Asuman Güzelce Ë SESSİZ GÖÇ Uzun Hikâye ASUMAN GÜZELCE; 1969 Samsun Lâdik doğumlu. On Dokuz Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümünde lisans eğitimini, Maltepe Üniversitesi Eğitim Yönetimi ve Denetimi Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı. İlk öyküleri Hece Edebiyat Dergisi’nde yayımlandı. 2004 yılında Türk Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda “Annem, Ben ve Maria” adlı hikâyesiyle mansiyon ödülüne, 2005 Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlenen hikâye yarışmasında “Dolunay” adlı eseriyle ikinciliğe layık görüldü. 2008’in UNESCO tarafından Kaşgarlı Mahmut yılı ilan edilmesi münasebetiyle Avrasya Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışmasında Türk ülkeleri arasında “Sessiz Göç” adlı eseri birincilik aldı. Zamanın Yakama Yapıştırdıkları (Ötüken, 2006) ve Elini Kalbime Koy (2010) daha önce yayınlanmış eserleridir. İstanbul'da bir lisede görsel sanatlar öğretmeni olarak çalışmaktadır. Doğu Türkistan’da dini ve millî değerler uğruna şehid olan kardeşlerimizin aziz ruhlarına ithaf olunur. I Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerek. Mevlana C. Rumi B EN, babamı hiç tanımadım. Annem, hakkında ne anlattıysa onu bilirim, ne bir eksik ne bir fazla... Bildiğim kadarıyla, babam Muhammed Ekber Afganistanlı bir kumaş taciriymiş. Kaşgar’ın ileri gelenlerini tanır, onlardan da itibar görürmüş. O dönemde Kaşgar’ın en büyük bankasının müdürü olan annemin babası, zengin bir aileye mensup, hatırı sayılır biriymiş. İnsanların gözündeki yerini korumak, dostluklarını pekiştirmek maksadıyla evinde verdiği ziyafetlerin birine şehrin ileri gelen tüccar ve memurlarıyla birlikte babamı da davet etmiş. Dedemin verdiği ziyafetlerin ününü daha önceden duymuş olan babam, yemekte aralarındaki para meselesinin de konuşulacağını bildiğinden bu daveti fırsat bilmiş. Ertesi gün, Hoten’de yaşayan erkek kardeşini ziyaret etmek için erkenden yola çıkması gerektiği halde, yol hazırlıklarını yarıda bırakıp itinayla hazırlanarak, dışarı çıkmış. İlk defa misafir olacağı eve eli boş gitmemek için, çarşıyı birbirine bağlayan kemerli dar sokaklara dalmış. 10 Sessiz Göç Kaşgar sokaklarını ezbere bilen babam, arabacıya adresi tarif ederken aklı fikri elde edeceği kârdaymış. Araba evin önünde durduğunda, başını kaldırıp düşünceli bir nazarla eve bakmış. Bahçe duvarından sarkan beyaz kahkaha çiçekleri, kararmak üzere olan havanın da etkisiyle evi olduğundan daha güzel ve gizemli gösteriyormuş. Evin dış çevreyle bağlantısını sağlayan çift kanatlı ahşap kapıya yönelerek el şeklindeki demirden işlenmiş kapı tokmağını, zarif bir kadın elini tutuyormuş gibi tutup kapıyı tıklatmış. Yavaş yavaş açılan heybetli kapının arasından avluya süzülmüş. Elindeki ufak tefek hediyelerin olduğu çantaları vermek için, kapının ağır kanatlarını kavuşturup sürgüleyen hizmetçi kızı beklerken, oturduğu iskemlede ayaklarını sallayarak elmasını dişleyen, kırmızı ipek elbiseli kızı -yani annemi- görmüş. Siyah örgülü saçlarını yuvarlak omuzlarından aşağı sarkıtmış olan annem de babamı fark edince ayağa kalkıp elmayı arkasına saklamış. Menekşe gözleriyle selam verirken bakışları babamın kalbine kadar uzanmış. O esnada sürgülenen kapıdan çıkan metalik sesle kendine gelen babam, elindekileri hizmetçi kıza verir vermez geri dönüp annemin olduğu noktaya tekrar bakmış ama nafile. Yüreğinde birdenbire oluşan tuhaf bir sıkıntıyla eve girmiş. Etlisi, tatlısı, tuzlusuyla mükemmel bir şekilde hazırlanan sofranın başına geçmiş. Misafirlere o sıcak yaz gününde zevk ve neşeyi arttırmak için “müselles-i şeri” adını verdikleri şarapla birlikte baharatlı şerbetler de ikram edilmiş. Tam bir zengin sofrasıymış. Babam aç olduğu halde bütün ısrarlara rağmen ne yemek yiyebilmiş, ne kazanacağı parayı düşünebilmiş ne de doğru dürüst sohbet edebilmiş. Sadece bahçede gördüğü kızı düşlerken epeyce içmiş. En son, sofraya gelen nar tatlısının ısrarla önüne sürülmesi üzerine yemek zorunda kalmış. Bu arada ortalıkta gezinen, hizmet eden kızlara göz ucuyla bak- Sessiz Göç 11 mış ama hiç birisi avluda gördüğü menekşe gözlü kız değilmiş. Geç saatlerde evden çıktığında yarı sarhoş bir hâlde kendi kendine konuşarak, mehter adımlarla kaldığı hana dönmüş. Midesine giren ağrılar nedeniyle bütün gece döşeğinde kıvranarak bir kâbustan ötekine düşmüş. O geceden sonra da tüm düzeni bozulmuş. Sabah olduğunda eğer midesini ferahlatacak bir terkip ilaç almazsa hiçbir işin ucundan tutamayacağını anladığından kardeşini ziyaret etmek için çıkacağı yolculuktan vazgeçip attarlar çarşısına uğramaya karar vermiş. Onu kıvrandıran mide sancılarının arasında bile annemin silueti, gözlerinin önünde beliriverirmiş. Bu şaşkınlıkla dışarı çıktığında hâlâ gecenin loş kokusunu taşıyan sokaklardan geçerek tek tük dükkânların açılmaya başladığı meydana varmış. Aldığı ilaç hiç fayda etmemiş. Ne yaparsa yapsın annemi bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Aşk acısıymış midesine saplanan. Artık kazanacağı paranın hesabını yapmak yerine, annemi bir kez daha nasıl görebileceğinin hesabını yapmaya başlamış. Derdini anlatacak, derdine çare bulacak birilerini aramış, durmuş. Anneme duyduğu sevginin büyümesi onu ne kadar sevindiriyorsa, sonraki günler için duyduğu endişe de bir o kadar korkutuyormuş. Afganistan’a dönmesi gerektiği halde annemi bir kez daha görebilmek için yolculuğunu sürekli erteleyen babam, ne kadar uğraşmışsa da annemi bir kez daha görme imkânı bulamamış. En iyisi bir an önce kızı istemek diye düşünmüş olmalı ki birkaç kişiye sıkılarak da olsa durumu anlatıp yardım istemiş. Ama dedemin kesinlikle kabul etmeyeceğini söyleyerek, bu sevdadan vazgeçmesinin kendisi için daha iyi olacağını öğütlemişler babama. Çaresiz kalan babam gidip annemi kendisine istemiş. Tabiî 12 Sessiz Göç ki dedem çok sinirlenmiş ve ağır sözler söyleyerek babamı kovmuş. Çünkü babam hem evliymiş hem de annemden yaş olarak oldukça büyükmüş. Babam, dedemi hiç sevmeyen ve onunla aynı mahallede yaşayan, bir arkadaşına durumu anlatmış. O da babamın haline sinsi sinsi gülerek yardım edebileceğini, yalnız acele etmemesi gerektiğini söylemiş. Birlikte annemi kaçırmayı planlamışlar. Babam Afganistan’a geri gitmiş. Ama gitmeden önce de dedemin yanına uğrayarak bankaya yüklüce para yatırmış ve dedemden özür dilemiş. Bunu da annemi kaçırdığında kendisinden şüphe duyulmaması için yapmış. Kurnaz bir adam olan babam, kimsenin aklına gelmeyeceğini düşünerek aynı mahallede, duvarlarında pencere olmayan, sadece tavanındaki pencerelerinden aydınlanan ‘tündük’ adı verilen geniş avlulu bir ev satın almış. Aradan epey bir süre geçtikten sonra arkadaşının hanımı bir gün annemi gizlice yanına çağırmış, ne yapıp edip babamın aldığı eve annemi götürerek zorla alıkonmasına yardım etmiş. Annem, ne kadar ayak dirediyse de kâr etmemiş. Bu olayın üzerinden çok geçmeden annemin kaçırılmasına yardım eden komşunun on yaşındaki kızı su kuyusuna düşerek ölmüş. Annem, anlatırken hüzünlenir, “Etme, bulma dünyası.” derdi. Annem, babam hakkında ne zaman konuşacak olsa, babamın kendisini gerçekten çok sevdiğinden bahseder, ‘Baban, çekmiş olduğu aşk acısını en ince ayrıntılarıyla defalarca anlatarak beni ikna etmeye çalıştı. Mutlu olmam için elinden geleni yaptı ama ben onu benimseyemedim,’ diyerek iç çekip kendine özgü kaygılarıyla bilmemi istediklerini anlatırdı. Tuhaf olan ise onun hakkında olumsuz hiçbir söz sarf etmemesiydi. Sessiz Göç 13 Hâlbuki annem, evini çok özlediğini söyleyerek ağlar, baş ağrısından duramazmış. Bu nedenle, babam, yaptığına çok pişman olmuş, ama iş işten geçmiş bir kere. Nöbetçilerin kapısını sırayla beklediği, iki hizmetçinin ev işlerini yaptığı bu evde, annemi, dışarı çıkarmadan saklıyormuş. Sürekli sıkıldığını söyleyen annemi, işlerini hallettikten sonra Afganistan’a götüreceğini orada özgür olabileceğini söyleyerek avutmak isteyince annem de “Vatanımdan ayrılmak istemiyorum,” diyerek bir daha ağzını açmamış. Ruhunu üzüntüye boğan, bütün o kırılmış umutlarını, ölü doğmuş isteklerini, kocası üzerine yöneltmiş ve zamanla kocasını tanımaya, onda bir takım güzellikler bulmaya çalışmış. O dönemde fazlasıyla vergi ödeyen tacirler, yolculukları sırasında eşkıyalar tarafından soyulmaktan korktuklarından, kervanlarının herhangi bir baskına uğramaması için birilerine para vermek zorunda kalıyor, bu duruma boyun eğmeyip karşı çıkanlar ise sadece mallarından değil, canlarından da oluyormuş. Babam hem böyle bir duruma düşmemek, hem de şüpheleri üzerine çekmemek için ara ara dedemin bankasına uğrayıp para yatırarak parasal ilişkilerini ayakta tutuyormuş. Tacir arkadaşlarını o bankaya yönlendiren babamın sayesinde banka çok kâr ettiğinden dedem, babamdan hoşlanmadığı halde bankaya girip çıkmasına ses çıkarmazmış ama babama duyduğu nefret de yüzünden okunurmuş. Babam, çektiği vicdan azabından olsa gerek dedemin soğuk ve kimi zaman hakaret yüklü davranışlarını sinesine çeker, başını eğermiş... Dedem, annemin kaçırıldığı günden itibaren başı iki elinin arasında “Benim düşmanım kim?” diye sayıklar, bazı günler de odasından hiç çıkmadan saatlerce düşünür sonra da ne yapacağını bilemez bir halde odasından çıkıp “Sen biliyorsundur!” diyerek anneannemin üzerine yü- 14 Sessiz Göç rürmüş. Evdeki hizmetçileri bile haksız yere azarlayıp sıkıştırdığından ev halkı dedemden kaçar olmuş. Aklından hiç çıkmayıp diline de yapışan “Kızımı kim kaçırdı?” sorusunun cevabını arayan dedem, annemi aramaktan hiç vazgeçmediği gibi eşine dostuna kızının yerini haber vereni ödüllendireceğini söylermiş. Bu olayı hem gurur meselesi yapmış, hem de evladının akıbetini merak etmekten hasta olmuş. Kapının her çalınışında bir haber gelmiş olabileceği umuduyla heyecanlanarak geçermiş günleri. Babamın Afganistan’a gittiği sıralarda, adamlarından biri nal yaptırmak için bir demirci dükkânına gitmiş. Demirci ustası elinde hazır nal olmadığını, biraz beklemesi gerektiğini söyleyerek kalkmış, körüklü ocaktaki köz ateşte demiri kızdırmaya başlamış. Bu arada da sohbet kaçınılmaz olmuş. Söz dönmüş dolaşmış babama gelmiş. Örsün üzerinde balyozla demiri döven usta ‘Muhammed Ekber bugünlerde hiç görünmüyor. Nerede?’ diye sormuş. Adam da boşboğazlık ederek, ‘Buradaki hanımını Afganistan’a götürmek için başka bir ev açmaya gitti.’ demiş. Kulağı deliklerden olan demir ustası şüphelenmiş- çünkü babamın annemi istediğini ve annemin de kaçırıldığını biliyormuş- bu sefer hiç renk vermeden hanımının kim olduğu sormuş. Bu sorudan huylanan adam ‘Boş ver. Sen işine bak.’ diye cevap verince şüphesinde haklı olduğunu anlamış. Nalı alan adam dükkândan çıkar çıkmaz, demirci üstündeki önlüğü fırlatıp soluğu dedemin yanında almış. Kendini ihya edecek kadar yüklüce bir bahşiş karşılığında dükkânda geçen konuşmaları anlatmış. Dedem, hemen annemin kaldığı evi basmış, onu kolundan tuttuğu gibi evine getirmiş. Annem, iyimser bir tavırla derdi ki, “Hamile olduğumu o an fark etseydi belki beni geri almazdı.” Babam Muhammed Ekber, bu Sessiz Göç 15 haberi alınca Kaşgar’a bir daha gelmemiş. Geldiyse de gören olmamış. Çünkü dedem, babamla görüştüğü sıralarda annemi kaçıranı bulduğunda kesinlikle öldüreceğini, namus meselesinin başka türlü hallolamayacağını söylermiş. Çok zor günler geçiren annem; evine, ailesine kavuşma sevincini yaşayamadan, doğum sancıları çekmeye başlamış. “Aram Ay” dediği sıcak bir nevruz günü öğle saatlerinde henüz yedi aylık hamileyken beni doğurmuş. Yeni gelen bahar gibi açmışım gözlerimi dünyaya. Zavallı anneciğim, o günü hatırladıkça günahlarından kurtulması için ateş harmanının üzerinden zorla nasıl atlattırıldığından hüzünle bahsederdi… Doğduğumda yıldızım yüksek değilmiş, en azından dünyaya gelişim sırasındaki koşullara bakarak bu yargıya varabiliyorum. Güneş tam tepedeyken doğduğum için, güneş anlamına gelen Kuyaş adı verilmiş bana. Dedemin korkusundan dünyaya gelişim üç gün gizlenmiş. Olur olmaz saatlerde ağlamalarım başlayınca anneannem gücünü toplayıp “Torunun dünyaya geldi.” diyerek dedeme haber vermiş. Dedem ise hiç düşünmeden -muhtemelen daha önceden karar vermişti- hizmetçisini yanına çağırıp “Çocuğu dışarı bırakın. Nasıl olsa biri alır, bakar. Zaten birkaç güne kadar da ölür!” diyerek sokağa bıraktırmış beni. Annemin yalvarmasına dayanamayan hizmetçi, dedemden çok korkmasına rağmen yarım saat kadar sonra beni bıraktığı yere gidip bakmış. Yayvan hasır sepetin içinde öylece uyuyormuşum. Beni kucaklayıp bir komşuya götürmüş. Halimize acıyan komşu da “Ortalık sakinleşinceye kadar bakarım!” deyip beni kucaklamış… Ertesi gün göğüsleri sütle dolan annem, sancıyla kıvranıp elini kolunu kaldıramaz olmuş. Lohusalıktan kaynaklanan bu zayıflığına bir de moral bozukluğu ekle- 16 Sessiz Göç nince iyice hastalanıp yatağa düşmüş. Dedemin işe gittiği, çarşıya çıktığı zamanlarda, annem gizlice beni eve getirtip emzirir, gelişimimi görerek sevinirmiş. İyileşip ayağa kalkınca, kaldığım eve gelip beni emzirmeye devam etmiş. Bunu fark eden dedem, annemin evden çıkmasını yasaklamış. O güne kadar babasına hiç karşı gelmeyen annem, boğazından çıkan hıçkırığa engel olamamış ve dedemi vicdansızlıkla suçlamış. Ama dedemin yüzünün tek çizgisi bile oynamamış. Ev halkına bağırıp çağırmış, tehditler savurmuş. Komşu kadına bile kızmış. Ne kadar gözyaşı döküp yalvarmışlarsa da Nuh demiş peygamber dememiş. Bunun üzerine, anneannem, çok önceden tanıdığı, iki sokak arkada oturan yoksul ve dul bir kadına gidip para karşılığında bana bakması için yalvarmış. Kadın kabul edince de bir kese parayla birlikte beni öpüp koklayarak hizmetçinin kucağına verip göndermiş. O günden sonra annem, babasına karşı duyduğu sevgiyi yavaş yavaş yitirmiş. Annem, gelip bizi alması için babama haber göndermiş ama babamdan hiç ses çıkmamış. Haber mi ulaşmadı yoksa babam mı gelmedi? Bunun cevabını bilmiyorum. Bana bakan kadına uğur götürmüş olmalıyım ki çok geçmeden kendine genç ve yakışıklı bir koca bulmuş. Tabii getirip beni de anneme bırakıvermiş. Üzüntü içinde kıvranmaktan başka elinden bir şey gelmeyen annem, aynı gün yakın bir köyde, paragöz bir çiftçinin karısı olan kız kardeşine haber gönderip yanına çağırmış. Bana bakması için ona yalvarmış. Teyzem de annemi kıramamış. Kısa bir süre sonra eniştesinin bu durumdan hiç hoşlanmadığını duyan annem, hemen kız kardeşine bir miktar para göndermiş. Parayı memnuniyetle kabul eden eniştesinin sesi kesilmiş. Eniştesine fazla güvenemediğinden, kız kardeşinin de arada yıpranacağını bilen annem, hiç rahat değilmiş. II T annem, içine düşmüş olduğu ateşli sıkıntılar nedeniyle perişan olmuş ama kendini koyuvermeden birlikte yaşayabileceğimiz günlerin hayalini kurarak yaşamı kucaklamış. Ruhunun bu dayanılmaz yıpranışını önlemek için dedemin kendisini evlendirmek istemesine de ‘Kızımı yanıma alabilirim,’ umuduyla karşı çıkmamış. Sırf benimle birlikte olabilmek için kendinden oldukça yaşlı, daha önce hiç görmediği, tanımadığı bir madenciyle evlenmeye razı olmuş. Evlenmeden önce beni kabul eden kocası, sonradan homurdanmaya, anneme ve bana kötü davranmaya başlayınca, zavallı annem, bu sefer de beni dayımın yanına bırakmak zorunda kalmış. -Anlatılanlardan öyle tahmin ediyorum ki o zamanlar iki yaşındaydım.- Kocası, evlendiklerinden kısa bir süre sonra Urumçi’nin güneyinde tonlarca kömür rezervi olan bir ocak satın alınca oraya taşınmışlar. Her şey, şekilsiz, yönü belli olmayan sele kapılmış, akıp gidiyordu. Huzursuzluğumu yatıştıracak kimsem yoktu. Artık annemi de senede ancak birkaç hafta görebiliyordum. O zaman da ona alışmam yaklaşık bir iki günümü alıyordu. Ne tuhaf, onu görünce hem çok seviniyor; hem de ondan utanıp kapının arkasına gizleniyorALİHSİZ 18 Sessiz Göç dum. Yüzüne rahatça bakabilmek için başını yan tarafa çevirmesini bekliyordum. Ona alışınca yanından ayrılmak istemiyordum. Geceleri kucak kucağa yatıyor, gözyaşlarımızı birbirimizden gizleyerek, uykuya dalıyorduk. Yaşadığı sıkıntılardan kaynaklanan soğuk ve mağrur bir bakışı vardı annemin. Başörtüsünün altındaki esmer, kemikli yüzünün hatları olduğundan daha sert görünürdü. Sanki mücadele etmek, daima gergin bir hayat geçirmek için yaratılmış bir kadındı. Bir anne olarak gücünün neye yeteceğini bilmiyordu. Hiçliğin kıyısında dolanıyor, halimize üzülüyordu. Nasıl üzülmesindi? Biricik kızından ayrıydı. ‘Sabrım ve tahammülüm bana yetiyor da sen dayanabilecek misin?’ diye sorup ilerde birlikte olabileceğimiz güzel günleri vaat ederek vedalaşıp gidince günlerce kendime gelemiyordum. O günlerin gelmeyeceğini sanki biliyordum. İşte bu görüşmelerimiz esnasında bir masal anlatırmışçasına babamla ilgili bildiklerini en ufak ayrıntılarıyla aktarıyordu. Olayları, kişileri, babamı öyle seçilmiş sözcüklerle, öyle bir anlatırdı ki en ufak bir hayal kırıklığına uğramazdım. Zaten annemden başka kimseden ne babamın adını ne de onunla ilgili ufacık bir anıyı duydum. Nasıl oldu bilemiyorum ama yıllar geçtikçe babamı hiç göremeyeceğim düşüncesi aklıma yerleşti. Bilinçaltım kelimelere dökülemeyen bu fikri kabullendi. Birlikte geçirdiğimiz o kısa sürede annemin göstermiş olduğu şefkat bana bir yıl boyunca yetiyordu. Kimsenin beni öpmesini, başımı dahi okşamasını istemiyordum. Biri başıma elini sürecek olsa hemen oracıktan kaçıyordum. Çünkü annemin el izinin, kokusunun kaybolacağını zannediyordum. Oysa ben de diğer çocuklar gibi saçlarımı tarayan, bana iyi geceler dileyen, uyurken üstüm açılmışsa üstümü örten bir annem olsun isterdim. Sessiz Göç 19 … Dayım bütün gün dışarıda çalışıyordu. Fazla beraber olamıyorduk ama beni çocuklarından ayırmazdı, severdi, bilirdim. Ona, “Ağabey”, diyerek büyüdüm. Yanında kaldığım o sevgili dayım, o temiz kalpli insan, bana hep, benim için arzuladığı şeyin, gelecekte zengin ve tahsilli bir adamı severek evlenmem olduğunu söylerdi. Benim, yanında pek mutlu olamadığımı görüyordu. Yengem ev işleriyle ve çocuklarıyla bir sinir küpü gibi boğuşur yüzüme bile bakmazdı ama kötü de davranmazdı. Ne pişirirse ortaya koyar, çamaşırlarımı yıkardı. Çünkü annem her gelişinde, bana iyi davranması için parayla, altınla yengemin yüreğine merhamet yüklerdi. Bundan dolayı ben de rahat hareket ederdim. Çevremde gelişen olayların farkına varmaya başladığımda ilk gördüğüm, Doğu Türkistan halkının ölümcül bir dehşetle tek bir duygunun içinde eriyip kaynaşmasıydı. Çinliler bizim için değerli ve kutsal olmuş şeylerin hiç birine aldırmıyorlardı. Çinli askerler tarafından sayım yapılıyor, bütün Doğu Türkistan halkının sicilleri tespit ediliyordu. Türk mahalleleri dağıtılıyor ve Türklerin Çinli ailelerle, onların yeni kurdukları şehirlerde oturmaları mecburi tutuluyordu. Belirlenen bazı aileler, başka mahallelere gönderilip onların evlerine Çinliler yerleşiyorlardı. En sevdiğim iki arkadaşım böylelikle mahalleden ayrılmak zorunda kalmıştı. Hatırlıyorum, sekiz yaşındaydım. Bir sabah arkadaşımın babası komşu erkeklerle birlikte evlerinin önünde duran bir at arabasına hem eşyalarını yüklüyor hem de verip veriştiriyordu. Kadın ve çocuklar da büyük bir soğukkanlılıkla bu taşınmayı ağlayarak seyrediyorlardı. Ağlama, evlere de geçmişti sanki. Çatılar bile ağlıyordu. Onlara bakarak ben de ağladım. 20 Sessiz Göç Araba sarsıla sarsıla uzaklaşırken eşyaların üzerinde oturan arkadaşım, ‘Hoşça kal! Kuyaş! Kuyaş!’ diye bağırarak el salladı. Ben de ona el salladım ama gittiğini görmemek için de gözlerimi sımsıkı yumdum. O bir ay içinde, birkaç komşumuz daha gözyaşları içinde evlerini boşaltarak, mahallemizden ayrıldı… Artık ‘Kuyaaaş!’ diyerek beni oyuna çağıran sesler kesilmişti. Arkadaşlarımın gidişiyle iyice içime kapandım ve derin bir yalnızlığa düştüm. Hâlâ o arkadaşlarımla oynadığım oyunların tadını unutamıyorum. Bütün Çinlileri öldürebilecek gücü bana vermesi için günlerce Allah’a yalvarmıştım. Nefret duygusunu taşımaya başlamam, Çinlilerle tanıştığım o günlere denk düşer. Sonraları evin bahçesindeki gül ağacının gölgesinde, bütün gün bebeğimle evcilik oynamak, tadına doyamadığım tek eğlencem olmuştu. Bir anne sevgisi buluyordum o ağaçta. Minik yapraklarının gölgesi üzerime düştüğünde, sanki şefkatli bir anne eli dokunuyordu bana. Ve dallar benim bedenimi yine aynı annenin kolları gibi sarıyordu. Ben sıkıntıların terbiye ettiği sabırlı, hüzünlü, kibar bir kızdım. Özellikle de hüzünlü. Belki de yeryüzünün en hüzünlü kızı… Bütün çocuklar gibi, kafamda tek bir düşünceyi, özgürlük düşüncesini yaşatarak büyüyordum. Kış günleri okula gider, gelince de evin bir köşesine çekilir sessizce otururdum. Büyüklerin sözlerini dinlemeye pek meraklıydım. Hele söz, tanıdığım birilerinin başlarından geçmiş olaylara döküldüğü zaman, çenemi avuçlarımın arasına alır, dikkat kesilirdim. Doğu Türkistanlı genç kızların, Çinli erkeklerle evlenmeye zorlandığı; bu hususta özellikle, büyük bir baskı uygulandığı anlatılınca, çocuk kafamla anlatılanları kendimce yorumlar, tarifsiz endişelere dalardım. Sessiz Göç 21 Daha sonraları dini ve milli değerlerinden dolayı, bu zorlama ve baskılara rağmen kesinlikle taviz vermeyen, Müslüman Türk kızlarının arasında, intihar edenlerin de olduğunu duymaya başladım. Bütün bunlar öyle kötü bir şekilde anlatılırdı ki: ‘Ya benim de başıma gelirse ne olur halim?’ diye çok korkardım. Kızıl Çin iktidarı, Doğu Türkistan’daki zalimane idaresine ve korkunç işkencelerine hız vermiş, toprak sahiplerini yok etmek amacıyla da “toprak reformu” adı altında çok büyük cürümler işliyordu. Doğu Türkistan’da, hemen hemen herkes az ya da çok toprak sahibi idi. Çünkü burada araziye oranla, nüfus azdı. Dayım da arazisi çok olanlardandı. Hasat mevsimi, dayım tarlada çalışırken, yanına gelen Çinli askerler, yeni çıkan yasalara göre, toprağının elinden alınması gerektiğini söyleyerek onu tehdit etmişler. Dayım ürün vermeyi teklif edince askerlerden biri ‘Ben bekârım, kardeşin ya da kızın varsa onu benimle evlendir. İşte o zaman sana dokunmayız. Ne toprağını alırız ne ürününü.’ demiş. ‘Böyle bir şey yapmaktansa değil toprağımı, canımı bile veririm daha iyi.’ diye karşılık veren dayım, Çinli askerler tarafından dövülmüş. Bu olay üzerine evin basılmasından ve başımıza kötü bir şey gelmesinden korktuğu için, beni, henüz on bir yaşımdayken uzaktan akrabamız olan, soylu bir kadının oğluna vermiş. Saçlarımı örmeye başladığım yıldı. Nasıl da net hatırlıyorum. Ilık bir sonbahar gecesi dayımın evinin arka bahçesinde misafirler vardı. Herkesin oturabilmesi için komşulardan sandalyeler toplanmıştı. İnsanlar el çırparak eğleniyor, çalgıların sesleri karanlığı yırtıyordu. Bir ara yengemin ‘Misafirler üzüm istiyor.’ dediğini duydum. Hemen asma ağacına çıkıp üzüm toplamaya başladım. Ağaçtan inerken her zaman oyun olsun diye ona kadar sayardım. Bu defa ona kadar saymama fırsat kalmamıştı, 22 Sessiz Göç çünkü çalgıcıya bakayım derken ayağım kayıp avludaki misafirler için hazırlanmış tahta bir sedirin üzerine düşmüştüm. Allah’tan sedirlerin üzerlerinde yumuşacık, mavi ipek yüzlü minderler vardı. Hiç unutamıyorum. -O gece aklıma geldikçe, o mavi renk gözümün önünde uçuşur durur.- Ayak bileğim iyice şişmişti. Oysa arkadaşlarım saklambaç oynamak için beni bekliyorlardı. Yere basmaya çalıştığımda ayağım acıdı. ‘Anneciğim! Anneciğim!’ diyerek ağlamaya başladım. Sümüklerim yere damlarken o gece yapılan eğlencenin kendi düğünüm olduğunu nerden bilebilirdim? Ancak ertesi akşam öğrendim. Bir gece önceki eğlencenin benim için düzenlendiğini, evlendiğimi ve de kocam olacak adamın evine götürüleceğimi…
© Copyright 2024 Paperzz