VEHİM ve GERÇEKLİK ARASINDA AMERİKA

VEHİM ve GERÇEKLİK ARASINDA
AMERİKA - İRAN İLİŞKİLERİ
 ÖNSÖZ
 İRAN DEVRİMİNİN GERÇEK YÜZÜ
1. Devrim Nasıl Gerçekleşti?
2. İran'ın Devlet Yapısında Caferilik
3. İran Anayasası Neden İslami Değil
 İRAN AMERİKA İLİŞKİLERİ
1. ABD'nin İran Devrimindeki Rolü
2. İran ile ABD’nin Ortadoğu ve Bölgesel Siyasetteki
Uyumlulukları
 İRAN’IN NÜKLEER FAALİYETLERİ
1. Nükleer Silah ve Bu Silaha Sahip Olan Ülkeler
2. İran'ın Nükleer Faaliyetleri
A.
B.
C.
D.
E.
İran'ın Anlaşmadaki Taahhütleri
Anlaşma Çerçevesinde İran'ın Kazanımları
Nükleer Anlaşma Başarı mı Yoksa Taviz mi?
Yahudi Varlığı "İsrail" için Nükleer Anlaşmanın Önemi
Amerika Neden İran’ın Nükleer Sorununu Sıcak ve Canlı
Tutuyor?
F. Nükleer Anlaşmanın Suriye Devrimi İle Bağlantısı
 SON DÖNEM TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİSİ
 SONSÖZ
GİRİŞ
‫بسم هللا الرمحن الرحيم‬
1979 yılında Humeyni, İslam Devrimi adı verilen bir darbe ile Şah’ın yerine İran’da
yeni bir yapıyı kurduğunda, tüm dünya Müslümanlarını heyecanlandırdığı ve etkilediği
gibi, Türkiye’deki Müslümanları da etkiledi ve heyecanlandırdı. Devrim öncesinde
Humeyni’nin İran devrimi ile ilgili olarak; devrimin desteklenmesi, benimsenmesi veya
Türkiye’ye de taşınması konusunda herhangi bir faaliyetinin bulunmamasına rağmen,
yalnızca “İslami Devrim” olduğu varsayımı ile Türkiye’deki Müslümanların bir kısmı,
bu devrimden fazlasıyla etkilendi.
Dolayısıyla "İslami Devrim" varsayımı ile Türkiye’de devrime duyulan sempati
sonrasında “İrancılar” diye bilinen bir yapı dahi oluştu. Bunların bir kısmı kendi
aralarında organize olmuş irili ufaklı yapılar halinde faaliyet gösteren gruplardı. Bazıları
ise grup organizasyonuna dahi gerek duymadan sadece duygusal etkenlerle İran’ı ve
devrimini destekleyen bir konumda bulundular. O dönemde Ali Şeriati başta olmak
üzere İranlı bazı yazarların kitapları, hemen Türkçeye tercüme edilip okundu. Devrim
sonrası seksenli yıllar boyunca ve doksanlı yılların ortalarına kadar devam eden bu İran
sempatizanlığı; Müslümanların aktif siyasete (demokratik parlamento çatısı altında)
dâhil olmaları ile yavaşladı ve zayıfladı. Bu etki kaybının nedeni, aslında bugün bile tam
olarak anlaşılmış değildir. Çünkü İran, devlet yapısı ve anayasası açısından bir İslam
Devleti değildi. Hakeza Türkiye'de gayri İslami bir yönetim ile yönetiliyordu.
Türkiye Müslümanlarının İran sempatizanlığında yaşadıkları gerilemenin bir başka
önemli nedeni, devrim sonrası beklentilerle, uygulamaların aynı olmamasıydı. Bu
durum, daha devrim yapıldığında azda olsa genel siyasi basirete sahip Müslümanlar
tarafından görülmüştü. Ama genel olarak Türkiye Müslümanları, İran’ı Amerika’ya
kafa tutan, “İsrail'e” düşman olan ve İslam şeriatını uygulayan bir ülke olarak
görürlerdi. Hatta devlet, laikliği korumak ve şeriattan korkutmak için uzun yıllar İran'ı
bir öcü, bir tehdit olarak gösterdi halkına. İşlenen birçok faili meçhul cinayeti de
Müslümanlarla ilişkilendirerek, İran ile bağlantılı olarak gösterdi. Ancak acı bir hakikat
vardı ki o da İran’ın, Müslümanlar üzerindeki etkisini azalttı. Bunların başında, büyük
şeytan dediği ABD'ye karşı hiç bir engellemede bulunmaması, işgalci Yahudi varlığının
tüm katliamlarına karşı tek bir mukabele dahi göstermemiş olması ve İslam ile
Müslümanları ilgilendiren birçok sıcak meselede esas sayılabilecek hiçbir şey
yapmamasıdır.
Fakat tüm bunlara rağmen, ne Türkiye, ne de dünya Müslümanları, İran gerçeğini net
bir şekilde bir türlü kavrayamadılar. Yahudi varlığının Müslüman beldelerin tam
ortasındaki kutsal topraklarda işgal ve katliam yapmasına ses çıkarmamasını bırakın,
ABD'nin Afganistan ve Irak işgallerinde ona fiili olarak açık destek vermesi bile, genel
kamuoyunda İran'ın gerçek yüzünü ortaya çıkaramadı. Çünkü kamuoyunu yönlendiren
en önemli güç olan medya, Batılı sömürgecilerin güdümündedir. Özellikle ABD'nin
etkisi altındaki yerli ve yabancı tüm medya organları, 2000'li yıllardan sonra İran
tarafından başlatılan nükleer faaliyetler nedeniyle, İran ile Amerika arasında savaşın
yaşanacağına dair söylentileri yayıp durdular. Gerek uluslararası ilişkiler uzmanı
akademisyenler, gerekse birtakım köşe yazarları, İran ile Amerika arasında bir savaşın
yaşanabileceğine, Amerika’nın İran’ı her an vurabileceğine ilişkin hedef saptıran
yönlendirmeler yaptılar. Öyle ki kimileri, ABD'nin İran'ı vurma planına ilişkin tarih bile
verdi. Bu medya dezenformasyonu ile ABD-İran işbirliği hep gizlendi ve böylelikle
İran'ın gerçek yüzü bir türlü görünemedi.
İran’ın, Suriye olayları sürecinde açık bir şekilde (ABD ve diğer bölge ülkeleri
Beşşar'a verdikleri desteği gizlediler) Beşşar Esed’in yanında yer almasına kadar
yaşanan siyasi olay ve gelişmelerin hiçbirisi, Müslümanların gözleri önündeki perdenin
yırtılmasını sağlamadı. Ne zaman ki İran, katil Esed rejiminin yanında yer aldı, asker ve
lojistik desteği ile Baas'a can suyu oldu, işte o zaman maskesini düşürdü. Böylece İran'ın
bölgedeki gizli ve kirli siyaseti aşikâr oldu.
İran devriminden bu güne İran hakkında okunan, söylenen ve konuşulan bunca bilgi
kirliliğine rağmen Hizb-ut Tahrir, bu bilgi kirliliğinden hiçbir surette etkilenmedi.
Günümüz İran rejiminin ve yöneticilerinin gerçeğini, bugün nasıl ortaya koyuyorsa,
devrimin hemen akabinde de ortaya koydu. Bu hususta imkânları ölçüsünde tüm dünya
Müslümanlarını bilgilendirdi. İran İslam Cumhuriyeti’nin İslami bir devlet olmadığını
ve İran anayasasının İslami bir anayasa olmadığını, devrimin ilk yılında Humeyni'ye de
bildirdi. Bu devrimin İslami bir devrim olabilmesi için Humeyni’den, Raşidi Hilafet'i
ilan etmesini ve hazırlamış olduğu anayasa tasarısını kabul etmesini istedi. Ancak Hizbut Tahrir'in bu teklifine icabet edilmedi.
Bizler Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilayeti olarak, özellikle Türkiye'deki Müslüman
kamuoyunun doğru bilgilere sahip olabilmesi için İran hakkında bir araştırma dosyası
hazırladık. Bu dosya ile de İran’ın vakıasını gözler önüne sermek istedik. İran gerçeği ile
ilgili olarak konuşulacak ve söylenecek çok fazla söz olmasına rağmen, konu hakkında
daha fazla detaya girmeden, bu kadarının bile düşünen, okuyan ve siyaseti takip eden
hakkaniyetli bir kimse için yeterli olacağını düşünüyor ve hayırlara vesile olmasını
Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan niyaz ediyoruz.
İRAN DEVRİMİNİN GERÇEK YÜZÜ
Birinci Dünya savaşından sonra Ortadoğu'da Osmanlı Hilafet Devletinden koparılan
beldeler, İngiltere öncülüğünde adeta cetvelle çizilircesine yeniden dizayn edilerek
büyük pay İngilizlerin elinde kalacak şekilde İtalyan ve Fransızlar arasında
bölüştürüldü. Gücü iyice zayıflamış olan Hilafet Devleti, Batı hadaratına âşık jön
Türkler tarafından kaldırılınca, bu topraklar sömürgeleştirildi ve kaynakları
yağmalandı. Yıllar sonra İkinci Dünya savaşında İngilizlere yardım eden ABD, bu
desteğinin karşılığında Ortadoğu'da nüfuz ve pay sahibi olmak istedi ve ilk defa
Ortadoğu'ya nüfuz etme imkânı buldu. İngilizlerin öncülüğünde kutsal Mescid-i Aksa
toprakları üzerinde işgalci Yahudi varlığı “İsrail” devletinin kurulması ile İslam
dünyası, Hilafet'in kaldırılmasından sonra en büyük ikinci sarsıntıyı yaşadı.
Ortadoğu'daki kukla Arap yönetimlerin “İsrail’e” karşı aldıkları göstermelik yenilgiler,
Müslümanları hüsrana uğrattı. “İsrail'in” bu sahte başarısı, bölgede kendi güvenliğini
güçlendirirken, Arap yönetimlerinin de başarısızlığını ve ihanetini gösteriyordu.
ABD, “İsrail'in” güvenliğini korumak için Ortadoğu da Yahudi varlığını tehdit
edecek bir düşman üretmek ve bu düşmanı daimi surette aktif kılmak istiyordu. Aynı
zamanda zaten İngiliz yanlısı olan Şah dönemini kapatıp, yüzü ABD'ye dönük olan İran
için çabalıyordu. Her iki açıdan bakıldığında gerçekleşen İran devrimi ile ABD, bu iki
gayesini gerçekleştirmiş gözüküyor. Her ne zaman kutsal topraklara bir Yahudi saldırısı
olmuş olsa, İran hemen “İsrail'e” savaş ilan ediyor! Hemen kürsülerden “İsrail'i” tehdit
eden ve onu kökünden kazıyacağına dair beyanatlar veriyor. Zira ABD için “İsrail'i”
tehdit eden bir varlık olmazsa, “İsrail” güçlenemez ve güvenliğinin korunması için
uluslararası güçlü bir kamuoyu oluşturulamaz. Bu plan çerçevesinde İran'ın ABD'ye
düşmanca tavır alması, İslam dünyası ve İslami kamuoyu açısından İran'ın
menfaatinedir. Çünkü İran, 30 küsur yıl kendisini İslam devrimini gerçekleştirmiş bir
ülke ve ekol olarak tanıtmaktadır. İslam devrimi ile Müslümanların sempatisini
kazanmak isteyen bir ülke, doğal olarak ABD'ye düşman olmalıdır.
Peki, gerçekte tüm bu danışıklı dövüşün arkasında neler yatıyor? Azılı bir ABD ve
“İsrail” düşmanı gibi gözüken, ama aslında ABD ile işbirliği içinde bulunan ve dolaylı
olarak “İsrail'in” güvenliğini koruyan İran'ın, 1979'da gerçekleştirdiği devrimin gerçeği
nedir?
1- İRAN DEVRİMİ NASIL GERÇEKLEŞTİ
Öncelikle devrimin izlerini irdeleyip bundan 35 sene önceye, yani 1979 yıllarına geri
dönecek olursak, bu devrimin yapı taşlarında ABD mührünün olduğunu görmüş
olacağız. Bu çok sarsıcı bir iddia değil, aksine kanıtlanmış ve teyit edilmiş bir gerçekti.
Öyle ki İran'ın ilk Cumhurbaşkanı Ebu'l Hasan Beni Sadr, Cumhurbaşkanlığı yaptıktan
sonraki bir tarihte, yani tam olarak 01.12.2000 tarihinde el-Cezira kanalına, Humeyni'nin
kaldığı Fransa'nın "Nofel Loshato" bölgesine Beyaz Saray'dan delegelerin geldiklerini ve
bu delegeleri İranlı yetkililerin (Yazdî, Bazargan, Musevî ve Ardibîlî) karşıladıklarını
ifşa etmişti. Dolayısıyla devrim öncesi Paris'te ABD ile devrim liderleri arasında birçok
görüşmeler olmuştu. Bu görüşmelerden en önemlisi, Paris'in banliyölerinde gerçekleşen
Reagan ve Bush grubu ile Humeyni'nin grubu arasında anlaşmaların imzalandığı Ekim
görüşmesidir. Zira Humeyni, İran'ın içişlerine müdahale etmemesi şartıyla Amerika ile
işbirliğine hazır olduğunu, bu görüşmede açıklamıştı. Bunun ardından Humeyni 1
Şubat 1979 günü Fransız havayollarına ait bir uçakla Tahran’a indi. Amerika ise,
yönetimi Humeyni’ye teslim etmesi için Şahpur Baytiyar’a baskı yaptı ve Humeyni’nin
gelişine karşı çıkacak olan İran ordu komutanlarını tehdit etti. Böylelikle Humeyni İran
devrimini yapabildi. Ardından diğer İslam beldelerinde kapitalist Batı sistemlerine göre
hazırlanmış olan anayasalar gibi bir anayasanın hazırlanması tamamlandı.
Devrimin başlangıcında Hizb-ut Tahrir, Humeyni’ye, İran anayasasının İslami
anayasa olmadığını gösteren bir reddiye gönderdi. Ayrıca Amerika ile
yardımlaşmaması ve İslami bir anayasa ilanında bulunması hususunda ona nasihatte
bulundu. Ancak o bu nasihati dinlemedi, İslam’a muhalif olan bir anayasaya ve
kapitalist Batı nizamı olan Cumhuriyet sistemi ile bir devlet kurmayı tercih etti.
2- İRAN'IN DEVLET YAPISINDA CAFERİLİK
İran devriminin İslami bir motif olarak Türkiye ve diğer Müslüman beldelere
sunulması ve İslam dünyası için modelleştirilmesine gelince; İran Anayasasında
devletin dininin İslam olduğunun yazmasının hiç bir önemi yoktur. Çünkü yönetim
sistemi cumhuriyettir, bakanlıkların dağılımı, parlamentonun görevi, güçler ayrımı ve
buradaki yetkiler konusu gibi anayasa bir bütün olarak kapitalist sistemlere uygun bir
yapıdadır. İran devleti, anayasanın kaynağı olarak İslam akidesini kendisine esas kabul
etmemiş, aksine devleti mezhepçi bir devlet kılmak için anayasaya, İran devletinin
mezhebinin Caferi mezhebi olduğunu belirten bir madde koymuştur. Ancak anayasada
yer alan “İran’ın resmi dini on ikinci imam Caferi mezhebine göre İslam’dır” maddesi, İslam
ülkelerindeki birçok anayasalarda bulunan bir madde gibi olup, bu madde devletin
İslam esası üzere kurulu olduğu veya İslam Risaletini taşıdığı anlamına gelmez. Tam
tersine birtakım merasimlerde ve bayramlarda, insanların inançlarına, ibadetlerine ve
hayatları ile ilgili bazı hususlara ilişkin bir bakıştır. İran, mevcut uluslararası sisteme
göre hareket etmekte olup, Birleşmiş Milletler ve İslam Birliği Teşkilatı gibi
devletlerarası veya bölgesel örgütlere kapitalist sistem esasına göre üyedir.
Devletlerarası ilişkilerinin hiçbiri İslam esasına göre değildir. Bu nedenledir ki İran
devletinin özel bir Risalet’inin ve İslam’dan kaynaklanan muayyen bir projesinin
bulunduğu söylenemez. Bilakis İran yönetiminin vakıasının, milliyetçi ve vatancı bir
kimliğe sahip olduğu görülmektedir.
İran devleti, resmi mezhep olarak Caferi mezhebini benimsemiştir. Ancak bunu
taşıyacağı bir Risalet ve proje olarak benimsememiş, yönetimini de bu mezhebe göre
kurmamıştır. Anayasasını da buna göre oluşturmamıştır. Anayasasında bu mezhepten
alınmış maddeler bulunmamaktadır. Tam tersine anayasada var olan yönetim sistemi,
dış politika, ordu, emniyet teşkilatı gibi hususlara ait maddelerin tümü kapitalist
sistemden alınmıştır. Dolayısıyla İran; yönetim sistemi, dış siyaset, ordu iç ve siyaset
konularında ne İslam'ı nede Caferiliği esas almıştır. Bu konularda laik kapitalist sistemi
kendisine esas alan İran, hem İslam, hem de Caferiliği bölgesel menfaatleri için
kullanmıştır. Hatta bugün de kullanmaya devam etmektedir. Onun bu durumu,
sistemin çıkarlarını gerçekleştirmek için Hicaz topraklarında yaygın olan Hanbeli
mezhebini kullanan Suudi yöneticilerine benzemektedir. Ancak İran, mezhepçilik
boyutunu, kendisine tabiler ve destekçiler kazanmak veya onlarla çalışmaya hazır hale
getirmek için kullanmaktadır. Onlarda mezhep milliyetçiliği duygularını kışkırtmakta
ve böylelikle Caferi mezhebine veya Şiiliğe hizmet için değil, milli çıkarlarına hizmet
etmek için onları kolayca kullanmaktadır. İran’ın milli çıkarları gerektirmedikçe, Caferi
mezhebine veya Şia’ya herhangi bir yardımda bulunmaması bunun delilidir. Mesela O,
Amerika’ya tabi, laik bir yönetim olan Irak ve Suriye yönetimlerini desteklemektedir.
İran, milli çıkarları ile çeliştiğinde mezhebi yöne önem vermemektedir. Azerbaycan,
1989 yılının sonlarında Sovyetler Birliğinin boyunduruğundan kurtulmak istemiş ve
insanlar birleşmek için İran sınırına yığılmışlardı. Rusya ise 1990 yılının başında Bakü’ye
girmiş, kendilerine tabi olmayan bir yönetimi değiştirmek ve eski komünistlerden olan
uşaklarını yönetime getirmek için katliam yapmıştı. İşte o gün İran, Rus zulmünden ve
komünizm pisliğinden kurtulmak isteyen ve hukukları çiğnenen Müslümanlara yardım
etmemişti. Oysa Azerbaycan nüfusunun büyük bir kısmı İran’ın resmi mezhebine ait
tabilerden oluşmaktadır. Ermenistan, 1994 yılında Rusların desteği ile Azerbaycan’ın
yaklaşık %20’sini işgal ettiğinde ve bir milyondan fazla Azeri, topraklarından göç etmek
zorunda kaldığında da İran, Azerbaycan’a yardım etmemiştir. Bu trajik durum halen
daha orada varlığını devam ettirmektedir. Tüm bunlara rağmen İran, Azerbaycan’a
karşı Ermenistan’la ilişkilerini geliştirmiştir.
İslam'ı tümden esas kabul edip bunun üzerinden siyaset geliştirmesini bırakın, İran,
eğer gerçekten söylediği gibi Caferiliği esas almış olsaydı, 1989 yılında Sovyet Rusya'nın
boyunduruğundan ve komünizmin tüm pisliklerinden kurtulmak için İran'a yaklaşıp
destek görmek isteyen Azerbaycan halkına yardım ederdi. Bilakis İran, kendisi ile
mezhebi birlikteliği olan ve kendisine yaklaştığı ve destek beklediği apaçık olan
Azerbaycan halkının yanında değil, bu halkı Komünist ajanlar yolu ile yönetmeyi
isteyen Rusya'nın yanında olmuştur. İşte İran'ın ne İslami, ne de mezhebi olmayan
siyasetinin gerçeği, buradan açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
3- İRAN ANAYASASI NEDEN İSLAMİ DEĞİL
İran Anayasası ile ilgili değerlendirmeyi yapmadan önce bir devlet ne zaman İslâmî
bir devlet olur, bir Dâr ne zaman Dâr-ul İslam olur ve bir Anayasa ne zaman İslâmî
Anayasa olur konularına açıklık getirmek gerekmektedir:
Bir devletin İslami bir devlet olabilmesi için üç şart gerçekleşmelidir:
1. Devlet, İslami akide’ye dayanmalıdır.
2. Anayasa ve kanunları meydana getiren her unsur, bu akideye bina edilmelidir.
3. Bütün kanaatleri, kavram ve ölçüleri İslami akideden fışkırmalıdır.
Bir memlekette şu iki şart gerçekleşmedikçe, o yer Dâr-ul İslam olamaz.
1. Her bölgesine İslam Ahkâmı’nın tatbik edilerek o yer, İslam Sultası (Otoritesi) ve
Hâkimiyeti altında bulunmalıdır.
2. Oranın emniyeti, güvenliği Müslümanların güç ve sultasıyla sağlanmış olmalıdır.
Bir anayasanın, İslami Anayasa olabilmesi için de ŞU iki şart var olmalıdır.
1. İslami Akide temeli üzerine oturmalıdır.
2. Her maddesi; Allah’ın Kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den ve Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in Sünnetinden veya bu ikisinin gösterdiği ölçülerden (Sahabe İcması ve
Kıyas) olmalıdır.
Her şeyden önce şunu söylemek gerekir: 1979 devrimini İslami bir devrim olarak
göstermeye çalışan İran'ın hazırladığı Anayasa, bütün Müslümanları kapsayıcı nitelikte
hazırlanmış bir Anayasa değildir. Bu Anayasa, küfür nizamları altında ezilen bütün
Müslümanları birleştirecek, onların yaşadıkları bütün İslam memleketlerini tek bir parça
haline getirecek, hepsini kaynaştırarak tek bir Devlet yapacak ve bütün Müslümanların
Halifesi olacak bir başkanın hükmüyle idare edilecek İslâmî bir Devletin anayasası
olacağı düşüncesi ile hazırlanmamıştır. Aksine İslam Devleti’nin anayasası olarak
hazırlayacağı yerde, Kavmi (Milliyetçi) bir devletin yani İran Devleti’nin anayasası
olarak hazırlamıştır. Bunun için anayasada geçen birçok ibarede, bu anayasanın İran
Cumhuriyeti’nin anayasası olduğu, Devlet başkanının, bakanların ve meclis üyelerinin
İranlı olmalarının şart olduğu ifade ediliyor. İranlı olma şartı her bölümde belirtilmesine
ayrı bir özen gösterilmiş. Anayasa, devletin bayrağını İran Bayrağı ve yazı ile
haberleşmede Farsçayı resmî dil olarak kabul etmiştir. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi
bu anayasa, İslami bir devletin değil, aksine bir kavmin anayasası olarak görülmüştür.
Çünkü İslami bir anayasa, kavmiyet açısından içinde hiçbir ibare taşımamalı ve bütün
maddeleri şer’i hükümlerden almalıdır. Aynı zamanda böyle bir anayasa, bir cemaate
veya gruba değil, bütün Müslümanlara şamil olmalıdır.
İran Anayasasının hazırlanmasında İslami Akide temel olarak alınmadığı için, haliyle
maddeleri de İslami Akide’den kaynaklanmamıştır. Bundan dolayı, bu maddeler
Allah’ın Kitabı ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sünnetinden alınmamıştır. Ancak
bazı maddelerde İran’da resmî dinin İslam olduğu ifade ediliyor. Bazı maddeleri de
tevhid nizamına, İslam ahlâk ve manasına işaret ediyor. Anayasanın içerisinde İslam
adına olan şey işte sadece bu kadardır. Zira anayasanın hazırlanmasında Batı’da ve
Amerika’daki kanun çıkartma, hâkimiyet ve kanun uygulama yetkilerini millete veren,
halkı tek yetki kaynağı kabul eden, Batı demokrasisi mefhumu esas alınmıştır. Batı’daki
tüm anayasalar, bu temel esasa göre hazırlanırlar. Onlara göre bütün yetki, milletindir.
Hâlbuki İslam, demokrasi kavramını, küfür kavramı olarak kabul etmektedir. Ona
dayanan tüm anayasaları ve anayasa hükümlerini küfür kabul etmektedir. Çünkü
bunlar, İslami Akide’den alınmadığı gibi, Kitap ve Sünnet’ten de kaynaklanmamışlardır.
Bunlar; beşeri yani insanın yaptığı kanunlardır. Durum böyle iken, anayasanın
hazırlanmasında, demokrasinin bu mefhumundan, ondan kaynaklanan anayasalardan
ve yine Batı’nın kanun ve nizamlarından ilham alındığını, anayasanın hemen hemen
bütün maddelerinde görmek mümkündür.
İran anayasasında, eğitim ve öğretimin eşit bir şekilde bütün insanlara devlet
tarafından yaygın hale getirilmesinin, devletin görevleri arasında olduğu belirtirken,
devletin gereğine göre hareket edeceği eğitime ait herhangi bir siyasi görüş ortaya
konulmamıştır. Anayasa, eğitim programının esasını beyan etmediği gibi, eğitimin
gayesine yönelik herhangi bir açıklıkta getirmemiştir. Hâlbuki bütün insanların belirli
bir şekilde istifade etmeleri için, bu konuda açık bir siyasetin benimsenmesi şarttır.
Ayrıca bu anayasanın bazı maddelerinde iktisadi ve mali konulara değiniliyorsa da,
devletin tatbik etmesi gerekli olan iktisadi nizamın çeşidi izah edilmemiştir.
Uygulanacak iktisadi nizamın İslami, Kapitalist veya Komünist bir iktisadi nizam
olacağına dair, herhangi bir açıklık getirilmemiştir. Oysa bu hususun da bütün
açıklığıyla izah edilmesi vaciptir.
İşte bu kısa izahatlar, temeller ve esaslar babından İran anayasasının İslami
olmadığının kanıtıdır. Bu konuda yani İran anayasasının tüm maddelerinin detayları
hakkında daha derinlikli bir bilgiye sahip olmak için Hizb-ut Tahrir'in 1979'da
hazırladığı “İran Cumhuriyeti Anayasa Tasarısının Tenkidi” adlı kitabı
inceleyebilirsiniz. [ http://islamdevleti.info/kitaplar/Iran_Anayasasinin_Tenkidi/index.htm]
İRAN AMERİKA İLİŞKİLERİ
1- ABD'NİN İRAN DEVRİMİNDEKİ ROLÜ
İran-Amerika ilişkileri, sanıldığı gibi sadece 2013 sonu Obama-Ruhani yakınlaşması
ile başlayan ilişkilerden ibaret değildir. Bu ilişkinin geçmişi, devrim yıllarına ve hatta
daha evveline dayanır. Zira Humeyni'nin Fransa'nın "Nofel Loshato" bölgesinde
bulunduğu sırada Beyaz Saray'dan delegeler onu ziyaret etmişler ve Humeyni ile
Amerika, işbirliği üzerinde anlaşmaya varmışlardı. Hatta o günkü Amerikan gazeteleri,
bu husustan ve orada yapılan toplantılardan açıkça bahsetmişlerdir. Nitekim devrime
yönelik ABD'nin rolünün varlığını, İran'ın ilk Cumhurbaşkanı Ebu'l Hasan Beni Sadr'ın
2000 yılında el-Cezira kanalında itiraf ettiğini yukarıda söylemiştik.
İran devrimi üzerinde ABD'nin büyük çapta rolünün olduğunu ve hatta devrim
yıllarında İran'da binlerle ifade edilen Amerikan ajanının faaliyette olduğunu bağımsız
birçok kaynak dile getirdi. Ayrıca bazı ciddi dış politika yazarları da bu önemli ilişkinin
farkındalığında kitap ve makaleler yazdılar. Ancak bu farkındalık, Türkiye'deki ve tüm
dünyadaki Müslümanların genel kamuoyunu doğru yönde etkileyecek düzeyde olmadı.
İran-Amerika ilişkilerinin toplum tarafından nasıl algılanması gerektiğine karar veren
ve bu konuda toplumları yönlendirenler, kapitalist güçler ve onların güçlü medya
ayaklarıydı. Dolayısıyla İran ile ABD arasındaki bu kadim ilişki kapalı kaldı. Bu ilişkinin
açığa çıkması için İran'ın ve ABD'nin bölgede yürüttüğü siyasi politikalara bakmak ve
bu politikalardaki gizli ilişkinin kapılarını aralamak gerekmektedir. Tabi bu ilişkiyi
oluşturmak, hem ABD, hem de İran için çok kolay olmadı. Çünkü uluslararası
kamuoyunda hem iki ezeli düşman olarak gözükeceksiniz, hem de bölge siyaseti
üzerinde işbirliğinizi devam ettireceksiniz. Bu her iki taraf için de zor bir durumdu.
1979 İran devrimin öncesinde ve sonrasındaki atmosfer ve kamuoyu, Amerikan
karşıtlığı ile doldurulmuş, halkın trajedilerinden Amerika sorumlu tutulmuş, Şah'ı ve
zulümlerini desteklemekle suçlanarak Amerika, büyük şeytan olarak nitelendirilmişti.
Bundan dolayı devrim sonrası ilk İran yöneticileri, her iki taraf arasında doğrudan
görüşmelerin ve diplomatik ilişkilerin yeniden başlamasını hemen ilan edemediler.
Özellikle Paris’te iken Amerika'nın Humeyni ile bağlantılar kurduğunu ve Humeyni
devrimine müdahale etmemesi için Amerika'nın İran ordusuna baskı uyguladığını
açıklayamadılar. Lakin tüm bunlar gizli kalmadı. Bundan dolayı İran rejimi,
Amerikalılarla masaya oturmaya gerekçeler oluşturmak için, Amerika ile sıcak olaylara
ihtiyaç hissetti. Bu amaçla 04.10.1979 tarihinde Humeyni'nin konumunu güçlendirmek,
muhaliflerine darbe indirmek ve her iki taraf arasındaki ilişkilerin gerçeğini örtmek için
İran ile Amerika arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesiyle sonuçlanan Amerikan
Büyükelçiliği'ndeki rehine olayı tertiplendi. Nitekim daha sonra Amerikan kaynakları,
bunun Amerika'nın tertip ettiği bir tiyatro olduğunu söylediler. Aynı şekilde Hasan
Beni Sadr, el-Cezire ile yapmış olduğu röportajda "bunun Amerikalılar ve planlarıyla
yapılan bir anlaşmayla olduğunu ve Humeyni'nin de buna ikna olmasından sonra
gerçekleştiğini" söylemiştir.
Daha sonra her iki taraf arasında 20.01.1981 tarihinde Cezayir Anlaşması olarak
bilinen anlaşma imzalandı ve bu anlaşma gereği rehineler serbest bırakıldı. Bu anlaşma,
Amerikan Başkanı Reagan'ın Amerika'da iktidar dizginlerini devraldığı gün meydana
gelmiştir. Tarafların karşılıklı saygı içerisinde olması, üçüncü bir tarafın belirlenip
yetkilendirilmesi yoluyla her iki ülkenin çıkarlarının korunması, yeni rejimin İran'ın
dondurulmuş varlıklarından talep ettiği 12 milyar doların geri verilmesi gerektiğini
anlaşma metnine yazması, Amerika’nın Humeyni liderliğindeki yeni rejimi zımnen
tanıdığı anlamına gelmekteydi.
İran yöneticileri, o zamandan bu yana bu ilişkilerin yeniden başlaması için
atmosferler oluşturmak için çalışmakla birlikte, bizzat İranlı yetkililerin ifadeleri ve
açıklamalarına göre her ikisi arasındaki gizli bağlantılar ve yardımlaşma kesilmemiş ve
bu hal üzere şu ana kadar da devam etmiştir. Sanki her iki ülke arasındaki bu durumun
korunması, her ikisinin de faydasına gibidir. Zira İran, Amerika'nın düşmanıymış gibi
görünmekte, böylelikle de Amerika ile çalıştığını, sömürgecilik projeleri kapsamında
Amerika ile birlikte hareket ettiğini ve bu projeleri uygulamak için yardımcı bir faktör
olduğunu gizlemektedir. Aynı şekilde Amerika da İran'a düşmanmış ve ona karşı
çalışıyormuş gibi görünmekte, böylelikle de Amerikalıları ve Yahudileri kontrol altına
almakta, bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirmek için Amerika’daki ve Batı'daki İran'a
düşman olan kamuoyunu aldatmaktadır.
Cumhuriyetin ilan edilmesinin hemen ardından İranlılar tarafından göreve getirilen,
ancak daha sonra Amerikan ajanı olmakla suçlanan Cumhurbaşkanı Beni Sadr gibi bazı
yöneticilerin, durumlarının açık edilmesinin ve düşürülmesinin nedeni; o dönemde
İran'da, Amerika ile ilişkileri olan ve onu devirmek için çalışan güçlü bir muhalif akımın
olmasıdır. Nitekim bazen reformcular ve ılımlılar olarak, bazen de muhafazakârlar ve
fanatikler olarak nitelendirilen Cumhurbaşkanları, birbirlerini takip etmiştir. Bazen sert,
bazen de yumuşak konuşmalara rağmen İran politikasında hiçbir değişime tanık
olunmamış ve geriye, pratiği olmayan ve vakıaya intibak etmeyen sözler kalmıştır.
Aynı şekilde Amerika’da da bazen Cumhuriyetçiler tarafından yapılan sert
konuşmalara ve İran’ı şer eksenindeki ülkeler listesine koymalarına, bazen de
Demokratlar tarafından yapılan yumuşak konuşmalara rağmen, Amerika'nın İran'a
karşı tutumu hiç değişmemiş ve İran'a karşı herhangi bir ciddi adım atılmamıştır.
Nitekim yeni İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, hükümeti oluşturduğunda şöyle
dedi: "Hükümetim, dış politikasında tehditlerin engellenmesini ve gerginliklerin ortadan
kaldırılmasını benimseyecektir." [Reuters/12.08.2013] Hasan Ruhani Dışişleri Bakanlığı görevine,
Birleşmiş Milletler eski Büyükelçisi olan, eğitimini Amerika'da tamamlayan, temel
olarak Washington ve Tahran arasındaki zayıf ilişkilerin üstesinden gelme girişiminde
bulunmak için birçok gizli müzakere turlarına katılan Muhammed Cevad Zarif'i
seçmiştir. Ayrıca Ruhani, seçilmesinin ardından şöyle diyerek daha net bir açıklamada
bulunmuştur: "Bizler, İran ile Amerika arasında daha fazla gerilim görmek istemiyoruz.
Mantığımız bize, gelecek için daha fazla düşünmeye ve geçmiş sorunlar hakkında çözümler
oluşturmak ve işleri yeniden düzeltmek için oturmaya çalışmaya ihtiyaç olduğunu bize haber
vermektedir." [Reuters/ 17.06.2013]
Amerikan Başkanı Obama da ona şöyle cevap vermiştir: "Amerika, uluslararası
toplumun İran'ın nükleer silahları hakkındaki endişeleriyle tam bir şekilde başa çıkmak için
diplomatik bir çözüme ulaşmak amacıyla İran hükümetiyle doğrudan görüşmeler yapmaya hazır
olmaya devam edecektir." [Reuters/ 17.06.2013]
2ABD
İLE
ORTADOĞU
UYUMLULUKLARI
VE
BÖLGESEL
SİYASETTEKİ
İran’ın bölgede uyguladığı siyasi çalışmaların tümü, vakıası itibariyle Amerikan
projeleriyle uyumludur. Şimdi bu politikaları maddeler halinde sıralayarak İran-ABD
ilişkisinin gerçeğini ortaya koyalım.
1- Lübnan: İran Lübnan'da kendisine ait ve kendi mezhebini takip eden bir parti
(Hizbullah) kurup silahlandırmış ve böylece orada, Lübnan ordusundan ayrı özel bir
ordu haline gelmiştir. Nitekim Lübnan rejimi, bu partiyi ve silahlarını kabul etmektedir.
Aynı zamanda Lübnan rejiminin Amerikan politikasını takip ettiği de çok açık
bilinmektedir. Dolayısıyla Lübnan rejimi, İran'ın partisi (Hizbullah) dışındaki partilerin
silah taşımalarına izin vermemekte veya diğer partilerin silahlı olmalarını da kabul
etmemektedir. Hatta Lübnan'daki İran partisi, İran'ın yaptığı gibi Amerika ile irtibatlı
olan Suriye rejimine açık destek vermektedir. Amerika ise İran partisinin, laik Beşşar
Esed rejimine destek vermek için Suriye'ye müdahale etmesine izin veren Lübnan
rejimini engellememekte, dolayısıyla da Amerika bu partinin Lübnan ordusu tarafından
engellenmeksizin Suriye'ye müdahale etmesini zımnen onaylamaktadır.
2- Irak: Amerika, 2004'te Irak’ı işgal ettiğinde beklemediği bir direnişle karşılaşmıştı.
İran, Şia mezhebine tabi olanları Amerikan işgaline ve kurulan kukla yönetime
meşruiyet kazandırmak için ve direnişin karşısında duran bir tavır takınması
konusunda yönlendirdi. Özellikle 2005 yılından sonra İran destekli İbrahim Caferi,
sonra da Maliki liderliğindeki koalisyon partilerinin iktidara ulaşmalarına, Amerika
tarafından izin verildi. Bu hükümetler Amerika tarafından kurulmuş ve onunla irtibatlı
olan hükümetlerdir. İran tarafından desteklenen Maliki hükümeti, Amerika’nın resmi
olarak Irak işgalinin sona ermesinden sonra Amerika’nın nüfuzunu korumak için
Amerika ile güvenlik ve stratejik işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. İranlı sorumluların
Irak’ın işgal edilmesinde ve Irak’ta Amerikan nüfuzunun istikrarını temin etmek üzere
Amerika ile yardımlaştıklarını itiraf etmeleri, İran’ın rolünü ve Amerika ile ittifakını
göstermektedir. İşgalden sonra İran, hemen Irak’ta bir elçilik açmış ve işgalin zirvede
olduğu bir dönemde, 2005 yılında İran Dışişleri Bakanı Kemal Horazi Caferi’nin
seçilmesinin hemen ardından Bağdat’ı ziyaret etmiştir. Her iki taraf da Irak’ta terörün
eleştirilmesi adı altında işgale karşı direniş çalışmalarını eleştirmiş ve kınamışlardır.
Caferi’nin İran’ı ziyaretinde, aralarındaki güvenliğin temelleri için istihbarat alanında
yardımlaşmak, sınırların ve geçişlerin kontrolü, Basra’nın İran elektrik şebekesi ile
bağlanması ve Basra ile Abadan arasında petrol boru hatlarının inşası gibi sayısız
anlaşma imzalanmıştır.
Amerika’ya ve Yahudilere karşı çok kere fırtınalar kopartan, fakat hiçbir sözünü
eyleme dönüştürmeyen Ahmedi Necad, doğrudan işgal altında iken 2008 yılında İran
Cumhurbaşkanı olarak Irak’ı ziyaret etmiştir. Aynı zamanda İran Cumhurbaşkanları
arasında, Amerikan işgali altında iken Irak ziyaretleri ile Amerikan çizgisine en fazla
yaklaşan kişi Ahmedi Necad’tır. Necat, Amerika’ya tabi olan ve Amerika’nın Irak’taki
nüfuzunu koruyan Maliki yönetimine olan desteğini yenilemek için, görevden
ayrılmadan iki hafta önce de Irak’ı tekrar ziyaret etmiştir. Yine Necat, 2010 yılında
Amerikan işgalinin gölgesi altında iken Afganistan’ı da ziyaret etmiş ve Amerikan
işgalinin hizmetçisi olan Karzai’ye desteğini sunmuştur.
3- Afganistan: İran, Afganistan’da Amerikan işgalini desteklediği gibi, Amerika’ya
hizmet etmek maksadıyla kurulan Karzai hükümetinin çıkardığı anayasayı da
desteklemiştir. Nitekim İran’ın eski Cumhurbaşkanı Rafsancani; “Şayet Taliban ile savaşta
bizim güçlerimizin yardımı olmamış olsaydı, Amerikalılar Afganistan bataklığında
boğulurlardı.” ifadesiyle bunu teyit etmiştir. [Şark’ul Evsat Gazetesi/2 Eylül 2002]
Hatemi döneminde parlamento işlerinden sorumlu İran Cumhurbaşkanı yardımcısı
Muhammed Ali Ebtahi, 13.01.2004 günü akşamında Abu Dabi emirliğinde düzenlenen
“Körfez ve Geleceğin Meydan Okumaları” başlıklı konferansında şöyle demiştir: “Eğer
İran’ın yardımları olmamış olsaydı, Kabil ve Bağdat bu kadar kolaylıkla düşmezdi. Ancak bizler
ödülü hak ettiğimiz halde şer ekseni haline geldik.” [İslamonline.net/13.01.2004]
Ahmedi Necad, Birleşmiş Milletler Teşkilatı toplantıları münasebetiyle New York
Times gazetesinin 26 Eylül 2008 tarihinde kendisi ile yapmış olduğu mülakatta bu
türden ifadeleri birçok kez tekrarlamış ve şöyle demiştir: “Afganistan’la ilgili olarak İran
Birleşik Devletlere yardım elini uzatmıştır. Bu yardımlar neticesi ise Amerikan başkanının bize
karşı doğrudan askeri saldırı tehditleri olmuştur. Yine ülkemiz Irak’ta sükûnetin ve istikrarın
sağlanması hususunda Amerika’ya yardımlarda bulunmuştur.”
4- Suriye: İran'ın Suriye rejimi ile olan ilişkisine gelince; bu, geçen asrın seksenli
yıllarının başındaki ilk intifadanın patlak vermesinden beri süren eski bir ilişkidir. Zira
bu dönemde İran, Müslüman Suriye halkına baskı uygulayan Suriye rejimine destek
vermiştir. Bunu ise Esed ailesi liderliğindeki rejimi destekleyen Amerika'nın projesi
kapsamında ve Suriye rejimini korumak için yapmıştır. İran, Suriye'nin kendisiyle
savaşan, İslam ile hiçbir ilgisi olmayan, dahası İslam ve ehliyle savaşan Saddam
rejiminin türettiği Baascı, milliyetçi ve laik bir rejim olduğunu bilmekte ve onun
Amerika ile olan bağlantısının da farkındadır. Dolayısıyla Müslümanların haklarını
savunmayı üstlenmemiş, bilakis bunun aksini yaparak onlarla savaşmış, mücrim küfür
rejimine yardım etmiş ve hala da bunu yapmaya devam etmektedir. Ayrıca İran rejimi,
katil Suriye yönetimi ile olan sağlam ilişkilerini korumakta ve bu ilişkileri, askeriyeyi,
ekonomiyi ve siyaseti kapsamaktadır. Nitekim İran, Esed rejimini desteklemek için
birçok silah transferi yapmış ve Suriye'de enerji rezervlerinin olmaması nedeniyle ona
ucuz fiyata doğalgaz temin etmiştir. Esed rejimi çöküşün eşiğinde iken, İran'ın Suriye
ayaklanmasına müdahale etmesi, özel siyasi ilişkiler olarak mülahaza edilebilir. Zira
İran'ın, Devrim Muhafız Güçlerini, İran partisi güçlerini ve İran'a bağlı Malikî milislerini
gönderme şeklindeki müdahalesi olmamış olsaydı, evet bunlar olmamış olsaydı, Esed
ve rejimi çöküp giderdi. Nitekim el-Kusayr ve Humus katliamları, el-Guta'daki
kimyasal katliamlar ve diğer katliamlar, bu müdahalenin tanıklarıdır.
5- Yemen: İran, bölgede Amerika’nın etkisinde olmayan devletlere karşıda bir duruş
sergilemiş ve onlarla mücadele etmiştir. Mesela Yemen’de Hûsi cemaatini
yönlendirerek, İngiliz etkisi altındaki Ali Abdullah Salih’e karşı çıkmaları için onları
silahlandırmış ve ayaklandırmıştır. İşte İran, Yemen konusunda Amerika ile aynı
şekilde düşünmekte ve davranmaktadır. Yine İran, Yemen’in güneyinde Amerika’ya
dost laik bir yönetimin kurulması için Amerikan ajanlarından olan ve Yemen’de ayrılık
çağrılarında bulunan laik güney hareketlerini de desteklemiştir.
6- Nükleer Programlar ve “İsrail”: Bu mesele, yıllardır yerinde saymaktadır. Hem de
Avrupa'nın destekleyip teşvik ettiği Yahudi varlığının, bu yıllar içerisinde birçok kez bu
programları vurmakla tehdit etmesine rağmen. Ancak Amerika, Yahudi varlığının
karşısında durmuş ve onun bunu yapmasını engellemiştir. Hatta bugün, hala Yahudi
varlığını engellemeye devam etmektedir. Nitekim Amerikan Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Martin Dempsey, 12.08.2013 tarihinde bu maksat için Yahudi varlığını ziyaret
etmiştir. Zira Kuveyt Haber Ajansı [KUNA], 12.08.2013 tarihinde Yahudi varlığının ordu
radyosundan şu sözleri aktarmıştır: “Dempsey'in ziyareti, Amerika Hava Kuvvetleri
Komutanı General Mark Welsh'in "İsrail'e" yaptığı tam bir hafta süren ve her iki tarafın da
görüşmelerde dönenlerin doğası hakkında konuşmaktan kaçındığı benzer gizli bir ziyaretin
ardından gerçekleşmiştir. Nitekim Welsh'in ziyareti, bölgedeki gerginliği ortasında ve "İsrail'in"
İran'ı vurma tehditlerinin ardından olduğu için Amerika'nın talebi üzerine gizli tutuldu.”
KUNA Ajansı şöyle bir eklemede bulunmuştur: “Analistler, Amerikan ordu
komutanının, yakın gelecekte İran'a karşı dramatik kararlar alınmasının engellenmesi ve Hasan
Ruhani'nin İran Cumhurbaşkanı olarak atanmasının ardından diplomatik bir şans verilmesi için
ev sahibini ikna etmeye çalışacağına inanmaktadırlar.” Zira Amerika, Yahudi varlığının 1981
yılında Saddam döneminde yapım aşamasında olan Irak'ın nükleer reaktörlerini
vurmasına izin vermiş, ancak o, bu varlığın uranyumu zenginleştirmeye başlayan
İran'ın nükleer reaktörlerini vurmasını engellemiştir. Hatta İran’ın uranyumu
zenginleştirme oranı %20'ye kadar ulaşmıştır. Bu da Amerika'nın, bölgede kendi çıkarı
için çalışan İran rejimini koruduğunu, Körfez ülkelerindeki nüfuzunu yoğunlaştırmak
için İran'ın Körfez ülkelerini korkutan bir sopa olarak kalmasını istediğini ve bölgedeki
nüfuzunu korumak için İran'ı kullanmaya çalıştığını göstermektedir.
Biraz geriye dönecek olursak, 2003 yılının başından bu yana süren nükleer
görüşmelerin vakıasında, Amerika'nın nükleer tesislere yönelik herhangi bir fiili icraatta
bulunmaksızın yaptırımlara odaklandığını, Avrupa Birliği'ni engellendiğini, Yahudi
varlığına öfkelendiğini ve her defasında Amerika'nın, herhangi bir askeri icraatta
bulunmaksızın meseleye çözüm olarak ek yaptırımlar sunan görüşmeler yaptığını
görürüz. Nitekim Amerika, “İsrail'in” korkularını yatıştırmak için defalarca müdahalede
bulunmuştur. Zira Amerika, İran rejiminin var olmasını, nükleer konusunun nükleer
bombaya dönüşmeyecek ve aynı zamanda kesin olarak da son bulmayacak şekilde
kışkırtıcı olarak kalmaya devam etmesini, dahası daha önce söylediğimiz gibi
Körfez'deki Amerikan askerî güçlerinin devamlılığını sağlamak amacıyla İran'ın Körfez
ülkelerini korkutan bir sopa olarak kalmasını istemektedir. Ayrıca Amerika, İran'ı
nükleer silahlardan caydırmak ve ondan korunmak bahanesiyle Türkiye ve Orta
Avrupa'ya füze kalkanının dikilmesinde onu istismar etmektedir!
Nihai olarak, İran'ın ABD ile olan ilişkisi onun dış siyaseti çerçevesindedir. Zaten
ABD'nin İran'ın iç işlerine karışmama şartı, devrim gerçekleşmeden önce kabul
edilmişti. İran'ın dış siyaseti ise Amerika'nın bölgedeki BOP ve İslam ülkelerindeki
çıkarlarıyla uyumludur. Mesela Tahran, Amerika'nın Irak ve Afganistan'daki işgalleri
sonrasında, bu ülkelerde istikrarın gerçekleşmesi için Washington'a yardım etmiştir.
Dolayısıyla İran, Afganistan'da, Suriye'de, Lübnan'da, Yemen’de ve Irak'ta, Amerika'nın
çıkarlarına hizmet etmek için çalışmaktadır. Bölge dışında ise şunlar söylenebilir;
Amerika, kendi füze kalkanı programlarının propagandasının yapılmasında, Körfez
İşbirliği Konseyi [KİK] ülkelerini dengeli olmayan güvenlik anlaşmalarına bağlamada
ve aynı şekilde Körfez ülkelerine İran korkusuyla milyarlarca dolarlık silahlar satmada,
İran'ın davranışlarını istismar etmeyi başarmıştır!
Özetle İran, Amerika ile birlikte hareket etmekte olup, bu seyrinin ne anlama
geldiğini ve sınırlarını bilmektedir. Bunu da gizlemek için bazen Amerika’ya karşı gibi
görünerek ses çıkarmaktadır. Bu sebeple Amerika, bugüne kadar İran rejimi değiştirmek
için herhangi bir çalışmaya gerek duymamıştır. Nitekim 12 Aralık 2008 tarihinde Robert
Gates, Bahreyn'de yaptığı konferansta şöyle demiştir: "Hiç kimse İran'daki rejimi
değiştirmek için çalışmıyor... Bu bağlamda bizler, politikalar ve davranışlarda bir değişim
oluşturmalıyız. Şöyle ki; İran, istikrarsızlığın ve şiddetin kaynağı olmak yerine bölge ülkeleri için
iyi bir komşu olmuştur."
NÜKLEER SİLAH VE İRAN'IN NÜKLEER FALİYETLERİ
1- NÜKLEER SİLAH VE BU SİLAHA SAHİP OLAN ÜLKELER
İkinci dünya savaşından sonra Amerika, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki
şehirlerini nükleer bombalarla vurduğunda, nükleer silah asrını da başlatmış oldu. Bu
silah ve kuvvetler dengesinde oluşturduğu yıkıcı, öldürücü güç, bunların zayıf taraf
üzerinde istenilen şartların kabul ettirilmesi imkânını sağladığı. Bundan dolayı
Rusya’nın nükleer bombanın ardından hidrojen bombasını geliştirmeyi hızlandırdığını,
Rusya’nın ardından İngiltere ve Fransa’nın, sonra da ise Çin’in nükleer silahları
geliştirme işine girdiklerini görmekteyiz.
Tüm insanlığı öldürmeye yetecek miktarda, Amerika ve Rusya’nın geliştirip ürettiği
bu öldürücü silah, insanların tepelerindeki öldürücü korkunun adresi oldu. Bu haliyle
teknoloji ve bilim, bir nimet olacağı yerde, adeta bir zulüm vesilesi haline geldi.
Siyasi strateji açısından nükleer silaha sahip olmak, devletin büyüklüğüne ve buna
bağlı olarak da devletlerarası siyasette büyük devletler sınıfında yer almasına işaret
eden bir adres oldu. Bu durum bu devletleri nükleer silah tekelini ellerinde tutmaya ve
kendileri dışında da bunun yayılmasını engellemeye teşvik etti. Buradan hareketle
Amerika, İngiltere ve Rusya, 1 Temmuz 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını
Önleme Antlaşmasını imzaladılar ve onaylanmasının ardından da 5 Mart 1970 yılında
anlaşma yürürlüğe girdi. 1992 yılında ise Fransa ve Çin de anlaşmayı imzaladılar. Bu
anlaşma, nükleer silahların adı geçen beş devletin tekelinde olmasını garantileyen
esasları koydu. Zira bu devletler, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyinde veto hakkına da sahiptir.
Bu beş devletin dışında nükleer silah projesine sahibi olan Hindistan, Pakistan,
“İsrail” ve Kuzey Kore’ye gelince…
Amerika “İsrail” ve Hindistan’ın nükleer silaha sahip olmasına engel olmadı, hatta
olmasını destekledi. “İsrail” savunma bakanı Barak, “nükleer silahların yayılmasını
yasaklayan anlaşma kapsamına “İsrail”in dâhil edilmesi için baskı kurulmasına yer yoktur”
şeklinde bir açıklama yaptı. Çünkü Amerika, Raşidi Hilafet ile Müslümanların
birlikteliğini engel olması için Batının bir ön savunma hattı olarak “İsrail’in” olmasını
istemektedir. Müslümanların topraklarındaki “İsrail” devletinin varlığının, onların
vahdetini engelleyeceğini düşünmektedir. Öngörülebilir gelecekte Amerika’nın,
“İsrail’den” nükleer silahları kaldırmasını istemesi ve etkin yaptırımlar koyması gibi bir
tasarrufta bulunması beklenmemektedir.
Hindistan’ın nükleer silahları yasaklayan anlaşmayı imzalamamış olmasına rağmen
Amerika, Hindistan ile teknik yardımlaşma anlaşmasını imzaladı ve nükleer
programlarını genişletti. Amerika, Hindistan’ın Pakistan’a karşı üstünlük sağlamasını
istemektedir. Başka yönden ise Amerika, Hindistan’ın Çin sınırlarında nükleer bir
devlet olarak kalmasını ve Çin’in tehlikelerle meşgul edilerek gücünü bölgesel olarak
sınırlandırmak istiyor.
Batı, Pakistan’ın nükleer silahını medya organlarında “İslami bomba” olarak
isimlendirmekte ve bunu aşırı İslami hareketlerin varlığı ile irtibatlandırmaktadır.
Amerika, jeo-stratejik hedefini gerçekleştirmek istediği her zaman terör korkusunu
yaymakta, Müslümanlara karşı baskı ya da yaptırım uygulamak için de bu yeterli bir
bahane olmaktadır. Amerika’nın fiilen ortaya koyduğu çaba, eğer güç yetirebilirse
Pakistan’daki nükleer silaha ve Pakistan’ın nükleer silahtan arındırılmasına el koyma
çalışmasıdır.
2- İRAN'IN NÜKLEER FAALİYETLERİ
İran Şah zamanında Fransız ve Alman şirketleriyle yardımlaşarak nükleer çalışmalara
başladı. 1970 Şah döneminde nükleer silahların yayılmasını yasaklayan (NPT)
anlaşmasını imzalamıştı. 1995 yılında Cumhurbaşkanı Rafsancani zamanında Rusya ile
Nükleer İşbirliği anlaşmasını imzaladı. 1997-2005 yılları arasında Cumhurbaşkanı
Hatemi döneminde de İran’ın nükleer programına devam etti.
İranlı muhalifler, İran’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) henüz
ulaşmadığı nükleer faaliyetlerin ve gizli nükleer tesislerin bulunduğunu
söylediklerinde, İran ile Avrupa devletleri (İngiltere ve Fransa) arasında 2003 yılında bir
kriz başladı. Bu tarihten itibaren de İran’ın nükleer çalışmaları hakkında İran ile Avrupa
devletleri arasında başlayan üçlü görüşmelere Rusya ve Çin’de katıldı. Bu süreçte İran,
2003 Ekim ayında Nükleer Silahların Yayılmasını Yasaklayan ek protokolü imzaladı.
İran’ın nükleer sorunu hakkında İran ile Avrupa devletleri arasında görüşmeler
devam etti. Amerika ise yıllarca bunu uzaktan gözlemledi. 23 Aralık 2006 tarihinde
devletlerarası güvenlik konseyinden karar çıktığında ise, Amerika meseleye doğrudan
müdahil oldu. Böylece İran nükleer dosyasını ele alan komisyon 5+1 yani güvenlik
konseyinin daimi üyeleri ve Almanya olarak isimlendirildi. Son olarak 24.11.2013
tarihinde 5+1 grubu ile İran arasında, İran’ın nükleer çalışmalarını sınırlandıran
maddelerin yer aldığı bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile ilgili detaylar aşağıdaki
gibidir.
A. İran'ın Anlaşmadaki Taahhütleri:
1- İran, %5 üzerinde uranyum zenginleştirme çabalarını durdurup %5 üzerinde
zenginleştirmek için istenilen teknik bağlantıları parçalayacak. %20'ye yakın
zenginleştirilmiş uranyum stoku seyreltilerek, %5 seviyesine düşürülecek. Anlaşmada
belirtilen süre sonundaki miktar, anlaşma başındakinden fazla olmayacak ve %3,5
düzeyindeki zenginleştirilmiş uranyum fazlalığı oksite dönüştürülecek.
2- İran, herhangi bir ek santrifüj inşa etmeyerek zenginleştirme kapasitelerinde
ilerlemeyi durduracak. Uranyum zenginleştirmek için yeni nesil santrifüj cihazlar inşa
etmeyecek ya da kullanmayacak. Ayrıca uranyum zenginleştirmede kullanılmaması için
Natanz'daki santrifüjün yaklaşık yarısı, Fordo'daki Santrifüjün de dörtte üçünü devre
dışı bırakacak.
3- Arak'taki reaktörler ve plütonyum ekstraksiyon ilerleyişini durduracak. Herhangi
ek bileşenler montaj etmeyecek, herhangi bir yakıt veya ağır su aktarmayacak ve
kullanılmış yakıttan plütonyum ayrıştırma işlemini de yapmayacak.
4- Arak reaktörlerine giriş için denetçilere izin verecek. İran'ın Uluslararası Atom
Enerjisi Ajansı ile güvence sözleşmesi ek protokolü gereğince, istenilen bilgi ve bazı
önemli verileri temin edecek. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Örgütü (IAEA) için
Natanz ve Fordo reaktörlerinde günlük denetime izni verecek ve bu iki reaktörde
zenginleştirme ile ilgili kapsamlı denetimi kontrol etmek için denetçilerin kameralı
girişine de izin verecek.
5- İran, 5+1 devletleri ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı ile çalışmaları izlemek ve
çıkabilecek sorunları çözmek için ortak komisyon oluşturacak. Ortak Komisyon, İran'ın
nükleer programının olası askeri boyutu ve İran'ın Parçin'deki faaliyetleri de dâhil
geçmiş ve şimdiye ait endişeleri çözümlemek için UAEA ile beraber çalışacak.
B. Anlaşma Çerçevesinde İran'ın Kazanımları
1- Büyük devletler tarafından altı ay boyunca ek yaptırım dayatılmayacak. Petrol
ambargosu alanında bazı mevcut yaptırım önlemleri askıya alınacak. İran'ın petrokimya
endüstrisi, otomotiv üretimi, sigorta ve değerli maden ticaretine karşı yaptırımları
hafifletilecek.
2- Beyaz Saray tarafından geçici anlaşmaya ilişkin dağıtılan belgede, “bazı nükleer
programın askıya alınması karşılığında İran'a yaptırım hafifletilecektir” dendi. [24.11.2013
Reuters] Bahsi geçen belgede, İran'ın altın ve değerli maden ticaretinden yılda yaklaşık 1,5
milyar dolar gelir elde edeceği ve İran’ın otomotiv sektörü ile petrokimya ihracatı
üzerindeki baskının da kaldırılacağı yer aldı. Ayrıca İran'dan petrol alımlarının öylece
kalmasına izin verileceği, İran’ın yükümlülüklerini yerine getirdiği takdirde bu
alımlardan doğan 4,2 milyar dolar gelirin transferine müsaade edileceği de geçti. Beyaz
Saray’ın anlaşmanın ticari yolla İran'a yaklaşık 7 milyar dolarlık yaptırım hafifletmesi
getireceği de doğruladı.
C. Nükleer Anlaşma Başarı mı Yoksa Taviz mi?
İran, bu anlaşmayı bir başarı olarak kabul etti. En üst makam Ali Hamaney,
sözleşmeyi överek “Nükleer müzakerecilere bu başarıdan dolayı teşekkür etmek gerekir. Bu
başarının sırrı şüphesiz İlahi gözetim ile İran halkının desteği ve duasıdır.” açıklamasını
yaptı. [İran-Fars Ajansı 25.11.2013] Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İran televizyonu tarafından
29.11.2013 tarihinde yayınlanan röportajında, "İran'ın nükleer haklarından bir parça olan
zenginleştirme hakkı, devam edecektir." dedi ve ardından "Zenginleştirme bugün devam
ediyor, yarın da devam edecektir. Asla da durmayacak, bu bizim kırmızıçizgimizdir." diye de
ekledi. İran Dışişleri Bakanı Muhammet Cevat Zarif de 25.11.2013 tarihinde, bir
televizyon röportajında, “ülkesinin uranyum zenginleştirmeye devam edeceğini” ifade etti ve
“Tahran'ın, bunu Amerikalılar ile konuşacağını da” ekledi.
Anlaşma maddelerine dikkatlice bakan kimse, İran'ın nükleer programı ile ilgili
önemli tavizler verdiğini fark edecektir. Zenginleştirmeyi durdurmak, zenginleştirilmiş
uranyumu %20 düzeyinden %5 düzeyine düşürmek veya farklı bir biçime
dönüştürmek, Batının isteklerinin kabul edildiğini açıkça görür. İran, %5 üzerinde
zenginleştirmeyeceğini, ağır su üreten reaktörlerin faaliyetlerine devam etmeyeceğini,
nükleer silah üretimi için gerekli olan plütonyum üretmeyeceğinin sözünü verdi. Yeni
santrifüj parçaları montaj etmeyeceğini, denetçilere günlük kapıları açacağını, nükleer
tesislerin uluslararası denetim altında kalması için tüm çalışmaların kameraya
kaydedileceğini taahhüt etti. İranlı yetkililerin bu anlaşmayı başarı ve büyük zafer
olarak kabul etmeleri, verilen tavizler gerçeğini örtmek, Amerika'ya olan bağlılıklarını
gizlemek ve halkları tarafından yükselebilecek protesto sesini susturmak içindir.
Açıktan, Amerika ile ilişkiler kurulması yönündeki koşulları hazırlamak içindir. İran'ın
bu tavizleri, ulusal egemenlik ve bağımsızlığına saygı gösterilmesi gerektiği iddiası ile
çelişir. Başka türlü buna nasıl izin verebilir? ABD işgalinden önce Saddamlı Irak’ın
kendini sürekli denetim ve günlük gözetim altına soktuğu gibi buna nasıl müsaade
edebilir? Basiret ve feraset sahibi herkes, bunun başarı olmadığını fark eder. Bu, perde
arkasındaki Amerikan İran ilişkilerini açığa çıkarmak için Amerika ile İran tarafından
siyaset koridorlarında tasarlanmış bir senaryodur. Amaç, İran'ın yaptırım kısıtlamaları
olmadan bölgede kendisine biçilen rolü oynamasıdır.
Bu nedenle Obama'nın, bu anlaşma ile yakından ilgilendiği dikkatlerden
kaçmamıştır. Hatta Obama Kongreden gelebilecek herhangi bir muhalefete karşı
teyakkuzda duruyordu. Yahudi devletine bu anlaşmanın güvenliklerini koruyacağına
dair güvence veriyor, anlaşmanın bir an önce imzalanması için acele ediyordu. Tüm
bunlar, yaptığı açıklamalarda görülmektedir. Başkan Obama, İran ile açıktan
yakınlaşma politikasını haklı göstermeye çalışarak şöyle diyordu: "Bizim diplomasiye
kapıyı kapatmamız mümkün değil, dünya sorunları için barışçıl çözümleri göz ardı edemeyiz.
İran bu fırsatı iyi değerlendirir de uluslararası topluma katılmaya karar verirse, iki ülke arasında
yıllardır mevcut belirsizliğe son vermek için başlangıç yapabiliriz" [el-Cezire 26.11.2013]
ABD Başkanı Obama, anlaşma ile ilgili yaptığı konuşmada, "İran ile yapılan anlaşma,
somut ilerleme ve görev sürem içinde en önemlisi sayılır. Anlaşmanın bugün kamuoyuna
duyurulması, büyük bir başarının sadece ilk adımı." olduğunu söyledi. [NBC News İnternet, Dünya
haberleri 23.11.2013] Obama, İran altı ay içinde anlaşmanın şartlarına uymazsa, ülkesinin İran
üzerindeki yaptırımları hafifletme kararını durduracağı konusunda da uyardı. Ayrıca
Kerry de bu anlaşmanın "İran'ın, nükleer silah üretmesini iyice zorlaştıracağını" söyledi.
Kerry, on yıldır süregelen nükleer kriz konusunda en tartışmalı konulardan biri
hakkında, "Bu anlaşma, İran'ın uranyum zenginleştirme hakkının tanınmasını garanti
etmez" diye konuştu. Yahudi varlığına güvence vererek "Bu anlaşma dünyayı, İsrail'i ve
bölgedeki ortaklarımızı daha güvenli hale getirecektir." diye de ekledi. [AFP, 24.11.2013]
Yahudi lobisine sadık Kongre üyelerinin etkisini kırmak için Beyaz Saray, hızla
harekete geçerek Scowcroft ve Brzezinski gibi ağır toplardan destek istedi. Bu ağır toplar
gönderdikleri mektupta, Senato çoğunluk lideri Harry Reid'den İran ile yapılan
müzakereleri desteklemesini talep ettiler. Amerikan ulusal çıkarlarından dolayı İran ile
yapılan müzakerelere destek talep ettiler. Yazdıkları mektupta "Müzakere ABD, İsrail ve
bölgedeki diğer ortaklarımızın ulusal güvenliğini destekler. Biz, Amerikalıları ve ABD
Kongresini İran ile yapılan çetin müzakerelerde Başkanın yanında durmaya çağırıyoruz." diye
de uyardılar. [Scowcroft, Brzezinski, Stratejik Kültür Vakfı, Online 20.11.2013] Tüm bunlardan ABD'nin, bu
sorunu çok ciddi bir sorun olarak kabul ettiği anlaşılıyor.
D. Yahudi Varlığı "İsrail" için Nükleer Anlaşmanın Önemi
Filistin'i gasp eden bu devlet, kurulduğu günden bu yana, bölgede etkili herhangi bir
maddi bir gücün ortaya çıkmasına karşı koymak diye özetlenebilecek bir politika
belirledi. Sadece bir nükleer güç değil, aksine gelişmiş konvansiyonel gücün ortaya
çıkışını da kendisine yönelik bir tehlike olarak görüyordu. Yahudi varlığı, ne İran'ın
barışçıl nükleer devlet olmasını, ne de askeri nükleer bir devlete ulaşmasını ister. Hatta
ister barışçıl olsun, isterse olmasın, İran ve bölgedeki herhangi bir devletin nükleer
kapasiteden yoksun olmasını arzular. Amerika'nın yeşil ışık yakmasıyla Saddam
döneminde Irak'taki nükleer tesislere saldırı düzenlemesi, İran'ın nükleer tesislerine
birçok kez saldırı için hazırlık yapması ve her defasında Amerika tarafından
engellenmesi, bunun daha önceki örnekleridir.
Yahudi varlığı, kendi öz gücünün zayıf olduğunu biliyor. Çünkü o, kurulmasından
bu yana İngiltere tarafından desteklendi, Fransa tarafından beslendi, Amerika
tarafından ise ona kucak açıldı. Uzun bir zamandır ise Yahudi varlığı, politikasında
Amerika'ya tutunuyor. Zira Yahudi varlığının güvenliğine karar veren Amerika'dır.
Amerika'ya güvenliğini dayatan Yahudi varlığı değildir. Obama, son dönemindedir ve
Yahudi lobisinin onun üzerindeki etkisi nispeten az olacaktır. Bununla birlikte Yahudi
devleti de hayatta kalmasının, Amerika'nın kendisine yardım etmesine bağlı olduğunu
görüyor. “İsrail” İstihbarat Bakanı Yuval Htints, İran’la yapılan nükleer anlaşmanın
imzalandığı gün İbranice yayın yapan ikinci Radyo'ya verdiği bir röportajda, “Büyük
devletler, anlaşmanın hemen öncesinde İsrail'in isteğiyle anlaşma taslağında bir dizi değişiklikler
yapılması üzerinde ısrar ettiklerini” söyledi. “İsrail” Maliye Bakanı Yair Lapid, 11.24.2013
Pazar günü sabahı “İsrail” Ordu Radyosuna verdiği bir röportajda, “Altı ay sonra daha iyi
bir nihai anlaşmaya ulaşmak için İsrail, ABD ve diğer dünya güçleri ile koordinasyon içinde
olmalıdır. Anlaşma bir felaket olmasına rağmen, İran'ın nükleer projesini tamamen yok edecek
nihai anlaşmayı imzalamak için Amerikalılar ve diğerleri ile birlikte çalışmak zorundayız” dedi.
E. Amerika Neden İran’ın Nükleer Sorununu Sıcak ve Canlı Tutuyor?
Peki, neden Amerika İran dosyasının çözümsüz, sıcak ve hayatta kalmasını istiyor?
Çünkü Amerika, bununla aşağıdaki hedefleri gerçekleştirmek istiyor:
Birincisi: Amerika, uzun menzilli Rus füze sistemini kuşatmak ve Avrupa’yı
Amerikan güvenlik şemsiyesine boyun eğdirmek için, İran’ın nükleer tehdidini
Avrupa’da (Polonya ve Çekoslovakya’da) füze üsleri kurmanın bir bahanesi olarak
kullanmaktadır. Amerika’nın iddia ettiği İran ve Kuzey Kore’den gelmesi muhtemel
füze tehlikesine karşı, füze kalkanını konuşlandırma planında da görülmektedir. Bu
nedenledir ki Rusya’nın tepkilerini sakinleştirmek için kalkan üslubunda tam bir
değişiklik yapmadan önce şekli değişiklik yapmıştır.
İkincisi: İran nükleer tehlikesi sebebiyle bölgeyi sürekli olarak gergin tutmak için
Körfez ülkelerine karşı İran nükleer sorununu bir korkuluk olarak kullanmaktadır.
Amerika, artan İran tehdidini Körfez Devletlerini korumanın bahanesi olarak kullanmak
suretiyle, bölgedeki askeri üslerini korumak, daha doğrusu iyice yoğunlaşmasına imkân
bulmak istemektedir. Bölge devletleriyle yeni silah pazarlıkları ve askeri anlaşmalar
yapmaktır. Böylelikle Amerika, sınaî hayatın atardamarı olan petrol kuyuları üzerinde
egemenlik kuracaktır. Zira dünyanın en büyük petrol üreticisi üç ülke olan Suudi
Arabistan, Irak ve İran, körfez bölgesinde bulunmaktadır. Bunlar diğer körfez
emirlikleriyle birlikte dünya ekonomik hayatının ve dünya sanayisinin atardamarını
meydana getirmektedir. Amerika’nın dünyanın başlıca petrol kaynakları üzerinde
hâkimiyet kurması, dünya ekonomisi üzerinde de hâkimiyet kurması anlamına
gelmektedir.
Üçüncüsü: Avrupa ve “İsrail”, İran’a karşı askeri operasyonla veya sert bir
yaptırımla, İran’daki yönetimi yok etmek istemektedir. Lakin Amerika, İran’daki
yönetimin gitmesini istememekte, bilakis üslubunu güzelleştirmesini istemektedir.
Amerika, Afganistan ve Irak konusunda olumlu bir faktör olması nedeniyle İran
sisteminin devam etmesini istemekte ve 7 Şubat 2002 tarihinde Tahran üniversitesindeki
konuşmasında da Rafsancani buna işaret etmektedir.
F. Nükleer Anlaşmanın Suriye Devrimi İle Bağlantısı
İran'ın nükleer konusunda senelerce gelgitleri oynadığı bilinmektedir. Böyle olduğu
halde Amerika, neden bu anlaşmanın imzalanmasını çok arzuladı? Neden Obama
şimdi, İran nükleer anlaşmasının sonuçlanması için yoğun çaba sarf etti? Niçin anlaşma
için "İran ile yaptığımız anlaşma, görev sürem içinde somut ve en önemli ilerleme sayılır."
dedi?
Bu soruların cevabının ana merkezi Suriye’deki kontrol edilemeyen durumdur.
Çünkü geçtiğimiz üç yıl içinde bölgedeki koşullar altüst oldu. En önemli değişiklik de
Suriye'de rejime karşı direnen Müslümanların Hilafet kamuoyu etrafında birleşmiş
olmasıdır. Suriye devriminden önceki diğer ayaklanmalarda, demokrasi yanlısı sözde
İslami olan karışık sloganlar ve talepler vardı. Bu da Amerika ve Batıya, o devrimlere
nüfuz edip çalmak ve boşa çıkarma olanağını sunmuştur. Ancak Suriye'deki mevcut
hareketlerin pek çoğunda, "Ümmet Hilafet istiyor, Ümmet Hilafet istiyor" diye haykıran
doğru İslami fikirler ile uyumlu, İslami sloganlar hâkimdir. Bu yüzden Amerika, bu
büyük İslami atmosfer ile mücadelede ileri karakol olacak olan, bölgede güçlü
yardımcılar aramaktadır.
Amerika'nın boynuna dolanan ekonomik krizler, onun Irak ve Afganistan’da olduğu
gibi Suriye’ye doğrudan müdahale etmesini engellemektedir. Zira ister yurt dışında
ürettikleri olsun, isterse içeride Beşşar ve zebanileri olsun, tüm Amerikan ajanları, bu
geçtiğimiz üç yıl boyunca Suriye'de etkili bir karar alamadılar. Aksine Hilafet
tezahüratları, kulaklarını, gözlerini ve kalplerini afallattı.
Amerika, Suriye çevresindeki bölge devletlerinden, Hilafeti devlet, hayat ve toplum
için bir sistem olarak benimseyen yeni bir yönetimin doğuşu karşısında direnen ileri
karakolları olmalarını istemektedir. Bu yüzden bölgede Türkiye ve İran, Amerika'nın
göz bebeği durumundadır ve bu devletlere önemli görevler tevdi etmek istemektedir.
Uluslararası bağlamda Türkiye üzerinde herhangi bir yaptırım yoktur. İran’ın ise
yaptırımlar ile uluslararası ve bölgesel faaliyetleri sınırlandırılmış durumdadır. Bu
nedenle yapılan anlaşma sayesinde İran, tam da Cenevre 2 konferansı öncesinde
Amerika tarafından üzerindeki bu baskılardan kurtarılmıştır. Ayrıca İran için Suriye’de
kurulabilecek bir Hilafet devleti, büyük tehlikedir. Dolayısıyla Amerika, İran üzerindeki
yaptırımları kaldırarak, Suriye'de Hilafeti kurmak için çalışan İslami hareketlerin
karşısında durması için hummalı bir çaba sarf etmiş ve İran’ı rahatlatan anlaşmanın
yapılmasını sağlamıştır.
Bu anlaşmadaki asıl amaç, İran'ın nükleer silah faaliyeti üzerindeki kısıtlamaları
kaldırmak değildir. Aksine İran'ın barışçıl nükleer faaliyeti üzerine kısıtlamalar
konmuştur. İran üzerindeki yaptırımı hafifletmenin kastı, İran’ın hareketini
kolaylaştırmak ve Suriye'deki Hilafet çalışması karşısında daha aktif faaliyet yürütmesi
için adeta bir ödüldür.
İşte bu nedenden dolayı Obama, bu nükleer anlaşmayı görev süresi boyunca yapılan
işlerin en büyüğü olarak addetmiştir. Obama, Türkiye ve İran'ı Suriye'deki Hilafet
çalışması karşısında durmaları için harekete geçirecektir. Böylece bu devletler, Esed gibi
bir ajanı takip edecek yeni bir ajan yönetim oluşturacaklar ve Hilafet çalışmalarını
engellemeye çalışacaklardır.
SON DÖNEMDE TÜRKİYE İRAN İLİŞKİSİ
Amerika tarafından yönlendirilen Türkiye ve İran, Amerika’nın bölgede kullandığı
iki farklı üsluptur. Amerika, Türkiye’yi Sünni Müslümanlar üzerinde hami yaparak
aktif kılmayı amaçlarken, İran’ı da Şii Müslümanlar üzerinde hami yapmış ve onları
kontrol altına almıştır. Ayrıca bölge özellikle de körfez ülkeleri için İran’ı sopa,
Türkiye’yi ise havuç siyaseti olarak kullanmaktadır. Ancak son dönemde Amerika
tarafından çizilen Türkiye ve İran ilişkilerinin merkezini, Suriye’deki ayaklanma
oluşturmaktadır. Zira Amerika, Beşşar’ın yanında durması ve katil rejimin ömrünü
uzatma görevini İran’a tevdi ederken, muhalifleri destekleme ve istenilen demokratik
çizgiye getirme görevini de Türkiye’ye vermiştir. Özellikle Amerika’nın büyük umutlar
bağladığı, fakat alt yapısını bir türlü oluşturamadığı Cenevre 2 konferansı öncesi, İran
üzerindeki yaptırımları kaldıran 24.11.2013 tarihli anlaşmanın üzerinden daha üç gün
geçmeden, Türkiye ile İran arasındaki eski gerginlik yok olup gitmiştir. Dışişleri Bakanı
Davutoğlu, 27.11.2013 tarihinde hemen Tahran turuna çıkmış ve görüşmelerdeki ana
gündem maddesi, Suriye ve Cenevre konferansında aralarında yapacakları işbirliği
olmuştur.
Ardından MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İran istihbaratından bir heyeti ziyaret
etmiştir. 30 Ocak 2014 tarihli Milliyet gazetesi "MİT Müsteşarı Fidan'ın, gayri resmi bir
heyetle Tahran'a Erdoğan'dan önce gittiğini…” aktarmıştır. MİT Müsteşarı Fidan, Suriye
dosyası ile yakından ilgileniyor ve devrimin patlak verdiği ilk günlerden itibaren Suriye
konusunda CIA ile koordineli bir şekilde çalışıyor. Bu şu anlama geliyor, Amerikan
projesini Suriye'de uygulamak için Türkiye ile İran arasında bir takım işler konusunda
istihbarat koordinasyonu olacaktır. Örneğin, Suriye'deki samimi hareketlere karşı
istihbarat toplamak, onlardan kurtulmak, hareketlerine darbe vurmak, Amerikan
projesini desteklemeleri için diğer hareketleri kontrol altına almaya çalışmak ve
Amerikan yanlısı Koalisyon ile rejim arasında yürüyen müzakerelere katılmalarını
sağlamak gibi.
Ardından 28 Ocak 2014 tarihinde Başbakan Erdoğan ve 17 Şubat 2014 tarihinde ise
TBMM Başkanı Cemil Çiçek İran’ı ziyaret etmişlerdir. Bu ziyaretler, İran ile Türkiye'nin
yakınlaşması konusunda ABD'nin aktif rolünü göstermektedir. Çünkü yukarıda da
dediğimiz gibi Amerika, Suriye'deki insanların Hilafet yönelik yönelim ve eğilimlerini
engellemeye çalışmaktadır. İran eliyle baskı ve tehdit uygularken, Türkiye'nin ikiyüzlü
sözlü desteği ile de aldatma ve sahtekârlık siyaseti gütmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın İran ziyaretin temel amacı da budur. Yani Suriye dosyasıdır.
Ama bir takım etkenler, bu amacın ticari kılıf ile kamufle edilmesini gerektirdi. Bunun
amacı, şu üç şeydir:
Birincisi: Ticari yöne ve ticari anlaşmalara odaklanarak dikkatleri Suriye krizinden
başka bir yöne çekmektir. Bunun nedeni ise Suriye devrimine düşman olan İran'ın
konumudur. İran, Beşşar'ın yanında mücadelede önemli bir unsurdur. Diğer yandan
Erdoğan ise Suriye devriminin yanında olduğu izlenimi vermektedir. Ziyaretin tek
gündem maddesinin Suriye krizi gösterilmesi, Başbakan Erdoğan'a sıkıntı oluştururdu.
Devrimi desteklediği ve yardım ettiği iddialarının yaygara ve tantanadan öteye
geçmediği ortaya çıkardı. Bu yüzden ziyarette ticari hedef üzerinde odaklanıldı ki
yapılan ziyaretin ticari olduğu anlaşılsın.
İkincisi: Ak Partili bazı Bakanların karıştığı yolsuzluk skandalların etkisini hafifletme
girişimidir. Bu skandal, Türkiye-İran ticaret anlaşmalarının kabul edilmesi için İran
tarafının Türk yetkililere verdikleri rüşvetleri deşifre etmişti. Başbakan Erdoğan,
imzaladığı bu ticari anlaşmalar ile şunu demek istedi: Bu bir rüşvet değil, sadece iki ülke
arasında ticari bir ilişkidir. Yapılan bütün para transferleri, meşrudur ve yasalara da
aykırı değildir. Bunun rüşvet olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bunlar sadece bazı
işler karşılığında alınan komisyonlardır.
Üçüncüsü: Başbakan Erdoğan, yolsuzluk skandalı sonrasında sarsılan Türk
ekonomisine olan güveni tazelemek istedi. Zira yolsuzluk sonrasında Türk parası döviz
karşısında gözle görülür bir değer kaybına uğradı ve dolar 2,40 TL’ye kadar yükseldi.
Ayrıca bu yolsuzluk skandalı Türk borsasını da [BİST] vurdu. Resmi olmayan bazı
kaynaklara göre son yolsuzluk skandalından bu yana zararın yaklaşık 100 milyar dolar
civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu da gösteriyor ki Türk ekonomisi, reel ve istikrarlı
bir ekonomi değildir, tamamen borca dayalıdır. İşte Erdoğan, İran ile ticaret anlaşmaları
imzalayarak bu durumun üstesinden gelmek istedi.
SONSÖZ
İran yani Fars kültürü, kökleri derinlerde olan çok eski bir kültürdür. İslam tarihi
boyunca da mevcut İslam Devletleriyle de sorunları olmuştur. Özellikle Osmanlı Hilafet
Devleti ile yıldızı hiç barışmamış ve aralarında zaman zaman savaşlar gerçekleşmiştir.
Fakat tüm bunlar İran’ın bir İslam beldesi olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Bu
nedenle İran üzerinde yapmış olduğumuz bu siyasi tahlil ve analizlerin -ki bunlar bize
göre doğru olandır- yanlış anlaşılmaması gerekir. Zira bir vücudun azaları gibi olması
gereken İslam Ümmetinin, yeniden Hilafet ile vahdetini sağlamaya çalışan Hizb-ut
Tahrir, mevcut vakıalar üzerinde değerlendirmeler yapmakta ve Müslümanları Şii ya da
Sünni, Acem ya da Arap, Türk ya da Kürt olarak ayırmamaktadır. İslam akidesine
inanan her Müslüman bizim nazarımızda birdir, kardeştir.
Müslümanların vahdetinin sağlanması, sadece bedenlerinin bir araya gelmesi demek
değildir. Müslümanların vahdetinin sağlanması demek, Müslümanların, İslam akidesi
ve bu akideden çıkan şeri hükümler etrafında birleşerek, yeryüzünde yeniden tek bir
devlet olmaları demektir. Aynı Allah’a ve Rasule inanan Müslümanların, Rasulullah’ın
sancağı altında birleşmeleri ve Müslüman kardeşlerini korurken, düşmanlarına karşı da
tek vücut olmaları demektir. Bu ulvi yolda hiçbir etnik köken ya da mezhebin üstünlüğü
yoktur. Kim ki Müslümanlara bu perspektiften değil de kendi milliyeti veya mezhebi
açısından bakarsa veya konjoktürel maslahatlarını Müslüman kardeşlerine tercih ederse,
onlar hüsranda ve ziyandadır. Kim ki Müslüman kardeşleri yerine, zalimleri ve kâfirleri
dost edinirse, Rabbimizin belirttiği gibi o, onlardandır.
Bu durumu ile İran’ın, diğer halkı Müslüman olan ülkelerin yönetimlerinden farkı
yoktur. Zira hiçbiri Allah’ın indirdikleri ile yönetmemektedirler. Hiçbiri, yeryüzünde
oluk oluk akan Müslüman kanının durması için gayretli değildirler! Ancak her biri,
sahip olduğu güç oranında mesuldür. İşte bu nedenle İran’ın sorumluluğu ve vebali de
çoktur. Bu nedenle bizler, Müslümanların hakikati görmesi ve fasit olandan sakınmaları
için bu analizleri yapıyoruz ki Allah katında ki sorumluluğumuzu yerine getirelim.
Yoksa amacımız, Müslüman arasındaki bölünmüşlüğü büyütmek değil, aksine bunu
kapatmaya çalışmaktır.
Maalesef İran’ın vakıası budur. İran ve diğer halkı Müslüman olan devletler, iyilik ve
takva üzerinde işbirliği yapsalardı, o zaman biz onları hayırla yâd ederdik. Ancak ne
var ki onlar, dün Filistin, Irak, Afganistan, Azerbaycan, Bosna, Çeçenistan ve Keşmir’de
yaptıklarını, bugün Doğu Türkistan’da, Arakan’da ve Suriye’de yapıyorlar. Zulme
sessiz kalıyor ve zalimle işbirliği yapıyorlar. Bunlara ilaveten ayrıca İran, Suriye’de
Hilafetin kurulması karşısında durmak için zalim Beşşar ile işbirliği dahi yapmaktadır.
Akan onca temiz kanlardan, sarf edilen onca büyük fedakârlıklardan sonra zalim ve
zorba olacak başka bir laik yönetimi geri getirmek için Amerika ile birlikte
çalışmaktadır. Oysaki Allah Subhânehu ve Teâlâ iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmayı
emretmiştir, günah ve düşmanlık üzerinde değil!
ِ ‫اْل ِْْث والْع ْدو‬
ِ ‫اَّللَ َش ِدي ُد ال ِْع َق‬
َّ ‫اَّللَ إِ َّن‬
َّ ‫ان َواتَّ ُقوا‬
ِ‫ا‬
َ ُ َ ِْ ‫ْب َوالتَّ ْق َوى َوََل تَ َع َاونُوا َعلَى‬
‫" َوتَ َع َاونُوا َعلَى الِ ِر‬İyilik ve takva üzere
yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın." [Maide 2]
Keşke bunu bilselerdi, o zaman kurtulanlardan olurlardı. Akıllı kimse öğüte kulak
verip de kurtuluşa erendir.