sf. 15-18. - Robert College

HABERLER
Haziran 2014
1
köprü
Bosphorus Chronicle’ın Ekidir.
“Benim Homegroup’uma
gelmelisiniz! Biz Starbucks’a
gidiyoruz, birlikte yelken
yapıyoruz… Şaka yapıyorum”
Okul müdürümüz Anthony Jones
ile yaptığımız söyleşi sayfa 8’de.
“Benim için her öğrenci bir dünya”
“Evladım!” sözüyle özleşen Edebiyat
bölümünün en sevilen öğretmenlerinden
Aydemir Doğan ile yaptığımız keyifli
söyleşi sayfa 11’de.
Derin Arduman’ın kediler hakkında
yazdığı yazı sayfa 3’te.
“ İnsanın hikâyesi olarak
tarihe bakıldığında
toplumu ve insanı
yeniden keşfe çıkmak
beni heyecanlandırıyor.”
Okulumuzun sevilen tarih
öğretmenlerimizden Engin
Yetkin ile yaptığımız söyleşi
sayfa 4’te.
Okulda ve hayatımızda
teknolojinin yeri hakkındaki
yazılar Teknoloji Dosyamızda!
sf. 15-18.
Edebiyat bölümünün Ayın Sorusu
yarışmasının vazgeçilmez şampiyonu
Pınarnaz Eren’den Ayın Sorusu yarışmasını
kazanma taktikleri sayfa 21’de.
Yıldızlara ulaşamasam da yıldızlar kadar
bana enerji veren, güzellik katan binlerce
öğrencim oldu. Bu yüzden çok şanslı
olduğumu düşünüyorum sevilen tarih
öğretmenlerimizden Nükhet Eren ile
yaptığımız söyleşi sayfa 6’da.
OKULDAN
2
Koşu Yazısı
Robert Kolej sakinlerinin dikkatine!
Bu bir teşekkür ve duyuru yazısıdır!
Bugünlerde tekrar okul etrafında koşu
ayakkabılarını sıkıca bağlayan, koşu
taytları bu sportif vücutlarını ortaya
çıkaran, Husein Bolt’u geçmeye hazırlanan
koşucular görmeye başlamış olabilirsiniz.
Şaşırmanıza hiç gerek onlar geçtiğimiz
dönemden beri aranızdaydı! Artık sadece
sayıları daha fazla ve aralarına erkekler
de katıldı. Shirin Shabdin, Elizabeth
Washburn, Erin Power, Stuart Arey ve
Andrew Tingleff’in koçluğunu yaptığı
koşu takımımız bu dönem sıkı antrenman
programlarına geri dönüş yaparak İznik
10K maratonuna hazırlanmaya başladı…
Her ikimiz de kuruluşundan beri
bu takımın parçası olduğumuz için
takımımızın koşmaya hevesli birkaç
kızdan, sahildeki balıkçıları bile her
pazar sabahı dokuzda şaşkına çeviren
ve işinden alıkoyan kocaman bir gruba
dönüşmesi bizi her geçen gün daha da
gurulandırıyor. İlk başta Ms. Shabdin ile
Ms. Washburn’ün bir sene önceki İznik
10K macerasından sadece bir hayal
olarak ortaya çıkan bu grup önce 15K
Avrasya Maratonu hedefiyle koşmaya
başlayan bir kız grubu haline gelmişti.
Her ne kadar koşmaktan çok zevk alan
sporcu insanlar olsak da amacımıza
ulaştıktan sonra karşımıza çıkan bu
‘okul’ adındaki maraton hepimizi bir
süre koşmaktan alıkoydu. Paslanmıştık.
Motivasyonumuz
azalmıştı
ama
koçlarımızın yeni fikirleriyle balıkçıların
korkulu rüyası olmaya kaldığımız
yerden devam etmeye başladık.
Alara Gebeş
Bir önceki koşumuzda sadece kendi
hedeflerimize ulaşmıyorduk; aynı
zamanda başkalarının da hayallerini
gerçekleştiriyorduk. Mardin Gül ÇATOM
ile çalışarak kilometre başına siz
sponsorlarımızdan para topladık ve bitiş
çizgisinde Mardin’deki kız çocuklarını
5545 lira ile verebileceğimiz destek
bizi bekliyordu. İki kız öğrenciyi okula
gönderdik ve bir okula çocukların
ihtiyacı olan malzemelerin alınmasına
yardım ettik. Sayenizde bizim sıkıca
bağladığımız koşu ayakkabılarımız
başkalarının ilk ayakkabısına dönüştü.
Yasemin
Tekgürler
Aynı başarıyı bu koşuda da göstermeyi
hedefliyoruz. Her zamankinden daha
güçlü, hızlı ve azimliyiz. Otuz beş
koşucumuz da başkaları için 10 kilometre
boyunca hiç durmadan ter dökmeye
hazır. Sizler de yardıma hazır mısınız?
Şubat Tatilinde Bir Tutam Sanat
S­ EAN KERNAN ile PORTRE
Bu kış okul tatilinde, uzun zamadır duyup
gitmek istediğim ama yarıyıl tatiline
kadar gitme fırsatı bulamadığım ve hep
bir sonraki seneye ertelediğim fotoğraf
çalışmalarına katıldım. Sanatla iç içe
olmayı seven ve eline geçen her fırsattan
yaratıcı bir sonuç çıkarmaya çalışan
herkesin dünyasına yeni bir bakış açısı
getirecek bir çalışmaydı.
İlk hafta ünlü portre fotoğrafçısı
Sean Kernan bizimle beraber Robert
Kolej’deydi; daha önce de okulumuza
gelip bir haftalık atölyeler düzenlemiş
olan fotoğrafçı yaratıcılık ve görme
üzerine etkileyici bir hafta ortaya koydu ve
bu hafta herkesin ‘Tadı damağımda kaldı.’
dediği bir hafta oldu. Muhtemelen çoğu
kişi insan portresi fotoğraflama denince
bu atölye çalışmasının katılanların
birbirinin fotoğrafını çekip ışık kullanımı
veya enstantane ayarı gibi teknik bilgilerle
dolu olacağını düşünmüştür; siz de böyle
düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Her güne değişik ve müzikli bir grup
etkinliğiyle başlayıp, gün sırasında
çektiğimiz fotoğrafların arasından seçme
ve belki biraz şurasından burasından
deneysel bir editleme yaparak günü
bitiriyorduk; önceleri kimse ne yaptığının
farkında değilken sonra herkes
karşısındakini tanımaya ve nasıl bir
fotoğrafla onları yansıtmak istediğine
karar vererek ortamı seçmeye, ortamı
şekillendirip belki de onlarca fotoğraftan
düzgün olan sadece bir taneye ulaşıyordu.
Sizi üzerinde durup düşünmeye iten o
bir fotoğraf bazen aslında sadece şans
eseri bir kare veya rastgele birbirine
uyum sağlamış bir ışık yığını ile oluşuyor,
hatta en başta aklınızdaki o ‘mükemmel
fotoğraf’ düşüncesinden çok daha uzak
ama bir o kadar da farklı ve çekici bir kare
ortaya çıkıyordu.
Yaratıcılık, kendimizi bu ‘rahatlık’
çerçevesinden çıkarınca ulaşabileceğimiz
bir yerde ve ancak bu sınırları aşabilirsek
gerçekten beklenmedik ve fikir uyandıran
bir esere ulaşabiliriz; bu çoğu sanata
uygulanabilecek bir düşünce. İnsanın
içindeki özünü serbest bırakıp kendini
kontrol eden o sınırların dışına çıkıp
daha az rahat ama daha beklenmedik
bir bilinmezliğe doğru gitmesi gerekir;
Sean Kernan’ın da ilk günden beri bize
hatırlatmış olduğu gibi.
Bu ünlü sanatçı ile çalışmak ve
onun görüşlerinden, yapmış olduğu
çalışmalardan, deneyimlerinden ve
işi sayesinde tanışmış olduğu farklı
kültürlerden,
farklı
insanlardan
yararlanmak kaçınılmaz bir fırsattı ve
gerçekten dolu dolu bir tatil geçirmiş
olduğumu mutlulukla dile getirebilirim.
Hem Mr. Downs’a hem Sean Kernan’a
hem de bu çalışmaya katılan diğerlerine
ayrı ayrı teşekkürlerimi iletir, herkese
seneye kış tatilini böyle eğlenceli ve
verimli biçimde verilmesini öneririm.
YASEMİN TEKGÜRLER
-THATCHER COOK
FOTOĞRAFÇILIĞI
ile
BELGESEL
Şubat tatilinde yapılan workshoplardan
bir diğeri de Thatcher Cook ile berbaer
Köprü
“Belgesel Fotoçrafçılığı”ydı. Amerikalı
Cook farklı ülkelerde workshoplara
gitmesinin yanı sıra sivil toplum
kuruluşlarının ve mülteci kamplarının
fotoğrafçılığı ile meşgul oluyor. Kendisi
de belgesel fotoğrafçılığına çocukken
hobi olarak başlamış ve ilk gezisi bir sirke
olmuş.
Hem kendi özgeçmişini araştırmam
hem de workshop’un tanımında kendi
portfolyomu oluşturma olanağından
bahsedilmesi üzerine çabucak adımı
yazdırdım. Fotoğraf çekmek benim
için hep eğlenceli olmuştu fakat
bu fotoğrafları bir portfolyo haline
getirebilme fikri gözüme oldukça zor
görünüyordu. Sonunda Şubat tatili
geldi ve ikinci haftasının Pazartesi
sabahı erkenden sayıca az ama
karışık grubumuzla beraber bilgisayar
odasında buluştuk. Karışık diyorum
çünkü grubumuz da hem bizim okulun
öğrencileri hem de Amerika’dan gelen
fotoğrafçılar vardı, yaş dağılımı açısından
da oldukça geniş bir aralığı kapsıyorduk.
Grubun birbirini tanıması için herkes
yaşadığı kısa bir olayı paylaştı, bu sayede
birbirimiz hakkında sadece adımız ve
yaşımızdan çok daha fazla bilgi sahibi
olduk. Herkesin eski portfolyolarını
inceleyerek, çalışmalarını etkilemiş belirli
tarz ya da kimlikleri tespit etmeye çalıştık.
Daha sonra Thatcher fotoğrafın düzen,
ışık, renk, çerçeve gibi elementlerinden
ve fotoğrafçının fotoğraf üzerinde
tamamen kontrol sahibi oluşundan
bahsetti. Fotoğrafçı, çerçevesinin içinde
hangi objenin nasıl, nerede, hangi ışıkta
durması gerektiğine özgürce karar
Haziran 2014
Damla Cinoğlu
Yasemin
Tekgürler
verebilir fakat bu özgürlük berbaberinde
fotoğrafçıya bunlara sürekli olarak dikkat
etme sorumluluğunu da yükler.
Fotoğrafçının hem fotoğrafı çekerken
hem de çektiği fotoğrafların beraber nasıl
duracağına karar verirken (ki bu portfolyo
oluşturmaktır) yetkisi olduğundan
bahsettikten sonra İstanbul’un çeşitli
semtlerini gezmeye başladık. Karaköy,
Eminönü, Sirkeci, Fatih, Kadıköy, Balat gibi
İstanbul’un kültürle bezenmiş bölgelerini
görüntüleme fırsatı yakaladık ve daha da
önemlisi her gezimizden sonra birbirimize
geri dönütler vererek bir sonraki gezide
daha da başarılı olmayı hedefledik.
Workshop’un
sonunda
çektiğimiz
fotoğraflardan en çok beğendiklerimizi
bastık ve topluca, Thatcher’ın da
yönlendirmesiyle, aradan seçerek İstanbul
portfolyolarımızı oluşturmuş olduk.
Beraber geçirilen değerli bir hafta sonunda
farklı dünyalara sahip bir grup insanın
iç dünyalarına, çektikleri fotoğraflar
sayesinde tanık olduk. Bir sonraki seneyi
beklercesine de ayrıldık...
Bu başarılı projenin gerçekleşmesinde
emeği geçen Thatcher Cook’a, Alex
Downs’a ve tüm Robert Kolej ailesine çok
teşekkürler!
DAMLA CİNOĞLU
n
r
OKULDAN
3
Kampüste Kedi Sorunu
Bu yazıyı, tüm okuyuculardan bir
çözüm önerisi alabilmek için yazıyorum.
Okulumuz şu anda kampüste yaşayan
kedilerle ilgili hassas fakat çözülmesi
çok zor bir sorunla karşı karşıya
kalmıştır.
Sorun kampüste yaşayan kedilerden
birkaçının Mitchell’ın dördüncü katında
haftasonu boyunca kalmış olması
ve hafta başında o odayı kokudan
kullanılamaz hale getirmeleriyle
başlamıştır. Sırf o haftasonu
yüzünden Mitchell’daki halıların
tümü değiştirilmek zorunda kalınmış,
temizlikle uğraşan ağabeylerimiz ve
ablalarımız çok zorlanmış ve okul yeni
halılara oldukça yüklü miktarda para
harcamıştır.
Ardından bir kedinin bir bölüm
ofisine idrar yapmasıyla birkaç gün
ofis öğretmenler için kullanılamaz
hale gelmiş, kampüste yaşayan bir
ailenin bir bireyinin kedi tarafından
çizilmesi sebebiyle kuduz aşısı olması
gerekmiştir.
Aynı zamanda kedilerin aç kaldıkları
tatil haftalarında Arnavutköy’deki
konutlara inerek evlerde yaşayan
kedilere saldırdıkları ve çok vahşi
oldukları gibi şikåyetler yer almaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı okulda
çalışan pek çok insan kedilerden
rahatsızlık duymakta ve onların bu
okulda barınmamaları gerektiğine
inanmaktadır. Fakat aynı zamanda
pek çok insan da bu gibi bir durumun
mümkün olmadığını veya yanlış
olduğunu düşünmektedir.
Okul yönetimi böyle bir noktada çalışan
herkesten çözüm önerileri istemiş fakat
hiçbir çözüm önerisi etkili olmamıştır.
Dolayısıyla okul yönetimi bu kampüste
yaşayan insanların huzurundan ve
sağlığından sorumlu olduğu için
kedilerin okul çalışanları tarafından
beslenmesini yasaklamış; beslenmeyen
kedilerin kendilerine yemek verilen
yerlere doğru göç etmesini umut
etmiştir. Fakat bu çözümün de etkili
olmadığı ve okulda an itibariyle en az
üç tane hamile kedi olduğu gerçeğini
varsayarsak şu anda bu soruna
bulunabilecek etkili bir çözüme ihtiyaç
duyulmaktadır.
Yönetime önerdiğimiz çözüm
önerilerinden biri okulda yapılan bir
serbest kıyafet gününden kazanılan
paranın kedileri kısırlaştırmak ve
okul içindeki nesilleri doğal olarak
tükenene kadar yemeklerini almak için
kullanmak oldu. Fakat kısırlaştırmak
konusunda çok fazla duygusal tepki
olabileceği gibi bir sorunla karşı karşıya
kalınabileceği belirtildi.
O zaman bir serbest kıyafet gününden
kazanılan parayı kedileri beslemek
ve aşılarını tamamlamak için
kullanabileceğimizi düşündük fakat
böyle bir durumda kedi miktarının git
gide artacağını ve pek çok insanın da
okulda kedi beslendiğini bilerek okula
kedi bırakacağı belirtildi.
Derin Arduman
Okula bırakılan kedileri önlemek
içinse okula girerken bagaj kontrolü
yapılmasını önerdik fakat pek çok
insanın bu durumdan rahatsızlık
duyabileceği belirtildi.
Bütün bu sebeplerden ötürü bu sorun
etkili bir şekilde çözülememiştir ve söz
konusu olan sorun iç içe yaşadığımız
canlıların yaşamlarıyla ilgili olduğu
için bence konuşmaya, tartışmaya ve
eninde sonunda çözüm bulmaya değer
bir konudur. Eğer aklınıza herhangi
bir çözüm gelirse ardder.15@robcol.
k12.tr adresine yazabilirsiniz. Bu
noktaya kadar gelmiş tüm okuyuculara
teşekkür ederim.
Lise Live ve Gizli Yüzü
Okulda daha ikinci yılımızın
sonuna gelmemize rağmen Robert
öğrencilerinin gizli yüzlerinin Lise
Live’da çıktığı teşhisini koyduk. Peki,
biz kim miyiz? Biz her Lise Live’da
arkada oturup metal ile kendinden
geçen gençliği şaşkınlıkla izleyenleriz.
Bu okula gelene kadar metal
tutkununu bırak metal dinleyenle bile
karşılaşmamıştık. Gittikçe büyüyen
metalci popülasyonunun okulun büyük
kısmını ele geçirmesinden endişeliyiz.
Bize dönelim, sakin ve metalcilerden
korkan izleyicilere. Aslında o kadar da
küçük bir grup sayılmayız, şaşkınlığımız
zamanla alışkınlığa dönüşmeye başladı
fakat “headbang” bizim için ulaşılamaz
bir seviye. Havada uçuşan saçlar,
çıldırmış hareketler, kendini müziğin
derinliğine kaptırmış olan insanlar.
İlk yarıdan kalan mutluluğumuz
bu sahneyle beraber yok oluyor.
Gittikçe çıldıran müzikle beraber biz
de mahvoluyoruz. Arkamıza sessizce
Haziran 2014
yaslanıp “hadi bakalım” deyip derin
bir iç çekiyoruz. Sahne önünde oluşan
karmaşayı inceleyince insanlar
tekrar üçe ayrılıyor. Arkadaşlarının
zoruyla çekilmişler, olayın bir parçası
olma çabası içinde olanlar ve gerçek
metalciler. Tabi bir de geriye yaslanmış
ve bu durumu izleyen bizler varız. Yıllar
içinde, büyüdükçe insanların bu dört
kategori içinde gidip gelebileceğine
inanıyorum. İtiraf etmeliyim ki bizler
de ilk yılımızda o sahnenin önünde bir
Köprü
Selin Deldağ
şeyin parçası olmak çabasındaydık.
Kim bilir belki seneye biz de gerçek
metalcilere adam kaybedeceğiz.
Lise Live bize her ne kadar da sadece ilk
yarıda ilginç gelse de metalcileri izleme
zevkini asla kaybetmeyeceğiz. Belik
Headbang’i asla çözümleyemeyeceğiz
fakat o akşamın zevki hiçbir okul
gecesine değişilmez.
4
SÖYLEŞİ
Engin Yetkin’le Röportaj
Köprü: Tarih öğretmeni olmayı
planlamış mıydınız?
Engin Yetkin: Tarih öğretmeni olmayı
planlamamıştım ama tarih derslerini
severdim, ama coğrafya, felsefe ve
sosyoloji derslerini de çok severdim.
Hatta coğrafyada daha başarılıydım
diyebilirim, belki hala öyleyimdir. Tarih
öğretmenliği biraz tesadüf çokça da
güzide sınav sistemimizin bir armağanı
oldu diyelim. Ama yirmili yaşlarımda
iyi ki tarih okumuşum dedim hala da
öyle diyorum. Fakat ben tarihi lisede
ve üniversitede öğrenmedim, evet
belki metodoloji, paleografya gibi tarih
disiplininin gereklerini, altyapısını
üniversitede aldım ancak benim
tarihe olan sevgim okulların ya da
devletin bana öğrettiklerini unutmaya
çalışmamdan sonra başladı. Zamanla
da bir tutkuya dönüştü aslında. Bana
öğretilen Resmi/ideolojik tarihi
sorgulamaya üniversitede başladım
ve hala da devam ediyorum. Resmi
tarihi eleştiren, alternatif bir tarih
okuması sunan kitaplarla başladı bu
sevgi aslında. Dolayısıyla tarih benim
ilgimi tarih bölümünde okurken
yani sonradan çekmişti. Ancak
üniversite sınavında daha çok siyasal
bilimler, uluslararası ilişkiler gibi
bölümleri kazanmayı hedefliyordum.
Matematiğim biraz kötü olduğu
için çok iyi yapamadım; ve daha alt
tercihim olan tarih bölümüne girdim.
Ama sonradan gördüm ki aslında
sosyal bilimler alanı çok geniş ve her
disiplinin kendine ait bir alanı olsa da
felsefe, sosyoloji, hukuk, siyaset bilimi
ve tarih bilimi birbiriyle yakından
ilişkili alanlar. Eğer eleştirel ve geniş
spektrumlu bir okuma alışkanlığınız
varsa size okutulan derslerin çok
ötesinde bir düşünsel formasyona
sahip olabiliyorsunuz. Önemli olan
da zaten temel altyapıyı kurduktan
sonra okumalarla ve zihin pratikleriyle
her alana nüfuz edebilmek. Son
yirmi otuz yılda displinlerarasılık gibi
düşüncelerin önem kazanması da
bunu gösteriyor bence. Yani bir tarihçi
temel bir hukuk ve siyaset bilimi
bilgisine sahip olmak zorunda artık. Ya
da bir hukukçu Roma tarihini, Yunan
polisini ya da İngiliz parlamentarizmini
bilmeden yasaların doğası üzerine
derinlikli bir tahlil yapamaz. Doğru
değerlendirme yapmak zihinsel retorik
ya da yöntemsel mantıkla olduğu kadar
toplumların gelişimini de incelemekle
yakından alakalı bence. Tarih okurken
çok disiplinliliği keşfetmem tarihe
olan bakışımı ve sevgimin rengini de
değiştirdi dolayısıyla. Sonuç olarak
sosyal bilimci olmaya çalışmak tarihçi
için başlangıç noktasıdır diyebilirim.
Konuya dönersek nasıl başladığımın
ötesinde tarih öğretmenliği yapmak
beni zamanla çok mutlu etti. Hep
iyi okullarda, iyi çocuklarla çalıştım.
Bana kalırsa bu, herhangi bir mesleği
yapmaktan daha güzel. Çünkü
belli bir yaştaki çocukların tabula
rassa zihinlerinde bir iz bıraktığını,
bir insanın hayatında daha önce
bilmediği bir pencere açabildiğini,
bakış açısını değiştirebildiğini görmek,
herhalde insanın yapabileceği yegane
güzelliklerdendir diye düşünüyorum.
Kısacası tarih öğretmenliği biraz
şapkadan çıkmış gibi oldu ama şimdi iyi
ki de olmuş diyorum.
K: Tarihe olan ilginizin nedeni
nedir peki?
E.Y.: Tarihe olan ilgim lisedeyken
başarılı olduğum birkaç dersten
birinin tarih olmasına dayanıyor.
Lisede kafamda kesinlikle üniversite
okumalıyım dışında çok şekillenmiş bir
hedef yoktu. Dediğim gibi rastlantılarla
tarih okusam da bu dala olan asıl
sevgim üniversitenin son yıllarında
başladı. Farklı bakış açıları, farklı tarih
ekolleri ve farklı bir kültür çevresiyle
karşılaştım. Üniversite, akademik
temelle birlikte kültürel bir fırsat
sunduğu için okunmalı zaten. Hem
resmi olarak devletin bana anlatmış
olduğu tarihe, hem de çevremizden
duyduğum kahramanlık ve mitlerle
örülü tarihe hep eleştirel bakan bir
tarafım vardı. Fakat bunu bilimsel
bir temele oturtmam üniversitede
mümkün oldu. Bu bağlamda
tarihi “insanın toplumu yeniden
keşfetmesi” olarak düşünmüşümdür
çoğunlukla. Ancak bu yeniden keşif
bir çok parametreyle birlikte anlam
kazanıyor. Zira içinde yaşadığınız
toplum, kimlikleriniz ve eğitiminiz
geçmişe bakışınızı şekillendiriyor. İşin
içine, bence daha da önemli olan,
devletin makbul vatandaş yaratma
çabası girince çerçevesi önceden
çizilmiş bir insan tipi ortaya çıkıyor.
Bunu değiştirebilmek zor olduğu için
geçmişi yeniden keşfetmek daha da
önemli hale geliyor bence. Çünkü
Köprü
modern devletlerin sözde modern
vatandaşları ayrımcılığı, ötekileştirmeyi
ve yabancılaştırmayı farkında olmadan
küçük yaşlardan itibaren benimsiyor
ve içselleştiriyorlar. Sonuçta iki dünya
savaşı, bu dönemlerdeki otoritertotaliter rejimler ve her zaman yeniden
yaratılabileceğini düşündüğüm faşist
ideolojiler ortaya çıkıyor ama daha
korkunç olanı insanların bunları normal
kabul etmeleri oluyor. İşte bu noktada
tarih bilimi ve okullarda okutulan
tarih dersleri çok kritik bir yerde
duruyor. İdeolojiden arındıramadığımız
tarih bilimini evrensel bir vatandaş
tipi yani çokkültürlülüğe inanan,
farklı kimliklere saygılı, eleştiren,
sorgulayan, barışçıl bir insan modeli
yaratabilmek için kullanabiliriz.
Ben tarih derslerinde bu tipolojinin
yaratılabileceğini düşünüyorum.
Üniversitenin bana katkısı da bu
oldu aslında. Aynı zamanda siyasal
tarihin ötesinde, toplumsal ve kültürel
tarihin de önemli olduğunu gördüm.
Tarihin aslında padişahların ne yiyip
içtiğinden ziyade; dönemin işçisinin,
köylüsünün ne yiyip içtiği, nasıl
yaşadığıyla ilgilenen insan temelli
bir yüzünün de olduğunu gördüm.
Yani sadece kralların, padişahların,
aristokratların tarihi değil; burjuvazinin
tabi küçük olanların, proletaryanın,
dönemin sıradan insanının da tarihi
artık yazılıyor ve çok satabiliyor. Tarihin
öbür türlüsü bana çok sıkıcı gelmiştir
zaten hep. Hani hep sizlere de anlatılan
resmi, siyasal-askeri tarih çok basma
kalıp gelmiştir bana. Örneğin 29 Mayıs,
1071, 1453 İstanbul’un fethi gibi belirli
tarihlerin; “Fatih’in oğlu Beyazıt’tır,
onun kardeşi Cem Sultan’dır.” gibi ezber
bilgilerin sürekli öğretiliyor olması
bence kötü bir tarihçiliktir. Ben de bu
ekolden gelsem de bunun eleştirisini
yapmışımdır, sosyal ve kültürel tarihin
de renkli, insanda ufuk açabilecek
bir yönü olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca bir konu kapitalist bir zihniyetle
mutlaka parlatılarak sunulmamalı
insanlara. Ama insanlarda bir heyecan
uyandırmak önemli bence. Bu anlamda
tarih öğretmeni olmak bana bir avantaj
sağladı çünkü akademisyen olarak
belli bir alana yönelmek zorundasınız.
Fakat öğretmen olduğunuzda uygarlık
tarihi, devrimlerin tarihi, Avrupa, ilkel
insan, yerel kabileler gibi pek çok
farklı konu öğretebiliyorsunuz ve tabi
Haziran 2014
Elif Ece Acar
ki de öğrenmeye devam ediyorsunuz.
Elbette bunu yaparken yüzeysel kalma
tehlikesi var uzmanlaşamamanın.
Ancak insanın hikâyesi olarak tarihe
bakıldığında toplumu ve insanı
yeniden keşfe çıkmak ve yeni yayınları
takip etmek beni heyecanlandırıyor.
K: Resmi tarihe mesafeli
durduğunuzu söylediniz ama
derslerde işlenen müfredatta
resmi tarihe uyma zorunluluğu
var. Bunu nasıl dengeliyorsunuz?
E.Y.: Öncelikle resmi tarih dediğimiz
şey, tarihin yanlış anlatılması değil,
eksik ya da ideolojilerle örülerek ve
taraflı anlatılmasıdır. Resmi tarih
evet ideolojik bir alandır, ama bunun
karşısına çıkan da ikincil bir resmi
tarih olmamalıdır. Gerçekleri, zor
hatta imkansız olsa da objektif ya
da en azından evrensel değerlere ve
bilimselliğe uygun biçimde yazmak ve
anlatmak kaygısı güdülmelidir. Ben
derslerimde resmi tarihi anlatıyorum
ama kayda değer – temeli olan
alternatif bilgi-değerlendirmeleri
ve sorgulanması gereken alanları da
vurgulıyorum. Böylelikle bir denge
sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken
provokatif bir dil kullanmıyorum.
Benim tarzım bu değil çünkü. Resmi
tarihe karşı çıkan, alternatif tarihe
de eleştirel bir bakış getiren tarafım
vardır.Bu durumu Cumhuriyet
tarihi üzerinden örneklendirebiliriz.
Cumhuriyet tarihini – Osmanlı tarihini
anlatırken basma kalıp bilgiler vardır
ve bunlar sorgulanmadan yıllar
boyunca kuşaklara adeta ezberletilerek
zihinlerinde yer etmeye çalışılmıştır.
Örneğin cumhuriyetin ilk döneminin
anlatımı (1920-1925) bir tarih anlatımı
değil bir devrimin benimsetilmesi
çabasıdır. Hem bu dönemde hem de
1908-1913 arasında yaşanan, oldukça
hareketli siyasal yaşam görmezden
gelinir, önemsenmez. Yaşananlar,
olaylar tek adam merkezli olarak
anlatılır. Halbuki her iki dönem
Türkiye’de daha sonra olmayacağı
kadar demokrasi mücadelesinin
yaşandığı, yelpazenin her tarafından
bir çok siyasal partinin, gazetenin,
propaganda ve yayının faaliyet
SÖYLEŞİ
gösterdiği yıllar olmuştur. Mete Tunçay
Hoca’nın bu dönem için çok güzel
bir tespiti vardır: “1920-1925 arası
siyasal tarihimizdir. 1925’ten tek parti
iktidarının sona erdiği 1950 yılına kadar
olan dönem ise artık idare tarihidir.”
der. 1925’ten sonraki dönemde
liberal, özgürlükçü ve demokratik bir
atmosfer artık yoktur. Tabi bu duruma
devrimin zoraki de olsa benimsetilmeye
çalışılması, Osmanlının yıkılışına tanıklık
eden asker-siyasetçilerin tekrar böyle
bir durum yaşamak istememeleri,
jakoben bir tarzda da olsa modern
bir toplum ve ulusal bilince sahip bir
yurttaşlar topluluğu yaratmak gibi
gerekçeler neden olmuştur. Bu dönemin
anlatılmasına kaynaklık eden eserler
Nutuk, Türk Tarih Kurumunun veTürk
Dil Kurumunun 1930’lardaki yayınları,
dönemin Kemalist akademisyenlerinin
yayınları ve devlet adamlarının
söylevleri olarak sıralanabilir. Bunlar
ortaöğretimde ve üniversitelerde
okutulan müfredata kaynaklık etmiştir.
Orta öğretimde bunun adı “İnkilap Tarihi
ve Atatürkçülük” üniversitede “Atatürk
İlkeleri ve İnkilap Tarihi” dersleri
olmuştur. Bu dönemde yaşananlar
tek adam merkezli ve onun çok
yakınında yer alanlarla sınırlandırılarak
anlatılmıştır. Devrime katkıda bulunan
daha geniş çevreler göz ardı edilmiş
veya yeterince önemsenmemiştir.
Tabi Atatürk’ün tartışılmaz otoritesi
ve karizması da döneme damgasını
vurmuştur. Ancak bu dönemi,
yüceltilmesi gereken bir devrim
tarihi olarak değil de siyaset bilimi,
hukuk, siyaset felsefesi gibi alanların
kavramlarıyla karşılaştırarak, bilimsel
temelli ve akıcı bir dille anlatmak
cumhuriyet tarihimizi çok daha renkli
ve ilgi çekici hale getirilebilir. Ayrıca
öğrencilerin her zaman serzenişte
bulundukları bir konu olan 1938
sonrasını da tarih derslerine dahil
etmek Cumhuriyetin devam ettiğinin
ve 1938’den beri sürekli geliştirilmeye
çalışıldığının da anlatılması bakımından
önemlidir bence. Son dönemde böyle bir
dersin konması güzel bir başlangıç olsa
da devrim sonrasının nasıl anlatılacağı
sadece devrim güzel olmuştur diyen
öğretmenlerin, üzerinde çokça çalışması
gereken bir probleme dönüşmüştür.
Bu dönem sorular ve tartışmalarla lise
öğrencisine de açılan bir alan olmalı
bence. Mesela Siyaset tarihi olarak
incelendiğinde neden 1923-46 arası
seçimler iki dereceli ve açık oy gizli
sayım esasına göre yapılmış, egemenlik
nasıl millette oluyor bu durumda,
çekinceler nedir, CHP vesayetçi ise
yani geleneksel toplumdan modern
topluma geçişte bir köprü vazifesi
görmüşse neden savaş sonrası 1946
yılını beklemek zorunda kalmıştır,
Naziler savaşı kazansaydı yine de çok
partili yaşama geçilecek miydi, her ne
kadar spekülatif olsa da sorulmalıdır
bence.Mesela Resmi tarihimiz 1925
(Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası)
ve 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası
deneyimlerini başarısız çok partili
hayata geçiş denemeleri olarak anlatır.
Halbuki Fethi Okyar liderliğindeki,
muvazaa da olsa, Serbest Cumhuriyet
Fırkası 1930’da İzmir de büyük
coşkuyla karşılanmış, yapılan
mahalli seçimlerde teşkilatlanmasını
tamamlayamamasına rağmen 502
belediyeden 22 tanesini kazanmıştır.
CHP’nin devletle eşdeğer olduğu
o dönemde bu önemli bir başarı
olmuştur aslında demokrasi
bakımından ancak dönemin siyasal
elitleri SCF’ye olan ilgiden rahatsız
olmuşlar ve kapatma – tasfiye
sürecini başlatmışlardır. Resmi tarihin
öne sürdüğü gibi çok partili hayata
geçiş başarısız olmamış aksine
halktan büyük ilgi görerek başarılı
olmuştur. Ama kimse bu başarısızlık
söyleminin sorgulamasını yapmaz. Bu
objektif bir tarih değerlendirmesidir.
Kesinlikle Atatürk ve arkadaşlarına
yönelik bir değerlendirme olarak
algılanmamalıdır.
K: Arkadaşlarınızla öğrenciler
hakkında konuşur musunuz ?
E.Y.:Tabii, öğrenciler hakkında
konuşuruz, çay içip kısır yer ve
dedikodu yaparız. Tek tek değil tabii
spesifik olaylar üzerinden konuşuruz.
Buradan bir şey çıkmaz size!
K: Robert’de öğrenci olsaydınız
neler yapardınız. Hangi dersleri
alırdınız ? Nasıl bir öğrenci
olurdunuz ?
E.Y.:Robert’de öğrenci olsaydım
Türkiyeci mi Amerikacı mı (ben
Türkçü ve Batıcı tasnifini daha isabetli
buluyorum çünkü kimse doğuya
Çin’e ya da Hindistan’a gitmek
istemiyor) olurdum bilmiyorum. Burası
öğrencilere bir sürü fırsat sunuyor.
Ben sinema dersi alırdım mesela,
ASL dersi alırdım mutlaka. Sayısal
dersleri alsam da başarılı olamazdım
Haziran 2014
muhtemelen. Tiyatro alırdım sanırım,
sahne arkasında yerim olurdu,
sahneye çıkamazdım, utanırdım. Bu
dersler sosyalleşme ve iletişim kurma
açısından geliştirici olurdu. Bu alandaki
çekingenliğimi yenmeye yardımcı
olurdu diye düşünüyorum. Sahne
ışıkları altında olmaktan çok olayların
dışında kalarak incelemeyi tercih eden
bir mizacım var.
K: Sessiz kalarak gözlemci olmanın
yararları ne sizce ?
E.Y.: Çok konuşarak hata yapma riskini
ortadan kaldırıyorsunuz mesela. Bu
biraz da yapıyla alakalı.
K: Futbolla da alakalısınız...
E.Y.: Fanatik bir Barcelona taraftarıyım.
K: Türkiye’den bir takım var mı ?
E.Y.: Türkiye’den bir takım tutuyorum
ama o bende kalsın.
K: Bazen sınıflarda “Ben
Katalan’ım.” diyormuşsunuz ?
E.Y.: Öyle espri ile söylediğim bir şey.
Oraya kendimi yakın hissettiğim için de
denebilir. Hollanda ekolü total futbolu
seviyorum. Barcelona bence futbol
oynamıyor onlar sanat icraa ediyorlar.
Ama beni asıl bağlayan şey Falanjist
Faşist Diktatör Franco’ya boyun
eğmemeleri oldu. Barça tutkumda
Bask bölgesi gibi Katalonya Bölgesi
ve Katalanların Franco diktasına karşı
tavırları, Franco’nun desteğine sahip
Real Madrid ile rekabeti bunda çok
önemli rol oynadı diyebilirim. Reali
sevmem hiç, keşke hep yenilseler.
Oynadığı futbol önemli ama siyasal
duruşta önemli tabii. Futbol asla
sadece futbol değildir.
K: Nasıl bir öğrenciydiniz ?
E.Y.: Aydın’da okudum. Sessiz sakin
bir öğrenciydim. Sporla hep ilgiliydim.
Derslerine çalışan düzenli biriydim.
Eleştirel, isyancı bir yanım vardı ama
sağlığıma düşkün olduğum için bu
yanımı hiç dışarı vurmazdım. Bir
şeylere aktif katılmayışım, gözlemci
oluşumun bu karakter yapısıyla alakası
var.
Bu durum orta okul ve lisede hep
böyleydi. Muhalif bir yanım vardı ama
bu durum aksiyona geçmezdi.
K: Terakki’den sonra Robert’i nasıl
buldunuz ?
E.Y.: Terakki ve Robert’in arasında
eğitim anlamında bir takım farklılıklar
var. Birincisi; Terakki biraz daha yoğun
milli eğitim müfredatının uygulandığı
bir okul, ama oradaki özellikle sosyal
bilimlerdeki öğretmen arkadaşlarımın
Köprü
5
bazılarıyla resmi tarih eleştirisini çok
yapardık, alanında çok iyi arkadaşlarım
var. Tarih ve Felsefedeki entelektüel
arkadaşlar Terakki öğrencisi için büyük
bir fırsat ve avantaj bence. Şimdi IB
programını keyifle işliyorlar. Burada
ise biraz daha öğrencinin özgürlük
alanlarını açan ders seçimleri var.
Bunların öğrencilerin kendilerini
geliştirmesine katkıda bulunduğunu
düşünüyorum. Terakki’deki ve buradaki
öğrencilerimi seviyorum. Ama temel
farklılıklardan çok benzerlikleri
daha fazla görüyorum. Her iki
taraftaki gençleri de çok potansiyelli
görüyorum.
K: Hayatta vazgeçemediğiniz
prensipleriniz var mı?
E.Y.: Parmakla gösterileyim, sahne
ışıkları bana çevrilsin gibi hülyalarım
olmadı ama disiplinle çalışmak hiç
bırakmadığım bir özelliğim. Bu
dönemde biraz daha içe döndüm
sanki. Hayat işte.
K: İleriye dönük bir planınız var
mı?
E.Y.: Akademik bir çalışma yapıyorum.
Bir doktora tezi üzerinde çalışıyorum.
1923-1960 dönemi arasındaki CHP
ve DP üzerinde olan çalışmamı üçdört senedir bitirmeye çalışıyorum.
Sürekli kaynak taramayı gerektiren,
bol bol gazete, dergi koleksiyonu
karıştırmayı isteyen dolayısıyla vakit
alan bir çalışma. Üzerinde bir takım
düzenlemeler yaptıktan sonra belki
kitaba da dönüşebilir.
K: Vakit ayırdığınız için teşekkür
ederiz…
SÖYLEŞİ
6
Nüket Eren’le Röportaj
Yirmi Altı Senedir Okulumuzda Öğretmenlik Yapan Nüket Eren’le
Hayatı ve RC’deki İzlenimlerine Dair Keyifli bir Söyleşi
Köprü: Nerede doğdunuz, nasıl bir
çocukluk geçirdiniz?
Nükhet Eren: Bandırma’nın
Kuşcenneti köyünde doğdum. Dört kız
kardeşim var. Annem hep “Ön tekerlek
nereye giderse arka tekerlek de oraya
gider.” dediği için kardeşlerime ailedeki
en büyük kız çocuğu olarak hep yol
gösterici olmaya çalıştım. Paylaşarak
yaşadığımız çocuk günlerini
anımsıyorum: Hep aklımda
olan şey bize yetecek kadar
yiyeceğimiz giyeceğimiz
olduğu, bir o kadar da
sevgimiz, kahkahamız
vardı. Güzel bir çocukluktu.
Her kuruş önemli olduğu
için dondurma, sinemaya
gitmek ya da tren yolculuğu
gibi fazladan herhangi
bir harcama gerektiren
her şey bizim için zevk
kaynağıydı, heyecanlıydı ve
de değer verilmesi gereken
bir şeydi. Bu, yaşamım
boyunca belki de en önemli
ilkelerimden birisi oldu.
Güzel günler anımsıyorum
çocukluğumdan. Zira annem
de babam da hep iyi insan
olmamız yönünde öğütlerde
bulundular. İnsanların kalbini
kırmamak, bir yanlış yaptıysak özür
dilemeyi bilmek, insanlara güvenmek
gibi son derece, şimdi düşünüyorum
da, evrensel olan değerleri katmaya
çalışmışlar. Bir laf vardır, “Vatanımız
çocukluğumuzdur.” denilen. Gerçekten
de orada çok büyüyoruz, öğreniyoruz
ve bu bütün yaşamımıza yayılıyor, diye
düşünüyorum.
K: Küçük kız kardeşleriniz ön
tekerleği izlediler mi peki?
N.E.: Evet, gerçekten de ön tekerleği
izlediler. Babamın ekonomik durumu
çok iyi değildi ama hepsi en azından
liseyi bitirdi. Kardeşlerimin hepsi de
çalışıyor.
K: Hiç unutamadığınız
çocukluğunuza dair hatıralar var
mı?
N.E.: Esasında birçok var. Bir tane muz
varsa biz onu beş parçaya ayırarak
yemeyi bilebiliyorduk. Bu önemli
bir şey. Hep örnek rol model oldum
kardeşlerime ama hızlı, telaşlı, biraz
atılgan bir yapım oldu hep. Adeta
yürümeyen, koşan bir çocukluk
hatırlıyorum ilkokul çağlarında.
Esasında ben solağım, bir keresinde
Uysal bize hep arkadaşlığın ne
kadar önemli olduğunu vurgulardı.
Halen görüştüğüm, paylaştığım,
konuştuğum, dertleştiğim ilkokul
arkadaşlarım var ve bu gerçekten
büyük bir zenginlik benim için.
İlkokulda da, ortaokulda da, lisede
de, genellikle kütüphane ve gezi
kollarında aktif rol alırdım. O zaman
okul bahçesinde saklambaç oynarken
düşüp sağ kolumu kırınca, ki o zamana
kadar sağ elimi kullanmam yönünde
yönlendiriliyordum evde, o kırığın
tedavisi uzun sürdü ve doğal olarak sol
elimi kullanmaya devam ettim. Her
ikisini ortaklaşa çalıştırarak, büyük bir
maharetle kullanabiliyorum. Kolumu
kırdığım bu olay, ailede “ivecen”
lakabını almama yol açtı. Şu anda
çocukların sokaklarda, bahçelerde
oynama şanslarının olmaması beni çok
üzüyor. Biz çocukluğumuzu doya doya
bahçelerde oynayarak, koşarak yaşadık.
O beton bloklar arasında değildik. Bu
büyük bir şanstı sanki.
kulüpler yoktu, kollar vardı, hatta
kolumuza pazu bantları takarlardı.
Bunları annelerimiz dikerdi. Kendimi
çalışan bir öğrenci olarak hatırlıyorum.
Okuyan, seyahat etmekten zevk
alan bir insanım. Bunun temelleri de
sanırım o kollar içindeki çalışmalar
oldu. Kütüphane kolunda neler
yaptığımızdan bahsetmek gerekirse;
okulun kitapları vardı, dışarıdan
kitaplar da gelirdi. Okuyarak,
okuduğumuzu arkadaşımıza da
önererek, birlikte tartışarak, sonra
okuduklarımız üzerine hayaller kurarak
zamanımızı geçirirdik kütüphane
kolunda. O zamanlar, “Arkası Yarın” diye
tiyatro oyunları olurdu. Onları dinlerdik.
Konuşan kişilerin kıyafetlerini, dış
görünüşlerini hayal ederdik. Bugün
düşündüğümde senaryo yazmaya
benzer bir çalışma yapıyormuşuz.
K: İlkokul ve lise yıllarınızdan
bahseder misiniz?
N.E.: İlkokula altı yaşındayken
başladım. İlkokul hocamız, Hatice
Köprü
Haziran 2014
Tayis Arslan
Zaten son zamanlarda
arkadaşlarımızla geriye dönüp
baktığımızda bu yapılanların ne kadar
naif, ne kadar masumca, ama bir o
kadar da hayal gücümüzü geliştirici
çalışmalar olduğunu görüyoruz.
Kimse bize öyle yapın, şöyle yapın
diye yönlendirmeden kendiliğinden
oluveren şeyler. İlkokul yıllarıma dair
en çok hatırladıklarım
bunlar benim. Lisede
ise, Ethem Er adında bir
tarih öğretmeni vardı.
On altı yaşındaydım ve
Ethem Er’in anlattıkları,
bize kazandırmaya
çalıştığı perspektifi
sanki fark etmişim gibi.
Şimdi düşündüğüm
zaman çok erken bir
karar almışım. Daha on
altı yaşındayken tarihe
büyük bir hevesim,
merakım oluşmuş.
Ethem öğretmenin
geldiği zamanlar
liselerde genel ilk
çağ tarihiyle ilgili
dönemler öğretiliyordu.
O dönemlere ait biraz
daha sempatim var
gibi. Bütün insanlık
uygarlığının temellerinin ortaya çıktığı
zamanlar çünkü o dönem. O dönemin
devamında nasıl bir süreç izledi,
kültürler birbirleriyle nasıl etkileşti gibi
soruların peşinde koşarken buldum
kendimi. Öğretmenlerin bu anlamda
hayatımızda büyük rolleri olduğunu
düşünüyorum. Daha sonrasında
üniversiteye gittiğimde genel olarak
sosyal bilimler okuyup tarihe yöneldim.
K: Üniversitede sosyal bilimler
okuyup tarihe yüksek lisansta
yöneldiğinizden bahsettiniz.
Nerede yaptınız yüksel lisansı,
tezinizin konusu neydi?
N.E.: Yüksek lisansıma Boğaziçi’nde
başladım. Toefl’larla, İngilizce’yle
cebelleştim bunun için ama
yoruldum da. Sonra lisansımı “Türk
Eğitiminde Yabancı Okullar” başlığı
SÖYLEŞİ
altında İstanbul Üniversitesi’nin
tarih bölümünde tamamladım.
Hem öğretmenlik, hem yatakhane
amirliği, hem öğrencilik, hem de çocuk
yetiştirme kaygılarım olduğu için bu
tezi tamamlamam uzun sürdü. Robert
Kolej’de 1987-1988’de öğretmenliğe
ve yatakhane amirliğine başladım. O
sırada Alaz, kızım, yedi yaşındaydı.
(Alaz’ın ne demek olduğunu sormam
üzerine “Ateşin ilk alevi demek.” diyor
ve gülerek ekliyor “Üç öğrencim doğan
kızlarına benden duyduktan sonra Alaz
ismini verdiler .” 20’li yaşların merakıyla
uzun araştırmalar sonucu bulmuşlar
bu ismi.) Alaz’la birlikte yatakhane
amirliğim sayesinde burada birlikte
büyüdük diyebilirim.
Yüksel lisansta zaten 1-2 sene master
konularını almak sürüyor. Ben o sırada
yatakhane amirliği ve öğretmenlik
yaptığım için bu dönem benim için
daha uzun sürdü. Okulu tanıma çabası
içerisindeydim, yabancı okullar benim
hiç bilmediğim bir koydu. Okuldaki
farklılıklar çok ilgimi çektiği için tez
konumu da yabancı okullar üzerine
yapmak istedim.
Danışman hocam, Toptamış Ateş onay
verdi, çünkü esasında Ermeni meselesi
de çok çalışmak istediğim bir konuydu.
Ona biraz iltilaflı olabilir, şu anda
seni çok zorlayabiliriz, dedi Toptamış
Hoca ve yabancı okullar konusuna
odaklanmamı önerdi. Ben de nasıl olsa
ileride doktora yapacağım, Ermeni
meselesini de o zaman çalışırım, dedim.
Siyasi bilimler bölümünde doktoraya
başladım. İkinci kez Toefl’a benzer KPDS
sınavı gibi bir şey karşıma çıktı, onu
aşmak için çok uzun süreler İngilizce
çalıştım. Sonra bu doktora hayalimi
emekliliğe bıraktım, emekli olunca
doktora tezimi tamamlayacağım.
K: Peki Türkiye’deki yabancı
okullarla diğer okullar arasında
ilk gözünüze çarpan farklılıklar
nelerdi?
N.E.:Robert’te çalışmadan önce yedi
sene devlet okullarında öğretmenlik
yaptım. Önce Kenan Evren, daha
sonra ise Kadıköy Anadolu’da çalıştım.
Yabancı okullarda daha özgürlükçü bir
ortam, öğrencilerin perspektiflerini
genişletici ve yaratıcılıklarını teşvik
edici bir eğitim programı var. Çalışmaya
başladıktan sonra beni Robert’te en
çok etkileyen başka bir nokta ise planprogram ve organize olma. Okuldaki
ilk zamanlarımda iki toplantıya
geç kaldıktan sonra hemen ajanda
edindim, yirmi altı senedir de hiç
yanımdan ayırmadım ajandamı.
sene ise Sürdürülebilir Yaşam Kulübü’nü
açtım. Günümüz insanların sorunlarını
birebir ele alan bir kulüp. Bu sene kısa
bir aramız oldu, ama seneye devam
edeceğiz. Ekolojik sisteme müdahale
K: Yirmi altı senelik Robert Koleji
etmezse insan, doğa kendini yeniler.
serüveniniz boyunca ders dışı
Çeşitli ilaçlar ve kimyasallar kullanarak
aktivitelerde nasıl roller aldınız?
çevreye çok fazla müdahale ettiğimiz
N.E.: İlk senelerimde Sinema Kulübü’nü için yağışların azalmasını, kuraklık ve
kurmuştum, çünkü öğretmenlikten
susuzluğu tecrübe ediyoruz. Bütün
sonra hemen yatakhane amirliği
bunlar karşısında farkındalık yaratma
görevim başlıyor ve dışarı çıkmak çok
amaçlı videoların izlendiği ve interaktif
zorlaşıyordu. Orada en az seksen kız
tartışmaların yapıldığı bir kulüp.
öğrencim vardı ve hepsi gerçekten
de çocuklarım gibiydi. Onlarla
K: Okulumuzun öğrenci profili
çalıştığınız seneler boyunca nasıl
beraber, küçük gruplar oluşturarak
bir değişim gösterdi?
AKM’ye gidip sinema izlemek zaten
N.E.: Değişim kaçınılmaz. Türkiye’deki,
yapageldiğimiz bir şeydi. Dedim ki
dünyadaki değişimlere paralel olarak
bunu bir kulüp haline dönüştüreyim,
öğrenci profilleri de değişti elbette.
okuldan öğrencilerim de katılsın. O
En büyük kırılma noktası, sekiz yıllık
sene “İstanbul Kanatlarımın Altında”
eğitimin başladığı dönemde bizim
filmi vardı. O filmi beraber izleyip
ortaokula değil de liseye öğrenci
tartıştıktan sonra öğrencilerle birlikte
almaya başlamamızdı. Okul Anadolu’ya
sanat yönetmeni ve oyuncuları okula
davet etmiştik. Cidden çok etkili başka açıldı, Anadolu’dan daha çok öğrenci
aldı. Onlar kendi yerel değer ve
işler ve kulüplerin doğmasına yol açtı
kültürlerini de taşıdılar. Belki kendileri
bu kulüp. Sonra Oscar Filmleri Kulübü
başta biraz zorlandı. O dönemde
gibi başka başka kulüpler türedi.
ben yatakhanede değildim, birebir
Aslında benim amacım okul saatleri
gözlemleyemedim. 2000’li yıllarda
dışında da öğrencilerimle beraber
olabilmekti. Bunun uzun vadede başka böyle bir değişime tanıklık ettik.
Okulda daha büyük bi
kulüplere yol açması hoşuma gitti.
Sonra Bowling Kulübü’nü kurmuştum. r çeşitliliğe yol açtığı için uzun vadede
bunun olumlu bir değişim olduğuna
Başka bir öğretmen ona devam etti,
inanıyorum.
ben başka işlere yoğunlaştım. En
önemli aktivitelerimden biri de bu
okulda en az yirmi dört sene Kasımpaşa K: Öğrencilerinize nasıl
yaşamalarını tavsiye edersiniz?
Çocuk Esirgeme Kurumu’yla çalıştım.
Sizin için mutlu bir hayat ne ifade
Oradaki çocuklara yılbaşı partileri
düzenlemek, onları sinema ve tiyatroya ediyor?
götürmek, okula çağırıp onlarla platoda N.E.: Dürüstçe. Ne olursa olsun
dürüstlükten sapmadan. Kararlılıkla.
piknik yapmak gibi çeşitli faaliyetler
Ben bütün ömrümün yarısını Robert
yaptık. Bunları daha çok hafta
Lisesi’nde geçirdim. Çok çalıştım,
sonları yatılı öğrencilerimizle birlikte
severek çalıştım. Ancak çok çalışırsan
hazırlardık ve hâlâ devam eden bir
faaliyet bu. Artık oradaki çocuklar da iş yıldızlara ulaşabilirsin. Ütopya
güç sahibi olmaya başladılar. Bir deniz mı oldu pek? Belki gökyüzündeki
kabuğu kurtarmak gibi aslında bu. Tabii yıldızlara ulaşamadım. Ancak gerek
tarih dersleriyle gerek yaptırdığım
ki onları destekleyen başka insanlar
mikro çalışmalarla – aile projesi, eski
var. Bir tanesinin gelişimine birebir
tanıklık ettim. Şu an ressam oldu. Bizim eşyaların tarihini araştırma, çeşme
ve kiliseye bakma gibi- öğrencilerin
okulda yemekhanede yaptığımız hem
merak etmesini, yaşayarak görerek
eğlenme hem de matematik öğretme
öğrenmelerini sağladığıma
amacı güden bir faaliyette balığın
inanıyorum. Yıldızlara ulaşamasam
kuyruğu üçgen, kendisi elips diyerek
da yıldızlar kadar bana enerji veren,
bu parçaları renkli elişi kâğıtlarıyla
güzellik katan binlerce öğrencim
birleşmelerini istemiştik. Bu süreçten
çok etkilendiğini söylemişti bana. Fark oldu. Bu yüzden çok şanslı olduğumu
düşünüyorum. İşimi çok severek
yaratan bir çocuğun yaşamındaki o
yaptım. Yansıması da bir dolu yıldız
küçük dokunuş beni çok etkiledi. Bu
Haziran 2014
Köprü
7
oldu bana.
K: Son olarak paylaşmak
istediğiniz başka bir şey var mı?
N.E.: İnatçı kırlangıçlar (hayattaki
çalışkan insanlar gibi düşündüğüm)
yuvalarını çamurdan yaparlarmış. Bu
çocukluğumdan gelen bir hikâye. Eğer
kararlı ve çalışkan olursan hayatta
yapmak istediklerini gerçekleştirebilir
mutlu olurken mutlu da edersin.
Hem bu hikâyeyi hem de yıldızlarımı
Nisan’da doğacak ikiz torunlarıma
büyürlerken anlatacağım günlerin
hayaliyle...Sevgiyle…
Bu keyifli söyleşi için Köprü Gazetesi’ne
zaman ayırdığınız için çok teşekkür
ederiz.
SÖYLEŞİ
8
Mr. Jones’la Röportaj
İlk sorumuz kütüphane ile ilgili
olacak. Geçen sene öğrencilere
kütüphanede radikal değişiklikler
yapılacağı söylenmişti. Hatta
öğrenciler arasında kütüphanede
Cafe Nero açılacağı gibi bir söylenti
bile dönüyordu.
Sonraki soru.
O zaman şöyle soralım. Seneye
kütüphane ile ilgili ne gibi
planlarınız var?
Geçen bahar bayrak töreninde sizlere ne
gibi planlarımız olduğunu sunmuştuk.
Törende neden bahsettiysek onları
yapmayı planlıyoruz. Hiçbir şey
değişmedi. Değişen tek şey geçen
sene planları uygulayabilmek için izin
almaktı. Bilmiyorum Robert Kolej ile
alaklı bunun farkında mısınız ama
Öte yandan kitap sayısı düşürüldü.
Kütüphaneden eksilen kitapların
başına ne geldi?
Tahminen dünya üzerindeki tüm
kütüphanelerde olan şey. Her
kütüphane bir noktada artık
kullanılamayacak kitapları çıkarmalıdır.
Bir Shakespeare her zaman kullanılır
tabii. Ama ya bir bilim kitabı? Beş
sene. O kadar. Çünkü sürekli değişiyor,
özellikle fizikte. Çoğu bilim üzerine
kitap ve tabii ki birçok başkası
çıkarılmak zorunda kaldı. Mesela Pascal
Programcılığı üzerine bir kitabımız
vardı. Pascal Programcılığını bilmenize
imkan yok çünkü kimse bunu 1985’ten
beri kullanma gereksinimi duymadı.
Dolayısıyla, bir öğrenci bilgisayar
programcılığının tarihi üzerine yazmak
vermenin anlamı yok. Çoğu kitap
öğrencilere satıldı. Bazı kitaplarsa
bağış programları aracılığıyla başka
okullara gönderildi. Yaşadığımız bir
problem, özellikle ders kitaplarıyla
alakalı, kitapların İngilizce olmasıydı.
Hele bazı kitapların kapakları ve
sayfaları kopuyordu çünkü işin
aslı yirmi senedir kimse onları açıp
kullanmamıştı. Eğer kütüphaneyi
incelerseniz yaşadığımız bir problem de
kaloriferlerden kaynaklanıyor. Rafların
arkasından gelen soğuk hava ve daha
sonra kalöriferden gelen sıcak havayla
beraber kitaplar iyice yıpranıyor. Bu
aslında bir kitabı alıp soğuk suya batırıp
sonra da ısıtmak gibi bir şey. Kitaba ne
olacağını tahmin edebiliyorsunuzdur.
Bazı kitap raflarının arkalarının durumu
yapmak istediğimiz her şeyi anında
gerçekleştiremiyoruz. O yüzden uzun
süre bekledik ve ne yazık ki beklenen
izin zamanında gelmedi. Geçen yazdan
faydalanma imkanı kalmayınca bir
bütün sene daha beklemek zorunda
kaldık.
Ne zaman başlayacaksınız?
Bu yaz başlamayı planlıyoruz.
Yapmamaız gerekenleri görmek için
yapmanız gereken tek şey kütüphaneyi
gözden geçirmek. Camlar eskimiş,
çatlıyorlar. Halılar 180 yaşında olmalı.
Rafların üzerlerinde lekeler var. Her şey
değiştirilmeli.
istemezse bu kitabı tutmanın anlamı
nedir? Her sene kütüphanemize 1500
yeni kitap ekliyoruz. Güncel, ihtiyacımız
olan kitaplar. Peki ya eski olanlara
ne yapmalı? 10 sene sonra eklenen
kitaplar 15000 kitap eder. Eski kitapları
nereye koyacaksınız? Sonuç olarak, her
kütüphanenin yapması gerektiği gibi,
ki ne yazık ki bu yöntem daha önce
bu okulda uygulanmamaktaymış, her
sene 1500 kitabı çıkarmalıyız. Başka ne
yapılabilir ki?
Peki bu kitaplar nereye gönderildi
?
Eğer işe yaramazlarsa onları bir yere
gerçekten çok kötü durumda.
Kütüphane ile ilgili planlarınızın
dışında okulla ilgili başka
planlarınız da var mı ?
Bildiğim kadarıyla herkes kantinden
şikayet ediyor. Dolayısıyla kantin ile
ilgili bir değişime gidilmesi gerektiği
ortada. 1000 kişilik bir okulumuz
ve sadece 300 kişinin sığabileceği
bir kantinimiz var. Fakat öte yandan
okulda 1000 kişiye yetecek büyüklükte
bir alana sahip değiliz. Bu konuya bir
şekilde çözüm bulmalıyız. Board’un
kesin onay vermediği konular hakkında
konuşmak istemiyorum; çünkü sonra
Köprü
Haziran 2014
Cafe Nero gibi söylentiler çıkıyor açığa.
Dolayısıyla bu konuyla alaklı detaylı
yorum yapmak anlamsız. Ama benim
veya Robert Koleji tanıyan herhangi
bir kimsenin kantinin yeterli olduğunu
savunması imkansız. Bir çözüm
bulacağız; fakat daha ne olduğunu
bilmiyorum. Çünkü Board daha hiç bir
şeye karar vermedi.
Robert Kolej’de değişime gitmeye
çalışırken geleneksel yapının
size engel olduğunu hissediyor
musunuz? Bir öğrenci olarak
bu duruma örnek AP Language
dersinin finali olarak gerçek AP
sınavına girilmemesi. Dünya
çapındaki okullarda çoğunlukla
AP’den alınan not final notu olarak
değerlendirilirken biz AP’ye ek
olarak bir de okulda da
yönetmelik yüzünden
finale girmek durumunda
kalıyoruz.
AP sınavına sene sonunda
girilmesiyle alakalı hiçbir
ülkede bir kural yok.
Dolayısıyla o konuyla
alakalı yapılabilecek bir şey
yok. Fakat daha önceden
konuştuğumuz problemler,
mesela kütüphane ya da
kantin. O konularda herkes
bir değişikliğe gidilmesi
konusunda hem fikir.
Tek yapmanız gereken
şey kütüphaneye gidip
mobilyalara bakmanız.
Parçalanıyor, çoğunlukla
kırıklar ve eskiler. Rafların
arasında öğrencilerin
kulanamadığı alanlar var.
İçinde duramayacağın,
rahat edemeyeceğin
bir kütüphanenin içinde kitap
bulunmasının anlamı ne?
Kütüphanenin yeteri kadar verimli
kullanılamamasının bir nedeni de
rafların çok kısa olması. Eğer ortada
duran rafların boyunu iki kata
çıkarırsak öğrencilerin kullanabileceği
alan miktarını da iki kata kadar
arttırmış oluruz.
Gündemde olan bir başka konu ise
finaller. Finaller hakkında genel
olarak düşünceleriniz nelerdir?
Finallerin geleceği benim kararım
değil. Bu tamamen bölüm
başkanlarının sorumluluğunda.
SÖYLEŞİ
Dolayısıyla bu konu hakkında yorum
yapmam doğru olmaz, ki bu konu
hakkında bir fikrim bile olamaz zaten.
Ben bu durumda önemli bir konumda
değilim çünkü finaller MEB’in kararıyla
bölüm başkanlarına bağlı halde.
Seneye yeni gelecek öğretmenleri
biliyor musunuz?
Onları çoğunlukla bizzat kontrol
ediyorum. İki bacakları ve iki kolları
var. Yürüyebiliyorlar, konuşabiliyorlar,
bunlar benim iyi bir öğretmende
olmasına sevindiğim özellikler. Şaka bir
yana, bence hepsi eğlenceli, ilgi çekici,
karakter sahibi insanlar. İstediğiniz
öğretmen doğrultusunda bir ideale
sahip olabilirsiniz. Ama bu ideal
sizin o insanı bulacağınız anlamına
gelmez. Benim yaptığım seçeneklerim
arasından en iyilerini seçmek ve bence
şu ana kadar gayet başarılıydık.
Peki öğretmen seçme süreci nasıl
işliyor?
Duruma göre değişiyor. Temel olarak
işe aldığımız dört insan tipi var.
Biri emekli olacaksa onların işten
ayrılacağını biliyor oluyorum. Genellikle
altı ay önceden haberim oluyor. Altı ay
önceden öğretmen adayları aramaya
başlıyoruz. İnternet sitesine ilan
koyuyoruz, ajanslarla konuşuyoruz ve
CV’leri teker teker okumaya başlıyoruz.
İkinci ihtimal bir öğretmenin sene
başında gelecek öğretim yılında
yanımızdan ayrılacağını haber vermesi.
Bu haber bana genellikle Aralık
ayında gelir ve bu durumda işlemleri
hızlandırırız. Üçüncü yaptığımız şey
ise meslek fuarlarına katılmak. Bu
fuarlara katılmaya Londra’ya veya
Boston’a gidiyorum. Bu fuarlara 100
tane okul ve tahmini 800 öğretmen
gelir. Ben de teker teker öğretmen
listelerini incelerim, aradan en çok
beğendiklerimi sıralarım. Onları
benimle konuşmak için davet ederim
ve Kolej hakkında detaylı bilgi veririm.
Genelde söylediklerimi duyunca
etkilenirler. Aradığımız dördüncü
tip öğretmen ise Edebiyat bölümü
öğretmenleri, bu tahmin ettiğiniz
gibi daha farklı oluyor. Sonuçta
uluslararsı bir arayışa girmiyoruz,
ülke içinde çalışıyoruz. Bu durumda
bazen gazetelere ilan veriyoruz ya da
internet sitesine yazıyoruz. Bazen ise
hali hazırda okulumuzda çalışan bir
öğretmenin önerdiği biri olabiliyor. Bu
öneriler çoğunlukla güvenilir oluyor.
Öğretmen adaylarıyla sizden başka
tanışan var mı ?
Skype yapıyoruz, bazen de okula
davet ediyoruz. Adayla iletişimimiz
zamanla kısıtlı. Eğer aramaya Eylül’de
başlıyorsanız bir sürü seçeneğiniz var.
Skype yapabiliriz, okula çağırabiliriz,
teacherclass yapabilirz. Fakat eğer
yabancılarsa teacherclass yapamıyoruz
doğal olarak. Öğretmenin nerde
olduğuna göre değişir yani süreç.
Seneye ASL 2 öğreteceğinizle
alakalı söylentiler duyduk.
Bu Cafe Nero söylentisinden de kötü.
Ama gerçek mi?
Belki. ASL 2 almak istediğinize emin
misiniz?
Evet, kesinlikle!
O zaman ben de ASL 2 öğreteyim.
Gerçekten, eğer çok büyük bir değişikli
yaşanmazsa seneye ASL 2 dersini
öğreteceğim.
Bu dersi öğretmeyi neden
istediniz?
Çünkü çok sevdiğim bir ders. Eğer sizin
yaşınızda olsam almak isteyebileceğim
bir ders. Ne yazık ki ben bu ders için
üniversite yıllarımı beklemek zorunda
kaldım, zaten aldığımda da aşık oldum.
Üniversiteye tam anlamıyla bir fenci
ya da matematikçi olarak girmiştim ve
sonra ASL 2 gibi dersleri keşfetmeye
başlayınca, bu tip dersler benim
tutkum haline geldiler.
Acaba ASL2’i nasıl öğretmeyi
planlıyorsunuz?
Öğrencileri çok ama çok yoracağım.
Hayır… Ama bundan bahsedemem.
Bir gazete aracılığıyla bir dersi nasıl
işleyeceğimden bahsetmem bir
hayli garip olur. Ama Mr. Hays ve
Mr. Hummel ile görüşüp bu dersin
misyonunu öğrenmeye çalışacağım.
Çok güzel bir ders fakat genellikle
son sınıflar bu dersi seçiyor. Onların
da bazıları Türkiyeci ve ikinci dönemi
çoğunluğunda okulda olmuyorlar.
O problemi şimdi Film Lit dersini
öğretirken de yaşıyorum.
Robert Kolej’de öğrenci olsaydınız
ne yapardınız?
ASL 2 alırdım… Kesinlikle o
sweatshirtlerden giyerdim! Demek
istediğim benim lisedeyken giydiğim
şeyler bunlardı (üzerindeki takım
elbiseyi gösterir). Tabii ki tam olarak
bunlar değil, yanlış anlamayın liseden
beri kıyafetlerimi değiştirdim. Aslında
çok değişik bir soru bu. Çünkü kendimi
hem Türk hem Robert Kolej’de hem
de tekrar on altı yaşında hayal etmem
Haziran 2014
lazım. Tahminen ilk yapacağim şey
oldukça kötü şiirler yazmak olurdu
edebi dergiler için. Bu şiirlerin konusu
da en son ayrıldığım kız arkadaşım
olurdu. Bu hataya tekrar düşeceğime
eminim. Aslında bilemiyorum.
Çünkü hangi yetişkine tekrar on altı
yaşında olmak isteyip istemediklerini
sorsanız ilk başta kesinlikle, “evet”
derler. Çünkü eskiden yaptığı hataları
düzeltmek isterler. Fakat beş dakikanın
sonunda, kafa yorduktan sonra
“hayır” diyecektirler. Öğrenci olmak
istemeyeceğim bir okulda öğretmen
olmak istemezdim zaten. Almak
istemeyeceğim bir dersi de öğretmek
istemem. Şöyle yansıtayım, Robert
Kolej’i ideallerimdeki, gitmek istediğim
okul haline getirmeye çalışmıyorum,
zaten bu okulun bir Amerikan Futbolu
takımı olurdu. Ama tabii ki Kolej’i
gitmek isteyebileceğim bir okul haline
çevirmeye çalışıyorum. Tahminen
burada öğrenci olsam kendi lisemde
yapamayacağım şeyler yapmak
isterdim.
MUN’e katılır mıydınız mesela?
Hayır, aslında. Nedeni de karakterimin
zaten geliştiremediğim taraflarıyla
uğraşmak isterdim. MUN lise yıllarımda
benim için akşam yemeğinde masada
tartışmak demekti. O yemek masası,
babam ve kardeşlerim benim kişisel
MUN’im, münazara takımım ve
EYP’imdi. Ama benim lisemin resim,
müzik ya da drama dersleri yoktu. O
yüzden heralde o dersleri almaktan
başlardım. Karakterimin o yönlerini
geliştirmeye bakardım. Büyürken
bir şeye sahip olmadığınızda bunu
fark edemiyorsunuz. Liseye giderken
her lisenin benimkisine benzediğini
düşünürdüm.
Türkiye’de bulunduğunuz süre
zarfında neler öğrendiniz? Ne gibi
deneyimleriniz oldu?
Yeterli değiller. Hâlâ Türkiye hakkında
bilgi edinmek için hevesliyim. Biri
bugün bana hava durumu tam da
politika gibi, dedi. Sonra da başka biri,
hayır tam tersi politika hava durumu
gibi, dedi. Böyle şeyleri anlamak, hele
de eğer yabancıysanız, çok uzun zaman
alıyor. Fransa’da etrafta olup biteni tam
olarak anlayabildiğimde beş senedir
orada yaşıyordum. Ondan önce bilgim
arkadaşlarımın, televizyonun ve başka
insanların anlattıklarıyla sınırlıydı.
Dolayısıyla siyasi açıdan anlamam
bayağı uzun sürecek. Kültürel açıdan
Köprü
9
ise burada gerçekten çok rahatım.
Burada bulunmaktan keyif alıyorum.
Sivas, Zara’ya geziye mesela. Katıldığım
gezilerin hepsinden çok etkilendim.
Buradaki en güzel anılarımdan biri
Samsun, Tekkeköy’de bir grup tütün
işçisiyle sabahın sekizinde kahve
içmekti. Okul müdürü, projeye
katılanların aileleriyle tanışmak ister
miyim, diye sordu. Ben de kesinlikle
dedim. Küçük bir kasaba olduğu için
herkes birbirini tanıyordu zaten. O
hayatımda içtiğim en güzel kahveydi.
Daha sonra fark ettim ki süt inekten
geliyordu.
Evet burada süt içerken o ayrıntıyı
hiç farkedemiyoruz!
Ama eğer bir turistseniz öyle anlara hiç
dikkat etmezsiniz. Türkiye’yi tanıyıp
anlayabilme şansına eriştiğim için
çok ayrıcalıkla ve şanslı olduğumu
hissediyorum. Eğer bir tursit olsam
Zara’da durur muydum? Tahminen
hayır çünkü elimdeki tatil rehberi
orada hiç bir şey olmadığını söylerdi.
Fakat asıl o bölgelerde insanların
nasıl yaşadıklarına tanık oluyorsunuz.
Zara’da kafasına beyaz takke takan bir
adam vardı. Onu her sabah görürdük
ve belki seksen yaşındaydı. Üzerine
üstüste dört tane mont giyerdi ki
biz sabahın sekizinde bile incecik
tişörtlerle olurduk. Adamın neden her
sabah orada olduğunu merak ettim.
Karşıdaki restoranda, her sabah iki saat
dururdu. Ve beklerdi, geçen insanlara el
sallardı. Ben bunu harika bir şey olarak
görüyorum. Emekli olmasına rağmen
çevresiyle alakadar ve bağlı kalmak
onun için çok önemliydi. Herkese
selam verdikten sonra da yirmi beş
metre ötedeki kahvehaneye oturur ve
dinlenirdi. Bu çok özel bir durum. Böyle
anlara ne İngiltere’de ne Amerika’da
tanık oluyorsunuz. Çocuklar dahil
herkes ona geri selam verirlerdi. Sosyal
sorumluluğun o bölgede ne anlama
geldiğini bu şekilde anlıyorsunuz.
Peki, sevmediğiniz şeyler var mı?
Ciğer. Yemek olan… Evet, bazı insanlar
bayılıyor bazısı da nefret ediyor. Ve
birgün şefimiz Bilal ile konuşurken
büyük bir hata yaptığımı fark ettim.
Bana yemediğim hiçbir şey olup
olmadığını sordu, ben de olmadığını
neredeyse her şeyi sevdiğimi söyledim.
Sonra hatırladım, ama her şey için
çok geçti. Bana bir gün ciğer verdi.
Her neyse… İstanbul trafiğini
sevmiyorum.
10
Biz çok seviyoruz! (Bir kahkaha
atar):
Aslında, oldukça etkilendim çünkü
Türkler’in trafik içerisindeki davranışları
neredeyse şu zamana kadar
bulunduğum tüm ülkelerden daha
iyi. Eğer bu trafik New York’ta olsaydı,
hergün yolun ortasında birçok ölü insan
olurdu. İnsanların agresifleşebildiğini,
yol kesip hile yaptıklarını biliyorum ama
kimse arabasından çıkıp dövüşmeye
başlamıyor. Yani… Çoğu zaman.
Emekli olduğunuzda nasıl
hatırlanmak isterdiniz?
Aman Tanrım. Hiçbir fikrim yok.
Üzerinde düşünmek bile istemiyorum.
Biz de bu soru hakkında
düşünüken aynı şeyi söyledik,
müdür olsak bu soruyu duymak
istemezdik!
Bu soruyu cevaplamak için nereden
başlamam gerektiğini bile bilmiyorum.
Acaba okulumuzdaki kültür düalizmi
hakkında ne düşünüyorsunuz? İngilizce
derslerinde ağırlıklı bir Batı kültürü
baskınken Türkçe olan derslerde
oldukça köklü bir Doğu kültürü var.
Bence bu büyüleyici bir şey. Ben hiçbir
düalizmin olmadığı pek çok uluslar
arası okulda çalıştım. Hatta bundan
da kötü bir şey var o okullarda. Hiç
İspanya’da yaşamamış İspanyol
çocuklarla konuşabiliyorum. Aileleri
Çin’de yaşamış, Amerika’da yaşamış;
bu çocuklar aslında kim olduklarını
bile bilmiyorlar. Onlara sorulduğunda
İspanyol olduklarını söylüyorlar.
“Neresinden?” diye sorulunca ise “Ben
hiç İspanya’da yaşamadım.” diyorlar.
Bu çocuklar umutsuzca herhangi bir
kimliğe tutunmaya çalışıyorlar. Burayı
büyüleyici yapan şey ise insanların
kimliğini oluşturan bir Türk kültürü var,
içinde yaşayabilecekleri belirgin bir
norm var fakat istedikleri zaman bir
adım atıp yaşayabilecekleri neredeyse
bir Amerikan lisesi gibi olan başka
bir dünya var. Ben film&lit dersimi
örneğin Şikago’da öğreteceğim
gibi öğretiyorum. Hiç fark yok. Ve
bir öğrencinin bu farklı dünyaya
girebilmesi… bir anlamda sihirli.
Buna benzer bir sistemin olduğu
çalıştığım başka bir okul ise Paris’teki
Lycee International. Onların yaptığı şey
ise şöyle: matematik, fen veya beden
eğitimi gibi dersler Fransızca ve herkes
birlikte. Sonra eğer Japon’san Japon
bölümüne, Amerikalı’ysan Amerika
bölümüne, Alman’san Alman bölümüne
SÖYLEŞİ
gidip Almanca dil, edebiyat ve tarih
öğreniyorsun. Bu bölümlerde öğreten
öğretmenler de o milletten geliyor
oluyor. Bu da oldukça etkileyici bir
model. Tabiki, Robert Kolej’de böyle bir
şey yapamayız ama düşününce biz de
bunu aslında iki farklı dünya arasında
yapıyoruz; Lycee International ise 12.
Ve öğrenciler de bunu çok seviyorlar
çünkü “İsveç’te de olabilirdim.”
gibi hissediyorlar. O dünyayla bir
bağ kuruyorlar. Bu sistem oldukça
olağanüstü.
Okulumuzda dersi olmayan
pek çok AP konusu var. Örneğin
“Karşılaştırmalı Devlet” veya
“Dünya Tarihi”. Bu konular aslında
müfredatımızda bulunmayan
pek çok önemli başlıklar içeriyor.
Acaba bu derslerin okulumuzda
verilmeye başlanması hakkında ne
düşünürsünüz?
Teorik olarak, ben o derslerin hepsini
beğeniyorum. Mesela belki AP Sanat
Tarihi ya da AP Ekonomi gibi dersler
sunabiliriz. Bu derslerin hiçbirine karşı
çıkmam. Gerçekten iyi konular bunlar,
o yüzden AP konularılar. Bununla
ilgili en büyük problem öncelikle
MEB’in bir dersi onaylaması gerekiyor.
Bu süreç ise yaklaşık 2 yıl sürüyor.
İlk AP ders kitaplarını ve bilgilerini
Türkçe’ye çevirmek sonra da kabul
etmelerini ummamız gerekiyor. Fakat,
ben bu sürecin içerisine girmeye ilgi
duyuyorum. Bunu bana soran ilk
insanlar değilsiniz ve ben de bunu
pek çok farklı kişiyle konuştum. Eğer
gerçekleşirse Robert Kolej için heyecan
verici olacağını düşünüyorum.
Bizim kültürümüzün de
başlı başına tek olduğunu
söyleyemeyiz; pek çok etnik grup
ve farklı kökenlere dayalı bir
kültür. Acaba okulumuzun Kürtçe,
Lazca gibi diller öğretme gibi bir
düşüncesi var mı?
Şu anda yok.
Kıyafet yönetmeliği hakkında ne
düşünüyorsunuz?
İnsanların saygılı bir şekilde giyinmesi
gerektiğini düşünüyorum, buradaki
yönetmeliğin de berbat olduğunu
düşünmüyorum. İstanbul’da
öğrencilerin giydikleri kıyafetlere
bakarak hangi okulda okuduklarını
bilebiliyoruz; farklı üniforma tipleri var.
Fakat bizim öyle bir üniformamız yok.
İnsanların giydikleri kıyafetlerin bir
saygı konusu olduğunu anlamalarının
Köprü
önemli bir ders olduğunu
düşünüyorum. Fakat herkesin
bir kravat giymesi gerektiğini de
düşünmüyorum, ya da elbise giymeleri
gerektiğini düşünmüyorum. O yüzden
aslında, oldukça geniş seçeneklerimiz
olduğunu düşünüyorum. İlginç bir
şekilde çocuklara giyim konusunda
seçim sunulduğunda genelde kot
ve tişört giymeyi seçiyorlar. Ve bu
fikrimi de pek çok kişiye söyledim;
eğer seçeneklerimizi çok rahat ve
çekici yapsak bir sorun kalmayacak.
Öğrencilerin ne kadarı sweatshirt
giyiyor? Yarısı gibi. Bayrak töreninde
baktığımda yarıdan biraz daha
fazla insanın sweatshirt giydiğini
görüyorum. Bu harika bir seçimdi.
Yapmamız gereken insanlara çekici
gelen başka seçenekler bulmak.
Örneğin poloları geliştirebileceğimizi
düşünüyorum. Ve, çekici seçenekler
sunmak için yapabileceğimiz pek çok
minik şey olduğunu düşünüyorum.
Acaba okul ruhu hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Hakkında daha pek çok şey
yapılabileceğini düşünüyorum.
Öğrenci Birliği’nin Harry
Potter’daki “Slytherin”,
“Hufflepuff” gibi bir “Ev Sistemi”
fikri vardı.
Ev Sistemi! Evet çok yararlı olabileceğini
düşünüyorum.
Çünkü homegrouplar hakkında
pek çok şikåyet var. Pek yararlı
olmadığını ve zaman kaybı
olduğunu düşünen çok insan var.
Benim homegroup’uma gelmelisiniz!
Biz Starbucks’a gidiyoruz, birlikte
yelken yapıyoruz…
Ne kadar da güzel… (Bir kahkaha
atar):
Sadece şaka yapıyorum. Homegroup
sistemi daha çok genç. Sorunun
bir parçası da böyle bir geleneğin
olmaması. Ne öğrenciler ne
öğretmenlerin böyle bir deneyimleri
yok. Çok güçlü homegroup programları
olan okullarda bulundum ve oldukça
farklı; oradaki öğrenciler çok istekliler,
söylediğiniz şeyin herkes için geçerli
olup olmadığını bilmiyorum ama
orada gerçekten çok farklıydı. Fakat
bunda etkili olan bir etken oradaki
programın yıllardır orada bulunması.
Öğretmenlerin de “Bunu yapmayın,
bu zaman şunu yapmak için güzel bir
zaman” diyebilecek kadar deneyimleri
vardı. Fakat bu benim çok sevdiğim
Haziran 2014
bir sistem olan “Ev Sistemi”’nden
farklı bir konu. Ne zaman 1000 küsür
kişinin olduğu kadar büyük bir okul
olsa insanlara bağlanabilecekleri
farklı kimlikler vermen gerekiyor.
Ve insanlar da bunu seviyorlar.
Takım sweatshirtlerine bir bakın.
Hepsi farklı renkteler, kimse onlara
bunu yapmalarını söylemedi; onlar
kendilerini bir grup olarak tanımlamak
istediler. “Ev Sistemi” de 1000 kişiyi alıp
pek çok farklı gruba bölüyor. Ki bu da
okul ruhunu arttırabiliyor. Çalıştığım
pek çok farklı okulda evler vardı ve
güçlü bir ruh vardı. Dolayısıyla bu fikri
hoş karşılıyorum fakat uygulamak
uzun bir tartışma süreci gerektirir.
Fakat ben tamamen olması gerektiği
tarafında olurum. Hatta kendi kendime
renk ve ev isimleri bile düşünmüştüm.
Belki evler Türkiye tarihinden belli
başlı insanların isimlerini alabilir…
Bilin ki, bu fikir yeni değil. Pek çok
öğretmen bu konuda konuştu; Ms.
Halıcıoğlu’yla bu konuda konuştuk…
Fakat, homegroup sistemini başka bir
şeyle daha bu sistemi tam anlamadan
değiştirmek istemeyiz… Ama mesela
düşünün. 10’uncu sınıflar voleybol
ünitesini işliyorlar. 6 haftalık ünitenin
sonunda Mavi Ev’in Kırmızı’ya karşı;
Kırmızı’nın Beyaz’a; Beyaz’ın Mavi’ye
karşı maç yapması güzel olur.
Evler de farklı sınıflardan olabilir.
LP ve L11ler veya farklı sınıflar bu
sayede konuşma ve birbirleriyle
iletişim kurma, deneyimlerini
aktarma şansı bulurlar.
Evet, Ev Sistemi’nin işe yaradığı
okullarda bu sistem sadece spor veya
ruhla ilgili olmuyor. Pek çok boyutu
oluyor. 9’uncu sınıftayken 12. sınıf bir
abla veya abin oluyor; arkanı kollayan
veya herhangi bir sorunu cevaplayan
kişi oluyor bu. 9’uncu sınıflar ise
12. sınıfa gelip kendi küçük kızları
veya oğulları olmasını sabırsızlıkla
bekliyorlar. Evet… güzel bir fikir
olduğunu düşünüyorum. Ruh yaratmak
için doğal bir motor olduğunu
düşünüyorum.
Pekiyi ya okuldaki teknoloji
kullanımı hakkında ne
düşünüyorsunuz? Öğrencilerin
teneffüslerde bilgisayarlarıyla
uğraştıklarını görünce üzülüyor
musunuz?
Bunun hiçbir yaşta sağlıklı olduğunu
düşünmüyorum. Bu konu hakkında
yakında insanlara ulaşacak bir anket
SÖYLEŞİ
yapıyoruz. O zaman bu konudaki
düşünceler hakkında daha çok bilgi
sahibi olacağız. Benim kendi fikirlerim
var ama bu fikirler açıkçası pek de
önemli değil. Ben 115 öğretmen
arasından sadece bir öğretmenim.
Eğer 114ü “Çok güzel.” diyorsa ve
ben “Çok kötü.” diyorsam benim
fikrim çok da önemli olmuyor.
Dolayısıyla, bu benim öğrencileri
ve öğretmenleri dinlemem gereken
bir alan. Kendi homegroup’umdan
bazı geri bildirimler aldım ve aynı
zamanda rehberlik bölümünden de
geri bildirimler aldım. Öğretmenlerle,
velilerle, öğrencilerle yaptığım bir
seans oluyor. Onlara: “Eğitimin geleceği
nedir?” diye soruyorum ve çok kısa
bir süre içinde insanlar teknoloji
konusuna yöneliyorlar. 15 dakika
sonra ise bu tartışma hep karşılıklı
etkileşim, insan etkileşimleri, fikirler
gibi teknolojiyle hiçbir bağı olmayan
konulara dönüşüyor. Dolayısıyla
teknolojiyle bu konuyu karıştırmak
ve eşit olduklarını düşünmek asıl
sorun. Eğer teknoloji bu gibi şeylere
yardımcı olacaksa kullanılmalı eğer
olmuyorsa kullanılmamalı. Bu konu
benim bir sınıfımda da ortaya çıktı. Bir
tür isyan vardı sınıfta. Sonra bu konu
üzerine konuştuk ve asıl eğitimden ne
beklediğimize; nasıl olması gerektiğine
vardık. Tabii bu 2001 yılında oldu.
Ben okulda sınıfı bilgisayarlarla dolu
olan üç öğretmenden bir tanesiydim.
Deneyerek ve yanılarak öğrendim,
neyin işe yaradığını, neyin kötü
olduğunu bu şekilde öğrendim. Bu
konuda hem öğretmenlerin hem
öğrencilerin eğitime ihtiyacı var.
Belki bilgisayar yerine daha limitli
olan tabletler olabilir…
Evet, tabletlerin bir sonraki nesil
olacağını düşünüyorum. Herkes
tabletler hakkında konuşuyor. Ama
bilmelisiniz ki pek çok iyi yanı da var.
Ben üniversitedeyken çok ünlü bir
öğretmenin felsefe dersine girerdim.
Öğretmenimiz o kadar sofistike
düşünüyordu ve o kadar yoğundu
ki bir not bile alamıyordum. Dediği
her şeyi takip etmem gerekiyordu.
Öğretmenimin adı Terry Eagleton’dı;
neo-marksist, post-feminist
düşüncelerle yaşayan… her
neyse; onu gerçekten takip etmem
zaman eğlenceli kılardı. Hem sosyal
medyayı yaygın kullanması hem de
öğrencilere “Evladım!” diye hitap
etmesi Aydemir Hoca’yı öğrencilik
yıllarımızda ayrı bir köşeye koydu.
Kendisini hem daha iyi tanıyabilmek
hem de bizim yaşlarımızda nasıl bir
öğrenci olduğunu öğrenebilmek için
çok keyifli bir söyleşi yaptık. Ben
dinlerken çok eğlendim, umarım
sizde okurken çok eğlenirsiniz.
Köprü Gazetesi: Çok yaratıcı
kravatlarınız var. Aralarından
en sevdiğiniz hangisi ve
nerelerden alıyorsunuz?
Aydemir Doğan: Kravatlarıma
pek bir harcama yapmıyorum.
Çok pahalı kravatlar almamaya
çalışıyorum. Kravat seçimi
konusunda eşim de yardımcı
oluyor. Nereden alıyorum? Belirli
bir mağaza yok aslında nereden
denk gelirse. Kuru kafalı olanı ise
en sevdiğim.
Köprü Gazetesi:
Öğrencilerinize en çok
söylediğiniz sözlerden
bazıları “kızım”, “oğlum”
veya “evladım”. Bu sözlerin
arkasında belli bir neden var
mı?
Aydemir Doğan: Evet bazen
kullandığım oluyor. Belli bir
hikâye yok ama tabii ki bunların
arkasında öğrencilerimi sevmem
ve benimsemem yatıyor.
Köprü Gazetesi: Hayatınızın
dönüm noktası nedir?
Aydemir Doğan: Zor bir soru
ama birkaç şey söylenebilir:
Üniversiteyi bitirir bitirmez
İstanbul’a gelmem, eşimle
11
gerekiyordu ve üniversitedeydim
yani hayatımın en zeki zamanlarıydı.
Dersleri 55 dakika sürüyordu. Ben
neredeyse her dersinin ilk 36-37
dakikasını hatırlıyorum fakat
sonrasında onu tamamen kaybettim.
Onu takip edecek kadar konsantre
olamazdım. İhtiyacım olan şey, o dersin
kaydedilmesiydi; böylece eve dönünce
koptuğum noktaya geri dönebilirdim.
Teknolojiyle bu gerçekten inanılmaz.
Yani böyle küçük şeylere teknolojinin
yardımı oluyor.
Evladım!
Tam olarak üç sene önce Aydemir
Hoca’yı Robert Kolej’deki ilk Türkçe
öğretmenim olarak tanıdım. Bizlere
ders boyunca öğütler verir ve dersi her
Haziran 2014
Köprü
Özlem Lal
Tüzman
tanışmam ve oğlumun doğumu
diyebilirim.
Köprü Gazetesi: Peki Aydemir
Hocam, eşinizle nasıl tanıştınız?
Aydemir Doğan: Daha önce çalıştığım
okulda tanıştık. Buraya gelmeden
önce Eyüboğlu Lisesi’nde çalışıyordum.
Beş yıl kadar önceydi. Eşimde oraya
biyoloji öğretmeni olarak atanmıştı.
Aslında Bilkent Üniversitesi’nden aynı
yüksek lisans programından mezun
olmuşuz ama orada yani Ankara’da
tanışmadık. İstanbul’a gelince tanışma
fırsatımız oldu. Okulun ilk dönemi
ben askerdeydim. Döndüğümde yeni
öğretmenlerin geldiğini söylediler tabii
ben de yeni öğretmenlerle tanışmak
istedim! (Gülerek) Onlardan biri de
sonradan eşim olan Funda’ydı. Görür
görmez etkilendiğimi hatırlıyorum.
Daha sonra tanışmak istedim.
Farklı alanlar olsa da bir ortaklık
yakalamaya çalıştım. Sonuçta o biyoloji
öğretmeniydi bense edebiyat. Daha
sonra birbirimizi tanıma imkânımız
oldu ve bir yıl içinde evlendik. Buna ek
olarak 2011 yılında oğlumuz Dağhan
doğdu ve hayatımız farklı bir mecraya
girmiş oldu. Doğum günlerimiz de
tesadüfen çok yakın. Oğlumun doğum
günü 11 Haziran benimki ise 12
Haziran. Sanki sorunun bir kısmı daha
vardı.
12
Köprü Gazetesi: Önceden
hayatınızın dönüm
noktasını sormuştum.
Aydemir Doğan: Yaklaşık
on yıl önce bu okulda Bilkent
Üniversitesi yüksek lisans
öğrencisi olarak staj yapmıştım.
Buradaki ortam ve öğrenci
profili beni etkiledi sanırım ve
bu okulda çalışmak istediğimi
düşündüm. Dolayısıyla bu
da dönüm noktalarından bir
tanesidir.
Köprü Gazetesi: En büyük
hayaliniz neydi veya
nelerdi?
Aydemir Doğan: Zor bir
soru! Çok ütopik hayallerim
olmadı ama mutlu ve huzurlu
olacağım, sürekli heyecanımı
kaybetmeyeceğim bir
hayatımın olmasını istedim
her zaman. Şu an yaptığımız
iş, yani sabah erkenden gelip
akşam dört gibi çıkmak bazıları için
rutin gözükse de aslında her gün
farklı bir heyecan, farklı bir dünya ile
karşılaşıyorum. Benim için her öğrenci
bir dünya. Onlardan çıkan malzeme
farklı bir macera bizim için. Dolayısıyla
şu an içinde bulunduğum dünya bana
büyük bir mutluluk, huzur veriyor. Tabii
insanın hayal dünyası sınırsızdır ve öyle
de olmalıdır. Yoksa bu dünya daha da
yaşanmaz olur.
Köprü Gazetesi: Issız bir adaya
düşseniz yanınıza alacağınız üç şey
SÖYLEŞİ
veya kişi kim olurdu?
Aydemir Doğan: (Gülerek) Öyle bir
yere düşmek istemem!
Köprü Gazetesi: Öğrencilik
hayatınız nasıldı?
Aydemir Doğan: Öğrencilik
hayatımda sınıfın genel olarak
davranışlarıyla ve tavırlarıyla örnek
gösterilen öğrencilerinden biriydim.
Onur kurullarında yer alırdım.
Edebiyata aşırı meraklı değildim. Daha
çok İngilizce ve matematik derslerine
ilgim vardı. Fen derslerini sevmezdim
ama sonradan epey merak sardım. O
zamanlar çok “kitap kurdu” bir insan
Köprü
değildim ama hayata ve olaylara karşı
eleştirel bir yönden bakmayı, insanlarla
iletişim kurmayı seven biriydim.
Sinema ve tiyatroyla ilgilenirdim ve
gözlem yapmayı çok severdim.
Köprü Gazetesi: En çok
korktuğunuz obje nedir?
Aydemir Doğan: Köpek.
Köprü Gazetesi: Öğrencilerinize
son olarak söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
Aydemir Doğan: Hem ülkemizde
hem de dünyada yaşananlara kayıtsız
kalmasınlar ve olaylara eleştirel
bakmayı sürdürsünler.
Haziran 2014
Köprü Gazetesi: Bize zaman
ayırdığınız için çok teşekkür
ederim.
Aydemir Doğan: Ben de size
kolaylıklar dilerim.
SÖYLEŞİ
13
Robert Kolej’de Kızlar Hüküm Sürerken
Bildiğiniz gibi Robert Kolej 150
yaşında. Bu emektar okul 1863 yılında
Bebek’te şu an Boğaziçi Üniversitesinin
bulunduğu binalarda ders vermeye
başladığında bizim sevgili okulumuzun
temeli dahi atılmamıştı. Şu an eğitim
gördüğümüz binalar Robert Kolej’in kız
kardeşi olan Amerikan Kız Koleji olarak
1871’de kurulmuştur ve 1971’de iki
okul birleşerek karma eğitim vermeye
başlayana kadar ACG (American College
for Girls) bir kız okulu olarak Türkiye’nin
pek çok güçlü kadınını yetiştirmiştir.
İçinde bulunduğum RC Sözlü Tarih
Topluma Hizmet Projesi Grubu ile
birlikte son iki buçuk- üç yıldır okul
koridorlarımızın eski sahibelerinin
peşindeydik ve pek çok eski mezun
ile röportaj yapma şansımız oldu.
İsterseniz okulumuzun 150. Yılının
hatırına sizler için seçtiğimiz dört
mezunun anılarından yararlanarak
geçmişe bir yolculuk yapalım ve Kolej’in
o yıllarda nelere şahit olduğunu ilk
ağızdan dinleyelim…
Prof. Dr. Dikmen Gürün, 61’ ACG
mezunu. Doktorasını tiyatro üzerine
yapmış, ayrıca Cumhuriyet Gazetesinde
de tiyatro yazıları yazan bu hanım
Prof. Zehra İpşiroğlu ile birlikte İ.Ü.
Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği
ve Dramaturji Bölümü’nün de
kurucu üyelerinden ve Zehra
hanım ayrıldığından beri de bölüm
başkanlığını yapıyor. Oldukça dolu bir
hayatı olan ve maalesef yaptığı tüm
büyük işleri buraya sığdıramayacağım
mezunumuz aynı zamanda İKSV Tiyatro
Festivali’nin de direktörü.
Kısaca tanıttığım Dikmen Hanım ile
yapılan röportajdan kesitlerimize
geçebiliriz öyleyse:
Köprü: Peki biraz okul
hayatınızdan bahsedebilir misiniz?
Dikmen Gürün.: Kolej’de yatılı
okudum. Yatılı okumanın kuşkusuz ayrı
bir tadı var. Bir de, tabi ki yatakhane
hayatı insanları daha iyi eğitiyor,
hayatla ve alıştığınız düzenin dışında
bir düzenle yüzleşiyorsunuz. Hemen
belirtmeliyim; Türkiye’nin en güzel
okulunda okumak bir ayrıcalıktı. Güzel
bir öğrencilik dönemi yaşadım.
K: Peki okula başlama öykünüz
nasıldır?
D.G.: Annem çok istemişti Kolej’de
okumamı. Onun hayallerinin
okuluymuş ACG. Kendisi burada
okuyamamış ama ne güzel ki ben
okudum.
K: Sizin döneminizde Kolej’in
eğitim sistemi nasıldı?
D.G.: Kıymetli hocalarımız vardı.
Araştırmayı, tartışmayı, kendine
güvenmeyi öğrendik. Bugün belli bir
yere geldiysem eğer, bunda ailemden
sonra bu okulun payı büyüktür.
K: Kolej’de uygulanan disiplin
anlayışı ve uygulanan cezalar
nasıldı?
D.G.: Bir ceza sisteminden söz etmek
yanlış olur diye düşünüyorum. Sadece,
bir Fransızca hocamız vardı ve ben
çok gülerdim derste, o da beni ikide
birde tahtaya kaldırır, arkam sınıfa
dönük bekletirdi. Pek de aldırmazdım
bu cezaya ama “Fransızca’yı o yüzden
tam söktüremedim” diyorum şimdi
soranlara.
K: ACG’de yemek adabı nasıldı?
D.G.: Küçük gruplar halinde oturulan
beyaz örtülü yemek masalarında servis
yapılırdı bize. Beyaz ceketli garsonlar
servis yaparlardı. Bunlar çok önemli
şeyler.
K: İngilizce eğitimi nasıldı, ne gibi
aktiviteler yapılırdı?
D.G.: İngilizce çok iyi öğretilirdi.
Hazırlık sınıfları çok sağlamdı. İki yıl
hazırlık okuduk biz. Orta kısımda
nasıldı sistem bilmiyorum. Lise
1’den itibaren İngiliz/Amerikan
edebiyatını kendi dilinde okuduk.
Biyoloji, matematik, geometri,
felsefe vs. gibi dersler yine İngilizce
okutulurdu. Almanca ve Fransızca
yabancı dil dersleriydi. Tabii Türkçe
edebiyat, tarih, coğrafya derslerimiz de
kuvvetli derslerdi. Sosyal aktiviteleri
destekleyen münazara kolları, tiyatro
kolları da hem İngilizce hem Türkçe
olarak beslerdi gençleri.
K: Dönemin politik ortamının okul
yaşamına etkileri nasıldı?
D.G.: Kolejde alınan eğitim bizleri
yönümüzü belirlemekte özgür bırakan
bir eğitimdi. Belki o gün genel öğrenci
hareketleri içinde yeterince aktif yer
alınmıyordu ama kolejden mezun olup,
yıllar içinde eğitimden, edebiyata,
siyasete pek çok alanda etkin rol
oynayan yazarlardan, hocalardan,
yöneticilerden söz edebiliriz.
K: ACG’yle ilgili aklınızda kalan en
önemli anınızı bizimle paylaşabilir
misiniz?
Haziran 2014
D.G.: Kolej’in Amerikalı müdürünün
benimle yaptığı bir konuşma gelir
zaman zaman aklıma. Dersleri pek
önemsemediğim Hazırlık yıllarımın
sonuna doğru yapılan uzun ve sakin
bir konuşma bana aynada kendime
bakmayı, kendimle hesaplaşmayı,
kendimi sorgulamayı öğretti
diyebilirim. Gençlere karşı anlayışlı,
saygılı ve dost olmak, onlara güvenmek
ne kadar önemli… Ben de şimdi bir
hoca olarak öğrencilerimle ilişkilerimde
hep bu dengeyi tutturmaya, onlara
ne denli güvendiğimi göstermeye
çalışıyorum. Onların ruh hallerini
anlamaya her zaman gayret ediyorum.
------------------------------------------
Prof. Dr. Gürün’e bizimle
paylaştıkları için teşekkür ediyor ve
hemen bir sonraki mezunumuza
geçiyorum. Leyla Batu Pekcan Robert
Kolej ve Bizim Tepe ile ilişkilerini halen
sürdüren bir mezunumuz. Belki bu
yüzdendir ki Kolej hakkında oldukça
ilginç ve ayrıntılı bir röportaj yapılmış
kendisiyle. Ben bu dokuz sayfalık
röportajı özetlerken oldukça zorlandım.
Umarım benim seçtiğim kısımları
okumaktan zevk alırsınız.
Köprü: Disiplin uygulamaları
nasıldı acaba?
Leyla Batu Pekcan: Bilmiyorum şimdi
nasıl ama biz yatılı olarak son senelerde
iki kişilik odalarda kalıyorduk.
İnanılmaz güzel bir şeydi tabi. Ondan
evvelki sene de üç kişilik odalar. İlk
girdiğimiz sene büyük yatakhane tabi.
O yatakhanelerde hem eğlenir hem
de dertleşirdik. Kendi hatıramda da
yazmıştım, güreş etmiştik bir arkadaşla
ki, benim iki mislimdi, çelimsiz halimle,
ben yenmiştim onu! Müthiş eğlenirdik.
Hocalar gelir arada kontrol ederlerdi
tabi. Sonra etütlerimiz vardı, dersimizi
çalışmak için, başka bir sınıfa gidiyoruz,
orada başımızda bir hoca oluyor…
Gece arada yaramazlık yapardık.
Sigara içme yasağı vardı. Pencere
kenarında içer sonra kapardık camları,
koku duyulacak diye ödümüz kopardı.
Okuldan kaçan bir kaç kişi olmuştu o
senelerde sonra çok büyük ceza aldılar
tabii.
Kolej’de de bize çok sosyal olanaklar
tanıdılar; konserler, sınıf erkek
arkadaşlarımızla tanıştırmalar.
Müthiş güzel seneler geçirdik, Tabi o
zaman herkes bize özeniyordu ama
Köprü
Greti Barokas
dedikodular da çıkarıyorlardı. Orada
kızlar çok serbest diyorlardı. Ayrı
bir disiplin vardı. Şimdilerde nasıl
bilmiyorum, gayet sıkı tutarlardı
dersleri, “devamlı quizler” yapılırdı.
Böyle büyük büyük imtihanlar değil
de talebeleri böyle “quiz”lerle her
zaman hazır tutarlardı. Hocalarımızı
çok severdik. Bizim başka Türk
okullarına gitmiş arkadaşlar orada
çok fazla disiplin, baskı olduğunu
anlatırlardı. Hâlbuki Amerika’dan gelen
hocalarımız, yaratıcılığa çok değer
verirlerdi. Mesela kompozisyonlarda
çok değişik şeyler yazarsınız kabul
ederler, ufkunuzun genişlemesine
çok önem verirlerdi, özgür düşünceye
önem verirlerdi.
Elli sene önce böyle olabilmek daha
da mühim bir şeydi. Yani biz kendi
özgürlüğümüzü, kendimize güvenimizi
kazandık. Evlendikten sonra (1960
yılları), gördüm ki hanımların
çoğu toplumda, bir şey söylemeye
çekiniyorlar, kendilerine güvenleri
yok, geri planda kalmayı tercih
ediyorlardı. Şimdi bakıyorum, gene
kolej mezunları, her yerde güvenli, ne
düşündüklerini açıklamaya korkmayan
bireyler.
Birçok bakımdan kolej güven
veren güzel hatıralarımızın olduğu
bir okuldur. Mesela belki o zamanı
anlatmışlardır size. Bizim yemeklerimiz
inanılmaz güzeldi. Beyaz örtüler,
eldivenli garsonlar, fevkalade…
Mösyö derdik biz, adları söylenmez,
mösyö, mösyö. Çok sevdiklerimiz
vardı, hepsi gayet güzel hizmet
ederler ve çok değişik yemekler ama
alafranga yemekler. İnanılmaz güzel
şeyler yerdik. Sabahları da mesela
ben “ponçik”i burada yemişimdir, o
zamanlar Türkiye’de ponçik diye bir şey
bilmezdik.
K: Koleje başlama öykünüz nedir?
Siz kendiniz mi girmek istediniz,
babanız mı istemiş?
L.B.P.: Yok ablam zaten girmişti
Kolej’e. Annem çok titiz ve çocuklarına
çok düşkündü. Ankara’da herkes
çok şaşırmış, nasıl kızını yatılı
verebiliyorsun, diye. Belkıs girdikten
14
dört sene sonra ben de imtihanla
girdim. İmtihan kapılarında bekliyor
anneler, birbiriyle dertleşiyorlar.
Kazandığımız açıklandıktan sonra 3
şubeye ayırdılar, 1. şubede İngilizce
bilenler(aralarında Suna Koçta
vardı) sonra onlar 2.ihzarı(hazırlık)
okumadılar, Orta !’e girdiler. Birinci
sene de 0rta 3’den abla verirlerdi , her
şeyinde yardımcı olsun diye, bana da
ablamı vermişlerdi! Söylenmeyen bir
disiplin vardı, Yani şımarıklık, derslere
girmemek olmazdı. Sizi devamlı hazır
tutuyorlar. Bu arada çok aktiviteler var.
O devirde tiyatro müthiş. Genco, Nevra
Serezli, Engin Cezzar, Çiğdem Selışık o
senelerde yetiştiler. Onların sayesinde
harika piyesler seyrettik. Mesela ben
tiyatro kulübünde idim, Ienesco’nun bir
piyesinde oynamıştım. “Rehearsal”lar
fevkalade idi; hem çok eğlenceli hem
de öğretici idi. Üç kısa piyes bir arada
idi. Ben birindeyim öbüründe de
Tansu Çiller oynuyordu. 1960 yılıydı
sanıyorum, biz hep beraber Ankara
Kolej’ine gittik ve piyesi orada oynadık.
Trende, hatta ilk defa hayatımda
kuşetliye bindim. Talebelerin hepsini
bizim kuşetli olarak götürdüler. O
dönemde yataklı trende seyahat
edilirdi.
Çok güzel günler geçirdik doğrusu. Spor
dersen fevkalade güzel, imkanlar var,
basketbol oynatıyorlar, isteyen tenis
dersi alıyor. Ablamın tenis dersi aldığını
hatırlıyorum, ben almamıştım o
zaman. Platoda dolaşabiliyoruz. bahçe
bir cennet; o zaman için de şimdi için
de… bence böyle bir okulda okumak
müthiş bir şanstı, platoda ozaman spor
sahası yoktu.
K: Kız ve erkek kolejleri arasındaki
ilişkiler nasıldı?
L.B.P.: Gayet iyiydi. Orta birde bizi
sınıf olarak götürdüler, aynı sınıfta
okuyan erkeklerle tanıştırmaya ve her
kız öğrencinin isminin karşılığında
bir erkek öğrenci ismi söyleniyor
ve hepimiz bize kim çıkacak diye
meraktan ölüyoruz. Ben de en kısa
boyluyum, en uzun erkek bana çıkmaz
mı? Gülmekten ölüyoruz. Yanaklarım
kızarıyor, utanıyorum. Orta bir de bizi
tanıştırdılar. Sonradan konserlere
birbirimizi çağırıyoruz; “invite” ediyoruz
yani. RC’de 77 diye büyük bir kostümlü
balo yapılıyor. Onda da sizi kim
çağıracak diye heyecanlanıyoruz. Bir de
Field Day oluyor, RC’de yine. En sporcu
seçilen üç kişi birinci, ikici ve üçüncü
SÖYLEŞİ
olarak en güzel kızı seçiyorlar; kraliçe
ve iki prenses oluyor. Umumiyetle de
sporcuların kız arkadaşları oluyor. “Field
Day” büyük bir hadisedir, kızlar beyaz
elbiseler giyerdi. Bizim de ortaokul
kısım bitirmede de hep beyaz elbise
giydik, fisto modası vardı o zaman.
Lise mezuniyetinde ise daha renkli
elbiseler giymiştik. Çarşamba günleri
yatılılar için Marble Hall’da dans günü
olurdu. Müzik çalar, Kız kıza, “rock
n’ roll”lar yapar ve çok eğlenirdik.
O devirde şimdiki gibi giyim kuşam
bolluğu yoktu. O sırada twin-set
modası çıkmıştı… Herkeste twin set
bir tane varsa bir arkadaşta altı vardı
diye şaşırmıştık. Birbirimizden ödünç
alıyoruz, her şey tahditliydi ki alış-veriş
açısından. Yani şimdi siz hiç yokluk
nedir bilmiyorsunuz. O zaman bir veya
iki ayakkabımız vardı; örneğin Tanca
o zamanın en meşhur ayakkabıcısı
idi. Sonra bir ara da Mahmutpaşa
moda olduydu, orada Karakaş diye
bir mağaza vardı, bütün kolejli kızlar
oradan ayakkabı alınırdı Tanca’nın yarı
fiyatına. O zamanlar bir iyi tayyörümüz,
bir iki elbisemiz ve bir iki ayakkabımız
vardı, ondan fazlası yoktu.
K: Zamanın yabancı öğrencileriyle
aranızdaki ilişkiler nasıldı?
L.B.P.: Bizim farklı ülkelerden ve
dinlerden pek çok arkadaşımız vardı
beraber okuduğumuz. İtalyan olur,
Ermeni olur, Yahudi olur, hiçbir problem
yoktu aramızda. Elli sene evvel hiçbir
problem olmamıştı.
K: Yatılı- gündüzlü ilişkileri nasıldı?
L.B.P.: Şöyle diyeyim size, gündüzlü
ilişkileri pek yoktu. Leyli ve nihari
derdik o zaman. Leyli yatılı demek.
O zaman modası bu işin ve imkan
olduğu için, yüzde sekseni yatılı idi
öğrencilerin. Bebekte falan oturanlar
gündüzlüydü tabii onlar gelirler dersleri
biter giderler. Aynı şubede olmazsanız
hiç görmezsiniz, sonradan benim çok
yakın olduğum arkadaşlarım oldu
ben onları, o zaman fazla tanımazdım
okulda.
Çok güzel hatıralarım var Kolejden,
ama mezun olduktan sonra ailede
kursalar , çalışsalarda Sivil toplum
örgütlerine destek vermeleri gerek.
Türkiyede buna çok ihtiyaç var, ben ilk
mezunlar derneğinde dosyalamaya
bile girdim, Mezunlar Derneği İdare
Heyetine, Annual Giving komitesine
ve sonrada ÇEV’e (Çağdaş Eğitim
Vakfı) girdim19 senedir orada gönüllü
Köprü
çalıiıyorum, sınıfımın ’61 representıtive
lığını da sürdürüyorum..
------------------------------------------
Aslında Leyla Hanım ile
yapılan röportajdan eklenebilecek
daha pek çok ilginç parça var ama ben
artık üçüncü mezunumuza geçmezsem
bu yazı gazeteye sığmayabilir. Sıradaki
mezunumuz Mine Taşçıoğlu Topaloğlu,
Kolej’de sadece öğrenci değil, aynı
zamanda çalışan da olmuş. 1961
yılında mezun olduktan sonra, ilk önce
Robert Akademi’nin Kayıt Bölümünde
çalışmış, ardından kampusun
Arnavutköy’e taşınmasıyla da 1981
yılına kadar Lise Ofis’te çalışmış. Bir
süre başka bir yerde çalıştıktan sonra
1990’da Robert’e dönüp 2004’te
emekli olana kadar da Türk Müdür’ün
Ofisinde çalışmış. Hatta sadece o değil,
ailesinin çeşitli fertleri de okulumuzda
çalışmışlar. Yani Robert’i farklı bakış
açılarından görme şansı olmuş.
Bakalım Kolej hakkında neler anlatmış:
Köprü: Ne gibi disiplin
uygulamaları vardı okulda?
Mine Taşçıoğlu Topaloğlu: Biz
girdiğimiz zaman çok eski bir öğretmen
müdürdü o zaman Ms. Summers vardı.
Ms. Summers denildiğinde veliler bile
korkardı. Bir gün ne yapmışsak bütün
sınıf hazırlık sınıfında onun odasına
çağrıldık. Bir şey yapmışız, ne olduğunu
hatırlamıyorum hiç. Neyse arkadaşın
biri de böyle çiçeğe yakın durmuş,
kadın konuşuyor hiç anlamıyoruz tabi
ne diyor, belli ki iyi bir şey demiyor
ama arkadaşım çiçekle oynuyor. Kadın
bir anda bir bağırdı ki aman Allahım “
leave my plants aloooone”.
K: Genel görgü kuralları nasıldı
okulda?
M.T.T.: Lisede masada oturulur, şimdi
şey olan yerde, bilgisayar merkezi,
Mitchell Binasında, denize bakan
tarafta iki yer de yemekhane idi.
Böyle beyaz beyaz örtülü yuvarlak
masalar vardı. Yemek için bir masada
bir öğretmen, sekiz kişi miydi, on kişi
miydi, kaç kişiyse biri öğretmen olurdu.
Herkes ayakta olur öğretmen gelince
hep beraber oturulurdu. Beyaz eldivenli
garsonlarımız vardı. Masaya böyle bir
yemek gelir, bir de başka bir şey daha
gelirdi tabi, sıra sıra servis yapılırdı. Ben
mezun olduktan sonra tekrar okulda
çalıştım, ne o tepsiler, tepsiler tamam
da iskemleler savaş alanı gibi.
K: Peki o dönemde kız-erkek
ilişkileri çocukluğunuzla
Haziran 2014
kıyaslayınca nasıl bir değişim
süreci oldu?
M.T.T.: “Boy friend”lerimiz vardı
ara ara, herkesin olmasa da yani
çoğumuzun vardı. Görürdük
görmezdik, kimisi okuldandı kimisi
değildi. Çok ifrata kaçmadıkça benim
ailem öyle bir şey demezdi. Güzel
vakit geçirirdik. (gülüyor) Güzel vakit
geçirmek derken, el ele tutuşmak
bile zor bir şeydi, hani öpüşmeyi
kucaklaşmayı vazgeçtim, (gülüyor)
mesela dansa gidilirdi. Öyle bir şeyler.
K: Peki bizimle paylaşmak
isteyebileceğiniz önemli bir anınız
var mı?
M.T.T.: Ben Lise Ofisi olarak çalışırdım,
işte bütün notlar, karneler, sınavlar
filan, yani yazardık, çizerdik, basardık.
Bazen de mektuplar, karnelerin
gideceği mektupları hazırlardık. Zarflar
daha evvel toplanırdı. Şimdi böyle bir
mektup gönderileceği zaman epey
500 tane 450 tane, şimdi bu zarflar
böyle katlanır, zarfa konulur böyle.
Yani herkesin adı olmayan bir bilgi bir
şeysi. Ofisimin dışında bir masa vardı,
çıkarır onları oraya koyardım, çocuklar
gelirlerdi “Mine abla ne yapıyorsunuz”.
“Mühim bir şeyler yapıyorum.”,
“Yardım edeyim mi?”“ Tamam ama
bunlar düzgün olacak.”, “tamam ben
de düzgün yaparım”, şöyle mi olacak,
böyle mi olacak, beşini oturturdum,
yaparlardı. Sonra da şeker vardı
sonunda. Erkek çocuklar daha çok söz
dinlerlerdi, diyelim. Kızlar dinlemez.
Kızlar cadı olur (gülüyor). Daha akıllı
olurlar çünkü.
------------------------------------------Eh, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik,
son mezunumuza geçiyorum. Umarım
sizi sıkmamışımdır. Nüket Fikriğ
Atalay Türkiye’deki ilk sosyal hizmet
uzmanlarından biri ve 1966 yılında
Hacettepe Üniversitesi Hastanelerinde
Sosyal Hizmet Birimi’nin de kurucusu.
Halen “Yüksek Öğrenimde Rehberliği
Tanıtma ve Rehber Yetiştirme Vakfı”
YÖRET’in başkanı olarak Milli Eğitim’le
birlikte çalışıyor. Ayrıca 1974’te Robert
Kolej’in de rehberlik bölümünün
kurucusu ve pek çok Psikolojik
Danışman ve Rehberin yetişmesinde
bir öncü, halen de yılmamış ve
çalışmalarını sürdürüyor. Bakalım bize
okul hakkında neler anlatmış:
Köprü: Genel olarak Kolej’in
eğitim anlayışı ve dersler nasıldı?
Nükhet Fikriğ Atalay: Eğitimle ilgili,
SÖYLEŞİ
BİLGİSAYARLI
EĞİTİM
çok iyi öğretmenlerimiz vardı, biz on
iki yılda bitirdik koleji, erkek grubu
11 yılda bitirdi. Aynı yaş grubundan
bahsediyorum. Şöyle bir anlayışı vardı
okulumuzun: “kızlar nasılsa okumaz, bir
sene daha kolejde genel kültür eğitimi
alsınlar, kendi çocuklarına iyi anne
olsunlar ilerde”. Böylece üniversiteye
erkek öğrencilere göre bir yıl geç
başladık… Ama genel olarak çok iyi bir
eğitim aldık ve birer dünya vatandaşı
olmamızı kolej sağladı bizim.
K: Peki okulda çok katı cezalar var
mıydı?
N.F.A.: Yok, yok. Biz hocalarımızla
arkadaştık. Ve ben sonradan (19941989 yılları arasında) okulumun
Rehberlik Merkezinde “School
Counselor” olarak 15 yıl çalıştım. O
zamanla karşılaştırıyorum, bizim okul
zamanımızda öğrencilerle.öğretmenler
daha arkadaş gibiydik, biz hafta sonları
öğretmenlerimizin evlerine giderdik,
onlarla birlikte vakit geçirir, aile
gibi onların yanında kalırdık. Güzel
günlerdi.
K: Teknoloji kullanımı nasıldı?
N.F.A.: Müzik ve tiyatroyla çok
ilgiliydik. Orada Teknoloji nerede
giriyor, müzik, tiyatro, dans o tür
faaliyetler vardı... Teknoloji diyince siz
tabii computerleri falan anlıyorsunuz
ama o zaman öyle şeyler yoktu.
Radyo dinliyorsun. Radyoda tiyatroyu
anlatıyor birisi sana ve sen o tiyatroyu
kafanda canlandırmaya çalışıyorsun,
başka bir dünyadan bahsediyorum ben
şu anda.
K: Yatılı gündüzlü ilişkileri nasıldı?
N.F.A.: Yatılılar daha çok okul kimliğini
taşıyor. Gündüzlü olduğum için ben
Osmanbey’den otobüslerle okula
yolculuk yapıyoruz. Otobüslerle
geliyoruz, yokuşu birlikte yürüyerek
çıkıyoruz, yine araba yok. Her gün
o yokuşu birlikte yürüdüğümüz
arkadaşlarımızla sohbetler, bazen
derslerin tekrar edilmesi ve en azından
yirmi dakika açık hava yürüyüş her gün.
Karda kışta.
K: Dönemin politik atmosferinin
okul yaşantınıza etkileri oldu mu?
N.F.A.: Evet! 60 İhtilalı’nda ben
11. sınıftaydım (Junior). Daha
önceden başlayalım. Örneğin 1955’te
İstanbul’da 6-7 Eylül hadiseleri oldu,
7 Eylül günü kolejin giriş imtihanına
girmem gerekiyor ve İstanbul kaos
içinde, her taraf kan revan içinde.
Osmanbey’den Arnavutköy’e gelmek
oldukça büyük bir olay ve bizim
imtihana girmemiz gerekiyor. O
imtihana büyük bir korku ile geldik.
O sabah yetişemedik imtihana, aynı
gün öğleden sonra bize özel imtihan
yaptılar, yetişemeyenler için. O şekilde
6-7 Eylül hadiselerinin içinde şahidi
olarak yaşadım. Osmanbey’de de
birçok tatsız olayın şahidi olduk. O
yıllarda ne anlatabilirim, bir de 60
İhtilalı öncesi junior sınıfındayız ve
Beyazıt Meydanında olaylar oluyor,
biz de kızlar olarak coştuk bir anda biz
de gideriz Beyazıt Meydanına filan
diye kalkıştık. Hatırlıyorum biyoloji
laboratuarındayız, bir hışımla çıktık,
vasıta da yok. Beyazıt’a yürüyerek nasıl
gidecektik bilmiyorum, okul müdiresi
Mrs. Hanson vardı, kapıya kadar
geldi ve “ No girls, I won’t let you go”
diyerek bizi göndermedi o zaman. O
çıkışımızı hatırlıyorum. Herhalde biz
oraya gideceğiz bir şey yapacağız diye
düşündük. Ama sonuç olarak akıllı birisi
yolumuzu kesti, bizi sakinleştirdi.
K: Sizce kolejli olmak ne demek?
N.F.A.: Kolejli olmak farklı farklı
anlamlara geliyor. Dışarıdan bakınca
kendini beğenmiş, şımarık, hayatta
her şeyi var olan insanlar imajı var.
Meslek hayatımda birçok “Sen hiç
kolejliye benzemiyorsun.” şeklinde
komplimanlar aldığımı hatırlıyorum.
İşte biraz sterotype var, en azından
o zamanlar vardı, şimdi var mı
bilemiyorum. Kolejli olmak deyince
15
benim aklıma gelen, özgüveni olan
bireyler olarak, Türkçe ve İngilizce
dillerini iyi bilen, Fransızca veya
Almancaya oldukça vakıf, birçok
sanat ve kültür deneyimi yaşamış
ve kazanmış kişiler olarak mezun
olmak. Bu çok yönlü fırsatları çok
iyi kullanırsan hayatta çok iyi işler
yapabileceğin bir ortam.
Röportajlardan kesitlerimizin sonuna
geldik. Umarım kafanızda altmışlı
yılların Amerikan Kız Koleji’ne dair bir
resim oluşturabilmişimdir. Bizimle
röportaj yapmayı kabul eden bu dört
mezuna ve diğer pek çok mezunumuza
teşekkür ediyorum. Ayrıca bu dört
röportajı gerçekleştiren Deniz
Arıkan, Laden Akşam ve Dila Şirin
arkadaşlarıma da teşekkürler.
Not: Mine Taşçıoğlu Topaloğlu ile ilgili
bilgiler RC Quarterly Dergisinin 26.
Sayısından (Kış 2005) alınmıştır.
Laptop Uygulamasından Muzdarip Bir Lise 12’nin
İtirafları
Geçenlerde kütüphanedeyim.
Öğle teneffüsündeydik. Bir
bilgisayarın başına geçmiş, bir
şeylere bakınıyordum. Yanıma alt
dönemlerden bir kız oturdu. İlk önce
laptop’ını çantasından çıkardı, daha
sonra önündeki bilgisayarı açtı.
Her ikisini de kullanarak projesini
tamamlamaya başladı. Gördüklerime
karşı ilk tepkim, maalesef istemsiz
olarak yaptığım ve engelleyemediğim,
gözlerimin kocamanlaşmasıydı. Daha
sonra “Bir bilgisayar neye yetmez ki?”
başlığı altında derin düşüncelerde
boğulmuş buldum kendimi. Bir an
için RC’nin görmüş geçirmiş son sınıf
öğrencisi değil de, bu topraklara yeni
ayak basmış bir uzaylı gibi hissettim.
Açıkçası başta bu Laptop uygulamasına
olumlu bakan nadir insanlardan
biriydim. Fakat daha sonra hayal
ettiklerim ile gerçekleşenlerin farklılığı
her geçen gün arttı. Kendimi gene
muhalif tarafta buldum.
Bu uygulamaya olumlu bakanların ilk
savunması, değişen eğitim sistemi.
Evet, üniversitelerimizde laptop
kullanacağız. Fakat üniversite ilk sınıf
öğrencisinin eline laptop verilmesiyle,
lise hazırlık öğrencisinin eline laptop
verilmesi çok farklı durumlar. Öncelikle,
üniversite öğrencisi artık hayatını
kısmen düzene sokmuştur. Belli kalıcı
arkadaşlıkları vardır, hayatındaki
öncelikleri belirlemiştir, hayat bazı
dönemlerde azıcık zorlamıştır kendisini,
o da bu zorlu dönemleri tecrübe bilip
akıllanmış, olgunlaşmıştır. Hayata,
siyasete, ilişkilere belli bir bakışı vardır.
Hazırlık öğrencisi ise maalesef yukarıda
Haziran
Nisan 2014
saydığım birçok şeyden habersizdir,
daha doğrusu kendini haberdar sanır,
ama habersizdir.
Hepimiz hazırlık olduk. Ben de
dahil olmak üzere çevremdeki çoğu
insandan “Ya ben hazırlıktayken
ne kadar saçma bir insanmışım.”
sözlerini defalarca kez duydum.
Değiştik, geliştik. Okuduklarımızla,
öğretmenlerimizin bize aşıladıklarıyla
geliştik. Ama en önemlisi de okuldaki
sosyal etkileşimimizin getirdiği
tecrübelerle oldu bütün bu değişim.
Ben küçük bir okuldan gelmiş ve
döneminde tanıdığı kimse olmayan bir
hazırlık olsam ve benim elime laptop
verseler teneffüslerde sosyalleşmek
yerine laptop’ımın başına geçip oyun
oynamayı, video izlemeyi özetle bana
buyrulmuş bu araçla meşgul olmayı
Köprü
Tayis Arslan
tercih edebilirdim. Başlangıçlar
önemlidir. Sosyalleşmek için ilk adım
şarttır. Böyle cesaret gerektiren bir
adımın, laptop gibi cezbedici bir araçla
atılması her geçen gün zorlaşır. Özellikle
de daha içe kapanık öğrenciler için…
Son sınıf olup bu okuldaki beş senemde
her bilgisayar ihtiyacımda lab’lere ve
kütüphaneye gittiğim için mi bu yeni
uygulama garip geliyor ya da genel
anlamda teknolojiyle pek haşır neşir
olamamışlığın verdiği bir hırçınlık
mı bu, bilemiyorum. Belki de sadece
geçmişi, eskiyi özlüyorumdur.
16
BİLGİSAYARLI
EĞİTİM
Aktif Eğitim Ne Kadar Aktif?
Laptop programı başladığından
beri okulumuzda sayısı hiç de
azımsanmayacak kadar değişikler
oldu. Programın başladığı ilk sene
koridorlarda laptoplarıyla beraber
sadece o taraftan bu tarafa koşuşan
hazırlıklar görülürken şimdi
okulun çoğunluğunu laptoplarıyla
beraber görmek mümkün. Okuldaki
değişiklikler koridorlarda olanlarla
sınırlı değil tabii. Bu programla beraber
okulumuz teknolojiye hayatında daha
fazla yer veren bir yere dönüştü. Çok
daha fazla yer veren bir yere… Bu
durumdan en çok etkilenenler ise yine
biz öğrenciler olduk.
Geçen sene, yani biz daha hazırlık
sınıfının ilk günlerinde bu sisteme
tamamen yabancıydık. Bir şekilde
sistemin parçası oluverdik. Tamam,
hepimizin evlerinde bilgisayarları vardı;
ama neredeyse hiçbirimiz okullarımıza
götürmüyorduk bunları. Yılın başında
bize bilgisayarlarımızın eğitimimizin
bir parçası olacağı söylendi. Ama
sonradan gördük ki eğitimin ta kendisi
olmuş çoğu derste. Bazı öğretmenler
dersi anlatmak yerine, sağ olsunlar,
bizler için uğraşıp önceden çalışmalar
hazırlamışlar. Bu çalışmalar genelde
internet üzerinden hazırlanıp
bizimle yine internet ortamından
paylaşılan çalışma kâğıtları veya
bizim yorumlarımızı yazabileceğimiz
çevrimiçi forumlar oluyordu.
Derslere gelir gelmez de bize hemen
talimatları verip önceden hazırladıkları
uygulamalara yönlendiriyorlardı.
Derslerin çoğu da bilgisayar başında,
kulaklarımızda kulaklık, o çok öğretici
çalışmaları yapmakla geçiyordu.
Öğretmenler de işte aramızda dolaşıp
ara sıra bize ek talimatlar veriyor
veya sorularımızı yanıtlıyordu. Bu
şekilde geçen dersimiz çok oldu
geçen sene. Adı da “aktif eğitim”miş.
Anladığım kadarıyla bu aktif eğitimde
öğretmenler pek aktif değil, öğrenciler
aktif. Aslında dersin çoğunluğunu
bilgisayar başında bir robot gibi
verilen talimatı yaparak geçiren bir
öğrenciye ne kadar aktif denebileceğini
bilemiyorum. O yüzden bu sistemde en
aktiflerimiz bilgisayarlarımız demek
pek de yanlış olmasa gerek.
Gelmişiz dokuzuncu sınıfa, aynı şeyler
devam ediyor. Bilgisayar odaklı eğitim.
Eğitim odaklı bilgisayar da denebilir
bence. Başlıyoruz derse, hemen
grupları oluşturuyoruz. Hoppala!
Hocam bir durun, ne yapacağımızı
söylemediniz. Sonradan anlıyoruz ki
her grubun farklı bir görevi var. Hepsi
konunun farklı bir açısını araştırıp ders
sonunda paylaşacak. Koyuluyoruz
hemen araştırmamıza. Bir bakıyoruz
dersin bitmesine yirmi dakika kalmış,
biz daha sunumlarımıza başlamamışız.
Öğretmen de bunu fark edince tatlı
bir telaş başlıyor elbette. Ve tabii ki
zaman herkesin sunmasına yetmiyor.
Seksen dakika nasıl yetmiyor, bir türlü
anlayamıyoruz.
Teknolojik bir okul olarak her şeyimizin
giderek teknolojikleşmesi kaçınılmaz.
Bunlardan biri de kitaplarımız,
okulda okutulan kitaplarımız. Her
sene bir sonraki sene okuyacağımız
kitapların siparişini verirdik. Ama
artık bazı kitapları e-kitap olarak
internet üzerinden okuyoruz sanki
yeteri kadar bilgisayarlarımızla vakit
geçirmiyormuşuz gibi. Tamam, mutlaka
bir yararı vardır e-kitaplara geçmenin;
ama bırakın biraz da kitabı eski usul
okumanın keyfine varalım. Çoğu kişi
e-kitapları okumanın normal kitapları
okumak kadar zevk vermediğini
düşünüyor. Nasıl verebilir ki zaten? O
sayfayı çevirmenin bile verdiği bir keyif
var. Okulumuzda boş zamanlarında
kitap okumayı sevmeyen birçok kişi
olduğuna da göre çoğu kişi bunu doya
doya tadamayacak. Robert Kolej gibi
bir okuldan da kitap okuma alışkanlığı
kazanmadan mezun olmak biraz absürt
kaçabilir.
Okulumuzun bize vermek istediği en
önemli değerlerden biri de özgüven.
Bunu pekiştirmek için ise düzenli
olarak sunumlar, münazaralar,
drama etkinlikleri yapılıyor. Ama
artık 21. yüzyıldayız. Teknolojiyi
kullanarak elbette kendimizi daha
ileri götürebiliriz, değil mi yani? Bir
konuşmayı sınıfta, herkesin önünde
yapmak yerine bomboş bir sınıfta bir
arkadaşımızın da yardımıyla videoya
alıyoruz. Daha sonra ise bunu internete
yüklüyoruz. Hatta bazen Youtube’a
Köprü
ki arkadaşlarımız videolara daha
kolayca erişebilsin. Hadi internete
yüklemeyi geçtim ama en azından
böyle etkinlikleri canlı olarak herkesin
önünde yapmak özgüvenimizi ve
pratiğimizi daha çok artırmaz mı?
Videoya çekerken istediğimiz kadar
deneme yapabiliyoruz ama canlı bir
performansta böyle bir lüksümüz yok.
Robert Kolej de bizi gerçek hayata
hazırlamayı kendine misyon edindiğine
göre böyle etkinlikleri bizim ileride
karşılaşabileceğimiz şekilde yapmak
daha uygun olmaz mı?
Okulumuzdaki öğrenci çeşitliliği kadar
bir o kadar da öğretmen çeşitliliği var.
Bazıları teknolojiye hayranken, bazıları
teknolojiyi mümkün olduğu kadar az
kullanmaya çalışıyor. Hal böyle olunca
da biz öğrenciler hem defterlerimiz
hem de bilgisayarlarımız ile her
gün okula geliyoruz. Gözlerimizin
bozulabileceği yetmezmiş gibi yeni
yeni sorunlar da çıkıyor. Doktorlar, ağır
çantaların öğrencileri skolyoz (omurga
eğriliği) yapabileceğini söyleyip
duruyor. Biz de pek memnun değiliz
zaten, hem külüstür Lenovoları hem
de defterlerimizi taşımaktan. Ama
n’apalım ki? Başka şansımız mı var?
Daha önce de söylediğim gibi yirmi
birinci yüzyıldayız ve okulumuz
yeniliklere adapte olarak bizlere en iyi
şekilde bir eğitim vermeyi hedefliyor.
Ama tabii ki bu kolay bir yol değil ve
değişiklere alışmamız zaman alabiliyor.
Aktif eğitim ve bilgisayar programı hiç
de kolayca alışılabilecek değişiklikler
değil zaten. Öyle ki okul ahalimizden
bazı insanlar fırsat buldukça teknolojiyi
iyi kullanmayı bildiğini dünyaya yayın
yaparken bazıları hâlâ bilgisayar
küçük bir hata verince çöktü sanıyor.
Aktif eğitim uygulamalarından
bazıları da öğrencilere çok aktif (!)
kaçabiliyor. Bu sistemin en dengelisi
bence öğretmenin de öğrencinin
de olabildiğince birbirine yakın
bir şekilde eğitim sürecine katkıda
bulunmasıyla gerçekleştirilebilir.
Ne öğretmen bütün ders boyunca
konuşsun, ne de öğrenciler bütün
ders bilgisayarla uğraşsınlar. Kalıcı
eğitim belki öğrencinin daha aktif
olmasıyla sağlanıyor olabilir. Buna bir
Haziran 2014
Ali Yağız Ayla
şey diyemem ama hiçbir bilgisayar da
öğretmenin yerini alamaz. O zaman
öğretmenler niye var ki zaten? Evimizde
kalalım, okula gelmeden isteğimiz
saatte uyanıp eğitimimize öyle devam
edelim.
Daha önceden de dediğim gibi hepimiz
bu sürecin, bu değişimin bir parçasıyız.
Biz okuldan mezun olana kadar daha
neler neler değişir, kim bilir? İki sene
önceki Robert’le şimdiki Robert bile
çok farklı. Böyle küçük şeyler o kadar
da önemli değil aslında. Önemli olan,
okulun dünyadaki gelişmeleri kendine
uydurup çizgisini hiç kaybetmemesi.
Yüz elli yıldır olduğu gibi.
a
BİLGİSAYARLI
EĞİTİM
17
Değerli ama Değer Mi?
Hepimizin bildiği gibi, okulumuz köklü
bir değişim yaparak bilgisayarlı eğitim
sistemine geçti. Robert İmparatorluğu
için büyük bir inkılap... Şaka bir yana,
hem okulumuza yeni gelen hazırlık
öğrencilerinin hem de üst sınıfların bu
sistem ile ilgili birçok görüşü, bir o kadar
da soruları var. Bu yazımızda amacımız
bu konu hakkında çeşitli görüşleri
paylaşmak ve en önemlisi, hangi eğitim
sisteminin daha faydalı olduğuna açıklık
getirmek.
Merhaba, ben Ezgi Okutan. Robert
Koleji’ne bu sene başladım. Robert
Koleji’ne başlamadan önce bilgisayarlı
eğitim yapılacağı belirtilmişti. Aklıma
gelen ilk şey, bilgisayarımı her gün nasıl
taşıyabileceğim olmuştu. O günden beri,
bu sistemle ilgili en büyük sorunum da
bu sanırım. Ancak bu çok da büyük bir
problem değil, çoğunluk okulun önerdiği
Mac’ler ve Samsung tablet/bilgisayar’lar
gibi daha hafif bilgisayarları tercih
etmekte.
Yaşadığım şokun üzerinde durmak
isterim. 8 sene boyunca geleneksel
olarak kitaplarla eğitim görmüştüm,
özellikle de çoğumuz gibi 8. sınıfta
başımı kitaplardan kaldıramamıştım.
Bir anda bilgisayarlı eğitime geçmek,
sauna sonrası soğuk duş gibi bir şok
etkisi yaratmıştı. Her şey çok yabancıydı,
çok alışılmadıktı. Hatta her ne kadar
bilgisayarlar dersleri kolaylaştırıyor dense
de ben sistemimizin gayet zahmetli
olduğunu düşünüyorum. Haiku, Moodle,
Intranet, Google Drive derken “Yeter artık
önüme bir kitap verin, olsun bitsin!” diye
bağırasım geldiği zamanlar oldu. Belki de
asıl soru şu: Değerli, ama değer mi?
Bir başka nokta, hepimizin öğrenci
olduğu gerçeğini unutmamak lazım.
Her ne kadar akıllı, her ne kadar çalışkan
olsak da hepimiz o öğrencilere özgü
ruhu taşıyoruz. İtiraf zamanı geldi
arkadaşlar. Derslerde Twitter/Tumblr gibi
sitelere bakanlar, Skype açanlar, gereksiz
sitelerde dolaşanlar... Her ne kadar yasak
da olsa, bu hocaların kontrolünden biraz
çıkıyor. Bilgisayar sihirli bir dünya demek,
önümüzde sihirli bir dünyanın kapıları
bizi beklerken derse dikkatimizi vermek
zor olabiliyor. Bu yüzden, eğitimimiz
olumsuz yönde etkileniyor. Aynı şekilde
bu yüzden, her ders en az üç kere “Please
forty-five your laptop...” lafını duymak
zorunda kalıyoruz.
Peki sosyal yöne ne demeli? Tenefüslerde
sınıfları hiç gezdiniz mi? İddia ediyorum,
en az iki-üç kişiyi bilgisayar başında
otururken bulursunuz. Belki o benimdir
ya da herhangi bir öğrenci, hatta belki şu
an bilgisayar başında oturan sizsinizdir.
Kafeteryada arkadaşlarınızla konuşmak
yerine bilgisayar başında oturan siz,
temiz hava almak için dışarı çıkmak
yerine bilgisayar başında oturan siz,
Robert’li olmanın tadını çıkarmak yerine
bilgisayar başında oturan siz...
Ancak anlattıklarım, bu sistemin tam
bir saçmalık olduğunu söylemiyor.
Elbette ki birçok yararı var: ödevlere,
bilgilere, duyurulara çok yakın olmamızı
sağlıyor; gereksiz kağıt israfını ve bu
gereksiz kağıtları dosyalama sıkıntımızı
engelliyor vb... Bence bu sistemin
faydaları ve zararları birbirini dengeliyor.
Sorulması gereken sorunun şu olduğuna
inanıyorum: Değerli, ama değer mi? Bu
sorunun cevabını Zeynep Şiir Bilici’nin
düşünceleri ve karşılaştırması ile
bulacağımıza inanıyorum.
Ben, bir 11. sınıf öğrencisi olarak
bilgisayarlı sisteme geçmenin tamamen
hata olduğuna inanıyorum. Bu itham
çok katı gelebilir; ama yazımı okuduktan
sonra belki bana hak verirsiniz diye
düşünüyorum. Ezgi’nin de yazısında
belirttiği gibi sistemin mutlaka bazı iyi
yönleri vardır; ama dört bir tarafımız
teknolojik gelişmelerle çevriliyken bir
de okul ortamını bu kadar teknolojik
hale getirmenin pek sağlıklı olmadığı
kanısındayım. Teknoloji bizi kendisine
bu kadar bağımlı hale getirmişken onu
baş tacımız yapmak ne derece sağlıklıdır,
diye düşünmeden edemiyorum. Tam
bu noktada okura sormak isterim:
Telefonunuz, bilgisayarınız, tabletiniz
vb. olmadan ne kadar dayanabilirdiniz?
Bunun çok sorulan bir soru olduğunun
ve aslında pek gerçekçi bir tarafının
olmadığının farkındayım; ama yine de
biraz düşünün. Bu konuda herkesin
cevabı değişecektir; ama çoğumuz için
teknoloji olmadan bir gün geçirmek
pek olası gelmiyordur. Arada birkaç
istisna mutlaka vardır; ama kaideyi
bozacak kadar değil. Bilgisayarlı sisteme
geçilmesiyle beraber zaten artık istesek
de o kaideyi bozamayız.
Nasıl bir dünyada yaşadığımız belli;
çağa ayak uydurmak, teknolojik
gelişmelerin gerisinde kalmamak için
mutlaka bazı adımlar atmamız gerekiyor.
Ben bilgisayarlı sisteme geçerek fazla
büyük ve gereksiz bir adım atıldığı
görüşündeyim. Okulumuzda zaten
yeterince bilgisayar var: üç tane bilgisayar
laboratuarımız, kütüphanede, kantinde
ve Cep’te sayısız bilgisayarımız var.
Haziran 2014
İsteyen istediği zaman kendi oturumunu
açıp işini görebiliyor. Zaten böyle bir
ortam varken, tüm öğrencileri özel
bilgisayar edinmek durumunda bırakmak
bana açıkçası gereksiz ve fahiş geliyor.
Bu konu hakkında yeni gelen öğrencilere
gerekçeler anlatılıyor mu bilmiyorum;
anlatılıyorsa ben de çok bilmek isterim.
Sistemin arkasında çok mantıklı
dayanaklar olabilir; fakat bu sistemin
kötü yönleri olmadığı anlamını taşımaz.
Nitekim öyle de değil zaten.
Benim bu konudaki temel eleştirim
sistemin sosyal hayata olan etkisiyle
alakalı. Üç buçuk-dört sene önce, ben bir
hazırlık sınıfı öğrencisiyken hayatımdaki
en teknolojik unsur liseye başlamamla
edindiğim kendime ait “akıllı” cep
telefonumdu. Şimdi ise herhangi bir
sınıfın yanından geçtiğimde kendilerini
bilgisayar ya da telefon ekranlarına
hapsetmiş birçok öğrenci görüyorum
ve üzülüyorum. Özellikle de bu
öğrenciler hazırlık öğrencileriyse adeta
kahroluyorum. Hazırlık senesi Robert
Kolej’de geçirilen en eğlenceli sene olsa
gerek. Sınavlardan kurtulmuş, tabiri
caizse liseye “kapağı atmış” olmanın
getirdiği rahatlıkla şen şakrak bir sene
geçiriliyor, yepyeni arkadaşlar ediniliyor.
Kendim için konuşuyorum, şu an en
yakınımdaki arkadaşlarımın çoğu hazırlık
senesinde edindiklerim. Yabancı ve
alışılmadık bir ortama beraber alıştığımız
kişiler olması okul hayatımızı bin kat
daha güzel kılıyor. Yanlış anlaşılmasın;
ben şu anki hazırlık sınıfı öğrencilerinin
edindiği arkadaşlıkların güzel ve kalıcı
olmadığını söylüyor değilim. Söylemeye
çalıştığım tek şey, belki de sohbet edip
eğlenerek geçirebilinecek dakikaların
bilgisayar başında geçirilmesinin ne
kadar üzücü olduğu.
Açıkçası bilgisayarlı sisteme geçmekten
kurtulduğum için kendimi şanslı
hissediyorum. Böyle bir sisteme nasıl
uyum sağlardım, nasıl yeni arkadaşlar
edinmeyi becerirdim diye düşünmeden
edemiyorum. Zaten utangaç bir mizaca
sahip olmanın getirdiği külfetler
yeterince fazlayken, sanırım kendimi
hep bilgisayarın başında pineklerken ve
sosyalleşmekten giderek uzaklaşırken
bulurdum. Bilgisayarlı sisteme geçiş ister
istemez beraberinde bireyler arasındaki
sosyal kopukluğu getiriyor. Bunu
önlemek de ne yazık ki imkansıza yakın.
Sistemin bu kadar çok tepki alışının
bir nedeni de çok ani olması diye
düşünüyorum. Bilgisayarlı sisteme geçiş
pürüzsüz olmadı, gerek öğretmenler
Köprü
Ezgi Okutan
Zeynep Şiir
Bilici
gerek de öğrenciler daha önce hiç
karşılaşmadıkları bir sistemle karşı karşıya
kaldılar. Öğretmenler dersin işleyişini
değiştirmek, bir şekilde teknolojiyi daha
çok kullanmak adına belki de normalde
sık başvurmayacakları yöntemlere
başvurmak durumunda kaldılar.
Öğrenciler de, Ezgi’nin yazdığı gibi,
alıştıkları kitap üzerinden eğitim sistemini
bir kenara bırakmak zorunda kaldılar.
Benim bu konu hakkında temel önerim
öğrencilere neden bu sisteme geçildiği,
derslerin nasıl işlendiği, nelerin değiştiği
(ya da aynı kaldığı) konularında bilgi
verilmesi yönünde. Sadece sistemin içinde
olanlara değil, sistemin içinde olmayıp
neden böyle bir sisteme geçildiğini merak
edenlere de bilgi verilmeli.
Sosyal açıdan zararları bir yana, sistemin
(ve genel olarak teknolojinin) sağlık
açısından da birçok zararı var. Bunlara
değinmeye gerek var mı emin değilim,
radyasyonun ne kadar zararlı olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bilgisayarlı sisteme
geçişle, okul yönetimi bir bakıma
radyasyonun öğrencilere zarar vermesine
neden oluyor. Dediğim gibi, bunun önüne
geçmek adına herhangi bir çalışma
yapılıyor mu bilmiyorum, bize hiç bilgi
verilmedi. Sistemin ne kadar zahmetli ve
riskli olduğunu göz önünde bulundurarak
yazımı sonlandırırken Ezgi’nin yazısında
sorduğu soruya cevaben değerli ama
değmez, diyorum.
18
TEKNOLOJİ
Teknolojinin İlişkilerimize Etkisi
Elimizden bırakmadığımız akıllı
telefonlarımız sayesinde her şeyi her
an öğrenebilme ayrıcalığına sahibiz.
Bu her şey; arkadaşımızın yolladığı
bir mesaj, iki dakika önce gönderilmiş
bir e-posta ya da ülkedeki güncel bir
gelişme olabilir. Teknolojinin bize
verdiği haberleşme ve bilgi alma
özgürlüğü, çoğu iyi şeyde olduğu gibi,
yanında birçok sorunu da getiriyor
maalesef. Bu alandaki en büyük
sorunsa ilişkilerimizin geldiği durum.
Fakat teknolojinin ilişkilerimizde
açtığı yaralardan önce, bahsetmek
istediğim başka mühim bir mesele
var. Facebook, Whatsapp, Instagram,
Twitter ve FourSquare gibi çeşitli
uygulamalar, artık sade bir iletişim
ve bilgilenme kaynağı olmaktan çıkıp
sosyal kimliğimizi oluşturan önemli
faktörlerden biri haline geldiler. Böyle
bir durumla karşı karşıya kalmak
istemeyenler bu uygulamaları
kullanmasın, diyebilirsiniz fakat böyle
bir seçim bu sorunu çözmüyor, aksine
bireye asosyal etiketinin yapışmasına
sebep olduğu durumlar olabiliyor.
Ayrıca çoğu insanın bu uygulamalarla
haberleşmesi, eski usul yöntemlere
rağbeti azaltıyor.
Peki bu uygulamalar sosyal kimliği
nasıl belirler? Olumlu bir izlenim
bırakmak için neler yapmak gerek? Bu
o kadar titiz bir konu ki yemek yapmaya
benzetiyorum ben. Azıcık malzemenin
oranı kaçırılsa yemeğin tadı tamamen
bozulacak. Mesela Facebook’u ele
alalım. Az fotoğraf varsa asosyal olarak
algılanma riski var, çok fotoğraf olsa
“Bu ne böyle, sabah akşam fotoğraf
mı koyuyor? Başka işi yok herhalde.”
gibi bir tepkiyle karşılaşılma riski var.
Ki maalesef bu nicelikle de bitmiyor,
işin içine nitelik de giriyor. Mesela ne
tür fotoğraflar var? Hep iş ve okuldaki
fotoğraflarsa “sıkıcı bir hayatı sahip”
etiketine tabi tutulmak mümkün; fakat
çok fazla barda, plajda fotoğraflar
mevcutsa da “boş, eğlence düşkünü”
etiketini yeme ihtimali var. Özetle
ayar önemli, kaç bardak un, kaç tane
yumurta, ayarı yerinde tutturmak
önemli.
Gelelim ilişki boyutuna. Sanki bu sosyal
kimlik çevrede yeterince ön yargı –
olumsuz veya olumlu -ki olumluysa çok
büyük aferin geliyor- oluşturmuyormuş
gibi çok daha büyük sıkıntılar mevcut.
Teknoloji, yüz yüze olmayan, yazılı bir
iletişim sunuyor bize. Karşıdakiyle aynı
ortamda bulunmadığımız, karşıdakinin
yüzünü görmediğimiz, sesini
duymadığımız zaman, iletişimimizde
özensiz davranma ihtimalimiz de kat
be kat artıyor. Mesela Whatsapp’i
düşünün. “Last seen” kavramından
hepimiz haberdarız. Biri bize bir soru
sorduğunda ya da bizden bir ricada
bulunduğunda buna cevap vermemek;
gerçek hayatta o kişinin sorusunu
cevapsız bırakıp ortamı terk etmeyle eş
değer aslında. Oysaki “bilmiyorum” gibi
basit tek bir cevap bile bu özensizliği
sonlandırabilir. Başka bir örnek
düşünelim, FB’deki arkadaş ekleme
kavramı üzerinden gidelim bu sefer de.
Gerçek hayatta karşımızda gördüğümüz
bir kişiye selam vermeyince bile
rahatsızlık duyuyoruz, oysaki arkadaşlık
isteğini reddedince rahatsızlık boyutu
çok daha azalıyor.
Dahası karşımızdakiyle aynı fiziksel
ortamda bulunmayınca çok daha
cesaretli bir birey oluveriyoruz. Kırıcı
sözler söylemek, eleştirmek, ileri geri
konuşmak çok daha kolaylaşıyor. Daha
fazla merak ediyorsanız bu konuyu,
artık günümüzde bu haftalarda
şu uygulamamı belli bir süreliğine
dolduracağım çünkü fark ettim ki
“cyber-bullying” yapıyorum diyen
fenomenlere bir göz atabilirsiniz.
Oysa ne kadar özenli de davransak
iletişimimizde, hiçbir iletişim yüz yüze
olanı tutmuyor. Yüz ifadelerinden, ses
tonundan, bakışlardan uzak bir iletişim
kaybetmek oluyor. Ama kabul etmek
lazım ki, bilgisayar uzun derslerden
tek kaçışımız oluyor bazen. Ders aşırı
ağırlaşıp beynimiz durunca hemen
bilgisayarımıza koşuyoruz. Peki dersteki
bilgisayar ve teknoloji kullanımını nasıl
daha iyi hale getirebiliriz? Sanırım tek
çare kullanmamak olur ki o da imkânsız
gibi gözüküyoruz.
Peki ya ağır, her teneffüs sürüklediğimiz
çantalarımıza ne demeli? Belimizin
ağrımasının, çantamızın yerden
bile kıpırdayamamasının tek sebebi
o bilgisayarlar. Kendilerini hafif
zannediyorlar fakat resmen gülle
yerine geçiyorlar. Her sabah evden
çıkarken çantam eğer hafif olursa
resmen yüzümde bir gülümseme
oluşuyor. Onlarca defterin yanına bir
de bilgisayarı sığdırmaya çalışmak
hafif çanta hayallerimizi elimizden
alıp götürüyor. Ve okulda çantasız
yaşamanın da neredeyse imkânsız
olduğunu düşünürsek, belimiz
ve ağır bilgisayarlarımız saatlerce
bütünleşiyorlar. Dürüst olmak gerekirse
kaç hoca gerçekten bilgisayarlarımızı
kullanmamızı istiyor ki? Günün 3
dersi, bazen 4’ü bilgisayara el bile
sürmeyerek geçiyor. Geçen gün talih
kuşu başıma kondu, bilgisayarımı evde
unuttum! Fakat o da ne, bilgisayarın
b’sinden bile anlamayan hocaların
hepsi derste bilgisayar istedi. Evet,
Tayis Arslan
ne kadar sağlıklı olabilir ki zaten?
En iyisi, yüz yüze iletişimi her zaman
teknolojinin dahil olduğu iletişime
tercih etmek. Önemli konuları aynı
fiziksel ortamda konuşarak paylaşmayı
tercih etmek ve de ne olursa olsun
teknolojik ortamda kavga yaratmamak.
Demesi kolay da böyle, bunun
uygulamasında hepimize bol şanslar!
Baş Belası
Tumblr, Instagram, 9GAG, Twitter…
Bilgisayar kullanılan derslerin
mükemmel dörtlüsü. Diyelim ki hoca
sınıfa girdi ve bilgisayarlarınızı açmanızı
istedi. İlk olarak ne yapacaksınız?
Tabii ki de gerekli sayfayı bir sekmede
açtıktan sonra hemen muhteşem
dörtlüden birine girip bir şeylerle
ilgilenmeye başlayacaksınız. Resimler,
yazılar, her şey dersten daha cazip
gelecek. Çok yararlı olduğunu
düşündüğümüz bilgisayarlarımız, çağa
ayak uydurmamızı sağlayan makineler,
aslında bizi hayaller dünyasına
sürüklüyor. Dersten ve eğitimden
tamamen farklı bir dünyaya. Başarı
kazanalım derken tek yaptığımız zaman
Köprü
Haziran 2014
Selin Deldağ
kader böyle: Getirirsek el sürmüyoruz,
unutacak olursak da tüm gün ihtiyaç
duyuyoruz.
Artık ben kabullendim, baş belamı
artık sevmeye karar verdim. Belimi
de ağrıtsa, beynimi de uyuştursa,
unutmamak gerek ki güzel bir dikkat
dağıtıcı. O olmasa belki sıkıntıdan
patlar, 80 dakika ne yapacağımızı
şaşırırdık. Muhteşem dörtlüden de
uzak kalmak olmaz tabii, ayıp olur.
n
ğ
OKULDAN
19
Türkiye’nin Elması
10. sınıfa başlarken herkes beni
coğrafya hakkında korkutmuştu, bu
yüzden ön yargıyla başladım coğrafyaya
ve ilk yazılıdan aldım düşük notumu.
Ama düşük alsam bile seviyordum
coğrafyayı, dedim ya tek sorunum
korkuydu. Sonra coğrafya hocamız
Ferdağ hoca bir gün bize bir proje
hakkında bilgiler gönderdi ve katılmak
isteyenlerin en kısa sürede ona haber
vermesini istedi. Ben coğrafyayı
seven ama korkan biriydim bu yüzden
coğrafyayla daha da kaynaşmak için
seçtim projeyi ve oldum liderlerden
biri. Şimdi düşünüyorum da bu projeyi
seçmekle çok çok çok iyi bir karar
vermişim. Neden mi? Anlatayım size
projeyi ve anlayın ne demek istediğimi.
Bu coğrafya projesi Bolu’nun Alpağut
adlı bir köyüyle alakalı. Bu proje
için birkaç okul beraber çalışıyoruz.
Bu okullar arasında Fransız Lisesi
ve Marmara koleji gibi okullar yer
almakta. Alpağut köyünün en büyük
problemi köyün yok olmak üzere olması
çünkü köyde nerdeyse hiç genç nüfus
yok ve geri kalan nüfusun yüzde 95’ini
yaşlı nüfus oluşturmakta. Biz projeye
başlarken genel olarak bildiklerimiz
bunlardı. Bir de elmasının çok ünlü
olduğunu duymuştuk ama bundan
başka bir bilgi yoktu elimizde. Bu
yüzden projenin içinde yıl içerisinde üç
defa günü birlik köye gezi düzenleme
ve yıl sonunda da 1 hafta kalma yer
alıyor. Yani gerçekten ciddi ve önemli
bir proje.
Alpağut köyüne ilk gezimizi 9 Kasım’da
düzenledik diğer iki okulla beraber.
Köye geçmeden önce Bolu’nun Seben
ilçesine uğradık ve orada belediye
başkanı Süleyman Bey’le konuştuk. Bizi
köy ve Seben hakkında bilgilendirdi.
Öğrendik ki Seben, Bolu ile Karadeniz
ve İç Anadolu bölgeleri arasında bir
geçiş bölgesinde yer alıyor. İnsanların
temel geçim kaynakları tarım. Bolu’da
ikliminden ötürü yetişen ürünlerin
aroması bambaşka. Elmasıyla meşhur
olan Alpağut Köyü, aynı zamanda
dünyanın en iyi bulguruna da ev
sahipliği yapmakta. Bu bölgede fındık
fıstıktan her türlü meyveye kadar tarım
ürünü yetiştirilmektedir.
Alpağut Köyü Türkiye’de nevruz
geleneğini sürdüren sayılı yerlerden
biri. Tek nevruz tepesi bu köyde ve bu
gelenek insanların kendi imkânlarıyla
sürdürülmektedir. Fakat bu projeyi
geliştirmek için önümüzdeki yıl
cumhurbaşkanlığıyla görüşülüp yardım
istenecektir. Tarım önemli bir geçim
kaynağı olduğu için Seben belediyesi
ileride 40000 metrekarelik alanda
organik tarım yapmayı düşünmekte.
Türkiye’de önemli spor kulüplerini
burada toplamayı düşünen Seben
fotoğraflarla oluşturduğu küçük bir
sergi var. Ne yazık ki bu binada artık
eğitim ve öğretim verilmemekte
ve o okul binası sergi yeri olarak
kullanılmaktadır. Hastaların
gidebileceği bir sağlık ocağı da yok,
bu yüzden hastalar Seben’e kadar
gidiyorlar bu da köydeki yaşamı daha
zorlu kılıyor.
Belediyesi ihtiyacı olan tek şeyin bizler
olduğunu söyledi.
Alpağut köyünün en büyük
eksiklerinden biri de ilköğretim
okulunun kapalı olmasından dolayı,
öğrencilerin Seben’e gidiyor olması.
İlköğretim okulunun bir bölümünde
köyün yerlilerinden birinin çektiği
Köyde birçok şey ilgimizi çekti özellikle
de sorunlar ama bunun yanında
köye hayran kalmamızı sağlayacak
şeylerle de karşılaştık. Köyde yediğimiz
ve tadına doyum olmayan Gatmer
ekmeği onlardan biriydi. Köyde
dolaşırken açlığımızın farkındaydık ve
köy insanlarının yaptıkları sımsıcak
Haziran 2014
Köprü
Fatmanur
Yokuş
ekmekler bizim için büyük sürpriz oldu.
Teyzelerimiz büyük bir hevesle hamuru
hazırlayıp hızlı bir şekilde fırına atıyor
ve ekmek çok kısa sürede sımsıcak bir
şekilde fırından çıkarılıyordu. Biz de
bu güzel Gatmer ekmeğinin tarifini
almadan oradan geri dönemezdik.
Teyze hemen anlattı nasıl yapılacağını.
Hamur için mayayı tuzla yoğur. İçine
peynir, maydanoz, biber koy sonra
ateşe at şeklinde bir tarif verdi. Yapılışı
kolay tadı da oldukça lezzetliydi. Köye
20
tekrar gidişimizi iple çekiyorum. Eğer
dünyanın en tatlı elmasını ve en iyi
ekmeğini yemek istiyorsanız siz de
ziyaret edin Alpağut Köyünü ve anlayın
ne demek istediğimi.
OKULDAN
Ayrıca bu köyün havası
insanınakademik başarısını da
artırıyor. Köye gidip geldikten
sonra ikinci coğrafya yazılım
muhteşem geçti. İnanmıyorsanız
siz de deneyin ve görün. Eğer köye
gidemeyecekseniz bile merak etmeyin
yakında okulumuzla anlaşacağız ve
satacağız Alpağut’un ünlü elmalarını
okulumuzda. Eminim elmalar da aynı
etkiyi yaratacaktır sizde. Sözün kısası
Türkiye’nin elmasını keşfettim bu
projeyle bu yüzden çok mutluyum.
IX. Kültür ve Edebiyat Sempozyumu
26 Nisan Cumartesi günü okulumuzda
9.’su düzenlenen Kültür ve Edebiyat
Sempozyumu’nun bu seneki konusu
“Edebiyat ve Sinema” idi. Okul
müdürümüz Anthony Johns’un açılış
konuşmasının ardından Atilla Dorsay’ın
“100. Yılında Türk Sineması” başlıklı
konuşmasıyla devam eden sempozyum,
eş zamanlı açık oturumlarda Ercan
Kesal, Alkan Avcıoğlu, Mert Fırat,
Feride Çiçekoğlu, Kerem Deren ve
İlksen Başarır’ı konuk etti. Program
Ahmet Mümtaz Taylan, Arif Keskiner,
Burçak Evren ve Uğur Vardan’ın
katıldığı genel oturumla devam etti.
Sempozyumda edebi eserlerin sinema
uyarlamalarından sinemadaki sansüre
değin birçok konuya değinildi.
Eş zamanlı oturumlarda
Mert Fırat ile İlksen Başarır’ın birlikte
gerçekleştirdiği oturuma katılma
şansım oldu. Mert Fırat, bir karakteri
canlandırma yolculuğunu dedektiflik
olarak tanımladı. Çünkü karaktere ait
veriler yavaş yavaş toplanıyor ve veriler
arttıkça zihinde daha net bir karakter
oluşuyordu. “Kelebeğin Rüyası”
adlı filmde canlandırdığı “Rüştü”
karakterine ilişkin verileri de Rüştü’nün
mektuplarını okuyarak toplayan Fırat,
Rüştü’yü hayata tutunmayı bilen ve
hastalığını “hem çok önemseyen hem
de hiç önemsemeyen” bir karakter
olarak tanımladı. Çok küçük yaşta
verem olan Rüştü, hiçbir ilacı olmayan
bu hastalıkla yaşamayı öğrenmişti.
Hastalığını bir ilham perisi olarak
değerlendirmeyi başarıyordu. Fırat,
bir karakteri seyirciye sunarken o
karaktere ilişkin küçük detayların bile
çok önemli olduğuna değindi aynı
zamanda. Örneğin; aralarında yaş
farkı olmamasına rağmen Rüştü’nün
Mediha’ya sürekli “yavrum” demesi
Köprü
onun ne kadar şefkatli biri olduğunu
gösteriyordu seyirciye.
“Edebi Eserler ve Sinema”
karşılaştırması yapan İlksen Başarır,
ikisi arasındaki en temel farkı şu şekilde
açıkladı: “Roman bize kendi gözümüzle
görme ihtimali veren bir sanat dalı.
Sinemada ise biz aslında yönetmenin
o metni nasıl gördüğünü ve metne
nasıl yaklaştığını seyrediyoruz.” Ayrıca,
bir kitapta anlatılanların hep geçmiş
zamanda, bir filmde izlenenlerin
ise hep şimdiki zamanda geçtiğini
söyleyen Başarır, sinemanın kendisini
en çok cezbeden yönünün de bu
olduğunu söyledi. Bu durumu da
“Olay 1920’de de geçse aslında o olay
şimdi oluyordur, biz izlerken oluyordur
yani” sözleriyle açıkladı. Türkiye’de
ise edebiyat uyarlamalarının yerini
kaybettiğini düşündüğünü söyledi.
Bunun belki de kendisinin ve kendi
Haziran 2014
Şerna Viyan
Petekkaya
kuşağındaki genç yönetmenlerin biraz
daha kendi hikâyelerini anlatmaya
meraklı olmalarından kaynaklandığını
dile getirdi.
Genel oturumda ise birçok
konuya değinilmesine rağmen benim
en çok dikkatimi çeken, Onur Ünlü ’nün
“İtirazım Var” adlı filmine getirilen
yaş sınırı konusundaki eleştirilerdi.
Ortak görüş, bu filmin herhangi bir yaş
sınırını hak etmediği yönündeydi.
Bu güzel sempozyumu
hazırlamakta emeği geçen herkese
çok teşekkür ediyor ve daha nice
sempozyumlara diyoruz!
n
a
OKULDAN
21
Ayın Olayı
Türk Edebiyatı Bölümü’nün
her ay özene bezene hazırladığı
panoya kesinlikle göz atmalısınız!
Açıkçası şu aralar elimden düşmeyen
yazarların birkaçıyla bu pano sayesinde
haşır neşir oldum. Yazarlar hakkında
bilgi elde etmek çok kolay, internet
çağında yaşıyoruz. Ama kaçımız
elimize internet geçince yazarlar
hakkında araştırma yapıyoruz eğer
hazırlamamız gereken bir sunumumuz
yoksa? Tabii ki edebiyata, yazarlara
ilgisi olanlar; eli internet tutanlar ve
ilgilendikleri yazarları sinsice takip
gelebiliyor. Böyle durumlarda hemen
iki alt katta bulunan kütüphanede
ufak çaplı bir araştırma yaparak
cevaba ulaşabilirsiniz. Daha sonra
cevabı sorunun altında yazan e-posta
adresine gönderdiniz mi geriye sadece
dua etmek kalıyor, çünkü hediyeye
ulaşmak için soruyu ilk cevaplayan kişi
olmalısınız.
Pano genelde her ayın
ilk haftası yenileniyor. Varsayalım
ki panoyu daha yenilendiği gün
incelediniz ve soruyu ilgili e-posta
adresine gönderdiniz. İlk cevaplayan
“Ne zaman törene çıkacağım?” diye
sorarak ödülünüzü alacağınız tarihi
öğrenmeniz. Büyük ihtimalle mübarek
bir cuma gününe denk gelecek o
tarih. Malum cuma günü törende
yoklamanızı alan öğretmenle konuşup
alt katta, sahnenin kıyısında, duyuru
yapacaklar ile birlikte beklemeniz
sağlığınız için en güvenlisi. Aksi
takdirde kısa mesafe engelli koşuda
ayağınız takılıp sendeleyebilir ve
sakatlanabilirsiniz. Eğer yoklamanızı
alan öğretmene ulaşamazsanız da
sağlık olsun diyelim. Üst katta sevinçle
edenler vardır. O zaman da sorunlardan
biri “Tutup da hangi birini araştırsam?”
olabiliyor. Böyle ölümcül seçimler
ve sorunlarla uğraşmak yerine niçin
yapacak bir şey bulamadığınız o sıkıcı
teneffüslerden birinde, hele ki dersiniz
Gould dördüncü katta ise, durup da
Türk Edebiyatı Bölümü’nün panosuna
bir göz atmayasınız?(Panonun yerini
bulamamak bahane değil! Fotoğraflara
bakın!)
Panoda her ay farklı bir
yazarın hayatı hakkında bilgiler
bulunuyor, bunu anladınız, ancak daha
da eğlenceli bir şey var: “Ayın Sorusu.”
Ayın sorusunun yerini tarif etmek zor.
Onu panoda arayıp kendiniz bulmanız
gerekecek. Ayın yazarı hakkındaki
soruyu cevaplayınca cennetten arsa
ayırttıramasanız da okumalık, keyifli
bir kitap kazanabilirsiniz. Sorular
bazen kolay oluyor. Sayın Google’a
sorarak cevaba teneffüs bitmeden
ulaşabilirsiniz. Uzun teneffüslerin
güzel yanlarından birisi de bu işte
diye düşündüğünüzü biliyorum! Bazı
aylar ise sorular Sayın Google’a bile zor
kişi olup olmadığınızı öğrenmek
için e-postanıza yanıt verilmesini
beklemelisiniz. Size sıfır ilâ beş iş günü
içinde geri dönüyorlar. Eğer soruyu ilk
cevaplayan ve büyük ödülü kazanan
kişiyseniz yapacaklarınız daha yeni
başlıyor.
En can alıcı kısım o
müjdeli e-posta adresini yanıtlayıp
ayağa kalkıp sahneye koşuşturmak da
bir ayrı heyecan olsa gerek.
Sayın öğretmeninizden
ödülünüzü aldıktan sonra bu kadar
zahmetin yüzü suyu hürmetine
okuyuverin o güzel kitabı lütfen.
Haziran 2014
Köprü
Pınarnaz Eren
Şimdiden iyi okumalar!
22
YEMEK
TARİFLERİ
Paskalya Bayramı’nın Vazgeçilmez Tadı: Paskalya
Çöreği
Paskalya gününde bayramlaşmaya
gidildiğinde ev halkının misafirlere
hazırladığı ikram tabakları genellikle
şunlar vardır: yaprak ve lahana sarması,
kısır, türlü börekler, tahinli çörek,
renkli yumurtalar ve tabii ki Paskalya
Çöreği. Gelin bu defa bu çöreğin
tarifini hamaratlıklarıyla ünlü Ermeni
kadınlarından öğrenelim!
Malzemeler
●
1 kg un
●
300 gr toz şeker
●
5 yumurta
●
2 çorba kaşığı mahlep
●
1 paket margarin (250 gram)
●
1 paket yaş maya
●
1 su bardağı süt
(Bu tarifte kullanmadık ama damla sakızı
da katabiliriz bu çörek karışımına, bence
çok daha lezzetli oluyor.)
Üzeri için:
●
İsteğe göre çörek otu veya
susam
●
2-3 yumurta sarısı
Geniş bir kabın içinde un ve mayayı az su
ile karıştırıp elimizle iyice yoğuruyoruz.
Üzerine yumurtalarımızı kırıp,
mahlebimizi de ekleyip karıştırmaya
devam ediyoruz. Daha sonra bir yandan
margarinimizi, bir yandan da şekeri süt
ile birlikte ateşte eritiyoruz. Erittiğimiz
margarin ve şeker süt karışımını
soğuduktan sonra karışımımıza ekleyip
son bir kez iyice yoğuruyoruz. Kıvamı
tutturduğumuzu düşündüğümüzde
hamurumuzu karıştırdığımız kabın
üstünü örtüyoruz ve ılık bir ortama koyup
yaklaşık bir saat boyunca mayalanmasını
bekliyoruz.
Artık hamurumuz hazır. Hamurumuzu
avuç içi büyüklüğünde bezelere
ayırıyoruz. Her bir paskalya çöreği için
üçer beze kullanacağız. Bezelerimizin
eşit boylarda olmasına dikkat edelim!
Bezelerimizi iki elimizle yuvarlayarak
şekildeki gibi rulo haline getiriyoruz.
Rulo haline getirdiğimiz üç bezeyi
saçımızı örer gibi öreceğiz. Örmede
işin iki püf noktası var. İlki bu üç ruloyu
örmeye başlamadan önce bir noktada
birleştirmek. Ruloların uçlarını ezmeden
birleştirmek ise ikinci püf noktamız.
Sağlam bir şekilde birleştirdiğimizden
emin olduktan sonra örmeye başlıyoruz.
Ortaları daha gevşek örer, uçları daha sıkı
tutarsak çöreğimiz çok daha estetik bir
görünüm kazanır. İlk çörek için yaptığımız
bu işlemi tüm bezeler bitene kadar
tekrarlıyoruz.
Çöreklerimiz de hazır. Fırın tepsilerimize
yağlı kağıtlarımızı serdikten sonra
çöreklerimizi yerleştiriyoruz.
Çöreklerimizin üstüne fırçalarımızla
yumurta sarılarını sürüyoruz ve isteğe
bağlı olarak ya susam ya çörek otu ya
da çörek ve susam otu karışımımızı
çöreklerimizin üstünde gezdiriyoruz.
Fırınımızı 170 dereceye getirip
çöreklerimiz iyice kızara dek pişiriyoruz.
Hamurumuzun pişip pişmediğinden emin
olmak için ara sıra kürdan batırıp kontrol
etmek en iyisi!
Afiyet olsun!
http://www.hurriyetaile.com/yemek-tarifleri/hamur-isi-tarifleri/paskalya-coregi-tarifi_524.html
http://ninomutfakta.blogspot.com.tr/2009/03/paskalya-coregi.html
Köprü
Haziran 2014
Tayis Arslan
YEMEK
TARİFLERİ
23
Sefarad Yemekleri: Almodrote de Kalavasa (Kabak
Böreği)
Geçen sene yazmaya başladığım
Sefarad Yemekleri köşesinin bu kadar
takipçisi olduğunu bilsem birinci
sayımız için de bir tarif bulurdum. Ama
ne yapalım, kısmet bu sefereymiş. Bu
kez annemin pek çok kez yaptığı, hatta
bana da küçüklüğümden beri zorla
yardım ettirttiği bir tarifi, kabak böreği
tarifini yazmaya karar verdim. Zorla
dediğime bakmayın, tadı gerçekten
güzel oluyor. Kabakla uzun süre sorunlu
bir geçmişim olmasına rağmen bu
yemeğe asla hayır diyemem. Bu arada
börek dediğime bakmayın, yapılışı
böreğe çok da benzemiyor. Umarım siz
de beğenirsiniz. Afiyet olsun!
Almodrote de Kalavasa (Kabak böreği)
8 kişilik
Malzemeler:
2 kg kabak
4 dilim ıslatılmış ekmek içi
2 yumurta
1,5 kahve fincanı sıvı yağ
100 gr beyaz peynir
1 su bardağı rende kaşar
tuz
dereotu
üzeri kızarıncaya kadar pişirin. İsteğe
göre en üstüne biraz daha kaşar
rendeleyebilirsiniz, fırında kızarınca
üzeri altın rengi oluyor.
Greti Barokas
Yapılışı:
Kabakları ayıklanıp rendeleyin.
Ellerinizle suyunu iyice sıkın. Ekmek
içini, yumurtaları, yağ, peynir,
kıyılmış dereotu ve tuzu da ilave
ettikten sonra karıştırın. Karışımı
önceden unlayıp, yağladığınız
fırın tepsisine yayın. Fırında
Hamur Üstüne Kıyma Mı?
Kimisi onun adına açık mantı dedi,
kimisi onu lazanyaya benzetti, kimileri
de tadını alınca spagetti bolonez dedi.
Ama onun adı ‘’Hangel’’di. Gözünüzde
canlanmadı belki ama aşağıdaki
malzemeleri kullanıp kendiniz yapmayı
denerseniz hem görmüş hem de tadına
4 kişilik Hangel İçin Malzemeler:
●
2 yumurta
●
1 su bardağı su
●
2 tatlı kaşığı tuz
●
Alabildiği kadar un
●
3 orta boy soğan
●
400 gr kıyma
bir hamur haline getirilir. Hamur en az
10 dakika yoğurulur. Yapılan hamur 2
bezeye ayrılıp 30 dakika dinlendirilir.
Dinlenen bezeler oklava ile açılıp
ince yufkalar haline getirilir. (Hamur
üzerine un serpilerek açılır.) Yufka
istenilen incelikte olduğunda küçük
kareler şeklinde kesilir.
Bu küçük kare şeklindeki
yufkalar en az yarım
saat kuruduktan sonra
kaynayan suda makarna
gibi haşlanır. Haşlanan
hangeller süzgeç ile sudan
çıkartılıp süzülür. Geniş bir
tabağa konularak en son
üzerine sarımsaklı yoğurt
ve isteğe bağlı olarak
tereyağında önceden
kavrulup pembeleştirilmiş
soğan ve kıyma ile servis
edilir. Üzerine tat versin
diye nane ve pul biber de
eklenebilir. Afiyet olsun!
“Yaşam Eki, Adı Kısa, Sözü Uzun şehir...KARS | Bizimkocaeli.” Yaşam Eki, Adı Kısa, Sözü Uzun
şehir...KARS | Bizimkocaeli. N.p., n.d. Web. 03 Mar. 2014
bakmış olursunuz. Kars yöresine ait
olan hangel yemeği için malzemeler
şunlardır:
Hazırlanışı:
Kıyma ve soğan haricindeki tüm
malzemeler karıştırılarak sert ve katı
Haziran 2014
Köprü
Rojin İdil
Erdoğdu
“Outside- Picture of Kamer, Kars.” TripAdvisor. N.p., n.d. Web. 03 Mar.
2014.
Editörler
Yunus Emre Erdölen
Derin Arduman
Defne Aksoy
24
Editör Yardımcıları
Ayşenaz Toptaş
Eda Özkök
Elif Ece Acar
Mert Düşünceli
Lal Tüzman
Tasarım Editörü
Sinan Hiçdönmez
Kapak
Ayhan Okçal
Yazarlar
Eylül Buse Küçük
Ezgi Okutan
Hazal Cansu Odabaşı
Yağmuray Sarı
Elif Ece Acar
İrem Akçal
Defne Aksoy
Zeynep Can Aksoy
Derin Arduman
Tayis Arslan
Elize Aslan
Baha Aydın
Ali Yağız Ayla
Sanem Dolun Ay
Greti Barokas
Cansu Bayraktar
Zeynep Şiir Bilici
Dilara Çankaya
Vera Can
Kenan Sarp Çelikel
Damla Cinoğlu
Mehmet Fatih Çulhalık
Başak Dağlıoğlu
İrem Dalfiliz
Mert Ali Düşünceli
Beril Erdoğdu
Rojin İdil Erdoğdu
Pınarnaz Eren
Ezgi Ergin
Gizem Ergün
Ayşegül Ersin
Alara Gebeş
Selin Öykü Gergeri
Polen Eylem Güzelocak
Damla Ilıca
Eren Kafadar
Şule Kahraman
İdil Kara
Lal Kazdal
Saffet Gülbabil Kökver
Ezgi Su Korkmaz
Su Mevsim Küçükakyüz
Naz Duru Mola
Aslı Doğa Munzur
Melisa Oğuz
Ayse Leyla Ok
İpek Özbodur
Elif Burcu Özçelik
İbrahim Furkan Özcan
Melisa Dilan Özdemir
Eda Özkök
Semiha Hazal Özkan
Sera Pekel
Eymen Pınar
Deniz Şahintürk
Leman Burçe Şahbenderoğlu
Esra Sezer
Rüzgar Sönmez
İdil Naz Tandoğan
Gizem Taşkın
Yasemin Tekgürler
Pınar Tercanlıoğlu
Ceren Tezcan
Sebahattin Orhun Tezel
Ece Selin Timur
Ayşenaz Toptaş
Ece Toprak
Eylül Su Tuğcu
Gizem Tulunay
İrem Turgut
Özlem Lal Tüzman
HABERLER
Mehmet Ufuk Yanmaz
Melisa Selin Yaylalı
Simay Yazıcıoğlu
Fatma Nur Yokuş
Nazlı Yurdakul
Sorumlu Öğretmenler
Melek Giray İnce
Serya Kayapınar
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel, Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Yönetim
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No. 87
Arnavutköy/İstanbul
Tel: +90 (212) 359 22 22
Sorumlu Müdür
Güler Kamer
Robert’e Veda, Yeni Serüvenlere Merhaba
Her veda bir hüzündür, öyle değil mi? Söz konusu olan bu veda bir
sevgiliye de olabilir, doğduğun, çocukluğunu geçirdiğin ve şimdi de arkanda bırakmak zorunda olduğun yuvana da, hayatının beş yıl kadar
uzun bir dönemini geçirdiğin okuluna da…
Her yıl son sınıfların hazırladığı tiyatro
bir başka olur; ama bu seneki farklıydı.
Belki de her yıl biz de bu kaçınılmaz
vedaya yaklaştığımız için bize daha
etkileyici geldi. Okul koridorlarında
onları görmek şaşırtıyor, çünkü her biri
artık kendi ayakları üzerinde duran
bir birey tamamıyla. Eğer hazırlığı
olmayan bir okulda okusalardı, şu an
bir üniversiteli olacaklardı. Oysa şimdi
onlar bizim öğrenci olarak gezdiğimiz
okul koridorlarında birer yetişkin olarak
geziyorlar. Bence bu seneki oyunun
beğenilmesinde etkin olan en büyük
faktörlerden biri gerçekçiliğiydi. “God
of Carnage” isimli oyunu canlandıran
dört son sınıf öğrencisi de rolleri için
biçilmiş kaftanlardı. Onlara gözlerimiz
önceki pek çok oyundan aşinaydı
zaten. Oyunun konusuna baktığımız da
aslında çocukları kavga etmiş iki farklı
dünyada yaşayan ebeveynlerin, çocukları
arasındaki bu problemi çözmek için bir
araya geldikleri bir görüşme diyebiliriz.
Bir buçuk saat süren oyun boyunca hep
aynı sahnedelerdi; ama izleyici bundan
hiç sıkılmadı. Çocuklardan açılan konu
ailelerin iç sorunlarına sıçradı da sıçradı
derken bir baktılar ki bu iki yabancı çift
bir anda yakınlaşıvermişler. Oyuncuların
rolleri gereği yetişkin gibi davranmaları
gerekti ve en azından seyircinin bakış
açısından hiç zorlanmadan rollerinin
üstesinden geldiler. Bunda artık liseli
bir genç olmaktan çıkıp daha çok hayata
çırak olarak işe alınmış bir yetişkin
olmalarının büyük etkisi olduğunu
düşünüyorum. Ne yazık ki daha biz tadına
doyamadan oyun bitiverdi. Eminim ki
onlar da daha doyamadan bu okula veda
edecekler.
Evet, Robert Kolej her ne kadar sadece
orada okumaya hak kazanılması zor
bir okul olsa da aynı zamanda okurken
de hem bize pek çok alanda birikim
katan hem de bizi o bilgi donanımıyla
kaplarken en son zerresine kadar
enerjimizi içine çeken bir okul. Biz,
öğrenciler, hep kendi aramızda ne kadar
çok yorulduğumuzdan söz ederiz. Oysa
zaman içerisinde bu hayata alışırız, ne
Ağustos ayı neden 31 çeker?
“Zamanında Roma imparatoru ayların
28,29,30 ve 31 çekmesini düzenlemeye
başlamış.
O zamanlar bir yılın 365 gün 6 saat
olduğu biliniyormuş. Meşhur imparator
Julius Sezar Mısırlı astronomi bilgini
Sosigenes’e ayları düzenlemesi emrini
vermiş. Sosigenes de bir düzenleme
yapmış; her yıl 365 gün çekecek. Arta
kalan 6 saatler her dört yılda bir son aya
eklenecek. Bu son ay Şubat ayıdır. O
zamanlar ilk ay yani yılbaşı Mart ayıyla
başlar, Şubat ayıyla bitermiş. Ona göre
düzenleme yapılmış. Düzenlemede ilk
ay 31 ikinci ay 30 üçüncü ay 31 diye
ayarlama yapılarak peşpeşe gelen bir
ay 30 gün bir ay 31 gün olmuş. Son
ay şubat 29 gün olarak kalmış. Her
dört yılda bir de 6 saatler eklenerek
30 gün olması planlanmış. Daha sonra
Julius Sezar doğduğu aya kendi ismini
vermiş. Temmuz ayı (July, Julius) olarak
adlandırılmış. Sezardan sonra imparator
olan Augustus da doğduğu aya kendi
ismini vermiş ve Ağustos ayı bugün
de kullandığımız ismine kavuşmuş.
Augustus bununla da yetinmemiş.
Bakmış Sezar’ın ayı 31 gün çekiyor, kendi
ayı ise 30. “Bu bana yakışmaz, benim
ayımda 31 çekmeli.”diye emretmiş. Ve
yılın son ayı Şubattan bir gün almış kendi
ayına koymuş,sonra Ağustos ayı da 31
gün olmuş.”
atlanmıştır.
İskandinav Mitolojisine göre ise
İskandınav tanrılarının en kötülerinden
olan Loki, davetli olmadığı 12 kişilik
bir şölene gider ve gözyaşı tanrısının
ölümüne yol açar.
Bunları Biliyor Musunuz?
13 rakamı neden uğursuzdur?
Hz.İsa’nın meşhur son yemeğinde toplam
13 kişi bulunuyordu; İsa ve 12 havari.
Bu yüzden Hristiyanlar 13 kişi bir araya
gelirse herhangi birinin başına kötü
bir şey geleceği düşüncesindelerdir.
13 sayısı hakkında lanetli ve kötü diye
düşündüklerinden uçaklarda 13.koltuk
sırası veya apartmanlarda 13.kat
bulunmamaktadır.
İbranilere göre ise 13 sayısının uğursuz
olma nedeni İbrani alfabesinin 13’üncü
harfinin “mavet” (ölüm) sözcüğünün
ilk harfi olan ‘m’ olmasıdır. Hammurabi
kanunları listesinde de 13 sayısı
Köprü
Perşembe(Thursday) kelimesi
nereden gelir?
Thursday kelimesinin anlamı “Thor’s
day”dir. Thor İskandinav mitolojisinde
gök tanrısı olarak bilindiğinden perşembe
gününde gök gürleme olasılığının daha
yüksek olduğu söylenmektedir.
Neden ‘Deli’ İbrahim?
Bir rivayete göre Şii mezhebine mensup
“Emir-Güne” saraya içki-kumar-fitne
gibi kötülükleri sokmaya çalışıp aynı
zamanda bölücülük çalışması yapmıştır.
Bu durumdan rahatsız olan Sultan
İbrahim Emir-Güne’yi idam ettirmiştir
ve bu olaydan dolayı birçok düşman
kazanmıştır ve hakkında “Padişah delinin
Hazıran 2014
Melisa Oğuz
kadar çok yorulsak da bu mekanizmanın
bir parçası oluruz. Final dönemleri mezun
olacağımız günün bir an önce gelmesini
isterken, 12’lerin veda gününü görünce o
gün için şimdiden hüzünleniriz. Farkında
olmadan alışırız buraya, bu yaşam
tarzına. Ama maalesef zaman her ne
kadar bir kaplumbağa gibi hareket etse
de bir bakarız ki bitiş çizgisine ramak
kalmış. Onların da bitiş çizgilerine
varmalarına sadece birkaç ay kaldı.
Umarım bu birkaç ayı iyi değerlendirirler,
umarım bu okuldan unutulmaz anılarla
ayrılırlar ve umarım ki hep mutlu olurlar
bu yeni serüvenlerinde bir Robert Kolej
mezunu olarak…
İdil Kara
biri.” dedikoduları ve iftiraları yayılmıştır.
Diğer bir söylenişe göre ise ağabeyi
4.Murat diğer kardeşlerini katlettiğinden
hep bir ölüm korkusuyla yaşamıştır ve bu
yüzden sinirleri harap olmuştur.
Mary Poppins hikâyesi
Herkesin hayranı olduğu Mary Poppins’in
yaratıcısı P.L. Travers bu hikâyeyi kendi
hayatından parçalar alarak yazmıştır.
Hikâyedeki Mr.Banks,Travers’in ölen
babasından esinlenerek yazdığı bir
karakterdir.