İÇİNDEKİLER 1. BÖLÜM HADIS-1 $ERİFLERDE NİYET RİSALE-İ NURDA NİYET CİHADIN MANA VE EHEMMİYETİ ASHAB-I KtBam KIMDIR? ABBAS BİN UBADE ZATİ SIFATLAR 5 14 19 23 29 2. BÖLÜM HADİS-İ ŞERİFLERDE NAMAZ RİSALE-İ NURDA NAMAZ CIHAD HAKICA ŞAHITLIKTIR-1 ABDULLAH BİN EBU BEKİR SIFAT-I SUBUTİYYE 37 44 48 56 57 3. BÖLÜM HADİS-1 ŞERİFLERDE DUA RİSALE-İ NURDA DUA dm]) HAKICA şmtnIKTIB-2 BERA BİN AZİB ABDEST NASIL ALINIR 65 72 77 87 88 4. BÖLÜM HADIS-İ ŞERİFLERDE MESULİYET DUYGUSU RISALE-1 NURDA MESULİYET DUYGUSU BÜYÜK CIHAD,KÜÇÜK CIHAD CA'FER BIN EBİ TALLB ABDESTİN SÜNNETLERİ 5. Dedim HADIS-İ ŞERİFLERDE GIYBET RİSALE-İ NURDA GIYBET CIHAD VE FONKSİYONLAR1 EBU DOCANE ABDB_B-1-1 BOZAN VE BOZMAYAN DURUMLAR 6. abıOpa HADİS-İ ŞERİFLERDE İTİAT RİSALE-İ NURDA İTİAT CIHAD HAYAT KAYNAGIDIR ERKAM BIN EBIL ERKAM ABDEST ÇEŞİTLERİ VE ADABLARI 93 98 100 102 105 111 119 122 127 128 133 138 143 144 148 7. BÖLÜM HADİS-İ ŞERİFLERDE SADAKAT RİSALE-İ NURDA SADAKAT CIHAD EN KARLI TİCARETTİR HABBAB BİN ERET TEYEMMÜM-MESH 153 158 164 165 168 8. Dedim HADİS-İ ŞERİFLERDE MUHASEBE RİSALE-İ NURDA MUHASEBE CIHAD RUHU,UYARILMASI GEREKEN EN YÜCE DUYGUDUR HASSAN BİN SABIT MESH İLE ILGILI BILGILER 173 179 181 185 189 9. BÖLÜM HADİS-İ ŞERİFLERDE IMTIHAN RİSALE-İ NURDA IMTIHAN CIHAD BIR BEREKET INLINIDIB MUAZ BIN CEBEL GUSÜL 193 201 203 206 209 10. BÖLÜM HADİS-İ ŞERİFLERDE IRADE RİSALE-İ NURDA IRADE CIHAD HER MÜ'MİNİN VA.tFESİD1R TALHA BİN UBEYDULLAH GUSLÜ GEREKTİRMEYEN HALLER 213 221 223 227 230 1 .BÖLÜM YİTİK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE NİYET 1- Hz. Ömer (ra) Resulullah (sav)'ı n şöyle buyurduğunu işittim, dedi:"Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey verilir. (Niyetine göre ecir ve sevap alır veya cezalanır.) Kimin hicreti Allah ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Resulüne olur. Böylece Allah'ı n emrini yapmış, rızasını da kazanmıştır.) Kim de dünyalık kazanmak ve bir kadı nla evlenmek maksadıyla hicret ediyorsa, onun da yapmış olduğu hicreti, hicret ettiği şeylere olur. (Dünya malını kazanı r. istediği kadına kavuşur, fakat Allah'ın rızasından mahrum kalır.) (Tergib ve Terhib 1, 53) 2- Abdullah'ın anneliği Ümmü'l-Mü'minin Hazreti Aişe (r.a.) den rivayete göre, Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: "Bir ordu harp etmek icin Kabe'ye yürür; çıplak bir yere geldiklerinde hepsi de yerin dibine geçer" buyurmuştur. Aişe der ki: "Ya Resulallah! Neden hepsi yerin dibine geçiyor? Halbuki onların içinde ticaret için çı kanlar olduğu gibi, onlardan olmadığı halde yollarda katı lanlar da vardır." Dedim. Resul-i Ekrem: "Hepsi birden yerin dibine geçerler ve kıyamet günü niyetleri üzerine haşrolunurlar." Buyurdu. (Riyazüs Salihin 1, 4) 3- Ebu Yezid Ma'n b. Yezid (r.a.) den rivayete göreki bu zat ile babası ve dedesi Sahabedirler- şöyle demiştir: "Babam Yezid sadaka olarak dağıtma için birkaç dinar çıkarmış ve onları camide bir kimsenin yanına koymuştu. Ben gelip onları alarak babamın yanına gittim. Bunun üzerine babam: "Vallahi sana vermek istememiştim" dedi. Nihayet Peygamber nezdinde babamla mürafaa oldum. Peygamber Efendimiz meseleyi şu suretle halletti: "Ey Yezid! Sen niyetinle sevap kazandı n. Ey Ma'n! Aldığın mal da senindir" buyurdu. (Riyazüs Salihin 1, 5) 4- Ebu Musa Abdullah b. Kays el-Eş'ari (r.a.) şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Peygamberimiz (SAV) den, secaat göstermek, milletini korumak ve gösteriş yapmak maksatlarıyla 5 YİTİK HAZİNE-1 vuruşanlardan hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. Peygamberimiz (SAV): "Ancak İslam Dininin yükselmesi için vuruşan Allah yolundadır" buyurdu. (Riyazüs Salihin 1, 9) 5-Ebu Bekre Nüfey b. Haris es-Sakafi (r.a.) rivayete göre, Resul-i Ekrem Efendimiz: İki müslüman kı lıçları ile karşılaşırsa öldüren de, ölen de Cehennemdedir, buyurdu. Bunun üzerine ben: Ya Resulullah, öldürenin durumu belli, ölene ne oluyor? Dedim. Resul-i Ekrem: O da arkadaşını öldürmek istiyordu, buyurdu. (Riyazüs Salihin 1,10) 6- Ebul Abbas Abdullah b. Abbas (r.a.) dan rivayete göre, Resul-i Ekrem, Allahu Teala'dan rivayet ederek şöyle buyurdu: "Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazılması nı emretti" Sonra bunlan açıkladı: "Bir kimse iyilik yapmağa niyetlenir de yapamazsa, Allah kendi nezdinde o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yediyüze ve daha fazlasına kadar çı karır. Ve eğer fenalı k yapmağa niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar." (Riyazüs Salihin 1, 12) 7- Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (ra) "Resulullah (sav)'ın şöyle söylediğini işittim" diyor: " Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yolculuğa çıktı lar. Geceyi geçirmek üzere bir mağaraya girince dağdan bir kaya parçası yuvarlanarak mağaranın ağzı nı kapattı . Bunun üzerine (birbirlerine) şöyle dediler: "Bizi bu kayadan ancak iyi amellerimizi dile getirerek Allah'a yapacağımız dua kurtarabilir." İçlerinden biri: "Allah'ım! Benim çok ihtiyar anne ve babam vardı . Onları doyurmadan çoluk çocuğumu ve hayvanlarımı doyurmazdım. Bir gün, odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Geç vakte kadar da dönemedim. Akşam 6 YITIK HAZİNE-1 içecekleri sütü, sağıp getirdiğimde anne ve babam uyuyorlardı . Onlara sütlerine içirmeden önce çoluk çocuğumun ve hayvanları mı n karı nları nı doyurmayı hoş görmedim. Ancak elimde tanyeri ağarı ncaya kadar anne ve babamı n uyanmaları nı bekledim. Çocuklar (açlı ktan) ayakları mı n dibinde ağlı yorlardı . Uyandı lar ve akşam sütlerini içtiler. Allah'ı m! Bunu senin rızan için yapmışsam bu kayadan bizi kurtar" dedi. Bunun üzerine kaya biraz açı ldı . Fakat açı lan yerden çı kmak mümkün değildi. Diğeri şöyle dua etti: "Allah'ı m! Amcamı n bir kızı vardı . Onu çok seviyordum. Kendisini bana teslim etmesini istedim, kabul etmedi. Kıtlığı n hüküm sürdüğü bir yı lda bana başvurdu. Kendisini teslim etmesi şartıyla ona yüz yirmi dinar verdim. Teklifimi kabul etti. Ona yaklaşmaya imkan bulduğum bir sı rada bana: "Dini nikah olmadan mührümü bozman helal olmaz" deyince yaklaşmaktan vazgeçtim ve yanı ndan ayrı ldı m. Halbuki onu herkesten çok seviyordum. Verdiğim altı nları da geri almadı m. Allah'ı m! Bunu senin rızan için yapmışsam bizi buradan kurtar." Bunun üzerine kaya biraz daha açı ldı . Ancak açı lan yer çı kabilecekleri kadar değildi. Üçüncüsü şöyle dua etti: "Allah'ı m! Ücretle işçiler tutmuştum, hepsinin ücretlerini ödedim. Ancak biri ücretini almadan gitti. Ben de onun ücretini ürettim. Öyle ki, bundan bir çok mal meydana geldi. Bir müddet sonra bana gelerek: "Ey Allah'ı n kulu! Ücretimi ver", deyince ona: "Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve kölelerin hepsi senin ücretinden üremiştir, al götür" dedim. O da: "Ey Allah'ı n kulu! Benimle alay etmiyorsun ya?" dedi. Ben de: "Hayı r, alay etmiyorum" deyince, malları n hepsini alarak götürdü. (Bana) hiçbir şey bı rakmadı". "Allah'ı m, bunu senin rı zan için yapmışsam, içinde bulunduğumuz şu beladan bizi kurtar." Bunun üzerine 7 YİTİK HAZİNE-1 kaya tamamen açıldı. Onlar da mağaradan çıkarak yollarına devam ettiler. (Tergib ve Terhib 1, 44) 8- Ebu Hüreyre (ra) Resulullah (sav)'ı n şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: İsrailoğulları ndan bir zat, bu gece Allah rızası için mutlaka bir sadaka vereceğim, diyerek evinden çıktı ve sadakayı, bilmeyerek bir hırsı za verdi. Sabahleyin halk: "Bu gece hırsıza sadaka verildi" dediler. Bunun üzerine hı rsı za sadaka veren kişi: "Allah'ım! Hırsıza sadaka verdiğim için sana hamdederim. Mutlaka "makbul" bir sadaka vereceğim" deyip tekrar evinden çıktı ve bu defa sadakayı zina eden bir kadına verdi. Sabahleyin halk: "Bu gece de zina eden kadına sadaka verildi"! diye dedikodu ettiler. Bunun üzerine sadaka veren kişi: "Ey Allah'ı m! Bir fahişeye sadaka verdiğim için sana hamdederim. Mutlaka "makbul" bir sadaka vereceğim" dedi. Yine sadaka vermek üzere evinden çıktı . Bu sefer de zengin birisine verdi. Sabahleyin halk: "Hayret! Bu gece de zengine sadaka verildi, olur mu böyle şey?" diye dedikodu ettiler. Bunu duyan sadaka sahibi, yaptığı şeylerin Allah'ı n iradesiyle olduğunu bildiği için şöyle dedi: "Ey Allah'ı m! Hı rsıza, fahişeye ve zengine sadaka verdiğim için sana hamdederim." Bu zata rüyası nda şöyle müjde verildi: "Senin o hı rsıza verdiğin sadaka var ya, belki de hı rsızı hı rsızlığından, fahişe kadı nı da zinadan vazgeçirir, iyi ve namuslu birer insan olmalarına vesile olur. Umulur ki, zengin de "senden" ibret alı r, Allah rızası için harcar." (Tergib ve Terhib 1,61) 9- Sefiy el-Esbahi anlatı yor: "Medine'ye gittim, halkı n bir şahsı n etrafı nda toplandıkları nı gördüm" "Bu kim?" diye sordum: "Ebu Hüreyre" dediler. Ona yaklaştım ve önüne oturdum. Halka hadis rivayet ediyordu. Sözlerine son verince ona: "Resulullah (sav)'dan işitip, anladığın ve 8 YITIK HAZİNE-1 hatırında kalan bir hadisi bana rivayet etmeni istiyorum" dedim. Ebu Hüreyre: "Sana Resulullah (sav)'in bana söylediği, ezberlediğim bir hadisi rivayet edeyim" dedikten sonra bayıldı . Biz biraz bekledik. Ebu Hüi-eyre ayınca: "Sana Resulullah (sav)'ın buyurduğu bir hadisi rivayet edeceğim. Ben ve Resulllah Beytü'llah'da idik. Yanımı zda bizden başka hiç kimse yoktu" dedi ve tekrar bayıldı. Sonra ayılınca yüzünü sildi ve şöyle dedi: Sana Resulullah (sav)'in buyurduğu bir hadisi rivayet edeceğim. Ben ve Resulullah Kabe'de idik, yanımızda da hiç kimse yoktu:" Bu sözden sonra Ebu Hüreyre tekrar şiddetli bir şekilde bayı ldı, neredeyse yüz üstü düşecekti. Ben, düşmemesi için onu tuttum. Ayılınca: Bana Resulullah (say) şöyle buyurdu" dedi: "Kıyamet gününde Allah Taala kulları arasında hüküm vermek için tecelli eder. Bütün ümmetler dizleri üzerine oturmuşlardı r. İlk sorguya çekilecekler: Kur'an'i okumayi öğrenen, Allah yolunda şehit düşen ve çok mali olan zengin kişilerdir." Bunlardan Kur'an-ı Kerim'i okumayı öğrenene Allah (cc): "Sana Resulüm Muhammed'e indirdiğim Kur'an-ı Kerim'i öğretmedim mi?" der. O da: "Evet Ya Rabbi, öğrettin;" diye cevap verir. Allah (cc): "Öyleyse öğrendiklerine karşılık neler yaptın?" diye sorar. O da: "Öğrendiklerimin karşılığında gece ve gündüz ibadet yaptım. Kur'an okudum" diye cevap verir. Bunun üzerine Allah Taala şöyle buyurur: "Yalan söyledi". Melekler de: "Yalan söylüyor" derler. Allah Taala şöyle buyurur: "Hayı r, sen "falanca, güzel Kur'an okuyor" denilsin diye okudun. 0 da söylendi, (karşılığını böylece almış oldun." Zengin de getirilir. Allah Taala: "Sana hiç kimseye muhtaç olmayacağın kadar 9 YİTİK HAZİNE-1 mal vermedim mi?" der. Zengin: "Evet Ya Rabbi. Bana çok mal verdin" diye cevap verir. Allah (cc): "Öyleyse vermiş olduğum bu malı nerede harcadın, onunla neler yaptın" diye sorar. Zengin: "Akrabalarıma harcadım ve sadaka verdim" diye cevap verir. Allah (cc) ona: "Yalan söyledin" der ve melekler de: "Yalan söylüyor" derler. Allah Taala şöyle buyurur: "Hayı r! Sen, falanca çok cömert desinler diye malını harcadın ve bu söz de söylendi." (Alacağını almış oldun). Ayni şekilde Allah yolunda şehit düşen de getirilir ve Allah (cc) ona: "Uğrunda şehit düştüğün şey neydi?" diye sorar. Şehit: " Ya Rabbi! Senin yolunda senin rızan için savaşmakla emrolundum. Ben de şehit oluncaya kadar savaştım" diye cevap verince Allah (cc) ona: "Yalan söyledin" der. Melekler de: "Yalan söylüyor" derler. Allah (cc): "Sen, falanca kahramandı r denilmesi için savaştın. Bu da söylendi. Gayene ulaştın" buyurur. Sonra Resulullah (say) dizlerime vurarak şöyle buyurdu: "Ya Eba Hüreyre! Bu üç kişi. Allah'ın kulları içerisinde kı yamet gününde Cehennem'i tutuşturan ilk odun olacaklardır." Ukbe ve Ebu Hakim oğlu el-Ala'dan; Ebu Osman'ın rivayet ettiğine göre hadisin ravisi Şefiy, Muaviye'nin yanına girerek, bu hadisi Ebu Hüreyre'den naklen ona rivayet edince, Muaviye "bu kişilere böyle bir ceza verilirse, geri kalanların hali nice olur?" diyerek hüngür hüngür ağladı. Öyle ki, biz Muaviye'nin öleceğini zannettik ve şöyle dedik: "Bu adam kötü bir haber getirdi." Sonra Muaviye kendini toparladı, yüzünü silerek "Allah ve Resulu (say) 10 YITIK HAZINE-1 doğru söylüyorlar" dedi ve: "Kim bu dünya hayatı nı ve (gösterişini) dilerse, bu dünyada yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak veririz. Onlar, bu hususta bir zarara uğramazlar. İste onlar öyle kimselerdi ki, onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada bütün yaptıkları ameller boşunadır." Ayetlerini okudu. (Tergib ve Terhib 1,66) 10- Ebu Hüreyre (ra)'den: Resulullah (say): "Kim cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir çesit nifak üzere ölür" buyurdu. (Tergib ve Terhib 3, 245) 11- Enes (ra) Resulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Kimin arzu ve emeli, biricik hedef ve niyeti dünya olursa, Allah fakirliği iki gözü arası na koyar hep fakir olmasından korkar. Işlerini dağıtır huzurunu bozar. Dünyalı ktan da ancak kendisi için takdir edileni elde eder. Kimin de arzu ve emeli, biricik hedef ve niyeti ahiret olursa Allah -azze ve celle- gönlünü zengin eder. durumunu düzeltir gönül huzuru verir. Dünya, değersiz olarak onun hizmetine gelir. (Tergib ve Terhib 4, 18) 12- Ebu Ümame (ra)'den Hz. Peygamber (sav)'e isnad ederek şöyle dediği rivayet edildi: "Kim ödemek niyetiyle bir borç alır sonra ödemeden ölürse, Allah onu bağışlar ve alacaklısı nı istediği şekilde razı eder. Kim de ödeme niyeti olmaksızın bir borç alı r, sonra ödemeden ölürse, Allah -azze ve celle- kıyamet gününde alacaklısının hakkı nı ondan alır." (Tergib ve Terhib 4, 89) 13- Ebu Said el-Hudri (ra) der ki: Resul-i Ekrem (sav)'in şöyle dediğini işittim. "Sizlerden her kim, bir kötülük görürse onu eliyle, (eğer eliyle) gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbi ile edersin. Bu ise, imanı n en zayıfıdır." (Tergib ve Terhib 4, 502) 14- Abdullah b. Abbas (ra) Resulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her insanın başında, idaresi bir meleğin elinde 11 YİTİK HAZİNE-1 bulu4n bir gem vardı r: insan alçak gönüllü olduğu zaman meleğe: "Onun gemini kaldı r" denir. Büyüklendiği zaman da: "Gemini kafası na geçir" denir." (Terglb ve Terhib 5,460) 15- Zeyd b. Meysere'nin belirttiğine göre kutsi bir hadisde Ulu Allah'ı n şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Ben her hikmet ehlinin sözünü hemen kabul etmem. Önce onun arzusuna ve gayesine bakarı m. Eğer onun arzusu ve gayesi ben olursam o zaman susuşunu düşünce ve hiç ağzı nı açmasa bile sözünü zikir sayarı m." (Tenbihu7-Gafilin;471) 16- İbrahim Nehai diyor ki: İnsan bazen çirkin bir söz söyler. Fakat bu sözü söylerken iyi niyetli olduğu için Ulu Allah bu söze karşı insanları n kalblerin de öyle bir hoşgörü uyandı rı r ki onlar adam bu sözü söylerken iyilikten başka bir şey düşünmemiştir - derler. Buna karşılı k insan bazen güzel bir söz söyler. Fakat Allah tarafı ndan insanları n kalbinde o söze karşı öyle aleyhde bir tepki uyandı rı lı r ki, onlar - adam bu sözü kötü niyetle söylemiştir - derler." (Tenbihu'l-Gafilin; 471) 17- Rivayete göre Peygamberimiz - salat ve selam üzerine olsun - şöyle buyuruyor: "Kı yamet günü, Allah'ı n huzuruna öyle bir kul getirilir ki, adamı n sı radağlar gibi amelleri vardı r. Fakat bu arada -Falanca da hakkı olan gelip ondan hakkı nı alsı ndiyen bir ses duyulur. Bu ses üzerine bir çokları gelerek adamı n iyi amellerinden hakları kadarı nı alı p götürürler. Sonunda iyi amelleri tükenip de adam ortada şaşkı n kalı nca Ulu Allah kendisine "Benim katı mda sana ait öyle bir hazine var ki, ondan ne meleklerin ve ne de kulları mı n haberi yoktur" buyurur. Adam "Ya Rabbi, nedir o hazine?" diye sorunca Ulu Allah ona: "Bu hazine senin niyet edip de yapamadığı n iyiliklerdir.Onları n her biri için defterine yetmiş kat sevap yazmıştı m" buyurur.(Tenbihin-Gafilin;472) 18- Anlatı ldığına göre İsrailoğulları zamanı nda bir abid, bir gün bir kum yığı nı nı n yanı ndan geçerken o 12 YİTİK HAZİNE-1 kumun un olmasını ve onunla o yı l büyük bir kıtlık içinde bulunan yöre halkı nı n karnı nı doyurabilmeyi özledi. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah o zamanın peygamberine şunları vahyetti: " O kuluma, görmüş olduğu o kum yığını kadar unu olmuş da hepsini halka dağıtmış gibi sevap yazdığımı bildir."(TenbihulGafilin; 473) 19- Yine anlatıldığına göre Kıyamet günü bir kul Allah'ın huzuruna getirilince sağ eline verilen amel defterinde hacc, umre, zekat ve sadaka gibi bir çok ameller görür ve içinden "Ben bunların hiçbirini işlemiş değilim, herhalde bu benim amel defterim değil" der. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah kendisine şöyle buyurur: "Oku, o senin amel defterindir. Sebebine gelince sen ömrün boyunca "Keşke param olsaydı da hacca gitseydim", "Keşke param olsaydı da Allah yolunda savaşa katılsaydım" diye yaşadın.Ben de niyetinde samimi olduğunu bildiğim için yapmayı özlediğin o amellerin tümünün sevabını sana verdim." (Tenbihu 'I-Geri/in; 473) 20- Sehl b. Saad Saidi'nin. - Allah ondan razı olsun - rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz -salat ve selam üzerine olsun-şöyle buyurmuştur: "Mü'minin niyeti amelinden, münafığın ise ameli niyetinden daha hayı rlıdı r. Herkes niyeti uyarınca amel işler. (Tenbihul-Gafilin;474) 22- Ebu Hureyre'nin - Allah ondan razı olsun - rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz - salat ve selam üzerine olsun - şöyle buyurmuştur: «Hiç şüphesiz Ulu Allah sizin dış görünüşünüze, servetlerinize ve ne durumda olduğunuza değil, işlediğiniz amellere ve kalblerinize bakar.» Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz - salat ve selam üzerine olsun - buyuruyor ki: "Kim ki, insanları n nefreti pahası na Allah'ı n rızası peşinde koşarsa Allah hem kendisi ondan razı olur ve ona insanların rızası nı kazandı rır. Buna karşılı k bir kimse Allah'ı darıltmak pahasına insanları n hoşnutluğunu ararsa 13 YİTİK HAZİNE-1 Allah hem kendisi ondan nefret eder ve hem de insanları ondan nefret ettirir." (Tenbihin Gafilin;474) RİSALE -İ NURDA NİYET Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudidirler; kesb-i insani ve cüz'-i ihtiyar? onlara illet-i mucide olamaz. İnsan, onda hakiki fail olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata tarafdar değildir, belki rahmet-i İlahiye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. Ve sahib olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sabı k hadsiz niam-ı İlahiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Va'd-i İlahi ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmani ile verilir. Zahirde bir mükafattı r, hakikatta fazıldır. (Lemalar 88) Velayetin kerameti olduğu gibi,niyet-i halisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatin şahs-ı manevİsi bir veliyy-i kamil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur. (Mektubat, 372) Şehid velidir. Cihad farz-1 kifaye iken farz-1 ayn ohnuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hacc ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdı r. Hatta adem-i niyet dahi ası l nokta-i nazarı ndan niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakinen tebeyyün etmezse. cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder.Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. ihtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkar millette, birdenbire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükafat (Hutbe-i Samiye, 142) S- Niyeti halis olanlar azdır. Senin niyetin halis olsa 14 YİTİK HAZİNE-1 muvaffak olacaksın, niyetine bak? C- Lillahilhamd ve la fahr... İhlas-1 niyeti ihlal eden ve anası r-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama' ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanı mıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki, mazisin! muhafazaya çalışayı m. Ben ebu lâşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini temin edeyim, öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harb dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı . öyle bir cehaletim var ki, beni ümmi edip, dinar ve dirhemin nakşım okuyamıyorum... Kaldı, ticaret-i uhrevi. Öyle bu ahdetmişim, re's-ül malı da kaybetsem mesleğimden dönmeyeceğim.Şimdiden hasaret ediyorum, çok günaha düşüyorum. Bir şey kaldı : O da şöhret-i kazibedir. Işte ben ondan usandı m, kaçıyorum. Zira uhdesinden gelmediğim çok vazifeyi bana yükletiyor.(Münazarat, 93) nem Eyyühel-Aziz! Hayrat ve hasenatı n hayatı niyet iledir, Fesadı da ucb, riya ve gösteriş iledir. Ve fı tri olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatı n esası,ikinci bir şuur ve niyet ile inkı ta' bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fitri ahvalin ölümüdür. Mesela: Tevazua niyet onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izale eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza kıyas et. (Mesnev-i Nuriye, 201) Arkadaş! Bu niyet mes'elesi, benim kı rk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet niyet öyle bir hasiyete maliktir ki, âdetleri, hareketleri_ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir. Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza niyette öyle bir hasiyet vardı r ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastı r. Öyle ise necat, halas ancak ihlas iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanı lı r. Ve niyet ile 15 YITIK HAZINE-1 insan, daimi bir şakir olur, şükür sevabını kazanır. (Nesney-i Nuriye, 70) Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günah' sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet niyet adi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabı yla bakılırsa cehalettir. Allah hesabı yla' olursa, marifet-i İlahiyedir. (Mesnev-i Nuriye, 51) KÜLLİ NİYET Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, imanla bakı lı rsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki, emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüz'iyede firak ve iftirakları vardı r. Bunun içindir ki, lezaiz-i imaniye, firak ve iftirakla müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, herbir lezzetin zevali var. Ve o zeval, hadd-i zatı nda elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedi bir ölümle mahkOm olur. Eğer desen: "Şu kül'î hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'T şükrümle mukabele edebilirim?" Elcevap: Külll bir niyetle, hadsiz bir Itikad ile. Mesela, nası l ki bir adam beş kuruş kı ymetinde bir hediye ile bir padişahı n huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım." Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi rıamınna sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara layı ksı n. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim." İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alamet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve kül!î niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek Itikad liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder. 16 YİTİK HAZİNE-1 #,« Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında der. Yani, bütün mahlâkatı n hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubâcliyetlerini, ben kendi hesabıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına layıksı n. İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllTdir. Nebâtatın tohumları ve çekirdekleri, onları n niyetleridir. Hem mesela, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, "Ya Halı kım! Senin Esmâ-i Hüsnânı n nakışları nı yerin birçok yerlerinde ilan etmek isterim." Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. "Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır," şu sı rra işaret eder. 4.1.» Hem, it) (MahlCıkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktannca hamd ederek Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyâlannın ve meleklerinin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz) gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti, şu sı rdan anlaşılır. Hem, nası l bir zâbit bütün neferâtının yekân hizmetlerini kendi nâmına padişaha takdim eder; öyle de, mahltı kata zabitlik eden ve hayvanat ve nebâtata kumandanlı k yapan ve mevcuclatı arzı yeye halİfelik etmeye kabil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan, der; bütün halkı n ibadetlerini ve istiânelerini, kendi nâmına Ma'bud-u Zülcelâle takdim eder. Hem (Bütün mahlükatının bütün tesbihâtıyla ve bütün masnuâtının dilleriyle Seni tesbih ederiz.) der; bütün mevcuclatı kendi hesabına söylettirir. 17 YITIK HAZİNE-1 Hem, 1L4"; • .,>-9 "5: '; `? J*4-4P (Allahım! Kâinatın zerre/eri ve onlardan mürekkeb varlık/ayin adedince Muhammed'e rahmet eyle.)der; her şey nâmina bir salâvât getirir. Çünkü, her şey nur-u Ahmed' (a.s.m.) ile alâkadardir. İşte, tesbihâtta, salâvâtlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla. 18 YITIK HAZINE-1 CİHADIN MA'N'A VE EHEMMİYETİ Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi ma'nâlara gelir. Ancak bu kelime, İslarrıla birlikte, "Allah yolunda kavga verme"nin adı olmuştur. Bugün, cihad denince akla gelen tek ma'nâ budur. Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenab-ı Hakk'ı n cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Hazret-i Adem'den bu yana, nebi olsun, veli olsun Allah'ın bütün seçkin kulları, bu seçkinliğe büyük ölçüde kılıçları n gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir. Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanları n özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakı ma cihad, insanı n yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenab-ı Hakk katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir. Hiçbir mazeretleri olmadığı halde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömürünü bu uğurda tüketen insanlar arası nda başka amellerle kapatılması mümkün olmayan büyük derece farkları vardı r. Bu ma'nayı ifade eden âyette nnealen şöyle denilmektedir: "Mü'minlerden geçerli bir özrü olanlar dışında oturanlar ile, malları ve canlanyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlanyla cihad edenlerin derecelerini oturanlardan üstün kıldı . Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) va'detmiştir ama, mücâhidleri oturanlara nazaran çok büyük bir ecirle üstün kı lmıştı r". (Nisâ, 95) CİHAD, PEYGAMBER MESLEĞİDİR Allah yolunda mücadele eden ve da'vası nı anlatmayı kendine gaye edinen, kat'iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütalaa edilemez... Şundan ki, hemen her insanı n bir mesleği ve bu mesleğin gerektirdiği birtakı m vazifeler vardır. Mesela, bir berber, bir marangoz, bir saraç veya bir başka meslek erbabını n 19 YITIK HAZİNE-1 mesleğinde kendine ufuk- nokta tayin ettiği bir hedefi bulunur ve yerini, hâl-i hazı r durumunu bu hedefe göre değerlendirir. Ayrıca her meslek, kendisi için belirlenen ufak-nokta nisbetinde bir kı ymet ifade eder. Yani, söz gelimi, bir berberin neticede ulaşacağı nokta ne ise, berberin de, berberliğin de değeri bir bakıma o kadardı r. Daha ötede, milletvekilliği, başbakanlık, hatta cumhurbaşkanlığı da birer meslek ise, aynı değerlendirme bunlar için de geçerlidir. İşte, peygamberlik de böyle bir meslektir; Allah'ın bazı müstesnâ insanlara verdiği en kutsi bir meslektir. Peygamberlerin vazifesi, Allah'ın anlatılması ve Allah'tan aldı kları dinin tebliğidir. Bu sayede peygamberler, başlangıcı-üzerinize bulaşsa- yı kamak mecburiyeti duyacağınız bir damla kerih su, sonu çürüyüp kokuşmaya mahkCım bir ceset olan insana sonsuzluk ufkuna ulaşıp ebedileşmenin ve yücelikler yurduna yerleşmesinin yolları nı öğretirler. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef Allah'ı n tanı tı lması ve insanlığın O'nu tanıyarak sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanı n, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah'a ulaşması.. şu fânT alemde beka cilveleri göstermesi.. yoklukta varlığa âit renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olmasıdı r. Öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, onun altı ndan bir kere geçilir ve gidilir. İşte, ebede namzed olarak gelen insanı n mâhiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettirenler de nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir. Dolayı sı yla peygamberlik, Allah yanı nda en nezih, en kudsi bir meslek olup Cenab-ı Hakk, Zat-ı Ulühiyetinden sonra risâletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsi bir mesleğin en kudsi vazifesi de cihaddı r. Madem ki her meslek nihai hedefine göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer kazandıran da bu nihai hedef olacaktır; öyleyse bu en mukaddes peygamberlik mesleğinin hedeflediği nihai noktaya vesile ve vası ta olan hareket tarzı da, aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktı r. Cihad öylesine mühimdir ki, cihad için söz veren, biat eden cemaatin durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatı lmaktadır: 20 YİTİK HAZİNE-1 "Muhakkak ki Sana blat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim bundan sonra ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefâ gösterirse, Allah da ona büyük bir mükâfat verecektir." (Fetih, 10) Kaynaklarda bu ayetin nüzül sebebi olarak zikredilen hâdise kı saca şudur: Allah Rasülü, Mekke'ye gidip Kabe'yi tavaf edeceklerini müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Senelerdir hasretten yanı p tutuşuyorlardı. Nasıl tutuşmasınlardı ki, biz bile bir iki defa görmekle oraya aşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanı p tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebiler Nebisi'nin maskat-ı re'si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı, Kabe'nin bulunduğu yerdir. O Kabe ki, Nabi'nin ifadesiyle, "Meaf-ı Kudsiyan"dır; yerden ta SidretülMünteha'ya kadar meleklerin ve kudsTlerin tavaf yeridir. İşte Ashab-1 Kirarn da, doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuştukları bu beldeye gelip, kudsIlerin tavaf ettiği Kabe'yi tavaf edip, tekrar MedIne'ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye'ye vardıklarında, hiç beklemedikleri bir hadiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, müslümanların Kabe'yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve müslümanlar tavaf için diretecek olurlarsa, bu takdirde harb edeceklerini ilan ettiler. Bu beklenmedik hâdise, Müslümanlar üzerinde şok tesiri yaptı . Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, Islam'ın onuruna indirilmiş bir darbe gibi görüyorlardı . Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke, yüreklerde müthiş bir gerilim hasıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor, adeta herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu. İşte tam bu esnada Allah Rasülü mü'minleri blata davet etti. Mat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş, Allah Rasülü'nün elinden tutarak blat ediyordu. Ve her sahabi, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Rasülü'ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu ma'nâda Allah Rasülü'ne el verip yemin etme Kur'an'da tebcIl ediliyor ve 21 YITIK HAZINE-1 oradaki mü'minlerin bu hareketleriyle Cenab-ı Hakk'a ne derece yakınlı k kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da, yine cihada verilen değerin bir başka tezahürüydü... Bir başka ayette, aynı mevzıkla meâlen denmektedir: şöyle "Allah, mü'minlerden mallarını ve canları nı kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat'ta İncirde Kur'an'da Allah üzerine hak bir va'ddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardı r? O halde, O'nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur." (Teybe, 111) Nefıslerini, bedenlerini, cismani varlı klarını Allah'a satan insanlar, bunun karşılığında Cennet'i ve Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanmakta ve Kur'an-1 Kerim, burada alış-veriş tabirini kullanmakla insanı Cenab-ı Hakk'a muhatab olma seviyesine yükseltmektedir. Cihadı n önemi mevzüunda Allah Rasülü de şöyle buyurmaktadır: "Ah, ne kadar arzu ederdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim ve sonra yine diriltileyim..." Eğer söz uzamayacak olsaydı, Allah Rasülü bu ifâdeyi kim bilir kaç kere tekrar deceklerdi. Esasen burada kasdolunan da, Allah yolunda sonsuzca öldürülüp diriltilme arzusunu ifade etmektir. Düşünün ki, bunu talep eden de, Nebiler Sultanı Aleyhisselâm Efendimiz'dir; cihadın kı ymetini biz ancak Allah'tan ve O'nun Rasülü'nden öğreniriz. O yine buyuruyor ki, "Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelecek tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan ve bir gedikten gelecek muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen kişinin yaptığı, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayı rlıdır". Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısı nda hangi gedikten ve delikten bir felaket sızacak diye tetikte bekleyen ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya 22 YITIK HAZINE-1 çalışan bir insan, Kabe'den daha hayırlı bir iş yaptığını söyleyip, yemin etse, yemininde yalancı olmaz. Zira, "Dünyanı n içinde bulunan her şeyden" tabirine Kâbe de dahildir. Allah Rasûlü, bir hadislerinde de şöyle buyururlar: "İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda müdhade edenin ameli, bundan müstesnadır. O, kı yamete kadar nernalanı r. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden Allah onu emin kılar." ASHÂB-I KİRAM KİMDİR? Peygamber efendimizi hayatta iken ve peygamber olarak bir ân gören, eğer âm'a ise bir ân konuşan mü'mine "Sahâbi" denir. Birkaç tânesine "Eshâb" veya "Sahâbe" denir. Hürmet olarak Eshab-ı kirâm denir. Peygamberimizi, kafir iken görüp de, Resülullahı n vefatı ndan sonra ?mana gelen veya Müslüman iken, sonra mürted olan ya'ni Müslümanlı ktan çıkan sahabi olamaz. Zaten Peygamber efendimiz, Eshabından hiçbirinin sonradan kafir olmı yacağını, ya'n? Müslümanlı ktan çı kmıyacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi. Ehl-i sünnet alimleri, Eshab-1 kirâmı üçe ayı rmıştır: 1. Muhacirler: Mekke şehri alınmadan önce, Mekke'den veya başka yerlerden, vatanlarını, yakınları nı terk ederek, Medine şehrine hicret edenlerdir. 2. Ensar: Peygamber efendimize ve Muhâcirlere her türlü yardımda ve fedakarlı kta bulunacaklarına söz veren Medine şehrinde veya bu şehre yakın yerlerde bulunan Müslümanlardı r. 3. Diğer Eshab-ı kir-am: Mekke şehri alı ndığı zaman ve daha sonra Mekke'de veya başka yerlerde "'mana gelenlerdir. Eshab-ı kirannın en üstünleri, Resûlullahı n dört halifesidir. Bunlardan sonra en üstünleri Cennet ile müjdelenmiş olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Talhâ, Zübeyr bin Avvânn, Abdurrahman bin Avf, Sa'd bin El)? Vakkâs, Said bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrah, ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'dir. 23 YITIK HAZİNE-1 Eshab-ı kirâmı n adedi: Mekke'nin fethinde on bin, Tebük Gazası nda yetmiş bin, Vedâ Haccı nda doksan bin ve Restilullah efendimiz vefat ettiği zaman yeryüzünde yüz yirmi dört binden fazla sahâbî vardı . Bu konuda başka rivayetler de vardır. Allahü teala, Eshab-ı kirâmdan razı olduğunu, onları sevdiğini Kur'ân-ı kerimde bildiriyor. ve meâlen: - Allah onlardan razı, onlar da Allahtan razıdır, ve: - Hepsine hüsnayı, Cenneti va'dettik, buyuruluyor. Allahü tealânı n sı fatları ebedklir, sonsuzdur. Bu bakımdan Eshab-ı kiramdan razı olması da sonsuzdur.Bunun için bu mübarek insanlardan bahsederken sıradan bir insandan bahseder gibi konuşmamalıdır. Her zaman edebli, terbiyeli olmalıdı r. Peygamber efendimizi sevenin, O'nun Ehl-i beytini ve Eshabı nı, ya'nî arkadaşlarını da sevmesi lazımdı r. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: - Sı rt köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i beytimi ve Eshabı mı çok sevenlerdir. - Eshabı ma dil uzatmakta, Allahü tealadan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayı nız! Nefsinize uyup, kin bağlamayı nız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyet edenler, onları gücendirenler, Allahü tealaya eziyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhezesi, ibret cezası gecikmez, verilir. - Allahü tealânı n, meleklerin ve bütün insanların la'neti, Eshâbıma kötü söz söyliyenin, üzerine olsun! Kı yamette Allahü teala, böyle kimselerin farzları nı da, nâfile ibadetlerini de kabül etmez! - Kı yamette, insanları n hepsinin kurtulma ümidi vardır. Eshabı ma söğenler bunlardan müstesnadı r. Onlara Kıyamet halkı da la'net eder. Eshab-ı kirâm, seçilmiş insanlardı . Üstünlükleri diğer ümmetlerden çok fazlaydı . Mesela, Hz. Eba Bekir, Peygamberlerden sonra insanları n en üstünü idi. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: - Allahü teala, beni bütün insanlar arası ndan ayı rıp seçti. Bana eshâb ve akrabâ olarak en iyi insanları seçti. Bunlardan sonra, birçok kimse gelir ki, eshabıma ve akrabâma dil uzatı rlar. Onlara yakışmı yan iftiralar söyliyerek, kötülemeye uğraşırlar. Böyle 24 YİTİK HAZİNE-1 kimselerle oturmayı nız! Birlikte yiyip içmeyiniz! Bunlardan kız alıp vermeyiniz. Eshab-ı kirâmı n herbirinin ismini hürmetle, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince "radı yallahü anh= Allah ondan razı olsun" denir. İkisi için "radı yallahü anhümâ= Allahü tel o ikisinden razı olsun" Birkaçı veya hepsi söylenince "rıdvânullahi tel aleyhim ecmain" veya kı saca "radıyallahü anhüm= Allah onları n hepsinden razı olsun" denir. Ensarın muhaciri diye tanınan sahabi: ABBAS BİN UBADE Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizin davetini duyunca, Müslüman olmak için koşarak gelen Medineli ilk 12 kişiden biridir. Birinci Akabe biatında Müslüman olan altı Medineli, ikinci sene yanlarına altı arkadaş daha alı p, oniki kişi olarak Mekkeye geldiler. Şimdiden yapınız! Peygamberimizle gece Akabede görüşmek üzere söz aldı lar. Gece olunca buluştular ve araları nda anlaştı lar. Hz. Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizle yapı lan anlaşmayı pekiştirmek için arkadaşlarına dedi ki: - Ey Hazrecliler! Peygamber efendimizi niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz? Onlarda: "Evet" cevabı nı verdiler. Bunun üzerine sözlerine söyle devam etti: - Siz Onu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabul edip, Ona tâbi oluyorsunuz. Eğer, malları nı za bir zarar gelince, akraba ve yakı nları nız helak olunca, Peygamberimizi yalnı z ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapı nız! Vallahi, eğer böyle birşey yaparsanız dünyada ve ahirette helak olursunuz. Eğer davet ettiği şeyde, mallarınızı n gitmesine ve yakın akrabaları nızın öldürülmesine rağmen, Peygamberimize bağlı kalacaksanız, Onu tutunuz. Vallahi bu, dünyanı z ve ahiretiniz için hayı rdı r. Bu sözler üzerine arkadaşları da dediler ki: 25 YİTİK HAZİNE-1 - Biz Peygamberimizi, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de yine tutarız. Ondan hiçbir zaman ayrılmaya. Ölmek var, dönmek yok. Sonra Peygamber efendimize dönerek sual ettiler: - Ya Resulallah, biz bu ahdimizi, sözümüzü yerine getirirsek, bize ne vardır, diye sual ettiler. Peygamberimiz ise; "Cennet" buyurdular. Bundan sonra sıra ile Peygamberimize biat ettiler ve söz verdiler. Peygamberimiz Medineli Müslümanlardan su hususlarda söz aldı : Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlı k etmemek, zina etmemek, çocukları öldürmemek, yalan söylememek, iftira etmemek, hayı rlı işlere muhalefet etmemek. Medinelilerin Peygamber efendimize biat ettiği sı rada Akabe tepesinden şöyle bir ses duyuldu: - Ey Minada konaklayanlar! Peygamber ile Müslüman olan Medineliler, sizlerle savaşmak üzere anlaştılar! Peygamberimiz, bu ses için buyurdu ki: - Bu Akabenin şeytanıdır. Sonra seslenene de buyurdular ki: - Ey Allahü teâlânı n düşmanı! İsimi bitirince, senin hakkı ndan gelirim! Bu şekilde emrolunmadık Biat eden Medinelilere de buyurdu: - Siz hemen konak yerlerinize dönün! Hz. Abbas bin Ubâde dedi ki: - Ya Resulallah, yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minada bulunan kâfirlerin üzerine kılıçlarımı zla eğilir, onları n hepsini kı lı çtan geçiririz. Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat, "Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı . Şimdilik siz yerlerinize dönünüz" buyurdu. Hz. Abbas bin Ubade, Akabe'de biat ettikten sonra, ayrı lmamış, Mekke'de kalmıştır. Peygamberimizden Peygamberimize hicret izni gelince, o da Medine'ye hicret etmiştir. Bu sebeple kendisine, "Ensarın muhaciri" denilmiştir. 26 YITIK HAZINE-1 Bize buyurun! Peygamber efendimiz, Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, herkes Resulullahı misafir etmek istiyordu. Medine halkı, Peygamberimize, görülmemiş bir tezahüratta bulunuyor, herkes, "Bize buyurun ya Resulallah" diyerek evlerine davet ediyorlardı . Resulullahı n Kusva adındaki develeri, sağa sola baka baka ilerlerken, Abbas bin Ubade hazretleri ve Salim bin Avf oğulları, Kusva'nın önüne gerilerek dediler ki: - Ya Resulallah! Bizim yanı mı zda kal! Sayıca çokluk, mal ve silah bakı mından, düşmanları na karşı seni koruyup savunacak kuvvet ve kudret bizde var. Peygamberimiz, gülümseyerek onlara buyurdular ki: - Allahü teâlâ, onlari size hayırlı ve mübarek kılsın! Devenin yolunu açı nız! Nereye çökeceği ona bildirilmiştir. Peygamber efendimiz, Mekke'den gelen muhacirlerle, Medineli Müslümanları birbirlerine kardeş yaptı lar. Hz. Abbas bin Ubade'yi de Hz. Osman bin Maz'un ile din kardeşi yaptı lar. Abbas bin Ubade hazretleri, Uhud gazası nda, bir ara eshab-ı kiramın dağılmakta olduğunu görünce, dağılan eshab-ı kirama şöyle seslendi: - Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musibet, Peygamberimize karşı isyanı mızı n neticesidir. O, sabı r ve sebat ederseniz, yardıma kavuşacağını zı size vaad etmişti. Dağılmayınız! Peygamberimizin etrafına geliniz! Eğer bizler, koruyucuları n yanında yer almaz da, Resulullaha bir zarar gelmesine sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mazeret bulunmaz! şehitlik edeceğim Bu sözleri söyledikten sonra, iki arkadaşıyla ileri atı ldı lar. Büyük bir gayretle "Allah Allah" nidaları yla, önlerine gelenle dövüşmeye başladı lar. Peygamber efendimizin uğrunda, Onu korumak için sehit oluncaya kadar kahramanca çarpıştılar. Müşriklerden Süfyan bin Ümeyye, Hz. Abbas'i iki yerinden yaraladı . Akşam üzeri Hz. Abbas'ı, kanlar içinde eli, yüzü kesilmiş bir halde şehit olmuş buldular. Peygamberimiz Uhud'da şehit olan eshab-ı kiram için buyurdular ki: 27 YİTİK HAZİNE-1 - Vallahi, eshabımla birlikte ben de şehit olup, Uhud dağının bağrı nda gecelemeyi ne kadar isterdim. Ben, bunları n, Allahü teâlânın yolunda hakiki şehit olduklarına kıyamet gününde şahitlik edeceğim. Hz. Abbas bin Ubade, Medineli Hazrec kabilesine mensuptu. Babası; Ubade bin Nadle'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 28 YİTİK HAZİNE-1 ZAT! SIFATLAR 1-Vücut. Bu sı fat, Allah'ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en büyük varlı k O'dur. O'nun varlığı, herşeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı . Kainatın varlığı O'nun varlığına en büyük şahittir. Alemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir. Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlı k vücuda gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklı k olmaksı zın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çı kması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün bunlar, bu alemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcını n varlığını n şüphe götürmez delilleridir Allah'ı n varlığı, başka bir varlı k vası tası yla olmayıp; ilahi vücudu, zatını n gereğidir. Vücudu zatını n icabı olduğu içindir ki; Allah'a "Vacibu'l Vücud" denmiştir. Allah'ın zatı nı n ve sıfatlarını n hakikatini anlamak; sıfatlarının zatı nı n aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zı t bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah'ı n ilahi vücudu ister zatının aynı, ister gayri olsun, her mükellefe vacipolan husus; Allah'ı n var olduğuna inanmaktır. O'nun varlığına inanmamızı gerektiren aklı ve nakli delilleri yukarıda izah ettik. Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatları n birincisidir. Allah'ı n yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür. 2-Kıdem. Allah'u Teala, varlığı, zatını n icabı olduğu için kadirndir ezelidir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ı n var olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadimezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcı ya muhtaçtı r. Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; 29 YİTİK HAZİNE-1 bu durum bütün düşünürlere göre batı ldır. Allah kadim olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Halbuki Allah'ın vücudu, zatı nı n icabıdı r. Yani varlığı kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadimdir. Kıdem sıfatı nı n zıddı "Hudüs-sonradan var olma" sı fatıdır. Allah kadim olduğu için O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir. 3-Bekâ. Allah ebedidir, varlığını n sonu yoktur. O daima vardı r. Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadim ve ezeri; hem de bak? ve ebedidir. "O, evvel ve ahirdir." (el-Hadid, 57/3), "Kâinattaki her şeytani -yok olucudur. Celal ve Ikram sahibi olan Rabb'im -zatı baki'dir- ebedi'dir-. " (er-Rahman, 55/27) Bu ayeti kerimeler, Allah'ı n bak? olduğunun delilleridir. Allah'ı n vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadim olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratı lmıştır.) Hadis olan bir kuvvet ise, kadim olan zatın vücudunu yok edemez. Zira vacibü'ı -vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktı r. Varlığını devam ettirememe acızliktir. Acı zlik ise noksanlıktı r. Allah noksanlı ktan münezzehtir. O'nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakidir, varlığını n sonu yoktur. Beka'nı n zı ddı "fena -(bir sonu olmak)"dı r. Allah'ın fânT olması ise aklen muhaldı r. 4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varlıklara benzememe). Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratı lmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkı nda akla aykı rı dır, mümkün değildir. Sını rlı olan aklımızla Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayalimizde nasıl canlandırı rsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilahi bir varlı ktır. Hayalımizden geçirdiğimiz bütün varlı klar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkası nın varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkâm, noksan varlı klardır. Allah ise her türlü noksanlı klardan 30 YITIK HAZİNE-1 uzak mükemmel ve mukaddes bir varlı ktır. Böyle yüce bir varlı k, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi zatı n' "0 ,nun benzeri yoktur. 0, herşeyi işitici ve görücüdür. " (eş-Şürâ, 42/11)" ayetiyle vası f landırmıştı r. Peygamberimiz de (s.a.s.), "Allah aklı na gelen her şeyden başKadir. " buyurmuştur. Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlı k olurdu. Kadim ve bak? olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlı k, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratı cı sı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattı kları na benzemez ve nnuhalefetü'n li'l-havâdis sifatıyla muttası fdı r. Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ı n, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlı k, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder." (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5). ayetlerinde geçen "Allah'ın eli", "Allah'ı n yüzü", "Allah'ı n arşı istiva-istilâ etmesi" gibi maddi varlı klara ait sıfatların Allah hakkı nda kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzedığını n delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecazi anlamındadır. Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ı n zatı manası nda kullanılmıştır. 5-Kıyânı Binefsihi. Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratması na muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardı r. Bu sıfatın zı ddı olan "mutlak ihtiyaç" Allah hakkı nda muhal olan noksan bir sıfattır. Alemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığını n devamı nda bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştı r, varlığı sonradan vücüda gelmiştir. Buna mukabıl Allah'ın varlığı kendi zatı 'nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtı ndan ayrı tasavvur edilemez. Kâinatı n var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedi bir yaratıcı sayesindedir, O'da Allah'tır. Allah yaratı cıdır, diğer varlı klar ise yaratı landır. Yaratıcı, yaratı lana muhtaç olamaz. 31 YİTİK HAZİNE-1 "Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsı nız. Allah ise -her şeydenmüstağnidir (muhtaç değil), öğünmeye layı k olandı r." (Fatı r, 35/15) "Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnidir." (elAnkebut, 29/8). 6-Vahdâniyet. Allah'ı n her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatı n zı ddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak", Allah hakkı nda mümkün olmayan bir sıfattır. Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini "Allah'ı n birliği" sıfatı oluşturur. Bu inanca "Tevhid Akidesi" denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katı nda makbal değildir. En son ve en mükemmel din olan Islâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştı r. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlı kları n ve bütün insanları n Rabb'ıdı r. Her şeyi yaratan, rı zkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur. O'nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştı r, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun eşi ve benzeri olamamıştı r. Bu inanç ile Islâmiyet insanları Allah'ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklallerini iade etmiş. Allah'ı n birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanı n insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldı rmış, Allah'tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve sirk kabul etmiştir. Böylece Islâmiyet, dünyaya akı l, ruh ve ahlak sahaları nda olduğu kadar, fiziki sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhid akideşiyle bütün insanları n tek bir mabüdu olduğunu, dolayı sı yla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer ırkında birlik" fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır. Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden bir kı smı nı şöyle sıralayabiliriz: 32 YITIK HAZİNE-1 a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığını n devamını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiç bir , şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlı k O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından)doğurulmamıştı r. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (Ihlas, 112/1-4) . b) "De ki: Ey kafirler! Ben sizin taptıkları nı za tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptı kları nıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kafirün, 109/1-6). c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdı r?" (Fatı r, 35/3). d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı ) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi." (Mü'minun, 23/91) e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu." (el-Enbiyâ, 21/22). Allah, zatı nda, ilahlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratı cı yoktur. Kainatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ı n varlığına imkan yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri kainatı yalnı z başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zaid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kainatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da acız-güçsüz olurdu. Acız ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardı r ve birdir. 33 2 .BÖLÜM YITIK HAZINE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE NAMAZ * Hz. Ebü Hüreyre (radı yallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim: "Sizden birinizin kapı sının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde hergün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?" "Bu hal, dediler, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!" Aleyhissalâtu vesselâm: "İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler" buyurdu." * Sa'd İbnu Eb'i Vakkas (radı yallâhu anh) anlatıyor: "İki erkek kardeş vardı . Bunlardan biri öbür kardeşinden kırk gün kadar önce vefat etti. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)ın yanı nda bunlardan birincinin faziletleri zikredildi. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm): "Diğeri müslüman değil miydi?" diye sordu. "Evet, müslümandı ve fena da değildi!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: "Öldükten sonra, namazı nı n ona ne kazandı rdığını biliyor musunuz? Namazı n misali, sizden birinin kapı sı nı n önünde akan ve her gün içine beş kere girip yı kandığı suyu bol ve tatlı bir nehir gibidir. Bu (nehrin) onun üzerinde kir bı raktığını göremezsiniz. Öyleyse, siz ona namazını n neler ulaştı rdığını bilemezsiniz." * Ebü Ümâme (radlyallâhu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber mescidde idik. O esnada bir adam geldi ve: "Ey Allah'ın Resülü, ben bir hadd işledim, bana cezası nı ver!" dedi, Resülullah adama cevap vermedi. Adam talebini tekrar etti. Aleyhissalâtu vesselâm yine sükut buyurdu. Derken (namaz vakti girdi ve) namaz kı lındı . Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çı kı nca adam yine peşine düştü, ben de adamı takip ettim. Ona ne cevap vereceğini işitmek istiyordum. Efendimiz adama: "Evinden çıkı nca abdest almış, abdestini de güzel yapmış mı ydı n?" buyurdu. O: "Evet ey Allah'ı n Resülü!" dedi. Efendimiz: "Sonra da bizimle namaz kı ldı n mı?" diye sordu. Adam: "Evet ey Allah'ı n Resülü!" deyince, Efendimiz: "Öyleyse Allah Teâlâ hazretleri haddini veya günahı nı demişti- affetti" buyurdu." * Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatı yor: "Ben Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı n yanında idim. Bir adam huzuruna 37 YİTİK HAZINE-1 gelerek: "Ey Allah'ın Resülü, dedi, ben bir hadd (suçu) işledim, cezasını tatbik et!" Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (birşey) sormadı . Derken namaz vakti girdi. Resülullah'la birlikte o da namaz kı ldı. Aleyhissalâtu vesselâm namazını tamamlayı nca, adam yanına geldi ve: "Ey Allah'ı n Resülü! dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç) işledim. Bana Allah'ı n Efendimiz: Kitabını tatbik et!" "Sen bizimle birlikte namazı nı eda etmedin mi?" diye sordu. Adam: "Evet!" dedi. Efendimiz: "Öyleyse git. Zira Allah, senin günahı nı affetti" veya -hadd'ini affetti" dedi." * Asım İbnu Süfyan es-Sakafi (radıyallâhu anh)'nin anlattığına göre, bunlar Selâsil gazvesine gitmişler. Fakat fiilen gazveye iştirak edememişlerdi. Bunun üzerine kendilerini Allah yoluna verdiler. Sonra Hz. Muâviye (radı yallâhu anh)'nin yanı na döndüler. Hz. Muâviye'nin yanı nda Ebü Eyyüb el-Enski ve Ukbe İbnu Âmir vardı . Asım: "Ey Ebü Eyyüb! dedi. Bu sene gazveyi kaçırdık. Bize, (bunun telafisi için bir çare) haber verildi. Buna göre, kim dört mescitte namaz kı larsa, günahları affedilirmiş." Ebü Eyyüb: "Ey kardeşimin oğlu! dedi. Ben sana bundan daha kolayı nı haber vereyim. Ben Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı n şu sözünü işittim: "kim emredildiği şekilde (mükemmel olarak) abdestini alır, emredildiği şekilde namazını kı larsa, önceden yapmış olduğu (kusurlu) ameli sebebiyle affolunur. " Ey Ukbe! (Resülullah'ın tebşiri) böyleydi değil mi?" Ukbe: "Evet!" dedi." * Ukbe İbnu Amir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı n şöyle söylediğini işittim: "Rabbin, koyun güden bir çobanı n, bir dağın zirvesine çıkı p namaz için ezan okuyup sonra da namaz kı lmasından hoşlanı r ve Allah "Benim şu kuluma bakı n! Ezan Teâlâ hazretleri şöyle der: okuyor, namaz kılıyor, yani benden korkuyor. Kasem olsun, kulumu affettim ve onu cennetime dahil ettim." * İmam Mâlik (radıyallâhu anh)'e ulaştığına göre, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "İstikamet üzere olun. (Bunun sevabını ) siz sayamazsını z. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdı r. (nhiri ue bâtinT temizliği koruyarak) abdestli olmaya ancak mü'min riayet eder." 38 YİTİK HAZİN E-1 * Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselann)'ı herhangi bir şey üzecek olursa namaz kı lardı." * Abdullah İbnu Selman, Resülullah (aleyhissalâtu vesselam)'ın ashabından birisinden naklediyor: "Hayberin "Ey fethedildiğii gün bir adam Hz. Peygamber'e gelerek: Allah'ın Resülü, bugün ben öyle bir kar ettim ki böyle bir karı şu "Bak vadi ahalisinden hiçbiri yapnnamıştı r" dedi. Efendimiz: "Ben alı p hele! Neler de kazandın?" diye sordu. Adam: satmaya ara vermeden devam ettim. Öyle ki üçyüz okiyye kar "Sana karlann ettim dedi. Aleyhissalâtu vesselann efendimiz: "O nedir, en hayı rlı sı nı haber vereyim mi?" diye sordu. Adam: "(Farz) ey Allah'ı n Resülü?" dedi. Efendimiz açı kladı : namazdan sonra, kılacağın iki rekattir." * Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatı yor: "Bana kadı n ve güzel koku sevdirildi, gözümün nuru namazda kı lı ndı ." * Rebi'a İbnu Ka'b el-Eslemi anlatı yor: "Ben Resülullah (aleyhissalatu vesselâm) ile beraber gecelemiştim, kendisine "Dile abdest suyunu ve başkaca ihtiyaçları nı getirdim. Bana: "Senden cennette benden (ne dilersen)!" buyurdu. Ben: "Veya bundan seninle beraberlik diliyorum!" dedim. Bana: "Hayı r, sadece bunu istiyorum!" başka birşey?" dedi. Ben: "Öyleyse kendin için çok secde ederek bana yardımcı dedim. ol!" buyurdu." * Ma'dan İbnu Ebi Talha el-Ya'meri (radı yallahu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı n azadlı sı "Bana bir Sevban (radıyallahu anh)'a rastladım. Kendisine: amel söyle de onu yapayım. Allah da onun sayesinde beni cennetine koysun" dedim. -Veya şöyle demişti: "Dedim ki: "..Allah nezdinde en hayırlı ameli bana bildir."- Sevban sükut etti. Sonra ben tekrar aynı şeyi sordum. 0 yine sükut etti. Ben "Aynı şeyleri ben de üçüncü sefer sordum. Sonunda dedi ki: Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)a sormuştum. Bana şu Çokça secde yapman gerekir. Zira sen secde cevabı vermişti: ettikçe, her secden sebebiyle Allah dereceni artı rı r, onun sebebiyle günahı nı döker." Ma'dan der ki: "Sonra Ebu'd-Derdâ'ya 39 YİTİK HAZİNE-1 geldim. Aynı şeyi ona da sordum. O da Sevbân'ı n bana söylediğinin aynısını söyledi." * Osman İbnu Affan radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı n şöyle söylediğini isittim: "Birinizin evinin avlusunda bir nehir aksa da bunun içinde günde beş sefer yı kansa acaba bedeninde hiç kir kalı r mı?" Aleyhisalatu vesselam'ın muhatabı : "Hiçbir şey kalmaz!" dedi. Resulullah da: İşte namaz da böyledir, suyun kiri, pası giderdiği gibi o da günahları giderir." * İbnnu Abbas radı yallahu anhüma anlatı yor: "Peygamberiniz (Mirac gecesinde) elli vakit namazla emrolundu. Sonra bunu beşe indirinceye kadar Rabbinize müracaatta bulundu." * Ebu Katade İbnu Rı b'i anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Allah-u Zülcelal hazretleri buyurdu ki: "Senin ümmetine beş vakit namazı farz kıldı m ve kim bunu vaktinde kı lmaya devam ederse onu cennete koyacağım diye katımda ahidde bulundum. Kim de bunu vaktinde kılmaya devam etmezse katı mda onun için hiçbir ahid yoktur." * Ubade İbnu's-Samit radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Allah için secde eden herkese Allah bir sevap yazar ve bu secde sebebiyle bir günahı nı affeder, makamını da bir derece artı rı r; öyleyse secdeyi çok yapı n." * Osman İbnu Ebi'l-as radı yallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Ben namazda çocuk ağlaması işitir, bunun üzerine kı raatimi kı sa tutarı m." * Ebu Musa anlatı yor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Ben artı k ihtiyarladı m. Ben rükuya gittim mi siz de rükuya gidin. Rükudan kalktı m mı siz de kalkı n. Secde yaptım mı siz de secde yapı n. Benden önce rüku ve secdeye giden kimseyi görmeyeyim." * Hz. Ebu Hüreyre radı yallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Kişinin namazda iken 40 YİTİK HAZINE-1 (yapışan öteberiyi gidermek için) alnı nı silme işini çok yapması namazı n edebine aykı rıdı r." * Hz. Ali radıyallahu anh anlatı yor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Namazda iken sakı n parmakları nı çıtlatma!" * Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Biriniz esneyince elini ağzı na koysun ve (haaah! diyerek) ses çı karması n. Çünkü bu hale şeytan güler." * Adiyy İbnu Sabit, babası kanalı yla dedesinden, Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı n şu sözünü rivayet etmiştir: "Namazda tükürmek, sümkürmek, hayız haline girmek ve uyuklamak şeytandandı r." * İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Gözlerinizin hızla kör olmaması için, namazdayken onları semaya kaldı rmayı n." * Hz. Enes İbnu Malik radıyallahu anh'ı n anlattığına göre: "Resulullah aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuşlardı r: "Kulla şirk arası nda sadece namazı n terki vardı r. Onu terketti mi şirke düşmüş demektir." * Ası m İbnu Amr anlatı yor: "Irak ahalisinden bir grup, Hz. Ömer'e gitmek üzere yola çı ktı . Yanı na geldikleri vakit Hz. Ömer onlara: "Siz kimlerdensiniz!? diye sordu. Onlar: "Biz Irak ahalisindeniz!" dediler. "Izinli olarak mı geldiniz?" dedi. Onlar: "Evet!" dediler. Onlar Hz. Ömer radı yallahu anh'tan kişinin evde kı ldığı namazı n hükmünü sordular. Hz. Ömer: "Ben Resulullah'a bu hususta sormuştum da: "Kişinin evinde kı ldığı namazı nurdur, öyleyse evlerinizi nurlandı rı n" buyurdu" dedi." * Ebu Saidi'l-Hudri anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Sizdenbiri namazı nı kı lı nca, ondan evi için de bir nasib ayı rsı n. Zira Allah Teala hazretleri, onun evine, namazı ndan bir hayı r bı rakı r." * Abdullah İbnu Sad radıyallahu anh anlatıyor: "Ben Resulullah aleyhissalatu vesselam'a: "Evdeki namaz mı , mesciddeki namaz mı daha efdal?" diye sordum. şu cevabı 41 YITIK HAZINE-1 verdi: "Evime bakmıyor musun, mescide ne kadar yakın! Farzlar hariç, evimde kılmam, benim nazarımda mescidde kılmamdan daha makbuldür." :,q , ı .1 öaıı Hz. Câbir (radiyallahu anh)'in anlattığına göre, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işitmiştir "Kişiyle sirk arasında namazın terki vardır." [Müslim, iman 134, (82); Ebü Davud, Sünnet 15, (4678); Tirmizi, iman 9, (2622). Metin Müslim'in metnidir.]Tirmizi'nin metni şöyledir: "Küfürle iman arasında namazın terki vardır." 4`.*1 ‘*.y.•? ' *:[ J 41 5."—t Tirmizi ve Ebü Davud'un bir diğer rivayetinde: "Kulla küfür arasında namazın terki vardır." [Tirmizi, iman 9, (2622); Ebü Davud, Sünnet 15, (4678); İbnu Mke, Salt 77, (1078).] ..3:+;j1 :4111 :jy..) j14 :j1; ı;rr, :j_11 „:;) 5.4.j! 42 YITIK HAZİNE-1 .L5) Hz. Büreyde (radı yallâhu anh) anlatıyor: "ResCılullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Benimle onlar (münafıklar) arası ndaki ahid (antlaşma) namazdır. Kim onu terkederse küfre düşer." [Tirmizi, İman 9, (2623); Nesât Salât 8, (1, 231, 232); İbnu Mâce, Salât 77, (1079).] Jy..) ‘ çı..".11 ktıLL:.Ç..pi oa j1"...*P`I Abdullah İbnu şakik merhum anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâb'ı ameller içerisinde sadece İman 9, (2624).] namazı n terkinde küfür görürledi." 43 YİTIK HAZİNE-1 FtİSALE-İ NURDA NAMAZ Yirmibirinci Söz [İki Makamdır] Birinci Makam io i-P Ls • - " ;51,42i■ Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: «Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.» O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. işittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: «Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ı slah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.» Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil «beş ikaz»ı benden işit. BİRİNCİ İKAZ: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedi midir! Hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksı n? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedi dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete 44 YITIK HAZINE-1 sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur. İKİNCİ İKAZ: Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun ab-ı hayatı ve lâtife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir. Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtelâ ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahlm-i Kerimin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fâni dünyada Kemâl-i sür'atle vaveyla-yı fırakı koparan giden ekser mevceıdatla alakadar bir ruhun ab-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabüd-u Bakrnin, bir Mahbeıb-u Sermedi'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezeli ve ebedi bir Zatın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zişuur bir sırr-ı insani, zinur bir lâtife-i Rabbâniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir. ÜÇÜNCÜ İKAZ: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibâdet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kar-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenâha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, «Ateş et!» emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki: Geçmiş günlerin 45 YİTİK HAZİNE-1 zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, kerâmete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddT bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise mâdem gelmemişler. şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divâneliktir. Madem hakikat böyledir. Akıl isen, ibâdet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarfediyorum, de. 0 vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder. İşte ey sabı rsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Tâat üstünde sabırdır. Birisi: Mâsiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdı r. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut. Merdâne «Ya Sabur » de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabı r kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musTbete kafi gelebilir ve o kuvvetle dayan. DÖRDÜNCÜ İKAZ: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubCıdiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para yerse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştı rı r ve fütursuz çalışırsı n. Acaba bu misafı rhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine küt ve gınâ ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdı r? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz 46 YİTİK HAZİNE-1 hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedİnin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu? BEşİNCİ İKAZ: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibâdetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdı r? Acaba sı rf dünya için mi yaratı lmışsı n ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatı nı tedârikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa'y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzüli bir Sûrette karıştığın ve karıştırdığın nnalayani meşgalelerdir. En elzemini bırakı p, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlünnat ile vakit geçiriyorsun. Mesela: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldı r ve Amerika tavukları ne kadardı r? gibi kı ymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun. 47 YİTİK HAZİNE-1 CİHAD, HAKK'A ŞRHİDLİKTİR - 1 Cihad vazifesi, Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı ma'nâyı paylaşır. Bir mahkemede hakk ve hukukun kime ait olduğunu tesbit için şahidler dinlenir ve hüküm verilirken onları n şehadeti nazara alınır. İşte, cihad yapanlar da, yerde inkârda bulunan nadânları n muhâkemesinde en gür sadalanyla bağırarak "Allah vardı r" diye gök ehline karşı şehadette bulunmaktadı rlar. "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şâhidlik etmiştir ki, O'ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur." (Ak İmran, 18) ayeti, bütün vüzühuyla bize bu hakikati anlatmaktadır. Allah (cc), kendi varlığına şehadet eder. Bu şehadeti vicdanlarında hakikata ermiş olanlar duyarlar ki, onları n vicdanlarında duyduklarını kitapları n beyan etmesi mümkün değildir. Melekler de, Allah'ın varlığını n şahidleridir. Melekler, saf mâhiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamamıştı r. Asil yapıları kat'iyyen bozulmamıştı r. Ayna gibidir onlar, bakı ldığında hemen Cenab-ı Hakk'ı n tecellileri görülür. ilim sahipleri de, Allah'ın varlığına şehadet ederler. Bütün dünya Allah'ı inkar etse, bu üç şehadet, O'nun varlığını isbâta kâfidir ve yeterlidir. Evet, öyledir. Zira bizler, bütün çı plaklığı ve azametiyle bu hakikati vicdanlarımızda duynnaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şâhidlik, mele-i a'lânı n sakinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar, kainattaki tarrakaları duymuyor ve İlahi san'atı anlamı yorlarsa bunlara karşı da ilim sahiplerinin şâhidliği yeter. Allah'ı n şahidleri, en karanlı k yerlere kadar gidecekler ve Allah'ı inkâr hesabı na kurulan mahkemelerde bütün gür avazIanyla nidâ edecek, bağıracak ve "Biz, Allah'ı n şahidleriyiz" diyeceklerdir. İşte nebıler, bu şehadet vazifesini en yüksek keyfiyette ira etmek için gelmişlerdir. "Müjdeleyici ve sakı ndırı cı olarak peygamberler gönderdik ki, insanları n, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olması n. Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Allah, sana indirdiğine şâhidlik eder, onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de 48 YITIK HAZINE-1 buna şâhidlik ederler. Ve şâhid olarak, Allah kafidir." (Nisa, 165166) Her millet içinde, o milletin ufkunu aydı nlatmak için bir nebi doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi döndü ve her devirde gül açar gibi bir nebi zuhâr etti. Gelen her devir, karanlık bir çağ gibi geldi ve her nebi, kendi çağını aydınlattı . Ve son olarak da Efendimiz geldi ve bütün çağları aydı nlattı . Allah (cc), O'na Kur'ân'ı nda şöyle sesleniyor: "Ey Nebi, şüphesiz Biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Fetih, 8) en-Nebi ifadesinin başında bir lam-ı ta'rif vardı r. Bu, bilinen ve ma'rCıf olan demektir. Allah Rasâlü nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandı r. O'nun nebİliği, cansı z varıkların (cemadatın) selamlaması, bitkilerin temennası ve hayvanları n serfurû etmesiyle malCim ve muşhâddur. O, herkesin bildiği, inkarı mümkün olmayan belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur'ân-ı Kerim O'na hitaben, "Ey bilinen nnalâm nebi'!" demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin O'nun karşısı nda eriyip gitmeleri de, O'nun bilinen Nebi oluşunu ispata kandir. Meâlini verdiğimiz âyetteki "İnna erselnake" ifadesinde muhatap sığası yla "Seni" denilmekte ve adeta rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vası flarından dolayı telmihte bulunulmaktadır. "Şahiden", Seni insanlığa bir şâhid olarak gönderdik: (İnsanlığa Beni duyuracak, Benim şahidim olacaksı n. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr da etse, Sen Allah'ı n varlığını ilan edeceksin. Sen böyle bir şâhidsin. Arkandan gelen şahidler cemaati de var ki, onlar bütün insanlığa, sen de onlara şâhid olacak, "bunlar benim" diyecek ve onları n şehadetine şâhidlik edeceksin. Ve, -hadisin ifadesiyle- O'nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebileri mesüliyetten kurtaracaktı r. O, iyi yolda gidenleri müjdeleyen ve kötü yolun encânnı ndan sakı ndı ran bir insandı r. Cihadı n rCıhu da, bu hakikatta saklıdır. İşte nebiler, bu ulvi vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydı nlatacak, tenvir edecek, afak-1 alemde güneş gibi doğup batacaklar ve böylece insanlı k karanlık yüzü görmeyecek; hakikatı n duyurulmadığı tek vicdan ve hakikata açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak ve neticede Hakk ve hakikat, her eve girecek ve herkes ondan istifa edecektir... 49 YİTİK HAZİNE-1 Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanların zihninde, düşünce dünyası nda, bulanı k da olsa bir peygamberlik anlayışı vardır. Bu anlayışın bir kı sım hüzmeleri, geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nârdan kaynaklanmaktadır. Gerçi insanlı k, zaman zaman ekseriyetle doğru yoldan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmiş fakat müessese olarak peygamberlik ve peygamberlik ma'nâsı nı n girmediği ev kalmamıştır. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihâd rühu ve düşüncesi de, onları n bu temiz soluklarını n tesirinden bakşa birşey değildir. Çünkü, ard arda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yolunda vakfetmiş ve büyüğüyle, küçüğüyle cihâdı n en kusursuz temsilcisi olmuştur. Cihad-ı Asgar (Küçük cihad), sadece cephelerde edâ edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış, cihad ufkunu daraltmak olur. Halbâki cihadı n yelpazesi, şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sadece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan o meclisten ayrılma, bazan da meclise sadece dahil olma, kı sacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümülüne girer. Bu şekilde hayatı n her sahasında, cemiyetin her kesiminde toplumu ıslah adına sürdürülen her türlü gayret, yine cihad cümlesindedir. Aile, yakı n ve uzak akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünya sathı nda yapı lan cihad, cihad-ı asgardır. Cihad-ı asgar, bir ma'nâda maddidir. Manevi cepheyi teşkil eden büyük cihad (Cihad-1 ekber) ise, insanı n iç alemiyle, nefsiyle olan cihadıdı r ki, bunları n ikisi birden ifâ edildiği zaman istenen denge tesis edilmiş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman, hakikattaki muvazene bozulur. Biz, herşeyi olduğu gibi, cihadı da her iki şekliyle Allah Rasülü'nden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O, sistemli bir şekilde ve kı yamete kadar tatbiki mümkün, sağlam kaideler üzerinde hakkı neşir vazifesini eksiksiz yerine getirmiştir. Eğer mes'elelere Efendimiz'in hakkı neşretme metodu çerçevesinde bakabilirsek, O'nun hayat-ı seniyyelerinde gelişigüzel ve zuhuratı n akışına bı rakılmış tek bir hareketini göremeyiz. O, bir plan ve program insanı ydı . Bunları 50 YİTİK HAZİNE-1 günümüz insanı nı n anladığı şekilde bir şema halinde yazı p ortaya dökmüyordu ama, sanki hep daha önceden hazı rladığı bir çizgi ve bir sistem üzerinde yürüyordu. Zaten bu da , O'nun nübüvvetinin delillerinden biri ve aynı zamanda, Allah'ı n ahlakı yla ahlaklanmış olmanın da en güzel örneğidir. Allah Rasûlü, risaletinin ilk devrelerinde namazlannı hep Kabe'de kı lıyordu. Bu, sadece orada kı lınan namazın faziletinden değildi; bununla güttüğü nice gayeler vardı . Belki de hak ve hakikati en masum şekil ve hüviyetiyle anlatmanın o gün için tek çıkar yolu buydu. Gençlere birşeyler anlatacaktı . Ne var ki, yanlarına gidip de onlara birşeyler anlatmak adeta mümkün değil. Zira hepsinin, gençlik hevesâtından gelen taşkı n hareketleri oluyordu. Eğer Allah Rasûlü onların arası na karışacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için, gidip Kabe'de Rabbi'yle olan irtibatını fiilen gösteriyor, O'nun bu davranışı gençlerde merak uyandı rıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar, O da, onlara davasını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Rasûlü, namazlannı Kabe'de kı lmayı tercih ediyordu. Namaz kılarken çeşitli saldı rı lara uğrardı . Halbûki evinin bir köşesinde namaz kı lmış olsaydı, bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki, bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kı lması nı n bir ma'nâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş, kaç defa saldı rı ya uğramış ve öldürülmek istenmişti.... Bir defasında Ebû Cehil elinde büyük bir taşla Kabe'ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara, "Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve onu öldüreceğim" demişti. Allah Rasûlü, secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldı rmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı . Bir sıtmalı gibi titriyor ve yüzü gittikçe kireç rengini alıyordu. Etrafı ndakiler koşuşup ne olduğunu sordular: "Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı " dedi. Batka bir seferinde Ukbe b. Ebi Muayt, Allah Rasûlü namaz kı larken gelmiş ve Rasûlullah'ı n sarığını boynuna dolayı p sıkmaya başlamıştı . Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yı ldırım gibi yetişip bu câniyi Allah Rasûlü'nün başından def'etmiş ve şöyle demişti: "Rabbim Allah'tı r dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?" Esasen bu, tarihi bir sözdür. Ası rlarca önce, Hz. Musa'nı n başına üşüşenlere karşı o devrin 51 YITIK HAZİNE-1 inanan bir mü'mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyle ki, daha sonra Kur'ân-ı Kerim, bu şahsı n bu sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir. Hz. Ebû Bekir, öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak Trnânı ndaki kuvvet, onu yenilmez bir insan haline getiriyordu. Eğer husOsT himâye olmasaydı, Allah Rasûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldı rı ların birinde şehid olabilirdi. Fakat Allah, O'nu korumayı kendi te'minatı altına almıştı . Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri, Kabe'de namaz kılmak için ölümü göze alı yor ve öyle namaz kı lı yordu. Böyle hareket etmesinde hayat? bir önem vardı ki, adına and içilen bir hayat, âdetâ o uğurda istihkâr ediliyordu. Hz. Ebû Bekir, evinin önünde yaptırdığı cumbası nda yüksek sesle Kur'an okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanı p dinliyorlardı . Zamanla dinleyenterin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddi' rahatsızlı k duymaya başladılar. O da, her türlü taarruzu göze alarak bu hareketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebû Bekir'i bir insan olarak takdir ve bu sebeple hinnâyesine aldığını ilan eden İbn Değınne himayesinin devamı için Kur'an okumakdan vaz geçmesini teklif etti.. edince de, Hz. Ebû Bekir hayatı nı ortaya atarak, her şeye rağmen Kur'an okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücadelesinden asla geri durmadı . Söz, fiil ve davranışlarla cihad mümkün olduğu sürece, cihaddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanı yorlardı ki, ferdin ve cemiyetin hâyatiyeti, ancak cihadla mümkündür ve cihadı terkedenler çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Aynı zamanda Allah'ı n himâyesine girme de, ancak O'nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktı r. "Siz Allah'ı n dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder" (Muhammed Süresi, 7) ma'nası na gelen âyet veya ayetler, bu hakikati ifade etmektedir. Evet, siz Allah'ı n dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size destek ve yardımcı olur; sizi kat'iyyen kaydı rmaz ve zâyi etmez. Eğer hayatını zda kayı p, zâyi olup gitmekten emin olmak istiyorsanız, mücadele ve mücahedede bulunmayı hayatını za gaye edininiz. Yemeniz-içmeniz, yatı pkalkmanı z ve bütün hareketleriniz, hep bu gayeye hizmet için olsun. Tâ ki, cihadın en küçüğünü olsun yapmış olası nı z. 52 YİTİK HAZİNE-1 Yine hayâlen Mekke'ye dönüyor ve Efendimiz (sav)'in hareket tarzını takip ediyoruz: Şartlar iyice ağırlaşmıştı . Bazı müslümanların dayanacak tâkatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda onların cihâdı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihadı n kendisi olacak ve biât etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti. Habeşistan'a yapı lan iki hicretten sonra müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medİne'ye hicret ettiler. Medine devrinde ise cihâd başka bir seyir takip temeye başladı . Artı k, İslam Site Devleti'nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihad lazımdı. Keyfı yette bir değişiklik yoktu; bütün mes'ele kemmi durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı . Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazan gaza, bazan da frene basma ve manevra kabiliyetini daima zinde tutma.. bunlar işin stratejik yönleriydi.. devrin, hâdiselerin durumuna göre değişiklik arzetmesi gayet normaldi... Cihada izin verileceği âna kadar müslümanlar fiili bir müdâhalede bulunamı yorlardı . Bu, bir bakıma pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar dâima mazI0m ve mağd0r ediliyor fakat, maddi cihada izin verilmediği için mukâbele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihadın bir başka merhalesine izin veren âyet nazil oldu: "Kendileriyle savaşılanlara (mü'minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeğe mutlak surette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tı r" dedikleri için haksı z yere yurtlarından çıkarı lmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kı sım insanları diğer bir kı smı ile def'etmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anı lan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yı kılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, AzTzdir". (Hac Sûresi, 39-40) Dün, kendilerine "kı lıç kullanmayacaksını z" denen insanlar, bugün kı lıç kullanma izni alınca şahlandı lar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlı kla beklemeye başladı lar. Bir müddet sonra bu, bir izin olmadan çı ktı ve bir emir oldu. Bundan böyle mü'minler, kı lı çlarıyla cihad etmeye 53 YITIK HAZİNE-1 mecburdular. Artı k Bedir'e giderken, âdetâ Cennet'ten davetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki, biraz sonra canları tehlikeye girecek onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canı na minnet biliyordu. Cihada çağrı lan hiç kimse, bu davete icabetten geri kalmadı . Sadece münafı klardı ki, ordubozanlı k ediyorlardı .. ve her zaman da öyle yaptı lar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimiz'i mevzide terkettiler.. ve bazan da hiç iştirak etmediler. Onlar, içte saffete erememiş, gönül dünyasında nifakı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsi hazları nı yaşamış bir grup sefil-ruh ve birkı sım nefsin zebunu kimselerdi ki; karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı... Allah RasCılü'ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terkeden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihad yolunda vası l-ı ilallah olmuş ve Allah'a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler, yoldaki şaşkı nlar, hakikati idrak edememiş ve ruhunda hakikatla bütünleşmemiş zavallı lardı . Vakıa onlar da insandı; -her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. -Kur'an-1 Ker'irın de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir: "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kı lı ndı. Mümkündür ki; hakkınızda daha hayırlı olan bir şeyi sevmeyebilirsiniz. Tam tersine, hakkınızda daha kötü olan bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz." (Bakara, 216) İnsan tabiatını n böyle olmasına rağmen mü'minler, kayı tsız şartsız Allah Rasûlü'ne boyun eğip, teslim oldular. Gösterdikleri bu bağlılık, Cenab-ı Hakk'ı n onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti. Böyelece her geçen gün mü'minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler, en kısa zamanda civar kabileler arası nda da duyuluyordu. Mü'minlerin her zaferi onları sevindiririken, kafirleri de mahzun ve mükedder ediyordu. (Günümüzde de bu durum değişmiş değildir.) Mü'min, dirliğini ve diriliğini daima cihadda bulan insandı r. O, cihadı bı raktığı anda öleceğini bilir. Evet, mü'min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlı lığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider. 54 YITIK HAZİNE-1 Ne kadar bedbin ve karamsar insanlar varsa hepsini tedkik edin, hepsi de cihadı terketmiş insanlardı r. Bunlar, Hakk ve hakikati başkalarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzâtı çekip almış ve dolayı sıyla da kapkaranlık kalmışlardı r. Halbuki ne kadar cihad eden varsa, aşk u şevk içindedirler, içleri apaydındı r ve biri bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihad, onlarda yeni bir cihad düşüncesi uyarı r ve böylece salih bir daire teşekkül eder. Her hayı r, başka ve yeni bir hayra vesile olur; onlar da hayırlar içinde yüzer giderler.. "Amma, bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yolları mıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir" (Ankebut, 69) âyeti bize bu hakikati anlatmaktadı r. 55 YITIK HAZINE-1 ABDULLAH B. EBU BEKİR (RA) Hz. Abdullah, Hz. Ebü Bekir'in oğlu, Peygamberimizin de kayın biraderi idi. İslamiyetin ilk yıllarında Müslüman olmuştu. Zeki ve maharetli bir insandı. Peygamberimizin hicretinde mühim hizmeti oldu. Peygamberimiz Hicret esnası ndan üç gün Sevr Mağarasında kalmıştı . Hz. Abdullah hem onlara yiyecek getiriyor, hem de babası nı n tenbihi üzerine müşriklerin arası nda dolaşarak topladığı haberleri geceleyin Peygamberimize ulaştırıyordu. Orada koyun güden Hz. Ebü Bekir'in hizmetçisi de, Abdullah'ın (r.a.) izlerini kaybediyordu. Hz Abdullah Mekke'den hicret ederek "Muhacir" olma faziletini kazandı . Mekke'nin fethinde bulundu. Huneyn Savaşına ve Taif Muhasarası na katı ldı . Bu muhasarada isabet eden bir okla yaralandı . Yarası iyileşmedi. Babasının halifeliğinin ilk yılında yarası açıldı . Kurtulamayarak vefat etti. Cenaze namazı nı Hz. Ebü Bekir kıldırdı. Ebü Bekir (r.a.) Abdullah'ı n yaralandığı oku saklamıştı. Sonradan Müslüman olarak Medine'ye gelen Sakıf heyetine oku gösterdi ve "Bunu tanı yanını z var mı?" diye sordu. Said bin Ubeyd (r.a.), "Bu oku ben yonttum, ucunu da ben sivrilttim. Tüyünü ben taktım ve ben attım" dedi. Hz. Ebü Bekir, bir insanı n müşrik olarak ölüp Cehenneme gitmesini asla istemezdi. Eğer oğlu Said bin Ubeyd'i öldürseydi o Cehenneme giderdi. Fakat onun eliyle ölen oğlu şehitlik makamı nı kazanmıştı . Bu sebeple Said bin Ubeyd'e şöyle dedi: "Bu ok Ebü Bekir'in oğlunu şehid eden oktur. Ona senin elinle şehidlik veren, seni onun eliyle küfr üzere öldürmeyen Allah'a hamd olsun. Onun rahmeti ve ikramı ikinizi de kuşattı ." Hz. Said de o savaşta müşrik olarak öldürülmediğine sevindi, Allah'a şükretti Allah onlardan razı olsun. 56 YİTİK HAZİNE-1 SIFAT-I SÜ BUTİYYE Yüce Allah'ı n zatı nı n gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezdi ve ebedi olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatları n hepsi Kur'an ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarı ldıkları için ve varlıklar] Yüce Allah'ın zatı nda isbat edilmiş olduğu için, "sübutT sıfatlar" diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah'ın zatıyla kaimdir. O'nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sı fatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye şunlardı r: 1. Hayat Sıfatı: Yüce Allah'ın diri, canlı ve ezeli bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zı ddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni'dir. Allahu Teala'nın bu sıfatı na işaret eden pek çok ayet vardır. Mesela: "Ölümsüz, diri olan Allah'a güven ve O'nu tesbih et!..." diye buyurulmaktadır (Furkân, 25/58). Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Tealâ'dı r. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır. Halbuki Yüce. Allah'ın "Hayat" sı fatı da; zatı gibi kadimdir, ezelî ve ebedidir; zatından ayrı lmayan, zatı ile var olan vacib bir sı fattı r. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah'ı vası flandı rmak abes olur. Bu bakımdan sübuti sı fatları n ilki "hayat" sı fatıdı r. 2. ilim Sıfatı: Allahu Teala'nı n ezell ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O'nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O'nun ezeli olan ilim sıfatıyla muttası f olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardı r: 57 YITIK HAZINE-1 "Içinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir..." (Alü İmran, 3/29). Şu halde Allah'ı n ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O'na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanı lma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zatı ile kaim olan, ezeli ve ebedi, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanı lmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir. 3. irade Sıfatı : Yüce Allah'ı n istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olması nı veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tayin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O'nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenab-ı Hakk'ın "irade" sı fatı, mümkün veya caiz olan şeylere tealluk eder. O'nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmaması nı tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur. Bu anlamda Yüce Allah'ın iradesini iki şekilde anlamak kabı ldir: a) Tekvini (kevni) irade: Bu iradeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlı k edemez, her halde vuku bulur. Bu anlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Birleyin olması nı istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (enNahl, 16/40). b) Teşrii (dini) irade: Bu irade Cenab-ı Hakk'ı n muhabbet ve rı zası demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vacib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez" buyuruyor (el-Bakara, 2/185). Bunun anlamı "şayet siz kullar, Allah'ın rı za ve mühabbetinin hilafı na zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz 58 YITIK HAZINE-I istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızası yoktur" demektir. 4. Kudret Sıfatı : Allah Teala'nı n bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması _demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara Kadir olur. Allah Teala'nın nihayetsiz, bitmek tüKerimek bilmeyen kudreti vardı r. Bu sı fat da diğerleri gibi ezeli ve ebedldir. Ezell olan bu kudret sıfatı yla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya Kadirdir. O'nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; "Muhakkak ki, Allah her şeye kâdirdir, gücü yetendir" buyurmaktadı r (el-Bakara, 2/20). 5. Basar Sıfatı : Cenab-ı Hakk'ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntı lar olmaksızın her şeyi görür. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakı nlığa bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelTdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcuclata, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmeşinin dışında kalan hiç bir mahlâk yoktur. İnsanın görmesi sınırlı dır, görme organı ndan mahrum olanlar göremezler: Ayrıca aydı nlı k, karanlı k, uzaklı k, yakınlı k ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teala'nı n görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce ayet yer almaktadır. Mesela; Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadı r:" Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür ". 6. Semi' Sıfatı: Yüce Allah'ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttası ftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflı ktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teala'nın işitip duyması, kulları n işitmesi gibi, bir takım kayı t ve şartlara, vası talara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanı ndan olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kulları nın duaları nı, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükafatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardı r, ekserisi 59 YİTİK HAZİNE-1 görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Mesela; Nisa suresi 134. ayet meâlen şöyle nihayet bulur: "...Allah işitir ve görür". 7. Kelâm Sıfatı. Yüce Allah'ı n söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın "Kelâm" sı fatı, ezelis ve ebedidir; yüce zatı için vacib olan sıfattı r. O'nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadim kelamı yla bildirmiştir. O, kelâmı nı dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. şeyleri, emir ve yasaklarını Yüce Allah'ın dilediği peygamberlerine ya Cebrail vası tasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm" sıfatının bir tecellisidir. Cenab-ı Hakk'ı n, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren ayetler vardır. Mesela; Cenab-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadı r: "Allah Musa'ya hitabetti" veya "Allah, Musa'ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164). Ayrıca Bakara suresi 253. ayette de şöyle buyurulmuştur:" ... Onlardan Allah'ı n kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardı r..." 8. Tekvin Sıfatı: Allah Teala'nın bilfiil yaratması , yoktan var etmesi demektir. Allah'ı n bu sı fatı ezelidir. TekVin sıfatı da diğer sıfatları gibi, O'nun yüce zatıyla kaim ve O'nun hakkında vacib olan sübuti sıfatları ndan biridir. Tekvin sıfatı, irade sıfatı nı n muktezası na göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Tel meâlen şöyle buyurur: "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (Yasin, 36/82). İşte bütün bu kainatın ve içindeki varlıkların yaratan!, icad edeni, Yüce Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teala, "irade" sıfatı yla ezeri ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvin sıfatıyla yaratı p icad eylemiştir. 60 YITIK HAZİNE-1 Yüce Allah'ı n alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fıilleri Tekvın sıfatı na râcidir, yani TekvIn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte TekvIn sıfatı nı n bütün bu tealluklarına "sıfat-ı fiiliyye" de denir. Allahü Teala'nı n yüce zatı na mahsustur. O'nun yüce zatı için vacib olan sıfatları n hepsi, görüldüğü gibi, ayetlerle sabit olduğundan, bütün Islam alimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttası f olduğunda şüphe yoktur. Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sı fatları ve işleri de yüce zatı na mahsustur. O'nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açı klanan sı fatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sı fatlar ve isimler, O'nun yüce zatının ve varlığını n zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sı fatlarsız; ne de bu sı fatlar, bu zatsı z olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açı k ve seçik olarak Kur'an ayetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sı fatlarla vasıflandı rmıştı r. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatları yla O'nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O'nu her hangi bir şeye haşa benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadı r. Biz bütün bu sıfatları n ası lları na imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nası l ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir. 61 YİTİK HAZINE-1 SIFAT-I SÜBUTIYYE KAÇTIR? Bunlar da, Eş'arilere göre yedi, Maturidilere göre de sekizdir ve şunlardır: a- Hayat: İlmin imkanını gerektiren ezeli bir sıfattır. b- ilim: Bilinmesi mümkün olan her şey, kendisiyle açık bir şekilde bilinen ezeli bir sıfattır. c- Kudret: Mümkinata taalluk edip, müessir olan ezeli bir sıfattır: d- Sem': İşitilebilen şeylere taalluk eden ezeli bir sıfattır. e- Basar: Görülmesi mümkün olan her şeye taalluk eden ezeli bir sıfattır. f- Kelam: İlahi emir ve nehiylerin kaynağı olan ezeli bir sıfattır. g- irade: Kudret dahilinde bulunan şeylerden birinin vukuunu belli bir zamana tahsis eden ezeli bir sıfattır. h- Tekvin: Yaratmak, rızıklandırmak gibi fiili sıfatların kaynağı olan ezeli bir sıfattır. Eş'arilere göre bu sıfat yoktur. 62 3.BÖLÜM YİTİK HAZİNE-1 KUR'ANDA VE HADİS—İ ŞERİFLERDE DUA • o •-• 4, , ,G 1-.7•04'" (P-Ni 1-"' ı j'""4"n ' U 4-> Araf / 55. Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez. Araf /205. Sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini an ve gafı llerden olma. ft o ft ft J13., Mü'min / 60. Halbuki Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılı k vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir." buyurdu. * Nu'man İbnu Beşir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Dua ibadetin kendisidir" buyurdular ve sonra şu âyeti okudular. (Meâlen): "Rabbiniz: "Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir" buyurdu." * İbnu Ömer (radı yallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kime dua kapı sı açılmış ise ona rahmet kapıları açı lmış demektir. Allah'a taleb edilen (dünyevi şeylerden) Allah'ı n en çok sevdiği afiyettir. Dua, inen ve henüz inmeyen her çeşit (musibet) için faydalıdır. Kazayı sadece dua geri çevirir. Öyle ise sizlere dua etmek gerekir. " 65 YİTİK HAZİNE-1 * Ubâde İbn's-Sâmit (radı yallâhu anh) anlatıyor: "ResCılullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yeryüzünde, mâsiyet veya sıla-i rahmi koparıcı olmamak kaydıyla Allah'tan bir talepte bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah ona dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek suretiyle icabet etmesin. " * Ebü'd-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Res01-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) sordu: "En hayı rlı olan ve derecenizi en ziyade artıran, melTkinizin yanında en temiz, sizin için gümüş ve altı n paralar bağışlamaktan daha sevaplı, düşmanla karşılaşıp boyunlarını vurmanız veya boyunlarınızı vurmalarından sizin için daha hayırlı olan amelinizin hangisi olduğunu haber vereyim mi ?" "Evet! Ey Allah'ın ResCilül" dediler. "Allah'ın zikridir!" buyurdu. * Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allahu Teâlâ hazretleri şöyle seslenir: "Beni bir gün zikreden veya bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın!" * Hz. Muâz (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Akşamdan (abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp Allah'tan dünya ve âhiret için hâyı r taleb eden hiç kimse yoktur ki Allah dilediğini vermesin." * Hz. Câbir (radı yallâhu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir kimse evine veya yatağına gir'ince hemen bir melek ve bir şeytan alelacele gelirler. Melek: "Hayırla aç!" der. şeytan da: "şerle aç!" der. Adam, şayet (o sırada) Allah'ı zikrederse melek Şeytanı koyar ve onu korumaya başlar. Adam uykusundan uyanınca, melek ve şeytan aynı şeyi yine söylerler. Adam, şayet: "Nefsimi, ölümden sonra bana geri iade eden ve uykusunda öldürmeyen Allah hamdolsun. Izniyle yedi semayı arzın üzerine düşmekten alı koyan Allah'a hamdolsun"dese bu kimse yatağından düşüp ölse şehit olur, kalkıp namaz kı lsa faziletler içinde namaz kılmış olur." YITIK HAZINE-1 * Hz.Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil'in oğullarından dört tanesini âzad etmemden daha sevgili gelir. Allah'ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımı na kadar oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili gelir." * Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve; "Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der. " Rivayetin Müslim'deki bir vechi şöyle: "Allahu Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakı n semâya inerek şöyle der: "Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek * Ebû Ürnâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Derdi ki: "Ey Allah'ın Resülül En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?" "Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapı lan dualardır!" diye cevap verdi." * Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatı yor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ezanla kaamet arasında yapılan dua reddedilmez (mutlaka kabule mazhar olur.)" "Öyleyse, dendi, "ey Allah'ı n Resûlü, nasıl dua edelim?" "Allah'tan, dedi, dünya ve âhiret için Mıyet isteyin!" * Sehl İbnu Sa'd (radı yallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki şey vardı r, asla reddedilmezler: Ezan esnası nda yapı lan dua ile, insanlar birbirine girdikleri savaş sı rası nda yapı lan dua." * Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatı yor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın." * Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) anlatı yor: "(Allah'ı n kabul ettiği) üç müstecab dua vardı r, bunları n icâbete mazhariyetleri hususunda 67 YITIK HAZINE-1 hiç bir şekk yoktur. Mazlumun duası, müsâfirin duası, babanın evladına duası ." * Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anh) anlatı yor: "Resalullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İc.âbete mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duadan daha sür'atli olanı yoktur." * Hz. Ebeı Hüreyre (radı yallâhu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyudular ki: "Acele etmediği müddetçe herbirinizin duası na icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: "Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi." Müslim'in diğer bir rivâyeti şöyledir: "Kul, günah taleb etmedikçe veya sıla-i rahmin kopmasını istemedikçe duası icâbet görmeye (kabul edilmeye) devam eder." TirmizVnin bir diğer rivâyetinde şöyledir: "Allah'a dua eden herkese Allah icâbet eder. Bu icâbet, ya dünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır, yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek süretiyle olur, yeter ki günah taleb etmemiş veya sıla ı rahmin kopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş olsun * Hz. Câbir (rachyall,)hu anh) anlatı yor: "ResCılullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu, ir ki: "Nefslerinizin aleyhine dua etmeyin, çocuklarınızı n aieyhine de dua etmeyin, hizmetçilerinizin aleyhine de dua etmeyin. Malları nı zın aleyhine de dua etmeyin. Ola ki, Allah'ın duaları kabul ettiyi saate rastgelir de, istediğiniz kabul ediliverir." * Hz. Enes (radı yallâhu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamı nı Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin." * ELA Hüreyre hazretleri (radıyallâhu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri kendisinden istemeyene gadap eder." * İbnu Mes'ud (radı yallâhu anh) hazretleri anlatı yor: "Reseılullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allahu Teâla Hazretleri'nin fazlından isteyin. Zira Allah, kendisinden istenmesini sever. Ibadetin en efdali de (dua edip) kurtuluşu beklemektir." 68 YİTİK HAZİNE-1 * Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kardeşinin gıyabı nda dua eden hiçbir mü'min yoktur ki melek de: "Bir misli de sana olsun" demesin." Ebû Dâvud'un rivâyetinde şu ziyâde vardı r: "Melekler: "Amin, bir misli de sana olsun!" derler." * Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her kim, kendine zulmedene beddua ederse, ondan intikamını (dünyada) almış olur." * Fadâle İbnu Ubeyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua eden bir adamı n, dua sırası nda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salat ve selam okumadığını görmüştü. Hemen: "Bu kimse acele etti" buyurdu. Sonra adamı çağırıp: "Biriniz dua ederken, Allahu Teâlâ'ya hamd u senâ ederek başlası n, sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okusun, sonra da dilediğini istesin" buyurdu." * Hz. Ömer (radı yallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dua sema ile arz arası nda durur. Bana salat okunmadıkça, Allah'a yükselmez. (Beni hayvanı na binen yolcunun maşrabası yerine tutmayın. Bana, duanızın başında, ortası nda ve sonunda salât okuyun.)" * Hz. İbnu. Mes'ud (radı yallâhu anh) anlatı yor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer (radı yallâhu anhümâ) beraber otururlarken ben namaz kılıyordum. (Namazı bitirip) oturunca, Allah'a sena ile zikretmeye başladım ve arkası ndan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okuyarak devam ettim. Sanra kendim. için duada bulundum. (Bu tarzım' beğenmiş olacak ki) Hz. Peygaı nber (aleyhissalâtu vesselâm); "İşte!.İstediğin veriliyor. İşte! istediğin veriliyor" dedi." * Hz. Übeyy İbnu Kat (radıyallâhu anh) anlatı yor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) birisine dua edeceği vakit önce kendisine dua ederek başlardı ." * Ebû Müsabbih el-Makrâi, Ebû Züheyr en-Nümeyri (radıyallahu anh)'den naklen anlatı yor: "Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber çı ktık., Derken bir adama 69 YİTİK HAZINE-1 rastlatdık. Sual (ve Allah'tan talep) hususunda çok ısrarlı idi. Resâlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu dinlemek üzere durakladı. Ve: "Eğer (duayı ) sonlandırırsa vâcib oldu!" buyurdu. Kendisine: "Ne ile sonlandırırsa ey Allah'ın Resâlür denildi. "Amin ile" dedi, uzaklaştı . Adama: "Ey fülan! duanı âminle tamamla ve de gözün aydın olsun!" dedi." * Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri dua edince "Ya Rabb! Dilersen beni affet! Ya Rabb dilersen bana rahmet et!" demesin. Bilâkis, azimle (kesin bir üslubla) istesin, zira Allah Tel Hazretleri'ni kimse icbâr edemez. " * Ebeı Musâ (radı yallahu anh) anlatı yor: "Bir sefere (Hayber Seferi) çı kmıştık. Halk (yolda, bir ara) yüksek sesle tekbir getirmeye başladı . Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) (müdahele ederek): "Nefislerinize karşı merhametli olun. Zira sizler, sağır birisine hitab etmiyorsunuz, muhâtabınız gâib de değil. Sizler gören, işiten, (nerede olsanız) sizinle olan bir Zât'a, Allah'a hitab ediyorsunuz. Dua ettiğiniz Zât, her birirıize, bineğinin boynundan daha yakındı r" dedi." * Hz. Muâz (radı yallahu anh) anlatı yor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir kimsenin: "Ya Rabbi, senden nimetin kemâlini taleb ediyorum" dediğini işitmişti. Sordu: "Nimetin kemâli nedir?" "Bu bir duadı r, onunla dua edip, onunla hayır (çok mal) ümid ettim" dedi. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Sordum, zira, nimetin kemâli cennete girmektir, ateşten kurtulmaktır" dedi. Bir başkasının da şöyle dediğini işitti: "Ey celal ve ikrâb sahibi Rabbim!" hemen şunu söyledi: "Duana icabet edilmiştir, (ne arzu ediyorsan) durma iste" Derken ,bir başkası nı n: "Ya Rabbi senden sabır istiyorum!" dediğini işitmişti, ona da: "Allah'tan bela istedin, afiyet de iste!" dedi. * Hz. "kişe (radı yallahu anhâ) anlatı yor: "Restılullah (aleyhissalâtu vesselâm) özlü duaları tercih eder, diğerlerini bırakı rdı." 70 YİTİK HAZİNE-1 * Hz. İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "ResOlullah (aleyhissalâtu vesselâm) duayı üç kere yapmaktan, istiğfarı üç kere yapmaktan hoşlanırdı ." * Hz. Enes İbnu Mâlik radı yallahu anh anlatıyor: "Resülullah şu duayı çok yapardı : "Allahümme sebbit kalbT alâ dinike.(Allahım kalbimi dinin üzere sabit kı l." Bir adam: "Ey Allah'ı n Resülül Biz sana iman ettiğimiz ve senin getirdiklerini tasdik ettiğimiz halde bizim (âkibetimiz) için korkuyor musun?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm adama şu cevabı verdi: "Kalpler, muhakkak ki Rahman'ın parmaklarından iki parmağı arasındadı r, onu (dilediği şekilde) döndürür." Ravi der ki : "A'meş iki parmağını gösterdi. " 71 YİTİK HAZİNE-1 RİSALE-İ NUR'DA DUA İman, duayı bir vesile-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenab-ı Hak dahi "Duanız ehemmiyetiniz var?" meâlinde, olmazsa ne .* ,s S -'''' s -.;; .0 -.S S--•- - . ):. N) _,14.0,>.,) 5 - ,,s' ferman ediyor. Hem, U -, 4 " ,t ofi :.4044.411 emrediyor. Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, ayet umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor. Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdı r. Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlübu vermek Cenab-ı Hakkın hikmetine tabidir. Mesela, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak." Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir. Çocuk "Şu ilacı ver bana" der. Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte, Cenab-ı Hak Hakim-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzaruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevaperestâne ve heveskarâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlübunu veya daha evlasını verir veya hiç vermez. DUADAKİ GAYE Hem, duâ bir ubadiyettir; ubûdiyet ise, semeratı uhreviyedir. Dünyevi maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Mesela, yağmur namazı ve duası bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet halis olmadığından, kabule layı k olmaz. 72 YİTİK HAZİNE-1 Nasıl ki, güneşin gurübu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayı n tutulmaları, küsOf ve husCıf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranı ayetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenab-ı Hak, ibadını, o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa, o namaz, açı lması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabiyle muayyen olan ay ve güneşin husCıf ve küsüflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzı r şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdı r ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadır-i Mutlakın dergahına iltica eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler der olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle, belayı ref etse, nurun ara nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur. Demek duâ, bir sırr-ı ubOdiyettir. Ubüdiyet ise, hâlisen livechillah olmalı . Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona iltica etmeli; Rubübiyetine karışmamalı . Tedbıri Ona bı rakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli. Evet, hakikat-i halde, âyat-ı beyyinatın beyanlyla sabit olan budur ki: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kainattan dergah-1 İlahiyeye giden, bir duadır. Ya istidad lisaniyledır-bütün nebâtat ve hayvanatı n duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-1 Mutlaktan bir sûret talep ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. Veya ihtiyac-ı fitrı lisanlyladı r-bütün zıhayatın, iktidarları dahilinde olmayan hacat-ı zareıriyeleri için dualarıdı r ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrı lisâniyle Cevad-ı Mutlaktan idâme-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar. Veya lisan-ı ıztıranyla bir duadır ki, muztar kalan herbir zıruh, katı bir iltica ile duâ eder, bir hamı-i meçhülüne iltica eder, belki Rabb-i Rahlmine teveccüh eder. Bu üç nevi duâ bir mâni olmazsa dâimâ makbuldür. 73 YİTİK HAZINE-1 Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiili ve hali, diğeri kali)î ve kalİdir. Mesela, esbâba teşebbüs, bir duâ-i fiilidir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Haktan istemek için, bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapı sını çalmaktır. Bu nevi duâ-i fiili, Cevad-ı Mutlakın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır. İkinci kısım, lisan ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder. İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medân olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış; ala-yı illiyyin-i insaniyete çı k. Bir sultan gibi, bütün kainatın dualannı kendi duân içine al, bir abd-i külli ve bir vekil-i umumi gibi kainatın güzel bir takvimi ol. - de, MÜMİNİN EN İYİ DUASI Sual: Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır? Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı . Çünkü bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi' temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. • Hem bizahri'l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek, • Hem hadiste ve Kur'ân'da gelen me'sur dualarla dua etmek; mesela, 74 YİTİK HAZİNE-1 gibi cami dualarla dua etmek • Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek, • Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra, • Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde, • Hem Cumada, hususan saat-i icabede, • Hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede, • Hem Ramazan'da, hususan Leyle-i Kadirde dua etmek, kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyen me'muldür. O makbul duanı n ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanı n âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir. DUANIN BİR MEYVESİ Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanı nda o yalnı z değil; bir Kerim Zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatı nı yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanla-rı nı def edebilir bir Zatın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp der. 75 YİTİK HAZINE-1 EĞER VERMEK İSTEMESEYDİ Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteri-yor ki: "Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ı ttılaı var ve bilir. En uzak maksudları-mı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum." .1 ,» 4j L$43 Ip+ J5 eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi. 76 denildiği gibi, YITIK HAZINE-1 CİHAD, HAKK'A ŞAHİDLİKTİR - 2 Allah'a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayı sı mahlükatın mefesleri adedincedir. Allah, kendisi için cihad edenleri bu yollardan birine mutlak surette hidâyet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onları n önüne çıkarır, ne kadar şer yol varsa, öyle yollardan onları korur. Allah'ın yolu Sırat-ı Müstakim'dir. O yolu bulan bir insan, her şeyde orta yolu tutar gider. Gazapda, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu, Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir. Fedakarlı k derecesi ne olursa olsun, dışa karşı verilen bu kavga, bütünüyle Cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması, büyük cihada nisbetledir; yoksa cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandı rdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennet'e namzet olma, şehid olup berzah hayatını dipdiri yaşama ve her ikisinin sonunda Allah'ın rızası na erme söz konusudur. Evet, böyle bir neticeyi sonuç veren cihad nası l küçük olabilir ki?.. Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzOda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı ekber ise, onu ihlaslı ve şuurlu olarak yapma ve daima kendi kendisiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve kötü huy varsa, bütününe birden cihad ilan etmek, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, bu sebeple buna en büyük cihad denilmiştir. İnsan, küçük maddi cihadda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu, bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki, o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma ma'ruz kalan bir insanı bütün kötü düşünceler dört tarafından sarar ve onun ma'nevi hayatını felce uğratır. Bu bakımdan, maddi cihad yapmadan insanı n kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz, gazadan dönerken büyük cihada dönüldüğünü söylemiştir. Bunun ma'nası şudur: İman ettik, cihad da yaptı k, gazâ şerefiyle şereflendik; belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazı larının içine kendini 77 YITIK HAZINE-1 beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmâre, başka yollardan ruha girip onu ifsad edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga, bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktı r. Bu sözün muhatabı sahabiden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapı lan davranışlara bağlıyor ve bir iç murakebesinden uzak bulunuyorsa, bu takdirde o insan, tehlike mıntıkasına girmiş sayılı r. Asr-ı saadetin insanı, harp meydanları nda kavga verirken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenab-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı . O kadar ki, sanki onlar gündüzleri gözleri hiçbirşey görmeyen o cengaverler değil de hayatlarını hep bir köşede inziva ve ibedetle geçiren zahidlerdi. İş böyle olunca, maddi cihadı herşey sayıp cihad-ı ekberi görmemezlikten gelmek veya cihad-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yı kı p onu ruhbanlığa çevirmek dinin reıhüna hı yanetten başka birşey değildir. İşte önümüzde Allah Rasülü'nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahabi..1 Bir muharebe gecesinde iki sahabi nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kı lı ç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanı n muhtemel saldı rı sı nı orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine, "Sen istirahat et de biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım" der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman vaziyeti anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak o, namazını bitirinceye kadar dayanır ve namazını bitirdikten sonradı r ki, yanındakini kaldırır. Arkadaşı, onun durumunu görünce hayretten dona kalır ve "Niçin" der, "birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" Cevap şöyledir: "Namaz kı lıyor ve Kehf süresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandı rmak istemedim...." Huzur onu böyle çepeçevre kuşatmıştı . Sanki namazda Kur'an okurken, Kur'an bizzat ona nazil oluyor ve sanki Cibril, onun ruhuna Kur'an solukluyordu da o, böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve 78 YİTİK HAZİNE-1 küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adı na hakikatın gerçek yüzü... Efendimiz'de, her iki cihadı da en uç ve ufak noktada bütünleşmit olarak görüyoruz. O, harb meydanları nda bir cesaret abidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafı yla, harb meydanı nda endişe ve korkuya kapı lan bütün sahabi O'nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Mesela, Huneyn'de öyle bir kükremişti ki, atını n dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atı nı mahmuzluyor, bir taraftan da en gür sadasıyla haykırıyordu: "Ben Peygamberim, bunda yalan yok. Ben, Abdülmuttalib'in torunuyum, bunda yalan yok." Bu şecaat ve kahramanlı k abidesi insan, ibadetlerinde de aynı şekilde adeta bir kulluk abidesiydi. Namaz kılarken kaynayan bir tencere gibi ses çı karırdı; ağlayı p gözyaşı döktüğü zaman, kendisini görenleri rikkate sevkederdi. Bazen günlerce oruç tutar, "savm-ı visal" yapardı . Bazen sabaha kadar namaz kı lar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Aişe validemiz, bu tehalükü çok görerek, "gelmiş geçmiş günahları affolan Sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun?" diye sormuş, O da, "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti. Mağarada yılan ve çiyanlara aldırış etmeden gizlendiği esnada müşrikler mağaranın ağzına kadar gelmiş ve Hz. Ebu Bekir, O'nun namı na telaşlanınca, gayet sakin "Korkma, Allah bizimledir" buyurmuştu. Bu korkusuz şahıs, Kur'an dinlerken öyle rikkate geliyor, öyle gözyaşı döküyordu ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Mesela, İbn-i Mesud'a "Bana Kur'an oku" demişti. O ise, edep içinde "Yâ Rasülallah, Kur'an Sana nazil olurken ben Sana Kur'ân mı okuyacağım?" cevabını vermiş ancak Allah Rasûlü, ısrar gösterip "Ben başkasından Kur'an dinlemeyi severim" buyurmuşlardı . Bunun üzerine İbn-i Mesud, Nisâ Süresinin başından okumaya başlamış. "Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve seni de hepsine şahid kı ldığımız o gün nasıl olacak!" (Nisâ Süresi, 41) meâlindeki ayete gelince, Allah Rasülü artık dayanamaz hale gelmiş ve eliyle "yeter, yeter" demişti. Gerisini İbn-i Mesud'dan dinleyelim: "Sustum. Dönüp baktım ki, Allah Rasülü hıçkıra hıçkı ra ağlı yordu". O, bir kalp ve gönül insanıydı . Maddi cihadda da, manevi cihadda da en öndeydi. 79 YİTİK HAZİNE-1 Ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve "ben, hergün yetmişten fazla istiğfar ediyorum" diyordu. Büyük cihadda muvaffak olan bir insanı n ekseriyet itibariyle, küçük cihadı da kazanması muhakak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihadda kaybeden insanın küçük cihadda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile, neticeye varmaları mümkün değildir. Hz. Aişe validemiz anlatıyor: "Allah Ras0Iü, bir gece bana hitaben; "Ya Aişe", dedi, 'müsaade eder misin, bu gece Rabbimle beraber olayım." (O, Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı . Asalet, O'nun damarlarına işlemişti.) Ben, "Yâ RasOlallah" seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim" dedim. Sonra, Allah Ras0Iü abdest aldı, namaza durdu, kıraatinde "İnne fi halkissemavati ve'l ardi" âyetini okudu, okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü." Allah Rasülü, bazen de hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Aişe validemiz anlatıyor: "Bir gece uyandığımda Allah Rasülü'nü bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanılarından birinin yanına mı gitti, diye düşündüm. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah RasOlü'nün ayaklarına ilişti. Baktım ki, Allah Ras0Iü secdeye kapanmış, bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: (Mealen) "Allahım, Senin gadabından, öfkenden Senin rızana sığınıyorum. Ukabetinden bağışlamana sığınıyorum. Allahım, Sen'den yine Sana sığınıyorum. (Kahrı ndan lütfuna, celalinden cemaline, ceber0tiyetinden Rahmaniyet ve Rahimiyetine sığınıyorum.) Sen, Seni sena ettiğin gibisin. (Ben Seni sena edemem. Senin en büyük şâhidin, yine Sensin.)" İşte Allah Rasülü ve işte onun iç derinliği ve büyük cihadı! O böyle olunca, ashabı daha başka türlü olabilir miydi? Öbür tarafta O'nunla beraber olabilmek için, burada O'na benzemek gerekir. Sahabi, tam anlamıyla bunun şuurundaydı. Hatta onlardan bazı ları, Sevban gibi, Allah RasOlü'nden ayrı kalma düşüncesi akı lları na geldiği an, iştahtan kesilir ve ciddi rahatsız olurlardı. 80 7.BÖLÜM YITIK HAZINE-1 Büyük ve küçük dhadı bir arada mütalaa eden &yet ve hadisler vardır. Bunlardan biri de "en-Nasr" süresidir. Bu kısa sürede mealen şöyle denmelctedir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de, insanlann bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklannı gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü o tevbeleri fazla fazla kabul edendir". Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman insanlar fevc fevc, bölük bölük Isl&m'a girecekti ve öyle de oldu. Maddi cihad, (dhad-ı asgar), emr-i bil-malruf nehy-i anil-mühker ve Hakkın anlablması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar, Islam dinine girmeye başladılar. Işte bu merhalede Cenab-ı Hakk'ın emri şu oluyor: "Rabbini hamd ile tesbih ve takdis et". Çünkü bütün bu olanlar, bir taraftan Rabbrnin sana bir ihsanklın diğer taraftan da bütün bunlan yapan ve yaratan Allah'tan O halde bunlan düşün ve Rabb'ini hamd ve tesbih et! Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanısıra insan, kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalıdır ki, cihad tamamlanmış ve cihad hakikati bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Aişe validemiz bize şunu naklediyor: "Bu süre nazil olduktan sonra Allah Ftasülü sürekli "Sübhaneke Allahümme inni estağfiruke ve etübu ileyke" duasını okumaya başladı. Efendimiz (say), bir hadislerinde bu iki dhadı yine bir arada zikreden "İki göz vardır ki, Cehennem ateşi görmez: Harp meydanlan ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz? Sınır boylannda veya harb meydanlannda en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihadı, maddi cihaddır. Bu dhadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de manevi ve büyük dhadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu her iki göz, Cehennemi ve onun azabını görmeyecektir. Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehennem'e girmesi de o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah 83 YITIK HAZINE-1 Rasülü, bu toz ve toprağın Cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzüunda bir çok beyanda bulunmuşlardır. Allah korkusuyla ürperip ağlayan göze, düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, rabıta yapan, memleketin başına gelecek felaketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri, cehennem ateşini görmeyecektir. Bu itibarladır ki, cihadı, millete bir anlatma iddiasıyla sağda solda diyalektik yapmaktan ibaret görenler, şayet anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etmiyorlarsa, bu takdirde sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demektir. İçlerini zapt u rabt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, fahri ayakları nın altında ezememiş, başkaları na iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahalaler, huzursuzluk kaynağı olma ve gürültü çıkarmaktan başka bir ma'nâ ifade etmeyecektir. Öte yandan, mes'eleyi yalnız ma'nevi cihad şeklinde ele alıp "kendi kavgamı vermeden, başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz" diyerek bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı herşeyin üstünde görenler ve dışa karşı verilen kavgaya iştirak etmeyenler ise -en hafif ifadeyle- İslam'i yogileştirme gayretine düşmüşler demektir. Bu ikinci gruptakilerin bazılarında şöyle bir düşünce hakimdir: Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan, başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan, önce kendini kurtarmaya bakmalıdır. Oysa böyle düşünen kimseler, her şeyden önce bilmelidirler ki, insan, nefsini kurtardığını zannettiği gün, kendini girdapların en içinden çıkılmazı na kapdırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilir ki? Kur'ân, "Yaktı.] sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (Hicr Soresi, 99) buyurmaktadır. Yani kimse, perde açılıp da öbür âlemden "artık buyur" deninceye kadar, kulluk ma'nasına dahil hiçbir fıilden uzak kalamaz. İnsan, ömürünün son nefesine kadar kullukla mükelleftir. Bu durumda, mükellefıyetleri devam eden bir insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl mümkün olabilir ki..! Öyleyse, insanın nefsiyle cedelleşmesi, içindeki fena huylarla yaka paça olması ve kendini ı slaha çalışması, hayatının sonuna kadar devam edecektir. 84 YİTİK HAZINE-1 Havf ve recâ ağırlı klı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emin olmak, hiçbir mü'mine yakışmaz. Ümitsizlik de, aynı şekilde mü'minin sıfatı olamaz. Ancak, havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile, son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak hakkında İbn-i Abbas'ı n hüsn-ü şehadette bulunması ve "senin iyi bir insan olduğuna ahirettte ben şahid olurum" demesi, bir ma'nâda onu bu endişeden kurtarmıştı . Kur'ân-ı Kerim'de, "Rabbinin azametinden korkana Cenab-ı Hakk iki cennet va'detmektedir." (Rahman, 46) buyurulmakta değil midir? Netice olarak, mevzOu şöyle hülâsa edebiliriz: Küçük ve büyük cihad, teker teker ele alındığında, birinde sadece lafazanlı k, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk hakim olur. Hakiki cihad, her ikisini birleştirmekle mümkündür ki, Allah Rasâlü'nün ve sahabenin cihad anlayışı da budur. Islam'ın yetiştirdiği büyük ve hakiki mürşidlerde de hep aynı cihad şuurunu görmekteyiz. Onlardan hiç biri, cihadı tek yönlü ele almamış, demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzak durmamış ve gecelerini gündüzleri kadar aydı nlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş ve hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun, kalb dairesini ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede duydukları her şey, onlarda yeni bir iman peteğinin oluşmasına vesile olmuş; böylece ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenab-ı Hakk'ın murakabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rabb'lerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rabb, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece binleri bereketlenip binlere ulaşmıştı r. Günümüzün insanı, Cenab-ı Hakk'ı hoşnud edecek bir cihad yapmak istiyorsa -ki öyle yapması lazımdı r- başkalarına hak ve hakikati anlatıp neşretmenin yanıbaşında, kendisini ve arzularını da kontrol altı na alı p, ciddi' bir iç murakabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimali çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin, ne kendine, ne de başkaları na yararı olmayacaktır. Cihad eri, Allah'ı her şeye tercih edecek şekilde ihlaslı, samimi, yürekten ve gönül insanı olmalıdır. Ancak o zaman, verilen mücadele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe 85 YİTİK HAZINE-1 yapıp zihinlere faydalı faydasız bir sürü maleımat yığın. aktarma yerine, kalp ve kafalara mümkün olduğunca samimiyet, hüsn-ü niyet, içtenlik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirmeye çalışmalıdır. Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme, hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, bu, büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi, bu da küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad, cihad olmaktan çı kar. Birinden miskinlik, diğerinden anarşi doğar. Halbuki biz, Muhammedl bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da, her mes'elede olduğu gibi bu mes'elede de, Allah Rasülü'ne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır. Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşlan kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini untumazlar!.. 86 YITIK HAZINE-1 BER/İ' İBN İ(ZİB Ensar'dan olan bir sahabi. Babası kib olup Hâriseoğulları'ndandır. Künyesi Ebu Ammare'dir. Nesebi, Berâ' b. kib b. Adiy b. Ceşm b. Mecdia b. Hârise b. Haris b. Hazrec b. Amr b. Mâlik b. Evs'tir. Hicret'ten önce müslüman oldu. Uhud savaşından itibaren bütün gazalarda bulundu. Sıffin'de Hz. Ali tarafında yer aldı . Resulullah'ın ashabından Medine'ye ilk gelenler Mus'ab b. Ümeyr ile İbni Ummi Mektum'du. Bu zatlar Berâ'nın da bulunduğu Medineliler'e Kur'an okuyorlardı . Resulullah'ın bir gazvesine katıldı. Veda haccından önce Berâ, Hz. Hâlid b. Velid ile birlikte Yemen'e gitti. Daha sonra oraya gönderilen Hz. Ali ile geri döndü. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında Küfe'de bulunuyordu. Hicret'in yetmişüçüncü yılında orada vefat etti. Muhammed b. Malik, onun parmağında altın yüzük taşıdığını naklederek onunla olan konuşmasını anlatır: "Herkes itiraz ederek niçin altın yüzük taktığını sorduklarında Beri' cevaben Bir gün Resufflullah ganimet dağıtırken elindeki altın yüzüğü bana verip, "Al bunu, Cenab-ı Hak ile Resulu'nüun sana taktığı bu yüzüğü parmağında taşı" buyurdular. Şimdi siz ne diye bana Rasülullah'ın parmağıma taktığı bu yüzüğü çıkar diyorsunuz?" dedi. Berk Hz. Peygamber'den üç yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Bunlardan yirmiikisi Buhari ile Müslim tarafından rivayet edilip muttefekun aleyhtir. Bera'nı n rivayetlerinden bazıları. -Resulullah Medine'de on altı on yedi ay Beytü'l Makdis'e doğru namaz kıldı. Sonra bir ikindi namazında Kâbe'ye döndü. - Yatarken abdest alıp sağ tarafa yat ve de ki: "İlahi, kendimi sana teslim ettim. işimi sana bıraktım. Arkamı sana dayadım. Çünki ümidim de sendedir, korkum da. Senden sığınacak yer varsa o da sensin. Senden kurtulacak yer varsa yine sensin. 87 YITIK HAZINE-1 İlahi, indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. " Şayet o gece ölürsen fı trat üzere ölürsün. " -" Şu yedi şeyi yap: Cenazeyi mezara kadar izle, hastayı ziyaret et, davete icabet et, mazluma yardı m et, yemini kabul et, selamı karşıla, aksı rana dua et. " ABDEST NASIL ALINIR? Farz, sünnet ve edeplerini yukarıdaki maddelerde verdiğimiz abdesti tertip ve usâlüne göre ancak şöylece alabiliriz: Abdeste başlarken şu dua yapılmalıdır: "Bismillahilazim ve'l hamdülillâhi alâ dini'l Islam" . "Yüce Allah'ın ismini anarak başlarım. Beni Islam dini ve akidesi üzere yarattığı için hamd ederim." Abdest almaya niyetlendikten sonra, eCızü besmele çekilerek eller bileklere kadar yıkanır. Parmakta yüzük varsa, kı mı ldatı lı r. Altı na suyun geçmesi sağlanı r. Uzuvların yı kanması sı rası nda bizden öncekilerden nakledilen şu duaları okumak abdestin edeplerindendir. A- Mazmaza=Ağıza su verme sı rasında: "Allâhümme einni alâ tilaveti'l Kur'ân ve zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike." "Allah'ı m, Kur'ân-ı Kerimi okumada, seni zikretme, sana şükretme ve sana güzel şekilde kulluk etmede yardımını istirham ederim." B- Istinşak = Buruna su verme sı rası nda: "Allâhümme, erihni râyihate'l Cenneti verzukrıl min neimiha." "Allah'ı m, bana Cennetin kokusunu koklat. Cennet nimetlerinden beni rı zı klandır." C- Yüzü Yıkama Sırasında "Allâhümme, beyyid vecht binOrike yevme tebyaddu vücâbun ve tesveddü vücâh." "Allah'ı m, bir kı sı m yüzlerin ağarı p nurlandığı, bir kı sı m yüzlerin ise karardığı gün, benim yüzümü nurlandı r, ağart." D- Sağ Eli Yıkama Sırasında "Allâhümme, a'tı ni kitabi biyernint ve hâsibni hisâben yesirâ." "Allah'ı m, kitabı mı -amel defterimi- sağl elime ver ve hesabı mı kolaylaştı r." E- Sol Eli Dirseklere Kadar Yıkama Sırasında 88 YITIK HAZİNE-1 "Allâhümme, lâ tu'tini kitâbi bisimâli velâ min verâi zahfı ." "Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sol elimden ve arkamdan verme." Sonra sıra başı meshetmeye gelir. Kaplama mesh için, eller ıslatılır, küçük parmakla üç parmak uc uca getirilir. Önden başlayarak başın üstü sıvazlanı p arka ve yan taraflarda böylece meshedilir. F- Kulakları Yıkarken "Allâhümnnec'alni minellezine yesterniunel-kavle feyettebiâne ahseneh." "Allah'ım, beni hak sözü dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle." denilir ve kulaklar yıkanır. G- Boyuna Mesh Etme Sırasında "Allâhümme a'tik unuki (veya rakabeti) mine'n-nâri." "Allah'ım, boynumu Cehennem ateşinden azad buyur." H- Ayakları Yıkama Sırasında "Allâhümme, sebbit kademeyye ales'sırâtı yevme tezülü Fhi'lakdâm." "Allah'ım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı günde ayaklarımı kaydırma, sabit eyle..." Abdest alıp bittikten sonra Rasülullah (s.a.s.)'e salavât getirilmeli ve şu dua okunmalı dır: "Allâhümmec'alni minettevvâbine vec'alni mine'l-mütetahhirTn." "Allah'ım, beni, teybe eden ve günahlarından temizlenen kullarından eyle..." 89 4.BÖLÜM YİTİK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE MESULİYET DUYGUSU : ıiı Jim) Jı;[ :Juı 14.-Ç. âÛı 'Çs..,:;) .ft ı 4C •■■ ı t ı ft D d» r O ğ s.ıı ıı ı J ı fo t, ı ı o ı .t t O ft .ı , f ıı Wt, O fr J_,:,""4 c.3 4 J • Ji 'LJU sjfilb , „ ıı 1 Zaıo..0.,:4A ı o ı A.e.ry.+4 t o .p İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "ResOlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes'Cıldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ılldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes'eıldür."İbnu Ömer der ki: "Bunları ResOlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiştim. Zannediyorum ki şöyle de demişti:"Kişi babasının malında çobandır, o da sürüsünden mes'Oldür." [Buhari, Ahkam 1, Cum'a 11, İstikraz 20, Itk 17, 19, Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmaret 20, (1829); Tirmizi, Cihâd 27, 1705; Eb0 Davud, İmaret 1, (2928).] AÇIKLAMA:1- Hadis, herkesin bir sorumluluk ve selahiyet dairesinin olduğunu göstermektedir. "Çoban" diyen tercüme ettiğimiz kelime rai'dir. Lügat açısından güden demek ise de, hadiste "muhafazası için birşeyler tevdi edilmiş güvenilir muhafız" ~asma kullanılmıştır. 2- İmam'dan maksad devlet reisidir. Bazı rivâyetlerde "emir" denmiştir. Esasen bu bahiste emir ve imam kelimeleri müteradif (eş manalı ) olarak kullanılmıştır. 93 YİTİK HAZİNE-1 3- Dikkat edilirse imam, erkek, kadın, hizmetçi, evlat gibi fonksiyonları farklı şahı slar, "çoban" vasfıyla tavsifte birleşmektedirler. Şüphesiz bunların herbirinin sorumlu olduğu husûslar farklı dı r.Hattabi: "İmamı n çobanlığı, hudûdu tatbik ve hükümde adalete riayetkar olmak sûretiyle şeriatı korumaktı r; erkeğin ailesine çobanlığı, işlerini idâre, hakları nı yerine getirmek; kadının çobanlığı evin, çocukları n, hizmetçilerin işlerini tanzim etmek, her hususta kocası na hayı rhah olmaktı r; hizmetçinin çobanlığı, eli altında bulunan şeyleri koruması, kendisine terettüp eden hizmetleri yapmasıdır" der. 4- "MI demiştir ki: "Bu hadisten anlı yoruz ki, çoban zatı için tutulmaz, mâlikin, güdülmesini istediği şeylerin muhafazası için tutulur. Öyle ise, Şari'in müsâde ettiği şeyler dışında tasarrufta bulunmamalıdı r. Hadis, babı nda böylesine tatlı, böylesine câmi, böylesine beliğ bir başka örneği olmayacak mükemmellikte bir temsildir. Zira önce mücmel ve özlü şekilde beyanda bulunup arkadan tafsil etti. Mükerrer kereler harf-i tenbihe (uyarı cı unsura) yer vermektedir."Bazı alimler hadisin, baştaki: "Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz" şeklindeki mutlak ifadesiyle hiç kimsesi olmayan bekar' da çobanlar arası na dahil ettiğine dikkat çekmiştir. "Zira, derler, böyle birisi organları üzerine çobandı r, fiil, söz ve itikad nevinden her ne emredilmişse yapmaları her ne yasaklanmışsa terketmeleri meselesinde, insanı n organları, kuvveleri, hisleri kişinin sürüsü hükmündedir. Öyle ise insanın bir nokta-i nazardan, güdülen olması , bir başka nokta-i nazardan güden olması na mani değildir." 5- Bu hadisi tamamlayan bir başka rivâyet Ebü Hüreyre'ye aittir: " : ı".12,;,1 °J1 4131 ° rliÎ ' "Her çoban kı yamet günü hesaba çekilecektir: "Sürüsüne Allah'ı n emrini tatbik etti mi etmedi mi?"Bu bâbta gelen başka hadisleri de nazar-ı dikkate alan ulemâ şu kesin hükme ulaşmıştı r: "Mükellef kimse, hükmü altı ndakilere karşı vazifelerinde kusur işlemiş ise kıyamet günü muâheze edilecektir."Burada İbnu Hacer'in hadisle ilgili olarak kaydettiği bir notu iktibas etmek münâsip düştü:"Bu hadiste, bazı taassup sahiplerinin Emeviler lehine uydurdukları yalan da reddedilmektedir. Şöyle ki: Ebü Ali el-Kerâbisî'nin "Kitabu'l-Kaza"sında şunu okumuştum, "Bize ŞafiVnin amcası, Muhammed İbnu Ali'den bildirdiğine göre demiştir ki: "İbnu 94 YITIK HAZ1NE-1 Şihâb, halife Velid İbnu Abdi'l-Melik'in yanı na girmişti. Velid ona şu hadisten sordu: "Allah bir kulunu hilafet çobanlığına getirirse, onun hasenatı nı yazar, fakat seyyiatını yazmaz." İbnu ŞihabrzZührı: "Bu düpedüz yalandır" dedi ve şu mealdeki ayeti okudu: "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arası nda hak ve adaletle hükmet. Hükmünde hevâ ve hevese (hissiyâta) tabi olma ki bu, seni Allah yolundan saptı rı r. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları için onlara pek Çetin bir aza') vardı r" (Sad 26). Velid, bu cevab üzerine: "insanlar bizi dinimizden ayartıyorlar" dedi. MerMİN MESOLIYET İNSANIDIR "Her birerleriniz ral (çoban) ve hepiniz elinizin altı ndakinden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râi ve elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râisidir ve raiyetinden mesTıldür. Kadı n beyinin hânesinin ralsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malını n râisi ve elinin altı ndakilerden mes'uldür. Herbirerleriniz râi ve herbirerleriniz raiyetinden sorumludur." 342 Râi, herhangi bir şeyi görüp-gözeten, koruyup-kollayan ma'nâsı na gelir. Çobana "râi" denmesi de, kendine emânet edilen hayvanları en emin, en müsait yerlerde otlatması , onları kurda-kuşa kaptırmaması herhangi bir şeye maruz kaldı kları nda onlarla içden alâkadâr olması , bu kudsi vazifeyi ifa ederken de fıtri safvetiyle, her zaman hasis Ihtiraslardan uzak kalabilmesi ve sürüsüne karşı duyduğu derin şefkat, beslediği engin merhamet hissiyle, onları n elemleriyle müteellim, lezzetleriyle de mütelezziz olması gibi önemli hususlardan ötürüdür. Ve işte, bir ma'nâda devlet reisi ile teb'a arası nda da böyle bir münâsebet söz konusudur. Devlet reisi ve derecesine göre değişik dâirelerdeki onun temsilcileri, ellerinin altı ndakilerini görüp gözetmek, onları n elem ve lezzetlerini paylaşmak, onlara mutlu gelecekler hazı rlamak ve onları n sı kıntı ları nı göğüslemekle sorumludurlar... Hâne reisi ile aile fertleri arasında da aynı münasebet bahis mevzûdur; hâne reisi nafaka, elbise ve onlan uygun bir yerde 95 YİTİK HAZİNE-1 iskan etme gibi hususlarda birinci derecede sorumlu olduğu gibi, talim, terbiye, hüsn-ü muâşeret, dünya ve ukba saadetini te'min gibi mes'elelerde de sorumludur. Aynı durum, kadının kocasıyla olan münasebetlerinde de geçerlidir; kadın evinin işlerini tedvirde, kocasının malını, ırz ve nâmusunu muhâfazada, sürüsünden mes'ul bir çoban gibi sorumludur. Hizmetkarı n, efendisinin malı nı, mülkünü; evladın, babanın servet, şeref ve haysiyetini koruyup kollamadaki durumları, hep bu "rat" ve "raiyye" mülahazasıyla alakalıdır. Denilebilir ki, din nazarı nda ral ve merl olmadık hiçbir mükellef yoktur. Bir yönüyle herkes tı pkı bir çoban, diğer yönüyle de güdülen raiyye mesâbesindedir. Hatta bir râi için güdülecek herhangi bir râiyye olmasa bile o yine sorumludur. Evet, herkes kendi nefsini, aklı nı ve bütün duyguları nı , bütün uzuvlarını birer emanet gibi koruyup kollama mecburiyetindedir. İslam, bildiğimiz bütün sistemler ve dinler içinde, devlet reisinden, evlerimizde çalışan hizmetçilere kadar, hem de, henüz demokrasi rüyaları nı n görülmediği bir dönemde, herkesin sorumluluğunu en ince teferruatına kadar belirleyip ilan eden biricik hayat nizamıdır ve bu mevzOda ona raldb bir başka sistem göstermek de mümkün değildir. İslam Peygamberi "devlet reisi mes'Oldür"der, onun sorumluluğunu, sı nı rları nı, sorumluluk vazife ve mükellefiyetlerini bir bir sıralar.. kadı n ve erkeğin mes'ffliyetlerini hatırlatır ve ayrı ayrı sahalarda, her ikisine de belli sorumluluklar yükler.. babanın evlada, evladın babaya karşı mes'uliyetlerinden söz eder ve her iki tarafın da hak ve mükellefiyetlerine, dikkat çeker.. hatta, bu mevzOda, dünyadaki gelişmeler nazar-ı itibara alınacak olursa, çok erken sayı labilecek bir dönemde, hizmetçi ve işçilerin hak ve mes'üliyetlerinden bahisler açarak, beşer tarihindeki içtimai çalkantılardan çok önce sosyal bir probleme çözüm teklif eder. İşte size, devlet reisi ve teb'anı n karşılı klı haklarından -ki, çoğu Ahkam-ı Sultaniyelerde beyan edilmiştir- evlad ve anababa hakları na, ondan karı-koca ve işçi-işveren haklarına kadar, 96 YİTİK HAZİNE-1 fıkıh kitapları nda, ahlak ve terbiye risalelerinde, içtimaiyat ve hukuk eserlerinde; oldukça hacimli birer yer işgal eden onca mes'elenin üç-beş kelime ile peygamberâne bir ifadesi daha.. 97 YİTİK HAZINE-1 RİSALE-İ NURDA MESULİYET DUYGUSU MUKADDESAT VE MESULİYET Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi herbiriniz, bazı koyunları bir çobanı n uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muavini kayıtsı z, köpekleri değersizdir. Tamamı yla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hı rsızlar ve belalar içinde bı raksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunları n etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsı z cesaret etmesin, daha mı iyidir? Mukaddesat o koyunlardan daha kıymetlidir. KADER AÇİSİNDAN MESULİYET Kader ve cüz-i ihtiyar? İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, hal? ve vicdan? bir imânın cüzlerindendir. Yoksa ilmi ve nazar? değillerdir. Yani, mü'min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Cenab-ı Hakka vere vere, ta nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyar? önüne çıkıyor; ona "Mesul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudOr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet, kader, cüz-i ihtiyar?, imân ve İslarniyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyar?, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfüs-u emmârenin işledikleri seyyiâtı nı n mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'âm olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyariye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmi' meseleler değildir. Evet, mânen terakki' etmeyen avam içinde, kaderin cayı istimâli var; fakat, o da mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilacıdı r. Yoksa, maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi teklif ve mesüliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan 98 YITIK HAZINE-1 kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyar?, seyyiâta merci olmak içindir ki akkleye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir. Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyylâtından tamamen mesüldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenatı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, da?' ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, iman ile, şuur ile, ma' ile, onlara sahip olur. Fakat seyyratı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nası l ki beyaz, güzel güneşin ziyası ndan bazı maddeler, siyahlı k ve taaffün alı r; o siyahlık onun istidadı na âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahi ile icad eden, yine Hak'tı r. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayı rdı r. İşte, şu sı rdandı r ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok rnesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzi ile beraber hayr-ı kesir vardı r. Bir şerr-i cüzi için hayr-ı keski terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüzT hayı r hükmüne geçer. İcad-ı İlahide şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir. MUKADDES KELİMELERİ ÖĞRENMEYENLER ...şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maani-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengi lügatı ndan taallüm ettiği halde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği 99 YİTİK HAZINE-1 Sübhanallah, Elhamdülillah ve La ilâhe illallah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? BÜYÜK CİHAD, KÜÇÜK CİHAD Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters mânilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma'nâsına 'Cihad-ı ekber ' diyoruz. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, bu da küçük cihad yani 'Cihad-ı asgar'dır. Düşmana haddini bildirmiş ve kılıçlar' düşman kanıyla kıpkızıl kesilmiş olarak bir cihaddan dönerken cemaatına hitaben Allah Rasülü, "şimdi, küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahâbeye de, "Nefisle mücadele" cevabını vermişlerdir. Bu ifade, aslında bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi ve Allah katında matlüp keyfiyeti kazanması bahis mevzâudur ki, bu ma'nâda cihadın büyüğü de, küçüğü de aynı hakikatın birbirini tamamlayan iki ayrı yüzüdür. Esasen, peygamberlerin gönderiliş gayesi de, insanların bu hale gelmesini sağlamaktır. Bu husus, Kur'ân-ı Kerinn'de şöyle anlatılır: "Nitekim, kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Rasol gönderdik." (Bakara, 151) Peygamberler, insanların gözlerindeki perdeyi aralamak ve Cenab-ı Hakk'ın ayetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece insanların zihin ve kalblerindeki mânialar yı kılacak, eşya ve hadiselere bakış keyfiyetleri bütünüyle değişecek ve körlük ve sağırlı k hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde aydınlanı p, 100 YİTİK HAZINE-1 ayrı bir ma'nâ ve değer kazanacaktır. Evet, ayat-ı tekviniyeyi okuma ve anlama, ancak peyamberlerle mümkün olmuştur. İnsanlar, madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki curüfu ve işe yaramayan kı smı atarak, matlâb keyfiyeti elde edebilsinler. istenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk'ı n razı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktadı r. Bu hale ermek ise, ancak nebilerin irşachyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş olmak, asla mümkün değildir. Ayette dikkat çekilen bir başka husus da, Nebi'nin Kitab'ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer Kitap'tan maksat Kur'ân ise -ki öyledir- hikmet, Kur'an'dan başkasıdır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi caiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyeleridir. Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi talim edecektir. Bu hitap, sadece Kur'ân'ın inzal buyurulduğu günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki, kıyamete kadar gelen insanları n Nebiden öğrenecekleri çok şey olacaktı r... Şahsi' hayat adına, kalp tasfiyesine giden yollan biz, Allah Rasülü'nden öğreniyoruz. O'nun tilmizleri arasında Hz. Ali gibi "gayb perdesi açılsa yakinim artmayacak " diyen; Şah-ı GeylanT gibi, yerde iken gökteki esrarı sezen ve Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafi gibi başları Nübüvverin kademine değen binler ve yüzbinler hep o büyük terbiyenin meyveleridir. Eğer Efendimiz'den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semasında pervâz edeceklerdi... Peygamberimiz'in bize öğrettiği çok şey olmuştur ve daha da olacaktı r. İnsanlık, hayatın her sahasında bugüne kadar akıl erdiremediği birçok mes'eleyi O'ndan öğrenmiş ve gelecekte de cehaletin zifirT karanlığından O'nun getirdiği nur sayesinde 101 YITIK HAZINE-1 kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tufanı idrak edecek; ilim, fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır. Evet, peygamberlik mesleği, insanları billârlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb'in hoşnut olacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen da'va adamlarına da aynı yükü miras olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de, ancak cihadla mümkündür. CA'FER B. EBİ TALİB Hz. Peygamber'in amcası Ebeı Tâlib'in oğlu. EIDO Tâlib'in Tâlib, Akil, Câ'fer ve en küçükleri Hz. Ali olmak üzere dört oğlu vardı. Hz. Câfer, Rasâlullah (s.a.$) daha Erkam'ın evine girip İslâm'ı yaymaya başlamadan önce müslüman olmuş; ikinci Hicret kâfilesine katılarak hanımı Esma binti Üveys ile birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. Habeş muhacirlerinin sayısı sekseniki erkek ve on kadına ulaştı. Daha sonra bunlardan otuzdokuz kadarı, bazı Kureyş büyüklerinin İslâm'a girdiği haberi üzerine Mekke'ye geri döndü. Fakat bu haberin asılsızlığı ortaya çıkınca, bazıları gizlice bazıları da Mekkeli müşrik akrabalarının himayesi altında, Mekke'ye girebildiler. Kureyş müşrikleri, muhacirleri Habeşistan'dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabia ile Amr b. el-ıbis'ı değerli hediyelerle Habeşistan'a gönderdiler. Elçiler Habeş NecaşIsi nezdinde müslümanları kötüleyince, Cafer b. Ebi Talib müslümanların temsilcisi olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi: 102 YİTİK HAZINE-1 1) Biz Kureyş'in köleleri miyiz? 2) Mekke'de bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar? 3) Mekke'de mal gasbettik de, üzerimizde başkaları nın hakları mı vardı r? Kureyş elçileri bütün bu sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bı rakı p İslam dinine girmelerinin suç olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Necaşt Ca'fer'e İslam dini ile ilgili sorular sordu. Hz. Câ'fer, Islam'ın getirdiği iman, ahlak ve fazilet esaslarından söz etti. NecaşVnin isteği üzerine Meryem Suresi'nin* baş tarafından okumaya başladı . Ankebut* ve Rûm* surelerini de okudu. Bu sırada NecaşNin gözlerinden yaşlar akı yordu. Istek devam edince, Hz Câfer Kehf* süresini okudu. Necaşi, kendisini tutamayarak "Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir rıCırdur ki, Mûsa da, Isa da aynı mesajla gelmiştir." dedi. Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğuna kanaat getirdi. Bunu açı kladı ve Müslümanları himaye etti. Câ'fer b. Ebi Talib ve arkadaşları hicretin yedinci yılı nda Habeşistan'dan Medine'ye döndüler. Bu sı rada Hz. Peygamber Hayber gazvesinde bulunuyordu. Hayber ganimetlerinden Habeşistan'dan gelenlere de pay verildi. Hz. Câ'fer, Hicret'in sekizinci yı lı nda vuku bulan Mute gazvesine katıldı ve orada şehit düştü. Mûte, Şam'a yakın bir köy olup, halkı Gassanilerden ve Rumlar'dan oluşuyordu. Hz. Peygamber, Haris b. Umeyr'i Şam'a, GassanI hükümdarı na elçi olarak göndermişti. MCıte'den geçerken, vali Şurahbil b. Amr tarafından yakalandı ve Hz. Muhammed'in elçisi olduğu anlaşılınca da şehit edildi. Hz. Peygamber olaya çok üzüldü. Düşmana karşı bir ordu hazırlanması nı istedi. Üç bin kişilik bir ordu hazırlandı . Allah Rasûlü öğle namazından sonra, orduya Zeyd b. Hârise'yi komutan tayin ettiğini o şehit olursa yerine Câ'fer b. Ebi Tâlib'in, o da şehit olursa yerine Abdullah b. Revaha'nın geçmesini bildirdi. (İbn Sa'd, Tabakat, II, 128; İbn İshak, es-SIre, IV, 15) Düşman hristiyan Arap ve Rumlardan oluşan büyük bir ordu toplamıştı. Ebû Hüreyre şöyle der: "Mute savaşında ben de bulundum. Müşrikleri gördüğümüz zaman onların sayı, silah, at, atlas, ipek, altın vb. bakımı ndan bizimle 103 YİTİK HAZINE-1 karşılaştırılamayacak, karşılarında durulamıyacak derecede olduklarını gördük. Gözüm kamaştı. Çarpışma başlayınca, baş kumandan Zeyd b. Hârise, Hz. Peygamber'in sancağını elinde tutarak ilerledi. Vücudu Rumlar'ın mızrakları yla delik deşik oluncaya kadar çarpıştı ve sonunda şehit oldu." Zeyd b. Hârise şehit düşünce, Câ'fer b. Ebi Talib sancağı aldı. Zırhını giyerek atına bindi. Düşmanın ortalarına kadar ilerledi. Kurtulamayacağını anlayınca, önce attan inerek, atını düşmanın yararlanamaması için saf dışı etti. 0 düşmanla çarpışırken, "Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir. Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur" diye mırıldanıyordu. Bu sırada düşman tarafından vurulup, bir eli kesildi. Sancağı diğer eline aldı . 0 da vurulup kesilince, sancağı koltuğunun altına kı stı rdı. Aldığı yaralarla yere düştü ve şehit oldu." Abdullah b. Ömer der ki: "Câ'fer b. Ebi Tâlib'i şehitler arasında aradık. Bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası bulduk." (İbn Sa'd Tabakât, IV, 38; Buhar?, Sahih, V, 87) Hz. Cafer'in iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasülullah ona Cennet'te iki kanat takıldığını haber vererek şöyle buyurmuştur: "Câfeti, Cennet'te meleklerle birlikte uçarken gördüm." (TirmizI, Menâkıb, 69) Bundan sonra, kuş gibi kanatlanı p Cennette uçtuğu hadisle sabit olan Câ'fer'e "çok uçan Câfer" anlamında "Câfer-i Tayyâr" lâkabı verilmiştir. 104 YITIK HAZİNE-1 ABDESTİN SÜNNETLERI 1-Nlyetle Başlamak Niyet, bir şeyi yapmayı kalbinden geçirmektir. Kalpden niyet etmeden, yalnız dil ile niyeti söylemek yeterli değildir. Abdest için niyet müstehap bir sünnettir. Ancak Şafii mezhebine göre niyet, başlı başına bir ibadet olduğundan abdeste niyet de farzdı r. Bu sebeple niyetsiz abdest olamaz. 2-Abdeste Besmele ile Başlamak Abdeste başlarken Allah'u Teala'nın ismiyle yani besmele ile başlamak sünnettir. RasOlullah (s.a.s.): "Allah'u Teala'nın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti yoktur." (EU, Davud, Tahâre, 48; Tahâre, 20; Ibn Mâce, Tahâre, 41) buyurarak besmelenin faziletini belirtmiş olmaktadır. Besmeleyi abdeste başlarken okumak esastır. Çı plak bir halde iken veya tuvalette besmele okunmaz. Bir kimse abdestin başında "Lailahe illallah" veya "Elhamdülillah" dese besmele yerine geçer (Fetevayı Hinddyye, 1,7). 3-Önce Bileklere Kadar Elleri Yıkamak Ras01-i Ekrem (s.a.s.): "Sizden birisi uykusundan uyandığı zaman, kat'iyyen elini yı kamadı kça su kabı na daldırması n. Çünkü o, eli nerede gecelemiştir bilemez" (Buhar?, Vudisı', 26; Müslim, Tahâre, 87-88; Ebu Davud, Tahare, 49) buyurmuştur. Ayrıca insanı n eli, temizleme hususunda bir araçtı r. Dolayı sıyla ilkin onu temizlemeye başlamak sünnettir. Bilindiği üzere, elleri, dirseklere kadar yı kamak (dirsekler dahil) farzdı r. Fakat önce bileklere kadar yı kamak tertip olarak sünnettir. 4-Misvak Kullanmak RasOlullah (s.a.s.): "Eğer ümmetime zorluk vereceğinden çekinmeseydim, her namazdan önce onlara misvak kullanmayı mutlaka emrederdim." (Müslim, Tahâre, 15; Ahmed Ibn Hanbel, II, 250, 400) buyurmaktadır. Dişleri parmakla yıkamak misvağın yerini tutmaz. Ancak misvak bulunmazsa sağ elin bir parmağı ile dişleri temizlemek misvak yerine geçerli olabilir. 5-Ağzı Yıkamak 105 YITIK HAZINE-1 Abdest alırken Rasülullah (s.a.s.)'in ağzını üç defa yıkadığı (mazmaza yaptığı) bize ulaşan bilgiler arasındadır. Bunun sınırı, suyun ağzı n tamamını kaplamasıdır. Ayrıca her seferinde suyu yenilemek de sünnettir. 6-Burnu Yıkamak Yine Hz. Peygamber (s.a.s.)'in abdest alırken burnuna da üç defa su çektiği bilinmektedir. Burna su çekerek sol eli ile suyu dışarıya verip yeniden su çekerek burnu sol el ile temizlemek sünnettir. 7-Kulakların Meshedilmesi Baş meshedilirken kulakların da aynı şekilde sayılarak meshedilmesi sünnettir. Ayrı bir su ile meshedilmesini sünnet olarak kabul edenler de vardı r. 8-Yıkanması Gereken Uzuvları Üçer Defa Yıkamak Yıkanması farz olan yüz, eller ve ayaklar gibi organlarımızı üçer kere yıkamak sünnettir. Bu organlarımızdan her birini yı kamaya başlayı nca ilk yı kama farzdı r. En sağlam ve geçerli görüşe göre ikinci yı kama ise sünnettir. Abdest alırken, yı kanmakta olan organa su ulaşır ve ondan damla damla dökülüp akarsa, yıkamanı n tamam olduğu tam anlamıyla anlaşılı r. 9-Parmakların Arasını Yıkamak "Parmaklarınızın arasını hilalleyiniz ki onların arası na Cehennem ateşi girmesin ve onları hilallemesin" (Ebu Davud, Tahâre 56, 59; TirmizI, Tahâre, 30; Savm 68; Nesai, Tahâre 91) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu buyrukları yla belirtilen işi yapmak sünnet olmaktadı r. Bu aynı zamanda, farz olan yı kamanı n da kâmil anlamda gerçekleşmesini sağlar. 10-Sakalı Oymak Abdest alırken sakalı bulunanların sakalları nı, parmakları nı sakalı n içine sokarak alt taraftan üst tarafa doğru hareket ettirmesi hilallemek olarak tanımlanmaktadı r. Rasâlullah (s.a.s.): "Müşriklere muhalefet edin, bıyı kları kısaltı n, sakalı uzatı n." (Müslim, Tahâre, 56; Ebâ Davud, Tahâre, 29; TirmIzI, Edeb, 14; Nesâi, Zinet, 1, 56) buyurarak mü'minler için sakalın 106 YITIK HAZINE-1 gerekçe ve önemini belirtmiş olmaktadır. Dolayısıyla mü'minler sakallarını sünnete göre uzatmak ve sakal bırakmak konusunda duyarlı olmak zorundadı rlar. 11-Abdest Almaya Sağ Taraftan Başlamak "Şüphesiz ki Allah'u Teala, her şeye sağldan başlanmasını sever. Hatta ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi" (Buharl, VudG', 31) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu uyarısına göre de abdeste sağldan başlamak sünnettir. 12-Tertibe Uymak Abdest alırken, Mâide Saresinde beyan buyurulan sı raya uymak ve bu sıraya göre abdest almak da sünnettir. Yani önce elleri ve akabınde yüzü yıkamak, ardından da başı meshetmek ve en son olarak da ayakları yıkamaktır. Imam şâfil (rh.a) bu sı raya uymanı n farz olduğu kanaatindedir. Şafirnin bu içtihadı ile alimler abdestin farzı nın altı olduğunu tesbit etmişlerdir ki bunlar şöylece sı ralanmaktadır: Niyet, ellerin yıkanması, yüzün yı kanması, başa meshedilmesi, ayakları n yı kanması ve tertibe uymaktır. 13-Başın Tamamını Bir Defada Meshetmek Abdest alan bir kimse, iki avucunu ve parmaklarını başının ön kı smı ndan başlayarak arka kı smı na kadar, başın tamamını kaplayacak bir şekilde arkaya doğru çekerek mesheder. Bu sünnettir. Başın tamamını devamlı olarak meshetmek ve özürsüz bir şekilde terk etmek günah olur. Muvalât ise, organları ara vermeden birbiri ardında yıkamak demektir. Öyle ki ı lıman bir havada ilk yı kanan organ, abdest tamamlanmadan kurumamalıdır. 107 5.BÖLÜM YİTİK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE GIYBET jı.4 :jt; ;:i1 ?j,,.11 ‘.5.9 ‘.5.;t :•;P r j t°Pt :j3Ç C.ı lS ı iı J ı o ı C.AS .14 1'43Hz. Eb0 Hüreyre (radı yallahu anh) anlatı yor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?""Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dediler. Bunun üzerine:"Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdı r!" açıklaması nı yaptı . Orada bulunan bir adam: "Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)"dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir." [Eb0 Davud, Edeb 40, (4874); Tirmizi, Birr 23, (1935); Müslim, Birr 70 (2589).] Görüldüğü üzere, Resulullah, gı ybeti, hakkında konuşulan kimse işittiği takdirde hoşlanmayacağı bir vasfı ile onu anmak olarak tarif etmektedir. Bu vasfı n onda olması şuçu hafifletmiyor. Olmaması, gıybetten de büyük olan iftirayı teşkil etmektedir. Gıybetle ilgili ülemanı n sunduğu tarifler, aslı nı bu tariften almış olmalıdı r. AÇIKLAMA: 111 YİTİK HAZİ N E-1 ?.6 j .j.1•01 : jı; 1; :jı..; :"LiL'a; .[;GA :J zi■z ;. ;,;°1 ■ :o „53 yt £1>ri t .]&.j 2,1; i;1"...J1 Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ey Allah'ın Res0Iü, sana Safiyye'deki şu şu hal yeter!" demiştim. (Bundan memnun kalmadı ve):"Öyle bir kelime sarfettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsad edecekti" buyurdu. Hz. Aişe ilaveten der ki: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir insanın (tahkir maksadıyla) taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi:"Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklid etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!" [Eb0 Davud, Edeb 40, (4875); Tirmizi, Sıatu'I-Kıyame 52, (2503, 2504).] 4J (t- ı 11 4)J4: L5 „ j1;ü 1"; * :jj::;2; Ltl.51 Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Mirac gecesinde, bakı r tı rnakları olan bir kavme uğradı m. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tı rmalı yorlardı."Ey Cebrail! Bunlar da kim?" diye sordum:"Bunlar, dedi, insanların etlerini yiyenler ve ı rzlarını 112 YİTİK HAZİNE-1 (şereflerini) payimal edenlerdir." [Ebü Davud, Edeb 40, (4878, 4879).] Hadiste geçen "insanların etlerini yiyenler" tabiriyle, ayet-i kerimeye tevkifen gı ybet edenler kastedilmektedir. 2- Bu kimselerin yüzlerini ve göğüslerini tırmalamakla cezalandı rı lmaları hususunda Ttb? şu açıklamayı yapar: "Yüz ve göğüs yolmak matem tutan kadınların vasfı olması münasebeti ile müslümanları gı ybet edip şereflerini payimal edenlere ceza kı lı nmıştır. Böylece bu iki sı fatın erkeklere yakışmadığı aksine en kötü halde ve en çirkin surette olan kadınları n sıfatı oldukları iş'ar edilmiş olmaktadı r." AÇIKLAMA:1- : jli aSiı J 4-)• - . • oı '4.U1 o r .e" ,111ı 4.1.!A ı vı 2.3ı - • : L „ ı. ;Js'ı „ ıo c)ıi ı ° - ı ı ı ı o ıı . Müstevred (radı yallahu anh) anlatı yor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselarn) buyurdular ki:"Kim bir müslüman(' gı ybet ve şerefini payimal etmek) sebebiyle tek lokma dahi yese, Allah ona mutlaka onun mislini cehennemden tattıracaktı r. Kime de müslüman bir kimse(ye yaptığı iftira, gı ybet gibi bir) sebeple (mükâfaat olarak) bir elbise giydirilse, Allah Teâla Hazretleri mutlaka, onun bir mislini cehennemden ona giydirecektir. Kim de (malı , makamı olan büyüklerden) bir adam sebeiyle bir makam elde eder (orada salah ve takva sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakarlı klara girer)se Allah Teâla Hazretleri Kı yamet günü onu mürâiler 113 YİTİK HAZINE-1 makamına oturtarak (rezil eder ve mürallere münasib azabla azablandırır.)" [Ebâ Davud, Edeb 40, (4881).] 1 4.5:?i t o " .J e. ? y Said İbnu Zeyd (radı yallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ribanın en kötüsü, haksız yere müslümanı n ırzını (mânevT şahsiyetini) rencide etmektir." [Ebâ Davdu, Edeb 40, (4876).] Ribanın en kötüsü diye tercüme ettiğimiz erbâ'rriba tabiri "en çok vebâle sebep olan", "en ziyade haram olan" gibi mübalağalı bir mana ifade etmektedir. Burada kötülüğü zihinde tesbit edilmek istenen şey gı ybettir. Çünkü ırzı rencide, gı ybetle olur. Gı ybetin bu kadar kötü olması, kişinin nazarı nda şerefin maldan daha kı ymetli olmasından ileri gelir. Irzla kişinin manevi şahsiyetinin, içtimai itibar ve şerefinin kastedildiğini bir kere daha hatırlatabiliriz. İbnu'l-Esir, enNihaye'de: "Irz, insanı n medh ve zemm yeridir. Nefsi de, selefi de veya durumunun taalluk ettiği bir başkası da olabilir" diye tarif ettikten sonra "kişinin nefsini ve hasebini (itibarı nı ) koruyan, onu noksanlaşma ve yaralanmalardan koruyan yönü de dendi" diye açı klar. Hadiste Aleyhissalâtu vesselarn o ° ° " • AÇIKLAMA:i- sı Lsip 4„.5 j.s "Her müslümanı n kanı , malı, ı rzı bir diğer müslümana haramdı r" buyrulmuştur. Şu halde, insanı n kan ve maldan sonra gelen varlığı, onun ı rzını teşkil etmektedir. İnsan ecdadıyla itibar kazanı r, intisab ettiği cemaatte, köy veya şehri veya beldesiyle itibar kazanı r, şeref duyar. Şu halde, yukarı daki tarifteki medh ve zemm yeri tabiri ile insana itibar getiren, şeref kazandı ran her hususun kastedildiğini anlamamız gerekir. Böylece kişiyi dolaylı 114 YİTİK HAZİNE-1 olarak rencide edici sözlerin daima gıybet hanesine yazılacağını bilmemiz gerekir. Dinimizin insan mevzuundaki bu hassasiyeti, ona verdiği yüce değerden kaynaklanır. 2- Gı ybeti kötülemede, onu riba ile mukayese etmek de başka incelik. Çünkü dinimizde riba en çok kötülenen, kaçını lması hususunda en çok dikkat çekilen, hassasiyet gösterilen bir günahtır. Kur'an-1 Kerim'de "Ribâ (faiz) yiyen kimselerin kı yamet günü, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin kalkışı gibi kalkacakları ... Allah'ın riba'yı helal sayan kâfırleri sevmediği" ifade edilir (Bakara 275-276).şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, gı ybetin bu pis günahtan daha pis bir günah olduğunu belirtmektedir. Tibi der ki: "Resulullah "ı rz"1, mübalağa kasdı yla mal cinsine sokmuş ve ribayı iki çeşit kılmıştır: Bir çeşidi müteârif riba'dı r yani borçludan, malını fazlası yla almaktı r. Müteârif olmayan riba ise kişinin dilini arkadaşını n ı rzı na uzatmasıdır. Hadiste ikinci riba birinciden daha kötü ilan edilmiştir."Gıybetin böylece kötülenmesi İslam'ın çok ehemmiyet verdiği içtimâi tesanüdü zedeleyici olmasından ileri gelir. Başka çeşit yaraları n tedavisi kolay ise de, manevi yaraların, içtimai hastalıkların tedavisi zordur. Çoğu kere mümkün değildir. Üstelik bu, ferdi hukuka girmektedir, affedilmesi, öncelikle gı ybeti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır. Halbuki bazan ı rk?, mezhebi, siyasi cemaati mülahazalarla kitlelerin gı ybeti yapı lmakta, böylece hem ümmet birliği ciddi şekilde yaralar alarak günümüzdeki darmadağanı klıkta olduğu gibi gı yr-i İslam unsurlar karşısı nda güçsüz duruma düşülmekte; hem de öbür dünyaya büyük veballe gidilmektedir. Gı ybete giren ufak bir kelamla, icabında bir millet, bir hizib, bir aile mensupları toptan rencide edildiği için günahı büyük olmaktadır. Dinimizde bu korkunç hal, "gı ybetin, bütün sâlih amelleri, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitireceği" şeklinde ifade edilmiştir. Evet ateş, kıymık kıymık toplanan odunu ân-ı vahidde yok eder. Bir hayat boyu binbir zahmetle kılınan namazlar, tutulan oruçlar ve nice fedakârlıklarla verilen sadakalar hesapsı z bir çift sözle bir anda yakılıp yok edilebilecek bir nezâhet arzetmektedir. Resulullah'ı n ikazı bilhassa bu meslede iyi dinlenilmelidir. 3- Hadiste geçen istitâle, dil uzatma demektir. Bunun içine rencide edici her çeşit sözün gireceği açı ktı r. 115 YİTİK HAZİNE-1 4- Hadiste yer verilen "haksı z yere" tabirinden ilimler, bazı hallerde gıybetin caiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Zulme uğrayan, hakkı rencide edilen kimsenin şikayet etmeye, zilimin yüzüne zulmünü haykırmaya hakkı vardır. Bu günah olan gıybet değilir. Müteâkiben (4327. hadis) görüleceği üzere ehl-i bid'anın, fisığın kötülükleri, onların şerrinden mü'minleri korumak kasdı yla hallerinin beyanı caizdir, yasağa girmez. ı c4 ? 4 ı j" L5:41 j--ÇJ ‘.;g4t-° J :42 •1:),;"61;1 Hz. Câbir ve Hz. EIDO Hüreyre (radıyallahu anhümâ) anlatı yor:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ne fisı k ne de mücâhir (günah' açı ktan işleyen) kimse için söylenen gı ybet sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur." [Rezin ilavesidir. Buhârt'de ikinci kısım mevcuttur. Edeb, 60; Müslim, Zühd 52, (2990).] AÇIKLAMA:1- Rezîn merhumun ilavesi olan bu rivayetin kaynağı bulunmamıştı r. Ancak hadisin ikinci kı smı yani "...mücahir olan dışı nda bütün ümmetin affa mazhar olacağını" beyan eden cümle Müslim ve Buhiri'de gelmiştir. 2- Mücâhir, masiyetini açığa vuran, Allah'ı n örttüğü günahını söyleyerek açan kimsedir. Sadedinde olduğumuz rivayetin Buhiri'deki vechi mücâhereyi açı klar: "Mücâhere (günah' aleni işlemek)den biri şudur: "Kişi gece (haram) bir amelde bulunur, sonra sabah olur, Allah onu örtmüştür (kimse bilmez) ama o der ki: "Ey filan bu gece ben şunu şunu yaptım." Bazan da (gündüz günah işlemiştir) akşam olur, Rabbi onu örtmüştür, (kimse bilmez) ertesi sabah, kendi lehine Allah'ı n örtmüş olduğunu açar." 116 YİTİK HAZİNE-1 3- Hadis, işlenen günahların setrini emretmektedir. Yani her ne kadar yasak da olsa, günahtan kaçınmak mümkün olmayabilir. Öyleyse mü'min şu veya bu şekilde, bilerek veya bilmeyerek bir günah işleyecek olsa, ona düşen, teybe etmek ve bu günahını kimseye söylememektir. Resulullah, günahını sıkılmadan herkese söylenen veya herkesin gözü önünde çekinmeden günah işleyen kimselerin İlahi aftan istifade edemeyeceklerini haber veriyor. İslam aleyhine yapılan sistemli ve ısrarlı organize propogandalar sonucu, dinin yasakladığı haramları işlemek bir marifet, bir ilericilikmiş havası hakim olunca, kendini bilmeyen sefih ve beyinsiz takım, içki, kumar, zina, rüşvet, aldatma, kaytarma gibi pek çok çirkefliklerini, bir marifet işlemişcesine herkesin yanında anlatır veya alenen işler. Bu durum, cemiyette "kötülüğe kötü demek, günah' günah bilmek" marifetini de yok edeceği, hatta pek çok zayıf kimselere teşvik olacağı için çok kötü bir gelişmedir, pek ciddi içtimai bir marazdır. Bu dereceye ulaşan kötülükten dönüş de zor olur. Nehy-i ani'lmünker de yapılamaz. Onun için Resulullah kötülüğü aleni yapan veya gizli yapsa bile ilan eden kimselerin durumlarını n ciddiyetini duyurmak için "onları n affedilmeyeceklerini" söylemiştir. Bir parça Allah ve âhiret inancı olana, bu tehdid-i nebevi çok şey söyler. İbnu Battal der ki: "Günahı âleni yapmada Allah ve Resulünün ve salih nnü'minlerin haklarını istihfaf vardır. Ayrıca bunda mücâhirlerin bir nevi inadı yatar. Örtmede ise istihfaftan selamet vardı r. Çünkü günah, sahibini alçaltır. Keza örtmede -eğer haddi gerektiren bir günahsa- hadd cezasından kurtuluş; taziri gerektiriyorsa ta'zir cezası ndan kurtuluş vardır. Allah'ın hakkına tam riayet edildiği takdirde, Ekremul-EkremTn olan ve rahmeti gadabı nı aşan Rabb Tel onu dünyada örttüğü için ahirette de rüsvay etmez. Günahı nı açığa vuran, bütün bunlardan mahrum kalır."NevevVnin zikrettiğine göre "fıskı nı veya bid'asını aleni yapan kimsenin aleni olan günahları ile gı ybeti câizdir; aleni olmayan günahları sebebiyle gı ybeti câiz 117 YITIK HAZİNE-1 ft :a111 'r :Jli 1 A.ZP 41.0 o 4)Pi 41>-,, tvls 44f.r1 Hz. Huzeyfe radı yallahu anh anlatı yor: "ResOlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir."Müslim'in rivayetinde "nemmânn cennete girmeyecektir" şeklinde gelmiştir. [BuharT, Edeb 50, Müslim, İman 169, (105); Ebü Davud, Edeb 38, (4771); Tirmizi, Birr 79, (2027).] 118 YİTİK HAZİNE-1 RİSALE-İ NURDA GIYBET Hâtime - „ Gıybet hakkındadır o - o o L'yo YİRMİ BEŞİNCİ SÖZÜN Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin, mucizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur'ân'ın nazarında gıybet ne kadar şen? birşey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bı rakmamış. Evet, Kur'ân'ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur. İşte o o - ft 0.- o o ft ft - âyetinde altı derece zemmi zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki: Malümdur, âyetin başındaki hemze, sormak, "âyâ" nnanası ndadır. O sormak manası, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımni var. İşte, birincisi, hemze ile der: Aya, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamı yor? ft İkincisi: - lafzı yia der: Aya, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever? G ft fi (4,-5 Üçüncüsü: kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder? 119 YİTİK HAZİNE-1 o 0, O c5 Dördüncüsii: Çlr.--""ej kelâmı yla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını zı dişle parçalamayı yapı yorsunuz? Beşincisi: kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevisini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklı na yok mu ki, kendi azanı zı kendi dişinizle divane gibi ı sırıyorsunuz? o o Altıncısı: kelâmı yla der: Vicdanı nı z nerede? Fı tratı nı z bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapı yorsunuz? Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gı ybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nası l şu âyet icazkarâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkarâne altı derece o cürümden zecreder. Glybet, ehl-i adavet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtı r. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zat demiş: . ıt 1 Yani, "Düşmanı ma gı ybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gı ybet, zayı f ve zelil ve aşağıların silahı dı r." Gı ybet odur ki, gı ybet edilen adam hazı r olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı . Eğer doğru dese, zaten gı ybettir. Eğer yalan dese, hem gı ybet, hem iftiradı r; iki katlı çirkin bir günahtı r. Glybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir: 120 YİTİK HAZİNE-1 Birisi: Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsı n. Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sı rf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: "Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin." Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: "O topal ve serseri adam filan yere gitti." Birisi de: O gıybet edilen adam fası k-1 mütecahirdir. Yani fenalı ktan sıkı lmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikare bir surette işliyor. İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa, gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mâl-i salihayı yer, bitirir. Eğer gı ybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit JA o o o „I demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helal et" demeli. El-Eraki Said NursI 121 YİTİK HAZİNE-1 CİHAD VE FONKSİYONLARI Cihad, varlığı kıyamete kadar sürecek olan dinin temel esaslarından bir esas, temel rükünlerinden bir rükün ve müeyyidelerinden bir müeyyidedir. Ancak cihad, nasıl bütün zaman dilimleriyle bütünleşmişse, aynı şekilde kendi mekanlanyla da bütünleşmelidir ki, cihaddan beklenen misyon tam elde edilebilsin ve cihad, milletler arası denge unsuru olma mükellefiyetini tam eda edebilsin... Medrese, okul, mektep birinci dereceden cihad müesseseleridir. Her türlü terakki ve yükselite betiklik yapacak bu müesseseler çok güçlü olmalıdır ki, cehalet denen en amansız düşmanla başetmek mümkün olabilsin. Cehalete karşı bayrak açmış bütün maarif yuvaları, cihad adına kurulmuş müesseselerdir ve cihadın bir yönü de işte bu maarif yuvaları na bakar... Tekkeler veya camisiyle, mescidiyle ve bu işe hasredilmiş evleriyle tekke vazifesini gören bütün yerler de cihada ait önemli müesseselerdir. Buralarda ruh hallaç edilir, buralarda his, duygu ve latifeler geliştirilir ve yine buralarda nefis denen en acı masız düşmana karşı kavga verilir. Cihadın ikinci yönü, bu ruhani oba ve kuruluşlara bakar. Cihada ait müesseselerden bir diğeri de kışladı r. Harici ve dahili her türlü tecavüzü önleme, mazlum milletlere revâ görülen zulmü bertaraf etme ve dünyada umurnI bir sulh ve düzen kurma, ancak kışlanın çok güçlü olması na bağlı bir husustur ki, dolayısı yla cihadın bir yönü de kışlaya bakar. Bize göre bütün bu kuruluş ve müesseseler, ayni vahidin üç ayrı yüzünden ibarettir ve bunları birbirinden tefrik edip ayrı mütalaa etmek doğru değildir. Zira "mekarim-i ahlak", ancak bu ölçüyle elde edilebilir. Evet, Allah Rasâlü işte bu mekârim-i ahlak'', yani güzel ahlaki tamamlamak için gönderilmiştir. 122 YİTİK HAZİNE-1 İnsanlar, eksiklerini Allah Rasâlü'nün getirdiği ahlak ile tamamlayacak ve neticede kâmil hale geleceklerdir. Yarım kalmış arşiyeler O'nunla tamamlanacak ve Allah'tan gelen insan yine Allah'a O'nun getirdiği ahlakın ışıktan kollarıyla ulaşacaktır. Yani, Allah ahlakıyla ahlaklanma, ancak Allah RasOlü'nün ahlakını örnek edinmekle mümkün olacaktır. Bunun için de aynen Allah Raseılü gibi davranı p, kışlayı, medreseyi ve mescidi bir araya getirmek ve aynı çatı altına yerleştirmek, ihmali caiz olamayan bir vecibe ve bir şarttır. Ve şu husus kat'iyyen bilinmelidir ki, insanlı k cihadı kendi müesseseleriyle bu denli bütünleştirebildiği zaman kurtulacaktır... Cihad, Allah'ın bize emrettiği ve bizim vazifeli bulunduğumuz ahkamın "hüsün li-gayrihi" ile güzel olmayan şeyi emretmez. Bir bakıma Eş'arİliği tedayi ettiren ifadeyle biz, Rabbimizin emrettiği herşeyde bir güzellik vardır, diyoruz. Namazımız, orucumuz, haccımı z, zekatımı z ve Allah'ın emrettiği ölçüde insanlarla olan bütün muaşeret ve nnuamelâtımız hep güzeldir. Onun için Efendimiz (say), bir hadis-i şeriflerinde "Ne yaparsan güzel yap.. Hayvanı boğazlamadan, aileyi muâşeretine kadar herşeyin güzel olsun" buyurmaktadırlar. Yani, Allah'ın emirleri istikametinde ve O'nunla münasebetimiz içinde vazifelerimizi yaptığımız zamandır ki, güzel olanı yapmış olacağız. Zaten bir yönüyle memur olduğumuz şeyler güzeldir; bir yönüyle de biz, yaptığımı z şeyleri ihsan şuuruyla yapacak ve yaptı klarımı za ayrı bir güzellik kazandıracağız. Rabbimizi görüyor gibi O'na kulluk yapacağız. Biz O'nu görmesek dahi, O bizi görüyor. İşte vazifemizi bu hava içinde yerine getirmeye çalıtacak ve neticede, güzel'i yakalayacağız. Cihada "hüsün li-gayrihi" dedik. Bunun usüldeki ifadesi, cihad, bi-zatihi, yani cihad olduğu için güzel değildir. Cihad, `ria-i kelimetullah'tan dolayı güzeldir... Cihad, mü'mini yeryüzünde muvazene unsuru kıldığından dolayı güzeldir... Cihad, kendisine tasallut ve tecavüz olduğu zaman mü'mine hakkını aramak salahiyeti verdiğinden dolayı güzeldir... Cihad, mü'mini yeryüzünde mazlum insanların imdadına koşturckuğu için güzeldir... Yoksa, cihadın kendisinde tahrip vardır, öldürme 123 YİTİK HAZİNE-1 vardır ve bu yönüyle güzel değildir. Binaenaleyh, cihad teşri kılı nı rken, onun güzelliği "i'lâ-i kelimetullah" şartı na bağlanmıştır. Mü'min mücahede edecek; ata, tayyareye binecek; tank, uçaksavar kullanacak. Ancak bütün bunları, Allah'ı n yüce adını yükseltmek gayesiyle yapacak. İşte, mü'minin memur olduğu cihad budur. Mücadelesi bu maksatla olmaz da aksine hamiyyet, kan, ırk veya başka iznnierin kavgası şeklinde olursa, bu takdirde kişi, cihad yapmış olmaz. Allah'ın meşrû kıldığı ve bizim mükellef olduğumuz cihad, Allah'ı n yüce adı nı yükseltmeye matuf olan cihaddı r ki, Allah Rasûlü, Buhar? ve Müslim'deki şu hadisiyle buna işaret etmektedir: "Kim Allah'ın yüce adı nı n yükselmesi için mücadele ederse, işte o Allah yolundadı r." Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Bir insanı n mücadelesi, Allah'ı n yüce adını afak-ı alemde şehbal açtırmak istikametine değilse, o mücadele, Allah yolunda yapılan bir cihad değildir ve onda güzellik de yoktur. Bu sebepledir ki, günümüzde belli bir mücadele içinde olan insanları bu cihad anlayışı istikametinde kavga vermeye davet ediyoruz. Cihad, kelimetullah adı na yapılı r. Dava adamı, Rabbin yüce adı nı yüceltmek ve yeryüzünde muzlim hiçbir yer bırakmamak için cihad yapar. Dağları, vadileri aşar, ormanları geçer ve önüne okyanuslar çı ktığı zaman da Utbe b. Nafi gibi "Rabbim, eğer bu deniz önüme çı kmasaydı, Senin adını ta ötelere götürecektim"der. Onu tek başına bir adaya koysalar, bu defa da bir merdiven arar, ta göklere doğru uzanayım da, orada cinlere ve ervah-ı habiseye Rabbimin adını duyurayım diye çı rpı nı r. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (say), "Cihad, kıyamete kadar devam edecektir" buyurmuşlardı r. Mekke'nin fethini müteakip birisi gelir ve "Ya Rasalallah! Ben hicret etmek istiyorum" der. Allah Rasûlü (say), "Fetihten sonra artık hicret yoktur; ancak cihad vardı r." cevabı nı verir. Mekke'nin fethine kadar hicretin bir ma'rı ası vardı . Hicret, o devrede ayn-ı cihad demekti. Fakat, fetihten sonra hicretin tek başına ifade edeceği bir ma'nâ kalmadı . Yani artı k 124 YİTİK HAZİNE-1 hicret, hicret olarak cihad değildir. Şu kadar ki, (Hicret, 'dörtbir yana' şimdi yeniden açıldı! Bir tereddüt doğar, bir açıklama gerekir mi?- Allah'ın dinini yayma adı na, her zaman hicretler vaki olmuştur denebilir mi; dünden bugüne) hicret sevabı nı elde etmek, her zaman mümkündür. Bu da, cihad ile imkân dahiline girecektir. Cihad için ise başka yere hicret şart değildir. Herkes, kendi bulunduğu muhit içinde de cihad edebilir. Bu, bir bakıma bataklıkta gül yetiştirmenin veya çölde vahâ kurmanı n kavgası olacak, yani herkes cehenneme benzeyen çevresini cennete çevirmenin mücadelesini verecektir. Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Zira biz ne yaparsak yapalı m, küfründe ısrar eden kafir, mutlaka bulunacaktır. Onun mevcudiyeti ise, bizim cihadımızın devam etmesi demektir. Biz, ona Rabbimizi anlatmakla mükellefiz. Ancak biz gayet masum bir düşünce ile bu yola koyulmuşken, onlar karşımıza mekanize birliklerle çıkar ve bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. İşte o zaman, maddi cihad başlar. Eğer biz bu maddi cihadda muvaffak olamazsak, yakın bir gelecekte manevi cihaddan da mahrum hale geliriz. Onun için, maddi cihadı n lüzumlu olduğu hallerde mutlaka bu cihad yerine getirilmelidir. Bir devrede ecdadımız, işte bunun kavgasını verdi. Salip zihniyeti onun cihadına mani olmak isteyince, o da bu maniayı bertaraf etmenin yolunu araştırdı . Ecdadı mızı n kavgasının ma'nâsı buydu. Haşa ki, onlar gittikleri yerlere başka bir gaye için gitmiş olsunlar. Ve yine haşa ki, onları harekete geçiren sâik, ülkeleri istilâ etme sevdası olsun. Onlar, i'lâ-i kelimetullah'ın sevdalı sı ve mecnunuydular. Tek dertleri Cihanı n dört bir yanında hakikatı nı n duyulmasını te'min etmekti. Böylece, yeryüzünde muzlim tek nokta kalmayacak ve her taraf iman ışığı ile yıkanacaktı . Sanki onlar, birer müezzin idiler. Bulundukları asrı n minaresinin başına çıkmış ezan okuyor ve bu şekilde bütün kainatı şehadetlerine şâhid tutmak istiyorlardı . Nasıl ki, müezzin ezan okur ve sesinin ulaştığı her şey ahirette ona şahidlik edecektir, öyle de, ecdadı mız, ahirette bütün mükevvanatı kendilerine şâhid yapma peşindeydi. 125 YİTİK HAZİNE-1 Bizde, bir milletin yüce minaresinden ordu diliyle ve silahların tarrakaları içinde afak-ı aleme "La ilâhe illallah, Muhammedün Rasülullah"ı haykı rma vardır. Bizde istilâ, bizde teğallüp yoktur. Hz. Fatih'in, Hz. Yavuz'un ve daha nice büyük hükümdarların bir müezzin gibi devlet minaresinin başında, insanlığın muzlim noktalarına, "Allah'tan başka ma'bud-u Mutlak yoktur" diye kükremeleri öyle müthiş bir müezzinliktir ki, siz bu müezzinliğin şahidlerini Belgrad ormanlarından Himalaya eteklerine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış bulacak; okyanusları n mevcelerinin bile buna şehadet ettiğini duyacaksınız. Evet, bütün muzlim noktaları aydı nlatmak, karanlık yerlere RasOlullah'ı n adının ışığını götürmek ve alemi Kur'ân'ı n envarı yla donatmak için cihad, kı yamete kadar devam edecektir. Öyleyse mü'min, kelimetullah adına vatanı harici ve dahili düşmanların hücumuna maruz kaldığında ve bundan da önemlisi, ümmet-i vasat olarak yeryüzünde muvazene unsuru olabilme mevkiini kazanmak için cihad yapacaktır. Biz, bu muallâ mevkiyi ihraz etmekle mükellefiz. Hedefimiz budur. Zira, Allah bizim için "Sizi, insanlara şahid olası nız diye ümmet-i vasat kıldım". buyurmaktadır. Bunun ma'rıası, "Sizi müracaat mercii, muvazene unsuru ve istikametin tahidi yarattım" demektir. Allah (cc), bizi ala-i illiyin-i insaniyete, devletlerin üstüne çıkmaya, Himalayaları n en zirvesini ihraz etmeye ve Hira dağının başına tı rmanmaya, Ras01-ü Ekrem'le semanın eteklerinin ibtisal peyda ettiği ve Hz. Muhammed (sav)'in melekleştiği ve menfezler bulup cihanı fethettiği noktaya davet ediyor. Ya o noktaya çıkma azmini kazanacak ve böylece yaşama hakkı nı kazanmış olacağız, ya da dûn himmetlik içinde halimize razı olacak ve esfel-i sâfiline sükût edip, ayaklar altında kalacağız. 126 YİTİK HAZİNE-1 EBIL) DÜCÂNE Hicretten önce İslâm'a giren Ensâr'ı n kahramanları ndan meşhur sahâbi. Ası l adı Sammak olup, Hazrec'in Saideoğulları kabilesine mensuptur. Hz. Peygamber hicretin birinci yı lı nda Muhâcirler ile Ensâr arası nda "kardeşlik" tesis ettiğinde, Ebû Dücâne de Muhâcirlerden Utbe b. Gazvan ile kardeşlik oluşturmuştur. Ebû Dücâne, Ensâr'ı n ve İslâm askerlerinin en cesur savaşçı ları ndandı r. Uhud savaşında Rasûlullah, üzerinde "korkaklı kta utanç, ileri gitmekte şeref var, kişi korkaklı kla kaderden kurtulamaz" yazı lı bir kı lıcı eline alarak, "bu kı lıcı n hakkı nı kim verir?" diye sormuş, Ebû Dücâne de kı lıcı alarak savaşmıştı r. Başı nı kı rmı zı bir sargı ile saran Ebü Dücâne, düşman safları nı yararak Ebû Süfyan'ı n karı sı Hind'in yanı na kadar Ulaşı p, onu yalnı z başına yakalamış fakat "Rasûlullah'ı n kı lıcı ile yalnız bir kadı nı n başı nı kesmek bana layı k değildir" diye tekrar geriye dönmüştür. Savaşın kı zıştığı ve Rasûlullah'ı n öldürüldüğü söylentileri çı karı larak müslüman ordusunun moralinin bozulduğu sı rada Rasûlullah'ı n çevresini, Ebü Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman, Sa'd, Zübeyr, Talha, Ebû Ubeyde ve Ebû Dücâne kuşatmışlardı . Ebû Dücâne, RasOlullah (s.a.s.)'in üzerine kapanarak düşman okları na ve taşları na karşı kendisini siper etmiş, yaralanmıştı r. Müşriklerden Ası m ve Ma'bed'i öldüren odur (Vakidi, MeğazI, s.63). Uhud gazvesinin büyük kahramanları ndan biri olarak, Ebû Dücâne'den bahsedilir. Bu savaşta elinde birkaç tane kı lıcı n kı rı ldığı; savaş meydanı nda mağrur olarak yürüdüğü sı rada ashabdan bazı ları nı n onun bu hareketine itiraz etmelerine Rasûlullah'ı n, "Allah yolunda cihad eden bir adamı n cihadı yla övünmesine karışı lmaması "nı söylediği rivâyet edilir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, V, 148). Nadiroğulları seferinden sonra ele geçirilen ganimetlerden Ebû Dücâne de payı nı almıştı r (İbn Sa'd Tabakat, II, 353). Siyer yazarları Rasûlullah'ı n gazvelerinde onun seçkin bir yeri 127 YİTİK HAZİNE-1 bulunduğundan söz etmişlerdir. Bütün savaşlarda korkusuzca öne alıp çarpışmasıyla İslam ordusuna büyük bir cesaret örneği olmuş, askerleri savaşa teşvik ederek moral kazanmalarını sağlamıştır. İrtidat edenlere karşı girişilen Yemame savaşında da yalancı peygamber Müseylime'nin mağlup edilmesinde onun bu kahramanlığını n büyük etkisi olmuş (Üsdü'l-Gâbe, II, 353), nihayet EbC.ı Dücâne Ridde savaşlarında şehid düşmüştür. Ebt) Dücâne RasCılullah'ın yakın ashâbından birisi olmasına rağmen kendisinden hiç hadis rivâyet edilmemiştir. Bunun en önemli sebebi, onun Rasülullah'tan hemen sonra şehid olmasıdır. Bu sahâb'inin (r.a.) Hz. Peygamber'e itâati ve imanı nı n sağlamlığı onu en yüksek mertebelerden birine, şehidliğe götürmüştür. Bu sebeple o İslâm'i hareketin büyük mücâhidleri arasında bir sembol olmuştur. Tarihçiler onun şu mı srası nı nakletmişlerdir: "Ben, sevgili peygamber ile ahde girmiş bir kimseyim, Hurma korulukları yakınında tepenin eteğinde olduğumuz zaman." ABDESTİ BOZAN DURUMLAR 1- Idrar veya dışkı yolları ndan yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çı kması. Mâide seıresi 6. âyetinde "...sizden birisi abdest bozmaktan geri dönmüşse..." ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e "Hades nedir?" diye sorulduğunda; "Her iki yoldan çıkandı r" cevabı nı vermeleri, ön ve arka yollardan birinden çıkan idrar, dışkı, yel, yedi, mezi, meni, kurt ve diğer hususları n abdesti bozduğunu ifade eder. 2- Aklı n idrak gücünü gideren hususlar; uyumak, bayı lmak, delirmek, sarhoş olmak vs.'dir. Ancak oturduğu yerde kı pı rdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz. (Müslim, Vudef, 2; Ahmed b. Hanbel, 1, 256). 128 YİTİK HAZİNE-1 3- Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya sarı su çı kması ve etrafı na yayı lması . Ağızdan akan kana bakı lı r, şayet bu kan tükrük kadar veya tükrükten fazla ise abdesti bozulur. 4- Ağız doluşu kusmak. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) "Kusuntu abdesti bozar" (Tirmizi, Tahâre, 64) buyurmaktadı r. Kusma ağız doluşu değilse abdest bozulmaz. 5- Cinsi münasebette bulunmak. 6- Tam olarak cinsi' ilişki olmasa bile kadı n ve erkeğin çı plak veya ince bir elbise ile vücutları nı n veya tenâsül uzuvları nı n birbirine değmesi. 7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması . 8- Namazda sesli olarak gülmek. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurrnaktadı r: "Sizden biriniz namazdayken kahkaha ile gülerse abdesti ve namazı birlikte iade etsin. " Kahkaha namazı n dışı nda olursa abdesti bozmaz. Bir kimse abdest alı rken bazı organları nı yı kayı p yı kamadığı konusunda endişe ederse, şayet bu ilk defa karşı laştığı bir şüphe ise o organı nı yeniden yı kar, yok eğer sürekli şüpheye düşüp duruyorsa bu şüpheşinin önemi yoktur. Abdestini tam almış sayı lı r. Abdestinin bozulup bozulmadığı nı tam hatı rlayamayan kişi kesin olarak abdest aldığını hatı rlı yorsa abdestli demektir. Çünkü kesin olarak bilinen bir husus şüphelerle yok olmaz. Ayrıca namaz haricinde abdestinden şüpheye düşenin abdest alması nı n takvaya daha yakı n olduğu; fakat namaz içinde bulunan kimsenin ise abdestinden şüpheye düşmesi halinde namazı nı bozup abdest alması gerekmediği as limler tarafı ndan ifade edilmiştir. 129 YİTİK HAZİNE-1 ABDESTİ BOZMAYAN DURUMLAR 1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp, bir damla halinde kalması. 2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi. 3- Yaradan, burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi. 4- Tenâsül uzvuna (cins? organına) el sürmek. 5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak. 6- Ağız doluşu olmayan kusuntu. 7- Ağızdan çıkan balgam. 8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak . 9- Ağlamak. 130 6.BÖLÜM YITIK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE İTİAT Ebu Said radıyallahu anh anlatı yor: "Resulullah * aleyhissalâtu vesselam Alkame İbnu Mücezzez radıyallahu anh'ı, benim de içinde bulunduğum bir askeri birliğin başında savaşa gönderdi. Kumandan gazvesinin başına geçince veya yolda belli bir yere varınca, askerlerden bir grup, kendisinden (ayrı gitmek) hususunda izin istedi. Onlara izin verdi. Başları na Abdullah İbnu Huzafe İbnu Kays es-Sehmi'yi sorumlu tayin etti. Ben onunla savaşanlar içerisinde idim. Yolun bir yerine gelmiştik, (mola sırasında) askerlerden bazıları ı sı nmak veya üzerinde (yemek) yapmak maksadıyla bir ateş yaktı lar. Komutanı mız Abdullah -ki şakacı birisiydi- "sizin üzerinizde itaat edilmek ve sözü dinlenmek hakkım yok mu?"diye sordu. Askerler: "Elbette var!" dediler. "Öyleyse, dedi ne emredersem yapacaksınız değil mi?" Askerler yine: "Elbette!" dediler. Bunun üzerine komutan: "şu halde size, şu ateşe atı lmayı emrediyorum" dedi. Askerlerin birkı smı kalkıp emri yerine getirmeye hazırlandı lar. Abdullah, onları n ateşe atı lacakları na inanı nca: "Kendinizi tutun, ben size Medine'ye dönünce, bu hadiseyi şaka yapmıştım" dedi. Resalullah aleyhissalâtu vesselam'a anlattı lar. Efendimiz şöyle buyurdular: "Onlardan (yani başınızdakilerden) kim size Allah'a isyanı emrederse ona itaat etmeyin." * Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resalullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse muhakkak ki Allah'a isyan etmiştir." * Avf İbnu Mâlik el-Eşca't (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in huzurunda yedi veya sekiz veyahut dokuz kişiydik. "Allah Resülü'ne biat etmiyor musunuz?" dedi. Ellerimizi uzatarak: "Hangi şarlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah'ın ResCılü?" dedik. Şu cevabı verdi: "Allah'a ibadet etmek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek ve bu sı rada gizli bir kelime fı sı ldayarak devamla- "Halktan hiçbir şey istemeyin" buyurdu. Avf İbnu Malik İlâveten der ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i benimle dinleyen o 133 YITIK HAZİNE-1 cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçı sı düşse kimseye "şunu bana verir misin?" diye talebde bulunmaz (iner kendisi alır)dı ." * İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e kulak vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken "Gücünüzün yettiği şeylerde" diyordu. * İrbaz İbnu Sâriye (radı yallahu anh) dedi ki: "Bir gün ResCılullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize namaz kıldırdı . Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: "Ey Allah'ı n Resülü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz?" dedi. "Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Raşidin'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarı lan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklı ktır." * Yine aynı sahâbe (Ebu Musa) (radı yallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Benim misalimle Cenab-ı Hakk'ı n benimle göndermiş bulunduğu şeyin misali şu adamı n misali gibidir: "Bir adam kendi kavmine gelip: "Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!" der. Kavminden bir kı smı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrı lmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu temsil bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenab-ı Hakk'tan getirdiklerimi tekzip edip yalanlayanları göstermektedir." * Ubeyd İbnu Umayr anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı n ashabına sordu. "Şu ayet kimin hakkında nazil olmuştur? "Sizden herhangi biri arzu edermi ki, hurmalardan, üzümlerden kendisinin bir bahçesi olsun, altından ı rmaklar aksı n, orada 134 YİTİK HAZİNE-1 kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun. Fakat ona ihtiyarlı k çöksün, aciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o, yanıversin? Cemaat: "Allah ve Resülü daha iyi bilir" (Bakara, 266). cevabını verdi. Hz. Ömer (radı yallahu anh) bu cevaba kızdı ve: Bunun üzerine İbnu "Biliyoruz veya bilmiyoruz" deyin dedi. Abbas (radı yallahu anhümâ): "Bu hususta içimden bir şeyler geçiyor ey müminlerin emiri" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: "Ey kardeşimin oğlu söyle onu, kendini küçük görme" dedi. İbnu Abbas: "Bu, bir iş için misal olarak verilmiştir" deyince Hz. Ömer: "Hangi iş için?" diye tekrar etti. İbnu Abbas da: "Zengin bir kimsenin işi için, öyle ki bu zengin Allah'a kulluk ve itaatini yerine getiriyordu. Sonra Allah ona şeytanı gönderdi. (Zengin onun iğvası na kapı larak günahlar eşledi ve sonunda bütün (salih) amellerini batı rdı ." * Ebu Hüreyre (radı yallahu anh) anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın şu mealdeki sözü nazil olunca: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder..." (Bakar, 284) bu ihbar Sahabe (radı yallahu anhümâ)'ye çok ağır geldi. ResOlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiler, diz çöküp oturdular ve dediler ki: "Ey Allah'ı n elçisi, bize yapabileceğimiz işler emredildi: Namaz, oruç, cihâd ve sadaka, bunları yapıyoruz. Ama Cenab-ı Hakk sana şu âyeti inzal buyurdu. Onu yerine getirmemiz mümkün değil." ResCılullah (aleyhissalâtu vesselam) onlara: "Yani sizler de sizden önceki Yahudi ve Hı ristiyanlar gibi "dinledik ama itaat etmiyoruz" mu demek istiyorsunuz? Hayı r öyle değil şöyle deyin: "İşittik itaat ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz, dönüş Sana'dır." Cemaat bunu okuyup, dilleri ona alışınca, bir müddet sonra Cenab-ı Hakk şu vahyi inzal buyurdu: "Peygamber ve inananlar O'na Rabbi'nden indirilene inandı . Hepsi Allah'a, meleklerine, kitapları na, peygamberlerine inandı . "Peygamberleri arası nda hiçbirini ayı rdetmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affı nı dileriz, Ashab bunu yapınca dönüş sanadı r" dediler" (Bakara 285). Allah, önceki âyeti neshetti ve şu âyeti inzal buyurdu: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. (Resâlullah bu duayı 135 YİTİK HAZİNE-1 yapınca Allah Teâla hazretleri: Pekala, yaptım buyurmuştur). Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! (Allah Teâla hazretleri: Pekiyi buyurmuştur). Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma (Rabb Teâla hazretleri: Pekiyi dedi). Bizi affet, bizi bağışla, bize acı . Sen Mevlâmızsı n, kafirlere karşı bize yardım et (Rabb Teâla buna da Pekiyi demiştir). * İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin" (Nisa 59) ayeti, Abdullah İbnu Huzâfe İbni Kays İbni Adiy es-Sehmi hakkı nda, ResCılullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bir seriyyeye gönderdiği esnada nazil oldu." * İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir grup insan ResOlullah (aleyhissalâtu vesselarn)'a gelerek: "Ey Allah'ın Resulü biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, fakat Allah'ın öldürdüğünü yemiyoruz (bu nası l iş?)" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi: "Allah'ı n ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ı n adı anılmış olan şeyden yiyin. Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızı n dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adı nı n üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, hevâ ve heveslerine uyarak, bilmeden saptı yorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir. Günahı n açığını da gizlisini de bırakı n. Günah kazananlar, kazandı klarına karşılı k şüphesiz ceza göreceklerdir. Üzerine Allah'ın adının anı lmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çı kmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fı sıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz" (En'âm, 118-122). • Ala İbnu Ziyad'ı n anlattığına göre, cehennemi zikrederken bir adam kendisine: "- Niye milleti ümidsizliğe sevkediyorsun?" diye müdahale etti. O da: "- Allahu Teala: "Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahları n hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandı r, merhametlidir" (Zümer, 53) ve: "...Aşırı gidenlerin ateşlikler olduklarında şüphe yoktur" (Mü'min 43) buyurmuş olunca, ben ümidsizliğe düşürebilirim. Ne var ki, siz kötü amellerinize rağmen cennetle 136 YİTİK HAZINE-1 müjdelenmekten hoşlanıyorsunuz. Halbuki Allah, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)1 itaat edenler için cennetle müjdelemek, isyan edenler için de cehennemle korkutmak üzere gönderdi." dedi. * Muâz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "ResOlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Gazve iki çeşittir: Birincisi kişinin Allah'ı n rızasını aramak için yaptığı gazvedir. Bu maksadla gazve yapan imama da itaat eder, en kıymetli şeyini harcar, ()dağına kolaylık gösterir, fesaddan kaçınır. Bunun uykusu da uyanı klığı da tamamen kendisi için ücret olur. Bir de övünmek, riyâkârlı kta bulunmak ve kendini satmak için savaşan, imama isyan eden, arzda fesad çıkaran kimse vardır. Böyle gazveden asgari ücreti bile elde edemez." * Hz. Aişe radıyallahu anh anlatı yor: "ResCılullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söydediğini işittim: "Kim Allah'a itaat etmeye nezrederse hemen itaat etsin. Kim de Allah'a isyan etmeye nezrederse, sakın isyan etmesin." 137 YtIİIC HAZİNE-1 RİSALE-İ HURDA İTİAT Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve ciihüda müstaid olduklanndan, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için Kur'ân-ı Kerem, öyle i'câzkâr bir belâgatla ve öyle âli ve bâhir üslOblarla ve öyle gâIİ ve zâhir temsiller ve mesellerle ins ve cinni Isyandan ve tuğyandan zecr eder ki, kflinatı titretir. Mesela, "Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse, çıkınız" meseline işaret eden .54:vâr . L>4.4".44gt? -9 • /1 ÇIX, (Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlanndan çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. • Rabbinizin ni'metlerinden hangi birini inkar edersiniz? • Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızı l bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardı mınız dokunmaz. (Rahmân Soresi: 33-35.)) âyetindeki azametli inzâra ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne temerrüdlerini, gayet mu'cizâne bir belâgatla kırar, aczlerini ilân eder, saltanat-ı Rubübiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve blçare olduklannı gösterir. Güyâ şu âyetle, hem tıığş.. "" ayetıyle böyle diyor ki: "Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey zaaf ve fakn içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zişânın evâmirine karşı geliyorsunuz ki; yı ldızlar, aylar, ~eşler, emirber neferleri gibi, emirlerine itaat ederler. 138 YİTİK HAZİNE-1 "Hem, tuğ'yânı nala öyle bir Hâkinn-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki; öyle azametli mut? askerleri var, farazâ şeytanlarını z dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler. "Hem, küfrânını zla öyle bir Malik-İ Zülcelalin memleketinde isyan ediyorsunuz ki; ibadından ve cürı Cıdundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük aciz nnahleıkları, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kafir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldı zları, ateşli demirleri, şuvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. "Hem, öyle bir kanunu kı rı yorsunuz ki; o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzını zı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreniz misillü yı ldızları üstünüze yağdı rabilirler." Evet, Kur'an'da bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki, haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.' KALP KATILIĞ I ...Ey ben? İsrail ve ey berıladem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katı laşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azime teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlahiyeye karşı mut? ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altı nda o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçları n teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye, ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de; tahte'z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cedvelleri"ŞiVe ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat ve ağaçları n dalları nı n suhuletle sCıret-i intişarı gibi o derece suhuletle köklerin nâzik damarları, yer altındaki taşlarda münnanaat görmeyerek evânnir-i İlahi ile muntazaman intişar ettiğini Kur'ân işaret ediyor ve geniş bir hakikati, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasâvetli kalblere bu nnânâyı veriyor ve remzen diyor: 'Sözler s:166 139 YİTİK HAZİNE-1 Ey beni İsrail ve ey benTadem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zatın evarnirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki, o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zatın es/amiri önünde kemâl-i inkıyadla karanlıkta nâzik vazifelerini mükemmel ifâ ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi'l-hayata, ab-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazİnedarlı k ediyor ve öyle bir adâletle taksimâta vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziâta vasıta oluyor ki, Hakim-i Zülcelalin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-1 muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha ac'fb ve intizamca daha garip bir sürette hikmet ve inâyet-i İlahiye tecelIT ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahi olan o latif sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güyâ bir aşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.2 EFENDİMİZE İTAAT ayet-i azimesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lazım olduğunu pek kat'? bir surette ilan ediyor. Evet, şu ayet-i kerime, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnai kısmının en kuvvetli ve kat'? bir kıyasıdır. Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnai misali olarak deniliyor: "Eğer güneş çı ksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış." Mantı kça, bu müsbet ve menfi iki netice katIdirler. Aynen böyle de, şu ayet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ 2 Sözler s:266 140 YİTİK HAZINE-1 edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibal intaç eder. Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. Evet, bu kainatı bu derece in'âmât ile dolduran Zat-ı Kerimi Zülcelal, zişuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zaruri ve bedihiclir. Hem bu kainatı bu kadar mucizât-ı san'atla tezyin eden o Zat-ı Hakim-i Zülcelal, elbette, bilbedâhe, zişuurlar içinde en mümtaz birisini Kendine muhatap ve tercüman ve ibâdına mübelliğ ve imam yapacaktı r. Hem bu kainatı had ve hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemâlâtı na mazhar eden o Zat-ı Zülkemal, elbette, bilbedâhe, sevdiği ve izharı nıistediği cemal ve kemal ve esma ve san'atı nı n en cami ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, herhalde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittib ı na sevk edecek. Tâ ki o güzel vaziyeti başkaları nda da görünsün. Elhası l: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibaı ndan hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bid'alara giriyor.3 MUHABBETULLAH VE İTAAT Sünnet-i Muhabbetullah, ittibâ-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah'ı sevmek, Onun marziyatı nı yapmaktı r. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette zat-1 Muhammediyede (a.s.m.) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) harekat ve efalde benzemek iki cihetledir. Birisi: Cenab-ı Hakkı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibal iktiza ediyor. Çünkü bu i şte en mükemmel imam, zat-ı Muhammediyedir (a.s.m.). 3 Lemalar 141 YITIK HAZINE-1 İkincisi: Madem zat-ı Ahmediye (a.s.m.) insanlara olan hadsiz ihsanât-ı İlâhiyenin en mühim bir vesilesidir; elbette Cenab-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete layıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabilse, fıtraten benzemek ister. İşte, Habibullahı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittibâ ile ona benzemeye çalışmaları katiyen iktiza eder.4 4 Lemalar 142 YİTİK HAZINE-1 CİHAD HAYAT KAYNAĞIDIR Cihad, müslüman milletleri canlı tutan bir hayat kaynağıdır. Maddi-manevi cihaddan mahrum bırakılan bir milletin arasında dahili sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya başlar. Osmanlı gibi... Elbette Osmanlı'nı n kokuşması bir kaderdir. Ama, buna sebep olanlar vardır. Hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya koyuldular ve kelimetullah yapmak üzere savaşa gitmediler. Onların bu gevşekliği, orduya da sirayet etti. Bu ise, ruh sefaletini doğurdu ve neticede Osmanlı , dünya devletlerinin üstündeki muallâ mevkiini kaybetti. En nihayet dahili sürtüşmeler, koskoca bir devlet-i âliyeyi yedi, bitirdi. Biz cihadı terkettiğimiz günden itibaren içimizde fırkalar türedi ve şu anda mevcud olan bütün fırka ve fraksiyonlar, o devirde atı lan menfi tohumların, cehennem zakkumu gibi neşv u nemâ bulmuş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu halden kurtulmanın tek çaresi vardır ki, o da cihaddır. Cihad, bir mü'minin uğruna canını feda edebileceği en tatlı ümniye ve en tatlı idealdir. Zira mü'min, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanı yla abdest alma zevkini ancak cihadla tadacaktı r. Öyle tadacak ve öyle zevk alacaktı r ki, Haram b. Milhan'ın sinesinden yediği bir okla yere düşerken dediği gibi: "Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum.." diyecektir. 143 YİTİK HAZINE-1 ERKAM B. EBİ'L-ERKAM VE EVİ (V.h. 53 veya 55/m. 673-675) Mekke'de müslüman olan ilk sahabIlerden biri. Erkam b. Ebi'l-Erkam b. Esed b. Abdullah b. Ömer b. Mahz0m; künyesi Ebâ Abdullah'tır. Babasının adı Abdü Menâf; annesinin adı Ümeyye binti Hâris'tir. Erkâm, Mekke'nin en zengin ve müteber ailelerinden biri olan Mahz0m kabilesine mensuptu. Annesi Ümeyye, Huzâa kabilesindendi. MahzâmIler, Hz. Peygamber'in muhâliflerinden olmakla beraber, Erkam onun sadık bir sahâbisi olmuştur. İbn Abdilberr'e göre (el-İstlab, I, 31) Erkam, "Zalime karşı, mazlumla birlikte hareket edeceğiz" diye and içen ve islam tarihinde "Hılfül-Füdül" cemiyeti diye bilinen faziletli grup içerisinde zikredilir. Erkam, Hz. Eb0 Bekir'in teşvikiyle, Ebâ Ubeyde b. elCerrah ve Osman b. Maz'Orı ile aynı gün müslüman olmuştu. İslami kaynaklar onu, müslüman olan ilk onbeş kişi arasında saymaktadır. Oğlu Osman'a göre ise, yedinci müslümandı r. Onun, "Ben Islam'da yedinci kişinin oğluyum. Babam yedinci kişi olarak müslüman oldu" dediği nakledilir (İbni Sa'd, Tabakat, III, 242; Hâkim, el-Müstedrek, III, 502; Reckendorf, İA, "Erkam " mad. IV, 3 1 6) . Resulullah (s.a.s.) ile birlikte başta Bedir ve Uhud olmak üzere, bütün savaşlara katılmıştır. Medine'ye ilk hicret edenlerdendir. Hz. Peygamber onu, Ensar'dan Ebu Talha ile kardeş yapmıştır. Hicretten sonra, Medine'de Zureykoğulları mahallesinde bir evde oturmuştur. Bu evin kendisine Hz. Peygamber tarafından verildiği rivâyet edilmektedir (İbn Sâ'd, a.g.e. III, 244). Erkam denilince akla gelen hususlardan biri de onun "evi"dir. Çünkü "Erkam'ın evi", Islam'da ayrı bir özelliğe sahiptir. Sözkonusu ev; Kâbe'nin batısında, Safa ile Merve arası nda, Safa tepesinin eteklerinde, hacı ların hacc görevini yapmak için gelip geçtikleri en işlek bir yerdeydi. Erkam, ilk müslümanların sıkı ntı lı günlerinde evini Resulullahın ve dolayısıyla İslâm'ın hizmetine sunmuştu. Bu hareketiyle o, daima hakkı n ve haklının yanında 144 YITIK HAZINE-1 olduğunu göstermişti. Hz. Peygamber, kendi evini terkederek bu eve tası ndı. Burası İslâm'ı tebliğe elverişli emin bir yerdi. Bir süre bu evde emniyet içerisinde İslami tebliğe devam etti. Ancak onun orada ne zaman ve ne kadar kaldığı konusu tartışmalıdı r. Bununla beraber, 615-617 yı lları arasında kaldığı tahmin edilmektedir. Peygamberliğinin dördüncü senesinde taşındığı da söylenmektedir. Erkam'ın evi, Islam'ın ilk yı llarında, Peygamberimize ve ilk müslümanlara bir çeşit sığınak vazifesi görmüştür. İslâm'a gönül verenler orada toplanır, cemâat halinde namaz kılarlardı . Hz. Peygamber de onlara, peyderpey nazil olan Kur'an ayetlerini okur, dini hükümleri tebliğ eder ve oraya gelenleri İslâm'a davet ederdi. Böylece bu ev, oraya gelen pekçok kimsenin müslüman olma şerefine nal' olduğu bir yer olmuştur. Hatta, Hz. Ömer gibi İslam tarihinin en mühim şahsiyetlerinin hidâyetine de sahne olmuştur. Onun müslüman oluşundan sonra Hz. Peygamber bu evden ayrı lmıştı r. Çünkü Hz. Ömer'in İslâm'a girişi, müslümanlara güç kazandırmış ve daha rahat hareket etmelerini sağlamıştı r. O dönemde Mekkeli müşriklerin ilk müslümanlara uyguladıkları amansız baskı ve işkence gözönünde bulundurulacak olursa, Hz. Erkam'ın evini Islam'ı n tebliği uğrunda Resulullah'ın hizmetine sunmuş olması nı n mana ve önemi daha kolay anlaşılacaktır. İşte bu özelliğinden dolayı ona "Daru'l-İslam ", "Beytül-İslam " gibi isimler verilmiştir. Hatta bu evin, İslam uğrunda vakfedilen ilk bina olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu hizmetinden dolayı Erkam ve evi, müslümanlarca hep saygı ile anı lmıştı r. Evin diğer bir özelliği de, İslâm'a ilk girenlerin sırası nı ve dolayısıyla İslâm'a girişte kimin kime sebkat ettiğini tespit konusunda, tarih başlangıcı olarak kullanılmış olmasıdır. Tarihçiler bu hususa büyük önem vermişlerdir. Ayrıca bu ev Islam'ı n yapılan gizli davetinde merkezi ve karargahı olmuştur. Erkam b. Ebi'l-Erkam, bu mübârek evi sonradan oğlunun ve yakı nları nı n yararı na vakfetmiş ve vakfiyesinde şöyle demiştir. 145 yrriıc HAZINE-1 "Besmele... Bu, Erkam'ın, Safa'dan biraz ilerideki evi hakkında yaptığı ahid ve vasiyyetidir ki: Onun arsası Harem-i Haremleşmiş, ev de şerieten sayıldığından, dokunulmazlaşmıştır. Satılmaz ve kendisine mirasçı olunamaz. Hişam b. As ve Hişam b. As'ın azadlı kölesi filan (ismi zikredilmemiştir) buna şahittir." Erkam'ın bu mübarek evi, içinde oğullan ve torunlan tarafından oturulmak veya icarlanndan yararlanılmak surdiyle Halife Ebu Cafer el-Mansur (v. 158 h.) zamanına kadar devam etti. Halife Mansur, hacc sı rasında, Safa ile Merve arasında sa'yederken, Erkam'ı n torununun develeri evin arkasındaki bir çadırda bulunurken Halife de onlann alt tarafından geçiyordu. Arada mesafe çok kısa idi. Hatta Halife'nin başındaki serpuşu almak isteseler elleriyle uzanip alabilecek derecede yüksekte idiler. Halife Mansur, Merve'ye inip tekrar Safa tepesine çıkıncaya kadar eve ve evdekilere baktı , durdu. Halife Mansur, Erkam'ı n torunu Abdullah'ın, Muhammed b. Abdullah b. Hasan'a uyanlardan olduğu halde onunla birlikte hareket etmemiş olduğundan ilgilendi. Medine valisine, Erkam'ın torunu Abdullah b. Osman b. Erkam'ı hapsetmesi ve zincire vurulması için emir yazdı. Bu emri de Küfeli şihab adında bir şahısla Medine valisine gönderdi. Abdullah b. Osman b. Erkam hapsedilip zincire vurulduğu zaman yaşı sekseni aşmış bir ihtiyardı . Bu durum onu son derece üzmüş ve bunaltmıştı . Halife Mansueun Medine valisine gönderdiği Küfeli Şihâb b. Abdi Rabbin, Abdullah b. Osman'ı n hapsedildiği yere vardı ve ona, "Ben seni içinde bulunduğun şu halden kurtannm, Dar-ı Erkam'ı bana satar mısı n? Çünkü müminlerin emin o evi istiyor. Eğer satacak olursan, senin hakkı nda halife ile konuşurum, suçunu da affettiririm?" dedi. Abdullah b. Osman b. Erkam, "O ev vakıftı r, sadakadı r. Benim onda ancak bir intifa" hakkı m vardır. Buna da kız kardeşim ve başkaları ortaktı rlar" dedi. şihab, "Sen kendine düşen hakkı nı bize ver, ondan ilgiyi kes, kurtul" dedi. Abdullah'ı n sabit olan hakkı şehadetle hesaplandı . On yedibin dinarlı k bir satış senedi yazıldı . Bunun peşinden kızkardeşi de paranı n çokluğuna aldanarak hakkı nı sattı . Halife Mansur, bu evde intifa' hakkı olan herkesin haklannı satı n alıp ilişiklerini kesti. Erkam'ı n evi, Halife Mansur'un ölümünden sonra oğlu Halife Mehdi'ye geçti. O da eşi Hayzeıran'a bağışladı . HayzGran, 146 YITIK HALINE-1 bu evin çevresindeki evleri ve arsaları satın alıp ona A:atmak sûretiyle Dâr-ı Erkam'ı yeniden yaptırdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 243-244). Bu imardan sonra adi Dâr-ı Hayzûran olarak anlan ev içinde namaz kılınan bir mescid haline getirildi (Ezrâki, Ahbâr-ı Mekke, II, 260). Bu ev daha sonra halife Ca'fer b. Mûsa'ya geçti. Bu evde bir müddet de Mı sı r ve Yemenliler oturdular. Daha sonra Gassân b. Abbâd, Musa b. Ca'fer'in oğullarından bu evin tamamını -veya büyük bir kısmını - satın aldı (İbni Sâ'd, a.g.e., III, 244). En sonunda bu evi, Mısır-Kahire defterdârı İbrahim Bey, Sultan ikinci Selim'e hediye etti. Üçüncü Murad da, hicri 999 (1591) yılında bu evi mescid tarzı nda yeniledi. Bugün artık bu evi yerinde görmek mümkün değildir. Harem-i Şerif için yapılan çevre düzenlemesinde yıkılmış, arsası zaten Harem'in arsasına dahil kabul edilen bu ev aslına rucû etmiştir (M. Asım Köksal, Erkam'ın Evi, Diyanet Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 1984, Cilt: 20, Sayı: 3, sh. 3-8). (Ayrıca bkz. İbni Hacer el-Askalâni, elİsâbe JF Temyİzi's-Sahâbe, I, 28; İbnü'l-Esir, Üsdül-Ğâbei Ma'rifeti's-Sahâbe, I, 74; Dâiratül-Maârifil-İslâmiyye, I, 630631; NedvI, Ashâb-ı Kirâm, III, 18-23; Mahmud Esad, İslâm Tarihi (tıc.), s.433, 548). Erkam b. Ebi'l-Erkam, H. 54 veya 55'te seksen yaşın üzerinde, Muâviye'nin hilafeti döneminde vefat etmiştir. Bedir ehlinin en son vefat edenidir. Vasiyyeti üzerine namazını sadı k dostu Sâ'd b. Ebı Vakkâs kıldı rmıştır. Kabri Cennütül-Bakrdedir. 14' YİTİK HAZİNE-1 ABDESTİN ÇEŞITLERI 1-Farz Olan Abdest Namaz kı lmak, Kur'an-ı Kerim'e el sürmek ve tilavet secdesi yapmak için abdest almak farzdır. Cünüp veya abdestsiz olan kimsenin Kur'ân-ı Kerim'i eline almasının helal olamayacağı hususunda Islam bilginleri arasında ittifak vardır. 2-Vaclp Olan Abdest Kâbe-i Muazzama'yı tavaf* etmek için abdest almak vaciptir. Bir kimsenin Kabe'yi abdestsiz tavaf etmesi vacibi terk ettiğinden dolayı sorumlu olmakla beraber yaptığı bu tavaf caiz ve geçerlidir. Ancak bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Tavaf, namaz gibidir. Fakat tavaf sırasında konuşmak câizdir. Tavafta konuşan kimse hayırlı söz söylesin." (Tirmizi, Hacc, 112; NesaT, Menasik, 126) . Farz olan tavaf abdestsiz olarak yapı ldığı takdirde bir küçükbaş hayvan kurban etmek gerekir. Cünüb olan kimsenin ise böyle bir farz tavafı yapması halinde bir büyükbaş hayvan kurban etmesi lazımdı r. Ancak bu farz tavaf, abdest alınarak yeniden yapılırsa böyle bir kurbana gerek kalmaz. Fakat farz günler dışında tekrar yapılması halinde geciktirilmiş olduğundan dolayı kurban kesmek gerekmektedir . Yapılması vacipolan vedâ tavafını abdestsiz olarak yapan kimse bir miktar sadaka vermelidir. Fakat vacip olan tavafı cünüb olarak yapanın bir küçükbaş hayvan kurban etmesi lazımdır. 148 YİTİK HAZİNE-1 3-Mendup Olan Abdest Uykudan önce veya uykudan kalktıktan sonra, cenaze yıkamak, cenaze taşımak, cenâzeyi yıkadı ktan sonra, cinsel temastan önce, ezberden Kur'an okumak, hadis okumak, Cenab-ı Allah'ı ta'zim veya tesbih etmek için veya kızgınlık sı rası nda kızgınlığını gidermek gayesiyle abdest almak ve sürekli abdestli olmak niyetiyle abdest almak menduptur. ABDESTİN EDEPLERİ (ADABİ) Edeb; nezaket, zarafet, insanlara sözle ve davranışla yardımda bulunmak, gönüllerini okşamak demektir. Abdestin edepleri ise yapılması halinde sahibine sevap kazandıran hususlardır. Yapılmamaları halinde ise kişiye günah yazı lmaz. Abdestin edepleri şunlardır: 1- Abdest alı rken başkası ndan yardım istememek. 2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak. 3- Kı bleye doğru yönelmek. 4- Gereksiz yere konuşmamak. 5- Niyet ederken dil ile niyet etmek. 6- Her uzvu iyice oymak. 7- Abdest dualarını okumak. 8- Kullanı lmış bir su ile abdest almmaya dikkat etmek. 9- Her uzvu yı karken niyeti korumakla birlikte "Bismillah" demek. 149 YİTİK HAZİNE-1 10- Kulağını meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek. 11- Burna ve ağıza suyu alırken sağl eli kullanmak. 12- Sol el ile sümkürmek. 13- özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması. 14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şehâdet getirmek ve dua yapmak, biraz su içmek. 15- Durgun veya akarak yer değiştiren sular ile birikinti hâlindeki sulara ve Kıble'ye karşı abdest bozulmaz. Abdest Namazı Abdest namazı abdest aldıktan sonra abdest âzaları henüz yaş iken iki rek'at nafile namaz kılmaktan ibarettir. ABDESTSİZ OLARAK YAPILMASI YASAK OLAN HUSUSLAR 1- Namaz kılmak. 2- Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek. 3- Tilâvet secdesi yapmak. 4- Cenâze namazı kılmak. 5- Kâbe'yi tavaf etmektir. 150 YITIK HAZINE-1 Efendimiz bir cihada çıkmış, Sevban ise O'nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevban da vardı . Sararmış, solmuş ve adeta bir deri bir kemik kalmıştı. şefkat Peygamberi sordu: "Sevban bu halin ne?" Sevban, şöyle cevap verdi: "Ya Rasülallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben, Allah RasOlü'nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedi bir alemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Rasûlüdür. Makamı mualladır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbûki ben sıradan bir insanım. Cennet'e girmiş dahi olsam, Allah Rasülü'nün gireceği Cennet'e girebilmem mümkün değil. O halde ben O'ndan ebedi ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hallere düştüm." Allah RasCılü, bu dertli insana derdine derman olacak şu ölümsüz ifadesiyle karşılı k verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir." Kişiyi sevmek, ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahabi, bu mevzâda herkesten daha hassastı. Hz. Ömer, bütün hayatı boyunca Allah Rasülü'ne akrabalı k yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyakı içinde yandı durdu. Hz. Fatıma'yla bunu yapmak istedi; fakat o, Hz. Ali'ye nasib oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali'nin kızı Ümm-ü Gülsüm'ü aldı. Bütün derdi, herhangi bir bağla Allah Rastı lü'nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans imparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı . Ama O'nun derdi, evlenmek değil, Allah RasCılü ile bir bağ kurmaktı . Çünkü o, bütün soyun sopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramayacağı bir gün, işe yarı yan bir nisbet, bir haseb ve nesep peşindeydi.. Kızı Hafsa'yı Allah Rasûlü'ne vermek istemesinde de yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzûu idi. Esasen Allah Rasülü'ne olan manevi bağı zaten çok kuvvetliydi. Kimbilir kaç defa İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, "Burada da, âhirette de hep böyle olacağız" demişti. Ancak O, bir de maddi bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kı zını Allah Rasülü'ne vermiş ve Allah Rasülü'nün de kı z torununu almıştı . Hatta böyle bir münasebette muvaffakiyet, o koca Ömer'i çocuklar gibi sevindirmişti... 81 YITIK HAZİNE-1 Bir gün kızı Hafsa validemiz kendisine, "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor ve daima yeni yeni heyetler kabul edip, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?"der. Hz. Ömer, kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa döner. Allah RasCılü'nü ve Hz. Ebu Bekr'i kasdederek, "Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim? Vallahi, dünyada onlar gibi yaşamalı yı m ki, ahirette onlarla beraber olabileyim" cevabını verir. Biz buna, büyük cihad veya manevi cihad diyoruz. Allah RasOlü'nün ve sahabinin yolu budur. Onlar, Cenab-ı Hakk'la sı kı bir irtibat içinde yaşadılar. Zikir ve ibadetleri o kadar çoktu ki, onları görenler, ibadetten başka hiçbir şeyle meşgul olmadıklarını zannederdi. HalbOki, hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı ... Adeta ihlası n özü ve hülâsası haline gelmişlerdi. Yaptı kları her işi Allah rızası ölçüsünde yapıyorlardı . Her işlerinde bir iç derinliği ve murakabe vardı . İşte karşımızda yine bir ihlas abidesi olan Hz. Ömer; Hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevztı değiştirir: "Ya Ömer", der, "daha dün, baban Hattab'ın develerini güden bir çobandın." Hutbeden iner. Sorarlar: "Durup duruken bunu söylemeye seni sevkeden neydi?" Cevap verir: "Aklıma halife olduğum geldi...." Başka birgün, sırtı nda bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, yine aynı cevabı vermişti: "İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim..." Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebl yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara, "içimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım"der. Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş Ve paklaşmış bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından asla semeresiz kalmaz. Halbaki, kendi iç mes'elelerini halledememiş, riyâdan, ucubdan, gurur ve kibirden kurtulamamış ve sağda solda çalı m satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktı r. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, -üzerine basa basa ifade ediyorum-mümkün değildir. 82 YİTİK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE SADAKAT * Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz şu ayeti amcam Enes İbnu'n-Nadr hakkında indi biliyorduk. (meâlen): "Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler var. İşte onları n kimi adağını ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar hiçbir surette (ahidlerini) değiştirmediler." (Ahzâb 23). * Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Ebu Bekr Radıyallahu anh, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına girmişti. Aleyhissalatu vesselam: "Müjde. (Ey Ebu Bekr!) Sen Allah'ın ateşten azad ettiği kimsesin!" buyurdular. İşte o günden itibaren Hz. Ebu Bekr, Atik (azadlı ) diye isimlendirildi." * Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cebrail aleyhisselâm yanıma gelerek elimden tuttu ve bana ümmetimin gireceği cennet kapı sı nı gösterdi." Hz. Ebu Bekr atılıp: "Ey Allah'ın Resulü! Ben o sırada seninle olmayı ne kadar isterdim, ta ki ona ben de bakayım!" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Ey Ebu Bekr, ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi!" karşılığında bulundular." * Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Nezdimizde bir eli(ihsanı) bulunan hiç kimse yoktur ki, o ihsan sebebiyle biz ona (misliyle veya daha fazlası yla) karşılıkta bulunmayalım. Ancak Ebu Bekr bundan hariç. Çünkü, onun nezdimizde yardım varsa da, onun karşılığını Kıyamet günü ona Allah verecektir. Bana Ebu Bekr'in malı kadar kimsenin malı faydalı olmadı . Benim müslüman olması nı teklif ettiğim herkesten bir zorluk gördüm, Ebu Bekr hariç. Zira o teklifim karşısı nda hiç tereddüd etmeden kabul etti. Eğer kendime bir dost (halil) ittihaz etseydim, mutlaka Ebu Bekr'i dost edinirdim. Haberiniz olsun, arkadaşınız Allah Teâla'nı n dostu (halilullah'tı r)." ,* Ebu Sa'id radıyallahu anh anlatı yor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) halka hitap ederek buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri bir kulunu, dünya ile nezdindekini 153 YITIK HAZİNE--1 - tercihte muhayyer bı raktı . O kul, Allah'ın nezdindekini tercih etti. Bu söz üzerine Hz. Ebu Bekr ağlamaya başladı . Biz, Aleyhissalatu vesselam'ın, Allah tarafı ndan muhayyer bırakı lan bir kul hakkında verdiği haber sebebiyle onun ağlaması na hayret ettik. Meğer, muhayyer bırakı lan o kul Aleyhissalatu vesselam'ın kendisi imiş. Meğer bunu en iyi anlayan da aramızda Ebu Bekr imiş. Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sohbetiyle olsun malıyla olsun bana en ziyade ikramda bulunan Ebu Bekr'dir. Eğer, ben Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebu Bekr'i halil edinirdim. (Allah arkadaşınızı kendine halil kı ldı). Ancak (aramı zda) İslam kardeşliği ve İslam muhabbeti var ((bu) efdaldir). Mescide açı lan (hususi) hiçbir kapı bı rakılmayıp, hepsi kapatılacak, sadece Ebu Bekr'in kapısı açık bırakı lacak." * Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Ben ResCılullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında oturuyordum. Derken, Ebu Bekr radıyallahu anh elbisesinin eteğini tutarak çıkageldi. Öyle ki, dizleri açılmış durumdaydı . Aleyhissalatu vesselam (onu bu halde görür görmez): "Arkadaşınız biriyle çekişmiş olmalı!" buyurdular. Ebu Bekr selam verdi ve: "(Ey Allah'ın Rasülü!) Benimle İbnu'l-Hattab arasında bir şey (tatsızlı k) oldu. Üzerine yürüdüm, sonra da pişman oldum. Beni affetmesini taleb ettim, kabul etmedi. Bunun üzerine sana geldim!" dedi. Aleyhissalatu vesselam da: "Ey Ebu Bekr! Allah sana mağfiret etsin!" buyurdu ve bunu üç kere tekrar etti. Sonra da Ömer radıyallahu anh, davranışından pişman oldu. Ebu bekr radıyallahu anh'ın evine gitti ve: "Ebu Bekr evde mi?" diye sordu. "Hayır!" cevabı nı alı nca, o da doğru Aleyhissalatu vesselâm'ın yanına geldi ve selam verdi: Aleyhissalatu vesselam'ı n yüzü (öfkeden) renk renk olmaya başladı . Bu hal, Hz. Ebu Bekr radıyallah'ı korkuttu. derhal diz çökerek: "Ey Allah'ın Resülül Bu meselede (hata benim), ben zulmettim!" dedi. Aleyhissalatu vesselam (hepimize): "Allah beni size (peygamber olarak) gönderdi. Size tebliğ ettiğim zaman hepiniz bana: "Sen yalancısı n" dediniz. Ebu Bekr ise: "Doğru söyledin" dedi ve bana canıyla, malıyla yardımcı oldu. Siz 154 YİTİK HAZİNE-1 arkadaşımı bana bırakırsınız değil mi?" buyurdular ve iki veya üç kere, bu sözü tekrar ettiler." Ebu'd-Derda der ki: "Bundan sonra, (Resâlullah'ı n hatı r! için) Ebu Bekr'e hiç eziyet edilmedi." 4„5.L° ı , jıi[ .ju; • O O O :tb'ı o, , l ‘s.)+. J-L1/4,2JI j tO ai'ı 4,1 ji 4CLoat-A, >r,jh ‘51:, ‘,£43 L531 „. , fi c.531 jı. ı.ıs 42 • . İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sıdk insanı birr'e (Allah'ı razı, edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah'ı n indinde sıddik (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırı r da sonunda Allah'ın indinde yalancı diye kaydedilir." o 1, âUl (.5 ' ‘,,; j::>jj ı E 4.111 ‘.511,4 aJJ ..C.o. ° t, Jls j.). L• ,..511 155 ı L>..?t YITIK HAZINE-1 Ebi'l-Cevzâi rahimehullah anlatıyor: "Hasan İbnu Ali anhümâ)'ye: "Resulullah (radı yallahu (aleyhissalâtu vesselâm)'dan ne ezberledin?" diye sordum. Şu cevabı verdi:"Aleyhissalâtu vesselâm'dan "Sana şüphe veren şeyi terket, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir." [TirmizT, Kıyamet 61, (2520); Nesai, Eşribe 50, (8, 327, 328).] AÇIKLAMA:1- Sıdk bölümünde yer alan iki hadisi müştereken açı klayacağız. Birinci hadiste sıdk'ın ehemmiyeti ve neticesi belirtilmekte, ikinci hadiste de mutlaka sıdkı aramamız tavsiye edilmekte, sıdkından emin olmadığımız şeyden emin oluncaya kadar kaçmamız istenmektedir.* Birr nedir?Birinci hadiste sıdk'ı n insanı birr'e ulaştıracağı ifade edilmekte ve ideal bir hedef olarak gösterilen birr'e ulaşma vasıtası olarak sıdk gösterilmektedir. öyleyse birr nedir?Birr: Halis amel-i salih demektir. Yani birr'le Allah rızası için yapılan bütün salih ameller ve hayırlar ifade edilir. Bazı nasslarda, anne-baba hukukuna riâyet, bazı larında Allah'a ve âhirete iman, taat, ibâdet, ahde vefa, sıdk, istikâmet üzere olmak, sevdiği maldan Allah yolunda harcamak... bu kelime ile veya bu kökten gelen bir başka kelime ile ifade edilmiştir. (2)Birr'in zıddı fücür, ukuk, fuhş, günah, isyan gibi fenalığı ifade eden bütün kelimelerdir.şu halde hadis, sıdk'ı n, kişiyi yaratılışımızı n gayesi olan halis ibadete götürecek, dolayı sı yla Allah'ı n rızasına erdirecek yegâne vasıta olan mutlak hayra yani birr'e ulaştıracağını haber vermektedir.Sı dk bu mânada bir bakıma İslam'dı r da. Çünkü vahy-i ilahidir, hiçbir şüphe bulunmayan, eksiklik-fazlalık taşımayan hakikattir ve ayrıca her çeşit hayırlara, kemallere, faziletlere iyi amellere sahip çıkmış, tavsiye ve teşvikte bulunmuştur. Sonradan, başkaları tarafından keşfedilecek, onların elinde görülecek sıdk'lara (hikmetlere) "müslümanın yitiği" namını vererek hiç bir sıdk'a bigane kalınmamasını, soğuk davranı lmamasını irşad buyurmuştur. Öyleyse İslam'ı bulan, onu yaşayan birr'e erer, rızaya kavuşur. 156 YİTİK HAZİNE-1 2- Sıdk'ın kişiyi nasıl yüceltip cennete götüreceğinin fiilî, canlı bir örneğini Kur'an-1 Kerim kaydeder: Ka'b İbnu Mâlik... Hikayesini daha önce kendi ağzından uzunca kaydettiğimiz (652. hadis) bu sahabi, nefsine uyup Tebük seferi'ne katılmamıştır. Bu sefere katılmamakta o yalnız değildir, pek çok münafı k da bu seferden yan çizmiştir. Ama sefer dönüşü, Resulullah (aleyhissalâtu vesselânn), katılmayanları sigaya çekince herkes bir mâzeret uydurur, özür beyan eder ve Aleyhissâlatu vesselâm da özürlerini kabul eder. Ka'b İbnu Mâlik, özür uydurmayı p, suç itirafında bulunan yani sıdk'tan ayrılmayan üç samimi müslümandan biridir. Resulullah bunları : "Allah'ın emri gelinceye kadar kimse onlarla konuşmayacak" diye cezalandırır. Elli gün kadar tecrid ve boykot edilme hayatı yaşarlar. Bizzat Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "Bütün genişliğine rağmen dünya onlara dar gelecek" kadar sıkıntilar çekerler. Ancak, sonunda, sıdklarının mükâfatı olarak lütufların en büyüğü en şahânesi olan aff-ı İlâhi'ye mazhar olurlar: "... Allah, teybe ettikleri için onların teybe kabul etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, merhametli olandır. Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!" (Teybe 117-119). Evet başta Ka'b, diğer iki arkadaşını bu ilahi lutfa mazhar kılan tek şey doğru sözlü olmaları, sıdk'tan ayrılmamaları idi. Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin, vak'ayı özetleyip, affını belirttikten sonra: "Ey iman edenler, Allah'tan sakının doğrularla beraber olun" buyurması, af, ittika (sakınma) ve sı dk arasındaki sıkı irtibat' belirtmiş olmaktadır.Esasen, Ka'b İbnu Mâlik'in kendisi, bir sureye isim olabilme ehemmiyetini taşıyan aff-ı İlâhi'ye mazhariyetinin sebebini sı dk bilmekte ve bunu şuurla ifade 41-S■ r*-$1 etmektedir: ıı ı ı ı LA ı O ı ı ‘5.51:1.4 ı j,53 L7A "Allah Teâlâ Hazretleri'nin beni mazhar ettiği İslam hidayetinden sonra bana en büyük lütfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır. Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum, nitekim yalan söyleyenler hep helâk oldular." 157 YİTİK HAZINE-1 RİSALE-İ NURDA SADAKAT BİR BUÇUK MÜRİD Aziz, sıddık kardeşlerim, Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olması ndan, o memleketin hükümeti siyasetçe telaş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zat, hükümete demiş: "Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz." O zat, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: "Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek." Çadıra birer birer çağırdı . Gizli bir koyun kesti. Güya has bir müridini kesti, Cennete gönderdi! O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkara başladı lar. Yalnız bir adam dedi: "Başım feda olsun." Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldı lar. O zat, hükûmet adamlarına dedi: "İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz." Cenab-ı Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. 0 eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanları nın himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilave oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbı n kahramanları nın himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.' ŞEYHİN ŞEYHİ Bir zaman, müslim olmayan bir zat, tarikatten hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zat ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım" diye Cenab-ı Hakka yalvarmış, o biçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakiki kalmış. 1 13. Şua 158 YİTİK HAZİNE-1 Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve ası l hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir. Münafı klar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanları nı bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardı r." Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâm'ı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebeplerle, umum âlem-i İslam namı na olamadılar. Eski Said'in matbu Lemeat başındaki acip imzası az tağyirle şimdiki halime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafı k gelmesi cihetiyle yazdım. Münasip görseniz, hem müdafaatı n, hem Meyvenin, hem küçük mektupların âhirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garip imza, gelen üç buçuk satırdı r.2 SADAKAT, SEBAT VE SIKI İRTİBAT İÇİNDE OLMAK Cenab-lHakkı n ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsi' ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i ?mana menfaatli bir hizmette taksimül-mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hası l olan bir şahs-ı mânevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir. Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkı nde hizmet-i imâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hemkemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset alemleri ebedi, daim?, sabit hidemat-ı imâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, nneclar da olamaz. Risâle-i Nur'un talimatıdairesinde ve bizlere bahsettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü zan ve müfritâne all* makam 2 13. Şua 159 YITIK HAZINE-1 vermek yerine, fevkalade sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve İhlas lazımdır. Onda terakki etmeliyiz.3 RISALE-i NUR' LARA SADAKAT, SEBAT VE METANETLE BAĞLANMAK Risâle-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kar ve kazanç ve pekçok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadâkat ve daimi ve sarsı lmaz sebat ister. Evet, Risâle-i Nur on beş senede medresede kazanı lan kuvvetli İman-1 tahkikiyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler. Hem, iştirâk-i a'rnal-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler halis lisanlar ile edilen makbul dua ve binler ehl-i salâhatin işledikleri a'rnal-i salihanı n misil sevaplarını kazandırı p, herbir hakiki, sadık ve sebatkâr şakirtlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkarâne ve takdirkarâne İmam-ı . Ali Radıyallahü Anhın üç ihbarıve kerâmet-i gaybiye ve Gavs-ı Azamdaki (k.s.) tahsinkarâne ve teşvikkarâne beşareti ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat? ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister. Mâdem hakikat budur, Risâle-i Nur dairesinin yakı nı nda bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofi meşrep zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikatten gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirtlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enâniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki ab-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risâle-i Nur'a karşı rakibane başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur'âniyeye bilmeyerek zarar verir; zı ndıkaya bir nevi yardım olur.Sakın, sakın, dünya cereyanları, husûsan siyâset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkaları na 3 Kastamonu Lânikası, s. 57. 160 YITIK HAZINE-1 .00 karşı perişan etmesin yerine Rahman? e s s s. (el-iyazü s. düstur-u billâh) düstur-u şeytan? hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına; muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne nzâ gösterip, cinâyetine mânen şerik eylemesin. Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsad eder ve asabi ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyâseti bırakmalı . Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musİbetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umCımiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tarnme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsİye alakadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elim ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malayani bir sürette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp afaki ve siyasi boğuşmalara ve kainatın hadisâtına merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler; ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı J J.;aLib,..54,01 kâide-i olana şefkat edilmez manasındaki esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlanna bela getirirler. Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhâfaza eden ve kurtaran yalnız hakiki ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur'un dairesine sadakatle girenlerdir. Çünkü, bunlar Risâle-i Nur'dan aldı kları iman-ı tahkild derslerinin nOruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemâl-i hikmetini, cemâl-i adâletini müşahede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet ve ma' ile, rubübiyet-i İlahlyenin icraatından olan musibetlere karşı-teslimiyetle gülerek 161 YİTİK HAZİNE-1 karşılıyorlar- rızâ gösteriyorlar. Ve merhâmet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binâen, değil yalnı z hayat-i uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini, isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur'un Imâni ve Kur'âni derslerinde bulabilirler. (Kastamonu Lâhikası, s. 84-85.) SADAKAT, SEBAT VE SIKI İRTİBAT İÇİNDE OLMAK Cenâb-lHakkı n ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsi' ve gâyet ehemmiyetli ve gayet kı ymettar ve her ehl-i Trnâna menfaatli bir hizmette taksimü'l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir. Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkı nde hizmet-i imâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdı r; hem muvakkat ve mütehavvil siyâset âlemleri ebedi, daimi', sabit hidemât-ı Tmâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz. Risâle-i Nur'un tâlimâticlairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktası nda feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü zan ve müfritâne âli makam vermek yerine, fevkalade sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdir. Onda terakki etmeliyiz. (Kastamonu Lâhikası, s. 57.) SADAKATLE SABIR GÖSTERMEK Eski zamanda, bir şeyhin müridleri pekçok olması ndan, o memleketin hükOmeti siyâsetçe telâş edip, onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât hükCımete demiş: "Benim yalnı z bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz." O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı . O da emretti: "Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek." Çadı ra birer birer çağırdı . Gizli bir koyun kesti; güyâ has bir müridini kesti, Cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladı lar: Yalnı z, bir adam dedi: "Başım fedâ olsun." Yanına gitti. Sonra, bir kadın dahi gitti; başkalar 162 YITIK HAZINE-1 dağıldılar. O zât, hükümet adamları na dedi: "İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz." Cenâb-I Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risâlei Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnı z bir, buçuk kaybetti. 0 eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilave oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanları nı n himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek. Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarikatten hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakklye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gâyet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyie bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Mâdem senin irşadı n ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyâde başımda tutacağım" diye Cenab-ı Hakka yalvarmış, o biçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki' edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakiki kalmış. Demek, bâzan bir mürid şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyâde uhuvvetini kuvvetleştirip ı slahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir. Münafı klar, böyle vaziyetlerde kardeşlerinin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanları nı bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardır." Her ne ise, musibette, gerçi çok zararı mız var, fakat umum âlem-i İslami alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pekçok ucuz olarak pek büyük kı ymet' var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyâset-i diniye veya başka sebeplerle umum âlem-i İslam nâmı na olamadılar. (Şualar, s. 268.) 163 YİTİK HAZINE-1 CİHAD EN KARLI TİCARETTİR Allah (cc) bizi, en kazançlı ticarete davet ederken şöyle demektedir: "Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak ticareti size haber vereyim mi? Allah'a ve peygamberine inanır ve Allah yolunda canlarınızla, malları nızla cihad edersiniz. Bilseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Saff, 10-11) Yani, "Ey iman edenler! Sizi öyle bir ticarete çağırı yorum ki, siz o ticareti yapmakla, canınızı yakacak azaplardan kurtulmuş olacaksınız. Allah'a ve Rasülü'ne gönülden inanın ve Allah yolunda malınızla canınızla mücahede edin. Bu ticaretin en büyüğüdür. Sizi dünya ve ahirette azaptan kurtaracak tek ticaret de budur. Bu yolda sizin soluklarınız ibadet, nefesleriniz tesbihattır. Attığınız her adımda cihad sevabı alı rsı nız. Zira, kendinizi Rabbinize adamış ve Allah'a bağlanmışsınız". Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Kendinizi Allah'a adadığınız bir gün, dünya ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdı r. Bu gayeyle kullandığını z kamçını n cennetteki yeri, dünya ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayı rlıdır. Bir sabah ve akşam cihada gidiş, dünya ve üzerindeki her şeyden daha hayı rlıdır". Evet, cihad, dünyanın bütün saltanat ve debdebesinden, maddi-manevi' bütün füyuzat hislerinden, verilikten, keşiften ve kerametten, insanları n içini okumaktan, burada iken Kâbe'de namaz kılmaktan, elini sokup insanın kalbiyle oynamaktan ve velâyetteki en âlî makamlardan daha hayırlıdı r. Zira cihad, insanın ses ve soluğuna kudsiyet kazandı rı r. Ona şu ölümlü dünyada ölümsüzlüğün sırrını keşfettirir. Zaten ölüme mecburen gittiğimiz şu dünyada ölmeme sırrını araştı rmak, insanlığın muktezasıdı r. Onu kaybetmeyen herkes, bunu araştıracaktır. Ölümsüzlüğü bulmanın tek çaresi ise, fani şeyleri Bakrnin yolunda sarfetmektir. Allah (cc): "Allah, mü'minlerden cennet 164 YITIK HAZİNE-1 karşılığında mal ve canlarını satın almak istiyor." buyurmaktadır (Teybe, 111). Ehlullahtan bir zat, kendi canını üç defa Allah'tan satın aldığını söyler. Her defasında ağırlığınca gümüşü Allah yolunda sarfeder. Bunu yaparken de, "Allahım, benim asıl kıymetim bu kadar da değildir; ama kendime kıymetimden fazlasını ödedim ve senin yolunda kendimi şu kadar gümüşe sattım" der. İşte Allah (cc), tatlı bir mukabele ile sizi böyle bir alış-verişe davet ediyor. HABBRB İBN ERET İslam ile şereflenen ve İslâm'a girdiği için müşrikler tarafından işkence edilen ilk sahabelerden biri. Nesebi; Habbâb b. Eret b. Cendele b. Sa'd b. Huzeyme b. Kat b. Zeyd. Temim kabilesinden, küçükken esir edilerek Mekke'ye getirilmiş Huzâalı Ümmü En'mâr'ın kölesi, Zühre oğullarının anlaşmalısı. İslâm ile şereflenen ve Allah için işkence edilen ilk müslümanlardan olan Hâbbab b. Eret müslüman olduğunu açıkladığında Ilk işkence edilen sahabeler arasında idi. İlk Müslümanlar; Hz. Peygamber (s.a.$), Hz. EbC.1 Bekir, Habbâb, Suheyb, Bilâl, Ammâr, Sümeyye (r. Anheım)dir. Hz. Peygamber ve ELA Bekir, kendi aileleri tarafından nisbeten korunmuş ancak Mekkeli olmayan diğer dört kişi müşrikler tarafından şiddet ve baskı ile yıldırılmaya çalışılmıştır. Bu insanlar kı zgın güneş altında demir zırhlar giydirilerek ölesiye işkence edilmişlerdir. Habbâb bu işkencelere sabrederek kâfirlerin Hz. Peygamberin risâletini inkâr etmesini istemelerini reddetmiştir (İbnu'l-Esir, Üsdül-Ğâbe II, 114). • Hz. Habbâb (r.a) Medine'ye hicret edince Hz. Peygamber (s.a.$) onu Cebr b. Atik ile kardeş yapmıştır. Hz. Ebeı Bekir'in vefatı ndan sonra, Hz. Ömer'den izin alarak KCıfe'ye cihad için 165 YITIK HAZİNE-1 gitmiş, hicri 37 tarihinde şiddetli bir hastalığa tutulmuştur. Hastalığın şiddetinden günde yedi defa başını dağlatan Habbâb, hastalık anında acı içerisinde "Hz. Peygamber (s.a.$) biri ölümü temenni etmekten alıkoymasaydı temenni ederdim" demiştir. Oğullarına kendisinin KCıfe dışına gömülmesini vasiyet eder ve KCıfe'nin dışına gömülmesi durumunda Hz. Peygamber'in sahabTsi oraya gömülmüş diye insanların ölülerin' kendisinin etrafı na gömeceklerini söyler. Öldüğünde altmış üç yaşında olan Habbâb (r.a) yirmibeş yaşında hicret etmiş, muhtemelen onbeş yaşları nda bir delikanlı iken İslam ile şereflenmiştir (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 416; İbnü'l Esir, Üsdü'l-Gâbe, II, 116). Onbeş yaşında müslüman olmuş bir insanın dünyada kendisinden başka beş kişi müslüman iken işkencelere sabredebilmesi imanının ve dine bağlılığının en önemli göstergesidir. Altmışüç yaşında bir ihtiyar iken ve acılar içerisinde kı vranırken ölümüyle bir sünneti ihya etmeyi düşünmesi, onun Hz. Peygamber (s.a.$)'ı n sünnetine de ne kadar bağlı olduğunun en güzel delilidir. Mekke döneminde, sırtına ateşte kızdırılmış taşlar yapıştırılmış, sı rt yağlan eriyinceye kadar sı rtı nda tutulmuş, yine imanında sebat etmiştir. Demircilik ile meşgul olduğundan, efendisi Ümmü Emmâr demiri ateşte kızdırır Habbâb'ın başını dağlardı . Hz. Peygamber Habbâb'a uğrar onunla sohbet ederdi. Onun halini görünce: "Allahım Habbâb'a yardı m et" diye dua etmişti. Bir müddet sonra Ümmü Enmâr şiddetli baş ağrılarına tutulur, köpek gibi bağırmaya başlar. Ona başını dağlatmasını tavsiye ederler. Habbâb demiri ateşte kızdı rı r ve kadı nın başını demirle dağlar (İbnu'l-Esir, Usdü'l-Gâbe, II, 115). İşkencenin dayanılmaz bir hal aldığı, müşriklerin şiddetli baskı yaptı kları bir zaman Habbab Kabe'nin gölgesinde örtüsüne bürünmüş oturan Hz. Peygamber'in yanına geldi; "Allah'a bizim için dua buyurmaz mısın" dedi: Hz. Peygamber yüzü kı pkı rmızı halde doğruldu, şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerde bir adam demir tarakla taranır ve sinirleri kemiğinden sı yrılırdı da bu işkence onu diniden döndürmezdi. Testere başının saç ayırımı na 166 YITIK HAZINE-1 konur ve iki parçaya bölünürdü; bu da o adamı dininden döndürmezdi. Allah muhakkak bu dini tamamlayacaktır. San'â'dan kalkan yolcu Hadramevt'e içinde Allah korkusundan başka hiç bir korku olmadan gidebilecek" (Buhar?, Menakıbu'lEnsar, 29). Bütün bu işkencelere katlanan Habbâb bir gün halinden şikayetçi olmamış, Islam'ı n zafer yılları nda, çektiği işkenceleri reklam ederek insanları n teveccühünü kazanmaya çalışmamış, mükafatı yalnızca Allah (c.c.)'dan istemiştir. Hz. Ömer (r.a.) hilafeti döneminde Habbab'a "Allah yolunda çektiğin işkenceleri bize anlat ey Habbabl" demesi üzerine sırtını açar gösterir. Hz. Ömer "Bu güne kadar bu derece harap olmuş bir sırt görmedim" der. Habbâb (r.a) "Sırtı mda ateş yakarlardı, derimden çıkan yağlar ateşi söndürürdü" der. Bazen de ateşte kızdırılmış taşlar sırtına konur derisinin yağları soğutuncaya kadar tutulurdu. Bunun için sı rtı yumurta büyüklüğünde oyuk oyuk idi (İbnu'l Esir, Usdül-Gabe, II, 115). Bütün bu işkencelere rağmen İslam'ı tebliğden geri kalmazdı . Tâhâ suresinin bazı ayetlerini Hz. Ömer'in kızkardeşinin ailesine öğretirken Ömer içeri girmiş; onları n hallerindeki samimiyet Ömer'in müslüman olması na vesile olmuştur. Zühd ve takvası ile gerçekten örnek olan Habbâb, ihtiyarlık döneminde islamın ilk yılları nda ölmediğine hayıflanı r durur, şöyle derdi: "Hz. Peygamber ile sevabını Allah'tan dileyerek hicret ettik; Allah indinde bir mükâfaata hak kazandı k. Içimizden kimi bu mükâfaat bu dünyada almadan göçtü gitti. Mus'ab b. Umeyr onlardandı r... Birden kimileri de meyvelerinin olgunlaştığını gördü ve bunları topladı. Islam'ı n zafer yıllarını gördü ve müslüman olması ndan dolayı dünya nimetlerinden istifade etti" (Buhari, Menakıbu'l-Ensar, 45). Habbâb (r.a)'ı n ilim talebeleri; Oğlu Abdullah, Ebû Ma'mer, Kays b. EbT Hazım, Mesruk ve diğer Tabbiin imamlarıdı r. Oğlu Abdullah da Hz. Peygamber'i görmüş ve babası yoluyla ondan hadis rivayet etmiştir. 167 YITIK HAZİNE-1 Habbâb hastalığı nedeni ile Sıffin'e katılmadı . Sıffın dönüşü Hz. Ali, Küfe dışında yedi kabir görüp, bunlar nedir? diye sordu. Etrafındakiler Habbâb'ın öldüğünü ve KCıfe dışına gömüldüğ'ünü söyleyince Hz. Ali (r.a) şöyle dedi: "Allah Habbâb'a rahmet etsin. Isteyerek coşkuyla müslüman oldu; Allah'ın emrine itaat ederek hicret etti; hayatı boyunca mücâhid yaşadı; bedenine çektirilen işkenceler ve hastalığı ile imtihan edildi. Allah güzel amel işleyenin amelini zayi etmez" dedi. Kabrine yaklaşarak şöyle dua etti. "Ey mümin ve müslümanlar diyarı! Allah'ın selamı üzerinize olsun, siz bizden önce yerinize ulaştınız, biz de inşâallah kı sa zamanda size katılacağız. Allah'ım onları ve biri mağfiret et. Bizi ve onları affet. Ahireti düşünüp onun için amel eden, az ile kanaat eden, Allah (c.c)dan razı olan kullara müjdeler olsun" (ıbnül-Esir, Usdü'l Gâbe, 11,144-117; İbn Hacer, el-Isâbe, I, 416). TEYEMMÜM Hükmi pisliği temizleme yollarından biri de teyemmümdür. Teyemmüm; ellerinin içiyle yeryüzü cinsinden bir şeye vurup yüzünü yıkar gibi bir defa sıvazlamak, tekrar aynı şekilde vurup, sol eliyle sağ kolunu, sağ eliyle de sol kolunu dirseklerle beraber birer defa sı vazlamak ve bunları temizlenme niyyetiyle, yani rastgele değil de, teyemmüm kastıyla yapmaktır. Teyemmümün farzı ikidir: niyyet ve yüzü ve kolları sı vazlamak üzere, ellerle iki vuruş. Buna kı saca "iki darp bir niyyet" denir. Teyemmümün sağlam olabilmesi için; suyu kullanmaktan aciz olmak, teyemmüm edecek şeyin temiz olması, teyemmüm edilen organların heryerini sı vazlamak şarttır. Toprak, kum, kiremit, tuğla; beton ve taş gibi şeylerle, tozlar' olmasa dahi teyemmüm yapılır. 168 YİTİK FIAZİNE--1 Cünüp, adetli, lohusa ve abdestsizin teyemmümleri aynıdır. Su soğuk olduğu ve ı sı tma imkanı bulamadığı için, hasta olmaktan korkuyorsa gusul yerine teyemmüm yapabilir, ama bu durumda abdest yerine teyemmüm yapamaz. Gusul yerine teyemmüm eder ve ibadetler için ayrıca abdest alır. Su bulunmadığı sürece teyemmüm abdest gibidir, vakit girmeden de alı nabilir ve onunla istenildigi kadar namaz kılınabilir. Teyemmüm yapmak isteyen kimsenin; su bulma ihtimali varsa, dörtbir yanı na doğru bir ok atımı kadar yeri araması, parası varsa normal olan fiyatla suyu satın alması, su alabileceği bir kimsede su varsa istemesi gerekir. Su bulma ihtimali yoksa aramaz. Teyemmüm edecek kimsenin, namazı vaktin sonuna kadar geciktirmesi müstehap (hoş) tır. Belki su bulabilir. Teyemmümü; abdesti bozan şeyler ve abdeste yetecek kadar suyu kullanma imkanı bulunması bozar. Bu imkân, namazda iken bulunursa o namaz batıl olur ve su ile alı nmış abdestle kı lı nması gerekir. Namaz bittikten sonra bulunursa, tekrar kılması gerekmez. MESH Silme, eli bir şey üzerine sürme; belirli süre içinde özel bir mest'in üzerine ı slak eli sürmek anlamı nda bir fı kıh terimi. Topuklarla birlikte ayakları örten, giyilen ayakkabı ya "mest (huff)" denir. Abdestte mest üzerine meshetmek, ayakları yı kama yerine geçer. Deriden yapılan ve topukları örten özel yapıiı mest; potin, çizme, aba, terlik ve kalın çorabı da kapsamına alır. Yani bunlarda mest hükmündedirler. 169 YİTİK HAZINE-1 Mest üzerine meshin cevazı sünnetle sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mukim, mestleri üzerine bir gün bir gece; yolcu ise üç gün üç gece mesheder" (Nesai, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 213). Bu, meşhur bir hadis olup, içlerinde Hz. Ömer, Afi, Huzeyme b. Sâbit, Ebü Said el-Hudri, Saffân b. Assal, Avf b. Malik, İbn Abbas ve Hz. Aişe gibi ünlü sahabelerin bulunduğu kalabalık bir sahabe topluluğu tarafından nakledilmiştir. Hatta İmam Ebüs Yusuf, mestlerin üzerine mesih haberinin, benzeriyle Kur'an ayetini neshetmenin mümkün olacağı kuvvette bir hadis olduğunu belirtmiştir. Ashab-ı Kiram söz ve fiil olarak meshin caiz olduğunda ittifak etmiştir. İmam Malik meshi yalnız yolcu için caiz görmüştür. Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Bedir gazvesine katılmış yetmiş sahabeye yetiştim, hepsi de mest üzerine meshi caiz görüyordu" (el-Kasani, Bedâyiu's-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, I, 7; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, İstanbul 1984, I, 260, 261). Ayaklara meshin farz miktarı, her ayağın ön tarafına rastlayan mestin üzerindeki, elin küçük parmağı ile üç parmaklı k yerdir. Bu kadar bir yere meshetmekle, farz yerine gelmiş olur. şafiTlere göre, mestlerin üzerine bir parmak bile olsa mesh yeterlidir. Hanbeliler mestlerin üstünün yarı dan fazlasına, Malikiler ise, mestlerin üstünün tamamına meshi gerekli görürler. Mestlerin altına mesh edilmez. Yapılan mesihte parmakların açıkça bulunması, meshin ayak parmaklarının ucundan yukarıya doğru yapılması sünnete uygun bir meshdir. Ancak sünnete uygun düşmemekle birlikte, mestin üzerine su dökmek, mesti sünger gibi bir şeyle ı slatmak, mestin üzerine enine olarak mesh etmek veya meshe mestin koncundan başlamak da yeterli olur. 170 8.BÖLÜM YİTİK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE MUHASEBE * Bir gün adamı n biri Peygamberimize (s.a.s.) gelerek "Ya Resulallah, bana bir nasihat et" der. Peygamberimiz de (s.a.s.) ona "sen gerçekten nasihat istiyor musun?" diye sorar. Adam, tabii, der. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) buyurur ki, "bir iş murat ettiğin zaman akı betini iyi düşün, doğru ise ona giriş, eğer eğri ise ondan vazgeç" MURAKABE İNSANI Hz. Ömer'e isnad edilen bir söz vardır: "Hesaba çekilmezden evvel nefsinizi hesaba çekin." Bu, murâkabenin bir buudu. "İyi bir mü'min, daima kendi nefsine karşı savcı, başkalarına karşı avukat gibi davranır." Bu da diğer buudu. Hutbesini dinlemek için İbn Abbas'ı n Mekke'den Medine'ye Öşedd-i rihal' ettiği (yollara düştüğü) Hz. Ömer (ra), bir gün hutbede ortaya koyduğu fevkalade talâkat ve fesâhat karşısı nda birden durur ve "Haydi be ordan, deve çobanı sen de!" gibi ifadelerle nefsini tokatlar. Yine Ömer, evet Islam'da devlet sistematiğinin güçlü temsilcisi o büyük zat, gerçekleştirdiği onca büyük muvaffakiyetin en küçüğüne bile sahip çıkmamış ve bir defa olsun, "Ben yaptım" dememiştir. Hasan Basri (ra), Et96 Nuaym'ın Hı lyetül-Evliya'sı ndaki kayda göre, Nebi zevcesinden süt emmiş büyük bir insandır. O, kendisini her gün hesaba çeker ve "Sen, geçen gün namazda şunları şunları düşünen kişi değil misin? Rabbin huzOrunda hiç böyle şey yapı lı r mı? Önceki gün de şunu yapmıştın. İşte sen, busun" derdi. Bunlar, bir devri, aydınlatan büyük muhasebe ve murâkabe insanları dı r. Zaten Kur'an da, "Sizi ve yaptı kları nı zı yaratan Allah'tır" (Saffat, 37/96) demiyor mu? 173 YITIK HAZİNE-1 BAŞKALARINI DEĞIL KENDİMİZİ SORGULAMA Maalesef hala insanlarda kusur arıyor ve onları kusurları ndan dolayı sorguluyoruz. Aslında sorgulanması gereken bizim kendi kusurları mızdı r. Biri gı rtlağına kadar çamura batsa, fakat çamur senin sadece topuğuna bulaşsa karşındakini sorgulayıp "Bu kadar çamur da ne?" demeye hakkı n yoktur; "Neden ben topuğumu kirlettim?" deyip kendini sorgulaman esastır. Başkası nı n gı rtlağına kadar çamura gömülmesi seni alakadar etmez. Allah'ın onu halas eylemesi için dua edebilirsin sadece; su-i zanna girmeden, gı ybet edip çekiştirmeden... Eğer biz, bütün beklentilerden sıyrı lıp muradı mızı Hakk'ın muradı haline getirememişsek daha yapacak çok işimiz var demektir. Öyleyse nası l başkalarının kusuruyla uğraşıp onları sorgulayabiiliriz; kendimizin onca eksiği varken.. Tasavvufta mürid bir noktadan sonra murad olur. Yani, ömür boyu hep onu diler, hep onu ister. O'nun mürididir. Kendi güç ve kuvvetinden teberri edip Kudreti Sonsuz'un iradesine râm olur. Belli bir noktaya gelince murad haline gelir. Yani; Hakk arzusuyla dopdolu olur, bütün bütün masivaya, O'ndan başkası na kapanı r da O'nun hoşnutluğundan başka hiçbir isteği kalmaz.. bu haliyle de Hakk'ın murad ve matmah-ı nazarı "gözde"si bahtiyar bir ruh olur. İşte biz Allah'ın muradı değilsek O emanetini niçin bize versin ki? Evet, bu hususta korkmalı, tir tir titremeli; her başarı ve muvaffakiyetten sonra o işe layı k olup olmadığımız hususunu (liyakatimizi) masaya yatı rmalı .. çok büyüten bir mercekle tavı r ve davranışlarımıza bakmalı yız; "Acaba biz böyle bir ihsan-ı ilahi ve nimet karşısı nda şükür ve vefa vazifemizi yerine getirebiliyor muyuz?" İşte bu duyguyla kendi eksik ve kusurları mızı sorgulannalıyız. Hani Muhasibi, muvakkaten aklı ndan geçenleri, mesela bir anlı k "Şu adam şu kadar iyi olsa..." şeklinde başkaları nı kritiğe tabi tutmayı dahi büyük günah sayı yor ve onun ızdı rabıyla yaşıyor. Davranış, fili, ya da tavı r değil, aklı na gelip uğrayan sevimsiz şeyler hakkı nda bile "Benim aklı m temiz olsaydı o kirin ne işi vardı onda!" diyor ve her an kendi muhasebesiyle uğraşıyor. Bizim şiarımız da bu olmalı ve biz sadece, masiva düşüncesinden hâlâ sıyrı lamayan kendi nefsimizi kınayı p onu sorgulamalıyız. 174 YİTİK HAZİNE-1 MUHASEBEDE DENGE İnsan her mes'elede olduğu gibi, muhasebede de ölçülü ve dengeli davranmalıdı r. Bir kere muhasebe, kat'iyen yeis ağırlı klı olmamalıdır. Evet, her insanın muhasebesi kendi seviyesine göredir. Öyle mes'eleler vardır ki, ebrar onunla sevap kazanı rken, mukarrebin için onlar günah sayılmaktadı r. Bu itibarla da ebrar kendi muhasebe derinliği içinde, mukarrebin de kendi muhasebe enginliği içinde daima ölçülü olmalı dı r. Diyelim ki, bir insan gece namazı na kalktı ve sabaha kadar gözyaşları içinde namaz kıldı . Bu, mutlaka takdir edilecek bir ameldir. Fakat bu amel mukarrebinden birisine âitse, o kendine göre bu amelinin muhasebesini yapacak ve belki de şöyle diyecektir: "Ben bu geceki namazımda manevi füyuzatla dolup taştım. Ama acaba, amelimdeki gaye ve hedef bu manevi füyuzatı yakalamak mıydı? Eğer öyleyse yandım, mahvoldum.." Evet, bu da bir muhasebedir; fakat has dâirede ve bazı insanlara mahsustur. Henüz gece namazına kalkmayı bile düşünmeyenler için böyle bir muhasebe teklifi, ifrattır ve altı ndan kalkı lamayacak bir yüktür... İşte Muhasibi'nin riya ve ihlâs konusunu işlerken ifade ettiği hususlara böyle bir pencereden bakmak lazımdır. İmam Gazali'nin de bu konuları işleyişi aynen Muhasibi gibidir ve onda da hassasiyet had safhadadı r. Bu konuda hadislerin bize öğrettiği ölçü ise, hem objektif hem de ekseriyete hitap etmektedir. O ölçü de şudur: 'Din kolaylı ktı r. Onu zorlaştıran sonunda yenik düşmeye mahkûmdur..' Öyleyse her ferd, muhasebede tecessüsünü, yenik düşmeme sı nı rında tutmalıdı r. Bu da şahsın manevi yapı sı na göre çeşitlilik arzeder. Bu arada, hadisteki ölçüyü herkes kendi seviye ve durumuna göre tatbik edebilir. Bir de mes'eleye şöyle bakmak gerekir: Az veya çok, her insanın bir kudve ve rehber olma durumu vardır ve onları n davranışları arkaları nda bulunanlara aynen yansımaktadı r. Öyleyse her türlü davranışımız ölçülü ve umumun kabul edebileceği durumda olmalı dır ki, bilerek-bilmeyerek başkaları nı zora koşmayalım. Muhasebe şeklimiz ve muhasebe keyfiyetimiz 175 YİTİK HAZİNE-1 için şu prensip her zaman geçerlidir: Hiç kimse, ona aşıladığımız muhasebe şekil ve keyfiyetiyle amele yenik düşmemelidir. MUHASEBE VE HÜSN-Ü ZAN Bir diğer çok önemli husus da şudur: Ben kendi hakkımda düşünürken demeliyim ki, "Her namazdan sonra uzun uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmuatül-Ahzab'tan bir bölüm okumam, bir-iki saatımı zikre, fikre vermem katiyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkarla bana dense dense "tembel" denir, "miskin, uyuşuk" denir. Ama bu hizmet-i imaniye ve Kur'aniye'deki arkadaşlarımı düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin bildiği "Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber" şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de "Ya Cemil Ya Allah..." diyerek Esmâ-i İlahl'yi uzun uzun saysınlar, "inşaallah vazife-i ubudiyetlerini, genel durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır" demeliyim. Onlar hakkı nda katiyen hüsn-ü zan etmeliyim. Kendim hakkı nda da hüsn-ü zanna zerre kadar yer vermemeliyim. Yoksa biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkı nda "Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah'ı anmıyor." diye bir mülahazaya girersem zan etmiş olurum. "Bunlar ne zikir, ne fikir, ne de şükür vazifelerini hakkı yla eda edemiyorlar." dersem sû-i zanna saplanmış olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu; Kendimiz hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsi-i tahldkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama başkaları hakkında da, onların fahri avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsn-ü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız. Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben ölçü olmasam da bazen canımı sı kan şeyler oluyor. Mesela, namazda imam arkası nda ses çıkarmalar oluyor. Birisi durup dururken boğazı sıkı lı yor gibi sesli sesli "Allaaahuekber" diyor; "ettehiyyaaaaatü lillaaaahi vessalavaaaatü" diyor. Dinde böyle bir sorumluluk yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca "Bu bir riyadı r" dersiniz. Vakıa, duyurmaya matuf olan şeylere riya 176 YITIK HAZINE-1 değil "süm'a" denir. Göstermeye yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere de "riya" denir. İşte birinin böyle bir hareketi karşısı nda aklı mıza o şahsı n süm'a yaptığı gelebilir. Mesela gece erkenden kalkı yor, kapı ları sertçe açı p kapatıyor, su sesini duyuruyor bize. İçimize "Acaba daha sessiz yapamaz mı bunu? Allah'a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini ortaya kalı nlık şeklinde koymak suretiyle hakkında su-i zan ettirmemeli değil mi?" gibi duygular gelebilir. Bu meselenin bir yanı . Fakat bu türlü meselelerde biz, neden o adam hakkı nda böyle düşünürüz? Çünki bir insan, ibadet ü taata, o ibadet ü taat teşri kılı nı rken söz konusu olmayan meseleleri iradi olarak katarsa Allah'a ibadete başka şeyleri karıştı rmış olur. Dinde, imamı n arkasında boğaz sıkı lı yor gibi ses çı karmak diye bir şey yoktur. Ibadet ü taat yaparken ses çı karı lacak diye bir şey yoktur. Bunları n hepsi süm'adır dinimize göre. Ve dolayı sı yla bu tür hareketlere riya ve süm'a nazarı yla bakı lı r. İnsanı n kalbinde öyle kendini harap edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu manevi hava itibariyle gerçekten boğazı sı kılır gibi olmamışsa, "Allah" dendiği zaman halinde bir değişiklik olmuyor, aynı kararı nda devam ediyorsa çok iyi bir kul hali sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı değildir ki; halkı n içinde "Allah" diye seslensin. Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mani olabileceği halde olmayı p söylediyse riya ve süm'a yaptı demektir. Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete karıştırma demektir. Onun için Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) riya hakkı nda "debibü'n-neml" buyuruyor. Yani, karanlı k bir zeminde bir karı ncanın yürürken bı raktığı izler gibi bir şeydir riya.. farkına varamazsınız, ibadetinizin içine girer de farkedemezsiniz. MUHASEBE Bir yerde çok güzel konuştunuz, çok güzel yazdınız, her istediğiniz oldu. Oturup, bir güzel nefis muhasebesi yapmalı sı nız. Zira istidraç olabilir. ihtimal onunla gurur, riya, kibir kapı sı açı lı r ve insanlardan bir insan olmanızı n kapısı kapanı r. 177 YİTİK HAZİNE-1 Ehlullah, başarısızlık kadar hatta ondan da fazla başarıdan da korkmuştur. Tarlaya ekin ekmiş, arkadan çok güzel mahsul olunca, oturmuş hıçkıra hıçkı ra ağlamış ve "Ne yaptım da böyle oldu. Yoksa istidraç mı?" diye kendisini tekrar tekrar sorgulamış. BİR MUHASEBE MİSALİ 1. İbadetleri samimi olarak yapmak. 2. Allah'a karşı yaptığı ibadetlerin en şuurlusunu eksik bulmak. 3. İnsanlar karşısı nda kendisini hor ve hakir görmek; hem o kadar hor ve hakir görmek ki, sadece kâfir olmadığından dolayı oturup kalkıp Allah'a şükretmelidir. Bediüzzaman Hazretleri, "Mecmuatül-Ahzab"ta büyük zatlara ait "En şaki kulum" denilen yerleri "Senin lütfun olmazsa" şeklinde düzeltmiştir. Zannederim bu husus, büyük zatları n nefis muhasebesini gösterme açı sı ndan önemli bir misal teşkil etmektedir. 4. Güzel konuşan ve zâhiren iyi bir yaşantısı olanlar umumiyetle halk nazarında hüsn-ü zanna mazhar olurlar. Bu durumlarda insanın, kendini birşey olmadığına inandı rması çok önemlidir. Aksi takdirde insan, kendini birşey oldum zannedebilir ki bu da büyük bir tehlike demektir. Büyük veliler bile bu konuda hep korkmuş ve titremişlerdir. İnsan Hz. Şuayp gibi hutbe irad etse bile kendi iç mülahazası şöyle olmalıdı r: "Lafızperestlik yaptım, insanları kelimelerle, cümlelerle aldattı m." Sıraladığımız bu hususlar, takılı p kaldığımı z ve kaybettiğimiz noktalardır. Bugün Allah (cc) bize büyük vazifeler gördürüyor olabilir. Fakat, böyle bile olsa, bize düşen vazife ve sorumluluk şudur: Kafamı zı her zaman muhasebe ile meşgul etmek ve en güzel yaptığımı z işlerde bile bir bit yeniği var olduğunu düşünmek.. Evet, halkın içinde ablam sızlayan, gözyaşları yla namaz kılan bir insanı n, Rabbiyle başbaşa kaldığı anları da böyle değilse, onun bu halinde, değil bit yeniği, akrep yeniği var demektir. 178 YITIK HA7_İNE-1 RİSALE-İ NURDA MUHASEBE Ey Rabb-i Rahimim ve ey Hâlı k-ı Keriminn! Benim siSı-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştı r. Ve bu ağır yük ve hastalı klı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet süratle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsı z bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapı sı na yanaşıyorum. 0 kabir, bu dâr-i fâniden firâk-ı ebedi ile ebedül-âbâd yolunda kurulmuş, açı lmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat? bir yakin ile anladım ki, hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkası ndan kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, nnekkârdır. Bir lezzet yerse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur. Ey Rabb-i Rahimim ve ey Hâlı k-1 Kerimim! ,FF Lj 1 4.< sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-1 rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: "El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımı n hacâletinden kurtar!" İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takı p kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: "El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!" İşte, kabrime girdim, kefenime sarı ldım. Teşylciler beni bı rakı p gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve menceyok. 179 YİTİK HAZİNE-1 Günahları n çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşi şeklinden ve o mekânı n darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum: "El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımı n arkadaşlı kları ndan kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhi, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li'l-Âlemin olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum. "Ey Hâlı k-ı Kerimim ve ey Rabb-i Rahirnim! Senin Said ismindeki mahleıkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alll, hem zelil, hem müsi', hem müsin, hem şaki, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kı rk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatları nı itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındı r. Çünkü Erhamürrâhiminsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapı ndan başka hangi kapı ya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin." ÜSTADIN MUHASEBE YANI ...Üstad, bu yüksek iktisatçılı k kudretini sı rf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, 1biliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevi ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahidir. Ve bütün ömrü boyunca, bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usülünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh, bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktası nda yazı lı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir. İşte, Bediüzzaman, kudretli bir ı slahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbi) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz 180 YİTİK HAZİNE-1 nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırı ltı larla yazılan bir atlas sahife daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır. CİHAD RUHU, UYARILMASI GEREKEN EN YÜCE DUYGUDUR Mü'minde uyarılması gereken en yüce duygu, cihad rühudur. Cihad duygusuna sahip olmayan insanlar, mezar taşları ndan farksı zdır. Onlar, başka değil, sadece ölülerin temsilcileridir. Böylelerine Allah'ı n nazar-1 merhametle bakması düşünülemez. Kendisini Cenab-ı Hakk'ın yüce adını anlatmaya adamamış bir insanı n, sair canlılardan bariz ve beyyin bir farkı da yoktur. İnsan, mücahedesi nisbetinde canlılık kazanır. Zira o, ancak cihadla kendini, ailesini ve milletini ihyâ etme imkanını elde edecektir. Diriliş, ancak cihadla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kudsi, en verimli, en semereli adım, mücahede ve mücadele istikametinde attığı adımdır. Rasül-ü Ekrem, bu mücadele ruh ve aşkı nı uyardı. Ölümden yı lmayan, yolundan dönmeyen, alabildiğine zinde bir cemaat meydana getirdi ve onlara mücadele sahalarını gösterdi. Artı k bu cemaate sadece mücadele etmek düşüyordu. Ölümsüzlüğün sı rrı nı onlar bu şekilde yakaladı lar. Kıyarnete kadar defterleri kapanmayacak ve böylece ebediyen yaşamış olacaklardı r. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslam uğruna katlandı kları, göğüs gerdikleri mehâlikten ötürü bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla yad edeceğiz. Onlar adı na ağzımızdan hayırla çı kan her kelime, defter-i hasenatları na kayd olacaktır. Bu duygu, insanı n içinde uyanı nca en ali ümniye, en tatlı ideal ve en yüce düşünce olur. İşte sahabide gelişen duygu ve düşünce buydu. Bedir'e gidebilmek için birbiriyle yarışıyorlar, çocuklar sırf harbe iştirak edebilmek için, parmakları nın ucuna dikilerek boyları nı büyük göstermeye çalışıyorlardı. Geride bı rakılan insanlara gelince, onlar harbe katı lamadı kları ndan dolayı müteessir idiler. "Rasâl-i Ekrem (say) bizi niye kadı nlarla 181 YITIK HAZINE-1 başbaşa bırakıyor? Cihad erkek işiyse, biz kadı nlar gibi neden evde kalı yoruz" diyorlardı . Topluluk, Bedir'e bu hava içinde çı kmıştı . Insanlığın kaderini değiştirecek bir mücadele verilecek, bir cihad yapılacaktı . O güne kadar irşad ve tebliğ yapılıyordu. Ama kâfir, mü'minin karşısı na çıkı nca Allah RasCılü (say), ashabını topladı ve "Bu toplulukla muharebe hususundaki görüşünüz nedir?" diye sordu. İlk cevap verenler, "Ya RasOlallah, biz buraya sadece kervanı takip etmek için çı ktı k. Yanımıza fazladan ne ok, ne de kılıç aldık. Karşı taraftaki düşman ise, bir kaç katımı z; bizden çok kuvvetliler. Onlarla harb etmeye hazır değiliz" dediler. Allah Rasülü, bu sözlerden memnun olmamıştı . Memnun olmadığını anlayan Mikdad bin Amr veya Mikdad bin Esved -ki o gün Bedir'in tek süvarisiydi- atını ileriye sürdü ve, "Ya Rasülallah, biz Sana Hz. Musa'nın cemaatinin Hz. Musa'ya dediği gibi demeyeceğiz. Onlar, "Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada oturuyoruz." demişlerdi. Biz ise, şöyle diyoruz: "Seni hakk peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ediyoruz ki, eğer Sen deveni Berk-i Gımad tepelerine kadar kamçı lasan, sürsen, vallahi bir lahza arkandan ayrı lmadan takip edeceğiz." dedi. Allah Rasülü, Muhacirin-i kiram adına konuşan ve bu mevzüda kendine teminat veren Mikdad b. Esved veya Amr'dan memnun olmuştu. Ardından, Ensar'a döndü ve "Ey kavim bana reyinizi söyleyin" buyurdu. Sa'd b. Muaz hemen ayağa kalktı ve "Ya Raseılallah öyle zannediyorum ki, bizi kasdediyorsun?" dedi. Allah RasCılü, yüz ifadesiyle "evet" deyince, bu defa bütün Ensar adı na şunları söyledi: "Ya RasOlallah, biz Sana tabiyiz. İşte malımı z, istediğini al, istediğini bı rak. İşte canımı z, istediğin yere sarfet, istediğinle bağlarımı zı kopar, istediğinle sağlamlaştı r. İstediğinle harb, istediğinle sulh et. Bizden bir kişi bile Sen'den geri kalmayacaktı r..." Allah Ras01ü, Mikdad'dan sonra Sa'd'ı n bu sözlerinden de çok memnun kaldı ve "Allah'ı n bereketi üzerine yürüyün. Allah bana iki topluluktan birini vadetti. Ya kervanın ganimeti elimize 182 YITIK HAZİNE-1 geçecek veya bu düşmana karşı zafer elde edeceğiz." buyurdu. Sahâbi, ciddi bir coşkunluk içindeydi. Bilâhare karşıları nda çözülen, dağılan ve hezimet içinde Mekke'ye kadar kaçan küfür ordusunun fertleri, daha sonra şunları söyleyeceklerdi: "Bizi öyle kı skıvrak yakaladılar ki, sanki elimiz kolumuz bağlı, onlara teslim olmuştuk ve onlar da, boyunlarımızı vuruyorlardı". Evet, Din-i MübIn-i İslâm'ı n hakimiyetinin devamı ve müslümanı n zilletten kurtulup, izzetle yaşayabilmesi için cihad bir vecibedir. İslami bir cemiyet içinde bu işi sistemli şekilde yürüten bir grup yoksa -ki Kur'an, "olsun" diyor- İslami hayat da yoktur. Ferdi' müslümanlı k olsa bile, te'yidsiz ve desteksiz kalı r. Müslümanlar fezayı fethe gitseler, yı ldızları birbirine bağlasalar dahi, bu vazifeyi terkettikleri zaman, yine başaşağı geleceklerdir. Teknik, teknoloji ve sanayide kat edilen terakki müslümanları içine düştükleri çukurdan tek başına kurtaramayacaktı r. Cihad, bir farz-ı kifâyedir. Ancak bu vazife sistemli olarak hiç kimse tarafı ndan yapı lmaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman cihad farz-ı ayn haline gelir ve her ferd teker teker cihaddan mesul olur. Bilhassa günümüzde küfür cephesi gayet koordineli ve sistemli bir çalışmayla bir milleti ayakta tutacak en hayati üniteleri ele geçiriyorsa ve geçirmişse, bu durumda cihad, farzlar ötesi farzdı r ve müslümanlar, mutlaka sistemli bir şekilde cihad yapmalıdırlar. Devlet, sistemli olarak cihad yapmalıdı r. Bazan bu cihadı ordu yüklenir; bazan emniyet kuvvetleri, dahili tecavüzlere karşı cihad yapar. Asker milletin cihadı ise cihanşümeıldür. Zira o, yeryüzünde muvazene unsurudur. Allah, ona bu misyonu vermiştir. Ancak onun yeryüzünde muvazene unsuru olabilmesi, bu işi en kudsi, en büyük vazife bilmesine bağlıdı r. Böyle bir vazifeyi üzerine alan bir millet olmadığı takdirde, yeryüzünde muvazeneden bahsetmek mümkün değildir. Ne acıdır ki, 2-3 ası rdan beri mü'minler, başkaları nı n muvazenelerine uymuş ve fakat bir türlü muvazene unsuru olma mevzOunda gayret sarfetmemişlerdir. Mü'minin camisi uyuşukların, miskinlerin yeri 183 YİTİK FIAZİNE-1 olmuş, tekkesi ve zaviyesi aşktan mahrum insanları n yatı p kalktı kları izbehaneler haline gelmiş, medresesi, skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve mü'minler, bu halleriyle mes'elelerini dehlizlerde anlatan ve devrini idraktan mahrum insanlar olarak elbette dünya muvazenesindeki mevcud koruyamamışlardır. Cihanın ağırlı kları nı tekniğine hükmedemedikten, teknolojide asrın önüne geçemedikten, aşk vecd içinde Sahabi seviyesinde bir hayat yaşayannadı ktan, gecenin karanlık zülüfleri üzerine Tabiin'in ibadet ü taatını dökemedikten sonra, müslünnanlık adına yapılacak hiçbir şey yoktur dersem, bu asla ifadede huşünet olarak telâkki edilmemelidir. Zira, asrını yaşamayan, dertlerine kendi asrına göre mualece ve müdahalede bulunamayan insanın, müslümanlı k adı na bir iş yapması asla söz konusu olamaz. Böyle bir müslüman sabaha kadar ellibin tesbih çekse, bütün gecesini ibadetle geçirse dahi bu hüküm değişmeyecektir. Ancak, İslam'ı bütünüyle kavrayıp bütünüyle hazmeden ve hakikat-ı Ahmediye (say) çevresine intikal ettirme hususunda gayret gösteren insandı r ki, muvazene unsuru olmada ilk adımı atmış demektir. Böyle bir insanı tebcil eder ve ayağının bastığı yeri gözümüze sürme diye çekeriz. Bizim açı lacak mektebe ve orada müfredat programına göre ders görecek talebeye ihtiyacımız yok, ancak sahabi ruhuyla mes'eleyi omuzlayan aşk, vecd ve ruh insanı na ihtiyacımı z var. Neslimiz, bu hüviyet ve havasıyla arz-ı endam ettiği an, "üç ası rdan beri seni afakta arıyorduk; halbuki sen, içimizdeymişsin." diye sevinecek ve bayram yapacağız. Kesret mübtelası değiliz. Cemaatlerin fevc fevc bize dehaletini gaye edinmiyoruz. Kütüphanelerde mahzen-i esrar faresi gibi kitap fişleyip, sonra da iki satı rlı k yazının altı na yüz tane kayıd düşmenin merakı nı da taşımı yoruz. Biz, yazı lmış ve yazılacak eserlerin, evvela semavI aslı ve hakikatı yla iç içe bütünleşmesinin sevdalı sıyız. Sonra da semayi hakikatları n hayatımıza hayat olması nı arzuluyoruz. 184 YİTİK HAZİNE-1 İslam? onur ve gurur taşıyan ve ferd ve millet, mutlaka kendini cihad vazifesiyle vazifeli olarak görür. Kendinde böyle bir mes'ûliyet hissetmeyen ferd ve milletlerin ise, İslami onur ve gururdan nasibi olduğu söylenemez. Cihad, öyle bir vazife ve mükellefiyettir ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu işe vakfetmesi ve "ribat" yapması gerekmektedir. Böylece iç ve dış düşmanlardan gelebilecek maddi-manevi her türlü saldırı önlenecek ve bu uyûn-u sâhire (uyanı k gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, mutlak felaket ve helaketlerden kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketlidir. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir. Hayatları nı vakı f haline getirmeleri sebebiyle de, yiyip içmeleri, yatı p uyumaları dahi ibadet olarak kabul görecektir. HASSAN B. SABİT (r.a) Kafirlere karşı İslam ve Müslümanları şiirleriyle destekleyen, "Rasûlullah'ı n şairi" diye bilinen Sahabi. Nesebi; Hassan b. Sabit, b. Münzir b. Haram b. Amr b. Zeyd-i Menât b. Adiyy b. Amr b. Malik b. Neccar b. Sa'lebe b. Amr b. Hazrec; künyesi, Ebu'l-Velid Ebû Abdurrahman ve Ebu'l-Hasan olarak bilinmektedir. Ünvânı; şair-i RasOlullah'dır. Babası Sâbit, Annesi ise Furay'a bint-i Halid'dir. Soyu, Neccaroğulları kabilesinden gelip Kahtanİ Araplarına ulaşır. Peygamberimizden yedi veya sekiz yıl önce dünyaya gelen Hassan b. Sâbit, yüz yirmi yaşını geçkin olarak Muaviye döneminde Medine'de vefat etmiştir (682M). Onun vefatı ile ilgili ayrı ayrı tarihler verilmektedir (İlon Hacer el-Askalani, el-İsabe, I, 326). Hassan b. Sâbit, müslüman olmadan önce şiirleriyle tanınan ve sevilen şairlerden olup, bu durum daha sonra da devam etmiş, Müslüman olduktan sonra da İslam hakkı nda şiirler yazı p söylemeye başlamıştır. O, bulunduğu Gassanı sarayında Yahûdi bir din adamı ndan duyduğu yeni bir peygamberin geleceğine dair sözler üzerine onu beklemeye 185 YİTİK HAZİNE-1 şair lideri Ka'b b. Eşref savaşta ölen Mekkeli müşrikleri için şiirler söylemişti. Çevrede te'sir uyandıran bu şiirlere karşı Peygamberimiz (s.a.$) de Hassan b. Sâbit'e şiirler yazmasını söylemiş Hassan b. Sâbit de Yahudi şaire karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında itibarını n sarsılması na neden olmuştur. Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğulları kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere Medine'ye gelmişti. Yanlarında en meşhur hatiblerinden de getirerek İslam aleyhinde propaganda yapmayı düşünüyorlardı . Ancak Peygamberimiz Hassan b. Sâbit, Utarid adlı müşrik şâirin söylediği şiire karşı "Kalk bunun konuşması na karşılık ver" emriyle, Hassan b. Sabit oradaki müşriklere güzel bir ders vermiş ve onların meclisten çıkı p gitmelerini sağlamıştır. Daha sonra Temim heyetinden Akra b. Hâbis, kendinden geçerek "Allah'a yemin olsun ki bu Zat'a (Rasülullah'a), bizim bilmediğimiz bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak olur, onun hatibi ve şiiri bizim şâirimizden üstündür" diyerek hayranlı k ve İslam'ı n gücünü itiraf etmiştir. Sonra Akrâ b. Habis Peygamberimize gelerek müslüman olmuş ve orada bulunan Temimoğulları da İslâm'ı seçmişti. Bu olaya sebep olan Hassan b. Sâbit'in, şu meâldeki bir şiir söylediği kaydedilmektedir: "Fihr ve kardeşlerimin önde gelen kişileri, insanlara uyacakları bir adeti açı kladı lar. Kalbinde Allah'a karşı tavka duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı işleyenler bu adeti memnuniyetle kabul ederler. (...) Çok iffetlidirler. Onların iffeti hakkında vahy nâzil oldu. Hiç bir pisliğe bulaşmayan müslümanlardı r. Dünyaya düşkünlükleri de onları kirletmez (..). Arzular ve taraftarlar farklı lı k gösterdikleri zaman sen Rasülullah'ı n kendilerine taraftar olduğu kavme ikramda bulun (...) onlar bütün kabilelerin en faziletlisidirler; ister ciddi olarak konuşsunlar isterse alay etsinler bu hüküm değişmez; (İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l Meâd, çev. Vecdi Akyüz, Ali Vasfikurt, Salim Ögüt, İstanbul 1990, IV, 68-69). Aynı dönemde Abdullah b. Revâha ve Ka'b b. Mâlik de İslâm'ın yüceliği için şiirler söylüyorlardı . Hassan b. Sâbit (r.a), Peygamberimizin vefatı yla ruh? bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden gözleri görmez olmuştur. Uzun mersiyeler söyleyerek Peygamberimizin arkası ndan yas tutmuştur. Şiirlerinin birinde "Rasülullah'ın pak 187 YITIK HAZINE-1 alnı karanlı k içinde göründüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı aydı nlatan çerağ gibi görünür" demişti. Daha sonraları böyle bir hal içinde uzun bir hayat yaşayan Hassân b. Sabit, M. 862 yılı nda vefat etmiştir. Peygamberimizin "Muhakkak ki Allahu Teâla, Rasâlünü övmek ve müdafaa etmek hususunda Hassan'ı Cebrail (a.$)'la takviye etmektedir" Hadisi onun tek tesellisi olmuştur (Buhâri, Bedu'l-Halk 6; Meğazi, 30; Müslim, Fadailü'sSahabe,153-157). Hassan b. Sâbit'in Peygamberimiz hakkı nda "Sizden iyisini gözlerim görmedi asla, sizden güzelini doğurmadı hiçbir ana, her ayı p ve kusurdan pak yaratı ldınız, sanki dilediğimiz gibi yaratıldı mı" (Müslim, Fedailü's-Sahabe,151) sözleri de "şairlere sapıklar uyar. Onları n her sahaya dalı p çı ktı klarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak imân edip salih amel işleyenler Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratı ldı ktan sonra haklarını alanlar böyle değildir. O zalimler, yakında nası l bir inkılapla yıkılacakları nı bileceklerdir" (eş-Şuara, 26/224-227) ayetlerinde geçen "Salih amel işleyen" şair kullar arasında olduğunu göstermektedir. MESHİ BOZAN ŞEYLER: 1) Mesh süresinin dolnnası. Mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün, üç gece geçtiği zaman kişi abdestsiz ise, abdest alır ve namazını kılar. Eğer süre dolduğu zaman, abdestli durumda ise, yalnız iki ayağını yıkaması yeterlidir. 2) Ayağından mestleri çıkarmak. Bu sırada, abdestli ise ayakları nı yıkaması yeterlidir. Mesih süresi başlamadan abdestli iken çı karılan mesh ise abdesti etkilemez. Ayakkabı yı çı karıp giymek gibi olur. Eğer mesh süresi içinde, abdestsiz bulunduğu sırada mestlerini çıkarı rsa, tam abdest alması gerekir. Tek mestin veya ayağın çoğunun çıkması da abdesti bozar (elKasani, a.g.e., I, 12; el-Fetaval-Hindiyye, II, 34 vd.). 3) Mestlerdeki yı rtı k veya sökük, ayak parmaklarından en küçük üç parmak sığacak büyüklükte ise, mesh bozulur. Bu konuda iki mest ayrı ayrı değerlendirilir. 188 YITIK HAZİNE-1 4) Gusül abdesti gerektiren durumlarda da mesh bozulur. Boy abdesti alındı ktan sonra, mestler giyilir ve abdest bozulduğu andan itibaren yeni mesh süresi başlar. MalikTlere göre, mesh için bir süre yoktur. Guslü gerektiren bir şey bulunmadı kça mest üzerine devamlı olarak mesh etmek mümkündür. Ancak cuma namazı kılacak kimseler için, her cuma günü mestlerini çı karıp ayaklarını yı kaması menduptur (el-Kâsâni, a.g.e., I, 8,9). Sonuç olarak, mest üzerine mesh, İslâm'ı n müslümanlara getirdiği bir kolaylı ktır, bir ruhsattır. Meshin caiz olduğunu kabul etmekle birlikte, abdestle ayakları nı yı kamayı tercih etmek azimet niteliğindedir ve daha fazla sevaba vesile olur. Mest özelliği bulanan çorap üzerine mesh de başka bir kolaylıktır. Özellikle soğuk iklimlerde yaşayan müslümanların giyecekleri kalın, keçeleşmiş, altını göstermeyen ve altına suyu da geçirmeyen çoraplar mest yerine kullanılabilir , çorapla ilgili hadislerin kritiği için bk. eş-Sevkâni, Neylül-Evtâr, Mısır, t.y., I, 213, 214). MESHİN CEVAZINDAKI ŞARTLAR ŞUNLARDIR: 1) Mestler, ayağa abdest için ayaklar yıkandı ktan sonra giyilmiş olmalıdır. Bir özürden dolayı çı plak ayak veya sargı üzerine meshedilmiş bulunması yı kama hükmünde olup, bundan sonra giyilmiş mestler üzerine de meshedilebilir. 2) Mestler, ayakları topuklarıyla birlikte her taraftan örtmüş bir halde bulunmalıdı r. Topuklardan kısa mestler, potin, terlik ve benzerleri üzerine mesih yapı lmaz. 3) Ayağa giyilmiş mestler ile, en az üç mil kadar (5 km. kadar) bir yol yürümek mümkün olmalıdı r. 4) Mestlerin topuktan aşağı kısmında, ayağın küçük parmakları ile üç parmak miktarı kadar yı rtı k veya sökük 189 YITIK HAZİNE-1 bulunmamalıdı r. Yırtık veya sökük konusunda her iki mest ayrı kabul edilir. 5) Mestler, bağsız olarak ayakta durabilecek derecede kalın olmalıdı r. 6) Mestler dışarıdan aldığı suyu hemen içine çekerek ayağa ulaştı racak bir halden uzak bulunmalıdır. 7) Her ayağın ön tarafından en az küçük el parmağı kadar kı sım mevcut olmalıdır. Bu yüzden bir veya iki ayağının ön tarafı bulunmayan kimse, mestlerine mesh edemez. Ancak bir ayağı tamamen bulunmayan kimse, diğer ayağına giydiği mestine mesh edebilir (el-Kasani, a.g.e., I, 7 vd.; İbn Abidin, a.g.e., I, 261 vd.; el-Fetava'l-Hindiyye, I, 32-34; Mehmed Zihni, Nimet-i İslam, İstanbul, t.y.; s. 76; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul 1985, s. 82 vd.). Meshin Süresi: Bir meshin süresi, mükim olan kimse için bir gün bir gece, yani yirmi dört saat; en az o sekiz saatlik yola giden yolcu için üç gün üç gecedir. Bu da yetmiş iki saat eder. Bu süreler Hadislerde belirlenmiştir (Nesai, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 86). Bir meshin süresi, mestin ayağa giyildiği andan itibaren değil, abdestinin bozulduğu andan itibaren başlar. Mesela; sabah abdest alıp mestlerini giyen kimsenin. abdesti, öğle vakti saat on ikide bozulsa, mesh süresi saat on ikide başlamış olur. Mukim iken yolcu olan kimse, yolculuk süresine tabi olur ve bu süreyi doldurur. Bunun aksine yolcu olan kimse bir gün bir gece meshettikten sonra mukim olsa, süresi bitmiş olur. Artık abdest alırken ayaklarını yı kaması gerekir. Yolculuğun helal veya haram bir amaç için yapılmış olup olmaması meshi etkilemez. İmam Şan? ve Ahmed b. Hanbel'e göre, mübah olmayan bir amaç için yapılan yolculukta mesh süresi yirmi dört saattir. 190 9.BÖLÜM YİTİK HAZİNE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE İMTİHAN 1 C)1:;J1-3 ,:j,..L ° ,1b ro ,sir .(, 0 ı ı ı ı li.,:a.L. Ç,J j.li 2_..., rS 1,5,.,11 jI'j .l.',..:,..',.11 ,..,.._>...i .,...,, ı .J.„. .4..u ,. --H 6.1:, i...,,, J, ...,ı ,...x+Ç. ıo ı 3 ı 42 .' ıo6s, ..ro,i.. . . .. ç...,....xs.. ... , (..+.-ı ı L,J ı ıı ı 1. a J''' ' t t C't..<; H S O 1 ı0 ı O J, ı O ı J1 ' .Ç'.4: çaj'' J u0. fi 0;: C. r.44.)Y:t ''' Ç,4....,l. 4131 .1, ''' ..' O. ı . :.li w ''' I 4111 J";;I C:.... Ii j..«..i.j 4111 1.:Cm . . ı f İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatı yor. "(Bir gün) ResCılullah Aleyhissalâtu vesselâm yanı mıza gelip şöyle buyurdular: "Ey muhacirler! Beş şey vardı r, onlarla imtihan olacağım zaman (artı k cemiyette hiçbir hayı r kalmamıştır. 'Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah'a sığınırı m. (Bu beş şey şunlardı r:) 1) Zina: Bir millette zina ortaya çı kar ve alanî işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o millette tâun hastalığı yaygı nlaşır ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görülmeyen hastalı klar yayı lı r. 2) Ölçü-tartıda hile: Ölçü ve tartı yı eksik yapan her millet mutlaka kıtlı k, geçim sı kı ntı sı ve sultanı n zulmüne uğrar. 3) Zekat vermemek: Hangi millet malları nı n zekatı nı vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi. 4) Ahdin bozulması : Hangi millet Allah ve Resülünün ahdini (yani düşmanla yaptığı anlaşmayı ) bozarsa, Allah Teâla hazretleri o 193 YİTİK HAZİNE-1 millete, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki (servet)lerin bir kı smını onlar alır. 5) Kitabullahla hükmetmeyi terk: Hangi milletin imamları Kitabullahla ameli terk ederek Allah'ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah onları kendi araları nda savaştı rı r." -L5":',) ı .0 o .JJL",,J1 5,.I â cjl; (i ı3 o' ft co .11 4 Kat İbnu İyâz (radıyallahu anh) anlatı yor; "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı şöyle derken işittim: "Her ümmet için bir fitne vardı r, benim ümmetimin fitnesi de maldır." Tirmizl, Zühd 26, (2337). AÇIKLAMA: Tirmignin sahih olduğunu belirttiği bu hadisle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "mal" konusuna dikkat çekmiştir. şârihler, hadiste geçen "fitne'yi dalâlet ve masiyet, yan sapı tma ve Hakk'a isyan olarak anlarlar. Yani bu ümmeti hak yoldan ayıracak, İslâm'dan uzaklaştıracak en mühim âmil "madde ve mal" olmaktadı r. İslam düşmanı gizli ve açık komitelerin, mahalli ve beynelmilel teşkilatları n Müslümanları ayartabilmek için en ziyade "madde"ye dayandı kları nı müşahede ettikçe, nice yakı nlarımızı n, bu vatan evlatlarını n maddi menfaat sebebiyle dinden koptukları nı gördükçe, "Kâfirler malları nı, Allah'ı n yolundan insanları alı koymak için sarfederler ve daha da sarfedeceklerdir." (Enfal, 37) âyetinin teyidini görmekle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı n benzeri ihbaratı nda ortaya çıkan gaybtan haber mucizesi karşısında hayranlığımızı ifade etmekten kendimizi alamı yoruz.Bu ve bundan sonra da göreceğimiz bir kı sım hadisler, yanlış yoruma sebep olmamalı . İslam temelde servete, kuvvete karşı değildir. Bilakis, pekçok hadis Müslüman' kazanmaya teşvik eder. Dinimizin mühim bir parçası nı teşkil eden zekât, sadaka gibi farz ve mendup emirlerin 194 YİTİK HAZİNE-1 yerine getirilmesi, cihad vazifesinin baraşıyla yürütülmesi hep "mal"a, mal sahibi olmaya bağlıdır. Keza:"Veren el alan elden üstündür", "Kuvvetli mü'min, Allah nezdinde zayıf mü'minden daha hayı rlı, daha üstün, daha sevgilidir", "Müttaki olana zenginliğin bir zararı yoktur" gibi hadisler, "(Ey mü'minler!) onlara karşı gücünüzün yettiğince -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarını zı ve bunları n dışında Allah'ın bilip, sizin bilmediğinizi yı ldı rmak üzere kuvvet ve savaş atları hazı rlayı n" (Enfal, 60), gibi ayetler Müslümanı çalışmaya, kuvvetli olmaya teşvik etmektedir.Öyle ise, "mal" ve "madde"yi kınayan ifadelerin gayesi, bunları n, her an uyanı k olunmadığı takdirde ahlaki ve din? hayatımızda sebep olacağı sefahat ve düşüklüklere karşı uyarmaktı r.Unutmayalım ki, bütün terakki ve kalkı nma hareketleri yoksulluk ve darlı ktan doğduğu halde, duraklama ve gerileme hareketleri de doruk noktası na ulaşan bolluk ve zenginliğin getirdiği rehavet ve sefahetle başlamaktadı r. Bunun en güzel örneği Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in kurduğu İslam devletidir. Zaman zaman açlı ktan düşüp bayı lan, açlığını hafifletmek için karınları na taş bağlayan insanlar, onun temelini atı p, kı sa zamanda üç kıtaya uzanan bir devlet haline getirmişlerdir. Kez tarihçiler Osmanlı Devleti'nin duraklaması nı Kanuni ile başlatı rlar, halbuki, diğer açı dan Kanuni gelişmenin zirvesini temsil eder.Şu halde Allah elçisi, ezer!' ve ebedi hakikatları n tebliğçisi olan Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselarn)in "mal" ve "madde" karşısı ndaki uyarılarına iyi kulak vermek, onları iyi anlamak gerektir:"Allah'a kasem olsun sizin için fakirlikten (darlı ktan) korkmuyorum. Sizin için öncekilere genişleyip (bollaştığı) gibi size de dünyanı n genişleyip bollaşmasından, onlar gibi sizin de dünyalı k yarışına düşmenizden, dünyalığın onları helal< ettiği gibi, sizi de helal< etmesinden korkuyorum."Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in "mal" karşısı ndaki tutumunu kavramada şu hadisi görmemiz yeterlidir:"İnsanlar dünyalık karşısında dört kı sımdı r: Bir kul vardı r, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sı la-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ı n hakkı nı bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder. Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sahibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayı r yollarında 195 YİTİK HAZINE-1 harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabül eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.Bir üçüncü kul vardı r, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sı la-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.Dördüncü bir kimse daha vardı r. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar." Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatı yor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gözcü seriyye gönderdi. Başına Asım İbnu Sâbit'i komutan tayinetti. Bu zât Amr İbnu Asım İbni'l-Hattâb'ı n ceddi idi. Usfân ile Mekke arasında bulunan bir yere kadar gittiler. Huzeyl Kabilesi'nin Beni Lihyan denen bir koluna haber verdiler. Bunları yüz okçu yakından takibe aldı. Izlerini takiben onların inmiş bulunduğu yere kadar geldiler. Onların azık olarak Medine'den beraberlerine almış oldukları hurmanın çekirdeğini buldular."Bu Yesrib (Medine) hurmasıdır!" dediler ve izlerini takibe devam ederek, Ashab'a kavuştular. Asım ve ashâbı onları hissedince sarp bir yere sığındı lar. Takipçiler gelip onları kuşattılar."Eğer bize teslim olursanı z size ahd ve misakımı z var, sizden kimseyi öldürmeyeceğiz!"dediler. Asım:"Ben bir kâfirin zimmetine teslim olmam. Allahım, Resedüne bizden haber ver!" dedi. Aralarında mukatele (vuruşma) çı ktı . Takipçiler ok attı lar. Asım (radıyallahu anh) yedi kişiyle birlikte şehid oldu. Geriye Hubeyb, Zeyd ve bir kişi daha kaldı .Takipçiler, bunlarada ahd ve misak teklif ettiler. Bunlar, onlara teslim oldular. Ele geçirir geçirmez, derhal yayları nın kirişlerini çözerek, bunları onlarla bağladı lar.Hubeyb ve Zeyd'in yanındaki üçüncü şahı s:"Bu verdikleri söze birinci ihânetleri" deyip, onlarla beraberliği reddetti. Onu sürüyüp braberliğe zorladılar. O yine de direndi. Onu da şehid ettiler, Hubeyd ve Zeyd'i Mekke'ye götürüp orada sattılar. Hubeyb'i Beni'l-Hâris İbni Âmir İbni Nevfel satı n aldı . Hubeyb, Bedir günü el-Hâris'i öldürmüştü. Yanlarında esir olarak kaldı . Sonunda öldürmeye karar verdiler. (Bir ara) el-Hâris'in kızları ndan birinden etek traşı olmak için ustura istedi, kız getirdi. Kadın der ki: "Bir çocuğum 196 YİTİK HAZİNE-1 vardı, gafil davrandım. Hubeyb'in yanına kadar çıktı . Hubeyb onu dizine oturttu. O vaziyette görünce çok korktum. Benim korktuğumu Hubeyb farketti, ustura de elindeydi.""Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? İnşaallah böyle bir şey yapmam" dedi. Yine o kadın şunu anlatmıştı :"Ben Hubeyb'ten daha hayı rlı bir esir görmedim. Bir gün onun, salkı mdan üzüm yediğini gördüm. Halbuki o sı rada Mekke'de hiç bir meyve yoktu. Üstelik demir zincirlerle bağlı idi. Demek ki o, Allah'ı n Hubeyb'e lutfettiği bir rı zıktı .Öldürmek üzere onu, Harem bölgesinden çı kardı lar. Orada:"Beni bı rakı n iki rek'at namaz kılayım!" dedi. (Bıraktılar namazı nı kı lınca) geri geldi."Eğer ölümden korktu demiyecek olsaydınız daha fazla kılacaktım!" dedi. Idam sırasında namaz kı lmayı ilk sünnet kılan kimse Hubeyb idi."Allahım, onları n hepsini say, [dağınık dağını k öldür]" dedi. Sonra şu beyitleri terennüm etti:"Müslüman olarak öldürüldükten sonra gam yemem,Nerede olursa olsun Allah için ölüyorum.Bu ölüm O'nun zatı(nın rızası ) yolundadı r. Dilerse O, darmadağını k uzuvların eklemleri üzerine bereket verir.[Sonra Hubeyb: "Alahım, Resulüne selamım' götürecek kimse bulamı yorum, sen duyur" der.]( Bir rivayette şöyle denir: "Ve aleykesselâm ya Hubeyb. Onu Kureyş katletti" der.) Sonra Ukbe İbnu'l-Haris kalkı p Hubeyb'i öldürdü.Kureyş Bedir'de pek çok büyüklerini öldürmüş bulunan iksım'ı n cesedinden bir parça getirtmek için, onun ölümünden sonra, ölüsüne adamlar gönderdi. Allah Tel Hazretleri de onun üzerine arı oğulu nevinden bir gölgelik gönderdi. Bu, Kureyş'in gönderdiklerine karşı onun cesedini korudu, hiç bir şey alamadılar." [Buhar?, Megazi, 38, 9, 170, Tevhid 14; Ebu Davud, Cihad 115, (2660, 2661), Cenalz 16, (3112).]AÇIKLAMA:1- Reci vak'ayı ciğersuz'u, İbnu'l-Esire göre hicretin dördüncü senesinin başları nda, Safer ayında, Uhud Gazvesinin akabinde vuküa gelir. İbnu İshak'ın nakline göre, Uhud'dan sonra Adel ve el-Kare kabilelerinden gelen bir heyet Resulullah (aleyhissalâtu vesselarn)'a başvurarak: "Ey Allah'ı n Resulü! Aramı zda İslam yayı lmaktadır. Bizimle birlikte ashabından bazı larını gönder de bize dini öğretsinler" diye talebte bulunurlar. Resulullah da onlarla birlikte altı kişi gönderir. Başları na Âsım İbnu Sâbit'i -bir rivayete göre de Mersed İbnu EbT Mersed- (radı yallahu anhümâ)'yı koyar.Hadisenin tasvirinde rivayetler arası nda bazı farklı lıklar 197 YİTİK HAZİNE-1 var. Mesela sadedinde olduğumuz rivayet 10 kişi derken, İbnu İshak'ı n rivayeti altı kişiden bahseder. İbnu Hacer, üç kişinin bunlara tabi olan kimseler olabileceği, -bu yüzden- onlar üzerinde ciddi durulmamış olabileceği tahminini yürütür.Bu grup el-Hed'e nammevkiye gelince ihânete uğrarlar. Bunları götürenler orada Hüzeyl'e mensub bir kabileden yüz kadar okçu te'mini ile sadedinde olduğumuz hadiste tafsil edilen vukuatı tezgahlarlar.2- Rivayette Asım'ın cesedinden bir parça getirmek üzere ölüsüne adam gönderildiği kaydedilir. Başka rivayetlerde "kafası nı getirip Sülâfe Bintu Sa'd'a satmak için" adam gönderildiği mevzubahistir. Çünkü, Asım, Bedir'de bu kadının iki oğlunu öldürmüştü. Kadın, Asım (radıyallahu anh)'ı n kafatasında şarap içmeye nezretmişti. Ama Cenab-ı Hakk onu arı larla koruyarak gündüz yanaşmaları nı mâni olur. İşi geceye bırakı rlar, gece ise cesedi, Rabb Tel kaybeder, boş dönerler.Mekke'ye getirilen ikinci şahı s Zeyd İbnu'd- Desinne'yi Safvân İbnu Ümeyye satı n alı r. Bedir'de öldürülen iki oğluna bedel, öldürülmek üzere Harem'den Hıll bölgesine çı karılır. Ten'ime gelirler. Orada Safvân'ı n cellad oğlu sorar:"Allah adına söyle, şu anda Muhammed'in senin yerinde olmasını, sana bedel onu öldürmemi, seninde ailene dönmeni istemez misin?"Zeyd şu cevabı verir:"Vallahi, Muhammed'in değil burada olmasını, _.; ı nduğu yerde onu rahatsız edecek bir dikenin ayağına batması nı, evirnde olmama tercih edemem." Bu manzara karşısında Ebu Süfyan:"Ben, Muhammed'in ashabının onu sevdiği kadar, bir kimsenin bir başkası nı öylesine sevdiğini ömrümde görmedim!" der.Ashab'ı n Resulullah (aleyhissalâtu vesselam)'a olan sevgisini aksettiren birçok vak'a Uhud savaşı sı rasında geçer. Burada zikrine münasebet düştüğü için kaydediyoruz. Bunlar bize, zulümle, katille, terörle, zorbalı kla, zalimâne kanunların baskı sıyla yarım asırdan fazla bir zamandan beri vicdanlarda dikilmeye çalışılan beşer? putların yı kı lmaya başladığı günümüzde (1989-1990 ve bu vetirenin tamamlanacağı ileriki birkaç yı lda), İslam'ın hakiki büyüklüğü, kısa zamandaki başarı sı ndaki sı r, ası rlar geçmesine rağmen dimdik capcanlı ayakta oluşunun gerçek sebebi hususunda mesaj verecektir:Enes İbnu'n-Nadr, Uhud'da herkesin şaşkı n hale düştüğü bir anda tek başına ilerler, bu şaşkınlığın şoku içinde olan muhacirlerden bir gruba rastlar."Sizi böyle 198 YİTİK HAZİNE-1 hareketsiz kılan nedir?" der."Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öldürülmüş!" cevabını verirler. Enes ibnu'n-Nadr:"Ondan sonra yaşamayı ne yapacaksı nı z? Onun öldüğü dava uğruna siz de ölün!... Ey kavur! Muhammed öldü ise, Muhammed'in Rabbi (davası) ölmedi. Muhammed'in kavga verdiği şey adı na siz de kavga verin!"* Safiyye Bintu Abdilmuttalib, Hz. Hamza'nı n müsle'ye maruz kaldığını, karnı nı n deşilip ciğerlerinin bile çıkarı ldığını işitince, görmek üzere savaş yerine gelir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Safiyye'nin oğlu Zübeyr (radıyallahu anh)'a: "Anneni geri çevir, kardeşi Hamza'yı o halde görmesin!" emreder. Zübeyr, Safiyye (radı yallahu anhâ)'yı karşılar ve Resulullah'ı n "geri dönmesi" emrini tebliğ eder. İşte Safiyye validenin de o anda sarfettiği söz, İslam davası na inanmış bir ağızdan çı kan tarihi bir sözdür:"Bana, kardeşime müsle yapı ldığı haberi geldi. Allah yolunda bu azdı r! Biz daha fazlasına da razıyı z! Allah'tan ücret bekleyeceğim ve sabredeceğim!"Hz. Zübeyr (radı yallahu anh) bu sözleri Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirir. Aleyhissalâtu vesselâm:"Öyleyse bı rak gitsin" buyurur. Kadın, Hz. Hamza'nı n yanına gelir, sükânet içinde ruhuna dua okur ve innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun deyip ayrı lır.* Savaş sonrası, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabı yla birlikte Medine'de Beni Dinâr'dan bir kadına uğrar. Savaşta kocası, oğlan kardeşi ve babası şehid düşmüştür. Ashab birer birer bu kayı plarını haber verir. Kadı n:"Resulullah'a ne oldu onu söyleyin!" der. Ashab:"Elhamdülillah! O sağdır, selâmettedir, arzu edeceğin gibidir!" derler."Bana gösterin, gözlerimle göreyim!" der. Resulullah burada denir. işaret edilerek kadına gösterilir. Kadı n Resulul!ah'ı görünce:"Sen sağ olduktan sonra her musibet küçüktür, hiçtir!" der. HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI FAİDELER:* Esir, düşmanı n emanı nı kabul etmeyebilir, caizdir.* Emanı kabul etmesine de ruhsat tanınmıştı r, ancak eman istememesi azimettir. Hasan Basri hazretleri "Eman istemede bir beis yok" demiş ise de Süfyan Seyri "mekruh addederim" demiştir.* Müşriklere verilen ahde uymaya, onları n çocukları nı öldürmekten kaçı nmaya, kendisini öldüreceklere iyi davranmaya örnek var.* Velilerin kerâmeti haktır.* Kâfirlere âmmeten beddua caizdir.* İdam edilirken namaz kı lınır.* İdam sırasında şiir inşadı caizdir.* Hubeyb'in dinindeki kuvvet ve yakini gözükmektedir.* Allah 199 YITIK HAZİN E-1 müslüman kullarını da her çeşit musibetle imtihan eder.* Müslümanın duasına diri veya ölü iken de Allah'ın icabet ettiğine örnek var. Cenab-ı Hakk, öldükten sonra onun cesedini himaye etmiş, müşriklerin dokunmasını önlemiştir. Ancak şehidlik ikramıyla şereflendirmek için, katletmelerine mâni olmamıştır. 200 YİTİK HAZİNE-1 RİSALE-İ NURDA İMTİHAN ...Din bir imtihandı r. Teklif-i İlahi bir tecrübedir. Ta ervah-ı Aliye ile ervah-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrı lsı n. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, ta elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dar-1 imtihanda olan teklitat-ı İlâfrye bir ibtiladır ve' bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i Aliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin. Mâdem Kur'ân, bu dar-ı imtihanda bir tecrübe sûretinde, bir müsâbaka meydanında beşerin tekemmülü için nazil olmuştur; elbette şu dünyevi ve herkese görünecek urnar-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarâhaten zikretse, sı rr-ı teklif bozulur. âdetâ gökyüzündeki yı ldı zlarla vazıhan Lâ ilâhe illallah yazmak misillü birbedâhete girecek; o zaman, herkes ister istemez tasdik edecek. Müsâbaka olmaz; imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh beraber kalacaklar. ABDİN İMTİHANI Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa' Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlahi nedir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nası l öleceksin." Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: J Yani, "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: 'Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?' diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: 'Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?' diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakkı n rububiyetine karşı imtihan tarzı, sü-I edeptir, ubudiyete münâfidir." CENNETTEN İHRACIN HİKMETİ Sual: Hazret-i Adem'in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kı sım beniadem'in Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir? 201 YITIK HAZİNE-1 Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Adem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadınamuvafı k bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malüm günahla Cennetten ihraç edildi. Demek, Hazret-i Adem'in Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffânn da Cehenneme ithalleri haktır ve adalettir... İMTİHAN MEYDANI Ezell, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizâsı ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kalem-i kader ve kudretine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezâhürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezâhürü ise hakâik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakâik-ı nisbiyenin zuhuru ise Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuşu tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye süretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır. 202 YİTİK HAZİNE-1 CİHAD BİR BEREKET İKLİMİDİR Hayı rlı bir işin yolunda olmak da hayı rdır. Nitekim şer, kendisi şer olduğu gibi, ona götüren yol da şerdir. Kendini hayra adamış, hayırlı işe vakfetmiş insan için gün, yirmi dört saat değildir. Yirmi dört saatin yirmi dördü de onun hasenat defterine hasenat olarak geçer. Yatarken kalkarken, yerken, içerken, gezerken ve hattâ uyurken hep bu da'va ve hakikatın sevdası yla yaşar. Zira o, olduğundan büyük bir davaya, büyük bir hakikate gönül vermiş. Hayatını bu düşüncelerle planladığı, bu düşüncelerle çeşitli bölümlere ayırdığı için Allah (cc) onun hayatı ndaki karanlı k noktaları dahi, niyet ve düşüncesiyle aydınlatı r ve onu apaydı n bir hayata ulaştırı r. Allah yolunda olan insanı n hayatında karanlı k nokta yoktur. Onun gecesi, gündüzü kadar aydı ndır. Hayatı nı n her saniyesi, ibadetle geçen seneler hükmündedir. Çünkü o, hayırlı bir yoldadı r. Ve bâld istikametinde sarfedilen zaman parçasının kı salığına, uzunluğuna bakı lmaksı zı n, Allah (cc) tarafından sonsuzca mükâfatı verilecektir. Dolayı sıyla onun bir ân-ı seyyâlesi, binlerce senelik ma'nâsı bir hayata müreccahtı r. Bu sırrı kavradığı içindir ki sahadi, durmadan Allah Rasülü'ne müracaat ediyor ve kendisi için hayı r yolları nı n çoğaltı lması talebinde bulunuyordu. Onlardan niceleri nice defalar gelmiş ve "Yâ RasCılallah! Bana öyle bir hayı r öğret ki, onu yaptığımda cennete girebileyim" demiştir. Allah ma'rifetiyle akı lları aydı nlanmış olan bu insanlar, durmadan hayır kapısı araştırıyorlardı. Bu, bir bakıma, ebediyet yolunda yolculukları nı kolaylaştırmanı n çaresini de aramak demekti. Müracaatlar, hep hayır istikametinde oluyor ve bütün hayatı tenvir istikametinde birbirleriyle adeta yarışıyorlardı . Bu sebepledir ki, o devirde genç, yaşlı, ihtiyar, kadı n, erkek herkesi, kendini hayı rdan uzaklaştı racak her şeye karşı ciddi bir küskünlük içinde görüyoruz. 203 YİTİK HAZINE-1 Nesibetü'l-Maziniye, hayatı mücadeleyle geçmiş bir kadındı . Efendimiz (say) Medine'ye teşrif edince, çocukları ve kocasıyla hemen emrine girmiş ve hizmetini yüklenmişti. Bedir'e de, Uhud'a da iştirak etmiş bulunan bu kadı n, Uhud'da yaralıları n yaralarını sarma vazifesini üzerine alır. Hayatı boyunca Efendimiz'le beraber bütün mücahede ve mücadelelere katılmak, daima en büyük arzusu olmuştur. Tesettür ayeti nazil olup da Efendimiz (say) kendisine artık erkeklerle beraber cihada çı kamayacağını duyurunca, Nesibe beyninden vurulmuşa döndü. Kendi kendine, gözyaşları içinde, "Ya RasOlallah Sen Allah yolunda cihada çı karsın da, ben burda nası l dururum?" diye söyleniyordu. Hayı r yolundan alıkonmak, onu mahzun ve mükedder etmişti. İbn-i Ömer diyor ki: "Bedir'e çıkı ldığı zaman ben 13 yaşındaydım. Efendimiz parmağıyla işaret ederek, "sen geriye git" dedi. O gece geldim ve yatağa girdim. Allah'a yemin ederim ki, ondan daha ıstıraplı bir gece geçirmedim". Sa'd b. EU' Vakkas'ı n kardeşi olan Umeyr b. Ebi Vakkas, Bedir'e iştirak ettiğinde 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O gün Allah Rasıllü, harbe iştirak edecekleri teftiş ederken o ayaklarının ucuna dikilmiş, boyunu büyük göstermeye çalışmıştı . Orduya kabul edildiğini duyunca da sevinçten uçacak hale gelmişti. Zira kendisine bir hayı r kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan girecek ve şehid olacaktı . Ebâ Süfyan, Rasül-i Ekrem (sav)'e Mekke fethine kadar düşmanlı k yapmıştı . Ancak müslüman olduktan sonra kendisi için sürekli bir hayır kapı sı aradı durdu. Nihayet aradığını cihadda buldu ve cephede düşman tarafından atılan bir okla gözünü kaybedince, "Neye yararsı n ki, yetmiş sene sahibini görmedin" diyerek düşman saflarına daldı . Belli ki, o da şehadet kovalıyordu. İbn-i Hişam, 10 bin kişilik orduyla 100 bin kişilik Bizans ordusunun karşısı na dikilmişti. O gün İbn-i Hişam'ı şöyle seslenirken görüyoruz: "Ey Bedir'de Raseıl-i Ekrem'in önünde 204 YITIK HAZINE-1 savaşanlar; Uhud'da kıyasıya mücadele edenler; Hudeybiye'de O'nun elini sıkanlar -kendisi bunları n arası nda yoktu- gelin, bugün elele tutalım ve söz verip bu yüce bayrağı yere düşürmeyelim!" O bayrak düşmedi, el değiştirdi ama düşmedi. Eller kesilince, bacaklarla tutuldu, yine düşmedi. Bacaklar da kopunca üzerine abanıldı, yine bayrak yere düşürülmedi. Bir gün düşman bir adım ileri atabildiyse, bunu, ancak İbn-i Hişam'ı n kütükte doğranan et haline gelmiş cesedine basarak yapmıştır. Cihad, onlar için bir dertti, bu derdin dermanı da, yine bizzat o derdin içindeydi. Bilâl-i Habeşi (ra), Efendimiz'in vefatından sonra nice defa Hz. Ebâ Bekir (ra)'a müracaatla Medine'den ayrılmak için izin istemiş, ancak Hz. Ebâ Bekir, her defası nda onun bu arzusunu geri çevirmişti. Zira o, Bilâl'i Allah Rasûlü'nden kendisine kalan bir yadigâr gibi görüyordu. Ne var ki, Bilâl'in de içi yanıyordu; o Allah Rasâlü'nün devrinde cihada çıkmaya ve harb meydanlarında kılıç sallayı p, sancak taşımaya alışmıştı . şimdi sadece müezzinlik için Medine'de beklemek ona giran geliyordu. Bir Cuma günü Hz. Eb0 Bekir hutbe verirken Bilal ayağa fı rladı : "Ya Ebâ Bekir! Beni nefsin için mi, yoksa Allah için mi azad ettin?" dedi. Hz. Ebti Bekir, "Allah için" cevabı nı verince de, sözlerini şöyle bağladı : "Öyleyse Allah için beni bırak, ben cihad etmek istiyorum". Ve Bilâl, Şam önlerine gider, orada şehid olur ve meçhul bir mezara gömülür. Onu oralara götüren içinde yanan cihad aşkı ydı . Ebu Heysem, Allah Rasâlü Tebük'e giderken geri kalmıştı. Bu geri kalış ve bu gecikme, onun vicdanını öyle baskı altı na aldı ve öyle rahatsı z etti ki, duramadı ve hemen atı na binip, yola koyuldu. At yorulunca da semeri yüklendi ve yola yaya olarak devam etti. O esnâda Allah Ras0Iü, bir su başında ashabıyla beraber oturuyordu. Medine canibinden bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, "Keşke Eb0 Heysem olsan" dedi. Biraz sonra da Ebu Heysem göründü; pür-telaş geliyordu. Allah Rasülü, onun gelişinden çok memnun olmuş ve kendisini candan 205 YITIK HAZINE-1 tebrik etmişti. Ebu Heysem ise, kendisini Allah Rasülü'nün kucağına atarak "Ya RasCılallah, nerede ise helak oluyordum" demişti. Zira cihaddan geri kalmak, ciddi bir günahtır; Eb0 Heysem, işte böyle bir günahla helak olmaktan korkuyordu. Buna karşılı k cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayı rdan birine mutlaka kavuşacaktı r; Ya şehid olup, ebedi bir hayat ya da gazi olup, hem dünya hem de ukbâ nimetlerine ulaşacaktı r. İşte, cihadda böyle bir bereket vardır. MUAZ B. CEBEL Ensarı n ileri gelenlerinden bir sahabi. Adı, Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensari el-Hazreci'dir. Künyesi, s"Ebu Abdurrahman"dır. On sekiz yaşında müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz'le birlikte bütün savaşlara katılmıştı r. Ras0lüllah (s.a.$) onu Muhacirinden Abdullah b. Mes'ud ile kardeş yapmıştı. Muhammed b. Sa'd: "Muaz, uzun boylu, beyaz tenli, güzel dişli, iri gözlü, çatı k kaslı ve kı vırcı k saçlı ydı " diye tanı mlamıştı r. Hz. Peygamber kendisini çok seviyor ve zaman zaman: "Ey Muaz seni seviyorum" demek suretiyle bu sevgisini açığa vururdu. Ashab arası nda da, yüz güzelliğinin yanı nda, yumuşak huyluluğu, hayası, cömertliği ile tanını yordu. Onu Hz. Ömer de çok seviyordu. Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "Analar bir daha Muâz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu. Şayet Muaz benim hilafetim zamanı nda yaşamış olsaydı onu kendimden sonra halife tayin ederdim ve Rabbim bana onu niçin halife tayin ettiğimi sorduğunda da: "Ya Rabbi, senin Rasülün'ü, Alimler kı yamet gününde bir araya geldiklerinde Muâz, bir ok atı mı (veya bir taş atımı) onları n önünde olacak" derken işittim, diye cevap verirdim" demiştir (İbn Sa'd, Tabakat, III, 583-590). Hz. Muâz, sünnete de son derece bağlı ydı . Bir gün peygamber (s.a.$) mescidin kı ble duvarında tükrük görmüş ve bunun üzerine: "Her biriniz namazına durduğu vakit Şüphesiz Rabbi ile münâcât eder (söyleşir). Rabbi, kendisi ile kıblesi 206 YITIK HAZINE-1 arasındadır. O halde hiç biriniz kı blesine karşı tükürmesin. Mutlaka tükürmesi gerekirse, ya sol tarafı na veya sol ayağının altına tükürsün... " buyurmuştur. Bunun üzerine Muâz (r.a): "İslâmiyet'i kabul ettiğim günden beri sağ tarafıma tükürmüş değilim (çünkü sağ tarafta insanın sevaplarını yazan melek vardı r)" demiş ve bu hareketiyle RasCılüllah'a ne kadar bağlı olduğunu göstermiştir (Sahih-i Buharı, Tevridi Sarih Tercemesi, II, 353-354). Muâz b. Cebel'in diğer bir özelliği de Kur'ân'ı ezbere bilmiş olması ve onu güzel okumasıdır. Bunun için Sevgili Peygamberimiz: "Kur'an'ı dört kişiden öğrenin: Abdullah b. Mes'Cıd, Ubey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel ve Ebu HCızeyfe'nin azadlı sı Salim" buyurmuştur. Aynı zamanda Hz. Peygamber zamanında Kur'ân'ın toplanması nda emeği geçenlerdendir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 190; Tecrid Terc., IX, 401; X, 22). Muâz (r.a), yaşayışında zühd ve takvaya da büyük önem verirdi. Geceleri teheccüd namazı kılar ve namaz sonunda: "Allahım! Şu anda gözler uykuda ve gökte yı ldızlar parlamış durumda. Sen ise, diri, her an yaratı klarını gözetip duransın... Rabbim bana dünya ve âhirette hidâyet nasib et! Şüphesiz Sen va'dinden dönmezsin" diye duâ ederdi (İbnü'l-Esir, Üsdül-Gabe, V, 194-197). İbn Mes'ad, Muâz (r.a) hakkında: 3"Şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir kimse idi; Allah'a şirk koşanlardan olmadı " demiştir. Bunun üzerine ona, bu sizin söyledikleriniz Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim hakkında söylenmiştir (en-Nahl, 16/120) denildiğ'inde: "Muaz da böyleydi; hayrı biliyor, ona uyuyor, Allah'a ve RasCılü'ne itaat ediyordu" cevabını vermiş ve onu İbrahim (a.$)'e benzetmiştir (üsdülGâbe, V, 197). Muaz (r.a), Sahabe'den Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer vs.'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden hadis rivayet edenler arası nda Enes b. Malik, Mesruk, Ebu't-Tufeyl, Esved b: Hilal, Ebu Müslim el-Havlânı, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. 207 YITIK HAZINE-1 Ganem gibi zevât gelmektedir. Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sadece yüz elli yedidir (ez-Zehebi, Tezkiratül-Huffaz, 1,1922; Nevzat Aşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. 117). Hz. Muâz, aynı zamanda sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (ince anlayış) sahibiydi. Daha Rasülullah'ı n sağlığında fetva vermeye başlamıştı . Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim içerisinde helal ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel'dir" demiştir (Tecrid Tercemesi, I, 84). Peygamber Efendimiz onu, İslami anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yı lı nda Yemen'e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le araları nda geçen konuşmayı Muâz (r.a) şöyle anlatır: "Allah Rasülü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?" Ben: "Allah'ı n kitabındakilerle" diye cevap verdim. "Eğer Allah'ı n kitabı nda bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi." "Allah Rasülü'nün hükmettiği ile, dedim. Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde: "Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasülü: "Nebisini, razı olduğu şeyde başarılı kı lan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashâbımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590). Ona şu tavsiyelerde bulundu: "Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "La ilâhe illallah'fir" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle (yumuşaklıkla, akla uygun olarak) hükmet. Cenab-ı Hak, sende samimiyet görürse yardımı nı ihsan eder, muvaffakiyet verir. Eğer içtihâddan âciz kalı rsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için bekle, yahut meseleyi bana bildir. Nefsinin arzuları na uymaktan çekin. Nefsin arzuları insanr Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et. "Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka Allah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ı n kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kı ldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekatın farz kılındığını bildir" (Buhari, Zekat,1). Ve şu mübarek sözleriyle vedalaştı : Ey Muâz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah seni dinde başarı lı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan, sağından, 208 YITIK HAZINE-1 solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü bela ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini uzaklaştırsın. Ey Muâz, belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (r.a), üzüntüsünden ağlayarak ayrıldı . Netice Allah Rasülü'nün tahmin ettiği gibi oldu. Muâz, Hz. Ebu Bekr'in halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de Taün hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat etti . GUSÜL (BOY ABDESTİ) Tepeden tırnağa kadar vücudun her tarafını hiçbir yer kuru kalmayacak şekilde yıkamak. Fiil kökünden isim olan gusl, sözlükte; yıkanmak ve temizlenmek manasına gelir. "Gasele" fiili de, kirin suyla giderilmesi ve temizlenmesini ifade eder. Erginlik çağına gelmiş her müslüman erkeğin ve kadının şu durumlarda boy abdesti alması gerekir. 1) Cünüplük; yani cinsi' münasebet, ihtilam ve ne şekilde olursa olsun meninin (sperm) şehvetle vücut dışına çıkması. 2) Hayız (kadının âdet görmesi) ve nifas (lohusalı k) halinin sona ermesi. Bu hallerde gusletmek farzdır. Bazı durumlarda da gusletmek, sünnet veya müstehabdır. Mesela; Hac ve Umre yapmak maksadıyla Mekke ve Medine'ye girmeden önce, hac mevsiminde Mina ve Müzdelife'de bulunmadan önce; yağmur duasından önce; herhangi bir hayırlı iş için müslümanlarla bir araya gelmeden ve mübarek gecelerde gusletmek sünnet ve müstehabdır. ' Namaz için alınan abdest "küçük abdest" kabul edilerek, gusle "büyük abdest" veya "boy abdesti" adı verilmektedir. 209 YITIK HAZİNE-1 Guslün farzları üçtür. I) Ağza su alı p boğaza kadar çalkalamak. 2) Buruna su çekmek ve yı kamak. 3) Tepeden tırnağa bütün vücudu yıkamak. Vücut yıkanırken en ufak bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilmelidir. Aksi taktirde gusül yerine gelmemiş olur. Onun için kulaklar, göbek çukuru, saç, sakal ve bıyı kların dipleri iyice yı kanır. Guslün sünnetlerine gelince: 1) Gusle besmele ve niyet ile başlamak. 2) Avret yerini yı kamak ve bedenin herhangi bir yerinde pislik varsa onu temizlemek. 3) Gusülden evvel abdest almak. 4) Abdestten sonra, önce üç defa başa, sonra üç defa sağ, üç defa da sol omuza su dökerek her defası nda bedeni iyice oğuşturmak. 5) Guslederken çok fazla veya çok az su kullanmaktan kaçınmak. 6) Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak. 7) Tenha bir yerde yı kanılsa bile, avret yerini açmamak. 8) Guslederken konuşmamak. 9) Gusl bitince bedeni bir havlu ile kurutmak 10) Gusulden sonra çabucak giyinmektir. 210 10.BÖLÜM 1 YITIK HAZINE-1 HADİS-İ ŞERİFLERDE İRADE „ (:)! ft 11os o csi, 4.51p . ,yY) Hz. Huzeyfe (radı yallahu anh) anlatı yor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sakın sizden kimse kararsı z olup da: "Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım, kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım" demesin. Aksine, nefsinizi sabit tutun, halka iyilik yaptı mı siz de iyilik yapı n, kötülük yaparsa zulme yer vermeyin." [Tirmizi, Birr 63, (2008).] AÇIKLAMA: "Kararsız" diye çevirdiğimiz immea, rey sahibi kimselere denmektedir. şahsiyet olmayan zayıf karakterli koyup, bir fikri, bir şahsi benimseyip sabit kalamadığı için herkese "seninleyim" diyebilmektedir.Resulullah, bu halin atı lması nı, hep başkası na tabi olma yolları arayacağına kişinin iyilikte sabit kalmasını, ne olursa olsun şerrin yardımcı sı, hamisi durumuna düşülmemesini tavsiye etmektedir. Kişinin iyilik yapamama durumunda, başkasına kötülük yapması gerekmez. Kendini kötülükten tutmak da bir nevi iyilik yapmaktı r ki, hadislerde bu tavsiye edilmiştir. 213 YİTİK HAZİNE-1 İRADE ve İMTİHAN Sual: "bade ile imtihan olma" mes'elesini nasıl anlamalıyız? Cevap: İnsanın fızyonomisi, anatomisi, biyolojisi gibi onun maddi, cismani varlığına yönelik hususları âlem-i halk; irade, vicdan, şuur, his gibi manevi yönleri de âlem-i emr içinde mütalaa edilir. Ayrıca bu dört temel rükün haricinde latife-i Rabbaniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hafi' ve ahfâ da yine âlem-i emr içinde değerlendirilir. Âlem-i emri teşekkül ettiren bütün bu unsurlar, doğrudan doğruya ruhla irtibatlı dır. Bunların "seyr ü süleık"da, bizim dünyevi hayatımız adına da, uhrevi hayatımız adına da va'dettiği şeyler vardır.. ve tabii ki, bunların insana ihsan edilmesiyle birlikte, onlarla hedeflenen bir nihai gaye, bir finalite de söz konusudur ki, insan dünya hayatı nda hep bu gayeye erişebilme peşinde koşar. Yalnız şu husus da kat'iyen unutulmamalıdı r ki, insanın bu gayeye erişebilmesi, insan-ı kâmil olmasıyla yakından alakalıdı r. Şayet gaye, cismani arzuların tatmini veya cennet nimetlerinden istifade, Cemalullah'ı müşahede ise, insanı n bu sonucu elde edebilmesi, kendine Iütfedilen bu duyguları, bu potansiyel istidât ve kabiliyetleri kullanması na bağlıdır. Bu da ancak amel etmek ve çok temrinatla olur. Onun için insan, daima Abdülkerim Cill'nin kitabında anlattığı ve kitabına ismini verdiği "İnsan-ı Kamil" olmakla duyup hazzedebilecek ve varidatı na erebilecektir. Evet, "fıtratı n gayesi, hilkatin neticesi iman-ı billahtır"; onun ardı ndan muhabbetullah, peşi sıra zevk-i ruhani, onun bir devamı olarak da aşk, aşkın insan ruhunda hasıl ettiği şevk; hatta bu mevzuda hayrete daima, kendinden geçme makamı sayılan vecd, vecde girmek için bazen tevâcüd, vecdin katlanmış şekli olan mevacid.. ve bunlardan bir girizgâhla ayrı lı p farklı bir varyantta cereyan eden cezb.. iradenin söz konusu olmadığı incizab.. ve incizabı n son sınırı "Yakin gelip çatıncaya kadar ibadet şuuru." Evet işte bütün bunlarla, bir bakıma fıtratın gayesi, hilkatin neticesi olan insan-ı kâmil seviyesi yakalanabilir. 214 YİTİK HAZİNE-1 İradeye gelince; başta da belirttiğimiz gibi, o âlem-i emr içinde, vicdan mekanizmasının dört temel unsurundan birisidir. Irade, Bediüzzaman Hazretleri'nin sehl-i mümteni' diye nitelendirebileceğimiz o enfes üslubuyla ifade ettiği gibi "bir meyelân (eğilim) veya meyelândaki tasarruftur." Evet Üstad'ın, çok veciz ve kı sa bir şekilde dile getirdiği bu hakikati, Seyyid Şerif Cürcânı, Teftâzâni gibi kelâm ilminin dâhi imamları, kitablarında birçok sayfa ayırarak ancak izah edebilmişlerdir. Evet irade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, o iki şeyden herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdı r. Aslında bu, bir şart-ı âdidir. Ve tabii bu şart-ı âdide, sebeplemüsebbeb arasında tenasüb-ü illiyet prensibine göre bir münasebet de aranmaz. Yani cihanları aydınlatan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunma ile aydı nlanma veya koskoca sistemlerin yıkılması veya teessüs edilmesinin, sizin bir üfürüğünüze bağlanması ve sı rf sizin üfürüğünüzle o sistemin yıkılması veya kurulması gibi. Misallerde de görüldüğü üzere, burada sebep ile netice arasında münasebet, kat'iyen söz konusu değildir. Aslı nda ve normal şartlar altında o sebebin, bu neticeyi meydana getirmesi imkânsızdır. İşte Bediüzzaman Hazretleri bu çerçevedeki iradeye, sair kelâmcılar gibi "nisbi, kisbi irade" adını veriyor. şimdi bu kısa ve öz açı klamalardan sonra, irade ile imtihan olma mes'elesini incelemeye çalışalım: 1- Öncelikle biz irademizle imtihan oluyoruz. Bu kadar küçük bir şeyle (eğilim veya eğilimde tasarruf) nasıl böyle büyük neticeler elde edilebiliyor? Halbuki, sebeble müsebbeb arasındaki münasebetin, akli ve mantık? buudlarda olmaması, bize O'nun büyüklüğünü ve o mutlak büyüklüğün çok önemli bir buudunu gösteriyor. -Yalnız bu buud tabiri kemmiyet ve keyfiyet ifade ettiğinden, bunun Allah'a isnadı hata olabilir. Eğer hata ise Rabbim affetsin- Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin ısrarla üzerinde durduğu gibi bir çekirdekten koca bir çam ağacı nı n meydana gelmesi, bir yumurtadan veya daha doğru bir ifadeyle yumurtanı n içindeki küçücük bir "ukde-i hayatiye"den civcivin meydana gelmesi.. hepsi Allah'ın kudretinin, kuvvetinin birer 215 YİTİK HAZİNE-1 tecellisidir. İşte bizim iradelerimiz de bu ölçüde bir şeydir. Yani o çekirdeğin veya o ukde-i hayatiyenin bir ağaç ve bir civcivdeki rolü ne ise, bizim iradelerimizin de yapageldiğimiz işler ve o işlerin neticelerindeki -ne kadar büyük olursa olsun- rolü odur. Aslında bütün bunlar "Allah-u Ekber" gerçeğinin birer göstergeleridir. Onun içindir ki günde beş defa ezan vesilesiyle minarelerde 30 defa Allah-u Ekber diyor veya dinliyoruz. Hatta " -Daha yok mu?" ufkunda dolaşan mü'minler, bunu kafi görmüyorlar da namazların sonunda 33 defa "Allah-u Ekber" diyerek bu hakikati bir kere daha ilan ediyorlar. 2- İradenin mahiyeti ne olursa olsun, madem ki Allah bazı şeyleri onun üzerine bina etmiştir; öyleyse ona itibar etmek lazımdı r. Zira Allah, geleceğimizi, bizim iradelerimiz üzerine kurmuştur, yani geleceğimiz adı na irade, bir bakıma plan ve proje gibidir. Onun için Ehl-i Sünnet olarak biz, ne Mu'tezilller gibi ifrata, ne de Cebriler gibi tefrite düşmeden, iradeye gerçek değerini vererek dengeyi korumuş oluyoruz. Evet, bazıları "doğduğumdan bu yana hep O'nun dediği oluyor" deyip iradenin hiçbir kıymeti olmadığını iddia ederek, bazıları da iradeyi herşey görüp, hatta "O'nun harici vücudu bile vardır" diyerek imtihanı kaybediyorlar. Ehl-i Sünnet'e gelince onlar, "irade itibar? bir varlıktı r. Madem Allah (cc), irade üzerine çok şeyleri bina etmiştir. Öyleyse iradenin küçüklüğüne veya yaratmanın, yaratılanı n büyüklüğüne bakı p aldanmamalı " diyor ve böyle bir düşünce ile; veya düşüncede istikameti yakalamakla imtihanı kazanı yorlar. İşte biz, bu çerçevede iradeye gerçek değerini verip Ehl-i Sünnet çizgisini yakalıyor, geleceğimize, hususiyle de işleyeceğimiz günahlara, hep bu açıdan bakı yoruz. 3- İradenin Allah'ın gösterdiği istikamette ve makul sını rlar içinde kullanılması da çok önemlidir. Mesela sizler, savunageldiğiniz dava adına ölesiye koşturur ama iradenizin hakkı nı tam vermez, onu dengeli bir biçimde kullanmaz, kullanamaz veya iradenizi kuvvetlendirecek sair unsurlar ile onu besleyemezseniz birtakım önü alınmaz yanlışlıklar içine düşmeniz her zaman söz konusu olabilir. Yani Asr-ı Saadet şablonunu, içinde yaşanılan şartları, insan ve irade faktörünü 216 YİTİK HAZİNE-1 hesaba katmadan, "hizmet için sokağa dökülecek, silahlı mücadele yapacak, siyasi yolları deneyecek, âlemle yaka-paça olacak ve hedefe bu yolla yürüyeceğiz" der, ayak diretirseniz, irade mevzuunda imtihanı kaybetmiş sayı lırsınız. Halbuki irade, mantık? ve hissi boşluklara çarpmamalı, çeşitli destekleyici unsurlarla daima beslenmelidir. Hatta bu bağlamda irade, mutlaka şuur ile birleştirilmelidir. Böylece o, daha bir derinliğe ulaşacak ve mehbit-i vahy-i İlâhi veya ilhâm-ı İlâh'i olan lâtife-i Rabbaniye, irade hesabı na harekete geçebilecektir. İşte o zaman vahyin veya ilhamı n aydınlatıcı tayfları altında irade, ister ubudiyet isterse hizmet alanı nda çok farklı buudlara ulaşacaktır ki, Allah da yapı lan ibadet ve hizmetlerin birini binlere yükseltecektir. Mantı k? ve hissi boşluklar içine düşülmeden yapılan böyle iradi hizmetler neticesi imtihan da kazanı lmış olabilir. 4- irade-imtihan münasebeti açı sı ndan mes'elenin bir diğer buudu da şudur: Bizim kendimize ait vazifeleri yapı p kat'iyen şe'n-i Rububiyet'in gereğine karışmamamız gerekir. Evet, bu da yine bir irade mes'elesidir. Zira bizim, Allah'ın yapacağı şeylere talip olmamız, irademizi aşan bir nnevz6dur. Kaldı ki gücümüzü, takatimizi aşan şeylere talep, neticede bizim ye'se düşmemize ve imtihanı kaybetmemize de sebep olabilir. Onun için buna da, yine Üstad'ı n eserlerinde verdiği ölçüler içinde bakmalıyı z. Bediüzzaman'ı n ifadeleri içinde; harbe giderken vezirleri Celâleddin Harzemşah'a demişler: "Sen muzaffer olacaksın", o da onlara: "Ben Allah'ın emriyle cihad etmekle mükellefim. Galip veya mağlub etmek Allah'ın vazifesidir" diye cevap vermiş. Aslı nda buna "vazife" demeli mi, dememeli mi çok bilemiyorum? Ama başta Üstad olmak üzere, bu kelimeyi, Allah hakkında birçok kelâm uleması kullanmıştı r. Belki mukabelenin bahis mevzuu edildiği bir yerde "Allah'ın vazifesi" demekte şeri bir mahzur olmayabilir. Ancak ben yine de, Cenab-ı Hakk'a ait noktada, "şe'n-i Rububiyet" demeyi tercih ediyorum. O büyük Üstad ve diğerleri beni affetsinler! Evet, bu ülkede yakı n geçmiş itibariyle Mehmed Akif, Süleyman Nazif gibi insanlar hep ümitsizliğe düşmüşlerdir. Necip Fazı l'ı n tabiri ile "milletin künde künde üstüne" yediği o 217 YITIK HAZİNE-1 dönemde, bu devâsâ kâmetleri ümitsizliğe iten herhalde bahsini ettiğimiz mes'eleyi bütünüyle kavrayamamaları olsa gerek.. Netice itibariyle bize kulluk yapmak düşer. Allah'a karşı: "Ben böyle yaparsam, sen böyle yapar mı sı n?.." türünden gizli de olsa, pazarlı k yapı yor gibi tavırlar takı nmak çok yakışıksız şeylerdir ve kat'iyen kulluk sı nı rları içinde mütâlâa edilemez. O halde biz, bize düşeni yapı p şe'n-i Rububiyet'in gereğine karışmadığımız takdirde, irade ile alâkalı imtihanı kazanmamız söz konusu olduğu halde, aksine bir şey söylememiz mümkün değildir. Burada şöyle bir soru da akla gelebilir: "irade ile imtihan yine irade ile kazanı lmayacak mıdır?" Evet, irade ile imtihan, yine irade ile kazanı lacaktı r. Onun için iradenin devamlı olarak güçlendirilmesi gerekir. Bunun için dua ve istiğfar, çok ama çok önemli iki faktördür. Üstad Hazretleri: "İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir" diyerek bu hakikate parmak basar. İnsan, Hz. Sâdı k-1 Masduk'un hadislerinde ifade buyurduğu ve cehennemin kendisi ile çevrili bulunduğu şehevâtla, yani yeme-içme, yatma-kalkma ve bütün bu bedeni arzuları gıcı klayı cı duygularla, düşüncelerle ihata edilmiş ve çepeçevre sarılmıştı r. Öyle ki, insanı n bu istikamette bir adım atması, onun gidip şehevâtın içine gömülmesine vesile olabilecek mahiyettedir. Aslında, hadiste ifade edilen şehevâtı, bazıları nı n anladığı gibi sadece insanı n karşı cinse beslediği arzu mânâsına yorumlamak doğru değildir. Burada şehevât, daha umurni ve kW? mânâdadır. Böyle bir yaklaşıma göre, kumar oynama, içki içme, zina etme şehevâtın bir buudu olduğu gibi, tOl-i emel, yeme-içme, gereksiz gezme-dolaşma da, şehevâtın ayrı bir buudunu teşkil eder. İnsan bunlardan herhangi birisine takı ldığı takdirde, nefs-i emmaresine avlanı r gider.. ve gün gelir tamamen onun esiri ve zebünu olur. İşte bütün bunlara karşı istiğfar, her türlü şerrin ve şerre meyelânı n kökünü kesen bir tılsım haline gelir. Bu anlamdaki istiğfarı biraz daha açacak olursak; meyelân-ı şerrin kökünü kesen istiğfar, geçmiş günahlara nedamet etmek, hal-i hazırdaki istikameti korumak ve gelecek adına günahlara karşı tavı r belirleyerek, bunda kararlı olmak.. ve dahası sürekli 218 YİTİK HAZİNE-1 bunu vurgulamak, bir diğer ifadeyle Allah'a yöneldiğini vicdanında tam duymak demektir. Meyelân-ı hayra kuvvet veren duaya gelince; Allah (cc) Kur'an-ı Kerim'de değişik yerlerde, bizleri duaya teşvik ederken: " -Dua edin, duanıza icabet edeyim." (Mü'min, 40/60) " -Eğer kullarım benden sorarlarsa, ben onlara çok yakınım.." (Bakara, 2/186) buyurmaktadır. Diğer bir ifadeyle kullarım sakı n ye'se düşmesinler; zira, bir kere ben onlara şah damarlarından daha yakı nım.. onlar şayet fiilen dua edemiyorlarsa kavlen dua etsinler.. onu da yapamı yorlarsa gönülleriyle bana yönelsinler; yani eğer dilleriyle söyledikleri şeyler, onları tatmin etmiyorsa, vicdanlarındaki mülâhaza enginliğine kendilerini salı vererek şöyle diyebilirler: "Allahım, ben şu mes'elede 30-40 cümle ile senden bir şeyler istedim. Halbuki enbiyâ, asfiyâ, evliya, mukarrebin ve ebrann istediği veya istenmesi gerekli olan nice şeyler vardır ki istememişimdir; ben onları bilememiş, idrak edememiş, istememiş olabilirim. Şimdi bu mülâhazalann hepsini birden nazara alı yor, bütün ruhumla sana bir kere daha teveccüh ediyor ve rahmet kapının tokmağına dokunup inliyorum." Evet, himmetimizi asil' tutup, mülahazalarımızı n derinliği ile Rabbimizin kapı sına aciz, iktidarsız bir varlığa gider gibi değil de, bizlere her gün bin cennet yerse, hazinelerinde zerre kadar eksiklik olmayacak Gani-yi ale'l-ıtrak'a müracaat ediyor gibi gitmeli. Ayrıca " - Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsı n (ne ehemmiyetiniz var)" (Furkan, 25/77) âyetinin ifade ettiği hakikate göre, insanın çok önemli bir yanı, onun dua ile Allah'a teveccühüdür. Çünkü sair ibadetler dua kadar halis olmayabilir. Zira diğer ibadetlerin bazı ları riyaya, sum'aya açıktır, bazıları da zahiri sebepler çerçevesi içinde zoraki yapı labilir. Halbuki dua, esbabı n bi'l-külliye sukCıtu noktası nda, insanı n başvurduğu bir silah gibidir. Duada sebeplere müracaat edilmez. O, bir nisbette riyaya ve sum'aya da kapalıdır. İnsan dua sayesinde, hiç kimsenin olmadığı bir mekanda bütün gönlüyle Rabbisine teveccüh eder, ellerini açar, kendini secdeye atar, gözyaşlan ile seccadesini ı slata ı slata ve yana-yakıla yalvarır durur. İşte bu çizgi üzerinde yapılan dua, meyelan-ı hayra kuvvet verir, yani hayı r yapma açısından insan iradesine güç ve kuvvet 219 1 YİTİK HAZİNE-1 kazandırır. Nitekim Allah Rasulü (say), farklı rivayetlere göre günde 70 veya 100 defa istiğfar ediyor. Hayatının hemen her safhasında horoz ötmesinden, yeni elbise giymeye.. varıncaya kadar, değişik durumlarda hep dua ediyor. Aynen bunun gibi bizler de başlangıçta biraz zorlama ile olsa bile, yapa yapa zamanla hem duanın, hem de istiğfarın çocuğu haline gelebiliriz. İşte bütün bunlar irade ile ilgili ubudiyet buudlu imtihanlardır. Bu uzun faslı Yunus Emre'nin irade ile alâkalı mı sralarıyla bitirelim: Aciz kaldım zalim nefsin elinden Şol dünyanın Iezzetinden doyamaz. Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin Ömrünün gelip geçtiğini bilemez. İlâhi gaflet gömleğin giyene, "Müslüman" der misin nefse uyana? Kazanı p kazanıp verir ziyana Hakk yoluna bir pulunu kıyamaz. İlâhi, gafletten uyar gözümü, Dergâhında kara etme yüzümü Yunus eder, gelin tutun sözümü Dünya seven, ahireti bulamaz. 220 YİTİK HAZİNE-1 RİSALE-İ NURDA İRADE İrade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zalftir, bir emr-i itibarIdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakim-i Mutlak, o zalf cüz'T iradeyi, irade-i külliyesinin taallükuna bir şart-ı âdi yapmıştı r. Yani mânen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hakimin, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapı p, irade-i külliyesi ona nazar eder. Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zalf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kı sa, cüz'-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatı n bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansı n. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve teybe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatı nı kırar.1 İRADE-i İLAHİYE Bütün mevcudat nasılki bir ilm-i muhke delalet ve şehadet eder. Öyle de: O ilm-i muhit sahibinin irade-i külliyesine dahi delalet eder. Şöyle ki: Herbir şey'e, hususan herbir zihayata pek çok müşevveş ihtimalât içinde, muayyen bir ihtimal ile ve pek çok akirn yollar içinde neticeli bir yol ile ve pek çok imkanat içinde mütereddid iken gayet muntazam bir teşahhus verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünki herşey'in vücudunu ihata eden hadsiz imkanat ve ihtinnalât içinde ve semeresiz akirn yollarda ve karışık ve yeknesak sel gibi mizansız akan camid unsurlardan gayet hassas bir ölçü ile, nazik bir tartı ile ve gayet ince bir intizam ile, nazenin bir nizam ile verilen I 26. Söz 2. Mebhas 221 YITIK HAZINE-1 mevzun şekil ve muntazam teşahhus; bizzarure ve bilbedahe belki bilmüşahede, bir irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir. Çünki hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihab etmek; bir tahsis, bir tercih, bir kasd ve bir irade ile olur ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassı sı iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir. Mesela: İnsan gibi yüzler muhtelif cihazat ve alkın makinası hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan.. ve yüzer muhtelif azası bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan.. ve yüzer muhtelif kısımlara ayrı lan bir ağacı n, basit bir çekirdekten icadları; kudret ve 'Ime şehadet ettikleri gibi, gayet kat'? ve zaruri bir tarzda onların Sani'inde bir irade-i külliyeye delalet ederler ki, o irade ile, o şey'in herşey'ini tahsis eder ve o irade ile her cüz'üne, her uzvuna, her kı smına ayrı, has bir şekil verir, bir vaziyet giydirir. Elhasıl: Nası lki eşyada, mesela hayvanattaki ehemmiyetli azanı n, esasat ve netaic itibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl kat'? olarak delâlet ediyor ki; umum hayvanatı n Sani'i birdir, Vahid'dir, Ehad'dir. Öyle de: O hayvanatın ayrı ayrı teşahhusları ve sTmalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki; onların Sani-i Vahid'i, muhtardı r ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz; kasd ve irade ile işler. Mâdem ilm-i İlahiye ve irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatı n şuünatı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette bir kı sım feylesofların irade-i İlahiyeyi nefy ve bir kı sım ehl-i bid'atın kaderi inkar ve bir kısım ehl-i dalaletin, cüz'iyata adem-i ıttı laı nı Oiddia etmeleri ve tabiiyyunun, bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri; mevcudat adedince muzaaf bir yalancı lı ktır ve mevcudatın şuunatı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünki hadsiz şehadet-i sadı kayı tekzib eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur. İşte, meşiet-i İlahiye ile vücuda gelen işlerde; "İnşâallah İnşaallah" yerinde, bilerek "tabii tabii" demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kı yas et...2 2 20. Mektup 2. Makam 222 YITIK HAZINE-1 BİR ~ETIN ŞAMİL OLMASI Bir nimetin umumi ve herkese şamil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delalet etmez. Ve o nimetin bir kasd ve iradeden gelmemesine emare olamaz. Mesela: Göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfıf etmediği gibi, gözün kıymetini tenkis etmeye de sebeb olamaz. Ve keza hususî ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umurni bir nimet behemehal bir mün'imin eser-i kasd ve iradesidir.3 CIHAD HER MÜ'MİNİN VAZİFESİDİR Dünya hayatında herkese düşen bir vazife vardır; hiçbir şeyin kararında kalmadığı, servetlerin payimal olup cennetlerin harabeye döndüğü ve insanlara ötede ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre bir şey yapacak ve bu örfaneye iştirak edecektir. Zira kat'iyyen bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes yaptığıyla karşı karşıya kalacak, ancak Inine, milletine, ırzı na, namusuna ve korunması gereken her şeye zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların; hayatı gerçek hayat içinde yaşayıp, Hz. Muhammed'siz bir dünyaya lanet okuyan ve her şeyleriyle yüce İslam da'vasına sarılanların defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerifte, "O'nun ameli kıyamete kadar nemalanır" buyurulmaktadı r. Çünkü O, bir çığır açmıştır ve dolayısıyle, kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktı r. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira ölmemiştir ki kabir azabına clOçar olsun. Sadece cismaniyeti itibariyle yer değiştirmiş olup, arkada bıraktığı tatlı çizgileri ve izleriyle hala insanların gönlünde yaşamaktadır. 3 Mesnevi 223 YITIK HAZİNE-1 Hz. Muhammed (sav)'e, Raşid Halifeler'e ve sahabiye ölü diyenin kendisi ölmüştür. Onlar öyle bir şehrah açmışlardı r ki, uğradığımız yolun her girizgahı nda onlara ait bir kısım eserler görüyoruz. Ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürüyor ve "Payidar olun. Bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkanı hazırladınız" diyoruz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenatları üst üste yığılmakta ve arşa kadar yükselmektedir. Zaten onlar, kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı, ölü ruhlar, diri bir hayat yaşamayanlar, dini kendilerine can yapmayanlar, hakikat-ı Ahmediye'ye gönül vermiyenler ve Kur'ân'ı gözlerine sürme diye çekmeyenler içindir. Dolayı sı yle hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez. Yine cihadın faziletindedir ki, Fahr-i kâinat Efendimiz, şöyle buyuruyor: "Kişinin kendisini bir gece Allah'a adaması, gündüzünde oruç tutulan, gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayı rlıdı r." Bir tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edecek, beri tarafta ise, memleketin çeşitli boşluklarından istifade ile sızmak isteyen düşman karşısında uyanı k bir nöbetçi olarak silah omuzda bekleyeceksiniz. İşte bu, öncekinden daha hayırlı bir ameldir ve Allah katı nda daha makbuldür. Bir kı sım mü'minler, cihad vazifelerini doğrudan doğruya ve fiilen yüklenip yaparlar ve neticede yukarıdan beri arzettiğimiz fazilete ererler. Bir kı sı m insanlar da vardır ki, onların bu işe fiilen sahip çıkmaları söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıkları nı n karşılığını Cenab-ı Hakk'ı n bir latfu olarak diğerleri ölçüsünde alacaklardır. Yani, imana ve Kur'ân'a hizmet istikametinde sırtına bir kerpiç alı p taşıyan insanın sa'yi heba olmayacaktı r. Bu uğurda önüne tomar tomar kağıt yığıp da İslâml müessese yapacağım diye yazıp çizen mühendisin kaleminden damlıyan mürekkep, şehidin kanıyla muvazene edilecek kadar kı ymet ve değer kazanacaktır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazarı n durumu da aynıdır. Öyle ise herkes, bu 224 YİTİK HAZİNE-1 örfaneye Rabbin kendisine bahşettiği imkanlarla iştirak edecek ve neticede herkes, aynı sevaba ortak olacaktır. Buhari'de gördüğümüz bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre'den şunu dinliyoruz: "Rasal-i Ekrem (say) Mi'rac'a irtika buyururken, (ubOdiyetiyle, Allah'a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tı rmanırken, nasa aleminden sıyrılıp, !kat alemiyle yüzyüze gelirken) çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli vak'alara muttalT olmuştu. Bu arada şunu da gördüler: Bir anda tohum toprağa ekiliyor ve aynı anda hasad edilip hasadlar ambarlara gidiyor ve bu, durmadan muttasıl devam edip gidiyor. Efendimiz, "bunlar kimdir?" diye Cibril'e sorduğunda, şu cevabı alıyorlar: "Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Onlar için hasene yediyüz kere katlanır. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder". Yani, onların verdikleri hiç bir şey heder olmaz, boşa gitmez... Mü'min, Allah yolunda hayatını, zevkini, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, fenaya gitmediği kanaat ve düşüncesini taşıyacak ve öbür aleme gittiğinde de hiç bir şeyin zayi olmadığını bizzat görecektir. Her şeyi koruyan, muhafaza eden Hz. Allah, onun verip feda ettiklerini de korumaktadır: Eğer Cennet'te secde söz konusu ise, mü'min bu lütuf ve ihsanlar karşısında secdeye kapanır ve Cennet'te başını secdeden kaldı rmak istemezdi. Öyle zannediyorum ki, bu secdeden alı nan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten aşağı da olamazdı.. Bu mevzOda Rasül-i Ekrem (sav)'in bir te'yidini de şu hadiste görüyoruz: "Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakı p gözeten de gaza yapmış gibidir". Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katı lamı yor, fakat mücahedeye omuz veriyor, müesseseleriyle mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. Bedir'de kı lı ç çalanlarla, onlara destek verenler; Uhud'da savaşanlarla onları techiz edenler, Tebük'e çı kanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar, Huzür-u Rabb-ül Alernin'e beraber gidecekler ve beraber haşr ve neşr olacaklardır. Zira, Raseıl-i Ekrem'in "Seferber olunuz!" emrine onlar da icabet etmiş ve her 225 YİTİK HAZİNE-1 ne kadar birtakım geçerli maniler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardı r. Evet, fiilen Tebük'e gidenler, ahirette kadınları, yaşlı ları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuktur, ama bıçak veya kamasını harpte kullanılsın diye getirip, RasCıl-i Ekrem'in önüne atmıştır. Gelindir, kulağından küpeyi çıkarmış ve Allah Rasâlü'ne vermiştir. Bir başkası kolundan bileziğini sıyı rı p Allah RasOlü'ne teslim etmiştir. Yaşlıdır, ama koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, sırtındaki cübbesini çıkarı p, "Benim de sadece verecek bir cübbem var" diyerek onu vermiştir. İşte bunlar da bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasıll-i Ekrem, bir başka hadislerinde ifade buyuruyorlar. Vadiler geçilir, dağ-tepe aşılırken, meşra mazareti olanlar evlerinde oturdukları halde niyetleriyle onları takip etmiş ve bir bakıma her yerde fiilen gazaya çıkanlarla beraber olmuşlardır. Acizlik, fakirlik, yaşlılı k ve kadı n olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa da cihad sevabından mahrum kalmadıkları gibi, mükâfatından da mahrum kalmayacaklardır. Cenab-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyurmuştur. Allah Rasâlü'nün müjde yüklü ifadesinden biz bunu anlıyor, buna inanıyor ve inşâallah bu inancımızı hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Bilhassa günümüzde, cihadın terke uğraması gözönünde bulundurulacak olursa, cüzl-külli bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp payidar olacaklarına yakinimiz vardır. Ve kat'i kanaatımız odur ki, Cenab-ı Hakk bizi bu yakinimizde yalancı çı karmayacaktır. 226 YITIK HAZİNE-1 TALHA B. UBEYDULLAH (r.a) Talha b. Ubeydullah b. Osman b. Amr b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Katb b. Lüeyy b. Galib el-Kuraşi et-Teymi. Künyesi, Ebu Muhammed'dir. Talha, Cennetle müjdelenen on kişiden biri, İslam'a giren ilk sekiz kişiden ve Hz. Ebubekir aracılığıyla müslüman olan beş kişiden biridir. Ayrıca, halife seçimini gerçekleştirmeleri için oluşturulan altı kişilik Ashab-ı ,Sura arasında yer almış meşhur bir sahâbdir. Annesi, es-Sa'be bint Abdillah b. Malik elHadramiyye'dir (İbn Hişam, "es-Siretü'n-Nebeviyye", I, 251, Mısır 1955; el-Askalâni, "el-İsabe fi Temyrzi's-Sahabe", III, 290;İbnül-EsTr, "Üsdül-Gabe fı Ma'rifeti's-Sahabe", III, 85 vd. 1970). Rivayete göre, Talha b. Ubeydullah, Busra panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın rahibi: "Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem'den bir kimse var mı ?" diye seslenir. Talha da: "Evet var! Ben Mekke halkı ndanı m" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip: "Ahmed zuhur etti mi?" diye sorar. Talha: "Ahmed de kim?" der. Rahip: "Abdullah b. Abdulmuttalib'in oğludur. Bu ay O'nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusudur. Haremden çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakın O'nu kaçı rma" der. Rahibin söyledikleri Talha'nın kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrı larak Mekke'ye döner ve yakı nda herhangi bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah'ı n oğlu Muhammedül-Ernin'in peygamberliğini ilan etmiş oldOğunu ve Ebubekir'in de O'na tabi olduğunu öğrenir. Hemen Ebubekir'in yanına vararak rahibin anlattı klarını haber verir. Sonunda her ikisi birlikte Resulullah (s.a.v.)'a giderler. Talha oracıkta müslüman olur. (İbn Sa 'd, "et- Tabakatül Kübrâ", III, 215, Beyrut; el-Askalâni, a.g.e., III, 291). Birçok müslüman gibi, Talha b. Ubeydullah da İslam'a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslam'ı n azı lı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha'nın müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir'le onu bir iple biribirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiş, Teymoğulları da bu duruma seyirci kalmışlardır. (İbn Hişam, 227 YITIK HAZİNE-1 a.g.e., I, 709; el-Askalâni, a.g.e., III, 291; İbnü'l-Esir, a.g.e., III, 86). Talha ile Zübeyr müslüman olunca, Resulullah (s.a.v.) onları kardeş ilan etti. Hicretten sonra da Medine'de, Talha ile Ubeydullah b. Ka'b'ı , başka bir rivayete göre ise Talha ile Said b. Zeyd'i kardeş ilan etmişti. Talha, Bedir savaşına iştirak etmemesine rağmen Resulullah (s.a.v.) kendisine ganimetten pay vermiştir. Kimi rivayetlere göre, bu sırada ticaret için Şam'da bulunuyordu. Akla daha yatkın olan bir başka rivayete göre ise, Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamak üzere, Resulullah (s.a.v.) tarafı ndan Şam yoluna gönderilmişti. Nitekim, dönüşte Talha'nın ganimetten pay istemesi bunu gösteriyor (İbn Sa'd, a.g.e., III, 216; İbnül-Esir, a.g.e., III, 86). Bedir'den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamber (s.a.v.)'i kahramanca müdafaa etmiş, O'na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah'ı müdafaadan geri durmamıştı r (İbn Hişam, a.g.e., II, 80; İbnü'l Esir, a.g.e., III, 86; el-Askalâni, a.g.e., III, 291). Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra, müslümanların büyük bir kısmını n Hz. Ali'ye bey'at ettiğini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tı r. Ancak, bey'atten kısa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr ibnü'l-Avvam'ı n, Hz. Ali'ye karşı çıkan Hz. Aişe'nin yanında yer almışlardı r. Neticede ezZübeyr, Hz. Ali'ye karşı çı ktığına pişman olarak savaş meydanı nı terketmiştir. Talha ise mücadeleye devam etmiş, nihayet Cemel günü (h. 36), Mervan b. Hakem tarafından öldürülmüştür. Vefat ettiği zaman tahminen 60-64 yaşlarındaydı . Talha, Peygamber Efendimizin bacanağıydı. Hanımlarından dört tanesi Resulullah (s.a.v.)'ı n zevcelerinin kız kardeşleriydi. Bunlardan Ümmü Gülsüm, Hz. kşe'nin; Hamne, Zeynep bint Cahş'ı n; el-Fâria, Ümmü Habibe'nin ve Rukiyye, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi idi. Talha b. Ubeydullah'ın, onbiri erkek, ikisi kız olmak üzere onüç çocuğu vardı. Erkek çocukların herbirine bir peygamber ismi vermişti. Bunlar: es-Seccâd diye bilinen ve Cemel vak'asında babası yla birlikte öldürülen Muhammed, 228 YİTİK HAZINE-1 İmran, Musa, Ya'kub (Harre günü öldürüldü), Ismail, İshak, Zekeriyyâ, Yusuf, Isâ, Yahya, Salih idi. Kızları ise Aişe ve Meryem idi. Talha, doğrudan Resulullah (s.a.v.)'dan rivayette bulunduğu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. ömerden de hadis nakletmiştir. Kendisinden de, (*Alan; Yahya, Musa ve Isa ile Kays b. Ebi Hâzım, Ebu Seleme b. Abdirrahman, el-Ahnef, Mâlik b. Ebi Amir ve başkaları rivayet etmişlerdir . Talha; orta boylu, geniş göğüslü, geniş omuzlu ve iri ayaklı idi. Esmer benizli, sık saçlı fakat saçları ne kısa kıvırcık ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi. Saçlarını boyamazdı. Yürüdüğü zaman süratli yürür, bir yere yöneldiği vakit tüm vucudu ile dönerdi . Ashâbın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivâyete göre gayri menkullerinin tutarı otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon ikiyüz dirhem ve ikiyüz bin dinar idi. Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüzbin dirhem civarındaydı . 229 YITIK HAZINE-1 GUSLÜ GEREKTİRMEYEN HALLER; Henüz şehvet duygusu oluşmamış ve bulüğa ermemiş çocuğun cins? yakı nlaşmada bulunması . Tenâsül uzvundan şehvetle açık bir sı vı halinde meni akması. Cins? bir şehvet duyulması na rağmen meninin dışarı ya çıkmaması. Şehvetten, başka bir şeyden (hastalı k, heyecan vs.) dolayı meninin akması, kızın bekar-etini gidermeyen cinsi bir yakı nlaşma (çünkü kızlı k zarı haşefenin sünnet yerine kadar girişini engeller). Bu gibi durumlarda gusül farz değildir. Gusletmeleri farz olanları n, gusülsüz olarak yapmaları caiz olan hususlar da şunlardı r: Zikretmek; tesbih etmek; salt ve selam getirmek; Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmek; dua maksadıyla Kur'an'dan ayetler okumak: Kelime-i şehadet getirmek; Kur'an'a bakmak; bitişik olmayan bir kap içerisinde bulunan mushafa dokunmak; uyumak (Cünübün abdest aldı ktan sonra uyuması daha iyidir). Cünüp iken yemek yeneceği veya içileceği zaman elleri yıkamak ve ağzı çalkalamak gerekir. Bunları n yanısıra, Ramazan'da cünüp olarak sabahlayan kimse veya gündüz uyuyarak ihtilam olan kimsenin orucu bozulmaz. Cünüb olan kimsenin ise; Dini kitaplardan herhangi birini elle tutması ve okuması; elini ve ağzı nı yı kamadan yiyip içmesi ve eliyle tutmadığı bir kağıda Kur'an ayetleri yazması mekruhtur. Gusl, Allah'u Teala'nı n, müslümanlar için emrettiği en önemli maddi-manevi temizlik biçimidir. Cenab-ı Hak, "Eğer cünüb iseniz yıkanı p temizlenin" (el-Wide, 5/6) buyurmaktadı r. Bu yı kanmanın şeklini de Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi tatbikatı yla bize öğretmiştir. Guslün daha çok manevi bir temizleme aracı olduğu unutulmamalıdı r. Çünkü vücudumuzun herhangi bir yerinde görünür bir pislik veya kir-pas olmasa bile 230 YİTİK HA7_İN E-1 cünüb olan kimsenin ibadetlerini yerine getirebilmesi için mutlaka gusletmesi gerekir. Ayrıca gerekli şartları yerine getirilmeyen yı kanma, ne kadar itinalı yapılırsa yapılsın guslün yerine geçmez ve bununla cünüblükten kurtulmak mümkün olmaz. Cünüb olan kimse ilk fırsatta gusletmeye çalışmalıdır. Bu durumda ancak, içinde bulunduğu namaz vaktinin çıkmasına kadar müsaade vardı r; daha fazla geciktirnıesi günâh kazanmasına sebep olur. Guslün vücud için faydalarına işaret eden doktorlar bu hususta şunları söylemektedir: İnsanın başına gusletmesi gerektiren bir hal gelince bütün damarlarda büyük bir sarsıntı olur. Vücutta bir yorgunluk ve gevşeklik meydana gelir. Bu yorgunluk ve sarsıntı yı gidermek için vücudun her tarafını yıkamak lâzımdır. Demek ki; guslü gerektiren hallerde sadece bazı organlar değil, vücudun tamamı yıkanma ihtiyacı hissetmektedir. Çünkü gerek cünüblükte, gerekse hayız ve nifâs hâlinde, başta kalp olmak üzere bütün organlar ve kan dolaşımı , yorgunluklarını, ancak güzel bir boy abdesti ile tertemiz bir zindeliğe terkedeceklerdir. Allah'ın her emrinde olduğu gibi gusül abdestinde de bizim bildiğimiz ve bilemediğimiz daha birçok hikmet ve faydalar bulunmaktadı r. 231 YİTİK HAZİNE-1 GUSLÜN ADABI Guslün adabı aynen abdest adabı gibidir. Gusletmek isteyen kimse önce besmele çekerek gusle niyet eder. Ellerini bileklerine kadar yı kar ve üzerinde yapışıp kurumuş bir şey varsa onlan temizler. Sonra herhangi bir pislik olmasa bile avret yerlerini ve uylukları nı yıkar. Sonra sağ avucu ile ağzına bolca su alarak iyice çalkalar; bunu üç defa tekrar eder; oruçlu değilse suyun boğazına ulaşmasını sağlar. Sonra yine sağ eli ile burnuna üç defa su çekerek iyice temizler. Bundan sonra namaz abdesti gibi bir abdest alı r. şayet yıkandığı yere su toplanıyorsa, ayaklan, abdest alı rken değil gusülden çıkarken yıkar. Abdest aldıktan sonra, önce başına, sonra sırayla sağ ve sol omuzlarına üçer defa su döker. Her defasında vücudun her tarafı nı iyice oğuşturur. Hiçbir yerinin kuru kalmaması için dikkat eder. Bunun için saçları nı n, sakalları nın diplerine, göbeğinin içine suyun ulaşmasını sağlar. Eğer vücudunun bir yerinde, herhangi bir yaradan dolayı ilaç veya sargı varsa ve fazla su bunlara zarar verecekse, bunları n üzerinden suyu hafifçe geçirmekle yetinir; bu da zarar verirse sadece eliyle üzerini mesheder. Cünüb bir kimsenin veya hayız ve nifâs halindeki bir kadını n bu durumdayken yapması haram olan hususlar, şunlardır: Namaz kılmak; Kur'an niyetiyle Kur'an'dan bir parça okumak (ancak dua niyetiyle okumak caizdir. Ayrıca Kur'an ayetlerini çocuklara kelime kelime öğretmek, Kelime-i Şehadet getirmek, tesbih ve tekbirde bulunmakta da sakı nca yoktur); Kur'an-ı Kerim'e ve onun en ufak bir parçası na dokunmak ya da tutmak (fakat bitişik olmayan bir kı lıf veya kutu içerisinde ise tutmak caizdir); Kâbe-i Muazzamayı tavaf etmek ve zaruret olmadığı halde bir mescide girmek ve içinden geçmek; Üzerinde ayet yazı lı olan bir levhayı veya buna benzer birşeyi tutmak. 232
© Copyright 2024 Paperzz