ENFORMASYON TOPLUMU ve İNSAN Avrupa Birliği Politika Belgelerinin Eleştirel Bir Değerlendirmesi Hakan Yüksel Enformasyon Toplumu ve İnsan Avrupa Birliği Politika Belgelerinin Eleştirel Bir Değerlendirmesi HAKAN YÜKSEL Alternatif Medya Derneği Çevrimiçi Yayını, Mayıs 2014. ISBN: 978-605-64782-0-8 Alternatif Medya Derneği Ergenekon Mahallesi, Cumhuriyet Caddesi, No: 175/2 Şişli-İstanbul İnternet adresi: http://alternatifmedya.org.tr/ E-posta: [email protected] İçindekiler GİRİŞ ............................................................................................... 5 1. Bölüm: Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek ............................. 15 1.1. Sosyal Bilimlerde Topluma ve İnsana Dair Yaklaşımlar ..... 16 1.2. Söylem, Mücadele ve Eleştirel Söylem Çözümlemesi ....... 28 2. Bölüm: Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı ................ 45 2.1. Kapitalizmin Krizi ve Yeniden Yapılandırma ...................... 46 2.2. Hizmetler Sektörü ve Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen . 54 2.3. Enformasyon Toplumu Söyleminin Ortaya Çıkışı .............. 62 2.3.1. Enformasyon Toplumu Kuramlarını Önceleyenler ......... 63 2.3.2. Enformasyon Toplumu Kuramlarında Kopuş Vurgusu ... 67 2.3.3. Enformasyonun Asli Konumu ......................................... 69 2.3.4. Kapitalizmin “Aşınması” ................................................. 78 2.3.5. Çizgisel Tarih Anlayışı ve Teknolojik Belirleyicilik ........... 83 3. Bölüm: Avrupa Birliği Enformasyon Toplumu Politikaları ........ 87 3.1. Enformasyon Toplumundan Beklenenler ......................... 90 3.2. Enformasyon Toplumu Yolundaki Adımlar ....................... 93 3.3. Avrupa Birliği Politikalarının Söylemsel Dayanakları ......... 99 3.4. Kuram Metinleri ile Politika Belgelerinin Karşılaştırması 102 4. Bölüm: Avrupa Birliği Politika Belgelerinde İnsan .................. 107 4.1. Belgeleri Önceleyen Kuram Metinlerinde İnsan ............. 108 4.1.1. İnsanların Eğitimi .......................................................... 108 4.1.2. İnsanların Çalışma Koşulları ......................................... 110 4.1.3. Toplumsal İlişkilerin Dönüşümü ................................... 118 4.2. Politika Belgelerinin Seyri ve İki Farklı Dönem ................ 124 4.3. Enformasyon Toplumunun Üreticileri ve Tüketicileri ..... 129 4.3.1. İşin Derin Dönüşümü ve Vasıfların Farklılaşması ......... 129 4.3.2. Esnek ve Güvencesiz Çalışma ....................................... 141 4.3.3. Tüketimin Stratejik Önemi ........................................... 151 4.4. Enformasyon Toplumu İnsanını “Yetiştirmek” ................ 159 4.4.1. Endişe ve Korku Ortamında Farkındalık Yaratmak ....... 159 4.4.2. Hayat Boyu Eğitimin Baskınlığı ..................................... 164 4.4.3. Eğitimin Amacı, Biçimi ve İçeriği .................................. 172 4.5. İnsanların Toplumsal İlişkileri .......................................... 184 4.5.1. Erişen İnsanların Eşitliği................................................ 185 4.5.2. Kültürel Çoğulculuk ve Erişim Demokrasisi .................. 192 SONUÇ ........................................................................................ 197 KAYNAKÇA .................................................................................. 213 GİRİŞ Günümüz toplumunu açıklama iddiasında olan pek çok farklı kuramsal yaklaşım mevcuttur. Her biri toplumun farklı unsurlarını öne çıkartan bu yaklaşımlar arasında enformasyon toplumu kuramları, politika belirme süreçlerini etkileme noktasında pek çoğuna kıyasla bir adım önde yer alır. Kapitalizmin geniş çaplı bir krizden geçtiği 1970’lerin başlarında zemin kazanan enformasyon toplumu kuramları, yaşanan sıkıntıları sanayi toplumunun can çekişmesi, yeni enformasyon ve iletişim teknolojileri (EİT) vasıtasıyla zenginliğin enformasyon/bilgi işlenerek yaratılacağı yeni ve müreffeh bir toplumun doğum sancıları olarak tanımlarlar. Böylelikle krizin asıl nedenlerinin üstünü örterler ve tıkanan sermaye birikim döngüsünün tekrar tesisi için girişilen yeniden yapılandırma çabalarını meşrulaştırırlar. Devletin ekonomiden elini çekmesi ve toplumsal hayatın her alanında piyasa ilişkilerinin hâkim kılınmasını amaçlayan yeniden yapılandırmaya yönelik toplumsal muhalefet gelişmiş kapitalist ülkelerde 1980’lerde büyük ölçüde bastırılır. 1990’larsa yeniden yapılandırmanın konsolide olduğu dönemdir. Bununla birlikte aynı dönemde enformasyon toplumunun inşası politika yapıcıların gündemindeki başlıca amaçlardan birine dönüşür; enformasyon/bilgi toplumu kurulmak istenen yeni yapının ismi olur ve enformasyon toplumuna derhâl geçmek pek çok politika belgesinde hedef kabul edilir. Geray (2003: 123-124), söz konusu politika belgelerini enformasyon toplumu yazınının ikinci kuşağı olarak nitelendirir. İlk kuşağıysa 1970’lerin kuram metinleri oluşturmaktadır. Kapitalizmin yeniden yapılandırılma süreci ile enformasyon toplumu kuramları ve onlara dayanarak hazırlanan politika belgeleri arasındaki koşutluk akademik yazında genişçe incelenmiştir. Bu çalışma konunun görece az çalışılmış bir ayağını ele almaktadır; politika belgelerinde hedeflenen enformasyon toplumunda yaşayacak insanların tasavvurunu konu edinmektedir. Bu noktada öncelikle içinde yaşadığımız dünyayı dil aracılığıyla anlamlandırarak kavradığımızı ve eylemlerimizi buna dayanarak gerçekleştirdiğimizi görmeliyiz. Dilde kurulan anlamlar eylemlerimizin, 6 Enformasyon Toplumu ve İnsan eylemlerimizse içinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğin biçimlenmesinde etkili olmaktadır. Dilin, toplumsal gerçeklik üzerindeki etkisi onu toplumsal mücadele alanlarından biri hâline getirmiştir. Çatışan toplumsal kesimler, toplumsal gerçekliğin kendi çıkarları doğrultusunda anlamlandırılması ve toplumsal faaliyetlerin bu yönde gerçekleştirilmesi için mücadele ederler. Dolayısıyla, toplumsal gerçekliği birebir yansıtan, tarih ve toplumdan kopuk, yansız bir dil yoktur. Aksine dil toplumsal mücadeleye gömülüdür ve ideoloji yüklüdür. Dilin bu şekilde toplumsal mücadele sürecinde belli çıkarlar doğrultusunda belirlenmiş şekilde kavranması söyleme denk düşer. İdeoloji yüklü anlamlar sunarken aslında insanlara ne yapmaları ve nelerden kaçınmaları gerektiğini işaret eden söylemin insanları belli yönde düşünmeye ve davranmaya ittiğini belirtmek yanlış olmaz. Tüm bunlar bu çalışmanın konusunu ele alacağımız çerçeveyi oluşturmaktadır. Enformasyon toplumunun kapitalizmin yeniden yapılandırılma sürecindeki toplumsal mücadeleye içkin bir söylem olduğunu ve bu söylem kapsamında insanların belli anlam çerçeveleriyle donatıldıklarını söylemek mümkündür. Nitekim somut toplumsal gerçekliği enformasyon toplumu kavramı dolayımıyla anlamlandırarak eyleyenler olduğu gibi bunun toplumsal gerçekliğe uymadığını, hatta çarpıttığını dile getirenler vardır. Dahası enformasyon toplumu kavramı tarihsel süreçte farklı çıkarlarla eklemlenecek şekilde dönüşüme uğramıştır. Enformasyon toplumunu 1970’lerde dile getiren kuramcılar, kavramı piyasa ilişkilerinin ve kapitalizmin aşındığını belirtecek şekilde kullanırken, 1990’lı yıllardaki politika belgelerinde enformasyon toplumu bu kez önündeki engellerin kaldırılarak piyasanın hâkim kılınmasına atıf yapmaktadır. 1990’lı yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerin kendileri için hazırladığı politika belgelerinde hedeflenen enformasyon toplumuyla aynı dönemde çeşitli uluslararası kuruluşların gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) önerdiği enformasyon toplumu arasında da fark vardır (Geray ve Başaran-Özdemir, 2011). Gelişmiş ülkelerin belgelerinde yüksek teknoloji geliştirmenin önemi vurgulanırken, GOÜ’lere teknoloji geliştirmekle uğraşmak yerine ithal etmeleri önerilmektedir. Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan farklı bağlamlarda Giriş 7 farklı aktörlerce farklı şekilde kullanılmasına ve kimilerince toptan reddedilmesine bakarak enformasyon toplumunun anlamına dair mücadelenin varlığını görebilmektir. Bu durum aynı zamanda enformasyon toplumu kavramını tırnak içinde kullanmayı gerektirecek kadar muğlâk kılmaktadır. Böyle olmakla birlikte, yazım kolaylığı açısından çalışma boyunca tırnak işareti kullanılmayacaktır. Ancak bu belirttiklerimiz enformasyon toplumu derken hangi bağlamda konuştuğumuzu açık bir şekilde ifade etmeyi gerektirmektedir. Bu çalışmada esasen 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği (AB) tarafından hazırlanan enformasyon toplumu politika belgelerinde yer alan söylemin insanları ne şekilde düşünmeye ve davranmaya ittiği çözümlenecektir. Toplumsal faaliyetlerin daha farklı yürütüleceği yeni bir toplum hedefiyle hareket eden ve bu yönde pek çok düzenleme yapan AB politika yapıcılarının tasavvurunda arzuladıkları toplumsal dönüşümle uyumlu belli bir “ideal” insanın bulunduğu görebiliriz. Belgelerde enformasyon toplumuna dair beklentiler ve buna ulaşmak için atılacak adımlar aktarılırken aynı zamanda farklılaşan toplumsal faaliyetleri yerine getirebilmeleri için insanların yeni bilgi ve becerilerle donatılmalarından, daha farklı koşullarda çalışmasından, yeni toplumsal ilişkiler geliştirmelerinden bahsedilir. Bu olmadığı takdirde enformasyon toplumundaki toplumsal faaliyetler öngörülen biçimde gerçekleşemeyecektir, dahası enformasyon toplumuna geçilemeyecektir. Buna dayanarak hedeflenen toplumsal dönüşümün gerçekleşmesinde insanın merkezi önemde değerlendirildiğini belirtmek yanlış olmayacaktır ki, bu tespit AB belgelerinde açıkça dile getirilir. Diğer yandan enformasyon toplumu söylemi esasen kapitalizmin sıkıntılarını aşabilmek adına üretimin ve üretimin toplumsal ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasıyla bağlantılı olduğundan AB belgelerinde insana dair bu perspektiften bir tasavvurun öne çıktığının ve çalışmadaki sorgulamanın bu doğrultuda üretim ve işgücü eksenli gerçekleştirileceğinin altı çizilmelidir. AB enformasyon toplumu politika belgelerinde yer alan insan tasavvurunu çözümlemek önemlidir çünkü toplumsal olguları açıklamakta bize büyük açılım sağlayacak kritik bir sorunun yanıtını bul- 8 Enformasyon Toplumu ve İnsan makta ışık tutucu niteliktedir; yaptığımız şeyleri neden yapıyoruz? Enformasyon toplumu AB açısından son 20 yılın en önemli projeleri arasındadır ve belirttiğimiz üzere toplumsal gerçekliğin biçimlenmesinde etkili olan pek çok düzenlemenin de gerekçesidir. Bunlar insanların içinde hareket ettikleri koşulları önemli ölçüde değiştirmiştir. Ancak ulaşacağımız bulgular bir başka açıdan daha önemlidir. Zira, toplum-insan ilişkisi diyalektik niteliktedir; “toplum insanın gerçekleşme aracı olduğu kadar, insan da toplumun gerçekleşme aracıdır” (Eroğul, 2007: 4). Kapitalizmin dönüşümüne bağlı olarak insan yeni etkinlik ve ilişkilerin içine çekilirken, yaşadığı toplumu da dönüştürerek yeniden üretir.1 Bu yüzden enformasyon toplumu söylemi doğrultusundaki düzenlemelerle yaşam koşulları değişen insanlar kadar, bu insanların toplum üzerindeki etkileri de çözümlenmelidir. Böylelikle ulaştığımız bulgular makro düzeyde kapitalizmin yeniden yapılandırılmasına dair toplumsal bir dönüşümün, mikro düzeyde insanların anlamlandırmaları ve eylemleriyle nasıl mümkün kılındığını gösterebilir. Enformasyon toplumu söylemi doğrultusunda yeniden yapılandırılan kapitalizmin insanı nasıl konumlandırdığı bu çalışmanın temel sorunsalıdır. Bu sorunsal çerçevesinde çalışmanın araştırma soruları şu şekildedir; 1) kapitalizmin yeniden yapılandırılmasıyla enformasyon toplumu söyleminin ilişkisi nedir; 2) enformasyon toplumu söyleminde insan nasıl konumlandırılmaktadır; 3) enformasyon toplumu söyleminin konumlandırdığı insan kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını nasıl mümkün kılmaktadır; 4) enformasyon toplumu söylemini insanlara kabul ettirmek için uygulanan stratejiler, öne çıkartılan ve geri plana atılan unsurlar nelerdir? Pek tabii, bu çalışmanın bazı sınırlılıkları vardır. Toplumsal değişimi arzulamak, farklılaşan toplumsal faaliyetleri yerine getirmek için insanın yetilerinin ve toplumsal ilişkilerinin farklılaşmasını tasavvur ederek onu şimdikinden daha farklı bir konumda düşünmek manasına 1 Marx, bu diyalektik ilişkiyi “Dünya tarihi denilen şeyin bütünü, insan emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir” diyerek aktarır (Marx’tan aktaran Sayers, 2008: 22). Giriş 9 gelmektedir ama toplumsal gerçekliğin birebir düzenlemelerde bulunma yetkisine sahip olanların istediği gibi biçimlendiğini söylemek indirgemecilik olur. Belirttiğimiz üzere toplumsal mücadele içinde enformasyon toplumunu farklı anlamlandıranlar ve böylelikle insana dair daha farklı tasavvurlar taşıyanlar vardır. Belirleyici olan bu mücadelenin sonucudur. Bu yüzden burada küresel kapitalizmin odağındaki belli bir grubun insan tasavvurlarından bahsettiğimizin altını bir kez daha kalınca çizmek gerekiyor. AB politika yapıcılarının söylemindeki insan tasavvurlarıyla toplumsal faaliyetleri yerine getiren gerçek insanlar arasında fark vardır. 1990’lı yıllarda belgelere öyle yazıldığı için insanların izleyen yıllarda egemenlerin tasavvurundaki niteliklere sahip olduğunu iddia eden yoktur. Ancak söz konusu tasavvurları görmezden gelmek de bir o kadar zordur. Eroğul’un (2007: 6-7) vurguladığı üzere yapısalcılar gibi insanı önceden hazırlanmış kalıplara giren bir varlık olarak görmek ne kadar yanlışsa, davranışçılar gibi insanı toplumsal alana kendi hür bilinciyle katılan bağımsız biri olarak kavramak da, onun neden başına buyruk olmadığını ve belli bir biçimde davrandığını açıklayamadığı için yanlıştır. Kapitalist toplumdaki eşitsiz güç ilişkileri dikkate alındığında birebir gerçeğe dönüşmese bile toplumsal yapının şekillenmesinde ve insanın niteliklerinin gelişmesinde egemenlerin tasavvurlarına önem gösterilmelidir.2 Bunlar iktidarı ellerinde bulundurmaktadır ve yaptıkları düzenlemelerle toplumsal gerçekliğin şekillenmesinde 2 Gramsci’de bu tavrı görmek mümkündür çünkü Hapishane Defterleri’nde yer alan “Amerikanizm ve Fordizm” başlıklı bölümde ABD’de sanayi üretimini Fordist şekilde örgütleyen egemenlerin buna uygun “yeni bir işçi tipine” ihtiyaç duyduklarını belirtir. Bu durum işçilerin sadece fabrikalardaki çalışma koşullarının değil, tüm hayatlarının düzenlenmesini getirir. Gramsci (2010: 350, 356, 358-365) 1920’lerde ABD’de uygulanan içki yasağını, cinselliği düzenleme girişimlerini, püriten ahlâkın ve aile yaşamının yüceltilmesini buna bağlar. Sennett (2009; 2010) da kapitalist üretim yapısındaki değişimlere paralel olarak insanın toplumsal koşullarının değişimine dikkat çeker. Piyasayı toplumsal hayatın merkezine çeken kapitalizmin yeniden yapılandırılmasıyla insan hayatında belirsizlikler artmış, değişimi yücelten ve buna uyum sağlamayı öne çıkartan, bunu yaparken de cemaat duygularını parçalayıp, aile hayatını kırılganlaştıran koşullar oluşmuştur. Sennett (2009: 12, 13) bu tabloya bakarak “yeni insandan” ve “alışılmadık türde bir insandan” bahseder. 10 Enformasyon Toplumu ve İnsan mutlak söz sahibi olmasalar bile önemli etki sahibidirler. İnsanların belgelerdeki tasavvurlara dönüşüp dönüşmeyecekleri açık olmasa da, bu amaçla en başta çalışma yaşamında ve eğitimde çeşitli düzenlemelerin gerçekleştirildiğini ve böylelikle insanların içinde bulundukları toplumsal koşulların ve ilişkilerin değiştirildiği görmek kolaydır. Buna karşılık egemen kesimlerin çıkarları doğrultusunda toplumsal planda düzenlemeler yaparken belli bir insan tasavvuruna sahip olduklarını ortaya koymanın, gerçek insanların içinde bulundukları koşulların biçimlenmesinde ve eylemlerinde bunun etkisine dikkat çekmenin ne kadar önemli olsa da eksik bir çözümleme olacağı öne sürülebilir. İşte bu nedenledir ki, burada toplum-insan ilişkisinin diyalektik niteliği göz önüne alınarak çözümleme düzeyi derinleştirilmeye ve böylelikle toplumsal mücadele sürecinde egemenlerin kendi enformasyon toplumu söylemlerini nasıl baskın hâle getirdikleri, insanların bu söylem doğrultusundaki düzenlemelere neden karşı çıkmadıkları mümkün olduğunca gösterilmeye çalışılacaktır. Bundan kaçındığımızda son 20 yılda AB’de enformasyon toplumu adına yapılan düzenlemeleri insanların kabullenmesini sadece egemenlerin gücü elinde bulundurmasına bağlamış oluruz ki, bu da iktidarı mutlak kılmak ve toplumsal mücadeleyi yadsımak anlamına gelir. Tüm bunlardan sonra elde edeceğimiz bulguların hâlâ kesinlikten uzak olduğunu kabul etmek gerekir. Yine de edindiğimiz bilgi toplumsal tahakkümün önce işleyişinin anlaşılmasında, sonra da aşılmasında insanların özgürleşim mücadelesine katkı sağlayacak nitelikte olacaktır. Bir başka tartışma, çalışmanı kapsamına ilişkin olabilir. Konunun neden AB ve 1990’lı yıllarla sınırlandırıldığı açıklanmaya muhtaçtır. Bu esasında belli bir tercihin sonucudur. Toplumsal gerçekliği bir bütün olarak çözümlemek mümkün olamayacağına göre yapılması gereken bütünü anlamak için en iyi parçanın seçilerek incelenmesi, seçilecek parçanın bütünü o derece iyi temsil etmesi, parçaya dair söylenenlerin bütünü o kadar iyi yansıtmasıdır ki, Ollman (2006: 47) “gerçekliğin bir bütün olarak yaşanabileceğini ama onun üzerine düşünürken ve onunla iletişim kurarken parçalara ayırmak gerektiğin- Giriş 11 den” bahseder. Enformasyon toplumu politikalarını çözümleme noktasında AB hâlihazırdaki çözümleme odakları arasında bütüne dair genel çıkarımlarda bulunmak için en fazla anlam ifade edenidir. Uluslararası düzeyde farklı koşullardaki farklı aktörlerin birbirleriyle etkileşim halinde oldukları çokluk içinde, kapitalizmin ileri aşamasındaki pek çok ulusu aynı çatı altında toplayan AB’nin oluşturduğu ulus-ötesi örgütlenme ve belirlediği politikalar günümüzde eksikliği duyulan küresel düzenleyici kurumların yokluğunda buna en yakın seçenektir. Başaran (2004: 11-12) ve Kaitatzi-Whitlock (2000: 53) da piyasanın hâkim olduğu yeni bir küresel düzen getirme gayretinden bahsedip, AB’nin serbestleştirme ve özelleştirme içeren enformasyon toplumu politikalarının bununla uyum içinde olduğunu vurgulayarak tercihimizi doğrularlar. Enformasyon toplumuna geçiş projelerinin gelişmiş ülkeler arasında eşgüdüme tabi tutulduğu OECD, G-7 gibi uluslararası platformlardaki üyelerin önemli kısmı da Avrupalıdır. Parça-bütün soyutlamasını bir aşama öteye götürerek Avrupa Komisyonu’na odaklanmak yanlış olmayacaktır. Avrupa Komisyonu da oldukça geniş ve karmaşık bir örgütlenme olan AB’yi temsil eden en uygun seçenektir. En yüksek yönetim ve icra organı olarak AB’nin “kalbi ya da beyni” gibi görülen (Koray, 2005: 261) Komisyon, AB antlaşmalarının muhafızı, Birlik bütçesinin denetleyicisi, AB politikalarının yönetimi ve icrasında geniş idari yetki sahibi ve mevzuat başlatıcı olarak AB’nin politika yapma sürecinin merkezindedir (Goodwin ve Spittle, 2002: 231). AB’deki işleyişe göre Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nun herhangi bir mevzuat [legislation] geçirebilmesi için Komisyon’un resmi öneride bulunması gereklidir ki, bu öneriyi getirmeden önce Komisyon hükümetleri, sanayicileri, sendikacıları, çıkar gruplarını, teknik uzmanları da kapsayacak şekilde mümkün olduğunca çok tarafla görüşmelidir (Goodwin ve Spittle, 2002: 231). Bu görevi yerine getirebilmek adına Komisyon yeşil kitaplar çıkarıp, bunları tartışmaya açmakta, daha sonrasında bu tartışmanın sonucunda öneriler içeren ve Avrupa Konseyi’nin onayını aldıkları takdirde eylem planına dönüşen beyaz kitaplar yayınlamaktadır (Başaran, 2004: 29). Komisyon konumu yüzünden AB içinde enformasyon 12 Enformasyon Toplumu ve İnsan toplumunun “sahiplenicisi”, temel aktörü görülür (Törenli, 2004: 197). Ayrıca Komisyon bütün AB’nin önceliklerini yansıttığı gibi üye devletlerle teması sayesinde ulusal düzeyde etkin dinamiklerin etkisinden de muaf değildir (Preston, 2003: 34). AB için politika belirlerken üye devletlerin öncelikleri Komisyon tarafından yansıtılmaya çalışılırken, enformasyon toplumu örneğinde olduğu gibi üyelerin birbirinden farklı politikalarının eşgüdümü de sağlanır (Henten, vd, 1996: 178). Komisyon tarafından hazırlanmamasına rağmen 1994 tarihli Bangemann Raporu isimli belgenin incelenmesi bu noktada bir istisna oluşturur. Bu belgenin çalışmaya dâhil edilmesinin sebebi AB’nin önceliklerini ortaya koyarak sonraki yıllarda yayınlanan Komisyon belgelerine dayanak oluşturmasıdır. Öyle ki, Komisyon’da görevli güçlü bir komiser başkanlığındaki uzmanlarca hazırlanan raporun 1990’larda AB’nin “İncil”i hâline geldiği belirtilir (Preston, 2003: 40). Zaman aralığının 1990’larla sınırlandırılmasının sebebi, bu dönemde AB’nin enformasyon toplumuna geçişi gündeminin en üst sıralarına almış olması ve konuya ilişkin hararetli tartışmalar gerçekleştirilmesidir. Günümüzün toplumsal gerçekliğini – özellikle iletişim alanını – şekillendiren pek çok eylemin kararı bu tartışmalar sırasında olgunlaşmış, bunlardan bazıları ele alınan dönemde, bazılarıysa daha sonra uygulamaya konulmuştur. 1990’larda AB bünyesinde enformasyon toplumunu tanımlaya dönük farklı yaklaşımların mücadelesinin büyük ölçüde sonuçlandığını, belli bir anlam çerçevesinin oluşturulduğunu ve bunu takiben belli bir kurumsal çerçevenin kurulduğunu söylemek mümkündür. Toplumsal kaygılardan kaynaklanan itirazlar kenara itilerek enformasyon toplumunun piyasa güçlerine avantaj tanıyacak biçimde tanımlanması işte bu sürecin bir ürünüdür. Bununla birlikte enformasyon toplumu söyleminin kökenini ve dönüşümünü görebilmek ve böylelikle politika belgelerini daha iyi çözümleyebilmek adına enformasyon toplumu yazınının ilk döneminde yer alan 1970’lerin kuramcılarının yaklaşımı da irdelenecektir. Kuram metinlerindeki enformasyon toplumu kavramsallaştırması aktarılacağı gibi buna getirilen eleştiriler kapsamlı şekilde yansıtılacaktır. Böylece kapitalist sanayi toplumlarının yerini alan yeni bir toplumun doğduğu savının sağlam temellerinin olmadığı, tarihsel planda Giriş 13 bir kopuşun değil devamlılığın söz konusu olduğu gösterilecektir. Bunu yaparken kuram metinlerindeki insan tasavvurlarını da eleştirel bir tarzda değerlendirmekte geri kalmayacağız. AB politika belgelerini nasıl bir yöntemle çözümleyeceğimiz ulaşacağımız sonuçları doğrudan etkileyeceği için önem arz eder. Bize her şeyden önce belgeleri metin olarak incelemenin ötesine geçip, enformasyon toplumu söyleminin toplumsal mücadeledeki yerini tahlil edebilmemiz için tarihsel-toplumsal bağlamla ilişkisini kuran bir yöntem gerekmektedir. Bu noktada Fairclough’un benimsediği şekliyle eleştirel söylem çözümlemesi kaygılarımıza yanıt veren nitelikte bir yöntem olarak öne çıkmaktadır. Fairclough, söylemin toplumsal mücadeleyle şekillendiğini belirttiği gibi konumuzla yakından alakalı bir şekilde toplumsal dönüşüm-söylem ilişkisine eğilmekte ve küreselleşme, neoliberalizm, yeni kapitalizm ve bilgi ekonomisini konu alan eserler vermektedir.3 Fairclough (1995: 19; 1996: 106) ayrıca 1990’lar gibi toplumsal dönüşümün hızlı seyrettiği, yeni bir toplumsal yapının kurulmaya çalışıldığı, toplumsal aktörlerin yeni anlamlar ve konumlar belirleyip, bunlar için mücadeleye tutuştuğu kırılma anlarının eleştirel söylem çözümlemesinin en fazla önem arz ettiği zamanlar olduğunu aktarır. Zira, henüz egemen kesimlerin söylemleri doğallaşmamıştır ve anlamların ideolojik niteliği daha belirgindir. Üstelik Fairclough toplumsal gerçekliğin oluşumunda söylem kadar söylemsel olmayan unsurların önemini de vurguladığından, sosyal bilimlerdeki söylemin önemini abartan yaklaşımların hatalarından muaftır. Toplumsal dönüşüm sürecinde söylemsel mücadeleyi dikkate aldığımızda bu çalışmada neden literatürde sıkça kullanıldığı gibi kapitalizmin yeniden yapılanmasından bahsetmediğimiz ve “yeniden yapılandırma” ifadesini tercih ettiğimiz anlaşılır olmaktadır. Toplumsal yapılar durduk yerde kendi başlarına dönüşmezler, farklı kesimler 3 Fairclough, Lancaster Üniversitesi’ndeki internet sitesinde (http://ling.lancs.ac.uk/profiles/Norman-Fairclough/) çalışma konuları ve eserleri hakkında bilgi verir. Fairclough’un günümüzdeki toplumsal değişimleri söylemsel açıdan değerlendirdiği bazı çalışmaları şöyledir; Fairclough, 2000; Fairclough, 2002; Fairclough, 2006; Fairclough, 2007; Jessop, Fairclough ve Wodak, 2008. 14 Enformasyon Toplumu ve İnsan arasındaki toplumsal mücadeleyle dönüşüm gerçekleşir. Ancak kapitalizmin yeniden yapılanmasından bahsetmek süreci öznesizleştirmekte ve bunun arkasında çıkarları çatışan kesimlerin mücadelesini görmeye engel olmaktadır. Aslında yeniden yapılanma denilen bazılarının çıkarlarının diğerlerine üstün gelmesidir. Enformasyon toplumuna ilişkin olarak da aynı şekilde öznesizleştirilenleri, doğallaştırılanları ve üstü örtülenleri saptamak gerekmektedir. Bu girişin ardından çalışmanın ilk bölümünde enformasyon toplumu söyleminin ne olduğunu daha iyi anlayabilmemize olanak verecek şekilde söylemin ne olduğu tartışılacak ve Fairclough’un benimsediği eleştirel söylem çözümlemesi yönteminden hareketle yapacağımız çözümlemenin ana hatları ortaya konacaktır. Ancak ilk bölümde bundan daha önce farklı sosyal bilim yaklaşımlarının toplumu ve insanı nasıl kavradıklarını ve çözümlediklerini tartışacağız. Buradaki amaç kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecinde söylemsel ve söylem-dışı unsurları bir arada ele alan, insanı belirlenen olduğu kadar belirleyen şeklinde değerlendiren kendi yaklaşımımızın toplumsalın bilgisini üretmek için diğer seçeneklere kıyasla daha uygun olduğunu gösterebilmektir. İkinci bölümde tarihsel-toplumsal bağlamı aktararak kapitalizmin yeniden yapılandırılma sürecini ele alacağız. Bu bölümde ayrıca enformasyon toplumu kuramlarının ortaya çıkışını irdeleyeceğiz. Böylece enformasyon toplumu söyleminin oluşum koşullarını ortaya sermiş olacağız. Üçüncü bölümde 1990’lı yıllarla birlikte öne çıkan enformasyon toplumu politikalarının çözümlemesine girişilecek. Enformasyon toplumu kuramları ve politika belgelerinin kapitalizmin yeniden yapılandırılmasıyla ilişkisi bu şekilde aktarıldıktan sonra çalışmanın son bölümü insana odaklanmaktadır. Bu bölümde öncelikle enformasyon toplumu kuramlarındaki insan tasavvurları ele alınacak, ardından da 1990’lı yıllara ait AB enformasyon toplumu politika belgelerinde yer alan insan tasavvurları çözümlenecektir. 1. BÖLÜM Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek Bu kitap, toplumsal olanın bilgisini üretmeye dair bir sosyal bilimler çalışmasıdır. Kapitalizmin yeniden yapılandırılma sürecinde enformasyon toplumu söylemi dolayımıyla insanların nasıl tahakküm ilişkilerinin sürmesini sağlayacak bir anlam çerçevesiyle donatıldıklarını çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu sorunsalın en baştan belli bir toplum ve insan kavramsallaştırması üzerinde yükseldiğini görmek zor değildir. Temel olarak insanın hem toplumca belirlendiğini hem de toplumu belirlediğini kabul etmektedir. Bunun yanında söyleme ilişkin vurgusuyla insanların anlamlandırmalarının toplumsal gerçekliğin şekillenmesindeki önemini yansıtmaktadır. Ayrıca enformasyon toplumu söylemini kapitalizmin yeniden yapılandırılmasıyla ilişkilendirerek, toplumsal mücadele sürecinde söylemsel olan ile olmayan arasındaki bağa işaret etmektedir. Elde edilecek bulguların tahakkümü aşma mücadelesinde faydalı olması umuduyla çalışmanın sosyal bilimlerin amacına yönelik belli bir aktif konum aldığını söylemek de mümkündür. Bütün bunların bir sonucu olarak bu çalışma sosyal bilimlerdeki belli bir yaklaşıma denk düşmektedir. Sosyal bilimler dâhilinde toplumu farklı biçimde kavramsallaştıran, buna bağlı olarak insan-toplum ilişkisini farklı biçimde kuran, sosyal bilimlerin amacını farklı şekilde tanımlayan, farklı araştırma yöntemleri benimseyen ve son kertede farklı bulgulara ulaşan çeşitli yaklaşımlar söz konusudur. Bunların her biri kendi izlediği yolun doğru olduğunu, diğerlerininse yanılgıya düştüklerini iddia etmektedir. Dolayısıyla daha çalışmanın başında kendi yaklaşımımızı ortaya koymak gerekmektedir. Bunun için bu bölümdeki ilk başlıkta farklı sosyal bilimler yaklaşımlarının bir karşılaştırması yapılacaktır. Farklı yaklaşımlar farklı yöntemleri öne çıkardığından neden başka bir yöntemi değil de eleştirel söylem çözümlemesini tercih ettiğimiz bu ilk başlık 16 Enformasyon Toplumu ve İnsan altında yazacaklarımız sayesinde daha rahat anlaşılacaktır. Bu bölümdeki ikinci başlıkta söylemin ne olduğu tartışıldıktan sonra eleştirel söylem çözümlemesine dair detaylı bir sorgulamaya girişilecektir. 1.1. Sosyal Bilimlerde Topluma ve İnsana Dair Yaklaşımlar Kanadalı iletişim kuramcısı Harold A. Innis, 1930’larda kendisini sosyal bilimlerdeki tartışmanın içinde bulur. Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da tartışma sosyal bilimlerin öznelliği-nesnelliği ekseninde yürümektedir. Doğal bilimlerin paradigmasının sosyal bilimler için uygun olmadığını, doğal evrenin aksine sosyal evrenin öngörülemez ve sürekli değişken bir nitelik arz ettiğini, olguların özgür iradeli insanların kestirilemez düşünce ve eylemlerinin sonucu olduğunu, bunları anlamaya çalışan sosyal bilimcinin kendisinin de öznel eğilimler içinde olduğunu belirten ve böylelikle sosyal bilimleri reddeden E. J. Urwick’e karşı Innis yanlılık [bias] kavramını getirerek karşı çıkar (Comor, 2001: 279; Comor, 2003: 92-93). Innis, insanların eylemlerinin öngörülmez olduğunu kabul etmekle birlikte düşünce ve davranışların belli toplumsal yanlılıklar doğrultusunda şekillendiğini, bu yanlılıkların saptanmasıyla sosyal evren hakkında kestirimlerde bulunulabileceğini, nesnel olamasa bile sosyal bilimcinin kendi öznelliğinin farkına varabileceğini öne sürer. Alaycı bir ifadeyle “uzun bir süre başka biriyle yakın ilişkide yaşayan birinin diğerinin davranışlarını öngörebileceğini ve bu tür öngörülerin doğruluğunun Kuzey Kanada’daki bazı cinayetlerin ve pek çok evliliğin sona ermesinin nedeni olduğunu” söyler. Bu noktada Innis’in düşüncesinde iletişim öne çıkmaya başlar. Ölümünden kısa süre önce yazdığı İmparatorluk ve İletişim Araçları [Empire and Communication] ve İletişimin Yanlılığı [The Bias of Communication] kitaplarında amacının “Önem verdiğimiz şeyleri neden önemsiyoruz?” sorusuna yanıt vermek olduğunu belirten Innis’e (1951: vii) göre toplumların iletişim düzenlerine bakarak insanların davranışlarını yönlendiren toplumsal yanlılıkları saptamak mümkündür. Günümüzde tartışma yeniden alevlenmiştir (Neuman, 2006: 80; Sayer, 2000: 4, 5). Ollman (2006: 213-214), günümüzün sosyal bilimcilerini zorlu bir geçidi aşmaya çalışan mitolojideki Yunan kahramanı Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 17 Odiseus’a benzetir, pozitivizm ile post-modernizm arasında savrulma tehlikesi yaşadıklarını belirtir. Pozitivizm sosyal bilimcilere katıksız bir “hakikat” önerirken, post-modernizm öylesine çok bakış açısı sunmaktadır ki, hakikatin kendisi kaybolmaktadır. Ollman ayrıca Roy Bhaskar’ın öncülüğünü yaptığı eleştirel gerçekçilik okulunun bu tehlikeden sakınmaya yönelik olduğunu ve bunu pozitivizm ile postmodernizmi uzlaştırarak yapmaya çalıştığını belirtir. Böylelikle günümüz sosyal bilimlerindeki çatışan hatlar da ortaya serilir. Günümüzde sosyal bilimler alanında birbiriyle rekabet eden üç belirgin yaklaşım vardır; bunlar pozitivist sosyal bilimler, yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimler ve eleştirel gerçekçi sosyal bilimler şeklindedir. İçlerinde en eskisi ve en yaygını pozitivist sosyal bilimlerdir. Pozitivist sosyal bilimlerin kurucusu olarak 19’uncu yüzyılda sosyolojiyi bir bilim dalı olarak geliştiren Auguste Comte gösterilir.4 Çalışmalarını “sosyal fizik” olarak adlandıran Comte (Özlem, 1998: 58), buradan da anlaşılabileceği üzere doğal bilimlere öykünmektedir. Nasıl ki, Aydınlanma ile birlikte insanlar aklı kullanarak dünyanın üstündeki gizemi kaldırmışlar ve bilimsel yasalara ulaşmışlarsa, aynı yöntemleri kullanarak sosyal evrenin gizemlerini de ortadan kaldırmak ve topluma yön veren “bilimsel” yasalara ulaşmak mümkündür. Dolayısıyla sosyal bilimlerin yöntemi doğal bilimlerden farklı olmamalıdır; gözlem ve deneye dayanmalıdır. Bu şekilde toplanan bilgilerin derlenmesiyle – tümevarımla – ulaşılacak yasalar, zaman ve mekândan bağımsız olacak, bugüne olduğu kadar geleceğe de ışık tutacaktır. İnsanlığın daha iyi koşullara ulaşması bu bilgiyle mümkün olacaktır. Pozitivistler kendi yöntemleriyle ulaştıkları “bilimsel” bilginin nesnel olduğunu ve başka şekilde edinilmiş diğer bilgilerden üstün olduğunu düşünürler. Yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimlerin taraftarları, pozitivizmin “nesnel” yöntemlerle ulaşılmış “nesnel” bilgi iddiasına karşı çıkarlar. Gözlem ve deneyler nesnel gibi görünseler de, bunları gerçekleştirirken kullandığımız duyusal algılarımız kuramsal inanışlar ve beklenti4 Oysa pozitivizmden ilk bahseden Comte değil, hocası Saint-Simon’dur. Cemil Meriç (1999), Saint-Simon’un ilk sosyolog olduğunu öne sürer. 18 Enformasyon Toplumu ve İnsan lerden etkilenmektedir ki, bunu Kepler ve Brahe’nin Güneş’e ilişkin gözlemlerinde görmek mümkündür (Geray, 2011: 54). Buna göre her iki bilim adamı da Güneş’in batışını gözlemektedir ama Kepler Güneş’i hareketsiz, Dünya’yı dönüyor görürken, Brahe Dünya’yı hareketsiz, Güneş’i hareketli görmektedir. Dahası sosyal evren söz konusu olduğunda pozitivistlerin dile getirdiği gibi keşfedilmeyi bekleyen bir “hakikat” olduğunu yadsırlar. Yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimcilere göre toplumsal olaylar insanların belli anlamlandırmalar doğrultusunda hareket etmesiyle gerçekleşir ve bilim adamlarına düşen görevse insanların bu anlamları nasıl inşa ettiklerini keşfetmektir (Neuman, 2006: 88). Yüzeydeki eylemlere bakarak söz konusu anlamları bulmak zor olduğundan bu yaklaşımı benimseyenler inceledikleri insanlarla yakınlaşmaya, onları anlamaya çalışırlar. Katılımcı gözleme, saha araştırmalarına, derinlemesine mülakatlara sıkça başvurur ve çok miktarda nitel veri elde ederler. Pozitivistlerin anketlerle elde ettiği türden nicel veriler ya da laboratuarlarda gerçekleştirilen davranış deneyleri onlar için fazla bir şey ifade etmez çünkü toplumsal aktörlerin nedenlerini ve bağlamını asla tam yansıtmazlar. Bu anlayışla yaklaşınca sosyal evreni yöneten, zamanın ve mekânın ötesindeki yasalar değil, insanların anlamlandırmaları olmaktadır. Toplumsal hayat insanların anlamlandırdıkları ve deneyimlediklerinden ibarettir (Neuman, 2006: 89). Dolayısıyla nesnellik yerine öznelliği vurgulayan yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimciler için bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen bir gerçeklik yoktur çünkü gerçeklik toplumsal olarak yaratılmaktadır. Üstelik pozitivistler özcü bir anlayışla dilin fiziksel gerçekliği yansıttığını iddia ederlerken, yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimcilere göre dil toplumsaldır ve farklı bağlamlarda farklı anlamlandırmalar, dolayısıyla farklı gerçeklikler mümkündür. Pozitivistler gibi dünyayı tek bir şekilde anlamlandırmanın, toplumsal gerçekliği tek bir şekilde adlandırmanın manası yoktur. Böylesi bir göreliliğin içinde belli bir anlamlandırmanın kendisini “bilimsel” olarak niteleyerek, diğerlerinden üstün olduğunu iddia etmesi yanılgı olarak görülür. Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 19 Yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimlerin göreliliği 20’inci yüzyılın ikinci yarısında (post-modernizm birlikte zirve yapan) bir tür epistemolojik anarşiye kapı aralar (Geray, 2011: 55; Sayer, 2000: 6). Herkesin kendine göre bir “gerçekliği” olduğunda, bunların hiçbirinin diğerine üstünlüğü söz konusu olmadığında, “doğruyu” bulmak için belli bir yöntemi benimsemek yerine, herkesin kendi bildiğini yapması daha makbuldür. Sosyal bilimler sadece farklılıkların resmini çeken kavramsal bir fotoğraf makinesine döner, “gerçeğe” ulaşma amacı, toplumsal ilerleme ülküsü gereksizleşir. Ollman’ın zorlu geçidi aşmaya çalışan Odiseus metaforu bu bağlamda son derece yerindedir. Pozitivist ve yorumsayıcı/inşacı yaklaşımların tutarsızlıklarını ve makul noktalarını bir kenara ayırarak, Innis’in 1930’larda yaptığı gibi bir orta yol bulmak gerekmektedir. Farklı şekillerde isimlendirilmekle birlikte böylesi bir orta yol vardır; eleştirel gerçekçilik.5 Eleştirel gerçekçiler, pozitivistler gibi gerçeğe ve 5 Pozitivizm ve post-modernizmin çatışması karşısında orta yol olarak Bhaskar’ın öncülüğündeki eleştirel gerçekçiliğe işaret eden Ollman’a karşı Geray (2011: 47), mantıkçı pozitivizm ile kurgucu/sözleşmeci yaklaşımın çatışmasından bahsedip, ara yol olarak gerçekçi yaklaşımı işaret etmekte ve pozitivizmin güç kaybetmesine karşılık gerçekçiliğin giderek zemin kazandığını, özellikle de Bhaskar ve arkadaşlarının önerdiği eleştirel gerçekçilik bağlamında bunun böyle olduğunu ifade etmektedir. Sayer (2000: 2) ise, gerçekçilik ve eleştirel gerçekliği eş anlamlı gibi kullanmaktadır; “Gerçekçilik – ya da en azından savunmasını yapmak istediğim ‘eleştirel gerçekçilik’ – çoğu insanın düşündüğü şey değil” dediği gibi “Böylesi yanlış anlamalar ortadan kalktığında gerçekçiliğin (özellikle de Roy Bhaskar’ın öncülüğündeki eleştirel gerçekçiliğin) sosyal bilimler ve kuram için önemli vaatlerde bulunduğunun görülebileceğine inanıyorum” ifadesini kullanır. Sayer (2000: 10) ayrıca eleştirel gerçekçiliğin eleştirel sosyal bilim projesine destek olduğunu belirtir. Neuman (2006: 94) ise pozitivist ve yorumsayıcı sosyal bilimlerin çatışmasından bahsettikten sonra uzlaşma yolu olarak eleştirel sosyal bilimleri gösterir. Pozitivizmin zemin kaybettiği iddiasını yineleyen Neuman (2006: 82), diyalektik materyalizmi, sınıf çözümlemesini ve yapısalcılığı eleştirel sosyal bilimlerin versiyonları olarak sıralar, eleştirel sosyal bilimlerin kökenlerinin Marx’a ve Freud’e kadar uzandığını, Frankfurt Okulu düşünürlerince geliştirildiğini dile getirir (2006: 94). Neuman (2006: 94-103), eleştirel sosyal bilimlere ilişkin bölüm boyunca ayrı bir başlık açmasa da Bhaskar ve arkadaşlarının çalışmalarına atıf yapar. Yani Neuman için eleştirel gerçekçilik, Marksizm kaynaklı eleştirel sosyal bilimlerin dâhilindedir. Benzer biçimde Ollman (2006: 215) eleştirel gerçekçi- 20 Enformasyon Toplumu ve İnsan bunun araştırma yoluyla keşfedilebileceğine inanırken, sosyal bilimcilerin bakış açılarının araştırma sonucunda erişilen bulgulardan ayrı tutulamayacağını yadsımamaktadırlar. Dolayısıyla bir yandan önümüzde yer alan gerçeği açığa çıkarmaya çalışırlarken, bir yandan da araştırmanın yapıldığı bağlamdan gelen önyargıları ve sınırlılıkları – Innis’in ifadesiyle yanlılıkları – saptamaya çalışırlar, hem doğal hem de toplumsal görüngüleri konu edinirler ki, Bhaskar toplumsal olarak inşa edilmiş bakış açılarının araştırma sonucunda bulunan şeyi farklı biçimlerde niteleyebileceğini ama varlığını yok sayamayacağını savunur (Ollman, 2006: 214). Bunun yanında Bhaskar ve diğer eleştirel gerçekçiler, doğal ve toplumsal görüngülerin içkin potansiyelinden bahsetmektedir. Yani bir şeyin ne “olduğunun” her zaman ne “olabileceğiyle” bütünleştirilmesi gerekmektedir ki, Bhaskar’ın yaklaşımına eleştirellik payesi kazandıran ve değerli kılan budur (Ollman, 2006: 214-215; Sayer, 2000: 11, 12). “Olan” kadar “olabilecekleri” de öne çıkartan eleştirel gerçekçilik için sosyal bilimler kaçınılmaz biçimde politiktir. Sosyal bilimcinin amacı toplumsal olguları basitçe açıklamak kadar olabilecekleri de göstermek ve böylelikle daha iyi bir toplum yaratılması yolunda insanlara ışık tutmaktır. Dolayısıyla ürettiği bilgi pozitivistlerinki gibi steril değildir, belli bir ahlâki konum almayı ve bu yönde çalışmayı gerektirir. “Toplumsal düzeni öyle bir açıklamalıdır ki, bu açıklamanın kendisi söz konusu toplumsal düzenin dönüşümünü getirecek bir katalizör görevi görsün” (Fay’den aktaran Neuman, 2006: 95). Eleştirel gerçekçiler açısından pozitivistler statükoyu desteklemektedirler çünkü mevcut toplumu belli bir sürecin aşaması olarak görmek yerine yasalarla tanımlanan değişmez bir toplumsal düzeni varsaymaktadırlar (Neuman, 2006: 95). Eleştirel gerçekçiler yorumsayıcı/inşacı sosyal bilim taraftarlarınıysa çok fazla öznel ve göreli olmakla, insanların anlamlandırmalarına gerçek yaşam koşullarından daha fazla önem vermekle, böylelikle hayatlarını iyileştirmelerinde insanlara yardımcı liğin Marksist diyalektiğin bir versiyonu olarak görülebileceğini söyler. Tüm bu farklı isimlendirmelere ve başlıklandırmalara karşın tutarlı bir konumu seçmek zor değildir. Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 21 olmak yerine pasif ve ahlâkdışı bir tavırla yanlış inançlara prim vermekle suçlarlar (Neuman, 2006: 95). Sosyal bilimleri bir özgürleşim mücadelesine dönüştüren “olanolabilecek” ayrımı eleştirel gerçekçilerin, gerçekliği ele alışlarında ve nedensellik ilişkilerini kuruşlarında pozitivistler gibi yüzeysel bakmayıp, altta yatan yapı ve mekanizmalara vurgu yapmasından kaynaklanır (Geray, 2011: 56-57, 64-65). Eleştirel gerçekçiliğin gerçekliği tabakalaşmıştır, farklı biçimlerde araştırma gerektiren farklı gerçeklik düzeyleri vardır (Geray, 2011: 65: Neuman, 2006: 96). Başka bir şekilde söyleyecek olursak, eleştirel gerçekçilik sadece fiziki dünyanın gerçekliği ile bizim onu deneyimlememiz arasında değil, aynı zamanda gerçekliğin düzeyleri arasında da ayrım yapar (Sayer, 2000: 11). Farklı gerçeklik düzeyleri şu şekildedir; görgül [empirical], gerçek [real] ve fiili [actual]. Deneyimlediğimiz görgül gerçekliği duyularımızla gözlemleyebiliriz ama yüzeydeki bu tabaka daha derinlerde işleyen görünmeyen yapılar ve mekanizmaların sonucudur. Bu yapılar ve mekanizmaları gözlemleyemeyecek olmamız, var olmadıkları anlamına gelmediği gibi bunların varlığına dair kanıtları gözlemlenebilir sonuçlarından çıkarmak mümkündür. Dolayısıyla gerçek düzeyi yapılar ve mekanizmalara tekabül etmektedir; biz bunların bilgisine sahip olalım ya da olmayalım. Fiili düzeyde yapı ve mekanizmaların harekete geçirilmesi söz konusudur. Sayer (2000: 12, 27) bu noktada iki örnek sunar. İlk olarak Marx’ın emek gücü ve emek ayrımına dikkat çeker; emek gücü ve ona kaynak olan insanın fiziki ve zihinsel yapıları gerçek düzeyine denk gelirken, bu gücün kullanımına tekabül eden emek ve onun etkileri fiili düzeydedir.6 İkinci olarak dilin hem gerçek hem de fiili düzeyleri bulunduğunu, dilbilgisi ve kelime dağarcığına ilişkin kısmın gerçek düzeyine, konuşmanınsa fiili düzeye tekabül ettiğini belirtir. 6 Sayer bunu İngilizce olarak şöyle ifade eder: “If we take the example of the Marxist distinction between labour power and labour, the former (the capacity to work) and the physical and mental structures from which it derives, is equivalent to the level of the real, while labour (working), as the exercise of this power, and its effects, belong to the domain of the actual”. 22 Enformasyon Toplumu ve İnsan İşte “olan-olabilecek” ayrımının kökeninde en başta gerçekliğin bu şekilde ele alınması yatmaktadır. Bizim bilgisine sahip olmadığımız yapı ve mekanizmalar – güçler – harekete geçebileceği gibi hareketsiz bildiğimiz güçler de (özgürleşim sağlayacak biçimde) harekete geçebilirler. Bu durumda toplumsal olguları açıklarken sadece “olandan” değil, “olabilecekten” de bahsetmek gerekmektedir. Aksi takdirde açıklama yetersiz kalır. Dahası içinde yaşadığımız dünya “zuhur edişlerle” öne çıkar. İki ya da daha fazla unsurun/gücün bir araya gelmesi yeni olgular doğurmaktadır ki, bu yeni olgunun özellikleri kendisini meydana getiren unsurlara indirgenemeyecek kadar özgündür, her ne kadar bu unsurlar/güçler varoluşu için zorunlu olsalar da (Sayer, 2000: 12-13). Tabii tüm bunlar pozitivizmin köküne kibrit suyu dökmektedir; toplumu açıklayan zamanın ve mekânın ötesindeki sabitlikler değil, değişimdir. Bu noktada eleştirel gerçekçiliğin savunusunu yaptığını söyleyen Sayer, toplumsal gerçekliği biçimlendiren güçlerin içsel ilişkilerine dikkat çeker (2000: 13).7 Buna göre sosyal evrendeki aktörlerin – insanların ya da kurumların – ne oldukları ve ne yapabilecekleri diğer toplumsal aktörlere ve bağlama bağlıdır. Değişimle nitelenen sosyal evrende bunlar da sürekli farklılaşırlar. Dolayısıyla toplumsal aktörlerin ne olduğu ve ne olabileceği de farklılaşır. Bunun yanı sıra kendi başına hür iradesiyle hareket eden, toplumunun en temel ve bölünemeyecek unsurları olarak bireylerden bahsetmek imkânsızlaşır. 7 Bhaskar, basit gerçekliği “tabakalaşmış, farklılaşmış ve değişken” olarak tarif ederken, Ollman (2006: 220, 225) bu tarife katıldığını ama üstüne gerçeklik için “etkileşen” ve “karşılıklı bağımlı” sıfatlarını da ekleyeceğini belirtir ve Bhaskar’ın “Gelişiyor halde olan toplumsal şeyler varoluşsal olarak başka toplumsal (veya doğal) şeylerle olan ilişkilerinden, bağlantılarından ve karşılıklı bağımlılıklarından oluşurlar veya bunları içerirler” diyerek bunu ima etmesine rağmen açık biçimde dile getirmediğini söyleyerek eleştirel gerçekçilik ile Marksist diyalektik arasındaki farka dikkat çeker. Bhaskar’ın çekincesi Ollman’a (2006: 221) göre diğer doğal ve toplumsal şeylerle olan bağları tarafından oluşturulmayan şeyler olduğunu, tarihte karşılaştığımız koşulların orada halihazırda müstakil olarak veya (Bhaskar’ın deyimiyle) ayrı “bütünlükler” olarak varolduğunu kabul etmek manasına gelmektedir ve bu durum Marksizm’i benimsemeleriyle (Ollman: 2006: 222) ters düşmektedir. Ancak Sayer’in vurguladıklarına bakınca Bhaskar’daki çekinceyi pek göremiyoruz. Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 23 Durumun bu şekilde olması nedensellik ilişkilerini daha karmaşık şekilde kurmayı gerektirir. Eleştirel gerçekçiler için nedensellik düzenli olaylar silsilesi şeklinde gerçekleşmez. Bir şeyin olmasıyla kaç kez yinelenmesi arasında bağlantı yoktur. Dolayısıyla açıklama nedensel mekanizmaların saptanması, bunların nasıl çalıştıklarının belirlenmesi, harekete geçirilmişlerse bunun hangi koşullarla olduğunun keşfedilmesini gerektirir ki, Sayer anlaşılması için bunu çizerek gösterir. Kaynak: Sayer, 2000: 14 Sayer (2000: 14-15), pozitivistlerin peşinden koştuğu düzenliliklerin “kapalı sistemlere” özgü olduğunu, sosyal evreninse “açık bir sistem” olduğunu, burada koşullara göre aynı nedensel mekanizmaların farklı sonuçlar yaratabileceğini, farklı nedensel mekanizmaların da aynı sonuçlara yol açabileceğini belirtir. 24 Enformasyon Toplumu ve İnsan Bağlama yapılan bu vurguyu eleştirel gerçekçilerin toplumsal olguların anlamlandırılmasına ilişkin görüşlerinde görmek mümkündür. Toplumsal olgular doğaları gereği anlamlıdır, maddi unsurlarla birlikte anlamlandırma bu olguların ortaya çıkmasında rol oynar. Dolayısıyla sosyal bilimler daima yorumsayıcı bir boyut içerir (Sayer, 2000: 17). Eleştirel gerçekçiler açısından sorun maddi unsurların bir kenara itilerek, yorumsayıcı/inşacı sosyal bilim taraftarlarının yaptığı gibi gerçekliği inşa edenin insanların anlamlandırmalarının olduğunun öne sürülmesi ve bundan bağımsız bir gerçekliğin yadsınmasıdır. Eleştirel gerçekçiliğin toplumsal olayların açıklamasında takındığı bu geniş perspektif onun pozitivist ve yorumsayıcı/inşası sosyal bilimlere kıyasla çok daha fazla araştırma yöntemini kullanabilmesine imkân tanımakla birlikte bu noktada yapılacak seçimler araştırılan konunun doğasına ve neyin açıklığa kavuşturulmak istendiğine göre değişir (Sayer, 2000: 19). Pekâlâ, araştırma konusuna göre nicel yöntemlere de, nitel yöntemlere de başvurulabilir. Anlamı ifade etmiyorlar diye nicel yöntemleri, nesnel değiller diye nitel yöntemleri yadsımanın gereği yoktur. Toplumsal gerçekliğin katmanlaşmış ve değişken olduğunu vurgulayan eleştirel gerçekçilik bu yaklaşımı gereği araştırma sırasında izlenecek hazır şablonlar sunmaz. Ancak özellikle altı çizilen nokta soyutlamanın önemidir. Toplumlar karmaşık ve çelişkili özellikler sergileyen açık sistemlerdir. Sosyal bilimcilerin doğal bilimciler gibi inceleme nesnesini ayırıp, denetim altındaki bir ortamda araştırma imkânları yoktur. Bu durumda yapılması gereken iyi bir soyutlamaya gitmek, inceleme konumuzu kafamızda parçalara bölerek kavramsallaştırmak ve parçalar arasındaki ilişkileri irdelemektir. Sayer (2000: 19), soyutlamanın araştırmanın başarısını doğrudan etkileyeceğini, fiiliyatta bölünemeyecekleri parçalara ayrıştırmanın veya esasında farklı unsurları birlikte değerlendirmenin soruna neden olacağını vurgular. Buraya kadar sosyal bilimler içindeki farklı yaklaşımların genel bir çerçevesini çizmeye ve eleştirel gerçekçiliğin diğerlerine kıyasla daha tutarlı olduğunu göstermeye çalıştık. Neuman (2006: 83, 90-91, 97-98) özel olarak bu üç yaklaşımın her birinde insanın kavramsallaş- Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 25 tırılmasını inceler. Buna göre “bilimsel yasalara” ulaşmaya çabalayan pozitivist sosyal bilimler, insanı kendi çıkarının peşinde koşan, haz arayan, akılcı bir memeli olarak görür. İnsanları türdeşleştiren bu özcü tavır aynı zamanda insana dair bir tür “mekanik modeli” hâkim kılar; bir neden herkes üzerinde aynı etkiye yol açar. Sosyal bilimcilerin yapması gereken davranışlarını gözleyerek insanlar üzerinde etkide bulunan dışsal nedenleri ortaya koymaktır. Gözlenebilir dışsal etkiler böylece öne çıkartılırken, insanların gözlenemeyen içsel nedenleri, zihinsel süreçleri kenara itilir. Bir kez dışsal unsurlar ortaya konulunca bireysel davranışların makine gibi aynı akılcı mantığı izleyeceği görülecektir. Tarihsel farklılıklarını ve özgünlüklerini kenara iterek tüm toplumları aynı kapta değerlendiren pozitivistlerin aynı tavrı insana ilişkin olarak benimsemesi şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde bu tür bir belirleyicilik ve dışsal neden vurgusunun yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimlerde yeri olmaması da şaşırtıcı değildir. Bunun yerine yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimlerde insanlar tercihte bulunan irade sahibi varlıklar olarak görülür. Toplumsal uzlaşımlar ve öznel bakış açıları tercihleri şekillendirmektedir ama bu uzlaşımlar ve bakış açıları insanlarca değiştirilebilir. Dolayısıyla insan davranışları belli bir şablona uygun ve düzenli olabilir ama bunun sebebi keşfedilmeyi bekleyen yasalar değil, insanların toplumsal etkileşimle yarattıkları uzlaşımlar ve anlam sistemleridir. Pozitivistlerin aksine insanların iç dünyasına, düşünce biçimlerine vurgu yapılır. Sosyal bilimci akıldışı, duygusal ve önyargılı olsalar bile eyleme gerekçe olan kişisel nedenleri önemsemelidir. Eleştirel gerçekçiliğin perspektifinden bakınca insanlar toplumsal yapılarca biçimlendirilen akılcı yaratıklar oldukları gibi aynı zamanda anlamları ve toplumsal yapıları inşa eden yaratıcı varlıklardır. Dolayısıyla insan-toplum ilişkisi diyalektik biçimde kavranır; insanlar toplumu, toplum da insanları belirler. İnsanlar içinde yaşadıkları toplumu değiştirme noktasında önemli bir potansiyele sahiptir. Bunun harekete geçirilebilmesi için insanların hem yüzeyin altında yatan yapı ve mekanizmaların hem de kendi potansiyellerinin farkına varması lazımdır ama bu ideolojiyle engellenmiştir. Bu açıdan insan ancak sınırlı bir özerkliğe sahiptir. Yani insanların özgür iradesi 26 Enformasyon Toplumu ve İnsan ve tercih yapabilme yetisi sınırsız değildir ve belli maddi ve sembolik sınırlamalar doğrultusunda eyleyebilmektedirler. Burada insanın ne olduğu kadar ne olabileceğiyle tanımlanmasına dair vurguyu görmek zor değildir. Sosyal bilimlerdeki farklı yaklaşımlar ve insan kavramsallaştırması Tekeli’nin (1998) de gündemindedir. Tekeli’ye göre sosyal bilimlerin nesnel gerçekliği tam yansıtamayacağı kabul edildiğinde yapılması gereken bu alandaki bilgi birikimini yadsımak değil, gerçekliği ancak kısmen ve eksik yansıtsa bile bu birikiminden nasıl yararlanmak gerektiğini bulmaktır. Bu noktada önerisi sosyal bilimlerdeki “insan modellerine” bakarak “sapmaların” baştan tespit edilmesidir (Tekeli, 1998: 13-15). Tekeli, tıpkı Innis gibi sosyal bilimcileri öznelliklerinin bilincinde olmaya davet etmektedir. Zira, belli insan davranışlarını kestirme gayretindeki sosyal bilim disiplinlerinin her biri ilgilendiği konuya bağlı olarak insanın bazı niteliklerini ön plana çıkarırken bazılarını geri plana itmiş, kuramlarını oluşturduğu bu insan modeli (tasavvuru da denebilir) üzerine inşa etmiş ama insanın niteliklerinin amaçlar doğrultusunda ayıklanmasına bağlı olarak ortaya gerçekliğin eksik bir temsili çıkmıştır (Tekeli, 1998: 14, 20). Bunu aşmak için farklı insan modellerine dayanarak disiplinlerarası çalışmalar yapılmaktadır ama elde edilen bulguların tutarlı biçimde bir araya getirilmesi zorluk yarattığından Tekeli (1998: 15), “belli bir insan modeli benimsenmesinin sonuçlarının bilincinde olan, olanaklı insan modellerinin hepsini gündeminde tutarak ele aldığı problemlere uygun insan modeli seçebilen bir toplum bilim” talep eder. Sosyal bilimcilerin kendi disiplinlerinin yanlılığını saptamak ve bunu aşmak için kullanabilecekleri dört ana grupta toplanabilecek insan modelleri şöyledir (Tekeli, 1998: 20-23); Monadik İnsan Modeli: İnsan, toplumun bölünemez en küçük birimi kabul edilir. Çevreyle etkisi sınırlı görülür, dış ilişkilerle biçimlendirilemeyeceği düşünülür. Neo-klasik iktisadın hazzını ençoklaştırmaya çalışan bireyleri monadik insanlardır. Biçimlendirilebilen İnsan Modeli: İnsanın çevresiyle ilişkisi öne çıkar. İnsan koşullara göre dıştan biçimlendirilebilir biçimde kavranır. Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 27 Pedagojinin eğitilebilen insanı, Durkheim sosyolojisinin toplum tarafından belirlenen insanı buna örnektir. İlişki İçindeki Aktif İnsan Modeli: İnsanın amaçları vardır ve bunları çevresiyle ve diğer insanlarla ilişki içinde gerçekleştirmeye çalışır. Bunu yaparken kendi zihinsel kapasitesini de değiştirir. Amaçları başka insanlarla ve çevresiyle ilişki içinde, daha önceki eylemlerinin sonuçları üzerinde düşünülerek belirlenmesine rağmen insan belli bir özerkliğe sahiptir. Giddens’ın yapılaşma [structuration] kuramındaki ve Bhaskar’ın eleştirel gerçekçiliğindeki insan böyledir. Varoluşçu ya da Yaşanarak Gerçekleştirilen Bir Proje Olarak İnsan Modeli: İnsan yaşamının biricikliği vurgulanır ve kestirim yapılabilecek bir sosyal bilime konu olamayacağı düşünülür. Dolayısıyla insanın bir model içine sokulamayacağı belirtilir. İnsan ancak kendi iradesiyle yaptığı tercihlerle kendini geliştirecektir. Bu noktada insanı yönlendiren, yaşamda bulduğu anlamlardır. Bu insan anlamlar dünyasının insanıdır. Nietzche, Heidegger ve Sartre’ın “felsefesi” buna örnektir. Tekeli (1998: 24) seçilen insan modeline göre topluma bakış açısının ve toplumun niteliğinin değiştiğini söyler. Monadik model seçildiğinde toplum bireyden ayrı bir düzey olarak görülmemekte ve monadların davranışları sonucu ortaya çıkan bir oluşum hâline gelmektedir. Biçimlendirilen insan modelindeyse esas belirleyici olan insanlar değil, toplum olmaktadır. İlişki içindeki aktif insan modelinde insan ve toplumun karşılıklı belirleyiciliği vardır. Varoluşçu insan modelindeyse yaşam deneyi içinde insanın yeni niteliklerinin keşfine olanak tanındığı ifade edilir. Tekeli, farklı toplum kavramsallaştırmalarına sahip sosyal bilim yaklaşımları insanı farklı biçimde kavramsallaştırırlar şeklindeki tespiti tersten kurar. Ona göre farklı insan modelleri üzerinde yükseldikleri için sosyal bilimlerde farklı toplum kavrayışları vardır. Burada önce insandan ya da toplumdan yola çıkmak konumuz açısından çok alakalı değildir çünkü insan-toplum ilişkisini koparmak mümkün değildir. Önemli olan sosyal bilimcilerin kendi disiplinlerindeki (hâkim) insan modellerinin farkına varıp öznelliklerini aşmalarıdır. Örneğin Tekeli 28 Enformasyon Toplumu ve İnsan (1998: 25-27) neo-klasik iktisadın bireyciliği öne çıkaran insan modelinin toplumsal eşitsizliğe kapı araladığını, Alman Tarihsel Okulu gibi ulusalcı ekonomik akımların benimsediği biçimlendirilebilen insan modeli doğrultusunda ekonomiye bakıldığında daha farklı bir görünümün ortaya çıkacağını, ülkenin ekonomik gücünün ençoklaştırılmaya çalışılacağını, ülkenin gelişmesinin insanlara toptan yansıyacağını belirtir. Bununla birlikte Tekeli’nin yaklaşımı bazı açılardan sorunludur. Ekonomi disiplinindeki iki farklı insan modelinden örnek veren Tekeli aslında her disiplin için tek bir insan modelinin söz konusu olmadığını kendisi de kabul etmektedir ki, burada hâkim insan modeli demek daha doğrudur. Diğer yandan sosyal bilimcilerin kendi disiplinlerindeki hâkim insan – dolayısıyla toplum modeline – dair farkındalığı çok önemli olmakla birlikte iddia edildiği gibi bunu aşmak için olası insan modellerinin hepsini gündemde tutmak ve incelenen soruna göre insan modeli seçmek çözüm olamaz çünkü monadik insan modeli, biçimlendirilebilen insan modeli ve varoluşsal insan modeli geçerli bir toplumsal çözümlemeye götürebilecek seçenekler değildir. İnsanı ve toplumu kısmen ele almaktadırlar ve sosyal bilimlerdeki krizin ardında yatmaktadırlar. Sosyal bilimcilerin bunların farkına varması ama seçenek olarak kullanmaktan vazgeçmesi gerekmektedir. Buna karşılık eleştirel gerçekçiliğin toplumsal gerçekliği çok katmanlı ve değişken görmesi, insanı çevresiyle aktif bir ilişki içinde belirleyen olduğu kadar belirlenen şeklinde tanımlaması ve onun öznelliğini kabul etmesi zaten Tekeli’nin aşmak istediği “temsil krizini” geride bırakmaya yöneliktir. Ele alınan konunun niteliğinden hareketle yapılacak soyutlamanın düzeyine göre zaten insanın farklı niteliklerini ön plana çıkarmak mümkün olduğundan Tekeli’nin önerdiği çözüm esasında eleştirel gerçekçilik içinde mevcuttur. Dolayısıyla eleştirel gerçekçiliğin insana yaklaşımı diğer modelleri hem içermektedir hem de onlardan fazlasına tekabül etmektedir. 1.2. Söylem, Mücadele ve Eleştirel Söylem Çözümlemesi Toplumsalın bilgisini üretmek için eleştirel gerçekçilik sosyal bilimcilere daha bütüncül bir toplum ve insan kavramsallaştırması sunsa Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 29 da, AB politika belgelerini hangi yöntemle izleyeceğimiz sorusu hâlâ ortadadır. Eleştirel gerçekçilik, bizlere pozitivist sosyal bilimler ya da yorumsayıcı/inşacı sosyal bilimler gibi yöntem seçimine ilişkin olarak çok belirgin bir istikamet önermek yerine ele alınan konunun özgünlüğüne göre yöntem belirlenmesini önermektedir. Buna karşılık özellikle vurguladığı nokta toplumsal gerçekliği parçalara bölerek yapacağımız soyutlamanın doğruluğundan emin olunmasıdır. Giriş kısmında parça-bütün soyutlamasına ilişkin tavrımızı ortaya koyduğumuz için burada bunu bir kez daha ele almaktan kaçınacağız. Bununla birlikte konunun özgün nitelikleri önem arz ettiğinden bu çalışmada AB politika belgelerine bakarak, kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecindeki toplumsal mücadeleye bağlı olarak ortaya çıkan belli bir söylemi ve bu kapsamda insanları belli bir yönde düşünmeye ve eylemeye sevk eden konumlandırma çabalarını çözümleyeceğimizi hatırlamakta fayda var. Yani söylem çözümlemesi yapacağımız açıktır. Bunu yaparken sadece politika belgelerine odaklanırsak, söylem çözümlemesinden ziyade kısır bir metin çözümlemesi yapmış oluruz. Bu yüzden metnin dışına çıkıp, bağlamı da dikkate almalıyız. Ayrıca toplumsal gerçekliğin oluşumunda söyleme belirleyicilik atfetme ve nesnel dünyadaki söylemsel olmayan unsurları ıskalama tehlikesiyle karşılaşmak mümkündür. 1970’lerde ayyuka çıkan kapitalizmin krizinin ardından girişilen yeniden yapılandırmaya değinirken konuyu bu şekilde sırf söylemsel unsurlarla çözümlemek, yeniden yapılandırmayı söyleme sıkıştırmak yanlıştır. Bize gereken tarihseltoplumsal bağlamı geniş biçimde ele alarak toplumsal gerçekliğin oluşumunda söylemsel ve söylemsel olmayan unsurların ilişkisini diyalektik şekilde sorgulayan bir yöntemdir. Girişte belirttiğimiz üzere eleştirel söylem çözümlemesi bu kaygımıza yanıt veren bir yöntemdir ve bu yönüyle eleştirel gerçekçiliğin esaslarına uygun düşmektedir. Eleştirel gerçekçiliği savunan Sayer (2000: 8, 27, 36, 45) de bunu onaylar çünkü Fairclough’un ismini hem eleştirel gerçekliği anlatırken zikreder hem de eleştirel gerçekçiliği anlamaya yönelik okuma listesine ekler. 30 Enformasyon Toplumu ve İnsan Eleştirel söylem çözümlemesi toplumsal gerçekliğin oluşumunda insanların anlamlandırmaları kadar nesnel olguların önemini kabul etmesinin yanında toplumsal mücadeleye dair vurgusuyla da eleştirel gerçekçiliğin ilişkiselliği ve değişimi öne çıkartan tavrıyla örtüşür. Önemli bir başka noktaysa, eleştirel söylem çözümlemesi, insantoplum diyalektiğini anlamaya imkân verecek nitelikte bir yöntemdir çünkü makro düzeydeki kapitalizmin yeniden yapılandırılması gibi toplumsal gelişmelerin nasıl mikro düzeyde insanların belli anlamlandırmaları ve eylemleriyle mümkün kılındığını gösterebilme potansiyeli taşımaktadır. Tüm bunları bu başlık altında ayrıntılı biçimde tartışacağız ve yöntem olarak eleştirel söylem çözümlemesini uygulayarak AB politika belgelerini incelediğimizde nelere, nasıl bakmamız gerektiğini aktarmaya çalışacağız. Ancak ilk olarak – konumuz gereği – söylemin ne olduğunu tartışmak daha doğru olacaktır çünkü tüm bunlar söylemin nasıl kavramsallaştırıldığıyla doğrudan bağlantılıdır. Söylem, toplumsal yapılarca belirlenen toplumsal bir pratik biçimi olarak dildir, yani hiçbir surette toplumdan harici olamayacak dilin toplumsal kullanımdaki halidir, toplumsal ilişkilere ve süreçlere gömülüdür ve özellikleri bu süreçler ve ilişkiler çerçevesinde belirlenmiştir (Fairclough, 1995: 73, 131; Fairclough, 1996: 17, 20, 22). Bu nedenle söylem, Ferdinand de Saussure’ün langue (dil)-parole (söz) ayrımındaki parole’e denk düşer. Dilin asosyal ve statik kavranmasına yönelik bir itirazdır. Söylemi toplumsal bir pratik/eylem olarak tanımlıyorsak, toplumsal yapı-eylem diyalektiği kapsamında toplumsal olarak biçimlenen söylemin, toplumu belli ölçüde belirlediğini söyleyebiliriz (Fairclough, 1995: 73, 131; Fairclough, 1996: 17, 23, 37). Toplumdaki mücadele ve iktidar ilişkileri doğrultusunda belli bir perspektiften bilgi ve deneyimlere işaret eden söylem (Fairclough, 1995: 213), eylem için gerekli toplumsal kuralları sunup (Fairclough, 1996: 28), eylemin çerçevesini belirleyerek kendisini belirleyen toplumsal koşulları etkiler, maddi gerçekliğe müdahale eder. Toplumsal mücadele ve iktidar ilişkileri sabit kalamayacağı ölçüde söylemi statik bir yapıdan Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 31 ziyade dinamik bir süreç olarak algılamak, tarihsel olarak yeri ve rolünün değiştiğini görmek gerekir (Fairclough, 1995: 89, 135-136; Fairclough, 1996, 22). Söylemin toplumsal mücadelede değişimini anlamak için bakmamız gereken yer Gramsci’nin hegemonya kavramsallaştırmasıdır ki, Fairclough (1995: 75-82; 91-111; 1996: 77-108) buna kapsamlıca eğilir. Sınıflı bir toplumda egemen konumdakilerin eşitsiz toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde gerektiğinde zora başvurmalarının yanında diğer sınıflarla ittifak kurmaları ve onları kendi rızalarıyla eşitsiz “düzene” dâhil etmeleri, yani hegemonya kurmaları söz konusudur. Ancak önemle belirtilmesi gereken, hegemonya tesisinin zorlu bir süreç olduğu ve hep geçici olarak tesis edildiğidir; direniş ve mücadele her daim söz konusu olduğu gibi değişen toplumsal koşullara göre hegemonya yenilenmelidir (Fairclough, 1996: 4, 85). Hegemonya mücadelesinde egemen sınıf kendi dünya görüşünü şeylerin doğal hali, sağduyu gibi göstermeye çalışır. Bunu sağladığı ölçüde ideoloji görünmez olur, eşitsiz ilişkiler meşrulaşır ve yeniden üretilir.8 Dolayısıyla toplumsal tahakküme dayanak olan ve sağduyu gibi görünen mevcut uzlaşımlar geçmişteki hegemonya mücadelesinin sonucudur (Fairclough, 1995: 76; Fairclough, 1996: 2, 89). Bu bağlamda söylem mücadele alanıdır (Fairclough, 1995: 7, 96; Fairclough, 1996: 88). İktidar, kendisi açısından önemli şeylerin anlamını, hangi dilsel-iletişimsel normların meşru, doğru ve uygun olduğunu belirleme gücüne (Fairclough, 1996: 89) ne kadar sahipse, toplumsal ilişkilerin belli bir temsili o kadar hâkim olacak ve bununla ilişkili pratikler o derece doğal gözükecektir (Fairclough, 1995: 33). Yani, sözcüklerin anlamlarını belli şekillerde doğallaştırarak iktidar toplumsal eylemin sınırlarını çizer. Bu yüzden söz konusu olan hep sözcüklerden fazlasıdır; siyasetin sınırlarının denetimi, politikaların meşrulaştırılması ve iktidarın sürdürülmesidir (Fairclough, 1996: 90). Dolayısıyla herhangi bir özgürleşim mücadelesinin egemenlerin he8 Fairclough’a (1996: 106) göre doğallaştırma “iktidarın cephaneliğindeki en müthiş silahtır”. 32 Enformasyon Toplumu ve İnsan gemonyasını kırmak için söylemde mücadele yürütmesi, ideolojiyi doğallığından sıyırıp, görünür kılması ve böylece tahakkümü destekleyen toplumsal pratiklere gerekçe olan anlamların değişiminin yolunu açması gerekir. Özellikle iktidarın icrasının giderek zordan ziyade rızaya dayandığı günümüz toplumlarında (Fairclough, 1996: 2, 3, 72) bu elzemdir. Bunları söylerken söyleme dair tüm fenomenler toplumsal olsa da, tüm toplumsal faaliyetlerin söylemsel olmadığını (Fairclough, 1996: 23), iktidarın söylemde olduğu kadar söylemin gerisinde yattığını (Fairclough, 1996: 43) hatırlatmakta fayda var. Toplumsal mücadeledeki tarafların çeşitliliği, değişen koşullara göre çıkarlarının farklılaşması dikkate alındığında hegemonya geçici bile olsa nasıl tesis edilmektedir? Yanıt, Fairclough’un Foucault’dan devşirdiği söylem düzenleri [orders of discourse] kavramındadır. Söylem düzenleri, mevcut söylemlerin dayandığı kurallar/uzlaşımlar [conventions] dizisi/bütünüdür (Fairclough, 1996: 17, 28). Bunlar dâhilinde görece istikrarlı bir söylemsel pratikler konfigürasyonu oluşur. Söylem düzenlerinin dışında kalan söylemsel pratikler, uzlaşım sınırlarının da dışında kalır, insanlarca anlaşılmaz. Fairclough’un (1995: 10-11) deyişiyle: “Söylem düzeni, söylemsel görünümüyle toplumsal düzendir ya da sosyokültürel pratiğin söylem üzerindeki tarihsel damgasıdır. Herhangi bir söylemsel eylem zorunlu olarak kendini bu tarihsel mirasa göre konumlandırıp onu ya yeniden üretmeli ya da dönüştürmelidir”. Tarihselliği ve toplumsallığını vurguladığımız söylem düzenlerinin o hâlde iktidar ve ideolojiden kopukluğunu iddia etmek mümkün olmayacaktır (Fairclough (1996: 17, 28). Söylem düzenleri varlıklarını sürdürmeleri halinde iktidar ilişkilerini meşrulaştırmayı sürdürürler; iktidarın yeniden üretimi mevzu bahis olur (Fairclough, 1995: 72). Toplumsal bir değişim meydana geldiğinde bunun söylem düzenlerine yansıması da kaçınılmazdır (Fairclough, 1996: 40). Somut örneklerle anlatırsak, okula dair söylem düzenine göre sınıfta öğrencilerin ve öğretmenin nasıl davranacağı, sınavların nasıl gerçekleştirileceği, okul bahçesinde ve öğretmenler odasında neler yapılabileceği bellidir (Fairclough, 1995: 132). Okula, eve, komşulu- Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 33 ğa, vs… ilişkin “yerel” söylem düzenlerinin bir araya gelmesiyle toplumun söylem düzeni oluşur ki, bunlar arasındaki sınırlar, geçişlilikler, çatışmalar olabilir (Fairclough, 1995: 132). Mesela günümüzde kamu hizmetlerine ilişkin söylem düzenine reklam anlayışının sızması çatışma yaratmaktadır (Fairclough, 1995: 136). Enformasyon toplumu söylemi de belli söylem düzenlerine dayanarak toplumda yer edinmiştir ama süreç içinde kendi başına diğer söylemleri düzenleyen bir kurallar/uzlaşımlar dizisi/bütününe dönüşüp dönüşmediği tartışmaya açıktır. Söylem düzenleri, geçmiş mücadelelerin sonucu olarak söylemleri düzenlemeye hep devam edemeyeceklerine, mevcut mücadeleyle dönüşeceklerine göre iktidar nasıl şartlara bakarak söylem düzenlerini yenilemektedir? Muhalifler nasıl kendi söylemlerini kabul ettirmektedir? Yanıt, söylemsel pratikleri değiştirmeye yönelik bir toplumsal mühendislik çabası olarak betimleyebileceğimiz (Fairclough, 1995: 3) söylemin teknolojizasyonunda [technologization of discourse] yatmaktadır. Egemen güçler tepeden inme müdahaleyle söylemsel pratikleri değiştirmeye, söylem düzenlerinde hegemonya tesis etmeye ve neticede büyük toplumsal ve kültürel değişimleri yönlendirmeye girişmektedir (Fairclough, 1995: 87, 91). Bu açıdan bakıldığında söylemin teknolojizasyonu makro düzey (devlet, hükümet, siyaset, vs…) ile mikro düzeyi (söylemsel pratikleri) birbirine bağlar (Fairclough, 1995: 87). Bu değişim mühendisliği üç unsuru içerir; i) toplumsal kurumlar ve örgütlerin söylemsel pratiklerinin araştırılması; ii) bu pratiklerin genellikle yöneticiler ve bürokratlarınki başta olmak üzere belli strateji ve hedefler doğrultusunda yeniden tasarımı; iii) kurumsal personelin yeni tasarlanmış pratikler doğrultusunda eğitimi (Fairclough, 1995: 91). Ayrıca söylem teknolojizasyonu çerçevesindeki çabaların belirgin beş niteliği söz konusudur: i) uzman söylem teknolojistlerinin belirmesi; ii) söylemsel pratiklerin denetlenmesinde değişim; iii) bağlamdan bağımsız söylem tekniklerinin tasarımı ve projeksiyonu; iv) söy- 34 Enformasyon Toplumu ve İnsan lem içinde stratejik motivasyonlu simülasyon; v) söylemsel pratiklerin standardizasyonu için baskı (Fairclough, 1995: 103). İnsan ilişkileri eğitimi, kapitalizmin yeniden yapılandırılması kapsamında söylemin teknolojizasyonuna iyi bir örnektir çünkü hizmetler sektörü imalat sanayinin aleyhine büyürken, işin yürütülmesi için gereken vasıflar daha fazla iletişim gerektirmektedir (Fairclough, 1995: 103, 105). Söylemin teknolojizasyonunda bilginin kullanılması önem arz etmektedir ki, insan ilişkileri örneğindeki gibi ortaya sosyal bilimleri kullanarak kişilerin bulundukları bağlamdan bağımsız öneriler getiren “uzmanlar” çıkıp, eğitim vermektedir (Fairclough, 1995: 103104). Söylemin teknolojizasyonu, Fairclough’un bir kez daha Gramsci ve Foucault’yla kesiştiği yerdir. Foucault, sosyal bilimlerin kapitalizmin ihtiyaçlarıyla ortaya çıktığını ve geliştiğini, toplumu yönlendirmeye yarayan “yönetim teknolojileri” işlevi gördüğünü, ürettiği bilginin insanları belli özne konumlarına sokmakta kullanıldığını iddia ederken (Hall, 1997: 49; Cevizci, 1999: 364), Gramsci (2010: 288) de “etik devlet” kavramıyla egemenlerin belli bir bilgiyle insanların yaşamlarını kapitalizmin gerekleri doğrultusunda düzenlediklerini belirtir.9 Toplumsal kurumlar insanları kabul etmek için belli bir ideolojiyi 9 Foucault, Batı kültüründe insanların özneye dönüştürülme biçimlerinin tarihini yazmayı amaçlar (Foucault’dan aktaran Keskin, 1997: 30). Bilim ve bilginin kullanımına özel önem veren Foucault’da bugünkü siyasi ve idari bilimlerin öncüsü “polis bilimlerinin” kapitalizmin 17’inci yüzyıldaki krizine yanıt olarak türediklerini görebiliriz. Krizle birlikte kırsalda yaşayan büyük ve denetimsiz nüfus, feodalitenin durağan iş ve nüfus yapısına göre kurulmuş Ortaçağ şehirlerine akınca, büyük karışıklık yaşanmış, salgın hastalıklar ve suç oranı artmış, bunun sonucunda da nüfus hakkında bilgi toplama ve politika belirlemek için “polis bilimleri” ortaya çıkmıştır (Tekelioğlu, 1999: 47). Kapitalizmin ihtiyaçlarıyla türeyen bilimlerin bilgisinin insanların belli konumlara yerleştirilmekte kullanılmasına örnek olarak “delileri” verebiliriz. Ortaçağ’da “delilerin” gerçeklikle farklı – hatta daha doğru – bir ilişki kurduğuna inanılırken, 17’inci yüzyıldaki krizle başlayan “Büyük Kapatılma” süreciyle birlikte bunların tehlikeli akıl hastaları olduklarına hükmedilmiş, genel ahlâk kurallarına uymayanlar, suçlular, suça eğilimliler, dilenciler ve bulaşıcı hastalık taşıyanlarla birlikte hapsedilmişlerdir ki, bunları tehlikeli olduklarının “keşfedilmesi” yağmaları önlemeyi ve kapalı tutularak disipline edilen insanların krizden sonra ucuz emek olarak kullanılmasını amaçlayan yeni bilimlerle alâkalıdır (Atayurt, 2003: 8). Diğer yandan Gramsci Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 35 ve söylemsel sınırları onlara dayatarak kendi öznelerini inşa etmektedirler (Fairclough, 1995: 39); yani belli ideolojik normları edinen kişi aynı zamanda belli bir özne konumuna yerleşir; o konumdan konuşur, o konumdan eyler. Fairclough’un deyişiyle (1995: 131) “Dil kullanımı eşzamanlı olarak i) toplumsal kimlikleri, ii) toplumsal ilişkileri, iii) bilgi/inanç sistemini kurar”. Toplumsal düzenin yeniden üretimi ve değişiminde söylemin önemine rağmen, ana akım dilbilim çalışmalarında dil-iktidar-ideoloji ilişkisi yadsınmaktadır (Fairclough, 1996: 7). Bunun karşısında – eleştirel gerçekçiliğin esaslarına uygun bir şekilde – eleştirel söylem çözümlemesi verileri tarihselleştirerek söylemsel pratikler, eylemler ve metinler ile genel toplumsal ve kültürel yapılar, ilişkiler ve süreçler arasındaki opak nedensellik ve belirlenme ilişkisini saptamayı; bu pratikler, eylemler ve metinlerin ortaya çıkış koşullarını, iktidar mücadelesi çerçevesinde ideolojik olarak şekillenmelerini göstermeyi; söylemin ötesindeki geniş tarihsel süreçlerin rolünü dikkate alarak söylem-toplum ilişkisinin opaklığının iktidar ve hegemonya aracı olduğunu ortaya sermeyi amaçlar (Fairclough, 1995: 19, 132-133; Fairclough, 1996: 5). Böylelikle tahakküme dayanak sağlayan sağduyusal uzlaşımları yıkıp, yeni bir dil oluşturmak mümkün olacaktır ki, bu yüzden eleştirel söylem çözümlemesinin direniş ve özgürleşim aracı olabileceğini söyleyebiliriz (Fairclough, 1995: 165). Günümüzde bu potansiyel ayrıca önemlidir. Kapitalizmin ihlal ve çatışmaları azalmadığı gibi eleştirel söylem çözümlemesine yol açan kapitalist toplum içindeki söylemsel pratiğin nitelikleri de değişmiş değildir (Fairclough, 1995: 16). Dahası kapitalist bir toplumsal yapı(2010: 288) de şöyle demektedir: “Bana göre, etik ve kültürel devlet hakkında söylenebilecek en makul ve en somut şey şudur: devlet, onun en önemli işlevlerinden biri nüfusun büyük bölümünü belli bir kültürel ve ahlaki düzeye, gelişimi sağlayan üretici güçlerin ihtiyaçlarına ve dolayısıyla da egemen sınıfların çıkarlarına tekabül eden bir düzeye (ya da biçime) yükseltmek olduğu ölçüde, etiktir. Pozitif bir eğitsel işlev gören okullar ile baskıcı ve negatif bir eğitsel işlev gören mahkemeler, bu açıdan, en önemli devlet etkinlikleridir; fakat gerçeklikte, çok sayıdaki başka özel inisiyatiflerle etkinlikler de aynı amaca yöneliktir – bu inisiyatif ve etkinlikler egemen sınıfların siyasal ve kültürel hegemonya aygıtını oluştururlar”. 36 Enformasyon Toplumu ve İnsan lanmada eleştirel söylem çözümlemesinin en çok gerekli olduğu kriz dönemlerinin birinden geçmekteyiz. Kriz zamanlarında toplumsal yeniden üretim döngüsü aksar, ideolojik sağduyular çatırdar, iktidar mücadelesi iyice ortaya çıkar; hegemonyanın mevcut şartları göz önünde bulundurarak yeniden tesis edilmesi gerekir. Fairclough (1995: 19; 1996: 106) kriz anlarında söylemin “tamiri” çabalarının eleştirel söylem çözümlemesinin eğildiği konulardan biri olduğunu söyler, eleştirel söylem çözümlemesinin değişen toplumsal ve kültürel süreçlerin parçası olarak değişen söylemsel pratiklere odaklanması gerektiğini aktarır. Bunları ortaya koyduktan sonra eleştirel söylem çözümlemesinin yöntem olarak icrasını ele alabiliriz. Fairclough (1995: 2, 3, 185, 187188), eleştirel söylem çözümlemesinin yöntem olarak kullanılmasında ısrarlıdır çünkü toplumsal olguların mikro ve makro çözümlemeleri arasındaki bariz açığı gidermekte bunun tamamlayıcı ve açıklayıcı olabileceğine inanmaktadır. Daha önce değindiğimiz bu noktayı biraz açarsak, toplumsal eylem ve yapılar arasındaki diyalektiği vurguladıktan sonra mikro düzeydeki eylemler ya da olayları önemsiz diye yadsımak doğru olmaz çünkü makro düzeyde toplumsal yapıların biçimlenmesinde bunların etkisi söz konusudur. Makro düzeydeki yapılarsa eylem ve olayların gerçekleştiği bağlamı meydana getirmektedir. Dolayısıyla mikro ve makro çözümlemelerin karşılıklı bağımlılığını (Fairclough, 1995: 102) gözetmek gerekir. Eleştirel söylem çözümlemesi bu noktada söylemin kümülatif olarak toplumsal yapıların yeniden üretimine nasıl katkı sağladığını gösterdiği (Fairclough, 1995: 43), sosyokültürel olayları oluşumlarında algılamaya diğer seçeneklere kıyasla daha iyi olanak verdiği (Fairclough, 1995: 186) için elverişlidir. Eleştirel söylem çözümlemesiyle yapıya öncelik vererek toplumsal fenomenleri sadece yapıyla sınırlandırmaktan ve toplumsal dönüşüm/değişim yerine yeniden üretime öncelik tanımaktan kurtulabileceğimiz gibi karşıt uca savrularak tekil fenomenlere vurgu yapıp, bunların toplumsal belirlenimi yadsıyarak dönüşüm ve akışkanlığı yüceltme tehlikesinden kaçınabiliriz (Fairclough, 1995: 71). Fairclough (1995: 208-209), ayrıca eleştirel söylem çözümlemesi merceğinden metinlerin incelenmesine özellikle eğilir ve bunun sosyal Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 37 bilimlerde yöntemsel bir gereklilik olduğuna dair dört neden belirtir. Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz; Kuramsal sebep: Defaatle vurguladığımız toplumsal çözümlemenin makro ve mikro düzeylerinin ilişkisine dairdir. Makro düzeydeki toplumsal çıkarlarla toplumsal eylem arasındaki diyalektik ilişki ortadayken, metinleri toplumsal eylemin önemli bir biçimi olarak görmek gerekir. Toplumsal eylemin bir biçimi olan metinler toplumsal çıkarlarca meydana getirilse de, diyalektik ilişkiye bağlı olarak söz konusu çıkarların hem şartı hem de kaynağıdır. Yöntemsel sebep: Metinler toplumsal yapılar, ilişkiler ve süreçlere ilişkin iddiaları temellendirmek için önemli bir kanıt kaynağıdır. Tarihsel sebep: Metinler toplumsal süreç, hareket ve çeşitliliğin barometresidir. Ayrıca tarih yapımında rolleri vardır. Bu yüzden metinsel çözümleme toplumsal değişimin iyi bir göstergesi olarak görülebilir. Siyasi sebep: Toplumsal denetim ve tahakküm giderek metinler yoluyla gerçekleşirken metinlerin çözümlenmesi eleştirel farkındalık yaratabilir. Metinleri sosyokültürel süreçler ve değişimin indikatörü olduğunu vurgulayan Fairclough (1995: 8), söylem çözümlemesini metinlerin sosyokültürel pratik içinde nasıl işlediğinin analizi olarak betimler, metinsel biçim kadar toplumsal yapıya ve örgütlenmeye de baktığını belirtir (1995: 7). Dolayısıyla Fairclough’un söylem çözümlemesinde metni toplumsalla birleştirmek adına i) metnin özelliklerinin yanında, ii) metnin üretimi, tüketimi ve dağıtımına ve iii) genel sosyokültürel özelliklerine de değinilir ki, bunlar eleştirel söylem çözümlemesinin üç boyutunu oluşturur (1995: 9, 23, 87, 97, 98, 133, 211; 1996: 109). Bu üç boyutun her biri çözümlemedeki üç safhaya denk düşer; i) betimleme (metnin biçimsel özelliklerin incelenmesi), ii) yorumlama (metin ve toplumsal etkileşim ilişkisinin incelenmesi, metnin üretim sürecinin bir ürünü ve yorumlama sürecinin bir kaynağı olarak görülmesi), iii) açıklama (etkileşim ve sosyal bağlam ilişkisinin incelenme- 38 Enformasyon Toplumu ve İnsan si, metin üretim ve yorumlama sürecinin toplumsal belirlenimine ve toplumsal etkilerine bakılması) (Fairclough, 1996: 26, 27, 109). a) Betimleme Fairclough (1996: 109-168) üç aşamayı detaylıca ele alır. Betimleme aşamasında metnin özellikleri incelenirken araştırmacının sorması gereken 10 soru çıkarır ki (1996: 110-111), bunların bir kısmı kelime dağarcığına, bir kısmı dilbilgisine, diğerleri de metinsel yapılara ilişkindir. Kabaca aktarırsak kelime dağarcığına ilişkin sorular metinde hangi sözcüklerin ne şekilde kullanıldığına, sözcüklerin ilişkilerine ve ifadelerin biçimine dairdir; sözcük seçimlerine ve sözcüklerin birlikte kullanılma tarzına (mesela eş anlam ve zıt anlamlarla ideolojik anlam ilişkileri kurulup kurulmadığına), ideolojik açıdan tartışmalı (örneğin demokrasi gibi) sözcüklerin kullanımına, olumlu/olumsuz ifadelere, aynı soruların/konuların farklı noktalardan farklı ifadelerle ele alınıp alınmadığına, ifadelerin yumuşatılıp yumuşatılmadığına, yaslanılan zihinsel şemaların neler olduğuna ve bunlara uymayan unsurlara, formel ve enformel sözcüklere, metaforlara, vs... bakılır (Fairclough, 1996: 110-120). Dilbilgisine ilişkin olarak cümle yapıları sorgulanır; öznenin açık olup olmadığına, etken-edilgen cümlelere, neden-sonuç ilişkisinin cümlede nasıl kurulduğuna ve sorumluluğun açık olup olmadığına, kullanılan kiplere, zamirlere, okuyucuya seslenme tarzına (örneğin otoriter olup olmadığına), iddiaların ve ihtimallerin/kesinliklerin belirtiliş tarzına, farklılıkların yansıtılıp yansıtılmadığına (mesela tek özne olarak biz mi kullanılıyor?), cümle yapısının olumlu/olumsuz olmasına, cümleler arasındaki uyumun [cohesion] sağlanışına, cümlelerin uzunluğuna ve bağlanış biçimlerine, fikirler belirtilirken önceden verili kabul edilenlerin neler olduğuna bakılır (Fairclough, 1996: 111, 120-132). Metinsel yapılara ilişkin kısımda toplumsal etkileşimle metnin ilişkisi sorgulanır; metindeki söz sırasına, güçlü ve güçsüzün metne katılımına, güçlülerin güçsüzlerin katılımını sınırlandırıp sınırlandırmadığına, güçsüzlerin karşı silah olarak muğlâklık, sessizlik gibi stra- Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 39 tejilere başvurup başvurmadığına, metnin daha geniş çaplı yapılara uyup uymadığına bakılır (Fairclough, 1996: 111, 133-139). b) Yorumlama Yorumlama aşamasında insanların kafalarında anlam çıkarmak için kullanılan, toplumsal olarak belirlenen ideolojik MR’ler [members’ resources] (Fairclough, 1996: 11) önem arz eder. Anlam çıkarmak için metnin parçaları arasında ve metinle dünya arasında belli bir uyum arar, bunun için çeşitli arka plan bilgilerine ve beklentilere dayanırız ki, ancak MR’leri meydana getiren bu sağduyusal bilgi ve beklentilerin varlığı halinde metin anlaşılır (Fairclough, 1996: 78, 141). Metnin uyumu (parçaları arasında ve önceki deneyimlerle) ne kadar yüksekse metin o kadar doğal görünür ve ideolojiyi fark etmek zorlaşır (Fairclough, 1996: 85). Yorumlama sadece metnin karşısındaki insanların koşullarına bağlı değildir. Aynı zamanda metindeki bazı özelliklere bağlıdır.10 Dolayısıyla metnin insanlar için ifade ettiği anlam sonsuz sayıda değildir, belli bir sınırlılığı vardır. Metni üretenler yorumlama noktasında insanları yönlendirmek üzere metne belli bazı ipuçları yerleştirirler ve bunlar doğrultusunda okuma beklerler (Fairclough, 1996: 83). Yani üreticiler metni tüketenlerin belli MR’lere dayanarak belli bir anlamı çıkaracaklarını düşünürken, kendileri de belirlenmiş ideolojik MR’lere yaslanmaktadır. 10 Fairclough’a göre bir televizyon metnini incelerken metni kurumsal ve söylemsel pratiklerden koparıp tek başına incelemek yerine program yapım sürecini, alımlama koşullarını da incelenmek gerekir (1995: 9). Bunun yanında toplumsal bağlam aktarılmalı ve bu bağlamda televizyon metninin üretiminin ve yorumlanmasının rolü ve etkileri tartılmalıdır. Ancak yeri geldiği üzere belirtmek gerekir ki, Fairclough’un düşüncesinde yorumlama ve alımlama aynı şey değildir. Fairclough (1995: 9) alımlamadan bahsettikten sonra alımlama çalışması adına metin analizinin terk edilmesi tehlikesinden söz ettiği gibi alımlama ve yorumlama farkını belirtircesine yorumlamanın insanların metne dair getirdiği değişken yorumlama kaynakları ve metnin kendisinin özelliklerinden kaynaklanan diyalektik bir süreç olduğunu vurgular. Yani yorumlama insanların farklılıkları kadar metnin özelliklerine bağlıdır. Fairclough (1995: 133) aynı yaklaşımla üretim sürecinin metnin içinde izler bıraktığını ve yorumlama sürecinin metindeki bu ipuçlarına dayandığını ifade eder. 40 Enformasyon Toplumu ve İnsan Başkaca söylersek, insan toplumdan bağımsız boşlukta yaşamadığına göre herhangi bir metnin karşısında tamamen “yalın” halde değildir, ilk andan itibaren kafasında yorumlamayı yönlendiren belli bazı varsayımlar (MR’ler) vardır. Metindeki ipuçları belli varsayımları, ön kabulleri, dünyaya dair anlam çerçevelerini harekete geçirir ve metnin geri kalanının yorumlanma biçimini gösterir (Fairclough, 1996: 159). Ancak yorumlamayı yönlendiren bu MR’lerin iktidarın hizmetinde sağduyu niteliği kazanmış ideolojik unsurlar olabileceğini unutmamak gerekir. Yorumlama metin kadar bağlamın yorumlanmasını da içerir. Söylemin katılımcıları öncelikle içinde bulundukları durumsal [situational] bağlamı yorumlarlar ki, bunun için fiziki durumun nitelikleri, katılımcıların özellikleri, daha önce söylenenler/yapılanlar gibi harici ipuçlarına dayandıkları gibi bu ipuçlarını yorumlamalarını sağlayan MR’leri de süreçte rol oynar (Fairclough, 1996: 144). Bunun yanında bir de metinlerarası bağlam söz konusudur. Metinler ve söylemler çeşitli tarihsel serilere bağlıdır ki, insanlar katılımcısı oldukları mevcut söylemin önceki hangi söylemlerle bağlantılı olduğunu ve bu kapsamda nelerin verili kabul edilebileceğini veya karşı çıkılabileceğini değerlendirirler (Fairclough, 1996: 145, 152). Metinlerarası bağlam eleştirel söylem çözümlemesinde merkezi bir yer teşkil eder zira metinleri diğer metinlerden yalıtıp, tarihsel bağlamını es geçerek inceleyen dil çalışmalarının aksine söylemin ve metinlerin tarihselliği perspektifini gerektirir (Fairclough, 1995: 188-189; Fairclough, 1996: 155). Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, katılımcıların toplumsal konumuna göre değişebildiğinden bağlamın yorumlanması herkes için aynı değildir (Fairclough, 1996; 151). Başkaca söyleyecek olursak, yorumlama metindekiler ve yorumlayıcıdakilerin kombinasyonuyla gerçekleşmekte, metindeki ipuçları ile yorumlayıcıdaki MR’lerin diyalektik etkileşimi söz konusu olmaktadır (Fairclough, 1996: 141). c) Açıklama Burada amaç söylemin toplumsal bir pratik olduğunu, toplumsal sürecin parçası olarak toplumsal yapılarca belirlendiğini ve yapıları Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 41 yeniden üretici etkisi olduğunu göstermektir (Fairclough, 1996: 163). Söylemin toplumsal belirlenimi ve toplumsal üzerindeki etkileri MR’lerle dolayımlanır; yani toplumsal yapılar MR’leri biçimlendirir, MR’ler söylemleri şekillendirir, söylemler MR’leri sürdürür ya da değiştirir ki, sonuçta yapılar sürdürülür ya da değiştirilir (Fairclough, 1996: 163). Vurgunun sürece ya da yapıya yapılmasına bağlı olarak açıklamayı iki boyutta ele alabiliriz; bir yanda söylemin toplumsal etkilerine, yaratıcılığına ve geleceğe vurguyla söylemleri toplumsal mücadelelerin parçası görüp, daha geniş (söylemsel olmayan) mücadele çerçevesinde ve bu mücadeledeki etkileri bağlamında ele alabileceğimiz gibi diğer yandan hangi iktidar ilişkilerinin söylemi belirlediğini, bu ilişkilerin kendisinin mücadelelerin sonucu olduğunu ve iktidardakilerce kurulduğunu gösterebiliriz ki, bu söylemin toplumsal belirlenimine ve geçmiş mücadelelere vurgu yapar (Fairclough, 1996: 163). Toparlarsak, eleştirel söylem çözümlemesinin ilk ayağında toplumsal değişimin indikatörü gösterilen metin ele alınır ve özellikleri sorgulanır. Ancak eleştirel söylem çözümlemesinin amacı metinlerin toplumda nasıl işlediğinin saptanması olduğundan betimleme, yorumlama ve açıklama ile tamamlanır. Bu yüzden ikinci ayak yorumlamada metinlerin hangi koşullarda üretildiğine, dağıtımının nasıl yapıldığına ve insanlar tarafından nasıl tüketildiğine bakılır; söylem pratiğinin gerçekleşmesi sorgulanır. Metinsel özelliklerin değerleri ancak toplumsal etkileşime gömüldüklerinde ve burada metinlere değerlerini veren arka plandaki sağduyusal varsayımlara dayanarak üretilip yorumlandıklarında gerçek ve toplumsal olarak işler olurlar (Fairclough, 1996: 140). İkinci ayakta metnin toplumsal etkileşimdeki yeri sorgulanmakla birlikte, söylemin belirlenmişliği ve belirleyiciliğini hesaba kattığımızda üçüncü ayak açıklamada toplumsal bağlam ele alınır, söylemsel pratiğin toplumsal koşullarla nasıl belirlendiği ve bunların üzerinde hangi etkide bulunduğu irdelenir. Bu ayak söylemin mücadele süreçleri ve iktidar ilişkileriyle ilişkisini açıklama safhasıdır. Fairclough (1995: 131) da söylemin hem toplumsal olarak biçimlenip hem de toplumsala etkide bulunması yüzünden eleştirel söylem çö- 42 Enformasyon Toplumu ve İnsan zümlemesinin bu iki belirlenimi de araştırması gerektiğini belirtmektedir. Yorumlama ve açıklama boyutları olmadan söylemin katılımcısına aşikâr olmayan söylemin arka planındaki varsayımlar ve bu varsayımların toplumsal mücadele ve iktidar ilişkileriyle bağlantılı özelliklerine varmak ve böylelikle söylemin üstündeki gizem örtüsünü kaldırmak mümkün değildir (Fairclough, 1996: 141). Bu açıklamaların ardından AB belgelerini nasıl incelememiz gerektiği kabaca anlaşılmıştır. Belgelerde öncelikle enformasyon toplumunun (ve burada yaşayan insanın) ne şekilde kavrandığını, bu kavrayışın hangi toplumsal çıkarlarla ilişkilendirildiği ve nasıl doğallaştığını irdelememiz gerekmektedir. Eleştirel söylem çözümlemesinin üç boyutu/ayağı bunun yolunu bize göstermektedir. Ancak Fairclough (1996: 110) yukarıda anlatılanları rehber olarak kabul etmek gerektiğini, her seferinde incelenen toplumsal durumun özgünlüğüne göre bir yol çizmenin daha doğru olacağını, her duruma uygulanacak bir şablon aramamak gerektiğini belirtir. Mesela bizimki gibi bir çalışmayla, ilköğretimde ezberletilen antlarda çocuklara aşılanan militaristmilliyetçi düşünceleri saptamayı amaçlayan bir çalışmanın inceleyecekleri materyaller ve izleyecekleri yollar farklı olacaktır. En azından kısa metinler şeklindeki antları incelerken betimleme ayağında kelime seçimlerine ve cümle yapılarına eğilmek çözümleme açısından daha kolayken, yüzlerce sayfayı bulan politika belgelerinde bunu aynı titizlikle yapmak daha zordur. Araştırmacının kimliği de eleştirel söylem çözümlemesinin gerçekleştirilmesinde etkilidir. Bizim durumumuzda olduğu gibi araştırmacı ana dilinden farklı bir dildeki metinleri inceliyorsa betimleme ve yorumlama aşamasında ana dilinde inceleme yapan bir araştırmacıya kıyasla çok daha fazla çaba harcaması gerekecektir. Hem dile dair bilgiler hem de yorumlamayı sağlayan MR’ler içinde yetiştiğimiz kültür ve dille doğrudan ilgilidir. Bu noktada bizim avantajımız araştırmamızın odağındaki enformasyon toplumunun belli bir kültürle değil, zamanımızın hâkim yapısı kapitalist toplumun yeniden yapılandırılmasıyla ilişkili olmasıdır. Toplumsal Olanın Bilgisini Üretmek 43 Bu çalışmada belgelerin uzunlukları ve ana dilimizden farklı bir dilde yazılmış olmaları nedeniyle betimleme boyutu sınırlı tutulacak ve ancak tüm belgeler yığını içinde öne çıkan noktalar aktarılacaktır. Buna karşılık toplumsal mücadele ve iktidarın yeniden üretimi noktasında önem arz eden yorumlama ve açıklama boyutlarına kapsamlıca değinilecektir. Fairclough’un kendi çalışmalarında izlediği yol, bu tercihimizin yanlış olmayacağını gösterir. Fairclough (1996: 169-196), Britanya’da 1980’li yıllardaki Thatchercı söylem hakkındaki çalışmasına baştan betimleme yaparak değil, açıklamaya girişip öncelikle tarihsel ve toplumsal bağlamı aktararak başlar ve bunun bir ön açıklama olarak değerlendirilebileceğini, ayrıca safhaların sıralı olması yönünde bir kaide bulunmadığını, hatta bir önceki safhaya dönmenin faydasından bahseder (1996: 176). Böylelikle yorumlama ve açıklama için öncelikle betimlemenin gerekli olmadığı anlaşıldığı gibi, yorumlama ve açıklamaya dair bulgularımızın sonradan başka araştırmacılarca (ana dilinde araştırma yapanlar da dâhil olmak üzere) kullanılmasının önünde engel yoktur. Bir sonraki bölümde enformasyon toplumu söyleminin bir parçası olarak ortaya çıktığı kapitalizmin yeniden yapılandırılması detaylıca ele alınacaktır. Tarihsel-toplumsal bağlamı böyle kapsamlıca ele almak bize söylemin şekillendiği çerçeveyi sunacaktır. Sonrasında enformasyon toplumu söyleminin bu bağlamda nelere vurgu yaparak yer edindiği irdelenecektir. Böylece enformasyon toplumu söyleminin hangi çıkarlarla ilişkilendiğini ve doğallaştığını bulmak ve toplumsal yapının devamında ya da dönüşümünde neye hizmet ettiğini saptamak mümkün olacaktır. 2. BÖLÜM Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı Enformasyon toplumu söylemini – ya da herhangi bir söylemi – çözümlemeye kalkıştığımızda tarihsel-toplumsal bağlamı genişçe ele almaktan kaçınamayacağımız birinci bölümdeki tartışmayla ortaya kondu. Bu yüzden toplumsal olanın bilgisini sağlıklı şekilde üretebilmek adına bu bölümde önce kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını irdeleyeceğiz. Krizlere gebe kapitalizm 1970’lerde bir kez daha zorlu bir dönemden geçmektedir. Sürekli genişleme ve sermayenin yeniden üretimini amaçlayan yapı, bunu sağlayamadığından yine krize girmiştir ki, bunun kanıtlarını ekonomik göstergelerde olduğu kadar işçiişveren ilişkilerindeki huzursuzlukta ve sokakların çatışma alanına dönüşmesinde görürüz. Krizi aşabilmek adına toplumsal yapının dönüştürülmesi gündeme gelir; kapsamlı ekonomik, siyasi, hukuki, kültürel düzenlemeler gerçekleştirilir ve ana eksenlerini Fordist yerine (post-Fordist) esnek üretimin, bununla bağlantılı olarak hizmetler sektörünün öne çıkmasının, eşitsiz küreselleşmenin, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin (EİT) yoğun kullanımının, devletin ekonomiden elini çekmesinin oluşturduğu yeni bir toplumsal yapı kurulur. Bu bölümdeki son başlıkta enformasyon toplumu söyleminin ortaya çıkışı sorgulanacaktır. Krize bağlı olarak toplumsal dengelerin altüst olduğu bu dönemde insanlar yaşananları açıklama ve anlamlandırma gayreti içindeyken enformasyon toplumu kuramları, tüm çalkantıların aslında kapitalizmin kötülüklerinden arınmış, daha müreffeh ve huzurlu yepyeni bir toplumun – enformasyon toplumunun – doğum sancıları olduğunu söyleyerek kafalardaki sorulara yanıt oldular. Üstelik bu kuramların savları gayet “ikna edicidir”; kapitalist sanayi toplumundaki gibi kol emeğiyle hayatını kazanmanın geride kaldığını, üretimin enformasyon yoğun hâle geldiğini, yaygınlaşan EİT’ler sayesinde insanların enformasyon işleyerek hayatlarını kazanacaklarını, 46 Enformasyon Toplumu ve İnsan enformasyon herkesin ulaşabileceği bir kaynak olduğundan toplumsal eşitliğin sağlanacağını, insanların toplumun diğer kesimleri ve yöneticilere seslerini daha kolay duyurabilmeleri sayesinde siyasetin demokratikleşeceğini iddia ediyorlardı ki, fabrikaların kapanması ya da gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) kaydırılmasına, küreselleşen ve esnekleşen üretimi planlama ve denetlemenin enformasyon yoğun işleri artırmasına, bu kapsamda hizmetler sektörünün istihdam ve ekonomik hacim anlamında yükselişine ve bunun istatistiklerce tasdiklenmesine, EİT’lerin yaygınlaşmasına, dolaşımdaki enformasyonun artmasına, teknolojinin etkileşimli yayın imkânı sunmasına tanık olan insanlar için bunlar aslında birer savdan öte gerçeğin kendisi gibi görünüyordu. Enformasyon toplumu kuramcıları, kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını yeni bir toplumun işareti olarak yorumlayıp, insanları buna ikna ettikleri ölçüde salt bir kuramsal girişim olmaktan çıkıp, gerçekliği biçimlendiren bir söylemin serpilmesine yol açtılar. Başka açıklamaları kenara iten (bazı) insanlar bu “doğrularla” hareket ettiler, eylemlerini bu yönde geliştirdiler ki, bunun en açık kanıtını 1990’lı yıllardan itibaren gelişmiş ülkelerde ve GOÜ’lere kalkınma reçeteleri sunan uluslararası kuruluşlarda enformasyon toplumunun amaç belirlenip, bu yönde politikalar oluşturulmasında ve bunun toplum ve insan üzerindeki somut sonuçlarında görebiliriz. Bu bölümün ardından toplumun maddi üretim koşullarındaki değişimin sonucu ortaya çıkan kapitalizmin, 20’inci yüzyılda girdiği krizleri aşmak için yine üretimin ve üretimin toplumsal ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasına başvurduğu rahatça görülecektir. Böylece daha sonra enformasyon toplumunun insanını incelerken neden öncelikle üretim alanına bakıldığı, insanların çalışma koşullarına ve eğitimine odaklanıldığı anlaşılacaktır. Keza, enformasyon toplumu kuramcılarının da yeni toplum iddialarını getirirken önce üretimdeki değişime değindikleri görülmektedir. 2.1. Kapitalizmin Krizi ve Yeniden Yapılandırma İkinci Dünya Savaşı sonundan 1970’lerdeki krize kadar gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ekonomik yapı Fordizm kavramıyla veya bununla özdeş tutulan kitlesel üretim kavramıyla tanımlanır (Taymaz, 1993: Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 47 6). Fabrikalarda kitlesel üretilen malların kitlesel biçimde tüketilerek ekonominin çarklarının döndürülmesine ve bunu garantilemek için devletin ekonomiye müdahalesine dayanan bu yapı kapitalizmin 1929’da yaşadığı krize karşı çözüm olarak kurulmuştur, tıpkı 1970’lerde Fordizm’in kriziyle kurulacak yapının Fordizm’in sorunları üzerinde temellenecek olması gibi. 1929’daki aşırı üretime karşı eksik tüketimden kaynaklanan bir krizdir. Krize giden süreci Ansal (2011: 9-11) ayrıntılı aktarır. ABD’de 1911’de Bilimsel Yönetimin İlkeleri isimli bir kitap yayınlayan Frederick Winslow Taylor, doğuştan günahkâr ve aptal olduklarına inandığı işçilerin “kaytarmalarını” önlemek için her parça işin süresinin standartlaştırılmasını, teşvikler de içeren parça başına ücret sistemine geçilmesini, kol emeği ile zihin emeğinin ayrılarak tasarım ve yönetimde işçinin sözünün kalmamasını önerir. İşin nasıl ve ne kadar sürede yapılacağının işçiye dikte ettirilmesiyle üretkenlik çok artırılmasına (Taylor gururla işçilerin günlük demir taşıma kapasitelerini 12,5 tondan 47 tona çıkardığını söylemesine) rağmen Taylorizm üretim bilgisini yitiren işçileri vasıfsızlaştırıyor ve makinenin değiştirilebilir uzantısı yapıyordu. Bunun üstüne gelen Fordizm, emek sürecinde işçinin denetimini daha da tırpanlar. Ford otomobil fabrikalarının sahibi Henry Ford’tan ismini alan Fordizm’de Taylorist ilkelerle parçalara ayrılan işler bir hatta dizilir ve yapılmaları hattın hızına tabi kılınır. Ford, bu şekilde otomobil montajını 12 saat 28 dakikadan 1,5 saate indirmeyi başarır. İşte 1929 krizinin bir ayağını oluşturan aşırı üretim fabrikalarda üretkenliğin bu şekilde daha önce hiç olmadığı kadar artırılmasıyla sağlanmıştır. Böylece emek sürecini düşünen, tasarlayan ve uygulayan ustaların yerini robot gibi düşünmeden aynı işi tekrarlayan ve birbirinin yerini ikame eden vasıfsız işçiler almıştır. İşin bunaltıcılığı işçilerin karşı çıkışlarına yol açmış, üretim hattının kesintisiz hareket etmesi gereği bir grup işçinin isterlerse tüm üretimi durdurmasına olanak tanımış ve sendikacılığı güçlendirmiştir (Ansal, 2011: 11). Ölçek ekonomisi sağlayan Ford’un buna yanıtı günlük ücreti 2,34 dolardan 5 dolara çıkarmak olur. 48 Enformasyon Toplumu ve İnsan Ancak ekonominin genelinde işler farklıdır. Aşırı ürettikleri mallarını satamayan üreticiler, fiyat düşürmek yerine üretimlerini kısıp kârlarını yükseltmeyi seçince, işsiz sayısı artar ve tüketim iyice daralır (Keyder, 1981: 26). Kriz 1929’da çok ağırlaşınca ekonomide paradigma değişir ve ekonomik liberalizmin yerine devletin talep yaratmak için ekonomiye müdahalesini öngören Keynesçilik ortaya çıkar. 1945 sonrasında hâkim konuma gelen Keynesçilik, artı değerden alınan yüksek vergilerin Refah Devleti politikalarıyla sosyal harcamalarda kullanılmasını öngörür ki, 1945 sonrasında kamu harcamalarının milli hâsılaya oranı gelişmiş ülkelerde yüzde 50’leri bulur (Keyder, 1981: 19-20). Bu harcamalar eğitim, sağlık, iletişim gibi kamu hizmetlerini herkesi kapsayacak şekilde yayınlaştırarak veya doğrudan talep artıracak şekilde işsizlik sigortası, geçinme yardımı, vs... tahsis ederek gerçekleştirilir. Soğuk Savaş koşullarında sermaye-emek çatışmasını önleme gereği de Refah Devleti politikalarına karşı itirazların önüne geçer. Refah Devleti’yle birlikte Fordizm sadece bir üretim örgütlenmesi olmaktan çıkıp yaratılan toplumsal ve kurumsal yapılarla sermayenin yeniden üretiminin güvence altına alındığı bir birikim rejimine dönüşür. Ekonomik liberalizm piyasadaki rekabete dayanamayıp iflas eden şirketleri “çürük elmalar” diye nitelerken, Fordist birikim döneminde işsizliğe yol açıp, talebi eksilteceklerinden iflaslar onaylanmaz. Bu dönemde piyasaya dev şirketler hâkimdir (Keyder, 1981: 15; Taymaz, 1993: 10) ve bunlar yüz binlerce işçi çalıştırmaktadır.11 Büyük şirketlerle çalışan küçük işletmelerin işçileri, servis ve bakım ağındakiler buna eklendiğinde iflasların talebi yaralayacağı açıktır. Tarihte bir ilk 11 Sennett (2010: 42), General Motors’un Willow Run üretim tesisinin 1950’lerde bir kilometre uzunlukta ve 400 metre genişliğinde olduğunu, burada araba yapımında kullanılan ham çelikten, cam bloklara ve deri tabakalarına kadar tüm malzemelerin bir çatı altında tutulduğunu belirtir. Toffler (1981a: 87) da benzer veriler sunar. 1960’ta ABD’de en büyük 50 şirketin her birinde ortalama 80 bin işçi çalışmaktadır. General Motors’da 595 bin kişi çalışmaktadır. Özel telekomünikasyon tekeli ATT’in 1960’da 736 bin olan çalışan sayısı 1970’de 956 bini bulur ki, çalışanların ailelerini de hesaba kattığımızda tek bir şirketin toplumsal planda önemi daha rahat anlaşılır. Keza Fransa’da da bütün şirketlerin dörtte birini oluşturan 1400 firma ülkedeki işgücünün yüzde 38’ini çalıştırmaktadır. Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 49 olarak, bir işte on yıllarca çalışıp emekli olan kitleler bu dönemin ürünüdür. Kapitalizmin “yaratıcı yıkımlarının” önüne geçerek istihdamı koruyan Refah Devleti ayrıca geniş kesimlere hizmet götürmek için kamudaki istihdamı artırır. Üstelik sendikal haklar genişletilerek çalışanların iş güvencesi ve kazanımları desteklenir. Büyüme o denli etkileyicidir ki, 1945-1975 dönemi Fransızlarca “Otuz Muhteşem Yıl” diye anılır, Anglo-Amerikan ülkelerde “Altın Çağ” kabul edilir (Hobsbawm, 1996: 299-300). ABD, Batı Avrupa ve Japonya bu dönemde dünya üretiminin yaklaşık dörtte üçüne, mamul ihraç ürünlerinin yüzde 80’inden fazlasına imza atarken, ekonomistler “dalgalanmalar olsa bile 1929’daki gibi bir krizin düşünülemez olduğunu” belirtir, uluslararası kuruluşlar da 1970’lerin başında büyümenin sorunsuz süreceğini rapor ederler (Hobsbawm, 1996: 301; Marseille, 1995: 26).12 1960’larda gelişmiş ülkelerde “modern kapitalizmin temelinin devlet plancılığı olduğu” sıkça dile getirilir (Keyder, 1981: 21) ve planlamadan sorumlu kamudaki uzmanların etkinliği artar. Onlarla aynı eğitime sahip, aynı dünya görüşünü paylaşan başkaları da büyük şirketlerin yönetiminde görev yapmaktadır. İki grubun etkileşimi pürüzsüz göründüğünden, bunların uzmanlığıyla toplumsal sorunlara teknokratik çözümler üretilebileceği düşüncesi hâkim olur (Keyder, 1981: 18-24). Ancak 1970’lerde işler bozulur, 1945’ten sonra başarı 12 Marseille (1995) döneme ilişkin etkileyici istatistikler sunar. 1950-1973 yıllarında sanayileşmiş ülkelerde gayrisafi yurtiçi hâsıla (GSYH) ortalama yılda 4,9 artmıştır. Britanya’da bu oran yüzde 3; Japonya’da yüzde 9,7; Almanya’da yüzde 6; Fransa’da yüzde 5,1; ABD’de yüzde 3,7 şeklinde gerçekleşmiştir. 1950-1959 döneminde aktif nüfus içinde işsizlik oranı İtalya’da yüzde 7,2; Almanya’da yüzde 5; ABD’de yüzde 4,4; Britanya’da yüzde 2,5; Japonya’da yüzde 2; Fransa’da yüzde 1,9’ken, 1960-1969 döneminde aynı oran ABD’de yüzde 4,7; İtalya’da yüzde 4,3; Britanya’da yüzde 2,7; Fransa’da yüzde 1,6; Japonya’da yüzde 1,3; Almanya’da yüzde 0,8 şeklinde gerçekleşir. 1950-1973 döneminde kişi başına nihai tüketim ABD’de 1260’tan 3860 dolara, Almanya’da 320’den 2990 dolara, Fransa’da 460’tan 2900 dolara, Japonya’da 130’dan 2050 dolara çıkmıştır. Fransa’da 20 yıllık bir dönemde hanehalkının tüketimi her yıl yüzde 4 artmış, ortalama bir gelirin alım gücü tek bir nesil içinde Altın Çağı önceleyen 150 yıllık dönemdeki kadar artmıştır. 50 Enformasyon Toplumu ve İnsan öyküsü kuranlar denetleyemedikleri bir krizle karşılaşırlar. Kapitalizmin “Altın Çağı”nın sonunu getiren de bu kriz olur. Ansal (2011: 12-13) ve Keyder (1981: 25, 28), krizi Fordizm’in üretkenlik artışının sonlanmasıyla açıklarlar. 1945 sonrasında üretkenlik artışındaki gelişmelerle ücret artışı ve kamu harcamaları karşılanabilirken, üretkenlik artışının azalmasıyla denge bozulmuş ve şirketler 1960’ların sonundan itibaren düşen kârlarından şikâyet etmeye başlamıştır. Taymaz (1993: 22-23), mekanizasyonun artan yoğunluğunun, montaj hattındaki makineler arasındaki dengesizliklerin, aşırı işbölümünün, üretim sisteminin esnekliğini kaybetmesinin üretkenlik artışını düşürdüğünü, bunun yanında işçilerin üretim sürecine yabancılaştığını ve iş yoğunluğuna tepki gösterdiğini aktarır. Üretim alanındaki sorunlar örgütsel/politik üst yapıya da yansır ve Fordist birikim rejiminin sonu gelir. Bunun ardından daha önce olduğu gibi yeniden yapılandırmaya girişilir ki, tam bu dönemde uzun bir gelişim döneminden sonra EİT’ler ürünlerini verebilecek duruma gelmiştir (Ansal, 2011: 7). Enflasyon Gerçek Ücretlerin Artışı 1950 5,4 3,4 -65 1965 5,1 2,4 -73 1973 2,8 0,8 -81 1981 2,5 1,0 -90 Kaynak: Taymaz, 1993. İşsizlik Emek Üretkenliği Artışı Sanayi Üretim Artışı Dönem Tablo 1: ABD Ekonomisinde Ortalama Yıllık Büyüme ve İşsizlik Yüzdeleri 4,8 2,3 1,9 4,5 4,7 0,7 6,7 8,1 0,5 7,0 4,4 -0,2 Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 51 Tablo 1’de üretkenlik artışındaki düşüşe karşın işsizlik ve enflasyonun arttığına, reel ücretlerin düştüğüne dikkat çeken Taymaz (1993: 8-14), krizi esnek uzmanlaşma merceğinden de ele alır. Fordist dönemin alâmetifarikası (başka ürünlerin üretiminde kullanılamayan makinelerle kitlesel üretim yapıldığı ve üretimdeki bu katılığı aşmak mümkün olmadığı için) Refah Devleti politikalarıyla talebi yönlendirmek iken, 1970’lerden itibaren i) otomobil, beyaz eşya gibi kitlesel üretimin egemen olduğu motor sektörlerde piyasalar doymaya başlar (talep azalır); ii) geliri artan tüketiciler daha çeşitli mallar ister (piyasalar parçalanır); iii) ekonomik faaliyetlerin uluslararasılaşmasıyla artan rekabet ve Petrol Şoku piyasanın belirsizliğini artırınca kitlesel üretim zorlaşır. Tam bu dönemde, gelişen EİT’ler sayesinde piyasanın belirsizliklerine daha kolay adapte olmaya imkân tanıyan, büyük tekelci şirketler üzerinde değil de, kendilerini şartlara göre kolayca yeniden yapılandırabilen KOBİ’lere dayanan, ürün çeşitliliği sunan esnek uzmanlaşma öne çıkmaya başlar. Taymaz, tekno-ekonomik paradigmaları vurgulayan yeniSchumpeterci kuramın gözünden de krize bakar. Kapitalizmin uzun gelişim sürecinde kimi zaman bazı teknolojik yenilikler, sağladıkları olanaklarla ekonominin tüm düzenini etkiler, kurumsal yapıda değişime yol açar ki, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından tekno-ekonomik paradigmayı belirleyen yenilikler düşük maliyetli petrole ve enerji yoğun malzemelere dayanan petrol ve kimya ürünleri, otomobiller ve diğer dayanaklı tüketim mallarıyken, 1980’lerde EİT’ler öne çıkar (Taymaz, 1993: 15-16; Başaran, 2005a: 61-67). Buna göre krizin sebebi Fordist kitlesel üretimin üstünde yükseldiği tekno-ekonomik paradigmanın sonuna gelinmesi, ölçek ekonomisinin sona ermesi (üretim ölçeğinin artırılarak maliyetlerinin düşürülememesi), montaj hattında üretimin katılığı ve enerji yoğun oluşu, firmaların hiyerarşik bölünmesinin getirdiği sorunlardır (Taymaz, 1993: 16). Esnek uzmanlaşmada sorunun kaynağı piyasalardayken, tekno-ekonomik paradigma kuramında sorun teknolojinin olanaklarının tükenmesidir (Taymaz, 1993: 16). Diğer yandan, nasıl ki, 1945 sonrası teknolojinin olanaklarının değerlendirilmesi için Keynesçi Refah Devleti politikalarına başvu- 52 Enformasyon Toplumu ve İnsan rulması ve toplumsal planda köklü düzenlemeler yapılması gerekmişse, EİT’lerin olanaklarının değerlendirilmesi için de aynısını yapmak gerekmektedir. Bu yüzden yaşanan krizin bir diğer nedeni yeni paradigmaya uygun toplumsal düzenlemelerin eksik olmasıdır (Taymaz, 1993: 17). Krizle birlikte ulusal sınırlar dâhilinde Refah Devleti politikalarıyla garantilenmiş kitlesel üretim-tüketim döngüsü sonlanır, piyasadaki belirsiz talebi karşılamaya yönelik “esnek üretim” öne çıkar.13 Şirketler artık piyasayı yakından izlemek, talepteki değişimleri saptamak ve buna yanıt verebilecek şekilde üretimlerine sürekli yeniden ayarlamak zorundadır. Bu yüzden farklı müşteri profillerine farklı ürünler sunulur. Talebe hemen yanıt verebilmek için ürün geliştirme süreci kısaltılır ki, bunun sonucu tasarım gibi bilgi yoğun süreçlerde Taylorizm’e kayış yaşanır (Taymaz, 1993: 33). Talebe göre makineleri hemen başka ürünlerin üretimi için ayarlayabilmek EİT’leri ve otomasyon teknolojilerini stratejik kılar. Bunun yanında üretimi gerçekleştiren işçilerin esnek kullanımı söz konusudur (Taymaz, 1993: 33). Sermayenin yeniden üretimi için işçilerin gelir düzeyinin yükseltilmesine artık gerek kalmadığı gibi uluslararası pazarda rekabetçi olabilmek için üretim maliyetlerinin düşürülmesi gerekmektedir. Bunun yoluysa en başta üretimi emeğin ucuz olduğu ülkelere kaydırmak, ayrıca emeği de diğer üretim faktörleri gibi talebe göre ayarlamaktan geçmektedir. Bu yüzden eskiden tek bir işi yapan işçiden başka işleri de yapması (işlevsel esneklik) beklenir, iş süresinin isteğe göre ayarlanabilmesi ve işten çıkarmaların kolaylaştırılması (sayısal esneklik) talep edilir, ücretlerin kâra göre artırılması ya da azaltılmasına (ücret esnekliği) gidi- 13 Üretimde kesin bir kopuştan bahsetmenin zor olduğu çünkü Fordist dönemde tüm üretim kitlesel olmadığı gibi (mesela uçak üretimi) ardından gelen dönemde de – televizyon ve bilgisayar üretiminde olduğu gibi – kitlesel üretimin tamamen kaybolmadığı dile getirilir (Taymaz, 1993: 30, 34). Keza taylorizasyon artık bilgi yoğun üretim alanlarına da sirayet etmektedir (Taymaz, 1993: 36). Bunlara bakınca Fordist dönemden Post-Fordist döneme geçiş iddialarının daha ayrıntılı tartışılması gerekir ki, bu yüzden yeni dönemi Neo-Fordist diye niteleyenler mevcuttur (Taymaz, 1993: 35; Ansal, 2011: 12). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 53 lir (Taymaz, 1993: 33-34). Tabii bunların gerçekleşebilmesi için sendikaların gücü de kırılır. Fordizm’in serpilmesindeki gibi üretim alanındaki dönüşümle örtüşen toplumsal düzenlemeler gerçekleştirilir ve devlet burada yine önemli bir aktör olarak karşımıza çıkar. Ancak bu kez ekonominin piyasa güçlerine terk edilmesinin ve emeğin üzerinde kurulan baskının başrol oyuncuları arasındadır. Madem sorun azalan kârlardır, o halde yapılması gereken kârları yükseltmek için artı değerin sermayeye kalan kısmını artırmaktır (Keyder, 1981: 28); bu, Refah Devleti’nin ipini çekmek manasına gelse bile. Refah Devleti’ne meşruiyet sağlayan Keynesçilik çerçevesinde çözüm üretilemeyince, 19’uncu yüzyıl liberalizminin yeni bir sürümü ortaya çıkar (Keyder, 1981: 25) ve devletin ekonomiden artık elini çekmesi gerektiğini savlar.14 Bu dönüşümün arkasında Refah Devleti’nden kurtulan sermayenin daha fazla yatırım yapacağı, üretimin artacağı, ekonominin düzelmesiyle yardımlardan faydalanan tabakalar için yeni iş sahaları açılacağı ve böylelikle herkesin kendini düzlüğe çıkaracağı, toplumsal refahın sağlanacağı inancı yatar (Keyder, 1981: 29). Ancak ekonominin işle14 Neo-liberalizmin hızlı giriş yaptığı ülkelerden Britanya’da 1980’lerden 2000’lere uzanan süreçte kamu hizmetleri ve sosyal yardımlar epey tırpanlanır. Örneğin 1986’da 18-25 yaş grubundaki gençlere verilen yardımlar azaltıldı, 1988’de 16-18 yaş arasındaki gençlere yönelik gelir yardımı sonlandırıldı, 1996’da işsizlik yardımı yerine iş arama yardımı getirildi, sosyal yardımlara bağımlı “beleşçiler” olarak gösterilen evli olmayan annelerin aldıkları yardımlar 1991’de azaltıldı (Hoggart, 2008: 252-253). 1990’ların sonlarına doğru öğrencilere verilen geçim yardımı iptal edilerek, katkı payı ödemesine başlandı (Levidow, 2008: 266). 1984’te telekomünikasyonla başlayıp, sonradan gaz, elektrik, su ve demiryollarına sirayet eden özelleştirmelerle eskiden kamu hizmeti olarak sunulan hizmetler kâr mantığıyla hareket eden şirketlere devredildi (Arestis ve Sawyer, 2008: 326). Bu aynı zamanda vatandaş olarak kamu hizmetlerine ulaşma hakkı olan insanların piyasadaki tüketiciye dönüşme sürecidir. Bu süreçte devlet planlaması ile sosyal yardımların kolektif olarak sağlanmasının, vatandaşı (bugünün tüketicisini) seçim yapma hakkından mahrum bıraktığı söylendi (Hoggart, 2008: 249-250). Bu yüzden iletişim alanını düzenleyen Office of Communications kurmak için 2003’te çıkartılan yasada kurumun görevinin hem vatandaşların hem de tüketicilerin çıkarlarını geliştirmek olduğu kaydedilir (Livingstone, Lunt ve Miller, 2007: 626). 54 Enformasyon Toplumu ve İnsan yişini piyasaya tabi kılan bu inanç piyasanın sorunlarını görmezden gelir. Kapitalizmin yaratıcı yıkımlarının önünün açılmasıyla Keyder (1981: 29) sadece 1981 Şubat’ında Britanya’da 800 şirketin kapandığından bahseder. Uzun vadede de işler değişmez; işsizlik kronikleşmiştir ki, bunu AB belgelerini incelerken göreceğiz. Ayrıca piyasanın serbestçe işleyişi yüceltilse de devletin düzenlemelerinin büyük şirketleri kayırdığı ve üretimi kontrol edemeyen küçük şirketleri olayların insafına terk ettiği belirtilir (Keyder, 1981: 29, 30). 2.2. Hizmetler Sektörü ve Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen Bu dönüşümle ekonomide hizmetler sektörü öne çıkar. Üretim ve pazarlama faaliyetleri uluslararasılaşan şirketler açısından telekomünikasyon hizmetleri elzem hâle gelir. Farklı ülkelerdeki talebi izlemek, kıtalara yayılan üretimi yönetebilmek ve pazarlamayı yönlendirebilmek sürekli bilgi/enformasyon akışıyla mümkündür. Mallardaki yenilik ve farklılaşmanın sonucunda tasarım, dağıtım, paketleme ve reklam hizmetleri öne çıkar ve emek maliyetlerini azaltmak amacıyla bunlar dışarıdan temin edilir. Aynı şekilde muhasebe, danışmanlık ve araştırma gibi hizmetler de artık dışarıdan satın alınır. Farklı ürünleri üretecek otomasyon sistemleri yazılım ve teknoloji hizmetlerini gerektirir. Buna bakarak Geray (2003: 69-70; 2005a: 43-44), sanayi üretimiyle hizmetler sektörü arasındaki sistematik bağı vurgularken, Gershuny, “üçüncül sektörün [hizmetlerin] mal üretmese bile üretimle yakın bağı olduğunu, dağıtım olmasa ürünlerin satılamayacağını, bankacılık olmasa makinelerin alınamayacağını” belirtir, Melody de “enformasyon malları ve hizmetlerinin çoğunun tüketicilerce değil de, sanayi tarafından kullanıldığını” dile getirir (Gershuny ve Melody’den aktaran Webster, 2006: 49-50, 53). Öyle ki, 1971’te bile çalışan nüfusun yarısı hizmetler sektöründe görünürken bunun ancak yüzde 23,1’lik kısmı nihai tüketime denk düşen hizmetlerde çalışmakta, gerisi sanayi üretimiyle ilişkili hizmetlerde istihdam edilmektedir (Gershuny’den aktaran Webster, 2006: 50). Fordist dönemde devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, iletişim, güvenlik, vs...) kâr açlığı artan sermayeye bakir birikim alanları olarak sunulması hizmetler sektörünün önem Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 55 kazanmasının diğer boyutudur. Şirketler arasındaki rekabetin hizmet kalitesini artıracağı ve fiyatları düşüreceği savı bu süreci meşrulaştırmak için sıkça tekrarlanır.15 Bununla birlikte hizmetler ticaretinin uluslararası planda düzenlemeyle güvence altına alınmaması faaliyetleri küreselleşen şirketler için ciddi bir sorun olarak belirir. Fordist dönem boyunca uluslararası ticareti düzenleyen Ticaret ve Tarifeler Genel Antlaşması (GATT) sadece mal ticaretini içeriyor ama hizmetleri kapsamıyordu. Bununla birlikte ülkeler arasındaki ticaret, mal ticaretiyle sınırlı olduğundan yeterli oluyordu (Geray, 1995: 35; Geray, 2005a: 38). Bu rejimden en kârlı çıkanlardan biri ABD’dir. 1945 sonrasında Refah Devleti politikalarıyla ulusal sınırlar dâhilinde ekonomik gelişme sağlamak isteyen ülkeler ithal ikamesine yönelerek kendi sanayilerini güçlendirmeyi seçince, üretim yapmak için gerekli sermaye mallarını ve ham maddeyi yıkıma uğramamış ABD’den almak zorunda kalıyordu ve onların sanayileşme hızına göre ABD’nin ihracatı artıyordu (Keyder, 1981: 710, 14-15, 31). 1970’lere gelince serpilen Avrupa ve Japonya, teknoloji ve ürün geliştirmede ABD’yi geride bıraktıkları gibi düşük maliyetli üretimleriyle dünya piyasalarında öne çıkarlar, hatta ABD’yi kendi iç pazarında tehdit ederler (Keyder, 1981: 31-32). Dolayısıyla 1970’lerdeki krizle başlatılan kapitalizmin yeniden yapılandırılması aynı zamanda ABD hegemonyasının yeniden tesisi olarak okunabilir (Comor, 1997). Sanayide rekabet gücünü yitiren, üretim namına ancak bilgi/enformasyon yoğun ileri teknoloji mallarında söz sahibi olabilece15 Geray (2003: 193-198) telekomünikasyonda sonucun böyle olmadığını gösterir. ABD’de de 1984-2009 yıllarında üniversite harçları yüzde 440 artar. Bu enflasyon artışından dört, sağlık giderlerinden iki kat fazladır (http://www.openculture.com/2009/06/is_the_college_bubble_next.html). Öğrencilerin aldığı eğitim kredilerin miktarı buna bağlı olarak 2009-2010 eğitim yılında 106 milyar doları bulur (http://inflation.us/collegebubble.html). Sağlık hizmetleri de sermaye için kârlı bir alan olarak öne çıkar. Dünya Sağlık Örgütü (WHO, 2002: 5, 17; http://www.who.int/nha/use/pie_2007-full.pdf) tüm dünyadaki sağlık harcamalarının 1998’de 2,6 trilyon dolarken, 2007’de 5,3 trilyona çıktığını belirtir. 56 Enformasyon Toplumu ve İnsan ğini anlayan ABD’de hizmetler sektörü öne çıkmaya başlar. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren sigortacılık, bankacılık, borsa işlemleri, turizm, denizcilik, bilgi depolama/işleme sektörlerinde çalışan büyük şirketlerin hizmetler sektörünün serbest ticarete konu olması yönündeki lobi faaliyetlerine yanıt olarak ABD yönetimi ilk kez 1980’de GATT rejimi içine hizmetlerin sokulması talebini getirir (Geray, 2003: 63, 65; Geray 2005a: 41, 43). Bu yolda önce diğer gelişmiş ülkeleri ikna eden, sonrasında karşı çıkan ülkelerin onayını almak için ikna ve tehditlere başvuran ABD, 1986’da uluslararası hizmet ticaretinin düzenlenmesi için Uruguay Yuvarlak Masa Toplantıları’nın (UYMT) başlamasını sağlar. GOÜ’lerin yoğun itirazları yüzünden sürecin tamamlanması 1993 yılının Aralık ayını bulur. Zorlu sürecin iki önemli ürünü Hizmet Ticareti Genel Antlaşması (GATS) ve Dünya Ticaret Örgütü’dür (DTÖ).16 ABD’nin GATS için bastırmasının sebepleri açıktır. ABD, hizmetler sektörü gelirlerinin 60 milyar dolar olduğu 1980’lerin başında 20 milyar dolar fazla verdiği gibi, 1987-1992 döneminde ABD’nin hizmet ticareti fazlası hızla artarak 60,6 milyar dolara ulaşır, mal ticaretine ilişkin açık ise 159,5 milyar dolardan 96,2 milyar dolara iner ki, hizmetlerdeki fazlanın sonucu olarak ABD’nin ticaret açığı 1987’de yüzde 8 azalırken, ABD’nin hizmetlerdeki görece güçlü konumu yüzünden 1992’deki ticaret açığı bu kez yüzde 63 azalır (Comor, 1997: 16 GATS uluslararası planda serbestleşmeye konu olacak hizmetleri 12 ana hizmet sektörü ve 160 alt sektörden oluşan oldukça geniş bir yelpaze içinde tanımlanmaktadır. 12 ana hizmet sektörü ve onlara bağlı alt sektörlerin parantez içindeki sayısı şu şekildedir: Mesleki Hizmetler (41), Haberleşme Hizmetleri (26), Müteahhitlik ve İlgili Mühendislik Hizmetleri (5), Dağıtım Hizmetleri (5), Eğitim Hizmetleri (5), Çevre Hizmetleri (4), Mali Hizmetler (19), Sağlıkla İlgili ve Sosyal Hizmetler (4), Turizm ve Seyahat ile İlgili Hizmetler (4), Eğlence, Kültü ve Spor Hizmetleri (5), Ulaştırma Hizmetleri (42), Başka Yere Dâhil Edilmemiş Diğer Hizmetler (Kıyan ve Yüksel, 2011: 26). GATS metninde sermaye sağlanan avantaj semantik oyunlarla gizlenmeye çalışır. Metninde önce düzenlenen hizmetlerin “resmi otorite tarafından verilen hizmetler dışındaki tüm hizmetler” olduğu belirtilerek kamu hizmetlerinin antlaşma dışında kaldığı izlenimi yaratılır. Sonrasında “Resmi otorite tarafından sağlanan hizmetler, ticari olmayan ve bir ya da daha fazla hizmet sağlayıcının rekabette olmadığı hizmetlerdir” denilir ve sağlık, eğitim, ulaştırma, iletişim, vs… kamu hizmetleri GATS içine sokulur (Kıyan ve Yüksel, 2011: 28). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 57 204-205; Geray, 2003: 70-71; Geray, 2005a: 44). Dünya çapında hizmetler sektörü ihracatı 1980’de 370 milyar dolarken, 1990’larda 900 milyar dolara yükselir ve aynı dönemde dünyadaki toplam doğrudan yabancı sermaye yatırım stoğunun (1 trilyon dolar) yarıdan fazlası (600 milyar dolar) hizmetler sektöründeki yatırımlardan oluşur (Geray, 2005a: 45). DTÖ verilerine göre 2009’da dünya hizmet ihracatı 3,31 trilyon dolara yükselmiştir. Dünya mal ticaretiyse 12,15 trilyon dolardır. DTÖ verileri hizmetler sektörünün kapitalizmin güncel krizine karşı daha dayanaklı olduğunu da gösterir. 2008’deki finans krizine bağlı olarak 2009’da mal ticareti yüzde 23 düşerken, hizmetlerde düşüş yüzde 13’te kalır. Keza, 2005-2009 döneminde mal ticaretinin yıllık büyümesi yüzde 4 iken, hizmetler ticaretinin oranı yüzde 7’dir. Yani hizmetler ticareti hem krize daha dayanıklı, hem de büyümeye daha açık bir alandır. Uluslararası planda fikri mülkiyet düzenlemelerinin zayıflığı nedeniyle ABD’nin hizmetler sektöründeki gücü potansiyelin altında seyretmek zorunda kaldığından, UYMT sonunda Ticaretle İlişkili Fikri Mülkiyet Hakları (TRIPS) metni de imzalanır (Geray, 2003: 71; Geray, 2005a: 45). ABD’nin bu konudaki hassasiyetini somut verilerle göstermek gerekirse; 1977’de başta gazete, dergi ve kitap basımı, televizyon ve kablolu televizyon yayıncılığı, müzik endüstrisi, reklam, sinema, yazılım yapıtları ve veri işleme gibi faaliyetler 93,8 milyar dolar hacme sahipken, bu rakam 1991’te 206,6 milyar dolara ulaştığı gibi 1990’ların sonlarına doğru medya ve enformasyon ABD’nin ihraç kalemleri arasında havacılık teknolojisinin ardından ikinci sıraya yerleşir (Comor, 1997: 60; Straubhaar ve Larose, 1997: 60). ABD’nin çabasının karşılığını aldığı, kapitalizmin evrildiği hizmetler sektöründe konumunu sağlamlaştırdığı kolayca söylenebilir. Tablo 2’deki veriler ABD’nin dünya hizmet ticaretinde açık ara lider olduğunu göstermektedir. 58 Enformasyon Toplumu ve İnsan Tablo 2: Dünya Hizmet İhracatında Önde Gelen Ülkeler, 2009 Dünyadaki Değer Dünyadaki İhracatçılar Sırası (Milyar $) Payı (%) 1 ABD 470 14,2 2 Britanya 240 7,2 3 Almanya 215 6,5 4 Fransa 140 4,2 5 Çin 129 3,9 6 Japonya 124 3,8 7 İspanya 122 3,7 8 İtalya 101 3,0 9 İrlanda 95 2,9 10 Hollanda 92 2,8 Kaynak: DTÖ Yoksulluğun GOÜ’leri rekabetçi kıldığını, ucuz emeğe gelen sermayenin bu ülkelere sanayileşme şansı sunduğunu ve Üçüncü Dünya’nın sonunun geldiğini iddia edenler vardır (Harris’ten aktaran Renton, 2001: 6). Bhagwati (2009) de son 30 yılda Hindistan ve Çin’de yaklaşık 500 milyon insanın yoksulluk sınırının üstüne çıktığını belirtir. Ancak durumun bu kadar olumlu olduğu şüphelidir. Eski GATT metni yeni gelişen sanayilerini korumak isteyen ülkelere korumacılık imkânı sunuyordu (Geray, 1995: 37). UMYT ile revize edilen metin korumacılığı kaldırdığından sanayileşme çabalarını başka bir eksene oturtur; yeni uluslararası işbölümü uyarınca çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) merkezlerinde tüm üretim stratejileri saptanır, planlama yapılır, sonrasında işin yapılması GOÜ’lerdeki taşeron firmalara bırakılır ki, bu süreçte değer ifade eden işi yerine getirmekten uzak konumdaki GOÜ’lere düşen sadece merkezin talimatlarını yerine getirmektir. Günümüz şirketleri yoğun faaliyetlerine kıyasla az sayıda çalışanla bu değişken örgütlenmeyi EİT’lerle yöneten merkez konumunda olduğundan Castells (2001: 187) “ağ şirketlerinden” bahseder. ÇUŞ’ların ana motivasyonunun maliyetleri azaltmak olması GOÜ’lerde sömürü ve çevre tahribatını hat safhaya ulaştırdığı gibi, Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 59 memnun kalmayan ÇUŞ’ların istediklerinde çekip gitmelerinin önünde engel yoktur. Örneğin fabrikası, makineleri, kayda değer gayrimenkulleri olmayan ve pazarlama, araştırma ve planlama için bünyesinde sadece 8 bin kişi çalıştıran en büyük spor malzemesi üreticilerinden Nike ürettiği “fikirleri” çoğunlukla Asya’dakiler olmak üzere taşeronlarının fabrikalarında mala dönüştürmektedir (Rifkin, 2001: 47-48; Geray, 2003: 69). Üretimin GOÜ’lere kaydırılmasıyla gelişmiş ülkelerde yaşayanlar iş bulmakta zorlanır, işsizlik korkusu yaygınlaşır. Sermaye üretimi kaydırmayı emekçi kesimlere ve de halka hesap vermek zorundaki siyasetçilere karşı silah olarak kullanmaya başlar (Lagane, 2010; Rigano 2011). Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasında EİT’ler ikili bir rol oynarlar; hem yüksek getirili bir ticari faaliyetin konusudurlar, hem de diğer ekonomik faaliyetler için iletişim ve denetimin altyapısını oluştururlar. Schiller (2009: 1), kriz karşısında yeni EİT sistemlerine başvuran sermayenin kârını artırmayı amaçladığını, ancak büyük şirketlerin yurt dışında yatırımlara başlamasıyla ulusaşırı sermaye akışlarında sürekli artış olduğunu ve bunun telekomünikasyon ağlarında dolaşan enformasyonu sermaye açısından salt bir yatırımdan öte stratejik kıldığını vurgular. Bu nedenle 1980’lerin ortalarında ABD merkezli ÇUŞ’lardan Citicorp’un maaşlar ve emlâk giderlerinin ardından üçüncü büyük ödeme kalemi telekomünikasyon harcamalarıdır (Noam, 1987: 34). Bu yıllarda ABD’de uzun mesafe telefon trafiğinin çoğu abonelerin küçük bir kesimini oluşturan büyük firmalarca gerçekleştirilirken, bilgisayarlarla veri aktarımı yapanların ezici çoğunluğu da ABD’nin 500 büyük şirketidir (Geray, 2005b: 79). 1980’li yılların sonundan beri EİT ve yazılımlar ÇUŞ’ların yatırımlarının yarısından fazlasını oluştururken günümüzdeki rakamlar da astronomik seviyededir (Schiller, 2009: 1); sadece 2008 yılında özel sektör ve kamunun birlikte EİT’lere 1,75 trilyon dolar yatırdığı ABD’de hükümetin 45 milyar dolarlık kurtarma planını kabul etmeden önce Citigroup Bankası (Citicorp’un varisi) 25 bin yazılım uzmanı çalıştırıyor ve işletim masraflarını hesaba katmazsak EİT’lere 4,9 milyar dolar yatırım yap- 60 Enformasyon Toplumu ve İnsan mış görünüyordu; Lehman Brothers bankası da 2008 Eylül’ünde batmadan önce dünyanın dört bir yanındaki 25 bin sunucuda tutulan 3 bin yazılımı işletiyordu. EİT’ler yine krize giren kapitalizmin gözdesidir. 2008’de ABD’de multimedya harcamaları yüzde 2,3 artarak 882,6 milyar dolara ulaşırken, internet trafiği de 2008’de yüzde 55, 2009’da yüzde 74 artınca, bazı gözlemciler yaşanan durgunluktan etkilenmeyen EİT sanayisini gelecek beş yılda en fazla büyüme yaşanacak üç sektör arasına yerleştirir (Schiller, 2009: 18). İşte bu nedenledir ki, internet şirketlerinin hisselerinde aşırı bir değerlenme söz konusudur.17 ÇUŞ’ların dünyaya yayılmalarının iletişimle mümkün olduğunu, işlerini yürütmelerinde bilgisayarlar ve uyduların, mal ve hizmet üreten işçiler ve fabrikalar denli temel olduğunu söyleyebiliriz (Kumar, 2004: 20; Geray, 1995: 41). ABD Başkan Yardımcısı Al Gore da 1994’te Uluslararası Telekomünikasyon Örgütü’nün (ITU) toplantısında yaptığı konuşmada EİT’lerin yeniden yapılandırmadaki önemine ve hizmetler sektörünün yükselişiyle bağına dikkat çeker; Bizler için enformasyon altyapısının hâlihazırda 1990’lı yılların ABD ekonomisindeki yeri, ulaşım altyapısının 20’inci yüzyıl ortasındaki konumuna denktir. Bilgisayar ve enformasyon ağlarının ekonomiyle bütünleşmesi ABD üretim şirketlerini daha verimli, daha rekabetçi ve değişen koşullara daha adapte olabilir kılmaktadır […] Aynı teknolojiler ABD ekonomisinin hizmetler sektörünün büyümesini, kapsamını ve verimliliğini artırmasını, sunduğu ürün yelpazesinin genişlemesini ve tüketici isteklerine yanıt vermesini sağlamaktadır. ABD’deki tüm çalışanların yaklaşık yüzde 60’ı “bilgi işçisidir”, meslekleri enformasyon altyapısı üzerinden aldıkları ve ürettikleri enformasyona bağlı kişilerdir. Yeni iş imkânları 17 İnternet üzerinden telefonla arama hizmeti veren Skype şirketi Microsoft tarafından 2011’de 8,5 milyar dolara satın alınır ki, bu rakam Skype’ın 2010 yılı satışlarının 10, işletme gelirlerinin 400 katıdır (The Economist, 2011). Facebook da faaliyet süresi iki yıl bile olmayan ve sadece 13 kişi çalıştıran fotoğraf paylaşım firması Instagram’a 2012 yılında 1 milyar dolar öder. (http://www.cnnturk.com/2012/bilim.teknoloji/teknoloji/04/10/facebook.instagrami.al iyor/656647.0/index.html). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 61 yaratırken, bunların onda sekizi ekonomimizin enformasyon sektörlerindedir (Gore, 1994). ABD, ÇUŞ’ların talepleri doğrultusunda telekomünikasyon alanını düzenlemeye ve kâr sahası olarak piyasaya açmaya karar verir. Özel telekomünikasyon tekeli American Telegraph and Telephone Company’nin (ATT) önce şirketlerin kullandığı telekomünikasyon hizmetlerini katma değerli hizmetler kategorisine alarak evrensel hizmetten muaf tutması sağlanır, sonrasında rekabeti artırıp fiyatların düşmesine yol açacağı düşüncesiyle 1982’de ATT parçalara bölünüp özelleştirilir. ABD’de telekomünikasyonun piyasa anlayışıyla taçlanmasını 1996 tarihli Telekomünikasyon Yasası (Telecommunications Act) oluşturur ki, metninde “yurttaş”lardan (citizen) ziyade “tüketiciler”e (consumers) vurgu yapılır (Kaya, 2009: 127). ABD’de ayrıca kamu çıkarı gözetilerek şirketlerin faaliyet alanlarının kısıtlanmasını öngören eski düzenlemeler kaldırılmış, telekomünikasyon işleticileri, yayıncılık şirketleri ve bilgisayar üreticilerinin aynı alanlarda faaliyet göstermelerine, aralarında ortaklıklar kurulmasına izin verilmiştir. ABD yönetiminin uzun yıllar boyunca kendi kullandığı interneti 1990’lı yıllarda ticarileştirmesini de aynı kapsamda değerlendirebiliriz. GOÜ’leri EİT’lere ilişkin çerçeveyi kabullenmeye ikna eden/zorlayan ABD’ye AB de uyar. Telekomünikasyon sektörünün yeniden yapılandırılmasına girişen AB, üyelerinden 1998’e kadar temel sesli telefon hizmetini rekabete açmasını ister.18 Yayıncılık ala18 AB ülkelerinde telekomünikasyondaki devlet tekeli tam bitmemiştir. Fransa ve Almanya’da 2003’te devletin hâkim telekomünikasyon işleticisindeki payı sırasıyla yüzde 57 ve yüzde 43 şeklindeydi (Geray, 2004). 2010 sonunda Fransız devleti France Telecom’un hâlâ yüzde 29,97’sine sahipken (http://www.orange.com/en_EN/finance/stock/shareholder-structure/), Almanya’da Deutsche Telekom’un yüzde 15’i de 2011 ortasında hâlâ federal hükümete ait görünüyordu (http://www.telekom.com/dtag/cms/content/dt/en/36772). ABD’deyse devletin geniş bant internet yatırımları için telekomünikasyon alanına dönmesi tartışılmaktadır çünkü Doğu Asya ülkelerinde devletin dâhil olmasıyla önemli atılım yaşanırken, serbestleştirmenin ardından firmalar pahalı ama gerekli altyapı yatırımlarından sakınınca ABD geri kalmıştır (Geray, 2010; Chin, 2005). 62 Enformasyon Toplumu ve İnsan nındaysa 1980’lerden itibaren tekellere son verilir ve sermayenin alana girişine olanak tanınır (Geray, 2003: 74-78). Bu süreçte Fordist dönemin kamu yayıncılığı ilkeleri (halkı bilgilendirmek, eğlendirmek ve eğitmek) erozyona uğrar ve ticari kaygılar içeriği yönlendirir; popüler programların sayısı artarken, bilgilendirme ve eğitim programları seyrekleşir. Kitle kanallarındaki popüler programlar dışındaki yayınları izlemek ücretli kanallardan bedeli ödenerek alınabilecek bir hizmet olur.19 2.3. Enformasyon Toplumu Söyleminin Ortaya Çıkışı Bu gelişmelere koşut olarak, akademik dünyada ciddi bir sorgulama vardır. 1950-1980 döneminde toplumsal dönüşümleri kavramsallaştırmaya yönelik 70’e yakın tanımlama getirilir (Beniger, 1986: 25).20 Tanımlama bolluğu toplumsal gerçekliğin farklı değerlendirilme19 Artık garanti talep bulunmadığına göre firmalar açısından talep yaratmak yaşamsal önem kazanır ve reklam stratejik konuma gelir. Üretilen standart malların devletin yayın tekellerinde tanıtıldıktan sonra piyasaya sürüldüğü Fordist dönemin aksine talebin bürokratik kontrolünü sağlamak için artık daha etkin mecralara ihtiyaç vardır. Bu nedenle kanal sayısında artışa, farklı tüketicilere (gençler, spor meraklıları, yatırımcılar, vs...) seslenen tematik kanallara ve bunların izleyicilerine yönelik reklamlara tanık oluruz. 1970’lerden sonra reklam harcamaları çok artar, reklam ajanslarının boyutları ve kârları genişler, büyük reklam devleri belirir (Geray, 2005c: 146-147; Jung ve Seldon, 1995: 41). OECD’ye (2011) göre Avrupalı yayıncıların 2004’te 63,887 milyar avroluk geliri, 2008’de 86,843 milyar avroya ulaşır. 2004’teki gelirlerin 17,322 milyar avroluk kısmı kamu finansmanıyken, 2008 için kamu finansmanı 22,916 milyar avro olur. Yani yayıncıların piyasa gelirleri artmaktadır. İnternet reklamcılığı da kısa sürede serpilir. 2001’de ABD’de 7,1 milyar dolarlık hacme sahip olan sektör 2007’de 21 milyar dolarlık hacim kazanır (Evans, 2008: 359-360). Avrupa’daysa pazarın büyüklüğü 2008’de yaklaşık 18 milyar doları bulur (Wauters, 2009 ; http://www.nielsen-online.com/pr/pr_050104_uk.pdf). 20 Kronolojik olarak bu tanımlamalardan bazıları şöyledir; Post-Capitalist Society (Dahrendorf, 1959), Knowledge Economy (Machlup, 1962-1980; Drucker, 1969), Post-Bourgeois Society (Lichtheim, 1963), Global Village (McLuhan, 1964), Service Class Society (Dahrendorf, 1964), Technological Society (Ellul, 1964), New Industrial State (Galbraith, 1967), Neo-Capitalism (Groz, 1968), Postmodern Society (Etzoni, 1968; Breed, 1971), Computerized Society (Martin ve Norman, 1970), Postindustrial Society (Touraine, 1971; Bell, 1973), Super Industrial Society (Toffler, 1971), New Service Society (Lewis, 1973), Industrial-Technological Society (Ionescu, 1976), Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 63 sine işaret etse de, çoğunda kapitalizmin derin dönüşümü, sanayi üretim kalıplarının değişimi, hizmetler sektörünün yükselişi, teknolojinin gelişimi vurgulanıyordu. Ancak bir grup kuramcı gelişmeleri kapitalizmin dönüşümü değil de, aşılması olarak algıladı, sanayi toplumunun geride kaldığını ve yepyeni bir toplumsal yapının doğduğunu öne sürdü. Tarihte tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişe denk bir kırılma yaşanmaktaydı (Bell, 1973: 126-127; Toffler, 1981a: 28) ve bu durum yoğun çalkantılara yol açmaktaydı (Toffler, 1981a: 18, 34; McLuhan, 1999: 7, 388; McLuhan ve Powers, 2001: 42). Bu iddiadakiler yeni toplumu tanımlamak için farklı kavramlar kullansalar da, zenginlik/değer kaynağı olarak emek yerine enformasyonu gösterirler ki, onların söylemindeki kapitalizmin sorunlarından arınmış bu yeni yapı “enformasyon toplumu” kavramıyla tanımlanır. 2.3.1. Enformasyon Toplumu Kuramlarını Önceleyenler Bu tezlerin gelişiminde 1950’lerden itibaren ABD’de bilginin ekonomideki yerini ölçmeye yönelik gerçekleşen çalışmalar etkilidir. Bu yıllarda Sovyetler Birliği’ne karşı askeri teknoloji geliştirme ve uzay yarışına girişen ABD’de bilimsel bilginin toplumdaki önemi artınca ve ulusal bütçedeki ar-ge payı katlanınca iktisatçılar da ekonomik büyüme ve verimlilikte bilim ve teknolojinin etkisini ölçmeye girişirler (Godin, 2008: 18, 21, 27). Günümüzde sık kullanılan “bilgi ekonomisi” kavramını ortaya atan Fritz Machlup, dönemindeki diğer iktisatçılar gibi sadece bilimsel bilgiye odaklanmayıp, bilgiyi daha geniş bir çerçevede ele alır (Godin, 2008: 4). Machlup, 1962 tarihli ABD’de Bilginin Üretimi ve Dağıtımı [The Production and Distribution of Knowledge in the USA] isimli kitabında ekonominin geleneksel sektörleri tarım, sanayi ve hizmetler arasına gizlenmiş yeni bir sektör olarak bilgi ekonomisinin (eğitim, araştırma, basın-yayının da aralarında olduğu 50’den fazla etkinliği kapsar) 1947-1958 döneminde yılda yüzde 8,8 büyüdüğünü, 1958’de ABD’de bilgi sanayinin Information Economy (Porat, 1977) Telematic Society (Nora ve Minc, 1978), Third Wave (Toffler, 1980), Information Society (Martin ve Butler, 1981), Information Age (Dizard, 1982). 64 Enformasyon Toplumu ve İnsan gayrisafi milli hâsılaya (GSMH) yüzde 29 (136,4 milyon dolarlık) katkı sağladığını aktardıktan sonra ABD’de 1800’lerde toplam işgücü içinde bilgi sanayinin oranının yüzde 0,2 olduğunu, bunun 1958’de yüzde 31’e vardığını belirtir (Machlup’tan aktaranlar Başaran, 2005b: 237; Törenli, 2004: 43-44; Godin, 2008: 4, 20). Machlup, 1970’lerdeki enformasyon ekonomisi ve 1990’lardaki bilgi ekonomisi çalışmalarına esin kaynağı olur (Godin, 2008: 4-5). 1970’lerdeki çalışmalar içinde Marc Uri Porat’ınki önemlidir. Enformasyon Ekonomisi: Birincil Enformasyon Sektörünü Ölçme Kaynakları ve Yöntemleri [The Information Economy: Sources and Methods for Measuring the Primary Information Sector] isimli kitabını 1977’de yayınlayan Porat, birincil ve ikincil diye ayırdığı enformasyon sektörünün 1967 yılında ABD’nin GSMH’na yüzde 46,2 katkı sağladığını, bunun yüzde 25,1’inin birincil enformasyon sektöründen, geri kalanın ikincil enformasyon sektöründen kaynaklandığını vurgular ki, birincil enformasyon sektöründe öncelikli faaliyet olarak enformasyon temelli mal ve hizmetler üretilip, işlenip, satılırken,21 ikincil enformasyon sektöründe şirketler doğrudan enformasyon satmasalar bile kendileri için yine enformasyon üretir, işler ve dağıtırlar (Porat, 2009: 58-59; Geray, 2003: 118-119; Törenli, 2004: 47-48; Başaran, 2005b: 237). İkincil sektördeki şirketlere bir otomobil üreticisini örnek verebiliriz. Zira burada da araştırma, tasarım, yönetim, muhasebe, hukuk ve pazarlama hizmetleri gibi enformasyon biçimleri tüketilmekte ve enformasyon emeği (yöneticiler, sekreterler, vs…) istihdam edilmektedir. Porat da enformasyonun (bilginin) istihdamdaki önemini ortaya koyar. Baskın istihdam biçimine bakıp ABD’nin ekonomik-toplumsal yapısını sınıflandırır (Porat, 2009: 58-60); nüfusun çoğu tarımda çalıştığından 1860-1906 yıllarında ABD tarım toplumuyken, 1906-1954 döneminde sanayi toplumuna dönüşür. İşgücünün yüzde 40’ının sana21 Porat (2009: 58-59) birincil enformasyon sektörünün hizmetler boyutunda elektronik ve yazılı basının, reklamcılığın, eğitimin, telekomünikasyon hizmetlerinin, finans ve sigortacılık unsurlarının, kütüphanelerin, danışmanlık hizmetlerinin, ar-ge kuruluşlarının bulunduğunu söyler. Mallar boyutundaysa bilgisayar, iletişim ve elektronik ekipman üreticilerinin, büro malzemeleri, ölçme ve denetim araçlarıyla baskı malzemeleri üretenlerin yer aldığını belirtir. Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 65 yide çalıştığı 1946 yılı ikinci aşamanın tepe noktasıdır ama 1954’te başlayan üçüncü aşamayla enformasyon çalışanları işgücünün aslan payını oluşturur. 1860’larda çalışanların yüzde 5’inden azını oluşturan bu kesimin oranı 1967’de yüzde 47’ye varmıştır ve sembollerin üretimi, işlenmesi ve dağıtımından sorumlu bu çalışanlar emek gelirlerinin [labor income] yüzde 53’ünü almaktadır. Machlup ve Porat’ın ölçümleri esasen nicel verileri (en başta istihdamdaki payını) göz önüne alarak enformasyon faaliyetlerinin ekonomik büyüklüğünü hesaplamayı amaçlasa da, enformasyon toplumu kuramcıları için hem bir esin kaynağı hem de kanıt oluştururlar. Bilginin toplumdaki ve ekonomideki merkezi yerini, bilgi işçilerinin artan önemini ve sayısını, bilginin EİT’lerle bağını vurgulayan (Godin, 2008: 7) Machlup’un savları enformasyon toplumu kuramcılarınca uçlara çekilir. Machlup EİT’leri “kayıtları, karar almayı ve süreç denetimini iyileştirdikleri için ekonomiye faydalı” bulurken, 1980’lerde EİT’ler büyüme ve verimliliğin kaynağı kabul edilir (Godin, 2008: 2526). Machlup’un (2009: 76) mal ve bilgi akışlarını karşılaştırırken bilginin azalmayan bir kaynak olduğunu, bilgi aktarının kayba uğramadığını, aksine her bilgi akışında bilginin artabileceğini belirtmesi sık sık enformasyon toplumu kuramcılarında tekrarlanır. Ancak Machlup ihtiyatlıdır; bilgi aktaranda azalma olmasa da, alanda artış olmayabilir çünkü alan kişi bu bilgiyi anlayamayabilir, aklında tutamayabilir ya da aktarılan bilgi geçici ve önemsiz olabilir. Aynı ihtiyatı enformasyon toplumu kuramcılarında göremeyiz. Porat, Machlup’tan 15 yıl sonra, enformasyon toplumu kuramları yükselişteyken yazar. Amerikalıların çoğunun sembollerin manipülasyonunda çalıştığını, ABD’nin artık enformasyon toplumunda olduğunu söylerken, önemli enformasyon toplumu kuramcılarından Daniel Bell’e atıf yapmaktadır. Porat (2009: 60-62, 67) ayrıca enformasyonun verimli bir kâr ve istihdam kaynağı olabileceğinden kimsenin şüphe etmediğini; bilgisayarlar ve telekomünikasyonun ABD’yi enformasyon ekonomisine taşıdığını; EİT’leri iyi kullanan iyi eğitimli işgücünün sembol işlemeyle uğraştığı enformasyon toplumunun enformasyon üretimi ve dağıtımı üzerinde yükseldiğini; bu toplumun getirisi 66 Enformasyon Toplumu ve İnsan sınırları aşan yeni bilgi, icat ve ilerleme için canlı bir kaynak oluşturduğunu; yeni toplumun “şövalyesi” olan bilgiyle donanmış yöneticibilim adamı-uzmanın öne çıkıp kapitalist, mülkiyet sahibi, asker ve rahibin eskiye dayanan güçlerini eline alacağını; sanayi toplumundaki doğal kaynaklarla yapılan üretimin aksine yeni toplumdaki ana kaynak enformasyonun doğaya zarar vermediğini ve tükenmediğini, aksine tüketildikçe daha artıp değerli hâle geldiğini belirtir ki, bunlar enformasyon toplumu kuramcılarının kulağına müzik gibi gelen kendi savlarıdır. Porat (2009: 62, 64) da enformasyon toplumu kuramcılarında olmayan ihtiyata sahiptir; 1970-1980 döneminde enformasyon sektöründe istihdamın yüzde 0,04 gerilediğini belirttiği gibi enformasyon ekonomisindeki yeni bir büyüme için ABD merkezli ÇUŞ’ların agresif pazarlama yaptıklarını aktarır. ABD’nin EİT satışında öncü olduğunu ve iyi gelir sağladığını belirtmesine22 rağmen IBM bilgisayarlarının Şili’de diktatör Pinochet tarafından muhaliflere karşı kullanılmasını örnek göstererek EİT’lerin gelişme yerine baskı için de kullanılabileceğini söyler. Oysa enformasyon toplumu kuramcılarına göre tarihin daha iyiye doğru doğal bir akışı söz konusudur. Porat (2009: 6466) ayrıca ihraç edilecek enformasyon hizmetlerini üç kategoriye ayırır; i) finansal hizmetler, sigortacılık, muhasebe ve veri tabanı hizmetleri; ii) film, televizyon ve radyo programı, kitap, gazete, dergi gibi kültürel ihraç ürünleri; iii) patentler, yönetim ve danışmanlık hizmetleri gibi bilgi ihracı.23 Bu ihracattaki çeşitli sorunlara dikkat çeker; ilk grup ihracat için veri gizliliği ve mahremiyet kurallarının uluslararası planda düzenlenmesi sorun yaratırken, ikinci grup ihracat kültürel 22 Porat’ın (2009: 63) şu bilgileri verir; 1975’te bilgisayar ihracatı 2,2 milyar doları geçerken, Amerikalı üreticiler 1,1 milyar dolar değerinde telekomünikasyon sistemi satar. Ödemeler dengesinde bu teknolojiler sayesinde 1975’te 2,4 milyar dolarlık fazla verilir. ABD açısından tek sorun Japonların tüketici elektroniği pazarına “akın etmesidir”. Ancak bilgisayarlar, mikrodalga ekipmanlar, switchler, terminaller, uydu yer istasyonları, bilgisayar yazılımları konusunda ABD firmaları başı çekmektedir. Modern sanayide yöneticilik enformasyon gerektirdiğinden talebin güçlü kalacağı düşünülmektedir. 23 1973 yılında film ve televizyon programı ihracatı 324 milyon dolardır. Üçüncü kategorideki bilgi ihracatının tutarıysa 3 milyar dolar civarındadır (Porat, 2009: 66). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 67 propaganda eleştirilerine neden olmakta, üçüncü grup ihracatta da teknolojik sömürgecilik ve bağımlılık suçlamaları ortaya çıkmaktadır. 2.3.2. Enformasyon Toplumu Kuramlarında Kopuş Vurgusu Enformasyon toplumu kuramcıları 1945’ten 1970’lere kadar kapitalist dünyada yaşanan gelişmeleri devamlılık değil, kopuş perspektifinden okurlar. Fabrikada mal üretiminde çalışan mavi yakalıların sayısının azalırken, hizmet üretimindeki beyaz yakalılarınkinin sürekli artmasını, insanlığın büyük bölümünün çağlarca tarımda iş yaparken Sanayi Devrimi’yle birlikte mamul mal üretiminde çalışmaya başlamasına denk görürler ve değişimin teknolojik gelişmeler ve üretimin rasyonelleşmesinden kaynaklandığını vurgularlar (Toffler, 1981a: 3234; Toffler, 1981b: 19-20; Bell; 1973; 124-128).24 Üretimin rasyonelleşmesiyle küçük bir kesimin tüm toplumu doyuracak tarımsal üretimi mümkün olmuşken, günümüzde de az sayıda insanla herkese yetecek mal üretimi mümkün hâle gelmiştir. Sanayi toplumunda kırsaldan kopan kitleleri fabrikalar emerken, enformasyon toplumunda da sanayiden kopanları hizmetler sektörü emmektedir. İstihdamdaki kayışlara refah artışı eşlik eder; tarımın rasyonelleşmesi kıtlığı ortadan kaldırmışsa, sanayi toplumunda kitlesel üretilen mallar her yanı sarmışsa, enformasyon toplumuyla da belli bir kesimin elindeki eğitim, sağlık, eğlence gibi hizmetler herkes için ulaşılabilir olacaktır (Bell, 1999: 216; Masuda, 2009: 128, 129, 131; Webster, 2006: 39-40). Üstelik 24 ABD’de 20’inci yüzyıl başında her 10 çalışandan üçü hizmetler sektöründeyken, 1940’ların sonu ve 1950’lerin başından hizmetler sektöründeki hızla büyümeyle (esasen, 1947-1968 yıllarında mal üretimindeki istihdamın yüzde 10 büyümesine karşılık, hizmetlerin yüzde 60’lık artış kaydetmesiyle) iki sektör arasındaki istihdam oranlarının 1950’lerde eşitlendiğini ve 1968’e gelindiğinde her 10 çalışandan altısının hizmetler sektöründe çalıştığını vurgulayan Bell (1973: 129-132), 1980’de her 10 çalışandan yedisinin hizmetler sektöründe olacağını belirtir (1999: 218). Avrupa’da Ortak Pazar ülkelerinde 1960’ta hizmetler sektöründe çalışanların oranı yüzde 39,5’ken, 1973’te bu oran yüzde 47,6’ya yükselir (Bell, 1999: 221). Toffler (1981a: 251) da ABD’de nüfusun yüzde 9’una denk gelen 20 milyon işçinin sanayide çalışıp, 220 milyon kişi için üretim yaptığını, geri kalan 65 milyon işçinin de ya hizmetler sektöründe ya da bir takım simgeleri manipüle etme işinde çalıştığını belirtir. 68 Enformasyon Toplumu ve İnsan hizmetler sektöründe insanların yerine makinelerin geçemeyeceği düşünülerek (bir hemşire ya da öğretmen otomatlaştırılamaz diyerek) üstü kapalı şekilde teknolojik gelişmenin istihdamda yeni bir kayış gerçekleştiremeyeceği ve enformasyon toplumunun nihai toplum tipi olacağı öne sürülür (Bell, 1973: 155; Webster, 2006: 40-41). Kapitalist sanayi toplumunu Fordizm’le özdeşleştiren enformasyon toplumu kuramcıları kitlesel üretimden esnek üretime geçişi de yeni toplumun işareti görürler. Sanayi toplumunun alâmetifarikası, çevre katili dev tesislerin “paslanmış arabalar gibi” GOÜ’lere gönderildiğini, enformasyon toplumuna geçişte ilerlemiş ülkelerin EİT’ler gibi ileri teknolojilerin üretimiyle uğraştığını, üretimin daha çevreci olduğunu belirtirler (McLuhan ve Powers, 2001: 141; Toffler, 1981a; 197-199, 251). Yeni üretim modelinde dev şirketler değil, tüketici belirleyicidir. Yakında EİT’lerle tercihlerini belirten tüketiciler için sipariş mal üretimi gerçekleştirilecektir (McLuhan ve Powers, 2001: 139, 147, 148-149; Toffler, 1981a: 252-258, 341; Toffler, 1981b: 220236). Bu durumda üretimin kolayca yeniden yapılandırılabilecek esneklikte olması gerektiği de kabul edilir.25 Ayrıca “Değişim hızlanırken, değişmeyen amaçlara hizmet edecek kalıcı nesnelerin üretimi anlamsızlaştığından” mallar artık uzun ömürlü değildir (Toffler, 1981b: 54-55). Enformasyon toplumu kuramcıları sanayi üretimiyle hizmetler sektörünün sistematik bağını görmezden gelirler. Üstelik iddialarının aksine istihdamdaki kayışın tarımdan hizmetler sektörüne doğru olduğunu, Britanya’da 1840-1980 yıllarında sanayideki işgücünün sabit kaldığını gösteren veriler vardır (Webster, 2006: 47, 49-50, 53). Bell (1999: 221) bunun farkındadır ama değişeceğini söyleyerek görmemeyi seçer. Keza hizmetler sektöründeki istihdam artışının önemli bir 25 McLuhan (1964: 356) “Her ne kadar otomatize fabrika sürekli girdi ve çıktılar yüzünden bir ağaç gibi olsa da, bu gerektiğinde meşeden akça ağaca ya da cevize dönüşebilen bir ağaçtır” derken, Toffler (1981a: 327) “Örgütler, koşullar gerektirdiğinde, duruma göre değişik biçimler alabilirler, tıpkı ısı değişince şekil değiştiren, ısı eski haline dönünce de yine eski şeklini alan plastik bir madde gibi. […] Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” demektedir. Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 69 kısmı Refah Devleti’nin sosyal hizmet görevlileridir. Diğer yandan, demode denilen sanayiden sağlanan refah illâ hizmetlere aktarılacak diye bir kaide yoktur. İnsanlar hizmet satın almak yerine ihtiyaçlarını mal alarak da karşılayabilirler (Gershuny ve Miles’dan aktaran Webster, 2006: 51). Temizlikçi yerine elektrikli süpürgeye, dil öğrenmek için eğitim setine, iyi hissetmek için kişisel gelişim kitaplarına başvurulabilirler. 2.3.3. Enformasyonun Asli Konumu Enformasyon toplumu kuramlarının nirengi noktası enformasyonun asli rolüdür. Neyin, nerede, ne miktarda, ne kadar süre üretileceği telekomünikasyon ağlarındaki enformasyonla saptanmaktadır. McLuhan (2009: 28), talebin değişimleri karşısında enformasyonun şirketler için yaşamsal olduğunu vurgularken, Masuda (2009: 129) ekonomide maddi sermaye yerine bilgi/enformasyon sermayesinin esas teşkil ettiğini belirtir. Bu savlar gelişen teknolojiyle bilfiil üretimin sorun olmaktan çıktığı, herkes için üretim yapılabilecek kapasiteye ulaşıldığı, asıl önem ifade edenin enformasyon işleyerek bu kapasiteyi yönlendirmek olduğu inancına dayanır. Bu yüzden makine namına yalnız EİT’ler önemsenir (Bell, 1999: 216).26 Ayrıca enformasyon akan ağlar yeni hizmet alanları açmaktadır; medya şirketleri çeşitli haber ve eğlence imkânları sunarken, başkaları da uzaktan alış-veriş ve veri saklama gibi hizmetler vermektedir. Bu yüzden “bacalı sanayilerden pazarlama ve enformasyon ekonomilerine kayıştan” bahsedilir 26 Bell’e (1999: 217-218) göre sanayi sonrası toplumda en büyük teknik sorun toplumu birbirine bağlayacak gelişen bilgiletişim [compunications] ağları için uygun altyapıyı geliştirmektir. Toplumu bağlayan ilk altyapıyı kanallar, yollar, demiryolları ve hava hatları şeklindeki ulaşım şebekesi oluşturmuş, ikinci altyapı da enerji transferi sağlayan petrol ve gaz boru hatları, elektrik şebekesinden meydana gelmiştir. Üçüncü altyapıyı telekomünikasyon, özellikle de telefon, radyo ve televizyon sistemleri meydana getirir. Bilgisayar ve veri terminalleri sayısının patlamasıyla (1970-1976 yıllarında ABD’de veri terminali sayısı 185 binden 800 bine çıkmıştır), bilgisayarla hesaplama ve enformasyon saklama maliyetindeki hızlı düşüşle ve farklı türlerdeki enformasyonun bir araya getirilip aktarılması nedeniyle teknolojik altyapı meselesi yaşamsal önemini sürdürmektedir. 70 Enformasyon Toplumu ve İnsan (McLuhan ve Powers, 2001: 139, 147) ve artan reklam bütçelerine bakarak “metaların kendisinin giderek daha fazla enformasyon niteliğini kazandığını” belirtir (McLuhan, 1964: 36). Sanayi üretimiyse küçümsenerek GOÜ’lere layık görülür. Bu tavır zenginlik/değer kaynağının emek değil, enformasyon olduğunu telkin eder. Bell açıkça “sanayi toplumunun mal üretim toplumu olması gibi sanayi sonrası toplumun da enformasyon toplumu olduğunu” belirtir (1973: 467), artık “geçer akçenin kas gücü veya enerji değil, enformasyon olduğunu”, bankerlerin parayı çevirmesinde, terapistlerin müşterileriyle konuşmasında, reklamcıların imaj ve semboller yaratıp yaymalarında görülebileceği üzere iş malzemesinin/temel kaynağın tükenmeyen enformasyon olduğunu aktarır (Bell, 1973: 116, 126-127; Bell, 1999: 219; Webster, 2006: 41). Tükenmeyen, işlenip yayıldıkça azalmak yerine artan (Bell, 1999: 217, 220; Masuda, 2009: 132) enformasyon daha eşit bir toplumun anahtarıdır. “Üretim ve dağıtım için bütün kritik enformasyon herkes için ulaşılabilir” konumda görülür (McLuhan ve Powers, 2001: 153) ve ilkel çağlardaki besin toplayıcıları gibi insanların “bilgi toplayıcısı” oldukları söylenir (McLuhan, 1964: 358). Koşut olarak insanlar da mavi yakalı kol işçilerinden beyaz yakalı bilgi işçilerine dönüşmektedir. Rutin fiziksel işler makinelerce yapılırken, insanlar enformasyon işleyip, “akılcı ve yaratıcı görevleri” yerine getirmektedir (Toffler, 1981b: 335). Tüm işleri “öğrenmek ve bilmekten” ibaret olmuştur (McLuhan, 1964: 58). Farklı olarak Bell (1973: 112; 1999: 216, 218), kullanımdaki enformasyon miktarı kadar nitel bir dönüşüme de dikkat çeker, değerin ve büyümenin kaynağı olarak kuramsal bilgiyi öne çıkarır.27 Eskiden 27 Başlarda gelecekteki toplumun en önemli özelliği olarak kuramsal bilgiyi gösteren Bell, sonradan kuramsal bilgiyi daha kesin bir şekilde EİT’lerin gelişimiyle ve teknolojinin toplumun her sektörüne uygulanma potansiyeliyle özdeşleştirmeye başlar, bilginin işlenmesi ve iletilmesi arasındaki ayrımı yıkıp enformasyonu toplumunu doğuranın bilgisayar ile telekomünikasyonun yöndeşmesi olduğunu savunur (Kumar, 2004: 15, 23). Ayrıca Bell başlarda yeni bir toplum doğduğunu savlayan diğer kuramcılara kıyasla temkinli davranarak sanayi sonrası toplumun analitik bir araç olduğunu, belirli ve somut bir toplumu tarif etmediğini belirtip, tıpkı bürokratizasyon gibi bir Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 71 yenilikler deneme-yanılma yoluyla hareket eden, bireysel çalışan yetenekli amatörlerin işiyken yeni toplumda kuramın ampirik olana önceliği vardır ve yenilik kuramsal ilkelere dayanır, üretimden önce kuramsal çalışma gelir (Bell, 1973: 20, 25). Hayatın pek çok diğer alanı da kuramsal temelde örgütlenmektedir; çevre ve nüfusa ilişkin projeksiyonlar yapılmakta, hükümetler ekonomiyi belli kuramsal modellerle yönlendirmektedir (Bell, 1973: 25). Kuramsal bilginin ağırlığı, yeni toplumda uzmanların, özellikle bilim adamları ve mühendislerin önem kazanmasına yol açar. Uzman ve teknik sınıfın büyüme oranı ortalama iş gücünden iki kat fazlayken, bilim adamları ve mühendislerin artışı üç kat fazladır (Bell, 1973: 17).28 Bununla bağlantılı olarak “kuramsal bilginin kodlanıp zenginleştirildiği üniversiteler, araştırma kurumları ve entelektüel kuruluşlar, beliren toplumun eksensel yapıları” hâline gelmektedir (Bell: 1973: 26). Ülkelerin gücü artık çelik üretim hacimleriyle değil, bilim ve arge yetenekleriyle, teknoloji geliştirme kapasiteleriyle ölçülmektedir (Bell, 1973: 389; Bell, 1999: 224). Bilimin sanayileşmesi ve hükümet fonlarına bağımlılığından bahsetse de (1973: 384-385, 403-404; 1999: 219) Bell’in düşüncesindeki nesnel kuramsal bilgi, siyasal iktidar ve piyasanın etkisinden muaftır, herkesin çıkarını gözetir ve herkes için ulaşılabilirdir. Bilimin etosuna toplumsal sistem olup, ne kapitalizmin ne de sosyalizmin yerini almayıp, bunların yeniden yapılanması olduğunu söylese de (1973: 483; 1999: 213), medya tarafından “sanayi sonrası toplum” doğmakta olan dünyanın doğru bir tasviri olarak değerlendirilir. Bell de öngördüğü şekilde bilgisayarların ve enformasyon işlemlerinin giderek yaygınlık kazanması sonucunda temkinli olmayı bir kenara bırakarak, kendisini “enformasyon devrimi” modasına kaptırır, başlarda “hizmet toplumu”, “bilgi toplumu” ya da “enformasyon toplumu” gibi etiketlerden bilinçli olarak kaçınırken (1999: 213) 1980’lerden itibaren günün eğilimlerine uygun olarak başlangıçta tercih ettiği “sanayi sonrası” terimi yerine “enformasyon” ya da “bilgi” terimlerini kullanmaya başlar (Webster, 2006: 32). 28 Bell, Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi’nde uzman ve teknik sınıfın 1980’e kadar toplumdaki ikinci büyük mesleki grup olacağını, yüzyılın sonundaysa en büyük gruba dönüşeceğini belirtirken (1973: 125; 1999: 218), 1989’da yaptığı bir başka hesaplamada emek gücü içinde uzmanların oranının 1980 yılı verilerine göre yüzde 30’lardan fazla olduğunu öne sürer (Bell’den aktaran Webster, 2006: 42). 72 Enformasyon Toplumu ve İnsan inanan Bell (1973: 382), “Birisi bir buluş için patent alabilir ve kâr sağlayabilir ama buluşu getiren kuramın patenti alınamaz” demektedir. Bell’e (1973: 386) göre bilim dünyasının etosu, enformasyon toplumunun etosudur. Burada da bilgi özel çıkarlar yolunda saptırılmayacaktır. İşin nitelikleriyle (bilgi işlenmektedir) olduğu kadar etosuyla da bilim âleminde yeni toplumunun nüvesini gören Bell, enformasyonun/bilginin metalaşmasına karşı muğlak bir etosa sığınır. Bu nedenle telif haklarının aşındığı fikrine kapılması (Bell, 1999: 217) şaşırtıcı değildir. Patent ve fikri mülkiyet düzenlemeleriyle enformasyonun metalaştırılmasını görmeyen, enformasyonun aktığı ağların tarafsız olmayıp (mimarileri, standartları, yönleri, prosedürleri ve hukuki düzenlemeleriyle) iktidarla ilişkili olduklarını, mülkiyetlerinin de bazılarının elinde bulunduğunu29 dikkate almayan, herkesin eşitçe erişebileceği, herkesin çıkarına işleyen ağlarda herkese açık enformasyon varmış gibi savlayanlar açısından sanayi toplumunda sefalete bırakılan uzak böl29 Önceden olduğu gibi günümüzde de teknoloji belli çıkarlar doğrultusunda gelişmektedir. Tıpkı telsiz teknolojisinden türeyen radyonun ilk çıktığında amatör kullanıcıların etkileşimine olanak veren hem alıcı hem verici şeklinde olmasına karşın sonradan Amerikan yayın şebekelerinin girişimleriyle tek noktadan yayın yapılan ticari yayınları alan alıcıya dönüşmesinde olduğu gibi (Barbier ve Bertho Lavenir, 2001: 227-228) bugün de teknolojinin geliştirilmesinde ve düzenlenmesinde belli çıkarlar gözetilmektedir. Bunu telekomünikasyon ağlarının mülkiyetini elinde tutan işleticiler ile yayıncı şirketlerin internet üzerindeki verilerin ayrım gözetmeksizin aynı şekilde iletilmesini öngören “ağ tarafsızlığı” [net neutrality] ilkesini kaldırmaya ve para ödeyenlerin verilerinin daha hızlı iletilmesini sağlamaya çalışmalarında görebiliriz (Mirrlees, 2009: 30-31). Bu çevreler isteklerine ulaştıkları takdirde yayıncıların internet üzerinde sunduğu ürünler sıradan insanların verileri karşısında daha önemli ve öncelikle hâle gelecek, telekomünikasyon işletmecileri de daha fazla gelir edecektir. ABD Federal İletişim Komisyonu 21 Aralık 2011 tarihinde üçe karşı iki oyla ağ tarafsızlığını koruma kararı aldı ama “ödemeli aktarımı” toptan yasaklamadığı gibi sabit hatlar ve wireless bağlantılar arasında ayrıma giderek ikinci tür bağlantılarda öncelikli veri aktarımına kapı aralayabilecek bir ifade kullandı (http://topics.nytimes.com/topics/reference/timestopics/subjects/n/net_neutrality/index .html). ADSL teknolojisi de günümüzdeki yaygınlığına rağmen anti-demokratik niteliktedir. ADSL insanların internetten veri alma hızını artırmasına karşılık veri gönderme hızlarını azalttığından kitleye seslenen kurumsal yayıncılara daha fazla avantaj sağlamaktadır (Geray, 2003: 137). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 73 gelerdekiler ve GOÜ vatandaşları enformasyon toplumu sayesinde gelişmiş bölgelerdeki/ülkelerdeki imkânlara sahip olabilecekler, yalıtılmışlığı kırıp ekonomik faaliyetlere dâhil olarak refahları artırabileceklerdir. Kapitalizmin yapısal eşitsizliği böylece toplumsal ve ekonomik nedenler hiç sorgulamadan kısa yoldan teknolojiyle giderilecektir. Teknolojik gelişmelerle (bilhassa uydu ve telekomünikasyon alanındakilerle) enformasyon akan ağlar genişlediğinden, uzak coğrafyalarda yaşayanlar da ağlarda sunulan enformasyon hizmetlerinden faydalanabilmektedir; uzaktan alışveriş, eğitim ve tıp hizmetleri, ekonomik ve siyasi gelişmeleri aktaran bilgilendirme hizmetleri artık onların da elinin altındadır.30 Enformasyon toplumu kuramcılarının gözünde ekonomik açıdan değer taşıyan enformasyonun işlenmesiyken, uzak yerlerdekilerin ve GOÜ’lerin gelişmiş merkezleri yakalaması mümkündür çünkü enformasyon hizmetlerinin üretimi sanayi toplumundaki gibi devasa yatırımlar gerektirmediğinden buna girişebilirler ve üretilen hizmetleri ağlar sayesinde piyasaya sürebilirler. Bütün bunlarla ilişkili olarak enformasyon toplumunda ekonomik faaliyetlerin şehirlerden kırlara kayması şeklinde bir eğilim gözlendiği öne sürülür (Toffler, 1981a: 395). GOÜ’lerin yeni toplumsal yapıya geçişteki avantajının altı çizilir. (McLuhan ve Powers, 2001: 167; Toffler, 1981a: 396). Sanayi Devrimi’ni yaşamamış toplumların nitelikleri (çevreci enerji, kırsalda üre30 McLuhan “Uydu, kullanıcıyı, bedensiz enformasyona döndürür. Bilgisayar/vericiyle ilişkiye geçeceği yere oturdu mu, kullanıcı artık her yerdedir. Siz her yerdeyseniz, sistemi kullanan herkes de öyledir. Uydu hakkında gerçekten yeni olan, bir anda her yerde olma sürecini yoğunlaştırmasıdır. İnsan, aynı anda, dünyada ya da dış uzayda bulunan her terminal çıkış noktasında belirebilir” der (McLuhan ve Powers, 2001: 192). Ancak kazın ayağı çok farklıdır. Refah Devleti döneminde ülkenin her köşesindekilerin telekomünikasyon hizmetlerinden yararlanması için benimsenen evrensel hizmet ilkesi piyasa odaklı yeniden yapılandırılmayla birlikte budanınca kâr oranı düşük kırsal bölgelere yeni hizmet ve altyapı götürülmesi sekteye uğradı. Öyle ki, İngiltere kırsalında 300 MB’lık bir dosyayı USB belleğe kaydedip, güvercinle 120 kilometre öteye göndermek internet üzerinden göndermekten çok daha kısa sürmektedir (http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/09/100916_pigeon.shtml). 74 Enformasyon Toplumu ve İnsan tim…) enformasyon toplumuna daha yakındır. Sanayi toplumu kaynaklı ayak bağlarından da muaftırlar. Ancak mevcut niteliklerine ek olarak GOÜ’ler EİT’lere yatırım yapmalıdır çünkü bu enformasyon toplumuna dâhil olmanın ve kalkınmanın şartıdır (Toffler, 1981a: 403).31 Enformasyon ağlarıyla farklı coğrafyaların ve ekonomilerin iç içe geçtiği ortamda yerküre “bir köyden daha büyük değildir” ve burada herkes aynı duyarlılığı paylaşmakta, milliyetçilik ve savaşlar gereksizleşmektedir. (McLuhan, 1964: 5, 353; McLuhan ve Powers, 2001: 10, 193, 260-261). Herkesin kendi seçtiği amaçlar doğrultusunda gönüllüce kendini gerçekleştirmek için çalıştığı küresel bir bolluk toplumu olarak enformasyon teknolojileri üstünde yükselen “Computopia” doğmaktadır ki, burada kapitalist toplumlarda olmayan türden daha geniş kapsamlı özgürlük ve eşitlik söz konusudur (Masuda, 2009: 129, 130). Bell (1999: 219) ise, enformasyon toplumunda kadınların istihdamının artacağını, kadınların ilk kez olarak güvenli bir şekilde ekonomik bağımsızlıklarını kazanacağı ve böylece toplumsal cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin kapanacağını öne sürer ve boşanmalardaki artışı kadınların erkekler karşısında güven kazanmalarına bağlar. Enformasyon ağları uzak bölgeleri merkezlere bağlayarak ekonomik faaliyetlerin genişlemesini sağlamıştır. Ancak sonuç öngörülenin aksine refahın yayılmasından çok sömürünün küreselleşmesi şeklindedir. GOÜ’lerdeki insan yığınları ÇUŞ’lar için dev bir emek stoğuna dönüşmüştür ki, her ne kadar hayatlarını derinden etkilese de bu insanlar için ağlar üstünde yükselen “küresel köy” kavramı fazla bir şey ifade etmemekte, “küresel köy” esasen kapitalizmin yeniden yapılan31 Toffler şunu der: “Sanayi devrimi sırasında yollar sosyal, politik ve ekonomik gelişme için vazgeçilmez bir koşuldu. Bugün önce bulunması şart olan, elektronik haberleşme sistemidir. Bir zamanlar haberleşmenin ekonomik gelişmenin bir ürünü olduğu sanılırdı. Bir araştırma firması olan Arthur D. Little’ın başkanı John Magee, ‘Bu artık modası geçmiş bir tezdir… Telekomünikasyon sonuç olmaktan çok bir şarttır’ demektedir”. Aynı anlayışla 1980’lerde IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar GOÜ’lere telekomünikasyona yatırım yapmalarını salık verirken, 1990’lardan itibaren bu kez telekomünikasyon şirketlerinin özelleştirilmesini önerirler (Geray, 2003: 145). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 75 dırılmasıyla öne çıkan yeni bir seçkin topluluğun (borsacılar, bankacılar, ulusaşırı şirket çalışanları, vb...) köyü görünmektedir (Kumar, 2004: 46). Jussawalla 1985’te buna dair veriler sunar; uydulardaki veri akışının yaklaşık yüzde 90’ı şirketlerarasıyken, sınır aşırı veri akışının yaklaşık yüzde 50’sinin ulusaşırı şirketlerin kendi iletişim şebekeleri içinde gerçekleştiği tahmin edilmektedir (aktaran Kumar, 2004: 45) Öyle ki, gündelik iş pratiklerini kendi aralarında gerçekleştiren seçkin grubun mensupları farklı şehirlerde yaşasalar bile aralarındaki temas içinde yaşadıkları kentin diğer insanlarından daha fazla olmakta, hatta aynı kültürel geri planı ve tüketim kalıplarını paylaşmaktalar (aldıkları eğitimden giydikleri kıyafetin markasına kadar) (Castells, 2001: 446447; Castells ve Ince, 2006: 63-67). Yani enformasyon ağları küresel planda eşitliğe değil, çift katmanlılığa yol açmaktadır; ağa dâhil seçkinler ve dıştaki kitleler şeklinde. Çift katmanlılığı kabul etmekle birlikte, ağların sadece seçkinlerce kullanıldığını söyleyemeyiz. Sassen “çoğu ülkede orta kesimin daha ulusal olduğu” ama “öğrenciler, yoksul sanatçılar, çevre ya da insan hakları konularında çalışan yoksul aktivistlerin de globalize olduğunu” belirterek “Global ağ içinde eğilim, yatay ilişki kurmak. Yani neticede zenginler zenginlerle, sanatın elitleri birbirleriyle, yazarlar yazarlarla ve aktivistler aktivistlerle, yoksul öğrenciler yoksul öğrencilerle, göçmenler göçmenlerle iletişim halinde” demektedir (aktaran Çuhadar, 2009). Ancak bu durum enformasyon ağlarının başlıca kullanıcısının küresel seçkinler olduğunu, Tablo 3 ve 4’te ve de Şekil 3 ve 4’te görüldüğü üzere ağlardaki trafiğin büyük ölçüde küresel ekonominin merkez noktaları arasında gerçekleştiğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla yalıtılmışlık devam etmekte, teknolojinin bizlere sunduğu sihirli bir çözüm bulunmamaktadır. 76 Enformasyon Toplumu ve İnsan Tablo 3: İnternetin En Büyük 10 Merkezi* Londra 7723 Frankfurt 7218 Paris 6527 Amsterdam 5757 New York 3850 Miami 2167 Stockholm 2111 Milano 1659 Washington D.C. 1626 Madrid 1511 *GBPS olarak 2011 verileri. Kaynak: http://www.telegeography.com Tablo 4: İnternetteki En Yoğun 10 Güzergâh* Amsterdam-Londra 1604 Londra-New York 1541 Frankfurt-Paris 1490 Londra-Paris 1476 Amsterdam-Frankfurt 1065 Madrid-Paris 812 Amsterdam-Düsseldorf 706 Paris-Washington D.C. 599 Frankfurt-Londra 538 Miami-Sao Paulo 524 *GBPS olarak 2011 verileri. Kaynak: http://www.telegeography.com Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 77 ŞEKİL 4: 2010 Yılı Uluslararası Telefon Trafiği Kaynak: http://www.telegeography.com 78 Enformasyon Toplumu ve İnsan 2.3.4. Kapitalizmin “Aşınması” Zenginliğin/değerin enformasyondan kaynaklandığını, bunun küresel eşitliğe kapı aralığını, yokluğun/yoksulluğun bittiğini, fabrikalarda çalışanlar sürekli azalırken işçi sınıfının kaybolmaya başladığını, sınıf kavramının anlamsızlaştığını32 vurgulayan enformasyon toplumu kuramcıları Marksizm’in geçerliliğini yitirdiğini düşünürler. Günümüzdeki temel siyasi çekişmenin zengin-fakir, kapitalist-komünist arasında değil, sanayi toplumunu korumak isteyenlerle yeni toplumun doğuşu için uğraşanlar arasında olduğu belirtilir (Toffler, 1981a: 39, 493-494). Kapitalizm ya da sosyalizm gibi “monolitik kavramların” modern toplumların karmaşık yapısını açıklayamayacağı (Bell, 1999: 222), geleceğin toplumunun iktidar ve tahakkümden uzak sınıfsız bir toplum olacağı iddia edilir (Masuda, 2009: 133). Marksizm’e böyle doğrudan cephe aldıkları sözler esasen eserlerinde sayfalarca dile getirdikleri savlarının uzantısıdır. Bunlardan en öne çıkanı mülkiyetin önemini yitirdiği savıdır. Herkese yetecek mal üretilen enformasyon toplumunda bolluk hüküm sürecektir. Toffler (1981b: 186-187) “mal, mülk kavramlarının anlamını yitirdiğini”, önceliğin artık insanların zihinsel ve ruhsal doyumu olduğunu söyler. McLuhan’sa (McLuhan ve Powers, 2001: 219) ağlarla iç içe geçerek “Global Köy” haline gelen dünyada insanların bireyselliği bırakıp kabilesel bir anlayışa sarıldığını belirtir ve “Mülkiyet ortaklaşadır. Kabile insanı kendisini, grubun bir üyesi olmak dışında herhangi başka bir içimde düşünemez” der. Ayrıca artık üretimde belirleyici olanın şirketler değil, tercihini EİT’lerle aktaran tüketiciler olduğunu söyledikten sonra “elektronik araçlar yoluyla hiçbir şeyin sahibi olmadan kitle tüketiminin çarı haline gelme olasılığından” bahseder (McLuhan ve Powers, 2001: 160). 32 Toffler (1981a: 479) “Sanayi kitle toplumlarından ne kadar uzaklaşılırsa, Marx’ın temel öncüleri de geçerliliklerini o denli yitirirler. Çünkü yeni doğmakta olan Üçüncü Dalga uygarlığında kitleler ve sınıflar eski önemlerini büyük ölçüde kaybederler. Bir iki tanesinin birleşerek çoğunluğu sağladığı katmanlardan oluşan bir toplum yerine, çok ender olarak yüzde elli bire varan bir çoğunluk oluşturacak şekilde durmadan birbiriyle birleşip ayrılan, çoğu geçici binlerce azınlık grubundan meydana gelen bölük pörçük bir toplum karşısında bulunmaktayız” demektedir. Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 79 Enformasyon toplumunu popülerleştiren Toffler ve McLuhan’a kıyasla Bell daha farklı bir tavır sergiler ve kuramsal bilgiyle donanan uzmanlara vurgu yapar. Artık egemen sınıfı üretim araçları sahiplerinin değil, kurumsal kararları alan uzmanların (nesnel doğrularla hareket eden ve genel kamu çıkarını önemseyen) oluşturduğunu düşünen Bell (1973: 34-35, 43, 51, 99-100, 164), “Günümüzde mülkiyet sadece yasal bir kurgudur” der ve yöneticilerin vasıfları sayesinde şirketlerin kendi finansmanını sağladığını vurgular (1973: 294).33 Yeniliğin çok hızlandığı ve bunun ancak kurumsal bilgiyle öngörülerde bulunarak denetlenebildiği ortamda bilgiyle donanmak üretim araçlarının mülkiyetinden daha önemlidir. Mülkiyet önemini kaybederken, erişim öne çıkar. İnsanların enformasyonun nimetlerinden faydalanabilmeleri için önce ağlara erişimi gerekir. Bu da zamanla kendiliğinden çözülecektir; hem teknoloji gelişecek hem de enformasyon toplumu iyice kök salacaktır. Erişimi sağlanan her insan müreffeh topluma dâhil olacaktır. Kapitalist toplumda piyasanın belirsizliği büyük zarar verirken, yeni toplum bu tür yıkımlardan muaftır. Tüm piyasa bilgilerine ve talebe EİT’lerle ulaşmak mümkün olunca üretimin planlaması bütüncül biçimde gerçekleştirilebilir, eksik talep ve aşırı üretim kaynaklı krizlerin önüne geçilebilir.34 Bu yaklaşım piyasanın törpülenmesini 33 Bell (1973: 112, 119) ayrıca günümüz toplumlarındaki asıl bölünmenin üretim araçlarına sahip olanlarla proletaryanın karşıtlığından değil, karar alma gücüne sahip olan bilimsel-teknik sınıfla, bunun dışında kalanlar arasında olduğunu aktarır. Bell’e (1999: 222) göre sosyalist ülkelerde akademi üstündeki baskı kalktığında yeni toplumsal çatışma eksenine dair görüşü oralarda da kabul görecektir çünkü 1967 Prag Baharı sırasında Çekoslavakya yayınlanan bir kitap da yeni “çıkar çatışmasının” bilimsel-teknik sınıfla işçi sınıfı arasında olacağını vurgular. Tüm bunların yanında Bell (1999: 215), 19’uncu yüzyılda kapitalist tarzdaki toplumsal ilişkiler (özel mülkiyet, meta üretimi, vs...) baskın etos haline geldi ve kültürü önemli ölçüde biçimlendirdi diye üretim biçiminin daima bir toplumun üstyapısını belirlediğinin söylenemeyeceğini ifade eder. 34 McLuhan ve Powers’ın Global Köy kitabında (2001: 156) “Yatay olarak organize edilmiş, çoğul hizmetli şirket, ya da ona benzer bir şey, zenginlik olarak enformasyonu, fabrikada ya da perakende satış noktasında, ilk teker dönmezden ya da ilk düğme- 80 Enformasyon Toplumu ve İnsan değil, ideal biçimiyle kavranmasını içerir. Bütün bilgilere sahip hareket edildiğinde piyasanın işleyişinin sorunsuz olacağı, tökezlemelerin yaşanmayacağı kabul edilir. Diğer yandan piyasanın vaktinin geçtiğine dair savları görmek mümkündür. İşin makinelerce yerine getirilmesiyle daha fazla boş zamanı olacak insanların bunu evde kendi tüketimleri için üretim yaparak dolduracakları, ihtiyaçların piyasadan karşılanmasını öngören kapitalist toplumun zemin kaybedeceği ve “piyasa-ötesi bir uygarlığa” geçileceği belirtilir (Toffler, 1981a: 343-356). Uzmanların varlığı da piyasayı törpüler. Piyasanın “gizli elinin” yerini uzmanların öngörü, strateji ve planları almaktadır, toplum daha bilinçli bir gelişim çizgisi izlemektedir (Webster, 2006: 42, 55; Bell, 1973: 297-298). Uzmanların öngörüleri doğrultusunda planlama yaparak alınan kararlarla ekonomi siyasete tabi olur (Bell, 1973: 344, 364, 373). Enformasyon toplumunda ortak çıkarın piyasada kendi çıkarını ençoklaştırmaya çalışan bireylerce sağlanacağı fikri gözden düşer. İş adamlarını yerinden ederek, yeni toplumun merkezi kişiliği olan uzmanlar (Bell, 1973: 344) farklı bir etosa sahiptir ve kâr peşinde koşmamaktadırlar (Webster, 2006: 42). Toplumun genelinde de bireysel çıkarı ençoklaştıran ekonomikleştirici [economizing] hayat tarzından sosyalleştirici [sociologising] hayat tarzına geçilmektedir ki, sonuçta kamu çıkarı ve toplumun ihtiyaçları daha fazla önem arz etmeye başlamaktadır (Bell, 1973: 128, 283). Artık yaşlıların bakımı ve eğitimdeki başarılar, ekonomik çıktı ve rekabetin önünde değerlendirilmekte, önemli olan ekonomik göstergelerdeki parlak rakamlar yerine toplumsal hayatın genel kalitesi olmaktadır (Bell, 1973: 366-367, 465). Kapitalist rekabetin sona erip, sinerjinin baskın çıkacağını, cemaat bilinci yüksek insanların gönüllü olarak toplum yararına ortaklaşa çalışacağını belirten Masuda (2009: 130, 131, 132), GSMH’dan GSMR’ye (gayrisafi milli refaha) [gross national welfare] geçişten bahseder. Ayrıca vadesi dolan ekonomikleştirici hayat tarzının kapitalizmin ürünü olduğu, zaman içinde maddi hazcılığa [materialistic ye basılmazdan önce tüketici ihtiyaçlarını elektronik olarak önceden öngörmek suretiyle bizi, kavrayışın bütünsellik kazandığı bir duruma geri döndürebilir” denir. Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 81 hedonism] dönüştüğü ve bu dönüşümün kapitalizmce teşvik edildiği belirtilir (Bell, 1999: 214, 222). Kulağa hoş gelseler de ekonomik çıktıdan ziyade hayat kalitesini vurgulayan bu ifadeler çelişkilidir. Ekonomik çıktı enformasyon toplumu kuramcılarının bakış açısından bile yeni yapının temelidir (Webster, 2006: 46); sanayide rasyonelleşmeyle verimlilik artışı sağlanmasa ne fabrikalardan boşalan emeğin hizmetler sektörünü kayışı olurdu, ne de öngörülen ve bazı yerlerde (en başta da mülkiyetin önemini kaybetmesinde) açıklayıcı faktör olarak kullanılan refah artışı gerçekleşirdi. Yeni toplumda iktidarın aşıldığı da öne sürülür çünkü artık topluma yön veren kararlar kuramsal bilgiyle donanan uzmanlarca alınmaktadır. Kararlar nesnel doğruların ve ortak kamu çıkarının ifadesidir. Yönetim böylece teknokratlaşırken (Bell, 1973: 362, 365), toplumsal çatışmaların/zorun önü kesilir, özel çıkarların korunması engellenir. Ancak eşitlik sorunu ortaya çıkar. Bunu aşmak için Bell (1973: 409, 451-455; 1999: 220) meritokrasiye vurgu yapar. Buna göre karar alıcı uzmanlar bulundukları yere liyakatle geldiğinden enformasyon toplumunda tam eşitlik olmasa da adil olmayan bir durum yoktur. Bu tavrın temelinde yine bilginin nesnelliğine dair inanç yatar. Bir an bilginin iktidarla bağlantılı biçimde geçerlilik kazandığını, nesnel olmayıp hegemonya mücadelesine tabi olduğu düşünülürse iktidarın aşıldığını öne sürmek imkânsızlaşır. Bunu hesaba katmayan enformasyon toplumu kuramcıları açısından sorun daha çok nesnel bilgiye birilerinin ulaşılabiliyorken, diğerlerinin ulaşamamasıdır ki, bu da zamanla aşılacak türden bir sorundur, tıpkı enformasyon ağlarına erişim mevzusunda olduğu gibi. Yüksek gelir ve statünün kapısı bilgiyle donanmaktan geçerken, üniversite eğitimi hiç olmadığı kadar demokratikleşmekte; üniversite eğitimi alanların, yüksek lisans ve doktora yapanların sayısı sürekli artmaktadır (Bell, 1973: 216-217, 234-235, 238-239). Toplumsal çıktıyı önemseyen enformasyon toplumunda iyinin bir ölçüsü de dezavantajlıların konumunun düzeltilmesi olduğundan, bu kesimlerin korunması için kotalar getirilebileceği ifade edilir (Bell, 1973: 444-445). 82 Enformasyon Toplumu ve İnsan Mikro planda da iktidarın miadı dolmaktadır. Dört bir yandan enformasyon akan, sürekli değişen dinamik yeni yapıda varlıkları işin ve çalışanların denetimine dayanan hiyerarşiler ve bürokrasi anlamını yitirir. (Toffler, 1981a: 260; Toffler, 1981b: 121-125; McLuhan, 2009: 27). Nasıl ki, mülkiyet yeni ortamda şartlara çabuk uyum sağlama noktasında engel olarak görülüyorsa, işteki hiyerarşiler, bürokrasiler de aynı şekilde değerlendirilir. Yeni toplumda çok sayıda gazete ve televizyon bulunduğuna, farklı toplumsal grupların kendi medya organlarına sahip olduğuna, yakında her bir kişinin kendine ait ve başkalarından farklı bir gazete okuyacağına değinilir ve kitle iletişiminin modası geçtiği belirtilir (Toffler, 1981b: 236; McLuhan ve Powers, 2001: 141-142, 146). Enformasyon toplumunda “kitlesellikten arınmanın” bir diğer ayağı fikir birliğinin kalmamasıdır (Toffler, 1981a: 230, 316; Bell, 1973: 160). Herkesin sesini duyurabilmesine imkân tanıyan EİT’ler fikir birliğini parçalarken, hükümetlerin/siyasilerin oydaşmaya ulaşması eskisine göre çok zorlaşmaktadır çünkü onayı alınması gereken grupların sayısı çok arttığı gibi bunlar rekabet içindedir. Bu durumda en mantıklısı değişen talebe uyum için esnek örgütlenmeye giden şirketleri taklit etmek ve siyasi alanda da günlük şartlara yanıt veren koalisyonlar kurmak, örgütlenmeler gerçekleştirmektir. Toffler (1981b: 111-132) bunu “Adhokrasi” olarak adlandırır. Ancak bu durumun siyaseti kısa vadeye hapsedip hapsetmeyeceği sorgulanmaz. Daha durağan bir toplum için tasarlanan, vatandaşların sadece belli dönemlerde iradesini ortaya koyduğu temsili demokrasi toplumsal devinimin hızlandığı, pek çok toplumsal grup ve bunlara tekabül eden siyasi örgüt bulunan yapıya uymaz. Temsili demokrasinin kan kaybettiği, seçimlere katılımın ve siyasi partilere üyeliklerin azaldığı belirtilir (Toffler, 1981a: 449). Bu noktada fikir birliğini parçalayan EİT’ler çözümün anahtarı görülür; evlere uzanan etkileşimli EİT’lerle seçimleri beklemeden halkın iradesini öğrenmek mümkün olabilir (McLuhan ve Powers, 2001: 193; Masuda, 2009: 133). “Elektronik referandum” gibi yöntemler varken, temsili demokrasinin yerine Antik Yunan’daki gibi doğrudan demokrasi belirmektedir. Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 83 Tüm bunları iddia ederken enformasyon toplumu kuramcıları herkesin erişimini verili kabul ederler ki, bu sorunludur. Teknolojiye başat rol biçerek benimsedikleri, herkesin sesini duyurabildiği kamusal alana dayalı siyaset anlayışını da sorunludur çünkü herkesin kendi duyarlılıklarının peşine düştüğü ve bunu tartıştığı bir ortamda toplumun belli ilgi alanlarına hapsolmuş tematik gruplara bölünmesi ve herkesi kapsayan kamusal bir tartışmanın daha da zor hâle gelmesi tehlikesi vardır. Diğer yandan gerçek birçok sesliğinin varlığı bile tartışma konusudur. Teknoloji herkesin siyasete katılımına imkân tanısa bile bu durum herkesin siyaset sahnesinde eşitçe fikirlerini savunabileceği manasına gelmez. Statükoyu savunan fikirlerin daha fazla yaygınlık kazanması, genel kanılara uymayan görüşlerin marjinalleştirilmesi tehlikesi vardır ki, bunu bertaraf etmek teknolojik bir sorun değildir. Aslında bu dar bakış enformasyon toplumu kuramcılarının liberal siyaset anlayışına gömülmesinden kaynaklanır. Siyasette de bireylerin eşit rekabetini öngörülürken, burada herkesin eşit koşullarda rekabet edebilecek konumda olup olmadığı sorgulanmaz. 2.3.5. Çizgisel Tarih Anlayışı ve Teknolojik Belirleyicilik Enformasyon toplumu kuramlarında arzulanacak bir toplum betimlenir. Bolluğun hüküm sürdüğü toplumda otomasyon sistemlerle herkese yetecek mal üretilirken insanlar da hayatlarını kol emeğiyle değil, enformasyon işleyerek kazanmaktadır. Hizmetler sektörünün yaygınlaşmasıyla sağlık, eğitim, eğlence gibi imkânlara herkes ulaşabilecek konuma gelmiştir. Sanayi Devrimi sırasında “ütopik” diye nitelenen çeşitli kuramcılar da benzer toplum tasavvurlarında bulunuyorlardı ki, enformasyon toplumu kuramlarıyla bunlar arasındaki benzerlikler çarpıcı ve aydınlatıcıdır.35 Saint-Simon daha 19’uncu yüzyıl 35 Bell (1973: 488-489), Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi kitabının son iki paragrafında ütopyalara atıf yapar. İnsanlar arasındaki ilişkileri uyumlu ve mükemmel tasavvur eden ütopyaların faydalı imkânsızlıklar olduğunu, ideal duruma dair standartları belirledikleri söyler. Başka bir yerde de pek çok sosyalist ve ütopik yazarın bollukla taşan bir toplumun hayalini kurduğunu ama kıt kaynakların hep bizimle olacağını belirttik- 84 Enformasyon Toplumu ve İnsan başında serpilen sanayinin herkesin maddi refahını sağlayacağını belirtiyor,36 günümüzün uzmanları gibi mühendisler ve bankerlerin bilgileriyle sanayi üretimini nesnel şekilde yönlendirdiği, iktidarın yerini yönetimin aldığı bir toplum öngörüyordu. Böylelikle bilginin nesnelliğini ve herkesin iyiliğine kullanımını kabul etmiş oluyordu. Sanayi toplumunu ulaşım ve haberleşme ağlarıyla örülü bir ağ toplumu olarak düşünen Saint-Simon ve takipçileri için insanlığın evrimindeki son durak buydu (Musso, 1998).37 Enformasyon toplumunu insanlığın evriminde son durak gören kuramcılarda da aynı ilerlemeci/evrimci yaklaşım söz konusudur ki, zaten kendilerine zamanında sanayi toplumunu değerlendirmek için getirilen kavramları kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını değerlendirmek için kullandıkları eleştirisi getirilir (Webster, 2006: 44-45). Enformasyon toplumu kuramcılarının bakış açısından tüm dünya belli bir çizgi üzerinde enformasyon toplumuna doğru ilerlemektedir, tıpkı bir zamanlar tüm dünyanın sanayileşme yolunda ilerlediğinin düşünülmesi ve bu yolda GOÜ’lerin hızının artırılması için (modernleşme kuramları gibi) reçeteler hazırlanmasında olduğu gibi. Marksist düşünceyi tarihi çizgisel ele alıp, toplumların özgünlüklerini dikkate almamakla eleştirmelerine rağmen (Bell, 1999: 214, 215, 221) kendi düşünce tarzları, sermaye, sınıf ve siyaseti bir potada eritip, üstünü örtmekte, tüm çelişkilerden uzakta, karşı konulamaz bir gidişat söz konusu olmaktadır. Bu yüzden enformasyon toplumu kuramcılarının ten sonra yeni toplumda kıt kaynakların farklı türden olacağını, mal kıtlığı değil, enformasyon ve zaman kıtlığının söz konusu olacağını ifade eder (Bell, 1999: 220). 36 Saint-Simon “Kör bir geleneğin şimdiye kadar geçmişe yerleştirdiği Altın Çağ önünüzde” der. Ayrıca “En yoksul sınıfın varoluşunu mümkün olan en hızlı şekilde iyileştirmek için olabilecek en uygun durum, yerine getirilecek pek çok sayıda işin olduğu ve bu işlerin insan zekasının en fazla gelişmesini gerektirdiği durumdur. Bu durumu yaratabilirsiniz” diye yazar (Saint-Simon’dan aktaran Musso, 1998: 156, 159). 37 Saint-Simon’un ölümüyle takipçilerinin başına geçen Barthélémy-Prosper Enfantin “Yerküreyi demiryolu, altın, para, elektrik ağlarımızla sardık! Kısmen yaratıcısı ve hâkimi olduğunuz bu yeni yollarla Tanrı’nın yolunu, insan türünün eğitimini yayın, genişletin” der (Musso, 1998: 210). Enformasyon Toplumu Söyleminin Bağlamı 85 siyasal bölünmenin yeni eksenini gidişatı engellemek isteyenlerle önünü açmak isteyenler arasında görmesi şaşırtıcı değildir. Burada enformasyon toplumu kuramcıları içinde Masuda’nın ayrıcalıklı yerini vurgulamak gerekir. Masuda (2009: 133-134) “Computopia”nın doğuşu kadar “Otomasyon Devleti”nin de seçenek olarak belirdiğini söyler, ilkinin tercih edilmesi halinde ortaya sınırsız olanaklar çıkacak olmasına rağmen ikincinin seçilmesi halinde hayatın korkunç ve yasaklarla dolu olacağını belirtir ve güncel gelişmelerin ikinci seçeneğe daha fazla işaret ettiği tehlikesinin altını çizer. Dönüşümün sebebi görülen teknoloji, boşlukta gelişmiş ve sonradan topluma dâhil olarak tüm düzeni değiştirmiş bağımsız bir güç olarak değerlendirilir. McLuhan ve Toffler’da bariz biçimde teknolojinin değişimin motoru olduğu belirtilse de,38 Bell temkinli bir tavırla değişimin rasyonelleşmeden kaynaklandığını belirtir ancak bunu sağlayan da teknolojik verimlilik olduğu için aynı teknolojik belirleyici tavır onda da görülür.39 Bell’e rasyonelleşmenin yeni bir şey olmadığı ve Weber’in aynı kavramı sanayi toplumunu açıklamak için kullandığı hatırlatılır (Webster, 2006: 45). Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını daha iyi bir toplumun doğuşu olarak gören ve meşrulaştıran enformasyon toplumu kuramları 38 Toffler (1981b: 29) “Önemli ekonomik gerçeklerin arkasında değişimin o büyük, homurdanan makinesi, teknoloji yatıyor. Bu sözlerle, toplumdaki değişimin tek kaynağı teknolojidir demek istemiyoruz. Sosyal karışıklıklar, atmosfer bileşiminin ya da iklimin değişimi gibi birçok nedenle ateşlenebilir. Yine de hız dürtüsünün ardındaki en büyük güç, kuşkusuz teknolojidir” demektedir. McLuhan ise “Teknoloji, insan duyularından herhangi bir tanesini öne çıkmaya zorlar; aynı anda öteki duyular ise ya zayıflatılır ya da geçici olarak tümüyle ortadan kaldırılır. Bu süreç, insanoğlunun kendi uzantılarına, ilahi niteliğin bir biçimi olarak tapınma eğilimini bir kez daha hayata geçirir. Yeterince ileri gidildiğinde de böylelikle insanoğlu ‘kendi makinesinin bir yaratığı’ haline gelir” der. (McLuhan ve Powers, 2001: 25) 39 Bell (1999: 213, 216), Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi kitabının 1976 tarihli baskısında da ikircikli bir tavır sergiler. Sanayi öncesi toplumdan sanayi toplumuna ve daha sonra da sanayi sonrası topluma geçişi teknolojinin karakterindeki önemli değişikliklere bağlar. Sanayi sonrası toplumunun ana ekseni olarak fikri teknolojiyi [intellectual technology] gösterir. Ama ardından yine teknolojinin tüm toplumsal değişimlerin birincil belirleyicisi olmadığını vurgular. 86 Enformasyon Toplumu ve İnsan aynı zamanda teknolojik belirleyicilik merceğinden bakarak, toplumsal sorunların çözümünü teknolojinin gelişmesinde arayarak, sorunların toplumsal kökenlerinin üstünü örttükleri için de kapitalizmin ekmeğine yağ sürerler. Kitleler çözümü teknolojinin gelişmesinde görünce kapitalizm açısından stratejik teknolojilerin geliştirilmesinde kamu parasının harcanmasının önü açılır. ÇUŞ’ların faaliyetlerinde EİT’ler yaşamsal önemdeyken, bunların geliştirilmesi ve operasyonel hâle getirilmesinde devlet önemli rol oynar.40 40 Bunu internetin ABD Savunma Bakanlığı bünyesinde 1960’larda geliştirilmesinde, ABD’deki telekomünikasyon tekeli ATT’nin araştırma fonlarının hükümetçe sağlanmasında, Japonya’da Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın 1980’lerde yürürlüğe koyduğu stratejik planlamada, Hindistan ve Çin’in teknolojik temellerinin askerisanayi kompleks üzerinde yükselmesinde, Britanya ve Fransa’da EİT’lerin 1980’lere kadar devletle bağlantılı telekomünikasyon ve savunma alanlarına odaklanmasında, AB’nin son 25 yıl içinde uluslararası rekabette yerini korumak için bir dizi program uygulamasında görebiliriz (Castells, 2001: 45-46, 67-68). Kumar (2004: 41-42) da gelişmiş ülkelerdeki hükümetlerin EİT’ler alanındaki en büyük ar-ge finansörü ve müşteri olduğunu, savunma harcamalarında EİT’lere yatırılan paranın önem arz ettiğini belirtmekle kalmaz, aynı zamanda enformasyon toplumu fikrinin – okullarda ve üniversitelerde bir “bilgisayar kültürü” oluşturulması yönündeki gayretkeş girişimler dâhil olmak üzere – tutunmasında ve yayılmasında öncü rol oynadıklarını söyler. EİT’lerin geliştirilmesi yanında kullanımının yaygınlaştırılması yönünde de yoğun siyasi çaba harcanması kritik kitle oluşturulması sorunuyla bağlantılıdır. 3. BÖLÜM Avrupa Birliği Enformasyon Toplumu Politikaları Enformasyon toplumunun, toplumsal gerçekliği kavrama noktasında sorunlu bir kavram olduğunu, kapitalizmin 1970’lerdeki kriziyle serpilen ve toplumsal gelişmelerin belli yönde anlamlandırılmasını öngören ideoloji yüklü bir söylem oluşturduğunu görmek ikinci bölümdeki tartışmadan sonra zor değildir. Söylemlerin çıkış koşullarına ilişkin ilk bölümde aktardıklarımızı doğrularcasına bazı sosyal bilimciler (söylem teknolojistleri) bu dönemde toplumsal faaliyetlere gerekçe oluşturan söylemlerin değiştirilmesi için gerekli “bilginin” üretimine girişmişler ve enformasyon toplumu kuramlarını getirmişlerdir. Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının konsolidasyonuna koşut olarak enformasyon toplumu söyleminin seyrindeki diğer kırılma, 1990’larda çeşitli ülkeler ve uluslararası kuruluşların enformasyon toplumunu kurma hedefiyle raporlar ve politika belgeleri hazırladıktan sonra bunları uygulamaya koymalarıdır. Öyle ki, akademi, medya ve sanayideki “itibarlı” pek çok kişi yeni bir devrimden konuşurken, siyasetçilerin buna kayıtsız kalması imkânsızlaşmış ve neredeyse her ülkede enformasyon toplumunu politikaları geliştirilmiştir (Goodwin ve Spittle, 2002: 226; Henten, vd, 1996: 177). Her ne kadar, 1970’lerin sonu ve 1980’lerde enformasyon toplumuna ilişkin farklı ülkelerde farklı politikalar uygulansa da,41 1990’lar enformasyon top41 Geray’ın (2003: 123-124) enformasyon toplumu yazınını 1970’lerdeki kuram metinleri ve 1990’lardaki politika belgeleri şeklinde ikiye ayırdığını belirtmiştik. Ducatel ve arkadaşlarıysa enformasyon toplumu politikalarını iki döneme ayırırlar (aktaran Başaran, 2004: 9-11). İlk dönemde enformasyon toplumu kuramlarının çıkışının hemen ardından hazırlanan politika belgeleri, resmi rapor ve strateji belgeleri, eylem planları ve girişimler yer alır. 1972’de Japonya Bilgisayar Kullanımı Geliştirme Enstitüsü isimli kuruluşun Japon hükümetine sunduğu Enformasyon Toplumu Planı – 2000 Yılına Doğru Ulusal Bir Amaç raporunu ve 1978’de Fransa Cumhurbaşkanı’nın tale- 88 Enformasyon Toplumu ve İnsan lumu söyleminin siyaseti etkilemede tepe noktasına ulaştığı dönem olarak öne çıkar. Geray ve Başaran-Özdemir (2011: 615) de 1990’ların başından beri küresel siyaset sahnesinde enformasyon toplumu söylemiyle yakından ilişkili “bilgi tabanlı ekonomi” söyleminin başrolü işgal ettiğini belirterek bunu onaylarlar.42 Büyük anlatılarının biyle hazırlanan Toplumun Enformatizasyonu raporunu (diğer adıyla Nora-Minc raporunu) (Masuda, 1983: 3; Nora ve Minc, 1978) bu kapsamda değerlendirebiliriz. 1980’lerde Fransa’da Minitel’i yaygınlaştırmaya girişilmesi, Almanya’da genişbant erişim sağlama planları yapılması, Danimarka’da televizyon ve telekomünikasyonu bütünleştirilmiş ağda sunmak için eylem planı hazırlanması, Japonya’daki Fifth Generation Computing Initiative, Wired Cities ve HDTV programlarının geliştirilmesi, Britanya’da 1982’nin “enformasyon teknolojileri yılı” ilan edilmesi, Britanya ve ABD’de telekomünikasyon alanında serbestleştirme ve özelleştirmeler gerçekleştirilmesi enformasyon toplumu politikalarının ilk dönemine ait önemli gelişmelerdir. İlk dönemde AB içinde öne çıkansa 1979’da Komisyon tarafından Yeni Enformasyon Teknolojisinin Meydan Okuması Karşısında Avrupa Toplumu: Komisyon’un Yanıtı [European Society Faced with the Challenge of New Information Technology: A Commission Response] isimli belgenin yayınlanması ve 1983’te kurulan Enformasyon Teknolojisi ve Telekomünikasyon Görev Gücü’dür (Garnham, 1997: 325). Bu oluşum 1986’da 13’üncü Genel Müdürlüğe [Directorate General] dönüşür. AB’de telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesine yönelik girişimler 1980’lerin ortasında harekete geçirilirken, aynı dönemde söylemsel düzeyde “Avrupa’nın sinir ağları” metaforunu sıkça dile getirilir (Kaitatzi-Whitlock, 2000: 51; Preston, 2003: 39). 1980’lerdeki ar-ge programlarında da “ağ toplumundan” [wired society] ve “geniş bant bağlantılardan” bahsedilir (Servaes, 2003: 11). 1980’lerde AB’nin vurgusu daha ziyade enformasyon teknolojilerine yönelikken yeni toplum tasavvurunda iletişimin önemi artınca izleyen yıllarda enformasyon ve iletişim teknolojilerinden (EİT) bahsedilmeye başlanır (Preston, 2003: 35). 42 Enformasyon toplumu söyleminin “bilgi tabanlı ekonomi söyleminin” şemsiyesi altındaki pek çok söylemden birini olduğunu belirten Geray ve Başaran-Özdemir, AB, Dünya Bankası, IMF gibi kapitalizmin önde gelen aktörlerinin kendi enformasyon toplumu söylemlerini nasıl uluslararası dolaşıma soktuklarını ve kabul ettirdiklerini sorgularlar. Bu kapsamda bilgi tabanlı ekonomi söyleminin söylemsel ve maddi düzeylerde bağımlılık ilişkilerini nasıl yeniden ürettiğini ortaya koydukları gibi Türkiye örneğinde karşı-hegemonik söylem çabalarının nasıl marjinalleştirildiğini gösterirler. Bunun için Jessop’un kültürel ekonomi-politik yaklaşımını ve eleştirel söylem çözümlemesini en uygun yöntemler olarak zikrederler (2011:602, 603). Jessop (2004:159, 161), eleştirel ekonomi-politik ile eleştirel semiotik çözümlemenin kavram ve araçlarını harmanlamak gerektiğini ve kültürel ekonomi-politiğin bunu gerçekleştirmeyi amaçladığını vurgular. Onu buna iten sebep, ortodoks ekonomi politiğin özneler ve öznelliğin oluşumunu ele almakta yetersiz olmasıdır (Jessop, AB Enformasyon Toplumu Politikaları 89 “buharlaştığı” bu dönemde enformasyon toplumu en yeni ve en etkin büyük anlatı olarak belirir (Servaes, 2003: 18, 27). 1990’larda AB de açık biçimde enformasyon toplumuna geçişi siyasi öncelikleri arasına yerleştirir ve kaynaklarının önemli kesimini bu amaca seferber eder. Öyle ki, enformasyon toplumunun, AB için iktisadi ve siyasi bütünleşme perspektifinin göbeğine oturduğu, Ortak Pazar’dan sonraki en önemli ortak hedefe dönüştüğü öne sürülür (Michalis, 2007: 153). Bu bölümde 1990’larda Avrupa Birliği’nin (AB) izlediği enformasyon toplumu politikalarını tartışacağız. AB’nin neden enformasyon toplumunu arzuladığını, buna ulaşmak için hangi adımları kararlaştırdığını irdeleyeceğiz. AB’nin politikalarını hangi söylemsel temeller üzerinde inşa ettiğini çözümleyeceğiz.43 2004: 160). Kültürel ekonomi-politik, anlam ve eylem arasındaki karmaşık ilişkiyi vurgularken, hem semiosisin inşacı rolünün hem de toplumsal ilişkilerin semiosis dışı özelliklerinin altını çizer (Jessop, 2004: 160-161). Yani söylemsel pratiklerin toplumsal eylemleri şekillendirmedeki önemine baktığı gibi söylemlerin söylemsel olmayan toplumsal unsurlarca belirlenmesine değinir. Bu yüzden semiotik-ötesi bağlam olmadan çözümlenin semiotik indirgemecilik olduğunu belirttiği gibi semiotik olmadan da maddi dönüşümleri açıklamanın eksik kaldığını söyler (2004: 171). Söylemsel unsurların insanların anlam çerçevesini etkileyerek maddi gerçekliği biçimlendirmesine, bunların toplumsal belirlenimine, ideolojik özelliklerine, bu nedenle de çözümlemenin bağlamsallığı ve tarihselliğine vurgusuyla Jessop’un kültürel ekonomi-politiği Fairclough’un eleştirel söylem çözümlemesiyle örtüşür. Bu perspektiften bakan Jessop (2004: 166, 172) kökenleri 1960’lardaki sanayi sonrası toplum tartışmalarına kadar giden bilgi tabanlı ekonominin semiotik düzen olduğunu, yani belli bir anda toplumsal formasyondaki anlamsal moment, söylemlerin belli bir konfigürasyonu olarak Fairclough’un kavramsallaştırmasındaki söylem düzenine denk düştüğünü belirtir. Çeşitli düzeylerdeki söylemler ve toplumsal aktörlerin eylemleri artık bilgi tabanlı ekonominin öncüllerine uyacak biçimde şekillenmekte ve icra edilmektedir. Jessop (2004: 166) Fordizm’in krizi karşısında yeni bir ekonomik hegemonya kurma çabalarına ve bu kapsamda ABD’nin rakiplerine karşı güçlü olduğu bilgi tabanlı ekonomik faaliyetleri vurgulamasına dikkat çeker. 43 Bangemann Raporu hariç incelenen tüm belgeler AB’nin resmi belgelerinin yayınlandığı EUR-LEX (http://eur-lex.europa.eu/en/index.htm) portalından indirilmiştir. Belgelerde sayfa numaraları farklı biçimlerdedir. Bu çalışmada sayfa numaraları indirilen belgeler üzerinde yer aldığı gibi aktarılmıştır. 90 Enformasyon Toplumu ve İnsan 3.1. Enformasyon Toplumundan Beklenenler AB’nin 1990’larda enformasyon toplumuna sarılmasında iki neden öne çıkar; başta işsizlik ve büyüyememe olmak üzere ekonomik sorunlar ve ticari rakipleri ABD ile Japonya’nın gerisinde kalma korkusu (Garnham, 1997: 324; Servaes, 2003: 11; Preston, 2003: 39; Başaran, 2004: 27; Törenli, 2004: 198). Öyle ki, hem AB’nin kendisi (EC, 1994: 2; EC, 1995: i) hem de sosyal bilimciler tarafından (Servaes, 2003: 12; Başaran, 2004: 11; Törenli, 2004: 173) 1990’larda AB’de enformasyon toplumuna dair momentumun başlatıcısı görülen 1993 tarihli Beyaz Kitap’ın başında hazırlanma gerekçesi “Sebep, sadece ve sadece işsizliktir. İşsizliğin boyutlarının ve sonuçlarının farkındayız” diye belirtilir. (EC, 1993: 1d). İzleyen yıllardaki politika belgelerinde de “yüksek ve kalıcı işsizliğe” vurgu sürdürülür (EC, 1995: 1; EC, 1996a: 12). 1990’ların başında Avrupa’da yarısı bir yılda uzun süredir işten yoksun yaklaşık 17-18 milyon işsiz varken, bu durum teknoloji dışındaki nedenlere, en başta da demografiye bağlanır (EC, 1993: 2-4, 40; EC, 1996a: 2, 12-15).44 İşsizliğin diğer kaynağı AB’deki büyüme sorunudur. 1990’ların başına kadarki 20 yılda Avrupa ekonomilerinin büyümesi yüzde 4’lerden 2,5’lara gerilemiş, yatırım oranı yüzde 5 azalmıştır (EC, 1993: 2-4, 40; EC, 1996a: 2, 12-15). Durum böyleyken AB rakiplerinin katettiği ilerlemeden çekinmektedir. Sanayi üretiminde rekabet edemeyen ABD güçlü olduğu hizmetler sektörünü öne çıkartan yeni bir uluslararası ticaret rejiminin kurulmasında atılım kaydettiği gibi ileri teknolojideki üstünlüğünü sürdürmeye odaklanmıştır. 1993’te dönemin ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’un açıkladığı Ulusal Enformasyon Altyapısı: Eylem Gündemi [National Information Infrastructure: Agenda for Action] (NII) isimli raporda da enformasyon toplumu politikalarına önceki yıllara göre çok daha geniş devlet 44 Buna göre 35 yıl boyunca istihdam artışı pek değişmeden ABD’de yüzde 2, Japonya’da yüzde 1, Avrupa’daysa yüzde 0,3 olmuştur. Ancak Avrupa’da işgücünün büyümesi yıllık yüzde 0,6 seyredince işsizlik meydana gelmiştir. Bunun yanında AB’nin EİT’leri daha yoğun kullanan rakipleri ABD, Kanada ve Japonya’da istihdam oranlarının daha yüksek olduğu, AB içinde de aynı şekilde EİT’leri yoğun kullananların daha iyi istihdama sahip olduğu aktarılır. AB Enformasyon Toplumu Politikaları 91 desteğini vaat edilir (Başaran, 2004: 10). Sınırlı enerji kaynaklarını sahip Japonya da enformasyon hizmetlerine yoğunlaşarak sıkıntılarını aşmaktan yanadır. Japonlar mikroçipler, bilgisayarlar, robotlar geliştirerek stratejilerini tamamlarlar, böylece tüketici elektroniği pazarlarında da öne çıkarlar (Garnham, 1997: 324). AB’ye göre gelecek enformasyon hizmetleri ve EİT’lerde güçlü olmaya bağlı olduğundan geri kalınmamalıdır. Ekonomik başarının yolunun artık enformasyon işlemekten ve iletmekten geçtiği (EC, 1993: 3, 61, 104, 107), “bilginin yaratılması, yayılması ve işlenmesi üzerinde yükselen ekonominin 21’inci yüzyılın baskın özelliği olacağı” (EC, 1993: 60) ve “enformasyonun giderek daha fazla dünya ekonomisinin bağımlı olduğu ana kaynak olarak tanımlandığı” belirtilir (EC, 1997a: 12). “Tüm teknolojik dönüşümlerde olduğu gibi” EİT’lerin yayılması ekonomik büyümeyi teşvik etmekte, rekabet gücünü artırmakta, yeni fırsatlar yaratmakta ve istihdam potansiyeli sunmaktadır (EC, 1993: 104, 105; EC, 1994: 1; EC, 1996a: 12-13; EC, 1997b: iv).45 Ancak gelişmelere rağmen Avrupa hâlâ geridedir. Geleneksel sanayi kollarında konumunu iyileştiren AB, yüksek katma değerli alan45 AB belgeleri bunu kanıtlamaya dair verilerle doludur. Telekomünikasyon sanayinin hizmetler ayağının yıllık pazar hacminin tüm dünyada 285 milyar ECU, AB’deyse 84 milyar ECU olduğu; donanım ayağının büyüklüğünün tüm dünyada 82 milyar ECU’yü, AB’de de 26 milyar ECU’yü bulduğu; 2000 yılına kadarki tahmini yıllık büyüme oranının hizmetler ayağı için yüzde 8, donanım ayağı için yüzde 4 olduğu; 20’inci yüzyılın sonunda telekomünikasyonun tek başına küresel GSMH’nın yüzde 6’sını oluşturacağı belirtilir (EC, 1993: 87). “EİT sanayilerinin yıllık yüzde 7-8’lik artışla dünyadaki en hızlı büyüyen sanayi dalı olduğu, tüm dünyadaki GSMH’ya katkısının 2000 yılına kadar iki katına çıkarak yüzde 10’a ulaşacağı” öne sürülür (EC, 1996b: 2). Telekomünikasyon ağları ve EİT kullanımının gelişmesine paralel olarak görsel-işitsel içerik sanayi ürünlerine yönelik talep iki katına çıkacak, donanım ve yazılım harcamaları 23 milyon ECU’den 45 milyon ECU’ye çıkacaktır (EC, 1993: 120). Büyük bir kâr kaynağı olarak nitelenen (EC, 1996b: 10) görsel-işitsel sanayinin 1983-1992 yıllarında yüzde 37 artışla çarpıcı istihdam sağladığı, Avrupa multimedya içerik endüstrisinin 10 yıl içinde 1 milyon yeni iş yaratacağı aktarılır (EC, 1996d: 2, 10). 1980’den beri yazılım ve bilgisayar hizmetlerinde istihdam edilenlerin sayısının üç kat artışla 750 bine ulaştığı ve bunun süreceği belirtilir (EC, 1996a: 14). 92 Enformasyon Toplumu ve İnsan larda performansını yitirmiş, kendi EİT pazarlarında bile güçsüz düşmüştür (EC, 1993: 63, 113; Garnham, 1997: 326; Servaes, 2003: 11). Kendi HDTV projesinde de başarısız olmuştur (Kaitatzi-Whitlock, 2000: 51). Başta ABD olmak üzere rakipleri ekonomik büyüme için gerekli enformasyon altyapıları ve hizmetlerini daha da güçlendirirken (EC, 1993: 29, 108; ÜDUG, 1994: 10, 24), Avrupa’da çalışmalar yavaş ilerlemektedir (EC, 1993: 8, 82; EC, 1997a: 9-10; Servaes, 2003: 14-15). Oysa enformasyon toplumuna geçince yeni pazarlar açılacak, yeni ürün ve hizmetler piyasaya sürülecek, bu durum ekonomik büyüme yaratacak ve işsizlik çözülecektir.46 Enformasyon ağları ve hizmetleri kendi başlarına ekonomiye yaptıkları katkının yanında diğer ekonomik faaliyetlerin de gelişimini sağlayacaktır (EC, 1993: 25, 82, 87).47 Böylece kronik ekonomik sorunlar çözülecek, Avrupalıların hayat standardı yükselecektir (EC, 1996a: 1, 23; EC, 1996b: 8, 11; ÜDUG, 1994: 6). Bunun tersiyse “ekonomik yıkımdır”. Enformasyon toplumuna ilk giren ülkeler asıl ödülleri kaparken, geçişi savsaklayanlar 10 yıldan az bir sürede yatırımlarında ve istihdamlarında düşüşle karşılaşacaklardır (ÜDUG, 1994: 6, 8). ABD ve Japonya bu nedenle arayı açmak için geçiş sürecini olabildiğince hızlandırmaktadır (EC, 1993: 107). Bu tabloya bakarak enformasyon toplumunun AB açısından hem bir araç (güncel sorunların aşılması anlamında) hem de bir amaç (gelecekte güçlü olmak manasında) olduğu söylenebilir. Enformasyon toplumu sırf ekonomik değil, toplumsal sorunların da ilacı görülür. Sonra detaylandıracağımız için şimdilik kabaca belir46 AB, özellikle yayıncılık, yazılım, elektronik basım ve telefon şirketlerinin önünde güçlü fırsatlar olduğunu düşünmektedir ve bu sektörlerde başarılı olmayı kararlaştırmıştır (EC, 1996b: 2). Cep telefonları için AB tarafından geliştirilen GSM standardının tüm dünyada kabul görmesi başarı hikayesi olarak sunulur ama ardından internetin ABD’nin başarısı olduğu vurgulanır (EC, 1996d: 3). 47 Enformasyonun kolayca ulaşılabilir olması “tüm sektörlerdeki ekonomik faaliyetler için belirleme, değerlendirme ve rekabet etmeyi kolaylaştıracaktır” (EC, 1993: 105). Bunun yanında enformasyon altyapısını kullanarak ulaşım örneğinde olduğu gibi diğer altyapıların performansını artırmak mümkün olabilmektedir (EC, 1993: 107; ÜDUG, 1994: 29, 30, 34). AB Enformasyon Toplumu Politikaları 93 tirsek enformasyon toplumunda etkileşimli sayısal ağların vatandaşların iradesini her daim duyurmasına olanak tanıdığı; devleti etkin ve şeffaf kıldığı ve kamu hizmetlerini iyileştirdiği; kültürel çeşitliliği güçlendirdiği; uzaktan yaşayanlar, engelliler, kadınlar gibi dezavantajlı kesimlerin toplumsal faaliyetlere katılımını artırdığı, böylece daha eşit, uyumlu ve demokratik bir toplumun kapısını araladığı vurgulanır. 3.2. Enformasyon Toplumu Yolundaki Adımlar Enformasyon toplumuna yönelişin kökeninde teknolojinin yattığı düşünülür. EİT’lerin gelişimi tüm dünyada toplumsal faaliyetlerin Sanayi Devrimi ile kıyaslanan çapta derin dönüşümüne yol açmaktadır; “enformasyon devriminden” ya da “sayısal devrimden” bahsedilmektedir (EC, 1993: 20, 52, 104; EC, 1994: 1; EC, 1995: 6; EC, 1996a: 1; EC, 1996d: 3; ÜDUG, 1994: 5). Uyum gösterilmesi gereken kaçınılmaz, hızlı ve radikal bir dönüşüm süreci vardır (EC, 1993: 21; EC, 1994: 1; ÜDUG, 1994: 8). Sanayi Devrimi’ni kaçırdığı için geri kalan ülkelerin durumuna düşmemek için AB gereken düzenlemeleri hızla yapmalıdır çünkü teknolojinin getirileri otomatik olarak gerçekleşmeyecektir. (EC, 1993: 22, 110, 125; EC, 1994: 13; EC, 1996a: 1, 9; EC, 1996b: 8; EC, 1996d: 2, 4; EC, 1997a: 3; EC, 1997b: 1; ÜDUG, 1994: 5, 16). Enformasyon toplumunun piyasa üstünde yükselen bir toplumsal formasyon olduğunu söyleyebiliriz çünkü teknolojinin getirilerinin gerçeğe dönüşmesi için talep edilen düzenlemeler piyasa güçlerinin serbest bırakılmasını içermektedir. AB daha yolun başında enformasyon toplumunu kurma görevini özel sektöre verir, kamunun rolünü şirketlerin önünü açan düzenlemeleri yapmakla sınırlandırır (EC, 1993: 109; EC, 1994: 1, 2, 8; EC, 1997a: 9; ÜDUG, 1994: 35, 40). Piyasanın kaynakları en iyi dağıtan mekanizma olduğu inancı farklı belgelerde yinelenir, girişimciliğin güçlendirilmesi, kamunun ekonomiden elini çekmesi istenir, özelleştirme ve serbestleştirmelerde başı çeken ülkelerin hızla büyüyen pazarlara ve düşen tüketici fiyatlarına sahip olduğu vurgulanır (EC, 1993: 8, 22, 105, 124; ÜDUG, 1994: 4, 16). Ayrıca eskileri güncel koşullarda hükümsüz kaldıklarından artık 94 Enformasyon Toplumu ve İnsan yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır (ÜDUG, 1994: 12). Yeni koşullara uygun yeni düzenlemelerin ilk önce rekabeti sağlaması ve şirketlerin önlerini görebileceği şekilde “açık ve şeffaf” olması gerekmektedir (EC, 1993: 23, 49, 71, 104, 105; EC, 1996b: 2, 4, 5). Özel sektör ancak bunun ardından harekete geçecek ve yatırımlar artacaktır (EC, 1996d: 3; ÜDUG, 1994: 12). Özellikle vurgulanan nokta tekellerin kaldırılması, “kazananın ve kaybedenin piyasa tarafından belirlenmesidir” (EC, 1993: 73; ÜDUG, 1994: 8-9). Enformasyon toplumunda hem kârlı bir alan hem de diğer ekonomik faaliyetlerin üstünde yükseldiği altyapı olarak öne çıkan telekomünikasyon sektörü yeniden düzenlenecek sektörlerin başındadır. Telekomünikasyondaki serbestleştirmenin “enformasyon toplumuna yönelişin göbeğinde yer aldığı” belirtilir (EC, 1996a: 22) ve “Telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesi tek başına enformasyon toplumundaki piyasa güçlerini serbest bırakabilir” denir (EC, 1993: 109). AB zaten bu anlayışla katma değerli hizmetleri serbestleştirmiş ve 1998’e kadar sesli telefon hizmetinin serbestleştirilmesine karar vermiştir (EC, 1993: 108; EC, 1994: 4-5). Sık sık serbestleştirme sürecinin hızlandırılması istenir ve bu konuda derogasyon talep eden üyelere kararlarını gözden geçirmeleri önerilir (EC, 1994: 3; EC, 1996a: 2; EC, 1996b: 3; EC, 1996d: 2; EC, 1997a: 9; EC, 1997b: 3, 12-13; ÜDUG, 1994: 12). Tekellerin hâkimiyetinin telekomünikasyon tarifelerinin yüksek seyretmesine yol açtığı, serbestleştirmeyle başlayacak rekabetin fiyatlarda düşüş ve hizmet kalitesinde artış getireceği, bunun kullanımı artıracağı, yeni hizmet ve uygulamaların ortaya çıkacağı düşünülür (EC, 1996b: 3, 8; EC, 1996d: 2; ÜDUG, 1994: 15). EİT’lerin fiyatının düşmesi ve yaygınlaşması, telekomünikasyondaki dönüşümle birleşince enformasyon toplumu kök salacaktır. Avrupa Komisyonu, yaptığı bir araştırmada çeşitli senaryoları incelemiş ve hepsinde serbestleşmeyle birlikte telekomünikasyon hizmetlerinin artan bir hızda yayılacağını ve fiyatların düşeceğini saptamıştır ki, bu durum bir bütün olarak ekonomiye olumlu yansıyacaktır (EC, 1997a: 18). AB Enformasyon Toplumu Politikaları 95 Belgelerde telekomünikasyonun serbestleştirilmesi yüceltilirken karşıt görüşler geçiştirilir. Oysa telekomünikasyonda rekabetin hep olumlu sonuçlanmayabileceğine dair aksi yönde iddialar ve veriler mevcuttur (Geray, 2003: 193-198). Bu noktada AB, devletin ekonomiden elini çekmesini ve piyasanın serbest bırakılmasını her daim ısrarla vurgulasa da, telekomünikasyona dair bazı noktalarda piyasanın iyi işlemeyebileceğini kabul eder ve devletin devreye girmesini ister. Öncelikle “yükselen rekabetin yeni ağlar ve hizmetlere yatırım çekecek kritik kitleyi üretmeye yetmeyeceğini” belirtir (ÜDUG, 1994: 24; Geray, 2003: 127, 130). Diğer yandan birbirlerini piyasadan silmek için rekabet eden firmaların uyuşmayan teknik standartlar geliştirmelerinin önüne geçmek için resmi otorite harekete geçmelidir (EC, 1994: 4; ÜDUG, 1994: 15). Fazla dile getirilmeden piyasanın eşitsizliğini engelleyecek kamu politikalarının gerekliliğinden bahsedilir (EC, 1993: 11; EC, 1996a: 21), telekomünikasyondaki serbestleşmenin şehir merkezlerindeki şirketlere yarayıp, kırsaldaki insanların aleyhine işlediği bilgisi verilir (EC, 1997a: 6, 9, 19).48 Diğer yandan devletin rolü söz konusu olduğunda AB ile ABD’nin benzerliğinden bahsedilebilir; NII belgesinde enformasyon altyapısı kurmanın ve işletmenin özel sektörün sorumluluğu olmasına karşın teknolojik yenilikleri ve açık ağları desteklemenin, ağın düzenini ve mahremiyetini garanti altına almanın, fikri mülkiyeti ve evrensel hizmeti korumanın, yasal düzenlemeler yapmanın, şirketlerin işini kolaylaştırmanın devletin işi olduğu belirtilir (Başaran, 2004: 11). 48 Buna göre telekomünikasyondaki serbestleştirmeler sonucunda beklenenin aksine yatırımlar herkesin hizmete ulaşmasına imkân sağlayacak yerde çekirdek bölgelerde yoğunlaşmış, kârlı olmayan kırsal bölgelerin yeni hizmetlerden mahrum kalması riski oluşmuş, OECD verilerine göre 1990-1994 döneminde ticari kullanıcılar için aylık abonelik ücreti yüzde 5,5 düşerken, haneler için yüzde 15,5 yükselmiş, yerel arama ücretleri yüzde 37,3 artarken, şirketlerin daha fazla başvurduğu uzun mesafe ve uluslararası arama maliyetleri sırasıyla yüzde 24 ve yüzde 25,5 azalmıştır. Aslında bu, tüm dünyada telekomünikasyondaki özelleştirmelerin/serbestleştirmelerin ardından beliren tablodur; Türkiye dâhil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde özelleştirme ve serbestleştirmelerle birlikte yerel arama ücretleri yükselirken, şirketlerin kullandığı uluslararası arama fiyatları düşmüştür (Başaran, 2004: 21; Törenli, 2005: 27-29). 96 Enformasyon Toplumu ve İnsan Burada piyasa ve serbestleştirme göklere çıkarılsa da esasında ekonomiye ve topluma dair ciddi bir devlet planlamasının gerçekleştirildiği görülmelidir (Servaes, 2003: 18, 27; Geray, 2003: 129-130). Bunun yanında ABD’nin kendi enformasyon toplumu anlayışını benimsetmek için AB’ye baskı yaptığı ve telekomünikasyonda hızlı serbestleşme talep ettiği vurgulanır (Henten, vd, 1996: 189). İzlediği tavra bakınca AB’nin her ne kadar rakip olarak ABD’den korksa da söylemini çekinmeden benimsediğini söylemek mümkündür. AB politikalarındaki geçiştirilen başka çelişkiler de vardır. Enformasyon toplumuna geçiş sürecinde Avrupalı şirketlerin köprü başlarını tutana kadar serbestçe hareket edebilmesini isteyen AB, “Yeni uygulamalar ve hizmetler hızla gelişiyor ve hangisinin sonunda pazar bulacağını kestirmek imkânsız. Nerede ve ne şekilde bir müdahale gerektiği anlaşılana kadar hızlı düzenlemeler yapmaktan kaçınmak lâzım” der (EC, 1996b: 4). Ayrıca “herhangi bir düzenlemeler dizisini dondurmayı” uygun bulmaz (ÜDUG, 1994: 20). Kamu tekellerine son vermek isteyen AB böylece şirketlerin düzenlemelere takılmadan diledikleri gibi birleşmelerinin ve tekelleşmesinin önünü açar. AB açısından bu teknolojik dönüşümün getirdiği bir zorunluluktur, yeni ekonominin şartıdır (EC, 1993: 10, 52; EC, 1996b: 11); eskiden farklı faaliyet alanları görülen ve farklı düzenlenen telekomünikasyon, bilgisayar ve görsel-işitsel sektörler sayısal teknolojiyle giderek ortak bir faaliyet alanına dönüşmektedir. Böyleyken, görsel-işitsel sektörde çoğulculuğu, ifade özgürlüğünü ve kültürel çeşitliliği korumayı amaçlayan mülkiyet kuralları bir kenara bırakılıp, şirket ittifaklarına izin verilmelidir (EC, 1996b: 10; ÜDUG, 1994: 19). Gelecekte stratejik olacak görsel-işitsel sanayinin (EC, 1996b: 10), teknolojinin gelişmesiyle modası geçecek düzenlemeler altında “ezilmesi” engellenmelidir (ÜDUG, 1994: 11). Medya mülkiyetine ilişkin kurallar “tutarsızlık” görülür, Avrupalı şirketlerin fırsatlardan yararlanmasını engellediği ve rakipleri karşısında zor duruma düşürdüğü vurgulanır (ÜDUG, 1994: 19). Avrupalı şirketlerin genişlemesine “zorunluluktan” izin verilse bile AB rekabeti koruma noktasında sermayeye engin alanlar açan ABD’ye kıyasla yine de daha titizdir (Başaran, 2004: 28). Garnham AB Enformasyon Toplumu Politikaları 97 (1997) bu noktada AB’de sanayi politikasıyla rekabet politikasının çatışmasından bahseder. Pek çok başarısızlığa neden olmalarını dikkate almadan Japonya’nın sanayi politikasını, ABD’nin de düzenleme çerçevesini taklit eden AB’de sanayi politikası düzenleyen 3’üncü ve 13’üncü Genel Müdürlükler [Directorate-Generals] ile rekabetten sorumlu 4’üncü Genel Müdürlük enformasyon toplumu politikaları belirlenirken sıkça karşı karşıya gelirler. 3’üncü ve 13’üncü Genel Müdürlüklerini önde gelen imalat sanayi unsurları desteklerken, 4’üncü Genel Müdürlüğün arkasında başta ÇUŞ’lar olmak üzere kullanıcı grupları bulunmaktadır. Bunun yanında Avrupa Komisyonu’nun tüm AB çapında telekomünikasyonu rekabetçi biçimde düzenlemek istemesiyle ulusal tekellerini korumak isteyen PTT’lerin tavrı çatışma yaratır. Bu durum Komisyon ile ulusal hükümetleri de karşı karşıya getirir.49 Servaes (2003: 15-17) ise serbestleşme öngören ekonomik politikalarının düzenleme talep eden kültür politikalarıyla çatışmasına vurgu yapar. 1990’ların ilk yarısını değerlendiren Garnham (1997: 327) AB’de çatışan kesimlerin her birinin enformasyon toplumunu kendi çıkarlarına göre yonttuğunu ama işin “retorikten” çıkıp icraata dökülmesiyle çatışmaların alevleneceğini vurgular. Kaitatzi-Whitlock (2000: 40) da, 1990’ların başındaki girişimleri başarısız bulur, iddia edilenin aksine piyasa güçlerinin serbest bırakılmasının yeni işler yaratmak yerine istihdama zarar verdiğini öne sürer. Ancak AB’ye göre sonuç aslında olumludur; 1994 tarihli Eylem Planı’nın başarısını ispatladığı düşünülür; belgenin kabulünden sonra telekomünikasyonda serbestleşme süreci başlatılmıştır, multimedya içerik sanayinin doğuşuna destek 49 Bu noktada AB’nin kendi politikalarını belirlediği gibi aynı zamanda üye ülkelerin birbirinden farklılaşan enformasyon toplumu politikalarının belli bir eşgüdüme tutulduğunu mecra olduğunu hatırlatmak faydalı olacaktır (Henten, vd, 1996: 178). Buna göre AB üyelerinin ulusal enformasyon toplumu politikaları karşılaştırıldığında bazılarının donanıma ve altyapıya öncelik vermelerine karşılık, diğerlerinin içeriğe ve düzenlemelere eğildiği görülmektedir. Ayrıca bazı ülkeler diğerlerinden daha piyasa yanlısı olarak öne çıkmaktadır. Servaes (2003: 27) Avrupa ülkelerinin her birinin aynı enformasyon toplumuna geçiş stratejisini izlediğinin söylenemeyeceğini, koşullarının birbirinden farklılaştığını vurgular. 98 Enformasyon Toplumu ve İnsan verilmiştir, 4’üncü Çerçeve Program’ın EİT’lere ilişkin kısmı başarıyla uygulanmış ve 5’incisi için hazırlıklar başlatılmıştır, küresel kuralların geliştirilmesini amaçlayan uluslararası etkinlikler başarıyla sonuçlandırılmıştır, enformasyon toplumunun toplumsal yanlarına ve insanların eğitimi dair kararlar alınmıştır ve çok önemli deneyimler kazanılmıştır (EC, 1996d: 2; EC, 1997b: 1-2). Kaitatzi-Whitlock (2000: 54-56) ve Servaes (2003: 12-13) ikili bir ayrıma giderek 1990’ların ilk yarısında hazırlanan politika belgelerinde telekomünikasyonunun özelleştirilmesine/serbestleştirilmesine ve enformasyon toplumunun piyasa öncülüğünde kurulmasına vurgu yapılmasına karşılık 1990’ların ikinci yarısında konunun toplumsal boyutlarının da dile getirildiğini belirtirler. Böylelikle altyapı yatırımlarına ve düzenlemelere vurgu yaparak konunun sadece sunum tarafına odaklanan, toplumsal boyutu ve insan unsurunu pek dikkate almayan AB, süreç içinde talep yaratmak için görmezden geldiği bu noktaların hesaba katılması gerektiğini kavramış, gereken eğitim, istihdam ve uyum çalışmalarını sorgulamaya başlamıştır. Bu yüzden “toplumsal kabul görmesi” enformasyon toplumunun başarısı açından kilit değerlendirilmeye başlanır (EC, 1996d: 3; Törenli, 2004: 198). Beşinci Çerçeve Program’da “Kullanıcı dostu enformasyon toplumu” vurgulanır (Servaes, 2003: 13; Preston, 2003: 36). Ancak altını çizmek gerekir ki, AB aslında ekonomik önceliklerinden geri adım atmamaktadır. Enformasyon toplumuna geçişin toplumsal boyutlarının sorgulanması piyasacı anlayışın uzantısı olarak sadece talep yaratmayla sınırlı kalmakta, derinlik göstermemektedir. Preston (2003) AB belgelerine yansıyan tavır değişikliğinin retorik düzeyde kaldığını, toplumsal boyuta daha fazla vurgu yapılmasına karşılık altyapı yatırımları ve piyasa düzenlemelerine öncelik tanınmaya devam edildiğini, mali kaynakların ağırlıkla bu yönde kullanıldığını belirtir. İhmal edilen toplumsal unsurların 1990’ların ikinci yarısında daha fazla sorgulanmasını telekomünikasyondaki serbestleştirmenin doğallaşıp, tartışılır olmaktan çıkmasına bağlayanlar da bulunmaktadır (Servaes, 2003: 13; Törenli, 2004: 184). AB Enformasyon Toplumu Politikaları 99 3.3. Avrupa Birliği Politikalarının Söylemsel Dayanakları Enformasyon toplumu AB açısından pek çok önemli ekonomik ve toplumsal sorunun çözülmesini sağlayacak bir tür “sihirli değnektir”.50 Servaes (2003: 12), AB’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal pek çok arzusunun enformasyon toplumu amacı içine yedirildiğini vurgular. Farklı sorunlar ve “umutlarla” ilişkilendirilmesine rağmen AB belgelerinde enformasyon toplumunun açık tanımını bulmak zordur, bariz bir muğlaklık göze çarpar. En başta belgelerde enformasyon toplumuna ilişkin olarak iki farklı zaman ve üç farklı konumdan konuşulur. Birincisi bir geçiş süreci söz konusudur ve enformasyon toplumu sürecin ardından ulaşılacak hedeftir (EC, 1993: 52, 104; EC, 1994:1; ÜDUG, 1994: 5). İkincisi enformasyon toplumu zaten gelmiştir ve diğer gelişmelerle (ekonominin ve ticaretin uluslararasılaşması, bilim ve teknolojideki ilerlemelerle) birlikte köklü dönüşümlere yol açmaktadır (EC, 1995: 5, 50). Üçüncüsü enformasyon toplumu zaten gelmiştir ve köklü dönüşüm sürecinin kendisidir (EC, 1996d: 2; EC, 1997a: 4; EC, 1997b: iii). Her durumda kamu politikalarıyla süreci yönetmek kaçınılmaz görülür. Ancak tanımlar o kadar muğlaktır ki, aynı belgede hem “enformasyon toplumuna geçiş hâlen devam etmektedir” hem de “Enformasyon Toplumu uzak gelecekteki bir toplum değil, gündelik hayatın içindeki bir gerçektir” denildiği görebiliriz (EC, 1996a: 1, 12). AB’nin kendisi de muğlaklığın farkındadır ama bunu başka şekilde ifade eder: “Enformasyon toplumu dinamik bir kavram. IRISI girişimlerinin gösterdiği üzere yerel üretim sistemlerinin yapısına, yerel kurumlara ve halkın yönelttiği talebe bağlı olarak farklı bağlamlarda farklı biçimler alması muhtemel” (EC, 1997a: 11). Geray ve BaşaranÖzdemir (2011: 610) ise AB’nin kendisi ve aday ülkeler için hazırladığı enformasyon toplumu politika belgelerini karşılaştırarak, ilk grup50 Daha önce belirttiğimiz noktalara ek yaparsak, Avrupa’nın “iyi değerlendirilemeyen” eğitimli işgücü, engin kültürel mirası ve derin teknolojik birikimi potansiyellerini böylece gerçekleştirebilecek (EC, 1996a: 7), ardından da piyasalar şahlanacaktır. Ayrıca telekomünikasyon ağları ekonomik faaliyetleri uzamda yayınca Avrupa’da Kuzey ile Güney arasındaki gelişmişlik farkı ortadan kalkacak, Avrupa biraz daha bütünleşecektir. 100 Enformasyon Toplumu ve İnsan taki belgelerde AB’nin “biz” diye konuştuğuna ve ileri teknoloji geliştirmenin öneminden bahsettiğine ama aday ülkelere dair belgelerde “başkalarına” seslendiğine ve ileri teknoloji geliştirmek yerine kullanmayı vurguladığına dikkat çekerler. Garnham’ın (1997) dile getirdiği, AB içindeki çatışan farklı kesimlerin her birinin enformasyon toplumunu kendi çıkarlarına göre yontabilmesinin gerisinde bu muğlaklık yatar. Diğer yandan AB belgelerinde bir nokta son derece nettir; enformasyon toplumunun kökeninde teknoloji vardır. Belgelerin başına yerleştirilen teknolojik belirleyici yaklaşım ilerleyen sayfalarda hep tekrarlanır ki, böylelikle belgenin nasıl bir anlam çerçevesi içinde okunacağı baştan çizilir ve sonrasında da muhafaza edilir. Dikkat edilmesi gereken husus, bu yaklaşımın toplumsal dönüşümü öznesizleştirmesi ve arkasındaki çıkar savaşını görmeyi engellemesidir; teknoloji boşlukta gelişmiş, yansız bir güç gibi değerlendirilmekte ve belli çıkarlarla ilişkilendirilmemektedir. Hız vurgusu da toplumsal dönüşüm üstündeki ideolojik perdeyi güçlendirir. Hızla gelişen teknolojinin gerektirdiği düzenlemeler hızla yapılmazsa fırsatlar tepilecek, diğer ülkelerden geri kalınacak, ekonomik ve toplumsal sorunlar baş gösterecektir. Böylelikle istenen düzenlemeler kaçınılmaz hâle gelir, tartışılmaları zaman kaybı görüleceğinden imkânsızlaşır. Enformasyon toplumunun hızla belli bir tarzda kurulması “ölüm-kalım” meselesi olur, ideolojiler üstü nitelik kazanır. Bunun böyle olduğu insanların toplumsal belleğindeki Sanayi Devrimi’ne atıf yaparak, tarihin şahit gösterilmesiyle güçlendirilir. Kaitatzi-Whitlock (2000: 52-53) buna bakarak yeterince bilgi sahibi olmadan “tepeden inme” hareket edildiğini vurgular. Toplumsal darwinizm, teknolojik belirleyici ve hızı öne çıkaran bu tavra kolayca eklemlenir; AB’nin sorunları öznesiz ve durdurulamaz dönüşüme uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır. AB’nin 1970’lerden itibaren küresel ekonomiyi yönlendiren ve giderek hızlanan eğilimlere ayak uyduramadığı, teknolojide, toplumsal planda ve uluslararası ortamda yaşanan değişime uyum sorunu yaşadığı belirtilir ve yapılması gerekenin “yapısal dönüşümü yavaşlatmak yerine desteklemek ve AB Enformasyon Toplumu Politikaları 101 hızlandırmak” olduğu öne sürülerek “geçmişten açık bir kopuş” talep edilir (EC; 1993: 3, 40, 41, 51). 1980’lerin sonunda ekonominin bir süre iyi gittiği dönem, yapısal değişimi yavaşlatmak yerine acısını dindirmeye yönelik görülür (EC, 1993: 40) ama yetersiz bulunur. Zira AB değişmesine rağmen dünya daha hızlı değişmektedir (EC, 1993: 3). EİT’lere dayanan yeni bir Sanayi Devrimi yaşanırken “ekonomilerin performansı bu yeni koşullara uyum yetilerine bağlı olacaktır” (EC, 1993: 41). AB enformasyon toplumu politika belgelerinin eleştirel söylem çözümlemesini yapan Goodwin ve Spittle (2002: 233-242) dört söylem düzeninin belirleyiciliğinden bahsederler. Bunlardan ilki “teknolojik belirleyicilik”, ikincisiyse “fırsat-tehdit ikilemidir” ki, hızlı gelişen teknolojinin olanaklarını değerlendiren düzenlemeleri yapanların büyük atılım kaydederken, yapamayanların geri kalacak ve ekonomik yıkıma uğrayacak olmasına atıf yapılır. Bu iki söylem düzenine yukarıda değişmiştik. Ancak Goodwin ve Spittle “piyasanın hâkimiyetinden” ve “vatandaş-tüketici ikileminden” de söz ederler. Buna göre yapılması istenen düzenlemeler piyasanın önünü açmalıdır çünkü serbest kalan piyasa güçleri rekabet ederek teknolojinin daha hızlı ilerlemesini sağlayacaktır. Böylece sürekli refah üreten bir düzen tesis edilecektir. Piyasanın öne çıkartılmasıyla eskiden vatandaş olarak eşit haklara sahip değerlendirilen insanlar tüketici konumuna yerleştirilirler, ihtiyaçları ve hakları bu mercekten değerlendirilir. Geray (2003: 132), 1990’larda belgelerde öne çıkan enformasyon toplumu hedefini kapitalizmin yeni birikim rejiminin temel unsurlarını oluşturma çabası olarak görür. Preston’ın (2003: 51) yanı sıra Goodwin ve Spittle (2002: 236, 237, 243) da enformasyon toplumunun neo-liberal toplumsal dönüşüm projesinin kılıfı olduğunu vurgularlar. Teknolojik belirleyicilik ile neo-liberalizmin örtüştüğü görüşünü Kaitatzi-Whitlock (2000: 52) da dile getirir. Bunlara hak vermemek zordur. 1980’lerde Britanya’da neo-liberalizmin bayraktarlığını yapan Başbakan Margaret Thatcher’ın eylemlerini geleneksel muhafazakarlık ile neo-liberal ve popülist söylemleri harmanlayarak gerekçelendirmesi (Fairclough, 1995: 77, 79) ve enformasyon toplumu söy- 102 Enformasyon Toplumu ve İnsan lemi de harekete geçirip, 1982 yılını “Enformasyon Teknolojileri Yılı” ilan etmesi ortadadır (Preston, 2001: 26). 3.4. Kuram Metinleri ile Politika Belgelerinin Karşılaştırması Enformasyon toplumu yazınının iki dönemi arasındaki etkileşim kolayca görülebilir. Enformasyon toplumu kuramcılarının yaptığı gibi AB belgelerinde de enformasyonun zenginlik kaynağı olarak vurgulandığını, ekonomik başarının bilgi işlemekle ilişkilendirildiğini gördük. Ayrıca sanayi üretimin artık başka ülkelere devredileceği (EC, 1993: 3), enformasyon toplumuna giren ülkelerde kalan sınırlı sanayi faaliyetinin de bilgi üstünde yükseleceği belirtilir (EC, 1996a: 1, 6).51 Böylece çevreci ve sürdürülebilir büyüme sağlanacaktır (EC, 1996b: 5, 7). Bu vurgularda üretim araçlarının mülkiyetinin artık konu dışı değerlendirildiği görebiliriz. Keza “ulusların zenginliği daha fazla bilgi yaratma ve işlemeye dayanınca” hükümetlerin bilgiye yapılan yatırımlara en az fiziki yatırımlar kadar önem vermesi gerektiği belirtilir (EC, 1993: 67; EC, 1995: i). Geçiş sürecinde öncü rolü oynamak gelişmiş ülkelere düşer. Enformasyon toplumuna ilk giren “Triad” – yani küresel kapitalizmin üç büyük odağı ABD, AB ve Japonya – olacak, ancak diğer ülkelerin onları izlemesiyle enformasyon toplumu “tüm gezegeni kaplayacak” ve küresel niteliği ortaya çıkacaktır (EC, 1993: 21, 108; ÜDUG, 1994: 17, 38). Kuram metinlerinin Batı merkezli evrimci çizgisi böylece politika belgelerinde de belirir. Aradaki fark, kuram metinlerinde enformasyon toplumuna insanlığın ilerlediği “doğal istikamet” olarak işaret edilirken, belgelerde geçiş sürecini yönlendirmek için düzenlemelerin altının çizilmesidir. Enformasyon toplumuna geçiş bir seçenek olarak algılanır. Ancak diğer seçeneğin ekonomik ve toplumsal yıkım 51 “Aşırı uzmanlaşmayı disiplinlerarası yaratıcılıkla biraraya getiren yeni bir bilgi ve know-how üretim modeli beliriyor. Yeni ürünlerin (spor malzemeleri için özel alaşımlar, çevreci sanayiler için biyolojik süreçler gibi) geliştirilmesinde sanayi giderek daha fazla bilime dayanırken, bilimsel araştırma yüksek düzeyde gelişmiş ekipmanlar (süper bilgisayarlar, yüksek performanslı iletişim ağları, insan genomları gibi) gerektiriyor” (EC, 1995: 8). AB Enformasyon Toplumu Politikaları 103 olması aslında ortada başka bir seçeneğin bulunmaması manasına gelmektedir; enformasyon toplumu zorunlu seçenektir. Kuram metinlerinde olduğu gibi teknoloji, özellikle EİT’ler değişimin üstünde yükseldiği temel görülür.52 Teknoloji bağımsız gelişen, yansız bir dönüştürücü güç olarak ele alınır. Aynı şekilde her iki yazında da kapitalizmin sorunları sanki eşitsiz bölüşümden değil de, teknolojik imkânsızlıklardan kaynaklanıyormuş gibi davranılır. İki yazın arasındaki önemli bir fark da ortaya çıkar; kuram metinlerinde gelişen teknoloji sorunlu piyasa toplumunun aşılmasını getirirken, (neo-liberalizmin önündeki toplumsal muhalefetin büyük ölçüde sindirilmesiyle) politika belgelerinde piyasanın sorunlarına hiç değinilmez. Sunulan ürün ve hizmetler, bunlara ulaşma yolları çeşitlenecek, insanların hayat kalitesi artacaktır. EİT’lerin sağladığı kesintisiz bilgi akışı herkesin piyasa koşullarının bilgisine sahip olmasını sağlayacak, böylelikle yanlış tercihlerin ve krizlerin önüne geçilecektir. Serbest bırakılan piyasanın etkin işleyişi teknolojiyi daha da geliştireceğinden, sürekli refah üreten bir döngü kurulacaktır. Piyasanın konumuna dair farklılığa rağmen her iki yazında da nihayetinde daha müreffeh, adil ve demokratik bir toplum ortaya çıkacaktır, kapitalizmin mevcut sorunlarından eser kalmayacaktır. İlk dönem metinlerinde olduğu gibi teknolojinin “daha eşit ve dengeli bir toplum kurmak için yeni fırsatlar sunduğu” (ÜDUG, 1994: 7) belirtilir, enformasyon toplumunu “toplumsal uyumu güçlendirmek, insanların toplumsal ve ekonomik hayatın tüm alanlarına tam katılma yetisini artırmak için kullanmak ve onu daha kapsayıcı bir toplumun aracı” olarak değerlendirmek gerektiği vurgulanır (EC, 1996a: 2, 23). Sanayi toplumunda dezavantajlı konumda bulunanların yeni teknolojilerin bütünleştirici etkileri sayesinde durumlarını iyileştirecekleri savı yinelenir. Telekomünikasyon ağları uzak yerlerde yaşayanların toplumsal faaliyetlere en az merkezdekiler kadar etkin biçimde katıla52 Daha önce belirttiklerimize ek yaparsak, telekomünikasyon ağları “yarının toplumunun sinir sistemi” görülür (EC, 1993: 87), 21’inci yüzyılda ekonomik açıdan güçlü olabilmek için EİT’lerin etkin kullanımına vurgu yapılır (EC, 1993: 104, 105). 104 Enformasyon Toplumu ve İnsan bilmesini sağlayacaktır. Pazarlara, eğitime ve işe uzaktan erişim mümkün olacaktır. Uzaktan erişim imkânı engellilerin ve eve bağımlı kadınların konumunu da iyileştirecektir. Kuram metinlerine paralel biçimde herkesin sesini duyurabileceği ve kültürel çeşitliliğin artacağı sıkça dile getirilir (EC, 1993: 108; EC, 1994: 13; EC, 1996b: 11; ÜDUG, 1994: 6). “AB’yi kültürel zenginlik ve çeşitlilik üstünde yükselen adil ve ilerici bir toplum hâline getirmek” amaçlanır (EC, 1995: 2). Herkesin sesini resmi otoriteye duyurabilmesiyle de siyasete katılım artacaktır (EC, 1996a: 24). Devlet de faaliyetleri hakkında bilgileri enformasyon ağlarında paylaşınca (EC, 1996b: 10), bireylerin devleti denetlemesi kolaylaşacak, bireyler otorite karşısında güçlenecektir. Aynı ağlar kamu hizmetlerinin daha etkin, şeffaf ve az maliyetli sunumunu sağlayacaklardır (EC, 1996b: 10; EC, 1997a: 4) ki, bütçe kesintilerinin olağanlaştığı dönemde bu durum kamu maliyesini rahatlatacaktır. Üstelik sağlık, eğitim gibi kamu hizmetlerinin bireysel ihtiyaçlara daha fazla yanıt verecek biçimde sunulabilmesi de mümkün olmuştur (EC, 1996a: 30-31). Bu noktada Henten ve arkadaşları (1996: 188-189) yeni teknolojilerin maliyeti düşüreceği tezinin özel sektörde de yıllarca tekrarlandığını ama yeni iş yapma yöntemlerine uyum sağlamanın örgütsel zorlukları dikkate alınmadığından umulan verimin alınamadığını vurgularlar. Piyasanın üstünlüğü her fırsatta vurgulanmakla birlikte – tek bir metinde de olsa – enformasyon toplumu kuramcılarının önemli isimlerinden Bell’in yeni toplum tasavvurunda öne çıkan sosyalleştirici hayat tarzına değinildiğini belirtmek gerekir. AB, enformasyon toplumuna geçiş sürecinde sosyal-ekonominin güçlendirilmesini ister (EC, 1997b: 14). Sosyal-ekonomi, kooperatifler, yardım sandıkları, dernek ve vakıfların eğitim, kültür ve sosyal hizmet alanlarındaki faaliyetlerini kapsamaktadır. AB’deki hizmet istihdamının yüzde 10’unu meydana getirmektedir. Toplumsal dayanışmayı kurmakta “itici bir güç” olarak görülmektedir. Preston (2003: 50) ise belgelerdeki Bell etkisini daha kapsamlı değerlendirir; teknolojik altyapı ve yeni iş bölümünün zorunlu olarak özgürleşimci olduğu, maddi ihtiyaçların önemli ölçüde AB Enformasyon Toplumu Politikaları 105 giderildiği, enformasyon yoğun işlerin daha fazla bireysel özgürlük ve hareket alanı tanıdığı, “bölüşüm siyasetinin” yerine “temsil siyasetinin” önem kazandığı savlarının belgelere de geçtiğini aktarır. Kabaca toparlarsak, AB’nin enformasyon toplumu politika belgelerindeki söylem daha güçlü ekonomi, daha müreffeh ve eşit bir toplum tasavvuru noktasında kuram metinlerindeki söylemi sürdürmektedir. İki yazında da kapitalizmin eşitsizliklerinden kaynaklanan sorunlar ortadan kalkmaktadır. Aralarındaki en belirgin fark, ilkinde enformasyon toplumuna geçince piyasanın aşılacağı belirtilirken, ikisindeki enformasyon toplumunda piyasa tüm sorunlarından arınıp, ideal işleyişine kavuşmuştur. Neo-liberal dönemin siyasi ve ekonomik duyarlılıkları ve baskıları enformasyon toplumunu kendisine göre yontmuştur. Enformasyon toplumunun bu şekilde piyasanın üstünlüğüne ilişkilendirilmesinde toplumda insanın yerinin iyice bireyselleştirilerek ele alınması önemli bir yere sahiptir (Preston, 2003: 54) ki, sonraki bölümün konusunu bunun sorgulanması oluşturacaktır. 4. BÖLÜM Avrupa Birliği Politika Belgelerinde İnsan Enformasyon toplumunun, toplumsal gerçekliği bükerek yansıttığını, kapitalizmin 1970’lerde başlayan yeniden yapılandırılmasına koşut olarak gelişmiş ve yeniden yapılandırılmanın 1990’lardaki konsolidasyonuyla beraber siyaset sahnesinde iyice kök salmış ideoloji yüklü bir söylem olduğunu altını çizerek vurgulayınca, insanların bu söylem doğrultusunda konumlandırılması sosyal bilimlerde üzerine gidilmesi gereken bir sorun olarak öne çıkar. Yeniden yapılandırılan kapitalizmin sürekliliğini nasıl sağlandığının açıklaması böylesi bir sorgulama olmadan eksik kalacaktır. Bu eksikliği ortadan kaldırmak, toplumsal plandaki makro ve mikro dönüşümler arasındaki bütüncül ilişkiyi ortaya koyabilmek adına bu bölümde ilk olarak enformasyon toplumu kuramlarındaki insan tasavvurları kısaca ele alınacaktır. Çalışmanın asıl konusu oluşturan AB enformasyon toplumu politika belgelerindeki insan tasavvurlarının çözümlemesine ancak bundan sonra başlanacaktır. Ancak belirtmek gerekir ki, AB belgelerine bu gözle baktığımızda daha farklı anlam çerçeveleriyle donanarak farklılaşan toplumsal faaliyetleri yerine getirecek, böylelikle doğmakta olan yeni toplumun taşıyıcısı olacak insanın tasavvurunu kolayca görebiliriz. Dahası tasavvuru gerçeğe dönüştürme – enformasyon toplumu insanını “yaratma” – adına gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi istenen düzenlemeleri de takip edebiliriz. Özellikle 1990’ların ikinci yarısında enformasyon toplumuna geçiş stratejilerinde toplumsal boyutun öne çıkmasıyla beraber insanın konumunun sorgulanması AB belgelerinde daha geniş yer kaplar. Törenli’nin (2004: 198, 200), insana dair bu farklılaşmaya dikkat çektiği gibi 2000 yılından sonraki belgelerde “insan mühendisliğine yönelişten” bahsetmesi, enformasyon toplumunun çözümlenmesinde insan odaklı bakışın önemini yansıtır. 108 Enformasyon Toplumu ve İnsan 4.1. Belgeleri Önceleyen Kuram Metinlerinde İnsan Hayatlarının erken dönemlerinde Marksizm’den etkilenen Bell ve Toffler gibi enformasyon toplumu kuramcıları (Dyer-Witheford, 1999; 17, 26) toplumsal dönüşümü kavramsallaştırırken – bizim burada yaptığımız gibi – öncelikle üretim alanına bakarlar. Bu iki ismi yeni bir toplum doğduğuna inandıran, kapitalist sanayi toplumlarının üretim kalıplarında gözledikleri değişimlerdir. Bell, kapitalist üretimdeki dönüşümlerin işgücündeki insanların niteliklerinin değişmesini gerektirdiğinin gayet farkındadır.53 Bell kadar açık bir dille olmasa da diğer enformasyon toplumu kuramcıları da bunu vurgularlar. 4.1.1. İnsanların Eğitimi İnsanların üretime dair gerekli vasıfları edinmelerinin başlıca yolu eğitim olduğundan çözümlemeye buradan başlamak yanlış olmaz. Bu noktada enformasyon toplumunda yüksek eğitime atfedilen önem dikkat çeker. “Enformasyon toplumuna girmenin şartı yüksek eğitimden geçmektedir” ve üniversitelere girenlerin sayısında sürekli artış kaydedilmektedir (Bell, 1973: 128, 216-217, 234-235, 238-239). Üretimin yeni toplumda bilgi ve enformasyon üzerinde yükseldiği düşünüldüğünde bu şaşırtıcı değildir. Artık insanlar kas gücüyle yapılan 53 Gramsci’yi hatırlatır biçimde Taylorizm’in üretime uygulanmasıyla modern sanayinin “yeni bir hayat şekli olarak ayrıcalıklı anlamını kazandığını” belirten Bell (1973: 352-353) şöyle demektedir: “Taylor’un ilkeleri şunlara dayanıyordu: belli bir işi yerine getirmek için gerekli zaman; normları aşınca gelen teşvik ve ödüller; işin değerlendirilmesi üzerinde yükselen farklı ödeme oranları; araçlar ve donanımın standartlaştırılması; fiziksel ve zihinsel testleri dayanak alarak kişilerin işe uygun hâle getirilmesi; tüm planlama ve zamanlamanın atölyeden alınıp sorumluluğun mühendiste olduğu yeni bir planlama-zamanlama bölümüne, yeni bir üst yapıya dâhil edilmesi. ‘Bilimsel’ standartlar getirerek Taylor işin ‘en iyi yolunu’ ya da ‘doğal yasalarını’ belirleyebileceğini ve işçi ile işveren arasındaki temel çatışma kaynağını – adil olan ve olmayan nedir sorusunu – ortadan kaldırabileceğini hissediyordu. Ancak onun işe dair görüşlerinde kişi ortadan kaybolurken, geriye kalan sadece ‘eller’ ve ‘şeyler’ oldu ki, bunlar da en küçük hareket biriminin ve en küçük zaman biriminin kişinin işe katkısının ölçüsü hâline geldiği ayrıntılı bir iş bölümü ve dakik bilimsel tetkikle düzenleniyordu”. Buradan hareketle standart üretimin standart insanlar gerektirdiğini söylemek mümkündür. AB Politika Belgelerinde İnsan 109 zorlu işlerde değil, entelektüel birikim isteyen (daha tatminkâr) işlerde çalışmaktadır. Enformasyon toplumunda merkezi önemde değerlendirilen uzmanlar söz konusu olduğunda bu durum daha bir billurlaşmaktadır. Üniversite eğitimi sayesinde kuramsal bilgiyle donanan uzmanlar toplumu yönlendiren kararları almaktadır. Bu aynı zamanda toplumsal statünün tepesine geçmenin artık mülkiyetten değil, bilgiden/eğitimden geçtiği manasına gelmektedir. Tüm bu nedenlerle Bell (1973: 415), “eğitimin insanlar için zorunlu bir yatırım” hâline geldiğini öne sürer. Enformasyon toplumunda eğitimin sürekliliği öne çıkar. Bir yandan, çalışmanın kendisinin başlı başına eğitime dönüştüğü, kolayca ulaşılır enformasyon üzerinde çalışmanın insanları daha da bilgilendirdiği iddia edilir (McLuhan, 1964: 58). Diğer yanda bundan çok daha meşakkatli bir durum söz konusudur; enformasyon toplumunun sürekli değişim içeren (üretilen malların ve hizmetlerin farklılaştığı, örgütlenmelerin değiştiği) ortamında insanlardan talep edilen vasıflar da sürekli değişmektedir ki, eskiden olduğu gibi formel eğitimden geçerek belli vasıfları kazandıktan sonra bütün bir yaşam boyunca bunları kullanmak yeterli olmamakta ve insanın emek piyasasında kendine yer bulabilmesi için sürekli kendini geliştirmesi, yeni vasıflar kazanması gerekmektedir.54 Bunun çözümüyse hayat boyu eğitim ve öğrenmeyi öğrenmektir (Toffler, 1981b: 340-346). İşgücü içinde yer alanların tekrardan eğitim almak ve kendilerini geliştirmek zorunda olması, eğitimin genel geçer şeklinin değişmesini beraberinde getirir. Sınıflardaki tam gün okul eğitimi yerine çalışanlara uygun daha farklı yöntemlerden bahsedilir; yarım gün işe karşı yarım gün eğitim, siyasal mücadele ve topluma hizmetle eğitim, tek- 54 Enformasyon toplumundaki örgütlenmeleri tanımlarken “Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanan Toffler (1981a: 327), bunun hemen ardından “Böyle bir takımda oynayan bir adamın anında uyum sağlayabilecek şekilde eğitilmesi ve çeşitli takımlardaki rollerindeki değişiklikten ötürü sıkıntı çekmemesi gerekir” diyordu. 110 Enformasyon Toplumu ve İnsan nolojik araçlar vasıtasıyla uzaktan eğitim gibi olasılıklar söz konusudur (Toffler, 1981a: 407; Toffler, 1981b: 231, 340). Önemli bir başka mevzuysa, diğer ekonomik faaliyetlerin yerine getirilebilmesi açısından zaruri olan eğitimin kendisinin başlı başına bir ekonomik faaliyet alanı olarak görülmesidir. Eğitimin paralı olduğu düşünülürken,55 yeni toplumda öne çıkan uzmanlar içinde öğretmenlerin oranı başı çekmektedir (Bell, 1973: 215). Bu durum enformasyon toplumu kuramcılarının hizmetler sektörünün yükselişini vurgulayan tezleriyle uyum içindeyken, artan refah yüzünden eğitimin sadece belli bir kesiminin ayrıcalığı olmayıp, herkese açık bir hizmet olduğu vurgulanır, üniversiteye girenlerin sayısındaki artışa bakılarak yüksek eğitimin demokratikleştiği iddia edilir. 4.1.2. İnsanların Çalışma Koşulları Enformasyon toplumunda üretilen mal ve hizmetlerin farklılaşması ve iş örgütlenmesinin sürekli değişimi yüzünden insanların sanayi toplumunun “durağan” yapısındaki gibi belli görevlerde yıllarca çalışmalarının artık mümkün olmadığı, dinamik yapıda insanların üstlendiği görevlerin sürekli farklılaştığı, çalıştıkları birimlerin ve şirketlerin de değiştiği düşünülür. “İster aşağı, ister yukarı ya da yana doğru olsun, iş değişim hızının gelecekte giderek artacağını” iddia eden Toffler (1981b: 99-102), bunu ABD Çalışma Bakanlığı’nın verilerine dayanarak ortaya koyar. Buna göre işgücünün 71 milyon kişiden oluştuğu dönemde yapılan bir araştırmada bir kişinin aynı işi yapma süresi 4,2 yıl olarak hesaplanmışken, söz konusu araştırmadan üç yıl önce aynı sürenin 4,6 yıl olduğu belirtilir ve süredeki kısalmanın yüzde 9’a yakın olduğu aktarılır. Toffler’ın yine tarihini vermediği bir başka araştırmaya göreyse enformasyon toplumunda öne çıkan bilim adamları ve mühendisler arasında iş dönüşüm hızı ABD sanayisindekinden iki kez fazladır. 55 McLuhan (1964: 350-351) şöyle demektedir: “Endüstride halihazırdaki iş gücünün çekilmesine yol açan aynı otomasyon süreci eğitimin kendisinin öncelikli üretim ve tüketim olmasına yol açmaktadır. İşsizlik çanlarının ahmaklığı buradadır. Paralı öğrenim zaten hem hâkim istihdam biçimine hem de toplumumuzdaki yeni refahın kaynağı haline gelmektedir”. AB Politika Belgelerinde İnsan 111 Sürekli değişim ortamında sözleşmeler giderek kısa dönemli ve proje bazlı hazırlanır. Ancak bu iş güvencesinin kaybı görülmez.56 Sanayi toplumundaki gibi aynı iş yerinde bir ömür boyu monotonluğa “mahkum olmanın” aksine kısa dönemli sözleşmelerle çalışmak şirketlerin verdiği sıkıntılardan kurtulmanın, işçinin işveren karşısında özgürleşmesinin işareti olarak alınır (Toffler, 1981b: 131). İşiyle kendini barışık hissetmeyen, benliklerinin doyurulmadığını düşünen insanların sözleşmelerin bağlayıcılığı olmaksızın çekip gitmelerinin önünde engel yoktur. Bu gözle bakınca şirketlerin çalışanlarını ellerinde tutmak için daha fazla imkân sunması (ikramiye, hisse senedi payı, sağlık sigortası, vs…) kaçınılmaz olmuştur (Bell, 1973: 288289). İnsanın işiyle ilişkisinin bu şekilde olmasının ardında toplumda maddi bir bolluğun hüküm sürmesi ve ekonomik güvencelerin herkesi kapsaması yatmaktadır. Aynı nedenlerle insanlar artık tehlikelere göğüs germekten korkmayıp, girişimciliğe daha rahat soyunmaktadır (Toffler, 1981b: 130). Bu noktada söz konusu bolluk ve güvencenin Refah Devleti’nin bir sonucu olup olmayacağı şüphesini hiç görmeyiz.57 56 Enformasyon toplumu kuramcılarının gözünden baktığımızda, en kötü ihtimalle insanlar sözleşmeleri bittiğinde kendi vasıflarına uyan yeni bir iş bulamama durumuyla karşılaşabilirler ki, bu durumda da daha önce belirttiğimiz gibi hayat boyu eğitim hizmeti sunan sistem onların yeni vasıflar kazanarak kendilerini emek piyasasında tutunabilir hâle getirmelerine izin vermektedir. 57 Fordist dönemde insan yaşamına kitlesel üretimin sağladığı bolluk damga vurur. “Tüketim toplumu” kavramı bu dönemin ürünüdür (Winock, 1995). Fransa’da gelir düzeyi yüksek kesimlerin yanında sıradan çalışanların da buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi ve otomobil satın almasına bakan Marseille (1995: 27) bolluğun eşit yayılımını vurgular. Koch (2006: 27) da, bir sektördeki maaş artışını diğer sektörlerdeki artışların izlediğini belirtir. Tüketimi artıran gelir artırıcı politikalar sayesinde haneler lojman, eğlence, kültür ve sağlık gibi hizmetlere de harcama yaparlar (Winock, 1995). Carrefour gibi süpermarket zincirleri, Club Med gibi tatil köyü zincirleri Avrupa’da bu dönemde ortaya çıkarlar. Henri Lefèbvre, şu eleştiriyi getirir; “Günümüzde tekelci kapitalizm, her şeyin tüketici için yapıldığı, tüketicinin ihtiyaçlarının kapitalist üretimin esası olduğu bir tüketim toplumu görünümü sergiliyor ki, bu durum söz konusu üretimin gerçeğini ve kapitalist 112 Enformasyon Toplumu ve İnsan Hâlâ bir yerlerde çalışıyorlarsa, kendilerini işleriyle barışık ve benliklerinin doyurulduğunu hisseden enformasyon toplumu insanları böylece sanayi toplumunun sömürülen işçisiyle zıt bir konuma yerleştirilir. Yorucu rutin işlerin makinelerce yerine getirilmesine karşılık insanların entelektüel birikim isteyen tatminkâr işlerde çalışmasının yolunu açan teknoloji aynı zamanda insanların işlerine daha fazla müüreticilerin reklam veya piyasa araştırmaları yoluyla tüketicileri de ürettikleri olgusunu gizliyor. Öyle ki, bahsedilen tüketici de özgür bir birey, kendini gerçekleştirmeye yakın bir birey olduğuna inanmasına rağmen gelmiş geçmiş en yabancılaşmış insan olarak beliriyor” (aktaran Winock, 1995: 37). Jean-Marie Domenach da insanların tüketim toplumunda koyunlar gibi güdüldüğünü, yenilen faşizm yerine çok daha sinsi yeni bir totaliter sistemin belirdiğini vurgular (aktaran Winock, 1995: 37). İsraf, çevre kirliliği, trafik, biyolojik bozulma, artan üretimi planlamak ve kapsamlı kamu politikalarını uygulamaktan kaynaklanan devasa bürokrasi bu döneme dair diğer şikâyetlerdir (Winock, 1995). Bu dönemdeki geniş kamu hizmetleri tüketimi artırma gereği kadar demografik devrimin de gereğidir. 1945 ertesinde tüm dünyada doğumlar artar, yaşam beklentisi uzar (Hobsbawm, 1996: 400-401). Batı Avrupa’da doğum oranı yüzde 18, ABD’de yüzde 18, Japonya’da yüzde 17,8 artar, her yıl yaklaşık 6 ay uzayan yaşam beklentisi gelişmiş ülkelerde 1950’de 62,9’ken 1965’te 71’e çıkar (Marseille, 1995: 31). Yaşlılar, çocuklar ve gençlere yönelik geniş sosyal politikalar uygulanmasaydı sermaye birikimi sağlayan uzlaşma olmazdı. Bu noktada eğitim hizmetleri özellikle öne çıkar; eğitim harcamalarının GSYH içindeki oranı 1955’ten 1964’e gelindiğinde Japonya’da yüzde 4,4’ten 5,3’e, ABD’de yüzde 4,1’den 6,2’ye, İtalya’da yüzde 3,3’ten 5,4’e, Britanya’da yüzde 3,2’den 4,9’a, Fransa’da yüzde 2,9’dan 4,3’e, Almanya’da yüzde 2,8’den 3,4’e çıkar (Marseille, 1995: 32). Sayıları gelişmiş ülkelerde misliyle artan üniversite öğrencileri önemli bir toplumsal grup hâline gelirler ve güçlerini 1968’de ortaya koyarlar (Hobsbawm, 1996: 343-347). Eğitimli ve genç nüfusun yanında sayıları katlanan eğitimciler ve diğer sosyal hizmet görevlilerinin de işgücüne eklenip talebi artırdıkları görülmelidir. Demografik devrim ve kamu hizmetlerinin genişlemesi kadınların koşullarını önemli ölçüde değiştirir. Artan eğitim imkânlarının sonucu yüksek eğitim alan kadınların sayısı artar. Onlar da sigortacılık, turizm, bankacılık, eğitim gibi hizmet alanlarında çalışmaya, orta ve üst düzey yönetici olmaya başlarlar (Sullerot, 1995). Kreş ve çocuk bakım imkânlarının artması bunun gerçekleşmesinde önemlidir. Fakat kadınlara kariyer kapısını asıl açan doğum kontrol hapı sayesinde doğurganlıklarını denetleyebilmeleri, geleceklerini planlayabilir ve kariyer yapmayı düşünebilir konuma gelmeleridir (Sullerot, 1995). Bunun sonucu Fordist dönemin başındaki doğum oranı azalır, evlenmek ve çocuk sahibi olmak giderek ertelenir. Boşanma oranları da giderek artar (Hobsbawm, 1996: 373-375). AB Politika Belgelerinde İnsan 113 dahil olmasına olanak tanımaktadır (McLuhan, 1964: 7). Ağlardaki enformasyon akışının çok hızlı seyrettiği, şartların sürekli değişime uğradığı yapıda gelişmelere çabuk tepki verebilmek için işleri yavaşlatan emir-komuta zincirine uymaktansa eğitimli çalışanların hiyerarşiyi kenara iterek inisiyatif almaları, bazı şeylerin nasıl yapılacağı konusunda kendi kararlarını verip, ısrarcı olmaları beklenir (Toffler, 1981a: 439; Toffler, 1981b: 336). Mülkiyet yerine bilgiyle donanan insanlar için çalışmak artık para kazanmanın değil, kendilerini gerçekleştirmenin yoludur (Toffler, 1981a: 438); Bu olumlu koşulların değişmesi, enformasyon toplumunda işçiişveren ilişkilerinin sanayi toplumundaki gibi yeniden çatışma konusu olması muhtemel değildir; zira enformasyon toplumundaki işlerin sanayi toplumundaki gibi otomasyona uğramayacağı, bu yüzden insanların işlerinin ve iş koşullarının bir nevi garanti olduğu düşünülür (Bell, 1973: 155; Webster, 2006: 40-41). Enformasyon toplumu kuramcıları çalışanların dünyasına dair fazlasıyla pembe bir portre çizmektedirler. Onların öngörülerinin ötesine geçip, somut durumu analiz ettiğimizde sanayi toplumunda işçilerin canına okuyup, onları kurmalı makinelere çeviren Taylorizm’in hâkimiyetin alanını genişlettiğini görmekteyiz. 58 Braverman’ın (2008) 58 Getirilerine karşın Fordizm’in kökeninde hızla hareket eden üretim bandındaki vasıfsız, rutin, insanı yabancılaştıran iş vardı. Üretim katlanırken ağırlaşan işin toplumsal patlamaya yol açmaması, işçilerin güçlü sendikalar çevresinde örgütlenerek toplu sözleşme yoluyla yüksek ücretler elde etmesiyle mümkün oluyordu (Holloway, 2006: 368; Koch, 2006: 26-27). Böylece gelişmiş ülkelerde toplam istihdamın 19501970 döneminde yüzde 30 artması, çalışanlar arasında serbest meslektekilerin oranının yüzde 30’dan 15’e düşmesi nedeniyle proletaryanın safları genişlerken (Munck, 2003: 45), işçilere tüketim çılgınlığının kapısı aralanıyor, sus payı veriliyordu. Yine de işe gelmeme, sabotaj ve grevlerin önü tam kesilemezken, 1960’lar biterken yüksek ücretler bile işçilerin rahatsızlıklarını dindiremiyor, sermaye fabrikalardaki otoritesini kaybetmiş görünüyordu (Holloway, 2006: 369; Lever-Tracy, 2006: 437). Oysa kârları düşen ve artan uluslararası rekabete maruz kalan sermaye için sendikaların hâkimiyetine müdahale etmek, fabrikada denetim sağlamak ve üretimi yeniden örgütlemek kaçınılmaz olmuştu. Üretkenliği artırmak için yeni teknoloji kullanmak ancak işçilerin yeni tavırlar geliştirmeleri ve yeniden disiplin altına alınmalarıyla 114 Enformasyon Toplumu ve İnsan mümkün olabilirdi ki, bu yüzden 1970’li yıllarda çıkan grevlerin büyük kısmı maaş artışlarından ziyade üretim koşullarına ilişkindir (Holloway, 2006: 369, 371). Batılı şirketler yaşadıkları krize çözüm arayışında gözlerine Japonya’ya dönerler. Fordist dönemde en çarpıcı ekonomik büyümeyi yakalayan Japonya’da şirketlerin Batılı rakiplerine kıyasla üretkenlikleri çok yüksektir. Yeniden örgütlenmeye çalışan Batılı şirketler Japonları örnek alırlar ve onların anlık (just in time) üretim anlayışını ve toplam kalite yönetimi uygulamalarını gerçekleştirmeye çalışırlar (Holloway, 2006; McKinlay ve Starkey, 2006; Lever-Tracy, 2006; Boje ve Winsor, 2006). Stoksuz ve piyasadaki anlık talebe göre üretim yapılan düzende, mal ve hizmet akışının kesintisiz olması gerekir ki, bu durum işçilerin tavır ve davranışlarının sürekli uyumunu şart koşar. Japonlar bunu sağlamak için şu adımları atarlar: Batı’dakinden farklı olarak başta düşük maaş alan Japon işçiler sonraki yıllarda kıdemlerinin yanında şirkete bağlılıkları ve işbirlikleri dikkate alınarak gerçekleşen terfilerle bunu telafi ederlerken, diğer yandan şirket maaşlarının bir kısmını uzun vadeli emeklilik hesaplarına aktarır ve böylece işçilerin şirkete bağımlılığı sağlanır; şirkete bağlanan işçilere hayat boyu istihdam telkin edilir, şirketle aralarında güven ve işbirliği anlayışı olduğunu belirtilir; işgücüne yapılan yatırım şirket bünyesinde kalacağından işçilerin eğitimi önemsenir, geleneksel Fordizm’e uymayacak biçimde üretime dair diğer vasıflar kazandırılır; 1950’lerde sendikalar ezilmişken, eğitilen ve vasıf kazandırılan işçilerin dayanışmasını kıracak ve şirket için seferber olmalarını sağlayacak şekilde – performansı esas alarak – bireysel ve değişken oranlarda ücret ödenir; ekip çalışmasıyla işçiler arasındaki rekabet körüklenir ve şirket çıkarları meşrulaştırılır çünkü işçilerin gelirlerinin kimi zaman yüzde 50’yi bile bulan önemli bir kısmı grup çalışmasıyla kazanılan ödüllere bağlı olduğundan çalışanlar üzerinde patron baskısından çok daha etkili grup baskısı yaratılır; kendine bağladığı eğitimli ve rekabet içindeki işçileri memnun etmek için şirket festivaller ve kutlamalar düzenler, lojman ve sağlık hizmeti sunar, işçilere özel alışveriş merkezleri yaptırır; okul müfredatları şirkete bağlılık ve artan üretkenlik esas alınarak düzenlenir, işçilerin çocukları da aynı amaçlar doğrultusunda eğitilir (Boje ve Winsor, 2006: 331; Lever-Tracy, 2006: 438). Taylorizm’e zihinsel ve manevi boyut ekleyen Japon şirketleri böylece işçilerini durmaksızın çalışan ama aynı zamanda “gülümseyen robotlar” haline getirirler (Boje ve Winsor, 2006: 332). Bu nedenle Japonların üretim yöntemleri “Taylorizm’in Dirilişi” olarak nitelenir (Boje ve Winsor, 2006), “Toyotizm, Fordizm’in örgütsel ilkelerinin, yönetimin imtiyazlarının büyük ölçüde sınırsız olduğu koşullar altında uygulanmasından başka bir şey değildir” denir (Lever-Tracy, 2006: 438, 450). Tüm bunların sonucunda Japon işçiler bir yandan rutin ve ağır işi sürdürürken, diğer yandan üretkenliği daha da artıracak üretim bilgilerini öneri şeklinde yönetime aktarırlar. Tek bir işçinin bir yılda binlerce öneri getirdiği olur (Boje ve Winsor, 2006: 342). Üstelik öneriler işçilerden geldiği için daha az direnişe konu olduğu gibi işçilere işleri üzerinde denetim sahibi oldukları düşüncesini telkin eder, fabrikadaki motivasyonu ve iş tatminini artırır (Boje ve Winsor, 2006: 333-334). AB Politika Belgelerinde İnsan 115 Oysa geleneksel Fordist üretimde makinenin değiştirilebilir, vasıfsız parçalarına indirgenen ama üretime dair sahip oldukları pek çok bilgiyi yönetimden saklayan, açıkladıklarındaysa katı kol emeği-zihinsel emek ayrımınca yönetimce bilgilerine rağbet edilmeyen Batı’daki işçiler, Japonya’dakiler gibi kendi soluklanma zamanlarını ellerinde alacak bilgileri paylaşmaya yanaşmazlar, işleri bittiğinde başkalarının işine koşulmalarını yol açacak eğitimlere soğuk bakarlar, işçi-işveren arasında kazanılmış müzakere yöntemlerine paralel bir yapı yaratmaktan çekinirler (Lever-Tracy, 2006: 436-437, 439). Bu nedenlerle işçilerin üstündeki katı denetimi kaldırıyor diye övülen Japon yöntemlerine Batı’da milyarlarca dolar yatırım yapılmasına rağmen uygulanmaları kolay olmaz (Boje ve Winsor, 2006; 330). Değişimi otomotiv sektöründeki British Leyland’ı konu alarak inceleyen Holloway (2006: 372-376), 1970’lerde iyice dara düşen şirketin üretim düzenini değiştirmeye yönelik adımlarını öncelikle sendikayla uzlaşarak yapmaya çalıştığını, sonrasında sendikayı ezdiğini, kitlesel işten çıkarmaların yaşandığını, yeni teknoloji yeni işçiler gerektiriyor anlayışıyla militan geçmişi olanların fabrikalardan uzaklaştırıldığını, sonuçta yönetimin fabrikada denetimi sağladığını belirtir ama işçilerin sadece boyun eğip, Japonya’dakiler gibi şirketle bütünleşmedikleri için işlerini coşkuyla yerine getirmediklerini, bunun üzerine şirketin işçi ailelerine yönelik kampanyalar başlattığını, işçiler ve şirketin birbirlerinden “gurur duymasına” dair mesajlar verildiğini aktarır. Diğer yandan Holloway (2006: 367-368, 376-377) için British Leyland firması kapitalizmin Britanya’daki krizini temsil ediyorsa, 1986’da aynı ülkede açılan Nissan fabrikası krizin çözümünü simgeler; fabrikanın açılışına dair reklam kampanyasında yönetici ve işçilerin aynı şeyleri giymesine ve yemesine, çalışanların yaş ortalamasının genç olmasına, ortadaki uyum yüzünden sendikaların gereksizliğine, çalışanların şirketlerinden gurur duyduğuna vurgu yapılır. Yani, 1970’lerin çatışmaları bitmiş, Nissan’da herkes birlikte iyi arabalar yapmak için işe koyulmuştur, sorunlar artık sağduyu ve iletişimle çözülmektedir (Holloway; 2006: 378). Fordizm’e isim veren Ford fabrikaları da değişime karşı koyamamıştır. McKinlay ve Starkey (2006: 346-347, 350-351), sanayi üretiminde hizmetlerin önemini gösterir şekilde 1950 ve 1960’larda Ford’ta finans bölümünün üretim ve ürün geliştirmeden daha önemli hâle geldiğini, her kararın finansal açıdan meşrulaştırılması gerektiğini, ancak bu durumun sonradan yeniliği engelleyen örgütsel katılığa yol açtığını belirtirler. Ford’un Avrupa branşı, 1979 sonunda “Japonya’dan Sonrası” kampanyasını girişir ve Japon fabrikalarını örnek alarak işin yapılışını ve işçilere uygulanan disiplini kökten değiştirir; farklı işler arasındaki sınırlar muğlaklaştırılır, daha geniş iş tanımları yapılır, daha becerikli ve esnek işgücü arzusuyla yeni vasıf edinimi desteklenir, üretim hattındaki vasıfsızlaşmanın/uzmanlaşmanın ifadesi olan 500 farklı iş unvanı 50’ye indirilir, daha fazla çıktı yerine daha fazla vasıf için ekstra ücret verilmeye başlanır (McKinlay ve Starkey, 2006: 353-355). Dahası Ford Avrupa yetkilileri yüzde 25’i Ford’a ait olan Mazda’da incelemelerde bulunduktan sonra üretkenliğin ekip çalışması ve iletişimin önündeki prosedürsel engellerin kaldırılmasıyla ulaşılacağı sonucuna 116 Enformasyon Toplumu ve İnsan hizmetler sektöründeki işlerin büyük bölümünün imalat sanayilerindekiler kadar taylorizasyona tabi olduğunu gösteren, beyaz yakalıların görevlerinin mavi yakalılarınkiyle aynı rutinleşme, parçalanma ve vasıfsızlaşmadan muzdarip olduğunu aktaran ve hizmetler sektörünün ekonomideki payı arttıkça yeni bir çalışma ilkesinin, yeni bir uzmanlaşma etiğinin yayılacağı varsayan inançların hatalı olduğunu gösteren tezi bu noktada önemlidir. EİT’lerle Taylorizm’in daha önceleri dokunulmayan faaliyet alanlarına ve işçi gruplarına uzandığını söyleyebiliriz ki, zaten bu teknolojileri üreten şirketlerden Olivetti de ürünlerini bu gerekçeyle pazarlamaktadır.59 Toffler da bürolardaki hizmet işçilerinin durumunun pek o kadar iyi olmadığının farkındadır. Fabrikalar model alınarak düzenlenen bürolardaki işlerin aynı şekilde bölük pörçük, tekrara dayalı, sıkıcı ve insanı ezen nitelikte olduğunu söyler, buralarda çalışanların “beyaz gömlekli proleterler” diye niteler ancak enformasyon toplumunun gelişmesiyle durumun değişeceğini öne sürer (Toffler, 1981a: 258260). Ancak beklenen iyileşme gerçekleşmemiştir. Hizmetler sektöründeki işlerin çoğu hâlâ tercih edilir olmaktan uzaktır.60 Bunların önemli bir kısmının güvencesiz ve vasıf gerektirmeyen (fast-food restoranında ya da veri girişinde çalışmak gibi) geçici rutin işler olduğu, genelvarırlar, proje bazlı iş yapılan Mazda’daki “uyum ve rekabet ortamına” dikkat çekerler (McKinlay ve Starkey, 2006: 361, 362). 59 Şirket başkanı Franco de Benedetti şöyle demektedir: “İlk fabrikaların taylorizasyonu… emek gücünün denetlenmesini sağladı ve üretim süreçlerinin bunu izleyen mekanizasyonu ve otomasyonu açısından zorunlu bir öngereklilikti… Enformasyon teknolojisi, temelde Taylorcu örgütlenmenin ilişmediği beyaz yakalı işçiler düzeyinde emek gücünün eşgüdümüne ve denetimine yönelik bir teknolojidir” (aktaran Kumar, 2004: 33-34) 60 Belki de bunu en iyi gösteren örneklerden biri Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon şirketi Turkcell’in çağrı merkezlerinde çalışanların koşullarıdır. Çalışanlar günde 11-12 saat konuşmak zorunda kalmakta, kendilerinden her aramada sanki saatlerdir telefon başında değillermiş gibi aynı performansı göstermeleri beklenmekte, her gün gelen 200 aramayı 2 dakika içinde sonuçlandırmaları istenmekte, tuvalet için sadece 4-7 dakika izin alabilmekte, çeşitli performans testlerinden geçmeleri gerekmektedir (http://www.gercegecagrimerkezi.org/2006/09/turkcell-kuralsyzcalythyyor/). AB Politika Belgelerinde İnsan 117 likle toplumsal eşitsizliklere daha fazla maruz kalan kadınlarca geçici olarak yerine getirildiği, ismine bakıldığında uzman sınıfa ait görülen bazı mesleklerin aslında “makyajlanmış” olduğu belirtilir, tıpkı tesisatçılara ısı mühendisi veya sekreterlere yönetici asistanı denilmesinde olduğu gibi (Kumar, 2004: 40-41). Enformasyon toplumu kuramlarında çalışma yaşamına dair öne çıkan bir diğer nokta iş zamanı-boş zaman ayrımının aşınmasıdır. Katı kurallar ortadan kalkınca çalışmak yük olmaktan çıkmış, insanlar kendilerini gerçekleştirdikleri ve haz aldıkları için çalışmaya başlamışlardır. McLuhan’a (1964: 347) göre artık her insan çalıştıkça kendini ifade eden bir sanatçıdır.61 Toffler’ın (1981a: 308, 310, 311, 343-344) bu konudaki fikirleri de gayet açıktır. Buna göre dokuzdan beşe sabit mesailerin sonu gelmekte, insanlar çalışma saatlerini kendileri belirlemektedir. Bu süreçte yarım gün çalışma gibi uygulamalar (özellikle de emekliler ve kadınlar söz konusu olduğunda) yaygınlaşırken, bu durum insanların spor, din, siyaset gibi alanlara daha fazla ilgi göstermelerine imkân tanımaktadır. Çalışma haftası ve yılları kısalmakta, işe kısa dönemli (altı aylık veya bir yıllık) aralar vermek mümkün olmaktadır. İş zamanının kısalmasından elde edilen zamanın tamamen insanın kendisini ait olduğu düşünülür ve bu durum bireyin özgürleşmesi olarak algılanır (McLuhan ve Powers, 2001: 149).62 İnsanlar bu zamanı, yeni vasıflar edinerek kendilerini geliştirmek ya da eğlence hizmetle- 61 McLuhan bunu şöyle ifade etmektedir; “Kültür ve teknoloji, sanat ve ticaret, iş ve boş zaman arasındaki eski karşıtlıkları bitirmektedir. Parçalara ayrılan mekanik çağda boş zaman işin yokluğuyla, ya da basitçe aylaklıkla tanımlanırken, elektrik çağı için tersi doğrudur. Enformasyon çağı tüm yetilerimizin eş zamanlı olarak kullanılmasını gerektirdiğinden, tıpkı tüm çağlardaki sanatçılar gibi, ne kadar müdahil olursak o kadar boş vaktimizi doldurduğumuzu keşfediyoruz”. 62 Mesela, kazanılan zamanın evdeki angaryaları yerine getirmek için kullanılacağı düşünülmez. Enformasyon toplumunda eve dair işler de (ev idaresi kayıtlarını tutmak, ödeme ve vergi işlemlerini gerçekleştirmek, vs…) ağlar üzerinden şirketler tarafından sunulduğu için insanların daha fazla boş zamanı vardır (McLuhan ve Powers, 2001: 149). 118 Enformasyon Toplumu ve İnsan rinden faydalanmak için kullanabilirler ki, zaten enformasyon toplumundaki hizmet çeşitliliği bunu onlara sunmaktadır. Kendini gerçekleştirmek ve haz almak için çalışılınca, sanayi toplumlarında büyük mücadelelerle kazanılan haftalık yasal çalışma süresi de anlamsızlaşmaktadır. Hatta işin iş yerinde ve belirlenen iş zamanında yapılması anlamını yitirmektedir. İnsanın her saati böylelikle işin yerine getirilmesi için seferber edilebilmektedir. Bu tavır işin “esnekleşmesini” meşrulaştıran kalkana dönüşür ve “rutinin ölümü” diyerek kutsanır. Sennett (2009; 2010) insanların bu “esnek” düzende belirsizlikten dolayı korku ve endişe içinde olduklarını vurgulasa da, bu tür olumsuzluklara enformasyon toplumu kuramcılarının eserlerinde hiç değinilmez. Yeniden yapılandırılan kapitalizmin boş zamanlara ilgisi sadece iş saatlerinin “esnekleşmesinden” ibaret değildir. Eğlence ve sürekli eğitim gibi faaliyetler giderek kâr alanlarına dönüştükçe bunların gerçekleştirileceği boş zamanların uygun şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu yüzden kapitalizmin yeni dönemde sadece işin taylorizasyonuyla yetinmeyip, tüketimin ya da toplumun taylorizasyonunu da amaçladığı dile getirilir (Robins ve Webster, 2012). 4.1.3. Toplumsal İlişkilerin Dönüşümü İşin dönüşümü insanların aile yaşantısında dönüşümü kaçınılmaz kılar. Enformasyon toplumu, Sanayi Devrimi’nden önce olduğu gibi işi bürolardan ve fabrikalardan alıp eve getirmekte, “elektronik temel üzerine oturtulmuş evi toplumun merkezi yapan bir ev endüstrisi” belirmektedir (Toffler, 1981a: 265; Toffler, 1981b: 335). ABD’de telekomünikasyon yatırımlarının çoğunun evlere kadar toprakaltı kablo döşenmesine ayrıldığına dikkat çeken McLuhan ve Powers (2001: 147) “evin Amerikan toplumunda, boş topraklar dönemindeki gibi merkezi konuma geleceğinden” bahsederler. Ekonomik faaliyetlerin evin içine taşınması olumlu yansıtılır. Evde birlikte çalışmanın aile bütünlüğünü güçlendirebileceği, boşanmaların sayısını azaltabileceği öne sürülür (Toffler, 1981a: 275-278, AB Politika Belgelerinde İnsan 119 435). Mahalli/yerel toplulukların güçleneceği iddialar arasındadır. Buna göre EİT’ler enformasyon tabanlı ekonomik faaliyetlerin evlerden de gerçekleştirilmesine olanak tanıyarak insanların yaşadıkları yerde daha fazla zaman geçirmesine ve mahalle/cemaat aidiyeti geliştirmesine sebep olmaktadır, hatta komşularıyla ortak sosyal faaliyetlerin ötesinde ortaklıklar ya da kooperatifler kurmalarına kapı aralamaktadır (Toffler, 1981a: 276-278). Evden çalışma ile aile bütünlüğü arasında kurulan ilişki enformasyon toplumu kuramcılarının düşüncesindeki bir tür çelişkiyi yansıtır. Zira çekirdek aile diğer yandan geçmişin kalıntısı görülür. Toffler (1981a: 283, 301) “Bilgisayar, İkinci Dalga tipi aile bakımından kürtaj yasasından, eşcinseller için özgürlük isteyenlerden, açık saçık edebiyattan ve filmlerden daha tehlikelidir. Çünkü çekirdek aile egemenliğini sürdürebilmek için kitle üretim sistemine gereksinme duyar, oysa bilgisayar bizi bu sistemden uzaklaştırıyor” diyerek çekirdek ailenin kitlesel üretimin gereği olduğunu ve üretimin dönüştüren teknolojilerin aileyi derinden etkilediğini vurgular. Üretimin yeniden yapılandırılmasına koşut olarak toplumsal ilişkileri yeniden tanımlanan insanların eskisi gibi “durağan” ilişkiler kurabilmesi artık imkânsızlaşmıştır ki, Toffler (1981b: 212) şöyle demektedir; Toplumdaki değişim hızı arttıkça, başarı oranı azalmaktadır. Birçok şeyin sürekli değiştiği; kocaların sosyal ve ekonomik açıdan bir aşağı bir yukarı inip çıktığı; ailenin sık sık evinden ve çevresinden koptuğu; bireylerin dinsel kökenlerini, geleneksel değerlerini, ailelerini terk ettikleri; hızla hareket eden bir toplumda iki insanın herhangi bir şeyi eşit düzeyde geliştirebilmesi mucize olur. Yükselişteki hizmetler sektörüyle çekirdek aile arasında da ilişki kurulur. Geleneksel aileye daha az bağlı görülen hizmetler sektöründeki eğitimli çalışanların sayısının artmasıyla, boşanma oranları ve yalnız yaşayanların sayısı yükselmekte, doğum oranları düşmekte, boşananların yeniden evlenmesiyle oluşan aile tipi yaygınlaşmaktadır (Toffler, 1981a: 284, 286-288, 290). Geleceğin aile tipi yeni koşullar 120 Enformasyon Toplumu ve İnsan altında “seri evlilikler ve boşanmalar yüzünden pastiş şeklinde” olacaktır (McLuhan ve Powers, 2001: 147). Tüm bunlara istinaden Sennett’ın yeni yapıda insanların kilit niteliklerinden birini feragat edebilme ve yerleşik bir gerçekliği terk edebilme kapasiteleri olarak tanımlaması anlamlıdır (2009: 72). Koşullar sürekli değişirken, insanların hep uyum sağlaması beklenirken, aile kurumunun tüm bunlardan etkilenmemiş olarak bir ömür boyu birlikte yaşam şeklinde düşünülmesi tuhaf olurdu. Sürekli değişim ortamı, aileyi yıprattığı gibi arkadaşlık ilişkilerini de yıpratmaktadır. Buna göre arkadaşlıklar artık ortak merak ve yetenekler üzerinde kurulmakta, ilgi alanları değişince arkadaşlıklar da değişmekte, insan ilişkileri geçici hâle gelmektedir (Toffler, 1981b: 107, 110). Burada teknoloji çözüm olarak değerlendirilir; etkileşimli ağlar sayesinde insanlar birbirleriyle daha kolay temasa geçebilecek ve yalnızlıktan kurtulacaklardır (Toffler, 1981a: 421-423). İnsanların yakın çevresiyle ilişkilerinde öngörülen değişimler böyleyken makro planda “çokluğa” vurgu yapılır. Yeni teknolojilerin yayın yapmayı kolaylaştırıp, herkesin sesini duyurabilmesine olanak tanımasıyla ortaya çıkan çok sesliliğin fikir birliğini zorlaştırdığını söyleyen enformasyon toplumu kuramcıları bu durumu “alt kültürler patlaması” olarak değerlendirirler ve sanayi toplumundaki gibi insanların sınıfsal temellere dayalı olarak belli yaşam biçimlerini yaşamaya mecbur kalmalarının artık geçerli olmadığı belirtilerek, “özgürlük patlamasından” bahsederler (Toffler, 1981b: 238, 252, 256). Bu çok kültürlülük enformasyon toplumunda aynı zamanda önemli bir ekonomik değer ifade etmektedir. Farklı toplumsal grupların getirecekleri talepler enformasyon ağlarındaki hizmetlerin çeşitlilik kazanmasına yol açmaktadır. McLuhan ve Powers (2001: 141-142) bunu şöyle ifade ederler; Etnik ayrılıklar, enformasyon alışverişine dayanan, tam gelişmiş bir ekonominin ateşlenmesine yardımcı olacaklardır. Gerek yasal, gerekse yasal olmayan yollardan, onbinler halinde ABD kıyılarına yığılan Çinliler, Japonlar, Koreliler, Araplar, Lübnanlılar, Meksikalılar, Orta Amerikalılar ve Kızılderililer, yeni medya teknolojilerinden iyi hizmet alacak- AB Politika Belgelerinde İnsan 121 lardır. Yüz kanallı kablo sistemleri, kültüre ve dile göre bölünecektir. (Güney Kaliforniya’da halihazırda yüzyedi dil konuşulmaktadır.) Vidyokasetler ve vidyodiskler, etnik müzik, sinema ve sahne ürünleri için yeni pazarlar yavrulatacaklardır. Bölgesel bankalar, elektronik araçları, azınlıkların para kullanma geleneklerine uygun hale getirilmiş yeni kredi ve muhasebe yöntemleri yaratmak için görevlendireceklerdir. Son yüzyılda olduğu gibi mahalle okulları, linguistik açıdan ısmarlama olacaktır. Bu anlayışla “gelişmenin” bilim-kurgu kitaplarındaki gibi herkesi aynı kalıba sokan totaliter bir yönetim getireceği, “Büyük Biraderi” mümkün kılacağı düşünülmez. Zira kuramcıların perspektifinden bu durum enformasyon temelli ekonominin köküne kibrit suyu dökmek olur. Siyasal açıdan da çok kültürlülüğü bastırmak çıkar yol değildir; toplumsal planda karşılıklı bağımlılığın çok yüksek olması nedeniyle toplumsal gruplar boyutlarının çok ötesinde güce sahiptirler ve isterlerse sistemin işleyişini tıkayabilirler (Toffler, 1981b: 400). Dolayısıyla çok kültürlü toplumda siyasal istikrarın yolu baskıdan değil, katılımdan geçmektedir, her ne kadar toplumsal taleplerin (çocuk, öğrenci, yoksul, azınlık hakları, çevre, eğitim, sağlık hakları gibi) artması yüzünden işbirliğini/eşgüdümü sağlamak zor olsa da (Bell, 1973: 128, 159). Her türlü toplumsal aidiyetin gelişimine değinmelerine rağmen, enformasyon toplumu kuramcılarının sözünü etmekten kaçındıkları şey insanların sınıfsal aidiyetleridir. Söz konusu kuramcıların Marksizm’le çatışmasını incelediğimiz ikinci bölümde bu konuyu kapsamlıca ele almıştık. Kısaca tekrar edecek olursak, enformasyon toplumu kuramcılarına göre sanayi toplumuyla özdeşleştirilen sınıf, gelişmeler karşısında insanlara dar gelmekte ve insanlar kendileri çok daha farklı kimliklerle ifade etmektedir. Dolayısıyla siyasi mücadele sınıf mücadelesi olmaktan çıkmakta, farklı grupların kendi konum ve fikirlerini kabul ettirme çabasına dönüşmekte, kapitalist sistemi kökten sorgulayan bir cephe yerine onun farklı farklı olumsuzluklarını ele alan ama 122 Enformasyon Toplumu ve İnsan bir bütün olarak kapitalizme sorun edinmeyen parçalı bir toplumsal muhalefet belirmektedir. Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak toplumsal ilişkileri bu şekilde dönüşüme uğrayan insanlar için bireysel çıkarın artık önemini yitirdiği, insanların yaşamını yönlendiren amacın bundan böyle kendi çıkarını ençoklaştırmak yerine ortak toplumsal çıkar için çalışmak olduğu öne sürülür (Bell, 1973: 481). Oysa piyasa aracılığıyla kendi çıkarlarını ençoklaştırmaya çalışan birey, kapitalizmin olmazsa olmazlarındandır ve sistem buna göre yapılanmıştır. Bell (1973: 303, 309, 362, 425, 433, 444, 481-482), bunu detaylıca ele alır. Batılı kapitalist toplumların üzerinde yükseldiği klasik liberal öğreti açısından toplumun temel unsurunun aile, cemaat ya da devlet değil birey olduğunu vurgular. Kendi çıkarlarını en iyi kendisi bilen ve bunları gerçekleştirmek için rasyonel kararlar alıp uygulayan bireylerin aynı zamanda toplumun genel çıkarlarını gerçekleştirdiği savını tekrarlar. Bunun gerçekleşme yerinin piyasa ve demokratik seçim sandığı olduğunu, ikisinin birlikte özgür toplumu meydana getirdiği tezini yineler. Bu yüzden serbest mübadele ve seçimler önündeki engellerin kaldırılması gerektiğinin düşünüldüğünü, sadece farklı arzu/ihtiyaçları olan bireyler arasında adil rekabeti sağlayacak düzenlemelerin kabul gördüğünü aktarır. Bu yapı içinde özel mülkiyetin ve özel hakların korunmasının bireycilik açısından vazgeçilmezliğine değinir. Toplumsal iyinin ölçütü bireysel çıkar olmaktan çıkınca klasik liberalizmin sonuna gelmiş oluyoruz (Bell, 1973: 444). Toplumsal grupların ortak hak taleplerinin yükselişi sonucunda kota gibi uygulamaların belirmesi artık bireyciliğin aşındığının, toplumsal adaletin klasik liberalizmin fırsat eşitliğinden farklı bir bağlamda ele alındığının ve düzenlemelerin buna göre gerçekleştirildiğinin kanıtı görülür. Enformasyon toplumunda yaşayan insanların bir diğer önemli niteliğiyse uyum sağlama yetenekleridir. Sürekli dönüşümün hâkim olduğu ve toplumsal ilişkilerin bunun üstünde yükseldiği ortamda Toffler (1981b: 38) öncelikle insanların uyum sağlayarak geçiciliği öğrenmesi gerektiğini söyler; AB Politika Belgelerinde İnsan 123 Yaşamını sürdürebilmek ve gelecek korkusuna yakalanmamak için birey, eskisine göre daha kolay uyum yapabilmeli, daha yetenekli olmalıdır. Hız dürtüsü nedeniyle şimdi sallanan eskimiş temellerin – din, ulus, topluluk, aile veya meslek – yerine üstüne basabileceği, tümüyle yeni kavramlar bulmalıdır. Bunu gerçekleştirmeden önce hızın, kendi kişisel yaşamı üzerindeki etkisini iyi anlamalıdır. Başka bir deyişle, geçiciliği anlamak zorundadır. Uyum sağlamayı öğrenen insan – yine Toffler’ın (1981b: 63) ifadeleriyle söylersek – “esnek” olacaktır; Eğer geleceğin insanları geçmişin insanlarından daha hızlı yaşayacaklarsa, esnek olmak zorundalar. Engel koşucularına benzerler: Eğer engelleri aşmak istiyorlarsa, öteberiyle yüklü olmamaları gerekir. Teknolojinin yararlarını elde ederken, öteberiyle yüklenme sorumluluğunu da taşımamalıdırlar. Hızlı değişimin belirsizlikleri arasında yaşamlarını sürdürebilmeleri için, hafif yolculuk etmesini öğrenmek zorundadırlar. Buna bakınca enformasyon toplumunun insanı değişimin sürekliliğinin farkında, her an koşullara göre yeniden değişebilecek esneklikte ama bunu sağlamak adına hayatında pek çok şeyden feragat etmiş biridir. Bu insan herhangi bir alanda derinleşmeyen, köklü ilişkiler geliştiremeyen biri olarak nitelendirilebilir. Uyuma yönelik vurguyu enformasyon toplumu kuramcılarının ilerlemeci/evrimci tutumlarıyla ilişkilendirmek zor değildir. Enformasyon toplumu kuramcılarının düşüncesinde çizgisel bir tarih anlayışıyla tüm insanlığın nihai toplum yapısı olan enformasyon toplumuna doğru evrildiği, bunun karşı konulamaz bir gidişat olduğunu fikri vardır. Hal böyleyken, insanlara düşen uyum sağlamaktır. Bu yüzden insanların toplumsal değişimin motoru teknoloji karşısındaki tavırları da edilgen biçimde değerlendirilir. İnsanların teknolojiyi nasıl benimseyecekleri, reddetme ihtimalleri hiç hesaba katılmaz. İnsanlar geçiş sürecinde sıkıntı yaşasalar da toplumsal dönüşümün tamamlanmasıyla sıkıntıların aşılacağı belirtilir. Aynı toplumsal evrimci tavır nedeniyle uyum sağlayamayanların yeni toplumda yeri yoktur ki, McLuhan ve Powers (2001: 186) “Hızla 124 Enformasyon Toplumu ve İnsan yaklaşan bu gelecekte, rolünü, sürekli bir kredilendirilebilirlik notu alacak kadar iyi oynamayan kişinin durumu ne olacaktır? Bugün olduğu gibi o zaman da o varolmayan bir kişi olacaktır” diyerek, onları yok olmaya mahkum eder. Dolayısıyla karşımızda evrim sürecinden başarıyla çıkmış, en güçlülerden oluşan bir toplum belirmekte, bu da enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki ütopik toplum yapısıyla örtüşmektedir; maddi refahın garanti aldığına alındığı, iktidarın ortadan kalktığı bir toplumun bireyci olmayan, maddiyata önem vermeyen, kendini eğitmiş, hayatı yaşayan, hem çalışan hem eğlenen, birlikte huzur içinde yaşayan insanları. 4.2. Politika Belgelerinin Seyri ve İki Farklı Dönem Enformasyon toplumu kuram metinlerindeki insan tasavvuru bu şekilde irdelendikten sonra çalışmanın geri kalanında AB’nin 1990’larda enformasyon toplumuna geçiş hedefi kapsamında çıkardığı 10 politika belgesi çözümlenmiştir. Belgeler, enformasyon toplumuna ilişkin tartışmaların olabildiğince yoğun seyrettiği 1993-1997 dönemine aittir. Bu başlıkta söz konusu belgelerin hangilerinin, neden çözümlemeye değer görüldükleri aktarılacaktır. Bunu yaparken AB’nin tavrındaki değişimi ve konunun toplumsal boyutların yavaş yavaş öne çıkmaya başlamasını görmek mümkün olacaktır. İncelenen belgelerden üçü enformasyon toplumuna ilişkin piyasacı yaklaşımın tavan yaptığı 1990’ların ilk yarısındandır. Bunların ilki Aralık 1993 tarihli Büyüme, Rekabetçilik, İstihdam; 21’inci Yüzyıla Dair Zorluklar ve Çözümler [Growth, Competitivenes, Employment; The Challenges and Ways Forward into the 21st Century] başlıklı beyaz kitaptır. Literatürde kısaca Beyaz Kitap olarak anılan belgede AB’nin 21’inci yüzyıla ilişkin kapsamlı projeksiyonları yer alır. EİT’lerin gelişimi ve enformasyon toplumuna geçişin önemine değinilir, enformasyon ağlarına geniş çaplı yatırım istenir, enformasyon toplumundaki istihdam ve eğitim koşulları vurgulanır. Beyaz Kitap 1990’larda enformasyon toplumuna ilişkin momentumu başlatan ve çerçeveyi belirleyen belge olarak görüldüğünden (EC, 1994: 2; EC, 1995: i) incelenmiştir. AB Politika Belgelerinde İnsan 125 Beyaz Kitap, AB’nin en yüksek karar organı Avrupa Konseyi’nin Aralık 1993’teki toplantısında desteklenir. Konsey ayrıca uzmanlarca Haziran 1994’teki Korfu zirvesine kadar enformasyon toplumuna geçiş stratejilerinin belirlenmesi için bir rapor hazırlanmasını talep eder. Bunun üzerine Komisyon’da görevli komiserlerden Martin Bangemann liderliğinde hazırlanan Avrupa ve Küresel Enformasyon Toplumu [Europe and the Global Information Society] raporunda 1990’ların ilk yarısına damga vuran piyasacı anlayış sayfalara dökülür. Literatürde Bangemann Raporu olarak bilinen raporun özel sektörü öne çıkaran ve hızlı düzenleme talep eden vurguları Avrupa Konseyi’nin Korfu zirvesinde kabul görünce, bir ay sonra – Temmuz 1994’te – Avrupa’nın Enformasyon Toplumuna Doğru Yolu; Eylem Planı [Europe’s Way to the Information Society; An Action Plan] başlıklı belge yayınlanır. Kısaca Eylem Planı olarak ifade edeceğimiz belge büyük ölçüde Bangemann Raporu’ndaki öneriler doğrultusu hazırlanır. 1995’ten itibaren AB’nin yaklaşımında toplumsal boyutun “sınırlı” öne çıkışının izleri bulunabilir. Kasım 1995 tarihli Öğretmek ve Öğrenmek; Öğrenen Topluma Doğru [Teaching and Learning; Towards the Learning Society] başlıklı belgede enformasyon toplumundaki insanların eğitimi ele alınır. Beyaz kitap olarak hazırlandığından bu belgeye bu çalışmada kısaca Eğitim Beyaz Kitabı diye atıf yapılacaktır. AB’nin Temmuz 1996’da seri halde çıkardığı belgeler enformasyon toplumuna ilişkin stratejinin kapsamlı gözden geçirilmesine işaret eder. Enformasyon Toplumu: Korfu’dan Dublin’e Yeni Beliren Öncelikler & Enformasyon Toplumunun Avrupa Birliği Politikaları Üzerindeki Etkileri – Sonraki Adımlara Hazırlık [The Information Society: From Corfu to Dublin; The New Emerging Priorities & The Implications of the Information Society for European Union Policies – 126 Enformasyon Toplumu ve İnsan Preparing the Next Steps] başlıklı belge bunlardandır.63 Belgede enformasyon toplumunun AB gündeminin tepesinde olduğu, bu amaçla 1994’te Eylem Planı hazırlandığı, ancak gelişmeler karşısında güncelleme ihtiyacı doğduğu ve daha önce düşünülmeyen alanların enformasyon toplumu stratejisine dâhil edilmesi gerektiği belirtilir (EC, 1996b: 2). İnsanın merkezi konuma yerleştirilmesi istenen değişiklikler arasındadır ve “İnsanı enformasyon toplumu politikasının merkezine koymak Komisyon’un önceliğidir; örneğin geniş çaplı hizmetler ve içeriğe erişim gibi mevzularda insanların umutlarına ve endişelerine daha iyi yanıt vererek” denir (EC, 1996b: 1a). AB’nin diğer öncelikleri iş ortamını geliştirmek (telekomünikasyonda serbestleşme ve adil, rekabetçi ve şeffaf düzenlemelerle), geleceğe yatırım (eğitime/öğretime eğilerek ve Çerçeve Programları enformasyon toplumunu geliştirmek için kullanarak) ve küresel meydan okumaya karşı durmak (küresel kuralların belirlenmesinin yönetilmesi ve DTÖ müzakerelerinin tamamlanmasıyla) şeklinde aktarılır. Bu belge AB’nin 1990’ların ilk yarısına ilişkin değerlendirmelerini ve bunun sonucunda talep ettiği düzeltmeleri yansıttığından incelenmiştir. Temmuz 1996 tarihli belgelerden bir diğeri Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve Çalışmak; Önce İnsan [Living and Working in the Information Society; People First] başlıklıdır. Literatürde bolca atıf yapılan belgeye kısaca Yeşil Kitap denir. Görüldüğü üzere enformasyon toplumunda insanı dert edinen anlayış belgenin başlığına çıkmıştır. Yeşil Kitap’ın amacı Avrupa’da enformasyon toplumunun gelişimine dair tartışmayı canlandırmak ve bu kapsamda iş örgütlenmesine, istihdama ve toplumsal uyuma odaklanmaktadır (EC, 1996a: 1a). Belgenin eylem planını güncellemeye yönelik girişimin parçası olduğu ifade edilir (EC, 1996a: 4). Ayrıca “Enformasyon toplumu insanlar için olmalı, enformasyonun gücünü serbest bırakmak amacıyla insanlar için ve insanlar tarafından kullanılmalı” denir (EC, 1996a: 2, 23). Ancak önceden belirttiğimiz üzere, bu tavır toplumsal olana ve insana 63 Esasında iki adet belge söz konusudur ama AB bunları birlikte ve tek bir resmi kod (COM(96) 395 Final) vererek yayınlamıştır. Biz de burada bu yüzden AB gibi farklı başlıkları olan iki belgeyi tek bir belgeymiş gibi ele alacağız. AB Politika Belgelerinde İnsan 127 dair vurgu artarken özelleştirmeler ve serbestleştirmeler artık tamamen bir kenara itiliyor demek değildir. Bu çabaların ardından Kasım 1996’da Küresel Enformasyon Toplumunun En Önündeki Avrupa; Güncellenmiş Eylem Planı [Europe at the Forefront of the Global Information Society; Rolling Action Plan] yayınlanır. Kısaca Güncellenmiş Eylem Planı diye bahsedilecek belgede Eylem Planı’nın ardından kaydedilen ilerlemeler sayılır ve bunu güncellemeye yönelik girişimler hatırlatılır (EC, 1996d: 2, 3). Ayrıca iş ortamını geliştirmek, geleceğe yatırımda bulunmak, insanı merkeze koymak ve küresel meydan okuyamaya karşı durmak şeklindeki yeni önceliklerin altı çizilir (EC, 1996d: 4-5). Güncellenmiş Eylem Planı’ndan önce, Ekim 1996’da konumuz açısından önemli bir başka eylem planı yayınlanır; Enformasyon Toplumunda Öğrenim; Avrupa Eğitim Girişimi İçin Eylem Planı (199698) [Learning in the Information Society; Action Plan for a European Education Initiative (1996-98)]. Kısaca Eğitim Eylem Planı olarak ele alınacak belge, AB’nin enformasyon toplumundaki eğitime ilişkin önceliklerini aktardığı Eğitim Beyaz Kitabı’nın devamı niteliğindedir (EC, 1996c: 5). 1997 yılına ait her iki belge de – Eğitim Eylem Planı gibi – devamlılık esasıyla incelenmiştir. Toplumsal uyuma değinen, Yeşil Kitap’ın devamı niteliğindeki (EC, 1997a: 3) Enformasyon Toplumu ve Uyum [Cohesion and the Information Society] başlıklı belge Ocak 1997’de çıkar. AB’nin artık konunun ekonomik boyutunda yer alan enformasyon altyapılarının inşası, özelleştirmeler ve serbestleşmelerin ötesinde toplumsal boyutu da hesaba kattığını göstermek istercesine şöyle denir; [Komisyon], 1997 baharı için ‘Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve Çalışmak’ Yeşil Kitabına dair konsültasyon ve tartışma sürecinin devamı olarak bir dizi eylemi içerecek bir tebliğ hazırlayacaktır. Hazırlanacak bu tebliğ enformasyon toplumunun toplumsal boyutuna dair daha odaklanmış bir ‘Önce İnsan’ yaklaşımı geliştirecektir… (EC, 1997a: 13). 128 Enformasyon Toplumu ve İnsan Bununla birlikle “Enformasyon toplumuna ilişkin tartışma ve politika girişimleri, daha önce teknolojik ve sunum tarafı unsurlarına odaklanırken artık toplumsal ve talep yanı unsurlarına da odaklanmaktadır” denir (EC, 1997a: 8). Öncesinde Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu ve Avrupa Sosyal Fonu harcamalarının ancak yüzde 2 civarındaki kısmının telekomünikasyona gittiği, bunun yüzde 1,5’lik kısmının enformasyon altyapısını, özellikle temel telefon ağını geliştirmek ve tamamlamak için kullanıldığı ve toplam harcamaların ancak yüzde 0,3’lük bölümünün kullanıcı tarafına ayrıldığı aktarılır (EC, 1997a: 6). Esasen arzulanan enformasyon toplumunun tüm toplumsal boyutlarıyla kapsamlı bir şekilde ele alınması değil, sadece gerekli talebi yaratacak toplumsal koşulların sorgulanmasıdır ki, talep geliştirmek [demand stimulation] enformasyon toplumuna geçişi “hızlandırma ve yumuşatma aracı” olarak nitelendirilir (EC, 1997a: 10) ve tavır değişikliğine örnek olarak daha az avantajlı bölgelerdeki [less favoured regions] girişimler gösterilir; Daha az avantajlı bölgelerde enformasyon altyapısının ve uygulamalarının daha genişçe yayılmasını desteklemek ve teşvik etmeye yönelik Komisyon girişimlerinin doğası zaman içinde evrilerek altyapıya güçlü vurgu yapan STAR programında telekomünikasyon hizmetlerine yönelik talebin ve halk ile özel sektör arasında telekomünikasyon altyapılarının etkin kullanımının uyarılmasına vurgu yapan TELEMATIQUE programına geçildi (EC, 1997a: 7). Temmuz 1997’de Enformasyon Toplumunun Toplumsal ve Emek Piyasası Boyutu; Önce İnsan – Sonraki Adımlar [The Social and Labour Market Dimension of the Information Society; People First – The Next Steps] yayınlanır. Güncellenmiş Eylem Planı’nın parçası olan belgede enformasyon toplumu politikalarına toplumsal boyutu katmadaki ilerleme özetlenir (EC, 1997b: i). Enformasyon Toplumu ve Uyum belgesine atıf yapılarak “Avrupa Komisyonu’nun üye devletlere telekomünikasyon ağlarının tamamlanması ve güçlendirilmesine öncelik vermelerini önerirken, buna talep yaratma önlemlerinin eşlik etmesini istediği” aktarılır (EC, 1997b: 3). İlerleyen sayfalarda “EİT’lerin başarılı bir şekilde kullanıma girişinin, EİT’lerin girişini örgütsel dö- AB Politika Belgelerinde İnsan 129 nüşüm ve insan kaynaklarının gelişimiyle birleştiren bütüncül bir yaklaşım gerektirdiğine dair kanıtlar var” denir (EC, 1997b: 7). 4.3. Enformasyon Toplumunun Üreticileri ve Tüketicileri Kapitalizm yapısal krizlerini üretimi ve üretimin toplumsal ilişkilerini yeniden yapılandırarak aşmaktadır. Bu başlıkta Sanayi Devrimi’ne denk bir kırılmadan bahseden AB belgelerinde üretim alanındaki dönüşümlerin ve bunun insana yansımalarının nasıl tasavvur edildiğini irdeleyeceğiz. Üretim ve tüketim bir bütün oluşturdukları ve ayrı değerlendirilemeyecekleri düşüncesiyle bu başlıktaki sorgulamaya tüketim boyutu da dâhil edilmiştir. 4.3.1. İşin Derin Dönüşümü ve Vasıfların Farklılaşması AB belgelerinde iş örgütlenmesine dair derin dönüşüme dikkat çekilir. Beyaz Kitap’ta “multimedya çağının şafağından” bahsedilir ve “bunun üretim yapıları ve yöntemleri üzerinde uzak erimli etkileri olacağı, şirketlerin örgütlenme biçimlerini, yöneticilerin sorumluluklarını ve çalışanlarla ilişkileri değiştireceği” belirtilir (EC, 1993: 20). Bangemann Raporu’ndaysa şu ifadeler kullanılır; Enformasyon toplumunun gelişi, iş düzenlemelerindeki değişiklikler ve yeni meslekler ve vasıfların yükselişiyle birlikte gerçekleşmektedir. İş yerindeki eli kulağındaki dönüşümü öngörüp yöneteceksek, toplumsal ortaklarla daimi diyalog son derece önemli olacaktır. Bu uyumlu çabalar, değişen ortamın getirdiği iş yerindeki yeni ilişkileri yansıtmalıdır (ÜDUG, 1994: 7-8). Burada işe dair dönüşüm kabul edilirken raporun ilerleyen sayfalarında “iş örgütlenmesine dair daha radikal değişikliklerin yolda” olduğu aktarılır (ÜDUG, 1994: 9). Raporda dikkate edilmesi gereken nokta “dönüşümü yönetmekten” bahsedilmesi ve farklı toplumsal kesimler arasındaki ilişkilerin iş yerindeki yeni ilişkileri yansıtmasının arzulanmasıdır. İşe dair dönüşüm sanki yönetilebilir ama durdurulamaz bir süreçmiş gibi ele alınmakta ve toplumsal kesimlerin buna göre yeniden konumlanması istenmektedir. 130 Enformasyon Toplumu ve İnsan Enformasyon toplumuyla birlikte iş örgütlenmesinde yaşanan dönüşümün en kapsamlı değerlendirmesini Yeşil Kitap’ta buluruz. Belgede yeni dönemin başarılı iş örgütlenmesi olarak “esnek şirketlere” dikkat çekilir; Şirketler, basit işler gerçekleştirilen hiyerarşik ve karmaşık örgütlerden karmaşık işleri olan daha az hiyerarşik, daha ademimerkeziyetçi ve ağ yönelimli örgütlenmelere doğru dönüşüm geçirmekte. Yeni esnek şirket merkezi bir noktadan yönetilen petrol tankerinden ziyade aynı yönde ilerleyen küçük teknelerden oluşan bir filo olarak betimlenebilir (EC, 1996a: 7). Böylelikle şirketlerin sadece stratejik faaliyetlerini bünyelerinde tutacak biçimde küçülmeleri, diğer faaliyetlerini taşeronlar ağıyla gerçekleştirmeleri, piyasadaki anlık değişimlere göre örgütlenmelerini hızla uyarlamaları enformasyon toplumunun tasdiklenmiş iş örgütlenmesi olur. Daha önceki senelerde şirketlerin faaliyetlerinin ademimerkeziyetleşmesi ve operasyonel esneklik teması Beyaz Kitap’ta da dile getirilmiştir (EC, 1993: 8). Eğitim Beyaz Kitabı’ndaysa şöyle denilmiştir; Ticari kuruluşlar giderek daha fazla esneklik ve ademimerkeziyete yöneliyorlar. Esneklik arayışı, ağ tabanlı şirketlerin gelişimi, taşeronların artan kullanımı, ekip çalışmasının gelişimi enformasyon teknolojisinin sonuçlarından bazılarıdır (EC, 1995: 6). “Esnek şirketlerde” çalışmak eskinin hantal büyük şirketlerine göre çok daha farklı bir çalışma ritmi ve kültürü talep etmektedir; Statik işlev tabanlı vasıflar ve geleneksel yönetim modelleri ve teknikleri, işçilerden ve yöneticilerden tersini – esneklik, güven, taahhüt ve değişimi öngörme ve yönetme yetisiyle nitelenebilecek yeni bir sanayi ve şirket kültürünün gelişmesini – talep eden iş ortamına göre uygunsuz ve katı kalmaktadır (EC, 1996a: 6). Piyasadaki anlık değişimleri esas almak gereken yeni yapıda, talep edilen vasıflar ve işlevler sürekli farklılaştığından eskiden olduğu gibi aynı vasıflarla yıllarca aynı işi yapmak imkânsızlaşmıştır. Değişimin AB Politika Belgelerinde İnsan 131 hızına ayak uydurma zorunluluğu, iş örgütlenmesinin şirket merkezinden daimi denetimini de sürdürülemez kılmış ve ağ yapılanması içinde işi gerçekleştiren birimlere esneklik sağlamıştır. Şirket yöneticileri bu birimlere güvenmek durumundadır. Bu nedenle ekip çalışması öğrenilmesi gereken bir zorunluluk olarak algılanır (EC, 1995: 6, 13). Bu noktada enformasyon toplumu kuramlarıyla politika belgeleri arasındaki örtüşmeden bahsedilebilir. Her ikisinde de işteki hiyerarşilerin sonu selamlanır, işi yapanların işleri üzerinde daha fazla denetim sahibi olduğu aktarılır ve kapitalizmin bir önceki döneminde hâkim olan Fordizm ve Taylorizm’den kopuş ilân edilir. Beyaz Kitap’ta (EC, 1993: 68, 178) açık biçimde yeni iş örgütlenmesi Taylorizm’den kopuşla ilişkilendirilirken ve geçmişte işin örgütlenmesinin sıklıkla büyük üretim birimlerinde standartlaştırılmış biçimde olmasının “bireyi kendi emeğinin sonuçlarından uzaklaştırdığı” ve bunun motivasyon, yaratıcılık ve ekonomik çıktı kaybı yarattığı dile getirilirken, Yeşil Kitap’ta da (EC, 1996a: 7) “esnek şirketlerin daha az uzmanlaşma üstünde yükseldiği ve çalışanların birbirlerine aktardıkları bir iş yapmak yerine bir dizi görevi icra ettikleri” ifade edilir. Üstelik bu “yeni iş örgütlenmesi verimlilik artışı kadar iş tatmini de sağlamaktadır” (EC, 1996a: 2). Zaten artık insanlar da keyifli işlere yönelik bir talep içindedir (EC, 1993: 179). Fordizm ve Taylorizm’deki katı kol emeğizihinsel emek ayrımının yavaş yavaş ortadan kalktığına dair en net ifadeleri Eğitim Beyaz Kitabı’nda görürüz; Daha genelde Avrupa’nın daha fazla küçük spesifik alanlara ve kompartımanlara bölünmüş değil, herkesin yaptığı işi anlamasına ve bunda ustalaşmasına imkân tanıyan, hatta işte kendilerini geliştirmelerini sağlayan bir mesleki öğretime ihtiyacı var. Mesela bu şu anlamlara geliyor: i) örgütlenme, yönetim ve hat yönetimi, vs… gibi konularda daha genel eğitimli öğrenimleri geliştiren teknisyenlerin mühendis olmasına izin vermek; ii) mühendislerin – ve de işçilerin – üretimden satışa ve ürünün nihai kullanımına (kurulum ve bakım) kadar süreci bir bütün olarak görmelerine imkân tanımak (EC, 1995: 37). 132 Enformasyon Toplumu ve İnsan Çalışanların işleri üzerinde kaybettikleri denetimi yeniden kazanmalarına paralel olarak belgede işin rutinden sıyrılarak entelektüel nitelik kazandığı aktarılır; Enformasyon teknolojisi, kodlanıp, programlanıp, otomatikleştirilebilecek rutin ve tekrara dayalı işin ortadan kalkmasına katkı sağlamaktadır. İşin içeriği giderek daha fazla girişim ve uyum yetisi gerektiren entelektüel görevlerden oluşmaktadır (EC, 1995: 6). Böylelikle enformasyon toplumu kuramlarına koşut olarak işçilerin robotlar gibi düşünmeden aynı işi yaptığı dönemin sonu ilan edilir. Artık işçilerin işleri üzerinde denetimleri vardır ve bunun bir parçası olarak entelektüel görevler artmaktadır. Hiyerarşilerin yıkılması ve çalışanlara iş üzerinde daha fazla söz hakkı verilmesi – “demir kafesin” kalkması (Sennett, 2010: 14, 42) – piyasadaki değişimlere hızla yanıt verebilmek içindir ama sürecin insana yansıması bundan ibaret değildir; İşin ademimerkeziyetleşmesini kolaylaştırsa da enformasyon teknolojisi söz konusu işlerin çevrimiçi iletişim ağlarında etkileşimli biçimde kıtalar arasında en az bir büro ve kattan diğerine olduğu kadar etkin biçimde eşgüdümüne imkân tanımaktadır. Bunun sonucu eşzamanlı olarak işçilerin artan bireysel özerklik seviyesi ve eylemlerinin bağlamına dair daha az açık hâle gelen algılamalarıdır. Yeni teknolojilerin ikili etkileri var. Bir yandan üretim sürecinde insan unsurunun rolünü önemli ölçüde artırırken, diğer yandan işçileri iş örgütlenmesindeki değişikliklerden daha zarar görebilir hâle getirmektedir çünkü işçiler karmaşık bir ağın içindeki yalnız bireylerdir (EC, 1995: 6). Dolayısıyla “demir kafes” kalkmıştır ama başka bir (esnek) kafes işin içine girmiştir. İşin yapıldığı evrenin genişlemesiyle birlikte işçiler hiç farkında olmadıkları gelişmelerin etkilerine açık hâle gelmişlerdir. Enformasyon toplumunda “insanlar giderek artan çeşitlilikte fiziksel nesne, toplumsal durum, coğrafi ve kültürel bağlamla karşı karşıya kalacakları” gibi “farklı yorumlamalara ve kısmi çözümlemelere açık bölük pörçük ve eksik enformasyon yığınıyla uğraşmak zorunda kalacaklardır” (EC, 1995: 9). Dolayısıyla “esnek şirketin” övü- AB Politika Belgelerinde İnsan 133 len ağ örgütlenmesi içinde çalışanlar aslında ellerinde cılız bir ışıkla yollarını bulmaya çalışıyor da olabilirler. İşin icrasında işçilerin artan özerkliğine rağmen sürekli yenilenen ağ yapılanması üzerinde denetimleri yoktur. Bununla birlikte işin icrası için insanlardan beklenen, hızla değişen ortamda mümkün olduğunca tüm gelişmeleri takip etmeleridir. “Gelecekte insanların öngörülemez biçimde değişen ama bilimdeki gelişmelerle birlikte yine de denetlenmesi kolaylaşan karmaşık durumları anlaması istenecektir” (EC, 1995: 9). Bunu gerçekleştirmenin yolu bilgi tabanının genişletilmesinden, eğitim ve öğretimin güçlendirilmesinden ve hayat-boyu eğitime yatırımdan geçmektedir. Daha sonraki başlıklarda eğitimi ele alırken işgücünde yer alan insanlara aktarılmak istenen vasıflara kapsamlıca değinilecektir. Ancak burada şunu belirtmek gerekiyor; “enformasyon toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte herkesin vasıflarını sürekli yenilemesi ve yeni nitelikler kazanması gerekmektedir” çünkü hızla değişen ve buna göre hep farklılaşan yeni vasıflar talep eden ortamda “işler kapabilenin olacaktır” (EC, 1996c: 5). Dolayısıyla enformasyon toplumundaki ideal çalışan değişen koşullara göre kendine geliştiren ve talep edilen vasıfları edinebilendir. Bunun dışında farklı belgelerde farklı vasıflara vurgu yapıldığını görmek mümkündür. Beyaz Kitap’a göre AB’nin aradığı “daha vasıflı, esnek, hareketli, dilsel yetenekleri olan ve gelişen dünya pazarlarında Avrupa’nın içkin avantajlarını kullanacak nitelikte işgücünü üretebilmektir” (EC, 1993: 164). Yaratıcı olmak, yeni fikirler geliştirmek, hızlı iletişim kurmak, ekip çalışmasında bulunabilmek, kalite arayışı da aranılan vasıflardandır (EC, 1995: 13, 37; EC, 1996b: 5). Bu vasıfları yeni ürün ve hizmetlerin sayısının artması ve bunları geliştirmek için proje bazlı çalışan ekiplerin çoğalmasıyla birlikte değerlendirmek doğru olur. Keza, “esnek şirket” aynı yönde ilerleyen küçük birimlerden/teknelerden oluşan bir filo olarak tanımlanınca ekip çalışması da gereklilik hâlini almaktadır. Bunun yanında işin icrasında EİT’ler önem kazanınca “hesaplama ve okuryazarlık gibi temel vasıfların güçlü olmasının yanında yeni bir 134 Enformasyon Toplumu ve İnsan tip temel vasıf olarak bilgisayar okuryazarlığı [informacy] gerekli hâle gelmiştir” (EC, 1996a: 16). Teknolojiye hâkimiyet insanlar açısından öylesine bir zorunluluktur ki, Eğitim Eylem Planı’nda “Giderek bilgi tabanlı olan toplumda kendilerine yer edinmek istiyorlarsa Avrupalıların yeni enformasyon ve iletişim araçlarını kullanmayı erken yaşlardan itibaren öğrenmeleri gerekiyor” denir ve “geleceklerinin buna bağlı olduğu” vurgulanır (EC, 1996c: 18). Toplumların geleceği de enformasyon tabanlı ekonomik faaliyetlere bağlı olduğundan teknoloji kullanımını geliştirmek AB’nin kendisi için de hayati bir mevzudur, hatta gelişmenin koşullarından biridir; EİT’lerin kullanımındaki deneyim eksikliği bazı daha az avantajlı bölgelerin enformasyon toplumuna katılımı önünde engel teşkil ediyor. İleri EİT uygulamalarının etkin kullanımı bilgisayar okuryazarlığını, gerekli destek ve bakım hizmetlerinin varlığını ve dilsel vasıfları gerektirmektedir, birkaçını belirtecek olursak (EC, 1997a: 11). Avrupalıların yeni vasıflarla donanması gerekirken AB mevcut durumun iç açıcı olmadığının altını ısrarla çizer, ihtiyaç duyulan vasıfların eksikliğine vurgu yapar. Beyaz Kitap’ta “bilim ve teknolojinin geliştirilmesi ve uygulamaya aktarılmasında, esnek üretim sistemlerinin düzenlenmesinde ihtiyaç duyulan yüksek vasıfların eksikliğinden” yakınılır (EC, 1993: 138, 140). Hem Beyaz Kitap’ta hem de Yeşil Kitap’ta “mevcut vasıf arzıyla talep edilen yeni vasıflar arasındaki uyuşmazlık olduğu” dile getirilir ve “iki vitesli emek pazarından” bahsedilir (EC, 1993: 146; EC, 1996a: 2, 16). Enformasyon Toplumunun Toplumsal ve Emek Piyasası Boyutu; Önce İnsan – Sonraki Adımlar başlıklı belgede de iki vitesli emek pazarından bahsedilir, vasıfların yeni ekonomik yapılara göre uyarlanması yavaş gerçekleştiğinden AB’nin muzdarip olduğu düşük ekonomik büyüme buna bağlanır (EC, 1997b: iv, 12) ve sorunun boyutlarını ortaya serercesine KOBİ’lerin durumu aktarılır; KOBİ’lerin genelde yeni teknolojileri düşük benimsediğine ve vasıflı insan bulmakta zorluk çektiklerine dair kanıtlar var. Avrupa’nın en hızlı büyüyen 500 KOBİ’siyle yapılan araştırma 1994’te bunların üçte birinin doldurmakta zorluk çek- AB Politika Belgelerinde İnsan 135 tikleri boş pozisyona sahip olduğunu ve yüzde 50’sinden fazlasının önceki üç yılda kalifiye eleman işe almakta zorlukla karşılaştığını gösterdi. Firmalar vasıflı çalışan ve teknisyen mevcudiyetine dair önemli zorluklardan bahsediyor (EC, 1997b: 13). KOBİ’lerin sıkıntısı şu açıdan önemlidir; değişen koşullar karşısında “operasyonel esneklik ve entegrasyon kapasitelerinin yüksek olması nedeniyle büyük şirketlerin KOBİ’leri taklit etmeye çalıştıkları” vurgulanır (EC, 1993: 8). Yani iş vardır ama çalışacak uygun insan yoktur ve model alınan KOBİ’ler bile vasıf eksikliğinden muzdaripken, durumun bu şekilde devam etmesi AB açısından yaşamsal bir sorun ortaya koymaktadır; Bir şey reddedilemez; eğer büyük bir sanayi gücü olarak kalacaksa Avrupa’nın vasıflı üretim işçilerine ihtiyacı vardır. Bir yandan yeni teknolojilerde uzmanlaşma, bakım ve destek faaliyetlerinin önemi, bağımsız çalışma, ekip çalışması, yüksek kalitede araştırmaya müdahil olma, vs… gibi yeni üretim koşullarına uyum sağlarken Avrupa’nın vasıflı işçilik geleneğini koruması gerekiyor (EC, 1995: 37). Çare, “enformasyon toplumunun getireceklerini öngörerek, buna göre insan kaynaklarına yatırım yapmak, insan sermayesini güçlendirmektir” (EC, 1996a: 10). “Gelecekte tüm ülkeler EİT ekipmanını satın alabilir ve kullanabilir ama mal ve hizmetlerin üretimi giderek bilgi tabanlı olacağından bir ülkenin uzun vadede başarısını belirleyen unsur halkının bilgisi ve EİT’leri kullanabilme yetisi olacaktır” (EC, 1996a: 23). Bu, bizi enformasyon toplumunda insanların eğitimi mevzusuna götürmektedir ki, bunu daha sonra tartışacağız. Bunun dışında – yine daha sonra detaylıca ele alacağımız – farkındalık kampanyalarına vurgu yapılır. İnsan kaynaklarını gerektiği gibi yönlendirmek için hizmetler sektörüne özel önem atfetmek kaçınılmazdır çünkü enformasyon toplumunda “istihdam artışının ana kaynağı hizmetler sektörüdür” (EC, 1996a: 13). “Avrupa’da istihdamın sektörel yapısındaki kökten dönüşümler sonucunda 20 yıl önce toplam istihdamın yüzde 50’den azını oluşturan hizmetler sektörü artık yüzde 65’ini oluşturmaktadır” (EC, 136 Enformasyon Toplumu ve İnsan 1997b). Ancak AB’nin önemini tespit ettiği hizmetler sektörü fazlasıyla geniştir. Yeşil Kitap’ta (EC, 1996a: 13) “Yeni işler [hizmetler sektörünün] hem dinamik bölümlerinden hem de daha geleneksel bölümlerinden gelmektedir” denilse de, aslında enformasyon toplumunda öncelik EİT’lerle bağlantılı yeni hizmet alanlarına tanınmaktadır ki, aynı cümlenin devamında “Yeni teknolojilerle ilişkili yeni işler herhangi bir emek kaybını telafi edenlerden fazladır. Aslında hizmetler sektöründe istihdam artışı yeni teknoloji uygulamalarına daha fazla yatırım yapan ülkelerde daha hızlıdır” denir. Bunun kanıtını Beyaz Kitap’ta buluruz; Fransa’da Minitel’le birlikte ortaya çıkan hizmetler 350 binden fazla iş yaratmıştır (EC, 1993: 21). Keza “Yazılım ve bilgisayar hizmetleri, istihdam yaratma konusunda Avrupa’da zirve konumu işgal etmektedir” (EC, 1997b: 13). Görsel-işitsel hizmetler AB tarafından özellikle vurgulanır.64 AB’nin çok işine gelir biçimde görsel-işitsel hizmetler sektörü “yüksek oranda emek yoğun bir yapıya” sahiptir ve “düşük emek maliyetli pazarların rekabetine karşı daha az duyarlıdır” (EC, 1993: 120). Ama bu demek değildir ki, Avrupa’da görsel-işitsel hizmetler sektöründeki istihdam garantilenmiştir. Zira AB’nin kendi görsel-işitsel hizmetler sektörünün düşük emek maliyetli pazarların rekabetine dirençli olması, büyük ölçüde sektörün vasıflı emek gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Esasında EİT’lerle ilişkili tüm hizmet alanları yüksek vasıf 64 AB, yeni teknolojilerle ilişkili tüm alanlarda ekonomik büyüme ve istihdam artışı beklemektedir ama görsel-işitsel hizmetler sektörünün altı özellikle çizilir. Beyaz Kitap’ta 21. yüzyıl arifesinde 3 milyon yeni iş yaratılabilecek hizmet alanları sayılırken görsel-işitsel hizmetler sektörünün adı geçer (EC, 1993: 17) ve “Görsel-işitsel hizmetlerin sayısındaki öngörülebilir büyüme, yeni programlara yönelik talebi önemli ölçüde artıracaktır. Yüzyılın sonuna kadar şimdikine kıyasla 10 kat fazla televizyon kanalı ve üç kat fazla kablolu ağ abonesi olacaktır” denir (EC, 1993: 21). Tahminler “orta vadede hane halkı harcamalarında görsel-işitsel ürünlere ayrılan payın ikiye katlandığına işaret etmektedir” ki, “sağlam talep artışına” bakınca “bu sektörde istihdam yaratmak için önemli bir potansiyel bulunduğu” açık görünmektedir (EC, 1993; 121). Enformasyon Toplumunun Toplumsal ve Emek Piyasası Boyutu; Önce İnsan – Sonraki Adımlar başlıklı belgede de “programlama ve multimedya içerik işlerinin Avrupa’daki internet patlamasından en büyük faydayı sağlayacağı” aktarılır (EC, 1997b: 13). AB Politika Belgelerinde İnsan 137 seviyesi gerektirmektedir (EC, 1993: 104). Tüm bu nedenlerden dolayı “Eğer bu işler Avrupa’da kalacaksa, diğer şeylerin yanında EİT sanayindeki vasıflı emek eksiğinin üstesinden gelmek gerektiği gibi hızla demode olan vasıfların yenilenmesi de gerekmektedir” denir (EC, 1997b: 13). Yani yine insanların eğitimi ve belli vasıflarla donatılması ön plana çıkar. Enformasyon toplumunda hizmetler sektörünün konumuna ilişkin diğer önemli nokta rasyonalizasyondur. Enformasyon toplumu kuramcıları teknolojiyle birlikte gelen tarım ve sanayideki rasyonalizasyonu toplumların yapısal dönüşümünün sebebi görüyordu. Beyaz Kitap’ta şimdi de “hizmetler sektörünün rasyonalizasyonuna şahit olduğumuz” söylendikten (EC, 1993: 21) sonra şöyle denir; Hizmet üreten sanayilerde istihdam arttı, dolayısıyla ekonominin başka yerlerindeki kayıpları kısmen kapattı. Hizmet sanayilerindeki büyümenin artık önceden kaydedilen seviyelerde olamayacağı yönünde işaretler var. Hizmetler artık tüm gelişmiş ekonomilerde öylesine büyük bir paya sahip ki, mal üreten sanayilerdeki verimlilik artışından sağlanan gelir, ekonominin başka alanlarındaki istihdam kazanımlarını finanse etmeye yetecek kadar büyük olmayacak. Daha fazla gelir kazanımı artık büyük ölçüde hizmetler sektörünün kendisindeki verimlilik artışından gelmek zorunda. Böylesi bir artış esasen mümkün ve muhtemelen enformasyon teknolojilerinin başarılı şekilde uygulanması ile yeni örgütlenme yöntemlerinin kombinasyonu sayesinde ve uluslararası rekabete tabi veya diğer firmalar için önemli girdi sağlayan hizmet sanayilerindeki rekabet baskısıyla sağlanacak (EC, 1993: 153). Burada – enformasyon toplumu kuramcıları her ne kadar aksini iddia etse de – hizmetler sektörünün ekonominin geri kalanı gibi rasyonalizasyona tabi olabileceği düşünülmektedir. Enformasyon teknolojileri ile yeni örgütlenme yöntemlerinin uygulanması ve rekabetle sağlanacak bu rasyonalizasyonun tıpkı tarım ve sanayideki gibi emeğin teknolojiyle ikame edilmesine yol açıp açmayacağına alıntıda değinilmemektedir. Ancak hemen ardından “Hizmetler sektöründeki kapsamlı yeniden yapılanmasının sonuçlarından biri işsizliğin sadece 138 Enformasyon Toplumu ve İnsan işgücünün kötü vasıflı, vasıfsız kısmını değil, muhtemelen yüksek eğitim seviyeli kısmını da etkileyecek olmasıdır” denir (EC; 1993: 153). Yani enformasyon toplumunun en fazla bilgiyle yoğrulmuş kesimi de tehdit altındadır. Ancak bu sav daha sonrasında pek dile getirilmez, işsizlik hep başka bir düzlemde vasıfsız emekle ilişkilendirilerek tartışılır. AB sıklıkla enformasyon toplumuna geçildiğinde yeni istihdam alanları açılacağını ama bunların yüksek vasıflar gerektiren işler olacağını belirtmektedir. Bu süreçte – hizmetler sektöründeki rasyonalizasyona dair söylenenler kenara itilerek – “bazı imalat faaliyetlerinin emek maliyetleri düşük ülkelere transfer edilmesinin hızlanacağı”, buna karşılık AB’nin göz koyduğu “yeni teknolojilerin sanayinin genelinde sağlayacağı verimlilik iyileşmelerinin aynı zamanda başka türlü kaybedilecek olan pek çok işi kurtaracağı” (EC, 1993: 21) öne sürülür. Yani teknolojinin işsizlik yaratmasından endişe etmeye gerek yoktur; kaybedilecek olan zaten istenmeyen, düşük vasıflı işlerdir. Yeşil Kitap’ta bunu şu cümlelerde görürüz; EİT'lerin istihdama dair başlıca etkisi, işlerin ve iş dünyasının radikal yeniden yapılanmasıdır. İmalat sanayi düşüşe geçti ama düşüş tek biçimli olmadı. İmalattaki düşük teknolojili, düşük vasıflı ve düşük ücretli işler eridi. Yüksek teknolojili, yüksek vasıflı ve yüksek ücretli istihdam genişledi (EC, 1996a: 13). Firma ölçeğinde de yeni teknoloji kullanan şirketlerde istihdamın azalmadığı, aksine kullanmayanlara kıyasla daha olumlu seyrettiği tecrübeyle sabittir (EC, 1993: 105). İşsizliğin nedenlerini araştıran AB’nin teknolojiyi akladığı ve istihdam oranı yüksek rakiplerinde EİT kullanımının yaygın olduğunu tespit ettiği unutulmamalıdır. Bu noktada AB açısından sorun zaman aralığını iyi idare edebilmektir (EC, 1996a: 14). İstenmeyen işler yok olacak, yeni ve daha vasıflı işler belirecektir fakat arada bir geçiş dönemi vardır. Bazılarının bu süreçte zarar görmesi mümkündür ama AB açısından yapılabilecek fazla bir şey yoktur; “İş kaybı ve iş yaratılması EİT’lerin kullanıma girmesinden kaynaklanan yapısal dönüşüm sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır” (EC, 1996a: 15). Bazılarının “elenmesi” yaşamsal AB Politika Belgelerinde İnsan 139 önemdeki yapısal dönüşümün gereğidir. Aynısı zaten Sanayi Devrimi sırasında da olmuş ve her türlü tartışmaya rağmen zamanın yeni teknolojileri tüm dünyaya yayılmıştır ki, benzer tartışmaları yeniden yapmaya gerek yoktur (EC, 1993: 21). Tavrını bu şekilde koyan AB böylelikle tartışmayı kapatır. Diğer yandan ortada o kadar da vahşi bir süreç olmadığı gösterilmeye çalışılır; “geleneksel ve elle yapılan işler yok olmayacaklar ama önemlerini kaybedeceklerdir” (EC, 1996a: 14). Keza, “enformasyon teknolojilerindeki gelişmelerle vasıfsız insanların geride bırakılmaları gibi sakıncalarla pozitif politikalar yoluyla mücadele edilmesi” salık verilmektedir (EC, 1993: 104). AB’nin enformasyon toplumunda işgücünü oluşturan insanlara dair tasavvuru ciddi çelişkiler içerir. Hizmetler sektöründeki rasyonalizasyonun vurgulandığı Beyaz Kitap’ta (EC, 1993: 69, 178) ayrıca AB’deki mevcut konjonktürde emeğin sermayeyle ikame edilmesi eğiliminden bahsedildiği gibi teknolojinin gelişmesiyle emeğin serbest kalması arasında bağ kurulur. İşsizliğin kronikleştiği somut durum da AB’nin tasavvurundan farklıdır; AB ülkelerindeki güncel işsizlik rakamları aradan geçen yaklaşık 20 yılda umulanın gerçekleşmediğini gösteriyor.65 Diğer yandan enformasyon toplumu her ne kadar yüksek vasıflı ve bilgi yoğun işlerle birlikte tasavvur edilse de Beyaz Kitap’ta (EC, 1993: 17) 21’inci yüzyıl arifesinde öngörülen 3 milyon yeni işin çoğu, fazla vasıf gerektirmeyen emek yoğun hizmet işleridir; yaşlılar ve engellilerin bakımı, ev işlerinin yapılması, okul çağındaki çocukların bakımı ve derslerine yardım edilmesi, binalarda ve katlarda güvenlik, kırsal bölgelerde ve banliyölerde esnaflık, evlerde tadilat işleri, daha 65 AB’ye bağlı Eurostat’ın Nisan 2012 tarihli verilerine göre Birliğin 27 üyesinde toplam 24,6 milyon işsiz varken, bunun 17,4 milyonu 17 üyeli Avro bölgesindedir. Buna göre 27 üye temel alındığında işsizlik oranı yüzde 10,3’tür. Avro bölgesindeki oransa yüzde 11’dir. 2008’deki krizin ardından AB’deki işsizlik oranı 2000 yılından sonraki en üst seviyeye çıkmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. (http://epp.eurostat.ec.europa.eu/statistics_explained/index.php/Unemployment_statist ics) 140 Enformasyon Toplumu ve İnsan konforlu ve sık toplu taşıma, doğal alanları korunması, kirli bölgelerin temizlenmesi, vs… Bu 3 milyon iş içinde enformasyon toplumuyla ilişkilendirilebilecek yüksek vasıf isteyen tek kategori görsel-işitsel hizmetler sektöründeki yeni işlerdir. Yeşil Kitap’ta da yeni bir istihdam alanı olarak fazla vasıf gerektirmeyen çağrı merkezleri gösterilir; 6 binden fazla şirketin çağrı merkezi hizmeti sunduğu, 130 bin kadar Avrupalının bu işte çalıştığı, 2000 yılına kadar 100 bin yeni iş yaratılacağı aktarılır (EC, 1996a: 9). Dolayısıyla enformasyon toplumunda işgücünün sıkça vurgulandığı üzere yüksek vasıflara sahip, bilgi yoğun işler gerçekleştiren insanlardan ibaret olduğunu düşünmek yanlıştır. Ön planda vurgulanmasa da, AB’nin enformasyon toplumu politika belgelerinde insanlara biçilen işlerin önemli bir kısmı fazla vasıf gerektirmeyen emek yoğun işlerdir. Bu işlerde çalışanların istihdamı, enformasyon toplumundaki yüksek vasıflı ve bilgi yoğun iş yapanların gelir ve hayat standardındaki artışa tabidir. Tüm bunları enformasyon toplumunun çift katmanlı olduğu yönünde okumak mümkündür. Burada doğalmışçasına dile getirilse ve istihdam yaratılıyor diye selamlansa da, ilerleyen bölümlerde çift katmanlılığın arzulanan enformasyon toplumuna dair en büyük risklerden biri kabul edildiğini ele alacağız. Bunlara ek olarak, Taylorizm’in sonunun ilan edilmesine karşın çalışanların elektronik gözetiminin ciddi sonuçlarından bahsedilmektedir; EİT’ler enformasyon saklama, işleme ve erişimini hiç olmadığı kadar kolaylaştırdı. İster güvenlik, isterse de verimliliği ölçmek ve iyileştirmek amacıyla olsun, işçilerin faaliyetlerinin farklı boyutlarına ilişkin bilgilerin sürekli denetimi ve toplanması – muhtemelen işçilerin bilgisinin dışında – olasıdır. EİT’ler işçilerin kişisel davranışları, eylemleri ve karakterleri hakkında veri toplamak ve işlemek için devasa bir potansiyel sunarken, uygunsuz veri kullanımı söz konusu olduğunda ortada ciddi sonuçlar vardır (EC, 1997b: 8). Uygunsuz veri toplamayı engellemek için işçilerin veri mahremiyetlerinin korunması istenir (EC, 1997b: 9). AB Politika Belgelerinde İnsan 141 4.3.2. Esnek ve Güvencesiz Çalışma Enformasyon toplumundaki işgücüne dair tasavvurları incelerken mutlaka değinilmesi ve merkezi önemi nedeniyle ayrı bir başlıkta ele alınması gereken nokta esnek ve güvencesiz çalışma koşullarıdır. Hızlı değişimle tanımlanan ortamda koşullara gerektiği kadar hızlı yanıt verebilmek ve bu sayede rakiplere karşı avantaj sağlamak için işçilerden belli vasıflara sahip olmalarının yanında esnek koşullarda çalışmaları istenir. Esasen arzulanan emeği diğer üretim faktörleri gibi anlık talebe göre yönlendirebilmektir. Bu nedenle süresiz sözleşmelerin yerine belli bir dönem çalışmak için süreli sözleşmelerin yaygınlık kazanması, iş zamanının piyasadaki talebe göre düzenlenmesine olanak verecek şekilde tam zamanlı çalışmadan kısmi zamanlı çalışmaya geçilmesi gibi öneriler getirilir. Bu esnek çalışma biçimlerini sorgulamak “esnek şirket” olgusunu daha iyi kavramak için zorunludur. Öte yandan çalışma koşullarında esneklik talebine iş güvencesinin tırpanlanması eşlik eder. Günün koşullarının gereğiymişçesine dile getirilen esnek çalışma yöntemlerinin her birinde iş güvencesinin budanması söz konusudur. Ayrıca Refah Devleti döneminden kalma sosyal güvenlik uygulamaları mahkûm edilir. Belgelerde emek maliyetlerinin yüksekliğinden yakınılır, sosyal ödeneklerin azaltılması istenir, vasıfsız emek toplumun sırtındaki kambura denk tutulur, iş bulmalarını sağlayacak vasıfları edinmekten “sakınan” insanlar olduğu belirtilir, bu durum sorun addedilerek çözüm için işsizlik yardımlarının azaltılması istenir. Enformasyon toplumunda örnek gösterilen “esnek şirketler”, daha az hiyerarşik, daha fazla ademimerkeziyetçi, farklı birimlerin koşullara göre biraraya gelmesinden oluşan ağ yönelimli yapılardır. Burada ele alacağımız esneklikse çalışma koşullarına ilişkindir; “esnek şirketlerdeki” çalışma koşullarını tanımlamaktadır. Beyaz Kitap’ta “Emek piyasalarında – dâhili ve harici olmak üzere – çifte esneklik ihtiyacı” başlığının altında şöyle denir; Emeğin esnekliği konusu iki açıdan incelenmelidir; arzın taleple buluştuğu harici emek piyasası açısından ve her iş yerindeki dâhili piyasa açısından, başka bir deyişle ihtiyaçlara 142 Enformasyon Toplumu ve İnsan ve tercih edilen iş örgütlenmesi ve iş saatlerine göre uyarlanan mevcut insan kaynakları açısından (EC, 1993: 14). Buna göre dâhili esneklik firma bünyesindeki uygulamalarla sağlanırken, harici esneklik firma dışındaki emek piyasalarının düzenlenmesine ilişkindir. Sonrasında “Harici esnekliği iyileştirmek, daha fazla işsiz insanın firmaların belirlenmiş taleplerini yerine getirmesini mümkün kılmak demektir” denildikten sonra bunun için yapılması gerekenler sıralanır; “ilk adımın coğrafi hareketliliği iyileştirmek” olduğu belirtilir; “sürekli eğitime/öğretime erişim, esnekliğin önemli ayaklarından biri” olarak tanımlanır; “bazı Güney ülkelerinde süresiz sözleşmeli çalışanların işten çıkarılmasına ilişkin yasaların daha esnek olması” istenir; “hem Kuzeydeki hem de Güneydeki ülkelerde emeğin kompartımanlaşmasının aktif nüfusun hareketliliği açısından olduğu kadar işsizlerin yeniden öğretimi açısından da yıkıcı etkileri olduğu” uyarısında bulunulur; “[işsizlere yönelik] garanti gelir mekanizmalarının ayarlanmasına aktif yerleştirme politikalarının eşlik etmesi” önerilir (EC, 1993: 13). Açıklamak gerekirse, devletin düzenlemelerle coğrafi hareketliliği artırması ve sürekli eğitime/öğretimi geliştirmesi, sahip olduğu vasıflarla yetinmeyip talep edilen vasıfları edinecek şekilde kendisini geliştiren işçilerin aranılan zaman ve yerde bulunmasına kapı aralayacak, işten çıkarmaların kolaylaştırılması bunların koşulların değişmesiyle işverenle bağlarının kopartılmasına olanak tanıyacak, garanti gelir mekanizmalarının tırpanlanması da sözleşmesi feshedilip yeniden emek piyasasına dönen insanların sosyal yardımlarla geçinmek yerine yeniden istihdam edilmek için kendilerini geliştirmeye çalışmasına yol açacaktır. Emeğin kompartımanlaşmasının mahkum edilmesi ve Taylorizm’in sonundan bahsedilmesi bu noktada tutarlı görünmektedir çünkü koşulların değişmesiyle sürekli emek piyasasına dönen ve kendilerini geliştirip yeni vasıflar edinmeye çalışanlar aslında elinden her iş gelen insanlar olarak tasavvur edilirler. Beyaz Kitap’ta yer alan bu tasavvuru gerçeğe dönüştürmek amacıyla atılan adımlardan biri AB çapındaki iş ve işçi bulma sistemlerinin EİT’ler vasıtasıyla modernleştirilerek birbirine bağlanması ve gerek iş, gerekse de işçi arayan kullanıcıların sistemi kendi başlarına AB Politika Belgelerinde İnsan 143 kullanabilmesinin sağlanmasıdır (EC, 1997b: 16). Böylelikle farklı coğrafyalarda uygun vasıflara sahip işçilerin istihdamı daha kolaylaşacak ve emeğin piyasadaki diğer üretim faktörleri gibi anlık takiple yönlendirilmesi mümkün olabilecektir. Buna karşılık dâhili esneklik, “bir şirketin insan kaynaklarının optimum yönetiminin sonucu” diye tanımlanırken, “amacın, kaçınılabilen her yerde insanların ihtiyaç fazlası olmasından kaçınarak işgücünü ayarlamak” olduğu belirtilir (EC, 1993: 14). Dâhili esnekliği iyileştirmenin “şirketlerin kendi tercihi olduğu” ifade edilir ve istenirse bunun “çalışanlarının becerikliliğiyle [versatility], işin bütüncül örgütlenmesiyle, esnek çalışma saatleriyle (kısmi zamanlı çalışma ve iş paylaşımının gelişmesiyle) ve performansa dayalı ücret gibi yollarla” sağlanabileceği aktarılır (EC, 1993: 14). Tabii, şirketlerin “ihtiyaç fazlası” insanlardan kurtulabilmesi için yine devletin iş yasalarında düzenleme yaparak, şirketlerin önünü açması gerekmektedir. Emeğin esnekliğinin pratiğe yansımasını özellikle iş zamanının ve sözleşmelerin düzenlenmesinde görürüz. Beyaz Kitap’ta geçici ve kısmi zamanlı çalışmanın benimsenmesi işsizliğin ilacı gibi gösterilir. “Hollanda ve Danimarka’nın normal çalışma saatlerini azaltarak kısmi zamanlı iş sayısını artırmakta başarılı oldukları” söylenerek durum onaylanır ve “Danimarka ve Belçika’da iş hacmi yüzde 2 artmasına rağmen çalışılan ortalama iş saatindeki düşüş nedeniyle istihdam edilen insan sayısının yüzde 8 arttığı, Almanya’daysa iş hacmindeki yüzde 7’lik artışa karşın istihdam edilenlerinin oranının yüzde 12 arttığı” vurgulanır (EC, 1993: 149, 150). Buna göre iş hacminin artış oranı istihdam edilenlerin oranının gerisinde kalmasına rağmen işsizlik düştüğü için ortada sorun edilecek bir durum yoktur. Yani konuya spesifik bir açıdan bakılmaktadır. Beyaz Kitap’ta esnek çalışmanın allanıp pullanması bundan ibaret değildir; Görgül kanıtlar göstermektedir ki, bir dizi Üye Devlette aktif biçimde uygulanan geçici çalışma, iş deneyimi ve öğrenim [training] edinilmesine yardımcı olarak veya bir tür deneme süresi gibi hizmet görerek kalıcı iş yaratmaya yol açabilmektedir. Ayrıca pek çok kişi böylesi düzenlemeler altında çalış- 144 Enformasyon Toplumu ve İnsan mak arzusundadır. Yine de böylesi araçların kalıcı işlere doğru bir yer açması ama onların yerini almaması esas teşkil etmektedir (EC, 1993: 163). Kanıtlar, esnek çalışma biçimlerinin işsizliği çözmek yönündeki katkısına işaret etse de, bizler kanıtların neler olduğu göremeyiz. İlerleyen sayfalarda “Bazı Üye Devletlerdeki deneyimler göstermiştir ki, daha esnek iş örgütlenmesi iş yaratmayı uyarmaktadır” denilmesine (EC, 1993: 172) rağmen, bu deneyimler hakkında da bilgi verilmez. Diğer yandan yukarıdaki alıntıda çok genel bir ifadeyle pek çok kişinin esnek çalışma biçimlerini istediği ve onayladığı söylenir ama bunların kimler olduğu ve hangi şartlar altında oldukları belli değildir. Tüm bunların üstüne esnek çalışma biçimlerinin ancak geçici bir çare olduğunu kabul edercesine, bunlarının kalıcı işlerin yerini alamayacağı vurgulanır ki, bu durumda temel bir çelişki ortaya çıkar; enformasyon toplumu her ne kadar AB belgelerinde hedef kabul edilse ve burada esnek çalışma yöntemleri benimsense de sıradan çalışanlar için bunlar kalıcı işlerin yerini tutmamaktadır ve bir kayıp söz konusudur. Bu durumda “esnek çalışma yöntemleri kimin çıkarınadır” diye sormak kaçınılmazdır. Daha önce de aktardığımız nedenlerle, buna verilebilecek en akılcı yanıt şirketlerdir. Değişen koşullara göre farklı birimleri farklı biçimlerde yapılandıran “esnek şirket”, esnek çalışma koşullarıyla emeğe karşı sorumluluklarını azaltmakta, emeği de diğer üretim faktörleri gibi piyasadaki koşullara göre ayarlayabilecek imkânlara kavuşmaktadır. Dolayısıyla esnek çalışma koşullarının gerekliliği şirketler açısından bir gerekliliktir; yokluğunda şirketlerin esnekliği mümkün değildir. Iskartaya çıkan birimlerde çalışanlar aksi hâlde şirketlerin sırtında “yük” olacaktır, AB çapında emek maliyeti yükselecektir. Belgelerde esnek çalışma biçimlerinin istihdam sorunlarını çözeceği belirtilerek gelebilecek itirazlar engellenmeye çalışılsa da, bunun çalışanların ve sıradan insanların hayrına olduğu gösteren ifadeler kıttır, kanıtlarsa yoktur. Ancak bugünkünden farklı insanlar tasavvur edilerek, insanların emeğin esnekleşmesinden zarar görmeyecekleri ispatlanmaya çalışılır; enformasyon toplumunun işgücünde yer alanlar her daim kendini geliştirip, istihdam edilebilir konumda olurlarsa zarar görmeyeceklerdir. AB Politika Belgelerinde İnsan 145 Beyaz Kitap’ta emek piyasasının olduğu haliyle etkin biçimde işlemediği, esneklikten yoksun olduğu belirtilir (EC, 1993: 14, 146), geçici ve kısmi zamanlı çalışmaya imkân verecek şekilde iş zamanı şablonlarının değiştirilmesi hedef kabul edilir (EC, 1993: 156) ve aşağıdaki alıntıdaki gibi düzenlemeler istenir; Üye Devletler, işçi ve işverenlerin, verili çıktı seviyesi için iş sayısını artıracak olan iş saatlerine ilişkin hâlihazırda değişen eğilimlerinin, tercihleri ve taleplerinin önündeki engelleri kaldırmanın yolunu aramalıdır. Bu, tepeden inme, daha kısa bir çalışma haftası için yasal düzenleme arayan zorlayıcı bir yolla yapılamaz. Daha ziyade şunları içerecek çeşitli araçlarla yapılmalı; i) Daha kısa çalışmak niyetindekilerin sosyal güvenlik ve iş hizmet koşulları söz konusunda olduğunda kayıp yaşamamaları için yasal çerçeveyi ayarlayarak; ii) Önemli uyumsuzluklardan kaçınabilmek adına kısmi zamanlı çalışanlarla tam zamanlı çalışanlar arasındaki sosyal güvenlik dengesini müzakere ederek […]; iv) Çalışan başına daha kısa çalışma haftasına yönelik ulusal dönemsel eğilimleri cesaretlendirerek […]; vi) Yıllık saatlerin azaltılması ve kariyer, öğretim, doğum ve sabbatical izinlerinin olumlu değerlendirilmesiyle (EC, 1993: 157). Görüldüğü üzere bir yandan zaten bir talep olduğu ve devletlerin buna yanıt vermesi gerektiği söylenmekte, diğer yandan da esnek çalışma biçimleri insanlar için çekici kılınmaya çalışılmakta, insanların bunları benimsemesi istenmektedir. Beyaz Kitap’ta ayrıca kısmi zamanlı çalışanlara daha esnek emeklilik şemaları hazırlanması istenir ve çalışanların bu yönde istekleri bulunduğu aktarılır (EC, 1993: 14, 146). Söz konusu düzenlemelerin yapılmasıyla şirketler işe aldıkları insanları istedikleri kadar çalıştırma imkânına sahip olacaklardır. Ancak kısmi zamanlı çalışmayı ya da süreli sözleşmelerle istihdam edilmeyi zorlaştıran veya maliyetli kılan engellerin kaldırılması kapsamında toplu sözleşme kuralları ve sistemlerinin de dönüşüm geçirmesi gerekmektedir (EC, 1993: 146; EC, 1996a: 11; EC, 1997b: 10). 146 Enformasyon Toplumu ve İnsan Tüm bunlar gerçekleştirilmediği takdirde AB’nin emek piyasası “katı” kalacak, emek maliyetleri ticari rakiplere kıyasla yüksek seyretmeyi sürdürecek ve firmalar emeği daha sermaye yoğun unsurlarla ikame etmeye devam edeceklerdir (EC, 1993: 146). Bu durumda AB içinden çıkamadığı işsizlik sarmalında kalmayı sürdürecektir. Üstelik AB açısından bakıldığında ortalıkta başka bir çözüm de görünmemektedir. Ancak esnek çalışma biçimleriyle iş güvencesi arasındaki temel çatışmayı aşma gayreti 1990’lı yıllar boyunca tekrarlanır. Bu noktada yeni koşullarda iş güvencesinin sağlanmasına dair dile getirilen öneriler insanın tasavvuru açısından önemlidir. Enformasyon toplumunun gelişi ve buna uygun düzenlemelerin yapılmasıyla kronik işsizlik sorununu çözmek isteyen AB, sorunun kaynağında insanların yanlış davranışlarını ve buna imkân tanıyan düzenlemeleri görür. Emek politikaları, enformasyon toplumunun gelişiyle ortaya çıkan yeni ve daha fazla vasıf isteyen emek piyasasında “yeni bir başlangıç için yeni vasıflar sunmak yerine işsizlerin çoğuna genellikle gelir yardımı sağladığından işsizlik uzun dönemli işsizliğe ve toplumsal dışlanmaya dönüşmüştür” (EC, 1996a: 15). Başka şekilde söylersek, üstü kapalı olarak insanlara tembellik için para ödendiği ve tembelliğe alıştırıldığı söylenir. Bir dönem tüketimi artırarak kapitalizmi canlandırma motivasyonuyla geliştirilen ve vatandaş olmanın getirdiği bir hak olarak meşrulaştırılan işsizlik yardımları böylece kapitalizm güncel gereklerine uymadığından mahkûm edilir. Bu yüzden “istihdam politikalarının geniş kapsamlı gözden geçirilmesi” gerekmektedir (EC, 1993: 15), işsizliğin çözümü ancak bu şekilde mümkündür (EC, 1993: 5). Bu noktada AB üyeleri arasında belli bir farkındalık oluşturmuştur zira pek çok devlet sosyal refah sistemini sorgularken, “yeni Avrupa toplum modeli daha az pasif ama daha fazla aktif dayanışmaya çağrı yapmaktadır” (EC, 1993: 11). Bu kapsamda pasif istihdam politikalarının yerini yeni ihtiyaçlara ve işteki değişimlere daha uygun aktif istihdam politikalarına bırakması çağrısında bulunulur ve bunun istihdam azlığından “kısmen sorumlu olan davranışsal ve yapısal katılıkları ortadan kaldıracağı” ifade edilir (EC, 1993: 18-19). AB Politika Belgelerinde İnsan 147 “Uzun süredir işsiz olanları – 12 aydan daha uzun süredir işsizleri – yeniden işe döndürmek zorlu ama imkânsız olmayan bir görev” denilerek (EC, 1993: 16) insanların kolayca istendiği gibi davranmayacağına, arzulanan “yeni başlangıçtan” kaçınacağına inanılmaktadır. Ancak dönüşüm bir açıdan kaçınılmazdır çünkü “Avrupa için hiçbir şey teslimiyet, taahhütten kaçınma ve pasifliği besleyen yapılar ve görenekleri korumaktan daha tehlikeli olamaz” denir (EC, 1993: 1a). Peki çare olarak görülen bu aktif istihdam politikaları nelerdir? Eski politikalar neden mahkûm edilmektedir? Yeşil Kitap’ta pasif ve aktif politikalar arasındaki temel ayrım açıkça ortaya konur; En kritik soru eski işlerini kaybeden insanların nasıl yeniden iş hayatına entegre edilecekleridir. Üye ülkeler geçtiğimiz 20 yıl içinde işsizlerin yeniden başlangıcını sağlamakta genellikle başarısız oldular. […] Ekonomiye ve bireye en az geri dönüş sağlayan, en yüksek kamu harcamasını meydana getiren uzun süreli işsizlik ve vasıf kaybından muzdarip 9 milyon kişi ve uzun dönemli işsizliğe ilerleyen daha milyonlarcası yerine üye ülkeler okuryazarlık, hesaplama ve bilgisayar okuryazarlığı vasıflarını geliştirmeye, korumaya ve iyileştirmeye çalışan 9 milyon kişiye sahip olmalılar. Enformasyon Toplumu için gerekli temel vasıfları korumak ve geliştirmek tüm işsizler için bir hak ve zorunluluk olmalı. [...] Yeniden dâhil oluş, insanlar uzun dönemli işsize dönüşmeden ve cesaretleri kırılmadan çok daha önce başlamalı. Aktif ve pasif politikalar arasındaki temel fark budur (EC, 1996a: 18-19). Buna göre aktif politikalar insanları kendilerini geliştirmeye sevk etmektedir. Enformasyon toplumunda kendini geliştirme ve böylelikle yeniden istihdam edilebilir olmak “bir hak olduğu kadar zorunluluktur”. Pasif politikalarsa “bireyi” uzun süreli işsizliğe mahkûm ettiği gibi kamunun cebini yakmaktadır. İşsizlere yönelik kamu harcamalarının yaklaşık üçte ikisi yardıma, geri kalanı “aktif önlemlere” gitmektedir (EC, 1993: 15). Her şeye rağmen işsizlerin sayısı azalmayıp artarken, bu politikaları devam ettirmek mümkün değildir. Bunun yerine Beyaz Kitap’ta işsizlik için olan tazminat sisteminin değiştirilmesi, işsizlik fonunun bir kısmının öğretim önlemlerine akta- 148 Enformasyon Toplumu ve İnsan rılması, bunların özellikle uzun dönemli işsizler ve vasıfsız gençlerin öğretimine ayrılması, “anlamlı bir kalifikasyona yönelten öğretimin” ardından birkaç aylığına – muhtemelen kamu sektöründe – çalışma imkânı sunulması önerilir (EC, 1993: 15, 141). Aynı şekilde AB üyeleri de sosyal güvenlik sistemlerini gözden geçirme çağrısı yapmakta, yardım yerine insanları çalışmaya sevk etmek istemektedir (EC, 1993: 147). Ama tüm diğer yöntemler tüketildiğinde, son çare olarak yardımların önemini de kabul etmektedirler (EC, 1993: 11). Bunun yanında aktif istihdam politikalarını tamamlayacak şekilde dayanışma adına kötü durumdaki kentsel bölgelerin yenilenmesine, sübvanse edilmiş ev inşasına, dezavantajlı geri plana sahip çocuklar için ekstra kaynaklı eğitim sistemlerinin benimsenmesine girişilebileceği aktarılır (EC, 1993: 11). Sosyal güvenlik harcamalarının azaltılması özellikle vasıfsız emek üzerinde yoğunlaşır (EC, 1993: 147, 154, 168). Vasıfsız ve yarı vasıflı emeğin çok maliyetli olduğu, ücret dışı maliyetinin fazla olduğu, bunu indirmek gerektiği söylenir ve yüksek seviyede sosyal güvenlik katkısı olan bazı ülkelerde yapılan araştırmalara dayanarak “düşük ücretlilere yönelik sosyal güvenlik katkılarındaki yüzde 30-40’lık azalmanın istihdamı yüzde 2 artıracağı” öne sürülür (EC, 1993: 15). Refah Devleti döneminde toplumsal adalet inancıyla getirilen sosyal güvenlik programları yeni dönemde adaletsizlikle ilişkilendirilir, mahrum konumdakilerin güçsüzlüğünün nedeni görülür. Zira çalışanları koruyup, onlara avantaj sağlarken, iş arayanlara veya emek pazarına yeni girenlere köstek oldukları, istihdamlarını engelledikleri, böylelikle işsizlerin aleyhine çifte standarda yol açtıkları öne sürülür (EC, 1993: 146, 153). Tüm bunlar esasen insana bakıştaki derin farklılaşmaya işaret eder. İnsanlar arasındaki eşitlik artık piyasada aranmaktadır. Sosyal güvenlik programlarıysa eşitliği bozucu bir unsur görülmektedir. Ancak gelin görün ki, Beyaz Kitap’taki onca cümlenin arasında şu ifade de yer alır; Emek piyasasına daha fazla esneklik getirmek için iş güvencesini azaltma girişimleri genellikle iki katmanlı emek piya- AB Politika Belgelerinde İnsan 149 salarının büyümesine yol açtı: güvenceli daimi işi olanlara karşı güvencesiz geçici işi olanlar şeklinde (EC, 1993: 155). Buradan hareketle enformasyon toplumu tasavvuruyla birlikte gelen güvencesiz işleri neden emek piyasalarındaki çifte standardın sebebi görmeyelim? Mevcut ikiliği ortadan kaldırmanın yolu herkesin esnek çalışma biçimlerine göre istihdam edilmesi midir? Yine alıntıdan hareketle sorarsak, bu durumda ortaya çıkan sonuç herkesin güvencesiz çalışması olmayacak mıdır? AB belgelerine bakınca bunun cevabı “Evet”tir. İnsanlar bunun farkında olduklarından endişe içindedir ve belgelerde bu endişenin varlığı kabul edilir (EC, 1996a: 6; EC, 1997b: 7-8). Ancak bunun böyle olmadığı yönünde yoğun bir gayret gösterilir ve bu kapsamda – daha önce belirttiğimiz gibi – bugünkünden farklı bir insanın tasavvuru ön plana çıkarılır; her daim istihdam edilebilir konumda olan, değişime kendini uydurmuş insan. Diğer yandan iş örgütlenmesindeki derin dönüşümler karşısında iş yasaları demode ve hükümsüz kalmaktadır. Bu durum Yeşil Kitap’a şöyle yansır; Yeni iş örgütlenmesi pratikleri, klasik istihdam ilişkisinin merkezi unsurunu muğlâklaştırma eğiliminde: işveren olgusu daha karmaşık (yüklenici gruplar, ortak girişimler, ağlar, taşeronlar) hâle geliyor; işin mekânı farklılaştı; özel ihtiyaç ve gereklere yanıt vermek için iş zamanına dair pratikler bireyselleşti; bazı durumlarda zamana göre ücretlendirme göreve göre istihdamla [task-specific employment] yer değiştirebilir oldu ve çalışanların özerkliğinin kapsamı genişledi. Başka bir deyişle, ücretli istihdam ve kendi kendini istihdam birleşme eğiliminde, iş yasasının kapsamını belirsiz kılarak ve bazı alanlarda (standart olmayan sözleşmeler, uzaktan çalışma ve işin dışarıya ihale edildiği durumlar) etkinliğini azaltarak (EC, 1996a: 8-9). Bu durum karşısında yapılması gereken “iş dünyasına köstek olmak yerine olumlu gelişmeleri desteklemek” (EC, 1996a: 8), değişime uyum sağlamak ve tüm istihdam sistemini buna göre uyarlamaktır. İş güvencesinin de bu doğrultuda değerlendirilmesi ve eskisinden daha farklı biçimde ele alınması istenir; 150 Enformasyon Toplumu ve İnsan ... temeldeyse ilgili tüm sistemlerin – iş güvencesi, çalışma zamanı, sosyal güvenlik ve sağlık ve emniyet – daha farklı örgütlenecek bir iş dünyasına, iş ile boş zaman, iş ile öğrenme, çalışan ile kendi işinde çalışan arasındaki sınırların daha belirsizleştiği ya da belirsizleşebileceği bir dünyaya kendilerini uyarlamalarını kökten yeniden düşünmek yönünde bir gerek bulunmaktadır. Çalışanlar için güvence kavramının tekil iş yerindeki güvencenin ötesinde istihdam edilebilme ve emek piyasasına dayanan bir güvenceye daha fazla odaklanarak geliştirilmesi ve genişletilmesi gerekiyor. Değişim dâhilinde bir güvenceye odaklanmalı, değişime karşı güvenceye değil (EC, 1996a: 10). Buna göre güvenceyi iş yerinde değil, emek piyasasında her daim istihdam edilebilir olmakta aramalıdır. Aksinde diretmek değişime karşı koymaktır. Bu sağlandığında insan bir iş yerinden ayrılsa bile, bir diğerinde yeniden istihdam edilebilir olacaktır. Ancak buradaki tavrın adil ve sorunsuz işleyen bir piyasa içinde “kusursuz” birey tasavvuruna dayandığı da ortadadır. Gerçek insanların içinde bulundukları koşullar dikkate alınmadan hepsinin kendisini istihdam edilebilir konuma getireceği, insanlar istihdam edilebilir konumda olduğunda da piyasanın dinamiklerinin engel çıkarmayacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla enformasyon toplumu bu bağlamda piyasa ve belli bir insan anlayışının üstünde yükselmektedir. Bu şekilde düşünüldüğünde işsizlik de insanın kendi kusuru olmaktadır çünkü kendini geliştirmemiş ve istihdam edilebilir hâle getirmemiştir. Böylelikle çalışmayı tüm insanların hakkı olarak gören ve işsizliği toplumsal bir sorun olarak algılayan Refah Devleti yaklaşımının tabutuna bir çivi daha çakılır. İstihdam edilebilirliği esas alarak esneklik ile güvence arasında yeni bir dengenin tutturulduğu dile getirilir (EC, 1996a: 9-10; EC, 1997b: iv, 12). Bu yeni denge konumunda bir yandan kısmi zamanlı iş, geçici iş, süreli sözleşmeler, uzaktan çalışma gibi yeni istihdam yöntemleri gözetilmektedir, diğer yandan da çalışanların vasıf geliştirmesi ve istihdam edilebilirliklerini artırmaları sağlanmaktadır. Enformasyon toplumuyla birlikte beliren yeni ve esnek çalışma biçimlerinden biri de uzaktan çalışmadır ve AB belgelerinde sıkça vurgulanır. Enformasyon toplumuna geçişte AB’den ileride olduğu AB Politika Belgelerinde İnsan 151 söylenen ABD’de 6 milyon kişi “şimdiden evden çalışmaktadır” (EC, 1993: 20). Aynısını AB’de gerçekleştirmek işsizlik sorununu azaltacağı gibi EİT’lerin yaygınlaşmasını ve kullanımını artıracak ve böylelikle ekonomik büyümeye katkı sağlayacaktır. Bu nedenlerden dolayı uzaktan çalışmanın geliştirilmesi hedef kabul edilir (EC, 1993: 23, 25, 88; EC, 1997a: 11; EC; 1997b: iv, 9-10; ÜDUG, 1994: 25). Ancak bunu yaparken çalışanların sosyal güvenlik sıkıntılarının dikkate alınması gerektiği vurgulanır. Zira yeni çalışma biçimlerinin iş yasaları ve sosyal güvencelerle sorunlu ilişkisi uzaktan çalışma için de geçerlidir. Sosyal güvenlik endişelerinin dile getirilmesini saymazsak uzaktan çalışma belgelerde hep insanların hayrına biçimde yansıtılır. İnsanların evlerinden çalışmaya başlamasıyla “trafik sıkışıklıklarının, kirliliğin ve enerji kullanımının azalacağı, çalışanların çalışma düzenlerini esnekleştirebileceği, uzaktakilerin için mesafelerin kısalmasıyla toplumsal uyumun artacağı” belirtilir (ÜDUG, 1994: 25). Buna karşın Avrupalılar uzaktan çalışmaya pek ilgi göstermezler. Uzaktan çalışmayı teşvik etmeye yönelik tüm çabalara karşın elde edilen ilk sonuçların beklentilerden düşük seyrettiği ve bu durumun insanların kendi çıkarlarıyla çeliştiği belirtilir (EC, 1997b: 9). Buna göre insanlar kendi hayırlarına olan bir gelişmeyi hâlâ anlamamışlardır. 4.3.3. Tüketimin Stratejik Önemi Üretimi tüketimden ayırmadan enformasyon toplumunda işgücüne baktıktan sonra tüketimi gerçekleştirecek insanların tasavvurunu da sorgulamak doğru olacaktır. Bu noktada bir yandan tüketim kalıplarının dönüşüm sürecinden etkilendiği belirtilir (EC, 1993: 20), diğer yandan da alttan alta bolluk ve zenginlik mesajları verilir. Buna göre “kitlesel üretimin avantajları artık bireysel tercihlere daha fazla yanıt verebilen kişiye özel [customized] üretimle biraraya gelmiştir” (EC, 1993: 20; EC, 1995:6). Kitlesel üretimdeki gibi mallar rahatça bulunabilmekle birlikte EİT’lerin üretime uygulanması sayesinde üretilen mallar tek tip olmaktan kurtulup, kişinin isteklerine göre biçimlendirilebilecektir. Malların çeşitlenmesinin başka kaynakları da vardır; en- 152 Enformasyon Toplumu ve İnsan formasyon ağları uzak yerlerdeki alıcılar ile satıcıları sayısal ortamda biraraya getirdiğinden, tüketicilerin telealışveriş sayesinde (ÜDUG, 1994: 10) çok çeşitli pazarlardaki çok daha fazla sayıdaki ürünü satın alabilecek konuma geldiği düşünülebilir. Enformasyon toplumunda, geniş yelpazede, kişiye özel, birçok yeni hizmet de sunulacaktır (EC, 1993: 20, 88; EC, 1996b: 5, 8; ÜDUG, 1994: 16). Bunları tek tek sıralamak yerine belli bir çerçeve içinde sınıflandırarak aktarmak daha doğrudur. Buna göre Beyaz Kitap’ta çeşitli uygulamalarda kullanmak üzere enformasyon ağlarında insanlara sunulan sayısız enformasyon şöyle gruplandırılır (EC, 1993: 87); - Metin tabanlılar (ticari mesajlar, gazeteler, yazışmalar, öğretim materyalleri, kataloglar, teknik bilgiler, vs…) - Görüntü tabanlılar (filmler, tıbbi görüntüler, grafikler, vs…) - Ses tabanlılar (ses trafiği, müzik, vs…) Pratikte bu, insanların gündelik hayatındaki pek çok hizmetin enformasyon ağları üzerinden daha gelişmiş olarak sayısal biçimde verilebileceği manası gelmektedir. Somutlaştırmak gerekirse, görselişitsel hizmetleri, bankacılık hizmetlerini, sağlık hizmetlerini, eğitim hizmetlerini ve daha pek çok hizmeti bu kapsamda ele alabilir ve insanların bunlara artık uzam ve zaman sınırlaması olmadan ulaşabilme imkânına kavuştuklarını söyleyebiliriz; tıpkı insanların istedikleri yer ve anda istedikleri habere, bilgiye, kitaba, filme, şarkıya ulaşabilmesinde ve internette kendi yayınlarını yapabilmesinde, bilgisayar başında kuyruk beklemeden banka işlemleri kendi başlarına gerçekleştirebilmesinde, her türlü alım-satımı yapabilmesinde, hastaneye gitmeden doktorlara derdini anlatabilmesinde, okula gitmeden multimedya materyallerle kendi kendine veya öğretmenlerden ders alabilmesinde “olduğu” gibi… Ancak enformasyon toplumundaki hizmetleri sadece kişisel tüketime sunulanlar açıdan düşünmemeliyiz. Bangemann Raporu’nda son kullanıcıya göre bir ayrıma gidilerek, bir tarafa kişisel ev pazarına yönelik hizmetler, diğer tarafa iş ve toplumsal amaçlı hizmetler yerleştirilir (ÜDUG, 1994: 24). Ardından da yatırım yapılması önerilen yeni AB Politika Belgelerinde İnsan 153 hizmet alanlarının listesi verilir (ÜDUG, 1994: 25-34). Burada uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, sağlık ağları, elektronik ihale hizmetleri, kamu idaresi ağlarına değinilir. Beyaz Kitap’ta da uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, uzaktan tıp ve kamu idareleri arasında bağlantı hizmetlerinin öncelikli uygulama alanları olarak teşvik edilmesi istenir (EC, 1993: 25). Benzeri vurgulara Eylem Planı’nda da rastlanır (EC, 1994: 11). Kamu hizmetlerinin böylece daha hızlı, yaygın, etkin ve ucuz şekilde verilebileceği, insanların hükümetle daha yakın ve etkin bir etkileşim içine girebileceği öne sürülür (EC, 1993: 20; EC, 1997b: 4; ÜDUG, 31, 33). Uzun uzun değinilen bolluk, enformasyon toplumundaki insanın hem evde hem işte hayat kalitesinin artacağı, hem bireysel hem de toplumsal planda daha iyi konumda olacağı (EC; 1996b: 8) anlamına gelmektedir. AB açısından beklenen ekonomik büyüme ve istihdam artışının kaynağında ürün ve hizmetlerin çeşitlenmesi bulunmaktadır. Ancak tüm bu iyimser tablonun gerçeğe dönüşebilmesi için ürün ve hizmetlerin varlığı yetmemekte, bunların tüketilmeleri gerekmektedir. Bu gereklilik AB belgelerine “kritik kitle” arzusu olarak yansır. Bangemann Raporu’nda kritik kitlenin önemi şu cümlelerle aktarılır; Böylesi hizmetler için iki temel unsur gerekmektedir; anlamı açık standartlar ve kritik kitle. Bir telekomünikasyon hizmetinin çekiciliği diğer uyumlu kullanıcıların sayısına doğrudan bağlıdır. Dolayısıyla, yeni bir hizmet belli bir sayıdaki müşteri hizmete abone olana kadar gerçekten uçuşa geçemez. Bir kez bu kritik kitleye ulaşıldığında, Internet örneğinde olduğu gibi büyüme oranları dramatik biçimde artabilir (ÜDUG, 1994: 23). Yani belli sayıda kişi kullanmadıkça enformasyon tabanlı yeni hizmetlerin varlığı tehlikededir, beklenen ekonomik ve toplumsal faydayı sağlamasıysa mümkün değildir. Onca kişiselleştirilmiş ürün ve hizmet vurgusuna rağmen bir noktada tıpkı Fordist dönemde olduğu gibi kitlesellik belirleyicilik kazanmaktadır. Burada AB’nin ele aldığı Internet örneği tam bu olguyu yansıtacak niteliktedir. Internet’te onca hizmet bulunmasına ve bunların pek çoğu kişiselleştirilmiş olma- 154 Enformasyon Toplumu ve İnsan sına karşın Internet’i kullanan onca insan olmazsa tüm bu hizmetler mümkün olmayacaktır. AB’nin kendisi de “Gerçek anlamda etkili olabilmeleri için böylesi uygulamalar [hizmetler] gerçek ticari ortamlarda, tercihen geniş ölçekte çıkarılmalıdır” diyerek (ÜDUG, 1994: 24) kitlesel ölçeğin önemini/kritikliğini teslim etmektedir. Üstelik Bangemann Raporu’na göre kritik kitlenin bir an önce oluşturulması AB’nin geleceği açısından belirleyici olacaktır. Zira daha önceden de belirttiğimiz üzere enformasyon toplumuna ilk giren ülkeler kuralları kendilerine göre belirlerken, diğerleri bu kurallara tabi olmak zorunda kalacaklardır. Bu acil durum yüzünden Eylem Planı’nda (EC, 1994: 13) “Enformasyon toplumunun gerçekten ‘kalkışa geçmesi’ için Avrupa vatandaşlarının güçlü desteğine ihtiyaç vardır. Enformasyon toplumunun gelişimi muhtemelen bazı korkular yaratacaktır ki, bunların göz ardı edilmemesi gerekiyor” denir. Böylelikle mesele gelip, yeniden insana dayanır. Korkuları ve endişeleri giderilmeli ki, insanlar enformasyon toplumuna destek versin, yeni ürün ve hizmetlerin kullanımından çekinmesin. Hal böyleyken, insanlar yine kusurlu ve eksik görülmekte, engel olarak değerlendirilmektedir. İnsanların düşük bilgisayar farkındalığının enformasyon toplumuna geçişi engellemesi olasıdır (ÜDUG, 1994: 10). Gelir dağılımına, büyümenin coğrafi yapısına ve piyasaların tatmin edici olmayan işleyişine dair sorunların yanında insanların tüketim biçimleri ve düşük düzeydeki yenilik kabulü de sorun yaratmaktadır (EC, 1993: 69). Tüm bunların sonucunda da onca yatırım atıl kalmaktadır; ses hatları 24 saatte ortalama 20 dakika kullanılırken, bazı katma değerli ağ hizmetleri sadece yüzde 20 kapasiteyle çalışmaktadır (ÜDUG, 1994: 23). Biran önce kritik kitlenin oluşturulması gereği açıkken, AB’de bunu sağlayacak dinamiklerin yokluğu Beyaz Kitap’ta itiraf edilir. Pazarların parçalılığından, yetersiz arabağlantılardan ve karşılıklı işlerlikte yaşanan sorunlardan bahsedildikten sonra mevcut hizmet arzının yetersiz ve çok pahalı olduğu, bunun talebin düşük seyretmesine yol açtığı, talebin ortaya çıkmamasınınsa arzın yaratılmasını engellediği ve AB’nin “kısır döngüye” hapsolduğu aktarılır (EC, 1993: 87-88). AB Politika Belgelerinde İnsan 155 Tam bu noktada kısır döngüyü kırmak için kamu devreye girer; kalkışa geçene kadar yeni enformasyon hizmetlerine destek verir. Uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, uzaktan tıp ve kamu idare ağlarının teşvik edilmesi bu yüzdendir. Böylelikle hem gereken talep devletçe yaratılır, hem de insanların bu yeni ürün ve hizmetlere aşina olması sağlanır. Beyaz Kitap’ta (EC, 1993: 23) enformasyon teknolojilerinin kullanımının teşvik edilmesi öncelik olarak belirlenir ve kamu hizmetlerinin enformasyon ağlarında sunulması için projelerin başlatılması istenir. Bangemann Raporu’ndaysa (ÜDUG, 1994: 15, 24) önce “piyasadaki rekabetin kendi başına kritik kitleyi yaratamayacağı ya da istenilen hızda bunun gerçekleşmeyeceği” belirtilir, ardından da “şehirlerin erken talebi yaratmakta ve yeni hizmetlerin avantajlarına dair farkındalık yaratmakta etkili olabileceği, yerel idarelerin ilk kitlesel kullanıcı rolünü üstlenebileceği” aktarılır. Enformasyon Toplumu: Korfu’dan Dublin’e, Yeni Beliren Öncelikler & Enformasyon Toplumunun Avrupa Birliği Politikaları Üzerindeki Etkileri – Sonraki Adımlara Hazırlık (EC, 1996b: 10) başlıklı belgede, Avrupa Komisyonu’nun faaliyetlerinde yeni ürün ve hizmetleri kullanarak üye ülkelere örnek olması gerektiği belirtilir. Eğitim Eylem Planı’ndaysa (EC, 1996c), eğitimde yeni enformasyon ürün ve hizmetlerinin kullanılması hedef belirlenir. Enformasyon Toplumu ve Uyum (EC, 1997a) belgesinde de yeni hizmetlerin başlangıçta çok fazla kaynak gerektirdiği, bunun potansiyel kullanıcıları ürküttüğü ama kamunun okullarda, kütüphanelerde ve başka kurumlarda erişim imkânı sunabileceği aktarılır. Esasında AB talebi yaratmak için kamuyu bu şekilde devreye sokarken ABD’nin adımlarını izlemektedir. İnternette verilen hizmetlerin gelişebilmesi için Amerikan yönetimi ağın kullanıcılara önce kamu parası kullanılarak açılması ardından ticarileştirilmesi anlayışını benimsemiş ve kritik kitle böylelikle özel sermayeye hazır biçimde sunulmuştur (Geray, 2003: 128). Tüm bunlara ek olarak kamu, enformasyon toplumuna geçiş sürecinde yaşamsal talebi garanti altına aldığı gibi istihdam açısından da son derece önemli bir konuya el atmaktadır. Zira “üretim sistemlerinin 156 Enformasyon Toplumu ve İnsan artan verimliliği sonucu serbest kalan insan kaynaklarının optimum kullanımını sağlamak için üretim ve tüketim arasındaki zaman aralığını daraltmaya” ihtiyaç vardır (EC, 1993: 69). Yani hâlihazırda işsizliği yoğun şekilde yaşayan, teknolojinin gelişmesiyle işsiz sayısının ilk aşamada artmasını bekleyen AB, daha sonrasında enformasyon toplumundaki yeni hizmetlerin işsizliği kapatmasını ummaktadır ama bu yeni hizmetlerin yaygınlaşması ne kadar yavaş gerçekleşirse, işsizlik sorunu da o kadar ağırlaşacaktır. Enformasyon toplumu piyasa üstünde yükselen bir yapı olarak düşünüldüğü ölçüde, politika belgelerinde tasavvur edilen insan piyasadaki rekabetin semeresini gören tüketici veya kullanıcı olarak öne çıkar. Ayrıca “deneyimlere” dayanarak piyasanın önü ne kadar açılırsa, serbestleştirmeler ne kadar ileri götürülürse tüketici fiyatlarının o kadar düşeceği iddia edilir (EC, 1993: 22). Rekabet, hizmetlerin çeşitlenmesinin ardında yatan sebep olarak görülür (ÜDUG, 1994: 16, 23). Goodwin ve Spittle’ın (2002) gösterdiği üzere, AB esasen piyasanın önünün açılmasıyla, düzenlemelerin gevşetilmesiyle şirketlerin yeni teknolojinin getirdiği olanakları hizmete dönüştürerek, tüketicinin önüne koyacağını ve bunun da küresel plandaki ticari rakipleri karşısında hizmet alanlarını erken oluşturarak kendisine avantaj sağlayacağına inanmaktadır. Ancak bu toplum ve (tüketici) insan tasavvuru çeşitli açılardan çelişkilidir. Öncelikle kamu hizmetlerinin kritik kitle yaratmak adına hızla enformasyon ağlarına taşınması söz konusudur. AB’nin vurgularından hareket ederek sağlık ve eğitim hizmetlerinin uzaktan verilmek istendiğini söyleyebiliriz. Ancak bu durum vatandaşların bu hizmetlere ulaşmak – örneğin uzaktan doktora muayene olabilmek veya tahlil sonuçlarını alabilmek, üniversite sınavına başvurabilmek veya sanal derslere katılabilmek – için belli bir donanım ve yazılım yatırımı yapmasını gerektirmektedir. Diğer yandan vatandaşların sadece gidip piyasadan bilgisayar donanımı ve yazılımı satın alması da yeterli olmamaktadır zira bunları kullanabilecek yetkinliğe erişebilmeleri için yine belli bir eğitim/öğretim yatırımına ihtiyaç vardır. Üstelik teknolojinin ilerlemesine ayak uydurmakta zorluk çeken ileri yaştakilerin bu tür hizmetlerden muaf kalmaları tehlikesi söz konusudur. AB Politika Belgelerinde İnsan 157 Dolayısıyla tüm bunlara bakarak, eskiden vatandaş olarak tüm insanların eşit şekilde faydalandığı hizmetlerin artık ancak belli bir harcama yapıldıktan sonra alınabileceğini, en azından belli yaş grupları için eşit ya da hiç hizmet alamama durumunun belirebileceğini söyleyebiliriz. Ancak bu durum AB tarafından sorun olarak değerlendirilmez çünkü piyasanın gelişmesiyle ürün ve hizmet fiyatlarının herkesin alabileceği kadar ucuzlayacağı, başlangıçta sadece belli kesimler bunlara ulaşabiliyor olsa bile, ilerleyen dönemlerde kitlelerin yeni ürün ve hizmetlerden yararlanabileceği düşünülmektedir. Bunu ve AB’nin kamu hizmetlerinin özel sektöre devri yönündeki kategorik tercihinin nedenlerini şu satırlarda görebiliriz; Modern teknolojiler Devlet ve genel kamu arasındaki ilişkiyi kökten değiştirmektedir. Sıradan vatandaş “kamu hizmetlerine” bireysel erişim sahibi olabilir ve bunlar ne şekilde kullanıldıkları temelinde faturalandırılabilir. Bu hizmetleri pazar yerine transfer etmek yeni özel sektör hizmet sunumlarına ve sayısız istihdam yaratma fırsatlarına yol açacaktır. Ancak buna kullanıcı maliyetlerindeki bir düşüşün eşlik etmesi gerekmektedir zira aksi halde kimse bu tür fırsatları kullanmaya istekli olmayacaktır. Söz konusu transferin toplumsal olumsuzluklar yaratmamasını sağlamak asli önemdedir (EC, 1993: 107). Yani hizmetlerin çeşitlenmesi ve istihdam fırsatı AB’yi kamu hizmetlerini terk etmeye itmektedir ve bu noktada tek endişe maliyetlerin düşük olmasını sağlamaktır. AB yaşlılar gibi süreçte dezavantajlı konumda bulanan kesimler için özel projeler öngörmektedir (EC, 1997b: 3). Dolayısıyla tıpkı sosyal güvenlik harcamalarının artık adaletsiz görülüp, çalışanlar arasındaki eşitliğin piyasa mekanizması dâhilinde aramasında olduğu gibi kamu hizmetlerine erişim söz konusu olduğunda da, insanların vatandaş olarak bu hizmetleri almaya dair doğal haklarının bulunduğu görmezden gelinip, piyasada – ne kadar ucuz olursa olsun – parası olanın bedelini ödeyerek alacağı hizmetler ortaya çıkmaktadır. Bütçe sınırlamaları AB’nin konuya dair motivasyonunu artırır; Özellikle de şimdiye dek Devletin sorumluluğunda olan ve giderek daha sıkı bütçe sınırlamalarına konu olan bazı hiz- 158 Enformasyon Toplumu ve İnsan metler daimi olarak piyasaya sevk edilebilir. İletişim ve toplumsal ilişkilerle ilişkili böylesi yeni hizmetlerin pek çok örneği mevcuttur; eğitim ve öğretim, kültür, güvenlik, vs… Bunlar bedelsiz olarak geliştirilemez ve dolaylı olarak vergi verenlerce finanse edilemezler. Bunlar kullanım başına ödeme [pay-per-use] sistemi gibi yeni ödeme yöntemlerinin benimsenmesi çağrısı yapmaktadır (EC, 1993: 107). Tüm bunların doğal sonucu olarak ciddi bir tehlike belirir; kamu da piyasa mantığıyla hareket etmeye başlayıp kamu hizmetlerinin kâr mantığıyla yapılmaması gereğini bir kenara iterek, bazı hizmetleri “randımanlı” veya “verimli” değil diyerek, “yeniden yapılandırabilir” ki, esasında gerçekleşen büyük veya küçük çaplı bir tasfiyeye dönüşebilir. AB belgelerinde bunu en net telekomünikasyon hizmetlerine ilişkin olarak görürüz. Enformasyon toplumunun maddi altyapısı oluşturan telekomünikasyon ağlarının serbestleştirmeler ve özelleştirmelerle piyasaya terk edilmesinin arkasında aynı “verimlilik” saplantısını vardır. Kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesinin dayanaklarından biri piyasanın daha ucuz ve etkin hizmet sunacağı olan inançsa, diğeri de enformasyon toplumunda erişimin kavramsallaştırılma şeklidir. Erişim mevzusu daha sonra ayrı bir başlıkta detaylıca ele alınacaktır ama burada kısaca şunu söylemek gerekmektedir ki, enformasyon ağları üzerindeki hizmetlerden faydalanabilmek için öncelikle enformasyon ağlarına erişim gerekmektedir. Dolayısıyla piyasadaki eşitliğin sağlanabilmesi için önce piyasaya erişimde bir eşitlik gerekmektedir. Bu noktada bazı sorunlar vardır. Refah Devleti döneminde piyasanın dinamikleri ne olursa olsun, kâr kaygısı güdülmeden tüm vatandaşların telekomünikasyon hizmetlerine ulaşabilmesi için işleticilere getirilen evrensel hizmet sorumluluğunun enformasyon toplumunda ne şekilde yerine getirileceği tartışmalıdır. Refah Devleti döneminde tekel konumundaki telekomünikasyon işleticileri büyük şehirlerden ve uzak mesafe konuşmalarından elde ettikleri kârlarla hizmet götürmenin kârlı olmadığı yerlerdeki zararlarını kapatabiliyorlardı. AB enformasyon toplumu politika belgelerinde de altyapıya herkesin ulaşmasının garanti edilmesi ve evrensel hizmetin korunması gerektiği vurgu- AB Politika Belgelerinde İnsan 159 lanır ama evrensel hizmetin teknolojinin gelişmesiyle birlikte yeniden tanımlanması istenir (EC, 1993: 23; ÜDUG, 1994: 7). 4.4. Enformasyon Toplumu İnsanını “Yetiştirmek” Enformasyon toplumuna geçişi gerçekleştirebilmek için AB üretim ve tüketimde yer alan insanların belli niteliklere haiz olmasını istemektedir. Mevcut durumda insanlar bu şartları taşımaktan uzak olduğuna göre arzulanan toplumsal dönüşümün başarıyla gerçekleştirilebilmesi için başka şeylerin yanında insan üzerinde de çalışmak zorunludur. Bu yüzden eğitim öne çıkar; özellikle 1990’ların ikinci yarısında enformasyon toplumuna geçiş bağlamında eğitimi konu alan belgeler çıkartılır. İnsanların “gerektiği” şekilde donatılmaları için AB belgelerinde vurgulanan diğer unsursa farkındalık kampanyalarıdır. Umulduğu gibi enformasyon toplumunun “getirilerinden” faydalanmaları için insanların öncelikle bunların bilincinde olması gerekmektedir. Eğitim ve farkındalık üzerine yazılanlara bakarak enformasyon toplumunda yer alacak insanın tasavvuruna dair bulgularımızı derinleştirebileceğimiz gibi politika belgelerini kaleme alanların tasavvurlarını gerçeğe dönüştürmek için hangi yolları benimsediklerini görebiliriz. Bu başlık altında bunu yapmaya çalışacağız. 4.4.1. Endişe ve Korku Ortamında Farkındalık Yaratmak 1990’larda AB’de yaşayanlar enformasyon toplumuna geçişi sağlayacak nitelikler geliştirmek bir yana, bilgisizlikten dolayı enformasyon ürün ve hizmetlerini kullanmaktan kaçınırlar, yenilikleri zorlukla benimserler, toplumsal dönüşüm karşısında korku ve endişeye kapılırlar. Dolayısıyla arzulanan dönüşümü sağlayacak aktörler olmak yerine engel teşkil etmektedirler. AB durumun gayet farkındadır. “Yeni bir çağ beraberinde belirsizlikler ve endişeler getirmekte ve insanların geleceğin yönünü kestirmesini zorlaştırmaktadır” denir ve AB’nin rakiplerine kıyasla daha zorda olduğu, belirsizlikler ve endişelerin Avrupa’da çok daha güçlü olduğu aktarılır (EC, 1995: 50). Öyle ki, “geçen yüzyılda olduğu gibi 160 Enformasyon Toplumu ve İnsan ilerlemeyi kutlamak yerine kamuoyu bilimsel girişimleri ve teknolojik ilerlemeyi tehdit olarak algılamaktadır” (EC, 1995: 8). Endişeler iki noktada yoğunlaşır; istihdam ve eşitlik (EC, 1996a: 1, 21; EC, 1997b: 1, 7-8). Bir yanda yeni teknolojilerin yarattıklarından daha fazla işi yok etmesinden, yeni iş örgütlenmesinin iş güvencesini aşındırmasından ve düşük emek standartlarına yol açmasından korkulurken, diğer yandan aynı teknolojilerin karmaşıklığı ve maliyetinin, gelişmiş ve gelişmemiş bölgeler, gençler ve yaşlılar, bilenler ve bilmeyenler arasındaki farkı genişletmesinden kaygılanılmaktadır. Enformasyon toplumuna geçiş gibi 21’inci yüzyıl koşullarında AB açısından yaşamsal bir konu mevzu bahis olduğundan acilen harekete geçilmelidir; kamu politikalarıyla insanların endişeleri giderilmeli, güven ve itimatları sağlanmalı, onların çıkarlarını gözeten şeffaf düzenlemeler gerçekleştirerek destekleri alınmalıdır (EC, 1993: 110; EC, 1996a: 1, 3; EC, 1997b: 1). Belirlenecek politikaların merkezinde insan bulunmalıdır çünkü “enformasyon toplumunun başarısı açısından toplumsal kabul görmesi kilit bir unsurdur” (EC, 1996d: 3). İstihdama dair endişeleri yatıştırmak için yaygın kanının aksine teknolojinin gelişmesiyle birlikte istihdam yoğunluğunun azalmadığı, aksine 1960’lara göre daha yüksek olduğu, son 15-20 yıl içinde de çok az değiştiği belirtilir ve AB’nin istihdam sorunlarının EİT’lerin kullanımıyla ilgisi olmadığı öne sürülür (EC, 1993: 45, 105). Enformasyon toplumuyla birlikte düşük vasıflı işler Üçüncü Dünya’ya aktarılsa bile, yeni ve yüksek vasıflı işlerin çoğalacağı vurgulanır (EC, 1993: 21; EC, 1996a: 13). Üzerine gidilmesi gereken diğer konu mahremiyet endişeleridir. Yeni teknolojiler kişisel verilerin toplanmasını sağlarken, mahremiyetin korunmasına dair uygun yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmemesinin yaratacağı “tüketici güvenindeki eksiklik kesinlikle enformasyon toplumunun hızlı gelişimini engelleyecektir” (ÜDUG, 1994: 18, 38). Bu nedenle Beyaz Kitap’ta mahremiyetin koruması ve enformasyon ve iletişim sistemlerinin güvenliğinin sağlanması öncelik kabul edilir (EC, 1993: 23). Güncellenmiş Eylem Planı’nda “mahremiyet hakkı gibi temel hak ve özgürlüklerin enformasyon toplumunda korunma- AB Politika Belgelerinde İnsan 161 sından” bahsedilir (EC, 1996d: 5). Mahremiyet hakkının sadece tüketicilere ilişkin olarak değil, aynı zamanda çalışanlar yönünden de ele alındığına ve işverenlerin uygunsuz biçimde veri toplamasının önüne geçilmesinin istediğine (EC, 1997b: iv, 8, 9) daha önce değinmiştik. Teknoloji geliştirme ve politika belirleme süreçlerine mümkün olduğunca geniş katılım sağlamak endişelerin giderilmesinde yardımcı olacaktır ki, bu anlayış belgelere yansır (EC, 1993: 23, 84, 111, 113; EC, 1994: 10; EC, 1996c: 15). En net ifadesini Enformasyon Toplumu ve Uyum başlıklı belgede bulur; Ancak bölgesel bir bağlam dâhilinde, kullanıcılar ve EİT sunucuları arasında uzlaşma, ortaklık ve diyaloga dayanan bir yaklaşım, enformasyon toplumunu teknolojinin kutlanmasından ziyade insanların ve firmaların ihtiyaçlarına uyarlanmış bir gerçek haline getirebilir. Tabandan yukarıya doğru bu yaklaşım… (EC, 1997a: 11). Buna göre eğer insanların ve firmaların ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaksa, enformasyon toplumunu getiren teknolojilerin kendi içinde bir amaç olmaktan başka bir şey olmayacağı düşünülmektedir. Bundan dolayı Avrupa Komisyonu, toplumsal ortakların önceliklerin belirlenmesine müdahil olması için bir süreç başlatır (EC, 1997b: 10). Bu kapsamda EİT’lerin iş örgütlenmesindeki yerinin tartışılmasına vurgu yapılır (EC, 1997b: iv, 8). Teknoloji belirleme sürecindeki geniş katılımının önemli bir unsuru, kullanıcı dostu teknolojilerin geliştirilmesidir. Avrupa Komisyonu kullanıcı dostu EİT’lerin geliştirilmesi için tüketici örgütleriyle işbirliğine gitmekten, onları hem teknolojinin standardizasyonuna, hem de bunun uygulamasını düzenleyecek yasama faaliyetlerine katmaktan yanadır (EC; 1996b: 9). Ayrıca Beşinci Çerçeve Program’da kullanıcı dostu enformasyon teknolojilerinin yaratılmasının öncelik kabul edildiği aktarılır (EC, 1996d: 5; EC, 1997a: iv, 12, 13). Böylelikle geliştirilen teknolojilerin yaşlıların uyum sorunlarına yardımcı olacağı düşünülmektedir (EC, 1997b: 3). Katılımcı bir süreç içinde toplumsal ortaklarla tartışarak karar alınması insanların korku ve endişelerini gidereceğinden, insanlar 162 Enformasyon Toplumu ve İnsan toplumsal dönüşüme destek verecek, tasavvur edildiği gibi davranacaktır. Mahremiyet, gizlilik ve elektronik belgeleme sağlanınca kullanıcı güveninin artacak olması, aynı zamanda talebin artması manasına gelmektedir (EC, 1996b: 4-5). Keza, enformasyon tabanlı ürün ve hizmetlerin hızlı gelişiminden kaynaklanan yeni koşullar karşısında tüketiciyi korumaya yönelik düzenlemelerin de gözden geçirilmesi gerekmektedir (EC, 1996b: 8, 9). Onca teknolojik buluşa, altyapı yatırımına ve yasal düzenlemeye karşın enformasyon toplumunun ortaya çıkabilmesi gelip insana dayanmaktadır. Bu yüzden AB, enformasyon toplumuna destek vermeleri için insanların korku ve endişelerini anlamaya ve buna karşı çeşitli savlar ve uygulamalar geliştirmeye çalışmaktadır. Ancak bir anlam ifade etmeleri için bunların insanlar tarafından bilinmesi ve benimsenmesi gerekmektedir. İnsanların bilinçlendirilmesi enformasyon toplumuna geçişte gereken kitlesel destek için şarttır. Bundan dolayı AB açısından farkındalık kampanyalarına girişmek kaçınılmazdır. AB’ye göre Avrupalılar enformasyon toplumuna ilişkin önemli konulardan bihaberlerdir. En başta insanların düşük bilgisayar farkındalığı önemli bir engel oluşturmaktadır (ÜDUG, 1994: 10). Bu yüzden Eylem Planı’nda tüm AB çapında enformasyon toplumu hakkındaki farkındalığı artırma kararı alınır (EC, 1994: 15). Buna göre farkındalığı artırma faaliyetleri bir yandan genel olarak Avrupa vatandaşlarını kapsayacak, diğer yandan da şirketler, basın, kullanıcı grupları, sendikalar, kamu idareleri gibi daha özgün grupları hedef alacaktır. Bu kapsamda tüm modern elektronik yayıncılık ve enformasyon dağıtım yöntemleri kullanılarak, enformasyon toplumunun teknolojik potansiyeli aktarılacak ve geliştirilmekte olan enformasyon hizmetleri ve uygulamalarının getirileri ve etkileri anlatılacaktır.66 66 Eylem Planı’nın sadece belli grupları değil, tüm AB vatandaşlarını hedef alan yaklaşımı kendisini önceleyen Bangemann Raporu’ndan bir ayrışmayı yansıtır. Zira Bangemann Raporu’nda farkındalık kampanyalarının özellikle KOBİ’leri, kamu idarelerini ve genç nesli hedef alması gerektiği vurgulanır (ÜDUG, 1994: 15, 16, 38). Bu noktada kamu idarelerine verilen önemi kritik kitle oluşturma sürecinde ilk talebin devletten beklenmesiyle ilişkilendirmek mümkünken, genç neslin öne çıkartılmasını bu yaş grubundakilerin teknolojiyi en rahat benimseyecek ve gündelik hayatında AB Politika Belgelerinde İnsan 163 1996 yılına gelindiğinde AB elde ettiği sonuçtan memnun değildir; “hâlâ büyük bir isteksizlik ve farkındalık eksikliği söz konusudur” (EC, 1996b: 8). “Özellikle kadınlar, işsizler ve büroda çalışmayanlar arasında olmak üzere, [EİT] teknolojiler ve enformasyon toplumuna nasıl katılınacağı hakkında düşük kamu farkındalığı olduğu yolunda kanıtlar bulunmaktadır” (EC, 1997b: 3). Bu yüzden artık farkındalık kampanyaları eğitim ve öğretimle birlikte ele alınmaya başlanır. Enformasyon Toplumu ve Uyum belgesinde EİT altyapıları ve uygulamalarına yatırımın yanında EİT eğitimi ve farkındalık projelerinin de gerçekleştirilmesi istenir (EC, 1997a: 10, 11). Enformasyon Toplumunun Toplumsal ve Emek Piyasası Boyutu; Önce İnsan – Sonraki Adımlar başlıklı belgedeyse “Etkin ve adil farkındalık inşası, insanların yeni teknolojilerin kullanımı hakkında eğitilmelerini ve EİT’lerin eğitim sistemlerimize, özellikle okullara dâhil olmasını gerektirmektedir” denir (EC, 1997b: 3). Bu son belgede ayrıca yeni iş örgütlenmesi ve işçi haklarının korunması hakkında farkındalığı artırmak hedef kabul edilir (EC, 1997b: 8). Keza bir yıl önce çıkan Yeşil Kitap’ta yeni iş örgütlenmesi biçimleri ve esnek örgütlenmenin potansiyeline dair farkındalık eksikliği önemli bir engel olarak tanımlanmış, yöneticilerin değişim sürecinin ne kadar süreceğini ve neyle sonuçlanacağını bilemedikleri için işteki yeniliklere yatırım yapmaktan kaçındıkları saptanmıştır (EC, 1996a: 2, 7). Diğer yandan, tüketim kalıpları değişirken, “tüketicilerin gündelik hayatlarında enformasyon toplumunun etki ve sonuçlarına dair farkındalığını ve anlayışını daha fazla geliştirmek” ve böylelikle getiriler kadar riskleri de anlayarak bilinçli tercihler yapmalarını sağlamak gerekmektedir (EC, 1996b: 9). kullanacak kesim olmasıyla bağlantılandırabiliriz. KOBİ’lerse değişken pazar koşullarına çabuk uyum sağlama konusunda daha başarılı bulunduklarından ekonomideki önemlerinin artacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla Bangemann Raporu açısından talebi yaratacak ve üretim koşullarına en iyi uyum sağlayacak kesimin farkındalığı önem arz etmektedir. 164 Enformasyon Toplumu ve İnsan Görülebileceği üzere 1990’lı yıllar boyunca “farkındalık” AB tarafından bir tür sihirli sözcük gibi kullanılmıştır. Özellikle 1990’ların ilk yarısında nerede insanlar beklendiği gibi davranmıyorsa, farkındalıklarının sağlanmasıyla “sorunun” giderileceği düşünülmüştür. Bunu söylerken enformasyon toplumunun ideolojiler üstü olduğu ve bilinçli herkes tarafından reddedilemeyecek kadar iyi olduğu önkabulüne dayanılmaktadır. Bu yaklaşım istenen sonuçları vermeyince 1990’ların ikinci yarısında daha kapsamlı bir yaklaşım benimsenir ve farkındalık kampanyaları bu kez eğitimle ilişkilendirilerek sürdürülür. 4.4.2. Hayat Boyu Eğitimin Baskınlığı İnsanların toplumsal dönüşümün gerekleri doğrultusunda belli anlam ve vasıflarla donatılması en başta eğitim süreci içinde kurumsal şekilde gerçekleştiğinden bu çalışmanın konusu açısından eğitim merkezi önemdedir. AB, enformasyon toplumuna geçiş hedefi kapsamında eğitimin yeniden yapılandırılmasını ister ve özellikle bu amaca odaklanan iki belge yayınlar; bunlardan ilki Eğitim Beyaz Kitabı’yken, diğeri Eğitim Eylem Planı’dır. Ancak eğitimin yeniden yapılandırılması ve insanların farklı vasıflarla donatılmaları çağrısı sadece bu iki belgede değil, 1990’lı yıllarda çıkan tüm belgelerde sıkça tekrarlanır. Bu başlıkta AB’nin enformasyon toplumunda gereklilik olarak gördüğü ve baskın eğitim biçimi hâline getirmek istediği hayat boyu eğitim olgusu irdelenecektir. Hayat boyu eğitim, AB’nin 21’inci yüzyılda eğitim-istihdam ilişkisini olabilecek en “sağlıklı” şekilde kurmaya ilişkin bulduğu çözümdür. Piyasa üstünde yükselen ve sürekli değişimle tanımlanan enformasyon toplumunda işgücüne ilişkin olarak kendini sürekli geliştiren ve emek piyasasında talep edilen vasıfları edinerek esnek iş örgütlenmesi sonuncunda düzenli olarak işsiz kalsa bile daima istihdam edilebilir konumda olan insanların varlığı arzulanırken, bu tasavvurun gerçekliği hayat boyu eğitimin başarısına tabidir. Yüksek vasıflı işgücüne ihtiyaç duyarken, Avrupalı çalışanların yeterli donanıma sahip olmadığını düşünen AB açısından eğitimi yeniden düzenlemek kaçınılmazdır. AB belgelerinde enformasyonun AB Politika Belgelerinde İnsan 165 yoğun kullanımını ve beliren EİT sanayilerinin insan kaynakları ihtiyacını hedef alan yeni bir eğitim talep edilir (EC, 1993: 110; EC, 1996b: 7). Ancak bu öyle hemen gereken vasıfları insanlara aktararak çözülebilecek türden bir sorun değildir. Pek çok yerde öngörüde bulunabilmenin öneminden bahsedilir. Beyaz Kitap’a göre enformasyon toplumunun sürekli değişen koşullarında işgücünden talep edilen vasıflar farklılaşırken yapılması gereken ihtiyaç duyulacak vasıfları doğru ve zamanında öngörmek ve eğitim sistemini buna göre ayarlayarak, emek piyasasında talep edilen vasıflarla arz edilenler arasındaki farkı asgariye indirmektir (EC, 1993: 140). Daha sonraki belgelerde de mevcut “EİT devrimini” olduğu kadar “gelecek yıllardaki teknolojik gelişmeyi” de dikkate almak gerektiği belirtilir (EC, 1996a: 2) ve “ileri görüşlü bir stratejiye temel olarak değişimi ‘öngörme kültürü’ yaratmak” hedef kabul edilir (EC, 1997b: 14-15). Öngörüleri yöneterek formel eğitimi düzenlemek ancak bir yere kadar etkilidir. Koşulların ve talep edilen vasıfların sürekli değiştiği yapıda belli bir dönem formel eğitim almanın ötesinde vasıf yenilemek için eğitimi ve öğretimi sürekli kılmak, hayat boyu eğitimi tesis etmek kaçınılmazdır. “Yarının dünyasındaki yaşama hazırlık, bilgi ve know-how’ın herkes için bir kerelik edilnilmesiyle mümkün değildir” (EC, 1993: 12) diyerek insanların hayatları boyunca okulda aldıkları eğitime yaslanarak çalışmasının son bulduğu ilân edilir. Esnek iş örgütlenmesinin yaygınlaşmasıyla birlikte enformasyon toplumunda “insanlar hayatları boyunca dört ya da beş kez iş alanlarını değiştirmek zorunda kalacaktır” (EC, 1993: 140) ki, yeniden istihdamının yolu hayat boyu eğitimden geçmektedir. Demografik nedenler de AB üzerinde hayat boyu eğitim baskısını artırır; doğum oranı düşerken nüfus giderek yaşlanmaktadır (EC, 1993: 3, 153; EC, 1995: 5). Bu durumda işgücünün yaş ortalaması yükselmektedir. 1990’ların başındaki Avrupalı işgücünün yüzde 80’i 2000 yılına gelindiğinde çalışmaya devam edecektir ki, işe dair bilgi ve know-how’ın aralıksız yeniden biçimlenmesi ve gelişimi dikkate alındığında daha esnek ve açık bir öğretim sistemi içinde hayat boyu eğitim AB’ye deva gibi görünür (EC, 1993: 140). 166 Enformasyon Toplumu ve İnsan Tüm bu nedenlerle 1990’lı yıllar boyunca AB belgelerinde hayat boyu eğitime (ya da sürekli eğitime) vurgu yapıldığı görmek olağandır. Beyaz Kitap’ta hayat boyu eğitim hedef kabul edilir (EC, 1993: 12, 13). Eğitim Beyaz Kitabı’nda AB’nin en yüksek karar alma organı olan Avrupa Konseyi’nin Essen ve Cannes toplantılarında hayat boyu eğitim ihtiyacını vurguladığı ama özel sektörün bu alana yönelimini teşvik edecek adımları atmadığı belirtilir (EC, 1995: 17). Konuya verdiği önemi gösterir şekilde AB, 1996 yılını “Hayat Boyu Eğitim Yılı” ilan eder (EC, 1996a: 17). Aynı yıl çıkan Yeşil Kitap’ta AB’nin koşulları ve hayat boyu eğitimin gerekliliği uzun bir paragrafta ayrıntılı olarak aktarılır ki, tüm paragrafı burada alıntılamak yanlış olmaz; Şirketlerin dönüşümünün yüksek hızı ve yeni vasıfların sınırlı arzı ciddi bir dengesizliğe, eski vasıfların bolca olduğu ama yeni vasıfların darboğazının yaşandığı 'iki vitesli emek pazarına' yol açmakta. Vasıfların dönüşümü ve geliştirilmesindeki asıl zorluk halen emek gücünde yer alanların Enformasyon Toplumunun gereklerine uyum sağlamalarında yatmakta. İşgücü içindeki pek çok kişinin Enformasyon Toplumunda daha da zaruri olan hesaplama ve okuryazarlık vasıfları sınırlı olduğu gibi pek çoğunun bilgisayar okuryazarlığı konusunda ne eğitimi ne de öğrenimi söz konusu. Modası geçmiş ve yetersiz mesleki eğitime sahip insanlar yeniden işgücüne dâhil olmakta zorlanıyorlar. Eğitimlerin çoğu gençler için düzenlenmekte, hâlihazırda işgücünde yer alanlar ya da 10, 20 veya 30 yıldır çalışırken yeni işini kaybedenler için değil. Bu insanların çoğuna yeni bir iş çıkana kadar ya da erken emekliliği beklerken sadece gelir yardımı yapılıyor. Ancak eski vasıfları talep eden yeni işler çıkmıyor. Yeni işler yeni vasıflar gerektiriyor. Yeni iş örgütlenmesi biçimlerinin gelişimiyle ve yeni teknolojilerin kullanıma girmesiyle bağlantılı yeni vasıf ve yetileri insanlara sağlayacak yeni ve çok daha radikal bir politika üzerinde hükümetler ve çalışanlar çalışmaya başlamadıkları takdirde aradaki fark giderek açılacaktır. Bu durum hükümetler, toplumsal ortaklar, şirketler ve çalışanlar için büyük bir zorluk yaratmaktadır ki, bunun boyutunu teknolojik yenilenme ve nüfusun yaşlanmasının süreklilik arz eden yüksek hızına dair tahminle gösterebiliriz. AB Politika Belgelerinde İnsan 167 10 yıl içinde bugün kullandığımız teknolojinin yüzde 80'i eskimiş olacak ve yerini yeni, daha gelişmiş teknolojiler alacak. O zamana kadar iş gücünün yüzde 80'i 10 yıldan eski formel eğitim ve öğretim doğrultusunda çalışıyor olacak. Demografik profildeki önemli değişikliklerse ancak zorluğun boyutunun altını çizmeye yarayacak. İşgücü yaşlanmakta teknolojiyse giderek gençleşmekte (EC, 1996a: 16). Bununla birlikte değişen talebi karşılayacak vasıflı işgücüne sahip olmak o denli önem kazanmıştır ki, enformasyon toplumu kuramlarındaki gibi sermayenin önemini yitirdiği ve insanın önem kazandığı iddia edilir. Beyaz Kitap’ta “insan kaynaklarına yatırımın” rekabet gücünü yükselttiği ve yeni teknolojilerin yaygınlaşmasını sağladığı belirtilirken (EC, 1993: 137, 155), Yeşil Kitap’ta şöyle denir; Malların ve hizmetlerin üretimi giderek daha fazla bilgi tabanlı olacağından insan kaynakları politikaları gelecekte daha da önemli olacak. Tüm dünyada EİT ekipmanı satın alınabilir ve kullanılabilir. Bir bölgenin uzun vadede başarısını belirleyen unsur halkın bilgisi ve EİT'leri kullanabilme yetileri olacak (EC, 1996a: 23). Zenginliğin gerisindeki itici güç böylece bilgi işleyen vasıflı çalışanlar olarak görülünce, yapılması gereken insana yatırımdır (EC, 1996a: 2, 10; EC, 1997b: 14-15). Bu yüzden eğitim yatırımlarının artırılması istenir; Enformasyon toplumu büyük ölçüde bilgi tabanlı bir toplum. Enformasyon toplumuna katılmak daha fazla yaratıcılık, daha hızlı iletişim kurmak, yeni fikirler geliştirmek ve nasıl hayat boyu öğrenileceğini öğrenmek manasına geliyor. İnsanlar ve know-how Avrupa’nın ana sermayesi. Bu sebeple bilgi tabanımızı geliştirmeye ve eğitim ve öğretimi iyileştirmeye dair yatırımlarımızı güçlendirmeliyiz (EC, 1996b: 5). Önemi nedeniyle insan kaynaklarını geliştirmek sadece kamunun değil, şirketlerin de kaçınılmaz ihtiyacıdır. AB kadar şirketlerin rekabet gücü de insan kaynaklarına eğilmelerine bağlıdır. Bu yüzden şirketlerin yapacağı eğitim/öğretim harcamalarının işletme maliyeti olarak değil de, yatırım olarak algılanması istenir (EC, 1995: 25-26, 49). 168 Enformasyon Toplumu ve İnsan Bunun yanında çalışanlarının bilgisi şirketlerin asıl zenginliği olduğuna göre bunu bir şekilde “amorti edilebilir sabit varlık” görmek ve “bilançoya aktarmak” gerektiğini düşünülür (EC, 1995: 25-26, 47). İnsan artık toplumsal zenginliğin merkezinde yer aldığına göre kapitalizme özgü emek-sermaye çatışması bir şekilde kalkmıştır. Bundan sonra toplu sözleşmeler, “eğitime/öğretime erişimi ve katılımı genişletmeyi” içerecek şekilde yapılmalıdır ki, böylelikle “işgücünün motivasyonu ve kalitesi artsın” ve sonuçta küresel rekabette Avrupalı şirketler kazansın (EC, 1993: 142, 162). Yani çatışan sınıfların çıkarları artık kesişmiş gibi görünmektedir. Görünürdeki manzara ne kadar pembe olsa da, işin aslı hiç de sınıf çatışmasının aşılması yönünde değil, aksine daha karmaşık ve üstü örtük hâle gelmesi yönündedir. “İnsana yatırımın” arkasındaki saik piyasanın gereklerini karşılamak olduğu ölçüde, insanın kendini geliştirme çabası esasında piyasayı ve belirsizliklerini iyice insan hayatının merkezine taşımaktadır. Esnek iş örgütlenmesi sonucu düzenli aralıklarla işsiz kalan insan, yeniden istihdam edilmek umuduyla kendini sürekli geliştirmeye çabalar ki, bunun sonucunda işsizlik sorunu toplumsal niteliğinden sıyrılıp, insanların kendilerini yeterince geliştirmemelerinden kaynaklanan kişisel bir kusura dönüştüğü gibi insanların kendilerini böylelikle kişisel gelişim makinelerine döndürmeleri emek piyasasını gerçekten istendiği gibi esnek kılar. Zaten AB de “eğitimin/öğretimin aktif emek piyasasının önemli bir unsuru olduğunu ve emek piyasasını esnek kıldığını” belirtmekten çekinmemektedir. (EC, 1993: 137; EC, 1996a: 19). İnsanın geleceği piyasaya endekslenirken buna karşı durmak zordur. “İster formel eğitim sisteminde, ister iş yerinde, ister enformel bir yolla olsun, eğitim ve öğretim geleceklerini kontrol etmede ve kişisel gelişimlerinde herkes için anahtar konumdadır” denir ve bireysel performansın edinilen vasıflara göre ölçülmesi gerektiği belirtilir (EC, 1995: 2). Bu durumda emek piyasasındaki milyonlarcası karşısında öne çıkmak için insanın geleceğini düşünüp çekinmeden maddi ve manevi imkânlarını kendini geliştirmeye adaması ve bunun karşısında da “yatırım yaptığı” düşünerek (EC, 1995; 25-26) rahatsızlık duyma- AB Politika Belgelerinde İnsan 169 ması gerekir. AB de bu noktada “Enformasyon toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte herkesin vasıflarını sürekli yenilemesi ve yeni nitelikler kazanması gerekiyor. Yarın işler kapabilenin olacak” diyerek (EC, 1996c: 5) açık biçimde kendini geliştirmeyenlerin işsizliğe mahkûm olduğunu söylemektedir. Daha inandırıcı olmak için AB rakamları ortaya döker; iş arayanların yüzde 52’si mesleki eğitime sahip olmadığı gibi, yüzde 10’undan azı yeni talepleri karşılamak için eğitim ve öğretim yoluyla vasıf geliştirmiştir (EC, 1997b: 14). Bu insan yığını tam da AB’nin artık istemediği ve sırtındaki yük olarak gördüğü kesimdir. Oysa daha önce belirttiğimiz gibi AB artık iş bulmayı bekleyen ve beklerken sosyal yardım alan kitleler yerine sürekli kendini geliştiren insanlar görmek istemekte ve bu çerçevede emek piyasasında istihdam edilebilir olmaya vurgu yapmaktadır. Böylelikle kendini geliştirmek için eğitim/öğretim, işsizlikte savaşta ve gençlerin istihdamında önemli bir araç olarak kabul edilir (EC, 1993: 2, 137; EC, 1997a: 12), işsizlik fonlarının önemli bir kısmının eğitime/öğretime kaydırılması istenir (EC, 1993: 141) ve yetişkinlerin eğitimine/öğretimine yatırım yapmak isteyen şirketlere ve kendilerini geliştirmek isteyen bireylere vergi teşviki getirilebileceği söylenir (EC, 1993: 162). Hayat boyu eğitime yapılan vurgudan hareketle enformasyon toplumundaki eğitimin esasen değişen koşullara uyum ekseninde ele alındığını ve insanlara en başta uyum yetisinin kazandırılmak istendiğini söylemek mümkündür. İnsanın sürekli kendini geliştirme çabası zaten başlı başına bir uyum sağlama girişimidir. Eğitim ve uyumun ilişkilendirilmesi AB belgelerinde açıkça görülür. Eğitim Beyaz Kitabı’nda “hiçbir toplumsal kategori, hiçbir meslek, hiçbir iş sahası [trade] muaf olmamak” üzere tüm Avrupalıların işin doğasındaki değişimlere kendilerini uyarlamakta sorun yaşadıklarından endişe içinde oldukları belirtilir (EC, 1995: 1). Ardından şöyle denir; Açıktır ki, insanlara sunulan yeni fırsatlar her birinden uyum sağlama yönünde bir çaba talep etmektedir, özellikle de farklı zamanlarda ve çeşitli durumlarda elde edilmiş bilgi “temel 170 Enformasyon Toplumu ve İnsan blokları” üzerinde kişilerin kendi kalifikasyonlarını biraraya getirmeleri söz konusu olduğunda. Dolayısıyla geleceğin toplumu öğrenen bir toplum olacaktır” (EC, 1995: 2). Böylelikle eğitim uyum sağlama gayretiyle eşitlenmiş olur ki, ilerleyen sayfalarda açıkça “öğretimin nihai amacının onu uyum sağlama ve değişimin mihenk taşı hâline getirdiği” ifade edilir (EC, 1995: 9). Bu eğitimin sonucunda iş dünyası gerekli vasıflara sahip olduğu kadar “değişimi kabul edecek çalışanlar” kazanacaktır (EC, 1995: 36). Daha önce değindiğimiz üzere Avrupa’nın sanayi gücü olarak geleceği bir yerde işgücünün “yeni üretim koşullarına uyum sağlayarak” yeni vasıfları geliştirmesine bağlıdır (EC, 1995: 37). Uyum konusunun toplumsal darwinizm açısından ele alınması kaçınılmazdır. AB’nin geleceği insanların yeni koşullara uyum sağlamasına bağlı olduğu noktada uyum sağlayamayanların durumu tartışmaya açılır. Belgelerde uyum sağlamakta zorluk çekebilecek (yaşlılar ve engelliler gibi) kesimlere yardımcı olacak özel programlar düzenlenmesi çağrısı yapılır, nüfusun bir bölümünün enformasyon toplumu ürün ve hizmetlerinden yararlanamadığı “iki katmanlı toplum” önemli bir tehdit olarak algılanır. Ancak belgelerde tüm çabalara rağmen uyum sağlayamayanların hâlinin ne olacağı tam bir kör noktadır. Bu konuya ilişkin belirsizlik hâkimdir. Bunun yanında kaçınılmaz bir gidişat olduğu düşüncesinin bulunduğunu aktarmıştık. Belirsizlik ve kaçınılmaz gidişat anlayışından hareketle, gerekli eğitim ve erişim imkânlarının sağlanması yolundaki tüm çabalara rağmen “hâlâ” enformasyon toplumuna uyum sağlamayı başaramamış insanların “doğal bir seleksiyon” süreci sonunda “elenecekleri” gibi bir anlayışın belgelerde mevcut olduğunu iddia etmek mümkündür. Aynı zamanda belgelerdeki insana dair tasavvurun tek yönlü olduğunu, arzulanan insanın ortaya çıkması için yapılacakları, bu yöndeki zorlukları ve çözümleri içermekle birlikte bunun dışındaki olasılıkların hiç hesaba katılmadığını söylemek mümkündür. Tüm bunlara bakarak insanın bir kez daha birey olarak ele alındığını, tarihsel ve toplumsal geri plana bakılmaksızın istenildiği gibi düşünüp davranmadığı durumlarda kusurlu görülüp, kaderine terk edildiğini ifade edebiliriz. Ancak enformasyon AB Politika Belgelerinde İnsan 171 toplumundaki eğitim anlayışının merkezinde bulunan hayat boyu eğitimin sorunlu yanları bundan ibaret değildir. Hayat boyu eğitimin ve esnek istihdamın işsizlik sorununa ne kadar çare olabileceğine dair AB’nin politika belgelerine yansıyan kendi endişeleri de vardır. Ancak bunlar fazlaca sorgulanmadan sumen altı edilirler. Beyaz Kitap’ta “Denge oluşturacak eylemler olmadan emek piyasasında esnekliği artırma baskısı, çoğunlukla firmalar ve bireyler için çok gerekli öğretim ve yeniden öğretime yatırım güdüsünü artırmak yerine azalttı” denilir (EC, 1993: 155). Aynı şekilde Yeşil Kitap’ta şirketlerin çalışanlarının vasıf geliştirmesine imkân tanımasının esnek iş örgütlenmesiyle örtüşmediği, aksine çatıştığı yönünde bir tespit vardır; Risk şudur ki, firmalar emek piyasasındaki değişimlere hızlı uyum sağlamak için daha düşük iş güvencesine sahip daha esnek istihdam sözleşmeleri geliştirdikçe ana emek gücüne eğitim yatırımında bulunma fikri güçleneceğine zayıflayabilir. Mesela büyük Japon firmalarının eğitime yatırım yapma eğilimi, eğitimin geri dönüşünün şirket içinde kaldığı hayat boyu istihdam politikasıyla açıklanabilir. Dolayısıyla Avrupa'da esneklik ve iş güvencesizliğinin bir ve aynı şey olmadığını düşünmek gerekiyor (EC, 1996a: 18). Esneklik ve iş güvencesizliğinin Avrupa’da aynı kefeye konduğu yukarıdaki alıntıdan anlaşılırken, bu ortamda hayat boyu eğitim daha ziyade insanların kendi geleceklerine yaptıkları kişisel bir yatırım gayretine dönüşmekte, AB’nin öngördüğü gibi rekabet gücü kazanmak için şirketlerin de sağladığı bir imkân olmaktan uzaklaşmaktadır. Tavırları hayat boyu eğitimi önemsememek yönünde olduğunda şirketlerin iş zamanından kaybetmemek adına çalışanlarının eğitim almalarının önüne geçmesi ve bu durumda yeni vasıfları ancak işsiz kalanların edinebilmesi gibi bir durum peyda olmaktadır. Kaldı ki, esnek iş örgütlenmesi zaten şirketlere dışarıdan ihtiyaç duydukları vasıflara sahip yeni çalışanları gerektiği kadar istihdam etmek üzere işe alma imkânı sağlamaktadır. 172 Enformasyon Toplumu ve İnsan Bu sorun karşısında AB’nin bulduğu çözüm şirketlerin hayat boyu eğitime katkılarını ancak işgücünün küçük bir kısmıyla sınırlandırmalarıdır: “Aslında şirketlerin piyasa ve teknolojideki değişime göre kendilerini sürekli yeniden ayarlama yetileri çekirdek, istikrarlı ve sadık bir emek gücünün işbirliğine bağlı. Şirketler çekirdek emek güçlerinin eğitimine daha fazla yatırım yapmaya teşvik edilmeli...” denilmektedir (EC, 1996a: 18). Yani bütün o şaşalı “insana yatırım” çağrıları esasında tüm insanları değil, sadece belli bir grubu kapsamaktadır. Diğer yandan AB’nin “eğitim ve öğretimi yeniden istihdam politikasının merkezi unsuru yapan” tavrının işsizliğe derman olacağı da şüphelidir çünkü “Avrupa’daki kökleri derine giden istihdam sorununun, eğitimden sonra bulunacak yeni bir iş yoksa eğitim ve öğretimle çözülemeyeceği savı” getirilmektedir (EC, 1996a: 19). Bunun karşısında AB’nin yanıtı şöyle olur; Bu sav doğrudur ama asıl konuyu gözden kaçırmaktadır. Eğitim ve öğretimin amacı büyüme ve yeni işlere yönelik makroekonomik politikaların yerini almak değildir. Yeni eğitim ve öğretim politikasının amacı daha büyüme odaklı makroekonomik politikaların izlenmesine olanak verecek şekilde şirketlere ve emek piyasasına olumlu bir esneklik getirmektir (EC, 1996a: 19). Yani AB istihdam sorunu çözülmese bile esnekliğin tesis edilecek olmasından memnundur. 4.4.3. Eğitimin Amacı, Biçimi ve İçeriği İnsanların yetiştirilmesinde eğitim iki açıdan önem taşır; bunların ilki ekonomik, ikincisiyse toplumsal-kültüreldir. Enformasyon toplumuna geçiş hedefi kapsamında AB önceliği ilkine verir. Eğitim daha ziyade ekonominin gereklerini yerine getirmek ve insanların istihdamını sağlamak kaygısıyla biçimlendirilmek istenir. Eğitime dair bu anlayışın taçlandığı nokta, saydığımız gerekçelerden dolayı hayat boyu eğitimdir. İnsanların kişisel gelişimlerini sağlamalarının ve toplumsal-kültürel değerlerini edinmelerinin önemi teslim edilse de, eğitimin bu boyutu gölgede kalır. AB Politika Belgelerinde İnsan 173 Beyaz Kitap, AB’nin tercihinin açık biçimde görülebileceği belgeler arasındadır; Bireyin gelişimini ve vatandaşlığın değerlerini teşvik etmek yönündeki temel görevlerinin yanında eğitim ve öğretimin, büyümeyi uyarmakta ve rekabetçiliği ve toplumsal olarak kabul edilebilir bir istihdam düzeyini tesis etmekte kilit bir rolü vardır […] iyi planlanmış eğitim ve öğretim önlemleri üç alanda olumlu sonuçlar yaratmalıdır; gençleri vasıflandırarak ve teknolojik ilerleme sonucu verimliliğin artmasıyla serbest kalan çalışanları yeniden vasıflandırarak işsizlikle mücadele etmeli; iş dünyasının rekabetçiliğini güçlendirerek büyümeyi artırmalı; genel ve özgün vasıfların pazarlardaki değişimler ve toplumsal ihtiyaçlarla daha iyi eşleşmesini sağlayarak daha fazla istihdam üreten bir büyüme biçimi geliştirmeli (EC, 1993: 136). Zaten bir sonraki sayfada da eğitim/öğretim “aktif emek piyasasının bir aracı” olarak tanımlanır , “mesleki vasıfları piyasanın ihtiyaçlarına uyarladığı ve böylelikle emek piyasasını esnek kıldığı” belirtilir (EC, 1993: 137). AB’nin tercihini Eğitim Beyaz Kitabı’nda da aynı açıklıkla görmek mümkündür; İstihdam bağlamında eğitim ve öğretimi incelemek bunları sadece vasıf edinme araçlarına indirgemek manasına gelmez. Eğitim ve öğretimin temel amacı her zaman kişisel gelişim ve ortak değerlerin paylaşımı, kültürel mirasın aktarımı ve kendine güvenin öğretilmesi yoluyla Avrupalıların topluma başarılı biçimde entegrasyonu olmuştur. Buna karşılık toplumsal entegrasyona dair söz konusu asli işlev istihdam olasılığı tarafından eşlik edilmediği takdirde günümüzde tehdit altındadır. İşsizliğin yıkıcı kişisel ve toplumsal etkileri her ailenin, öğreniminin başındaki her genç insanın ve emek pazarındaki herkesin zihninde en üst sıralarda yer almaktadır. […] Çocuklarına vatandaşlığın ilkelerini öğretme iddiasında her Avrupa toplumunun temelleri, eğer söz konusu öğretim iş olasılığı sunmakta başarısız olacaksa zarar görecektir (EC, 1995: 3). 174 Enformasyon Toplumu ve İnsan Alıntıda eğitimin asli işlevinin toplumsal entegrasyon olarak kabul edilmesine rağmen işsizliğin yıkıcı etkilerine vurgu yapılması eğitimin öncelikle istihdam endişesi gütmesini kaçınılmaz kılmakta ve meşrulaştırmaktadır. Ancak burada bazı sorular sorulmalıdır. Kriz mantığıyla biçimlendirilen eğitim sistemi, enformasyon toplumunun insanlarının kişiliklerinin şekillenmesi sürecinde ekonomik değerleri, toplumsal-kültürel değerlerden daha öne çıkarmayacak mıdır? Böylelikle insanlar daha fazla piyasa üzerinden kendilerini tanımlamayacaklar mıdır? Yeşil Kitap’ta da “eğitim kurumlarının iş dünyasının ve sanayinin vasıf ihtiyaçlarındaki değişimlere daha fazla yanıt vermesini sağlama gereğinden” bahsedilir ve bunun “iş yaratmak ve verimlilikteki artış açısından öneminden” dem vurulur (EC, 1996a: 17). 1990’ların ilk yarısında atılan adımların değerlendirildiği Enformasyon Toplumu: Korfu’dan Dublin’e Yeni Beliren Öncelikler & Enformasyon Toplumunun Avrupa Birliği Politikaları Üzerindeki Etkileri – Sonraki Adımları Hazırlık başlıklı belgede de aynı anlayış doğrultusunda AB tarafından oluşturulan Enformasyon Toplumu Forumu’na katılanların “öğretim kurumlarının beliren sanayilerin ihtiyaçlarına daha uyarlı olabilmesi için eğitimin ve öğretimin hızla gözden geçirilmesini istediği” aktarılır (EC, 1996b: 7). Ancak tüm bunların içinde ilginç olan nokta şudur ki, Avrupalı sanayiciler eğitimin toplumsal yönü konusunda (en azından söylemsel düzeyde) AB’den daha duyarlıdır. Eğitim Beyaz Kitabı’nda Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masa toplantısından çıkan Şubat 1995 tarihli rapora atıf yapılır; Eğitimin temel amacı herkese kendi potansiyelini geliştirmesi ve tüm bir insan haline gelmesi için yardımcı olmaktır, ekonominin hizmetinde bir araç olmanın aksine; bilgi ve vasıf edinme karakter inşasıyla, bakış açısının genişletilmesiyle ve kişinin toplumsal sorumluluğun kabul edilmesiyle birlikte ilerlemeli (aktaran EC, 1995: 9). Eğitimin toplumsal bütünleşme boyutu ihmal edilse de, özgün bir amaç olarak Avrupa düzeyindeki bütünleşmenin güçlendirilmesi istenir. Beyaz Kitap’ta eğitimin Avrupa boyutunu daha fazla güçlendir- AB Politika Belgelerinde İnsan 175 mek hedefler arasındadır ve bu kapsamda AB çapında hareketliliğin teşvik edilmesi, yeni iletişim teknolojilerine ve uzaktan eğitim sistemlerine başvurulması istenir (EC, 1993: 142, 164). Eğitim Eylem Planı’nda da “Avrupa çapındaki 72 milyon çocuk ve öğrenci ve 4,5 milyon öğretmen arasındaki kültürlerarası ve çok dilli iletişimi cesaretlendirerek enformasyon toplumu teknolojilerinin eğitimdeki Avrupa boyutuna ve Avrupa’nın bütünleşmesine katkı sağlayabileceği” ifade edilir (EC, 1996c: 6). Eğitimin biçimine ilişkin de önemli değişiklikler öne çıkartılır. Hayat boyu eğitimin merkeziliğinin vurgulanmasını dikkate alınca enformasyon toplumundaki eğitimin artık sadece okuldaki formel eğitimle sınırlı olmadığını, eğitimin yerinin ve yaşının farklılaştığını kestirmek güç olmaz. Zaten kestirmeye hiç gerek kalmadan belgelerde böyle olduğu açıkça ifade edilir. “Öğrenmek artık okulla sınırlı kalamaz. Enformasyon toplumu aynı zamanda bir bilgi toplumu olacak ki, burada hayat boyu eğitim – okulda, evde ve işte – büyük önem arz edecek” denir (EC, 1996a: 26). Özellikle öne çıkartılan nokta işte eğitimdir. Enformasyon toplumunda gerekli olduğu düşünülen bazı vasıfların – ekip üyesi olarak çalışmak ya da kalite arayışında olmak gibi – ancak iş ortamında tam olarak edinilebileceği düşünülür (EC, 1995: 13). Şirketlerin daha fazla yaparak öğrenme imkânı sunması istenirken (EC, 1996a: 2), kamu politikalarıyla iş yerinde vasıf kazanımının önünün açılması talep edilir (EC, 1996a: 24). İş yaşamına daha yumuşak ve etkin bir geçiş sağlayacağı düşüncesiyle çıraklık ve çalışırken eğitim görmeye destek verilir (EC, 1993: 36, 140), kalfalık sisteminin canlandırılması istenir (EC, 1993: 39). İşte eğitim, iş zamanının düzenlenmesini tartışmaya açar. Beyaz Kitap’ta verimliliğin sürekli artışı karşısında iş zamanı ile eğitim zamanı arasındaki dengenin yeniden düzenlenmesinden bahsedilir ve bu kapsamda tüm olasılıkların hesaba katılarak, iş zamanını azaltmaya yönelik esnek istihdam önlemleriyle sürekli eğitim/öğretimin birlikte düşünülmesi istenir (EC, 1993: 141, 142). Böylelikle işsizlik sorununu iş zamanını kısaltmak gibi “esnek” önlemlerle çözmek isteyen AB, iş 176 Enformasyon Toplumu ve İnsan zamanı ile eğitim/öğretim zamanı arasında yeni denge talebiyle tasavvurunu daha keskinleştirir. Buna göre EİT’lerin kullanımı, verimlilik artışı ve esnek istihdam yöntemleriyle daha az çalışacak insanlar böylelikle elde ettikleri zamanı talep edilen vasıfları edinmek için kullanabileceklerdir. Buna karşılık Yeşil Kitap’ta biraz daha farklı bir tavır görürüz. Burada “iş ile iş-dışı arasındaki eski etkileşimin yerine vasıf geliştirmeye imkân tanımak için iş ile öğretim arasındaki yeni bir etkileşime” duyulan ihtiyaçtan bahsedilir (EC, 1996a: 17). Ardından “öğrenen toplumun hayati unsuru olarak ‘öğrenen şirketin’ belirmesi gerektiği” belirtilerek şöyle denir; Böylesi bir şirkette çalışanlar bilgi ve enformasyona elektronik erişimlerini vasıflarını güncellemek için kullanacaklardır. […] Bu perspektiften bakınca iş zamanı içinde eğitimin yenilenmesinin iş zamanının kendisinin azalmasından daha önemli olacağını anlamak kolaydır (EC, 1996a: 18). Buna göre önemli olan iş zamanındaki azalmanın eğitim zamanına aktarılması değil, iş zamanının içindeki eğitimdir. Burada enformasyon toplumu kuramlarını hatırlatırcasına insanların çalışırken kendilerini geliştirdikleri fikri vardır. AB’nin her yaştan insanın eğitim aldığı toplum tasavvuruna uzaktan eğitim tam oturur. Böylelikle uzak yerlerdekiler ve eve bağımlı kişiler de kendilerini geliştirme ve işgücüne katılma imkânına kavuşabileceklerdir (ÜDUG, 1994: 26). AB tarafından desteklenen uzaktan çalışma için gerekli vasıfların bu şekilde uzaktan eğitimle alınması önünde engel yoktur. Bununla birlikte uzaktan eğitimi sadece uzak yerlerdekiler ve eve bağımlılara ilişkin olarak değerlendirmek yanlıştır. Uzaktan eğitim esasında her yaştan her insanın vasıf geliştirmesinin yoludur; AB’nin toplum ve insan tasavvuruna ilişkin merkezi bir unsuru – kendini sürekli geliştirmeyi – uzam ve zaman sınırlamasından kurtarmaktadır. Ancak uzaktan eğitimin formel eğitim kadar etkili olup olamayacağı yönünde endişeler mümkündür. Bu noktada 1990’ların ortasında yüksek eğitimdeki nüfusun yaklaşık yüzde 7’sine denk gelen 500 binden fazla öğrencinin “üst-düzey uzaktan eğitim” gördüğü belirtilir AB Politika Belgelerinde İnsan 177 (EC, 1995: 54) ki, burada “üst düzey” sıfatının kullanılması AB’nin uzaktan eğitimin kalitesinden memnun olduğuna yorulabilir. Eğitimin sürekliliği önem kazanınca AB buna maddi kaynak yaratmayı da hesaba katar. Beyaz Kitap’ta bunun için bazı önlemler getirilir; Tüm genç insanların alacağı ve yeni bilgi edinmek ve vasıflarını güncellemek için çalışma yaşamları boyunca görece özgürce kullanabilecekleri genel ve çok yönlü “öğretim kredileri” (öğretim makbuzları) sistemlerinin oluşturulması önemlidir. Böylesi sistemler zaten bazı Üye Devletlerde mevcut ama ölçekleri ve hedef kitleleri sınırlı. […] daha cesur ve geniş kapsamlı formüller incelenmeli ve geliştirilmeli; Devletten alınan mali destekle “öğretim iznine” ayrılma hakkı, toplu sözleşmelere öğretim hakkının dâhil edilmesi, vs… gibi (EC, 1993: 142). Okulda eğitim aldıktan sonra hayat boyu aynı vasıflara dayanarak çalışmanın anlamı erozyona uğradığına ve artık formel eğitimin dışındaki sürekli eğitim teması öne çıktığına göre diplomanın toplumdaki yerinin sorgulanması ve alternatif vasıf kanıtlama yollarının aranması şaşırtıcı değildir. Eğitim Beyaz Kitabı’nda “diploma hâlâ açık ara istihdam için en iyi pasaport” olarak nitelendirilir, gençlerin diploma sahibi olmaya çalışması akıllıca görülür ama diplomalı gençlerin mesleklerine göre aşırı kalifiye olabileceği, bu durumun kariyerlerini sekteye uğratabileceği belirtilir ve Avrupa’nın kamu ve özel sektördeki yönetici seçkinlerini yetiştirmek üzere geliştirilen diploma programlarının emek piyasası açısından esnek olmadığı ve insan kaynaklarını doğru temsil etmeyen seçkinler yarattığı belirtilir (EC, 1995: 14). Kısacası, gençlere diploma peşinde koşmamaları öğütlenmektedir, hem de çelişkili biçimde diplomanın istihdam için en iyi yol olduğunun kabul edilmesine rağmen. Bir diğer çelişki enformasyon toplumunun bilgi üstünde yükselen bir toplumsal yapı olarak tanımlanıyor olmasına ve insan sermayesine yatırım çağrıları yapılmasına rağmen bilgiyi kanıtlayan diplomanın kenara itilmesidir. 178 Enformasyon Toplumu ve İnsan Hal böyleyken “tüm Avrupa ülkeleri ‘kilit vasıfları’ ve bunları en iyi edinme, değerlendirme ve belgeleme yollarını belirleme gayreti içindedir” (EC, 1995: 32). İnsanların formel eğitim dışında, hayatları boyunca – özellikle de işte – edindikleri vasıfların sertifikasyonu ve tanınması için açık temel arayışı vardır. Zira “Öğrenen toplumda” bireylerin temel, teknik ve mesleki vasıflarını onaylattırabilmesi gerektiği düşünülmektedir (EC, 1995: 19) ama geleneksel süreçler bunun için aşırı biçimsel ve katı kabul edilmektedir (EC, 1995: 24). Bu yönde bulunan çözüm “kişisel vasıf kartları” projesidir ki, teknik ve mesleki vasıfları kapsayan söz konusu “Avrupa akreditasyon sistemi” için yüksek eğitim kurumları, iş dünyası, yerel ticaret odaları ve toplumsal ortaklarla işbirliğine gidilecektir (EC, 1995: 33). Böylelikle insanların edindikleri vasıflar isimlerine çıkartılan kartlara işlenecek ve “diploma sahibi olmayan biri de gidip işverenlere teknik çizim, dil, kelime işleme ve tablolaştırmada tasdiklenmiş vasıfları olduğunu gösterebilecek ve kendisine kalifiye sekreter statüsü veren bir kağıt parçasına sahip olmasa da biraraya getirdiği vasıf yelpazesiyle ilgi çekebilecektir” (EC, 1995: 19). Burada AB’nin kullandığı dil önem ifade etmektedir zira diploma için “kağıt parçası” denilmektedir. Buna karşın bir başka yerde “Bu çözüm diplomanın önemini azaltmamakta, aksine kalitesinin korunmasına yardımcı olmakta ve güvenilir bir akreditasyon sistemi temelinde kısmi vasıfları tanımaktadır” denilir (EC, 1995: 15). Ardından bunun formel eğitim sisteminden atıldıklarından emek piyasasında kırılgan durumda bulunanları sahip oldukları vasıfları geliştirmeleri için cesaretlendirmeyi amaçladığı belirtilir. Ancak ilginç olan şudur ki, AB yüksek vasıf gerektiren “EİT sanayilerinde vasıf tabanını geliştirme hedefini yerine getirmek için ‘vasıf standardı’ şemasını uygulamaya koymak” istemektedir (EC, 1997b: 13). Başka bir deyişle sadece eğitimsiz ve kırılgan durumdakiler için değil, yüksek vasıflılar için de diploma dışı vasıf belgeleme yolları söz konusu olacaktır. AB’nin sıkça tekrarladığı temalardan biri de insanların öğrenmeyi öğrenmesini, temel/genel bilgi temeline sahip olmasını sağlamaktır. Koşulların sürekli değiştiği ortamda insanların kendilerini geliştirmelerini isteyen AB, buna uygun biçimde eğitimde insanlara öncelikle AB Politika Belgelerinde İnsan 179 nasıl hayat boyu öğrenileceğini öğretmek istemektedir (EC, 1993: 139; EC, 1996a: 5). Bu nedenle eğitim sisteminin ders vermekten [teaching] öğrenmeye [learning] doğru evrilmesini talep eder (EC, 1996a: 2; EC, 1996b: 7). Böylelikle öğretmenler çevresinde kümelenen eğitimden uzaklaşılacak, inisiyatif öğrencilerin ve ekiplerin eline bırakılacak, öğretmenler sadece öğrencilerin bireysel gelişimini izleyip değerlendirmek ve öğrenci gruplarını gözetmek ve organize etmekle sorumlu olacaklardır (EC, 1996b: 7; EC, 1996c: 13). Bunu yapmak “enformasyon toplumunu okullara sokmak” manasına gelmektedir ama “mali meseleler kadar geleneksel atalet yüzünden de bu kolay olmayacaktır” (EC, 1996b: 7). Avrupalı sanayiciler de hayat boyu “öğrenmeyi öğrenmenin” öğretilmesinden yanadır (EC, 1995: 9). Ancak bunun yanında geniş ve temel bir bilgi tabanına da ısrarla değinilir. Geniş veya temel bilgi tabanı derken neyin kast edildiği muğlâktır, farklı yerlerde farklı biçimlerde tanımlanmaktadır. Bununla birlikte bu farklı tanımlardan hareket ederek ortak tanım getirmek zor değildir. Öncelikle farklı belgelerdeki farklı tanımları aktaracak olursak, ilk olarak Beyaz Kitap’ta “öğrencilerin hem uyum düzeylerinin geliştirileceği, hem de aşırı uzmanlaşmadan kaçınabilecekleri genel bilgiyle donatılacağı” öngörülür (EC, 1993: 140). Keza toplumla ve iş yaşamıyla bütünleşmek için gerekli temel vasıfların arasında teknoloji ve toplumsal doğalı vasıfların (iletişim kurma, temasa geçme ve örgütlenme gibi) yanında temel bilgi de sayılır ve parantez içinde bunun dilsel, bilimsel ve diğer bilgileri kapsadığı aktarılır (EC, 1993: 139). Eğitim Beyaz Kitabı’nda “Bilgiyi – biz bununla bireylerin genel bilgi düzeyini kast ediyoruz – geliştirmek en başta gelen öncelik olmalı” denir ve herkesin geniş tabanlı bilgiye erişimi talep edilir (EC, 1995: 9, 32). Böylelikle insanlar “şeylerin anlamını kavrama, anlama ve yargıda bulunma yetisi” kazanacaklardır (EC, 1995: 9). Bunun yanında “edebi, felsefi, bilimsel, teknik ve pratik nitelikteki sağlam ve geniş bir bilgi tabanı ihtiyacı sadece temel öğretimi ilgilendirmez” denildiği gibi (EC, 1995: 10), “temel eğitimde odak yeniden temel vasıfların, 180 Enformasyon Toplumu ve İnsan özellikle de okuma, yazma ve hesaplamanın edinilmesine ve bunlarda ustalaşmaya kayıyor” ifadesi kullanılır (EC, 1995: 23). Kısaca toparlarsak, AB esasında enformasyon toplumunda insanları temel vasıflar (okuma, yazma, hesaplama ve yabancı dil) ve temel/geniş bir bilgi tabanıyla (dilsel, bilimsel, edebi, felsefi, teknik ve pratik) donatmak istemektedir. Bunun üstünde insanlar içinde bulundukları koşullardan hareket ederek kendi bilgi yığınlarını inşa edeceklerdir. Öğrenmeyi öğrenmek bu noktada anlam kazanmaktadır; sağlam bir temelin üstüne enformasyon toplumunun sürekli değişen koşullarını kavramak ve gerektiği gibi kararları alabilmek için aralıksız yeni bilgi yaratabilmek. “Ekonomik ve emek piyasasına dair değişime uyum sağlamanın ilk unsuru” budur (EC, 1995: 9). Aynı zamanda enformasyon toplumunda yaşamsal bir yer işgal eden “veri işleme sistemlerinin olası en iyi kullanımının sağlanmasının” yolu da temel/geniş bilgiden geçmektedir (EC, 1993: 112). Diğer yandan Taylorizm’in artık mahkûm edildiğini ve enformasyon toplumunun değişen koşullarında belli bir işi icra etmek için özgün bir uzmanlıkla donatılan insanın şansının artık olmadığını ifade etmiştik. Bu noktada temel/geniş bir bilgi tabanıyla donatılmak belli aralıklarla farklı iş alanlarında çalışmak zorunda kalacak insanların yeni başlangıçlarını yaparken üstünde yükselecekleri sağlam zemindir. İşte bu nedenle “temel bilgi bireyin istihdam edilebilirliğinin üstünde yükseldiği temel” olarak nitelenir (EC, 1995: 12) ve işsizlik ve teknolojik altüst oluş karşısında “geniş bir bilgi temeli çevresinde işçilerin teknik ve mesleki vasıflarını sürekli yenileme kapasitesi geliştirmesi gerektiği” ifade edilir (EC, 1995: 3). Tüm bunlarla yakından bağlantılı biçimde “kilit vasıflara” vurgu yapılır. Buna göre “meslekler arasındaki sınır çizgileri silinmekte” ve “bazı kilit vasıflar bir dizi meslek için merkezi önemde olup, iş değiştirebilmek için esas teşkil etmektedir” (EC, 1995: 13, 24). Hal böyleyken, “Avrupa’nın artık küçük spesifik alanlara ve kompartımanlara bölünmüş değil, herkesin yaptığı işi anlamasına ve bunda ustalaşmasına imkân tanıyan bir mesleki öğretime ihtiyacı vardır” (EC, 1995: 37). AB Politika Belgelerinde İnsan 181 Enformasyon toplumu ve burada yaşayan insan açısından bu kadar önem arz eden temel/geniş bilgi niteliği itibarıyla formel eğitimle verilmeye daha uygundur. İşte veya başka yerde öğrenilmesi ve diplomaya alternatif yollarla tasdiklenmesi zordur. Zaten AB de temel bilginin “tam manasıyla formel eğitim ve öğretim sisteminin alanı” olduğunu kabul etmektedir (EC, 1995: 12). Ancak formel eğitim çağını geride bırakmalarına rağmen söz konusu temel/geniş bilgi tabanına sahip olmayanlar da vardır ki, bunları düşünmek gerekmektedir. Bu nedenle şöyle denir; … geniş bir bilgi tabanı ihtiyacı sadece temel öğretimi ilgilendirmez. Yetersiz vasıflı ya da Taylorist iş yaklaşımı sonucu aşırı uzmanlaşmış işçilerin mesleki eğitiminin yeni teknik vasıfların dayanağı olarak söz konusu temelin edinilmesine bağlı olduğunu gösteren pek çok örnek vardır. İşçiler yeniden öğretim görürken, öğretim kurumları yeni bir iş öğretmeden önce onlara giderek genel bir temel sunmaktadır (EC, 1995: 10). İnsanların enformasyon toplumunda kullanmak zorunda kalacakları teknolojik araçlarda ustalaşmaları, temel/geniş bilgi tabanının bir parçası olarak görülür (EC, 1995: 11). EİT’lere hâkimiyet, emek piyasası önlemlerinin ve kalkınmanın ayrılmaz parçası kabul edilir ve bu yüzden insanların “demokratik temsil ve perakende hizmetler, eğitim ve boş zaman, bakım ve kültür” gibi çok çeşitli alanlarda yeni teknolojilerin yol açtığı değişiklikleri anlayıp ilişkilendirebilecek şekilde donatılmaları istenir (EC, 1996a: 24). Yani eğitim sürecinde insanların sadece teknolojiyi kullanabilecek duruma getirilmemesi, bunun yanında teknolojiyle toplumsal faaliyetlerin yürütülmesi arasındaki ilişkiyi kavraması da arzulanmaktadır. Böylelikle insanlar kullanıcı konumunun ötesine geçip “EİT’lerin potansiyelinin ve optimum kullanım için gerekli koşulların farkına varacaklardır” (EC, 1993: 107, 112, 162). Enformasyon toplumunun oturma sürecinde insanların olmazsa olmaz katılımının sağlanması ve daha emekleme devresindeki yeni teknolojilere bilinenlerin dışında yeni kullanım alanları açılması böylece mümkün olacaktır. 182 Enformasyon Toplumu ve İnsan Belirttiğimiz saiklerle eğitimde yeni teknolojilere dair bilgilerin verilmesini isteyen AB, diğer yandan insanların kendilerinin de teknolojinin peşine düşmelerini istemektedir. Bunun için açık korkutma taktiklerine başvurulur. “Yarın işler kapabilenin olacak ki, bu nedenle enformasyon toplumu araçlarının yeni eğitim/öğretim yöntemlerine uygulanması önem arz etmektedir” denilir (EC, 1996c: 5). Aynı şekilde “Giderek bilgi tabanlı olan bir toplumda kendilerine yer edinmek istiyorlarsa Avrupalıların yeni enformasyon ve iletişim araçlarını kullanmayı erken yaşlardan itibaren öğrenmeleri gerekiyor. […] istihdam imkânları ve gelecekleri buna bağlı olacak” ifadeleri kullanılır (EC, 1996c: 18). Avrupalıları teknolojiyle içli dışlı kılmanın yolu eğitimde yeni teknolojilerin yoğun kullanımında bulunur. Öncelikle enformasyon ağlarına erişim için gerekli altyapı yatırımlarının yapılması (EC, 1996a: 17), ardından da gerekli donanımın sınıflara ve gençlere sunulması arzulanır (EC, 1995: 32; EC, 1996a: 24). Bunun yanında eğitimin içeriğinin de sayısallaştırılması gerekecektir ki, bu noktada multimedya eğitim materyallerinin altı ısrarla çizilir. Kullanıcıların ihtiyaçlarını dikkate alan multimedya eğitim materyallerinin dağıtımının kolaylaştırılması istenir (EC, 1996c: 5). Kullanıcı dostu teknolojinin geliştirilmesinde ilerleme kaydedildiğinden zaten pek çok öğretmen bu yeni eğitim araçlarını denemek için hazır hâle gelmiştir (EC, 1996c: 5-6). Bunlar gerçekleştiğinde eğitimin “çıktısı” epey artacaktır. “Yaparak öğrenileni hatırlama oranının yüzde 80, okuyarak ya da dinleyerek öğrenileni hatırlama oranınınsa sadece yüzde 5-10 civarında olduğuna” dikkat çeken AB, EİT’lerin kendi kendine yaparak öğrenme potansiyeli taşıdığını ve bunun doğru biçimde kullanılması hâlinde bilgi açıklarının kapanacağını öne sürer (EC, 1996a: 18). Keza Amerikalılar da geleneksel eğitim sisteminden atılan başarısız öğrencilerin bilgisayarlar ve iyi eğitmenler sağlandığında yeniden eğitime döndüklerini ve geçmişte geleneksel eğitim/öğretim kurgusunda gösterdikleri pasifliğin aksine “etkileşim fikrini” çabuk benimsediklerini deneyimlemiştir (EC, 1995: 41). Tüm bunlara ek olarak insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak biçimlendirildiklerinde yeni teknolojilerin AB Politika Belgelerinde İnsan 183 yeni bilgiler edinmekte yardımcı olduğu, eğitimin/öğretimin menzilini genişlettiği, etkileşimli eğitime/öğretime kapı araladığı, tüm Avrupa çapındaki öğrenciler ve öğretmenlerin etkileşime geçmesiyle Avrupalı kimliğini güçlendiği söylenir (EC, 1996c: 6). Diğer yandan AB’nin zaten eğitim için multimedya materyal üretiminde güçlü bir konum arzuladığı da hatırlatılır (EC, 1997b: 15). İlginç olan nokta şudur ki, AB’nin eğitim alanda EİT’leri yaygınlaştırma girişimleri toplumsal planda enformasyon toplumuna ilişkin çabalarının ölçeği küçültülmüş hâlini andırmaktadır. Bunu şu satırlarda daha net görebiliriz; Eğitim ve öğretimin oynadığı rolün bilinciyle Floransa’daki Avrupa Konseyi, Komisyon’dan hızla “Enformasyon Toplumunda Öğrenim” eylem planını geliştirmesini istedi. Bu, Avrupa düzeyinde okul ağlarının birbirine bağlanmasını, multimedya eğitim içeriğinin desteklenmesini ve yeni enformasyon toplumu araçlarını kullanmaları noktasında öğretmenlerin ve eğitimcilerin farkındalığının ve eğitiminin artırılmasını içerecektir (EC, 1996b: 7). Yani bir yanda altyapı ve erişim kaygısı söz konusuyken, diğer yanda bu maddi temel üzerinde akacak gerekli içeriğin biçimlendirilmesi endişesi vardır. Ancak ağların kurulması ve gerekli içeriğin sağlanması da yeterli değildir çünkü bir de insanların bunları kullanmaya sevk edilmesi gerekmektedir. Bunun için de insanların farkındalığı ve eğitimi söz konusudur. Eğitimi ekonomik ve istihdama dair öncelikler çerçevesinde ele alan AB, müfredatı da piyasanın gerekleri doğrultusunda şekillendirmektedir. Ancak bu süreçte dikkat çekici noktalardan biri özel sektörün eğitim politikalarının belirlenmesi ve müfredatın şekillendirilmesinde daha önce olmadığı kadar güçlü bir konuma yükselmesidir. Piyasanın ihtiyaçlarını ve yerel koşulları dikkate alan AB ülkeleri daha 1990’ların başında özel sektörün eğitim ve öğretim politikalarının yazılmasına daha fazla müdahil olması üzerinde anlaşmışlardır (EC, 1993: 137). Bunun yanında özel sektörün mesleki eğitimin gerçekleştirilmesinde rol alması ve stratejik iş planlarına sürekli öğretimi ek- 184 Enformasyon Toplumu ve İnsan lenmesi istenir ve bunun için teşvikler geliştirilebileceği belirtilir (EC, 1993: 137, 141, 162). Geçen zaman zarfında eğitimin çizgisinin belirlenmesinde özel sektöre yapılan vurgu giderek artar. Şirketlerin rolünün artık sadece eğitimli insanlara istihdam ve ekstra eğitim sağlanmasıyla sınırlı olmadığı, “önemli bir bilgi ve yeni know-how yaratıcısı” olarak şirketlerin eğitim/öğretim sürecinde “tam bir ortak” olarak kabul edilmesi gerektiği öne sürülür (EC, 1995: 20). Şirketler geliştirdikleri bilgi ve know-how’ı işçilerin ve temsilcilerinin hazırlanmasına müdahil oldukları eğitim/öğretim planları çerçevesinde aktarmaktadırlar ki, bu durum mesleki eğitimin/öğretimin doğasını kökten değiştirmektedir (EC, 1995: 20). Öyle ki “eğitimin/öğretimin sunumunda özel sektörün hiç olmadığı kadar büyük bir rol oynadığı” iddia edilir (EC, 1995: 54). Tüm bunların sonucu olarak eğitim kurumlarının iş dünyası ile daha sıkı bağlar kurması, aralarındaki işbirliğini geliştirmeleri talep edilir (EC, 1995: 36). Bunun yanında girişimcilik yüceltilir ve piyasadaki fırsatları değerlendirebilmeleri için gençlerin girişimcilik vasıflarının güçlendirilmesi istenir (EC, 1993: 14, 162). Enformasyon toplumunun insanları kendi işlerini kurmaya teşvik ettiği ve bu yönde eğitim verilmesi gerektiğini aktarılır (EC, 1995: 6, 38). Yaratıcılığın ve yeni fikirlere sahip olmanın altının çizilmesini (EC, 1996b: 2, 5) bu kapsamında değerlendirmek gerekir; böylelikle piyasada kazançlı çıkanlar kendi yaratıcılıklarını değerlendirenler olacaktır, gücünü kullananlar değil. 4.5. İnsanların Toplumsal İlişkileri Enformasyon toplumu piyasanın üstünde yükselmektedir ve toplumsal ilişkiler piyasacı bir anlayışla yeniden yapılandırılmaktadır. İnsanların vatandaş olmaktan gelen çalışma hakları ve sosyal güvenceleri bir kenara itilerek, en iyi güvenceye emek piyasasında istihdam edilebilir konumda olarak kavuşacakları iddia edilmektedir. Kamu hizmetleri özel sektöre devredilmekte, vatandaşlar tüketici konumuna yerleştirilmektedir. Böylelikle piyasa insanların hayatında daha merkezi bir konuma gelmektedir. Buna karşılık piyasacı anlayışa göre piyasa yansız bir mekanizmadır, herkese açıktır, kimsenin çıkarına AB Politika Belgelerinde İnsan 185 işlemez ve piyasada kişisel çıkarlarını ençoklaştırmaya çalışan bireyler toplumsal fayda sağlarlar. Enformasyon toplumunda üretim ve tüketim artık enformasyon ağları üzerinden gerçekleştiğine göre piyasacı anlayış doğrultusunda piyasanın düzgün işleyişinin sağlanması için ağlara erişimin herkese açık olması gerekir. AB politika belgelerinde üretimde belirleyici konuma gelen eğitime/öğretime, enformasyona, ağlara, emek piyasasına erişimin herkese açık olması gerektiği ısrarla vurgulanır. Hatta bazılarının erişim imkânına sahipken, bazılarının olmaması en ciddi tehlike olarak nitelendirilir. Böylelikle insanlar arasındaki eşitlik sorunu erişim eşitliğine indirgenir. Bunun bir sonucu olarak demokrasi de artık erişim üzerinden tanımlanmaya başlar. Herkesin sesini duyurmasına imkân sağladığı düşünülen EİT’lere erişimin demokrasiyi daha güçlü kıldığı aktarılır. AB’ye göre enformasyon altyapısına erişen herkesin konumu aynı olacaktır, toplumsal dışlanma olmayacaktır. Öyle ki, dezavantajlı konumda olanlar bile erişimleri sağlandığında sorunlarından kurtulacaklardır. Bunu yaparken tarihsel ve toplumsal eşitsizliklere hiç değinilmez. Nasıl ki, tüm şartlar sağlandığı halde kendisini geliştirmeyen işsiz olmasından dolayı kendisi suçluysa, erişim imkânı sağlanmasına rağmen fırsatları değerlendiremeyen de kusuru kendisinde aramalıdır. Bu başlıkta öncelikle enformasyon toplumundaki toplumsal ilişkilerin yeniden yapılandırılmasında erişime biçilen başat rolü sorgulayacağız. Kapsayıcı ve eşit toplum ülküsünün erişime endekslendiğini göstermeye çalışacağız. Ardından siyasal planda öne çıkan kültürel çoğulculuk ve doğrudan demokrasi savlarını ele alacağız. 4.5.1. Erişen İnsanların Eşitliği Erişimi hedef kabul eden ve üye ülkelere erişimi enformasyon toplumu stratejilerinin kilit parçası hâline getirmelerini salık veren (EC, 1997b: iv, 4) AB açısından herkesin erişimi sağlanmadığı takdirde enformasyon toplumunun getirileri gerçeğe dönüşmeyecektir. Bunu şu cümlelerde görürüz; Teknolojik ilerlemenin getirdiği ekonomik ve toplumsal faydaları gerçekleştirmek ve insanların hayat kalitesini iyileştir- 186 Enformasyon Toplumu ve İnsan mek için Enformasyon Toplumu fırsat eşitliği, herkesin katılımı ve bütünleşmesi ilkeleri üzerinde yükselmelidir. Bu ancak herkes en azından Enformasyon Toplumunun sunduğu yeni hizmet ve uygulamalara temel düzeyde erişim sahibi olduğunda mümkün olabilir (EC, 1997b: 2). Böylelikle enformasyon toplumunun temelindeki ilke hâline gelen erişim aynı zamanda Avrupalı kimliğinin de bir parçasıdır çünkü “Avrupalı olmak eşi olmayan bir çeşit ve derinlikte kültürel arka plan avantajına sahip olmaktır. Aynı zamanda bilgi ve vasfa tam erişim sahibi olmaktır” denir (EC, 1995: 51). Buna paralel olarak enformasyon toplumuna yönelik “en büyük risk, nüfusun sadece bir bölümünün yeni teknolojilere erişiminin olup, bunu rahatlıkla kullandığı ve tüm getirilerinden faydalanabildiği, sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde iki katmanlı bir toplum kurmaktır” (ÜDUG, 1994: 7). Yeşil Kitap’taki iki yerde de şu ifadelere yer verilir; Üçüncü zorluk Enformasyon Toplumunun kapsayıcı bir toplum yaratmak için araç haline gelmesini sağlamaktır. Enformasyon toplumu insanlar için olmalı, enformasyonun gücünü serbest bırakmak adına insanlar için ve insanlar tarafından kullanılmalı, enformasyon zenginleriyle fakirleri arasında eşitsizlikler yaratmak için değil (EC, 1996a: 2, 23). AB yetkilileri kadar insanlar da çift katmanlı enformasyon toplumuna dair endişeyi paylaşmaktadır (EC, 1997b: 1). İnsanların korku ve endişelerinden bahsederken buna değinmiştik. AB, en fazla bilgiye ve enformasyona erişime vurgu yapar çünkü artık zenginliğin yolu buradan geçmektedir. “Malların ticaretinden ziyade bilginin üretimi, aktarımı ve paylaşılmasına çok daha fazla dayanan bir toplumda kuramsal ve pratik bilgiye erişim zorunlu olarak büyük bir rol oynamalıdır” (EC, 1993: 136) denir. Bunun yanında tüm idari, bilimsel, kültürel ve diğer bilgilerin bütün kullanıcıların erişebileceği veri tabanlarında biraraya getirilmesi istenir (EC, 1993: 25). Eğitime/öğretime erişimi de bilgiye ve enformasyona erişim vurgusu kapsamında ele alabiliriz. Enformasyon toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte gelen değişimler karşısında “işçilerin öğretime erişimini iyileştirmenin acil bir hâl aldığı” belirtilir ve “öğretime hayat boyu AB Politika Belgelerinde İnsan 187 erişim olmalı” (EC, 1995: 17, 30) denir. İnsanların istihdam ve ekonomik yaşam için gerekli yetilerinin oluşabilmesi “geniş tabanlı bilgiye erişimleriyle” mümkündür (EC, 1995: 9). Ancak bu konuda bazı sıkıntılar mevcuttur. Özellikle vasıfsız işçiler, kadınlar ve KOBİ’lerde çalışanlar olmak üzere, işçilerin eğitime/öğretime erişiminde eşitsizlikler söz konusudur (EC, 1993: 17, 138). Gereken adımlar başarıyla atıldığında bu sorun ortadan kalkacaktır. Ancak o zaman da çok geniş eğitim/öğretim arzı karşısında insanların doğru tercihlerde bulunabilmesi için rehberlik hizmeti gerekecektir (EC, 1995: 15-16). Kamu hizmetlerinin artık enformasyon ağları üzerinden verilmesi istenmektedir ki, bu durumda erişim bir başka önem kazanır. Bir yandan insanların bu hizmetlerden faydalanması için erişimleri gereklidir. Bu sağlandığında insanlar sadece hizmetlere değil, ihtiyaç duydukları idari enformasyona da kolayca ulaşacaklardır (EC, 1993: 88). Diğer yandan uzaktan tıp ve uzaktan eğitimde olduğu gibi doktorlar ve öğretmenler gibi kamu çalışanlarının da erişimi gereklidir. Böylelikle kamu hizmetleri daha yaygın, hızlı ve etkin bir şekilde sunulabilecektir (EC, 1993: 20). Peki ama erişim nasıl sağlanacaktır? AB, “firmalar ve hane halkları için enformasyon toplumuna aktif katılımın ilk önkoşulunun, temeli oluşturan ağlara ve araçlara hemen erişim” olduğunu belirtir (EC, 1997a: 15). Bu noktada kullanıcıların enformasyon ağlarındaki hizmetlere erişim için ilk başta yapacakları bağlantı ve donanım harcamalarının görece yüksek olması bir engel oluşturduğundan okullar, kamu kütüphaneleri ve yerel kalkınma merkezleri gibi kurumlarda yeni enformasyon hizmetlerine doğrudan erişimini desteklemek maliyet-etkin bir çözüm olarak görülür (EC, 1997a: 10). Ancak asıl önemlisi enformasyon ağlarına herkesin erişiminin sağlanabilmesi için evrensel hizmetin garanti edilmesi istenir (EC, 1993: 23). Daha önce belirttiğimiz gibi telekomünikasyon hizmetlerinin devlet tekellerince ya da devlet destekli özel tekellerce verildiği dönemde ortaya çıkan evrensel hizmetin piyasa koşullarında nasıl sağlanacağı şüphelidir. Bu yüzden “Altyapıya adil erişim herkese garanti edilmelidir, tıpkı tanımı teknolojiyle birlikte evrilmesi gereken evrensel hizmetin olduğu gibi” 188 Enformasyon Toplumu ve İnsan denir (ÜDUG, 1994: 7). Yani evrensel hizmetin sağlanması ve mümkün olduğunca çok insanın enformasyon ağlarına erişimi istenmektedir ama bunun artık Refah Devleti döneminde olduğu gibi tekellerce gerçekleştirilemeyeceği, evrensel hizmetin farklı biçimlerde tanımlanması istenmektedir. Diğer yandan AB sadece telekomünikasyondaki serbestleştirmeyi izleyen rekabetin bile tarifeleri düşürüp, hizmet kalitesini artırarak enformasyon toplumuna katılımı katlayacağına inanmaktadır (ÜDUG, 1994: 23). Herkese ödenebilir fiyatlarla evrensel hizmeti götürmek ve diğer yandan tarife fiyatlarını düşürmek ancak bir yere kadar etkili olacaktır. Bunu tamamlamak için “teknolojik ortama erişimde sorun yaşayabilecek” kesimler için daha kullanıcı dostu yazılım ve donanım talep edilir (EC, 1997b: 3). Tabii ki, insanlar enformasyon toplumunun sunduğu olanaklarında farkında değillerse erişim gerçekleşmeyeceği için bir yandan da farkındalık kampanyaları düzenlemek gerekmektedir. (EC, 1997b: 4). AB bu yüzden “Erişim ayrıca insanların Enformasyon Toplumunun sunduğu olanakların farkında olmasına bağlıdır” demektedir (EC, 1997b: 3). AB politika belgelerinde sıkça enformasyon toplumuna geçiş sürecinde kadınların, engellilerin, yaşlıların, az eğitimlilerin, azınlıkların, özel ihtiyacı bulunanların gözetilmesi ve konumlarının düzeltilmesi istenir (EC, 1996a: 24, 26, 30-31; EC, 1996b: 9; EC, 1997b: iii, 2, 6). Bu noktada belli bir indirgemeciliği sezmek zor değildir. Toplumsal bütünleşmenin yolu erişim olarak algılandığında ve erişen herkesin topluma eşit katıldığı düşünüldüğünde, toplumsal planda dezavantajlı konumda olanların sorunları da öncelikle erişim ekseninde değerlendirilir ve erişimlerinin sağlanmasıyla sorunlarının ortadan kalkacağı düşünülür. Toplumsal faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde temel teşkil ettiğinden dolayı öncelikle yapılması gereken dezavantajlı kesimlerin enformasyona erişimini sağlamaktır. AB bunu şöyle ifade eder; Toplumsal kökenleri ve eğitimsel arka planlarına bakmaksızın herkes toplumun gelişimi ve kendini gerçekleştirme adına önüne çıkan fırsatları değerlendirebilmelidir. Bu özellikle okul tarafından sağlanan genel eğitimden tamamen fayda- AB Politika Belgelerinde İnsan 189 lanmalarını engelleyen ailevi ve toplumsal ortamdan yoksun dezavantajlı kesimler için geçerlidir. Bu gruplara sadece diğerlerini yakalama şansı değil, yetilerini ortaya çıkarmaya yardımcı olabilecek yeni bilgiye erişim de verilmelidir (EC, 1995: 3). Bilgiye erişen ve böylelikle diğerleriyle aralarındaki farkı kapan dezavantajlı kesimlerin emek piyasasına erişimleri de sorgulanır. Uzak bölgelerde yaşayanların, engellilerin ve kadınların emek piyasasıyla bütünleşmesi, bunun için emek piyasasına erişimlerinin iyileştirilmesi istenir (EC, 1993: 156; EC, 1997b: 15). Enformasyon toplumuyla birlikte gelen iş örgütlenmesi ve eğitimin yeniden yapılandırılması avantaj olarak değerlendirilir. Eskiden herkesin bilgiye ve eğitime erişimini sağlamak ciddi bir çaba gerektirirken, uzaktan eğitimin gelişmesi artık daha az çabayla daha fazla insanın bilgiye ve eğitime erişimini mümkün kılmaktadır. Keza enformasyon toplumunda iş artık daha az fiziksel güç gerektiren şekilde daha fazla bilgi ve enformasyonun işlenmesine dayanmaktadır. Üstelik işin enformasyon ağlarına erişim sağlanmasıyla uzaktan yapılması da mümkündür. Bu anlayış AB belgelerinde açık biçimde ifade edilir; “Uzaktan çalışma ve uzaktan ortaklığın [telepartnership] işin ve ticaretin Avrupa’nın dezavantajlı bölgelerine (kırsal alanlar, çevre yerler veya eski sanayi alanları, vs…) kaydırılmasında önemli rol sahibi” olduğu ve gelişimlerinin desteklenmesi gerektiği kaydedilir (EC, 1993: 111). Bu noktada telekomünikasyon işleticilerinin gerekli ağları rekabetçi fiyatlarla sunmaları halinde uzaktan çalışma mümkün olacaktır (ÜDUG, 1994: 25). Keza “uzaktan eğitimin külfetli altyapılar gerektirmeden vasıf seviyesinin sürekli iyileşmesine imkân tanıdığı” belirtilir (EC, 1993: 88) ama bunun için de öncelikle düşük tarife fiyatları gerekmektedir (ÜDUG, 1994: 26). Uzaktan çalışma ve eğitim imkânları sayesinde uzak bölgelerde yaşayanlar, eve bağımlı engelliler ya da kadınlar piyasaya erişim sahibi olacaklar ve böylelikle toplumsal faaliyetlerin yürütülmesinden geri kalmayacaklardır. Ancak bir yandan da teknolojiyi hakkını vererek kullanabilmeleri için bu kesimlerin EİT vasıflarını geliştirmek ve bu 190 Enformasyon Toplumu ve İnsan konu hakkındaki farkındalıklarını artırmak gerekmektedir (EC, 1997a: 10-11, EC, 1997b: iv, 15). Dezavantajlı kesimlere ilişkin genel yaklaşım bu şekildeyken AB, kadınların ve uzakta yaşayanların sorunlarına dair daha detaylı değerlendirmelere girişir. AB’ye göre “potansiyel getirilerinin eşitçe paylaşılmasını sağlamak ve mevcut ayrımcılıkların güçlendirilmesini engellemek için enformasyon toplumunda cinsiyetler arasındaki denge sorununa daha fazla eğilmek” gerekmektedir (EC, 1997b: iv). Bu noktada AB’nin sorgulaması EİT’lerin gelişiyle iş hayatı ile aile yaşantısı arasındaki denge ekseninde gerçekleşir. Enformasyon toplumunu getiren EİT’ler işte ve gündelik hayatta cinsiyetler arasındaki eşitliği geliştirmek, aile yaşantısı ve iş hayatı arasındaki dengeyi iyileştirmek için önemli bir fırsat görülür (EC, 1996a: 10, 25; EC, 1997b: 5). Bu sorgulamada kadının konumunun aileyle ilişkilendirilmesinin eşitsizliğin yeniden üretimi açısından sorunlu olup olmadığını bir kenara bırakacak olursak, AB yeni istihdam biçimlerinin kadınların işgücüne katılımını artırdığını belirtmektedir; Yeni istihdam şablonları emek piyasasındaki toplumsal cinsiyet dengesini de etkilemektedir. Hizmetler sektöründeki artış emek piyasasına girişte kadınlara yeni fırsatlar sundu. 1960'ların ortasından 1990'ların başına kadar kadın istihdamı artmakta. Kadınlar iş gücündeki paylarını artırırken kadınlara yönelik yeni işlerin önemli bir kısmı kısmi zamanlı işler. Kadın istihdamındaki uzun vadeli artış eğilimine karşıt olarak erkek istihdamında - 1980'lerin sonundaki birkaç yılı saymazsak - 1965'ten beri sürekli bir düşüş var (EC, 1996a: 14). Yukarıdaki alıntıya göre kadın istihdamı artmakta ve emek piyasasındaki toplumsal cinsiyet dengesi sayısal olarak düzelmektedir. Ancak konuyu sorunlu kılan nokta kadın istihdamının önemli bir kısmının kısmi zamanlı işler olmasıdır. EİT’ler gibi yüksek vasıf gerektiren önemli alanlarda kadın istihdamının azlığı hâlâ ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir (EC, 1997b: 5). Kadınların konumunun düzeltilmesi öncelikle yeni teknolojilere ilişkin vasıflarının artırılması istenir, bunun için farkındalık girişimlerine, eğitimin yeniden yapılandırılmasında kadınların ihtiyaçları- AB Politika Belgelerinde İnsan 191 nın dikkate alınmasına, teknoloji tasarım ve geliştirme sürecine kadınların müdahil olmasına değinilir (EC, 1996a: 25; EC, 1997b: 5). Enformasyon toplumuna ilişkin olarak bir yandan yüksek vasıf isteyen yüksek getirili işlere, diğer yandan da vasıfsız hizmet işlerine vurgu yapan AB’nin “ikili” tavrını kadın emeği tartışmasında bir kez daha görürüz. Buna göre eskiden ücretsiz ya da kayıt dışı kadın emeğiyle verilen bakım ve ev işleri gibi hizmetlerin artık kayıt altına alınması ve istihdam kapısı olarak görülmesi söz konusudur (EC, 1993: 153). Bunların yanında enformasyon toplumunda iş ve boş zaman arasındaki ilişkinin değiştiği ve bunun aile yaşantısı üzerinde derin etkisi olduğu (EC, 1996a: 26); doğum oranlarının düştüğü, nüfusun yaşlandığı ve aile yapısının dönüşüme uğradığı (EC, 1993: 3, 153); karı-koca ile çocuklardan oluşan aile tipinin “toplumdaki ana ekonomik ve toplumsal birim olarak önemini yitirdiği” öne sürülür (EC, 1993: 153). Diğer yandan AB’ye göre yeni imkânlar sayesinde “daha az iş kurma maliyetine karşılık daha yüksek hayat standardı sunan” kırsal bölgelere yatırım yapmak daha mantıklı hâle gelmekte ve böylelikle iş merkezlerinin kent merkezlerini dışında bulunmasının önündeki engeller yıkılmaktadır (EC, 1997a: 4). İşte bu nedenle EİT’ler bölgesel ve yerel kalkınmanın, bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını kapatmanın ve böylece toplumsal bütünleşmeyi güçlendirmenin aracı görülürler (EC, 1996a: 2; EC, 1996b: 8). EİT’lerin uzak yerleşimler açısından faydası merkeze bağlantı sağlamaktan ibaret değildir. Toplumsal faaliyetlere uzak bölgelerden de sorunsuz dâhil olmak mümkün olduğunda buralardaki sosyal hayat canlanacaktır. Yeşil Kitap’ta şöyle denir; EİT'ler daha fazla insan için en azından belli bir zaman zarfında evden ya da yakınından çalışmaya imkân tanıyacağından, iş günü boyunca daha fazla mahalli topluluğun canlı olmasına kapı aralayabilirler ve daha fazla hizmetin - özellikle de eğitim ve mahalli hizmetlerin - yerel düzeyde verilmesine imkân tanıyabilirler.[...] böylesi değişimler mahalli cemaatleri yeniden canlanmasına yardımcı olabilir ve daha güçlü top- 192 Enformasyon Toplumu ve İnsan lumsal ağlara ve bir yere aidiyet duygusuna yol açabilir (EC, 1996a: 25-26). 4.5.2. Kültürel Çoğulculuk ve Erişim Demokrasisi Enformasyon toplumunun insanı – işgücüne ilişkin kısımda belirttiğimiz gibi – tüm dünyadaki gelişmelerin sonuçlarına açıktır ve bunları takip etmesi gerekmektedir. Bu noktada “bilimsel ve teknolojik değişimler nedeniyle bireylerin giderek daha fazla şeylerin anlamını kavrayabilir olması gereği, onların daha fazla sistem açısından düşünmesini ve kendilerini hem kullanıcı hem de vatandaş, hem birey hem de bir grubun üyesi olarak konumlandırmayı öğrenmek zorunda oldukları” manasına gelmektedir (EC, 1995: 10). Böylece bilim ve teknoloji daha sıkı toplumsal bağlar kurulmasına kapı aralamaktadır. İnsanların bu şekilde birbirleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmesi “ileriye doğru atılmış bir adımdır” (EC, 1995: 5). Zaten enformasyon toplumunun getirileri ancak toplumsal bağların bu şekilde sıkılaştırılmasıyla mümkündür ki, “Günün sonunda yeni araçların getirdiği katma değer ve enformasyon toplumunun genel başarısı halkımızın hem bireysel hem de birlikte çalışarak yaratacağı girdiye bağlı olacak. Tüm Avrupalıların bu meydan okumayı karşılayacağına inanıyoruz” denir (ÜDUG, 1994: 8). Benzer biçimde enformasyon toplumuyla birlikte gelecek yeniden canlanmanın “sorumluluklarının farkında olan, yerel ve ulusal birlikler oluşturduklarına karşı dayanışma ruhuyla sarılmış vatandaşlarca yönlendirilen bir toplum gerektirdiği” aktarılır (EC, 1993: 1a). Ancak bu güçlü toplumsal bağlar aynı zamanda kültürel çoğulculuğa da imkân tanırlar. Yeni teknolojilerle eğitimde Avrupa boyutu güçlendirilirken, dilsel ve kültürel çeşitliliğe vurgu yapılır, kültürlerarasında çok dilli iletişim istenir (EC, 1995: 44; EC, 1996c: 6, 8, 9). Enformasyon toplumunda görsel-işitsel hizmetlerin öne çıkması da toplumsal bütünleşmeyi ve kültürel çeşitliliği güçlendirir; Enformasyon toplumu, Avrupalı kültürel değerlerin yayılmasını ve ortak mirasın değerlendirilmesini kolaylaştırma fırsatı sunmaktadır. Kültürel ürünler, özellikle de sinema ve televizyon programları diğer ürünler gibi değerlendirilemez; kimlik, AB Politika Belgelerinde İnsan 193 çoğulculuk ve entegrasyonun ayrıcalıklı araçlarıdır ve yeni multimedya ürün ve hizmetleri çerçevesinde özgünlüklerini korumaktadırlar (EC, 1994: 14). Bunun yanında “Avrupalı olmak zaten eşi olmayan çeşitlilik ve derinlikte bir kültürel arka plana sahip olmak” şeklinde tanımlanır ve geleceğin Avrupası’nın kültürel zenginlik ve çeşitlilik üstüne inşa edilmesi amaçlanır (EC, 1995: 2, 51). Diğer yandan AB’ye göre enformasyon toplumun getiren EİT’ler daha sağlıklı ve doğrudan bir demokrasinin kurulması imkânı da sunmaktadır. Teknoloji tabanlı bu demokrasi anlayışına dair en net ifadeleri Yeşil Kitap’ta buluruz; Demokrasi sadece seçimlerde oy atmaktan ibaret değildir. Pek çok seviyedeki bir dizi karar alma forumunda katılım ve temsili içerir. Avrupa modeli bilgilenmiş [informed] demokrasi kavramı üzerindedir. Vatandaşlık haklarının gerçekten özgürce kullanımı, demokratik tercihler ve kararların üstünde yükseleceği doğru enformasyon akışına erişimi gerektirir. Doğru ve kapsayıcı bir demokrasinin var olabilmesi için tüm nüfusun etkin ve adil kararlar alabileceği şekilde enformasyona eşit erişimi olması gerekiyor. EİT altyapısına, ağdaki enformasyon hizmetlerine ve bu hizmetlere erişim için gerekli vasıflara eşit ve kamusal erişim sağlayarak Enformasyon Toplumu demokrasiyi güçlendirebilir.[...] çoğulculuğu ve kamusal enformasyona erişimi güçlendirerek ve vatandaşların kamusal karar alma süreçlerine daha fazla katılımını sağlayarak demokrasilerimiz ve bireysel haklar üzerinde yeni teknolojiler son derece olumlu sonuçlar yaratabilirler. Doğrudan demokrasinin daha fazla kullanımıyla siyasi tartışmanın canlılığı yeniden ateşlenebilir (EC, 1996a: 24). Buna göre demokrasi vatandaşların sadece oy atarak iradelerini belirtmesinden öte, her türlü imkânı kullanarak karar alma süreçlerine katılımı içerir ki, bu noktada enformasyon toplumunun altyapısı oluşturan teknolojiler yeni ve son derece önemli imkânlar sunmaktadır. Ancak bunun yanında demokrasi karar alma süreçlerine katılanların en doğrusunu seçebilmeleri için gerekli bilgilere sahip olmasını içermek- 194 Enformasyon Toplumu ve İnsan tedir. Bu noktada da enformasyon toplumu fazlasıyla bilgi ve enformasyonu insanların önüne dökmektedir. Enformasyon toplumundaki demokrasi açısından asıl sorun da bu enformasyon bolluğuna ilişkindir. Eskiden olduğu gibi doğru kararı alma sürecinde bilgi/enformasyon eksikliğinden korkmaya gerek yoktur ama bu kez de “kitle medyası kaynaklı ve yakın gelecekte geniş enformasyon ağları kaynaklı olacak hedef göstermeyen enformasyon bombardımanı” sorun yaratmaktadır (EC, 1995: 10). Enformasyon toplumunda toplumsal faaliyetlerin yürütülmesi çok daha karmaşık hâle gelmişken ve bu durum “giderek daha fazla arka plan bilgisi gerektirirken” (EC, 1995: 10), insanlar karmaşıklık ve enformasyon bombardımanı altında nasıl doğru karara yol açacak bilgi birikimini edinecektir. AB böylelikle demokrasiye dair temeldeki bilgilenme sorununu tersten ortaya koyar; bilgi/enformasyon yokluğundan değil, bolluğundan kaynaklanan bir soruna dikkat çeker. Ne mutlu ki, enformasyon toplumunun insanlarını geniş bir bilgi tabanıyla donatan eğitim sistemi bu noktada istenilen çözümü sunmaktadır. Sahip oldukları geniş bilgi tabanına dayanan insanlar “çok farklı kaynaklardan aldıkları görüntü ve enformasyonu eleştirel biçimde yorumlayabilmektedir” (EC, 1995: 11). Güçlü bir kavrayış ve eleştirel bir anlayışla silahlanan insanlar manipülasyona karşı aşılanmıştır (EC, 1995: 11). Avrupa’nın ve kültürünün geleceğinin vatandaşlarının kişisel gelişimini tamamlamasına, sürekli sorgulama ve yanıtlar aramasına bağlı olduğu söylenir (EC, 1995: 10, 51). Enformasyon toplumunda daha sağlam bir demokrasi kurmak için AB’nin atmayı düşündüğü adımlardan biri de karar alma süreçlerinde vatandaşları bilgilendirmek için kamuya ait bilgileri enformasyon ağlarında herkese açmaktır (EC; 1997b: 4). Böylelikle siyasal otorite ile vatandaş arasında daha yakın ve etkin bir etkileşim kurulabileceği belirtilir. AB’nin demokrasiye dair bu kavrayışında erişim asli önemdedir. Teknolojiye erişim mümkün olmadığında demokrasiye dair tüm bu getirilerin gerçekleşmesinin imkânı yoktur. Karar alma süreçlerine AB Politika Belgelerinde İnsan 195 katılım, bilgilenme ve resmi belgelere erişimin yanında bir de kamu hizmetlerinin enformasyon ağlarına taşınması söz konusudur ki, bu durumda erişimin demokrasi açısından önemi iyice artmakta ve bu durum AB belgelerine yansımaktadır; Kamu hizmetleri çevrimiçi olacaksa teknik olanaklara belli bir seviyede erişim garanti edilmeli. Dahası, pek çok insan bireysel olarak Enformasyon Toplumu hizmetlerine abone olacak güçte olmayabilir. Bazıları da Enformasyon Toplumu altyapı olanaklarının daha az geliştiği yerlerde yaşamakta. Dolayısıyla evsel Enformasyon Toplumu aktiviteleri ve hizmetlerinin gelişimini tamamlayacak biçimde kamu erişim noktaları veya enformasyon merkezlerinin kurulmasına ihtiyaç var (EC, 1996a: 25). Tüm bunlara bakarak AB’nin tasavvurundakinin bir “erişim demokrasisi” olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre sadece erişim dert edilmekte ama erişebilen herkesin eşit konumda bulunup bulunmadığına dair herhangi bir sorgulamaya hiç girişilmemektedir. Bu tasavvurda hegemonya ve ideolojiye yer yoktur. İnsanlar hür iradeli bireyler olarak görülür ve iradelerini ortaya koyabilecekleri yolların çeşitlenmesi nedeniyle demokrasinin sayısallaşması selamlanır. SONUÇ Kendi çıkarını piyasa aracılığıyla ençoklaştırmaya çalışan birey kapitalizmin olmazsa olmazlarındandır ve sistem buna göre yapılanmıştır. Birbirlerinden hiç hazzetmeyen enformasyon toplumu kuramcıları ile Marksist kuramcılar bile bu noktada belli bir uzlaşma içindedir. Ancak 1970’lerden itibaren kapitalist sanayi toplumlarının aşındığını ve yepyeni bir toplumun doğduğunu iddia eden enformasyon toplumu kuramcıları buna paralel olarak kapitalizmi taşıyan (soyut) bireyin de zemin kaybettiğini, insanların artık kendi çıkarları peşinden koşmak yerine ortak toplumsal çıkarları önemsediğini, piyasanın önem kaybettiğini ifade ederler. Bolluk ve uyum içindeki enformasyon toplumunda insanların birbirini yediği rekabet sonlanmış, kardeşlik baskın çıkmıştır. Dile getirilenler son derece hoş olsa da, gerçek bundan çok farklıdır. Enformasyon toplumu kuramcılarının savları toplumsal olguların sağlıklı biçimde çözümlenmesinden çıkarılmış nesnel sonuçlar olmadıkları gibi kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecinde egemen çıkarların korunmasına hizmet eden bir söylemin ihtiyaç duyduğu ve üstünde yükseldiği bilgi temelini oluştururlar. Kapitalizm henüz aşılmamıştır ve enformasyon toplumu söylemi dolayımıyla insanlar güncel koşullarda piyasa ilişkilerinin sürekliliğini sağlayacak şekilde konumlandırılmaya çalışılmaktadır. Kapitalizmin yeniden yapılandırılması piyasa güçlerinin önünün açılması ve toplumsal hayatın daha önce dokunulmayan alanlarının da piyasa ilişkilerine göre yeniden düzenlenmesine dayandığından, insanların bu şekilde konumlandırılması egemenler için yaşamsal önemdedir. Makro düzeydeki toplumsal dönüşümler mikro düzeyde insanların anlamlandırmaları ve eylemleriyle birlikte mümkün olduğundan aksi halde egemenlerin güdümündeki bir yeniden yapılandırma kabul görmeyecek ve mümkün olmayacaktır. Bu nedenle enformasyon toplumu söylemini kapitalist toplumların 1970’lerden itibaren geçirdiği kapsamlı dönüşümlerle ilişkilendiren literatürdeki çalışmaların yanına – bu çalışmada gayret edildiği gibi – 198 Enformasyon Toplumu ve İnsan söylemin insanları ne yönde düşünmeye ve eylemeye sevk ettiğini, insanların kendilerine sunulan anlam çerçevelerini neden benimsediğini irdeleyen araştırmaların eklenmesi önemlidir. Bu olmadan literatür eksik kalacak, insanların (büyük çoğunluğunun) çıkarlarına bariz karşı olsa bile yeniden yapılandırmayla ortaya çıkan piyasa merkezli düzenlemeleri – en başta sosyal bilimcilerce kapsamlıca incelenen esnek ve güvencesiz çalışmayı, kamu hizmetlerinin bedelli hâle gelmesini – neden ve nasıl kabul ettiği, mümkün kıldığı anlaşılamayacaktır. Enformasyon toplumu söylemi dolayımıyla insanların güncel koşullarda piyasa ilişkilerinin ve de kapitalizmin sürekliliğini sağlayacak şekilde konumlandırıldıkları sonucuna varırken öncelikle çalışmanın ikinci bölümünde söylemin kapitalizmin yeniden yapılandırılmasıyla ilişkisi incelenmiştir. Yeni birikim rejiminin ana eksenlerini kararlı biçimde arzulanan yeni toplumun tezahürü olarak tanımlayan enformasyon toplumu söylemi, yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki önemli unsurlardan biri olur. 1970’lerden itibaren insanların gözü önünde üretim emeğin ucuz olduğu ülkelere kaymakta, küreselleşen ve esnekleşen üretimi planlama ve denetleme enformasyon yoğun işleri artırmakta, bu kapsamda hizmetler sektörü öne çıkmakta, enformasyon ve iletişim teknolojileri (EİT) yayılmakta, dolaşımdaki enformasyon nicel ve nitel olarak gelişmekte ve etkileşimli yayıncılık giderek olağanlaşmaktadır. Bunun karşısında enformasyon toplumu söyleminin sanayi toplumuyla birlikte kol emeği isteyen yorucu işlerin geride kaldığını, üretimin enformasyon yoğun hâle geldiğini, EİT’lerle enformasyon işleyen insanların daha tatminkâr işler icra ettiklerini, ağlarda serbestçe akan enformasyona herkesin ulaşmasıyla toplumsal eşitliğin sağlanacağını ve Üçüncü Dünya’nın kalkınacağını, insanların ağlarda sesini kolayca duyurmasıyla güçlü bir demokrasinin tesis edileceğini söylemesi insanların yeniden yapılandırmayı egemenlerin gözünden anlamlandırıp onaylamalarını sağlar. Enformasyon toplumu söyleminin ortaya çıkışında yeniden yapılandırmaya koşut olarak 1970’lerden itibaren savları yaygınlık kazanmaya başlayan enformasyon toplumu kuramcıları önemli yer tutar. Ancak söylem statik değil, dinamik şekilde düşünülmelidir. Kuramcı- Sonuç 199 ların kapitalist toplumlardaki değişimleri olumlayan açıklamaları enformasyon toplumu söyleminin yeniden yapılandırmayı meşrulaştıran anlamlandırma çerçevesinin oluşumunda başat bir rol oynasa ve 1990’lara gelindiğinde zenginliğin enformasyon işlenerek yaratıldığı bu çerçeve büyük ölçüde hegemonyasını sürdürüp hâlâ toplumsal faaliyetlerin belli yönde düzenlenmesine gerekçe oluştursa da, devamlılıkların yanı sıra bazı değişikliklerin varlığını fark etmemek zordur. Enformasyon toplumu söyleminin 1990’larda AB politika süreçleri üzerindeki etkisini değerlendiren çalışmanın üçüncü bölümüne bakıldığında kuramcılarca kapitalizmin aşındığı ve piyasanın aşıldığı bir yapı olarak tasavvur edilen enformasyon toplumunun artık sermaye birikimi için bakir alanların yaratılması ve piyasanın mükemmelleşmesiyle birlikte anlamlandırıldığı görülür. Kuramcılar enformasyon işleme kapasitesinin üretim araçlarının mülkiyetinden önemli olduğunu, sermaye sahipleri yerine karar alıcı konumuna gelen uzmanların sahip oldukları bilgiyle üretimi planlayıp denetlemelerinin piyasanın belirsizliklerini engellediğini vurgularken, AB belgelerindeki enformasyon toplumunda ekonominin çarklarını tıkır tıkır döndürecek biçimde piyasada yeni ürün ve hizmetler bolca bulunmaktadır, üstelik EİT’lerin sağladığı kesintisiz bilgi akışıyla piyasanın işleyişinde karşılaşılan sorunlar ortadan kalkmıştır. Kuramcılar yeni toplumda kamu hizmetlerinin daha etkin verileceğini söylerken, AB belgelerinde kamu hizmetlerinin özelleştirmeler ve serbestleştirmelerle piyasaya terk edilmesinin etkinlik sağlayacağı belirtilir. Dahası enformasyon toplumunun altyapısını oluşturan telekomünikasyon alanı piyasaya terk edilmezse enformasyon toplumuna hiç geçilemeyecektir. Yani enformasyon toplumu söyleminin ortaya çıkışında başat rol oynayan kuramcıların eserlerine bakarak ilk dönemlerde söylemin yaşanan sıkıntılardan muaf, yeni ve müreffeh bir toplum vaadiyle yeniden yapılandırmayı meşrulaştıran ve toplumsal çatışmayı önleyen bir işlev gördüğünü söylemek mümkünken, 1990’larda yeniden yapılandırmanın toplumsal muhalefeti sindirip konsolide olmasıyla başlangıçtaki hâlinden farklı olarak bu kez sermayenin çıkarlarını çok daha açıkça dile 200 Enformasyon Toplumu ve İnsan getirdiğini, enformasyon toplumunu piyasanın hâkimiyetiyle eşleştirdiğini görmekteyiz. Birinci bölümünde söylemlerin kavramsallaştırılmasını tartışırken, toplumsal mücadele doğrultusunda şekillendiklerini, ideoloji yüklü anlamlar sunarak insanları belli eylemlere sevk ettiklerini, insanları belli biçimlerde konumlandırdıklarını vurgulamıştık. İki ve üçüncü bölümlerde kapitalizmin geçirdiği makro dönüşümle bağını kurduğumuz enformasyon toplumu söyleminin insanı nasıl konumlandırdığı son bölümde sorgulanmaktadır. Enformasyon toplumunda yaşayan insanın kim olduğu, neleri yapıp nelerden sakındığı, hangi niteliklere haiz olduğu saptanmaya çalışılmaktadır. Toplumsal mücadelenin seyriyle söylemin dönüşümünü gözleyecek şekilde önce enformasyon toplumu kuramcılarının eserleri incelenerek 1970’lerde insanın ne şekilde tasavvur edildiği irdelenmekte, ardından AB belgelerine odaklanarak söylemin 1990’lı yıllardaki vurguları sorgulanmaktadır. Enformasyon toplumu kuramcılarının müjdeyle duyurdukları yeni ve müreffeh toplumda yaşayacak insanı “bir eli yağda, bir eli balda” tasavvur etmeleri şaşırtıcı değildir. İyi eğitim almış, bilgiyle donanmış ideal – aynı zamanda kapitalizmin rasyonel bireyi kadar soyut, adı sanı, yeri yurdu, bağlamı belirsiz – bir insana vurgu yaparlar çünkü üretim sürecinde öne çıkan enformasyonu gereğince işleyebilmenin yolu buradan geçmektedir. Değişim ve gelişmenin yeni toplumdaki hızı göz önüne alındığında insanların edindikleri bilgiyle yetinmeyip, sürekli yeni bilgilerle kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir. Bilgi, karar alıcı konuma gelmenin ve toplumsal statülerini yükseltmenin de yoludur. Sanayi toplumunun durağan yapısının çatlaması ve değişimin öne çıkması, insanların yaptıkları işin – yeni bilgiler edinmelerini gerektirecek şekilde – hep farklılaşmasına neden olmaktadır ki, buna koşut olarak kısa dönemli iş sözleşmeleri ve proje bazlı çalışmalar öne çıkar. Bu bir özgürleşmedir zira işinden hoşlanmayanların, benliğinin doyurulduğunu hissetmeyenlerin çekip gitmeleri ve kendilerine yeni bir iş bulmaları önünde engel kalmamıştır. Yeni toplumdaki maddi bolluk ve sosyal güvenlik mekanizmaları zaten aç ve açıkta kalma korkusunu ortadan kaldırmıştır. İnsanlar para kazanmak yerine keyif almak, kendilerini gerçekleştirmek için çalıştığından sömürü kalma- Sonuç 201 mıştır. Değişimin hızı karşısında bilgiyle yoğrulmuş insanların inisiyatif almalarını engelleyerek, emir-komuta zincirinin hiyerarşisini dayatmak mümkün değildir. Keza iş zamanı-boş zaman ayrımının aşınması bir diğer özgürleşmedir; insanlar kendilerini ifade etmek için çalışınca iş zamanlarını dayatmak anlamsızlaşmıştır. Formel iş zamanlarında bir kısalma gözlenmektedir ki, insanlar bunu çalışarak kendilerini daha fazla gerçekleştirmek veya iş dışı uğraşlara vakit ayırmak için kullanabilirler. Enformasyon toplumu kuramcıları ayrıca daha uyumlu ve eşitlikçi bir topluma vurgu yaparlar. EİT’ler sayesinde işin sadece istenilen zamanda değil, istenilen yerden de yapılabilmesiyle uzak yerlerde yaşayanlar, engelliler, kadınlar gibi toplumsal faaliyetlere katılmakta zorluk yaşayan dezavantajlı kesimler artık yalıtılmışlıklarından kurtulacaklardır. Evde kadın-erkek ilişkileri demokratik bir zemine oturacak, kadının erkeğe bağımlılığı azalacak, insanların yaşadıkları yerle ilişkileri güçlenecektir. Ayrıca herkesin sesini duyurabilmesiyle “alt kültür patlaması” yaşanacak, siyasal ve kültürel hayata çok seslilik hâkim olacaktır. Bolluk ve güven ortamında insanlar arasındaki rekabetin yerini ortaklık duygusu alacaktır. Uzmanlar da kişisel çıkarları gözetmeden nesnel bilimsel bilgiyle karar aldığından iktidarın yerini yönetim alacaktır. Ancak değişimin hızı insanları zorlayacak ve güçlü bir uyum sağlama yetisi geliştirmelerine yol açacaktır. Kuram metinlerinde olduğu gibi AB belgelerinde de esnek üretim yöntemlerinin öne çıkmasıyla Fordizm ve Taylorizm’in son bulduğunu, yıllarca aynı ezici rutin işi yapan insanların değişime koşut olarak farklılaşan işler icra ettiklerini görürüz. Yine bu durumun insanların eğitimli olmasını ve hayat boyu yeni bilgiler edinip kendilerini koşullara uydurmasını gerektirdiği belirtilir. Vasıflarını sürekli yenileyen bilgili çalışanlar – “insan sermayesi” – şirketlerin en önemli varlığı görülür. Değişimin hızı nedeniyle inisiyatif almaya başlayan insanların işleri üzerinde denetim sahibi oldukları ve daha tatminkâr enformasyon yoğun işler yaptıkları teması tekrarlanır. Toplumsal faaliyetlerin gerçekleşeceği ağlara herkesin erişiminin sağlanması talep edilirken, erişime kavuşan dezavantajlı kesimlerin sorunlarının çözüleceği 202 Enformasyon Toplumu ve İnsan savı yinelenir. Aynı ağlar insanların birbirleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmesini sağlayarak toplumsal bağları güçlendirince, Avrupalılık kimliği de zemin kazanmıştır. Bu kimlik kültürel çoğulculuk üstünde yükselmektedir. Ayrıca teknolojinin demokrasiyi daha güçlü kıldığı savını da sıkça görürüz. Bununla birlikte ekonomik büyüme sorunları ve kronik işsizlikten muzdarip AB, derdine deva olacak biçimde enformasyon toplumunu sermaye birikiminin önünü açacak ve istihdam yaratacak enformasyon tabanlı yeni ürün ve hizmetlerin satışı, eskilerinin yeni kanallarla tüketiciye ulaştırılması ve kamu hizmetlerinin şirketlerce sunulmasıyla tanımlamaya başlayınca benzerlikler sona erer. Piyasanın yerinin farklı çerçevelendirilmesinden (sermayenin çıkarlarının daha açık vurgulanmasından) kaynaklanan değişimin insanın konumlandırılmasına yansımasını görmek kolaydır. Kapitalizm ve piyasanın zeminini güçlendirdiği AB belgelerindeki enformasyon toplumunda güvenceler ortadan kalkar, “her koyun kendi bacağından asılır”. Belgelerde öne çıkan iyi eğitimli ve koşullara göre kendini geliştiren insan, aynı zamanda sosyal güvenliğe ihtiyaç duymayan, emek piyasasında her daim istihdam edilebilir konumda bulunarak en iyi iş güvencesine sahip olandır. Yeni teknolojilerle ilişkili hizmet sektörleri istihdamın motoru olarak enformasyon toplumunda öne çıkmaktadır ama bu herkesin iş sahibi olabileceği anlamına gelmemektedir çünkü AB açıkça “işler kapabilenin olacaktır” demektedir. Kendini geliştirerek emek piyasasında aranan vasıfları edinip iş bulmak yerine kamunun bütçe açığını şişirecek şekilde işsizlik yardımı alanlara da yeni toplumda yer yoktur. Bunu önlemek için sanayi toplumuna göre geliştirilen ve yeni ortaya çıkan koşullarda kadük kaldığı söylenen sosyal güvenlik ve iş yasaları tekrar düzenlenmelidir. Ancak kendini geliştirmeye yapılan onca vurguya rağmen umut bağlanan hizmetler sektöründeki yeni işlerin çoğunun vasıfsız emek gerektiren türden olduğunun – kısaca olsa bile – aktarılması AB belgelerindeki çarpıcı çelişkilerdendir. Keza hizmetler sektörünün ekonominin diğer alanlarında olduğu gibi rasyonalizasyona tabi kalabileceği de kabul edilir ama fazlaca dillendirilmeden geçiştirilir. Oysa bununla yakından ilişkili biçimde enformasyon işleyen Sonuç 203 beyaz yakalıların sanayi toplumunun işçisi gibi taylorizasyondan muzdarip olabileceğine dair ciddi itirazlar söz konusudur. Diğer yandan insanın tüketici olarak tasavvuru özellikle öne çıkar; yeni ürün ve hizmetler tüketilmezse enformasyon toplumuna geçilemeyeceği gibi kamu hizmetleri de artık tüketicilerce bedeli ödenerek alınacak hâle gelmiştir. İnsan unsurunun bu belirleyiciliği 1990’ların ilk yarısında “kritik kitle” başlığı altında tartışılır. Enformasyon tabanlı ürün ve hizmetlerin kök salmasını sağlayacak tüketici yığının hızla oluşması için farkındalık kampanyalarının düzenlenmesi istenir; enformasyon toplumunun nimetleri konusunda bilgilenecek insanlar kendilerini bunları kullanmaktan alıkoyamayacaklardır. Tıpkı erken dönem iletişim araştırmalarında olduğu gibi insanları böyle “sihirli mermiyle” vurmanın pek olanaklı olmadığı, insanların koyun gibi hep gösterilen istikamette ilerlemeyip kendi muhakemeleriyle hareket ettiği kısa sürede anlaşıldığından, 1990’ların ikinci yarısında – retorik düzeyde de olsa – enformasyon toplumuna geçişin toplumsal boyutları daha fazla vurgulanır ve bu kapsamda “insanı merkeze koymak” öncelikler arasına yerleştirilir. Teknolojiyi tehdit algılayan insanların “korku ve endişelerine” yanıt verilmelidir. Bu yüzden farkındalık kampanyalarının yanında insanları ürkütmeyecek kullanıcı dostu teknolojiler geliştirilmesi benimsenir. Eğitimin, yeni ürün ve hizmetleri daha çok içerecek şekilde düzenlenmesi, böylece insanların ileri teknolojileri kullanmayı erken yaşta öğrenmesi arzulanır. İtirazı imkânsız kılacak şekilde hem AB’nin, hem de insanların kendi geleceklerinin buna bağlı olduğunun altı çizilir. Başkaca söylersek, 1990’ların hem ilk hem de ikinci yarısında enformasyon toplumuna geçiş hedefi önünde insan üzerinde çalışması gereken bir engel olarak kabul edilmektedir. AB belgelerinde kimi zaman bunu olanca açıklığıyla gösteren ifadeler geçer; “Bireylerin yeni enformasyon kültürünü ve araçlarını reddetmesi tehlikesi vardır. Böylesi bir risk, yapısal dönüşüm sürecine içkindir” (ÜDUG, 1994: 7) denildiği gibi “Enformasyon toplumunun gelişmesi, belli bir düzeydeki örgütsel atalet ve psikolojik direnişi olduğu kadar finansal sınırlamaları da aşmayı gerektiren değişiklikler 204 Enformasyon Toplumu ve İnsan talep etmektedir” (EC, 1996d: 3) ifadesi yer alır. Keza “geleneksel ataletin” yarattığı zorluklardan bahsedilir (EC, 1996b: 7). Kendini sürekli geliştirmesi gereken enformasyon toplumunun insanı öğrenmeyi öğrenmiş biridir. Hayatının sonraki dönemlerinde üzerine yeni bilgileri kendi başına kolayca koyabileceği şekilde kendisine formel eğitimde sağlam bir temel bilgi tabanı aşılanmıştır. Her iş değiştirdiğinde ihtiyaç duyacağı yeni vasıfları bu bilgi tabanını kullanarak geliştireceği gibi, dört bir yandan enformasyon akarken manipülasyona karşı durmak için yine aynı bilgilere yaslanacaktır. Temel bilgilerin saptamasında şirketlerin de söz hakkının olması gerektiği vurgulanır. İnsanların yaratıcılık ve girişimcilik vasıflarının güçlendirilmesi eğitimin amaçları arasında sayılır. Peki yeniden yapılandırmanın ana eksenlerini göze hoş gelecek şekilde çerçeveleyen enformasyon toplumu söyleminin insanı böyle konumlandırışı piyasa ilişkileri ve kapitalizmin sürekliliğine nasıl katkı sağlamaktadır? Piyasadaki koşullara göre emeğin esnek istihdamı çalışanların düzenli işsizliği manasına gelirken, AB bir ömür boyu iş güvencesiyle aynı işte çalışmanın artık tarih olduğunu ve insanların artık yaşamları boyunca dört-beş kez iş değiştirmek zorunda kalacağını duyurarak bunu kabul ederken, endişeye gerek yoktur çünkü toplum her daim kendini geliştiren ve istihdam edilebilir konumda bulunan insanlardan oluşmaktadır. Bunu söylerken işsiz kalanların emek piyasasında aranan vasıfları edindiğinde hiç sorun yaşamadan iş bulacakları yönünde kusursuz işleyen bir piyasa anlayışına dayanılmaktadır. Oysa makro ekonomik dengeler yeni iş yaratmaya uygun değilse insanlar kendilerini geliştirse bile iş olmadığından açıkta kalacaklardır. AB belgelerinde bu itiraz – diğer çatışma unsurları gibi – çok kısaca dile getirilir ve hayat boyu eğitimin iş yaratmasa bile emek piyasasını esnek kılacağı belirtilir. Diğer yandan söz konusu tasavvur insanların arasında rekabeti azdırmaktadır. İş bulmak isteyenler sürekli ve hızlı değişim süreci içinde öyle bir kendini geliştirme saplantısına kapılacaklardır ki, kişisel gelişim makinelerine dönüşeceklerdir. Keza bu durumda toplumsal bir sorun olan işsizlik bireysel bir soruna dönüşmekte ve insanlar kendile- Sonuç 205 rini yeterince geliştirmediği için kendi işsizliklerinden sorumlu olmaktadırlar. Böylece çalışmanın her vatandaşın hakkı olduğu anlayışı toprağa gömülmekte ve iş insanların diğerlerini ekarte ederek, söke söke aldıkları bir ödüle dönüşmektedir. Bu yolda insanın her türlüsünden sınava girmesi, diploma ve sertifika biriktirmesi mübah olmaktadır. AB, insanlara eğitimlerine “yatırım yapmalarını” salık vermekte, bunun “diğer vatandaşlar karşısında konumlarını belirleyeceğini” söylemektedir (EC, 1995: 2, 49). Bunu söylerken insanı rasyonel ve muktedir değerlendirmektedir; “İnsanların istihdam edilebilirliği ve uyum sağlama yetileri söz konusu farklı tipteki bilgileri biraraya getirme ve onlar üstünde yükselebilme yollarına bağlı olacaktır. Bu bağlamda bireyler kendi yetilerinin birincil inşa edicileri hâline geliyorlar…” dendikten sonra “Eğitim yollarını çeşitlendirerek, farklı kanallar arasında köprüler kurarak, meslek öncesi deneyimini artırarak, hareketlilik potansiyelini mümkün olduğunda geniş hâle getirerek, insanlar istihdam edilebilirlik seviyelerini geliştirip sağlam bir zemine oturtabilir ve kariyerleri üzerinde daha iyi bir denetim kurabilir” denir (EC, 1995: 13). Piyasanın sorunun kaynağında yer aldığını gizleyen ve insan hayatındaki yerini daha da derinleştiren bu anlayışa teknoloji de başarıyla eklemlenir; eskiden uzak yerde yaşamalarından dolayı eğitimden mahrum kaldığını söyleyenlerin serzenişinde haklılık payı olduğunu inkâr etmek pek mümkün değilken, şimdi uzaktan eğitimi göstererek herkesin aslında kendini geliştirebilecek imkânlara sahip olduğunu, emek piyasasında yer edinmekte herkesin eşit şansa sahip olduğunu iddia etmek mümkün hâle gelir. Pek tabii ki, insanların arasındaki bu ayakta kalma savaşı sonuçta toplumsal fayda yaratacaktır. Emek piyasası esnekleşecek, maliyetler düşecek, AB ekonomisi “daha rekabetçi” hale gelirken, insanlar önlerinde ucuz ve kaliteli türden bolca ürün ve hizmet bulacaktır. Dahası piyasa yine çürük elmaları ayıklayacaktır; çürüklerin aslında kanlı canlı insanlar olduğunu görmezden gelerek. Böylelikle işsizlik yardımı alanların tembeller olarak gösterilmesi, sosyal yardımların rekabeti bozucu ve tembelliğe özendirici görülmesi haklı görünecek ve kim 206 Enformasyon Toplumu ve İnsan için, niye var olduğu hiç sorgulanmadan kamu bütçesinin açık vermekten kurtulması kutlanacaktır. AB açık biçimde işsizlik yardımı alan milyonlarca insan yerine kendini geliştiren kitlelere ihtiyacı olduğunu belirtmektedir. İnsanların uyumuna yapılan vurgu burada yerine oturur. Enformasyon toplumu doğal seleksiyondan sağ çıkanlardan oluşmaktadır, güçsüzler ayıklanmıştır. Uyumda zorlananlar için destek programları düzenlenecektir ancak her şeye rağmen hâlâ uyum sağlayamayanların hâlinin ne olacağına hiç değinilmemektedir. Ancak enformasyon toplumunun gelişi AB belgelerinde Sanayi Devrimi’ne denk durdurulamaz bir süreç olarak resmedildiğinden, bu insanların kaderlerine terk edileceğini ve durumdan kendilerinin sorumlu tutulacağını kestirmek zor değildir. İnsanların piyasada rekabet ederek, kendi çıkarlarını gerçekleştiren ve toplumsal fayda sağlayan rasyonel bireylere dönüşmeleri için öncelikle piyasaya erişimlerinin sağlanması şarttır. AB belgelerinde açıkça herkesin yeterli erişimi sağlanmadığında enformasyon toplumuna geçilemeyeceği vurgulanır, bazılarının erişim imkânına sahipken, bazılarının mahrum olması – çift katmanlılık – en büyük risk olarak nitelenir. Ancak bunu söylerken yine piyasanın tarafsız bir mekanizma olduğu düşünülmektedir ve insanların eşitliği piyasaya erişim eşitliği olarak kabul edilmektedir. Piyasadaki herkesin aynı imkânlara sahip olup olmadığı mevzusuysa es geçilmektedir. Bununla birlikte kapitalizmin “özgür toplum” ülküsü insanların sadece piyasaya serbestçe erişip, rekabet etmesinden oluşmaz, aynısı seçim sandığı için de geçerlidir, insanlar siyasi süreçlere de sınırlama olmaksızın katılabilmelidir. İnsanların çok kültürlülüğünün ve teknolojinin herkesin sesini duyurmasına olanak tanıdığının vurgulanması bunun yerine geldiğinin tasdikidir. Sanayi toplumuna kıyasla çok daha kapsayıcı bir toplum söz konusudur. Öyle ki, dezavantajlı konumda bulunanlar bile erişimleri sağlanınca emek piyasası ve siyasete katılımda herkesle eşit konuma gelmiş ve gerisi kendi çabalarına kalmıştır. Ancak burada da sesini duyurma imkânına kavuşan herkesin aynı konumda olup olmadığı sorgulanmaz, ideolojinin işleyişi, muhaliflerin marjinalleştirilmesi hesaba katılmaz. Diğer yandan kamu hizmetlerinin serbestleştirilmesi Sonuç 207 ve özelleştirilmesiyle evrensel hizmetin zayıflatılması, erişimin artık kâr mantığıyla hareket eden şirketlerce sağlanması ve bunların yatırımlarına geri dönüş alamayacakları yerlere hizmet götürmekten sakınması ciddi bir tartışmaya tâbi tutulmaz. Piyasaya öylesine körü körüne bir inanç vardır ki, aksi yöndeki kanıtlara rağmen rekabet eden şirketlerin gerekli erişimi çok daha iyi ve ucuza vereceği vurgulanır. Pek tabii ki, erişim eksenli eşitlik anlayışı kapitalizmin çarpık bölüşüm kaynaklı eşitsizliklerini teknolojik bir sorun gibi gösterip gizlemekte, sanki gerekli teknik imkânlar sağlanırsa sorunların aşılacağı fikrini telkin etmektedir. Bunun yanında kapitalizme bir bütün olarak toptan karşı çıkan sınıf merkezli mücadele, erişim imkânına kavuşmuş insanların seslerini kolayca duyurabildiği çok kültürlü ortamda zemin kaybetmekte ve toplumsal muhalefet her biri kendi kavgasını veren bölük pörçük gruplara ayrılmaktadır. Kapsayıcı, uyumlu ve bütünleşmiş toplum vurgusuna rağmen söylemde insanların bireyciliği ve rekabeti coşturulmaktadır. Diğer yandan insanlar söylem doğrultusunda sıkça söylendiği gibi dokuzdan beşe mesainin monotonluk olduğunu kabul edecek olurlarsa, işçilerin 19’uncu asırda mücadeleyle elde ettiği yasal çalışma saatleri kazanımının kaybedilmesi, piyasadaki değişimlere göre emeği istediği yoğunlukta istihdam etmek isteyen sermayenin önemli avantaj yakalaması olasıdır. Çalışma saatlerinin tartışmaya açılmasını sermaye açısından önemli kılan bir diğer nokta “boş zamanlarda” tüketilen kültürel ürün ve hizmetlerin önemli bir birikim alanı hâline gelmesidir. Evden çalışma, tam gün yerine kısmi zamanlı çalışma, kopyalama ve yayma maliyeti çok düşük olduğundan ucuza sunulan kültürel ürün ve hizmetler için uygun bir pazar yaratmaktadır. İnsanların kültürel çoğulculuğunun vurgulanması da bu noktada pazarın çeşitliliğini güçlendirmektedir. Tüm bunlara bakarak şunu söylemek mümkündür; kapitalizmin yeniden yapılandırılmasıyla ilişkili enformasyon toplumu söyleminin konumlandırdığı insan, Refah Devleti dönemindeki başat insan tasavvurunun – vatandaşın – (Munck, 2003: 51-52) kökünü kazıyan niteliktedir. İnsanlar bir devletin eşit vatandaşları olarak tasavvur edildikle- 208 Enformasyon Toplumu ve İnsan rinde doğal olarak belli bir takım haklara sahip görülüyorlar ve piyasanın işleyişine bırakılmadan bu hakları garanti altına alınıyordu. Ancak ne zaman ki, toplumun kapsamlıca yeniden düzenlenmesi kapitalizm açısından kaçınılmaz oldu, o zaman insan görüldüğü üzere farklı biçimde tasavvur edilmeye başlandı. Çalışma, sosyal güvenlik, kamu hizmetlerine erişim artık hak anlayışıyla düzenlenmemektedir ve insanların eşit haklara sahip vatandaşlar yerine kişisel çıkarları için rekabet eden bireyler olarak tasavvuru bunu mümkün kılmakta önemli bir rol oynamaktadır. Vatandaşların eşitliğinin yerini de piyasada eşitlik almıştır. Buna paralel olarak tüketici kimliği öne çıkmıştır. Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını meşrulaştıran enformasyon toplumu söyleminin toplumsal dönüşümün mikro düzeyinde insanı konumlandırmasını ortaya koymak önemlidir ama çözümlemenin bütünlüğü açısından toplumsal mücadele sürecinde söylemin anlamlandırma çerçevesini baskın kılmak ve insanlara kabul ettirmek için uygulanan stratejiler de sorgulanmıştır. AB belgelerine ilk bakışta söylemle çatışan unsurlardan bahsedilmediğini, bahsedilenlerin fazlaca tartışılmadan geçiştirildiğini görürüz. Anlamlandırma çerçevesine en baştan böyle bir sınır getirilmesi yanında hiçbir kanıt gösterilmeden bu çerçeve dâhilinden bazı önemli tespitlerde bulunulur, tıpkı esnek çalışmanın işsizliğe çözüm olduğunun ve bu şartlarla çalışmak isteyenlerin çok olduğunun sıkça belirtilmesine rağmen bu insanların kimler olduğunun, hangi koşullar altında yaşadıklarının hiç dile getirilmemesinde olduğu gibi. Ancak en önemlisi enformasyon toplumu söylemi insanların zihinlerinde zaten kök salmış ve doğallaşmış bazı diğer söylemlerle başarılı biçimde eklemlenerek oldukça basit ve ikna edici bir şekle bürünür. Bu söylemlerden ilki teknolojik belirleyiciliktir; teknolojik gelişmenin çok hızlandığını, sayısallaşmanın sürekli yeni alanlara tatbik edildiğini, ürün döngülerinin epeyce kısaldığını gören insanlara dönüşümün ardından yatan gücün teknoloji olduğunu telkin eder. AB belgelerinin başında sayısal teknolojiler ve EİT’ler kalın harflerle vurgulanır, böylece geri kalan kısımların hangi perspektiften anlamlandırılacağına dair bir çerçeve çizilir. Pek tabii ki, bu çerçevede yansız bir güç olarak resmedilen teknolojinin belli çıkarlarla bağlantılı geliştiğini göremeyiz. Eklemlenen bir başka söylemse Sonuç 209 toplumsal darwinizmdir; insanlar ve toplumlar arasında teknolojik gelişmeye uyum sağlayanlar ayakta kalacak ve ciddi kazanımlar elde edecekken, uyum sağlayamayanlar giderek dara düşecektir. Enformasyon toplumu böylece ideolojiler üstü bir seçenek hâlini alır, insanların bu doğrultuda davranması kaçınılmaz olur. Hıza yapılan vurgu da bu ölüm-kalım savaşını sorgulamayı imkânsızlaştırır çünkü sorgulamanın zaman kaybı ve geride kalma riskine yol açma ihtimali vardır. Sanayi Devrimi’yle yapılan kıyaslama tüm bunları perçinler; AB geçmişte Sanayi Devrimi’ni kaçıran ülkelerin durumuna düşmekten korkmaktadır ve teknoloji toplumu dönüştürürken geçmişteki tartışmalara yeniden gömülmeyi faydasız bulmaktadır. Küreselleşme, enformasyon toplumuyla eklemlenen bir diğer söylemdir; enformasyon toplumunu getiren teknolojilerle ekonomik faaliyetlerin sınır ötesine taştığı ortadayken insanlara Refah Devleti döneminden kalma düzenlemelerin geçersiz kaldığını, tüm ülkeler küreselleşirken kendini yalıtmanın mümkün olmadığını, bunun geride kalmak manasına geleceğini, insanların karşılaştıkları kimi olumsuzlukların “okyanusun diğer yakasında kanat çırpan kelebekler” yüzünden olduğunu, bunu kestirmenin ve engellemenin pek olanaklı olmadığını, kabullenip konum almak gerektiğini söyler. Tüm bunların üstüne teknolojinin olanaklı kıldığı müreffeh enformasyon toplumuna geçmek ve böylece rakiplerden geri kalmamak için hızla piyasanın önünü açacak düzenlemeler gerçekleştirilmesi gerektiği söylendiğinde karşı çıkmak epey zorlaşır. Böylelikle enformasyon toplumu, neo-liberal söylemle de eklemlenir; hızlı değişim koşullarında hantal devletin uygun adımları atmasına imkân yoktur, bunu ancak çürükleri ayıklayan piyasadaki dinamik aktörler başarabilir ve teknolojinin sunduğu tüm imkânları değerlendirerek AB’yi enformasyon toplumuna taşıyabilir. Çözümleme sonucu ulaşılan bulgulara bakarak enformasyon toplumu söyleminin 1960’ların sonunda iflas eden modernleşme kuramlarını hortlattığı söylenebilir. 1945 sonrasının kamplaşmış dünyasında yeni bağımsızlığını kazanmaya başlayan yoksul eski sömürgelerin sosyalizme yönelmelerini engellemek amacıyla kapitalist ülkelerin sosyal bilimlerinin harekete geçirilmesiyle ortaya çıkan modernleşme 210 Enformasyon Toplumu ve İnsan kuramları, 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında en parlak dönemini yaşayarak uluslararası planda kalkınma politikalarının belirlenmesinde enformasyon toplumu söyleminin 1990’larda sahip olduğundan geri kalmayan bir etkinliğe kavuşur. Modernleşme kuramlarının çerçevesinden bakıldığında, Üçüncü Dünya’nın geri kalmışlığı eşitsiz uluslararası güç/iktidar ilişkilerinden değil, kendi insanlarının tutum ve davranışlarından kaynaklanır. Kitle iletişim araçları vasıtasıyla Batı kültürünü tanıyacak yoksul ülke vatandaşları kendi “kusurlu” tutum ve davranışlarına son verecek, böylelikle azgelişmişlik üreten sarmal kırılacaktır. Üçüncü Dünya’nın kültürünü daha baştan mahkum eden, kalkınmayı Batılı kapitalist değerlerle özdeşleştiren, hem indirgemeci hem de ırkçı bir tavra sahip modernleşme kuramları aslında hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde azgelişmişliği aşmakta başarısız olurlar. Ancak Üçüncü Dünya’nın seçkinlerini “doğru” kalkınma reçetesi olarak etkileyip sosyalizme kayışlarını önleyerek, kapitalist bloğun jeopolitik çıkarlarını Soğuk Savaş’ın en hareketli döneminde güvence altına almakta başarılı olurlar. Modernleşme kuramlarıyla enformasyon toplumu söylemi arasındaki yakınlık çeşitli sosyal bilimcilerce dile getirilir. Geray (2003: 134), 1970’lerin sonundan itibaren modernleşme kuramlarının yerini almaya başlayan enformasyon toplumu politikalarında refaha ulaşmak için Üçüncü Dünya’ya aynı türden indirgemeci bir reçete sunulduğunu belirtir. Buna göre artık kalkınmanın yolu geleneksel toplumdan modern topluma geçiş değil, sanayi toplumundan küresel enformasyon toplumuna geçiştir. Bu geçiş sağlandığından refah otomatikman yakalanacaktır ama bu süreçte Üçüncü Dünya’nın “kusurunun” niteliği değişmiştir. Bundan böyle sorun geleneksel toplum değerlerinin insanların zihinsel şemalarındaki egemenliği değil, bu ülkelerdeki enformasyonun kıtlığıdır. Başaran (2004: 13) ise kalkınma kredileri veren Dünya Bankası tarafından 1998-1999 yıllarında yayınlanan Gelişme için Bilgi [Knowledge for Development] raporunun modernleşme kuramlarının pek çok temel varsayımını içerdiğine dikkat çekerek somut bir örnek verir. Yüzünü gelişmiş ülkelere dönen Winseck (1998: 286-287) modernleşme kuramları ile enformasyon toplumu söylemi arasındaki bağlantıyı daha farklı ama bizim çözümlememize Sonuç 211 daha yakın biçimde kurar. Enformasyon toplumuna geçişin hedef kabul edilmesiyle birlikte “kusurlu insanların” coğrafyası yer değiştirmiştir; gelişmiş kapitalist ülkeler eskiden sorunlu bulmadıkları kendi insanlarını artık ekonomik büyümenin önünde engel kabul etmeye başlamıştır. Kanada’da 1990’lı yıllarda – tıpkı zamanında modernleşme kuramlarının savunduğu gibi – belli bir “ideal” insan tasavvuru çerçevesinde insanların düşünce ve davranış kalıpları değiştirilerek enformasyon toplumunun gelişimi desteklenmek istenmiştir. Winseck, AB ve ABD’deki tavrın da farklı olmadığını söyler. Aynı şekilde Törenli (2004: 174) de AB enformasyon toplumu politikalarını incelerken modernleşme kuramlarının öncülleriyle bağ kurar. Sosyal bilimcilerce işaret edilmesine rağmen kapsamlıca çözümlenmeyen modernleşme kuramlarıyla enformasyon toplumu politikaları arasındaki yakınlık bu çalışmada daha kapsamlı biçimde ortaya serilmiştir. Sermaye birikiminin önünü açarak kapitalizmin devamını sağlamak amacıyla yeniden toplum mühendisliğine girişildiği ve insanların bu kapsamda “terbiye edilmesine” çalışıldığı gösterilmiştir. Ancak böylesi indirgemeci reçetelerin ve “kusurlu insan” anlayışının daha önceki başarısız sonuçları ortadayken umutlu olmak için pek az sebep vardır. Nitekim 1990’lı yıllarda ekonomik büyüme ve işsizliğe karşı çözüm olarak enformasyon toplumuna sarılan ve bu hedef doğrultusunda önemli miktarda kaynak sarf eden AB günümüzde aynı sorunlarla daha ağır biçimde boğuşmaktadır. KAYNAKÇA Ansal, H. (2011), Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (PostFordizm’de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?, http://www.birlesikmetal.org/kitap/kitap_99/1999-3.pdf (Erişim Tarihi 29.10.2011). Arestis P. ve Sawyer, M. (2008), “İngiltere’nin Neoliberal Deneyimi”, A. Saad-Filho ve D. Johnston (Ed.), Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, İstanbul: Yordam Kitap, s. 325-338. Atayurt, U. (2003), “Ferda Keskin ile Michel Foucault’nun Eseri Üzerine...”, Virgül, No: 67, Kasım, s. 8-11. Barbier, F. ve Bertho Lavenir, C. (2001), Diderot’dan İnternete Medya Tarihi, İstanbul: Okuyanus. Başaran, F. (2004), “Enformasyon Toplumu Politikaları ve Gelişmekte Olan Ülkeler”, İletişim Araştırmaları, 2(2), s. 7-31. Başaran, F. (2005a), “Uzun Dalgalar ve Bilgi, İletişim Teknolojileri Paradigması”, F. Başaran ve H. Geray (Ed.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 59-72. Başaran, F. (2005b), “Ağ Ekonomisi ve İnternet”, F. Başaran ve H. Geray (Ed.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 237-257. Bell, D. (1973), The Coming of Post Industrial Society, New York: Basic Books. Bell, D. (1999), “The Coming of Post Industrial Society”, M. Waters (Ed.), Modernity, Critical Concepts, Volume 4, London & New York: Routledge, 213-224. Beniger, J. R. (1986), The Control Revolution, Cambridge: Harvard University Press. 214 Enformasyon Toplumu ve İnsan Bhagwati, J. (2009), “Feeble Critiques: Capitalism's Petty Detractors”, World Affairs, Fall, http://www.worldaffairsjournal.org/articles/2009-Fall/fullBhagwati-Fall-2009.html (Erişim Tarihi 19.5.2011). Boje, D. M. ve Winsor, R. D. (2006), “The Resurrection of Taylorism: Total Quality Management’s Hidden Agenda”, H. Beynon ve T. Nichols (Ed.), The Fordism of Ford and Modern Management: Fordism and Post-Fordism, Volume 1, Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing, s. 329-342. Braverman, H. (2008), Emek ve Tekelci Sermaye: Yirminci Yüzyılda Çalışmanın Değersizleştirilmesi, İstanbul: Kalkedon. Castells, M. (2001), The Rise of the Network Society: The Information Age, Economy, Society and Culture, Volume 1, London: Blackwell Publishers. Castells, M. ve Ince, M. (2006), Manuel Castells’le Söyleşiler, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Cevizci, A. (1999), Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma. Chin, S. Y. (2005), “Diverging information societies of the Asia Pacific”, Telematics and Informatics, 22(4), s. 291–308. Comor, E. A. (1997), “The re-tooling of American hegemony: U.S. foreign communication policy from free flow to free trade”, A. Sreberny-Mohammadi, vd. (Ed.), Media in Global Context: A Reader, London: Arnold, s. 194-206. Comor, E. (2001), “Harold Innis and ‘The Bias of Communication’”, Information, Communication & Society, 4(2), s. 274-294. Comor, E. (2003), “Harold Innis”, C. May (Ed.), Key Thinkers for the Information Society, London & New York: Routledge, s. 87-108. Çuhadar, B. (2009), “Uluslararası şirketlerden daha fazlasını isteyin, kent sakinlerinizi koruyun”, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay V3&ArticleID=963163&CategoryID=77 Kaynakça 215 (Erişim Tarihi 4.12.2012). Dyer-Witheford, N. (1999), Cyber-Marx: Cycles and Circuits of Struggle in High-Technology Capitalism, Urbana & Chicago: University of Illinois Press. EC (1993), Growth, Competitivenes, Employment; The Challenges and Ways Forward into the 21st Century, [Büyüme, Rekabetçilik, İstihdam; 21. Yüzyıla Dair Zorluklar ve Çözümler, Beyaz Kitap, COM(93) 700 Final], Brussels: European Commission. EC (1994), Europe’s Way to the Information Society; An Action Plan, [Avrupa’nın Enformasyon Toplumuna Doğru Yolu; Eylem Planı, COM (94) 347 Final], Brussels: European Commission. EC (1995), Teaching and Learning; Towards the Learning Society, [Öğretmek ve Öğrenmek; Öğrenen Topluma Doğru, Beyaz Kitap, COM(95) 590 Final], Brussels: European Commission. EC (1996a), Living and Working in the Information Society; People First, [Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve Çalışmak; Önce İnsan, Yeşil Kitap, COM(96) 389 Final], Brussels: European Commission. EC (1996b), The Information Society: From Corfu to Dublin; The New Emerging Priorities & The Implications of the Information Society for European Union Policies – Preparing the Next Steps, [Enformasyon Toplumu: Korfu’dan Dublin’e Yeni Beliren Öncelikler & Enformasyon Toplumunun Avrupa Birliği Politikaları Üzerindeki Etkileri – Sonraki Adımlara Hazırlık, COM(96) 395 Final], Brussels: European Commission. EC (1996c), Learning in the Information Society; Action Plan for a European Education Initiative (1996-98), [Enformasyon Toplumunda Öğrenim; Avrupa Eğitim Girişimi İçin Eylem Planı, COM(96) 471 Final], Brussels: European Commission. 216 Enformasyon Toplumu ve İnsan EC (1996d), Europe at the Forefront of the Global Information Society; Rolling Action Plan, [Küresel Enformasyon Toplumunun En Önündeki Avrupa; Güncellenmiş Eylem Planı, COM(96) 607 Final], Brussels: European Commission. EC (1997a), Cohesion and the Information Society, [Enformasyon Toplumu ve Uyum, COM(97) 7 Final], Brussels: European Commission. EC (1997b), The Social and Labour Market Dimension of the Information Society; People First – The Next Steps, [Enformasyon Toplumunun Toplumsal ve Emek Piyasası Boyutu; Önce İnsan – Sonraki Adımlar, COM(97) 390 Final], Brussels: European Commission. Eroğul, C. (2007), “İnsanın Var Olma Biçimi Olarak Birey”, 10. Sosyal Bilimler Kongresi, Ankara, 30/11/2007. http://siyaset.politics.ankara.edu.tr/eski/yayinlar/erogul/20072.pdf ya da http://marksistarastirmalar.org/pdfs/cemerogultoplumvebirey. pdf (Erişim Tarihi 26.9.2011). Evans, D. S. (2008), “The Economics of the Online Advertising Industry”, Review of Network Economics, 7(3), s. 359-391. Fairclough, N. (1995), Critical Discourse Analysis: The critical study of language, London & New York: Longman. Fairclough, N. (1996), Language and Power, New York: Longman. Fairclough, N. (2000), New Labour, New Language?, London: Routledge. Fairclough, N. (2002), “Language in New Capitalism”, Discourse & Society, 13(2), s. 163-166. Fairclough, N. (2006), Language and Globalization, London: Routledge. Fairclough, N. (2007), “The contribution of discourse analysis to research on social change”, N. Fairclough, P. Cortese, P. Ardizzone (Ed.), Discourse in Contemporary Social Change, Bern: Peter Lang, s. 25-47. Kaynakça 217 Garnham, N. (1997), “Europe and the Global Information Society: The History of a Troubled Relationship”, Telematics and Informatics, Vol. 14, No: 4, s. 323-327. Geray, H. (1995), “Küreselleşme ve Masa Üstü Sömürgecilik”, Mürekkep, Kış-Bahar, s. 33-48. Geray, H. (2003), İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları, Ankara: Ütopya. Geray, H. (2004), “Telekomun özelleştirilmesi ve değeri”, Birgün, 3 Kasım. Geray, H. (2005a), “Birikim Düzenleri, Yeniden Yapılanma ve Küreselleşme”, F. Başaran ve H. Geray (Ed.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 35-57. Geray, H. (2005b), “Telekomünikasyonun Ekonomisi”, F. Başaran ve H. Geray (Ed.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 75-106. Geray, H. (2005c), “Kitle İletişiminde Reklamcılık”, F. Başaran ve H. Geray (Ed.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 141-157. Geray, H. (2010), “ABD neden geride?”, Birgün, 29 Temmuz. http://www.birgun.net/writer_2010_index.php?category_code =1186995173&news_code=1280399705&year=2010&month =07&day=29 (Erişim Tarihi 29.11.2011). Geray, H. (2011), Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş: İletişim Alanından Örneklerle, Ankara: Genesis Kitap. Geray, H. ve Başaran-Özdemir, F. (2011), “Reproducing Dependency: How Hegemonic Discourses Shape ICT Policies in the Periphery”, E. E. Adomi (Ed.), Handbook of Research on Information Communication Technology Policy: Trends, 218 Enformasyon Toplumu ve İnsan Issues and Advancements, Volume 2, Hershey & New York: Information Science Reference, s. 599-615. Godin, B. (2008), The Knowledge Economy: Fritz Machlup’s Construction of a Synthetic Concept, Project on the History and Sociology of S&T Statistics Working Paper No: 37. http://www.csiic.ca/PDF/Godin_37.pdf (Erişim Tarihi 2.10.2011). Goodwin, I. ve Spittle, S. (2002), “The European Union and the information society: Discourse, power and policy”, New Media & Society, 4(2), s. 225-249. Gore, A. (1994) “Information Superhighways Speech”, http://vlib.iue.it/history/internet/algorespeech.html (Erişim Tarihi 23.4.2011). Gramsci, A. (2010), Gramsci Kitabı, Seçme Yazılar 1916-1935, D. Forgacs (Ed.), Ankara: Dipnot. Hall, S. (1997), “The Work of Representation”, S. Hall (Ed.), Representatiton: Cultural Representations and Signifying Practices, London: Sage, s. 13-65. Henten, A., Skouby. K.E., Falch, M. (1996), “European Planning for an Information Society”, Telematics and Informatics, Vol. 13, No: 2-3, s. 177-190. Hobsbawm, E. (1996), Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, İstanbul: Sarmal Yayınevi. Hoggart, L. (2008), “Neoliberalizm, Yeni Sağ ve Cinsel Siyaset”, A. Saad-Filho ve D. Johnston (Ed.), Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, İstanbul: Yordam Kitap, s. 248-258. Holloway, J. (2006), “The Red Rose of Nissan”, H. Beynon ve T. Nichols (Ed.), Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1, Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing, s. 367-389. http://epp.eurostat.ec.europa.eu/statistics_explained/index.php/Unemp loyment_statistics (Erişim Tarihi 6.6.2012). Kaynakça 219 http://inflation.us/collegebubble.html (Erişim Tarihi 9.11.2011). http://ling.lancs.ac.uk/profiles/Norman-Fairclough/ (Erişim Tarihi 29.9.2011). http://topics.nytimes.com/topics/reference/timestopics/subjects/n/net_ neutrality/index.html (Erişim Tarihi 6.10.2011). http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/09/100916_pigeon.shtml (Erişim Tarihi 6.10.2011). http://www.cnnturk.com/2012/bilim.teknoloji/teknoloji/04/10/faceboo k.instagrami.aliyor/656647.0/index.html (Erişim Tarihi 1.6.2012) http://www.gercegecagrimerkezi.org/2006/09/turkcell-kuralsyzcalythyyor/ (Erişim Tarihi 29.11.2011). http://www.nielsen-online.com/pr/pr_050104_uk.pdf (Erişim Tarihi 29.11.2011). http://www.openculture.com/2009/06/is_the_college_bubble_next.ht ml (Erişim Tarihi 4.12.2012). http://www.orange.com/en_EN/finance/stock/shareholder-structure/ (Erişim Tarihi 29.11.2011). http://www.telegeography.com (Erişim Tarihi 16.6.2012). http://www.telekom.com/dtag/cms/content/dt/en/36772 (Erişim Tarihi 29.11.2011). http://www.who.int/nha/use/pie_2007-full.pdf (Erişim Tarihi 29.11.2011). Innis, H. A. (1951), The Bias of Communication, Toronto: University of Toronto Press. Jessop, B. (2004), “Critical Semiotic Analysis and Cultural Political Economy”, Critical Discourse Studies, 1(2), s. 159-174. Jessop, B., Fairclough, N., Wodak, R., (2008), Education and the Knowledge- Based Economy in Europe, Rotterdam: Sense Publishers. 220 Enformasyon Toplumu ve İnsan Jung, C. ve Seldon, B. (1995), “The degree of competition in the advertising industry”, Review of Industrial Organization, 10(1), s. 41-52. Kaitatzi-Whitlock, S. (2000), “A ‘redundant information society’ for the European Union?”, Telematics and Informatics, 17(1-2), s. 39-75. Kaya, R. A. (2009), İktidar Yumağı: Medya-Sermaye-Devlet, Ankara: İmge Kitabevi. Keskin, F. (1997), “Foucault’da Öznellik ve Özgürlük”, Toplum ve Bilim, No: 73, Yaz, s. 30-44. Keyder, Ç. (1981), “Kriz Üzerine Notlar”, Toplum ve Bilim, Yaz, 14, s. 3-43. Kıyan, Z. ve Yüksel, H. (2011), “GATS ve Küreselleşen Kamu Hizmetleri: Türkiye ve Türk Telekom Örneği”, Amme İdaresi Dergisi, 44(1), s. 25-49. Koch, M. (2006), Roads to Post-Fordism: Labour Markets and Social Structures in Europe, Hampshire & Burlington: Ashgate. Koray, M. (2005), Avrupa Toplum Modeli, Ankara: İmge Kitabevi. Kumar, K. (2004), Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Ankara: Dost Kitabevi. Lagane, C, (2010), “Nouvelles taxes: l’Afdel menace de délocaliser ses activités”, http://www.silicon.fr/nouvelles-taxes-lafdelmenace-de-delocaliser-ses-activites-43002.html (Erişim Tarihi 4.12.2012). Lever-Tracy, C. (2006), “Fordism Transformed? Employee Involvement and Workplace Industrial Relations at Ford”, H. Beynon ve T. Nichols (Ed.), Patterns of Work in the PostFordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1, Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing, s. 435-452. Kaynakça 221 Levidow, L. (2008), “Yüksek Öğretimde Neoliberal Gündemler”, A. Saad-Filho ve D. Johnston (Ed.), Neoliberalizm, Muhalif Bir Seçki, İstanbul: Yordam Kitap, s. 259-270. Livingstone, S., Lunt, P. ve Miller, L. (2007), “Citizens and Consumers: Discursive Debates During and After the Communications Act 2003”, Media, Culture & Society, 29(4), s. 613-638. Machlup, F. (2009), “Stocks and Flows of Knowledge”, R. Mansell (Ed.), The Information Society, Critical Concepts in Sociology, Volume 1, London & New York: Routledge, s. 7079. Marseille, J. (1995), “Autopsie des Années de Croissance”, L’Histoire, No : 192, s. 24-35. Masuda, Y. (1983), The Information Society as Post-Industrial Society, Washington, D.C.: World Future Society. Masuda, Y. (2009), “Computopia, Rebirth of Theological Synergism”, R. Mansell (Ed.), The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1, London & New York: Routledge, s. 128-138. McKinlay, A. ve Starkey, K. (2006), “After Henry: Continuity and Change in Ford Motor Company”, H. Beynon ve T. Nichols (Ed.), Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1, Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing, s. 345-366. McLuhan, M. (1964), Understanding Media, New York: McGrawHill. McLuhan, M. (1999), Gutenberg Galaksisi, İstanbul: YKY. McLuhan, M. (2009), “Effects of the Improvements of Communication Media”, R. Mansell (Ed.), The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1, London & New York: Routledge, s. 27-36. 222 Enformasyon Toplumu ve İnsan McLuhan, M. ve Powers, B. (2001), Global Köy, İstanbul: Scala Yayıncılık. Meriç, C. (1999), Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İstanbul: İletişim Yayınları. Mirrlees, T. (2009), “Media Capitalism, the State and 21st Century Media Democracy Struggles, An Interview with Robert McChesney”, Relay, A Socialist Project Review, No: 26, April-June, s. 30-35. http://www.socialistproject.ca/relay/relay26.pdf (Erişim Tarihi 19.5.2011). Munck, R. (2003), Emeğin Yeni Dünyası: Küresel Mücadele, Küresel Dayanışma, İstanbul: Kitap Yayınevi. Musso, P. (1998), Télécommunications et Philosophie des Réseaux; La Postérité Paradoxale de Saint-Simon, Paris: PUF. Nora, S. ve Minc, A. (1978), L’informatisation de la Société, Paris: La Documentation Française. Neuman, W. L. (2006), Social Research Methods; Qualitative and Quantitative Approaches, Boston: Pearson. Noam, E. (1987), “The Public Telecommunications Network: A Concept in Transition”, Journal of Communication, 37(1), s. 30-48. OECD (2011), OECD Communications Outlook 2011, OECD Publishing. Ollman, B. (2006), Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, İstanbul: Yordam Kitap. Özlem, D. (1998), “Evrenselcilik Mitosu ve Sosyal Bilimler”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek: Sempozyum Bildirileri, İstanbul: Metis, s. 53-66. Porat, M. U. (2009), “Global Implications of the Information Society”, R. Mansell (Ed.), The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1, London & New York: Routledge, s. 58-69. Kaynakça 223 Preston, P. (2001), Reshaping Communication: Technology, Information and Social Change, London: Sage. Preston, P. (2003), “European Union ICT Policies: Neglected Social and Cultural Dimensions”, J. Servaes (Ed.), The European Information Society: A Reality Check, Bristol & Portland: Intellect, s. 33-57. Renton, D. (2001), Marx on Globalisation, London: Lawrence & Wishart. Rifkin, J. (2001), The Age of Access, New York: Tarcher/Putnam. Rigano, M. (2011), “Régression sociale organisée chez Fiat! La menace de délocalisation en guise de vote”, http://www.zurbains.com/societe/social-economie/regressionsociale-organisee-chez-fiat.html (Erişim Tarihi 3.12.2012). Robins, K. ve Webster, F. (2012), “Cybernetic Capitalism: Information, Technology, Everyday Life”, http://glotta.ntua.gr/ISSocial/CyberCulture/RobinsCybernetic.html (Erişim Tarihi 1.6.2012). Sayer, A. (2000), Realism and Social Science, London: Sage. Sayers, S. (2008), Marksizm ve İnsan Doğası, İstanbul: Yordam Kitap. Schiller, D. (2009), “Internet enfante les géants de l’après-crise”, Le Monde Diplomatique, No: 669, Décembre, s. 1, 18. Sennett, R. (2009), Yeni Kapitalizmin Kültürü, İstanbul: Ayrıntı. Sennett, R. (2010), Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, İstanbul: Ayrıntı. Servaes, J. (2003), “The European Information Society: A Wake-Up Call”, J. Servaes (Ed.), The European Information Society: A Reality Check, Bristol & Portland: Intellect, s. 11-32. Straubhaar, J. ve Larose, R. (1997), Communication Media in the Information Society, Belmont: Wadsworth Publishing. 224 Enformasyon Toplumu ve İnsan Sullerot, E. (1995), “Travail, Famille, Pilule: La Révolution des Femmes”, L’Histoire, No : 192, s. 40-41. Taymaz, E. (1993), “Kriz ve Teknoloji”, Toplum ve Bilim, No: 5661, Bahar, s. 5-41. Tekeli, İ. (1998), “Toplum Bilimlerin Önünü Açmaya İnsan Modellerini Tartışarak Başlamak”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek: Sempozyum Bildirileri, İstanbul: Metis, s. 13-33. Tekelioğlu, O. (1999), “Moderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault’nun “Kendilik Teknolojileri”ne Bir Bakış”, Doğu-Batı, No: 9, s. 41-50. The Economist, (2011) “The New Tech Bubble”, 12 May 2011, http://www.economist.com/node/18681576, (Erişim Tarihi 4.12.2012). Toffler, A. (1981a), Üçüncü Dalga, İstanbul: Altın Kitaplar. Toffler, A. (1981b), Şok, İstanbul: Altın Kitaplar. Törenli, N. (2004), Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye, Ankara: Bilim ve Sanat. Törenli, N. (2005), “Türkiye’de Telefon Haberleşmesi Alanında Yaşanan Dönüşüm: Neo-liberal Politikalar Eşliğinde Ulus Devletin Elinden Alınan Politika Araçları”, Kültür ve İletişim, 8(1), s. 11-40. ÜDUG (1994), Europe and the Global Information Society, [Avrupa ve Küresel Enformasyon Toplumu, Bangemann Raporu, Avrupa Konseyi’ne Öneriler], Brussels. Wauters, R. (2009), “Online Advertising In Europe: 2008 Was Tough, 2009 Will Be Worse”, http://techcrunch.com/2009/06/11/online-advertising-ineurope-2008-was-tough-2009-will-be-worse/ (Erişim Tarihi 29.11.2011). Webster, F. (2006), Theories of the Information Society, London: Routledge. Kaynakça 225 WHO (2002), Patterns of Global Health Expenditures, Results for 191 Countries, http://www.who.int/healthinfo/paper51.pdf (Erişim Tarihi 9.11.2011). Winock, M. (1995), “A Bas La Société de Consommation!”, L’Histoire, No : 192, s. 36-38. Winseck, D. (1998), Reconvergence: A Political Economy of Telecommunications in Canada, Cresskill: Hampton Press. 226 Enformasyon Toplumu ve İnsan
© Copyright 2024 Paperzz