Çift Numaralı Öğrenciler

1. Dirlik Sisteminin Hukuki Niteliğini Açıklayınız.
Cevap: Dirlikler hukuki bir düzen içerisinde kurulurlar ve işlerler. Bu sistemde devlet
kendi mülkiyetinde olan toprağın tasarruf hakkını bir memuruna bırakır. Bu memur genellikle
savaşlarda yararlılık göstermiş olan askerlerdir. Dirliği aldıktan sonra bu kişiye sipahi denir.
Sipahi toprağı bizzat işleyemez. O köylülere kiralar, ayrıca köylülerin devlete ödemek
zorunda oldukları bazı vergileri de toplar. Bu paralarla geçinir ve devlete karşı
yükümlülüklerini yerine getirir. Kısaca özetlediğimiz bu sistemde devletle sipahi arasında ve
sipahi ile reaya arasında birtakım hukuksal ilişkiler mevcuttur.
Devletle sipahi arasındaki ilişkinin bir kamu hukuku ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim kendisine dirlik verilen sipahi esasında bir devlet hizmetlisidir. Devlete karşı bazı
yükümlülükleri vardır. Bunlar kısaca; dirlik topraklarının hakkıyla işletilmesini sağlamak,
dirliği yönetmek, devlet adına vergi toplamak, dirliğin büyüklüğüne göre belli bir görevi
yerine getirmektir. Bu görev genelde belli bir sayıda asker yetiştirmek ve savaş zamanında
onlarla birlikte orduya katılmaktır. Bununla birlikte bazen sipahiye başka görevlerin verildiği
de görülür. Orduya çeşitli malzemeler sağlamak, sınırlardaki kalelere bakmak, saraya
malzeme göndermek gibi. Sipahi devlete karşı yükümlülüklerini aksatırsa dirliği elinden alınır
ve cezalandırılır. Dolayısıyla bugünkü devlet-memur ilişkisine benzer bir ilişkinin var
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak dirlik sisteminde sipahi maaş almamakta, dirliğin gelirinin bir
bölümünü almaktadır.
Köylü ile sipahi arasındaki ilişki ise daha çeşitlidir:
İlk olarak Sipahi bir bedel mukabilinde tasarrufunda bulunan toprağı kiralar. Bu kira
ilişkisinin başında sipahi köylüden tapu resmi adıyla bir para alır. Bu resim alındıktan sonra
sipahi toprağın işlenme hakkını köylüye bırakır. Bu bedel ödendikten sonra sipahi köylüden
toprağı geri alamaz. Tapu resmi bir kere ödenir. Bu nedenle ona icare-i muaccele de denir.
Ancak köylü de toprağı işlemek ve vergilerini ödemek zorundadır. Köylü toprağı üç yıl üst
üste işlemezse kira akdi sona erer. Köylü toprağını bırakıp gidemez giderse sipahi onu geri
getirir ve çiftbozan resmi denilen bir ceza alır. Buradan çıkan sonuç iki tarafın da istedikleri
zaman kira akdini sona erdirememeleridir. Öte yandan sözleşme hükümleri köylünün ölmesi
durumunda başkalarına (duruma göre köylünün çocuklarına) geçer. Dolayısıyla kira akdi
atipik bir mahiyet arzetmektedir ve ayrıca devletin gözetimi altındadır. İslam özel hukukunun
icar konusundaki hükümlere uymadığı için kuramsal olarak fasid sayılmasına rağmen
geçerliliğini korumuştur. Sipahi ile köylü arasında var olan bu ilk ilişkinin bir tür özel hukuk
ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.
İkinci olarak, sipahi devletin hizmetlisi, temsilcisi olarak köylüden vergi toplamaktadır
ki bu da bir tür kamu hukuku ilişkisidir. Bu ilişki niteliği itibarıyla Osmanlı vergi hukukunu
yakından ilgilendirmektedir.
Sipahinin köylüden aldığı vergiler 1. tekalif-i şer‘iye(şer‘î vergiler) ve tekalif-i
örfiye(örfî vergiler)dir. Şer‘î vergiler haraç-ı muvazzafa ve haraç-ı mukasseme şeklinde ikiye
ayrılır. Harac-ı muvazzafayı toprağı işleyen köylü her yıl öder. Harac-ı muvazzafa
müslümanlardan işlenen toprak, zımmilerden ise kişi esas alınarak alınırdı. Bu bağlamda
Müslümanlardan alınan vergiye çift akçesi zımmilerden alınana ise ispençe resmi denilirdi.
Harac-ı muvazzafa sabit, belli bir miktardır. Toprak ya da kişiye göre alınır. Buna karşılık
harac-ı mukasseme ise toprak ürünlerinden ödenir ve ürünün tümüne, az ya da çok oluşuna
göre değişir. Müslümanlardan alınanına öşür, zımmilerden alınanına ise haraç denirdi.
Örfî vergiler ise oldukça çeşitli olup sahip olunan koyun ve keçi üzerinden alınan
agnam resmi, evlenen kadınlardan alınan gerdek resmi, bir tür para cezası olarak suçlulardan
alınan cürüm ve cinayet resmi, kovanlardan alınan kovan resmi gibi türleri vardır. Bu tür
vergilerin bazısı her yerde bazısı ise belli bölgelerde alınır. Bunların tamamının adları, nitelik
ve miktarları kanunnamelerle özenle gösterilirdi. Örfi vergilerin bir bölümünün yılda ne kadar
tutacağı bilinemediği için bunlar özel düzenlemeye tabi idi. Bu tür vergilere badihava
denilirdi. Bazı dirlikler badihava alma hakkına sahipti. Bunlara serbest tımar denilirdi.
Bazıları ise bunu alamazlardı. Bunlara da serbest olmayan tımar denirdi. Dolayısıyla örfi
vergilerin bazılarını devletin doğrudan doğruya topladığını söyleyebiliriz.
2. Klasik Dönem Osmanlı Devleti’nin yargı örgütünü, mahkeme teşkilatı ve bu
sistemin temel unsuru olan “kadı”nın görev ve yetkilerini dikkate alarak anlatınız.
Doğrudan doğruya merkeze bağlı ve ülkenin en küçük yerlerine kadar dal budak
sarmış bulunan yargı örgütü, devlet hizmetlerinin görülmesinde önemli rol oynardı. Yargı
örgütünün başında kazasker bulunurdu.
Diğer İslam devletlerinde de olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de yargı örgütünün
temel kişisi kadı idi. Osmanlı Devleti daha devleti kurar kurmaz yargı örgütlerini klasik
modele uygun bir biçimde geliştirmeye başladı. 1300 yılında ilk kadı Karacahisar’a atandı.
Sonrasında da Osmanlılar fethettikleri her kasaba ve kente kadı atamışlardır. Kadı
İslamiyet’in ve dolayısıyla devletin sembolü olarak görülürdü. Fethedilen yerlere kadı
atanması oranın Osmanlı egemenliğine girdiğini gösteriyordu.
Yargı örgütünün en küçük birimi kaza idi. Bir kadının görev yaptığı, yetkilerinin
yürürlükte olduğu yere “kaza” denirdi. Kadılar bulundukları yerde bulunan şer‘iye
mahkemesinin hakimi idiler. Bu mahkemelerde şer‘î ve örfî hukuk uyarınca uyşmazlıkları
çözüme bağlarlardı. Örfi hukuka ilişkin uyuşmazlıklarda merkezden gelen buyruklara göre
davranırlardı.
Bununla birlikte onlar yalnızca yargı işleriyle uğraşmazdı. Ulemadan olmaları
dolayısıyla İslam devletinin bulunduğu yerdeki temsilcisi sayıldıklarından, merkezden gelen
buyrukları yerine getirirler, denetlemeler yaparlar, ordu gereksinimlerini sağlarlar, ayrıca
kazanın belediye hizmetlerini de yürütürlerdi. Günümüzde noterlerin üstlendiği birçok vazife
de kadılar marifetiyle görülürdü.
Bu çeşitli görevleri yerine getirirken kadıya yardımcı olan kişiler vardı. Bunlardan en
önemlisi naipti. Naipler kadının verdiği işleri görürlerdi. Kimi zaman kadı adına uzak yerlere
gider soruşturma yaparlar. Kimi zamansa kadının türlü nedenlerle iş görememesi durumunda
onu temsilen hüküm verirlerdi. Yargılama sırasında da katip, mübaşir, tercüman, şuhudül-hal
gibi görevliler kadıya yardım ederlerdi. Kadılardan yakınmaların çok olduğu bölgelere
müfettişler gönderilirdi.
Osmanlı yargı örgütünde temel mahkeme kadı mahkemesi (şer‘iye mahkemesi) idi. Bu
mahkemeler tek hakimli idi. Müslüman tebaanın taraf olduğu ve gayrimüslimlerin hukuki
özerklik alanının dışında kalan tüm davalar bu mahkemelerde görülürdü. Kadıların verdikleri
karar kural olarak kesindi. Sistematik bir temyiz mercii yoktu; ancak kadının kararından
memnun olmayanların şikayeti üzerine Divan-ı Hümayun bir temyiz mercii gibi işlev
görürdü.
Şer‘iye mahkemeleri dışında iki grup mahkeme daha bulunurdu. Bunlardan ilki
zımmilerin özel hukuka ilişkin uyuşmazlıklarını görmek üzere patrikhaneler ve hahambaşılık
tarafından kurulan cemaat mahkemesi idi. Cemaat mensubu halk isterse uyuşmazlığı kadı
önüne de götürebilirdi. İkincisi ise konsolosluk mahkemeleri idi. Bu mahkemeler
kapitülasyonlar neticesinde ortaya çıkmış olup imtiyazlı devlet vatandaşlarının Osmanlı
yargılama sistemi dışında tutulması neticesinde kurulmuşlardı.
3. Tanzimat dönemi Osmanlı Hukuku kodifikasyonlarından Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliye’yi anlatarak hukukta resepsiyon kavramı bağlamında söz konusu yasayı
değerlendiriniz.
Cevap: Tanzimat’tan sonra bir medeni kanun hazırlanması fikri doğunca öncelikle
Metn-i Metin isminde bir medeni kanun hazırlanmasına teşebbüs edilmiş ancak başarılı
olunamamıştı. Bunun ardından medeni kanun hazırlanması fikri daima gündemde kalmış hatta
Âlî Paşa Fransız Medeni Kanunu’nun tercümesini istemiş hatta bu yolda bir komisyon da
kurulmuştu. Tüm bunlar olurken Cevdet Paşa’nın gayretleri ile milli bir medeni kanun
hazırlanması fikri ağırlık kazanmış ve onun başkanlığında kurulan Mecelle Cemiyeti milli bir
kanun hazırlama çalışmalarına başlamıştır.
Kanunun 1868-1876 yılları arasında yaklaşık sekiz sene boyunca kitap kitap
hazırlanmış ve yürürlüğe girmiştir. Mecelle bir mukaddime, 99 maddelik genel hükümler ile
16 kitaptan oluşur. Toplam 1851 maddedir. Maddelerin anlaşılmasına yardımcı olması
amacıyla pek çok maddenin altına ayrıca örnekler ve açıklamalar konulmuştur. Madde
metinleri çoğunlukla ağır bir dille açıklama ve örnekler ise daha arı bir dille yazılmıştır.
Maddelerin hazırlanmasında veciz ve net bir dil kullanılmış bu ise uygulamada kolaylık
sağlamıştır.
Mecelle hukuk tarihi bakımından son derece önemli bir kanundur. İslam dünyasında
borçlar hukuku ve medeni hukuk alanı ilk defa bu kanunla sistematik bir biçimde
düzenlenmiştir. Bu yönüyle gerek Osmanlı Devleti’nde gerekse diğer İslam devletlerinde
yapılan kanunlaştırma hareketlerine öncülük etmiş ve Osmanlı Devleti’nden ayrılan kimi
İslam ülkelerinde uzun süre uygulanmıştır.
Bununla birlikte onun modern anlamda bir medenî kanun niteliği taşımadığı belirtilir.
Nitekim içerik itibarıyla çoğunluğu borçlar hukuku, az bir kısmı da eşya hukuku ve yargılama
hukukuna ilişkindir. Kişi, aile, vakıf, miras hukuku gibi alanlara onda tesadüf olunmaz. Klasik
İslam hukuku kurallarının bir kısmını derli toplu hale getirip düzenlemesi nedeniyle içyapı
itibarıyla yenilikçi olmadığı da belirtilir. Bunun yanı sıra hazırlanmasında Hanefî mezhebi
esas alınmıştır. Diğer sünni mezheplerden faydalanılmamıştır. Osmanlı Devleti diğer
mezheplerden istifade hususundaki tavrını Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile 1917’de
değiştirmiştir.
Mecelle tam anlamıyla teknik ve milli bir kanundur. Hazırlanmasında şeklî açıdan batı
kanunlarının etkisinde kalması dışında Avrupa hukukundan yararlanılmamıştır. Dolayısıyla
herhangi bir iktibas söz konusu değildir. Bilindiği üzere resepsiyon bir toplumun kanunlarının
bir başka toplum tarafından kendi kanunları olmak üzere alınmasıdır. Resepsiyon, hukuk
sistemini yenilemek isteyen bir ülkenin çeşitli nedenlerle yeni ihtiyaçları karşılayacak hukuk
sistemini kendi iç imkânlarıyla ortaya koyamadığı durumda başvurduğu bir yoldur.
Dolayısıyla resepsiyonda bir yabancılık ögesi bulunur. Mecelle ise yukarıda da belirtildiği
üzere tam anlamıyla milli bir kanundur. Bir kodifikasyondur. Kanunun içeriğinin yanı sıra
hazırlanma arifesinde, Âli Paşa ile Cevdet Paşa arasında görülen tartışmalar ve varılan nokta
da bunun en bariz göstergelerindendir.
4. Osmanlı Devleti tebaasından Ayşe 1900 yılında vefat etmiştir. Ayşe’nin geride kalan
yakınları eşi Musa ve oğlu Ali ile annesi Gül’den ibarettir.
a. Ayşe’nin terekesi üzerindeki gözetilmesi gereken hakları sırasıyla sayınız.
Cevap: Ayşe’nin terekesi üzerinde gözetilmesi gereken haklar sırasıyla şu şekildedir:
1. Techiz ve tekfin masrafları
2. Borçları
3. Vasiyeti
4. Mirasçıların hakları
b. Ayşe’nin terekesi feraiz hükümlerine göre paylaştırıldığında her bir mirasçının
mirasçılık sıfatı ve payı ne olur?
Mirasçı
Mirasçılık sıfatı
Payı
1. Musa:
Ashabü’l-Feraiz
1/4
(3/12)
2. Gül:
Ashâbü’l-Feraiz
1/6
(2/12)
3. Ali
Asabe
Kalan
(7/12)