Strateji Yazıları - MGK Genel Sekreterliği

MGK GENEL SEKRETERLİĞİ YAYINLARI
STRATEJİ YAZILARI-I
Milli Güvenlik Perspektifinden İç ve Dış Meseleler
Ankara 2014
Yazı İşleri Sorumlusu
Meftun Dallı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Genel Sekreter Yardımcısı
Proje Sorumlusu
Abdullah Akkaya, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği
Araştırma ve Değerlendirme Dairesi Başkanı
Adres
Mustafa Kemal Mahallesi,
Dumlupınar Bulvarı
No: 254 Çankaya 06800 Ankara
Yayınlayan
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği
ISBN: 978-975-19-6041-2
Baskı: Ağustos 2014 / 1000 adet
Kitapta yer alan makalelerin her hakkı saklıdır, ancak kaynak gösterilmek suretiyle
alıntı yapılabilir. Kitaptaki makalelerin her biri sadece yazarlarının görüşlerini
yansıtmakta olup, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin görüşlerini temsil etmez.
İÇİNDEKİLER
Önsöz ................................................................................................................. 5
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Özgül EREN........................................................................................................ 7
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
Banu ATAMAN.................................................................................................. 59
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak
BRICS ve Türkiye
Dr. Osman DURAN........................................................................................... 75
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
İrem KAYSERİLİOĞLU..................................................................................... 91
21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar
Zeynep ÖZKAYNAK BAYRAK........................................................................ 105
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
Şebnem YILMAZ............................................................................................. 117
ÖNSÖZ
Türkiye, dünya coğrafyasında büyük güç merkezlerinin tam ortasında yer
alan, farklı dinlerin ve kültürlerin temas alanı ve kesişme noktasında bulunan
merkezi konumu ile güç dengesinde bir mihenk taşıdır. Ülkemizin söz konusu
konumu, kendisine çoklu jeopolitik ve jeostratejik imkanlar, seçenekler sunduğu
gibi, pek çok riskle karşılaşmasına da neden olmaktadır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda küresel ve bölgesel gelişmeleri izlemek ve
onlar arasında bir bağlantı kurmak giderek zorlaşmaktadır. Teknoloji ve iletişim
alanlarındaki devrimlerin de katkısıyla, küresel ve yerelin birbirlerini etkileme
kapasitesi önemli oranda artmıştır. Dünya siyasal sistemi de günümüzde
öngörülemeyecek ölçüde hızlı bir değişim ve dönüşüm geçirmekte; geçmişin
paradigmaları olgu ve olayları açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Ülkemizin son dönemde yükselen küresel ve bölgesel profili de göz önünde
bulundurulduğunda, küresel imkan, seçenek ve riskler ile, bunların Türkiye’ye
muhtemel etkisine ilişkin analizlerin önemi daha fazla artmıştır. Öte yandan;
ülkemizin dünya coğrafyası içindeki söz konusu konumu, büyük (stratejik) ve
geniş (jeopolitik) düşünmesini de zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede dünyada
yaşanan siyasi, askeri, hukuki, ekonomik, kültürel, sosyolojik, teknolojik vb.
gelişmeler, Genel Sekreterliğimiz uzman personelinin katılımıyla gerçekleştirilen
ve “Beyin Fırtınası” olarak adlandırılan toplantılarda analiz edilmeye çalışılmakta
ve ilgili kurumlarımızın dikkatine sunulmaktadır.
Bu kitap, Genel Sekreterliğimiz tarafından son bir yıl içinde bahse konu
“Beyin Fırtınası” toplantılarında değerlendirilen konulardan oluşmaktadır.
Emeği geçenlere teşekkür eder, ilgilenecek kişi ve kurumların azami düzeyde
faydalanmasını dilerim.
Muammer TÜRKER
Vali
MGK Genel Sekreteri
GÜNÜMÜZDE KÜRESEL GÜÇ DENGESİ VE
GÜÇLER ARASI İLİŞKİLER
Özgül Eren
Uzman
ÖZET
Son yirmi yıldır yaşanan hızlı küreselleşme sürecinde, Çin ve Hindistan
gibi büyük ekonomilerin dünya piyasalarına açılmasına ve dünya
ekonomisine entegre oluşuna şahit olunmuştur. Çin ve Hindistan gibi
ekonomilerin ortaya çıkışı ile birlikte, gelişmiş ülkelerin dünya gayri safi
milli hasılası içindeki payları düşerken, gelişmekte olan ülkeler paylarını
artırmaktadır. Ekonomik güç değişimindeki bu eğilimler, küresel sistemde
birkaç yüzyıldır başat rol oynayan Avrupa ve ABD’nin küresel rollerini
sarsarken, yükselen güçlere ise, önemli bir manevra alanı sağlamaktadır.
Bu kapsamda; Çin’in ekonomik büyümesi oyunun kurallarını değiştirerek
küresel güç odağını Asya-Pasifik’e doğru kaydırmakta ve içinde
bulunduğumuz yüzyılı yeni bir küresel güç dengesi ortamına doğru
evriltmektedir.
21. yüzyılda küresel güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin dünyanın
jeopolitik dengelerini değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin
bütün dünyayı etkileyebileceği tahmin edilmektedir. Nitekim, küresel
güç dengeleri bakımından Çin-Rusya ile İran-Pakistan arasındaki
yakınlaşmanın, Avrupa-Atlantik entegrasyonu üzerinde hızlandırıcı etki
yaptığı; Asya-Pasifik’te Japonya ve Avustralya’yı askeri bir güce, Güney
Asya’da ise, Hindistan’ı nükleer güce dönüştürecek hamleleri beraberinde
getirdiği gözlemlenmektedir.
Çin’in küresel bir güç olma yolundaki gayretleri karşısında bir yandan
onun yükselen gücünü dengeleyecek şekilde yeni ittifaklar oluşurken,
diğer yandan tarihte görülmemiş ölçüde küresel güçler arasında
ekonomik bir karşılıklı bağımlılık gelişmektedir. Tüm bu gelişmeler, Latin
Amerika’da Venezuela-Kolombiya, Orta Asya’da Kırgızistan-Özbekistan,
Asya-Pasifik’te Kuzey-Güney Kore, Güney Asya’da Hindistan-Pakistan gibi
ikili ilişkileri çatışma aşamasına getirmeye; Afrika ve Ortadoğu’da ise, etnik
ve dini ayrışmaları derinleştirmeye aday bir seyir ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Güç Dengesi, Ekonomik Güç Değişimi, Yükselen
Güçler, Asya-Pasifik, ABD, Çin.
Strateji Yazıları-I
ABSTRACT
The World has witnessed that the growing economies like China and
India have become part of the global market and integrated to the
world economy in the last 20 years rapid globalization process. With
emerging economies like China and India, developed countries’ share
of global GDP declined, while developing countries’ share increased.
These trends in the global economic structure negatively affected the
role of US and Europe which assumed a dominant before and emerging
power increased room for maneuver. In this context, the rise of China
changed the rules of game and shifted focus toward Asia-Pasific. This in
turn results in the evolution of the international system to a new balance
of power.
It is estimated that the new emerging powers will change the jeopolitical
balance and its potential effect will have a big influence on throughout
the World. Indeed, with regard to global power balance, it is observed
that deepening relations between China-Russian Federation and IranPakistan accelerated Euro-Atlantic integration and resulted in moves
transforming the countries such as Japan and Australia to military power
and India to a nuclear power.
In the face of China’s efforts to be a global power, new alliances has been
forming against the effects of its potential rise on the one hand and
economic interdependence is growing between major powers at levels
unprecedented in the history on the other hand. All these developments
lead to a course in which ethnic and religious diversities deepen. Also
the likelihood of bilateral conflict in relations between countries such as
Venezuela-Colombia in Latin America, Kyrgyzstan-Uzbekistan in Central
Asia, North-South Korea in Asia-Pasific and India-Pakistan in South Asia
has been increasing.
Key Words: Balance of Power, Shifting Economic Power, Emerging
Powers, Asia-Pasific, Unites States of America, China.
Kavramsal Çerçeve
Gücün çeşitli tanımlamalarına rağmen, en kapsayıcı şekilde “Uluslararası
alanda bir aktörün maddi ve maddi olmayan kaynak ve kıymetlerini, uluslararası
olayların sonuçlarını kendi istediği yönde etkilemede kullanma yeteneği” olarak
ifade edilebilir. Gücü oluşturan temel unsurlara bakıldığında askeri gücün
yüzyıllar boyunca gücün temel öğesi olarak algılandığı görülmektedir. Ekonomik
ilişkilerin arttığı son beş asır, askeri gücün yanında ekonomik gücü de dikkate
alan gelişmelere sahne olmuştur.1
1
8
Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Yakın dönemde ise, siyaset literatürüne Amerikalı siyaset bilimci Joseph
Nye tarafından armağan edilen ve her türlü askeri ve ekonomik gücü “Kaba
güç” (Hard power) olarak nitelendiren ve bunun yanına “Yumuşak güç” (Soft
power) ve “Akıllı güç” (Smart power) unsurlarını ekleyen yeni güç tanımları
ortaya çıkmıştır. Joseph Nye, “Kaba gücü”, aktörlerin isteklerini diğer aktörlere
askeri ve ekonomik yaptırımlar ve tehdit yoluyla zorla dayatması veya kendi
gündemini diğerlerine zorla uygulatmaya çalışması olarak tanımlamakta; bunun
karşısına ise, aktörün değer, politika, kültür ve kurumlarını ele alan yumuşak
güç kavramını konumlandırmaktadır. Bu kapsamda Joseph Nye, yumuşak gücün
kültür, siyasi değerler ve dış politika olmak üzere üç temel dayanağı olduğunu
belirtmektedir. Akıllı güç ise, dayatma ve ödetmeye odaklı “Kaba güç” ile ikna
etme ve cezbetmeye dayalı “Yumuşak güç”ün bir alaşımı olup; sert ve yumuşak
güç yöntemlerinin değişik şartlara göre etkin bir biçimde harmanlanması
anlamına gelmektedir.2
Güç dengesi kavramı ise, gücün, bir devletin diğerlerinin çıkarlarını önemli
şekilde tehdit etmesini engelleyecek şekilde ülkeler arasında dağıtılmasıdır.
Bir örnekle açıklamak istersek; “A devleti B devletini işgal ederse, C devletinin
durumu da bu gelişmeden olumsuz olarak etkilenecektir. Çünkü bu durumda
A devleti iyice güçlenmiş, dolayısıyla C devletini de tehdit eder konuma erişmiş
olacaktır. Bu durumda C devleti, B devletinin yanında yer alacak, bu devlet ile
A devletine karşı bir güç dengesi oluşturacaktır.”3 Bu kapsamda güç dengesini,
devletlerin egemenlik haklarının ifadesi ve bunun üçüncü aktörler karşısında
kullanılması ve/veya işbirliğine gidilmesi olarak açıklamak mümkündür. Buna
göre, iki devlet arasındaki ilişkiler üçüncü bir devlete etki etmeya başladığı
noktada, güç dengesi oluşumuna gidilmektedir.
Uluslararası ilişkiler teorilerinde küresel güç dengesindeki güç kaymaları ile
ilgili ana akademik ve siyasi tartışmaları etkileyen hakim düşünce akımı realizmdir.
Realizm, uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin
rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu
ilişkilerin de güçler arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir
güç dengesi içinde gerçekleştirdiği varsayımına dayanmaktadır. Realizme göre;
uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmeye
çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi yatmaktadır. Her biri mevcut
statükoyu sürdürmek veya yıkmak arzusunda olan devletlerin güç kazanmak
istemelerinden dolayı, zorunlu olarak güç dengesi denen bir durum ve buna
uygun politikalar ortaya çıkmaktadır.
Yeni realizmin öncüsü olan Kenneth N.Waltz’a göre; uluslararası ilişkilerde
merkezi bir otorite bulunmadığından uluslararası sistemin ana özelliği anarşiktir
ve bu durumun neden olduğu korku ve güvensizlik uluslararası ilişkilerin temelini
2
3
Joseph S.Nye, The Future of Power, Newyork: Public Affairs, 2011, http://www.ozetkitap.com/images2/
Future%20of%20Power%20-%20Final%20.pdf
Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları İstanbul, 2010.
9
Strateji Yazıları-I
oluşturmaktadır. Doğal olarak bu anarşik uluslararası sistemde her bir devletin
öncelikli amacı, egemenliğini ve güvenliğini korumak olmaktadır. “Güvenlik
paradoksu” ve “Kendine güvenme” kavramları üzerinde duran Waltz’ın izinden
giden yeni realistlere göre, herhangi bir devletin güvenliğini sağlamaya dönük
faaliyetleri, mevcut ya da potansiyel düşmanlarının güvenliğini tehlikeye
sokmaktadır. Bir devletin mutlak güvenlik içinde olması, diğer devletlerin mutlak
güvensizliği anlamına gelmekte ve bu durum diğer devletleri silahlanmaya veya
başka türlü düşmanca davranışlara itmektedir Anarşik bir yapı olarak tanımlanan
sistemin bir diğer özelliği ise, güç dengesinin süreklilik göstermesidir. Bu
kapsamda; uluslararası sistem ister iki kutuplu olsun, isterse çok kutuplu olsun her
ikisinde de güç dengesi sistemin ana özelliğini oluşturmaktadır. Bununla beraber,
iki kutupluluk çok kutupluluğa göre daha istikrarlıdır. Büyük güçlerin ihtiyatlı
bir dış politika izlemelerinden, yaşamsal çıkarların kesin bir şekilde tanımlanmış
ve etki alanlarının belirgin olmasından ve nükleer silahların varlığından dolayı
iki kutuplu yapıda merkezi güçler arasında savaş çıkma olasılığı daha azdır ve bu
nedenle daha istikrarlı bir görünüme sahiptir.4
Buna karşılık çok kutuplu yapılarda ise, sürekli değişen askeri ittifaklar
ve kapasite değişimlerinde meydana gelen farklılaşmalar yüzünden rekabetin
daha karmaşık ve belirsizliklerin daha fazla olduğu öngörülmektedir. Öte
yandan realistler çok kutuplu sistemlerde söz konusu olan karşılıklı bağımlılığın
artmasını istikrarı azaltan bir unsur olarak değerlendirmekte ve ekonomik
karşılıklı bağımlılığın çatışmaları azaltacağına inanmamaktadır. Tarihte Almanya
ve İngiltere’nin ekonomik olarak karşılıklı bağımlılığına rağmen, uzun ve kanlı
savaşlar yaşaması buna örnek olarak gösterilmektedir. Realist akım, uluslararası
siyasetin ulusal yeteneklerin dağılımını yansıttığını ve güç dengesinin daima
tekerrür ettiğini ileri sürmekte ve tarihsel olarak devletlerin, kendi aralarındaki
güç değişiminden kaygı duyduklarına inanmaktadır.5
Tarihsel bakış açısını benimsemeyen realistler, uluslararası yapıda
sürekliliğin egemen olduğunu varsaymakla birlikte, değişimin ancak devletlerin
güç dağılımında olabileceğini kabul etmekte; bu kapsamda aktörlerin askeri,
ekonomik ve teknolojik düzeylerindeki farklılıklara göre güç dengelerinde
kaymalar olabileceğini öngörmektedir.
Güç dengesi sisteminin oluşumunda 1789-1945 yılları arasındaki tarihi
oluşumlar etkili olmuştur. Bunlar arasında ulusçuluğun gelişimi ile uluslararası
sistemde devlet sayısının artması, diplomatik ve askeri yöntemlerin gelişmesi,
bilimsel ve teknolojik buluşların savaşlara uygulanması, ideolojiler ve devlet dışı
aktörlerin ortaya çıkışı ile birlikte uluslararası sistemin sınırlarının genişlemesi
sayılabilir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o
4
5
10
Tayyar Arı, “Türk- Amerikan İlişkileri: Sistemdeki Değişim Sorunu mu?”, Uluslararası Hukuk ve Politika
Dergisi, Cilt 4, No: 13 ss.17-38, 2007.
Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions,
Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31.
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
dönem, bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiş ya da birden fazla
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet
tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Hegemon güç kendisinden
daha etkin bir güç istemediği için, diğer hegemon güç adaylarını ortadan
kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmiştir. Ancak tarih boyunca yeni
ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişmiş eski hegemon gücün üstünlüğüne
son vererek kendilerinin merkezinde olduğu yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır.
Günümüzde ise uluslararası sistem, siyasi ve askeri güç yanında ekonomik gücün
öne çıkışı, asimetrik güç dengesi, karşılıklı bağımlılık, etnik ve dini kimliklerin
tekrar öne çıkışı, ulusüstü yapılar ve ulus-devlet yapısının erozyonu gibi daha
çok küreselleşme, modernizm ve post-modernizmin ivme verdiği akımlar ile
evrilmektedir.6
Küresel Ekonomik Güç Değişimi ve Dinamikleri
21. yüzyılın ilk yarısının temel dinamiğinin coğrafi olarak AvrupaAtlantik bölgesinden Asya-Pasifik bölgesine; ülke grupları bakımından ise,
gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere doğru bir ekonomik güç kayması olduğu
görülmektedir. Küresel ölçekte en son ekonomik güç kayması 2. Dünya Savaşı
ile yaşanmış ve ekonomik güç Avrupa kıtasından ABD’ye kaymıştır. ABD, söz
konusu ekonomik gücünü 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki bloklu yapı
nedeniyle Batı Avrupa ile paylaşmış ve ekonomik güç geniş bir alan olarak
Atlantik bölgesinde toplanmıştır. Ancak, Atlantik bölgesinin ekonomide güç
merkezi olduğu bu süreçte, küreselleşmenin ortaya koyduğu koşullar, ekonomik
gücün kapitalist sistemi bütün kurum ve kuralları ile uygulayan ve demokrasiye
sahip gelişmiş ülkelerden, devlet kapitalizminin ağırlıklı olduğu ve otokrasinin
güçlü hissedildiği gelişen ülkelere doğru kaymasına yol açmış ve 21. yüzyılda
yaşanacak ekonomik güç kaymasının da tohumlarını atmıştır.
Bu kapsamda; ekonomik güç kaymasının altı temel belirleyici unsuru
olduğu gözlemlenmiştir. Öncelikle sanayi üretimi, hızla batılı gelişmiş ülkelerden
daha uygun üretim koşullarının bulunduğu gelişen (Asya-Pasifik merkezli doğu
ve güney ülkeleri) ülkelere kaymaktadır. İkincisi, gelişmiş ülkelerin sermaye
birikimi ve tasarruf kapasitesi zayıflarken, küresel ekonomi için gerekli sermaye
birikimi ve tasarrufların sahibi olarak doğu ve güney ülkeleri öne çıkmaktadır.
Üçüncüsü, gelişen ülkelerde nüfusun giderek yaşlanması ve azalmasına
bağlı olarak tüketim gücü sınırlanırken, Asya-Pasifik merkezli doğu-güney
ülkelerinde hızlı nüfus artışı, hızlı kentleşme, yeni orta sınıf ve Batı tipi tüketim
alışkanlıklarının kuvvetlenmesi gibi nedenlerle tüketim kapasistesi ve potansiyeli
hızla artmaktadır. Dördüncü olarak gelişmiş ülkelerde kamu, özel sektör ve hane
6
Sait Yılmaz, “Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi”, Stratejik Araştırmalar Dergisi/Journal
of Strategic Studies 1(1), 2008, s. 27-65, Beykent Üniversitesi.
11
Strateji Yazıları-I
halklarının borçluluk seviyesi çok yükselmiş ve finansman ihtiyacı artmıştır.
Beşinci olarak enerji ve diğer doğal kaynaklara yönelik talebin genişlemesi, buna
karşın arzın sınırlı kalması sonucunda bu kaynaklara sahip olan doğu-güney
eksenindeki ülkeler önemli avantajlar elde etmektedir. Son olarak gelişmiş
ülkelerde son yıllarda sınırlı bir ekonomik büyüme yaşanırken, doğu-güney
eksenindeki ülkeler daha güçlü bir ekonomik büyüme kapasitesi ve potansiyeli
göstermektedir.7
Nitekim son yirmi yıldır yaşanan hızlı küreselleşmenin etkisiyle Çin ve
Hindistan gibi büyük ekonomilerin dünya piyasalarına açılmasına ve dünya
ekonomisine entegre oluşuna şahit olunmaktadır. Goldman Sachs’ın baş
ekonomisti Jim O’Neill tarafından 2001 yılında kaleme alınan bir çalışmada
küresel ekonomik yapıdaki bu değişime dikkat çekilerek, geniş coğrafyalara
hükmeden (dünyanın %25’i), büyük nüfusa sahip (dünyanın %40’ı) ve çok
zengin yeraltı kaynakları bulunan Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan ve
Çin’in dünya ekonomisinde giderek büyüyen bir pay sahibi olacağı savunulmuş8;
ayrıca bu çalışma ile, Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Çin’in İngilizce
isimlerinin ilk harflerinden oluşan BRIC ifadesi literatüre girmiştir. ABD’nin dev
yatırım bankası Goldman Sachs’ın ortaya attığı bu teze göre, söz konusu ülkeler
büyüme hızlarını korumaları durumunda 2050 dolaylarında dünyanın en büyük
ekonomileri olacaklardır. Nitekim, öngörülen şekilde 2001 yılından itibaren
bu ülkeler, gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYİH) artışları açısından dünyanın en hızlı
büyüyen ekonomileri arasında yer almıştır.
Goldman Sachs’ın Büyüme Tahminleri
Kaynak: http://politikaakademisi.org/bric-ulkeleri/
7
8
12
“21. Yüzyılda Küresel Ekonomik Güç Kayması”, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, Temmuz 2009, http://
www. turksae.com/sql_file/356.pdf
Jim O’Neill, “Building Better Global Economic BRICs”, 30th November 2001, http://www.content.
gs.com/japan/ ideas/brics/building-better-pdf.pdf
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Asya ekonomilerinin dünya ekonomisine entegre olması; uluslararası
ticaretin bileşimi, GSYİH, sermaya akımları ve ekonomik büyümeye yansımış;
dünya ticaret hacmi ve sermaye akımı artmıştır. Bu kapsamda 1990’lı yıllardan
itibaren gelişmekte olan ülkeler güçlü büyüme oranlarına ulaşmış ve gelişmiş
ülkelerin dünya GSYİH içindeki payları %82’den %66’ya düşerken, gelişmekte
olan ülkeler aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere paylarını artırmıştır.9
Kaynak: http://politikaakademisi.org/bric-ulkeleri/
1990-2010 yılları arasında, küresel ekonomi 22 trilyon dolardan, 62 trilyon
dolara yükselmiş ve aynı dönemde küresel ticaret %267 artmıştır. Bu ekonomik
büyümenin %50’sinden fazlasını ve küresel ticaret artışının da %47’sini Çin
ve Hindistan gibi yükselen ekonomiler gerçekleştirmiştir. Birleşmiş Milletler
verilerine göre; dünya nüfusunun kentleşme oranı giderek yükselmekte olup,
2030 yılında dünyadaki orta sınıfın üçte ikisi Asya ülkelerinde bulunacak ve 2050
yılında dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşayacaktır. Ekonomik
Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün 2012 yılında yayımladığı “Ekonomik
Görünüş” adlı raporda ise; Çin ve Hindistan’da 2060 yılına kadar kişi başına
düşen gelirin 7 katını aşacağı; 2011-2030 yılları arasında ülkelerin dünya GSYH
içindeki payları bakımından Çin’in payının %17’den %28’e; Hindistan’ın %6’dan
%11’e çıkacağı; buna karşılık ABD’nin %23’den %18’e, AB’nin %17’den %12’ye
ve Japonya’nın %7’den %4’e ineceği öngörülmektedir.10
9
Paola Subacchi and Paul Jenkins, Preventing Crises and Promoting Economic Growth A Framework for
International Policy Cooperation, April 2011, A Joint Chatham House and CIGI Report, http://www.
chathamhouse.org publications/ papers/view/109655
10 Gıovanni Grevi, Daniel Keohane, Bernice Lee, Patricia Lewis, “Empowering Europe’s Future: Governance,
Power and Options for the EU in a Changing World”, http://www.chathamhouse.org/sites/default/
files/public/Research/Europe/ Europe_Future.pdf
13
Strateji Yazıları-I
Kaynak: OECD Economic Outlook, Volume 2012, Issue 1, p.217
Öte yandan, Avrupa Komisyonu’nun tahminlerine göre aşağıdaki grafikte
de gösterildiği şekilde Asya’nın araştırma ve geliştirme alanında dünyanın lider
bölgesi haline gelmesi ve Çin’in, 2014 yılında araştırma ve geliştirme alanında
AB’nin önüne geçmesi beklenmektedir.11
Kaynak: http://www. transworld-fp7.eu/wp-content/
uploads/2013/03/TW_WP_10.pdf
11 Andrea Renda, “Globalization, the New Geography of Power and EU Policy Response”, March 2013,
http://www. transworld-fp7.eu/wp-content/uploads/2013/03/TW_WP_10.pdf
14
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Çin ve Hindistan gibi ekonomilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, Batı’nın
ekonomik üstünlüğünün azaldığı ve ekonomik güç dengesinin doğuya
doğru kaydığı gözlemlenmektedir. Bunun nedeni, yeni gelişen ekonomilerin
hızlı büyümesi nedeniyle varlıklı ülkelerin refah bakımından avantajlarını
kaybetmesidir. Çin’in ekonomik büyümesi; sistemin Çin ve ABD’nin iki büyük
ekonomik güç merkezi olarak var olacağı bir modeli yarattığı iddiasını ortaya
koyacak bir nitelik göstermektedir. Ekonomik açıdan bakıldığında Çin’in
GSYİH’nda imalat sanayi üretiminin payı yüzde 41,46 iken, ABD’ninki yüzde
11,48’dir. Buna karşılık ABD’de özel tüketim harcamaları dünya GSYİH’nın
yüzde 16,63’üne; Çin’de ise, yüzde 3’üne denk düşmektedir. Bu kapsamda
ABD’de gelirin yerini kredi, sanayi üretiminin yerini de mali sektörde sınırsız
spekülasyonun aldığı; büyüyen Çin ekonomisinde ise, yerli ve yabancı
sermayenin ortak baskısıyla ücretler ve harcamaların görece düşük seviyede
kalarak, ülke içinde yüksek boyutlarda yatırım yapılabildiği belirtilmektedir. Öte
yandan; Çin sermayesi, yurt dışında da sürekli işletme satın almakta ve yatırımlar
yapmaktadır. Günümüzde Alman, Amerikan, İngiliz işletmesi tekeli olarak
bilinen, örneğin, IBM Thinkpad, Jaguar, Landrover, Morgan Stanley, Barclays,
Target, BP gibi işletmeler, artık ya doğrudan Çin firması ya da Çin sermayesinin
ortak olduğu firmalardır.12
ABD Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından Kasım 2012’de yayımlanan
“Küresel Trendler 2030: Alternatif Dünya” başlıklı raporda; önümüzdeki 15-20
yılın büyük eğilimleri listelenmiştir. Raporda; Çin’in 2030 yılına kadar ABD’yi
geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı ve Asya’nın, GSYİH, nüfus, askeri
harcama ve teknoloji yatırımları açısından Kuzey Amerika ve Avrupa’yı geçeceği
ifade edilmektedir.13 Söz konusu Rapor, 2030 yılında ABD ve Avrupa’dan Asya’ya;
gelişmiş ülkelerden, gelişmekte olan ülkelere doğru dinamik bir güç değişimi
olacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Öngörünün gerçekleşmesi halinde,
Batı’nın 18. yüzyıldaki yükselişi tersine çevrilerek, güç ve refah dağılımı Asya’ya
intikal edecektir. Öte yandan, Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun öngörülerine
göre, Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN)14’ne üye altı ülkenin gayri safi
yurtiçi hasılası, 2024 yılında Japonya’yı geçecektir. Böylece sadece Çin değil,
diğer yükselen Asya ülkelerinin de uluslararası toplumda ağırlığı artacaktır.
Güney Asya’daki güvenlik denklemi bakımından önemli bir husus ise, 2030
12 İbrahim Okcuoğlu, “Rekabetin Tarihi Hegemonyanın Tarihidir: Kapitalizmin Tarihinde Yükselen ve
Çöken Güçler”, http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2010/03/rekabetin-tarihi-hegemonyanin-tarihidir.html
13 Global Trends 2030: Alternative Worlds, http://www.dni.gov/files/documents/GlobalTrends_2030.pdf
14 ASEAN, 8 Ağustos 1967’de Bangkok’ta Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve Singapur’un kurduğu
uluslararası bir örgüttür. 8 Ocak 1984’te Bruney Darussalam, 28 Temmuz 1995’te Vietnam, 23 Temmuz
1997’de Lao ve Birmanya ve 30 Nisan 1999’da Kamboçya örgüte dahil olmuştur. 2003 yılında ASEAN
liderlerinin ASEAN’ın 3 bölümü kapsaması gerektiği kararı üzerine ASEAN Güvenlik Topluluğu, ASEAN
Ekonomik Topluluğu ve ASEAN Toplum ve Kültür Topluluğu oluşturulmuştur.
15
Strateji Yazıları-I
yılında Çin’in askeri harcamalarının Japonya’dan 9 kat daha fazla artarak, iki ülke
arasındaki askeri dengenin Çin’in üstünlüğü ile sonuçlanabileceği yönündeki
öngörülerdir.15 Nitekim Stockhom Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü
(SIPRI) 2011 Yıllığı’na göre; Çin şimdiden (2011 yılında 143 milyar dolar askeri
harcamasıyla) dünyanın en çok askeri harcama yapan ikinci ülkesi konumuna
yükselmiştir. Bütün bu veriler, 2030 yılına gelindiğinde sadece ekonomik
değil, askeri ve siyasi güç dengelerinde de bölgesel ve küresel düzeyde önemli
değişimler olacağına işaret etmektedir.
Günümüzde Küresel Güç Dengesi
1871’de Avrupa ve küresel güç dengesini etkileyecek olan Alman Birliği
kurulurken, yaklaşık 300 yıldır uluslararası ilişkilerin egemen aktörü olan
İngiltere’nin güç parametrelerinin zayıflamaya başlaması ile Avrupa dengesi yeni
bir şekil almaya başlamış; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, sadece Avrupa değil,
yeni bir dünya dengesi sağlanması gerektiği ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle;
1. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Avrupa kıtası farklı bir siyasi görünüm
almış ve 1. Dünya Savaşı’na kadar tamamen Avrupa lehine olan güç dengesi, 20.
yüzyılın ilk yarısında meydana gelen iki dünya savaşı ile uluslararası sistemde
bir “geçiş dönemi”nin yaşanmasına yol açmış ve dünya siyasetinde Avrupa’nın
etkinliği azalırken, Avrupa dışı bir güç olan ABD, uluslararası sistemde etken
konuma gelmiştir. 1946-1991 arası dönemde ise, uluslararası sistemde iki kutuplu
bir yapı ortaya çıkmış; Doğu ve Batı bloklarından oluşan bu iki kutuplu sistemde,
ABD Batı kutbunun liderliğini üstlenirken; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
(SSCB) ise, Doğu kutbunun önderliğini yapmıştır.
SSCB’nin parçalanmasından sonra uluslararası sistemde oluşan güç boşluğu
ABD tarafından doldurulmaya çalışılmış; ABD bu dönemde izlediği pro-aktif dış
politikalar ile adeta uluslararası sistemin hakemi ve/veya denetleyicisi rolünü
oynamıştır. Nitekim, Francis Fukuyama, 1989 yılında yazdığı “Tarihin Sonu mu”
başlıklı makalesiyle, liberal-demokratik değerlerin insanlığın ideolojik evriminin
son noktası olduğunu belirterek, ABD’nin dünyanın lideri olduğunu ilan
etmiştir. Aslında tek süper güç ABD’nin “Yönlendirici” liderliğindeki bu dönem,
uluslararası sistemde bir ara dönemi ifade etmiş; nitekim, 11 Eylül 2001 tarihinde
ABD’nin en önemli sembolik binalarından ikisi olarak kabul edilen Pentagon ve
Dünya Ticaret Merkezi’ne gerçekleştirilen saldırılar, 21. yüzyıl uluslararası siyasi
yapısının sorgulanmasına neden olmuştur.16
15 Jimbo Ken, “Asia Pivot: Dynamics of Power Shift from U.S. to China–Asia-Pacific Security and Japan’s Foreign
Policy”, Mar 03, 2013, http://www.japanpolicyforum.jp/en/archives/diplomacy/pt20130303210000.html
16 Bilgehan Emeklier, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslarararası Sistemin Analizi”, 4 Haziran 2010, http://www.
bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararassistemin-analizi&catid=113:analizler -sosyo-kultur&Itemid=151
16
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Soğuk Savaş sonrası dönemin uluslararası yapısına ilişkin tartışmalarda,
genel kabul gören iki varsayım bulunmaktadır. Birincisi, mevcut uluslararası
sistemde ABD’nin mutlak üstünlüğüdür. Bu kapsamda; ABD’li stratejist ve
devlet adamı Zbigniew Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında,
Amerika’nın kültürel boyutta manyetik bir çekim gücüne sahip olması, siyasi ve
askeri boyutta NATO ile Avrupa’nın en etkili devletlerinin ve Japonya sayesinde
de Asya ekonomilerinin ABD’ye bağlanması, Dünya Bankası ve IMF gibi
kurumların çoğunluğunun ABD etkisinde küresel gelişmeleri şekillendirmesi
sebebiyle, hiçbir gücün ABD’ye erişeyemeceğini ileri sürmüştür. Stratfor adlı
düşünce kuruluşunun kurucusu George Friedman’a göre ise; Kuzey Amerika’yı
egemenliği altında tutan ABD’nin okyanuslar üstündeki kontrolü sayesinde 21.
yüzyıl “Amerikan Çağı” olacaktır.17
Soğuk Savaş sonrası dönemin uluslararası yapısına ilişkin tartışmalarda
genel kabul gören ikinci varsayım ise, ABD’nin başat gücünü kabul eden, ancak
uluslararası sistemin iki küresel güç (ABD ve Çin) ile bölgesel güçler (Rusya
Federasyonu, AB, Hindistan) arasındaki güç dağılımına göre belirleneceği
görüşüdür. Bu kapsamda; yeni realizmin öncüsü Kenneth N. Waltz’a göre,
ABD ve müttefikleri arasındaki Soğuk Savaş döneminden kalma politik ve
güvenlik ilişkileri zayıflayacak ve gelecekte daha geleneksel büyük güçler arası
dengeleme ilişkilerine dönüşecektir. “Medeniyetler Çatışması” adlı eseri ile
bilinen Amerikalı akademisyen Samuel Huntington, ABD’nin tek süper güç
olmaya devam edeceğini, ancak farklı güçlerin de oyuna dahil olmasıyla yeni
bir denge sisteminin gelişeceğini belirtmektedir. Bir başka öngörü ise, ekonomik
bölgeselleşmenin bir denge unsuru olarak sisteme katılacağı, Afrika ve Latin
Amerika’nın öncüsü olacağı bu bölgesel ekonomik entegrasyonların geleceğin
başlıca güç dengesi aktörlerine dönüşeceği yönündedir.18
19. yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin
dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıkması gibi, 21. yüzyılda küresel
güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin de dünyanın jeopolitik dengelerini
değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyebileceği
öngörüleri yapılmaktadır. Ancak 21. yüzyılda güç merkezi olma şartları değişmiş;
parayı kontrol etmek, gündemi belirlemek, düğüm noktalarında askeri güç
bulundurmak ve cazibe merkezi olmak gibi stratejik ve politik etmenler gücün
olmazsa olmazları içine girmişlerdir. Bu bağlamda güç merkezi olma şartlarını,
her alanda diğerlerine göre fazlasıyla sağlayan, hatta diğerlerini kendine mecbur
eden, muhtaç eden, bağımlı hale getiren aktör bölgesel hakimiyetini ilan edecek,
bu şartları dünya çapında sağlayabilirse küresel bir güç merkezi haline gelecektir.
17 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012.
18 Ertan Efegil, Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin
Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009
17
Strateji Yazıları-I
Bu kapsamda 21. yüzyılda tek başına sıçrama yapma şansı olan ülkeler arasında
dört ülkenin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar dünya imalat sanayinin en büyük
gücü olma yolunda ilerleyen Çin, yazılım alanında başlattığı atılımı, ekonomik
büyümesiyle hızlandıran Hindistan ile atılım yapmaları halinde bu ülkelere
katılma potansiyeli olan Rusya ve Brezilya’dır. Bunun yanı sıra, Güney Afrika
ve Endonezya’nın da Çin ve Hindistan’ın yükselen rolünü destekleyebilecekleri
öngörülmektedir.19 Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin
olmamakla birlikte, 2020 yılından itibaren ABD hegemonyasının; Çin, Rusya,
Hindistan, Brezilya ve Endonezya tarafından tehdit edileceği öngörülmektedir.20
Nitekim, 2008’de ABD’de yaşanan finansal kriz ve Çin’in ekonomik
yükselişi, 21. yüzyıl dünya sisteminin çok kutuplu ve ikiden fazla ağırlık
merkezinin bulunduğu bir yapıya evrildiği iddialarını gündeme getirmiştir.
Bununla birlikte, ABD Başkanı Barack Obama’nın 26 Ocak 2012 tarihinde ulusa
sesleniş konuşmasından önce okuduğu ve etkilendiği belirtilen Robert Kagan’ın
“Amerikan Düşüşü Efsanesi” başlıklı makalesinde; ABD’nin görece gücünün
zayıfladığı yönündeki yorumların çoğunun üstünkörü analizlere dayandığı;
ekonomik büyüklük, askeri güç ve uluslararası sistemdeki etki kapasitesi
dikkate alındığında Çin’in ancak “Kapsamlı bir ulus devlet” olabileceği;
ABD’nin çöküşüne ilişkin yorumların ise, 2008 ABD mali krizinden sonra
ortaya çıkması nedeniyle inandırıcı olamayacağı; ABD’nin 1890, 1930 ve 1979
yıllarında da ağır ekonomik krizler yaşadığı, ancak söz konusu krizleri müteakip
dönemlerde ABD’nin küresel güç ve etkisinin arttığı belirtilerek, birkaç yıllık
bir ekonomik kriz dönemi esas alınarak yapılan yargıların tartışmalı olacağı
ileri sürülmektedir.21 Yine aynı yazarın Kasım 2013 ayında yazdığı “Değişen
Dünya Düzeni mi?” başlıklı makalesinde ise, dramatik değişikliklerin olmaması
nedeniyle uluslararası sistemin tek bir süper güç ve birkaç büyük güçle var
olmaya birkaç on yıl daha devam edeceği, bu kapsamda “Amerikan düşüşü”
ve “Gelecek küresel düzensizlik” gibi varsayımlar için erken olduğu; ABD
ekonomisinin iyileşme yoluna girdiği ve keşfedilen kaya gazı sayesinde ABD’nin
geleceğin enerji devlerinden biri olacağı vurgulanmaktadır.22
ABD’nin tanınmış siyaset bilimcisi Joseph Nye ise, ABD’nin güç kaybının
“Mutlak” değil, “Oransal” olduğunu; mutlak güç kaybının ülkenin kendi
içindeki çürümelerden kaynaklandığını, oysa oransal düşüşte başka ülkelerin
kaynaklarının büyümesi ve bunları kullanış biçimlerindeki gelişmelere dayalı
19 Sait Yılmaz, “Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi”, Stratejik Araştırmalar Dergisi/Journal
of Strategic Studies 1(1), 2008, 27-65,Beykent Üniversitesi
20 Sait Yılmaz, “21. Yüzyılda Neler Olacak?”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/
21 Robert Kagan, “The Myth Of American Decline”, 27 January 2012, http://www.npr.
org/2012/01/27/145955386/new-republic-the-myth-of-american-decline
22 Robert Kagan, “A changing World order?”, 16 November 2013, http://www.washingtonpost.com/
opinions/a-changing-world-order/ 2013/11/15/4ce39d1a-489a-11e3-b6f8-3782ff6cb769_story.html
18
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
olarak nisbi bir irtifa kaybını ifade ettiğini belirterek; dünyadaki üretimin 1/4’ü
ve askeri harcamaların neredeyse yarısının, dünya nüfusunun sadece %5’ine sahip
ABD tarafından gerçekleştirildiğini, dünyadaki kültürel ve eğitimsel yumuşak
güç kaynaklarının büyük bölümünün de ABD’nin elinde olduğunu, ABD’nin
kültürel ve ekonomik üstünlüğü yüzyılın başına oranla daha düşük olacak olsa
da, gelecek on yıllarda herhangi bir ülkenin tek başına Amerika’dan daha üstün
bir hale gelmesinin mümkün olamayacağını ileri sürmektedir.23
21. Yüzyıl Başlarında Güç Kaynaklarının Dağılımı
ABD
Japonya
AB
Rusya
Çin
Hindistan
Brezilya
Genel Göstergeler
Toprak Büyüklüğü (1.000 km2)
9.827
376
4,325
17,098
9,598
3,287
8,515
Nüfus (Milyon kişi 2009
nüfus istatistikleri)
307
127
492
140
1,339
1,166
199
Okuma Yazma Oranı %
99
99
99
99
91
61
89
2.702
0
460
4,834
186
60-70
0
Askeri Harcamalar
(Milyar $ 2008)
607
46
285
59
(Tahm.)
85
(Tahm.)
30
24
Dünya Askeri Harcamalarına
Oranı % (2008)
42
3
20
(2007)
4
(Tahm.)
6
(Tahm.)
2
2
14.260
4,329
14,940
2,266
7,973
3,297
1,993
Askeri Güç
Nükleer Savaş Başlıkları
(2009)
Ekonomik Güç
GSMH (Milyar $ Alım Gücü
Paritesi 2008)
GSMH (Milyar $ 2008)
14,260
4,924
18,140
1,677
4,402
1,210
1,573
Kişi Başı Milli Gelir (Alım
Gücü Paritesi 2008)
46,900
34,000
33,700
16,100
6,000
2,900
10,200
Yüz Kişi Başına İnternet
Kullanıcısı (2007)
74
(2008)
69
50
(2006)
21
19
(2008)
7
32
En Üst 100 Üniversite
Sıralamasındaki Kurum
Sayısı (2009)
55
5
16
1
0
0
0
Yılda Çekilen Film Sayısı
(2006)
480
417
1,155
(Tahm.)
67
260
(2005)
1,091
27
Yabancı Öğrenci Sayısı
(Bin kişi 2008)
623
132
(2010)
1,255
(Tahm.)
89
195
18
(2007)
Bilgi
Yok
Yumuşak Güç
Kaynak: Joseph S. Nye, The Future of Power, Newyork, 2011.
23 Joseph S.Nye, The Future of Power, Newyork: Public Affairs, 2011, http://www.ozetkitap.com/images2/
Future%20 of%20Power%20-%20Final%20.pdf
19
Strateji Yazıları-I
Yukarıda yer alan çizelgede de görüldüğü gibi, ABD’nin askeri ve kültürel
gücünün tartışılmaz bir üstünlüğü olmakla birlikte, dünya ekonomisinde
liderliğin yeni merkezlere doğru kaydığı da bir gerçektir. Nitekim, küresel güç
dengesinin değiştiği ve küresel güç dengesinin yeni ağırlık merkezinin AsyaPasifik olduğu, ABD stratejileri ve politikaları tarafından da desteklenmektedir.
Bu kapsamda; ABD’nin 21. yüzyıldaki küresel stratejisini anlamamıza yardımcı
olabilecek ve güç dengesinin geleceği ile ilgili Amerikan resmi bakış açısını
yansıtan önemli kaynaklardan biri, Mayıs 2010’da açıklanan “ABD Ulusal
Güvenlik Stratejisi” dokümanıdır. Bu strateji dokümanında ABD, cephe savaşı
yerine özel savaşı ve diplomasiyi tercih ettiğini ve “Yumuşak güç” kullanmayı
esas alacağını açıkça ortaya koymuştur. Güç dengesinin geleceği ile ilgili olarak
ABD stratejisini gösteren bir başka çalışma, “ABD-Çin Ekonomik ve Güvenlik
İncelemeleri Komisyonu” tarafından hazırlanan ve Kasım 2011’de ABD
Kongresi’ne sunulan 400 sayfalık rapordur. Bu raporda; Çin’in “Alan kontrolüne
dayalı bir askeri strateji izlediği” vurgulanarak, Çin’in faaliyetlerinin doğrudan
ABD’nin ilgi alanlarına etki yaptığına dikkat çekilmektedir.24
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Kasım 2011’de Foreign
Policy Dergisi’nde yayımlanan “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı“ makalesinde ise;
dış siyasetin geleceğinin Afganistan veya Irak’ta değil, Asya’da belirleneceği ve
ABD’nin bu sürecin tam merkezinde yer alacağı belirtilmektedir. ABD’nin Pasifik
stratejisinde Japonya, Güney Kore, Avustralya, Filipinler ve Tayland’ın kaldıraç
olacağı ifade edilen makalede; ABD’nin bölgedeki temel hedefinin Pasifik
çevresinde kurumlar ve ortaklıklar ağı oluşturmak olacağı; bu kapsamda ASEAN
ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü (APEC)25 gibi bölgesel kurumlarla
ilişki kurulduğu vurgulanmaktadır.26
ABD’nin, küresel güç dengesindeki değişime ilişkin resmi görüşünü en
açık şekilde ifade eden kaynak ise, 5 Ocak 2012 tarihinde açıklanan “ABD’nin
Küresel Liderliğini Sürdürmek: 21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri” başlıklı strateji
belgesidir.27 Belge, Asya-Pasifik bölgesinde dengeleri değiştirmeye başlayan
Çin’e karşı Hindistan ve Japonya’yı dengeleyici unsurlar olarak saptamakta;
Ortadoğu’da ise, “Arap Baharı” olarak nitelenen gelişme ve İran’ın nükleer
silahlar edinme olasılığını en önemli güvenlik sorunları olarak tanımlamaktadır.
ABD Silahlı Kuvvetleri’nin bu yeni güvenlik ortamında yeniden düzenlenmesinin
24 Mehmet Ali Güller, “ABD’nin Pasifik Stratejisi”, 18 Şubat 2012, http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/
mehmet-ali-gueller/8938-mehmet-al-gueller-abdnin-pasifik-stratejisi.html
25 APEC, Büyük Okyanus kıyısındaki 21 ülkenin katıldığı, dünya ekonomisinin %60’ını temsil eden ve
bölgesel ekonomik, işbirliği, ticaret ve yatırım konularının paylaşıldığı uluslararası bir örgüttür.
26 Hillary Clinton, “America’s Pasific Century”, http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/10/11/
americas_pasific_ century# sthash.IF7zEqqd.dpbs
27 Sustaining U.S.Global Leadership: Priorities For 21 st Century Defense, United States of America
Department of Defense, January 2012, www.defense.gov/news/Defense_Strategic_Guidance.pdf
20
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
önemine dikkat çekilen belgede; ABD ordusunun Irak ve Afganistan benzeri
kapsamlı işgallerden daha çok, düzensiz savaşların gereksinimlerine göre
uzmanlaşması, dolayısıyla “Özel güçler”in öneminin artması öngörülmekte; bu
bağlamda, bölgeleri erişime kapatabilecek ülkeler olarak İran ve Çin’in isimleri
ilk kez birlikte anılmaktadır.
ABD Savunma Bakanı Panetta’nın “Bu ülke bir stratejik dönüm
noktasındadır” saptamasına yer verilen söz konusu strateji belgesi ile; ABD’nin
güvenlik yöneliminin Asya Pasifik bölgesinin öneminin artmasına bağlı olarak
“Yeniden dengelendiği” görülmektedir. Hindistan’dan uzun vadeli stratejik ortak
olarak söz edilen ve ABD’nin Doğu Asya’da Çin ile işbirliğine dayalı ikili ilişkiler
inşa edileceği belirtilen belgede; ABD’nin güvenlik önceliklerinde Avrupa ve
Ortadoğu’dan, Asya- Pasifik alanına doğru bir kayma; güvenlik teknolojilerinde ise;
“Siber uzay” ve “Siber güvenlik” alanlarına, hava ve uzay güçlerine, denizaltılara,
füze savunma sistemlerine, dördüncü kuşak savaşçı denilen uzmanlaşmış
özel güçlere doğru bir yönelim öngörülmektedir. Savunma bütçesinde 450
milyar Dolarlık kesintiye giden ABD’nin, önümüzdeki dönemde insansız hava
araçlarının sayısını kademeli olarak %30 oranında artıracağı; özel kuvvet sayısını
ise, dört yılda %10 oranında artırarak 70 bine çıkaracağı; bu kapsamda özel ordu
birlikleri ile deniz piyadeleri için dünyanın farklı bölgelerinde daimi tesisler ve
ileri kademe üsler kuracağı; yeni üslerin tüm dünyaya yayılacağı; yeni kurulacak
üsler için Türkiye ve Ürdün’ün doğusunun düşünüldüğü değerlendirmeleri
yapılmaktadır.28 Nitekim, ABD’nin Müşterek Kuvvet 2020 adını verdiği proje
ile, 2020 yılında akıllı savunma adını verdiği yapılanmaya geçeceği; öte yandan
Avrupa Füze Savunma Sistemi’nin de 2018 yılında tüm Avrupa’yı korur hale
geleceği bilinmektedir.29
1-3 Şubat 2013 tarihleri arasında Almanya’nın Bavyera eyaletinde 49. kez
toplanan ve dünyanın en önemli güvenlik zirvesi olarak kabul edilen Münih
Güvenlik Konferansı’nda konuşan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, ABD
ekseninin Asya’ya doğru kaydığını ve bu eksen kaymasının ABD’nin Avrupa
Birliği’ne sırtını dönerek değil, Avrupa Birliği’yle birlikte gerçekleştireceği bir
manevra olacağı; öte yandan Rusya ile ilişkilerde de farklı bir döneme girildiğinin
işaretini vermiştir.
Yukarıda bahse konu belge ve uygulamalar göstermektedir ki, ABD
tarafından Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin etki alanını daraltmaya yönelik güç
dengesinin yerini, günümüzde Çin’i hedef alan denge arayışları almıştır. Bu
28 Amerika operasyon için düğmeye bastı, 2 Şubat 2012, http://www.timeturk.com/tr/2012/02/02/
amerika-operasyon-icin-dugmeye-basti.html
29 Özdemir Akbal, “ABD’nin Yeni Güvenlik Yaklaşımında NATO ve Türkiye”, 2012, http://www.21yyte.
org/tr/araştırmaAmerika-araştirmalari-merkezi/2012/06/01/6623/abdnin-yeni-güvenlik-yaklaşimindanato-ve-turkiye
21
Strateji Yazıları-I
kapsamda ABD’nin Asya-Pasifik politikasının temelinde, uluslararası sistemin
güç dengesini koruma adına Çin’i kontrol altında tutma çabaları ön plana
çıkmaktadır.30
Bu kapsamda; 21. yüzyılda küresel güç dengesinin temel özellikleri şu
şekilde sıralanabilir: Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine
kayması, başta Çin olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla
geliştirmekte olması, ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek,
müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması ve Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel
müttefikler araması, dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile
müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteliğine
dönüşmesi, Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.)
işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya
başlaması. Yeni oluşan bu küresel düzende güç dengesinin nasıl şekil alacağı ise,
ABD-Çin rekabeti kadar; Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri ile
küresel güçler arasındaki ilişkilerin çerçevesi belirleyecektir.
Küresel Güç Dengesinin Aktörleri Arasındaki İlişkiler
Realist düşünceye göre, kuzey-batı ülkelerinden doğu-güney ülkelerine
doğru olan ekonomik güç değişimi, beraberinde jeopolitik ve siyasi ölçekte
de güç dengesi değişimini zorlamakta ve kuzey-batı ile doğu-güney arasındaki
rekabet, yeni müttefik arayışları ve çatışma alanları ortaya çıkarmaktadır.
Başka bir deyişle, ekonomik güç kaymasının yaşanacağı coğrafya küresel güç
mücadelesinin de merkezi olacağından, ekonomik güç kaymasının yaşandığı
bu dönemde çok taraflı yeni bir küresel dengenin ortaya çıkması kaçınılmaz
görünmektedir. Realist görüşe göre, gelecekte Asya-Pasifik’teki zayıf ve kuvvetli
devletler için en iyi siyaset seçeneği, dengeleme politikası olacaktır. Realistler,
denge politikası gereği gelecekte Japonya ve Güney Kore’nin Çin’e karşı ABD
desteğini; Pakistan’ın, Hindistan’a karşı Çin ve ABD desteğini; Hindistan’ın,
Çin ve Pakistan’a karşı ABD desteğini ve genel olarak ASEAN ülkelerinin ise,
Çin’e karşı ABD desteğini isteyebileceğini öngörmektedir. Öte yandan, bu
dengeler aynı zamanda Çin ile daha yakın ekonomik ilişkiler ve ABD etkisine
karşı dengeleme gibi birbiriyle çatışan ilişkileri de doğurabilecektir. Rusya ise,
NATO’nun yayılma emelllerine karşılık Çin ile ittifak kurabilecek, öte yandan
Çin’in etkisini azaltmak için Hindistan ile ortak olabilecektir.31
30 Uğur Yasin Asal, “ABD Siyasal Sistemi: Temel Dinamikler Ekseninde Teori ve Küresel Politika İlişkisi”
http://www.usbed.org/dosyalar/news-abd-siyasal-sistemi-temel-dinamikler-ekseninde-teori-ve-kureselpolitika-iliskisi.html
31 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions,
Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31
22
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Büyük güçler arasındaki ilişki düzenine bakıldığında, mevcut görüş
farklılıklarına rağmen, karşılıklı bağımlılık düzeyine varacak şekilde geçirgen
ve çok boyutlu ilişkiler olduğu görülmektedir. Rusya bir yandan ABD ile ticaret
ve enerji alanlarında karşılıklı ilişkileri geliştirirken, öte yandan Çin ile enerji
kaynaklarının arzı, silah sanayi ve güvenlik alanında işbirliği yapmaktadır.
ABD ise, Asya-Pasifik’te Çin’in yükselen gücünü engellemek için denetleyici,
kısıtlayıcı ve dengeleyici politikalar gütmekte ve Çin’i çevreleme politikası
izleyerek bölgedeki etkisini zayıftlatmaya çalışmaktadır. Nitekim, dönemin
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un 2012 yılında 10 gün süren dış gezisinde
ASEAN’a daha aktif olması yönünde rol verilmesi, Afganistan’a 16 milyar dolar
ekonomik yardım sağlanması hususunda anlaşılması, ABD’nin söz konusu
stratejisinin izlerini yansıtmaktadır.32 ABD, aynı zamanda Hindistan, Pakistan,
Japonya ve Tayvan ile stratejik işbirliği içerisinde bulunmaktadır. Ancak
Hindistan, Çin ile ilişkilerini sürdürmeye devam etmektedir. Çin ise, kendisine
karşı oluşturulan çevreleme politikasını etkisiz hale getirmek için bölgede daha
ılımlı politikalar izlemekte, Hindistan ile diyaloga girmekte; serbet ticaret bölgesi
kurulması girişimlerini desteklemekte ve askeri alanda ikili işbirliği gayretlerini
yürütmektedir. Öte yandan AB, kutuplaşma politikası yerine, dış politikada
sosyal ve ekonomik konulara ağırlık vermeyi tercih ederek, Rusya ve Çin ile
ilişkilerini geliştirmektedir.33
Değişen güç dengeleri bağlamında süreç içinde ABD’nin Asya-Pasifik’teki
ticari çıkarlarını korumak için APEC’in hayata geçirilmesini desteklediği; ayrıca
2011 yılında Pasifiğin sekiz ülkesi (Vietnam, Avustralya, Yeni Zelanda, Bruney,
Singapur, Malezya, Şili ve Peru) ile Trans Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi’ni34
kurduğu; Çin’in ise, daha önce kendisine karşı tehdit olarak algıladığı ASEAN
tarafından oluşturulmak istenen Serbest Ticaret Bölgesi’ne destek verdiği ve ÇinASEAN Serbest Ticaret Bölgesi’nin 1 Ocak 2010 tarihinde kurulduğu gözlenmiştir.
Öte yandan; Latin Amerika’da 13 Mayıs 2008 tarihinde Arjantin, Bolivya,
Brezilya, Şili, Kolombiya, Ekvator, Guyana, Paraguay, Peru, Surinam, Urugay ve
Venezuela arasında kurulan Güney Amerika Uluslar Topluluğu (UNASUR) ile
Rusya’ya karşı Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova tarafından kurulan
Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü (GUAM), 21. yüzyıl küresel güç
32 Özdemir Akbal, “Asya-Pasifik’ten Orta Doğu’ya Clinton’la ABD Çıkarları”, 30 Temmuz 2012, http://
www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2012/07/30/6689/asya-pasifikten-ortadoguya-clintonla-abd-cikarlari
33 Ertan Efegil, Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin
Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009
34 Japonya’nın katılımıyla söz konusu yeni serbest ticaret bölgesinin dünya üretiminin yaklaşık %40’ını
kapsayacağı belirtilmektedir. Çin’e karşı kurulan dev Trans-Pasifik büyüyor, 10.11.2012, http://www.
yg.yenicaggazetesi.com.tr/ habergoster.php? haber=75349
23
Strateji Yazıları-I
dengesinin oluşturulması kapsamında gerçekleştirilen hamlelere yönelik diğer
örnekleri teşkil etmektedir.35
Amerika Birleşik Devletleri: ABD’nin Çin’e yönelik stratejisi
George W. Bush döneminde ortaya çıkan “Çin’in artan askeri gücüne bağlı
riskleri dengelerken, onu liberal bir dünya düzeni içinde sorumlu paydaş
yapmak” düşüncesine dayanmaktadır. Çin’in, uzay, deniz ve füze alanlarında
askeri modernizasyon programı ve artan siber savaş yetenekleri ABD’yi
endişelendirmektedir. ABD-Çin ilişkileri silahlanma yarışı, yeni müttefik
oluşumları, karşılıklı güvensizlik ve şüphenin artması gibi sebeplerle kritik bir
noktaya ulaşmaktadır. ABD Kongresi’ndeki güçlü çıkar gruplarının mücadelesi
dikkate alındığında, ABD’de Çin faktörü daha karmaşık hale gelmektedir. Pek çok
Cumhuriyetçi Kongre üyesi realist bakış açısıyla Çin’i rakip olarak ele almakta ve
bu yüzden sert bir dış politika talep etmekte; Çin tehdidine karşı ABD, Rusya,
Japonya ve Hindistan arasında bir ittifak kurulmasını önermektedir. Bu nedenle
ABD’nin, Japonya, Güney Kore, Hindistan ve ASEAN ile ilişkilerinin doğasını
Çin faktörünün belirlemeye başladığı ileri sürülmektedir.36
Bu kapsamda Japonya, Çin’in yükselişinden ve üç milyonluk ordusunun
modernizasyonundan tedirginlik duymakta ve dengeyi kendi lehine dönüştürmek
için kendi konvansiyonel kuvvetlerini genişletmek ve nükleer güç edinmek
konusunda baskı hissetmektedir. Dünyanın üçüncü en büyük ekonomisi olan
Hindistan, Güney Asya’da etkisini sürdürmeye devam etmekte ve Çin’in kendi
sınırlarına yönelik bir saldırısına karşılık ABD ile stratejik çıkarlarını bağlayarak
dengeleme çabalarına ağırlık vermektedir. Hindistan’ın artan gücünü dikkate
alan ABD, bölgedeki güvenlik konularında Hindistan’a daha büyük bir rol
vermek arayışı içerisindedir. Öte yandan ABD ve Japonya, kendi ittifaklarını Asya
politikalarının anahtar unsuru olarak görmelerine rağmen, Çin’in yükselişi bu
ilişkiyi karmaşık hale getirmekte ve günümüzde her biri diğerinin Çin’e daha
fazla yakınlaşmasından korkmaktadır. Japonya, aynı zamanda ABD ve Çin’in
kendi politikalarında daha fazla etkili olmasını önlemek için Rusya ile ilişkileri
geliştirmek istemektedir. Güney Kore’nin nükleer silahlarla ilgili agresifliği ise,
Japonya’yı Deniz Temelli Uçuş Savunma Sistemi (SMD) için önleme füzeleri
temin etmeye teşvik etmektedir. Bu kapsamda ABD stratejik nükleer güçleri
35 Bilgehan Emeklier, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslarararası Sistemin Analizi”, 4 Haziran 2010, http://www.
Bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararassistemin-analizi&catid=113: analizler-sosyo-kultur&Itemid=151
36 Igor Zevelev, “A New Realism for the 21st Century”, 27 December 2012, http://eng.globalaffairs.ru/
number/A-New-Realism-for-the-21st-Century-15817
24
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
ile birlikte Japonya’nın SMD yeteneği, Çin’in stratejik nükleer çaydırıcılığını
tehlikeye atma potansiyeli taşımaktadır.37
Günümüzde ABD ve Çin’in askeri kapasitesi, ABD lehinedir. 2011 yılında
ABD’nin 711 milyar dolar askeri harcamasına karşılık, Çin 143 milyar dolar askeri
harcama yapmıştır. ABD’nin nükleer silahları 50, kıtalararası balistik füzeleri ise,
25 kat daha fazladır Çin’den. Öte yandan, 2011-2012 döneminde ABD’de kişi
başına düşen GSYİH, 48,112 dolar iken, Çin’de 5,445 dolardır. Bu veriler, Çin’in
en azından yakın bir gelecekte ABD ile başa çıkamayacağını göstermektedir.38
Denge prensibi gereği günümüzde Çin-Rusya arasındaki politik ve askeri
işbirliği, ABD ile AB arasındaki ilişkileri derinleştirmiş ve Atlantik-Avrupa
entegrasyonuna yönelik çalışmalara hız kazandırmıştır. 1995 yılında oluşturulan
Yeni Transatlantik Gündem, taraflar için yeni bir yol haritası çizmiş ve bu
kapsamda; Orta ve Doğu Avrupa ekonomilerinin güçlendirilmesi, Rusya, Ukrayna
ve yeni bağımsızlığını kazanan devletlerde demokrasinin güçlendirilmesi, Kıbrıs
sorununun çözüme kavuşturulması, İsrail-Filistin ilişkilerinin normalleştirilmesi
ve Filistinlilerin uluslararası toplumda kabul görmesinin sağlanması,
Türkiye’nin Transatlantik ortaklığın bir parçası olması yolunda demokrasisinin
güçlendirilmesi gibi öncelikler belirlenmiştir.
Transatlantik ilişkilerin derinleştirilmesi konusunda en ciddi gelişmelerden
biri, ABD ve AB’nin 3 Şubat 2013 tarihinde aralarında bir Transatlantik Ticaret
ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) oluşturulması için müzakerelerin başlatılması
kararını en üst siyasi seviyede almış olmalarıdır. TTIP, Çin’in büyüyen ticari
kapasitesine karşı önlem niteliği taşıyan bir anlaşma olduğu gibi; yan etkileri
bakımından dünya ekonomisini dalgalandıracak gelişmeleri tetikleyebileceği
değerlendirilmektedir. 2012 yılı verileri AB bölgesi ile ABD arasındaki toplam
ticaretin yaklaşık 500 milyar Avro olduğunu göstermektedir. AB bölgesine
ABD yatırımı, ABD firmalarının tüm Asya’ya olan yatırımlarından 3 kat daha
fazla; ABD’ye olan AB yatırımları ise, AB’nin, Çin ve Hindistan’a yaptığı toplam
yatırımın 8 katı büyüklüğündedir. ABD ve Avrupa’nın dünya gayri safi yurtiçi
hasılasının yaklaşık yarısını ve dünya ticaret hacminin ise, 1/3’ünü oluşturduğu
göz önüne alındığında, bu anlaşmanın dünya dengelerini bozacak bir öneme
sahip olduğu görülebilecektir. 39
Diğer taraftan, askeri alanda ABD ve AB arasında yaklaşık 50 yıla dayanan
işbirliği, yeniden şekillendirilerek, NATO’nun günümüz şartlarına uyarlanması
sağlanmaktadır. 2003 yılındaki “Berlin Plus” düzenlemesi, 2010 yılındaki
37 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions,
Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31
38 Namrata Goswami,” Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions,
Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31
39 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2013, s.69.
25
Strateji Yazıları-I
Lizbon Zirvesi ve AB’nin güvenlik sorumluluğunu kendi başına üstlenmesi ve
kuvvetlendirilmesi yönündeki NATO’nun “Yeni Stratejik Konsept”i bu amaç
doğrultusunda atılan adımları oluşturmaktadır. Nitekim, Kuzey Afrika’yı
AB’nin askeri sorumluluk alanında tanımlayan Yeni Stratejik Konsept’in ilk
uygulamasının Libya müdahalesinde görüldüğü ve Kaddafi’nin devrilmesinde
başta Fransa olmak üzere, AB güçlerinin başrol oynadığı ileri sürülmektedir.40
ABD’nin güvenlik sorumluluğunu paylaştırma ve Çin’i dengeleme
politikasının bir diğer ayağını ise, Japonya oluşturmaktadır. Bu kapsamda;
NATO benzeri bir ittifak yapısının Asya-Pasifik çemberinde oluşturulmaya
çalışıldığı iddialarına sebep verecek şekilde Japonya, kendi askeri politikasını
giderek NATO ve ABD ile uyumlaştırmaya ve birleştirmeye çalışmaktadır.
2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın etkisiyle 1947’de yürürlüğe giren
Anayasası’nın 9. maddesi ile ordu bulundurmak hakkından feragat eden Japonya,
ordusunu yeniden canlandırma ve yapılandırma kararı almış;41 ayrıca kendi
Anayasa’sına aykırı olarak Savunma Ajansı’nı, Savunma Bakanlığı’na çevirmiş
ve kendi topraklarında küresel füze kalkanına bağlanan ABD radar tesislerini
konuşlandırmıştır. Anglo Amerikan ittifakının bir diğer parçası olan Avustralya
ise, Japonya ile güçlü bir savunma anlaşması imzalamış ve kendisini emniyete
almak için ülkenin Hint Okyanusu kıyısında Endonezya ve Malezya’nın altında
yer alan Geraldton şehrinde yeni bir ABD askeri üssü inşa etmiştir. ABD, Kasım
2011’de Avustralya’ya uzun vadede 2500 Amerikan askeri konuşlandıracak olan
bir plan konusunda da Avustralya Hükümeti ile anlaşma yapmıştır. Öte yandan,
artan bir şekilde Japonya ve kıyı müttefikleri (Filipinler, Tayvan ve Singapur)
askerileştirilmektedir.42 Avustralya ve Japonya arasındaki savunma anlaşması ve
Japonya’nın Anayasası’nı değiştirme hareketi birlikte değerlendirildiğinde, Rusya
ve Çin’e karşı NATO benzeri bir ittifak yapısının doğu kanadında kurulmaya
başladığını söylemek abartılı olmayacaktır.
ABD güvenlik stratejisinde temel öneme sahip bir diğer ülke ise,
Hindistan’dır. ABD Başkanı Barack Obama, iki güç arasındaki ilişkiyi “21. yüzyılı
şekillendirecek ortaklık” sözleriyle nitelendirmiştir.43 ABD-Hindistan arasında
1995’te başlayan ilişki çok hızlı bir şekilde gelişmiş; 2002-2010 yılları arasında
ABD, Hindistan’a 6 milyar dolar tutarında savunma teçhizatı satmış ve 2010
yılına kadar Hint Okyanusu’nda 56 adet ortak tatbikat gerçekleştirilmiştir. Batı
40 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012.
41 Japonya ordusunu yeniden kuruyor, 26 Temmuz 2013 http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_
id=299757
42 Mahdi Darius Nazemroava, “Global Military Alliance: Encircling Russia and China”, 5 October 2007,
http://www.Global research.ca/ global-military-alliancce-encircling-russia-and-china/5605
43 US Department of Defense, “Report to Congress on US-India Security Cooperation”, Kasım 2011, s.2,
http://www. defense.gov/pubs/ pdfs/20111101_NDAA _ Report_on_US_India_Security-Cooperation.
pdf
26
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
açısından stratejik önemi artan Hindistan, Rusya ile ortaklığını devam ettirmekle
birlikte, AB ve ABD ile daha yakın işbirliği içine girmiştir. Hindistan, 2010 yılında
Fransa ile 20 milyar dolar değerinde bir nükleer reaktör anlaşması imzalamış;
2012 yılında da yeni tamamladığı bir adet nükleer enerjili denizaltıya ek olarak 2
adet denizaltı daha inşa etmeye yönelmiştir. Böylece, bu anlaşmalar Hindistan’ın
Batı ile ortaklığını pekiştirmiş ve Çin’e gözdağı veren bir hamle olmuştur. ABD
ve Hindistan, Hint-Pasifik’te koordinasyonu güçlendirmek ve karşılıklı bir
anlayış inşa etmek üzere yaratıcı diplomatik çabalar içerisine de girmiş olup,
2011 yılı sonundan itibaren Japonya’yı da aralarına alarak bir­biri ardı sıra dört
başarılı toplantı gerçekleştirmişlerdir. Bu işbirliğinin önümüzdeki dönemde
daha fazla gelişeceği öngörülmektedir.44 Öte yandan Asya-Pasifik bölgesinde
devriye görevi yapan ABD Yedinci Filosu’nun gelecekte gücünün artırılacağı
ve ABD’nin uluslararası füze sisteminin Asya-Pasifik kanadındaki ortaklarının
Japonya, Güney Kore, Avustralya, Tayvan ve Filipinler olacağı belirtilmektedir.45
ABD’nin 2010 yılında açıkladığı Asya’ya yönelik “Pivot Politikası”
kapsamında küresel sorumluluklarını bölgesel boyutta paylaştırdığı bir diğer
ülke ise, Türkiye’dir. 2008 ABD ekonomik krizinin başlıca sorumlusu olarak
görülen Ortadoğu’daki ABD varlığının sorgulanması, bölgede sorumluluğu,
güç boşluğuna sebebiyet vermeyecek şekilde Türkiye’ye devredilmesi sonucunu
doğurmuştur. ABD, stratejik ortaklıkların dışında bazı bölgelerde ise, kiralama
yoluyla üslerini kurmakta olup, bu üslerden Afrika kıtasına yönelik olanı
Cibuti’de, Orta Asya’ya yönelik olanı Kırgızistan’da, Latin Amerika’ya yönelik
olanı Kolombiya ve Porto Riko’da kurulmuştur. ABD, Sahra-altı Afrika ve Latin
Amerika’da ise, mevcudiyetine sorumluluk paylaştırma yoluna gitmeden kendi
mevcudiyeti ile devam etmeyi tercih eder görünmektedir.
Öte yandan, savunma harcamalarının dörtte üçü ABD tarafından karşılanan
NATO’nun küresel bir güvenlik örgütü olması yönündeki çabalar da eş zamanlı
olarak yürütülmektedir. 2007 yılında ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve
Hollanda’nın emekli Genelkurmay Başkanları’nın birlikte yazdığı “Belirsiz
Dünyada Büyük Stratejiye Doğru” başlıklı çalışmada, bugünün hükümetlerinin
ve uluslararası kurumlarının gerçek zamanlı küresel iletişimle birbirine bağlanmış
bir dünyanın gereklerini karşılayacak bir yeteneğe sahip olmadığı; bu kapsamda
mevcut uluslararası kurumların kapsamlı bir gözden geçirmeye ihtiyacı olduğu
belirtilerek, NATO’nun geleceğin güvenlik yapısının temel unsuru olarak hizmet
etmeye en uygun kurum olduğu ileri sürülmüştür.46 Nitekim, genişleme sürecini
44 Yükselen Güçlerle İlişkiler, 9 Kasım 2013, http://www.incanews.com/m/?aType=haber&ArticleID=5471
45 Rick Rozoff, “U.S. Intensifies Military Encirclement of Chine”, November 19, 2012, http://www.
boilingfrogspost.com/ 2012/11/19/u-s-intensifies -military-encirclement-of-china/
46 General (ret.) Dr. Klaus Naumann, KBE, Former Chief of the Defence Staff Germany,Former Chairman Military
Committee NATO; General (ret.) John Shalikashvili,Former Chairman of the Joint Chiefs of Staff ofthe United
27
Strateji Yazıları-I
Bireysel Üyelik Eylem Planları ve Ortaklıklar (Barış İçin Ortaklık, Akdeniz
Diyaloğu girişimi, Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi, İstanbul İş Birliği Girişimi)
şeklinde yürüten NATO, değişen güç dengesi algısı çerçevesinde 2012 yılında
ilk defa belli bir coğrafyayla bağlantılı olmayan ve çoğunluğu Asya-Pasifik’te
yer alan ülkeleri kapsayan (Afganistan, Avustralya, Irak, Japonya, Moğolistan,
Yeni Zelanda, Pakistan ve Güney Kore) bir ortaklık programı olarak “Küresel
Ortaklar Programı”nı başlatmıştır. NATO, 2013 yılında ise, Kolombiya ile bir
Bilgi Güvenliği Anlaşması imzalamış ve böylece Kolombiya NATO ile iş birliği
yapan ilk ve tek Latin Amerika ülkesi olmuştur.47
Rusya Federasyonu: Çin faktörü ABD’nin dünya genelindeki politikalarını
etkilediği oranda, ABD-Rusya ilişkileri de bundan etkilenmektedir. ABD ve
AB’nin Avrasya’daki yayılmacı politikalarına karşı RF, Çin ile yakınlaşarak
Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’ın da katılımıyla 1996 yılında bir forum
olarak kurdukları “Şanghay Beşlisi”ni, 2001 yılında “Şanghay İşbirligi Örgütü
(ŞİÖ)” haline getirmislerdir. ŞİÖ ile baslangıçta askerî ittifak ve bloklaşma söz
konusu degilken, Atlantikçi blogun Avrasya’daki yapılanması olgusuna karşı
Asya-Pasifik dayanışmasının temelleri atılmıstır.
Bugün Rusya dış politika düşüncesinde en etkili akım devletçi realist bakış
açısıdır. Rus devletçileri ABD’nin küresel etkisini sınırlamak için Rusya’nın, eski
SSCB topraklarındaki etkisini artırmasını istemektedir. Rus siyasi eliti içinde
devletçi realistler önemli bir yer tutmakta olup, gündemlerinde ABD ile geçici
herhangi bir koalisyon kurulması söz konusu değildir.
Rus kamuoyu araştırma şirketi Levada Center tarafından 2012 yılında
yapılan bir ankete göre; Rusların %35’i ABD’yi düşman olarak görürken, sadece
%4’ü Çin’i bu kategori içerisinde değerlendirmektedir. Ancak, ABD ve Çin
arasındaki güç dengesi değişmektedir ve önümüzdeki dönemde Çin’in artan
hırsına karşılık verme ihtiyacı, Rusya’nın dış politika gündemininin başlıca
unsuru olabilecektir. Gelecekte Rusya’nın Çin ve ABD’ye görece daha az güçlü,
ancak birini diğerine alternatif olarak seçecek kadar yetenekli bir “Kanat devlet”
olması muhtemel görünmektedir. Bu kapsamda Rusya, bazı konularda ABD,
diğer konularda ise Çin ile geçici koalisyonlar oluşturabilecektir. Nitekim, Rusya
şimdiden bir çok uluslararası güvenlik konularında ABD ile işbirliği yapmaktadır
(Dünyanın en büyük uluslararası deniz savaş tatbikatı olan RIMPAC’a Rus Pasifik
States of America,Former NATO Supreme Allied Commander in Europe;Field Marshal The Lord Inge, KG,
GCB, PC, Former Chief of the Defence Staff United Kingdom, Admiral (ret.) Jacques Lanxade,Former Chief
of the Defence Staff France Former Ambassador;General (ret.) Henk van den Breemen, Former Chief of the
Defence Staff the Netherlands, “Towards a Grand Strategy for an Uncertain World, Renewing Transatlantic
Partnership”, 2007, http://csis.org/files/media/csis/events/080110_grand_strategy.pdf
47 http://tr.wikipedia.org/wiki/NATO
28
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Filosu’nun katılımı gibi). Diğer taraftan Rusya, BM Güvenlik Konseyi (BMGK)’ni
güçlendirmek ve çok kutuplu dünya düzenini savunmak gibi egemenlikle ilgili
konularda Çin ile işbirliği yaparak ABD’nin küresel liderliğini dengelemeye
çalışmaktadır. Bu kapsamda; BMGK’da kullanılan vetolar, Rusya ve Çin’in dünya
meselelerindeki ortak bakış açılarını göstermeleri açısından önemlidir. 2007-2012
arasında BMGK’da kullanılan yedi adet vetonun beşinde Rusya ve Çin’in birlikte
hareket ettiği (Myanmar, Zimbabwe, Suriye konularında) görülmektedir. Rusya
ve Çin’in ortak vetolarının hepsinin, egemen devletlerin iç işlerine uluslararası
müdahaleyi önleme amaçlı olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Rusya ve
Çin, birçok küresel ve bölgesel konularda bağımsız, ancak paralel politikalar
takip etmektedir.48 Öte yandan ŞİÖ’de Çin ve Rusya ilişkileri ayrı bir önem arz
etmektedir. İki ülke arasında ortak askeri tatbikatlar, sınır devriyesi ve Çin’in
Rusya’dan askeri teçhizat satın alma gayretleri de artmıştır.
Çin Halk Cumhuriyeti: Çin, son 30 yılda ekonomik büyümesi ve
uluslararası alanda artan görünürlüğüyle önümüzdeki dönemin küresel güç
mücadelesinde önemli bir eksen olacağını ortaya koymaktadır. Çin’in askeri
ve teknolojik alanda son dönemde göstermiş olduğu ilerlemenin, yalnızca
ekonomik alanla sınırlı kalmayacağı ve derin siyasi etkilerinin de olacağı
tartışılmaktadır. Bu kapsamda; Çin’in dış politikada en önemli hedefleri; ABD
ve Batı dünyasını ürkütmeden ekonomik ve askeri gelişimini tamamlamak, hızla
artan enerji ihtiyacını karşılamak için Orta Doğu’da söz sahibi olmak ve Afrika,
Orta Asya ve Latin Amerika gibi yeni enerji pazarlarına girmek, ŞİÖ, ASEAN ve
APEC gibi uluslararası kurumlarla bölgede barış içerisinde kendi üstünlüğünü
tesis edebilmektir.49
Yükselen ekonomik gücüne rağmen tam anlamıyla askeri ve siyasi olarak
bir süper güç olmadığının farkında olan Çin, “Barış içinde bir arada yaşama”
ilkesine dayanan barışçı bir dış politika takip etmektedir. Çin, günümüzde petrol
ihtiyacının üçte birini dış ülkelerden karşılamakta olup, bu oranın 2020 yılında
yüzde 50’ye ve 2030 yılında yüzde 80’e çıkacağı tahmin edilmektedir. Bu nedenle,
ülke ekonomisini ayakta tutacak olan güvenilir petrol kaynaklarına ulaşmak Çin
dış politikasının ana hedeflerinden biridir. Enerji kaynaklarına ulaşım açısından
Ortadoğu ve Orta Asya, Çin için çok önemlidir. Orta Asya’da ABD’yi jeopolitik
bir rakip olarak gören Çin’in Orta Asya politikası, daha geniş stratejik yaklaşım
içinde, ABD’ye karşı çok kutuplu dünyanın yaratılması çabasıdır.
48 Igor Zevelev, “A New Realism for the 21st Century”, 27 December 2012, http://eng.globalaffairs.ru/
number/A-New-Realism -for-the-21st-Century-15817
49 Emine Akçadağ, Yükselen Güç Çin’in Dünden Bugüne Dış Politika Analizi, 17 Mart 2010, http://www.
bilgesam.org/incele/865/-yukselen-guc-cin%E2%80%99in-dunden-bugune-dis-politika-analizi/#.
U8TR4RhrPcs
29
Strateji Yazıları-I
Uluslararası arenadaki Amerikan hegemonyasına karşı çok kutupluluğu
sağlamak isteyen Çin, Rusya ile işbirliği yapmakta; bu kapsamda çıkarları örtüşen
iki devlet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi nezdindeki işbirliklerinin yanı
sıra, bölgesel forumlar inşa etmek ve başta silah satımı olmak üzere, askeri
işbirliği yapmak, stratejik ortaklığın önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Silahın
yanı sıra ileri teknoloji ürünleri, elektronik, telekomünikasyon ve nükleer enerji
alanında da iki ülke önemli bir işbirliği sağlamıştır.
Çin, küresel politikalarda etki düzeyi arttıkça, askeri harcamalarını artırma
eğilimine girmiştir. ABD ve AB’nin 1989’dan (Tiananmen Olayları) itibaren Çin
ile silah alışverişinin kısıtlanması, Rusya’ya boş alan bırakılmasına neden olmuş
ve böylece Çin’in ithal ettiği silahlar arasında Rusların payı %80’e çıkmıştır. Çin
ve Rusya, askeri işbirliklerini ortak tatbikatlarla da her geçen gün genişletmekte
olup, taraflar ortaklaşa düzenledikleri tatbikatları ŞİÖ bünyesinde çok taraflı
bir yapıya kavuşturmak istemektedir. Çin, aynı zamanda Pakistan’ın nükleer
teknolojisinin üstü kapalı finansörü ve aracısı görevini yerine getirmekte
olup; iki ülke halen iki yeni nükleer reaktör konusunda görüşmelere devam
etmektedir. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü, 2010’da 1,6
trilyon doları bulan ve yüzde 43’ü ABD’ye ait olan askeri harcamalarda, ABD
askeri harcamalarının hız kestiğini, buna karşılık Çin, Rusya ve Hindistan’ın silah
alımlarını hızlandırdığını ve ordularını daha çok donattıklarını ifade etmektedir.
Aynı kaynağa göre, 2001-2010 döneminde ABD’nin askeri harcamaları yüzde 81,
Çin’inki ise, yüzde 189 artmıştır.50
2008 yılı rakamlarına göre Çin’in yıllık savunma harcamalarının 85 milyar
dolar olduğu tahmin edilse de, Batılı düşünce kuruluşları gerçek rakamın
bunun en az 2 ila 3 katı olduğuna inanmaktadır. Amerikan düşünce kuruluşu
Rand Corporation’a göre Çin’in denizaltı alanında kaydettiği mesafe de dikkat
çekmektedir. Çin’in 2002’de seyir füzeli 8 adet denizaltısı varken, bu sayı 2011’de
29’a çıkmıştır. Öte yandan Çin’in, füze teknolojisi, elektronik harp ve bilgisayar
sistemleri ve siber savaş yöntemleri konularında da ciddi harcamalar yaptığı ve
bu konularda önemli bir rakip haline geldiği kaydedilmektedir.51
Günümüzde uzay gücü, tıpkı 18. yüzyılda sahip olunan deniz gücünün
muadili haline geldiğinden küresel hedefleri bulunan ülkeler, kapsamlı
bir uzay kapasitesinden yoksun olduklarında küresel düzeyde başat rol
oynayamayacaklarının farkına varmıştır. Bu nedenle Çin, Soğuk Savaş sırasında
başlattığı uzay programını sağlam bir şekilde geliştirmektedir. Çin, 1960’larda
ABD’nin uzay programının sadece uzaya astronot göndermekle sınırlı kalmayıp,
50 Mustafa Sönmez,” Güç Dengesi Değişiyor, Silahlanma Hızlanıyor”, 12 Ekim 2011, http://mustafasonmez.
net/?p=1068
51 ABD’nin yeni savunma doktrini Çin’i kızdırdı, 14 Ocak 2012, http://www.dunya.com/abdnin-yenisavunma-doktrini-cini-kizdirdi-143291h. htm
30
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
bir kuşağa yetecek kadar mühendislik ve sistem entegrasyonu uzmanlığı
sağladığını, bunun da ABD’ye 20. yüzyılın geri kalan yarısında ekonomik ve
teknolojik üstünlük kazandırdığını fark etmiştir. Çin, bu bağlamda ABD’nin
uzay sistemini kopya ederek işe başlamış ve Çin’in uzaya insanlı hava aracı
gönderme programı son yirmi yıldır gözle görünür ve kayde değer bir ilerleme
kaydetmiştir.52
Çin, bu arada kritik önemdeki diğer fırlatma araçları ve ileri iletişim
sistemlerini de geliştirmektedir. Bu kapsamda Çin, 2015 yılında alçak dünya
yörüngesine 25 ton gönderebilen yeni Long March 5’i fırlatacaktır. Ayrıca Çin’in
navigasyon sistemi “Beidou”nun, Avrupa muadili “Galileo”dan önce, 2020 yılından
önce, operasyonel olması; önümüzdeki on yıl içinde ay yüzeyine bir “Tailkonaut
(Batılıların, Çinli astronotlara verdiği isim)” indirmesi beklenmektedir. Çin,
uzayın askeri operasyonlar açısından rolünü de görerek, bu kapsamdaki
yeteneklerini geliştirmek için gayret sarfetmektedir. Çin, aynı zamanda uzayı
dış politika planlamasına dahil etmiş görünmektedir. Bu bağlamda kalkınmakta
olan ülkelere yönelik olarak “Anahtar teslim uydular” geliştirmekte; aralarında
Nijerya ve Venezuela dahil olmak üzere, bir dizi ülkeye yerli üretim ve işletime
sahip telekomünikasyon ve uzaktan algılamalı uydu temin etmektedir. Uzayın
bu çift taraflı kullanımı Çin’in kritik bölgelerde kalkınmakta olan ülkelere destek
kisvesi altında potansiyel askeri destek verebileceği anlamına gelmektedir.53
Yapılan öngörülere göre Çin, 2020 yılında ticari uzay mekiği ve uydu fırlatma
piyasasının yarısını ele geçirmiş olacaktır. Bununla birlikte, Çin’in ticari uzay
ürünlerinde kesin bir üstünlük elde edeceği belirsizdir. Keza, önümüzdeki yıllarda
“Long March”ın fırlatma sistemlerinin, Kazakistan’dan fırlatılan Rus yapımı
“Proton” roketleriyle rekabet edemez duruma gelmesi olasılık dahilindedir.
Bölgesel olarak bakıldığında, önümüzdeki dönemde Asya’da kurulacak güçlü
bir bölgesel uzay işbirliği, Asya’nın Batı açısından oldukça güçlü bir rakibe
dönüşmesini sağlayabilecektir. Rusya hariç, diğer BRIC ülkeleri uzay konusunda
ciddi bir kapasiteye sahip değildir. 2025 yılında Çin’li bir astronotun uzay yüzüne
çıkması halinde, Avrupa teknolojik ve ekonomik anlamda Çin’in gerisine
düşecektir. Diğer taraftan ABD, her yıl uzaya 60 milyar dolar harcamaktadır.
Bununla birlikte, bütçede yapılan kısıntılar nedeniyle ABD Ulusal Havacılık ve
Uzay Dairesi (NASA), alçak dünya yörüngesinin ötesine geçmek için gereken ağır
fırlatım araçlarını henüz üretememiştir. NASA’nın, bütçedeki kısıntılar nedeniyle
2020’den önce söz konusu fırlatım aracını üretemeyeceği tahmin edilmektedir.
ABD’nin uzaydaki diğer önemli ortağı Japonya da, bütçesinde önemli kısıntılarla
52 Vincent G.Sabathier ve G.Ryan Faith, “Çin’in Uzay Programının Küresel Etkileri”, 17 Ağustos 2013,
http:// yenidunyagündemi.com/ haber-102-cin%E2%80%99in_uzay_programinin_kuresel_etkileri.html
53 Vincent G.Sabathier ve G.Ryan Faith, “Çin’in Uzay Programının Küresel Etkileri”, 17 Ağustos 2013,
http://yenidunyagündemi.com/haber-102-cin%E2%80%99in_uzay_programinin_kuresel_etkileri.html
31
Strateji Yazıları-I
karşı karşıya olduğu için yakın zamanda uzay programını ilerletemeyecek
görünmektedir.54
2007 yılında uzaydaki 850 uydudan 440’ına (%53) sahip olan ABD’ye karşı
sadece %4’lük kısmı elinde tutan Çin, bu alandaki çalışmaları neticesinde
bugüne gelindiğinde üç bin merkezde onbinlerce kişiyi istihdam eden bir uzay
sektörüne ve üç uydu fırlatma merkezine sahip bulunmaktadır. Çin, ayrıca
tablet bilgisayarların dokunmatik ekranlarında kullanılan Evporyum, Tantalum,
Hafniyum; internet kablolarının temel maddesi olan Erbiyum, bilgisayar
işlemcilerini besleyen Disporyum ve güneş enerjisi elde etmede kullanılan
Tellür gibi elementler konusunda dünya ihtiyacının %97’sini karşılamaktadır. Bu
nadir elementler üzerindeki Çin tekeli, bu elementlere sanayisi bağımlı ABD ve
Japonya üzerinde aynı zamanda bir dış politika aracı olarak da kullanılmaktadır.55
Çin’in Amerika ile ilişkilerine bakıldığında; ilk olarak Amerika ile dönem
dönem sorun arz eden ilişkiler göze çarpmaktadır. Günümüzde Çin ile Amerika
Birleşik Devletleri arasındaki en önemli sorun Tayvan bölgesidir. Uzun yıllardır
devam eden bu sorunda bazı dönemlerde anlaşmaya varılsa da, kalıcı bir çözüm
bulunamamıştır. Çin ile ABD arasındaki ilişkiler birbirlerini dengeleme amaçlı
olsa da, karşılıklı ekonomik bağımlılıklar çatışma riskini azaltmaktadır. Çin’in
ABD’ye ihracatı son 15 yıl içinde %1600 artmıştır. ABD’nin Çin’e ihracatı ise,
aynı dönemde 7 katına çıkmıştır. Çin’in ihracat odaklı ekonomik büyümeyi
sürdürebilmesi için, ABD pazarının büyümesine ihtiyacı vardır. Başka bir
deyişle, Çin ile ABD, ekonomik manada birbirlerine bağımlı hale gelmişlerdir.
Bu nedenle, ilişkilerin karmaşıklaştığı günümüz dünyasında ekonomik, askeri ve
politik boyutta tam bir kutuplaşmadan bahsetmek güç görünmektedir. Nitekim,
Çin’in askeri alanda modernizasyonunu 1978 yılından beri ABD’nin temel
müttefiklerinden biri olan İsrail üstlenmektedir. 1989 Tiananmen Olayları’ndan
beri AB üyelerinin Çin’e silah satmaları yasaklanmış olsa da, savunma teçhizatını
başka ülkeler üzerinden Çin’e satanlar arasında Fransa, Almanya, İtalya ve
İngiltere de bulunmaktadır.56
Küresel Güç Mücadelesinin Bölgelere Yansımaları
Küresel karşılıklı bağımlılığın artmasına rağmen, aktörler arasındaki temel
çıkarlar çatışmakta ve stratejik rekabet sürmektedir. Bu kapsamda, gücün
dağılmasının hem yerleşik ve yükselen güçler arasında, hem de yükselen güçlerin
kendi aralarında süregelen stratejik rekabeti şiddetlendirdiği; Soğuk Savaş
54 Vincent G.Sabathier ve G.Ryan Faith, “Çin’in Uzay Programının Küresel Etkileri”, 17 Ağustos 2013,
http:// yenidunyagündemi.com/ haber-102-cin%E2%80%99in_uzay_programinin_kuresel_etkileri.html
55 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012.
56 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012.
32
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
döneminde SSCB’ye karşı uygulanan ve başarılı olan “Çevreleme” stratejisinin
günümüzde Çin ekseninde işleme konulmuş olduğu gözlemlenmektedir.
Öte yandan, ABD’nin soğuk savaş sonrası dönemdeki kaba güç kullanımı ve
“Demokratik müdahaleler” süreci, başta Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika
olmak üzere, ekonomisi ve demokrasisi henüz gelişmemiş ülkelerin yer aldığı
bölgelerde söz konusu ülkelerin mevcut yapılarını korumak için dengeleme
arayışlarını yoğunlaştırmıştır. Gelecek yıllarda en keskin mücadelelerin,
jeopolitik fay hatlarının kırılgan olduğu bölgelerde, çevresini kontrol ederek
kendi değerlerine ve çıkarlarına göre düzen ve istikrar sağlamaya çalışan güçler
arasında olacağı tahmin edilmektedir.
Kafkasya Bölgesi: Kafkasya, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında, Kafkas
Dağları üzerine yerleşmiş; Orta Asya ve Ortadoğu arasında bir nevi köprü
vazifesi gören, Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye ve İran’ın bir
bölümünü içeren stratejik öneme sahip bir coğrafyadır. Bölge, mevcut önemine
ilaveten zengin petrol ve doğalgaz rezervleri dolayısıyla “21. yüzyılın yeni
Ortadoğusu” olarak öngörülen Hazar Havzası’na yakınlığı ve doğu-batı enerji
koridoru üzerinde bulunuşu gibi nedenlerle büyük bir jeopolitik ve jeoekonomik
değer kazanmıştır.
Bölgede karşılıklı güç dengeleri söz konusudur. Bu güç dengesinin bir
tarafında ABD ile ittifak içinde olan Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan; diğer
tarafında Rusya ile ittifak içinde olan Ermenistan ve İran bulunmaktadır.
11 Eylül olayları sonrasında ABD ve genel anlamda Batı, Orta Asya ile
bağlantısını büyük ölçüde Güney Kafkasya üzerinden sağlamıştır. Batı için Güney
Kafkasya; Rusya ve İran’ı çevrelemek; bölgedeki doğal kaynakların uluslararası
piyasalara çıkarılmasını güvenli bir biçimde sağlamak; küresel politikalarda üs
olarak kullanmak ve aynı zamanda bu amaçlar doğrultusunda Türkistan’a (Orta
Asya’ya) ulaşmak konusunda köprü olarak kullanmak (ki, Türkistan bölgesi
Rusya’yı güneyden, İran’ı doğudan, Çin’i kuzeybatıdan çevrelemek açılarından
da ) bakımlarından önem taşımaktadır. Rusya açısından ise; güneye (yayılmacılık
stratejilerinde Hint Okyanusu’na) inmek için kısa bir yola kavuşmak;
kuzeydoğuya/doğuya yönelme çabaları bulunan diğer devletleri sınırlarından
uzakta tutmaya çalışmak; uluslararası piyasalara alternatif doğal kaynak
sunulmasını engellemek ya da en azından sınırlamak, böylece bu tür kaynakların
alıcısı konumundaki devletlerin kendine olan bağımlılığını mümkün olduğunca
korumak, ayrıca bağımsızlığına yeni kavuşmuş devletlerin bağımsızlıklarını
güçlendirmelerini engellemek; ABD’nin bu bölge üzerinden Türkistan’a ulaşma
olanaklarını sınırlandırmak ve belki de en önemlisi Hazar ve Karadeniz bölgeleri
33
Strateji Yazıları-I
bakımından Kafkasya’nın kendisi için stratejik konuma sahip olması nedenleriyle
önem arz etmektedir.57
İran, 2000’li yıllarda nükleer programından kaynaklanan sorun
şiddetlendikçe ve Batılı güçlerin (Özellikle de ABD ve İsrail’in) askeri ve siyasal
açıdan hedefi olma konumu güçlendikçe Güney Kafkasya’yı “Milli güvenlik riski”
taşıyan bölge olarak nitelemiştir. Çin için, küresel güç olma yolunda yeni bir
pazara ve genel olarak ekonomik çıkar alanına sahip olmak; bölgeden ve bölge
üzerinden kendisine yönelebilecek tehditleri (Özellikle ABD’nin Çin’i çevreleme
girişimleri ve Çin’in toprak bütünlüğüne yönelik girişimleri) sınırlandırmak;
bölgedeki enerji kaynaklarına ulaşarak kendisi için kaynak çeşitliliği yaratmak
bakımlarından Kafkasya önem taşımaktadır.58
Ortadoğu’nun uzantısı olarak değerlendirilebilecek olan Kafkasya,
günümüzde yerel cumhuriyetler, iç aktörler ve dış güçler arasında yoğun
bir mücadeleye sahne olmaktadır. Türkiye, Rusya ve İran ile stratejik işbirliği
doğrultusunda adımlar atsa da; Rusya, Ermenistan ve İran arasında Gürcistan,
Azerbaycan ve Türkiye’ye karşı Kafkaslarda bölgesel bir eksen mevcuttur. Bölgede
Gürcistan en hızlı silahlanan ülkelerden biridir. Gürcistan’ın askeri faaliyetlerini
artırmasına ve NATO’nun Kafkaslardaki gizli gündemine karşılık vermek için,
Rusya, Kuzey Kafkaslardaki Rus birimlerini güçlendirmekte ve Ermenistan’daki
askeri varlığını genişletmektedir. Bu kapsamda, Rusya ve Ermenistan Ağustos
2010′da iki taraflı bir askeri anlaşma imzalamıştır. 59
Öte yandan İran ile Batı arasındaki ilişkilerin ısınması, Gürcistan’a güvenin
azalması ve diğer süreçler ABD’nin Güney Kafkasya politikasında jeostratejik
hedeflerinin belirsizliğine neden olmuş; böyle bir ortam ise, Ermenistan’ı ABD
politikasında önemli kılmaya başlamıştır.60 Diğer taraftan Gürcistan’ın, Güney
Kafkasya’da ABD, AB ve Rusya’nın çıkarlarını ne şekilde maksimize edebileceği
netlik kazanmamış ise de, Gürcistan’ın Hazar-Karadeniz havzasında enerjiden
güvenliğe Rusya’nın güney aksında sahip olduğu stratejik önem, Rusya-Gürcistan
diyalog kanallarının açık tutulmasını gerektirmektedir.61 Çin ise, bölgede fazla
dikkatleri çekmeden Azerbaycan ve kısmen de Ermenistan ile iyi ilişkiler
geliştirmektedir. Bu kapsamda Çin-Gürcistan-Azerbaycan’ın özellikle İpekyolu
57 Araz Aslanlı, “Yeni Küresel Mücadelede Kafkasya ve Karabağ Sorunu”, Eko-Avrasya Yayınları, Eylül 2013,
http:// ekoavrasya.net/ images/upload/attachments/KARABAG.pdf
58 Araz Aslanlı, “Yeni Küresel Mücadelede Kafkasya ve Karabağ Sorunu”, Eko-Avrasya Yayınları, Eylül 2013,
http:// ekoavrasya.net/ images/upload/attachments/KARABAG.pdf
59 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.Wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
60 ABD’nin Güney Kafkasya’daki Öncelikleri, 31 Mayıs 2014, http://politikaakademisi.org/abdnin-guneykafkasyadaki-oncelikleri/
61 Kerim Has, Güney Kafkasya’da Değişen Konjonktür: Moskova-Tiflis Hattında Normalleşme Sancıları, Uluslararası
Stratejik Araştırmalar Kurumu, Analiz No:21, Nisan 2013
34
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
projesi ve toprak bütünlüklerine verdikleri önem bağlamında ortaklıklarını
sürdürdükleri vurgulanabilir.
Güney Kafkasya, hem direkt kendisinden kaynaklanan değerleri (Stratejik
konumu, doğal kaynakları vb.), hem de yeni küresel mücadelenin en önemli
sahalarından olan Karadeniz, Hazar havzası, İran ve Orta Asya bölgelerine sınır
olması dolayısıyla önemini sürekli artırmaktadır. Özellikle Avrupa’nın enerji
güvenliğinin sağlanması konusunda oynamaya başladığı rol Güney Kafkasya’nın
Batı gündemindeki yerini kalıcı hale getirmiştir. ABD ve müttefiklerinin 11 Eylül
olaylarından sonra Afganistan’daki askeri varlığı Batı için; İran’ın hemen hemen
tüm yönlerden çevrelenmesi ise, İran ve Rusya için Güney Kafkasya’nın geçiş
yolu olarak önemini artırmıştır. Günümüzde Güney Kafkasya’da çıkarlarını en
fazla maksimize eden devletler ABD ve Rusya olup; bu iki devlet, hem sahip
oldukları olanakları ve tarihsel ilişkilerini iyi kullanarak, hem de aktif politikalar
takip ederek, bölgeye ilişkin stratejilerini büyük ölçüde başarıyla sürdürmektedir.
Bölgede Rusya-ABD çekişmesi soğuk savaş şeklinde devam ederken, Türkiye,
İran, Çin, İsrail, Almanya ve bazı Arap ülkelerinin gelecek dönemlerde bölgede
sahip oldukları araçlarla bu mücadelede açık veya örtülü olarak daha aktif yer
alabilecekleri öngörülmektedir.62
Balkanlar Bölgesi: Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki askeri
operasyonlar için bir merkez konumundadır. İran’ın, Ortadoğu’daki rolüne
benzer şekilde, eski Yugoslavya Cumhuriyeti, ABD ve NATO’nun, Balkanlardaki
kontrolünü konsolide (birleştirme) etmesini önleyebilecek bir güç niteliğindeydi.
Yugoslavya’daki etnik gerginliklerin fitilinin ateşlenmesinin arkasında eski
Yugoslavya’nın jeostratejik konumunun rol oynadığı düşünülmektedir.
Günümüzde Sırbistan, bir yandan AB ve ABD, diğer yandan Rusya ile yakın ilişkiler
içerisindedir. Sırp Cumhuriyeti’nin sonu, AB ve Amerika tarafından desteklenen
Kosova eyaletinin kaderine bağlı görünmektedir. Öte yandan Tuna Nehri,
Sırbistan için Karadeniz’e ve Rusya’ya açılan bir can simididir. Bunu önlemek için
Tuna Nehri’ne sınırı olan tüm ülkelerin kontrol edilmesi gerekmektedir. Tuna
Nehri’ne sınırı olup da AB ve ABD ekseninde olmayan tek ülke Moldova’dır.
Moldova, Rusya tarafından Sırbistan ve Doğru Avrupa’daki Rus pozisyonununu
güçlendirmek için kullanılmaktadır. Nitekim, Moldova’daki “Twitter Devrimi”
de Balkanlardaki bu mücadelenin bir uzantısı ve eski Yugoslavya’daki olaylar ve
Kosova sorunu ile bağlantılı gözükmektedir.63
62 Araz Aslanlı, “Yeni Küresel Mücadelede Kafkasya ve Karabağ Sorunu”, Eko-Avrasya Yayınları, Eylül 2013,
http:// ekoavrasya.net/ images/upload/attachments/KARABAG.pdf
63 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://
dunyadanceviri.wordpress. com /2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-darius-nazemroaya/
35
Strateji Yazıları-I
Ukrayna’nın durumu ise, soru işareti barındırmaktadır. Ukrayna, stratejik
konumu itibariyle Rusya’nın savunmasının merkezindedir. Ukrayna-Kazak
geçidinin bloke edilmesi halinde, Rusya, güney sınırı olan Kafkasya’dan ayrılmış
olacaktır. Ukrayna, aynı zamanda Odessa ve Sivastopol gibi iki kritik limana ev
sahipliği yapmaktadır. Rusya’nın bu limanlarla ticari ve askeri erişiminin kaybı,
Rusya’nın Karadeniz’deki etkisini azaltacak ve Akdeniz’e ulaşımını ortadan
kaldıracaktır. Bu nedenle, Ukrayna ve AB arasındaki sıkı bir entegrasyon,
Rusya’nın ulusal güvenliği açısından hayati tehdit taşımaktadır.64 Bu kapsamda
Ukrayna’daki son gelişmelerin en büyük destekçilerinin AB ve ABD olduğu; bu
ülkeler üzerindeki kontrol mücadelesinin bölgedeki gerginliklerin kaynağını
oluşturduğu değerlendirilmektedir. Öte yandan Sırbistan’ın Tuna Nehri’ne
kıyısı, Vojvodina Özerk Bölgesi’nde bulunduğu için Vojvodina’yı Sırbistan’dan
ayırmaya dönük örtülü çabalar gerçekleştirildiği ileri sürülmektedir.65
Diğer taraftan; Romanya’nın NATO üyesi olması sonrasında ABD, geçici
üs, ikili işbirliği, NATO çerçevesinde ikili ve çok uluslu ilişkileri vasıstasıyla
Karadeniz’deki varlığını artırmış ve süreklilik kazandırmıştır. Dış politika
analistlerine göre; Romanya, Karadeniz bölgesinde bulunmasının yanı sıra,
Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Körfez bölgesine yakınlığı nedeniyle stratejik
bir konuma sahiptir. ABD’nin, Romanya’dan temel beklentisi, Karadeniz’e
açılım sağlayacak ortamı sunması, ayrıca Afganistan’a kadar olan Avrasya
bölgesinde ABD’nin yapacağı operasyonlara askeri ve lojistik üs ve kolaylıklar
sağlamasıdır. Nitekim, 13 Eylül 2011 tarihinde yayınlanan ortak deklarasyonla
iki ülkenin “Stratejik ortak” olarak ilan edilmesi, yine aynı tarihte NATO Füze
Kalkanı Projesi kapsamında “EPAA-Avrupa Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşımı”
çerçevesinde Amerikan SM-3 (Karaya konuşlu versiyonlar) füzesavar füzelerinin
Romanya’ya konuşlandırılması kararı verilmesi ve 18 Ekim 2013 tarihinde
Deveselu Hava Üssü’nde füzelerin konuşlandırılacağı tesislerin temelinin
atılması bu yöndeki gelişmeler kapsamındadır. Deveselu Üssü’ndeki temel
atma töreni sonrasında yapılan açıklamada Romanya’daki Mihail Kogălniceanu
hava üssünde bir Amerikan ileri harekat noktasının teşkil edileceği; ABD’nin
Afganistan’daki harekatın personel ve lojistik desteği için kullandığı Manas
üssü’nün rolünün Romanya’daki Mihail Kogălniceanu Üssüne geçeceği ifade
edilmiştir. Bu gelişmeyle ABD’nin, Karadeniz’deki askeri varlığı daha da artmış
olmaktadır.66
64 George Friedman, “Perspectives on the Ukrainian Protests”, Geopolitical Weekly, January 28, 2014, http://
www. stratfor.com/ weekly/perspectives-ukrainian-protests
65 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
66 Cahit Armağan Dilek, “ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz’de”, 21. Yüzyıl
Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/abd/2013/11/25/7315/abd-romanya-stratejikortakligi-abd-artik-surekli-karadenizde
36
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Ortadoğu Bölgesi: Ortadoğu, küresel ekonomi açısından enerji merkezi
konumundadır. Başka bir deyişle, modern endüstriyel dünyanın kalbi Basra
Körfezi’nde atmaktadır. Soğuk Savaş döneminde sistem düzeyinde rekabet
unsuru olan SSCB-ABD güç dengesi, Ortadoğu bölgesinde bölge ülkelerinin
silahlanma yarışına doğrudan etki yapmış; SSCB yanlısı ülkeler silah ve teçhizat
sistemleri ile ulusal güç maksimizasyonuna giderken, başta Suudi Arabistan
olmak üzere Yemen, Katar ve Ürdün gibi ülkeler ABD yanlısı politikalar izlemiş
ve 1948 yılında İsrail’in kuruluşundan sonra İsrail bölgede ABD’nin en önemli
müttefiki haline gelmiştir.67
Günümüzde ise, ABD’nin küresel üstünlüğü azaldıkça, küresel güç yapısı da
değişim göstermektedir. Bu güç değişiminin sonuçları ise, en çok Ortadoğu ve
Kuzey Afrika bölgelerinde hissedilmektedir. Her ne kadar ABD siyaset yapıcıları
ABD’nin Ortadoğu’ya olan sarsılmaz bağlılığını vurgulamaya devam edecek
olsa da, Ortadoğu’da ABD gücü ve angajmanının maksimum noktaya ulaştığı
değerlendirmeleri yapılmaktadır.
Önümüzdeki 20 ila 30 yıl içinde mevcut enerji paradigmasında bir değişim
yaşanmaması halinde, küresel enerji talebinde %50 oranında bir artış olacağı
öngörülmektedir. Söz konusu bu artışın OECD ülkelerinden ziyade, BRICS
ülkelerinden gelmesi beklenmektedir. Günümüzde olduğu gibi önümüzdeki 20
yılda da Hürmüz Boğazı’nın petrol tedariki konusunda başta Asya-Pasifik ülkeleri
olmak üzere, küresel önemini koruması beklenmektedir. Ülkeler için enerji
kaynaklarının paylaşımı, enerji arz güvenliğinden daha büyük bir problem haline
gelecektir. Bu noktadan sonra dünya enerji tüketiminin büyük bir bölümünü
gerçekleştiren ABD, AB ve geleceğin ekonomik devi olarak değerlendirilen Çin
arasındaki stratejik enerji mücadelesinin şiddetleneceği öngörülmektedir.68
Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporuna göre; ABD 20 yıl içerisinde dünyanın
en büyük petrol ve doğal gaz üreticisi olacak ve ihracatta Suudi Arabistan’ı
geçecektir. Buna karşın Çin ve Avrupa ülkelerinin Ortadoğu bölgesinden ithalatı
ise, katlanarak büyüyecektir. Bu durum Ortadoğu üzerindeki siyasal mücadelenin
bir süre daha devam edeceğini, ancak ABD’nin Ortadoğu bölgesiyle ilişkisindeki
önceliğini, bu bölgeden enerji temin edenler üzerinde kontrol sağlamak şeklinde
olacağını göstermektedir.69
ABD büyük ihtimalle İsrail’in başlıca güvenlik garantörü olmaya ve aynı
zamanda Mısır ve Ürdün gibi ülkelerin İsrail ile barış içinde kalmalarını sağlayacak
istikrarı sağlamaya; öte yandan kitle imha silahlarının yaygınlaşması ve terörizm
67 Uğur Yasin Asal, “Ortadoğu’da Güçler Dengesi Teorisi”, http://uguryasinasal.com/gucler-dengesiortadoguda-neler-oluyor/
68 Cenk Sevim, “Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği”, Journal of Yaşar University, 2012 26(7) 43784391
69 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, Timaş Yayınları, İstanbul 2013, s.50-60
37
Strateji Yazıları-I
konuları çerçevesinde bölgeye olan ilgisini sürdürecektir, ancak enerji arzı
çıkarları azaldığı ve savunma bütçesi daraldığı sürece, İran Körfezi petrolünün
serbest akışını emniyete almak için daha az istekli olacaktır. Bu kapsamda Çin ve
Hindistan’ın, ABD’nin bu rolü için gelecekte adım atıp atmayacağı hususu açık
değildir. Ancak açık olan şey, ABD’nin bölgeye olan ilgisinin azalmasının bölgesel
aktörlerin hesaplarını önemli ölçüde etkiyebilecek olmasıdır.70
Nitekim, ABD’nin Irak’tan çekilmesini müteakip, Arap dünyasındaki
protestolar artmış ve söz konusu protestolar Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Körfez
bölgelerinde devrimlere dönüşmüştür. Bu kapsamda yeni güç kümelenmeleri
ortaya çıkmış; Türkiye, Mısır ve Katar gibi yeni liderler hem daha bağımsız dış
politika gütmeye başlamış, hem bölgede daha fazla sorumluluk üstlenmiştir. Öte
yandan Arap dünyasında değişen küresel güç yapısının avantajlarını dikkate alan
dönemin Mısır devlet başkanı Mursi, ilk yurtdışı gezisini Çin’e yaparak kendi
“Asya eksenini” açıklamıştır.71
2010 yılındaki halk ayaklanmalarından sonra Mısır, İran, İsrail, Suudi
Arabistan ve Türkiye bölgesel dinamiklerin başlıca şekillendiricileri olarak
davranmaktadır. Mısır bu bağlamda coğrafi konumu, nüfusu ve tarihi ile
bölgesel olaylarda merkez olmaya devam etmektedir. İsrail ise, kendi stratejik
çevresindeki değişiklikleri kaygıyla izlemektedir. Mübarek rejiminin düşmesi
ile İsrail bir müttefikini kaybetmiştir. Müslüman Kardeşler liderliğindeki
Hükümetin devrilmesinden sonra dahi, İsrail Mısır’daki istikrara ilişin kaygılarını
sürdürmektedir. Bu gelişmelere rağmen İsrail’in ekonomisi güçlenmiş, enerji
ithaline olan bağımlılığı azalmış ve çaydırıcılığı artmış görünmektedir.72
İran ise, Ortadoğu’nun Yugoslavya’sı konumundadır. Başka bir deyişle, İran
ve Ortadoğu, Rusya ve Çin’in kıta aşırı çevrelenmeye karşı direnişinin temel
direğini oluşturmaktadır. Çizginin bir yanında ABD, İngiltere, Mısır, İsrail ve
Suudi Arabistan yer alırken, diğer tarafında İran ve Ortadoğu’da dış müdahaleye
karşı çıkan ve ABD tarafından “Radikaller” adı verilen güçler (İsrail, ABD ve
Mahmud Abbas’a karşı olan tüm Filistinli gruplar; Lübnan, Hizbullah, Özgür
Yurtsever Hareketi, Emel Hareketi, El Marada Hareketi, Lübnan Komünist
Partisi, Lübnan Demokratik Partisi, Lübnan İslami Cephesi, Devrimci Ermeni
70 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November
2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org /
fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_
whatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf
71 The Mediterranean Region in a Multipolar World: Evolving Relations with Russia, China, India and
Brazil, Mediterranean Paper Series 2013, GMF, http://www.gmfus.org/wp-content/blogs.dir/1/files_
mf/1361299704BakhtinEtAl_ multipolarWorld _Feb13_web.pdf
72 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November
2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org /
fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_
WhatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf
38
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Federasyonu (Taşnak), Lübnan Suriye Sosyalist Ulusal Partisi ve bunların
Lübnan’daki diğer siyasal müttefikleri; Irak Direnişi’ni oluşturan çeşitli siyasal
ve savaşçı Irak grupları; Yemen’deki isyancı gruplar; Sudan, Suriye, vb.) yer
almaktadır.73
İran, süreç içinde bütün yaptırımlara rağmen, hayatta kalma yeteneğini
kanıtlamış; Irak üzerindeki etkisini artırmış ve Suriye’yi kendi müttefiki olarak
korumayı başarabilmiştir. Ancak, bölgede artan mezhepci kutuplaşma İran için
gerçek bir tehlike oluşturmaktadır. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde
küresel ölçekte Batı ile ve bölgesel ölçekte Suudi Arabistan ile yumuşama
girişimleri olacağı öngörülmektedir. Batı ile yumuşama politikasının başarıya
ulaşması, sadece İran’ın konumunu güçlendirmeyecek, aynı zamanda genel
olarak bölge dinamiklerini de etkileyebilecektir.
Suudi Arabistan ise, bölgedeki güç sahalarında kutuplardan biri haline
gelmiştir. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler ve onun seçime dayalı İslami
yönetim modelini kendi ideolojik yapısına bir tehdit olarak görmektedir.
Kaynakları dikkate alındığında Suudi Arabistan’ın Mısır, Suriye veya Yemen’deki
olayları destekleyip desteklememesi sonuç üzerinde belirleyici olabilmektedir.
Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın askeri gücü sınırlı olup, kendi güvenliği
ABD’nin korumasına bağlıdır. Bu stratejik zayıflığı göz önüne alan Suudi yönetimi
ABD’nin kendisini yalnız bırakabileceği korkusuyla, ABD’ye karşı güvensizlik
duymaya başlamış ve bu güvensizlik Kasım 2013’te Suudi Arabistan’ın BM
Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini reddetmesiyle su yüzüne çıkmıştır. Öte yandan
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’ın son yıllardaki iddialı
politikalarına karşılık olarak Körfez monarşileri arasındaki geleneksel liderliğini
tekrar ileri sürmeye başlamıştır. Katar, Arap Baharı sürecinde kendi ağırlığının
ötesinde Libya ve Mısır’daki muhalif hareketi, askeri, medya ve maddi açılardan
desteklemiş ve Suriye muhalefetinin ana finansörü olmuştur. Bununla birlikte
Katar’ın bölgesel gündemi kendini Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri
ile çatışmaya sürüklemiş görünmektedir. Öte yandan Irak, uzun yıllar süren işgal
ve sivil savaştan sonra tedricen ekonomik gücünü yeniden kazanmaya başlamış
olmasına rağmen, mezhepçi olmayan bir siyasi sistem kuramamış olması
yüzünden Irak’ın mevcut ülkesel bütünlüğü risk altındadır. Suriye’de ise, geniş
tabanlı bir hükümet kurulsa dahi, bunun yıllar alacağı öngörülmektedir.74
73 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
74 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November
2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org /
fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_
WhatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf
39
Strateji Yazıları-I
Ortadoğu’da sadece jepolitik değil, aynı zamanda siyasi-kültürel özelikler
Suriye savaşının dinamiklerine bağlı görünmektedir. Suriye’nin etnik, mezhepsel
ve dini-politik ayrışmasının gerçekleşmesi Ortadoğu’da çok etnikli, çok mezhepli
devlet düşüncesini ortadan kaldırabilecektir. Bu kapsamda Irak ve Suriye’deki
Kürt çoğunluğun yaşadığı alanlarla ilgili olabilecek değişiklikler ve bunun
bölgedeki diğer ülkelere yansımaları beklenebilecek gelişmelerdir.
Öte yandan, Suudi Arabistan’ın önümüzdeki 10-15 yıl içinde bir değişim
sürecine girmesi muhtemel görünmektedir. Suudi Arabistan’ın sosyodemografik gelişimi, mevcut siyasi, sosyo-ekonomik yapısı geleceği karşılamakta
yetersiz olacağı için muhtemelen bireysel özgürlükleri genişleten ve ulusal
ekonomiyi petrol ihracatına daha az bağımlı kılan bazı reformlar yapılması
gündeme gelebilecektir. Kaya gazı nedeniyle ABD’nin enerji ihracatçısı olması,
enerji fiyatlarının düşmesi sonucunu doğurabileceğinden Suudi Arabistan’ın
bütçe kısıtlamalarına gitmesi ve bunun ülkede sosyal ve siyasal sonuçlara yol
açması muhtemel görünmektedir. Öte yandan; ABD’nin böyle bir durumda
Arap Yarımadası’nda meydana gelebilecek ayaklanmalara müdahale etmemesi
halinde, Hindistan ve Çin, Körfez’deki enerji ithalatına olan ihtiyacı nedeniyle,
İran Körfezi’nde doğrudan bir güvenlik rolü üstlenmek zorunda kalabilecektir.75
Nitekim. bölgede Çin’in etkinliği her geçen gün artmaktadır. Şaşırtıcı
bir şekilde Çin’in son yıllarda Irak, Suriye, Katar, İsrail ve Suudi Arabistan ile
ilişkileri gelişmektedir. Bugün küresel güç denklemini ve Ortadoğu stratejik
dengelerini okumak için en önemli girdi değişimlerinden biri İsrail’in, Çin’e
yakınlaşmasıdır. 19. yüzyılın ortalarında dönemin yükselen gücü Birleşik Krallık
ile ilişkilerini geliştiren Yahudiler, 20. yüzyılın başlarında ABD’ye yakınlaşmış
ve günümüzde ise, yükselen bir güç olan Çin ile uluslararası konumlarını
dengelemeye yönelmiştir. İsrail 1978 yılından itibaren Çin silahlı kuvvetlerinin
modernizasyonuna hizmet sağlamaktadır. Çin’in bölgedeki diğer politik ortağı
olan Suudi Arabistan ise, Arap Baharı sürecinin kendisini de etkileyebileceğ
kaygısıyla, Çin desteğine yönelmiştir. Çin’in Ortadoğu’daki askeri işbirliğine en
çok değer verdiği bir diğer ülke ise, İran’dır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra Çin-İran askeri ilişkileri derinleşmiş ve İran’ın Çin açısından önemi,
Çin’in askeri-politik boyutta küresel bir güce dönüşmeye başlaması ile daha da
artmıştır.76 Çin, 2007-2009 yıllarında İran ile 3,76 milyar dolarlık petrol ve doğal
gaz anlaşması imzalamış olup, günümüzde enerjiye olan ihtiyacının %14′ünü
75 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November
2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org /
fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_
WhatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf
76 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012.
40
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
İran’dan karşılamaktadır. Çin’in İran’a desteği, ABD ve Çin’in Ortadoğu’daki
stratejik rekabetinin önemli bir unsurdur.77
Öte yandan, Rusya da yeniden bölgeye önemli ve kalıcı bir varlık olarak
geri dönmekte; Brezilya ve Hindistan ise, bölgede yavaş ama istekli bir gelişme
göstermektedir. Rusya, Çin ve Brezilya bölgeyle ikili ve çok taraflı platformlar
yoluyla ticareti genişletmek istemektedir. Çin ve Arap devletleri arasındaki
ticaret 2004 yılında 36,7 milyar dolardan, 2011 yılında hızla artarak 200 milyar
dolara ulaşmıştır. Rusya’nın Güney Akdeniz bölgesiyle olan ticareti 2000 yılında
2,45 milyar dolardan, 2010 yılında 10,83 milyar dolara çıkmıştır. Brezilya ise,
İsrail, Mısır, Filistin ile serbet ticaret anlaşmaları, Suriye ve Ürdün ile tercihli
ticaret anlaşmaları imzalamıştır. Hindistan ise, diğer yükselen güçlerin aksine,
bölge ülkelerine sadece ikili ilişkiler çerçevesinde yaklaşmaktadır. Ayrıca Çin’in
yanı sıra, Hindistan, Rusya ve Brezilya da İsrail ile ilişkilerini derinleştirmiştir.
Bunun anlamı Soğuk Savaş’tan sonra tüm yükselen güçlerin İsrail’e yönelik
konumunda güçlü bir yön değişikliği geliştirmiş olmasıdır. İsrail’deki askeri
teknoloji çıkarlarının dışında, bu U-dönüşünün, küresel düzeyde büyük güç
olmak arayışından kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kapsamda ABD,
Ortadoğu’dan çekilirken bölgeye yeni aktörler girmekte ve bu değişen yeni
jeopolitik kompozisyonda Batı ile yükselen güçler arasında enerji, ekonomik
ilişkiler ve güvenlik konuları ortak çıkarlar olarak birleşmektedir.78
Orta Asya Bölgesi: Orta Asya; İran, Çin, Rusya, Hazar Denizi ve Hint alt
kıtasına rahatça hakim olunabilen, büyük bir jeostratejik merkezdir. Çin, Orta
Asya’da etkisini yaymak için ŞİÖ, petrol boru hatları inşası ve Çin ulusal petrol
şirketlerinin yatırımları ve Konfüçyüs Enstitüleri’ni kullanmaktadır. Bölgenin iki
rakip gücünden RF, bölge ülkelerini siyasi (Bağımsız Devletler Topluluğu), askeri
(Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü-KGAÖ) ve ekonomik (Avrasya Ekonomik
Topluluğu-EURASEC) örgütler çerçevesinde bir arada tutmaya çabalamaktadır.
Öte yandan, Orta Asya’da artan ABD üslerinin varlığı, Çin ve RF’nin askeri ve
politik alandaki ilişkilerinin derinleşmesine sebep olurken, Çin aynı zamanda Orta
Asya’daki etkinliğini kullanarak, uzun dönemde RF’nin bölgedeki ekonomik ve
politik etkisini azaltmak istemektedir.79
77 Çin Ortadoğu’da: “Sessiz ve Temkinli Siyaset, 27 Mart 2014, http://politikaakademisi.org/cin-ortadogudasessiz-ve-temkinli-siyaset/
78 The Mediterranean Region in a Multipolar World: Evolving Relations with Russia, China, India and
Brazil, Mediterranean Paper Series 2013, GMF, http://www.gmfus.org/wp-content/blogs.dir/1/files_
mf/1361299704BakhtinEtAl_ multipolarWorld_Feb13_web.pdf
79 Hakan Toğa, Mustafa Çelik, ”Küresel Güç Dengeleri ve Orta Asya”, 22.09.2011, http://www.sde.org.tr/
tr/haberler/ 1635/kuresel-guc-dengeleri-ve-orta-asya.aspx#
41
Strateji Yazıları-I
ABD açısından Orta Asya, küresel güvenliğin sağlanması ve enerji
rezervlerinin dünya piyasalarına aktarılması bakımından önem taşımaktadır.
NATO bölgede etkin değildir. Ancak, beş bölge ülkesi (Kırgızistan, Kazakistan,
Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan) Avrupa–Atlantik İşbirliği Konseyi’ne
ve Barış İçin Ortaklık Programına dâhildir. Orta Asya, bitişiğindeki alanları
ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmada da kullanılabilecek bir alandır. Nitekim,
NATO’nun Afganistan müdahalesinin bu amaçla bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Taliban denetimindeki Afganistan’a 2001 yılında NATO’nun müdahalesi ile, bir
bakıma İran’ın izole edilmesi, Avrasyacıların birbirinden ayrılması, İran’a giden
boru hatları inşasının önlenmesi, Orta Asya ülkelerinin Rusya’dan uzaklaştırılması
ve Orta Asya enerjisinin akışınının kontrol edilmesinin sağlanması hedeflerine
hizmet ettiği ileri sürülmektedir. En önemlisi ise, Orta Asya’nın kontrolü ile
Çin’in küresel bir güç olması önlenebilmektedir. Bu nedenle, ABD ve AB’nin
enerji nakil yolları üzerinde Rusya ile rekabeti, Hazar Denizi Havzası’ndan
ve Basra Körfezi’nden Çin’e ulaşan bir trans-Avrasya enerji koridorunun inşa
edilmesini engelleme hedefi ile birlikte ele alınmalıdır.80
Asya-Pasifik Bölgesi: Orta Asya’ya benzer şekilde, Asya-Pasifik’in kuzey
kesimi (Pakistan ile Hindistan’ın kuzey eyaletleri), Ortadoğu ile Doğu Asya
arasında transit kara yolu işlevi görmektedir. Asya-Pasifik’in güney kesimleri
(Hindistan’ın güney ucu, Sri Lanka ve Maldivler) ve Hint Okyanusu kıyıları ise;
Ortadoğu ve Afrika’dan Orta Asya’ya bir transit deniz yolu işlevi görmektedir.
Asya-Pasifik’te ABD ve NATO’nun hedefi, Çin’e güvenli bir enerji yolunun
oluşmasını engellemek ve enerji kaynaklarının akışını ve geçecekleri bölgeleri
kontrol etmektir. Bu kapsamda Pakistan’daki istikrarsızlık, Çin’e güvenli
bir enerji yolu oluşmasını engelleme hedefinin doğrudan bir sonucu gibi
görünmektedir. Sri Lanka sularından geçen deniz ulaşım yolları ise, Çin’in enerji
güvenliği açısından hayati öneme haiz olduğundan, söz konusu jeopolitik Sri
Lanka İç Savaşı’nın doğasına doğrudan etki etmiştir.81
Öte yandan; “Asya Kaplanları” olarak adlandırılan Singapur, Tayland,
Malezya ve Endonezya gibi ülkeler, genel itibarıyla hem Çin, hem de ABD
ile derin ekonomik ilişkiler içerisine girmiş ve siyasi açıdan ise, ABD ve Çin
arasında sıkışmış bir görünüm arz etmektedir. Singapur, Endonezya ve Malezya
arasında yer alan Malaka Boğazı ise, Hint Okyanusu’nu Güney Çin Denizi’ne
80 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
81 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
42
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
ve Pasifik Okyanusu’na bağlayan dünyanın en önemli tıkanma noktalarından
(Chokepoints) biridir. Malaka Boğazı, ayrıca Ortadoğu’nun enerji tedarikçilerini
Asya Kaplanları’na bağlayıp, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerini besleyen
en kısa deniz yolu olması itibariyle önem taşımaktadır. Yılda yaklaşık 60.000
taşıt bu boğazı kullanmaktadır. Büyüyen Asya ekonomilerinin yükselen
talebi, bölgeden geçen deniz trafiğini de sürekli olarak artırmaktadır. Boğaz’ın
kapanması halinde dünya gemi filosunun yarıya yakını rotalarını değiştirerek
Lombok/Makassar Boğazlarını veya Sunda Boğazı’nı kullanarak Endonezya
etrafını dolaşmak ve böylece ekstra 1600 deniz mili (3,5 gün) daha fazla deniz
yolculuğu yapmak zorunda kalacaktır.82
Bu nedenle Malaka Boğazı’nın kontrolü hususu, bölgesel ve hatta küresel
dengeleri etkileyebilecek en önemli faktörlerden biridir. ABD, bu boğaza
kıyısı olan ya da boğazı kontrol eden aktörler ile ilişkilerini müttefiklik
seviyesine yükselterek, Çin’in ekonomik gidişatını doğrudan etkileyebilmeyi
amaçlamaktadır. Ayrıca, jeostratejik bir öneme sahip olan Malaka Boğazı’ndan
yapılan ticari ve askeri gemi geçişlerinin ABD’nin Pasifik Donanması tarafından
kontrol altında tutulduğu gerçeği, ABD’nin Pasifik bölgesi güvenliğine
verdiği önemin göstergesi konumundadır. ABD’nin son dönemde Arakan
Müslümanlarına yapılan zulümler ile gündeme gelen Myanmar (Burma)
başta olmak üzere, Çin Hindi’nde yer alan Malezya ve Endonezya ile gelişen
ilişkileri, Çin’i güneyden çevreleme ve Malaka Boğazı’nı tutabilme girişimlerinin
önemli bir parçasını oluşturmaktadır.83 Öte yandan Çin Türkistan’ında, Uygur
etnik milliyetçiliği, pan-Türkizm ve İslam’ın bir karışımına dayalı olarak
Uygur ayrılıkçılığı desteklenmektedir. Bağımsız bir Tibet’in, gelecekte tıpkı
Turuncu devriminin Ukrayna’sı gibi davranabileceği; siyasi görüş ayrılıkları ve
geçiş ücretleri üzerinden bir enerji tüketicisi olarak Çin’in, Avrupa ülkelerinin
Ukrayna-Rusya gaz anlaşmazlığı sırasında olduğu gibi rehin tutulabileceği ileri
sürülmektedir.84
Tayvan ise, Asya-Pasifik’te Çin’e karşı adete stratejik bir üs konumunda olup,
aynı zamanda Güney Çin Denizi’ndeki Çin’in stratejik denizcilik hatlarına hakim
Tayvan Adası’nı da yönetmektedir. Bu kapsamda Avrupa’da oluşturulan füze
kalkanı projesinin bir benzeri, Doğu Asya için gündemde olup, proje Tayvan’ın
kullanılmasını içermektedir. Çin’i çevrelemenin bir yolu olarak Kuzey Kore ve
82 Bülent Hayaloğlu,”Dünya Deniz Petrol Trafiğinde Tıkanma Noktaları”, Enerji Piyasası Bülteni, Şubat 2012,
Sayı 19, s.9
83 Göktürk Tüysüzoğlu, “Uluslararası sistem bağlamlı güç mücadelesinin yeni adresi: Doğu ve Güneydoğu
Asya”, 27 Ağustos 2012, http://blog.milliyet.com.tr/uluslararasi-sistem-baglamli-guc-mucadelesininyeni-adresi--dogu-ve-guneydogu -asya/Blog/?BlogNo=375651
84 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
43
Strateji Yazıları-I
Burma ise, özel önem taşımaktadır. Çin, Hindistan ile olan sınır anlaşmazlığı
dışında, ülkenin ABD ile muhtemel yakınlaşması karşısında bir taraftan Japonya
ve Güney Kore, diğer taraftan Hindistan arasında sıkışıp kalmamak için Pakistan
ve Burma’ya yakınlaşmaktadır. Çin, Burma ile işbirliğini geliştirerek uzaktaki
adalarda deniz tesislerine ulaşım olanağı elde etmeyi hedeflemekte; böylece
Güneydoğu Asya’da özellikle Malaka Boğazı’nda ve Singapur’daki jeostratejik
tıkanma noktalarını ele geçirerek, Japonya ve kendisinin Ortadoğu petrollerine
ulaşımını kontrol etmek istemektedir.85 Öte yandan Çin, enerji alanında Afrika
ve Ortadoğu’ya olan bağımlılığı arttığı için Hint Okyanusu’ndaki varlığını
artırmakta ve bu kapsamda Hindistan’ın bazı komşularıyla yakın ekonomik ve
siyasi bağlar geliştirmektedir. Bu kapsamda Çin, aşağıdaki haritada gösterildiği
şekilde Hint Okyanusu boyunca donanma tesisleri ve ticari limanlardan oluşan
bir stratejik “İnciler dizisi (String of pearls)”86 oluşturmak gayretindedir.
Çin’in Stratejik İnciler Dizisi
Kaynak: http://globalbalita.com/2013/01/15/chinas-string-of-pearlsstrategy-to-secure-the-ports-of-south-asia/
85 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
86 Söz konusu stratejik inciler dizisi arasında Pakistan’a ait Gwadar limanı, Sri Lanka’nın Colombo limanı,
Bangladeş’teki Chittagong’da bir konteynır limanı ve Myanmar-Çin arasında inşası devam eden petrol ve
doğal gaz boru hatları yer almaktadır.
44
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
ABD ve NATO’nun Asya-Pasifik’teki hedeflerinden biri, Çin’in yükselen
gücüne karşı Hindistan’ı dengeleyici bir unsur olarak kullanmaktır. Bu kapsamda;
Lizbon’da düzenlenen 2010 NATO Zirvesi sonrasında, NATO, Hindistan ile
askeri ve güvenlik konularında diyalog başlatılmasını talep etmiştir. Öte yandan,
Hindistan ve Çin, genel anlamda Asya, özelde Doğu ve Güneydoğu Asya’nın son
birkaç on yıl içerisinde elde ettiği ekonomik kazanımlar ve evrilmeye başladığı
siyasi yapısı ile birlikte, dünyanın ilgisine mazhar olurken, aynı zamanda, giderek
artan bir şekilde gizli veya açık rekabet ortamına sürüklenmektedir. Çin’in
“Süper güç” olmasına karşılık, Hindistan’ın sessiz sedasız “Önemli bir güç” olma
arzusu ve nükleer ve uzay çalışmalarında sergilediği çabalar, elli yıl önceki HintÇin savaşının yeniden gündeme taşınmasına neden olmaktadır.87 Bu bağlamda dünyanın en büyük dört ordusu içinde üçüncü sırada olan
Hindistan ordusu, önemli nükleer silahlar edinmekte ve uzay, elektronik ve
bilgi teknolojileri gibi ileri teknoloji alanlarında önemli bir güce ulaşmaktadır.
2050 yılında nüfusunun Çin’in nüfusunu geçeceği öngörülen Hindistan, büyük
ekonomik ve askeri gücü ile edilgen bir bölgesel güç olmaktan iddialı bir küresel
aktöre dönüşmekte ve 21. yüzyıl uluslararası sisteminde ana oyuncu konumuna
gelmektedir.
Söz konusu siyasi koşullar nedeniyle Hindistan’ın Soğuk Savaş dönemi
ekonomik politikaları ve kendisini bir çatışmaya sürükleyebilecek müttefiklik
ilişkilerinden kaçınma stratejilerinin değiştiği gözlemlenmektedir. Bu değişikliğin
büyüklüğü ve hızını belirleyen temel unsur ise, Çin’in Hint Okyanusu’nda artan
görünürlüğüdür. Hindistan, Çin’in son dönemlerde kendine güvenindeki artışı
kaygıyla izlemektedir. Çin ve Hindistan, Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu
üyeleri olarak uluslararası ekonomik sistem hakkında ortak kaygılara sahip
olmakla birlikte, Hindistan, 1962 Hint-Çin savaşıyla belirginleşen ve yaklaşık 90
bin kilometre karelik sınır uyuşmazlığı sebebiyle Çin’in nükleer gücünü kendisi
için önemli bir tehdit kaynağı olarak görmekte ve Çin’in Pakistan’la yakınlaşan
güvenlik ilişkisinden kuşku duymaktadır.
Çin’in Hint Okyanusu’ndaki niyetlerine ilişkin kaygılar, özellikle Pakistan’ın,
Gwadar Limanı’nı Çin’e deniz üssü olarak sunmasıyla artmıştır. 2011 yılında
Güney Çin Denizi’nde petrol ve doğal gaz çıkarılması için Hindistan-Vietnam
petrol şirketleri arasında üç yıllık bir anlaşma imzalanması üzerine Çin, 2012
yılında, Hindistan donanma gemisi INS Airavat’ı “Kendi sularında” dolaştığı
gerekçesiyle telsizle uyarmıştır. Buna karşılık Hindistan, Vietnam, Güney Kore,
Japonya ve Avustralya ile uluslararası sularda “Seyrüsefer serbesti”sini de içeren
savunma anlaşmaları imzalamış ve donanma işbirliği gerçekleştirmiştir. Daha
87 Mehmet Özay, “Hint-Çin savaşı mı Pan-Asya düzeni mi?”, Dünyabülteni-Malezya, 01 Kasım 2012
Perşembe, http:// www.dunyabulteni.net/haber/233089/hint-cin-savasi-mi-pan-asya-duzeni-mi
45
Strateji Yazıları-I
önemlisi Vietnam, Hindistan’ın Güney Çin Denizi’nin batı kıyısında bulunan
Nha Trang Limanı’nı, Hindistan’ın kullanımına açmıştır.
Hindistan, Japonya ile de hayati deniz ikmal yollarının güvenliğini garanti
edecek şekilde savunma işbirliğini artırmıştır. 2012 yılında ilk defa Japonya
ve Hindistan’ın hava kuvvetlerinin de katılımıyla ortak donanma tatbikatları
gerçekleştirilmesi yönünde iki ülke arasında savumma politikası diyalogu
düzenlenmiştir. Bu konudaki en önemli gelişme ise, 2011 yılında ABD, Japonya
ve Hindistan arasında Asya-Pasifik konularını görüşmek üzere “Üçlü diyalog”
başlatılmasıdır. Böylece Hindistan, ilk defa Asya-Pasifik konularının içine dahil
edilmiştir. Hindistan, Batıyla işbirliğini kuvvetlendirmek için diğer Asya ülkeleri
ve ABD’nin geleneksel müttefiki Güney Kore ile beş yıllık savunma işbirliği
anlaşması imzalamış, aynı zamanda Hindistan-Avustralya arasında uluslararası
sularda seyrüsefer serbestisi konusunda bir mutabakat sağlanmıştır. Hindistan’ın,
Japonya, Güney Kore, Vietnem ve Avustralya ile kurulan bu stratejik ortaklıkları,
Asya’da Çin’i dengelemeye yönelik bir stratejinin parçalarını oluşturmaktadır.88
Hindistan’ın Hint Okyanusu’ndaki mevcut askeri kapasitesi henüz mütevazı
düzeyde olmakla birlikte, ABD güçlerinin daha az etkin bir konuma çekilmesi
durumunda, Hint Okyanusu’ndaki ABD güçlerinin yerini doldurmak için işbirliği
yapabileceği öngörülmektedir. Nitekim, Hindistan’ın nükleer güçle çalışan
denizaltıları kiralama ve inşa kararı, Hindistan Donanması’nın amfibi savaş
gemilerine olan ilgisi, Hava Kuvvetlerinin MMRCA (Medium Multi-Role Combat
Aircraft-Orta Çok Görevli Savaş Uçağı) sözleşmeleri (ilk aşamada 18 adedi hazır
alınıp, gerisi teknoloji transferi ile üretilecek 126 uçağın ve opsiyonlarla birlikte
uzun vadede toplam 200 adet taktik savaş uçağı edinme projesi) gibi bunların
hepsi, yüksek bir askeri kapasiyete doğru gidişe işaret etmektedir.89
Hindistan’ın günümüzdeki konumu, ABD’nin 20. yüzyılın başlangıcındaki
büyük ekonomik potansiyel ve uluslararası sistemde artan role rağmen, küresel
güç dengesinde yer almak için gönülsüz olma konumuna benzetilmektedir.
ABD’nin 20. yüzyıl başlarındaki bu gönülsüz tutumu, 1898 İspanya-Amerika
Savaşı, Başkan William McKinley’e suikast ve Theodore Roosvelt’in ortaya çıkışı,
yeni teknolojiye dayanan donanma silahları yarışının ABD’yi daha önemli bir
askeri konuma sürüklemesi ve Avrupa Kıtası’ndaki büyük güç savaşı gibi hem iç
hem dış gelişmelerin bir birleşimi sonucunda değişmiştir. Bu kapsamda Güney Çin
Denizi, Hint Okyanusu ve İran Körfezi çevresindeki gelişmelerin önümüzdeki
88 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions,
Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31
89 Timothy D.Hoyt, “India’s Grand Strategy: Some Preliminary Thoughts, Changing Military Dynamics In
East Asia”, Policy Brief 5, January 2012, Study of Innovation and Technology in China, http://igcc.ucsd.
edu/assets/001/503586.pdf
46
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
dönemde daha iddialı bir küresel güç olmaya yöneltecek şekilde Hindistan’ı
mevcut politikasını yeniden değerlendirmeye zorlayacağı düşünülmektedir.90
ABD yönetimi, halihazırda Asya-Pasifik’te geleneksel müttefikleri ve
diğer bölge ülkeleri ile ortaklıkları kuvvetlendirmek, Çin ile işbirliği ilişkisi
geliştirmek, çok taraflı mekanizmalara katılmak, serbest ticaret anlaşması ve
Trans Pasifik Ortaklığı yollarıyla bölge ülkeleri ile ticari ilişkileri güçlendirmek
şeklinde bir politika gütmektedir. Ancak, ABD liderliğindeki ittifak sisteminde
bazı gelişmeler olmasına rağmen, Doğu Asya Zirvesi, Çin-Japonya-Güney Kore
Zirvesi, ASEAN-3 (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği +Çin, Japonya ve Güney
Kore) ve ASEAN Bölgesel Forumu gibi organizasyonlar ve kurumlar karşısında
ABD ikili ittifaklarının görece sabit kaldığı değerlendirmeleri yapılmaktadır.91
Afrika Bölgesi: Günümüzde Afrika, özellikle Sahra-altı Afrika, yatırım ve
ihracat açısından büyük fırsatlar sunan, yükselen pazarlarıyla büyük potansiyele
sahip bir bölge olarak öne çıkmaktadır. 2010’da yüzde 4,9’luk bir büyüme oranı
yakalayan bölgenin bu büyüme rakamlarında, son dönemde kıtadaki yatırımlarını
artıran yükselen güçlerin önemli bir payı bulunmaktadır.
Küresel ekonomide yeni bir güç merkezi haline gelen BRIC ülkeleri,
Afrika’daki yeni uluslararası aktörler olarak kendilerini göstermektedir. BRIC
ülkeleriyle Afrika arasındaki ticaret 2000-2009 arasında 10 kat artarak 16 milyar
dolardan, 157 milyar dolara çıkmıştır ki, aynı dönemde dünya ticaretinin 3 kat
arttığı düşünülecek olursa, bölgeye artan ilginin boyutu daha iyi anlaşılabilecektir.92
Çin, Afrika’da da oldukça aktif durumdadır. Dünyanın en hızlı kalkınan
ülkesinin, bu ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için gereken enerji ve maden
kaynakları bakımından oldukça zengin Afrika’ya yönelik bir politika geliştirmesi
şaşırtıcı değildir. Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki stratejik işbirliği, 2000 yılında
kurulan ve her üç yılda bir toplanan “Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC)”
aracılığı ile devam etmektedir. Öte yandan, deniz haydutluğu olaylarının büyük
bir artış gösterdiği Somali açıkları ve Aden Körfezi’nin güvenliğini sağlamak
amacıyla Çin, bölgeye üç gemiden oluşan bir filo göndermiştir. Çin’in modern
tarihinin ilk deniz aşırı misyonu olması nedeniyle bu açılım önem taşımaktadır.
Çin’in bu kararının ardındaki temel neden ise, ticari faaliyetlerinin güvenliğinin
90 Timothy D.Hoyt, “India’s Grand Strategy: Some Preliminary Thoughts, Changing Military Dynamics In
East Asia”, Policy Brief 5, January 2012, Study of Innovation and Technology in China, http://igcc.ucsd.
edu/assets/001/503586.pdf
91 Choi Kang, “A Changing East Asia and U.S. Foreign Policy, Current Issues in U.S.-ROK Relations”, Council
on Foreign Relations (CFR), May 2012, http://www.cfr.org/south-korea/changing-east-asia-us-foreignpolicy/p28385
92 Esra Akgemci, “Lula Döneminde Brezilya’nın Afrika Politikası: “Güney-Güney” İşbirliği Nereye”, http://
dergiler.ankara. edu.tr/dergiler/65 /1667/17781.pdf
47
Strateji Yazıları-I
sağlanmasıdır. Zira Çin’e ulaşan tüm mamullerin ve hammaddelerin yüzde 40’ı
Aden Körfezi’nden geçmektedir.93
Son dönemde Çin başta olmak üzere, BRIC ülkelerinin kıtada artan
varlığıyla ilgili dikkat çeken bazı noktalar bulunmaktadır. Öncelikle, bu ülkelerin
uluslararası alandaki konumlarını güçlendirmeye başlamasıyla, Sahra-altı
Afrika’nın büyüme hızında ivme kazanması ve ilgi odağı haline gelmesi aynı
döneme denk gelmiş, bu süreç karşılıklı ilişkilerin gelişmesi için elverişli bir zemin
hazırlamıştır. 11 Eylül sonrası dönemde ABD hegemonyasının gerilediğine dair
tartışmalar yeni kavram ve yaklaşımları gündeme getirirken, dünya siyasetinde
daha aktif rol oynamak ve küresel ekonomide daha fazla söz sahibi olmak isteyen
BRIC ülkelerinin liderleri çok kutuplu bir düzenin gerekliliğine dair görüşlerini
sık sık dile getirmeye başlamıştır. Bölgesel güçler olarak yükselen ve küresel bir
güç olma yolunda kararlı adımlarla ilerleyen bu ülkeler için Afrika, sahip olduğu
zengin hammadde ve enerji kaynaklarıyla alternatif bir pazar olarak önemli
fırsatlar sunmaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler bünyesinde alınacak kararlarda
Afrika ülkelerinin desteğini sağlayabilmek, ekonomide olduğu kadar siyasette
de Batı karşısında bir denge unsuru oluşturmak ve dünya ticaretinden iklim
değişikliklerine kadar birçok konuda gelişmekte olan ülkeler için ortak bir duruş
sağlamak isteyen BRIC ülkeleri açısından önemlidir. Diğer yandan; siyasi ve
ekonomik birlik yolunda ciddi adımlar atan Afrika ülkeleri, yükselen güçlerin
bu rekabetinden faydalanabilecekleri olanakları daha iyi değerlendirebilmekte ve
böylece dünya ekonomisine daha sağlıklı şartlarda eklemlenmeye çalışmaktadır.94
Yükselen güçlerin Afrika’ya yönelik siyasetlerinde dikkat çeken bir diğer
nokta, Batı dünyasının kıtayla kurduğu diplomatik ve ticari ilişkilerde öne
çıkan baskıcı ve dayatmacı anlayıştan uzak durulmasıdır. Afrika’da ABD ve AB
ile rekabete girebilecek düzeyde ekonomik bir varlığa sahip olan Çin, “İş, iştir”
anlayışıyla yatırım yaptığı ve yardımda bulunduğu ülkelere siyasi ve ticari şartlar
koşmamış ve bu durum Afrikalılarda olumlu bir izlenim bırakmıştır. Çin’in,
Afrika ülkeleri ile ilişkileri 2006 yılına kadar ekonomik temelli iken, Afika’daki
mevcudiyetini pekiştiren gelişme, Afrika Birliği’ne yapılan hibeler ile olmuştur.
Çin, kıtanın ihtiyaçlarını temel alan politikası sayesinde, 2009 yılında kıtanın
en büyük ticari partneri olmuş; bu kapsamda Çin, 2010 yılı sonunda Sudan,
Demokratik Kongo ve Angola’nın en büyük ticari ortağı haline gelmiştir.95 Diğer
yükselen güçler de “İçişlerine karışmama” konusunda Çin’le aynı politikayı
93 Emine Akçadağ, “Yükselen Güç Çin’in Dünden Bugüne Dış Politika Analizi”, 17 Mart 2010, http://
www.bilgesam.org/incele/865/-yukselen-guc-cin%E2%80%99in-dunden-bugune-dis-politika-analizi/#.
U8TR4RhrPcs
94 Esra Akgemci, “Lula Döneminde Brezilya’nın Afrika Politikası: “Güney-Güney” İşbirliği Nereye”, http://
dergiler. ankara.edu.tr/dergiler/65 /1667/17781.pdf
95 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012
48
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
izlemiş; bunun sonucunda Brezilya’nın Afrika’yla ticareti 2010’da 20 milyar
doları, Hindistan’ın 32 milyar doları ve Çin’in ise, 107 milyar doları aşmıştır.96
Doğru Afrika’da ABD ve NATO stratejisi, Çin’in, bölgesel enerji kaynaklarına
ulaşmasını engellemek ve uluslararası denizciliği kontrol etmek için bir dargeçit
oluşturmaktır. Bu kapsamda Doğu Afrika üzerindeki askeri denetim 1990’lardan
itibaren yoğunlaşmış ve büyük bir NATO deniz gücü, Afrika Boynuzu ve Doğu
Afrika kıyılarında kalıcı olarak seyir görevi yapmaya başlamıştır. ABD ordusunun
Yemen’deki meşgalesi ise, doğrudan Doğu Afrika’daki ABD jeostratejisi ile
bağlantılı olup, Doğu Afrika enerjisi ile uluslararası denizcilik hareketlerinin yanı
sıra, oradaki deniz yollarının kontrol edilmesini hedeflemektedir.
Bu kapsamda; Aralık 2006′da, Etiyopya ordusunun Somali’yi işgali, Doğu
Afrika’nın ABD ve NATO askeri güçlerince militarize edilmesini meşrulaştırmaya
yardımcı olmuştur. Rus, Çin ve İran deniz kuvvetleri de, korsanlığa karşı ve deniz
yolları güvenliğini sağlamak için bölgeye savaş gemilerini konuşlandırmışlardır.
Sudan’ın, İran, Suriye ve Çin ile askeri ve ticari ilişkilerini derinleştirmesi; ABD,
İngiltere ve Fransa’nın Sudan’ın iç sorunlarının BM Güvenlik Konseyi’nde
uluslararasılaştırılması yönündeki çabalarının ve ABD baskısının kaynağını
oluşturmaktadır. Sudan ve Somali’deki olaylar, petrol ve enerji için uluslararası
hırs ve rekabetle bağlantılı olduğu kadar, aynı zamanda Avrasya’nın kontrolünü
ilgilendiren gelişmelerdir. 97
Süreç içinde Afrika kıtasına demokrasi adına yapılan müdahaleler Çin’in
bölgedeki etki alanını genişletirken; AB, kıtanın ihtiyaçlarını temel alan işbirliğini
geliştirmeye ve yardımları artırmaya yönelik yeni stratejileri devreye sokmuştur.
ABD ise, Çin’in kıtadaki etki alanını sınırlamak amacıyla 2007 yılında Savunma
Bakanlığı bünyesinde ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM)’nı98 kurmuştur.
AFRICOM’un kurulması ile, ABD’nin temel petrol sağlayıcılarından olan
Nijerya ve diğer enerji kaynaklarına erişimin güvenceye alınması ve Çin’in Güney
Atlantik’in her iki yakasında yerleşmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir.
Nitekim, Libya’da NATO müdahalesinin arka planında, Libya’daki hidrokarbon
kaynaklarının millileştirilmesi ve Muammer Kaddafi’nin Afrika Merkez Bankası
ve Afrika Para Birliği’ni destekleme politikaları ile Rusya, Brezilya ve Çin’in
96 Esra Akgemci, “Lula Döneminde Brezilya’nın Afrika Politikası: “Güney-Güney” İşbirliği Nereye”, http://
dergiler. ankara.edu.tr/dergiler/65 /1667/17781.pdf
97 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
98 AFRİCOM’un faaliyet alanı Mısır hariç tüm Afrika kıtasını kapsamaktadır. Bu görev sahasına dünyanın
önemli deniz yollarını barındıran Atlantik ve Hint Okyanusu da dahildir. AFRİCOM’un faaliyet alanı içinde
CENTCOM’un vazifeli olduğu Ortadoğu operasyonlarına desek vermek de bulunmaktadır. Özdemir
Akbal, “ABD’nin Afrika’ya Uzanan Eli: US.AFRİCOM”, 12 Haziran 2012 http://www.21yyte.org/tr/
arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2012/06/12/6636/ abdnin-afrikaya-uzanan-eli-u-s-africom
49
Strateji Yazıları-I
artan varlığı olduğu değerlendirmeleri yapılmaktadır. Bu kapsamda ABD
liderliğindeki NATO’nun, Çin’in Afrika ve Orta Doğu’dan uzun dönemli petrol
ithalatçısı olmasının engellendiği ve askeri olarak AFRİCOM’un, Çin’i sınırlamak
için oluşturulduğu ileri sürülmektedir. 99
Latin Amerika Bölgesi: Latin Amerika genel olarak içinde bulunduğumuz
dönemdeki ekonomik güç kaymasının merkezinde yer almaktadır. Ekonomik
büyüme açısından Brezilya, Peru, Şili ve Kolombiya, diğer Latin Amerika ülkeleri
arasında krize rağmen iyi performans göstermiş ülkeler arasında yer almaktadır.
Küresel ekonomik güç dağılımında Latin Amerika son gelişmelerden büyük
faydalar elde etmiş; bu kapsamda küresel platformlarda aktif katkı sağlayarak
ve ABD’den bağımsız bir rol oynayarak küresel gündemde yer almıştır. Brezilya
kalkınma modeli, diğer Latin Amerika ve Afrika ülkelerine ihraç edilmiş ve
ekonomik ağırlık, siyasi etki ve model önerme kapasitesi bakımından Latin
Amerika’nın gücü giderek artmıştır. Öte yandan, Latin Amerika’da bölgesel,
kıtasal ve küresel güç dengesindeki değişimleri yansıtan bölgesel entegrasyon
projeleri hızla çoğalmıştır.100
Latin Amerika’da neoliberal politikaların istenen sonuçları vermemesi,
kıtada birçok olumsuz gelişmenin arkasında ABD’nin bulunduğuna dair
kanıtların ortaya çıkması (Küba Devrimi’nde Che Guevara’nın öldürülmesinde
ABD rolü ve Şili’de solcu lider Allende’ye karşı Pinochet’in CIA tarafından
desteklenmesi iddiaları gibi) ve kıtadaki rejim değişiklikleri sonucu sol partilerin
iktidara gelmesiyle, kıta devletleri ABD karşıtı başka güçler ile işbirliği içine
girmeye başlamıştır. Bu kapsamda Venezuela, Bolivya, Peru, Kolombiya,
Ekvador ve Panama’da oluşan ve “Bolivarcı Blok” olarak adlandılan gücün ABD
ile ilişkilerini kopararak, Çin ile her alanda yakınlaştığı gözlemlenmektedir. Söz
konusu gelişmeler sonucu Çin; Brezilya, Küba, Peru ve Şili’nin birinci; Arjantin,
Venezuela ve Kosta Rika’nın ikinci; Kolombiya’nın ise, üçüncü ticari ortağı
konumuna gelmiştir. Çin, aynı şekilde Şili, Peru ve ABD karşıtı politikaların
sembolü olan Küba ile de birçok alanda işbirliğini geliştirmiştir.101 Bu gelişmeleri
dengelemek için ABD, 30 Ekim 2009′da Kolombiya ile bir askeri üs anlaşması
imzalamıştır.
Latin Amerika’da Brezilya bölgesel konularda lider ülke konumuna
geçmektedir. Brezilya, Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren Çin ile stratejik
ittifak içindedir. Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika ile ticaret müzakerelerine
99 Ludwig Watzal, “Catastrophic Failure in Libya”, 25 June 2013, http://mwcnews.net/component/
content/article/38-analysis/27938-globalization-of-nato.html
100 Gian Luca Gardini, ”Latin America and the Re-Centering of Global Power”, Jul 5 2013, http://www.e-ir.
info/2013/07/ 05/latin-america-and-the-re-centering-of-global-power/
101 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012
50
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
katılmakta; Çin bandıralı tankerlerin geçişini kolaylaştırmak için Peru’dan Pasifik
Okyanusu’na uzanan Trans Okyanus Yolu (Transoceanic Highway) inşa etmek
istemektedir.102
Öte yandan Rusya da, Latin Amerika ülkeleriyle ilişkilerini hızla
geliştirmektedir. Bu kapsamda Rusya, Rus deniz kuvvetlerinin ikmal
yapabileceği merkezler oluşturmak için Nikaragua’da “Trans-Okyanus Kanalı”
inşaatı çalışmalarına 2014 yılı sonunda başlayacağını duyurmuştur. Projenin ana
yatırımcısı, kanalın inşası ve işletmesi için yüzyıllık imtiyaz anlaşması imzayan
ise, Çin’in NKND (HK Nicaragua Canal Development Investment) şirketidir.
Pasifik Okyanusu ile Karayip Denizi’ni bağlayacak kanalın, Panama Kanalı’nın
alternatif olması beklenmektedir. Rusya, projeye askeri ve siyasi destekte
bulunacaktır. Bu anlaşma ile Rusya’nın, Seyşel Adaları, Küba, Vietnam, Arjantin
ve Nikaragua’da askeri üslerini kurarak bölgedeki konumunu güçlendirmeyi
amaçladığı ileri sürülmektedir. Öte yandan Rusya Dışişleri Bakanı, Mayıs 2014
ayında Nikaragua, Şili, Küba, Peru, Arjantin ve Venezuela siyasi liderleriyle
ekonomik ve ticari konularda görüşmeler gerçekleştirmiştir. 2014 yılında Rusya
ile Latin Amerika ülkeleri arasında ilişkilerde büyük atılımlar gerçekleşmesi
beklenmektedir.103
Kuzey Kutbu Bölgesi: ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi, Kuzey Kutbu
bölgesinin kıyı ötesinde dünya doğal gazının %30’unun ve petrolünün %13’ünün
bulunduğunu tahmin etmektedir. Toplamda Kuzey Kutbu’nun dünyadaki
keşfedilmemiş konvansiyonel petrol ve doğal gaz kaynaklarının %22’sine sahip
olduğu tahminleri yapılmaktadır. Merkez’in tahmini verilerine göre, Kuzey
Kutbu’nda 90 milyar varil petrol, 47,2 trilyon metreküp doğal gaz ve 45 milyar
varile eşdeğer sıvı halde doğal gaz elde etmek mümkündür.
İklim değişikliği sonucu Kuzey Buz Denizi’nde buzların erimesi nedeniyle,
bu sularda ulaşım ve hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması artık mümkün
hale gelmektedir. Öte yandan; Kuzey Buz Denizi’nde yeni suyollarının açılması
Avrasya kıtasını bir adaya çevirerek, jeostratejik dengeyi değiştirme potansiyeline
sahiptir. Bu kapsamda, halen bölgede buzkıran gemilerinin yardımıyla yılın
birkaç ayında kullanılabilen iki ana deniz yolu bulunmaktadır. Bunlar, Kuzey
Amerika’nın kuzey kıyılarından geçerek Atlantik ile Pasifik’i birbirine bağlayan
Kuzeybatı Geçidi (Northwest Passage) ile RF kıyılarından geçen Kuzey Denizi
Rotası (Northern Sea Route) ya da Kuzeydoğu Geçidi (Northeast Passage) dir.
102 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions,
Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31
103 Ümit Özdağ, “Rus Deniz Kuvvetleri Uzun Yıllar Sonra Tekrar Latin Amerika’da”, 21. Yüzyıl Türkiye
Enstitüsü, 2 Haziran 2014, http://www.21yyte.org/fikir-tanki/2969/rus-deniz-kuvvetleri-uzun-yillarsonra-tekrar-latin-amerikada
51
Strateji Yazıları-I
Bunların yanı sıra, Transpolar Deniz Rotası olarak adlandırılan ve 2040 yılında
yaz aylarında trafiğe açılması beklenen bir yol daha bulunmaktadır.104
Bu kapsamda, aşağıdaki haritada da görüleceği şekilde Kuzey Denizi
Rotası’nın, halen Malaka Boğazı ve Süveyş Kanalı üzerinden yapılan Şanghay’dan
Hamburg’a yolculuğu 4000 deniz mili, benzer şekilde Kuzeybatı Geçidi’nin de
halen Panama Kanalı’ndan yapılan Seattle ile Rotterdam arasındaki yolculuğu
2000 deniz mili azaltacağı tahmin edilmektedir. Anılan yolların açılmasının,
nakliye ücretlerini yaklaşık % 20 oranında düşürmesinin yanı sıra, büyüklükleri
nedeniyle Panama ve Süveyş Kanalları’ndan geçemeyen ve Ümit Burnu ile Boynuz
Burnu’nu dolaşmak zorunda kalan mega gemilerin seyrini kolaylaştıracağı
öngörülmektedir.105
Kaynak: http://www. europarl.europa.eu/RegData/etudes/etudes/join/2013/
433839/EXPO- SEDE_ET(2013)433839_EN.pdf
104 The Maritime Dimension of CSDP: Geostrategic Maritime Challenges and Their Implications for the
European Union, http://www. europarl.europa.eu/RegData/etudes/etudes/join/2013/433839/EXPOSEDE_ET(2013)433839_EN.pdf
105 Çin’in Kuzey Kutbu’na Yönelik İlgisi, http://www.mgk.gov.tr/index.php/cin-kuzey-kutbuna-yonelikilgisi#
52
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Önümüzdeki otuz yıl içinde Kuzey Kutbu’ndaki petrol ve doğal gaz
rezervlerinin daha fazla ulaşılabilir hale gelmesi ve deniz ulaşım yollarının
kısalmasının dünyanın jeopolitik ağırlık merkezini Ortadoğu’dan Kuzey Kutbu’na
kaydıracağı yönündeki beklentiler uluslararası alanda giderek yaygınlaşmaktadır.
Nitekim, ABD Ulusal İstihbarat Komisyonu tarafından Aralık 2012’de
yayımlanan “Küresel Eğilimler 2030-Alternatif Dünyalar” başlıklı raporda,
önümüzdeki dönemde değişen iklim koşulları ve kaynaklara yönelik rekabetin
artması neticesinde dünyanın coğrafi odağının değişeceği, bu çerçevede Kuzey
Kutbu’nun büyük önem arz etmeye başlayacağı vurgulanmaktadır. Bu düşünce
ve beklentiler Kuzey Kutup bölgesini karmaşık siyasi ve ekonomik dinamiklerin
bir parçası ve bölge ülkelerinin olduğu kadar, Çin, Japonya, Güney Kore ve
Hindistan gibi bölge dışından ülkelerin de ilgi odağı haline getirmektedir.
Bu ülkeler arasında 2010 yılında dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline
gelen ve küresel meselelerde daha aktif bir tutum izlemeye başlayan Çin,
halihazırda Kutup bölgesine yönelik bilimsel kapasitesi en yüksek ülkeler
arasında yer almakta ve Kutup araştırmalarına yönelik harcamalarını ciddi oranda
artırmaktadır. Çin’in tutumunda başlıca neden olarak deniz yollarının kısalacak
olması ve bu sayede yıllık 60-120 milyar dolarlık bir tasarrufun sağlanması
ihtimali; Çin-Avrupa ve Çin-Amerika ticaretinin daha kısa ve daha ekonomik
hale gelmesi ve bölgedeki enerji kaynaklarına erişim olduğu gösterilmektedir.
Çin, bu kapsamda Arktik Konsey’inin 15 Mayıs 2013 tarihinde yapılan Bakanlar
Toplantısı’nda “sürekli gözlemci üyelik” statüsünü elde etmiştir. Bunun yanı
sıra, Çin Ulusal Petrol Şirketi’ne Kuzey Kutbu’nda RF’ye ait üç offshore alanda,
Rus Rosneft şirketiyle birlikte ortak petrol arama lisansı verilmesini öngören
bir anlaşmanın da imzalanmış olması önem arz etmektedir. Öte yandan, yeni
güzergâhların kullanılabilir hale gelmesinin, gerek mesafeleri kısaltması, gerekse
kaynak tedarik ve ticaret yollarını çeşitlendirmesi suretiyle Çin’in gelecekteki
ticaret ve deniz taşımacılığını doğrudan etkilemesi beklenmektedir. Dünya
Denizcilik Konseyi’nin verilerine göre, Çin 2009 ve 2010 yıllarında küresel
planda deniz yoluyla taşınan malların en büyük ihracatçısı ve ikinci en büyük
ithalatçısı olmuştur. Bu nedenle Arktik yollar gelecekte Çin açısından önemli
alternatifler teşkil edecek gibi görünmektedir. Nitekim, Kuzey Denizi Rotası’nın
Şanghay’dan Rotterdam’a yapılan yolculuğu Süveyş Kanalı’ndan yapılana oranla
%22 oranında azaltacağı; keza Norveç’in en kuzeyinden Çin’in Lianyungang
Limanı’na Süveyş Kanalı üzerinden yapılan 12.180 millik yolculuğu 6500 mile
düşüreceği tahmin edilmektedir.106 Söz konusu yeni deniz yollarının açılması,
106 Çin’in Kuzey Kutbu’na Yönelik İlgisi, http://www.mgk.gov.tr/index.php/cin-kuzey-kutbuna-yonelikilgisi#
53
Strateji Yazıları-I
aynı zamanda İzlanda’nın stratejik konumunu güçlendirecek ve muhtemelen
İzlanda’yı gelecekte Avrupa taşımacılık merkezi haline getirecektir.
Kuzey Kutup bölgesindeki iklim değişikliğinden kaynaklanan
gelişmeler, hem sekiz bölge ülkesinin (Rusya Federasyonu, ABD, Kanada,
Danimarka,Norveç, Finlandiya, İzlanda ve İsveç), hem de uluslararası toplumun
geneli açısından yeni fırsat ve sınamaları beraberinde getirmektedir. Enerji
arz güvenliğini sağlamak için yeni politikaların izlendiği günümüzde, Kuzey
Kutbu ayrı bir önem taşımaktadır. Bölgede RF’nin enerji kaynaklarının üçte
ikisi buzulların altında bulunmaktadır. Bu durumda Kuzey Kutbu’ndaki petrol
yarışının hız kazanması ve buzulların erimesiyle Kuzey Kutbu’nda açılacak olan
yeni denizyollarının mevcut erişim güzergâhlarını kısaltması ve gemi ulaşımının
kuzeyden batıya doğru gerçekleşecek olması da eklendiğinde, bölgede paylaşım
savaşının sertleşebileceği öngörülmektedir.
Kuzey Buz Denizi’ne beş sınırdaş devlet, Kanada, RF, ABD, Danimarka
ve Norveç, karasularının genişletilmesini talep etmektedir. Kuzey Denizi’nin
paylaşılamamasının başlıca nedeni ise, burada yatmaktadr. Kanada ve Danimarka
arasında Hans Adası krizi ve Kuzey Amerika’nın Alaska kıyıları ile RF’nin Sibirya
bölgesi arasında bulunan Bering Denizi sınır sorunu, bölgeye sınırdaş devletler
arasındaki uyuşmazlıkların en fazla öne çıkan örneklerini oluşturmaktadır.
Aynı zamanda, Kuzey Kutbu’nda Norveç ve Rusya arasında Barents Denizi sınır
sorunu, Kanada-ABD arasında ise, kuzey-batı geçidinin sağlanacağı Beaufort
Denizi’nin sınır ve doğal kaynakların paylaşımı meselesi bulunmaktadır.107
Kaynak: http://www.usakanalist.com/print.php?id=147
107 Sinem Varyıldır, Küresel Isınma Yeni Jeopolitik Savaşların Habercisi, 2012, http://www.usakanalist.com/
print.php?id= 147
54
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
Bu kapsamda Kuzey Kutbu’nda ABD, Kanada, Danimarka ve Norveç, RF’ye
karşı beraber hareket etmektedir. Kanada ve ABD, Kuzey Kutbu politikalarını
uyumlaştırmakta; böylece ABD, Kanada üzerinden Kuzey Kutbu’nun enerji
kaynaklarına erişim sağlamaya çalışmaktadır. Diğer taraftan ABD, ilk füze
savunma sistemini Alaska’da konuşlandırmakta ve uzay savunma merkezini
Kuzey Kutbu’nda kurmakta; RF, gelişmiş stratejik nükleer denizaltılarını
Kuzey Kutbu’na konuşlandırmakta, bölgede Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
kapattığı hava üslerini yeniden açmakta, hava ve denizaltı devriye faaliyetlerini
yeniden Soğuk Savaş dönemindeki düzeyine çekmekte; Norveç (Kuzey
Kutup Dairesi’nde sürekli askeri karargâhı bulunan tek ülkedir.), Kanada ve
Danimarka gibi diğer kıyıdaş ülkeler ise, bölgedeki askeri görünürlüklerini ve
faaliyetlerini artırmaktadırlar.108 Bu çerçevede Kanada, bölgedeki bağımsızlığını
sergilemek için sürekli olarak Kuzey Kutbu’nda tatbikatlar düzenlemekte olup,
2010 yılından itibaren söz konusu tatbikatlara ABD ve Danimarka askerleri de
katılmaktadır. Söz konusu gelişmeler, RF’ye karşı bölgede bir NATO işbirliğinin
işareti olarak görülmektedir. Gelecekte Kuzey Kutbu kaynakları üzerindeki
hak iddiası konusunda NATO ve Rusya arasında bir krizin çıkması ve söz
konusu krizde Çin’in, Rusya’yı desteklemesi muhtemel bir gelişme olarak
değerlendirilmektedir.109
Sonuç ve Değerlendirme
Uluslararası sitemde 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik terör saldırısından
günümüze kadar RF, Çin, Hindistan, Japonya ve AB gibi küresel lider olma
potansiyeline sahip uluslararası aktörlerin, ABD’nin küresel rakipleri durumuna
geldiği; küresel güç mücadelesinin Afrika ile Asya-Pasifik ekseni coğrafyasında
yaşandığı; ABD’nin, eski müttefikleri ve yeni kurduğu işbirliklerinin yardımıyla,
Çin liderliğindeki Doğu ekseninin etki alanını daraltmaya odaklı politikalar
izlediği; enerji kaynaklarının ve güzergâhlarının daha da önem kazandığı,
dinamik, çok aktörlü bir uluslararası yapının ortaya çıktığı değerlendirilmektedir.
Bu kapsamda söz konusu uluslararası siyasi ortamda; dünya güç dengesini
belirleyecek kritik bölgenin Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı ve Asya-Pasifik’in
bir çekim merkezine dönüştüğü gözlemlenmektedir.
Küresel güç dengeleri bakımından Çin ile Rusya, İran ve Pakistan arasındaki
yakınlaşma, ABD’nin de AB ile kurumsal işbirliğini derinleştirerek, Transatlantik
işbirliğini geliştirici ve Atlantik-Avrupa entegrasyonunu hızlandırıcı etki yapmıştır.
108 Çin’in Kuzey Kutbu’na Yönelik İlgisi, (http://www.mgk.gov.tr/index.php/cin-kuzey-kutbuna-yonelikilgisi#
109 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”,
http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/
55
Strateji Yazıları-I
Öte yandan; söz konusu gelişmeler, Pasifik’te Japonya ve Avustralya’nın askeri
bir güce dönüşmesini sağlayacak alt yapıların oluşturulmasına, Ortadoğu’da
Türkiye’nin bölgesel liderliğini desteklemeye ve Güney Asya’da Hindistan’ın
nükleer güce dönüşmesini hızlandırma hamlelerini de beraberinde getirmiştir.
Bu denge politikalarının yanı sıra, 2008 yılında Güney Osetya ve Abhazya’nın
Gürcistan’dan ayrılmasına sebep olan çatışmalar, Arap Baharı dinamikleri,
Kırgızistan, Ukrayna, Sudan, Bolivya ve Venezuela’daki gelişmeler gücün iki
eksende örgütlendiğinin kanıtlarını oluşturmaktadır. Bu kapsamda Burma başta
olmak üzere, Çin Hindi’nde yer alan ülkeler ile Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu
ve Kuzey Afrika odaklı olarak yaşanan çatışmalar, Asya odaklı çatışmanın birer
yansıması olarak ortaya çıkmaktadır.
Sistemdeki bu değişim ve değişiminin beraberinde getirdiği belirsizlik, ABD’li
karar alıcıları meselelere doğrudan müdahale etmek yerine, farklı bölgelerdeki
müttefiklerini ortak çıkarların korunmasına yönelik politik ve askeri müdahaleler
konusunda ikna etmeye yöneltmesine neden olmuş; öte yandan insan hakları ve
demokrasinin yaygınlaştığı ve iletişim imkanlarının arttığı günümüzde bölgesel
ekonomik entegrasyonların sayısı artmış ve mevcut entegrasyonların (BMGK,
IMF vb) nitelikleri tartışma konusu haline gelmiştir.
Çin’in yükselişi karşısında ABD’nin dengeleme politikaları Latin
Amerika’da Venezuela-Kolombiya, Orta Asya’da Kırgızistan-Özbekistan, AsyaPasifik’te Kuzey-Güney Kore, Güney Asya’da Hindistan-Pakistan gibi ikili
ilişkileri çatışma aşamasına getirmeye; öte yandan Afrika’da Sudan, Ortadoğu’da
ise, Irak ve Suriye gibi etnik ve dini ayrışmaları derinleştirmeye aday bir seyir
ortaya koymaktadır. Sistemdeki iki temel güç arasındaki bu rekabet, özellikle
Afrika ve Latin Amerika’nın gelişmişlik mücadelesinde geride kalmış ülkelerin
yeniden önem kazanarak birer jeostratejik eksene dönüşmesine yol açarken,
aynı zamanda gelişmemiş bölgelerdeki ırksal, mezhepsel, ideolojik ayrılıkların
dinamiklerini çalıştırmaktadır.
Bugünün yükselen güçleri arasında ortak bir dünya görüşü yoktur. Ancak;
ABD’nin gücü azaldıkça, yükselen güçlerin mevcut uluslararası kurumları
kendi amaçlarına uydurmak için sınama ve gözden geçirme yollarını arayacağı
düşünülmektedir. Öte yandan, küresel gücün giderek ABD’den başka ülkelere
doğru dağılmasıyla, ABD’nin süregelen zihinsel alışkanlıklarının destekleyici
olmaktan çok, köstekleyici olabileceği öngörülmektedir.
Ülkemiz açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse, karışık, dinamik
ve eş zamanlı gelişmeler gösteren ve güç mücadelesi içinde bir yandan rekabet,
bir yandan işbirliği ilişkileri içinde gelişen süreçte; baskın bir politika demeti
ile sürece müdahale etmek yerine, ulusal çıkarlar ölçeğinde yeni durum ve
gelişmelerin “Belirlenecek temel amaçlar” çerçevesinde sürekli ve sürdürülebilir
56
Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler
politik reaksiyonlar ile karşılanmasının yerinde olacağı düşünülmektedir. Başka
bir ifadeyle, yerleşik ve yükselen güç unsurları arasındaki rekabet ve hamlelerin
yakından takip edilerek, bu rekabetin getirdiği/getirebileceği fırsatlar,
belirlenecek temel ulusal amaçlar ölçeğinde değerlendirilmelidir.
ABD ve Çin eksenli güç dengesinde gerek coğrafi, gerek siyasi konumu
ve tarihsel karşıtlığı sebebiyle Rusya Federasyonu’nun kritik özel bir öneme
sahip olduğu düşünülmektedir. Rusya Federasyonu’nun Çin ile olan işbirliğinin
düzeyi, dengeyi de büyük ölçüde ABD aleyhine belirleyebilmektedir. Rusya
Federasyonu’nun ülkemizle komşu oluşu ve tarihsel ve sosyolojik ilişkileri,
ülkemiz açısından kritik bir öneme sahiptir. Denge üzerinde belirleyici bir güç
unsuru oluşu ile hem Rusya Federasyonu ile, hem de güç merkezlerinin önemli
mücadele alanı olan Ortadoğu ile komşu oluşumuz; ülkemizi Rusya ve etki alanı
ile karşı karşıya getirme riskini taşımaktadır. Bu nedenle, önümüzdeki süreçte
denge politikaları yerine karşıtlık üzerine kurulu bir mücadelenin ülkemizi
olumsuz etkileyebileceği kıymetlendirilmektedir.
57
YÜKSELEN GÜÇ ÇİN’İN KÜRESEL VE
BÖLGESEL POLİTİKALARI
Banu Ataman
Uzman
ÖZET
Bu çalışma, bölgesel ve küresel bir güç olarak dünya siyaset sahnesinde
etkinliğini giderek artıran Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal güç
unsurlarının, temel dış politika yaklaşımının ve diğer küresel güçler,
bölge ülkeleri ve uluslararası örgütlerle ilişkilerinin analiz edilmesi
amacıyla hazırlanmıştır.
1980’lerden itibaren sürdürdüğü ekonomik kalkınma hamlesi paralelinde
siyasi ve askeri gücünü artıran Çin Halk Cumhuriyeti, küresel bir güç olma
yolunda önemli adımlar atmıştır. Çalışmada Çin Halk Cumhuriyeti’nin
küresel bir güç haline gelmesinde etkili olan faktörler ele alınmaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikası bağlamında çalışmada, bu ülkenin
Amerika Birleşik Devletleri, bölge ülkeleri (Japonya, Kore Cumhuriyeti,
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Pakistan, Afganistan),
Rusya Federasyonu ve Orta Asya Cumhuriyetleri, Ortadoğu ve Afrika
ülkeleriyle ilişkileri ele alınmaktadır. Uluslararası kuruluşlar bağlamında
ise Çin dış politikasına etkileri bakımından Güneydoğu Asya Ülkeleri
Birliği (ASEAN), Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve Avrupa Birliği’yle
ilişkileri üzerinde durulmaktadır. Çalışmanın son bölümünde son yıllarda
kapsamı hızla genişleyen ve derinleşen Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti
ilişkileri ele alınmaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel siyaset sahnesinde güç ve etkinliğini
giderek artırdığı genel olarak kabul edilen bir olgudur. Bununla birlikte,
ülkenin çeşitli yapısal sorunları bulunmaktadır ve söz konusu sorunların
ele alınış biçiminin Çin’de önümüzdeki dönemde gidişatı etkileyebileceği
değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Çin Halk Cumhuriyeti, Çin’in yükselişi, Çin’in dış
politikası, Çin’in ulusal güç unsurları.
ABSTRACT
This paper analyzes People’s Republic of China’s national power and
elements that constitute that power, its basic foreign policy approach
and its relations with other global and regional powers as well as
international institutions.
Strateji Yazıları-I
People’s Republic of China, in parallel to its fast economic growth starting
from 1980s, increased its political and military power. This paper analyzes
the factors that contributing to the rise of China as a global power.
With regard to the foreign policy of China, this country’s bilateral and
multilateral relations with the United States of America, regional states
(Japan, Republic of Korea, Democratic People’s Republic of Korea, India,
Pakistan, Afghanistan), Russian Federation and Central Asian Republics,
Association of Southeast Asian Nations, Shanghai Cooperation
Organization and the European Union are analyzed in the paper. China’s
foreign policy section is concluded with Turkish-Chinese relations which,
in recent years, has significantly developed and deepened.
It’s a widely accepted fact that People’s Republic of China is steadily
increasing its power and influence in the international arena.
Nevertheless, the country faces several structural problems and the way
China handles these problems will have an effect on the future of the
country.
Key Words: People’s Republic of China, China’s rise, China’s foreign
policy, China’s national power elements.
Giriş
1980’lerden itibaren hızlı bir ekonomik kalkınma sürecine giren ve kalkınma
hamlesini 30 yıldır sürdüren Çin, ekonomik gücüne paralel olarak siyasi ve askeri
gücünü de artırmış, bir bölge gücünün ötesinde ABD’ye rakip bir küresel devlet
algısı yaratmıştır. “Çin’in yükselişi” olarak özetlenen bu durum, “Çin tehdidi”
tezlerinin gündeme getirilmesine neden olmakta ve Çin’in yükselen gücü ve bu
gücün dünya dengelerine etkisi küresel ölçekte tartışılmaktadır.
Başta ABD olmak üzere, Batı dünyasında Çin’in yükselişi, siyasi ve akademik
anlamda sıklıkla ele alınmaktadır. ABD Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından
Aralık 2012 tarihinde yayınlanan ve ABD Yönetimlerine uzun dönemli stratejik
planlamada yardımcı olmayı amaçlayan “Küresel Eğilimler 2030” isimli raporda
da bu kapsamda, önümüzdeki dönemde Asya-Pasifik’in en önemli küresel güç
merkezi haline geleceği ve Çin’in çeşitli güç unsurları bakımından ABD’yi geride
bırakacağı öngörüsünde bulunulmaktadır.
Yüksen gücüyle dünyanın dikkatini üzerine çeken Çin’in, bölgesel ve
küresel siyasetinin daha iyi anlaşılabilmesi için nüfus, ekonomi, silahlı kuvvetler,
bilim ve teknoloji alanlarındaki durumu ve genel dış politik yaklaşımı ile enerji
siyasetinin ortaya konulmasının yararlı olacağı düşünülmektedir.
60
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
Çin’in Ulusal Güç Unsurlarının Değerlendirilmesi
1,370 milyarlık nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in nüfusunun
2025 yılında 1,6 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkedeki toplam işgücü
800 milyon civarındadır. Ancak, nüfus kontrol politikaları nedeniyle Çin’in
nüfusu yaşlanmakta ve nüfus artış hızı gerilemektedir. Önümüzdeki 20 yıl içinde
Hindistan’ın, Çin’in nüfusunu geçeceği öngörüleri yapılmaktadır.
2010 yılında Japonya’yı geride bırakarak ABD’nin ardından dünyanın
ikinci büyük ekonomisi unvanını alan Çin’in 2011 yılı gayrisafi yurtiçi hasılası
7,3 trilyon ABD Doları tutarındadır. Ayrıca, döviz rezervi sıralamasında dünya
birincisi olan Çin’in rezerv miktarı Eylül 2012 itibarıyla 3,2 trilyon Dolar olarak
kaydedilmiştir. Dünyanın üretim üssü olarak nitelendirilen Çin’e doğrudan
yabancı yatırım tutarı 2011 yılında 116 milyar Dolara ulaşmış, Çin’in yurt dışına
yatırımları ise 2010 yılında 68 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. Ancak, ihracat
temelli ekonomi modeliyle kalkınmasını gerçekleştiren Çin, ekonomik sistemin
sürdürülebilirliği ve gelir dağılımı bakımından sorunlar yaşamakta, ekonomik
reformların gerekliliği en yetkili ağızlar tarafından dile getirilmektedir. Resmi
verilere göre ülkede 128 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Yüksek ihracat oranları nedeniyle, diğer ülkelerin baskı ve tenkitlerine maruz
kalan Çin, ülke içinde de gelir dağılımındaki ciddi dengesizlikler, yaygın yolsuzluk
ve sosyal güvence sorunları nedeniyle eleştirilmektedir.
Dünyanın en kalabalık ordusuna sahip Çin’de, paramiliter birlikler ve
yedekler de hesaba katıldığında silahlı kuvvetlerin mevcudu 3,2 milyonu
bulmaktadır. Çin, Asya’da en çok muharip gemiye sahip ülkedir. Öte yandan,
donanmanın Çin kıyılarının ötesinde operasyon yapma kabiliyeti henüz sınırlıdır.
Nükleer güç bakımından ABD, Rusya, İngiltere ve Fransa’dan sonra 5. sırada yer
alan Çin’in stratejik silah envanterinde 8.000 km menzilli 20 adet ve 5.000 km
menzilli 24 adet balistik füzesi olduğu tahmin edilmektedir. Çin’in konvansiyonel
ve stratejik askeri varlıklarının önemli bölümü Tayvan Boğazı bölgesindedir
ve Çin Ordusu, Tayvan Boğazı kaynaklı olasılıkları öncelikli güvenlik tehdidi
olarak görmektedir. Öte yandan, ilk uçak gemisini inşa eden Çin, ordunun tüm
bölümlerine yönelik kapsamlı bir modernizasyon faaliyeti yürütmekte, belli bir
derinliğin altına inebilen denizaltı, radara yakalanmayan casus uçak gibi çok
az ülkenin sahip olduğu askeri imkanları geliştirmektedir. Ayrıca Çin’in uzay
faaliyetlerinin de askeri yansımaları olabileceği değerlendirilmektedir. Bu durum
Çin Ordusu’nun askeri kapasite hedefinin Tayvan Boğazı’nın ötesine geçtiği
şeklinde yorumlanmaktadır.
61
Strateji Yazıları-I
Savunma harcamalarında, ABD ve Rusya’dan sonra gelen Çin’in 2012 yılı
resmi savunma bütçesi 106 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Savunma bütçesi
yıllık çift haneli rakamlarla büyüyen Çin’de, bazı harcama kalemlerinin bütçeye
yansıtılmadığı, dolayısıyla gerçek artışın daha da fazla olduğu yönünde tahminlere
dayanan bilgiler yayınlanmaktadır.
Bilim ve teknoloji alanında uygulamadan tasarıma doğru ilerleyen Çin’de,
2011-2015 dönemini kapsayan 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde,
biyoteknoloji, yeni enerji, enformasyon teknolojisi gibi yükselen endüstrilerin
ilerletilmesine, böylelikle Çin’in sadece ürünleri değil, teknolojiyi de tasarlayan
ve geliştiren ülke sıfatıyla anılmasına yönelik bir girişim başlatılmıştır. Çin,
yakın bir gelecekte ihraç mamullerinin %25’ini ileri teknoloji ürünü yapmayı
hedeflemektedir. Bununla birlikte, teknolojik bağımsızlık henüz elde edilebilmiş
değildir.
Çin’in 1992 yılında başlatılan ulusal kaynaklı uzay programının kapsamı yıllar
içinde genişlemiş; Dünya’nın yörüngesinde uydu ağlarının kurulması, daimi uzay
istasyonunun faaliyete geçirilmesi, Ay’ın keşfedilmesi gibi projeler eşzamanlı
olarak yürütülür hale gelmiştir. Çin, ABD ve Rusya’dan sonra kendi imkanlarıyla
uzay yürüyüşü gerçekleştiren üçüncü ülkedir. Uzay istasyonu çalışmaları
sürdürülmekte ve projenin 2016 yılında hayata geçirilmesi planlanmaktadır.
Uzayla ilgili ilk çalışmalarını uydu alanında başlatan Çin, bugün her türlü uyduyu
fırlatma ve Dünya’nın yörüngesine yerleştirme kabiliyetine ulaşmıştır. Çin
ayrıca, 2020 yılında tamamlanması beklenen kendi küresel navigasyon sistemini
(Beidou) kurma çalışmalarına da devam etmektedir.
2011 yılında ülkede internet kullananların sayısı 511 milyon, mikroblog
kullanıcı sayısı ise 310 milyona ulaşmıştır. Ülkedeki cep telefonu kullanıcıları
ise 900 milyon civarındadır. Resmi sansür nedeniyle küresel sosyal paylaşım
sitelerine ve medya kuruluşlarına yönelik kısıtlamalar uygulanmakla birlikte,
Çin’de özel sosyal medya ağları yoğun biçimde kullanılmaktadır.
Çin’in Genel Dış Politika Yaklaşımı
Çin, ekonomik kalkınma hedefini gerçekleştirebilmek için barışçı ve
istikrarlı bir uluslararası düzene ihtiyaç duymakta ve barış içinde bir arada yaşama
politikası izlemektedir. Kendisine yönelik küresel algının farkında olan Çin,
hegemonyacı emellerinin bulunmadığı, barışçı kalkınma idealine bağlı olduğu
ve yükselen gücünün hiçbir ülke veya bölgeyi hedef almadığı mesajlarını her
fırsatta vermektedir. Siyasetin dokümanlarla duyurulmasının bir teamül olduğu
Çin’de, Eylül 2011’de yayınlanan “Barışçı Kalkınma” başlıklı Beyaz Kağıt benzer
62
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
bir yaklaşımla, Çin’in yayılmacı bir siyaset güdeceği ve saldırgan hale geleceği
korkularının bertaraf edilmesi amacıyla hazırlanmıştır
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyesi olan Çin, bölgesel
ve uluslararası sorunların mümkün olduğunca Birleşmiş Milletler (BM) zemininde
çözümlenmesini desteklemekte, öte yandan, doğrudan kendisini ilgilendirmeyen
konularda BMGK içinde öne çıkmaktan kaçınmaktadır. Herhangi bir askeri
ittifaka bağlı olmayan Çin, BM şemsiyesi altındaki barışı koruma çabalarına katkı
sağlamaktadır. Çin ayrıca, ŞİÖ içinde ağırlıklı bir konumda yer almakta, ASEAN
ve Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı gibi bölgesel güvenlik
ve istikrarın korunmasına yönelik forumlara aktif olarak katılmaktadır.
Kendisini dünyanın gelişmekte olan en büyük ülkesi olarak tanımlayan
Çin, ekonomik gelişimi paralelinde kalkınma yardımları sağlayan bir ülke haline
gelmiştir. Çin resmi verilerine göre 1950-2009 döneminde sağlanan dış yardım
tutarı 40 milyar Dolardır. Çin’in 2009 yılı kalkınma yardımlarının yarıya yakını
Afrika’ya, geri kalanı Asya ve Latin Amerika ülkelerine verilmiştir.
Yayılmacı emelleri olmadığını vurgulamasına ve ekonomik kalkınması
için istikrar ihtiyacına rağmen, Çin’in artan gücü dış politikada daha iddialı bir
tutum benimsemesine neden olmaktadır. Esasen Çin’in dış politikada fazla öne
çıkmaktan kaçınma yönündeki tutumunu, mevcut koşullarda sürdürmesinin
zor olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir. Çin dış politikası geleneksel olarak
“Rüzgarda en yüksek ağaç olmama” ilkesiyle şekillenmekle birlikte, Çin’in küresel
sistemde daha fazla sorumluluk üstlenmesi beklentisi artmaktadır. Ayrıca Çin’de
bazı kesimler ülkelerinin artan gücü doğrultusunda görünürlüğünü yükseltmesi
gerektiğini savunmaktadır.
Özellikle kırmızı çizgileri olarak nitelendirdiği egemenlik hassasiyetleri
konusunda tavizsiz tavırlar sergileyen Çin, diğer ülkelerin içişlerine müdahale
olarak algıladığı söylem ve eylemlere sert tepki göstermektedir. Tayvan, Tibet
ve Sincan-Uygur Özerk bölgesi kaynaklı ayrılıkçı hareketlerin diğer ülkeler
tarafından desteklenmemesi beklentisi taşıyan Çin, ayrılıkçı olarak nitelendirdiği
şahıslara yönelik devlet kabullerinden rahatsızlık duymaktadır. Çin’in ekonomik
işbirliğine duyulan ihtiyaç bu anlamda diğer devletlerin davranışlarını etkilemekte,
ülkeler Çin’le ilişkilerini çatışma eksenine oturtmaktan kaçınmaktadır.
Denizlerdeki egemenlik ihtilafları da Çin’in son dönemde daha iddialı hale
geldiği bir alandır. Pek çok bölge ülkesiyle deniz alanlarının kullanımı konusunda
çakışan iddiaları bulunan Çin, bu meseleleri ülkelerle ikili düzeyde ve ASEAN
gibi bölgesel forumlarda ele almayı tercih etmekte, ABD başta olmak üzere,
diğer ülkelerin konuya müdahil olma girişimlerine tepki göstermektedir.
63
Strateji Yazıları-I
Uluslararası ilişkilerin egemen eşit devletler arasında yürütülmesi ilkesini
benimseyen Çin, insan hakları gibi gerekçelerle ülkelerin içişlerine müdahale
edilmesine karşı çıkmaktadır. Anılan dış politika yaklaşımı ve sömürgeci bir
geçmişe sahip olmaması Çin’e yumuşak güç unsuru olarak geri dönmekte ve
Afrika gibi bölgelerde genellikle iyi karşılanmasını sağlamaktadır.
Çin’in Enerji Siyaseti
Ekonomik kalkınması için duyduğu enerji ihtiyacı, Çin’in bölgesel ve
küresel siyasetini şekillendiren önemli bir faktördür. Enerji arz kaynaklarının
çeşitlendirilmesi ve nakil güzergâhlarının emniyetinin sağlanması enerji
siyasetinin iki önemli sütununu oluşturmaktadır. Bu kapsamda Çin, enerji
zengini bölgelere özel önem vermekte, enerji nakil güzergâhları üzerinde
kontrol sahibi olabilmek için projeler geliştirmekte, deniz yolunun risklerine
karşı kara ve demiryolu ile boru hatları projelerini gündeme getirmektedir.
Orta Asya, Kafkaslar, Güneybatı Asya, Latin Amerika, Afrika ve geniş Ortadoğu
bölgesinde enerji konusundaki ağırlığını artıran Çin, enerji güvenliğini sadece
ekonomik açıdan değil, stratejik açıdan da değerlendirmektedir.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre 2009 yılında ABD’yi geride
bırakarak dünyanın en büyük enerji tüketicisi olan Çin’in tüketimi büyük oranda
kömüre dayanmaktadır.
1993 yılından bu yana net petrol ithalatçısı olan Çin’in petrol ithalatında
en çok pay sahibi ülkeler Suudi Arabistan, Angola, Rusya ve İran’dır. Ayrıca
Sudan, Irak, Oman, Orta Asya ve Latin Amerika ülkelerinden de petrol ithal
edilmektedir.
Doğalgaz Çin’in enerji tüketiminde hali hazırda %3 gibi küçük bir paya sahip
olmakla birlikte, doğalgazın toplam enerji tüketimindeki payının 2030’a kadar
%10’a çıkarılması hedeflenmektedir. Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan
üzerinden Çin’e ulaşan Orta Asya-Çin doğalgaz boru hattının bir bölümü
faaliyete geçmiştir. Çin ayrıca, nükleer, hidroelektrik, rüzgar ve güneş enerjisinin
tüketimdeki payını artırmak için projeler geliştirmektedir.
Çin’in dünyanın en büyük enerji tüketicisi olması ülkede, “Çevre krizi”
olarak nitelendirilebilecek hava, su ve toprak kirliliği anlamında ciddi çevresel
sorunlara neden olmaktadır. Ekonomik büyümenin ne pahasına olursa olsun
sürdürülmesinin maliyeti çevreye olumsuz yansımıştır. Fabrika ve santrallerin
yılda atmosfere yaklaşık 600 ton cıva, 22,5 milyon ton kükürt ve yaklaşık 3,4
milyar ton karbondioksit salmasıyla Çin’in dünyanın en büyük kirleticisi haline
geldiği, sera gazları salınımında ABD’yi geçtiği iddia edilmektedir.
64
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
Çin’in Belli başlı Ülkeler, Bölge Ülkeleri ve
Uluslararası Örgütlerle İlişkileri
Çin-ABD İlişkileri: Hacmi ve yarattığı etkiler bakımından dünyanın en
önemli ikili ilişkisi olarak nitelendirilen ABD-Çin ilişkilerinde çeşitli sorun
alanları mevcut olmakla birlikte, özellikle ekonomik ilişkilerin kapsamı, tarafları
ilişkileri kontrollü biçimde ele almaya teşvik etmektedir. Üst düzey zirvelerin
yanı sıra, çeşitli seviyelerdeki kurumsallaşmış mekanizmalarla yürütülen iki ülke
ilişkilerinde ticaret, insan hakları ve güvenlik gibi konularda sorunlar bulunmakta,
ayrıca küresel meselelere ilişkin yaklaşım farklarından kaynaklanan sıkıntılar
yaşanmaktadır. Bu kapsamda ABD’nin Asya-Pasifik açılımı, bölge ülkeleriyle
Çin’in aleyhine ilişkilerini geliştirmeye yönelik adımları, ABD tarafından
yayınlanan insan hakları ve savunma konularındaki raporlar ve Tayvan’a silah
satışı Çin tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. ABD ise, Çin’in küresel sistemde
ikinci konumundan istifade ettiğini, böylelikle küresel sorumluluk almaktan
kaçındığını düşünmekte, İran ve Kuzey Kore’nin nükleer sorunları konusunda
Çin’i gerekli adımları atmamakla eleştirmektedir. ABD ayrıca, ticari ilişkilerde
Çin’in sistemi kendi lehine kullanmasından, güvenlik alanı başta olmak üzere
şeffaflıktan kaçınmasından rahatsızlık duymaktadır. ABD kaynaklarınca
Çin’in savunma harcamalarının açıklanan miktarların iki-üç katı olduğu ileri
sürülmektedir.
1979 yılında 2,37 milyar Dolar olarak kaydedilen ABD-Çin ikili ticaret
hacminin 2011 yılında 503 milyar Dolara ulaşması ekonomik ilişkilerin geldiği
noktayı gösteren bir örnektir. Ticaretin yanı sıra, iki ülke arasında yatırım ve
turizm ilişkileri de hızla gelişmektedir. Ayrıca, ABD hazine bonolarının en büyük
alıcısı konumundaki Çin’in elindeki varlıkların değeri ABD Hazine Bakanlığı’nın
Kasım 2012 tarihli verilerine göre, 1,170 trilyon Dolara ulaşmıştır. ABD-Çin
ekonomik ilişkilerinin birlikte var olma ilişkisi niteliği taşıdığı genel olarak kabul
edilmektedir. Bu durum, anlaşmazlık ve farklılıklara rağmen tarafların ikili
ilişkilerin idaresi üzerinde önemle durmalarını sağlamakta, bu kapsamda üst
düzey temaslarda ilişkilerin pozitif gündemi öne çıkarılmaktadır.
Çin’in Bölge Ülkeleriyle İlişkileri: Asya-Pasifik bölgesinin genel güvenlik
durumunu istikrarlı olarak tanımlayan Çin, etnik ve dini uyuşmazlıklar ile
toprak ve deniz sahalarına ilişkin çakışan iddiaların varlığını bölgenin istikrar
bozucu unsurları arasında saymakta, ABD’nin bölgeye yönelik dikkatinin
yoğunlaşmasından ve bölgedeki askeri kabiliyetlerini arttırma çabasından
kaygı duymaktadır. Çin, Kasım 2011’de ABD Başkanı Obama tarafından
açıklanan “Asya-Pasifik’in eksen alınması” siyasetini kendisine yönelik çevreleme
stratejisinin bir parçası olarak görmektedir. ABD’nin anılan politikası ve ortak
65
Strateji Yazıları-I
tatbikatlarla bunu somutlaştırma çabaları Çin’in bölge ülkeleriyle yaşadığı
münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığı gibi konulardaki sıkıntılarına bir de
ABD boyutunu eklemiştir.
Bölgesindeki gelişmeleri etkileme ve şekillendirme gücü, bölge ülkelerinin
tamamı tarafından kabul edilen Çin, bölgede tesis ettiği ikili ilişkilere önem
vermekte ve bölge ülkelerinin hemen hepsinin birinci veya ikinci ticaret
ortağı konumunu muhafaza etmektedir. Bölgesel ve küresel dengelere etkileri
bakımından Çin’in, Japonya, Güney ve Kuzey Kore, Hindistan, Pakistan ve
Afganistan’la ilişkileri özel önem arz etmektedir.
Japonya’yla sıkı ekonomik ilişkileri bulunan Çin, İkinci Dünya Savaşı
sırasında yaşanan Japon işgali nedeniyle bu ülkeye halen güvensizlik duymakta,
bu olgu, günümüzde bile iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin gerilmesine yol
açabilmektedir. Çin, Japonya’nın birinci ticaret ortağıdır ve iki ülke ticaret hacmi
2011 yılında 345 milyar Dolar olarak kaydedilmiştir. Bu rakam, Japonya’nın
toplam dış ticaret hacminin %20,6’sına tekabül etmektedir. Çin, aynı zamanda,
Japonya’nın başlıca dış borç tedarikçisi olup, Çin’in elindeki Japon tahvillerinin
değeri 230 milyar ABD Doları tutarındadır.
Japonya ve Çin arasında Doğu Çin Denizi’ne yönelik egemenlik ihtilafları,
2012 yılı sonunda Senkaku/Diaoyu adaları nedeniyle yaşanan kriz örneğinde
görüldüğü gibi, önemli bir sorun alanı olarak mevcudiyetini korumakta, konu
kimi zaman kriz düzeyine tırmanabilmektedir.
Kuzey ve Güney Kore’yle ilişkileri Çin dış politikasının önemli bir konu
başlığıdır. Kore Yarımadası’nda Güney Kore ile yakın ekonomik ilişkileri
bulunan, Kuzey Kore ile de Soğuk Savaş döneminden kalan müttefiklik ve
ideolojik ilişkisini muhafaza eden Çin, anılan iki ülkeyle ilişkilerini dengeli
biçimde yürütmeye özen göstermektedir. Diplomatik ilişkilerin kurulduğu 1992
yılından bu yana Güney Kore’yle ilişkiler, Çin açısından özellikle ekonomi ve
ticaret bağlamında giderek önem kazanmıştır. Güney Kore, ABD ve Japonya’nın
ardından, Çin’in en büyük ticaret ortağıdır. Güney Kore, Çin’in Kuzey Kore’yle
özel ilişkisini Korelerin birleşmesi hedefine uygun kullanmasını beklemektedir.
Ancak Çin, Korelerin birleşmesi hedefini henüz benimsememiştir ve Güney
Kore’nin, dolayısıyla ABD’nin başat rol oynayacağı birleşik bir Kore’den ziyade,
Kuzey Kore’nin bağımsız olarak varlığını sürdürmesini tercih etmektedir. Çin,
ayrıca, Kuzey Kore’de rejimin yıkılmasının yaratabileceği kaotik ortamdan da
kaygı duymaktadır. Öte yandan Çin, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan
arındırılmasına yönelik çabalarda arabulucu rolü oynamaktadır. Güney Kore
ile ABD, Çin’den nükleer faaliyetleri konusunda Kuzey Kore üzerinde baskı
oluşturması beklentisi içindedir. Ancak Çin’in, Kuzey Kore üzerinde en etkili
66
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
devlet olmakla birlikte, bu ülke üzerinde tam bir kontrol ve denetime sahip
olduğunu söylemek güçtür.
Bölgenin yükselen diğer gücü Hindistan, Çin’in en önemli bölgesel rakibidir.
İki ülke arasındaki temel sorun, ekonomik gerekliliklerinden ötürü, Hindistan’ın
doğuya, Çin’in de batıya açılmak istemesidir. Bu çerçevede iki ülke, Hint Okyanusu
ve Güney Çin Denizi’nde nüfuz yarışına girmekte; ABD ise bu rekabette
Hindistan’ın yanında yer almaktadır. Bölgesel rekabetin yanı sıra, Hindistan’ın
Dalai Lama ve Tibet meselesi konusundaki tutumu ve sınır anlaşmazlıkları ikili
ilişkilerin hassas konuları olma özelliğini muhafaza etmektedir. Bununla birlikte,
iki ülke Brezilya, Rusya ve Güney Afrika Cumhuriyeti’yle oluşturdukları BRICS
forumu dahil, çeşitli platformlarda bir araya gelmekte ve ilişkilerde gerilimi
tırmandırmamaya özen göstermektedir.
Çin, stratejik ortaklık ilişkisi kurduğu Pakistan’ı, Hindistan’ın, Güney Asya
ve Hint Okyanusu’ndaki etkinliğine karşı bir denge unsuru olarak görmekte, bu
ülkeyle ilişkilerini geliştirmeye önem vermektedir. Çin’in özellikle Hindistan’ı
dengelemek bakımından Pakistan’a desteğini sürdürmesi beklenmektedir.
Bununla birlikte, Çin’in Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ndeki ayrılıkçı hareketlerle
ilişkilendirdiği radikal dinci terör örgütlerine karşı hassasiyeti ve Pakistan’ın
terörle mücadelede tartışmalı konumu nedeniyle Pakistan’a desteğinin sınırlarını
gösteren gelişmeler de yaşanmıştır. Bu kapsamda, 2011 yılında Çin ilk kez Sincan
Uygur Özerk Bölgesi (SUÖB)’nde meydana gelen terör saldırılarının kaynağının
Pakistan olduğunu açıklamıştır.
Afganistan’daki yeniden yapılanma çabalarını siyasi ve ekonomik olarak
destekleyen Çin, Taliban’ı Afgan siyasi hayatının bir parçası olarak kabul
etmekle birlikte, eski koşullarda iktidara geri dönüşünden kaygı duymaktadır.
Çin’in bu tutumunda, Sovyet-Afgan savaşından sonra SUÖB’de radikalizmin
yükselmesi ve ayrılıkçı unsurların Taliban yönetiminden destek görmesi etkilidir.
Çin, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD öncülüğünde Afganistan’a yapılan
müdahaleye karşı çıkmamış, bunun karşılığında aşırı unsurlarla mücadelesine,
terörizmle mücadele kapsamında uluslararası kabul sağlamaya çalışmış, Doğu
Türkistan’da faaliyet gösteren Doğu Türkistan İslami Hareket (ETIM)’in, ABD
ve BM terör listelerine alınmasını sağlamıştır. Afganistan’a ilgisi stratejik olduğu
kadar, ekonomik saiklerden de kaynaklanan Çin, hali hazırda en büyük yabancı
yatırımcı konumunda olduğu Afganistan’da özellikle maden kaynaklarına ilgi
duymakta, bu nedenle yatırım projelerinin hayata geçirilebileceği güvenli bir
ortamın tesisini istemektedir.
67
Strateji Yazıları-I
ASEAN, Çin’in bölgesindeki ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkilerini
geliştirmekte kullandığı önemli bir platformdur. Çin, ASEAN ile işbirliğini
ASEAN+1 ve ASEAN+3 (ÇHC, Japonya ve Güney Kore) formatlarında
sürdürmektedir.
Son dönemde uluslararası kamuoyunda adından sıkça söz edilen Güney Çin
Denizi, gerek Çin ile bölge ülkeleri, gerekse ABD ile Çin arasındaki en önemli
ihtilaf alanı olarak dikkati çekmektedir. Jeostratejik konumu itibariyle büyük
önem arz eden Güney Çin Denizi’nde, dünya deniz ticareti trafiğinin 1/3’ü, küresel
su ürünleri üretiminin ise %10’u gerçekleşmektedir. Bölgenin büyük miktarda
petrol (Rakamlar 28 milyar varilden 105 milyar varile kadar değişmektedir)
ve doğal gaz (Hali hazırda ispatlanmış rezerv miktarının 4-6 trilyon kübik feet
olduğu belirtilmektedir) rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bu
durum, bölgedeki bazı adalar üzerinde Çin ile Filipinler, Vietnam, Endonezya ve
Malezya gibi kıyıdaş devletlerarasında egemenlik ihtilaflarına neden olmaktadır.
Söz konusu ihtilaflar, 2002 yılında Çin ile ASEAN arasında imzalanan, Güney Çin
Denizi’nde “Davranış Kurallarına İlişkin Bildiri” ile yumuşama eğilimine girmiş,
bu bağlamda Çin, kaynakların ilgili ülkelerle ortaklaşa aranmasını ve çıkarılmasını
sağlamaya yönelik projeler geliştirilmesi yönünde bir tutum benimsemiştir.
Bununla birlikte, son dönemde, başta Filipinler ve Vietnam olmak üzere, bazı
kıyıdaş ülkelerin ABD’nin konuya müdahil olma girişimlerinden cesaret alarak,
bölgedeki balıkçılık ve hidrokarbon araştırmalarında Çin’i rahatsız eden bir
tutum içine girmeleri, Çin’i daha sert politikalar izlemeye yöneltmektedir. Bu
çerçevede, ihtilaflı alanlarda hidrokarbon arama faaliyetlerini yoğunlaştıran Çin,
diğer kıyıdaş ülkelerin bu alanlardaki çalışmalarını da engellemeye çalışmaktadır.
Bu aşamada Çin’in, Güney Çin Denizi ihtilaflarında, taviz vermez ve meseleleri
zamana yayan bir tutum izlediğini, öte yandan sorunu anlaşmazlık yaşanan
alanla sınırlı tutarak, ilgili ülkelerle ikili ilişkilerinin genelinin zarar görmesini
engellemeye çalıştığını söylemek mümkündür.
Çin’in Rusya ve Orta Asya’yla İlişkileri: Çin, Rusya’yı önemli bir küresel
güç ve etkili bir bölge ülkesi olarak görmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin
ardından tek süper güç konumuna gelen ABD’yi dengeleme çabaları ve Çin’in
enerji kaynaklarını arttırma ve çeşitlendirme ihtiyacı, iki ülke ilişkilerindeki
hızlı gelişmenin başlıca dinamiklerini oluşturmuştur. Çin-Rusya ortaklığı son
dönemde özellikle ekonomik alanda hızla gelişmiş, ikili ticaret hacmi 2011
yılında 60 milyar Dolara ulaşmıştır. İki ülke ticaret hacminde 2015 yılı için hedef
100, 2020 yılı için ise 200 milyar ABD Doları olarak belirlenmiştir. Rusya, Çin’le
ticaretinde fazla veren az sayıda ülkeden biridir. Ekonomik ilişkilerin yanı sıra,
enerji, savunma ve terörle mücadele konularındaki işbirliği yoğunlaşmış ve ŞİÖ
çerçevesinde bölgesel konularda öncü rol paylaşılmıştır.
68
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
Bununla birlikte; iki ülke ilişkilerinde rekabet ve sorunlar da mevcuttur.
Çin’in, Orta Asya Cumhuriyetleriyle ilişkilerini geliştirme arayışı, Çin-Rusya
rekabetinin önemli bir boyutudur. Çin, Orta Asya’yla ilişkilerini Rusya’yı rahatsız
etmeyecek biçimde yürütmeye gayret etse de, Rusya’nın doğal açılım alanı olarak
gördüğü bu bölgede bunu gerçekleştirmesi kolay görünmemektedir. Çin’in,
Orta Asya Cumhuriyetleri’ne yönelik politikasının başlıca amaçları; bu ülkelerin
enerji kaynakları ile pazarlarına ulaşmak, terörle mücadele alanında işbirliğini
geliştirmek ve ABD’nin bölgedeki nüfuzunu dengelemektir.
ŞİÖ, Çin’in anılan hedeflerine ulaşmak bağlamında özel önem verdiği bir
platformdur. Çin, kuruluşuna ve çalışmalarına önderlik ettiği ŞİÖ’yü hem Rusya
ve Orta Asya’yla ilişkilerini uyum içinde ilerletebileceği, hem de bölgede ABD
nüfuzunu dengeleyebileceği bir araç olarak görmektedir. Bütçesinin büyük
bölümü Çin ve Rusya tarafından karşılanan örgütte, kararların oybirliğiyle
alınmasına yönelik hukuki düzenlemelerin mevcudiyetine rağmen, ŞİÖ’nün
politikaları büyük ölçüde Çin ve Rusya tarafından belirlenmektedir. Çin bu
çerçevede ŞİÖ’yü ekonomik bütünleşmenin bir aracı olarak görmekte ve ŞİÖ
bölgesini hem yurtiçi üretimin kanalize edilebileceği ekonomik bir pazar, hem
de enerji arzı güvenliği bakımından önemli bir alan olarak değerlendirmektedir.
Çin, ayrıca örgütü batı bölgesindeki ayrılıkçı hareketlerle mücadelede bir işbirliği
platformu olarak kullanmaktadır.
Çin’in Ortadoğu’yla İlişkileri: Çin’in Ortadoğu politikası, uluslararası
beklentilerden ziyade, büyük ölçüde kendi ihtiyaç ve dinamiklerine göre
şekillenmektedir. Ortadoğu’yu enerji ihtiyacı, pazar ve yatırım açısından önemli
bir bölge olarak gören Çin, 1980’lerden itibaren bölge ülkeleriyle ilişkilerini
geliştirmektedir.
Arap Baharı kapsamında yaşanan gelişmeler siyasi ve ekonomik yönden
Çin’i etkilemiştir. Libya’ya yönelik operasyona engel olmadığı için ülke içinde
eleştirilen Çin, Suriye konusunda ise, BMGK’da karar tasarılarını veto etmesi
nedeniyle uluslararası toplumun eleştirilerine maruz kalmaktadır. Suriye’de
istikrarın sağlanması ve siyasi bir çözüme ulaşılmasını arzulayan Çin, bu ülkeye
doğrudan müdahaleye ise sıcak bakmamaktadır. Çin’in anılan tutumu Suriye’yle
ekonomik ilişkilerinin yoğunluğundan değil, kısmen iç hassasiyetlerinin de
etkisiyle insan hakları gerekçesiyle yapılan müdahalelere ilkesel olarak karşı
çıkmasından kaynaklanmaktadır. Çin bu arada Esad Yönetimi’ne karşı eleştirel
açıklamalar da yapmakta, ancak bu tutumu Batıyla birlikte hareket etmesinden
değil, Arap ülkelerinin gözünde Suriye’deki rejimin destekçisi olarak algılanmak
istememesinden kaynaklanmaktadır.
69
Strateji Yazıları-I
Benzer bir tutumu İran konusunda da sergileyen Çin, sorunun diyalog
yoluyla çözümünü kabul etmektedir ve ABD’nin öncülüğünde ilave baskı ve
tedbirlere çoğu zaman karşı çıkmaktadır. İran’a ilişkin siyaseti ekonomik güdülerle
şekillenen Çin, bu ülkeyi enerji arz kaynağı olarak görmekte, ayrıca Çin firmaları,
birçoğu hayata geçirilememekle birlikte, İran’da birçok proje üstlenmektedir.
Çin’in İran’a yönelik tutumu, başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri tarafından
bu ülke üzerindeki baskıyı hafiflettiği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Bununla
birlikte, ABD, İran’ın nükleer sorunu konusunda Çin’in işbirliğine giderek daha
fazla ihtiyaç duymaktadır.
ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı başından beri eleştirel bir tutum takınan
Çin, Irak’taki ABD askeri varlığının ülkenin gelişmesine katkı sağlamadığını,
Irak’ın geleceğine Iraklıların karar vermesi gerektiğini birçok ortamda dile
getirmiştir. Irak’la siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmak isteyen Çin, ülkedeki
enerji kaynaklarıyla da ilgilenmektedir.
Çin-AB ilişkileri: Avrupa ülkelerini sarsan mali krizin de etkisiyle ekonomik
düzlemde ağırlık kazanan Çin-AB ilişkilerinin bir diğer boyutunu da insan
hakları konusu oluşturmaktadır. Ancak, mali kriz ortamında Çin’in ekonomik
işbirliğine duyulan ihtiyaç Avrupa ülkelerinin Çin’deki insan hakları sorunlarını
eskiye nazaran daha az gündeme almalarına neden olmaktadır. Birlik üyesi
ülkeler içinde Almanya ve İngiltere, Çin’le yakın ilişkilere sahip ülkeler olarak
öne çıkmaktadır.
Çin’in Afrika ülkeleriyle ilişkileri: Çin, 1950’li yıllardan beri Afrika
ülkeleriyle özel ilişkiler geliştirmektedir. Başlangıçta ağırlığını ekonomik
konuların oluşturduğu ilişkiler, zamanla sosyal ilişkiler, değişim programları,
eğitim ve sağlık hizmetlerini kapsayacak şekilde genişlemiştir. Çok sayıda
Afrikalı genç, Çin’de eğitim almaktadır. Hemen hemen bütün Afrika ülkelerinin
Çin’de Büyükelçiliği mevcuttur.
Enerji, bakır, platin, demir ve kereste ihtiyacının üçte birini Afrika’dan
temin eden Çin, kıtada yatırım yapmakta, istihdam yaratmakta, kıtaya teknoloji
transfer etmekte ve maddi yardım sağlamaktadır. Çin’in kalkınma yardımlarının
yarıya yakını Afrika’ya tahsis edilmektedir. 2000 yılında 10 milyar ABD Doları
olan Çin-Afrika ticaret hacmi, 2011 yılında 160 milyar ABD Doları’na erişmiştir.
Çin’in Afrika’daki doğrudan yatırımları 50 milyar ABD Doları’nı, 2010’dan bu
yana Afrika ülkeleriyle yaptığı ticari anlaşma ve tekliflerin toplamı da 101 milyar
ABD Doları’nı aşmıştır.
Çin’in Afrika’ya yönelik politikası bazı çevreler tarafından “Yayılmacı”
veya “Yeni sömürgeci” şeklinde nitelendirilmektedir. Çin’in Afrika’da artan
etkinliğinden rahatsızlık duyan Batılı çevrelerce dile getirilen bu eleştiriler,
aslında bu ülkenin Batı’nın modernizasyon projesine alternatif yollardan kıtada
70
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
etkili olmasından kaynaklanmaktadır. Çin’in, Batılı ülkelerin aksine, siyasi
rejimlerine ve insan hakları sicillerine bakmaksızın bölge ülkeleriyle işbirliğine
gitmesi, Batılı ülkelerin tepkilerine neden olmaktadır. Bu kapsamda, kimi
yorumcuların, Fransa’nın ABD’nin de desteğiyle son dönemde Mali’de başlattığı
operasyonu, Çin’in kıtadaki etkinliğine ekonomik yollardan cevap veremeyen
Batılı ülkelerin, askeri hamlelerle Çin’in önünü kesmeye çalışması olarak
açıklamaları dikkat çekicidir. Çin’in kıtadaki faaliyetlerine Afrika içinde de bazı
eleştiriler gelmektedir. Bu eleştiriler, büyük ölçüde, Çin’in Afrika’daki ekonomik
etkinliklerinin sosyal ve çevresel açılardan yarattığı olumsuzluklar ile şeffaflık ve
iyi yönetişim alanlarındaki eksikliklerine yöneliktir.
Çin’in Ülkemizle İlişkileri: Ülkemizin Çin’le siyasi ve ekonomik ilişkileri
hızla gelişmektedir ve son dönemde karşılıklı gerçekleştirilen üst düzey
ziyaretlerde ikili ilişkilerin her alanda geliştirilmesi iradesi ortaya konulmaktadır.
Bu kapsamda, Sayın Cumhurbaşkanımızın 23-29 Haziran 2009’da ÇHC’ye
gerçekleştirdikleri ziyaretle ilişkilere kazandırılan ivme, ÇHC Başbakanı Wen
Jiabao’nun 7-9 Ekim 2010’da ülkemize gerçekleştirdiği ziyaretle sürdürülmüş,
bu ziyarette, “Stratejik İşbirliği İlişkisinin Kurulmasına ve Geliştirilmesine İlişkin
Ortak Bildirge” kabul edilmiştir. Ülkemizde Çin yılının kutlandığı 2012 yılında,
Xi Jinping’in ÇHC Devlet Başkan Yardımcısı sıfatıyla 20-22 Şubat’ta ülkemizi
ziyaretini müteakip, Sayın Başbakanımızın 8-11 Nisan’da Çin’i ziyareti üst düzey
temasların en güncel örneklerini teşkil etmektedir.
Jeopolitik konumumuz, NATO üyeliğimiz, bu kapsamda Batı ittifakı içindeki
yerimiz ve Ortadoğu’daki gelişmelerde üstlendiğimiz rol Çin’in ülkemize
ilgisini etkileyen faktörlerdir. Çin, ülkemizle ilişkilerini uzun vadeli, stratejik bir
perspektife oturtarak, Türkiye’yi güvenilir bir ortak olarak görmeye başlamıştır.
Çin’in başlıca egemenlik hassasiyetlerinden birini oluşturan Uygur meselesi
siyasi ilişkileri etkileme potansiyeline sahip bir konudur. Çin’in bu konudaki temel
beklentisi, ayrılıkçı olarak nitelendirdiği Uygur örgütlenmelerinin taleplerinin
resmi karşılık görmemesidir.
Ülkemizin üçüncü büyük ticari ortağı olan Çin’le 2011 yılında ikili ticaret
hacmimiz 24,16 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. Toplam dış ticaretimiz
içinde % 6,1’lik bir paya sahip Çin’le ticaretimizin büyük bölümünü (21,7 milyar
Dolar) Çin’den ithalatımız oluşturmakta, ancak son dönemde ihracatımızın
ithalatı karşılama oranı artmaktadır. ÇHC Başbakanı Wen Jiabao’nun ülkemizi
ziyareti sırasında, Çin ile ticaretimizin 2015 yılında 50 milyar, 2020 yılında ise
100 milyar ABD Doları’na çıkarılması hedefi ortaya konulmuştur. Ayrıca Çin’le
ekonomik ilişkilerimizin yatırım, üçüncü ülkelerde ortak projeler ve turizm gibi
sektörlerle çeşitlendirilmesi hedeflenmektedir. Ekonomik ilişkilerimizin ticaret
dışı alanlarda ilerletilmesi, dış ticaret açığımızı dengeleyebilmemiz bakımından
da önem taşımaktadır.
71
Strateji Yazıları-I
Ekonomik, siyasi ve askeri gücünü artırarak küresel bir güç haline gelen
Çin’le siyasi bir sorunumuz olmaması, ilişkilerin ilerletilebileceği uygun bir
zemin oluşturmaktadır. Kıbrıs ve Yunanistan konularında ülkemize müzahir
bir tutum benimsemeyen Çin, 1915 olayları konusunda ise ülkemizi rahatsız
edecek herhangi bir adım atmamakta, ayrıca “Toprak bütünlüğü” ve “İçişlerine
karışmama” ilkesini temel alarak, PKK’yla mücadelemize destek vermektedir.
Çin ile son dönemde kültürel ilişkilerimiz de çeşitlenmektedir. Diplomatik
ilişkilerimizin 40. yıldönümünü kutladığımız 2011 yılında hem Türkiye’de, hem
de Çin’de birçok etkinlik düzenlenmiştir. Öte yandan, 2012 yılı “Türkiye’de
Çin Yılı” olarak kutlanmış, bu kapsamda 2000 civarında Çinli sanatçı ülkemize
gelmiştir. 2013 yılı ise, “Çin’de Türkiye Yılı” olarak kutlanmıştır.
Sonuç
Ekonomik hacmi, nüfus gücü, artan askeri kapasitesi ve bilim ve teknolojide
ulusal imkânlarıyla sağladığı ilerleme, 2000’lerden itibaren Çin’in “Dünya gücü”
statüsünün tescillenmesine ve küresel dikkatleri üzerine çekmesine neden olmuş,
yükselen siyasi, ekonomik ve askeri statüsü doğrultusunda dünya meselelerinde
ağırlığı da artmıştır. ABD ve Avrupa’nın ekonomik krizin etkileriyle sarsıldığı
bir ortamda, Çin’in kalkınmasını sürdürmesi ve mali krizden etkilenen ülkelere
ekonomik destek sağlaması, bu ülkeye yönelik küresel algı üzerinde olumlu etki
yapmış ve bir yumuşak güç unsuru oluşturmuştur.
Dünyanın geleceğine yönelik senaryolarda ve orta vadeli küresel
değerlendirmelerde Çin’in ekonomik güç unsurları bakımından ABD’yi geride
bırakacağı öngörülmektedir. Artan gücü Çin’i, küresel meselelerde işbirliği
aranan bir oyuncu haline getirmekte, ayrıca, başta ABD ve Asya-Pasifik ülkeleri
olmak üzere, devletler Çin’le ilişkilerini çatışma eksenine oturtmamaya özen
göstermektedir.
Çin’in yükselişi, küresel anlamda siyasi ve akademik bir konu başlığıdır. Bu
kapsamdaki akademik tartışmalarda, ABD’nin tek kutuplu anının sona erdiği
ve Çin’in gücünü göreli olarak artırdığı küresel sistemde liderlik konumunu
kaybettiği değerlendirmeleri yapılmaktadır. Ancak, ABD’nin güç kaybı ve Çin’in
güçlenmesi göreli bir değerlendirmedir ve ABD’nin güç unsurları bakımından
Çin’in çok gerisine düştüğü anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, ABD’nin
küresel meselelerde Çin’in işbirliğine daha fazla ihtiyaç duyduğu da bir gerçektir.
Bu arada, ABD-Çin ilişkilerinin denge merkezinin Çin’in lehine değiştiği
değerlendirmesi pek çok çevre tarafından yapılmaktadır.
Küresel güç dengelerinin ABD’nin aleyhine ve Çin’in lehine değişmekte
olduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte, bu değişimin kapsamı üzerinde farklı
72
Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları
fikirler mevcuttur. ABD’nin göreli güç kaybına uğramakla birlikte, güç unsurları
bakımından halen Çin’in oldukça önünde olduğunu savunan çevrelere karşın,
Çin’in gücünü hızla artırarak ABD’yi geride bırakacağını savunan kesimler de
bulunmaktadır. Mevcut durumda, Çin’in yükselişi ABD-Çin ilişkilerini, ABD’nin
eylemlerine eskiye nazaran daha az bağımlı hale getirmektedir, ancak, henüz bu
ilişki Çin’in eylemlerinin daha belirleyici olduğu noktada da değildir.
Ulusal gücün tüm unsurları bakımından geldiği noktaya ve kaydettiği
ilerlemeye rağmen, Çin’in önemli yapısal sorunları bulunmaktadır. İhracat
temelli ekonomi modelinin sürdürülebilirliği, gelir dağılımındaki eşitsizlik, devlet
kademelerinde yaygın yolsuzluk, halkın demokratikleşme ve temel bireysel
haklara ilişkin talepleri, yaşam kalitesini etkileyen düzeylere ulaşan çevre kirliliği
önümüzdeki dönemde Çin’deki gidişatı etkileyebilecek başlıca sorun alanlarıdır.
Özellikle ekonomik sistemin sürdürülebilirliği bakımından önümüzdeki yıllarda
sorunların artmasının sistemi sarsabileceği öngörüsü çeşitli çevreler tarafından
yapılmakta, bu bağlamda yeni yönetimin ciddi bir krizle karşılaşabileceği
değerlendirilmektedir. Böyle bir durumda Çin’in içerdeki sorunların etkisiyle
dış politikada tutumunu sertleştirmesi, bölgesel ve küresel istikrar açısından
kaygı verici bir olasılık olarak öne çıkmaktadır. Öte yandan, Çin Yönetimi’nin
bazı belgelerinden ülkedeki sorunların farkında olunduğu anlaşılmakta, bununla
birlikte Çin Yönetimi siyasi açıdan hiçbir zaman Batı’nın sistemlerini taklit
etmeyeceğini vurgulamaktadır.
Batı dünyası başta olmak üzere, Çin’le ilgili uluslararası değerlendirmelerde
sistemin şeffaf olmayışı üzerinde durulmakta ve bu anlamda Çin bir “Kara kutu”
olarak nitelendirilmektedir. Gücü fazla vurgulamamaya ve öne çıkmamaya
dayalı geleneksel siyaset kültürü, liderlerin kamuoyu önüne fazla çıkmayışı,
özellikle askeri alanda kapalı bir görünüm verilmesi söz konusu algının
oluşmasında etkendir. Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Xi Jinping, görevi
devraldığı konuşmasında, Çin’in ve dünyanın birbirlerini karşılıklı olarak daha iyi
tanımalarının gerekli olduğu yönündeki sözlerinin, Çin’in önümüzdeki dönemde
bir açılım siyaseti yürüteceğinin işareti olup olmadığı henüz bilinmemektedir.
Ancak, küresel görünürlüğü arttıkça ve küresel sorumluluk alanı genişledikçe,
Çin’in kendini dünyaya daha fazla açmak zorunda kalacağı düşünülmektedir.
Ülkemiz ise, sahip olduğu ekonomik gücün yanı sıra, BMGK daimi üyesi olan
ve küresel meselelerde giderek daha etkili bir konuma gelen Çin’le ilişkilerini her
alanda geliştirme çabasındadır. Çin de, ülkemizin küresel ve bölgesel meselelerde
artan ağırlığına önem vermekte, ayrıca sahip olduğu ekonomik potansiyeli de
dikkate alarak, ülkemizle ilişkilerini geliştirmek ve çeşitlendirmek istemektedir.
73
ULUSLARARASI SİSTEMDE
YENİ BİR KURUMSALLAŞMA OLARAK
BRICS VE TÜRKİYE
Dr. Osman Duran
Grup Başkan Vekili
ÖZET
Bu tartışma metni, BRICS’in mevcut durumu ve geleceğini tartışmak
amacıyla hazırlanmıştır. BRICS, beş büyük gelişmekte olan ülkeninBrezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika- gruplandırılması için
yapılan bir kısaltmadır. 2009 yılında kurulan BRICS, üye ülkeler arasında
ticari, ekonomik, siyasi ve kültürel alanları destekleyen uluslararası
bağımsız bir kurumsallaşmadır. BRICS’in tüm üyeleri, gelişmekte olan ya
da yeni sanayileşen ülkeler arasındadır ancak, büyüklükleri, hızlı büyüyen
ekonomileri ve küresel veya bölgesel konularda önemli etkiye sahip
olmalarıyla farklılık arz etmektedirler. Beş ülkenin tamamı G-20 içindedir
ve bunların dördü 2013 yılında en büyük ekonomiler sıralamasında ilk
onda yer almaktadır.
Durban Zirvesi, BRICS’in kurumsallaşmasında kaydedilen gelişmeleri
göstermiştir. Mart 2013 ayında Güney Afrika / Durban’daki zirve
sürecinde, üye ülkeler Batı tarafından yönlendirilen Uluslararası Para
Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na rakip bir küresel finans kurumunun
oluşturulmasına karar vermişlerdir.
Uluslararası sistemde yeni bir kurumsallaşma olarak BRICS’e, belirli
kesimlerce çok sayıda eleştiri ve övgü yöneltilmektedir. Bazı stratejistler,
BRICS’in yeni çok kutuplu dünya sisteminin önemli bir küresel veya
bölgesel aktörü olabileceğini tartışmaktadır. Ayrıca, değişen küresel
sistemde dikkat çekici ve etkili bir bölgeselleşme örneği olduğu da ifade
edilmektedir. Öte yandan, özellikle Batı dünyasından çok sayıda stratejist
ise, BRICS’in dünya siyasi ve ekonomik sistemine alternatif rotalar
sunabilme şansının olmadığına inanmaktadır. Çin, BRICS ülkelerini
dünya barışı için bir güç ve gelişmekte olan ülkelerin destekleyicisi
ve savunucuları olarak tanımlamıştır. Rusya ise, BRICS hakkında
daha güvenlik eksenli bir ajandaya sahiptir. Fakat, önemli ekonomik
dengesizlikler, küresel ekonomik ve politik sisteme ilişkin konulardaki
uyuşmazlıklar dahil olmak üzere, grup bünyesinde önemli potansiyel
bölünme ve zayıflıklar söz konusudur.
Strateji Yazıları-I
Öte yandan, Türkiye ve Endonezya BRICS’e üye adayı olarak lanse edilmiş
ülkelerdir. Zaman içinde başka ülkeler de (Meksika, Suriye, İran ve Mısır
gibi) BRICS’e katılmaya yönelik ilgilerini açıklamışlardır. Bu bağlamda,
BRICS yeni coğrafyalara doğru büyümeye devam edecektir.
Sonuç olarak, bu çalışmada, BRICS’in geleceğine ilişkin iki farklı senaryo
tartışılmış ve Türkiye ile BRICS ülkeleri arasında yoğunlaştırılmış bir
işbirliğinin önemine işaret edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: BRICS, çok kutuplu dünya sistemi, Durban Zirvesi,
Çin ve BRICS, büyüyen ekonomiler, BRICS ve kurumsallaşma, BRICS
üyeliği, bölgeselleşme.
ABSTRACT
This discussion text has been prepared in order to discuss current
situation and future of BRICS which is the acronym for a grouping of five
major emerging economies: Brazil, Russia, India, China and South Africa.
The BRICS, an independent international organization encouraging
commercial, economic, political and cultural cooperation between
BRICS nations, was formed in 2009. All members of BRICS are developing
or newly industrialized countries, but they are distinguished by their
large, fast growing economies and significant influence on regional and
global affairs; all five are members of G-20 and four of them are in the top
10 biggest economies in the world in 2013.
Durban Summit showed developments recorded in BRICS’s
institutionalization. In March 2013, during the Durban Summit in
South Africa, the member countries agreed to create a global financial
institution to rival the Western dominated IMF and World Bank.
As a new initiative for the institutionalization in international system,
BRICS has received both praise and criticism from numerous quarters.
Some strategists argue that this initiative will be an important global or
regional actor of multi-polar world system. Also, it is stated that BRICS
is a remarkable and effective example of new regionalism in changing
global system. On the other hand, many strategists especially in Western
world believe that BRICS has no chance to create alternative routes to the
world economic and political system. China described BRICS countries
as defenders and promoters of developing countries and a force for
world peace. Russia has more security-oriented agenda about BRICS.
However there have been highlighted potential divisions and weakness
in the group, including significant economic instabilities, disagreements
between members over global political and economic reform issues.
On the other hand, Turkey and Indonesia have been mentioned as
candidates for full membership of the BRICS, while other countries (like
76
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
Mexico, Syria, Iran, Egypt) have expressed interest in joining BRICS. In
this manner, BRICS will continue to expand into new geographies.
In sum up, two different scenarios have been discussed for future of
BRICS and pointed out to importance of intensified cooperation between
Turkey and BRICS countries.
Keywords: BRICS, multi-polar world system, Durban Summit, China and
BRICS, growing economies, BRICS and institutionalization, membership
of BRICS, regionalism.
Giriş
BRICS terimi, Brezilya-Rusya Federasyonu-Hindistan-Çin Halk Cumhuriyeti
(ÇHC) ve Güney Afrika Cumhuriyeti (GAC) ülke isimlerinin (İngilizce yazılışının)
ilk harflerinden oluşmaktadır. Günümüz uluslararası iktisadi düzenine
alternatif oluşturabileceği iddia edilen BRICS’in fikir olarak ortaya çıkışı, 2001
yılında, bir yatırım bankası olan Goldman Sachs tarafından Global Economics
Paper’de yayınlanan ve (Varlık Yönetimi eski Başkanı) Jim O’Neill’ın hazırladığı,
“Dünya Ekonomilerinin BRICs Ülkelerine İhtiyacı Var” başlıklı makaleye
dayandırılmaktadır. Makalede, öz olarak, yükselen ekonomilerin dikkate
alınmasına ve uluslararası iktisadi sistemde daha fazla rol alabilmelerine işaret
edilmiştir. (Her ne kadar anılan çalışma, BRICS ile ilgili literatürde atıf yapılan
ilk husus olsa da, bu makalenin gerçek tarihsel değeri, bir durum tespitinde
bulunması ve isim babalığı yapmasından kaynaklanmaktadır.)
Böylesi bir oluşum için, dört ülke BRİC ülkeleri olarak ilk kez 2006 yılında
bir araya gelmişler, kurumsal bir yapı olarak, resmi ilk zirve ise 2009 yılında
tertiplenmiştir.
BRICS zirveleri, sırasıyla, 2009 RF, 2010 Brezilya, 2011 ÇHC, 2012 Hindistan
ve 2013-GAC şeklindedir.
BRİC’e, Nisan 2011 Pekin Zirvesi’nde, (Meksika, Endonezya ve Türkiye’nin
dahil olabileceğinin ifade edildiği bir dönemde), ÇHC’nin inisiyatifiyle GAC
davet edilmiş ve üye sayısı beşe çıkmıştır.
Tablo’da, Dünya Bankası verilerine göre, BRICS üyelerinin Dünya Gayri
Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) sıralamasındaki yerleri gösterilmiştir. BRICS’in ilk
dört üyesi ilk on içinde yer alırken, (o dönem için üye olabileceği değerlendirilen
Türkiye, Meksika ve Endonezya’dan farklı olarak) GAC’nin 24’üncü sırada
olması dikkat çekmektedir.
77
Strateji Yazıları-I
ÜLKELERİN 2011 YILI GSYİH (GDP-PPP) SIRALAMASI
ÜLKE İSMİ
ABD
ÇHC
Hindistan
Japonya
Almanya
RF
Brezilya
Fransa
İngiltere
İtalya
Meksika
İspanya
G.Kore
Kanada
Türkiye
GAC
GSYİH MİKTARI (Milyon ABD Doları)
15.094.300
11.347.000
4.531.154
4.381.833
3.221.032
3.031.652
2.305.408
2.303.971
2.287.770
1.979.977
1.761.051
1.512.882
1.504.303
1.398.343
1.243.247
554.417
Kaynak: Dünya Bankası
Bir sonraki tabloda ise, 2003-2011 ve 2050 yılları için ülkelerin GSYİH
sıralamaları verilmiştir. Tablodan, ABD’nin uzun yıllardır koruduğu liderliğini
kaybedeceği, hatta Hindistan ile arasındaki farkın da azalacağı, ilk altı ülkenin
arasında 4 BRICS üyesinin yer alacağı ve bugün için ismi BRICS üyeliği için
anılan ya da diğer yükselen ekonomiler olarak lanse edilen Türkiye, Endonezya
ve Meksika’nın ilk 12’de yer alacağı görülebilmektedir.
ÜLKELERİN 2003-2011-2050 DONEMİ GSYİH (GDP-PPP) KARŞILAŞTIRMASI
2003
ABD
ÇHC
Japonya
Almanya
Hindistan
İngiltere
Fransa
İtalya
Brezilya
RF
Meksika
İspanya
78
2011
ABD
ÇHC
Hindistan
Japonya
Almanya
RF
Brezilya
Fransa
İngiltere
İtalya
Meksika
İspanya
2050
ÇHC
ABD
Hindistan
Brezilya
Japonya
RF
Meksika
Endonezya
Almanya
Fransa
İngiltere
Türkiye
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
BRICS Ülkelerinin Siyasi ve Ekonomik Profili
BRICS ülkeleri ile ilgili yapılabilecek iki önemli siyasi tespitin olduğu
değerlendirilmektedir. Öncelikle, BRICS ülkelerinin en belirgin özelliği,
tamamının Bağlantısızlar Hareketi’yle ilişkili olmalarıdır. Hindistan ve GAC üye,
Brezilya ve Çin Gözlemci Devlet, RF ise, Misafir Devlet konumundadır.
İkinci olarak, BRICS’in hayata geçtiği dönem için yapılabilecek bir diğer
tespit, Brezilya hariç, bu ülkeler, uluslararası siyasal ve ekonomik sistem
içerisinde, gelişmiş ülkelerin inisiyatifinde olan ya da güçlü bir şekilde temsil
edildikleri örgüt, kurum ve kuruluşlarla (DB, IMF, AB, NATO, DTÖ vb.) mesafeli
bir ilişkiye sahiptirler.
BRICS’in varlık bulmasındaki itici iktisadi unsur ise, bu ülkelerin ekonomik
ve demografik ortak özellikleridir. BRICS ülkelerinin nüfus toplamı, zengin
kaynakları ve kuruluş döneminde sahip oldukları istikrar ortamı dikkat çekmiştir.
BRICS ülkelerinin nüfusu dünya nüfusunun %43’üne tekabül etmektedir.
Beş ülke küresel işgücünün %45’ine sahiptirler. Bu ülkelerin sahip olduğu GSYİH,
dünya toplamının %25’ini teşkil etmektedir. Bu ülkeler, dünyada gerçekleşen
doğrudan yatırımların %11’ine (465 milyar ABD Doları), dünya ticaretinin ise,
%17’sine sahiptirler.
Bu ülkelerin GSYİH oranları 2012 yılında %7,4 oranında artmış olup, G-7
ortalamasından (%0,7) çok yüksektir. Ayrıca, BRICS ülkelerinden 4’ü, en hızlı
büyüyen 10 ekonomi içerisinde yer almaktadır.
BRICS’in ekonomik profilinde dikkat çeken bir başka nokta ise, ÇHC’nin
hegemonik konumudur. BRICS’in dünya çapındaki ticaretinin %67’si ÇHC
kaynaklıdır. BRICS ticareti içinde ÇHC’nin payı ise %85’tir. (Tablo I’deki
verilerden de görüldüğü üzere, Çin’in GSYİH’sı, diğer 4 ülkenin toplamından
yaklaşık 1,5 trilyon Dolar daha fazladır. Çin ekonomisi, Güney Afrika’nın 20,
Rusya ve Hindistan’ın da dört katı büyüklüktedir.) Ayrıca, Çin’deki büyüme,
2000-2011 yılları arasında BRICS ülkeleri büyümesinin yaklaşık %70’ini teşkil
etmektedir.
BRICS öncelikle üye ülkeler arasındaki ticareti tetiklemiştir. Ülkeler
arasında 2002 yılında yaklaşık 27 milyar Dolar olan ticaret hacminin 2012 yılında
282 milyar Dolara ulaştığı ve 2015 yılı itibariyle 500 milyar Doları aşmasının
beklendiği 2013 yılında resmi olarak açıklanmıştır.
79
Strateji Yazıları-I
Zirveler ve Sonuçları
BRICS ülkeleri, 2009 yılında yayınlanan kuruluş bildirgesinin 12’nci
maddesinde, “Çok kutuplu bir uluslararası sistem” istendiğini çok açık bir şekilde
deklare etmişlerdir. (Bu aşamada, RF Devlet Başkanı Putin’in Şanghay İşbirliği
Örgütü (ŞİÖ) kurulurken ifade ettiği, “artık tek kutuplu dünya kabul edilemez”
ifadesini hatırlatmak isterim.)
İlk zirveden itibaren BRICS’in gündeminde, “Küresel ekonomik düzen”,
“Küresel finans kurumlarının reformu” ve “Küresel rezerv para cinsinin (yani
Doların) değiştirilmesi” yer almıştır. Bir başka deyişle, 2’nci Dünya Savaşı sonrası
oluşturulan sistemin değişimi talep edilmektedir. Bu husus, Rusya Zirvesi’nde,
“Küresel rezerv paranın değişimi” olarak ifade edilirken; 2012 Yeni Delhi
Zirvesi’nde, “Yeni ve daha adil bir küresel mali düzen” için çağrı biçiminde
ifade edilmiştir. (İlk zirvenin ardından, BRICS üyelerinin global rezerv paranın
değişmesi ihtiyacını ortaya koyan açıklamalar yapmaları, Doların diğer paralar
karşısında değerinin düşmesine neden olmuştur.)
BRICS’in 5’inci zirvesi ve alınan kararlar, hem üye ülkelerin siyasetlerini,
hem de BRICS’in kurumsallaşma yolunda attığı adımların genel toplamını
yansıtması bakımından mercek altına alınmıştır.
5’inci BRICS Zirvesi,”BRICS and Africa: Partnership for Development,
Integration and Industrialization (BRICS ve Afrika: Sanayileşme, Entegrasyon
ve Kalkınma İçin İşbirliği)” adıyla, GAC’ın Durban şehrinde, 26-27 Mart 2013
tarihleri arasında düzenlenmiştir. Böylece, BRICS ülkeleri arasındaki ilk zirve
turu da tamamlanmıştır.
Zirve öncesinde, uluslararası kamuoyunda, özellikle 2008 ekonomik
krizinden sonra, (ki krizde BRICS ülkelerinin büyüme oranları düşmüş, hatta
Brezilya ve RF’de eksiye dönmüştür.) artan bir ivmeyle, BRICS’in kurumsallaşma
yönünde artık adımlar atması, lider ve yetkililerin bir araya geldiği istişari bir
platformdan, hedefleriyle de uyumlu, kurumsal bir kimliğe ve siyasi ağırlığı
olan bir yapıya dönüşmesi gerektiği, bir anlamda kendini ispat etmesi gerektiği
beklentisi mevcuttu.
Zirveye, BRICS ülkelerinin devlet başkanlarının yanı sıra, dönemin Mısır
eski Cumhurbaşkanı Mursi başta olmak üzere, toplam 15 Afrika ülkesinin devlet
başkanı ya da yöneticileri de katılmıştır.
Zirve’nin en önemli gündem maddeleri arasında, küresel yönetişim
kurumlarının reformu, kalkınma yatırımlarının finansmanı için bir ortak
kalkınma bankası teşkili, üyeler arası ortak iş konseyinin kurulması, kapsayıcı ve
80
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
sürdürülebilir kalkınmanın teşviki, üyeler arasında ticaretin daha da geliştirilmesi
yer almıştır.
Zirve’nin sonunda yayınlanan Durban Deklerasyonu’nda alınan kararları,
“Küresel ekonomik ve siyasal yapıyla ilgili kararlar”, “Kendi yapılanmasıyla
ilgili kararlar” ve “Uluslararası ve bölgesel meseleler” biçiminde üçlü bir tasnife
tutmak mümkündür.
- “Küresel ekonomik ve siyasal yapıyla ilgili kararlar” içinde, gündemi
“New Development Bank” ile ilgili gelişmeler belirlemiştir. Zirve’den bankanın
kuruluşu, sermaye miktarı ve pay sahipliği oranlarının açıklanması beklenirken;
sadece, yatırım bankasının kurulmasına yönelik kararlılık teyit edilebilmiştir.
Dünya Bankası (DB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun alternatifi olması
beklenen bankanın, hem BRICS ülkelerinin, hem de Afrika ülkeleri başta olmak
üzere, gelişmekte olan ülkelerin gelişimine destek vereceği ve altyapı ağırlıklı
yatırım (Liman, yol, enerji santrali ve demiryolu gibi) ve projelerinin finanse
edileceği bir vizyona sahip olacağı Durban Deklarasyonu’nda açıklanmıştır.
Tarafların bankadaki oranları konusunda tam olarak anlaşamadığı ve
sonucun ancak 2014 Zirvesi’nde sağlanabileceği bilgisi uluslararası basın yayın
kuruluşlarına yansımıştır.
Durban’da bankanın kuruluşunun açıklanmaması, başta RF ve Brezilya basını
olmak üzere, uluslararası basın yayın organlarında geniş yankı bulmuş, özellikle
Batı basını BRICS’in geleceğine ilişkin karamsar yorumlarını artırmıştır. Ancak,
Ağustos ayında Yeni Delhi’de yapılan görüşmeler sonucunda, “New Development
Bank” için BRICS ülkelerinin “5 ülkenin eşit miktarda katkı sağlayacağı 50 milyar
Dolarlık bir banka” formülünde anlaştıkları duyurulmuştur.
Bu gelişme, hem ÇHC’nin, bankada en büyük paya sahip olma arzusundan
ve de bankanın 100 milyar dolarlık bir sermayeyle kurulması önerisinden farklı
bir noktaya çekildiğini, hem de BRICS’den beklenen ilk adımı attığını ve üyeler
arasında başarılı bir uzlaşı formülü yarattıklarını göstermesi açısından önemli
gözükmektedir. (Zirve döneminde BRICS ülkeleri basın organları da taranmış
olup, bu kapsamda verilen bilgilere göre, bankadan üye ülkelerin beklentileri
bakımından, Brezilya ve GAC’ın, özellikle ülke altyapılarının desteklenmesi,
RF’nin, doğu bölgelerini kalkındırmak, Çin’in ise özellikle elinde bulundurduğu
3,31 trilyon ABD Doları tutarındaki döviz rezervlerini yeni bir alana yatırmak
arzusunda olduğu anlaşılmaktadır.)
- “Küresel ekonomik ve siyasal yapıyla ilgili kararlar” kapsamında, ayrıca
IMF’nin reformu da yer bulmuş ve Durban Deklerasyonu’nda sürdürülen reform
hareketinin yavaşlığına işaret edilerek, 2014 yılında özellikle “Kota oranları”
konusunda bir gelişme beklendiği vurgulanmıştır.
81
Strateji Yazıları-I
Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha Müzakereleri’nde yaşanan ve “Şeffaf
ve kurallara dayalı uluslararası ticaret sisteminin geliştirilmesine” yönelik
tıkanıklığın aşılması için bir çağrıda da bulunulmuştur.
Küresel siyasal sistemle ilgili olarak da, BM’in kapsamlı reform sürecinin
zaruret olduğu ve Brezilya, Hindistan ve GAC’ın daha etkin olacağı bir
yapılanmanın arzu edildiği vurgulanmıştır. (Bu husus, Çinli yetkililerin farklı
zamanlardaki ifadelerinde de yer almaktadır.)
Bildiri’de yer bulan konular arasında, gelişmiş ülkelere iktisadi politikaları
nedeniyle eleştiriler yönetildiği de görülmektedir. Bu bağlamda, gelişmiş
ülkelerin (ABD, Japonya ve AB) küresel ekonomik krize karşı geliştirdiği
politikaların gelişmekte olan ülkelerin kalkınması üzerinde olumsuz etki
yarattığı, BRICS ülkelerinin G-7 ile G-20 arasında önemli bir işlev gördüğü
belirtilerek, 2013 yılı içinde G-20 Zirvesi’ne ev sahipliği yapacak RF’nin, G-20
gündemine ilişkin önceliklerinin destekleneceği açıklanmıştır. 5-6 Eylül 2013
tarihinde gerçekleştirilen G-20 Zirvesi’nde de, bahse konu destek, bir ön zirve
formatında gerçekleştirilmiş ve Durban’da talep edilen hususlar konusundaki
ısrar bir bildiriyle gösterilmiştir.
- “Kendi yapılanmasıyla ilgili kararlar” kapsamında; Durban’da sağlanan en
önemli somut gelişme, İhtiyati Rezerv Anlaşması’nın yapılması ve bu kapsamda,
100 milyar Dolar’lık bir fonun teşkil edilmesidir. Bu fon, olası bir kriz durumunda,
üye ülkelerin finansal istikrarının korunması ve kısa vadeli likidite ihtiyaçlarının
karşılanmasında kullanılacaktır. Fona ülkelerin katkısı, Çin 41 milyar, RF-Brezilya
ve Hindistan 18’er milyar ve GAC ise, 5 milyar Dolar şeklindedir. (Her ne kadar
bu fonun teşkili, kendi yapılanmasıyla ilgili bir husus olarak aktarılsa da, yeni
bir krizde Dolar’ın ülkeler üzerindeki baskısını hafifletmek amacıyla ve küresel
rezerv paranın değiştirilmesi yolunda atılmış bir adım olması bakımlarından,
küresel yapıyla doğrudan ilişkili bir karar olduğu düşünülmektedir.)
Zirve’de, üye ülkeler arası ticareti geliştirmek için bir Ortak İş Konseyi ile
yenilikçi alanlar üzerinde çalışmak üzere ise, Düşünce Konseyi oluşturulmuştur.
Her ülkeden beş temsilcinin bulunacağı Ortak İş Konseyi, ticaret, teknoloji
transferi, yeşil ekonomi ve kalkınma konularında üye ülkeler ve iktisadi örgütleri
arasında koordinasyonda bulunacaktır. Düşünce Konseyi; birçok sektörü
kapsayan geniş bir alanda (Ticaret, finans, sağlık, tarım, kültür ve insanlar arası
temaslar) işbirliği sağlanması için ülkelerarası bilgi paylaşımı, kapasite tesisi ve
politika önerileri alanlarında faaliyet gösterecektir.
Bildiri’de yer alan ve BRICS’in tam olarak anlaşılabilmesi açısından önem
arz eden bir nokta ise, kamu sermayeli şirketler arasında koordinasyonun
artırılması ve bu şirketlerin geliştirilmesinin hedeflendiğinin açıklanmasıdır.
82
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
Kamu sermayeli şirketlerle ilgili olarak ortaya konan bu hedef, ÇHC ve RF’nin
etkin unsurlar olduğu BRICS’in, DB ve IMF gibi uluslararası kuruluşlara gerçek
anlamda (ideolojik boyutu da olan) bir alternatif yaratma niyetinde olduğunu
göstermesi açısından önemli görülmektedir. Zira, ilgili literatürde “Washington
Uzlaşısı” olarak da bilinen ve serbest piyasanın temel alındığı ve DB ve IMF’nin
çalışma felsefesini oluşturan yaklaşımın dışında bir yaklaşım ortaya konmaktadır.
- “Uluslararası ve Bölgesel Konular” kapsamında; BRICS’in siyasal
vizyonunu gösterecek şekilde, güncel uluslararası konularda ve tarafları
ilgilendiren bölgesel meselelerde de açıklamalarda bulunulmuştur. Özellikle
Suriye ve İran konusunda, uluslararası sorunların BM şemsiyesi altında ele
alınması, uluslararası istikrara ve huzura yönelik tehdit ve sınamaların, BM Şartı
ve uluslararası hukuka uygun şekilde müzakere ve diplomatik yollarla çözülmesi
konusunda mutabakat sağlandığı dile getirilmiştir.
Zirve’de dikkat çeken bir konu da Suriye’ye ilişkindir. Beşar Esad, Zirve
nedeniyle BRICS Devlet Başkanlarına bir mektup göndermiş ve bu mektup
Zirve’de okunmuştur. Mektupta, Suriye’de “Teröristlere karşı sürdürülen iç
savaşta şiddetin önlenmesi ve diyalog kurulması için bu ülkelerden destek istenmiştir.”
Bildiri’de mektuba atıf yapılmamakla birlikte, RF’nin görüşlerine yakın bir çağrı
yapılmıştır.
Siyasi ağırlığa sahip olmak istediğini 5’inci Zirve’de açık bir şekilde gösteren
BRICS açısından Suriye konusu belirli bir gündem maddesi olabilecek nitelikte
gözükmektedir. (2012 yılı sonunda Moskova’da bir görüşme sonrasında
açıklamada bulunan Suriye Enformasyon Bakanı, önümüzdeki dönemde
Suriye’nin BRICS’e üye olmak istediğini, ülkesinin yeniden inşasında BRICS
ülkelerinin rol almasını arzu ettiklerini dile getirmiştir.)
Zirve sürecinde gerçekleşen görüşme ve temaslardan, Durban Zirvesi’nin
ve hatta Afrika kıtasının BRICS’in gelişim seyrinde özel öneme sahip olacağını
göstermektedir. Bu kapsamda;
2006 yılından bu yana Afrika’ya ekonomik açılım alanı olarak yaklaştığı
bilinen Çin’in, BRICS zirvesini etkin bir şekilde kullandığı, Çin Devlet Başkanı’nın
bazı ülkelere (Tanzanya, Çad ve Kongo) ziyaretler tertiplediği, çok sayıda ülkeyle
ikili ekonomik işbirliği, yatırım ve ticaret anlaşması imzaladığı görülmüştür.
Sağlanan temas ve yapılan anlaşmalar yoluyla RF’nin de, BRICS ülkelerinin
Afrika iktisadi açılımını paylaştığı görülmektedir. Zirve marjında RF’nin
gerçekleştirdiği bir görüşme önemli görülmektedir. RF Devlet Başkanı Putin ile
Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi görüşmesi sonrasında, Rus gazının bu
83
Strateji Yazıları-I
ülkeye verilmesi konusunun yanında, Mısır’ın da, bir isim önerisiyle, “E-BRICS”
şeklinde, BRICS ülkeleri arasına katılma konusu gündeme gelmiştir.
Zirve marjında üye ülkeler arasında da önemli bazı anlaşmaların yapıldığı
görülmüştür. Bu kapsamda;
- Çin ile Brezilya arasındaki ticaret ve finans ilişkilerini artırmak amacıyla,
30 milyar ABD Doları değerinde bir swap anlaşması yapılmasında mutabık
kalınması,
- RF-GAC arasında, “Stratejik Ortaklığa Dair Ortak Bildiri” başta olmak
üzere, nükleer ve güneş enerjisi, uçuş güvenliği, eğitim ve kültür alanlarında
işbirliğini içeren anlaşmaların imzalanması,
- Son olarak, Brezilya-ÇHC arasında, BM’de Brezilya’nın Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) Genel Sekreteri adayına karşılık, ÇHC’nin 2016 yılı G-20 dönem
başkanlığı adaylığına karşılıklı destek anlaşması önemli gözükmektedir.
Zirve’de, Afrika ülkelerinin tutumuna bakıldığında, BRICS’in kıtaya yönelik
politikasını teşvik eder bir tutum içinde oldukları ve bu kapsamda; gelecek BRICS
zirvelerinde Afrika Birliği’nin tüm Afrika adına toplantılarda bulunmasının
talep edildiği; Afrika’da, IMF ve Dünya Bankası’nı devreden çıkarmayacak bir
kalkınma bankası arzu edildiğini ve Kalkınma Bankası’nın sunacağı krediyle,
Afrika’daki önemli bir dizi kalkınma projelerine destek verilmesini gündeme
getirdikleri görülmüştür.
Devletlerin Tutumu
ÇHC: ÇHC’nin BRICS’e yaklaşımının özetlenmesi gerektiğinde,
mevcut sistemin eleştirisi ile başlamak yerinde olabilecektir. ÇHC’ye göre,
“Şekillenmekte olan yeni uluslararası ekonomik ve mali düzenin daha
hakkaniyetli ve eşitlikçi olması” gerekmektedir ve bu bağlamda da, ABD’nin
IMF ve Dünya Bankası’ndaki ağırlığına eleştirel yaklaşılmaktadır. BRICS ise,
“Yeniden şekillenmekte olan uluslararası sistemde yükselen ülkeleri temsil eden
bir zemindir.” Çinli yetkililerin açıklamalarına göre, “BRICS ülkeleri, farklı
siyasal ve sosyal sistemlere sahip olsalar da, ortak çıkarlarını ve stratejik boyutu
ön planda tutarak, dünya ekonomisine önemli katkı sağlamışlardır.” Özellikle
de, G-20 ve G-7 arasındaki diyalog bakımından önemli bir rolü ifa etmektedir.
“Uluslararası sistemin çok kutuplu bir hale gelmesi gerektiğini” savunan
ÇHC’ye göre, bu doğrultuda BM’in uluslararası alanda daha güçlü bir rol
üstlenmesinin gerektiği, ayrıca, “Hindistan, Brezilya ve GAC’ın da BMGK üyesi
olmasının arzu edildiği” sıklıkla ifade edilmekte ve BRICS’in gelecekteki siyasi
84
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
vizyonu, “Uluslararası arenada barış ve istikrar ortamı yaratmak, demokrasinin
geliştirilmesi ile uluslararası ilişkilerde eşitlik için çalışmak, ülkelerin bağımsızlığı,
egemenliği ve toprak bütünlüğünü savunmak” biçiminde tarif edilmektedir.
Bu yaklaşımın anlaşılması bakımından, Durban Zirvesi marjında ÇHC’nin
Afrika’ya yönelik kullandığı söylem de dikkat çekici bulunmuştur. Tanzanya’da
Çin devlet Başkanı, “ÇHC’nin, Afrika ile ilişkilerine kazan-kazan felsefesiyle
yaklaştığını, güçlü ülkelerin daha küçük ekonomisi olan ülkelere baskı yapmasına karşı
olduklarını, ÇHC’nin gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını koruduğunu, diğer ülkelerin
Afrika’nın iç işlerine karışmaması gerektiğini,…Afrika ile ilişkilerinin sonuç bazlı
olacağını, 2012-2014 döneminde Afrika kıtasına toplam 20 milyar ABD Doları düşük
faizli kredi sağlayacaklarını” ifade etmiştir. Kongo’daki konuşmasında ise, “…
Afrika’nın kalkınmasının da ÇHC’nin gelişmesine katkı sağlayacağını, uluslararası
arenadaki yeni gelişmelerin kalkınma fırsatları yarattığı gibi, ortak bir yolla barışı
aramak gibi ciddi sorumlulukları da beraberinde getirdiğini” ifade etmiştir.
Afrika ülkelerinin Çin’e yönelik genel yaklaşımını Çad Devlet Başkanı
Idriss DébyItno’nun konuşmasının yansıttığı düşünülmektedir. Konuşmasında,
“Çin’in, bazılarının iddialarının aksine, Afrika’yı kolonileştirmediğini, içişlerine
karışmayan ve eşit kazandıran bir ortak olduğunu, Çin’in sadece Afrika’da
bulunan birincil hammaddeleri tüketmediğini, Afrika’yı sanayileştirmeyi kabul
ettiğini ve aynı zamanda Afrikalı ürünler de tükettiğini, aralarındaki ilişkinin
‘kazan-kazan’ türü bir ilişki olduğunu” ifade etmiştir.
RF: RF’nin yaklaşım ve beklentilerini RF Devlet Başkanı Putin’in 5’inci
Zirve’de yaptığı konuşma genel olarak ortaya koymaktadır. Putin, BRICS grubu
içindeki çalışmaların ülkesinin dış politika öncelikleri arasında yer aldığını; orta
ve uzun vadeli stratejilerinin, BRICS’in küresel yönetişim sisteminin önemli bir
unsuru haline getirmek olduğunu; BRICS grubu için bir uluslararası kalkınma
stratejisi hazırlanmasının önem arz ettiğini ve ayrıca, terör ve uyuşturucu
kaçakçılığı gibi tehditlere karşı müşterek çaba sarf edilmesi gerektiğini ifade
etmiştir. Özellikle bu son teklif, RF’in, BRICS’e siyasal ve güvenlik alanlarına da
sahip bir vizyon verme konusunda etkin bir rol takip etme çabasında olduğunu
göstermesi açısından önemlidir.
Gözlemcilere göre, BRICS’in gelişiminde giderek belirleyici olan ülke RF’dir.
Zirve’de karara bağlanan iki Konseye ilişkin inisiyatif ve BRICS üyelerini güvenlik
alanında işbirliğine davet etmesi bu duruma örnek olarak verilebilir. RF’nin,
Zirve sürecinde, BRICS’in Batı tarafından algılanışı ve gelecekte oynayabileceği
rol konusunda da aktif bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir.
Hindistan: Hindistan Başbakanı Singh, Zirve’de yaptığı konuşmada,
BRICS’i dünyanın birçok sınamayla karşı karşıya olduğu bir dönemde birçok
85
Strateji Yazıları-I
konuda işlevsel ve zamanlı bir istişare ve eşgüdüm fırsatı sunan bir yapı olarak
tanımlamış ve BRICS’in küresel ekonomideki konumunu güçlendirecek alanda
somut politika önerilerinde (İvedi olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
ve IMF olmak üzere uluslararası kuruluşlarda yapısal reforma gidilmesi, enerji,
gıda güvenliği ve sürdürülebilir kalkınma konularında BRICS ülke kuruluşlarının
işbirliği, deneyim paylaşımı ve çözüm arayışları) bulunmuştur. Hindistan’ın
öncelikleri arasında, BRICS ülkelerinin gündemine, kendi aralarındaki ticaret
ve yatırım bağlarını genişleterek büyümelerinin sürdürülmesi ile, ekonomik
kalkınmanın daha geniş kesimlere hitap etmesi ve daha kapsayıcı olmasını
teminen gerek bireysel manada, gerek kollektif olarak çalışmasını taşımak arzusu
olduğu açıklanmaktadır.
Brezilya: Brezilya, G-20 ve BRICS içinde de aktif biçimde yer alarak, küresel
sorunların çözümüne katkıda bulunmayı ve uluslararası politikadaki yerini
sağlamlaştırmayı hedeflemektedir.
Brezilya, uluslararası sistemin çok kutuplu ve adil bir yapıya kavuşturulmasını
savunan ve bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliği için bireysel bazda
ısrarlı çaba sarf eden bir ülke konumundadır.
Uluslararası alanda BM ve DTÖ, Brezilya’nın son dönemde etkinliklerini en
fazla yoğunlaştırdığı iki kuruluştur. Brezilya, BM barışı koruma operasyonlarına
aktif bir biçimde katkıda bulunmaya özen göstermektedir.
Bir ekonomik krize gitmekte olduğu değerlendirilen Brezilya, gerek
Durban Zirvesi’nde, gerek yıl içindeki gelişmelerde ismi geri planda kalan ülke
konumunda olmuştur. Öte yandan, Devlet Başkanı Rousseff, Zirve sürecinde
yaptığı konuşmasında, “BM Güvenlik Konseyi ve IMF gibi çok taraflı siyasi
ve ekonomik yönetişim kurumlarının faaliyetlerini daima desteklediklerini,
ancak bu kurumlarda BRICS ülkelerinin ve gelişmekte olan ülkelerin
ağırlığının artırılmasının, temsil ve yönetimin demokratikleşmesi açısından
gerekli olduğunu, gelişmiş ülkelerin sorunlarının, diğer ülkelerin ekonomik
kalkınmalarına sekte vurmasına izin vermeyeceklerini” dile getirmiştir.
BRICS’in Geleceğine İlişkin Senaryolar
İlk olarak belirtmek gerekir ki, BRICS, Durban Zirvesi ile dünya üzerinde
yeni bir ekonomik politik düzen kurmak istediğini bir kez daha deklare etmiştir.
Bu bağlamda, BRICS’i sadece ekonomik bir birlik olarak görmek yanıltıcı
olabilecektir. Zira, dünya siyasetinde yeni politik bir konumlanma görüntüsü
veren davranışlar sergilemektedir.
86
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
Örneğin, Suriye Devlet Başkanı’nın mesajı Zirve’de okunmuştur. BRICS
mensubu ülkeler, gerçekte, Suriye’deki Baas rejimini ayakta tutan ve BMGK’de bir
çözüm bulunmasına müdahale eden ülkelerdir. Aynı bildiride, İran konusunun
ele alınış biçimi ve İsrail’in Filistin’deki Yahudi yerleşimciliği politikasının
eleştirilmesi dikkat çekici diğer örneklerdir.
Benzer şekilde, bir kalkınma bankası kurmak, döviz fonu oluşturmak, serbest
ticaret bölgesi kurmak, diğer üyelerine de kendileri gibi BM’de daimi üye statüsü
verilmesi gibi alternatifler geliştirmekte ve bu amaçla, bugün için başta G-20
olmak üzere çeşitli platformlarda gelişmiş devletlere baskı uygulamaktadırlar.
BRICS’in geleceği ile ilgili tartışmaları, dar bir bakış açısıyla, karamsar ve
iktisadi bir çerçevede ortaya konan senaryo ile BRICS’i uluslararası ekonomik
sistem içinde yer bulabilecek ve siyasi ağırlığı da olacak bir yapı olarak gören
ikinci senaryo eşliğinde açıklamak istiyorum.
Karamsar senaryo’da, başta Batılı düşünce kuruluşları, akademisyenler
ve basın yayın organları olmak üzere geniş bir kesim, BRICS ülkelerinin,
2008 ve akabinde, düşen büyüme oranları ve özellikle Durban Zirvesi’nde
yapısal dönüşüme ilişkin kararların hayata geçirilememesi nedenleriyle,
tam bir kurumsallaşmaya gidemeden dağılabileceğini, hedeflerinin gerçekçi
olmadığını, dağılmasa bile hedeflenen ölçüde bir etkinliğe kavuşamayacağını
iddia etmektedirler. Buna somut örnek olarak da, hayata geçirilemeyen
yapısal dönüşüm, BRICS üyeleri arasında giderek artan anlaşmazlık konuları,
küresel ekonomide hala aşılmayan sorunlar nedeniyle bu ülkelerin ivme
kaybeden büyüme performanslarını ve (ABD’nin yaptığı gibi) ÇHC’nin küresel
ekonominin yükünü tek başına göğüslemeyecek bir konumda olmasını ortaya
koymaktadırlar. Bu eleştiriler bağlamında, Türkiye’nin de dahil olduğu bazı
gelişmekte olan ülkelerin (MIKTA, CIVETS vb. yeni isimlendirmelere konu
olan ülkeler) BRICS ülkelerini geçmekte olduklarına işaret edilmektedir. (Bu tip
kısaltmaların oldukça arttığı günümüzde, MIKTA ülkeleri, Meksika, Endonezya,
G.Kore, Türkiye ve Avustralya’yı içerirken, CIVETS ise, Kolombiya, Endonezya,
Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika Cumhuriyeti”ni kapsamaktadır.)
Her ne kadar BRICS giderek güçlenen bir yapı görünümüne sahip olsa da,
belli başlı alanlarda sorunların var olduğu ve bu alanlara yenilerinin eklenmekte
olduğu da bir vakıadır.
Öncelikle, BRICS ülkeleri arasında siyasi anlaşmazlık konuları mevcuttur.
Bugün için çok ön planda olmasa da, ÇHC ve Hindistan’ın sınır sorunları, Brezilya
ile ABD ilişkilerinin sahip olduğu düzey ve bu bağlamda ülkeler arasında DTÖ ve
benzeri küresel kuruluşlara bakıştaki farklılıklar ilk sırada yer almaktadır.
87
Strateji Yazıları-I
Ayrıca, RF’nin giderek artan gücü ve tercihlerinin BRICS üzerindeki etkisi,
BRICS ülkelerini meşgul edecek bir çatışma konusu olarak öne çıkmaktadır.
Ayrıca, ÇHC inisiyatifiyle üyeliğe alınan GAC’ın, BRICS’te yer almak
için gerekli koşulları taşıyıp taşımadığı tartışmasının hala sürmekte olduğu da
hatırlatılmaktadır.
BRICS’in yönelimine ilişkin olarak da, diğer BRICS üyelerinin Çin’in
liderliğini kabul edip etmemeleri, buna mukabil Çin’in önemli sorunlarda ne
ölçüde esnek bir tutum sergileyebileceği henüz tam olarak bilinmemektedir.
Özellikle grup içinde gerçekleştirilebilecek, Kalkınma Bankası örneği gibi,
başarılı uzlaşma örnekleri BRICS’in gücünü artırmasını sağlayabilecektir.
Son olarak, Afrika örneğinden hareketle BRICS ülkeleri arasında iktisadi
rekabetin de bir sorun kaynağı olabileceği ifade edilmeye başlanmıştır. Zirve’de
yapılan müzakerelerde sorunlar yaşandığı basın organlarına yansımıştır. ÇHC’nin
yaptığı anlaşmaların ÇHC-Brezilya ticari ilişkisine zarar verebileceği, Brezilya
ve GAC’ın, Afrika’daki ihracatları bakımından ÇHC’ne rakip haline geldiği,
Afrika’da GAC’ın, aynı zamanda diğer BRICS ülkeleriyle rakip konumuna
gelmekte olduğu değerlendirmeleri yapılmıştır. Son olarak yönelinilen alanların
benzerliği de (Müteahhitlik, madencilik, mühendislik, kimya, ilaç ve enerji
sektörleri) rekabetin yoğunlaşmasını tetikleyebilecek mahiyettedir.
Yukarıda sayılan nedenler çerçevesinde, BRICS’in yapısal bir dönüşümü
gerçekleştiremeyeceği, hatta yeni bir küresel kriz ortamında, istişare amaçlı bir
grup bünyesinden tamamen uzaklaşarak, ekonomik gücü ve siyasi ağırlığı olan
alternatif bir merkez olmasının mümkün olamayacağı dile getirilmektedir.
Öte yandan, günümüzün önemli muhalif düşünürlerinden I.Wallerstein,
bir makalesinde, ABD’nin hegemonik gücünün, prestijinin ve otoritesinin
düşüşünün ertesinde, dünyanın çok kutuplu jeopolitik bir yapıya yöneldiğini,
bölgeselleşmenin ve bölgesel düzeyde rezerv para cinsinin bile değişebileceği
yeni bir resmin şekillenmekte olduğunu ifade ederek, Şanghay İşbirliği Örgütü
gibi BRICS’in de çok kutuplu yapının belirleyici olacağı yeni büyük resmin bir
parçası olabileceğine işaret etmektedir.
Gelişmekte olan ülkeler arasında bir istişare grubu olarak ortaya çıkan
BRICS, dünya ekonomisindeki güç kaymaları bağlamında ortaya çıkmış yeni
ve güçlü bir gruplaşmayı göstermektedir. Bu gelişmenin sağlanmasında, BRICS
dinamiklerinin yanında, gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerdeki ekonomik ve mali
kriz bu gidişatı hızlandırmaktadır.
Uluslararası ekonomik ilişkilerin geleceği açısından bakıldığında, BRICS
ülkeleri bakımından, önümüzdeki dönemde büyüme oranlarında bir azalma
88
Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye
olsa bile, kalkınma hızlarının gelişmiş ülkelerden fazla olacağı genel olarak
kabul edilmektedir. Bu nedenle de, BRICS’in, önümüzdeki dönemde, dünya
ekonomisinin şekillendirilmesinde giderek daha çok rol oynayacağı tahmin
edilmektedir.
Bazı iktisatçılar, BRICS tartışmaları etrafında kendini görünür kılan küresel
rekabetin çok uzun sürmeyebileceği, ABD ve Çin arasında gerçekleşecek
bir “Büyük Pazarlık” ile son bulabileceğini ifade etmektedirler. Ancak, ABD
halihazırda attığı adımlarla uluslararası sistemde (özellikle, DTÖ, DB ve IMF
gibi kuruluşlarda) sahip olduğu konumu, Çin ile paylaşacak bir görünüm
vermemektedir.
ABD’nin aldığı inisiyatifler ise, gerek Çin, gerek RF tarafından itibar
görmemekte ve hatta rekabet sürecini tetiklemektedir. Örneğin, ABD’nin
Çin’e yönelttiği çok taraflı yatırım anlaşması teklifi, Çin tarafından yanıtsız
bırakılmakta; ABD’nin AB ile Serbest Ticaret Anlaşması’na yönelmesi, Çin
tarafından doğrudan kendisini hedef alan uluslararası ticaretten dışlanma
girişimi olarak algılanmaktadır. Benzer şekilde, ABD’nin, Hindistan ve Japonya
ile birlikte yöneldiği ortak ekonomik bölge teşkilini, (25 Temmuz 2013 tarihinde
ABD Başkan Yardımcısı tarafından açıklanan) Hindistan-Çin-ABD formatına
dönüştürme amaçlı “Üçlü diyalog” teklifi ise, RF’de “ABD’nin ŞİÖ ve BRICS’in
altına mayın döşeme girişimi” olarak algılanmaktadır.
Bölgeselleşmenin önem kazandığı mevcut konjonktürde, ÇHC ve RF’nin,
çok kutuplu dünya düzeni vizyonuyla, ABD’nin hem küresel düzeyde, hem
de kıtalar düzeyinde dengelenmesi hedefi çerçevesinde, ilişkilerini stratejik
önemde gördükleri bir gerçektir. Geleneksel olarak bu iki ülke, rekabete
dayanan ilişkilerini ikili ve çok taraflı (ŞİÖ ve BRICS) formatlarda geliştirmeye
çalışmaktadırlar ve bu bağlamda, yeni işbirliği modellerine ve yeni rekabet
şekillerine yönelme tutumlarının devam edeceği düşünülmektedir.
Türkiye’nin Konumu
Ülkemiz gündemine gerek BRICS üyeliği, gerek farklı alternatiflerin varlığı
çeşitli dönemlerde gelebilmektedir. Geçmişte, Devlet Yetkililerimiz tarafından,
“Türkiye’nin Şangay işbirliği Örgütü’ne gözlemci statüsü ile yer almasının
arzu edildiği” ve “Türkiye’nin BRICS üyeliğine yönelebileceği” hususları ifade
edilmiştir.
Bunlar arasında özellikle BRICS üyeliği konusunun, daha çok AB ile
ilişkilerde yaşanan sorunlar döneminde öne çıktığı gözlemlenmektedir. Örneğin,
Sn. Cumhurbaşkanımız, 09 Kasım 2010 tarihinde, Financial Times’a verdiği bir
89
Strateji Yazıları-I
demecinde, Türkiye’nin AB üyelik sürecini yavaşlatan bazı siyasi konuların,
müzakere sürecine dahil edildiğini belirterek, “bundan memnun değiliz” ifadesini
kullanmış ve “Türkiye’nin BRİC seçeneği olduğunu, BRIC+T’den bahsedersek
şaşırmayın” biçiminde bir isim önerisiyle birlikte açıklamıştır.
Öncelikle, BRICS üyeliği açısından gereken özelliklerin neler olabileceğine
bakıldığında, yeni bir üyenin taşıması gereken özellikler arasında, kalabalık ve
dinamik bir nüfusa sahip olması, gelişmekte olan bir ülke profiline sahip olması,
deniz ticaretine açık olması, Batı dünyası ve kurumlarıyla (NATO-AB-DTÖ)
ilişkisinde belirli bir mesafeye sahip olması, daha doğru bir tabirle, bütünleşmemiş
olması ve son olarak Müslüman bir ülke olması gibi hususların gerekebileceği ya
da tercih sebebi olabileceği düşünülmektedir.
Türkiye, gerek bugün, gerek önümüzdeki dönemde, BRICS ülkesi olmak
için gerekli iktisadi kriterleri yerine getirebilecek sayılı ülkeden biridir.
İngiltere’de yerleşik Economics PwC tarafından yapılan “World in 2050:
The BRICs and Beyond: Prospects, Challenges and Opportunities” isimli
çalışmada benzer sonuçlara ulaşılmakta ve E7 olarak tanımlanan ülkelerin (Çin,
Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Meksika ve Türkiye), 2020 yılından önce
G7 ülkelerini geçeceği de ifade edilmektedir.
Gerek Çin, gerek RF’nin, BRICS’e biçtiği rolün, Türkiye’nin üyeliği için
önemli engelleri gündeme taşıyabileceği düşünülmektedir. Türkiye’nin BRICS
üyesi olmasını zorlaştıracak etkenlerin başında Batı ile kurduğu ekonomik,
sosyal-kültürel, askeri-teknolojik ve istihbarat ilişkileri gelmektedir.
90
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ
REFORM ÇALIŞMALARI
İrem Kayserilioğlu
Uzman
ÖZET
Uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda birincil
sorumluluğa sahip olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto
yetkisine sahip daimi 5 üyesinin, barışı ve güvenliği tehdit eden ve
ivedilikle adım atılması gereken bazı konularda dahi, sistemi kilitler hale
gelmiş olması, Güvenlik Konseyi’ne ilişkin eleştirilerin artmasına neden
olmuştur. Güvenlik Konseyi’nin bir reforma tabi tutulması gerektiği
yönündeki söylemler çerçevesinde; Türkiye Cumhuriyeti Devleti de,
bütün üye ülkelerin eşit oya sahip olmasını iddia eden Oydaşma için
Birlik Grubu içinde yer almaktadır. Bir dünya savaşından sonra kurulan,
değişikliği bu yapıdan en fazla istifade eden ülkelerin onayına tabi olan
ve değişmesi küresel dengeleri etkileyebilecek bir yapıda kapsamlı
bir reform gerçekleştirilmesinin, çok istisnai gelişmeler olmadıkça,
kısa ve orta vadede oldukça zor olduğu görülmekte, bununla birlikte
böyle bir değişimin imkansız olmadığı düşünülmektedir. Bu nedenle;
ülkemizin, millî varlığımızın coğrafi, kültürel, dini vb. her veçhesinden
istifade ile BM üyesi diğer ülkelerle ve gruplarla bu amaca matuf bir
işbirliği geliştirmesinin, BM nezdindeki görünürlüğünü artıracağı
değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, veto, Türkiye
Cumhuriyeti, Oydaşma için Birlik.
ABSTRACT
Having the primary responsibility on protection of international peace
and security, United Nations Security Council’s permanent five members
which have veto power, became to lock the system even on some
issues which threats peace and security and which requires immediate
measures. This causes criticism regarding the Security Council. In the
framework of discourses on necessity of reform of Security Council,
Strateji Yazıları-I
Turkey took place in Uniting for Consensus Group, who allege that all
member countries must have equal vote. The present structure of the
UN was founded after a world war and the prevailing system requires
the approvals of the countries which benefit most from this structure. So
reforming the present structure of the UN Security Council in the short
and even medium term, seems quite difficult; but it is not impossible. For
this reason, benefiting every aspect of our national asset, like geography,
culture and religion etc., cooperating with countries and groups within
UN for the aim of a possible reform may contribute to the increasing
visibility of our country in the UN.
Keywords: United Nations, Security Council, veto, Republic of Turkey,
Uniting for Consensus.
Giriş
Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi Reformu, uzun zamandır
üzerinde düşünülen, yazılıp çizilen bir konu olmakla birlikte, gerek uluslararası
güç dengelerinde yaşanan değişim, gerekse Suriye krizi, bu konunun bir kez daha
gündemin ön sıralarına taşınmasına neden olmuştur. Bu kapsamda çalışmada;
Birleşmiş Milletler Teşkilatı, BM Güvenlik Konseyi reform çalışmaları, BM
Güvenlik Konseyi reform çalışmaları için önerilerde bulunan başlıca gruplar,
talepleri, mevcut durum ve ülkemizin BM Güvenlik Konseyi reformuna ilişkin
duruşu bağlamında değerlendirmelere yer verilecektir.
BM Hakkında Genel Bilgiler ve BM Teşkilatı
Ülkemizin de kurucuları arasında bulunduğu Birleşmiş Milletler Örgütü,
bu yıl 68’inci kuruluş yıldönümünü kutlamaktadır. Yaşanan sıkıntılara ve
aksaklıklara, gösterilen tepkilere rağmen BM halen; uluslararası barış ve
güvenliğin korunması, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması ve insan haklarının
güçlendirilmesi temel hedefleri doğrultusunda norm oluşturan ve uluslararası
meşruiyeti temsil eden tek küresel örgüt olarak kabul görmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük devletlerin (ABD, Sovyetler
Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti) liderliğinde evrensel bir örgüt
olarak oluşturulan BM, 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşların ve barışa
yönelik tehditlerin tekrarını önlemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak
amacıyla kurulmuştur.
92
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
BM’nin kurucu antlaşması niteliğindeki BM Şartı, aralarında Türkiye’nin
de bulunduğu 51 ülke tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da
imzalanmış ve Örgüt, 24 Ekim 1945 tarihinde resmen faaliyete geçmiştir.
Bahse konu Şart’ta BM’nin amaçları; uluslararası barış ve güvenliği
korumak; uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmek; ekonomik, sosyal, kültürel
ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve insan haklarına ve
temel özgürlüklere saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliğini
sağlamak ile bu gayelere ulaşılması yolunda ulusların giriştikleri eylemlerin
uyumlaştığı bir odak olmaktır.
Merkezi New York’ta bulunan örgütün, bugün itibarıyla üye sayısı 193’tür.
Örgüte en son katılan ülke, üyeliği 14 Temmuz 2011 tarihinde kabul edilen
Güney Sudan’dır.
BM’ye üyelik, barışa inanan ve Antlaşma’nın getirdiği yükümlülükleri kabul
eden ve Teşkilat açısından da söz konusu yükümlülükleri yerine getirme irade
ve kapasitesine sahip olduğu düşünülen her ülkeye açıktır. Yeni üyeler, Güvenlik
Konseyi’nin tavsiyesi ve Genel Kurul’un kararı ile üyeliğe kabul edilir. Üyelik
konusundaki herhangi bir tavsiye, Güvenlik Konseyi’ndeki 15 üyenin 9’unun
onayını gerektirmektedir. Bu süreçte beş daimi üyenin de olumlu oy kullanması
gereklidir. Güvenlik Konseyi’nin olumlu öneride bulunması durumunda, Genel
Kurul’un üçte ikilik çoğunlukla öneriyi kabul etmesi gerekmektedir.
Kuruluşundan bu yana hiçbir ülke üyelikten çıkarılmamıştır. Komşusu
Malezya ile yaşadığı sorunlar nedeniyle Endonezya 1965 yılında geçici olarak
BM’den ayrılmış, ancak bir yıl sonra örgüte tekrar dâhil edilmiştir.
BM’nin düzenli bütçesi iki yıllık dönemler halinde Genel Kurul tarafından
onaylanmaktadır. Harcamaların yaklaşık üçte ikisi üye ülkelerin gönüllü
katkılarından sağlanırken, kalan bölüm üye ülkelerin zorunlu katkı paylarından
karşılanmaktadır. Üye ülkelerin katkı payları, onların “Ödeme gücü” ile
orantılıdır. Ödeme gücünün belirlenmesi için üye ülkenin gayrı safi milli hasılası
esas alınmakta ve katkı payı bütçenin yüzdesi olarak belirlenmektedir. Genel
Kurul, 2000 yılında aldığı bir karar ile bir üye ülkenin BM bütçesine katkısının
Teşkilatın toplam bütçesinin yüzde 22’sini aşamayacağı kararına varmıştır.
93
Strateji Yazıları-I
2014 yılı için BM’nin zorunlu bütçesine üye ülkeler arasında en yüksek 10
katkı payı aşağıdaki şekilde olmuştur:
Ülke
ABD
Japonya
Almanya
Fransa
İngiltere
Çin Halk Cumhuriyeti
İtalya
Kanada
İspanya
Brezilya
Yüzde
%22,000
%10,833
%7,141
%5,593
%5,179
%5,148
%4,48
%2,984
%2,973
%2,934
ABD Doları
621.203.682
276.453.913
182.235.521
142.731.168
132.166.050
131.374.942
113.511.217
76.150.510
75.869.795
74.874.530
Kurum içi işbölümünü gerçekleştirmek ve kurumu daha işlevsel kılmak
maksadıyla BM bünyesinde çeşitli iç mekanizmalar oluşturulmuştur. BM
organları olarak ifade edilen bu mekanizmalar, Genel Kurul, Güvenlik Konseyi,
Ekonomik ve Sosyal Konsey, Sekretarya, Uluslararası Adalet Divanı ve Vesayet
Konseyi’dir. BM bünyesinde bu temel organların yanı sıra, çok sayıda ihtisas
kuruluşu, program ve birim de bulunmaktadır.
Genel Kurul: Genel Kurul, ana istişare organıdır. Bu organ, hem oluşumu
hem de karar alma biçimi itibarıyla uluslararası hukukun temel esaslarından
birini oluşturan “Devletlerin eşitliği ilkesi”ne dayanmaktadır. Her devletin bu
organ içindeki statüsü eşittir. Genel Kurul’un 193 üyesinin de birer oy hakkı
bulunmaktadır.
Genel Kurul; uluslararası toplumu ilgilendiren hemen her konuyu
tartışabilmekte ve her konuda karar alabilmektedir. BM Şartı’na göre, Genel
Kurul’un; uluslararası barış ve güvenliğin korunması, Güvenlik Konseyi’nin
sürekli olmayan üyelerinin seçilmesi, Ekonomik ve Sosyal Konsey üyelerinin
seçilmesi, BM’ye yeni üyelerin kabulü, üyelik hak ve ayrıcalıklarının askıya
alınması, üyelikten çıkarma, bütçe gibi önemli konularda üçte iki çoğunluk ile
karar alması gerekmektedir. Başka sorunlar konusundaki kararların oy çokluğu
ile alınması yine BM Şartı’nda hükme bağlanmıştır.
Genel Kurul kararları tavsiye niteliğindedir. Buna karşılık, Genel Kurul’un
kabul ettiği kararların ciddi bir siyasi ve ahlaki ağırlığı bulunmaktadır.
94
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
Bu noktada Suriye’deki durum bağlamında gündeme getirilmiş olan bir
husus önem arz etmektedir. Genel Kurul’a 1950 yılında aktarılan bir yetkiyle,
Güvenlik Konseyi’nin, veto mekanizması sebebiyle tıkanması durumunda Genel
Kurul’un devreye girmesine imkân sağlanmıştır. 1950 yılının başlarında Kuzey
Kore’nin, Güney Kore’ye saldırması üzerine konu, ABD tarafından Güvenlik
Konseyi’nin gündemine getirilmiş, ancak Sovyetler Birliği’nin muhalefeti
sebebiyle Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkarılamamış; ABD’nin hazırladığı
tasarılar bir bir veto edilmiştir. Bunun üzerine ABD’nin öncülüğünde hazırlanan
ve Genel Kurul’da kabul edilen bir kararla, “Güvenlik Konseyi’nin tıkanıklık
nedeniyle uluslararası barış ve güvenliği sağlayamadığı durumlarda” BM Genel
Kurulu’na görev verilmesi sağlanmıştır. BM’nin bahse konu 377 sayılı “Barış İçin
Birleşme” Kararı’na göre, Güvenlik Konseyi, sürekli üyeler arasındaki görüş
farkından dolayı uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren bir krize ilişkin
gerekli kararları alamıyorsa, konu 24 saat içinde Genel Kurul’a getirilir. Bu
durumda Genel Kurul üçte ikilik oy çokluğuyla ilgili kriz bölgesine müdahale
edilmesini ‘tavsiye edebilir’. Bahse konu karara göre, böyle bir olağanüstü
toplantı, Güvenlik Konseyi tarafından herhangi 9 üyenin oyu ile veya BM
üyelerinin çoğunluğu tarafından “talep edilirse” yapılabilecektir. Nitekim söz
konusu bu karar çerçevesinde Genel Kurul tarafından 1950 yılında alınan tavsiye
kararı Kore’ye yapılan müdahaleyi meşrulaştırmıştır.
Güvenlik Konseyi: BM’nin en önemli organıdır. Güvenlik Konseyi,
Antlaşma kapsamında uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda
birincil sorumluluğa sahiptir. Güvenlik Konseyi 15 üye devletten oluşmaktadır.
Bunlardan 5 tanesi veto yetkisine sahip ve sürekli (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya
ve Çin Halk Cumhuriyeti), 10 tanesi ise veto yetkisine sahip olmayan geçici
üyelerdir.
Güvenlik Konseyi’nde ayrıcalıklı bir topluluk oluşturan sürekli üyelerin,
İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan ve kurulmasına öncülük ettikleri BM
teşkilatında kendilerini veto yetkisiyle ödüllendiren devletler olduklarını
söylemek yanlış olmayacaktır.
Güvenlik Konseyi’nin geçici üyelerine gelince; bu üyeler iki yıllık bir
süre için Genel Kurul tarafından “Seçimle” ve “Coğrafi denge” gözetilerek
belirlenmektedir. Bu çerçevede geçici üyeler Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Latin
Amerika ve Karayipler ile Batı Avrupa ve diğer olmak üzere 5 farklı coğrafyadan
seçilmektedir.
95
Strateji Yazıları-I
Ülkemiz, 1951–1952 döneminde, 1954–1955 döneminde, 1961 yılında ve
2009–2010 döneminde geçici üye olmuş ve 2015–2016 dönemi için de geçici
üyeliğe aday olduğunu açıklamıştır.
Hâlihazırda Güvenlik Konseyi geçici üyesi olan Arjantin, Avustralya,
Lüksemburg, Kore Cumhuriyeti ve Ruanda’ya ilave olarak 1 Ocak 2014 tarihi
itibarıyla üyelikleri sona eren 5 ülke için yapılan oylama sonucu Nijerya,
Çad, Litvanya, Şili ve Suudi Arabistan BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine
seçilmiştir. Ancak Suudi Arabistan, BM Güvenlik Konseyi’nin dünya barışı ve
güvenliğini sağlamada yetersiz kaldığı gerekçesiyle, Konsey’in geçici üyeliğini
kabul etmemiştir. Bu durumda, Genel Kurul’un, üçte iki çoğunluk ile eksik kalan
geçici üyeyi seçmesi gerekmiş ve Ürdün geçici üye olarak seçilmiştir.
Güvenlik Konseyi’ne yönelik eleştirilerin en önemli sebeplerinden olan;
daimi üyelerin veto hakkının Güvenlik Konseyi’ni nasıl kilitlediğine netlik
kazandırmak için Güvenlik Konseyi’nin karar alma sürecine bakmak gerekir:
Güvenlik Konseyi’nde daimi ve geçici her üyenin bir oyu vardır. BM Şartı’na göre;
Güvenlik Konseyi’nde bir önergenin onaylanması için en az 9 devletin “Evet”
oyu vermesi ve “Hayır” oyları içinde hiçbir sürekli üyenin oyunun olmaması
gereklidir. Böylelikle, sürekli üyelere, herhangi bir kararın çıkmasını engelleme
hakkı veren “Veto yetkisi” tanınmış olmaktadır. 5 daimi üyenin onaylamadığı
herhangi bir kararın, bahse konu karar uluslararası barış ve istikrar açısından ne
kadar önemli olursa olsun, Güvenlik Konseyi’nden çıkması mümkün değildir.
Bugüne kadar veto kartına en çok başvuran ülkeler, Rusya ve ABD olmuştur.
Bunları sırasıyla, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti izlemiştir.
BM Şartı’nın 25’inci maddesi uyarınca, BM’nin tüm üyeleri, Güvenlik
Konseyi’nin aldığı kararları kabul edip uygulamak zorundadır.
Ekonomik ve Sosyal Konsey (ECOSOC): Ekonomik ve Sosyal Konsey;
ticaret, ulaştırma, ekonomik kalkınma ve sosyal konular gibi ekonomik ve sosyal
sorunların tartışıldığı bir forumdur. Konsey’in 3 yıllık süreyle hizmet eden ve
Genel Kurul tarafından seçilen 54 üyesi bulunmaktadır. Bahse konu Konsey’in
üyeleri “Coğrafi dağılım” dikkate alınarak seçilmektedir. Bu çerçevede 14 üye
Afrika’dan, 11 üye Asya’dan, 6 üye Doğu Avrupa’dan, 10 üye Latin Amerika
ve Karayipler’den ve 13 üye Batı Avrupa ve diğer ülkelerden seçilmektedir.
Hâlihazırda ülkemiz de Ekonomik ve Sosyal Konsey’in üyesidir. Üyeliğimiz
31 Aralık 2014 tarihinde sona erecektir. Oy çokluğu ile karar alan Konsey’in
kararları bağlayıcı değildir.
96
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
Birçok çalışma komisyonu ve uzmanlık ajansları bulunan Konsey, tamamı
kendisine rapor sunan BM programlarının (UNDP, UNEP, UNICEF, UNHABITAT ve UNFPA gibi) ve özel teşkilatların (IMF, WB, FAO, WHO, ILO,
UNESCO) çalışmalarını koordine etmekte ve bunlarla işbirliği yapmaktadır.
BM Sekretaryası: BM Sekretaryası, bir Genel Sekreter ile örgütün gerek
duyabileceği memurlardan oluşmaktadır. BM Sekretaryası, BM’nin diğer ana
organlarına hizmet etmek, bu organların açıkladığı program ve politikaları
uygulamakla görevlidir. Sekretarya ayrıca, BM örgütünün günlük rutin
faaliyetlerini yerine getirmekte ve örgütün kimliğini temsil etmektedir.
Örgütün en yüksek memuru olan BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi’nin
tavsiyesi üzerine Genel Kurul tarafından 5 yıllık yenilenebilir süre için atanır. Bir
sınırlama bulunmamasına rağmen bugüne kadar 2 dönemden daha fazla seçilen
bir Genel Sekreter olmamıştır.
BM kurulduğundan bu yana seçilen Genel Sekreterlerin isim listesi şöyledir:
Trygve Lie (Norveç) 1946-1952
Dag Hammarskjöld (İsveç) 1953-1961
U Thant (Myanmar/Burma) 1961-1971
Kurt Waldheim (Avusturya) 1972-1981
Javier Pérez de Cuéllar (Peru) 1982-1991
Boutros Boutros-Ghali (Mısır) 1992-1996
Kofi Annan (Gana) 1997-2006
Ban Ki-moon (Güney Kore) 2007BM Şartı, Genel Sekreter’in, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını
tehlikeye düşürebileceğini düşündüğü herhangi bir konuyu Güvenlik Konseyi’nin
dikkatine sunmasına imkân tanımaktadır.
Uluslararası Adalet Divanı: Uluslararası Adalet Divanı, BM’nin yargı organı
olarak kurulmuştur. Mahkemeye, sadece bir uyuşmazlığa taraf olan devletler
gidebilirler, şirketler veya örgütler Divan’ın yargı hakkının dışındadır. BM
Güvenlik Konseyi’nin bağlayıcı kararlarına karşı Uluslararası Adalet Divanı’na
başvurulamamaktadır. Divan’ın yargı yetkisi zorunlu olmamakla birlikte, önüne
getirilen ihtilaflı davalarda bu organın aldığı yargı kararları bağlayıcıdır. Bununla
97
Strateji Yazıları-I
beraber, BM’nin organları ve uzmanlık kurumları, kendi yetki alanları ile ilgili
konularda, uluslararası hukuk meselelerine ilişkin bağlayıcı olmayan danışma
görüşünü almak üzere de Divan’a başvurabilirler.
Uluslararası Adalet Divanı, Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul tarafından
seçilen 15 yargıçtan oluşmaktadır.
Vesayet Konseyi: Vesayet Konseyi’nin kuruluş amacı; sömürgelerin iktisadi,
sosyal ve siyasi şartlarının iyileştirilmesini ve bunların süreç içinde kendi kendini
yönetir hale gelmesini sağlamaktır. Söz konusu bölgeler, 1994 yılına kadar,
gerek ayrı devletler olarak gerekse de bağımsız komşu devletlere katılarak,
özerk yönetimlerini kurmuş ya da bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyelerinden oluşan Vesayet Konseyi, bu tarih itibarıyla, gerek
görülmesi halinde yeniden toplanmak üzere çalışmalarına son vermiştir.
Ana hatlarıyla arz edilen 6 temel organın yanı sıra, BM bünyesinde faaliyet
gösteren birçok uzmanlık kuruluşu da bulunmaktadır. Zira kuruluşundan
bu yana BM’nin gündemi, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasından,
mültecilere, iklim değişikliğinden insan haklarına, bilim ve teknolojiden
kalkınmaya uzanan geniş bir yelpazeyi kapsar hale gelmiş ve BM, bünyesinde
faaliyet gösteren uzmanlık kuruluşları vasıtasıyla söz konusu bu alanlarda önemli
icraatlar gerçekleştirmektedir.
BM’nin bu uzmanlık kuruluşlarından bazıları şunlardır: BM Ticaret ve
Kalkınma Konferansı (UNCTAD) ve Uluslararası Ticaret Merkezi, BM Kalkınma
Programı (UNDP), BM Çevre Programı (UNEP), BM Nüfus Fonu (UNFPA), BM
Habitat Programı (UN-HABİTAT), BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNCHR),
BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), BM Uyuşturucu ve Suç ile Mücadele
Ofisi (UNODC), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Sivil Havacılık
Örgütü (ICAO), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Uluslararası
Çalışma Örgütü (ILO), Uluslararası Para Fonu (IMF) Uluslararası Denizcilik
Örgütü (IMO), Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), BM Eğitim, Bilim
ve Kültür Örgütü (UNESCO), BM Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO), Dünya
Turizm Örgütü (UNWTO), Dünya Posta Birliği (UPU), Dünya Sağlık Örgütü
(WHO), Dünya Fikri Haklar Örgütü (WIPO), Dünya Meteoroloji Örgütü
(WMO), Dünya Bankası Grubu (Kalkınma/Yatırım/Yatırım Uyuşmazlıkları).
98
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
BM Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
Veto hakkının, daimi üyeler açısından bir güç tekeline imkân sağlaması,
5 daimi üyenin ulusal çıkarlarının gereği olarak bölgesel ve küresel istikrar ve
barışı tehdit eden ve ivedilikle adım atılması gereken bazı konularda dahi sistemi
kilitler hale gelmiş olması Güvenlik Konseyi’ne ilişkin eleştirilerin artmasına ve
Güvenlik Konseyi’nin bir reforma tabi tutulması gerektiği yönündeki söylemlerin
güçlenmesine sebep olmuştur.
Daimi üyeler, ulusal menfaatleri söz konusu olduğunda, konu dünya
barışını ilgilendirse dahi, adım atmamakta ve BM’ye de adım attırmamaktadır.
Örneğin Soğuk Savaş döneminde daimi üyelerin de dolaylı veya doğrudan taraf
olduğu savaşlar ve silahlı çatışmalar, Güvenlik Konseyi’nin sadece izlemekle
yetindiği konular olmuştur. Vietnam Savaşı, Filistin - İsrail meselesi, Sovyetlerin
Afganistan işgali, İngilizlerin Süveyş Kanalı saldırısı, Fransa’nın Cezayir katliamı
ya da Çin’in Kore Savaşı’ndaki tutumu ve en son Suriye’de yaşanan katliamlara
rağmen, Güvenlik Konseyi’nin atalet içinde bulunması, bu duruma örnek teşkil
eden olaylardan birkaç tanesidir.
Dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden Afrika, Latin Amerika, Karayipler
ve Asya’nın önemli bir bölümü, sahip oldukları nüfus gücüne rağmen Güvenlik
Konseyi’nde temsil edilmemektedir. Öte yandan, İngiltere ve Fransa, BM Güvenlik
Konseyi’nde daimi üye olarak yer alırken, on geçici üyeliğin bir bölümünün yine
Avrupa kıtasına ayrılması, Avrupa kıtasına Güvenlik Konseyi’nde, “Hak ettiğinin”
çok üzerinde temsil imkânı sağlamaktadır.
Diğer taraftan, dünyadaki güç dengelerinin ciddi bir dönüşüm geçirdiği,
bu çerçevede Türkiye, Almanya, Japonya, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika
gibi küresel güç dengesinde yerini almak isteyen yeni bölgesel oyuncular ya
da ekonomik güçlerin ortaya çıktığı da bir gerçektir. Bu yeni aktörlerin de,
küresel platformda artan ağırlıklarına paralel olarak, Güvenlik Konseyi’nde
daha fazla temsil edilmek istemelerinin de bu gerçeğin doğal bir sonucu olduğu
değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak; bu sorunların farkında olan, kendine güvenen ve dünya
siyasetinde daha fazla rol oynamak isteyen ülkeler başta olmak üzere, hemen
hemen tüm ülkeler, BM Güvenlik Konseyi’nin köklü bir reforma tabi tutulmasını
istemektedir. Bu reform taleplerini; üye sayısının arttırılması, veto yetkisinin
kaldırılması ya da sınırlandırılması, Konsey’in işleyişi ve diğer organlarla
ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi başlıkları altında toplamak mümkündür.
99
Strateji Yazıları-I
BM Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları İçin Önerilerde Bulunan
Başlıca Gruplar, Talepleri ve Mevcut Durum
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Güvenlik Konseyi’ni uzun süre engelleyen
Doğu-Batı çatışmasını da sona erdirmiş ve Güvenlik Konseyi, İran ve Irak
arasındaki savaştan, Namibya, Angola ve Kamboçya’ya kadar dünyadaki
çeşitli çatışma alanlarıyla da ilgili faaliyette bulunur hale gelmiştir. 1990–1991
yıllarındaki Körfez Savaşı’na dâhil olması ve Sovyetler Birliği’nin dağılışı da
bu devinimi hızlandırmıştır. Bu devinimle birlikte Güvenlik Konseyi’ne üyelik
talepleri de gündeme gelmeye başlamıştır.
Nitekim Almanya, Japonya, Hindistan, Brezilya, İtalya gibi çeşitli ülkeler BM
bütçesine yaptıkları katkı, BM misyonlarına verdikleri destek, güçlü ekonomileri
ya da büyük nüfusları gibi nedenlerle Güvenlik Konseyi’ne üyelik söylemlerini
dillendirmeye başlamışlardır.
Sonuçta, reform tartışmaları, başlıca, 3 ana blok meydana getirmiştir:
G-4 Grubu: Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya (Group of Four-G4) ve
bu ülkelerin destekleyicileri, veto hakkına sahip olmadan daimi yeni üyeliklerin
oluşturulmasını; bu kapsamda Konsey’in 6 daimi üyeyle genişletilmesini; bu
üyelerin 2’sinin Afrika ülkelerinden, 2’sinin Asya ülkelerinden, 1’inin Batı Avrupa
ülkelerinden ve 1’inin de Latin Amerika ve Karayip’ten seçilmesini; ayrıca 1 üye
Afrika’dan, 1 üye Asya’dan, 1 üye Latin Amerika ve Karayip’ten ve 1 üye Doğu
Avrupa’dan olmak üzere 4 geçici yeni üyenin Güvenlik Konseyi’ne eklenmesini,
böylelikle Güvenlik Konseyi üye sayısının 25’e yükseltilmesini savunmuşlardır.
Oydaşma için Birlik Grubu: Ülkemizin de içinde bulunduğu Oydaşma için
Birlik (Uniting for Consensus) grubu, yeni daimi üyelere karşı çıkmakta, yeni
daimi üyelerin zaten anti-demokratik olan sistemi daha da içinden çıkılmaz
hale getireceğini ve bu ayrıcalıklı hakkın ilave ülkelere verilmesinin sıkıntılara
sebebiyet vereceğini, zira dünyanın statik olmadığını, bunun yerine uzun süreli (3
ila 5 yıl) bir üyelik ihdas edilebileceğini savunmakta ve bölgesel ölçekte seçilecek
daimi olmayan yeni üyelikler oluşturulması çağrısında bulunmaktadır. Bahse
konu grupta ülkemizin yanı sıra İtalya, Kanada, İspanya, Meksika, Güney Kore
Cumhuriyeti, Arjantin, Endonezya, Kolombiya, Pakistan, Kosta Rika, Malta ve
San Marino bulunmaktadır.
Afrika Birliği Grubu: Afrika’dan 54 üye devletin bulunduğu Afrika Birliği
Grubu, Güvenlik Konseyi’ne bahse konu gruptan 2 daimi yeni üyenin dâhil olması
konusunda ısrarla çağrıda bulunmuş ve iddialarını da, Konsey’in ana çalışma
konusu Afrika olmasına rağmen, Konsey’de daimi olarak temsil edilmeyen tek
100
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
kıtanın Afrika kıtası olmasına ve bu durumun tarihi bir adaletsizlik teşkil ettiği
fikrine dayandırmıştır.
Bahse konu üç grup da önerilerini içeren tasarılar hazırlayarak Genel
Kurul’a sunmuşlarsa da gerekli desteği alamamışlardır. Tekrarlayan müzakere
süreçlerinin neden olduğu yorgunluk ve bıkkınlığa rağmen, bu girişimlere
mesnet teşkil eden eleştiriler geçerliliğini sürdürdüğü için reform çalışmalarına
yönelik girişimler de sürdürülmektedir.
Ülkemizin BM Güvenlik Konseyi Reformuna İlişkin Duruşu
Türkiye; BM Şartı’yla üye ülkeler tarafından barış ve güvenliğin korunmasında
üzerine sorumluluk yüklenen Güvenlik Konseyi’nin; temsil yeteneği daha
yüksek, daha etkin, işlevsel ve hesap verebilir bir niteliğe kavuşması gerektiğine
inanmakta ve bu anlayıştan hareketle BM reform sürecini desteklemektedir.
Esasen uzun süredir reform çalışmalarının içinde olan ülkemiz, BM’deki
reform ihtiyacını, bir yandan izlediği çok yönlü dış politika ve artan uluslararası
etkinliğinin bir yansıması, diğer yandan Suriye’deki gelişmeler çerçevesinde
BM’nin sergilediği tutuma tepki olarak daha yüksek sesle dile getirmeye
başlamıştır.
Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımız, 24 Eylül 2013 tarihli BM Genel Kurulu’na
hitabında, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası için harekete geçme
yeteneğine sahip; güvenliği, adaleti ve insanların temel hak ve özgürlüklerini
koruyabilen; güçlü, etkin ve güvenilir bir BM’ye ihtiyaç duyulduğunu ifade
etmiştir.
Sayın Başbakanımız ise, BM’nin Suriye’de her gün yüzlerce insanın ölümü
karşısında aciz kaldığını ve bu Kurumu aldığı kararlarla istediği gibi yönlendiren
Güvenlik Konseyi’nin adalet üzerine reforme edilmesi gerektiğini çeşitli
vesilelerle dile getirmektedir.
Benzer şekilde demokrasi açısından BM’deki yapının sürdürülmesinin
mümkün olmadığını ve Güvenlik Konseyi’nde temsilde adaletin en kısa sürede
sağlanması gerektiğini savunan Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu ise,
Türkiye’nin önümüzdeki günlerde BM reformu konusunda daha fazla inisiyatif
alacağını; BM’nin mevcut yapısında ciddi bir değişim talep eden “Oydaşma İçin
Birlik Grubu” toplantısının 2014’te İstanbul’da yapılacağını ve ülkemizin, 25 üyeli
ve vetosuz bir BM Güvenlik Konseyi isteyen bu grup içinde İtalya ile birlikte aktif
rol üstleneceğini dile getirmiştir.
101
Strateji Yazıları-I
Sonuç
BM Güvenlik Konseyi, neredeyse BM’nin kuruluşundan bu yana çeşitli
eleştirilere konu olmuş ve reform çalışmaları, hemen her zaman BM platformunda
gündem işgal eden başlıklardan birini teşkil etmiştir. Güvenlik Konseyi’ne ilişkin
reform çalışmaları, esas itibarıyla, Konsey’in üye kompozisyonuna ve çalışma
usulüne odaklanmıştır. Zira bir yandan, Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi
ellerinde bulundurdukları veto hakkı ile ulusal menfaatleri gerektirdiğinde
ulusal barış ve istikrarı etkileyen konularda dahi uzlaşmaz bir tavır takınmaktan
kaçınmazken, diğer yandan Konsey’in mevcut kompozisyonu ne coğrafi
bölgelerin tamamını temsil edebilmekte, ne de uluslararası sistemde değişen güç
dengelerini yansıtabilmektedir.
Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısının adil olmadığı ve etkin bir şekilde
işlemediği son derece açıktır ve genel kabul görmektedir. Zira bu durum
uluslararası toplum tarafından defalarca tecrübe edilmiştir. Nitekim daha
önce Cezayir (1954–62), Süveyş (1956), Macaristan (1956), Vietnam (1946–75),
Çin-Vietnam Savaşı (1979), Afganistan (1979–88), Panama (1989), Irak (2003)
ve Gürcistan (2008) savaşlarının tamamında beş daimi üyeden birinin veto
tehdidi sebebiyle BM ciddi bir etkinlik sergileyememiş; 1991’de petrol zengini
Kuveyt için acil ‘İnsani müdahale’ kararı alabilen Güvenlik Konseyi, 3 yıl sonra
Ruanda’da milyonlar öldürülürken aynı aciliyeti hissetmemiştir. Bugün de Suriye
krizi bağlamında benzer bir durum yaşanmaktadır.
Bu durumun üye ülkelerin birçoğunu rahatsız etmesi sonucunda BM
Güvenlik Konseyi’ne yönelik pek çok reform girişimi gerçekleştirilmiştir. Ancak
reform ihtiyacı konusundaki uzlaşıya ve gösterilen yoğun çabaya rağmen reform
çalışmaları bugüne kadar bir sonuca ulaşamamıştır. Çalışmaların neticeye
ulaşmasını engelleyen başlıca sebepleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:
•ABD başta olmak üzere daimi üyelerin, kuruluşta elde ettikleri veto
hakkını kaybetmek istememeleri ve bu nedenle reform önerilerine yönelik
çekimser ve hatta reddeden tavırları;
•Veto hakkının muhafaza edilip edilmeyeceği ve Güvenlik Konseyi’nin
daimi üyelerle mi geçici üyelerle mi genişletileceği konularında bir fikir
birliğine ulaşılamaması;
•Daimi üye sayısının artırılması durumunda daimi üyeliğe kabul edilecek
yeni üyelere uygulanacak kriterlerin belirlenememesi; üye olacak ülkenin
askeri gücünün mü, demografik gücünün mü yoksa ekonomik gücünün
mü ya da BM bütçesine katkısının mı esas alınacağı hususunda fikir birliği
oluşturulamaması;
102
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları
•Her bölgede üye olmayı arzu eden devletler arasında var olan rekabet;
(Örneğin Latin Amerika’dan Brezilya ve Arjantin, Asya’dan Pakistan ve
Hindistan, Afrika’dan Nijerya ve Güney Afrika gibi ülkeler Güvenlik
Konseyi’ne üye olmak istemektedir. Bu ülkelerden herhangi birinin
diğeri için bu talebinden vazgeçmesi olası görünmediği gibi, birbirlerinin
üyeliklerine sıcak bakacakları da düşünülmemektedir.)
•Ve en önemlisi; Güvenlik Konseyi’ndeki her bir yapı değişikliğinin,
BM Şartı’nın değiştirilmesini zorunlu kılması ve bu değişiklik işleminin
oldukça karmaşık bir usule tâbi ve zor olması ve daha önemlisi olası
bir değişikliğin Güvenlik Konseyi’nin mevcut daimi üyelerinin onayını
gerektirmesi. Zira BM Şartı’nın 108’inci maddesi “İşbu Antlaşma’da
yapılacak değişiklikler, Genel Kurul üyelerinin üçte iki çoğunluğu
tarafından kabul edilip, Güvenlik Konseyi’nin sürekli üyelerinin tümünü
kapsamak üzere, BM üyelerinin üçte ikisi tarafından her birinin anayasa
kuralları gereğince onaylandığı zaman, tüm BM üyeleri için yürürlüğe
girer” hükmünü içermektedir.
Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı’nın eseri olan Güvenlik Konseyi’ndeki
mevcut yapının adil olmayan temsil yeteneği, veto hakkının sebep olduğu
ve Suriye kriziyle bir kez daha görünür hale gelen sıkıntılar ve küresel güç
dengelerinde yaşanan değişiklikler, şayet BM’nin uluslararası barış ve istikrara
gerçekten katkı sağlaması arzu ediliyorsa, Güvenlik Konseyi’nin hâlihazırdaki
yapısının sürdürülemez olduğunu işaret etmektedir. Ancak BM gibi, çeşitli
eleştirilere rağmen halen uluslararası arenada atılan adımların meşruiyetini
sağladığı düşünülen bir oluşumda, her türlü kararı veto etme yetkisine sahip
olmak, herhangi bir ülkenin elinden bırakmak istemeyeceği, her ülkenin sahip
olmak isteyeceği ve her ülkenin rakip olduğu ülkelerin sahip olmasına engel
olmaya çalışacağı bir imkândır. Dolayısıyla, hâlihazırda veto yetkisini elinde
bulunduran 5 ülkenin bu güçten vazgeçmeye, hatta bu hakkı paylaşmaya kolay
kolay razı olmaları da; Konsey’de reform yapılmasını isteyen ülkelerin, bu güce
sahip olmasına onay verecekleri ya da razı olacakları ülkeler üzerinde suhuletle
anlaşmaları da beklenemez.
Yukarıda sıralanan tüm bu nedenler göz önünde bulundurulduğunda,
çalışma yöntemleri bakımından belli iyileştirmeler yapılsa dahi, BM
Güvenlik Konseyi’ne yönelik kapsamlı bir reformun kısa ve orta vadede
olabilirliğinin bulunmadığı düşünülmektedir. Bununla birlikte, reform
ihtiyacının dillendirilmeye devam edilmesinin ve bu kapsamdaki girişimlerin
sürdürülmesinin, sonuca götürmese dahi, daimi üyeler üzerinde sebep olabileceği
psikolojik etki nedeniyle önemli olduğu düşünülmektedir.
103
Strateji Yazıları-I
Ülkemiz açısından konuya bakıldığında ise, BM Güvenlik Konseyi’nin
reform ihtiyacı ülkemiz tarafından da en üst düzeyde ve yüksek profilden dile
getirilmektedir. Bir yandan reform ihtiyacını dile getiren ülkemiz, diğer yandan
BM nezdinde görünürlüğümüzü artıracak şekilde, aktif ve çok boyutlu dış
politikamızla da uyumlu adımlar atmaktadır. Bu çerçevede, 2009–2010 döneminde
Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini başarıyla tamamlayan, 1990’lı yıllarda kendisi
dış yardım alan bir ülke iken, insani yardımlar bağlamında 2012 yılında en büyük
dördüncü resmi donör olan, BM barışı koruma ve destekleme harekâtlarına
katkı sağlayan, Finlandiya ile birlikte başlattığı “Barış İçin Arabuluculuk” girişimi
çerçevesinde arabuluculuk konusunda BM’de kabul edilen ilk karar tasarısını
yine Finlandiya ile birlikte hazırlayan, hâlihazırda en geniş katılımlı BM girişimi
niteliğini taşıyan “Medeniyetler İttifakı”na İspanya ile birlikte öncülük yapan,
2016 yılında ilk kez gerçekleştirilecek olan Dünya İnsani Yardım Zirvesi’ne ev
sahipliği yapacak olan ülkemiz, 2015–2016 dönemi için de Güvenlik Konseyi
geçici üyeliğine aday olduğunu açıklamıştır.
Bir dünya savaşından sonra kurulan, değişikliği bu yapıdan en fazla istifade
eden ülkelerin onayına tabi olan ve değişmesi küresel dengeleri etkileyebilecek
bir yapıda kapsamlı bir reform gerçekleştirilmesinin çok istisnai gelişmeler
olmadıkça kısa ve orta vadede oldukça zor olduğu görülmekte, bununla birlikte
böyle bir değişimin imkansız olmadığı düşünülmektedir. Bu nedenle ülkemizin,
millî varlığımızın coğrafi, kültürel, dini vb. her veçhesinden istifade ile BM üyesi
diğer ülkelerle ve gruplarla bu amaca matuf bir işbirliği geliştirmesinin, bu
girişimlerde bulunurken BM nezdindeki görünürlüğünü artıracak ve yukarıda
sıralananlara benzer adımlarını sürdürmesinin en uygun hareket tarzı olacağı
değerlendirilmektedir.
104
21. YÜZYILIN İLK ÇEYREĞİNDE BATI BALKANLAR
Zeynep Özkaynak Bayrak
Uzman
ÖZET
Balkanlar Bölgesi, çatışma alanlarının çokluğuyla dikkat çekmektedir.
Balkanların çatışma alanı olarak anılmasının en önemli nedeni birbirine
rakip birçok dini ve etnik grubu bir arada barındırmasıdır.
Bölge din bakımından homojen olmayıp, üç semavi dinin bir arada
yaşadığı bir bölgedir.
Balkanlar Bölgesi, coğrafi konumu itibariyle büyük bir jeopolitik kavşak
olarak önem taşımaktadır. Bu özelliğiyle tarih boyunca çeşitli güçlerin
hâkimiyet mücadelesine sahne olan, Avrupa ve dünyanın barış ve
istikrarını etkileyen bölgede, zamanımızda da güç merkezlerinin nüfuz
kazanmak için rekabet ettikleri görülmektedir.
Nitekim Sovyetler Birliği’nin dağılışı ve Doğu Bloku’nun çöküşü ile
birlikte AB ve ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çekildiği bölgelerde oluşan
güç boşluğunu doldurmaya yöneldiği görülmektedir. 1990’larla
birlikte AB’nin, bu ülkelere yönelik ekonomik ve siyasi bakımdan etki
sahasını genişletmeyi ve Sovyetler Birliği’nin bıraktığı güç boşluğundan
yararlanmayı amaçladığı görülmektedir.
ABD ise, Balkanlar Bölgesi’ne yönelik politikasını, dünyada tek hâkim güç
olma politikası çerçevesinde sürdürmektedir. Soğuk Savaş’ın sona erişi ve
Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben ABD’nin de, Sovyetler Birliği’nin
çekildiği bölgelerde oluşan güç boşluğunu doldurmaya yöneldiği ve esas
itibariyle, dünyanın petrol ve doğalgaz enerji kaynaklarının yarısından
fazlasını bulunduran Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri ile bu bölgelerden
dağılan enerji nakil yollarını kontrol etmeyi hedeflediği görülmektedir.
Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra,
Balkanlar’da sahip olduğu nüfuzu büyük ölçüde kaybetmişse de,
Balkanlar’a yönelik tarihsel ilgisini her fırsatta siyasi platformlarda
göstermekte ve bölgeyi “Stratejik menfaat alanı” olarak görmeye devam
etmektedir. Özellikle enerji alanında yaptığı yatırımlarla ve temel
enerji tedarikçisi konumuyla her geçen gün Balkanlar’daki konumunu
güçlendirmektedir.
Balkanların tarihine bakıldığında bölgede refah ve barışın, denge
sağlayıcı, adalet dağıtıcı, norm belirleyici bir yüksek otoritenin varlığı
halinde sağlanabildiği görülmektedir. Bu bağlamda bölge istikrarının
devamı için AB ve NATO başta olmak üzere, Avrupa-Atlantik kurum ve
kuruluşlarına önemli rol düşmektedir.
Strateji Yazıları-I
Anahtar Kelimeler: Balkanlar, AB, ABD, RF, Balkanlarda çatışma alanları,
güç merkezleri.
ABSTRACT
Balkans region draws attention with the intensity of the conflicts areas.
The most important reason why Balkans is called as a conflict area is that
it has many opponent religious and ethnical groups.
The region is also not homogeneous in terms of religions; the three
divine religions exist together in this region.
Balkans Region is known as a big geopolitical junction in terms of its
geographical place. Because of this feature of the region, today great
powers compete with each other in order to have influence over this
region which affects the peace and stability in Europe and the world.
It is known that EU and US struggle to fill the power gap in the region
after Soviet Union’s withdrawing from the region in the aftermath
of disintegration of Soviet Union and collapse of Eastern Block. It is
observed that EU has been in effort to has more economic and political
influence on this region and to fill the gap of power left by Soviet Union
since the 1990s.
US follows its Balkan policy within the frame work of its global policy
which is being only super power in the world. It seems that US also tries
to fill the gap of power after the withdrawal of Soviet Union from the
region in the aftermath of the Cold War and disintegration of Soviet
Union. Actually, US tries to control the Middle East and Caspian Regions
which have more than half of energy resources in the world and transfer
ways of the energy distributed from the mentioned regions.
Although RF lost its influence substantially on Balkans after the
disintegration of Soviet Union, RF shows its historically existing interest
to Balkans in political platforms in any opportunity and considers
Balkans as a “strategic benefit area” for itself. RF strengthens its position
in Balkans as a supplier of basic energy.
Considering the history of Balkans, it has been seen that the welfare
and peace can be ensured in the region only with the existence of a
high authority which ensures balances, justice and determines norms.
Therefore, European-Atlantic organisations especially EU and NATO,
have important role for ensuring the stability in the region.
Key Words: Balkans, EU, US, RF, conflict areas in Balkans, great powers.
Batı Balkanlar Bölgesinin Genel Görünümü
Balkanlar kelimesi Türkçe olup, sarp ve ormanlık sıradağ ve sık ormanla
kaplı dağ anlamlarına gelir. Balkanlar Yarımadası adını batıdan doğuya uzanan
ve Bulgaristan’ı ikiye bölen Balkan Dağları’ndan almıştır.
106
21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar
Siyasi coğrafya açısından Balkanlar, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan,
Karadağ, Kosova, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan,
Romanya, Yunanistan ve Trakya’yı içine almaktadır.
Batı Balkanlar kavramı ise, herhangi bir siyaset bilimi ya da uluslararası
ilişkiler sözlüğünde rastlanmayan, Avrupa Birliği tarafından 1999 yılında ortaya
atılan yeni bir kavramdır. Batı Balkanlar siyasi coğrafya açısından, Slovenya
dışındaki Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nin dağılmasının ardından
bağımsız olan ülkeleri (Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova ve
Makedonya) ve Arnavutluk’u kapsamaktadır.
Balkanlar Bölgesi, coğrafi konumu itibariyle büyük bir jeopolitik kavşak
olarak önem taşımaktadır. Nitekim Balkanlar Bölgesi, kuzeyden sıcak denizlere
inen kritik bir yol üzerinde olmanın yanı sıra, Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri’ndeki
enerji kaynakları başta olmak üzere, Batı Avrupa ile bu bölgeler arasında
ekonomik, sosyal, kültürel ve güvenlik ilişkilerinin geliştirilmesinde doğal ulaşım
mihverini teşkil eden büyük bir jeostratejik köprü özelliği taşımaktadır.
Bu özelliğiyle tarih boyunca çeşitli güçlerin hâkimiyet mücadelesine sahne
olan, Avrupa ve dünyanın barış ve istikrarını etkileyen bu bölgede, zamanımızda
da güç merkezlerinin nüfuz kazanmak için rekabet ettikleri görülmektedir.
Bölgenin tarihine bakıldığında barış ve istikrarın bölgeye hakim olduğu
dönemlerin, Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ya da Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) gibi “Bir yüksek otorite”nin bölgede
hüküm sürdüğü dönemlere rastladığı, bölge üzerinde egemen gücün kalkmasıyla
bölgenin etnik ve dini çatışma alanına dönüştüğü görülmektedir.
Balkanlar Bölgesi çatışma alanlarının çokluğuyla dikkat çekmekte ve bu
yönüyle her an karışıklığın ve savaşın çıkabileceği bölge anlamına gelen “Barut
fıçısı” deyimiyle anılmaktadır. Balkanların çatışma alanı olarak anılmasının en
önemli nedeni, birbirine rakip birçok dini ve etnik grubu bir arada barındırmasıdır.
Nitekim Balkanlar, etnik yapı, din ve mezheplerin dağılımı yönünden bakıldığında
dünyanın en karmaşık bölgelerinden biri olma özelliğiyle dikkat çekmektedir.
Çeşitli etnik, din, mezhep ve kültürlerin bir arada yaşadığı bu bölgedeki ülkelerin
çoğunda toplumlar, Slav ırkındandır. Ancak tarih boyunca yaşanan gelişmelerle
oluşan din, mezhep ve dil farklılıklarından dolayı bu toplumlar, yaşadıkları
ülkelerde kendilerini farklı milletler olarak kabul etmişlerdir.
Bölge din bakımından da homojen olmayıp, üç semavi dinin bir arada
yaşadığı bir bölgedir. Hıristiyanlığın Ortodoks ve Katolik mezhepleri bu bölgede
iç içedir. En kalabalık din grubunu Ortodokslar oluşturur. Ayrıca, nispeten
dağınık durumdaki Müslümanlara karşılık, kuzeyden güneye doğru bir Ortodoks
107
Strateji Yazıları-I
ekseninden bahsedilebilir. Ortodoks mezhebindeki toplumlar bağlantısının yanı
sıra, Slav ırkından toplumlar, doğudan batıya bir kuşak teşkil etmektedir.
Bölgenin karmaşık etnik ve dini yapısı, bölge ülkeleri arasındaki mücadelenin
ve ihtilafın temel nedenini oluşturmaktadır. Balkan ülkelerinin sınırlarının,
coğrafi ve sosyal kriterler dikkate alınmadan çizilmiş olmasının bölgede
bugün yaşanan sorunlara büyük ölçüde zemin hazırladığı görülmektedir. Bu
anlamda Balkanlardaki siyasi harita ile etnik dağılım haritası arasında büyük bir
uyumsuzluk olduğu söylenebilir. Bölgedeki halkların çoğu, bir ülkede çoğunluğu
teşkil ederken, genellikle komşu ülkelerde azınlık durumuna düşmüşlerdir.
Bunun sonucu olarak, söz konusu azınlık gruplarının, yaşamakta oldukları
ülkelerde daha fazla hak talepleriyle bağımsızlık veya anavatanlarıyla birleşme
düşüncelerine karşılık, bölgedeki bazı ülkeler de, soydaşları kabul ettikleri bu
azınlık gruplarının yaşadıkları toprakları kendi topraklarına katmak gibi idealleri
taşımışlardır. Soğuk Savaş döneminin bloklaşma politikalarının baskısı altında
yaşanan nispeten sakin bir dönemden sonra 1990’larda bölgede yeni bağımsız
devletlerin oluşmasına yol açan olaylar, bu düşünce ve ideallerin yeniden
canlanmasına yol açarak, bölgede barış ve istikrarı etkileyen önemli faktörlerden
birisi olduğunu göstermiştir.
Bölgenin bu karmaşık etnik ve dini yapısı, günümüzde de azınlıklarla
çoğunluklar arasındaki gerginlikler, çatışmalar, siyasal veya anayasal statü
ve toprak talepleri gibi sorunları ortaya çıkarmakta, bölge ülkeleri ve etnik
toplumlar arasındaki güvensizliğin artmasında önemli rol oynamakta ve bölge
istikrarını olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir.
Halen bölgedeki nüfusun önemli bir bölümünün azınlık olarak yaşamakta
oluşu, ülkeler arasındaki ilişkilerin en hassas noktasını teşkil etmektedir.
Balkanlar’daki hiçbir devlet etnik ve dini yönden homojen değildir ve her biri
bünyesinde rakip olduğu etnik ya da dini gruplara bağlı azınlıklar barındırmaktadır.
Balkanlar’daki azınlıklar yaşadıkları ülkelerin siyasi erkleri tarafından ülkelerine
yönelik tehdit unsuru olarak algılanmakta ve zaman zaman asimilasyon ve hatta
etnik temizlik uygulamalarına maruz kalmaktadırlar. Genellikle anavatanları
ile komşu ülke sınırlarına yakın bölgelerde yaşayan bu azınlık gruplarının
milliyetçilik duygularının canlı olması, bölgede etnik milliyetçilik sorunlarının
çözülmesini zorlaştırmaktadır.
Özellikle birbirine komşu beş ayrı ülkede (Arnavutluk, Sırbistan,
Kosova, Makedonya ve Yunanistan) yaşayan Arnavutların bulunduğu bölge,
bir “Arnavut Sorunu” olduğunu çağrıştırır biçimde en riskli bölge olarak
göze çarpmaktadır. Arnavutluk Cumhuriyeti sınırları dışında komşu ülkelerde
yaşayan Arnavutlar, yaşadıkları ülkelerde farklı hak taleplerinde bulunmaktadır.
108
21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar
Nitekim, Makedonya’daki Arnavut toplum, uzun süre devletin kurucu unsuru
olma yönünde talepte bulunmuşken, Kosova’da yaşayanlar ise, bağımsızlık
yönünde mücadele etmişlerdir. Yunanistan ise, ülkesinde yaşayan Arnavutları
azınlık olarak kabul etmeyerek varlıklarını inkâr etmektedir.
Kosova’nın ve Karadağ’ın bağımsızlık ilan ederek Sırbistan’dan
ayrılmalarının ardından, Sırbistan toprakları içindeki Macarların yoğun
olarak yaşadığı Voyvodina Özerk Bölgesi’nin statüsünü genişletme talepleri
ve Boşnakların yoğun olarak yaşadığı Sancak’taki hak talepleri ile Presevo
Vadisi olarak adlandırılan Güney Sırbistan’daki Arnavutların faaliyetleri,
Sırbistan’ın toprak bütünlüğünün önündeki engeller olarak görülmektedir.
2008 yılında ABD başta olmak üzere uluslararası toplumun desteğiyle
bağımsız olan Kosova’nın Sırbistan ile ilişkilerini normalleştirememesi ve
Kuzey Kosova’daki Sırp toplumunun Kosova ile bütünleşmek yerine paralel
kurumlar kurarak Sırbistan’a bağlılığını sürdürmesi bölge istikrarını olumsuz
yönde etkileyen bir diğer potansiyel kriz alanı olarak görülmektedir.
Üç ayrı etnik toplumun kurucu halk olarak oluşturduğu Bosna-Hersek ise,
Balkanların en hassas bölgelerinden biri olma durumunu sürdürmekte olup,
Batı Balkan ülkelerinin bir diğer potansiyel kriz alanı olarak görülmektedir.
1995 yılında imzalanan Dayton Barış Anlaşması, Bosna-Hersek’teki savaşı sona
erdirmiş olmakla birlikte, ülke içinde istikrarı sağlayamamıştır. Dayton Barış
Anlaşması, Bosna-Hersek devletini ve toplumunu bütünleştirmek yerine, BosnaHersek’in idari yapılanmasını etnik çizgilere göre şekillendirmiş ve Bosna-Hersek
vatandaşlarını değil, etnik gruplarını üstün tutarak toplumu ayrıştırmıştır. Bu
anlaşmayla oluşturulan idari yapılanmada, Sırp, Hırvat ve Boşnakların yaşadığı
bölgelere göre şekillenen iki entite, on kanton ve bir özerk bölge oluşturularak
ülkedeki etnik bölünmüşlük daha da pekişmiştir.
Ayrıca, Dayton Barış Anlaşması’nın bir eki niteliğindeki Bosna-Hersek
Anayasası nedeniyle devlet çapındaki kurumlar yeterince işletilememektedir.
Esasen Bosna-Hersek Devleti’nde var olan iki entitenin kurumları, devlet
düzeyindeki kurumlardan daha güçlüdür.
Günümüzde Balkanlar’da çatışma riskinin en fazla olduğu ülkenin BosnaHersek olduğu, etnik toplumlar arasındaki gerginliğin ve çatışma riskinin devam
ettiği görülmektedir. Yoğun uluslararası çabalara rağmen bugün bile BosnaHersek istikrarın çok uzağındadır.
Bu sorunlara ilaveten, yeni siyasal ve ekonomik sistemlere geçiş sürecinde,
Batı Balkan ülkelerinde siyasal ve ekonomik sisteminin alt yapılarının henüz tam
olarak oluşturulamamasından kaynaklanan bazı sorunlar da yaşanmaktadır.
109
Strateji Yazıları-I
Bunlar, devlet organlarının iyi işletilemeyişi, kalkınma ve refah düzeyinin
düşüklüğü, yasa dışı göçler, mülteci sorunları, sınırların kontrolündeki zafiyet,
bölgede terörizm, kaçakçılık ve organize suçlar için uygun zemin oluşması
gibi sorunlardır. Bu sorunların, toplumlar üzerinde yarattığı/yaratacağı
olumsuzlukların, etnik milliyetçilik ve azınlık sorunu gibi yapısal sorunları
körüklediği düşünülmektedir.
Bugün, 1990’lara kıyasla Batı Balkanlarda barış, istikrar ve güvenlik
sağlanmıştır. Ancak, bölgedeki kırılgan yapı nedeniyle barış ve istikrarın kalıcı
olup olmayacağı tartışmalıdır.
Büyük Güçlerin Batı Balkanlar Politikası
AB’nin Batı Balkanlar Politikası: SSCB’nin dağılışı ve Doğu Bloku’nun
çöküşü ile birlikte AB, yaklaşık elli yıl boyunca komünist rejimle yönetilen,
demir perdeyle Doğu ve Batı Avrupa olarak ikiye bölünmüş olan Avrupa kıtasını
1990’larda birleştirme fırsatını yakalamıştır. SSCB’nin dağılmasıyla güvenlik
baskısı ortadan kalkan AB, hinterlandı olarak gördüğü bu topraklarda, aralarında
kurduğu ekonomik birliği siyasi birliğe dönüştürmeyi hedeflemiştir. Bu anlamda,
1990’larla birlikte AB’nin, bu ülkelere yönelik ekonomik ve siyasi bakımdan
etki sahasını genişletmeyi ve SSCB’nin bıraktığı güç boşluğundan yararlanmayı
amaçladığı görülmektedir.
Bu çerçevede AB’nin Soğuk Savaş sonrası Batı Balkanlar politikası;
-Batı Balkanlarda yaşanılan çatışma ve savaşların AB’nin siyasi derinleşme
sürecine zarar vermesini engellemek,
-Batı Balkan ülkeleri üzerinde iktisadi ve siyasi denetim kurmak,
-Bölgedeki enerji koridorlarını kontrol etmek,
-Eski sosyalist, yeni kapitalist Batı Balkan ülkelerini belli bir tarihsel sıralama
ile yavaş yavaş AB içine almak, şeklinde özetlenebilir.
AB’nin 1990’larda canlanan siyasi birlik hayali, Bosna ve Kosova
Savaşları’ndaki yetersizliğinin ortaya çıkışıyla yeniden ertelenmiştir. Bu nedenle
AB, 1999 Kosova Savaşı’ndan sonra Balkanlar’daki güvenlik sorunlarının
çözümlerine yönelik eskisinden farklı bir strateji izlemeye başlamıştır. Bu strateji
değişikliğine gidilmesinin altında, AB’nin, 1999 yılına kadar Batı Balkanlarda
krizlerin ortaya çıkmasından sonra çözüm arayışlarına girmesi, ancak, kriz
yönetiminde yeterli olamaması yatmaktadır. Nitekim AB, 1999 yılında Batı
110
21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar
Balkanlarda kriz yönetiminin yerine kriz çıkmasını önleyecek unsurlara ağırlık
vermeye başlamıştır.
Bu bağlamda AB, 1999 yılında Batı Balkan ülkelerinin ekonomik ve siyasi
açıdan AB’ne daha yakın hale gelmelerini sağlayacak ve böylelikle bölgede
çatışmaları ve krizleri önleyecek “İstikrar ve Ortaklık Süreci”ni başlatmıştır.
İstikrar ve Ortaklık Süreci ilk önce Batı Balkan ülkelerinde istikrarın sağlanmasını,
istikrar sonrasında ise bu ülkelerin AB’ne entegrasyonunu sağlayan bir “Hazırlık
süreci” olarak görülebilir.
AB, 2006 Salzburg Deklarasyonu’yla Batı Balkan ülkelerinin AB üyeliklerinin
değerlendirilmesinde gözetilecek kriterleri belirlemiştir. Bu çerçevede belirlenen
kriterler; “Kopenhag Kriterleri”, “Eski Yugoslavya topraklarında işlenen savaş
suçları ile ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM) ile işbirliği” ve “İstikrar ve
Ortaklık Süreci Yükümlülükleri” olarak sıralanmıştır. Böylelikle günümüzde AB,
Batı Balkan ülkelerine üyelik perspektifini ne derecede geliştireceğine Salzburg
Deklarasyonu’nda belirlenen başlıklar kapsamında değerlendirme yaparak karar
vermektedir.
AB, Batı Balkan ülkeleri ile ilişkilerinde “Bu ülkelerin AB üyelik perspektifinin
gerçek olduğunu, üyelik sürecinin her ülkenin reformları uygulamak
konusundaki performansına bağlı bulunduğunu, bu yönde kendilerine her türlü
desteğin verileceğini” ifade ederek, AB perspektifini, Batı Balkan ülkelerinin dış
politikalarında ulusal hedef olarak korumaya çalışmaktadır. Zira AB perspektifi,
bölgede reformların devamı bakımından en önemli teşvik unsuru olmakta,
sorunları çözmede zorlayıcı rol oynayarak bölge istikrarı ve barışı üzerinde
olumlu etkide bulunmaktadır.
Bugüne kadar “İstikrar ve Ortaklık Süreci”nin, her ülkenin reformları
uygulama düzeyi farklı olduğundan, tüm Batı Balkan ülkelerinde aynı etkinlikte
işletilebilmesi mümkün olmamıştır. Bu nedenle AB, Batı Balkan ülkelerinin üyelik
sürecini, her ülkenin performansını ayrı ayrı değerlendirerek belirlemektedir.
Bugün itibariyle AB’ne üye olan Balkan ülkeleri, Slovenya, Romanya,
Bulgaristan ve Hırvatistan’dır. Aday olan Batı Balkan ülkeleri ise Karadağ,
Sırbistan ve Makedonya’dır. Bu ülkeler arasında AB ile müzakerelere başlayan
aday ülke, Karadağ’dır. AB’ne potansiyel aday ülkeler ise; Arnavutluk, Bosna
Hersek ve Kosova’dır. Kosova dışındaki tüm Batı Balkan ülkeleri AB ile İstikrar
ve Ortaklık Anlaşması’nı imzalamış ve vize serbestîsini elde etmişlerdir.
Bugün gelinen aşamada tüm Batı Balkan ülkelerine yönelik AB üyelik süreci
işlemeye devam etmektedir. Bu ülkelerin AB’ne üyeliklerine kesin gözüyle
bakılmakta ve üyelikleri değil, üyeliklerinin zamanlaması tartışma konusu
111
Strateji Yazıları-I
olmaktadır. Özellikle AB içindeki son ekonomik kriz, bu genişleme sürecinin
zamanlaması üzerinde önemli ölçüde etkili olabilecek ve genişleme sürecini
erteleyebilecektir.
ABD’nin Batı Balkanlar Politikası: ABD, Balkanlar Bölgesi’ne yönelik
politikasını, dünyada tek hâkim güç olma politikası çerçevesinde sürdürmektedir.
Bu nedenle ABD’nin, Batı Balkanlar politikasını dünyada süper güç olma
politikası çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Soğuk Savaş’ın sona erişi ve
SSCB’nin dağılmasını takiben, bir anlamda AB gibi, ABD’nin de, SSCB’nin
çekildiği bölgelerde oluşan güç boşluğunu doldurmaya yöneldiği ve esas
itibariyle, dünyanın petrol ve doğalgaz enerji kaynaklarının yarısından fazlasını
bulunduran Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri ile bu bölgelerden dağılan enerji nakil
yollarını kontrol etmeyi hedeflediği görülmektedir. Rusya’nın kendi iç sorunları
nedeniyle bölgeyle ilgilenecek durumda olmadığı, AB’nin ise, ortak politika
belirleme kabiliyeti gösteremediği bu süreçte, ABD’nin eski Yugoslavya iç
savaşının da etkisiyle 1990’ların başında Balkanlara öncelik verdiği görülmüştür.
ABD’nin Balkanlara yönelik politikasının şekillenişinde; bölgenin Ortadoğu
ve Hazar Bölgeleri’ne yakınlığı ve bu bağlamda Batı Avrupa’ya yönelen/
yönelebilecek enerji nakil hatları üzerindeki konumu ile dikkati çeken jeostratejik
önemi etkili olmaktadır. Bölgenin jeostratejik konumunun yanı sıra, petrol ve
doğalgaz bakımından tamamen dışa bağımlı olan Almanya başta olmak üzere,
diğer Batı Avrupa ülkeleri ve bu bölgede yeniden nüfuz kazanmak isteyen Rusya
Federasyonu (RF)’nu kontrol etme isteğinin de bölge politikasında etkili olduğu
bilinmektedir. Bu anlamda, ABD, Balkanlar bölgesini, asıl hedefe ulaşabilmek için
ele geçirilmesi gereken bir ara hedef olarak görmekte ve Balkanları, Avrasya’daki
jeopolitik köprübaşı olarak tanımlamaktadır.
Bölgedeki sorunlara çözüm bulması beklenen AB’nin yetersizliğine karşılık,
ABD’nin Bosna Savaşı’ndan itibaren barış ve istikrarın sağlanmasında öncü rol
oynaması, özellikle “Güvenlik açısından” ABD’nin bölgede ön plana çıkmasına
yol açmıştır.
Batı Balkanlardaki krizlerin ABD’ne sağladığı bir diğer kazanım ise,
Varşova Paktı’nın çöküşüyle Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun varlığına
ihtiyaç kalmadığı tartışmalarına son vermesi olmuştur. Zira NATO’nun, Bosna
Savaşı’nda görev alması sağlanmış ve bu durum, onun Kosova Krizi gibi benzer
krizlerde de kullanılmasına imkân sağlamıştır.
ABD’nin, NATO’nun karar alma sürecinde, tehdit tanımlamalarında ve
genişleme sürecinde etkin olması, NATO’ya üye olma aşamasındaki Batı Balkan
112
21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar
ülkelerinin ABD desteğine ihtiyaç duymalarına sebep olmakta ve bu sayede ABD,
bölge üzerindeki etkinliğini artırabilmektedir.
Bugün itibariyle NATO’ya üye olan Batı Balkan ülkeleri Hırvatistan
ve Arnavutluk’tur. NATO’ya aday ülkeler ise, Bosna-Hersek, Karadağ ve
Makedonya’dır. Sırbistan “Barış İçin Ortaklık Programı”na katılmıştır. Son olarak
Kosova ise, NATO korumasındaki ülkeler kapsamında yer almaktadır.
Günümüze gelindiğinde ise, 1990’lara kıyasla Batı Balkanlarda geniş çaplı
çatışma riskinin azalması nedeniyle ABD’nin, zamanla Balkanlardaki NATO
gücünü AB’ye devrederek ya da NATO operasyonlarında görev alan kuvvetlerini
azaltma yoluna giderek, daha ziyade Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri’ne yöneldiği
gözlenmektedir. Ancak, ABD’nin bölgeden tamamen çekilmediği, Balkanların
stratejik noktalarına askeri üsler kurarak bölgenin jeo-stratejik konumundan
yararlanmayı sürdürmeyi amaçladığı görülmektedir.
Bu bağlamda, ilk olarak Romanya ardından Bulgaristan’da üs kuran ABD,
yaklaşık 5000 askerini bu iki ülkeye yerleştirmiştir. Ayrıca, Kosova’da yurtdışındaki
en büyük askeri üs ve 21. yüzyılın silah deposu olarak tanımlanan ve 7000 askeri
personel kapasiteli bir ABD askeri üssü bulunmaktadır. ABD, bu askeri üslerin
varlığı ile Balkanlarda kalıcı olduğunu da ortaya koymuş olmaktadır.
Rusya Federasyonu’nun Batı Balkanlar Politikası: Balkanlar Bölgesi,
RF açısından Slav ve Ortodoksluk bağı dolayısıyla tarihi ve kültürel bağlarının
güçlü olduğu bir bölgedir. Ayrıca, jeostratejik açılımları kolaylaştırması ve geçiş
bölgesi olması itibariyle de RF açısından tarih boyunca vazgeçilmez olmuştur.
RF, SSCB’nin dağılmasından sonra, Balkanlar’da sahip olduğu nüfuzu büyük
ölçüde kaybetmişse de, 1990’lardan itibaren bölgede meydana gelen gelişmelere
müdahil olmuş ve uluslararası barış güçlerinde yer almak suretiyle, hala etkin bir
güç olduğunu ve yapılacak düzenlemelerde rol alma isteğini göstermek gayretini
sürdürmüştür. Bu süreçte, Batı ile ilişkilerinde yeni bir diyalog dönemini başlatan
RF, bölge ülkelerinin Batı ile bütünleşmeye yönelik kuvvetli isteklerine karşı
çıkamamıştır. 2004 yılında, Balkanlar’da görev yapan uluslararası barış güçlerindeki
askerlerini tamamen çekmiştir. Ancak, RF, Balkanlar’a yönelik tarihsel ilgisini
her fırsatta siyasi platformlarda göstermekte ve bölgeyi “Stratejik menfaat alanı”
olarak görmeye devam etmektedir. Özellikle enerji alanında yaptığı yatırımlarla
ve temel enerji tedarikçisi konumuyla her geçen gün Balkanlar’daki konumunu
güçlendirmektedir. Nitekim Balkan ülkelerini enerji kaynaklarına bağlayarak
siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel alanlarda işbirliğini yeniden geliştirmeyi
ve gerektiğinde enerjiyi bir baskı aracı olarak kullanmayı amaçlamaktadır. Bu
bağlamda; özellikle petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynakları kullanmak suretiyle
bölge ülkeleri ile ikili ekonomik ilişkilerini geliştirmeye çalışmakta, aynı zamanda
113
Strateji Yazıları-I
“Slav” ve “Ortodoks” dayanışması yaratarak özellikle Sırbistan, Bulgaristan ve
Yunanistan ile stratejik işbirliği girişimlerine önem atfetmektedir.
Önümüzdeki yıllarda RF’nin, bölgeye ilgisinin süreceği ve potansiyel gücü
yanında, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyeliği nedeniyle, bölgedeki
sorunların çözümünde rol oynamaya devam edeceği değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin Batı Balkanlar Politikası: Türkiye Cumhuriyeti’nin
Balkanlara bakışını yönlendiren öğelerin temelini bölgenin jeo-stratejik özelliği
ve bölgeyle tarihi ve kültürel bağları oluşturmaktadır. Bu özellikler nedeniyle
Balkanlar Bölgesi, Türk dış politikasında farklı bir yere sahiptir. Bu farklılık,
Türkiye’nin de bir Balkan ülkesi olmasının yanı sıra, Balkan Yarımadası’nın
Türkiye’yi Batı Avrupa’ya bağlayan doğal ulaşım yolu üzerinde bulunmasından
kaynaklanmaktadır. Bu anlamda Balkanlar Bölgesi, Türkiye için, güvenliğin ve
Avrupa ile ilişkilerinin sürdürülüp geliştirilebilmesi bakımından, siyasi ve fiziki
jeostratejik değere sahip bir coğrafyadır. Bu durum, bölgede barış ve istikrarın
korunmasının öneminin yanı sıra, Türkiye’nin çıkarını ve bölgede etkili olabilecek
şekilde Balkan ülkeleriyle dostluk ve işbirliği ilişkilerini geliştirmeye yönlendiren
en temel faktörlerden biri olmaktadır. Türkiye’nin Balkanlar politikası dört ana
unsura dayanmaktadır. Bunlar:
-Herkes için güvenlik,
-Yüksek düzeyli siyasi diyalog,
-Karşılıklı ekonomik bağımlılık,
-Bölgenin çok etnikli, çok kültürlü ve çok dinli sosyal dokusunun
korunmasıdır.
Balkanlar ile tarihi ve kültürel dokuyla güçlenen ilişkilerimiz bölgeyi
ülkemiz açısından ayrıcalıklı kılmakta, Türkiye’nin de Balkanlar’ın ayrılmaz bir
parçası olarak değerlendirilmesine imkân sağlamaktadır. Bu anlamda da bölgeyi
Türk dış politikası açısından farklı bir yere koymaktadır. Nitekim bölge ülkeleri
ve bölge insanı arasında 500 yıldan fazla egemen olmuş Osmanlı İmparatorluğu
döneminde bir arada yaşama ve ortak sınır, kültür ve geleneği paylaşmanın doğal
sonucu olarak güçlü bir tarihi, kültürel ve insani bağlarımız doğmuştur. Bunun
doğal sonucu olarak, bu bölgede tarihi miras olarak değerlendirdiğimiz Türk ve
Müslüman nüfus Türkiye’nin Balkanlar’a yönelik siyasetinin temel faktörlerinden
birisini oluşturmaktadır. Bu toplumlarla ilgili sorunlar, halen Türkiye’nin Balkan
politikası üzerinde önemli rol oynamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bölgede
Türk ve Müslüman nüfusun yanı sıra, çok sayıda köprü, cami gibi tarihi eserler
de bırakmıştır. Bugüne kadar çoğunluğu tahrip edilen bu eserlerin kalanlarının
114
21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar
korunması da bölgedeki Türk ve Müslüman toplumun varlığını sürdürmesinin
önemi kadar, Türk kültürünün devamı açısından önemli olmaktadır.
Sonuç
Küresel güç merkezleri ve Türkiye’nin, siyasi, ekonomik ve güvenlik
çıkarları açısından önemli yere sahip olan Balkanlar Bölgesi’nde, son yıllarda
göreceli bir sükûnet hüküm sürmektedir. Bölgede geniş çaplı çatışma riski
azalmış, 1990’ların başlarına göre koşullar ve ortam büyük ölçüde değişmiştir.
Bölge ülkeleri, demokratik rejimler oluşturmaya ve serbest piyasa ekonomisinin
kurallarını uygulamaya yönelmişler; AB ve NATO gibi Batı kurum ve
kuruluşlarında yer almayı, dış politikalarında ana hedef kabul etmişlerdir. Halen
bu ülkelerin tümünde, demokratik usullerle seçilmiş hükümetler bulunmakta ve
ekonomik yapıları, serbest piyasa ekonomisine göre düzenlenmektedir. Batı’nın
da teşvik ve desteği ile hızla devam etmekte olan bu güçlü yönelişten bir geriye
dönüş beklenmemektedir. Sürdürülen gayretler ile Batı ülkelerinin siyasetleri ve
buna bağlı teşvik ve destekleri dikkate alındığında, tüm Batı Balkan devletlerinin
önümüzdeki süreçte, AB ve NATO üyeliklerine kesin gözü ile bakılmakla birlikte,
bu üyeliklerin zamanlaması konusunda tartışmalar sürmektedir.
Batı Balkan ülkelerinin tümünün AB başta olmak üzere, Batı kurum ve
kuruluşlarına üyelikleri ülkemiz açısından da desteklenmektedir. Türkiye, bölge
istikrarı ve refahı için bölgenin tamamının Avrupa-Atlantik güvenlik şemsiyesinin
dışında bırakılmaması gerektiğini her platformda dile getirmektedir.
Balkanların tarihine bakıldığında bölgede refah ve barışın denge
sağlayıcı, adalet dağıtıcı, norm belirleyici bir yüksek otoritenin varlığı halinde
sağlanabildiği görülmektedir. Günümüzde bu yüksek otoritenin, ortak değerler
temelinde şekillenmiş, özgür katılımlı uluslararası yapılar içinde oluşturulduğu
bilinmektedir. Bu bağlamda AB ve NATO başta olmak üzere, Avrupa-Atlantik
kurum ve kuruluşlarına önemli rol düşmektedir. Özellikle AB’nin bölge
ülkelerine sunduğu AB perspektifinin ertelenmeyerek, güçlü bir şekilde
devamının ve nihayetinde bütün Batı Balkan ülkelerinin AB ile entegrasyonunun
bölge istikrarı açısından çok önemli olduğu değerlendirilmektedir.
115
GÜNEY KAFKAS ÜLKELERİ DİASPORALARI
Şebnem Yılmaz
Uzman
Özet
Diaspora kelimesi, eski Yunanca bir kelime olup, “dağılma, saçılma”
anlamına gelmektedir. Ancak, diaspora, en geniş haliyle Uluslararası Göç
Örgütü (IOM)’nce ‘Vatanından ayrılmış, fakat bağlarını sürdüren, etnik ve
ulusal toplum üyeleri’ olarak tanımlanmaktadır.
Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan için, diaspora ile iletişimi artırmak;
diasporadaki bilgi, sermaye ve yeni teknolojileri anavatana çekmek,
diasporadan lobicilik alanında yararlanmak gibi konuları ön plana
çıkarmaktadır.
Bakü Hazar Üniversitesi’nin 2009 yılı verilerine göre, dünyanın çeşitli
ülkelerinde yaşayan yaklaşık 45 milyon Azeri’den sadece 9 milyon
300 bini Azerbaycan’da yaşamaktadır. Dünyadaki Azeri nüfusu, Azeri
kaynaklarında, Amerika kıtasında 1 milyon 300 bin, Avrupa kıtasında 1
milyon 500 bin, Afrika kıtasında 1 milyon 200 bin ve Türkiye’de 3 milyon
olarak geçmektedir.
Dünyadaki en etkin diasporalardan biri olarak tanımlanabilecek Ermeni
Diasporası ise, komşumuz Ermenistan’ın iç ve dış siyasetini belirleme,
1915 olaylarını gündemde tutma ve uluslararası arenada ülkemiz ve
Azerbaycan aleyhine tutum takınma politikalarıyla dikkatleri üzerine
çekmektedir. Yaşanan göçler neticesinde bugün dünyanın hemen her
ülkesinde belli bir Ermeni nüfusundan bahsedebilmek mümkündür.
Dünyadaki Ermeni nüfusunun bazı kaynaklarda abartılı gösterildiği
dikkati çekmekle beraber; Rusya Federasyonu’nda 2,5 milyon, ABD’de
1,5 milyon, Fransa’da 900.000, İran’da ise 560.000 civarında olduğu
tahmin edilmektedir.
Gürcü Diasporası, Azeri ve Ermeni diasporalarına göre en güçsüz
diaspora görünümündedir. Gürcü Diasporası’sının oluşumu, Azeri ve
Ermeni diasporalarının oluşumuyla yaklaşık aynı zaman dilimine rastlasa
da, örgütlenme ve bilinçlenme açısından içlerinde en yeni gelişmekte
olanıdır.
Anahtar Kelimeler: Diaspora, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan.
Abstract
Diaspora, which is an old Greek Word, means literally, “disintegration or
scattering”. The International Migration Organization (IMO) uses this
phrase in its widest meaning as ethnical or national members of the
society who left but still have relationships and connection with their
homelands.
Strateji Yazıları-I
For Azerbaijan, Georgia and Armenia, intensifing the relation with
the diaspora means mainly, to take the information, capital and new
technology from diaspora to their homeland and take advantage from
diaspora for lobbying.
According to Baku Caspian University’s 2009 data, only 9 milyon
300 thousand among the 45 million Azerbaijani in the world live in
Azerbaijan. According to the Azerbaijan sources, 1 million 300 thousand
Azarbaijani live in USA, 1 million 500 thousand Azarbaijani live in Europe,
1 million 200 thousand Azarbaijani live in Africa and 3 million Azarbaijani
live in Turkey.
The Armenian Diaspora on the other side, which is one of the most
influential in the world, draws attention with determining our neighboor
Armenia’s interial and foreign policy, keeping the events of 1915 on the
agenda and taking position in the international arena against Turkey and
Azerbaijan. It’s possible to say that as a result of Armenian migrations,
almost every country in the world has a particular Armenian population.
(Russia 2,5 million, USA 1,5 million, France 900.000 and Iran 560.000)
The Georgian Diaspora which is newly getting organised and gaining
awareness, is compared with the Azerbaijani and Armenian, the weakest
one.
Key Words: Diaspora, Azerbaijan, Armenia, Georgia.
Giriş
Coğrafi açıdan ülkemizin doğusunda yer alan Güney Kafkasya Bölgesi,
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dağılmasının ardından
bağımsızlıklarına kavuşan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a ev sahipliği
yapmaktadır. 1991 yılında dünya sahnesine bağımsız birer Cumhuriyet olarak
katılan bu üç genç ve deneyimsiz devlet; demokratikleşme, serbest piyasa
ekonomisine geçiş, dünyanın diğer devletleriyle eklemlenme vb. konularda
geçiş sürecini yaşamaktadır. Bu süreçte, içerideki güç ve enerji kadar, dışarıdan
alınacak destek ve yardımlar da önem taşımaktadır. Bu bağlamda; Azerbaycan,
Gürcistan ve Ermenistan için diaspora ile iletişimi artırmak; diasporadaki bilgi,
sermaye ve yeni teknolojileri anavatana çekmek, diasporadan lobicilik alanında
yararlanmak gibi konular ön plana çıkmaktadır. Ayrıca, yakın tarihimiz bize,
zayıf Azeri ve Gürcü diasporalarının Azerbaycan ve Gürcistan’ın sorunlarının
çözümüne katkıda bulunamadığını, Ermeni diasporasının ise Ermenistan’ın
sorunlarının çözümünde aktif rol oynadığını göstermiştir. Bu da gündeme,
dünyanın en etkin diasporaları içinde sayılan Ermeni diasporası, son on yılda
varlığından söz edilmeye başlayan Azeri diasporası ve yeni şekillenen Gürcü
diasporası konularını getirmektedir.
118
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
Diaspora Tanımı ve Çeşitleri
Güney Kafkas ülkeleri diasporalarına geçmeden önce özellikle son yılların
popüler kavramı “Diaspora” üzerinde kısaca durulmasında fayda görülmektedir.
Diaspora kelimesi, eski Yunanca bir kelime olup, “Dağılma, saçılma” anlamına
gelmektedir. Uzmanlara göre, kelime, antik çağda Yunan ordusunun çeşitli
ülkelere yaptığı seferler sırasında Yunan askerlerinin bir bölümünün işgal
edilen topraklarda kalmaları ve buraların daimi sakinleri haline dönüşmeleri
neticesinde ortaya çıkmıştır. Devamla, kelime yakın zamana kadar uzunca bir
süre, “Mekânsal olarak dağılmış, başka dini inançlar ve halklar arasında azınlık
olarak yaşayan dini grupları” tanımlamakla sınırlandırılmıştır.
1970’li yıllardan itibaren kelimenin kullanımında artış gözlenmeye
başlanmış; çift kutuplu uluslararası sistemin ortadan kalkması, küreselleşme, postmodernizm ve teknolojideki gelişmelere paralel patlama yaşanmıştır. Diaspora,
en geniş haliyle Uluslararası Göç Örgütü (IOM)’nce ‘Vatanından ayrılmış, fakat
bağlarını sürdüren, etnik ve ulusal toplum üyeleri’ olarak tanımlanmaktadır.
Ancak, uzmanlarca anavatanından ayrılmış ve ülke sınırlarının dışında
yaşayan her halk topluluğu diaspora olarak adlandırılmamaktadır. Anavatanından
kopmuş bir halk topluluğunun diaspora olarak tanımlanabilmesi için, “Bir
merkezden yola çıkarak en azından iki yabancı bölgeye dağılması; anavatanla
ilgili kolektif bir belleği koruması; ev sahibi toplum tarafından dışlanması;
anavatana geri dönüş niyetinin bulunması; anavatanın varlığını devam ettirmesi
ve anavatanla bireysel ya da kolektif ilişkilerini sürdürmesi” gerekmektedir.
ABD’li siyaset bilimci William Safran’ın en çok referans alınan bu kavramsal
modeline, İngiliz sosyolog Robin Cohen “Anavatanın idealleştirilmesi ya da nihai
olarak bir devletin kurulması amacı; anavatandan gönüllü göç (ticaret, çalışma
veya sömürgeleştirme için); uzun soluklu ve dayanıklı bir etnik bilinç ile başka
ülkelerde bulunan soydaşlarla empati kurma / dayanışma duygusunu” eklemiştir.
Bu özelliklere diasporaların temel kimliklerinin de eklenmesi suretiyle, kurban
diasporaları (Yahudiler, Afrikalılar, Ermeniler ve Filistinliler), emek diasporaları
(Hintliler), ticaret diasporaları (Çinliler, Lübnanlılar ve Amerika kıtasının
kuzeyindeki Suriyeliler), kültürel diasporalar (Karayipler) ve imparatorluk
diasporaları (Britanyalı, Fransız, İspanyol, Portekiz) ortaya çıkmıştır.
Böylelikle diaspora kavramı, 1980’li yıllardan itibaren medya ve bilimsel
yayınlarda “Sürgün” ya da “Yabancı topluluk” gibi terimlerin yerini almaya
başlamış ve tanımlanan anlamının ötesinde “Ulusötesi topluluk” olarak
kullanılmaya başlanmıştır.
119
Strateji Yazıları-I
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
Azeri Diasporası: Bakü Hazar Üniversitesi’nin 2009 yılı verilerine göre,
dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan yaklaşık 45 milyon Azeri’den sadece 9 milyon
300 bini Azerbaycan’da yaşamaktadır. Bu nedenle, Azerbaycan dış politikasının
önemli ayaklarından birini de, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşamakta olan
Azeriler ile ilişkileri geliştirmek; onların diaspora şeklinde örgütlenmesine
ve çalışmasına katkıda bulunmak oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Azeri
diasporasının mevcut durumunu doğru değerlendirebilmek için belli başlı Azeri
göçlerini incelemek gerekmektedir.
Azerilerin ilk sistemli göçleri 19’uncu yüzyıla dayanmaktadır. Devamla,
20’nci yüzyılda ortaya çıkan önemli Azeri göçlerini şu şekilde sıralamak
mümkündür:1
* Azerbaycan topraklarından;
Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kaybetmesiyle
yaşanmıştır. Azeriler başta İran olmak üzere, Türkiye ve Batı Avrupa ülkelerine
göç etmişlerdir. (1920)
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ortaya çıkmıştır. Azeriler, Batı Avrupa
ülkeleri, İran ve Türkiye’ye göç etmişlerdir. (1945)
* İran topraklarından (Güney Azerbaycan) ;
Güney Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kaybetmesiyle
yaşanmıştır. Azeriler, başta Türkiye olmak üzere, Gürcistan ve Rusya’ya göç
etmişlerdir. (1946)
İran İslam Devrimi’yle Azeriler, SSCB Cumhuriyetleri’nden Özbekistan,
Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve dünyanın diğer devletlerine göç
etmişlerdir. (1979)
SSCB’nin çöküşü ve Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından,
İran’da da benzer olayların başlamasından çekinen Azeriler, Batı Avrupa ülkeleri
ve bugünkü Azerbaycan’a göç etmişlerdir. (1990 ve sonrası)
Yaklaşık 200 yıl boyunca süren bu göçler neticesinde günümüzde
Azerilerin büyük bir bölümü Azerbaycan sınırları dışında yaşamaktadır. Farklı
kaynaklarda birbirinden oldukça değişiklik gösteren dünyadaki Azeri nüfusu,
Azeri kaynaklarında, Amerika kıtasında 1 milyon 300 bin, Avrupa kıtasında 1
1
120
Dr. Alaeddin İBRAHİMLİ, “Azerbaycan Diasporası: Mevcut Durumu ve Geleceği Konusunda Bazı Notlar”,
Avrasya Dosyası, Cilt:7, s.470.
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
milyon 500 bin, Afrika kıtasında 1 milyon 200 bin ve Türkiye’de 3 milyon olarak
geçmektedir. 2
Burada önemli olan husus, sadece sınır değişimleri neticesinde başka
ülkelerin vatandaşı haline gelmiş olan Azerilerin (İran, Azerbaycan ve bu ülkelere
komşu bölgelerde yaşayan Azeriler) diaspora olarak değerlendirilmedikleri
konusudur.
Tablo 1. Dünyadaki Azeri Nüfusu 3
Ülke Adı
ABD
Arnavutluk
Almanya
Arjantin
Bangladeş
Belçika
Belarus
Birleşik Arap Emirlikleri
Bulgaristan
İngiltere
Brezilya
Çin H.C.
Danimarka
Afganistan
Cezayir
Fransa
Gürcistan
Hindistan
Endonezya
Ürdün
Irak
İran
İrlanda
İspanya
İsveç
İsviçre
İtalya
Kanada
Kuveyt
Kazakistan
2
3
Azerilerin Sayısı
1.000.000
12.000
300.000
12.000
170.000
13.000
6.600
55.000
64.400
70.000
74.000
30.000
56.000
430.000
260.000
70.000
600.000
300.000
44.600
410.000
800.000
30.000.000
4.000
14.000
20.000
15.000
30.000
174.000
18.000
90.000
www.azerbaijans.com
www.azerbaijans.com
121
Strateji Yazıları-I
Ülke Adı
Kırgızistan
Macaristan
Meksika
Mısır
Moldova
Hollanda
Norveç
Özbekistan
Pakistan
Polonya
Portekiz
Romanya
Rusya Federasyonu
Suudi Arabistan
Suriye
Tacikistan
Türkiye
Türkmenistan
Ukrayna
Yemen
Yunanistan
Azerilerin Sayısı
16.000
26.000
26.000
850.000
5.000
20.000
50.000
60.000
350.000
10.000
8.000
44.000
2.000.000
40.000
92.500
13.400
3.000.000
33.300
500.000
58.000
12.400
Diğer yandan, anayurtlarından göç eden Azerilerin zaman içerisinde
amaçlarında da değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Yurtdışındaki Azeriler
önceleri Azerbaycan’ın bağımsızlığını yeniden kazanması yönünde çaba
gösterirlerken, bugün Azerbaycan’ın güçlenmesi ve sorunlarının çözümlenmesi
için çalışmaktadırlar.
Bu gelişmelere paralel, 1991 yılında bağımsızlığın kazanılmasının ardından
yurtdışındaki Azeriler “Göçmen” olarak değil, “Diaspora” olarak adlandırılmaya
başlanmışlardır.
Yurtdışındaki Azerilerin gerçek anlamdaki ilk örgütleri arasında 1949
yılında Ankara’da kurulan “Azerbaycan Kültür Derneği”ni, 1956 yılında New
Jersey’de kurulan “Azerbaycan-Amerika Cemiyeti”ni ve 1988 yılında Moskova’da
kurulan “Ocak Kültür Merkezi”ni saymak mümkündür. Ayrıca, özellikle 1994
yılındaki Azerbaycan-Ermenistan ateşkesinden sonra aktif Ermeni diasporasına
karşı Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in de yönlendirmeleriyle Azeri
diasporasının ön plana çıktığı görülmektedir. Bu doğrultuda, 1997’den bu yana
düzenlenen Dünya Azerbaycanlılar Kongresi (DAK)’nce “Dünyadaki Azerilerin
haklarının korunması; Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün sağlanması;
122
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
yurtdışındaki Azerilerin örgütlenmesi ve gücünün Azerbaycan’ın sorunlarını
çözmede kullanması” esas alınmaktadır.
Azerbaycan tarafından yurtdışındaki Azerilerin örgütlenmesi ve
faaliyetlerinde Türk diasporası örnek alınmaktadır. Ancak, “Bir Millet İki Devlet”
söyleminin aksine, her iki diasporanın ilişkilerinin iyi seviyede seyrettiğini
söyleyebilmek için henüz çok erkendir.
Bu bağlamda, Azeri diasporası özelinde dikkati çeken zafiyet alanları
şunlardır: 4
* Azeri diasporası teşkilatlanma açısından zayıf bir görünüm sergilemektedir.
* Azerbaycan ve İran topraklarından göç eden Azeriler uzun yıllar boyunca
birbirlerinden ayrı olarak yaşamış ve örgütlenmişlerdir.
* Azeri diasporasının çoğunluğunu İran’dan gelen Azeriler oluşturmaktadır.
Bu nedenle, ortak amaç etrafında birleşilmesi zorlaşmaktadır.
* Azeri diasporasına ilişkin sağlıklı bilgiler mevcut değildir.
* Yurtdışındaki
Azerilerin
değerlendirilememektedir.
mali
imkânları
tam
olarak
* Diasporadaki yeni nesil anadilini bilmemektedir. Bunun yanında gençler
arasında milli bilinç yeterince gelişmemiştir.
* Azerbaycan Yönetimi, diasporayı yönlendirme konusunda tecrübesizdir.
* Azerbaycan iç siyasi hayatındaki bölünmüşlük diasporaya da yansımaktadır.
Bununla birlikte, son dönemde Azerbaycan’da Diaspora Bakanlığı’nın
kurulması ve bu Bakanlığa ait özel bir fonun oluşturulması, her yıl 26 Şubat
tarihinde Hocalı Katliamı’nın anılması, 31 Aralık gününün Dünya Azerbaycanlılar
Günü olarak Bakü’de kutlanması ya da Türk-Azeri diasporaları arasındaki
işbirliğini artırmanın yollarının aranması gibi konular Azeri diasporasına ilişkin
umut veren gelişmeler olarak değerlendirilmektedir.
Ermeni Diasporası: Diğer yandan belki de dünyadaki en etkin
diasporalardan biri olarak tanımlanabilecek Ermeni diasporası, komşumuz
Ermenistan’ın iç ve dış siyasetini belirleme, 1915 olaylarını gündemde tutma
ve uluslararası arenada ülkemiz ve Azerbaycan aleyhine tutum takınma
politikalarıyla dikkatleri üzerine çekmektedir.
Ermeni diasporasının oluşumu ve şekillenmesinde, Ermeni göçleri esas
olmakla birlikte, göçlerin sebeplerine yönelik farklı görüşler bulunmaktadır.
Bununla birlikte, Ermenilerin tarihte yerleşik olarak bulundukları (Kafkaslar,
4
Dr.Alaeddin İBRAHİMLİ, “Azerbaycan Diasporası: Mevcut Durumu ve Geleceği Konusunda Bazı Notlar”,
Avrasya Dosyası, Cilt:7, s.477.
123
Strateji Yazıları-I
Doğu Anadolu, İran ve Ortadoğu ülkeleri) bölgelerden başlıca göçleri şu şekilde
belirtilmektedir:5
* Ermeniler, 19’uncu yüzyıl boyunca devam eden yoğun misyoner
faaliyetleri nedeniyle ABD, Kuzey Amerika, Avrupa ülkeleri ve Ortadoğu gibi
bölgelere göç etmişlerdir.
* Ermeniler, 19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti’ndeki çöküşün hızlanmasıyla
ABD ve Avrupa kıtalarına göç etmeye başlamışlardır.
* Ermeniler, 1915 olayları sonrasında Ortadoğu, Kuzey Afrika, Avrupa ve
Kuzey Amerika ülkeleri ile Ermenistan ve SSCB’ye göç etmişlerdir.
* Ermeniler, I. Dünya Savaşı sonrasında Fransa, Batı Avrupa ülkeleri, ABD
ve Kuzey Amerika’ya göç etmişlerdir.
* Ermenistan, İran ve Lübnan’daki Ermeniler, 1970’li yıllarda ekonomik ve
siyasi nedenlerle Batı Avrupa ülkeleri ile ABD’ye göç etmişlerdir.
Yaşanan bu göçler neticesinde bugün dünyanın hemen her ülkesinde belli
bir Ermeni nüfusundan bahsedebilmek mümkündür. Bu bağlamda, en büyük
Ermeni nüfusu Rusya Federasyonu’nda bulunmaktadır. Dünyadaki Ermeni
nüfusunun bazı kaynaklarda abartılı gösterildiği dikkati çekmekle beraber; Rusya
Federasyonu’nda 2.5 milyon, ABD’de 1.5 milyon, Fransa’da 900.000, İran’da ise
560.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.6
Burada vurgulanması gereken en önemli nokta, Ermeni diasporasının
Ermenilerin 1915 olayları sonucunda dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmak
zorunda kaldıkları yönündeki iddialarıdır. Ancak, uzmanlarca, bu iddianın sözde
“Ermeni Davası”nı desteklemek amacıyla ortaya atıldığı belirtilmektedir.7
5
6
7
124
Prof.Dr.Sedat LAÇİNER, “Türkler ve Ermeniler”, USAK Yayınları, 2006, s.174.
www.wikipedia.org
a.g.e.; s.176.
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
Tablo 2. Dünyadaki Ermeni Nüfusu 8
Ülke Adı
Rusya Federasyonu
ABD
Fransa
İran
Gürcistan
Suriye
Lübnan
Arjantin
Yukarı Karabağ
Ukrayna
Türkiye
Ürdün
Irak
Almanya
Brezilya
Avustralya
Yunanistan
Kanada
Özbekistan
Türkmenistan
Macaristan
Belarus
Uruguay
İngiltere
Kazakistan
Bulgaristan
Mısır
Çek Cumhuriyeti
Diğer Ülkeler
Ermeniler’in Sayısı
2.500.000 9
1.500.000
900.000
560.415
348.900
190.000
140.000
134.000
120.745
100.000
76.000 10
70.000
60.000
42.000
40.000
42.000
35.000
34.000
33.000
30.000
30.000
24.000
19.000
18.000
15.000
10.832
10.000
10.000
100.000
8 www.wikipedia.org.
9 Rusya’da 2009 yılı verilerine göre kayıtlı 1.340.694 Ermeni bulunmaktadır
10 Taraf Gazetesi; “Türk Ermenisiz, Ermeni Türksüz olmaz!” (31.08.2008)
125
Strateji Yazıları-I
Diğer yandan, Ermenilerin bulundukları bazı ülkelerde sayıca az olmalarına
karşın önemli bir nüfuza sahip oldukları bilinmektedir. Diaspora Ermenilerinin
bu etkilerinde, lobicilik alanında yürüttükleri başarılı faaliyetler ile şu konular ön
plana çıkmaktadır:
* Ermeni teşkilatları, devlet özelliklerine sahip sistemli bir kurum gibi
çalışmaktadırlar. Taşnaksütyun ve Ramgavar gibi kuruluşu 100 yılı aşmış olan
radikal siyasi partilere üyelik, yaşadığı ülkeye bakmadan tüm Ermeniler için
mümkün olabilmektedir. Yine, Ermenilerin sivil kuruluş olarak tescil ettirdikleri
teşkilatlar da siyasi-ideolojik amaçlı olarak işlev görmektedirler. Bu bakımdan
ABD’deki Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA/Armenian National
Committee of America), Amerika Ermeni Asamblesi (AAA/Armenian Assembly
of America) ve Ermeni Ulusal Enstitüsü (ANI/Armenian National Institute)
dikkatleri çekmektedir.
* Ermeniler, bulundukları ülkelerde çok uzun süreden beri yaşamaktadırlar.
Ermenilerin büyük bir bölümü, bulunduğu ülkenin vatandaşı durumuna gelmiş
bulunmaktadır.
* Ermeniler yaşadıkları özellikle ABD, Fransa ve Rusya Federasyonu gibi
ülkelerde maddi imkânlara sahiptiler. Bu nedenle, medyadan siyasete kadar geniş
bir yelpazede etkin olabilmektedirler.
* Ermeniler etnik açıdan homojen bir yapı sergilemektedirler. Bu yapı,
birlik ve beraberliği kolaylaştırmaktadır.
* Ermeniler bulundukları ülkelerde, kültürel ve dini nedenlerin yanı sıra,
oluşturdukları mağduriyet psikolojisi nedeniyle de kabul görmektedirler.
* Ermeni Kilisesi, Ermenistan’dan diasporaya kadar bütün Ermeniler
üzerinde yönlendirici ve birleştirici rol oynamaktadır. Bu rol, bazı faaliyetlerin
tek merkezden planlanarak yürütülmesini kolaylaştırmaktadır.
* 1915 olaylarının “Soykırım” olduğuna dair inanç ve “Ortak düşman”
olarak
Türklük ve Türkiye algısı Ermeniler arasında birleştirici rol
oynamaktadır. Başta Ermeni Kilisesi olmak üzere Taşnak, Hınçak ve Ramgavar
gibi siyasi partiler sayesinde nesilden nesile aktarılan bu algı ve inanç, Ermeniler
arasındaki muhtemel bölünmeleri engellemekte ve diasporanın devamlılığını
sağlamaktadır.
Diasporanın bu özellikleri, Ermenistan’ın iç ve dış politikasını etkileme ve
yönlendirmede de kendini göstermektedir. Diaspora tarafından Ermenistan’a
sağlanan yardım ve uluslararası camiada verilen destek bu ülke üzerindeki etkisini
artırmaktadır. Diğer yandan Ermenistan, diaspora ile iletişimi artırmak amacıyla
çeşitli arayışlara yönelmektedir. Bu çerçevede, özellikle ikinci Cumhurbaşkanı
126
Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları
Robert Koçaryan döneminde başlatılan “Ermenistan-Diaspora Konferansı”
ve işbirliği olanakları dikkat çekmektedir. Yine, mevcut Cumhurbaşkanı Serj
Sarkisyan döneminde kurulan Diaspora Bakanlığı, 2008 yılından bu yana hizmet
vermektedir.
Gürcü Diasporası: Gürcü diasporası, Azeri ve Ermeni diasporalarına göre
en güçsüz diaspora görünümündedir. Gürcü diasporasının oluşumu, Azeri ve
Ermeni diasporalarının oluşumuyla yaklaşık aynı zaman dilimine rastlasa da,
örgütlenme ve bilinçlenme açısından içlerinde en yeni gelişmekte olanıdır.
Kafkasya Bölgesi’nin eski halklarından Gürcülerin ilk sistemli göçleri 19’uncu
yüzyıla dayanmaktadır. Bu yüzyıl ve 20’nci yüzyılda bölgede yaşanan siyasi,
sosyal ve ekonomik gelişmeler ile jeopolitik değişimler neticesinde Gürcüler
diğer ülkelere göç etmeye başlamışlardır. Bu çerçevede, önemli Gürcü göçlerini
şu şekilde saymak mümkündür:
* Gürcüler, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını
kaybetmesiyle Türkiye ve Batı Avrupa ülkelerine göç etmişlerdir. (1921)
* II. Dünya Savaşı ve sonrasında Türkiye ve ABD’ye göç etmişlerdir. (1945)
Günümüzde Türkiye’de 1 milyon, Rusya Federasyonu’nda 198 bin, ABD’de
150 bin ve İran’da 50 bin civarında Gürcü yaşadığı tahmin edilmektedir.
Tablo 3. Yurtdışında Yaşayan Gürcü Nüfusu 11
Ülke Adı
Gürcüler’in Sayısı
Türkiye
Rusya Federasyonu
ABD
İran
Ukrayna
Brezilya
Azerbaycan
Batı Avrupa Ülkeleri
1.000.000
198.000
150.000
50.000
34.200
17.752
14.900
50.000
Burada vurgulanması gereken en önemli konu, özellikle Türkiye’de yaşayan
Gürcülerin diaspora olarak sayılıp sayılamayacakları hususudur. Çünkü, tarihi
süreç içinde çeşitli nedenlerle Türkiye’ye gelerek yerleşen Gürcüler, ülkemizi
kendi vatanları gibi benimsemişler ve çok iyi entegre olmuşlardır. Bu çerçevede,
11 www.wikipedia.org.
127
Strateji Yazıları-I
sayısal anlamda en fazla ülkemizde bulunan Gürcüler’in diaspora olarak
adlandırılmaları tartışma konusudur.
Öte yandan, Gürcü diasporasının zafiyetleri arasında şu konular ön plana
çıkmaktadır:
*Gürcü diasporasının teşkilat yapısı zayıftır.
*Gürcüler bulundukları ülkelerde sayısal ve mali anlamda varlık
gösterememektedir.
* Gürcistan iç siyasetindeki bölünmüşlük diasporaya da yansımaktadır.
* Diasporadaki Gürcüler etnik açıdan heterojen bir yapı sergilemektedir.
Gürcü diasporası içinde Abhaz ve Oset gibi farklı etnik gruptan insanlar
bulunmaktadır. Bu durum ise, ortak amaç etrafında birleşmeyi zorlaştırmaktadır.
* Gürcistan Yönetimi, diasporayı yönlendirme, örgütleme ve bilinçlendirme
konularında yeterli tecrübe, bilgi ve deneyime sahip değildir.
Bununla birlikte, Gürcü diasporasının özellikle Ağustos 2008’de yaşanan
Gürcistan-RF ihtilafının ardından Gürcistan Yönetimi’nin yönlendirmeleriyle
daha görünür hale geldiği dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, Devlet Başkanı
Mihail Saakaşvili’nin emriyle sembolik de olsa her yıl 27 Mayıs günü “Diaspora
Günü” olarak kutlanmakta ve yurtdışındaki Gürcüler Tiflis’te bir araya
gelmektedir. Yine, Gürcistan ile diasporanın bağlarının güçlendirilmesi ve
geliştirilmesi amacıyla 2008 yılında “Diaspora Bakanlığı” kurulmuştur.
Sonuç
Netice itibariyle, günümüz dünyasında gittikçe önem kazanan diasporalar,
bulundukları ülkelerde anavatanın görünürlüğünün artırılması, anavatan lehine
lobicilik faaliyetlerinin yürütülmesi, kamuoyu oluşturulması ve basın-yayın
organlarının yönlendirilmesi gibi pek çok konuda dikkatleri üzerine çekmektedir.
Bu bağlamda, Güney Kafkasya Bölgesi’nin genç devletleri açısından
diasporaları ile iletişimi geliştirmek, diasporadaki birikimden faydalanmak ve
dışarıda ülke menfaatleri doğrultusunda destek almak ön plana çıkmaktadır.
Ancak, bağımsızlıkları sonrası üç Güney Kafkas devleti diasporaları açısından
durum birbirinden farklı gözükmektedir. Ermeni diasporasına göre zayıf olan
Gürcü ve Azeri diasporaları bünyelerinde önemli zafiyetleri barındırmaktadırlar.
Bu doğrultuda, Azeri diasporasının Ermeni diasporasına karşı Gürcü diasporasıyla
işbirliğine gidebileceği ilk olarak akla gelmektedir. Ayrıca, bahse konu iki ülke
diasporasının önümüzdeki dönemde, devlet yapılarının güçlenmesi; Güney
Kafkasya Bölgesi’ndeki ihtilaflı konuların çözümlenmesi; toprak bütünlüklerinin
sağlanması ve korunması ve kültürlerinin dünyaya tanıtımı vb. konularda
işbirliğine gidebilecekleri düşünülmektedir.
128