Dünya Görüşü ve Toplumbilim Prof.Dr. Çağlar Keyder, Boğaziçi Ünv. Ve Newyork Eyalet Ünv. Öğretim Üyesi Dünya Görüşü (Bersay İletişim Yayınları) kitabından kısaltılarak alınmıştır …. Toplumla ilgili yazmış olan insanların hepsi şöyle diyorlar: Ortaya yeni bir toplum çıktı, eskisine benzemiyor. Eskisi çok daha katmanlaşmış, statülerin çok daha önceden belirlendiği, durağan bir toplumdu; şimdiyse türevlerin hareketlerinin sonucunda ortaya çıkan bir katmanlaşma söz konusu. İnsanlar birtakım kişisel eylemleri sonucunda tüccar, zanaatkâr, bürokrat, işçi, kâşif oluyorlar. Böyle bakıldığında bütün bunlar tamamen kaotik, tesadüfi bir biçimde gerçekleşiyor gibi gözüküyor. Ama aslında öyle değil. Ortaya çıkan sonucu biz teorik olarak anlayabiliyoruz. Çünkü ne olursa olsun, bireyler ne kadar özgür olurlarsa olsunlar, yaptıkları seçimlerde sonunda öyle bir sistemik gereksinim var ki bu bireylerin birtakımı mesela burjuva olarak, diğer bir takımı işçi olarak, diğer birtakımı diyelim üniversite hocası olarak ortaya çıkıyor. Kimileri dükkâncı olmayı veya kendi imalathanelerinde bir takım şeyleri sürdürmeye devam ediyorlar. Toplum bireyler tarafından tek tek oluşturulsa dahi sonunda ortaya çıkan toplum yapısını biz katmanlaşmış olarak anlayabiliyoruz. Başka deyişle bu bir tesadüfi kaotik bir yapı değil, çünkü ortada bir sistem var. İktisatçılar ve siyaset teorisi yapanlar şöyle ya da böyle bir varsayımla işe başlasalar da, biz baktığımız zaman toplumda bir düzen görüyoruz ve bu yapının içinde çeşitli katmanlar var. Peki, bu katmanların hepsi aynı dünya görüşüne mi sahip? Gerek siyaset teoricileri, gerekse iktisatçılar herkesin çıkarlarını maksimize etmeye çalışmalarından, bütün bireylerin hep aynı mantıkla hareket ettiklerini varsayıyorlar. Böyle bakınca, -bu yeni toplumda, modern toplumda- tüm bu çıkarların benzerliği nedeniyle herkesin aynı dünya görüşüne sahip olduğu imajı doğuyor. Oysa bu toplum çok farklı katmanlardan oluşuyor. İşçiler, burjuvalar, entelektüeller, yöneticiler... Bu katmanlar değişmiyorlar. Kriz oluyor yine değişmiyorlar, yine burjuvalar var, yine işçiler var. Sosyologlar "Acaba bunların toplumdaki yerlerinden dolayı farklı dünya görüşleri olması söz konusu olmaz mı?" diye düşünmeye başlıyorlar. Eski geleneksel toplumun dünya görüşü ve ona karşı çıkan modern toplumun dünya görüşü biçimindeki sistemik bir çatışma yerine modern toplumun kendi içinde farklı katmanların farklı dünya görüşleri olması nedeniyle çatışıma olabileceğini söyleyen bir yaklaşım söz konusu olmaya başlıyor. Bu, modem dünya görüşü yaklaşımının ilk uyanışı. Şöyle bir sonuç çıkıyor: Bana toplumun hangi katmanında olduğunuzu söyleyin ben de size dünya görüşünüzün o katmana uygun olması gerektiğini söyleyeyim... Bu dünyayı farklı gören insanlar var... Dünyayı farklı görmeleri toplumla ilgili farklı projeler olması anlamına gelecektir. Çünkü bazı gruplar, toplumun bu şekilde devamını tercih edebilirler; diğerleri farklı bir toplum yapısı isteyebilirler ve başkaları da belki bu toplum yapısını yeteri kadar rasyonel bulmayacak, daha planlı bir toplum isteyeceklerdir. İlginç olan bütün bunların yeni sistemin kendi içinden oluşması. Modernite geleneksel toplumlara hiç benzemeyen, kendi içinden birbirine rakip ve birbirinden farklı dünya görüşleri oluşturabilen bir sistem. Marx'ta bu, biraz mekanik bir şekilde anlatılıyor. Çünkü şöyle bir yaklaşım var, kapitalist toplumun esas katmanlarının ne olduklarını biliyoruz: Sermaye sahipleri, onlar için çalışan işçiler var. Esas farklı dünya görüşleri bu ikisinin arasından çıkıyor; esas çatışına da burada. Tabii daha somut analiz yaptığımız zaman daha farklı katmanlar da gözüküyor. Mesela hiçbir kapitalist ekonominin içinde köylülerin, kendi adına çalışan insanların tamamen ortadan kalkması söz konusu değil. Sermaye sahibi dediğimiz insanların tamamen homojen, monolitik, yekpare bir kesim oluşturdukları hiçbir kapitalist toplum yok. Dolayısıyla bu çok kaba bir ilk yaklaşım. Bu kaba yaklaşım şunu diyor: "Herhangi bir sınıflı toplumda sermaye sahipleriyle sermaye için çalışmaya mecbur olan ücretli işçiler arasında büyük bir farklılık vardır. Dolayısıyla herhangi bir kapitalist toplumda en aşağı iki tane dünya görüşünün olması beklenir." … Özetle, modem toplumun çeşitli boyutlarda katmanlaşması aynı zamanda farklı ve birbiriyle çelişen ve de çatışan dünya görüşlerini de hemen gündeme getiriyor. Şimdi tekrar Marx'a dönersek... Marx'ın yaklaşımında farklı katmanları, farklı dünya görüşleri ideoloji olarak adlandırılıyor. İdeoloji lafı aslında olumsuz çağrımlar yapıyor belki de. Fakat genelde sosyal teoride o şekilde kullanılmıyor. "Siz ideoloji yapıyorsunuz, ben bilim yapıyorum" şeklinde, bir ayrım yok. İdeoloji çok daha geniş anlamda kullanılıyor. İdeoloji insanların hangi mercekle dünyaya baktıklarını gösteren, tüm dünyayı ve toplumsal ilişkileri anlamaya yönelik totalistik bir dünya görüşü olarak düşünülebilir. Marx niye bunlarla çok ilgili? Çünkü Marx kapitalistlerle işçiler arasındaki çatışmanın kendiliğinden olmayacağını biliyor. Çünkü hiçbir çatışma kendi başına olamaz. Önce bu olayın bir çatışma olduğunu görmemizi sağlayan konseptler gerekli. Bu konseptler de nereden çıkacak? Dünya görüşlerinden. Sistemdeki çelişkilerle siyasi hareket arasındaki bağlantıyı sağlayan mekanizma dünya görüşüdür. Yani dünya görüşü olmadan çatışmaya imkân yok. Çünkü çatışmayı sağlamak için önce dünyayı nasıl gördüğümü öğrenmem lazım; "Ne istiyorum ben dünyadan. Nasıl olsun istiyorum? Nedir benim ahlaki değerlerim ki yaşadığım koşulların yanlış olduğunu bilebileyim?" Önemli olan o. Bu yüzden siyasi pozisyonlarla ideolojiler arasında teke tek bir ilişki var. Şimdi burada, Marx'ın yaklaşımında, daha sonra Marksistler'in yaklaşımında biraz problemli olan bir şey var, o da şu: Madem siyasetle dünya görüşü arasında böyle bir teke tek ilişki var ve de dünya görüşünü esas belirleyen toplumun içindeki konum; peki entelektüeller nereden çıktı? Nasıl oluyor da bu entelektüeller kalkıp örneğin işçi sendikalarına konuşma yapıyorlar, onları örgütlemeye çalışıyorlar veya siyasi parti kuruyorlar Bu, özellikle üniversite hocaları açısından veyahut da siyaset yapan entelektüeller açısından biraz zor bir soru ve genellikle burada bir kıvırtma söz konusu. Kıvırana da şöyle oluyor; "Modem toplum birtakım insanların yüzer gezer olmasına izin veriyor. Yani tam da üretim çarkının içine girmeden, kendi konumlarının o sistem içerisinde belirlenmesine izin vermeden, o sistemin sanki dışında kalıp daha objektif bir şekilde bakabiliyorlar” gibi bir cevap… Ama aslında ikna edici bir cevap değil bu. Dolayısıyla da bu yaklaşımı benimseyen insanlar aynı zamanda entelektüellerin de aynı silahla vurulabileceğini düşünüyorlar. Peki, o zaman entelektüellerin kendi dünya görüşü nedir ve niçin böyle söylüyorlar sorusunu soruyorlar. Bu, entellektüellerin sosyolojisi diyebileceğimiz konu üzerine de epey yazılmış şey vardır ve tahmin edebileceğiniz gibi entelektüeller genelde "Dünyayı biz idare etsek daha iyi olur" havasında oldukları için, bazen bu tarafa, bazen öbür tarafa meyledebiliyorlar. Yani biraz kaypak bir pozisyondalar. Fakat bu söylenilen, sanki dünyadaki bütün insanların içinde oldukları sosyo-ekonomik konumun mahkûmu ve bu konumun dünya görüşünü dillendiriyorlar, sadece entelektüeller bunun dışında kalıyorlar gibi bir düşüncenin yanlış olduğunu dile getiriyor. Bütün bu anlattıklarını modern sosyal teori içerisinde bilgi sosyolojisi dediğimiz alanı özetliyor. Bilgi sosyolojisi George Lucaks ve Karl Mannheim (İdeoloji ve Ütopya) ile beraber başlayan, sonra pek çok sosyal bilimcinin de çalıştığı bir saha. Bilgi sosyolojisinin ana teması çok basit. Biraz önce anlattığım bireylerin toplumsal-ekonomik konumu düşüncelerini de belirler önermesi. Bu şekliyle bilgi sosyolojisi biraz zor kabul edilebilecek bir perspektif, çünkü çok rölativist. Şöyle bir şey söylüyor "Biz aynı olguya bakıyoruz, ama sen şöyle görüyorsun, bense böyle, ikimiz de haklıyız, çünkü senin dünya görüşün öyle, benim dünya görüşüm böyle. Aynı zaman içinde, aynı oda içinde bir şeye baksak bile farklı şeyler görebiliriz." Bu yaklaşımın götürdüğü nokta da şu: Demek ki gerçeklik diye, bilim diye bir şey yok. Bilim sosyolojisi yaptığımız zaman "Bunu şu şekilde söylüyor; çünkü onun toplumsal konumu şöyledir" demek mümkün. Böylece gayet rölativist bir okuma çıkıyor ortaya. Dünya görüşleri çoğalabiliyor. Ne kadar çok toplumsal konum varsa (erkek-kadın, yaşlı-genç, zengin- yoksul, beyaz-siyalı, burjuva-işçi, kentli-köylü...) o kadar çok farklı ifade, farklı yorum, farklı dünya görüşü ortaya çıkabiliyor. Burada da kalmıyor. Bilgi sosyolojisi gerçekten çok tahripkâr, yapı bozucu bir yaklaşım. Sosyal bilimlerde bilim diye bir şey olmadığını bütün sosyal bilimciler kabul ediyor. Fakat bilgi sosyologları şunu da diyorlar: "Neden diğer bilimlere bakmayalım? Orada dünya görüşü yok mu?" Pozitif bilimlerde dünya görüşleri biraz farklı; çünkü dünya görüşü toplumsal konumla ilişkili olarak düşünülmeli... Fizik veya kimyada, biyolojide, gerçek doğa bilimlerinde bu nasıl oluyor? Geçen yüzyılın sonuna doğru bu soru gündeme geldi ve bilgi sosyolojisi yapan insanlar doğa bilimlerine de bakmaya başladılar. Burada üzerinde anlaşılmış bir perspektif olduğunu söylemek zor. Hâlâ büyük tartışma var. Fakat genellikle tartışma Thomas Kuhn'dan çıkarak başlıyor. Kuhn 'Bilimsel Devrimlerin Yapısı' (1962) adlı kitabını yazıyor. Bu kitapta şunu iddia ediyor: "Doğa bilimleri sandığımız gibi taş üzerine başka bir taş koymakla tedrici bir şekilde mükemmelleşen, her aşamada gerçeğe daha çok yaklaşan bir çaba değildir. Çünkü doğa bilimlerinde de birtakım test edilemeyen ve imanla kabul ettiğimiz varsayımlar var ve bu test edilemeyen varsayımlar belli dönemlerde geçerli oluyorlar. Bilimle uğraşanlar bunları kabul ediyor ve bu test edilemeyen varsayımların üzerinden giderek birtakım deneyler yapıyorlar, yeni teoremler ortaya çıkarıyorlar ve bu test edilemeyen varsayımlar bir nokrada koskoca bir bilim oluşturulmasına temel oluyor," Bu bilim oluşturma olayına Kuhn, bilimin 'normal gelişimi' diyor. Yani bilimin normal gelişimi her an belli birtakım varsayımlar üzerine taş üstüne taş koymakla oluyor ama bu yapılan olayın test edilmemesinden dolayı bunun doğruluğu, gerçekliği üzerine pek bir şey söylemeye imkân yok. Ne oluyor sonra? Bir nokra geliyor -devrim demesinin nedeni bu-, insanlar şöyle diyorlar: "Test edilmeyen varsayımlardan çıkan bu bilim aslında birçok soruna yol açıyor. Bazı deneyleri yapabilmek için bir sürü farklı varsayım yapmanız gerekiyor. Öyle bir yere geliyoruz ki artık elimizdeki bu aletler, araçlar yetmiyor." O noktada devrim olma zemini oluşuyor. Devrim nasıl oluyor? Bütün bu yapılan normal bilimi bir kenara atıyoruz ve onun yerine yepyeni varsayımlarla başlıyoruz işe. Böylelikle o yeni varsayımların üzerinden yeni bir bilim yapısı ortaya çıkıyor. Bunu söylediğiniz anda doğa bilimlerini de sosyolojize etmiş oluyorsunuz: "Aslında bu doğa bilimiyle uğraşan insanlar da toplumda yaşayan insan sonuç olarak. Yani onlar Tanrı değil." Onlar da insan oldukları için etraftaki grubun baskısına boyun eğiyorlar, onların onayladığı şeyi yapıyorlar. Mesela düşünün, doktora yapacak bir fizik öğrencisi, eğer dahi değilse tabii ki, hocasının yaptığı şeyin üzerine, ufak bir taş koyarak yapacak ne yapabilecek? Eğer bir dergide yayın yapmak isliyorsa, ona göre yayın yapacak... Yani kabul edilen varsayımlara isyan etmesi, tamamen devrimci olması çok zor. Ne zaman bu devrimcilere yol açılır? Ancak hakim bilim yaklaşımı çıkmaza girerse, sekteye uğrarsa, işte o zaman bilimsel devrim olabilir. Sosyolojinin yıpratıcılığı işte burada. Bilgi sosyolojisi rölativist bir bakış açısı getiriyor. Buna göre bir toplumun içinde çok çeşitli dünya görüşleri, çok çeşitli normatif varsayımlar, dünyaya ilişkin çok çeşitli perspektifler olacak... Peki, bu durum bir toplumun yaşayabilmesi açısından ne anlama gelir? Genelde toplumların sürekli bir çatışma içinde olmadığını biliyoruz. Birtakım aşırı dönemler oluyor tabii. Bazı dönemlerde hakikaten toplumun yapısının çözüldüğünü, toplumun çelişkilere, çatışmalara açıldığını görüyoruz. Ama genelde toplumlar işliyor. Yani biliyorsunuz ki buradan çıktığınız zaman sokakta birbirini döven insanlar olmayacak; muhtemelen otobüsler işleyecek; yarın fabrikalar açılacak... Demek ki bütün bu çatışmaya rağmen; bütün bu dünya görüşü farklılıklarına rağmen toplumun işlemesini sağlayan, düzenini sağlayan bir mekanizma söz konusu... İşte burada Marx'tan ve Weber'den gelen yaklaşımla daha klasik, daha muhafazakâr yaklaşım arasında bir köprü ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü bütün bu çatışmaya rağmen mademki toplumun bir şekilde işlemesi söz konusu, demek ki bu farklı dünya görüşlerini bir araya getiren bir mekanizma var, işte hegemonya kavramı buradan çıkıyor. Hegemonya şu demek: Herhangi bir toplum içinde belirli bir dünya görüşünün diğerlerinin üzerinde hakimiyet kurabilmesi. O kadar ki bu rakip dünya görüşleri kendilerini ancak o hegemonik dünya görüşünün izin verdiği kavram ve kanallarla anlatabiliyorlar. Hegemonya çok güçlü bir kavram. Çünkü iktidarı ideoloji üzerinden anlatmaya çalışıyor. Mesela "Toplum niye ayakta duruyor?" diye sorduğumuz zaman, "işçilerin başka şansı yok, fabrikada çalışmazlar, makineleri kırarlarsa da polisi bulurlar karşılarında..." dersek esas mekanizmayı güç kullanmak olarak düşünüyoruz. Hem ekonomik güç, -çünkü işçinin başka hayat şansı yok- hem de kolluk gücü. Eğer bir şey yaparlarsa polis gelecek. Hegemonya kavramı buna alternatif bir yaklaşım getiriyor. Marx'ın söylediği gibi, dünya görüşlerinin farklı olması beklenilen şeydir; eğer farklı değillerse ortada bir aldatmaca veya başarılı bir hegemonya pratiği var demektir. Tabii aldatmaca çok sürekli olamaz. Demek ki hegemonya esas mekanizma. Şimdi bu hegomonik dünya görüşü lafının gerisinde ne yatıyor ona bir bakalım. Yine bu ideoloji sorununu gündeme getiren Marxist yazına baktığınız zaman, Marx'ın şöyle bir lafı vardır: "Her dönemde hakim fikirler, hakim güçlerin fikirleridir." Yanı hakim güçler, kendi fikirlerini topluma empoze ediyorlar. Nasıl yapıyorlar ama bunu? İşte hegemonya kavramı bunu anlatmaya çalışıyor. Gramsci'ye göre olay iknadan geçiyor. Madem ki hakim güçler var ve bu hakim güçlerin onların hakimiyetini sağlayan bir dünya görüşleri var; bunu toplumun tümüne kabul ettirebilirlerse o zaman sorun çıkmayacak demektir. Dikkatinizi çekmek isterim, hakim güçlerin başkalarına anlattıkları dünya görüşünü kabul etmiş olmaları, bir komplo anlamına gelmiyor. Hakim güçler gerçekten ve samimi olarak inanıyorlar başkalarına da dayattıkları görüşe... "Yetenekli olanlar başarılı olur", "Bu sistem herkese hak ettiğini veriyor" gibi görüşlere bakın... Bu düşünceler aslında hakim güçlerin doğal düşünceleri. Zaten böyle görüyorlar dünyayı. Kendileri yetenekli oldukları için zengin olduklarını düşünüyorlar veya fırsatları iyi kullandıkları için orada olduklarını zannediyorlar. Karşılarındaki bu işi yapamayanların aslında yeteneksiz olduğunu düşünüyorlar... Dolayısıyla kendi düşüncelerini anlatıyorlar. Soru şu: Demin sözünü ettiğimiz teoride karşılarındaki insanların aslında farklı konumda oldukları için farklı dünya görüşlerine sahip olmaları gerekiyor, O halde nasıl oluyor da onları ikna edebiliyorlar? Bu soruyu yanıtlarken esas iletişim meselesinin altında yatan konulara geliyoruz... Burada gündeme gelecek olan, hakim güçlerin ellerinde olan ideolojik araçlar. Eskiden Avrupa'da kiliseymiş, buralarda da herhalde din unsuru sistemin devamını sağlayan önemli bir mekanizma. Şimdi durum daha karışık. Önce, devletin ideolojik araçları çok zenginleşti ve çeşitlendi. Burada esas olarak okullardan söz etmek gerekir. Okula gitme zorunluluğu modernleşmeyle beraber en güçlü sosyalleştirme aracı oldu. Çocuklar her gün belli şeyleri öğreniyorlar. Karşı çıkabilme gücüne ve kapasitesine daha ulaşmadan öğreniyorlar. Devletin elinde başka araçlar da var. Örneğin askerlik ve askerlik sırasında öğretilenler. Ayrıca milli bayramlar, müsamereler, merasimler… Bütün bunların içerik analizi yapıldığında hakim dünya görüşünün nasıl aktarıldığı ortaya çıkıyor. Bildiğiniz gibi, eskiden iletişim kanalları da devlet tekelindeydi: Devlet radyosu, devlet kitapları, sonra devlet televizyonu... Şimdilerde bu kanallar sermayedarların eline geçti; hakim ideoloji de daha çok kapitalist dünya görüşünü yansıtmaya başladı. Modem dünyada iletişimden kaçmaya imkân yok, her an bombardımana maruz kalıyoruz. Dolayısıyla ideolojik araçlar artık çok fazla. Modern toplumlarda güce gerek yok. Yani "Sistemi ayakla tutan polis gücüdür; kapitalistler devleti ele geçirdiler, devleti ele geçirdikleri için mahkemeleri ele geçirdiler, askerleri ele geçirdiler, polisleri ellerine geçirdiler, o yüzden bu sistemi ayakta tutuyorlar" demek genelde yanlış olur. Hakim güçlerin, toplumu bu şekilde, nispeten çatışmasız tutabilmelerinin altında yatan sır, kitleleri kendi dünya görüşleriyle ikna etmiş olmaları. Şunu da eklemek lazım. Dünya görüşleri hiçbir zaman pür, yani sadece devletçi veya sadece kapitalist olmuyor. Mesela Amerika'da kapitalist dünya görüşü veya piyasayı yücelten dünya görüşü her zaman içinde çok yüklü bir şekilde din olayını da barındırır, Amerika'nın hegemonik konumunu haklılaştıran bakış açısı da aynı şekilde, sanki Amerika seçilmiş bir ülkeymiş ve de dünya medeniyetine karşı böyle bir sorumluluğu varmış gibi, gayet dini motiflerle süslenerek ortaya konulur... Böyle bir eklemlenme süreci hep var. Bir dünya görüşünün hakim bir oryantasyonu vardır ama farklı bağlamlarda farklı motiflerle eklemlenebilir. Yani bir yerde milliyetçilik olabilir, ama sonuçta esas oryantasyonu sistemin ana çizgisini savunmaktır. … Gramsci çok ilginç bir düşünür. Bunu yazdığı zaman Leninist politikaya karşı yazıyor, Leninist siyasete karşı yazıyor. O zamana kadar sosyalist çevreler içindeki görüş, "efendim önce ihtilal yaparız, devleti ele geçiririz ondan sonra bu iş biter." Gramsci'nin söylemek istediği ise şu: "Devleti ele geçirdiğinizde insanların kafalarındaki görüşü değiştirmezseniz hiçbir şey yapamazsınız. Dolayısıyla mücadele, devleti ele geçirmek şeklinde olmamalı; mücadele, sizin hitap etmek istediğiniz kesimlerin o ikna olmuşluklarını önce çözeceksiniz, ondan sonra onları başka şeylere ikna edeceksiniz. Ancak öyle kazanırsınız" diyor. … İkna gidip de konuşmak anlamında değil. İkna demek siyaset yapmak demek ve siyaset yaptığınız zaman da tabii ki kiminle yaptığınız önemli. Bakın buradaki ikilem şu: “ben Bolşevik Partisi kurarım, 500 tane militan biraz da askeri kendime çekerim, ondan sonra da devleti ele geçiririm, olur biter" yerine “Hayır öyle olmayacak, alternatif dünya görüşünü ben önce yapısal olarak o görüşe hazır olan insanlara anlatayım: nasıl ki burjuvalar kendi normal görüşlerini savunuyorlar, aslında işçiler de kendi normal görüşlerini savunmaya hazır olmalılar. Yani, diğerlerinin onları ikna etmişliğinden çıkıp yeni görüşlerini savunmaya hazır olmalılar." Bu olay da siyasetle olacak bir şey ve muhatabınızı iyi seçmeniz gerekiyor.
© Copyright 2024 Paperzz