İçindekiler 15 Mart 2015 Sayı:3

1
“FARKINDALIK” yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu
yolda 3. sayımızı çıkarmış bulunmaktayız.
Genel Yayın Yönetmeni
Mehmet GÖKDOĞAN
Editör
Hüseyin YAYLA
Merve ÇETAK
Zamanın kumları aceleci bir hızla akıp giderken beraberinde
Yaşar Kemal gibi Türk Edebiyatı’nın çınarını alıp götürdü bizden.
İnce Memed öksüz kaldı usta yazarın gidişiyle
Zamanın kumları hayatının baharında Üniversite öğrencisi
Özgecan Aslan’ı da beraberinde alıp götürdü aniden.
Ne demişti Cemal Süreya: “Her ölüm erken ölümdür”
Redaksiyon
Nurdan OFLAZOĞLU
Sosyal Medya Yönetmeni
Serdar Serhat ALTAN
Basın Tanıtım Sorumlusu
Şafak OĞUZ
Mehmet ARSLANTAŞ
Fotoğraflar
Nazım TETİK
Yazarlarımız
Arzu TOK
Peki kaç ölüm bu denli erken ve bu denli vahşice… Hangi
kelime anlatabilir hissettiklerimizi… Hangi dil daha net ifade edebilir
acımızı… Ölüm aşinadır bizler için elbet… Ve aşikarız ölümü
algılamada… Bu sefer başka… Lal oldu dilimiz… Hissediyoruz
ağzımızın içindeki cam kırıklarını… Susunca canımızı acıtıyor…
Konuşunca kanatıyor… Özgecan’ımıza bunu yapanlara verilecek
hangi ceza acımızı dindirecek… Öfkemizi susturabilir mi verilen en
ağır ceza…
Ne güzel söylemiş Neşet Ertaş:
“Kadın insandır. Biz insanoğlu.”
Özgecan’ımıza bunu yapan hiç şiir kitabı okudu mu acaba?
Barış ÇELİMLİ
Peki roman karakterine aşık olmuş mudur? Veyahut gerçek hayatta
Besna AYDIN
birine aşık oldu mu hiç? Sahi Mesnevi’den feyz almış mıdır? Cemal
Ceyda CEVHER
Süreya okuyup mısralarda hayale dalmış mıdır? Türkü dinlemiş
Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
midir akan nehire bakarak? Sevdiği kadının gözlerine bakıp; içi
Eyüp BAĞ
Gönül KARAARSLAN
Gül Gürdal DURMUŞ
Günsel İSLAMOĞLU
Hilal İNAN
Hüseyin YAYLA
titreyerek, bir kez olsun “Seni seviyorum” demiş midir? Anacığına
bunca yıl emek verdiği için teşekkür etmiş midir? Yaradan’ın
verdiklerine bir kez olsun minnet edip şükretmiş midir? Kadınların
bizlere emanet olduğunu biliyor muydu acaba?
Oysa gönüllerin efendisi Hz Muhammed (SAV) Veda
Hutbesi’nde; ''Kadınlar Size Allah'ın Emanetidir.'' Dememiş miydi?
Kadınlarımız bizlere Allah’ın emanetidir vel Ulu önderimiz
İsmail Can KARAKUŞ
Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi kadınlarımız yerde
Mehmet ARSLANTAŞ
sürünmeye değil, omuzlar üstünde yüceltilmeye layıktır.
Mehmet GÖKDOĞAN
Merve ÇETAK
Nurdan OFLAZOĞLU
O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam…
Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun
Pınar ÖZÖNER
Mehmet GÖKDOĞAN
Genel Yayın Yönetmeni
Serdar Serhat ALTAN
Sahir ÜZÜMCÜ
Sunay GÜLSOY
Şafak OĞUZ
Yaren ATAY
Yelda KARATAŞ
farkindalikdergisi
2
@farkindalik_drg
İçindekiler
15 Mart 2015
Sayı:3
4. Bir İnsanın Hüznüdür – Şiir– Yelda KARATAŞ
5. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ
7. Bismillah – Şiir – Mehmet GÖKDOĞAN
8. Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri – İnceleme - Gönül KARAARSLAN
9. Kar Tanem’e – Şiir – Hüseyin YAYLA
10. Unutma Beni – Sinema>Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ
12. Gülpembeler – Deneme – Sunay GÜLSOY
15. Sappho – İnceleme – Merve ÇETAK
17. Bir Mektubu Var Gitmenin – Deneme – Ceyda CEVHER
20. Merdiven Şiir – Şiir – Barış ÇELİMLİ
21. Aşk – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ
22. Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak! – Deneme – Şafak OĞUZ
24. Cennet-i Yâr – Deneme – Serdar Serhat ALTAN
25. “Müzik ruhun gıdasıdır” Gerçekten öyle midir? – Deneme – Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ
33. “Yas’’ta Değil İsyandayız – Deneme – Pınar ÖZÖNER
34. Akıl Ve Vicdan – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
35. Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın – İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU
39. Kadın Olmak Ana Olmaktı – Şiir – Arzu TOK
40. On Üçtü Yaşım – Şiir - Besna AYDIN
42. Otostopçunun Galaksi Rehberi – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY
43. Kız Kulesi – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal DURMUŞ
3
Bir İnsanın Hüznüdür
I
Kadınım ben Nasıl kıydınız
Ellerim ayaklarım kadın
Yüzüm dağ tepesinde bir kitap
Sabırsız ovaya şaşarak
Yeni mi Gidip gelmeleriniz
Gidip gidip gelmeleriniz
Yelda KARATAŞ
Şiir
Bir İnsanın Hüznüdür
Gidip Ardında bir yarasa sessizliği
Hep kendinizi yitirdiğiniz
İçimde sevip sevmemeleriniz
-yalan ağzınızla aklımdaNeler dediniz gülmeyi başardım
Bir salyangozun sıcaklığına
Yürüdünüz dağ sesinizle
II
Kadınım yeşil erikte
Hiç sevemediniz benden çok
Kendinizi bile sevmediniz
Sizden yıllarca büyüktüm
Yetişemediniz
Yüzümden kitap sayfaları
Akardınız
-ne çare aşkı kitaplarda yaşadınızAlıp alıp vermeleriniz
Verip verip vermeleriniz
Alıp
-şimdi sevişmek bile istemiyorumBir beyaz ova bir beyaz
İçinde gelincik kızılları
Tek tek kopardınız
-beni tenimden ettinizDokunmalarınız
Dokunup dokunup çekmeleriniz
-sonra her kadın gibi bir ateş bulup ağladımSıyrıldı ay buluttan çıkan yüzünüz
-ben kendimi kucakladım hiç gitmesin kollarımdanBeni boğup
İp ışığında
Bıraktınız
Ne yaptınız!
4
…
Kadın ne oldu sana
Kim düşürdü seni.
Uyandırmadılar mı masallarını yazarken
Kurtarmadılar mı seni ejderhalar kaçırırken
Tuzaklarında senin yüreğini mi
kullandılar,
seni yakalamak için.
Söyle kadın,
Sahir ÜZÜMCÜ
Şiir
…
söylenecek ne varsa söyle;
Altınlarımı aldılar de,
“Beni satın almak için.”
Sen değil miydin saklanan,
seni bulmak için.
Kusan sen değil miydin çalılıklara,
kustukların bedenin.
Ne oldu sana böyle,
ne yaptın söyle,
kadın nerede,
hepsinin cevabı sen değil miydin.
Nerelere gittin,
nerelerde kaldın,
neler gördün de tanımadın.
Şimdi bir saksı çiçeğiyse tenin,
neden ektin, neydi niyetin.
Yıldızlara veren sendin ışığını,
şimdi ayın esiri kim.
Bacaklarını açan kimdi,
tadına bakan,
kimdi dudağında başka dudakları arayan.
Kenetlendiğinde dişlerin,
ve kenetlendiğinde gözlerin,
gördüğün neydi,
neden korktun, neden vazgeçtin.
5
Neden seslenmedin, çağırmadın,
ağlamadın arkandan kendinin.
El sallayan kimdi, sen kimdin.
Kaderin neydi, nerede pes ettin.
Kanayan yerin neren senin,
Nerede mermi deliğin.
Ağlayan kimdi senin yerine,
kimdi beklettiğin.
Ağlatan kimdi sende,
kime tutsaktı içi gözlerinin.
Vuran kimdi sana,
nerede senin hedefin.
Uzan kadın, geç şöyle,
rahat et bari, sayılı değil mi günlerin.
Düşerken saçların göklerden ve denizlerden,
kadını olduğun kimdi, kadınlığını verdiğin.
Neren kadındı senin,
kadın kimdi,
sen kimdin…
6
Bismillah
NE güzel kelimedir ‘‘Eyvallah’’
Yar’dan gelen naza da
Ezaya da cefaya da Eyvallah
Ne güzel kelamdır ‘’Evelallah’’
Yar yanımdaysa herşey tastamam
Mehmet GÖKDOĞAN
Yoluna ömrümü sererim Evelallah
Deneme
Ne güzel sözdür ‘’Fesüphanallah’’
Bismillah
Yâr’a kızsak kendimize küseriz
Dilimizden çıkan tek kelimedir Fesüphanallah
Ne güzel tabirdir ‘’İllallah’’
Başka sevdaları gördükçe şükrederiz
Sevdam bir başka,başkası mı İllallah
Ne güzel anlatıdır ‘’Mazallah’’
Onsuz bir dünya tasavvur edemezsin
Vuslatın bitmesini istemezsin dersin Maazallah
Ne güzel düşüncedir ‘’Maşallah’’
Onu her gördüğünde sımsıkı sarılasın gelir
Bakmaya kıyamazsın dilersin Maşallah
Ne güzel bir yakarıştır ‘’İnşallah’’
Ona kavuşmaktır yegâne muradın
Avuçlarını açarsın semaya dersin İnşallah
Ne güzel farkındalıktır ‘’Bismillah’’
Gönlüme düşeni ömrüme yaz Yarabbi’m
Başladığımız bu yolda dilimizde Bismillah
7
Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri
"Kadın" imgesi ve algısı edebiyatımızın her döneminde
farklı olmuştur. Divan edebiyatında kadın daima soyut bir
varlıktır.Saçları misk kokan, ince belli, servi boylu, nazlı mı nazlı ,
kalem kaşlı, kılıç kirpikli bir afettir kadın.Kadına bu hâli ile gerçek
hayatta olmayan pek çok vasıf yüklenmiştir.Hep düşünülen,
korunmak istenen, çoğu zaman âşığına cefa çektiren bir varlık...
Nitekim Nedim'in Türkiye Türkçesi ile aktardığım alttaki
beyitte bu durum apaçık görünmektedir:
"Güllü elbise giydin ama korkarım ki
Elbisenin güllerinin dikeni seni incitir."
Gönül KARAARSLAN
İnceleme
Edebiyatta Kadının
Görünmeyen Yüzleri
Tanzimat Dönemi'nde aşk ve kadın somutlanmaya
başlanmış; Servetifünun Dönemi'nde hasta bir varlık olarak
işlenmiştir.Zaten kendi başına “Verem Edebiyatı” olan Servetifünun
edebiyatı
hem
şiirde
hem
nesirde
marazlı
kadınları
anlatmıştır.Psikolojik çöküntüye uğramış kadınlar anlamca kapalı
şiirlerin baş tacı edilmiştir.
Millî
Mücadele
Dönemi'nde
Kurtuluş
Savaşı'nın
başlamasıyla yazarlar ve şairler güçlü kadın tipleri üzerinde durmuş,
idealize edilmiş kadınlar
kahraman olarak gösterilmiştir.
1940'lı yılların başında şiirdeki sıradanlık, kadını da sıradan bir varlık
gibi göstermiş; iyi kötü tüm özellikler ona yüklenmiştir.1950'lerde ise
özellikle İkinci Yeni şiiriyle erotik bir imge olan kadının tam yüzü
60'larda görülmüştür. Kadın artık bir ANNE ve kocasının yanında bir
EŞ’tir. Sosyal, kültürel, ekonomik değişimlere ayak uydurmayı
başarmış veya başaramamış kadınlar sarmıştır dört bir yanı. Bir
yanda okuryazar olamamış, ekonomik bağımsızlığını kazanamamış
kadınlar bir yanda kadın şairler ve yazarlar bir yanda devrimci
kadınlar...
1980 sonrası eserlerinde ayakları üzerinde duran, hayatı
sorgulayan bir kadın imajı görülmüştür. Günümüzdeki kadın sembolü
psikolojik, sosyolojik, siyasi yönden doyuma ulaşmış, annelik
vasıflarını da gerçekleştiren ve gittikçe YALNIZLAŞAN bir olgu hâline
gelmiştir.
8
Kar Tanem’e
Kar tanesi gibisin kadınım.
Biri, diğerine benzemeyen, eşsiz.
Acun, aczeyler dönmekten
Ellerini tuttuğumda.
Bütün kâinat, bütün mevcudat
Hüseyin YAYLA
Şiir
Kar Tanem’e
Seyreyler, gözlerim çeşm-i fettanına dalınca.
Rüzgâr dahi sükûnete erer
Sesine engel olduğunu sezince.
Bir kediciğin masumiyetiyle bile gözlerin nemlense
Bulutlar cenk eder birbiriyle sana eşlik etmek için.
Muştular getirir şeb-i târîki ak eden gülüşün.
Kar tanesi gibisin sevdiğim,
Biri, diğerine değmeden süzülen, ferîd.
9
Unutma Beni
Film de Columbia Üniversitesi’nde dil bilimi profesörü olan
Alice Howland’ın Alzheimer hastalığına yakalanışı ve bu süreçte
yaşadığı olaylar örgüsü işleniyor.
Mehmet ARSLANTAŞ
Sinema – Eleştiri
Unutma Beni
Önemli bir kariyere sahip olan Alice (Julianne Moore)
bulunduğu noktaya büyük emek harcayarak gelmiş 3 çocuk annesi
bir kadındır. Kocası ve ailesi ile birlikte mutlu ve düzenli giden bir
hayata sahiptir. Ta ki koşuya çıktığı bir gün evin yolunu kısa süreli
unutuncaya dek. Bu ve buna benzer belirtilerin artması üzerine
doktora gitmeye karar veren Alice, yapılan testler sonucunda
Alzheimer’in ender görülen bir türüne yakalandığını öğrenir. Bu türün
genetik kodlarla taşındığını öğrendiğinde mutsuzluğu daha da
katlanır. Akademisyen olması sebebi ile zihninin sürekli işler halde
olmasından kaynaklı, bu durumu baskılandığını ve sürecin bundan
sonra daha hızlı ilerleyeceğini öğrenen kahramanımız, hastalığı
yenebilmenin yolları arayacaktır. Fakat hayatında giderek daha fazla
yer tutan, çok sevdiği işini yapmasına engel olan ve günlük rutinlerini
bile zora sokmaya başlayan bu durumun önüne geçemeyeceğini fark
eder. Kocası ve çocukları ile mevcut durumu paylaşır. Özellikle
büyük kızı bu durum sebebi ile annesini içten içe suçlar ve
annesinden giderek uzaklaşır. Küçük kızıya ilişkileri pek de iyi
olmayan Alice, hastalandıktan sonra bu durumu tersine çevirecektir.
Kocasının da kendisinden uzaklaştığını hissedecek ve giderek
zihnindeki boşluğa teslim olacaktır.
Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan Still Alice,
aile bağları ve insan ilişkileri üzerine kurgulanmış sağlam bir film.
İnsan hayatının ansızın nasıl değişebileceği, bu değişikliğin
kendisinde ve çevresinde nasıl etki yaratacağını olanca yalınlığı ile
gözler önüne seriyor. Bu denli güçlü ve akıllı bir kadının gözünüzün
önünde çaresizlik içerisinde dönüştüğü şey, içinizi burkuyor.
Oyunculuklar çok sade ve abartıdan uzak. Ciddi performansların
sergilendiği film de, Julianne Moore oyunculuğuyla göz dolduruyor.
52 yaşındaki aktris bu filmle ‘En İyi Kadın Oyuncu’ kategorisinde Altın
Küre, Bafta ve Akademi ödüllerinin sahibi oluyor. Genelde sakin bir
işleyişe sahip filmde sağlam duygusal patlamalar yaşanıyor.
Bunlardan en önemlilisi Alice’in Alzheimer Derneğinin toplantısına
katılımcı olarak çağırıldığı zaman, kürsüde yaptığı konuşma
sırasında meydana geliyor.
STİLL ALİCE
Artık zihninin boşluklarında kaybolmaya başlayan Alice, kağıt
üzerinden yerini kaybetmemek için fosforlu kalemle çizerek yaptığı
konuşma sırasında, bütün sayfaları yere düşürüyor. Kısa süreli panik
yaşadıktan sonra durumu şu cümlelerle ifade ediyor. ‘’Ne de olsa bu
yaşananlarıda hatırlamayacağım.’’
Üç çocuk annesi bir kadın yaşadığı olumsuzluğun yanı sıra
gen haritası sebebi ile çocukları tarafından da suçlanmanın acısını
hissediyor. Özellikle büyük kızı bunu hissettirmekten hiç çekinmiyor.
10
Erkek evlat figürü filmde yeteri kadar işlenmemiş, var ile yok arası, pek nadir gözümüze takılıyor.
Küçük kız (Kristen Stewart) annesi ile anlaşamayan asi bir ruh gibi görünse de, izleyiciye ters bir manevra
yapıyor ve mevcut düzenini değiştirip ailesinin yanına taşınıyor. Aslında birbirine uzak görünen bu iki
insanın ne kadar çok benzediğini bu aşamalarda fark ediyoruz. Baba figürüne gelecek olursak (Alec
Baldwin) ilk zamanlar durumu sahiplense de yaşananlar karşısında çabuk pes ediyor ve karısını işi sebebi
ile yalnız bırakarak vicdanının girdaplarında kayboluyor.
Bu film sizi garip bir şekilde hayatınızı ve çevrenizdeki insanları sorgulamaya yöneltiyor. Ya onun
yerinde ben olsaydım deyip, empati kurmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Julianne Moore’un oyunculuğu ile
devleşen bu karakterin dramına kayıtsız kalmak biz izleyiciler için pek mümkün görünmüyor. Uzun süre etki
altında bırakan bu film, sessizliğin içinde boğulmuş bir kadının, can yakıcı görüntüsü ile son
buluyor.Richard Glatzer ve Wash Westmoreland’ı yönetmen koltuğunda gördüğümüz ‘Still Alice’ izlenmesi
gereken filmler listesine üst sıralardan giriş yapıyor.
11
Gülpembeler
Yıl 1995. Sonbahar yapraklarının bulutlarla dans ettiği 22
Ekim günü Songül ve Mehmet’in nazlı kır çiçeği olarak bahar
esintisini getirdim. Ablam Beste`den sonra dünyaya gelişim ikinci kez
anne ve baba olmanın tatlı şurubunu içirdi onlara.Pamuk Prenses ‘in
kötü kalpli Kraliçeden kurtarılışını, Sinderella’nın ona acı çektiren
üvey annesi ve üvey kardeşlerinden nasıl kaçarak mutluluğa
yakalandığını dinleyerek büyüdüm ben. Babamın dediği gibi her
masal “ Bir varmış, bir yokmuş…”la başlardı. Her kötü bir iyiyle yok
olurdu.
Sunay GÜLSOY
Deneme
Gülpembeler
FİLMİN ADI: GÜLPEMBELER
VİZYONA GİRİŞ TARİHİ:
11.02.2015
OYUNCULAR: ÖZGECAN
ASLAN VE CELLADI
YRD. OYUNCULAR:
MÜNEVVER
KARABULUT,
DOKTOR AYŞE,
GÜLDÜNYA,
KÖRPECİK PERİLER
TÜRÜ: KORKU, DRAM
20 yaşındaydım…
Düşlerimi gerçekleştirmek için çırpınıştaydım. Hayatın
derinine inmek, yeryüzünün en manidar ve en güzel canlıları
arasındaki ilişki çarkını düzenlemek istiyordum. Bozulmuş saat gibi
dört bir yana savrulan akreple yelkovan misali hayatları uyumla
yeniden düzene sokacaktım. Açık denizlere açılarak en derine kürek
çekerek
kendinden
uzaklaşmaya
çalışanlara,
kendilerinin
keşfedilmemiş bir coğrafya olduğunu gösterecektim. Sevgi açlığı
içinde kalan şefkatsizlikten zehirlenerek kıvranan hastalara ilk
panzehir iğnesini ben yapacaktım. Çamur topuna bezenmiş ruhlara
güneşi gösterecektim. Adım yazacaktı her yerde. İşini layığıyla
yapanlar tayfasına katılacaktım. Ödüllerim olacaktı belki de…
11 Şubat günü filmimle ekranlarınıza geldim, o kadar sevdiniz
ki beni yüreklerinizi deldim yokluğumla. Benim filmimde bir mutlu son
olmadı. Bir kötüyü bir iyi yok edemedi.
O gün her geçen günümden daha güzel geçecekti, gelecek
günlere inat. Ben öyle zannediyordum çünkü… Dışarıdaki soğuğa
inat, en kutsal varlığım anneciğimin hazırladığı süt içimi ısıttı.
Dışarıdaydım, arkadaşımlaydım, mutluydum. Çünkü ben 20
yaşında kozasından yeni çıkmış kelebekler gibi kanat çırpıyordum.
Kanatlarımdaki renklerle yeryüzüne ve gökyüzüne ışık saçıyordum.
Şeker tadındaki gün bitiminde kendimi eve dönüş yolunda dolmuşun
içinde buldum. Bir kuşun yuvasına dönüşteki arzusu içinde bende
yuvama ulaşmak istiyordum. Meğerse bindiğim dolmuş tabutum
olacakmış, cellâdımda içindeymiş, bilemezdim ki…
İnsan bazen siyaha boyanmış resimler içinde küçük de olsa
beyaz bir nokta görmek ister. Ne yazık ki gri bile çok görünmüştü
bana…
Gecenin kör kuyu siyahını, celladımla göz göze geldiğimde
hissettim o puslu, tuzaklı yolda… Celladımın şehvetli bakışları
karşısında yolunu şaşırmış çaresiz balıklar gibiydim. Avını
parçalamak isteyen aslanın hamlesi bile durgun su gibidir.
Korkutmamak için avına önce yavaş yavaş yaklaşır. Ben candım,
insandım, avdım ve celladım da yavaş değildi. Gözlerindeki şehvet
ruhundaki temizliği, beyazlığı kusturuyordu.
12
Bakışlarıyla kaynattığı şehvet çorbasının sıcaklığı bedenimi yakamasın diye acıyı sıktım gözlerine.
Bir daha böyle bakamasın diye sıktım, sıktım…
Canı yandı yanmasına da benimki gibi kimsenin yanmadı. Köpekten koşturarak kaçan, ağacın tepesine
çıkmak isteyen kediler gibi tırmaladım defalarca hayasız yüzünü.
Nihayetinde, kötü namını yükselten benim tırnaklarımın izi olacaktı. Güçlülüğü karşısında defalarca
darbelenen kesilen bedenim ölüm labirentinin dört bir köşesine çarpıyordu. Her çarpmada zihnim daha da
karmaşık bir hal alıyor, çıkışa bir türlü ulaşamıyordu. Çığlıklarım, cama vuruyor oradan da bana geri
dönüyordu.
Kimsesizdim, bir başımaydım, hayatımı kurtaracak kahramana duyuramamıştım sesimi. Kendi
fısıldaşmamla beraberken başıma aldığım her darbeyle ölüm yatağına uzanmaya başladığımı fark ettim. Bir
kan kokusu solumaya başladım. Kana susayan vampirin ta kendisiydi karşımdaki. Yetmedi. Bana can
veren damarlarımı gördüğüm bileklerimi de yok etti. Ruhum bedenimle Araf arasındaki son bir sahneyi
bekliyordu sanki. Ne doyumsuz bir cellattı. Ne kanım ne de canım ona yetebilmişti. Ölüm gömleğim
üzerimde, bedenim ateşler içinde yanıp tutuşurken celladımın ve ekibinin zafer kahkahaları duyduğum son
sesti.
14 Şubat …”Sevgi” günü olarak ilan edilen bugün benim ölüm yıldönümüm diye anılacak…
Terk-i diyar zamanı şimdi. Annem ve babamın feryatları ortalığı figanlı, hüsranlı toz dumanına dönüştürdü.
Benden kalan cansız bedenim kadınların omzunda…
Ne demişti yeryüzünün en şereflisi “Kadınlar size Allah`ın emaneti” İşte gidiyor bakın “Emanet edilenin
cesedi”.
Anneciğim dediğin gibi olmadı kurşunla öldürmediler beni. Her hücreme insanlığı parçalayan
kurşunlar girdi. Anneciğim ağlama, ben yeterince ağladım kanlı gözyaşlarımla sana da bana da… Adaletten
daha keskin bir adalet bekliyor, kirli zafer sancağını tutanları İlahi adalet, bu filmin kötü karakterli baş
kahramanlarının boyunlarına takacak yağlı urganları.
Yalnız değilim ben ne bu toprak altında ne de Araf`ta…
Önce güzel yüzüne kezzap dökülüp güzelliği yok alan, sonra da tek kurşunla canı alınan Bergen Abla da
benimle toprak altında…
Ya Araf’ta, yeni katıldım aralarına.. Münevver Karabulutlar, Güldünyalar, Doktor Ayşeler, Küçük periler de
burada. Her geçen gün, dakika, saniye yeni birileri katılıyor bu kervana. Sığar mıyız bilemiyorum buraya?
Babacığım “Bir varmış, bir yok muşla başlayan masal, “Bir Özgecan varmış, bir Özgecan yokmuş”la
bitiyormuş. Anladım ki her masalın sonu güzel bitmiyormuş.
13
Elveda,
Yaşayamadığım gençliğim,
Yürüyemediğim yollar,
Koklayamadığım çiçekler,
Üzerine basamadığım topraklar,
Islanamadığım yağmurlar,
Dokunamadığım böcekler,
Keşfedemediğim yeni yerler,
Göremediğim mezuniyet törenim,
İş yerime asamadığım tabelam,
Elveda,
Tanıma fırsatını bulamadığım ilk aşkım, eşim, bebeğim,
Anneciğim, babacığım, ablacığım, ülkem…
Ben hafızalarınızda hayali karakter olma yolunda,
Yapılacak ne varsa yapılsın artık bu uğurda,
Kazınsın zihinlere, düşüncelere bu mısra…
“Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutma”
NİHAYETİNDE BİR CAN VERENDE KADIN SANA!
Bu deneme bir annenin kınalı kuzusu ÖZGECAN için yazıldı. Bir annenin evladından ayrılışının çığlığını bir
daha duymamak, her iyinin her kötülüğü yok etmesi ümidiyle…
Seni ve diğerlerini hatırlatacak bir melodi kulağımda çınlıyor ÖZGECAN, hem de BARIŞ MANÇO`dan
“Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin
İnanamadık Gülpembe,
Bizim iller sessiz,
Bizim iller sensiz,
Olamadı GÜLPEMBE”
“ARAFTAKİ GÜLPEMBELER” Ruhunuz şad, mekanınız cennet olsun….
14
Merve ÇETAK
Arkeoloji
Sappho
Sadece
Hava
da olsa
Ölümsüzdür
Dilimdeki sözcükler…
Sappho
Bir önceki yazımda ilham perileri 9 Musalardan bahsetmiştim. Bu
yazımda da Platon’un 10. Musa olarak adlandırdığı,Antik dönemin kadın
ozanı Sappho’yu sizlerle paylaşacağım. İÖ. 610-580 yılları arasında
yaşamını sürdürdüğü düşünülen Sappho, tam bir aşk kadınıydı.
Düğünlerde, şölenlerde hep başroldeydi: “Nedir gene deli gönlünü
çelen?” İşte böyle söylerdi Sappho, yüreği yanmışlara…
Yaşadığı dönemin tabularına aldırmamış ezilen kadın olmaktan
çok, bir birey olabilmenin savaşını vermiştir Sappho. Aşkı en dibine
kadar yaşayarak ulu orta sözcükler dizmiştir insanlara.
Dünya var olduğundan bu yana kadına dair hiçbir şey
önemsenmemiş ve bu durumdan Sappho da nasibini almıştır. Şiirleri
birer birer yok edilmeye çalışılmıştır. Ama o inancını asla kaybetmemiş,
söylediklerinin ölümsüz kalacağını umut etmiş ve haklı da çıkmıştır.
Kadın olmak; her zaman zor zanaat. Kendi hakkını, ezilenlerin ve
haksızlığa uğrayanların haklarını savundu Sappho, korkmadı çünkü
susmak en büyük kaçış yoluydu. Bunun farkında olabildiği için binlerce
yıl sesini duyabildik Sappho’nun, Sapphoların…
15
Yüzyıllardır anaerkil bir toplum karşımıza çıkmakta, kadın her zaman ikinci plana atılmaktadır. İşte
Sappho gibi gözü kara kadınlar sayesinde toplumda kadına da yer olduğunu bilmekteyiz. Sözü fazla
uzatmadan cümleleri Sappho’ya bırakıyorum…
Bir yiğitten daha üstün o erkek
Tanrılarla eş benim gözümde
O erkek ki yanında oturabiliyor
Sesinin tatlı yankısını
Yüreğimi hızlandıran
Can alıcı gülüşünü
Yakından duyabiliyor.
Birden karşıma çıksan
Soluğum kesilir
Dilim tutulur.
İnce bir alev dolanır
Derimin altında
Gözlerim kararır.
Yalnız kendi uğultusunu
Duyar kulaklarım, ter dökerim
Ürpertiyle sarsılır her yanım
Kurumuş ot gibi solar rengim
Nerdeyse ölümle yüz yüzeyimdir
Ama yoksulum, katlanmaktan başka
Elden ne gelir.
16
Bir Mektubu Var Gitmenin
Bu bir elveda mektubu değil; Aylin'im, sevdiğim...
Aslında adın bile bende Aylin değil. Sana hiçbir adı yüklemek
istemedim; senden bir resim almak, yüreğimdeki albüme eklemek
her zaman daha gerçekçi geldi bana.
Sağ elimi yazarken kullanmak daha kolay geliyor şu an.
Giderayak sağ elimin ne işe yaradığını idrak etmiş bulunuyorum.
Kendimi bildim bileli gerçek bir kalem tutmayı reddedip sol elim ile
hayal dünyamı tuvallere yazmakta kullandığım fırçalarımı tuttum.
Ceyda CEVHER
Deneme
Bir Mektubu Var Gitmenin
Hâlbuki sol elim yanıp atölyede yaptığım tüm resimler de
yanınca içim de yanmıştı. Yanmanın üç hali varmış her cisim gibi
anlamıştım. Kutsanacak bir tablo da değildi yaşamım ta ki sana “Aşk
“olana kadar. Akrilik boyaların içindeki tüm renkler birden sen
oluverdi, hatta siyah bile bir anlam kazanmıştı. Oysa ben siyahı
saklanmış hüzünlerimin ağırlığını taşırken giyinirdim senden önce.
Sevmek hep vardı belki de kuytumda köşemde ama bir sebep
yaratırdım sevmek için ki bu her zaman tuvale bir iz olurdu, fırça ise
bir araç. Yani resim yapmak tarihi bir yerleşke gibi idi; en derinlerine
fırçalarım ile değdikçe duygularım dünyanın merkezinde çırılçıplak
kalıyordu ki bu vaziyet en masum doğası idi asileşmemin. Beni
sevmesini bilmeyen daha kötüsü beni en sinsisinden gizlice izleyen
bir dünyanın kısa metrajlı filmi olmaktan çıkıyordum. Sevgimin tabiatı
aynı kalsa da tarzı bir senden önceye ve sonraya dönüşüverdi
birden. İşin komik tarafı senin de ilk önceni sevmek istemedim.
Bunun da bir sebebi vardı bildiğim bir şeyi bilmeden önce, " sebepsiz
seni sevmeyi".
Her ne kadar Newyork karamsar havası ile üzerime üzerime
gelse bile kızım için boğulmaya gönüllü bir şekilde o hastanede
bulunuyordum. Yanmanın en yüksek ısısını taşısam bile bu
boğulmanın içinde ateşim buz kesiyordu. Ellia 32. ameliyatından
çıkmıştı. 517 no’lu odamıza vardığımızda çenenin ortasını kaplayan
bir bandaj ile karşı yatakta uzanıyordun. Elindeki telefona yapışmış
dudağın ile müvekkillerine başına gelenleri dünyanın sonu imiş gibi
anlatıyordun.
Bana hak ver ve kızma ne olur! Sen kendi özünü sevmeyi
bilmiyordun ben ise seni deli gibi seveceğimi. Sana bunları ilk kez
itiraf ediyorum. Yaşamı para, kariyer ve başarı için kendini küçük
tanrıça sanan kadınlardan farksız gibi gelmiştin dimağıma. Fakat
daha sonra Ellia'nın ameliyat aralarında Hudson Nehri kenarında
geçirdiğimiz vakitlerde Ellia sana gitgide bağlandıkça ve sen
unuttuğun çocukluğunu Ellia ile hatırladıkça kalbime attığın her bir
ilmiğin sağlamlığı kadar bende sana bağlanıyordum. Hiç
konuşmadan sesini ve nehrin sessizliğini hatta suyun içindeki
balıkları, yosunları, çakıl taşlarını, kumları, hücreleri karışmış
insanları ve tüm canlıları dinlemek eylemi beni karşı kıyıya götüren
mavi renkli bir sandalın haritasını çizerdi kaybolmuşluğumun üzerine.
17
Sen dâhil tüm bu nesneler birer anlam olup yüreğime yerleşirdiniz, bir kitap oluverirdi tüm harfleri
seslerinizin ki başlığı adın ile yazılırdı içsel anatomime.
Eğer bir alınyazısı varsa idi hayatımın, senin elinden yazılmıştı ve bir tesadüfmüş ise tüm bu trajedi
yani yaşamın tadını aldığım sol elimin bu dünyanın dışına adım atması; bir kudretli varlık yüzüme gülüp
sunabileceği en kutsal uzvu verdi bana; seni...
Sen sol tarafımın dayandığı kemik ve kendi eserini kendinden üretebilen bir şahtın ve asla mat
olmayandın ( Artık –di’li geçmiş zamandanım).
Tüm varlığımla sıkı bir dindardım çünkü aşka inandım ve hissetmediğim sol elimle yüzüne dokunup
gülüşlerini tapınağım yaptım.
Gülüşlerinin içinden geçip ulaştığım yer cennetimdi ki sen bu mektubu okuduğun an ben hâlâ orada
olacağım.
Sana yazıyorum ve içinde bulunduğum bu çalışma odası, bu ev, bu kasaba yani bu atmosfer fark
etmeden bana lanetini bulaştırıyor, sevdiğim. Hastayım fiziken; hayatın gerçekliğinde acılar içinde kıskıvrak
bir şekilde can vermek hiç de adil değil. Bir hürriyet ilkesi sergilediğim tavır, kendi metafizikliğime bir can
vermek. İnan ki en merhametli karar olmalı bu. Oysaki kendi hayatımın yargıcı, savcısı, avukatı, tanığı ve
ya sanığı olmak gibi arzularım hiç olmamıştı.
O yüzden senden ve Ellia'dan gitmiyorum sadece bedenim öteliğe kavuşacak. Ellia ile kalman
gerekli, onun artık annesi sensin. On iki yaşının gerektirdiği tüm duygularla sana ve sevgine muhtaç.
Bu gidişimin ardından içinde bulunduğumuz bu küçük kasaba hatta tüm bir ülke belki beni taş kalpli
sanacak biliyorum. Ne yazık ki bu lanet yerin oynadığı oyunun kuralları sert ve gönlü yumuşamıyor. Muaf
olmam için deliyi oynamam gerekti çünkü elimin tersi ile ittiğim her kıstas onun kuralları idi. Aklı başında
olan bu gidişimin nedeni "deli olmaya" gelmek. Hissetmenin ötesinde ilk kez bir varlık olmaya gidiyorum.
Tümü ile hiçliğim başlayacağı yer senin beni ilk kez hissettiğin yer; İpucu mu?
Güneşli bir temmuz sabahı hastaneden kaçtığımız o günü hatırlıyor musun? Ellia'nın üzerinde yeşil
hastane önlüğü vardı merdivenlerden inerken. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı, dışarda
yaralarını herkesin yüzüne vuracağı bir şeyi üstünde taşımak istemiyordu. Uzun eteğini çıkarıp ona bu sana
çok güzel çiçekli bir elbise olur küçüğüm dediğin ve külotlu dar siyah çorabını hastanenin tuvaletinde ayak
bileği hizasından kesip tayt haline çevirdiğin günü...
Sana demiştim gayet yaratıcısın hatta içinde sanatçı deli bir kız uyuyor olabilir, Aylin diye. Daha
sonra nehir kenarına bana imalı bir şekilde çok zeki hatta belki de kendimden bile zeki olduğunu seziyorum,
Matt demiştin. Biraz utangaç bir dil ile hiç düşünmeden bunu biliyorum fakat beni senden farklı kılan şey
hiçbir dünyevi gerçekliği kabul etmeyişim diye mırıldandığımı hatırlıyorum. Akabinde ise benim kocaman bir
ukala olduğumu söylemiştin ve benden bu farklılığı ispatlamamı istemiştin. O kocaman kıpkırmızı Louis
Vuitton çantandan bir parça pamuk koparmanı ve onu elinle ikiye bölmeni söylemiştim. Sana bir parça
pamuk ile bir parça pamuğun toplamanı sormuştum. Yüzüme gülerek bakıp iki dediğini ve bu adam lanet
olsun niye böyle saçmalıyor sırıtışını asla unutmuyorum. Şimdi evet şimdi Aylin on üç adım at ve nehrin
kenarından bu iki parça pamuğu ıslat, avuç içinde sıkıca yum komutunu aldığında kafan çoktan allak bullak
oluvermişti. Çünkü içindeki resim banyosunda canlanmıştı sahte bir dünyanın arkasında zihnini kaydıran
gerçeklik; "iki ayrı pamuğun su ile kocaman bir -bir- edebileceği". Nehrin yapabildiği şeyin varsa bir
benliğimin bir amacı bu evrende, her yeni gün her günümden farklı bir öz ile yaratıldığımızı izah eden eski
bir tapınakta tazeliğini koruyan bir aslan sfenksi kadar kuvvetli bir simge olduğunu sende anlamıştın,
sevdiğim.
18
Kemiklerimin her zerresine yayılan kötü yürekli canavarlar ordusu gidişimden bile daha hızlı bir
şekilde ilerliyor!
Hastalığımın nüksettiğini öğrendiğim son on beş günden beri inadına direndim ve erteledim
bedenimin sizden kopuşunu. Ellia'nın doğum gününün üzerinden bir hafta geçmesini istedim. Benden sonra
büyük bir şükranla en azından Ellia öz deliliğini keşfedene kadar pasta kesme ritüelini sürdürmenizi ve
büyük bir coşku ile dışarı çıkıp nisan yağmurunda "Dancing in the Rain”i avaz avaz bağırıp dans etmeyi
bırakmamanızı arzu ediyorum. Ellia bu hatıraları belleğinin en tozlu raflarından günü geldiğinde çıkaracak
küle dönüştüğü anlarda kendini yeniden doğurabilecek. Anka olmanın özüdür bu sevdiğim.
Bu arada senden bize özel bir ricam olacak. Benden sonra asla bulaşık yıkadığın anlarda
Leonard'ın "Dance me to the End of Love" şarkısını söyleme. Bilirsin ki yüreğim hep sende örtünmeye
devam edecek, olmasam da. Ah, Tanrım! Yüreğinde kapladığım yüreğimi bile kıskanıyorum. Aşkın hiç
bitmediği bir yer olsa da sesin, gizli bir bahçe olarak kalmalı biz dâhil hiç kimsenin giremeyeceği.
Ayrıca bir gereklilik hatta bir dayatma istiyorum senden ilk ve son kez. Gidişimden sonra Ellia ile
birlikte Akçay' a dönmelisin. Senden, çocukluğundan izler bulup onlara dokunmak sana ve Ellia'ya çok iyi
gelecek eminim. Babanın elleri ile ektiği zeytin ağaçları ve mor renkli ahşap kır evi sizleri iyileştirecek ve bir
de senin tarif ettiğin kadarı ile tadını aldığım deniz... Tabiatın iyiliksever bir ana olduğunu asla unutma
sevdiğim!
An itibari ile kendimi yeterince uyuşuk hissediyorum. Eskiden olsa bu mektubu sana on dakikada
yazabilirdim ama sağ elim beni saatlerce kıskıvrak esir aldı. Tüm esaretlere boşça kal diyerek sana teslim
oluyorum. Bizi birleştiren bir nehirde bu dünyaya yabancı sana daha yakın olmaya gidiyorum; sevdiğim.
Salya sümük ağlayan bir kadınsın ki bu huyunu hem çok sevdim hem de hiç benimseyemedim.
Nehrin kenarında sana son kez sımsıkı sarılıp kulağına o az dil döken ağzım ile seni seviyorum demenin
onurunu taşıyarak giderdim ama...
19
Merdiven Şiir
Barış ÇELİMLİ
Şiir
Merdiven Şiir
Koşarken tökezleyen
Haylaz çocukluğumun
Avuçlarını doldurmuş
Misketler gibi saçıldı
Daha yarılanmadan
Şu ziyan ömrüm
Geri kalanını aşka yatırdım
Bekliyorum benden
Bir ben çıkarsın.
Biraz gözlerime bak
Konuşmasan da olur
Bir sigara daha yak
Öyle çıkarsın.
Bana sen söylemiştin
Kalbini çevreleyen
Duvarları yık diye
Sonra da eklemiştin
Kaybolduğun her yoldan
Aşka çıkarsın.
Yıktığım duvarların
Üstünden atladı kalbim
Zaten kaybolmakmış meyli
Hiç arayıp sormadım
Dolaşsın ücraları
Aylak bir ıslık ile
Aşkın yolunu bulur da
Belki haklı çıkarsın.
Her dizesi bir basamak
Sana bu şiirimin
İster inersin
İster çıkarsın...
20
İsmail Can KARAKUŞ
Şiir
Aşk
Aşk
çünkü aşk; bir dişin
sonsuz kere sızlaması gibidir
çeksen boşluğu hissedilir
kalsa sızısı.
çünkü aşk; tek hecedir
ne başına bir sıfat alır
ne de sonuna bir isim
o yalnızca acıların bir başka deyişidir.
21
Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak!
Ne zordur bu hayatta kadın olmak. Aslında her şeye sabrederek
yaşamak! Herkesin beklentisine kendini mecbur hissetmek…
Herkesin mutlu yaşamaları için varlığını feda etmek.
Peki, memnun musun halinden?
Halimiz nicedir, Soran var mı?
Sanki bir suçlu gibi yalnızım, ya sen?
Şafak OĞUZ
Deneme
Zor Bu Şartlar da
Kadın Olmak!
Bütün olumsuzlukları büyüdükçe yaşıyorsun.
Yaşadıkça da anlıyorsun.
Herkes var senin için, bir tek kendin yoksun kendin için.
Yoksun! Duygulara gem vurmayı, daha çocukken öğretmişler bize.
Ananevi her şeyin öğretisini içimize, bedenimize, aklımıza kazıyarak
işlemişler. Karşı duramazsın suçtur!
Bu dayatmanın adına da töre demişler. Töresi batsın!
Oysa böyle mi olmalı kadın?
Kadın dedin mi
Dudakları kırmızı olacak
Güneşin batışın da
Hırkası omzunda
Aklını başından alacak
Kadın dedin mi
Elleri sabun kokacak…
Kondurduğu öpücüğe
Hayalindeki sevgiye
Kokulu umutlar dağıtacak
Kadın dedin mi
Dört mevsimi yaşatacak
Kışı sevecek
Sıcağa küsecek
Ama öpüldüğünde eriyecek
Kadın dedin mi
Umutları Çocuksu olacak
Küsecek yalandan
Sevdiğinin göğsünde
İç çekerek ağlayacak
22
Kadın olmak; Sabırla uyumu aramak, yeni bir hayata aracılık etmek, sahiplenmek demek. Kadın
sever, sevgili olur, annedir, aşktır, bazen bir melek olur, bazen de Leyla… Daha nice isimsiz kadınlarımız
var, savaşta, cephede adını yazdırmış şehit kadınlar… Kadınlarımız… Sevgili Peygamberimiz “Cennet
annelerin ayakları altındadır.” diyerek bu sözüyle kadınların en yüce varlık olduğuna işaret etmiştir.
Oysaki bir kadının gönlü dünyanın en kalabalık yeridir. Bütün dertleri ve Aşkları tepeleme sığdırdığı
dünyasında, yeni gelenlere de yer açabilecek memnuniyettedir.
Ağırlık yaptıkları kimin umurunda! Çaresizliğe yer yok hayatında! Herkesten güçlü olmak zorunda
bırakılmışız.
Karar vermeden önce oluşacak bütün şartları dengede tutmak yine kadının göreviymiş gibi zorunlu
bir misyonu yüklemişler kadın denen bizlere. Evet! Sana yüklemişler, bana yüklenmişler.
Kısacası, Şairin de dediği gibi :
Ve kadınlar
Bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yârimiz
Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen
...
Nazım Hikmet Ran
Zor bu şartlarda “kadın“olmak! Ama biz bunun üstesinden de geliriz.
Bu vesilesi ile “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”müz kutlu olsun.
23
Serdar Serhat ALTAN
Şiir
Cennet-i Yâr
Cennet-i Yâr
Belli ki bütün güzellikler gözlerinde saklıdır senin
Cennetin bütün renklerini taşırken yüreğin
Huzur senin boynunu mesken tutmuşken
En güzel varlığı sen iken
Sen ki ana olmuşsun
Sen ki kardeş
Sen ki sevgili olmuşsun
Sen ki cennet-i yâr
Sen ki kadın olmuşsun.
Ve yeryüzünün,
Dünyanın hatırına
Kutsallığın en narin çiçeği
Öptüğün yerler
Mucizevî
İyileşmeler gösterir
Yaratıldı denilen kişiyi
Karnında taşıyan varlık
Can verirken
Bedenlere
Can verdiklerin
Aldı bedeninden canını.
Bırakıp gittiğin bu hayat
Seni anlamlandırmıyor
Yazık!
24
Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ - Deneme
“Müzik ruhun gıdasıdır”
Gerçekten öyle midir?
"Eskiden yaşadığın hayatı hatırlatan sesten ibaret bir fragmandır aslında."
Yazıdaki Muhataplar
Bu söz, kime ait olduğu bilinmeden, herkesin ağzında sakız gibi dolanan ve insanların gerçekten
inanıp sözde şifa olarak kullandıkları bir sanrıdan ibarettir. Tabi baştan söylemekte fayda var, bu yazı ruhi
bir varlığa inanmayanları kapsamaz. Hatta bilinçaltı, zihin gibi soyut sanılan kavramlara inanmayanları da..
Dışarıdan tetiklenmeden varlığını hissedemeyen, kendisini mekanikleştirmiş bir kimseyi de elbette ki
kapsamaz.
Müzik Ruhun Gıdasıdır Yalanı
Konu "Ruh" olduğundan konuya farklı açıdan yaklaşalım. Konu müzik değil, “müziğin ruha olan
gıdasıdır yalanı".. Yani bir müzisyen yazıyı okuyup müzik açısından ele almamalı, bu yanlış olur. "Hayır,
ruhun gerçekten gıdası" diyen birinin ise bunu diyebilmesi için önce ruh kavramı ile ilgili araştırma yapması
gerekir. Günümüzde ruhun bedenle alakalı olan hissiyatının tümüne ruh muamelesi yapılır. Bu ruh değildir.
Öncelikle ruh kavramı ilahi bir kavramdır. O yüzden konuyu "Ruh" kavramı üzerinden açıklayacağız.
Yazının asıl yazılma sebebinin aslında herkes tarafından farklı algılanan "ruh" olması bakımından, yazımız,
"ruh" tanımının alındığı kaynaklar baz alınarak ilerleyecektir.
Ruh Kelimesi Cümle Dağarcığımız Nasıl Yer buldu
Gelelim Ruh'a. Önce Kutsal kitaplarda "ruh" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra dilimizde kullanırken
kaynağını unutmuşuzdur. Allah'a ait olan, keyfiyetsiz ( Tarifsiz ) ve tanımsız olanın, belirli tanımlarla
açıklanması, açıklanırken kaynağının ihmal edilmesi ve ihtiyacı bakımından gıdasının müzik olarak lanse
edilmesi, ruhun buna layık görülmesi tamamen cahil cesaretidir. Kişinin kendi kendisini bilinçsizce tuzağa
düşürmesidir. İşin enteresan tarafı, bedensel gıdaları sadece lezzetine değil de nereden aldığımıza,
temizliğine, ne içerdiğine kadar bakarak son derece önem vererek en iyisi olsun diye özenle seçerken
ruhumuz için ise kaynağı belli olmayan bir sözü asparagas olup olmadığına bile bakmadan referans alıp,
müziği her fırsatta sözde gıdaymış gibi kullanıyoruz ve böyle yaptığımız için de kendimizi iyi hissediyoruz.
Ya ruhu bilmiyoruz ve sahip olduğu gücü küçümsüyoruz ya da bizler cahil cühela takılıyoruz. Hadi
bunu yediğimiz gıdalar için de yapalım! Kaynağına, nereden geldiğine, en önemlisi de kimin yaptığına
bakmadan, içindeki malzemeyi ve hatta temizliğini dahi önemsemeden; sadece göz zevkimize uygun bir
görüntüde olmasına bakıp yiyelim. Bu mümkün müdür? “Yemek - gıda - ruh - beden ne alaka?”
diyebilirsiniz. Akıp gidelim önyargılarımıza takılmadan, mükemmeliyetçilik sadece “Kusursuz” olana yakışır.
Müzik Zevkini Belirleyen Etkenler ve Bilinçaltına Etkisi
"Çocukken masallarla uyutulan kişilerin, büyüdüklerinde müzikle uyutulmasıdır" safsatasına kanmak
isterdim inanın. Buna uygun "ninni müzikleri ne hoş olurdu" demek isterdim örneğin. Ama anlaşılmayan bir
konuya değinme mecburiyeti hissediyorum. Günümüzde kişilerin iç huzursuzluğunu gidermek (!) için
sığındığı ya da bir bebeği uyutmaya çalışırken (!) ilk yardım istediği başlıca bakıcılardan biridir müzik.
Aslına bakarsanız müzik bir moddur. İçinde bulunduğu tarihten, kültürden, olaylardan etkilenen ve buna
bağlı olarak ortaya çıkan, aslında kişinin duygu durum ürünüdür. Hatta dinleyenleri de bu yüzden etkiler.
Çünkü kişi, içinde bulunduğu toplumla ilişki halindedir ve o anki moduna uygun şarkıları tercih eder. Peki
kişinin o anki halini, durumunu belirleyen sizce nedir?
25
Tabi ki bilinçaltıdır.Kişi doğumundan itibaren nelere maruz kaldı ve sorunlarına karşı çözüm ve
ihtiyaç olarak neler sunulduysa; kişinin müzik ile tekrar tekrar kendini tetikletmesi ile bilinçaltında
hissettikleri kişiye afyon etkisi verir. O an son modu depresif olan kişi kendisini daha duygusala bağlayacak
bir müzik açarak duygu durumunu sakinleştirdiğini sansa da, o müziğin çağrışımıyla aslında bilinçaltını
tetiklemiş olur. Böylece nasıl bir oyun içinde olduğunu bilemeden hatıraları zihne geri akar ve kişinin duygu
hâli güçlenir. Aslında, kişininhatıralarını yeniden yaşamışçasına tekrar yıpranması söz konusudur. Kişi
farkedemez belki yani dikkat ederseniz bulunduğu duygu durumu hatıralarını tetikleyen müzikle kişiye öfke
vermemiştir?
Peki, madem yaşanılana karşı artık öfke hissedilmiyorsa neden aynı şeyi yeniden yaşama
potansiyelince yıpranma durumu söz konusudur? Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi duygular
dönüşümlüdür. Eskiden yaşadığın bir olayı yeniden yaşarken dış tesire göre bir duygu durumu yoğunluğu - dönüşümü yaşarsın. Eski hatıraları yeniden yaşamışçasına yıpranırsın ama o an sadece
mahsun şekilde ağladığını zannedersin müzikle. Yatışmışsındır; öyle sanıyorsundur. Oysa sadece dış
tesirin değişmesiyle, farklı bir duygu yoğunluğuyla eskiye dair tetiklenen bir durumu tekrar yaşıyorsundur.
Fiziksel anlamda tepkin ne kadar sakin gözükse de, içsel anlamda bilinçaltın aynı tahribata yeniden maruz
kalıyordur. Bir müzik eşliğinde yaşamak. Hayata dair, hayatın kendisine has müziklerine olan içsel
ihtiyacını başka bir şeyle – yapay bir şeyle gidermek. Aslında ruha has algıların dış tetiklenmeler yüzünden
kangren olması durumu.
Müzik Eşliğinde Yaşamak
Kendisini kendi öz varlığı olan ruhla hareket ettiremeyenin, ona ait özellikleri çalıştıramayanın,
aslında ruhuna gıda sağlayamayanların, dışarıdan bir destekle hareket etmeleridir müzik. Kuklalaşmaktır.
Aynı müziği sevmek, aynı kişiler tarafından aynı duygu durumuna sokulma mecburiyetine itilmektir. Geçmişi
sırtına tekrar tekrar yüklemektir. Geleceği göremeyen insanın, şimdiye sıkı sıkıya sarılmasını sağlayan
araçlardan biridir. Çünkü müzik tek başına olmaz, yan araçları da lazımdır. Bundan bahsedeceğiz..
Yazıyı tümüyle bitirmeden "ney" "kaval" vs. gibi konuları zihnimizde harmanlamayalım lütfen. Bir
müzik eşliğinde yaşamak.. Hayata dair, hayatın kendisine has müziklerine olan içsel ihtiyacımızı başka bir
şeyle gidermeye çalışmak.. Aslında kişi ruhuna gıda verdiğini sanıyorken, ruhuna has algıların dış
tetiklenmeler yüzünden kangren olması durumu. Ruhsal işitme, duyma, kalp gibi manevi duyuların
çalışmaması..
Ya İlahi ? Veya Fon Müzik Eşliğinde Şiir ?
Konu ilahi dinlenilmeside değil aslında veya şiir. İnsan müzik dinleme ihtiyacını ilahi ilede giderebilir.
sadece dış maske olarak adına yaratıcı der. Eskiden olsa bilinçaltına görsel işitsel dokunsal yolla giren dış
tesirler az olduğundan bu belki mümkün olabilirdi. Fakat aklı kişinin hangi duyguların tesirindeyse müzik
veya ilahi aynı duyguları tetikleyecektir sadece vicdan rahatlayacaktır. Örneğin Kuran neden ilahinin yerini
tutmaz ? yani Kurana alternatif neden ilahi gösterilir. ve ilahi neden müzikli olursa tesir eder ? hepsi konuyla
alakalı iyice düşünüldüğünde ve kişinin kendi içinde kendiliğinden tetikleyemediği içsel birikimleri dışsal bir
yolla tetiklemesidir. Tehlike budur. Örneğin Kişi, kendi dinine ait asırlar öncesi bir kahramanın hayat
hikayesini veya ölümünü bir fon müziği eşliğinde dinlerken ağlar. peki ağlatan o din kahramanının
ölümümüdür ? yoksa müziğin tesiri ve bilinçaltının aklı direk istediği duruma hazırlamasımıdır ?
Örneğin en son dinlediğiniz bir şiir düşünün. Asırlar öncesi bir kahramanın ölümünü anlatan bir şiir.
Tabi sizi ağlatan bir şiir olsun. şimdi kendinize aynı kahramanın ölümünü fısıldayın ama düz bir sesle. Şu
şekilde ; "Falanca öldü" eğer o fon müziği yoksa şiiri okuyan sesi güzel kişide yoksa ve hatırınıza
gelmiyorsa ağlamazsınız. Ama yakınlarınızdan biri olsa ölen, size öldüğü söylense fon müziğine veya
davudi bir ses tonuyla söylenmesine ihtiyaç duymadan ağlarsınız. Yani sizi yakınlarınızdan biri vefat
ettiğinde ağlatan onunla olan fiziksel beraberliğinizdi. Fakat şiirlerde duyup ağlanılan peygamberlere dair
işkenceli ibretlik hayatlara şiirsiz fon müziksiz ağlayamamamızın sebebi ise asırlar öncesine ulaşamayan
içselliğimizdir. Dışa dönüklüğümüz ve kendisi gibi olamadığımız peygamberleri en azından yad etme
durumudur. Ki aynı Peygambere sorulsa "Sizi böyle yad edip ağlıyoruz" dense vereceği cevap "Size
bırakılan emanete ne derece sahip çıktınız" olurdu. Bu gerçektir. Konu ilahi dinlenip dinlenmemesi değil.
Aksine bu durumun fark edilmesi.
26
Ve Bir Ayet
Konuya ruh üzerinden gittiğimiz için kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den örneklendirme ile devam edelim.
"Onların kalpleri vardır ama detaylı olarak anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır
ama işitmezler." (Araf, 179)
Garip.. Kalp diye bir şey var ve ona ait bir algı var. Görmek var, ayrıca bir görmek daha var. İşitmek var
ama işitememek de var. Neden bahsediyor acaba?
Bilinçaltının Akıldan Bağımsız Tetiklenmesi ve "Bebekler Sussun Yeter" Mantığı
Dinlediği müzik ile kişi kendi kendine acırken veya daha enerjik hale gelirken aslında o anı elinden
kaçırır. Bulunduğu duygu halini de kalıcı hale getirir; yani olmayan bir karakter hâli kişininbilinçaltının
bilinçsizce tetiklenmesiyle, kişinin üzerine yeni bir deri geçirmesi gibidir. Kalıcı, soğuk, buz gibi acıtıcı bir
süreçtir ve kişi ne olduğunu bilmeden bir uykudan diğer bir uykuya geçerken kayıplarını ve olup bitenleri
fark edemeyecek kadar zehirlenir. Yani aslında müzik geçmişi olmayanı asla tetikleyemez. Bu yüzden
bebekleri sakinleştirmek için anne karnında duyduğu sesi dinletmeleri söylenir. "Aaa duydun mu; elektrik
süpürgesi susturuyormuş çocuğu!" Ve duyarlı (!) bir anne elektrik süpürgesini sırf çocuğu sussun diye
çalıştırarak aslında onu ana rahmine geri gönderir. İçinde bulunduğu anı yaşayamamayı işte böyle böyle
öğrenir çocuk ve bunu da anne - baba öğretir. "Kıyamıyorum ağlamasına" der en masum şekilde. Ama
aslında kendi tahammülsüzlüğünün itirafıdır, asıl kendisine kıyamıyordur. "Oysa bebekler ağlar ve birçok
maddi
manevi
gelişim
veya
bebeğin
kendisini
ifade
şekli
bu
şekildedir."
İşin ilginci az önceki ayette "Edal" kelimesi de geçiyor. Baktığımız zaman bu kelime "Zihindeki
doğru bir bilginin yanlış bir bilgiyle yer değiştirmesi ve o bilgi kalıbının yanlış bir bilgiyle doldurulması"
şeklinde ifade buluyor. Bu da düşünülesi, oldukça garip bir konu..
Şimdi'den Kaçış
Buraya kadar detaylı ve belki de karışık olarak anlatılan konuları toparlarsak; en iyi ihtimalle müzik
kişinin geçmiş hayatında bir kare yakalayıp oraya geri dönmesi ve mümkünse orada kalmaya dair
çabasıdır. O andan memnun kalmamak değildir aslında, o andan memnun olmamaya kişinin
kendisini programlamasıdır. "aman makinesi icad edemeyen bir kişinin “mastürbasyon” sürecidir" Yani
madem zaman makinesi yok, bari bu şekilde geriye gidelim demesidir kişinin. Beden içerisinde bir
gizlenme, kaçış ve zamanla kişinin özünü kaybetmesine yol açan bir duruma dönüşür.
Diziler ve filmler geleceğe kaçmasını sağlar kişinin. Hayatlarında asla olmayacak senaryoları
izlerken, senaryodaki kişinin kıyafeti, zevkleri veya yaşam biçimini taklit de aynı zamanda bir kaçıştır. Acı
olan ise; senaryonun sadece bir parçasını almışsındır seyrettiklerinden; ve çoğunluğu gerçek olan bir
hayatın, en önemli gerçeği olan “kendin” i değiştirmişsindir senaryodan aldıklarınla. Sonra senaryolar
birbirine
karışır.
"Neden Tembelim" Sorusu
Tembellik de böyle başlar aslında. "Neden tembelim?" sorusunun cevabı da aynı şeylerde gizlidir.
İçsel gerçeklik dışarıdan tetiklene tetiklene tüm hissiyatını kaybetmiştir. Böylece öz gerçeğin, özün yani seni
sen yapan ruhun dışarıdan tetiklenmekle ayakta kalan bir kuklaya dönmüştür bedeninle birlikte.
Duygulara normalde ruh hâkimdir. Hani herkesin hakkında atıp tuttuğu ruh.. "Ruh" kelimesini
kullananların bilemedikleri bir gerçek de yine "Ruh" kelimesinin geçtiği Kuran-ı Kerim’in sahibi tarafından
belirtilir:
27
Ve Bir Ayet
"Sana ruhtan sual ederler. De ki: «Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey
verilmiştir." (İsra, 85)
"Neden tembelim?" sorusunu tekrar ele alalım fütursuzca akıyorken.
Örneğin bir çocuk, seyrettiği filmde bir karakterle eşleştirir kendini, veya bir büyük ile; fark etmez..
Her insan, seyrettiğinde kendisiyle ilişkilendireceği bir karakter mutlaka bulur. Çünkü sistem benzerlikleri
kullanarak kuklalar üretir. Kişi seyrettiği senaryodaki kişinin mutlu olmasıyla mutlu olur, başarısıyla
sevinir.
Bu
durum
zamanla
engellenmesi
çok
zor
iki
şeyin
önünü
açar:
1- Başarıya dair, mutluluğa dair birikmesi gereken ve zamanla kendiliğinden açığa çıkarak hayatına yön
verip seni olman gereken yere götürecek olan tüm duyguların daha yeterince birikmeden tetiklenmiştir;
hâlbuki daha boşsundur. Bu yüzden tüm boşalan duygulardan geriye korku kalır, bir köle kalır; sisteme
bağımlı, tüketen, üretmemek için bahanesi olan bir köle.. Belki de "Ruh" denilen özüne yapılan bu
muamele, aklın duygular karşısındaki gücünü sıfıra indirmiş ve aklı duygular karşısında mağlup bir köle
gibi yönetilebilir hale getirmiştir. Çünkü akıl, gücünü sadece o hiç konusu bile edilmeyen "Ruh" dan alır,
alması
gerekir.
Hatırlasana.
Eğer
bilgi
yetseydi,
kimse
bilip
de
yapamadıklarının
altında
ezilmezdi.
2- Bilinçaltı, görsel ve işitsel yolla kendisi için yani kılıfı beden olan “o şey” için hedefler tayin eder ve bu
konuda akla güvenir. Akıl ise duygulara bağımlı olduğundan kendisiyle beslenip belki de görüşünden,
gücünden, ferasetinden faydalanacağı bir “Ruh” dan istifade edemediğinden; sadece basit bir karar
mekanizması olarak kullanılabildiğinden, güçsüz bir şekilde duygular ne derse evet der.
Bilinçaltı, senaryolarda kendisiyle eşitlediği karakterin film boyunca duygusal anlamda kendisini tetiklemesi
vasıtasıyla onu hedef tayin eder ve bu yaşantıyı projeye çevirir. Hâlbuki gerçekten yaşayan bir karaktere
aynısını yapsa, seyretse, araştırsa, öğrense ve ona yönelse; zamanla kişilerdeki enerji bedenler arası
irtibatı sağlar ve kişi ona benzemeye başlar. Onun gibi düşünmeye.. Bu bir gerçektir ve fırsattır. Aynı
zamanda bir zarardır da. Bir virüs gibi duyguların kokusu hükmündeki düşünceler de aynı virüsler gibi
yayılır. Bu konuda aklı savunan sadece "Ruh" tur. İkinci maddeye geri dönmek gerekirse hayali bir proje
enerjiye dönüşmez ve kişi "Neden tembelim?" der durur. Bazıları da "Ben tembel değilim" der. Sebebi de
çalışmaya olan bağımlılıklarıdır. Köleliğini ise çalışarak kazandığını kimin hükümranlığında kullandığı
belirler. "Ben hizmet de ediyorum" der bazen kişi. Hizmet durumu vardır ama asla hizmet eden yoktur.
Çünkü hizmet esnasında “Öz” tarafından kullanılmak vardır ve bu durumdan egonun kendisine malzeme
çıkarması asla olamaz. Yani, "En azından ben şunu yapıyorum" diyen kişi aslında yaptıklarını kendisini
iyi hissetmek için yaptığını yine aynı cümleyle itiraf etmiş olur. : )
Müzik dedik, kalp dedik, biraz da bilinçaltına girdik. Akıp gidiyoruz.
Müzikle Beraber Duygusal Aktarım Ve Duygu Tembelliği
Müzikten devam edelim. Yine üzgün olan kişiden örnek verirsek, yaşanmışlıklarına bağlı olarak
oluşturduğu savunma şekliyle o halden kurtulayım deyip“eller havaya” yaptığında başka bir tuzağın
kucağına bırakır kendisini. Müziğin sözleri önemli değildir; hareketi, sözde ne kadar enerjik hale getirdiği,
zinde tuttuğu önemlidir.Yani kişiyi kendinden ne kadar uzaklaştırabildiği.. Çevrendeki insanları göremez
olursun. Tüm söylenmemişleri, söylenmesi gerekenleri vücut dilinin feryadıyla atarsın dışarı ve bunun adına
“dans” dersin. Fakat yine unuttuğun bir şey vardır. Bu şekilde bir aktarıma alıştırırsan kendini, giderek bu
şekilde bir aktarıma bağımlı hale gelirsin. Oysa asla aktarmıyor olacaksındır. Aktarım boşalmanı sağlar.
Tekrar aynı şeye ihtiyaç duymak, o kadar kısa zamanda tekrar dolmanın mümkün olması durumuna
aykırıdır.
28
Sözler bilinçaltına dolarken, dinlenen müzik de aynı şekilde bilinçaltından bir şeyleri tetikler. Bu
zindelik arzudan başka bir şeydir. Kişinin yüksek sesli müziğe ihtiyacı vardır. Müzik bir basınçtır aynı
zamanda yüksek sesle dinlenilirse. Ve neden yüksek sesle müzik dinlemek istiyorum dersen;
"Bilinçaltından zihnine kadar ulaşan ama eğitimsiz olduğundan dolayı dışarı atamadığın, zihninle devamlı
savaştığın o fikirleri, o duygusal durumları, duyguların kokusu olan o düşünceleri görsel işitsel
darbelerle bilinçaltına geri itmek istiyorsundur”. Peki, neden belirli bir ritme ihtiyaç duyar kişi eğer amacı
sadece her şeyi bilinçaltına geri itmekten ibaretse? Bu bir nevi hipnozdur veya narkoz. Düşüncelerin yüksek
bir ses basıncıyla bilinçaltına geri itilirken, orada duyduğun ritim sadece acını örten bir senaryodur.
İşkencelerde de müzik kullanılır. Kişi neden gece kulüplerinde eğlenir gibi hissetmez? Çünkü bilinçaltını
tetikleyen ve zihnindekileri bilinçaltına geri iten ses basıncının yanında filmlerdeki gibi seni oyalayacak bir
senaryo yoktur. Bu narkozsuz ameliyat gibidir. O yüzden buna işkence denir. Aynı zamanda zihni tedavi
edici bir rolü de vardır. Bahsedeceğiz..
Müzik Gerçek Müzik Arayışına Maskedir
Kişi kendi probleminden ve hatta kendinden kaçarken, yani gerçeklerin üzerini örtmek için müziği
kullanırken buna “gıda” yalanını biçmektedir. Sorunundan uzaklaşırken aynı şekilde çözümünü daha
tehlikeli sulara bırakmaktadır. Müziğin toplumdan etkilenmesine baktığımızda, şu anki eğlendirici müziklerin
çoğunda yer alan yatak iniltilerinin bilinçaltını tetiklemesiyle, probleme çözüm olarak seks sunulmaktadır.
Şehvetin Bedenden Taşması Duyulara Yayılması
Şehvetperest bir toplumda aslında doyması gereken şehvettir; sadece şehvet.. Şehvet bir virüs gibi
her duyguyu sardığında artık besin kaynağına döner. Esprilerde sadece bel altı esprilere gülersin. Aslında
hayata dair sesleri müzik olarak algılaması gereken duyma yetisi, onun bağlı olduğu o saf duygu şehvete
boyandığı için şehvetle alakalı şeyleri duyarak beslenir. Artık bir yaprağın sesine ihtiyacı kalmamıştır.
Aynı şekilde ağız.. Oral yolla beslenme organı olan akıl, lezzeti bedene gönderen organ olan dil ve
onun besin duygusu olması gereken muhabbetvari duygular tamamen şehvete boyandığından, artık şehvet
duygusunun ağız yoluyla tatmini başlamıştır. Eğer oral seks yoksa bunun doyumu küfürlerle sağlanmalıdır.
Bu da ağız yoluyla beslenmeye taşan, şehvetvari bir duygu dönüşümüdür.
Aynı şekilde göz. Kendisini besleyen, beslemesi gereken şeyleri örtmüştür bilinçaltından taşan ve
tüm duyguları saran şehvet hastalığı. "Güzele bakmak sevaptır." konusunun bile şehvetle algılandığı bir
toplum. Algı dünyası maalesef değişmiş. Doğru, güzele bakmak sevaptır. Annene bakmak; babana,
bebeğine bakmak gibi. Dertlendiğinde bir arkadaşın gözüne bakmak.. Şehvet duygusu bedeni sarınca
güzel anlayışı kişinin annesinden de taşmış ve güzellik kavramı düzülebilme veya düzebilme potansiyeli
olana indirgenmiştir. Bu durum, aç kalan bir insanın çekirgeyi lezzetli sanmasına benzer. Aslında o kadar
komikken herkesin bir birbirini onayladığı bir toplumda "Herkes böyle!" imajı ve "Herkese ne olacaksa bana
da o olacak" psikolojisi herkesi aynı tutmaya başlar ve herkes yavaş yavaş hiç hayal bile edemeyecekleri
şekilde değişir. Örneğin bugün bir kâğıda "Bugün falan tarih ve ben ahlaken şunlara değer veriyorum " yaz
ama detaylı olsun. Seni utandıran şeyleri yaz, seni sen yapan değerleri yaz. Sevdiklerini, esirgediğin
noktaları yaz. Hassasiyetlerini yaz.. Yıllar sonra aç oku. Şaşırmıyorsan ve aynıysa her şey, hatta gelişmişse
hassasiyet anlamında, derim ki sana "Sen bir köle değilsin".
29
Bebeklerin Üzerinde Tesiri
Müzik. Bebekler, dil gelişiminden önce garip sesler çıkarırlar ve o seslerle kendilerine ritim yaparlar.
O ritimse tesirsiz bir çocuk için zikirdir. Bir bütünleşmedir. Kendine aittir. O yüzden dünyanın en güzel
müziği bir anne ve baba için bebeğinin sesidir. Sonra içinde bulunduğu çevreden duyduğu kelimeleri bir
şeylere benzeterek dil gelişimleri başlar. Bununla birlikte duyu organlarının maruz kaldıklarına bağlı olarak
bilinçaltı da oluşur. Dışarıdan “sözde” gıda olarak verilenlerle çocuk aslından uzaklaşarak bilinçaltının
çöplüğüne doğru itilir ve büyüdükçe içinde kalan büyümemiş çocukla, yetişkin çocuk sendromlu sözde birey
olduğunu düşünen kimliksizler oluşur.. Bilinçaltına itilir, çünkü ne olması gerektiği kendisine ebeveynin
zevklerinin dayatılmasıyla oluşur. Bir yumurtanın dışarıdan kırıldığında içindeki civcivin ölmesi gibi, kişi
çocukken bu hayat kıvılcımını kaybeder. Ses ve görüntülerin kontrolsüzce evlere kadar dayatıldığı bir
toplumda buna izin veren bir aile kendisini, tamamen bu ritimli senaryolu dış tesirlerin duyguları
yönlendirmesiyle oluşan bir kalıbı çocuğuna gönüllü bir şekilde dayatırken bulur. Böylece olması gereken
bir hayatı yaşama gücü o bebeğin bedeninden asla çıkamaz olur. Bebek de alışır artık ulaşamadığı ve
hayatın özüne dair durumların tetikleyemediği duygularını tetiklemek için dış tesirler kullanmaya ve dışa
bağımlılık toplumsal bir yönetilmeye hazır hale getirir toplumu.
Kalbini bir müzikle asla duyamazsın.
Kalbini bir müzikle asla duyamazsın. Müzik bilincini uyutur ve o ara yapay bir huzur gelir. Aslında
olan şey; müzikle birlikte tıpkı bir kobra yılanının tetiklenmesi gibi uyutulmasıdır, işleyişinin durdurulmasıdır
zihninin. Anlıyorum, en güzel şiirleri belki bir fon müziğiyle yazıyorsundur. Belki ilham bir müziğin
tetiklemesiyle çıkıyordur ve parmaklarından kâğıda dökülüyordur. Ama konu müzik değil inan. Konu
kontrolsüzlük. Konu aslında, içeride var olan ve ulaşılmayan gerçeği hatırlamayı sağlamak. O yüzden kişi
hep eskilere gitmek ister. Hep eskilere. Veya hiç sahip olamayacağı geleceğe ki bu da geçmiş gibi
imkânsızdır.
Müzik; bilinci aşıp ritmine, notasına en uygun şekilde bilinçaltında silinmiş de olsa bir
hatırayı veya duyguyu, en sinsi ve en yumuşak şekilde canlandıran ve yeniden dirilten bir tuzaktır. Müzik
sana hayat verir gibi gözükür. Oysahayatsızlığının ispatıdır, eskiden yaşadığın hayatı hatırlatan sesten
ibaret bir fragmandır aslında.
O bakımdan zihni tedavi edebilir veya çok profesyonelse bilinçaltındaki birçok saplantıyı bile tedavi
edebilecek bir potansiyele sahiptir aynı zamanda. Ama asla kalple ve ruhla bir ilgisi yoktur. Kişinin özünden
uzaklaşıp kendisini beden sanmasından dolayı, olduğunu sandığı yapay benliğinin rahatlamasını ruhun
rahatlaması sanmasıdır.
O an ihtiyaç duyduğun, yaşadığın duygunun tam zıddı olan duyguyu ortaya çıkarabilen bir gücü
vardır müziğin, kabul. Ama yine de kalbî değildir :)
O bakımdan zihni tedavi edebilir veya çok profesyonelse bilinçaltındaki birçok saplantıyı bile tedavi
edebilecek bir potansiyele sahiptir aynı zamanda. Ama asla kalple ve ruhla bir ilgisi yoktur. Kişinin özünden
uzaklaşıp kendisini beden sanmasından dolayı, olduğunu sandığı yapay benliğinin rahatlamasını ruhun
rahatlaması sanmasıdır.
O an ihtiyaç duyduğun, yaşadığın duygunun tam zıddı olan duyguyu ortaya çıkarabilen bir gücü
vardır müziğin, kabul. Ama yine de kalbî değildir :)
Yani çalan kişiyle alakalı olarak, bir rolü olabilir. Eski zamanlarda insan azlığından dolayı düşünce
sinyallerinin ve özellikle teknolojinin yokluğundan dolayı elektronik sinyallerin az olduğu dönemlerde
kişilerin birbirleri ile telepatik olarak konuşmaları gibi. İşte bu bakımdan araçların önemi de yoktur.
İnsanların çoğalması ile beraber düşünce sinyallerinin karışması ile toplumsallaşma başlamış, içsellik yok
olmuş, herkesin birbirine benzemesiyle toplum sanki tek bir bireye dönüşmüştür.
30
Elektronik sinyallerin de çoğalmasıyla bilinçaltına araçsız ulaşma durumu mümkün olmamaya
başladığından, araçlara yer verilmiştir usta çırak ilişkilerinde. Aslında zaafların kullanılıp, o zaaflarla
bilinçaltına ulaşma yoludur müzik aynı zamanda :) tıpkı cümleler gibi :) Cümleler de bir kablo vasıtasıyla
gitmezler muhataplarına, hatta görülmezler bile. Ama maalesef çoğu insan sadece işittiklerinin beyinlerine
girdiğini zanneder. Hâlbuki duyma sınırının altında seslerle insanları yönetebilmenin deneylerinin yapıldığı
bir yüzyıldayız. Yani kişileri onlar farkında bile olmadan yönetebilme yöntemleri araştırılmaktadır. Biraz bile
araştırılsa, bu konuda birçok materyal bulunabilir.
Müzik seni etkiliyor olabilir. Hatta enstrümanı çalan bir ustaysa, seni rahatlatabilir de. Ama seni
rahatlatan o müzik değil, çalan kişinin psikolojisi ve kontrolsüzce duygularını yüklediği notaların bilinçaltında
anlam kazanmasıdır. Kontrolsüzcedir. Fakat şu anda kontrollü şekilde bir sistemin müzikleri kullanarak
özellikle gençleri şehvet hastalığında tutarak; kullanılabilecek, akledemeyecek, detaylı düşünemeyecek ve
soyut zekâsı sıfır bir köle toplum hazırlamakla meşgul olduklarını ve hatta buna başladıklarını biliyor
muydunuz?
Bilinçaltının tetiklenmesiyle içinde uyanan duyguları öne çıkarma durumu da vardır müziğin. Örneğin
saba makamının kuvvet vermesi, Uşşak makamının kalp ağrısına iyi gelmesi gibi.. Rast makamının
neşelendirmesi gibi :) Irak makamının saldırganlığı önleyici tarafı da vardır. Aslında limbik sistem ile korteks
arasındaki sinirleri güçlendirerek bağlantının kopmayıp, kabaca şalterin atmamasını ve kişinin kendisini
kaybetmemesini sağlar ama bu da yine :) duygularla alakalıdır:) ve kalbin madde âlemindeki tarafıyla
alakalıdır eğer adına "Ruh" demeye devam edeceksek. :)
Tasavvuf musikisinin bizzat tedavi edici özelliği vardır ama bu madde tarafımızla alakalıdır.
Küçümsemiyorum. Asla.. Baktığımız zaman filozof olan Farabi bile önderdir tasavvufi müzik konusunda. Ve
filozoftur. Neye gelince, ney üfleyen kişiyle alakalı müridi ele geçiren, değiştiren bir musikidir ama asla sona
ulaştırmaz. Mevlana’nın da dediği gibi sadece kalbine seni koyar ama yol yeni başlamıştır. Ney sadece
koparılmışlığını, ayrılmışlığını sana gösterir.
Farkındalık sağlar. Ama çalan kişinin farkındalığını
yansıttığından, bu durum her çalınan neyi dinlenilebilir yapmaz. Kamışlığından ayrılan neyin pişmesi,
boğumlara ayrılması ve artık Allah’ın elinde nağmelenmesini simgeler. Ama asla kalbe dair bir yolculuk
sağlamaz. Başlangıç rehberidir, farkındalığı artırır ama bu da çalana göredir. Çalan kişiye göre. Aslında
kişinin müzikle alakalı zaafının ney ile törpülenip aynı neyin bir ustanın elinde duygusal aktarım ve
farkındalık öğretisine dönüşmesidir.. Konuyu uzattım ama umarım anlatabilmişimdir :)
Duygu; ruha ait keyfiyetsiz hislerin (kelime darlığı)
maddeye dönüşmüş halidir. Yani bedeni
taraftır duygular. Olmalıdır da zaten. İhtiyaçtır. Ama ruhu bedenden ayırıp sevgilisine ulaştırmak ise ayrı bir
durumdur, yaratılma sebebimizdir.
Durumu izah için; bilgisayar ağlarından yola çıkarsak; kablosuz ağların görünürlüğü vardır. Ortada
kablo vs yoktur ama kablosuz ağları görüntüle dersen sinyalleri yakalar. Aynı sinyalleri kullanarak ağa
bağlanmak istediğinde bir güvenlikle karşılaşırsın.. "Şifre?".. Eğer uzmansan güvenliği düşük ağları kırar
ve istediğin gibi kullanırsın. İşte akıl, bilinçaltı konusunda düşünce sinyallerine karşı bir
muhafızdır. Ama kendisinden güç alacağı "Ruh" olmadığından şifresiz bir kablosuz ağ gibi herkesin girdiği,
veri bıraktığı, virüs bıraktığı bir ağa dönüşür. "Neden tembelim?" veya "Neden başkaları bana bu kadar tesir
edebiliyor?" diyen birini düşünelim. Diğer yandan "Bana kimse tesir edemez" diyen biri eğer kazanç odaklı
çalışıyorsa çalıştığı şeyin kölesidir. Yani kariyer, para, mal, mülk kişiyi kölelikten kurtarmaz. Kişiyi kölelikten
kurtaran
şey;
ihtiyaçlarının
dışında
dışa
bağımlı
olmamasıdır.
"Neden tembelim?" veya "Neden duygularıma söz geçiremiyorum?" diyen birinden örnek verecek olursak;
31
Bildiklerimi neden Yapamıyorum
Bedeni bir bilgisayara benzetelim. Ruh kullanıcı olsun; akıl ise içindeki programlarının zenginliği
eğitimine bağlı olan işletim sistemi..
Bilgisayar: Beden
Ruh : Kullanıcı
Akıl : İşletim sistemi
Eğer bilgisayara dışarıdan bir virüs girerse; "Ne ya bu virüs canlı mı?" diye mi sorarsınız :) siz de
biliyorsunuz bilgisayar virüsleri canlı değillerdir. Ama kod saklarlar içinde ve içine sızılan bilgisayara ilgili
kodlar bırakıldığında, o bilgisayar o komuta tabi olur. Kullanıcının kontrolünden çıkar. Düşünceler de
kişilerin farkında olmadan kodladıkları bir
virüs veya tam tersi yönde antivirüstür.
Az önceki örneğimizden yola çıkarsak aklını korumasını bilmeyen kimse işletim sistemini korumayan
bir bilgisayar kullanıcısına benzer. İşletim sistemine virüs bulaşan bir bilgisayar kullanıcısı ne kadar dakik,
çalışkan aktif vs olsa da bilgisayar ağır çalışır :) Aynı şekilde akıl dış tesirlere karşı korunmadığında, dış
tesirler düşünce sinyalleri kodları şeklinde bilinçaltına ulaşır vebeden ruha rağmen ruhun isteği dışında
hareket eder. Daha tehlikelisi ise; beden dışarıdan aldığı düşünce virüsüne karşı duyguları hazırlar ve
onay verir. Çünkü bilinçaltı akla güvenir. "Akıl içeri aldıysa bir bildiği var" der ve bunu olumlu yönde kullanır.
Bu yüzden herkes aynı şeyi sever. Bu sevilen şeylerin sevilmesi gereken şeyler olduğu anlamına gelmez.
Tamamen dışsal bir virüstür, komuttur.
İşte tam burada, bu dış tesirlerle ruhsal bağını koparan ve dış komutlarla bedenî lezzetlerini yeniden
inşa eden kimse şöyle der: "Allah bana nefis vermiş, sonra harama bakma demiş. Benden yapamayacağım
şeyleri neden istemiş?" Aslında fıtratında bu vardır. Sonradan dış tesirler, dışsal komutlar ve aklın
duyguların tesirinde olması nedeniyle dışarıdan direk aldığı bu virüsleri kendi içinde olumlu kodlamıştır.
İncelerseniz, bir dönem Haçlı seferleriyle birlikte müziğin yayıldığını fark edersiniz.
Toplumları Yönetme Aracı
Müziğin, dansın olduğu ülkelere bakıldığında Hindistan gibi zulme uğrayan ve tam zıddı moddan
kurtulmak için dışarıdan suni teneffüsle ayakta kalmaya çalışan toplumları görmekteyiz. Bizlerin sözde
ruhsal gıdalarının kaynağı, yaşadıkları zulümden kendini avutmak için oluşturdukları sanal mutluluklar ve
sözde şifaya dönüşmüş bu toplumlarda. Bir dönem İstanbul’a gelen, hatta Almanya’ya kadar giden
gurbetçilerimiz vasıtasıyla yani büyük şehirlere göçle birlikte arabesksi bir hal alarak, ayakta kalma umudu
yapılmıştır dışsal destek bakımından. Diğer taraftan yine batının müziğine baktığımızda kendini kaybetmiş
kişilerin oluşturdukları ürünler, diğer insanlara şifa olarak sunulmuştur. Sürekli bahsettiğimiz kişileri
yönetme araçları her asırda değişmiştir. Kişinin bulunduğu durumun farkına varmaması için vahşi
arenalardan modern arenalara (gece kulüpleri) içinde fanatizm barındıran
bir sistem, değişe değişe
günümüze kadar gelmiştir. Sana rağmen her şey olur, ama senin dinlediğin seyrettiğin sözde “gıda” olan
müzik, seni hep geçmişe veya asla ulaşamayacağın geleceğe götürür. Ve bir şeyler "şimdi" lerde olup
biterken, sen asla burada olamazsın. Birileri de "Merak etme! Sen git, biz seni idare ederiz" iyi niyetiyle (!)
bedenini, aklını, bilinçaltını ve duygularını kullanır.
Yine klasik müziklere baktığımızda hazin hikâyeleri olan bestecilerinin bunaltılı duygu durumlarının
çığlığıyla sarıldığı sözler ya da enstrümanlar vardır. Yani kişilerin ruhsal bunalımları sözde kendi zamanının
dışındakilere şifa olur. Enteresan geliyor, geliyor, geliyor...
Rock, pop, hiphop, jazz, hard rock gibi birçok ad altında sunulan duygu durum ürünleri feryadı
bastırmak amacıyla sorun çözmek yerine sorunun üstünü örten, kişiye belirli karakteri dayatan ve aynı
yönde döndüren tuzaklardır. Tıpkı uyuşturucular gibi. Günah keçisi ise daima başka bağımlılıklardır.
Kısaca yönetilen toplumun kendi kendine geliştirdiği korkuyla yönetilme stratejisinde, bağımlılığa olan bakış
açısı şudur: "Yavaş yavaş öl. Asla hızlı ölme ve dikkat çekip huzurumuzu dağıtma"
Ruh ise ancak ait olduğuyla gıdalanır.
Keyfiyetsiz olanın gıdası, yine keyfiyetsiz olanda gizlidir.
32
‘’Yas’’ta Değil İsyandayız
'' Birinin kızı mı oldu? ”
Her sessizlikte söylenen, cinsiyet ayrımcılığının gelip
deyimlere atasözlerine kadar yapıştığının örneğidir bu cümle.
Pınar ÖZÖNER
Deneme
’Yas’’ta Değil İsyandayız
Kadın doğuyor…Suratlarda bi’ hüzün bi’ sessizlik. Hüzünlü bir
haberle “Merhaba! ” diyor kadın hayata….Üzülüyor kız olduğu için
müstakbel ailesi ve daha doğduğu ilk gün başlıyor kadının hayatla
mücadelesi.
Anne - baba ocağında geçirdiği ilk çağlarından itibaren
görülmeyen, yalnızca çok keskin bir şekilde hissedilen baskıyı,
dayatmayı, ötekileştirmeyi, cinsel ayrımcılığı, korkuyu,
susmayı, yaşadığı coğrafyaya göre hayata bir iki üç adım geriden
başlamayı bütün hücrelerine kadar hissederek büyüyor kadın.
Sonra bir gün kadın..
Sonrasını biliyoruz..
Neriman Aktarmacı, Öznur Bozan Hatice Vanlı Leyla Salman, Hatice
Topçu, Fareset Çakır, Bircan Çatal Toptaş, Öznur Ocaklı ve Nesrin
Özdemir ve Meryem Yılmaz ve Azime Erdoğmuş ve Münevver
Karabulut ……ve sonuncusu ( biliyoruz ki sonuncu olarak
kalmayacak ) gençliğinin baharında hayattan koparılan, 20 yaşında
bir üniversite öğrencisi Özgecan Aslan…
Yasalarda eşit olmasına rağmen kadınlarımızın bu güne
kadar çağdaş ve hak eşitliğine dayalı bir statü kazanamamasının, var
olan haklarını kullanamamasının en temel sebebi kadının toplumdaki
algılanma biçimidir. Kadın olmak zor zanaattır erkek egemen
toplumlarında. Türkiye'de kadın olmak, kadın olduğunun her saniye
bilincinde olmaktır. Her daim tetikte olmak, sürekli iki adım ilerisini
düşünüp ona "uygun" davranmaktır. Bu öyle içimize işlemiştir ki
bazen buna mahkum edildiğimizi unutur, bunu varlığımızın bir gereği
zannederiz.
Türkiye çağdaşlaşıyor, ileriye gidiyor derken gazetelerde
okuduğumuz haberlerin içeriği her geçen gün daha dehşet verici hale
geliyor.Halbuki kadınlara verilen toplumsal değer, bir ülkenin uygarlık
düzeyiyle doğru orantılıdır. Kadının insan olarak özgürleşmesi, özel
alanla kısıtlı kalan bir sorun değil; toplumsal kalkınma, evrensel
gelişme süreçlerinin yapı taşlarından biridir. Bir toplumda kadının
konumu, demokratikleşmenin temel göstergesidir.
Kadınlarımızın yaşadığı tüm sorunların çözülmesini ve
toplumda layık olduğu yere gelmesini temenni ediyor, dünyayı sevgi
ile dolduran tüm kadınlarımızın” 8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü
kutluyorum.
33
Akıl Ve Vicdan
Edib Rasljanin
İSLAMOĞLU
Deneme
Akıl Ve Vicdan
İnsan, eşref-i mahlukat. Ona en büyük nimet olarak akıl
verilmiş, üstelik vicdan gibi büyük bir ikramla mükerrem kılınmış. Akıl
sayesinde iyi, güzel ve doğruyu kötü, çirkin ve yanlıştan ayırt
edebiliyor. Akıl herkeste var ama mühim olan onu yaratılış gayesine
uygun olarak kullanmak. Vicdan sayesinde ise insanî ve gayr-i insanî
olanı ayırt edebiliyor. Birine akılsız dediğimizde aslında aklı yok
demek istemiyoruz, aklı olduğu halde onu az kullanana diyoruz.
Birine vicdansız dediğimizde ise insanî hislerini, merhamet
duygusunu ziftle kaplamış olana diyoruz. Hem muşahhas hem de
mücerred olarak en güzel aksesuarla donatılan “hazret-i insan”da
Allah’ın donattığında kusur aramak mümkün mü? Haşa, kimin
haddine!? Evet, Allah insanı ahsen-i takvim olarak yarattı ama sonra
onu esfele safiline çevirdi.
Herkesi mi? Hayır! Kimi döndürmeyeceği belli: İnanan ve
topluma fayda sağlayan işlerle meşgul olanları..(Tin suresi 4-6). Peki
kimi döndürecek? Yaratan’dan tertemiz olarak aldığı akıl ve vicdanı
kirleterek köreltip şeytanın güzel ve süslü gösterdiği fakat aslında
çirkin işleri işleyegelenleri..
Hep söylerim” şeytan tatil yapmaz ve günah işletmeye
doymaz” diye. Unutmamak gerekir ki şeytanın yaptırım gücü yoktur,
ikna gücü var. Ona kananlar nefsine mahkum olanlardır. İradesine
hakim olanlar ona kanmaz.(Nahl suresi 99). Ruhunu şeytana hibe
etmiş insan görünümlü kalasların, akıl ve vicdana aykırı yolda
yürüyen sapkın güruhun neler yapabileceğine güzelim ülkemizde
kanımız donarak şahit olduk. Belki şeytanın bile yok artık diyeceği
muamele, körpe kızcağız Özgecan’a yapıldı.
Akıl ve vicdanı foseptik çukuruna dönen, insan kılığına
bürünen, yalnız kalan bir kızı görüp hemen uçkur hayallerine kapılan
bu rezil, bizi erkekliğimizden utandırdı. Sözün gücüne inanan biri
olarak benim diyecek sözüm kalmadı. Şunu da ilave etmeden yazıyı
bitiremeyeceğim: Son çeyrek asra kadar bu denli ‘cinayet çeşidi’
yoktu. Yukarıda bahsettiğim güruh bunu bir yerlerden görüp
kopyalıyor – farkında mısınız?
34
Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin batılılaşma sürecine
girmesiyle birlikte toplumda yaşanan değişiklik edebiyatımızı da
yansımıştır. Bu dönemde Osmanlı kadınının toplum içerisindeki yeri
de değişiklik göstermeye başlamıştır. Okur-yazar oranının
artmasıyla kadının kimlik arayışı da hızlanır.
Nurdan OFLAZOĞLU
İnceleme
Tanzimat’tan Günümüze
Türk Romanında Kadın
Bu süreçle birlikte Tanzimat devri romancıları, kadın
konusuna büyük önem verirler. Tanzimat Devri‟ nde ortaya çıkan
Türk romanı, Türk kadınının sosyal hayatındaki değişme ve
gelişmelerde önemli rol oynar. Tanzimat yazarları, kadının aile
içindeki önemine dikkat
çekerek çocuk yetiştirmede kadının
öneminden bahsetmişlerdir.
Ahmet Mithat’ın ilk romanlarından olan Felatun Bey ile Rakım
Efendi (1875), yazarın kadın kimliğine bakış açısını yansıtan önemli
romanlarından biridir.. Bu romanında Ahmet Mithat, Felatun Bey
ve Rakım Efendi ile simgeleştirdiği “Batılı züppe” ve “Doğulu bilge”
kimliklerini kadın kişilere de yüklemiş ve “Batılı züppe”yi Felatun’un
bir süre birlikte olduğu hoppa aktris Polini’de, “Doğulu bilge”yi de
sadık cariye Canan’da somutlaştırmıştır. Polini doyumsuz, hırslı bir
kadındır; Canan ise alçakgönüllü, sadık ve kanaatkârdır. Ancak bu iki
kadını birbirlerinden ayıran unsurlar olarak, Felatun Bey ve Rakım
Efendi’yi birbirlerinden farklı kılan unsurlar belirginleştirilmez. Polini
ve Canan; dürüst olma, tutumlu olma, sabırlı olma gibi konularda
takındıkları tutumla değil, iffet konusundaki tavırlarıyla ayrı dünyalara
ait olduklarını gösterirler.
Romanda erkekleri Batı’ya özenen “alafranga züppe” ve
bilinçli Osmanlı beyefendisi olarak ayıran “dürüstlük”, “tasarruf” gibi
birçok özellik bulunurken, kadınların öncelikle namus kavramı
çerçevesinde, cinsel kimlikleri ile ilişkilendirilebilecek bir alanda konu
edilmesi ve yine bu alanda ikiye ayrılması dikkat çekicidir. Romanda
Polini ve Canan ile simgelenen kadınlık birbirinin tamamen zıddıdır.
Polini serbest yaşayan, pervasız, işveli, insanları kendi çıkarları için
kullanmaktan çekinmeyen bir aktristtir. Canan ise, efendisine
hizmetten başka bir şey düşünmeyen, nazik, namuslu bir cariyedir.
Romanda Polini’nin pervasızlığı bir Fransız aşüftesi olmasıyla
açıklanmaktadır. Canan ise cariye olduğu için, romanda Osmanlı
kadını kimliği ile öne çıkarılmaz. Canan’ın ağırbaşlılığı en olmayacak
yerlere kadar uzanmaktadır.
Ahmet Mithat, en ufak bir cinsel imânın Canan’ı Polini’ye
eşitleyeceğini ortaya koymak istercesine, Canan’ın cinsel kimliğini bir
utanç duvarının ardına kurar. Yazar, bir cariye olması nedeniyle,
efendisi ile yakınlaşmasının hiçbir şekilde yadırganmayacağını bilse
de, romanda Canan ile Rakım Bey arasındaki yakınlaşmaları konu
ederken, okuru sürekli Canan’ı ahlaksız bir kadın zannetmemesi
konusunda uyarır: “Ne zannettiniz ya? Rica ederiz, Canan’ı öyle bir
yılışık aşüfte zannetmeyiniz” (Ahmet Mithat 2010: 93)
35
Namık Kemal “İntibah “ta da kadına “iffet “ yönüyle yaklaşması yönüyle ilgi çekmiştir.
Bahriye Çeri, “Türk Romanında Kadın” başlıklı incelemesinde Namık Kemal’in kadın sorunuyla ilgili
makalelerine de değinir ve yazarın Türk kadını için Avrupalı hemcinslerinin yararlandığı eğitim olanağını
talep ettiğini ve köleliği ayıplayarak kadının bu mekanizma ile toplumsal hayatta sınırlandırılmasına karşı
çıktığını ifade eder (Çeri 1996: 17). 1876 yılında yayımlanan İntibah, üst-sınıfa mensup bir erkek olan Ali
Bey’in müsrifliği ve ihtiraslarının kurbanı olması nedeniyle içine düştüğü acıklı durumların bir hikâyesidir.
Romanın adı “uyanış” anlamına gelmektedir ve aynı zamanda Ali Bey’in “cinsel uyanış”ına da gönderme
yapmaktadır (Parla 1993: 87). Namık Kemal’in asıl amacının bu olduğu şüphe götürür olsa da İntibah’ı, Ali
Bey’in Dilaşub ve Mehpeyker ile karşı kutuplar olarak simgeleştirilen, itaatkâr ve buyurgan iki farklı cinsel
kimlik arasındaki bocalayışının hikâyesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Felatun Bey ile Rakım Efendi’de olduğu gibi, bu romanda da iffetsiz ve iffetli iki kadın tipi
bulunmaktadır: İffetsiz kadın örneği Ali Bey’in âşık olduğu ancak sonradan bir fahişe olduğunu öğrendiği
Mehpeyker’dir. İffetli kadın örneği ise Ali Bey’in annesi tarafından oğlunu bu kadının elinden kurtarmak için
son çare olarak satın alınan cariye Dilaşub’tur. Mehpeyker, Güzin Dino’nun sözleriyle, “o güne dek
tasarlanmamış bir kadın tipi”dir (Dino 1978: Ahmet Mithat’ın tersine Namık Kemal, düşkün kadını azınlıklara
mensup olmayan bir Osmanlı kadını olarak çizebilmiştir. Bununla birlikte, Kemal romanında, Ahmet
Mithat’tan daha katı bir ahlakçılıkla hareket eder ve her fırsatta Mehpeyker’i aşağılar. Aslında yazar, daha
en baştan Mehpeyker’i ailesiyle birlikte mahkûm etmiştir; Namık Kemal, Ali Bey’in Çamlıca’da gördüğü
güzel kadının Mehpeyker olduğunu açıklarken kullandığı sözlerle, tavrını kesin bir şekilde ortaya
koymaktadır:
Hanımefendi ki ismi Mehpeyker’dir, ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali beyin hilafına olarak gayet
namussuz, gayet alçak bir ailede perveriş bulmuş ve zaman-ı rüşte baliğ olur olmaz rezâilin envâında
mürebbilerine üstâd olmuştu. Biraz okuyup yazmakla uğraştığı ve ekser-i evkâtını meşhur aşüftelerin
meclis-i ülfetinde geçirdiği cihetlerle tabii bir kat daha kuvvet bulan zekâvet-i dessâsânesi ise bir derece idi
ki ziynette peri güzelliğinde, Haccâc dirâyetinde bir İblis yaratılmış olsaydı istediği adama tahakkümünde
bu nazenin kadar ya maharet gösterir ya gösteremezdi. (Namık Kemal 2004: 28)
Araba Sevdası (1896),Tanzimat ile Servetifünun arasında bir köprü görevi görmesiyle önem arz
etmektedir. Büyük ölçüde Felatun ve Ali Beylerin oluşturduğu “alafranga züppe” geleneğine eklemlenen
Bihruz Bey’i, Batılı gibi olma hevesinin ve savruk yaşamının, üst-sınıfa mensup bir Osmanlı erkeğini içine
düşürdüğü durumlara yaptığı vurguyla belirginleştirmektedir.
Fethi Naci’nin “en iyi anlatılmış ‘alafranga züppemiz’” olarak tanımladığı başkahraman Bihruz Bey,
Tanzimat romanlarının diğer zengin ve yetim erkek kahramanlarına benzer bir şekilde, Periveş isimli
düşkün bir kadına âşık olur (Naci, 1990: 46). Ancak, Recaizâde Ekrem’in Periveş’i ele alırken izlediği tutum,
onu Ahmet Mithat ve Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının uzağına taşımaktadır. Çünkü Recaizâde,
Periveş’e karşı katı bir ahlakçılığı yürürlüğe sokmaz. Periveş de tıpkı Polini ve Mehpeyker gibi serbest
yaşayan bir kadındır; dahası açıkça fahişelik yapmaktadır. Ancak Namık Kemal’in Mehpeyker’i betimlediği
satırlar düşünülecek olursa Araba Sevdası’nın Periveş’inin anlatıldığı satırlar daha masumanedir. Periveş,
zaten aklı bir karış havada olan Bihruz’un kafasını biraz daha karıştıran bir kadın olmaktan öteye gitmez.
Recaizâde’nin “ Periveş “ betimlemesi ile Namık Kemal’in Mehpeyker betimlemesi, bu iki yazarın kadınları
ele alışlarındaki farklılığı açıkça ortaya koymaktadır. Mehpeyker’i mahkûm etmeye kararlı olan Kemal’in
tersine Recaizâde, görsel ayrıntıları atlamamaya önem vermektedir. Periveş romanda şöyle
betimlenmektedir:
“Saçları şimdiki boyaların verdiği kızıl renkte değil, gayet açık tabiî sarı; gözleri ise nakkaş-ı tabiatin
bir sehv-i savabnümay-ı lâtifi olmak üzere mavi değil de tahrirli koyu sarı, kaşları kumral, siması vücudunun
narinliğine nispeten dolgunca, burnu ise çehrenin dolgunluğuna nispeten incecik ‘çekme’ tâbir olunan
biçimde, ağzı şairlerin tasavvur ettikleri nokta-i mevhume derecesinden beş on bin defa büyük, fakat gene
alelâde küçüktü.” (Recaizâde t.y.: 28)
36
Hâlit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su (1900) ile, Tanzimat romanlarından devralınan kadın üzerine
söylem, yerini somut kadın bireylere bırakır. Aşk-ı Memnu, Batılılaşma çabalarının artık Doğu-Batı çelişkisi
olarak nitelendirilebilecek kadar ciddi bir ikilik yarattığı Servet-i Fünûn döneminde, Tanzimat romanlarında
simgesel anlatımlarla işlenen Batılılaşma sorununu, bir kimlik bunalımı, bir iç çatışma biçimde ortaya
koymuştur. Aşk-ı Memnu’yu Türk romanındaki kadın imgelerinde gerçekleşen değişimin izini süren bir
çalışmanın başlıca inceleme nesnesi yapan özelliği, sözü edilen kimlik bunalımını bir kadında
somutlaştırmasıdır.
Aşk-ı Memnu’da kadın özgürlüğü teması, Tanzimat romanlarından çok farklı bir şekilde
işlenmektedir. Tanzimat romanlarında konu edilen “örtünme”, “evleneceği kişiyi seçme özgürlüğü” gibi
temalarla ilgili fikirler, bu romanda birer savunu olarak yer almaz. Kadınlar örtünürler ama evlenecekleri
kişiyi seçmekte de özgürdürler. Adnan Bey’in aracılar yoluyla evlilik teklifini ilettiği Bihter, annesi Firdevs
Hanımla bu konuda tartışabilmekte, benzer şekilde Nihal de Behlûl ile evlenip evlenmemek konusunda
kendi kararını verebilmektedir. Aşk-ı Memnu’da “örtünme” konusu da farklı bir bakış açısından ele
alınmıştır; Nihal’in çarşafa girme konusunda gösterdiği heves, kadınların örtünmesi konusunu bambaşka bir
boyuta taşır. Genç kızlıktan kadınlığa geçişin bir sonucu olarak örtünmek, özgürlüğün kısıtlanması değil,
aksine kadının cinselliğinin erkekler tarafından meşru düzlemde tanınması anlamına gelmektedir. Romanda
örtünmenin ne derece ahlakî bir bilinç sağladığı, Firdevs hanım ve Bihter’in kişilikleriyle
sorunsallaştırılmıştır. Dolayısıyla, Aşk-ı Memnu’da Tanzimat romanlarının simgelerinin önemini yitirdiği,
buna koşut olarak da Batılılaşma’nın kişilerde yarattığı iç çelişkilerin açığa çıktığı görülmektedir. Erkeklerin
sahip olduğu özgürlüğe yeltenişi, Bihter için ölümüne yol açacak.
Kiralık Konak’ta (1922) Yakup Kadri, Halide Edip’in yapamadığını yapar ve Osmanlı femme fatale’ını
yaratır. Birinci Dünya Savaşı sırasında geçen Kiralık Konak, İkinci Abdülhamit devrinde nâzırlık yaptıktan
sonra Kanlıca’daki konağına çekilen Naim Bey’in, alafranga hayatı benimseyen damadı Servet Bey ve
torunu Seniha’da somutlaşan çürümeye tanıklık edişini işlemektedir. Bu romanla birlikte, kadın,
tekrarSeniha, uzun yıllar Avrupa’da yaşamış Faik Beyle gayrımeşru bir ilişkiye girmiş, bu ilişki açığa
çıktığında da Avrupa’ya kaçmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı “harp zenginleri”nden biri olan Servet
Bey, Naim Bey’i yalnız bırakarak karısıyla birlikte Beyoğlu’nda bir apartmana taşınır. Durumu giderek
kötüleşen Naim Bey, konağı kiralamaya karar verir ama alıcı bulamaz; yalnız başına yaşadığı konakta tek
dostu, torunu Seniha’ya âşık olan Hakkı Celis’tir. Seniha, malî sorunlar nedeniyle İstanbul’a döner; ancak,
hayatını düşkün bir kadın olarak devam ettirmek zorunda kalır.
Roman, Seniha’ya duyduğu aşka bir türlü karşılık bulamayan Hakkı Celis’in Çanakkale Savaşı’nda
şehit düşmesiyle sona erer. Seviyye’nin sarstığı erkek iktidarını Seniha yıkmaktadır. Seniha, Seviyye gibi,
ilişkiye girdiği Faik Bey ‘le evlenip dedikoduları savuşturmayı düşünmez; çok sevdiği dedesinin bile yüzüne
bakmıyor olmasını kendince açıklar ve bunun üzerinde çokça durmaz. Seniha bir yönüyle, İntibah’ın
Mehpeyker ’ine benzer bir yırtıcılık taşımaktadır. Romanda, Seniha’nın Faik Bey’i etkileme çabaları, avını
gözleyen, tırnaklarını onun etine geçirmek için fırsat kollayan yırtıcı bir hayvanın durumuna benzetilerek
anlatılmaktadır: Her kadında yırtıcı ve avcı hayvanattan bir şey vardır. Kuşu yakalayan kedide nasıl
nihayetsiz bir hazzın raşeleri ve dişlerini bir ceylanın etine geçiren aslanda ne kadar derin bir şehvetin
emareleri görülürse kadınlar da lâlettayin herhangi bir erkeği kendilerine râm etmekte o kadar büyük bir haz
ve neşat duyarlar [...] Seniha, adanın sevdavî göklerinde, Faik beyin yanıbaşında yabani bir kedi gibi
dolaştığı ve aylardan beri kâh yatağın içinde kâh tuvalet masasında bilediği tırnaklarını nefret ve gayze
yakın hırs ile batırmak istediği etin en yumuşak tarafını, en gafil anını yoklamakla meşgul oldu.
(Karaosmanoğlu 2001: 82)
37
Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ında olduğu gibi, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sinde (1931) de
kadın, seçim yapan kişi konumundadır. Kadınlar, erkekler tarafından yapılan seçimlerin nesnesi olmaktan
uzaklaşmış ve kendi hayatlarına ilişkin kararlar almak noktasına gelmiştir. Ancak, Kiralık Konak’ta olduğu
gibi, Fatih-Harbiye’de de bu durum onları “alafranga züppelik” tehlikesi ile karşı karşıya bırakır. Romanda
“Doğu”lu ve “Batı”lı değerlerle donatılmış iki erkek arasında bir seçim yapması gereken Neriman, Kiralık
Konak’ın Seniha’sı gibi yırtıcı ve başına buyruk değildir ama bir yanıyla onu hatırlatır. Neriman da
Seniha’nın konaktaki yaşamını beğenmemesi ve Avrupa’ya özenmesine benzer şekilde, Fatih’te
sürdürdüğü hayatı beğenmemekte, Beyoğlu’nun ihtişamından etkilenmektedir. Seçim, gerçek anlamıyla
“Batı” ve “Doğu” arasında yapılacak bir seçim olmaktan çıkmış, konumu gereği Doğulu olan İstanbul’un
“Batılı” ve “Doğulu” iki yüzü arasında bir seçime gelip dayanmıştır.
Modernleşme konusunda Huzur’da kadınlara biçilen rol, Tanpınar’ın da Peyami Safa gibi, kadınların
modernleşme konusunda aktif bir rol oynayamayacaklarını düşündüğünü akla getirmektedir. Huzur’un
kadınları duygusal huzursuzluklarla boğuşmakta ve ideolojik huzursuzlukları erkeklere bırakmaktadırlar.
Romandaki kadınlar arasında bir tek Nuran, bir akşam yemeğinde, İhsan’ın dünya görüşünü “sentetik bir
ilaç hazırlar gibi” mekanik bulduğunu söyleyerek bu ideolojik sessizliği delmektedir (Tanpınar 2001: 244).
İhsan’ın konuşmasını eleştirir bir konumda görünmesine rağmen Nuran, bu sözleriyle aslında erkeklerin bir
parçası olduğu “fikirler dünyası” nı sentetik bulduğunu ifade eder. Nuran, hisler dünyasında kalmayı ve
Mümtaz’ın estetik dünyasının idealize edilmiş kadını olmayı tercih etmektedir.
38
Arzu TOK
Şiir
Kadın Olmak Ana Olmaktı
Kadın Olmak Ana Olmaktı
Kurşun geçirmez yelek giyerdi analar sevdiklerine
Sonra sırtında yavrusuyla çıkagelirdi siper önüne
Altından kemerler bahtın soğuk yüzüne
Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...
Hem köprüyü geçmenin derdiydi kimine
Ansızın ağrılarla yapışan koyu gölgesine
Zavallı bir serzenişti tahtın yelelerine
Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...
Kızlar, analarından çeyiz dertli kaderlerine
Kimi şansın ellerinde, kimi kurban düzene
Sofralar kurulur ömrün sitemine
Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...
Kadın olmak ana olmaktı evlada, sevdiğine
Yaşı kaç olursa olsun düşünmekti yine
Her olayı zafere çevirmekti görevcesine
Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...
39
On Üçtü Yaşım
On üçtü yaşım
Daha anne demeye doyamadan
Anne olmuş bu kara bahtlı başım
Kadın olmuştum çocuk olamadan
Fikrimce minik bir serçeydim
Besna AYDIN
Deneme
On Üçtü Yaşım
Kolum kanadım kırılmadan
Yaşayabilir umut saçabilirdim
On üçtü yaşım
Kaldıramadım
Kötü bir çocuk bile olamadan
Kötü kadın olmayı kabullenemedim
Kimsesizliğin ahı kaderimi de kimsesiz bırakmıştı
Fakirliğin bedduasıydı bütün haksızlıkları bedenimde zengin bırakmış
Kovaladığım yılanlar, ölmelerine sebep olduğum akreplerim
Yoksa sizin mi…??
Gelin bile olamadım evcilik oyunlarında.
Beyaz bir elbisem bile olmadı ki
Kundağım bile siyahtır benim
Beyaz kefen neyime
Yokluğun dibini sıyırıyorduk
Bir canım tek vardı
Gözyaşımı silecek elleri bile yoktu.
Çocuk bile olamadan
Kötü kadın olmuştum.
Ve bir de katil.
On üç yaşımda ne çok şey olmuştum.
40
Evet, yaşı on üçtü. Uğursuz bir on üç. O ve abisinden başka kimsesi olmayan yetim bir on üç…
Abisi dediğime bakmayın yaşı daha on altı. Sebebini bilmiyorum söylentileri de yazmak istemiyorum ama iki
kolunu kaybetmiş bir abi. Kız on üç yaşında. Omzuna dökülen kumral sacları vardır. Yaşıtlarına göre biraz
daha olgun ve çok güzel bal rengi gözleri. Hollywood yıldızlarını kıskandıran bir güzelliktir onda ki. Doğal,
masum, tatlı ve daha nice mükemmel üçlerin birleştiği bir beden. Ve yaşı on üçtür tecavüze uğradığı sıra.
Her kadın gibi korkar ve susar. Keşke çocuk olsaydın o sıra; bağırıp çağırsaydın. Uğradığı korkunç şeyin
adını bile bilmez. Tecavüzcüsünden çocuğu olur. Yaş on dört… Ve lanet getirilesi kahrolması gereken
insanlar... Daha on dört yaşında ve kötü kadın muamelesi yapılmakta. Abisine anlatıyor kızcağız. Zaten
ondan başkada kimse inanmaz. On dört yaşında bir kadın. Erkekler için kolay kandırılabilir bir beden.
Bazen kandırmaya bile gerek duymazlar. Köydeki arkadaşları ki artık arkadaş değil tam bir düşmanlardır.
Malum büyüklerden ne görüldüyse o. Arkasından taş atmalar, o… diye bağırmalar. Ve gülerek seyirci
kalanlar. Ötekileştirme söz konusu olunca toplumumuz nasıl da profesyonelleşiyor. Bu tür hikayelere gebe
bu topraklarda teferruatları anlatmaya gerek yok. Bu küçük kadının neler yaşadığını tahmin
edebiliyorsunuzdur.
Neyle oynardı biliyor musunuz? Yılanları kovalardı onlarla oynardı. Akrep toplardı bulduğu bir
şişeye koyardı. Oynar tekrar salıverirdi onları. Tam bir merhamet tablosuydu. Bizim, gördüğümüzde
öldürmekten çekinmediğimiz o hayvanlarla oynardı zarar vermeden. Onunla öğrendim yılandan
korkmamam gerektiğini, akreplerle oynamayı. Ondan öğrendim Benden olmayanı sevmeyi hem de her
şeyine rağmen zarar verebilir korkusu yaşamadan.
Yaş on dört. Bir sabah dayanamaz bebeğinin ayağına taş bağlar, göle atar bebeğini. Biliyor çünkü
onunda aynı şeyleri yaşayacağını. Kendisi de gider uçurumdan aşağı atar kendini; Bedeni aşağı düşerken
yükseklere uçan iki ruh...
Ve bu hiç anlatılmadı, hiç bilinmedi. Bunun gibi kim bilir bilinmeyen nice yaşı on üçler var.
Ve abi… Kardeşini uzun bir süre arar. Bulunca mı? İnanın bu manzarayı görmek istemezsiniz.
Elleri yok, gözyaşlarını omzuyla silmeye çalışıyor.
Hani bazen dersiniz keşke bana gelseydi bana anlatsaydı keşke ben yanında olsaydım ben bakardım ben
korurdum onu dersiniz. Keşke ben orda olsaydım dersiniz Fakat bu hayatınız boyunca en büyük keşkeniz
olur. O hikâyeler de hep eksik kişi olursunuz.
Hepimiz katiliz değil mi? Sırf ötekileştirme diye bir silahımız var akıllara zarar. Kimi öldürdüğümüzü
bile bilmiyoruz.
41
Otostopçunun Galaksi Rehberi
“PANİĞE KAPILMA!”
İşte bu kısa ünlem cümlesi evrene doğru atılacağınız
macerada size rehberlik edecek olan kitabın nükteli ana fikri.
Douglas Adams’ın kaleminden Dünyada başlayan ve sonsuzluğa
uzanan bir başyapıtla karşınızdayız.
Arthur Dent, sıradan bir hayatı olan sıradan bir insandır. Yine
sıradan bir sabaha uyandığını düşünen Arthur, kestirme yol yapmak
için evini yıkmaya hazırlanan buldozeri gördüğünde yanıldığını anlar.
Her ne kadar çabalasa da evini yıkılmaktan kurtaramayan Arthur için
bu sadece başlangıçtı.
Yaren ATAY
Kitap İncelemesi
Otostopçunun Galaksi
Rehberi
Daha birkaç saat geçmeden atmosferde beliren uzay gemisi
galaksiyi kalkındırma projesi adı altında yapılacak olan uzay ekspresi
yolu için dünyanın yok edilecekler listesinde olduğunu ve iki dakika
içinde imha edileceğini söyler. Bunun üzerine yanında uzaylı kankası
Ford Prefect’in geçmekte olan bir uzay gemisine otostop çekmesiyle
üstünde yıpranmış sabahlığı, elinde havlusuyla galaksi boyunca
sürecek inanılmaz bir yolculuğa çıkarlar.
Kitabın genelinde gerçeklik ve gerçeküstücülük konseptini
hissettiren Douglas Adams, her bir gezegende dünyadaki bir duruma
gönderme yaparak düşüncelerini kalemiyle bizlere duyurmuştur. Bu
yönü bakımında mükemmel bir eleştiri kitabı olmasına karşın ironik
bir biçimde bilim kurgu olarak tanınır. Çünkü bilim kurgu olarak
tanınmasına rağmen diğer tüm bilim kurgu kitaplarıyla dalga geçer.
Otostopçunun Galaksi Rehberi serinin ilk kitabı. Bu kitap
haricinde yayınlanmış 4, toplamda 5 kitap var. Sırasıyla; “Evrenin
Sonundaki Restoran, Hayat, Evren ve Her Şey, Elveda ve Bütün O
Balıklar İçin Teşekkürler, Çoğunlukla Zararsız” olmak üzere
sıralanır. Bunun dışında bu seri adı altında yayınlanış iki kitap daha
vardır. Bunlardan biri olan “Kuşkucu Salamon”un ilk bölümü Douglas
Adams'ın makalelerinden oluşmaktadır, ancak kitabın ikinci bölümü
Otostopçu'nun Galaksi Rehberi serisinde 6. Kitap olarak
değerlendirilmektedir. İkinci olan “Ve Bir Şey Daha” ise Douglas
Adams'ın Otostopçu serisini devam ettiremeden kanser nedeniyle
ölümünden sonra Eoin Colfer'in bu işi üstlenerek yazdığı ve resmi
olarak serinin devamı kabul edilen 7. kitaptır.
Ve son olarak, bu kitabı okuyan ya da okuyacak olan tüm
otostopçulara sesleniyorum. İnsanın kendi varlığını evren içinde
anlamlı kılmaya çalışması ancak hayal edebildiği kadar mümkündür
der galaksi rehberimiz. Unutmayın ki Martin Luther bile çıktığı
engebeli yolda “bir hayalim var.” Diyerek yürümüştür. Bunun kendi
hayalinizde pusula olarak kullanmanızı temenni ediyor ve sözlerimi
bir otostopçu olarak bitiriyorum.
“PANİĞE KAPILMA!”
Çünkü bir otostopçu için hayaller paniğe kapılamayacak kadar
büyük.
42
Gül Gürdal DURMUŞ
Gezi – Seyahat
Kız Kulesi
Üçüncü sayımızda sizlerle olmaktan hem mutlu hem de
gururluyuz. İlginize teşekkür ediyor yine yepyeni bir merhabayla bu
sayıda buluşuyor olmanın keyfiyle birlikte yazıma başlıyorum.
Umarım her şey yerli yerinde ve de keyiflidir değilse de gelsin artık
Şöyle ben anlatırken siz okurken bir hayal alemine de dalın gitsin.
Hayatımızdaki sıkıntılar dertler zaten hayatlarımızın sigortalı
elemanları gibiler istesek de bir yere gittikleri yok o yüzden en
azından bir yarım saat hepsini takın askılara emin olun astığınız
yerde sizi bekliyor olacaklar
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü coşkuyla kutladık
demek isterdim ama bizim coşkumuz maalesef ülkemizde ki kadın
şiddetinin önüne geçemiyor Her gün yeni bir şiddet haberiyle irkilip
ertesi gün yenilerini ekliyoruz. Ama Umudumuzu yitirmeden bir gün
dünyanın çok yaşanılası bir yer olacağına da inancımızı içimizde
büyütüyoruz.
Bu kez de ben o herkesin bildiği çeşitli rivayetlerin sahibi
uzaktan bakınca bile huruz veren ama maalesef artık herkesin
gidemediği maalesef ceplerin dolu gidilmesi gerektiği bir yerden
bahsetmek istiyorum. Ama karşısına geçip onu izlemek de parayla
değil ya deyip keyfini çıkarabileceğimiz bir yerdeyiz: Kız Kulesinde.
43
İstanbul Boğazı’nın Marmara Denizi’ne yakın kısmında Salacak açıklarında yer alan küçük bir
adacık üzerinde inşa edilmiş seyrine doyumsuz bir yapıdır “Kız Kulesi”. Üsküdar deyince akla ilk gelen
şeydir. Üsküdar’da Bizans döneminden kalan tek eserdir aynı zamanda. Bizans döneminden önce bir
Yunan komutan aslında bulunduğu adacık üzerine bir kule inşa ettirir amaç da Boğazın giriş ve çıkışlarını
kontrol etmektir.
Sonra Bizans döneminde zamanla harap olan kule yenilenir. İstanbul’un fethi sırasında da
Venedikliler tarafından üs olarak kullanılır tabi Bizans’a yardım etmek için. Osmanlı dönemine gelince ise
Fatih Sultan Mehmet Han buradaki küçük kuleyi yıktırır ve yerine bir kule daha yapılır ancak buraya toplar
da taşınsa burası bir gösteri platformu olmuştur. Mehteran burada çalar burada söyler ihtişamla.
Bugün görülen kulenin temelleri de işte Osmanlı’dan Fatih’ten kalan eserlerden birini oluşturuyor.
Birçok kez onarım görmüş bir yapıdır. Meydana gelen depremlerden etkilenmiştir ve en büyük yenilenmeyi
de Yavuz Sultan Selim döneminde görmüştür. 17. y.y dan sonrada bir fener eklenmiştir bu küçük adacığın
üzerine. II. Mahmud döneminde de nemli bir yenilenme görmüştür. Bugünkü halini aldığı tarih ise 1837 dir.
44
Bugün Kız Kulesi’nde düşman gözetlemekten mehteran dinlemekten Padişahların selamlamalarını
seyretmekten çok başka şeyler yapmaktayız Bir akşam yemeği yiyebiliriz, bir lansmana katılabiliriz ya da
bir akşam müthiş manzara eşliğinde hayatımızın imzasını atabiliriz nikah memurunun huzurunda. Elbette
çokça paramız varsa
Başında dediğim gibi birçok rivayet var” Kız Kulesi” ile ilgili. En çok bilinenini eğer okumadıysanız ya
da okuduysanız bile bir de benden, buradan okuyun o zaman buyurun:
45
Hikaye elbette çok eskiye hatta bilinmeyene tarihleniyor. Hero ile Leandros adlarında iki gencin aşk
hikayesi. Hero, o herkesin bildiği Afrodit’in rahibelerinden birisidir. Ve en büyük yasağı aşktır. Ama bir gün
Afrodit’in tapınağına gitmek için kuleden ayrılır ve orada Leandros ile karşılaşır ve o büyük aşk hiç
olmayacak bir yerde başlamış olur. Aslında çoğu kez de böyle olmaz mı zaten? Olmayacak zamanlar
olmayacak yerler ve olmayacak insanlarla…
Ama umarım siz hayatınızın aşkını tam da doğru zamanda ve doğru yerde bulmuşsunuzdur ya da
en kısa zamanda bulursunuz. Hero’nun aşkı karşılıksız değildir ve Leandros’un kuleye gelmesiyle aşklarını
kutsarlar. Bundan sonra da her gece bu güzel mekan onların aşkına ve sevişmelerine tanıklık eder. Her
gece Leandros buraya yüzerek gelir ve Hero’nun yaktığı fener sayesinde rotasını çizer. Ama bir gece feci
bir fırtına çıkar ve her şey alabora olur fener söner. Leandros kuleyi bulamaz yüzmekten yorgun düşmüştür
ve artık tek ve son arzusu Hero’yu son bir kez görmektir.
Buraya kadar bir çok rivayet böyledir ve hazin sonlu bir aşk hikayesi anlatılır fakat siz şanslısınız ki
mutlu bir aşk hikayesi aklınızda kalacak artık çünkü Hero hamiledir ve tam o sırada her şeyin yerle bir
göründüğü dalgaların kıyıları dövdüğü sırada Hero doğum yapmaktadır. Yolunu rotasını kaybeden
Leandros’un ışığı o minik ses olur. O kadar cılız ama bir o kadar umut doludur.
Bir anda kesilen fırtınada tek bir ses vardır o da o minik hayat ışığının sesidir. İşte, durmadan oraya
doğru yüzer ve birlikte kuleden ayrılırlar.
Herkese aşk dolu huzur dolu mutlu günler dilerim. Sevgiler kere sevgiler…
46