AHRAR MECBURLAR YOLU RAFET ELÇİ Litera – 77 Roman – 01 Ahrar, Rafet Elçi tashih ve iç düzen: Harun Takcı kapak tasarım: Yunus Karaaslan Baskı: Ofis Matbaa Ofis Matbaa Yayın Kâğıt San. Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Kışla Caddesi Güven İş Merkezi No: 386-387 Topkapı-İstanbul Tel. 0212 576 47 15 Copyright©Kadem Yapım Medya İletişim ve Piyasa Araştırma Org. San. Ltd. Şti. 2013 Bu eserin Türkçe telif hakları Kadem Yapım Medya İletişim ve Piyasa Araştırma Org. San. Ltd. Şti.’ne aittir. Yayıncının izni olmaksızın tümüyle veya kısmen yayınlanamaz, kısmen de olsa fotokopi, film vb. tekniklerle çoğaltılamaz ve elektronik ortamlarda yayınlanamaz. İstanbul-2013 Kalenderhane Mah. Cemal Yener Tosyalı Cad. Şehzade Cami Sk. No: 3 34134 Fatih-İstanbul Tel: 0(212) 522 86 90 - Faks: 0 (212) 522 86 90 internet satış: www.e-literayayin.com web: www.literayayin.com e-mail: [email protected] KÜTÜPHANE BİLGİ KARTI Library of Congress Cataloging in Publication Data Rafet Elçi Ahrar 1. İslam Düşüncesi 2. Tasavvuf 3. Nusreddin Ubeydullah 4. Ahrar ISBN 978-975-6329-89-4 AHRAR MECBURLAR YOLU Rafet Elçi LİTERA YAYINCILIK İSTANBUL – 2013 internet satış: www.e-literayayin.com ROMANIN HİKÂYESİ Bir çiftlik evinin bahçesinde, daha önce birkaç defa oturup konuşma fırsatı bulduğum bir adamla, kendi kafasında ve gönlünde doğmuş bir eser hakkında konuşuyorum. Ben sanat eserinin kişiselliğinden, tutkularımın ve tefekkürümün beni mecbur ettikleri dışında hiçbir şeyle uğraşmak istemediğimden, bana Şair’i yazdıran yıldırımı beklediğimden bahsediyorum. O, iki denizin buluşmasının meydana getireceği ummandan, yıldırımları esir almak varken, onları beklemenin zaman kaybı olacağından söz ediyor. Ben, bir abide inşa etmek ve onun üzerine tırmanarak bulutlara dokunmak isteyen bütün hemcinslerim gibi, hayatımın dev bir “puzzle”dan ibaret olduğundan ve parçaları tamamlamak için, başka hiçbir şeyle uğraşmadan, sürekli çalışmak zorunda bulunduğumdan bahsediyorum. O “Bir yol ki kuldan Allah’a gider dalalet üzerine dalalettir, bir yol ki Allah’tan kula varır hidayet üstüne hidayettir” diyor. Demek istiyor ki, o abidenin üzerine tırmandığında belki başın bulutlara değecek ama gözlerin göremeyecek kadar yorulmuş olacak ve insanlara o kadar cazip ve büyüleyici gelen eserinin, “o mutlak güzellik seması”nda esamisi bile okunmayacak. Düşünün ki ben kendi içimdeki renklerden ve halen inşaat halindeki şehirden suretler devşiriyorum, bir dünya kurmak ve “İşte bu benim dünyam” demek istiyorum, o ise “Bütün o suretleri ve renkleri, varlık şarabında yıkayıp temizle, sana manayı getirdim” diyor. Fuzuli, şu halimizi görse hayret ederdi. Saki, şairin karşısına geçmiş “Sen bir sedefsin bense nisan yağmuruyum, sana damlayı vereceğim, sen de bana inci tanesini ver” diyor fakat ben tereddüt ediyordum. Çünkü yazdığım her şey, her şeyiyle bana ait olsun istiyordum. 6 Ahrar Suretlerin karanlıktan sıyrıldığı anı görebilmek için şimşeğin parıldamasını bekleyen bir adamın, karanlığa dönmeyecek bir aydınlığı teklif eden bir adama karşı koymaya çalışması, hakikati ancak şimşek ziyasında gören bir adamın hakikat yoksunluğundan başka neyle izah edilebilirdi ki? Fakat siz benim bu tereddüdümden şunu anlayın ki, üzerinde ismim yazan hiçbir şeye, bir yabancının müdahale etmesine izin vermemişimdir. Şimdi teslim olmamın sebebi, onun “Aradan yabancılığı kaldıralım” demesiydi. Düşünün ki, önüne hakikatten bir kitap açmış, sakin ve mütebessim bir edayla okuyordu. Söylediği her şey yeniydi ve “Yeni bir şey söylemeyeceksem susarım” diyen bana, bu haliyle tesir ediyordu. Nihayetinde, arz üzerindeki bütün madenlerden çok daha sert olan kibir dağı, daha fazla tahammül edemeyerek eğildi, zira Ay’ın görünmesini istedi. “Ne yazacağız?” diye sordum, “Adı Ahrar” dedi. “Ne zaman başlayacağız?” dedim, “Hemen şimdi?” dedi. “Nasıl yazacağız?” dedim, “Dinle” dedi. Ve anlatmaya başladı. O konuşurken şunu fark ettim; söylediklerini yazmak imkânsızdı. O manaya suret giydirmenin yolu yoktu. Bütün sanatımı, bütün tecrübemi bir araya getirerek kâğıtlara gömüldüm. Yazdıklarımda “O” değil, “Ben” vardım. “Ben”i silmek ve “O”nu yazmak mümkün olmadı. Siz bir hakikat yağmurunu, kristal vazolarda toplamaya çalışan bir bedbahtın ıstırabını okuyacaksınız. Bunun alıştığınız manada bir roman olmadığını söylemeye bilmem lüzum var mı? O hakikatlere suret giydirebilmek için, romanın sınırlarını pek çok yerde ihlal etmek zorunda kaldım. Şimdi ortada bir eser var. “Roman yol boyunca dolaştırılan bir aynadır” demişler. Şimdi siz o aynaya bakın ve onda arza dair ne varsa benden, semaya dair ne varsa ondan bilin. İki buçuk seneye yaklaşan bir zamanın sonunda, artık bir yerlerden başlamak zorunda olmanın sıkıntısıyla bu eseri sunuyorum. Hiç kuşku yok ki sizden hoşça vakit geçirmenin bedeli Romanın Hikâyesi 7 olarak birkaç saatinizi istemiyorum. Sizden hakikate dair en şiddetli sözlerin toplandığı bir romana şahit olmanın vereceği “haz” karşılığında, size ait her şeyi istiyorum. Düşünün ki, ucu sivriltilmiş dev bir kalemi semaya kaldırdım ve indireceğim yerde kalbiniz olacak. Cevdet Yaşaroğlu’na... Yokluk bir ayna, âlem ise yokluğun aksi İnsan yokluğun gözünde bir akis misali Bakan gözün içinde gizlenmiş Sen gözüsün aynada beliren aksin Gözün nuru ve bebeğiyse “O” bilesin Bu gözle kendini görmek istemiş Âlem insandır dostum, insan ise âlemdir Bundan daha güzel kelamı kim diyebilir? Gören de “O”, görülen de, göz de kendisiymiş Şebüsteri - Gülşen-i Raz BİRİNCİ KISIM I SİYAH NUR Sadece siyah bir örtünün var olduğu yerde, örtünün varlığından bahsetmek mümkün değildir. Yalnızca kendisi olan bir şeyin, hiçbir şeyi örtmüş olmayacağı da aşikârdır. Lakin henüz anlayışın meydana gelmediği ve “zaman”ın üzerinden uzun bir zaman geçmediği o anlarda, birbirlerini görmeyen suretlerin, hiç bilinmeyen belirişleri vardı. Siyah örtünün içinden, sımsıcak yıldızlar açılıyor ve diğerlerinden, dile gelmeyen bir süratle ayrılıyorlardı. Yıldızlar, büyük bir yemin ile tespit edilmiş mevkilerine doğru, birbirlerinden uzaklaşırken, her şeyden habersizdiler. Elan, birbirlerini görmeden ışıldamaktadırlar. Mevcudiyetleri onları var kılmakta yetersiz düşmektedir. Zira var olmak için, kendi varlığını tespit edebilecek durumda olmanın lüzumu bilinmektedir. Tepelerin, siyah ve belirsiz suretler halinde karanlıktan sıyrılmaları da, örtüyü suretlerin üzerinden kaydıran elin nihai maksudu değildir. Tepelerin eteklerinden akan sular, bitkilere hayat taşımaya başlar. Siyah bir suya düşen beyaz bir süt tanesinin suda yayılması gibi, siyah örtünün üzerinde beliriş evrenleri açılıp büyüse de, bitkilerin bu hareketi, asıl haberi taşımak yönünden daha manalıdır. Onlara “Nebat” denmesinin sebebi de budur. “Hay” sahibi olmaları sayesinde, hayatiyet arzeden varlıkların, kendi semaları altında, bir renk ve tavır zenginliği göstermeleri, yıldızların ve bitkilerin sonsuz sükûnundan sonra, seslerin ve görüşlerin belirmesini temin etmişti. Lakin bu görüş, bir anlayışa ve bu sesler, “esma”ya ulaşmak istidadında değildi. Siyah Nur 11 Üzerinden sayılamayacak kadar zaman geçtiği halde, ismi bahse konu olamayacak kadar değersiz olan beşer ise kan dökmeye devam ediyordu. Örtüsünü, burnu hizasına kadar çekmiş, ayak parmaklarının ucunu seyreden hastanın yüzü vardı, vadinin kıvrımlarını okşayan Ay’ın bakışında... Şairlerin izafe ettiği hislere sahip olsaydı, şu an hüzünlü bir annenin ifadesine bürünmüş olması daha uygun düşerdi. Zira ışığının temas ettiği yerlerde, yani tepelerin ve bitkilerin üzerinde, kan izleri vardı. Sabah, eflatun saçlarını, rüzgârın estiği yöne doğru döken dulavratotları, şimdi kızıl bir kovaya eğilen fırçalar gibi kan damlatıyorlardı. Bu kan, dere kenarında, can çekişerek yatan büyük bir Asya filinden sızıyordu. Ne zamandır çığlıkları duyulmuyor ise de, ayaklarını oynatıp durmasından ve göz kapaklarını açıp kapatıyor olmasından yaşamaya devam ettiği anlaşılıyordu. Derenin iyice çekilmiş suyu, hortumundan içeri giriyor, çamura ve kana bulanmış vücuduna akbabalar konuyordu. Bir tepenin yamacında, saçları yanmış bir at, kendi kendine, yaşamak isteyip istemediğini sorar gibiydi. Başını kaldırıp, kavrulmuş gözüyle etrafı görmeye çalışıyor, bu sırada direnmeye çalışır gibi toynaklarını oynatıyor fakat hemen sonra kendini tekrar bırakıyordu. Cesetler, sabahın erken saatlerinden itibaren toprağa dökülmeye başladığı ve akşamın geç saatlerine kadar dökülmeye devam ettiği için, hava şimdiden ağırlaşmıştı. Yazın ve ilkbaharın kokusu olduğu gibi, kanın da bir iklimi vardır. Bu iklim, şu an baştan sona çürümüş ceset ve her kıvamdan kan kokuyordu. Sinekler denizden kabaran bir hortum gibi kesif bir kalabalıkla dönüp duruyor, insan ve hayvan cesetlerinin üzerinde, hiçbir zaman yakından görülmemiş vahşi kuşların, sarı ve parlak gözleri ışıldıyordu. İşte bunlar, bu iklimin görüntüleriydi. Bu görüntülerin müsebbibi ise vadinin bütün kıvrımlarında, alt alta, üst üste, koyun koyuna yatan beşerin kendisiydi. Bazıları halen bağırmaya devam ediyordu. Bağırsaklarını karnına doldurmaya çalışan bir adamın sözleri, ölümün sözleridir. Bu seslere dualar karışıyordu. 12 Ahrar Vadinin kazılmaya imkân tanıyan her bir boşluğunda, uzayıp giden büyük çukurlar açılmış, cesetler toplu halde gömülmeye başlanmıştı. Elleriyle sinek sürülerini kovmaya çalışan adamlar, bir yandan ağızlarını tutup bir yandan mırıl mırıl bir şeyler okuyorlardı. Ay’ın beyaz ziyaları, ölü beşer dalgalarının üzerinde yansıyarak batıya doğru gitse, zincirler içinde ağlaşan, haykıran beşerler, doğuya doğru gitse, ateşte çevrilen hayvanlar görüyordu. Zincir şıkırtıları, rahmet dualarına; çürümüş et kokuları, kızarmış et kokularına; can çekişenlerin feryatları, muzafferlerin şarkılarına karışıyordu. Hâlbuki hayvanlar, birbirlerinin ıstırabıyla alay etmezler. Karanlık Boşluklar Kalabalıkların arasından sıyrılıp çıkmış bir adam, ordugâhın etrafını sararak uzayan suya doğru at sürüyordu. Birkaç adım geriden, saygılı bir sükûnetle başını eğen torunu geliyordu. Bazen, o da başını kaldırıp dolunayı seyrediyor ve yüzünde beliren ifadenin niçin böyle tuhaf olduğunu düşünüyordu. Dedesi, miğferini çıkarmış olduğu için, kafasının parlak tepesi ve iki yanda uzayan saçının beyaz telleri görülebiliyordu. Yüzü son derece kasvetli ve kederliydi. Suyu iyice kurumuş çayın ağaçlarla örtülmüş iki yamacının ortasına doğru ilerliyordu. Bakışları, sabit bir nokta üzerinde karar kılmış, kendisiyle birlikte atını da sürüklüyordu. Güney istikametinde yükselen kalenin burçlarında titreşen meşalelerin ışıklarını görebilmek mümkündü. Mağlupların kalesiydi lakin henüz teslim olmuş değildi. Buradan çıkacak bir keşif birliğine tesadüf edilmesi, ihtimal dâhilinde olduğu için, her iki yönden, adlarına “Kavçin” denilen muhafız kıtası yürüyordu. Yaşlı asker, bir zaman büyülenmiş gibi sürdükten sonra, atının yularını çekti. Takip etmekte olan torununa doğru, yarım bir bakış yöneltti. ‘Yanıma yaklaş’ demek istiyordu. Pir Muhammed, aradaki mesafeyi kapattıktan sonra, parmağıyla işaret ettiği noktaya, bir zaman baktı lakin ağaçlardan ve boş- Siyah Nur 13 lukları arasından beliren karaltılardan gayri bir şey göremedi. Sık bir şekilde dizilmişlerdi. Aralarına bakıldığında, yamaçtan suya doğru inen başka ağaçlar görülüyordu, onların arasına bakıldığında daha sık ağaçlar, çalılar, dikenler, otlar ve bu kesafetten meydana gelmiş nemli bir karanlık beliriyordu. Nemli, gizemli, hem davetkâr, hem tehdit edici, hem de meydan okuyan bir karanlık... Ne demek istediğini anlamamıştı. “Bağ-ı Dilkûşe’ye benzemiyor.” Kederli adamı, bir sohbetin içine çekmek istiyordu. Lakin o, torununun hatırlatmak istediği bahçenin, ruhunda bıraktığı tesirden çok daha şiddetli bir cazibeye tutulmuştu. İşaret parmağını dudağına götürerek, susmasını istedi. Gözlerini, diktiği karanlıklardan ayırmadan, kımıltısız atının üzerinde durmaya devam etti. Evet, ağaçlara değil de, içlerindeki karanlıklara bakıyordu. Hafif bir rüzgâr yaprakları sallıyor, bu küçük ormanın yüreğindeki karanlıklar şekil değiştiriyordu. Atın yularına dokununca, ağaçlara doğru biraz daha yaklaştı. Burnu yapraklara değen hayvan, başını sağa sola çeviriyor fakat süvarisini rahatsız etmekten çekinir gibi, gayet usul bir tavır gösteriyordu. “Kura ırmağının kenarında gördüğüm ağaçlara benziyorlar” dedi. Bu sözlerini uzun bir sessizlik takip etti. “Bardha üzerine yürüyorduk, Cengizoğlu’nun itaatsizlikte karar kıldığı zamanlarda... Sağ yanımız uçurumdu ve böyle bir karanlıktı. Ağaçlar, uçurumun içinden baş yükseltip yol hizasına kadar çıkmışlardı fakat aralarındaki karanlıklara bakınca, kapkara boşluklar görülüyordu. İçinde ne olduğu bilinmez, simsiyah boşluklar...” Dedesinin neden böyle tuhaf bir şekilde konuşmaya başladığını anlamasa da, iyice yaklaştı. O da ağaçların arasındaki boşluklara, anlıyormuş gibi baktı. “Uçurum, Ay ile aramıza girmişti. O ise yağlı bir peynir tekerliği kadar parlaktı ve gölgelerimiz sağımıza, uçurum ise solumuza düşüyordu. Orası korkuyu bilenler için buradakinden 14 Ahrar daha büyük bir korkuydu. Ağaçlar da, içindeki boşluklar da daha büyüktü. Karanlık boşluklar ve belirsizlik gördüm orada.” “Biz çocukken, Keş şehrinde, simsiyah bataklık kurbağaları yaşardı. Bir tanesi çadırımıza girip kız kardeşimi korkutmuştu. Bugün Keş şehrinde bir tane siyah kurbağa bile kalmadı. Bataklıklar ve içindekiler temizlendi. Altın Orda Hanının ülkesinde çok var onlardan, hep böyle karanlıklarda yaşıyorlar. Karanlıklarda yaşayan pek çok hayvan var.” Beyaz sakalını, düşünür gibi kaşıdı. “Çoğunu bir tek insan bile görmemiştir. Düşün, Pir Muhammed; bir tek insan görmemiş hayvanlar var şu âlemde. Hâlbuki dünyayı bizim zannediyoruz. Amma, insanoğlundan haberi olmayan hayvanlar var. Böyle karanlık boşluklarda yaşıyorlar. Ben derim ki, bizi görmeyen bir şey, bizde bir karanlık meydana getirir. Görülmemek varlığını ispat edememektir. Düşündüm ki, Tanrı da bundan şikâyetçidir. O büyük sultanın şikâyeti kendinden kendinedir.” Pir Muhammed’in kafasını sallayıp durması boşunaydı; dedesinin, ne demek istediğini anlamıyordu. “Ben gençliğimde asi ve kızgın bir adamdım. Bir gün, şimdi adını hatırlamadığım bir cariyeyi, elime geçirmiş, götürüyordum. Onu böyle bir ormana sokup düşmandan intikamımı alacaktım. Kadın korkuyordu. ‘Neden korkuyorsun?’ diye sordum. ‘Ormanda vahşi insanlar vardır’ dedi. ‘Benden bile mi?’ dedim. ‘Senin kızgın bir yüzün var ama onların yüzleri bile yok’ diye cevap verdi. İlk kez benden daha fazla bir şeyden korkan bir kadın tanımıştım. Korktuğu şeyin adı ‘Bilinmezlik’ti. En korkunç insan, bizim görmediğimiz insandır, en korkunç insan henüz yaratılmamıştır. Ben düşündüm ki, Tanrı en korkunç olanı yaratmak istemez. Ama yaratmışsa onun adı Timur değildir. O, insanları görmemiş hayvanlar gibi, bu karanlık boşluklarda yaşıyordur.” Yüzünü buruşturdu. “Belirsizlik midemi bulandırıyor.” Siyah Nur 15 Atının başını çevirdi, omzu yapraklara değince içinden bir ürperti gelip geçti. Uzun beyaz sakalı bu sarsıntıdan titredi. Bir süre geldiği yoldan geriye doğru gitti, sonra durdu. “Gece, sahip olduğun her şey elinden alınıyor.” Eliyle, alnındaki teri sildi. Avuç içinde, ok yarasından bir oyuk meydana gelmişti. “Pis bir karanlık her şeyin üzerini örtüp şeklini değiştiriyor. Ormanlarımı, nehirlerimi, dağlarımı değiştiriyor. Hayaletler, ruhlar, cinler, her şeyi sinsice geri alıyor sanki. Babam ‘Giremediğin yer senin değildir’ derdi. Geceleyin böyle ağaçların kuytularına, mağara oyuklarına giremiyorum. O zaman bunlar nasıl benim olur?” Öfkeli bir şekilde baktı torununa. “Sence ben korkak mıyım?” “Hâşâ! Siz erkeklerin en büyüğüsünüz.” “Ama söyle ben korkak mıyım?” “Hâşâ! Timur hiçbir şeyden korkmaz.” “Bu doğru değil.” Bağırmıştı, şimdi sakinleşiyordu. “Timur ancak Tanrı’dan korkar.” “Bu doğru değil!” “Nasıl isterseniz.” Yeterince Vakit Yok “Korku” diye ifade ettiği yere arkasını dönmüştü fakat sırtı karıncalanıyordu. O boşluklarda, göz bebekleri olmayan gözlerin açıldığını ve kendisini izlediğini sanıyordu. Bu sırada Ay’ın çehresi de değişmiş gibiydi. O gözlerdeki renksiz bakışlarla, yağlı bir peynir tekerleğini andıran Ay’ın bakışı arasında bir benzerlik fark etti. “İşte böyle aşağılık bir şey!” dedi. “Kanı, hayat şehvetiyle tutuşan insanın gözlerine benzeyen güneş nerede, izbeleri soluyan cansız bedenlerin ifadesiz gözle- 16 Ahrar rini andıran, şu hayalete benzeyen suret nerede... Toprağın ırzına geçen, şehirlerimizi iğfal eden karanlık da böyle işte! Mekânı benim olmaktan çıkaran bu karanlıktan nefret ediyorum. Uyumak gibi pis bir şey bu! Uyanık olmak varken uyumak zorunda olmak, at sırtında olmak varken uzanmak, savaşmak varken, uyuşmuş bir köpek gibi, serin bir gölgeye uzanmış bir it gibi uyuyup kalmak...” Ellerini uzun beyaz sakallarının arasına soktu, öfkeli bir şekilde kavradı. “Yeterince vakit yok. Ama yine de her günün sonunda gece var. Zamanın ırzına geçmek için, tasarılarımızı imkânsız yapmak için. Dünya çok büyük ama yine de gece var!” Durdu, göğsü inip kalkıyordu. Ay’a baktı, geri döndü ve ağaçlara baktı. İlerde, ufak bir tepenin üzerinde, endişeli bir şekilde kendisine bakan süvariyi gördü. Torununa döndü. “Huzursuzum. Arkamda bir düşman kalesi bırakmış gibi huzursuzum. O ağaçların yanmasını istiyorum. İnsanı görmeyen hayvan varsa, cehaletiyle kavrulsun orada. Beni sırtımdaki zaaf noktalarından kavrayan, sinsi ve düşman gözler varsa, kavrulsun orada.” Pir Muhammed, kendilerini uzaktan takip eden “Kavçin”lere işaret verince, iki süvari ayrılarak geldi. Arkada bıraktıkları ağaçları göstererek “Dere boyunca, bütün ağaçları yakacaksınız” dedi. Ve güya bir açıklama olan şu sözü ekledi “Orada olmamaları gerekiyor.” Askerler, bu tuhaf emri sorgulamaksızın yerlerine döndüler. Yaşlı adam, kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. “Hayat ne kadar kısa! Babasından kendisine hiçbir şey kalmamış bir çocuk için hayat asla yeterli değil. Hâlbuki o şanslıydı. Daha zamanı vardı.” Yere tükürdü. Yeniden Pir Muhammed’e baktı. “Hazır mıymış?” diye sordu. “Evet efendimiz.” “Gidelim o zaman.” Siyah Nur 17 Düzensiz Çığlıklar Akbabalar, insan cesetlerine üşüştüklerinde kovalanıyor fakat fillerin, atların üzerlerine konduklarında rahatsız edilmiyorlardı. Birkaç Hindu bakıcının onları uzaklaştırmak için koşuşup durması boşunaydı. Leşleri parçalamak için sıra sıra dizilmiş, ağır fakat kararlı adımlarla yaklaşıyorlardı. Bu harp meydanına “demiri” takip ederek mi, yoksa “yıldırımı” izleyerek mi geldiklerini bilmiyorum. Fakat gelmişlerdi. Belki de, ikisinin, birbirinin üzerine yürüdüğünü duymuş ve nasılsa ziyafet sonsuz olacağı için, sınırsız kardeşlerine haber uçurmuşlardı. Çataltepe’den, Saray Köy’ün önlerine kadar, insan ve hayvan kanıyla boyanmış bir manzara görülüyordu. Can çekişenlerin feryatları, bu hoş sahneyi süsleyen nağmeler gibi ahenkliydi. Yani bu nağmeler manzara ile uyum içerisindeydi. Manzara nasıl perişan ve dağınıksa, çığlıklar ve feryatlar da öyle düzensiz ve vahşiydi. Hayata, belki de savaşmaya devam edebilecek olanlar, yaşlı adamın sahra çadırlarında tedavi ediliyordu. Ellerine silah aldıkları günden beri, zaferden başka bir şey görmemiş düşman askerleri, esarete o kadar kayıtsız bir şekilde razı olmuşlardı ki, insan, onların hiç gururu olmadığını düşünebilirdi. Hâlbuki dehşet içerisindeydiler. Böyle bir şeyin olabileceğine inanamıyorlardı. Allah’ın harp etmek ve yönetmek için yarattığı o esmer ve güçlü adamın yenildiğine inanamıyorlardı. Az önce, elleri zincirle bağlı olduğu halde, aralarından geçirilmişti. Bazıları bu manzarayı görmek istemediği için sırtını dönmüş, bazısı kederinden zincirlerini ısırmıştı. Bir çavuşun hürmetinden ayağa kalkmaya çalıştığı fakat derhal dayaktan geçirildiği de olmuştu. Savaşa katılmak için yaşını büyük göstermiş bir veled, ilk defa gördüğü padişahının yaşlı gözlerine bakıp ağlamaya başlamış, herkes kendisine dönüp baktığında “Bütün gün su bulamadık, padişah susamıştır” demişti. Düşmanlarının nefret ettiği, askerlerininse böyle sevdiği bir adamdı Yıldırım. Timur’un emri mucibince, çadırının önüne kadar, ellerinde zincirler ve ayağında prangalarla götürüldü. Bu kadar acı- 18 Ahrar masız bir muameleye tabi tutulmasını isteyen, yaşlı Emir’in kendisi değildi fakat onu esir alanlar, bir kere ele geçirdikten sonra, kaçmasına en ufak bir fırsat dahi veremezlerdi. O iri ellerin, zincirlere vurulmadan önce neler yaptığını hepsi çok iyi biliyordu. Esir alındığı yer olan Çataltepe’den hala kan damlıyordu. Bir süre, Timur’u beklemek zorunda kalacaktı. Saray Köy’ün hemen arkasında kurulmuş bulunan ordugâhın tam ortasındaydı. Kulağına bin türlü müzik ve kahkaha sesi geliyordu. Her yanda ateşler yakılmış, zafer dansları ediliyor, şarap su gibi akıyor, sıcacık etlerin kokuları ortalığı sarıyor, ateşe düşen yağların cızırtıları bile duyuluyordu. Bu şekilde bekleterek kendisini aşağıladıklarını düşündü. Başındaki miğferi ve üzerindeki zırhı bütün gün boyunca taşımak zorunda kaldığı için yorulmuş, atından düştüğünde belini incitmişti. Arada bir, ellerini beline koysa da, rahatlatmak için bile eğilmek istemiyordu. İki de bir, gözünün ucuyla çadırın kapısına bakıyor, Timur’un kendisini çağıracağını sanıyordu. Hâlbuki o, torunu ile yaptığı küçük gezintiden henüz dönüyordu. Işıl ışıl yanan ordugâha girdiklerinde, onları tanıyan sarhoş askerler, birbirlerine tutunarak ayağa kalktı. Müzik sesleri sustu ve çalgıcılar ile dansözler yerlere kapandı. “Emir Timur!” sesleri yükseldiğinde, sağa sola gidip gelen kalabalıklar, atlıların önünden kaçışmaya başladı. Otağına giden yolda, meraklı, hayran bakışlarla çevrili bir geçit meydana geldi. Çadırın önündeki kalabalıktan Yıldırım’ın beklediğini anladı. Atını yavaşlattı. Oradaydı! En büyük düşmanını ilk defa görüyordu. Yıldırım’ın Uzun Boyu İlk fark ettiği şey uzun boyu oldu. Yüzü kandan ve çamurdan simsiyah olmuştu fakat iri göz bebekleri ışıldıyordu. Islanmış olduklarını fark etti. Kemerli burnu, yüzüne gururlu bir ifade veriyordu. Sık sakallarını ilgiyle inceledi. Dik durmaya çalışıyor ve gözlerini Timur’un gözlerine dikiyordu. Acı bir ifade vardı bu gözlerde. Gururundan başını eğmiyordu fakat Siyah Nur 19 her an ağlayacakmış gibiydi. Zırhının altından, beyaz gömleğine doğru sızan kan yollarının, her yanını boyadığını fark etti. Çamurlu çizmelerine baktığında, ayaklarına pranga takıldığını gördü. “Zincirlerini ve prangalarını çözün” dedi. Emrini yerine getirmek için derhal harekete geçtiler. Yıldırım’ın ne kadar uzun boylu olduğunu görünce, atından inmekte tereddüt etmişti. Mağlup asker, zincirlerini çözenlere bakmak için başını eğince, dikkatli bir şekilde indi. Bir hizmetçi koşarak, tepesinde büyük bir yeşim taşının parıldadığı altın asasını getirdi. Bir ayağıyla yere basamadığı için topallayarak Yıldırım’a doğru yaklaştı. Güçlü padişahın, yaşlı Emir’e vurmasından endişe eden askerler, kollarını tutmaya devam ediyorlardı. Timur ağır adımlarla gelip gözlerinin içine baktı. Padişahın şaşı olduğunu fark edince gülümsedi. Yıldırım öfke içinde, yüzünü başka tarafa çevirdi. “Sultanın kollarını bırakın. Onunla yalnız görüşeceğim.” Bu emir, derhal yerine getirilemedi. Düşüncesinden vazgeçmesini ister gibi yüzüne baktılar. Öfkeden kıpkırmızı kesildi. “Daha durmayın” diye gürledi. Yıldırım’ın kollarını bıraktılar. Çadırın kapısına ve Emir Timur’a baktı. Yeniden geçmesini işaret edince, itiraz etmeyip yürüdü. İlk gözüne çarpan şey, karşılıklı yerleştirilmiş iki altın taht oldu. Birisi diğerinden daha gösterişliydi fakat aynı hizada ve aynı seviyedeydiler. Dört bir yanına, altın ipiyle ayetler yazılmış çadırın ortasında altın kadehler, billur sürahiler ve şırıl şırıl sular akan küçük çeşmeler vardı. Onun suya, havuzlara ve çeşmelere meraklı olduğunu duymuştu. “Geç otur” deyince bu âlicenaplığından etkilendi. Daha az süslü olan tahta geçip oturdu. Ne de olsa mağlup olmuştu. Timur da oturunca, içeriye dumanı tüten tepsiler üzerinde, tepeleme istiflenmiş, buram buram kokan etler geldi. Karnı oldukça acıkmış olan Yıldırım bu kokudan çarpıldı. Uzun bir sessizlik oldu. Birbirlerine bakıyorlardı. Yaşlı Emir’in siyah gözlerinin altında halkalar meydana gelmişti. 20 Ahrar Sıcak ama ifadesiz gözlerinin üzerinden kalın kaşları hilaller gibi geçiyordu. Sakalları, bıyıkları ve saçları beyazdı. Yıldırım’ın onun yüzünde farkına vardığı ilk şey ciddiyet oldu. Kaş çatmaktan ve surat asmaktan ibaret olan sahte ciddiyet değil, meselelerin yüreğindeki dramı hisseden gerçek ciddiyet... Zaferiyle şımarmak yerine, ikisini bu çadırda buluşturan kaderi düşündüğü anlaşılıyordu bu ifadeden. Yıldırım’ı seyrediyordu. Göz bebekleri o kadar iriydi ki, neredeyse gözlerinin akı görünmez olmuştu. Bu simsiyah kürelerin üzerinde incecik bir su birikintisi vardı. Kaşları koyu ve muntazam, çenesi köşeli ve güçlü, sakalı gür ve heybetliydi. Hepsinden önemli olan yüzündeki tarifsiz kederdi. İnsan satrançta kaybettiği zaman bile göğsünün ortasında bir daralma hisseder. Ya o atlar canlı olsa, o filler gerçek olsa, kaybedilenler gerçek kaleler ve gerçek askerler olsa, vezir kaçıp gitse ve şah esir düşse... Taşları, atlas keselere değil, dilsiz çukurlara gömülüyordu. Oğullarının bazısı kaçmış, bazısı kendisiyle vuruşurken belki esir düşmüş, belki öldürülmüştü. Kendisiyle birlikte bu harp meydanına gelen şeyhine ne olduğu belirsiz kalmıştı. Hayalleri vardı, yıkılmıştı, zaferleri vardı geçersiz sayılmıştı, sultandı, esir düşmüştü ve bütün bunlara sebep olan adam, gözlerini gözlerine dikmiş susuyordu. Emir Timur, söze “Su beni sakinleştiriyor” diye başladı. “Kızgın düşünceleri suda yıkıyorum.” Bu söyledikleri, Bayezid’in umurunda bile değildi. Fakat satrançta kazanan bir oyuncunun kendisinden bahsetmediği nadir görülmüştür. “Zaaf gösteren subaylarımı getirmek için, su kenarında olmamı beklerler. Çöl yollarında, toz toprak içinde ilerlerken, dağ yollarını aşarken, sevdiğim insanların ölmelerini emrettim. Çünkü öfkeliydim. Şimdi böyle yaptım diye pişman değilim. Ne ettiysem ettim.” Sustu, suların sesini dinledi. Küçük altın havuzlardan akıyorlardı. Bir tanesinde çıplak bir kız, elindeki kovayı suya sokup saçlarına döküyordu. Bir diğerinde mücevherlerle süslen- Siyah Nur 21 miş bir ördek, kendi ağzından yavrularına su içiriyordu. Birinde ejderhanın ağzından, diğerinde bir kobra yılanının gözlerinden fışkırıyordu sular. Yıldırım, bu eşyaların çizgilerinde yabancı bir ülkenin uzaklığını ve çadırın kokusunda bir düşmanın ruhunu hissediyordu. Yaraları iyice sarılmıştı fakat çok kan kaybettiği için güçlükle durabiliyordu. Timur, zırhından soyunmuş, yaşına yakışmayacak kadar parlak bir libas içinde karşısına geçip oturmuştu. Kendisi ise, çamur ve kir içindeydi. Üzerindeki bu izler yenilmiş olduğunu her an hatırlatan uğursuz işaretler gibiydi. Yine de dik durmaya çalışıyor ve perişanlığını göstermemek için gayret ediyordu. Onun ne tür bir ruh hali içerisinde olabileceğini tahmin eden Timur “Sen de ne ettiysen ettin” dedi. “Artık misafirliktesin.” Avucundaki yaradan dolayı bükemediği işaret parmağıyla, miğferini çıkarmasını işaret etti. Esir padişah, kemerli burnunu kaşıdıktan sonra, gayet ağır bir hareketle, miğferini çıkardı. Yabancıların arasında başı açık durmaya alışkın değildi. Yoğun, güçlü saçlarını ilgiyle süzen yaşlı Emir’in elindeki yarayı fark etti. Muzaffer komutan, bu bakışı da istismar ederek, lafı eski kahramanlıklarına getirdi. “Bir zamanlar, Hüseyin diye bir yoldaşım vardı. Seyistan civarında, bin askerin başında, omuz omuza vuruşuyorduk. Elime ok değdi. Sinirlerime gelmiş, parmağımı oynatamamam o yüzden. Bir ok da şu diz kapağımın üzerine geldi. O yüzden de yürüyüşüm değişti.” Dostça bir giriş yapmıştı fakat karşılık alamadı. Zira karşısındaki adam, bu sahte nezaketinin altındaki kibri görebiliyordu. İri avuçlarını yumruk yapıp çenesinin önünde birleştirdi. Düşmanca gözlerle bakmaya devam ediyordu. Timur, tepeleme etle doldurulmuş tabağı Yıldırım’a doğru uzattı. “Ben artık bunları dişlerimle koparamıyorum.” 22 Ahrar Uzatılan tabağı, iki ucundan tutup önüne aldı. Fakat ete elini sürmedi. Timur ona aldırış etmeden, önündeki tabaktan, yumuşacık bıldırcın etlerini koparıp yemeğe başladı. Sıcacık etler, sanki boğazı demirle kaplanmış gibi içeriye girip kayboluyor, yumuşak etleri bile, -hekim öyle tavsiye ettiği için- parçalara ayırıp yutarken, gözlerini dikip düşmanına bakıyordu. Ağzını mendille sildi. “Artık tasa etme. Ne olduysa oldu.” Yıldırım, ağzı doluyken konuşan yaşlı Emir’i tiksintiyle seyrediyordu. “Yaptığın işler tarih sayfalarına yazılacaktır. Ben Sahipkıranım, talihimin önünde hiçbir şey duramamıştır. Senin de duramayacağın kaderde yazılıydı. Tanrı bugünü bana yazmıştı, dünü de, yarını da bana yazdı.” Bu sözlerinin, mağlup ettiği adam üzerindeki tesirini görmek için dikkatle bakınca, kendisini küçümsemekte olduğunu fark etti. Daha doğrusu bunda halen ısrar ediyordu. “Yaşlı olduğumu mu düşünüyorsun?” Cevap vermedi. Emir ısrar ederek yeniden sordu “Sence ben yaşlı mıyım?” İkinci defa sorunca başını kaldırıp yeniden baktı. Üçüncü defa soracaktı ki konuştu. “Yarından bahsetmemen gerekir.” Bu söz üzerine, gizlemeye çalıştığı meşhur öfkesi bütün yüzünü kapladı. “Saçım sakalım ağarmış değil mi?” Kuruyan dudaklarını yağlı diliyle yaladı. Altın kadehine uzanarak bir yudum aldı. Kafasını öfkeli bir şekilde salladı. “Yarından bahsetmemem gerekir öyle mi?” İki işaret parmağını aynı anda kaldırarak Yıldırım’a doğru tuttu. “Sen yarından bahsedebilirsin öyle mi?” Sustu, başını, çadırın tavanını süsleyen çevlike doğru kaldırarak yıldızları seyretti. Gözlerini indirirken biraz daha sakindi. Siyah Nur 23 “Ben, saçı sakalı ağarmış bir adamım. Sen ise henüz gençsin. Bana “baba” diye hitap etmen uygun olur.” Yıldırım, bir süre, Timur’un içinde bulunduğu ruh halini anlamak ister gibi yüzüne baktı. Bu âlicenaplığı hoşuna gitse de, kendisine “baba” demesini beklememeliydi. Yenilmiş olması, onun hakkındaki düşüncelerini değiştiremezdi. “Benim padişah babam –ki babası da, dedesi de padişahtıkâfirle savaşırdı ve kâfir elinden öldü.” Onunla konuşmak ruhuna öyle bir ağırlık veriyordu ki “Kâfir elinden şehadet şerbeti içti” demek yerine, lafı kısa kesmek için “Kâfir elinden öldü” demişti. Bu sözler üzerine, o eski tartışmalara yeni bir kapı açılmış oldu. Timur, her zamanki gibi, ordusundaki yabancı unsurları hatırlattı. “Huzuruma getirdiğin kâfirlerin elinden öldü.” Sırpları “Kâfir” diye anıyor fakat kendi ordusundaki Moğollardan hiç bahsetmiyordu. Bazılarının savaşa, küçük putları ile geldiğini bilmiyor değildi. Sultan Bayezid, ona bunu hatırlatma lüzumu duymadı. Zira babasının, harp sahasını teftiş ederken yaralı bir Sırp tarafından şehit edildiğini bilmesi alakasını çekmişti. Onu dikkatli nazarlarla süzen Timur, bunu anladı ve lafa buradan devam etti. “Düşmanlarımın her şeyini öğrenirim. Tanrı, ilimler içinden bana tarihi nasip etmiştir. Babanı da, dedeni de, atan Osman’ı da bilirim.” Dudaklarını küçümseyen bir edayla büküp “Eyi ya” dedi. “Cihad ehli olduğumuzu duymuşsundur.” “Duyduk ve seni bu yolda tutmak için uğraştık. Fakat sen kâfirle meşgul olman gerekirken dönüp Müslüman’a saldırdın. Bu iş de başına o yüzden geldi.” “Ben eyi bir kul olmadım. Senin şimdi yaptığın gibi şarap içer ve haddi aşardım. Yaratan cezamı ahrete bırakmadı.” 24 Ahrar Timur dudaklarına götürmekte olduğu kadehi yerine bıraktı. Ellerini yumruk yapıp beline koydu ve padişahı yukarıdan aşağıya doğru uzun uzun süzdü. “Bıraktın mı?” “Duydun işte.” “Ben seni takdir ediyorum sen hala kafa tutuyorsun.” Cevap veremedi. Asabi bir şekilde sustu. “Burada neden seninle konuşmaya çalıştığımı merak ediyorsan, seni tanımak istediğimi söyleyeyim. Bana farklı olduğunu göster ki, seni daha çok sayayım.” “Senden çok farklıyım.” “Eyi ya, anlat işte.” “Yenildim ve ölmedim. Bu kanıma dokunuyor.” Kalın kaşlarının kavisleri daha da belirginleşti. Bu düşüncesini beğenmemişti. “Yensen ve ölsen daha mı iyi olurdu?” “Şüphesiz.” “Hala fırsatın var.” Padişah acı bir şekilde gülümsedi. “Yoksa benimle kılıç vurmayı mı düşünürsün?” “Sen buna yiğitlik diyor olmalısın. Ben daha büyük bir laf ettim ama sen anlamadın.” “Neymiş o büyük laf, tenezzül buyur da anlayayım.” “Timur’a yenilip ölmek de, Timur’u yenip ölmek de aynı şey. Ama ölmeden önce Yıldırım’ı yenseydin sana yiğit derdim.” Kafasını kaşırken, içeriyi aydınlatan ışıklara baktı. Yüzünde öylesine derin bir küçümseme vardı ki, çadırın üzerine düşen gölgesinden bile anlaşılabiliyordu. “Sen Timur’u yenseydin bu kadar yolu tepip gelmezdin. Bana derviş kelamı havale etme” diye çıkıştı. Siyah Nur 25 “Beni sen çağırdın. Bıkmadan usanmadan ‘Gel’ dedin. Gelmemek olmazdı. İşte geldim.” “Seni neye çağırmışım?” “O garip Türkmenleri...” “Türkmenleri bahane ediyorsun.” Sözünün kesilmesine öfkelenen Timur, dişlerinin arasından tıslar gibi bir ses çıkardı. Padişah ise aldırmadan devam etti. “Eyi ki savaşa kâfirle gelmişim. Türkmen’den, Müslüman’dan başkasının kanını dökebildin. Doğrudur; benim kâfirlerden tebaam var. Bana hizmet ederler. Kılıcıma boyun eğerler ama adaletimi severler.” Bozkır güneşinin daralttığı gözlerini iyice kısarak “Karamanoğlu kâfir miydi?” diye sordu. Yıldırım ellerini iki yana açıp “Kâfirle yazışırdı” dedi. “ ‘Siz oradan, biz buradan’ diye nâmeler gönderir dururdu. Bunlar kâfirden beterdir, sen bilmezsin.” “Bilirim, töreyi senden iyi bildiklerini de bilirim. Sen kâfirlerle yata kalka kâfirlere benzemişsin.” Şu an Bursa sarayında, her şeyden habersiz bekleyen hanımından bahsettiğini düşünerek öfkelendi. “Kadınımdan bahsediyorsan seninle ‘töre’ lafı etmem bilesin.” “Hâşâ, ben hala yememiş olmandan bahsediyorum. İkram eden, dostun da, düşmanın da olsa geri çeviremezsin” “Bana lütfedilmesinden hoşlanmam.” “Sana lütfetmiyorum. Törenin gereğini yapıyorum.” “Töreymiş, ağzından Kur’an lafı, Allah lafı çıktığı yok. Töre deyip duruyorsun.” “Güzel, eyi bir konuya geldin. Bizi töreyi, Kur’an’ın yerine koymakla itham eder durursunuz. Fakat ne Kur’an’ı, ne de töreyi bilirsiniz. Neyin, neye karıştığını söyleyemezsiniz. Her şeyi birbirine karıştıran sizsiniz.” Başının saçsız tepesini kaşıdıktan sonra derin bir nefes aldı.
© Copyright 2024 Paperzz