1 “FARKINDALIK” yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu yolda 3. sayımızı çıkarmış bulunmaktayız. Genel Yayın Yönetmeni Mehmet GÖKDOĞAN Editör Hüseyin YAYLA Merve ÇETAK Zamanın kumları aceleci bir hızla akıp giderken beraberinde Yaşar Kemal gibi Türk Edebiyatı’nın çınarını alıp götürdü bizden. İnce Memed öksüz kaldı usta yazarın gidişiyle Zamanın kumları hayatının baharında Üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ı da beraberinde alıp götürdü aniden. Ne demişti Cemal Süreya: “Her ölüm erken ölümdür” Redaksiyon Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni Serdar Serhat ALTAN Basın Tanıtım Sorumlusu Şafak OĞUZ Mehmet ARSLANTAŞ Fotoğraflar Nazım TETİK Yazarlarımız Arzu TOK Peki kaç ölüm bu denli erken ve bu denli vahşice… Hangi kelime anlatabilir hissettiklerimizi… Hangi dil daha net ifade edebilir acımızı… Ölüm aşinadır bizler için elbet… Ve aşikarız ölümü algılamada… Bu sefer başka… Lal oldu dilimiz… Hissediyoruz ağzımızın içindeki cam kırıklarını… Susunca canımızı acıtıyor… Konuşunca kanatıyor… Özgecan’ımıza bunu yapanlara verilecek hangi ceza acımızı dindirecek… Öfkemizi susturabilir mi verilen en ağır ceza… Ne güzel söylemiş Neşet Ertaş: “Kadın insandır. Biz insanoğlu.” Özgecan’ımıza bunu yapan hiç şiir kitabı okudu mu acaba? Barış ÇELİMLİ Peki roman karakterine aşık olmuş mudur? Veyahut gerçek hayatta Besna AYDIN birine aşık oldu mu hiç? Sahi Mesnevi’den feyz almış mıdır? Cemal Ceyda CEVHER Süreya okuyup mısralarda hayale dalmış mıdır? Türkü dinlemiş Edib Rasljanin İSLAMOĞLU midir akan nehire bakarak? Sevdiği kadının gözlerine bakıp; içi Eyüp BAĞ Gönül KARAARSLAN Gül Gürdal DURMUŞ Günsel İSLAMOĞLU Hilal İNAN Hüseyin YAYLA titreyerek, bir kez olsun “Seni seviyorum” demiş midir? Anacığına bunca yıl emek verdiği için teşekkür etmiş midir? Yaradan’ın verdiklerine bir kez olsun minnet edip şükretmiş midir? Kadınların bizlere emanet olduğunu biliyor muydu acaba? Oysa gönüllerin efendisi Hz Muhammed (SAV) Veda Hutbesi’nde; ''Kadınlar Size Allah'ın Emanetidir.'' Dememiş miydi? Kadınlarımız bizlere Allah’ın emanetidir vel Ulu önderimiz İsmail Can KARAKUŞ Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi kadınlarımız yerde Mehmet ARSLANTAŞ sürünmeye değil, omuzlar üstünde yüceltilmeye layıktır. Mehmet GÖKDOĞAN Merve ÇETAK Nurdan OFLAZOĞLU O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam… Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun Pınar ÖZÖNER Mehmet GÖKDOĞAN Genel Yayın Yönetmeni Serdar Serhat ALTAN Sahir ÜZÜMCÜ Sunay GÜLSOY Şafak OĞUZ Yaren ATAY Yelda KARATAŞ farkindalikdergisi 2 @farkindalik_drg İçindekiler 15 Mart 2015 Sayı:3 4. Bir İnsanın Hüznüdür – Şiir– Yelda KARATAŞ 5. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ 7. Bismillah – Şiir – Mehmet GÖKDOĞAN 8. Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri – İnceleme - Gönül KARAARSLAN 9. Kar Tanem’e – Şiir – Hüseyin YAYLA 10. Unutma Beni – Sinema>Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ 12. Gülpembeler – Deneme – Sunay GÜLSOY 15. Sappho – İnceleme – Merve ÇETAK 17. Bir Mektubu Var Gitmenin – Deneme – Ceyda CEVHER 20. Merdiven Şiir – Şiir – Barış ÇELİMLİ 21. Aşk – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ 22. Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak! – Deneme – Şafak OĞUZ 24. Cennet-i Yâr – Deneme – Serdar Serhat ALTAN 25. “Müzik ruhun gıdasıdır” Gerçekten öyle midir? – Deneme – Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ 33. “Yas’’ta Değil İsyandayız – Deneme – Pınar ÖZÖNER 34. Akıl Ve Vicdan – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU 35. Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın – İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU 39. Kadın Olmak Ana Olmaktı – Şiir – Arzu TOK 40. On Üçtü Yaşım – Şiir - Besna AYDIN 42. Otostopçunun Galaksi Rehberi – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY 43. Kız Kulesi – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal DURMUŞ 3 Bir İnsanın Hüznüdür I Kadınım ben Nasıl kıydınız Ellerim ayaklarım kadın Yüzüm dağ tepesinde bir kitap Sabırsız ovaya şaşarak Yeni mi Gidip gelmeleriniz Gidip gidip gelmeleriniz Yelda KARATAŞ Şiir Bir İnsanın Hüznüdür Gidip Ardında bir yarasa sessizliği Hep kendinizi yitirdiğiniz İçimde sevip sevmemeleriniz -yalan ağzınızla aklımdaNeler dediniz gülmeyi başardım Bir salyangozun sıcaklığına Yürüdünüz dağ sesinizle II Kadınım yeşil erikte Hiç sevemediniz benden çok Kendinizi bile sevmediniz Sizden yıllarca büyüktüm Yetişemediniz Yüzümden kitap sayfaları Akardınız -ne çare aşkı kitaplarda yaşadınızAlıp alıp vermeleriniz Verip verip vermeleriniz Alıp -şimdi sevişmek bile istemiyorumBir beyaz ova bir beyaz İçinde gelincik kızılları Tek tek kopardınız -beni tenimden ettinizDokunmalarınız Dokunup dokunup çekmeleriniz -sonra her kadın gibi bir ateş bulup ağladımSıyrıldı ay buluttan çıkan yüzünüz -ben kendimi kucakladım hiç gitmesin kollarımdanBeni boğup İp ışığında Bıraktınız Ne yaptınız! 4 … Kadın ne oldu sana Kim düşürdü seni. Uyandırmadılar mı masallarını yazarken Kurtarmadılar mı seni ejderhalar kaçırırken Tuzaklarında senin yüreğini mi kullandılar, seni yakalamak için. Söyle kadın, Sahir ÜZÜMCÜ Şiir … söylenecek ne varsa söyle; Altınlarımı aldılar de, “Beni satın almak için.” Sen değil miydin saklanan, seni bulmak için. Kusan sen değil miydin çalılıklara, kustukların bedenin. Ne oldu sana böyle, ne yaptın söyle, kadın nerede, hepsinin cevabı sen değil miydin. Nerelere gittin, nerelerde kaldın, neler gördün de tanımadın. Şimdi bir saksı çiçeğiyse tenin, neden ektin, neydi niyetin. Yıldızlara veren sendin ışığını, şimdi ayın esiri kim. Bacaklarını açan kimdi, tadına bakan, kimdi dudağında başka dudakları arayan. Kenetlendiğinde dişlerin, ve kenetlendiğinde gözlerin, gördüğün neydi, neden korktun, neden vazgeçtin. 5 Neden seslenmedin, çağırmadın, ağlamadın arkandan kendinin. El sallayan kimdi, sen kimdin. Kaderin neydi, nerede pes ettin. Kanayan yerin neren senin, Nerede mermi deliğin. Ağlayan kimdi senin yerine, kimdi beklettiğin. Ağlatan kimdi sende, kime tutsaktı içi gözlerinin. Vuran kimdi sana, nerede senin hedefin. Uzan kadın, geç şöyle, rahat et bari, sayılı değil mi günlerin. Düşerken saçların göklerden ve denizlerden, kadını olduğun kimdi, kadınlığını verdiğin. Neren kadındı senin, kadın kimdi, sen kimdin… 6 Bismillah NE güzel kelimedir ‘‘Eyvallah’’ Yar’dan gelen naza da Ezaya da cefaya da Eyvallah Ne güzel kelamdır ‘’Evelallah’’ Yar yanımdaysa herşey tastamam Mehmet GÖKDOĞAN Yoluna ömrümü sererim Evelallah Deneme Ne güzel sözdür ‘’Fesüphanallah’’ Bismillah Yâr’a kızsak kendimize küseriz Dilimizden çıkan tek kelimedir Fesüphanallah Ne güzel tabirdir ‘’İllallah’’ Başka sevdaları gördükçe şükrederiz Sevdam bir başka,başkası mı İllallah Ne güzel anlatıdır ‘’Mazallah’’ Onsuz bir dünya tasavvur edemezsin Vuslatın bitmesini istemezsin dersin Maazallah Ne güzel düşüncedir ‘’Maşallah’’ Onu her gördüğünde sımsıkı sarılasın gelir Bakmaya kıyamazsın dilersin Maşallah Ne güzel bir yakarıştır ‘’İnşallah’’ Ona kavuşmaktır yegâne muradın Avuçlarını açarsın semaya dersin İnşallah Ne güzel farkındalıktır ‘’Bismillah’’ Gönlüme düşeni ömrüme yaz Yarabbi’m Başladığımız bu yolda dilimizde Bismillah 7 Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri "Kadın" imgesi ve algısı edebiyatımızın her döneminde farklı olmuştur. Divan edebiyatında kadın daima soyut bir varlıktır.Saçları misk kokan, ince belli, servi boylu, nazlı mı nazlı , kalem kaşlı, kılıç kirpikli bir afettir kadın.Kadına bu hâli ile gerçek hayatta olmayan pek çok vasıf yüklenmiştir.Hep düşünülen, korunmak istenen, çoğu zaman âşığına cefa çektiren bir varlık... Nitekim Nedim'in Türkiye Türkçesi ile aktardığım alttaki beyitte bu durum apaçık görünmektedir: "Güllü elbise giydin ama korkarım ki Elbisenin güllerinin dikeni seni incitir." Gönül KARAARSLAN İnceleme Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri Tanzimat Dönemi'nde aşk ve kadın somutlanmaya başlanmış; Servetifünun Dönemi'nde hasta bir varlık olarak işlenmiştir.Zaten kendi başına “Verem Edebiyatı” olan Servetifünun edebiyatı hem şiirde hem nesirde marazlı kadınları anlatmıştır.Psikolojik çöküntüye uğramış kadınlar anlamca kapalı şiirlerin baş tacı edilmiştir. Millî Mücadele Dönemi'nde Kurtuluş Savaşı'nın başlamasıyla yazarlar ve şairler güçlü kadın tipleri üzerinde durmuş, idealize edilmiş kadınlar kahraman olarak gösterilmiştir. 1940'lı yılların başında şiirdeki sıradanlık, kadını da sıradan bir varlık gibi göstermiş; iyi kötü tüm özellikler ona yüklenmiştir.1950'lerde ise özellikle İkinci Yeni şiiriyle erotik bir imge olan kadının tam yüzü 60'larda görülmüştür. Kadın artık bir ANNE ve kocasının yanında bir EŞ’tir. Sosyal, kültürel, ekonomik değişimlere ayak uydurmayı başarmış veya başaramamış kadınlar sarmıştır dört bir yanı. Bir yanda okuryazar olamamış, ekonomik bağımsızlığını kazanamamış kadınlar bir yanda kadın şairler ve yazarlar bir yanda devrimci kadınlar... 1980 sonrası eserlerinde ayakları üzerinde duran, hayatı sorgulayan bir kadın imajı görülmüştür. Günümüzdeki kadın sembolü psikolojik, sosyolojik, siyasi yönden doyuma ulaşmış, annelik vasıflarını da gerçekleştiren ve gittikçe YALNIZLAŞAN bir olgu hâline gelmiştir. 8 Kar Tanem’e Kar tanesi gibisin kadınım. Biri, diğerine benzemeyen, eşsiz. Acun, aczeyler dönmekten Ellerini tuttuğumda. Bütün kâinat, bütün mevcudat Hüseyin YAYLA Şiir Kar Tanem’e Seyreyler, gözlerim çeşm-i fettanına dalınca. Rüzgâr dahi sükûnete erer Sesine engel olduğunu sezince. Bir kediciğin masumiyetiyle bile gözlerin nemlense Bulutlar cenk eder birbiriyle sana eşlik etmek için. Muştular getirir şeb-i târîki ak eden gülüşün. Kar tanesi gibisin sevdiğim, Biri, diğerine değmeden süzülen, ferîd. 9 Unutma Beni Film de Columbia Üniversitesi’nde dil bilimi profesörü olan Alice Howland’ın Alzheimer hastalığına yakalanışı ve bu süreçte yaşadığı olaylar örgüsü işleniyor. Mehmet ARSLANTAŞ Sinema – Eleştiri Unutma Beni Önemli bir kariyere sahip olan Alice (Julianne Moore) bulunduğu noktaya büyük emek harcayarak gelmiş 3 çocuk annesi bir kadındır. Kocası ve ailesi ile birlikte mutlu ve düzenli giden bir hayata sahiptir. Ta ki koşuya çıktığı bir gün evin yolunu kısa süreli unutuncaya dek. Bu ve buna benzer belirtilerin artması üzerine doktora gitmeye karar veren Alice, yapılan testler sonucunda Alzheimer’in ender görülen bir türüne yakalandığını öğrenir. Bu türün genetik kodlarla taşındığını öğrendiğinde mutsuzluğu daha da katlanır. Akademisyen olması sebebi ile zihninin sürekli işler halde olmasından kaynaklı, bu durumu baskılandığını ve sürecin bundan sonra daha hızlı ilerleyeceğini öğrenen kahramanımız, hastalığı yenebilmenin yolları arayacaktır. Fakat hayatında giderek daha fazla yer tutan, çok sevdiği işini yapmasına engel olan ve günlük rutinlerini bile zora sokmaya başlayan bu durumun önüne geçemeyeceğini fark eder. Kocası ve çocukları ile mevcut durumu paylaşır. Özellikle büyük kızı bu durum sebebi ile annesini içten içe suçlar ve annesinden giderek uzaklaşır. Küçük kızıya ilişkileri pek de iyi olmayan Alice, hastalandıktan sonra bu durumu tersine çevirecektir. Kocasının da kendisinden uzaklaştığını hissedecek ve giderek zihnindeki boşluğa teslim olacaktır. Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan Still Alice, aile bağları ve insan ilişkileri üzerine kurgulanmış sağlam bir film. İnsan hayatının ansızın nasıl değişebileceği, bu değişikliğin kendisinde ve çevresinde nasıl etki yaratacağını olanca yalınlığı ile gözler önüne seriyor. Bu denli güçlü ve akıllı bir kadının gözünüzün önünde çaresizlik içerisinde dönüştüğü şey, içinizi burkuyor. Oyunculuklar çok sade ve abartıdan uzak. Ciddi performansların sergilendiği film de, Julianne Moore oyunculuğuyla göz dolduruyor. 52 yaşındaki aktris bu filmle ‘En İyi Kadın Oyuncu’ kategorisinde Altın Küre, Bafta ve Akademi ödüllerinin sahibi oluyor. Genelde sakin bir işleyişe sahip filmde sağlam duygusal patlamalar yaşanıyor. Bunlardan en önemlilisi Alice’in Alzheimer Derneğinin toplantısına katılımcı olarak çağırıldığı zaman, kürsüde yaptığı konuşma sırasında meydana geliyor. STİLL ALİCE Artık zihninin boşluklarında kaybolmaya başlayan Alice, kağıt üzerinden yerini kaybetmemek için fosforlu kalemle çizerek yaptığı konuşma sırasında, bütün sayfaları yere düşürüyor. Kısa süreli panik yaşadıktan sonra durumu şu cümlelerle ifade ediyor. ‘’Ne de olsa bu yaşananlarıda hatırlamayacağım.’’ Üç çocuk annesi bir kadın yaşadığı olumsuzluğun yanı sıra gen haritası sebebi ile çocukları tarafından da suçlanmanın acısını hissediyor. Özellikle büyük kızı bunu hissettirmekten hiç çekinmiyor. 10 Erkek evlat figürü filmde yeteri kadar işlenmemiş, var ile yok arası, pek nadir gözümüze takılıyor. Küçük kız (Kristen Stewart) annesi ile anlaşamayan asi bir ruh gibi görünse de, izleyiciye ters bir manevra yapıyor ve mevcut düzenini değiştirip ailesinin yanına taşınıyor. Aslında birbirine uzak görünen bu iki insanın ne kadar çok benzediğini bu aşamalarda fark ediyoruz. Baba figürüne gelecek olursak (Alec Baldwin) ilk zamanlar durumu sahiplense de yaşananlar karşısında çabuk pes ediyor ve karısını işi sebebi ile yalnız bırakarak vicdanının girdaplarında kayboluyor. Bu film sizi garip bir şekilde hayatınızı ve çevrenizdeki insanları sorgulamaya yöneltiyor. Ya onun yerinde ben olsaydım deyip, empati kurmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Julianne Moore’un oyunculuğu ile devleşen bu karakterin dramına kayıtsız kalmak biz izleyiciler için pek mümkün görünmüyor. Uzun süre etki altında bırakan bu film, sessizliğin içinde boğulmuş bir kadının, can yakıcı görüntüsü ile son buluyor.Richard Glatzer ve Wash Westmoreland’ı yönetmen koltuğunda gördüğümüz ‘Still Alice’ izlenmesi gereken filmler listesine üst sıralardan giriş yapıyor. 11 Gülpembeler Yıl 1995. Sonbahar yapraklarının bulutlarla dans ettiği 22 Ekim günü Songül ve Mehmet’in nazlı kır çiçeği olarak bahar esintisini getirdim. Ablam Beste`den sonra dünyaya gelişim ikinci kez anne ve baba olmanın tatlı şurubunu içirdi onlara.Pamuk Prenses ‘in kötü kalpli Kraliçeden kurtarılışını, Sinderella’nın ona acı çektiren üvey annesi ve üvey kardeşlerinden nasıl kaçarak mutluluğa yakalandığını dinleyerek büyüdüm ben. Babamın dediği gibi her masal “ Bir varmış, bir yokmuş…”la başlardı. Her kötü bir iyiyle yok olurdu. Sunay GÜLSOY Deneme Gülpembeler FİLMİN ADI: GÜLPEMBELER VİZYONA GİRİŞ TARİHİ: 11.02.2015 OYUNCULAR: ÖZGECAN ASLAN VE CELLADI YRD. OYUNCULAR: MÜNEVVER KARABULUT, DOKTOR AYŞE, GÜLDÜNYA, KÖRPECİK PERİLER TÜRÜ: KORKU, DRAM 20 yaşındaydım… Düşlerimi gerçekleştirmek için çırpınıştaydım. Hayatın derinine inmek, yeryüzünün en manidar ve en güzel canlıları arasındaki ilişki çarkını düzenlemek istiyordum. Bozulmuş saat gibi dört bir yana savrulan akreple yelkovan misali hayatları uyumla yeniden düzene sokacaktım. Açık denizlere açılarak en derine kürek çekerek kendinden uzaklaşmaya çalışanlara, kendilerinin keşfedilmemiş bir coğrafya olduğunu gösterecektim. Sevgi açlığı içinde kalan şefkatsizlikten zehirlenerek kıvranan hastalara ilk panzehir iğnesini ben yapacaktım. Çamur topuna bezenmiş ruhlara güneşi gösterecektim. Adım yazacaktı her yerde. İşini layığıyla yapanlar tayfasına katılacaktım. Ödüllerim olacaktı belki de… 11 Şubat günü filmimle ekranlarınıza geldim, o kadar sevdiniz ki beni yüreklerinizi deldim yokluğumla. Benim filmimde bir mutlu son olmadı. Bir kötüyü bir iyi yok edemedi. O gün her geçen günümden daha güzel geçecekti, gelecek günlere inat. Ben öyle zannediyordum çünkü… Dışarıdaki soğuğa inat, en kutsal varlığım anneciğimin hazırladığı süt içimi ısıttı. Dışarıdaydım, arkadaşımlaydım, mutluydum. Çünkü ben 20 yaşında kozasından yeni çıkmış kelebekler gibi kanat çırpıyordum. Kanatlarımdaki renklerle yeryüzüne ve gökyüzüne ışık saçıyordum. Şeker tadındaki gün bitiminde kendimi eve dönüş yolunda dolmuşun içinde buldum. Bir kuşun yuvasına dönüşteki arzusu içinde bende yuvama ulaşmak istiyordum. Meğerse bindiğim dolmuş tabutum olacakmış, cellâdımda içindeymiş, bilemezdim ki… İnsan bazen siyaha boyanmış resimler içinde küçük de olsa beyaz bir nokta görmek ister. Ne yazık ki gri bile çok görünmüştü bana… Gecenin kör kuyu siyahını, celladımla göz göze geldiğimde hissettim o puslu, tuzaklı yolda… Celladımın şehvetli bakışları karşısında yolunu şaşırmış çaresiz balıklar gibiydim. Avını parçalamak isteyen aslanın hamlesi bile durgun su gibidir. Korkutmamak için avına önce yavaş yavaş yaklaşır. Ben candım, insandım, avdım ve celladım da yavaş değildi. Gözlerindeki şehvet ruhundaki temizliği, beyazlığı kusturuyordu. 12 Bakışlarıyla kaynattığı şehvet çorbasının sıcaklığı bedenimi yakamasın diye acıyı sıktım gözlerine. Bir daha böyle bakamasın diye sıktım, sıktım… Canı yandı yanmasına da benimki gibi kimsenin yanmadı. Köpekten koşturarak kaçan, ağacın tepesine çıkmak isteyen kediler gibi tırmaladım defalarca hayasız yüzünü. Nihayetinde, kötü namını yükselten benim tırnaklarımın izi olacaktı. Güçlülüğü karşısında defalarca darbelenen kesilen bedenim ölüm labirentinin dört bir köşesine çarpıyordu. Her çarpmada zihnim daha da karmaşık bir hal alıyor, çıkışa bir türlü ulaşamıyordu. Çığlıklarım, cama vuruyor oradan da bana geri dönüyordu. Kimsesizdim, bir başımaydım, hayatımı kurtaracak kahramana duyuramamıştım sesimi. Kendi fısıldaşmamla beraberken başıma aldığım her darbeyle ölüm yatağına uzanmaya başladığımı fark ettim. Bir kan kokusu solumaya başladım. Kana susayan vampirin ta kendisiydi karşımdaki. Yetmedi. Bana can veren damarlarımı gördüğüm bileklerimi de yok etti. Ruhum bedenimle Araf arasındaki son bir sahneyi bekliyordu sanki. Ne doyumsuz bir cellattı. Ne kanım ne de canım ona yetebilmişti. Ölüm gömleğim üzerimde, bedenim ateşler içinde yanıp tutuşurken celladımın ve ekibinin zafer kahkahaları duyduğum son sesti. 14 Şubat …”Sevgi” günü olarak ilan edilen bugün benim ölüm yıldönümüm diye anılacak… Terk-i diyar zamanı şimdi. Annem ve babamın feryatları ortalığı figanlı, hüsranlı toz dumanına dönüştürdü. Benden kalan cansız bedenim kadınların omzunda… Ne demişti yeryüzünün en şereflisi “Kadınlar size Allah`ın emaneti” İşte gidiyor bakın “Emanet edilenin cesedi”. Anneciğim dediğin gibi olmadı kurşunla öldürmediler beni. Her hücreme insanlığı parçalayan kurşunlar girdi. Anneciğim ağlama, ben yeterince ağladım kanlı gözyaşlarımla sana da bana da… Adaletten daha keskin bir adalet bekliyor, kirli zafer sancağını tutanları İlahi adalet, bu filmin kötü karakterli baş kahramanlarının boyunlarına takacak yağlı urganları. Yalnız değilim ben ne bu toprak altında ne de Araf`ta… Önce güzel yüzüne kezzap dökülüp güzelliği yok alan, sonra da tek kurşunla canı alınan Bergen Abla da benimle toprak altında… Ya Araf’ta, yeni katıldım aralarına.. Münevver Karabulutlar, Güldünyalar, Doktor Ayşeler, Küçük periler de burada. Her geçen gün, dakika, saniye yeni birileri katılıyor bu kervana. Sığar mıyız bilemiyorum buraya? Babacığım “Bir varmış, bir yok muşla başlayan masal, “Bir Özgecan varmış, bir Özgecan yokmuş”la bitiyormuş. Anladım ki her masalın sonu güzel bitmiyormuş. 13 Elveda, Yaşayamadığım gençliğim, Yürüyemediğim yollar, Koklayamadığım çiçekler, Üzerine basamadığım topraklar, Islanamadığım yağmurlar, Dokunamadığım böcekler, Keşfedemediğim yeni yerler, Göremediğim mezuniyet törenim, İş yerime asamadığım tabelam, Elveda, Tanıma fırsatını bulamadığım ilk aşkım, eşim, bebeğim, Anneciğim, babacığım, ablacığım, ülkem… Ben hafızalarınızda hayali karakter olma yolunda, Yapılacak ne varsa yapılsın artık bu uğurda, Kazınsın zihinlere, düşüncelere bu mısra… “Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutma” NİHAYETİNDE BİR CAN VERENDE KADIN SANA! Bu deneme bir annenin kınalı kuzusu ÖZGECAN için yazıldı. Bir annenin evladından ayrılışının çığlığını bir daha duymamak, her iyinin her kötülüğü yok etmesi ümidiyle… Seni ve diğerlerini hatırlatacak bir melodi kulağımda çınlıyor ÖZGECAN, hem de BARIŞ MANÇO`dan “Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin İnanamadık Gülpembe, Bizim iller sessiz, Bizim iller sensiz, Olamadı GÜLPEMBE” “ARAFTAKİ GÜLPEMBELER” Ruhunuz şad, mekanınız cennet olsun…. 14 Merve ÇETAK Arkeoloji Sappho Sadece Hava da olsa Ölümsüzdür Dilimdeki sözcükler… Sappho Bir önceki yazımda ilham perileri 9 Musalardan bahsetmiştim. Bu yazımda da Platon’un 10. Musa olarak adlandırdığı,Antik dönemin kadın ozanı Sappho’yu sizlerle paylaşacağım. İÖ. 610-580 yılları arasında yaşamını sürdürdüğü düşünülen Sappho, tam bir aşk kadınıydı. Düğünlerde, şölenlerde hep başroldeydi: “Nedir gene deli gönlünü çelen?” İşte böyle söylerdi Sappho, yüreği yanmışlara… Yaşadığı dönemin tabularına aldırmamış ezilen kadın olmaktan çok, bir birey olabilmenin savaşını vermiştir Sappho. Aşkı en dibine kadar yaşayarak ulu orta sözcükler dizmiştir insanlara. Dünya var olduğundan bu yana kadına dair hiçbir şey önemsenmemiş ve bu durumdan Sappho da nasibini almıştır. Şiirleri birer birer yok edilmeye çalışılmıştır. Ama o inancını asla kaybetmemiş, söylediklerinin ölümsüz kalacağını umut etmiş ve haklı da çıkmıştır. Kadın olmak; her zaman zor zanaat. Kendi hakkını, ezilenlerin ve haksızlığa uğrayanların haklarını savundu Sappho, korkmadı çünkü susmak en büyük kaçış yoluydu. Bunun farkında olabildiği için binlerce yıl sesini duyabildik Sappho’nun, Sapphoların… 15 Yüzyıllardır anaerkil bir toplum karşımıza çıkmakta, kadın her zaman ikinci plana atılmaktadır. İşte Sappho gibi gözü kara kadınlar sayesinde toplumda kadına da yer olduğunu bilmekteyiz. Sözü fazla uzatmadan cümleleri Sappho’ya bırakıyorum… Bir yiğitten daha üstün o erkek Tanrılarla eş benim gözümde O erkek ki yanında oturabiliyor Sesinin tatlı yankısını Yüreğimi hızlandıran Can alıcı gülüşünü Yakından duyabiliyor. Birden karşıma çıksan Soluğum kesilir Dilim tutulur. İnce bir alev dolanır Derimin altında Gözlerim kararır. Yalnız kendi uğultusunu Duyar kulaklarım, ter dökerim Ürpertiyle sarsılır her yanım Kurumuş ot gibi solar rengim Nerdeyse ölümle yüz yüzeyimdir Ama yoksulum, katlanmaktan başka Elden ne gelir. 16 Bir Mektubu Var Gitmenin Bu bir elveda mektubu değil; Aylin'im, sevdiğim... Aslında adın bile bende Aylin değil. Sana hiçbir adı yüklemek istemedim; senden bir resim almak, yüreğimdeki albüme eklemek her zaman daha gerçekçi geldi bana. Sağ elimi yazarken kullanmak daha kolay geliyor şu an. Giderayak sağ elimin ne işe yaradığını idrak etmiş bulunuyorum. Kendimi bildim bileli gerçek bir kalem tutmayı reddedip sol elim ile hayal dünyamı tuvallere yazmakta kullandığım fırçalarımı tuttum. Ceyda CEVHER Deneme Bir Mektubu Var Gitmenin Hâlbuki sol elim yanıp atölyede yaptığım tüm resimler de yanınca içim de yanmıştı. Yanmanın üç hali varmış her cisim gibi anlamıştım. Kutsanacak bir tablo da değildi yaşamım ta ki sana “Aşk “olana kadar. Akrilik boyaların içindeki tüm renkler birden sen oluverdi, hatta siyah bile bir anlam kazanmıştı. Oysa ben siyahı saklanmış hüzünlerimin ağırlığını taşırken giyinirdim senden önce. Sevmek hep vardı belki de kuytumda köşemde ama bir sebep yaratırdım sevmek için ki bu her zaman tuvale bir iz olurdu, fırça ise bir araç. Yani resim yapmak tarihi bir yerleşke gibi idi; en derinlerine fırçalarım ile değdikçe duygularım dünyanın merkezinde çırılçıplak kalıyordu ki bu vaziyet en masum doğası idi asileşmemin. Beni sevmesini bilmeyen daha kötüsü beni en sinsisinden gizlice izleyen bir dünyanın kısa metrajlı filmi olmaktan çıkıyordum. Sevgimin tabiatı aynı kalsa da tarzı bir senden önceye ve sonraya dönüşüverdi birden. İşin komik tarafı senin de ilk önceni sevmek istemedim. Bunun da bir sebebi vardı bildiğim bir şeyi bilmeden önce, " sebepsiz seni sevmeyi". Her ne kadar Newyork karamsar havası ile üzerime üzerime gelse bile kızım için boğulmaya gönüllü bir şekilde o hastanede bulunuyordum. Yanmanın en yüksek ısısını taşısam bile bu boğulmanın içinde ateşim buz kesiyordu. Ellia 32. ameliyatından çıkmıştı. 517 no’lu odamıza vardığımızda çenenin ortasını kaplayan bir bandaj ile karşı yatakta uzanıyordun. Elindeki telefona yapışmış dudağın ile müvekkillerine başına gelenleri dünyanın sonu imiş gibi anlatıyordun. Bana hak ver ve kızma ne olur! Sen kendi özünü sevmeyi bilmiyordun ben ise seni deli gibi seveceğimi. Sana bunları ilk kez itiraf ediyorum. Yaşamı para, kariyer ve başarı için kendini küçük tanrıça sanan kadınlardan farksız gibi gelmiştin dimağıma. Fakat daha sonra Ellia'nın ameliyat aralarında Hudson Nehri kenarında geçirdiğimiz vakitlerde Ellia sana gitgide bağlandıkça ve sen unuttuğun çocukluğunu Ellia ile hatırladıkça kalbime attığın her bir ilmiğin sağlamlığı kadar bende sana bağlanıyordum. Hiç konuşmadan sesini ve nehrin sessizliğini hatta suyun içindeki balıkları, yosunları, çakıl taşlarını, kumları, hücreleri karışmış insanları ve tüm canlıları dinlemek eylemi beni karşı kıyıya götüren mavi renkli bir sandalın haritasını çizerdi kaybolmuşluğumun üzerine. 17 Sen dâhil tüm bu nesneler birer anlam olup yüreğime yerleşirdiniz, bir kitap oluverirdi tüm harfleri seslerinizin ki başlığı adın ile yazılırdı içsel anatomime. Eğer bir alınyazısı varsa idi hayatımın, senin elinden yazılmıştı ve bir tesadüfmüş ise tüm bu trajedi yani yaşamın tadını aldığım sol elimin bu dünyanın dışına adım atması; bir kudretli varlık yüzüme gülüp sunabileceği en kutsal uzvu verdi bana; seni... Sen sol tarafımın dayandığı kemik ve kendi eserini kendinden üretebilen bir şahtın ve asla mat olmayandın ( Artık –di’li geçmiş zamandanım). Tüm varlığımla sıkı bir dindardım çünkü aşka inandım ve hissetmediğim sol elimle yüzüne dokunup gülüşlerini tapınağım yaptım. Gülüşlerinin içinden geçip ulaştığım yer cennetimdi ki sen bu mektubu okuduğun an ben hâlâ orada olacağım. Sana yazıyorum ve içinde bulunduğum bu çalışma odası, bu ev, bu kasaba yani bu atmosfer fark etmeden bana lanetini bulaştırıyor, sevdiğim. Hastayım fiziken; hayatın gerçekliğinde acılar içinde kıskıvrak bir şekilde can vermek hiç de adil değil. Bir hürriyet ilkesi sergilediğim tavır, kendi metafizikliğime bir can vermek. İnan ki en merhametli karar olmalı bu. Oysaki kendi hayatımın yargıcı, savcısı, avukatı, tanığı ve ya sanığı olmak gibi arzularım hiç olmamıştı. O yüzden senden ve Ellia'dan gitmiyorum sadece bedenim öteliğe kavuşacak. Ellia ile kalman gerekli, onun artık annesi sensin. On iki yaşının gerektirdiği tüm duygularla sana ve sevgine muhtaç. Bu gidişimin ardından içinde bulunduğumuz bu küçük kasaba hatta tüm bir ülke belki beni taş kalpli sanacak biliyorum. Ne yazık ki bu lanet yerin oynadığı oyunun kuralları sert ve gönlü yumuşamıyor. Muaf olmam için deliyi oynamam gerekti çünkü elimin tersi ile ittiğim her kıstas onun kuralları idi. Aklı başında olan bu gidişimin nedeni "deli olmaya" gelmek. Hissetmenin ötesinde ilk kez bir varlık olmaya gidiyorum. Tümü ile hiçliğim başlayacağı yer senin beni ilk kez hissettiğin yer; İpucu mu? Güneşli bir temmuz sabahı hastaneden kaçtığımız o günü hatırlıyor musun? Ellia'nın üzerinde yeşil hastane önlüğü vardı merdivenlerden inerken. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı, dışarda yaralarını herkesin yüzüne vuracağı bir şeyi üstünde taşımak istemiyordu. Uzun eteğini çıkarıp ona bu sana çok güzel çiçekli bir elbise olur küçüğüm dediğin ve külotlu dar siyah çorabını hastanenin tuvaletinde ayak bileği hizasından kesip tayt haline çevirdiğin günü... Sana demiştim gayet yaratıcısın hatta içinde sanatçı deli bir kız uyuyor olabilir, Aylin diye. Daha sonra nehir kenarına bana imalı bir şekilde çok zeki hatta belki de kendimden bile zeki olduğunu seziyorum, Matt demiştin. Biraz utangaç bir dil ile hiç düşünmeden bunu biliyorum fakat beni senden farklı kılan şey hiçbir dünyevi gerçekliği kabul etmeyişim diye mırıldandığımı hatırlıyorum. Akabinde ise benim kocaman bir ukala olduğumu söylemiştin ve benden bu farklılığı ispatlamamı istemiştin. O kocaman kıpkırmızı Louis Vuitton çantandan bir parça pamuk koparmanı ve onu elinle ikiye bölmeni söylemiştim. Sana bir parça pamuk ile bir parça pamuğun toplamanı sormuştum. Yüzüme gülerek bakıp iki dediğini ve bu adam lanet olsun niye böyle saçmalıyor sırıtışını asla unutmuyorum. Şimdi evet şimdi Aylin on üç adım at ve nehrin kenarından bu iki parça pamuğu ıslat, avuç içinde sıkıca yum komutunu aldığında kafan çoktan allak bullak oluvermişti. Çünkü içindeki resim banyosunda canlanmıştı sahte bir dünyanın arkasında zihnini kaydıran gerçeklik; "iki ayrı pamuğun su ile kocaman bir -bir- edebileceği". Nehrin yapabildiği şeyin varsa bir benliğimin bir amacı bu evrende, her yeni gün her günümden farklı bir öz ile yaratıldığımızı izah eden eski bir tapınakta tazeliğini koruyan bir aslan sfenksi kadar kuvvetli bir simge olduğunu sende anlamıştın, sevdiğim. 18 Kemiklerimin her zerresine yayılan kötü yürekli canavarlar ordusu gidişimden bile daha hızlı bir şekilde ilerliyor! Hastalığımın nüksettiğini öğrendiğim son on beş günden beri inadına direndim ve erteledim bedenimin sizden kopuşunu. Ellia'nın doğum gününün üzerinden bir hafta geçmesini istedim. Benden sonra büyük bir şükranla en azından Ellia öz deliliğini keşfedene kadar pasta kesme ritüelini sürdürmenizi ve büyük bir coşku ile dışarı çıkıp nisan yağmurunda "Dancing in the Rain”i avaz avaz bağırıp dans etmeyi bırakmamanızı arzu ediyorum. Ellia bu hatıraları belleğinin en tozlu raflarından günü geldiğinde çıkaracak küle dönüştüğü anlarda kendini yeniden doğurabilecek. Anka olmanın özüdür bu sevdiğim. Bu arada senden bize özel bir ricam olacak. Benden sonra asla bulaşık yıkadığın anlarda Leonard'ın "Dance me to the End of Love" şarkısını söyleme. Bilirsin ki yüreğim hep sende örtünmeye devam edecek, olmasam da. Ah, Tanrım! Yüreğinde kapladığım yüreğimi bile kıskanıyorum. Aşkın hiç bitmediği bir yer olsa da sesin, gizli bir bahçe olarak kalmalı biz dâhil hiç kimsenin giremeyeceği. Ayrıca bir gereklilik hatta bir dayatma istiyorum senden ilk ve son kez. Gidişimden sonra Ellia ile birlikte Akçay' a dönmelisin. Senden, çocukluğundan izler bulup onlara dokunmak sana ve Ellia'ya çok iyi gelecek eminim. Babanın elleri ile ektiği zeytin ağaçları ve mor renkli ahşap kır evi sizleri iyileştirecek ve bir de senin tarif ettiğin kadarı ile tadını aldığım deniz... Tabiatın iyiliksever bir ana olduğunu asla unutma sevdiğim! An itibari ile kendimi yeterince uyuşuk hissediyorum. Eskiden olsa bu mektubu sana on dakikada yazabilirdim ama sağ elim beni saatlerce kıskıvrak esir aldı. Tüm esaretlere boşça kal diyerek sana teslim oluyorum. Bizi birleştiren bir nehirde bu dünyaya yabancı sana daha yakın olmaya gidiyorum; sevdiğim. Salya sümük ağlayan bir kadınsın ki bu huyunu hem çok sevdim hem de hiç benimseyemedim. Nehrin kenarında sana son kez sımsıkı sarılıp kulağına o az dil döken ağzım ile seni seviyorum demenin onurunu taşıyarak giderdim ama... 19 Merdiven Şiir Barış ÇELİMLİ Şiir Merdiven Şiir Koşarken tökezleyen Haylaz çocukluğumun Avuçlarını doldurmuş Misketler gibi saçıldı Daha yarılanmadan Şu ziyan ömrüm Geri kalanını aşka yatırdım Bekliyorum benden Bir ben çıkarsın. Biraz gözlerime bak Konuşmasan da olur Bir sigara daha yak Öyle çıkarsın. Bana sen söylemiştin Kalbini çevreleyen Duvarları yık diye Sonra da eklemiştin Kaybolduğun her yoldan Aşka çıkarsın. Yıktığım duvarların Üstünden atladı kalbim Zaten kaybolmakmış meyli Hiç arayıp sormadım Dolaşsın ücraları Aylak bir ıslık ile Aşkın yolunu bulur da Belki haklı çıkarsın. Her dizesi bir basamak Sana bu şiirimin İster inersin İster çıkarsın... 20 İsmail Can KARAKUŞ Şiir Aşk Aşk çünkü aşk; bir dişin sonsuz kere sızlaması gibidir çeksen boşluğu hissedilir kalsa sızısı. çünkü aşk; tek hecedir ne başına bir sıfat alır ne de sonuna bir isim o yalnızca acıların bir başka deyişidir. 21 Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak! Ne zordur bu hayatta kadın olmak. Aslında her şeye sabrederek yaşamak! Herkesin beklentisine kendini mecbur hissetmek… Herkesin mutlu yaşamaları için varlığını feda etmek. Peki, memnun musun halinden? Halimiz nicedir, Soran var mı? Sanki bir suçlu gibi yalnızım, ya sen? Şafak OĞUZ Deneme Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak! Bütün olumsuzlukları büyüdükçe yaşıyorsun. Yaşadıkça da anlıyorsun. Herkes var senin için, bir tek kendin yoksun kendin için. Yoksun! Duygulara gem vurmayı, daha çocukken öğretmişler bize. Ananevi her şeyin öğretisini içimize, bedenimize, aklımıza kazıyarak işlemişler. Karşı duramazsın suçtur! Bu dayatmanın adına da töre demişler. Töresi batsın! Oysa böyle mi olmalı kadın? Kadın dedin mi Dudakları kırmızı olacak Güneşin batışın da Hırkası omzunda Aklını başından alacak Kadın dedin mi Elleri sabun kokacak… Kondurduğu öpücüğe Hayalindeki sevgiye Kokulu umutlar dağıtacak Kadın dedin mi Dört mevsimi yaşatacak Kışı sevecek Sıcağa küsecek Ama öpüldüğünde eriyecek Kadın dedin mi Umutları Çocuksu olacak Küsecek yalandan Sevdiğinin göğsünde İç çekerek ağlayacak 22 Kadın olmak; Sabırla uyumu aramak, yeni bir hayata aracılık etmek, sahiplenmek demek. Kadın sever, sevgili olur, annedir, aşktır, bazen bir melek olur, bazen de Leyla… Daha nice isimsiz kadınlarımız var, savaşta, cephede adını yazdırmış şehit kadınlar… Kadınlarımız… Sevgili Peygamberimiz “Cennet annelerin ayakları altındadır.” diyerek bu sözüyle kadınların en yüce varlık olduğuna işaret etmiştir. Oysaki bir kadının gönlü dünyanın en kalabalık yeridir. Bütün dertleri ve Aşkları tepeleme sığdırdığı dünyasında, yeni gelenlere de yer açabilecek memnuniyettedir. Ağırlık yaptıkları kimin umurunda! Çaresizliğe yer yok hayatında! Herkesten güçlü olmak zorunda bırakılmışız. Karar vermeden önce oluşacak bütün şartları dengede tutmak yine kadının göreviymiş gibi zorunlu bir misyonu yüklemişler kadın denen bizlere. Evet! Sana yüklemişler, bana yüklenmişler. Kısacası, Şairin de dediği gibi : Ve kadınlar Bizim kadınlarımız: Korkunç ve mübarek elleri İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle Anamız, avradımız, yârimiz Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen Ve soframızdaki yeri Öküzümüzden sonra gelen ... Nazım Hikmet Ran Zor bu şartlarda “kadın“olmak! Ama biz bunun üstesinden de geliriz. Bu vesilesi ile “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”müz kutlu olsun. 23 Serdar Serhat ALTAN Şiir Cennet-i Yâr Cennet-i Yâr Belli ki bütün güzellikler gözlerinde saklıdır senin Cennetin bütün renklerini taşırken yüreğin Huzur senin boynunu mesken tutmuşken En güzel varlığı sen iken Sen ki ana olmuşsun Sen ki kardeş Sen ki sevgili olmuşsun Sen ki cennet-i yâr Sen ki kadın olmuşsun. Ve yeryüzünün, Dünyanın hatırına Kutsallığın en narin çiçeği Öptüğün yerler Mucizevî İyileşmeler gösterir Yaratıldı denilen kişiyi Karnında taşıyan varlık Can verirken Bedenlere Can verdiklerin Aldı bedeninden canını. Bırakıp gittiğin bu hayat Seni anlamlandırmıyor Yazık! 24 Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ - Deneme “Müzik ruhun gıdasıdır” Gerçekten öyle midir? "Eskiden yaşadığın hayatı hatırlatan sesten ibaret bir fragmandır aslında." Yazıdaki Muhataplar Bu söz, kime ait olduğu bilinmeden, herkesin ağzında sakız gibi dolanan ve insanların gerçekten inanıp sözde şifa olarak kullandıkları bir sanrıdan ibarettir. Tabi baştan söylemekte fayda var, bu yazı ruhi bir varlığa inanmayanları kapsamaz. Hatta bilinçaltı, zihin gibi soyut sanılan kavramlara inanmayanları da.. Dışarıdan tetiklenmeden varlığını hissedemeyen, kendisini mekanikleştirmiş bir kimseyi de elbette ki kapsamaz. Müzik Ruhun Gıdasıdır Yalanı Konu "Ruh" olduğundan konuya farklı açıdan yaklaşalım. Konu müzik değil, “müziğin ruha olan gıdasıdır yalanı".. Yani bir müzisyen yazıyı okuyup müzik açısından ele almamalı, bu yanlış olur. "Hayır, ruhun gerçekten gıdası" diyen birinin ise bunu diyebilmesi için önce ruh kavramı ile ilgili araştırma yapması gerekir. Günümüzde ruhun bedenle alakalı olan hissiyatının tümüne ruh muamelesi yapılır. Bu ruh değildir. Öncelikle ruh kavramı ilahi bir kavramdır. O yüzden konuyu "Ruh" kavramı üzerinden açıklayacağız. Yazının asıl yazılma sebebinin aslında herkes tarafından farklı algılanan "ruh" olması bakımından, yazımız, "ruh" tanımının alındığı kaynaklar baz alınarak ilerleyecektir. Ruh Kelimesi Cümle Dağarcığımız Nasıl Yer buldu Gelelim Ruh'a. Önce Kutsal kitaplarda "ruh" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra dilimizde kullanırken kaynağını unutmuşuzdur. Allah'a ait olan, keyfiyetsiz ( Tarifsiz ) ve tanımsız olanın, belirli tanımlarla açıklanması, açıklanırken kaynağının ihmal edilmesi ve ihtiyacı bakımından gıdasının müzik olarak lanse edilmesi, ruhun buna layık görülmesi tamamen cahil cesaretidir. Kişinin kendi kendisini bilinçsizce tuzağa düşürmesidir. İşin enteresan tarafı, bedensel gıdaları sadece lezzetine değil de nereden aldığımıza, temizliğine, ne içerdiğine kadar bakarak son derece önem vererek en iyisi olsun diye özenle seçerken ruhumuz için ise kaynağı belli olmayan bir sözü asparagas olup olmadığına bile bakmadan referans alıp, müziği her fırsatta sözde gıdaymış gibi kullanıyoruz ve böyle yaptığımız için de kendimizi iyi hissediyoruz. Ya ruhu bilmiyoruz ve sahip olduğu gücü küçümsüyoruz ya da bizler cahil cühela takılıyoruz. Hadi bunu yediğimiz gıdalar için de yapalım! Kaynağına, nereden geldiğine, en önemlisi de kimin yaptığına bakmadan, içindeki malzemeyi ve hatta temizliğini dahi önemsemeden; sadece göz zevkimize uygun bir görüntüde olmasına bakıp yiyelim. Bu mümkün müdür? “Yemek - gıda - ruh - beden ne alaka?” diyebilirsiniz. Akıp gidelim önyargılarımıza takılmadan, mükemmeliyetçilik sadece “Kusursuz” olana yakışır. Müzik Zevkini Belirleyen Etkenler ve Bilinçaltına Etkisi "Çocukken masallarla uyutulan kişilerin, büyüdüklerinde müzikle uyutulmasıdır" safsatasına kanmak isterdim inanın. Buna uygun "ninni müzikleri ne hoş olurdu" demek isterdim örneğin. Ama anlaşılmayan bir konuya değinme mecburiyeti hissediyorum. Günümüzde kişilerin iç huzursuzluğunu gidermek (!) için sığındığı ya da bir bebeği uyutmaya çalışırken (!) ilk yardım istediği başlıca bakıcılardan biridir müzik. Aslına bakarsanız müzik bir moddur. İçinde bulunduğu tarihten, kültürden, olaylardan etkilenen ve buna bağlı olarak ortaya çıkan, aslında kişinin duygu durum ürünüdür. Hatta dinleyenleri de bu yüzden etkiler. Çünkü kişi, içinde bulunduğu toplumla ilişki halindedir ve o anki moduna uygun şarkıları tercih eder. Peki kişinin o anki halini, durumunu belirleyen sizce nedir? 25 Tabi ki bilinçaltıdır.Kişi doğumundan itibaren nelere maruz kaldı ve sorunlarına karşı çözüm ve ihtiyaç olarak neler sunulduysa; kişinin müzik ile tekrar tekrar kendini tetikletmesi ile bilinçaltında hissettikleri kişiye afyon etkisi verir. O an son modu depresif olan kişi kendisini daha duygusala bağlayacak bir müzik açarak duygu durumunu sakinleştirdiğini sansa da, o müziğin çağrışımıyla aslında bilinçaltını tetiklemiş olur. Böylece nasıl bir oyun içinde olduğunu bilemeden hatıraları zihne geri akar ve kişinin duygu hâli güçlenir. Aslında, kişininhatıralarını yeniden yaşamışçasına tekrar yıpranması söz konusudur. Kişi farkedemez belki yani dikkat ederseniz bulunduğu duygu durumu hatıralarını tetikleyen müzikle kişiye öfke vermemiştir? Peki, madem yaşanılana karşı artık öfke hissedilmiyorsa neden aynı şeyi yeniden yaşama potansiyelince yıpranma durumu söz konusudur? Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi duygular dönüşümlüdür. Eskiden yaşadığın bir olayı yeniden yaşarken dış tesire göre bir duygu durumu yoğunluğu - dönüşümü yaşarsın. Eski hatıraları yeniden yaşamışçasına yıpranırsın ama o an sadece mahsun şekilde ağladığını zannedersin müzikle. Yatışmışsındır; öyle sanıyorsundur. Oysa sadece dış tesirin değişmesiyle, farklı bir duygu yoğunluğuyla eskiye dair tetiklenen bir durumu tekrar yaşıyorsundur. Fiziksel anlamda tepkin ne kadar sakin gözükse de, içsel anlamda bilinçaltın aynı tahribata yeniden maruz kalıyordur. Bir müzik eşliğinde yaşamak. Hayata dair, hayatın kendisine has müziklerine olan içsel ihtiyacını başka bir şeyle – yapay bir şeyle gidermek. Aslında ruha has algıların dış tetiklenmeler yüzünden kangren olması durumu. Müzik Eşliğinde Yaşamak Kendisini kendi öz varlığı olan ruhla hareket ettiremeyenin, ona ait özellikleri çalıştıramayanın, aslında ruhuna gıda sağlayamayanların, dışarıdan bir destekle hareket etmeleridir müzik. Kuklalaşmaktır. Aynı müziği sevmek, aynı kişiler tarafından aynı duygu durumuna sokulma mecburiyetine itilmektir. Geçmişi sırtına tekrar tekrar yüklemektir. Geleceği göremeyen insanın, şimdiye sıkı sıkıya sarılmasını sağlayan araçlardan biridir. Çünkü müzik tek başına olmaz, yan araçları da lazımdır. Bundan bahsedeceğiz.. Yazıyı tümüyle bitirmeden "ney" "kaval" vs. gibi konuları zihnimizde harmanlamayalım lütfen. Bir müzik eşliğinde yaşamak.. Hayata dair, hayatın kendisine has müziklerine olan içsel ihtiyacımızı başka bir şeyle gidermeye çalışmak.. Aslında kişi ruhuna gıda verdiğini sanıyorken, ruhuna has algıların dış tetiklenmeler yüzünden kangren olması durumu. Ruhsal işitme, duyma, kalp gibi manevi duyuların çalışmaması.. Ya İlahi ? Veya Fon Müzik Eşliğinde Şiir ? Konu ilahi dinlenilmeside değil aslında veya şiir. İnsan müzik dinleme ihtiyacını ilahi ilede giderebilir. sadece dış maske olarak adına yaratıcı der. Eskiden olsa bilinçaltına görsel işitsel dokunsal yolla giren dış tesirler az olduğundan bu belki mümkün olabilirdi. Fakat aklı kişinin hangi duyguların tesirindeyse müzik veya ilahi aynı duyguları tetikleyecektir sadece vicdan rahatlayacaktır. Örneğin Kuran neden ilahinin yerini tutmaz ? yani Kurana alternatif neden ilahi gösterilir. ve ilahi neden müzikli olursa tesir eder ? hepsi konuyla alakalı iyice düşünüldüğünde ve kişinin kendi içinde kendiliğinden tetikleyemediği içsel birikimleri dışsal bir yolla tetiklemesidir. Tehlike budur. Örneğin Kişi, kendi dinine ait asırlar öncesi bir kahramanın hayat hikayesini veya ölümünü bir fon müziği eşliğinde dinlerken ağlar. peki ağlatan o din kahramanının ölümümüdür ? yoksa müziğin tesiri ve bilinçaltının aklı direk istediği duruma hazırlamasımıdır ? Örneğin en son dinlediğiniz bir şiir düşünün. Asırlar öncesi bir kahramanın ölümünü anlatan bir şiir. Tabi sizi ağlatan bir şiir olsun. şimdi kendinize aynı kahramanın ölümünü fısıldayın ama düz bir sesle. Şu şekilde ; "Falanca öldü" eğer o fon müziği yoksa şiiri okuyan sesi güzel kişide yoksa ve hatırınıza gelmiyorsa ağlamazsınız. Ama yakınlarınızdan biri olsa ölen, size öldüğü söylense fon müziğine veya davudi bir ses tonuyla söylenmesine ihtiyaç duymadan ağlarsınız. Yani sizi yakınlarınızdan biri vefat ettiğinde ağlatan onunla olan fiziksel beraberliğinizdi. Fakat şiirlerde duyup ağlanılan peygamberlere dair işkenceli ibretlik hayatlara şiirsiz fon müziksiz ağlayamamamızın sebebi ise asırlar öncesine ulaşamayan içselliğimizdir. Dışa dönüklüğümüz ve kendisi gibi olamadığımız peygamberleri en azından yad etme durumudur. Ki aynı Peygambere sorulsa "Sizi böyle yad edip ağlıyoruz" dense vereceği cevap "Size bırakılan emanete ne derece sahip çıktınız" olurdu. Bu gerçektir. Konu ilahi dinlenip dinlenmemesi değil. Aksine bu durumun fark edilmesi. 26 Ve Bir Ayet Konuya ruh üzerinden gittiğimiz için kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den örneklendirme ile devam edelim. "Onların kalpleri vardır ama detaylı olarak anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler." (Araf, 179) Garip.. Kalp diye bir şey var ve ona ait bir algı var. Görmek var, ayrıca bir görmek daha var. İşitmek var ama işitememek de var. Neden bahsediyor acaba? Bilinçaltının Akıldan Bağımsız Tetiklenmesi ve "Bebekler Sussun Yeter" Mantığı Dinlediği müzik ile kişi kendi kendine acırken veya daha enerjik hale gelirken aslında o anı elinden kaçırır. Bulunduğu duygu halini de kalıcı hale getirir; yani olmayan bir karakter hâli kişininbilinçaltının bilinçsizce tetiklenmesiyle, kişinin üzerine yeni bir deri geçirmesi gibidir. Kalıcı, soğuk, buz gibi acıtıcı bir süreçtir ve kişi ne olduğunu bilmeden bir uykudan diğer bir uykuya geçerken kayıplarını ve olup bitenleri fark edemeyecek kadar zehirlenir. Yani aslında müzik geçmişi olmayanı asla tetikleyemez. Bu yüzden bebekleri sakinleştirmek için anne karnında duyduğu sesi dinletmeleri söylenir. "Aaa duydun mu; elektrik süpürgesi susturuyormuş çocuğu!" Ve duyarlı (!) bir anne elektrik süpürgesini sırf çocuğu sussun diye çalıştırarak aslında onu ana rahmine geri gönderir. İçinde bulunduğu anı yaşayamamayı işte böyle böyle öğrenir çocuk ve bunu da anne - baba öğretir. "Kıyamıyorum ağlamasına" der en masum şekilde. Ama aslında kendi tahammülsüzlüğünün itirafıdır, asıl kendisine kıyamıyordur. "Oysa bebekler ağlar ve birçok maddi manevi gelişim veya bebeğin kendisini ifade şekli bu şekildedir." İşin ilginci az önceki ayette "Edal" kelimesi de geçiyor. Baktığımız zaman bu kelime "Zihindeki doğru bir bilginin yanlış bir bilgiyle yer değiştirmesi ve o bilgi kalıbının yanlış bir bilgiyle doldurulması" şeklinde ifade buluyor. Bu da düşünülesi, oldukça garip bir konu.. Şimdi'den Kaçış Buraya kadar detaylı ve belki de karışık olarak anlatılan konuları toparlarsak; en iyi ihtimalle müzik kişinin geçmiş hayatında bir kare yakalayıp oraya geri dönmesi ve mümkünse orada kalmaya dair çabasıdır. O andan memnun kalmamak değildir aslında, o andan memnun olmamaya kişinin kendisini programlamasıdır. "aman makinesi icad edemeyen bir kişinin “mastürbasyon” sürecidir" Yani madem zaman makinesi yok, bari bu şekilde geriye gidelim demesidir kişinin. Beden içerisinde bir gizlenme, kaçış ve zamanla kişinin özünü kaybetmesine yol açan bir duruma dönüşür. Diziler ve filmler geleceğe kaçmasını sağlar kişinin. Hayatlarında asla olmayacak senaryoları izlerken, senaryodaki kişinin kıyafeti, zevkleri veya yaşam biçimini taklit de aynı zamanda bir kaçıştır. Acı olan ise; senaryonun sadece bir parçasını almışsındır seyrettiklerinden; ve çoğunluğu gerçek olan bir hayatın, en önemli gerçeği olan “kendin” i değiştirmişsindir senaryodan aldıklarınla. Sonra senaryolar birbirine karışır. "Neden Tembelim" Sorusu Tembellik de böyle başlar aslında. "Neden tembelim?" sorusunun cevabı da aynı şeylerde gizlidir. İçsel gerçeklik dışarıdan tetiklene tetiklene tüm hissiyatını kaybetmiştir. Böylece öz gerçeğin, özün yani seni sen yapan ruhun dışarıdan tetiklenmekle ayakta kalan bir kuklaya dönmüştür bedeninle birlikte. Duygulara normalde ruh hâkimdir. Hani herkesin hakkında atıp tuttuğu ruh.. "Ruh" kelimesini kullananların bilemedikleri bir gerçek de yine "Ruh" kelimesinin geçtiği Kuran-ı Kerim’in sahibi tarafından belirtilir: 27 Ve Bir Ayet "Sana ruhtan sual ederler. De ki: «Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey verilmiştir." (İsra, 85) "Neden tembelim?" sorusunu tekrar ele alalım fütursuzca akıyorken. Örneğin bir çocuk, seyrettiği filmde bir karakterle eşleştirir kendini, veya bir büyük ile; fark etmez.. Her insan, seyrettiğinde kendisiyle ilişkilendireceği bir karakter mutlaka bulur. Çünkü sistem benzerlikleri kullanarak kuklalar üretir. Kişi seyrettiği senaryodaki kişinin mutlu olmasıyla mutlu olur, başarısıyla sevinir. Bu durum zamanla engellenmesi çok zor iki şeyin önünü açar: 1- Başarıya dair, mutluluğa dair birikmesi gereken ve zamanla kendiliğinden açığa çıkarak hayatına yön verip seni olman gereken yere götürecek olan tüm duyguların daha yeterince birikmeden tetiklenmiştir; hâlbuki daha boşsundur. Bu yüzden tüm boşalan duygulardan geriye korku kalır, bir köle kalır; sisteme bağımlı, tüketen, üretmemek için bahanesi olan bir köle.. Belki de "Ruh" denilen özüne yapılan bu muamele, aklın duygular karşısındaki gücünü sıfıra indirmiş ve aklı duygular karşısında mağlup bir köle gibi yönetilebilir hale getirmiştir. Çünkü akıl, gücünü sadece o hiç konusu bile edilmeyen "Ruh" dan alır, alması gerekir. Hatırlasana. Eğer bilgi yetseydi, kimse bilip de yapamadıklarının altında ezilmezdi. 2- Bilinçaltı, görsel ve işitsel yolla kendisi için yani kılıfı beden olan “o şey” için hedefler tayin eder ve bu konuda akla güvenir. Akıl ise duygulara bağımlı olduğundan kendisiyle beslenip belki de görüşünden, gücünden, ferasetinden faydalanacağı bir “Ruh” dan istifade edemediğinden; sadece basit bir karar mekanizması olarak kullanılabildiğinden, güçsüz bir şekilde duygular ne derse evet der. Bilinçaltı, senaryolarda kendisiyle eşitlediği karakterin film boyunca duygusal anlamda kendisini tetiklemesi vasıtasıyla onu hedef tayin eder ve bu yaşantıyı projeye çevirir. Hâlbuki gerçekten yaşayan bir karaktere aynısını yapsa, seyretse, araştırsa, öğrense ve ona yönelse; zamanla kişilerdeki enerji bedenler arası irtibatı sağlar ve kişi ona benzemeye başlar. Onun gibi düşünmeye.. Bu bir gerçektir ve fırsattır. Aynı zamanda bir zarardır da. Bir virüs gibi duyguların kokusu hükmündeki düşünceler de aynı virüsler gibi yayılır. Bu konuda aklı savunan sadece "Ruh" tur. İkinci maddeye geri dönmek gerekirse hayali bir proje enerjiye dönüşmez ve kişi "Neden tembelim?" der durur. Bazıları da "Ben tembel değilim" der. Sebebi de çalışmaya olan bağımlılıklarıdır. Köleliğini ise çalışarak kazandığını kimin hükümranlığında kullandığı belirler. "Ben hizmet de ediyorum" der bazen kişi. Hizmet durumu vardır ama asla hizmet eden yoktur. Çünkü hizmet esnasında “Öz” tarafından kullanılmak vardır ve bu durumdan egonun kendisine malzeme çıkarması asla olamaz. Yani, "En azından ben şunu yapıyorum" diyen kişi aslında yaptıklarını kendisini iyi hissetmek için yaptığını yine aynı cümleyle itiraf etmiş olur. : ) Müzik dedik, kalp dedik, biraz da bilinçaltına girdik. Akıp gidiyoruz. Müzikle Beraber Duygusal Aktarım Ve Duygu Tembelliği Müzikten devam edelim. Yine üzgün olan kişiden örnek verirsek, yaşanmışlıklarına bağlı olarak oluşturduğu savunma şekliyle o halden kurtulayım deyip“eller havaya” yaptığında başka bir tuzağın kucağına bırakır kendisini. Müziğin sözleri önemli değildir; hareketi, sözde ne kadar enerjik hale getirdiği, zinde tuttuğu önemlidir.Yani kişiyi kendinden ne kadar uzaklaştırabildiği.. Çevrendeki insanları göremez olursun. Tüm söylenmemişleri, söylenmesi gerekenleri vücut dilinin feryadıyla atarsın dışarı ve bunun adına “dans” dersin. Fakat yine unuttuğun bir şey vardır. Bu şekilde bir aktarıma alıştırırsan kendini, giderek bu şekilde bir aktarıma bağımlı hale gelirsin. Oysa asla aktarmıyor olacaksındır. Aktarım boşalmanı sağlar. Tekrar aynı şeye ihtiyaç duymak, o kadar kısa zamanda tekrar dolmanın mümkün olması durumuna aykırıdır. 28 Sözler bilinçaltına dolarken, dinlenen müzik de aynı şekilde bilinçaltından bir şeyleri tetikler. Bu zindelik arzudan başka bir şeydir. Kişinin yüksek sesli müziğe ihtiyacı vardır. Müzik bir basınçtır aynı zamanda yüksek sesle dinlenilirse. Ve neden yüksek sesle müzik dinlemek istiyorum dersen; "Bilinçaltından zihnine kadar ulaşan ama eğitimsiz olduğundan dolayı dışarı atamadığın, zihninle devamlı savaştığın o fikirleri, o duygusal durumları, duyguların kokusu olan o düşünceleri görsel işitsel darbelerle bilinçaltına geri itmek istiyorsundur”. Peki, neden belirli bir ritme ihtiyaç duyar kişi eğer amacı sadece her şeyi bilinçaltına geri itmekten ibaretse? Bu bir nevi hipnozdur veya narkoz. Düşüncelerin yüksek bir ses basıncıyla bilinçaltına geri itilirken, orada duyduğun ritim sadece acını örten bir senaryodur. İşkencelerde de müzik kullanılır. Kişi neden gece kulüplerinde eğlenir gibi hissetmez? Çünkü bilinçaltını tetikleyen ve zihnindekileri bilinçaltına geri iten ses basıncının yanında filmlerdeki gibi seni oyalayacak bir senaryo yoktur. Bu narkozsuz ameliyat gibidir. O yüzden buna işkence denir. Aynı zamanda zihni tedavi edici bir rolü de vardır. Bahsedeceğiz.. Müzik Gerçek Müzik Arayışına Maskedir Kişi kendi probleminden ve hatta kendinden kaçarken, yani gerçeklerin üzerini örtmek için müziği kullanırken buna “gıda” yalanını biçmektedir. Sorunundan uzaklaşırken aynı şekilde çözümünü daha tehlikeli sulara bırakmaktadır. Müziğin toplumdan etkilenmesine baktığımızda, şu anki eğlendirici müziklerin çoğunda yer alan yatak iniltilerinin bilinçaltını tetiklemesiyle, probleme çözüm olarak seks sunulmaktadır. Şehvetin Bedenden Taşması Duyulara Yayılması Şehvetperest bir toplumda aslında doyması gereken şehvettir; sadece şehvet.. Şehvet bir virüs gibi her duyguyu sardığında artık besin kaynağına döner. Esprilerde sadece bel altı esprilere gülersin. Aslında hayata dair sesleri müzik olarak algılaması gereken duyma yetisi, onun bağlı olduğu o saf duygu şehvete boyandığı için şehvetle alakalı şeyleri duyarak beslenir. Artık bir yaprağın sesine ihtiyacı kalmamıştır. Aynı şekilde ağız.. Oral yolla beslenme organı olan akıl, lezzeti bedene gönderen organ olan dil ve onun besin duygusu olması gereken muhabbetvari duygular tamamen şehvete boyandığından, artık şehvet duygusunun ağız yoluyla tatmini başlamıştır. Eğer oral seks yoksa bunun doyumu küfürlerle sağlanmalıdır. Bu da ağız yoluyla beslenmeye taşan, şehvetvari bir duygu dönüşümüdür. Aynı şekilde göz. Kendisini besleyen, beslemesi gereken şeyleri örtmüştür bilinçaltından taşan ve tüm duyguları saran şehvet hastalığı. "Güzele bakmak sevaptır." konusunun bile şehvetle algılandığı bir toplum. Algı dünyası maalesef değişmiş. Doğru, güzele bakmak sevaptır. Annene bakmak; babana, bebeğine bakmak gibi. Dertlendiğinde bir arkadaşın gözüne bakmak.. Şehvet duygusu bedeni sarınca güzel anlayışı kişinin annesinden de taşmış ve güzellik kavramı düzülebilme veya düzebilme potansiyeli olana indirgenmiştir. Bu durum, aç kalan bir insanın çekirgeyi lezzetli sanmasına benzer. Aslında o kadar komikken herkesin bir birbirini onayladığı bir toplumda "Herkes böyle!" imajı ve "Herkese ne olacaksa bana da o olacak" psikolojisi herkesi aynı tutmaya başlar ve herkes yavaş yavaş hiç hayal bile edemeyecekleri şekilde değişir. Örneğin bugün bir kâğıda "Bugün falan tarih ve ben ahlaken şunlara değer veriyorum " yaz ama detaylı olsun. Seni utandıran şeyleri yaz, seni sen yapan değerleri yaz. Sevdiklerini, esirgediğin noktaları yaz. Hassasiyetlerini yaz.. Yıllar sonra aç oku. Şaşırmıyorsan ve aynıysa her şey, hatta gelişmişse hassasiyet anlamında, derim ki sana "Sen bir köle değilsin". 29 Bebeklerin Üzerinde Tesiri Müzik. Bebekler, dil gelişiminden önce garip sesler çıkarırlar ve o seslerle kendilerine ritim yaparlar. O ritimse tesirsiz bir çocuk için zikirdir. Bir bütünleşmedir. Kendine aittir. O yüzden dünyanın en güzel müziği bir anne ve baba için bebeğinin sesidir. Sonra içinde bulunduğu çevreden duyduğu kelimeleri bir şeylere benzeterek dil gelişimleri başlar. Bununla birlikte duyu organlarının maruz kaldıklarına bağlı olarak bilinçaltı da oluşur. Dışarıdan “sözde” gıda olarak verilenlerle çocuk aslından uzaklaşarak bilinçaltının çöplüğüne doğru itilir ve büyüdükçe içinde kalan büyümemiş çocukla, yetişkin çocuk sendromlu sözde birey olduğunu düşünen kimliksizler oluşur.. Bilinçaltına itilir, çünkü ne olması gerektiği kendisine ebeveynin zevklerinin dayatılmasıyla oluşur. Bir yumurtanın dışarıdan kırıldığında içindeki civcivin ölmesi gibi, kişi çocukken bu hayat kıvılcımını kaybeder. Ses ve görüntülerin kontrolsüzce evlere kadar dayatıldığı bir toplumda buna izin veren bir aile kendisini, tamamen bu ritimli senaryolu dış tesirlerin duyguları yönlendirmesiyle oluşan bir kalıbı çocuğuna gönüllü bir şekilde dayatırken bulur. Böylece olması gereken bir hayatı yaşama gücü o bebeğin bedeninden asla çıkamaz olur. Bebek de alışır artık ulaşamadığı ve hayatın özüne dair durumların tetikleyemediği duygularını tetiklemek için dış tesirler kullanmaya ve dışa bağımlılık toplumsal bir yönetilmeye hazır hale getirir toplumu. Kalbini bir müzikle asla duyamazsın. Kalbini bir müzikle asla duyamazsın. Müzik bilincini uyutur ve o ara yapay bir huzur gelir. Aslında olan şey; müzikle birlikte tıpkı bir kobra yılanının tetiklenmesi gibi uyutulmasıdır, işleyişinin durdurulmasıdır zihninin. Anlıyorum, en güzel şiirleri belki bir fon müziğiyle yazıyorsundur. Belki ilham bir müziğin tetiklemesiyle çıkıyordur ve parmaklarından kâğıda dökülüyordur. Ama konu müzik değil inan. Konu kontrolsüzlük. Konu aslında, içeride var olan ve ulaşılmayan gerçeği hatırlamayı sağlamak. O yüzden kişi hep eskilere gitmek ister. Hep eskilere. Veya hiç sahip olamayacağı geleceğe ki bu da geçmiş gibi imkânsızdır. Müzik; bilinci aşıp ritmine, notasına en uygun şekilde bilinçaltında silinmiş de olsa bir hatırayı veya duyguyu, en sinsi ve en yumuşak şekilde canlandıran ve yeniden dirilten bir tuzaktır. Müzik sana hayat verir gibi gözükür. Oysahayatsızlığının ispatıdır, eskiden yaşadığın hayatı hatırlatan sesten ibaret bir fragmandır aslında. O bakımdan zihni tedavi edebilir veya çok profesyonelse bilinçaltındaki birçok saplantıyı bile tedavi edebilecek bir potansiyele sahiptir aynı zamanda. Ama asla kalple ve ruhla bir ilgisi yoktur. Kişinin özünden uzaklaşıp kendisini beden sanmasından dolayı, olduğunu sandığı yapay benliğinin rahatlamasını ruhun rahatlaması sanmasıdır. O an ihtiyaç duyduğun, yaşadığın duygunun tam zıddı olan duyguyu ortaya çıkarabilen bir gücü vardır müziğin, kabul. Ama yine de kalbî değildir :) O bakımdan zihni tedavi edebilir veya çok profesyonelse bilinçaltındaki birçok saplantıyı bile tedavi edebilecek bir potansiyele sahiptir aynı zamanda. Ama asla kalple ve ruhla bir ilgisi yoktur. Kişinin özünden uzaklaşıp kendisini beden sanmasından dolayı, olduğunu sandığı yapay benliğinin rahatlamasını ruhun rahatlaması sanmasıdır. O an ihtiyaç duyduğun, yaşadığın duygunun tam zıddı olan duyguyu ortaya çıkarabilen bir gücü vardır müziğin, kabul. Ama yine de kalbî değildir :) Yani çalan kişiyle alakalı olarak, bir rolü olabilir. Eski zamanlarda insan azlığından dolayı düşünce sinyallerinin ve özellikle teknolojinin yokluğundan dolayı elektronik sinyallerin az olduğu dönemlerde kişilerin birbirleri ile telepatik olarak konuşmaları gibi. İşte bu bakımdan araçların önemi de yoktur. İnsanların çoğalması ile beraber düşünce sinyallerinin karışması ile toplumsallaşma başlamış, içsellik yok olmuş, herkesin birbirine benzemesiyle toplum sanki tek bir bireye dönüşmüştür. 30 Elektronik sinyallerin de çoğalmasıyla bilinçaltına araçsız ulaşma durumu mümkün olmamaya başladığından, araçlara yer verilmiştir usta çırak ilişkilerinde. Aslında zaafların kullanılıp, o zaaflarla bilinçaltına ulaşma yoludur müzik aynı zamanda :) tıpkı cümleler gibi :) Cümleler de bir kablo vasıtasıyla gitmezler muhataplarına, hatta görülmezler bile. Ama maalesef çoğu insan sadece işittiklerinin beyinlerine girdiğini zanneder. Hâlbuki duyma sınırının altında seslerle insanları yönetebilmenin deneylerinin yapıldığı bir yüzyıldayız. Yani kişileri onlar farkında bile olmadan yönetebilme yöntemleri araştırılmaktadır. Biraz bile araştırılsa, bu konuda birçok materyal bulunabilir. Müzik seni etkiliyor olabilir. Hatta enstrümanı çalan bir ustaysa, seni rahatlatabilir de. Ama seni rahatlatan o müzik değil, çalan kişinin psikolojisi ve kontrolsüzce duygularını yüklediği notaların bilinçaltında anlam kazanmasıdır. Kontrolsüzcedir. Fakat şu anda kontrollü şekilde bir sistemin müzikleri kullanarak özellikle gençleri şehvet hastalığında tutarak; kullanılabilecek, akledemeyecek, detaylı düşünemeyecek ve soyut zekâsı sıfır bir köle toplum hazırlamakla meşgul olduklarını ve hatta buna başladıklarını biliyor muydunuz? Bilinçaltının tetiklenmesiyle içinde uyanan duyguları öne çıkarma durumu da vardır müziğin. Örneğin saba makamının kuvvet vermesi, Uşşak makamının kalp ağrısına iyi gelmesi gibi.. Rast makamının neşelendirmesi gibi :) Irak makamının saldırganlığı önleyici tarafı da vardır. Aslında limbik sistem ile korteks arasındaki sinirleri güçlendirerek bağlantının kopmayıp, kabaca şalterin atmamasını ve kişinin kendisini kaybetmemesini sağlar ama bu da yine :) duygularla alakalıdır:) ve kalbin madde âlemindeki tarafıyla alakalıdır eğer adına "Ruh" demeye devam edeceksek. :) Tasavvuf musikisinin bizzat tedavi edici özelliği vardır ama bu madde tarafımızla alakalıdır. Küçümsemiyorum. Asla.. Baktığımız zaman filozof olan Farabi bile önderdir tasavvufi müzik konusunda. Ve filozoftur. Neye gelince, ney üfleyen kişiyle alakalı müridi ele geçiren, değiştiren bir musikidir ama asla sona ulaştırmaz. Mevlana’nın da dediği gibi sadece kalbine seni koyar ama yol yeni başlamıştır. Ney sadece koparılmışlığını, ayrılmışlığını sana gösterir. Farkındalık sağlar. Ama çalan kişinin farkındalığını yansıttığından, bu durum her çalınan neyi dinlenilebilir yapmaz. Kamışlığından ayrılan neyin pişmesi, boğumlara ayrılması ve artık Allah’ın elinde nağmelenmesini simgeler. Ama asla kalbe dair bir yolculuk sağlamaz. Başlangıç rehberidir, farkındalığı artırır ama bu da çalana göredir. Çalan kişiye göre. Aslında kişinin müzikle alakalı zaafının ney ile törpülenip aynı neyin bir ustanın elinde duygusal aktarım ve farkındalık öğretisine dönüşmesidir.. Konuyu uzattım ama umarım anlatabilmişimdir :) Duygu; ruha ait keyfiyetsiz hislerin (kelime darlığı) maddeye dönüşmüş halidir. Yani bedeni taraftır duygular. Olmalıdır da zaten. İhtiyaçtır. Ama ruhu bedenden ayırıp sevgilisine ulaştırmak ise ayrı bir durumdur, yaratılma sebebimizdir. Durumu izah için; bilgisayar ağlarından yola çıkarsak; kablosuz ağların görünürlüğü vardır. Ortada kablo vs yoktur ama kablosuz ağları görüntüle dersen sinyalleri yakalar. Aynı sinyalleri kullanarak ağa bağlanmak istediğinde bir güvenlikle karşılaşırsın.. "Şifre?".. Eğer uzmansan güvenliği düşük ağları kırar ve istediğin gibi kullanırsın. İşte akıl, bilinçaltı konusunda düşünce sinyallerine karşı bir muhafızdır. Ama kendisinden güç alacağı "Ruh" olmadığından şifresiz bir kablosuz ağ gibi herkesin girdiği, veri bıraktığı, virüs bıraktığı bir ağa dönüşür. "Neden tembelim?" veya "Neden başkaları bana bu kadar tesir edebiliyor?" diyen birini düşünelim. Diğer yandan "Bana kimse tesir edemez" diyen biri eğer kazanç odaklı çalışıyorsa çalıştığı şeyin kölesidir. Yani kariyer, para, mal, mülk kişiyi kölelikten kurtarmaz. Kişiyi kölelikten kurtaran şey; ihtiyaçlarının dışında dışa bağımlı olmamasıdır. "Neden tembelim?" veya "Neden duygularıma söz geçiremiyorum?" diyen birinden örnek verecek olursak; 31 Bildiklerimi neden Yapamıyorum Bedeni bir bilgisayara benzetelim. Ruh kullanıcı olsun; akıl ise içindeki programlarının zenginliği eğitimine bağlı olan işletim sistemi.. Bilgisayar: Beden Ruh : Kullanıcı Akıl : İşletim sistemi Eğer bilgisayara dışarıdan bir virüs girerse; "Ne ya bu virüs canlı mı?" diye mi sorarsınız :) siz de biliyorsunuz bilgisayar virüsleri canlı değillerdir. Ama kod saklarlar içinde ve içine sızılan bilgisayara ilgili kodlar bırakıldığında, o bilgisayar o komuta tabi olur. Kullanıcının kontrolünden çıkar. Düşünceler de kişilerin farkında olmadan kodladıkları bir virüs veya tam tersi yönde antivirüstür. Az önceki örneğimizden yola çıkarsak aklını korumasını bilmeyen kimse işletim sistemini korumayan bir bilgisayar kullanıcısına benzer. İşletim sistemine virüs bulaşan bir bilgisayar kullanıcısı ne kadar dakik, çalışkan aktif vs olsa da bilgisayar ağır çalışır :) Aynı şekilde akıl dış tesirlere karşı korunmadığında, dış tesirler düşünce sinyalleri kodları şeklinde bilinçaltına ulaşır vebeden ruha rağmen ruhun isteği dışında hareket eder. Daha tehlikelisi ise; beden dışarıdan aldığı düşünce virüsüne karşı duyguları hazırlar ve onay verir. Çünkü bilinçaltı akla güvenir. "Akıl içeri aldıysa bir bildiği var" der ve bunu olumlu yönde kullanır. Bu yüzden herkes aynı şeyi sever. Bu sevilen şeylerin sevilmesi gereken şeyler olduğu anlamına gelmez. Tamamen dışsal bir virüstür, komuttur. İşte tam burada, bu dış tesirlerle ruhsal bağını koparan ve dış komutlarla bedenî lezzetlerini yeniden inşa eden kimse şöyle der: "Allah bana nefis vermiş, sonra harama bakma demiş. Benden yapamayacağım şeyleri neden istemiş?" Aslında fıtratında bu vardır. Sonradan dış tesirler, dışsal komutlar ve aklın duyguların tesirinde olması nedeniyle dışarıdan direk aldığı bu virüsleri kendi içinde olumlu kodlamıştır. İncelerseniz, bir dönem Haçlı seferleriyle birlikte müziğin yayıldığını fark edersiniz. Toplumları Yönetme Aracı Müziğin, dansın olduğu ülkelere bakıldığında Hindistan gibi zulme uğrayan ve tam zıddı moddan kurtulmak için dışarıdan suni teneffüsle ayakta kalmaya çalışan toplumları görmekteyiz. Bizlerin sözde ruhsal gıdalarının kaynağı, yaşadıkları zulümden kendini avutmak için oluşturdukları sanal mutluluklar ve sözde şifaya dönüşmüş bu toplumlarda. Bir dönem İstanbul’a gelen, hatta Almanya’ya kadar giden gurbetçilerimiz vasıtasıyla yani büyük şehirlere göçle birlikte arabesksi bir hal alarak, ayakta kalma umudu yapılmıştır dışsal destek bakımından. Diğer taraftan yine batının müziğine baktığımızda kendini kaybetmiş kişilerin oluşturdukları ürünler, diğer insanlara şifa olarak sunulmuştur. Sürekli bahsettiğimiz kişileri yönetme araçları her asırda değişmiştir. Kişinin bulunduğu durumun farkına varmaması için vahşi arenalardan modern arenalara (gece kulüpleri) içinde fanatizm barındıran bir sistem, değişe değişe günümüze kadar gelmiştir. Sana rağmen her şey olur, ama senin dinlediğin seyrettiğin sözde “gıda” olan müzik, seni hep geçmişe veya asla ulaşamayacağın geleceğe götürür. Ve bir şeyler "şimdi" lerde olup biterken, sen asla burada olamazsın. Birileri de "Merak etme! Sen git, biz seni idare ederiz" iyi niyetiyle (!) bedenini, aklını, bilinçaltını ve duygularını kullanır. Yine klasik müziklere baktığımızda hazin hikâyeleri olan bestecilerinin bunaltılı duygu durumlarının çığlığıyla sarıldığı sözler ya da enstrümanlar vardır. Yani kişilerin ruhsal bunalımları sözde kendi zamanının dışındakilere şifa olur. Enteresan geliyor, geliyor, geliyor... Rock, pop, hiphop, jazz, hard rock gibi birçok ad altında sunulan duygu durum ürünleri feryadı bastırmak amacıyla sorun çözmek yerine sorunun üstünü örten, kişiye belirli karakteri dayatan ve aynı yönde döndüren tuzaklardır. Tıpkı uyuşturucular gibi. Günah keçisi ise daima başka bağımlılıklardır. Kısaca yönetilen toplumun kendi kendine geliştirdiği korkuyla yönetilme stratejisinde, bağımlılığa olan bakış açısı şudur: "Yavaş yavaş öl. Asla hızlı ölme ve dikkat çekip huzurumuzu dağıtma" Ruh ise ancak ait olduğuyla gıdalanır. Keyfiyetsiz olanın gıdası, yine keyfiyetsiz olanda gizlidir. 32 ‘’Yas’’ta Değil İsyandayız '' Birinin kızı mı oldu? ” Her sessizlikte söylenen, cinsiyet ayrımcılığının gelip deyimlere atasözlerine kadar yapıştığının örneğidir bu cümle. Pınar ÖZÖNER Deneme ’Yas’’ta Değil İsyandayız Kadın doğuyor…Suratlarda bi’ hüzün bi’ sessizlik. Hüzünlü bir haberle “Merhaba! ” diyor kadın hayata….Üzülüyor kız olduğu için müstakbel ailesi ve daha doğduğu ilk gün başlıyor kadının hayatla mücadelesi. Anne - baba ocağında geçirdiği ilk çağlarından itibaren görülmeyen, yalnızca çok keskin bir şekilde hissedilen baskıyı, dayatmayı, ötekileştirmeyi, cinsel ayrımcılığı, korkuyu, susmayı, yaşadığı coğrafyaya göre hayata bir iki üç adım geriden başlamayı bütün hücrelerine kadar hissederek büyüyor kadın. Sonra bir gün kadın.. Sonrasını biliyoruz.. Neriman Aktarmacı, Öznur Bozan Hatice Vanlı Leyla Salman, Hatice Topçu, Fareset Çakır, Bircan Çatal Toptaş, Öznur Ocaklı ve Nesrin Özdemir ve Meryem Yılmaz ve Azime Erdoğmuş ve Münevver Karabulut ……ve sonuncusu ( biliyoruz ki sonuncu olarak kalmayacak ) gençliğinin baharında hayattan koparılan, 20 yaşında bir üniversite öğrencisi Özgecan Aslan… Yasalarda eşit olmasına rağmen kadınlarımızın bu güne kadar çağdaş ve hak eşitliğine dayalı bir statü kazanamamasının, var olan haklarını kullanamamasının en temel sebebi kadının toplumdaki algılanma biçimidir. Kadın olmak zor zanaattır erkek egemen toplumlarında. Türkiye'de kadın olmak, kadın olduğunun her saniye bilincinde olmaktır. Her daim tetikte olmak, sürekli iki adım ilerisini düşünüp ona "uygun" davranmaktır. Bu öyle içimize işlemiştir ki bazen buna mahkum edildiğimizi unutur, bunu varlığımızın bir gereği zannederiz. Türkiye çağdaşlaşıyor, ileriye gidiyor derken gazetelerde okuduğumuz haberlerin içeriği her geçen gün daha dehşet verici hale geliyor.Halbuki kadınlara verilen toplumsal değer, bir ülkenin uygarlık düzeyiyle doğru orantılıdır. Kadının insan olarak özgürleşmesi, özel alanla kısıtlı kalan bir sorun değil; toplumsal kalkınma, evrensel gelişme süreçlerinin yapı taşlarından biridir. Bir toplumda kadının konumu, demokratikleşmenin temel göstergesidir. Kadınlarımızın yaşadığı tüm sorunların çözülmesini ve toplumda layık olduğu yere gelmesini temenni ediyor, dünyayı sevgi ile dolduran tüm kadınlarımızın” 8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü kutluyorum. 33 Akıl Ve Vicdan Edib Rasljanin İSLAMOĞLU Deneme Akıl Ve Vicdan İnsan, eşref-i mahlukat. Ona en büyük nimet olarak akıl verilmiş, üstelik vicdan gibi büyük bir ikramla mükerrem kılınmış. Akıl sayesinde iyi, güzel ve doğruyu kötü, çirkin ve yanlıştan ayırt edebiliyor. Akıl herkeste var ama mühim olan onu yaratılış gayesine uygun olarak kullanmak. Vicdan sayesinde ise insanî ve gayr-i insanî olanı ayırt edebiliyor. Birine akılsız dediğimizde aslında aklı yok demek istemiyoruz, aklı olduğu halde onu az kullanana diyoruz. Birine vicdansız dediğimizde ise insanî hislerini, merhamet duygusunu ziftle kaplamış olana diyoruz. Hem muşahhas hem de mücerred olarak en güzel aksesuarla donatılan “hazret-i insan”da Allah’ın donattığında kusur aramak mümkün mü? Haşa, kimin haddine!? Evet, Allah insanı ahsen-i takvim olarak yarattı ama sonra onu esfele safiline çevirdi. Herkesi mi? Hayır! Kimi döndürmeyeceği belli: İnanan ve topluma fayda sağlayan işlerle meşgul olanları..(Tin suresi 4-6). Peki kimi döndürecek? Yaratan’dan tertemiz olarak aldığı akıl ve vicdanı kirleterek köreltip şeytanın güzel ve süslü gösterdiği fakat aslında çirkin işleri işleyegelenleri.. Hep söylerim” şeytan tatil yapmaz ve günah işletmeye doymaz” diye. Unutmamak gerekir ki şeytanın yaptırım gücü yoktur, ikna gücü var. Ona kananlar nefsine mahkum olanlardır. İradesine hakim olanlar ona kanmaz.(Nahl suresi 99). Ruhunu şeytana hibe etmiş insan görünümlü kalasların, akıl ve vicdana aykırı yolda yürüyen sapkın güruhun neler yapabileceğine güzelim ülkemizde kanımız donarak şahit olduk. Belki şeytanın bile yok artık diyeceği muamele, körpe kızcağız Özgecan’a yapıldı. Akıl ve vicdanı foseptik çukuruna dönen, insan kılığına bürünen, yalnız kalan bir kızı görüp hemen uçkur hayallerine kapılan bu rezil, bizi erkekliğimizden utandırdı. Sözün gücüne inanan biri olarak benim diyecek sözüm kalmadı. Şunu da ilave etmeden yazıyı bitiremeyeceğim: Son çeyrek asra kadar bu denli ‘cinayet çeşidi’ yoktu. Yukarıda bahsettiğim güruh bunu bir yerlerden görüp kopyalıyor – farkında mısınız? 34 Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin batılılaşma sürecine girmesiyle birlikte toplumda yaşanan değişiklik edebiyatımızı da yansımıştır. Bu dönemde Osmanlı kadınının toplum içerisindeki yeri de değişiklik göstermeye başlamıştır. Okur-yazar oranının artmasıyla kadının kimlik arayışı da hızlanır. Nurdan OFLAZOĞLU İnceleme Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın Bu süreçle birlikte Tanzimat devri romancıları, kadın konusuna büyük önem verirler. Tanzimat Devri‟ nde ortaya çıkan Türk romanı, Türk kadınının sosyal hayatındaki değişme ve gelişmelerde önemli rol oynar. Tanzimat yazarları, kadının aile içindeki önemine dikkat çekerek çocuk yetiştirmede kadının öneminden bahsetmişlerdir. Ahmet Mithat’ın ilk romanlarından olan Felatun Bey ile Rakım Efendi (1875), yazarın kadın kimliğine bakış açısını yansıtan önemli romanlarından biridir.. Bu romanında Ahmet Mithat, Felatun Bey ve Rakım Efendi ile simgeleştirdiği “Batılı züppe” ve “Doğulu bilge” kimliklerini kadın kişilere de yüklemiş ve “Batılı züppe”yi Felatun’un bir süre birlikte olduğu hoppa aktris Polini’de, “Doğulu bilge”yi de sadık cariye Canan’da somutlaştırmıştır. Polini doyumsuz, hırslı bir kadındır; Canan ise alçakgönüllü, sadık ve kanaatkârdır. Ancak bu iki kadını birbirlerinden ayıran unsurlar olarak, Felatun Bey ve Rakım Efendi’yi birbirlerinden farklı kılan unsurlar belirginleştirilmez. Polini ve Canan; dürüst olma, tutumlu olma, sabırlı olma gibi konularda takındıkları tutumla değil, iffet konusundaki tavırlarıyla ayrı dünyalara ait olduklarını gösterirler. Romanda erkekleri Batı’ya özenen “alafranga züppe” ve bilinçli Osmanlı beyefendisi olarak ayıran “dürüstlük”, “tasarruf” gibi birçok özellik bulunurken, kadınların öncelikle namus kavramı çerçevesinde, cinsel kimlikleri ile ilişkilendirilebilecek bir alanda konu edilmesi ve yine bu alanda ikiye ayrılması dikkat çekicidir. Romanda Polini ve Canan ile simgelenen kadınlık birbirinin tamamen zıddıdır. Polini serbest yaşayan, pervasız, işveli, insanları kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyen bir aktristtir. Canan ise, efendisine hizmetten başka bir şey düşünmeyen, nazik, namuslu bir cariyedir. Romanda Polini’nin pervasızlığı bir Fransız aşüftesi olmasıyla açıklanmaktadır. Canan ise cariye olduğu için, romanda Osmanlı kadını kimliği ile öne çıkarılmaz. Canan’ın ağırbaşlılığı en olmayacak yerlere kadar uzanmaktadır. Ahmet Mithat, en ufak bir cinsel imânın Canan’ı Polini’ye eşitleyeceğini ortaya koymak istercesine, Canan’ın cinsel kimliğini bir utanç duvarının ardına kurar. Yazar, bir cariye olması nedeniyle, efendisi ile yakınlaşmasının hiçbir şekilde yadırganmayacağını bilse de, romanda Canan ile Rakım Bey arasındaki yakınlaşmaları konu ederken, okuru sürekli Canan’ı ahlaksız bir kadın zannetmemesi konusunda uyarır: “Ne zannettiniz ya? Rica ederiz, Canan’ı öyle bir yılışık aşüfte zannetmeyiniz” (Ahmet Mithat 2010: 93) 35 Namık Kemal “İntibah “ta da kadına “iffet “ yönüyle yaklaşması yönüyle ilgi çekmiştir. Bahriye Çeri, “Türk Romanında Kadın” başlıklı incelemesinde Namık Kemal’in kadın sorunuyla ilgili makalelerine de değinir ve yazarın Türk kadını için Avrupalı hemcinslerinin yararlandığı eğitim olanağını talep ettiğini ve köleliği ayıplayarak kadının bu mekanizma ile toplumsal hayatta sınırlandırılmasına karşı çıktığını ifade eder (Çeri 1996: 17). 1876 yılında yayımlanan İntibah, üst-sınıfa mensup bir erkek olan Ali Bey’in müsrifliği ve ihtiraslarının kurbanı olması nedeniyle içine düştüğü acıklı durumların bir hikâyesidir. Romanın adı “uyanış” anlamına gelmektedir ve aynı zamanda Ali Bey’in “cinsel uyanış”ına da gönderme yapmaktadır (Parla 1993: 87). Namık Kemal’in asıl amacının bu olduğu şüphe götürür olsa da İntibah’ı, Ali Bey’in Dilaşub ve Mehpeyker ile karşı kutuplar olarak simgeleştirilen, itaatkâr ve buyurgan iki farklı cinsel kimlik arasındaki bocalayışının hikâyesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Felatun Bey ile Rakım Efendi’de olduğu gibi, bu romanda da iffetsiz ve iffetli iki kadın tipi bulunmaktadır: İffetsiz kadın örneği Ali Bey’in âşık olduğu ancak sonradan bir fahişe olduğunu öğrendiği Mehpeyker’dir. İffetli kadın örneği ise Ali Bey’in annesi tarafından oğlunu bu kadının elinden kurtarmak için son çare olarak satın alınan cariye Dilaşub’tur. Mehpeyker, Güzin Dino’nun sözleriyle, “o güne dek tasarlanmamış bir kadın tipi”dir (Dino 1978: Ahmet Mithat’ın tersine Namık Kemal, düşkün kadını azınlıklara mensup olmayan bir Osmanlı kadını olarak çizebilmiştir. Bununla birlikte, Kemal romanında, Ahmet Mithat’tan daha katı bir ahlakçılıkla hareket eder ve her fırsatta Mehpeyker’i aşağılar. Aslında yazar, daha en baştan Mehpeyker’i ailesiyle birlikte mahkûm etmiştir; Namık Kemal, Ali Bey’in Çamlıca’da gördüğü güzel kadının Mehpeyker olduğunu açıklarken kullandığı sözlerle, tavrını kesin bir şekilde ortaya koymaktadır: Hanımefendi ki ismi Mehpeyker’dir, ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali beyin hilafına olarak gayet namussuz, gayet alçak bir ailede perveriş bulmuş ve zaman-ı rüşte baliğ olur olmaz rezâilin envâında mürebbilerine üstâd olmuştu. Biraz okuyup yazmakla uğraştığı ve ekser-i evkâtını meşhur aşüftelerin meclis-i ülfetinde geçirdiği cihetlerle tabii bir kat daha kuvvet bulan zekâvet-i dessâsânesi ise bir derece idi ki ziynette peri güzelliğinde, Haccâc dirâyetinde bir İblis yaratılmış olsaydı istediği adama tahakkümünde bu nazenin kadar ya maharet gösterir ya gösteremezdi. (Namık Kemal 2004: 28) Araba Sevdası (1896),Tanzimat ile Servetifünun arasında bir köprü görevi görmesiyle önem arz etmektedir. Büyük ölçüde Felatun ve Ali Beylerin oluşturduğu “alafranga züppe” geleneğine eklemlenen Bihruz Bey’i, Batılı gibi olma hevesinin ve savruk yaşamının, üst-sınıfa mensup bir Osmanlı erkeğini içine düşürdüğü durumlara yaptığı vurguyla belirginleştirmektedir. Fethi Naci’nin “en iyi anlatılmış ‘alafranga züppemiz’” olarak tanımladığı başkahraman Bihruz Bey, Tanzimat romanlarının diğer zengin ve yetim erkek kahramanlarına benzer bir şekilde, Periveş isimli düşkün bir kadına âşık olur (Naci, 1990: 46). Ancak, Recaizâde Ekrem’in Periveş’i ele alırken izlediği tutum, onu Ahmet Mithat ve Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının uzağına taşımaktadır. Çünkü Recaizâde, Periveş’e karşı katı bir ahlakçılığı yürürlüğe sokmaz. Periveş de tıpkı Polini ve Mehpeyker gibi serbest yaşayan bir kadındır; dahası açıkça fahişelik yapmaktadır. Ancak Namık Kemal’in Mehpeyker’i betimlediği satırlar düşünülecek olursa Araba Sevdası’nın Periveş’inin anlatıldığı satırlar daha masumanedir. Periveş, zaten aklı bir karış havada olan Bihruz’un kafasını biraz daha karıştıran bir kadın olmaktan öteye gitmez. Recaizâde’nin “ Periveş “ betimlemesi ile Namık Kemal’in Mehpeyker betimlemesi, bu iki yazarın kadınları ele alışlarındaki farklılığı açıkça ortaya koymaktadır. Mehpeyker’i mahkûm etmeye kararlı olan Kemal’in tersine Recaizâde, görsel ayrıntıları atlamamaya önem vermektedir. Periveş romanda şöyle betimlenmektedir: “Saçları şimdiki boyaların verdiği kızıl renkte değil, gayet açık tabiî sarı; gözleri ise nakkaş-ı tabiatin bir sehv-i savabnümay-ı lâtifi olmak üzere mavi değil de tahrirli koyu sarı, kaşları kumral, siması vücudunun narinliğine nispeten dolgunca, burnu ise çehrenin dolgunluğuna nispeten incecik ‘çekme’ tâbir olunan biçimde, ağzı şairlerin tasavvur ettikleri nokta-i mevhume derecesinden beş on bin defa büyük, fakat gene alelâde küçüktü.” (Recaizâde t.y.: 28) 36 Hâlit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su (1900) ile, Tanzimat romanlarından devralınan kadın üzerine söylem, yerini somut kadın bireylere bırakır. Aşk-ı Memnu, Batılılaşma çabalarının artık Doğu-Batı çelişkisi olarak nitelendirilebilecek kadar ciddi bir ikilik yarattığı Servet-i Fünûn döneminde, Tanzimat romanlarında simgesel anlatımlarla işlenen Batılılaşma sorununu, bir kimlik bunalımı, bir iç çatışma biçimde ortaya koymuştur. Aşk-ı Memnu’yu Türk romanındaki kadın imgelerinde gerçekleşen değişimin izini süren bir çalışmanın başlıca inceleme nesnesi yapan özelliği, sözü edilen kimlik bunalımını bir kadında somutlaştırmasıdır. Aşk-ı Memnu’da kadın özgürlüğü teması, Tanzimat romanlarından çok farklı bir şekilde işlenmektedir. Tanzimat romanlarında konu edilen “örtünme”, “evleneceği kişiyi seçme özgürlüğü” gibi temalarla ilgili fikirler, bu romanda birer savunu olarak yer almaz. Kadınlar örtünürler ama evlenecekleri kişiyi seçmekte de özgürdürler. Adnan Bey’in aracılar yoluyla evlilik teklifini ilettiği Bihter, annesi Firdevs Hanımla bu konuda tartışabilmekte, benzer şekilde Nihal de Behlûl ile evlenip evlenmemek konusunda kendi kararını verebilmektedir. Aşk-ı Memnu’da “örtünme” konusu da farklı bir bakış açısından ele alınmıştır; Nihal’in çarşafa girme konusunda gösterdiği heves, kadınların örtünmesi konusunu bambaşka bir boyuta taşır. Genç kızlıktan kadınlığa geçişin bir sonucu olarak örtünmek, özgürlüğün kısıtlanması değil, aksine kadının cinselliğinin erkekler tarafından meşru düzlemde tanınması anlamına gelmektedir. Romanda örtünmenin ne derece ahlakî bir bilinç sağladığı, Firdevs hanım ve Bihter’in kişilikleriyle sorunsallaştırılmıştır. Dolayısıyla, Aşk-ı Memnu’da Tanzimat romanlarının simgelerinin önemini yitirdiği, buna koşut olarak da Batılılaşma’nın kişilerde yarattığı iç çelişkilerin açığa çıktığı görülmektedir. Erkeklerin sahip olduğu özgürlüğe yeltenişi, Bihter için ölümüne yol açacak. Kiralık Konak’ta (1922) Yakup Kadri, Halide Edip’in yapamadığını yapar ve Osmanlı femme fatale’ını yaratır. Birinci Dünya Savaşı sırasında geçen Kiralık Konak, İkinci Abdülhamit devrinde nâzırlık yaptıktan sonra Kanlıca’daki konağına çekilen Naim Bey’in, alafranga hayatı benimseyen damadı Servet Bey ve torunu Seniha’da somutlaşan çürümeye tanıklık edişini işlemektedir. Bu romanla birlikte, kadın, tekrarSeniha, uzun yıllar Avrupa’da yaşamış Faik Beyle gayrımeşru bir ilişkiye girmiş, bu ilişki açığa çıktığında da Avrupa’ya kaçmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı “harp zenginleri”nden biri olan Servet Bey, Naim Bey’i yalnız bırakarak karısıyla birlikte Beyoğlu’nda bir apartmana taşınır. Durumu giderek kötüleşen Naim Bey, konağı kiralamaya karar verir ama alıcı bulamaz; yalnız başına yaşadığı konakta tek dostu, torunu Seniha’ya âşık olan Hakkı Celis’tir. Seniha, malî sorunlar nedeniyle İstanbul’a döner; ancak, hayatını düşkün bir kadın olarak devam ettirmek zorunda kalır. Roman, Seniha’ya duyduğu aşka bir türlü karşılık bulamayan Hakkı Celis’in Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmesiyle sona erer. Seviyye’nin sarstığı erkek iktidarını Seniha yıkmaktadır. Seniha, Seviyye gibi, ilişkiye girdiği Faik Bey ‘le evlenip dedikoduları savuşturmayı düşünmez; çok sevdiği dedesinin bile yüzüne bakmıyor olmasını kendince açıklar ve bunun üzerinde çokça durmaz. Seniha bir yönüyle, İntibah’ın Mehpeyker ’ine benzer bir yırtıcılık taşımaktadır. Romanda, Seniha’nın Faik Bey’i etkileme çabaları, avını gözleyen, tırnaklarını onun etine geçirmek için fırsat kollayan yırtıcı bir hayvanın durumuna benzetilerek anlatılmaktadır: Her kadında yırtıcı ve avcı hayvanattan bir şey vardır. Kuşu yakalayan kedide nasıl nihayetsiz bir hazzın raşeleri ve dişlerini bir ceylanın etine geçiren aslanda ne kadar derin bir şehvetin emareleri görülürse kadınlar da lâlettayin herhangi bir erkeği kendilerine râm etmekte o kadar büyük bir haz ve neşat duyarlar [...] Seniha, adanın sevdavî göklerinde, Faik beyin yanıbaşında yabani bir kedi gibi dolaştığı ve aylardan beri kâh yatağın içinde kâh tuvalet masasında bilediği tırnaklarını nefret ve gayze yakın hırs ile batırmak istediği etin en yumuşak tarafını, en gafil anını yoklamakla meşgul oldu. (Karaosmanoğlu 2001: 82) 37 Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ında olduğu gibi, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sinde (1931) de kadın, seçim yapan kişi konumundadır. Kadınlar, erkekler tarafından yapılan seçimlerin nesnesi olmaktan uzaklaşmış ve kendi hayatlarına ilişkin kararlar almak noktasına gelmiştir. Ancak, Kiralık Konak’ta olduğu gibi, Fatih-Harbiye’de de bu durum onları “alafranga züppelik” tehlikesi ile karşı karşıya bırakır. Romanda “Doğu”lu ve “Batı”lı değerlerle donatılmış iki erkek arasında bir seçim yapması gereken Neriman, Kiralık Konak’ın Seniha’sı gibi yırtıcı ve başına buyruk değildir ama bir yanıyla onu hatırlatır. Neriman da Seniha’nın konaktaki yaşamını beğenmemesi ve Avrupa’ya özenmesine benzer şekilde, Fatih’te sürdürdüğü hayatı beğenmemekte, Beyoğlu’nun ihtişamından etkilenmektedir. Seçim, gerçek anlamıyla “Batı” ve “Doğu” arasında yapılacak bir seçim olmaktan çıkmış, konumu gereği Doğulu olan İstanbul’un “Batılı” ve “Doğulu” iki yüzü arasında bir seçime gelip dayanmıştır. Modernleşme konusunda Huzur’da kadınlara biçilen rol, Tanpınar’ın da Peyami Safa gibi, kadınların modernleşme konusunda aktif bir rol oynayamayacaklarını düşündüğünü akla getirmektedir. Huzur’un kadınları duygusal huzursuzluklarla boğuşmakta ve ideolojik huzursuzlukları erkeklere bırakmaktadırlar. Romandaki kadınlar arasında bir tek Nuran, bir akşam yemeğinde, İhsan’ın dünya görüşünü “sentetik bir ilaç hazırlar gibi” mekanik bulduğunu söyleyerek bu ideolojik sessizliği delmektedir (Tanpınar 2001: 244). İhsan’ın konuşmasını eleştirir bir konumda görünmesine rağmen Nuran, bu sözleriyle aslında erkeklerin bir parçası olduğu “fikirler dünyası” nı sentetik bulduğunu ifade eder. Nuran, hisler dünyasında kalmayı ve Mümtaz’ın estetik dünyasının idealize edilmiş kadını olmayı tercih etmektedir. 38 Arzu TOK Şiir Kadın Olmak Ana Olmaktı Kadın Olmak Ana Olmaktı Kurşun geçirmez yelek giyerdi analar sevdiklerine Sonra sırtında yavrusuyla çıkagelirdi siper önüne Altından kemerler bahtın soğuk yüzüne Kadın olmak belki de ana olmaktı önce... Hem köprüyü geçmenin derdiydi kimine Ansızın ağrılarla yapışan koyu gölgesine Zavallı bir serzenişti tahtın yelelerine Kadın olmak belki de ana olmaktı önce... Kızlar, analarından çeyiz dertli kaderlerine Kimi şansın ellerinde, kimi kurban düzene Sofralar kurulur ömrün sitemine Kadın olmak belki de ana olmaktı önce... Kadın olmak ana olmaktı evlada, sevdiğine Yaşı kaç olursa olsun düşünmekti yine Her olayı zafere çevirmekti görevcesine Kadın olmak belki de ana olmaktı önce... 39 On Üçtü Yaşım On üçtü yaşım Daha anne demeye doyamadan Anne olmuş bu kara bahtlı başım Kadın olmuştum çocuk olamadan Fikrimce minik bir serçeydim Besna AYDIN Deneme On Üçtü Yaşım Kolum kanadım kırılmadan Yaşayabilir umut saçabilirdim On üçtü yaşım Kaldıramadım Kötü bir çocuk bile olamadan Kötü kadın olmayı kabullenemedim Kimsesizliğin ahı kaderimi de kimsesiz bırakmıştı Fakirliğin bedduasıydı bütün haksızlıkları bedenimde zengin bırakmış Kovaladığım yılanlar, ölmelerine sebep olduğum akreplerim Yoksa sizin mi…?? Gelin bile olamadım evcilik oyunlarında. Beyaz bir elbisem bile olmadı ki Kundağım bile siyahtır benim Beyaz kefen neyime Yokluğun dibini sıyırıyorduk Bir canım tek vardı Gözyaşımı silecek elleri bile yoktu. Çocuk bile olamadan Kötü kadın olmuştum. Ve bir de katil. On üç yaşımda ne çok şey olmuştum. 40 Evet, yaşı on üçtü. Uğursuz bir on üç. O ve abisinden başka kimsesi olmayan yetim bir on üç… Abisi dediğime bakmayın yaşı daha on altı. Sebebini bilmiyorum söylentileri de yazmak istemiyorum ama iki kolunu kaybetmiş bir abi. Kız on üç yaşında. Omzuna dökülen kumral sacları vardır. Yaşıtlarına göre biraz daha olgun ve çok güzel bal rengi gözleri. Hollywood yıldızlarını kıskandıran bir güzelliktir onda ki. Doğal, masum, tatlı ve daha nice mükemmel üçlerin birleştiği bir beden. Ve yaşı on üçtür tecavüze uğradığı sıra. Her kadın gibi korkar ve susar. Keşke çocuk olsaydın o sıra; bağırıp çağırsaydın. Uğradığı korkunç şeyin adını bile bilmez. Tecavüzcüsünden çocuğu olur. Yaş on dört… Ve lanet getirilesi kahrolması gereken insanlar... Daha on dört yaşında ve kötü kadın muamelesi yapılmakta. Abisine anlatıyor kızcağız. Zaten ondan başkada kimse inanmaz. On dört yaşında bir kadın. Erkekler için kolay kandırılabilir bir beden. Bazen kandırmaya bile gerek duymazlar. Köydeki arkadaşları ki artık arkadaş değil tam bir düşmanlardır. Malum büyüklerden ne görüldüyse o. Arkasından taş atmalar, o… diye bağırmalar. Ve gülerek seyirci kalanlar. Ötekileştirme söz konusu olunca toplumumuz nasıl da profesyonelleşiyor. Bu tür hikayelere gebe bu topraklarda teferruatları anlatmaya gerek yok. Bu küçük kadının neler yaşadığını tahmin edebiliyorsunuzdur. Neyle oynardı biliyor musunuz? Yılanları kovalardı onlarla oynardı. Akrep toplardı bulduğu bir şişeye koyardı. Oynar tekrar salıverirdi onları. Tam bir merhamet tablosuydu. Bizim, gördüğümüzde öldürmekten çekinmediğimiz o hayvanlarla oynardı zarar vermeden. Onunla öğrendim yılandan korkmamam gerektiğini, akreplerle oynamayı. Ondan öğrendim Benden olmayanı sevmeyi hem de her şeyine rağmen zarar verebilir korkusu yaşamadan. Yaş on dört. Bir sabah dayanamaz bebeğinin ayağına taş bağlar, göle atar bebeğini. Biliyor çünkü onunda aynı şeyleri yaşayacağını. Kendisi de gider uçurumdan aşağı atar kendini; Bedeni aşağı düşerken yükseklere uçan iki ruh... Ve bu hiç anlatılmadı, hiç bilinmedi. Bunun gibi kim bilir bilinmeyen nice yaşı on üçler var. Ve abi… Kardeşini uzun bir süre arar. Bulunca mı? İnanın bu manzarayı görmek istemezsiniz. Elleri yok, gözyaşlarını omzuyla silmeye çalışıyor. Hani bazen dersiniz keşke bana gelseydi bana anlatsaydı keşke ben yanında olsaydım ben bakardım ben korurdum onu dersiniz. Keşke ben orda olsaydım dersiniz Fakat bu hayatınız boyunca en büyük keşkeniz olur. O hikâyeler de hep eksik kişi olursunuz. Hepimiz katiliz değil mi? Sırf ötekileştirme diye bir silahımız var akıllara zarar. Kimi öldürdüğümüzü bile bilmiyoruz. 41 Otostopçunun Galaksi Rehberi “PANİĞE KAPILMA!” İşte bu kısa ünlem cümlesi evrene doğru atılacağınız macerada size rehberlik edecek olan kitabın nükteli ana fikri. Douglas Adams’ın kaleminden Dünyada başlayan ve sonsuzluğa uzanan bir başyapıtla karşınızdayız. Arthur Dent, sıradan bir hayatı olan sıradan bir insandır. Yine sıradan bir sabaha uyandığını düşünen Arthur, kestirme yol yapmak için evini yıkmaya hazırlanan buldozeri gördüğünde yanıldığını anlar. Her ne kadar çabalasa da evini yıkılmaktan kurtaramayan Arthur için bu sadece başlangıçtı. Yaren ATAY Kitap İncelemesi Otostopçunun Galaksi Rehberi Daha birkaç saat geçmeden atmosferde beliren uzay gemisi galaksiyi kalkındırma projesi adı altında yapılacak olan uzay ekspresi yolu için dünyanın yok edilecekler listesinde olduğunu ve iki dakika içinde imha edileceğini söyler. Bunun üzerine yanında uzaylı kankası Ford Prefect’in geçmekte olan bir uzay gemisine otostop çekmesiyle üstünde yıpranmış sabahlığı, elinde havlusuyla galaksi boyunca sürecek inanılmaz bir yolculuğa çıkarlar. Kitabın genelinde gerçeklik ve gerçeküstücülük konseptini hissettiren Douglas Adams, her bir gezegende dünyadaki bir duruma gönderme yaparak düşüncelerini kalemiyle bizlere duyurmuştur. Bu yönü bakımında mükemmel bir eleştiri kitabı olmasına karşın ironik bir biçimde bilim kurgu olarak tanınır. Çünkü bilim kurgu olarak tanınmasına rağmen diğer tüm bilim kurgu kitaplarıyla dalga geçer. Otostopçunun Galaksi Rehberi serinin ilk kitabı. Bu kitap haricinde yayınlanmış 4, toplamda 5 kitap var. Sırasıyla; “Evrenin Sonundaki Restoran, Hayat, Evren ve Her Şey, Elveda ve Bütün O Balıklar İçin Teşekkürler, Çoğunlukla Zararsız” olmak üzere sıralanır. Bunun dışında bu seri adı altında yayınlanış iki kitap daha vardır. Bunlardan biri olan “Kuşkucu Salamon”un ilk bölümü Douglas Adams'ın makalelerinden oluşmaktadır, ancak kitabın ikinci bölümü Otostopçu'nun Galaksi Rehberi serisinde 6. Kitap olarak değerlendirilmektedir. İkinci olan “Ve Bir Şey Daha” ise Douglas Adams'ın Otostopçu serisini devam ettiremeden kanser nedeniyle ölümünden sonra Eoin Colfer'in bu işi üstlenerek yazdığı ve resmi olarak serinin devamı kabul edilen 7. kitaptır. Ve son olarak, bu kitabı okuyan ya da okuyacak olan tüm otostopçulara sesleniyorum. İnsanın kendi varlığını evren içinde anlamlı kılmaya çalışması ancak hayal edebildiği kadar mümkündür der galaksi rehberimiz. Unutmayın ki Martin Luther bile çıktığı engebeli yolda “bir hayalim var.” Diyerek yürümüştür. Bunun kendi hayalinizde pusula olarak kullanmanızı temenni ediyor ve sözlerimi bir otostopçu olarak bitiriyorum. “PANİĞE KAPILMA!” Çünkü bir otostopçu için hayaller paniğe kapılamayacak kadar büyük. 42 Gül Gürdal DURMUŞ Gezi – Seyahat Kız Kulesi Üçüncü sayımızda sizlerle olmaktan hem mutlu hem de gururluyuz. İlginize teşekkür ediyor yine yepyeni bir merhabayla bu sayıda buluşuyor olmanın keyfiyle birlikte yazıma başlıyorum. Umarım her şey yerli yerinde ve de keyiflidir değilse de gelsin artık Şöyle ben anlatırken siz okurken bir hayal alemine de dalın gitsin. Hayatımızdaki sıkıntılar dertler zaten hayatlarımızın sigortalı elemanları gibiler istesek de bir yere gittikleri yok o yüzden en azından bir yarım saat hepsini takın askılara emin olun astığınız yerde sizi bekliyor olacaklar 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü coşkuyla kutladık demek isterdim ama bizim coşkumuz maalesef ülkemizde ki kadın şiddetinin önüne geçemiyor Her gün yeni bir şiddet haberiyle irkilip ertesi gün yenilerini ekliyoruz. Ama Umudumuzu yitirmeden bir gün dünyanın çok yaşanılası bir yer olacağına da inancımızı içimizde büyütüyoruz. Bu kez de ben o herkesin bildiği çeşitli rivayetlerin sahibi uzaktan bakınca bile huruz veren ama maalesef artık herkesin gidemediği maalesef ceplerin dolu gidilmesi gerektiği bir yerden bahsetmek istiyorum. Ama karşısına geçip onu izlemek de parayla değil ya deyip keyfini çıkarabileceğimiz bir yerdeyiz: Kız Kulesinde. 43 İstanbul Boğazı’nın Marmara Denizi’ne yakın kısmında Salacak açıklarında yer alan küçük bir adacık üzerinde inşa edilmiş seyrine doyumsuz bir yapıdır “Kız Kulesi”. Üsküdar deyince akla ilk gelen şeydir. Üsküdar’da Bizans döneminden kalan tek eserdir aynı zamanda. Bizans döneminden önce bir Yunan komutan aslında bulunduğu adacık üzerine bir kule inşa ettirir amaç da Boğazın giriş ve çıkışlarını kontrol etmektir. Sonra Bizans döneminde zamanla harap olan kule yenilenir. İstanbul’un fethi sırasında da Venedikliler tarafından üs olarak kullanılır tabi Bizans’a yardım etmek için. Osmanlı dönemine gelince ise Fatih Sultan Mehmet Han buradaki küçük kuleyi yıktırır ve yerine bir kule daha yapılır ancak buraya toplar da taşınsa burası bir gösteri platformu olmuştur. Mehteran burada çalar burada söyler ihtişamla. Bugün görülen kulenin temelleri de işte Osmanlı’dan Fatih’ten kalan eserlerden birini oluşturuyor. Birçok kez onarım görmüş bir yapıdır. Meydana gelen depremlerden etkilenmiştir ve en büyük yenilenmeyi de Yavuz Sultan Selim döneminde görmüştür. 17. y.y dan sonrada bir fener eklenmiştir bu küçük adacığın üzerine. II. Mahmud döneminde de nemli bir yenilenme görmüştür. Bugünkü halini aldığı tarih ise 1837 dir. 44 Bugün Kız Kulesi’nde düşman gözetlemekten mehteran dinlemekten Padişahların selamlamalarını seyretmekten çok başka şeyler yapmaktayız Bir akşam yemeği yiyebiliriz, bir lansmana katılabiliriz ya da bir akşam müthiş manzara eşliğinde hayatımızın imzasını atabiliriz nikah memurunun huzurunda. Elbette çokça paramız varsa Başında dediğim gibi birçok rivayet var” Kız Kulesi” ile ilgili. En çok bilinenini eğer okumadıysanız ya da okuduysanız bile bir de benden, buradan okuyun o zaman buyurun: 45 Hikaye elbette çok eskiye hatta bilinmeyene tarihleniyor. Hero ile Leandros adlarında iki gencin aşk hikayesi. Hero, o herkesin bildiği Afrodit’in rahibelerinden birisidir. Ve en büyük yasağı aşktır. Ama bir gün Afrodit’in tapınağına gitmek için kuleden ayrılır ve orada Leandros ile karşılaşır ve o büyük aşk hiç olmayacak bir yerde başlamış olur. Aslında çoğu kez de böyle olmaz mı zaten? Olmayacak zamanlar olmayacak yerler ve olmayacak insanlarla… Ama umarım siz hayatınızın aşkını tam da doğru zamanda ve doğru yerde bulmuşsunuzdur ya da en kısa zamanda bulursunuz. Hero’nun aşkı karşılıksız değildir ve Leandros’un kuleye gelmesiyle aşklarını kutsarlar. Bundan sonra da her gece bu güzel mekan onların aşkına ve sevişmelerine tanıklık eder. Her gece Leandros buraya yüzerek gelir ve Hero’nun yaktığı fener sayesinde rotasını çizer. Ama bir gece feci bir fırtına çıkar ve her şey alabora olur fener söner. Leandros kuleyi bulamaz yüzmekten yorgun düşmüştür ve artık tek ve son arzusu Hero’yu son bir kez görmektir. Buraya kadar bir çok rivayet böyledir ve hazin sonlu bir aşk hikayesi anlatılır fakat siz şanslısınız ki mutlu bir aşk hikayesi aklınızda kalacak artık çünkü Hero hamiledir ve tam o sırada her şeyin yerle bir göründüğü dalgaların kıyıları dövdüğü sırada Hero doğum yapmaktadır. Yolunu rotasını kaybeden Leandros’un ışığı o minik ses olur. O kadar cılız ama bir o kadar umut doludur. Bir anda kesilen fırtınada tek bir ses vardır o da o minik hayat ışığının sesidir. İşte, durmadan oraya doğru yüzer ve birlikte kuleden ayrılırlar. Herkese aşk dolu huzur dolu mutlu günler dilerim. Sevgiler kere sevgiler… 46
© Copyright 2024 Paperzz