VEHİM ve GERÇEKLİK ARASINDA AMERİKA - İRAN İLİŞKİLERİ ÖNSÖZ İRAN DEVRİMİNİN GERÇEK YÜZÜ 1. Devrim Nasıl Gerçekleşti? 2. İran'ın Devlet Yapısında Caferilik 3. İran Anayasası Neden İslami Değil İRAN AMERİKA İLİŞKİLERİ 1. ABD'nin İran Devrimindeki Rolü 2. İran ile ABD’nin Ortadoğu ve Bölgesel Siyasetteki Uyumlulukları İRAN’IN NÜKLEER FAALİYETLERİ 1. Nükleer Silah ve Bu Silaha Sahip Olan Ülkeler 2. İran'ın Nükleer Faaliyetleri A. B. C. D. E. İran'ın Anlaşmadaki Taahhütleri Anlaşma Çerçevesinde İran'ın Kazanımları Nükleer Anlaşma Başarı mı Yoksa Taviz mi? Yahudi Varlığı "İsrail" için Nükleer Anlaşmanın Önemi Amerika Neden İran’ın Nükleer Sorununu Sıcak ve Canlı Tutuyor? F. Nükleer Anlaşmanın Suriye Devrimi İle Bağlantısı SON DÖNEM TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİSİ SONSÖZ GİRİŞ بسم هللا الرمحن الرحيم 1979 yılında Humeyni, İslam Devrimi adı verilen bir darbe ile Şah’ın yerine İran’da yeni bir yapıyı kurduğunda, tüm dünya Müslümanlarını heyecanlandırdığı ve etkilediği gibi, Türkiye’deki Müslümanları da etkiledi ve heyecanlandırdı. Devrim öncesinde Humeyni’nin İran devrimi ile ilgili olarak; devrimin desteklenmesi, benimsenmesi veya Türkiye’ye de taşınması konusunda herhangi bir faaliyetinin bulunmamasına rağmen, yalnızca “İslami Devrim” olduğu varsayımı ile Türkiye’deki Müslümanların bir kısmı, bu devrimden fazlasıyla etkilendi. Dolayısıyla "İslami Devrim" varsayımı ile Türkiye’de devrime duyulan sempati sonrasında “İrancılar” diye bilinen bir yapı dahi oluştu. Bunların bir kısmı kendi aralarında organize olmuş irili ufaklı yapılar halinde faaliyet gösteren gruplardı. Bazıları ise grup organizasyonuna dahi gerek duymadan sadece duygusal etkenlerle İran’ı ve devrimini destekleyen bir konumda bulundular. O dönemde Ali Şeriati başta olmak üzere İranlı bazı yazarların kitapları, hemen Türkçeye tercüme edilip okundu. Devrim sonrası seksenli yıllar boyunca ve doksanlı yılların ortalarına kadar devam eden bu İran sempatizanlığı; Müslümanların aktif siyasete (demokratik parlamento çatısı altında) dâhil olmaları ile yavaşladı ve zayıfladı. Bu etki kaybının nedeni, aslında bugün bile tam olarak anlaşılmış değildir. Çünkü İran, devlet yapısı ve anayasası açısından bir İslam Devleti değildi. Hakeza Türkiye'de gayri İslami bir yönetim ile yönetiliyordu. Türkiye Müslümanlarının İran sempatizanlığında yaşadıkları gerilemenin bir başka önemli nedeni, devrim sonrası beklentilerle, uygulamaların aynı olmamasıydı. Bu durum, daha devrim yapıldığında azda olsa genel siyasi basirete sahip Müslümanlar tarafından görülmüştü. Ama genel olarak Türkiye Müslümanları, İran’ı Amerika’ya kafa tutan, “İsrail'e” düşman olan ve İslam şeriatını uygulayan bir ülke olarak görürlerdi. Hatta devlet, laikliği korumak ve şeriattan korkutmak için uzun yıllar İran'ı bir öcü, bir tehdit olarak gösterdi halkına. İşlenen birçok faili meçhul cinayeti de Müslümanlarla ilişkilendirerek, İran ile bağlantılı olarak gösterdi. Ancak acı bir hakikat vardı ki o da İran’ın, Müslümanlar üzerindeki etkisini azalttı. Bunların başında, büyük şeytan dediği ABD'ye karşı hiç bir engellemede bulunmaması, işgalci Yahudi varlığının tüm katliamlarına karşı tek bir mukabele dahi göstermemiş olması ve İslam ile Müslümanları ilgilendiren birçok sıcak meselede esas sayılabilecek hiçbir şey yapmamasıdır. Fakat tüm bunlara rağmen, ne Türkiye, ne de dünya Müslümanları, İran gerçeğini net bir şekilde bir türlü kavrayamadılar. Yahudi varlığının Müslüman beldelerin tam ortasındaki kutsal topraklarda işgal ve katliam yapmasına ses çıkarmamasını bırakın, ABD'nin Afganistan ve Irak işgallerinde ona fiili olarak açık destek vermesi bile, genel kamuoyunda İran'ın gerçek yüzünü ortaya çıkaramadı. Çünkü kamuoyunu yönlendiren en önemli güç olan medya, Batılı sömürgecilerin güdümündedir. Özellikle ABD'nin etkisi altındaki yerli ve yabancı tüm medya organları, 2000'li yıllardan sonra İran tarafından başlatılan nükleer faaliyetler nedeniyle, İran ile Amerika arasında savaşın yaşanacağına dair söylentileri yayıp durdular. Gerek uluslararası ilişkiler uzmanı akademisyenler, gerekse birtakım köşe yazarları, İran ile Amerika arasında bir savaşın yaşanabileceğine, Amerika’nın İran’ı her an vurabileceğine ilişkin hedef saptıran yönlendirmeler yaptılar. Öyle ki kimileri, ABD'nin İran'ı vurma planına ilişkin tarih bile verdi. Bu medya dezenformasyonu ile ABD-İran işbirliği hep gizlendi ve böylelikle İran'ın gerçek yüzü bir türlü görünemedi. İran’ın, Suriye olayları sürecinde açık bir şekilde (ABD ve diğer bölge ülkeleri Beşşar'a verdikleri desteği gizlediler) Beşşar Esed’in yanında yer almasına kadar yaşanan siyasi olay ve gelişmelerin hiçbirisi, Müslümanların gözleri önündeki perdenin yırtılmasını sağlamadı. Ne zaman ki İran, katil Esed rejiminin yanında yer aldı, asker ve lojistik desteği ile Baas'a can suyu oldu, işte o zaman maskesini düşürdü. Böylece İran'ın bölgedeki gizli ve kirli siyaseti aşikâr oldu. İran devriminden bu güne İran hakkında okunan, söylenen ve konuşulan bunca bilgi kirliliğine rağmen Hizb-ut Tahrir, bu bilgi kirliliğinden hiçbir surette etkilenmedi. Günümüz İran rejiminin ve yöneticilerinin gerçeğini, bugün nasıl ortaya koyuyorsa, devrimin hemen akabinde de ortaya koydu. Bu hususta imkânları ölçüsünde tüm dünya Müslümanlarını bilgilendirdi. İran İslam Cumhuriyeti’nin İslami bir devlet olmadığını ve İran anayasasının İslami bir anayasa olmadığını, devrimin ilk yılında Humeyni'ye de bildirdi. Bu devrimin İslami bir devrim olabilmesi için Humeyni’den, Raşidi Hilafet'i ilan etmesini ve hazırlamış olduğu anayasa tasarısını kabul etmesini istedi. Ancak Hizbut Tahrir'in bu teklifine icabet edilmedi. Bizler Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilayeti olarak, özellikle Türkiye'deki Müslüman kamuoyunun doğru bilgilere sahip olabilmesi için İran hakkında bir araştırma dosyası hazırladık. Bu dosya ile de İran’ın vakıasını gözler önüne sermek istedik. İran gerçeği ile ilgili olarak konuşulacak ve söylenecek çok fazla söz olmasına rağmen, konu hakkında daha fazla detaya girmeden, bu kadarının bile düşünen, okuyan ve siyaseti takip eden hakkaniyetli bir kimse için yeterli olacağını düşünüyor ve hayırlara vesile olmasını Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan niyaz ediyoruz. İRAN DEVRİMİNİN GERÇEK YÜZÜ Birinci Dünya savaşından sonra Ortadoğu'da Osmanlı Hilafet Devletinden koparılan beldeler, İngiltere öncülüğünde adeta cetvelle çizilircesine yeniden dizayn edilerek büyük pay İngilizlerin elinde kalacak şekilde İtalyan ve Fransızlar arasında bölüştürüldü. Gücü iyice zayıflamış olan Hilafet Devleti, Batı hadaratına âşık jön Türkler tarafından kaldırılınca, bu topraklar sömürgeleştirildi ve kaynakları yağmalandı. Yıllar sonra İkinci Dünya savaşında İngilizlere yardım eden ABD, bu desteğinin karşılığında Ortadoğu'da nüfuz ve pay sahibi olmak istedi ve ilk defa Ortadoğu'ya nüfuz etme imkânı buldu. İngilizlerin öncülüğünde kutsal Mescid-i Aksa toprakları üzerinde işgalci Yahudi varlığı “İsrail” devletinin kurulması ile İslam dünyası, Hilafet'in kaldırılmasından sonra en büyük ikinci sarsıntıyı yaşadı. Ortadoğu'daki kukla Arap yönetimlerin “İsrail’e” karşı aldıkları göstermelik yenilgiler, Müslümanları hüsrana uğrattı. “İsrail'in” bu sahte başarısı, bölgede kendi güvenliğini güçlendirirken, Arap yönetimlerinin de başarısızlığını ve ihanetini gösteriyordu. ABD, “İsrail'in” güvenliğini korumak için Ortadoğu da Yahudi varlığını tehdit edecek bir düşman üretmek ve bu düşmanı daimi surette aktif kılmak istiyordu. Aynı zamanda zaten İngiliz yanlısı olan Şah dönemini kapatıp, yüzü ABD'ye dönük olan İran için çabalıyordu. Her iki açıdan bakıldığında gerçekleşen İran devrimi ile ABD, bu iki gayesini gerçekleştirmiş gözüküyor. Her ne zaman kutsal topraklara bir Yahudi saldırısı olmuş olsa, İran hemen “İsrail'e” savaş ilan ediyor! Hemen kürsülerden “İsrail'i” tehdit eden ve onu kökünden kazıyacağına dair beyanatlar veriyor. Zira ABD için “İsrail'i” tehdit eden bir varlık olmazsa, “İsrail” güçlenemez ve güvenliğinin korunması için uluslararası güçlü bir kamuoyu oluşturulamaz. Bu plan çerçevesinde İran'ın ABD'ye düşmanca tavır alması, İslam dünyası ve İslami kamuoyu açısından İran'ın menfaatinedir. Çünkü İran, 30 küsur yıl kendisini İslam devrimini gerçekleştirmiş bir ülke ve ekol olarak tanıtmaktadır. İslam devrimi ile Müslümanların sempatisini kazanmak isteyen bir ülke, doğal olarak ABD'ye düşman olmalıdır. Peki, gerçekte tüm bu danışıklı dövüşün arkasında neler yatıyor? Azılı bir ABD ve “İsrail” düşmanı gibi gözüken, ama aslında ABD ile işbirliği içinde bulunan ve dolaylı olarak “İsrail'in” güvenliğini koruyan İran'ın, 1979'da gerçekleştirdiği devrimin gerçeği nedir? 1- İRAN DEVRİMİ NASIL GERÇEKLEŞTİ Öncelikle devrimin izlerini irdeleyip bundan 35 sene önceye, yani 1979 yıllarına geri dönecek olursak, bu devrimin yapı taşlarında ABD mührünün olduğunu görmüş olacağız. Bu çok sarsıcı bir iddia değil, aksine kanıtlanmış ve teyit edilmiş bir gerçekti. Öyle ki İran'ın ilk Cumhurbaşkanı Ebu'l Hasan Beni Sadr, Cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonraki bir tarihte, yani tam olarak 01.12.2000 tarihinde el-Cezira kanalına, Humeyni'nin kaldığı Fransa'nın "Nofel Loshato" bölgesine Beyaz Saray'dan delegelerin geldiklerini ve bu delegeleri İranlı yetkililerin (Yazdî, Bazargan, Musevî ve Ardibîlî) karşıladıklarını ifşa etmişti. Dolayısıyla devrim öncesi Paris'te ABD ile devrim liderleri arasında birçok görüşmeler olmuştu. Bu görüşmelerden en önemlisi, Paris'in banliyölerinde gerçekleşen Reagan ve Bush grubu ile Humeyni'nin grubu arasında anlaşmaların imzalandığı Ekim görüşmesidir. Zira Humeyni, İran'ın içişlerine müdahale etmemesi şartıyla Amerika ile işbirliğine hazır olduğunu, bu görüşmede açıklamıştı. Bunun ardından Humeyni 1 Şubat 1979 günü Fransız havayollarına ait bir uçakla Tahran’a indi. Amerika ise, yönetimi Humeyni’ye teslim etmesi için Şahpur Baytiyar’a baskı yaptı ve Humeyni’nin gelişine karşı çıkacak olan İran ordu komutanlarını tehdit etti. Böylelikle Humeyni İran devrimini yapabildi. Ardından diğer İslam beldelerinde kapitalist Batı sistemlerine göre hazırlanmış olan anayasalar gibi bir anayasanın hazırlanması tamamlandı. Devrimin başlangıcında Hizb-ut Tahrir, Humeyni’ye, İran anayasasının İslami anayasa olmadığını gösteren bir reddiye gönderdi. Ayrıca Amerika ile yardımlaşmaması ve İslami bir anayasa ilanında bulunması hususunda ona nasihatte bulundu. Ancak o bu nasihati dinlemedi, İslam’a muhalif olan bir anayasaya ve kapitalist Batı nizamı olan Cumhuriyet sistemi ile bir devlet kurmayı tercih etti. 2- İRAN'IN DEVLET YAPISINDA CAFERİLİK İran devriminin İslami bir motif olarak Türkiye ve diğer Müslüman beldelere sunulması ve İslam dünyası için modelleştirilmesine gelince; İran Anayasasında devletin dininin İslam olduğunun yazmasının hiç bir önemi yoktur. Çünkü yönetim sistemi cumhuriyettir, bakanlıkların dağılımı, parlamentonun görevi, güçler ayrımı ve buradaki yetkiler konusu gibi anayasa bir bütün olarak kapitalist sistemlere uygun bir yapıdadır. İran devleti, anayasanın kaynağı olarak İslam akidesini kendisine esas kabul etmemiş, aksine devleti mezhepçi bir devlet kılmak için anayasaya, İran devletinin mezhebinin Caferi mezhebi olduğunu belirten bir madde koymuştur. Ancak anayasada yer alan “İran’ın resmi dini on ikinci imam Caferi mezhebine göre İslam’dır” maddesi, İslam ülkelerindeki birçok anayasalarda bulunan bir madde gibi olup, bu madde devletin İslam esası üzere kurulu olduğu veya İslam Risaletini taşıdığı anlamına gelmez. Tam tersine birtakım merasimlerde ve bayramlarda, insanların inançlarına, ibadetlerine ve hayatları ile ilgili bazı hususlara ilişkin bir bakıştır. İran, mevcut uluslararası sisteme göre hareket etmekte olup, Birleşmiş Milletler ve İslam Birliği Teşkilatı gibi devletlerarası veya bölgesel örgütlere kapitalist sistem esasına göre üyedir. Devletlerarası ilişkilerinin hiçbiri İslam esasına göre değildir. Bu nedenledir ki İran devletinin özel bir Risalet’inin ve İslam’dan kaynaklanan muayyen bir projesinin bulunduğu söylenemez. Bilakis İran yönetiminin vakıasının, milliyetçi ve vatancı bir kimliğe sahip olduğu görülmektedir. İran devleti, resmi mezhep olarak Caferi mezhebini benimsemiştir. Ancak bunu taşıyacağı bir Risalet ve proje olarak benimsememiş, yönetimini de bu mezhebe göre kurmamıştır. Anayasasını da buna göre oluşturmamıştır. Anayasasında bu mezhepten alınmış maddeler bulunmamaktadır. Tam tersine anayasada var olan yönetim sistemi, dış politika, ordu, emniyet teşkilatı gibi hususlara ait maddelerin tümü kapitalist sistemden alınmıştır. Dolayısıyla İran; yönetim sistemi, dış siyaset, ordu iç ve siyaset konularında ne İslam'ı nede Caferiliği esas almıştır. Bu konularda laik kapitalist sistemi kendisine esas alan İran, hem İslam, hem de Caferiliği bölgesel menfaatleri için kullanmıştır. Hatta bugün de kullanmaya devam etmektedir. Onun bu durumu, sistemin çıkarlarını gerçekleştirmek için Hicaz topraklarında yaygın olan Hanbeli mezhebini kullanan Suudi yöneticilerine benzemektedir. Ancak İran, mezhepçilik boyutunu, kendisine tabiler ve destekçiler kazanmak veya onlarla çalışmaya hazır hale getirmek için kullanmaktadır. Onlarda mezhep milliyetçiliği duygularını kışkırtmakta ve böylelikle Caferi mezhebine veya Şiiliğe hizmet için değil, milli çıkarlarına hizmet etmek için onları kolayca kullanmaktadır. İran’ın milli çıkarları gerektirmedikçe, Caferi mezhebine veya Şia’ya herhangi bir yardımda bulunmaması bunun delilidir. Mesela O, Amerika’ya tabi, laik bir yönetim olan Irak ve Suriye yönetimlerini desteklemektedir. İran, milli çıkarları ile çeliştiğinde mezhebi yöne önem vermemektedir. Azerbaycan, 1989 yılının sonlarında Sovyetler Birliğinin boyunduruğundan kurtulmak istemiş ve insanlar birleşmek için İran sınırına yığılmışlardı. Rusya ise 1990 yılının başında Bakü’ye girmiş, kendilerine tabi olmayan bir yönetimi değiştirmek ve eski komünistlerden olan uşaklarını yönetime getirmek için katliam yapmıştı. İşte o gün İran, Rus zulmünden ve komünizm pisliğinden kurtulmak isteyen ve hukukları çiğnenen Müslümanlara yardım etmemişti. Oysa Azerbaycan nüfusunun büyük bir kısmı İran’ın resmi mezhebine ait tabilerden oluşmaktadır. Ermenistan, 1994 yılında Rusların desteği ile Azerbaycan’ın yaklaşık %20’sini işgal ettiğinde ve bir milyondan fazla Azeri, topraklarından göç etmek zorunda kaldığında da İran, Azerbaycan’a yardım etmemiştir. Bu trajik durum halen daha orada varlığını devam ettirmektedir. Tüm bunlara rağmen İran, Azerbaycan’a karşı Ermenistan’la ilişkilerini geliştirmiştir. İslam'ı tümden esas kabul edip bunun üzerinden siyaset geliştirmesini bırakın, İran, eğer gerçekten söylediği gibi Caferiliği esas almış olsaydı, 1989 yılında Sovyet Rusya'nın boyunduruğundan ve komünizmin tüm pisliklerinden kurtulmak için İran'a yaklaşıp destek görmek isteyen Azerbaycan halkına yardım ederdi. Bilakis İran, kendisi ile mezhebi birlikteliği olan ve kendisine yaklaştığı ve destek beklediği apaçık olan Azerbaycan halkının yanında değil, bu halkı Komünist ajanlar yolu ile yönetmeyi isteyen Rusya'nın yanında olmuştur. İşte İran'ın ne İslami, ne de mezhebi olmayan siyasetinin gerçeği, buradan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. 3- İRAN ANAYASASI NEDEN İSLAMİ DEĞİL İran Anayasası ile ilgili değerlendirmeyi yapmadan önce bir devlet ne zaman İslâmî bir devlet olur, bir Dâr ne zaman Dâr-ul İslam olur ve bir Anayasa ne zaman İslâmî Anayasa olur konularına açıklık getirmek gerekmektedir: Bir devletin İslami bir devlet olabilmesi için üç şart gerçekleşmelidir: 1. Devlet, İslami akide’ye dayanmalıdır. 2. Anayasa ve kanunları meydana getiren her unsur, bu akideye bina edilmelidir. 3. Bütün kanaatleri, kavram ve ölçüleri İslami akideden fışkırmalıdır. Bir memlekette şu iki şart gerçekleşmedikçe, o yer Dâr-ul İslam olamaz. 1. Her bölgesine İslam Ahkâmı’nın tatbik edilerek o yer, İslam Sultası (Otoritesi) ve Hâkimiyeti altında bulunmalıdır. 2. Oranın emniyeti, güvenliği Müslümanların güç ve sultasıyla sağlanmış olmalıdır. Bir anayasanın, İslami Anayasa olabilmesi için de ŞU iki şart var olmalıdır. 1. İslami Akide temeli üzerine oturmalıdır. 2. Her maddesi; Allah’ın Kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünnetinden veya bu ikisinin gösterdiği ölçülerden (Sahabe İcması ve Kıyas) olmalıdır. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir: 1979 devrimini İslami bir devrim olarak göstermeye çalışan İran'ın hazırladığı Anayasa, bütün Müslümanları kapsayıcı nitelikte hazırlanmış bir Anayasa değildir. Bu Anayasa, küfür nizamları altında ezilen bütün Müslümanları birleştirecek, onların yaşadıkları bütün İslam memleketlerini tek bir parça haline getirecek, hepsini kaynaştırarak tek bir Devlet yapacak ve bütün Müslümanların Halifesi olacak bir başkanın hükmüyle idare edilecek İslâmî bir Devletin anayasası olacağı düşüncesi ile hazırlanmamıştır. Aksine İslam Devleti’nin anayasası olarak hazırlayacağı yerde, Kavmi (Milliyetçi) bir devletin yani İran Devleti’nin anayasası olarak hazırlamıştır. Bunun için anayasada geçen birçok ibarede, bu anayasanın İran Cumhuriyeti’nin anayasası olduğu, Devlet başkanının, bakanların ve meclis üyelerinin İranlı olmalarının şart olduğu ifade ediliyor. İranlı olma şartı her bölümde belirtilmesine ayrı bir özen gösterilmiş. Anayasa, devletin bayrağını İran Bayrağı ve yazı ile haberleşmede Farsçayı resmî dil olarak kabul etmiştir. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi bu anayasa, İslami bir devletin değil, aksine bir kavmin anayasası olarak görülmüştür. Çünkü İslami bir anayasa, kavmiyet açısından içinde hiçbir ibare taşımamalı ve bütün maddeleri şer’i hükümlerden almalıdır. Aynı zamanda böyle bir anayasa, bir cemaate veya gruba değil, bütün Müslümanlara şamil olmalıdır. İran Anayasasının hazırlanmasında İslami Akide temel olarak alınmadığı için, haliyle maddeleri de İslami Akide’den kaynaklanmamıştır. Bundan dolayı, bu maddeler Allah’ın Kitabı ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sünnetinden alınmamıştır. Ancak bazı maddelerde İran’da resmî dinin İslam olduğu ifade ediliyor. Bazı maddeleri de tevhid nizamına, İslam ahlâk ve manasına işaret ediyor. Anayasanın içerisinde İslam adına olan şey işte sadece bu kadardır. Zira anayasanın hazırlanmasında Batı’da ve Amerika’daki kanun çıkartma, hâkimiyet ve kanun uygulama yetkilerini millete veren, halkı tek yetki kaynağı kabul eden, Batı demokrasisi mefhumu esas alınmıştır. Batı’daki tüm anayasalar, bu temel esasa göre hazırlanırlar. Onlara göre bütün yetki, milletindir. Hâlbuki İslam, demokrasi kavramını, küfür kavramı olarak kabul etmektedir. Ona dayanan tüm anayasaları ve anayasa hükümlerini küfür kabul etmektedir. Çünkü bunlar, İslami Akide’den alınmadığı gibi, Kitap ve Sünnet’ten de kaynaklanmamışlardır. Bunlar; beşeri yani insanın yaptığı kanunlardır. Durum böyle iken, anayasanın hazırlanmasında, demokrasinin bu mefhumundan, ondan kaynaklanan anayasalardan ve yine Batı’nın kanun ve nizamlarından ilham alındığını, anayasanın hemen hemen bütün maddelerinde görmek mümkündür. İran anayasasında, eğitim ve öğretimin eşit bir şekilde bütün insanlara devlet tarafından yaygın hale getirilmesinin, devletin görevleri arasında olduğu belirtirken, devletin gereğine göre hareket edeceği eğitime ait herhangi bir siyasi görüş ortaya konulmamıştır. Anayasa, eğitim programının esasını beyan etmediği gibi, eğitimin gayesine yönelik herhangi bir açıklıkta getirmemiştir. Hâlbuki bütün insanların belirli bir şekilde istifade etmeleri için, bu konuda açık bir siyasetin benimsenmesi şarttır. Ayrıca bu anayasanın bazı maddelerinde iktisadi ve mali konulara değiniliyorsa da, devletin tatbik etmesi gerekli olan iktisadi nizamın çeşidi izah edilmemiştir. Uygulanacak iktisadi nizamın İslami, Kapitalist veya Komünist bir iktisadi nizam olacağına dair, herhangi bir açıklık getirilmemiştir. Oysa bu hususun da bütün açıklığıyla izah edilmesi vaciptir. İşte bu kısa izahatlar, temeller ve esaslar babından İran anayasasının İslami olmadığının kanıtıdır. Bu konuda yani İran anayasasının tüm maddelerinin detayları hakkında daha derinlikli bir bilgiye sahip olmak için Hizb-ut Tahrir'in 1979'da hazırladığı “İran Cumhuriyeti Anayasa Tasarısının Tenkidi” adlı kitabı inceleyebilirsiniz. [ http://islamdevleti.info/kitaplar/Iran_Anayasasinin_Tenkidi/index.htm] İRAN AMERİKA İLİŞKİLERİ 1- ABD'NİN İRAN DEVRİMİNDEKİ ROLÜ İran-Amerika ilişkileri, sanıldığı gibi sadece 2013 sonu Obama-Ruhani yakınlaşması ile başlayan ilişkilerden ibaret değildir. Bu ilişkinin geçmişi, devrim yıllarına ve hatta daha evveline dayanır. Zira Humeyni'nin Fransa'nın "Nofel Loshato" bölgesinde bulunduğu sırada Beyaz Saray'dan delegeler onu ziyaret etmişler ve Humeyni ile Amerika, işbirliği üzerinde anlaşmaya varmışlardı. Hatta o günkü Amerikan gazeteleri, bu husustan ve orada yapılan toplantılardan açıkça bahsetmişlerdir. Nitekim devrime yönelik ABD'nin rolünün varlığını, İran'ın ilk Cumhurbaşkanı Ebu'l Hasan Beni Sadr'ın 2000 yılında el-Cezira kanalında itiraf ettiğini yukarıda söylemiştik. İran devrimi üzerinde ABD'nin büyük çapta rolünün olduğunu ve hatta devrim yıllarında İran'da binlerle ifade edilen Amerikan ajanının faaliyette olduğunu bağımsız birçok kaynak dile getirdi. Ayrıca bazı ciddi dış politika yazarları da bu önemli ilişkinin farkındalığında kitap ve makaleler yazdılar. Ancak bu farkındalık, Türkiye'deki ve tüm dünyadaki Müslümanların genel kamuoyunu doğru yönde etkileyecek düzeyde olmadı. İran-Amerika ilişkilerinin toplum tarafından nasıl algılanması gerektiğine karar veren ve bu konuda toplumları yönlendirenler, kapitalist güçler ve onların güçlü medya ayaklarıydı. Dolayısıyla İran ile ABD arasındaki bu kadim ilişki kapalı kaldı. Bu ilişkinin açığa çıkması için İran'ın ve ABD'nin bölgede yürüttüğü siyasi politikalara bakmak ve bu politikalardaki gizli ilişkinin kapılarını aralamak gerekmektedir. Tabi bu ilişkiyi oluşturmak, hem ABD, hem de İran için çok kolay olmadı. Çünkü uluslararası kamuoyunda hem iki ezeli düşman olarak gözükeceksiniz, hem de bölge siyaseti üzerinde işbirliğinizi devam ettireceksiniz. Bu her iki taraf için de zor bir durumdu. 1979 İran devrimin öncesinde ve sonrasındaki atmosfer ve kamuoyu, Amerikan karşıtlığı ile doldurulmuş, halkın trajedilerinden Amerika sorumlu tutulmuş, Şah'ı ve zulümlerini desteklemekle suçlanarak Amerika, büyük şeytan olarak nitelendirilmişti. Bundan dolayı devrim sonrası ilk İran yöneticileri, her iki taraf arasında doğrudan görüşmelerin ve diplomatik ilişkilerin yeniden başlamasını hemen ilan edemediler. Özellikle Paris’te iken Amerika'nın Humeyni ile bağlantılar kurduğunu ve Humeyni devrimine müdahale etmemesi için Amerika'nın İran ordusuna baskı uyguladığını açıklayamadılar. Lakin tüm bunlar gizli kalmadı. Bundan dolayı İran rejimi, Amerikalılarla masaya oturmaya gerekçeler oluşturmak için, Amerika ile sıcak olaylara ihtiyaç hissetti. Bu amaçla 04.10.1979 tarihinde Humeyni'nin konumunu güçlendirmek, muhaliflerine darbe indirmek ve her iki taraf arasındaki ilişkilerin gerçeğini örtmek için İran ile Amerika arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesiyle sonuçlanan Amerikan Büyükelçiliği'ndeki rehine olayı tertiplendi. Nitekim daha sonra Amerikan kaynakları, bunun Amerika'nın tertip ettiği bir tiyatro olduğunu söylediler. Aynı şekilde Hasan Beni Sadr, el-Cezire ile yapmış olduğu röportajda "bunun Amerikalılar ve planlarıyla yapılan bir anlaşmayla olduğunu ve Humeyni'nin de buna ikna olmasından sonra gerçekleştiğini" söylemiştir. Daha sonra her iki taraf arasında 20.01.1981 tarihinde Cezayir Anlaşması olarak bilinen anlaşma imzalandı ve bu anlaşma gereği rehineler serbest bırakıldı. Bu anlaşma, Amerikan Başkanı Reagan'ın Amerika'da iktidar dizginlerini devraldığı gün meydana gelmiştir. Tarafların karşılıklı saygı içerisinde olması, üçüncü bir tarafın belirlenip yetkilendirilmesi yoluyla her iki ülkenin çıkarlarının korunması, yeni rejimin İran'ın dondurulmuş varlıklarından talep ettiği 12 milyar doların geri verilmesi gerektiğini anlaşma metnine yazması, Amerika’nın Humeyni liderliğindeki yeni rejimi zımnen tanıdığı anlamına gelmekteydi. İran yöneticileri, o zamandan bu yana bu ilişkilerin yeniden başlaması için atmosferler oluşturmak için çalışmakla birlikte, bizzat İranlı yetkililerin ifadeleri ve açıklamalarına göre her ikisi arasındaki gizli bağlantılar ve yardımlaşma kesilmemiş ve bu hal üzere şu ana kadar da devam etmiştir. Sanki her iki ülke arasındaki bu durumun korunması, her ikisinin de faydasına gibidir. Zira İran, Amerika'nın düşmanıymış gibi görünmekte, böylelikle de Amerika ile çalıştığını, sömürgecilik projeleri kapsamında Amerika ile birlikte hareket ettiğini ve bu projeleri uygulamak için yardımcı bir faktör olduğunu gizlemektedir. Aynı şekilde Amerika da İran'a düşmanmış ve ona karşı çalışıyormuş gibi görünmekte, böylelikle de Amerikalıları ve Yahudileri kontrol altına almakta, bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirmek için Amerika’daki ve Batı'daki İran'a düşman olan kamuoyunu aldatmaktadır. Cumhuriyetin ilan edilmesinin hemen ardından İranlılar tarafından göreve getirilen, ancak daha sonra Amerikan ajanı olmakla suçlanan Cumhurbaşkanı Beni Sadr gibi bazı yöneticilerin, durumlarının açık edilmesinin ve düşürülmesinin nedeni; o dönemde İran'da, Amerika ile ilişkileri olan ve onu devirmek için çalışan güçlü bir muhalif akımın olmasıdır. Nitekim bazen reformcular ve ılımlılar olarak, bazen de muhafazakârlar ve fanatikler olarak nitelendirilen Cumhurbaşkanları, birbirlerini takip etmiştir. Bazen sert, bazen de yumuşak konuşmalara rağmen İran politikasında hiçbir değişime tanık olunmamış ve geriye, pratiği olmayan ve vakıaya intibak etmeyen sözler kalmıştır. Aynı şekilde Amerika’da da bazen Cumhuriyetçiler tarafından yapılan sert konuşmalara ve İran’ı şer eksenindeki ülkeler listesine koymalarına, bazen de Demokratlar tarafından yapılan yumuşak konuşmalara rağmen, Amerika'nın İran'a karşı tutumu hiç değişmemiş ve İran'a karşı herhangi bir ciddi adım atılmamıştır. Nitekim yeni İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, hükümeti oluşturduğunda şöyle dedi: "Hükümetim, dış politikasında tehditlerin engellenmesini ve gerginliklerin ortadan kaldırılmasını benimseyecektir." [Reuters/12.08.2013] Hasan Ruhani Dışişleri Bakanlığı görevine, Birleşmiş Milletler eski Büyükelçisi olan, eğitimini Amerika'da tamamlayan, temel olarak Washington ve Tahran arasındaki zayıf ilişkilerin üstesinden gelme girişiminde bulunmak için birçok gizli müzakere turlarına katılan Muhammed Cevad Zarif'i seçmiştir. Ayrıca Ruhani, seçilmesinin ardından şöyle diyerek daha net bir açıklamada bulunmuştur: "Bizler, İran ile Amerika arasında daha fazla gerilim görmek istemiyoruz. Mantığımız bize, gelecek için daha fazla düşünmeye ve geçmiş sorunlar hakkında çözümler oluşturmak ve işleri yeniden düzeltmek için oturmaya çalışmaya ihtiyaç olduğunu bize haber vermektedir." [Reuters/ 17.06.2013] Amerikan Başkanı Obama da ona şöyle cevap vermiştir: "Amerika, uluslararası toplumun İran'ın nükleer silahları hakkındaki endişeleriyle tam bir şekilde başa çıkmak için diplomatik bir çözüme ulaşmak amacıyla İran hükümetiyle doğrudan görüşmeler yapmaya hazır olmaya devam edecektir." [Reuters/ 17.06.2013] 2ABD İLE ORTADOĞU UYUMLULUKLARI VE BÖLGESEL SİYASETTEKİ İran’ın bölgede uyguladığı siyasi çalışmaların tümü, vakıası itibariyle Amerikan projeleriyle uyumludur. Şimdi bu politikaları maddeler halinde sıralayarak İran-ABD ilişkisinin gerçeğini ortaya koyalım. 1- Lübnan: İran Lübnan'da kendisine ait ve kendi mezhebini takip eden bir parti (Hizbullah) kurup silahlandırmış ve böylece orada, Lübnan ordusundan ayrı özel bir ordu haline gelmiştir. Nitekim Lübnan rejimi, bu partiyi ve silahlarını kabul etmektedir. Aynı zamanda Lübnan rejiminin Amerikan politikasını takip ettiği de çok açık bilinmektedir. Dolayısıyla Lübnan rejimi, İran'ın partisi (Hizbullah) dışındaki partilerin silah taşımalarına izin vermemekte veya diğer partilerin silahlı olmalarını da kabul etmemektedir. Hatta Lübnan'daki İran partisi, İran'ın yaptığı gibi Amerika ile irtibatlı olan Suriye rejimine açık destek vermektedir. Amerika ise İran partisinin, laik Beşşar Esed rejimine destek vermek için Suriye'ye müdahale etmesine izin veren Lübnan rejimini engellememekte, dolayısıyla da Amerika bu partinin Lübnan ordusu tarafından engellenmeksizin Suriye'ye müdahale etmesini zımnen onaylamaktadır. 2- Irak: Amerika, 2004'te Irak’ı işgal ettiğinde beklemediği bir direnişle karşılaşmıştı. İran, Şia mezhebine tabi olanları Amerikan işgaline ve kurulan kukla yönetime meşruiyet kazandırmak için ve direnişin karşısında duran bir tavır takınması konusunda yönlendirdi. Özellikle 2005 yılından sonra İran destekli İbrahim Caferi, sonra da Maliki liderliğindeki koalisyon partilerinin iktidara ulaşmalarına, Amerika tarafından izin verildi. Bu hükümetler Amerika tarafından kurulmuş ve onunla irtibatlı olan hükümetlerdir. İran tarafından desteklenen Maliki hükümeti, Amerika’nın resmi olarak Irak işgalinin sona ermesinden sonra Amerika’nın nüfuzunu korumak için Amerika ile güvenlik ve stratejik işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. İranlı sorumluların Irak’ın işgal edilmesinde ve Irak’ta Amerikan nüfuzunun istikrarını temin etmek üzere Amerika ile yardımlaştıklarını itiraf etmeleri, İran’ın rolünü ve Amerika ile ittifakını göstermektedir. İşgalden sonra İran, hemen Irak’ta bir elçilik açmış ve işgalin zirvede olduğu bir dönemde, 2005 yılında İran Dışişleri Bakanı Kemal Horazi Caferi’nin seçilmesinin hemen ardından Bağdat’ı ziyaret etmiştir. Her iki taraf da Irak’ta terörün eleştirilmesi adı altında işgale karşı direniş çalışmalarını eleştirmiş ve kınamışlardır. Caferi’nin İran’ı ziyaretinde, aralarındaki güvenliğin temelleri için istihbarat alanında yardımlaşmak, sınırların ve geçişlerin kontrolü, Basra’nın İran elektrik şebekesi ile bağlanması ve Basra ile Abadan arasında petrol boru hatlarının inşası gibi sayısız anlaşma imzalanmıştır. Amerika’ya ve Yahudilere karşı çok kere fırtınalar kopartan, fakat hiçbir sözünü eyleme dönüştürmeyen Ahmedi Necad, doğrudan işgal altında iken 2008 yılında İran Cumhurbaşkanı olarak Irak’ı ziyaret etmiştir. Aynı zamanda İran Cumhurbaşkanları arasında, Amerikan işgali altında iken Irak ziyaretleri ile Amerikan çizgisine en fazla yaklaşan kişi Ahmedi Necad’tır. Necat, Amerika’ya tabi olan ve Amerika’nın Irak’taki nüfuzunu koruyan Maliki yönetimine olan desteğini yenilemek için, görevden ayrılmadan iki hafta önce de Irak’ı tekrar ziyaret etmiştir. Yine Necat, 2010 yılında Amerikan işgalinin gölgesi altında iken Afganistan’ı da ziyaret etmiş ve Amerikan işgalinin hizmetçisi olan Karzai’ye desteğini sunmuştur. 3- Afganistan: İran, Afganistan’da Amerikan işgalini desteklediği gibi, Amerika’ya hizmet etmek maksadıyla kurulan Karzai hükümetinin çıkardığı anayasayı da desteklemiştir. Nitekim İran’ın eski Cumhurbaşkanı Rafsancani; “Şayet Taliban ile savaşta bizim güçlerimizin yardımı olmamış olsaydı, Amerikalılar Afganistan bataklığında boğulurlardı.” ifadesiyle bunu teyit etmiştir. [Şark’ul Evsat Gazetesi/2 Eylül 2002] Hatemi döneminde parlamento işlerinden sorumlu İran Cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Ebtahi, 13.01.2004 günü akşamında Abu Dabi emirliğinde düzenlenen “Körfez ve Geleceğin Meydan Okumaları” başlıklı konferansında şöyle demiştir: “Eğer İran’ın yardımları olmamış olsaydı, Kabil ve Bağdat bu kadar kolaylıkla düşmezdi. Ancak bizler ödülü hak ettiğimiz halde şer ekseni haline geldik.” [İslamonline.net/13.01.2004] Ahmedi Necad, Birleşmiş Milletler Teşkilatı toplantıları münasebetiyle New York Times gazetesinin 26 Eylül 2008 tarihinde kendisi ile yapmış olduğu mülakatta bu türden ifadeleri birçok kez tekrarlamış ve şöyle demiştir: “Afganistan’la ilgili olarak İran Birleşik Devletlere yardım elini uzatmıştır. Bu yardımlar neticesi ise Amerikan başkanının bize karşı doğrudan askeri saldırı tehditleri olmuştur. Yine ülkemiz Irak’ta sükûnetin ve istikrarın sağlanması hususunda Amerika’ya yardımlarda bulunmuştur.” 4- Suriye: İran'ın Suriye rejimi ile olan ilişkisine gelince; bu, geçen asrın seksenli yıllarının başındaki ilk intifadanın patlak vermesinden beri süren eski bir ilişkidir. Zira bu dönemde İran, Müslüman Suriye halkına baskı uygulayan Suriye rejimine destek vermiştir. Bunu ise Esed ailesi liderliğindeki rejimi destekleyen Amerika'nın projesi kapsamında ve Suriye rejimini korumak için yapmıştır. İran, Suriye'nin kendisiyle savaşan, İslam ile hiçbir ilgisi olmayan, dahası İslam ve ehliyle savaşan Saddam rejiminin türettiği Baascı, milliyetçi ve laik bir rejim olduğunu bilmekte ve onun Amerika ile olan bağlantısının da farkındadır. Dolayısıyla Müslümanların haklarını savunmayı üstlenmemiş, bilakis bunun aksini yaparak onlarla savaşmış, mücrim küfür rejimine yardım etmiş ve hala da bunu yapmaya devam etmektedir. Ayrıca İran rejimi, katil Suriye yönetimi ile olan sağlam ilişkilerini korumakta ve bu ilişkileri, askeriyeyi, ekonomiyi ve siyaseti kapsamaktadır. Nitekim İran, Esed rejimini desteklemek için birçok silah transferi yapmış ve Suriye'de enerji rezervlerinin olmaması nedeniyle ona ucuz fiyata doğalgaz temin etmiştir. Esed rejimi çöküşün eşiğinde iken, İran'ın Suriye ayaklanmasına müdahale etmesi, özel siyasi ilişkiler olarak mülahaza edilebilir. Zira İran'ın, Devrim Muhafız Güçlerini, İran partisi güçlerini ve İran'a bağlı Malikî milislerini gönderme şeklindeki müdahalesi olmamış olsaydı, evet bunlar olmamış olsaydı, Esed ve rejimi çöküp giderdi. Nitekim el-Kusayr ve Humus katliamları, el-Guta'daki kimyasal katliamlar ve diğer katliamlar, bu müdahalenin tanıklarıdır. 5- Yemen: İran, bölgede Amerika’nın etkisinde olmayan devletlere karşıda bir duruş sergilemiş ve onlarla mücadele etmiştir. Mesela Yemen’de Hûsi cemaatini yönlendirerek, İngiliz etkisi altındaki Ali Abdullah Salih’e karşı çıkmaları için onları silahlandırmış ve ayaklandırmıştır. İşte İran, Yemen konusunda Amerika ile aynı şekilde düşünmekte ve davranmaktadır. Yine İran, Yemen’in güneyinde Amerika’ya dost laik bir yönetimin kurulması için Amerikan ajanlarından olan ve Yemen’de ayrılık çağrılarında bulunan laik güney hareketlerini de desteklemiştir. 6- Nükleer Programlar ve “İsrail”: Bu mesele, yıllardır yerinde saymaktadır. Hem de Avrupa'nın destekleyip teşvik ettiği Yahudi varlığının, bu yıllar içerisinde birçok kez bu programları vurmakla tehdit etmesine rağmen. Ancak Amerika, Yahudi varlığının karşısında durmuş ve onun bunu yapmasını engellemiştir. Hatta bugün, hala Yahudi varlığını engellemeye devam etmektedir. Nitekim Amerikan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey, 12.08.2013 tarihinde bu maksat için Yahudi varlığını ziyaret etmiştir. Zira Kuveyt Haber Ajansı [KUNA], 12.08.2013 tarihinde Yahudi varlığının ordu radyosundan şu sözleri aktarmıştır: “Dempsey'in ziyareti, Amerika Hava Kuvvetleri Komutanı General Mark Welsh'in "İsrail'e" yaptığı tam bir hafta süren ve her iki tarafın da görüşmelerde dönenlerin doğası hakkında konuşmaktan kaçındığı benzer gizli bir ziyaretin ardından gerçekleşmiştir. Nitekim Welsh'in ziyareti, bölgedeki gerginliği ortasında ve "İsrail'in" İran'ı vurma tehditlerinin ardından olduğu için Amerika'nın talebi üzerine gizli tutuldu.” KUNA Ajansı şöyle bir eklemede bulunmuştur: “Analistler, Amerikan ordu komutanının, yakın gelecekte İran'a karşı dramatik kararlar alınmasının engellenmesi ve Hasan Ruhani'nin İran Cumhurbaşkanı olarak atanmasının ardından diplomatik bir şans verilmesi için ev sahibini ikna etmeye çalışacağına inanmaktadırlar.” Zira Amerika, Yahudi varlığının 1981 yılında Saddam döneminde yapım aşamasında olan Irak'ın nükleer reaktörlerini vurmasına izin vermiş, ancak o, bu varlığın uranyumu zenginleştirmeye başlayan İran'ın nükleer reaktörlerini vurmasını engellemiştir. Hatta İran’ın uranyumu zenginleştirme oranı %20'ye kadar ulaşmıştır. Bu da Amerika'nın, bölgede kendi çıkarı için çalışan İran rejimini koruduğunu, Körfez ülkelerindeki nüfuzunu yoğunlaştırmak için İran'ın Körfez ülkelerini korkutan bir sopa olarak kalmasını istediğini ve bölgedeki nüfuzunu korumak için İran'ı kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Biraz geriye dönecek olursak, 2003 yılının başından bu yana süren nükleer görüşmelerin vakıasında, Amerika'nın nükleer tesislere yönelik herhangi bir fiili icraatta bulunmaksızın yaptırımlara odaklandığını, Avrupa Birliği'ni engellendiğini, Yahudi varlığına öfkelendiğini ve her defasında Amerika'nın, herhangi bir askeri icraatta bulunmaksızın meseleye çözüm olarak ek yaptırımlar sunan görüşmeler yaptığını görürüz. Nitekim Amerika, “İsrail'in” korkularını yatıştırmak için defalarca müdahalede bulunmuştur. Zira Amerika, İran rejiminin var olmasını, nükleer konusunun nükleer bombaya dönüşmeyecek ve aynı zamanda kesin olarak da son bulmayacak şekilde kışkırtıcı olarak kalmaya devam etmesini, dahası daha önce söylediğimiz gibi Körfez'deki Amerikan askerî güçlerinin devamlılığını sağlamak amacıyla İran'ın Körfez ülkelerini korkutan bir sopa olarak kalmasını istemektedir. Ayrıca Amerika, İran'ı nükleer silahlardan caydırmak ve ondan korunmak bahanesiyle Türkiye ve Orta Avrupa'ya füze kalkanının dikilmesinde onu istismar etmektedir! Nihai olarak, İran'ın ABD ile olan ilişkisi onun dış siyaseti çerçevesindedir. Zaten ABD'nin İran'ın iç işlerine karışmama şartı, devrim gerçekleşmeden önce kabul edilmişti. İran'ın dış siyaseti ise Amerika'nın bölgedeki BOP ve İslam ülkelerindeki çıkarlarıyla uyumludur. Mesela Tahran, Amerika'nın Irak ve Afganistan'daki işgalleri sonrasında, bu ülkelerde istikrarın gerçekleşmesi için Washington'a yardım etmiştir. Dolayısıyla İran, Afganistan'da, Suriye'de, Lübnan'da, Yemen’de ve Irak'ta, Amerika'nın çıkarlarına hizmet etmek için çalışmaktadır. Bölge dışında ise şunlar söylenebilir; Amerika, kendi füze kalkanı programlarının propagandasının yapılmasında, Körfez İşbirliği Konseyi [KİK] ülkelerini dengeli olmayan güvenlik anlaşmalarına bağlamada ve aynı şekilde Körfez ülkelerine İran korkusuyla milyarlarca dolarlık silahlar satmada, İran'ın davranışlarını istismar etmeyi başarmıştır! Özetle İran, Amerika ile birlikte hareket etmekte olup, bu seyrinin ne anlama geldiğini ve sınırlarını bilmektedir. Bunu da gizlemek için bazen Amerika’ya karşı gibi görünerek ses çıkarmaktadır. Bu sebeple Amerika, bugüne kadar İran rejimi değiştirmek için herhangi bir çalışmaya gerek duymamıştır. Nitekim 12 Aralık 2008 tarihinde Robert Gates, Bahreyn'de yaptığı konferansta şöyle demiştir: "Hiç kimse İran'daki rejimi değiştirmek için çalışmıyor... Bu bağlamda bizler, politikalar ve davranışlarda bir değişim oluşturmalıyız. Şöyle ki; İran, istikrarsızlığın ve şiddetin kaynağı olmak yerine bölge ülkeleri için iyi bir komşu olmuştur." NÜKLEER SİLAH VE İRAN'IN NÜKLEER FALİYETLERİ 1- NÜKLEER SİLAH VE BU SİLAHA SAHİP OLAN ÜLKELER İkinci dünya savaşından sonra Amerika, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerini nükleer bombalarla vurduğunda, nükleer silah asrını da başlatmış oldu. Bu silah ve kuvvetler dengesinde oluşturduğu yıkıcı, öldürücü güç, bunların zayıf taraf üzerinde istenilen şartların kabul ettirilmesi imkânını sağladığı. Bundan dolayı Rusya’nın nükleer bombanın ardından hidrojen bombasını geliştirmeyi hızlandırdığını, Rusya’nın ardından İngiltere ve Fransa’nın, sonra da ise Çin’in nükleer silahları geliştirme işine girdiklerini görmekteyiz. Tüm insanlığı öldürmeye yetecek miktarda, Amerika ve Rusya’nın geliştirip ürettiği bu öldürücü silah, insanların tepelerindeki öldürücü korkunun adresi oldu. Bu haliyle teknoloji ve bilim, bir nimet olacağı yerde, adeta bir zulüm vesilesi haline geldi. Siyasi strateji açısından nükleer silaha sahip olmak, devletin büyüklüğüne ve buna bağlı olarak da devletlerarası siyasette büyük devletler sınıfında yer almasına işaret eden bir adres oldu. Bu durum bu devletleri nükleer silah tekelini ellerinde tutmaya ve kendileri dışında da bunun yayılmasını engellemeye teşvik etti. Buradan hareketle Amerika, İngiltere ve Rusya, 1 Temmuz 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasını imzaladılar ve onaylanmasının ardından da 5 Mart 1970 yılında anlaşma yürürlüğe girdi. 1992 yılında ise Fransa ve Çin de anlaşmayı imzaladılar. Bu anlaşma, nükleer silahların adı geçen beş devletin tekelinde olmasını garantileyen esasları koydu. Zira bu devletler, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde veto hakkına da sahiptir. Bu beş devletin dışında nükleer silah projesine sahibi olan Hindistan, Pakistan, “İsrail” ve Kuzey Kore’ye gelince… Amerika “İsrail” ve Hindistan’ın nükleer silaha sahip olmasına engel olmadı, hatta olmasını destekledi. “İsrail” savunma bakanı Barak, “nükleer silahların yayılmasını yasaklayan anlaşma kapsamına “İsrail”in dâhil edilmesi için baskı kurulmasına yer yoktur” şeklinde bir açıklama yaptı. Çünkü Amerika, Raşidi Hilafet ile Müslümanların birlikteliğini engel olması için Batının bir ön savunma hattı olarak “İsrail’in” olmasını istemektedir. Müslümanların topraklarındaki “İsrail” devletinin varlığının, onların vahdetini engelleyeceğini düşünmektedir. Öngörülebilir gelecekte Amerika’nın, “İsrail’den” nükleer silahları kaldırmasını istemesi ve etkin yaptırımlar koyması gibi bir tasarrufta bulunması beklenmemektedir. Hindistan’ın nükleer silahları yasaklayan anlaşmayı imzalamamış olmasına rağmen Amerika, Hindistan ile teknik yardımlaşma anlaşmasını imzaladı ve nükleer programlarını genişletti. Amerika, Hindistan’ın Pakistan’a karşı üstünlük sağlamasını istemektedir. Başka yönden ise Amerika, Hindistan’ın Çin sınırlarında nükleer bir devlet olarak kalmasını ve Çin’in tehlikelerle meşgul edilerek gücünü bölgesel olarak sınırlandırmak istiyor. Batı, Pakistan’ın nükleer silahını medya organlarında “İslami bomba” olarak isimlendirmekte ve bunu aşırı İslami hareketlerin varlığı ile irtibatlandırmaktadır. Amerika, jeo-stratejik hedefini gerçekleştirmek istediği her zaman terör korkusunu yaymakta, Müslümanlara karşı baskı ya da yaptırım uygulamak için de bu yeterli bir bahane olmaktadır. Amerika’nın fiilen ortaya koyduğu çaba, eğer güç yetirebilirse Pakistan’daki nükleer silaha ve Pakistan’ın nükleer silahtan arındırılmasına el koyma çalışmasıdır. 2- İRAN'IN NÜKLEER FAALİYETLERİ İran Şah zamanında Fransız ve Alman şirketleriyle yardımlaşarak nükleer çalışmalara başladı. 1970 Şah döneminde nükleer silahların yayılmasını yasaklayan (NPT) anlaşmasını imzalamıştı. 1995 yılında Cumhurbaşkanı Rafsancani zamanında Rusya ile Nükleer İşbirliği anlaşmasını imzaladı. 1997-2005 yılları arasında Cumhurbaşkanı Hatemi döneminde de İran’ın nükleer programına devam etti. İranlı muhalifler, İran’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) henüz ulaşmadığı nükleer faaliyetlerin ve gizli nükleer tesislerin bulunduğunu söylediklerinde, İran ile Avrupa devletleri (İngiltere ve Fransa) arasında 2003 yılında bir kriz başladı. Bu tarihten itibaren de İran’ın nükleer çalışmaları hakkında İran ile Avrupa devletleri arasında başlayan üçlü görüşmelere Rusya ve Çin’de katıldı. Bu süreçte İran, 2003 Ekim ayında Nükleer Silahların Yayılmasını Yasaklayan ek protokolü imzaladı. İran’ın nükleer sorunu hakkında İran ile Avrupa devletleri arasında görüşmeler devam etti. Amerika ise yıllarca bunu uzaktan gözlemledi. 23 Aralık 2006 tarihinde devletlerarası güvenlik konseyinden karar çıktığında ise, Amerika meseleye doğrudan müdahil oldu. Böylece İran nükleer dosyasını ele alan komisyon 5+1 yani güvenlik konseyinin daimi üyeleri ve Almanya olarak isimlendirildi. Son olarak 24.11.2013 tarihinde 5+1 grubu ile İran arasında, İran’ın nükleer çalışmalarını sınırlandıran maddelerin yer aldığı bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile ilgili detaylar aşağıdaki gibidir. A. İran'ın Anlaşmadaki Taahhütleri: 1- İran, %5 üzerinde uranyum zenginleştirme çabalarını durdurup %5 üzerinde zenginleştirmek için istenilen teknik bağlantıları parçalayacak. %20'ye yakın zenginleştirilmiş uranyum stoku seyreltilerek, %5 seviyesine düşürülecek. Anlaşmada belirtilen süre sonundaki miktar, anlaşma başındakinden fazla olmayacak ve %3,5 düzeyindeki zenginleştirilmiş uranyum fazlalığı oksite dönüştürülecek. 2- İran, herhangi bir ek santrifüj inşa etmeyerek zenginleştirme kapasitelerinde ilerlemeyi durduracak. Uranyum zenginleştirmek için yeni nesil santrifüj cihazlar inşa etmeyecek ya da kullanmayacak. Ayrıca uranyum zenginleştirmede kullanılmaması için Natanz'daki santrifüjün yaklaşık yarısı, Fordo'daki Santrifüjün de dörtte üçünü devre dışı bırakacak. 3- Arak'taki reaktörler ve plütonyum ekstraksiyon ilerleyişini durduracak. Herhangi ek bileşenler montaj etmeyecek, herhangi bir yakıt veya ağır su aktarmayacak ve kullanılmış yakıttan plütonyum ayrıştırma işlemini de yapmayacak. 4- Arak reaktörlerine giriş için denetçilere izin verecek. İran'ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile güvence sözleşmesi ek protokolü gereğince, istenilen bilgi ve bazı önemli verileri temin edecek. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Örgütü (IAEA) için Natanz ve Fordo reaktörlerinde günlük denetime izni verecek ve bu iki reaktörde zenginleştirme ile ilgili kapsamlı denetimi kontrol etmek için denetçilerin kameralı girişine de izin verecek. 5- İran, 5+1 devletleri ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı ile çalışmaları izlemek ve çıkabilecek sorunları çözmek için ortak komisyon oluşturacak. Ortak Komisyon, İran'ın nükleer programının olası askeri boyutu ve İran'ın Parçin'deki faaliyetleri de dâhil geçmiş ve şimdiye ait endişeleri çözümlemek için UAEA ile beraber çalışacak. B. Anlaşma Çerçevesinde İran'ın Kazanımları 1- Büyük devletler tarafından altı ay boyunca ek yaptırım dayatılmayacak. Petrol ambargosu alanında bazı mevcut yaptırım önlemleri askıya alınacak. İran'ın petrokimya endüstrisi, otomotiv üretimi, sigorta ve değerli maden ticaretine karşı yaptırımları hafifletilecek. 2- Beyaz Saray tarafından geçici anlaşmaya ilişkin dağıtılan belgede, “bazı nükleer programın askıya alınması karşılığında İran'a yaptırım hafifletilecektir” dendi. [24.11.2013 Reuters] Bahsi geçen belgede, İran'ın altın ve değerli maden ticaretinden yılda yaklaşık 1,5 milyar dolar gelir elde edeceği ve İran’ın otomotiv sektörü ile petrokimya ihracatı üzerindeki baskının da kaldırılacağı yer aldı. Ayrıca İran'dan petrol alımlarının öylece kalmasına izin verileceği, İran’ın yükümlülüklerini yerine getirdiği takdirde bu alımlardan doğan 4,2 milyar dolar gelirin transferine müsaade edileceği de geçti. Beyaz Saray’ın anlaşmanın ticari yolla İran'a yaklaşık 7 milyar dolarlık yaptırım hafifletmesi getireceği de doğruladı. C. Nükleer Anlaşma Başarı mı Yoksa Taviz mi? İran, bu anlaşmayı bir başarı olarak kabul etti. En üst makam Ali Hamaney, sözleşmeyi överek “Nükleer müzakerecilere bu başarıdan dolayı teşekkür etmek gerekir. Bu başarının sırrı şüphesiz İlahi gözetim ile İran halkının desteği ve duasıdır.” açıklamasını yaptı. [İran-Fars Ajansı 25.11.2013] Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İran televizyonu tarafından 29.11.2013 tarihinde yayınlanan röportajında, "İran'ın nükleer haklarından bir parça olan zenginleştirme hakkı, devam edecektir." dedi ve ardından "Zenginleştirme bugün devam ediyor, yarın da devam edecektir. Asla da durmayacak, bu bizim kırmızıçizgimizdir." diye de ekledi. İran Dışişleri Bakanı Muhammet Cevat Zarif de 25.11.2013 tarihinde, bir televizyon röportajında, “ülkesinin uranyum zenginleştirmeye devam edeceğini” ifade etti ve “Tahran'ın, bunu Amerikalılar ile konuşacağını da” ekledi. Anlaşma maddelerine dikkatlice bakan kimse, İran'ın nükleer programı ile ilgili önemli tavizler verdiğini fark edecektir. Zenginleştirmeyi durdurmak, zenginleştirilmiş uranyumu %20 düzeyinden %5 düzeyine düşürmek veya farklı bir biçime dönüştürmek, Batının isteklerinin kabul edildiğini açıkça görür. İran, %5 üzerinde zenginleştirmeyeceğini, ağır su üreten reaktörlerin faaliyetlerine devam etmeyeceğini, nükleer silah üretimi için gerekli olan plütonyum üretmeyeceğinin sözünü verdi. Yeni santrifüj parçaları montaj etmeyeceğini, denetçilere günlük kapıları açacağını, nükleer tesislerin uluslararası denetim altında kalması için tüm çalışmaların kameraya kaydedileceğini taahhüt etti. İranlı yetkililerin bu anlaşmayı başarı ve büyük zafer olarak kabul etmeleri, verilen tavizler gerçeğini örtmek, Amerika'ya olan bağlılıklarını gizlemek ve halkları tarafından yükselebilecek protesto sesini susturmak içindir. Açıktan, Amerika ile ilişkiler kurulması yönündeki koşulları hazırlamak içindir. İran'ın bu tavizleri, ulusal egemenlik ve bağımsızlığına saygı gösterilmesi gerektiği iddiası ile çelişir. Başka türlü buna nasıl izin verebilir? ABD işgalinden önce Saddamlı Irak’ın kendini sürekli denetim ve günlük gözetim altına soktuğu gibi buna nasıl müsaade edebilir? Basiret ve feraset sahibi herkes, bunun başarı olmadığını fark eder. Bu, perde arkasındaki Amerikan İran ilişkilerini açığa çıkarmak için Amerika ile İran tarafından siyaset koridorlarında tasarlanmış bir senaryodur. Amaç, İran'ın yaptırım kısıtlamaları olmadan bölgede kendisine biçilen rolü oynamasıdır. Bu nedenle Obama'nın, bu anlaşma ile yakından ilgilendiği dikkatlerden kaçmamıştır. Hatta Obama Kongreden gelebilecek herhangi bir muhalefete karşı teyakkuzda duruyordu. Yahudi devletine bu anlaşmanın güvenliklerini koruyacağına dair güvence veriyor, anlaşmanın bir an önce imzalanması için acele ediyordu. Tüm bunlar, yaptığı açıklamalarda görülmektedir. Başkan Obama, İran ile açıktan yakınlaşma politikasını haklı göstermeye çalışarak şöyle diyordu: "Bizim diplomasiye kapıyı kapatmamız mümkün değil, dünya sorunları için barışçıl çözümleri göz ardı edemeyiz. İran bu fırsatı iyi değerlendirir de uluslararası topluma katılmaya karar verirse, iki ülke arasında yıllardır mevcut belirsizliğe son vermek için başlangıç yapabiliriz" [el-Cezire 26.11.2013] ABD Başkanı Obama, anlaşma ile ilgili yaptığı konuşmada, "İran ile yapılan anlaşma, somut ilerleme ve görev sürem içinde en önemlisi sayılır. Anlaşmanın bugün kamuoyuna duyurulması, büyük bir başarının sadece ilk adımı." olduğunu söyledi. [NBC News İnternet, Dünya haberleri 23.11.2013] Obama, İran altı ay içinde anlaşmanın şartlarına uymazsa, ülkesinin İran üzerindeki yaptırımları hafifletme kararını durduracağı konusunda da uyardı. Ayrıca Kerry de bu anlaşmanın "İran'ın, nükleer silah üretmesini iyice zorlaştıracağını" söyledi. Kerry, on yıldır süregelen nükleer kriz konusunda en tartışmalı konulardan biri hakkında, "Bu anlaşma, İran'ın uranyum zenginleştirme hakkının tanınmasını garanti etmez" diye konuştu. Yahudi varlığına güvence vererek "Bu anlaşma dünyayı, İsrail'i ve bölgedeki ortaklarımızı daha güvenli hale getirecektir." diye de ekledi. [AFP, 24.11.2013] Yahudi lobisine sadık Kongre üyelerinin etkisini kırmak için Beyaz Saray, hızla harekete geçerek Scowcroft ve Brzezinski gibi ağır toplardan destek istedi. Bu ağır toplar gönderdikleri mektupta, Senato çoğunluk lideri Harry Reid'den İran ile yapılan müzakereleri desteklemesini talep ettiler. Amerikan ulusal çıkarlarından dolayı İran ile yapılan müzakerelere destek talep ettiler. Yazdıkları mektupta "Müzakere ABD, İsrail ve bölgedeki diğer ortaklarımızın ulusal güvenliğini destekler. Biz, Amerikalıları ve ABD Kongresini İran ile yapılan çetin müzakerelerde Başkanın yanında durmaya çağırıyoruz." diye de uyardılar. [Scowcroft, Brzezinski, Stratejik Kültür Vakfı, Online 20.11.2013] Tüm bunlardan ABD'nin, bu sorunu çok ciddi bir sorun olarak kabul ettiği anlaşılıyor. D. Yahudi Varlığı "İsrail" için Nükleer Anlaşmanın Önemi Filistin'i gasp eden bu devlet, kurulduğu günden bu yana, bölgede etkili herhangi bir maddi bir gücün ortaya çıkmasına karşı koymak diye özetlenebilecek bir politika belirledi. Sadece bir nükleer güç değil, aksine gelişmiş konvansiyonel gücün ortaya çıkışını da kendisine yönelik bir tehlike olarak görüyordu. Yahudi varlığı, ne İran'ın barışçıl nükleer devlet olmasını, ne de askeri nükleer bir devlete ulaşmasını ister. Hatta ister barışçıl olsun, isterse olmasın, İran ve bölgedeki herhangi bir devletin nükleer kapasiteden yoksun olmasını arzular. Amerika'nın yeşil ışık yakmasıyla Saddam döneminde Irak'taki nükleer tesislere saldırı düzenlemesi, İran'ın nükleer tesislerine birçok kez saldırı için hazırlık yapması ve her defasında Amerika tarafından engellenmesi, bunun daha önceki örnekleridir. Yahudi varlığı, kendi öz gücünün zayıf olduğunu biliyor. Çünkü o, kurulmasından bu yana İngiltere tarafından desteklendi, Fransa tarafından beslendi, Amerika tarafından ise ona kucak açıldı. Uzun bir zamandır ise Yahudi varlığı, politikasında Amerika'ya tutunuyor. Zira Yahudi varlığının güvenliğine karar veren Amerika'dır. Amerika'ya güvenliğini dayatan Yahudi varlığı değildir. Obama, son dönemindedir ve Yahudi lobisinin onun üzerindeki etkisi nispeten az olacaktır. Bununla birlikte Yahudi devleti de hayatta kalmasının, Amerika'nın kendisine yardım etmesine bağlı olduğunu görüyor. “İsrail” İstihbarat Bakanı Yuval Htints, İran’la yapılan nükleer anlaşmanın imzalandığı gün İbranice yayın yapan ikinci Radyo'ya verdiği bir röportajda, “Büyük devletler, anlaşmanın hemen öncesinde İsrail'in isteğiyle anlaşma taslağında bir dizi değişiklikler yapılması üzerinde ısrar ettiklerini” söyledi. “İsrail” Maliye Bakanı Yair Lapid, 11.24.2013 Pazar günü sabahı “İsrail” Ordu Radyosuna verdiği bir röportajda, “Altı ay sonra daha iyi bir nihai anlaşmaya ulaşmak için İsrail, ABD ve diğer dünya güçleri ile koordinasyon içinde olmalıdır. Anlaşma bir felaket olmasına rağmen, İran'ın nükleer projesini tamamen yok edecek nihai anlaşmayı imzalamak için Amerikalılar ve diğerleri ile birlikte çalışmak zorundayız” dedi. E. Amerika Neden İran’ın Nükleer Sorununu Sıcak ve Canlı Tutuyor? Peki, neden Amerika İran dosyasının çözümsüz, sıcak ve hayatta kalmasını istiyor? Çünkü Amerika, bununla aşağıdaki hedefleri gerçekleştirmek istiyor: Birincisi: Amerika, uzun menzilli Rus füze sistemini kuşatmak ve Avrupa’yı Amerikan güvenlik şemsiyesine boyun eğdirmek için, İran’ın nükleer tehdidini Avrupa’da (Polonya ve Çekoslovakya’da) füze üsleri kurmanın bir bahanesi olarak kullanmaktadır. Amerika’nın iddia ettiği İran ve Kuzey Kore’den gelmesi muhtemel füze tehlikesine karşı, füze kalkanını konuşlandırma planında da görülmektedir. Bu nedenledir ki Rusya’nın tepkilerini sakinleştirmek için kalkan üslubunda tam bir değişiklik yapmadan önce şekli değişiklik yapmıştır. İkincisi: İran nükleer tehlikesi sebebiyle bölgeyi sürekli olarak gergin tutmak için Körfez ülkelerine karşı İran nükleer sorununu bir korkuluk olarak kullanmaktadır. Amerika, artan İran tehdidini Körfez Devletlerini korumanın bahanesi olarak kullanmak suretiyle, bölgedeki askeri üslerini korumak, daha doğrusu iyice yoğunlaşmasına imkân bulmak istemektedir. Bölge devletleriyle yeni silah pazarlıkları ve askeri anlaşmalar yapmaktır. Böylelikle Amerika, sınaî hayatın atardamarı olan petrol kuyuları üzerinde egemenlik kuracaktır. Zira dünyanın en büyük petrol üreticisi üç ülke olan Suudi Arabistan, Irak ve İran, körfez bölgesinde bulunmaktadır. Bunlar diğer körfez emirlikleriyle birlikte dünya ekonomik hayatının ve dünya sanayisinin atardamarını meydana getirmektedir. Amerika’nın dünyanın başlıca petrol kaynakları üzerinde hâkimiyet kurması, dünya ekonomisi üzerinde de hâkimiyet kurması anlamına gelmektedir. Üçüncüsü: Avrupa ve “İsrail”, İran’a karşı askeri operasyonla veya sert bir yaptırımla, İran’daki yönetimi yok etmek istemektedir. Lakin Amerika, İran’daki yönetimin gitmesini istememekte, bilakis üslubunu güzelleştirmesini istemektedir. Amerika, Afganistan ve Irak konusunda olumlu bir faktör olması nedeniyle İran sisteminin devam etmesini istemekte ve 7 Şubat 2002 tarihinde Tahran üniversitesindeki konuşmasında da Rafsancani buna işaret etmektedir. F. Nükleer Anlaşmanın Suriye Devrimi İle Bağlantısı İran'ın nükleer konusunda senelerce gelgitleri oynadığı bilinmektedir. Böyle olduğu halde Amerika, neden bu anlaşmanın imzalanmasını çok arzuladı? Neden Obama şimdi, İran nükleer anlaşmasının sonuçlanması için yoğun çaba sarf etti? Niçin anlaşma için "İran ile yaptığımız anlaşma, görev sürem içinde somut ve en önemli ilerleme sayılır." dedi? Bu soruların cevabının ana merkezi Suriye’deki kontrol edilemeyen durumdur. Çünkü geçtiğimiz üç yıl içinde bölgedeki koşullar altüst oldu. En önemli değişiklik de Suriye'de rejime karşı direnen Müslümanların Hilafet kamuoyu etrafında birleşmiş olmasıdır. Suriye devriminden önceki diğer ayaklanmalarda, demokrasi yanlısı sözde İslami olan karışık sloganlar ve talepler vardı. Bu da Amerika ve Batıya, o devrimlere nüfuz edip çalmak ve boşa çıkarma olanağını sunmuştur. Ancak Suriye'deki mevcut hareketlerin pek çoğunda, "Ümmet Hilafet istiyor, Ümmet Hilafet istiyor" diye haykıran doğru İslami fikirler ile uyumlu, İslami sloganlar hâkimdir. Bu yüzden Amerika, bu büyük İslami atmosfer ile mücadelede ileri karakol olacak olan, bölgede güçlü yardımcılar aramaktadır. Amerika'nın boynuna dolanan ekonomik krizler, onun Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’ye doğrudan müdahale etmesini engellemektedir. Zira ister yurt dışında ürettikleri olsun, isterse içeride Beşşar ve zebanileri olsun, tüm Amerikan ajanları, bu geçtiğimiz üç yıl boyunca Suriye'de etkili bir karar alamadılar. Aksine Hilafet tezahüratları, kulaklarını, gözlerini ve kalplerini afallattı. Amerika, Suriye çevresindeki bölge devletlerinden, Hilafeti devlet, hayat ve toplum için bir sistem olarak benimseyen yeni bir yönetimin doğuşu karşısında direnen ileri karakolları olmalarını istemektedir. Bu yüzden bölgede Türkiye ve İran, Amerika'nın göz bebeği durumundadır ve bu devletlere önemli görevler tevdi etmek istemektedir. Uluslararası bağlamda Türkiye üzerinde herhangi bir yaptırım yoktur. İran’ın ise yaptırımlar ile uluslararası ve bölgesel faaliyetleri sınırlandırılmış durumdadır. Bu nedenle yapılan anlaşma sayesinde İran, tam da Cenevre 2 konferansı öncesinde Amerika tarafından üzerindeki bu baskılardan kurtarılmıştır. Ayrıca İran için Suriye’de kurulabilecek bir Hilafet devleti, büyük tehlikedir. Dolayısıyla Amerika, İran üzerindeki yaptırımları kaldırarak, Suriye'de Hilafeti kurmak için çalışan İslami hareketlerin karşısında durması için hummalı bir çaba sarf etmiş ve İran’ı rahatlatan anlaşmanın yapılmasını sağlamıştır. Bu anlaşmadaki asıl amaç, İran'ın nükleer silah faaliyeti üzerindeki kısıtlamaları kaldırmak değildir. Aksine İran'ın barışçıl nükleer faaliyeti üzerine kısıtlamalar konmuştur. İran üzerindeki yaptırımı hafifletmenin kastı, İran’ın hareketini kolaylaştırmak ve Suriye'deki Hilafet çalışması karşısında daha aktif faaliyet yürütmesi için adeta bir ödüldür. İşte bu nedenden dolayı Obama, bu nükleer anlaşmayı görev süresi boyunca yapılan işlerin en büyüğü olarak addetmiştir. Obama, Türkiye ve İran'ı Suriye'deki Hilafet çalışması karşısında durmaları için harekete geçirecektir. Böylece bu devletler, Esed gibi bir ajanı takip edecek yeni bir ajan yönetim oluşturacaklar ve Hilafet çalışmalarını engellemeye çalışacaklardır. SON DÖNEMDE TÜRKİYE İRAN İLİŞKİSİ Amerika tarafından yönlendirilen Türkiye ve İran, Amerika’nın bölgede kullandığı iki farklı üsluptur. Amerika, Türkiye’yi Sünni Müslümanlar üzerinde hami yaparak aktif kılmayı amaçlarken, İran’ı da Şii Müslümanlar üzerinde hami yapmış ve onları kontrol altına almıştır. Ayrıca bölge özellikle de körfez ülkeleri için İran’ı sopa, Türkiye’yi ise havuç siyaseti olarak kullanmaktadır. Ancak son dönemde Amerika tarafından çizilen Türkiye ve İran ilişkilerinin merkezini, Suriye’deki ayaklanma oluşturmaktadır. Zira Amerika, Beşşar’ın yanında durması ve katil rejimin ömrünü uzatma görevini İran’a tevdi ederken, muhalifleri destekleme ve istenilen demokratik çizgiye getirme görevini de Türkiye’ye vermiştir. Özellikle Amerika’nın büyük umutlar bağladığı, fakat alt yapısını bir türlü oluşturamadığı Cenevre 2 konferansı öncesi, İran üzerindeki yaptırımları kaldıran 24.11.2013 tarihli anlaşmanın üzerinden daha üç gün geçmeden, Türkiye ile İran arasındaki eski gerginlik yok olup gitmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 27.11.2013 tarihinde hemen Tahran turuna çıkmış ve görüşmelerdeki ana gündem maddesi, Suriye ve Cenevre konferansında aralarında yapacakları işbirliği olmuştur. Ardından MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İran istihbaratından bir heyeti ziyaret etmiştir. 30 Ocak 2014 tarihli Milliyet gazetesi "MİT Müsteşarı Fidan'ın, gayri resmi bir heyetle Tahran'a Erdoğan'dan önce gittiğini…” aktarmıştır. MİT Müsteşarı Fidan, Suriye dosyası ile yakından ilgileniyor ve devrimin patlak verdiği ilk günlerden itibaren Suriye konusunda CIA ile koordineli bir şekilde çalışıyor. Bu şu anlama geliyor, Amerikan projesini Suriye'de uygulamak için Türkiye ile İran arasında bir takım işler konusunda istihbarat koordinasyonu olacaktır. Örneğin, Suriye'deki samimi hareketlere karşı istihbarat toplamak, onlardan kurtulmak, hareketlerine darbe vurmak, Amerikan projesini desteklemeleri için diğer hareketleri kontrol altına almaya çalışmak ve Amerikan yanlısı Koalisyon ile rejim arasında yürüyen müzakerelere katılmalarını sağlamak gibi. Ardından 28 Ocak 2014 tarihinde Başbakan Erdoğan ve 17 Şubat 2014 tarihinde ise TBMM Başkanı Cemil Çiçek İran’ı ziyaret etmişlerdir. Bu ziyaretler, İran ile Türkiye'nin yakınlaşması konusunda ABD'nin aktif rolünü göstermektedir. Çünkü yukarıda da dediğimiz gibi Amerika, Suriye'deki insanların Hilafet yönelik yönelim ve eğilimlerini engellemeye çalışmaktadır. İran eliyle baskı ve tehdit uygularken, Türkiye'nin ikiyüzlü sözlü desteği ile de aldatma ve sahtekârlık siyaseti gütmektedir. Başbakan Erdoğan’ın İran ziyaretin temel amacı da budur. Yani Suriye dosyasıdır. Ama bir takım etkenler, bu amacın ticari kılıf ile kamufle edilmesini gerektirdi. Bunun amacı, şu üç şeydir: Birincisi: Ticari yöne ve ticari anlaşmalara odaklanarak dikkatleri Suriye krizinden başka bir yöne çekmektir. Bunun nedeni ise Suriye devrimine düşman olan İran'ın konumudur. İran, Beşşar'ın yanında mücadelede önemli bir unsurdur. Diğer yandan Erdoğan ise Suriye devriminin yanında olduğu izlenimi vermektedir. Ziyaretin tek gündem maddesinin Suriye krizi gösterilmesi, Başbakan Erdoğan'a sıkıntı oluştururdu. Devrimi desteklediği ve yardım ettiği iddialarının yaygara ve tantanadan öteye geçmediği ortaya çıkardı. Bu yüzden ziyarette ticari hedef üzerinde odaklanıldı ki yapılan ziyaretin ticari olduğu anlaşılsın. İkincisi: Ak Partili bazı Bakanların karıştığı yolsuzluk skandalların etkisini hafifletme girişimidir. Bu skandal, Türkiye-İran ticaret anlaşmalarının kabul edilmesi için İran tarafının Türk yetkililere verdikleri rüşvetleri deşifre etmişti. Başbakan Erdoğan, imzaladığı bu ticari anlaşmalar ile şunu demek istedi: Bu bir rüşvet değil, sadece iki ülke arasında ticari bir ilişkidir. Yapılan bütün para transferleri, meşrudur ve yasalara da aykırı değildir. Bunun rüşvet olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bunlar sadece bazı işler karşılığında alınan komisyonlardır. Üçüncüsü: Başbakan Erdoğan, yolsuzluk skandalı sonrasında sarsılan Türk ekonomisine olan güveni tazelemek istedi. Zira yolsuzluk sonrasında Türk parası döviz karşısında gözle görülür bir değer kaybına uğradı ve dolar 2,40 TL’ye kadar yükseldi. Ayrıca bu yolsuzluk skandalı Türk borsasını da [BİST] vurdu. Resmi olmayan bazı kaynaklara göre son yolsuzluk skandalından bu yana zararın yaklaşık 100 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu da gösteriyor ki Türk ekonomisi, reel ve istikrarlı bir ekonomi değildir, tamamen borca dayalıdır. İşte Erdoğan, İran ile ticaret anlaşmaları imzalayarak bu durumun üstesinden gelmek istedi. SONSÖZ İran yani Fars kültürü, kökleri derinlerde olan çok eski bir kültürdür. İslam tarihi boyunca da mevcut İslam Devletleriyle de sorunları olmuştur. Özellikle Osmanlı Hilafet Devleti ile yıldızı hiç barışmamış ve aralarında zaman zaman savaşlar gerçekleşmiştir. Fakat tüm bunlar İran’ın bir İslam beldesi olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Bu nedenle İran üzerinde yapmış olduğumuz bu siyasi tahlil ve analizlerin -ki bunlar bize göre doğru olandır- yanlış anlaşılmaması gerekir. Zira bir vücudun azaları gibi olması gereken İslam Ümmetinin, yeniden Hilafet ile vahdetini sağlamaya çalışan Hizb-ut Tahrir, mevcut vakıalar üzerinde değerlendirmeler yapmakta ve Müslümanları Şii ya da Sünni, Acem ya da Arap, Türk ya da Kürt olarak ayırmamaktadır. İslam akidesine inanan her Müslüman bizim nazarımızda birdir, kardeştir. Müslümanların vahdetinin sağlanması, sadece bedenlerinin bir araya gelmesi demek değildir. Müslümanların vahdetinin sağlanması demek, Müslümanların, İslam akidesi ve bu akideden çıkan şeri hükümler etrafında birleşerek, yeryüzünde yeniden tek bir devlet olmaları demektir. Aynı Allah’a ve Rasule inanan Müslümanların, Rasulullah’ın sancağı altında birleşmeleri ve Müslüman kardeşlerini korurken, düşmanlarına karşı da tek vücut olmaları demektir. Bu ulvi yolda hiçbir etnik köken ya da mezhebin üstünlüğü yoktur. Kim ki Müslümanlara bu perspektiften değil de kendi milliyeti veya mezhebi açısından bakarsa veya konjoktürel maslahatlarını Müslüman kardeşlerine tercih ederse, onlar hüsranda ve ziyandadır. Kim ki Müslüman kardeşleri yerine, zalimleri ve kâfirleri dost edinirse, Rabbimizin belirttiği gibi o, onlardandır. Bu durumu ile İran’ın, diğer halkı Müslüman olan ülkelerin yönetimlerinden farkı yoktur. Zira hiçbiri Allah’ın indirdikleri ile yönetmemektedirler. Hiçbiri, yeryüzünde oluk oluk akan Müslüman kanının durması için gayretli değildirler! Ancak her biri, sahip olduğu güç oranında mesuldür. İşte bu nedenle İran’ın sorumluluğu ve vebali de çoktur. Bu nedenle bizler, Müslümanların hakikati görmesi ve fasit olandan sakınmaları için bu analizleri yapıyoruz ki Allah katında ki sorumluluğumuzu yerine getirelim. Yoksa amacımız, Müslüman arasındaki bölünmüşlüğü büyütmek değil, aksine bunu kapatmaya çalışmaktır. Maalesef İran’ın vakıası budur. İran ve diğer halkı Müslüman olan devletler, iyilik ve takva üzerinde işbirliği yapsalardı, o zaman biz onları hayırla yâd ederdik. Ancak ne var ki onlar, dün Filistin, Irak, Afganistan, Azerbaycan, Bosna, Çeçenistan ve Keşmir’de yaptıklarını, bugün Doğu Türkistan’da, Arakan’da ve Suriye’de yapıyorlar. Zulme sessiz kalıyor ve zalimle işbirliği yapıyorlar. Bunlara ilaveten ayrıca İran, Suriye’de Hilafetin kurulması karşısında durmak için zalim Beşşar ile işbirliği dahi yapmaktadır. Akan onca temiz kanlardan, sarf edilen onca büyük fedakârlıklardan sonra zalim ve zorba olacak başka bir laik yönetimi geri getirmek için Amerika ile birlikte çalışmaktadır. Oysaki Allah Subhânehu ve Teâlâ iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmayı emretmiştir, günah ve düşmanlık üzerinde değil! ِ اْل ِْْث والْع ْدو ِ اَّللَ َش ِدي ُد ال ِْع َق َّ اَّللَ إِ َّن َّ ان َواتَّ ُقوا ِا َ ُ َ ِْ ْب َوالتَّ ْق َوى َوََل تَ َع َاونُوا َعلَى " َوتَ َع َاونُوا َعلَى الِ ِرİyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın." [Maide 2] Keşke bunu bilselerdi, o zaman kurtulanlardan olurlardı. Akıllı kimse öğüte kulak verip de kurtuluşa erendir.
© Copyright 2024 Paperzz