García Pimienta’yı Munir’i izlemesi için Majadahonda’nın bir maçına gönderdi. Raporlar elbette olumluydu. Dahası bu iki kulübün yanı sıra Getafe, Rayo Vallecano, ciddi bir altyapı kültürü bulunan Osasuna ve Manchester City de Munir el Haddadi’yi keşfetti. Munir’in tercihi ise en fazla parayı basan Katalan ekibinden yana oldu ve 15 yaşında, 2011’de, La Masia’nın yolunu tuttu. Transferinin ardından Fas’ta haber ajanslarını meşgul eden ve ilk röportajını da Mountakhab’a veren El Haddadi’nin Barcelona’daki ilk günlerinde söyledikleri ise şunlardı: “Atletico Madrid’de denemelere çıktım ve ardından da geçen sezon Rayo Majadahonda’da oynadım. Menajerime Manchester City, Getafe gibi kulüpler de ulaştı ama benim ilk tercihim Barcelona’ydı. Şimdi ise sadece oyunuma odaklanıp kendimi kanıtlamak istiyorum.” Aynı zamanda idol olarak gördüğü futbolcuların Lionel Messi ve Adel Taarabt olduğunu ekliyor; milli takım tercihi için de “İspanya U16 takımından forma giymem için bana ulaştılar ama cevaplamadım. Fakat eğer Fas’tan teklif gelirse kesinlikle yanıtlarım çünkü Fas orijinliyim.” diyordu. Baba Munir (sağdaki) Munir’in Barcelona macerası Juvenil B takımında başladı. Sadece futbol konusunda değil sporun her dalında İspanya’nın önemli yazarlarından biri olan ve son olarak da Pep Guardiola’nın Bayern Münih macerasını kaleme alan Martí Perarnau [2], sezona girerken Sport’ta yazdığı yazısında Munir için “Teknik adamların en fazla güvendiği isimlerden birisi ama teknik olarak da gelişime ihtiyacı olduğunu düşünüyorlar” dese de Barcelona’nın FIFA’dan 2 dönem transfer cezası almasına sebep olan isimlerden biri olan Maxi Rolon’un az farkla da olsa yetenek olarak Munir’in önünde görüldüğünü de ekliyordu. Nitekim ilk senesinde kısmen de olsa adapte olmakta zorlandı. Daha doğrusu yeteneklerini %100 göstermekte. 2012/13 sezonunu da Juvenil B takımında tamamladı. Hatta bu dönemde takım arkadaşları ve yaşıtları Jean Marie Dongou ve şu an da Barcelona kadrosunda birlikte yer aldığı Sandro Ramirez, Juvenil A takımına terfi ederken Munir El Haddadi seviye atlayamadı. Hatta kendisinden yaşça küçük Antonio Sanabria’nın önce Juvenil B’ye ardından da Juvenil A’ya geçişine şahit oldu. Fakat belki de babasından gelen savaşçı yapısıyla pes etmedi. 2011’de hocalarının ‘teknik olarak gelişmesi gerek’ dediği Munir, La Masia’da gerekli eğitimi alarak sonunda istenen kusursuz seviyeye ulaştı. Zaten Barcelona B Teknik Direktörü Eusebio Sacristán da bu savaşçılığını ve korkusuz yapısını açıklarken “Son derece modern, saha içinde zeki ve en önemlisi kritik kararlar almaktan kaçınmayan bir oyuncu” sözlerini kullandı. Tabi ki kendi yaş kategorisinde… Munir, 2014 senesinde Lionel Messi’nin 2003/04’te yaptığının bir benzerini gerçekleştirdi. Lionel Messi, o sezona Barcelona C’de (şu anki Juvenil A) başlayıp, ardından Barcelona B’de sonra da Barcelona’da forma giymişti. Munir de sezona Juvenil A terfisiyle başladıktan sonra yetenekleriyle birden La Masia’daki en iyi genç yetenek olarak görülmeye başlandı. Özellikle takımının formasıyla UEFA Youth League’de gösterdiği performans, çeyrek finalde Kopenhag karşısında 2 golle süslediği performansla da Eusebio Sacristán tarafından Barcelona B’nin Mallorca ile oynayacağı maç için kadroya dâhil edildi. Fakat El Haddadi’nin yükselişi burada sonlanmadı. Hem Juvenil A’da hem de Barcelona B’de üst düzey performansını sürdürdü; UEFA Youth League’de grup aşamasının ardından oynanan her eleme maçında rakip fileleri havalandırarak hem futbola dair yeteneklerini hem de liderliğini kanıtladı. Özellikle Schalke maçında aldığı sorumluluk takdire şayandı. Benfica maçında ise adeta şov yaptı. Kendisi hakkında “Onun bildikleri standartları oluşturuyor. Standartlara kendini adapte etmek zorunda değil” sözlerinin kullanıldığını belirten ve bunda son derece de haklı olan SPORT yazarlarından Josep Capdevila’yı doğrularcasına Barcelona’nın şampiyonluğu kazanmasında en büyük rolü oynadı. 88’inci dakikada orta sahadan attığı golle ise ağızları açık bıraktı. Öyle ki UEFA’nın 60’ıncı yıldönümü anısına sıraladığı en iki 60 gol arasında Barcelona’dan yer alan üç isimden biriydi (Gollerden biri Messi’nin 2011 Şampiyonlar Ligi Yarı Finali’nde Real Madrid savunmasını peşine takıp oynadığı, diğeri de 2005/06 sezonunda Samuel Eto’o’nun grup aşamasında Panathinaikos’a attığı goldü.) 2013/14 sezonu Barcelona adına hüsranla sonuçlansa da geriye dönüp bakınca yüzleri güldüren faktörler de yok değildi. Bunlardan en önemlisi ise hiç şüphesiz Munir el Haddadi’ydi. Luis Suarez’in de cezasıyla bir anda sezonun ilk maçında kendisini ilk 11’de bulan Munir, Camp Nou’daki karlışamada rakip fileleri havalandırıp Messi ile Bojan’ın ardından Katalan ekibinin formasıyla en genç yaşta gol kaydeden isim oldu. Bu gururun ardından “Etrafımda Messi ve çok sayıda kaliteli isim varken Camp Nou’da gol attığım için çok gururluyum. Çok mutluyum. Onlarla oynama rüyam gerçeğe dönüştü” sözlerini kullandı. Daha da önemlisi ise Lucho hakkındakilerdi: “Luis Enrique bana ne yapıyorsam devam etmemi söyledi. Ben de işimi yapmaya çalıştım. Bize sürekli çok çalışmamız gerektiğini söylüyor ve her gün gelişmemiz gerekliliğini belirtiyor” Fakat Munir’in inanılmaz yükselişi bununla da sınırlı kalmadı. Her ne kadar son 3-4 aya kadar Fas’ta oynama ihtimaline karşı hiçbir zaman hayır demese ve zaman zaman bundan gurur duyacağını açıklasa da Diego Costa’nın sakatlığı sonrası Makedonya maçı kadrosundan çıkarılmasının ardından Vicente del Bosque tarafından milli takım formasıyla tanıştırıldı. Belki evet derken bile aklında soru işaretleri vardı ama antrenman sahasına ilk çıktığında Sergio Ramos’un tüm takımı Munir el Haddadi’nin etrafında toplayıp 18’lik yıldızı alkışlatmasıyla bu soru işaretleri de muhtemelen tamamen silindi. Messi’den çok Raul Real Madrid’in altyapısından çıkardığı son isimlerden biri olan Raul’un yetişmesinde büyük bir rol oynayan Toni Grande, tıpkı o dönem ve yaklaşık son 20 yıldır olduğu gibi hala Vicente del Bosque’nin yardımcılığını yapıyor. Her ne kadar Barcelona’ya imza attığından bu yana Munir üzerine basa basa “İdolüm Messi” dese de Toni Grande’ye göre Munir, Messi’den çok farklı. “Onun için zorlu bir mücadele olacak. Bunu aşacak potansiyele ve önemli bir geleceğe sahip. Lakin bütün bunlar sergileyeceği efora ve çalışmasına bağlı. Bana fazlasıyla Raul’u hatırlatıyor. Raul ile aynı karakteristiklere sahip. Ve Raul’un o dönemki halinden ne seviyeye geldiğine bir bakın” diyor Grande. Eusebio’nun “Ne zaman topla oynayacağını, ne zaman adam geçeceğini ve ne zaman pas vereceğini çok iyi biliyor” sözleri de iki açıdan son derece önem arz ediyor. Bunların ilki Munir hakkında bu kadar konuşulmasına rağmen en azından şimdilik Messi olmaya çalışmıyor. İnanılmaz adam eksiltebiliyor, teknik, tam bir bitirici… Kısacası Raul gibi. Hatta belki de oyun görüşünü de çok daha genişleterek Messi seviyesine ulaşacak ama La Masia’da parlayıp heba olan Nolito’lar, Guy Assulin’ler gibi değil. Ayağı şimdilik yere sağlam basıyor ve eline geçen fırsatı da çok iyi değerlendiriyor. Fakat bir de işin şu boyutu var. Yaklaşık 1 ay sonra Suarez sahalara dönecek ve Munir’in bu denli forma şansı bulması güçlenecek. Grande’nin de dediği gibi yeteneklerine rağmen en önemli nokta oynaması. “As takımda veya Barcelona B’de fark etmez. Bu potansiyeli gerçeğe dönüştürebilmesinin tek yolu bu. Oynadıkça da ne seviyeye ulaşacağını zaman gösterecek.” Oynamalı ki zamanı gelsin; 1993’te 19 yaşındayken Kopenhag doğumlu Thomas Christiansen gibi İspanya formasını genç yaşta giydikten sonra bir anda kayıplara karışmasın. Zaten Christiansen de kim dediğinizi duyar gibiyim. Bu konunun önemi ve hemen önümüzde duran Gerard Deulofeu örneği -elbette olumsuz- düşünülünce belki de seneye başka bir takıma kiralanacak. Fakat bu kesinlikle Gerard Deulefeu gibi karşı takımın ‘belki bizde tutar’ düşüncesiyle değil; Deulofeu’nun yarısı kadar konuşulmayan ama aynı takımda Unai Emery’den formayı kapıp Sevilla’nın 11’ine yerleşen Denis Suarez gibi ‘her türlü faydalanırız, ne kadar uzun süre kalsa o kadar kârdır’ mantığıyla olmalı. • Wikipedi’nin İspanyolca sayfasında Galapagar’dan Santana’ya, buradan da Atletico Madrid altyapısına, Cadet A takımına, gidip ardından Rayo Majadahonda’ya kiralandığı yazsa da Juan Irigoyen’in El Pais’te 20 Ağustos 2014 tarihli yazısında El Haddadi’nin Barcelona öncesi kariyeri için şu ifadeler yer almaktadır: “Şansını Atletico Madrid’de denedi ama aldığı cevap hayır oldu. Ve kendini Santana’da buldu çünkü evine yakındı. Çok umursamadı. İşine baktı, gollerine devam etti. Ve böylece Rayo Majadahonda onu genç takımına dâhil etti. Fakat sıçrama yapmaya hazırdı: 29 maçta attığı 32 gol, Getafe, Osasuna, Manchester City, Real Madrid ve Barcelona’nın gözlerini Munir’e çevirmesine yetti.” • Aynı zamanda yüksek atlamacı olan Perarnau, 1980 Moskova Olimpiyatları’na İspanya adına katılıp 7’nci olmuştur. Serkan Akkoyun İspanya HF145 REAL MADRID ALTYAPISI GURURLA SUNAR ÜRETiRiM AMA OYNATMAM! Barcelona altyapısının büyüklüğüne lafımız yok ama Real Madrid’in de hakkını verelim...” “Zaman, işini gördü” Johan Cruijff, 1996, Barcelona 2014 yılının Şubat ayında biraz gecikmeli de olsa Socrates, “Bir şeyi bilmek, onu anlatmakla olur” der. Real Madrid altyapısı, İspanyolların deyimiyle yüksek lisans eğitimimi tamamladım. İktisat ana ‘La Fabrica’ yaklaşık 70 sene önce kurulmuş. bilim dalında, Yönetim Ekonomisi bölümünde, Kuruluşunu takip eden 30 senenin ardından da futbol kulüplerinin altyapısını inceleyen bir tez profesyonel bir hal alarak bugünkü bilinen adıyla çalışması sunarak 1993 yılında Diyarbakır’ın, ‘Castilla’ olmuş. Bugün de hala Real Madrid’in rezerv öğrencileri 5. sınıfa kadar annelerinin elinden takımının adı olan Castilla, Madrid şehrindeki bazı tutarak götürmek zorunda olduğu bir okulda amatör kulüpleri de bünyesine katarak büyümüş başlayan eğitim hayatımı tamamladım. Bu de büyümüş. Öyle ki 80’lerde gelen müthiş zaferler çalışma sırasında Türkiye’den ve Avrupa’dan sırasında Emilio Butragueno ve Manolo Sanchis önemli takımların altyapılarını inceledim. Tahmin gibi oyuncuları bile bünyesinden çıkarmış. Ondan edeceksiniz ki Barcelona da bunlardan birisiydi ve öncesine baktığımızda da 1955-1965 arasında 8 oluşturdukları muazzam organizasyonu bir kez La Liga, 1 Copa Del Rey, 6 Şampiyonlar Ligi kupası daha gördüm. Ama siyaha bakan beyazı daha çabuk kazanan takımlarında ortalama 3’er tane altyapıdan fark eder. Ben de Barcelona’ya bakarken aslında çıkardıkları futbolcu bulunmuş. Ne zaman ki Real Real Madrid’in nasıl hakkının yendiğini -altyapı Madrid kendisini endüstriyel futbolun kralı ilan konusunda- daha iyi anladım. etmiş o zaman işler değişmiş... Market domatesi daha güzel! Real Madrid altyapısının en dikkat çeken özelliği, çok sayıda ve kaliteli oyuncu çıkarmasına rağmen bunlara pek rağbet göstermemesi. Özellikle 2000’li yıllarda Castilla’da yetişen oyuncular daha sonra İspanya ve Avrupa’nın çok önemli takımlarında forma giydiler ve şahsen de önemli topçular haline geldiler. Bu isimlere geçmeden önce Real Madrid’in değişen felsefesine ve bunun altında yatan nedenlere bakalım. Lucretis, görecelilik kavramı üzerine düşünürken, “Sarılık hastasına göre sarıdır her şey” der. Real Madrid, futbolcuların parayla satın alınabilirliği üzerine kafa yoran bir yönetime sahip olduktan sonra daha fazla parayla satın alınabilecekleri ve futbolcunun parayla satın alınabilir olduğu görecesine karar verdi. Çok büyük ve verimli bir tarlası olmasına ve burada domates yetiştirme imkanlarına sahipken süper markete gidip, paketlenmiş domatesleri tarlasına harcayacağından daha fazlasını vererek satın aldı. Öte yandan o zamana kadar aslında bunu yapan komşusu ise, tarlasının değerini fark etti. Johan Cruijff’un Barcelona’ya gelmesiyle işte, komşu Barça süper markete giden Real Madrid’den daha lezzetli domatesler yemeye başladı. Film tersine döndü Real Madrid, 80’lerde meşhur ‘Akbaba Beşlisi’ ile tozu dumana katıyordu. Emilio Butragueno, Manolo Sanchis, Martin Vazquez, Michel ve Miguel Pardeza ile Avrupa’da fırtına estiren Real Madrid, bu 5 oyuncuyu da altyapısından çıkarmıştı. Aynı dönemde ezeli rakibi ile baş etmenin yollarını arayan Barcelona ise İngiltere’den Gary Lineker, Mark Hughes Arjantin’den Diego Maradona gibi isimleri transfer ediyordu. Tanıdık geldi değil mi? Amerikalı yazar Norman Cousins, “Tarih mükemmel bir erken uyarı sistemidir” der. Cruijff’la beraber geçmişe bakan Barcelona, belki de Real Madrid’in altyapı ürünü futbolcuları ile müzesini doldurmasını bir işaret, feyz olarak gördü. 2003 yılından sonra seri Akbaba beşilisi; Emilio Butragueno, Manolo Sanchis, Martin Vazquez, Michel ve Miguel Pardeza Real Madrid altyapısının en önemli mahsülleriydi. üretime geçen Barcelona kendi pişirdi kendi yedi. Burada Real Madrid altyapısının üretimi durduğunu söylemek büyük bir gaflet olur. Yine birçok yıldız çıkardılar ancak daha ev işlerinde yaşlı annesinden Rafael Benitez Real Madrid altyapısında yetişip oynayamayanlardan. Beniztez ayrıca teknik adamlığa da Castilla’da adım attı. yükü alamadan gelin olan kız gibi erken yaşta uçup gittiler... Mental fark var Real Madrid’in de en az Barcelona kadar yetenekli ve bol sayıda futbolcu çıkardığı gerçeğini kabul etmemiz lazım. Ancak iki takımı bu oyuncuların kullanımı açısından ayıran çok büyük mental fark var. Futbola bakış açıları farklı olan iki takımdan Barcelona daha çok birbirini altyaş kategorilerinden bu yana tanıyan futbolcuları değerlendirirken Real Madrid ise pahalı isimlerle sahne alma yolunu seçiyor. Barcelona kendi yıldızını yetiştirmenin peşindeyken Real Madrid parası neyse verip alıyor. Yani Barcelona balık tutmayı öğrenirken Real Madrid çoktan boğaza karşı bir mekanda garsona siparişleri vermiş oluyor. İsim isim baktığımızda aslında Real Madrid, Castilla’dan çıkardığı futbolculara eğilse ve elinden çıkarmasaydı şu anda müthiş derecede bir takıma sahip olabilirdi. Mesela; Atletico Madrid sağ beki Juanfran, Chelsea sol beki Filipe Luis, Manchester United orta sahası Juan Mata; Real Madrid altyapısından yetişen şu an aktif ve üst seviye futbol oynayan isimler. Bu isimleri Ramos, Pepe, Ronaldo, Modric, Kroos, Bale’li kadroya koyduğumuzu düşününce büyük ihtimalle Iniesta, Messi, Xavi, Busquest, Puyol’dan oluşan Barcelona ürünlerini aratmayacaklardı. Castilla’nın geçmişine baktığımızda da karşımıza çok önemli isimler çıkıyor. Samuel Eto’o, Soldado, Negredo, Estebas Cambiasso, Javi Garcia, Alvaro Dominguez, Santiago Canizares, Jose Manuel Jurado, Esteban Granero gibi futbolcular Real Madrid altyapısı ürünü olmalarına karşın bir türlü beyaz forma ile şaşalı günler geçiremediler ama önemli kulüplerin formalarını giymeyi başardılar. Bunun yanında Rafa Benitez’le Vicente Del Bosque’nin de bu fabrikadan çıktığını söylemeden geçmeyelim. Yine tersine döner mi? Nasıl ki 80’lerde altyapı ürünü oyuncuları ile Real Madrid, Barcelona’yı kıskandırdı ama 2000’lerin başında iş tersine döndü şimdi de bu kadar ‘La Masia’ yaygarasının ardından Real Madrid şöyle bir dönüp Castilla’da ne oluyor, bitiyor bakmaz mı? Real Madrid B Takımını Zidane’a emanet eden yönetim diğer altyaş gruplarının başına da Jose Aurelio Gay, Luis Miguel Ramis, Ruben de la Red, Santiago Solari, Roberto Rojas ve Guti Hernandez gibi eski oyuncularını getirdi. Bu sezon A Takıma da alttan kaleci Fernando Pacheco ve forvet Jese Rodriguez’i verdi. Yeniden başlangıç için iyi bir hamle sayılır... Öte yandan Castilla’da bazı oyuncular da futbolları ile dikkat çekerek A Takıma göz kırpmaya başladı. İspanyol yazar ve futbol adamlarının tavsiyesi olan bazı genç Real Madridlileri biz de yazımıza kapanış güzellemesi olarak taşıyalım: Geçtiğimiz sezon Ancelotti’nin yardımcılığını üstlenen Zinedine Zidane bu sezon Castilla’nın başında. Jose Rodriguez: Real Madrid’in gelecekte ilk 11’inde mutlaka yer alacağına inanıyorlar. Orta sahanın ortasında oynuyor. Omar Mascarell: Hücuma dönük orta saha oyuncusu. Ancelotti tarafından geçen yaz bir süre A Takımda idmanlara çıkarıldı. Cristian Benavente: Orta sahadan hücumcu bir isim daha. Henüz 20 yaşında ancak Peru A Milli Takımına şimdiden çağırılmaya başladı. Derik Osede: Real Madridlilerin en güvendiği isimlerden birisi. 21 yaşında ve stoper. Diego Llorente: Geçen sezon A Takıma alındı, La Liga’da iki maça çıktı ancak henüz tutunamadı. Yönetim satmadığına göre hala umut var! 21 yaşında, stoper. “İnsan eke dursun, zamanla ürün alır” Goethe Rafet Baran Eryılmaz ??? HF145 ORADA, BiR LiG VAR UZAKTA! Amerika kıtasının gölgede kalmış liglerinden biri olan Meksika Ligi, Ronaldinho transferiyle dikkatleri çekti. Aztekler, futbol kalitesi olarak Avrupa’dan aşağı kalır olmadıklarını kanıtlamaya şimdiden hazır görünüyorlar Geçtiğimiz ocak ayının en önemli gündem maddelerinden biri Brezilyalı efsane Ronaldinho’nun hangi takıma gideceğiydi. Beşiktaş taraftarları başta olmak üzere ülkemizde de Ronaldinho’ya karşı büyük bir beklenti vardı. Fakat Brezilyalı, ülkesinde kalmaya karar verince geleceğine ilişkin söylentilerin yeniden ortaya çıkması temmuz ayını buldu. Bu söylentilerin Meksika Ligi’nden bir takıma transfer olmasıyla kesilmesi tüm futbolseverleri şaşırttı. Evet, Meksika’da bir futbol ligi vardı ve bu lig ülkenin milli takımına dikkat çekecek ölçüde oyuncu gönderiyordu. Ama Avrupalı futbolseverlerin ilgisini Arjantin veya Brezilya ligleri kadar çekmeyi başaramadığı kesindi. Üstelik Ronaldinho’nun gittiği takım da bir hayli ilginçti. Meksika futbolunun en başarılı ve en çok ismi duyulmuş kulüpleri olan Cruz Azul, Club America veya Guadalajara’ya gitmemesi, Ronaldinho’nun tercihinin sorgulanmasını gerektiriyor. Elbette bu sorgulanmayla birlikte kafamızda Meksika Ligi’ne, bir diğer adıyla Liga MX’e dair oluşacak sorulara da yanıt vermemiz şart. Sandığımızdan zenginler... Bir ülkenin futbolunun değerini ölçmekte kullanılan kriterlerin başında artık yayın hakları ve ligin ülke dışında izlenirliği geliyor. Meksika, bu konuda iç pazarda yarattığı değeri yurtdışına da aktarabilmiş bir lig. Avrupalı futbolseverler tarafından çok fazla tanınmasalar da en yakın pazarları olan ABD’de çok büyük bir paya sahipler. Azteca America, Telemundo ve Univision gibi kanallar ABD’de Liga MX’i ücretsiz olarak yayınlıyorlar. Özellikle ABD’deki Hispanik azınlığın ilgisini çeken Meksika Ligi, TV gelirleri açısından Premier League’in hemen arkasında geliyor. Liga MX’in yayın hakları, yayıncısına ABD’deki televizyon izleyicilerinden 50 milyon dolar kazandırıyor. Bu rakam, MLS, La Liga ve hatta Şampiyonlar Ligi’ni geride bırakıyor. Bu açıdan bakıldığında futbol pazarını yalnızca Avrupa’dan ibaret gören anlayışın hatalı olduğunu görüyoruz. Üstelik yayıncılığın ve spor pazarlamasının en iyi yapıldığı ülkelerden olan ABD’de Güneyli Liga MX gücünü yayın gelirinden alıyor. Lig, ABD’deki yayın haklarında Premier League ve Şampiyonlar Ligi’nden bile fazla kazanıyor. komşunun en popüler sporunun uyandırdığı ilgiye şaşırmamak mümkün değil. Öyle ki NBA organizasyonundaki bazı takımlar, Hispanik genç nüfusun ilgisini futboldan baskete çekebilmek için düzenlenen Latin gecelerinde takım adlarının İspanyolca yazıldığı formalarla sahaya çıkıyorlar. Medyanın egemenliği Yayın pastasının bu kadar büyük olması doğal olarak medya gruplarının ülke futbolundaki etkinliğini artırıyor. Ülkemizdeki, federasyon kararlarını etkileme iddialarının çok ötesinde bir güce sahipler. Örneğin TV Azteca’ya sahip olan şirket, Atlas kulübünü satın almış durumda. Televisa’ya sahip olan grupsa ülke tarihinin en başarılı takımlarından Club America’nın çoğunluk hisselerini elinde bulunduruyor. Ronaldinho’nun Queretero’ya transferinin de America ve Atlas’ınkine benzer bir anlaşma sonucunda gerçekleştiğini söylemeliyiz. Grupo Imagen’in sahip olduğu kulübe 2013 yılında yatırım yapmaya karar vermesi Ronaldinho’yu Meksika’ya sürükledi diyebiliriz. Bir zamanlarda Galatasaray’dan tanıdığımız Sergio Almaguer’in de vaktiyle formasını giydiği Queretaro’nun asansör takım hüviyetinden kurtulmaya kararlı olduğu çok açık. Medya gruplarının kulüpleri satın alacak kadar ligin üzerinde egemen olması bazı sorunları da doğuruyor elbette. Yayın günleri ve kanalları hakkında teferruatlı ayarlamalar yapılması gerekiyor. Fakat bu ayarlamalar ve medya gruplarının güçlenmesi sayesinde oyunculara yüksek maaşlar ödenip, ligin kalitesi yüksek tutulabiliyor. Aztek işi play-off Dünya sporunda play-off uygulamasını, NBA başta olmak üzere ABD’de yaygın olan sporlarda görüyoruz. Futbolda ise Belçika ve yine ABD dışında pek fazla ülkede şampiyon play-off’la belirlenmiyor. 18 takımlı Liga MX’te açılış ve kapanış liglerinde şampiyonluğa ulaşan takımı belirlemek için NBA’dekine benzer bir playoff sistemi, futbola uyarlanarak uygulanıyor. Ligi ilk 8 içerisinde tamamlayan takımlar, sıralamalarına göre birbirleriyle eşleşiyor ve çift maçlı eleminasyon sistemiyle maçlar oynuyorlar. Finale çıkan iki takım da bir sonraki sezon CONCACAF Şampiyonlar Ligi’ne katılmaya hak kazanıyor. Bu uygulamanın adaletsizliği savunulabilir. Fakat Liga MX’in ‘70’lerde girdiği krizden çıkmasını play-off sistemine ve ABD pazarına açılmasına borçlu olduğu gerçeğini gözardı etmemek lazım. Yıldız var mı yıldız? Güney Amerika liglerinde olduğu gibi Liga MX’de de açılış (apertura) ve kapanış (clausura) ligleri oynanıyor. 1996’dan bu yana uygulanan bu sistem, küme düşerken de son üç sezon ortalamasının hesaplanmasını içeriyor. Bu sayede ilgiyi canlı tutup, yayın havuzunu genişletmeyi başarmış görünüyorlar. Liga MX, kendi yıldızlarını yaratma ve onları uzun süre elinde tutma konusunda başarılı kulüplerle oynanıyor. Geride bıraktığımız 2014 Dünya Kupası’nda en çok dikkat çeken takımlardan biri olmayı başaran Meksika’da kendi liginden oyuncuların fazlalığı dikkat çekiyordu. Forvet hattında görev yapan ve turnuva sonrasında Atletico Madrid’e giden Raul Jimenez bunlardan biriydi. America forması giyen Miguel Layun ve Paul Aguilar da Meksika kadrosunun göze batan diğer isimleri olmuşlardı. Aslına bakarsanız açılış-kapanış ligi uygulamasından ziyade Türkçeye ‘küçük lig’ olarak çevirebileceğimiz bir nevi play-off olan La Liguilla’nın bu ilgiyi canlandırdığını söyleyebiliriz. 1970’lerde ülkedeki kulüplerin neredeyse tamamı kapanmanın eşiğine geldiğinde uygulamaya sokulan La Liguilla, ABD’li izleyicilerin ilgisini çekmelerine de bir hayli katkı sağlamış. Yine de maddi gücüne rağmen Liga MX’in yabancı oyuncuların dikkatini çekmek konusunda zayıf kaldığı aşikâr. Kuzeyli komşusu MLS’e oranla çok daha fazla gelir elde eden kulüplerin maddi gücünün, sadece milli olan oyuncularını Avrupa’ya gitmemeye ikna edebildiği görülüyor. Fakat Goal. com Amerika’nın yazarlarından Tom Marshall’a göre Ronaldinho’nun transferi bu döngüyü İlginç format kırabilecek bir gelişme. Marshall, futbol kalitesi ve kültürü olarak MLS’ten daha önde gördüğü Liga MX ‘in böyle bir transferle dünya çapında uyandırdığı ilginin futbolcuları etkileyeceğine inanıyor. Marshall’ın teorisine Tigres’in Brezilyalı teknik direktörü Ricardo Ferretti’nin de destek verdiğini söylemeliyiz. “Ronaldinho’nun gelişi yabancı oyuncuların ligimizi küçümsemesini engelleyecektir” diyor. “Ligin kalitesinin artması için çalışıyoruz. Bu transferin de buna yardımcı olacağına şüphe yok.” Ne var ki olaya daha karamsar yaklaşanlar da mevcut. Pumas’ın başkanı Jorge Borja, Ronaldinho’nun kendilerine önerildiğini ancak “Rolls Royce’um olacaktı ama onu çalıştıracak benzinim olmayacaktı” diyerek teklifi reddettiğini söylüyor. Yine de Avrupa’dan gelen yıldızların MLS’te yarattığı etkiyi düşünürsek Borja gibi olaya karamsar yaklaşanların yakın gelecekte pişman olacaklarını öngörebiliriz. Ronaldinho gibi Altın Top Ödülü’nü kazanmış bir ismin Meksika’ya gitmesinin önemli bir yolu açacağına şüphe yok. Örnek model, ilginç ortaklık Meksika futbolunun en başarılı kulüplerinden biri olan Chivas Guadalajara, yetiştirdiği oyuncularla tanınıyor. Omar Bravo, Carlos Salcido, Carlos Vela ve Javier Hernandez yetenekleri ülke futboluna armağan eden Guadalajara’nın kadrosunda hiç yabancı oyuncu bulunmuyor. Takımın altyapı başarısının yanı sıra MLS’te mücadele eden ‘pilot takım’ diyebileceğimiz bir takımı daha bulunuyor. Chivas USA adına ve Guadalajara’yla aynı ambleme sahip bu takım, Meksikalı ortağından sadece bir oyuncuyu kadrosunda barındırıyor. 2004’te Guadalajara’nın sahibi Jorge Vergara tarafından kurulan ve bu yıl mülkiyeti MLS yönetimine geçen Chivas USA’nın yakın gelecekte Meksika’yla olan bağının kesilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Fırat Topal Profil HF145 RUSLARIN YENi ALTIN ÇOCUĞU 2013/14 sezonunda başlattığı çıkışı bu sezon da sürdüren ve ulusal takımda da ağırlığını hissettirmeye başlayan Rus futbolunun yeni yıldız adayı Artem Dzyuba’yı yakın mercek altına aldık Ruslar 2014 Dünya Kupası’na tamamı Rusya’da oynayan futbolcularla gittiler. Bu, aslında çok büyük bir sürpriz değil onlar için. Bundan önce katılabildikleri iki uluslararası turnuva olan Euro 2012 ve Euro 2008’deki kadrolarında, yurt dışında oynayan oyuncu sayısı sırası ile 3 ve 1’di. Ruslar son kez bir turnuvaya, uluslararası tecrübesi yüksek kadroyla gittiklerinde yıl 2002 idi ve Dünya Kupası kadrosundaki 9 oyuncu Rusya dışında top koşturuyordu. İki yıl sonra Portekiz’deki Avrupa Şampiyonası’nda bu sayı 3’e düşmüştü. Bir daha da bu rakamın üstüne çıkılamadı. Fabio Capello yönetimindeki Rusya, son Dünya Kupası’nda 3 grup maçında 2 mağlubiyet 1 beraberlik alabildi, 2 gol atabildi ve grup üçüncüsü olarak evine döndü. Neredeyse 10 yıldır kadroda birinci veya ikinci tercih olarak yer bulan Aleksandr Kerzhakov ilk turnuva golüne ulaştı. Kerzhakov’u aslında Portekizlilerin “eleme grubu golcüsü” Pauleta’ya benzetiyorum. Pauleta da turnuvaların eleme gruplarında müthiş işler yapan, ancak finallerde yokları oynayan bir adamdı. O da ulusal takımın en golcü oyuncusu unvanını ele geçirmişti kendi zamanında (Kerzhakov hala bu unvanı elinde bulunduruyor, Pauleta ise unvanı Ronaldo’ya devretti) ve top koşturduğu kulüplerde hiç gol sıkıntısı çekmemişti. Kerzhakov’un durumu da biraz böyle aslında. Euro 2016 elemeleri öncesi oynanan hazırlık maçında Azerbaycan’a karşı 4-0 kazandılar ve 31 yaşındaki golcü 2 gol atarak ülke tarihinin ulusal takımdaki en golcü futbolcusu oldu. Eleme grubunun ilk maçında takımı Liechtenstein karşısında yine 4-0 kazanırken sadece 45 dakika oynayabildi. Oyuna onun yerine giren ve ulusal takım formasıyla ilk golünün altına imzasını koyan 25 yaşındaki Artem Dzyuba, önümüzdeki dönemde formayı zorlayacak gibi görünüyor. Mektepli golcü Dzyuba, Spartak akademisine girdiğinizden beri kırmızı-beyazlı takımdan ayrılmadı. 18 yaşında, kupa maçlarında forma giymeye başladı, ama Roman Pavlyuchenko, Alex ve bugün Mersin İdman Yurdu’nda forma giyen Welliton gibi isimleri kesmesi çok zordu. Zaten bu oyuncular da iyi form tutmuştu. 2009-2012 yılları arasında Spartak’ın teknik direktörlüğünü yapan Valeri Karpin de pek onun yüzüne bakmadı açıkçası. 2009 sezonunda Avusturya kampı sırasında yaşanan olaylar da bu tavırda rol oynamıştı. Takımın golcüsü ve Welliton ile beraber hücum hattında görev yapan Vladimir Bystrov’un 23 bin rublesi, bir antrenman sırasında çantasından çalındı. Daha sonra bu para Dzyuba’nın cebinden çıktı ve o sırada 21 yaşında olan oyuncu kendisine komplo kurulduğunu iddia etse de Bystrov’un formasının garanti olduğu bir takımda kalması çok zor olmuştu. İki sezon boyunca Tom Tomsk’a kiralandı ve ikinci gidişinde attığı 10 gol onun ilk çıkışının göstergesi oldu. Karpin de onun bu çıkışını görmezden gelemedi ve 2011/12 sezonunda ilk 11’in değişmez oyuncusu haline getirdi. Tabii bunda Bystrov’un çoktan eski takımı Zenit’e dönmüş olması ile Welliton’ın sezon başında yaşadığı sakatlıklardan ve aldığı 6 maçlık cezadan dolayı takımdan uzak kalmasının da etkisi vardı. Dzyuba attığı 11 golle takımının Şampiyonlar Ligi vizesi almasını sağladı. Ancak izleyen sezon takım gol yollarında büyük sıkıntı çekti, öyle ki takımın en golcü ismi, 7 gol kaydeden ve aslında bir orta saha oyuncusu olan Dmitri Kombarov’du. Forvet oyuncularından Emmenike 5, Ari, Movsisyan ve Dzyuba 4’er gol atabilmişti. Rostov macerası Dzyuba’nın bugünkü noktaya ulaşmasını sağlayan çıkışının gerçek başlama noktası için geçtiğimiz sezonun başına gitmemiz gerekiyor. Valeri Karpin’in ikinci teknik direktörlük dönemine denk gelen 2013/14 sezonunun başında, Karpin 4-3-3 sistemini oynatmaya karar verdi. Aslında Dzyuba kariyerinin başında kanat oyuncusu olarak da oynayabileceğini göstermişti ama 1.96’lık boyuyla dönüştüğü, hava toplarında etkili golcü kimliği onun Karpin’in yeni sisteminde yer bulmasına engel olacaktı. Zaten Yura Movsisyan da Rus hocanın kafasında ilk planda düşündüğü isimdi. Bunun üzerine Dzyuba, Rostov takımına kiralandı. Rostov’da forma giydiği 28 maçta attığı 17 gol hem onu Doumbia ve Hulk’un ardından ligin en golcü ismi yaptı, hem de Rostov’un Avrupa Ligi play-off mücadelesi için bilet almasını sağladı, zira tarihlerinde ilk kez Rusya Kupası’nı kazandılar. (Rostov, onun yokluğunda bu sezon Trabzonspor’a elendi). Dzyuba özellikle hava toplarında korkunç bir silah olduğunu bu sezonla perçinledi. Diğer tarafta Movsisyan sezonu 16 golle tamamlamıştı, öte yandan Spartak, Rostov’un ancak bir sıra üstünde, altıncı olarak ligi bitirmiş ve Avrupa kupaları için vize alamamıştı. Karpin mart ayında Rusya Kupası’ndan elenilmesi üzerine görevden alınmıştı, kısacası Dzyuba’nın başkente dönüşü için ortam müsaitti. Murat Yakın ve patlama Dzyuba, Basel ile Şampiyonlar Ligi başarısını yakalayan Murat Yakın’ın göreve gelmesiyle Spartak Moskova’nın yeni sezondaki en önemli gol umudu olacağını daha ligin ilk maçında gösterdi ve Kuban deplasmanında 4-0 kazanırlarken 2 gol kaydetti. Yakın, daha sezon başında Movsisyan ve Aras Özbiliz’in takım için çok önemli oyuncular olduğunu, ancak kiradan dönen oyuncuların yeni sezonda kadroda önemli bir alternatif oluşturacağını söylediğinde, Rus basını, Türk asıllı Yakın ile 2 Ermeni oyuncu arasında yeni sezonda sıkıntı yaşanacağını iddia etmişti. Movsisyan temmuz ayında geçirdiği diz ameliyatı sonrası takımla çalışmalara yeni başladı, Aras Özbiliz’in ise, haziran ayında Sion ile oynanan hazırlık maçında diz çapraz bağlarının kopması sonucu 9-10 ay futboldan uzak kalacağı açıklanmıştı.Yani bu haberler ancak dedikodu seviyesinde. Bunlar bir yana Dzyuba şu anda geride kalan 7 haftada 6 golün altına imzasını koydu ve krallık yarışında zirvede. CSKA, Dinamo ve Torpedo derbilerinden 3’te 3 yaparak 9 puan çıkaran takımı lige harika bir başlangıç yaparak 7’de 7 yapan Zenit’i yakalamaya uğraşacak. Dzyuba, 1-0 geriye düşülen Dynamo derbisinde 2 gol atarak galibiyeti getiren isimdi. Dzyuba, 11 gol attığı 2011/12 sezonundan sonra Euro 2012 için kadroya alternatif olması beklenen isimlerden birisiydi. Ama kamuoyu onun henüz böyle bir turnuvada hücum gücünü çekebilecek bir oyuncu olduğunu düşünmedi. Dick Advocaat da onu kadroya almadı. Ama 2014 Dünya Kupası’nın ilk aday kadrosu açıklandığında ismi listedeyken Capello tarafından Brezilya’ya götürülmemesi sonradan çok tartışıldı. Roman Pavlyuchenko’nun ulusal takımdan emekli olduğunu açıklaması, Arshavin ve Pogrebnyak’ın da artık yaşının ilerlemesi sebebiyle , Rusların deyimiyle ‘Dzyubinho’nun daha çok şans bulacağına inanılıyor. Nitekim Liechtenstein maçında, sadece Rusya formasıyla ilk golün altına imzasını koymadı, durum 1-0 iken oyuna girdikten sonra, takımının 2. golünü hazırladı, 3. golün geldiği penaltının da yaratıcısı oldu. Ceza sahasında hava toplarındaki hakimiyeti tartışmasız, buna rağmen çevik, pozisyon takibi kuvvetli, tam bir 9 numara Dzyuba. Basınla olan ilişkileri de çok iyi. Capello Euro 2016 yolunda İsveç ve Avusturya’yı geçmek istiyorsa ona çok ihtiyaç duyacak. Bu formunu sürdürürse de, onu yakında Premier League veya Bundesliga’da izleyebiliriz. Ahmet Sercan Ergün Avrupa HF145 GERi DÖNMENiN VAKTi GELDi 80’li yılların ortalarından 2000’li yılların ortalarına kadar Danimarka futbolunu domine eden Brondby, eski günlerini arıyor. Son şampiyonluğunu 2005 yılında kazanan Maviler, Kopenhag’ın ligde yarattığı egemenliğe artık bir son verme amacında 1992 Avrupa Şampiyonası bir çokları için hala ‘Plajdan gelen takımın mucizevi şampiyonluğu’ ile eş tutulur. Oysa ki o şampiyon kadro, aralarında final maçının ilk golünü atan John ‘’Faxe’’ Jensen, kaptan Lars Olsen, 1992 ve 1993 yıllarında Dünya’nın En İyi Kalecisi seçilen efsane Peter Schmeichel ve dört kez Danimarka’da yılın futbolcusu seçilen Brian Laudrup gibi Brondby orjinli oyuncuların etrafında kurulmuştur. 1990/91 sezonunda UEFA Kupası’nda yarı final oynayan Maviler, takip eden yılda içine girdiği finansal kriz nedeniyle ligde 1996’ya dek şampiyonluk yüzü göremez. 1995/96 sezonunda İngiliz devi Liverpool’u UEFA Kupası’nın dışına iten sarı- mavili ekip, üçüncü turda daha önce yarı finalde kaybettiği Roma’ya elenir. Ebbe Skovdahl’ın öğrencileri, üst üste üç kez Danimarka Süper Ligi’ni zirvede bitirir. 1997/98 sezonunda gelen şampiyonluğa, daha sonra uzun yıllar Schalke 04 forması giyecek olan forvet Ebbe Sand 28 golle katkı verir. Bu, takımın 90’lı yıllardaki son şampiyonluğudur. Takip eden yıllarda ilk ikinin dışına hiç çıkmayan takım, Kopenhag ile büyük bir rekabete girer. 2000 yılında kulüp, stadyumunun kapasitesini 20.000’den 29.000’e çıkararak önemli bir hamle yapar. Harcanan 250 milyon Danimarka kronu ise, kulübün içine girdiği finansal krizden kurtulduğunun bir işaretidir. Laudrup yılları Karanlık zamanlar 2003/04 sezonu öncesi Brondby kulübü, takımın başına Michael Laudrup’un getirildiğini açıkladı. Asistanlığını ise, takımın eski oyuncularından ve 1992 kadrosunun önemli isimlerinden John ‘’Faxe’’ Jensen yapacaktı. İlk sezonunda şişkin kadrodan on isim rezerv takıma veye başka klüplere gitti. ‘Batı varoşlarından gelen çocuklar’, artık yola akademiden yetiştirdiği ve ecnebilerin homegrown diye adlandırdığı oyuncularla devam etme kararı almıştı. Bir çok yetenekli oyuncunun futbol sahnesine ilk adımlarını attığı Brondby altyapısı yine meyvelerini verecekti. Laudrup sonrası dönemde, uzun yıllar Ferguson’ın yardımcılığını yapan Rene Meulensteen, Tom Kohlert, Ken Nielsen ve Ken Nielsen gibi isimleri takımın başına getiren sarı-mavililer, beklenen başarıları bir türlü yakalayamaz. 2008 yılında Danimarka Kupası’nı alan Brondby, aynı yılın temmuz ayında sponsorluk için KasiGroup ile anlaşır. Anlaşma gereği kulüp, İspanyol devi Barcelona’nın ardından formasında UNICEF’in logosunu taşıyacak ikinci kulüp olacaktır. Sponsorluk anlaşması ile Brondby’e, takımı üst seviyeye taşıyacak oyuncuların transferi için fon sağlama sözü verilir. 2008 yazında Brondby beş oyuncu transfer eder. 2008/09 sezonu sonunda ligi şampiyon Kopenhag ve Odense’nin arkasında bitiren Brondby’e, bir kötü haber de sponsorundan gelir. KasiGroup ve aynı zamanda bir hentbol takımının da sahibi olan Jesper Nielsen, kulübe vadettiği parayı ödemeyi reddeder. Sahibi olduğu hentbol takımı AG Kopenhag 2012 yılının yaz aylarında iflas ederken, Brondby ile Nielsen mahkemelik olurlar. Laudrup yönetiminde 2005 yılında ligde ve kupada duble yapan Brondby için karanlık günler ise kapıdaydı. Coşkuyla şampiyonluk kutlayan taraftarlar, bunun -günümüze kadar- son şampiyonlukları olduğunu elbette bilmiyordu. Mayıs 2006’da, yönetim ile sözleşmelerin uzatılması konusunda anlaşmazlık yaşayan Laudrup ve yardımcısı Jensen kulüpten ayrıldı. Brondby için başarılı günler artık geride kalmıştı. Yeni sahipler, yeni umutlar 2013 yılının mayıs ayına geldiğimizde, Brondby yine uçurumun kenarındadır. İmdatlarına ise bir grup küçük yatırımcı yetişir. Bu yılın yaz aylarında Danimarkalı bahis devi Bet25 ana sponsorları olur. Anlaşma bir yıllık ancak iki yıl uzatma opsiyonuna da sahip. Geçen sezon ligde 24 maçta 12 gol atan 1.95’lik dev forveti Simon Makienok’u, transferin son gününde Palermo’ya satan ekip; Avrupa’da oldukça ses getiren transferlere imza attı. Galatasaray’dan Johan Elmander ve 8,5 sezon önce Liverpool’a gönderdikleri evlatları Daniel Agger’i kadrolarına kattılar. İstikrarsız performansı ile soru işareti bırakan Fin forvet Teemu Pukki, Makienok’un yerine doldurmak üzere Celtic’ten kiralandı. Geçen yıl devre arasında takıma katılan tecrübeli orta saha oyuncusu Thomas Kahlenberg önderliğinde zirveyi hedefliyorlar. Sahaya çift forvetli bir dizilişle çıkıyorlar, ancak hem Elmander’in fizik olarak istenen seviyede olmaması, hem de Makienok’un yokluğu onları zorluyor. Şu ana kadar savunmada 7 farklı ismin denenmesi de, kadro istikrarı konusunda istenen verimin alınmasını engelliyor. Devam eden sezonda ezeli rakipleri Kopenhag’ın 2 puan önünde yer almaları ise iyiye işaret sayılabilirdi, zira 7 haftası geride kalan Danimarka Ligi’nde toplanması muhtemel 21 puandan 11’i kaybetmiş durumdalar. Daniel Agger henüz forma giyebilmiş değil, 7 hafta sonunda yalnızca 9 gol bulabildiler -gollerin 3’ünü Makienokatmıştı. 25.551 taraftarın takip ettiği son iç saha maçında Randers’a 2-0 mağlup oldular. Daha önce Danimarka U16, U17 ve U19 takımlarını çalıştıran genç hoca Thomas Frank’in işi bir hayli zor. Yine de bahis tutkunu insanlar dışında bir çoğumuzun ilgi alanına girmeyen İskandinav liglerinden biri olan Danimarka’da, bugünlerde eski günlerine kavuşmak için çabalayan bir takım var. Batı varoşlarından gelen bu çocuklar, şimdiden şampiyonluk hayalleri kuruyor.
© Copyright 2024 Paperzz