HABERLER Haziran 2014 1 köprü Bosphorus Chronicle’ın Ekidir. “Benim Homegroup’uma gelmelisiniz! Biz Starbucks’a gidiyoruz, birlikte yelken yapıyoruz… Şaka yapıyorum” Okul müdürümüz Anthony Jones ile yaptığımız söyleşi sayfa 8’de. “Benim için her öğrenci bir dünya” “Evladım!” sözüyle özleşen Edebiyat bölümünün en sevilen öğretmenlerinden Aydemir Doğan ile yaptığımız keyifli söyleşi sayfa 11’de. Derin Arduman’ın kediler hakkında yazdığı yazı sayfa 3’te. “ İnsanın hikâyesi olarak tarihe bakıldığında toplumu ve insanı yeniden keşfe çıkmak beni heyecanlandırıyor.” Okulumuzun sevilen tarih öğretmenlerimizden Engin Yetkin ile yaptığımız söyleşi sayfa 4’te. Okulda ve hayatımızda teknolojinin yeri hakkındaki yazılar Teknoloji Dosyamızda! sf. 15-18. Edebiyat bölümünün Ayın Sorusu yarışmasının vazgeçilmez şampiyonu Pınarnaz Eren’den Ayın Sorusu yarışmasını kazanma taktikleri sayfa 21’de. Yıldızlara ulaşamasam da yıldızlar kadar bana enerji veren, güzellik katan binlerce öğrencim oldu. Bu yüzden çok şanslı olduğumu düşünüyorum sevilen tarih öğretmenlerimizden Nükhet Eren ile yaptığımız söyleşi sayfa 6’da. OKULDAN 2 Koşu Yazısı Robert Kolej sakinlerinin dikkatine! Bu bir teşekkür ve duyuru yazısıdır! Bugünlerde tekrar okul etrafında koşu ayakkabılarını sıkıca bağlayan, koşu taytları bu sportif vücutlarını ortaya çıkaran, Husein Bolt’u geçmeye hazırlanan koşucular görmeye başlamış olabilirsiniz. Şaşırmanıza hiç gerek onlar geçtiğimiz dönemden beri aranızdaydı! Artık sadece sayıları daha fazla ve aralarına erkekler de katıldı. Shirin Shabdin, Elizabeth Washburn, Erin Power, Stuart Arey ve Andrew Tingleff’in koçluğunu yaptığı koşu takımımız bu dönem sıkı antrenman programlarına geri dönüş yaparak İznik 10K maratonuna hazırlanmaya başladı… Her ikimiz de kuruluşundan beri bu takımın parçası olduğumuz için takımımızın koşmaya hevesli birkaç kızdan, sahildeki balıkçıları bile her pazar sabahı dokuzda şaşkına çeviren ve işinden alıkoyan kocaman bir gruba dönüşmesi bizi her geçen gün daha da gurulandırıyor. İlk başta Ms. Shabdin ile Ms. Washburn’ün bir sene önceki İznik 10K macerasından sadece bir hayal olarak ortaya çıkan bu grup önce 15K Avrasya Maratonu hedefiyle koşmaya başlayan bir kız grubu haline gelmişti. Her ne kadar koşmaktan çok zevk alan sporcu insanlar olsak da amacımıza ulaştıktan sonra karşımıza çıkan bu ‘okul’ adındaki maraton hepimizi bir süre koşmaktan alıkoydu. Paslanmıştık. Motivasyonumuz azalmıştı ama koçlarımızın yeni fikirleriyle balıkçıların korkulu rüyası olmaya kaldığımız yerden devam etmeye başladık. Alara Gebeş Bir önceki koşumuzda sadece kendi hedeflerimize ulaşmıyorduk; aynı zamanda başkalarının da hayallerini gerçekleştiriyorduk. Mardin Gül ÇATOM ile çalışarak kilometre başına siz sponsorlarımızdan para topladık ve bitiş çizgisinde Mardin’deki kız çocuklarını 5545 lira ile verebileceğimiz destek bizi bekliyordu. İki kız öğrenciyi okula gönderdik ve bir okula çocukların ihtiyacı olan malzemelerin alınmasına yardım ettik. Sayenizde bizim sıkıca bağladığımız koşu ayakkabılarımız başkalarının ilk ayakkabısına dönüştü. Yasemin Tekgürler Aynı başarıyı bu koşuda da göstermeyi hedefliyoruz. Her zamankinden daha güçlü, hızlı ve azimliyiz. Otuz beş koşucumuz da başkaları için 10 kilometre boyunca hiç durmadan ter dökmeye hazır. Sizler de yardıma hazır mısınız? Şubat Tatilinde Bir Tutam Sanat S EAN KERNAN ile PORTRE Bu kış okul tatilinde, uzun zamadır duyup gitmek istediğim ama yarıyıl tatiline kadar gitme fırsatı bulamadığım ve hep bir sonraki seneye ertelediğim fotoğraf çalışmalarına katıldım. Sanatla iç içe olmayı seven ve eline geçen her fırsattan yaratıcı bir sonuç çıkarmaya çalışan herkesin dünyasına yeni bir bakış açısı getirecek bir çalışmaydı. İlk hafta ünlü portre fotoğrafçısı Sean Kernan bizimle beraber Robert Kolej’deydi; daha önce de okulumuza gelip bir haftalık atölyeler düzenlemiş olan fotoğrafçı yaratıcılık ve görme üzerine etkileyici bir hafta ortaya koydu ve bu hafta herkesin ‘Tadı damağımda kaldı.’ dediği bir hafta oldu. Muhtemelen çoğu kişi insan portresi fotoğraflama denince bu atölye çalışmasının katılanların birbirinin fotoğrafını çekip ışık kullanımı veya enstantane ayarı gibi teknik bilgilerle dolu olacağını düşünmüştür; siz de böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Her güne değişik ve müzikli bir grup etkinliğiyle başlayıp, gün sırasında çektiğimiz fotoğrafların arasından seçme ve belki biraz şurasından burasından deneysel bir editleme yaparak günü bitiriyorduk; önceleri kimse ne yaptığının farkında değilken sonra herkes karşısındakini tanımaya ve nasıl bir fotoğrafla onları yansıtmak istediğine karar vererek ortamı seçmeye, ortamı şekillendirip belki de onlarca fotoğraftan düzgün olan sadece bir taneye ulaşıyordu. Sizi üzerinde durup düşünmeye iten o bir fotoğraf bazen aslında sadece şans eseri bir kare veya rastgele birbirine uyum sağlamış bir ışık yığını ile oluşuyor, hatta en başta aklınızdaki o ‘mükemmel fotoğraf’ düşüncesinden çok daha uzak ama bir o kadar da farklı ve çekici bir kare ortaya çıkıyordu. Yaratıcılık, kendimizi bu ‘rahatlık’ çerçevesinden çıkarınca ulaşabileceğimiz bir yerde ve ancak bu sınırları aşabilirsek gerçekten beklenmedik ve fikir uyandıran bir esere ulaşabiliriz; bu çoğu sanata uygulanabilecek bir düşünce. İnsanın içindeki özünü serbest bırakıp kendini kontrol eden o sınırların dışına çıkıp daha az rahat ama daha beklenmedik bir bilinmezliğe doğru gitmesi gerekir; Sean Kernan’ın da ilk günden beri bize hatırlatmış olduğu gibi. Bu ünlü sanatçı ile çalışmak ve onun görüşlerinden, yapmış olduğu çalışmalardan, deneyimlerinden ve işi sayesinde tanışmış olduğu farklı kültürlerden, farklı insanlardan yararlanmak kaçınılmaz bir fırsattı ve gerçekten dolu dolu bir tatil geçirmiş olduğumu mutlulukla dile getirebilirim. Hem Mr. Downs’a hem Sean Kernan’a hem de bu çalışmaya katılan diğerlerine ayrı ayrı teşekkürlerimi iletir, herkese seneye kış tatilini böyle eğlenceli ve verimli biçimde verilmesini öneririm. YASEMİN TEKGÜRLER -THATCHER COOK FOTOĞRAFÇILIĞI ile BELGESEL Şubat tatilinde yapılan workshoplardan bir diğeri de Thatcher Cook ile berbaer Köprü “Belgesel Fotoçrafçılığı”ydı. Amerikalı Cook farklı ülkelerde workshoplara gitmesinin yanı sıra sivil toplum kuruluşlarının ve mülteci kamplarının fotoğrafçılığı ile meşgul oluyor. Kendisi de belgesel fotoğrafçılığına çocukken hobi olarak başlamış ve ilk gezisi bir sirke olmuş. Hem kendi özgeçmişini araştırmam hem de workshop’un tanımında kendi portfolyomu oluşturma olanağından bahsedilmesi üzerine çabucak adımı yazdırdım. Fotoğraf çekmek benim için hep eğlenceli olmuştu fakat bu fotoğrafları bir portfolyo haline getirebilme fikri gözüme oldukça zor görünüyordu. Sonunda Şubat tatili geldi ve ikinci haftasının Pazartesi sabahı erkenden sayıca az ama karışık grubumuzla beraber bilgisayar odasında buluştuk. Karışık diyorum çünkü grubumuz da hem bizim okulun öğrencileri hem de Amerika’dan gelen fotoğrafçılar vardı, yaş dağılımı açısından da oldukça geniş bir aralığı kapsıyorduk. Grubun birbirini tanıması için herkes yaşadığı kısa bir olayı paylaştı, bu sayede birbirimiz hakkında sadece adımız ve yaşımızdan çok daha fazla bilgi sahibi olduk. Herkesin eski portfolyolarını inceleyerek, çalışmalarını etkilemiş belirli tarz ya da kimlikleri tespit etmeye çalıştık. Daha sonra Thatcher fotoğrafın düzen, ışık, renk, çerçeve gibi elementlerinden ve fotoğrafçının fotoğraf üzerinde tamamen kontrol sahibi oluşundan bahsetti. Fotoğrafçı, çerçevesinin içinde hangi objenin nasıl, nerede, hangi ışıkta durması gerektiğine özgürce karar Haziran 2014 Damla Cinoğlu Yasemin Tekgürler verebilir fakat bu özgürlük berbaberinde fotoğrafçıya bunlara sürekli olarak dikkat etme sorumluluğunu da yükler. Fotoğrafçının hem fotoğrafı çekerken hem de çektiği fotoğrafların beraber nasıl duracağına karar verirken (ki bu portfolyo oluşturmaktır) yetkisi olduğundan bahsettikten sonra İstanbul’un çeşitli semtlerini gezmeye başladık. Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Fatih, Kadıköy, Balat gibi İstanbul’un kültürle bezenmiş bölgelerini görüntüleme fırsatı yakaladık ve daha da önemlisi her gezimizden sonra birbirimize geri dönütler vererek bir sonraki gezide daha da başarılı olmayı hedefledik. Workshop’un sonunda çektiğimiz fotoğraflardan en çok beğendiklerimizi bastık ve topluca, Thatcher’ın da yönlendirmesiyle, aradan seçerek İstanbul portfolyolarımızı oluşturmuş olduk. Beraber geçirilen değerli bir hafta sonunda farklı dünyalara sahip bir grup insanın iç dünyalarına, çektikleri fotoğraflar sayesinde tanık olduk. Bir sonraki seneyi beklercesine de ayrıldık... Bu başarılı projenin gerçekleşmesinde emeği geçen Thatcher Cook’a, Alex Downs’a ve tüm Robert Kolej ailesine çok teşekkürler! DAMLA CİNOĞLU n r OKULDAN 3 Kampüste Kedi Sorunu Bu yazıyı, tüm okuyuculardan bir çözüm önerisi alabilmek için yazıyorum. Okulumuz şu anda kampüste yaşayan kedilerle ilgili hassas fakat çözülmesi çok zor bir sorunla karşı karşıya kalmıştır. Sorun kampüste yaşayan kedilerden birkaçının Mitchell’ın dördüncü katında haftasonu boyunca kalmış olması ve hafta başında o odayı kokudan kullanılamaz hale getirmeleriyle başlamıştır. Sırf o haftasonu yüzünden Mitchell’daki halıların tümü değiştirilmek zorunda kalınmış, temizlikle uğraşan ağabeylerimiz ve ablalarımız çok zorlanmış ve okul yeni halılara oldukça yüklü miktarda para harcamıştır. Ardından bir kedinin bir bölüm ofisine idrar yapmasıyla birkaç gün ofis öğretmenler için kullanılamaz hale gelmiş, kampüste yaşayan bir ailenin bir bireyinin kedi tarafından çizilmesi sebebiyle kuduz aşısı olması gerekmiştir. Aynı zamanda kedilerin aç kaldıkları tatil haftalarında Arnavutköy’deki konutlara inerek evlerde yaşayan kedilere saldırdıkları ve çok vahşi oldukları gibi şikåyetler yer almaktadır. Tüm bu sebeplerden dolayı okulda çalışan pek çok insan kedilerden rahatsızlık duymakta ve onların bu okulda barınmamaları gerektiğine inanmaktadır. Fakat aynı zamanda pek çok insan da bu gibi bir durumun mümkün olmadığını veya yanlış olduğunu düşünmektedir. Okul yönetimi böyle bir noktada çalışan herkesten çözüm önerileri istemiş fakat hiçbir çözüm önerisi etkili olmamıştır. Dolayısıyla okul yönetimi bu kampüste yaşayan insanların huzurundan ve sağlığından sorumlu olduğu için kedilerin okul çalışanları tarafından beslenmesini yasaklamış; beslenmeyen kedilerin kendilerine yemek verilen yerlere doğru göç etmesini umut etmiştir. Fakat bu çözümün de etkili olmadığı ve okulda an itibariyle en az üç tane hamile kedi olduğu gerçeğini varsayarsak şu anda bu soruna bulunabilecek etkili bir çözüme ihtiyaç duyulmaktadır. Yönetime önerdiğimiz çözüm önerilerinden biri okulda yapılan bir serbest kıyafet gününden kazanılan paranın kedileri kısırlaştırmak ve okul içindeki nesilleri doğal olarak tükenene kadar yemeklerini almak için kullanmak oldu. Fakat kısırlaştırmak konusunda çok fazla duygusal tepki olabileceği gibi bir sorunla karşı karşıya kalınabileceği belirtildi. O zaman bir serbest kıyafet gününden kazanılan parayı kedileri beslemek ve aşılarını tamamlamak için kullanabileceğimizi düşündük fakat böyle bir durumda kedi miktarının git gide artacağını ve pek çok insanın da okulda kedi beslendiğini bilerek okula kedi bırakacağı belirtildi. Derin Arduman Okula bırakılan kedileri önlemek içinse okula girerken bagaj kontrolü yapılmasını önerdik fakat pek çok insanın bu durumdan rahatsızlık duyabileceği belirtildi. Bütün bu sebeplerden ötürü bu sorun etkili bir şekilde çözülememiştir ve söz konusu olan sorun iç içe yaşadığımız canlıların yaşamlarıyla ilgili olduğu için bence konuşmaya, tartışmaya ve eninde sonunda çözüm bulmaya değer bir konudur. Eğer aklınıza herhangi bir çözüm gelirse ardder.15@robcol. k12.tr adresine yazabilirsiniz. Bu noktaya kadar gelmiş tüm okuyuculara teşekkür ederim. Lise Live ve Gizli Yüzü Okulda daha ikinci yılımızın sonuna gelmemize rağmen Robert öğrencilerinin gizli yüzlerinin Lise Live’da çıktığı teşhisini koyduk. Peki, biz kim miyiz? Biz her Lise Live’da arkada oturup metal ile kendinden geçen gençliği şaşkınlıkla izleyenleriz. Bu okula gelene kadar metal tutkununu bırak metal dinleyenle bile karşılaşmamıştık. Gittikçe büyüyen metalci popülasyonunun okulun büyük kısmını ele geçirmesinden endişeliyiz. Bize dönelim, sakin ve metalcilerden korkan izleyicilere. Aslında o kadar da küçük bir grup sayılmayız, şaşkınlığımız zamanla alışkınlığa dönüşmeye başladı fakat “headbang” bizim için ulaşılamaz bir seviye. Havada uçuşan saçlar, çıldırmış hareketler, kendini müziğin derinliğine kaptırmış olan insanlar. İlk yarıdan kalan mutluluğumuz bu sahneyle beraber yok oluyor. Gittikçe çıldıran müzikle beraber biz de mahvoluyoruz. Arkamıza sessizce Haziran 2014 yaslanıp “hadi bakalım” deyip derin bir iç çekiyoruz. Sahne önünde oluşan karmaşayı inceleyince insanlar tekrar üçe ayrılıyor. Arkadaşlarının zoruyla çekilmişler, olayın bir parçası olma çabası içinde olanlar ve gerçek metalciler. Tabi bir de geriye yaslanmış ve bu durumu izleyen bizler varız. Yıllar içinde, büyüdükçe insanların bu dört kategori içinde gidip gelebileceğine inanıyorum. İtiraf etmeliyim ki bizler de ilk yılımızda o sahnenin önünde bir Köprü Selin Deldağ şeyin parçası olmak çabasındaydık. Kim bilir belki seneye biz de gerçek metalcilere adam kaybedeceğiz. Lise Live bize her ne kadar da sadece ilk yarıda ilginç gelse de metalcileri izleme zevkini asla kaybetmeyeceğiz. Belik Headbang’i asla çözümleyemeyeceğiz fakat o akşamın zevki hiçbir okul gecesine değişilmez. 4 SÖYLEŞİ Engin Yetkin’le Röportaj Köprü: Tarih öğretmeni olmayı planlamış mıydınız? Engin Yetkin: Tarih öğretmeni olmayı planlamamıştım ama tarih derslerini severdim, ama coğrafya, felsefe ve sosyoloji derslerini de çok severdim. Hatta coğrafyada daha başarılıydım diyebilirim, belki hala öyleyimdir. Tarih öğretmenliği biraz tesadüf çokça da güzide sınav sistemimizin bir armağanı oldu diyelim. Ama yirmili yaşlarımda iyi ki tarih okumuşum dedim hala da öyle diyorum. Fakat ben tarihi lisede ve üniversitede öğrenmedim, evet belki metodoloji, paleografya gibi tarih disiplininin gereklerini, altyapısını üniversitede aldım ancak benim tarihe olan sevgim okulların ya da devletin bana öğrettiklerini unutmaya çalışmamdan sonra başladı. Zamanla da bir tutkuya dönüştü aslında. Bana öğretilen Resmi/ideolojik tarihi sorgulamaya üniversitede başladım ve hala da devam ediyorum. Resmi tarihi eleştiren, alternatif bir tarih okuması sunan kitaplarla başladı bu sevgi aslında. Dolayısıyla tarih benim ilgimi tarih bölümünde okurken yani sonradan çekmişti. Ancak üniversite sınavında daha çok siyasal bilimler, uluslararası ilişkiler gibi bölümleri kazanmayı hedefliyordum. Matematiğim biraz kötü olduğu için çok iyi yapamadım; ve daha alt tercihim olan tarih bölümüne girdim. Ama sonradan gördüm ki aslında sosyal bilimler alanı çok geniş ve her disiplinin kendine ait bir alanı olsa da felsefe, sosyoloji, hukuk, siyaset bilimi ve tarih bilimi birbiriyle yakından ilişkili alanlar. Eğer eleştirel ve geniş spektrumlu bir okuma alışkanlığınız varsa size okutulan derslerin çok ötesinde bir düşünsel formasyona sahip olabiliyorsunuz. Önemli olan da zaten temel altyapıyı kurduktan sonra okumalarla ve zihin pratikleriyle her alana nüfuz edebilmek. Son yirmi otuz yılda displinlerarasılık gibi düşüncelerin önem kazanması da bunu gösteriyor bence. Yani bir tarihçi temel bir hukuk ve siyaset bilimi bilgisine sahip olmak zorunda artık. Ya da bir hukukçu Roma tarihini, Yunan polisini ya da İngiliz parlamentarizmini bilmeden yasaların doğası üzerine derinlikli bir tahlil yapamaz. Doğru değerlendirme yapmak zihinsel retorik ya da yöntemsel mantıkla olduğu kadar toplumların gelişimini de incelemekle yakından alakalı bence. Tarih okurken çok disiplinliliği keşfetmem tarihe olan bakışımı ve sevgimin rengini de değiştirdi dolayısıyla. Sonuç olarak sosyal bilimci olmaya çalışmak tarihçi için başlangıç noktasıdır diyebilirim. Konuya dönersek nasıl başladığımın ötesinde tarih öğretmenliği yapmak beni zamanla çok mutlu etti. Hep iyi okullarda, iyi çocuklarla çalıştım. Bana kalırsa bu, herhangi bir mesleği yapmaktan daha güzel. Çünkü belli bir yaştaki çocukların tabula rassa zihinlerinde bir iz bıraktığını, bir insanın hayatında daha önce bilmediği bir pencere açabildiğini, bakış açısını değiştirebildiğini görmek, herhalde insanın yapabileceği yegane güzelliklerdendir diye düşünüyorum. Kısacası tarih öğretmenliği biraz şapkadan çıkmış gibi oldu ama şimdi iyi ki de olmuş diyorum. K: Tarihe olan ilginizin nedeni nedir peki? E.Y.: Tarihe olan ilgim lisedeyken başarılı olduğum birkaç dersten birinin tarih olmasına dayanıyor. Lisede kafamda kesinlikle üniversite okumalıyım dışında çok şekillenmiş bir hedef yoktu. Dediğim gibi rastlantılarla tarih okusam da bu dala olan asıl sevgim üniversitenin son yıllarında başladı. Farklı bakış açıları, farklı tarih ekolleri ve farklı bir kültür çevresiyle karşılaştım. Üniversite, akademik temelle birlikte kültürel bir fırsat sunduğu için okunmalı zaten. Hem resmi olarak devletin bana anlatmış olduğu tarihe, hem de çevremizden duyduğum kahramanlık ve mitlerle örülü tarihe hep eleştirel bakan bir tarafım vardı. Fakat bunu bilimsel bir temele oturtmam üniversitede mümkün oldu. Bu bağlamda tarihi “insanın toplumu yeniden keşfetmesi” olarak düşünmüşümdür çoğunlukla. Ancak bu yeniden keşif bir çok parametreyle birlikte anlam kazanıyor. Zira içinde yaşadığınız toplum, kimlikleriniz ve eğitiminiz geçmişe bakışınızı şekillendiriyor. İşin içine, bence daha da önemli olan, devletin makbul vatandaş yaratma çabası girince çerçevesi önceden çizilmiş bir insan tipi ortaya çıkıyor. Bunu değiştirebilmek zor olduğu için geçmişi yeniden keşfetmek daha da önemli hale geliyor bence. Çünkü Köprü modern devletlerin sözde modern vatandaşları ayrımcılığı, ötekileştirmeyi ve yabancılaştırmayı farkında olmadan küçük yaşlardan itibaren benimsiyor ve içselleştiriyorlar. Sonuçta iki dünya savaşı, bu dönemlerdeki otoritertotaliter rejimler ve her zaman yeniden yaratılabileceğini düşündüğüm faşist ideolojiler ortaya çıkıyor ama daha korkunç olanı insanların bunları normal kabul etmeleri oluyor. İşte bu noktada tarih bilimi ve okullarda okutulan tarih dersleri çok kritik bir yerde duruyor. İdeolojiden arındıramadığımız tarih bilimini evrensel bir vatandaş tipi yani çokkültürlülüğe inanan, farklı kimliklere saygılı, eleştiren, sorgulayan, barışçıl bir insan modeli yaratabilmek için kullanabiliriz. Ben tarih derslerinde bu tipolojinin yaratılabileceğini düşünüyorum. Üniversitenin bana katkısı da bu oldu aslında. Aynı zamanda siyasal tarihin ötesinde, toplumsal ve kültürel tarihin de önemli olduğunu gördüm. Tarihin aslında padişahların ne yiyip içtiğinden ziyade; dönemin işçisinin, köylüsünün ne yiyip içtiği, nasıl yaşadığıyla ilgilenen insan temelli bir yüzünün de olduğunu gördüm. Yani sadece kralların, padişahların, aristokratların tarihi değil; burjuvazinin tabi küçük olanların, proletaryanın, dönemin sıradan insanının da tarihi artık yazılıyor ve çok satabiliyor. Tarihin öbür türlüsü bana çok sıkıcı gelmiştir zaten hep. Hani hep sizlere de anlatılan resmi, siyasal-askeri tarih çok basma kalıp gelmiştir bana. Örneğin 29 Mayıs, 1071, 1453 İstanbul’un fethi gibi belirli tarihlerin; “Fatih’in oğlu Beyazıt’tır, onun kardeşi Cem Sultan’dır.” gibi ezber bilgilerin sürekli öğretiliyor olması bence kötü bir tarihçiliktir. Ben de bu ekolden gelsem de bunun eleştirisini yapmışımdır, sosyal ve kültürel tarihin de renkli, insanda ufuk açabilecek bir yönü olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir konu kapitalist bir zihniyetle mutlaka parlatılarak sunulmamalı insanlara. Ama insanlarda bir heyecan uyandırmak önemli bence. Bu anlamda tarih öğretmeni olmak bana bir avantaj sağladı çünkü akademisyen olarak belli bir alana yönelmek zorundasınız. Fakat öğretmen olduğunuzda uygarlık tarihi, devrimlerin tarihi, Avrupa, ilkel insan, yerel kabileler gibi pek çok farklı konu öğretebiliyorsunuz ve tabi Haziran 2014 Elif Ece Acar ki de öğrenmeye devam ediyorsunuz. Elbette bunu yaparken yüzeysel kalma tehlikesi var uzmanlaşamamanın. Ancak insanın hikâyesi olarak tarihe bakıldığında toplumu ve insanı yeniden keşfe çıkmak ve yeni yayınları takip etmek beni heyecanlandırıyor. K: Resmi tarihe mesafeli durduğunuzu söylediniz ama derslerde işlenen müfredatta resmi tarihe uyma zorunluluğu var. Bunu nasıl dengeliyorsunuz? E.Y.: Öncelikle resmi tarih dediğimiz şey, tarihin yanlış anlatılması değil, eksik ya da ideolojilerle örülerek ve taraflı anlatılmasıdır. Resmi tarih evet ideolojik bir alandır, ama bunun karşısına çıkan da ikincil bir resmi tarih olmamalıdır. Gerçekleri, zor hatta imkansız olsa da objektif ya da en azından evrensel değerlere ve bilimselliğe uygun biçimde yazmak ve anlatmak kaygısı güdülmelidir. Ben derslerimde resmi tarihi anlatıyorum ama kayda değer – temeli olan alternatif bilgi-değerlendirmeleri ve sorgulanması gereken alanları da vurgulıyorum. Böylelikle bir denge sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken provokatif bir dil kullanmıyorum. Benim tarzım bu değil çünkü. Resmi tarihe karşı çıkan, alternatif tarihe de eleştirel bir bakış getiren tarafım vardır.Bu durumu Cumhuriyet tarihi üzerinden örneklendirebiliriz. Cumhuriyet tarihini – Osmanlı tarihini anlatırken basma kalıp bilgiler vardır ve bunlar sorgulanmadan yıllar boyunca kuşaklara adeta ezberletilerek zihinlerinde yer etmeye çalışılmıştır. Örneğin cumhuriyetin ilk döneminin anlatımı (1920-1925) bir tarih anlatımı değil bir devrimin benimsetilmesi çabasıdır. Hem bu dönemde hem de 1908-1913 arasında yaşanan, oldukça hareketli siyasal yaşam görmezden gelinir, önemsenmez. Yaşananlar, olaylar tek adam merkezli olarak anlatılır. Halbuki her iki dönem Türkiye’de daha sonra olmayacağı kadar demokrasi mücadelesinin yaşandığı, yelpazenin her tarafından bir çok siyasal partinin, gazetenin, propaganda ve yayının faaliyet SÖYLEŞİ gösterdiği yıllar olmuştur. Mete Tunçay Hoca’nın bu dönem için çok güzel bir tespiti vardır: “1920-1925 arası siyasal tarihimizdir. 1925’ten tek parti iktidarının sona erdiği 1950 yılına kadar olan dönem ise artık idare tarihidir.” der. 1925’ten sonraki dönemde liberal, özgürlükçü ve demokratik bir atmosfer artık yoktur. Tabi bu duruma devrimin zoraki de olsa benimsetilmeye çalışılması, Osmanlının yıkılışına tanıklık eden asker-siyasetçilerin tekrar böyle bir durum yaşamak istememeleri, jakoben bir tarzda da olsa modern bir toplum ve ulusal bilince sahip bir yurttaşlar topluluğu yaratmak gibi gerekçeler neden olmuştur. Bu dönemin anlatılmasına kaynaklık eden eserler Nutuk, Türk Tarih Kurumunun veTürk Dil Kurumunun 1930’lardaki yayınları, dönemin Kemalist akademisyenlerinin yayınları ve devlet adamlarının söylevleri olarak sıralanabilir. Bunlar ortaöğretimde ve üniversitelerde okutulan müfredata kaynaklık etmiştir. Orta öğretimde bunun adı “İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük” üniversitede “Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi” dersleri olmuştur. Bu dönemde yaşananlar tek adam merkezli ve onun çok yakınında yer alanlarla sınırlandırılarak anlatılmıştır. Devrime katkıda bulunan daha geniş çevreler göz ardı edilmiş veya yeterince önemsenmemiştir. Tabi Atatürk’ün tartışılmaz otoritesi ve karizması da döneme damgasını vurmuştur. Ancak bu dönemi, yüceltilmesi gereken bir devrim tarihi olarak değil de siyaset bilimi, hukuk, siyaset felsefesi gibi alanların kavramlarıyla karşılaştırarak, bilimsel temelli ve akıcı bir dille anlatmak cumhuriyet tarihimizi çok daha renkli ve ilgi çekici hale getirilebilir. Ayrıca öğrencilerin her zaman serzenişte bulundukları bir konu olan 1938 sonrasını da tarih derslerine dahil etmek Cumhuriyetin devam ettiğinin ve 1938’den beri sürekli geliştirilmeye çalışıldığının da anlatılması bakımından önemlidir bence. Son dönemde böyle bir dersin konması güzel bir başlangıç olsa da devrim sonrasının nasıl anlatılacağı sadece devrim güzel olmuştur diyen öğretmenlerin, üzerinde çokça çalışması gereken bir probleme dönüşmüştür. Bu dönem sorular ve tartışmalarla lise öğrencisine de açılan bir alan olmalı bence. Mesela Siyaset tarihi olarak incelendiğinde neden 1923-46 arası seçimler iki dereceli ve açık oy gizli sayım esasına göre yapılmış, egemenlik nasıl millette oluyor bu durumda, çekinceler nedir, CHP vesayetçi ise yani geleneksel toplumdan modern topluma geçişte bir köprü vazifesi görmüşse neden savaş sonrası 1946 yılını beklemek zorunda kalmıştır, Naziler savaşı kazansaydı yine de çok partili yaşama geçilecek miydi, her ne kadar spekülatif olsa da sorulmalıdır bence.Mesela Resmi tarihimiz 1925 (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) ve 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimlerini başarısız çok partili hayata geçiş denemeleri olarak anlatır. Halbuki Fethi Okyar liderliğindeki, muvazaa da olsa, Serbest Cumhuriyet Fırkası 1930’da İzmir de büyük coşkuyla karşılanmış, yapılan mahalli seçimlerde teşkilatlanmasını tamamlayamamasına rağmen 502 belediyeden 22 tanesini kazanmıştır. CHP’nin devletle eşdeğer olduğu o dönemde bu önemli bir başarı olmuştur aslında demokrasi bakımından ancak dönemin siyasal elitleri SCF’ye olan ilgiden rahatsız olmuşlar ve kapatma – tasfiye sürecini başlatmışlardır. Resmi tarihin öne sürdüğü gibi çok partili hayata geçiş başarısız olmamış aksine halktan büyük ilgi görerek başarılı olmuştur. Ama kimse bu başarısızlık söyleminin sorgulamasını yapmaz. Bu objektif bir tarih değerlendirmesidir. Kesinlikle Atatürk ve arkadaşlarına yönelik bir değerlendirme olarak algılanmamalıdır. K: Arkadaşlarınızla öğrenciler hakkında konuşur musunuz ? E.Y.:Tabii, öğrenciler hakkında konuşuruz, çay içip kısır yer ve dedikodu yaparız. Tek tek değil tabii spesifik olaylar üzerinden konuşuruz. Buradan bir şey çıkmaz size! K: Robert’de öğrenci olsaydınız neler yapardınız. Hangi dersleri alırdınız ? Nasıl bir öğrenci olurdunuz ? E.Y.:Robert’de öğrenci olsaydım Türkiyeci mi Amerikacı mı (ben Türkçü ve Batıcı tasnifini daha isabetli buluyorum çünkü kimse doğuya Çin’e ya da Hindistan’a gitmek istemiyor) olurdum bilmiyorum. Burası öğrencilere bir sürü fırsat sunuyor. Ben sinema dersi alırdım mesela, ASL dersi alırdım mutlaka. Sayısal dersleri alsam da başarılı olamazdım Haziran 2014 muhtemelen. Tiyatro alırdım sanırım, sahne arkasında yerim olurdu, sahneye çıkamazdım, utanırdım. Bu dersler sosyalleşme ve iletişim kurma açısından geliştirici olurdu. Bu alandaki çekingenliğimi yenmeye yardımcı olurdu diye düşünüyorum. Sahne ışıkları altında olmaktan çok olayların dışında kalarak incelemeyi tercih eden bir mizacım var. K: Sessiz kalarak gözlemci olmanın yararları ne sizce ? E.Y.: Çok konuşarak hata yapma riskini ortadan kaldırıyorsunuz mesela. Bu biraz da yapıyla alakalı. K: Futbolla da alakalısınız... E.Y.: Fanatik bir Barcelona taraftarıyım. K: Türkiye’den bir takım var mı ? E.Y.: Türkiye’den bir takım tutuyorum ama o bende kalsın. K: Bazen sınıflarda “Ben Katalan’ım.” diyormuşsunuz ? E.Y.: Öyle espri ile söylediğim bir şey. Oraya kendimi yakın hissettiğim için de denebilir. Hollanda ekolü total futbolu seviyorum. Barcelona bence futbol oynamıyor onlar sanat icraa ediyorlar. Ama beni asıl bağlayan şey Falanjist Faşist Diktatör Franco’ya boyun eğmemeleri oldu. Barça tutkumda Bask bölgesi gibi Katalonya Bölgesi ve Katalanların Franco diktasına karşı tavırları, Franco’nun desteğine sahip Real Madrid ile rekabeti bunda çok önemli rol oynadı diyebilirim. Reali sevmem hiç, keşke hep yenilseler. Oynadığı futbol önemli ama siyasal duruşta önemli tabii. Futbol asla sadece futbol değildir. K: Nasıl bir öğrenciydiniz ? E.Y.: Aydın’da okudum. Sessiz sakin bir öğrenciydim. Sporla hep ilgiliydim. Derslerine çalışan düzenli biriydim. Eleştirel, isyancı bir yanım vardı ama sağlığıma düşkün olduğum için bu yanımı hiç dışarı vurmazdım. Bir şeylere aktif katılmayışım, gözlemci oluşumun bu karakter yapısıyla alakası var. Bu durum orta okul ve lisede hep böyleydi. Muhalif bir yanım vardı ama bu durum aksiyona geçmezdi. K: Terakki’den sonra Robert’i nasıl buldunuz ? E.Y.: Terakki ve Robert’in arasında eğitim anlamında bir takım farklılıklar var. Birincisi; Terakki biraz daha yoğun milli eğitim müfredatının uygulandığı bir okul, ama oradaki özellikle sosyal bilimlerdeki öğretmen arkadaşlarımın Köprü 5 bazılarıyla resmi tarih eleştirisini çok yapardık, alanında çok iyi arkadaşlarım var. Tarih ve Felsefedeki entelektüel arkadaşlar Terakki öğrencisi için büyük bir fırsat ve avantaj bence. Şimdi IB programını keyifle işliyorlar. Burada ise biraz daha öğrencinin özgürlük alanlarını açan ders seçimleri var. Bunların öğrencilerin kendilerini geliştirmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Terakki’deki ve buradaki öğrencilerimi seviyorum. Ama temel farklılıklardan çok benzerlikleri daha fazla görüyorum. Her iki taraftaki gençleri de çok potansiyelli görüyorum. K: Hayatta vazgeçemediğiniz prensipleriniz var mı? E.Y.: Parmakla gösterileyim, sahne ışıkları bana çevrilsin gibi hülyalarım olmadı ama disiplinle çalışmak hiç bırakmadığım bir özelliğim. Bu dönemde biraz daha içe döndüm sanki. Hayat işte. K: İleriye dönük bir planınız var mı? E.Y.: Akademik bir çalışma yapıyorum. Bir doktora tezi üzerinde çalışıyorum. 1923-1960 dönemi arasındaki CHP ve DP üzerinde olan çalışmamı üçdört senedir bitirmeye çalışıyorum. Sürekli kaynak taramayı gerektiren, bol bol gazete, dergi koleksiyonu karıştırmayı isteyen dolayısıyla vakit alan bir çalışma. Üzerinde bir takım düzenlemeler yaptıktan sonra belki kitaba da dönüşebilir. K: Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz… SÖYLEŞİ 6 Nüket Eren’le Röportaj Yirmi Altı Senedir Okulumuzda Öğretmenlik Yapan Nüket Eren’le Hayatı ve RC’deki İzlenimlerine Dair Keyifli bir Söyleşi Köprü: Nerede doğdunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Nükhet Eren: Bandırma’nın Kuşcenneti köyünde doğdum. Dört kız kardeşim var. Annem hep “Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider.” dediği için kardeşlerime ailedeki en büyük kız çocuğu olarak hep yol gösterici olmaya çalıştım. Paylaşarak yaşadığımız çocuk günlerini anımsıyorum: Hep aklımda olan şey bize yetecek kadar yiyeceğimiz giyeceğimiz olduğu, bir o kadar da sevgimiz, kahkahamız vardı. Güzel bir çocukluktu. Her kuruş önemli olduğu için dondurma, sinemaya gitmek ya da tren yolculuğu gibi fazladan herhangi bir harcama gerektiren her şey bizim için zevk kaynağıydı, heyecanlıydı ve de değer verilmesi gereken bir şeydi. Bu, yaşamım boyunca belki de en önemli ilkelerimden birisi oldu. Güzel günler anımsıyorum çocukluğumdan. Zira annem de babam da hep iyi insan olmamız yönünde öğütlerde bulundular. İnsanların kalbini kırmamak, bir yanlış yaptıysak özür dilemeyi bilmek, insanlara güvenmek gibi son derece, şimdi düşünüyorum da, evrensel olan değerleri katmaya çalışmışlar. Bir laf vardır, “Vatanımız çocukluğumuzdur.” denilen. Gerçekten de orada çok büyüyoruz, öğreniyoruz ve bu bütün yaşamımıza yayılıyor, diye düşünüyorum. K: Küçük kız kardeşleriniz ön tekerleği izlediler mi peki? N.E.: Evet, gerçekten de ön tekerleği izlediler. Babamın ekonomik durumu çok iyi değildi ama hepsi en azından liseyi bitirdi. Kardeşlerimin hepsi de çalışıyor. K: Hiç unutamadığınız çocukluğunuza dair hatıralar var mı? N.E.: Esasında birçok var. Bir tane muz varsa biz onu beş parçaya ayırarak yemeyi bilebiliyorduk. Bu önemli bir şey. Hep örnek rol model oldum kardeşlerime ama hızlı, telaşlı, biraz atılgan bir yapım oldu hep. Adeta yürümeyen, koşan bir çocukluk hatırlıyorum ilkokul çağlarında. Esasında ben solağım, bir keresinde Uysal bize hep arkadaşlığın ne kadar önemli olduğunu vurgulardı. Halen görüştüğüm, paylaştığım, konuştuğum, dertleştiğim ilkokul arkadaşlarım var ve bu gerçekten büyük bir zenginlik benim için. İlkokulda da, ortaokulda da, lisede de, genellikle kütüphane ve gezi kollarında aktif rol alırdım. O zaman okul bahçesinde saklambaç oynarken düşüp sağ kolumu kırınca, ki o zamana kadar sağ elimi kullanmam yönünde yönlendiriliyordum evde, o kırığın tedavisi uzun sürdü ve doğal olarak sol elimi kullanmaya devam ettim. Her ikisini ortaklaşa çalıştırarak, büyük bir maharetle kullanabiliyorum. Kolumu kırdığım bu olay, ailede “ivecen” lakabını almama yol açtı. Şu anda çocukların sokaklarda, bahçelerde oynama şanslarının olmaması beni çok üzüyor. Biz çocukluğumuzu doya doya bahçelerde oynayarak, koşarak yaşadık. O beton bloklar arasında değildik. Bu büyük bir şanstı sanki. kulüpler yoktu, kollar vardı, hatta kolumuza pazu bantları takarlardı. Bunları annelerimiz dikerdi. Kendimi çalışan bir öğrenci olarak hatırlıyorum. Okuyan, seyahat etmekten zevk alan bir insanım. Bunun temelleri de sanırım o kollar içindeki çalışmalar oldu. Kütüphane kolunda neler yaptığımızdan bahsetmek gerekirse; okulun kitapları vardı, dışarıdan kitaplar da gelirdi. Okuyarak, okuduğumuzu arkadaşımıza da önererek, birlikte tartışarak, sonra okuduklarımız üzerine hayaller kurarak zamanımızı geçirirdik kütüphane kolunda. O zamanlar, “Arkası Yarın” diye tiyatro oyunları olurdu. Onları dinlerdik. Konuşan kişilerin kıyafetlerini, dış görünüşlerini hayal ederdik. Bugün düşündüğümde senaryo yazmaya benzer bir çalışma yapıyormuşuz. K: İlkokul ve lise yıllarınızdan bahseder misiniz? N.E.: İlkokula altı yaşındayken başladım. İlkokul hocamız, Hatice Köprü Haziran 2014 Tayis Arslan Zaten son zamanlarda arkadaşlarımızla geriye dönüp baktığımızda bu yapılanların ne kadar naif, ne kadar masumca, ama bir o kadar da hayal gücümüzü geliştirici çalışmalar olduğunu görüyoruz. Kimse bize öyle yapın, şöyle yapın diye yönlendirmeden kendiliğinden oluveren şeyler. İlkokul yıllarıma dair en çok hatırladıklarım bunlar benim. Lisede ise, Ethem Er adında bir tarih öğretmeni vardı. On altı yaşındaydım ve Ethem Er’in anlattıkları, bize kazandırmaya çalıştığı perspektifi sanki fark etmişim gibi. Şimdi düşündüğüm zaman çok erken bir karar almışım. Daha on altı yaşındayken tarihe büyük bir hevesim, merakım oluşmuş. Ethem öğretmenin geldiği zamanlar liselerde genel ilk çağ tarihiyle ilgili dönemler öğretiliyordu. O dönemlere ait biraz daha sempatim var gibi. Bütün insanlık uygarlığının temellerinin ortaya çıktığı zamanlar çünkü o dönem. O dönemin devamında nasıl bir süreç izledi, kültürler birbirleriyle nasıl etkileşti gibi soruların peşinde koşarken buldum kendimi. Öğretmenlerin bu anlamda hayatımızda büyük rolleri olduğunu düşünüyorum. Daha sonrasında üniversiteye gittiğimde genel olarak sosyal bilimler okuyup tarihe yöneldim. K: Üniversitede sosyal bilimler okuyup tarihe yüksek lisansta yöneldiğinizden bahsettiniz. Nerede yaptınız yüksel lisansı, tezinizin konusu neydi? N.E.: Yüksek lisansıma Boğaziçi’nde başladım. Toefl’larla, İngilizce’yle cebelleştim bunun için ama yoruldum da. Sonra lisansımı “Türk Eğitiminde Yabancı Okullar” başlığı SÖYLEŞİ altında İstanbul Üniversitesi’nin tarih bölümünde tamamladım. Hem öğretmenlik, hem yatakhane amirliği, hem öğrencilik, hem de çocuk yetiştirme kaygılarım olduğu için bu tezi tamamlamam uzun sürdü. Robert Kolej’de 1987-1988’de öğretmenliğe ve yatakhane amirliğine başladım. O sırada Alaz, kızım, yedi yaşındaydı. (Alaz’ın ne demek olduğunu sormam üzerine “Ateşin ilk alevi demek.” diyor ve gülerek ekliyor “Üç öğrencim doğan kızlarına benden duyduktan sonra Alaz ismini verdiler .” 20’li yaşların merakıyla uzun araştırmalar sonucu bulmuşlar bu ismi.) Alaz’la birlikte yatakhane amirliğim sayesinde burada birlikte büyüdük diyebilirim. Yüksel lisansta zaten 1-2 sene master konularını almak sürüyor. Ben o sırada yatakhane amirliği ve öğretmenlik yaptığım için bu dönem benim için daha uzun sürdü. Okulu tanıma çabası içerisindeydim, yabancı okullar benim hiç bilmediğim bir koydu. Okuldaki farklılıklar çok ilgimi çektiği için tez konumu da yabancı okullar üzerine yapmak istedim. Danışman hocam, Toptamış Ateş onay verdi, çünkü esasında Ermeni meselesi de çok çalışmak istediğim bir konuydu. Ona biraz iltilaflı olabilir, şu anda seni çok zorlayabiliriz, dedi Toptamış Hoca ve yabancı okullar konusuna odaklanmamı önerdi. Ben de nasıl olsa ileride doktora yapacağım, Ermeni meselesini de o zaman çalışırım, dedim. Siyasi bilimler bölümünde doktoraya başladım. İkinci kez Toefl’a benzer KPDS sınavı gibi bir şey karşıma çıktı, onu aşmak için çok uzun süreler İngilizce çalıştım. Sonra bu doktora hayalimi emekliliğe bıraktım, emekli olunca doktora tezimi tamamlayacağım. K: Peki Türkiye’deki yabancı okullarla diğer okullar arasında ilk gözünüze çarpan farklılıklar nelerdi? N.E.:Robert’te çalışmadan önce yedi sene devlet okullarında öğretmenlik yaptım. Önce Kenan Evren, daha sonra ise Kadıköy Anadolu’da çalıştım. Yabancı okullarda daha özgürlükçü bir ortam, öğrencilerin perspektiflerini genişletici ve yaratıcılıklarını teşvik edici bir eğitim programı var. Çalışmaya başladıktan sonra beni Robert’te en çok etkileyen başka bir nokta ise planprogram ve organize olma. Okuldaki ilk zamanlarımda iki toplantıya geç kaldıktan sonra hemen ajanda edindim, yirmi altı senedir de hiç yanımdan ayırmadım ajandamı. sene ise Sürdürülebilir Yaşam Kulübü’nü açtım. Günümüz insanların sorunlarını birebir ele alan bir kulüp. Bu sene kısa bir aramız oldu, ama seneye devam edeceğiz. Ekolojik sisteme müdahale K: Yirmi altı senelik Robert Koleji etmezse insan, doğa kendini yeniler. serüveniniz boyunca ders dışı Çeşitli ilaçlar ve kimyasallar kullanarak aktivitelerde nasıl roller aldınız? çevreye çok fazla müdahale ettiğimiz N.E.: İlk senelerimde Sinema Kulübü’nü için yağışların azalmasını, kuraklık ve kurmuştum, çünkü öğretmenlikten susuzluğu tecrübe ediyoruz. Bütün sonra hemen yatakhane amirliği bunlar karşısında farkındalık yaratma görevim başlıyor ve dışarı çıkmak çok amaçlı videoların izlendiği ve interaktif zorlaşıyordu. Orada en az seksen kız tartışmaların yapıldığı bir kulüp. öğrencim vardı ve hepsi gerçekten de çocuklarım gibiydi. Onlarla K: Okulumuzun öğrenci profili çalıştığınız seneler boyunca nasıl beraber, küçük gruplar oluşturarak bir değişim gösterdi? AKM’ye gidip sinema izlemek zaten N.E.: Değişim kaçınılmaz. Türkiye’deki, yapageldiğimiz bir şeydi. Dedim ki dünyadaki değişimlere paralel olarak bunu bir kulüp haline dönüştüreyim, öğrenci profilleri de değişti elbette. okuldan öğrencilerim de katılsın. O En büyük kırılma noktası, sekiz yıllık sene “İstanbul Kanatlarımın Altında” eğitimin başladığı dönemde bizim filmi vardı. O filmi beraber izleyip ortaokula değil de liseye öğrenci tartıştıktan sonra öğrencilerle birlikte almaya başlamamızdı. Okul Anadolu’ya sanat yönetmeni ve oyuncuları okula davet etmiştik. Cidden çok etkili başka açıldı, Anadolu’dan daha çok öğrenci aldı. Onlar kendi yerel değer ve işler ve kulüplerin doğmasına yol açtı kültürlerini de taşıdılar. Belki kendileri bu kulüp. Sonra Oscar Filmleri Kulübü başta biraz zorlandı. O dönemde gibi başka başka kulüpler türedi. ben yatakhanede değildim, birebir Aslında benim amacım okul saatleri gözlemleyemedim. 2000’li yıllarda dışında da öğrencilerimle beraber olabilmekti. Bunun uzun vadede başka böyle bir değişime tanıklık ettik. Okulda daha büyük bi kulüplere yol açması hoşuma gitti. Sonra Bowling Kulübü’nü kurmuştum. r çeşitliliğe yol açtığı için uzun vadede bunun olumlu bir değişim olduğuna Başka bir öğretmen ona devam etti, inanıyorum. ben başka işlere yoğunlaştım. En önemli aktivitelerimden biri de bu okulda en az yirmi dört sene Kasımpaşa K: Öğrencilerinize nasıl yaşamalarını tavsiye edersiniz? Çocuk Esirgeme Kurumu’yla çalıştım. Sizin için mutlu bir hayat ne ifade Oradaki çocuklara yılbaşı partileri düzenlemek, onları sinema ve tiyatroya ediyor? götürmek, okula çağırıp onlarla platoda N.E.: Dürüstçe. Ne olursa olsun dürüstlükten sapmadan. Kararlılıkla. piknik yapmak gibi çeşitli faaliyetler Ben bütün ömrümün yarısını Robert yaptık. Bunları daha çok hafta Lisesi’nde geçirdim. Çok çalıştım, sonları yatılı öğrencilerimizle birlikte severek çalıştım. Ancak çok çalışırsan hazırlardık ve hâlâ devam eden bir faaliyet bu. Artık oradaki çocuklar da iş yıldızlara ulaşabilirsin. Ütopya güç sahibi olmaya başladılar. Bir deniz mı oldu pek? Belki gökyüzündeki kabuğu kurtarmak gibi aslında bu. Tabii yıldızlara ulaşamadım. Ancak gerek tarih dersleriyle gerek yaptırdığım ki onları destekleyen başka insanlar mikro çalışmalarla – aile projesi, eski var. Bir tanesinin gelişimine birebir tanıklık ettim. Şu an ressam oldu. Bizim eşyaların tarihini araştırma, çeşme ve kiliseye bakma gibi- öğrencilerin okulda yemekhanede yaptığımız hem merak etmesini, yaşayarak görerek eğlenme hem de matematik öğretme öğrenmelerini sağladığıma amacı güden bir faaliyette balığın inanıyorum. Yıldızlara ulaşamasam kuyruğu üçgen, kendisi elips diyerek da yıldızlar kadar bana enerji veren, bu parçaları renkli elişi kâğıtlarıyla güzellik katan binlerce öğrencim birleşmelerini istemiştik. Bu süreçten çok etkilendiğini söylemişti bana. Fark oldu. Bu yüzden çok şanslı olduğumu düşünüyorum. İşimi çok severek yaratan bir çocuğun yaşamındaki o yaptım. Yansıması da bir dolu yıldız küçük dokunuş beni çok etkiledi. Bu Haziran 2014 Köprü 7 oldu bana. K: Son olarak paylaşmak istediğiniz başka bir şey var mı? N.E.: İnatçı kırlangıçlar (hayattaki çalışkan insanlar gibi düşündüğüm) yuvalarını çamurdan yaparlarmış. Bu çocukluğumdan gelen bir hikâye. Eğer kararlı ve çalışkan olursan hayatta yapmak istediklerini gerçekleştirebilir mutlu olurken mutlu da edersin. Hem bu hikâyeyi hem de yıldızlarımı Nisan’da doğacak ikiz torunlarıma büyürlerken anlatacağım günlerin hayaliyle...Sevgiyle… Bu keyifli söyleşi için Köprü Gazetesi’ne zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. SÖYLEŞİ 8 Mr. Jones’la Röportaj İlk sorumuz kütüphane ile ilgili olacak. Geçen sene öğrencilere kütüphanede radikal değişiklikler yapılacağı söylenmişti. Hatta öğrenciler arasında kütüphanede Cafe Nero açılacağı gibi bir söylenti bile dönüyordu. Sonraki soru. O zaman şöyle soralım. Seneye kütüphane ile ilgili ne gibi planlarınız var? Geçen bahar bayrak töreninde sizlere ne gibi planlarımız olduğunu sunmuştuk. Törende neden bahsettiysek onları yapmayı planlıyoruz. Hiçbir şey değişmedi. Değişen tek şey geçen sene planları uygulayabilmek için izin almaktı. Bilmiyorum Robert Kolej ile alaklı bunun farkında mısınız ama Öte yandan kitap sayısı düşürüldü. Kütüphaneden eksilen kitapların başına ne geldi? Tahminen dünya üzerindeki tüm kütüphanelerde olan şey. Her kütüphane bir noktada artık kullanılamayacak kitapları çıkarmalıdır. Bir Shakespeare her zaman kullanılır tabii. Ama ya bir bilim kitabı? Beş sene. O kadar. Çünkü sürekli değişiyor, özellikle fizikte. Çoğu bilim üzerine kitap ve tabii ki birçok başkası çıkarılmak zorunda kaldı. Mesela Pascal Programcılığı üzerine bir kitabımız vardı. Pascal Programcılığını bilmenize imkan yok çünkü kimse bunu 1985’ten beri kullanma gereksinimi duymadı. Dolayısıyla, bir öğrenci bilgisayar programcılığının tarihi üzerine yazmak vermenin anlamı yok. Çoğu kitap öğrencilere satıldı. Bazı kitaplarsa bağış programları aracılığıyla başka okullara gönderildi. Yaşadığımız bir problem, özellikle ders kitaplarıyla alakalı, kitapların İngilizce olmasıydı. Hele bazı kitapların kapakları ve sayfaları kopuyordu çünkü işin aslı yirmi senedir kimse onları açıp kullanmamıştı. Eğer kütüphaneyi incelerseniz yaşadığımız bir problem de kaloriferlerden kaynaklanıyor. Rafların arkasından gelen soğuk hava ve daha sonra kalöriferden gelen sıcak havayla beraber kitaplar iyice yıpranıyor. Bu aslında bir kitabı alıp soğuk suya batırıp sonra da ısıtmak gibi bir şey. Kitaba ne olacağını tahmin edebiliyorsunuzdur. Bazı kitap raflarının arkalarının durumu yapmak istediğimiz her şeyi anında gerçekleştiremiyoruz. O yüzden uzun süre bekledik ve ne yazık ki beklenen izin zamanında gelmedi. Geçen yazdan faydalanma imkanı kalmayınca bir bütün sene daha beklemek zorunda kaldık. Ne zaman başlayacaksınız? Bu yaz başlamayı planlıyoruz. Yapmamaız gerekenleri görmek için yapmanız gereken tek şey kütüphaneyi gözden geçirmek. Camlar eskimiş, çatlıyorlar. Halılar 180 yaşında olmalı. Rafların üzerlerinde lekeler var. Her şey değiştirilmeli. istemezse bu kitabı tutmanın anlamı nedir? Her sene kütüphanemize 1500 yeni kitap ekliyoruz. Güncel, ihtiyacımız olan kitaplar. Peki ya eski olanlara ne yapmalı? 10 sene sonra eklenen kitaplar 15000 kitap eder. Eski kitapları nereye koyacaksınız? Sonuç olarak, her kütüphanenin yapması gerektiği gibi, ki ne yazık ki bu yöntem daha önce bu okulda uygulanmamaktaymış, her sene 1500 kitabı çıkarmalıyız. Başka ne yapılabilir ki? Peki bu kitaplar nereye gönderildi ? Eğer işe yaramazlarsa onları bir yere gerçekten çok kötü durumda. Kütüphane ile ilgili planlarınızın dışında okulla ilgili başka planlarınız da var mı ? Bildiğim kadarıyla herkes kantinden şikayet ediyor. Dolayısıyla kantin ile ilgili bir değişime gidilmesi gerektiği ortada. 1000 kişilik bir okulumuz ve sadece 300 kişinin sığabileceği bir kantinimiz var. Fakat öte yandan okulda 1000 kişiye yetecek büyüklükte bir alana sahip değiliz. Bu konuya bir şekilde çözüm bulmalıyız. Board’un kesin onay vermediği konular hakkında konuşmak istemiyorum; çünkü sonra Köprü Haziran 2014 Cafe Nero gibi söylentiler çıkıyor açığa. Dolayısıyla bu konuyla alaklı detaylı yorum yapmak anlamsız. Ama benim veya Robert Koleji tanıyan herhangi bir kimsenin kantinin yeterli olduğunu savunması imkansız. Bir çözüm bulacağız; fakat daha ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü Board daha hiç bir şeye karar vermedi. Robert Kolej’de değişime gitmeye çalışırken geleneksel yapının size engel olduğunu hissediyor musunuz? Bir öğrenci olarak bu duruma örnek AP Language dersinin finali olarak gerçek AP sınavına girilmemesi. Dünya çapındaki okullarda çoğunlukla AP’den alınan not final notu olarak değerlendirilirken biz AP’ye ek olarak bir de okulda da yönetmelik yüzünden finale girmek durumunda kalıyoruz. AP sınavına sene sonunda girilmesiyle alakalı hiçbir ülkede bir kural yok. Dolayısıyla o konuyla alakalı yapılabilecek bir şey yok. Fakat daha önceden konuştuğumuz problemler, mesela kütüphane ya da kantin. O konularda herkes bir değişikliğe gidilmesi konusunda hem fikir. Tek yapmanız gereken şey kütüphaneye gidip mobilyalara bakmanız. Parçalanıyor, çoğunlukla kırıklar ve eskiler. Rafların arasında öğrencilerin kulanamadığı alanlar var. İçinde duramayacağın, rahat edemeyeceğin bir kütüphanenin içinde kitap bulunmasının anlamı ne? Kütüphanenin yeteri kadar verimli kullanılamamasının bir nedeni de rafların çok kısa olması. Eğer ortada duran rafların boyunu iki kata çıkarırsak öğrencilerin kullanabileceği alan miktarını da iki kata kadar arttırmış oluruz. Gündemde olan bir başka konu ise finaller. Finaller hakkında genel olarak düşünceleriniz nelerdir? Finallerin geleceği benim kararım değil. Bu tamamen bölüm başkanlarının sorumluluğunda. SÖYLEŞİ Dolayısıyla bu konu hakkında yorum yapmam doğru olmaz, ki bu konu hakkında bir fikrim bile olamaz zaten. Ben bu durumda önemli bir konumda değilim çünkü finaller MEB’in kararıyla bölüm başkanlarına bağlı halde. Seneye yeni gelecek öğretmenleri biliyor musunuz? Onları çoğunlukla bizzat kontrol ediyorum. İki bacakları ve iki kolları var. Yürüyebiliyorlar, konuşabiliyorlar, bunlar benim iyi bir öğretmende olmasına sevindiğim özellikler. Şaka bir yana, bence hepsi eğlenceli, ilgi çekici, karakter sahibi insanlar. İstediğiniz öğretmen doğrultusunda bir ideale sahip olabilirsiniz. Ama bu ideal sizin o insanı bulacağınız anlamına gelmez. Benim yaptığım seçeneklerim arasından en iyilerini seçmek ve bence şu ana kadar gayet başarılıydık. Peki öğretmen seçme süreci nasıl işliyor? Duruma göre değişiyor. Temel olarak işe aldığımız dört insan tipi var. Biri emekli olacaksa onların işten ayrılacağını biliyor oluyorum. Genellikle altı ay önceden haberim oluyor. Altı ay önceden öğretmen adayları aramaya başlıyoruz. İnternet sitesine ilan koyuyoruz, ajanslarla konuşuyoruz ve CV’leri teker teker okumaya başlıyoruz. İkinci ihtimal bir öğretmenin sene başında gelecek öğretim yılında yanımızdan ayrılacağını haber vermesi. Bu haber bana genellikle Aralık ayında gelir ve bu durumda işlemleri hızlandırırız. Üçüncü yaptığımız şey ise meslek fuarlarına katılmak. Bu fuarlara katılmaya Londra’ya veya Boston’a gidiyorum. Bu fuarlara 100 tane okul ve tahmini 800 öğretmen gelir. Ben de teker teker öğretmen listelerini incelerim, aradan en çok beğendiklerimi sıralarım. Onları benimle konuşmak için davet ederim ve Kolej hakkında detaylı bilgi veririm. Genelde söylediklerimi duyunca etkilenirler. Aradığımız dördüncü tip öğretmen ise Edebiyat bölümü öğretmenleri, bu tahmin ettiğiniz gibi daha farklı oluyor. Sonuçta uluslararsı bir arayışa girmiyoruz, ülke içinde çalışıyoruz. Bu durumda bazen gazetelere ilan veriyoruz ya da internet sitesine yazıyoruz. Bazen ise hali hazırda okulumuzda çalışan bir öğretmenin önerdiği biri olabiliyor. Bu öneriler çoğunlukla güvenilir oluyor. Öğretmen adaylarıyla sizden başka tanışan var mı ? Skype yapıyoruz, bazen de okula davet ediyoruz. Adayla iletişimimiz zamanla kısıtlı. Eğer aramaya Eylül’de başlıyorsanız bir sürü seçeneğiniz var. Skype yapabiliriz, okula çağırabiliriz, teacherclass yapabilirz. Fakat eğer yabancılarsa teacherclass yapamıyoruz doğal olarak. Öğretmenin nerde olduğuna göre değişir yani süreç. Seneye ASL 2 öğreteceğinizle alakalı söylentiler duyduk. Bu Cafe Nero söylentisinden de kötü. Ama gerçek mi? Belki. ASL 2 almak istediğinize emin misiniz? Evet, kesinlikle! O zaman ben de ASL 2 öğreteyim. Gerçekten, eğer çok büyük bir değişikli yaşanmazsa seneye ASL 2 dersini öğreteceğim. Bu dersi öğretmeyi neden istediniz? Çünkü çok sevdiğim bir ders. Eğer sizin yaşınızda olsam almak isteyebileceğim bir ders. Ne yazık ki ben bu ders için üniversite yıllarımı beklemek zorunda kaldım, zaten aldığımda da aşık oldum. Üniversiteye tam anlamıyla bir fenci ya da matematikçi olarak girmiştim ve sonra ASL 2 gibi dersleri keşfetmeye başlayınca, bu tip dersler benim tutkum haline geldiler. Acaba ASL2’i nasıl öğretmeyi planlıyorsunuz? Öğrencileri çok ama çok yoracağım. Hayır… Ama bundan bahsedemem. Bir gazete aracılığıyla bir dersi nasıl işleyeceğimden bahsetmem bir hayli garip olur. Ama Mr. Hays ve Mr. Hummel ile görüşüp bu dersin misyonunu öğrenmeye çalışacağım. Çok güzel bir ders fakat genellikle son sınıflar bu dersi seçiyor. Onların da bazıları Türkiyeci ve ikinci dönemi çoğunluğunda okulda olmuyorlar. O problemi şimdi Film Lit dersini öğretirken de yaşıyorum. Robert Kolej’de öğrenci olsaydınız ne yapardınız? ASL 2 alırdım… Kesinlikle o sweatshirtlerden giyerdim! Demek istediğim benim lisedeyken giydiğim şeyler bunlardı (üzerindeki takım elbiseyi gösterir). Tabii ki tam olarak bunlar değil, yanlış anlamayın liseden beri kıyafetlerimi değiştirdim. Aslında çok değişik bir soru bu. Çünkü kendimi hem Türk hem Robert Kolej’de hem de tekrar on altı yaşında hayal etmem Haziran 2014 lazım. Tahminen ilk yapacağim şey oldukça kötü şiirler yazmak olurdu edebi dergiler için. Bu şiirlerin konusu da en son ayrıldığım kız arkadaşım olurdu. Bu hataya tekrar düşeceğime eminim. Aslında bilemiyorum. Çünkü hangi yetişkine tekrar on altı yaşında olmak isteyip istemediklerini sorsanız ilk başta kesinlikle, “evet” derler. Çünkü eskiden yaptığı hataları düzeltmek isterler. Fakat beş dakikanın sonunda, kafa yorduktan sonra “hayır” diyecektirler. Öğrenci olmak istemeyeceğim bir okulda öğretmen olmak istemezdim zaten. Almak istemeyeceğim bir dersi de öğretmek istemem. Şöyle yansıtayım, Robert Kolej’i ideallerimdeki, gitmek istediğim okul haline getirmeye çalışmıyorum, zaten bu okulun bir Amerikan Futbolu takımı olurdu. Ama tabii ki Kolej’i gitmek isteyebileceğim bir okul haline çevirmeye çalışıyorum. Tahminen burada öğrenci olsam kendi lisemde yapamayacağım şeyler yapmak isterdim. MUN’e katılır mıydınız mesela? Hayır, aslında. Nedeni de karakterimin zaten geliştiremediğim taraflarıyla uğraşmak isterdim. MUN lise yıllarımda benim için akşam yemeğinde masada tartışmak demekti. O yemek masası, babam ve kardeşlerim benim kişisel MUN’im, münazara takımım ve EYP’imdi. Ama benim lisemin resim, müzik ya da drama dersleri yoktu. O yüzden heralde o dersleri almaktan başlardım. Karakterimin o yönlerini geliştirmeye bakardım. Büyürken bir şeye sahip olmadığınızda bunu fark edemiyorsunuz. Liseye giderken her lisenin benimkisine benzediğini düşünürdüm. Türkiye’de bulunduğunuz süre zarfında neler öğrendiniz? Ne gibi deneyimleriniz oldu? Yeterli değiller. Hâlâ Türkiye hakkında bilgi edinmek için hevesliyim. Biri bugün bana hava durumu tam da politika gibi, dedi. Sonra da başka biri, hayır tam tersi politika hava durumu gibi, dedi. Böyle şeyleri anlamak, hele de eğer yabancıysanız, çok uzun zaman alıyor. Fransa’da etrafta olup biteni tam olarak anlayabildiğimde beş senedir orada yaşıyordum. Ondan önce bilgim arkadaşlarımın, televizyonun ve başka insanların anlattıklarıyla sınırlıydı. Dolayısıyla siyasi açıdan anlamam bayağı uzun sürecek. Kültürel açıdan Köprü 9 ise burada gerçekten çok rahatım. Burada bulunmaktan keyif alıyorum. Sivas, Zara’ya geziye mesela. Katıldığım gezilerin hepsinden çok etkilendim. Buradaki en güzel anılarımdan biri Samsun, Tekkeköy’de bir grup tütün işçisiyle sabahın sekizinde kahve içmekti. Okul müdürü, projeye katılanların aileleriyle tanışmak ister miyim, diye sordu. Ben de kesinlikle dedim. Küçük bir kasaba olduğu için herkes birbirini tanıyordu zaten. O hayatımda içtiğim en güzel kahveydi. Daha sonra fark ettim ki süt inekten geliyordu. Evet burada süt içerken o ayrıntıyı hiç farkedemiyoruz! Ama eğer bir turistseniz öyle anlara hiç dikkat etmezsiniz. Türkiye’yi tanıyıp anlayabilme şansına eriştiğim için çok ayrıcalıkla ve şanslı olduğumu hissediyorum. Eğer bir tursit olsam Zara’da durur muydum? Tahminen hayır çünkü elimdeki tatil rehberi orada hiç bir şey olmadığını söylerdi. Fakat asıl o bölgelerde insanların nasıl yaşadıklarına tanık oluyorsunuz. Zara’da kafasına beyaz takke takan bir adam vardı. Onu her sabah görürdük ve belki seksen yaşındaydı. Üzerine üstüste dört tane mont giyerdi ki biz sabahın sekizinde bile incecik tişörtlerle olurduk. Adamın neden her sabah orada olduğunu merak ettim. Karşıdaki restoranda, her sabah iki saat dururdu. Ve beklerdi, geçen insanlara el sallardı. Ben bunu harika bir şey olarak görüyorum. Emekli olmasına rağmen çevresiyle alakadar ve bağlı kalmak onun için çok önemliydi. Herkese selam verdikten sonra da yirmi beş metre ötedeki kahvehaneye oturur ve dinlenirdi. Bu çok özel bir durum. Böyle anlara ne İngiltere’de ne Amerika’da tanık oluyorsunuz. Çocuklar dahil herkes ona geri selam verirlerdi. Sosyal sorumluluğun o bölgede ne anlama geldiğini bu şekilde anlıyorsunuz. Peki, sevmediğiniz şeyler var mı? Ciğer. Yemek olan… Evet, bazı insanlar bayılıyor bazısı da nefret ediyor. Ve birgün şefimiz Bilal ile konuşurken büyük bir hata yaptığımı fark ettim. Bana yemediğim hiçbir şey olup olmadığını sordu, ben de olmadığını neredeyse her şeyi sevdiğimi söyledim. Sonra hatırladım, ama her şey için çok geçti. Bana bir gün ciğer verdi. Her neyse… İstanbul trafiğini sevmiyorum. 10 Biz çok seviyoruz! (Bir kahkaha atar): Aslında, oldukça etkilendim çünkü Türkler’in trafik içerisindeki davranışları neredeyse şu zamana kadar bulunduğum tüm ülkelerden daha iyi. Eğer bu trafik New York’ta olsaydı, hergün yolun ortasında birçok ölü insan olurdu. İnsanların agresifleşebildiğini, yol kesip hile yaptıklarını biliyorum ama kimse arabasından çıkıp dövüşmeye başlamıyor. Yani… Çoğu zaman. Emekli olduğunuzda nasıl hatırlanmak isterdiniz? Aman Tanrım. Hiçbir fikrim yok. Üzerinde düşünmek bile istemiyorum. Biz de bu soru hakkında düşünüken aynı şeyi söyledik, müdür olsak bu soruyu duymak istemezdik! Bu soruyu cevaplamak için nereden başlamam gerektiğini bile bilmiyorum. Acaba okulumuzdaki kültür düalizmi hakkında ne düşünüyorsunuz? İngilizce derslerinde ağırlıklı bir Batı kültürü baskınken Türkçe olan derslerde oldukça köklü bir Doğu kültürü var. Bence bu büyüleyici bir şey. Ben hiçbir düalizmin olmadığı pek çok uluslar arası okulda çalıştım. Hatta bundan da kötü bir şey var o okullarda. Hiç İspanya’da yaşamamış İspanyol çocuklarla konuşabiliyorum. Aileleri Çin’de yaşamış, Amerika’da yaşamış; bu çocuklar aslında kim olduklarını bile bilmiyorlar. Onlara sorulduğunda İspanyol olduklarını söylüyorlar. “Neresinden?” diye sorulunca ise “Ben hiç İspanya’da yaşamadım.” diyorlar. Bu çocuklar umutsuzca herhangi bir kimliğe tutunmaya çalışıyorlar. Burayı büyüleyici yapan şey ise insanların kimliğini oluşturan bir Türk kültürü var, içinde yaşayabilecekleri belirgin bir norm var fakat istedikleri zaman bir adım atıp yaşayabilecekleri neredeyse bir Amerikan lisesi gibi olan başka bir dünya var. Ben film&lit dersimi örneğin Şikago’da öğreteceğim gibi öğretiyorum. Hiç fark yok. Ve bir öğrencinin bu farklı dünyaya girebilmesi… bir anlamda sihirli. Buna benzer bir sistemin olduğu çalıştığım başka bir okul ise Paris’teki Lycee International. Onların yaptığı şey ise şöyle: matematik, fen veya beden eğitimi gibi dersler Fransızca ve herkes birlikte. Sonra eğer Japon’san Japon bölümüne, Amerikalı’ysan Amerika bölümüne, Alman’san Alman bölümüne SÖYLEŞİ gidip Almanca dil, edebiyat ve tarih öğreniyorsun. Bu bölümlerde öğreten öğretmenler de o milletten geliyor oluyor. Bu da oldukça etkileyici bir model. Tabiki, Robert Kolej’de böyle bir şey yapamayız ama düşününce biz de bunu aslında iki farklı dünya arasında yapıyoruz; Lycee International ise 12. Ve öğrenciler de bunu çok seviyorlar çünkü “İsveç’te de olabilirdim.” gibi hissediyorlar. O dünyayla bir bağ kuruyorlar. Bu sistem oldukça olağanüstü. Okulumuzda dersi olmayan pek çok AP konusu var. Örneğin “Karşılaştırmalı Devlet” veya “Dünya Tarihi”. Bu konular aslında müfredatımızda bulunmayan pek çok önemli başlıklar içeriyor. Acaba bu derslerin okulumuzda verilmeye başlanması hakkında ne düşünürsünüz? Teorik olarak, ben o derslerin hepsini beğeniyorum. Mesela belki AP Sanat Tarihi ya da AP Ekonomi gibi dersler sunabiliriz. Bu derslerin hiçbirine karşı çıkmam. Gerçekten iyi konular bunlar, o yüzden AP konularılar. Bununla ilgili en büyük problem öncelikle MEB’in bir dersi onaylaması gerekiyor. Bu süreç ise yaklaşık 2 yıl sürüyor. İlk AP ders kitaplarını ve bilgilerini Türkçe’ye çevirmek sonra da kabul etmelerini ummamız gerekiyor. Fakat, ben bu sürecin içerisine girmeye ilgi duyuyorum. Bunu bana soran ilk insanlar değilsiniz ve ben de bunu pek çok farklı kişiyle konuştum. Eğer gerçekleşirse Robert Kolej için heyecan verici olacağını düşünüyorum. Bizim kültürümüzün de başlı başına tek olduğunu söyleyemeyiz; pek çok etnik grup ve farklı kökenlere dayalı bir kültür. Acaba okulumuzun Kürtçe, Lazca gibi diller öğretme gibi bir düşüncesi var mı? Şu anda yok. Kıyafet yönetmeliği hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsanların saygılı bir şekilde giyinmesi gerektiğini düşünüyorum, buradaki yönetmeliğin de berbat olduğunu düşünmüyorum. İstanbul’da öğrencilerin giydikleri kıyafetlere bakarak hangi okulda okuduklarını bilebiliyoruz; farklı üniforma tipleri var. Fakat bizim öyle bir üniformamız yok. İnsanların giydikleri kıyafetlerin bir saygı konusu olduğunu anlamalarının Köprü önemli bir ders olduğunu düşünüyorum. Fakat herkesin bir kravat giymesi gerektiğini de düşünmüyorum, ya da elbise giymeleri gerektiğini düşünmüyorum. O yüzden aslında, oldukça geniş seçeneklerimiz olduğunu düşünüyorum. İlginç bir şekilde çocuklara giyim konusunda seçim sunulduğunda genelde kot ve tişört giymeyi seçiyorlar. Ve bu fikrimi de pek çok kişiye söyledim; eğer seçeneklerimizi çok rahat ve çekici yapsak bir sorun kalmayacak. Öğrencilerin ne kadarı sweatshirt giyiyor? Yarısı gibi. Bayrak töreninde baktığımda yarıdan biraz daha fazla insanın sweatshirt giydiğini görüyorum. Bu harika bir seçimdi. Yapmamız gereken insanlara çekici gelen başka seçenekler bulmak. Örneğin poloları geliştirebileceğimizi düşünüyorum. Ve, çekici seçenekler sunmak için yapabileceğimiz pek çok minik şey olduğunu düşünüyorum. Acaba okul ruhu hakkında ne düşünüyorsunuz? Hakkında daha pek çok şey yapılabileceğini düşünüyorum. Öğrenci Birliği’nin Harry Potter’daki “Slytherin”, “Hufflepuff” gibi bir “Ev Sistemi” fikri vardı. Ev Sistemi! Evet çok yararlı olabileceğini düşünüyorum. Çünkü homegrouplar hakkında pek çok şikåyet var. Pek yararlı olmadığını ve zaman kaybı olduğunu düşünen çok insan var. Benim homegroup’uma gelmelisiniz! Biz Starbucks’a gidiyoruz, birlikte yelken yapıyoruz… Ne kadar da güzel… (Bir kahkaha atar): Sadece şaka yapıyorum. Homegroup sistemi daha çok genç. Sorunun bir parçası da böyle bir geleneğin olmaması. Ne öğrenciler ne öğretmenlerin böyle bir deneyimleri yok. Çok güçlü homegroup programları olan okullarda bulundum ve oldukça farklı; oradaki öğrenciler çok istekliler, söylediğiniz şeyin herkes için geçerli olup olmadığını bilmiyorum ama orada gerçekten çok farklıydı. Fakat bunda etkili olan bir etken oradaki programın yıllardır orada bulunması. Öğretmenlerin de “Bunu yapmayın, bu zaman şunu yapmak için güzel bir zaman” diyebilecek kadar deneyimleri vardı. Fakat bu benim çok sevdiğim Haziran 2014 bir sistem olan “Ev Sistemi”’nden farklı bir konu. Ne zaman 1000 küsür kişinin olduğu kadar büyük bir okul olsa insanlara bağlanabilecekleri farklı kimlikler vermen gerekiyor. Ve insanlar da bunu seviyorlar. Takım sweatshirtlerine bir bakın. Hepsi farklı renkteler, kimse onlara bunu yapmalarını söylemedi; onlar kendilerini bir grup olarak tanımlamak istediler. “Ev Sistemi” de 1000 kişiyi alıp pek çok farklı gruba bölüyor. Ki bu da okul ruhunu arttırabiliyor. Çalıştığım pek çok farklı okulda evler vardı ve güçlü bir ruh vardı. Dolayısıyla bu fikri hoş karşılıyorum fakat uygulamak uzun bir tartışma süreci gerektirir. Fakat ben tamamen olması gerektiği tarafında olurum. Hatta kendi kendime renk ve ev isimleri bile düşünmüştüm. Belki evler Türkiye tarihinden belli başlı insanların isimlerini alabilir… Bilin ki, bu fikir yeni değil. Pek çok öğretmen bu konuda konuştu; Ms. Halıcıoğlu’yla bu konuda konuştuk… Fakat, homegroup sistemini başka bir şeyle daha bu sistemi tam anlamadan değiştirmek istemeyiz… Ama mesela düşünün. 10’uncu sınıflar voleybol ünitesini işliyorlar. 6 haftalık ünitenin sonunda Mavi Ev’in Kırmızı’ya karşı; Kırmızı’nın Beyaz’a; Beyaz’ın Mavi’ye karşı maç yapması güzel olur. Evler de farklı sınıflardan olabilir. LP ve L11ler veya farklı sınıflar bu sayede konuşma ve birbirleriyle iletişim kurma, deneyimlerini aktarma şansı bulurlar. Evet, Ev Sistemi’nin işe yaradığı okullarda bu sistem sadece spor veya ruhla ilgili olmuyor. Pek çok boyutu oluyor. 9’uncu sınıftayken 12. sınıf bir abla veya abin oluyor; arkanı kollayan veya herhangi bir sorunu cevaplayan kişi oluyor bu. 9’uncu sınıflar ise 12. sınıfa gelip kendi küçük kızları veya oğulları olmasını sabırsızlıkla bekliyorlar. Evet… güzel bir fikir olduğunu düşünüyorum. Ruh yaratmak için doğal bir motor olduğunu düşünüyorum. Pekiyi ya okuldaki teknoloji kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Öğrencilerin teneffüslerde bilgisayarlarıyla uğraştıklarını görünce üzülüyor musunuz? Bunun hiçbir yaşta sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Bu konu hakkında yakında insanlara ulaşacak bir anket SÖYLEŞİ yapıyoruz. O zaman bu konudaki düşünceler hakkında daha çok bilgi sahibi olacağız. Benim kendi fikirlerim var ama bu fikirler açıkçası pek de önemli değil. Ben 115 öğretmen arasından sadece bir öğretmenim. Eğer 114ü “Çok güzel.” diyorsa ve ben “Çok kötü.” diyorsam benim fikrim çok da önemli olmuyor. Dolayısıyla, bu benim öğrencileri ve öğretmenleri dinlemem gereken bir alan. Kendi homegroup’umdan bazı geri bildirimler aldım ve aynı zamanda rehberlik bölümünden de geri bildirimler aldım. Öğretmenlerle, velilerle, öğrencilerle yaptığım bir seans oluyor. Onlara: “Eğitimin geleceği nedir?” diye soruyorum ve çok kısa bir süre içinde insanlar teknoloji konusuna yöneliyorlar. 15 dakika sonra ise bu tartışma hep karşılıklı etkileşim, insan etkileşimleri, fikirler gibi teknolojiyle hiçbir bağı olmayan konulara dönüşüyor. Dolayısıyla teknolojiyle bu konuyu karıştırmak ve eşit olduklarını düşünmek asıl sorun. Eğer teknoloji bu gibi şeylere yardımcı olacaksa kullanılmalı eğer olmuyorsa kullanılmamalı. Bu konu benim bir sınıfımda da ortaya çıktı. Bir tür isyan vardı sınıfta. Sonra bu konu üzerine konuştuk ve asıl eğitimden ne beklediğimize; nasıl olması gerektiğine vardık. Tabii bu 2001 yılında oldu. Ben okulda sınıfı bilgisayarlarla dolu olan üç öğretmenden bir tanesiydim. Deneyerek ve yanılarak öğrendim, neyin işe yaradığını, neyin kötü olduğunu bu şekilde öğrendim. Bu konuda hem öğretmenlerin hem öğrencilerin eğitime ihtiyacı var. Belki bilgisayar yerine daha limitli olan tabletler olabilir… Evet, tabletlerin bir sonraki nesil olacağını düşünüyorum. Herkes tabletler hakkında konuşuyor. Ama bilmelisiniz ki pek çok iyi yanı da var. Ben üniversitedeyken çok ünlü bir öğretmenin felsefe dersine girerdim. Öğretmenimiz o kadar sofistike düşünüyordu ve o kadar yoğundu ki bir not bile alamıyordum. Dediği her şeyi takip etmem gerekiyordu. Öğretmenimin adı Terry Eagleton’dı; neo-marksist, post-feminist düşüncelerle yaşayan… her neyse; onu gerçekten takip etmem zaman eğlenceli kılardı. Hem sosyal medyayı yaygın kullanması hem de öğrencilere “Evladım!” diye hitap etmesi Aydemir Hoca’yı öğrencilik yıllarımızda ayrı bir köşeye koydu. Kendisini hem daha iyi tanıyabilmek hem de bizim yaşlarımızda nasıl bir öğrenci olduğunu öğrenebilmek için çok keyifli bir söyleşi yaptık. Ben dinlerken çok eğlendim, umarım sizde okurken çok eğlenirsiniz. Köprü Gazetesi: Çok yaratıcı kravatlarınız var. Aralarından en sevdiğiniz hangisi ve nerelerden alıyorsunuz? Aydemir Doğan: Kravatlarıma pek bir harcama yapmıyorum. Çok pahalı kravatlar almamaya çalışıyorum. Kravat seçimi konusunda eşim de yardımcı oluyor. Nereden alıyorum? Belirli bir mağaza yok aslında nereden denk gelirse. Kuru kafalı olanı ise en sevdiğim. Köprü Gazetesi: Öğrencilerinize en çok söylediğiniz sözlerden bazıları “kızım”, “oğlum” veya “evladım”. Bu sözlerin arkasında belli bir neden var mı? Aydemir Doğan: Evet bazen kullandığım oluyor. Belli bir hikâye yok ama tabii ki bunların arkasında öğrencilerimi sevmem ve benimsemem yatıyor. Köprü Gazetesi: Hayatınızın dönüm noktası nedir? Aydemir Doğan: Zor bir soru ama birkaç şey söylenebilir: Üniversiteyi bitirir bitirmez İstanbul’a gelmem, eşimle 11 gerekiyordu ve üniversitedeydim yani hayatımın en zeki zamanlarıydı. Dersleri 55 dakika sürüyordu. Ben neredeyse her dersinin ilk 36-37 dakikasını hatırlıyorum fakat sonrasında onu tamamen kaybettim. Onu takip edecek kadar konsantre olamazdım. İhtiyacım olan şey, o dersin kaydedilmesiydi; böylece eve dönünce koptuğum noktaya geri dönebilirdim. Teknolojiyle bu gerçekten inanılmaz. Yani böyle küçük şeylere teknolojinin yardımı oluyor. Evladım! Tam olarak üç sene önce Aydemir Hoca’yı Robert Kolej’deki ilk Türkçe öğretmenim olarak tanıdım. Bizlere ders boyunca öğütler verir ve dersi her Haziran 2014 Köprü Özlem Lal Tüzman tanışmam ve oğlumun doğumu diyebilirim. Köprü Gazetesi: Peki Aydemir Hocam, eşinizle nasıl tanıştınız? Aydemir Doğan: Daha önce çalıştığım okulda tanıştık. Buraya gelmeden önce Eyüboğlu Lisesi’nde çalışıyordum. Beş yıl kadar önceydi. Eşimde oraya biyoloji öğretmeni olarak atanmıştı. Aslında Bilkent Üniversitesi’nden aynı yüksek lisans programından mezun olmuşuz ama orada yani Ankara’da tanışmadık. İstanbul’a gelince tanışma fırsatımız oldu. Okulun ilk dönemi ben askerdeydim. Döndüğümde yeni öğretmenlerin geldiğini söylediler tabii ben de yeni öğretmenlerle tanışmak istedim! (Gülerek) Onlardan biri de sonradan eşim olan Funda’ydı. Görür görmez etkilendiğimi hatırlıyorum. Daha sonra tanışmak istedim. Farklı alanlar olsa da bir ortaklık yakalamaya çalıştım. Sonuçta o biyoloji öğretmeniydi bense edebiyat. Daha sonra birbirimizi tanıma imkânımız oldu ve bir yıl içinde evlendik. Buna ek olarak 2011 yılında oğlumuz Dağhan doğdu ve hayatımız farklı bir mecraya girmiş oldu. Doğum günlerimiz de tesadüfen çok yakın. Oğlumun doğum günü 11 Haziran benimki ise 12 Haziran. Sanki sorunun bir kısmı daha vardı. 12 Köprü Gazetesi: Önceden hayatınızın dönüm noktasını sormuştum. Aydemir Doğan: Yaklaşık on yıl önce bu okulda Bilkent Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi olarak staj yapmıştım. Buradaki ortam ve öğrenci profili beni etkiledi sanırım ve bu okulda çalışmak istediğimi düşündüm. Dolayısıyla bu da dönüm noktalarından bir tanesidir. Köprü Gazetesi: En büyük hayaliniz neydi veya nelerdi? Aydemir Doğan: Zor bir soru! Çok ütopik hayallerim olmadı ama mutlu ve huzurlu olacağım, sürekli heyecanımı kaybetmeyeceğim bir hayatımın olmasını istedim her zaman. Şu an yaptığımız iş, yani sabah erkenden gelip akşam dört gibi çıkmak bazıları için rutin gözükse de aslında her gün farklı bir heyecan, farklı bir dünya ile karşılaşıyorum. Benim için her öğrenci bir dünya. Onlardan çıkan malzeme farklı bir macera bizim için. Dolayısıyla şu an içinde bulunduğum dünya bana büyük bir mutluluk, huzur veriyor. Tabii insanın hayal dünyası sınırsızdır ve öyle de olmalıdır. Yoksa bu dünya daha da yaşanmaz olur. Köprü Gazetesi: Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey SÖYLEŞİ veya kişi kim olurdu? Aydemir Doğan: (Gülerek) Öyle bir yere düşmek istemem! Köprü Gazetesi: Öğrencilik hayatınız nasıldı? Aydemir Doğan: Öğrencilik hayatımda sınıfın genel olarak davranışlarıyla ve tavırlarıyla örnek gösterilen öğrencilerinden biriydim. Onur kurullarında yer alırdım. Edebiyata aşırı meraklı değildim. Daha çok İngilizce ve matematik derslerine ilgim vardı. Fen derslerini sevmezdim ama sonradan epey merak sardım. O zamanlar çok “kitap kurdu” bir insan Köprü değildim ama hayata ve olaylara karşı eleştirel bir yönden bakmayı, insanlarla iletişim kurmayı seven biriydim. Sinema ve tiyatroyla ilgilenirdim ve gözlem yapmayı çok severdim. Köprü Gazetesi: En çok korktuğunuz obje nedir? Aydemir Doğan: Köpek. Köprü Gazetesi: Öğrencilerinize son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Aydemir Doğan: Hem ülkemizde hem de dünyada yaşananlara kayıtsız kalmasınlar ve olaylara eleştirel bakmayı sürdürsünler. Haziran 2014 Köprü Gazetesi: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Aydemir Doğan: Ben de size kolaylıklar dilerim. SÖYLEŞİ 13 Robert Kolej’de Kızlar Hüküm Sürerken Bildiğiniz gibi Robert Kolej 150 yaşında. Bu emektar okul 1863 yılında Bebek’te şu an Boğaziçi Üniversitesinin bulunduğu binalarda ders vermeye başladığında bizim sevgili okulumuzun temeli dahi atılmamıştı. Şu an eğitim gördüğümüz binalar Robert Kolej’in kız kardeşi olan Amerikan Kız Koleji olarak 1871’de kurulmuştur ve 1971’de iki okul birleşerek karma eğitim vermeye başlayana kadar ACG (American College for Girls) bir kız okulu olarak Türkiye’nin pek çok güçlü kadınını yetiştirmiştir. İçinde bulunduğum RC Sözlü Tarih Topluma Hizmet Projesi Grubu ile birlikte son iki buçuk- üç yıldır okul koridorlarımızın eski sahibelerinin peşindeydik ve pek çok eski mezun ile röportaj yapma şansımız oldu. İsterseniz okulumuzun 150. Yılının hatırına sizler için seçtiğimiz dört mezunun anılarından yararlanarak geçmişe bir yolculuk yapalım ve Kolej’in o yıllarda nelere şahit olduğunu ilk ağızdan dinleyelim… Prof. Dr. Dikmen Gürün, 61’ ACG mezunu. Doktorasını tiyatro üzerine yapmış, ayrıca Cumhuriyet Gazetesinde de tiyatro yazıları yazan bu hanım Prof. Zehra İpşiroğlu ile birlikte İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nün de kurucu üyelerinden ve Zehra hanım ayrıldığından beri de bölüm başkanlığını yapıyor. Oldukça dolu bir hayatı olan ve maalesef yaptığı tüm büyük işleri buraya sığdıramayacağım mezunumuz aynı zamanda İKSV Tiyatro Festivali’nin de direktörü. Kısaca tanıttığım Dikmen Hanım ile yapılan röportajdan kesitlerimize geçebiliriz öyleyse: Köprü: Peki biraz okul hayatınızdan bahsedebilir misiniz? Dikmen Gürün.: Kolej’de yatılı okudum. Yatılı okumanın kuşkusuz ayrı bir tadı var. Bir de, tabi ki yatakhane hayatı insanları daha iyi eğitiyor, hayatla ve alıştığınız düzenin dışında bir düzenle yüzleşiyorsunuz. Hemen belirtmeliyim; Türkiye’nin en güzel okulunda okumak bir ayrıcalıktı. Güzel bir öğrencilik dönemi yaşadım. K: Peki okula başlama öykünüz nasıldır? D.G.: Annem çok istemişti Kolej’de okumamı. Onun hayallerinin okuluymuş ACG. Kendisi burada okuyamamış ama ne güzel ki ben okudum. K: Sizin döneminizde Kolej’in eğitim sistemi nasıldı? D.G.: Kıymetli hocalarımız vardı. Araştırmayı, tartışmayı, kendine güvenmeyi öğrendik. Bugün belli bir yere geldiysem eğer, bunda ailemden sonra bu okulun payı büyüktür. K: Kolej’de uygulanan disiplin anlayışı ve uygulanan cezalar nasıldı? D.G.: Bir ceza sisteminden söz etmek yanlış olur diye düşünüyorum. Sadece, bir Fransızca hocamız vardı ve ben çok gülerdim derste, o da beni ikide birde tahtaya kaldırır, arkam sınıfa dönük bekletirdi. Pek de aldırmazdım bu cezaya ama “Fransızca’yı o yüzden tam söktüremedim” diyorum şimdi soranlara. K: ACG’de yemek adabı nasıldı? D.G.: Küçük gruplar halinde oturulan beyaz örtülü yemek masalarında servis yapılırdı bize. Beyaz ceketli garsonlar servis yaparlardı. Bunlar çok önemli şeyler. K: İngilizce eğitimi nasıldı, ne gibi aktiviteler yapılırdı? D.G.: İngilizce çok iyi öğretilirdi. Hazırlık sınıfları çok sağlamdı. İki yıl hazırlık okuduk biz. Orta kısımda nasıldı sistem bilmiyorum. Lise 1’den itibaren İngiliz/Amerikan edebiyatını kendi dilinde okuduk. Biyoloji, matematik, geometri, felsefe vs. gibi dersler yine İngilizce okutulurdu. Almanca ve Fransızca yabancı dil dersleriydi. Tabii Türkçe edebiyat, tarih, coğrafya derslerimiz de kuvvetli derslerdi. Sosyal aktiviteleri destekleyen münazara kolları, tiyatro kolları da hem İngilizce hem Türkçe olarak beslerdi gençleri. K: Dönemin politik ortamının okul yaşamına etkileri nasıldı? D.G.: Kolejde alınan eğitim bizleri yönümüzü belirlemekte özgür bırakan bir eğitimdi. Belki o gün genel öğrenci hareketleri içinde yeterince aktif yer alınmıyordu ama kolejden mezun olup, yıllar içinde eğitimden, edebiyata, siyasete pek çok alanda etkin rol oynayan yazarlardan, hocalardan, yöneticilerden söz edebiliriz. K: ACG’yle ilgili aklınızda kalan en önemli anınızı bizimle paylaşabilir misiniz? Haziran 2014 D.G.: Kolej’in Amerikalı müdürünün benimle yaptığı bir konuşma gelir zaman zaman aklıma. Dersleri pek önemsemediğim Hazırlık yıllarımın sonuna doğru yapılan uzun ve sakin bir konuşma bana aynada kendime bakmayı, kendimle hesaplaşmayı, kendimi sorgulamayı öğretti diyebilirim. Gençlere karşı anlayışlı, saygılı ve dost olmak, onlara güvenmek ne kadar önemli… Ben de şimdi bir hoca olarak öğrencilerimle ilişkilerimde hep bu dengeyi tutturmaya, onlara ne denli güvendiğimi göstermeye çalışıyorum. Onların ruh hallerini anlamaya her zaman gayret ediyorum. ------------------------------------------ Prof. Dr. Gürün’e bizimle paylaştıkları için teşekkür ediyor ve hemen bir sonraki mezunumuza geçiyorum. Leyla Batu Pekcan Robert Kolej ve Bizim Tepe ile ilişkilerini halen sürdüren bir mezunumuz. Belki bu yüzdendir ki Kolej hakkında oldukça ilginç ve ayrıntılı bir röportaj yapılmış kendisiyle. Ben bu dokuz sayfalık röportajı özetlerken oldukça zorlandım. Umarım benim seçtiğim kısımları okumaktan zevk alırsınız. Köprü: Disiplin uygulamaları nasıldı acaba? Leyla Batu Pekcan: Bilmiyorum şimdi nasıl ama biz yatılı olarak son senelerde iki kişilik odalarda kalıyorduk. İnanılmaz güzel bir şeydi tabi. Ondan evvelki sene de üç kişilik odalar. İlk girdiğimiz sene büyük yatakhane tabi. O yatakhanelerde hem eğlenir hem de dertleşirdik. Kendi hatıramda da yazmıştım, güreş etmiştik bir arkadaşla ki, benim iki mislimdi, çelimsiz halimle, ben yenmiştim onu! Müthiş eğlenirdik. Hocalar gelir arada kontrol ederlerdi tabi. Sonra etütlerimiz vardı, dersimizi çalışmak için, başka bir sınıfa gidiyoruz, orada başımızda bir hoca oluyor… Gece arada yaramazlık yapardık. Sigara içme yasağı vardı. Pencere kenarında içer sonra kapardık camları, koku duyulacak diye ödümüz kopardı. Okuldan kaçan bir kaç kişi olmuştu o senelerde sonra çok büyük ceza aldılar tabii. Kolej’de de bize çok sosyal olanaklar tanıdılar; konserler, sınıf erkek arkadaşlarımızla tanıştırmalar. Müthiş güzel seneler geçirdik, Tabi o zaman herkes bize özeniyordu ama Köprü Greti Barokas dedikodular da çıkarıyorlardı. Orada kızlar çok serbest diyorlardı. Ayrı bir disiplin vardı. Şimdilerde nasıl bilmiyorum, gayet sıkı tutarlardı dersleri, “devamlı quizler” yapılırdı. Böyle büyük büyük imtihanlar değil de talebeleri böyle “quiz”lerle her zaman hazır tutarlardı. Hocalarımızı çok severdik. Bizim başka Türk okullarına gitmiş arkadaşlar orada çok fazla disiplin, baskı olduğunu anlatırlardı. Hâlbuki Amerika’dan gelen hocalarımız, yaratıcılığa çok değer verirlerdi. Mesela kompozisyonlarda çok değişik şeyler yazarsınız kabul ederler, ufkunuzun genişlemesine çok önem verirlerdi, özgür düşünceye önem verirlerdi. Elli sene önce böyle olabilmek daha da mühim bir şeydi. Yani biz kendi özgürlüğümüzü, kendimize güvenimizi kazandık. Evlendikten sonra (1960 yılları), gördüm ki hanımların çoğu toplumda, bir şey söylemeye çekiniyorlar, kendilerine güvenleri yok, geri planda kalmayı tercih ediyorlardı. Şimdi bakıyorum, gene kolej mezunları, her yerde güvenli, ne düşündüklerini açıklamaya korkmayan bireyler. Birçok bakımdan kolej güven veren güzel hatıralarımızın olduğu bir okuldur. Mesela belki o zamanı anlatmışlardır size. Bizim yemeklerimiz inanılmaz güzeldi. Beyaz örtüler, eldivenli garsonlar, fevkalade… Mösyö derdik biz, adları söylenmez, mösyö, mösyö. Çok sevdiklerimiz vardı, hepsi gayet güzel hizmet ederler ve çok değişik yemekler ama alafranga yemekler. İnanılmaz güzel şeyler yerdik. Sabahları da mesela ben “ponçik”i burada yemişimdir, o zamanlar Türkiye’de ponçik diye bir şey bilmezdik. K: Koleje başlama öykünüz nedir? Siz kendiniz mi girmek istediniz, babanız mı istemiş? L.B.P.: Yok ablam zaten girmişti Kolej’e. Annem çok titiz ve çocuklarına çok düşkündü. Ankara’da herkes çok şaşırmış, nasıl kızını yatılı verebiliyorsun, diye. Belkıs girdikten 14 dört sene sonra ben de imtihanla girdim. İmtihan kapılarında bekliyor anneler, birbiriyle dertleşiyorlar. Kazandığımız açıklandıktan sonra 3 şubeye ayırdılar, 1. şubede İngilizce bilenler(aralarında Suna Koçta vardı) sonra onlar 2.ihzarı(hazırlık) okumadılar, Orta !’e girdiler. Birinci sene de 0rta 3’den abla verirlerdi , her şeyinde yardımcı olsun diye, bana da ablamı vermişlerdi! Söylenmeyen bir disiplin vardı, Yani şımarıklık, derslere girmemek olmazdı. Sizi devamlı hazır tutuyorlar. Bu arada çok aktiviteler var. O devirde tiyatro müthiş. Genco, Nevra Serezli, Engin Cezzar, Çiğdem Selışık o senelerde yetiştiler. Onların sayesinde harika piyesler seyrettik. Mesela ben tiyatro kulübünde idim, Ienesco’nun bir piyesinde oynamıştım. “Rehearsal”lar fevkalade idi; hem çok eğlenceli hem de öğretici idi. Üç kısa piyes bir arada idi. Ben birindeyim öbüründe de Tansu Çiller oynuyordu. 1960 yılıydı sanıyorum, biz hep beraber Ankara Kolej’ine gittik ve piyesi orada oynadık. Trende, hatta ilk defa hayatımda kuşetliye bindim. Talebelerin hepsini bizim kuşetli olarak götürdüler. O dönemde yataklı trende seyahat edilirdi. Çok güzel günler geçirdik doğrusu. Spor dersen fevkalade güzel, imkanlar var, basketbol oynatıyorlar, isteyen tenis dersi alıyor. Ablamın tenis dersi aldığını hatırlıyorum, ben almamıştım o zaman. Platoda dolaşabiliyoruz. bahçe bir cennet; o zaman için de şimdi için de… bence böyle bir okulda okumak müthiş bir şanstı, platoda ozaman spor sahası yoktu. K: Kız ve erkek kolejleri arasındaki ilişkiler nasıldı? L.B.P.: Gayet iyiydi. Orta birde bizi sınıf olarak götürdüler, aynı sınıfta okuyan erkeklerle tanıştırmaya ve her kız öğrencinin isminin karşılığında bir erkek öğrenci ismi söyleniyor ve hepimiz bize kim çıkacak diye meraktan ölüyoruz. Ben de en kısa boyluyum, en uzun erkek bana çıkmaz mı? Gülmekten ölüyoruz. Yanaklarım kızarıyor, utanıyorum. Orta bir de bizi tanıştırdılar. Sonradan konserlere birbirimizi çağırıyoruz; “invite” ediyoruz yani. RC’de 77 diye büyük bir kostümlü balo yapılıyor. Onda da sizi kim çağıracak diye heyecanlanıyoruz. Bir de Field Day oluyor, RC’de yine. En sporcu seçilen üç kişi birinci, ikici ve üçüncü SÖYLEŞİ olarak en güzel kızı seçiyorlar; kraliçe ve iki prenses oluyor. Umumiyetle de sporcuların kız arkadaşları oluyor. “Field Day” büyük bir hadisedir, kızlar beyaz elbiseler giyerdi. Bizim de ortaokul kısım bitirmede de hep beyaz elbise giydik, fisto modası vardı o zaman. Lise mezuniyetinde ise daha renkli elbiseler giymiştik. Çarşamba günleri yatılılar için Marble Hall’da dans günü olurdu. Müzik çalar, Kız kıza, “rock n’ roll”lar yapar ve çok eğlenirdik. O devirde şimdiki gibi giyim kuşam bolluğu yoktu. O sırada twin-set modası çıkmıştı… Herkeste twin set bir tane varsa bir arkadaşta altı vardı diye şaşırmıştık. Birbirimizden ödünç alıyoruz, her şey tahditliydi ki alış-veriş açısından. Yani şimdi siz hiç yokluk nedir bilmiyorsunuz. O zaman bir veya iki ayakkabımız vardı; örneğin Tanca o zamanın en meşhur ayakkabıcısı idi. Sonra bir ara da Mahmutpaşa moda olduydu, orada Karakaş diye bir mağaza vardı, bütün kolejli kızlar oradan ayakkabı alınırdı Tanca’nın yarı fiyatına. O zamanlar bir iyi tayyörümüz, bir iki elbisemiz ve bir iki ayakkabımız vardı, ondan fazlası yoktu. K: Zamanın yabancı öğrencileriyle aranızdaki ilişkiler nasıldı? L.B.P.: Bizim farklı ülkelerden ve dinlerden pek çok arkadaşımız vardı beraber okuduğumuz. İtalyan olur, Ermeni olur, Yahudi olur, hiçbir problem yoktu aramızda. Elli sene evvel hiçbir problem olmamıştı. K: Yatılı- gündüzlü ilişkileri nasıldı? L.B.P.: Şöyle diyeyim size, gündüzlü ilişkileri pek yoktu. Leyli ve nihari derdik o zaman. Leyli yatılı demek. O zaman modası bu işin ve imkan olduğu için, yüzde sekseni yatılı idi öğrencilerin. Bebekte falan oturanlar gündüzlüydü tabii onlar gelirler dersleri biter giderler. Aynı şubede olmazsanız hiç görmezsiniz, sonradan benim çok yakın olduğum arkadaşlarım oldu ben onları, o zaman fazla tanımazdım okulda. Çok güzel hatıralarım var Kolejden, ama mezun olduktan sonra ailede kursalar , çalışsalarda Sivil toplum örgütlerine destek vermeleri gerek. Türkiyede buna çok ihtiyaç var, ben ilk mezunlar derneğinde dosyalamaya bile girdim, Mezunlar Derneği İdare Heyetine, Annual Giving komitesine ve sonrada ÇEV’e (Çağdaş Eğitim Vakfı) girdim19 senedir orada gönüllü Köprü çalıiıyorum, sınıfımın ’61 representıtive lığını da sürdürüyorum.. ------------------------------------------ Aslında Leyla Hanım ile yapılan röportajdan eklenebilecek daha pek çok ilginç parça var ama ben artık üçüncü mezunumuza geçmezsem bu yazı gazeteye sığmayabilir. Sıradaki mezunumuz Mine Taşçıoğlu Topaloğlu, Kolej’de sadece öğrenci değil, aynı zamanda çalışan da olmuş. 1961 yılında mezun olduktan sonra, ilk önce Robert Akademi’nin Kayıt Bölümünde çalışmış, ardından kampusun Arnavutköy’e taşınmasıyla da 1981 yılına kadar Lise Ofis’te çalışmış. Bir süre başka bir yerde çalıştıktan sonra 1990’da Robert’e dönüp 2004’te emekli olana kadar da Türk Müdür’ün Ofisinde çalışmış. Hatta sadece o değil, ailesinin çeşitli fertleri de okulumuzda çalışmışlar. Yani Robert’i farklı bakış açılarından görme şansı olmuş. Bakalım Kolej hakkında neler anlatmış: Köprü: Ne gibi disiplin uygulamaları vardı okulda? Mine Taşçıoğlu Topaloğlu: Biz girdiğimiz zaman çok eski bir öğretmen müdürdü o zaman Ms. Summers vardı. Ms. Summers denildiğinde veliler bile korkardı. Bir gün ne yapmışsak bütün sınıf hazırlık sınıfında onun odasına çağrıldık. Bir şey yapmışız, ne olduğunu hatırlamıyorum hiç. Neyse arkadaşın biri de böyle çiçeğe yakın durmuş, kadın konuşuyor hiç anlamıyoruz tabi ne diyor, belli ki iyi bir şey demiyor ama arkadaşım çiçekle oynuyor. Kadın bir anda bir bağırdı ki aman Allahım “ leave my plants aloooone”. K: Genel görgü kuralları nasıldı okulda? M.T.T.: Lisede masada oturulur, şimdi şey olan yerde, bilgisayar merkezi, Mitchell Binasında, denize bakan tarafta iki yer de yemekhane idi. Böyle beyaz beyaz örtülü yuvarlak masalar vardı. Yemek için bir masada bir öğretmen, sekiz kişi miydi, on kişi miydi, kaç kişiyse biri öğretmen olurdu. Herkes ayakta olur öğretmen gelince hep beraber oturulurdu. Beyaz eldivenli garsonlarımız vardı. Masaya böyle bir yemek gelir, bir de başka bir şey daha gelirdi tabi, sıra sıra servis yapılırdı. Ben mezun olduktan sonra tekrar okulda çalıştım, ne o tepsiler, tepsiler tamam da iskemleler savaş alanı gibi. K: Peki o dönemde kız-erkek ilişkileri çocukluğunuzla Haziran 2014 kıyaslayınca nasıl bir değişim süreci oldu? M.T.T.: “Boy friend”lerimiz vardı ara ara, herkesin olmasa da yani çoğumuzun vardı. Görürdük görmezdik, kimisi okuldandı kimisi değildi. Çok ifrata kaçmadıkça benim ailem öyle bir şey demezdi. Güzel vakit geçirirdik. (gülüyor) Güzel vakit geçirmek derken, el ele tutuşmak bile zor bir şeydi, hani öpüşmeyi kucaklaşmayı vazgeçtim, (gülüyor) mesela dansa gidilirdi. Öyle bir şeyler. K: Peki bizimle paylaşmak isteyebileceğiniz önemli bir anınız var mı? M.T.T.: Ben Lise Ofisi olarak çalışırdım, işte bütün notlar, karneler, sınavlar filan, yani yazardık, çizerdik, basardık. Bazen de mektuplar, karnelerin gideceği mektupları hazırlardık. Zarflar daha evvel toplanırdı. Şimdi böyle bir mektup gönderileceği zaman epey 500 tane 450 tane, şimdi bu zarflar böyle katlanır, zarfa konulur böyle. Yani herkesin adı olmayan bir bilgi bir şeysi. Ofisimin dışında bir masa vardı, çıkarır onları oraya koyardım, çocuklar gelirlerdi “Mine abla ne yapıyorsunuz”. “Mühim bir şeyler yapıyorum.”, “Yardım edeyim mi?”“ Tamam ama bunlar düzgün olacak.”, “tamam ben de düzgün yaparım”, şöyle mi olacak, böyle mi olacak, beşini oturturdum, yaparlardı. Sonra da şeker vardı sonunda. Erkek çocuklar daha çok söz dinlerlerdi, diyelim. Kızlar dinlemez. Kızlar cadı olur (gülüyor). Daha akıllı olurlar çünkü. ------------------------------------------Eh, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, son mezunumuza geçiyorum. Umarım sizi sıkmamışımdır. Nüket Fikriğ Atalay Türkiye’deki ilk sosyal hizmet uzmanlarından biri ve 1966 yılında Hacettepe Üniversitesi Hastanelerinde Sosyal Hizmet Birimi’nin de kurucusu. Halen “Yüksek Öğrenimde Rehberliği Tanıtma ve Rehber Yetiştirme Vakfı” YÖRET’in başkanı olarak Milli Eğitim’le birlikte çalışıyor. Ayrıca 1974’te Robert Kolej’in de rehberlik bölümünün kurucusu ve pek çok Psikolojik Danışman ve Rehberin yetişmesinde bir öncü, halen de yılmamış ve çalışmalarını sürdürüyor. Bakalım bize okul hakkında neler anlatmış: Köprü: Genel olarak Kolej’in eğitim anlayışı ve dersler nasıldı? Nükhet Fikriğ Atalay: Eğitimle ilgili, SÖYLEŞİ BİLGİSAYARLI EĞİTİM çok iyi öğretmenlerimiz vardı, biz on iki yılda bitirdik koleji, erkek grubu 11 yılda bitirdi. Aynı yaş grubundan bahsediyorum. Şöyle bir anlayışı vardı okulumuzun: “kızlar nasılsa okumaz, bir sene daha kolejde genel kültür eğitimi alsınlar, kendi çocuklarına iyi anne olsunlar ilerde”. Böylece üniversiteye erkek öğrencilere göre bir yıl geç başladık… Ama genel olarak çok iyi bir eğitim aldık ve birer dünya vatandaşı olmamızı kolej sağladı bizim. K: Peki okulda çok katı cezalar var mıydı? N.F.A.: Yok, yok. Biz hocalarımızla arkadaştık. Ve ben sonradan (19941989 yılları arasında) okulumun Rehberlik Merkezinde “School Counselor” olarak 15 yıl çalıştım. O zamanla karşılaştırıyorum, bizim okul zamanımızda öğrencilerle.öğretmenler daha arkadaş gibiydik, biz hafta sonları öğretmenlerimizin evlerine giderdik, onlarla birlikte vakit geçirir, aile gibi onların yanında kalırdık. Güzel günlerdi. K: Teknoloji kullanımı nasıldı? N.F.A.: Müzik ve tiyatroyla çok ilgiliydik. Orada Teknoloji nerede giriyor, müzik, tiyatro, dans o tür faaliyetler vardı... Teknoloji diyince siz tabii computerleri falan anlıyorsunuz ama o zaman öyle şeyler yoktu. Radyo dinliyorsun. Radyoda tiyatroyu anlatıyor birisi sana ve sen o tiyatroyu kafanda canlandırmaya çalışıyorsun, başka bir dünyadan bahsediyorum ben şu anda. K: Yatılı gündüzlü ilişkileri nasıldı? N.F.A.: Yatılılar daha çok okul kimliğini taşıyor. Gündüzlü olduğum için ben Osmanbey’den otobüslerle okula yolculuk yapıyoruz. Otobüslerle geliyoruz, yokuşu birlikte yürüyerek çıkıyoruz, yine araba yok. Her gün o yokuşu birlikte yürüdüğümüz arkadaşlarımızla sohbetler, bazen derslerin tekrar edilmesi ve en azından yirmi dakika açık hava yürüyüş her gün. Karda kışta. K: Dönemin politik atmosferinin okul yaşantınıza etkileri oldu mu? N.F.A.: Evet! 60 İhtilalı’nda ben 11. sınıftaydım (Junior). Daha önceden başlayalım. Örneğin 1955’te İstanbul’da 6-7 Eylül hadiseleri oldu, 7 Eylül günü kolejin giriş imtihanına girmem gerekiyor ve İstanbul kaos içinde, her taraf kan revan içinde. Osmanbey’den Arnavutköy’e gelmek oldukça büyük bir olay ve bizim imtihana girmemiz gerekiyor. O imtihana büyük bir korku ile geldik. O sabah yetişemedik imtihana, aynı gün öğleden sonra bize özel imtihan yaptılar, yetişemeyenler için. O şekilde 6-7 Eylül hadiselerinin içinde şahidi olarak yaşadım. Osmanbey’de de birçok tatsız olayın şahidi olduk. O yıllarda ne anlatabilirim, bir de 60 İhtilalı öncesi junior sınıfındayız ve Beyazıt Meydanında olaylar oluyor, biz de kızlar olarak coştuk bir anda biz de gideriz Beyazıt Meydanına filan diye kalkıştık. Hatırlıyorum biyoloji laboratuarındayız, bir hışımla çıktık, vasıta da yok. Beyazıt’a yürüyerek nasıl gidecektik bilmiyorum, okul müdiresi Mrs. Hanson vardı, kapıya kadar geldi ve “ No girls, I won’t let you go” diyerek bizi göndermedi o zaman. O çıkışımızı hatırlıyorum. Herhalde biz oraya gideceğiz bir şey yapacağız diye düşündük. Ama sonuç olarak akıllı birisi yolumuzu kesti, bizi sakinleştirdi. K: Sizce kolejli olmak ne demek? N.F.A.: Kolejli olmak farklı farklı anlamlara geliyor. Dışarıdan bakınca kendini beğenmiş, şımarık, hayatta her şeyi var olan insanlar imajı var. Meslek hayatımda birçok “Sen hiç kolejliye benzemiyorsun.” şeklinde komplimanlar aldığımı hatırlıyorum. İşte biraz sterotype var, en azından o zamanlar vardı, şimdi var mı bilemiyorum. Kolejli olmak deyince 15 benim aklıma gelen, özgüveni olan bireyler olarak, Türkçe ve İngilizce dillerini iyi bilen, Fransızca veya Almancaya oldukça vakıf, birçok sanat ve kültür deneyimi yaşamış ve kazanmış kişiler olarak mezun olmak. Bu çok yönlü fırsatları çok iyi kullanırsan hayatta çok iyi işler yapabileceğin bir ortam. Röportajlardan kesitlerimizin sonuna geldik. Umarım kafanızda altmışlı yılların Amerikan Kız Koleji’ne dair bir resim oluşturabilmişimdir. Bizimle röportaj yapmayı kabul eden bu dört mezuna ve diğer pek çok mezunumuza teşekkür ediyorum. Ayrıca bu dört röportajı gerçekleştiren Deniz Arıkan, Laden Akşam ve Dila Şirin arkadaşlarıma da teşekkürler. Not: Mine Taşçıoğlu Topaloğlu ile ilgili bilgiler RC Quarterly Dergisinin 26. Sayısından (Kış 2005) alınmıştır. Laptop Uygulamasından Muzdarip Bir Lise 12’nin İtirafları Geçenlerde kütüphanedeyim. Öğle teneffüsündeydik. Bir bilgisayarın başına geçmiş, bir şeylere bakınıyordum. Yanıma alt dönemlerden bir kız oturdu. İlk önce laptop’ını çantasından çıkardı, daha sonra önündeki bilgisayarı açtı. Her ikisini de kullanarak projesini tamamlamaya başladı. Gördüklerime karşı ilk tepkim, maalesef istemsiz olarak yaptığım ve engelleyemediğim, gözlerimin kocamanlaşmasıydı. Daha sonra “Bir bilgisayar neye yetmez ki?” başlığı altında derin düşüncelerde boğulmuş buldum kendimi. Bir an için RC’nin görmüş geçirmiş son sınıf öğrencisi değil de, bu topraklara yeni ayak basmış bir uzaylı gibi hissettim. Açıkçası başta bu Laptop uygulamasına olumlu bakan nadir insanlardan biriydim. Fakat daha sonra hayal ettiklerim ile gerçekleşenlerin farklılığı her geçen gün arttı. Kendimi gene muhalif tarafta buldum. Bu uygulamaya olumlu bakanların ilk savunması, değişen eğitim sistemi. Evet, üniversitelerimizde laptop kullanacağız. Fakat üniversite ilk sınıf öğrencisinin eline laptop verilmesiyle, lise hazırlık öğrencisinin eline laptop verilmesi çok farklı durumlar. Öncelikle, üniversite öğrencisi artık hayatını kısmen düzene sokmuştur. Belli kalıcı arkadaşlıkları vardır, hayatındaki öncelikleri belirlemiştir, hayat bazı dönemlerde azıcık zorlamıştır kendisini, o da bu zorlu dönemleri tecrübe bilip akıllanmış, olgunlaşmıştır. Hayata, siyasete, ilişkilere belli bir bakışı vardır. Hazırlık öğrencisi ise maalesef yukarıda Haziran Nisan 2014 saydığım birçok şeyden habersizdir, daha doğrusu kendini haberdar sanır, ama habersizdir. Hepimiz hazırlık olduk. Ben de dahil olmak üzere çevremdeki çoğu insandan “Ya ben hazırlıktayken ne kadar saçma bir insanmışım.” sözlerini defalarca kez duydum. Değiştik, geliştik. Okuduklarımızla, öğretmenlerimizin bize aşıladıklarıyla geliştik. Ama en önemlisi de okuldaki sosyal etkileşimimizin getirdiği tecrübelerle oldu bütün bu değişim. Ben küçük bir okuldan gelmiş ve döneminde tanıdığı kimse olmayan bir hazırlık olsam ve benim elime laptop verseler teneffüslerde sosyalleşmek yerine laptop’ımın başına geçip oyun oynamayı, video izlemeyi özetle bana buyrulmuş bu araçla meşgul olmayı Köprü Tayis Arslan tercih edebilirdim. Başlangıçlar önemlidir. Sosyalleşmek için ilk adım şarttır. Böyle cesaret gerektiren bir adımın, laptop gibi cezbedici bir araçla atılması her geçen gün zorlaşır. Özellikle de daha içe kapanık öğrenciler için… Son sınıf olup bu okuldaki beş senemde her bilgisayar ihtiyacımda lab’lere ve kütüphaneye gittiğim için mi bu yeni uygulama garip geliyor ya da genel anlamda teknolojiyle pek haşır neşir olamamışlığın verdiği bir hırçınlık mı bu, bilemiyorum. Belki de sadece geçmişi, eskiyi özlüyorumdur. 16 BİLGİSAYARLI EĞİTİM Aktif Eğitim Ne Kadar Aktif? Laptop programı başladığından beri okulumuzda sayısı hiç de azımsanmayacak kadar değişikler oldu. Programın başladığı ilk sene koridorlarda laptoplarıyla beraber sadece o taraftan bu tarafa koşuşan hazırlıklar görülürken şimdi okulun çoğunluğunu laptoplarıyla beraber görmek mümkün. Okuldaki değişiklikler koridorlarda olanlarla sınırlı değil tabii. Bu programla beraber okulumuz teknolojiye hayatında daha fazla yer veren bir yere dönüştü. Çok daha fazla yer veren bir yere… Bu durumdan en çok etkilenenler ise yine biz öğrenciler olduk. Geçen sene, yani biz daha hazırlık sınıfının ilk günlerinde bu sisteme tamamen yabancıydık. Bir şekilde sistemin parçası oluverdik. Tamam, hepimizin evlerinde bilgisayarları vardı; ama neredeyse hiçbirimiz okullarımıza götürmüyorduk bunları. Yılın başında bize bilgisayarlarımızın eğitimimizin bir parçası olacağı söylendi. Ama sonradan gördük ki eğitimin ta kendisi olmuş çoğu derste. Bazı öğretmenler dersi anlatmak yerine, sağ olsunlar, bizler için uğraşıp önceden çalışmalar hazırlamışlar. Bu çalışmalar genelde internet üzerinden hazırlanıp bizimle yine internet ortamından paylaşılan çalışma kâğıtları veya bizim yorumlarımızı yazabileceğimiz çevrimiçi forumlar oluyordu. Derslere gelir gelmez de bize hemen talimatları verip önceden hazırladıkları uygulamalara yönlendiriyorlardı. Derslerin çoğu da bilgisayar başında, kulaklarımızda kulaklık, o çok öğretici çalışmaları yapmakla geçiyordu. Öğretmenler de işte aramızda dolaşıp ara sıra bize ek talimatlar veriyor veya sorularımızı yanıtlıyordu. Bu şekilde geçen dersimiz çok oldu geçen sene. Adı da “aktif eğitim”miş. Anladığım kadarıyla bu aktif eğitimde öğretmenler pek aktif değil, öğrenciler aktif. Aslında dersin çoğunluğunu bilgisayar başında bir robot gibi verilen talimatı yaparak geçiren bir öğrenciye ne kadar aktif denebileceğini bilemiyorum. O yüzden bu sistemde en aktiflerimiz bilgisayarlarımız demek pek de yanlış olmasa gerek. Gelmişiz dokuzuncu sınıfa, aynı şeyler devam ediyor. Bilgisayar odaklı eğitim. Eğitim odaklı bilgisayar da denebilir bence. Başlıyoruz derse, hemen grupları oluşturuyoruz. Hoppala! Hocam bir durun, ne yapacağımızı söylemediniz. Sonradan anlıyoruz ki her grubun farklı bir görevi var. Hepsi konunun farklı bir açısını araştırıp ders sonunda paylaşacak. Koyuluyoruz hemen araştırmamıza. Bir bakıyoruz dersin bitmesine yirmi dakika kalmış, biz daha sunumlarımıza başlamamışız. Öğretmen de bunu fark edince tatlı bir telaş başlıyor elbette. Ve tabii ki zaman herkesin sunmasına yetmiyor. Seksen dakika nasıl yetmiyor, bir türlü anlayamıyoruz. Teknolojik bir okul olarak her şeyimizin giderek teknolojikleşmesi kaçınılmaz. Bunlardan biri de kitaplarımız, okulda okutulan kitaplarımız. Her sene bir sonraki sene okuyacağımız kitapların siparişini verirdik. Ama artık bazı kitapları e-kitap olarak internet üzerinden okuyoruz sanki yeteri kadar bilgisayarlarımızla vakit geçirmiyormuşuz gibi. Tamam, mutlaka bir yararı vardır e-kitaplara geçmenin; ama bırakın biraz da kitabı eski usul okumanın keyfine varalım. Çoğu kişi e-kitapları okumanın normal kitapları okumak kadar zevk vermediğini düşünüyor. Nasıl verebilir ki zaten? O sayfayı çevirmenin bile verdiği bir keyif var. Okulumuzda boş zamanlarında kitap okumayı sevmeyen birçok kişi olduğuna da göre çoğu kişi bunu doya doya tadamayacak. Robert Kolej gibi bir okuldan da kitap okuma alışkanlığı kazanmadan mezun olmak biraz absürt kaçabilir. Okulumuzun bize vermek istediği en önemli değerlerden biri de özgüven. Bunu pekiştirmek için ise düzenli olarak sunumlar, münazaralar, drama etkinlikleri yapılıyor. Ama artık 21. yüzyıldayız. Teknolojiyi kullanarak elbette kendimizi daha ileri götürebiliriz, değil mi yani? Bir konuşmayı sınıfta, herkesin önünde yapmak yerine bomboş bir sınıfta bir arkadaşımızın da yardımıyla videoya alıyoruz. Daha sonra ise bunu internete yüklüyoruz. Hatta bazen Youtube’a Köprü ki arkadaşlarımız videolara daha kolayca erişebilsin. Hadi internete yüklemeyi geçtim ama en azından böyle etkinlikleri canlı olarak herkesin önünde yapmak özgüvenimizi ve pratiğimizi daha çok artırmaz mı? Videoya çekerken istediğimiz kadar deneme yapabiliyoruz ama canlı bir performansta böyle bir lüksümüz yok. Robert Kolej de bizi gerçek hayata hazırlamayı kendine misyon edindiğine göre böyle etkinlikleri bizim ileride karşılaşabileceğimiz şekilde yapmak daha uygun olmaz mı? Okulumuzdaki öğrenci çeşitliliği kadar bir o kadar da öğretmen çeşitliliği var. Bazıları teknolojiye hayranken, bazıları teknolojiyi mümkün olduğu kadar az kullanmaya çalışıyor. Hal böyle olunca da biz öğrenciler hem defterlerimiz hem de bilgisayarlarımız ile her gün okula geliyoruz. Gözlerimizin bozulabileceği yetmezmiş gibi yeni yeni sorunlar da çıkıyor. Doktorlar, ağır çantaların öğrencileri skolyoz (omurga eğriliği) yapabileceğini söyleyip duruyor. Biz de pek memnun değiliz zaten, hem külüstür Lenovoları hem de defterlerimizi taşımaktan. Ama n’apalım ki? Başka şansımız mı var? Daha önce de söylediğim gibi yirmi birinci yüzyıldayız ve okulumuz yeniliklere adapte olarak bizlere en iyi şekilde bir eğitim vermeyi hedefliyor. Ama tabii ki bu kolay bir yol değil ve değişiklere alışmamız zaman alabiliyor. Aktif eğitim ve bilgisayar programı hiç de kolayca alışılabilecek değişiklikler değil zaten. Öyle ki okul ahalimizden bazı insanlar fırsat buldukça teknolojiyi iyi kullanmayı bildiğini dünyaya yayın yaparken bazıları hâlâ bilgisayar küçük bir hata verince çöktü sanıyor. Aktif eğitim uygulamalarından bazıları da öğrencilere çok aktif (!) kaçabiliyor. Bu sistemin en dengelisi bence öğretmenin de öğrencinin de olabildiğince birbirine yakın bir şekilde eğitim sürecine katkıda bulunmasıyla gerçekleştirilebilir. Ne öğretmen bütün ders boyunca konuşsun, ne de öğrenciler bütün ders bilgisayarla uğraşsınlar. Kalıcı eğitim belki öğrencinin daha aktif olmasıyla sağlanıyor olabilir. Buna bir Haziran 2014 Ali Yağız Ayla şey diyemem ama hiçbir bilgisayar da öğretmenin yerini alamaz. O zaman öğretmenler niye var ki zaten? Evimizde kalalım, okula gelmeden isteğimiz saatte uyanıp eğitimimize öyle devam edelim. Daha önceden de dediğim gibi hepimiz bu sürecin, bu değişimin bir parçasıyız. Biz okuldan mezun olana kadar daha neler neler değişir, kim bilir? İki sene önceki Robert’le şimdiki Robert bile çok farklı. Böyle küçük şeyler o kadar da önemli değil aslında. Önemli olan, okulun dünyadaki gelişmeleri kendine uydurup çizgisini hiç kaybetmemesi. Yüz elli yıldır olduğu gibi. a BİLGİSAYARLI EĞİTİM 17 Değerli ama Değer Mi? Hepimizin bildiği gibi, okulumuz köklü bir değişim yaparak bilgisayarlı eğitim sistemine geçti. Robert İmparatorluğu için büyük bir inkılap... Şaka bir yana, hem okulumuza yeni gelen hazırlık öğrencilerinin hem de üst sınıfların bu sistem ile ilgili birçok görüşü, bir o kadar da soruları var. Bu yazımızda amacımız bu konu hakkında çeşitli görüşleri paylaşmak ve en önemlisi, hangi eğitim sisteminin daha faydalı olduğuna açıklık getirmek. Merhaba, ben Ezgi Okutan. Robert Koleji’ne bu sene başladım. Robert Koleji’ne başlamadan önce bilgisayarlı eğitim yapılacağı belirtilmişti. Aklıma gelen ilk şey, bilgisayarımı her gün nasıl taşıyabileceğim olmuştu. O günden beri, bu sistemle ilgili en büyük sorunum da bu sanırım. Ancak bu çok da büyük bir problem değil, çoğunluk okulun önerdiği Mac’ler ve Samsung tablet/bilgisayar’lar gibi daha hafif bilgisayarları tercih etmekte. Yaşadığım şokun üzerinde durmak isterim. 8 sene boyunca geleneksel olarak kitaplarla eğitim görmüştüm, özellikle de çoğumuz gibi 8. sınıfta başımı kitaplardan kaldıramamıştım. Bir anda bilgisayarlı eğitime geçmek, sauna sonrası soğuk duş gibi bir şok etkisi yaratmıştı. Her şey çok yabancıydı, çok alışılmadıktı. Hatta her ne kadar bilgisayarlar dersleri kolaylaştırıyor dense de ben sistemimizin gayet zahmetli olduğunu düşünüyorum. Haiku, Moodle, Intranet, Google Drive derken “Yeter artık önüme bir kitap verin, olsun bitsin!” diye bağırasım geldiği zamanlar oldu. Belki de asıl soru şu: Değerli, ama değer mi? Bir başka nokta, hepimizin öğrenci olduğu gerçeğini unutmamak lazım. Her ne kadar akıllı, her ne kadar çalışkan olsak da hepimiz o öğrencilere özgü ruhu taşıyoruz. İtiraf zamanı geldi arkadaşlar. Derslerde Twitter/Tumblr gibi sitelere bakanlar, Skype açanlar, gereksiz sitelerde dolaşanlar... Her ne kadar yasak da olsa, bu hocaların kontrolünden biraz çıkıyor. Bilgisayar sihirli bir dünya demek, önümüzde sihirli bir dünyanın kapıları bizi beklerken derse dikkatimizi vermek zor olabiliyor. Bu yüzden, eğitimimiz olumsuz yönde etkileniyor. Aynı şekilde bu yüzden, her ders en az üç kere “Please forty-five your laptop...” lafını duymak zorunda kalıyoruz. Peki sosyal yöne ne demeli? Tenefüslerde sınıfları hiç gezdiniz mi? İddia ediyorum, en az iki-üç kişiyi bilgisayar başında otururken bulursunuz. Belki o benimdir ya da herhangi bir öğrenci, hatta belki şu an bilgisayar başında oturan sizsinizdir. Kafeteryada arkadaşlarınızla konuşmak yerine bilgisayar başında oturan siz, temiz hava almak için dışarı çıkmak yerine bilgisayar başında oturan siz, Robert’li olmanın tadını çıkarmak yerine bilgisayar başında oturan siz... Ancak anlattıklarım, bu sistemin tam bir saçmalık olduğunu söylemiyor. Elbette ki birçok yararı var: ödevlere, bilgilere, duyurulara çok yakın olmamızı sağlıyor; gereksiz kağıt israfını ve bu gereksiz kağıtları dosyalama sıkıntımızı engelliyor vb... Bence bu sistemin faydaları ve zararları birbirini dengeliyor. Sorulması gereken sorunun şu olduğuna inanıyorum: Değerli, ama değer mi? Bu sorunun cevabını Zeynep Şiir Bilici’nin düşünceleri ve karşılaştırması ile bulacağımıza inanıyorum. Ben, bir 11. sınıf öğrencisi olarak bilgisayarlı sisteme geçmenin tamamen hata olduğuna inanıyorum. Bu itham çok katı gelebilir; ama yazımı okuduktan sonra belki bana hak verirsiniz diye düşünüyorum. Ezgi’nin de yazısında belirttiği gibi sistemin mutlaka bazı iyi yönleri vardır; ama dört bir tarafımız teknolojik gelişmelerle çevriliyken bir de okul ortamını bu kadar teknolojik hale getirmenin pek sağlıklı olmadığı kanısındayım. Teknoloji bizi kendisine bu kadar bağımlı hale getirmişken onu baş tacımız yapmak ne derece sağlıklıdır, diye düşünmeden edemiyorum. Tam bu noktada okura sormak isterim: Telefonunuz, bilgisayarınız, tabletiniz vb. olmadan ne kadar dayanabilirdiniz? Bunun çok sorulan bir soru olduğunun ve aslında pek gerçekçi bir tarafının olmadığının farkındayım; ama yine de biraz düşünün. Bu konuda herkesin cevabı değişecektir; ama çoğumuz için teknoloji olmadan bir gün geçirmek pek olası gelmiyordur. Arada birkaç istisna mutlaka vardır; ama kaideyi bozacak kadar değil. Bilgisayarlı sisteme geçilmesiyle beraber zaten artık istesek de o kaideyi bozamayız. Nasıl bir dünyada yaşadığımız belli; çağa ayak uydurmak, teknolojik gelişmelerin gerisinde kalmamak için mutlaka bazı adımlar atmamız gerekiyor. Ben bilgisayarlı sisteme geçerek fazla büyük ve gereksiz bir adım atıldığı görüşündeyim. Okulumuzda zaten yeterince bilgisayar var: üç tane bilgisayar laboratuarımız, kütüphanede, kantinde ve Cep’te sayısız bilgisayarımız var. Haziran 2014 İsteyen istediği zaman kendi oturumunu açıp işini görebiliyor. Zaten böyle bir ortam varken, tüm öğrencileri özel bilgisayar edinmek durumunda bırakmak bana açıkçası gereksiz ve fahiş geliyor. Bu konu hakkında yeni gelen öğrencilere gerekçeler anlatılıyor mu bilmiyorum; anlatılıyorsa ben de çok bilmek isterim. Sistemin arkasında çok mantıklı dayanaklar olabilir; fakat bu sistemin kötü yönleri olmadığı anlamını taşımaz. Nitekim öyle de değil zaten. Benim bu konudaki temel eleştirim sistemin sosyal hayata olan etkisiyle alakalı. Üç buçuk-dört sene önce, ben bir hazırlık sınıfı öğrencisiyken hayatımdaki en teknolojik unsur liseye başlamamla edindiğim kendime ait “akıllı” cep telefonumdu. Şimdi ise herhangi bir sınıfın yanından geçtiğimde kendilerini bilgisayar ya da telefon ekranlarına hapsetmiş birçok öğrenci görüyorum ve üzülüyorum. Özellikle de bu öğrenciler hazırlık öğrencileriyse adeta kahroluyorum. Hazırlık senesi Robert Kolej’de geçirilen en eğlenceli sene olsa gerek. Sınavlardan kurtulmuş, tabiri caizse liseye “kapağı atmış” olmanın getirdiği rahatlıkla şen şakrak bir sene geçiriliyor, yepyeni arkadaşlar ediniliyor. Kendim için konuşuyorum, şu an en yakınımdaki arkadaşlarımın çoğu hazırlık senesinde edindiklerim. Yabancı ve alışılmadık bir ortama beraber alıştığımız kişiler olması okul hayatımızı bin kat daha güzel kılıyor. Yanlış anlaşılmasın; ben şu anki hazırlık sınıfı öğrencilerinin edindiği arkadaşlıkların güzel ve kalıcı olmadığını söylüyor değilim. Söylemeye çalıştığım tek şey, belki de sohbet edip eğlenerek geçirebilinecek dakikaların bilgisayar başında geçirilmesinin ne kadar üzücü olduğu. Açıkçası bilgisayarlı sisteme geçmekten kurtulduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Böyle bir sisteme nasıl uyum sağlardım, nasıl yeni arkadaşlar edinmeyi becerirdim diye düşünmeden edemiyorum. Zaten utangaç bir mizaca sahip olmanın getirdiği külfetler yeterince fazlayken, sanırım kendimi hep bilgisayarın başında pineklerken ve sosyalleşmekten giderek uzaklaşırken bulurdum. Bilgisayarlı sisteme geçiş ister istemez beraberinde bireyler arasındaki sosyal kopukluğu getiriyor. Bunu önlemek de ne yazık ki imkansıza yakın. Sistemin bu kadar çok tepki alışının bir nedeni de çok ani olması diye düşünüyorum. Bilgisayarlı sisteme geçiş pürüzsüz olmadı, gerek öğretmenler Köprü Ezgi Okutan Zeynep Şiir Bilici gerek de öğrenciler daha önce hiç karşılaşmadıkları bir sistemle karşı karşıya kaldılar. Öğretmenler dersin işleyişini değiştirmek, bir şekilde teknolojiyi daha çok kullanmak adına belki de normalde sık başvurmayacakları yöntemlere başvurmak durumunda kaldılar. Öğrenciler de, Ezgi’nin yazdığı gibi, alıştıkları kitap üzerinden eğitim sistemini bir kenara bırakmak zorunda kaldılar. Benim bu konu hakkında temel önerim öğrencilere neden bu sisteme geçildiği, derslerin nasıl işlendiği, nelerin değiştiği (ya da aynı kaldığı) konularında bilgi verilmesi yönünde. Sadece sistemin içinde olanlara değil, sistemin içinde olmayıp neden böyle bir sisteme geçildiğini merak edenlere de bilgi verilmeli. Sosyal açıdan zararları bir yana, sistemin (ve genel olarak teknolojinin) sağlık açısından da birçok zararı var. Bunlara değinmeye gerek var mı emin değilim, radyasyonun ne kadar zararlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilgisayarlı sisteme geçişle, okul yönetimi bir bakıma radyasyonun öğrencilere zarar vermesine neden oluyor. Dediğim gibi, bunun önüne geçmek adına herhangi bir çalışma yapılıyor mu bilmiyorum, bize hiç bilgi verilmedi. Sistemin ne kadar zahmetli ve riskli olduğunu göz önünde bulundurarak yazımı sonlandırırken Ezgi’nin yazısında sorduğu soruya cevaben değerli ama değmez, diyorum. 18 TEKNOLOJİ Teknolojinin İlişkilerimize Etkisi Elimizden bırakmadığımız akıllı telefonlarımız sayesinde her şeyi her an öğrenebilme ayrıcalığına sahibiz. Bu her şey; arkadaşımızın yolladığı bir mesaj, iki dakika önce gönderilmiş bir e-posta ya da ülkedeki güncel bir gelişme olabilir. Teknolojinin bize verdiği haberleşme ve bilgi alma özgürlüğü, çoğu iyi şeyde olduğu gibi, yanında birçok sorunu da getiriyor maalesef. Bu alandaki en büyük sorunsa ilişkilerimizin geldiği durum. Fakat teknolojinin ilişkilerimizde açtığı yaralardan önce, bahsetmek istediğim başka mühim bir mesele var. Facebook, Whatsapp, Instagram, Twitter ve FourSquare gibi çeşitli uygulamalar, artık sade bir iletişim ve bilgilenme kaynağı olmaktan çıkıp sosyal kimliğimizi oluşturan önemli faktörlerden biri haline geldiler. Böyle bir durumla karşı karşıya kalmak istemeyenler bu uygulamaları kullanmasın, diyebilirsiniz fakat böyle bir seçim bu sorunu çözmüyor, aksine bireye asosyal etiketinin yapışmasına sebep olduğu durumlar olabiliyor. Ayrıca çoğu insanın bu uygulamalarla haberleşmesi, eski usul yöntemlere rağbeti azaltıyor. Peki bu uygulamalar sosyal kimliği nasıl belirler? Olumlu bir izlenim bırakmak için neler yapmak gerek? Bu o kadar titiz bir konu ki yemek yapmaya benzetiyorum ben. Azıcık malzemenin oranı kaçırılsa yemeğin tadı tamamen bozulacak. Mesela Facebook’u ele alalım. Az fotoğraf varsa asosyal olarak algılanma riski var, çok fotoğraf olsa “Bu ne böyle, sabah akşam fotoğraf mı koyuyor? Başka işi yok herhalde.” gibi bir tepkiyle karşılaşılma riski var. Ki maalesef bu nicelikle de bitmiyor, işin içine nitelik de giriyor. Mesela ne tür fotoğraflar var? Hep iş ve okuldaki fotoğraflarsa “sıkıcı bir hayatı sahip” etiketine tabi tutulmak mümkün; fakat çok fazla barda, plajda fotoğraflar mevcutsa da “boş, eğlence düşkünü” etiketini yeme ihtimali var. Özetle ayar önemli, kaç bardak un, kaç tane yumurta, ayarı yerinde tutturmak önemli. Gelelim ilişki boyutuna. Sanki bu sosyal kimlik çevrede yeterince ön yargı – olumsuz veya olumlu -ki olumluysa çok büyük aferin geliyor- oluşturmuyormuş gibi çok daha büyük sıkıntılar mevcut. Teknoloji, yüz yüze olmayan, yazılı bir iletişim sunuyor bize. Karşıdakiyle aynı ortamda bulunmadığımız, karşıdakinin yüzünü görmediğimiz, sesini duymadığımız zaman, iletişimimizde özensiz davranma ihtimalimiz de kat be kat artıyor. Mesela Whatsapp’i düşünün. “Last seen” kavramından hepimiz haberdarız. Biri bize bir soru sorduğunda ya da bizden bir ricada bulunduğunda buna cevap vermemek; gerçek hayatta o kişinin sorusunu cevapsız bırakıp ortamı terk etmeyle eş değer aslında. Oysaki “bilmiyorum” gibi basit tek bir cevap bile bu özensizliği sonlandırabilir. Başka bir örnek düşünelim, FB’deki arkadaş ekleme kavramı üzerinden gidelim bu sefer de. Gerçek hayatta karşımızda gördüğümüz bir kişiye selam vermeyince bile rahatsızlık duyuyoruz, oysaki arkadaşlık isteğini reddedince rahatsızlık boyutu çok daha azalıyor. Dahası karşımızdakiyle aynı fiziksel ortamda bulunmayınca çok daha cesaretli bir birey oluveriyoruz. Kırıcı sözler söylemek, eleştirmek, ileri geri konuşmak çok daha kolaylaşıyor. Daha fazla merak ediyorsanız bu konuyu, artık günümüzde bu haftalarda şu uygulamamı belli bir süreliğine dolduracağım çünkü fark ettim ki “cyber-bullying” yapıyorum diyen fenomenlere bir göz atabilirsiniz. Oysa ne kadar özenli de davransak iletişimimizde, hiçbir iletişim yüz yüze olanı tutmuyor. Yüz ifadelerinden, ses tonundan, bakışlardan uzak bir iletişim kaybetmek oluyor. Ama kabul etmek lazım ki, bilgisayar uzun derslerden tek kaçışımız oluyor bazen. Ders aşırı ağırlaşıp beynimiz durunca hemen bilgisayarımıza koşuyoruz. Peki dersteki bilgisayar ve teknoloji kullanımını nasıl daha iyi hale getirebiliriz? Sanırım tek çare kullanmamak olur ki o da imkânsız gibi gözüküyoruz. Peki ya ağır, her teneffüs sürüklediğimiz çantalarımıza ne demeli? Belimizin ağrımasının, çantamızın yerden bile kıpırdayamamasının tek sebebi o bilgisayarlar. Kendilerini hafif zannediyorlar fakat resmen gülle yerine geçiyorlar. Her sabah evden çıkarken çantam eğer hafif olursa resmen yüzümde bir gülümseme oluşuyor. Onlarca defterin yanına bir de bilgisayarı sığdırmaya çalışmak hafif çanta hayallerimizi elimizden alıp götürüyor. Ve okulda çantasız yaşamanın da neredeyse imkânsız olduğunu düşünürsek, belimiz ve ağır bilgisayarlarımız saatlerce bütünleşiyorlar. Dürüst olmak gerekirse kaç hoca gerçekten bilgisayarlarımızı kullanmamızı istiyor ki? Günün 3 dersi, bazen 4’ü bilgisayara el bile sürmeyerek geçiyor. Geçen gün talih kuşu başıma kondu, bilgisayarımı evde unuttum! Fakat o da ne, bilgisayarın b’sinden bile anlamayan hocaların hepsi derste bilgisayar istedi. Evet, Tayis Arslan ne kadar sağlıklı olabilir ki zaten? En iyisi, yüz yüze iletişimi her zaman teknolojinin dahil olduğu iletişime tercih etmek. Önemli konuları aynı fiziksel ortamda konuşarak paylaşmayı tercih etmek ve de ne olursa olsun teknolojik ortamda kavga yaratmamak. Demesi kolay da böyle, bunun uygulamasında hepimize bol şanslar! Baş Belası Tumblr, Instagram, 9GAG, Twitter… Bilgisayar kullanılan derslerin mükemmel dörtlüsü. Diyelim ki hoca sınıfa girdi ve bilgisayarlarınızı açmanızı istedi. İlk olarak ne yapacaksınız? Tabii ki de gerekli sayfayı bir sekmede açtıktan sonra hemen muhteşem dörtlüden birine girip bir şeylerle ilgilenmeye başlayacaksınız. Resimler, yazılar, her şey dersten daha cazip gelecek. Çok yararlı olduğunu düşündüğümüz bilgisayarlarımız, çağa ayak uydurmamızı sağlayan makineler, aslında bizi hayaller dünyasına sürüklüyor. Dersten ve eğitimden tamamen farklı bir dünyaya. Başarı kazanalım derken tek yaptığımız zaman Köprü Haziran 2014 Selin Deldağ kader böyle: Getirirsek el sürmüyoruz, unutacak olursak da tüm gün ihtiyaç duyuyoruz. Artık ben kabullendim, baş belamı artık sevmeye karar verdim. Belimi de ağrıtsa, beynimi de uyuştursa, unutmamak gerek ki güzel bir dikkat dağıtıcı. O olmasa belki sıkıntıdan patlar, 80 dakika ne yapacağımızı şaşırırdık. Muhteşem dörtlüden de uzak kalmak olmaz tabii, ayıp olur. n ğ OKULDAN 19 Türkiye’nin Elması 10. sınıfa başlarken herkes beni coğrafya hakkında korkutmuştu, bu yüzden ön yargıyla başladım coğrafyaya ve ilk yazılıdan aldım düşük notumu. Ama düşük alsam bile seviyordum coğrafyayı, dedim ya tek sorunum korkuydu. Sonra coğrafya hocamız Ferdağ hoca bir gün bize bir proje hakkında bilgiler gönderdi ve katılmak isteyenlerin en kısa sürede ona haber vermesini istedi. Ben coğrafyayı seven ama korkan biriydim bu yüzden coğrafyayla daha da kaynaşmak için seçtim projeyi ve oldum liderlerden biri. Şimdi düşünüyorum da bu projeyi seçmekle çok çok çok iyi bir karar vermişim. Neden mi? Anlatayım size projeyi ve anlayın ne demek istediğimi. Bu coğrafya projesi Bolu’nun Alpağut adlı bir köyüyle alakalı. Bu proje için birkaç okul beraber çalışıyoruz. Bu okullar arasında Fransız Lisesi ve Marmara koleji gibi okullar yer almakta. Alpağut köyünün en büyük problemi köyün yok olmak üzere olması çünkü köyde nerdeyse hiç genç nüfus yok ve geri kalan nüfusun yüzde 95’ini yaşlı nüfus oluşturmakta. Biz projeye başlarken genel olarak bildiklerimiz bunlardı. Bir de elmasının çok ünlü olduğunu duymuştuk ama bundan başka bir bilgi yoktu elimizde. Bu yüzden projenin içinde yıl içerisinde üç defa günü birlik köye gezi düzenleme ve yıl sonunda da 1 hafta kalma yer alıyor. Yani gerçekten ciddi ve önemli bir proje. Alpağut köyüne ilk gezimizi 9 Kasım’da düzenledik diğer iki okulla beraber. Köye geçmeden önce Bolu’nun Seben ilçesine uğradık ve orada belediye başkanı Süleyman Bey’le konuştuk. Bizi köy ve Seben hakkında bilgilendirdi. Öğrendik ki Seben, Bolu ile Karadeniz ve İç Anadolu bölgeleri arasında bir geçiş bölgesinde yer alıyor. İnsanların temel geçim kaynakları tarım. Bolu’da ikliminden ötürü yetişen ürünlerin aroması bambaşka. Elmasıyla meşhur olan Alpağut Köyü, aynı zamanda dünyanın en iyi bulguruna da ev sahipliği yapmakta. Bu bölgede fındık fıstıktan her türlü meyveye kadar tarım ürünü yetiştirilmektedir. Alpağut Köyü Türkiye’de nevruz geleneğini sürdüren sayılı yerlerden biri. Tek nevruz tepesi bu köyde ve bu gelenek insanların kendi imkânlarıyla sürdürülmektedir. Fakat bu projeyi geliştirmek için önümüzdeki yıl cumhurbaşkanlığıyla görüşülüp yardım istenecektir. Tarım önemli bir geçim kaynağı olduğu için Seben belediyesi ileride 40000 metrekarelik alanda organik tarım yapmayı düşünmekte. Türkiye’de önemli spor kulüplerini burada toplamayı düşünen Seben fotoğraflarla oluşturduğu küçük bir sergi var. Ne yazık ki bu binada artık eğitim ve öğretim verilmemekte ve o okul binası sergi yeri olarak kullanılmaktadır. Hastaların gidebileceği bir sağlık ocağı da yok, bu yüzden hastalar Seben’e kadar gidiyorlar bu da köydeki yaşamı daha zorlu kılıyor. Belediyesi ihtiyacı olan tek şeyin bizler olduğunu söyledi. Alpağut köyünün en büyük eksiklerinden biri de ilköğretim okulunun kapalı olmasından dolayı, öğrencilerin Seben’e gidiyor olması. İlköğretim okulunun bir bölümünde köyün yerlilerinden birinin çektiği Köyde birçok şey ilgimizi çekti özellikle de sorunlar ama bunun yanında köye hayran kalmamızı sağlayacak şeylerle de karşılaştık. Köyde yediğimiz ve tadına doyum olmayan Gatmer ekmeği onlardan biriydi. Köyde dolaşırken açlığımızın farkındaydık ve köy insanlarının yaptıkları sımsıcak Haziran 2014 Köprü Fatmanur Yokuş ekmekler bizim için büyük sürpriz oldu. Teyzelerimiz büyük bir hevesle hamuru hazırlayıp hızlı bir şekilde fırına atıyor ve ekmek çok kısa sürede sımsıcak bir şekilde fırından çıkarılıyordu. Biz de bu güzel Gatmer ekmeğinin tarifini almadan oradan geri dönemezdik. Teyze hemen anlattı nasıl yapılacağını. Hamur için mayayı tuzla yoğur. İçine peynir, maydanoz, biber koy sonra ateşe at şeklinde bir tarif verdi. Yapılışı kolay tadı da oldukça lezzetliydi. Köye 20 tekrar gidişimizi iple çekiyorum. Eğer dünyanın en tatlı elmasını ve en iyi ekmeğini yemek istiyorsanız siz de ziyaret edin Alpağut Köyünü ve anlayın ne demek istediğimi. OKULDAN Ayrıca bu köyün havası insanınakademik başarısını da artırıyor. Köye gidip geldikten sonra ikinci coğrafya yazılım muhteşem geçti. İnanmıyorsanız siz de deneyin ve görün. Eğer köye gidemeyecekseniz bile merak etmeyin yakında okulumuzla anlaşacağız ve satacağız Alpağut’un ünlü elmalarını okulumuzda. Eminim elmalar da aynı etkiyi yaratacaktır sizde. Sözün kısası Türkiye’nin elmasını keşfettim bu projeyle bu yüzden çok mutluyum. IX. Kültür ve Edebiyat Sempozyumu 26 Nisan Cumartesi günü okulumuzda 9.’su düzenlenen Kültür ve Edebiyat Sempozyumu’nun bu seneki konusu “Edebiyat ve Sinema” idi. Okul müdürümüz Anthony Johns’un açılış konuşmasının ardından Atilla Dorsay’ın “100. Yılında Türk Sineması” başlıklı konuşmasıyla devam eden sempozyum, eş zamanlı açık oturumlarda Ercan Kesal, Alkan Avcıoğlu, Mert Fırat, Feride Çiçekoğlu, Kerem Deren ve İlksen Başarır’ı konuk etti. Program Ahmet Mümtaz Taylan, Arif Keskiner, Burçak Evren ve Uğur Vardan’ın katıldığı genel oturumla devam etti. Sempozyumda edebi eserlerin sinema uyarlamalarından sinemadaki sansüre değin birçok konuya değinildi. Eş zamanlı oturumlarda Mert Fırat ile İlksen Başarır’ın birlikte gerçekleştirdiği oturuma katılma şansım oldu. Mert Fırat, bir karakteri canlandırma yolculuğunu dedektiflik olarak tanımladı. Çünkü karaktere ait veriler yavaş yavaş toplanıyor ve veriler arttıkça zihinde daha net bir karakter oluşuyordu. “Kelebeğin Rüyası” adlı filmde canlandırdığı “Rüştü” karakterine ilişkin verileri de Rüştü’nün mektuplarını okuyarak toplayan Fırat, Rüştü’yü hayata tutunmayı bilen ve hastalığını “hem çok önemseyen hem de hiç önemsemeyen” bir karakter olarak tanımladı. Çok küçük yaşta verem olan Rüştü, hiçbir ilacı olmayan bu hastalıkla yaşamayı öğrenmişti. Hastalığını bir ilham perisi olarak değerlendirmeyi başarıyordu. Fırat, bir karakteri seyirciye sunarken o karaktere ilişkin küçük detayların bile çok önemli olduğuna değindi aynı zamanda. Örneğin; aralarında yaş farkı olmamasına rağmen Rüştü’nün Mediha’ya sürekli “yavrum” demesi Köprü onun ne kadar şefkatli biri olduğunu gösteriyordu seyirciye. “Edebi Eserler ve Sinema” karşılaştırması yapan İlksen Başarır, ikisi arasındaki en temel farkı şu şekilde açıkladı: “Roman bize kendi gözümüzle görme ihtimali veren bir sanat dalı. Sinemada ise biz aslında yönetmenin o metni nasıl gördüğünü ve metne nasıl yaklaştığını seyrediyoruz.” Ayrıca, bir kitapta anlatılanların hep geçmiş zamanda, bir filmde izlenenlerin ise hep şimdiki zamanda geçtiğini söyleyen Başarır, sinemanın kendisini en çok cezbeden yönünün de bu olduğunu söyledi. Bu durumu da “Olay 1920’de de geçse aslında o olay şimdi oluyordur, biz izlerken oluyordur yani” sözleriyle açıkladı. Türkiye’de ise edebiyat uyarlamalarının yerini kaybettiğini düşündüğünü söyledi. Bunun belki de kendisinin ve kendi Haziran 2014 Şerna Viyan Petekkaya kuşağındaki genç yönetmenlerin biraz daha kendi hikâyelerini anlatmaya meraklı olmalarından kaynaklandığını dile getirdi. Genel oturumda ise birçok konuya değinilmesine rağmen benim en çok dikkatimi çeken, Onur Ünlü ’nün “İtirazım Var” adlı filmine getirilen yaş sınırı konusundaki eleştirilerdi. Ortak görüş, bu filmin herhangi bir yaş sınırını hak etmediği yönündeydi. Bu güzel sempozyumu hazırlamakta emeği geçen herkese çok teşekkür ediyor ve daha nice sempozyumlara diyoruz! n a OKULDAN 21 Ayın Olayı Türk Edebiyatı Bölümü’nün her ay özene bezene hazırladığı panoya kesinlikle göz atmalısınız! Açıkçası şu aralar elimden düşmeyen yazarların birkaçıyla bu pano sayesinde haşır neşir oldum. Yazarlar hakkında bilgi elde etmek çok kolay, internet çağında yaşıyoruz. Ama kaçımız elimize internet geçince yazarlar hakkında araştırma yapıyoruz eğer hazırlamamız gereken bir sunumumuz yoksa? Tabii ki edebiyata, yazarlara ilgisi olanlar; eli internet tutanlar ve ilgilendikleri yazarları sinsice takip gelebiliyor. Böyle durumlarda hemen iki alt katta bulunan kütüphanede ufak çaplı bir araştırma yaparak cevaba ulaşabilirsiniz. Daha sonra cevabı sorunun altında yazan e-posta adresine gönderdiniz mi geriye sadece dua etmek kalıyor, çünkü hediyeye ulaşmak için soruyu ilk cevaplayan kişi olmalısınız. Pano genelde her ayın ilk haftası yenileniyor. Varsayalım ki panoyu daha yenilendiği gün incelediniz ve soruyu ilgili e-posta adresine gönderdiniz. İlk cevaplayan “Ne zaman törene çıkacağım?” diye sorarak ödülünüzü alacağınız tarihi öğrenmeniz. Büyük ihtimalle mübarek bir cuma gününe denk gelecek o tarih. Malum cuma günü törende yoklamanızı alan öğretmenle konuşup alt katta, sahnenin kıyısında, duyuru yapacaklar ile birlikte beklemeniz sağlığınız için en güvenlisi. Aksi takdirde kısa mesafe engelli koşuda ayağınız takılıp sendeleyebilir ve sakatlanabilirsiniz. Eğer yoklamanızı alan öğretmene ulaşamazsanız da sağlık olsun diyelim. Üst katta sevinçle edenler vardır. O zaman da sorunlardan biri “Tutup da hangi birini araştırsam?” olabiliyor. Böyle ölümcül seçimler ve sorunlarla uğraşmak yerine niçin yapacak bir şey bulamadığınız o sıkıcı teneffüslerden birinde, hele ki dersiniz Gould dördüncü katta ise, durup da Türk Edebiyatı Bölümü’nün panosuna bir göz atmayasınız?(Panonun yerini bulamamak bahane değil! Fotoğraflara bakın!) Panoda her ay farklı bir yazarın hayatı hakkında bilgiler bulunuyor, bunu anladınız, ancak daha da eğlenceli bir şey var: “Ayın Sorusu.” Ayın sorusunun yerini tarif etmek zor. Onu panoda arayıp kendiniz bulmanız gerekecek. Ayın yazarı hakkındaki soruyu cevaplayınca cennetten arsa ayırttıramasanız da okumalık, keyifli bir kitap kazanabilirsiniz. Sorular bazen kolay oluyor. Sayın Google’a sorarak cevaba teneffüs bitmeden ulaşabilirsiniz. Uzun teneffüslerin güzel yanlarından birisi de bu işte diye düşündüğünüzü biliyorum! Bazı aylar ise sorular Sayın Google’a bile zor kişi olup olmadığınızı öğrenmek için e-postanıza yanıt verilmesini beklemelisiniz. Size sıfır ilâ beş iş günü içinde geri dönüyorlar. Eğer soruyu ilk cevaplayan ve büyük ödülü kazanan kişiyseniz yapacaklarınız daha yeni başlıyor. En can alıcı kısım o müjdeli e-posta adresini yanıtlayıp ayağa kalkıp sahneye koşuşturmak da bir ayrı heyecan olsa gerek. Sayın öğretmeninizden ödülünüzü aldıktan sonra bu kadar zahmetin yüzü suyu hürmetine okuyuverin o güzel kitabı lütfen. Haziran 2014 Köprü Pınarnaz Eren Şimdiden iyi okumalar! 22 YEMEK TARİFLERİ Paskalya Bayramı’nın Vazgeçilmez Tadı: Paskalya Çöreği Paskalya gününde bayramlaşmaya gidildiğinde ev halkının misafirlere hazırladığı ikram tabakları genellikle şunlar vardır: yaprak ve lahana sarması, kısır, türlü börekler, tahinli çörek, renkli yumurtalar ve tabii ki Paskalya Çöreği. Gelin bu defa bu çöreğin tarifini hamaratlıklarıyla ünlü Ermeni kadınlarından öğrenelim! Malzemeler ● 1 kg un ● 300 gr toz şeker ● 5 yumurta ● 2 çorba kaşığı mahlep ● 1 paket margarin (250 gram) ● 1 paket yaş maya ● 1 su bardağı süt (Bu tarifte kullanmadık ama damla sakızı da katabiliriz bu çörek karışımına, bence çok daha lezzetli oluyor.) Üzeri için: ● İsteğe göre çörek otu veya susam ● 2-3 yumurta sarısı Geniş bir kabın içinde un ve mayayı az su ile karıştırıp elimizle iyice yoğuruyoruz. Üzerine yumurtalarımızı kırıp, mahlebimizi de ekleyip karıştırmaya devam ediyoruz. Daha sonra bir yandan margarinimizi, bir yandan da şekeri süt ile birlikte ateşte eritiyoruz. Erittiğimiz margarin ve şeker süt karışımını soğuduktan sonra karışımımıza ekleyip son bir kez iyice yoğuruyoruz. Kıvamı tutturduğumuzu düşündüğümüzde hamurumuzu karıştırdığımız kabın üstünü örtüyoruz ve ılık bir ortama koyup yaklaşık bir saat boyunca mayalanmasını bekliyoruz. Artık hamurumuz hazır. Hamurumuzu avuç içi büyüklüğünde bezelere ayırıyoruz. Her bir paskalya çöreği için üçer beze kullanacağız. Bezelerimizin eşit boylarda olmasına dikkat edelim! Bezelerimizi iki elimizle yuvarlayarak şekildeki gibi rulo haline getiriyoruz. Rulo haline getirdiğimiz üç bezeyi saçımızı örer gibi öreceğiz. Örmede işin iki püf noktası var. İlki bu üç ruloyu örmeye başlamadan önce bir noktada birleştirmek. Ruloların uçlarını ezmeden birleştirmek ise ikinci püf noktamız. Sağlam bir şekilde birleştirdiğimizden emin olduktan sonra örmeye başlıyoruz. Ortaları daha gevşek örer, uçları daha sıkı tutarsak çöreğimiz çok daha estetik bir görünüm kazanır. İlk çörek için yaptığımız bu işlemi tüm bezeler bitene kadar tekrarlıyoruz. Çöreklerimiz de hazır. Fırın tepsilerimize yağlı kağıtlarımızı serdikten sonra çöreklerimizi yerleştiriyoruz. Çöreklerimizin üstüne fırçalarımızla yumurta sarılarını sürüyoruz ve isteğe bağlı olarak ya susam ya çörek otu ya da çörek ve susam otu karışımımızı çöreklerimizin üstünde gezdiriyoruz. Fırınımızı 170 dereceye getirip çöreklerimiz iyice kızara dek pişiriyoruz. Hamurumuzun pişip pişmediğinden emin olmak için ara sıra kürdan batırıp kontrol etmek en iyisi! Afiyet olsun! http://www.hurriyetaile.com/yemek-tarifleri/hamur-isi-tarifleri/paskalya-coregi-tarifi_524.html http://ninomutfakta.blogspot.com.tr/2009/03/paskalya-coregi.html Köprü Haziran 2014 Tayis Arslan YEMEK TARİFLERİ 23 Sefarad Yemekleri: Almodrote de Kalavasa (Kabak Böreği) Geçen sene yazmaya başladığım Sefarad Yemekleri köşesinin bu kadar takipçisi olduğunu bilsem birinci sayımız için de bir tarif bulurdum. Ama ne yapalım, kısmet bu sefereymiş. Bu kez annemin pek çok kez yaptığı, hatta bana da küçüklüğümden beri zorla yardım ettirttiği bir tarifi, kabak böreği tarifini yazmaya karar verdim. Zorla dediğime bakmayın, tadı gerçekten güzel oluyor. Kabakla uzun süre sorunlu bir geçmişim olmasına rağmen bu yemeğe asla hayır diyemem. Bu arada börek dediğime bakmayın, yapılışı böreğe çok da benzemiyor. Umarım siz de beğenirsiniz. Afiyet olsun! Almodrote de Kalavasa (Kabak böreği) 8 kişilik Malzemeler: 2 kg kabak 4 dilim ıslatılmış ekmek içi 2 yumurta 1,5 kahve fincanı sıvı yağ 100 gr beyaz peynir 1 su bardağı rende kaşar tuz dereotu üzeri kızarıncaya kadar pişirin. İsteğe göre en üstüne biraz daha kaşar rendeleyebilirsiniz, fırında kızarınca üzeri altın rengi oluyor. Greti Barokas Yapılışı: Kabakları ayıklanıp rendeleyin. Ellerinizle suyunu iyice sıkın. Ekmek içini, yumurtaları, yağ, peynir, kıyılmış dereotu ve tuzu da ilave ettikten sonra karıştırın. Karışımı önceden unlayıp, yağladığınız fırın tepsisine yayın. Fırında Hamur Üstüne Kıyma Mı? Kimisi onun adına açık mantı dedi, kimisi onu lazanyaya benzetti, kimileri de tadını alınca spagetti bolonez dedi. Ama onun adı ‘’Hangel’’di. Gözünüzde canlanmadı belki ama aşağıdaki malzemeleri kullanıp kendiniz yapmayı denerseniz hem görmüş hem de tadına 4 kişilik Hangel İçin Malzemeler: ● 2 yumurta ● 1 su bardağı su ● 2 tatlı kaşığı tuz ● Alabildiği kadar un ● 3 orta boy soğan ● 400 gr kıyma bir hamur haline getirilir. Hamur en az 10 dakika yoğurulur. Yapılan hamur 2 bezeye ayrılıp 30 dakika dinlendirilir. Dinlenen bezeler oklava ile açılıp ince yufkalar haline getirilir. (Hamur üzerine un serpilerek açılır.) Yufka istenilen incelikte olduğunda küçük kareler şeklinde kesilir. Bu küçük kare şeklindeki yufkalar en az yarım saat kuruduktan sonra kaynayan suda makarna gibi haşlanır. Haşlanan hangeller süzgeç ile sudan çıkartılıp süzülür. Geniş bir tabağa konularak en son üzerine sarımsaklı yoğurt ve isteğe bağlı olarak tereyağında önceden kavrulup pembeleştirilmiş soğan ve kıyma ile servis edilir. Üzerine tat versin diye nane ve pul biber de eklenebilir. Afiyet olsun! “Yaşam Eki, Adı Kısa, Sözü Uzun şehir...KARS | Bizimkocaeli.” Yaşam Eki, Adı Kısa, Sözü Uzun şehir...KARS | Bizimkocaeli. N.p., n.d. Web. 03 Mar. 2014 bakmış olursunuz. Kars yöresine ait olan hangel yemeği için malzemeler şunlardır: Hazırlanışı: Kıyma ve soğan haricindeki tüm malzemeler karıştırılarak sert ve katı Haziran 2014 Köprü Rojin İdil Erdoğdu “Outside- Picture of Kamer, Kars.” TripAdvisor. N.p., n.d. Web. 03 Mar. 2014. Editörler Yunus Emre Erdölen Derin Arduman Defne Aksoy 24 Editör Yardımcıları Ayşenaz Toptaş Eda Özkök Elif Ece Acar Mert Düşünceli Lal Tüzman Tasarım Editörü Sinan Hiçdönmez Kapak Ayhan Okçal Yazarlar Eylül Buse Küçük Ezgi Okutan Hazal Cansu Odabaşı Yağmuray Sarı Elif Ece Acar İrem Akçal Defne Aksoy Zeynep Can Aksoy Derin Arduman Tayis Arslan Elize Aslan Baha Aydın Ali Yağız Ayla Sanem Dolun Ay Greti Barokas Cansu Bayraktar Zeynep Şiir Bilici Dilara Çankaya Vera Can Kenan Sarp Çelikel Damla Cinoğlu Mehmet Fatih Çulhalık Başak Dağlıoğlu İrem Dalfiliz Mert Ali Düşünceli Beril Erdoğdu Rojin İdil Erdoğdu Pınarnaz Eren Ezgi Ergin Gizem Ergün Ayşegül Ersin Alara Gebeş Selin Öykü Gergeri Polen Eylem Güzelocak Damla Ilıca Eren Kafadar Şule Kahraman İdil Kara Lal Kazdal Saffet Gülbabil Kökver Ezgi Su Korkmaz Su Mevsim Küçükakyüz Naz Duru Mola Aslı Doğa Munzur Melisa Oğuz Ayse Leyla Ok İpek Özbodur Elif Burcu Özçelik İbrahim Furkan Özcan Melisa Dilan Özdemir Eda Özkök Semiha Hazal Özkan Sera Pekel Eymen Pınar Deniz Şahintürk Leman Burçe Şahbenderoğlu Esra Sezer Rüzgar Sönmez İdil Naz Tandoğan Gizem Taşkın Yasemin Tekgürler Pınar Tercanlıoğlu Ceren Tezcan Sebahattin Orhun Tezel Ece Selin Timur Ayşenaz Toptaş Ece Toprak Eylül Su Tuğcu Gizem Tulunay İrem Turgut Özlem Lal Tüzman HABERLER Mehmet Ufuk Yanmaz Melisa Selin Yaylalı Simay Yazıcıoğlu Fatma Nur Yokuş Nazlı Yurdakul Sorumlu Öğretmenler Melek Giray İnce Serya Kayapınar İmtiyaz Sahibi Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer Yayının Konusu: Okul Gazetesi Yayının Dili: Türkçe Yayının Türü: Yerel, Süreli Yayının Süresi: Aylık Yönetim Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No. 87 Arnavutköy/İstanbul Tel: +90 (212) 359 22 22 Sorumlu Müdür Güler Kamer Robert’e Veda, Yeni Serüvenlere Merhaba Her veda bir hüzündür, öyle değil mi? Söz konusu olan bu veda bir sevgiliye de olabilir, doğduğun, çocukluğunu geçirdiğin ve şimdi de arkanda bırakmak zorunda olduğun yuvana da, hayatının beş yıl kadar uzun bir dönemini geçirdiğin okuluna da… Her yıl son sınıfların hazırladığı tiyatro bir başka olur; ama bu seneki farklıydı. Belki de her yıl biz de bu kaçınılmaz vedaya yaklaştığımız için bize daha etkileyici geldi. Okul koridorlarında onları görmek şaşırtıyor, çünkü her biri artık kendi ayakları üzerinde duran bir birey tamamıyla. Eğer hazırlığı olmayan bir okulda okusalardı, şu an bir üniversiteli olacaklardı. Oysa şimdi onlar bizim öğrenci olarak gezdiğimiz okul koridorlarında birer yetişkin olarak geziyorlar. Bence bu seneki oyunun beğenilmesinde etkin olan en büyük faktörlerden biri gerçekçiliğiydi. “God of Carnage” isimli oyunu canlandıran dört son sınıf öğrencisi de rolleri için biçilmiş kaftanlardı. Onlara gözlerimiz önceki pek çok oyundan aşinaydı zaten. Oyunun konusuna baktığımız da aslında çocukları kavga etmiş iki farklı dünyada yaşayan ebeveynlerin, çocukları arasındaki bu problemi çözmek için bir araya geldikleri bir görüşme diyebiliriz. Bir buçuk saat süren oyun boyunca hep aynı sahnedelerdi; ama izleyici bundan hiç sıkılmadı. Çocuklardan açılan konu ailelerin iç sorunlarına sıçradı da sıçradı derken bir baktılar ki bu iki yabancı çift bir anda yakınlaşıvermişler. Oyuncuların rolleri gereği yetişkin gibi davranmaları gerekti ve en azından seyircinin bakış açısından hiç zorlanmadan rollerinin üstesinden geldiler. Bunda artık liseli bir genç olmaktan çıkıp daha çok hayata çırak olarak işe alınmış bir yetişkin olmalarının büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki daha biz tadına doyamadan oyun bitiverdi. Eminim ki onlar da daha doyamadan bu okula veda edecekler. Evet, Robert Kolej her ne kadar sadece orada okumaya hak kazanılması zor bir okul olsa da aynı zamanda okurken de hem bize pek çok alanda birikim katan hem de bizi o bilgi donanımıyla kaplarken en son zerresine kadar enerjimizi içine çeken bir okul. Biz, öğrenciler, hep kendi aramızda ne kadar çok yorulduğumuzdan söz ederiz. Oysa zaman içerisinde bu hayata alışırız, ne Ağustos ayı neden 31 çeker? “Zamanında Roma imparatoru ayların 28,29,30 ve 31 çekmesini düzenlemeye başlamış. O zamanlar bir yılın 365 gün 6 saat olduğu biliniyormuş. Meşhur imparator Julius Sezar Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’e ayları düzenlemesi emrini vermiş. Sosigenes de bir düzenleme yapmış; her yıl 365 gün çekecek. Arta kalan 6 saatler her dört yılda bir son aya eklenecek. Bu son ay Şubat ayıdır. O zamanlar ilk ay yani yılbaşı Mart ayıyla başlar, Şubat ayıyla bitermiş. Ona göre düzenleme yapılmış. Düzenlemede ilk ay 31 ikinci ay 30 üçüncü ay 31 diye ayarlama yapılarak peşpeşe gelen bir ay 30 gün bir ay 31 gün olmuş. Son ay şubat 29 gün olarak kalmış. Her dört yılda bir de 6 saatler eklenerek 30 gün olması planlanmış. Daha sonra Julius Sezar doğduğu aya kendi ismini vermiş. Temmuz ayı (July, Julius) olarak adlandırılmış. Sezardan sonra imparator olan Augustus da doğduğu aya kendi ismini vermiş ve Ağustos ayı bugün de kullandığımız ismine kavuşmuş. Augustus bununla da yetinmemiş. Bakmış Sezar’ın ayı 31 gün çekiyor, kendi ayı ise 30. “Bu bana yakışmaz, benim ayımda 31 çekmeli.”diye emretmiş. Ve yılın son ayı Şubattan bir gün almış kendi ayına koymuş,sonra Ağustos ayı da 31 gün olmuş.” atlanmıştır. İskandinav Mitolojisine göre ise İskandınav tanrılarının en kötülerinden olan Loki, davetli olmadığı 12 kişilik bir şölene gider ve gözyaşı tanrısının ölümüne yol açar. Bunları Biliyor Musunuz? 13 rakamı neden uğursuzdur? Hz.İsa’nın meşhur son yemeğinde toplam 13 kişi bulunuyordu; İsa ve 12 havari. Bu yüzden Hristiyanlar 13 kişi bir araya gelirse herhangi birinin başına kötü bir şey geleceği düşüncesindelerdir. 13 sayısı hakkında lanetli ve kötü diye düşündüklerinden uçaklarda 13.koltuk sırası veya apartmanlarda 13.kat bulunmamaktadır. İbranilere göre ise 13 sayısının uğursuz olma nedeni İbrani alfabesinin 13’üncü harfinin “mavet” (ölüm) sözcüğünün ilk harfi olan ‘m’ olmasıdır. Hammurabi kanunları listesinde de 13 sayısı Köprü Perşembe(Thursday) kelimesi nereden gelir? Thursday kelimesinin anlamı “Thor’s day”dir. Thor İskandinav mitolojisinde gök tanrısı olarak bilindiğinden perşembe gününde gök gürleme olasılığının daha yüksek olduğu söylenmektedir. Neden ‘Deli’ İbrahim? Bir rivayete göre Şii mezhebine mensup “Emir-Güne” saraya içki-kumar-fitne gibi kötülükleri sokmaya çalışıp aynı zamanda bölücülük çalışması yapmıştır. Bu durumdan rahatsız olan Sultan İbrahim Emir-Güne’yi idam ettirmiştir ve bu olaydan dolayı birçok düşman kazanmıştır ve hakkında “Padişah delinin Hazıran 2014 Melisa Oğuz kadar çok yorulsak da bu mekanizmanın bir parçası oluruz. Final dönemleri mezun olacağımız günün bir an önce gelmesini isterken, 12’lerin veda gününü görünce o gün için şimdiden hüzünleniriz. Farkında olmadan alışırız buraya, bu yaşam tarzına. Ama maalesef zaman her ne kadar bir kaplumbağa gibi hareket etse de bir bakarız ki bitiş çizgisine ramak kalmış. Onların da bitiş çizgilerine varmalarına sadece birkaç ay kaldı. Umarım bu birkaç ayı iyi değerlendirirler, umarım bu okuldan unutulmaz anılarla ayrılırlar ve umarım ki hep mutlu olurlar bu yeni serüvenlerinde bir Robert Kolej mezunu olarak… İdil Kara biri.” dedikoduları ve iftiraları yayılmıştır. Diğer bir söylenişe göre ise ağabeyi 4.Murat diğer kardeşlerini katlettiğinden hep bir ölüm korkusuyla yaşamıştır ve bu yüzden sinirleri harap olmuştur. Mary Poppins hikâyesi Herkesin hayranı olduğu Mary Poppins’in yaratıcısı P.L. Travers bu hikâyeyi kendi hayatından parçalar alarak yazmıştır. Hikâyedeki Mr.Banks,Travers’in ölen babasından esinlenerek yazdığı bir karakterdir.
© Copyright 2024 Paperzz