DEDEMİN ATI

DEDEMİN ATI
Sene 1970. Annem, dedem tarlada çalışırken her köşesine yokluğun, ezikliğin ama aynı zamanda
sevginin sindiği bir köy evinde dünyaya gelmiş. Bu eve yokluk sinmiş, çünkü dedem çok fakirmiş. Canını
dişine takar hiç durmadan çalışırmış. Üçüncü çocuğunun sağ salim dünyaya geldiğini bile tarlada kan ter
içinde çalışırken duymuş. Acaba o gün müjde getiren çocuğa bahşiş verememenin ezikliğini mi yoksa
haneye gelen bir kişinin yükünü mü daha ağır hissetti dedem? Annem üç çocuktan en küçükleri.
Dedemin omuzlarındaki yük günden güne artmış olacak ki, annem altı aylık olunca, dedem yurtdışında
çalışmaya karar vermiş.
Neden mi yurtdışına gitmek istiyormuş? Çünkü köyde kendisine ait ne bir tarlası ne de bir atı
varmış. Başkalarının tarlasında çalışıyor, başkalarının atını kullanıyormuş. Annemin doğduğu ev eziklik
kokar. Çünkü dedem ellerin tarlasında çalışıp, ellerin atını kullanmanın ezikliğini taşımış her akşam bu
eve. Ama ne kadar çalışsa da eline çok para geçmiyormuş. Bu yüzden yurtdışına gitmeye karar vermiş.
Bir at parası biriktirip memleketine geri dönmekmiş amacı.
Dedem pasaport çıkartmak için borç para almış ve Denizli’ye gitmiş. Bu sayede annemi de nüfus
dairesine kaydettirmiş. Sene 1971'de köyden birkaç arkadaşıyla birlikte önce İstanbul'a oradan da
İsviçre’ye gelmiş dedem.
İstanbul'dan uçakla İsviçre'ye inmişler ve dedeme orada şans biraz gülmüş. Gümrük memuru,
dalgınlığına gelse gerek, onun pasaportuna giriş mührü vurmamış. Pasaportu mühürlenen dedemin
arkadaşları da işçi olarak kabul edildiklerini zannedip sevinmişler. Sonra dedem ve arkadaşları göçmen
işçilerin uğradığı bir restorana gitmişler. Orada bizim köyden birisini görmüşler ve ona gümrükte
geçen olayı anlatmışlar. Bu adam da dedemin çok şanslı olduğunu söylemiş çünkü mühürle İsviçre’ye
girdikleri tarih belirlenmiş oluyor. O giriş tarihinden üç ay sonra turistlerin İsviçre’yi terk etmeleri
lazım diye anlatmış. Dedem bu olayı pek bir keyifli anlatır:
- ‘’Köftehorlar, pasaportları mühürlenince sanki İsviçre’nin tapusunu almış gibi sevinmişler; beni de
teselli etmeye başlamışlardı.’’
Bundan sonra dedem, kader bir rüzgâr gibi nereye sürüklediyse oralara gitmiş; değişik
restoranlarda kısa sürelerle bulaşıkçı olarak çalışmış, ta ki Sursee'de bir çiftlikte uzun vadeli bir iş
buluncaya kadar. Dedem iş bulmasına bulmuş ama burası hiç de rahat değilmiş. Çünkü çiftlik sahibi
dedemin kaçak işçi olma durumunu kullanıyormuş. Bazen parasını vermiyormuş, bazen de yemek
vermiyormuş. Bu şekilde seneler geçmiş. Dedem uzun bir zaman sadece karın tokluğuna ve yatacak bir
yer için çalışmış. Dünyalar kadar sevdiği karısının, koklamaya bile doyamadığı evlatlarının hasreti bir
tarafa onlara para gönderememenin acısıyla dayanmış bu gurbete.
Bu arada anneannem de köyde başkalarının işlerinde çalışarak çocuklarının karnını doyurmaya
çalışıyormuş. Ama bazen yetmiyormuş kazandığı para. Henüz çok küçük olan annemin açlıktan ağladığını
anlatır anneannem. Yıllar geçmesine rağmen anlatırken de iki damla yaş süzülür yanaklarından. Galiba
bazı acılar hiç çıkmıyor insan yüreğinden. Aslında annemin dedesi varlıklı biriymiş. Ama kızına
torunlarına kol kanat germemiş. Çünkü kızının fakir bir adamla evlenmesinden hiç hoşnut olmamış.
Annemin doğduğu ev sevgi kokar, aşk kokar. Çünkü anneannem ve dedem âşıklarmış birbirlerine.
Zengin kız fakir oğlan aşkı işte. Babası anneannemi istemeyerek de olsa dedeme vermeye razı olmuş,
ama "Bir ekmek için olsa bile kapıma gelme!’’ demiş. Gururludur benim anneannem. Halinden hiç şikâyet
etmeden kocasından gelecek bir haber beklemiş.
Uzun bir süreden sonra dedeme şans ikinci kez gülmüş. Çalışma iznini almış; artık kaçak işçi
değilmiş. Daha da önemlisi kaç senedir özlem duyduğu sevdiklerini görmeye gidebilecekmiş. Çalışma izni
sayesinde Sursee'de bir kasapta iyi bir iş bulmuş. Para biriktirdikten sonra bir araba almış. Evet,
dedem at alma hayaliyle geldiği İsviçre’den bir arabayla beş sene sonra memleketine izine gidebilmiş.
Karısına çocuklarına aldığı hediyelerle oyuncaklarla doldurmuş arabasını. Yüreği zaten hasretle
doluymuş.
Annemin babasıyla ilk buluşması hiç de kolay geçmemiş. Babasıyla beş yaşındayken tanışan annem
babasını kabullenememiş. Dedemin beş yıl boyunca kokusunu bile özlediği evde kalmak istememiş.
Dedemin izni boyunca bir akrabasında kalmış annem. Gurbetin izleri ilk o zaman ortaya çıkmış. Dedem
gurbette çektiklerine mi yansın öz kızının kendisine yabancı kalışına mı yansın bilemeden, arabasını
Çal/Ortaköy belediyesine bağışlamış ve uçakla İsviçre'ye dönmüş.
Annem de babasının bıraktığı ama artık en çok özlem kokan evine dönmüş. Beş yaşındaki küçücük
yüreğine gurbetin ilk prangası vurulmuş annemin. Hep uzaklarda olan babanın varlığını, sıcaklığını
hissetmiş. Babaların nasıl sevgiyle bakabildiklerini anlamış. Ama yine de sokulamamış babasının
kucağına. Bütün teslimiyetiyle bırakamamış kendini babasının kollarına. Babasız geçen beş yılın diyetini
ödetmiş kendince.
Aradan hüzünlerle bazen de küçük sevinçlerle dolu bir yıl daha geçmiş. Sene 1976'da yeni aldığı
arabasıyla yine izine gitmiş dedem. Ama bu sefer izin dönüşü anneannemi, dayımı ve teyzemi de
İsviçre'ye getirmiş. Annemin bahtına hasretlik düşmüş. Babaanneye bırakılmış annem. Annem elbette
çok üzülmüş hatta hala çok üzülüyor. Nasıl üzülmesin… Bir anda kendini güvende hissettiği, bütün
dünyanın oradan ibaret sandığı, güven kokan yuvası dağılmış. Küçücük yüreğine kocaman özlemler gelip
yerleşmiş. Annemi küçük bir kız çocuğu olarak hayal ettiğim ilk olay budur. Kendimi onun yerine koyup
hissettiklerini anlamaya çalışmak bile beni o kadar yordu ki; işte o zaman anladım adına gurbetçi deyip
geçtiğimiz insanların ne ağır bedeller ödediğini.
‘’Anne’’ dedim bana ‘’gurbet ne demek senin için anlatsana.’’ Sadece şu dizeler döküldü
dudaklarından:
Yalnız, annem gibi, o ılık sesle,
İçimde dövünüp ağlama gurbet!..
Okulda öğrenmiş bu şiiri. Ama en çok bu dizeler kazınmış beynine. Anne sesine hasret geçen dört
senenin özeti buymuş ona göre. Ben şimdiye kadar gurbetin sadece adını biliyordum. Şimdi gurbet
benim gözümde ağlayan bir kız çocuğu olarak kaldı.
Okula başlayan annemin tek avuntusu okul olmuş. Çok güzel notlar alıyormuş annem. Ama bazı
arkadaşları ona: "Senin annen baban olmadığı için sana iyi not veriyorlar!" diyor annemin kalbini bir
kere daha yaralıyorlarmış. Karne aldıklarında ise annemin karnesini yolda ilk gören kişi imzalıyormuş.
Kızlarının hasretine dayanamayan dedem ve anneannem köye bir uçak bileti yollamışlar fakat
annem gitmemiş. Gidenin dönmediği bir ülkeye gitmek ürkütmüş onu. Bakmış bu böyle olmuyor.
Anneannem çıkmış gelmiş köye kızını alıp götürmek için. Ne yapıp edip razı etmiş ve alıp getirmiş son
göz ağrısını. Anneannem böyle sever annemi: ’’Benim son göz ağrım!’’
Annem; annesine, babasına, kardeşlerine kavuşmuş kavuşmasına da bu sefer de babaannesini,
arkadaşlarını, köyünü özlemeye başlamış. Gurbet artık ‘’iki tarafı keskin bir bıçak’’ olmuş; yüreğini
kanatmaya devam etmiş.
Annem İsviçre’de okula dördüncü sınıftan başlamış. Almanca bilmediği için çok zorluklar çekmiş.
Ortaokulda zorunlu ders dışında istedikleri bir derse daha katılmaları gerekiyormuş. Annem de
İngilizce istemiş fakat öğretmeni ona "Sen Almanca bile konuşamıyorsun, önce Almanca öğren!" demiş.
Bu laf annemin çok gücüne gitmiş. Derslerine dört elle sarılmış, başarılı bir öğrenci olmuş.
Aradan seneler geçmiş, dayım, teyzem ve annem evlenmiş. Dedem Türkiye'ye gitmiş çünkü burada çok
hastalanmış ve ‘’ölürsem vatanımda öleyim’’ demiş.
Dedem şimdi Türkiye'de, yakında yetmiş yaşına basacak. Ve dedem hala bir at alamadı!
Firuze Ayça KATAR; Luzern TO; 8. Sınıf Öğencisi