İÜHF, 12.05.2014 Genel Hukuk ve Türk Hukuk Tarihi Bitirme Sınavı Cevap Anahtarı (TEK numaralı öğrenciler) Olay Sorularına İlişkin Cevaplar: 1) Kadirin cezai ehliyetine ilişkin iddiasının gerçeği yansıtıp yansıtmadığının tespiti için öncelikle Kadirin temyiz gücünün olup olmadığı ve ergenlik çağına gelip gelmediği (âkıl-bâliğ) incelenip bu kriterler üzerinden değerlendirme yapılır. Temyiz gücü kişinin yaptığı hareketlerin sonucunu kavrayabilmesi olup, yedi yaşından itibaren edinilmeye başlanır; ancak cezai ehliyet için kişinin ergenlik çağına ermesi de aranır. Ergenliğin alt sınırı kızlarda dokuz, erkeklerde on iki; üst sınırı ise Ebu Hanife’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekizdir. Ebu Yusuf ve Muhammed her iki cins için üst sınırı on beş olarak benimsemişlerdir. Mümeyyiz ve gayrımümeyyiz küçükler ise had suçları için herhangi bir cezaya çarptırılmaz; kısas suçları için ise diyet denilen mali cezatazminat ile cezalandırılırlar. Tazir suçları açısından mümeyyiz küçüğün sınırlı bir cezai ehliyetinden bahsedilirken gayrimümeyyiz küçüğün cezai ehliyeti yoktur. Olayda Kadir’in cezai ehliyetini ortadan kaldıran ya da azaltan sebepler açısından da bir değerlendirme yapmak gerekir. Bahsi geçen sebepler; akıl hastalığı, akıl zayıflığı (ateh), uyku-bayılma ve sarhoşluktur. Akıl hastalığı, devamlı ve geçici akıl hastalığı olmak üzere ikiye ayrılır. Geçici akıl hastalığı, nöbetin geldiği anda kişiyi ehliyetsiz kılma açısından devamlı akıl hastalığının doğurduğu sonuçları doğurur. Akıl hastaları had cezalarına çarptırılmazlar; kısas suçları için ise diyet denilen mali ceza-tazminat ile cezalandırılırlar. Tazir suçlarında da akıl hastalığı cezai ehliyeti ortadan kaldırmaktadır. Akıl zayıfı olan kimseler de cezai ehliyet bakımından akıl hastaları gibi olup, ehliyetsiz kabul edilirler. Uyku ve bayılma halinde de kişiler yaptıklarını idrak edemez durumda olduklarından cezai ehliyetlerinin olmadığı kabul edilir. Sarhoşluk ise ikili bir ayrıma tabi tutulur. Sarhoşluk verici maddenin bilmeyerek ya da zaruretler altında alınması durumunda cezai sorumluluğun olmayacağı; bilerek ya da meşru bir mazeret olmaksızın alınması durumunda ise olacağı kabul edilir. Olayda Kadir’in cezai ehliyetinin olup olmadığı yukarıda belirtilen kriterler üzerinden yapılacak değerlendirme ile anlaşılabilir. (10 Puan) 2) İslam hukukunda suçlar had, kısas ve tazir suçları olmak üzere üçlü bir ayrıma tâbi tutulur. Bunlardan kısas suçları; cezası Şari tarafından belirlenen ve şahıs haklarına yönelik olan suçlardır. Bunlar, adam öldürme ve müessir fiillerden ibarettir. Olayda Kadir’in Ayşe’yi öldürmesi, adam öldürme kapsamında olup, suç türlerinden kısas suçudur. Zamanaşımın cezayı düşürmedeki etkisi konusunda hukukçular iki ana gruba ayrılmıştır. Birinci gruptaki hukukçulara (İmam Malik, Şafii ve Ahmet b. Hanbel) göre zamanaşımı had ve kısas cezalarının düşmesinde bir rol oynamaz; tazir suçlarında ise, devlet başkanının uygun görmesi durumunda, rol oynayabilir. İkinci gruptaki Ebu Hanife ve arkadaşları ise tazir suçlarında zamanaşımın mümkün olduğu, had suçlarında belirli şartlarla cezanın zamanaşımı ile düşeceğini; kısas suçlarında ise zamanaşımının mümkün olmadığını kabul etmişlerdir. Olayda Kadir’in Ayşe’yi öldürmesi kısas suçu kapsamına girdiğinden Ebu Hanife’ye göre zamanaşımı geçerli olmayacaktır. (10 Puan) 3) Gerek hukuki ve gerekse idari bütün görevleri ifa ederken kadılara yardımcı olan birçok görevli bulunmaktadır. Bunlardan biri de kassamdır. Kassam, ölen kimselerin geride bıraktıkları mallarını (tereke) İslam miras hukuku (feraiz) esasları çerçevesinde mirasçılara paylaştırma işini kadı adına yapan kadı yardımcısıdır. Olayda Kadı Haşim Efendi’nin önünde Kadir’in Ayşe’yi öldürmesi ile ilgili olan bir cezai 4) 5) 6) 7) uyuşmazlık ve bir de Ayşe’nin terekesinin paylaştırılması hususunda miras hukuku (feraiz) ile ilgili uyuşmazlık vardır. Kassam kadı adına terikeyi paylaştırmakla görevli kadı yardımcısı olduğundan ve bahsi geçen cezai uyuşmazlık feraiz ile ilgili olmadığından, Kadir’in Ayşe’yi öldürmesi hakkındaki cezai uyuşmazlıkta kassamların Kadı Haşim Efendi’ye yardım etmiş olmaları mümkün değildir; ancak Ayşe’nin terekesinin paylaştırılması hususundaki miras hukuku ile ilgili uyuşmazlıkta, kassamın görev kapsamına girdiğinden, kassamlar Kadı Haşim Efendi’ye yardım etmiş olabilir. (10 Puan) Olayda Ayşe’nin terekesi feraiz hükümlerine göre paylaştırıldığında Ayşe’nin eşi Ahmet, kızı Zeynep ve amcası Halil mirasçı olacaklardır. Bunlardan Ahmet ve Zeynep’in mirasçılık sıfatı ashabü’l feraiz’dir. Halil’in mirasçılık sıfatı ise asabe (binefsihi asabe) dir. Mirasçılık payları ise şu şekildedir: Ahmet’in mirasçılık payı dörtte birdir. Zeynep’in mirasçılık payı ikide bir; yani terekenin yarısıdır. Halil’in mirasçılık payı ise terekenin kalan kısmı; yani olayda dörtte birdir. (10 Puan) Geçerli bir vakıftan bahsedebilmek için bulunması gereken unsurlar, vâkıf (vakfeden kimse), vakfedilen mal, vakıftan yararlananlar ve irade beyanı olmak üzere dört tanedir. Olayda vâkıf Ahmet, eşinden kalan mirasın tamamını vakfetmiş, vakıftan yararlananlar olarak da Sahn Medresesi talebelerini belirlemiştir. Vakıf; kişinin malvarlığında azalmaya yol açan bir hukuki işlem olduğundan, vakfı kuran kimsenin tam eda ehliyetine (akıl-baliğ ve reşit) sahip olması gerekir. Ahmet hakkında aksi yönde bir bilgi verilmediğinden ilk unsur açısından vakfın geçerli olduğu kabul edilir. Belirli durumlarda (vasiyet-ölümle sonuçlanan hastalık) vakfedilen mal, vakfeden kimsenin terekesinin üçte biri ile sınırlı olabilmektedir; ancak olayda bu hususta bilgi verilmediğinden geçerlilik unsurları bakımından değerlendirme yapılamamaktadır. Vakıftan yararlananlar vâkıfa yabancı kimseler olabileceği gibi, Ebu Yusuf’a göre vakfedenin kendisi ve yakınları da olabilir. Şu halde olayda Sahn Medresesi talebeleri yararına kurulmak istenen vakıf, üçüncü unsur bakımından geçerlidir. Vakfı kurmak isteyen kimse bu niyetini bir irade beyanı ile ortaya koymalıdır, bu irade beyanının sözlü olması yeterlidir. Ancak vakfın kuruluşunu veya devamını vukuu şüpheli bir olaya bağlamamak için irade beyanının geciktirici (taliki) veya bozucu (infisahi) bir şartı içermemesi gerekir. Çünkü bu şartlar aynı zamanda vakfın ebedi olarak kurulması ilkesine de aykırı olmaktadır. Olayda Ahmet’in vakıf kurmaya ilişkin irade beyanının “kızımın evlilik çağına kadar geçerli olmak şartıyla” bozucu şartı içermesi nedeniyle, vakfın ebedi olarak kurulması ilkesi zedelenmiş ve irade beyanı unsuru oluşmamıştır. Bu sebeple bahsi geçen vakıf unsurlarındaki eksiklik sebebiyle kurulamamıştır. (10 Puan) İslam hukukunda ve dolayısıyla Osmanlı Hukuku’nda gayrimüslimler, zimmi ve müstemen olmak üzere iki gruba ayrılır. Bunlardan zimmi, Osmanlı Devleti’nde yaşayıp Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerdir. Olayda Mariya, Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim tebaasından olması sebebiyle, zimmidir. Mirasçılığın gerçekleşmesi için miras bırakan ile mirasçı arasında miras engelinin bulunmaması gerekir. Bu engeller; mirasçının miras bırakanını öldürmesi, kölelik, din ve ülke farkıdır. Somut olayda mirasçı Mariya ile miras bırakan Ahmet arasında, yukarıda sayılan miras engellerinden din farkı mevcuttur. Çünkü Mariya’nın gayrimüslim Osmanlı tebaası olduğu belirtilmiş, tüccar Ahmet Efendi’nin ise Müslüman Osmanlı tebaası olduğu anlaşılmaktadır. Din farkı ile oluşan miras engeli sebebiyle Mariya, eşi Ahmet’e mirasçı olamayacaktır. (10 Puan) Kalının hukuki mahiyeti hakkında başlıca dört görüş mevcuttur. Bunlardan birincisi kalını evliliğin bir satım akdi kalının da satış bedeli; ikincisi babanın kızına yaptığı masrafların iadesi ya da görülen hizmetlerin tazmini; üçüncüsü velayet hakkının babadan kocaya geçmesinin bedeli; dördüncüsü de nezaket için verilen bir hediye ve düğün masraflarına katılma olarak görür. Anadolu’nun birçok yerinde bugün bile kız evlendirme için satma sözcüğünün kullanımı düşünüldüğünde hiç değilse belli bir dönem için kalının satım bedeli olarak telakki edilmiş olabileceği düşünülebilir. Bununla birlikte söz konusu düşünce doğru olsa bile Türk tarihinin çok eski dönemlerine ait olmalıdır. Göktürk kitabelerindeki kadının saygın mevkii bir eşya gibi alınıp satılabilen bir mal olarak telakki edilemeyeceğini düşündürmektedir. Kalının velayet hakkının devri karşılığında ödendiğini gösterir bir emare de mevcut değildir. Kıza o ana kadar yapılan masraflar karşılığında ödendiğini söylemek ise bir iki koyun gibi çok az miktarda kalın ödendiği durumlarda yetersiz olmaktadır. Bu durumda kalının nezaket gereği ve düğün masraflarına iştirak olmak üzere verilen bir mal olması daha muhtemel görülmektedir. (10 Puan) 8) Halifede aranan şartlar; ilim, kureyş kabilesine mensup olması, İslam toplumunun en faziletlisi olması ve erkek olmasıdır. Halifenin belirlenmesinde başvurulan yollar; seçim ve ahd-istihlaf ve istisnai bir yol olarak zorla başa geçmedir. Padişahın belirlenmesinde başvurulan yollar ise seçim, ahd, zor kullanma ve ekberiyet usulüdür. Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı üzere seçim ve ahd usulü ile istisnai bir usul olan zorla başa geçme her ikisinde de ortaktır. Ekberiyet usulü ise Osmanlı Devleti bakımından özellik arz eden bir durum olup hanedanın en yaşlı erkek üyesinin tahta geçmesi anlamına gelir. Belirtelim ki Osmanlı Devleti’nde padişahın tahta çıkışında 17. yüzyıla kadar yerleşmiş bir usul yok idi. Her kime saltanat müyesser olursa tahta o çıkardı. Bu durumun bir yönden zayıflık olduğu söylenebilse de, diğer yönden de doğal seksiyon yönü vardır. Yani güçlü olanın tahtı ele geçirmesine olanak sağlamıştır. Dolayısıyla bu dönemde taht kavgaları gündeme gelebilmiştir. Osmanlı Devleti’nde devletin parçalanmasına neden olan taht kavgalarının önüne geçilmesi amacıyla Kardeş katli usulü uygulanmıştır. 1595’de Sultan 3. Mehmed’in 19 erkek kardeşini boğdurması büyük tepkiye yol açmış ve bunun hemen ardından Sultan I. Ahmed başa geçtiğinde kardeşlerini öldürmemiştir. Vefatı ile kardeşi Sultan Mustafa tahta geçmiştir. Çocuklarının yaşının küçüklüğü nedeni ile bu uygulama terk edilmiş ve artık hanedanın en yaşlı erkek üyesinin tahta geçmesi kabul edilmiştir. Küçük istisnalar dışında bu usul bir kanun-ı kadîm(yani anayasal bir gelenek) olarak uygulanmış ve 1876 tarihli Kanun-i Esasi bu usulü kanunlaştırmıştır. 10 Puan) 9) İslam hukukuna aykırı olmamak koşuluyla ya da İslam hukukunun boş bıraktığı alanlarda, padişahın yasama faaliyeti neticesinde oluşan hukuka “örfi hukuk” denilmektedir. Klasik fıkıh kitaplarında yer alan ve geçmiş dönemlerde devletin müdahalesinden bağımsız olarak oluşan hukuk ise şer‘î hukuktur. Osmanlı’da örfi ve şer‘i hukuktan oluşan ikili bir hukuki yapı bulunduğunu söyleyebiliriz. Özel hukuk alanında daha çok şer‘i hukuk, kamu hukuku alanında ise daha çok örfi hukuk caridir. Esasında bu Emeviler döneminde hilafetin saltanata dönüşmesiyle, İslam hukukçularının daha çok özel hukuk alanında faaliyet göstermesiyle de alakalıdır. Kamu hukuku alanındaki boşluklar örfi hukuk düzenlemeleriyle giderilmiştir. Özellikle ceza hukuku, vergi hukuku, arazi hukuku alanında sıklıkla örfi düzenlemeler yapılmıştır. Ancak zaman zaman özel hukuk alanında da örfi hukuk düzenlemelerine rastlanmaktadır. Bununla birlikte genel olarak şer’i ve örfi hukukun sahalarının kesin çizgilerle birbirinden ayrılmasa da, her iki hukukun belirli alanlarda yoğunluk kazandıkları söylenebilir. Bu bağlamda şer’i hukuk esaslarının daha çok şahıs, aile, miras, eşya, borçlar, ticaret hukuku gibi alanlarda; örfi hukuk esaslarının ise esas teşkilat, idare, ceza, vergi hukuku gibi kamu hukuku alanlarında yoğunlukla görüldüğü söylenebilir. (10 Puan) 10) Tanzimat’tan sonra bir medeni kanun hazırlanması düşünülmüş, hatta Mecelle ’den önce Metn-i Metin adında bir kanun hazırlanmasına teşebbüs edilmiş; fakat başarılı olunamamıştır. Bundan sonra bir medeni kanunun hazırlanması daima gündemde olmuş; hatta Ali Paşa Fransa’nın baskısıyla Fransız Medeni Kanununun (Code Civile) tecüme edilmesini istemiş, bunun için bir komisyon kurulmuş ve bu komisyon yaptığı çalışmalarda oldukça mesafe katetmiştir. Ancak bu sırada Cevdet Paşa’nın gayretleriyle milli bir medeni kanun hazırlanması fikri ağırlık kazanmış ve Cevdet Paşa başkanlığında kurulan Mecelle Cemiyeti bu doğrultuda çalışmalara başlamıştır. Mukaddime ve ilk kitabı 1869’da hazırlanıp yürürlüğe giren Mecelle, tamamı 16 kitap ve 1851 madde olmak üzere kitap kitap hazırlanmış ve yürürlüğe girmiş olup, son kitabı 1876’da yürürlüğe girmiştir. O zamana kadar yürürlükte olan İslam hukukunun eşya, borçlar ve yargılama hukukuyla ilgili hükümlerini bir araya getirmiş olup, şekil itibarıyla Batı kanunlarının etkisinde olmasına karşın, içerik itibarıyla tam anlamıyla milli bir kanundur. Mecelle İslam hukukunun kanunlaştırılmasının ilk örneğidir; bu açıdan Osmanlı hukuk tarihinde değil, İslam hukuk tarihinde de ayrı bir yere sahiptir. (10 Puan)
© Copyright 2024 Paperzz