Ne Değişti? Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi

KİTAP İNCELEMESİ
Handan Çağlayan, Şemsa Özar, Ayşe Tepe Doğan (2011), Ne Değişti? Kürt
Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi, (İstanbul).
Uzun yıllardan bu yana emek göçü üzerinde çalışıyorum. Bu konuyu,
1980’lerde doktora tezimde Türkiye’den Batı Avrupa ülkelerine yaşanan göç
çerçevesinde Almanya’daki göçmen kadınların işgücü piyasasındaki durumları
ve sendikalar içindeki yeri olarak ele aldım. Alana ilişkin literatürden, göçe
kaynaklık eden ve göç alan ülkelerin yasal, ekonomik, sosyo-kültürel yapıları
itibariyle büyük farklılıklar olsa da, göçün bazı genel örüntüler gösterdiğini
öğrendim. Entegrasyon-asimilasyon tartışmaları, az gelişmiş bir ülkeden
gelişmiş bir ülkeye giden göçmenlerin sadece işgücü piyasası hiyerarşisi içinde
en alt tabakadaki işleri yapmakla kalmadığını aynı zamanda kendilerinden
gittikleri ülkeye uyum sağlamalarının beklendiğini, bu uyumu kolaylaştıracak
koşullar olmadığında ise uyumsuzluğun sorumlusu olarak göçmenlerin
suçlandığını gösteriyordu. Birinci kuşak göçmenler genelde ağır ve zor
koşullara sahip işleri, olabildiğince çok çalışıp, çok para kazanmak ve tasarruf
etmek düşüncesiyle kabul ediyor, çoğunlukla gidilen ülkenin dilini,
çalışmaktan fırsat buldukları takdirde ve günlük yaşamı sürdürebilmelerine
elverecek düzeyde öğreniyor veya hiç öğrenme fırsatı bulamıyordu. Onların
çocukları yani ikinci kuşak göçmenler için uyumu sağlamanın en temel
yollarından biri, eğitim sistemine katılarak bulunulan ülkenin dilini öğrenmek
ve işgücü piyasasında daha iyi koşullara sahip olan işlere erişebilmek için
belirli vasıf ve beceriler edinmekti. Ancak işgücü piyasasına hangi statüde
katılırlarsa katılsınlar, göçmen olmalarından kaynaklanan ötekileştirme ve
ayrımcılık son bulmuyordu. Öte yandan ana dil giderek kayboluyor, kuşaklar
arası iletişim kopuyordu.
Göçe özgü bu örüntülerin sadece bir ülkeden diğerine giden göçmenler
açısından yaşanmadığını, bir ülkenin kendi içinde bir bölgeden diğerine
yaşanan göç çerçevesinde tekrarlanabileceğini yakınlarda okuduğum bir kitap
ortaya koydu. Handan Çağlayan, Şemsa Özar ve Ayşe Tepe Doğan tarafından
kaleme alınan “Ne Değişti? Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi” başlıklı
ve Ayizi Kitap’tan çıkan bu çalışma 1990’lu yıllarda yaşanan zorunlu göç
kapsamında Türkiye’nin Güneydoğusundan İstanbul’a göç etmek zorunda
446  Ankara Üniversitesi SBF Dergisi  69(2)
kalmış kadın ve genç kızların göç deneyimlerine ışık tutuyor. Söz konusu
çalışma Başak Sanat Vakfı’nın 2010 yılında gerçekleştirdiği Zorunlu Göçün
Çocuklar ve Gençler Üzerindeki Etkileri 2004-2010 Karşılaştırmalı
Araştırma’sının kadınlar ve kız çocuklara ilişkin bulgularının değerlendirilmesi
amacıyla İstanbul’un Anadolu yakasındaki Ataşehir, Üsküdar, Kadıköy ve
Sultanbeyli ilçelerinde yüz yüze yapılan görüşmeler ve odak gruplardan
edinilen bilgilere dayanıyor. Kitabın ilk bölümü zorunlu göç sürecine dair
anılara odaklanıyor ve bu zorlu sürecin aşılmasında kadınların anne olarak
aileyi ayakta tutma çabalarının hayati önemine dikkat çekiyor. İkinci bölümde
zorunlu göçün 15 yıl sonrasında kadın ve kız çocukların aile içindeki
konumlarının nasıl değiştiği, evlilik, eğitim ve çalışma ilişkileri üzerinden ele
alınıyor. Siyasi partilerle ilişkinin kadının konumu açısından etkisi
değerlendiriliyor. Üçüncü bölüm okulda ve işyerinde yaşanan ayrımcılıkların
kadınların ve kız çocukların dışlanmayı nasıl algıladıkları ve geleceğe dair
beklentilerini nasıl şekillendirdiğini anlatıyor.
Üçüncü
bölüm özellikle göçün her yerde gözlenebilen benzer
örüntülerini ortaya koyuyor. Yoğun yaşanan yoksulluk koşullarında genç kızlar
ve hatta çocuk yaştaki kızlar ailenin yaşamını sürdürecek parayı kazanabilmek
için uzun ve düzensiz çalışma saatleri ve düşük ücretle, başta tekstil atölyeleri
olmak üzere küçük işletmelerde çalışıyorlar. Küfür ve hakarete ve hatta bazen
fiziksel şiddete maruz kalınan koşullarda çalışmaları, onların göçmen olarak
işgücü piyasasının en altındaki işyerlerini doldurduğunu gösteriyor. Ancak
bütün olumsuzluklarına rağmen kadınlar ve genç kızlar gelir getirici çalışmayı
kendi paralarını kazanabilmenin, kendi ayakları üzerinde durabilmenin bir yolu
olarak çok önemsiyorlar. Öte yandan evlilikle birlikte çalışma hayatı sona
eriyor, patriarkal değerler çerçevesinde onlardan evde kalmaları, emeklerini
sadece hane içindeki yeniden üretici faaliyetlere harcamaları bekleniyor.
Kuşkusuz eğitim görmek, lise ve sonrasında üniversiteye devam
edebilmek genç Kürt kızları için gelir getirici çalışma hayatında kalabilmenin,
kendi hayatları üzerine kararları kendi başlarına verebilmenin önde gelen yolu.
Ancak görüşülenler içinde çok azı bu şansa sahip. Yoksulluk koşullarında
aileler erkek çocukların okumasını desteklerken, kız çocuklar büyük ölçüde
bundan yoksun kalıyor.
Eğitim görmenin kente bütünleşme, kentin sunduğu istihdam
fırsatlarından yararlanma noktasında kuşkusuz büyük rolü var. Ama aynı
zamanda okulda Türkçe konuşmak, evin dışında Kürtçe konuşmaktan
kaçınmayı, giderek Kürtçenin ailenin iletişim dili olmaktan çıkmasını ve
özellikle anneyle çocuklar arasında iletişim kopukluğunu beraberinde getiriyor.
Kimi gençlerin, dışlanmamak, iş ve eğitim yaşamında ayrımcılığa maruz
kalmamak için “Türkçeyi aksansız olarak konuşabilmek gayretiyle Kürtçeyi
447
tümüyle hayatından çıkarması, aile içinde birbirini “anlayan” ama aynı dili
konuşmayan çocuklarla ebeveynler yaratabiliyor.” (s.121)
Evet, göçmenlerin yeni geldikleri kentlerde yaşama tutunmak, düşük
değerli emek olarak görülüp sadece olumsuz koşullara sahip işleri bulabilmek,
kentte bir yer edinebilmek için eğitim kurumlarından yararlanmak ve vasıflı bir
meslek sahibi olmak için çaba göstermek ama giderek kendi anadilinden
kopmak gibi göç sürecinin genel örüntülerini burada da görüyoruz. Ama bütün
bunlar, göç edilen bir yabancı ülkede değil, vatandaşı oldukları kendi
ülkelerinde yaşanıyor ve gerisinde zorunlu göçün getirdiği bütün olumsuz
deneyimleri: ailelerin parçalanması, cezaevleri, ev baskınları, işsizlik,
yoksulluk, evsiz kalma ve göç edilen mahallelerdeki aşağılanma gibi travmaları
barındırıyor. Dolayısıyla Kürt kadınların göç deneyimlerine bakıldığında
benzerlikler kadar farklılıkları akılda tutmak gerekiyor.
Prof. Dr. Gülay Toksöz, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi