MGK GENEL SEKRETERLİĞİ YAYINLARI STRATEJİ YAZILARI-I Milli Güvenlik Perspektifinden İç ve Dış Meseleler Ankara 2014 Yazı İşleri Sorumlusu Meftun Dallı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Genel Sekreter Yardımcısı Proje Sorumlusu Abdullah Akkaya, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Araştırma ve Değerlendirme Dairesi Başkanı Adres Mustafa Kemal Mahallesi, Dumlupınar Bulvarı No: 254 Çankaya 06800 Ankara Yayınlayan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği ISBN: 978-975-19-6041-2 Baskı: Ağustos 2014 / 1000 adet Kitapta yer alan makalelerin her hakkı saklıdır, ancak kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir. Kitaptaki makalelerin her biri sadece yazarlarının görüşlerini yansıtmakta olup, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin görüşlerini temsil etmez. İÇİNDEKİLER Önsöz ................................................................................................................. 5 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Özgül EREN........................................................................................................ 7 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları Banu ATAMAN.................................................................................................. 59 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye Dr. Osman DURAN........................................................................................... 75 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları İrem KAYSERİLİOĞLU..................................................................................... 91 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar Zeynep ÖZKAYNAK BAYRAK........................................................................ 105 Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları Şebnem YILMAZ............................................................................................. 117 ÖNSÖZ Türkiye, dünya coğrafyasında büyük güç merkezlerinin tam ortasında yer alan, farklı dinlerin ve kültürlerin temas alanı ve kesişme noktasında bulunan merkezi konumu ile güç dengesinde bir mihenk taşıdır. Ülkemizin söz konusu konumu, kendisine çoklu jeopolitik ve jeostratejik imkanlar, seçenekler sunduğu gibi, pek çok riskle karşılaşmasına da neden olmaktadır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda küresel ve bölgesel gelişmeleri izlemek ve onlar arasında bir bağlantı kurmak giderek zorlaşmaktadır. Teknoloji ve iletişim alanlarındaki devrimlerin de katkısıyla, küresel ve yerelin birbirlerini etkileme kapasitesi önemli oranda artmıştır. Dünya siyasal sistemi de günümüzde öngörülemeyecek ölçüde hızlı bir değişim ve dönüşüm geçirmekte; geçmişin paradigmaları olgu ve olayları açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Ülkemizin son dönemde yükselen küresel ve bölgesel profili de göz önünde bulundurulduğunda, küresel imkan, seçenek ve riskler ile, bunların Türkiye’ye muhtemel etkisine ilişkin analizlerin önemi daha fazla artmıştır. Öte yandan; ülkemizin dünya coğrafyası içindeki söz konusu konumu, büyük (stratejik) ve geniş (jeopolitik) düşünmesini de zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede dünyada yaşanan siyasi, askeri, hukuki, ekonomik, kültürel, sosyolojik, teknolojik vb. gelişmeler, Genel Sekreterliğimiz uzman personelinin katılımıyla gerçekleştirilen ve “Beyin Fırtınası” olarak adlandırılan toplantılarda analiz edilmeye çalışılmakta ve ilgili kurumlarımızın dikkatine sunulmaktadır. Bu kitap, Genel Sekreterliğimiz tarafından son bir yıl içinde bahse konu “Beyin Fırtınası” toplantılarında değerlendirilen konulardan oluşmaktadır. Emeği geçenlere teşekkür eder, ilgilenecek kişi ve kurumların azami düzeyde faydalanmasını dilerim. Muammer TÜRKER Vali MGK Genel Sekreteri GÜNÜMÜZDE KÜRESEL GÜÇ DENGESİ VE GÜÇLER ARASI İLİŞKİLER Özgül Eren Uzman ÖZET Son yirmi yıldır yaşanan hızlı küreselleşme sürecinde, Çin ve Hindistan gibi büyük ekonomilerin dünya piyasalarına açılmasına ve dünya ekonomisine entegre oluşuna şahit olunmuştur. Çin ve Hindistan gibi ekonomilerin ortaya çıkışı ile birlikte, gelişmiş ülkelerin dünya gayri safi milli hasılası içindeki payları düşerken, gelişmekte olan ülkeler paylarını artırmaktadır. Ekonomik güç değişimindeki bu eğilimler, küresel sistemde birkaç yüzyıldır başat rol oynayan Avrupa ve ABD’nin küresel rollerini sarsarken, yükselen güçlere ise, önemli bir manevra alanı sağlamaktadır. Bu kapsamda; Çin’in ekonomik büyümesi oyunun kurallarını değiştirerek küresel güç odağını Asya-Pasifik’e doğru kaydırmakta ve içinde bulunduğumuz yüzyılı yeni bir küresel güç dengesi ortamına doğru evriltmektedir. 21. yüzyılda küresel güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin dünyanın jeopolitik dengelerini değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyebileceği tahmin edilmektedir. Nitekim, küresel güç dengeleri bakımından Çin-Rusya ile İran-Pakistan arasındaki yakınlaşmanın, Avrupa-Atlantik entegrasyonu üzerinde hızlandırıcı etki yaptığı; Asya-Pasifik’te Japonya ve Avustralya’yı askeri bir güce, Güney Asya’da ise, Hindistan’ı nükleer güce dönüştürecek hamleleri beraberinde getirdiği gözlemlenmektedir. Çin’in küresel bir güç olma yolundaki gayretleri karşısında bir yandan onun yükselen gücünü dengeleyecek şekilde yeni ittifaklar oluşurken, diğer yandan tarihte görülmemiş ölçüde küresel güçler arasında ekonomik bir karşılıklı bağımlılık gelişmektedir. Tüm bu gelişmeler, Latin Amerika’da Venezuela-Kolombiya, Orta Asya’da Kırgızistan-Özbekistan, Asya-Pasifik’te Kuzey-Güney Kore, Güney Asya’da Hindistan-Pakistan gibi ikili ilişkileri çatışma aşamasına getirmeye; Afrika ve Ortadoğu’da ise, etnik ve dini ayrışmaları derinleştirmeye aday bir seyir ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: Güç Dengesi, Ekonomik Güç Değişimi, Yükselen Güçler, Asya-Pasifik, ABD, Çin. Strateji Yazıları-I ABSTRACT The World has witnessed that the growing economies like China and India have become part of the global market and integrated to the world economy in the last 20 years rapid globalization process. With emerging economies like China and India, developed countries’ share of global GDP declined, while developing countries’ share increased. These trends in the global economic structure negatively affected the role of US and Europe which assumed a dominant before and emerging power increased room for maneuver. In this context, the rise of China changed the rules of game and shifted focus toward Asia-Pasific. This in turn results in the evolution of the international system to a new balance of power. It is estimated that the new emerging powers will change the jeopolitical balance and its potential effect will have a big influence on throughout the World. Indeed, with regard to global power balance, it is observed that deepening relations between China-Russian Federation and IranPakistan accelerated Euro-Atlantic integration and resulted in moves transforming the countries such as Japan and Australia to military power and India to a nuclear power. In the face of China’s efforts to be a global power, new alliances has been forming against the effects of its potential rise on the one hand and economic interdependence is growing between major powers at levels unprecedented in the history on the other hand. All these developments lead to a course in which ethnic and religious diversities deepen. Also the likelihood of bilateral conflict in relations between countries such as Venezuela-Colombia in Latin America, Kyrgyzstan-Uzbekistan in Central Asia, North-South Korea in Asia-Pasific and India-Pakistan in South Asia has been increasing. Key Words: Balance of Power, Shifting Economic Power, Emerging Powers, Asia-Pasific, Unites States of America, China. Kavramsal Çerçeve Gücün çeşitli tanımlamalarına rağmen, en kapsayıcı şekilde “Uluslararası alanda bir aktörün maddi ve maddi olmayan kaynak ve kıymetlerini, uluslararası olayların sonuçlarını kendi istediği yönde etkilemede kullanma yeteneği” olarak ifade edilebilir. Gücü oluşturan temel unsurlara bakıldığında askeri gücün yüzyıllar boyunca gücün temel öğesi olarak algılandığı görülmektedir. Ekonomik ilişkilerin arttığı son beş asır, askeri gücün yanında ekonomik gücü de dikkate alan gelişmelere sahne olmuştur.1 1 8 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Yakın dönemde ise, siyaset literatürüne Amerikalı siyaset bilimci Joseph Nye tarafından armağan edilen ve her türlü askeri ve ekonomik gücü “Kaba güç” (Hard power) olarak nitelendiren ve bunun yanına “Yumuşak güç” (Soft power) ve “Akıllı güç” (Smart power) unsurlarını ekleyen yeni güç tanımları ortaya çıkmıştır. Joseph Nye, “Kaba gücü”, aktörlerin isteklerini diğer aktörlere askeri ve ekonomik yaptırımlar ve tehdit yoluyla zorla dayatması veya kendi gündemini diğerlerine zorla uygulatmaya çalışması olarak tanımlamakta; bunun karşısına ise, aktörün değer, politika, kültür ve kurumlarını ele alan yumuşak güç kavramını konumlandırmaktadır. Bu kapsamda Joseph Nye, yumuşak gücün kültür, siyasi değerler ve dış politika olmak üzere üç temel dayanağı olduğunu belirtmektedir. Akıllı güç ise, dayatma ve ödetmeye odaklı “Kaba güç” ile ikna etme ve cezbetmeye dayalı “Yumuşak güç”ün bir alaşımı olup; sert ve yumuşak güç yöntemlerinin değişik şartlara göre etkin bir biçimde harmanlanması anlamına gelmektedir.2 Güç dengesi kavramı ise, gücün, bir devletin diğerlerinin çıkarlarını önemli şekilde tehdit etmesini engelleyecek şekilde ülkeler arasında dağıtılmasıdır. Bir örnekle açıklamak istersek; “A devleti B devletini işgal ederse, C devletinin durumu da bu gelişmeden olumsuz olarak etkilenecektir. Çünkü bu durumda A devleti iyice güçlenmiş, dolayısıyla C devletini de tehdit eder konuma erişmiş olacaktır. Bu durumda C devleti, B devletinin yanında yer alacak, bu devlet ile A devletine karşı bir güç dengesi oluşturacaktır.”3 Bu kapsamda güç dengesini, devletlerin egemenlik haklarının ifadesi ve bunun üçüncü aktörler karşısında kullanılması ve/veya işbirliğine gidilmesi olarak açıklamak mümkündür. Buna göre, iki devlet arasındaki ilişkiler üçüncü bir devlete etki etmeya başladığı noktada, güç dengesi oluşumuna gidilmektedir. Uluslararası ilişkiler teorilerinde küresel güç dengesindeki güç kaymaları ile ilgili ana akademik ve siyasi tartışmaları etkileyen hakim düşünce akımı realizmdir. Realizm, uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu ilişkilerin de güçler arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir güç dengesi içinde gerçekleştirdiği varsayımına dayanmaktadır. Realizme göre; uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi yatmaktadır. Her biri mevcut statükoyu sürdürmek veya yıkmak arzusunda olan devletlerin güç kazanmak istemelerinden dolayı, zorunlu olarak güç dengesi denen bir durum ve buna uygun politikalar ortaya çıkmaktadır. Yeni realizmin öncüsü olan Kenneth N.Waltz’a göre; uluslararası ilişkilerde merkezi bir otorite bulunmadığından uluslararası sistemin ana özelliği anarşiktir ve bu durumun neden olduğu korku ve güvensizlik uluslararası ilişkilerin temelini 2 3 Joseph S.Nye, The Future of Power, Newyork: Public Affairs, 2011, http://www.ozetkitap.com/images2/ Future%20of%20Power%20-%20Final%20.pdf Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları İstanbul, 2010. 9 Strateji Yazıları-I oluşturmaktadır. Doğal olarak bu anarşik uluslararası sistemde her bir devletin öncelikli amacı, egemenliğini ve güvenliğini korumak olmaktadır. “Güvenlik paradoksu” ve “Kendine güvenme” kavramları üzerinde duran Waltz’ın izinden giden yeni realistlere göre, herhangi bir devletin güvenliğini sağlamaya dönük faaliyetleri, mevcut ya da potansiyel düşmanlarının güvenliğini tehlikeye sokmaktadır. Bir devletin mutlak güvenlik içinde olması, diğer devletlerin mutlak güvensizliği anlamına gelmekte ve bu durum diğer devletleri silahlanmaya veya başka türlü düşmanca davranışlara itmektedir Anarşik bir yapı olarak tanımlanan sistemin bir diğer özelliği ise, güç dengesinin süreklilik göstermesidir. Bu kapsamda; uluslararası sistem ister iki kutuplu olsun, isterse çok kutuplu olsun her ikisinde de güç dengesi sistemin ana özelliğini oluşturmaktadır. Bununla beraber, iki kutupluluk çok kutupluluğa göre daha istikrarlıdır. Büyük güçlerin ihtiyatlı bir dış politika izlemelerinden, yaşamsal çıkarların kesin bir şekilde tanımlanmış ve etki alanlarının belirgin olmasından ve nükleer silahların varlığından dolayı iki kutuplu yapıda merkezi güçler arasında savaş çıkma olasılığı daha azdır ve bu nedenle daha istikrarlı bir görünüme sahiptir.4 Buna karşılık çok kutuplu yapılarda ise, sürekli değişen askeri ittifaklar ve kapasite değişimlerinde meydana gelen farklılaşmalar yüzünden rekabetin daha karmaşık ve belirsizliklerin daha fazla olduğu öngörülmektedir. Öte yandan realistler çok kutuplu sistemlerde söz konusu olan karşılıklı bağımlılığın artmasını istikrarı azaltan bir unsur olarak değerlendirmekte ve ekonomik karşılıklı bağımlılığın çatışmaları azaltacağına inanmamaktadır. Tarihte Almanya ve İngiltere’nin ekonomik olarak karşılıklı bağımlılığına rağmen, uzun ve kanlı savaşlar yaşaması buna örnek olarak gösterilmektedir. Realist akım, uluslararası siyasetin ulusal yeteneklerin dağılımını yansıttığını ve güç dengesinin daima tekerrür ettiğini ileri sürmekte ve tarihsel olarak devletlerin, kendi aralarındaki güç değişiminden kaygı duyduklarına inanmaktadır.5 Tarihsel bakış açısını benimsemeyen realistler, uluslararası yapıda sürekliliğin egemen olduğunu varsaymakla birlikte, değişimin ancak devletlerin güç dağılımında olabileceğini kabul etmekte; bu kapsamda aktörlerin askeri, ekonomik ve teknolojik düzeylerindeki farklılıklara göre güç dengelerinde kaymalar olabileceğini öngörmektedir. Güç dengesi sisteminin oluşumunda 1789-1945 yılları arasındaki tarihi oluşumlar etkili olmuştur. Bunlar arasında ulusçuluğun gelişimi ile uluslararası sistemde devlet sayısının artması, diplomatik ve askeri yöntemlerin gelişmesi, bilimsel ve teknolojik buluşların savaşlara uygulanması, ideolojiler ve devlet dışı aktörlerin ortaya çıkışı ile birlikte uluslararası sistemin sınırlarının genişlemesi sayılabilir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o 4 5 10 Tayyar Arı, “Türk- Amerikan İlişkileri: Sistemdeki Değişim Sorunu mu?”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 4, No: 13 ss.17-38, 2007. Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions, Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31. Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler dönem, bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiş ya da birden fazla birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Hegemon güç kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, diğer hegemon güç adaylarını ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmiştir. Ancak tarih boyunca yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişmiş eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezinde olduğu yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Günümüzde ise uluslararası sistem, siyasi ve askeri güç yanında ekonomik gücün öne çıkışı, asimetrik güç dengesi, karşılıklı bağımlılık, etnik ve dini kimliklerin tekrar öne çıkışı, ulusüstü yapılar ve ulus-devlet yapısının erozyonu gibi daha çok küreselleşme, modernizm ve post-modernizmin ivme verdiği akımlar ile evrilmektedir.6 Küresel Ekonomik Güç Değişimi ve Dinamikleri 21. yüzyılın ilk yarısının temel dinamiğinin coğrafi olarak AvrupaAtlantik bölgesinden Asya-Pasifik bölgesine; ülke grupları bakımından ise, gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere doğru bir ekonomik güç kayması olduğu görülmektedir. Küresel ölçekte en son ekonomik güç kayması 2. Dünya Savaşı ile yaşanmış ve ekonomik güç Avrupa kıtasından ABD’ye kaymıştır. ABD, söz konusu ekonomik gücünü 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki bloklu yapı nedeniyle Batı Avrupa ile paylaşmış ve ekonomik güç geniş bir alan olarak Atlantik bölgesinde toplanmıştır. Ancak, Atlantik bölgesinin ekonomide güç merkezi olduğu bu süreçte, küreselleşmenin ortaya koyduğu koşullar, ekonomik gücün kapitalist sistemi bütün kurum ve kuralları ile uygulayan ve demokrasiye sahip gelişmiş ülkelerden, devlet kapitalizminin ağırlıklı olduğu ve otokrasinin güçlü hissedildiği gelişen ülkelere doğru kaymasına yol açmış ve 21. yüzyılda yaşanacak ekonomik güç kaymasının da tohumlarını atmıştır. Bu kapsamda; ekonomik güç kaymasının altı temel belirleyici unsuru olduğu gözlemlenmiştir. Öncelikle sanayi üretimi, hızla batılı gelişmiş ülkelerden daha uygun üretim koşullarının bulunduğu gelişen (Asya-Pasifik merkezli doğu ve güney ülkeleri) ülkelere kaymaktadır. İkincisi, gelişmiş ülkelerin sermaye birikimi ve tasarruf kapasitesi zayıflarken, küresel ekonomi için gerekli sermaye birikimi ve tasarrufların sahibi olarak doğu ve güney ülkeleri öne çıkmaktadır. Üçüncüsü, gelişen ülkelerde nüfusun giderek yaşlanması ve azalmasına bağlı olarak tüketim gücü sınırlanırken, Asya-Pasifik merkezli doğu-güney ülkelerinde hızlı nüfus artışı, hızlı kentleşme, yeni orta sınıf ve Batı tipi tüketim alışkanlıklarının kuvvetlenmesi gibi nedenlerle tüketim kapasistesi ve potansiyeli hızla artmaktadır. Dördüncü olarak gelişmiş ülkelerde kamu, özel sektör ve hane 6 Sait Yılmaz, “Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi”, Stratejik Araştırmalar Dergisi/Journal of Strategic Studies 1(1), 2008, s. 27-65, Beykent Üniversitesi. 11 Strateji Yazıları-I halklarının borçluluk seviyesi çok yükselmiş ve finansman ihtiyacı artmıştır. Beşinci olarak enerji ve diğer doğal kaynaklara yönelik talebin genişlemesi, buna karşın arzın sınırlı kalması sonucunda bu kaynaklara sahip olan doğu-güney eksenindeki ülkeler önemli avantajlar elde etmektedir. Son olarak gelişmiş ülkelerde son yıllarda sınırlı bir ekonomik büyüme yaşanırken, doğu-güney eksenindeki ülkeler daha güçlü bir ekonomik büyüme kapasitesi ve potansiyeli göstermektedir.7 Nitekim son yirmi yıldır yaşanan hızlı küreselleşmenin etkisiyle Çin ve Hindistan gibi büyük ekonomilerin dünya piyasalarına açılmasına ve dünya ekonomisine entegre oluşuna şahit olunmaktadır. Goldman Sachs’ın baş ekonomisti Jim O’Neill tarafından 2001 yılında kaleme alınan bir çalışmada küresel ekonomik yapıdaki bu değişime dikkat çekilerek, geniş coğrafyalara hükmeden (dünyanın %25’i), büyük nüfusa sahip (dünyanın %40’ı) ve çok zengin yeraltı kaynakları bulunan Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Çin’in dünya ekonomisinde giderek büyüyen bir pay sahibi olacağı savunulmuş8; ayrıca bu çalışma ile, Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Çin’in İngilizce isimlerinin ilk harflerinden oluşan BRIC ifadesi literatüre girmiştir. ABD’nin dev yatırım bankası Goldman Sachs’ın ortaya attığı bu teze göre, söz konusu ülkeler büyüme hızlarını korumaları durumunda 2050 dolaylarında dünyanın en büyük ekonomileri olacaklardır. Nitekim, öngörülen şekilde 2001 yılından itibaren bu ülkeler, gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYİH) artışları açısından dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer almıştır. Goldman Sachs’ın Büyüme Tahminleri Kaynak: http://politikaakademisi.org/bric-ulkeleri/ 7 8 12 “21. Yüzyılda Küresel Ekonomik Güç Kayması”, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, Temmuz 2009, http:// www. turksae.com/sql_file/356.pdf Jim O’Neill, “Building Better Global Economic BRICs”, 30th November 2001, http://www.content. gs.com/japan/ ideas/brics/building-better-pdf.pdf Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Asya ekonomilerinin dünya ekonomisine entegre olması; uluslararası ticaretin bileşimi, GSYİH, sermaya akımları ve ekonomik büyümeye yansımış; dünya ticaret hacmi ve sermaye akımı artmıştır. Bu kapsamda 1990’lı yıllardan itibaren gelişmekte olan ülkeler güçlü büyüme oranlarına ulaşmış ve gelişmiş ülkelerin dünya GSYİH içindeki payları %82’den %66’ya düşerken, gelişmekte olan ülkeler aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere paylarını artırmıştır.9 Kaynak: http://politikaakademisi.org/bric-ulkeleri/ 1990-2010 yılları arasında, küresel ekonomi 22 trilyon dolardan, 62 trilyon dolara yükselmiş ve aynı dönemde küresel ticaret %267 artmıştır. Bu ekonomik büyümenin %50’sinden fazlasını ve küresel ticaret artışının da %47’sini Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomiler gerçekleştirmiştir. Birleşmiş Milletler verilerine göre; dünya nüfusunun kentleşme oranı giderek yükselmekte olup, 2030 yılında dünyadaki orta sınıfın üçte ikisi Asya ülkelerinde bulunacak ve 2050 yılında dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşayacaktır. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün 2012 yılında yayımladığı “Ekonomik Görünüş” adlı raporda ise; Çin ve Hindistan’da 2060 yılına kadar kişi başına düşen gelirin 7 katını aşacağı; 2011-2030 yılları arasında ülkelerin dünya GSYH içindeki payları bakımından Çin’in payının %17’den %28’e; Hindistan’ın %6’dan %11’e çıkacağı; buna karşılık ABD’nin %23’den %18’e, AB’nin %17’den %12’ye ve Japonya’nın %7’den %4’e ineceği öngörülmektedir.10 9 Paola Subacchi and Paul Jenkins, Preventing Crises and Promoting Economic Growth A Framework for International Policy Cooperation, April 2011, A Joint Chatham House and CIGI Report, http://www. chathamhouse.org publications/ papers/view/109655 10 Gıovanni Grevi, Daniel Keohane, Bernice Lee, Patricia Lewis, “Empowering Europe’s Future: Governance, Power and Options for the EU in a Changing World”, http://www.chathamhouse.org/sites/default/ files/public/Research/Europe/ Europe_Future.pdf 13 Strateji Yazıları-I Kaynak: OECD Economic Outlook, Volume 2012, Issue 1, p.217 Öte yandan, Avrupa Komisyonu’nun tahminlerine göre aşağıdaki grafikte de gösterildiği şekilde Asya’nın araştırma ve geliştirme alanında dünyanın lider bölgesi haline gelmesi ve Çin’in, 2014 yılında araştırma ve geliştirme alanında AB’nin önüne geçmesi beklenmektedir.11 Kaynak: http://www. transworld-fp7.eu/wp-content/ uploads/2013/03/TW_WP_10.pdf 11 Andrea Renda, “Globalization, the New Geography of Power and EU Policy Response”, March 2013, http://www. transworld-fp7.eu/wp-content/uploads/2013/03/TW_WP_10.pdf 14 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Çin ve Hindistan gibi ekonomilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, Batı’nın ekonomik üstünlüğünün azaldığı ve ekonomik güç dengesinin doğuya doğru kaydığı gözlemlenmektedir. Bunun nedeni, yeni gelişen ekonomilerin hızlı büyümesi nedeniyle varlıklı ülkelerin refah bakımından avantajlarını kaybetmesidir. Çin’in ekonomik büyümesi; sistemin Çin ve ABD’nin iki büyük ekonomik güç merkezi olarak var olacağı bir modeli yarattığı iddiasını ortaya koyacak bir nitelik göstermektedir. Ekonomik açıdan bakıldığında Çin’in GSYİH’nda imalat sanayi üretiminin payı yüzde 41,46 iken, ABD’ninki yüzde 11,48’dir. Buna karşılık ABD’de özel tüketim harcamaları dünya GSYİH’nın yüzde 16,63’üne; Çin’de ise, yüzde 3’üne denk düşmektedir. Bu kapsamda ABD’de gelirin yerini kredi, sanayi üretiminin yerini de mali sektörde sınırsız spekülasyonun aldığı; büyüyen Çin ekonomisinde ise, yerli ve yabancı sermayenin ortak baskısıyla ücretler ve harcamaların görece düşük seviyede kalarak, ülke içinde yüksek boyutlarda yatırım yapılabildiği belirtilmektedir. Öte yandan; Çin sermayesi, yurt dışında da sürekli işletme satın almakta ve yatırımlar yapmaktadır. Günümüzde Alman, Amerikan, İngiliz işletmesi tekeli olarak bilinen, örneğin, IBM Thinkpad, Jaguar, Landrover, Morgan Stanley, Barclays, Target, BP gibi işletmeler, artık ya doğrudan Çin firması ya da Çin sermayesinin ortak olduğu firmalardır.12 ABD Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından Kasım 2012’de yayımlanan “Küresel Trendler 2030: Alternatif Dünya” başlıklı raporda; önümüzdeki 15-20 yılın büyük eğilimleri listelenmiştir. Raporda; Çin’in 2030 yılına kadar ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı ve Asya’nın, GSYİH, nüfus, askeri harcama ve teknoloji yatırımları açısından Kuzey Amerika ve Avrupa’yı geçeceği ifade edilmektedir.13 Söz konusu Rapor, 2030 yılında ABD ve Avrupa’dan Asya’ya; gelişmiş ülkelerden, gelişmekte olan ülkelere doğru dinamik bir güç değişimi olacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Öngörünün gerçekleşmesi halinde, Batı’nın 18. yüzyıldaki yükselişi tersine çevrilerek, güç ve refah dağılımı Asya’ya intikal edecektir. Öte yandan, Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun öngörülerine göre, Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN)14’ne üye altı ülkenin gayri safi yurtiçi hasılası, 2024 yılında Japonya’yı geçecektir. Böylece sadece Çin değil, diğer yükselen Asya ülkelerinin de uluslararası toplumda ağırlığı artacaktır. Güney Asya’daki güvenlik denklemi bakımından önemli bir husus ise, 2030 12 İbrahim Okcuoğlu, “Rekabetin Tarihi Hegemonyanın Tarihidir: Kapitalizmin Tarihinde Yükselen ve Çöken Güçler”, http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2010/03/rekabetin-tarihi-hegemonyanin-tarihidir.html 13 Global Trends 2030: Alternative Worlds, http://www.dni.gov/files/documents/GlobalTrends_2030.pdf 14 ASEAN, 8 Ağustos 1967’de Bangkok’ta Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve Singapur’un kurduğu uluslararası bir örgüttür. 8 Ocak 1984’te Bruney Darussalam, 28 Temmuz 1995’te Vietnam, 23 Temmuz 1997’de Lao ve Birmanya ve 30 Nisan 1999’da Kamboçya örgüte dahil olmuştur. 2003 yılında ASEAN liderlerinin ASEAN’ın 3 bölümü kapsaması gerektiği kararı üzerine ASEAN Güvenlik Topluluğu, ASEAN Ekonomik Topluluğu ve ASEAN Toplum ve Kültür Topluluğu oluşturulmuştur. 15 Strateji Yazıları-I yılında Çin’in askeri harcamalarının Japonya’dan 9 kat daha fazla artarak, iki ülke arasındaki askeri dengenin Çin’in üstünlüğü ile sonuçlanabileceği yönündeki öngörülerdir.15 Nitekim Stockhom Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2011 Yıllığı’na göre; Çin şimdiden (2011 yılında 143 milyar dolar askeri harcamasıyla) dünyanın en çok askeri harcama yapan ikinci ülkesi konumuna yükselmiştir. Bütün bu veriler, 2030 yılına gelindiğinde sadece ekonomik değil, askeri ve siyasi güç dengelerinde de bölgesel ve küresel düzeyde önemli değişimler olacağına işaret etmektedir. Günümüzde Küresel Güç Dengesi 1871’de Avrupa ve küresel güç dengesini etkileyecek olan Alman Birliği kurulurken, yaklaşık 300 yıldır uluslararası ilişkilerin egemen aktörü olan İngiltere’nin güç parametrelerinin zayıflamaya başlaması ile Avrupa dengesi yeni bir şekil almaya başlamış; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, sadece Avrupa değil, yeni bir dünya dengesi sağlanması gerektiği ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle; 1. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Avrupa kıtası farklı bir siyasi görünüm almış ve 1. Dünya Savaşı’na kadar tamamen Avrupa lehine olan güç dengesi, 20. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen iki dünya savaşı ile uluslararası sistemde bir “geçiş dönemi”nin yaşanmasına yol açmış ve dünya siyasetinde Avrupa’nın etkinliği azalırken, Avrupa dışı bir güç olan ABD, uluslararası sistemde etken konuma gelmiştir. 1946-1991 arası dönemde ise, uluslararası sistemde iki kutuplu bir yapı ortaya çıkmış; Doğu ve Batı bloklarından oluşan bu iki kutuplu sistemde, ABD Batı kutbunun liderliğini üstlenirken; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ise, Doğu kutbunun önderliğini yapmıştır. SSCB’nin parçalanmasından sonra uluslararası sistemde oluşan güç boşluğu ABD tarafından doldurulmaya çalışılmış; ABD bu dönemde izlediği pro-aktif dış politikalar ile adeta uluslararası sistemin hakemi ve/veya denetleyicisi rolünü oynamıştır. Nitekim, Francis Fukuyama, 1989 yılında yazdığı “Tarihin Sonu mu” başlıklı makalesiyle, liberal-demokratik değerlerin insanlığın ideolojik evriminin son noktası olduğunu belirterek, ABD’nin dünyanın lideri olduğunu ilan etmiştir. Aslında tek süper güç ABD’nin “Yönlendirici” liderliğindeki bu dönem, uluslararası sistemde bir ara dönemi ifade etmiş; nitekim, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin en önemli sembolik binalarından ikisi olarak kabul edilen Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne gerçekleştirilen saldırılar, 21. yüzyıl uluslararası siyasi yapısının sorgulanmasına neden olmuştur.16 15 Jimbo Ken, “Asia Pivot: Dynamics of Power Shift from U.S. to China–Asia-Pacific Security and Japan’s Foreign Policy”, Mar 03, 2013, http://www.japanpolicyforum.jp/en/archives/diplomacy/pt20130303210000.html 16 Bilgehan Emeklier, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslarararası Sistemin Analizi”, 4 Haziran 2010, http://www. bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararassistemin-analizi&catid=113:analizler -sosyo-kultur&Itemid=151 16 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Soğuk Savaş sonrası dönemin uluslararası yapısına ilişkin tartışmalarda, genel kabul gören iki varsayım bulunmaktadır. Birincisi, mevcut uluslararası sistemde ABD’nin mutlak üstünlüğüdür. Bu kapsamda; ABD’li stratejist ve devlet adamı Zbigniew Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında, Amerika’nın kültürel boyutta manyetik bir çekim gücüne sahip olması, siyasi ve askeri boyutta NATO ile Avrupa’nın en etkili devletlerinin ve Japonya sayesinde de Asya ekonomilerinin ABD’ye bağlanması, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların çoğunluğunun ABD etkisinde küresel gelişmeleri şekillendirmesi sebebiyle, hiçbir gücün ABD’ye erişeyemeceğini ileri sürmüştür. Stratfor adlı düşünce kuruluşunun kurucusu George Friedman’a göre ise; Kuzey Amerika’yı egemenliği altında tutan ABD’nin okyanuslar üstündeki kontrolü sayesinde 21. yüzyıl “Amerikan Çağı” olacaktır.17 Soğuk Savaş sonrası dönemin uluslararası yapısına ilişkin tartışmalarda genel kabul gören ikinci varsayım ise, ABD’nin başat gücünü kabul eden, ancak uluslararası sistemin iki küresel güç (ABD ve Çin) ile bölgesel güçler (Rusya Federasyonu, AB, Hindistan) arasındaki güç dağılımına göre belirleneceği görüşüdür. Bu kapsamda; yeni realizmin öncüsü Kenneth N. Waltz’a göre, ABD ve müttefikleri arasındaki Soğuk Savaş döneminden kalma politik ve güvenlik ilişkileri zayıflayacak ve gelecekte daha geleneksel büyük güçler arası dengeleme ilişkilerine dönüşecektir. “Medeniyetler Çatışması” adlı eseri ile bilinen Amerikalı akademisyen Samuel Huntington, ABD’nin tek süper güç olmaya devam edeceğini, ancak farklı güçlerin de oyuna dahil olmasıyla yeni bir denge sisteminin gelişeceğini belirtmektedir. Bir başka öngörü ise, ekonomik bölgeselleşmenin bir denge unsuru olarak sisteme katılacağı, Afrika ve Latin Amerika’nın öncüsü olacağı bu bölgesel ekonomik entegrasyonların geleceğin başlıca güç dengesi aktörlerine dönüşeceği yönündedir.18 19. yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20. yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıkması gibi, 21. yüzyılda küresel güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin de dünyanın jeopolitik dengelerini değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyebileceği öngörüleri yapılmaktadır. Ancak 21. yüzyılda güç merkezi olma şartları değişmiş; parayı kontrol etmek, gündemi belirlemek, düğüm noktalarında askeri güç bulundurmak ve cazibe merkezi olmak gibi stratejik ve politik etmenler gücün olmazsa olmazları içine girmişlerdir. Bu bağlamda güç merkezi olma şartlarını, her alanda diğerlerine göre fazlasıyla sağlayan, hatta diğerlerini kendine mecbur eden, muhtaç eden, bağımlı hale getiren aktör bölgesel hakimiyetini ilan edecek, bu şartları dünya çapında sağlayabilirse küresel bir güç merkezi haline gelecektir. 17 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. 18 Ertan Efegil, Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009 17 Strateji Yazıları-I Bu kapsamda 21. yüzyılda tek başına sıçrama yapma şansı olan ülkeler arasında dört ülkenin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar dünya imalat sanayinin en büyük gücü olma yolunda ilerleyen Çin, yazılım alanında başlattığı atılımı, ekonomik büyümesiyle hızlandıran Hindistan ile atılım yapmaları halinde bu ülkelere katılma potansiyeli olan Rusya ve Brezilya’dır. Bunun yanı sıra, Güney Afrika ve Endonezya’nın da Çin ve Hindistan’ın yükselen rolünü destekleyebilecekleri öngörülmektedir.19 Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin olmamakla birlikte, 2020 yılından itibaren ABD hegemonyasının; Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Endonezya tarafından tehdit edileceği öngörülmektedir.20 Nitekim, 2008’de ABD’de yaşanan finansal kriz ve Çin’in ekonomik yükselişi, 21. yüzyıl dünya sisteminin çok kutuplu ve ikiden fazla ağırlık merkezinin bulunduğu bir yapıya evrildiği iddialarını gündeme getirmiştir. Bununla birlikte, ABD Başkanı Barack Obama’nın 26 Ocak 2012 tarihinde ulusa sesleniş konuşmasından önce okuduğu ve etkilendiği belirtilen Robert Kagan’ın “Amerikan Düşüşü Efsanesi” başlıklı makalesinde; ABD’nin görece gücünün zayıfladığı yönündeki yorumların çoğunun üstünkörü analizlere dayandığı; ekonomik büyüklük, askeri güç ve uluslararası sistemdeki etki kapasitesi dikkate alındığında Çin’in ancak “Kapsamlı bir ulus devlet” olabileceği; ABD’nin çöküşüne ilişkin yorumların ise, 2008 ABD mali krizinden sonra ortaya çıkması nedeniyle inandırıcı olamayacağı; ABD’nin 1890, 1930 ve 1979 yıllarında da ağır ekonomik krizler yaşadığı, ancak söz konusu krizleri müteakip dönemlerde ABD’nin küresel güç ve etkisinin arttığı belirtilerek, birkaç yıllık bir ekonomik kriz dönemi esas alınarak yapılan yargıların tartışmalı olacağı ileri sürülmektedir.21 Yine aynı yazarın Kasım 2013 ayında yazdığı “Değişen Dünya Düzeni mi?” başlıklı makalesinde ise, dramatik değişikliklerin olmaması nedeniyle uluslararası sistemin tek bir süper güç ve birkaç büyük güçle var olmaya birkaç on yıl daha devam edeceği, bu kapsamda “Amerikan düşüşü” ve “Gelecek küresel düzensizlik” gibi varsayımlar için erken olduğu; ABD ekonomisinin iyileşme yoluna girdiği ve keşfedilen kaya gazı sayesinde ABD’nin geleceğin enerji devlerinden biri olacağı vurgulanmaktadır.22 ABD’nin tanınmış siyaset bilimcisi Joseph Nye ise, ABD’nin güç kaybının “Mutlak” değil, “Oransal” olduğunu; mutlak güç kaybının ülkenin kendi içindeki çürümelerden kaynaklandığını, oysa oransal düşüşte başka ülkelerin kaynaklarının büyümesi ve bunları kullanış biçimlerindeki gelişmelere dayalı 19 Sait Yılmaz, “Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrimi”, Stratejik Araştırmalar Dergisi/Journal of Strategic Studies 1(1), 2008, 27-65,Beykent Üniversitesi 20 Sait Yılmaz, “21. Yüzyılda Neler Olacak?”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/ 21 Robert Kagan, “The Myth Of American Decline”, 27 January 2012, http://www.npr. org/2012/01/27/145955386/new-republic-the-myth-of-american-decline 22 Robert Kagan, “A changing World order?”, 16 November 2013, http://www.washingtonpost.com/ opinions/a-changing-world-order/ 2013/11/15/4ce39d1a-489a-11e3-b6f8-3782ff6cb769_story.html 18 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler olarak nisbi bir irtifa kaybını ifade ettiğini belirterek; dünyadaki üretimin 1/4’ü ve askeri harcamaların neredeyse yarısının, dünya nüfusunun sadece %5’ine sahip ABD tarafından gerçekleştirildiğini, dünyadaki kültürel ve eğitimsel yumuşak güç kaynaklarının büyük bölümünün de ABD’nin elinde olduğunu, ABD’nin kültürel ve ekonomik üstünlüğü yüzyılın başına oranla daha düşük olacak olsa da, gelecek on yıllarda herhangi bir ülkenin tek başına Amerika’dan daha üstün bir hale gelmesinin mümkün olamayacağını ileri sürmektedir.23 21. Yüzyıl Başlarında Güç Kaynaklarının Dağılımı ABD Japonya AB Rusya Çin Hindistan Brezilya Genel Göstergeler Toprak Büyüklüğü (1.000 km2) 9.827 376 4,325 17,098 9,598 3,287 8,515 Nüfus (Milyon kişi 2009 nüfus istatistikleri) 307 127 492 140 1,339 1,166 199 Okuma Yazma Oranı % 99 99 99 99 91 61 89 2.702 0 460 4,834 186 60-70 0 Askeri Harcamalar (Milyar $ 2008) 607 46 285 59 (Tahm.) 85 (Tahm.) 30 24 Dünya Askeri Harcamalarına Oranı % (2008) 42 3 20 (2007) 4 (Tahm.) 6 (Tahm.) 2 2 14.260 4,329 14,940 2,266 7,973 3,297 1,993 Askeri Güç Nükleer Savaş Başlıkları (2009) Ekonomik Güç GSMH (Milyar $ Alım Gücü Paritesi 2008) GSMH (Milyar $ 2008) 14,260 4,924 18,140 1,677 4,402 1,210 1,573 Kişi Başı Milli Gelir (Alım Gücü Paritesi 2008) 46,900 34,000 33,700 16,100 6,000 2,900 10,200 Yüz Kişi Başına İnternet Kullanıcısı (2007) 74 (2008) 69 50 (2006) 21 19 (2008) 7 32 En Üst 100 Üniversite Sıralamasındaki Kurum Sayısı (2009) 55 5 16 1 0 0 0 Yılda Çekilen Film Sayısı (2006) 480 417 1,155 (Tahm.) 67 260 (2005) 1,091 27 Yabancı Öğrenci Sayısı (Bin kişi 2008) 623 132 (2010) 1,255 (Tahm.) 89 195 18 (2007) Bilgi Yok Yumuşak Güç Kaynak: Joseph S. Nye, The Future of Power, Newyork, 2011. 23 Joseph S.Nye, The Future of Power, Newyork: Public Affairs, 2011, http://www.ozetkitap.com/images2/ Future%20 of%20Power%20-%20Final%20.pdf 19 Strateji Yazıları-I Yukarıda yer alan çizelgede de görüldüğü gibi, ABD’nin askeri ve kültürel gücünün tartışılmaz bir üstünlüğü olmakla birlikte, dünya ekonomisinde liderliğin yeni merkezlere doğru kaydığı da bir gerçektir. Nitekim, küresel güç dengesinin değiştiği ve küresel güç dengesinin yeni ağırlık merkezinin AsyaPasifik olduğu, ABD stratejileri ve politikaları tarafından da desteklenmektedir. Bu kapsamda; ABD’nin 21. yüzyıldaki küresel stratejisini anlamamıza yardımcı olabilecek ve güç dengesinin geleceği ile ilgili Amerikan resmi bakış açısını yansıtan önemli kaynaklardan biri, Mayıs 2010’da açıklanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” dokümanıdır. Bu strateji dokümanında ABD, cephe savaşı yerine özel savaşı ve diplomasiyi tercih ettiğini ve “Yumuşak güç” kullanmayı esas alacağını açıkça ortaya koymuştur. Güç dengesinin geleceği ile ilgili olarak ABD stratejisini gösteren bir başka çalışma, “ABD-Çin Ekonomik ve Güvenlik İncelemeleri Komisyonu” tarafından hazırlanan ve Kasım 2011’de ABD Kongresi’ne sunulan 400 sayfalık rapordur. Bu raporda; Çin’in “Alan kontrolüne dayalı bir askeri strateji izlediği” vurgulanarak, Çin’in faaliyetlerinin doğrudan ABD’nin ilgi alanlarına etki yaptığına dikkat çekilmektedir.24 Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Kasım 2011’de Foreign Policy Dergisi’nde yayımlanan “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı“ makalesinde ise; dış siyasetin geleceğinin Afganistan veya Irak’ta değil, Asya’da belirleneceği ve ABD’nin bu sürecin tam merkezinde yer alacağı belirtilmektedir. ABD’nin Pasifik stratejisinde Japonya, Güney Kore, Avustralya, Filipinler ve Tayland’ın kaldıraç olacağı ifade edilen makalede; ABD’nin bölgedeki temel hedefinin Pasifik çevresinde kurumlar ve ortaklıklar ağı oluşturmak olacağı; bu kapsamda ASEAN ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü (APEC)25 gibi bölgesel kurumlarla ilişki kurulduğu vurgulanmaktadır.26 ABD’nin, küresel güç dengesindeki değişime ilişkin resmi görüşünü en açık şekilde ifade eden kaynak ise, 5 Ocak 2012 tarihinde açıklanan “ABD’nin Küresel Liderliğini Sürdürmek: 21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri” başlıklı strateji belgesidir.27 Belge, Asya-Pasifik bölgesinde dengeleri değiştirmeye başlayan Çin’e karşı Hindistan ve Japonya’yı dengeleyici unsurlar olarak saptamakta; Ortadoğu’da ise, “Arap Baharı” olarak nitelenen gelişme ve İran’ın nükleer silahlar edinme olasılığını en önemli güvenlik sorunları olarak tanımlamaktadır. ABD Silahlı Kuvvetleri’nin bu yeni güvenlik ortamında yeniden düzenlenmesinin 24 Mehmet Ali Güller, “ABD’nin Pasifik Stratejisi”, 18 Şubat 2012, http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/ mehmet-ali-gueller/8938-mehmet-al-gueller-abdnin-pasifik-stratejisi.html 25 APEC, Büyük Okyanus kıyısındaki 21 ülkenin katıldığı, dünya ekonomisinin %60’ını temsil eden ve bölgesel ekonomik, işbirliği, ticaret ve yatırım konularının paylaşıldığı uluslararası bir örgüttür. 26 Hillary Clinton, “America’s Pasific Century”, http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/10/11/ americas_pasific_ century# sthash.IF7zEqqd.dpbs 27 Sustaining U.S.Global Leadership: Priorities For 21 st Century Defense, United States of America Department of Defense, January 2012, www.defense.gov/news/Defense_Strategic_Guidance.pdf 20 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler önemine dikkat çekilen belgede; ABD ordusunun Irak ve Afganistan benzeri kapsamlı işgallerden daha çok, düzensiz savaşların gereksinimlerine göre uzmanlaşması, dolayısıyla “Özel güçler”in öneminin artması öngörülmekte; bu bağlamda, bölgeleri erişime kapatabilecek ülkeler olarak İran ve Çin’in isimleri ilk kez birlikte anılmaktadır. ABD Savunma Bakanı Panetta’nın “Bu ülke bir stratejik dönüm noktasındadır” saptamasına yer verilen söz konusu strateji belgesi ile; ABD’nin güvenlik yöneliminin Asya Pasifik bölgesinin öneminin artmasına bağlı olarak “Yeniden dengelendiği” görülmektedir. Hindistan’dan uzun vadeli stratejik ortak olarak söz edilen ve ABD’nin Doğu Asya’da Çin ile işbirliğine dayalı ikili ilişkiler inşa edileceği belirtilen belgede; ABD’nin güvenlik önceliklerinde Avrupa ve Ortadoğu’dan, Asya- Pasifik alanına doğru bir kayma; güvenlik teknolojilerinde ise; “Siber uzay” ve “Siber güvenlik” alanlarına, hava ve uzay güçlerine, denizaltılara, füze savunma sistemlerine, dördüncü kuşak savaşçı denilen uzmanlaşmış özel güçlere doğru bir yönelim öngörülmektedir. Savunma bütçesinde 450 milyar Dolarlık kesintiye giden ABD’nin, önümüzdeki dönemde insansız hava araçlarının sayısını kademeli olarak %30 oranında artıracağı; özel kuvvet sayısını ise, dört yılda %10 oranında artırarak 70 bine çıkaracağı; bu kapsamda özel ordu birlikleri ile deniz piyadeleri için dünyanın farklı bölgelerinde daimi tesisler ve ileri kademe üsler kuracağı; yeni üslerin tüm dünyaya yayılacağı; yeni kurulacak üsler için Türkiye ve Ürdün’ün doğusunun düşünüldüğü değerlendirmeleri yapılmaktadır.28 Nitekim, ABD’nin Müşterek Kuvvet 2020 adını verdiği proje ile, 2020 yılında akıllı savunma adını verdiği yapılanmaya geçeceği; öte yandan Avrupa Füze Savunma Sistemi’nin de 2018 yılında tüm Avrupa’yı korur hale geleceği bilinmektedir.29 1-3 Şubat 2013 tarihleri arasında Almanya’nın Bavyera eyaletinde 49. kez toplanan ve dünyanın en önemli güvenlik zirvesi olarak kabul edilen Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, ABD ekseninin Asya’ya doğru kaydığını ve bu eksen kaymasının ABD’nin Avrupa Birliği’ne sırtını dönerek değil, Avrupa Birliği’yle birlikte gerçekleştireceği bir manevra olacağı; öte yandan Rusya ile ilişkilerde de farklı bir döneme girildiğinin işaretini vermiştir. Yukarıda bahse konu belge ve uygulamalar göstermektedir ki, ABD tarafından Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin etki alanını daraltmaya yönelik güç dengesinin yerini, günümüzde Çin’i hedef alan denge arayışları almıştır. Bu 28 Amerika operasyon için düğmeye bastı, 2 Şubat 2012, http://www.timeturk.com/tr/2012/02/02/ amerika-operasyon-icin-dugmeye-basti.html 29 Özdemir Akbal, “ABD’nin Yeni Güvenlik Yaklaşımında NATO ve Türkiye”, 2012, http://www.21yyte. org/tr/araştırmaAmerika-araştirmalari-merkezi/2012/06/01/6623/abdnin-yeni-güvenlik-yaklaşimindanato-ve-turkiye 21 Strateji Yazıları-I kapsamda ABD’nin Asya-Pasifik politikasının temelinde, uluslararası sistemin güç dengesini koruma adına Çin’i kontrol altında tutma çabaları ön plana çıkmaktadır.30 Bu kapsamda; 21. yüzyılda küresel güç dengesinin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir: Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması, ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması ve Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması, dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteliğine dönüşmesi, Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması. Yeni oluşan bu küresel düzende güç dengesinin nasıl şekil alacağı ise, ABD-Çin rekabeti kadar; Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri ile küresel güçler arasındaki ilişkilerin çerçevesi belirleyecektir. Küresel Güç Dengesinin Aktörleri Arasındaki İlişkiler Realist düşünceye göre, kuzey-batı ülkelerinden doğu-güney ülkelerine doğru olan ekonomik güç değişimi, beraberinde jeopolitik ve siyasi ölçekte de güç dengesi değişimini zorlamakta ve kuzey-batı ile doğu-güney arasındaki rekabet, yeni müttefik arayışları ve çatışma alanları ortaya çıkarmaktadır. Başka bir deyişle, ekonomik güç kaymasının yaşanacağı coğrafya küresel güç mücadelesinin de merkezi olacağından, ekonomik güç kaymasının yaşandığı bu dönemde çok taraflı yeni bir küresel dengenin ortaya çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Realist görüşe göre, gelecekte Asya-Pasifik’teki zayıf ve kuvvetli devletler için en iyi siyaset seçeneği, dengeleme politikası olacaktır. Realistler, denge politikası gereği gelecekte Japonya ve Güney Kore’nin Çin’e karşı ABD desteğini; Pakistan’ın, Hindistan’a karşı Çin ve ABD desteğini; Hindistan’ın, Çin ve Pakistan’a karşı ABD desteğini ve genel olarak ASEAN ülkelerinin ise, Çin’e karşı ABD desteğini isteyebileceğini öngörmektedir. Öte yandan, bu dengeler aynı zamanda Çin ile daha yakın ekonomik ilişkiler ve ABD etkisine karşı dengeleme gibi birbiriyle çatışan ilişkileri de doğurabilecektir. Rusya ise, NATO’nun yayılma emelllerine karşılık Çin ile ittifak kurabilecek, öte yandan Çin’in etkisini azaltmak için Hindistan ile ortak olabilecektir.31 30 Uğur Yasin Asal, “ABD Siyasal Sistemi: Temel Dinamikler Ekseninde Teori ve Küresel Politika İlişkisi” http://www.usbed.org/dosyalar/news-abd-siyasal-sistemi-temel-dinamikler-ekseninde-teori-ve-kureselpolitika-iliskisi.html 31 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions, Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31 22 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Büyük güçler arasındaki ilişki düzenine bakıldığında, mevcut görüş farklılıklarına rağmen, karşılıklı bağımlılık düzeyine varacak şekilde geçirgen ve çok boyutlu ilişkiler olduğu görülmektedir. Rusya bir yandan ABD ile ticaret ve enerji alanlarında karşılıklı ilişkileri geliştirirken, öte yandan Çin ile enerji kaynaklarının arzı, silah sanayi ve güvenlik alanında işbirliği yapmaktadır. ABD ise, Asya-Pasifik’te Çin’in yükselen gücünü engellemek için denetleyici, kısıtlayıcı ve dengeleyici politikalar gütmekte ve Çin’i çevreleme politikası izleyerek bölgedeki etkisini zayıftlatmaya çalışmaktadır. Nitekim, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un 2012 yılında 10 gün süren dış gezisinde ASEAN’a daha aktif olması yönünde rol verilmesi, Afganistan’a 16 milyar dolar ekonomik yardım sağlanması hususunda anlaşılması, ABD’nin söz konusu stratejisinin izlerini yansıtmaktadır.32 ABD, aynı zamanda Hindistan, Pakistan, Japonya ve Tayvan ile stratejik işbirliği içerisinde bulunmaktadır. Ancak Hindistan, Çin ile ilişkilerini sürdürmeye devam etmektedir. Çin ise, kendisine karşı oluşturulan çevreleme politikasını etkisiz hale getirmek için bölgede daha ılımlı politikalar izlemekte, Hindistan ile diyaloga girmekte; serbet ticaret bölgesi kurulması girişimlerini desteklemekte ve askeri alanda ikili işbirliği gayretlerini yürütmektedir. Öte yandan AB, kutuplaşma politikası yerine, dış politikada sosyal ve ekonomik konulara ağırlık vermeyi tercih ederek, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmektedir.33 Değişen güç dengeleri bağlamında süreç içinde ABD’nin Asya-Pasifik’teki ticari çıkarlarını korumak için APEC’in hayata geçirilmesini desteklediği; ayrıca 2011 yılında Pasifiğin sekiz ülkesi (Vietnam, Avustralya, Yeni Zelanda, Bruney, Singapur, Malezya, Şili ve Peru) ile Trans Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi’ni34 kurduğu; Çin’in ise, daha önce kendisine karşı tehdit olarak algıladığı ASEAN tarafından oluşturulmak istenen Serbest Ticaret Bölgesi’ne destek verdiği ve ÇinASEAN Serbest Ticaret Bölgesi’nin 1 Ocak 2010 tarihinde kurulduğu gözlenmiştir. Öte yandan; Latin Amerika’da 13 Mayıs 2008 tarihinde Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Ekvator, Guyana, Paraguay, Peru, Surinam, Urugay ve Venezuela arasında kurulan Güney Amerika Uluslar Topluluğu (UNASUR) ile Rusya’ya karşı Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova tarafından kurulan Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü (GUAM), 21. yüzyıl küresel güç 32 Özdemir Akbal, “Asya-Pasifik’ten Orta Doğu’ya Clinton’la ABD Çıkarları”, 30 Temmuz 2012, http:// www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2012/07/30/6689/asya-pasifikten-ortadoguya-clintonla-abd-cikarlari 33 Ertan Efegil, Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009 34 Japonya’nın katılımıyla söz konusu yeni serbest ticaret bölgesinin dünya üretiminin yaklaşık %40’ını kapsayacağı belirtilmektedir. Çin’e karşı kurulan dev Trans-Pasifik büyüyor, 10.11.2012, http://www. yg.yenicaggazetesi.com.tr/ habergoster.php? haber=75349 23 Strateji Yazıları-I dengesinin oluşturulması kapsamında gerçekleştirilen hamlelere yönelik diğer örnekleri teşkil etmektedir.35 Amerika Birleşik Devletleri: ABD’nin Çin’e yönelik stratejisi George W. Bush döneminde ortaya çıkan “Çin’in artan askeri gücüne bağlı riskleri dengelerken, onu liberal bir dünya düzeni içinde sorumlu paydaş yapmak” düşüncesine dayanmaktadır. Çin’in, uzay, deniz ve füze alanlarında askeri modernizasyon programı ve artan siber savaş yetenekleri ABD’yi endişelendirmektedir. ABD-Çin ilişkileri silahlanma yarışı, yeni müttefik oluşumları, karşılıklı güvensizlik ve şüphenin artması gibi sebeplerle kritik bir noktaya ulaşmaktadır. ABD Kongresi’ndeki güçlü çıkar gruplarının mücadelesi dikkate alındığında, ABD’de Çin faktörü daha karmaşık hale gelmektedir. Pek çok Cumhuriyetçi Kongre üyesi realist bakış açısıyla Çin’i rakip olarak ele almakta ve bu yüzden sert bir dış politika talep etmekte; Çin tehdidine karşı ABD, Rusya, Japonya ve Hindistan arasında bir ittifak kurulmasını önermektedir. Bu nedenle ABD’nin, Japonya, Güney Kore, Hindistan ve ASEAN ile ilişkilerinin doğasını Çin faktörünün belirlemeye başladığı ileri sürülmektedir.36 Bu kapsamda Japonya, Çin’in yükselişinden ve üç milyonluk ordusunun modernizasyonundan tedirginlik duymakta ve dengeyi kendi lehine dönüştürmek için kendi konvansiyonel kuvvetlerini genişletmek ve nükleer güç edinmek konusunda baskı hissetmektedir. Dünyanın üçüncü en büyük ekonomisi olan Hindistan, Güney Asya’da etkisini sürdürmeye devam etmekte ve Çin’in kendi sınırlarına yönelik bir saldırısına karşılık ABD ile stratejik çıkarlarını bağlayarak dengeleme çabalarına ağırlık vermektedir. Hindistan’ın artan gücünü dikkate alan ABD, bölgedeki güvenlik konularında Hindistan’a daha büyük bir rol vermek arayışı içerisindedir. Öte yandan ABD ve Japonya, kendi ittifaklarını Asya politikalarının anahtar unsuru olarak görmelerine rağmen, Çin’in yükselişi bu ilişkiyi karmaşık hale getirmekte ve günümüzde her biri diğerinin Çin’e daha fazla yakınlaşmasından korkmaktadır. Japonya, aynı zamanda ABD ve Çin’in kendi politikalarında daha fazla etkili olmasını önlemek için Rusya ile ilişkileri geliştirmek istemektedir. Güney Kore’nin nükleer silahlarla ilgili agresifliği ise, Japonya’yı Deniz Temelli Uçuş Savunma Sistemi (SMD) için önleme füzeleri temin etmeye teşvik etmektedir. Bu kapsamda ABD stratejik nükleer güçleri 35 Bilgehan Emeklier, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslarararası Sistemin Analizi”, 4 Haziran 2010, http://www. Bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararassistemin-analizi&catid=113: analizler-sosyo-kultur&Itemid=151 36 Igor Zevelev, “A New Realism for the 21st Century”, 27 December 2012, http://eng.globalaffairs.ru/ number/A-New-Realism-for-the-21st-Century-15817 24 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler ile birlikte Japonya’nın SMD yeteneği, Çin’in stratejik nükleer çaydırıcılığını tehlikeye atma potansiyeli taşımaktadır.37 Günümüzde ABD ve Çin’in askeri kapasitesi, ABD lehinedir. 2011 yılında ABD’nin 711 milyar dolar askeri harcamasına karşılık, Çin 143 milyar dolar askeri harcama yapmıştır. ABD’nin nükleer silahları 50, kıtalararası balistik füzeleri ise, 25 kat daha fazladır Çin’den. Öte yandan, 2011-2012 döneminde ABD’de kişi başına düşen GSYİH, 48,112 dolar iken, Çin’de 5,445 dolardır. Bu veriler, Çin’in en azından yakın bir gelecekte ABD ile başa çıkamayacağını göstermektedir.38 Denge prensibi gereği günümüzde Çin-Rusya arasındaki politik ve askeri işbirliği, ABD ile AB arasındaki ilişkileri derinleştirmiş ve Atlantik-Avrupa entegrasyonuna yönelik çalışmalara hız kazandırmıştır. 1995 yılında oluşturulan Yeni Transatlantik Gündem, taraflar için yeni bir yol haritası çizmiş ve bu kapsamda; Orta ve Doğu Avrupa ekonomilerinin güçlendirilmesi, Rusya, Ukrayna ve yeni bağımsızlığını kazanan devletlerde demokrasinin güçlendirilmesi, Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması, İsrail-Filistin ilişkilerinin normalleştirilmesi ve Filistinlilerin uluslararası toplumda kabul görmesinin sağlanması, Türkiye’nin Transatlantik ortaklığın bir parçası olması yolunda demokrasisinin güçlendirilmesi gibi öncelikler belirlenmiştir. Transatlantik ilişkilerin derinleştirilmesi konusunda en ciddi gelişmelerden biri, ABD ve AB’nin 3 Şubat 2013 tarihinde aralarında bir Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) oluşturulması için müzakerelerin başlatılması kararını en üst siyasi seviyede almış olmalarıdır. TTIP, Çin’in büyüyen ticari kapasitesine karşı önlem niteliği taşıyan bir anlaşma olduğu gibi; yan etkileri bakımından dünya ekonomisini dalgalandıracak gelişmeleri tetikleyebileceği değerlendirilmektedir. 2012 yılı verileri AB bölgesi ile ABD arasındaki toplam ticaretin yaklaşık 500 milyar Avro olduğunu göstermektedir. AB bölgesine ABD yatırımı, ABD firmalarının tüm Asya’ya olan yatırımlarından 3 kat daha fazla; ABD’ye olan AB yatırımları ise, AB’nin, Çin ve Hindistan’a yaptığı toplam yatırımın 8 katı büyüklüğündedir. ABD ve Avrupa’nın dünya gayri safi yurtiçi hasılasının yaklaşık yarısını ve dünya ticaret hacminin ise, 1/3’ünü oluşturduğu göz önüne alındığında, bu anlaşmanın dünya dengelerini bozacak bir öneme sahip olduğu görülebilecektir. 39 Diğer taraftan, askeri alanda ABD ve AB arasında yaklaşık 50 yıla dayanan işbirliği, yeniden şekillendirilerek, NATO’nun günümüz şartlarına uyarlanması sağlanmaktadır. 2003 yılındaki “Berlin Plus” düzenlemesi, 2010 yılındaki 37 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions, Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31 38 Namrata Goswami,” Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions, Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31 39 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2013, s.69. 25 Strateji Yazıları-I Lizbon Zirvesi ve AB’nin güvenlik sorumluluğunu kendi başına üstlenmesi ve kuvvetlendirilmesi yönündeki NATO’nun “Yeni Stratejik Konsept”i bu amaç doğrultusunda atılan adımları oluşturmaktadır. Nitekim, Kuzey Afrika’yı AB’nin askeri sorumluluk alanında tanımlayan Yeni Stratejik Konsept’in ilk uygulamasının Libya müdahalesinde görüldüğü ve Kaddafi’nin devrilmesinde başta Fransa olmak üzere, AB güçlerinin başrol oynadığı ileri sürülmektedir.40 ABD’nin güvenlik sorumluluğunu paylaştırma ve Çin’i dengeleme politikasının bir diğer ayağını ise, Japonya oluşturmaktadır. Bu kapsamda; NATO benzeri bir ittifak yapısının Asya-Pasifik çemberinde oluşturulmaya çalışıldığı iddialarına sebep verecek şekilde Japonya, kendi askeri politikasını giderek NATO ve ABD ile uyumlaştırmaya ve birleştirmeye çalışmaktadır. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın etkisiyle 1947’de yürürlüğe giren Anayasası’nın 9. maddesi ile ordu bulundurmak hakkından feragat eden Japonya, ordusunu yeniden canlandırma ve yapılandırma kararı almış;41 ayrıca kendi Anayasa’sına aykırı olarak Savunma Ajansı’nı, Savunma Bakanlığı’na çevirmiş ve kendi topraklarında küresel füze kalkanına bağlanan ABD radar tesislerini konuşlandırmıştır. Anglo Amerikan ittifakının bir diğer parçası olan Avustralya ise, Japonya ile güçlü bir savunma anlaşması imzalamış ve kendisini emniyete almak için ülkenin Hint Okyanusu kıyısında Endonezya ve Malezya’nın altında yer alan Geraldton şehrinde yeni bir ABD askeri üssü inşa etmiştir. ABD, Kasım 2011’de Avustralya’ya uzun vadede 2500 Amerikan askeri konuşlandıracak olan bir plan konusunda da Avustralya Hükümeti ile anlaşma yapmıştır. Öte yandan, artan bir şekilde Japonya ve kıyı müttefikleri (Filipinler, Tayvan ve Singapur) askerileştirilmektedir.42 Avustralya ve Japonya arasındaki savunma anlaşması ve Japonya’nın Anayasası’nı değiştirme hareketi birlikte değerlendirildiğinde, Rusya ve Çin’e karşı NATO benzeri bir ittifak yapısının doğu kanadında kurulmaya başladığını söylemek abartılı olmayacaktır. ABD güvenlik stratejisinde temel öneme sahip bir diğer ülke ise, Hindistan’dır. ABD Başkanı Barack Obama, iki güç arasındaki ilişkiyi “21. yüzyılı şekillendirecek ortaklık” sözleriyle nitelendirmiştir.43 ABD-Hindistan arasında 1995’te başlayan ilişki çok hızlı bir şekilde gelişmiş; 2002-2010 yılları arasında ABD, Hindistan’a 6 milyar dolar tutarında savunma teçhizatı satmış ve 2010 yılına kadar Hint Okyanusu’nda 56 adet ortak tatbikat gerçekleştirilmiştir. Batı 40 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. 41 Japonya ordusunu yeniden kuruyor, 26 Temmuz 2013 http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_ id=299757 42 Mahdi Darius Nazemroava, “Global Military Alliance: Encircling Russia and China”, 5 October 2007, http://www.Global research.ca/ global-military-alliancce-encircling-russia-and-china/5605 43 US Department of Defense, “Report to Congress on US-India Security Cooperation”, Kasım 2011, s.2, http://www. defense.gov/pubs/ pdfs/20111101_NDAA _ Report_on_US_India_Security-Cooperation. pdf 26 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler açısından stratejik önemi artan Hindistan, Rusya ile ortaklığını devam ettirmekle birlikte, AB ve ABD ile daha yakın işbirliği içine girmiştir. Hindistan, 2010 yılında Fransa ile 20 milyar dolar değerinde bir nükleer reaktör anlaşması imzalamış; 2012 yılında da yeni tamamladığı bir adet nükleer enerjili denizaltıya ek olarak 2 adet denizaltı daha inşa etmeye yönelmiştir. Böylece, bu anlaşmalar Hindistan’ın Batı ile ortaklığını pekiştirmiş ve Çin’e gözdağı veren bir hamle olmuştur. ABD ve Hindistan, Hint-Pasifik’te koordinasyonu güçlendirmek ve karşılıklı bir anlayış inşa etmek üzere yaratıcı diplomatik çabalar içerisine de girmiş olup, 2011 yılı sonundan itibaren Japonya’yı da aralarına alarak birbiri ardı sıra dört başarılı toplantı gerçekleştirmişlerdir. Bu işbirliğinin önümüzdeki dönemde daha fazla gelişeceği öngörülmektedir.44 Öte yandan Asya-Pasifik bölgesinde devriye görevi yapan ABD Yedinci Filosu’nun gelecekte gücünün artırılacağı ve ABD’nin uluslararası füze sisteminin Asya-Pasifik kanadındaki ortaklarının Japonya, Güney Kore, Avustralya, Tayvan ve Filipinler olacağı belirtilmektedir.45 ABD’nin 2010 yılında açıkladığı Asya’ya yönelik “Pivot Politikası” kapsamında küresel sorumluluklarını bölgesel boyutta paylaştırdığı bir diğer ülke ise, Türkiye’dir. 2008 ABD ekonomik krizinin başlıca sorumlusu olarak görülen Ortadoğu’daki ABD varlığının sorgulanması, bölgede sorumluluğu, güç boşluğuna sebebiyet vermeyecek şekilde Türkiye’ye devredilmesi sonucunu doğurmuştur. ABD, stratejik ortaklıkların dışında bazı bölgelerde ise, kiralama yoluyla üslerini kurmakta olup, bu üslerden Afrika kıtasına yönelik olanı Cibuti’de, Orta Asya’ya yönelik olanı Kırgızistan’da, Latin Amerika’ya yönelik olanı Kolombiya ve Porto Riko’da kurulmuştur. ABD, Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika’da ise, mevcudiyetine sorumluluk paylaştırma yoluna gitmeden kendi mevcudiyeti ile devam etmeyi tercih eder görünmektedir. Öte yandan, savunma harcamalarının dörtte üçü ABD tarafından karşılanan NATO’nun küresel bir güvenlik örgütü olması yönündeki çabalar da eş zamanlı olarak yürütülmektedir. 2007 yılında ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Hollanda’nın emekli Genelkurmay Başkanları’nın birlikte yazdığı “Belirsiz Dünyada Büyük Stratejiye Doğru” başlıklı çalışmada, bugünün hükümetlerinin ve uluslararası kurumlarının gerçek zamanlı küresel iletişimle birbirine bağlanmış bir dünyanın gereklerini karşılayacak bir yeteneğe sahip olmadığı; bu kapsamda mevcut uluslararası kurumların kapsamlı bir gözden geçirmeye ihtiyacı olduğu belirtilerek, NATO’nun geleceğin güvenlik yapısının temel unsuru olarak hizmet etmeye en uygun kurum olduğu ileri sürülmüştür.46 Nitekim, genişleme sürecini 44 Yükselen Güçlerle İlişkiler, 9 Kasım 2013, http://www.incanews.com/m/?aType=haber&ArticleID=5471 45 Rick Rozoff, “U.S. Intensifies Military Encirclement of Chine”, November 19, 2012, http://www. boilingfrogspost.com/ 2012/11/19/u-s-intensifies -military-encirclement-of-china/ 46 General (ret.) Dr. Klaus Naumann, KBE, Former Chief of the Defence Staff Germany,Former Chairman Military Committee NATO; General (ret.) John Shalikashvili,Former Chairman of the Joint Chiefs of Staff ofthe United 27 Strateji Yazıları-I Bireysel Üyelik Eylem Planları ve Ortaklıklar (Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu girişimi, Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi, İstanbul İş Birliği Girişimi) şeklinde yürüten NATO, değişen güç dengesi algısı çerçevesinde 2012 yılında ilk defa belli bir coğrafyayla bağlantılı olmayan ve çoğunluğu Asya-Pasifik’te yer alan ülkeleri kapsayan (Afganistan, Avustralya, Irak, Japonya, Moğolistan, Yeni Zelanda, Pakistan ve Güney Kore) bir ortaklık programı olarak “Küresel Ortaklar Programı”nı başlatmıştır. NATO, 2013 yılında ise, Kolombiya ile bir Bilgi Güvenliği Anlaşması imzalamış ve böylece Kolombiya NATO ile iş birliği yapan ilk ve tek Latin Amerika ülkesi olmuştur.47 Rusya Federasyonu: Çin faktörü ABD’nin dünya genelindeki politikalarını etkilediği oranda, ABD-Rusya ilişkileri de bundan etkilenmektedir. ABD ve AB’nin Avrasya’daki yayılmacı politikalarına karşı RF, Çin ile yakınlaşarak Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’ın da katılımıyla 1996 yılında bir forum olarak kurdukları “Şanghay Beşlisi”ni, 2001 yılında “Şanghay İşbirligi Örgütü (ŞİÖ)” haline getirmislerdir. ŞİÖ ile baslangıçta askerî ittifak ve bloklaşma söz konusu degilken, Atlantikçi blogun Avrasya’daki yapılanması olgusuna karşı Asya-Pasifik dayanışmasının temelleri atılmıstır. Bugün Rusya dış politika düşüncesinde en etkili akım devletçi realist bakış açısıdır. Rus devletçileri ABD’nin küresel etkisini sınırlamak için Rusya’nın, eski SSCB topraklarındaki etkisini artırmasını istemektedir. Rus siyasi eliti içinde devletçi realistler önemli bir yer tutmakta olup, gündemlerinde ABD ile geçici herhangi bir koalisyon kurulması söz konusu değildir. Rus kamuoyu araştırma şirketi Levada Center tarafından 2012 yılında yapılan bir ankete göre; Rusların %35’i ABD’yi düşman olarak görürken, sadece %4’ü Çin’i bu kategori içerisinde değerlendirmektedir. Ancak, ABD ve Çin arasındaki güç dengesi değişmektedir ve önümüzdeki dönemde Çin’in artan hırsına karşılık verme ihtiyacı, Rusya’nın dış politika gündemininin başlıca unsuru olabilecektir. Gelecekte Rusya’nın Çin ve ABD’ye görece daha az güçlü, ancak birini diğerine alternatif olarak seçecek kadar yetenekli bir “Kanat devlet” olması muhtemel görünmektedir. Bu kapsamda Rusya, bazı konularda ABD, diğer konularda ise Çin ile geçici koalisyonlar oluşturabilecektir. Nitekim, Rusya şimdiden bir çok uluslararası güvenlik konularında ABD ile işbirliği yapmaktadır (Dünyanın en büyük uluslararası deniz savaş tatbikatı olan RIMPAC’a Rus Pasifik States of America,Former NATO Supreme Allied Commander in Europe;Field Marshal The Lord Inge, KG, GCB, PC, Former Chief of the Defence Staff United Kingdom, Admiral (ret.) Jacques Lanxade,Former Chief of the Defence Staff France Former Ambassador;General (ret.) Henk van den Breemen, Former Chief of the Defence Staff the Netherlands, “Towards a Grand Strategy for an Uncertain World, Renewing Transatlantic Partnership”, 2007, http://csis.org/files/media/csis/events/080110_grand_strategy.pdf 47 http://tr.wikipedia.org/wiki/NATO 28 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Filosu’nun katılımı gibi). Diğer taraftan Rusya, BM Güvenlik Konseyi (BMGK)’ni güçlendirmek ve çok kutuplu dünya düzenini savunmak gibi egemenlikle ilgili konularda Çin ile işbirliği yaparak ABD’nin küresel liderliğini dengelemeye çalışmaktadır. Bu kapsamda; BMGK’da kullanılan vetolar, Rusya ve Çin’in dünya meselelerindeki ortak bakış açılarını göstermeleri açısından önemlidir. 2007-2012 arasında BMGK’da kullanılan yedi adet vetonun beşinde Rusya ve Çin’in birlikte hareket ettiği (Myanmar, Zimbabwe, Suriye konularında) görülmektedir. Rusya ve Çin’in ortak vetolarının hepsinin, egemen devletlerin iç işlerine uluslararası müdahaleyi önleme amaçlı olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Rusya ve Çin, birçok küresel ve bölgesel konularda bağımsız, ancak paralel politikalar takip etmektedir.48 Öte yandan ŞİÖ’de Çin ve Rusya ilişkileri ayrı bir önem arz etmektedir. İki ülke arasında ortak askeri tatbikatlar, sınır devriyesi ve Çin’in Rusya’dan askeri teçhizat satın alma gayretleri de artmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti: Çin, son 30 yılda ekonomik büyümesi ve uluslararası alanda artan görünürlüğüyle önümüzdeki dönemin küresel güç mücadelesinde önemli bir eksen olacağını ortaya koymaktadır. Çin’in askeri ve teknolojik alanda son dönemde göstermiş olduğu ilerlemenin, yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmayacağı ve derin siyasi etkilerinin de olacağı tartışılmaktadır. Bu kapsamda; Çin’in dış politikada en önemli hedefleri; ABD ve Batı dünyasını ürkütmeden ekonomik ve askeri gelişimini tamamlamak, hızla artan enerji ihtiyacını karşılamak için Orta Doğu’da söz sahibi olmak ve Afrika, Orta Asya ve Latin Amerika gibi yeni enerji pazarlarına girmek, ŞİÖ, ASEAN ve APEC gibi uluslararası kurumlarla bölgede barış içerisinde kendi üstünlüğünü tesis edebilmektir.49 Yükselen ekonomik gücüne rağmen tam anlamıyla askeri ve siyasi olarak bir süper güç olmadığının farkında olan Çin, “Barış içinde bir arada yaşama” ilkesine dayanan barışçı bir dış politika takip etmektedir. Çin, günümüzde petrol ihtiyacının üçte birini dış ülkelerden karşılamakta olup, bu oranın 2020 yılında yüzde 50’ye ve 2030 yılında yüzde 80’e çıkacağı tahmin edilmektedir. Bu nedenle, ülke ekonomisini ayakta tutacak olan güvenilir petrol kaynaklarına ulaşmak Çin dış politikasının ana hedeflerinden biridir. Enerji kaynaklarına ulaşım açısından Ortadoğu ve Orta Asya, Çin için çok önemlidir. Orta Asya’da ABD’yi jeopolitik bir rakip olarak gören Çin’in Orta Asya politikası, daha geniş stratejik yaklaşım içinde, ABD’ye karşı çok kutuplu dünyanın yaratılması çabasıdır. 48 Igor Zevelev, “A New Realism for the 21st Century”, 27 December 2012, http://eng.globalaffairs.ru/ number/A-New-Realism -for-the-21st-Century-15817 49 Emine Akçadağ, Yükselen Güç Çin’in Dünden Bugüne Dış Politika Analizi, 17 Mart 2010, http://www. bilgesam.org/incele/865/-yukselen-guc-cin%E2%80%99in-dunden-bugune-dis-politika-analizi/#. U8TR4RhrPcs 29 Strateji Yazıları-I Uluslararası arenadaki Amerikan hegemonyasına karşı çok kutupluluğu sağlamak isteyen Çin, Rusya ile işbirliği yapmakta; bu kapsamda çıkarları örtüşen iki devlet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi nezdindeki işbirliklerinin yanı sıra, bölgesel forumlar inşa etmek ve başta silah satımı olmak üzere, askeri işbirliği yapmak, stratejik ortaklığın önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Silahın yanı sıra ileri teknoloji ürünleri, elektronik, telekomünikasyon ve nükleer enerji alanında da iki ülke önemli bir işbirliği sağlamıştır. Çin, küresel politikalarda etki düzeyi arttıkça, askeri harcamalarını artırma eğilimine girmiştir. ABD ve AB’nin 1989’dan (Tiananmen Olayları) itibaren Çin ile silah alışverişinin kısıtlanması, Rusya’ya boş alan bırakılmasına neden olmuş ve böylece Çin’in ithal ettiği silahlar arasında Rusların payı %80’e çıkmıştır. Çin ve Rusya, askeri işbirliklerini ortak tatbikatlarla da her geçen gün genişletmekte olup, taraflar ortaklaşa düzenledikleri tatbikatları ŞİÖ bünyesinde çok taraflı bir yapıya kavuşturmak istemektedir. Çin, aynı zamanda Pakistan’ın nükleer teknolojisinin üstü kapalı finansörü ve aracısı görevini yerine getirmekte olup; iki ülke halen iki yeni nükleer reaktör konusunda görüşmelere devam etmektedir. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü, 2010’da 1,6 trilyon doları bulan ve yüzde 43’ü ABD’ye ait olan askeri harcamalarda, ABD askeri harcamalarının hız kestiğini, buna karşılık Çin, Rusya ve Hindistan’ın silah alımlarını hızlandırdığını ve ordularını daha çok donattıklarını ifade etmektedir. Aynı kaynağa göre, 2001-2010 döneminde ABD’nin askeri harcamaları yüzde 81, Çin’inki ise, yüzde 189 artmıştır.50 2008 yılı rakamlarına göre Çin’in yıllık savunma harcamalarının 85 milyar dolar olduğu tahmin edilse de, Batılı düşünce kuruluşları gerçek rakamın bunun en az 2 ila 3 katı olduğuna inanmaktadır. Amerikan düşünce kuruluşu Rand Corporation’a göre Çin’in denizaltı alanında kaydettiği mesafe de dikkat çekmektedir. Çin’in 2002’de seyir füzeli 8 adet denizaltısı varken, bu sayı 2011’de 29’a çıkmıştır. Öte yandan Çin’in, füze teknolojisi, elektronik harp ve bilgisayar sistemleri ve siber savaş yöntemleri konularında da ciddi harcamalar yaptığı ve bu konularda önemli bir rakip haline geldiği kaydedilmektedir.51 Günümüzde uzay gücü, tıpkı 18. yüzyılda sahip olunan deniz gücünün muadili haline geldiğinden küresel hedefleri bulunan ülkeler, kapsamlı bir uzay kapasitesinden yoksun olduklarında küresel düzeyde başat rol oynayamayacaklarının farkına varmıştır. Bu nedenle Çin, Soğuk Savaş sırasında başlattığı uzay programını sağlam bir şekilde geliştirmektedir. Çin, 1960’larda ABD’nin uzay programının sadece uzaya astronot göndermekle sınırlı kalmayıp, 50 Mustafa Sönmez,” Güç Dengesi Değişiyor, Silahlanma Hızlanıyor”, 12 Ekim 2011, http://mustafasonmez. net/?p=1068 51 ABD’nin yeni savunma doktrini Çin’i kızdırdı, 14 Ocak 2012, http://www.dunya.com/abdnin-yenisavunma-doktrini-cini-kizdirdi-143291h. htm 30 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler bir kuşağa yetecek kadar mühendislik ve sistem entegrasyonu uzmanlığı sağladığını, bunun da ABD’ye 20. yüzyılın geri kalan yarısında ekonomik ve teknolojik üstünlük kazandırdığını fark etmiştir. Çin, bu bağlamda ABD’nin uzay sistemini kopya ederek işe başlamış ve Çin’in uzaya insanlı hava aracı gönderme programı son yirmi yıldır gözle görünür ve kayde değer bir ilerleme kaydetmiştir.52 Çin, bu arada kritik önemdeki diğer fırlatma araçları ve ileri iletişim sistemlerini de geliştirmektedir. Bu kapsamda Çin, 2015 yılında alçak dünya yörüngesine 25 ton gönderebilen yeni Long March 5’i fırlatacaktır. Ayrıca Çin’in navigasyon sistemi “Beidou”nun, Avrupa muadili “Galileo”dan önce, 2020 yılından önce, operasyonel olması; önümüzdeki on yıl içinde ay yüzeyine bir “Tailkonaut (Batılıların, Çinli astronotlara verdiği isim)” indirmesi beklenmektedir. Çin, uzayın askeri operasyonlar açısından rolünü de görerek, bu kapsamdaki yeteneklerini geliştirmek için gayret sarfetmektedir. Çin, aynı zamanda uzayı dış politika planlamasına dahil etmiş görünmektedir. Bu bağlamda kalkınmakta olan ülkelere yönelik olarak “Anahtar teslim uydular” geliştirmekte; aralarında Nijerya ve Venezuela dahil olmak üzere, bir dizi ülkeye yerli üretim ve işletime sahip telekomünikasyon ve uzaktan algılamalı uydu temin etmektedir. Uzayın bu çift taraflı kullanımı Çin’in kritik bölgelerde kalkınmakta olan ülkelere destek kisvesi altında potansiyel askeri destek verebileceği anlamına gelmektedir.53 Yapılan öngörülere göre Çin, 2020 yılında ticari uzay mekiği ve uydu fırlatma piyasasının yarısını ele geçirmiş olacaktır. Bununla birlikte, Çin’in ticari uzay ürünlerinde kesin bir üstünlük elde edeceği belirsizdir. Keza, önümüzdeki yıllarda “Long March”ın fırlatma sistemlerinin, Kazakistan’dan fırlatılan Rus yapımı “Proton” roketleriyle rekabet edemez duruma gelmesi olasılık dahilindedir. Bölgesel olarak bakıldığında, önümüzdeki dönemde Asya’da kurulacak güçlü bir bölgesel uzay işbirliği, Asya’nın Batı açısından oldukça güçlü bir rakibe dönüşmesini sağlayabilecektir. Rusya hariç, diğer BRIC ülkeleri uzay konusunda ciddi bir kapasiteye sahip değildir. 2025 yılında Çin’li bir astronotun uzay yüzüne çıkması halinde, Avrupa teknolojik ve ekonomik anlamda Çin’in gerisine düşecektir. Diğer taraftan ABD, her yıl uzaya 60 milyar dolar harcamaktadır. Bununla birlikte, bütçede yapılan kısıntılar nedeniyle ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), alçak dünya yörüngesinin ötesine geçmek için gereken ağır fırlatım araçlarını henüz üretememiştir. NASA’nın, bütçedeki kısıntılar nedeniyle 2020’den önce söz konusu fırlatım aracını üretemeyeceği tahmin edilmektedir. ABD’nin uzaydaki diğer önemli ortağı Japonya da, bütçesinde önemli kısıntılarla 52 Vincent G.Sabathier ve G.Ryan Faith, “Çin’in Uzay Programının Küresel Etkileri”, 17 Ağustos 2013, http:// yenidunyagündemi.com/ haber-102-cin%E2%80%99in_uzay_programinin_kuresel_etkileri.html 53 Vincent G.Sabathier ve G.Ryan Faith, “Çin’in Uzay Programının Küresel Etkileri”, 17 Ağustos 2013, http://yenidunyagündemi.com/haber-102-cin%E2%80%99in_uzay_programinin_kuresel_etkileri.html 31 Strateji Yazıları-I karşı karşıya olduğu için yakın zamanda uzay programını ilerletemeyecek görünmektedir.54 2007 yılında uzaydaki 850 uydudan 440’ına (%53) sahip olan ABD’ye karşı sadece %4’lük kısmı elinde tutan Çin, bu alandaki çalışmaları neticesinde bugüne gelindiğinde üç bin merkezde onbinlerce kişiyi istihdam eden bir uzay sektörüne ve üç uydu fırlatma merkezine sahip bulunmaktadır. Çin, ayrıca tablet bilgisayarların dokunmatik ekranlarında kullanılan Evporyum, Tantalum, Hafniyum; internet kablolarının temel maddesi olan Erbiyum, bilgisayar işlemcilerini besleyen Disporyum ve güneş enerjisi elde etmede kullanılan Tellür gibi elementler konusunda dünya ihtiyacının %97’sini karşılamaktadır. Bu nadir elementler üzerindeki Çin tekeli, bu elementlere sanayisi bağımlı ABD ve Japonya üzerinde aynı zamanda bir dış politika aracı olarak da kullanılmaktadır.55 Çin’in Amerika ile ilişkilerine bakıldığında; ilk olarak Amerika ile dönem dönem sorun arz eden ilişkiler göze çarpmaktadır. Günümüzde Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki en önemli sorun Tayvan bölgesidir. Uzun yıllardır devam eden bu sorunda bazı dönemlerde anlaşmaya varılsa da, kalıcı bir çözüm bulunamamıştır. Çin ile ABD arasındaki ilişkiler birbirlerini dengeleme amaçlı olsa da, karşılıklı ekonomik bağımlılıklar çatışma riskini azaltmaktadır. Çin’in ABD’ye ihracatı son 15 yıl içinde %1600 artmıştır. ABD’nin Çin’e ihracatı ise, aynı dönemde 7 katına çıkmıştır. Çin’in ihracat odaklı ekonomik büyümeyi sürdürebilmesi için, ABD pazarının büyümesine ihtiyacı vardır. Başka bir deyişle, Çin ile ABD, ekonomik manada birbirlerine bağımlı hale gelmişlerdir. Bu nedenle, ilişkilerin karmaşıklaştığı günümüz dünyasında ekonomik, askeri ve politik boyutta tam bir kutuplaşmadan bahsetmek güç görünmektedir. Nitekim, Çin’in askeri alanda modernizasyonunu 1978 yılından beri ABD’nin temel müttefiklerinden biri olan İsrail üstlenmektedir. 1989 Tiananmen Olayları’ndan beri AB üyelerinin Çin’e silah satmaları yasaklanmış olsa da, savunma teçhizatını başka ülkeler üzerinden Çin’e satanlar arasında Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere de bulunmaktadır.56 Küresel Güç Mücadelesinin Bölgelere Yansımaları Küresel karşılıklı bağımlılığın artmasına rağmen, aktörler arasındaki temel çıkarlar çatışmakta ve stratejik rekabet sürmektedir. Bu kapsamda, gücün dağılmasının hem yerleşik ve yükselen güçler arasında, hem de yükselen güçlerin kendi aralarında süregelen stratejik rekabeti şiddetlendirdiği; Soğuk Savaş 54 Vincent G.Sabathier ve G.Ryan Faith, “Çin’in Uzay Programının Küresel Etkileri”, 17 Ağustos 2013, http:// yenidunyagündemi.com/ haber-102-cin%E2%80%99in_uzay_programinin_kuresel_etkileri.html 55 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. 56 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. 32 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler döneminde SSCB’ye karşı uygulanan ve başarılı olan “Çevreleme” stratejisinin günümüzde Çin ekseninde işleme konulmuş olduğu gözlemlenmektedir. Öte yandan, ABD’nin soğuk savaş sonrası dönemdeki kaba güç kullanımı ve “Demokratik müdahaleler” süreci, başta Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika olmak üzere, ekonomisi ve demokrasisi henüz gelişmemiş ülkelerin yer aldığı bölgelerde söz konusu ülkelerin mevcut yapılarını korumak için dengeleme arayışlarını yoğunlaştırmıştır. Gelecek yıllarda en keskin mücadelelerin, jeopolitik fay hatlarının kırılgan olduğu bölgelerde, çevresini kontrol ederek kendi değerlerine ve çıkarlarına göre düzen ve istikrar sağlamaya çalışan güçler arasında olacağı tahmin edilmektedir. Kafkasya Bölgesi: Kafkasya, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında, Kafkas Dağları üzerine yerleşmiş; Orta Asya ve Ortadoğu arasında bir nevi köprü vazifesi gören, Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye ve İran’ın bir bölümünü içeren stratejik öneme sahip bir coğrafyadır. Bölge, mevcut önemine ilaveten zengin petrol ve doğalgaz rezervleri dolayısıyla “21. yüzyılın yeni Ortadoğusu” olarak öngörülen Hazar Havzası’na yakınlığı ve doğu-batı enerji koridoru üzerinde bulunuşu gibi nedenlerle büyük bir jeopolitik ve jeoekonomik değer kazanmıştır. Bölgede karşılıklı güç dengeleri söz konusudur. Bu güç dengesinin bir tarafında ABD ile ittifak içinde olan Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan; diğer tarafında Rusya ile ittifak içinde olan Ermenistan ve İran bulunmaktadır. 11 Eylül olayları sonrasında ABD ve genel anlamda Batı, Orta Asya ile bağlantısını büyük ölçüde Güney Kafkasya üzerinden sağlamıştır. Batı için Güney Kafkasya; Rusya ve İran’ı çevrelemek; bölgedeki doğal kaynakların uluslararası piyasalara çıkarılmasını güvenli bir biçimde sağlamak; küresel politikalarda üs olarak kullanmak ve aynı zamanda bu amaçlar doğrultusunda Türkistan’a (Orta Asya’ya) ulaşmak konusunda köprü olarak kullanmak (ki, Türkistan bölgesi Rusya’yı güneyden, İran’ı doğudan, Çin’i kuzeybatıdan çevrelemek açılarından da ) bakımlarından önem taşımaktadır. Rusya açısından ise; güneye (yayılmacılık stratejilerinde Hint Okyanusu’na) inmek için kısa bir yola kavuşmak; kuzeydoğuya/doğuya yönelme çabaları bulunan diğer devletleri sınırlarından uzakta tutmaya çalışmak; uluslararası piyasalara alternatif doğal kaynak sunulmasını engellemek ya da en azından sınırlamak, böylece bu tür kaynakların alıcısı konumundaki devletlerin kendine olan bağımlılığını mümkün olduğunca korumak, ayrıca bağımsızlığına yeni kavuşmuş devletlerin bağımsızlıklarını güçlendirmelerini engellemek; ABD’nin bu bölge üzerinden Türkistan’a ulaşma olanaklarını sınırlandırmak ve belki de en önemlisi Hazar ve Karadeniz bölgeleri 33 Strateji Yazıları-I bakımından Kafkasya’nın kendisi için stratejik konuma sahip olması nedenleriyle önem arz etmektedir.57 İran, 2000’li yıllarda nükleer programından kaynaklanan sorun şiddetlendikçe ve Batılı güçlerin (Özellikle de ABD ve İsrail’in) askeri ve siyasal açıdan hedefi olma konumu güçlendikçe Güney Kafkasya’yı “Milli güvenlik riski” taşıyan bölge olarak nitelemiştir. Çin için, küresel güç olma yolunda yeni bir pazara ve genel olarak ekonomik çıkar alanına sahip olmak; bölgeden ve bölge üzerinden kendisine yönelebilecek tehditleri (Özellikle ABD’nin Çin’i çevreleme girişimleri ve Çin’in toprak bütünlüğüne yönelik girişimleri) sınırlandırmak; bölgedeki enerji kaynaklarına ulaşarak kendisi için kaynak çeşitliliği yaratmak bakımlarından Kafkasya önem taşımaktadır.58 Ortadoğu’nun uzantısı olarak değerlendirilebilecek olan Kafkasya, günümüzde yerel cumhuriyetler, iç aktörler ve dış güçler arasında yoğun bir mücadeleye sahne olmaktadır. Türkiye, Rusya ve İran ile stratejik işbirliği doğrultusunda adımlar atsa da; Rusya, Ermenistan ve İran arasında Gürcistan, Azerbaycan ve Türkiye’ye karşı Kafkaslarda bölgesel bir eksen mevcuttur. Bölgede Gürcistan en hızlı silahlanan ülkelerden biridir. Gürcistan’ın askeri faaliyetlerini artırmasına ve NATO’nun Kafkaslardaki gizli gündemine karşılık vermek için, Rusya, Kuzey Kafkaslardaki Rus birimlerini güçlendirmekte ve Ermenistan’daki askeri varlığını genişletmektedir. Bu kapsamda, Rusya ve Ermenistan Ağustos 2010′da iki taraflı bir askeri anlaşma imzalamıştır. 59 Öte yandan İran ile Batı arasındaki ilişkilerin ısınması, Gürcistan’a güvenin azalması ve diğer süreçler ABD’nin Güney Kafkasya politikasında jeostratejik hedeflerinin belirsizliğine neden olmuş; böyle bir ortam ise, Ermenistan’ı ABD politikasında önemli kılmaya başlamıştır.60 Diğer taraftan Gürcistan’ın, Güney Kafkasya’da ABD, AB ve Rusya’nın çıkarlarını ne şekilde maksimize edebileceği netlik kazanmamış ise de, Gürcistan’ın Hazar-Karadeniz havzasında enerjiden güvenliğe Rusya’nın güney aksında sahip olduğu stratejik önem, Rusya-Gürcistan diyalog kanallarının açık tutulmasını gerektirmektedir.61 Çin ise, bölgede fazla dikkatleri çekmeden Azerbaycan ve kısmen de Ermenistan ile iyi ilişkiler geliştirmektedir. Bu kapsamda Çin-Gürcistan-Azerbaycan’ın özellikle İpekyolu 57 Araz Aslanlı, “Yeni Küresel Mücadelede Kafkasya ve Karabağ Sorunu”, Eko-Avrasya Yayınları, Eylül 2013, http:// ekoavrasya.net/ images/upload/attachments/KARABAG.pdf 58 Araz Aslanlı, “Yeni Küresel Mücadelede Kafkasya ve Karabağ Sorunu”, Eko-Avrasya Yayınları, Eylül 2013, http:// ekoavrasya.net/ images/upload/attachments/KARABAG.pdf 59 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.Wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 60 ABD’nin Güney Kafkasya’daki Öncelikleri, 31 Mayıs 2014, http://politikaakademisi.org/abdnin-guneykafkasyadaki-oncelikleri/ 61 Kerim Has, Güney Kafkasya’da Değişen Konjonktür: Moskova-Tiflis Hattında Normalleşme Sancıları, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, Analiz No:21, Nisan 2013 34 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler projesi ve toprak bütünlüklerine verdikleri önem bağlamında ortaklıklarını sürdürdükleri vurgulanabilir. Güney Kafkasya, hem direkt kendisinden kaynaklanan değerleri (Stratejik konumu, doğal kaynakları vb.), hem de yeni küresel mücadelenin en önemli sahalarından olan Karadeniz, Hazar havzası, İran ve Orta Asya bölgelerine sınır olması dolayısıyla önemini sürekli artırmaktadır. Özellikle Avrupa’nın enerji güvenliğinin sağlanması konusunda oynamaya başladığı rol Güney Kafkasya’nın Batı gündemindeki yerini kalıcı hale getirmiştir. ABD ve müttefiklerinin 11 Eylül olaylarından sonra Afganistan’daki askeri varlığı Batı için; İran’ın hemen hemen tüm yönlerden çevrelenmesi ise, İran ve Rusya için Güney Kafkasya’nın geçiş yolu olarak önemini artırmıştır. Günümüzde Güney Kafkasya’da çıkarlarını en fazla maksimize eden devletler ABD ve Rusya olup; bu iki devlet, hem sahip oldukları olanakları ve tarihsel ilişkilerini iyi kullanarak, hem de aktif politikalar takip ederek, bölgeye ilişkin stratejilerini büyük ölçüde başarıyla sürdürmektedir. Bölgede Rusya-ABD çekişmesi soğuk savaş şeklinde devam ederken, Türkiye, İran, Çin, İsrail, Almanya ve bazı Arap ülkelerinin gelecek dönemlerde bölgede sahip oldukları araçlarla bu mücadelede açık veya örtülü olarak daha aktif yer alabilecekleri öngörülmektedir.62 Balkanlar Bölgesi: Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki askeri operasyonlar için bir merkez konumundadır. İran’ın, Ortadoğu’daki rolüne benzer şekilde, eski Yugoslavya Cumhuriyeti, ABD ve NATO’nun, Balkanlardaki kontrolünü konsolide (birleştirme) etmesini önleyebilecek bir güç niteliğindeydi. Yugoslavya’daki etnik gerginliklerin fitilinin ateşlenmesinin arkasında eski Yugoslavya’nın jeostratejik konumunun rol oynadığı düşünülmektedir. Günümüzde Sırbistan, bir yandan AB ve ABD, diğer yandan Rusya ile yakın ilişkiler içerisindedir. Sırp Cumhuriyeti’nin sonu, AB ve Amerika tarafından desteklenen Kosova eyaletinin kaderine bağlı görünmektedir. Öte yandan Tuna Nehri, Sırbistan için Karadeniz’e ve Rusya’ya açılan bir can simididir. Bunu önlemek için Tuna Nehri’ne sınırı olan tüm ülkelerin kontrol edilmesi gerekmektedir. Tuna Nehri’ne sınırı olup da AB ve ABD ekseninde olmayan tek ülke Moldova’dır. Moldova, Rusya tarafından Sırbistan ve Doğru Avrupa’daki Rus pozisyonununu güçlendirmek için kullanılmaktadır. Nitekim, Moldova’daki “Twitter Devrimi” de Balkanlardaki bu mücadelenin bir uzantısı ve eski Yugoslavya’daki olaylar ve Kosova sorunu ile bağlantılı gözükmektedir.63 62 Araz Aslanlı, “Yeni Küresel Mücadelede Kafkasya ve Karabağ Sorunu”, Eko-Avrasya Yayınları, Eylül 2013, http:// ekoavrasya.net/ images/upload/attachments/KARABAG.pdf 63 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http:// dunyadanceviri.wordpress. com /2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-darius-nazemroaya/ 35 Strateji Yazıları-I Ukrayna’nın durumu ise, soru işareti barındırmaktadır. Ukrayna, stratejik konumu itibariyle Rusya’nın savunmasının merkezindedir. Ukrayna-Kazak geçidinin bloke edilmesi halinde, Rusya, güney sınırı olan Kafkasya’dan ayrılmış olacaktır. Ukrayna, aynı zamanda Odessa ve Sivastopol gibi iki kritik limana ev sahipliği yapmaktadır. Rusya’nın bu limanlarla ticari ve askeri erişiminin kaybı, Rusya’nın Karadeniz’deki etkisini azaltacak ve Akdeniz’e ulaşımını ortadan kaldıracaktır. Bu nedenle, Ukrayna ve AB arasındaki sıkı bir entegrasyon, Rusya’nın ulusal güvenliği açısından hayati tehdit taşımaktadır.64 Bu kapsamda Ukrayna’daki son gelişmelerin en büyük destekçilerinin AB ve ABD olduğu; bu ülkeler üzerindeki kontrol mücadelesinin bölgedeki gerginliklerin kaynağını oluşturduğu değerlendirilmektedir. Öte yandan Sırbistan’ın Tuna Nehri’ne kıyısı, Vojvodina Özerk Bölgesi’nde bulunduğu için Vojvodina’yı Sırbistan’dan ayırmaya dönük örtülü çabalar gerçekleştirildiği ileri sürülmektedir.65 Diğer taraftan; Romanya’nın NATO üyesi olması sonrasında ABD, geçici üs, ikili işbirliği, NATO çerçevesinde ikili ve çok uluslu ilişkileri vasıstasıyla Karadeniz’deki varlığını artırmış ve süreklilik kazandırmıştır. Dış politika analistlerine göre; Romanya, Karadeniz bölgesinde bulunmasının yanı sıra, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Körfez bölgesine yakınlığı nedeniyle stratejik bir konuma sahiptir. ABD’nin, Romanya’dan temel beklentisi, Karadeniz’e açılım sağlayacak ortamı sunması, ayrıca Afganistan’a kadar olan Avrasya bölgesinde ABD’nin yapacağı operasyonlara askeri ve lojistik üs ve kolaylıklar sağlamasıdır. Nitekim, 13 Eylül 2011 tarihinde yayınlanan ortak deklarasyonla iki ülkenin “Stratejik ortak” olarak ilan edilmesi, yine aynı tarihte NATO Füze Kalkanı Projesi kapsamında “EPAA-Avrupa Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşımı” çerçevesinde Amerikan SM-3 (Karaya konuşlu versiyonlar) füzesavar füzelerinin Romanya’ya konuşlandırılması kararı verilmesi ve 18 Ekim 2013 tarihinde Deveselu Hava Üssü’nde füzelerin konuşlandırılacağı tesislerin temelinin atılması bu yöndeki gelişmeler kapsamındadır. Deveselu Üssü’ndeki temel atma töreni sonrasında yapılan açıklamada Romanya’daki Mihail Kogălniceanu hava üssünde bir Amerikan ileri harekat noktasının teşkil edileceği; ABD’nin Afganistan’daki harekatın personel ve lojistik desteği için kullandığı Manas üssü’nün rolünün Romanya’daki Mihail Kogălniceanu Üssüne geçeceği ifade edilmiştir. Bu gelişmeyle ABD’nin, Karadeniz’deki askeri varlığı daha da artmış olmaktadır.66 64 George Friedman, “Perspectives on the Ukrainian Protests”, Geopolitical Weekly, January 28, 2014, http:// www. stratfor.com/ weekly/perspectives-ukrainian-protests 65 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 66 Cahit Armağan Dilek, “ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz’de”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/abd/2013/11/25/7315/abd-romanya-stratejikortakligi-abd-artik-surekli-karadenizde 36 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Ortadoğu Bölgesi: Ortadoğu, küresel ekonomi açısından enerji merkezi konumundadır. Başka bir deyişle, modern endüstriyel dünyanın kalbi Basra Körfezi’nde atmaktadır. Soğuk Savaş döneminde sistem düzeyinde rekabet unsuru olan SSCB-ABD güç dengesi, Ortadoğu bölgesinde bölge ülkelerinin silahlanma yarışına doğrudan etki yapmış; SSCB yanlısı ülkeler silah ve teçhizat sistemleri ile ulusal güç maksimizasyonuna giderken, başta Suudi Arabistan olmak üzere Yemen, Katar ve Ürdün gibi ülkeler ABD yanlısı politikalar izlemiş ve 1948 yılında İsrail’in kuruluşundan sonra İsrail bölgede ABD’nin en önemli müttefiki haline gelmiştir.67 Günümüzde ise, ABD’nin küresel üstünlüğü azaldıkça, küresel güç yapısı da değişim göstermektedir. Bu güç değişiminin sonuçları ise, en çok Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde hissedilmektedir. Her ne kadar ABD siyaset yapıcıları ABD’nin Ortadoğu’ya olan sarsılmaz bağlılığını vurgulamaya devam edecek olsa da, Ortadoğu’da ABD gücü ve angajmanının maksimum noktaya ulaştığı değerlendirmeleri yapılmaktadır. Önümüzdeki 20 ila 30 yıl içinde mevcut enerji paradigmasında bir değişim yaşanmaması halinde, küresel enerji talebinde %50 oranında bir artış olacağı öngörülmektedir. Söz konusu bu artışın OECD ülkelerinden ziyade, BRICS ülkelerinden gelmesi beklenmektedir. Günümüzde olduğu gibi önümüzdeki 20 yılda da Hürmüz Boğazı’nın petrol tedariki konusunda başta Asya-Pasifik ülkeleri olmak üzere, küresel önemini koruması beklenmektedir. Ülkeler için enerji kaynaklarının paylaşımı, enerji arz güvenliğinden daha büyük bir problem haline gelecektir. Bu noktadan sonra dünya enerji tüketiminin büyük bir bölümünü gerçekleştiren ABD, AB ve geleceğin ekonomik devi olarak değerlendirilen Çin arasındaki stratejik enerji mücadelesinin şiddetleneceği öngörülmektedir.68 Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporuna göre; ABD 20 yıl içerisinde dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz üreticisi olacak ve ihracatta Suudi Arabistan’ı geçecektir. Buna karşın Çin ve Avrupa ülkelerinin Ortadoğu bölgesinden ithalatı ise, katlanarak büyüyecektir. Bu durum Ortadoğu üzerindeki siyasal mücadelenin bir süre daha devam edeceğini, ancak ABD’nin Ortadoğu bölgesiyle ilişkisindeki önceliğini, bu bölgeden enerji temin edenler üzerinde kontrol sağlamak şeklinde olacağını göstermektedir.69 ABD büyük ihtimalle İsrail’in başlıca güvenlik garantörü olmaya ve aynı zamanda Mısır ve Ürdün gibi ülkelerin İsrail ile barış içinde kalmalarını sağlayacak istikrarı sağlamaya; öte yandan kitle imha silahlarının yaygınlaşması ve terörizm 67 Uğur Yasin Asal, “Ortadoğu’da Güçler Dengesi Teorisi”, http://uguryasinasal.com/gucler-dengesiortadoguda-neler-oluyor/ 68 Cenk Sevim, “Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği”, Journal of Yaşar University, 2012 26(7) 43784391 69 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, Timaş Yayınları, İstanbul 2013, s.50-60 37 Strateji Yazıları-I konuları çerçevesinde bölgeye olan ilgisini sürdürecektir, ancak enerji arzı çıkarları azaldığı ve savunma bütçesi daraldığı sürece, İran Körfezi petrolünün serbest akışını emniyete almak için daha az istekli olacaktır. Bu kapsamda Çin ve Hindistan’ın, ABD’nin bu rolü için gelecekte adım atıp atmayacağı hususu açık değildir. Ancak açık olan şey, ABD’nin bölgeye olan ilgisinin azalmasının bölgesel aktörlerin hesaplarını önemli ölçüde etkiyebilecek olmasıdır.70 Nitekim, ABD’nin Irak’tan çekilmesini müteakip, Arap dünyasındaki protestolar artmış ve söz konusu protestolar Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Körfez bölgelerinde devrimlere dönüşmüştür. Bu kapsamda yeni güç kümelenmeleri ortaya çıkmış; Türkiye, Mısır ve Katar gibi yeni liderler hem daha bağımsız dış politika gütmeye başlamış, hem bölgede daha fazla sorumluluk üstlenmiştir. Öte yandan Arap dünyasında değişen küresel güç yapısının avantajlarını dikkate alan dönemin Mısır devlet başkanı Mursi, ilk yurtdışı gezisini Çin’e yaparak kendi “Asya eksenini” açıklamıştır.71 2010 yılındaki halk ayaklanmalarından sonra Mısır, İran, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye bölgesel dinamiklerin başlıca şekillendiricileri olarak davranmaktadır. Mısır bu bağlamda coğrafi konumu, nüfusu ve tarihi ile bölgesel olaylarda merkez olmaya devam etmektedir. İsrail ise, kendi stratejik çevresindeki değişiklikleri kaygıyla izlemektedir. Mübarek rejiminin düşmesi ile İsrail bir müttefikini kaybetmiştir. Müslüman Kardeşler liderliğindeki Hükümetin devrilmesinden sonra dahi, İsrail Mısır’daki istikrara ilişin kaygılarını sürdürmektedir. Bu gelişmelere rağmen İsrail’in ekonomisi güçlenmiş, enerji ithaline olan bağımlılığı azalmış ve çaydırıcılığı artmış görünmektedir.72 İran ise, Ortadoğu’nun Yugoslavya’sı konumundadır. Başka bir deyişle, İran ve Ortadoğu, Rusya ve Çin’in kıta aşırı çevrelenmeye karşı direnişinin temel direğini oluşturmaktadır. Çizginin bir yanında ABD, İngiltere, Mısır, İsrail ve Suudi Arabistan yer alırken, diğer tarafında İran ve Ortadoğu’da dış müdahaleye karşı çıkan ve ABD tarafından “Radikaller” adı verilen güçler (İsrail, ABD ve Mahmud Abbas’a karşı olan tüm Filistinli gruplar; Lübnan, Hizbullah, Özgür Yurtsever Hareketi, Emel Hareketi, El Marada Hareketi, Lübnan Komünist Partisi, Lübnan Demokratik Partisi, Lübnan İslami Cephesi, Devrimci Ermeni 70 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November 2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org / fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_ whatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf 71 The Mediterranean Region in a Multipolar World: Evolving Relations with Russia, China, India and Brazil, Mediterranean Paper Series 2013, GMF, http://www.gmfus.org/wp-content/blogs.dir/1/files_ mf/1361299704BakhtinEtAl_ multipolarWorld _Feb13_web.pdf 72 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November 2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org / fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_ WhatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf 38 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Federasyonu (Taşnak), Lübnan Suriye Sosyalist Ulusal Partisi ve bunların Lübnan’daki diğer siyasal müttefikleri; Irak Direnişi’ni oluşturan çeşitli siyasal ve savaşçı Irak grupları; Yemen’deki isyancı gruplar; Sudan, Suriye, vb.) yer almaktadır.73 İran, süreç içinde bütün yaptırımlara rağmen, hayatta kalma yeteneğini kanıtlamış; Irak üzerindeki etkisini artırmış ve Suriye’yi kendi müttefiki olarak korumayı başarabilmiştir. Ancak, bölgede artan mezhepci kutuplaşma İran için gerçek bir tehlike oluşturmaktadır. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde küresel ölçekte Batı ile ve bölgesel ölçekte Suudi Arabistan ile yumuşama girişimleri olacağı öngörülmektedir. Batı ile yumuşama politikasının başarıya ulaşması, sadece İran’ın konumunu güçlendirmeyecek, aynı zamanda genel olarak bölge dinamiklerini de etkileyebilecektir. Suudi Arabistan ise, bölgedeki güç sahalarında kutuplardan biri haline gelmiştir. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler ve onun seçime dayalı İslami yönetim modelini kendi ideolojik yapısına bir tehdit olarak görmektedir. Kaynakları dikkate alındığında Suudi Arabistan’ın Mısır, Suriye veya Yemen’deki olayları destekleyip desteklememesi sonuç üzerinde belirleyici olabilmektedir. Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın askeri gücü sınırlı olup, kendi güvenliği ABD’nin korumasına bağlıdır. Bu stratejik zayıflığı göz önüne alan Suudi yönetimi ABD’nin kendisini yalnız bırakabileceği korkusuyla, ABD’ye karşı güvensizlik duymaya başlamış ve bu güvensizlik Kasım 2013’te Suudi Arabistan’ın BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini reddetmesiyle su yüzüne çıkmıştır. Öte yandan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’ın son yıllardaki iddialı politikalarına karşılık olarak Körfez monarşileri arasındaki geleneksel liderliğini tekrar ileri sürmeye başlamıştır. Katar, Arap Baharı sürecinde kendi ağırlığının ötesinde Libya ve Mısır’daki muhalif hareketi, askeri, medya ve maddi açılardan desteklemiş ve Suriye muhalefetinin ana finansörü olmuştur. Bununla birlikte Katar’ın bölgesel gündemi kendini Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile çatışmaya sürüklemiş görünmektedir. Öte yandan Irak, uzun yıllar süren işgal ve sivil savaştan sonra tedricen ekonomik gücünü yeniden kazanmaya başlamış olmasına rağmen, mezhepçi olmayan bir siyasi sistem kuramamış olması yüzünden Irak’ın mevcut ülkesel bütünlüğü risk altındadır. Suriye’de ise, geniş tabanlı bir hükümet kurulsa dahi, bunun yıllar alacağı öngörülmektedir.74 73 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 74 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November 2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org / fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_ WhatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf 39 Strateji Yazıları-I Ortadoğu’da sadece jepolitik değil, aynı zamanda siyasi-kültürel özelikler Suriye savaşının dinamiklerine bağlı görünmektedir. Suriye’nin etnik, mezhepsel ve dini-politik ayrışmasının gerçekleşmesi Ortadoğu’da çok etnikli, çok mezhepli devlet düşüncesini ortadan kaldırabilecektir. Bu kapsamda Irak ve Suriye’deki Kürt çoğunluğun yaşadığı alanlarla ilgili olabilecek değişiklikler ve bunun bölgedeki diğer ülkelere yansımaları beklenebilecek gelişmelerdir. Öte yandan, Suudi Arabistan’ın önümüzdeki 10-15 yıl içinde bir değişim sürecine girmesi muhtemel görünmektedir. Suudi Arabistan’ın sosyodemografik gelişimi, mevcut siyasi, sosyo-ekonomik yapısı geleceği karşılamakta yetersiz olacağı için muhtemelen bireysel özgürlükleri genişleten ve ulusal ekonomiyi petrol ihracatına daha az bağımlı kılan bazı reformlar yapılması gündeme gelebilecektir. Kaya gazı nedeniyle ABD’nin enerji ihracatçısı olması, enerji fiyatlarının düşmesi sonucunu doğurabileceğinden Suudi Arabistan’ın bütçe kısıtlamalarına gitmesi ve bunun ülkede sosyal ve siyasal sonuçlara yol açması muhtemel görünmektedir. Öte yandan; ABD’nin böyle bir durumda Arap Yarımadası’nda meydana gelebilecek ayaklanmalara müdahale etmemesi halinde, Hindistan ve Çin, Körfez’deki enerji ithalatına olan ihtiyacı nedeniyle, İran Körfezi’nde doğrudan bir güvenlik rolü üstlenmek zorunda kalabilecektir.75 Nitekim. bölgede Çin’in etkinliği her geçen gün artmaktadır. Şaşırtıcı bir şekilde Çin’in son yıllarda Irak, Suriye, Katar, İsrail ve Suudi Arabistan ile ilişkileri gelişmektedir. Bugün küresel güç denklemini ve Ortadoğu stratejik dengelerini okumak için en önemli girdi değişimlerinden biri İsrail’in, Çin’e yakınlaşmasıdır. 19. yüzyılın ortalarında dönemin yükselen gücü Birleşik Krallık ile ilişkilerini geliştiren Yahudiler, 20. yüzyılın başlarında ABD’ye yakınlaşmış ve günümüzde ise, yükselen bir güç olan Çin ile uluslararası konumlarını dengelemeye yönelmiştir. İsrail 1978 yılından itibaren Çin silahlı kuvvetlerinin modernizasyonuna hizmet sağlamaktadır. Çin’in bölgedeki diğer politik ortağı olan Suudi Arabistan ise, Arap Baharı sürecinin kendisini de etkileyebileceğ kaygısıyla, Çin desteğine yönelmiştir. Çin’in Ortadoğu’daki askeri işbirliğine en çok değer verdiği bir diğer ülke ise, İran’dır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Çin-İran askeri ilişkileri derinleşmiş ve İran’ın Çin açısından önemi, Çin’in askeri-politik boyutta küresel bir güce dönüşmeye başlaması ile daha da artmıştır.76 Çin, 2007-2009 yıllarında İran ile 3,76 milyar dolarlık petrol ve doğal gaz anlaşması imzalamış olup, günümüzde enerjiye olan ihtiyacının %14′ünü 75 Volker Perthes, ”The Dynamics of Disorder: Power Shifts and Geopolitics in the Middle East”, November 2013, German Institute for International and Security Affairs (SWP), http://www.swp-berlin.org / fileadmin/contents/products/fachpublikationen/WEF_Volker_Perthes_GAC_GeopoliticalRisk_ WhatsNext_Vol2_Book_ 2013.pdf 76 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. 40 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler İran’dan karşılamaktadır. Çin’in İran’a desteği, ABD ve Çin’in Ortadoğu’daki stratejik rekabetinin önemli bir unsurdur.77 Öte yandan, Rusya da yeniden bölgeye önemli ve kalıcı bir varlık olarak geri dönmekte; Brezilya ve Hindistan ise, bölgede yavaş ama istekli bir gelişme göstermektedir. Rusya, Çin ve Brezilya bölgeyle ikili ve çok taraflı platformlar yoluyla ticareti genişletmek istemektedir. Çin ve Arap devletleri arasındaki ticaret 2004 yılında 36,7 milyar dolardan, 2011 yılında hızla artarak 200 milyar dolara ulaşmıştır. Rusya’nın Güney Akdeniz bölgesiyle olan ticareti 2000 yılında 2,45 milyar dolardan, 2010 yılında 10,83 milyar dolara çıkmıştır. Brezilya ise, İsrail, Mısır, Filistin ile serbet ticaret anlaşmaları, Suriye ve Ürdün ile tercihli ticaret anlaşmaları imzalamıştır. Hindistan ise, diğer yükselen güçlerin aksine, bölge ülkelerine sadece ikili ilişkiler çerçevesinde yaklaşmaktadır. Ayrıca Çin’in yanı sıra, Hindistan, Rusya ve Brezilya da İsrail ile ilişkilerini derinleştirmiştir. Bunun anlamı Soğuk Savaş’tan sonra tüm yükselen güçlerin İsrail’e yönelik konumunda güçlü bir yön değişikliği geliştirmiş olmasıdır. İsrail’deki askeri teknoloji çıkarlarının dışında, bu U-dönüşünün, küresel düzeyde büyük güç olmak arayışından kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kapsamda ABD, Ortadoğu’dan çekilirken bölgeye yeni aktörler girmekte ve bu değişen yeni jeopolitik kompozisyonda Batı ile yükselen güçler arasında enerji, ekonomik ilişkiler ve güvenlik konuları ortak çıkarlar olarak birleşmektedir.78 Orta Asya Bölgesi: Orta Asya; İran, Çin, Rusya, Hazar Denizi ve Hint alt kıtasına rahatça hakim olunabilen, büyük bir jeostratejik merkezdir. Çin, Orta Asya’da etkisini yaymak için ŞİÖ, petrol boru hatları inşası ve Çin ulusal petrol şirketlerinin yatırımları ve Konfüçyüs Enstitüleri’ni kullanmaktadır. Bölgenin iki rakip gücünden RF, bölge ülkelerini siyasi (Bağımsız Devletler Topluluğu), askeri (Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü-KGAÖ) ve ekonomik (Avrasya Ekonomik Topluluğu-EURASEC) örgütler çerçevesinde bir arada tutmaya çabalamaktadır. Öte yandan, Orta Asya’da artan ABD üslerinin varlığı, Çin ve RF’nin askeri ve politik alandaki ilişkilerinin derinleşmesine sebep olurken, Çin aynı zamanda Orta Asya’daki etkinliğini kullanarak, uzun dönemde RF’nin bölgedeki ekonomik ve politik etkisini azaltmak istemektedir.79 77 Çin Ortadoğu’da: “Sessiz ve Temkinli Siyaset, 27 Mart 2014, http://politikaakademisi.org/cin-ortadogudasessiz-ve-temkinli-siyaset/ 78 The Mediterranean Region in a Multipolar World: Evolving Relations with Russia, China, India and Brazil, Mediterranean Paper Series 2013, GMF, http://www.gmfus.org/wp-content/blogs.dir/1/files_ mf/1361299704BakhtinEtAl_ multipolarWorld_Feb13_web.pdf 79 Hakan Toğa, Mustafa Çelik, ”Küresel Güç Dengeleri ve Orta Asya”, 22.09.2011, http://www.sde.org.tr/ tr/haberler/ 1635/kuresel-guc-dengeleri-ve-orta-asya.aspx# 41 Strateji Yazıları-I ABD açısından Orta Asya, küresel güvenliğin sağlanması ve enerji rezervlerinin dünya piyasalarına aktarılması bakımından önem taşımaktadır. NATO bölgede etkin değildir. Ancak, beş bölge ülkesi (Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan) Avrupa–Atlantik İşbirliği Konseyi’ne ve Barış İçin Ortaklık Programına dâhildir. Orta Asya, bitişiğindeki alanları ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmada da kullanılabilecek bir alandır. Nitekim, NATO’nun Afganistan müdahalesinin bu amaçla bağlantılı olduğu bilinmektedir. Taliban denetimindeki Afganistan’a 2001 yılında NATO’nun müdahalesi ile, bir bakıma İran’ın izole edilmesi, Avrasyacıların birbirinden ayrılması, İran’a giden boru hatları inşasının önlenmesi, Orta Asya ülkelerinin Rusya’dan uzaklaştırılması ve Orta Asya enerjisinin akışınının kontrol edilmesinin sağlanması hedeflerine hizmet ettiği ileri sürülmektedir. En önemlisi ise, Orta Asya’nın kontrolü ile Çin’in küresel bir güç olması önlenebilmektedir. Bu nedenle, ABD ve AB’nin enerji nakil yolları üzerinde Rusya ile rekabeti, Hazar Denizi Havzası’ndan ve Basra Körfezi’nden Çin’e ulaşan bir trans-Avrasya enerji koridorunun inşa edilmesini engelleme hedefi ile birlikte ele alınmalıdır.80 Asya-Pasifik Bölgesi: Orta Asya’ya benzer şekilde, Asya-Pasifik’in kuzey kesimi (Pakistan ile Hindistan’ın kuzey eyaletleri), Ortadoğu ile Doğu Asya arasında transit kara yolu işlevi görmektedir. Asya-Pasifik’in güney kesimleri (Hindistan’ın güney ucu, Sri Lanka ve Maldivler) ve Hint Okyanusu kıyıları ise; Ortadoğu ve Afrika’dan Orta Asya’ya bir transit deniz yolu işlevi görmektedir. Asya-Pasifik’te ABD ve NATO’nun hedefi, Çin’e güvenli bir enerji yolunun oluşmasını engellemek ve enerji kaynaklarının akışını ve geçecekleri bölgeleri kontrol etmektir. Bu kapsamda Pakistan’daki istikrarsızlık, Çin’e güvenli bir enerji yolu oluşmasını engelleme hedefinin doğrudan bir sonucu gibi görünmektedir. Sri Lanka sularından geçen deniz ulaşım yolları ise, Çin’in enerji güvenliği açısından hayati öneme haiz olduğundan, söz konusu jeopolitik Sri Lanka İç Savaşı’nın doğasına doğrudan etki etmiştir.81 Öte yandan; “Asya Kaplanları” olarak adlandırılan Singapur, Tayland, Malezya ve Endonezya gibi ülkeler, genel itibarıyla hem Çin, hem de ABD ile derin ekonomik ilişkiler içerisine girmiş ve siyasi açıdan ise, ABD ve Çin arasında sıkışmış bir görünüm arz etmektedir. Singapur, Endonezya ve Malezya arasında yer alan Malaka Boğazı ise, Hint Okyanusu’nu Güney Çin Denizi’ne 80 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 81 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 42 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler ve Pasifik Okyanusu’na bağlayan dünyanın en önemli tıkanma noktalarından (Chokepoints) biridir. Malaka Boğazı, ayrıca Ortadoğu’nun enerji tedarikçilerini Asya Kaplanları’na bağlayıp, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerini besleyen en kısa deniz yolu olması itibariyle önem taşımaktadır. Yılda yaklaşık 60.000 taşıt bu boğazı kullanmaktadır. Büyüyen Asya ekonomilerinin yükselen talebi, bölgeden geçen deniz trafiğini de sürekli olarak artırmaktadır. Boğaz’ın kapanması halinde dünya gemi filosunun yarıya yakını rotalarını değiştirerek Lombok/Makassar Boğazlarını veya Sunda Boğazı’nı kullanarak Endonezya etrafını dolaşmak ve böylece ekstra 1600 deniz mili (3,5 gün) daha fazla deniz yolculuğu yapmak zorunda kalacaktır.82 Bu nedenle Malaka Boğazı’nın kontrolü hususu, bölgesel ve hatta küresel dengeleri etkileyebilecek en önemli faktörlerden biridir. ABD, bu boğaza kıyısı olan ya da boğazı kontrol eden aktörler ile ilişkilerini müttefiklik seviyesine yükselterek, Çin’in ekonomik gidişatını doğrudan etkileyebilmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, jeostratejik bir öneme sahip olan Malaka Boğazı’ndan yapılan ticari ve askeri gemi geçişlerinin ABD’nin Pasifik Donanması tarafından kontrol altında tutulduğu gerçeği, ABD’nin Pasifik bölgesi güvenliğine verdiği önemin göstergesi konumundadır. ABD’nin son dönemde Arakan Müslümanlarına yapılan zulümler ile gündeme gelen Myanmar (Burma) başta olmak üzere, Çin Hindi’nde yer alan Malezya ve Endonezya ile gelişen ilişkileri, Çin’i güneyden çevreleme ve Malaka Boğazı’nı tutabilme girişimlerinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır.83 Öte yandan Çin Türkistan’ında, Uygur etnik milliyetçiliği, pan-Türkizm ve İslam’ın bir karışımına dayalı olarak Uygur ayrılıkçılığı desteklenmektedir. Bağımsız bir Tibet’in, gelecekte tıpkı Turuncu devriminin Ukrayna’sı gibi davranabileceği; siyasi görüş ayrılıkları ve geçiş ücretleri üzerinden bir enerji tüketicisi olarak Çin’in, Avrupa ülkelerinin Ukrayna-Rusya gaz anlaşmazlığı sırasında olduğu gibi rehin tutulabileceği ileri sürülmektedir.84 Tayvan ise, Asya-Pasifik’te Çin’e karşı adete stratejik bir üs konumunda olup, aynı zamanda Güney Çin Denizi’ndeki Çin’in stratejik denizcilik hatlarına hakim Tayvan Adası’nı da yönetmektedir. Bu kapsamda Avrupa’da oluşturulan füze kalkanı projesinin bir benzeri, Doğu Asya için gündemde olup, proje Tayvan’ın kullanılmasını içermektedir. Çin’i çevrelemenin bir yolu olarak Kuzey Kore ve 82 Bülent Hayaloğlu,”Dünya Deniz Petrol Trafiğinde Tıkanma Noktaları”, Enerji Piyasası Bülteni, Şubat 2012, Sayı 19, s.9 83 Göktürk Tüysüzoğlu, “Uluslararası sistem bağlamlı güç mücadelesinin yeni adresi: Doğu ve Güneydoğu Asya”, 27 Ağustos 2012, http://blog.milliyet.com.tr/uluslararasi-sistem-baglamli-guc-mucadelesininyeni-adresi--dogu-ve-guneydogu -asya/Blog/?BlogNo=375651 84 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 43 Strateji Yazıları-I Burma ise, özel önem taşımaktadır. Çin, Hindistan ile olan sınır anlaşmazlığı dışında, ülkenin ABD ile muhtemel yakınlaşması karşısında bir taraftan Japonya ve Güney Kore, diğer taraftan Hindistan arasında sıkışıp kalmamak için Pakistan ve Burma’ya yakınlaşmaktadır. Çin, Burma ile işbirliğini geliştirerek uzaktaki adalarda deniz tesislerine ulaşım olanağı elde etmeyi hedeflemekte; böylece Güneydoğu Asya’da özellikle Malaka Boğazı’nda ve Singapur’daki jeostratejik tıkanma noktalarını ele geçirerek, Japonya ve kendisinin Ortadoğu petrollerine ulaşımını kontrol etmek istemektedir.85 Öte yandan Çin, enerji alanında Afrika ve Ortadoğu’ya olan bağımlılığı arttığı için Hint Okyanusu’ndaki varlığını artırmakta ve bu kapsamda Hindistan’ın bazı komşularıyla yakın ekonomik ve siyasi bağlar geliştirmektedir. Bu kapsamda Çin, aşağıdaki haritada gösterildiği şekilde Hint Okyanusu boyunca donanma tesisleri ve ticari limanlardan oluşan bir stratejik “İnciler dizisi (String of pearls)”86 oluşturmak gayretindedir. Çin’in Stratejik İnciler Dizisi Kaynak: http://globalbalita.com/2013/01/15/chinas-string-of-pearlsstrategy-to-secure-the-ports-of-south-asia/ 85 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 86 Söz konusu stratejik inciler dizisi arasında Pakistan’a ait Gwadar limanı, Sri Lanka’nın Colombo limanı, Bangladeş’teki Chittagong’da bir konteynır limanı ve Myanmar-Çin arasında inşası devam eden petrol ve doğal gaz boru hatları yer almaktadır. 44 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler ABD ve NATO’nun Asya-Pasifik’teki hedeflerinden biri, Çin’in yükselen gücüne karşı Hindistan’ı dengeleyici bir unsur olarak kullanmaktır. Bu kapsamda; Lizbon’da düzenlenen 2010 NATO Zirvesi sonrasında, NATO, Hindistan ile askeri ve güvenlik konularında diyalog başlatılmasını talep etmiştir. Öte yandan, Hindistan ve Çin, genel anlamda Asya, özelde Doğu ve Güneydoğu Asya’nın son birkaç on yıl içerisinde elde ettiği ekonomik kazanımlar ve evrilmeye başladığı siyasi yapısı ile birlikte, dünyanın ilgisine mazhar olurken, aynı zamanda, giderek artan bir şekilde gizli veya açık rekabet ortamına sürüklenmektedir. Çin’in “Süper güç” olmasına karşılık, Hindistan’ın sessiz sedasız “Önemli bir güç” olma arzusu ve nükleer ve uzay çalışmalarında sergilediği çabalar, elli yıl önceki HintÇin savaşının yeniden gündeme taşınmasına neden olmaktadır.87 Bu bağlamda dünyanın en büyük dört ordusu içinde üçüncü sırada olan Hindistan ordusu, önemli nükleer silahlar edinmekte ve uzay, elektronik ve bilgi teknolojileri gibi ileri teknoloji alanlarında önemli bir güce ulaşmaktadır. 2050 yılında nüfusunun Çin’in nüfusunu geçeceği öngörülen Hindistan, büyük ekonomik ve askeri gücü ile edilgen bir bölgesel güç olmaktan iddialı bir küresel aktöre dönüşmekte ve 21. yüzyıl uluslararası sisteminde ana oyuncu konumuna gelmektedir. Söz konusu siyasi koşullar nedeniyle Hindistan’ın Soğuk Savaş dönemi ekonomik politikaları ve kendisini bir çatışmaya sürükleyebilecek müttefiklik ilişkilerinden kaçınma stratejilerinin değiştiği gözlemlenmektedir. Bu değişikliğin büyüklüğü ve hızını belirleyen temel unsur ise, Çin’in Hint Okyanusu’nda artan görünürlüğüdür. Hindistan, Çin’in son dönemlerde kendine güvenindeki artışı kaygıyla izlemektedir. Çin ve Hindistan, Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu üyeleri olarak uluslararası ekonomik sistem hakkında ortak kaygılara sahip olmakla birlikte, Hindistan, 1962 Hint-Çin savaşıyla belirginleşen ve yaklaşık 90 bin kilometre karelik sınır uyuşmazlığı sebebiyle Çin’in nükleer gücünü kendisi için önemli bir tehdit kaynağı olarak görmekte ve Çin’in Pakistan’la yakınlaşan güvenlik ilişkisinden kuşku duymaktadır. Çin’in Hint Okyanusu’ndaki niyetlerine ilişkin kaygılar, özellikle Pakistan’ın, Gwadar Limanı’nı Çin’e deniz üssü olarak sunmasıyla artmıştır. 2011 yılında Güney Çin Denizi’nde petrol ve doğal gaz çıkarılması için Hindistan-Vietnam petrol şirketleri arasında üç yıllık bir anlaşma imzalanması üzerine Çin, 2012 yılında, Hindistan donanma gemisi INS Airavat’ı “Kendi sularında” dolaştığı gerekçesiyle telsizle uyarmıştır. Buna karşılık Hindistan, Vietnam, Güney Kore, Japonya ve Avustralya ile uluslararası sularda “Seyrüsefer serbesti”sini de içeren savunma anlaşmaları imzalamış ve donanma işbirliği gerçekleştirmiştir. Daha 87 Mehmet Özay, “Hint-Çin savaşı mı Pan-Asya düzeni mi?”, Dünyabülteni-Malezya, 01 Kasım 2012 Perşembe, http:// www.dunyabulteni.net/haber/233089/hint-cin-savasi-mi-pan-asya-duzeni-mi 45 Strateji Yazıları-I önemlisi Vietnam, Hindistan’ın Güney Çin Denizi’nin batı kıyısında bulunan Nha Trang Limanı’nı, Hindistan’ın kullanımına açmıştır. Hindistan, Japonya ile de hayati deniz ikmal yollarının güvenliğini garanti edecek şekilde savunma işbirliğini artırmıştır. 2012 yılında ilk defa Japonya ve Hindistan’ın hava kuvvetlerinin de katılımıyla ortak donanma tatbikatları gerçekleştirilmesi yönünde iki ülke arasında savumma politikası diyalogu düzenlenmiştir. Bu konudaki en önemli gelişme ise, 2011 yılında ABD, Japonya ve Hindistan arasında Asya-Pasifik konularını görüşmek üzere “Üçlü diyalog” başlatılmasıdır. Böylece Hindistan, ilk defa Asya-Pasifik konularının içine dahil edilmiştir. Hindistan, Batıyla işbirliğini kuvvetlendirmek için diğer Asya ülkeleri ve ABD’nin geleneksel müttefiki Güney Kore ile beş yıllık savunma işbirliği anlaşması imzalamış, aynı zamanda Hindistan-Avustralya arasında uluslararası sularda seyrüsefer serbestisi konusunda bir mutabakat sağlanmıştır. Hindistan’ın, Japonya, Güney Kore, Vietnem ve Avustralya ile kurulan bu stratejik ortaklıkları, Asya’da Çin’i dengelemeye yönelik bir stratejinin parçalarını oluşturmaktadır.88 Hindistan’ın Hint Okyanusu’ndaki mevcut askeri kapasitesi henüz mütevazı düzeyde olmakla birlikte, ABD güçlerinin daha az etkin bir konuma çekilmesi durumunda, Hint Okyanusu’ndaki ABD güçlerinin yerini doldurmak için işbirliği yapabileceği öngörülmektedir. Nitekim, Hindistan’ın nükleer güçle çalışan denizaltıları kiralama ve inşa kararı, Hindistan Donanması’nın amfibi savaş gemilerine olan ilgisi, Hava Kuvvetlerinin MMRCA (Medium Multi-Role Combat Aircraft-Orta Çok Görevli Savaş Uçağı) sözleşmeleri (ilk aşamada 18 adedi hazır alınıp, gerisi teknoloji transferi ile üretilecek 126 uçağın ve opsiyonlarla birlikte uzun vadede toplam 200 adet taktik savaş uçağı edinme projesi) gibi bunların hepsi, yüksek bir askeri kapasiyete doğru gidişe işaret etmektedir.89 Hindistan’ın günümüzdeki konumu, ABD’nin 20. yüzyılın başlangıcındaki büyük ekonomik potansiyel ve uluslararası sistemde artan role rağmen, küresel güç dengesinde yer almak için gönülsüz olma konumuna benzetilmektedir. ABD’nin 20. yüzyıl başlarındaki bu gönülsüz tutumu, 1898 İspanya-Amerika Savaşı, Başkan William McKinley’e suikast ve Theodore Roosvelt’in ortaya çıkışı, yeni teknolojiye dayanan donanma silahları yarışının ABD’yi daha önemli bir askeri konuma sürüklemesi ve Avrupa Kıtası’ndaki büyük güç savaşı gibi hem iç hem dış gelişmelerin bir birleşimi sonucunda değişmiştir. Bu kapsamda Güney Çin Denizi, Hint Okyanusu ve İran Körfezi çevresindeki gelişmelerin önümüzdeki 88 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions, Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31 89 Timothy D.Hoyt, “India’s Grand Strategy: Some Preliminary Thoughts, Changing Military Dynamics In East Asia”, Policy Brief 5, January 2012, Study of Innovation and Technology in China, http://igcc.ucsd. edu/assets/001/503586.pdf 46 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler dönemde daha iddialı bir küresel güç olmaya yöneltecek şekilde Hindistan’ı mevcut politikasını yeniden değerlendirmeye zorlayacağı düşünülmektedir.90 ABD yönetimi, halihazırda Asya-Pasifik’te geleneksel müttefikleri ve diğer bölge ülkeleri ile ortaklıkları kuvvetlendirmek, Çin ile işbirliği ilişkisi geliştirmek, çok taraflı mekanizmalara katılmak, serbest ticaret anlaşması ve Trans Pasifik Ortaklığı yollarıyla bölge ülkeleri ile ticari ilişkileri güçlendirmek şeklinde bir politika gütmektedir. Ancak, ABD liderliğindeki ittifak sisteminde bazı gelişmeler olmasına rağmen, Doğu Asya Zirvesi, Çin-Japonya-Güney Kore Zirvesi, ASEAN-3 (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği +Çin, Japonya ve Güney Kore) ve ASEAN Bölgesel Forumu gibi organizasyonlar ve kurumlar karşısında ABD ikili ittifaklarının görece sabit kaldığı değerlendirmeleri yapılmaktadır.91 Afrika Bölgesi: Günümüzde Afrika, özellikle Sahra-altı Afrika, yatırım ve ihracat açısından büyük fırsatlar sunan, yükselen pazarlarıyla büyük potansiyele sahip bir bölge olarak öne çıkmaktadır. 2010’da yüzde 4,9’luk bir büyüme oranı yakalayan bölgenin bu büyüme rakamlarında, son dönemde kıtadaki yatırımlarını artıran yükselen güçlerin önemli bir payı bulunmaktadır. Küresel ekonomide yeni bir güç merkezi haline gelen BRIC ülkeleri, Afrika’daki yeni uluslararası aktörler olarak kendilerini göstermektedir. BRIC ülkeleriyle Afrika arasındaki ticaret 2000-2009 arasında 10 kat artarak 16 milyar dolardan, 157 milyar dolara çıkmıştır ki, aynı dönemde dünya ticaretinin 3 kat arttığı düşünülecek olursa, bölgeye artan ilginin boyutu daha iyi anlaşılabilecektir.92 Çin, Afrika’da da oldukça aktif durumdadır. Dünyanın en hızlı kalkınan ülkesinin, bu ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için gereken enerji ve maden kaynakları bakımından oldukça zengin Afrika’ya yönelik bir politika geliştirmesi şaşırtıcı değildir. Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki stratejik işbirliği, 2000 yılında kurulan ve her üç yılda bir toplanan “Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC)” aracılığı ile devam etmektedir. Öte yandan, deniz haydutluğu olaylarının büyük bir artış gösterdiği Somali açıkları ve Aden Körfezi’nin güvenliğini sağlamak amacıyla Çin, bölgeye üç gemiden oluşan bir filo göndermiştir. Çin’in modern tarihinin ilk deniz aşırı misyonu olması nedeniyle bu açılım önem taşımaktadır. Çin’in bu kararının ardındaki temel neden ise, ticari faaliyetlerinin güvenliğinin 90 Timothy D.Hoyt, “India’s Grand Strategy: Some Preliminary Thoughts, Changing Military Dynamics In East Asia”, Policy Brief 5, January 2012, Study of Innovation and Technology in China, http://igcc.ucsd. edu/assets/001/503586.pdf 91 Choi Kang, “A Changing East Asia and U.S. Foreign Policy, Current Issues in U.S.-ROK Relations”, Council on Foreign Relations (CFR), May 2012, http://www.cfr.org/south-korea/changing-east-asia-us-foreignpolicy/p28385 92 Esra Akgemci, “Lula Döneminde Brezilya’nın Afrika Politikası: “Güney-Güney” İşbirliği Nereye”, http:// dergiler.ankara. edu.tr/dergiler/65 /1667/17781.pdf 47 Strateji Yazıları-I sağlanmasıdır. Zira Çin’e ulaşan tüm mamullerin ve hammaddelerin yüzde 40’ı Aden Körfezi’nden geçmektedir.93 Son dönemde Çin başta olmak üzere, BRIC ülkelerinin kıtada artan varlığıyla ilgili dikkat çeken bazı noktalar bulunmaktadır. Öncelikle, bu ülkelerin uluslararası alandaki konumlarını güçlendirmeye başlamasıyla, Sahra-altı Afrika’nın büyüme hızında ivme kazanması ve ilgi odağı haline gelmesi aynı döneme denk gelmiş, bu süreç karşılıklı ilişkilerin gelişmesi için elverişli bir zemin hazırlamıştır. 11 Eylül sonrası dönemde ABD hegemonyasının gerilediğine dair tartışmalar yeni kavram ve yaklaşımları gündeme getirirken, dünya siyasetinde daha aktif rol oynamak ve küresel ekonomide daha fazla söz sahibi olmak isteyen BRIC ülkelerinin liderleri çok kutuplu bir düzenin gerekliliğine dair görüşlerini sık sık dile getirmeye başlamıştır. Bölgesel güçler olarak yükselen ve küresel bir güç olma yolunda kararlı adımlarla ilerleyen bu ülkeler için Afrika, sahip olduğu zengin hammadde ve enerji kaynaklarıyla alternatif bir pazar olarak önemli fırsatlar sunmaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler bünyesinde alınacak kararlarda Afrika ülkelerinin desteğini sağlayabilmek, ekonomide olduğu kadar siyasette de Batı karşısında bir denge unsuru oluşturmak ve dünya ticaretinden iklim değişikliklerine kadar birçok konuda gelişmekte olan ülkeler için ortak bir duruş sağlamak isteyen BRIC ülkeleri açısından önemlidir. Diğer yandan; siyasi ve ekonomik birlik yolunda ciddi adımlar atan Afrika ülkeleri, yükselen güçlerin bu rekabetinden faydalanabilecekleri olanakları daha iyi değerlendirebilmekte ve böylece dünya ekonomisine daha sağlıklı şartlarda eklemlenmeye çalışmaktadır.94 Yükselen güçlerin Afrika’ya yönelik siyasetlerinde dikkat çeken bir diğer nokta, Batı dünyasının kıtayla kurduğu diplomatik ve ticari ilişkilerde öne çıkan baskıcı ve dayatmacı anlayıştan uzak durulmasıdır. Afrika’da ABD ve AB ile rekabete girebilecek düzeyde ekonomik bir varlığa sahip olan Çin, “İş, iştir” anlayışıyla yatırım yaptığı ve yardımda bulunduğu ülkelere siyasi ve ticari şartlar koşmamış ve bu durum Afrikalılarda olumlu bir izlenim bırakmıştır. Çin’in, Afrika ülkeleri ile ilişkileri 2006 yılına kadar ekonomik temelli iken, Afika’daki mevcudiyetini pekiştiren gelişme, Afrika Birliği’ne yapılan hibeler ile olmuştur. Çin, kıtanın ihtiyaçlarını temel alan politikası sayesinde, 2009 yılında kıtanın en büyük ticari partneri olmuş; bu kapsamda Çin, 2010 yılı sonunda Sudan, Demokratik Kongo ve Angola’nın en büyük ticari ortağı haline gelmiştir.95 Diğer yükselen güçler de “İçişlerine karışmama” konusunda Çin’le aynı politikayı 93 Emine Akçadağ, “Yükselen Güç Çin’in Dünden Bugüne Dış Politika Analizi”, 17 Mart 2010, http:// www.bilgesam.org/incele/865/-yukselen-guc-cin%E2%80%99in-dunden-bugune-dis-politika-analizi/#. U8TR4RhrPcs 94 Esra Akgemci, “Lula Döneminde Brezilya’nın Afrika Politikası: “Güney-Güney” İşbirliği Nereye”, http:// dergiler. ankara.edu.tr/dergiler/65 /1667/17781.pdf 95 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012 48 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler izlemiş; bunun sonucunda Brezilya’nın Afrika’yla ticareti 2010’da 20 milyar doları, Hindistan’ın 32 milyar doları ve Çin’in ise, 107 milyar doları aşmıştır.96 Doğru Afrika’da ABD ve NATO stratejisi, Çin’in, bölgesel enerji kaynaklarına ulaşmasını engellemek ve uluslararası denizciliği kontrol etmek için bir dargeçit oluşturmaktır. Bu kapsamda Doğu Afrika üzerindeki askeri denetim 1990’lardan itibaren yoğunlaşmış ve büyük bir NATO deniz gücü, Afrika Boynuzu ve Doğu Afrika kıyılarında kalıcı olarak seyir görevi yapmaya başlamıştır. ABD ordusunun Yemen’deki meşgalesi ise, doğrudan Doğu Afrika’daki ABD jeostratejisi ile bağlantılı olup, Doğu Afrika enerjisi ile uluslararası denizcilik hareketlerinin yanı sıra, oradaki deniz yollarının kontrol edilmesini hedeflemektedir. Bu kapsamda; Aralık 2006′da, Etiyopya ordusunun Somali’yi işgali, Doğu Afrika’nın ABD ve NATO askeri güçlerince militarize edilmesini meşrulaştırmaya yardımcı olmuştur. Rus, Çin ve İran deniz kuvvetleri de, korsanlığa karşı ve deniz yolları güvenliğini sağlamak için bölgeye savaş gemilerini konuşlandırmışlardır. Sudan’ın, İran, Suriye ve Çin ile askeri ve ticari ilişkilerini derinleştirmesi; ABD, İngiltere ve Fransa’nın Sudan’ın iç sorunlarının BM Güvenlik Konseyi’nde uluslararasılaştırılması yönündeki çabalarının ve ABD baskısının kaynağını oluşturmaktadır. Sudan ve Somali’deki olaylar, petrol ve enerji için uluslararası hırs ve rekabetle bağlantılı olduğu kadar, aynı zamanda Avrasya’nın kontrolünü ilgilendiren gelişmelerdir. 97 Süreç içinde Afrika kıtasına demokrasi adına yapılan müdahaleler Çin’in bölgedeki etki alanını genişletirken; AB, kıtanın ihtiyaçlarını temel alan işbirliğini geliştirmeye ve yardımları artırmaya yönelik yeni stratejileri devreye sokmuştur. ABD ise, Çin’in kıtadaki etki alanını sınırlamak amacıyla 2007 yılında Savunma Bakanlığı bünyesinde ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM)’nı98 kurmuştur. AFRICOM’un kurulması ile, ABD’nin temel petrol sağlayıcılarından olan Nijerya ve diğer enerji kaynaklarına erişimin güvenceye alınması ve Çin’in Güney Atlantik’in her iki yakasında yerleşmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Nitekim, Libya’da NATO müdahalesinin arka planında, Libya’daki hidrokarbon kaynaklarının millileştirilmesi ve Muammer Kaddafi’nin Afrika Merkez Bankası ve Afrika Para Birliği’ni destekleme politikaları ile Rusya, Brezilya ve Çin’in 96 Esra Akgemci, “Lula Döneminde Brezilya’nın Afrika Politikası: “Güney-Güney” İşbirliği Nereye”, http:// dergiler. ankara.edu.tr/dergiler/65 /1667/17781.pdf 97 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 98 AFRİCOM’un faaliyet alanı Mısır hariç tüm Afrika kıtasını kapsamaktadır. Bu görev sahasına dünyanın önemli deniz yollarını barındıran Atlantik ve Hint Okyanusu da dahildir. AFRİCOM’un faaliyet alanı içinde CENTCOM’un vazifeli olduğu Ortadoğu operasyonlarına desek vermek de bulunmaktadır. Özdemir Akbal, “ABD’nin Afrika’ya Uzanan Eli: US.AFRİCOM”, 12 Haziran 2012 http://www.21yyte.org/tr/ arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2012/06/12/6636/ abdnin-afrikaya-uzanan-eli-u-s-africom 49 Strateji Yazıları-I artan varlığı olduğu değerlendirmeleri yapılmaktadır. Bu kapsamda ABD liderliğindeki NATO’nun, Çin’in Afrika ve Orta Doğu’dan uzun dönemli petrol ithalatçısı olmasının engellendiği ve askeri olarak AFRİCOM’un, Çin’i sınırlamak için oluşturulduğu ileri sürülmektedir. 99 Latin Amerika Bölgesi: Latin Amerika genel olarak içinde bulunduğumuz dönemdeki ekonomik güç kaymasının merkezinde yer almaktadır. Ekonomik büyüme açısından Brezilya, Peru, Şili ve Kolombiya, diğer Latin Amerika ülkeleri arasında krize rağmen iyi performans göstermiş ülkeler arasında yer almaktadır. Küresel ekonomik güç dağılımında Latin Amerika son gelişmelerden büyük faydalar elde etmiş; bu kapsamda küresel platformlarda aktif katkı sağlayarak ve ABD’den bağımsız bir rol oynayarak küresel gündemde yer almıştır. Brezilya kalkınma modeli, diğer Latin Amerika ve Afrika ülkelerine ihraç edilmiş ve ekonomik ağırlık, siyasi etki ve model önerme kapasitesi bakımından Latin Amerika’nın gücü giderek artmıştır. Öte yandan, Latin Amerika’da bölgesel, kıtasal ve küresel güç dengesindeki değişimleri yansıtan bölgesel entegrasyon projeleri hızla çoğalmıştır.100 Latin Amerika’da neoliberal politikaların istenen sonuçları vermemesi, kıtada birçok olumsuz gelişmenin arkasında ABD’nin bulunduğuna dair kanıtların ortaya çıkması (Küba Devrimi’nde Che Guevara’nın öldürülmesinde ABD rolü ve Şili’de solcu lider Allende’ye karşı Pinochet’in CIA tarafından desteklenmesi iddiaları gibi) ve kıtadaki rejim değişiklikleri sonucu sol partilerin iktidara gelmesiyle, kıta devletleri ABD karşıtı başka güçler ile işbirliği içine girmeye başlamıştır. Bu kapsamda Venezuela, Bolivya, Peru, Kolombiya, Ekvador ve Panama’da oluşan ve “Bolivarcı Blok” olarak adlandılan gücün ABD ile ilişkilerini kopararak, Çin ile her alanda yakınlaştığı gözlemlenmektedir. Söz konusu gelişmeler sonucu Çin; Brezilya, Küba, Peru ve Şili’nin birinci; Arjantin, Venezuela ve Kosta Rika’nın ikinci; Kolombiya’nın ise, üçüncü ticari ortağı konumuna gelmiştir. Çin, aynı şekilde Şili, Peru ve ABD karşıtı politikaların sembolü olan Küba ile de birçok alanda işbirliğini geliştirmiştir.101 Bu gelişmeleri dengelemek için ABD, 30 Ekim 2009′da Kolombiya ile bir askeri üs anlaşması imzalamıştır. Latin Amerika’da Brezilya bölgesel konularda lider ülke konumuna geçmektedir. Brezilya, Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren Çin ile stratejik ittifak içindedir. Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika ile ticaret müzakerelerine 99 Ludwig Watzal, “Catastrophic Failure in Libya”, 25 June 2013, http://mwcnews.net/component/ content/article/38-analysis/27938-globalization-of-nato.html 100 Gian Luca Gardini, ”Latin America and the Re-Centering of Global Power”, Jul 5 2013, http://www.e-ir. info/2013/07/ 05/latin-america-and-the-re-centering-of-global-power/ 101 Kortay Hıraoğlu, Üçüncü Soğuk Savaş Dönemi, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012 50 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler katılmakta; Çin bandıralı tankerlerin geçişini kolaylaştırmak için Peru’dan Pasifik Okyanusu’na uzanan Trans Okyanus Yolu (Transoceanic Highway) inşa etmek istemektedir.102 Öte yandan Rusya da, Latin Amerika ülkeleriyle ilişkilerini hızla geliştirmektedir. Bu kapsamda Rusya, Rus deniz kuvvetlerinin ikmal yapabileceği merkezler oluşturmak için Nikaragua’da “Trans-Okyanus Kanalı” inşaatı çalışmalarına 2014 yılı sonunda başlayacağını duyurmuştur. Projenin ana yatırımcısı, kanalın inşası ve işletmesi için yüzyıllık imtiyaz anlaşması imzayan ise, Çin’in NKND (HK Nicaragua Canal Development Investment) şirketidir. Pasifik Okyanusu ile Karayip Denizi’ni bağlayacak kanalın, Panama Kanalı’nın alternatif olması beklenmektedir. Rusya, projeye askeri ve siyasi destekte bulunacaktır. Bu anlaşma ile Rusya’nın, Seyşel Adaları, Küba, Vietnam, Arjantin ve Nikaragua’da askeri üslerini kurarak bölgedeki konumunu güçlendirmeyi amaçladığı ileri sürülmektedir. Öte yandan Rusya Dışişleri Bakanı, Mayıs 2014 ayında Nikaragua, Şili, Küba, Peru, Arjantin ve Venezuela siyasi liderleriyle ekonomik ve ticari konularda görüşmeler gerçekleştirmiştir. 2014 yılında Rusya ile Latin Amerika ülkeleri arasında ilişkilerde büyük atılımlar gerçekleşmesi beklenmektedir.103 Kuzey Kutbu Bölgesi: ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi, Kuzey Kutbu bölgesinin kıyı ötesinde dünya doğal gazının %30’unun ve petrolünün %13’ünün bulunduğunu tahmin etmektedir. Toplamda Kuzey Kutbu’nun dünyadaki keşfedilmemiş konvansiyonel petrol ve doğal gaz kaynaklarının %22’sine sahip olduğu tahminleri yapılmaktadır. Merkez’in tahmini verilerine göre, Kuzey Kutbu’nda 90 milyar varil petrol, 47,2 trilyon metreküp doğal gaz ve 45 milyar varile eşdeğer sıvı halde doğal gaz elde etmek mümkündür. İklim değişikliği sonucu Kuzey Buz Denizi’nde buzların erimesi nedeniyle, bu sularda ulaşım ve hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması artık mümkün hale gelmektedir. Öte yandan; Kuzey Buz Denizi’nde yeni suyollarının açılması Avrasya kıtasını bir adaya çevirerek, jeostratejik dengeyi değiştirme potansiyeline sahiptir. Bu kapsamda, halen bölgede buzkıran gemilerinin yardımıyla yılın birkaç ayında kullanılabilen iki ana deniz yolu bulunmaktadır. Bunlar, Kuzey Amerika’nın kuzey kıyılarından geçerek Atlantik ile Pasifik’i birbirine bağlayan Kuzeybatı Geçidi (Northwest Passage) ile RF kıyılarından geçen Kuzey Denizi Rotası (Northern Sea Route) ya da Kuzeydoğu Geçidi (Northeast Passage) dir. 102 Namrata Goswami, “Power Shifts in East Asia: Balance of Power vs.Liberal Institutionalism”, Perceptions, Spring 2013, Volume XVIII, Number 1, pp.3-31 103 Ümit Özdağ, “Rus Deniz Kuvvetleri Uzun Yıllar Sonra Tekrar Latin Amerika’da”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 2 Haziran 2014, http://www.21yyte.org/fikir-tanki/2969/rus-deniz-kuvvetleri-uzun-yillarsonra-tekrar-latin-amerikada 51 Strateji Yazıları-I Bunların yanı sıra, Transpolar Deniz Rotası olarak adlandırılan ve 2040 yılında yaz aylarında trafiğe açılması beklenen bir yol daha bulunmaktadır.104 Bu kapsamda, aşağıdaki haritada da görüleceği şekilde Kuzey Denizi Rotası’nın, halen Malaka Boğazı ve Süveyş Kanalı üzerinden yapılan Şanghay’dan Hamburg’a yolculuğu 4000 deniz mili, benzer şekilde Kuzeybatı Geçidi’nin de halen Panama Kanalı’ndan yapılan Seattle ile Rotterdam arasındaki yolculuğu 2000 deniz mili azaltacağı tahmin edilmektedir. Anılan yolların açılmasının, nakliye ücretlerini yaklaşık % 20 oranında düşürmesinin yanı sıra, büyüklükleri nedeniyle Panama ve Süveyş Kanalları’ndan geçemeyen ve Ümit Burnu ile Boynuz Burnu’nu dolaşmak zorunda kalan mega gemilerin seyrini kolaylaştıracağı öngörülmektedir.105 Kaynak: http://www. europarl.europa.eu/RegData/etudes/etudes/join/2013/ 433839/EXPO- SEDE_ET(2013)433839_EN.pdf 104 The Maritime Dimension of CSDP: Geostrategic Maritime Challenges and Their Implications for the European Union, http://www. europarl.europa.eu/RegData/etudes/etudes/join/2013/433839/EXPOSEDE_ET(2013)433839_EN.pdf 105 Çin’in Kuzey Kutbu’na Yönelik İlgisi, http://www.mgk.gov.tr/index.php/cin-kuzey-kutbuna-yonelikilgisi# 52 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Önümüzdeki otuz yıl içinde Kuzey Kutbu’ndaki petrol ve doğal gaz rezervlerinin daha fazla ulaşılabilir hale gelmesi ve deniz ulaşım yollarının kısalmasının dünyanın jeopolitik ağırlık merkezini Ortadoğu’dan Kuzey Kutbu’na kaydıracağı yönündeki beklentiler uluslararası alanda giderek yaygınlaşmaktadır. Nitekim, ABD Ulusal İstihbarat Komisyonu tarafından Aralık 2012’de yayımlanan “Küresel Eğilimler 2030-Alternatif Dünyalar” başlıklı raporda, önümüzdeki dönemde değişen iklim koşulları ve kaynaklara yönelik rekabetin artması neticesinde dünyanın coğrafi odağının değişeceği, bu çerçevede Kuzey Kutbu’nun büyük önem arz etmeye başlayacağı vurgulanmaktadır. Bu düşünce ve beklentiler Kuzey Kutup bölgesini karmaşık siyasi ve ekonomik dinamiklerin bir parçası ve bölge ülkelerinin olduğu kadar, Çin, Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölge dışından ülkelerin de ilgi odağı haline getirmektedir. Bu ülkeler arasında 2010 yılında dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen ve küresel meselelerde daha aktif bir tutum izlemeye başlayan Çin, halihazırda Kutup bölgesine yönelik bilimsel kapasitesi en yüksek ülkeler arasında yer almakta ve Kutup araştırmalarına yönelik harcamalarını ciddi oranda artırmaktadır. Çin’in tutumunda başlıca neden olarak deniz yollarının kısalacak olması ve bu sayede yıllık 60-120 milyar dolarlık bir tasarrufun sağlanması ihtimali; Çin-Avrupa ve Çin-Amerika ticaretinin daha kısa ve daha ekonomik hale gelmesi ve bölgedeki enerji kaynaklarına erişim olduğu gösterilmektedir. Çin, bu kapsamda Arktik Konsey’inin 15 Mayıs 2013 tarihinde yapılan Bakanlar Toplantısı’nda “sürekli gözlemci üyelik” statüsünü elde etmiştir. Bunun yanı sıra, Çin Ulusal Petrol Şirketi’ne Kuzey Kutbu’nda RF’ye ait üç offshore alanda, Rus Rosneft şirketiyle birlikte ortak petrol arama lisansı verilmesini öngören bir anlaşmanın da imzalanmış olması önem arz etmektedir. Öte yandan, yeni güzergâhların kullanılabilir hale gelmesinin, gerek mesafeleri kısaltması, gerekse kaynak tedarik ve ticaret yollarını çeşitlendirmesi suretiyle Çin’in gelecekteki ticaret ve deniz taşımacılığını doğrudan etkilemesi beklenmektedir. Dünya Denizcilik Konseyi’nin verilerine göre, Çin 2009 ve 2010 yıllarında küresel planda deniz yoluyla taşınan malların en büyük ihracatçısı ve ikinci en büyük ithalatçısı olmuştur. Bu nedenle Arktik yollar gelecekte Çin açısından önemli alternatifler teşkil edecek gibi görünmektedir. Nitekim, Kuzey Denizi Rotası’nın Şanghay’dan Rotterdam’a yapılan yolculuğu Süveyş Kanalı’ndan yapılana oranla %22 oranında azaltacağı; keza Norveç’in en kuzeyinden Çin’in Lianyungang Limanı’na Süveyş Kanalı üzerinden yapılan 12.180 millik yolculuğu 6500 mile düşüreceği tahmin edilmektedir.106 Söz konusu yeni deniz yollarının açılması, 106 Çin’in Kuzey Kutbu’na Yönelik İlgisi, http://www.mgk.gov.tr/index.php/cin-kuzey-kutbuna-yonelikilgisi# 53 Strateji Yazıları-I aynı zamanda İzlanda’nın stratejik konumunu güçlendirecek ve muhtemelen İzlanda’yı gelecekte Avrupa taşımacılık merkezi haline getirecektir. Kuzey Kutup bölgesindeki iklim değişikliğinden kaynaklanan gelişmeler, hem sekiz bölge ülkesinin (Rusya Federasyonu, ABD, Kanada, Danimarka,Norveç, Finlandiya, İzlanda ve İsveç), hem de uluslararası toplumun geneli açısından yeni fırsat ve sınamaları beraberinde getirmektedir. Enerji arz güvenliğini sağlamak için yeni politikaların izlendiği günümüzde, Kuzey Kutbu ayrı bir önem taşımaktadır. Bölgede RF’nin enerji kaynaklarının üçte ikisi buzulların altında bulunmaktadır. Bu durumda Kuzey Kutbu’ndaki petrol yarışının hız kazanması ve buzulların erimesiyle Kuzey Kutbu’nda açılacak olan yeni denizyollarının mevcut erişim güzergâhlarını kısaltması ve gemi ulaşımının kuzeyden batıya doğru gerçekleşecek olması da eklendiğinde, bölgede paylaşım savaşının sertleşebileceği öngörülmektedir. Kuzey Buz Denizi’ne beş sınırdaş devlet, Kanada, RF, ABD, Danimarka ve Norveç, karasularının genişletilmesini talep etmektedir. Kuzey Denizi’nin paylaşılamamasının başlıca nedeni ise, burada yatmaktadr. Kanada ve Danimarka arasında Hans Adası krizi ve Kuzey Amerika’nın Alaska kıyıları ile RF’nin Sibirya bölgesi arasında bulunan Bering Denizi sınır sorunu, bölgeye sınırdaş devletler arasındaki uyuşmazlıkların en fazla öne çıkan örneklerini oluşturmaktadır. Aynı zamanda, Kuzey Kutbu’nda Norveç ve Rusya arasında Barents Denizi sınır sorunu, Kanada-ABD arasında ise, kuzey-batı geçidinin sağlanacağı Beaufort Denizi’nin sınır ve doğal kaynakların paylaşımı meselesi bulunmaktadır.107 Kaynak: http://www.usakanalist.com/print.php?id=147 107 Sinem Varyıldır, Küresel Isınma Yeni Jeopolitik Savaşların Habercisi, 2012, http://www.usakanalist.com/ print.php?id= 147 54 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler Bu kapsamda Kuzey Kutbu’nda ABD, Kanada, Danimarka ve Norveç, RF’ye karşı beraber hareket etmektedir. Kanada ve ABD, Kuzey Kutbu politikalarını uyumlaştırmakta; böylece ABD, Kanada üzerinden Kuzey Kutbu’nun enerji kaynaklarına erişim sağlamaya çalışmaktadır. Diğer taraftan ABD, ilk füze savunma sistemini Alaska’da konuşlandırmakta ve uzay savunma merkezini Kuzey Kutbu’nda kurmakta; RF, gelişmiş stratejik nükleer denizaltılarını Kuzey Kutbu’na konuşlandırmakta, bölgede Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle kapattığı hava üslerini yeniden açmakta, hava ve denizaltı devriye faaliyetlerini yeniden Soğuk Savaş dönemindeki düzeyine çekmekte; Norveç (Kuzey Kutup Dairesi’nde sürekli askeri karargâhı bulunan tek ülkedir.), Kanada ve Danimarka gibi diğer kıyıdaş ülkeler ise, bölgedeki askeri görünürlüklerini ve faaliyetlerini artırmaktadırlar.108 Bu çerçevede Kanada, bölgedeki bağımsızlığını sergilemek için sürekli olarak Kuzey Kutbu’nda tatbikatlar düzenlemekte olup, 2010 yılından itibaren söz konusu tatbikatlara ABD ve Danimarka askerleri de katılmaktadır. Söz konusu gelişmeler, RF’ye karşı bölgede bir NATO işbirliğinin işareti olarak görülmektedir. Gelecekte Kuzey Kutbu kaynakları üzerindeki hak iddiası konusunda NATO ve Rusya arasında bir krizin çıkması ve söz konusu krizde Çin’in, Rusya’yı desteklemesi muhtemel bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.109 Sonuç ve Değerlendirme Uluslararası sitemde 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik terör saldırısından günümüze kadar RF, Çin, Hindistan, Japonya ve AB gibi küresel lider olma potansiyeline sahip uluslararası aktörlerin, ABD’nin küresel rakipleri durumuna geldiği; küresel güç mücadelesinin Afrika ile Asya-Pasifik ekseni coğrafyasında yaşandığı; ABD’nin, eski müttefikleri ve yeni kurduğu işbirliklerinin yardımıyla, Çin liderliğindeki Doğu ekseninin etki alanını daraltmaya odaklı politikalar izlediği; enerji kaynaklarının ve güzergâhlarının daha da önem kazandığı, dinamik, çok aktörlü bir uluslararası yapının ortaya çıktığı değerlendirilmektedir. Bu kapsamda söz konusu uluslararası siyasi ortamda; dünya güç dengesini belirleyecek kritik bölgenin Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı ve Asya-Pasifik’in bir çekim merkezine dönüştüğü gözlemlenmektedir. Küresel güç dengeleri bakımından Çin ile Rusya, İran ve Pakistan arasındaki yakınlaşma, ABD’nin de AB ile kurumsal işbirliğini derinleştirerek, Transatlantik işbirliğini geliştirici ve Atlantik-Avrupa entegrasyonunu hızlandırıcı etki yapmıştır. 108 Çin’in Kuzey Kutbu’na Yönelik İlgisi, (http://www.mgk.gov.tr/index.php/cin-kuzey-kutbuna-yonelikilgisi# 109 Mahdi Darius Nazemroaya, “Savaşa ve 21. Yüzyılın Büyük Oyununa Doğru ABD-NATO Yürüyüşü”, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2010/12/08/abd-natonun-savas-yuruyusu-mahdi-dariusnazemroaya/ 55 Strateji Yazıları-I Öte yandan; söz konusu gelişmeler, Pasifik’te Japonya ve Avustralya’nın askeri bir güce dönüşmesini sağlayacak alt yapıların oluşturulmasına, Ortadoğu’da Türkiye’nin bölgesel liderliğini desteklemeye ve Güney Asya’da Hindistan’ın nükleer güce dönüşmesini hızlandırma hamlelerini de beraberinde getirmiştir. Bu denge politikalarının yanı sıra, 2008 yılında Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan ayrılmasına sebep olan çatışmalar, Arap Baharı dinamikleri, Kırgızistan, Ukrayna, Sudan, Bolivya ve Venezuela’daki gelişmeler gücün iki eksende örgütlendiğinin kanıtlarını oluşturmaktadır. Bu kapsamda Burma başta olmak üzere, Çin Hindi’nde yer alan ülkeler ile Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika odaklı olarak yaşanan çatışmalar, Asya odaklı çatışmanın birer yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Sistemdeki bu değişim ve değişiminin beraberinde getirdiği belirsizlik, ABD’li karar alıcıları meselelere doğrudan müdahale etmek yerine, farklı bölgelerdeki müttefiklerini ortak çıkarların korunmasına yönelik politik ve askeri müdahaleler konusunda ikna etmeye yöneltmesine neden olmuş; öte yandan insan hakları ve demokrasinin yaygınlaştığı ve iletişim imkanlarının arttığı günümüzde bölgesel ekonomik entegrasyonların sayısı artmış ve mevcut entegrasyonların (BMGK, IMF vb) nitelikleri tartışma konusu haline gelmiştir. Çin’in yükselişi karşısında ABD’nin dengeleme politikaları Latin Amerika’da Venezuela-Kolombiya, Orta Asya’da Kırgızistan-Özbekistan, AsyaPasifik’te Kuzey-Güney Kore, Güney Asya’da Hindistan-Pakistan gibi ikili ilişkileri çatışma aşamasına getirmeye; öte yandan Afrika’da Sudan, Ortadoğu’da ise, Irak ve Suriye gibi etnik ve dini ayrışmaları derinleştirmeye aday bir seyir ortaya koymaktadır. Sistemdeki iki temel güç arasındaki bu rekabet, özellikle Afrika ve Latin Amerika’nın gelişmişlik mücadelesinde geride kalmış ülkelerin yeniden önem kazanarak birer jeostratejik eksene dönüşmesine yol açarken, aynı zamanda gelişmemiş bölgelerdeki ırksal, mezhepsel, ideolojik ayrılıkların dinamiklerini çalıştırmaktadır. Bugünün yükselen güçleri arasında ortak bir dünya görüşü yoktur. Ancak; ABD’nin gücü azaldıkça, yükselen güçlerin mevcut uluslararası kurumları kendi amaçlarına uydurmak için sınama ve gözden geçirme yollarını arayacağı düşünülmektedir. Öte yandan, küresel gücün giderek ABD’den başka ülkelere doğru dağılmasıyla, ABD’nin süregelen zihinsel alışkanlıklarının destekleyici olmaktan çok, köstekleyici olabileceği öngörülmektedir. Ülkemiz açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse, karışık, dinamik ve eş zamanlı gelişmeler gösteren ve güç mücadelesi içinde bir yandan rekabet, bir yandan işbirliği ilişkileri içinde gelişen süreçte; baskın bir politika demeti ile sürece müdahale etmek yerine, ulusal çıkarlar ölçeğinde yeni durum ve gelişmelerin “Belirlenecek temel amaçlar” çerçevesinde sürekli ve sürdürülebilir 56 Günümüzde Küresel Güç Dengesi ve Güçler Arası İlişkiler politik reaksiyonlar ile karşılanmasının yerinde olacağı düşünülmektedir. Başka bir ifadeyle, yerleşik ve yükselen güç unsurları arasındaki rekabet ve hamlelerin yakından takip edilerek, bu rekabetin getirdiği/getirebileceği fırsatlar, belirlenecek temel ulusal amaçlar ölçeğinde değerlendirilmelidir. ABD ve Çin eksenli güç dengesinde gerek coğrafi, gerek siyasi konumu ve tarihsel karşıtlığı sebebiyle Rusya Federasyonu’nun kritik özel bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir. Rusya Federasyonu’nun Çin ile olan işbirliğinin düzeyi, dengeyi de büyük ölçüde ABD aleyhine belirleyebilmektedir. Rusya Federasyonu’nun ülkemizle komşu oluşu ve tarihsel ve sosyolojik ilişkileri, ülkemiz açısından kritik bir öneme sahiptir. Denge üzerinde belirleyici bir güç unsuru oluşu ile hem Rusya Federasyonu ile, hem de güç merkezlerinin önemli mücadele alanı olan Ortadoğu ile komşu oluşumuz; ülkemizi Rusya ve etki alanı ile karşı karşıya getirme riskini taşımaktadır. Bu nedenle, önümüzdeki süreçte denge politikaları yerine karşıtlık üzerine kurulu bir mücadelenin ülkemizi olumsuz etkileyebileceği kıymetlendirilmektedir. 57 YÜKSELEN GÜÇ ÇİN’İN KÜRESEL VE BÖLGESEL POLİTİKALARI Banu Ataman Uzman ÖZET Bu çalışma, bölgesel ve küresel bir güç olarak dünya siyaset sahnesinde etkinliğini giderek artıran Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal güç unsurlarının, temel dış politika yaklaşımının ve diğer küresel güçler, bölge ülkeleri ve uluslararası örgütlerle ilişkilerinin analiz edilmesi amacıyla hazırlanmıştır. 1980’lerden itibaren sürdürdüğü ekonomik kalkınma hamlesi paralelinde siyasi ve askeri gücünü artıran Çin Halk Cumhuriyeti, küresel bir güç olma yolunda önemli adımlar atmıştır. Çalışmada Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel bir güç haline gelmesinde etkili olan faktörler ele alınmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikası bağlamında çalışmada, bu ülkenin Amerika Birleşik Devletleri, bölge ülkeleri (Japonya, Kore Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Pakistan, Afganistan), Rusya Federasyonu ve Orta Asya Cumhuriyetleri, Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle ilişkileri ele alınmaktadır. Uluslararası kuruluşlar bağlamında ise Çin dış politikasına etkileri bakımından Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve Avrupa Birliği’yle ilişkileri üzerinde durulmaktadır. Çalışmanın son bölümünde son yıllarda kapsamı hızla genişleyen ve derinleşen Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti ilişkileri ele alınmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel siyaset sahnesinde güç ve etkinliğini giderek artırdığı genel olarak kabul edilen bir olgudur. Bununla birlikte, ülkenin çeşitli yapısal sorunları bulunmaktadır ve söz konusu sorunların ele alınış biçiminin Çin’de önümüzdeki dönemde gidişatı etkileyebileceği değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Çin Halk Cumhuriyeti, Çin’in yükselişi, Çin’in dış politikası, Çin’in ulusal güç unsurları. ABSTRACT This paper analyzes People’s Republic of China’s national power and elements that constitute that power, its basic foreign policy approach and its relations with other global and regional powers as well as international institutions. Strateji Yazıları-I People’s Republic of China, in parallel to its fast economic growth starting from 1980s, increased its political and military power. This paper analyzes the factors that contributing to the rise of China as a global power. With regard to the foreign policy of China, this country’s bilateral and multilateral relations with the United States of America, regional states (Japan, Republic of Korea, Democratic People’s Republic of Korea, India, Pakistan, Afghanistan), Russian Federation and Central Asian Republics, Association of Southeast Asian Nations, Shanghai Cooperation Organization and the European Union are analyzed in the paper. China’s foreign policy section is concluded with Turkish-Chinese relations which, in recent years, has significantly developed and deepened. It’s a widely accepted fact that People’s Republic of China is steadily increasing its power and influence in the international arena. Nevertheless, the country faces several structural problems and the way China handles these problems will have an effect on the future of the country. Key Words: People’s Republic of China, China’s rise, China’s foreign policy, China’s national power elements. Giriş 1980’lerden itibaren hızlı bir ekonomik kalkınma sürecine giren ve kalkınma hamlesini 30 yıldır sürdüren Çin, ekonomik gücüne paralel olarak siyasi ve askeri gücünü de artırmış, bir bölge gücünün ötesinde ABD’ye rakip bir küresel devlet algısı yaratmıştır. “Çin’in yükselişi” olarak özetlenen bu durum, “Çin tehdidi” tezlerinin gündeme getirilmesine neden olmakta ve Çin’in yükselen gücü ve bu gücün dünya dengelerine etkisi küresel ölçekte tartışılmaktadır. Başta ABD olmak üzere, Batı dünyasında Çin’in yükselişi, siyasi ve akademik anlamda sıklıkla ele alınmaktadır. ABD Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından Aralık 2012 tarihinde yayınlanan ve ABD Yönetimlerine uzun dönemli stratejik planlamada yardımcı olmayı amaçlayan “Küresel Eğilimler 2030” isimli raporda da bu kapsamda, önümüzdeki dönemde Asya-Pasifik’in en önemli küresel güç merkezi haline geleceği ve Çin’in çeşitli güç unsurları bakımından ABD’yi geride bırakacağı öngörüsünde bulunulmaktadır. Yüksen gücüyle dünyanın dikkatini üzerine çeken Çin’in, bölgesel ve küresel siyasetinin daha iyi anlaşılabilmesi için nüfus, ekonomi, silahlı kuvvetler, bilim ve teknoloji alanlarındaki durumu ve genel dış politik yaklaşımı ile enerji siyasetinin ortaya konulmasının yararlı olacağı düşünülmektedir. 60 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları Çin’in Ulusal Güç Unsurlarının Değerlendirilmesi 1,370 milyarlık nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in nüfusunun 2025 yılında 1,6 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkedeki toplam işgücü 800 milyon civarındadır. Ancak, nüfus kontrol politikaları nedeniyle Çin’in nüfusu yaşlanmakta ve nüfus artış hızı gerilemektedir. Önümüzdeki 20 yıl içinde Hindistan’ın, Çin’in nüfusunu geçeceği öngörüleri yapılmaktadır. 2010 yılında Japonya’yı geride bırakarak ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi unvanını alan Çin’in 2011 yılı gayrisafi yurtiçi hasılası 7,3 trilyon ABD Doları tutarındadır. Ayrıca, döviz rezervi sıralamasında dünya birincisi olan Çin’in rezerv miktarı Eylül 2012 itibarıyla 3,2 trilyon Dolar olarak kaydedilmiştir. Dünyanın üretim üssü olarak nitelendirilen Çin’e doğrudan yabancı yatırım tutarı 2011 yılında 116 milyar Dolara ulaşmış, Çin’in yurt dışına yatırımları ise 2010 yılında 68 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. Ancak, ihracat temelli ekonomi modeliyle kalkınmasını gerçekleştiren Çin, ekonomik sistemin sürdürülebilirliği ve gelir dağılımı bakımından sorunlar yaşamakta, ekonomik reformların gerekliliği en yetkili ağızlar tarafından dile getirilmektedir. Resmi verilere göre ülkede 128 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Yüksek ihracat oranları nedeniyle, diğer ülkelerin baskı ve tenkitlerine maruz kalan Çin, ülke içinde de gelir dağılımındaki ciddi dengesizlikler, yaygın yolsuzluk ve sosyal güvence sorunları nedeniyle eleştirilmektedir. Dünyanın en kalabalık ordusuna sahip Çin’de, paramiliter birlikler ve yedekler de hesaba katıldığında silahlı kuvvetlerin mevcudu 3,2 milyonu bulmaktadır. Çin, Asya’da en çok muharip gemiye sahip ülkedir. Öte yandan, donanmanın Çin kıyılarının ötesinde operasyon yapma kabiliyeti henüz sınırlıdır. Nükleer güç bakımından ABD, Rusya, İngiltere ve Fransa’dan sonra 5. sırada yer alan Çin’in stratejik silah envanterinde 8.000 km menzilli 20 adet ve 5.000 km menzilli 24 adet balistik füzesi olduğu tahmin edilmektedir. Çin’in konvansiyonel ve stratejik askeri varlıklarının önemli bölümü Tayvan Boğazı bölgesindedir ve Çin Ordusu, Tayvan Boğazı kaynaklı olasılıkları öncelikli güvenlik tehdidi olarak görmektedir. Öte yandan, ilk uçak gemisini inşa eden Çin, ordunun tüm bölümlerine yönelik kapsamlı bir modernizasyon faaliyeti yürütmekte, belli bir derinliğin altına inebilen denizaltı, radara yakalanmayan casus uçak gibi çok az ülkenin sahip olduğu askeri imkanları geliştirmektedir. Ayrıca Çin’in uzay faaliyetlerinin de askeri yansımaları olabileceği değerlendirilmektedir. Bu durum Çin Ordusu’nun askeri kapasite hedefinin Tayvan Boğazı’nın ötesine geçtiği şeklinde yorumlanmaktadır. 61 Strateji Yazıları-I Savunma harcamalarında, ABD ve Rusya’dan sonra gelen Çin’in 2012 yılı resmi savunma bütçesi 106 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Savunma bütçesi yıllık çift haneli rakamlarla büyüyen Çin’de, bazı harcama kalemlerinin bütçeye yansıtılmadığı, dolayısıyla gerçek artışın daha da fazla olduğu yönünde tahminlere dayanan bilgiler yayınlanmaktadır. Bilim ve teknoloji alanında uygulamadan tasarıma doğru ilerleyen Çin’de, 2011-2015 dönemini kapsayan 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde, biyoteknoloji, yeni enerji, enformasyon teknolojisi gibi yükselen endüstrilerin ilerletilmesine, böylelikle Çin’in sadece ürünleri değil, teknolojiyi de tasarlayan ve geliştiren ülke sıfatıyla anılmasına yönelik bir girişim başlatılmıştır. Çin, yakın bir gelecekte ihraç mamullerinin %25’ini ileri teknoloji ürünü yapmayı hedeflemektedir. Bununla birlikte, teknolojik bağımsızlık henüz elde edilebilmiş değildir. Çin’in 1992 yılında başlatılan ulusal kaynaklı uzay programının kapsamı yıllar içinde genişlemiş; Dünya’nın yörüngesinde uydu ağlarının kurulması, daimi uzay istasyonunun faaliyete geçirilmesi, Ay’ın keşfedilmesi gibi projeler eşzamanlı olarak yürütülür hale gelmiştir. Çin, ABD ve Rusya’dan sonra kendi imkanlarıyla uzay yürüyüşü gerçekleştiren üçüncü ülkedir. Uzay istasyonu çalışmaları sürdürülmekte ve projenin 2016 yılında hayata geçirilmesi planlanmaktadır. Uzayla ilgili ilk çalışmalarını uydu alanında başlatan Çin, bugün her türlü uyduyu fırlatma ve Dünya’nın yörüngesine yerleştirme kabiliyetine ulaşmıştır. Çin ayrıca, 2020 yılında tamamlanması beklenen kendi küresel navigasyon sistemini (Beidou) kurma çalışmalarına da devam etmektedir. 2011 yılında ülkede internet kullananların sayısı 511 milyon, mikroblog kullanıcı sayısı ise 310 milyona ulaşmıştır. Ülkedeki cep telefonu kullanıcıları ise 900 milyon civarındadır. Resmi sansür nedeniyle küresel sosyal paylaşım sitelerine ve medya kuruluşlarına yönelik kısıtlamalar uygulanmakla birlikte, Çin’de özel sosyal medya ağları yoğun biçimde kullanılmaktadır. Çin’in Genel Dış Politika Yaklaşımı Çin, ekonomik kalkınma hedefini gerçekleştirebilmek için barışçı ve istikrarlı bir uluslararası düzene ihtiyaç duymakta ve barış içinde bir arada yaşama politikası izlemektedir. Kendisine yönelik küresel algının farkında olan Çin, hegemonyacı emellerinin bulunmadığı, barışçı kalkınma idealine bağlı olduğu ve yükselen gücünün hiçbir ülke veya bölgeyi hedef almadığı mesajlarını her fırsatta vermektedir. Siyasetin dokümanlarla duyurulmasının bir teamül olduğu Çin’de, Eylül 2011’de yayınlanan “Barışçı Kalkınma” başlıklı Beyaz Kağıt benzer 62 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları bir yaklaşımla, Çin’in yayılmacı bir siyaset güdeceği ve saldırgan hale geleceği korkularının bertaraf edilmesi amacıyla hazırlanmıştır Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyesi olan Çin, bölgesel ve uluslararası sorunların mümkün olduğunca Birleşmiş Milletler (BM) zemininde çözümlenmesini desteklemekte, öte yandan, doğrudan kendisini ilgilendirmeyen konularda BMGK içinde öne çıkmaktan kaçınmaktadır. Herhangi bir askeri ittifaka bağlı olmayan Çin, BM şemsiyesi altındaki barışı koruma çabalarına katkı sağlamaktadır. Çin ayrıca, ŞİÖ içinde ağırlıklı bir konumda yer almakta, ASEAN ve Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı gibi bölgesel güvenlik ve istikrarın korunmasına yönelik forumlara aktif olarak katılmaktadır. Kendisini dünyanın gelişmekte olan en büyük ülkesi olarak tanımlayan Çin, ekonomik gelişimi paralelinde kalkınma yardımları sağlayan bir ülke haline gelmiştir. Çin resmi verilerine göre 1950-2009 döneminde sağlanan dış yardım tutarı 40 milyar Dolardır. Çin’in 2009 yılı kalkınma yardımlarının yarıya yakını Afrika’ya, geri kalanı Asya ve Latin Amerika ülkelerine verilmiştir. Yayılmacı emelleri olmadığını vurgulamasına ve ekonomik kalkınması için istikrar ihtiyacına rağmen, Çin’in artan gücü dış politikada daha iddialı bir tutum benimsemesine neden olmaktadır. Esasen Çin’in dış politikada fazla öne çıkmaktan kaçınma yönündeki tutumunu, mevcut koşullarda sürdürmesinin zor olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir. Çin dış politikası geleneksel olarak “Rüzgarda en yüksek ağaç olmama” ilkesiyle şekillenmekle birlikte, Çin’in küresel sistemde daha fazla sorumluluk üstlenmesi beklentisi artmaktadır. Ayrıca Çin’de bazı kesimler ülkelerinin artan gücü doğrultusunda görünürlüğünü yükseltmesi gerektiğini savunmaktadır. Özellikle kırmızı çizgileri olarak nitelendirdiği egemenlik hassasiyetleri konusunda tavizsiz tavırlar sergileyen Çin, diğer ülkelerin içişlerine müdahale olarak algıladığı söylem ve eylemlere sert tepki göstermektedir. Tayvan, Tibet ve Sincan-Uygur Özerk bölgesi kaynaklı ayrılıkçı hareketlerin diğer ülkeler tarafından desteklenmemesi beklentisi taşıyan Çin, ayrılıkçı olarak nitelendirdiği şahıslara yönelik devlet kabullerinden rahatsızlık duymaktadır. Çin’in ekonomik işbirliğine duyulan ihtiyaç bu anlamda diğer devletlerin davranışlarını etkilemekte, ülkeler Çin’le ilişkilerini çatışma eksenine oturtmaktan kaçınmaktadır. Denizlerdeki egemenlik ihtilafları da Çin’in son dönemde daha iddialı hale geldiği bir alandır. Pek çok bölge ülkesiyle deniz alanlarının kullanımı konusunda çakışan iddiaları bulunan Çin, bu meseleleri ülkelerle ikili düzeyde ve ASEAN gibi bölgesel forumlarda ele almayı tercih etmekte, ABD başta olmak üzere, diğer ülkelerin konuya müdahil olma girişimlerine tepki göstermektedir. 63 Strateji Yazıları-I Uluslararası ilişkilerin egemen eşit devletler arasında yürütülmesi ilkesini benimseyen Çin, insan hakları gibi gerekçelerle ülkelerin içişlerine müdahale edilmesine karşı çıkmaktadır. Anılan dış politika yaklaşımı ve sömürgeci bir geçmişe sahip olmaması Çin’e yumuşak güç unsuru olarak geri dönmekte ve Afrika gibi bölgelerde genellikle iyi karşılanmasını sağlamaktadır. Çin’in Enerji Siyaseti Ekonomik kalkınması için duyduğu enerji ihtiyacı, Çin’in bölgesel ve küresel siyasetini şekillendiren önemli bir faktördür. Enerji arz kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve nakil güzergâhlarının emniyetinin sağlanması enerji siyasetinin iki önemli sütununu oluşturmaktadır. Bu kapsamda Çin, enerji zengini bölgelere özel önem vermekte, enerji nakil güzergâhları üzerinde kontrol sahibi olabilmek için projeler geliştirmekte, deniz yolunun risklerine karşı kara ve demiryolu ile boru hatları projelerini gündeme getirmektedir. Orta Asya, Kafkaslar, Güneybatı Asya, Latin Amerika, Afrika ve geniş Ortadoğu bölgesinde enerji konusundaki ağırlığını artıran Çin, enerji güvenliğini sadece ekonomik açıdan değil, stratejik açıdan da değerlendirmektedir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre 2009 yılında ABD’yi geride bırakarak dünyanın en büyük enerji tüketicisi olan Çin’in tüketimi büyük oranda kömüre dayanmaktadır. 1993 yılından bu yana net petrol ithalatçısı olan Çin’in petrol ithalatında en çok pay sahibi ülkeler Suudi Arabistan, Angola, Rusya ve İran’dır. Ayrıca Sudan, Irak, Oman, Orta Asya ve Latin Amerika ülkelerinden de petrol ithal edilmektedir. Doğalgaz Çin’in enerji tüketiminde hali hazırda %3 gibi küçük bir paya sahip olmakla birlikte, doğalgazın toplam enerji tüketimindeki payının 2030’a kadar %10’a çıkarılması hedeflenmektedir. Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan üzerinden Çin’e ulaşan Orta Asya-Çin doğalgaz boru hattının bir bölümü faaliyete geçmiştir. Çin ayrıca, nükleer, hidroelektrik, rüzgar ve güneş enerjisinin tüketimdeki payını artırmak için projeler geliştirmektedir. Çin’in dünyanın en büyük enerji tüketicisi olması ülkede, “Çevre krizi” olarak nitelendirilebilecek hava, su ve toprak kirliliği anlamında ciddi çevresel sorunlara neden olmaktadır. Ekonomik büyümenin ne pahasına olursa olsun sürdürülmesinin maliyeti çevreye olumsuz yansımıştır. Fabrika ve santrallerin yılda atmosfere yaklaşık 600 ton cıva, 22,5 milyon ton kükürt ve yaklaşık 3,4 milyar ton karbondioksit salmasıyla Çin’in dünyanın en büyük kirleticisi haline geldiği, sera gazları salınımında ABD’yi geçtiği iddia edilmektedir. 64 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları Çin’in Belli başlı Ülkeler, Bölge Ülkeleri ve Uluslararası Örgütlerle İlişkileri Çin-ABD İlişkileri: Hacmi ve yarattığı etkiler bakımından dünyanın en önemli ikili ilişkisi olarak nitelendirilen ABD-Çin ilişkilerinde çeşitli sorun alanları mevcut olmakla birlikte, özellikle ekonomik ilişkilerin kapsamı, tarafları ilişkileri kontrollü biçimde ele almaya teşvik etmektedir. Üst düzey zirvelerin yanı sıra, çeşitli seviyelerdeki kurumsallaşmış mekanizmalarla yürütülen iki ülke ilişkilerinde ticaret, insan hakları ve güvenlik gibi konularda sorunlar bulunmakta, ayrıca küresel meselelere ilişkin yaklaşım farklarından kaynaklanan sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu kapsamda ABD’nin Asya-Pasifik açılımı, bölge ülkeleriyle Çin’in aleyhine ilişkilerini geliştirmeye yönelik adımları, ABD tarafından yayınlanan insan hakları ve savunma konularındaki raporlar ve Tayvan’a silah satışı Çin tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. ABD ise, Çin’in küresel sistemde ikinci konumundan istifade ettiğini, böylelikle küresel sorumluluk almaktan kaçındığını düşünmekte, İran ve Kuzey Kore’nin nükleer sorunları konusunda Çin’i gerekli adımları atmamakla eleştirmektedir. ABD ayrıca, ticari ilişkilerde Çin’in sistemi kendi lehine kullanmasından, güvenlik alanı başta olmak üzere şeffaflıktan kaçınmasından rahatsızlık duymaktadır. ABD kaynaklarınca Çin’in savunma harcamalarının açıklanan miktarların iki-üç katı olduğu ileri sürülmektedir. 1979 yılında 2,37 milyar Dolar olarak kaydedilen ABD-Çin ikili ticaret hacminin 2011 yılında 503 milyar Dolara ulaşması ekonomik ilişkilerin geldiği noktayı gösteren bir örnektir. Ticaretin yanı sıra, iki ülke arasında yatırım ve turizm ilişkileri de hızla gelişmektedir. Ayrıca, ABD hazine bonolarının en büyük alıcısı konumundaki Çin’in elindeki varlıkların değeri ABD Hazine Bakanlığı’nın Kasım 2012 tarihli verilerine göre, 1,170 trilyon Dolara ulaşmıştır. ABD-Çin ekonomik ilişkilerinin birlikte var olma ilişkisi niteliği taşıdığı genel olarak kabul edilmektedir. Bu durum, anlaşmazlık ve farklılıklara rağmen tarafların ikili ilişkilerin idaresi üzerinde önemle durmalarını sağlamakta, bu kapsamda üst düzey temaslarda ilişkilerin pozitif gündemi öne çıkarılmaktadır. Çin’in Bölge Ülkeleriyle İlişkileri: Asya-Pasifik bölgesinin genel güvenlik durumunu istikrarlı olarak tanımlayan Çin, etnik ve dini uyuşmazlıklar ile toprak ve deniz sahalarına ilişkin çakışan iddiaların varlığını bölgenin istikrar bozucu unsurları arasında saymakta, ABD’nin bölgeye yönelik dikkatinin yoğunlaşmasından ve bölgedeki askeri kabiliyetlerini arttırma çabasından kaygı duymaktadır. Çin, Kasım 2011’de ABD Başkanı Obama tarafından açıklanan “Asya-Pasifik’in eksen alınması” siyasetini kendisine yönelik çevreleme stratejisinin bir parçası olarak görmektedir. ABD’nin anılan politikası ve ortak 65 Strateji Yazıları-I tatbikatlarla bunu somutlaştırma çabaları Çin’in bölge ülkeleriyle yaşadığı münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığı gibi konulardaki sıkıntılarına bir de ABD boyutunu eklemiştir. Bölgesindeki gelişmeleri etkileme ve şekillendirme gücü, bölge ülkelerinin tamamı tarafından kabul edilen Çin, bölgede tesis ettiği ikili ilişkilere önem vermekte ve bölge ülkelerinin hemen hepsinin birinci veya ikinci ticaret ortağı konumunu muhafaza etmektedir. Bölgesel ve küresel dengelere etkileri bakımından Çin’in, Japonya, Güney ve Kuzey Kore, Hindistan, Pakistan ve Afganistan’la ilişkileri özel önem arz etmektedir. Japonya’yla sıkı ekonomik ilişkileri bulunan Çin, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Japon işgali nedeniyle bu ülkeye halen güvensizlik duymakta, bu olgu, günümüzde bile iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin gerilmesine yol açabilmektedir. Çin, Japonya’nın birinci ticaret ortağıdır ve iki ülke ticaret hacmi 2011 yılında 345 milyar Dolar olarak kaydedilmiştir. Bu rakam, Japonya’nın toplam dış ticaret hacminin %20,6’sına tekabül etmektedir. Çin, aynı zamanda, Japonya’nın başlıca dış borç tedarikçisi olup, Çin’in elindeki Japon tahvillerinin değeri 230 milyar ABD Doları tutarındadır. Japonya ve Çin arasında Doğu Çin Denizi’ne yönelik egemenlik ihtilafları, 2012 yılı sonunda Senkaku/Diaoyu adaları nedeniyle yaşanan kriz örneğinde görüldüğü gibi, önemli bir sorun alanı olarak mevcudiyetini korumakta, konu kimi zaman kriz düzeyine tırmanabilmektedir. Kuzey ve Güney Kore’yle ilişkileri Çin dış politikasının önemli bir konu başlığıdır. Kore Yarımadası’nda Güney Kore ile yakın ekonomik ilişkileri bulunan, Kuzey Kore ile de Soğuk Savaş döneminden kalan müttefiklik ve ideolojik ilişkisini muhafaza eden Çin, anılan iki ülkeyle ilişkilerini dengeli biçimde yürütmeye özen göstermektedir. Diplomatik ilişkilerin kurulduğu 1992 yılından bu yana Güney Kore’yle ilişkiler, Çin açısından özellikle ekonomi ve ticaret bağlamında giderek önem kazanmıştır. Güney Kore, ABD ve Japonya’nın ardından, Çin’in en büyük ticaret ortağıdır. Güney Kore, Çin’in Kuzey Kore’yle özel ilişkisini Korelerin birleşmesi hedefine uygun kullanmasını beklemektedir. Ancak Çin, Korelerin birleşmesi hedefini henüz benimsememiştir ve Güney Kore’nin, dolayısıyla ABD’nin başat rol oynayacağı birleşik bir Kore’den ziyade, Kuzey Kore’nin bağımsız olarak varlığını sürdürmesini tercih etmektedir. Çin, ayrıca, Kuzey Kore’de rejimin yıkılmasının yaratabileceği kaotik ortamdan da kaygı duymaktadır. Öte yandan Çin, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılmasına yönelik çabalarda arabulucu rolü oynamaktadır. Güney Kore ile ABD, Çin’den nükleer faaliyetleri konusunda Kuzey Kore üzerinde baskı oluşturması beklentisi içindedir. Ancak Çin’in, Kuzey Kore üzerinde en etkili 66 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları devlet olmakla birlikte, bu ülke üzerinde tam bir kontrol ve denetime sahip olduğunu söylemek güçtür. Bölgenin yükselen diğer gücü Hindistan, Çin’in en önemli bölgesel rakibidir. İki ülke arasındaki temel sorun, ekonomik gerekliliklerinden ötürü, Hindistan’ın doğuya, Çin’in de batıya açılmak istemesidir. Bu çerçevede iki ülke, Hint Okyanusu ve Güney Çin Denizi’nde nüfuz yarışına girmekte; ABD ise bu rekabette Hindistan’ın yanında yer almaktadır. Bölgesel rekabetin yanı sıra, Hindistan’ın Dalai Lama ve Tibet meselesi konusundaki tutumu ve sınır anlaşmazlıkları ikili ilişkilerin hassas konuları olma özelliğini muhafaza etmektedir. Bununla birlikte, iki ülke Brezilya, Rusya ve Güney Afrika Cumhuriyeti’yle oluşturdukları BRICS forumu dahil, çeşitli platformlarda bir araya gelmekte ve ilişkilerde gerilimi tırmandırmamaya özen göstermektedir. Çin, stratejik ortaklık ilişkisi kurduğu Pakistan’ı, Hindistan’ın, Güney Asya ve Hint Okyanusu’ndaki etkinliğine karşı bir denge unsuru olarak görmekte, bu ülkeyle ilişkilerini geliştirmeye önem vermektedir. Çin’in özellikle Hindistan’ı dengelemek bakımından Pakistan’a desteğini sürdürmesi beklenmektedir. Bununla birlikte, Çin’in Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ndeki ayrılıkçı hareketlerle ilişkilendirdiği radikal dinci terör örgütlerine karşı hassasiyeti ve Pakistan’ın terörle mücadelede tartışmalı konumu nedeniyle Pakistan’a desteğinin sınırlarını gösteren gelişmeler de yaşanmıştır. Bu kapsamda, 2011 yılında Çin ilk kez Sincan Uygur Özerk Bölgesi (SUÖB)’nde meydana gelen terör saldırılarının kaynağının Pakistan olduğunu açıklamıştır. Afganistan’daki yeniden yapılanma çabalarını siyasi ve ekonomik olarak destekleyen Çin, Taliban’ı Afgan siyasi hayatının bir parçası olarak kabul etmekle birlikte, eski koşullarda iktidara geri dönüşünden kaygı duymaktadır. Çin’in bu tutumunda, Sovyet-Afgan savaşından sonra SUÖB’de radikalizmin yükselmesi ve ayrılıkçı unsurların Taliban yönetiminden destek görmesi etkilidir. Çin, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD öncülüğünde Afganistan’a yapılan müdahaleye karşı çıkmamış, bunun karşılığında aşırı unsurlarla mücadelesine, terörizmle mücadele kapsamında uluslararası kabul sağlamaya çalışmış, Doğu Türkistan’da faaliyet gösteren Doğu Türkistan İslami Hareket (ETIM)’in, ABD ve BM terör listelerine alınmasını sağlamıştır. Afganistan’a ilgisi stratejik olduğu kadar, ekonomik saiklerden de kaynaklanan Çin, hali hazırda en büyük yabancı yatırımcı konumunda olduğu Afganistan’da özellikle maden kaynaklarına ilgi duymakta, bu nedenle yatırım projelerinin hayata geçirilebileceği güvenli bir ortamın tesisini istemektedir. 67 Strateji Yazıları-I ASEAN, Çin’in bölgesindeki ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmekte kullandığı önemli bir platformdur. Çin, ASEAN ile işbirliğini ASEAN+1 ve ASEAN+3 (ÇHC, Japonya ve Güney Kore) formatlarında sürdürmektedir. Son dönemde uluslararası kamuoyunda adından sıkça söz edilen Güney Çin Denizi, gerek Çin ile bölge ülkeleri, gerekse ABD ile Çin arasındaki en önemli ihtilaf alanı olarak dikkati çekmektedir. Jeostratejik konumu itibariyle büyük önem arz eden Güney Çin Denizi’nde, dünya deniz ticareti trafiğinin 1/3’ü, küresel su ürünleri üretiminin ise %10’u gerçekleşmektedir. Bölgenin büyük miktarda petrol (Rakamlar 28 milyar varilden 105 milyar varile kadar değişmektedir) ve doğal gaz (Hali hazırda ispatlanmış rezerv miktarının 4-6 trilyon kübik feet olduğu belirtilmektedir) rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bu durum, bölgedeki bazı adalar üzerinde Çin ile Filipinler, Vietnam, Endonezya ve Malezya gibi kıyıdaş devletlerarasında egemenlik ihtilaflarına neden olmaktadır. Söz konusu ihtilaflar, 2002 yılında Çin ile ASEAN arasında imzalanan, Güney Çin Denizi’nde “Davranış Kurallarına İlişkin Bildiri” ile yumuşama eğilimine girmiş, bu bağlamda Çin, kaynakların ilgili ülkelerle ortaklaşa aranmasını ve çıkarılmasını sağlamaya yönelik projeler geliştirilmesi yönünde bir tutum benimsemiştir. Bununla birlikte, son dönemde, başta Filipinler ve Vietnam olmak üzere, bazı kıyıdaş ülkelerin ABD’nin konuya müdahil olma girişimlerinden cesaret alarak, bölgedeki balıkçılık ve hidrokarbon araştırmalarında Çin’i rahatsız eden bir tutum içine girmeleri, Çin’i daha sert politikalar izlemeye yöneltmektedir. Bu çerçevede, ihtilaflı alanlarda hidrokarbon arama faaliyetlerini yoğunlaştıran Çin, diğer kıyıdaş ülkelerin bu alanlardaki çalışmalarını da engellemeye çalışmaktadır. Bu aşamada Çin’in, Güney Çin Denizi ihtilaflarında, taviz vermez ve meseleleri zamana yayan bir tutum izlediğini, öte yandan sorunu anlaşmazlık yaşanan alanla sınırlı tutarak, ilgili ülkelerle ikili ilişkilerinin genelinin zarar görmesini engellemeye çalıştığını söylemek mümkündür. Çin’in Rusya ve Orta Asya’yla İlişkileri: Çin, Rusya’yı önemli bir küresel güç ve etkili bir bölge ülkesi olarak görmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından tek süper güç konumuna gelen ABD’yi dengeleme çabaları ve Çin’in enerji kaynaklarını arttırma ve çeşitlendirme ihtiyacı, iki ülke ilişkilerindeki hızlı gelişmenin başlıca dinamiklerini oluşturmuştur. Çin-Rusya ortaklığı son dönemde özellikle ekonomik alanda hızla gelişmiş, ikili ticaret hacmi 2011 yılında 60 milyar Dolara ulaşmıştır. İki ülke ticaret hacminde 2015 yılı için hedef 100, 2020 yılı için ise 200 milyar ABD Doları olarak belirlenmiştir. Rusya, Çin’le ticaretinde fazla veren az sayıda ülkeden biridir. Ekonomik ilişkilerin yanı sıra, enerji, savunma ve terörle mücadele konularındaki işbirliği yoğunlaşmış ve ŞİÖ çerçevesinde bölgesel konularda öncü rol paylaşılmıştır. 68 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları Bununla birlikte; iki ülke ilişkilerinde rekabet ve sorunlar da mevcuttur. Çin’in, Orta Asya Cumhuriyetleriyle ilişkilerini geliştirme arayışı, Çin-Rusya rekabetinin önemli bir boyutudur. Çin, Orta Asya’yla ilişkilerini Rusya’yı rahatsız etmeyecek biçimde yürütmeye gayret etse de, Rusya’nın doğal açılım alanı olarak gördüğü bu bölgede bunu gerçekleştirmesi kolay görünmemektedir. Çin’in, Orta Asya Cumhuriyetleri’ne yönelik politikasının başlıca amaçları; bu ülkelerin enerji kaynakları ile pazarlarına ulaşmak, terörle mücadele alanında işbirliğini geliştirmek ve ABD’nin bölgedeki nüfuzunu dengelemektir. ŞİÖ, Çin’in anılan hedeflerine ulaşmak bağlamında özel önem verdiği bir platformdur. Çin, kuruluşuna ve çalışmalarına önderlik ettiği ŞİÖ’yü hem Rusya ve Orta Asya’yla ilişkilerini uyum içinde ilerletebileceği, hem de bölgede ABD nüfuzunu dengeleyebileceği bir araç olarak görmektedir. Bütçesinin büyük bölümü Çin ve Rusya tarafından karşılanan örgütte, kararların oybirliğiyle alınmasına yönelik hukuki düzenlemelerin mevcudiyetine rağmen, ŞİÖ’nün politikaları büyük ölçüde Çin ve Rusya tarafından belirlenmektedir. Çin bu çerçevede ŞİÖ’yü ekonomik bütünleşmenin bir aracı olarak görmekte ve ŞİÖ bölgesini hem yurtiçi üretimin kanalize edilebileceği ekonomik bir pazar, hem de enerji arzı güvenliği bakımından önemli bir alan olarak değerlendirmektedir. Çin, ayrıca örgütü batı bölgesindeki ayrılıkçı hareketlerle mücadelede bir işbirliği platformu olarak kullanmaktadır. Çin’in Ortadoğu’yla İlişkileri: Çin’in Ortadoğu politikası, uluslararası beklentilerden ziyade, büyük ölçüde kendi ihtiyaç ve dinamiklerine göre şekillenmektedir. Ortadoğu’yu enerji ihtiyacı, pazar ve yatırım açısından önemli bir bölge olarak gören Çin, 1980’lerden itibaren bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmektedir. Arap Baharı kapsamında yaşanan gelişmeler siyasi ve ekonomik yönden Çin’i etkilemiştir. Libya’ya yönelik operasyona engel olmadığı için ülke içinde eleştirilen Çin, Suriye konusunda ise, BMGK’da karar tasarılarını veto etmesi nedeniyle uluslararası toplumun eleştirilerine maruz kalmaktadır. Suriye’de istikrarın sağlanması ve siyasi bir çözüme ulaşılmasını arzulayan Çin, bu ülkeye doğrudan müdahaleye ise sıcak bakmamaktadır. Çin’in anılan tutumu Suriye’yle ekonomik ilişkilerinin yoğunluğundan değil, kısmen iç hassasiyetlerinin de etkisiyle insan hakları gerekçesiyle yapılan müdahalelere ilkesel olarak karşı çıkmasından kaynaklanmaktadır. Çin bu arada Esad Yönetimi’ne karşı eleştirel açıklamalar da yapmakta, ancak bu tutumu Batıyla birlikte hareket etmesinden değil, Arap ülkelerinin gözünde Suriye’deki rejimin destekçisi olarak algılanmak istememesinden kaynaklanmaktadır. 69 Strateji Yazıları-I Benzer bir tutumu İran konusunda da sergileyen Çin, sorunun diyalog yoluyla çözümünü kabul etmektedir ve ABD’nin öncülüğünde ilave baskı ve tedbirlere çoğu zaman karşı çıkmaktadır. İran’a ilişkin siyaseti ekonomik güdülerle şekillenen Çin, bu ülkeyi enerji arz kaynağı olarak görmekte, ayrıca Çin firmaları, birçoğu hayata geçirilememekle birlikte, İran’da birçok proje üstlenmektedir. Çin’in İran’a yönelik tutumu, başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri tarafından bu ülke üzerindeki baskıyı hafiflettiği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Bununla birlikte, ABD, İran’ın nükleer sorunu konusunda Çin’in işbirliğine giderek daha fazla ihtiyaç duymaktadır. ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı başından beri eleştirel bir tutum takınan Çin, Irak’taki ABD askeri varlığının ülkenin gelişmesine katkı sağlamadığını, Irak’ın geleceğine Iraklıların karar vermesi gerektiğini birçok ortamda dile getirmiştir. Irak’la siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmak isteyen Çin, ülkedeki enerji kaynaklarıyla da ilgilenmektedir. Çin-AB ilişkileri: Avrupa ülkelerini sarsan mali krizin de etkisiyle ekonomik düzlemde ağırlık kazanan Çin-AB ilişkilerinin bir diğer boyutunu da insan hakları konusu oluşturmaktadır. Ancak, mali kriz ortamında Çin’in ekonomik işbirliğine duyulan ihtiyaç Avrupa ülkelerinin Çin’deki insan hakları sorunlarını eskiye nazaran daha az gündeme almalarına neden olmaktadır. Birlik üyesi ülkeler içinde Almanya ve İngiltere, Çin’le yakın ilişkilere sahip ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Çin’in Afrika ülkeleriyle ilişkileri: Çin, 1950’li yıllardan beri Afrika ülkeleriyle özel ilişkiler geliştirmektedir. Başlangıçta ağırlığını ekonomik konuların oluşturduğu ilişkiler, zamanla sosyal ilişkiler, değişim programları, eğitim ve sağlık hizmetlerini kapsayacak şekilde genişlemiştir. Çok sayıda Afrikalı genç, Çin’de eğitim almaktadır. Hemen hemen bütün Afrika ülkelerinin Çin’de Büyükelçiliği mevcuttur. Enerji, bakır, platin, demir ve kereste ihtiyacının üçte birini Afrika’dan temin eden Çin, kıtada yatırım yapmakta, istihdam yaratmakta, kıtaya teknoloji transfer etmekte ve maddi yardım sağlamaktadır. Çin’in kalkınma yardımlarının yarıya yakını Afrika’ya tahsis edilmektedir. 2000 yılında 10 milyar ABD Doları olan Çin-Afrika ticaret hacmi, 2011 yılında 160 milyar ABD Doları’na erişmiştir. Çin’in Afrika’daki doğrudan yatırımları 50 milyar ABD Doları’nı, 2010’dan bu yana Afrika ülkeleriyle yaptığı ticari anlaşma ve tekliflerin toplamı da 101 milyar ABD Doları’nı aşmıştır. Çin’in Afrika’ya yönelik politikası bazı çevreler tarafından “Yayılmacı” veya “Yeni sömürgeci” şeklinde nitelendirilmektedir. Çin’in Afrika’da artan etkinliğinden rahatsızlık duyan Batılı çevrelerce dile getirilen bu eleştiriler, aslında bu ülkenin Batı’nın modernizasyon projesine alternatif yollardan kıtada 70 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları etkili olmasından kaynaklanmaktadır. Çin’in, Batılı ülkelerin aksine, siyasi rejimlerine ve insan hakları sicillerine bakmaksızın bölge ülkeleriyle işbirliğine gitmesi, Batılı ülkelerin tepkilerine neden olmaktadır. Bu kapsamda, kimi yorumcuların, Fransa’nın ABD’nin de desteğiyle son dönemde Mali’de başlattığı operasyonu, Çin’in kıtadaki etkinliğine ekonomik yollardan cevap veremeyen Batılı ülkelerin, askeri hamlelerle Çin’in önünü kesmeye çalışması olarak açıklamaları dikkat çekicidir. Çin’in kıtadaki faaliyetlerine Afrika içinde de bazı eleştiriler gelmektedir. Bu eleştiriler, büyük ölçüde, Çin’in Afrika’daki ekonomik etkinliklerinin sosyal ve çevresel açılardan yarattığı olumsuzluklar ile şeffaflık ve iyi yönetişim alanlarındaki eksikliklerine yöneliktir. Çin’in Ülkemizle İlişkileri: Ülkemizin Çin’le siyasi ve ekonomik ilişkileri hızla gelişmektedir ve son dönemde karşılıklı gerçekleştirilen üst düzey ziyaretlerde ikili ilişkilerin her alanda geliştirilmesi iradesi ortaya konulmaktadır. Bu kapsamda, Sayın Cumhurbaşkanımızın 23-29 Haziran 2009’da ÇHC’ye gerçekleştirdikleri ziyaretle ilişkilere kazandırılan ivme, ÇHC Başbakanı Wen Jiabao’nun 7-9 Ekim 2010’da ülkemize gerçekleştirdiği ziyaretle sürdürülmüş, bu ziyarette, “Stratejik İşbirliği İlişkisinin Kurulmasına ve Geliştirilmesine İlişkin Ortak Bildirge” kabul edilmiştir. Ülkemizde Çin yılının kutlandığı 2012 yılında, Xi Jinping’in ÇHC Devlet Başkan Yardımcısı sıfatıyla 20-22 Şubat’ta ülkemizi ziyaretini müteakip, Sayın Başbakanımızın 8-11 Nisan’da Çin’i ziyareti üst düzey temasların en güncel örneklerini teşkil etmektedir. Jeopolitik konumumuz, NATO üyeliğimiz, bu kapsamda Batı ittifakı içindeki yerimiz ve Ortadoğu’daki gelişmelerde üstlendiğimiz rol Çin’in ülkemize ilgisini etkileyen faktörlerdir. Çin, ülkemizle ilişkilerini uzun vadeli, stratejik bir perspektife oturtarak, Türkiye’yi güvenilir bir ortak olarak görmeye başlamıştır. Çin’in başlıca egemenlik hassasiyetlerinden birini oluşturan Uygur meselesi siyasi ilişkileri etkileme potansiyeline sahip bir konudur. Çin’in bu konudaki temel beklentisi, ayrılıkçı olarak nitelendirdiği Uygur örgütlenmelerinin taleplerinin resmi karşılık görmemesidir. Ülkemizin üçüncü büyük ticari ortağı olan Çin’le 2011 yılında ikili ticaret hacmimiz 24,16 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. Toplam dış ticaretimiz içinde % 6,1’lik bir paya sahip Çin’le ticaretimizin büyük bölümünü (21,7 milyar Dolar) Çin’den ithalatımız oluşturmakta, ancak son dönemde ihracatımızın ithalatı karşılama oranı artmaktadır. ÇHC Başbakanı Wen Jiabao’nun ülkemizi ziyareti sırasında, Çin ile ticaretimizin 2015 yılında 50 milyar, 2020 yılında ise 100 milyar ABD Doları’na çıkarılması hedefi ortaya konulmuştur. Ayrıca Çin’le ekonomik ilişkilerimizin yatırım, üçüncü ülkelerde ortak projeler ve turizm gibi sektörlerle çeşitlendirilmesi hedeflenmektedir. Ekonomik ilişkilerimizin ticaret dışı alanlarda ilerletilmesi, dış ticaret açığımızı dengeleyebilmemiz bakımından da önem taşımaktadır. 71 Strateji Yazıları-I Ekonomik, siyasi ve askeri gücünü artırarak küresel bir güç haline gelen Çin’le siyasi bir sorunumuz olmaması, ilişkilerin ilerletilebileceği uygun bir zemin oluşturmaktadır. Kıbrıs ve Yunanistan konularında ülkemize müzahir bir tutum benimsemeyen Çin, 1915 olayları konusunda ise ülkemizi rahatsız edecek herhangi bir adım atmamakta, ayrıca “Toprak bütünlüğü” ve “İçişlerine karışmama” ilkesini temel alarak, PKK’yla mücadelemize destek vermektedir. Çin ile son dönemde kültürel ilişkilerimiz de çeşitlenmektedir. Diplomatik ilişkilerimizin 40. yıldönümünü kutladığımız 2011 yılında hem Türkiye’de, hem de Çin’de birçok etkinlik düzenlenmiştir. Öte yandan, 2012 yılı “Türkiye’de Çin Yılı” olarak kutlanmış, bu kapsamda 2000 civarında Çinli sanatçı ülkemize gelmiştir. 2013 yılı ise, “Çin’de Türkiye Yılı” olarak kutlanmıştır. Sonuç Ekonomik hacmi, nüfus gücü, artan askeri kapasitesi ve bilim ve teknolojide ulusal imkânlarıyla sağladığı ilerleme, 2000’lerden itibaren Çin’in “Dünya gücü” statüsünün tescillenmesine ve küresel dikkatleri üzerine çekmesine neden olmuş, yükselen siyasi, ekonomik ve askeri statüsü doğrultusunda dünya meselelerinde ağırlığı da artmıştır. ABD ve Avrupa’nın ekonomik krizin etkileriyle sarsıldığı bir ortamda, Çin’in kalkınmasını sürdürmesi ve mali krizden etkilenen ülkelere ekonomik destek sağlaması, bu ülkeye yönelik küresel algı üzerinde olumlu etki yapmış ve bir yumuşak güç unsuru oluşturmuştur. Dünyanın geleceğine yönelik senaryolarda ve orta vadeli küresel değerlendirmelerde Çin’in ekonomik güç unsurları bakımından ABD’yi geride bırakacağı öngörülmektedir. Artan gücü Çin’i, küresel meselelerde işbirliği aranan bir oyuncu haline getirmekte, ayrıca, başta ABD ve Asya-Pasifik ülkeleri olmak üzere, devletler Çin’le ilişkilerini çatışma eksenine oturtmamaya özen göstermektedir. Çin’in yükselişi, küresel anlamda siyasi ve akademik bir konu başlığıdır. Bu kapsamdaki akademik tartışmalarda, ABD’nin tek kutuplu anının sona erdiği ve Çin’in gücünü göreli olarak artırdığı küresel sistemde liderlik konumunu kaybettiği değerlendirmeleri yapılmaktadır. Ancak, ABD’nin güç kaybı ve Çin’in güçlenmesi göreli bir değerlendirmedir ve ABD’nin güç unsurları bakımından Çin’in çok gerisine düştüğü anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, ABD’nin küresel meselelerde Çin’in işbirliğine daha fazla ihtiyaç duyduğu da bir gerçektir. Bu arada, ABD-Çin ilişkilerinin denge merkezinin Çin’in lehine değiştiği değerlendirmesi pek çok çevre tarafından yapılmaktadır. Küresel güç dengelerinin ABD’nin aleyhine ve Çin’in lehine değişmekte olduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte, bu değişimin kapsamı üzerinde farklı 72 Yükselen Güç Çin’in Küresel ve Bölgesel Politikaları fikirler mevcuttur. ABD’nin göreli güç kaybına uğramakla birlikte, güç unsurları bakımından halen Çin’in oldukça önünde olduğunu savunan çevrelere karşın, Çin’in gücünü hızla artırarak ABD’yi geride bırakacağını savunan kesimler de bulunmaktadır. Mevcut durumda, Çin’in yükselişi ABD-Çin ilişkilerini, ABD’nin eylemlerine eskiye nazaran daha az bağımlı hale getirmektedir, ancak, henüz bu ilişki Çin’in eylemlerinin daha belirleyici olduğu noktada da değildir. Ulusal gücün tüm unsurları bakımından geldiği noktaya ve kaydettiği ilerlemeye rağmen, Çin’in önemli yapısal sorunları bulunmaktadır. İhracat temelli ekonomi modelinin sürdürülebilirliği, gelir dağılımındaki eşitsizlik, devlet kademelerinde yaygın yolsuzluk, halkın demokratikleşme ve temel bireysel haklara ilişkin talepleri, yaşam kalitesini etkileyen düzeylere ulaşan çevre kirliliği önümüzdeki dönemde Çin’deki gidişatı etkileyebilecek başlıca sorun alanlarıdır. Özellikle ekonomik sistemin sürdürülebilirliği bakımından önümüzdeki yıllarda sorunların artmasının sistemi sarsabileceği öngörüsü çeşitli çevreler tarafından yapılmakta, bu bağlamda yeni yönetimin ciddi bir krizle karşılaşabileceği değerlendirilmektedir. Böyle bir durumda Çin’in içerdeki sorunların etkisiyle dış politikada tutumunu sertleştirmesi, bölgesel ve küresel istikrar açısından kaygı verici bir olasılık olarak öne çıkmaktadır. Öte yandan, Çin Yönetimi’nin bazı belgelerinden ülkedeki sorunların farkında olunduğu anlaşılmakta, bununla birlikte Çin Yönetimi siyasi açıdan hiçbir zaman Batı’nın sistemlerini taklit etmeyeceğini vurgulamaktadır. Batı dünyası başta olmak üzere, Çin’le ilgili uluslararası değerlendirmelerde sistemin şeffaf olmayışı üzerinde durulmakta ve bu anlamda Çin bir “Kara kutu” olarak nitelendirilmektedir. Gücü fazla vurgulamamaya ve öne çıkmamaya dayalı geleneksel siyaset kültürü, liderlerin kamuoyu önüne fazla çıkmayışı, özellikle askeri alanda kapalı bir görünüm verilmesi söz konusu algının oluşmasında etkendir. Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Xi Jinping, görevi devraldığı konuşmasında, Çin’in ve dünyanın birbirlerini karşılıklı olarak daha iyi tanımalarının gerekli olduğu yönündeki sözlerinin, Çin’in önümüzdeki dönemde bir açılım siyaseti yürüteceğinin işareti olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Ancak, küresel görünürlüğü arttıkça ve küresel sorumluluk alanı genişledikçe, Çin’in kendini dünyaya daha fazla açmak zorunda kalacağı düşünülmektedir. Ülkemiz ise, sahip olduğu ekonomik gücün yanı sıra, BMGK daimi üyesi olan ve küresel meselelerde giderek daha etkili bir konuma gelen Çin’le ilişkilerini her alanda geliştirme çabasındadır. Çin de, ülkemizin küresel ve bölgesel meselelerde artan ağırlığına önem vermekte, ayrıca sahip olduğu ekonomik potansiyeli de dikkate alarak, ülkemizle ilişkilerini geliştirmek ve çeşitlendirmek istemektedir. 73 ULUSLARARASI SİSTEMDE YENİ BİR KURUMSALLAŞMA OLARAK BRICS VE TÜRKİYE Dr. Osman Duran Grup Başkan Vekili ÖZET Bu tartışma metni, BRICS’in mevcut durumu ve geleceğini tartışmak amacıyla hazırlanmıştır. BRICS, beş büyük gelişmekte olan ülkeninBrezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika- gruplandırılması için yapılan bir kısaltmadır. 2009 yılında kurulan BRICS, üye ülkeler arasında ticari, ekonomik, siyasi ve kültürel alanları destekleyen uluslararası bağımsız bir kurumsallaşmadır. BRICS’in tüm üyeleri, gelişmekte olan ya da yeni sanayileşen ülkeler arasındadır ancak, büyüklükleri, hızlı büyüyen ekonomileri ve küresel veya bölgesel konularda önemli etkiye sahip olmalarıyla farklılık arz etmektedirler. Beş ülkenin tamamı G-20 içindedir ve bunların dördü 2013 yılında en büyük ekonomiler sıralamasında ilk onda yer almaktadır. Durban Zirvesi, BRICS’in kurumsallaşmasında kaydedilen gelişmeleri göstermiştir. Mart 2013 ayında Güney Afrika / Durban’daki zirve sürecinde, üye ülkeler Batı tarafından yönlendirilen Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na rakip bir küresel finans kurumunun oluşturulmasına karar vermişlerdir. Uluslararası sistemde yeni bir kurumsallaşma olarak BRICS’e, belirli kesimlerce çok sayıda eleştiri ve övgü yöneltilmektedir. Bazı stratejistler, BRICS’in yeni çok kutuplu dünya sisteminin önemli bir küresel veya bölgesel aktörü olabileceğini tartışmaktadır. Ayrıca, değişen küresel sistemde dikkat çekici ve etkili bir bölgeselleşme örneği olduğu da ifade edilmektedir. Öte yandan, özellikle Batı dünyasından çok sayıda stratejist ise, BRICS’in dünya siyasi ve ekonomik sistemine alternatif rotalar sunabilme şansının olmadığına inanmaktadır. Çin, BRICS ülkelerini dünya barışı için bir güç ve gelişmekte olan ülkelerin destekleyicisi ve savunucuları olarak tanımlamıştır. Rusya ise, BRICS hakkında daha güvenlik eksenli bir ajandaya sahiptir. Fakat, önemli ekonomik dengesizlikler, küresel ekonomik ve politik sisteme ilişkin konulardaki uyuşmazlıklar dahil olmak üzere, grup bünyesinde önemli potansiyel bölünme ve zayıflıklar söz konusudur. Strateji Yazıları-I Öte yandan, Türkiye ve Endonezya BRICS’e üye adayı olarak lanse edilmiş ülkelerdir. Zaman içinde başka ülkeler de (Meksika, Suriye, İran ve Mısır gibi) BRICS’e katılmaya yönelik ilgilerini açıklamışlardır. Bu bağlamda, BRICS yeni coğrafyalara doğru büyümeye devam edecektir. Sonuç olarak, bu çalışmada, BRICS’in geleceğine ilişkin iki farklı senaryo tartışılmış ve Türkiye ile BRICS ülkeleri arasında yoğunlaştırılmış bir işbirliğinin önemine işaret edilmiştir. Anahtar Kelimeler: BRICS, çok kutuplu dünya sistemi, Durban Zirvesi, Çin ve BRICS, büyüyen ekonomiler, BRICS ve kurumsallaşma, BRICS üyeliği, bölgeselleşme. ABSTRACT This discussion text has been prepared in order to discuss current situation and future of BRICS which is the acronym for a grouping of five major emerging economies: Brazil, Russia, India, China and South Africa. The BRICS, an independent international organization encouraging commercial, economic, political and cultural cooperation between BRICS nations, was formed in 2009. All members of BRICS are developing or newly industrialized countries, but they are distinguished by their large, fast growing economies and significant influence on regional and global affairs; all five are members of G-20 and four of them are in the top 10 biggest economies in the world in 2013. Durban Summit showed developments recorded in BRICS’s institutionalization. In March 2013, during the Durban Summit in South Africa, the member countries agreed to create a global financial institution to rival the Western dominated IMF and World Bank. As a new initiative for the institutionalization in international system, BRICS has received both praise and criticism from numerous quarters. Some strategists argue that this initiative will be an important global or regional actor of multi-polar world system. Also, it is stated that BRICS is a remarkable and effective example of new regionalism in changing global system. On the other hand, many strategists especially in Western world believe that BRICS has no chance to create alternative routes to the world economic and political system. China described BRICS countries as defenders and promoters of developing countries and a force for world peace. Russia has more security-oriented agenda about BRICS. However there have been highlighted potential divisions and weakness in the group, including significant economic instabilities, disagreements between members over global political and economic reform issues. On the other hand, Turkey and Indonesia have been mentioned as candidates for full membership of the BRICS, while other countries (like 76 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye Mexico, Syria, Iran, Egypt) have expressed interest in joining BRICS. In this manner, BRICS will continue to expand into new geographies. In sum up, two different scenarios have been discussed for future of BRICS and pointed out to importance of intensified cooperation between Turkey and BRICS countries. Keywords: BRICS, multi-polar world system, Durban Summit, China and BRICS, growing economies, BRICS and institutionalization, membership of BRICS, regionalism. Giriş BRICS terimi, Brezilya-Rusya Federasyonu-Hindistan-Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ve Güney Afrika Cumhuriyeti (GAC) ülke isimlerinin (İngilizce yazılışının) ilk harflerinden oluşmaktadır. Günümüz uluslararası iktisadi düzenine alternatif oluşturabileceği iddia edilen BRICS’in fikir olarak ortaya çıkışı, 2001 yılında, bir yatırım bankası olan Goldman Sachs tarafından Global Economics Paper’de yayınlanan ve (Varlık Yönetimi eski Başkanı) Jim O’Neill’ın hazırladığı, “Dünya Ekonomilerinin BRICs Ülkelerine İhtiyacı Var” başlıklı makaleye dayandırılmaktadır. Makalede, öz olarak, yükselen ekonomilerin dikkate alınmasına ve uluslararası iktisadi sistemde daha fazla rol alabilmelerine işaret edilmiştir. (Her ne kadar anılan çalışma, BRICS ile ilgili literatürde atıf yapılan ilk husus olsa da, bu makalenin gerçek tarihsel değeri, bir durum tespitinde bulunması ve isim babalığı yapmasından kaynaklanmaktadır.) Böylesi bir oluşum için, dört ülke BRİC ülkeleri olarak ilk kez 2006 yılında bir araya gelmişler, kurumsal bir yapı olarak, resmi ilk zirve ise 2009 yılında tertiplenmiştir. BRICS zirveleri, sırasıyla, 2009 RF, 2010 Brezilya, 2011 ÇHC, 2012 Hindistan ve 2013-GAC şeklindedir. BRİC’e, Nisan 2011 Pekin Zirvesi’nde, (Meksika, Endonezya ve Türkiye’nin dahil olabileceğinin ifade edildiği bir dönemde), ÇHC’nin inisiyatifiyle GAC davet edilmiş ve üye sayısı beşe çıkmıştır. Tablo’da, Dünya Bankası verilerine göre, BRICS üyelerinin Dünya Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) sıralamasındaki yerleri gösterilmiştir. BRICS’in ilk dört üyesi ilk on içinde yer alırken, (o dönem için üye olabileceği değerlendirilen Türkiye, Meksika ve Endonezya’dan farklı olarak) GAC’nin 24’üncü sırada olması dikkat çekmektedir. 77 Strateji Yazıları-I ÜLKELERİN 2011 YILI GSYİH (GDP-PPP) SIRALAMASI ÜLKE İSMİ ABD ÇHC Hindistan Japonya Almanya RF Brezilya Fransa İngiltere İtalya Meksika İspanya G.Kore Kanada Türkiye GAC GSYİH MİKTARI (Milyon ABD Doları) 15.094.300 11.347.000 4.531.154 4.381.833 3.221.032 3.031.652 2.305.408 2.303.971 2.287.770 1.979.977 1.761.051 1.512.882 1.504.303 1.398.343 1.243.247 554.417 Kaynak: Dünya Bankası Bir sonraki tabloda ise, 2003-2011 ve 2050 yılları için ülkelerin GSYİH sıralamaları verilmiştir. Tablodan, ABD’nin uzun yıllardır koruduğu liderliğini kaybedeceği, hatta Hindistan ile arasındaki farkın da azalacağı, ilk altı ülkenin arasında 4 BRICS üyesinin yer alacağı ve bugün için ismi BRICS üyeliği için anılan ya da diğer yükselen ekonomiler olarak lanse edilen Türkiye, Endonezya ve Meksika’nın ilk 12’de yer alacağı görülebilmektedir. ÜLKELERİN 2003-2011-2050 DONEMİ GSYİH (GDP-PPP) KARŞILAŞTIRMASI 2003 ABD ÇHC Japonya Almanya Hindistan İngiltere Fransa İtalya Brezilya RF Meksika İspanya 78 2011 ABD ÇHC Hindistan Japonya Almanya RF Brezilya Fransa İngiltere İtalya Meksika İspanya 2050 ÇHC ABD Hindistan Brezilya Japonya RF Meksika Endonezya Almanya Fransa İngiltere Türkiye Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye BRICS Ülkelerinin Siyasi ve Ekonomik Profili BRICS ülkeleri ile ilgili yapılabilecek iki önemli siyasi tespitin olduğu değerlendirilmektedir. Öncelikle, BRICS ülkelerinin en belirgin özelliği, tamamının Bağlantısızlar Hareketi’yle ilişkili olmalarıdır. Hindistan ve GAC üye, Brezilya ve Çin Gözlemci Devlet, RF ise, Misafir Devlet konumundadır. İkinci olarak, BRICS’in hayata geçtiği dönem için yapılabilecek bir diğer tespit, Brezilya hariç, bu ülkeler, uluslararası siyasal ve ekonomik sistem içerisinde, gelişmiş ülkelerin inisiyatifinde olan ya da güçlü bir şekilde temsil edildikleri örgüt, kurum ve kuruluşlarla (DB, IMF, AB, NATO, DTÖ vb.) mesafeli bir ilişkiye sahiptirler. BRICS’in varlık bulmasındaki itici iktisadi unsur ise, bu ülkelerin ekonomik ve demografik ortak özellikleridir. BRICS ülkelerinin nüfus toplamı, zengin kaynakları ve kuruluş döneminde sahip oldukları istikrar ortamı dikkat çekmiştir. BRICS ülkelerinin nüfusu dünya nüfusunun %43’üne tekabül etmektedir. Beş ülke küresel işgücünün %45’ine sahiptirler. Bu ülkelerin sahip olduğu GSYİH, dünya toplamının %25’ini teşkil etmektedir. Bu ülkeler, dünyada gerçekleşen doğrudan yatırımların %11’ine (465 milyar ABD Doları), dünya ticaretinin ise, %17’sine sahiptirler. Bu ülkelerin GSYİH oranları 2012 yılında %7,4 oranında artmış olup, G-7 ortalamasından (%0,7) çok yüksektir. Ayrıca, BRICS ülkelerinden 4’ü, en hızlı büyüyen 10 ekonomi içerisinde yer almaktadır. BRICS’in ekonomik profilinde dikkat çeken bir başka nokta ise, ÇHC’nin hegemonik konumudur. BRICS’in dünya çapındaki ticaretinin %67’si ÇHC kaynaklıdır. BRICS ticareti içinde ÇHC’nin payı ise %85’tir. (Tablo I’deki verilerden de görüldüğü üzere, Çin’in GSYİH’sı, diğer 4 ülkenin toplamından yaklaşık 1,5 trilyon Dolar daha fazladır. Çin ekonomisi, Güney Afrika’nın 20, Rusya ve Hindistan’ın da dört katı büyüklüktedir.) Ayrıca, Çin’deki büyüme, 2000-2011 yılları arasında BRICS ülkeleri büyümesinin yaklaşık %70’ini teşkil etmektedir. BRICS öncelikle üye ülkeler arasındaki ticareti tetiklemiştir. Ülkeler arasında 2002 yılında yaklaşık 27 milyar Dolar olan ticaret hacminin 2012 yılında 282 milyar Dolara ulaştığı ve 2015 yılı itibariyle 500 milyar Doları aşmasının beklendiği 2013 yılında resmi olarak açıklanmıştır. 79 Strateji Yazıları-I Zirveler ve Sonuçları BRICS ülkeleri, 2009 yılında yayınlanan kuruluş bildirgesinin 12’nci maddesinde, “Çok kutuplu bir uluslararası sistem” istendiğini çok açık bir şekilde deklare etmişlerdir. (Bu aşamada, RF Devlet Başkanı Putin’in Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) kurulurken ifade ettiği, “artık tek kutuplu dünya kabul edilemez” ifadesini hatırlatmak isterim.) İlk zirveden itibaren BRICS’in gündeminde, “Küresel ekonomik düzen”, “Küresel finans kurumlarının reformu” ve “Küresel rezerv para cinsinin (yani Doların) değiştirilmesi” yer almıştır. Bir başka deyişle, 2’nci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan sistemin değişimi talep edilmektedir. Bu husus, Rusya Zirvesi’nde, “Küresel rezerv paranın değişimi” olarak ifade edilirken; 2012 Yeni Delhi Zirvesi’nde, “Yeni ve daha adil bir küresel mali düzen” için çağrı biçiminde ifade edilmiştir. (İlk zirvenin ardından, BRICS üyelerinin global rezerv paranın değişmesi ihtiyacını ortaya koyan açıklamalar yapmaları, Doların diğer paralar karşısında değerinin düşmesine neden olmuştur.) BRICS’in 5’inci zirvesi ve alınan kararlar, hem üye ülkelerin siyasetlerini, hem de BRICS’in kurumsallaşma yolunda attığı adımların genel toplamını yansıtması bakımından mercek altına alınmıştır. 5’inci BRICS Zirvesi,”BRICS and Africa: Partnership for Development, Integration and Industrialization (BRICS ve Afrika: Sanayileşme, Entegrasyon ve Kalkınma İçin İşbirliği)” adıyla, GAC’ın Durban şehrinde, 26-27 Mart 2013 tarihleri arasında düzenlenmiştir. Böylece, BRICS ülkeleri arasındaki ilk zirve turu da tamamlanmıştır. Zirve öncesinde, uluslararası kamuoyunda, özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra, (ki krizde BRICS ülkelerinin büyüme oranları düşmüş, hatta Brezilya ve RF’de eksiye dönmüştür.) artan bir ivmeyle, BRICS’in kurumsallaşma yönünde artık adımlar atması, lider ve yetkililerin bir araya geldiği istişari bir platformdan, hedefleriyle de uyumlu, kurumsal bir kimliğe ve siyasi ağırlığı olan bir yapıya dönüşmesi gerektiği, bir anlamda kendini ispat etmesi gerektiği beklentisi mevcuttu. Zirveye, BRICS ülkelerinin devlet başkanlarının yanı sıra, dönemin Mısır eski Cumhurbaşkanı Mursi başta olmak üzere, toplam 15 Afrika ülkesinin devlet başkanı ya da yöneticileri de katılmıştır. Zirve’nin en önemli gündem maddeleri arasında, küresel yönetişim kurumlarının reformu, kalkınma yatırımlarının finansmanı için bir ortak kalkınma bankası teşkili, üyeler arası ortak iş konseyinin kurulması, kapsayıcı ve 80 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye sürdürülebilir kalkınmanın teşviki, üyeler arasında ticaretin daha da geliştirilmesi yer almıştır. Zirve’nin sonunda yayınlanan Durban Deklerasyonu’nda alınan kararları, “Küresel ekonomik ve siyasal yapıyla ilgili kararlar”, “Kendi yapılanmasıyla ilgili kararlar” ve “Uluslararası ve bölgesel meseleler” biçiminde üçlü bir tasnife tutmak mümkündür. - “Küresel ekonomik ve siyasal yapıyla ilgili kararlar” içinde, gündemi “New Development Bank” ile ilgili gelişmeler belirlemiştir. Zirve’den bankanın kuruluşu, sermaye miktarı ve pay sahipliği oranlarının açıklanması beklenirken; sadece, yatırım bankasının kurulmasına yönelik kararlılık teyit edilebilmiştir. Dünya Bankası (DB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun alternatifi olması beklenen bankanın, hem BRICS ülkelerinin, hem de Afrika ülkeleri başta olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerin gelişimine destek vereceği ve altyapı ağırlıklı yatırım (Liman, yol, enerji santrali ve demiryolu gibi) ve projelerinin finanse edileceği bir vizyona sahip olacağı Durban Deklarasyonu’nda açıklanmıştır. Tarafların bankadaki oranları konusunda tam olarak anlaşamadığı ve sonucun ancak 2014 Zirvesi’nde sağlanabileceği bilgisi uluslararası basın yayın kuruluşlarına yansımıştır. Durban’da bankanın kuruluşunun açıklanmaması, başta RF ve Brezilya basını olmak üzere, uluslararası basın yayın organlarında geniş yankı bulmuş, özellikle Batı basını BRICS’in geleceğine ilişkin karamsar yorumlarını artırmıştır. Ancak, Ağustos ayında Yeni Delhi’de yapılan görüşmeler sonucunda, “New Development Bank” için BRICS ülkelerinin “5 ülkenin eşit miktarda katkı sağlayacağı 50 milyar Dolarlık bir banka” formülünde anlaştıkları duyurulmuştur. Bu gelişme, hem ÇHC’nin, bankada en büyük paya sahip olma arzusundan ve de bankanın 100 milyar dolarlık bir sermayeyle kurulması önerisinden farklı bir noktaya çekildiğini, hem de BRICS’den beklenen ilk adımı attığını ve üyeler arasında başarılı bir uzlaşı formülü yarattıklarını göstermesi açısından önemli gözükmektedir. (Zirve döneminde BRICS ülkeleri basın organları da taranmış olup, bu kapsamda verilen bilgilere göre, bankadan üye ülkelerin beklentileri bakımından, Brezilya ve GAC’ın, özellikle ülke altyapılarının desteklenmesi, RF’nin, doğu bölgelerini kalkındırmak, Çin’in ise özellikle elinde bulundurduğu 3,31 trilyon ABD Doları tutarındaki döviz rezervlerini yeni bir alana yatırmak arzusunda olduğu anlaşılmaktadır.) - “Küresel ekonomik ve siyasal yapıyla ilgili kararlar” kapsamında, ayrıca IMF’nin reformu da yer bulmuş ve Durban Deklerasyonu’nda sürdürülen reform hareketinin yavaşlığına işaret edilerek, 2014 yılında özellikle “Kota oranları” konusunda bir gelişme beklendiği vurgulanmıştır. 81 Strateji Yazıları-I Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha Müzakereleri’nde yaşanan ve “Şeffaf ve kurallara dayalı uluslararası ticaret sisteminin geliştirilmesine” yönelik tıkanıklığın aşılması için bir çağrıda da bulunulmuştur. Küresel siyasal sistemle ilgili olarak da, BM’in kapsamlı reform sürecinin zaruret olduğu ve Brezilya, Hindistan ve GAC’ın daha etkin olacağı bir yapılanmanın arzu edildiği vurgulanmıştır. (Bu husus, Çinli yetkililerin farklı zamanlardaki ifadelerinde de yer almaktadır.) Bildiri’de yer bulan konular arasında, gelişmiş ülkelere iktisadi politikaları nedeniyle eleştiriler yönetildiği de görülmektedir. Bu bağlamda, gelişmiş ülkelerin (ABD, Japonya ve AB) küresel ekonomik krize karşı geliştirdiği politikaların gelişmekte olan ülkelerin kalkınması üzerinde olumsuz etki yarattığı, BRICS ülkelerinin G-7 ile G-20 arasında önemli bir işlev gördüğü belirtilerek, 2013 yılı içinde G-20 Zirvesi’ne ev sahipliği yapacak RF’nin, G-20 gündemine ilişkin önceliklerinin destekleneceği açıklanmıştır. 5-6 Eylül 2013 tarihinde gerçekleştirilen G-20 Zirvesi’nde de, bahse konu destek, bir ön zirve formatında gerçekleştirilmiş ve Durban’da talep edilen hususlar konusundaki ısrar bir bildiriyle gösterilmiştir. - “Kendi yapılanmasıyla ilgili kararlar” kapsamında; Durban’da sağlanan en önemli somut gelişme, İhtiyati Rezerv Anlaşması’nın yapılması ve bu kapsamda, 100 milyar Dolar’lık bir fonun teşkil edilmesidir. Bu fon, olası bir kriz durumunda, üye ülkelerin finansal istikrarının korunması ve kısa vadeli likidite ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılacaktır. Fona ülkelerin katkısı, Çin 41 milyar, RF-Brezilya ve Hindistan 18’er milyar ve GAC ise, 5 milyar Dolar şeklindedir. (Her ne kadar bu fonun teşkili, kendi yapılanmasıyla ilgili bir husus olarak aktarılsa da, yeni bir krizde Dolar’ın ülkeler üzerindeki baskısını hafifletmek amacıyla ve küresel rezerv paranın değiştirilmesi yolunda atılmış bir adım olması bakımlarından, küresel yapıyla doğrudan ilişkili bir karar olduğu düşünülmektedir.) Zirve’de, üye ülkeler arası ticareti geliştirmek için bir Ortak İş Konseyi ile yenilikçi alanlar üzerinde çalışmak üzere ise, Düşünce Konseyi oluşturulmuştur. Her ülkeden beş temsilcinin bulunacağı Ortak İş Konseyi, ticaret, teknoloji transferi, yeşil ekonomi ve kalkınma konularında üye ülkeler ve iktisadi örgütleri arasında koordinasyonda bulunacaktır. Düşünce Konseyi; birçok sektörü kapsayan geniş bir alanda (Ticaret, finans, sağlık, tarım, kültür ve insanlar arası temaslar) işbirliği sağlanması için ülkelerarası bilgi paylaşımı, kapasite tesisi ve politika önerileri alanlarında faaliyet gösterecektir. Bildiri’de yer alan ve BRICS’in tam olarak anlaşılabilmesi açısından önem arz eden bir nokta ise, kamu sermayeli şirketler arasında koordinasyonun artırılması ve bu şirketlerin geliştirilmesinin hedeflendiğinin açıklanmasıdır. 82 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye Kamu sermayeli şirketlerle ilgili olarak ortaya konan bu hedef, ÇHC ve RF’nin etkin unsurlar olduğu BRICS’in, DB ve IMF gibi uluslararası kuruluşlara gerçek anlamda (ideolojik boyutu da olan) bir alternatif yaratma niyetinde olduğunu göstermesi açısından önemli görülmektedir. Zira, ilgili literatürde “Washington Uzlaşısı” olarak da bilinen ve serbest piyasanın temel alındığı ve DB ve IMF’nin çalışma felsefesini oluşturan yaklaşımın dışında bir yaklaşım ortaya konmaktadır. - “Uluslararası ve Bölgesel Konular” kapsamında; BRICS’in siyasal vizyonunu gösterecek şekilde, güncel uluslararası konularda ve tarafları ilgilendiren bölgesel meselelerde de açıklamalarda bulunulmuştur. Özellikle Suriye ve İran konusunda, uluslararası sorunların BM şemsiyesi altında ele alınması, uluslararası istikrara ve huzura yönelik tehdit ve sınamaların, BM Şartı ve uluslararası hukuka uygun şekilde müzakere ve diplomatik yollarla çözülmesi konusunda mutabakat sağlandığı dile getirilmiştir. Zirve’de dikkat çeken bir konu da Suriye’ye ilişkindir. Beşar Esad, Zirve nedeniyle BRICS Devlet Başkanlarına bir mektup göndermiş ve bu mektup Zirve’de okunmuştur. Mektupta, Suriye’de “Teröristlere karşı sürdürülen iç savaşta şiddetin önlenmesi ve diyalog kurulması için bu ülkelerden destek istenmiştir.” Bildiri’de mektuba atıf yapılmamakla birlikte, RF’nin görüşlerine yakın bir çağrı yapılmıştır. Siyasi ağırlığa sahip olmak istediğini 5’inci Zirve’de açık bir şekilde gösteren BRICS açısından Suriye konusu belirli bir gündem maddesi olabilecek nitelikte gözükmektedir. (2012 yılı sonunda Moskova’da bir görüşme sonrasında açıklamada bulunan Suriye Enformasyon Bakanı, önümüzdeki dönemde Suriye’nin BRICS’e üye olmak istediğini, ülkesinin yeniden inşasında BRICS ülkelerinin rol almasını arzu ettiklerini dile getirmiştir.) Zirve sürecinde gerçekleşen görüşme ve temaslardan, Durban Zirvesi’nin ve hatta Afrika kıtasının BRICS’in gelişim seyrinde özel öneme sahip olacağını göstermektedir. Bu kapsamda; 2006 yılından bu yana Afrika’ya ekonomik açılım alanı olarak yaklaştığı bilinen Çin’in, BRICS zirvesini etkin bir şekilde kullandığı, Çin Devlet Başkanı’nın bazı ülkelere (Tanzanya, Çad ve Kongo) ziyaretler tertiplediği, çok sayıda ülkeyle ikili ekonomik işbirliği, yatırım ve ticaret anlaşması imzaladığı görülmüştür. Sağlanan temas ve yapılan anlaşmalar yoluyla RF’nin de, BRICS ülkelerinin Afrika iktisadi açılımını paylaştığı görülmektedir. Zirve marjında RF’nin gerçekleştirdiği bir görüşme önemli görülmektedir. RF Devlet Başkanı Putin ile Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi görüşmesi sonrasında, Rus gazının bu 83 Strateji Yazıları-I ülkeye verilmesi konusunun yanında, Mısır’ın da, bir isim önerisiyle, “E-BRICS” şeklinde, BRICS ülkeleri arasına katılma konusu gündeme gelmiştir. Zirve marjında üye ülkeler arasında da önemli bazı anlaşmaların yapıldığı görülmüştür. Bu kapsamda; - Çin ile Brezilya arasındaki ticaret ve finans ilişkilerini artırmak amacıyla, 30 milyar ABD Doları değerinde bir swap anlaşması yapılmasında mutabık kalınması, - RF-GAC arasında, “Stratejik Ortaklığa Dair Ortak Bildiri” başta olmak üzere, nükleer ve güneş enerjisi, uçuş güvenliği, eğitim ve kültür alanlarında işbirliğini içeren anlaşmaların imzalanması, - Son olarak, Brezilya-ÇHC arasında, BM’de Brezilya’nın Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Genel Sekreteri adayına karşılık, ÇHC’nin 2016 yılı G-20 dönem başkanlığı adaylığına karşılıklı destek anlaşması önemli gözükmektedir. Zirve’de, Afrika ülkelerinin tutumuna bakıldığında, BRICS’in kıtaya yönelik politikasını teşvik eder bir tutum içinde oldukları ve bu kapsamda; gelecek BRICS zirvelerinde Afrika Birliği’nin tüm Afrika adına toplantılarda bulunmasının talep edildiği; Afrika’da, IMF ve Dünya Bankası’nı devreden çıkarmayacak bir kalkınma bankası arzu edildiğini ve Kalkınma Bankası’nın sunacağı krediyle, Afrika’daki önemli bir dizi kalkınma projelerine destek verilmesini gündeme getirdikleri görülmüştür. Devletlerin Tutumu ÇHC: ÇHC’nin BRICS’e yaklaşımının özetlenmesi gerektiğinde, mevcut sistemin eleştirisi ile başlamak yerinde olabilecektir. ÇHC’ye göre, “Şekillenmekte olan yeni uluslararası ekonomik ve mali düzenin daha hakkaniyetli ve eşitlikçi olması” gerekmektedir ve bu bağlamda da, ABD’nin IMF ve Dünya Bankası’ndaki ağırlığına eleştirel yaklaşılmaktadır. BRICS ise, “Yeniden şekillenmekte olan uluslararası sistemde yükselen ülkeleri temsil eden bir zemindir.” Çinli yetkililerin açıklamalarına göre, “BRICS ülkeleri, farklı siyasal ve sosyal sistemlere sahip olsalar da, ortak çıkarlarını ve stratejik boyutu ön planda tutarak, dünya ekonomisine önemli katkı sağlamışlardır.” Özellikle de, G-20 ve G-7 arasındaki diyalog bakımından önemli bir rolü ifa etmektedir. “Uluslararası sistemin çok kutuplu bir hale gelmesi gerektiğini” savunan ÇHC’ye göre, bu doğrultuda BM’in uluslararası alanda daha güçlü bir rol üstlenmesinin gerektiği, ayrıca, “Hindistan, Brezilya ve GAC’ın da BMGK üyesi olmasının arzu edildiği” sıklıkla ifade edilmekte ve BRICS’in gelecekteki siyasi 84 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye vizyonu, “Uluslararası arenada barış ve istikrar ortamı yaratmak, demokrasinin geliştirilmesi ile uluslararası ilişkilerde eşitlik için çalışmak, ülkelerin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğünü savunmak” biçiminde tarif edilmektedir. Bu yaklaşımın anlaşılması bakımından, Durban Zirvesi marjında ÇHC’nin Afrika’ya yönelik kullandığı söylem de dikkat çekici bulunmuştur. Tanzanya’da Çin devlet Başkanı, “ÇHC’nin, Afrika ile ilişkilerine kazan-kazan felsefesiyle yaklaştığını, güçlü ülkelerin daha küçük ekonomisi olan ülkelere baskı yapmasına karşı olduklarını, ÇHC’nin gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını koruduğunu, diğer ülkelerin Afrika’nın iç işlerine karışmaması gerektiğini,…Afrika ile ilişkilerinin sonuç bazlı olacağını, 2012-2014 döneminde Afrika kıtasına toplam 20 milyar ABD Doları düşük faizli kredi sağlayacaklarını” ifade etmiştir. Kongo’daki konuşmasında ise, “… Afrika’nın kalkınmasının da ÇHC’nin gelişmesine katkı sağlayacağını, uluslararası arenadaki yeni gelişmelerin kalkınma fırsatları yarattığı gibi, ortak bir yolla barışı aramak gibi ciddi sorumlulukları da beraberinde getirdiğini” ifade etmiştir. Afrika ülkelerinin Çin’e yönelik genel yaklaşımını Çad Devlet Başkanı Idriss DébyItno’nun konuşmasının yansıttığı düşünülmektedir. Konuşmasında, “Çin’in, bazılarının iddialarının aksine, Afrika’yı kolonileştirmediğini, içişlerine karışmayan ve eşit kazandıran bir ortak olduğunu, Çin’in sadece Afrika’da bulunan birincil hammaddeleri tüketmediğini, Afrika’yı sanayileştirmeyi kabul ettiğini ve aynı zamanda Afrikalı ürünler de tükettiğini, aralarındaki ilişkinin ‘kazan-kazan’ türü bir ilişki olduğunu” ifade etmiştir. RF: RF’nin yaklaşım ve beklentilerini RF Devlet Başkanı Putin’in 5’inci Zirve’de yaptığı konuşma genel olarak ortaya koymaktadır. Putin, BRICS grubu içindeki çalışmaların ülkesinin dış politika öncelikleri arasında yer aldığını; orta ve uzun vadeli stratejilerinin, BRICS’in küresel yönetişim sisteminin önemli bir unsuru haline getirmek olduğunu; BRICS grubu için bir uluslararası kalkınma stratejisi hazırlanmasının önem arz ettiğini ve ayrıca, terör ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi tehditlere karşı müşterek çaba sarf edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Özellikle bu son teklif, RF’in, BRICS’e siyasal ve güvenlik alanlarına da sahip bir vizyon verme konusunda etkin bir rol takip etme çabasında olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Gözlemcilere göre, BRICS’in gelişiminde giderek belirleyici olan ülke RF’dir. Zirve’de karara bağlanan iki Konseye ilişkin inisiyatif ve BRICS üyelerini güvenlik alanında işbirliğine davet etmesi bu duruma örnek olarak verilebilir. RF’nin, Zirve sürecinde, BRICS’in Batı tarafından algılanışı ve gelecekte oynayabileceği rol konusunda da aktif bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir. Hindistan: Hindistan Başbakanı Singh, Zirve’de yaptığı konuşmada, BRICS’i dünyanın birçok sınamayla karşı karşıya olduğu bir dönemde birçok 85 Strateji Yazıları-I konuda işlevsel ve zamanlı bir istişare ve eşgüdüm fırsatı sunan bir yapı olarak tanımlamış ve BRICS’in küresel ekonomideki konumunu güçlendirecek alanda somut politika önerilerinde (İvedi olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve IMF olmak üzere uluslararası kuruluşlarda yapısal reforma gidilmesi, enerji, gıda güvenliği ve sürdürülebilir kalkınma konularında BRICS ülke kuruluşlarının işbirliği, deneyim paylaşımı ve çözüm arayışları) bulunmuştur. Hindistan’ın öncelikleri arasında, BRICS ülkelerinin gündemine, kendi aralarındaki ticaret ve yatırım bağlarını genişleterek büyümelerinin sürdürülmesi ile, ekonomik kalkınmanın daha geniş kesimlere hitap etmesi ve daha kapsayıcı olmasını teminen gerek bireysel manada, gerek kollektif olarak çalışmasını taşımak arzusu olduğu açıklanmaktadır. Brezilya: Brezilya, G-20 ve BRICS içinde de aktif biçimde yer alarak, küresel sorunların çözümüne katkıda bulunmayı ve uluslararası politikadaki yerini sağlamlaştırmayı hedeflemektedir. Brezilya, uluslararası sistemin çok kutuplu ve adil bir yapıya kavuşturulmasını savunan ve bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliği için bireysel bazda ısrarlı çaba sarf eden bir ülke konumundadır. Uluslararası alanda BM ve DTÖ, Brezilya’nın son dönemde etkinliklerini en fazla yoğunlaştırdığı iki kuruluştur. Brezilya, BM barışı koruma operasyonlarına aktif bir biçimde katkıda bulunmaya özen göstermektedir. Bir ekonomik krize gitmekte olduğu değerlendirilen Brezilya, gerek Durban Zirvesi’nde, gerek yıl içindeki gelişmelerde ismi geri planda kalan ülke konumunda olmuştur. Öte yandan, Devlet Başkanı Rousseff, Zirve sürecinde yaptığı konuşmasında, “BM Güvenlik Konseyi ve IMF gibi çok taraflı siyasi ve ekonomik yönetişim kurumlarının faaliyetlerini daima desteklediklerini, ancak bu kurumlarda BRICS ülkelerinin ve gelişmekte olan ülkelerin ağırlığının artırılmasının, temsil ve yönetimin demokratikleşmesi açısından gerekli olduğunu, gelişmiş ülkelerin sorunlarının, diğer ülkelerin ekonomik kalkınmalarına sekte vurmasına izin vermeyeceklerini” dile getirmiştir. BRICS’in Geleceğine İlişkin Senaryolar İlk olarak belirtmek gerekir ki, BRICS, Durban Zirvesi ile dünya üzerinde yeni bir ekonomik politik düzen kurmak istediğini bir kez daha deklare etmiştir. Bu bağlamda, BRICS’i sadece ekonomik bir birlik olarak görmek yanıltıcı olabilecektir. Zira, dünya siyasetinde yeni politik bir konumlanma görüntüsü veren davranışlar sergilemektedir. 86 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye Örneğin, Suriye Devlet Başkanı’nın mesajı Zirve’de okunmuştur. BRICS mensubu ülkeler, gerçekte, Suriye’deki Baas rejimini ayakta tutan ve BMGK’de bir çözüm bulunmasına müdahale eden ülkelerdir. Aynı bildiride, İran konusunun ele alınış biçimi ve İsrail’in Filistin’deki Yahudi yerleşimciliği politikasının eleştirilmesi dikkat çekici diğer örneklerdir. Benzer şekilde, bir kalkınma bankası kurmak, döviz fonu oluşturmak, serbest ticaret bölgesi kurmak, diğer üyelerine de kendileri gibi BM’de daimi üye statüsü verilmesi gibi alternatifler geliştirmekte ve bu amaçla, bugün için başta G-20 olmak üzere çeşitli platformlarda gelişmiş devletlere baskı uygulamaktadırlar. BRICS’in geleceği ile ilgili tartışmaları, dar bir bakış açısıyla, karamsar ve iktisadi bir çerçevede ortaya konan senaryo ile BRICS’i uluslararası ekonomik sistem içinde yer bulabilecek ve siyasi ağırlığı da olacak bir yapı olarak gören ikinci senaryo eşliğinde açıklamak istiyorum. Karamsar senaryo’da, başta Batılı düşünce kuruluşları, akademisyenler ve basın yayın organları olmak üzere geniş bir kesim, BRICS ülkelerinin, 2008 ve akabinde, düşen büyüme oranları ve özellikle Durban Zirvesi’nde yapısal dönüşüme ilişkin kararların hayata geçirilememesi nedenleriyle, tam bir kurumsallaşmaya gidemeden dağılabileceğini, hedeflerinin gerçekçi olmadığını, dağılmasa bile hedeflenen ölçüde bir etkinliğe kavuşamayacağını iddia etmektedirler. Buna somut örnek olarak da, hayata geçirilemeyen yapısal dönüşüm, BRICS üyeleri arasında giderek artan anlaşmazlık konuları, küresel ekonomide hala aşılmayan sorunlar nedeniyle bu ülkelerin ivme kaybeden büyüme performanslarını ve (ABD’nin yaptığı gibi) ÇHC’nin küresel ekonominin yükünü tek başına göğüslemeyecek bir konumda olmasını ortaya koymaktadırlar. Bu eleştiriler bağlamında, Türkiye’nin de dahil olduğu bazı gelişmekte olan ülkelerin (MIKTA, CIVETS vb. yeni isimlendirmelere konu olan ülkeler) BRICS ülkelerini geçmekte olduklarına işaret edilmektedir. (Bu tip kısaltmaların oldukça arttığı günümüzde, MIKTA ülkeleri, Meksika, Endonezya, G.Kore, Türkiye ve Avustralya’yı içerirken, CIVETS ise, Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika Cumhuriyeti”ni kapsamaktadır.) Her ne kadar BRICS giderek güçlenen bir yapı görünümüne sahip olsa da, belli başlı alanlarda sorunların var olduğu ve bu alanlara yenilerinin eklenmekte olduğu da bir vakıadır. Öncelikle, BRICS ülkeleri arasında siyasi anlaşmazlık konuları mevcuttur. Bugün için çok ön planda olmasa da, ÇHC ve Hindistan’ın sınır sorunları, Brezilya ile ABD ilişkilerinin sahip olduğu düzey ve bu bağlamda ülkeler arasında DTÖ ve benzeri küresel kuruluşlara bakıştaki farklılıklar ilk sırada yer almaktadır. 87 Strateji Yazıları-I Ayrıca, RF’nin giderek artan gücü ve tercihlerinin BRICS üzerindeki etkisi, BRICS ülkelerini meşgul edecek bir çatışma konusu olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, ÇHC inisiyatifiyle üyeliğe alınan GAC’ın, BRICS’te yer almak için gerekli koşulları taşıyıp taşımadığı tartışmasının hala sürmekte olduğu da hatırlatılmaktadır. BRICS’in yönelimine ilişkin olarak da, diğer BRICS üyelerinin Çin’in liderliğini kabul edip etmemeleri, buna mukabil Çin’in önemli sorunlarda ne ölçüde esnek bir tutum sergileyebileceği henüz tam olarak bilinmemektedir. Özellikle grup içinde gerçekleştirilebilecek, Kalkınma Bankası örneği gibi, başarılı uzlaşma örnekleri BRICS’in gücünü artırmasını sağlayabilecektir. Son olarak, Afrika örneğinden hareketle BRICS ülkeleri arasında iktisadi rekabetin de bir sorun kaynağı olabileceği ifade edilmeye başlanmıştır. Zirve’de yapılan müzakerelerde sorunlar yaşandığı basın organlarına yansımıştır. ÇHC’nin yaptığı anlaşmaların ÇHC-Brezilya ticari ilişkisine zarar verebileceği, Brezilya ve GAC’ın, Afrika’daki ihracatları bakımından ÇHC’ne rakip haline geldiği, Afrika’da GAC’ın, aynı zamanda diğer BRICS ülkeleriyle rakip konumuna gelmekte olduğu değerlendirmeleri yapılmıştır. Son olarak yönelinilen alanların benzerliği de (Müteahhitlik, madencilik, mühendislik, kimya, ilaç ve enerji sektörleri) rekabetin yoğunlaşmasını tetikleyebilecek mahiyettedir. Yukarıda sayılan nedenler çerçevesinde, BRICS’in yapısal bir dönüşümü gerçekleştiremeyeceği, hatta yeni bir küresel kriz ortamında, istişare amaçlı bir grup bünyesinden tamamen uzaklaşarak, ekonomik gücü ve siyasi ağırlığı olan alternatif bir merkez olmasının mümkün olamayacağı dile getirilmektedir. Öte yandan, günümüzün önemli muhalif düşünürlerinden I.Wallerstein, bir makalesinde, ABD’nin hegemonik gücünün, prestijinin ve otoritesinin düşüşünün ertesinde, dünyanın çok kutuplu jeopolitik bir yapıya yöneldiğini, bölgeselleşmenin ve bölgesel düzeyde rezerv para cinsinin bile değişebileceği yeni bir resmin şekillenmekte olduğunu ifade ederek, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi BRICS’in de çok kutuplu yapının belirleyici olacağı yeni büyük resmin bir parçası olabileceğine işaret etmektedir. Gelişmekte olan ülkeler arasında bir istişare grubu olarak ortaya çıkan BRICS, dünya ekonomisindeki güç kaymaları bağlamında ortaya çıkmış yeni ve güçlü bir gruplaşmayı göstermektedir. Bu gelişmenin sağlanmasında, BRICS dinamiklerinin yanında, gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerdeki ekonomik ve mali kriz bu gidişatı hızlandırmaktadır. Uluslararası ekonomik ilişkilerin geleceği açısından bakıldığında, BRICS ülkeleri bakımından, önümüzdeki dönemde büyüme oranlarında bir azalma 88 Uluslararası Sistemde Yeni Bir Kurumsallaşma Olarak BRICS ve Türkiye olsa bile, kalkınma hızlarının gelişmiş ülkelerden fazla olacağı genel olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle de, BRICS’in, önümüzdeki dönemde, dünya ekonomisinin şekillendirilmesinde giderek daha çok rol oynayacağı tahmin edilmektedir. Bazı iktisatçılar, BRICS tartışmaları etrafında kendini görünür kılan küresel rekabetin çok uzun sürmeyebileceği, ABD ve Çin arasında gerçekleşecek bir “Büyük Pazarlık” ile son bulabileceğini ifade etmektedirler. Ancak, ABD halihazırda attığı adımlarla uluslararası sistemde (özellikle, DTÖ, DB ve IMF gibi kuruluşlarda) sahip olduğu konumu, Çin ile paylaşacak bir görünüm vermemektedir. ABD’nin aldığı inisiyatifler ise, gerek Çin, gerek RF tarafından itibar görmemekte ve hatta rekabet sürecini tetiklemektedir. Örneğin, ABD’nin Çin’e yönelttiği çok taraflı yatırım anlaşması teklifi, Çin tarafından yanıtsız bırakılmakta; ABD’nin AB ile Serbest Ticaret Anlaşması’na yönelmesi, Çin tarafından doğrudan kendisini hedef alan uluslararası ticaretten dışlanma girişimi olarak algılanmaktadır. Benzer şekilde, ABD’nin, Hindistan ve Japonya ile birlikte yöneldiği ortak ekonomik bölge teşkilini, (25 Temmuz 2013 tarihinde ABD Başkan Yardımcısı tarafından açıklanan) Hindistan-Çin-ABD formatına dönüştürme amaçlı “Üçlü diyalog” teklifi ise, RF’de “ABD’nin ŞİÖ ve BRICS’in altına mayın döşeme girişimi” olarak algılanmaktadır. Bölgeselleşmenin önem kazandığı mevcut konjonktürde, ÇHC ve RF’nin, çok kutuplu dünya düzeni vizyonuyla, ABD’nin hem küresel düzeyde, hem de kıtalar düzeyinde dengelenmesi hedefi çerçevesinde, ilişkilerini stratejik önemde gördükleri bir gerçektir. Geleneksel olarak bu iki ülke, rekabete dayanan ilişkilerini ikili ve çok taraflı (ŞİÖ ve BRICS) formatlarda geliştirmeye çalışmaktadırlar ve bu bağlamda, yeni işbirliği modellerine ve yeni rekabet şekillerine yönelme tutumlarının devam edeceği düşünülmektedir. Türkiye’nin Konumu Ülkemiz gündemine gerek BRICS üyeliği, gerek farklı alternatiflerin varlığı çeşitli dönemlerde gelebilmektedir. Geçmişte, Devlet Yetkililerimiz tarafından, “Türkiye’nin Şangay işbirliği Örgütü’ne gözlemci statüsü ile yer almasının arzu edildiği” ve “Türkiye’nin BRICS üyeliğine yönelebileceği” hususları ifade edilmiştir. Bunlar arasında özellikle BRICS üyeliği konusunun, daha çok AB ile ilişkilerde yaşanan sorunlar döneminde öne çıktığı gözlemlenmektedir. Örneğin, Sn. Cumhurbaşkanımız, 09 Kasım 2010 tarihinde, Financial Times’a verdiği bir 89 Strateji Yazıları-I demecinde, Türkiye’nin AB üyelik sürecini yavaşlatan bazı siyasi konuların, müzakere sürecine dahil edildiğini belirterek, “bundan memnun değiliz” ifadesini kullanmış ve “Türkiye’nin BRİC seçeneği olduğunu, BRIC+T’den bahsedersek şaşırmayın” biçiminde bir isim önerisiyle birlikte açıklamıştır. Öncelikle, BRICS üyeliği açısından gereken özelliklerin neler olabileceğine bakıldığında, yeni bir üyenin taşıması gereken özellikler arasında, kalabalık ve dinamik bir nüfusa sahip olması, gelişmekte olan bir ülke profiline sahip olması, deniz ticaretine açık olması, Batı dünyası ve kurumlarıyla (NATO-AB-DTÖ) ilişkisinde belirli bir mesafeye sahip olması, daha doğru bir tabirle, bütünleşmemiş olması ve son olarak Müslüman bir ülke olması gibi hususların gerekebileceği ya da tercih sebebi olabileceği düşünülmektedir. Türkiye, gerek bugün, gerek önümüzdeki dönemde, BRICS ülkesi olmak için gerekli iktisadi kriterleri yerine getirebilecek sayılı ülkeden biridir. İngiltere’de yerleşik Economics PwC tarafından yapılan “World in 2050: The BRICs and Beyond: Prospects, Challenges and Opportunities” isimli çalışmada benzer sonuçlara ulaşılmakta ve E7 olarak tanımlanan ülkelerin (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Meksika ve Türkiye), 2020 yılından önce G7 ülkelerini geçeceği de ifade edilmektedir. Gerek Çin, gerek RF’nin, BRICS’e biçtiği rolün, Türkiye’nin üyeliği için önemli engelleri gündeme taşıyabileceği düşünülmektedir. Türkiye’nin BRICS üyesi olmasını zorlaştıracak etkenlerin başında Batı ile kurduğu ekonomik, sosyal-kültürel, askeri-teknolojik ve istihbarat ilişkileri gelmektedir. 90 BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ REFORM ÇALIŞMALARI İrem Kayserilioğlu Uzman ÖZET Uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda birincil sorumluluğa sahip olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip daimi 5 üyesinin, barışı ve güvenliği tehdit eden ve ivedilikle adım atılması gereken bazı konularda dahi, sistemi kilitler hale gelmiş olması, Güvenlik Konseyi’ne ilişkin eleştirilerin artmasına neden olmuştur. Güvenlik Konseyi’nin bir reforma tabi tutulması gerektiği yönündeki söylemler çerçevesinde; Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, bütün üye ülkelerin eşit oya sahip olmasını iddia eden Oydaşma için Birlik Grubu içinde yer almaktadır. Bir dünya savaşından sonra kurulan, değişikliği bu yapıdan en fazla istifade eden ülkelerin onayına tabi olan ve değişmesi küresel dengeleri etkileyebilecek bir yapıda kapsamlı bir reform gerçekleştirilmesinin, çok istisnai gelişmeler olmadıkça, kısa ve orta vadede oldukça zor olduğu görülmekte, bununla birlikte böyle bir değişimin imkansız olmadığı düşünülmektedir. Bu nedenle; ülkemizin, millî varlığımızın coğrafi, kültürel, dini vb. her veçhesinden istifade ile BM üyesi diğer ülkelerle ve gruplarla bu amaca matuf bir işbirliği geliştirmesinin, BM nezdindeki görünürlüğünü artıracağı değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, veto, Türkiye Cumhuriyeti, Oydaşma için Birlik. ABSTRACT Having the primary responsibility on protection of international peace and security, United Nations Security Council’s permanent five members which have veto power, became to lock the system even on some issues which threats peace and security and which requires immediate measures. This causes criticism regarding the Security Council. In the framework of discourses on necessity of reform of Security Council, Strateji Yazıları-I Turkey took place in Uniting for Consensus Group, who allege that all member countries must have equal vote. The present structure of the UN was founded after a world war and the prevailing system requires the approvals of the countries which benefit most from this structure. So reforming the present structure of the UN Security Council in the short and even medium term, seems quite difficult; but it is not impossible. For this reason, benefiting every aspect of our national asset, like geography, culture and religion etc., cooperating with countries and groups within UN for the aim of a possible reform may contribute to the increasing visibility of our country in the UN. Keywords: United Nations, Security Council, veto, Republic of Turkey, Uniting for Consensus. Giriş Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi Reformu, uzun zamandır üzerinde düşünülen, yazılıp çizilen bir konu olmakla birlikte, gerek uluslararası güç dengelerinde yaşanan değişim, gerekse Suriye krizi, bu konunun bir kez daha gündemin ön sıralarına taşınmasına neden olmuştur. Bu kapsamda çalışmada; Birleşmiş Milletler Teşkilatı, BM Güvenlik Konseyi reform çalışmaları, BM Güvenlik Konseyi reform çalışmaları için önerilerde bulunan başlıca gruplar, talepleri, mevcut durum ve ülkemizin BM Güvenlik Konseyi reformuna ilişkin duruşu bağlamında değerlendirmelere yer verilecektir. BM Hakkında Genel Bilgiler ve BM Teşkilatı Ülkemizin de kurucuları arasında bulunduğu Birleşmiş Milletler Örgütü, bu yıl 68’inci kuruluş yıldönümünü kutlamaktadır. Yaşanan sıkıntılara ve aksaklıklara, gösterilen tepkilere rağmen BM halen; uluslararası barış ve güvenliğin korunması, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması ve insan haklarının güçlendirilmesi temel hedefleri doğrultusunda norm oluşturan ve uluslararası meşruiyeti temsil eden tek küresel örgüt olarak kabul görmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük devletlerin (ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti) liderliğinde evrensel bir örgüt olarak oluşturulan BM, 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşların ve barışa yönelik tehditlerin tekrarını önlemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kurulmuştur. 92 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları BM’nin kurucu antlaşması niteliğindeki BM Şartı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 51 ülke tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanmış ve Örgüt, 24 Ekim 1945 tarihinde resmen faaliyete geçmiştir. Bahse konu Şart’ta BM’nin amaçları; uluslararası barış ve güvenliği korumak; uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmek; ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliğini sağlamak ile bu gayelere ulaşılması yolunda ulusların giriştikleri eylemlerin uyumlaştığı bir odak olmaktır. Merkezi New York’ta bulunan örgütün, bugün itibarıyla üye sayısı 193’tür. Örgüte en son katılan ülke, üyeliği 14 Temmuz 2011 tarihinde kabul edilen Güney Sudan’dır. BM’ye üyelik, barışa inanan ve Antlaşma’nın getirdiği yükümlülükleri kabul eden ve Teşkilat açısından da söz konusu yükümlülükleri yerine getirme irade ve kapasitesine sahip olduğu düşünülen her ülkeye açıktır. Yeni üyeler, Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi ve Genel Kurul’un kararı ile üyeliğe kabul edilir. Üyelik konusundaki herhangi bir tavsiye, Güvenlik Konseyi’ndeki 15 üyenin 9’unun onayını gerektirmektedir. Bu süreçte beş daimi üyenin de olumlu oy kullanması gereklidir. Güvenlik Konseyi’nin olumlu öneride bulunması durumunda, Genel Kurul’un üçte ikilik çoğunlukla öneriyi kabul etmesi gerekmektedir. Kuruluşundan bu yana hiçbir ülke üyelikten çıkarılmamıştır. Komşusu Malezya ile yaşadığı sorunlar nedeniyle Endonezya 1965 yılında geçici olarak BM’den ayrılmış, ancak bir yıl sonra örgüte tekrar dâhil edilmiştir. BM’nin düzenli bütçesi iki yıllık dönemler halinde Genel Kurul tarafından onaylanmaktadır. Harcamaların yaklaşık üçte ikisi üye ülkelerin gönüllü katkılarından sağlanırken, kalan bölüm üye ülkelerin zorunlu katkı paylarından karşılanmaktadır. Üye ülkelerin katkı payları, onların “Ödeme gücü” ile orantılıdır. Ödeme gücünün belirlenmesi için üye ülkenin gayrı safi milli hasılası esas alınmakta ve katkı payı bütçenin yüzdesi olarak belirlenmektedir. Genel Kurul, 2000 yılında aldığı bir karar ile bir üye ülkenin BM bütçesine katkısının Teşkilatın toplam bütçesinin yüzde 22’sini aşamayacağı kararına varmıştır. 93 Strateji Yazıları-I 2014 yılı için BM’nin zorunlu bütçesine üye ülkeler arasında en yüksek 10 katkı payı aşağıdaki şekilde olmuştur: Ülke ABD Japonya Almanya Fransa İngiltere Çin Halk Cumhuriyeti İtalya Kanada İspanya Brezilya Yüzde %22,000 %10,833 %7,141 %5,593 %5,179 %5,148 %4,48 %2,984 %2,973 %2,934 ABD Doları 621.203.682 276.453.913 182.235.521 142.731.168 132.166.050 131.374.942 113.511.217 76.150.510 75.869.795 74.874.530 Kurum içi işbölümünü gerçekleştirmek ve kurumu daha işlevsel kılmak maksadıyla BM bünyesinde çeşitli iç mekanizmalar oluşturulmuştur. BM organları olarak ifade edilen bu mekanizmalar, Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Sekretarya, Uluslararası Adalet Divanı ve Vesayet Konseyi’dir. BM bünyesinde bu temel organların yanı sıra, çok sayıda ihtisas kuruluşu, program ve birim de bulunmaktadır. Genel Kurul: Genel Kurul, ana istişare organıdır. Bu organ, hem oluşumu hem de karar alma biçimi itibarıyla uluslararası hukukun temel esaslarından birini oluşturan “Devletlerin eşitliği ilkesi”ne dayanmaktadır. Her devletin bu organ içindeki statüsü eşittir. Genel Kurul’un 193 üyesinin de birer oy hakkı bulunmaktadır. Genel Kurul; uluslararası toplumu ilgilendiren hemen her konuyu tartışabilmekte ve her konuda karar alabilmektedir. BM Şartı’na göre, Genel Kurul’un; uluslararası barış ve güvenliğin korunması, Güvenlik Konseyi’nin sürekli olmayan üyelerinin seçilmesi, Ekonomik ve Sosyal Konsey üyelerinin seçilmesi, BM’ye yeni üyelerin kabulü, üyelik hak ve ayrıcalıklarının askıya alınması, üyelikten çıkarma, bütçe gibi önemli konularda üçte iki çoğunluk ile karar alması gerekmektedir. Başka sorunlar konusundaki kararların oy çokluğu ile alınması yine BM Şartı’nda hükme bağlanmıştır. Genel Kurul kararları tavsiye niteliğindedir. Buna karşılık, Genel Kurul’un kabul ettiği kararların ciddi bir siyasi ve ahlaki ağırlığı bulunmaktadır. 94 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları Bu noktada Suriye’deki durum bağlamında gündeme getirilmiş olan bir husus önem arz etmektedir. Genel Kurul’a 1950 yılında aktarılan bir yetkiyle, Güvenlik Konseyi’nin, veto mekanizması sebebiyle tıkanması durumunda Genel Kurul’un devreye girmesine imkân sağlanmıştır. 1950 yılının başlarında Kuzey Kore’nin, Güney Kore’ye saldırması üzerine konu, ABD tarafından Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirilmiş, ancak Sovyetler Birliği’nin muhalefeti sebebiyle Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkarılamamış; ABD’nin hazırladığı tasarılar bir bir veto edilmiştir. Bunun üzerine ABD’nin öncülüğünde hazırlanan ve Genel Kurul’da kabul edilen bir kararla, “Güvenlik Konseyi’nin tıkanıklık nedeniyle uluslararası barış ve güvenliği sağlayamadığı durumlarda” BM Genel Kurulu’na görev verilmesi sağlanmıştır. BM’nin bahse konu 377 sayılı “Barış İçin Birleşme” Kararı’na göre, Güvenlik Konseyi, sürekli üyeler arasındaki görüş farkından dolayı uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren bir krize ilişkin gerekli kararları alamıyorsa, konu 24 saat içinde Genel Kurul’a getirilir. Bu durumda Genel Kurul üçte ikilik oy çokluğuyla ilgili kriz bölgesine müdahale edilmesini ‘tavsiye edebilir’. Bahse konu karara göre, böyle bir olağanüstü toplantı, Güvenlik Konseyi tarafından herhangi 9 üyenin oyu ile veya BM üyelerinin çoğunluğu tarafından “talep edilirse” yapılabilecektir. Nitekim söz konusu bu karar çerçevesinde Genel Kurul tarafından 1950 yılında alınan tavsiye kararı Kore’ye yapılan müdahaleyi meşrulaştırmıştır. Güvenlik Konseyi: BM’nin en önemli organıdır. Güvenlik Konseyi, Antlaşma kapsamında uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda birincil sorumluluğa sahiptir. Güvenlik Konseyi 15 üye devletten oluşmaktadır. Bunlardan 5 tanesi veto yetkisine sahip ve sürekli (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti), 10 tanesi ise veto yetkisine sahip olmayan geçici üyelerdir. Güvenlik Konseyi’nde ayrıcalıklı bir topluluk oluşturan sürekli üyelerin, İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan ve kurulmasına öncülük ettikleri BM teşkilatında kendilerini veto yetkisiyle ödüllendiren devletler olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Güvenlik Konseyi’nin geçici üyelerine gelince; bu üyeler iki yıllık bir süre için Genel Kurul tarafından “Seçimle” ve “Coğrafi denge” gözetilerek belirlenmektedir. Bu çerçevede geçici üyeler Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Karayipler ile Batı Avrupa ve diğer olmak üzere 5 farklı coğrafyadan seçilmektedir. 95 Strateji Yazıları-I Ülkemiz, 1951–1952 döneminde, 1954–1955 döneminde, 1961 yılında ve 2009–2010 döneminde geçici üye olmuş ve 2015–2016 dönemi için de geçici üyeliğe aday olduğunu açıklamıştır. Hâlihazırda Güvenlik Konseyi geçici üyesi olan Arjantin, Avustralya, Lüksemburg, Kore Cumhuriyeti ve Ruanda’ya ilave olarak 1 Ocak 2014 tarihi itibarıyla üyelikleri sona eren 5 ülke için yapılan oylama sonucu Nijerya, Çad, Litvanya, Şili ve Suudi Arabistan BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmiştir. Ancak Suudi Arabistan, BM Güvenlik Konseyi’nin dünya barışı ve güvenliğini sağlamada yetersiz kaldığı gerekçesiyle, Konsey’in geçici üyeliğini kabul etmemiştir. Bu durumda, Genel Kurul’un, üçte iki çoğunluk ile eksik kalan geçici üyeyi seçmesi gerekmiş ve Ürdün geçici üye olarak seçilmiştir. Güvenlik Konseyi’ne yönelik eleştirilerin en önemli sebeplerinden olan; daimi üyelerin veto hakkının Güvenlik Konseyi’ni nasıl kilitlediğine netlik kazandırmak için Güvenlik Konseyi’nin karar alma sürecine bakmak gerekir: Güvenlik Konseyi’nde daimi ve geçici her üyenin bir oyu vardır. BM Şartı’na göre; Güvenlik Konseyi’nde bir önergenin onaylanması için en az 9 devletin “Evet” oyu vermesi ve “Hayır” oyları içinde hiçbir sürekli üyenin oyunun olmaması gereklidir. Böylelikle, sürekli üyelere, herhangi bir kararın çıkmasını engelleme hakkı veren “Veto yetkisi” tanınmış olmaktadır. 5 daimi üyenin onaylamadığı herhangi bir kararın, bahse konu karar uluslararası barış ve istikrar açısından ne kadar önemli olursa olsun, Güvenlik Konseyi’nden çıkması mümkün değildir. Bugüne kadar veto kartına en çok başvuran ülkeler, Rusya ve ABD olmuştur. Bunları sırasıyla, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti izlemiştir. BM Şartı’nın 25’inci maddesi uyarınca, BM’nin tüm üyeleri, Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararları kabul edip uygulamak zorundadır. Ekonomik ve Sosyal Konsey (ECOSOC): Ekonomik ve Sosyal Konsey; ticaret, ulaştırma, ekonomik kalkınma ve sosyal konular gibi ekonomik ve sosyal sorunların tartışıldığı bir forumdur. Konsey’in 3 yıllık süreyle hizmet eden ve Genel Kurul tarafından seçilen 54 üyesi bulunmaktadır. Bahse konu Konsey’in üyeleri “Coğrafi dağılım” dikkate alınarak seçilmektedir. Bu çerçevede 14 üye Afrika’dan, 11 üye Asya’dan, 6 üye Doğu Avrupa’dan, 10 üye Latin Amerika ve Karayipler’den ve 13 üye Batı Avrupa ve diğer ülkelerden seçilmektedir. Hâlihazırda ülkemiz de Ekonomik ve Sosyal Konsey’in üyesidir. Üyeliğimiz 31 Aralık 2014 tarihinde sona erecektir. Oy çokluğu ile karar alan Konsey’in kararları bağlayıcı değildir. 96 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları Birçok çalışma komisyonu ve uzmanlık ajansları bulunan Konsey, tamamı kendisine rapor sunan BM programlarının (UNDP, UNEP, UNICEF, UNHABITAT ve UNFPA gibi) ve özel teşkilatların (IMF, WB, FAO, WHO, ILO, UNESCO) çalışmalarını koordine etmekte ve bunlarla işbirliği yapmaktadır. BM Sekretaryası: BM Sekretaryası, bir Genel Sekreter ile örgütün gerek duyabileceği memurlardan oluşmaktadır. BM Sekretaryası, BM’nin diğer ana organlarına hizmet etmek, bu organların açıkladığı program ve politikaları uygulamakla görevlidir. Sekretarya ayrıca, BM örgütünün günlük rutin faaliyetlerini yerine getirmekte ve örgütün kimliğini temsil etmektedir. Örgütün en yüksek memuru olan BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi üzerine Genel Kurul tarafından 5 yıllık yenilenebilir süre için atanır. Bir sınırlama bulunmamasına rağmen bugüne kadar 2 dönemden daha fazla seçilen bir Genel Sekreter olmamıştır. BM kurulduğundan bu yana seçilen Genel Sekreterlerin isim listesi şöyledir: Trygve Lie (Norveç) 1946-1952 Dag Hammarskjöld (İsveç) 1953-1961 U Thant (Myanmar/Burma) 1961-1971 Kurt Waldheim (Avusturya) 1972-1981 Javier Pérez de Cuéllar (Peru) 1982-1991 Boutros Boutros-Ghali (Mısır) 1992-1996 Kofi Annan (Gana) 1997-2006 Ban Ki-moon (Güney Kore) 2007BM Şartı, Genel Sekreter’in, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürebileceğini düşündüğü herhangi bir konuyu Güvenlik Konseyi’nin dikkatine sunmasına imkân tanımaktadır. Uluslararası Adalet Divanı: Uluslararası Adalet Divanı, BM’nin yargı organı olarak kurulmuştur. Mahkemeye, sadece bir uyuşmazlığa taraf olan devletler gidebilirler, şirketler veya örgütler Divan’ın yargı hakkının dışındadır. BM Güvenlik Konseyi’nin bağlayıcı kararlarına karşı Uluslararası Adalet Divanı’na başvurulamamaktadır. Divan’ın yargı yetkisi zorunlu olmamakla birlikte, önüne getirilen ihtilaflı davalarda bu organın aldığı yargı kararları bağlayıcıdır. Bununla 97 Strateji Yazıları-I beraber, BM’nin organları ve uzmanlık kurumları, kendi yetki alanları ile ilgili konularda, uluslararası hukuk meselelerine ilişkin bağlayıcı olmayan danışma görüşünü almak üzere de Divan’a başvurabilirler. Uluslararası Adalet Divanı, Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul tarafından seçilen 15 yargıçtan oluşmaktadır. Vesayet Konseyi: Vesayet Konseyi’nin kuruluş amacı; sömürgelerin iktisadi, sosyal ve siyasi şartlarının iyileştirilmesini ve bunların süreç içinde kendi kendini yönetir hale gelmesini sağlamaktır. Söz konusu bölgeler, 1994 yılına kadar, gerek ayrı devletler olarak gerekse de bağımsız komşu devletlere katılarak, özerk yönetimlerini kurmuş ya da bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden oluşan Vesayet Konseyi, bu tarih itibarıyla, gerek görülmesi halinde yeniden toplanmak üzere çalışmalarına son vermiştir. Ana hatlarıyla arz edilen 6 temel organın yanı sıra, BM bünyesinde faaliyet gösteren birçok uzmanlık kuruluşu da bulunmaktadır. Zira kuruluşundan bu yana BM’nin gündemi, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasından, mültecilere, iklim değişikliğinden insan haklarına, bilim ve teknolojiden kalkınmaya uzanan geniş bir yelpazeyi kapsar hale gelmiş ve BM, bünyesinde faaliyet gösteren uzmanlık kuruluşları vasıtasıyla söz konusu bu alanlarda önemli icraatlar gerçekleştirmektedir. BM’nin bu uzmanlık kuruluşlarından bazıları şunlardır: BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) ve Uluslararası Ticaret Merkezi, BM Kalkınma Programı (UNDP), BM Çevre Programı (UNEP), BM Nüfus Fonu (UNFPA), BM Habitat Programı (UN-HABİTAT), BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNCHR), BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), BM Uyuşturucu ve Suç ile Mücadele Ofisi (UNODC), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Uluslararası Para Fonu (IMF) Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO), Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), BM Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO), Dünya Turizm Örgütü (UNWTO), Dünya Posta Birliği (UPU), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Fikri Haklar Örgütü (WIPO), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO), Dünya Bankası Grubu (Kalkınma/Yatırım/Yatırım Uyuşmazlıkları). 98 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları BM Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları Veto hakkının, daimi üyeler açısından bir güç tekeline imkân sağlaması, 5 daimi üyenin ulusal çıkarlarının gereği olarak bölgesel ve küresel istikrar ve barışı tehdit eden ve ivedilikle adım atılması gereken bazı konularda dahi sistemi kilitler hale gelmiş olması Güvenlik Konseyi’ne ilişkin eleştirilerin artmasına ve Güvenlik Konseyi’nin bir reforma tabi tutulması gerektiği yönündeki söylemlerin güçlenmesine sebep olmuştur. Daimi üyeler, ulusal menfaatleri söz konusu olduğunda, konu dünya barışını ilgilendirse dahi, adım atmamakta ve BM’ye de adım attırmamaktadır. Örneğin Soğuk Savaş döneminde daimi üyelerin de dolaylı veya doğrudan taraf olduğu savaşlar ve silahlı çatışmalar, Güvenlik Konseyi’nin sadece izlemekle yetindiği konular olmuştur. Vietnam Savaşı, Filistin - İsrail meselesi, Sovyetlerin Afganistan işgali, İngilizlerin Süveyş Kanalı saldırısı, Fransa’nın Cezayir katliamı ya da Çin’in Kore Savaşı’ndaki tutumu ve en son Suriye’de yaşanan katliamlara rağmen, Güvenlik Konseyi’nin atalet içinde bulunması, bu duruma örnek teşkil eden olaylardan birkaç tanesidir. Dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden Afrika, Latin Amerika, Karayipler ve Asya’nın önemli bir bölümü, sahip oldukları nüfus gücüne rağmen Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmemektedir. Öte yandan, İngiltere ve Fransa, BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olarak yer alırken, on geçici üyeliğin bir bölümünün yine Avrupa kıtasına ayrılması, Avrupa kıtasına Güvenlik Konseyi’nde, “Hak ettiğinin” çok üzerinde temsil imkânı sağlamaktadır. Diğer taraftan, dünyadaki güç dengelerinin ciddi bir dönüşüm geçirdiği, bu çerçevede Türkiye, Almanya, Japonya, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika gibi küresel güç dengesinde yerini almak isteyen yeni bölgesel oyuncular ya da ekonomik güçlerin ortaya çıktığı da bir gerçektir. Bu yeni aktörlerin de, küresel platformda artan ağırlıklarına paralel olarak, Güvenlik Konseyi’nde daha fazla temsil edilmek istemelerinin de bu gerçeğin doğal bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir. Sonuç olarak; bu sorunların farkında olan, kendine güvenen ve dünya siyasetinde daha fazla rol oynamak isteyen ülkeler başta olmak üzere, hemen hemen tüm ülkeler, BM Güvenlik Konseyi’nin köklü bir reforma tabi tutulmasını istemektedir. Bu reform taleplerini; üye sayısının arttırılması, veto yetkisinin kaldırılması ya da sınırlandırılması, Konsey’in işleyişi ve diğer organlarla ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi başlıkları altında toplamak mümkündür. 99 Strateji Yazıları-I BM Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları İçin Önerilerde Bulunan Başlıca Gruplar, Talepleri ve Mevcut Durum Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Güvenlik Konseyi’ni uzun süre engelleyen Doğu-Batı çatışmasını da sona erdirmiş ve Güvenlik Konseyi, İran ve Irak arasındaki savaştan, Namibya, Angola ve Kamboçya’ya kadar dünyadaki çeşitli çatışma alanlarıyla da ilgili faaliyette bulunur hale gelmiştir. 1990–1991 yıllarındaki Körfez Savaşı’na dâhil olması ve Sovyetler Birliği’nin dağılışı da bu devinimi hızlandırmıştır. Bu devinimle birlikte Güvenlik Konseyi’ne üyelik talepleri de gündeme gelmeye başlamıştır. Nitekim Almanya, Japonya, Hindistan, Brezilya, İtalya gibi çeşitli ülkeler BM bütçesine yaptıkları katkı, BM misyonlarına verdikleri destek, güçlü ekonomileri ya da büyük nüfusları gibi nedenlerle Güvenlik Konseyi’ne üyelik söylemlerini dillendirmeye başlamışlardır. Sonuçta, reform tartışmaları, başlıca, 3 ana blok meydana getirmiştir: G-4 Grubu: Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya (Group of Four-G4) ve bu ülkelerin destekleyicileri, veto hakkına sahip olmadan daimi yeni üyeliklerin oluşturulmasını; bu kapsamda Konsey’in 6 daimi üyeyle genişletilmesini; bu üyelerin 2’sinin Afrika ülkelerinden, 2’sinin Asya ülkelerinden, 1’inin Batı Avrupa ülkelerinden ve 1’inin de Latin Amerika ve Karayip’ten seçilmesini; ayrıca 1 üye Afrika’dan, 1 üye Asya’dan, 1 üye Latin Amerika ve Karayip’ten ve 1 üye Doğu Avrupa’dan olmak üzere 4 geçici yeni üyenin Güvenlik Konseyi’ne eklenmesini, böylelikle Güvenlik Konseyi üye sayısının 25’e yükseltilmesini savunmuşlardır. Oydaşma için Birlik Grubu: Ülkemizin de içinde bulunduğu Oydaşma için Birlik (Uniting for Consensus) grubu, yeni daimi üyelere karşı çıkmakta, yeni daimi üyelerin zaten anti-demokratik olan sistemi daha da içinden çıkılmaz hale getireceğini ve bu ayrıcalıklı hakkın ilave ülkelere verilmesinin sıkıntılara sebebiyet vereceğini, zira dünyanın statik olmadığını, bunun yerine uzun süreli (3 ila 5 yıl) bir üyelik ihdas edilebileceğini savunmakta ve bölgesel ölçekte seçilecek daimi olmayan yeni üyelikler oluşturulması çağrısında bulunmaktadır. Bahse konu grupta ülkemizin yanı sıra İtalya, Kanada, İspanya, Meksika, Güney Kore Cumhuriyeti, Arjantin, Endonezya, Kolombiya, Pakistan, Kosta Rika, Malta ve San Marino bulunmaktadır. Afrika Birliği Grubu: Afrika’dan 54 üye devletin bulunduğu Afrika Birliği Grubu, Güvenlik Konseyi’ne bahse konu gruptan 2 daimi yeni üyenin dâhil olması konusunda ısrarla çağrıda bulunmuş ve iddialarını da, Konsey’in ana çalışma konusu Afrika olmasına rağmen, Konsey’de daimi olarak temsil edilmeyen tek 100 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları kıtanın Afrika kıtası olmasına ve bu durumun tarihi bir adaletsizlik teşkil ettiği fikrine dayandırmıştır. Bahse konu üç grup da önerilerini içeren tasarılar hazırlayarak Genel Kurul’a sunmuşlarsa da gerekli desteği alamamışlardır. Tekrarlayan müzakere süreçlerinin neden olduğu yorgunluk ve bıkkınlığa rağmen, bu girişimlere mesnet teşkil eden eleştiriler geçerliliğini sürdürdüğü için reform çalışmalarına yönelik girişimler de sürdürülmektedir. Ülkemizin BM Güvenlik Konseyi Reformuna İlişkin Duruşu Türkiye; BM Şartı’yla üye ülkeler tarafından barış ve güvenliğin korunmasında üzerine sorumluluk yüklenen Güvenlik Konseyi’nin; temsil yeteneği daha yüksek, daha etkin, işlevsel ve hesap verebilir bir niteliğe kavuşması gerektiğine inanmakta ve bu anlayıştan hareketle BM reform sürecini desteklemektedir. Esasen uzun süredir reform çalışmalarının içinde olan ülkemiz, BM’deki reform ihtiyacını, bir yandan izlediği çok yönlü dış politika ve artan uluslararası etkinliğinin bir yansıması, diğer yandan Suriye’deki gelişmeler çerçevesinde BM’nin sergilediği tutuma tepki olarak daha yüksek sesle dile getirmeye başlamıştır. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımız, 24 Eylül 2013 tarihli BM Genel Kurulu’na hitabında, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası için harekete geçme yeteneğine sahip; güvenliği, adaleti ve insanların temel hak ve özgürlüklerini koruyabilen; güçlü, etkin ve güvenilir bir BM’ye ihtiyaç duyulduğunu ifade etmiştir. Sayın Başbakanımız ise, BM’nin Suriye’de her gün yüzlerce insanın ölümü karşısında aciz kaldığını ve bu Kurumu aldığı kararlarla istediği gibi yönlendiren Güvenlik Konseyi’nin adalet üzerine reforme edilmesi gerektiğini çeşitli vesilelerle dile getirmektedir. Benzer şekilde demokrasi açısından BM’deki yapının sürdürülmesinin mümkün olmadığını ve Güvenlik Konseyi’nde temsilde adaletin en kısa sürede sağlanması gerektiğini savunan Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu ise, Türkiye’nin önümüzdeki günlerde BM reformu konusunda daha fazla inisiyatif alacağını; BM’nin mevcut yapısında ciddi bir değişim talep eden “Oydaşma İçin Birlik Grubu” toplantısının 2014’te İstanbul’da yapılacağını ve ülkemizin, 25 üyeli ve vetosuz bir BM Güvenlik Konseyi isteyen bu grup içinde İtalya ile birlikte aktif rol üstleneceğini dile getirmiştir. 101 Strateji Yazıları-I Sonuç BM Güvenlik Konseyi, neredeyse BM’nin kuruluşundan bu yana çeşitli eleştirilere konu olmuş ve reform çalışmaları, hemen her zaman BM platformunda gündem işgal eden başlıklardan birini teşkil etmiştir. Güvenlik Konseyi’ne ilişkin reform çalışmaları, esas itibarıyla, Konsey’in üye kompozisyonuna ve çalışma usulüne odaklanmıştır. Zira bir yandan, Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ellerinde bulundurdukları veto hakkı ile ulusal menfaatleri gerektirdiğinde ulusal barış ve istikrarı etkileyen konularda dahi uzlaşmaz bir tavır takınmaktan kaçınmazken, diğer yandan Konsey’in mevcut kompozisyonu ne coğrafi bölgelerin tamamını temsil edebilmekte, ne de uluslararası sistemde değişen güç dengelerini yansıtabilmektedir. Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısının adil olmadığı ve etkin bir şekilde işlemediği son derece açıktır ve genel kabul görmektedir. Zira bu durum uluslararası toplum tarafından defalarca tecrübe edilmiştir. Nitekim daha önce Cezayir (1954–62), Süveyş (1956), Macaristan (1956), Vietnam (1946–75), Çin-Vietnam Savaşı (1979), Afganistan (1979–88), Panama (1989), Irak (2003) ve Gürcistan (2008) savaşlarının tamamında beş daimi üyeden birinin veto tehdidi sebebiyle BM ciddi bir etkinlik sergileyememiş; 1991’de petrol zengini Kuveyt için acil ‘İnsani müdahale’ kararı alabilen Güvenlik Konseyi, 3 yıl sonra Ruanda’da milyonlar öldürülürken aynı aciliyeti hissetmemiştir. Bugün de Suriye krizi bağlamında benzer bir durum yaşanmaktadır. Bu durumun üye ülkelerin birçoğunu rahatsız etmesi sonucunda BM Güvenlik Konseyi’ne yönelik pek çok reform girişimi gerçekleştirilmiştir. Ancak reform ihtiyacı konusundaki uzlaşıya ve gösterilen yoğun çabaya rağmen reform çalışmaları bugüne kadar bir sonuca ulaşamamıştır. Çalışmaların neticeye ulaşmasını engelleyen başlıca sebepleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür: •ABD başta olmak üzere daimi üyelerin, kuruluşta elde ettikleri veto hakkını kaybetmek istememeleri ve bu nedenle reform önerilerine yönelik çekimser ve hatta reddeden tavırları; •Veto hakkının muhafaza edilip edilmeyeceği ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerle mi geçici üyelerle mi genişletileceği konularında bir fikir birliğine ulaşılamaması; •Daimi üye sayısının artırılması durumunda daimi üyeliğe kabul edilecek yeni üyelere uygulanacak kriterlerin belirlenememesi; üye olacak ülkenin askeri gücünün mü, demografik gücünün mü yoksa ekonomik gücünün mü ya da BM bütçesine katkısının mı esas alınacağı hususunda fikir birliği oluşturulamaması; 102 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Reform Çalışmaları •Her bölgede üye olmayı arzu eden devletler arasında var olan rekabet; (Örneğin Latin Amerika’dan Brezilya ve Arjantin, Asya’dan Pakistan ve Hindistan, Afrika’dan Nijerya ve Güney Afrika gibi ülkeler Güvenlik Konseyi’ne üye olmak istemektedir. Bu ülkelerden herhangi birinin diğeri için bu talebinden vazgeçmesi olası görünmediği gibi, birbirlerinin üyeliklerine sıcak bakacakları da düşünülmemektedir.) •Ve en önemlisi; Güvenlik Konseyi’ndeki her bir yapı değişikliğinin, BM Şartı’nın değiştirilmesini zorunlu kılması ve bu değişiklik işleminin oldukça karmaşık bir usule tâbi ve zor olması ve daha önemlisi olası bir değişikliğin Güvenlik Konseyi’nin mevcut daimi üyelerinin onayını gerektirmesi. Zira BM Şartı’nın 108’inci maddesi “İşbu Antlaşma’da yapılacak değişiklikler, Genel Kurul üyelerinin üçte iki çoğunluğu tarafından kabul edilip, Güvenlik Konseyi’nin sürekli üyelerinin tümünü kapsamak üzere, BM üyelerinin üçte ikisi tarafından her birinin anayasa kuralları gereğince onaylandığı zaman, tüm BM üyeleri için yürürlüğe girer” hükmünü içermektedir. Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı’nın eseri olan Güvenlik Konseyi’ndeki mevcut yapının adil olmayan temsil yeteneği, veto hakkının sebep olduğu ve Suriye kriziyle bir kez daha görünür hale gelen sıkıntılar ve küresel güç dengelerinde yaşanan değişiklikler, şayet BM’nin uluslararası barış ve istikrara gerçekten katkı sağlaması arzu ediliyorsa, Güvenlik Konseyi’nin hâlihazırdaki yapısının sürdürülemez olduğunu işaret etmektedir. Ancak BM gibi, çeşitli eleştirilere rağmen halen uluslararası arenada atılan adımların meşruiyetini sağladığı düşünülen bir oluşumda, her türlü kararı veto etme yetkisine sahip olmak, herhangi bir ülkenin elinden bırakmak istemeyeceği, her ülkenin sahip olmak isteyeceği ve her ülkenin rakip olduğu ülkelerin sahip olmasına engel olmaya çalışacağı bir imkândır. Dolayısıyla, hâlihazırda veto yetkisini elinde bulunduran 5 ülkenin bu güçten vazgeçmeye, hatta bu hakkı paylaşmaya kolay kolay razı olmaları da; Konsey’de reform yapılmasını isteyen ülkelerin, bu güce sahip olmasına onay verecekleri ya da razı olacakları ülkeler üzerinde suhuletle anlaşmaları da beklenemez. Yukarıda sıralanan tüm bu nedenler göz önünde bulundurulduğunda, çalışma yöntemleri bakımından belli iyileştirmeler yapılsa dahi, BM Güvenlik Konseyi’ne yönelik kapsamlı bir reformun kısa ve orta vadede olabilirliğinin bulunmadığı düşünülmektedir. Bununla birlikte, reform ihtiyacının dillendirilmeye devam edilmesinin ve bu kapsamdaki girişimlerin sürdürülmesinin, sonuca götürmese dahi, daimi üyeler üzerinde sebep olabileceği psikolojik etki nedeniyle önemli olduğu düşünülmektedir. 103 Strateji Yazıları-I Ülkemiz açısından konuya bakıldığında ise, BM Güvenlik Konseyi’nin reform ihtiyacı ülkemiz tarafından da en üst düzeyde ve yüksek profilden dile getirilmektedir. Bir yandan reform ihtiyacını dile getiren ülkemiz, diğer yandan BM nezdinde görünürlüğümüzü artıracak şekilde, aktif ve çok boyutlu dış politikamızla da uyumlu adımlar atmaktadır. Bu çerçevede, 2009–2010 döneminde Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini başarıyla tamamlayan, 1990’lı yıllarda kendisi dış yardım alan bir ülke iken, insani yardımlar bağlamında 2012 yılında en büyük dördüncü resmi donör olan, BM barışı koruma ve destekleme harekâtlarına katkı sağlayan, Finlandiya ile birlikte başlattığı “Barış İçin Arabuluculuk” girişimi çerçevesinde arabuluculuk konusunda BM’de kabul edilen ilk karar tasarısını yine Finlandiya ile birlikte hazırlayan, hâlihazırda en geniş katılımlı BM girişimi niteliğini taşıyan “Medeniyetler İttifakı”na İspanya ile birlikte öncülük yapan, 2016 yılında ilk kez gerçekleştirilecek olan Dünya İnsani Yardım Zirvesi’ne ev sahipliği yapacak olan ülkemiz, 2015–2016 dönemi için de Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine aday olduğunu açıklamıştır. Bir dünya savaşından sonra kurulan, değişikliği bu yapıdan en fazla istifade eden ülkelerin onayına tabi olan ve değişmesi küresel dengeleri etkileyebilecek bir yapıda kapsamlı bir reform gerçekleştirilmesinin çok istisnai gelişmeler olmadıkça kısa ve orta vadede oldukça zor olduğu görülmekte, bununla birlikte böyle bir değişimin imkansız olmadığı düşünülmektedir. Bu nedenle ülkemizin, millî varlığımızın coğrafi, kültürel, dini vb. her veçhesinden istifade ile BM üyesi diğer ülkelerle ve gruplarla bu amaca matuf bir işbirliği geliştirmesinin, bu girişimlerde bulunurken BM nezdindeki görünürlüğünü artıracak ve yukarıda sıralananlara benzer adımlarını sürdürmesinin en uygun hareket tarzı olacağı değerlendirilmektedir. 104 21. YÜZYILIN İLK ÇEYREĞİNDE BATI BALKANLAR Zeynep Özkaynak Bayrak Uzman ÖZET Balkanlar Bölgesi, çatışma alanlarının çokluğuyla dikkat çekmektedir. Balkanların çatışma alanı olarak anılmasının en önemli nedeni birbirine rakip birçok dini ve etnik grubu bir arada barındırmasıdır. Bölge din bakımından homojen olmayıp, üç semavi dinin bir arada yaşadığı bir bölgedir. Balkanlar Bölgesi, coğrafi konumu itibariyle büyük bir jeopolitik kavşak olarak önem taşımaktadır. Bu özelliğiyle tarih boyunca çeşitli güçlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olan, Avrupa ve dünyanın barış ve istikrarını etkileyen bölgede, zamanımızda da güç merkezlerinin nüfuz kazanmak için rekabet ettikleri görülmektedir. Nitekim Sovyetler Birliği’nin dağılışı ve Doğu Bloku’nun çöküşü ile birlikte AB ve ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çekildiği bölgelerde oluşan güç boşluğunu doldurmaya yöneldiği görülmektedir. 1990’larla birlikte AB’nin, bu ülkelere yönelik ekonomik ve siyasi bakımdan etki sahasını genişletmeyi ve Sovyetler Birliği’nin bıraktığı güç boşluğundan yararlanmayı amaçladığı görülmektedir. ABD ise, Balkanlar Bölgesi’ne yönelik politikasını, dünyada tek hâkim güç olma politikası çerçevesinde sürdürmektedir. Soğuk Savaş’ın sona erişi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben ABD’nin de, Sovyetler Birliği’nin çekildiği bölgelerde oluşan güç boşluğunu doldurmaya yöneldiği ve esas itibariyle, dünyanın petrol ve doğalgaz enerji kaynaklarının yarısından fazlasını bulunduran Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri ile bu bölgelerden dağılan enerji nakil yollarını kontrol etmeyi hedeflediği görülmektedir. Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Balkanlar’da sahip olduğu nüfuzu büyük ölçüde kaybetmişse de, Balkanlar’a yönelik tarihsel ilgisini her fırsatta siyasi platformlarda göstermekte ve bölgeyi “Stratejik menfaat alanı” olarak görmeye devam etmektedir. Özellikle enerji alanında yaptığı yatırımlarla ve temel enerji tedarikçisi konumuyla her geçen gün Balkanlar’daki konumunu güçlendirmektedir. Balkanların tarihine bakıldığında bölgede refah ve barışın, denge sağlayıcı, adalet dağıtıcı, norm belirleyici bir yüksek otoritenin varlığı halinde sağlanabildiği görülmektedir. Bu bağlamda bölge istikrarının devamı için AB ve NATO başta olmak üzere, Avrupa-Atlantik kurum ve kuruluşlarına önemli rol düşmektedir. Strateji Yazıları-I Anahtar Kelimeler: Balkanlar, AB, ABD, RF, Balkanlarda çatışma alanları, güç merkezleri. ABSTRACT Balkans region draws attention with the intensity of the conflicts areas. The most important reason why Balkans is called as a conflict area is that it has many opponent religious and ethnical groups. The region is also not homogeneous in terms of religions; the three divine religions exist together in this region. Balkans Region is known as a big geopolitical junction in terms of its geographical place. Because of this feature of the region, today great powers compete with each other in order to have influence over this region which affects the peace and stability in Europe and the world. It is known that EU and US struggle to fill the power gap in the region after Soviet Union’s withdrawing from the region in the aftermath of disintegration of Soviet Union and collapse of Eastern Block. It is observed that EU has been in effort to has more economic and political influence on this region and to fill the gap of power left by Soviet Union since the 1990s. US follows its Balkan policy within the frame work of its global policy which is being only super power in the world. It seems that US also tries to fill the gap of power after the withdrawal of Soviet Union from the region in the aftermath of the Cold War and disintegration of Soviet Union. Actually, US tries to control the Middle East and Caspian Regions which have more than half of energy resources in the world and transfer ways of the energy distributed from the mentioned regions. Although RF lost its influence substantially on Balkans after the disintegration of Soviet Union, RF shows its historically existing interest to Balkans in political platforms in any opportunity and considers Balkans as a “strategic benefit area” for itself. RF strengthens its position in Balkans as a supplier of basic energy. Considering the history of Balkans, it has been seen that the welfare and peace can be ensured in the region only with the existence of a high authority which ensures balances, justice and determines norms. Therefore, European-Atlantic organisations especially EU and NATO, have important role for ensuring the stability in the region. Key Words: Balkans, EU, US, RF, conflict areas in Balkans, great powers. Batı Balkanlar Bölgesinin Genel Görünümü Balkanlar kelimesi Türkçe olup, sarp ve ormanlık sıradağ ve sık ormanla kaplı dağ anlamlarına gelir. Balkanlar Yarımadası adını batıdan doğuya uzanan ve Bulgaristan’ı ikiye bölen Balkan Dağları’ndan almıştır. 106 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar Siyasi coğrafya açısından Balkanlar, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya’yı içine almaktadır. Batı Balkanlar kavramı ise, herhangi bir siyaset bilimi ya da uluslararası ilişkiler sözlüğünde rastlanmayan, Avrupa Birliği tarafından 1999 yılında ortaya atılan yeni bir kavramdır. Batı Balkanlar siyasi coğrafya açısından, Slovenya dışındaki Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nin dağılmasının ardından bağımsız olan ülkeleri (Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Makedonya) ve Arnavutluk’u kapsamaktadır. Balkanlar Bölgesi, coğrafi konumu itibariyle büyük bir jeopolitik kavşak olarak önem taşımaktadır. Nitekim Balkanlar Bölgesi, kuzeyden sıcak denizlere inen kritik bir yol üzerinde olmanın yanı sıra, Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri’ndeki enerji kaynakları başta olmak üzere, Batı Avrupa ile bu bölgeler arasında ekonomik, sosyal, kültürel ve güvenlik ilişkilerinin geliştirilmesinde doğal ulaşım mihverini teşkil eden büyük bir jeostratejik köprü özelliği taşımaktadır. Bu özelliğiyle tarih boyunca çeşitli güçlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olan, Avrupa ve dünyanın barış ve istikrarını etkileyen bu bölgede, zamanımızda da güç merkezlerinin nüfuz kazanmak için rekabet ettikleri görülmektedir. Bölgenin tarihine bakıldığında barış ve istikrarın bölgeye hakim olduğu dönemlerin, Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ya da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) gibi “Bir yüksek otorite”nin bölgede hüküm sürdüğü dönemlere rastladığı, bölge üzerinde egemen gücün kalkmasıyla bölgenin etnik ve dini çatışma alanına dönüştüğü görülmektedir. Balkanlar Bölgesi çatışma alanlarının çokluğuyla dikkat çekmekte ve bu yönüyle her an karışıklığın ve savaşın çıkabileceği bölge anlamına gelen “Barut fıçısı” deyimiyle anılmaktadır. Balkanların çatışma alanı olarak anılmasının en önemli nedeni, birbirine rakip birçok dini ve etnik grubu bir arada barındırmasıdır. Nitekim Balkanlar, etnik yapı, din ve mezheplerin dağılımı yönünden bakıldığında dünyanın en karmaşık bölgelerinden biri olma özelliğiyle dikkat çekmektedir. Çeşitli etnik, din, mezhep ve kültürlerin bir arada yaşadığı bu bölgedeki ülkelerin çoğunda toplumlar, Slav ırkındandır. Ancak tarih boyunca yaşanan gelişmelerle oluşan din, mezhep ve dil farklılıklarından dolayı bu toplumlar, yaşadıkları ülkelerde kendilerini farklı milletler olarak kabul etmişlerdir. Bölge din bakımından da homojen olmayıp, üç semavi dinin bir arada yaşadığı bir bölgedir. Hıristiyanlığın Ortodoks ve Katolik mezhepleri bu bölgede iç içedir. En kalabalık din grubunu Ortodokslar oluşturur. Ayrıca, nispeten dağınık durumdaki Müslümanlara karşılık, kuzeyden güneye doğru bir Ortodoks 107 Strateji Yazıları-I ekseninden bahsedilebilir. Ortodoks mezhebindeki toplumlar bağlantısının yanı sıra, Slav ırkından toplumlar, doğudan batıya bir kuşak teşkil etmektedir. Bölgenin karmaşık etnik ve dini yapısı, bölge ülkeleri arasındaki mücadelenin ve ihtilafın temel nedenini oluşturmaktadır. Balkan ülkelerinin sınırlarının, coğrafi ve sosyal kriterler dikkate alınmadan çizilmiş olmasının bölgede bugün yaşanan sorunlara büyük ölçüde zemin hazırladığı görülmektedir. Bu anlamda Balkanlardaki siyasi harita ile etnik dağılım haritası arasında büyük bir uyumsuzluk olduğu söylenebilir. Bölgedeki halkların çoğu, bir ülkede çoğunluğu teşkil ederken, genellikle komşu ülkelerde azınlık durumuna düşmüşlerdir. Bunun sonucu olarak, söz konusu azınlık gruplarının, yaşamakta oldukları ülkelerde daha fazla hak talepleriyle bağımsızlık veya anavatanlarıyla birleşme düşüncelerine karşılık, bölgedeki bazı ülkeler de, soydaşları kabul ettikleri bu azınlık gruplarının yaşadıkları toprakları kendi topraklarına katmak gibi idealleri taşımışlardır. Soğuk Savaş döneminin bloklaşma politikalarının baskısı altında yaşanan nispeten sakin bir dönemden sonra 1990’larda bölgede yeni bağımsız devletlerin oluşmasına yol açan olaylar, bu düşünce ve ideallerin yeniden canlanmasına yol açarak, bölgede barış ve istikrarı etkileyen önemli faktörlerden birisi olduğunu göstermiştir. Bölgenin bu karmaşık etnik ve dini yapısı, günümüzde de azınlıklarla çoğunluklar arasındaki gerginlikler, çatışmalar, siyasal veya anayasal statü ve toprak talepleri gibi sorunları ortaya çıkarmakta, bölge ülkeleri ve etnik toplumlar arasındaki güvensizliğin artmasında önemli rol oynamakta ve bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir. Halen bölgedeki nüfusun önemli bir bölümünün azınlık olarak yaşamakta oluşu, ülkeler arasındaki ilişkilerin en hassas noktasını teşkil etmektedir. Balkanlar’daki hiçbir devlet etnik ve dini yönden homojen değildir ve her biri bünyesinde rakip olduğu etnik ya da dini gruplara bağlı azınlıklar barındırmaktadır. Balkanlar’daki azınlıklar yaşadıkları ülkelerin siyasi erkleri tarafından ülkelerine yönelik tehdit unsuru olarak algılanmakta ve zaman zaman asimilasyon ve hatta etnik temizlik uygulamalarına maruz kalmaktadırlar. Genellikle anavatanları ile komşu ülke sınırlarına yakın bölgelerde yaşayan bu azınlık gruplarının milliyetçilik duygularının canlı olması, bölgede etnik milliyetçilik sorunlarının çözülmesini zorlaştırmaktadır. Özellikle birbirine komşu beş ayrı ülkede (Arnavutluk, Sırbistan, Kosova, Makedonya ve Yunanistan) yaşayan Arnavutların bulunduğu bölge, bir “Arnavut Sorunu” olduğunu çağrıştırır biçimde en riskli bölge olarak göze çarpmaktadır. Arnavutluk Cumhuriyeti sınırları dışında komşu ülkelerde yaşayan Arnavutlar, yaşadıkları ülkelerde farklı hak taleplerinde bulunmaktadır. 108 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar Nitekim, Makedonya’daki Arnavut toplum, uzun süre devletin kurucu unsuru olma yönünde talepte bulunmuşken, Kosova’da yaşayanlar ise, bağımsızlık yönünde mücadele etmişlerdir. Yunanistan ise, ülkesinde yaşayan Arnavutları azınlık olarak kabul etmeyerek varlıklarını inkâr etmektedir. Kosova’nın ve Karadağ’ın bağımsızlık ilan ederek Sırbistan’dan ayrılmalarının ardından, Sırbistan toprakları içindeki Macarların yoğun olarak yaşadığı Voyvodina Özerk Bölgesi’nin statüsünü genişletme talepleri ve Boşnakların yoğun olarak yaşadığı Sancak’taki hak talepleri ile Presevo Vadisi olarak adlandırılan Güney Sırbistan’daki Arnavutların faaliyetleri, Sırbistan’ın toprak bütünlüğünün önündeki engeller olarak görülmektedir. 2008 yılında ABD başta olmak üzere uluslararası toplumun desteğiyle bağımsız olan Kosova’nın Sırbistan ile ilişkilerini normalleştirememesi ve Kuzey Kosova’daki Sırp toplumunun Kosova ile bütünleşmek yerine paralel kurumlar kurarak Sırbistan’a bağlılığını sürdürmesi bölge istikrarını olumsuz yönde etkileyen bir diğer potansiyel kriz alanı olarak görülmektedir. Üç ayrı etnik toplumun kurucu halk olarak oluşturduğu Bosna-Hersek ise, Balkanların en hassas bölgelerinden biri olma durumunu sürdürmekte olup, Batı Balkan ülkelerinin bir diğer potansiyel kriz alanı olarak görülmektedir. 1995 yılında imzalanan Dayton Barış Anlaşması, Bosna-Hersek’teki savaşı sona erdirmiş olmakla birlikte, ülke içinde istikrarı sağlayamamıştır. Dayton Barış Anlaşması, Bosna-Hersek devletini ve toplumunu bütünleştirmek yerine, BosnaHersek’in idari yapılanmasını etnik çizgilere göre şekillendirmiş ve Bosna-Hersek vatandaşlarını değil, etnik gruplarını üstün tutarak toplumu ayrıştırmıştır. Bu anlaşmayla oluşturulan idari yapılanmada, Sırp, Hırvat ve Boşnakların yaşadığı bölgelere göre şekillenen iki entite, on kanton ve bir özerk bölge oluşturularak ülkedeki etnik bölünmüşlük daha da pekişmiştir. Ayrıca, Dayton Barış Anlaşması’nın bir eki niteliğindeki Bosna-Hersek Anayasası nedeniyle devlet çapındaki kurumlar yeterince işletilememektedir. Esasen Bosna-Hersek Devleti’nde var olan iki entitenin kurumları, devlet düzeyindeki kurumlardan daha güçlüdür. Günümüzde Balkanlar’da çatışma riskinin en fazla olduğu ülkenin BosnaHersek olduğu, etnik toplumlar arasındaki gerginliğin ve çatışma riskinin devam ettiği görülmektedir. Yoğun uluslararası çabalara rağmen bugün bile BosnaHersek istikrarın çok uzağındadır. Bu sorunlara ilaveten, yeni siyasal ve ekonomik sistemlere geçiş sürecinde, Batı Balkan ülkelerinde siyasal ve ekonomik sisteminin alt yapılarının henüz tam olarak oluşturulamamasından kaynaklanan bazı sorunlar da yaşanmaktadır. 109 Strateji Yazıları-I Bunlar, devlet organlarının iyi işletilemeyişi, kalkınma ve refah düzeyinin düşüklüğü, yasa dışı göçler, mülteci sorunları, sınırların kontrolündeki zafiyet, bölgede terörizm, kaçakçılık ve organize suçlar için uygun zemin oluşması gibi sorunlardır. Bu sorunların, toplumlar üzerinde yarattığı/yaratacağı olumsuzlukların, etnik milliyetçilik ve azınlık sorunu gibi yapısal sorunları körüklediği düşünülmektedir. Bugün, 1990’lara kıyasla Batı Balkanlarda barış, istikrar ve güvenlik sağlanmıştır. Ancak, bölgedeki kırılgan yapı nedeniyle barış ve istikrarın kalıcı olup olmayacağı tartışmalıdır. Büyük Güçlerin Batı Balkanlar Politikası AB’nin Batı Balkanlar Politikası: SSCB’nin dağılışı ve Doğu Bloku’nun çöküşü ile birlikte AB, yaklaşık elli yıl boyunca komünist rejimle yönetilen, demir perdeyle Doğu ve Batı Avrupa olarak ikiye bölünmüş olan Avrupa kıtasını 1990’larda birleştirme fırsatını yakalamıştır. SSCB’nin dağılmasıyla güvenlik baskısı ortadan kalkan AB, hinterlandı olarak gördüğü bu topraklarda, aralarında kurduğu ekonomik birliği siyasi birliğe dönüştürmeyi hedeflemiştir. Bu anlamda, 1990’larla birlikte AB’nin, bu ülkelere yönelik ekonomik ve siyasi bakımdan etki sahasını genişletmeyi ve SSCB’nin bıraktığı güç boşluğundan yararlanmayı amaçladığı görülmektedir. Bu çerçevede AB’nin Soğuk Savaş sonrası Batı Balkanlar politikası; -Batı Balkanlarda yaşanılan çatışma ve savaşların AB’nin siyasi derinleşme sürecine zarar vermesini engellemek, -Batı Balkan ülkeleri üzerinde iktisadi ve siyasi denetim kurmak, -Bölgedeki enerji koridorlarını kontrol etmek, -Eski sosyalist, yeni kapitalist Batı Balkan ülkelerini belli bir tarihsel sıralama ile yavaş yavaş AB içine almak, şeklinde özetlenebilir. AB’nin 1990’larda canlanan siyasi birlik hayali, Bosna ve Kosova Savaşları’ndaki yetersizliğinin ortaya çıkışıyla yeniden ertelenmiştir. Bu nedenle AB, 1999 Kosova Savaşı’ndan sonra Balkanlar’daki güvenlik sorunlarının çözümlerine yönelik eskisinden farklı bir strateji izlemeye başlamıştır. Bu strateji değişikliğine gidilmesinin altında, AB’nin, 1999 yılına kadar Batı Balkanlarda krizlerin ortaya çıkmasından sonra çözüm arayışlarına girmesi, ancak, kriz yönetiminde yeterli olamaması yatmaktadır. Nitekim AB, 1999 yılında Batı 110 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar Balkanlarda kriz yönetiminin yerine kriz çıkmasını önleyecek unsurlara ağırlık vermeye başlamıştır. Bu bağlamda AB, 1999 yılında Batı Balkan ülkelerinin ekonomik ve siyasi açıdan AB’ne daha yakın hale gelmelerini sağlayacak ve böylelikle bölgede çatışmaları ve krizleri önleyecek “İstikrar ve Ortaklık Süreci”ni başlatmıştır. İstikrar ve Ortaklık Süreci ilk önce Batı Balkan ülkelerinde istikrarın sağlanmasını, istikrar sonrasında ise bu ülkelerin AB’ne entegrasyonunu sağlayan bir “Hazırlık süreci” olarak görülebilir. AB, 2006 Salzburg Deklarasyonu’yla Batı Balkan ülkelerinin AB üyeliklerinin değerlendirilmesinde gözetilecek kriterleri belirlemiştir. Bu çerçevede belirlenen kriterler; “Kopenhag Kriterleri”, “Eski Yugoslavya topraklarında işlenen savaş suçları ile ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM) ile işbirliği” ve “İstikrar ve Ortaklık Süreci Yükümlülükleri” olarak sıralanmıştır. Böylelikle günümüzde AB, Batı Balkan ülkelerine üyelik perspektifini ne derecede geliştireceğine Salzburg Deklarasyonu’nda belirlenen başlıklar kapsamında değerlendirme yaparak karar vermektedir. AB, Batı Balkan ülkeleri ile ilişkilerinde “Bu ülkelerin AB üyelik perspektifinin gerçek olduğunu, üyelik sürecinin her ülkenin reformları uygulamak konusundaki performansına bağlı bulunduğunu, bu yönde kendilerine her türlü desteğin verileceğini” ifade ederek, AB perspektifini, Batı Balkan ülkelerinin dış politikalarında ulusal hedef olarak korumaya çalışmaktadır. Zira AB perspektifi, bölgede reformların devamı bakımından en önemli teşvik unsuru olmakta, sorunları çözmede zorlayıcı rol oynayarak bölge istikrarı ve barışı üzerinde olumlu etkide bulunmaktadır. Bugüne kadar “İstikrar ve Ortaklık Süreci”nin, her ülkenin reformları uygulama düzeyi farklı olduğundan, tüm Batı Balkan ülkelerinde aynı etkinlikte işletilebilmesi mümkün olmamıştır. Bu nedenle AB, Batı Balkan ülkelerinin üyelik sürecini, her ülkenin performansını ayrı ayrı değerlendirerek belirlemektedir. Bugün itibariyle AB’ne üye olan Balkan ülkeleri, Slovenya, Romanya, Bulgaristan ve Hırvatistan’dır. Aday olan Batı Balkan ülkeleri ise Karadağ, Sırbistan ve Makedonya’dır. Bu ülkeler arasında AB ile müzakerelere başlayan aday ülke, Karadağ’dır. AB’ne potansiyel aday ülkeler ise; Arnavutluk, Bosna Hersek ve Kosova’dır. Kosova dışındaki tüm Batı Balkan ülkeleri AB ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nı imzalamış ve vize serbestîsini elde etmişlerdir. Bugün gelinen aşamada tüm Batı Balkan ülkelerine yönelik AB üyelik süreci işlemeye devam etmektedir. Bu ülkelerin AB’ne üyeliklerine kesin gözüyle bakılmakta ve üyelikleri değil, üyeliklerinin zamanlaması tartışma konusu 111 Strateji Yazıları-I olmaktadır. Özellikle AB içindeki son ekonomik kriz, bu genişleme sürecinin zamanlaması üzerinde önemli ölçüde etkili olabilecek ve genişleme sürecini erteleyebilecektir. ABD’nin Batı Balkanlar Politikası: ABD, Balkanlar Bölgesi’ne yönelik politikasını, dünyada tek hâkim güç olma politikası çerçevesinde sürdürmektedir. Bu nedenle ABD’nin, Batı Balkanlar politikasını dünyada süper güç olma politikası çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Soğuk Savaş’ın sona erişi ve SSCB’nin dağılmasını takiben, bir anlamda AB gibi, ABD’nin de, SSCB’nin çekildiği bölgelerde oluşan güç boşluğunu doldurmaya yöneldiği ve esas itibariyle, dünyanın petrol ve doğalgaz enerji kaynaklarının yarısından fazlasını bulunduran Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri ile bu bölgelerden dağılan enerji nakil yollarını kontrol etmeyi hedeflediği görülmektedir. Rusya’nın kendi iç sorunları nedeniyle bölgeyle ilgilenecek durumda olmadığı, AB’nin ise, ortak politika belirleme kabiliyeti gösteremediği bu süreçte, ABD’nin eski Yugoslavya iç savaşının da etkisiyle 1990’ların başında Balkanlara öncelik verdiği görülmüştür. ABD’nin Balkanlara yönelik politikasının şekillenişinde; bölgenin Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri’ne yakınlığı ve bu bağlamda Batı Avrupa’ya yönelen/ yönelebilecek enerji nakil hatları üzerindeki konumu ile dikkati çeken jeostratejik önemi etkili olmaktadır. Bölgenin jeostratejik konumunun yanı sıra, petrol ve doğalgaz bakımından tamamen dışa bağımlı olan Almanya başta olmak üzere, diğer Batı Avrupa ülkeleri ve bu bölgede yeniden nüfuz kazanmak isteyen Rusya Federasyonu (RF)’nu kontrol etme isteğinin de bölge politikasında etkili olduğu bilinmektedir. Bu anlamda, ABD, Balkanlar bölgesini, asıl hedefe ulaşabilmek için ele geçirilmesi gereken bir ara hedef olarak görmekte ve Balkanları, Avrasya’daki jeopolitik köprübaşı olarak tanımlamaktadır. Bölgedeki sorunlara çözüm bulması beklenen AB’nin yetersizliğine karşılık, ABD’nin Bosna Savaşı’ndan itibaren barış ve istikrarın sağlanmasında öncü rol oynaması, özellikle “Güvenlik açısından” ABD’nin bölgede ön plana çıkmasına yol açmıştır. Batı Balkanlardaki krizlerin ABD’ne sağladığı bir diğer kazanım ise, Varşova Paktı’nın çöküşüyle Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun varlığına ihtiyaç kalmadığı tartışmalarına son vermesi olmuştur. Zira NATO’nun, Bosna Savaşı’nda görev alması sağlanmış ve bu durum, onun Kosova Krizi gibi benzer krizlerde de kullanılmasına imkân sağlamıştır. ABD’nin, NATO’nun karar alma sürecinde, tehdit tanımlamalarında ve genişleme sürecinde etkin olması, NATO’ya üye olma aşamasındaki Batı Balkan 112 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar ülkelerinin ABD desteğine ihtiyaç duymalarına sebep olmakta ve bu sayede ABD, bölge üzerindeki etkinliğini artırabilmektedir. Bugün itibariyle NATO’ya üye olan Batı Balkan ülkeleri Hırvatistan ve Arnavutluk’tur. NATO’ya aday ülkeler ise, Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya’dır. Sırbistan “Barış İçin Ortaklık Programı”na katılmıştır. Son olarak Kosova ise, NATO korumasındaki ülkeler kapsamında yer almaktadır. Günümüze gelindiğinde ise, 1990’lara kıyasla Batı Balkanlarda geniş çaplı çatışma riskinin azalması nedeniyle ABD’nin, zamanla Balkanlardaki NATO gücünü AB’ye devrederek ya da NATO operasyonlarında görev alan kuvvetlerini azaltma yoluna giderek, daha ziyade Ortadoğu ve Hazar Bölgeleri’ne yöneldiği gözlenmektedir. Ancak, ABD’nin bölgeden tamamen çekilmediği, Balkanların stratejik noktalarına askeri üsler kurarak bölgenin jeo-stratejik konumundan yararlanmayı sürdürmeyi amaçladığı görülmektedir. Bu bağlamda, ilk olarak Romanya ardından Bulgaristan’da üs kuran ABD, yaklaşık 5000 askerini bu iki ülkeye yerleştirmiştir. Ayrıca, Kosova’da yurtdışındaki en büyük askeri üs ve 21. yüzyılın silah deposu olarak tanımlanan ve 7000 askeri personel kapasiteli bir ABD askeri üssü bulunmaktadır. ABD, bu askeri üslerin varlığı ile Balkanlarda kalıcı olduğunu da ortaya koymuş olmaktadır. Rusya Federasyonu’nun Batı Balkanlar Politikası: Balkanlar Bölgesi, RF açısından Slav ve Ortodoksluk bağı dolayısıyla tarihi ve kültürel bağlarının güçlü olduğu bir bölgedir. Ayrıca, jeostratejik açılımları kolaylaştırması ve geçiş bölgesi olması itibariyle de RF açısından tarih boyunca vazgeçilmez olmuştur. RF, SSCB’nin dağılmasından sonra, Balkanlar’da sahip olduğu nüfuzu büyük ölçüde kaybetmişse de, 1990’lardan itibaren bölgede meydana gelen gelişmelere müdahil olmuş ve uluslararası barış güçlerinde yer almak suretiyle, hala etkin bir güç olduğunu ve yapılacak düzenlemelerde rol alma isteğini göstermek gayretini sürdürmüştür. Bu süreçte, Batı ile ilişkilerinde yeni bir diyalog dönemini başlatan RF, bölge ülkelerinin Batı ile bütünleşmeye yönelik kuvvetli isteklerine karşı çıkamamıştır. 2004 yılında, Balkanlar’da görev yapan uluslararası barış güçlerindeki askerlerini tamamen çekmiştir. Ancak, RF, Balkanlar’a yönelik tarihsel ilgisini her fırsatta siyasi platformlarda göstermekte ve bölgeyi “Stratejik menfaat alanı” olarak görmeye devam etmektedir. Özellikle enerji alanında yaptığı yatırımlarla ve temel enerji tedarikçisi konumuyla her geçen gün Balkanlar’daki konumunu güçlendirmektedir. Nitekim Balkan ülkelerini enerji kaynaklarına bağlayarak siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel alanlarda işbirliğini yeniden geliştirmeyi ve gerektiğinde enerjiyi bir baskı aracı olarak kullanmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda; özellikle petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynakları kullanmak suretiyle bölge ülkeleri ile ikili ekonomik ilişkilerini geliştirmeye çalışmakta, aynı zamanda 113 Strateji Yazıları-I “Slav” ve “Ortodoks” dayanışması yaratarak özellikle Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan ile stratejik işbirliği girişimlerine önem atfetmektedir. Önümüzdeki yıllarda RF’nin, bölgeye ilgisinin süreceği ve potansiyel gücü yanında, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyeliği nedeniyle, bölgedeki sorunların çözümünde rol oynamaya devam edeceği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin Batı Balkanlar Politikası: Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlara bakışını yönlendiren öğelerin temelini bölgenin jeo-stratejik özelliği ve bölgeyle tarihi ve kültürel bağları oluşturmaktadır. Bu özellikler nedeniyle Balkanlar Bölgesi, Türk dış politikasında farklı bir yere sahiptir. Bu farklılık, Türkiye’nin de bir Balkan ülkesi olmasının yanı sıra, Balkan Yarımadası’nın Türkiye’yi Batı Avrupa’ya bağlayan doğal ulaşım yolu üzerinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda Balkanlar Bölgesi, Türkiye için, güvenliğin ve Avrupa ile ilişkilerinin sürdürülüp geliştirilebilmesi bakımından, siyasi ve fiziki jeostratejik değere sahip bir coğrafyadır. Bu durum, bölgede barış ve istikrarın korunmasının öneminin yanı sıra, Türkiye’nin çıkarını ve bölgede etkili olabilecek şekilde Balkan ülkeleriyle dostluk ve işbirliği ilişkilerini geliştirmeye yönlendiren en temel faktörlerden biri olmaktadır. Türkiye’nin Balkanlar politikası dört ana unsura dayanmaktadır. Bunlar: -Herkes için güvenlik, -Yüksek düzeyli siyasi diyalog, -Karşılıklı ekonomik bağımlılık, -Bölgenin çok etnikli, çok kültürlü ve çok dinli sosyal dokusunun korunmasıdır. Balkanlar ile tarihi ve kültürel dokuyla güçlenen ilişkilerimiz bölgeyi ülkemiz açısından ayrıcalıklı kılmakta, Türkiye’nin de Balkanlar’ın ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmesine imkân sağlamaktadır. Bu anlamda da bölgeyi Türk dış politikası açısından farklı bir yere koymaktadır. Nitekim bölge ülkeleri ve bölge insanı arasında 500 yıldan fazla egemen olmuş Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir arada yaşama ve ortak sınır, kültür ve geleneği paylaşmanın doğal sonucu olarak güçlü bir tarihi, kültürel ve insani bağlarımız doğmuştur. Bunun doğal sonucu olarak, bu bölgede tarihi miras olarak değerlendirdiğimiz Türk ve Müslüman nüfus Türkiye’nin Balkanlar’a yönelik siyasetinin temel faktörlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu toplumlarla ilgili sorunlar, halen Türkiye’nin Balkan politikası üzerinde önemli rol oynamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bölgede Türk ve Müslüman nüfusun yanı sıra, çok sayıda köprü, cami gibi tarihi eserler de bırakmıştır. Bugüne kadar çoğunluğu tahrip edilen bu eserlerin kalanlarının 114 21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Batı Balkanlar korunması da bölgedeki Türk ve Müslüman toplumun varlığını sürdürmesinin önemi kadar, Türk kültürünün devamı açısından önemli olmaktadır. Sonuç Küresel güç merkezleri ve Türkiye’nin, siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarları açısından önemli yere sahip olan Balkanlar Bölgesi’nde, son yıllarda göreceli bir sükûnet hüküm sürmektedir. Bölgede geniş çaplı çatışma riski azalmış, 1990’ların başlarına göre koşullar ve ortam büyük ölçüde değişmiştir. Bölge ülkeleri, demokratik rejimler oluşturmaya ve serbest piyasa ekonomisinin kurallarını uygulamaya yönelmişler; AB ve NATO gibi Batı kurum ve kuruluşlarında yer almayı, dış politikalarında ana hedef kabul etmişlerdir. Halen bu ülkelerin tümünde, demokratik usullerle seçilmiş hükümetler bulunmakta ve ekonomik yapıları, serbest piyasa ekonomisine göre düzenlenmektedir. Batı’nın da teşvik ve desteği ile hızla devam etmekte olan bu güçlü yönelişten bir geriye dönüş beklenmemektedir. Sürdürülen gayretler ile Batı ülkelerinin siyasetleri ve buna bağlı teşvik ve destekleri dikkate alındığında, tüm Batı Balkan devletlerinin önümüzdeki süreçte, AB ve NATO üyeliklerine kesin gözü ile bakılmakla birlikte, bu üyeliklerin zamanlaması konusunda tartışmalar sürmektedir. Batı Balkan ülkelerinin tümünün AB başta olmak üzere, Batı kurum ve kuruluşlarına üyelikleri ülkemiz açısından da desteklenmektedir. Türkiye, bölge istikrarı ve refahı için bölgenin tamamının Avrupa-Atlantik güvenlik şemsiyesinin dışında bırakılmaması gerektiğini her platformda dile getirmektedir. Balkanların tarihine bakıldığında bölgede refah ve barışın denge sağlayıcı, adalet dağıtıcı, norm belirleyici bir yüksek otoritenin varlığı halinde sağlanabildiği görülmektedir. Günümüzde bu yüksek otoritenin, ortak değerler temelinde şekillenmiş, özgür katılımlı uluslararası yapılar içinde oluşturulduğu bilinmektedir. Bu bağlamda AB ve NATO başta olmak üzere, Avrupa-Atlantik kurum ve kuruluşlarına önemli rol düşmektedir. Özellikle AB’nin bölge ülkelerine sunduğu AB perspektifinin ertelenmeyerek, güçlü bir şekilde devamının ve nihayetinde bütün Batı Balkan ülkelerinin AB ile entegrasyonunun bölge istikrarı açısından çok önemli olduğu değerlendirilmektedir. 115 GÜNEY KAFKAS ÜLKELERİ DİASPORALARI Şebnem Yılmaz Uzman Özet Diaspora kelimesi, eski Yunanca bir kelime olup, “dağılma, saçılma” anlamına gelmektedir. Ancak, diaspora, en geniş haliyle Uluslararası Göç Örgütü (IOM)’nce ‘Vatanından ayrılmış, fakat bağlarını sürdüren, etnik ve ulusal toplum üyeleri’ olarak tanımlanmaktadır. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan için, diaspora ile iletişimi artırmak; diasporadaki bilgi, sermaye ve yeni teknolojileri anavatana çekmek, diasporadan lobicilik alanında yararlanmak gibi konuları ön plana çıkarmaktadır. Bakü Hazar Üniversitesi’nin 2009 yılı verilerine göre, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan yaklaşık 45 milyon Azeri’den sadece 9 milyon 300 bini Azerbaycan’da yaşamaktadır. Dünyadaki Azeri nüfusu, Azeri kaynaklarında, Amerika kıtasında 1 milyon 300 bin, Avrupa kıtasında 1 milyon 500 bin, Afrika kıtasında 1 milyon 200 bin ve Türkiye’de 3 milyon olarak geçmektedir. Dünyadaki en etkin diasporalardan biri olarak tanımlanabilecek Ermeni Diasporası ise, komşumuz Ermenistan’ın iç ve dış siyasetini belirleme, 1915 olaylarını gündemde tutma ve uluslararası arenada ülkemiz ve Azerbaycan aleyhine tutum takınma politikalarıyla dikkatleri üzerine çekmektedir. Yaşanan göçler neticesinde bugün dünyanın hemen her ülkesinde belli bir Ermeni nüfusundan bahsedebilmek mümkündür. Dünyadaki Ermeni nüfusunun bazı kaynaklarda abartılı gösterildiği dikkati çekmekle beraber; Rusya Federasyonu’nda 2,5 milyon, ABD’de 1,5 milyon, Fransa’da 900.000, İran’da ise 560.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Gürcü Diasporası, Azeri ve Ermeni diasporalarına göre en güçsüz diaspora görünümündedir. Gürcü Diasporası’sının oluşumu, Azeri ve Ermeni diasporalarının oluşumuyla yaklaşık aynı zaman dilimine rastlasa da, örgütlenme ve bilinçlenme açısından içlerinde en yeni gelişmekte olanıdır. Anahtar Kelimeler: Diaspora, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan. Abstract Diaspora, which is an old Greek Word, means literally, “disintegration or scattering”. The International Migration Organization (IMO) uses this phrase in its widest meaning as ethnical or national members of the society who left but still have relationships and connection with their homelands. Strateji Yazıları-I For Azerbaijan, Georgia and Armenia, intensifing the relation with the diaspora means mainly, to take the information, capital and new technology from diaspora to their homeland and take advantage from diaspora for lobbying. According to Baku Caspian University’s 2009 data, only 9 milyon 300 thousand among the 45 million Azerbaijani in the world live in Azerbaijan. According to the Azerbaijan sources, 1 million 300 thousand Azarbaijani live in USA, 1 million 500 thousand Azarbaijani live in Europe, 1 million 200 thousand Azarbaijani live in Africa and 3 million Azarbaijani live in Turkey. The Armenian Diaspora on the other side, which is one of the most influential in the world, draws attention with determining our neighboor Armenia’s interial and foreign policy, keeping the events of 1915 on the agenda and taking position in the international arena against Turkey and Azerbaijan. It’s possible to say that as a result of Armenian migrations, almost every country in the world has a particular Armenian population. (Russia 2,5 million, USA 1,5 million, France 900.000 and Iran 560.000) The Georgian Diaspora which is newly getting organised and gaining awareness, is compared with the Azerbaijani and Armenian, the weakest one. Key Words: Diaspora, Azerbaijan, Armenia, Georgia. Giriş Coğrafi açıdan ülkemizin doğusunda yer alan Güney Kafkasya Bölgesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarına kavuşan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a ev sahipliği yapmaktadır. 1991 yılında dünya sahnesine bağımsız birer Cumhuriyet olarak katılan bu üç genç ve deneyimsiz devlet; demokratikleşme, serbest piyasa ekonomisine geçiş, dünyanın diğer devletleriyle eklemlenme vb. konularda geçiş sürecini yaşamaktadır. Bu süreçte, içerideki güç ve enerji kadar, dışarıdan alınacak destek ve yardımlar da önem taşımaktadır. Bu bağlamda; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan için diaspora ile iletişimi artırmak; diasporadaki bilgi, sermaye ve yeni teknolojileri anavatana çekmek, diasporadan lobicilik alanında yararlanmak gibi konular ön plana çıkmaktadır. Ayrıca, yakın tarihimiz bize, zayıf Azeri ve Gürcü diasporalarının Azerbaycan ve Gürcistan’ın sorunlarının çözümüne katkıda bulunamadığını, Ermeni diasporasının ise Ermenistan’ın sorunlarının çözümünde aktif rol oynadığını göstermiştir. Bu da gündeme, dünyanın en etkin diasporaları içinde sayılan Ermeni diasporası, son on yılda varlığından söz edilmeye başlayan Azeri diasporası ve yeni şekillenen Gürcü diasporası konularını getirmektedir. 118 Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları Diaspora Tanımı ve Çeşitleri Güney Kafkas ülkeleri diasporalarına geçmeden önce özellikle son yılların popüler kavramı “Diaspora” üzerinde kısaca durulmasında fayda görülmektedir. Diaspora kelimesi, eski Yunanca bir kelime olup, “Dağılma, saçılma” anlamına gelmektedir. Uzmanlara göre, kelime, antik çağda Yunan ordusunun çeşitli ülkelere yaptığı seferler sırasında Yunan askerlerinin bir bölümünün işgal edilen topraklarda kalmaları ve buraların daimi sakinleri haline dönüşmeleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Devamla, kelime yakın zamana kadar uzunca bir süre, “Mekânsal olarak dağılmış, başka dini inançlar ve halklar arasında azınlık olarak yaşayan dini grupları” tanımlamakla sınırlandırılmıştır. 1970’li yıllardan itibaren kelimenin kullanımında artış gözlenmeye başlanmış; çift kutuplu uluslararası sistemin ortadan kalkması, küreselleşme, postmodernizm ve teknolojideki gelişmelere paralel patlama yaşanmıştır. Diaspora, en geniş haliyle Uluslararası Göç Örgütü (IOM)’nce ‘Vatanından ayrılmış, fakat bağlarını sürdüren, etnik ve ulusal toplum üyeleri’ olarak tanımlanmaktadır. Ancak, uzmanlarca anavatanından ayrılmış ve ülke sınırlarının dışında yaşayan her halk topluluğu diaspora olarak adlandırılmamaktadır. Anavatanından kopmuş bir halk topluluğunun diaspora olarak tanımlanabilmesi için, “Bir merkezden yola çıkarak en azından iki yabancı bölgeye dağılması; anavatanla ilgili kolektif bir belleği koruması; ev sahibi toplum tarafından dışlanması; anavatana geri dönüş niyetinin bulunması; anavatanın varlığını devam ettirmesi ve anavatanla bireysel ya da kolektif ilişkilerini sürdürmesi” gerekmektedir. ABD’li siyaset bilimci William Safran’ın en çok referans alınan bu kavramsal modeline, İngiliz sosyolog Robin Cohen “Anavatanın idealleştirilmesi ya da nihai olarak bir devletin kurulması amacı; anavatandan gönüllü göç (ticaret, çalışma veya sömürgeleştirme için); uzun soluklu ve dayanıklı bir etnik bilinç ile başka ülkelerde bulunan soydaşlarla empati kurma / dayanışma duygusunu” eklemiştir. Bu özelliklere diasporaların temel kimliklerinin de eklenmesi suretiyle, kurban diasporaları (Yahudiler, Afrikalılar, Ermeniler ve Filistinliler), emek diasporaları (Hintliler), ticaret diasporaları (Çinliler, Lübnanlılar ve Amerika kıtasının kuzeyindeki Suriyeliler), kültürel diasporalar (Karayipler) ve imparatorluk diasporaları (Britanyalı, Fransız, İspanyol, Portekiz) ortaya çıkmıştır. Böylelikle diaspora kavramı, 1980’li yıllardan itibaren medya ve bilimsel yayınlarda “Sürgün” ya da “Yabancı topluluk” gibi terimlerin yerini almaya başlamış ve tanımlanan anlamının ötesinde “Ulusötesi topluluk” olarak kullanılmaya başlanmıştır. 119 Strateji Yazıları-I Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları Azeri Diasporası: Bakü Hazar Üniversitesi’nin 2009 yılı verilerine göre, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan yaklaşık 45 milyon Azeri’den sadece 9 milyon 300 bini Azerbaycan’da yaşamaktadır. Bu nedenle, Azerbaycan dış politikasının önemli ayaklarından birini de, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşamakta olan Azeriler ile ilişkileri geliştirmek; onların diaspora şeklinde örgütlenmesine ve çalışmasına katkıda bulunmak oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Azeri diasporasının mevcut durumunu doğru değerlendirebilmek için belli başlı Azeri göçlerini incelemek gerekmektedir. Azerilerin ilk sistemli göçleri 19’uncu yüzyıla dayanmaktadır. Devamla, 20’nci yüzyılda ortaya çıkan önemli Azeri göçlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:1 * Azerbaycan topraklarından; Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kaybetmesiyle yaşanmıştır. Azeriler başta İran olmak üzere, Türkiye ve Batı Avrupa ülkelerine göç etmişlerdir. (1920) II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ortaya çıkmıştır. Azeriler, Batı Avrupa ülkeleri, İran ve Türkiye’ye göç etmişlerdir. (1945) * İran topraklarından (Güney Azerbaycan) ; Güney Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kaybetmesiyle yaşanmıştır. Azeriler, başta Türkiye olmak üzere, Gürcistan ve Rusya’ya göç etmişlerdir. (1946) İran İslam Devrimi’yle Azeriler, SSCB Cumhuriyetleri’nden Özbekistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve dünyanın diğer devletlerine göç etmişlerdir. (1979) SSCB’nin çöküşü ve Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından, İran’da da benzer olayların başlamasından çekinen Azeriler, Batı Avrupa ülkeleri ve bugünkü Azerbaycan’a göç etmişlerdir. (1990 ve sonrası) Yaklaşık 200 yıl boyunca süren bu göçler neticesinde günümüzde Azerilerin büyük bir bölümü Azerbaycan sınırları dışında yaşamaktadır. Farklı kaynaklarda birbirinden oldukça değişiklik gösteren dünyadaki Azeri nüfusu, Azeri kaynaklarında, Amerika kıtasında 1 milyon 300 bin, Avrupa kıtasında 1 1 120 Dr. Alaeddin İBRAHİMLİ, “Azerbaycan Diasporası: Mevcut Durumu ve Geleceği Konusunda Bazı Notlar”, Avrasya Dosyası, Cilt:7, s.470. Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları milyon 500 bin, Afrika kıtasında 1 milyon 200 bin ve Türkiye’de 3 milyon olarak geçmektedir. 2 Burada önemli olan husus, sadece sınır değişimleri neticesinde başka ülkelerin vatandaşı haline gelmiş olan Azerilerin (İran, Azerbaycan ve bu ülkelere komşu bölgelerde yaşayan Azeriler) diaspora olarak değerlendirilmedikleri konusudur. Tablo 1. Dünyadaki Azeri Nüfusu 3 Ülke Adı ABD Arnavutluk Almanya Arjantin Bangladeş Belçika Belarus Birleşik Arap Emirlikleri Bulgaristan İngiltere Brezilya Çin H.C. Danimarka Afganistan Cezayir Fransa Gürcistan Hindistan Endonezya Ürdün Irak İran İrlanda İspanya İsveç İsviçre İtalya Kanada Kuveyt Kazakistan 2 3 Azerilerin Sayısı 1.000.000 12.000 300.000 12.000 170.000 13.000 6.600 55.000 64.400 70.000 74.000 30.000 56.000 430.000 260.000 70.000 600.000 300.000 44.600 410.000 800.000 30.000.000 4.000 14.000 20.000 15.000 30.000 174.000 18.000 90.000 www.azerbaijans.com www.azerbaijans.com 121 Strateji Yazıları-I Ülke Adı Kırgızistan Macaristan Meksika Mısır Moldova Hollanda Norveç Özbekistan Pakistan Polonya Portekiz Romanya Rusya Federasyonu Suudi Arabistan Suriye Tacikistan Türkiye Türkmenistan Ukrayna Yemen Yunanistan Azerilerin Sayısı 16.000 26.000 26.000 850.000 5.000 20.000 50.000 60.000 350.000 10.000 8.000 44.000 2.000.000 40.000 92.500 13.400 3.000.000 33.300 500.000 58.000 12.400 Diğer yandan, anayurtlarından göç eden Azerilerin zaman içerisinde amaçlarında da değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Yurtdışındaki Azeriler önceleri Azerbaycan’ın bağımsızlığını yeniden kazanması yönünde çaba gösterirlerken, bugün Azerbaycan’ın güçlenmesi ve sorunlarının çözümlenmesi için çalışmaktadırlar. Bu gelişmelere paralel, 1991 yılında bağımsızlığın kazanılmasının ardından yurtdışındaki Azeriler “Göçmen” olarak değil, “Diaspora” olarak adlandırılmaya başlanmışlardır. Yurtdışındaki Azerilerin gerçek anlamdaki ilk örgütleri arasında 1949 yılında Ankara’da kurulan “Azerbaycan Kültür Derneği”ni, 1956 yılında New Jersey’de kurulan “Azerbaycan-Amerika Cemiyeti”ni ve 1988 yılında Moskova’da kurulan “Ocak Kültür Merkezi”ni saymak mümkündür. Ayrıca, özellikle 1994 yılındaki Azerbaycan-Ermenistan ateşkesinden sonra aktif Ermeni diasporasına karşı Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in de yönlendirmeleriyle Azeri diasporasının ön plana çıktığı görülmektedir. Bu doğrultuda, 1997’den bu yana düzenlenen Dünya Azerbaycanlılar Kongresi (DAK)’nce “Dünyadaki Azerilerin haklarının korunması; Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün sağlanması; 122 Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları yurtdışındaki Azerilerin örgütlenmesi ve gücünün Azerbaycan’ın sorunlarını çözmede kullanması” esas alınmaktadır. Azerbaycan tarafından yurtdışındaki Azerilerin örgütlenmesi ve faaliyetlerinde Türk diasporası örnek alınmaktadır. Ancak, “Bir Millet İki Devlet” söyleminin aksine, her iki diasporanın ilişkilerinin iyi seviyede seyrettiğini söyleyebilmek için henüz çok erkendir. Bu bağlamda, Azeri diasporası özelinde dikkati çeken zafiyet alanları şunlardır: 4 * Azeri diasporası teşkilatlanma açısından zayıf bir görünüm sergilemektedir. * Azerbaycan ve İran topraklarından göç eden Azeriler uzun yıllar boyunca birbirlerinden ayrı olarak yaşamış ve örgütlenmişlerdir. * Azeri diasporasının çoğunluğunu İran’dan gelen Azeriler oluşturmaktadır. Bu nedenle, ortak amaç etrafında birleşilmesi zorlaşmaktadır. * Azeri diasporasına ilişkin sağlıklı bilgiler mevcut değildir. * Yurtdışındaki Azerilerin değerlendirilememektedir. mali imkânları tam olarak * Diasporadaki yeni nesil anadilini bilmemektedir. Bunun yanında gençler arasında milli bilinç yeterince gelişmemiştir. * Azerbaycan Yönetimi, diasporayı yönlendirme konusunda tecrübesizdir. * Azerbaycan iç siyasi hayatındaki bölünmüşlük diasporaya da yansımaktadır. Bununla birlikte, son dönemde Azerbaycan’da Diaspora Bakanlığı’nın kurulması ve bu Bakanlığa ait özel bir fonun oluşturulması, her yıl 26 Şubat tarihinde Hocalı Katliamı’nın anılması, 31 Aralık gününün Dünya Azerbaycanlılar Günü olarak Bakü’de kutlanması ya da Türk-Azeri diasporaları arasındaki işbirliğini artırmanın yollarının aranması gibi konular Azeri diasporasına ilişkin umut veren gelişmeler olarak değerlendirilmektedir. Ermeni Diasporası: Diğer yandan belki de dünyadaki en etkin diasporalardan biri olarak tanımlanabilecek Ermeni diasporası, komşumuz Ermenistan’ın iç ve dış siyasetini belirleme, 1915 olaylarını gündemde tutma ve uluslararası arenada ülkemiz ve Azerbaycan aleyhine tutum takınma politikalarıyla dikkatleri üzerine çekmektedir. Ermeni diasporasının oluşumu ve şekillenmesinde, Ermeni göçleri esas olmakla birlikte, göçlerin sebeplerine yönelik farklı görüşler bulunmaktadır. Bununla birlikte, Ermenilerin tarihte yerleşik olarak bulundukları (Kafkaslar, 4 Dr.Alaeddin İBRAHİMLİ, “Azerbaycan Diasporası: Mevcut Durumu ve Geleceği Konusunda Bazı Notlar”, Avrasya Dosyası, Cilt:7, s.477. 123 Strateji Yazıları-I Doğu Anadolu, İran ve Ortadoğu ülkeleri) bölgelerden başlıca göçleri şu şekilde belirtilmektedir:5 * Ermeniler, 19’uncu yüzyıl boyunca devam eden yoğun misyoner faaliyetleri nedeniyle ABD, Kuzey Amerika, Avrupa ülkeleri ve Ortadoğu gibi bölgelere göç etmişlerdir. * Ermeniler, 19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti’ndeki çöküşün hızlanmasıyla ABD ve Avrupa kıtalarına göç etmeye başlamışlardır. * Ermeniler, 1915 olayları sonrasında Ortadoğu, Kuzey Afrika, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri ile Ermenistan ve SSCB’ye göç etmişlerdir. * Ermeniler, I. Dünya Savaşı sonrasında Fransa, Batı Avrupa ülkeleri, ABD ve Kuzey Amerika’ya göç etmişlerdir. * Ermenistan, İran ve Lübnan’daki Ermeniler, 1970’li yıllarda ekonomik ve siyasi nedenlerle Batı Avrupa ülkeleri ile ABD’ye göç etmişlerdir. Yaşanan bu göçler neticesinde bugün dünyanın hemen her ülkesinde belli bir Ermeni nüfusundan bahsedebilmek mümkündür. Bu bağlamda, en büyük Ermeni nüfusu Rusya Federasyonu’nda bulunmaktadır. Dünyadaki Ermeni nüfusunun bazı kaynaklarda abartılı gösterildiği dikkati çekmekle beraber; Rusya Federasyonu’nda 2.5 milyon, ABD’de 1.5 milyon, Fransa’da 900.000, İran’da ise 560.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.6 Burada vurgulanması gereken en önemli nokta, Ermeni diasporasının Ermenilerin 1915 olayları sonucunda dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmak zorunda kaldıkları yönündeki iddialarıdır. Ancak, uzmanlarca, bu iddianın sözde “Ermeni Davası”nı desteklemek amacıyla ortaya atıldığı belirtilmektedir.7 5 6 7 124 Prof.Dr.Sedat LAÇİNER, “Türkler ve Ermeniler”, USAK Yayınları, 2006, s.174. www.wikipedia.org a.g.e.; s.176. Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları Tablo 2. Dünyadaki Ermeni Nüfusu 8 Ülke Adı Rusya Federasyonu ABD Fransa İran Gürcistan Suriye Lübnan Arjantin Yukarı Karabağ Ukrayna Türkiye Ürdün Irak Almanya Brezilya Avustralya Yunanistan Kanada Özbekistan Türkmenistan Macaristan Belarus Uruguay İngiltere Kazakistan Bulgaristan Mısır Çek Cumhuriyeti Diğer Ülkeler Ermeniler’in Sayısı 2.500.000 9 1.500.000 900.000 560.415 348.900 190.000 140.000 134.000 120.745 100.000 76.000 10 70.000 60.000 42.000 40.000 42.000 35.000 34.000 33.000 30.000 30.000 24.000 19.000 18.000 15.000 10.832 10.000 10.000 100.000 8 www.wikipedia.org. 9 Rusya’da 2009 yılı verilerine göre kayıtlı 1.340.694 Ermeni bulunmaktadır 10 Taraf Gazetesi; “Türk Ermenisiz, Ermeni Türksüz olmaz!” (31.08.2008) 125 Strateji Yazıları-I Diğer yandan, Ermenilerin bulundukları bazı ülkelerde sayıca az olmalarına karşın önemli bir nüfuza sahip oldukları bilinmektedir. Diaspora Ermenilerinin bu etkilerinde, lobicilik alanında yürüttükleri başarılı faaliyetler ile şu konular ön plana çıkmaktadır: * Ermeni teşkilatları, devlet özelliklerine sahip sistemli bir kurum gibi çalışmaktadırlar. Taşnaksütyun ve Ramgavar gibi kuruluşu 100 yılı aşmış olan radikal siyasi partilere üyelik, yaşadığı ülkeye bakmadan tüm Ermeniler için mümkün olabilmektedir. Yine, Ermenilerin sivil kuruluş olarak tescil ettirdikleri teşkilatlar da siyasi-ideolojik amaçlı olarak işlev görmektedirler. Bu bakımdan ABD’deki Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA/Armenian National Committee of America), Amerika Ermeni Asamblesi (AAA/Armenian Assembly of America) ve Ermeni Ulusal Enstitüsü (ANI/Armenian National Institute) dikkatleri çekmektedir. * Ermeniler, bulundukları ülkelerde çok uzun süreden beri yaşamaktadırlar. Ermenilerin büyük bir bölümü, bulunduğu ülkenin vatandaşı durumuna gelmiş bulunmaktadır. * Ermeniler yaşadıkları özellikle ABD, Fransa ve Rusya Federasyonu gibi ülkelerde maddi imkânlara sahiptiler. Bu nedenle, medyadan siyasete kadar geniş bir yelpazede etkin olabilmektedirler. * Ermeniler etnik açıdan homojen bir yapı sergilemektedirler. Bu yapı, birlik ve beraberliği kolaylaştırmaktadır. * Ermeniler bulundukları ülkelerde, kültürel ve dini nedenlerin yanı sıra, oluşturdukları mağduriyet psikolojisi nedeniyle de kabul görmektedirler. * Ermeni Kilisesi, Ermenistan’dan diasporaya kadar bütün Ermeniler üzerinde yönlendirici ve birleştirici rol oynamaktadır. Bu rol, bazı faaliyetlerin tek merkezden planlanarak yürütülmesini kolaylaştırmaktadır. * 1915 olaylarının “Soykırım” olduğuna dair inanç ve “Ortak düşman” olarak Türklük ve Türkiye algısı Ermeniler arasında birleştirici rol oynamaktadır. Başta Ermeni Kilisesi olmak üzere Taşnak, Hınçak ve Ramgavar gibi siyasi partiler sayesinde nesilden nesile aktarılan bu algı ve inanç, Ermeniler arasındaki muhtemel bölünmeleri engellemekte ve diasporanın devamlılığını sağlamaktadır. Diasporanın bu özellikleri, Ermenistan’ın iç ve dış politikasını etkileme ve yönlendirmede de kendini göstermektedir. Diaspora tarafından Ermenistan’a sağlanan yardım ve uluslararası camiada verilen destek bu ülke üzerindeki etkisini artırmaktadır. Diğer yandan Ermenistan, diaspora ile iletişimi artırmak amacıyla çeşitli arayışlara yönelmektedir. Bu çerçevede, özellikle ikinci Cumhurbaşkanı 126 Güney Kafkas Ülkeleri Diasporaları Robert Koçaryan döneminde başlatılan “Ermenistan-Diaspora Konferansı” ve işbirliği olanakları dikkat çekmektedir. Yine, mevcut Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan döneminde kurulan Diaspora Bakanlığı, 2008 yılından bu yana hizmet vermektedir. Gürcü Diasporası: Gürcü diasporası, Azeri ve Ermeni diasporalarına göre en güçsüz diaspora görünümündedir. Gürcü diasporasının oluşumu, Azeri ve Ermeni diasporalarının oluşumuyla yaklaşık aynı zaman dilimine rastlasa da, örgütlenme ve bilinçlenme açısından içlerinde en yeni gelişmekte olanıdır. Kafkasya Bölgesi’nin eski halklarından Gürcülerin ilk sistemli göçleri 19’uncu yüzyıla dayanmaktadır. Bu yüzyıl ve 20’nci yüzyılda bölgede yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeler ile jeopolitik değişimler neticesinde Gürcüler diğer ülkelere göç etmeye başlamışlardır. Bu çerçevede, önemli Gürcü göçlerini şu şekilde saymak mümkündür: * Gürcüler, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kaybetmesiyle Türkiye ve Batı Avrupa ülkelerine göç etmişlerdir. (1921) * II. Dünya Savaşı ve sonrasında Türkiye ve ABD’ye göç etmişlerdir. (1945) Günümüzde Türkiye’de 1 milyon, Rusya Federasyonu’nda 198 bin, ABD’de 150 bin ve İran’da 50 bin civarında Gürcü yaşadığı tahmin edilmektedir. Tablo 3. Yurtdışında Yaşayan Gürcü Nüfusu 11 Ülke Adı Gürcüler’in Sayısı Türkiye Rusya Federasyonu ABD İran Ukrayna Brezilya Azerbaycan Batı Avrupa Ülkeleri 1.000.000 198.000 150.000 50.000 34.200 17.752 14.900 50.000 Burada vurgulanması gereken en önemli konu, özellikle Türkiye’de yaşayan Gürcülerin diaspora olarak sayılıp sayılamayacakları hususudur. Çünkü, tarihi süreç içinde çeşitli nedenlerle Türkiye’ye gelerek yerleşen Gürcüler, ülkemizi kendi vatanları gibi benimsemişler ve çok iyi entegre olmuşlardır. Bu çerçevede, 11 www.wikipedia.org. 127 Strateji Yazıları-I sayısal anlamda en fazla ülkemizde bulunan Gürcüler’in diaspora olarak adlandırılmaları tartışma konusudur. Öte yandan, Gürcü diasporasının zafiyetleri arasında şu konular ön plana çıkmaktadır: *Gürcü diasporasının teşkilat yapısı zayıftır. *Gürcüler bulundukları ülkelerde sayısal ve mali anlamda varlık gösterememektedir. * Gürcistan iç siyasetindeki bölünmüşlük diasporaya da yansımaktadır. * Diasporadaki Gürcüler etnik açıdan heterojen bir yapı sergilemektedir. Gürcü diasporası içinde Abhaz ve Oset gibi farklı etnik gruptan insanlar bulunmaktadır. Bu durum ise, ortak amaç etrafında birleşmeyi zorlaştırmaktadır. * Gürcistan Yönetimi, diasporayı yönlendirme, örgütleme ve bilinçlendirme konularında yeterli tecrübe, bilgi ve deneyime sahip değildir. Bununla birlikte, Gürcü diasporasının özellikle Ağustos 2008’de yaşanan Gürcistan-RF ihtilafının ardından Gürcistan Yönetimi’nin yönlendirmeleriyle daha görünür hale geldiği dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili’nin emriyle sembolik de olsa her yıl 27 Mayıs günü “Diaspora Günü” olarak kutlanmakta ve yurtdışındaki Gürcüler Tiflis’te bir araya gelmektedir. Yine, Gürcistan ile diasporanın bağlarının güçlendirilmesi ve geliştirilmesi amacıyla 2008 yılında “Diaspora Bakanlığı” kurulmuştur. Sonuç Netice itibariyle, günümüz dünyasında gittikçe önem kazanan diasporalar, bulundukları ülkelerde anavatanın görünürlüğünün artırılması, anavatan lehine lobicilik faaliyetlerinin yürütülmesi, kamuoyu oluşturulması ve basın-yayın organlarının yönlendirilmesi gibi pek çok konuda dikkatleri üzerine çekmektedir. Bu bağlamda, Güney Kafkasya Bölgesi’nin genç devletleri açısından diasporaları ile iletişimi geliştirmek, diasporadaki birikimden faydalanmak ve dışarıda ülke menfaatleri doğrultusunda destek almak ön plana çıkmaktadır. Ancak, bağımsızlıkları sonrası üç Güney Kafkas devleti diasporaları açısından durum birbirinden farklı gözükmektedir. Ermeni diasporasına göre zayıf olan Gürcü ve Azeri diasporaları bünyelerinde önemli zafiyetleri barındırmaktadırlar. Bu doğrultuda, Azeri diasporasının Ermeni diasporasına karşı Gürcü diasporasıyla işbirliğine gidebileceği ilk olarak akla gelmektedir. Ayrıca, bahse konu iki ülke diasporasının önümüzdeki dönemde, devlet yapılarının güçlenmesi; Güney Kafkasya Bölgesi’ndeki ihtilaflı konuların çözümlenmesi; toprak bütünlüklerinin sağlanması ve korunması ve kültürlerinin dünyaya tanıtımı vb. konularda işbirliğine gidebilecekleri düşünülmektedir. 128
© Copyright 2024 Paperzz